— Fa h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimize taan mı ediyorsun? Tevbe etmezsen, Vallaki seni Öldürürüm» diye beni ikaz etti. Ve :

—  F a h r - i   Alem    (SAV.)    Efendimiz,    Hecer ahalisinden harâc almıştır.» diye ilâve etti. Aramızdaki bu müş-kili ve ihtilafı halletmek üzere 'kendisi 'İle beraber,    H z.   Alî (R.A.)'ın huzuruna çıkıp, ihtilaf ettiğimiz hususu kendisine arz ettik. Bunun üzerine,   Hz.   Ali    (R.A.)    şöyle buyurdu:

—  Mecusîîerden size bir vukuat nakil ve hikaye edeyim ki, ikinizde beğeneceksiniz:    Mecusîler, daha önce ehl-i kitap idi­ler ve kitaplarını okurlardı. Melikleri, bir gün çok şarap İçip sar­hoş olunca, hemşiresinin elini tutup, bulundukları şehrin dışına çı­kardı. Dört kişi de arkalarından gittiler. O melik, kız kardeşine kötü fiilde bulundu. Sarhoşluktan ayıidığı zaman hemşiresi ken­disine :

—  Bu fiiii icra ederken sizi, feian, felan, felan ve felan yani dört kişi gördü, deyince, Melik;

—  Beni gördüklerini bilmedim dedi. Kız kardeşi:

—  Bana itaat etmezsen öldürülürsün dedi. Melik,

—  İtaat edeceğim deyince de hemşiresi:

—  Bu fiili (kız kardeşle evlenmeyi) bir din ittihaz et. H z. Â d e m ' in   dinidir,   Havva'da   Âdem' dendir diye ilân et. Herkesi bu yola davet et. Bu fiilin dinden olduğunu kabul edip sana tâbi olanları bırak, karşı gelenleri kılıçtan geçirip öldür.

Melik, kız kardeşinin görüşü olan, bu kötü yola uyarak o şekilde, bu kötü fiilin dinden olduğunu kabul etmelerini kavmi­ne teklif etti. Onlar da kabul etmediler. Akşama kadar onları öldürmekle meşgul oldu. Akşam olunca, kız kardeşi:

—  İnsanların kılıca karşı cesaretli olduklarını    görüyorum. Ateşe karşı cür'et edemezler ümidindeyim. Yarın bir ateş yak­tırıp kendilerini ateşe arzet dedi.  Bunun üzerine melik, ertesi gün, ateş yakıp, bu hususta kendisine İttiba etmiyenleri ateşe atacağını söyleyince, herkes ateşten korkarak melike tâbi ol­muşlardır.

İşte bu sebepten dolayı, F a h r-î Âlem (S.A.V.) Efendimiz, onların bir vakitler ehl-i kitap olmalarından kendilerinden harâc almış, müşrik oldukları için de kestiklerinin yenmesini ve kadınlarının nikâhlanmasını haram buyurmuşlardır.

0 Basra ulemâsından bîr şeyhin bize rivayet ettiğine gö­ Avf   b.    Cemile    şöyle demiştir:

—  Geçmiş milletlerde bir nikah altında toplanması caiz ol­mayan  kadınları, mecusîler cem . edegelmekte oldukları  halde, önceki imamların bunu yasaklamamalarının sebebi nedir?   diye İmâm-i    Hasan'a   sordu.   A d i y   İsimli bîr zat da H a s a n ' a   aym şeyi sorunca, O şu cevabı verdi:

—  Fahr-i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Bah­reyn mecusîlerinden cizye aldı ve onlar mecusî olarak kaldılar. R a s û I u I I a h    (S.A.V.) in    onlar üzerindeki âmili   A I â-i H a d r a m î    isimli şahıs bu şekilde muamele ettiği gibi    H z. Ebû    Bek r-i   Siddîk    (R.A.),   M z.   Ömer-i    Fa­ruk   (R.A.)   ve   Hz.   O s m a n -1   Z i n n û r e y n    (R.A.) da bu hâl ve şekil üzere muamele etmişler ve mecusî kalmalarına mani olmamışlardır.

0 Abdurrahman b. Abdullah'm bize K a t â d e ' den onun da E b î M e c 1 e z ' den rivayet ettiğine göre   Ebû    Ubeyde   (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)   Efendimiz,    M ü n -zir   b.   S â v î   isimli zata şu şekilde bir mektup gönderdiler:

«Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizden yi­yen kimseler müslümandır. Cenâb-i Hakkın ve R a-sülünün zimmeti (ahdi) kendisinindir. Bu hasletleri, mecu-sîlerden bîr kimse severek kabu! eyler ve yaparsa, her hususta kendisi emindir, M e enselerden, bu hasletleri kabul etmekten ka­çınanlardan cizye alınır.»

0 Medînelilerden bîr şeyhin bana A m r b. Dinar'­dan rivayet etiğine göre :

—  Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Mün-z i r    b.   S â v i    isimli zata şu şekilde bir mektup gönderdi :

—  «Bismİüâhiırahmânirrahîm.   Aİİahın    Basûlü Muhanunmed' den    MlinzJr   b.   S â v i' ye

«Allanın selâmı üzerine olsun. Şüphesiz ki ben, se­ninle birlikte .kendisinden başka ilâh bulunmayan Al I a h'a hamdederim.

Amma ba'dü :

Kim kıblemize döner ve kestiklerimizi yerse, işte o müslü-marndır. Lehimize ve aleyhimize, mürettep olan her ne varsa, onlar için de mürettebtir. Bu fiili kabul eylemeyenlerin üzerine Meâfiri[1] kıymetinden bir dinar vaz' olunur. Seîâm ve A I -I a h ı n rahmeti üzerine olsun. Allah sana mağfiret et­sin.»

0 E b ân b. E b î I y a ş bize iHasan-ı Bas-r î'den o da E b û H u r e y r e (R.A.) dan, Peygam-b e f (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:

—  «Her kim, namazımızı kılıp, kestiğimizden yerse, müslü-man olur. Kendisine    Cenâb-ı    Hakkın   ve   Rasûlü-nün   zimmeti (ahdi) vardır. Müslümanların lehine ve aleyhine lâzım olan kendisinin de lehine ve aleyhine lâzımdır.» (Yani aynı haklara sahip olduğu gibi, aynı vazifelerle de mükelleftir.)

@    Küfe    ulemâsından bir zat bana şöyle nakletti:

—  «Ömer   b.   Abdülaziz    tarafından amili olan Abdülhamid    b.   Abdurrahman    isimli zata ce­vaben şu mealde bir mektup varid oldu :

«Hîre ahalisinden, İslâm dinine girme şerefine eren, bazı yahudi, hıristiyan ve mecusîlerin üzerinde külliyetli miktarda cizye bakiyesi kaldığını bildiren ve bunları almak için benden izin talep eden mektubunuzu aldım. Cenâb-ı Hak Celle ve Âlâ Hazretleri, Resül-ü Muh­terem Muhammed (S.A.V.) Efendimizi, her­kesi İslâm dinine davet için göndermiştir. Vergi toplayıcı olarak göndermemiştir. Onun için, mezkur kavimlerden islâma girme şerefine erenlerin, mallarından zekat alınabilir, cizye alınamaz. Bıraktıkları mirasları, müslümanlar gibi, varislerine, yakınlarına aittir. Varisi olmadığı takdirde onun bıraktığı miras - varisi oimayan diğer müslümanlar gibi- müslümanların beytü'l-mâlino ko­nur. Kendisinden meydana gelecek itlafın bedeli de -âkilesi ol­madığı İçin- Cenâb-ı Hakkın, Müslümanların bey-tü'l-mâlindeki malından ödenir. Vesselam.»

£ İsmail    b.    E b î    H a M d    bize şöyle nakletti :

—  «Müslüman bir kimse, hıristiyan bir kölesini azat etse, azat edilmiş olan bu hıristiyan, artık hür olduğundan ondan bir şey alınması lâzım gelir mi?» diye    İ m â m-ı    Ş a'b i'den sorulunca, O :

—  «Efendisinin zimmeti, kendisine    zimmet    olduğundan, onun üzerine haraç yoktur» diye cevap vermiş ise de, bu mes'-eleyi   1 'm â m -1    Âzam    E b û   iHanîf e1 den sorduğum zaman :

— «Bu hıristiyan üzerine harâc vardır. Zira, dâr-ı İslâm da harâc'sız hiç bir zımmi bırakılamaz» diye cevap vermiştir. A I-İ a h bilir amma, İ m â m -1 Â z !a m Ebû 'H a n î f e ' nin kavli, bu babda, bence en güzel kavil olarak görülmüştür.

0    Abdurrahman   b.   Sabit   b.   S e v b â n bize şöyle nakletti :

—  Ömer   b.   Abdülaziz'e   Sizden evvelki halî­feler zamanında fiyatlarda ucuzluk olduğu halde, sizin halifeli­ğiniz zamanında niçin fiatlarda pahahrk valki olmuştur? şeklin­de sorulan suale cevaben :

—  Benden önce gelen halîfeler, ehl-i zimmete tahammülle­rinden çok yüklüyorlardı. Onun için, pahalı mal ve eşyalarını sat­maktan başka çare bulamıyorlardı. Bu yüzden de mallar ucuza satılıyordu. Biz ise, herkese tahammül derecesinden ziyade ver­gi yüklemediğimizden, 'her kes malını istediği pahaya satmakta­dır.» dedi. Tekrar kendisine :

—  Öyle ise, pahalı olan eşyaya narh koyun, denilince

—  Narh koymak bize aid değildir.    Cenâb-ı   'H a k k ı n   yüce iradesine bağlıdır, buyurdular.

 

Öşürlerin Toplanması

 

© Öşürlerin toplanmasına gelince, benim bu babdaki görü­şür : Öşür toplanması işini, dinin bağlı, salih kişilere havale et. Bu İşte onları görevlendir. Onlara, muamelelerinde hiç bir kim­seye haksızlhk ve zulüm etmemelerini, alınması meşru' olan miktardan fazla hiç bir şey almamalarını ve ellerine verilecek talimatın dışına çıkmamalarını emret.

Gönderildikten sonra, halka nasıl muamele ettiklerini, ta­limata uygun hareket edip etmediklerini anlamak üzere, halleri­ni araştır ve teftiş et. Talimata aykırı hareket edenleri azlet ve haklarında cezai işlem yap. Halktan zulümle aldıkları anlaşılan maıian ellerinden alıp sahibine İade et ve bu işi yapanları mu­aheze et.

Emir ve talimata uygun hareket edip, müslümanlara ve zım-mîlere zulmetmekten kaçınan memurları yerlerinde bırakmak ve mükafatlandırmak lazım gelir. Zira, güzel davranış ve emanet sahibi olan kimseleri memuriyette bırakıp zulüm ve haksızlık edenler hakkında ukubet ve mücazat tatbik ederseniz, iyi davra­nış sahipleri, güzel hizmetlerini artırır. Zulmedenlerin ise bundan sonra, zulüm etmekten kendilerini alıkoyacakları ve uzaklaştıra­cakları aşikârdır.

Öşürlerin toplanmasına başlandığı zaman, memurlara şu şe­kilde emir vermelisiniz: Yanlarına gelen tüccarın elinde bulu­nan malların kıymetini hesap etsinler. Eğer, 200 dirhem gümüş veya 20 miskal altının kıymetine baliğ oluyorsa, mallara kıymet taktir edip, değerlerini toplasınlar. Yekun maldan, müslümanlardan rubu' öşür

t------x------

10        4

1 zımmîlerden   msf öşür  (------

1

40 1

= %2,5 = rubu'

10

= % 5 = nisf

20

öşür) ve ehl-i harb'den tam öşür (------ =  % 10) alsınlar.

200 dirhe mgümüş veya 5 miskal altın'dan az olan mallardan bir şey alınmaz. Tacir olan kimse Öşür toplayan zata, bir kaç defa uğrayipta her defasında yanında bulunan mallar, mezkur nisab-tan az olursa kendisinden bîr şey alınmayacağı gibi, her uğradı­ğında yanında bulunan mallar birbiriyle toplanarak, nisap mikta­rına baliğ olsa bile, yine kendisinden öşür alınması caiz değildir.

Bir kimse sikkelenmiş olarak 200 dirhem gümüş veya 20 miskal, silekelenmem'iş yani külçe altın veyahut 200 dirhem ham gümüş veya 20 miskal sikklelenmiş altınla, öşür toplayan me­mura uğrarsa, o kimse müslüman ise rubu' öşür (dörtte bir öşür

1 — _— = % 2,5)  alır. Zımmîlerden  ise nısf özür (yarım öşür

40 1

 ajir    £ğer eni.j  harpten ise tam öşür t

 1

20                                                                                         10

= % 10) alır. Ancak Âşir tekrar oradan geçse bu mallardan, üzerinden bir sene 'geçmedikçe, kendisinden hiç bir şey alın­maz. Keza ticâret için eşya meta' satın alıp oradan mürur etse bu ticaret malının kıymeti 200 dirhem gümüşe baliğ olursa ken­disinden zekat alınır. 200 dirhem gümüşten veya 20 miskal al­tından noksan olursa, kendisinden bir şey alınmaz. Ancak, harbî olan kimseler, yanlarında bulunan ticaret eşyasının kıymeti 200 dirhem gümüşe baliğ olursa kendisinden öşür (1/10) alınacağı gibi bir daha Öşür memuru uğrayınca, 200 dirhemlik metâı bulu­nuyorsa kendisinden yine öşür alınır. Zira, o harbî, dâr-ı harbe döndüğü zaman İslâm hükümleri üzerinden sakıt olacaktır. Me-tâ'nin kıymeti 200 dirhemden noksan olursa kendisinden bir şey alınmaz çünkü, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin hadisleri yalnız 200 dirhem gümüş veya 20 miskal altın üzerin© vaıld olmuştur.

Müslüman kimse üzerine 200 dirhemde beş dirhem Zımmî olan kimse üzerine 200 dirhemde 10 dirhem, harbî olan kimse üzerine 200 dirhemde 20 dirhem zekat lazım gelir.

Bunun gibi, zekat altında vacip olursa, üzerine zekat vacip olan kimse müslümansa 20 miskal altından yarım (1/2) miskal, zımmî ise bir miskal ve harbî ise 2 miskal zekat alınır.

Ticaret mallarından olmayan bir malla zekat toplayan me­murun yanına varırlarsa ondan bir şey alınmaz.

Zımmîler şarap veya domuzla Âşir'e uğrarlarsa, bu mallara yine zımmî olan kimselere, kıymet takdir ettirilerek bu kıymet üzerinden nısf öşür (1/20) alınır.

Keza, ehl-i harp olan kimseler şarap ve domuz getirirlerse, bunlara kıymet takdir edilerek öşrü {1/10) alınır.

Müslüman bir kişi, beraberinde koyun, sığır veya deve ge­tirir Ve bu 'hayvanların saime[2] olduğunu beyan ederse, ze­kat toplayan memur, kendisine yemin verir. Yemin ederse ken­disinden bir şey alınmaz.

Keza, yanında zahire, hurma olarak gelir de bunların kendi tarlasının ve ağaçlarının mahsulü olduğunu bildirirse, yine ken­disine yemin teklif edilir. Yemin ederse, bu gibi şeylerden de, kendisinden hiç b'ir şey alınmaz.

Zira, 'öşür ticaret için alınan mallardadır. 6u 'konuda zımmî de, müslüman gibidir. Fakat, harbî'nin ibu konudaki ifadesi kabul edilmez.

• Tağlib kabilesinden olan zımmî ile Necrân ahalisinin zımmîleri, ehl-i kitaptan olan diğer zımmîler gibidirler, fiu konu­da, Mecusîlerle diğer müşrikler de eşittirler.

$ Bir tüccar, mal veya meta' ile öşür toplayan zata uğ­rarsa, «bu malın veya meta'ın zekatını evvelce verdim» der ve bu ifadesinin doğruluğuna yemin ederse, ifadesi kabul edilerek, terk edilir yani zekat alınmaz. Ancak, zımmî ile harbî'nin bu konuda ifadeleri kabul edilmez. Zira onlara zekat lazım değildir kî «ödedik» desinler.

Bir kimse, zekat memuruna uğrayıpta, yanındaki malın müdârebe[3] veya bedâe[4] olduğunu ifade ederse, kendisine yemin teklif edilir ve yemin ederse, o maldan öşür alınmaz.

Keza, ıbir köle, kendisine ve efendisine aid eşya İle âşir'in yanına uğrarsa, efendisi gelmedikçe kendisinden öşür alınamaz.

Kölenin malında da öşür yoktur.

Bir tacir, yaş üzüm, taze hurma veya diğer taze meyveleri ticaret için satın alıp, öşür toplayan memura uğrarsa, bu mey­velerin kıymeti de 200 dirhem veya daha fazla bir miktara ula-

40 şırsa,   bu   tüccar   müsüümansa   rubu'   öşür   (------ =  % 2,5),

zımmî ise nısf öşür (-

% 5) ve harbî ise tam öşür (-

20

% 10 alınır. Bu meyvelerin kıymeti 200 dirhemden az ise bir şey alınmaz.

Bu kimseler, öşür memuruna tekrar tekrar uğrarlar da her defasında yanlarında olan malları 200 dirheme baliğ olmazsa, yine onlardan bir şey alınmaz. Hatta, uğradıkları mükerrer de­falarda yanlarında bulunan mallan birbirlerine katılarak toplan­dığı zaman 1000 dirheme baliğ olsa bile, yine ondan bir şey alın maz. Zira ayrı, ayrı uğradıkları zaman, beraberlerinde getirdikle­ri malların birbirlerine katılıp toplanması doğru değildir. Çünkü :

© Öşrü H z. Ömer (R.A.) vaz1 buyurup, hiç bir kimseye düşmanlık edilmediği ve herkese vacip olan miktardan fazla alınmadığı takdirde öşrün toplanmasında 'beis yoktur.

Müslümanlardan alınan öşür, zekat hükmündedir. Zımmîler-den ve harb'lerden siman öşür de harâc hükmündedir. Keza, ehl-i zimmetin başlarından alınan cizye ile Benî Tağlib Kabilesi halkının hayvanlarından alınan vergiler de harâc hükmünde olup, zekat kabilinden olmadığından, haracın taksim edildiği yerlere taksim edilir.

Zekatın taksimi İse, C e n â b-ı Ha k k ı n hükmü veçhile icra edilir. Humsun (1/5 = beşte birin) taksiminde de Al lah-u   T e â I â'nın hükmü mucibince amel edilir.

İşte, mallardan ve hayvanlardan alman zekat konusunda zikri geçen hükümlerle amel olunur. En doğru bilen Allan-t ı r.

• İsmail b. ibrâhîm b. Muhacir bana şöyle dedi:

—  Babam bana,   Z i y â cf   b.    Huda y'dan duydukla­rını şöyle anlattı :

H z. Ömer (R.A.) Efendimiz, öşürlerin toplanmasına ilk defa beni memur etti. Memuriyet mahalline gönderdiği za­man bana şu şekilde emir ve tenbih buyurdu.

—  Hiç bir kimseyi teftiş etmememi, bana getirilen eşyadan, her kırk dirhem için, m tisi umanlardan 1 dirhem (1/40) zimmîler-dan 2 dirhem (1/20), zimmeti olmayan harbîlerden İse 4 dirhem (1/10) alınmasını, Benî Tağiib hristiyanları, arap kabilelerinden olup, ehl-İ kitap olmadıkları için, onların islâma girmeleri mak­sadı ile haklarında sert davramlmamasını emir ve İrade buyur­dular.

Halîfe Hz. Ömer (R.A.) daha sonra, bu kabileye çocuklarını hristâyanlaştırmamalarirti da şart koşmuştur.

@ E b û H a n î f e' 'nin bize, K â sim'dan, onun da Enes b. Şîrîn' den rivayet ettiğine göre E n e s b.   Mâlik   (R.A.)   buyurdular ki :

—  H z.   Ömer   (R.A.),   beni öşürlerin tahsil edilmesi İçin tayin edip gönderdiği zaman, bana şöyie bir em'irnâme yaz­dı:

«Ticaretle gelip geçen müslümanlardan rubu' öşür (1/40), zımmîlerden nısf öşür (1/20) ve harbîlerden 1 öşür (1/10) alma­mı emir buyurdular.

0 Âsim b. Süleyman bize H a s a n' in şöyle dediğini nakletti :

—  Ebû    Musa    el-E'şarî   {R.A.),   H z.   Ömer (R.A.) e   bir mektup gönderip : «Bizim taraftan, dâr-i harbe (har­bîlerin - 'düşmanların memîekine) giden müslüman tüccarlardan, onlar 1 öşür (1/10) almaktadırlar.» diye yazıp, bu durum karşı­sında nasıl hareket etmek gerekeceğini sordu.    Hz.   Ömer (R.A.)   şöyle cevap verdi:

—  Onların müsfüman tüccarlardan aldıkları gibi, sen de on­ların tüccarlarından al.    Ehl-i zimmetten, nısf öşür (1/20), müs­lümanlardan, beher 40 dirhemden 1 dirhem (1/40) almalısın. 200* dirhemden az olan malda bir şey yoktur. 200 dirhem olursa onda 5 dirhem vardır. Daha fazla olursa, hesap    üzere alınır.» diye,

H z.    Ömer    (R.A.)    Ebû    M û s â    e I - E ş ' a rî    (R.A.) ye cevabi mektup yazmışlardır.

& Abdülmelik b. Güreye bize A m r b. Ş u a y b ' dan şöyle rivayet etti :

—  Deniz ötesinde, ehl-i harpten olan Menbic ahalisi ticaret yapmak üzere, İslâm memleketlerine girip,     karşılığında öşür vermek üzere,    H z.   Ömer   (R.A.) a    mektup gönderip izin istediler. Bunun üzerine    H z.   Ömer    (R.A.),    derhal asha­bı  Güzîn   hazretlerini toplayarak,   istişare  aktediimiştir. Onlar, müsaade edilmesi  görüşünde olduklarını  beyan   ettiler. Bunun üzerine müracaat sahiplerine izin verildi. Ehl-i harpden ilk defa öşür bunlardan alınmıştır.

0 e s - S e r i y b. İsrail bize Âmir e ş - S â -b İ' den    şöyie rivayet etti :

—  H z.    Ömer   (R.A.),   Ziya d    b.    Cübeyr e I-Es e d î'yi    Irak ve Şam cihetlerinin öşürlerinin tahsiline memur tayin ettiği sırada Müslümanlardan    rubu' öşür (1/40), zımmîlerden nısf öşür (1/20) ve harbîlerden 1 öşür (1/10) alma­sını emir buyurmuştur. Bir aralık   Arap hristiyanlanndan   Beni Tağlib kabilesinden bir kişi atiyle oradan geçerken,   2 i y â d

b. Cüheyr ata, 20.000 dirhem kıymet takdir ederek, ya bu atı verip 19.000 dirhem almasını veyahud öşrü olan 1.000 dir­hemi vermesini o şahsa teklif etti. Bunun üzerine o Tağlib'li şa­hıs 1000 dirhem vererek atı alıp gitmiştir.

Yine aynı sene içinde, Tağlib'li adam geri dönüp Z i y â d b. Ciibe.y'e uğradığı zaman, kendisinden tekrar 1000 dir­hem talep etmesi üzerine :

—  Buradan her geçişimde benden 1000 dirhem mi alacak­sın? demesi üzerine, Ona cevaben :

—  Evet, her geçişinde 1000 dirhem alacağım, dedi. Bunun üzerine o Tağlib'ii adam,    H z.    Ömer   (R.A.) e şikayet et­mek üzere döndü.    H z.   Ömer   (R.A.) i    Mekke'de evinde buldu. İzin isteyip huzuruna çıktı. Halini anlatınca,    Hz.    Ömer (R.A.),    kim olduğunu sordu. O da, arap hristiyanlanndan oldu­ğunu söyliyerek, kadiseyi tafsilatı ile anlatmaya başladı.    H z. Ömer   (R.A.) ona :

—  Söylediğin kâfidir, diyerek sözünü kesti. Tağlib'Ii kişiye cevap vermedi. Bunun üzerine, o meyus olarak geri döndü. Ar­tık, 1000 dirhemi vermeye azim ve niyet ederek o memurun hu­zuruna varınca, kendisinden önce,   H z.   Ömer   (R.A.)'in:

—  «Tarafınızdan geçip, vergisini aldığınız, kimselerden pe'k fazla bir şeyleri olmadıkça gelecek senenin o gününe kadar bir şey almayasınız.» şeklindeki emrinin, o memura ulaşmış oldu­ğunu anlayınca, gördüğü bu adalet karşıstnda,

—  «Hristîyanîikîan uzaklaştım. Sana o mektubu yazan za­tın dinini kabul eyledim.»  diyerek İslâm dini ile müşerref ol­muştur.

0 Abdurrahman b. Abdullah e I - M e s u ' -d î   bize   Cami'    b.    Şeddâd'dan    şöyle nakletti:

—  Z i y â d b. H u d a y r Fırat Nehri üzerinde öşür memu­riyetinde iken, bir hrisüyars, ticaret yapmak için oradan geçerken, öşrü aidi. Da'ha sonra ticaret malını satıp yine ordan geçerken, kendisinden tekrar öşür alma'k istedi. Bunun üzerine :

—  Buradan !her geçişimde, benden öşür alacak mısın? diye sordu.   Z i y â d :

— Evet alacağım, diye cevap verdi. Bunun üzerine, şikayet için Hz, Ömer (R.A.)ın yanına gitti. Vardığı sırada, H z. Ömer    (R.A.)    Mekke'de şu şekilde hutbe okuyordu :

— Agâh ve mütenebbih olunuz ki, C en'âb-ı Hak, Beyt-i Muazzamı melce' ve müemmen kıldı. Cenâb-f 'Hak-k ı n haram-i şerifinde, hiç bir kimse, diğer bir kimseden zul­mederek bir şey almasın ve harem'den bîr şey alıp, harem dı­şında olan evine götürmesin. Böyle, bir kimsenin zulmedildiğini ve harem-i şerîfin hürmetini noksanlaştırarak, bir 'kimsenin bu­radan bir şeyi aldığını işitmeyeyim.» dediği sırada, o hristîyan demiştir ki:

—  «Ey Mü'minlerin Emîri! Ben hristiyan bir kimseyim.   Z i -yâd   b.   Hudayr'a    uğradığımda, benden lazım gelen emvali aldı. Daha sonra ticaret mallarını satıp, yine o tarafa uğ­radığım zaman, benden tekrar almak istemiştir.» deyince :

—  Onun iki defa almaya hakkı yoktur. Senede ancak bir defa senin   malından  alma  hakkı   vardır.»  diye bana hitap ettikten sonra minberden inerek, benim İçin   Ziyâd    b.    Hudyr'a mektup yazmıştır. Bir kaç gün sonra Halîfeye gidip,

«Size halini arz eden ihtiyar hristiyan benim» deyince, O «Ben  de ihtiyar bir hanîfim. îşini hallettim.»  buyurdu-

Yahya   b.   S a î d ' in    bana naklettiğine göre,

Ömer b. Abdülaziz'in hilâfeti zamanında, Mı­sır'ın gümrüğüne memur olan Züreyk b. Habban şöyle demiştir:

—  Halîfe   Ömer   b.   A b d ü I a z i z'in   bana yazdığı mektupta «O taraftan geçen müslümanlann,    gözünüze görünen mallarından ve ticaret eşyalarından, her kırk dinara 1 dinar alıp, 40 dinardan noksan olan mallarından    -20 dinardan

1

çok olursa - ------{kırkta bir) hesabiyle hesapla, 'ne tutarsa onu

40

al. 20 dinardan noksan çrkarsa, bir şey alma. O taraftan geçen zimmîlerin ticaret mallarından, beher 20 dinardan 1 dinar alıp, noksan olması halinde, 10 dinara varıncaya kadar mezkur hesap

1 üzere, (yani ------ = yirmide  bir) vergisini al.  10 dinardan  az

20

olursa, ondan bir şey alma. Bir sene geçinceye kadar, o maldan bir şey alma.» diye emretmiştir.

• Amr b. Meymûn b- Mihrân, bana ba­basından, ninesinin şöyle dediğini nakletti :

—  Ben, bir mükaîebe[5] idim. Elimde bulunan çok miktar­daki ticari malla. Selsele isimli yere uğradım. Orada, öşür me­muru olarak bulunan Mesrûk isimli zata tesadüf ettim. Ben arap-çayı biimedlğim için tercümanı vasıtasiyle «kim olduğumu» ben­den  sordu. Mükâtebe olduğumu beyan ettim. Bunu tercümanı kendisine arz edince :

—  «Kölenin malma zekât yoktur» diye beni bırakıp malım­dan hiç bir şey almamıştır.

lmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, hocası H a m m â d vasıtasiyle İbrahim Nehaî hazretle­rinden şöyle rivayet etti :

—  Ehl-i  zimmetten olan   kimseler,  ticaret için   beraberla rinde şarap olarak, öşür tahsil eden memura uğrarsa, kıymetinden nısıf öşür (------yirmide bir) alınırsa da, kıymet takdirinde

20

şarap sahibi olan zımmînin ifadesi kabul olunmaz. Başka zımmî-ierden iki kişi getirilerek, bu şarabın kıymeti tesbit ettirilerek

1

parasından nısıf öşür (------yirmide bir) alınır.

20

• Kays b. er-Rebî' bize Ebû Fezâre'-den, odaYezîd b. ei-Esad' dan, Ebû'z-Zübeyr'-in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  Ticaret mallarından öşür alınmak üzere, memurların ikâ­metine tahsis edilen, derbend, köprü  başları    denilen yerlerle bunlar gibi diğer yerlerde mallardan alınan vergiler haram oldu­ğundan alınması caiz değildir.» buyurdu.    Yemen tarafına gön­derdikleri âmillerini, derbend veya  köprü veya yoldan bir şey almaktan men etmiş ise de, bu âmiller, memuriyet mahallerine vardıkları zaman,  kendilerinden önceki gibi beytü'İ-mâle emval gelmediğinden,   İbni    Zübeyr    (R.A.)   bir yazı gönderip bilgi istedi. Bunun üzerine :

—  «'Bizi men ettin, Onun için kimseden birşey alamıyoruz.» diye cevap yazdılar.    İbni    Zübeyr   (R.A.) de :

—  «Daha önce aldığınız vergileri alınız» diye o memurlara tekrar emir vermiştir.

•    Muhammed    b.   Abdullah'in    bize dirdiğine göre,   Enes    b.    Şîrîn    şöyle demiştir:

ÜbüÜe isimli yerin öşrünü toplama memuriyeti bana teklif edildi. Kabul etmekten kaçındığım zaman Enes b. M â -I i k    (R.A.),    bana rast geldi ve :

—  Niçin kabul etmedin? diye sordu. Ben de :

—  «Öşür memuriyeti en çirkin iştir. Onun için kabul etme­dim.» dedim. Cevaben bana buyurdular ki :

—  H z.  Ömer (R.A.) in kayba sebep olacak bir iş yap-mıyacağı aşikârdır. H z Ömer   [R.A.) Müslümanların üze-

1 rine rubu1 öşür (------ = kırkta bir % 2,5), zımmîlere nısf öşür

40 1 (_   - = o/o 5)  ve Z|mmî  olmayan ehl-i $irk     üzerine  1   öşür

20 1

10

% 10) vergi koymuştur.

 

Kilise, Havra Ve Sâlibler Hakkında

 

0 Ey Mü'minlerîn Emîri! Müslümanlar, memleketleri fet­hedince, zımmîlerin kilise ve havralarını kendilerine terk edip tahrib etmemeleri, özel günlerinde sâlib çıkartmalarına izin ve­rilmesi sebebinin açıklanmasını emir buyuruyorsunuz. İzahına başlıyorum :

— Memleketler fethedilince, müslümanîarla zımmîler ara­sında, cizye ödenmesi zımnında yapılan sulh anlaşmasında, ge­rek belde dahilinde ve gerek haricindeki kiliselerle, havraların tah­rib olunmaması, canlarını telef olmaktan koruma, düşmanlarına karşı savaşarak onları müdafaa etmek ve özel günlerinde sâlib-lerinî açıkta çıkartmak üzere ahid name yazılarak zikredilen şart lar üzerine sulh yapılmış ve o şekilde cizyeyi ödemişlerdi.

Ancak, yeniden kilise ve havra gibi ibadethanelerin yapıl­maması da bu şartlardandır. Şam tarafları ile Cezire cihetinin büyükçe bir kısmı, bu şartlar içinde sulh yoluyla fethedilmiştir. İşte, bu ahid ve şartlar mucibince, kilise ve havralar yıkilmayıp, bulundukları hal üzere terk edilmişlerdir.

9    Bazı âlimler, bana    Mekhûl eş-Şâmî isimli zatın şöyle dediğini haber verdiler :

— Şâm-ı Şerifin fatihi Ebû Ubeyde b. el-Cer-r â h (R.A.) Şam'a girdiği sırada, Şam halkı ile şu şartlarla sulh akdetmiştir: Yeniden kilise ve havra yapmamaları, eski kilise ve havralarınm yıkılmayıp, kendilerine terk edilmesi, yol­larını şaşıran müslümanlara yollarını göstermeleri, nehirlerin üzerine kendi malları ile köprü yapmaları, o taraftan geçen müs-lümanlan üç gün misafir etmeleri, hiç bir müslümana sövme­meleri, hiç bir kimseyi dövmemeleri, müslüman mahallelerinde haç çıkartmamaları, kendi ev ve bahçelerinden, müslüman ma­hallesine domuz çıkarmamaları, Allah yolunda cihad edenler, gece yolda giderlerken, onlara yol göstermek maksadiyle ateş yakmaları, gizlenmiş olan müslümanı düşmana gösterme­meleri, beş vakitte, ezân-ı Muhammedi'den evvel veya tam ezan vakitlerinde çan çalmamaları, özel günlerinde bayrak çıkarma-maiarı, silah taşımamaları ve evlerinde silah bulundurmamaları, şayed üzerlerinde ve evlerinde silah bulundururlarsa cezalandı-rılmaları ve ellerinden alınması» üzere sulh yapıldı. Daha sonra, Şam zimmîleri, Ebû Ubeyde (R.A.) ye gelerek: «bay­rak olmadan sadece haçlarını büyük bayramlarında bir gün çıkar­mak üzere izin» istediler. Bu taleplerini Ebû Ubeyde (R.A.) kabul etti. Bu şartların hepsi yerine getirildi. Bu şartlar üzerine, belde ve memleketlerin fethi müyesser olmuştur.

Zımmîler ise, müslümanların kendilerine karşı vefâsint, gü­zel ahlâk ve davranışlarını görünce, İslâm düşmanlarına karşı, müslümanlardan daha çok şiddet kullandılar. Müslümanların ga­lip gelmesi için yardımcı oldular. Müslümanlarla sulk yapmış olan her belde ahalisi Rum Kralının ahvalini tecessüs ile, ne yapmakta oldukları ile ilgili haberleri getirmek üzere, kendi adamlarını casus olarak gönderirlerdi. Giden adamları geri dö­nünce, Rum kralının, emsali görülmemiş miktarda asker topla­dığını haber vermeleri üzerine, bu memleketlerin ileri gelenleri, H z.- E b û Ubeyde (R.A.) tarafından tayin edilmiş olan valilerin huzuruna gelip durumu anlattılar. Bu valiler de vaziyeti Ebû Ubeyde (R.A.) ye arz ettiler. Gerek Ebû Ubey-d e (R.A.) gerek bütün müslümanlar, bu habere çok üzüldü­ler. Bu memleketlerin ahalisinden tahsil edilen cizye ve harâc mallarının, sahiplerine iadesi ve sebebini sorarlarsa :

—  «Düşman tarafından aleyhimize asker toplandığını işit­miş bulunuyoruz. Sizi himaye ve vikaye etmemiz de suih şartla­rının iktizasındandır. Şimdi ise biz buna muktedir değiliz. Bunun için sizden aldığımız malları size iade ediyoruz.  Eğer   C e -n â b -1    Hak   bizi muzaffer ederse, yine şartlarımız bakidir. Aramızda yazılı bulunan musalaha - name veçhile amel olunacak­tı!-.» diye kendilerine ifade etmelerini    emir ve irade etmiştir. Bundan dolayı, bu valiler alman malları kendilerine iade ederek, Ebû    Ubeyde    (R.A.) nin   emri veçhile kendilerine duru­mu bildirdikleri zaman :

—  Cenâb-ı    Hak,   sizi muzaffer buyursun ve bizim üzerimize tekrar göndersin. Sizin yerinizde düşmanlarınız olmuş olsaydı, aldıkları malları geri vermedikleri gibi, bizde ne 'kalmış­sa anu da gasp eder ve bize hiç bir şey bırakmazlardı.» diyerek müslümanlann bu adil muamelelerinden memnuniyetlerini ibraz eylemişlerdir.

Ebû U bey de (R.A.) Hazretlerinin zimmîlerin mez­kur şartlar özerine, sulh yapma taleplerini uygun karşılamaları kendilerini Jsİâma ıstndırmak ve diğer beldelerin ahalilerinin işitip sulh taleplerini çabuklaştırmak maksadına mebnîdir.

Ebû Ubeyde (R.A.) hazretleri, beldelerin etrafında bulunan köylerden aldığı emval, emtiayı ve cariyeleri kendilerine iade etmeyip humsunu (------ İni)   ayırdıktan sonra kalan 4 humsu (-—- beşte dördü) müslümanlar arasında taksim   eylemistir.

Daha sonra, İslâm askerleri Ne müşrik askerleri karşılaştı­lar. Şiddetli bir savaş oldu. İki taraftan da pek çok şehid olan ve ölen oldu. Sonra, Cenâb-ı Hak müslümanlara mu-zafferiyet ihsan buyurup, müşrikler hezimete uğradı. Müslüman­lar, onları takip etti. Öncekinden daha çok müşrik telef oldu. Bu şekilde tarumar olduklarını, müsâlahaya yanaşmayan beldelerin ahalileri de, görünce derhal £ 'b'û Ubeyde (R.A.) den müsalaha talep ettiler. O da, daha önce sulh yaptığı belde aha­lileri ile yapılan sulh gibi müsalaha yapmıştır. Ancak, Müslü­manları öldürmek için gelmiş olan ve 'halen evlerinde bulunan Rumlara, emniyet hakkı tanınmasını, mal, emtia ve ailelerini alıp Rum tarafına gitmelerine İzin verilmesini, önceki şartlara ilave edilmesini talep ettiler. Ebû Ubeyde (R.A.) buna da muvafakat gösterdi. Böylece cizyeyi ödemişler ve Müslümanla­ra memleketlerinin kapılarını açmışlardır.

Ebû Ubeyde (R.A.) hazretleri, artık geri döndü. Dönüşte, evvelce sulh yapılmamış olan, her beldeye uğradıkça, reisleri müsalaha talep ediyorlardı. Diğer helde ahalileri gibi, onlarlada sulh akdediliyor ve Ebû, Ubeyde (R.A.) tara­fından oraya bir vali tayin edilip, bir suilvname yazılıyor ve ken­dilerine veriliyordu.

Daha önce kendilerinden harâc ve cizye tahsil edildiği hal­de, Rum Kralının asker toplamakta olduğu haberi üzerine kendi­lerine cizye ve harâc'ları iade edilen beldelere uğradıkça, ahalisi geri verilen mallarla Ebû Ubeyde (R.A.) hazretle­rini karşıladılar. Alış veriş İçin yanlarında eşya getirdiler. Görü­şüp, eski şartlar üzere, bu şartlardan bir şey çıkartmadan ve bir şey ilave etmeden sulhu İbka etmişlerdir.

Ebû Ubeyde (R.A.), müşriklerin hezimetini, İslâm askerlerinin muzafferiyetini, Cenâb-ı 'Hakkın müslü­manlara ihsan buyurduğu ganimetleri, zımmîlerle yaptığı sulhun keyfiyet ve şartlarını, gazilerin, fethedilen memleketlerin ahali­si, arazisi, ağaçlarını, bağ ve bahçelerinin aralarında taksim edilmesini talep ettiklerini, Halîfe tarafından kendisine bir gö­rüş bildirmedikçe taksim edemiyeceğini, H z. Ömer (R.A.) e tafsilatlı bir şekilde arz etti.

H z. Ö m e r (R.A.) tarafından, Ebû Ubeyde (R.A.) ye şu cevabi mektup yazılmıştır:

—  Mektubunuzda zikrettiğiniz veçhile,  Cenâb-ı   H a k -k ı n   sana ihsan eylediği muzafferiyet, ganimet malları, belde ahalisi ile ne şekilde sulh yaptığınız! tetkik ve teemmül eyle­dim. Sonra, bu konuları    Peygamber   (S.A.V.)    Efen­dimizin   ashabı ile istişare ettim. Herkes, bu husustaki görüşünü açıkladı. Benim reyim    Cenâb-ı    Hakkın   kî-tab-i celiline tabi olmaktır. Zira, Kur'an-ı Azîmüşşan'da buyurur ki:

—  «A I 1 a h ı n,   onların mallarından   Resulüne  ver­diği fey'e gelince :    Siz bu hususta ata ve deveye binip bir gay­ret scrfetmediniz. Fakat,   Allah,   Peygamberini dileyeceği kimselere musallat eder.   Al lah,   her şeye hak* kiyie kadirdir.»[6]

—  «A I I ahin   (fethedilen diğer küffar) memleketler (i) ahalisinden (alıp)    Peygamberine   verdiği fey'i,   A I -iaha,    Peygamberine,   hısımlara, yetimlere, yoksul­lara, yolda kalanlara aittir. Taki (bu mallar)    içinizden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.   Peygam­ber   sîze ne verdiyse onu alın, sîze ne yasak ettiyse, ondan cSa sakının.   A I I a h d a n   korkun. Çünkü,   A I E a hı n   azabı çetindir.»[7]

—  «O feyler, bilhassa, hicret eden fakirlere aittir ki onlar, A M a h d a n   fazl-(u inayet) ve hoşnutluk ararlar ve   A I-la ha   ve   Peygamberine   (mallariyle - canlariyle) yar­dım ederlerken, yurtlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmışlardır. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir.»[8] İste bunlar ilk önce hicret eden zevattır.

—  «Onlardan  (muhacirlerin hicretinden) evvel  (Medîneyi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler (Ensar-ı kiram) kendi yaralarına hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara (Muhacirlere} verilen şeylerden dolayı, göğüslerinde (kalplerinde) bîr ihtiyaç (meyli - hissi)   bulmazlar. Kendilerinde fakr-u  ihtiyaç olsa bile (omları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden    korunursa,    işte muradlarına erenler onların ta kendileridir.»[9]

8u ayet-i kerîmede maksud olanlar da ensar-ı kirâmdir.

—  «Bunlardan sorara gelenler (şöyle) derler:    Ey   Rab-blmiz,   bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din)  kardeşlerimizi yarlığa. İman etmiş olanlar için kalbimizde bir kin bırakma.   Ey   Rab b imiz,   şübhesiz ki sen çok esirgeyi­cisin, çok merhametlisin.»[10]

Bu âyet-i kerîmede ki «bunlardan sonra gelenler» den murad, muhacirin ve ensar-ı kiramın arkasından kıyamete kadar gel­miş ve gelecek olan müzminlerdir. Yani, kıyamete kadar gelecek olan benî Âdem'in her nev'ini Cenâb-i. Hak, bu gani­mete ortak etmiştir. Cenah -1 Hakkın sana ihsan bu­yurduğu bu malları, sahihlerinin elinde bırak. Kendilerine taham­mülleri derecesinde cizye vaz' eyle. O ahali, kendi arazisinin ah­valini başkalarından daha iyi bilir. Başkalarından daha iyi ve da­ha verimli bir tarzda işler. Aranızda yapılan sulha dayanarak, onları ganimet sayıp ta taksim etmeye, senin de diğer müslü-manlarm da selâhiyeti yoktur. Tahammülleri derecesinde kendi­lerinden cizye al. Arazilerinin ahvali hakkında kendilerinin ek­siksiz malumatı olduğu için, imarının, işlenmesinin kendilerine havale edilmesi maslahata daha uygundur. Zira,   C e n â b-ı

Hak   burasını size ve bize beyan ile Kur'an-ı Kerîminde şöyle buyurmuştur:

— «Ehl-i kitaptan, A I I a h a ve ahiret gününe inanma­yan Allahın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri, haram saymayan, hak dîni (islâmi) din olarak kabul et­meyen kimselerle, zelîî ve hakîr (olup) kendi elleriyle cizye ve­rinceye kadar savaşınız.»[11]

Binaenaleyh, kendilerinden cizye aldığın zaman üzerlerin­de hakkın kalmaz.                            -~

Görmez misin ki, bu beldeleri ve bu ahaliyi diğer ganimet­ler gibi aramızda taksim edecek olsaydık, bizden sonra gelecek Müslümanlara ne kalırdı?

Sonra gelecek müsİümanlar, kendisi ile konuşacak ve ken­disinden bir şey ahp faydalanacak bir- kimse bile bulabilirler miydi?

Mezkûr ganimetlerin, bu şekilde taksim edilmesi halinde, fethedilen böige ahalileri hayatta oldukça Müslümanlar kendile­rinden istifade edeceklerdir. Velhasıl, bizler ve oraların bu gün­kü ahalileri dünyadan göçünce, bizim çocuklarımız da onların ço­cuklarından bu şekilde istifade edecekler ve bu durumda İslâm Dini dünyada bakî oldukça, oralar Müslümanlara köie olacakların­dan, bu durumdan kaçın. Yani, arazilerini ve ahaliyi gaziler ara­sında taksim edip, ahalinin köleleşmesine sebep olma.

Onun İçin, sen onların üzerine cizye vaz'et. Evlâd ve ıyallej rinin köle ve cariye haline getirilmesine sebep olacak olan tak­simden kesinlikle vazgeç.

Onlara zulmetmekten, zarar vermekten, haksız yere malları­nı gasbetmekîen müslümanları menet.. Sulh şartlarını tamamiyle yerine getir.

Bayramlarda haç çıkarmalarına gelince : Bayraksız ve flema-sız olarak, talepleri veçhile senede bir gün, şehir dışında haç çıkarmalarına mani olma. Şehir içinde İslâm mescidleri arasın­da, haç çıkarttırma.» diye Halîfe H z. Ömer (R.A.) tarafından, emir ve irade buyrulmuştur.

Bunun üzerine, Emir Ebû U beyde (R.A.) se­nede bir gün -oruç tutup, bayram ettikleri günde- haç çıkartma­larına izin vermiştir. Onlarda başka günlerde haç çıkartamazlar-di.

Keza, hali üzerine bırakılması, ahidnamenin şartlarından olan kilise ve havraları, bırakılarak yıktınlmamiştir.

İşte, Şam'da Müslümanlar ile ehl-i aîmmet arasındaki tarî-hi münasebetler bundan ibarettir.

® Fetihler ve gavzeler hakkında malumatları bulunan M u h a m m e d b. İ s h a k ve diğer alimler bana şöyle ri­vayet ettiler:

— H â I i d b. V e I î d [HA.) Yemâme'den geldiği zaman Hz. Ebû Bekr-i Si'ddî k(R.A.} in huzuruna çıktı. Bir, 'müddet Medine'de kaldıktan sonra H z. Ebû Be k i t (R.A.) kendisine, Irak tarafına gitmek üzere hazırlan­masını emretti. Bir kaç gün sonra, Hâ I i d b. V e I î d (R.A.) maiyyetinde 2000 mücahit ve bir o kadarda etbâi 'ile yola çıktı. Yolculuk esnasında İslâm askerlerinden bir komutana uğradı. Bu komutan maiyyetinde bulunan Tay kabilesinden 500 mücahit ve bir o kadar da onlara tabi olan askerle birlikte, H z. H â I i d b. V e 1 îd'e iltiha'k etti. Böylece bütün askerlerin sayısı 5000 i bulmuştu. Serâf isimli yere vardıkları zaman, bu yerin aha-lisi H z. H â 1 i d b. V e I î d ' in Acem toprağına, bu kadar askerle girmeye nasıl cesaret ettiğine şaştılar. Hz. Hâ-I i d oradan çıkıp, Muğnîyye isimli yere varınca, Acem tarafın­dan keşif için gönderilen öncüler, bir dağda İslâm askerlerini gördüler. Hemen dönüp, kalelerine girdiler.

H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) askeriyle birlikte, mezkur kaleyi ve dolayısiyle içindekileri muhasara etti. Daha sonra kaleyi fethedip, içindeki askerleri katletti. Kadın ve çocuk­ları esir etti. Silah, eşya ve hayvanlarını ganimet olarak aldı. Ka­leyi yıktırdı.

Sonra, Hedîb denilen yere varara'k, orada bulunan kalede Kisrânın askerlerine rastladı. Savaş sonunda H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) onları da yendi ve katletti. 'Keza, bu kaİ£: de bulunan silah, emtia ve hayvanları aldı ve kaleyi yıktırdı. Ka­dın ve çocuklarını esir etti.

Mezkur mallardan ve    Cenfl b-ı    Hakkın   fetih ve zabtını  kolaylaştırmış bulunduğu    yerlerden elde edilen diğer

1 ganimetlerden humsu (------- = beşet biri)    ayrılarak, kalan 4

humsu (------ = beşte dördü), fetihde bulunan mücahidler ara-

5 sında taksim edildi.

Kadisiye ahalisi, bu ahvali görünce sulh yapmaya talip oldu. Cizye vermeyi kabul ettiler. Onlarla sulh aktedildlkten sonra Bîreibaht denilen yere vardılar.

Oradaki kalenin muhafızlarını da muhasara ettiler. Onları yenip kaleden çıkardılar. İranlıların, Hazermerd İsimli reisleri katledilirken, o, öleceğine ağladı. Hazermerd katledildikten son­ra Hz. Hâl id yemeğini istedi. Arkadaşları da bir birleri­ne bağlanmış olarak, bir sıra dizilmişlerdi. H a İ î d b. Ve-I î d (R.A.) yemeğini yedikten sonra, kalanlarını da katletti. Kadınlarını ve çocuklarını esir etti. Bu kalede bulunan silah, eşya ve hayvanlarını ganimet olarak aldı. Bu kale, fethedilen kalele­rin hepsinden sağlam ve içinde bulunan asker, silah ve emtia hepsinden daha çok idi. Bunları aldı ve kaleyi yaktırdı.

Daha sonra, Kisr denilen yerin ahalisinin ahvalini keşfet­mek için, öncü kuvvet gönderdi. Oradaki kalede, Kisrâ'nın muha­fız askerleri vardı. Onları muhasara ederek bu kaleyi de fethet­ti. Bu. askerleri çıkarıp, hepsini katletti. Kadın ve çocuklarını esir etti. Kalede bulunan silah, eşya ve saireyl alıp ganimet etti. Keza, bu kaleyi de yaktırdı.

Bu durumu gören Kisr ahalisi, cizye vermek üzere sulha talip oldular. O veçhile kendileri ile sulh akdedildi. Ve cizyeyi ödediler.

Hâli d b. V e I î d (R.A.) daha sonra Hîre'ye yürüdü. Hîre halkı, Kasr-ı Ebyaz (Beyaz Saray), Kasrü'l-Muarriseb ve Kasr-ı İbni Bukayle isimli, üç sarayda toplanmışlardı. Müslüman­lara karşı mukabele ve savaş İçin hiç kimse çıkmadı. Ayrıca, gözlerine de görünmediler.

H z. H a I i d ' in maiyyetinde bulunan askerler, onların çıkıp, savaşmalarını temin İçin her yola başvurmuşlarsa da, onlardan yine hiç bir kimse çıkmadı. Sadece bırgün, sarayın üstün­den iki çocuğun bakmakta olduğunu gördüler. H z. H a M d b. V e I î d (R.A.) Ashâb'dan bir kaç zatı beyaz saraya gön­derdi. Onlar, bu iki çocuğa hitaben :

—  «Konuşmak için sizden bir adam gönderiniz» dediler. Bir adam göründü. Ve :

—  Size göndereceğimiz adam dönünceye kadar kendisine emân var mı? dediler. Aşağıdakilerin :

—  «Evet var» demesi üzerine,   Abdülmesih    b. b.    B u k e y I e    isimli, kaşları gözlerinin üzerine İnmiş bir ih­tiyar ile Kisrâ tarafından Nu'man b. Münzir'den sonra Hîre vali­liğine tayin edilmiş olan,   İ y a s    b.   K a b î s a    e t-T â î isimli kimse de, bu saray (kale) den çıktı.    H â I i d    b.   Ve-1 î d    (R.A.) m    huzuruna geldiler.   H z.   H â I i d :

—  Sizi    Ce nâb-ı    Allaha   ve İslâm Dinine davet ediyorum. İcabet ettiğiniz takdirde,    Müslümanların lehine ve aleyhine terettüp eden ahkâm, sizin üzerinize de lazım ve mü-rettep olur. İcabet etmeyip de İslâm Dinini kabulden kaçınırsa­nız, cizye ödemeniz lazım gelir. Onu da vermeyi kabul etmeme­niz halinde, yanımda sizin için getirdiğim ordu, sîzin hayata olan hırsınızdan ziyade ölümü istemektedirler. Onun için sizinle harp etmekten asla çekinmezler.» buyurdu.

Bu sırada,    İ b n i    B u k e y i e' nin    elinde,   içi zehir dolu bir şişe gördü ve :

— Bu kasede ki zehir ne olacak? diye sordu. O :

—  Sizden talep ettiğim şeye müsaade etmediğiniz takdir­de, bunu içeceğim dedi. Bunun üzerine   H â I i d    b.   V e 1 îd (R.A.)    Hazretleri, hemen zehir kasesini alarak :

—  Bismillâhillezi layedurru maismihî şeyin fil ardı velâ fis-semâi duasını okuyarak zehiri içti. Bunu  gören    İ b ni    Bu-k a y I e ,    hemen saraya döndü ve kavmine :

—  Kendisine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geli­yorum.» dedi.                                                                                     

Hîre Valisi    İ y a s    b.   Kabîsa, tekrar gelerek    H z.    H â -Md   b.   Velîd'e:

__ «Sizinle harp  etmeyi  istemeyiz.    Dininize  de girmeyiz.

Fakat kendi dinimizde kalıp size cizye veririz.» dedi.

H z. H â I i d  kendisi ile 90.000 dinar üzerine sulh akdeyledi.

Kilise ve havralarını, sığındıkları saraylarını yıkmamak, çan çalmalarından ve bayramlarında haç çıkarmaktan men edilme­meleri, hiç kimseyi isyana teşvik etmemek ve oralardan geçen müslümanlsra -kendilerine helâl olan- yemek ve şarapla ziyâ-yet vermemek şartlarını havî bir ahid-name yazıp oradan ayrıl­mıştır.

Bu ahid-name'nin tercümesi: «Bismillahirrahmanirrahîm.

İş bu name, ehS-i Kîre için, HâSid b. Ve lîd tara-rafından (yazılmış) bîr namedir.

Yemâme'den geldikten sorara, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Halîfesi olan H z. E b û B e kr-i S ı d d î k (R.A.), arap ve acemden olan Irak ahalisine gitme­mi ve kendilerini A I i a h ı n birliğine ve P e y g a m -ber-î Zîşanına imana davet ve cennetle müjdeleme­mi, cehennem ile korkutmamı emretti. Bu daveti kabul ettikleri takdirde, Müslümanların lehine ve aleyhlerine mürsttep olan ah­kâmın kendilerinin de leyh ve aleyhlerinde carî olacağını ifade etmemi ve anlatmamı da emir buyurdular.

Hîre'ye vasıl olduğum zaman, İyâs b. Kabîsa et-T â î, ahalinin reislerinden bazılariyle nezdime geldiler. Kendi-îerini Ce nâb-ı Hakka ve Peygamber-İ Z î -şanına imana davet etmsşsem de, icabet etmekten ka­çındılar. Bundan dolayı, ya cizye vermeyi veya muharebe etme­yi seçmelerini kendilerine teklif ettim. Harbden imtina ettiler. Kendileri ile, diğer ehl-i kitspla ne şekilde cizye ödenmesine sulh yapılmış ise, o şekilde sulh yapılmasını bana arz ettiler.

Bunun üzerine, ahalinin miktarını araştırdım. Erkeklerinin 7000 kişiden ibaret olduğunu anladım. Araştırmam sonucu, İç­lerinden, aciz bulduğum 1000 kişiyi çıkarttım. Üzerine cizye la­zım gelen 6000 kişi kaldı. Bu durumda, kendileri ile 90.000 dinar üzerine sulh yaptım.

Tevrat ve İncil ehlinden    Cenâb-ı    Hakkın    aldığı ve misak üzerlerine olmak üzere, onlara şu şartları koşa­rak ahîd yaptım :

Müslümanlara muhalefette bulunmamak, Arap olsun Acem ol­sun hiç bir müslüman aleyhinde kâfirlere yardım etmemek, Müs­lümanların gizli işîsrine vakıf olup, onları düşmanlara bildirme-msk, üzere Hz. Adem'e ahzofunan ahîd ve misak bunların üzer­lerine olsun. Eğer, mezkur şartlara muhalefet ederlerse, ken­dileri için zimmet ve emân yoktur.

Eğer verdikleri sözleri tutup, bu şartları muhafaza ederler ve yerine getirirlerse, kendileri ile muahede yapılan diğer zımmî-\em uygulanan şartlar, bunlara da uygulansın. Onlara düşmanlık edenlere karşı koyup, korumak ta bizim vazifemizdir. Cenâb-ı Hak bizüere fetihler ihsan buyurursa -kendilerine verdiğimiz zimmet ve ahidlcr üzerlerinde bakî olmak üzere - Cenâb-ı Hakkın ahdi ve misakı ve her peygamberden ahzolunan misakın daha şiddetlisi üzerimize olsun. Biz onlara karşı olan vazifelerimizi yerine getirdiğimiz gibi, kendileride bu ahid ve şartlara muhalefet etmemek üzere, zikredilen ahid ve misak da kendilerinin üzerine lazımdır, yani onlarda mükellefiyetlerini yerine getirmekle görevlidirler. Mağlup oldukları takdirde bir kayıt île mukayyet değildirler. Ehi-i zimmete göre caiz olan ahkâm kendileri için de caizdir. Kendilerine emredilen hususlar­da muhalefet etmeleri caiz değildir.

Kendilerine şu şartlan koydum, şu haklan tanıdım :

Kendilerinden bîr ihtiyar adam, çalışamaz olur, kaza veya has-taîık gibi bir sebeple sakatlanır, bir âfete uğrar, zengin iken fa­kir olur ve kavminin sadakasiyle geçinecek hale gelirse, üzerine vsh' edilmiş olan cizye kaldırılsın. Medine'de ve Dâr-ı İslâm sa-yıSan diğer bir beldede kalırsa ailesinin nafakası Müslümanla­rın beytü'I-mâl'inden verilsin. Göçüp, Dâr-ı İslâmdan çıkmaları halinde, ailenin nafakası müslümanlar üzerine lazım gelmez.

Kölelerinden birisi, İslâm Dinine girme şerefine ererse, İs­lâm pazarında en yüksek fiatla satılıp, parası sahibine verilir.

Müslümanların kılık ve kıyafetine girmeyerek harp kılık ve kıyafetinden başka elbiselerinde Müslümanlara benzememek üzere her türlü elbiseyi giymeleri caizdir.

Onlardan her hangi bir şahsın üzerinde harp kılık ve kıyafe-ti bulunursa, ilk iş olarak kendisinden «onu niçin giydiği» soru­lur, kendisini kurtaracak, ikna edici bir şekilde cevap verirse bırakılır. Cevap veremediği takdirde, üzerinde bulunan kılık ve kıyafete, silahların durumuna göre kendisine ceza verilir.

Sulh şartlarından olan vergi bedellerinin toplanmasında ve bu meblağın Müslümanların beytü'i-mâline ödenmesine kadar istihdam edileceg memurların (kendilerinden olmasını şart koş­tum. Yalnız, bu hususta müslümanlardan yardım isterlerse veril­mesini, verilen yardımcının masrafının Müslümanların beytü'i-mâlinden ödenmesini de kabul ettim.» diye sulh-nameyi bitir­miştir.

<H <â 1 i d b. V e I î d [R.A.), İyas b. Kabîsa ile    A b d ü I -m e s îh    b.    Hübban'a    hitaben:

—  Müdafaa mevkiinde olmadığınız halde, bu kaleleri niçin yaptınız? diye sordu.

—  İran tarafından bize imdad gelinceye kadar,    bize düş­manlık edenleri bu kaleler sayesinde geri çeviririz ve uzaklaş­tırırız, dediler.    H â I i d    b.    V e I î d    (R.A.)    tekrar sordu :

—  Sizler arap kabilelerindensiniz. Harp etseniz de    İranlı­ların idaresinden kendiniz kurtarsaydınız, daha iyi değil miydi? İyas    b.   Kabîsa    ile   A b d ü I m e s î h    b. . 'H u b -bân    cevaben :

—  Komşumuz olan İranlılar şarap ve domuzun takdim edil­mesi ile bizden razı oldular, dediler.

H â 1 i d b. V e I î d (R.A.) 90.000 dinar üzerine ken­dileri ile sulh yaptıktan sonra oradan ayrılmıştır.

Şark tarfından ilk defa alman ve Hz. E b û Bekir'e ulaşan cizye mallarının birincisi işte bu cizye mallarıdır.

Hz. H â I i d b. V e 1 î d (R.A.), İran halkının reisle­rine bir mektup yazdı ve yerlerine ulaştırması için İ b n-i B u k e y I' e   verdi. Mektubun tercümesi şudur:

«Bİsmillâhirrahmanirrahim. H â 1 i d b. Velî d'den Rüstem,   Mihrân   ve   Fâris    reislerine;

Selâm, hidayete tabi olanlara olsun. Kendisinden başka ilâh bulunmayan A I I a h a hsmdederîm. Muhakkak ki H z. M u -h a m m e d    (S.A.V.)    A I la h ' in    kulu ve resulüdür.

Gelelim maksadımıza:

Hükmetme müddetinizi kısaltan, cemiyetinizi dağıtan, ara-nıza ihtilaf sokar., kuvvetinizi zaafa çeviren ve mülk ve hakimi­yetinizi parçalayan   Genâh-ı     Hakka    hamd-ü sena ol-

Mektubum size ulaşınca, bana rehin gönderin. Sonra zim-meî akdi ile cizyeyi toplayıp bana gönderiniz. Eğer bu yazılı em­rime muhalefet ederseniz, A I I a h ı n birliğine yemin ede­rim ki, sîzin hayatı sevdiğiniz kadar ölüm ve şehadete muhab-fesî eden bir ordu île tarafınıza geleceğimi yakînen bilesiniz. Se­lâm, hidayete tabi olanlara olsun.» kelamı ile mektubunu bitir­di, ve    İ b n - i    B u k e y I e ' ye teslim etti.

Sonra,    H â I i d    b.    V e I îd    (HA.)    Fırat Nehrinin ait

tarafında bulunan Anbar isimli köye gitti. Oradaki kalenin mu­hafazası için K i s r â tarafından 'gönderilmiş olan askeri mu­hasara edip,'fethederek kaleyi yıktırmış ve yaktirmıştır. Bu kö­yün ahalisi bu hali görünce cizyeyi ödemek üzere sulha talib oldular. Sulh talebi için onlar tarafından H â nî b. C â b i r et-T â î isimli şahıs gelmiştir. 80.000 dirhem üzerine, ken­disi :ile sulh anlaşması yapıldı.

Oradan da Fırat kıyısındaki Bânikya isimli köye geldi. Bu köydeki kaienin muhafızı bulunan K i s r â ' nın askerleri, bir gece sabaha kadar kendisi ile savaştı ve karşı koydu. Şiddetli ■bir muhasara ve savaştan sonra, Cenâb-i Hakkın kuv­vet ve yardımı ile orasını da fethetti. İçindeki K i s r â asker­lerini katletti. Kadın ve çocuklarını esir etti. Kaleyi yıktırmış ve yaktı rmıştır.

Mezkur, Bânikya ahalisi de bunu görünce sulha talip oldu­lar. Bu talep üzerine kendileri ile sulh anlaşması yapıldı.

Ondan sonra Sevâd'da bulunan bir karyeye C e r î r b. A b d u I I a h ' ı gönderdi. O, gitmek üzere Fırat üzerinden geçeceği sırada, mezkur köyün muhtarı, S a I û b â isimli şahıs :

— «Sen geçme, ben senin yanına geliyorum» diyerek sudan geçti. Yanına gelince, Bânikya ahalisinin suih yaptıkları akçe miktarına eşit bir akçe ile kendisi ile sulh akdi yaptı. Ve cizyeyi ödedi.

Keza, Mârüsema shalîsîyle, etrafında bulunan köylerin ahali, leri, Hîre'lilerin suih yaptıkları miktardaki dinara öşit miktardaki dinarla sulh anlaşması yaptılar.

Bunun üzerine H ıâ I i d b. V e I T d (R.A.), Necef'e döndü. Etrafındaki yerleri görmek için, Hâre ahalisinden yanları­na deliller aldı. Necef arazisini geçip, Aynüttemr isimli.yere gel­di. Orada konaklayıp istirahat etti. Mezkûr mahaldeki kalede de K i s r â'nın muhafız askerleri vardı. Onları muhasara etti Şiddetli baskı ile onları kaleden çıkarttı. Erkeklerini kati, ka­dınlarını ve çocuklarını esir etti. Kalede bulunan meta', süah ve hayvanları aldıktan  sonra kaleyi yakmış ve yıkmıştır.

Aynuttemr karyesinin arap olan reisini de katletmiş, kadın ve çocukları ile bütün ailesini esir etmiştir. Hîre halkı ve diğer köylerin ahalilerinin verdikleri gibi Aynutsmr ahalisi de ver­mişlerdir. Hâiid b. Velîd, Hîre ahalisine yazıp verdi­ği Ahİd-nâme gibi bir Ahid-name yazıp kendilerine verdi. Keza, bir ahid-name de Leys ahalisine yazıp vermiştir. Bu ahid-name halen kendi ellerindedir.

Ondan sonra, S a'd b. Amr ei-Ensârî (R.A.) i yanına çok sayıda mücahid katarak, Irsk istikametine gönderdi. Saduda isimli yere vardı. Orada Kinde ve lyâd kabilelerinden bazı hıristiyanlar bulunuyordu. Onları şiddetli bir şekilde muha­sara ettikten sonra, cizye ödemek üzere onlarla sulh akdetti. On­lardan bir kısmı da müsiüman oldu. Sa'd b. Amr Hazret­leri orada ikâmet etti. 6u ikâmeti, Hz. Ebû Bekir, H z. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) zamanlarında da, ken­disi vefat edinceye kadar devam etti. Bu gün bile, H z. Sa'd b.   A mr'in    evladları orada yaşamaktadır.

H â M d b. Velîd (R.A.) Hîre'yi merkez ittihaz et­mişti ve orada kalmayı istiyordu. Bu sırada 'Hz. Ebû Ubey-d e (R.A.) ile maiyyetinde bulunan askerlere yardım için Şam tarafına gitmesi için H z. Ebû Bekir [R.A.J'm kendi­sine gönderdiği emir-nameyi aldı. Bu mektup dolayısiyle orada kalamamiştır.

H z.    H â I i d    b.    V e I îd    (R.A.),    Cenâb-ı    Hakk ı n    ihsan buyurduğu ganimet mallarından humsu {------ beşte biri) ayırarak, o zamana kadar alınan cizye ve kölelerle birlikte H z.   E b û    Bekir   (R.A.) a    gönderdi. Kalan dört humsu

4 (------- beşte dördü) maiyyetinde bulunan    müca'hidler arasında

5 taksim etti.

H z. Ebû Bekir (R.A.), Ebû U beyde (R.A.)'-nin «imdad kuvveti isteyen» mektubunu alınca, H â M d b. V e I î d (R.A. e «derhal yardıma gitmesi için» emir-name gön­derdi.

Bunun üzerine, Hîre'den seçtiği delillerle beraber Aynü't-Temr'e vardı. Oradaki çölü geçip Benî Tağlîb Kabilesinin belde­sine girdi. Kendisine karşı koyan Tağlib'Iilerden pek çoğunu katletti. Kadın ve çocuklarını öldürmeyip esir aldı. Sonra oradan da deliller (mihmandarlar) alarak, Benî Tağlîb beldesini de ge­çip Nukayb ve Kevâmii isimli yerlere vardı, Orada Yemâme'den başka hiç bir yerde görmediği sayıda küffâr askeri ile karşılaş­tı. Aralarında şiddetli bir savaş oldu. Hatta, H â İ i d b. Ve-I î d (R.A.) Hazretleri, kendi elleri ile bir çok kâfiri katletti. Bu beldelerin etrafında bulunan köylere akın yaparak, onları da şiddetle muhasara etti. Muhasara edilen ahali, Âmân ahalîsi ile yapılan sulh gibi, kendileri ile de sulh yapılmasını talep etti­ler. H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) daha önce Âmân memleketine uğradıkları sırada, oranın patriği huzuruna gelerek sulha talip 'olmuştu. Bunun üzerine, H â M d b. V e I î d (R.A.) in istediğini verdiler ve aralarında şu şartlarda sulh an­laşması yapıldı :

Kilise ve havralarının yıkılmaması, namaz vakitleri haricin­de, gece veya gündüz, hangi saatte dilerlerse çanlarını çalma­ları, 'kendi bayram günlerinde haçlarını çıkarmaları, beldelerinden geçen müslümaniara üç gün ziyafet ve erzak vermeleri, şeklin­deki bu ahidname yazıldıktan sonra onlardan deliller (mihman­darlar) alarak zikri geçen Nukayb ve Kevâmii adlı yerlere gel­mişlerdi. İşte mezkur Nukayb ve Kevâmii ahalîsi Âmân ahilisinin şartları üzerine sulh akdederek aralarında, sulhun keyfiyet ve şartlarını muntazammın bir sulh-nams yazıp kendilerine ver­di.

Oradan da geçerek Karkislya'ya varıp etrafında bulunan ve mukavemete kalkışan yerlere akınlar yaptı. Mallarını ganimet olarak aldı. Kadın ve çocuklarını esir etti. Erkekleri katletti. Ül­keyi bir müddet muhasara ettikten sonra Karkısiya'lılar sulha talip oldular. 'Bu talepleri kabul edildi. Âmân ahalisine vermiş olduğu ahidleri onlara da vererek sulh yaptı. Yani: Kilise ve havralarının yıkılmaması, namaz vakitleri haricinde çanlarını çalmaları, bayram günlerinde haçlarını çıkarmaları kendilerine hak olarak verildi. Keza, aralarında bir ahîd-name yazılmış ve oradan geçen müslümanlara üç gün ziyafet ve erzak vermeleri de şart kılınmıştır. Bunun üzerine, cizyelerini H z. H âl i d (R.A.) e ödemişler, kilise ve havraları yıkılmamıştır.

Müslümanlarla, zımmiter arasında yapılan sulh anlaşmaları bundan ibarettir. H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.} in muh­telif kavimlerle yaptığı bu sulh anlaşmalarını H z. E b 0 Bekr-i Sıddîk (R.A.) reddetmeyip, kabul ettiği gibi kendisinden sonra Hz. Ömer, H z. Osman ve H z. A I i    (R.A.)    da aynen kabul edip uygulamışlardır.

@ iBinâenaleyh, ibadethanelerinin yıkılmaması hakkındaki sulh hükümlerinin ibkasi gerekir. Dört Halîfe {R.A.) nin hilafet­leri zamanında da, ibadethanelerinin yıktırılmayıp, kendilerine bırakılmasına cevaz verildiği gibi, şimdi "de onlara dokunulma-ması reyindeyim.

Zira, üzerine sulh cari olan, kilise ve havraları sulhdan son­ra, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, H z. Osman, H z. Ali (R.A.) yıktırmamışlardir. Ancak, sulhden sonra yapılmış olan, kilise ve havralar yatırılabilir. Önceki halifeler­den her biri, bu hususa atf-ı nazar edip incelemişlerdir. Bu şehir ve memleketlerde sonradan İnşa edilen ve sulh şartlarına uy­mayan bu kilise ve havraların yıktırılmasına karar verip niyet ettikleri zaman, buraların ahalisi kendilerinde mahfuz olan sulh-namelerinj ibraz ettiler. O zamanda 'bulunan fukaha ve tabiîn hazretleri o zamanki halîfenin niyetini tasvip etmeyip reddet­mişler ve sulh şartlarını nakzetmeyi doğru bulmamışlardır. Bu sebepten, halîfeler de o niyetlerinden vazgeçmişlerdir. Bu sulh hükümleri, H z. Ömer R.AJ'in icazat ve infaz eylediği gibi, kıyamet gününe kadar geçerlidir. Her hal-ü kârda rey' sizindir. İşte, kilise ve havralar size beyan ettiğim şekilde terk edilmiş olup, dokunulmamıştır.

H z. H â i î d b. V e I î d (R.A.) Hîre'den çıkıp Şam'a varıncaya kadar 1000 esir almıştır. Bazı rivayetlerde ise Hîre'-den Şsm'a varıncaya kadar 5000 esir almıştır. C en â b-ı Hakkın, kendisine ihsan buyurduğu cizye emvalini ve esir­leri Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk (R.A.) a, Ömer b. S a ' d ' la gönderdi. Bahreyn tarafından gelen mal müstes­na olmak üzere, H z. Ebû 8 e k J r (R.A.) e ilk defa va­ran cizye ve esirler, H z. H â I i d b. V e I î d ' in gön­derdiği bu mallar ve esirlerdir.

Bundan sonra, H z. Ömer (R.A.), Hâl id b. Ve-i î d (R.A.)'i Şam tarafında bulunan İslâm askerleri kumandan­lığından azlederek, Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.) i tayin etti,

H â M d b. V e I î d (R.A.) bu haberi işitince halka şu şekilde hitap etti:

—  «Cenâb-i    H a k k <a    hamd-ü senâ'dan    sonra... Emire'l-rnü'minîn beni    Şam üzerine tayin etti. Orasını yağ ile bal müsabesinde İslah ettim. Sükun ve asayiş hasıl olunca, beni azlederek yerime başkasını tercih ve tayin etti.» deyince cemaat­tan biri yerinden kalkıp :

—  «Ey Emîr! Ssbreyle! İşte fitne budur.»    deyince,    H â-! î d    b.   V e I î d    (R.A.)    kendisine cevaben :

—  « İ b n ü ' I -H a t t a b    (yani    H z.   Ömer)    hayat­ta oldukça fitne yoktur.» demiştir.

Daha sonra H z. H â I i d b. V e I î d ' in bu sözü, Halîfe    H z.    Ömer   (R.A.)   tarafından işitilince:

—  «Hâl id    bilmezmi ki, İslâm dinine yardım eden ve zafere ulaştıran    Cenâb-ı    Hakdır.» buyurmuştur.

O sırada, Şam ahalisi    Ebû    Ubeyde    (R.A.) ile maiyyetinde bulunan askerleri muhasara ettiler. Müslümanlar çok meşakkat çektiler. Durumdan haberdar olan H z. Ömer (R.A.),   şu mektubu yazdı :

—  «Ba'de's-Selâm.  Hiçbir şiddet vaki   olmamıştır ki, so­nunda    Cenâb-i    Hak    kurtuluş ve zafer halketmemiş ol­sun. Bir zorluk, iki kolaylığa galib olamaz.    Cenabı    Hak «Ey iman edenler, sahr-(ü sebat) edin. (Düşmanlarınızla)    sabır) yarışı edin. (Onlara galebe çalın.   Sınırlarda)    nöbet   beklesin. Allah' dan korkun. (Bu sayede) felah bulacağınızı umabilirsi­niz[12] buyurmuştur.» âyet-i kerîmesi ile mektubunu bitmiştir.

Ebû Ubeyde (R.A.) bu mektubu okuduktan sonra ce­vaben şu mektubu yazmıştır:

—  «Sîze Selâm'dan sonra...    Cenâb-ı    Hak   Teâlâ Hazretleri    buyurur ki: Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir böbürlenmedir. Öğünüştür. Mallarda ve evladlarda bir çoğalıştır (üstünlük tasla­madır.) (Bu) tıpkı, bitirdiği nebat (dan doîayi) ziraatçıların hoşu­na giden bir yağmur gibidir. (Fakat) sonra o (nebatlar) kurur da sen (onları) sararmış - solmuş görürsün. Daha sonra da o(nlar) bir çör - çöp olur. Ahirette çetin azap vardır. Aynı zamanda)   A I -I a h'dan mağfiret ve rıza (da) vardır) Dünya hayatından fay­dalanmak) bir aldanış faydasından başka (bir şey) değildir.»[13]

«(Hal ve keyfiyet bu olunca) hemen R a b b i n i z'den mağgirete ve -genişliği yerle göğün genişliği kadar olan, A I-I s ha ve Peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış bulunan - cennete (ulaşmak) için (koşun) yarış yapıp kazanın. İşte bu, A I I a h ı n fazl(-u kerem)idir.. Ki onu kime dilerse ona verir. Allah büyük fazl(-ü inayet) sahibidir.»[14] diye mektup yazdı.

H z. Ömer (R.A.) Ebû Ubeyde (R.A.) nin bu mektubunu alınca, dışarı çıktı. Müslümanların önünde, bu mek­tubu okudu ve onlara şöyle hitap etti:

—   «Ey Medine ahalisi, işte    Ebü    Ubeyde   size îaf-riz ediyor ve sizi cihada teşvik ediyor.» dedi.

Mektubu okumasından sonra, az bir müddet geçer geçmez, Cenâb-ı Hakkın imaniyeti ile Ebû Ubeyde (R.A.) nin galibiyete ve zafere ulaştığı, kâfirlerin hezimete uğra­dığı haberi geldi,

Bu müjde üzerine   Uz.   Ö ma r   (R.A.) :

—  Allahü Ekber- diye tekbir getirdikten sonra :

—  Bazı kimseler «keşke   H â I i d   olsaydı» diyecekler­di. Zafer, ancak   Alla h    (C.C.) in    ihsanıdır, buyurdu.

0    Süleyman    bize    Hane?' den     o da    İ k r i -m e 'den   şöyle rivayet etti:

—  Abdullah   b.   Abbas   fR.A.) a:    «Müslüman olmayanlar için İslâm Memleketlerinde yeniden kilise ve havra yapmalarına izin ve ruhsat var mıdır?» diye sorulunca O şu ce­vabı verdi :

—  «Araplar tarafından imar edip kurulan ve memleket hük­müne konulan beldelerde, acemlerin kilise ve havra yapmaları­na ve orada çan çalmalarına alenen içki satmalarına, domuz bu­lundurmalarına izin ve ruhsat yoktur.

Acemler tarafından inşa edilerek, memleket haline getiri­len ve daha sonra da Cenfib-ı Hakkın yardimiyle araplar tarafından fethedilerek, hükümleri altına sokulan memle­ketlerde, onlara verilen ahid-namede her ne yazılı ise, ahid şart­larını İbka edip, onlara uymak lazım gelir.» buyurmuştur.

 

Cürüm Ve Cinayet Erbabının Haklarında Vacip Olan Hadler

 

Ey Mü'mînlerin Emîril

C Fesat, habaset, fısk sahibi olanlarla, hırsızlıkta bulu­nanlardan ve diğer ashab-ı cinayetten yakalanıp hapsedilenlere, ne gibi muamele yapılması gerektiğini, hapishane'de kaldıkları müddetde kendilerine günlük yiyeceklerinin verilip verilmiyece-ği, verilecekse, zekat mallarından mı yoksa başka mallardan mı verilmesi gerektiğini soruyorsunuz. Konunun açıklanmasına ve izahına başlıyorum :

0 Bu gibi hallerde bulunup, malları ve geçim vasıtaları olmayanların günlük yiyecekleri zekât mallarından veya beytü'l mâlden verilmesi, sizin ve sizden sonraki halîfelerin reyine ha­vale edilmiştir. Bunların iaşe ve idareleri, hangi nevî maldan ve­rilirse verilsin caizdir. Lâkin, bana göre herbirinin idaresine kifa­yet edecek miktarın beytü'l-mâl'den sarfedilmesi daha iyidir. Her biri için, günlük iaşesine yetecek miktardan fazlasını ver­mek caiz değildir.

0 Müşrik esirlerini hem yedirip içirmek, hemde kendile­rine elden geldiği kadar iyilik ve ihsanda bulunmak lazım oldu­ğu halde, Müslümanlardan birisi hataen veya cehaleti sebebiy­le hükmü kaza kendisini bir güna'h ameiine sevkederse açlıktan ölünceye kadar nasıl bırakılır.

Ey Mü'minlerin Emîri! Sizden önceki halîfeler mahpuslara katıklı yemek, yazlık ve kışlık elbise verirlerdi. Bunu ilk defa yapan, Irak'da H z. Ali (R.A.), Şam'da Hz. Muâvi-y e (R.A.) dir. Kendilerinden sonra gelen halîfeler de bunlara uydular.

• İsmail b. İ b r â h î m b. el-Muhâcir bana, A b d ü I m e 1 i k b. Umeyr'ın şöyle dediğin haber verdi:

— H z. Al i (R.A.) nin halifeliği zamanında, bir kabile­de veya bir cemaatde uygunsuz bir kimse bulununca, onu hapsederdi. Ancak, onun malı varsa malından, maiı olmayıp muhtaç olanlara da beytü'I-mâl-İ müslimînden İnfak ederdi. Ve şöyle bu­yururdu :

— «Hapsedilerek o kimsenin şerri    müslümanlardan uzak , tutulur. Buna mukabil nafakası da müslümanlann    hepsine ait olan beytü'l-mâl'den verilir.»

®    Şeyhlerimizden bazısı bize,    Cafer   b.    Bİrkan'-ın şöyle dediğini haber verdiler:

— Halîfe   Ömer   b.    A b d ü I a z i z,    bize şöyie b; mektup yazdı:

«Ayakta namaz kılmaya muktedir olamıyacak derecede, Ha­pishanelerinizde adam bırakmayınız.. Katillerden başka, hiç bir kimsenin ayağına demir koymayınız. (Zincire vurmayınız.) Zekat mallarından kendilerini idare edecek kadar yemek ve katık ve­riniz, Vesselam.»

Ey Mü'minlerin Emici! Bundan dolayı, siz de, mahpus olan-İarı idare edecek şekilde yiyecek-içecek takdir edilmesini, em­rediniz. Bunların kıymeti hesap edilerek her ay kaç kuruşa ba­liğ olursa, bu bedel, para olarak kendilerine verilsin. Zira, ken­dilerine bu gıda maddelerini aynen vermeniz halinde, hapisha­nelerde buiunan hademe ve diğer me'murlar, onları kendilerinin almaları,  mahpuslara   vermemeleri   düşünülebilir.  Binaenaleyh, hayır ve salahla muttasıf olan bir zatı seçerek, bu işe memur tayin ediniz. Hapishanede olanların isimlerini özel  bir deftere kaydederek, ay be ay, bu iaşe bedelini kendilerine versin. Şöyle ki, her ay başında bu memur bir yerde otursun, mezkur deftere bakarak herkesi ismi ile birer birer çağırsın, tayin bedeli olan parayı eli ile mahpusun eline versin. Bu defterde isimleri kayıt­lı bulunan mahpuslardan çıkanların ve serbest bırakılanların ta­yın bedellerini, beytü'l-mâle iade etsin. Bunların   herbirine ayda 10 dirhem verilir. Hapishanelerde bulunanların hepsinin, tayına muhtaç olmayacakları aşikârdır. Onlara bir şey verilmesin.

Kış için kendilerine verilecek elbise bir gömlek ile bir yün elbiseden ibarettir. Yazın ise, bir gömlek ile bir izâr'dan (116J iba­rettir.

İzâr:

Belden aşağıya mahsus örtü, peştemal.

Muhtaç olan kadın mahpuslara da keza tayın verileceği gibi, kış günlerinde gömlek ve yün elbise ile birlikte bir örtü verilir. Yaz günlerinde de, keza gömlek ile izâr ve örtü verilir. İşte mah­pusların nafakası bundan ibarettir.

Halkın kendilerine sadaka vermesi için, 'mahpusları demir zincire vurup, çarşı ve sokaklara çıkartma. Zira, C enâb-ı Hakkın hükmü kazası ile, bir cürüm veya hata işlemiş ve bu sebeple hapsolunmuş bazı müslümanlann, halkın kendilerine sadaka vermesi için, demir zincire vurulmuş olarak hapishane­den dışarı çıkarılması çok büyük bir iştir. Küffâr eline esir düş­müş, müslümanlara kâfirler tarafından bile böyle bir muamele­nin yapılmayacağını kuvvetle zannetmekteyim. Hal böyle iken, Müslüman olan suçlu hakkında, Müslümanlar tarafından böyle bir muamele yapılması nasıl lâyık görülür?! Onların, böyle zin­cirlerle çıkıp sadaka talebinde bulunmaları, açlık zaruretinden do­layı oluyorsa, bu durumda da, belki dilenecekleri şeyleri bile el­lerine alamamaları muhtemeldir.

Adem oğlu günahdan beri olamaz. Binaenaleyh, hapishane-dekilerin durumlarını tetkik ettirip, size beyan ve tefsir ettiğim şekilde nafaka ve tayınlarının verilmesini emir ve irade buyur­manız lâzım gelir.

Mahpuslardan birisi, kendisi İle ilgilenecek bir velîsi ve akra­bası olmadan vefat ederse, müslümanlann beytü'I-mâl'inden tec-hiz ve tekfin edilip, namazı kılındıktan sonra defnedilir. Zira, si­ka kimselerden işittiğime göre «hapishanede garib ve kimsesiz olanlardan bazıları öldüğü zaman defnedilmesi keyfiyeti, validen izin alınıp, teçhiz ve tekfin için mahpuslardan sadaka toplanın-caya kadar, bir veya iki gün kaldıkları variddir. Hatta çoğu yıkan­madan, kefenlenmeden ve namazı kılınmadan defnediliyormuş», İslâm dininde ve Müslümanlar içinde bunun gibi hallerin vuku bulması ne kadar çirkin bir İştirl Bu gibi utanç verici işlerin İs-lâmda yeri yoktur.

Şer'î hadlerin ayakta tutulmasına ve titizlikle tatbikine emir buyurmuş olsaydınız, hapishanedekilerin sayisi azalırdı. Ve fisk ve fesat sahipleri bu cezaların korkusundan, bu maraz i hallerini terkederlerdi. Çünkü :Hapishanedekilerin çoğalması, cezaî mes'-eleler üzerinde hassasiyetle durulmamasından neş'et eder. Bu­ralara hapishane derler! Nahiye değildir ki içinde çok insan bu­lunsun!...

Şehirlerde bulunan valilere, her gün hapishanedeklerin işle­rini gözetmelerini emret! Mezkur hapishanelerde te'dip edilecek­leri te'dip[15] etsinler ve bıraksınlar. Suçsuz, günahsız olanları tahliye etsinler. Te'dip işinde aşırı davranmasmlar. Yani, caiz olmayacak derecede bir işlem yapmamaları için kendilerine emir ve terrbihet bulun kî, duyduğuma göer sadece zan ve töhmet üze­rine adam dövülmekte ve on-lara 200 veya 300 veyahut daha faz­la veya daha az darp olunmakta [deynek veya kırbaçla vurulmak­ta) imiş. Bu ise asla caiz değildir. Çünkü, mü'min olan kimsenin vücudunun, -fücur, kazf, sekr'den veyahut ta'zirden dolayı vacip olan darbdan başka- her cihetle korunması v&-himaye edilmesi lazımdır. Sayılan fiillerin dışında kalan hiç bir ıdurumda, darb caiz değilken, vali ve memurlarınız darbetmekte imişler.

Halbuki, f ahr-i Âlem (SAV.) Efendimiz, ehl-î kıbîeniıt dövülmesini yasaklamıştır. Nitekim Hz. E b û Bekr-i Sıddîk (R.A.) Efendimiz, Fahr-i Âlem (S.A.V.) E f e n d i m î z i n «ehl-i kıblenin darbından nehiy buyurduğunu» rivayet etmiştir.

En doğrusunu Allah bilir amma, bizce bu hadîs-i şe­rifin manayı munîfi şudur: Darbı icabettiren 'had üzerine va­cip olmaksızın, ehl-İ kıblenin dövülmesini yasak buyurmuşlardır. Valilerinizin ve memurlarınızın darb etmesi ise, hüküm ve had haricinde bir şeydir. Küçük veya büyük cinayet işleyenlerin bile bu şekilde dövülmeleri [azım gelmez.

Her hangi bîr kimse kısas, had veya ta'zîr icap ettirecek bir fiilde bulunmuş olursa, o fi'ili için vacip olan ceza her ne İse, üzerine ikame ve icra olunması lazımdır.

Bunun için, bir kimsenin, diğer bir kimseyi kısası gerekti­recek şekilde yaraladığı, serî ölçülerle sabit olursa, yaralanan kimse de affetmezse, kısas yapılır. Kısas mümkün olmayacak şe­kilde yaralarsa, yaralayan üzerine, o yaralının diyetini ödemesi hükmolunur, sonra da cezalandırılıp, tevbekâr oluncaya kadar hapsedilir ve sonra tahliye edilip serbest bırakılır.

Keza, bir kimse el kesmeyi icap ettirecek derecede hırsız­lık fiilinde bulunursa, eli kesilir. Zira, hadlerin ikamesinde ecr-ü sevab olduğu gibi, ha'kkın da İslahına sebep olur.

Hasan b. Umar e' nin bana C e r î r b. Yezîd'den, onunda Ebû Zür'a b. Amr b. Ce-r î r ' den    nakledip haber verdiğine göre :

Ebu Hureyre (R.A.) Peygamber (S.A.V.) E f e n d İm izin    şöyle buyurduğunu işittim demiştir:

—  «Yer yüzünden bir şer'î haddin icrası, ehl-i arz hakkında 30 gün yağmur yağmasından daha hayırlıdır.»

İmâm-i Müslimîn olan zat için, hudud-ullah'da bir kimseyi gözetip itibar ederse veya bir kimseye had lazım geldiği halde şefaat ederek, o 'haddi kaldırmak ve izale etmek İsterse, bu caiz değildir. 'Hiç bir kimsenin levm ve itabından korkmamalıdır.

Meğer ki, bu hadde şübhe bulunsun, yani, bir hadde şübhe bulunursa haddi def eyler, ortadan kaldırır. Zira, bu babda As-hab-i güzinden ve geçmiş tabiînden pek çok âsâr[16] varid ol­muştur. Fııkahâ da buyururlar ki: Gücünüzün yettiği derecede, şübhelerle haddi kaldırınız ki, afte hata eylemek, ukubet ve mücazatde hata eylemekten hayırlıdır.»

Üzerine had vacip olmayan kimselere, had icra etmek caiz olmadığı gibi, haddi icabettiren kimseden şübhe olmadan, o had­di iptal etmek de, caiz değildir.

Bir had, sabit olduktan ve vacip olduktan sonra, İmâm-ı Müs-limînden şefaat dilemek hiç bir müslüman için caiz değildir. Lâ­kin, keyfiyet İmâm-ı Müslimîn'e arz edilmeden önce, bu haddin kaldırılması için, şefaat dilemeye, fakih imamlar cevaz vermiş lerdir. Ancak-, keyfiyet halîfeye arzedildikten sonra, şefaatten ka­çınılması ve sakınılması lüzumunda bildiğimize göre fukaha ih­tilaf etmemiştir. En doğru ve en iyi bilen    Allah' tır.

© H i ş â m b. U r v e 'nin bize haber verdiğine göre, e I - F e r â f i s a t ü ' I ?'H a n e f î   şöyle dedi:

—  Bazı  kimseler bir hırsız yakalayıp götürürlerken    Z ü-beyr   (RA)'e rastladılar.   Hz.   Z ü b e y r   (HA.)   hırsıza şefaat etti. Ona :

—  Hadde şefaatmı ediyorsun? demeleri  üzerine,  O :

—  «Evet, İmânı-ı Müslîmîn'in huzuruna çıkarılmadan  önce şefaat ederim. Lâkin İmâmın huzuruna çakınldıktan sonra, İmâm kendisini affederse,    Cenâb-ı    Hak,    Onu affetsin.» bu­yurdu.

A'meş bize İbrahim N e h â î' nin şöyie dediğini rivayet etti :

—   Fâkih imamlar, «mümkün olduğu kadar hadleri,   Alla h i n   kullarından kaldırınız» derlerdi.

® Hatta, Fukâha'dan her biri 'her hal-u kârda hadlerde şe« fâati gayr-i caiz görerek, ondan çekinirler ve sakınırlardi. Bu bab-da    Hz.   Abdullah    b.    Ömer   (R.AJ'in:

—  «Her kimin şefaati, hudud-u ilâhîye'den bir hadde mani olursa,    Cenâb-ı    Hakkın    muhlukati üzerindeki ahka­ma mümanaat etmiş olur.» kevline istinad edip, onunla istidlal ederlerdi.

0 Muhammed b. Ishâk bana, M u h a m -med b. Talha 'dan o da babasından o da A İ ş e binti Mes'ud Bedri' den, o da babası M e s ' u d (R.AJdan rivayet edip, dediki :

—  Fahr-i   Âlem   (S.A.V.)   Efendimizin   hâne-i saadetlerinden «kadife» denilen bir havlu, veya    halı seccade çalan Kureyşli bir kadının elini kesmeye    R a s û I u I I a h (S.A.V.) in kararlı oldukları halk arasında söyleniyordu. Herkesin bu   kesme   keyfiyetini   gözünde   büyüttüğünü   gördüğümüzde, Peygamber   (S.A.V.)    Efendimizin    huzuruna ge­lerek :

—  «Biz o kadın için 40 okiyye fidye veririz.» dedifc.    Bu­nun üzerine ;

—  «Sonra anlaşılır.» buyurdular. Sözünde gördüğümüz yu­muşaklıktan,   teklifimizi  kabul     buyuracakları     zanniyle,    H z. Ü s â m e    [R.AJ ye varıp,    R a S û I a II a :h    (S.A.VJ a   bu hususta ricada bulunmasını istedik. O da,    R a s û I u I I a h (S.AV.)'a    varıp, bu hususta şefaat talep etti.

Peygamber    (S.A.V.)    Efendimiz,    derhal bir hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu :

—  «Allahın    kullarından bîr kadın hakkında vaki olan, hudud-u ilâhî'den bir haddîn, icra edilmemesi için bana niçin sö­zünüzü çoğaltıyorsunuz? (niçin ısrar ediyorsunuz?) Ruhum yed-i kudretinde olan    Cenâb-ı    Hakka    yemin ederim ki, bu kadının işlediği hırsızlık fiilini faraza,    Fâtıma   binti Muhammed    işlemiş olsaydı,    Muhammed   Onun da elini keserdi.» buyurduktan sonra   !H z.    Ü s â m e   (R.A.) ye hitap edip :

—  Ya    Üsâme,   hadde şefaat etme! buyurdular.

# M a n s û r bize I b r â h î m ' den H z. Ömer (R.A.) İn    şöyle buyurduğunu rivayet etti :

—  Şüpheli hallerde haddi tatbik etmemem,   onları yerine getirmemden bana daha hoş gelir.

$ Yezîd b. Ebî Ziyâd bana ez-Zûhrî'-den, o da U r v e ' den H z. Â i ş e (R.A.) nin şöyle buyur­duğunu rivayet etti:

—  «Her imkanı kullanarak, hadleri müslümanlardan kaldır­manız mümkünse, kaldırınız. Müslümanlardan bir cürümle itham edilen bir kimseyi hadd-i ta'zîr'den kurtaracak çare bulduğunuz zaman hemen serbest bırakınız. Zira, imâmın affetmede hatası, cezanın infazında hatasından daha hayırlıdır.»

9 Hasan b. A b d ü I m e I i k b. M e y s e r e bize Nezzâl b. Sebr e1 nin şöyle dediğini haber verdi :

—  H z. Ömer (R.A.),in rnaiyyetinde, Hicaz mevkilerin-den Mina'da iken, bir merkebe binmiş olduğu halde, ağlayarak, büyük bir kalabalık içinde, şişmanca bir kadın gelmekte idi. Her­kes kendisine «zina ettin»    diyordu.    Kadın,    H z.    Ömer (RA)'ın huzuruna vasil olunca, kendisine hitaben :

—  Ne yaptın? Bazı kere kadından İkrah edilir, -diyerek ka­dından keyfiyeti sorunca, O şu cevabı verdi :

—  Ben ağırbaşlı bir kadınım, Cenâb-ı Ha beni geceleyin teheccüd namazı kılmaya muvaffak buyurmuştur. Bir gece, namazımı kılıp uykuya daldım. Birden uyandım ve üzerime bir adamın bindiğini gördüm. Hemen o adam savuşup gitti. Arkasından baktım İse de kim olduğunu bilemedim.» diye durumu anlattı. Bunun üzerine Hz.    Ömer    (R.A.) :

—  «Bu bîçare kadın,     eğer recmolunmuş    olsaydı,    C e-nâb-ı    Hakkın   ukubetinden Ebö Kubeys ve Ahmer Dağ­larına eteş yağmasından korkulurdu.» buyurdu ve derhal şehir­lerde bulunan bütün valilere    «bunun gibi bîr zinada had lazsm gelmeyeceğinden, adam öldürmekten kaçınınız.» diye emir-name yazmıştır.

©    İmâm    M u ğ i re    bize,   İmâm   A tâ ' nın şöyle dediğini rivayet etti :

—  Cuma namazmı kıldırmak, zekat toplamak, hadleri ikame etmek, İmâm-ı Müslimîn olan zata bağlıdır.   Ömer   b.   A fo­dula z i z    buyurur ki :    «Sultan olan kimse, bir kimsenin kardeşini veya pederini katletse bile, dine karşı gelen kimsele­rin velisi addolunur.»

@ Bir kimse kati töhmeti ile, İmâm-ı IVIüslimîn'in huzu­runa getirilince, itham edilen kişi, bir erkeği veya bir kadını amden katlettiği zahir ve meşhur olursa ve bu kalt fiilinin amden kendisinden sudur ettiğine delil kâim olursa, İmâm-ı Müslimîn bu delilleri sorup inceler. Tezkiye veya içlerinden iki erkek tez­kiye ettikten sonra, o katili, maktulün velisine teslim eder. On­lar da dilerse affederler dilerse katlederler.

Keza, katil olan kimse, beyyineye hacet kalmadan, kati fiili­nin kendisinden sudur ettiğini baskı altında olmadan, ikrar eder­se, yine katil, maktulün velisine teslim olunur. Dilerse katleder, dilerse affeder.

© Bir kimse demir bir aletle amden bir kimsenin elini mafsalından kesmiş veyahut sağ veya sol elinin bir parmağını, veyahut birisinin ayağını mafsalından, veya ayak parmaklarından birisini, veyahut parmaklarından bir veya iki boğumunu kesmiş olması töhmeti ile hakim huzuruna getirilip bu töhmet delil veya ikrar ile sabit olursa kısas lazım gelir.

Keza, bir kimse, diğer bir kimsenin, kulağını veya kulağının bir kısmını kesse veyahut burnunu kesse, kısas lazım gelir.

Keza, dişleri kırılsa veyahud dişin bir kısmı kırılsa veya ko-parılsa kısas lazım gelir. Büyük ve doğru olan dişlerin, birisi kinisa, kısas lazım gelirse de, doğru dişlerden olmayan bir diş kı-nlıpta bir parçası yerinde kalırsa ona sadece diyet lâzım gelir.

Eğer el, kolla beraber, dirsek mafsalından kesilir veyahut ayak bacakla beraber diz kapağından kesilirse ona kısas lazım gelir.

Bir kimse amden, başka bir kimsenin gözüne vurur ve bu vuruşun tesiri ile göz yerinden çıkarsa yine kısas vardır.

Keza, kısas yapma imkânı bulunan bir şekilde her hangi bir insan yaralanırsa, kısas yapılır. Kısas mümkün olmayan yaralar­da ise diyet lazım gelir.

Keza, bacak, kol, uyluk gibi kemiklerin bulunduğu yerlere veyahut kaburga kemikleri üzerine vurarak incitip, yara hasıl ol­sa, veyahut kaburga kemikleri kırılsa hudud tayin edilmesi müm­kün olmadığından, kısas lazım gelmez. Bunlara diyet lazım ge­lir. Kısas, ancak mafsallarda cari olur. Başta açılan yaralardan, yalnız fakıh ıstılahında, Mevziha denilen, açık yarada kısas olup, bundan başkasında, gerek bundan aşağı, gerek yukarı bulunsun, amden olsa bile yine kısas olmayıp, diyet vardır.

Her hangi bir kimse, başka bir kimseyi, amden yaralar, ya­ralanan, kimse de, bu yara sebebiyle yatağa düşer ve bu yara­dan iyileşmeden ölürse, yaralayan kisasen katledilir.

Hatâen vâki olan kstle gelince, bu kati işinin hatâen vuku' bulduğuna beyyine ikâme olunur, bu şahitlerin hepsi veya on­lardan ikisi tezkiye sonunda adil ve şahitliklerinin makbul oldu­ğu tahakkuk ederse, bu katilin âkilesine [akrabalarına), üç sene­de verilmek üzere, yani her yıl sülüsü (üçte biri) eda edilmek üzere, diyet hükmolunur. Lâkin, sulhen veyahud amden veyahud katilin ikrar ve itirafı sebebiyle lazım gelen diyet akileye lazım gelmez.

0 Katl'de muteber olan diyet 100 deve, veyahut 1000 di­nar, veyahut 10.000 dirhem veyahud 2000 koyun veyahud 200 inek, veyahud 200 kat elbisedir. Beher kat bir izar ile bir rida olmak üzere iki elbiseden ibarettir. Her bir inek ve beher kat elbisenin kıymeti ellişer dirhem, beher koyunun kıymeti beşer dirhem, itibar olunur. F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efen­dimiz   İle Ashâb-ı Güzin'den bu şekilde rivayet edilmiştir.

@ Nitekim, Muhammed. b. Ishak merfû'an A t â ' dan    rivayet eder ki :

— Rasûl-ü Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, insanlar üzerine, her çeşit mallarından diyet vaz' buyurarak, deve sahiplerine 100 deve, koyun sahiplerine 2000 koyun, sığır sahip­lerine 2G0 inek ve elbise sahiplerine 200 kat elbise takdir bu­yurmuşlardır.

© İbn-İ Ebî Leylâ bize Ş â ' b î' den U b e y -detü's-Seimâ nî'nin   şöyle dediğini rivayet etti:

—  H z.   Ömer   (R.A.)   diyetleri, altın sahiplerine, 1000 dinar, gümüş sahiplerine, 10.000 dirhem, deve sahiplerine, 100 deve, sığır sahiplerine 200 înek, koyun sahiplerine 2000 koyun ve elbise imâl veya ticareti ile uğraşanlara 200 takım elbise vaz' buyurdular.

© Esas bize İmâm Hasan' dön şöyle riva­yet etti :  

—   H z.   Ömer   (RA)    İle    H z.   Osman    (R.A.), diyete kıymet takdir ederek, diyete mahkum olan kimseleri mu­hayyer bıraktılar. Dilerse aynen 100 deve, dilerse bedelen kıy­metini öder.

© Irak'ta, kendilerine yetiştiğim ulemânın kavli de budur. Medine âlimlerinin kavline göre, diyetler 12.000 dirhem gümüş­tür. Diyet için verilecek devenin kaçar yaşında olmasında, as-hâb-ı güzin (R.A.E.) arasında İhtilaf vaki olup, Abdullah b. M e s'u d (RA), Fahr-i Kâinat (SAV.) Efen­dimizden rivayet eder ki hataen vâkî olan katlin diyeti ah-mas (beşte birler) dir.»

© Bu hadîs-i şerîf, bu şekil üzere, bana müteselsilen, va­sıta ile Abdullah b. M e s'u d (RA)dan rivayet olunmuştur. M a n s u r , vasıtasız olarak, Ebû Hanîfe ise H a m m a d vasıtasiyle İbrahim Nehaî' den O da Hz, Abdullah b. Mes'ud (RA) dan, H z. Peygamber   (S.A.V.)   Efendimizin:

—  «Hataen vaki olan katilde ahmas lazım gelir. Şöyle W, (100 beşe bölünür, çıkan 20 sayısı 100 ün beşte biridir.) 100 de­venin 20 si 3 yaşında, dişi 20 si 4 yaşında 20 si 5 yaşında ve 20 si 3 yaşında erkek ve 20 si de 2 yaşında dişi davedir.» buyur­duğunu rivayet etmişlerdir.

@ Hz, Ömer (R.A.) de bu şekilde buyurmuşlardır. Nitekim İmâm Ebû Hanîfe, bilvasıta H z. Ömer (R A) den :

«Hataen katlin diyetinin, ahmâs    (beşte birler)   olduğunu» rivayet eyler.

Lakin,    H z.    Al i    (R.A.)    buyururdu ki :

Hataen katilde diyet erbağ (dörtet birler)dır. Yani dört ne­viden alınır. 100 devenin 25 4 yaşında, 25>i 5 yaşında, 25 i 3 ya­şında dişi ve 25 tanesi de 2 yaşında dişi devedir.

H z.    O s m an    ile    H z,   Z e y d    b.   Sabit   (R.A.}:

— «Hataen vaki oîan katlin diyetin'de, 30 tane 5 yaşında dişi deve, 30 tane 3 yaşında dişi deve, 20 tane 3 yaşında erkek deve ve 30 tane 2 yaşında dişi deve lazım geür.» derlerdi,

O Sa'id b. Müseyyeb' den bilvasıta Ş u' b © bana bu şekilde rivayet eylemiştir.

© Kasıt şüphesi olan diyette, verilecek develerin kaçar yaşında almasının lazım geldiğinde sshab-i kîrâm (R.A.E.} ara­sında ihtilaf etmişlerdir.

H z.   Ömer   (RA)    buyurur ki:

—  «Kasıt şüphesinde 30 tane 5 yaşında dişi deve, 30 tana 4 yaşında dişi deve ve hepsi geh& olmak üzere 2 ila 9 yaşları arasında 40 devedir.»

Hz.    Ali    (R.A.) :

—  Kasıt şüphesinde alınacak cian diyet, 33 tane 4 yaşında dişi deve, 33 tane 5 yaşında dişi deve ile keza hepsi gebe olmak üzere 2 İlâ 9 yaşlan arasındagi develerdir.» buyurmuşlardır.

H z. Abdullah b. Mes'ud (R.A.)da: «Kasıt şüphesinde 25 adet 5 yaşında dişi deve, 25 adet 4 yaşında dişi deve, 25 adet 3 yaşında dişi deve ve 25 adet 2 yaşında dişi deve yani 4 neviden alınır.» buyurdular.

H z. Osman (R.A.) ile Ze'yd b. Sabit (R.A.): «Diyet-i mugaiaza budur. Bunda 40 cezea, 30 hıkka, 30 bint-i le­bim vardır.» buyurmuşlardır.

H z. Ebû Musa e I-Eş'ar T ile Mugîre b, Ş u ' b e    (R.A.)    H z.    Ömer   (R.A.) in kavli gibi :

—  «30 hıkka, 30 cezea ile o yılda gebe olmak ve 2 yaşından 9 yaşına kadar olan deve kabul olunmak üzere 40 devedir.» bu­yurdular.

© İşte, gerek hataen, gerek kasıt şüphesi ile vakî olan katillerde, diyet olarak alınacak develerin yaşları hakkındaki fu-kaha kavillerinin asılları budur. A I I a h ı n izni ile, zikri ge­çen kavillerden birisinin ihtiyar ve intihabında zorluk çekmeye­ceğinizi,     Ce n âb -1    Hak' dan ümid ederim.

Hataen kati ise, bir kişi bir şeyi isteyip, murad edip o şe­kilde hareket etmesi fakat isabetin ve zararın istediği kimseden başkasına olmasıdır.   İbrahim    N e h iî' den    şöyle rivayet edilmiştir:

Hataen vaki olan kati, bir insana katdetmeksizin isabet et­mekten ibarettir. Bu katlin diyeti akile üzerinedir.»

# Kasıt şüphesi olan .kati hadisesine gelince :    İmâm Hasan'ın,    merfû'an rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte,   Pey­gamber    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Kırbaç ve değnekle meydana gelen ölüm, kasıt şüphe­si olan ölümdür.» buyurmuşlardır,

#    İ m â m    Ebû   Ha n î f e ' nin    H a m m â d   vası­tası ile    İbrahim    N e h a î' den    rivayet ettiğine göre :

—  «Bsr kimsenin müîeammiden fakat demir alet ve silah kuHanmadan işlediği öldürme fiili, kasıt   şüphesi olan katl'dir. Bunda katilin akilesine diyet gerekir.»

#     İmâm    Ş a ' b î»   Hakem    b.    U t e y b e   ve H a m m a d ' dan    Ş e y b â n î' nin    bana rivayetine göre,

—  «Bu zatlar taş ve değnek veya kü-baç isabet etmesinden vuku bulan ölüm, kasıt şüpbhesi olan kati olup, onda diyet-i mugaîlaza vardır.» dediler.

# Yarinin hafif derecesi, yani fıkıh ıstılahında, dâmiye tabir olunan yara -ki yalnız kan çıkan yara demektir.- Bu yara­da hükümet-i adi lazım gelir. Hükümet-i adl'ın fıkıh kitaplarında yazılı olan manası İse, bir köle veya cariyenin bu yara ile yara­landığı halde kıymeti kaç kuruş ve yaralanmadan önceki kıyme­ti kaç kuruş değer ise, bu iki durumun arasındaki fark ne kadarsa, yaralanan kimse hür olduğu takdirde, diyetinin o miktar kadarı­na hükümet-i adi denir. Yaralanan kimse köle olduğu takdirde kıy­metinden keza, o nisbetteki miktara hükümet-i adi denir.

Mubadaa, yani kemik üzerinden eti kaldıran yaradır ki da-miyeden fazla olan bu yarada hükümet-i adl'den fazla diyet la­zım gelir.                                         ^__-

Badia'nın mafevkinde olan yara, yani eti kesilip kemiği ke­silmeyen yarada da keza hükümet-i adl'den daha fazla miktarda diyet lazım gelir.

Baş üzerindeki eti kesip, kafa kemiği üzerindeki ince deri­ye ulaşan yarada da keza önceki yaranın hükümetinden daha faz­la lazım gelir.

Eti kesilip kemiği açığa çıkan ve mudiha tabir olunan yara­da 5 adet deve veyahud 50 Odirihem lazım gelir. Mudiha'mn di­yetinden aşağı olan diğer yaraların diyetinin âkile tarafından ödenmesi gerekmez, yaralayan kimsenin malından ödenir. Mudi­ha ve ondan daha ağır olan yaraların diyeti aküeden alınır.

Hâşime tabir olunan yeralar -ki bunlar kemiğin de kırıldı­ğı yaralardır- 10 deve veyahut 1000 dirhem lazım gelir.

Munakkile tabir olunan yarada-ki bu yara, kemik kırıldıktan başka, yerinden de oynayıp çıkaran yaradır- öşür ve nıfs öşür

112              13

f------ + ------- — ------ +--------- ------ =  %  15) yani 15 deve

20

10            20            20            20

veya 1500 dirhem lazım gelir.

Âmme tabir olunan yarada -ki dimağın üzerinde bulunan zar 'gibi olan deriye ulaşan yaradır- sülüs diyet lâzım geiirse de bu yaranın dimağa ulaşması sebebiyle akıl zail olduğu takdirde, tam diyet lazım gelir. Bu yaradan dolayı şuur kaybolupta akıl kay-balmazsa, keza, yine tam diyet lazım gelir. Bu yaraların hafif di­yeti buna dahildir. Bunların hiç birinde kısas lazım gel­mez. Hatta vuran kimse, taammüden vurmuş oİsa bile, mudiha olan yaradan başkasında kısas lazım gelmez. Zira, mezkur yara­lardan kısas mümkün olmaz. Yalnız, mudihada kısas mümkün ol­duğu veçhile onda kısas vardır.

® Haccâc'ın bize A t â ' dan rivayet ettiğine gö­re,    Hz.    Ömer   (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

«Biz, kemik hakkında kısas ettirmeyiz.»

® M ug î r e'nin bize rivayetine göre İbrahim N e h â î    şöyle buyurmuştur :

— Âmme, munakkile ve câîfe[17] tabir olunan yaralarda kısas yoktur. Bu yaralamalar amden vuku bulmuş olsa bile, ya­ralayan kimsenin malından diyet gerekir.» H z. Ali (R.A.) den deF bunun gibi bir kavi, bize rivayet olunmuştur.

Beş parmağı bulunan avuç için nısf diyet gerekir.

Parmaklarda da nrsf {yarım) diyet lâzım geldiği gibi her bir parmak içinse öşür diyet (diyet-i kâmiienin onda biri) lazım ge­lir.

Parmaklarda her boğum için, bir parmak diyetinin    sülüsü (1/3) = üçte biri), iki boğumlu olan baş parmakta ise, parmak 1 diyetinin nısfı (------= yarı) diyeti vardır. Keza ayak parmakla-

2 rında da hüküm bu minval üzeredir.

İki gözde tam diyet ve her bir gözde nısf diyet vardır. Kirpik­ler için de tam diyet vardır. Her kaş için de rubu' (dörtte bir) diyet lazım gelir. Kaşlarda kıi bitmeyecek derecede olan yara için tam diyet, her bir kaş içinse yarım diyet lazım gelir.

Her bir kulakta yarım diyet lazım gelirse de kulakta meyda­na getirilen noksanlıkta, diyet de bu noksanlık miktarınca lazım gelir.

Vurma dolayrsiyle, işitme hissi kayboluması, halinde de tam diyet lazım gelir.

Burun kesildiği takdirde de, tam diyet lazım gelir. Burnun aşağı kısmında olan yumuşak yerin kesilmesinde de, tam diyet vardır.

Koku alamıyacak derecede, koklama duygusunun kaybolma­sında da, keza, tam diyet lazım gelir.

İki dudakta tam diyet lazım geldiği gibi, her bir dudakta da nısf (yarım) diyet lazım gelir.

Konuşmaya mani olacak derecede dil yaralanıp, kesilirse tam diyet lazım gelirse de dilden bir parçasının kesilmesi halin­de, kesilen miktar üzerine, diyet hesap edilerek, -o şekilde- la­zım gelir.

Zekerin haşefe'si kasten kesildiği takdirde kısas lazım gelir, B'j fiil hataen vuku' bulmuş olursa, o takdirde de, tam diyet la­zım gelir. Hayalarda da, tarn diyet lazım gelirse de, önce zeker kesilip sonra iki haya kesilirse, iki diyet lazım gelir. Önce haya kesilip, ondan sonra zeker kesilirse iki haya için yalnız bir diyet lazım gelip, zekerde hükümet-i adi lazım gelir. İkisi birden aynı taraftan kesilmesi halinde 'İki diyet lazım gelir.

Erkeğin memesinde, hükümet-i adi lazım gelirse de, kadının memesi ile meme uçlarında nısf (yarım) diyet vardır. Kadının iki memesinde tam diyet vardır.

El, dirsekten kesildiği takdirde, İmâm-ı Âzam Ebû H a n î f e Hazretlerinin kavlince nısf diyet ile hükümet-i adi var ise de, İ b n i E b î Leylâ' nın içtihadına muvafık ola­rak benim kavlime göre yalnız nısf diyet vardır.

1          1            1

Dişlerin her birinde diyetin nısf-ı öşrü (—~-x------= ——

10        2           20

= %5) vardır. Diyet hususunda dişlerin hepsi müsavidir. Dişin bir miktarı kırılırsa, o hesap üzerine kırılan miktar hesabınca diyet lazım gelir. Vurulan darbenin tesiri ile dişte siyahlık veya kırmızılık veyahud yeşillik arız olduğu takdirde, tam diyet lazım gelir. Yalnız sarılık arız olursa, o zaman hükümet-i adi lazım ge­lir.

Zira' (kol, ki insanın dirseğinin ucundan, orta parmağının ucuna kadar olan yer, uzunluk öiçüsü birimi o I arakta kullanılır.) kırılırsa, hükümet-i adi lazım gelir. Keza, pazu (yani dirsekle omuz başındaki kürek kemiğine kadar olan yer) veyahut baldır veyahut uyluk veyahut boyun halka kemiklerinden biri veya ka­burgalardan bir kemik kırılırsa bunların hepsinde, her biri için kendi miktarınoa hükümet-i ad! vardır.

İnsanın bel kemiği, vurmanın tesiri Me kamburiaşırsa diyet lazım gelir. Keza, belkemiğine vurulmasından, cinsi temasa ikti­dar kaybedürnişse yine diyet lazım gelir.

Vurulan darbeden dolayı, sakal bitmezse diyet lazımdır. Ke­za, aynı sebeble bıyıklar çıkmazsa, yine diyet lazım- geldiği gibi, baştaki saç da çıkmazsa yine diyet vardır.

İnsanın içine işleyen ve caife tabir    olunan yarada sü!us - = üçte bir) diyet vardır. Bu yara, vücudun bir tarafından vurulup, diğer tarafından delinmiş ise, iki sülüs    (------= üçte

3 iki) diyet lazım gelir.

Çolak elin, topal ayağın, şaşı gözün, siyah dişin, sağır ku­lağın, shras kimsenin dilinin ve tenasül uzvu çıkmayan kimsenin bu uzvunun diyeti, kesilme, kırılma ve yaralanma durumlarına göre ve her birinin miktarınca hükümet-i adi lazım gelir.

Kalçalar için de tam diyet vardır.

Küçük çocuğun süt dişlerinde hükümet-i adi lâzım gelirse de,    İmâm-ı   Âzam    Ebû   Hanîfe:

— «'Mezkur diş daha sonra eskisi gibi çıkarsa bîrş'ey lazım gelmez.» derdi.

Fazla olan parmağın kesilmesi halinde hükümet-i adi lazım gelir.

Kadının fecrinin yırtılması halinde, büyük ve küçük abdesti-ni tutarsa, caife yarası gibi sülüs (1/3 = üçte bir) diyet lazım ge­lirse de bu İkisini veya birisini tutamazsa, tam diyet lazım gelir.

Buraya kadar zikredilen ahkâm, hür olanlar hakkında mute­ber olan diyet olduğu gibi, kölede muteber olan da kıymettir.

Keza, hür olan kimesede nısf diyet lazım gelen hallerde, kö­le için nısf diyetin kıymeti lazım -gelir. Yaralarda bu hesap üze­redir.

Kadın ile erkek arasında, ancak ölümde hisas vardır, başka­sında kısas yoktur. Binaenaleyh, bir erkek, bir kadını öldürmüş olsa, o da kısasen öldürüleceği gibi, bilakis bir kadın bir erkeği öldürürse, o kadın da kısasen öldürülür.

Ölümden başka, meydana gelmiş olan yaralanmalarda kadın-erkek arasında kısas lazım gelmez, diyet lazım gelir. Hatta, bir erkek, bir kadının elini veya ayağını veyahud da parmaklarından birini kesmiş veya tnudlha olarak kendisini yaralamış olsa ve bu fiilleri de amden işlemiş bulunsa veya bütün bu fiilleri bir kadın bir erkeğe karşı işlemiş bulunsa kısas lazım gelmez. Bu durumda, bütün bu fiillerde diyet lazım gelir. Ancak ölümde kı­sas vardır.

Kadınların yaralama diyetleri erkeklerin yaralama diyetleri­nin yarısıdır. Zira diyetleri erkek diyeterinin yansıdır. Meselâ, bir erkek bir kadının elini kesse, elin yarı diyeti lazım gelir. Elin diyeti de 5000 dirhem gümüş veya 50 deve olduğuna göre 2500 dirhem gümüş veya 25 deve diyet lazım gelir.

© İbm-Î Ebî Leylâ, İmâm Şa'bî' den H z. A I i    (R.A.) m    şöyle buyurduğunu rivayet ediyor :

— Kadın hakkında, hataen vâki olan cinayette, gerek cüzi xolsun gerek külü bulunsun lazım gelen diyet erkeğin yan diye­tidir.» buyurdular.

Keza, hürlerle kölelerin arasında -ölüm halinden başka- ci­nayetlerde   kısas   yoktur.

Lakin, hür olan bir 'kimse, köle olan bir kimseyi demir bir aletle amden katletmiş olsa, yahut bilakis bir köle, hür olan bir kimseyi kasden katlederse, aralarında kısas hükmü carî olur. Yani ölüm durumunda hür olan bir kimse ile köle arasında fark yoktur.

Lakin, hür olan bir adam bir kölenin elini veya ayağını veya parmağını kasten veya hataen kesse veyahut gözlerinin ikisini veya birini çıkarmış olsa, veyahut, iki kulağını veya bir kulağını kesse, hepsinde de diyet lazım gelir. Yani, vaki olan cinayet se­bebiyle kölenin kıymetinden ne miktar noksanlaşmış olursa, nok-sanlaşan miktar efendisine verilmek üzere, canî olan kimse üze­rine hükm olunur.

Hür olan bir kimse, bir köleyi hataen katletmiş olsa, bu kö­lenin kıymeti, her neye baliğ olursa katilden alınarak efendisine verilir, Imâm-i Âzam Ebû Hanîfe'nln kavlince, gerçi kıymetini ödemek lâzım gelirse de, bu kıymet, hür kim­senin diyetine baliğ olamamakla mukayyeddir.

0 S a î d ' in bize K a t â d e' vasıtası ile S a T d b. Müseyyeb ve İ m â m H a s a n 'dan rivayetine göre bunlar:

—  «Hür olan kimse, hataen bir köleyi katlettiği zaman, öl­dürdüğü günde öldürülen köjenin kıymeti her ne miktara ulaşır­sa, katilden alınması lazım gelir.» demişlerdir.

Bir kişi, diğer bir kişiyi, bir veya iki yerinden hataen yara­larsa, yaranın birisi iyileşip, diğer yaranın tesiri ile ölse, beyan ettiğimiz gibi, yaralayanın akilesine diyet-i nefs lazım geiir. İyi­leşen yara için ayrıca diyet gerekmez.

İmâm    Ebû    Hanlfe    buyuruyordu ki:

—  «İyileşen yara, kısas mümkün olan yerde ise,    İmâm-i Müslimîn olan zat muhayyerdir.    Dilerse, katlin dûnunda oian yaranın kısası ile beraber, ölümüne sebep olan yara için yara­layanı katleder. Dilerse, ölüme sebep olan yaranın kısasını tat­bik edip, ölüme sebep olmayan yaranın kısasını affeder.

Zikri geçen mes'elede, yaranın biri hataen ve diğeri de kas-den vakî olsa, yaralı da bu iki yaranın tesiri ile ölse, yaralayanın akilesine nısf (yarım) diyet, kendi malından da diyetin diğer ya­nsı lazım gelir, Hataen vakî o!an yaradan dolayı ölür, kasden vakî olan yara İyileşmiş olursa, hataen ölümün diyeti tamamen akilesine lazım gelir. Kasden vakî olan yaralama İle ölürse kısas lazım gelir. Kasden olan yaradan ölür, hataen olan yaradan iyi-leşirse, her ne kadar hataen vakî olan yaranın diyeti âkile üzeri­ne olsa bile, yine nefsde olan cinayetten dolayı ölümde kısas olunur. Hataen olan yaradan ölüp, kasden olan yaradan iyileşmiş olsa, eğer bu yara kısas mümkün olmayan yaralardan ise, yalnız âkile üzerine bir diyet lazım gelir. Amden olan yaranın diyeti ise, birinden vefat edip diğerinden kurtulan, hataen ve amden vuku' bulan iki yara menzilesinde olarak batıl olur.

9 Bir kimse, diğer bir kimsenin elini, demir bîr alet ile, kasden kestikten sonra, yara iyileşmiş olsa, eli kesen kimsenin e'' de, İmam-i MüsHmtn'in emriyle kesilmiş olsa ve bu eli kesilen kimse, bu yaradan dolayı Ölmüş olsa, bu konuda Âzam    Ebû    Hanîfe    buyuruyordu ki :

—  «Kısas yaptırılmasını isteyenin âkilesine, hakkında kısas yapılarak ölenin diyeti lazım gelir.»    İbn-i    Ebt    Leylâ da, buna yakın bir re'yde bulunmuş ise de, bu hususta, bence kı­sas yaptırılmasın! isteyen kimseye bir şey lazım gelmez. Zira, bu babda buna delalet eden, âsâr varid olmuştur. Ayrıca, kısas is­teyen kimse, kısas sonucu ölmüş olan kimseden hakkını almış­tır. Ona bir haksızlık veya düşmanlık etmemiştir. Kendisini öldü­ren ancak kitap ve sünnettir. Şu kadar vardır ki : İmâm-ı MüsSi-mîn'in izni ve kendisine kısas yapılan kimsenin rızası bulunma­dan, bir kimse diğer bir kimsenin elini kes ipte, o yaranın tesiri İle ölürse, kendi kendine yani İmâm-ı Müslimîn olan zatın izni ve eli kesilenin rızası olmadan kisasen kesen kimsenin malın­dan diyet lazım gelir.    İmâm-ı   Âzam    Ebû    Hanîfe; «Bu bunun makamında» der idi.

©    Biri küçük, diğeri büyük, iki oğlundan başka varisi ol­mayan bir kişi öldürülse,   Fakîh    İmâm    Ebû    Hanîfe:

—  «Büyük oğlu bu kati olayına delil ikame edecek olursa, küçük oğlunun büyümesi bekienmiyerek delilleri    tetkik edilip, kabul eder ve mucibince kısas hükmederim. Görmez misin kî, küçük olan vâris, aklî dengesi bozuk olarak bulûğ yaşına ulaşsa katili hapsetmek lazım geiir miydi?»

Leylâ    ise:

—  «Küçük olan varis, büyümedikçe, bu kati .olayı  hakkın­daki delilleri kabul  edemem.» diyerek, küçük varisi, gaib olan varis gibi itibar edip, -nitekim gaib varis gelmeyince, katil kat-ledilemiyeceği gibi, küçük varis de büyümedikçe, bu katilin kat­li caiz değildir.» der İdi.

Ancak,   İmâm-ı   Âzam   Ebû   Hanîfe:

—  «Gaib varis, küçüğe kıyas olunamaz. Zira, küçüğün ve­lisi, kendisi için hukkunu alabilir. Gaibin hukuku ise, vekâietsiz alınamaz.» buyurmuştur.

Ibn-İ Ebî Leylâ, kasden işlenen cinayette, vekâ­leti kabul ederek, kısasa hükmeder ise de, fakihimiz olan İmâm-s    Azam    Ebû    Hanîfe,    kasden işlenen cinayette vekaleti kabui etmemiştir. İmâm-ı Âzam'm bu görüşü daha güzeldir. H z. Al i (R.A.) nin küçük oğlu ol­duğu halde, büyümesini beklemeden Peygamber Efen­dimizin torunu ve H z. Ali' nin büyük oğlu İmâm Hasan,   İ b n - i    M ü I c e m i    katletmiştir.

® Çarşı ve pazarlarda ve diğer yerlerde bulunan tüccar­lardan birisi, mağazasının önündeki yola, su serpmek üzere, üc­retle çalıştırdığı içşisine emir veripte, onun yola serpmiş olduğu su sebebiyle bir telef vakî olsa, telef olan malın bedelini emir veren kimsenin tazmin etmesi lazım gelir.

Lakin, abdest almak üzere birisine emretse, o kimsenin yol­da aldığı abdestin suyu sebebiyle bir şey telef olsa, telef olan şeyin bedelini emri veren değil abdest alan kimsenin tazmin et­mesi lazım gelir. Zira, abdestin menfaati, abdest alan kimseye ve serpilen suyun menfaati ise emir veren kimseye aittir.

Her kim bir kimseyi, ücretle tutarak, sultanın emri olmaksı­zın, müslümanların yolunda kendisi için kazdırdığı kuyuya, bir kimse düşerek ölse, kıyasen tazminat, ücretle tutulup kuyuyu kazan kişi üzerine olmak gerekirse de ücretli kimseler mezkur kuyunun eza ve zararını bilemiyeceklerinden kıyas bu mes'elede terk edilerek, tazminatı, işi verenin âkilesine lazım gelir. Yağ­mur suyundan bir kimsenin ayağı kayarak, kuyuya düşüp telef olsa, kuyu sahibinin üzerine tazminat lazım gelir. Keza, bir kim­se kendi damından, ayağı kayarak veya ayağı dama dolaşarak kuyuya düşerse, tazminat kuyu sahibinedir.

Keza, yolda yürüyen bir kimsenin ayağı kendi elbisesine do­laşarak kuyuya düşmüş olsa, yine tazminat kuyu sahibine aittir. Kuyuya düşmüş olan adam, diğer bir adamın üzerine düşse ve ikisi birden ölse, ikisinin tazminatı da kuyu sahibine lazım gelir.

Mezkur kuyuya bir adam düşse, fakat sağlam kalsa, çıkar­ken tekrar düşüp telefolsa, bu durumda kuyu sahibine tazminat lazım gelmez. Zira bu durumda kuyu sahibi kendisini itmiş hük­münde değildir. Nitekim, görmez misin ki, kuyuya sağlam olarak düştükten sonra, kuyunun dibinde gezerken telef olmuş olsa ku­yu sahibine tazminat lazım gelir miydi? Tabii ki bu durumda \âz> minat yoktur. Bu kuyuya düşen kimse, kuyunun tabanında gezer­ken orada bulunan büyük bir taşa takılarak telef olsa, bu taş önceden beri burada durmakta idiyse kuyu sahibine tazminat ge­rekmez. Eğer, kuyu sahibi, bu taşı bir yerden kaldınpta kuyunun bir tarafına bırakmış ise kendisine tazminat lazım gelir.

Bir kimsenin ayağı, bir taşa takılarak, bu kuyuya düşmüş olsa, mezkur taşı oraya kim koymuşsa tazminat ondan lazım ge­lir. Taşı oraya koyan, sanki eliyle yitmiş gibidir. Bu taşı koyan kimse bilinmediği takdirde, tazminat kuyunun sahibine lazım gelir.

Bu kuyuya, muhafaza edildiği yerden kendi kendine kurtul­muş olan bir hayvanın dokunması - süsmesi - İle düşen bir kimse ölmüş olsa, bu durumda ne hayvanın sahibine, ne de kuyunun sahibine tazminat gerekir. Eğer bu hayvanın bir sürücüsü, çeki­cisi veya binicisi var idiyse, tazminatı o kimsenin ödemesi lazım gelir.

Bir duvarın yıkılması yüzünden bir kimse kuyuya düşmüş ve ölmüş olsa, eğer bu duvarın sahibine daha önce duvarı yıkması tenbih edilmiş de, o kimse yıkmamışsa, duvar sahibinin tazmin etmesi lazım geldiği gibi, bu duvarın yıkılmasından dolayı telef olan her şeyi de duvar sahibinin tazmin etmesi gerekir. Duvar sahibine, önceden duvarı yıkması tenbih edilmemişse telef olan eşyanın hiç birisinin duvar sahibi tarafından tazmini lazım gel­mez. Bu duvarın yıkılırken gitmesinden dolayı kuyuya düşüp te­lef olan eşyanın kuyu sahibinden tazmini lazım gelir.

Bir kimsenin yola döktüğü su sebebiyle, başka bir kimse­nin ayağı kayıp mezkur kuyuya düşerek veya kuyuya düşmeden evvel telef olursa suyu döken kimse tarafından, tazmin edilmesi lazım gelir.

Bir kimse bu kuyuya düşüp, hava alamadığından dolayı bo­ğulup ölse, kuyu sahibinin tazmin etmesi gerekir.

 

Hadd-ı Zina

 

© Zina etmiş olan bir kimse İmâm-i Müslimîn'in huzuru­na çıkarılarak, o kimsenin zina fiilini işlediğini hür ve müslüman olan 4 şahid tafsilâtlı bir şekilde açıklayıp şahidlik ederlerse, bundan sonra bu dört şahidin durumu incelenir, adaletli ve şa-hidİikleri makbul kimseler oldukları anlaşılırsa, aleyhine şahid­lik edilen zânî ve zâniye, muhsan değilseler erkek ve kadının her birine 100 er celde vurulur.

Değnek vurulurken, erkek ayakta olmalıdır ve üzerinde bir izâr bulunmalıdır. Değnek yüzünden ve tenasül uzvundan başka bütün azalarına taksim edilir. Bazı faklhler, başın da değnekten müstesna tutulması lazım geleceğini beyan etmişlerse de fakih-îerin çoğu, «başa vurulur» demişlerdir. Bizim reyimiz de başa vurulabileceğidir.

Zira, bu rey H z. Ali £R.AJ den mervidir. İ b n î E b î    Leylâ    müteselsilen rivayet eder ve şöyle der:

—  Had tatbik edilmek üzere,    H z.   Ali    [R.A.J nin    hu­zuruna bir adam getirilince : «değnekle had tatbik olunacak kim­senin her uzvunun, bu darbeden hissedar edilmesini, yalnız yüzü île tenasül uzvuna vurmaktan kaçınılmasını» emir buyurdular.

Zanİye olan kadının celdine gelince : Yerde oturduğu halde, avret mahalii açılmamak için üzerindeki elbisesine sarılması lâ­zım gelir.

Gerek kadına've gerek erkeğe, celde tatbik edildiği sırada, ne şiddetle, ne de hafif surette, yani ikisinin ortasında vurul­malıdır.    İmâm    E ş " a ş ,    pederinden rivayet ederek der ki:

—  «Ebû    Berze    (R.A.Îyİ    bir kadına had tatbik et­mekte iken gördüm. Huzurunda bir kaç zat olduğu halde buyur­muşlar ki : İki şekil celd arasında, yani ne ağır ve nede hafif surette vurunuz ve görünmemesi  için  üzerine çarşaf örtünüz. Kendisine vuracağınız değnek ne kalın ne de ince olup, ikisinin arası olsun. Bu şekilde bir başka haberi de, bize    M u h a m-med    b.   Aclan,   Yezîd    b.    Eşlem    (R.A.) den ri-vâyet eder der ki:

—  Fahr-i    Âlem    (S.A.V.) in    huzuruna, had İcabetti-r.;n bir fiilde bulunmuş olan bîr erkek getirildiği zaman, haddin tatbiki için kendisine yeni olan bir kırbaç getirilmiş ise de :

«Bundan hafifinin getirilmesini» emir buyurdular. Bunun üze­rine pek eski ve hafif bir kırbaç getirdiler. O :

—  «Bu da pek hafif, bundan biraz daha    kuvvetli olsun.» buyurmalarından dolayı, orta halde bir kırbaç getirildiği zaman

—  «İşte istediğim budur.» buyurdular.[18]

Âsim bize Ebû Osman'in şöyle dediğini nakletti :

—  H z.    Ömer   (R.A.),   zaman-ı hilâfetlerinde, had tat­bik edilmek üzere, huzurlarına bir adam getirilince, «bîr kırbaç getirilmesini» emir buyurdular. Yumuşak bir kırbaç getirilince, «bundan daha kuvvetli olsun.» diye o kırbacı geri gönderdi. Orta halde bir kırbaç getirilince, «onunla vurulmasını, vururken kol­tuğunun altı görülmemesini, yani elini çok kaldırmamasını, orta halde vurmasını ve bu vuruştan her uzvun hakkını verip,   yani had vurulan kimsenin azasına taksim edilerek vurulmasını» emir buyurmuştur.

Zinaya şahidlik eden kimseler, muhsan olan bir erkeğin ve­ya muhsana olan bir kadının aleyhine, zina fuhuşunu izah ederek şahidlik ederlerse, imam-ı müslimîn'in recmedilmelerini emre­der.

M u g î r e bize İmâm Ş a ' b î' den şöyle riva­yet etti :

—  Yahudiler,   Fahr-i    Âlem    (S.A.V.)    Efendi­mizden:

—  Recmin haddi nedir? diye sordukları zaman, O :

—  Milin   sürmedardığa girdiği gibi gördüklerine dört kişi şahidlik ederse, recm vacip olur.» buyurdular.

& Recim vacip olunca, recmin tatbiki işine ilk önce şahid-İer başlar. İkinci olarak, imâm-ı müslimîn, ondan sonra da, dtğer insanların recmetmelerl lazım gelir.

Recm esnasında, erkek için çukur kazmak gerekmez. Kadın için, göbeğine kadar kendisini örtecek derecede bir çukur kazi-hr.

H z. Ali [R.A.) dan mervîdir ki : Recmolunan bir kadın için göbeğine kadar bir çukur kızdırılmıştır. İmâm Âmir Ş a ' b î de    bu şekilde gördüğünü beyan etmiştir.

Gâmid'li bir kadın, Peygamber (SAV.) Efen­dimizin huzuruna gelerek, zina ettiğini ikrar etmiştir. Bu ikrardan sonra, Peygamber (SAV fendimiz, kendisini örtecek kadar 'bir çukur kazılmasmı\emir buyurdular. O şekilde bir çukur kazıldı. Kadın çukura indirildikten sonra, in­sanlara recmetmelerini emir buyurdular. Recimden sonra emre­derek, cenaze namazını kıldırıp, dehnolunmuştur.

©  Bir kimse, İmâm-i Müslimîn'in huzuruna gelerek zina fiilinde bulunduğunu ikrar ve itiraf etmiş olsa kendisini defalar­ca reddetmeyince, ikrar ve itirafla ilgili sözü kabul edilmemek lazımdır. Her defa reddoiunduktan sonra tekrar galipte dört defa ikrar ederse, bu durumda kendisinde delilik, akıl ve şuurunda bir bozukluk olup olmadığı araştırılır. Bu bakımdan sağlam oldu­ğu anlaşılırsa, o kimseye had tatbik edilmesi vacip olur. Ancak muhsan ise .recmedilir. Bu şekilde ikrar sebebi ile vacip olan recimde evvelâ recme İmâm-ı Müslimîn başlar, sonra insanlar recmeder. Gayr-i muhsan yani bekar ise, kendisine 100 celde vurulması emredilir.

Mâiz b. Mâlik, Peygamber (SAV.) Efen-dimiz ' in huzuruna gelerek ,zîna fiilinde bulunduğunu itiraf et­ti. 'Bunun üzerine, Peygamber (S.A.V.) E f e n d I-m İ z i n yukarıda anlattığımız şekilde, itirafı dört defa reddet­tiği sabittir.[19] Nitekim, Ebû Hureyre (R.A.) den mer-fu'an rivayet edilir ki :

Mâiz b. Mâlik, Fahr-i Âlem (SAV.) Efendimizin    huzuruna gelip :

— «Yâ Rasûlallah, gerçekten ben zina ettim.» diyerek zina fiilini işlediğini itiraf edince, Peygamber (S.A.V.)    Efendimiz   ondan    mübarek yüzünü çevirdi.

Mâiz b. Mâlik, dört defa huzuruna geiip, zina fiilini itiraf etti. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz,    recmedilmesini emir buyurdu.

Recm esnasında, atılan taş kendisine İsabet edince, recme-dildiği yerden kaçtı. Giderken elinde deve kemiği bulunan biri­ne rastladı. O kimse, kemikle vurarak M â İ z ' i yere düşür­dü.

Mâiz b. M â I i k '.in kaçtığı Hz. Peygamber (S.A.V.) e haber verilince :

—  Niçin  kendisini bırakmadınız?    İhtimâl tevbe eder de Allah    kendisini affederdi.» buyurmuştur. Hatta,   R a s û I - ü Ekrem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Mâiz'in    kendisine gelip, zina fiilini (İtiraf etmesi üzerine, orada bulunanlara,

—  Bunun aklında ve şuurunda bîr bozukluk biliyor musunuz? diye sordu. Kendisi akıl ve şuurunun yerinde olduğunu söyledi­ği gibi, orada bulunanların da :

—  M u â z ' m    akıllılarımızdan olduğunu biliriz, dedikleri de sabittir.

Sahâbe-i güzin (R.A.E.) ıhsan'da ihtilâf ettiler. Bazıları, «müs-lüman olan bîr kimse, hür ve müslüman olan bir kadınla evlenip duhul etmedikçe muhsan olamaz, ehl-i kitaptan veya diğerlerin­den olan zımmî bir kadınla evlenen kimse muhsan sayılmaz» de­mişlerdir.

Bazıları ise : «Ehî-i kitaptan bir kadınla evlenen müslüman muhsan olur. Ehl-i kitaptan biri diğeri ile evlenmişse bunlar da muhsandır. Zımmîlerin hepsi için durum böyledir, yani birbirle­rini muhsan kılarlar.» demişlerdir.

Sahâbe'nin bazısı ise şöyle buyurmuştur: «Hür olan bir müslümanı, cariyesi ihsan edemiyeceğinden, o müslüman, zina fiilinde bulunursa, celd edilmesi lazım gelir. Keza, ehl-î kitaptan bir kadınla evli olsa, yine muhsan sayılmaz.» demişlerdir.

Bazı sahabîler de : «Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenen müs­lüman erkek muhsan olur.» buyurmuşlardır.

Bazıları İse : Bu müslüman erkek, ehl-i kitap olan hanımı­nı tahşın eylerse de, bu kadın, müslüman erkeği tahsın eyleye­mez» buyurdular.

İşittiğimiz kavillerin —A I I a h u Âlem— en güzeli budur. Yani, hür olan bir müsîüman erkek, ancak hür olan müs-lüman bir kadınla muhsan olabîMr. Ehl-i kitaptan bir kadınla evli bulunan müsîüman, o kadını tahsın eder, fakat bu kadın, o müs-lüman erkeği tahsın edemez.

Muğire, İbrahim Nehaî ve Şa'bî'den rivayet eder ki :

—  Hür olan bir kimse yahudi veya hırîstiyan bir kadınla evlendikten  sonra,  zina yaparsa ne lazım geür? diye sorulan bir suale :

—  «Değnek vurulur. Recmedilmez.» cevabını vermişlerdir.

A b d u I I a h ' in bize N a f î' den rivayet ettiğine gö­re :

—  H z.   Abdullah    b.   Ömer   (R.A.) de müşrik olan bir kadının, muhsana olmaması reyinde idi.

9 I m â m -1 Âzam Ebû Hanîfe Hazret­leri, hocası 'Ham ma d vasıtasiyle İbrahim Ne­haî' den rivayet edip, der ki: Bir erkek, yahudi veya hıristi­yan bir kadın veyahut cariye ile muhsan oimaz.

0 Muhsan bir kadının, hamile olduğu halde, zina ettiğine şahadet vaki olursa, veyahut bu fiili kendisi dört defa ikrar et­miş bulunursa, doğurmadıkça recmedümemesi iktiza eder. Zira, F a h r- i Âlem (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in bu şekilde yaptıkları sabittir.

Imrân b. Husayn (R.A.) dan müteselsiien riva­yet olunduğuna göre : Cüheyne Kabilesinden bir kadın, Fahr-i Kâinat {S.A.V.) Efendim d zin huzuruna gelip, had îcab ettiren bir fiilde bulunduğunu —usulünce— itiraf etti. Ve kendisine had ikame edilmesini istedi. Ancak hamile olduğunun haber verilmesi üzerine, doğuracağı zamana kadar kendisine iyi muamele edilmesini emir buyurdu. Bir müddet geçip, o kadın doğurduktan sonra, tekrar Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin huzuruna geldi, daha önce kendisinden vakî olan şekilde ikrarı tekrar etti. Bunun üzerine, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bu kadının elbisesini üzerine bürü-terek, recmettirmiş ve cenaze namazını kılmıştır. Bu durum kar­şısında bazı sahabîler (bir rivayette    H z.    Ömer   [R.AJ :)

—  Yâ    Resûlailah,    zina etmiş olmasına rağmsn, yine  onun  cenaze  namazını  mı  kılıyorsunuz?     deyince,    R e-s Û I - ü    Ekrem    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  Bu kadın öyle bir tevbe etmiştir ki, tevbesi ehl-i Medi­ne'den yetmiş zat arasında  taksim olunsa, hepsine yeter d© artar bile. Kendi canını   A! Ish   T e â i â   için feda edenden: daha efdal bir kimse bulunur mu? buyurmuşlardır.[20]

Dört âmâ kimse, diğer bir kimsenin zina yaptığına şahitlik etseler, kendisine zina isnad edilen kimseye had lüzum gelmez. İmâm-i Müslimîn bu şahidlere had tatbik eder.

Keza, şahidiik eden dört kimse köle veyahud bir kaziften dolayı had tatbik edilmiş veyahut zımmî olursa, şahidlikieri kabul olunmaz.

Velhasıl, zinada, hür, müsîüman, adil ve şahîdllği makbul 4 kimsenin şehadetinden başkasının kabulü caiz değildir. Şehadet eyleyen 4 şahidin fasık olması halinde veya tezkiye edilmiş kim. selerden olmamaları durumunda şahitlikleri kabul olunmaz. Sa­yıları 4 olduğu İçin kendilerine had lazım gelmiyeceği gibi, aley­hine şahidiik ettikleri kimseye de had lazım gsimez.

E ş'a s rivayet eder, der ki : 4 kişi, zinadan dolayı bir kişi aleyhine şahidiik eder, fakat bu şahidlerin hepsi veya birisi adiJ' olmayan kimselerden olursa, ne şekilde muamele yapmak lazım gelir?, diye İmâm Ş a'b î'den sorulan suaîe ce­vaben :

—  «Hiç birini celdeylemem.» buyurmuşlardır.

H ac câc'ın bize haber verdiğine göre, İmâm Z u h r î   şöyle demiştir:

—  « F a h r-»i    Kâinat   (SAV.)    Efendimizle, kendisinden sonraki iki halifenin sunnet-i seniyyeleri, hadlerde kadınların şahidliğinin kabul edilmemesinden takarrür eylemiş­tir.

 

Hadd-i Şurb

 

0 Az veya çok şarap içen bir kimse, hakimin huzuruna ge­tirilince, ona had tatbik edilmesi lazım gelir. Zira, şarabın azı da çoğu da haram olduğundan, onda had vacibdir.

H z.   Alî    (R.A.)dan şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur.

—  «Şarabın azında ve çoğunda 80 değnek vardır.» İmâm    A t â 'dan    rivayet olunur ki :

—  «Şarabın dışındaki içkilerde, sarhoşluk    durumuna var­madıkça, içilmesinde had yoktur.» buyurmuşlardır.

H z.   Ali   {R.A.)    buyurdular ki :

—  «Fahr-i    Âlem    (S.A.V.),    şarap içene 40, H z. E b û    Bekir   (R.A.)    da yine 40 değnek vurdurmuşlarsa da, Hz.   Ömer    (R.A.)    bunu 80 celdeye ikmal etmiştir.»[21]

Fukaha'dan olan arkadaşlarımızın icma'Ian şu veçhiledir: Şarap içen kimseye, içtiği şarap az veya çok olsun 80 değnek vurulur. Şaraptan başka, diğer sarhoşluk verici içkilerden, aklı gidinceye ve bir şeyi bilemeyinceye kadar içen kimseye de keza 80 değnek vurulur. Hatta, H z. Ömer (R.A.)'ın nebîz İçip, sarhoş olan bir kimseye 80 değnek vurduğu mervîdir.

©    Yine rivayet oiunur ki :

Bir yolculukta, H z. Ömer (R.A.) e refakat eden bir adam, oruçlu İdi. İftar vakti gelince, asılı bir tulumdaki nebîz'e elini uzatıp, sekr haline gelinceye kadar ondan içti, Bunun üze­rine 'Halîfe Hz. Ömer (R.A.), ona had icra eyledi. O şahıs ta :

—  Senin tulumundan içtiğim için mi beni celdeyledin? diye sorunca,    H z.    Ömer   (R.A.):

—  «Seni sarhoş olduğun için celdeyiedim. İçtiğin için celdeylemedim.» buyurmuştur.

Yine rivayet olunur ki, H z. Ömer (R.A.] : «Sarhoş kimseye aklı başına gelip, ifakat bulmadıkça had tatbik edilmez.» buyurmuşlardır. H z. Ali (R.A.) nin, N e c c â ş î' ye bu şekilde muamele ettikleri sabittir. İmâm Muğire, İb­rahim    Nehaî' den    rivayet ederek der ki :

—- «'Bir insan sarhoş olunca, ayıltncaya kadar celt edilme­yip, terk edilir.»

Bir kimse ramazanda şarap içtiği için veyahut şaraptan baş­ka sarhoşluk veren bir şeyi içerek sarhoş olduğu halde, hakimin huzuruna getirilirse, kendisine hadd-i şurb icrasından sonra, bfc raz daha değnek vurularak ta'zîr oiunur.

H z. Ömer ve Hz. Ali (R.A.) nin bu şekilde icra buyurdukları sabittir. Hatta, H z. Ömer (R.A.) in huzuruna, ramazan da şarap içmiş olan bir kimse getirilince şarap haddi olarak 80 değnek vurduktan sonra, ta'zîr için kendisine 20 değ­nek daha vurmuşlardır.

Keza, 'H z. A i i (R.A.) nin huzuruna da ramazanda şa­rap içmiş bîr kişi getirilince, Hz. Ömer (R.A.) in icra bu­yurdukları gibi cezalandırdıkları sabittir.

 

Hadd-i Kazif

 

Hür bir müslümanı, zina suçu ile itham eden (kazf eden) bir adam, hakim huzuruna çıkarılıp, bu şekilde iftira ettiğine iki şahidin şehadet ederse, bu şahidler de tezkiye edilmiş bulunsa veya iftira atan durumu ikrar etse, kendisine had vurulur.

Keza, bir kimsenin müsîüman olan babasını veya anasını, bir başka kimse, kazfeylese (onlara zina suçu isnad etse) bu if­tiracıya da had vurulur.

Bu kazif, bu kafzinden dolayı darb edilmeden önce bir baş­ka kimseye de zina iftirası atmış olsa, bu kazf için bir had İcra olunur.

Kazif olan kimse, köle ise, ona -bu meselede- kölenin had­di olan 40 değnek vurulur. Bu köle, birini kazf edip, kendisine had vurulmadan önce azad edilir ve sonra hakim huzuruna geti­rilmiş olursa yine 40 değnekten ziyade vurulamaz. Zira, kazf fii­linde bulunduğu günde, üzerine vacip olan had budur.

Bu köle, azad edildikten sonra ve darp edilmeden Önce, bir başkasını da kazf eylese, birinci ve ikinci yani iki kazf için 80 değnek vurulur. Keza 80 değnek vurulduğu sırada, diğer bir kim­seyi kazfeylese yine 80 değnek ikmal edilir. Hatta 80 değnek­ten bir değnek kalmış olsa bile o bir değnek tamamlanır. Diğer kazf için ayrıca 80 değnek vurulmaz. Dördüncü bir kimseyi kazf edip, önceki 80 değnekten yine bir değnek kalmış olsa, dördün­cü için ayrıca 80 değnek vurulmayıp, önceki 80 değnek tamam­lanır. Başka vurulmaz.

80 değnek tamamlandıktan sonra, bir başkasını kazf eylese, önceki darbın acısı hafifleyinceye kadar hapsolunduktan sonra, onun için yeniden 80 değnek vurulur.

H z.   AM    (R.A.) dan    şöyle rivayet edilmiştir:

—  «Bir köle, hür bir kimseyi, kazfederse 40 değnek vuru­lur.» Bu kavlin   İmâm    Hasan    ile   Saîd    b.    el-Mü-seyy eb'in    reyleri olduğunu    K a t â d e    rivayet ediyor.

Keza,   Abdullah    b.   Abbas   (R.A.);

—  «Bir köle, hür bir kimseyi kazfeylerse, 40 değnek vur­mak lazım gelir.» buyurmuştur.

© Kazif olan bir kimsenin şehadetinin kabul olunmama­sında bütün -fakih- arkadaşlarımız tarafından İcma' hasıl olmuş-tur. Tevbe etmiş olsalar bile, tevbeleri, kendileri ile Cenâb-ı Hak   arasında bir muameledir.

©«Yahudi veya hiristîyanı kazfeden kimseye ne lazım ge­lir?» diye    İmâm    Nehaî-den    sorulunca:

— «Ona had yoktur.» cevabını vermiştir.

0 Zina eden kimsenin izar içinde olarak darbedilmesi la­zım geleceği gibi, kâzifin de üzerinde elbisesi olduğu halde dar­bedilmesi lazım geiir. Üzerinde kürk bulunursa, çıkarılır.

Kazif olan kimsenin, elbisesinin üzerinde olduğu halde dar-bedilmesinin lazım geleceği İbrahim Neha î'den de mervîdir.

İmâm    Ş a ' b î' den   şöyle rivayet olunmuştur :

—  «Kazif, elbisesi üzerinde iken darbolunursa da, üzerinde kürk veya kalın pamuklu hırka gibi şeyler   bulunursa değneğin* acısını hissetmesi İçin üzerinden çıkarılır.

Imârn-ı Âzam EbÛ Hanîfe Hazretleri, hocası H a m m a d vasıtasiyle İbrahim Nehaî' den rivayet ederek :

— «Zina fiilinde bulunan kimseye had tatbik edilirken, üze­rinde bulunan elbisenin çıkarılması lazım geleceğini «beyan ede­rek», «...bunlara A I I a h i n dinini tatbik hususunda, acıya­cağınız tutmasın...»[22] mealindeki ayet-İ kerimeyi okumuştur.

Keza, şarap içen kimseye de, üzerinde bir izar olduğu halde darp olunur.

9 Zaninin darbının, şarap içenin darbından daha şiddetli olması lazım geleceği gibi, şarap içene de kazifden daha şiddet­li vurmak lazımdır. Hele Ta'zîr hepsinden daha şiddetli olarak vurulur,

 

Hadd-i Ta’zir

 

® Fakih olan arkadaşlarımız, ta'zir'de ihtilaf ettiler. Bazı fakihler, «ta'riz'deki darb hadlerin en azı olan 40 değneğe baliğ edilemez.» demişlerdir. Bazıları ise, «ta'rizde darb yetmiş beş değneğe -kadar çıkarak, hür olan kimsenin haddinden aşağı olma­sının caiz olduğu» reyinde İdî.

Mal sahibini gafil bularak, kemen sür'atie malını çarpıp ka­çan (çarpıcı kapkaççı) kimse ile, yankesicinin elinin kesilmesi lazım gelmiyeceğinden ve keza zor kullanarak mal alan kimse­nin eli kesilmeyip bunların hepsine ta'zir lazım gelir.

Bazı fakihlerimiz, bir kimsenin cebinde veya kuşağındaki bir kese içinde 10 dirhem veya daha ziyade akçeyi diğer bir kimse yankesicilikle alırsa, mezkûr kese, cebinin veya kuşağının iç tarafında bağlanmış ise, el altındaki mal hükmünde olduğundan eli kesilir.

Bu kese, kendisinden çalınan adamın cebinin veya kuşağı­nın dışında bağlanmış olursa kesmek lazım gelmez, dediler.

Bir kimse, bir evi veya mağazayı delerek veya normal yolla girerek malı çıkaracağı sırada yani henüz çıkarmadan yakalanmış olsa, elinin kesilmesi  lazım gelmezse de tevbe edinceye kadar hakkında şiddetli ceza icra olunur.

H z. Ali (R.A.)nin huzuruna ,ev delmekte iken tutulan bir adam getirilince, onun elini kesmemiştir.

Âsim    bize    İmâm    Ş a ' b î' nin   :

—  «Hırsız olan kimse çaldığı malı yerinden çıkarmış olma­dıkça el kesmenin lazım 'gelmediğini rivayet etmiştir:

0 M e s ' u d î bize K â s ı m ' m, şöyle dediğini nak­letti :

—  Beytü'l-mâl'den hırsızlık yapan kimse hakkında icra olu­nacak muamele hakkında izine dair   Sa'd    b.    Ebî   V a k-k â s    (R.A.)    tarafından    Hz,   Ömer    (R.A.) e gönderilen mektuba cevaben    H z.   Ömer    (R.A.)   tarafından:

—  «O kimse hakkında elinin kesilmesi lazım gelmeyeceği­ni,» kendisine bildirmiştir.

S a î d bize K a t â d e ' den Saîd b. Mûsey-y e b ' in   şöyle dediğini nakletti:

—  «Bir kişi, ganimet malından olan bir cariye ile cima' et­miş olsa, hakkında ne şekilde muamele olunur.» diye   Saîd b.    M ü s e y y i b ' den    sorulduğu zaman :

—  «Bu adamın, o cariyede hissesi olduğu için ona had la­zım gelmez» cevabını vermiştir.

9 Ebû M uâviye'nln bize A'm eş'den, onun İbrani m'den, onun H i ş a m ' dan naklettiğine göre Amr   b.   Şurahbil    şöyle demiştir:

—  M a ' k i i    e I-M üzen!    isimli kimse,    H z.   Ab­dullah    (R.A.) in huzuruna gelip :

—  Mâlik olduğum köle, malımdan bir miktar şey çaldı. Eli­nin kesilmesini istiyorum. Ne dersiniz? diye sorunca, O :

—  Çalan da, çalman da hepsi senin malın olduğundan köle­nin elinin kesilmesi lazım gelmez buyurmuştur.

Yine bu kabilden olarak, sahibinden mal çalan bir köle, H z. Ömer (R.A.) in huzuruna getirilince elini kesmediği rivayet edilmiştir.

H z,    Ali    (R.A.) nin    şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «— Kölem malımı çalsa, elini kesmem.»

Haccâc'ın bize Hakem b. Uteybe' den naklettiğine göre: İbrahim Nehaî ile İmâm Ş a b î   şöyle buyurmuşlardır:

—  «Bizim  dirilerimizden çalanın eli  kesildiği  gibi Ölüleri­mizden çalanın da eli kesilir.»

Tabiînden A t â 'dan, defnedilmiş bulunan ölülerin kabir­lerini açarak kefen veya diğer eşyayı alan kimsenin (nebbaş) eli kesilip (kesilmeyeceği sorulduğu zaman.

—  «Kesilir» diye cevap vermiştir.

® İbn-i Cüreyc bize Ebu'z-Zü be.yr'den C â b i r   (R.A.) in    şöyle dediğini rivayet etti :

—  Muhtelis,[23] mütesellib[24] ve hâinin[25] eli 'kesilmez.

s ' a ş    bize   Z ü b e yr' den   C â b i r ' in    şöyle dediğini nakletti:

—  Rasûluilah    (S.A.V.)    Efendimiz    buyurdu­lar ki:

—  Ganimetlerde vaki olan hırsızlıklarda,   el kesmek lazım gelmez.

Nitekim,    Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

—  «Ganimetlerden hırsızlık yapmış bir kimseyi bulduğunuz zaman .metâını ateşe atıp yakınız.»

Hz.    Ebû    Bekir   ve    Hz,   Ömer    (R.A.) in:

—  «Ganimet mallarından hainlik eden kimse hakkında şid­detli  ceza icra edilir ve ganimetlerden    hıyanetle alıp yanın­da bulunan mallar alınır.» buyurdukları rivayet olunur.

© Şarap ile domuzun ve bütün çalgı aletlerinin çalınması halinde çalanın elinin kesilmesi lazım gelmez, Nebîz (şarap), kuş, ev hayvanları ve vahşî hayvanların çalınmalarında el kesme ol­madığı gibi, hurma çekirdeği, kırmızı çamur, bir nevî toprak olan kireç, hamam otu ve su çalınması halinde de el kesme yoktur.

İmâm-ı   Azam    Ebû    Hanîfe   buyurdu ki :

— Ekmeksiz yenilen yemekte ve taze meyvede, odun, ah­şapta, taşta, kireç, hamam otu, taş nev'inden olan zermuhta ça­nak, tencere, çömlek ve testi yapılan toprakta, yerden çıkarılan sürme mâdeninde, züccaciye denilen şişe yapımında kullanılan madende, her nevî çamurda, taze ve tuzlanmış balıkta, bakliyat­ta, îher nevi çiçeklerde, çekirdekte ve samanda, sirkatinde el kes­mek iazım gelmez.

• Bir kimse olmamış ekin, hindistan eriği denilen meyve­yi, kuru ilaçları, bîr miktar arpa ve buğdayı, un ve diğer hububa­tı, kuru meyveleri, mücevherat ve inciyi, yağı, öd ağacını, miski, anberi ve bunlara benziyen özel kokulardan herhangi bir şeyi çalarsa ve çaldığı bu malların kıymeti 10 dirhem veya daha faz­la olursa, elinin kesilmesi lazım gelir.

Bu hususa dair, İşitmiş olduğumuz kavillerin -A I I ahu â'iem - en güzeli budur.

Hurma ağacının başından hurmayı çalan kimsenin eli ke­silmesi lazım gelmezse de, ağacından kesilip mağaza ve oda­larda muhafaza altına alındıktan sonra, bundan 10 dirhem veya daha ziyade kıymette bir miktarda çahmrsa hırsızın elinin kesil­mesi lazım gelir.

Meralardan hayvan çalanın eli kesilmez. Bu hayvanı muha­faza edildiği ahır, ağıl vs. gibi yerlerden çalarsa eli kesilir.

Putlar, gerek tahta, gerek altın veya gümüşten yapılmış ol­sun, çalınmaları halinde çalanın eli kesilmez.

Bu babdaki işittiklerimizi en güzeli budur.

® Yahya b. Saîd bana Muhammed b. Yahya b. Hayyan'dan R â b i' b. Hudayc'ın şöyle dediğini rivayet etti:

Fahr-I Âlem (S.A.V.) Efendimiz: «Hurma­larda ve diğer meyvelerde el kesilmez.» buyurmuşlardır.

•    E ş ' a ş    bize    H a s a n ' dan    şöyle rivayet etti:

—  Yemek çalan bir adam,    Peygamber   (S.A.V.) Efendimizin    huzuruna getirildiği zaman elini kesme-miştir.

m Haccac b. Ertât bize Amr b. Şuayb1-den, o babasından, o da dedesinin şöyle dediğini nakletti:

—  Hayvanların hangisi olursa olsun ağıl ve ahır gibi muha­faza edildikleri yerlere girmedikçe hiçbirisinin çalınmasında el kesilmesi lazım gelmiyeceği gibi, her nevi meyve de kesilip -toplanıp, saklanacağı, el altında bulundurulacağı yere konmadık­ça keza, hiç birisinde el kesme yoktur.

Bu mealdeki sözler, Abdullah b. Ömer (RA.) den de rivayet edilmiştir.

0 İmâm Ebû Hanîfe, Hocası H a m m a d ' -m İbrahim N e h a î' den rivayetle, H z. Ali (R.A.Î nin :

—«Kuş nev'inden hiç bir şeyin çalınmış olmasından el ke­silmez.» buyurduklarını bana ifade eylemişdir.

•     İbni      Ebî     Leylâ    da:    Her nevi kuşun çalın­masında hırsızın elinin kesilmesine ve    K a ' b e'den    bir şey çalan kimsenin keza elinin kesilmesine rey vermezdi. Benim re­yim de budur.

® Sağ eli çolak olan kimse, hırsızlık yapsa, çolak olan eli kesilir. Sol eli çolak olan kimse ise, sağ eli kesildiği zaman kendisine el kalmıyacağı için mezkur sağ elini kesmem. Keza hırsızın sağ ayağı çolak olsa, bir tarafında hem ayağı hem de eli kalmayacağından yine sağ eli kesilmez. Sağ ayağı sağlam olup da sol ayağı topal ise, bir tarafının hem ayağı ve hem de eli sakat olmaması için sağ eli kesilir.

Bu kesme işleminden sonra, aynı adam yine bir daha hır­sızlık ederse, çolak olan sol ayağı kesilir.

Üçüncü defa, yine hırsızlık fiilinde bulunursa artık bir yeri kesilmeyip, tevbe edinceye kadar hakkında şiddetli ceza tatbik edilir ve Müslümanlardan zararının uzaklaştırılması için hapsedîlir.   E b û    Bekir    (R.A.),    Ömer    (R.A.) ve    A b d u I -i a h    (R.A.)    Hazretlerinden bu veçhile rivayet olunmuştur.

® H a c c â c b. E r t â t' in bize A m r b. M ü r -r e 'den naklettiğine göre, Abdullah b. Seleme, H z.   Ali    (R.A.) nin    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  «Hırsızın eli kesilir. Eğer bir daha hırsızlık yaparsa, aya­ğı kesilir. Üçüncü defa yine hırsızlık yaparsa, hapse atılır.»

$ H a c c â c bize S î m â k ' in kendisine anlatan­lardan şöyle naklettiğini söyledi:

—  H z.    Ömer   (R.A.),    hırsızın ne şekilde cezalandırı­lacağına dair meclisinde bulunan zevatla istişare eylediği zaman, birinci hırsızlıkta elinin kesilmesi, ikinci defa hırsızlık yapmasın­da ayağının kesiimesi, üçüncüsünde ise hapsedilmesi hakkında taraflarından icma' hasıl olmuştur.

© H a c c âc ' in bize Amr b. Dîn âr' dan nak­lettiğine göre, N e c d e İsimli bir kimse, Abdullah b. A b b a s (R.A.) a mektup yazıp, ta'zir keyfiyetini sormak­la, cevabında :

— «Ta'zir, Imâm-ı Miİslimîn olan zatın reyine havale edil­miş bulunduğundan, vaki olan cürmün derecesine göre ve müc­rimin tahammül edebileceği kadar, 80 değnekten az olmak üze­re, değnek vurarak ta'zir olunur.» diye bildirmişlerdir.

Arkadaşlarımız tarafından şu şekilde icma' vaki oldu : Köle ve cariyelerden birisi fiil-i fücurda bulunursa, her birisine, 50 değnek vurulur, bu şekilde    H z.    Ömer   (R.A.) dan ve    H z A b d u I   la h    (R.A.) dan   rivayet edilmiştir. Nitekim,    İ b n i E b î   R e b î a   der ki:

—  H z.   Ömer  (R.A.)   zina fiilinde bulunan cariyelerin dö­vülmesi için, Kureyşten bazı zatlar ile bizi davet eyledi. O cari­yelere 50 şer değnek vurduk.

Yine rivayet olunur ki :

M a'kal    isimli kimse,   Abdullah   (R.A.) in huzu-1 runa gelip :

—  «Cariyem zina eyledi.» deyince,   Hz.   Abdullah:

- «Kendisine 50 değnek vurun.» diye emir buyurmuştur. •    E ş' a s    İsimli zatın,    İmâmZührî   ve    İmâm Hasan    ile    İmâm    Şa'bî' den    rivayet eylediğine göre: «Zina faalinde müstekreh olan hatuna had yoktur.» buyurulmuş-tur. Bu hususta işittiğimiz kavillerin en güzeli budur.

© Bir kimse, hırsızlık yapmış olmasından dolayı hakimin huzuruna çıkarılarak, çalmış olduğuna şahid ikame edilir ve ça­lınmış olan malın kıymeti 10 dirheme baliğ olur veya çalınan mal 10 dirhem nakit bulunursa, bu hırsızın eli mafsalından ke­silir.

Bundan sonra bir daha, yine 10 dirhem nakit veya o kıymet­te meta' çalarsa, sol ayağı kesilirse de, ayağının nereden kesi­leceğinde ashab-î giizîn (R.A.E.) arasında ihtilaf vakî olmuştur. Bazıları : «Mafsaldan kesilir.» demişlerse de, bazıları ise : «Aya­ğın önü kesilir.» demişlerdir. Ashabın bu ihtilafları sizin için genişlik demek olduğundan, hangi kavli seçerseniz onunla amel edilmesini emredebilirsiniz.

Lâkin elin mafsaldan kesilmesinde ihtilâf edilmemiştir: An­cak, kesilince, akan kanın durdurulması yani tedavî edilmesi şarttır.

P'e y g a m b e r (S.A.V.), bir kimsenin elini mafsalından kestirmiştir diye rivayet edilmiştir.

H z. Ali (R.A.) in, bir hırsızın ayağının ön tarafını kes­tirdiği müteselsilen rivayet edilmiştir. Ayağın Ön tarafından mak­sat, insan ayağının tabanında bulunan kemer yani çukurluktan ön tarafta olan kısımdır.

8    Abdullah    b.   Abbas    {R.A.) in:

— «Emirlerimiz, bu a'rabînin yani N e c d e ' nin kestiği gibi kesmekten aciz midirler? İşte bu Necde, ayağın önü­nü şaşırmadan kesip, bakisini bırakmıştır.» buyurdukları mervî-dir.

• H z. Ö m e r (R.A.) in hırsızlık fiilinde eli masfaldan ve ayağı yarısından kestiğini, ravî Amr b. Dîn ar aya­ğının yarısına İşaret ederek beyan etmiştir.

0 H z. Ali (R.A.) hırsızların ellerini kestirirdi ve kan kaybını önlemek için dağlatarak, tedavi ettirirdi.

@  El  kesmenin ne kadar şeyin çalınması  i!e vacip olaca­ğı  konusunda  Fukahâmız  ihtilaf  etmişlerdir.  Bazılar.:   «Kıymeti 10 dirhem veya daha çok bîr miktara baliğ olmayan malın ça Iınması halinde el kesilmesi lazım gelmez.» demişlerdir.

Bazıları ise : «Kıymeti 5 dirhem veya daha ziyadeye baliğ olan malın çalınmasında ei kesme vacipdir.» demişlerdir.

Ehl-i Hicaz'ın bazısı, «kıymeti üç dirheme baliğ olan malın çalınmasında el kesme vardır.» demişlerdir.

Sahâbe-i güzîn (R.A.E.) hazretlerinden varid olan âsâr ve hadis-i şeriflere dayanarak bu babda en güzel gördüğümüz kavi -A İ I a h u    Âlem- 10 dirhem ve daha ziyade oian kavildir.

•    Hişam    b.Urve   (R.A.)    buyurur ki:

—  Zaman-i saadette, kıymeti  kalkan  değerinde  olan     bîr malı çalanın eli kesilirdi. Değersiz oian şeylerde el kesilmezdi.

©    Abdullah    b.   Abbas    (R.A.)   buyururdu ki:

—  «Kalkan fiyatından  daha düşük bir değerde mal çalan kimsenin eli kesilemez. Kalkanın kıymeti ise 10 dirhemdir.»

6    Abdullah    b.    M e s ' u d   (R.A.) da:

—  «Hırsızlık yapan kimse 1 dinar veya 10 dirhemden aşa­ğı değerde bir şey çaiarsa eli kesilmez.» buyurmuştur. Bu meal­de   F.ahr-1    Kâinat    (S.A.V.)    Efendimizden    bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir.

$    Hz.   Abdullah    b.   Ömer   (R.A.) den    şu şekilde bir sual sorulmuştur:

—  İki kimse arasında müşterek oian bir cariye ile onların birisi cima etmiş olsa, hakkında ne şekilde muamele edilir? O, şu cevabı vermiştir:

—  Cima eyleyen kimseye had yoktur.

9 H z. Ali (R.A.) halifeliği zamanında, zevcesinin cariyesiyie cima eden bir kimseden haddi kaldırmıştır.

Bir kimse, bir cariyesiyie veyahud hanımının cariyesiyie- ci­ma etmiş olsa ve bana helâl zannettiğim için cima ettim demiş olsa, üzerinden had kaldırılır. Zikrettiğim kimselerden başka bir kadınla haram cima eylese yani zina yapsa, üzerine had lazım­dır.

İmâm    Ş a 'b î    der ki :

—  Bir kimse   Abdülmelîk'in    huzuruna gelip,

—  «Zevcemin cariyesi İle cima eyledim» demesi üzerine :

—  «Al lahtan    kork ve bir daha bu fiilde bulunma.» demiştir.

E ş ' a ş    rivayet eder, der ki:

—  Bir kimse anasının cariyesi ile cima ederse hakkında ne veçhile muamele olunur? diye    İmâm    Hasan 'dan    so­rulunca :

— «Had yoktur» buyurmuşlardır.

Dede ile ninenin cariyeleri, anne ile babanın cariyeleri gibi-

0 Bir kimse, bir kadına, zina fiili İle tecavüz edip, o kadın teessüründen vefat etmiş olsa, zina eden adam üzerine diyet lazımdır.

Bir adam, bir kadınla zina ettikten sonra, evlenmiş olsa yine üzerine had lazımdır.

Keza, bir kimse, bir cariyeye zina ettikten sonra onu satın almış olsa, had icra eylerim.

Bir cariyeye zina eyledikten sonra, onu katletmiş olan kim­senin üzerinden haddi düşürerek, o cariyenin kıymetinin kendi­sine tazmin ettirilmesini müstahsen görürüm.

İmâm -1 Müslimîn olan zat veyahud hâkim bir kimsenin hır­sızlık yaptığını veya şarap içtiğini, veyahud da zina yaptığını gör­müş olsa, yalnız görmesi had icrasına kâfi değildir. Bu fiile bey-yine kaim olmadıkça had icra etmemek gerekir. Bu babda, bize ulaşan   haberlerden dolayı  bu şekilde İstihsan olunmuştur.

Amma, H z. Abbas (R.A.] yalnız imâm veyahud hâkim olan zatın görmesiyle had ikame edilmesi reyinde bulun­muş ve o kavli teyid eden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ö m'e r    (R.A.) den de bize bazı âsâr vârid olmuştur.

Bir kimse İmam-ı Müslimîn veyahut hakimin huzurunda in­sanların haklarından birini ikrar ederse, beyyine ikâmesine ha­cet kalmaksızın, hemen ikrarı veçhile o kimse1 ilzam olunur.

$ Mescidlerde ve düşman toprağında hadlerin ikame edil­memeleri gerekir.

A 1 k a m e    şöyle rivayet ediyor:

—  Rum toprağına gaza eyledik.   W u z e y f e    (RA) da bizimle beraberdi. Emîrimiz olan Kureyşli bir zat şarap içti. Hak­kında had ikame edilmesini istediğimiz zaman,    H z.   H u z e y-f e    (R.AJ, haddi ikamemize rıza göstermeyip buyurdular ki:

—  «Düşmanınıza yakın bir yerde bulunduğunuz halde Emî-riniz bulunan zat ha'kkında had ikame ederseniz düşmanı aley­hinize iştihaiandırmış ve teşvik etmiş olursunuz.»

Rivayet edilir ki : H z. Ömer (R.A.) İslâm ordusu ve seriyyelerlnin komutanlarına, düşman toprağından çıkmadıkça, hiç bir kimseye had icra etmemelerini emir buyurmuş ve kendi­sine had tatbik edilen kimsenin, küffâra iltihakını düşündürebi-iecek şeytanî duygularının tahrik edilmesini çirkin görmüştür.

9 E ş ' a s bize Fudayl b. Amr el-Fuka-y m î' den    M- a"k a f' in    şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  Bir kişi,    H z.   Ali    (R.A.) nin     huzuruna gelip, kula­ğına gizlice bir şey söyledi. Bunun üzerine,    H z.   Alî   ken­disini mescidden çıkarttı. Ondan sonra. Ona had ikame edilme­sini emretti :

®    Tabiînden   Mücâhld   buyurur ki :

—  Bizden öncekiler, mescidlerde hadlerin ikame edilmesi­ni kerîh görürlerdi.

@ Zimmî bir kimse, müslüman bir kadına kerhen zina et­miş olsa, Fukâhamızın kavlince, Müslüman hakkında icrası la­zım gelen muamele bu zımmî hakkında da icra olunur. Bu babda bana rivayet olunmuş bulunan bazı hadis-i şerifleri serd ve be­yan ederim : Şöyle ki:

© Ziyad b. Osman'm zamanında hıristiyanlar-ctan birinin, müslüman bir kadına zorla tecavüz etmesi üzerine 2 i y â d ,  zaninin kavmi olan hmstiyanlara hitaben :

—  «Biz, sizinle bu gibi muameleler üzerine sulh yapmadık» dedi ve zaniyi idam etti,

®    M ü c â 1 i d    bize    e ş - Ş a ' b î   vasıtası İle    S ü -veyd    b.    Gafle' den    şöyle rivayet etti :

—  «Bizden öncekiler, mescidlerde had tatbik    edilmesini, kerîh görmüşler ve kerhen bir müslüman kadına zinada bulunan zımmîye, müslüman gibi had tatbik edilmesi lüzumunu bize ifa­de ve ta'lim eylemişlerdir.»

Süveyd    b.   Alkame    der ki :

—  Şam tarafında, zımmilerden birisi, binekte olan bir ka­dına rastgelerek, düşürmek için ona vurdu, düşmeyinve itip yere yuvarladı. Üzerinden elbisesi açıldı ve ona tecavüz etti. Bu du­rum,    H z.    Ömer   (R.A.) e   arzedildi. Bu zani huzuruna ge­tirilence, asılmasını emretti ve :    «Sizinle bu muamele üzerine muahede eyiememiştik.» dedi.

 

Mürtedlerin Ve Zındıkların Ahkâmı

 

© İslâm Dininden irtidat eden kimse hakkında, şer'an ne gibi muamele yapılacağında fukâha arasında ihtilaf vakî olmuş­tur. Bazıları, istitâbe yani teybe etmesinin teklif edilmesi reyin-dedir. Bazıları ise, bu görüşü benimsemediler.

Keza, kalben Islama İnanmayıpta, zahirde kendisini Müslü­man gösteren zındık -ki Mülhid tabir olunur- ile, yahudi, hıris-tiyan ve mecusî dininden bir kimse İslâm Dinini kabul edip, müs-lüman olduktan sonra, mürted olarak evvelki dinine dönenler hakkında da ihtilaf eden fâhiklerden her biri âsâr rivayet ederek onlardan delil ve hüccet getirdiler. Şöyieki :

Tevbe -talep edilmemesi reyinde bulunanlar, F a h r-i Âlem    (SAV.)    Efendimizin:

—  «Kâm dsnini değiştirirse, onu öldürünüz»  hadisi  ile  ih-ticâc etmişlerdir.

Tevbe teklifi ve talep edilmesi reyinde olanlar ise :

—  «Lâilâhe illallah deyinceye kadar, insanlarla harbetmek-le emrolundum. Bunu dedikleri takdirde   kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak, mallarında ve kendi şahisların-dakl haklar müstesna.    Onların    hesabı   A M a h a   aittir.» hadîsi ile İstidlal ederler.

® Evvelki hadis-i şerifle ihticac edenier, ikinci hadis-i şerifle ihticac edenlere cevaben H z. Ömer, H z. Os­man, H z. Ali, Ebû Musa e I-Eş'arî ve sair sahabe ve fukâha (R.A.E.), bu hadis-i şerifi tefsir ederek derler­di ki :

—  Eğer,    Fahr-i   Kâinat   (SAV.)    Efendimiz «Kim dinini değiştirirse, onu öldürünüz» diye emir buyurmuşlar-sa da, bunun hükmü, dinini tebdil ile bu değişiklik üzerine devam eden kimseler  hakkındadır. Yoksa, dinini değiştirdiği anda öl­dürün demek değildir. Binâenaleyh tevbe teklif ve talep olunup-ta, yine İslâm dinine dönen mürted .İrtidadı üzerinde kalmadı-* ğından, mezkûr hadis-İ şerifin buna şümulü yoktur. Hatta görülmez mi ki, kelirns-î şehâdeti getiren kimsenin kanını ve malını haram kılmışlardır. Müred olup da, sonra yine tevbe ederek İslâm Dinine dönen kimse ise, kclima-i şehâdeti getirmiştir. Kelime-i şehâdeti getiren kimsenin katlinden F a h r- i Âlem (SAV.) Efendimiz nehyettiği halde, nasıl ■katledilebi-lir? Nitekim, diğer bir hadis-i şerîfde, kelime-l şehâdeti getiren bir kimsenin katlinden dolayı H z. Üsâme (R.A.)ye ıtab edip :

—  Yâ   Üsâme!    O malctül kelime-i şehadetf getirdik­ten sonra mı kendisini katleyledîn?   buyurmaları üzerine,    H z. Üsâme    de, özür beyan ederek ;

—  O maktul, silâhı görünce korkusundan kelime-i şehâdeti getirdi, demesi    üzerine,   H z.    Peygamber   (SAV,) Efendimiz   bu özrü kabul etmeyerek :

—  Kalbini açıp, içine vakıf mı oldun? buyurmuşlardır. Kal­binde ne  olup olmadığını   bilemiyeceğinden, kelime-i şehadetâ getirmesi, onun silahdan korkusundan olmasını tevehhüm ede­rek onu katletmek kendisine mubah olmadığını beyan buyurmuş­tur. Tahmin ve şüphe ils adam öldürülmez. Hüküm zahire göre­dir.

•    A'meş    bize   Ebû   Zibyân' dan    Hz.    Ü s â -m e    (RA)  nin şöyle dediğini rivayet etmiştir.

—  F a h r-i    Âlem    (S.A.V.)   Efendimiz,    bizi bir seriyye ile gönderdi. Sabaha karşı Cüheyne kabilesinin mes­kenlerine yakın bir yere vardığımızda bir adam göründü. Hemen kendisine yetiştim. Adam, Lâilâhe illallah dediği  halde, adamı katlettim. Sonra bana şüphe arız oldu. Döndüğüm zaman, keyfi­yeti bütün tafsilâtı ile    Peygamber    (S.A.V.)    Efen­dimize   arzettim. Bunun üzerine :

—  Lâilâhe İllallah demişken  mi kendisini  katlettin? buyu-runca,

—  Ya    RasÜ.Iallah,    onun keiime-î şehâdet getir­mesi, silah korkusundandır. dediğimde,

—  Silahtan korkusundan mıdır, yoksa değii midir?   Bunları bilmek için, kelime-i şehâdeti söylediği zaman kisbini açaydın.» buyurdular. 8u sözü, ben keşke İsîâm dini ile yeni müşerref ol­muş olsaydım diye temenni edinceye kadar tekrar buyurdular.

• A' m e ş ' in tize E b û S ü f y â n ' dan naklet­tiğine göre, C â b i r (R.A.), Peygamber (S.A.V.) Efendimizin    şöyle buyurduklarını rivayet etmişlerdir.

— «Lâilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla harbetmekle emrolundum. Bu kelimeyi söyledikleri takdirde kanlarının ve mallarının haksız alınmasından beni men eylerler. Hesaplan Cenâb-ı    Hakka   aiddir.»

A ' m e ş ' "m   bize   E b û   Salih1 den   naklettiğine

E b û Hureyre (R.A.) de Peygamber (S.A.V.) Efendimizden bunu n gibi bir hadis-i şerif rivayet et­miştir.

S ü f y â n b. U y e y n <e.' nln. bana M u h a m m e d b.   Abdurrah 'man ' dan   babasının şöyle dediğini nakletti:

—  Tüster isimli yerin fetholunduğu 'haberi    H z.   Ömer (R.A.) e     ulaşınca, bu haberi getiren kimselere :

—  Anlatacağınız başka bir mes'ele var mıdır? diye sorduk­larında :

—  Evet, Müslümanlardan bir adam, müşriklere iltihak eyle­di. Kendisini yakalamıştık, deyince    H z.    Ömer   (R.A.).

—  Ona ne yaptınız? diye sordu.

—  Kendisini öldürdük, dediler.

—  Niçin kendisini bir odaya koyup,   kapısını kapayarak ve her gün kendisine bir ekmek verip, üç gün zarfında tevbe etme­sini teklif etmediniz? Bunu yaptıktan sonra tebve etmediği tak­dirde, o zaman kendisini katletmeİiydîniz»    diyerek kendilerini tekdir etti Ve:

—  «Yâ    Rab!    Ben görmedim, emretmedim, işittiğim zaman da razı olmadım.» diye    H z.   Ömer    (R.A.)    bu fiil­lerinden teberri eylemiştir.

0 İ b n - i C ü r e ye bize Süleyman b. M û s # vasıtası ile H z. Osman (RA) in şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:

—  Mürted olan kimselere, tevbe etmeleri üç kere teklif ve talep olunur. Tevbe ettiği takdirde, ne âia! Eğer, irîidadında ıs­rar ederse katledilir.

H z. M u â z b. C e 4> e I (R.A.), bir gün E b û M u s â ' I - E ş <a r î (R.A.) nin huzuruna girince, yanında bir ysnudi gördü.

—  Bu kimdir? diye sordu.

—  Bu bir yahudî idi. İslâm dîni ile müşerref olduktan son­ra İrtidad etti. İki aydan beri tevbe etmesini teklif etmekte isek de, tevbe etmiyor» demesi üzerine    H z.    M u â z    (R.A.) :

—  «Cenâb-ı    Hak   ve    Resulü    Z î ş â n i n hükümleri veçhile boynunu kesmedikçe oturmam» buyurmuştur.

İbrahim Nehaî' den de şöyle dediği rivayet olu­nur :

—  «îrtidad eden kimseye evvelemirde tevbe etmesi teklif ve talep olunur. Tevbe ettiği takdirde bırakılır. Tevbe etmeyip di­renmesi halinde ise katledilir.»

© Mürted olan kimseye, işin başlangıcında tevbe teklif olunması reyinde olan fâkihier, zikri geçen hadis-i şeriflerle ih-ticac eylerler. Bu babda varid olan, meşhur hadîs-i şeriflere ve yetiştiğimiz fukahânın ictihadlanna göre, duymuş olduğumuz ka­villerin en güzeli -A I I a h ü â'lem. mürted olanlara evvele­mirde tevbe eylemeleri teklif olunup, tevbe ettikleri akdirde, bı­rakılmaları, tevbe teklifine karşı koyup irtidadta İsrar etmeleri halinde de katledilmeleridir.

Kadınlardan birisi, İslâm Dinini kabul ettikten sonra, irtidad ettiği takdirde, erkeğin durumuna kıyas edilmez.

İrtidad eden kadın hakkında, Hz. Abdullah b, A <b b a s (R.A.) m kavlini alır ve tercih ederiz. Zira İmâm Âzam E b û Hanîfe, Abdullah b. A b b a s (R.A.) tan bilvasıta rivayet eder ki :

—  «Kadınlar irtidad eyledikleri zaman öldürülmezler, hapse­dilirler İslâm dinine dönmeye davet edilirler ve bu konuda ic­bar edilirler.»

0 Bir erkek veya bir kadının irtidad ederek, dâr-ı harbe iltihak ettiği, İmâm-ı Müslimîin'e arzedilince, geride bıraktıkları mallar varisleri arasında taksim edilir. Eğer, müdehber köle veya ' cariyeleri[26] varsa azad edilir. İrtidad eden erkeğin, ümmü ve-led cariyesi varsa o da azad edilir. Mürtedlerln, Dâr-ı harbe il­tihak etmeleri, ölüm hükmündedir.

Hatta, dar-ı Ulamda bırakıp gittiği kölelerini,   dâr-ı harbde olduğu halde, azad etmiş olsa caiz olmadığı gibi,   birisine mal vasiyyet veya hibe etmiş olsa yine caiz değildir.

Dar-î harbe İltihak etmeden önce, kölesini azad etmiş ve­yahut malını vasiyyet etmiş veya hibe etmiş bulunrsa bu caiz­dir.

Zira, dar-ı harbe iltihak edince malı elinden çıkmış olur ve veresesine miras kalır. Nikahlı olan karısı ile boşanmış kabul edilir. Mürted olduğu günden itibaren, üç kere hayız müddetince ıddet geçirmesi karısına emredilir. Karısı hamile ise, doğurunca-ya kadar ıddet çeker, sonra dilerse - başkası ile - evlenir. Bu mürtedin malı, Müslüman olan veresesine taksim edilir. Mezkur karısı, onun mürted olduğu günden itibaren üç hayız gördükten sonra, İmâm-ı Müslimîn malının taksimini emrederse, artık ev­lenmesi mubah olduğu için, mürtedin malından, bu karısına mi­ras yoktur. Görülmez mi ki, başka ıbir kocaya varıpta, orda ve­fat etmiş olsa, ikisinden kendisine miras verilir miydi? Binâena­leyh, hastalık halinde talâk-i selâse ile boşanmış olan kadın hük­münde veyahut sıhhatli iken baine olarak bir talâk ile boşan­mış kadın hükmünde olduğu için, iddet beklerken, mürted olan kocası ölürse, kendisine varis olur. Iddetin bitmesinden sonra öldüğü takdirde kendisine miras verilmez.

Mürted olan kimsenin, beraberinde buiunup dar-i harbe sok­tuğu malını, müslümanlar ganimet olarak aldıkları zaman, ehl-i harbden alınan diğer ganimet mallan hükmündedir.

® A' m e ş bize E b û A m r vasıtası ile H z, A I i    (R.A.), den şöyle rivayet etmiştir.

İrtidad eden, M ü s t e v 1 i d el-I c I î isimli kimse H z. Ali (R.A.) nin huzuruna getirilince, İslâm Dinine dönme­sini kendisine teklif etti. O da imtina etti. Bunun üzerine ken­disi katledildi. Mallarını da müslüman olan varislerine taksim etti.

Mürted olan kimse, daha sonra tevbe ederek İslâm Dinîni kabul edince, aynen mevcud olan malları kendisine verilir. Ve­resesinin istihlâk ettiği (tükettiği) mallardan dolayı kendilerine tazminat terettüp etmez.

Tevbe edip dönen mürtedin, irtidat ettiği zaman müdebber köie ve cariyesi ile ümmü veled cariyesi bulunur da, mürted ol­duktan sonra, İmâm-ı Müslimîn kendilerini azad eder­se, azad edilmeleri sahilidir. Kendisi bu azad etme işinden dönemez. Ancak, İmâm-ı Müslimîn tarafından azad edilmemîş-lerse, irtidaddan önce her ne halde İseler yine o hal üzerine ba­kidirler.

Müslüman bir kadın irtidad ederek darü'l-harbe iltihak eder­se, malının vereseler arasında taksim edilmesini İmâm-i Müs-lîmîn emreder, kocası olsa da, artık ona miras yoktur. Çünkü, karısı irtidad ettiği anda, kendisine haram olmuştur. Zira, ara­larında zevciyet (evlilik) kalmamıştır. Ancak, bu kadın, ölüm has. talığında irtidad ederek, öyle ölürse veya hasta haliyle darü'l-harbe iltihak ederse ve İmâm-ı Müslimîn onun ölümüne hükme? derse, bü durumda, bu kadının kocasına miras verilmesini is-tihsan ederim. Sıhhatli iken vaki olan İrtidadla, maraz-ı mevtin­de vaki olan irtidad arasında ahkamca bir fark görmem. İmâm E b û H a n î f e de, bu reyde idi. Fakat fıkıh kaidelerine kı-yasen muamele böyle olmak lazım gelmez. Bu kadın gerek sıh­hatli iken, gerek hastalıkta irtidad etmiş olsa, her iki suretde de kıyasın müktezası, zevcine miras verilmemektir.

Hasta olarak irtidad eden Müslüman bir erkek bu hastalık­tan ölünceye kadar, tevbe etmezse, vefatından evvel zevcesi üç kere hayız görmüş bulunursa, kendisine miras yoktur. Üç kere hayız görmeksizin kocası ölürse boşanmış menzilesinde itibar edilerek kendisine miras verilir. Bu kocanın bu mes'elede bu hastalıktan ölmesi, sıhhatli iken irtidad edipte, darü'l-harbe il­tihak ettikten sonra, İmâm-ı Müslimîn'in ölümüne hükmettiği ve dar-î Islâmda bırakmış olduğu malların taksim edilmesini emret­tiği ikisinin durumu gibidir.

• Bir kimse, Fahr-i Kâinat (SAV.) Efen­dimize küfreder, veya Onu yalanlar ve ayiblar veya Onun yüce kadrini noksanlaştırmak için sözler telaffuz ederse, C e-nâb-ı Ha'kka küfretmiş (onu inkâr etmiş) olacağından ni­kâhlı karısı kendisinden talak-i baine İle boş düşer. Tevbe etme­diği takdirde öldürülür. Kadın için de hüküm böyledir. Ancak İmâ m-i Âzam Ebû Hanîfe: «Kadın katledilmez. İslâm Dinini kabule icbar edilir.» buyurmuştur.

© Abdurrahman b. Sabit b. Sevban bize babasının şöyle dediğini rivayet etti:

—  Ömer   b.   Abdülaziz   tarafından âmil idim. Bir yshudi, müslüman olduktan sonra, yine irtidad edip ilk dini olan yahudiliğe girmişti. Hakkında ne şekilde muamele yapılma­sı lazım geleceğine dair yazdığım mektuba cevaben :

—  Kendisini İslâm Dinine davet et. Kabul ederse serbest bırak. İmtina' ettiği taktirde, bir ağaç getirterek üzerine yatır­dıktan sonra, tekrar kendisini İslâm Dinine davet et. Yine imtina' ederse, mezkur ağaca bağlayarak, süngüyü göksüne dayadıktan sonra, yine kendisini İslâm Dinine davet et. İslama dönerse ser­best bırak. İrtidadında ısrar ederse kendisini öldür.» diye   H a-I î f e   Ömer   b.   Abdülaziz   bana emir yazdı. Bende emri veçhile muamele ettim. Taki süngüyü göksüne dayayınca İslâm Dînine girmeyi kabul etti. Bende tahliye ettim.»

 

Hırsızların Ellerinde Bulunan Mallar

 

6 Beyan ve izahını emir buyurduğunuz, İslâm Memleket­lerine tarafınızdan tayin edilen valilerdin, hırsızların ellerinde bul­dukları mal, meta' ve silah hakkında ne şekilde muamele edile­ceğine gelince :

Hırsızın erinde bu gibi eşyaya rastlandığı zaman kendilerin­den almip, emanet altına almak ve saklamak üzere, emin ve gü­venilir bir kimseye teslim edilmesini emir buyurunuz.

Bir kimse gelip te, bu eşyanın kendisine ait olduğunu iddia ederse, kendisinden adil ve sahicilikleri makbul şahidler getirmesi istenir. Şahit getirirse, daha sonra diğer bir hak sahibi zuhur etmesi halinde, bu malı veya kıymetini tazmin etmek üze­re, şahidler huzurunda ve bu şartı da şahidlere bildirerek ken­disine verilir.

Bu malın bir sahibi çıkmazsa, satılarak, kıymetinin tamamı ve hırsızlarda yakalanan malın tıepsi beytü'l-mâle konur. Zira, bu gibi malları islâm memleketlerinde bulunan valileriniz ala­rak, 'istihlâk etmektedirler. Halbuki, bu gibi malları size arz ve takdim etmekten başka, o valilerce her hangi bir muamele ya­pılması caiz değildir.

Her memleket ve şehirde bulunan valilerinize ve memurla­rınıza, bu gibi mallardan huzuruna bir şey getirildiği zaman, hıf­zına memur edilen zevata teslim edilmesini ve size beyan ve arz ettiğim harekette bulunmalarını ve bir kimse gelip te, malla­rın kendisine ait olduğunu iddia ederse, kendisine sorulduğu za­man beyyinesinin olmadığını da beyan ederse, o adam emin, doğru sözlü ve adil kimselerdense ve kendi malı olmayan mal­ları istemekle itham edilecek kimselerden değilse kendisinin ol­duğunu iddia ettiği hırsızlık mallarının 'kendisine ait olduğuna yemin ettirilerek kendisine vermelerini, daha sonra bu mallara başka bir hak sahibi gelipde, kendisinin malı olduğunu isbat ederse, dalı alan ilk iddia sahibine, malın kıymetinin tazmin et­tirilmesini emir buyurunuz :

Bu da istihsan kabilindendir. Çünki, caizdir ki, malın sahibi bunu isbata muktedir olamıyabilir. Bununla beraber kendisi had­dizatında, dürüst ve inanılır bir kimse olduğundan, kendisinin ol­mayan mala sahip çıkmasına ihtimal verilmez.

Hırsızlar, çaldıkları mallarla yakalanırlar ve bu esnada mal sahipleri de mallarla beraber bulunursa ve hâkim huzuruna böyle­ce çıkarılırsa, bu durumda iş apaçık belli olduğundan, hemen orada, bu mallar sahibine verilir.

Vali olan zât, çalınmış malı, sahibinden kaçırıp kendisi al­mak için sahibini gönderip, malını terk edinceye kadar kendisi­ni taciz etmesi caiz değildir.

Keza, adamı boğarak, bir ilaç veya uyuşturucu ile müdaha­le edemez hale getirerek, malı çalan kimseler, çaldıkları malla ele geçirildikleri zaman yukarıda zikri geçen hırsızlarla yakala­nan maldaki gibi hareket edilir. Yani mal sahibi,   ortaya çıkıp, beyyine İkame eder, şahldlerln adil kimseler olduğu anlaşılırsa, mal sahibine verilir. Mal sahibi çıkmadığı takdirde, satılarak, de­ğeri toplanır ve beytü'l-mâle konur.

Adam boğdukları ma'lum olanların veya bunu ikrar eden­lerin veya kendilerinde adam boğmak için alet ve edevat bulu­nup, yanlarında eşya da olanların ikrar etmeleri halinde öldürül­melerini emir edersiniz.

Keza, sahibini uyuşturarak, mal çalan hırsız yakalanıp ikrar ederse veya yakalandığı zaman yanında insanların eşyası bulu­nursa öldürülmesi emredilir. Velhasıl, bu gibi uygunsuzlukta bu­lunanların -şüphesiz- halleri ve durumları aşikâr olduğundan, cezaları emrinize havale edilmiştir.

İslâm memleketlerinde ve şehirlerde varisi ve talibi olma­yan hayvan ve mallarla suçlular ve diğerlerinin nezdinde bulu­nan şunun bunun mallarının hakimlerin ellerinde bırakılması ha­linde, onları yeme ihtimali olan kimselere vermeleri mümkün­dür. Bunun içindir ki, bu kabilden olan malların tarafınıza takdim edilmesi gerekir. Çünkü, bu ve buna benzer, hırsızlardan bulun­muş olup, talibi ve müddeisi olmayan mallar Müslümanların bey-îü'I-mâline aittir. Bunun için bu gibi malların aranmasından geri durmamak ve ortaya çıkan bu 'gibi şeyleri peyderpey tarafınıza arz eylemek üzere şehir ve kasabalarda bulunan vali ve memur­larınıza posta veyahud diğer vasıtalarla emir-name göndermeniz gerekir.

 

Kaçak Ve Sahipsiz Kölelerin Durumu

 

0 Her memlekette kaçak ve firarî olarak bulunurken ya­kalanıp valilerine teslim edilen, sahipsiz ve talibi çıkmayan bi­nâenaleyh memleket ve şehirlerde, asker içinde çoğalmış bulu­nan köle ve cariyeler hakkındaki sualinize gelince :

Bir islâm şehri olan Bağdad'da, asker içinde bulunan firari köle ve cariyeleri araştırıp tesbit etmek üzere dinine bağlı ve istikamet sahibi bir zatı seçip tayin buyurunuz. Memleket ve beldelerde bulunan vali ve memurlarınıza bu konuda emir-name-ler gönderin ki araştırarak, bu şekilde ki köle ve cariyeler bulu­nup meydana çıkarılsın. O zaman, onların ismi, efendisinin ismi, kendisinin nereli olduğu, efendisinin nerede meskun bulunduğu ve hangi kabileden olduğu kendisinden bir bir sorulsun ve def­tere kaydedilsin. Eşkal ve cinsi ile, efendisinden kaçtığı (sene ve ay) tarihle yakalandığı tarihi o kölenin ifadesine dayanarak, harfiyyen tesbit edilip, deftere yazıldıktan sonra, hadsedilsin. Hapis tarihinden 'itibaren altı ay geçipte, talibi çıkmadığı takdir­de, bu memuriyete tayin ettiğiniz zat kendisini hapishaneden çı­kararak, tellal vasıtasiyle müzayedeye çıkartarak satsın. Tahsil edilen bedeileri bir kese içine koyarak üzerine «... firarinin sa­tılmasından elde edilen para.» ibaresini yazarak, beytü'l-mâle gönderip takdim etsin. Henüz hapiste iken, satılmadan köle ve cariyelerden birisinin sahibi gelirse, memur, mezkur köle veya cariyenin ismini ve hangi ayda firar ettiğini tutulan defterle kar­şılaştırarak bir bir kendisinden sorarak, bildirdiği isim, belde, eşkal-ı mahsuse ve cins defterde yazılı olan, isim, belde, eşkal ve cinse uyarsa, mezkur köle veya cariyeyi hapisten çıkararak kendisine gösterir. «Bu adamı tanıyor musun?» diye kendisin­den sorunca, «Efendisi olduğunu 'ikrar ederse» kendisine teslim etsin.

Mezkur köle veya cariye satıldıktan sonra, sahibi gelirse, kendi İsmi ile babasının ismini, kabilesini, beldesini ve kölenin ismi ile eşkâ!-i mahsusasını mezkur defter İle karşılaştırarak bir bir kendisinden sorsun. Verdiği cevaplar, defterde yazılan köle­nin, önce verdiği bilgiye uygun geldiği takdirde, satıştan almış olduğu bedeli sahibine ödesin.

Köle ve cariye belli bir bedelle satılınca, bu defterde, köle­nin ismi ile efendisinin isminin karşısına bu bedel kaydedilmeli­dir.

Müddet uzayıpta, talip çıkmaması halinde bu bedel beytü'l-mâle konsun. Bu bedeli İmâm-ı Müsiîmîn dilediği şekilde, müs-lümanlar için faydalı gördüğü yere sarf eder. Bilhassa daha ön­ce takdir ve tertip edildiği şekilde, hapishanede mevkuf olan şahısların nafakasına sarf edileceği gibi firarî olan köle ve cari­yelerin, satılıncaya kadar nafakaları için harcanır. Bu nafakalar daha önce bildirdiğim özel memur vasıtası ile sarf edilir. Bu babda rey sizindir.

• Basra Valisi ile Posta Müdürünün, size arz ve iş'ar et­tikleri gibi Basra Kadısının elinde, yıllık külliyetli mahsulat ve gelir sağlayan, çok miktarda arazi ve bu arazi üzerindeki pek çok hurma ve diğer ağaçlarla bağ ve bahçeler var. Bunları ken­disinin tayin ettiği vekillerine teslim ediyor ve herbirine 1000,— 2000.— -veya daha ziyade veya noksan - maaş veriyor. Bu ağaç­larla ziraat arazilerinde hak iddia eden hiç bir kimse de yok. Mezkur kadı ile vekilleri, bu gelirleri yemektedirler. Binaenaleyh bu hususta ne yapılması lazım geleceği hakkındaki sualinize gelince :

Bu ve buna benzer şeylerin iyice tetkik ettirilip, icabını yap­mak, size vâcibtir.. Şöyleki : Üzerinde hak iddia eden hiç bir kim­se olmayıp, bu kadı ve vekilleri tarafından istiğlâ! ile geliri alı­nıyor ve kabzediiiyorsa ve müddet uzadığı halde, o mallarda hak iddia eden hiç bir kimse çıkmamışsa; bu kadı'mn, elinde kalan, bunun gibi gelir getiren mallar hakkında reyinizi alıp, ona göre hareket etmesi lazsm gelirdi. Buna rağmen, bunca müddettenbe-ri keyfiyeti size arzetmeyen -kötü davramşh- kadı, bu malı ve bu durumda olan diğer maiları kendisine ve maiyyetinde bulu­nanlara yedirmekle günahkârdır. Bu kadı ile vekilleri eliyle alı­nan ve kabzediien varidat meydana çıkarılıncaya kadar, muhase­besinin yapılması ve ortaya çıkacak malların tahsil 'edilmesi lâzım­dır. Bu mailar için bir varis veya onda hak iddia eden hiç bir kim­senin bulunmadığı anlaşıldıktan sonra, beytü'l-mâle ulaştırma­larım valilerinize emir buyurmanız lazımdır.

Bu kadi'nın, bu 'ihtilası ve İmâm-ı Müslimîne keyfiyeti arzet-mediği tahkikat sonunda açığa çıktığı takdirde, mezkur -kötü niyetli ve davramşh- kadı, nefsine, İmâm-ı Müslsmîn'e ve müs-lümanlara hıyanet etmiş olduğundan, bundan böyle, müslüman-ların işlerinden herhangi birisinde çalıştırılmamak gerekir.

Bu gibi araziler, gelirlerini yiyen ve başkalarına da yediren kadıların .elinden alınır. Âdil, emîn ve sika olan bir zat, bu ara­zinin hususatma bakmak üzere seçilir ve tayin edilir. Bu zat, arazinin bütün işlerine bakar. Hak iddia eden birisi çıkıncaya ka­dar varidatının beytü'l-mâl-î müslîmîn'e ulaştırılması emredilir. Bu iş için, tarafından güvenilir memurlar seçmesi de kendisine emredilir. Çünkü, müslümaniardan varis bırakmadan ölen kim­selerin malı, beytü'l-mâle a'iddir. Meğer ki, hak iddia eden birisi çıkıp, bu malın sahibi iken, onu terk eden veya vefat eden kfm-selerin varisi olduğunu iddia eder ve bu 'iddiasını delil ve bey-yine ile isbat ederse, bu durum tahkik sonucu kesinlik kazanın­ca, mal kendisine verilir.

 

Haber Toplayan Ve Emire'l-Mü'mi Memurlar Hakkımda

 

# Bu babda rey sizindir. Bu gibi şeylerden her ne ki zu­hur ederse, tarafınıza yazarak beyan etmelerini, taşrada bulunan posta memurlarına emrediniz. Her türlü vukuat ve havadisi ket-medip, size bildirmedikleri takdirde kendilerini cezalandıracağı­nızı bildirin. Zira, işittiğime göre, edineceği malumatı size bildir­mek üzere, her tarafa, tayin buyurduğunuz, posta memurları, va-Hierle, o bölgelerde bulunan kumandanların uygunsuzluklarını size bildirmediklerini duyuyoruz. Halktan bir kısmını diğerlerine tercih edip, onları kayırdıklarını ve kayırdıklarının kötülüklerini size bildirmediklerini de duyuyoruz. Bazı kere de âmiller ile be­raber olup reayaya cevr ve zulüm yaptıklarını ve bilinmesi sizce elzem olan, reayanın işlerini gizlediklerini veya vaktinde bildir­mediklerini ağız birliği yaparak insanlara kötü muamelede bu­lunduklarını, beldelerdeki âmiller, kendilerim tasvip etmedikle­ri zaman, yapmadıkları işleri onlara isnad ederek ve bazı kerede -hilaf-ı hakikat olmak üzere- kötü hallerini size arz ve İnha et­mekte olduklarını da duyuyoruz.

Bu gibi hususları araştırıp, teftiş ederek, gafil olmamanız, arayıp sorarak, her memlekette ve her şehirde adil ve mevsuk oian zatları bu işlerle görevlendirmeniz, posta işleri ile askerî işleri bu şahıslara havale etmeniz lazımdır. Âdil ve mevsuk ol­mayanların verdikleri haberlerin kabulü nasıl tecvîz edilebilir?

Bunların maaşları beytü'I-mâlden verilir. Ellerinin altında bu. lunan reâya'nm emir ve hususatından katiyyen hiç bir şey giz­lememelerini ve geciktirmemelerini, meydana gelen hadiseleri size ve valilerinize bildirmelerini, reaya ve valilerin hallerini ta­rafınıza olduğu gibi -bu hususa hiçbir ilave yapmadan ve nok-sanlaştırmadan- arzetmeierini kendilerine emir buyurunuz. Bu emir ve tenbihinize uymayanları tenkil ediniz, (görevden uzak­laştırınız, herkese ibret olacak bir ceza ile cezalandırınız.)

Posta memurları ile nahiyelerde olan askerlerin kumandan­larının âdil ve mevsuk olan zatlardan olmalarına dikkat ediniz Çünkü, posta işlerine 'bakan kumseler, kadı, vali ve diğer me muriar üzerinde müfettiş ve muhbir demek olduğundan, adalet le mevsuf olmadıkları takdirde, verecekleri haberin kabulü caiz ve mucibince amel edilmesi meşruluk sıfatını haiz değildir.

® Posta hayvanları bütün müslümaniarın malı olduğu için, posta memurlarına, müslümaniann İşleri için binmelerini emret­tiğiniz kimselerden başka hiç bir kimseyi posta hayvanlarına bindirmemelerini emrediniz.

Ömer b. A b d ü 1 <a z i z , «posta hayvanlarının şevk­leri için kullanılan değneklerin ucuna demir konulmasından ve ağızlarına ağırca gem vurulmasından nehteymişlerdir.»

Yine rivayet olunur ki: Ömer b. Abdüiaziz'in posta memuru olarak çalıştırdığı bir kişi, bir gün İzni olmadan, kendisinin azatlısı olan bir köle, posta hayvanına binmiş olarak, başka memleketten gelince, kendisini çağırıp, ücret takdiri ile bu ücret beytü'I-mâle konulmadıkça buradan bir yere savuşup gitme» diye emretmiştir.

 

Kadıların Ve Âmillerin Maaşları

 

Kadılarla âmillerin maaşları beytü'I-mâl'in hangi faslından verilir? diye sual buyurdunuz.

Kadılara ve amillere verilecek maaşlar, harâc arazilerinden, beytü'l-mâle alınmış olan, mallardan verilir. Zira, kadılar ve âmil­ler, bütün müslümaniarın işleriyle meşgul olduklarından, maaş­ları da beytü'l-mâl-i müslimîn'den verilmesi iktiza eder. Her memleketin vali ve kadısına o memleketin tahammülüne göre maaş verilir.

Müslümanların işlerinde çalıştırdığınız, her memurun maaşı beytü'l mâl'den verilir. Kadılara ve valilere zekat mallarından maaş verilmez. Yalnız zekat toplamakta istihdam edilen memur­ların maaşları zekat mallarından verilir. Zira, C e n â b-ı Hak, Kur'an-ı Azimü'ş-şânmda «velâmiline aleyhâ» buyur­muştur.

Kadı, âmil ve valilerin maaşlarının artırılmasına veya nok-sanlaştırılmasına gelince : Bu gibi tasarruflar tamamen sizin emrinize bağlıdır. Bunun için durumu icabiyle onlardan birinin maaşının artırılmasını uygun görürseniz, zam ve tezyid eylersi­niz. Azaltılmasını münasip gördüklerinizi de tenkis edebilirsiniz. Maaşları azaltmak veya çoğaltmak sizin için caizdir.

Elinizin altındakilerin ve berâyâ'nm işlerinin düzeltilmesi hakkında hayırlı ve faydalı gördüğünüzü hemen ve tehir etmeden yaparsanız ve bu hususta derhal gerekli harcamalarda bulunur­sanız, Cenâb-ı Vâcib i'1-Vücûd tarafından, size pek çok sevap ve fazilet ihsan buyuracağını umarım.

Şeriatın hakimleri olan kadılara, halîfelerin ve Benî Hâşim'-İn miraslarından ve terekelerinden, maaşlarının verilmesi ile akâratlarının müsteğalâtlarının ve şâir emvallerinin idaresine bakmak üzere kadılar tarafından vekil tayini hakkındaki sözünüzü uygun görmem. Çünkü beytü'l-mâl, umumun işleri ve menfaat­leri için kullanılacak bir maldır. Kadı'nin maaşı ancak beytü'I-mâl'den verilebilir. Başka türlüsü muvafık değildir.

© Vereseye İntikal eden mallardan, - bu vereseler gerek eşraftan ve gerekse halktan biri olsun - bir şey almayasınız. Zira, önceki halîfeler, kadıların maaşlarını beytü'l-mâl'den verirlerdi.

Miras ve terekelerin muhafaza edilmesiyle idaresine tayin edilen memurlara, işini yürüttükleri terekenin mütehammil oldu­ğu miktarda maaş verilerek varis olan kimselerin helak ve mağ­duriyetini rnucib olacak derecede emvâl-i metrûkeyi, -o mal üzs-rine emin ve vekil bulunduğu halde-yiyip - içipte, varisleri mah­rum ve helak olmuş bir halde bırakmasın. Zira, kadıların ekse­risi -vailahü â'Iem- ne yaptıklarını bilemedikleri gibi, korkusuz­ca, diledikleri gibi harcamaları sebebiyle maiyyetlerinde bulunan ların ekserisi yetim olan varisin, fakir hale duçar olmalarına, he­lak olmalarına ve hatta ölmelerine sebep olmuşlardır.

 

Ehl-I Harbden İslâm Karakollarına Uğrayanlarla Yakalanan Casuslar Hakkında

 

Ey Mü'minlerin Emîri! Ehl-i harbdsn bir kimse, kendi mem­leketinden çıkarak, dar-ı İslâm'a girmek ister ve yol üzerinde bu­lunan veya yoİ üzerinde olmayan karakola girerken yakalanırsa, o kimse :

—  «Ben kendi nefsim, ehlim ve çoluk çocuğum için emân talep etmek üzere çıkıp, İslâm Beldesine gitmek muradındayım.» Veyahut, «Ehl-i İslama bazı tebligat icra etmek üzere, elçilik me­muriyeti ile gideceğim.» diye ifadede bulunursa, bu şahsa ne ya­pılması lazım geleceğini sual buyurdunuz.

9 Harbî olan işbu adam, mezkur karakola uğradığı zaman, çekingen bir halde ve sakınarak uğramışsa, ifadesi tasdik olun­maz ve söyledikleri kabul edilmez. Eğer uğradığı zaman sakınan ve çekinen bir halde bulunmaz İse ifadesi kabul olunur. Bu har­bî :

— Ben padişahımız tarafından, arap parişahına elçi olarak gidiyorum. İşte, padişahın namesi bendedir. Beraberimde bulu­nan hayvanât, eşya ,köle ve cariyeleri hediye olarak padişahını­za götürüyorum.» derse, gerçekten yanında bulunan mallar, an­cak kendi padişahından arap padişahına hediyyeden başka bir şey olması  muhtemel  olamayacağından,  ifadesi, bilinen bir iş hükmünde olup kendisine ve malına dokunulmaz.    Dâr-i İslama girmesine müsaade edilir.

Bu adam, bu durumda öşür memuruna uğrarsa, yalnız, tica­ret için kendisine mahsus olmak üzere, beraberinde getirmiş ol­duğu mallardan öşür alınır. Ancak, kendisine ve mezkur hayva­nat, eşya, mal vesaireye hiç bir kimse tarafından müdahale ve taarruz edilemez.

Rum padişahları tarafından gönderilmiş olan elçi İle kendi­sine emân verilmiş olan harbînin, ticaret için beraberce getir­miş oldukları meta'dan öşür alınır ise de zati eşyalarından öşür alınmaz.

Harbî olan bu adam, yakalanınca,

—  «Ben memleketimden çıktım ve müslüman olarak bura­ya geldim.» derse, bu ifadesi ilk anda kabul edilmez. Durumu in­celenir. Gerçekten müşlüman olmamışsa ve İslâmı kabul etmez­se, bu kimse ve malları müslümanlar için bir ganimettir. Müslü­manlar kendisi hakkında muhayyerdir. Dilerlerse katlederler, di­lerlerse kendisini köle yaparlar.

Öldürülmek İçin getirildiği zaman :

—  «Dininize inandım, Şahadet ederim ki,   Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve resulüdür.» diyerek, İslâm Dinini kabul ettiğini açıklarsa, bu kelâmı islâm dinini kabul ettiğine kâfi delil olduğu için, kendisi müslüman olmuş olur ve kanı korunur, öldürülmez. Mail ve ken­disi Müslümanlara ganimet kalır.

Sshâbs-i Güzin'den H z. C â b i r (R.A.), Fahrî Âlem (S.A.V.) Efendimiz 'İn şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:

—  «Lâilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla harbetmekle emrolundum. 6u kelimeyi söyledikleri takdirde,   A I I a h i n hakkı müstesna olmak üzere, canlarını ve mallarım benden koru­muş olurlar. Müslüman olduktan sonra hesapları   C e n â b-ı Hakka   aittir.»

Padişahın elçisi olan veyahut kendisine emân verilmiş bu­lunan harbîler, dar-ı harbe dönmek istedikleri zaman, at, silah ve Ehl-i harbden alınan esir köleleri ile çıkarılmazlar. Bu gibi şey­leri satın almış bulunurlarsa, bu şeyleri satıcılarına iade eder­ler. Satıcılar da bedellerini onlara geri verirler.

Eğer bu elçinin veya kendisine emân verilmiş olan harbînin güzel bir silahı veya atı olup da, ondan kötü bir silahla veya atla mübadele etmiş bulunursa bu caizdir ve bununla çıkmak iste­diği zaman, kendisinde bırakılmasında beis yoktur. Ancak, sila­hından veya atından daha iyi olan bir at veya silahla mübadele etmiş olursa, önceki silahı veya atı alınıp kendisine iade edile­ceği gibi, kendisinde bulunan silah ve at da alınıp sahibine ye­rilir.

Ehl-i harbden bir kimse, emân ile dâr-i İslâm'a girer, veya-hud padişahları tarafından elçi olarak gelip de, Dar-ı İslâm'dan beraberce köle, silah veya kâfirlerin müslümanlara karşı güç­lenmelerine sebep olacak bir eşyayı alıp çıkmak isterse İmâm-ı Müslimin kendisini bırakmıyarak, mümanaat etmesi iktiza eder. Lâkin elbise, meta' ve bunlara benzer şeylerin satın alınmasın­dan ve çıkarılmasından men olunmaz.

Bu elçi veya müste'men harbî ile, şarap veya domuz gibi şeylerle alış veriş yapılmaz ve faizle muamele edilmez. Zira o kimse," hükmî müslüman ve ehl-i islâm hükmündedir. C e n â b -1 Hakkın haram kıldığı şeylerin, dar-ı İslâmda satılmaları helâl değildir, haramdır.

Müste'men veya elçi olan harbîler, dar-î İslâm'da zina veya hırsızlık fiillerinde bulunmuş olsalar, Fuhakâmızın bazısı der ki : Üzerine had ikame olunmayıp, yalnız, çaldığı malı istihlâk ettiği takdirde kendisine kıymeti tanzim ettirilir. Zira, üzerine bizim ahkâmımız carî olmak üzere, zimmî olarak dar-ı İslama girmiştir. Lakin, bir kimseyi kazf ederse, had tatbik edilir. Keza, bir kim­seye söverse ta'zir edilir. Zira, bunlar 4ıukuk-u ibaddan (insanla­ra ait huklardan) dır.

Bazı fâkihler de der ki : Hırsızlıkta bulunur ise eli kesilir. Keza, zina eylerse haddolunur.

Bu babda, işitmiş bulunduğumuz rivayetlerin en güzel şu­dur: Suç işlerse, işledikleri suçlara göre serî hadlerin hepsi, bu harbîlerin üzerine tatbik olunmasıdır. Bir müslüman, kendile­rinden mal çalarsa elinin kesilmesi lazım gelmiyeceği gibi, am-den bir müslüman, onlardan birisinin elini kesse, kendisi için, müslümanın eli kesilmez. Kıyasın müktezası, müslümandan kı­sas olunmak lazım geldiği gibi, Müslüman kendisinden mal çal­dığı takdirde, elinin kesilmesi gerekirsede, kesilmemesi ve kısas edilmemesi reyinde bulunanlara uyarak, kısas yapılmamasını ve elinin kesilmemesini istihsan eyledim.

Müste'mine olarak dar-ı islâma giren bir kadına, bir müslü­man zina ederse, bütün fakihierin kavlince ve keza benim kav­limde de zina eyleyen müslümana had lazım gelir. Bir müste'­men dar-ı İslâma girerek ikamet müddeti uzadığı takdirde, dar-ı İslâmdan çıkması emredilir. Kendisine çıkması emredildikten sonra, bir sene daha kalırsa, kendisinden cizye alınır.

Ehl-i harbden olan müşriklerin gemilerinden birini rüz­gâr, içindeki müşriklerle beraber, İslâm memleketlerinden, bir memleketin sahiline atarsa, gerek bu gemi ve gerek içinde bulu­nanlar Müslümanlar tarafından yakalanınca, bu müşrikler:

—  «Biz melikimiz tarafından, arap melikine elçi olarak gön-derilmişizdir.  Gemide bulunan şu mallar da kendisine hediye­dir. İşte mektubu da yahımızdadir.» derlerse, kendilerini yaka­layan o memleketin valisinin, eşya ile beraber kendilerini İmâm-i Müslimîn'e göndermesi gerekir, ifadeleri doğru ise ne âlâ. Hi-lâf-ı hakikatsa, mezkur mallar ile  kendileri    müslümanlar  için ganimet olmuş olurlar, ise de,    İmâm-ı Müslimîn muhayyerdir. Dilerse kendilerini köle eder, dilerse kati eder. Kendisi için her iki sureti yapmak ta caizdir.

Eğer gemidekller:

—  «Biz tüccarız, memleketinize ticaret    emvali getiriyor-duk.» derlerse, ifadeleri kabul edilmeyerek, kendileri ve malla­rı bütün müslümanlara ganimet olur, «Biz tüccarız» ifadeleri ka­bul olunmaz.

Casuslara gelince : Bunlar ya ehl-i zimmetden veyahud ehî-î harbden veya ehl-i İslâmdan olur.

Ehl-i harbden veyahud cizye ödeyen yahudi, hıristiyan ve mecûsî zımmîlerderi olurlarsa, başlarının kesilmesini emret.

Ma'ruf olan müslümanlardan iseler, haklarında şiddetli ceza ve ukubet tatbik edilerek, tevbe edinceye kadar uzun müddet hapsediniz.

$ İmâm-ı Müslimîn, müşriklerin memleketlerine çıkan yollara karakol kurup, o taraftan geçen tüccarı araştırıp teftiş ettirmesi gerekir. Kendisinde silah buldukları adamın silahını alsınlar, yanında kölesi olanların, kölesi de alınıp, islâm belde­sine gönderilir. Mektup ve name taşıyan kimseyi buldukları za­man, kendisindeki mektuplar alınarak okunur. Bu mektupta, müs­lümanlardan bir haber yazılı olduğu anlaşıldığı zaman, onda ki rey veçhile hükmetmek üzere hemen bu mektubu taşıyan ha­berci îmâm-i Müslimîn'e gönderilir.

İmâm-ı Müslimîn'in dar-i harbden alınarak, ehl-i İslâm'ın elinde bulunan esirlerin, dar-ı harbe dönmelerine İzin vermesi doğru olmaz. Meğer ki, bu esirleri fidye karşılığında serbest bı­rakmış olsun. Fidye almadan bırakmaması lazımdır.

© İmâm- Müslimîn, bir miktar asker göndererek, ehl-i has-b beldelerinden bir köye akın yaptırır da akıncıların, bu köyde bu­lunan kadınları, erkekleri ve çocukları alarak,dar-i İslama gön­dermeleri halinde, bu ganimetlerin taksiminden sonra, kendile­ri satın alınıp hepsi azad edildikten sonra, kadınlar ve erkek­ler dar-ı harbe dönmek isterlerse, kendilerini bırakmak hakkı yoktur. Müslümanların eline geçtikten sonra, bir kimsenin dar-ı harbe dönmesine ruhsat verilmemesi gerekir. Ancak size arz ettiğim şekilde fidye yolu ile olursa, fidyeleri alınarak kendile­rini bırakır.

® Eş' aş bize imâm Hasan'm şöyle dedi­ğini rivayet etti:

— Düşmanları, İslâm aleyhine kuvvetlendirecek, silâh ve hayvanların ve keza silaha ve hayvana iane verecek, barut, cep­hane ve hayvan takımı gibi eşyanın, düşman tarafına götürülme­si caiz değildir.

© H i ş a m b. U r v e ' nin babasından rivayet ettiği­ne göre :

Ükeydir D ü m e isimli müşrikin F a h r- i  i e m (S.A.V.) Efendimize takdim ettiği, hediyeyi Efen­dimiz   (S.A.V0    kabul buyurmuşlardır.

Mi s ' ar bize E b û A v n ' den, o da E b û S â -I î h ' den H z. Ali (R.A.) nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

—  Ükeydir   Dûme     isimli   kimse,     F a h r-î Âlem    (S.A.V.)    Efendimize    ipekten dokunmuş bîr elbise hediye ettiği zaman,    kabul buyurmuş ve    H z.   AM (R.A.) ye   verip :

—  «'Kadınlar arasında destar kestir.» demiştir.

 

Müşrikler Ve Bağilerle Savaşmak Ve Onları İtaate Davet Etmek

 

Ey Mü'minlerin Emîri!

Harbe başlamadan önce, müşrikler, İslâm Dinine davet edil­meli midirler? Yoksa, davet etmeden mi savaş etmek lâzımdır?

Onlarla harbetmekte, onları İslama davet etmekte ve evlat ve kadınlarını esir etmekte sünnet-i seniyye ne şekildedir?

Ehl-i kıbleden yani müslümanlardan oldukları halde, İmâm-i Müslimîn'e itaatten çıkanlarla, nasıl savaşmak lazımdır? Savaşa başlamadan önce İslâm Dînine ve İslâm Cemaatine girmeye da­vet edilirler mi?

Bu asiler mağlup edilip yakalanınca mallan ve zürriyetleri hakkında hüküm nedir?

Diye soruyorsun.

İşittiğimiz hadis ve haberlere göre Fahr-i K â i-n a t (S.A.V.) Efendimiz, A I I a h u T e â I â ' ya ve Peygamber-i Zîşana İtaat etmeye davet etmedikçe hiç bir kavimle savaşmamıştir.

Hz. Abdullah b. Abbas (R.A.) rivayet eder der ki:

— Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir kavmi davet etmedikçe kendileriyle savaşmamıştır.'

Yine rivayet edilmiştir ki:

Hz.   Selman-ı    Fârisî   fR.A.)    Ehl-i Fâristen olan müşriklere gaza eylediği zaman maiyyetinde ki gazilere buyur­dular ki:

-Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimizin kâfir­lerle savaşa başlamadan önce davet ettiklerini işitmiş bulundu* ğumdan siz de keza kendilerini davet edinceye kadar savaştan el çekin» diye emir ve tenbih buyurdular. Sonra kâfirlerin yanı­na gelip :

—  «Sizi, İslâm Dinine davet ederiz. Müslüman olursanız, bizim lehimize ve aleyhimize mürettep olan, Ahkâm-i İlâhiye si­zin de, lehinizde ve aleyhinizde icra olunur. Eğer, İslama girmez­seniz, zelil ve hakir olarak bize cizye veriniz. Bundan kaçınırsa­nız, sizinle savaşırız.» diyerek yaptığı   teklif üzerine, müşrikler şu cevabı verdiler:

—  «İslâm Dinine girmeyiz, cizye de vermeyiz, Sizinle harp ederiz.» diye teklifi kabul etmekten imtina ettiler.

Bunun üzerine Selmân-ı Farisî (R.A.) Hazret­leri, teklifi üç defa tekrarlamışsa da, reddetmeleri sebebiyle, maiyyetinde olan insanlara,

—  «Şahid olun» dedikten sonra, harbe  başlamalarını em­retmiştir.

•    Bazı, Fukâha ve Tabiîn demişlerdir ki:

—  İslâm Askerleri,  müşriklerle karşılaşınca, İslâm daveti de kendilerine ulaşmış demektir. Bunun için karşı taraf bir ta-lebde bulunmazsa davet etmeden harbedilmeleri caizdir. imâm    Mansur   derki:

—  Deylem Kabilesinin davet edilip edilmediğini    İbra­him    N e h a î' den sordum. Cevaben :

—  «Davet edileceklerini bilmişlerdir,» demiştir. İmâm    Hasan" m    şöyle dediği rivayet edilmiştir:

—  Müşrikler,  İslâm Dinini ve  kendilerinin     İslama davet edilecekleri hususunu bildikleri için, bu zamanda davet edilme­den, onlarla harbedilmesinde beis yoktur.

F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, gece vak­ti, ansızın bir kavmi basmaz, sabah namazının vakti geçmeyince üzerlerine hücum etmezdi. Karşıdan bir ezan sesi işittiği anda da muharebe'den çekilirdi.

H z.   E n e s    (R.A.)    rivayet eder der ki :

Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Hayber üzerine, hareket ederek, gece vakti oraya varmıştı. Lakin, adet­leri, bir kavim üzerine vardıkları zaman, sabah oluncaya kadar, onlara hücum etmemek, basmamaktı. Ezan sesini işitince çeki­lirdi.

Yine rivayet olunur ki:    Peygamber   (S.A.V.)    Efen d I m i z   bir seriyye gönderecek oldukları zaman :

—  «Bir mescid gördüğünüz veya ezan sesi  işittiğiniz za­man hiç bir kimseyi öldürmeyiniz.» diye kendilerine emir buyu­rurlardı.

0 Düşman gafil iken üzerlerine hücum edilmek konusuna gelince ;    Bu babtaki işittiklerimiz şöyledir:

Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, düşman gaflette iken üzerlerine hücum eylediği sabittir. Hatta Benî Mus-talık Kabilesi; gafil bulunduğu, bir sırada, hatta, bazıları su ke­narında sürü ve hayvanlarını sulamakta iken onlara hücum et­miştir. Cüveyriye bintî'l-Haris (R.A.), o gün dağda iken yakalanmıştır.

R a s Û I u i I a h £S.A.V.) Efendimiz, bir kavme gaza için gitmek istediği zaman, meramını gizleyerek, başka kavimleri zikrederlerdi. Yalnız, Tebük gazvesinde, gayet sıcak bir vakitte sefer edip sefer edeceği yer de uzak olduğu için düşmana murarbe için hazırlanmak üzere, Tebük'e teşrif ede­ceklerini insanlara haber vermişlerdi.

Yine mutadları şu idi ki, düşmana mülâki oldukları zaman, günün başlangıcında harbe başlamayıp zeval vaktine, meltem rüz­gârının esmesine, A I I a h - ü T e â I a n ı n nusratının gelme­sine kadar te'hir ederlerdi. Düşmanlara mülâkî oldukları zaman şu şekilde dua ve niyazda bulunurlardı :

—  «EyAllahsm! Benim kuvvetim, kudretim, yardımcın sensin. Seninle koşar, seninle hücum ederim. Ancak senin için savaşı­rım.»

Keza, düşmana şöyle beddua ederlerdi:

—  «Ey Allahım! Sen kitabı İndirensin. Hesabı en sür'stlî görensin. Orduları hezimete uğratan Sert'sin. Düşmanları mahv-u perişan et. Onlara korku ver.»

Livâ-i şeriflerinin (bayraklarının) rengi siyah idi.

Q Nitekim M u h a m m e d d. I s h â k' in bana Abdullah b. E b û Bekir' den, onun da A m r e ' -den rivayet ettiğine göre :

H z.   Â İ a e   (R.A.) şöyle buyurmuştur:

—  F a h r - i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin    Livâ-i şerifleri, siyah olup    H z.   Â i ş e   (R.A.) nin    başına örtündü­ğü mırt denilen bir nevi yün ve tiftikten    dokunmuş kumaştan idi.

• Â s i m bana Haris b. Hassan (R.A.J in şöyle dediğini nakletti :

—  Bir gün Medîne-i Münevvere'ye geldiğimde, gördüm ki, Faıh r-l   Â il e m    (S.A.V.)   Efendimiz,    minber üze­rinde duruyordu. Etrafında siyah bayraklar vardı.

—  «Bunlar kimindir?» diye sorduğum zaman :

—  «Amr    İibnü'l-Âs    gaza'dan geldi, onundur» de­diler.

H z. Bilal (R.A.) da kılıç kuşanmış olduğu halde Peyga mber (S.A.V.) Efendimizin, huzurunda durmakta idi. R a s û I u M a ıh (SAV.) Efendimiz, bir tarafa ordu sevk edecek veyahud bir müfreze gönderecek ol­duğu zaman, sabah vaktinde gönderirdi. Ve bu vakitte, ümmeti için birlikte dua ederlerdi. Bir sefere çıkacak oldukları zaman Perşembe günü yola çıkmayı severdi.

0 Y a'l â'nın bize Umâre b. Hadî d'den, onun da   Sahr   el-Gâmidî' den    rivayet ettiğine göre :

Fa'h r-i    Âlem    (S.A.V.)    buyurmuşlardır ki:

—  « Ey A I I a h ı m !    Ümmetim   için erken kalkışlarını ve erken saatEerdeki İşlerini mübarek eyle.»

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir ordu veya bir seriyye gönderecekleri zaman, günün ilk saatlerinde gönderirlerdi. Ordu komutanının mızrağına bir bayrak bağlarlar­dı. Zâtü's-sâil gazvesinde, Amr İ b n i'i-Â s (R.A.) in mızrağına bir bayrak bağladığı gibi, Hz. E<bû Bekir (R.A.)de, Hz. H â M d b. V e I î d (R.A.) m mızrağına bir bayrak bağlayıp :

—  «Yola revan ol!    A I I a h - u    T e â I â    seninle beraber olsun.» buyurmuştu.

F a h r-l Alem (S.A.V.) Efendimiz, bir ka­vimle savaşıp onlara galip geldiği zaman, onların kendisine ar-zedilmesi İçin, orada üç gün kalırdı. Nitekim bana S a î d b. Ebî Urâbe, Hz. K a t â d e (R.A.) nin şöyle dediğini rivayet etti:

—  Fahr-i    Kâinat   (S.A.V.)    Efendimiz,   bir kavme galip gelirse o kavim kendisine arz olunmak İçin orada üç gün ikamet edilmesini severdi.

Bir sefere gitmek istediği zaman da, şu şekilde dua buyu­rurlardı :

—  «EyAllahım-   Seferde saîib [arkadaş) sensin. Geride kalen aile efradına vekil sensin.    Ey   Allahı m! Yolculuk meşakkatinden, masîyetten, boynu bükük, mahcubiyetle geri dönmekten sana sığınırım. Ey   Allahım!   Arzı bizim için tut! Seferi bize kolaylaştır.»

Seferden döndükleri zaman da :

—  «Biz, dönenler, tevbe edicileriz ve Rabbımıza hamdedi-cileriz.»

Aile erfadının yanına vardığı zaman da :

—  Rabbımıza tevbe ettik. Günahlar bizden uzak dursun.» diye dua buyururlardı.

H z. A b d u <I I a fi b. A b b a s (R.A.) rivayet eder ki:

—  Fahr-i   Alem    (S.A.V.)    Efendimiz,    İslâm askerlerini bir yöne sevk edecekleri zaman, komutanlarına,  A i -I a h t a n    korkmalarını ve maiyyetinde bulunan müslümanlara hayırla muamelede bulunmalarını emir ve tavsiye ederlerdi. Ve :

—  «Cenâb-ı    Hakkın    ismi şerifini anarak yâni Besmele   ile savaşınız.   Allahı    inkar edenlerle muka-tele ediniz. Savaşınız fakat, zulüm, haksızlık ve hainlik etmeyi­niz. Kadınları ve çocukları öldürmeyiniz.» buyururlardı.

£ E b û C e n â b bana E b î' I - M i 'h c © I' den, o da Alkame b. M e r s e d ' den O da Süleyman b.    Büreyde' den    şöyle divâyet etti:

—  H z.   Ömer    (R.A.) in    huzurunda ehl-i îmandan mü­teşekkil bir ordu toplandığı zaman, âlim ve fakih bir zatı onlara komutan tayin edip gönderirdi. Bir gün,    H z.    Ömer    (R.A.) İn huzurunda böyle bir ordu toplandı. Bu orduya,   S e I <e m e b.   Kays'ı    komutan tayin edip ona dedi ki :

—  Cenab-ı    Hakkın    ism-i şerifine istiane ile yani besmele ile yo!a çık ve yürü. Kâfirlerle fisebîllah savaş. Müşrik­lerden olan düşmanlarınıza karşılaştığınız zaman, kendilerine üç şeyi teklif et:

1  — İslâm dinine davet et. Eğer kabul edip evlerinde kal­mayı ihtiyar ederlerse mallarından zekat lazım gelir. Müslüman­ların ganimetlerinden kendileri için hisse yoktur. Eğer evlerin­de ve vatanlarında kalmayıp, sizinle beraber olmayı ihtiyar eder­lerse, sizin lehinize ve aleyhinize lazım gelen ahkâm onlara da lazım gelir.

2  — İslâm Dinini kabul etmekten kaçınırlarsa, kendilerini cizye vermaye davet et. Kabul ederlerse düşmanları ile savaşıp, kendilerini himaye ve sıyarcet ediniz. Haraçlarının miktarını ken­dilerine bildiresiniz. Tahammüllerinden ziyade kendilerine tek­lifte hulunmayasemz.

3  — Cizyenin kabulünden kaçıhrlarsa kendileriyle savaşınız kî,   Cenâb-ı    Hak   size yardımcıdır.

Eğer, düşmanlar bir kalede kendilerini emniyete alırlar ve Cenâb-ı Hak ile Peygamber-i Zîşanin hükmü üzere kaleden çıkarak tarafınıza gelmelerinin kabulünü talep ederlerse, hakkınızda buna dair Cenâb-ı Hak ile Peygamber-i Zîşanının hükümleri ne olduğunu bilemeyeceğinizden muvafakat etmeyiniz. Eğer, C e n â b -1 Hakkın ve Peygamber-i Zışan'ın zimmeti üzere kaleden çıkmalarını talep ederlerse, bunu da kabul etmeyi­niz, kendilerine, kendi zimmetinizi veriniz. Eğer sîzinle savaşır­larsa, haksızlık ve zulüm yapmayınız, doğruluk yolundan ayrılma­yınız. Kadın ve çocukları öldürmeyiniz.

Ordu komutanı olan    Seleme    b.    Kays    der ki:

—  «Askerle beraber yola çıkıp, müşriklerden olan düşman­ları görünceye kadar gidip, onlarla karşılaşınca Emîre'l - Mü'mi-nîn' in emirleri üzre, ilk olarak kendilerini İslâm Dinine davet ettik. Kabul etmediler. Cizye teklif ettik. Keza, onu da kabul et­mekten kaçındılar. Kendileri ile harbe başladık. C e n â b-ı Hak, »bize yardım etti ve zafer ihsan buyurdu. Bizimle sava­şanların çoğunu öldürdük. Kadın ve çocukannı elsir aldık.

• İ s m â î I b. E b î H â 1 i d ' in bize K a y s b. E b î H â z i m ' den rivayet ettiğine göre, C e r i r (R.A.) şöyle demiştir:

—  Bir igün    Rasûl-ü    Kâinat   (SAV.)   Efendi­miz:

—  Zü'l - Halâsa'dan beni kim rahat ettirir? buyurdu. Zü'l-Haiâsa, Has'am Kabilesinin, cahiiiye devrinde ibadet    ettikleri Ka'betü'l - yemâme namında bir evdi. Derhal, 150 süvari alarak çıkıp gittim. O evi, ateşe verip, uyuz deve gibi bıraktıktan sonra, hemen    R a s Û I u <l I a fr   (S.A.V.)   Efendimize    müjde­lemek üzere bir   adam   gönderdik.   O zat,    P e yg a m b e r (S.A.V.)    Efendimize   vasıl olup, yüce huzurlarına girince :

—  «Sizi Hak Dini ile vazifelendiren ve gönderen   C e n â b -1 v â c i b İ' l-v ü c u d 'a    yemin ederim ki,   Ka'betü'I-yemâ-me'yi uyuz deve gibi bırakınca tarafınıza geldim» dedi. Bunun üzerine,   F a ti r- i    R İ s â I e t   (S.A.V.)    Efendimiz, Ona muvaffak olan süvarilerin mensup oldukları Ahmes Kabilesi halkıye hayvanlarına bereketle dua buyurdular.

Bazı, fakihler, düşman memleketlerinin yakılmasını ve mey­ve ağaçları İle hurma ağaçlarının kesilmesini müstekreh görmüş­lerdir. Diğer bazı fakihler ise :

«Her hangi bir hurma ağacını 'kestiniz, yahud kökleri üze­rine dikili bırakdmızsa, (bunlar hep) Allatın izniyledir, (/ani bu hususta Cenâb-ı Hak sizi muhayyer bırakmış­tır.) Bu izin de (size) fasıkan (rezil ve) rüsvay edeceği için (ve-rilmiş)tir.»[27] ayet-i kerîmesi ile,

«.-■A İlah, bunların yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'mfnlerin elleriyle harap ediyorlardı...»[28] ayet-i kerîmesinin medlüleri ile ihticac ediyorlardı. H z. C >e r î r ' İn, mezkur Zü'I-HaIâsafyı yakmasını, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in ayıplamaması­na ve inkar etmemesine istinad ederek yakmakta beis görmedi­ler.

Bu babda işitmiş olduğumuz 'kavillerin en güzeli- A I I a h - u â'Iem- ehl-i şirk olanlara karşı her türlü silah ite savaşmakta ve ev-yurd-konak gibi menzillerini yakmakta, yıkmakta, hurmala­rının ve diğer ağaçlarının kesilmesinde, mancılık denilen alet ile kendilerine hirşey atmakta beis olmadığıdır. Ancak, 'bu gibi şey­ler ile çocuk, kadın ve ihtiyarlık yaşına ulaşmış olan pirlerin mu­sibete uğramaları, ölmeleri, ıkasdedilmemelidir.

Müslümanlara zarar vermelerinden korkulduğu zaman, müş­riklerin müdebbir kölelerini satmak yaralılarını itlaf etmek vs esirlerini kateltmek dahi caizdir.

Bulûğ çağına gelipte sakalı traş olunacak dereceye varmış olanlar katledilirler. Yaşlan bundan aşağı olanlar, çocuk sayıl­maları hesabiyle »katledilmezler.

Esirlere gelince: Bunlara, İmâm-ı Müslimînin huzuruna getirildiği zaman, İmâm-ı Müslimîn muhayyerdir. Dilerse, kat­leder; dilerse, onlarla müfâdât eyler. Yani esir olan müslürnan-larla mübadele edip, salıverir. Hasılı, müslümanlar hakkında da­ha uygun, İslâm Dini için ihtiyata daha muvafık hangisi ise, onu yapmayı tercih eder. Ancak, altın, gümüş ve meta' ile müfâdât etmeyip, müslümanlardan kendilerinde olan esirlerle müfâdât eder.

Askerin, almış olduğu esirlerin ve malların hepsi ganimettir. Bu ganimetten Ihurris £1/5) çıkarılarak, Cenâb-ı H a k -k ı n Kur'an-ı Keriminde zikredilen sınıflara, kalan dört humsu (4/5) onu ganimet olarak alan mücahid askerler arasında taksim edilir. At için 2, asker için 1 sehim verilir.

Arazilerden ganimet olarak alınan olursa, müslümanlar hak­kında, ihtiyata en uygun ^olan ne ise, imâm-ı Müslimîn onu isti­mal eder. Yani, bu araziyi, isterse, H z. Ömer (R.A.) in Irak sevâdım, sahihlerine terk ettiği gibi terk edip, üzerine ha-râc konulmasını emredebilir. Başka bir şekli uygun gördüğü tak­dirde de, o şekli uygular. Eğer arazinin, fetheden mücahidler ara-

sında taksim edilmesi re'yînde olursa, humsunu (1/5) çıkartarak, kalanı taksim eder. Hasılı, müslümanlar hakkında hayırlı olan re'yi araştırarak, İlerisini düşünüp görerek, tedbirli olarak, ge­rekeni yapmak, İmâm-ı Müslimînin rey'ine havale edilmiştir. Bun­lardan her hangi birisini yapmakla, Allah İndinde mes'ul ol­mayacağını umarım.

H a c c â c    bana    Hakem   b.    U t e y b e' 'den, o da   M İ k s e m ' dan   Abdullah   b.   A b b a s    (R.A.) in şöyle dediğini rivayet etti:

—  F a 'h r - i    Kâinat   (S.A.V.)    Efendimiz,   ka­dınların öldürülmelerini yasakladılar.»

0 UbeyduIIa-h bana İmâm N â ' f î' den I b n - i    Ömer'in    şöyle dediğini rivayet etti:

-«Fafır-i Risâlet (S.A.V.) Efendimizin gazvelerinin birisinde, harp meydanındaki ölüler arasında, kat­ledilmiş bir kadın bulundu. Bunun üzerine, kadınlarla çocukların öldürülmelerini yasaklamışlardır.»

0' L e y s bize İmâm Mücâhid'İn şöyle buyur­duğunu rivayet etti:

—  Muharebe'de çocuklarla, kadınlar ve pîr-i faniler katle­dilmez.

9 D â v u d bize İ k r I m e vâsıtası ile H z. Ab­dullah    b.   A b b a s    (R.A.) dan şöyle rivayet etti:

—  Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz,    bir tara­fa asker gönderdiği zaman, «Kilise ve havralarda bulunan görev­li kimseleri öldürmeyiniz.» buyurdular:

•    E ş ' a s   veya başkasının bize    Hasan' dan    rivayet ettiğine göre :

—  Haccâc'm huzuruna bir esir getirildi. Orada bulunan Abdullah   b.   Ömer   (R.A.) e:

—  Kalk bunu öldür diye teklif etti. O cevaben :

—  Bununla emroîunmadık.    C e n â b -1    H la k ,     Kur'ân-ı Kerîminde «...Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman, artık bağı sıkı tutun.  (Ondan) sonra ise ya îyiliEc (yapın)[29], yahud fidye (alın)[30],[31] buyurmuştur, dedi.

Yine E ş ' a ş bize H a s a n ' m şöyle dediğini rivayet etti :

—  F a h r - İ    Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,   esirle­rin öldürülmelerini müstekreh görürlerdi.»

İbn-i Hudeyc'in bize haber verdiğine göre, İmâm A t â    da  esirlerin öldürülmelerini   müste'hrek görürdü.

Ben derim ki : Esirlerin kati-edilip edilmemesi İmâm-ı Müslimînin re'yine havale edilmiştir. İslâm Dini ve~ Müslüman­lar hakkında, esirlerin öldürülmeleri uygun ise, kendilerini kat­leder. Eğer onlarla müfâdât eylemek daha hayırlı İse, düşman elinde bulunan müslüman esirlerini onlarla müfâdât edip, kur­tarır.

Muhammed'in bana Z u h r î vasıtası ile H u -mey d b. Abdurrahman' dan naklettiğine göre, H z.   Ömer   (R.A.)     şöyle buyurmuştur:

—  Kâfirlerin elinden bir müslümam kurtarmak bana, Arap Yarımadası  büyüklüğünde olan bir ülkeyi istilâ etmekten daha değerlidir.

# L e y s ' İn bana haber verdiğine göre, Hakem b.    U t e y b e    ile    M ü c â h i d    şöyle dediler:

—  H z.    Eb û    B e k r - i    S ı d d îk    (R.A.):

—  «Müşriklerden bir kimseyi   esir aldığınız zaman  müfâ­dât eylemek üzere size 2 müd dinar verilmiş olsa bile yine rnü-fâdâtım kabul etmeyiniz.» buyurmuştur.

İmâm Ebû Hanîfe, hocası H a m m a d va-sıtasiyle    İbrahim    Nehaî' den    rivayet eder ki:

—  İmâm-i  Müslimîn, esirlerde muhayyerdir.    Dilerse mü­fâdât eder, dilerse bilâbedel kendilerini salıverir, dilerse kat­leder.

Bazı şeyhlerin bize Ali b. Z e y d 'den, onun da Yusuf b. Mihran' dan onun da Hz. A b d u I • I ah b. A b b a s (R.A.) dan, rivayet ettiğine göre H z. Ömer    (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  «Müşriklerin elinde bulunan    her bir müslüman esirin kurtarılması için verilecek müfâdât bedelinin, müslümanların bey-tü'l-mâlinden verilmesi lâzım gelir.»

© At â b. e s - S â i b bize İmâm Ş a ' b î' ■ den H z. Abdullah b. Ömer (R.A.) in şöyle bu­yurduğunu rivayet etti :

—  Uhud Gazvesinde kadınlar, yaralılara bakarlardı.

 

Ganimetler Ne Zaman Taksim Edilmeli

 

Müslümanlar, müşriklerden ganimet aldıkları zaman bana hoş gelen, dar-ı harbden, dar-ı İsîâma ihraç etmedikçe taksim ofunmamaktir.

Çünkü, her ne kadar dar-ı harbde taksim edilmesi caiz ise de, ganimet malları dar-ı harbde kaldıkça mahrez addolunami-yacağından, dar-ı harbden çıkarıldıktan sonra taksim edilmesi efdaldir. ıNitekim. R a s û I u I İ a h (S.A.V.) Efendimiz, Bedir Gazvesinde ganimet olarak alınan malları, Medîne-i Mü-nevvere'ye teşrif ettikten sonra taksim buyurmuşlardır.

Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kızı ve H z. Osman (R.A.) in zevcesi olan R u k ı y y e (R.A.) hasta olduğu için Bedir Gazvesinde, H z. Osman (R.A.) Medine'de bırakılmıştı. Bu sebepten dolayı, H z. Os­man (R.A.) a, Bedir Gazvesinde bulunan mücahidler gibi ganimetten 1 sehim çıkarılmıştır. Ayrıca, T a I h a b. Ab-dul I a h (R.A.), Şam'da bulunduğu için, bu harbe iştirak edememiş ve kendisine de 1 sehim çıkarılmıştır.

Peygamber    (S.A.V.)    Efendimiz,    Hayber' den alınan ganimetleri, Tâif'ten gittikten sonra, CiVâne denilen yerde taksim eylemiştir.

Hayber'in diğer gazvesinde, 'ganimet mallarını her ne ka­dar  Hayber'de taksim   eylemiş ise   de,  bu  gazvede  Hayber'e galip geldikten sonra, ahalisini  Hayber'den çıkarıp, sürmesi se­bebiyle orası dar-ı İslâm hükmünde olmuştur.

Benî Mustalık Kabilesinin ganimetlerini memleketlerinde taksim eylemesi, beldelerini fethettikten sonra, üzerlerine bu hükmün icra edilmesiyle, bu malların orada taksimi, Medîne-i Münevvere'de taksimi   menzilesinde olmasından  dolayıdır.

 

Ganimetin Helâl Olduğu

 

© Yezîd b. Ebî    Ziyâd    bize    M ü c â h i d ' den, o da    H z.   Abdullah    b.   A b b a s    (R.A.) dan, Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin    şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir :

—  Ganimet bana helâldir. Benden    önce hiç bir kimseye helâl olmamıştır.

9 A'm e ş bize E b û S â I i h'den, o da H z. E b û Hureyre (R.A.) den Fahr-i Kâinat (S.A.V.) E f e n d i m i z ' İn    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  Sizden evvel, başları siyah olan hiç bir kavme, ganimet malları helâl olmamıştır. Öyle bir ganimet vukuunda semadan ateş inerek, ganimet mallarını yakardı.

Bedir Gazvesi olunca, her kesin ganimet malını almaya hücum etmesi üzerine, Cenâb-ı Hak «Eğer, A I-I a h ı n geçmiş bîr yazısı (hükmü - takdiri) olmasaydı aldığı­nız (fidye) de size her halde büyük bir azap dokunurdu.»[32] «Artık elde ettiğiniz ganimetleri helâl ve hoş olarak yeyin...»[33] âyet-i kerîmelerini inzal buyurmuştur.

 

Ganimet Mallarının Taksimden Önce Satılamıyacağı Fakat Yenebileceği

 

© Hiç bir kimse taksim edilmeden önce, ganimet malla­rında olan hissesini satmaması gerektir. Nitekim, H z. Ab­dullah    b.   Abb'as    (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  «Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,   tak­sim  edilmedikçe ganimet mallarını satmayı nehyetmiştir.»

Müslümanların, ganimet mallarından -taksimden önce -yemelerinde ve arpa ve saire gibi şeylerden hayvanlarına ye­dirmelerinde beis yoktur. Koyun ve sığır kesmeye muhtaç olur­larsa, kesip yiyebilirler. Gerek kendilerinin yediği şeylerde ve gerek hayvanlarına yedirdikleri arpa vesâirede hums (5/1) hak­kı yoktur. Zira, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'-in ashob-ı güzininin böyle yapmış oldukları sabittir.

Ganimetlerden, -taksimden evvel- hiç bir kimse, hiç bir şey satamaz. Şayet satarsa, bedelini yemesi veya ondan fayda­lanması caiz olmaz. Taksim edecek zata iade etmesi lazımdır. Zira, yalnız yemeye ve hayvan yemine ruhsat varid olmuştur. Başkasına ruhsat verilmemiştir. Yeme ve hayvan yeminden başka -bu mala- tecavüz eden kimse hıyanet etmiş demektir.

® Yahya b. Saîd bana M u h a rn m e d b. Yahya (yani İ b n-i H i b b â n) dan o da E b û A m r e ' den o da Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'-den    rivayet etti :

Müslümanlardan birinin Hayber'de vefat ettiği Fahrî Kâinat   (S.A.V.)    Efendimize    haber verilince:

—  «Arkadaşınızın cenaze namazını kılın» diye emir buyur­maları üzerine, kendisinin ölen o kimsenin cenaze namazını kıl­mayacağını halk anlayınca şaşırdılar. Peygamber (SAV.) Efendimiz,    halkın bu şaşkınlığını görünce :

—  «Arkadaşınız, fîsebîlilteh gazada bulunduğu halde, gani-nimet  malına hıyanet eyledi.» buyurdular.    Bunun   üzerine,  o kimsenin emtia ve eşyasını arandığında .emtiası İçinde, 2 dir­hem kıymetine bile müsavi olmayan yahudi boncuklarından bi­raz boncuk görüldü..

# H i ş â m bize İmâm Hasan'in şöyle de­diğini rivayet etti :

—  Schâbe-î güzîn, getirdikleri, ganimet mallarından yerler ve hayvanlarına yem  verirlerdi. Lakin ganimetten hiç bir şey satmazlardı. Şayet bir şey satılmış olursa, taksim edecek zata bedelini iade ederlerdi.                                                                 

Keza, M u ğ î r e bize H a m m â d vasıtası ile İ b-rahim    N e h a î' nin    şöyle dediğini rivayet etti:

Sahabe i güzin hazretleri, harp edilen yerde, taksimden ön­ce, ganimetler arasında bulunan yiyeceklerden yerler ve arpa vesaireden 'hayvanlarına yem verirlerdi.

9 İmâm-ı Müslimîn veya valisi bulunan zat, bir kimseyi veyahut bir asker topluluğunu, ganimet malı toplanıp el altına alınmadan önce, «Kim, küffârdan bir kimseyi katlederse, üze­rinde olan şeyler kendisinindir» veyahud «kim kâfirlerden biri­ni yaralayıpda kendisinde bir mala rast gelirse, o malın şu mik­tarı kendisinindir» veya «Kim, bir şeyi ganimet olarak alırsa, ondan kendisine şu kadarı verilir» gibi mücahidlerin teşvikini mucip söz söylemesiyle, toplanıp bir araya getirilmeden önce ganimet mallarından, bazısına çok vermekte beis yoktur. Lâkin bu ganimet, toplanıp el altına alındıktan sonra, vali olan zat hiç bir kimseye ondan fazla olarak hiç bir şey tenfii[34] edemez.

Hasan b. Umâre bize Habîb b. Nehâr'dan babasının şöyle dediğini rivayet etti.

«Tüster isimli memleketin fethinde, kapısında ilk önce ateş yakan ben idim. Orayı fethettiğimiz zaman H z. E b û Mûsâ el-Eş'arî beni kavmimden 10 kişi üzerine emir tayin etti.   Ganimetten bana bir sehim fazla verdi.»

0 Harbe girenlere, harbe giriş şekillerine göre ganimet­ten sehim verilir. Meselâ, at ile harbe giripte, ganimetin el altında toplanmasından sonrfa, atı telef olan mücahid ile gani­metin taksiminden evvel, at bulup üzerine binenlere atlan için sehim verilir. Piyade olarak muharebeye girdikten sonra, gani­met olarak at alıp, üzerine binerek savaşan kimseye at için se­him verilmez.

Zımmî ve kölelere gelince, Müslümanlar muharabede kendi­lerinden yardım gördüklerinden dolayı, ganimetten kendilerine sehim  çıkarılmazsa da, kendilerine bazı şeyler verilir.

Keza, yaralıların tedavilerinde, hastaların hizmetinde fayda­sı görülen kadınlara sehim verilmezse de, ganimetden bir miktar şeyle hatırları hoş edilir, gönülleri alınır.

Zimmî, köle ve kadının harpte menfaatleri olmazsa kendile­rine bir şey verilmez.

Ücretle çalışanlara, devecilere, tüccarlara ve bunlara benze­yenlere gelince, bunlardan muharebe ve kıtalde hazır bulunanlara senim çıkarılır. Muharebede hazır bulunmayanlara senim veril­mez. İmâm-ı Müslimîn veya tarafından tayin edikniş bulunan vali, ihmâl ve iskalin hıfzına veyahud askerin muhafazasına tayin eyledikleri kimselere sehim çıkarılır.

Muhammed b. İshâk bize Z ü h r î' den o da Y e z î d ' den H z. Abdullah b. A b b a s (R.A.) in    Hürmüz    isimli kâtibinin şöyle dediğini rivayet etti:

—  Necde    isimli zat,   Abdullah    b.   A b b b a s (R.A.) a   mektup yazıp «Kadınlar,    F a h r- i   Âlem    [S.A.V.) Efendimizin    maiyyetinde muharebede hazır olurlar mıydı? Ganimetten kendilerine sehim çıkarır mıydı?» diye sordu,   H z. Abdullah    b.   Abbbas    (R.A.)    N e c d e ' ye,   şu şe-kilde.cevabî mektup yazdı :

«Kadınlar, H z. Peygamber (S.A.V.) in maiyye-tinde muharebede bulunurlardı. Lakin, kendilerine hisse çıkarıl­mazdı, kendilerine gönülleri hoş olacak kadar bir miktar şey ve­rilirdi.»

Muhammed b. Yezîd, bana £ <b u ' I - L a h m isimli zatın azatlı kölesi olan U m e y r' İn şöyle dediğini nakletti:

—  Ben köle iken, Hayber Gazvesinde bulundum.    Fahr-I Kâinat    (S.A.V.)    Efendim iz,    Hayber'i fethedince bana bir kılıç ihsan edip, «bunu kuşan» diye emir duyurdular. Bana bir harbînin metaıni vermiştir ama, ganimetten bana ayrı­ca bir sehim çıkarmamıştır.

H a c c âc bana A t â ' dan Abdullah b. Ab-bas    (R.A.) in şöyle buyurduğunu rivayet etti :

— «Köle için ganimet malında hisse yoktur.» Eş'aş' in    bana    rivayetine göre :

—  «Köle ve ücretli kimse savaşta hazır bulunurlarsa, ken­dilerine ıbir şey verilir mi?»  diye   İmâm    Hasan    ile İbni    Şîrîn'den    sorulduğu zaman :                  .                   '-

—  «Kendilerine  ganimetten bir şey verilmez»  diye cevap vermişlerdir.

@ Imâm-i Müslîmîn veya onun tarafından asker üzerine tayin edilmiş olan zatın ruhsat ve izinleri olmayınca hiç bir ta­rafa asker sevk edilmez. Müslümanlardan hiç bir kimse, ordu komutanının izni olmadıkça müşriklerden bir kimseye hücum edemez, onunla savaşamaz.

A ' m e ş bize Ebû Salih' den Ebû Hurey-r e (R.A.) nin, «Ey îman edenler, A I I a h a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.»[35] âyet-i kerîmesindeki ulu'l-emr'i emîrler-komutanlar olarak tefsir ettiğini rivayet etmiştir.

Eş'aş bize İmâm H a s a n ' in şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

— «Emirin İzni olmaksızın hiç bir tarafa asker sevk oluna­maz. Emîrin askere tenfii eylediği mallar, o askerindir.»

Müslümanlar, müşriklerden birisini katletseler harbîler de o maktulün cesedini satın almak isterlerse, İ m â m -1 Âzam Ebû Hanîfe: «Satışında beis yoktur.» demiştir. «Nite­kim görülmez mi ki, gasp suretiyle ehl-i harbin mallarını almak Müslümanlar için helâl olduğu halde, kendi istekleriyle alınma­sı daha ziyade helâl ve efdaldir. Zira, onların kanlan ve malları Müslümanlara helâldir.» 'buyurmuş ise de ben onu kerih görüp, öldürülen harbinin cesedinin satılmasını yasaklarım. Zira, şarap, domuz, ölü ve kanın gerek ehl-i harbe ve gerek başka kimselere satılması müslümanlar için caiz değildir.

Nitekim, I b n i E b î Leyi â'nın bize Hakem'-den onun da M İ k s e m ' den rivayet ettiğine göre, A b -d ti I I a h    b.   A b b a s    (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  Müşriklerden bir adam hendeğe düştü ve öldü harbîler, bir miktar mal  karşılığında cesedini satın almak istediler. Du­rum kendisine arzedilerek, Fahr-i Kâinat   (S.A.V.) Efendimizden   izin istendiği zaman, kendilerini bunu yapmaktan nehyetmişlerdir.

O Müslümanların ellerinde bulunan hayvanların kesilme­sine gelince : Müslümanlar korku veya başka bir sebeple dar-ı hardfoen çıkmayı istedikleri zaman, ellerinde bulunan hayvanlar, taşınması zor olan emtia ve silahlar hakkında fukahâ arasında ihtilaf vaki olmuştur. Bazı tekinler, «hayvan, silah/ve emtiayı Müslümanlar hali üzere terk eder.» demişler İse de.^bazı fakih-ler de mezkur 'hayvanların kesilip, yakılması re'yinde bulundu­lar.

Bana göre : Müslümanların hayvanlarından ve terlettikleri mallardan müşriklerin faydalanmaması için, kesilmesi ve yakıl­ması daha iyidir.

Müslümanların emtia, köle vs hayvanlarından bazısını ehl-i harb galip gelip aldıktan sonra, bu mallar tekrar müslürnanla-rın ganimet olarak almış oldukları malların arasında çıkarsa, tak­simden önce, sahibi bedelsiz olarak malını alır. Ancak, ganime­tin taksiminden sonra, malını bulursa, kimin seliminde çıkmış ise kıymetini ödeyerek kendisinden alabilir. Eğer, bu malı, seh-minde çıkan kimseden veya ehl-i harbden, diğer bir kimse satın alırsa, bu malın esas sahibi, satın alınan bedel ile satın alandan geri alabilir.

Ehl-i harb, o malı, diğer bir kimseye hibe etmiş olursa, kıy­metini ödiyerek, ilk sahibi o malı alabilir.

Rivayet edilmiştir ki: Hz. Abdullah b. A b b a s (R.A.) m kölesi, kısrağını alarak kaçmış ve düşman arazisine gir­miştir. Daha sonra Hz. H â I I d b. V e I î d (R.A.), o beldeye galip gelip, o köleyi yakalamıştır. Abdullah b. A b b a s (R.A.) a yalnız birini iade etmiştir. Yani hem köleyi hem kısrağı vermemiştir. Bu hadise, F a h r-i Âlem (S.A.V.)    Efendimiz    hayatta iken vuku bulmuştur.

9 S i m â k b. Harb bize Tenim b. Tara-f e    (R.A.) den şöyle rivayet etti :

— Müslümanlardan bir kimsenin devesini, müşrikler aldık­tan sonra, diğer bir adam onlardan salın alıp götürmüş. Devenin evvelki sahibi daha sonra, müşriklerden satın alan khriseyi, Fahr-i Alem (S.A.V.) Efendimize şikayet ede­rek devesini almak İstemiş. Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin    huzurunda icra edilen muhakemelerinde, devenin ilk sahibi delil ve şahit göstermekle, ehl-i şirkten satın aldığı bedeli verip, mezkur deveyi geri almasına hüküm buyurmuş ve devenin sonraki sahibi razı olmadığı takdirde kendisine İlişme­mesini evvelki sahibine emretmiştir.

• H a c c âc bize Hakem' den İbrahim Ne-h a î' nin    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  Müslümanları  yenerek,  müşriklerin  almış  olduğu  malı, sonradan  Müslümanlar  galip gelerek    ganimet olarak alsalar, taksimden önce sahibi gelirse kendisine iade edilir. Taksimden sonra sahibi gelirse bedeli alınarak kendisine verilir.

L e y s bize İmâm M ü c a h i d-' den de bunun ben­zeri bir rivayette bulunmuştur.

M u g t r e   bize   yine    İbrahim    N e h a î' nin söyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

—  Müslümanlardan hür bir erkek veya  kadın, hür   olan zimmî veya zımmiye, düşmanlara esir düştükten sonra, bir kim­se onları satın almış olsa, onlardan hiç birisi köle olmazlar. An­cak, çalışarak kendilerini satın alan kimsenin vermiş olduğu be­del her ne ise, kazanıp kendisine ödemeleri lazım gelir. Bu bab-da işitmiş olduğumuz kavillerin en güzeli budur.   A I I a h u â'lem,

Ümmü veled ve müdebber olanlar da bu kabildendir. Yani, hiç bir kimseye köle olamazlar. Böyle bir durumda, satılmışlar-sa, bedelleri mukabilinde efendilerine iade edilirler.

Hür olan bir kimseyi, müşrikler esir ettikten sonra, henüz müşriklerin ellerinde iken, kendilerine köle olmak üzere İslâm düşmanlarına sığınmış olsalar, o müslüman 'hürdür, köle olamaz. Ümmü Veled ile müdebber de bu kabildendir. Efendileri her kim ise ona iade edilmeleri lazım gelir. Keza, mükatep olan kölenin de, kitabeti durumuna iade edilmesi lazım gelir. Bunların hiç birisi köle olamaz.

Satılması caiz olmayan, her hangi bir malın ehl-i harp tara­fından alınmasından sonra, bu herbîler İslâm Dinine girdikleri takdirde, o mala sahip olamazlar. Ancak, müşriklerin, müslü-manlardan bir köle, cariye veya emtia aldıktan sonra, İslâm Dinine girmiş olsalar, bunların hepsi kendilerinin olmuş olur. Bu köle veya cariyenin efendisi veyahut malın sahibi, onları ken­dilerinden geri alamaz.

Hasan b. Umâre bize M ü n î r b. Ab­dullah' dan (13S) pederi A b d u I I a h ' ırr şöyle anlattı­ğını rivayet etti:

-Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzu­runa gelip, İslâm Dinîni kabul ettiğim zaman :

— «Ya R a s û I a I I a 'h , benim kavmim İslâm Dini ile müşerref olunca, yanlarındaki mallarını kendilerine terk bu­yurunuz.» diye arzettim. Kabul edip, o şekilde müsaade buyur­muşlardır.

O Haccâc'ın bize rivayet eyiğine göre İmâm A t â   şöyle buyurdu :

—  «Bir kimse, müsiüman olduğu zaman yanında olan mai kendisinindir.»

İ b n - i    C ü r -e y c    bize şöyle dedi:

—  Hür olan  kadınları, düşman  ele geçirdikten sonra, bir kimse satın almış olsa, o kadına yaklaşabilir mi? diye   İ mânr A t â ' dan    sordum. Şu cevabı verdi:

—  «Yaklaşamıyacağı gibi, kendilerine köle muamelesi  de yapamaz. Ancak, aldığı bedel ile onları serbest bırakır. Bu be­delden daha fazla almaya da hakkı yoktur.»

 

Savaşta Hakemlik Konusu

 

ö Ehl-i harbe ait bir kale, Müslümanlar tarafından muha­sara edilip de, içerde mahsur olan müşrikler, ismini bildikleri bir kimsenin hükmüne razı olmak üzere kaleden çıksalar, sulh yapmak üzere hakem tayin ettikleri kimse de, onların öldürül­mesine, kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmetmiş olsa, bu hükmü ve bu hükümle amel edilmesi caizdir. S a'd b. M u â z (R.A.), Benî Kurayza halkına o şekilde hüküm ver­miştir.

£138)    Bu  isim  bazı  nüshalarda   «Münir,   Abdullah'dan»   şeklinde   iki ayrı isimmiş gibi yazılmıştır.

M u h a m m e d    b.    İ s h a k,    bana    şöyle rivayet etti :

—- F a h r - i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Benî Kurayza Kabilesini muhasara eyledikten sonra, haklarında S a 'd b. M u â z hükmetmek üzere, -kaleden indiler. S a ' d b. Muâz da, Hendek Savaşında kendisine isabet eden bir oktan aldığı yaradan ve gözlerindeki bir ağrıdan dolayı, çadırda yatı­yordu. Kabilesi halkı, «kendisini bir merkebe binidirip götürürler­ken, kendisine :

—  «'Hz.   Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz, seni cahiliyye devrinde yardımlaşmak üzere kendileri ile mua-hade yaptığın Benî Kurayza'ya hakem tayin etmiştir.» dediler.

Bunun üzerine S a 'd—b.    Muâz   (R.A.):

— «Şimdi, Cenâb-ı Hakkın rızasını tahsilde, hiç bir kimsenin levm ve itabından S a 'd 'm korkmayacağı vakit gelmiştir.» dedi. Bunun üzerine, beraberinde bulunanlardan bu sözü işitenlerin bazısı, Benî Kurayza'nın helak olacağı haberini kendi kabilelerine götürmüşlerdir.

H z. S a' d b. Muâz (R.A.), Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelince, F a h r-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz kendisine, hakemlik gö­revinin verildiğini bildirdi. Bunun üzerine, S a ' d b. Muâz, gözleri kapalı olarak, durduğu yerden :

—  Sizin  hakkınızda  ne şekilde    hükmedersem,  o şekilde hakınızda icrasına ahd ve mîsâk olsun mu? deyince    H z.     R a s u I - i    Ekrem    (S.A.V.)    Efendimiz   ve   yayındaki müslümanlar:

—  «Evet,   o   şekilde   olsun»   buyurdular.   Bundan   sonra Sa'd    b,    Muâz    öbür tarafına dönüp, aynı sözü tekrar edin­ce.    Benî Kurayza da :

—  «Evet, o şekilde olsun» deyince,     Sa'd    b.    Muâz (R.A.):

—  Benî  Kurayza'nm erkeklerinin  katledilmesine, kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmettim.» dedi.    Bunun üzerine Rasûi-ü    Ekrem    (S.A.V.)    Efendimiz,    H z.   Sa'd b.    M u â z ' in    bu hükmünü doğru ve güzel bularak :

— « C e n â b -ı Ha k'k ı n yedi kat semânın üstündeki hükmü ile hükmettin.» buyurdular.

Sonra, Peygamber (S.A.V.) E f e nd i m i z i n emri ile, Benî Kıarayzsyı, Benî Neccâr'dan H a r i s ' in Kızı diye tanınan bir kadının evine indirdikten sonra, hepsinin bo­yunları vuruldu.

$ Hakem olan H z. S a' d b. M u â z (R.A.), er­keklerinin katledilmesine kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmetmeyipte, üzerlerine cizye vaz'ına hükmetmiş olsa idi, bu hükmün yerine getirilmesi lazım gelirdi. Hatta, İslâm Dinîne da­vet edilmelerine hükmedilerek, onlar da İslâm Dinîni kabul et­miş olsalardı, keza, bu hüküm caiz olurdu. 'Bu durumda kendile­ri hür müsiümanlardan sayılmış olurlardı.

Keza, İmâm-i Müslİmîn veya tarafından vali (komutan) ta­yin edilmiş olan zatın hükmüne rıza göstermiş olsalar, ne şe­kilde hüküm verilirse, -zikri geçen hakemlerin"hükümlerinin caiz olduğu gibi- İmâm-ı Ivliisîimîn'in veya valisininj hükmü de caiz­dir.

Bir kalede bulunan ehl-i herb, bir müslümanin hakemliğine ve onun hükmü ile kaleden çıkmaya razı olsalar ve kaleden çık­tıktan sonra, hükmüne rıza gösterdikleri kimse, hüküm verme­den vefat etmiş bulunsa, hakemlik vazifesinin başka bir şahsa verilmesini vali (komutan) olan zat, kendilerine teklif eder. Ka­bul edip, başka bir hakem seçtikleri takdirde, bu hakemin ver­diği hükme göre hareket edilir.

Başka bir hakem seçmekten  imtina etmeleri halinde ise, kalelerinden çıkmamış olurlarsa, önceki mukavele ilga edilerek, eskisi gibi, kendileri ile derhal savaşa başlanır.

Kalelerinden çıkıp, indikten sonra, hakemi kabul etmemele­ri halinde, 'kaleye tekrar döndürülerek, önceki mukavele ilga olu­nur.

Müştereken iki kimsenin hükmüne razı olarak, kaleden in­dikten sonra, hüküm vermeden önce, hakemlerden birisi vefat edipte, hayatta kalan kimse, önce zikredilen hallerden biri İle hükmetmiş olsa, eh!-i harp yalnız onun hükmüne razı olmayınca', o hakemin verdiği hüküm caiz değildir. Bu durumda, yani yalnız birisinin hükmüne razı olmadıkları yahut iki taraf arasında ih­tilaf meydana geldiği takdirde, vefat eden hakemin yerine kaim olmak üzere, bir başkasını intihap ederler.

Hakemlerin hiç biri vefat etmeyip, ancak ikisi arasında na­sıl hükmedeceklerinde görüş ayrılığı meydana gelse yine hakla­rında hüküm verilenler, o zaman birisinin hükmüne razı olma­yınca ve iki taraf rıza göstermeyince hükümleri caiz değildir.

İki tarafın birisi rıza gösteripte, diğer taraf razı olmazsa hü­kümleri caiz değildir. Her iki taraf ayrı ayrı bir kişinin hükmü­ne razı olmuş olsa, bu da caiz değildir. Hakem olan iki kimse, ittifakla onların kaleye eskiden olduğu gibi iade edilmelerine hükmetmiş olsalar, bu kararlan hüküm olmayıp, belki bu hük­metmekten dışarı çıkmak demektir. Onlar, sanki «biz hakemi kabul etmeyiz» demiş addolunurlar. Bu iki hakem, onların dar-ı harbdski kale veya emniyette olacakları yerlerine gönderilmele­rine hükmetseler, bu hükümleri caiz değildir. Bu lurumda da hakemlikten çıkmış olurlar. Rıza gösterildiği takdirde yeniden hakem seçilir. Razı olmamaları halinde ise, eskisi gibi muhasa­ra altına almak iktiza eder.

Cenâb-ı Hakkın veya Kur'an-i Azîmü'ş - Şân'in hükmü ile hükmedilmek üzere kaleden çıkmayı talep etmeleri halinde, -Cenâb-ı Hakkın onlar hakkındaki hükmü üzerine inmelerinin yasaklanması hakkında hadis-i şerif varid ciduğundan ve Cenâb-ı Hakkın onlar hakkındaki hükmünü bilemediğimizden- bu talepleri kabul edilmez. Şayet, mezkur talepleri şeklinde, müsaade edilipte kaleden çıkmış ol­salar, onlar hakkında istediği gibi hükmetmek imâm-a mtsslimînîn görüşüne bırakılır. İslâm Dini ve Müslümanlar hakkında, İslama karşı savaşanların katledilmesinin, kadın ve çocuklarının da esir edilmesinin hayırlı olduğu görüşünde ise, S a'd b. Muâz (R.A.) m hükmü gibi infaz eder. Bunlara ve müşrikler­den olan diğer müslümanlara karşı, kuvvet meydana getirmek maksadiyle her yıl müslümanların beyîü'i-mâlî için kendilerinden' cizye alınmasını İslâm Dini ve Müslümanlar hakkında hayırlı gö­rürse o şekilde yapar. Zira, görülmez mi ki, Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Azimü'ş-Şâr/ında «...Rezil ve rüsvay olarak cizye verin­ceye kadar...»[36] buyurmuştur.

Keza, F a h r- İ Âlem (S.A.V.) Efendimiz, müşrikleri, ilk önce İslâm Dinine davet eder, kabul etmedikleri takdirde de, cizye vermelerini teklif buyururlardı.

H z. Ömer (R.A.), Sevâd ahalisine galip geldikten sonra, kanlarının dökülmesini yasaklamış ve kendilerini zımmi saymıştır. İmâm-ı Müslîmîn, kendileri hakkında mezkûr şekiller­den birisi ile hükmetmeden önce, onlar kendilerinden İslâm Di­nîne girdikleri takdirde, hür müslümanlardan sayılırlar. Keza, zikri geçen şekillerden birisi ile haklarında hüküm verilmeden önce, İmâm-ı Müslimîn, kendilerini İslâm Dinine davet etmiş bulunur, onlarda bu ilk teklifi kabul ederlerse keza hür müslüman­lardan addolunurlar. Arazileri, öşür arazisi olarak kendilerinde kalır.

İmâm-ı Müslimîn'in, kendilerini zimmî saymış olması ha­linde ise, arazileri yine kendilerinin olursa da, bu arazi üzerine harâc vaz' edilir.

Erkeklerinin katli ile kadın ve çocuklarının esir edilmeleri­ne hükmedip, ancak bu hüküm infaz edilmeden önce, İslâm Di­nine girerlerse, katledilmeyecekler! gibi kadın ve çocukları da esir alınamaz.

Erkekler katledilip, kadın ve çocukları esir edilinceye ka­dar, İslâm Dinine girmezlerse o memleketin arazileri ganimet­ten sayılır. İmâm-ı Müslimîn dilerse, humsunu (1/5 = beşte birini) çıkardıktan sonra, kalanını taksim eder. Dilerse hali üze­rine bırakıp, imar ederek, gereken haracı vermek üzere, talip olanları davet etmesi için valisine emir verir. Nitekim, Zımmîis-rin arazisinden, sahibi olmayan ve muattal olan arazide de mua­mele böyledir.

Müşrik olan ehl-i harb, zımmîlerden birisinin hükmü üzeri­ne kaleden çıkmayı talep ettikleri takdirde bu talepleri kabul edilmez. Zira, müslümaniarın harp hukukunda ve dinî işlerde, ehl-i küfrün hüküm vermesi caiz değildir. Ordu Komutanı, hata ederek, bu taleplerini kabul edipte, hakem olan bu zımmî zikri geçen hükümlerin birisi ile, onlara hükmetmiş olsa, verdiği bu hüküm caiz olmaz.

Keza, müslüman olan, fakat üzerlerine hadd-i kazf tatbik edilmiş  bulunan, kimselerin hakemlikleri şartı  ile kaleden çıkmayı istedikieri takdirde, yine caiz değildir. Çünkü kendilerine hadd-i kazf tatbik edilmiş bulunanların, şahidlikleri makbul ola­maz. Çocuk, kadın ve kölelerin hakemlikleri de böyledir. Yaniî bunlardan birisinin hükmü üzerine kaleden çıkmayı talep etse­ler, bu talepleri kabul edilmez. Çünkü, harp konusunda ve dinî işlerde bunlardan birisinin hüküm vermesi ile İlgili talepleri ka­bule şayan değildir. Vali olan zat, hataen bu tekliflerini kabul etsede, müşrikler hakkında onlardan her hangi birisinin verdi­ği hüküm geçersizdir, caiz değildir. Eğer, harâc ödemek üzere, o müşriklerin ehl-i zimmet olmalarına hükmederlerse, o takdirde hakemlikleri kabul edilir ve hükümleri caiz olur. Çünkü, onlar hakemsîz olarak, ehl-i zimmetten olacak olsalardı, bu kabul olu­nurdu.

@ Bir kadın veya bir muharip köle, emân dilemiş olsa, kendisine İslâm Dinine girmesi veya zımmî olması teklif edilir,

Eğer bir kaledekiler, bir müslümanı hakem tayin edip, onun hükmüne razı olarak kaleden çıkarlar ve o hakem de, savaşan erkekleri İle kadın ve çocuklarının da öldürülmesine hükmeder­se, hükmünde hata ve sünnet-i seniyyeye aykırılık olduğundan, çocuklar ile kadınlar öldürülmez. Yalnız, muharip erkekler kat­ledilip, kadın ve çocukları esir edilir.

Eğer, hakem tayin edilen zat, o kavmin zulüm ve düşman­lıklarından korkulan bir kısım erkeklerinin katline ve diğer er­kekleri ile kadın ve çocuklarının esir edilip zımmî olarak kalma­larına hükmederse bu hüküm caizdir. Eğer, bir isim bildirmeden, her hangi bir müslümanın hakemliğine razı olarak kaleden çı­karlarsa, bu durumda haklarında hüküm vermek İmâm-ı Müsli-mîn'e aittir. Zikri geçen hükümlerin hangisi İslâmiyet ve Müslü­manlar hakkında daha efdal ve daha faydalı ise onlara öylece hükmeder.

Vali olan zat, bu şekilde isim verilmeden hakem talep edil­mesini, çocukların, kadınların, kölelerin zımmîlerin, âmânın-, kendisine hadd-i kazf tatbik edilmiş kimsenin, fâsıkın, şüpheli kimsenin, şer sahibi olan kimselerin hakem tayin olunmasını ka­bul etmemesi iktiza eder. Bu hakemlik hususunda, ancak, fazi­let sahibi, dinine bağlı müslümaniar için hayır dileyen, din bah­sinde ihtiyatlı olarak hareket eden zevatı arayıp, böyielerini seç­mek gerektir.  Zira,  bir kimsenin aleyhine sahidlik etmesi kabulu caiz olmayan ve iki hasım hakkında hüküm vermesi caiz olmayan kimselerin, böyle mühim ve bütün müslümanlan ilgi­lendiren bir konuda hakemlik yapması nasıl caiz olabilir?

Eğer, bu kavim, asker arasından seçecekleri bir hakemin hükmüne razı olarak, kaleden çıkacaklarını beyan edip, kaleden çıktıktan sonra, yukarıda geçen iyi vasıflarla muttasıf olan bir zatı, seçerlerse, bu zatın hakemliği kabul olunur. Bilakis, şahid-liği ve hüküm vermesi caiz olmayan ve yukarıda sayılan kötü sıfatlarla muttasıf bulunan bir kimseyi seçerlerse, bu kişinin hakemliği kabul olunmayıp, önceden bulundukları yere gönderi­lirler. Bu durumda, daha sağlam veya daha çok muhafızı bulu­nan bir kaleye veya bir yere gönderilmelerini talep ederlerse, kendilerine müsaade edilmez. Hakemliğe layık, bir başka zatı hakem tayin etmeleri kendilerine teklif edilir.

Müslümanlardan ismini bildikleri bir zat İle, kendilerinden de bir kimsenin hakemliği üzerine, kaleden çıkmayı talep eder­lerse, bu talepleri kabul olunmaz. Çünkü dine müteallik olan hu­suslarda hakemliğe kâfir ortak edilemez.

Vali olan zat, hata edip, bunların hakemliğine müsaade et­miş olsa, o hakemler de hüküm vermiş bulunsalar, İnıâm-i Müs-lîmîn olan zat, hükümlerini infaz etmez. Ancak, zımmî olmaları­na veya İsSâm Dinine girmelerine hüküm vermiş olurlarsa, bu ka­bul edilir. Çünki, İslâm Dinine girmiş olunca, zaten hakeme ha­cet olmadan, onlara hiç bir kimsenin tasallutu kalmıyacağı gibi, zımmî oldukları takdirde de, hakeme hacet kalmadan, zımmîiik-leri kabul olunur.

Bu kâfirler, ellerinde bulunan müslüman esirlerden birisi­nin hakemliğine razı olarak, kaleden inmelerini talep etmiş ol­salar, yine müsaade edilmez. Şayet buna, İmâm-ı Müslimîn mü­saade etmiş olsa bile, o esirin hakemliği caiz.olamaz. Eğer, zimmî olurlar veya İslâm Dinini kabul ederlerse, bu durumda onlara hiç bir kimsenin tasallutu kalmaz.

Kendileri İle beraber, dar-ı harbde bulunan, müslüman bir tüccarın hakemliği de böyledir.

Kendilerinden olup ta, İslâm Dini ile müşerref olmuş olan, fakat henüz onlarla beraber dar-ı harbde ikamet etmekte bulu­nan bir kimse de, yine bu kabildendir. islâm Dînî İle müşerref olan bu kimse, islâm askerleri ile ikamet etmekte, olup, o sırada o kavmin içinde bulunmakta ise, yine onun hakem olarak kabul edilmesi bana hoş gelmez. Zira, evvelce Müslüman olan bu kimsenin bu konundaki'hakemliği çok büyük, korkulu ve tehlikeli bir iş olarak görünmesinden; ilerisi­ni düşünüp sakınarak ihtiyakârane davranmasından dolayı Müs­lümanların müşkîlâta duçar olmalarından korkulur.

Eğer, o müşrik kavim, 'Müslümanlardan hasta bir kimsenin hakemliğine razı olarak, kadınları, çocukları, mallan, köleleri ile müslümanlardan kendilerinde olan esirleri, köleleri ve malları­nı yanlarına alarak kaleden çıksalar, ancak hakem olan kimse henüz hükmünü vermeden vefat etmiş olsa, kendi iş ve durum­larını görüşmek ve hükmü ile kaleden çıkacakları diğer bir za­tın seçilmesi için, kale ve emniyette bulundukları yere geri gön­derilmelerini talep etmiş olsalar, taleplerinin yerine getirilme­si lazım gelir. Ancak, kenilerinde bulunan Müslüman esirler el­lerinden alınacağı gibi, müslümanlara ait köleler de sahiplerine satılarak, bedelleri müşriklere verilir. Keza, bizim zımmîlerimiz-den, hür olupta, müşriklerin ellerinde bulunan kimseler varsa, onlar da, ellerinden geri alınırlar.

Bu düşmanların ellerinde, İslâm Dîni ile müşerref olmuş kimseler bulunur ve bunlar küffârla birlikte kalelerine veya em­niyette bulundukları yere gönderilmelerini talep ederlerse, bu talepleri kabul edilmediği gibi, kâfirlerin ellerinden de alınırlar. Çünkü, Müslümanların dar-ı harbe iade-edilmeleri hakkında ara­larında ki hüküm infaz edilemez. Zımmîlerimizin köleleri, bizim kölelerimiz hükmündedir.

Müşrik düşmanların elinde, İslâm dini ile müşerref olmuş köleler bulunur da, onlarla birlikte, dar-ı harbe gönderilmelerini isterlerse, gönderilmeleri caiz olmadığından, bedelleri müşrikle­re verilerek ellerinden alınırlar.

 

Emân Nedir? Kimler Emân Verebilir? Emân Verme Şekilleri Nelerdir?

 

Müslümanların, müşriklerle yaptıkları savaşlarda kendileri­ne yardımı dokunan zımmîlere, düşmanlar arasında emân yok­tur. Düşman tarafında bulunan zımmîlere emân verilmesi caiz değildir.

Köleye gelince, eğer köle savaşıyorsa «Ordudan bîri düş­mana emân verirse, bu bütün müslümanlar için geçerlidir.» di­ye varid olan hadis-i şerif gereğince, kölenin emân vermesi caizdir. Eğer köle savaşmıyorsa, fakihler arasında emân verme­sinin caiz olup olmadığında ihtilaf vaki olmuştur. Bazıları, «caiz­dir» ve bazıları da «caiz değildir» diye görüş beyan etmişler ve jctihadda bulunmuşlardır. Her iki taraf da, görüş ve yollarına muvafık olarak, hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir. Ancak, H z. Ömer (R.A.), bîr kölenin emân vermesine İzin vermişse de, o kölenin savaşıp savaşmadığı hakkında bir rivayetin olduğu tarafımızdan işîtilmemiştir.

H z. Z e y n e b ' in kendi kocasına ve Ü m m ü H â n î'-nin akrabasından birine emân verdikleri hakkında, Fahr-i (S.A.V.) Efend i m izden varid olan hadis-i şerife mebni kadınların da emân vermeleri caizdir.

Bulûğ çağma gelmemiş olan çocukların emân vermesi caiz değildir. Böyle bir emân geçersizdir.

Keza, düşman elinde esir bulunan, müslümanlarm vermiş oldukları emân da caiz değildir, geçersizdir.

Dar-ı harbde bulunan Müslüman tüccarların verdikleri emân da, müsîümanlar tarafından kabul edilemez ve yerins getirilmez.

© Bir müslüman, konuşmadan, bir kimseye parmağı ile işaret ederek emân vermiş olsa, bu konuda fuhahâ arasında ih­tilaf vaki olmuş olup, bazıları «bu emân caizdir», bazıları ise «caiz değildir» demişlerdir. Ancak bu konuda işitmiş olduğu­muz kavillerin en güzeli «bu müsiümanın emân kastı ile yaptığı işaretin - A İ I a h u â'lem - emândan sayılmasidır. Çünkü, H z. Ömer (R.A.) in İşareti emân saydığı rivayet edilmiştir. Keza, farsça  konuşarak emân verilmiş olsa, bu emân  geçerlidir.

© Fudayl b. Z e y d er-Rekkâşî'den riva­yet etmiştir.

— H z. Ömer [R.A.) bize yazdığı emir-namede: «Müslümanların kölesi, müslümanlardan sayılır. Bu kölelerin zsmmetî de müslümanlarm zimmeti demek olduğundan, bunların emân vermeler! caizdir.» buyurmuştur.

0 A ' m e ş bize E b û S â i i h ' den, o da E b û H u r e y r e (R.A.) den, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efen­dimizin    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir :

— «Müslümanların zimmeti birdir. Müslümanlarm ednâsı bile o zimmeti verebilir.»

6    A'm e ş    bize    E b û  â i I'in şöyle dediğini rivayet etti :

—  Hânikîn    denilen    yerde    bulunduğumuz    sırada    H z. Ömer   (R.A.) den bize bir emir-name geldi. Şöyle  buyuru-yordu :    «Bir kaleyi muhasara ettiğinizde,    Cenâb-i   Hak­le i n   hükmü üzere inmelerini, bu ikaiede olanlar sîzden talep ederlerse, bu tekliflerini kabul ederek, kendilerini kaleden çıkar-mayıniz. Zira, tekliflerini kabul edip kaleden indirdiğiniz takdir­de,   Cenâb-ı    Hakkın    onSsr hakkmdaki hükmünün ne olduğunu bilemiyeceğinizden, isabet edip edemeyeceğinizi bile­mezsiniz. Ancak, kendilerini sîzin hükmünüze göre indirin. Son­ra haklarında dilediğiniz şekilde hükmediniz.» buyurmuştur.

Bir kimse, diğer bîr kimseye «korkma» derse, kendisine emân vermiş oiur. «Telaş etme» d&mesi de böyledir. Cenâb-ı Hak bütün lisanları bildiği İçin, bir adam diğer bir adama farsea «korkma» demiş olsa, keza kendisine emân vermiş olur.

İmâm M ücâhi d, H z. Ömer (R.A.) den şöyle rivayet etmiştir:

—  «Müslümanlardan bir kimse, düşmandan bir kimseye işa­retle, indiğin zaman seni katledeceğim diye anlatmak istese, an­cak, muhatabı olan düşman, bu işaretden kendisine emân veril­diği zanm ile kaleden inse, emân verilmiş addolunur ve o düş­manı öldüremez.» buyurmuştur.

Q Muihammed b. İ & h â k, bana S a'd b. E b î H i n d'den o da A k f 1 b. E b û T â I İ b ' in azadhsı olan Ebû Hureyr V den Ü m m ü Hâ n î binti    Ebî   Tâiib   (R.A.) in    şöyle dediğini rivayet etti:

—  Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Mek-ke-i Mükerreme'yi fethettiği zaman, kocamın akraba ve taaMûkâ-tindan iki erkek, kaçarak bana iltica ettiler. İlticalarını kabul et­tim. Daha sonra, kardeşim gelerek «bunları öldüreceğim» dedi.

Bunun üzerine, onları odaya girdirdim ve kapıyı kapadım. Sonra, Mekke'nin yukarısında ikâmet etmekte olan, Peygamber (S.A.V.)    Efendimizin    huzuruna gittim. Beni görünce :

—  «Merhaba Ey    Ü m m ü'   H â n î!    Hoş geldin. Bura­ya geliş sebebin nedir?» buyurdular. Ben de :

—  «Ey   Allanın    Resulü,   akrabamdan iki adam gelip bana iltica ettiler. Ben de onların ilticalarını kabul ettim. Sonra, kardeşim gelip onları öldüreceğini söyledi.» diye keyfiye­ti kendilerine arzettim. Bunun üzerine :

—  «Hayır, öldürmesin. Senin emân verdiğin kimseye, biz de emân veririz.» buyurdular.

H z.   Âiş e    (R.A.)    buyururlar ki:

—  «Kadınların verdiği    emân    müslümanlar üzerine nafiz olur idi.»

İmâm    Hasan    da:

—  «Kadın ile kölenin emân vermeleri caizdir.» buyurmuş­tur.

İmâm   Şeybânİ    rivayet eder ki :

S a ' d b. Mâlik, maiyyetinde yahudilerden bazı kim­seler olduğu halde, gazaya gitmiş ve -ganimet mallarından se­nim olmamak üzere- kendilerine biraz mal vermiştir.

O Esirlerden olan cariyeye, yaklaşmak caiz değildir. Ga­nimet malları, taksim edilip, bir kimsenin hissesine bir cariye düşerse, o cariye hayız görmekte ise, kendisinde bulunduğu zaman zarfında iki defa hayız görmeden ona cima etmesi caiz değildir. Hayız gören kadınlardan değilse, hamile olup olmadığı tahakkuk ettikten sonra, kendisi ile cima edebilir. Zira, F a h r - i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, doğuruncaya kadar hamile olan cariyeye yaklaşmayı yasaklamışlardır.

Nitekim, E ban b. Ebî lyaş bize H z. E n e s b. Mâlik (R.A.) den, Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin    şöyle buyurduklarını rivayet etmişdir:

—  «Cenâb-ı    Hakka   ve âhiret gününe iman eclen, iki erkeğin bir temizlenme devresinde, bir cariyeye cima etme­leri caiz değildir.»

Mecûsî olan bir cariye, bir adamın sehmine İsabet ederse, ona cima etmenin caiz olmadığını, fâkihlerden bir zat, mecüsiîe-rin nikahlanması hakkında, Fahr - İ- Âlem (S.A.V.) Efendimizden varid olan, hadis-i şeriflerle beraber zik­retmiştir.                          .

K a y s b. R e b i' bize Kays b. Müslim' den Muhammed b. H a n e f i y y e (R.A.) nin şöyle de­diğini nakletti :

-Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Ahalisi Mecusîlerinin kadınlarının nikâhianmasını ve kestikleri­nin yenilmesini helâl kılmamakla beraber, kendilerinden cizye alınmak, üzere onlarla sulh yapmışlardır.'

S i .m â k   b.    H a r b ' in    bize rivayetine göre ;

Bir kimse, mecusîlerden bir cariyeyi esir eder, veya satın alırsa, onunla cima edip edememesinin cevazı hakkında, E b û Seleme    b.   Abdurrahman' dan   fetva istenince:

—  «Müslüman olmayınca ona cima edilmez.» buyurmuştur.

S a î d bize İK a t â d e ' den M u â v i y e b. Kur-r e ' nin    şöyle dediğini rivayet etti:

—  H z.   Abdullah    b.    Ömer    (R.A.),    müşrik olan cariyeye yaklaşmayı caiz görmezdi.

M u ğ i r e bize H a m m âd ' dan İbrahim Ne-h a î' nin şöyle dediğini rivayet etti :

—  Mecûsî veya putperest olan kadınlar, esir edilip cariye oldukları zaman, İslâm Dinine girmeleri kendilerine teklif edilir ve bu hususta  zorlanırlar.  Kabul  ettikleri takdirde, hem cima edilip hem de işte çalıştırılırlar. Eğer, İslâm Dinini kabul etmez­lerse, yalnız işte çalıştırılmaları caiz ise de, cima edilmesi caiz olamaz.

Yine H a m m a d , İbrahim N e h a î' nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  Yahudi ve hristiyan kadınlar esir alınıp cariye edildik­leri zaman, İslâm Dinine girmeleri kendilerine teklif edilir. Bu teklifi gerek kabul etsinler, gerek etmesinler her iki halde de hem cima, nemde istihdam edîimeieri caizdir. Gusül yapmaya mecbur edilirler. Bu babda, işitmiş olduğumuz kavillerin en gü­zeli budur. -A I lahu    a'Iem -;

© Müslüman olarak, dar-ı İslama gelen, ehli harbi geri gönderip, kabul etmemek üzere, bir vali, ehî-i harb ile mukavele yapmış ve bu vaadda bulunmuş olsa, Müslümanlarda ehl-î har­bîn mukavemetine kuvvet ve iktidar olursa, Jmâm-ı Müslimîn için bunun gibi mukavele akdi caiz olmadığı gibi valisinin mu­kavelesine de icazet verip, bu mukavelenin hükümlerini infaz etmesi de caiz değildir.

Söylediğimiz gibi, Müslümanlarda kuvvet ve iktidar var iken, vali buiunan zatın ehl-î harbden bir kavimle, böyle bir muvâdaa ve mukavelede bulunması caiz olamaz.

Eğer, bu kavmin, İslâm dînine girmesi yahud zimmîliği ka­bul etmesi ümidi, ile, kendilerinin kalplerini kazanmak maksa-dlyie, vali olan zat böyle bir muvâdaa ve mukavelede bulunmuş olursa, valinin, onların hallerini düzeltmesi için, böyle bir mu­kavele ve muvâdaada bulunmasında bir beis yoktur.

Düşmanlardan bir kavim, Müslümanlardan 'bir kavmi bir kalede muhasara edipte, müslümanlarda kuvvet olmamasından dolayı, nefislerinin telef olmasından korkulursa, bu şekilde bir "muvâdaada bulunmalarında ve mal ile kendi nefislerini kurtar­malarında, islâm dinini kabul ederek, muhasaracı müşrikler ta­rafından gelen, eh!-î harbi geri göndermelerini ve kabul etme­meleri halinde, bu şartlan kabul etmelerinde beis yoktur.

Ancak, Müslümanların ehl-i harb üzerine kuvvet ve ikti­darları olduğu takdirde işbu şartlardan birini bile kabul etmek caiz değildir.

© Muhammed b. İshâk bana İmâm Z ü h r î' âen    şöyle rivayet etti :

— Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Hendek Harbinde Medîne-i Münevves-e'de bulunan ağaçların mey. velerinin süsüsünü (1/3 = üçte birini) fidye olarak vermeyi dü­şündü ve bu konuda S a'd b. M u â z ve S a'd b: U b â d e ile istişare ederek onlara :

—  «Bütün arap kabileleri birleşerek, hepsinin aleyhinize kıyam ettiğini görüyorum. Medine'deki ağaçların    meyvelerinin üçte birini fidye olarak verip, zaman kazanarak ve bazı hikmet­lerden dolayı onlara, bu vesile ile galip geleceğimiz reyindeyim. Ne dersiniz?» diye görüşlerini sordular. Onlar da cevaben :

—  «Ya Rasûlallah, daha önce biz bu arap kabi-le'eri ile birlikte şirk üzerinde iken, Medine'nin    meyvesinden ancak, ya bizden habersiz olarak alabilirlerdi veyahud da, bize misafir oldukları zaman kendilerine İt'âm ederdik. Bu iki yoldan başka meyvelerimizi yiyemezlerdi.  Şimdi  ise, C  e n â b-ı Hak,   Sizi ve İslâm Dînini bize ihsan buyurmuşken, malları­mızı, kendilerine bu şekilde vermeye  haccet yoktur.»  diye bu babdaki reylerini arz ve beyan ettiler.   Bunun üzerine,   Pey­gamber    (S.A.V.J    Efendimiz:

—  «Reyiniz ne merkezde ise öyle olsun.» buyurdular.

# Hudeybiye senesinde, Fahr-i Alem (SAV.) Efendimiz Kureyş'le muâhade yapılıp, onlarla savaşmak­tan vazgeçtiği sabittir. Bundan dolayı, mütareke İslâmiyet ve Müslümanlar hakkında hayırlı olduğu ve mütareke sebebiyle küf-farın İslama ısındırılmasının ümid edilmesi halinde o şekilde dav­ranmasında İmârn-ı Müsllmîn İçin cevaz var.dır.

Hişam b. Urve, babası Urve' den ve M u h a m m e d b. İshâk ve İmâm K e I b î' den bana rivayet ettikleri hadis de şöyle haber verdiler:

—  Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz,   savaş murad etmeyerek, umre niyetiyle, Ramazan-i Şerîf ayında, Medî-ne-i Münevvere'den Hudeybiye'ye[37] çıktı. Hudeybiye Vak'ası, Şevval ayında vuku buldu. Usfân isimli yere vardıkları zarnsn Benî Ka'b Kabilesinden bazı kimseler,    Peygamberimizi karşılayıp:                                      t

—  Yâ   Rasûlallah, Sizi Beyt-i Muazsama'dan alı­koymak ve Mekke'ye girmenize mani olmak için, Kureyş sizinle savaşmak üzere, çeşitli kabilelerden bir takım adamlar topladılar ve kendilerine erzak ve yiyecek vermektedirler.» diye duru­mu haber verdiler.

Usfan'dan[38] hareket etmeleri halinde, Kureyş'in öncüsü olan H â I i d b. V e I i d ' le, yol üzerinde karşılaşacakları anlaşılınca, Fah rri K â i n a t (S.A.V.) Efendimiz caddenin bir tarafına, Serûateyn denilen ve iki kum tepesinin arasında olan yola girdiler. Yolun hizasına yürümek için, herke­se emir ve tenbihte bulunup, o şekilde giderek, Gamim isimli yere vardılar. Buraya varınca, Cenâb-ı Hakkı tevhîd ve tenıhîd getirip, layiki veçhile hamd ve sena ederek buyurdu­lar ki :

— «Emmâ ba'd. Kureyş Kabilesi halkı bizi Beyt-i Muazza­mın ziyaretinden ve Mekke-i Mükerreme'ye girmekten men et­mek için, muhtelif kabilelerden bir takım kavimleri toplayarak, kendilerine erzak ve yiyecekler vererek, bizimle savaşmak için hazırlamışlardır.  İlk iş olarak  müşriklerin başlan olan, Mekke Ahalisi  ile mi  savaşalım yoksa kendilerine yardımda bulunan dağınık kabilelerin kadın ve çocuklarını kastederek mallarını ga­nimet, kadın ve çocuklarını esir mi alalım? Evvelâ dağınık kabi­lelere hücum edip, kadın ve çocuklarını esir aldığımız takdirde, önler bize yetişemezler ve yerlerinde kalırlarsa, mallarını, ka-dınlarını ve çocuklarını   kaybetmiş ve yenilmiş olarak kalırlar. Eğer bize yetişmek üzere bulunurlarsa, aileleri hakkında korkma-tarından dolayı, yürüyüşleri hafif ve kendileri de zayıf olarak ge­lebilirler. Her iki halde de     Cenâb-ı   Hak   onlara azap ve işkence ile muamele buyurur.» diye, maiyyetinde bulunan müca-hid sshâhe-i güzîn'e hitabetti.    Onların bu babdaki görüşlerini sordular.   Hz.   Ebû    Bekr-i    Sıddîk   (R.A.)    ilkönce görüşünü beyan ederek :

—  Bu babdaki görüşümüz,   Yâ   Rasûlullah,   evvel emirde başlan olan Ehl-i Mekke ile savaşa başlamak ve onlara kasdetmektir. Zira,    Cenâb-ı    Hak,   Sana yardımcıdır. Ve senin muinindir. Seni onlara galib getirecek ve bunu onlara apaçık gösterecektir.»    diye görüşünü arzettikten sonra,   H z. M i k d a d   (R.A.):

— A 1 I a h a yemin ederim ki, biz, Benî İsrâilin Pey­gamberlerine dedikleri gibi «...Artık sen Rabbînle berabergit!

Bu suretle ikiniz harb edin! Biz mutlaka (burada) oturup sizi bekliyeceğiz.»[39] demeyiz. Biz ancak, Sen, Rabbinle beraber yürü. Savaşınız. Muhakkak ki biz de sizinle beraber savaşacağız, deriz diye reyini bildirince Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz, hemen yola çıktı : Harem-i Şerifin hududuna yakla­şınca, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bin­miş olduğu ciz'a '(bazı rivayetlerde Kusvâ) isimli devesi yere çöktü. Bunun üzerine orada bulunanlar:

—  «İleriye gitmesi gerekirken,    sebebsiz ve  illetsîz yere niçin oturup çöktü acaba?» deyince,   Peygamber   (S.A.V.) Efendimiz:

—  Bu deve huysuzlaşmadı. Gitmesi gereken yere inat ede­rek gitmeyip çökmek mûtadı  da değildir.    Ancak, vaktiyle fili Mekke'ye girmekten men eden    Cenâb-ı   Vâcibü'l-V ü c û d ,   bu   Kusvâ'yı Mekke'ye girmekten  menetmiştir.» buyurdular. Yani, Beyt-i Muazzam'ı tahrip edip, yıkmak için vak­tiyle Yemen tarafından gelen, ehl-i bâtılın fillerini -Sûre-i Fîl'in tefsirinde mufassalan mezkur olduğu gibi- Mekke'ye girmeden men ederek, Ka'be-i Müşerrefe'yi hıfz ve sıyânet eyleyen    C e -n â b -1   Hak,   bu Kusvâ'yı Mekke'ye girmekten men eyle­miştir. Biz her ne kadar, ehl-i Hak olup, ashab-ı fille kıyas edil-mezsek de, o aralık sahâbe-i güzîn (R.A.E.) hazretleri, Mekke'ye girmek ve Kureyş de onları men etmek    isteyecekleri cihetle, filin Mekke'ye girmesi kan dökülmesine ve malların telef olma­sına sebep olan, savaşı mucib olabilirdi. Halbuki, Kureyş Kabi­lesinden pek çok kimsenin, İslâm Dinine girmeleri ve sulblerin-den nicelerinin zuhur ederek ehl-i İslâm'dan olmaları, mukadde-rât-ı  İlâhiyeden olduğu hikmetine binâen, bu deveyi   Cena­bı    Hak,   Mekke'ye girmekten men buyurmuştur.» dedikten sonra :

—  Kureyş Kabilesi, Beni, Harem hududu dahilinde, savaşı terk etmeye ve burayı tazim ve selamlamaya, kan dökülmesin­den kaçınılmasına davet edip de, bu konuda beni geçmesinler. Yani, bu konudaki talepleri, her ne kadar meşakkati mucib ise de, Harem-i Muharrem'in ihtiram ve ta'zimi kendimce kabul ve teslim edilmiş bulunduğundan istediklerini   yerine getirmekten geri durmam.» diyerek, Sahâbe-i Kirîm'a hitaben :

—  «Bu tarafa geliniz» diye emir buyurduktan sonra, cadde­nin sağ tarafında olan yolda gitmekte iken onu bırakıp, geriye dönerek Seniyyetü'I-Hanzel isimli yerden giderek Hudeybiye'de çadır kurup ikâmet buyurdular. Orada bulunan kuyudan, su çekip kullandılar. Bu kuyunun suyu azalıp,    kendilerine kifayet etmez oldu. Durumu    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimize arzetmeleri üzerine, kenâne yani tîr-keşinden bir ok çekip ken­dilerine vererek, o kuyuya batırıp dikmelerini emir buyurdular. Emre uyup, o oku, mezkur kuyuya saplamaları üzerine, kuyuda o kadar su hasıl oldu ki, herkes develerini suladı. Sonra istirahat etmek üzere bir tarafa çekilip oturdular.

Peygamber {S.A.V.) Efendimizin, Hudey-biys'ye teşrifleri haberini Kureyş işitince, müteferrik kabileler­den toplanan kavimlerin reisleri, Huleys isimli kimsenin evfad-larından birisini, Peygamberimiz (S.A.V.) e gönder­diler, îbnî Huleys, haccm şeâirinden olan kurbana saygı gös­teren cemaatten idi. Peygamber (S.A.V.) Efendi­miz, uzaktan İ b n - i H u I e y s ' in gelmekte olduğunu görünce maiyyetinde bulunan mücahidlere hitaben :

—  Bu gelen adam,    İ b n i    H u i e y s ' dır   ve kendisi Harem-i Şerife sevkedildiği bilinsin diye, boynuna eski ayakka­bı asılarak sevkedilen ve hedy denilen kurbana ta'zim eden ka­vimdendir. Bu kurbanları ondan tarafa sevkedin de görsün.» diye emir buyurmaları üzerine, kurbanlar o tarafa sevkedildi.    İ b n - i Huleys    mezkur kurbanların, boyunlarına asılmış olan özel gerdanlıklarıyle gelmekte olduklarını görünce, müslümanlara bir kelime bile söylemeden, olduğu yerden hemen geri dönrek gitti. Kureyşlilere:

— «Gelmekte olan kavim, Özel alâmet ve süsleri olan kur­banları ile gelmişİer. Kendilerine ilişmek doğru olmaz» diye key­fiyeti gereği gibi anlatıp, Mekke'ye girmekten  men etmelerin­den dolayı, Kureyşlilerî tevbîhe kalkışmişsa da, onlar kendisini azarladılar ve ona sövüp saydılar:

—  «Sen kaba ve cahil bir arap parçasisın. Öyle şeyleri bir. lemezsin. Senin böyle münasebetsiz sözler söylemene şaşmıyo­ruz. Ancak, senin gibi  ahmak bir adamı göndermiş    olmamıza hayret ediyoruz.» dediler.

Sonra, Urv«    b.    Mes'ud    es-Sakafî    isimi şahsı seçerek :

—  «Sen, git. Bize bir haber getir. Ancak, arkandan yaka­lanmaktan sakın.» diye kendisine tenbîhatta bulunup, gönderdi­ler.

Urve    b.    Mes'ud,    yola çıkıp, Peygamber (S.A.V.)    Efendimizin    huzuruna vardı. Kendisine hitap edip :

—  Yâ    Muhammed, insanların esfeiinden bîr takım halleri  karışık ve meçhul  adamları toplayıp, kendi aşiretin ve aslın üzerine geliyorsun. Kureyş Kabilesinin    yüce ceddi olan, K a ' b    b.    L ü ' e y    ile   Âmir    b.    L ü ' e y namları ile yadolunan   insanlar tarafından,    sizin tarafınıza geldim.  Hepsi size olan kin ve düşmanlıklarını açığa vurarak ve kadınları, ço­cukları, süt veren develeri ve mızrakları ile sizinle savaşmaya geliyorlar. Sen  ne  kadar onlara kötü muamelede    bulunursan, kendileri de ondan daha çok size kötü muamelede bulunacakla­rını hepsi birden yemin ederek, beyan ve te'kid ediyorlar.» de­yine,    Fahr-i     Kâinat    (S.A.V.)    Efendimiz,   ce­vaben :

—  Biz savaş için gelmedik.    Muradımız sadece umremizi edâ edip, kurbanımızı kesmektir. Kavmin olan Kureyşe git. Ken­dileri deve ve sürü sahipleri olup, muharebe kendilerini örsele-mistir. Savaşın daha önce kendilerinde sebep olduğu telef ve hasarlarla birlikte, yine telefat bırakmakta hayır yoktur. Benim ile kendileri arasında bir müddet tayin edelim. O müddet içinde, kadın ve çocukları büyürler ve kuvvetlenirler. Şerlerinden emin olarak,  bizi Beytullah'tan men etmesinler. Umremizi edâ, edip kurbanlarımızı keselim. Kendileri taraf tutarak, İnsanlarla bizim aramıza girmesinler. Eğer insanlar, bana galib gelirlerse, zaten kendilerinin de istedikleri  budur. Eğer, İnsanlara ben galib ge­lirsem, o zaman kendileri muhayyerdirler. O zamana, kadar savaş İçin kendilerine isti'dâd gelir. Dilerlerse bana karşı savaşırlar, dilerlerse topluca sulha dahil olurlar.   Cenâb-ı    Hakka yemin ederim ki,    A I I a h i n    iradesi ve yardımlyle risâletim hükmünü yürütünceye kadar, İslâm Dini üzerine, Benî Âdem'in her nev'iyle kıtal  ve muharebede bulunacağım.» buyurdu. Bundan sonra,    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz Urve    b.    Mes'ud    es-Sakafî'ye:

—  Doğru Kureyş'e gidip, sulha tavassut ederek, durumu teb­liğ etmesini emir buyurdu.    Urve    de    Kureyş'e dönerek ken­dilerine hitaben :

—  Bilirsiniz ki, hakikaten sizler benim kardeşim ve aşire-timsiniz. Bütün insanlardan daha çok bana sevgilisiniz. Halkın toplanma yerlerini araştırıp, hepsini size yardıma davet ettim. icabet etmedikleri için ailemi getirip, mütesellî olmanız için ara­nızda ikamet ettim. Sizden sonra, hayatımı istemediğimi bilirsi­niz. Yine bilirsiniz ki, büyük zevatın ve kralların huzuruna çıktım. Cenâb-ı    Hakka    yemin ederim ki,    Muhammed'-in, sahabesi nezdinde büyük ve muhterem olduğu kadar, gördü­ğüm zevat içinde, ne bir büyük ne de bir kral vardı. 'Kendisinden izin almadıkça, hiç bir kimse    konuşamaz. İzinsiz    konuşmaya ruhsat verildiği zaman konuşurlar, ruhsat verilmediği zamansa susmayı tercih  ederler. Abdest aldığı zaman, hemen    suyunu alıp, teberrüken başlarına ve diğer azalarına döküyorlar.» dedi.

Kureyş Kabilesi halkı, U r v e'nin sözlerini işitince, S 'ü ü h e y I b. A m r ile M i k r a z b. Hasfs isimli kimseleri çağırdılar, yanlarına gelince de .onlara hitaben :

—  Muhammed'e    gidiniz.    Urve    b.    M e s ' u d' a zikrettiği şartları size de söyleyip, mukavele ve muahede akdet­meyi teklif edecek olursa, bu sene dönüp, Ka'be'ye   gelmesin. Ta ki, bizim tarafımıza geldiğini işiten, arap kabileleri kendisini men edip, Kâ'be'ye bırakmadığımızı da işitsinler.» diye kendile­rine tenbih ederek gönderdiler.

Onlar, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelip keyfiyeti arzettiler. Pey g a m b e r (S.A.V.) Efendimiz, Urve'ye söylediklerini tekrarladı. Bu minval üzere ve onların şartlarına da rıza göstererek, ahidnams-nin yazılmasını emir buyurdular. İlk önce, baş tarafa «BismiHa-hirrehmanirrahîm» yazılmasını emir buyurmuşlar İse de, Onjar itiraz ederek :

—  Hayır, vallahi bunu en başa yazmayız, deyince,   Pey­gamber    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  NastI istersiniz? buyurdu. Onlar da :

—  Bîsmike Allahümmo yazılsın,    dediler.     Bunun üzerine Peygamber    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  Bu da bir güzelliktir. Öylece yazınız, buyurunca, o şekil­de ahld-nEme'nin başına yazıldıktan sonra,    Peygamber (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Bu  Rasûlalîsh ÎS.A.V.) 'sn koyduğu hükümlerdir.» diye yazılmasını emir buyurunca, onlar:

—  Bizim ihtilafımız zaten bu husustadır. Bunu yazmayız de­diler.   Peygamber    (S.A.V.)    Efendimizin:

—  Ya nasıl yazarsınız? diye sorması üzerine :

—  Senin isminle pederinin ismini, yani    M u h a m m e d b.   Abdullah    diye yazsınlar dediler. Bunun üzerine    Pey­gamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  Bu da bir güzellikdir buyurdular. Ve o şekilde yazıldı.

.    Şartlar cümlesinden oiarak, daha önce savaş sebebleri ve saireye dair iki tarsf arasında cereyan eden tasavvur ile mua-haze edilmemek, tarafeyn arasında hırsızlık ve hıyanet vuku bul­maması, velhasıl tarafeynin birbirlerinden   nüfusça ve emvalce gizli olarak ve aşikâr olarak emin olması, bizim tarafımızdan si­zin tarafınıza gelenlerin bize iade edilmesi, keza, sizin tarafınız­dan bizim tarafımıza gelenlerin size iade edilmesi diye yazıla­rak, shld-nameye son verildi. O esnada    F a h r-'i    Kâinat (SAV.)    Efendimiz;

—  Banim maîyyetime girmek isteyenler -bu anlaşma da be­nim tarafıma geçmek isteyenier- için, benim için geçerli olan şartların aynısı onlar için (de geçerli) olsun.» buyurdu. Kureyş de:

—  «Bizimle beraber girenler için, bizim için (geçerli) olan şartlar, onlar için de (geçerli) olsun» dediler.

Bunun üzerine, Benû Ka'b oymağı :

—  «Ya    R a s û 1 a I I a 'h ,   biz senin malyyetlndeyiz» dediler, Benû Beki- oymağı İse :

—  «Biz Kureyş'ie   beraberiz.»    dediler.    Onlar bu şekilde, ahirî-nameyi yazarlarken, Benî Âmir b. Lü'ey oymağından    E b û

Cendei    b.   Süheyl    b.   A m r,   zincire   bağlanmış olarak oraya getirildi. Kendisi İslâm Dinini kabul etmişti. Küf-fardan kurtulup,    F a h r- i    Âl e m    (S.A.V.)   Efendimi z i n    maiyyetine girmek üzere gelmişti. Müslümanlar :

—  Gelen    Ebû   C e n d e I' dir   dediler,    P e y g a m -b e r   (S.A.VJ    Efendimiz:

—  Bu    benimdir   buyurdular.   Fakat,    Peygamber (S.A.VJ    Efendimizle    mukavele akdeden kişi,    Ebû C e n d e I' in    babası    Süheyl    İdi.   Söyle dedi:

—  «Ebû    Gende I    size gelmeden önce, (aramızdaki ahid-name  tamamlanmıştır.   Ona   bakılsın.»  dedi.  Ahjd-nameye bakılınca, filhakika    Ebû    Gende!'in    onlara İade edil-mesi   gerektiği anlaşıldı.    Ve  kendilerine iade edildi.   Ebû C e n d e 1,    bu hali görünce :

—  Ya    Rasûlallah,    ey İslâm Topluluğu! Dinimde bana fitne vermek üzere, beni müşriklere nasıl iade ediyorsu­nuz? deyince,   Peygamber    fSAV.)    E f e n d i m i z . kendisine hitap ederek:

—  Ey   Ebâ    Cendei!    Sulh keyfiyeti aramızda ta­mamlanıp, hitam bulmuştur.   HainMk etmek bize yakışmaz. Mu­hakkak ki,    C e n â b -1    Hak,    gerek senin ve gerek seninle beraber oradaki biçare ve zayıfların sıkıntınızı gidererek, kurtul­manıza bir çare İhsan eder.» diye kendisini teselli etmiştir.    ,

H z.    Ömer    (RA),   Ebû    Cendei    (R.A.) e:

—  «Ey   Ebâ   Cendei!    İşte kılıç. Sen bir İnsansın, o da bir insan... Niçin korkuyorsun!» deyince,   Ebû    Cendei (R.A.J in babası    Süheyl,   Hz.   Ömer   [RA) e:

—  Yâ   Ömer!   Benim aleyhime, ona yardım mı ediyor­sunuz? demiştir.

Ebû Cendei (R.A.) e, babası Süheyl tara­fından her hangi bir zarar verilmesinden endişe ettiği için Fahr-i    Kâinat   (S.A.V.)    Efendimiz,    Süheyl'e:

—  Ebû    Cendel'i    bana hibe ediniz demiş,    fakat Süheyl:

—  Hibe etmem, cevabını vermiştir.    Peygamber (S.A.V.)    Efendimiz:

—  Benim civarımda olmasını kabul et demiş    Süheyl, bu teklifi de :

—  Hayır, kabul etmem diyerek reddetmiştir. Bunun üzerine S ü h e y I ' İn     arkadaşı olan    M iJcraz    isimli kişi:

—  Ebû    C e n d e I' in    kendi civarında (himayemde) olmasını ben kabul ediyorum demiştir. Yani civarında olması ka­bul edildiği takdirde, araplar arasında o adama zarar verilmesi, himayesine alan kimseye zarar verilmiş olması gibi telakki edil­diği için, zarar vermenin yasakhğı üzerinde ittifak edilmiş, tar­tışma kabul etmez bir kaidedir.

Ahid-n'âme bu şekilde yazılıp, tamamlandıktan sonra Pey­gamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Ey insanlar! Kurbanlarınızı kesip, saçlarınızı traş ediniz ve ihramdan çıkınız.» diye emir ve tenbihte bulundu. Fakat hiç kimse kalkmadı.    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz, bir daha emirlerini tekrar ettiler. Yine hiç birisinin kalkmadığını ve halkın  büyük bir üzüntü içinde olduğunu görünce,    Ü m -mü'l-Mü'minîn    Hz.    Ümmü    Seleme   (R.A.) nin yanına gidip :

—  İnsanların  neye  uğradığını  görmüyor musun   diye ken­disine keyfiyeti beyan buyurunca,    Ümmü   Seleme   (R.A.):

—  Ya    Rasûlallah,   sen git kurbanını kesip, saçını traş eyle. Sizin ihramdan çıktığınızı görünce hepsi ihramdan çı­karlar diye kendisine görüşünü beyan etti.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, derhal çıkıp, kurbanını kesti ve saçını traş ederek ihramdan çıktı. Bu duru­mu gören 'herkes, kendisine uyarak ihramdan çıktılar. Sonra, oradan ayrılarak Medîne-î Münevvere'ye avdet buyurdular.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Medine'ye teşrif buyurduktan sonra, Kureyş'den 'E b û N a s i y r isim­li bir zat, Müslüman olarak oraya geldi. Ancak, Kureyş mezkur zatı, Ahid-name mucibince geri almak üzere, iki kişi gönderdi. P e y g a m b e r (S.A.V.) Efendimiz, Ebû N a -s i y r' a daha önce Ebû Cendel (R.A.) e verdiği nasihat ve va'di vermiş ve onu Kureyş'lilere teslim etmiştir.

Kureyş'li iki görevli    Ebû    Naşı yr'ı    alıp götürürler­ken, Zül - Huleyfe'ye vardıklarında, onların birisine:

—  Senin şu kılıcın keskin midir? diye sordu. O :

—  Keskindir. Deyince,

—  Bana göster öyleyse, dedi. Kureyş'li kılıcı    gösterirken, hile ile elinden aldı ve çekip kendisini öldürdü. Diğer arkadaşı ise, arkadaşının öldürüldüğünü görünce,    hemen oradan kaçtı. Ebû    N a s  ı yr,    (R.A.)    Medîne-i  Münevvere'ye , dönüp, F a h r- İ   Kâinat   (S.A.V.)   Efendimizin    huzuruna girerek:                                                                         

—  Yâ    R a s û I a I I a h ,    sen zimmetini İfâ ettin, sözü­nü yerine getirdin.    Cenâb-ı    Hak,    onların sizde olan hukuklarını kendilerine îfâ buyurmuştur. Lakin, beni dinimde fit­neye  düşürmelerinden  korktuğum     için,  kendilerinden  İmtina' edip kendimi kurtardım.» deyince,   Peygamber   (S.A.V.) Efendimiz:

—  Güzel harb edici bir zattır. Adamları olmuş olsa... bu­yurdular.

—  Ebû    Nasıyr,    Medine'den çıkıp, Zü'l - Huleyfe'ye giderek orada kaldı. Mekke'den İslâm Dinini kabul ederek, kaçan kimseler   Ebû    Nasıyr'a    İltihak ettiler. Yanında 70 kişi1 toplandı. Kureyş'lilerin, bilhassa tüccarlarının yollarını kesiyor­lardı. Bilâhare, Kureyşliler,    bu durumdan    gücenip    korkarak, Peygamber    (S.A.V.J    Efendimize    bir mektup yaz­dılar.    Ebû    Nasıyr   ve yanındakileri oradan aldırıp, Me­dine'ye kabul etmesini rica ettiler. Aralarında bulunan rahm ve akrabalığa hürmeten, bu ricalarının kabul    edilmesini istediler. Bunun üzerine,    Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz Ebû    Nasıyr   ve yanındakileri Medine'ye kabul buyurmuş­tur. Sonradan kadınlar da, mukavale müddeti içinde, -bu son an­laşma sayesinde - hicret edip,    Medine'ye geldiler.    Cenâb'-ı Hak,    bu kadınlar hakkında hüküm   buyurarak, şu ayeti iı buyurdu :

«Ey iman edenler, mü'min kadınlar muhacir olarak geldik­leri zaman onları imtihan edin[40] Allah onların îmanlarını daha iyi bilendir ya. Fakat siz de mü'min kadınlar olduklarına biîgî edinirseniz, onları kâfirlere döndürmeyin (iade etmeyin). Bunlar (mü'min olduğu sabit olan bu kadınlar) onlara (kâfir olan koca­larına) helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. (Kâfir ko­calarının, bu kadınlara) sarfettiklerini {mehri) onlara (kâfirlere) verin[41]. Sîzin onları nikâhla almanızda, mehirlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bîr günah yoktur. Kâfir zevcelerinizi[42] (ni­kâhınız altında) tutmayın. Sarfeîtiğiniz (mehr)i isteyin[43]. (Kâ­firler de size hicret eden mü'min kadınlara) harcadıkları (mehri) istesinler. Bu, Allahın hükmüdür. Aranızda O hükmeder. Allah hakkiyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.»[44].

İşbu âyet-i kerîmede sulhun yalnız erkeklerin red ve iade­leri hakkında akdedilmiş olduğu, İade keyfiyetinin kadınlara şa­mil olmadığı beyan edilmiştir.

Hicret eden kadınlar soruşturulup, imtihan edildikten son­ra, yemin ettirilip mü'min oiduklan kanaatine varılırsa/kendileri­ne verilmiş olan mehir kocalarına verilerek müşrikler tarafına red ve'iade edilmemeleri, bu âyet-i kerîmede emir ve beyan edil­miştir. Ayrıca, P e y g a m b e r {S.A.V.) Efendi m!i z «mehirlerinin kocalarına iade edilmesini» emir buyurmuştur.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz ile Kureyş arasında akdedilen mütareke müddeti, Benî Ka'b Kabilesi ile Benî Bekir Kabilesi arasında savaş başlamasına kadar uzadı. Şöyleki, daha önce beyan edildiği gibi, Benî Bekir Kabilesinin sulh akdi sırasında Kureyş'in yanında yer almış olmasından do­layı, Kureyş Kabilesi, bunlara silah ve erzak yardımında bulun­du. Bu sebeble, Benî Bekir Kabilesi, Benî Ka'b Kabilesini yendi. Bu savaşa, Kureyş'den katılanlar ve ölenler oldu. Bu durumda sulhun bozulmasına kendilerinin sebep olmuş olmalarından do­layı, pek çokları bu tehlikeli halden korktular. Ahdi yenilemek ve mütarekenin müddetini uzatmak İçin   Ebû    Süfyan'ı

F a h r - i Âlem ES.A.V.) Efendimize gönderdiler. EfaÛ.Süfyan, Medine-î Münevvere'ye gelince, Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz,   ashab-i güzinine:

—  «Ebû    Süf yan    size geldi. Hiç bir iş göremeyecek, fakat razı olarak, yakında Mekke'ye dönecektir.» buyurmuştur.

Ebû Süfyan, evvelâ Hz. Ebû Bekr-İ S ı d -d ı y k(R.A.) in    huzuruna çıktı.

—  «Ya    Ebâ    Bekr,    sulhu yenileyip,    mütarekeyi uzatarak insanların arasını düzelt.» dîye rica etti.    H z.   Ebû Bekir    (R.A.)     :

—  «İş benim elimde değildir. Bu iş,    C e n â b-ı    Hak ve    Resül-ü   Zi-Şanına    aiddir.» cevabını verdi. Bu­nun    üzerine,    H z.   Ömer   (R.A.) in    yanına   varıp,    H z. Ebû    Bekir   (R.A.) e dediği gibi, teklifini İfade etti.     Hz. Ömer   (R.A.):

—  Muahede ve mukaveleyi bozdunuz mu? Eğer ondan (bo­zulmamış) yeni bir şey kalmışsa,    Cenâb-ı    Hak    onu da ifna eylesin. Ondan şedîd bir şey varsa,   A I I a h-u    A z î-m ü'ş-Ş a n    onu da kessin ve yok etsin.» deyince,    Ebû Süfyan:

—  «Ben, bu günki gibi  güç bir gün görmedim. Bir kavim diğer bir kavme silah ve erzak yardımında bulunur ve imdadla-nna koşarsa, ahidîeri bozmuş olmaz.» diyerek.    H z.    F â 11 m a (RA.) nın yanına gitti ve :

-«Ya F atıma, kavmindeki kadınlara büyüklüğünü gösterecek bir iş yapmak ister misin?» dedi. Sonra da, H z, Ebû Bekir'e arz ettiği, sulh keyfiyetini anarak, ricada bulundu. Bunun üzerine,    H z.    F â t i m a    (R.A.) da;

—  «İş  benim elimde değildir.    C e n â b-ı      Ha k    ile Peygamber-i    Zi-Şânının    emirlerine bağlıdır.» diye red cevabı verince,    H z.   Ali    (R.A.) nin    yanına gitti. Keyfiyeti ifade ve önceki zevata arzettiğı    ricaları    tekrar etti. H z.   Ali    (R.A.) da:

—  «Bu günki  gibi istikâmetinden inhiraf    etmiş bir adgm görmedim. İnsanların Efendisi olan,     Peygamber-!    Z i-Ş â n    (S.A.V.)    Efendimize   gidip, ahldleri yenile ve İn­sanların arasını ıslâh et- diye cevap verdi.

Ebû Süfyan, hepsinden red cevabı alınca üzülüp, esef ederek, elini eline vurdu ve :

— İnsanları birbirine karşı ben kendi himayeme aldım» di­yerek, geri dönüp Mekke'ye vardı. Mekke ahalisine, olanları an­lattı. Ahali kendisine :

-^ «Bu günki gibi bir kavim ve elçi görmedik. Bize ne bir savaş getirdin ki, hazırlıklı bulunalım ve ne de sulh haberi getir­din ki, emniyet üzerine kalalım.» dediler ve geri dönüp bir daha Medine'ye gitmesini teklif ettiler.

Bu sırada, Benî Ka'b Kabilesinden bir adam. Peygam­ber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelerek, Kureyş'İn Benî Bekir Kabilesine yaptığı yardımı ve imdadlarma koşması sebebi ile kendilerine yapılan düşmanlık ve zulmün keyfiyetini arzedip, haber veriyordu. Gelen zat, Peygamber (S.A.V.3 Efendimiz 'den yardım talebi zımmında şu şiiri inşâd edi­yordu :

«Yâ    Rab!    Hazreti      Muhammed' den yardım istiyorum.

O Hazretin babası ile babamız önceden muâhade eylediler.

Bir de   Yâ    Muhammed    biz baba iken sen, çocukluk yaşında idin.

Kureyş Kabilesi, sana verdigleri va'dde sebat etmeyip, Sağlam bağladığın ahdi, çözüp kırdılar. Cenâb-ı    Hakkın    Vahdaniyetini ikrar ve imana davet edici, gönderilmiş    N ebî   olmadığını zannettiler. Halbuki onlar zelil ve sayıları azdır. Bize yardım et, Cenâb-ı    Hak   da daima Size nusrat ve hidayet eylesin Ve   A I I a h ı n    askerlerini bize imdad için gönder Göndereceğin İslâm Askerleri, deniz gibi cûş-u hurûş eden asker olsun.

Ve bu askerler içinde,    R a s û İ u M a h ,   düşmanların kalplerine dehşet saçarak bulunsun.

Kî, onlardan bir noksanlık zuhur edince yüzünde gazab alâmetleri âşkâr ola.»

Tam bu esnada, semadan bulut geçti ve <gök gürültüsü du­yuldu.    Fahr-i    Kâinat    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «İşbu gök gürültüsü, Benî Ka'b Kabilesinin nusrat ve muzafferiyetleri hakkındadır»,   buyurdular.   Sonra,    H z.   Â i ş e (R.A.) ye :

—  Sefer levâzımâtımi hazırla.    Kimseye malumat verme.» diye emir ve tenbih buyurdu.    H z.   Â i ş e    (R.A.), Pey­gamber (S.A.V.) Efendimizin    emirleri mucibince, gerekli hazırlığı yaparken    H z.   E b û    Bekir   (R.A.), içe­riye girdi.    H z.   A i ş e    (R.A.) nin hazırlık yapmakta olduğu­nu bazı emarelerden anlayarak :

—  Bu nedir? diye sordu.

—  «Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz,    sefer levatımatının hazırlanmasını emir buyurdular.» cevabını alınca :

—  Ne tarafa? diye tekrar sordu.    H z.   Â İ ş e    (R.A.),

—  Mekke'ye, diye cevap verince,    Hz,    E b û    Bekir CR.A.):

—  Ne güzel arkadaşlık (dostluk) «Vallahi, onlarla aramızdaki mütareke müddeti  daha  bitmemiştir.» diyerek,    H z-    Pey­gamber    (S.A.V.)    Efendimizin    yanına gitti. Müta­reke müddetinin bitmemiş olduğunu arzedince,    Peygam­ber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «En evvel hainlikte bulunan onlardır.» buyurup, Mekke-Sîisre haberin yetişmemesi  için, yolların tutulup, muhafazasını emrettiler. Hemen maiyyetine Müslümanları alıp, Mekke'ye yön­lendirerek,    o tarafa doğru yola    çıktılar.    R a s û 1 u i i a h [S.A.V.) İn   gayret    buyurmasiyle,     Cenâb-ı     Rabb-î M ûste'an,    Mekke'yi kendisine feth buyurmuştur.

Hz. Resûi-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz. Mekke'ye yaklaşıp ta, Mekke görününce, Z ü b e y r ER-A.) i, Mekke'nin yukarı tarafından, H â I I d (R.A.) i aşağı tarafın­dan, şiddetle hücum etmek üzere tayin buyurup gönderdiler, Sonra, Rasûlulah (S.A.V.) Efendimizin maiy-yetinde bulunan, muhterem amcaları    Hz.   A b b a s    (R.A.V:

— «Yâ Rasûlullah, bana izin veriniz de, Mek­ke'ye gidip kendilerini İslâm'a da'vet edeyim. Daveti kabul ederierse emân vereyim.» deyince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, kendisine izin verdi. H z. A b b a s (R.A,), Peygamber-i Zî-Şan (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in Şehba isimli katırına binerek biraz gittikten sonra, kendisine Mekke kâfirleri tarafından suikast yapılması mülahazası ile, Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Babamı bana çeviriniz. Babamı bana çeviriniz. Bir insa­nın amcası, babası demektir, ikisi bir asıldandır. Korkarım ki, Saksyff Kabilesi, İbni Mes'ucTun kendilerini    Cenâb-ı    Hak-k a    davet etmesinden dolayı, kendisin'i öldürdüğü gibi, Kureyş de, amcam hakkında bu fiili icra edeler.   Cenâb-ı    Hakka yemin ederim ki, amcamı öldürürlerse, Mekke'yi ateşe verip ya­karım» buyurmuştur.

Hz.   Ab b a s    (R.A.),   Mekke'ye varınca, halka şöyle hi­tap etti:

—  «Ey Mekke halkı, İslâm Dinini kabul edin ki selamete mazhar olasınız. İşte,   Z ü b e y r,    Mekke'nin yukarısından ve H â I i d    Mekke'nin aşağı tarafından üzerinize geliyorlar. Her kim silahını bırakırsa, onun için emân vardır.» diye ihtarda bu­lundu.

 

İsyan Eden Müslümanlara, Nasîl Muamele Edileceği Hakkinda:

 

© Yâ Emîre'I - Mü'minîn, birde ehîi kıble yani Müslüman-oldukları halde, muhalefet ve isyanda bulunupta muharebeye cûr'et edenler bulunursa, bunların itaate davet olunmaksızın mı, veya davet edildikten sonra mı kıtalleri lâzım gelir? Kendi mal­ları, kadınları, çocukları, askerleri ve toplayıp aldıkları malları hakkında ne şekilde muamele yapılması lazım gelir? tarzındaki sualinize gelince:

Bu konuda, H z. Ali (R.A.) den bize gelen haberlerin en sahihi şudur:

H z. Ai i (R.A.), ehl-i kıbleden, kendisine muhalefet eden bir kavmi, İtaate davet etmedikçe, onlarla savaş m a m ıştır. Dave­tini kabul etmeyenlerle savaşıp, ıgalip geldiği zaman, mallarına, kadınlarına ve çocuklarına dokunmamıştır. Kendilerinden esir almamıştır Onlardan yararlı olanları itiâf etmemiştir.    Kaçanlarını takip etmemiştir.

Askerlerinin ordugâhlarına celbettikteri mallara gelince, bu hususta ihtilaf vaki olmuştur. Bazıları «bu kabilden olan maİla-nn »humsu (1/5 = beşte biri) çıkarıldıktan sonra, kalanını taksim eyiedi». bazıları ise «o mallan aralarında miras olmak üzere sa-hiblerine iade eyledi.» dediler.

Ordugâhlarında olmayan mallara, yerlere ve köylere dokun­mayarak, onları sahiplerine bırakmıştır. Hatta bu cümleden ola­rak, Küfe Şehrinde bulunan T a I h a ' nın kadınları ile T a I -h a (R.A.) ve Z ü b e y r (R.A. in Medine'deki malların! ve Basra ahalisinin çiftlik, mesken ve mallarını kendilerine bı­rakmıştır.

Bazı fakihler şu şekilde beyan etmişlerdir: Ehl-I bağyîn askerleri, mukîm iseler, esirleri öldürülür, kaçanları takip edilir ye yaralıları itlaf edilirler. Eğer, kaçarak iltica edecekleri kavim­leri yoksa, kaçanları takip olunmayacağı gibi, yaralıları itlaf edil­mez ve esirleri de öldürülmezler. Ancak, esirleri serbest bırakıl­dığı zaman, şayed bir teşkilât veya cemiyetleri olup da, onlara İltica etmeleri melhuz olursa, tam bir tevbe ile tevbe ettiklri an-laşılıncaya kadar hapisde tutulurlar.

9 Ehl-i foağyin maktullerine, cenaze namazı kıimmaz. Ehl-i adi'den olan varisleri terekelerinden miras aldıkları gibi katille­ri olmayan ehl-i adi, onun emvâl-i metrukesinden miras alır. Zira, ehl-i adl'den olan bir kimse, onlardan bir kimseyi katletmiş olur­sa, hak üzerine katletmiş olur. Ancak, bağî olan kimse, ehl-1 ad!'-den miras alamaz. Çünkü, kendisini haksız olarak katletmiştir.

Ehl-i ödl'den öldürülenlerin cenaze namazı kılınır. Onlar ce­naze namazlarının kılınması ile defnedilmeleri bakımından şe­hitlerin derecesine yükseltilirler. Yani, yıkanmazlar ve elbiseleri ile defnedilirler. Eğer, üzerlerinde demirden veya deriden bir elbise, bulunursa o çıkarılır. Çürümemeleri için ilaçlanmazlar ve tabuta konulmazlar. Şehide ne şekilde yapılmışsa, kendilerine de o şekilde icra olunur.

Zikredilen bu ahkâmın onlar hakkında icra olunması harp yerinde ölmüş olmaları ile mukayyeddir. Yoksa, onlardan bir kim­se, yaralandıktan sonra, kendisinde hayat alametleri olduğu halde, kaldırılıp götürülürken veya evine, (veyahud başka bir yere) götürüldükten sonra öldüğü takdirde, bu ölüm «emvât-ı âdiye» denmiş gibi telâkki edilerek, ölen şahıs tağsil, tekfin, tahnit edi­lip, cenaze ile ilgili sair işlemler yerine getirilir.

Ehl-i bağiden olan bir kimse, tevbe ederek İmâm-ı Müslimî-ree tabî olur, onu dinler ve itaat ederse, İsyan edip savaştığı sı­rada kendisinden sudur eden öldürmeden, yaralanmadan ve alıp tükettiği mallardan dolayı muahaza edilmez. Ancak, elinde ehl-i adl'İn mallarından, aynen bir şey bulunur ise, kendisinden alına­rak sahibine iade olunur.

Keza, yol kesip, adam öldüren, mal soyan isyancı muharip, zor kullanılarak yakalanmadan önce, kendisi tebve edip emâna talip olarak gelir, teslim olur, dinler ve itaat ederse, isyan ve muharebe ettiği sırada kendisinden sudur eden yaralama ve tü­kettiği malardan dolayı, muahaze olunmaz. Ancak, elinde kaim olarak, bir kimsenin malı bulunursa, kendisinden alınarak, sahi­bine iade olunur. Tükettiği mallardan dolayı, kendisine tazminat dahi terettü-b etmez.

Eb!-i adlin elinde, ehl-İ bağye ait, silah ve hayvanat bulunur­sa, feyi yani ganimet malı itibar olunarak İmâm-ı Müslîmîn onu tahmis eyledikten sonra, dört humsu (4/5 = beşte dördü) taksim olunur.

O Muhammed b. İshâk bana E b û C a ' -f e r' in   şöyle dediğini rivayet etti:

—  H z.    Ali    (R.A.), Sıffîn Vak'asında, ehl-i bağy'den bir esir tutulup, huzuruna getirildiği zaman, silahı ile hayvanını alıp, bir daha isyanda bulunmamak üzere kendisinden ahd ve mî-sâk alarak onu serbest bırakırdı.

H z. AH (R.A.) nin esirlerin öldürülmesini kerih gördü­ğünü,    imâm   Hasan    rivayet etmiştir.

@ Şeyhler bize C.â'fer b. M u h a m m e d 'den babasının şöyle dediğini naklettiler:

—  H z.   Ali    (R.A.),   Basra harbinde, «ehl-i bağy'den fl« rar edenlerin takip edilmemesini, yaralılarının itlaf edilmemele­rini, esirlerinin katledîlmemesini, kendisini sevip işe karışma­yanlarla    silahını    bırakanların    emniyette olduğunu»    ilan etmek için bir münâdî'nin nida etmesini emir ve tenbih buyurmuş­tur.

0    M u g î r e    bize,    H a m m a d 'dan    şöyle nakletti:

Bir kimse, serî haddi icabettiren bir fiilde bulunduktan son­ra, muharip olarak devlete (sultana) başkaldırma gibi çirkin bir fMide bulunupta daha sonra emân talep eder ve bu talebi sul­tan tarafından kabul edilip, kendisine emân verilmiş olursa, daha önce işlemiş olduğu fiilden dolayı, üzerine had ikâme olunup, olunmaması hakkında İbrahim Nehaî' 'den fetva is­tendiği zaman :

—  «Daha önce irtikap etmiş oldukları fiile tatbik edilmesi gereken had, tatbik olunur.» diye cevap vermiştir.

Haccâc bize Hakem b. U teybe' nin şöyle dediğini rivayet etti:

Âlimler, muharip olan kimseye emân verildiği takdirde, 'is­yan edip savaştığı zaman işlemiş olduğu fiil ile muahaze olun­maz. Ancak, ondan önce işlemiş olduğu fiilden muahaze olunur derlerdi.

Bu babda, İşitmiş olduğumuz kavillerin en güzeli budur. Val-lahü a'Iem...

İmâm   Ebû   Hanîfe:

—  «Cenâb-ı   Hak   ile   Resul ü-ZÎ-Şan ına karşı harbeden kimse, mal alıp gasbettiği takdirde, öldürülmez, çarmıha gerilmez. Ancak, zıt tarafta bulunan bir eli ile bir ayağı kesilir.» derdi.

Hem mal alır, hem de adam öldürme fiilinde bulunursa, bu durumda, İmâm-ı Müsümîn muhayyerdir. Dilerse kendisinin eli­ni ve ayağını kesmeyip, onu öldürür. Dilerse keza, elini ayağını kesmeyip çarmıha gerer.

Eğer, âsî olup savaşan bir haydut yol kesmesi sırasında mal almayıp, sadece adam öldürmüşse yeryüzünden sürülür, ya­ni çarmıha gerilir.» demiştir.

Bu kavli, İmâm Ebû Hanîfe, Hocası H a n>--m a d vasitasiyle İ b r a h i m Nehaî 'den rivayet et­miştir.

Benim bu konuda rey' ve içtihadım şudur ?

Haydud ve yol kesici olan kimse, hem adam öldürür hem de mal alırsa, çarmıha gerilir, öldürülür.

Yalnız adam öldürür de mal almaz İse, öldürülür.

Mal alıp da, adam öldürme fiilinde bulunmazsa, zıt olarak, yani, aynı tarafta bulunmayan bir eli ile bir ayağı kesilir.

Haccâc b. E r t â t bize Atıyye vasrtası ile H z. Abdullah b. A<bbas (R.A.) dan da, bunun gibi bir ka­vil rivayet edilmiştir.

© Kureyş'in ihtiyarlarından bazıları bana İmâm Z ü h-r î 'den şöyle rivayet ettiler :

—  Mısır ile Şam,    H z.    Ö m e r   (R.A.) in    halifeliği sı­rasında fetholunduğu gibi, Afrika'dan başka, Mağrib'in her yeri ve Sind ile Horasan'dan başka Irak'ın tamamı da Onun zamanın­da fetholunmuştur

Afrika ile Horasan ve Sind'in bazı kısımları, Hz. Osman (R.A.) in halifeliği müddetinde fetholunmuştur.

Rivayet olunur ki, Lahm Kabilesinden T e m î m b. Evs ed-Dârî (R.A.), Peygamber (SAV.) Efen­dimizin    huzurunda iken ayağa kalkıp :

—  «Yâ    Rasûlallah,    Rumlardan Filistin vilayetin­de bulunan komşularımın Habrûn ve Aynûn namlarında iki köy­leri var.    Cenâb-ı    Hak,    Şam'ın fethini size nasip eder­se, işbu iki köyü bana hibe buyurun» diye rica etti.

Peygamber   (SAV.)    Efendimiz:

—  «Onlar senin olsun.» diye va'dde bulundular.

Bunun üzerine, 'hibe buyurulduğunu bildiren bîr name yazı­lıp kendisine verilmesini tekrar istirham edince, şu mealde bir name yazıldı.

«Bismillahirrahmanirrahim.

İşbu name,    Muhammed    R a s & 1 u I I a h   tarafın-Temîm   b.    Evs   ed-Dârî'ye   yazılmıştır. Habrön köyü ile Beyt-i Aynûn köyünün tamamı yanî ovaları, dağları, sulak olan ve sulanmıyan yerleri, yamaçları, beyaz koyunları ve sığırları kendisinindir. Kendisinden sonra da oğullarının ve to-runfarının hakkıdır. Hiç bir kimse tarafından müdahale edilme­sin, onlara zulüm ve düşmanlık yapılmasın. Her kim kendilerine zulmeder veyahud haklarından herhangi bir şeyi gasbederse Cenâb-ı Hak ile Melâike-i kiramın ve bütün insanların laneti onlara olsun.»

Bu mektubun kâtibi,   H z.   Ali    (R.A.) idi. İslâm Halifeliği, Hz. Ebû Bekr-i fîiddık (R.A.) in uhdesine verilince, kendilerine şu mealde bir mektup yazdı­lar:

«Bismillahîrrahmânirrahim.

İşbu name, Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendi­mizin emîri olup, kendisinden sonra H a I î f e - î Ruyİ Z e m î n tayin edilen, Ebû Bekir tarafından Dârîler için yazılmıştır. — Dârîlerden kasıt, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından bu iki köy kendisine hîbe edilmiş olan Temîm b. Evs ed-Dârî'ye mensup olan - evladı ve torunları • demektir. Ellerinde bulunan, Hebrün ve Aynûn köylerine hiç bir kimse tarafından müdahale ve mümanaat olun-mayıp, ellerinden çıkarılmaması gerekir. Cenâb-ı Hak-k ı n yüce emirlerini dinleyip itaat edenler, bu iki köyü, onlar üzerine ifsad etmesinler ve onları müfsid ve mütecavizlerden koruyup, kötü niyetlileri men etsinler.»

© İmâm Ebü H a n î f e ' den, Yahudi veya Hıris­tiyan bir kimsenin evladı veyahut kendisine yakınlığı olanlardan birisi öldüğü zaman, ne şekilde taziyede bulunulabilir? diye sor­duğumda, cevaben:

— Cenâb-ı Hak, ölümü mahlukatma takdir buyur­du. Ölümü İle üzüntülü olduğun kimsenin, 'beklenilen gaiblerinin hayırlısı olmasını, C e n âb-ı Haktan temennî edebiz. Hepimizin gidişi Ce n âb-ı H a k k a ' dır. Sana gelmiş olan musibete sabret. Genâb-ı Hak sayınızı azaltma­sın.» de buyurdular.

—   Bir  de   işittiğimize göre,  hristiyan  bir adam,  ara   sıra İmâm    Hasan'm    yanına gider, gelir ve meclisinde hazır bulunurdu. O adam öldüğü zaman,    İmâm   Hasan   taziye için kardeşine giderek:

—  «Cenâb-ı    Hak,    dindaşlarından senin gibi musî-bete duçar olanların nail oldukları sevabı sana da ihsan eylesin. Ölümü de, bize mübarek eylesin. Vefat eden kimseyi de bekle­mekte olan gaiblerin hayırlısı etsin. Düçâr olduğun musibetler­de sabır etmek lazımdır.» dedi.

 

HZ. ALİ (R.A.)'NIN MISIR  VALİSİNE MEKTUBU

 

H z.   Al   I    (R.A.)'ın    kitabımızın  muhteviyatı   ile   ala­kalı bulunan bir mektubunu buraya dercediyoruz.

Bu  mektubu    «Angilikan Kilisesine Cevâb» adlı eserden aldık.  Eserin  müellifi :    Şer'iyye Vekâleti,   Teîkikât ve Te'lî-fât-i İslâmiye Hey'eti Reisi  Şeyh Abdülaziz   Çâvış, mütercimi ise : İstiklâl Marşımızın Şairi   Mehmed    Akiftir.

Bu eser, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti, Tetkîkât ve Te'Iifâti İslâmiye Hey'eti Neşriyatı'nın 9. kitabı olarak, 1339 - 1341 yıllarında İstanbul - Şehzâdebaşi Ev kâf-ı İslâmiye Matbaasında basılmıştır.

Mezkûr eserin 166. sayfasında başlayıp, 187, sayfasında bi­ten bu mektubu, sadeleştirmeden aynen aktarıyoruz. Böyle, fev-kâl-âde ilmî ehemmiyeti olan bu mektubu, Mehmed Akif gibi, Türk dilinin en büyük üstadlarından birinin kaleminden ay­nen vermeyi uygun bulduk.

Vergisini toplamak, düşmanlarına cihad açmak, ahalisine sulh ve salâh ve memleketlerine ümran temin etmek İçin M â-lîk bin el-Haris e I -E ş t e r'i Mısır'a vali nas-bettiği zaman A I I a h ' m kulu Emîrü'l-Mü'minîn A M ' nin kendisine emri şudur;

O'na Allah' dan İttikâyı, Al I a h ' in teatini İhtiyarı ve Kitabı'nda emrettiği ferâiziyle sünnetlere itîibâı emreder. O ferâiz ve sünen ki hiç kimse onlara tebaiyyet etmedikçe saadet yüzü görmez ve onları tanıdıkça da hüsrana uğramaz. Bir de ona eliyle, kalbiyle, diliyle C e n â b-ı H a kk'a yardım­da bulunmayı emreder. Çünkü Alla hu zü'I-Celâl kendisine yardım edene nusret, kendisini ağırlayana izzet ver­meyi tekeffül buyuruyor. Sonra, ona şehevâta saldırdıkça nefsi­ni kırmasını, serkeşlik ettikçe dizginlerini çekmesini emreder. Zira nefs alabildiğine fenalığı âmirdir, meğer ki C e n â b-i Hak    merhametiyle insanı korumuş olsun.

Şimdi 'bilmiş ol, ey Mâİik, ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki birçok hükümetler senden evvel oralarda ada­let sürdü, zulm etti. Sen vaktiyle nasıl senden evvelki valilerin icraatını gözden geçiriyordun; halk da şimdi öylece senin icraa­tını gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek, Kimlerin sâÜh olduğu an­cak A I I a h' m kendi ibâdı lisanından söylettiği sözlerle anlaşılır. Onun için iddihar edeceğin en sevimli azık salâha mak-run a'mâl olsun. Hevesâtına hâkim bulun. Sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı bahil oİ. Zira gerek hoşlandığı, gerek İs­temediği şeylerde nefse karşı buhl onun hakkında mahz-ı adil­dir.

Raiyye için kalbinde muhabbet, merhamet duygulan, lütuf meyilleri besle. Sakın bîçarelerin başına kendilerini yutmayı ga­nimet bilen yırytıcı bir canavar kesilme! Çünkü bunlar iki sınıf­tır: ya dinde kardeşin, ya hilkatte bir eşin. Evet, kendilerinden zelle sâdır olabilir; kendilerine birtakım arızalar gelebilir.,Hata ile, yahut kasda makrun olarak işledikleri kabahatlerden dolayı ellerinden tutup yola getirmek pek mümkündür. Kendi hakkında nasıl A I 1 a h ' in afvini, safhını istersen, sen de onlara afvini, safhını râyegân et. Çünkü sen onların fevkinde bulunuyorsun; emr-i vilâyeti sana tefvîz eden senin fevkinde bulunuyor; Allah ise vilâyeti-sana verenin fevkinde bulunuyor. Ve umûr-ı ibâdı hakkıyle görmeni İstiyor, seni onlarla imtihan ediyor. Sakın Allah ile harbe girib de kendini gazabına siper etme. Çünkü ne intikamına dayanacak kudretin var, ne de afvü merhametin den müstağnisin.

Sakın hiçbir afvından dolayı asla pişman olma; sakın hiçbir ukuubetin için de kat'iyyen sevinme. Bertaraf etmek imkânını buldukça hiçbir badireye atılma. Bir de sakın «Ben kudret-i kâmi­le sahibiyim, emrederim, itaat ederler.» deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dîni za'fa uğratmak, felâkete yaklaşmaktır. Şa­yet elindeki kudret sana birhiss-i azamet verirse derhal fevkin-deki Meiekût'un azametine bak ve senin kendi nefsine karşı kudretyâb oİamıyacağın şeylerde Al I a, h ' in sana karşı ka­dir olduğunu düşün. İşte bu düşünce senin o yükseklerden uçan nazarını zemine indirir; şiddetini giderir; seni bırakıp giden ak­lını başına getirir. Sakın Allah ile azamet yarışına kalkış­ma, sakın kibriyâ ve ceberutunda kendisine benzemeye özenme. Çünkü F â t ı r-ı z ü ' 1 - C e 1 â 1 her cebbarı zelîl, her mütekebbiri hakir eder bırakır.

Nefsin hakkında, sana hususiyeti olanlar 'hakkında, raiyyen arasından kendilerine meyil beslediklerin hakkında Allah'a ve İbâdu'llah'a karşı adaletten kat'iyyen ayrılma, Şayet böyle yepmazsan zulmetmiş olursun. Halbuki ibâdu'llah'a zulmedenin ibâdu'llah tarafından davacısı A I I a h ' dır. A I I a h da bi­rinin hasmı oldu mu, o kimsenin tutunabileceği bütün hüccetler bâtıldır. Ve ölünciye, yahut tevbe edinciye kadar kendisiyle harb içinde bulunur. Dünyada zulüm kadar Al I a h'ın lûtfunu tedbil, kahrını ta'cil edecek birşey olamaz. Zira C e n â b-ı Hak zulm altında inliyenlerin inkisarını İşitiyor; zâlimleri ise gözetleyip duruyor.

Umurun içinden öylesini ihtiyar etmelisin ki hak hususunda en mutavassıtı, adi itibariyle en şâm;ili olsun; sonra halkın rızâ­sını en ziyade cami' bulunsun. Zira ammenin hoşnutsuzluğu eş-tıâsın rızâsını hükümsüz bırakır. Eşhasın gazabı ise ammenin rı­zâsı içinde kaynar gider.

Sonra vali İçin hassa takımı kadar İyi günlerde yükü ağir basan, kara günlerde yardımı- az dokunan, adaletten hoşlanmaz. İstemekten usanmaz, verilince şükür bilmez, verilmezse değme gadirle savulmaz, felâkete sabırsız tek adam yoktur. Halbuki İslâm'ın rüknü Müslimîn'in şîrâzesi amme! ümmet olduğu gibi düşmana karşı duracak bir silâh varsa ancak odur. Onun için samimiyetin, meylin dâima bunlara müteveccih bulunmalı.

Raiyyen arasında yanına yaklaştirmıyacağın, kendisinden ençok nefret edeceğin adamîarsa, halkın maâyibini en ziyade araştıran kimseler olmalıdır. Zkâ nâsm öyle ayıblan vardır ,ki örtülmesi herkesten fazla valiye düşer. Binaenaleyh bu maâyibin sana gizli kalanlarını sakın eşme. Senin vszifen muttali oldukla­rını ıslahtan ibarettir. Meçhulün olanlara gelince, onların hakkın daki hükmü    Allah    verir.

Evet, sen raiyyenin ayıbını gücün yettiği kadar ört ki A I-I a h' da senin raiyyenden gizli kalmasını 'istediğin şeylerini örtsün.

İnsanlar hakkındaki bütün kin ukdelerini çöz; seni İntikama doğru sürükliyecek iplerin hepsini kes. Sence vuzuh kesbetmi-yen şeylerin kâffesi hakkında anlamamış görün, şunu bunu gam-zedenin sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü gammaz ne ka­dar saf görünürse görünsün yine dessastır. Sakın, ne seni za­ruret ihtimaliyle 'korkutarak kereminden çevirecek bahîM ne muazzamât-ı umura karşı azmini gevşetecek cebîni, ne do çevre saparak sana ihtirası iyi gösterecek 'harisi meclis-i meş­veretine sokma. Çünkü buhl, cebânet, ihtiras ayrı ayrı tabiatler-dir ki A I 1 a h u z ü ' I - C e I â I hakkında beslenen sû-i zan bunları bir araya getirir.

Sana müşavir olacakların en kötüsü senden evvel, esrara hemdem olan, onların cerâimine iştirak eden kimselerdir. Böy-leleri kat'iyyen senin mahremin olmamalı. Çünkü canilerin a'vânı ve zâlimlerin yaranıdır. Ne hacet; hiçbir zâf'ime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardım etmiyenler içinden bunların yerini tutacak öylelerini bulacaksın ki, ötekilerin re'y ve tedbî­rine tamamiyle sâhib, lâkin vizr ü vebalinden kat'iyyen masun. İşte senin için böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden ziyade, senden başkasına muhabbeti*ö nisbette az olur. Bu gibilerini hem hususî, hem umûmî meclisle-rinde kendine mukarreb edin. Sonra, bu adamların  İçinden en ziyade onu beğenmelisin ki sana acı hakıykatleri herkesten zi­yade o söylesin; ve şayet sevdiği kullarından sudûruna Allah'ın razı olmadığı bîr harekette bulunmak istersen, hoşuna gidece­ğini  gitmiyeceğini  hiç düşünmiyerek sana  mümâşâti  bıraksın.

Bir de sâdık ve müteverri' adamları kendine mahrem itti­haz et. Seni alkışlamalarına, yapmadığın bir takım işleri sana is-nad ile keyfini getirmemelerine müsâid bulun. Zira alkışın çoğu İnsanı azamete sevk eder, gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kötüsü, indinde bir olmasın. Zira bu müsavat iyileri iyilikten soğutur; kötülerin de fenalığa-meylini idâme eder.

Bilmiş ol ki, valinin raiyyesine fıüsn-i zannıni davet eden şey, kendilerine iyilikte bulunması, yüklerini tahfif etmesidir Hüsn-i zan edersen uzun uzun yorgunluklardan kurtulursun. Son ra hüsn-i zannına en ziyade lâyık olan adam, senin hakkındaki tecrübeleri iyi çıkanıdır; sû4 zanına en lâyık olanı da hakkındaki tecrübeleri fena çıkanıdır.

Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek herkesin ül­fet ve raiyyenin güzelce tatbik ettiği bir sünnet-i sâlihayı sakın kaldırayım deme. Ve bu eski sünnetlerin her hangi birine aykırı gelecek yeni bir sünneti ihdasa da asla yanaşma. Çünkü ecir o sunnet-i sâlihayı vaz' edenin, vebal de, kaldırdığından dolayı senindir. Umûr-ı memlekete uygun gelen tedâbiri tesbit ve sen­den evvelki İnsanlara doğruluk temin eden esbabı ikâme husu­sunda sık sık ulema İle müzakere -et, hükema île mubahasede bulun.

Malûmun olsun Icİ riayye tabaka tabakadır. Bunlardan her-birinin salâhı diğerinin salâhına bağlı ve hiçbiri için diğerinden müstağni bulunmak imkânı yoktur. Bu tabakalardan bir kısmı Al I a h yolunda askerlik edenler, bir kısmı ammenin ve has­sanın vazifeli kitabetini görenler, bir kısmı adli tevzia memur kadılar, bir kısmı rıfk u insaf İle İdâre-i umur edecek âmilier, bir kısmı cizye ve harâc veren ehl-i zimmetle müslimler, bir kısmı ticaret ve sanaat erbabı, bir kısmı da fakr u'ihtiyaç içindeki ta­bakadır. Cenâb-ı Hak bunlardan herbirinin hissesini bildirmiş ve herbirine aid hudud ve farizayı ya Kitabiyle, ya Nebİyy-i Muhterem (S.A.V.) Efendimizin sünnetiyle gösterdikten sonra mer'î ve mahfuz bir ahd olarak bizlere tevdi buyurmuş.

Askerler, A I I a h'ın izniyle raiyyenln kal'aları, valilerin şerefi, dinin izzeti, asayişin vasıtalarıdır. Raiyye ancak bunların sayesinde durabilir. Bununla beraber askerin intizamı da A I-I a h'ın kendilerine ayırdığı haraç ile kaaimdir ki, düşmanla­rına karşı onunla cihad edebilirler. İşlerini yoluna koyabümek için ona güvenirler ve bütün İhtiyaçlarını temin etmek üzere arkala­rında o bulunur. Sonra bu iki sınıfın mevcudiyeti kadıların, âmil­lerin, kâtiblerin vücudiyle kaimdir. Çünkü ukuudu, icabı veçhile başaranlar, menafii cem' edebilenler, hususî umumî 'bütün işler­de mu'temen olanlar bunlardır.

Hepsinin bakâsi için de ticaret ve sanayi erbabının vücudu şart. Zira esbâb-ı menâfi], ticaretgâhları ve başkalarının meyda­na getiremiyeceği âsâr-ı san'ati bunlar temin edecek.

Sonra erbâb-ı fakr u ihtiyacı teşkil eden son tabaka geliyor ki ihsan ve muavenete müstehaktıriar. Bunlardan herbirinin Allah'dan kısmeti ve haceti miktarınca vali üzerinde hakkı vardır. Vali Allah'ın kendisine tevdi ettiği bu teklifin altından ancak kemâl-İ ihtimam ile ve Alla h ' dan avn ü İnayet tale­biyle, bir de hafif, ağır bütün işlerde nefsini hakj<a ve sabru tahammüle alıştırmakla kalkabilir.

Sonra, askerlerinin başına öyle birini geçir ki Allah'a ve Resulüne ve İmamına karşı sence hepsinden daha muhlis bulunsun. Kalbi hepsinden temiz olsun ve aklı başında olmak itibariyle hepsine tefevvuk etsin. Zamân-ı gazabında ağır davransın. Ma'zereti sükûn ile dinlesin. Zuafâya acısın; kaviler­den uzak dursun. Öyle unf ile kalkıp acz İle oturan takımdan ol­masın.

Sonra gerek mürüvvet ve haseb erbabına, gerek salâhiyetle ve mebrur efâlîyle tanınmış aileler efradına, daha sonra şecaat ve semahat eshâbına müitefit bulun. Çünkü bunlar kerem hal­kıdır, lütuf cemaatidir. Ana-baba çocuklarının işini nasıl araştı-rırsa sen de askerlerinin işlerini öylece gözet. Kendilerini tak­viye için verdiğin şey çok bile olsa nazarında asla büyümesin. Haklarında taahhüd ettiğin lütuf az bile olsa gözüne kat'iy-yen hakir görünmesin. Çünkü sana karşı bezl-i ihlâs etmelerini, ve hüsn-i zanda bulunmalarını mûoib olur. Bir de onlara aid İş­lerin büyüğünü görüyorum diye küçüğünü takipten geri durma.

Zira ufak bir lûtfundan  intifa edecekleri  mevzi  de olur, büyük lûtfundan vareste kalamıyacaklan mevki de olur.

Ordunun başındakileri içinde, sence en makbulü o kim­seler olmalı ki, askere iyilikte bulunsun ve hem şahıslarını, hem geride kalan âileiej'ini sıkıntıdan kurtaracak kadar kendi serve­tinden fedâkârlık etsin de bu sayede adûya karşı cihad ederken hepsinin düşüncesi bu noktada birleyebilsin.

Valiler için memlekette adaletin kâim olmasından, bir de raiyyenin kendisine karşı muhabbet göstermesinden büyük me-dâr-ı teselli yoktur. Zira yürekler salim olmadıkça muhabbet iz­har etmez. Sonra askerin senin hakkındaki itilası ancak ümerâ­sından memnun olmalariyle ve onları istiskal -edip bir an evvel başlarından çekilmelerini istememeleriye kâimdir. Sen kendile­rine ümid sahası aç. Senaya müstehak olanları sena etmekte, büyük vakayı" geçirmiş olanların sergüzeştlerini saymakta ku­sur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anmak [İnşâ-Allah) erbâb-ı şecâti galeyana, harb İstemiyenleri de oayrete getirir. Sonra bunlardan herbirinin fedakârlığını iyice tanı. Hem sakın birinin hizmetini başkasının hizmetiyle beraber zikretme. Kimseye de gösterdiği şecaatle nişbet kabul etmiyecek dûn bir paye verme. Bir de ne mevkiinin büyüklüğü bir adamın ufak hiz­metini büyük görmene, ne de mevkiinin küçüklüğü bir adamın kıymeti! yararlığını küçültmene asla saik olmamalı.

Sonra altından kalkamadığın hadisâtı, kestirip atamadığın umuru Allah'a ve Resulüne gönder. Zira C e -n â b-ı Hak irşadını dilediği bir kavme «Ey imsn edenler, A I lah'a itaat edin, Peygambere ve içinizdeki Ü I ü ' 1 - E m re itaat edin; şayed bir şeyde anlasamazsaniz onu Allah'a ve Peygambere gönderin.» buyu­ruyor. Allah'a göndermek demek Kitâb'ındakİ muhakemata sarılmak demektir. R e s û 1 'e göndermek demek, onun top­layan, tefrikaya meydan vermiyen sünnetine uymak demektir.

Nâs arasında hüküm tfçin öyle bir adam seç ki sence raiyye-nin en değerlisi bulunsun; işten sıkılmasın. Murafaaya gelen­lerden sinirlenerek inada kalkışmasın. Hatâsında ısrar etmesin; hakkı gördüğü gibi, döneceği yerde dili tutulub kalmasın. Hiç­bir zaman 'tama' ettiği menfaat kaybolacak endîşesine düşme­sin. Mes'eleyi künhüne kadar anlamadıkça vehleten hâsıl ettiği kanaati kâfi görmesin. Şüphelerde en çok durur, hüccetlere en ziyade sarılır,'hasmın müracaatında nen az usanır, umurun vuzu­hunu en fazla bekler, hükmün vuzuhunda en kat'î davranır, medh İle şımarmaz, tehyic ile eğilip bükülmez'olsun. Vakıa -böyieleri de pek azdır. Sonra bu adamın vereceği hükümleri sık sık tah­kik et ve kendisine zaruretini giderecek, halktan ihtiyacını ke­secek kadar bezlde bulun. Hem senin yanında öyle bir mevki ver ki mukarrerlerinden kimse o mevkie göz dikemesin ve o adam başkalarının sana gelib de kendisine karşı hainlik edemi-yeceğinden emin olabilsin.

Evet, bu hususta gayet dikkatli bulunmalısın. Çünkü bu din kötü adamların elinde esir oldu : Onun namına İstenilen yapılı­yor ve onunla dünyayı elde etmiye uğraşılıyor!

Sonra âmillerine dikkat et. Kendilerini işbaşına öyle getir. Yoksa tarafgirlik, hodgâmlık hissiyie kimseye vazife tevdi etme. Çünkü bu iki sebep cevrü hiyânete sâiktir. Bir de bu İş için sa­lâh ile mâruf ailelerden yetişmiş tecrübe ehli, haya sahibi İs­lâm'a hizmeti sebketmiş adamlar araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namusu, şerefi en sağlam, tamam cazibesine en az kapılır, avâ-kib-ı umuru en doğru görür insanlardır. Esbâb-ı maişetlerini de geniş bir surette temin et. Çünkü nefislerini salâha sevk husu­sunda bu bir kuvvet olacağı gibi elleri altındaki şeylere e! uzat­maktan o sayede müstağni kalırlar. Bundan başka şâyed emri­ne muhalefet ederler, yahud emaneti sakatlarlarsa senin için aleyhlerinde kullanacak bir hüccet olur. Sonra bunların icrââtını takibet. Arkaları sıra vefa ve sıdk erbabından olmak üzere göz­cüler gönder. Zira işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmen ema­neti muhafazalarına ve raiyye hakkında rıfk ile muamelelerine badi olur,

A'vânına karşı da ihtiyatlı bulun. Şâyed 'içlerinden biri eii-ni hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler herifin bu hiyaneti üzerinde toplanırsa şahadetin bu kadarını kâfi görerek müstehak olduğu ukubeti bedeni üzerinde icra edersin; topla­dığı paraları alır, kendisim mevki-i zillete dikersin; alnına hiya-nat lekesini vurur, boynuna âr-ı töhmeti geçirirsin.

Sonra, haraç işini ehl-i haracın salâhiyle takip et. Çünkü ernr-i ıslâhiyle ehlinin salâhı içinde başkalarının da salâhı dâ­hildir.   Zaten   başkalarının   salâhı   ancak   bunlarınkine   tevakküf eder. Çünkü halkın hepsi haraca ve ehl-I haraca muh­taç. O holde memleketin ümranına sarf edeceğin vakit ha­raç toplamaya ma'tuf olan himmetinden fazla olmalı. Zi­ra harafc ancak ümran ile elde edilebilir. Umransız haraç iste­yen kimse bilâdi harabeye çevri Hr, ibâdı helak eder. İşi de pek kısa 'bir zaman için yürür. Şâyed yükün ağırlığından, yahut bir âfetten, yahut yağmurların, suların kesilmesinden, yahut top­rakların su altında kalmasından, yahut kuraklık istilâsından şikâ­yette bulunurlarsa tesirini umduğun bütün vesâite müracaatla dertlerini tahfife çalış. Bu hususta hiç bir fedakârlık sana kat'-iyyen ağır gelmesin. Zira o bir sermaye ki bilâdını îmâra, vilaye­tini tezyine sarf için sana iade edecekler. Fazla olarak senaları­nı kazanacaksın, haklarında gösterdiğin adaletten dolayı müf-tehir olacaksın. Hem sen bu sermayeyi fazlasiyle verecekleri­ne güvenerek veriyordu. Zira kendilerini terfih ettiğin İçin birik­tireceklerine ve adi ü rıfk 'İle muamelen sebebiyl sana emin bu­lunduklarına, itimadın vardı. Evet, günün birinde, muavenetleri­ne dayanacağın bir hâdise zuhur eder. Bakarsın ki hatır hoşluğu ile bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar. Ümran müteham­mildir, yüklediğin kadarını götürebilir. Memleketin harâbîsi aha­linin sefaletindendir; ahaliyi sefil eden sebep de ancak valile­rin servet toplamaya hırsları, uzun müddetle mevkilerinde ka­lacaklarını zannetmemeleri, bir de geçmiş ibretlerden îcâbı ka­dar hisse alamamalarıdır.

Sonra, kâtiplerinin haline İyi dikkat et. İşlerine en iyilerini getir. Hususiyle tertibatını, esrarını tevdi edeceğin mektupları­nı, öyle adamlara yazdır ki, soyu temiz, ahlâkı düzgün olsun; gördüğü itibar ile şımarıp başkalarının yanında sana karşı gel­meye cür'et edenlerden olmasın. Âmillerinin sana yazdıklarını getirip göstermekte, senin tarafından verilecek cevaplan dos­doğru yazarak göndermekte ve senin hesabına alıp, senin hesa­bına vereceği şeylerde gafleti sebebiyle kusur etmesin. Senin lehinde bulduğu bir akdi muhkem tutsun, aleyhinde bulduğunu da çözmekte zaaf göstermesin. Uhdesine mevdu umur itibariyle nasıl bir mevkii olduğundan bîhaber bulunmasın. Zira kendi kıy­metini bilmeyen başkasınınkini hiç bilmez.

Sonra bunların intihabında yalnız simalarını tetkikin, bir de hüsn-i zarının kâfi gelmemeli. Çünkü insanlar daima tasannu ve hüsn-i   hizmet göstererek zevahire hükmeden valilerin  gözüne girebilirler. Halbuki İşin Ötesinde ihlâs namına bir şey yoktur. Onun İçin senden evvelki sâlih valilere hizmet etmişleri araştı­rarak halk arasında en iyi sıyt bırakmış, emanetîeriyle en ziya­de tanınmış olanlarını intihab et. Böyle bir hareket senin A I-I a h'a ve kendisinden tevelii-i emrettiğin kimseye karşı İh-lâsını gösterir.

Bir de umuru tasnif ederek her sınıfın başına bu kâtipler­den birini geçir ki iş büyük olursa altında ezilmesin, çok olursa toplamasını bilemeyıp de dağıtmasın. Şayet kâtiplerinin hatası­nı görür de aldırmazsan kendiri muâteb olursun.

Sonra ticaret ve san'at erbabı gibi bir kısmı oturduğu yer­de çalışır, bir kısmı şuraya buraya mal götürür, bir kısmı da eli­nin emeğiyle geçinir, cümlesi hakkında iyi muamele et ve baş­kaları tarafından da o suretle muamele edilmesine dair vesâyâ-da bulun. Çünkü bunlar memleket için esbâb-i hayırdır, vesâîl-i menfaattir. Ve o hayır ve menfaati senin toprağındaki, denizin­deki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak uzak yerlerden ve başkala­rının gidemiyeceği, yahut cür'et edemiyeceği mevkilerden geti­riyorlar. Bunlar memleket için sulh ve seiâm adamlarıdır: Ne gaile çıkarmalarından korkulur, ne fesatlarından endişe edilir. Kendilerinin gerek nezdindeM, gerek biiâdınm diğer cihetlerin­deki işlerini takibet. Maamafih şurasını da bil J<i bunların çoğun­da fahiş bir tama1 çirkin bir hırs ile beraber menafi'de ihtikâr, alım satımda İriyle olur. Bu ise halk için zarar, vali için ayıptır. Binaenaleyh ihtikâra mâni ol. Çünkü Aieyhi's • Salâtü ve's-Seiâm Efendimiz ihtikârı men buyurdular. Alım satım doğru tartılarla olmalı ve alanı da, satanı da ezmiyecek mutedil es'ar üzerinden vukua gelmeli. Kim, senin yasağından sonra, ihtikâra yanaşırsa, ifrata varmamak şartiyle hemen cezalandır.

Hele alt tabakadaki her türlü çâreden mahrum fukara ve bî-çaregân ile felâketzedeler, kötürümler hakkında A i I a h'tan korkmalı, hem çok korkmalısın. Bu tabakada halini söyleyen de var, söyleyemiyen de var. A I I a h ' in bunlara ait olmak üzere hıfzını sana tevdi ettiği hakkı siyânet et. Oradakilere Bey-tü'!-mâlinden bir 'hisse, başka yerlerde bulunanlara da her mem­leketin fukarâ-yı müslimîne has gailesinden birer hisse ayır. Çünkü en uzaktakilerinin de en yakındakiler gibi haklan me,v-cud. Cümlesinin hakkını gözetmek ise sana mevdu bir vazife. Sakın azamet seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın. Zira İşlerln mühimini iyi gördüğün için ehemmiyetsizini yüzüstü bırakır­san mazur görülmezsin. Bu sebepten kendilerini düşünmekten geri durma ve zavallılara ekşi çehre gösterme. Yine bunlardan olup da nazarların tahkiri, ricâHn istiskali yüzünden işleri sana kadar gelemiyenleri -araştır. Sırf bunlar için erbâb-i haşyet ve tevâzu'dan emin bir adam tahsis et ki arada vasıta olsun, işle­rini sana bildirsin. Hâsılı, öyle çalış ki Huzûr-i Bârîye çıktığın zaman «Vüs'umu sarf ettim» diyebilesin.

Raiyyenîn bu tabakası adi ve înfaka başkalarından ziyade muhtaçtır. Onun için ber birinin hakkını vermeye son derece îtina et. Sonra, yetimleri ve yaşlı bulunduğu halde hiç bir çâre­si olmıyan kimseleri üzerine al. Vâkıa bu işler valiye ağır gelir. Lâkin ne kadar hak varsa hepsi ağırdır; bunu Al lalı yalnız o kimselere kolaylaştırır ki haîden ziyade akıbeti düşünerek nef­sini tahammüle alıştırır ve kendi hakkındaki va'd-i ilâhînin sıd-kindan mutmain bulunur.

Erbâb-i ihtiyaç için, sırf kendileriyle meşgul olacağın, bir zaman ve mekân ayır. Ve hepsiyle beraber otur da seni yaratan A I I a !h ' m rızâsını celbedecek bir tevazu' göster. Sonra, as­kerini, a'vânını, muhafızlarını, zabıta memurlarını yanlarında bu­lundurma ki söylemek isteyen çekinmeden derdini dökebilsin. Ben, Aleyhi's-SaSâtü ve's-Selâm Efendimizden bir kaç yerde işit­tim : İçindeki zayıfın hakks serbestçe kavisinden almamıyan hır ümmet hiç bir zaman kuvvetlenemez.» buyurmuştu.

Bir de bunların münasebet almayan sözlerini, yahut İfâde-i meramdaki acizlerini hoş gör. Kendilerine hırçınlık etme, aza­met gösterme. Bu yüzden Cenâb-i Hak sana cenâh-ı rahmetini açar; tâatine mukabil sevabını ihsan eder. Hem ver­diğini güler yüzle, gönül hoşluğuyie ver. Veremediğin surette kabul olunabilecek özürler dile.

Soma, umurunun içinde öyleleri olur ki bizzat görmeküğin lâzım. Meselâ katiplerin izhâr-i acz edince âmillerine cevabı sen vereceksin. Nâsın hâcâtı artık a'vânının tahammül edemî-yeceği dereceyi buldu mu, icâbına yine sen bakacaksın. Bir de her günün işini o gün gör; çünkü diğer günlerin kendine mah­sus işi vardır.

Vâkıa niyet hâlis olmak ve raiyyenin selâmetine yaramak şaıtiyle bu meşgalelerin hepsi    Allah    için iseler de sen yine vakitlerinin en hayırlısını Allah  ile arandaki hâlât İçin nefs'ne  hasret. Hâlisan li - Vechi'IIâh edâ  edeceğin  tâatin  en başlıcasi da Zât-ı İlâhîye has olan ferâizi yerine getirmekten iba­ret olsun. Gecende, gündüzünde bedeninden      Al I a h'a    ait bulunan hisseli ubudiyeti ayır ve seni Hakk'ın Harîm-i Subhânî-sirte yaklaştıran bu tâati, vücuduna her neye mal olursa olsun, eksiksiz, gediksiz edâ et. Şayet namazında halka imam olmuş­sam, sakın ne bıktıracak, ne de bîr hayra yaramıyacak gibi kıl­dırma. Çünkü nâsın içinde öyleleri vardır ki illet sahibidir; öy­leleri de vardır ki iş sahibidir. Âleyhi's-Sa!âtü ve's-Selsm Efen­dimiz beni    Yemen'e gönderirken «Onlara namazı nasıl kıldsra-yım?» demiştim.    «En zayıflarının namazı gibi.» buyurmuşlardı. Mü'minlere merhametli oi. Bundan sonra, sakın raiyyenden uzun müddetle saklı durma, Çünkü valilerin raiyyeden saklanması bir nevi sıkıntı olduktan başka umûr-ı memlekete vukuflarını azal­tır. Bunların perde arkasında oturmaları perdenin dışında dönen işlere ıttılaı meneder. Binaenaleyh nazarlarında hâdisatin büyü­ğü küçülür; küçüğü büyür;    güzeli çirkin,   çirkini   güze!    olur; hak bâtıl ile karışır. Vali de nihayet beşerdir. Halkın kendi naza­rında gizli kalan umurunu nereden bilecek? Hakkın üzerinde ni­şaneler yok ki ona bakarak sıdkın her türlüsünü, k>izbin her tür­lüsünden ayırmak mümkün olabilsin. Şimdi, sen mutlaka İkiden birisin: Ya hak yolunda bezîeder, gönlü gani bir adamsın.. O hal­de neye vâcib olan bir hakkı ödemekten, yahut kerîmâne    bir harekette bulunmaktan çekinip de saklanıyorsun? Yahut öyle de­ğilsin de buhle müptelâ bir adamsın. Bu ihtimale göre de halk ihsanından ümidi kestikleri gibi, istemekten o kadar çabuk vaz geçer ki!.. Bununla beraber raiyye tarafından sana arzedilecek hâcâtm çoğu ya bir zulümden   şikâyet; ya bir muamelede adil talebi  gibi   senin yardımını istemiyecek şeylerdir.

Sonra valinin havâssı, rnukarrebîni vardır ki bunların ilti­ması, teaddisi, muamelâtta insafsızlığı görülür. Sen onların za-rarınj bu gibi ahvalin esbabını kaldırmak suretiyle kes. Etrafın­dakilerden, hassandan, akrabandan hiç birine kat'iyyen toprak verme. Ve bunlardan hiç biri senden cesaret alıp da müşterek su, yahut müşterek diğer bir iş tutarak etrafındakiler! mutazar­rır edecek ve zahmeti başkalarına yükletecek surette zahîre İd dihârına kat'iyyen tema' edemesin. Çünkü bunun kârı senin de­ğil, onun; ân 'is© dünyada âhirette senindir. Sonra sana yakın uzak herkesi Labul-i hakka mecbur et; ve havas ve mukarrebî-nin için her neye mal olursa olsun bu hususta sebat ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet, çünkü sonu hayırdır.

Şayet raiyyede senin zulmettiğin zannı hâsıl olmuşsa ken­dilerine özrünü bildirerek zanlarını tedbil et. Çünkü bununla hem nefsini kırmış, hem raiyyene rıfk ile muamele etmiş, hem ken­dini mazur göstermiş oluyorsun ki onları hak üzerinde daim kıl­maktan ibaret bulunan maksadını o sayede istihsal edebilirsin.

Düşmanın tarafından sana teklif olunan sulh rızâ-yı ilâhîye muvafık ise kat'iyyen reddetme, zira sulhta, askerine 'istirahat, sana endîşeden rahat, bilâdın için de selâmet var. Lâkin sulh­tan sonra düşmanından sakın, hem çok sakın. Öyle ya belki seni gafil avlamak için sana yaklaşmak istemiştir. O sebepten ihti­yata seni, bu hususta hüsn-i zanna kapılma.

Şayet düşmanla aranızda bir mukavele akdettinse, yahut ona karşı bir taahhüdün, varsa, mukaveleye riâyette bulun, ahdi­ni yerine getir. Verdiğin sözü muhafaza için îcâbederse hayatını bile feda et; çünkü arzularının müteferrik, reylerinin müteşettit olmasına rağmen insanların ferâiz-i ilâhiye arasında uhûde vefa kadar üzerinde birleştikleri bir şey yoktur. Hattâ müşrikler de hıyanetin vehim avâkıbim gördükleri için müslümanlara karşı a'hde vefayı iltizam ediyorlar. Binaenaleyh sakın verdiğin sözden dönme; sakın ahdine hiyânet etme; sakın düşmanını aldatma. Zira haybet ve hırmâna mahkûm akılsızlardan başkası A I-I a h 'a karşı gelmek cür'etini gösteremez. Çünkü ÂÜahu zü'l* Celâl rahmet-i ezeliyesi İcâbı, ahd ü zimmetini ibâdı için sâye-İ şefkatinde'barınacaklar! bir dârü'I-eman, sâha-i menîînde âsûde kalacakları, civarına koşacakları bir harlm-i itmi'nan kılmış. Onun için bunda fesad etmek, hiyânette bulunmak yahut aldatmak ola­maz.

Bir de bir takım te'vilâta müsaid olacak akidlerde bulunma. Te'kid ve tevsik ettiğin bir akdi nakz İçin de sakın kelâmın ffızli delâletlerinden istifadeye kalkışma. A 1 ! a h'm ahdi İcabı girmiş olduğun bir işin darlığı, haksız yere onu tevsiine kat'iy­yen sâîk olmasın. Zira genişliyeceğinî ve sonunun İyi olacağmı umduğun bir darlığa tahammül senin için elbette  günahından çekindiğin ve dünyada âhirette cezâ-yi ilâhîden halâs imkânı ol­madığını bildiğin bir hiyânetten daha ehvendir.

Sonra kandan ve onu haksiz yere dökmekten son derece sakın. Çünkü haksız yere kan dökmek gibi felâketi câlib, bunun kadar mes'uiiyeti büyük, bunun kadar nimetin zevalini, devletin izmihlalini hak eden bir şey yoktur. Allahu zü'l-Ceiâl kıyamet günü kulları arasında hükmünü verirken, döktükleri kanlardan başlayacak. Sakın haram bir kanı dökerek saltanatını kuvvetleş-tîrmek sevdasına kapılma, zira bu hareket onu zaafa düşürecek, daha doğrusu zevale erdirecek, başka ellere geçirecek esbaptan­dır. Hele teammüden îka' edeceğin bir katil için ne Allah'-in indinde, ne benim indimde 'hiç bir özürün olamaz. Çünkü be­denen kısas lâzım. Şayet bir kazaya uğrarsan:. te'dib ederken kırbacın, yahut kılıcın, yahut elin ifrata varırsa -zira zaman olur ki yumruk, yahut daha biraz fazlası ölümü intaç eder- sakın sahib olduğun nüfuza güvenerek maktulün velîlerine haklarını ver-miyeyim, demeye kalkışma.

Bir de sakın kendini beğenme, sakın nefsinin sana hoş ge­len cihetlerine güvenme, sakın yüzüne karşı medholunmayi is­teme. Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa, hepsini mabv için şey­tanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sonra, sakın rai yy e-ne ettiğin ihsanı başlarına kakma; yahut yaptığın işleri mübalâ­ğalı gösterme; yahut kendilerine olan va'dinde hulf etme. Çün­kü minnet ihsanı bitirir; mübalâğa hakkıykatı söndürür; hulf ise Halikın da, halkın da nefretini celbeder. Cenâb-ı Hak: «Böyle sizin yapmadığınızı söylemeniz, Allah indinde ne menfur bir harekettir!» buyuruyor. Sakın umura vaktinden svvel atılma. Sakın vakti gelince de tehalük gösterme; sakın vuzuh kesbetmiyen işlerde inad etme. Sakın vuzuh kesbettiği zaman da gevşeme. Sonra, umurun her birini mevziine vaz' et; âmâlin her birini mevkiinde bulundur. Herkesin bir olduğu nok^larda kendini kayırmaktan çekin. İstihdam ettiğin adamlarının zahir olmuş fenalıklarına karşı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma. Çünkü başkasının hesabına sen muakab olursun. Az vakit sonra umurun üzerindeki perdeleri gözlerinin önünde açılır ve mazlumun hakkı senden alınır.

Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol; ve bunların hepsinden masun kalabilmek İçin badirelerden geri durup şiddetini te'hir et ki öfken geçsin de ihtiyarına mâlik olasın. Bundan baş­ka Halikına rücû edeceğini anarak endişeye düşmedikçe nefsi­ne hâkim olmak imkânını kat'iyyen bulamazsın.

Şimdi üzerine vâcib olan, senden evvelkilerin sebk eden adil bir hükmünü yahut doğru bir mesleğini, yahut Aleyhi's-Sa-lâtü ve's-Selâm Efendimizden gelmiş bir haberi, yahut Kİtâbu'i-iah'da vârid bir farizayı tahattur etmektir. Tâ ki o gibi mes'ele-lerde bizden gördüğün tarz-ı harekete iktida edesin ve şu emir­namemde bildirdiğim ve ileride hevâ-yi nefsine kapılmanı ma­zur göstermemekliğin için elimde sana karşı sağlam bir hüccet bil­diğim ahkâmı tatbika çalişasın. Artık, Cenâb-ı H a k ' kın sia-i lahmetinden ve bütün talebleri muhit olan azamet-İ kudre­tinden dilerim ki rızâ-yı ilâhîsi veçhile ibâd arasında senâ-yı ce-mîl ve bilâd içinde âsâr-ı hayır ibkâsı için vüs'atimiz yettiği ka­dar çalışmaya seni de, beni de muvaffak etsin; hakkımızdaki ni'metini itmam, keremini taz'if ve sana da bana da saadetle, şehâdetle can vermek müyyesser eylesin. Bizim niyazımız A İ -I a h 'adır. Ve's'-selâmu alâ Resûli'llah...

 

 

İSLAM HUKUKUNDA KULLANILAN BAZI ÖLÇÜLER

 

Nakidlerle İlgili Ölçüler :

 

AKÇE: (Hisap ve ferâiz ıstılahında) 1 paranın üçde biri. Akçe, dilimizde nakit, meblâğ ve servet manalarına da ge­lir. Vaktiyle, gümüş sikkelere de akçe denirdi. Bir kese ak­çe, 500 kuruş demektir.

PARA :  CHisap ve ferâiz ıstılahında) 1 kuruşun 40 da 1'i dir.

3  akçeye eşittir. Para kelimesi, mutlak nakid, servet ve sikke manalarında kullanılmaktadır.      .     .

PUL :    1 akçenin 3 de veya 4 de biridir.

DÂNİK: (= denk) 1 dirhemin 6 da 1'i dir. 1 denk = 8, 2/5 habbedir.

KIRAT-I ÖRFÎ:  Bazı fâkihlere göre 5, bazılarına göre 'İse

4  orta boy arpanın ağırlığından ibarettir. Bu fark, beldelerin ayrılığından   ve   örfün   değişmesinden   ileri   gelmektedir. 1 kırat — 0,200046 gramdır.

DİRHEM-İ SERİ: 14 kırattan İbarettir. Nisâblarda muteber olan bu dirhemdir.

Peygamberimiz ES.A.V.) zamanında 10, 12 ve 20 kırat ağırlığında üç ayrı d'irhem mevcud imiş. Hazre-ti Ömer (R.A.) zamanında bu üç dirhem toplanıp or­talamaları alınarak 14 kırat 1 'islâmî dirhem olarak kabul edilmiştir. 356,5 dirhem-i Şer'î   =  1   kilodur.

DİRHEM-İ ÖRFÎ: 16 kırattır. Dirhem-İ Örfî, Dirhem-i Şer'î' den noksan olmazsa bazı zevata göre, zekatta, diyetlerde ve sair hususlarda muteber olur.

Dİrhem-i Örfî = 16 kırat. 16x 5 = 80 arpa ağırlığı. Bu tak­dirde dirhem-i örfî, dirhem-i şer'î'den ağırdır. Lakin, Dir-hom-i örfî'de her kırat 4 arpa ağırlığında kabul edilirse : 16x4=64 arpa ağırlığı eder ki, bu durumda da Dirhem-i Şer'î, dirhemî örfî'den ağır olur. Çünkü Dirhem-i Şer'î 70 arpa ağır-lığındadır. 312 dirhem-i örfî = 1 kilodur.

DİRHEM-İ HALİS : Sırf gümüşten İbaret bulunup, başka bir maden katılmayan dirhemdir. Dirhem-i Ceyyid de bu mana­da kullanılır.

DİNAR: 10 dirhem-i şer'î halis gümüş kıymetinde itibar olunan altındır. 1 miskal ağırlığındaki altın sikkeye de dînar denir. Dirhemlerin değişmesi yüzünden, dînar ile dirhem arasındaki denge bozulmuştur.

İSTAR: 4,5 nriska! ağırlığında bir ölçüdür. Aslında, 6,5 dir­hem miktarı için de kullanılmıştır. 1 istar = 1/20 rıtl ve 1 İstar = 1/40 menn'dir.

MİSKAL: 20 kırat = 100 arpa sğırlığındadir. Ağırlık olarak 1 miskal = 1, 3/7 dirhemdir. Dolayısiyle 7 miskal = 10 dir­hem-i şer'î ölçüsündedir. 1 dinar da 100 arpa ağırlığında ol­duğu için, ölçü itibari ile miskal ile aynıdır. Aralarındaki fark, sadece dinar'ın sikkeli olmasıdır. Dirhem, miskaf, denk, kırat gibi ölçüler, altın, gümüş ve mücevherat gibi kıymetli şeyleri tartmakta kullanılır.

 

Diğer Ağırlık Ölçüleri

 

OKIYYE : (= Kıyye) 40 dirhem miktarında bir ağırlık ölçüsüdür.

SA': 1040 dirhem buğday veya arpa alan bir ölçektir. Bu da 8 Bağdadî ntla eşittir. Buna sa'-ı Irakî denilir. Bir de sa'-ı hicâzî vardır ki, 0,5, 1/3 Bağdadî ntla eşittir. Bu takdirde 1 sa' = 693 1/3 dirhem ölçüsünde olur. Birinci görüş, İmâm-ı Âzam'm görüşü; ikinci görüş ise E b û Yûsuf'un    görüşüdür denilmiştir.

RITL: 130 dirhemKk bir ölçektir. Bir sa'yın sekizde birine eşittir. Bu, rıtl-i İrattı, ntl-ı Bağdâdî'dir. Bir de rıtl-ı hicâzî vardır ki bu 195 dirhem viznindedir. Bu duruda 5, 1/3 rıtl-ı hicâzî = 8 ntl-ı Beğdâdî'dir.

Rıtl-ı ırakî 20 <istar olduğu halde, rıtl-ı Hicâzî 30 jstar'dır. Yani rıtl-ı ırskî 130 dirhem, rıtl-ı Hicâzî ise 195 dirhemdir.

FARAK;    36 rıtl yanî 4680 dirhemlik bir ölçüdür.

VESK: 60 sa', yani, 62400 dirhem miktarında bir ölçüdür/ Bu miktarı içine alan kileye de Vesk denir. Ayrıca, deve, ka­tır veya merkep yüklerine de vesk denilmektedir.

Hadis-i şerîfde : «5 veskden aza zekat yoktur.» buyurulmuş-tur. 5 vesk ~ 1000 kilo'dur. Eski ölçülerden okka ile 5 vesk = 780 okka eder.

MEN : 2 rıtıl ağırlığında yani 260 dirhemlik bir ölçüdür. 4 men 1 sa' eder. Men Türkçemizde batman kelimesi ile kar­şılanır.

HIML: 300 men, yani 78.000 dirhemlik bir ölçüdür. Bu da bîr deve yüküdür.

MÜD : Irak ehline göre, 2 rıtl-ı ırâkî; Hicaz ehline göre ise 1,1/3 rıtl-ı Hicâzî miktarında bir ölçüdür. Bu fark rıtl'larla İlgili farktan meydana gelmektedir. Gerçekte 1 müd — 1/4 sa'dır. Yani 260 dirhemlik bir ölçüdür.

KAFÎZ: 12 sa' miktarında bir kile.

144 zira1 miktarı yer.

1 cerîbin onda biri, yani 360 zira' karelik bir alan.

Görüldüğü gibi kafîz hem bir Ölçek hem de bir alan ölçü­sünün adı olmaktadır.

KİRBE : Süt veya su tulumu. 50 men yani 13.000 d'irhemlik veya 32 okiyyelik bir kab.

HABBE: Arpa, buğday gibi mahsullerin denelerine bu İsim verilir. Ölçü olarak habbe = 1/48 dirheme eşittir.

 

Uzaklık Ve Alanlarla İlgili Ölüçler

 

MERHALE : Bir yolcunun ortalama bir yürüyüşle bir günde gideceği bir yoldur. Yani merhale, 8 saatte gidilebilecek bir mesafedir.

1 merhale = 8 fersahtır.

1 fersah = 3 mil'dir.

1 mil = 400 zirâ'ı mimarîdir.

1 Zirâ'-ı rnimârî ise = 0,758 metredir.    .

Buna göre yaklaşık olarak :

1 mil          =    3032 metre,

1 fersah     =    9096 metre,

1 merhale = 72768 metre eder.

FERSAH :    8 mil, yani 12.000 zirâ'4 mimarî   uzunluğundaki mesafedir.

Sefer mesafesi 3 merhale veya 18 fersahtan ibarettir ki bu da orta bir yürüyüşle 3 günlük yol demektir.

MİL:    4000 zirâ'-i mimarî uzunluğunda bir ölçüdür.

BERİD:    12 mil yani 48.000 zirâ'-i mimarîdir.

ZİRÂ' : Lügatde bilek, kol manasınadır ki dirseksen orta parmağın ucuna kadar olan kısımdır. Istılahta İse bu miktara eşit oian uzunluk ölçüsü demektir. Zira' kelimesinin Türk-çemizdeki karşılığı ARŞlN'dir.

Zirâ'ın bir çok çeşidi vardır:

ZİRÂ'-I AMME :  6 kabza yani 24 parmak uzunluğunda olan bir arşındır.

Zirâ'-ı Âmme'nin karesi = 576 parmaktır. Zirâ'-f Âmmeye = Zirâ'-ı Mimarî de denilir.

Zirâ'-ı Âmme'nin cümlesi yani askatlan  ile bunların santi­metre olarak   yaklaşık- miktarları şöyledir:

1 Zirâ'-ı Âmme = Zirâ'-i Mimarî = 24 parmak = 75,8 cm.

1 parmak — 12 hat = 3,15 cm.

1 hat = 12 nokta = 0,263 cm.   .

1 kadem = 12 parmak = 37,8 cm.

1 kulaç = 5 kadem = 189 cm.

1 kulaç = 2, 1/2 zîrâ'-i Mimarî = 189 cm. dir.

ZİRÂ'-I MESEHA : 7 kabza + 1 dikili parmak miktarında olan bir arşındır. Bu da yaklaşık cm. eder. Arazi ölçmede kullanılır.

ZİRÂ'-I KİRBÂSÎ:    7 kabza, yani 28 parmak miktarında bir ölçüdür. Bez ve kumaş ölçmede kullanılırdı.

ZİRÂ'-I KİSRÂ : Bu da 7 kabza, yani 28 parmak miktarında bir ölçü birimidir. Buna Zirâ'-ı melîk de denilir. Görüldüğü' gibi, zirâ'-ı kirbâsî ile eşittir.

ZİRÂ'-I SEVDA : Bir kol uzunluğunda bir uzunluk ölçüsü bi­rimidir. Bu ölçüyü ilk defa icad edip kullanan Hârûne'r-R e ş î d ' dir. Maiyyetinde bulunan siyah bir kölenin ko­lunun uzunluğu esas alınarak bulunduğu için buna Zirâ'-ı şov­da = kara, siyah zira' denilmiştir.

ZİRÂ-1 KÂDİYE : Zirâ'-ı Sevda'dan 1, 2/3 parmak miktarın­da noksandır. Buna zirâ'-i dûr da denir. Bu ölçüyü ilk defa bulan ve kullanan    Kadı    İbni    Ebî    Leylâ' dır.

ZİRÂ'-I YÛSUFİYE: Zirâ'-ı Sevda'dan 2/3 parmak mikta­rında noksan bir arşındır. Bunu ilk defa bulan ve ölçü biri­mi olarak vaz' eden İmâm Ebû Yûsuf Haz­retleridir. Bu ölçü, Bağdad'da kadılar tarafından bi­naların yüzölçümlerini tesbit işinde kullanılmıştır.

ZİRA’-I HAŞİMİYYE-I' SUĞRA: Zirâ'-ı Sevdadan 2, 2/3 par­mak daha uzun bir arşındır. Bunu ilk bulan Bilâl b. Ebî B û r d e'dir. Bu yüzden buna Zirâ'-ı Bilâliye de denir. Ebû Mûsâ el-Eş'arî Hazretleri tarafından kullanıldığı rivayet edilmiştir.

ZİRÂ’-I HÂŞİMİYYE-İ KÜBRÂ : Zirâ-i Sevda'dan 5, 2/3 par­mak kadar uzun bir arşındır. Sevâd arazisinin ölçümünde kullanılmıştır.

ZİRÂ’-I ÖMRİYYE: 1 zira" + 1 kabza + 1 dikili baş par­mak uzunluğunda bir arşındır. Bunu ilk vaz' eden H z. Ömerü'l-Fâruk £R.A.)'dır. H z. Ömer (B.A.) zamanındaki arşınların en uzununu, ortasını ve en kısasını toplayarak bu toplamın 1/3 ünü almış ve bu miktara bir kabza ile bir dikili baş parmak İlâve etmiştir. Bu ölçüyü gös­teren arşının iki ucunu da kalay ile kapiatmıştır.

Bu ölçü, W z. Ömer (R.A.) in emri ile Sevâd Arazisi-sinin yüz ölçümünün tesbitinde kullanılmıştır.

ZİRÂ'-I MİZANİYYE; 1 Zirâ'-ı Sevda + 2 zira' + 2/3 zira' + 2/3 parmak miktarında bir arşındır. Bu ölçüyü ilk vaz' eden Halîfe M e'mûn' dur. Sokakların, derele­rin, nehirlerin ölçülmesinde kullanılırdı.

İSBİ': Parmak demektir. KannSarı birbirine bitiştirilmiş 6 arpaya eşit bir miktardır.

KABZA :   4 parmak miktarıdır.

KASABA :    6 zira' miktarıdır.

AŞİR : Uzunluğu ve genişliği birer kasaba miktarında olan arazidir kî 36 zirâ'-ı mimarî eder. Bu ise 1 kâfîzin 1/10 ne eşittir.

FEDDAN :    Bir çift öküzle sürülüp ekilenbilen yer.

CERÎB: Lügatte   vâdî  münasınadir.  Dönüm  manasına da kullanılmıştır. Cerîbin miktarı  beldelere göre değişir. Bazı yerlerde Cerîb = 10.000 zira' miktarında bir mesafe ölçüsü; bazı yerlerde de Cerîb = 3&00 zira' murabba (kare) ye eşit bir alan ölçüsüdür.

 

ISTILÂHLAR VE LÜGATÇE

 

Lügatçe

 

A

Adi:   Adalet.

Adû:   Düşman

Afif:  İffetli, namuslu, temiz.

Afv ü saflı:   Af ve müsamaha

Agâh: Bilgili, haberli, uyanık.

Ahd ü zimmet: Sözverme ve borçlanma.

Ahkâm: (Hükm'ün cemi.) Hü­kümler, emirler.

Akar: Tarla, bağ, bostan vs. gi­bi para getiren mülk.

Akarât: Gelir sağlayan mallar, mülkİer.

A'mâl: Amel'in cem'idir; (iş) ler demektir, daha çok dinî sahada kullanılır.

Amden: Kasden, istiyerek, bi­lerek.

Amma ba'd: Bundan sonra, ge­lelim   maksadımıza.

Amme:   Umuma mahsus olan.

Âmme-i ümmet: Halkın bütü­nü.

Âmil: Zekat, harâc, öşür, cizye gibi vergileri toplayan kim­se, mütesellim, mütevelli, vali, sebep, iş yapan.

Ariyet:   Ödünç, iğreti.

Arz: Toprak, dünya, memleket, iklim.

Asude:   Rahat.

Âşîr:   Öşür toplayan memur.

Aityye:   Hediye, bahşiş, ihsan,

Aük: Azad edilmiş köle veya cariye.

Avâkıb-i umur: İşlerin netice­leri.

A'vân:   Yardımcılar.

Avn ü inayet:   Yardım.

Avam:   Halk, herkes.    Kaba ve câhil kimseler. Ayak takımı.

Azamet-i kudret: Kudret büyük­lüğü.

Azimet:   Gitme, gidiş.

B

Bâdî:   Sebeb olan.

B âdiye: Çöi, kır.

Badire:   Ansızın çıkan vak'a.

Bağî: Bir veliyyü'1-emre veya onun naibine karşı kendisin­ce doğru görülen bir sebebe istinaden isyan edip, itaat dairesinden çıkan, kuvvet sa­hibi kimse. Buna rağmen ba­ğî müslüm anların mallarının müsaderesini ve zürriyetleri-nin esir edilmesini helâl gör­mez.

Bahilî:   Hasis, cimri.

Bâtıl: Doğru ve hak olmıyan, sapık.

Berâyâ: Halkın harâc verme­yen ve kılıç ehli kısmı. Halk İnsanlar. Mahlukât. .

Beyaban:   Kır, çöl..

Beyyine:   Delil, şahit.

Beytü'l - mâl: İslâmda ümmete aid hazine demek olup son­radan Devlet Hazinesi hâli­ne konulmuştur.

Bezi:   İstiyerek, bol bol vermek.

Bezl-i ihlâs:   Candan bağlanma.

Biçaregân:   Bîçareler, zavallılar.

Bilâd: Belde'nin cem'idir; şehir ve kasabalar demektir.

Bi'r: Kuyu.

Buhl: Hasislik, cimrilik.

C

Caize: Yol yiyeceği, azık. Hedi­ye, bahşiş, armağan. İhsan,

Calip: Celbeden, kendine çeken, çekici.

Cami': Toplayan, bir araya ge­tiren.

Câriye : Bir kimsenin memlûke-si olan genç veya ihtiyar ka­dın.   

Cebânet: Korkaklık.

Cebbar: Allah'ın isimlerinden bindir. Kırılanları onaran, eksiklikleri tamamlayan, kâi­natın her noktasında ve her şey üzerinde dilediğini, dile­diği gibi yaptırmağa muk­tedir bulunan, demektir.

Ceberut:   Azamet ve celâl.

Cebîn:   Korkak.

Celb: Çekme, çekiş, kendine çekme. Yazı ile çağırma.

Celd:   Kamçı  ile vurma.

Celde:   Kamçı, kamçı ile vurma.

Cerâim:  Cürm'ün cemidir, suç­lar demektir.

Cevaz: Caiz olma. İzin, müsaa­de.

Cevr: Haksızlık,  ezâ, cefâ,   ezi­yet, gadr, zulüm, sitem.

Cevr ü hıyanet: Zulüm ve hain­lik.

Ceyş: En az dört yüz süvari ve­ya piyadeden meydana gelen bir askeri kit'a. Ceyşin çoğu­lu Cüyûş'dur.

Cihâd: Hak yolunda vuku' bula­cak muharebelerde  gerek nefs ile, gerek mal ve lisan ile  gerekse  sair vasıtalarla çalışarak bütün güç ve taka­tini  sarfetmektir.

Cizye: Gayr-i müslimlerin mü­kellef olan erkeklerinden sene­de bir defa alman bir vergi­dir. Bu vergiye «harâcü'rrüûs»  da denilir. Aslında cizye, karşılık ve ki­fayet    manalarına da gelir. Müslümanların  zimetine, ahd ve emânma kavuşan ve müslümanlarm lehindeki ve aleyhindeki bir çok hukuka iştirak eden, gayr-i müslim tebea'dan alman  az miktar­daki bu vergi, nail oldukları nimet ve selahiyete bir nevi karşılık olmak üzere kâfi gö­rüldüğünden bu vergi   cizye ismini almıştır.

Cumhur:  Halk, topluluk.

Cürüm: Suç.

D

Dalâlet: Doğru  yoldan   sapma.

Dar-i İslâm: Müslümanların eli altında,  hâkimiyeti dairesin­de bulunan yerlerdir ki, Müslümanlar  oralarda emn ve emân içinde yaşarlar.

Dâr-i Adi: Bir veliyyü'l-emrin reisliği altında, adalet ve hâ­kimiyetinde bulunan herhangi bir İslâm beldesi  demektir.

Dâr-i emân: İslam ordusu tara fmdan ferhedilip içinde ehl-i zimmet'in ikamet ettirildiği beldedir. İslâm hükümetinin himayesi ve hakimiyetinde bulunduğundan dâr-ı islâm'­dan sayılır.

Dâr-i Harb: Müslümanlarla ara­larında sulh bulunmayan, gayr-i müslimlerin ülkesi.

Dâr-i zimmet; Müslümanların ahd ve emânmı, himayesini kabul etmiş olan, gayr-i nıüs-Iümlere mahsus yerlerdir. Vaktiyle idarî muhtariyete sahip olan bazı eyaletler, böyleydi.

Dârü'r-ridde: Mürtedlerden mü­teşekkil bir taifenin istila ederek hakimiyetleri altına aldıkları yerlerdir.

Dessas:  Entrikacı.

Destar:   Tülbent, sarık.

Diyet:  Kan bahası.

Diyet-1 Kâmile: Katledilen şah­sın nefsine bsdel caniden veya ailesinden alman tam diyet olup, miktarı maktule göre değişir.

Diyet-i Mugalîaza: Şibhi amd su­retiyle vuku' bulan bir katil­den dolayı verilmesi gereken diyettir ki, dört neviden yir­mi beşer adet olmak üzere yüz devedir.

Dûcâr: Uğramış, yakalanmış, tutulmuş, giriftar olmuş.

Dûn:  Aşağı.

Düstûrû'1-amel: Gereği gibi uy-gulanack olan kanun.

E

Ecir:  Sevap, ücret.

Ecr-i Misil: Ehl-i vukufun tayin edeceği ücret.

Ednâ: Pek aşağı, bayağı, az, pek az.

Ef'âl:  (İş) ler.

Efrâd : Ferdler. Tek olanlar, bir­ler.

Ehâdis: Hadisler. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin müba­rek  sözleri.   Haberler.

Ehl-i Adi; Adalet sahibi kimse­ler. Bağî olmayanlar.

Ehl-i  Bağy:   Bağîlerin hepsi.

Ehl-i haraç: Haraç vermekle mükellef olan.

Ehl-i Kitâb: Allah (C.C.) tara­fından indirilmiş bir kitaba inanmış olan, fakat müslü-man olmayan kimseler. Ya­hudiler, hıristiyanlar.

Ehl-i uhud : Müslümanlarla ahid yapanlar, zımmîler.

Ehl-i zimmet: Bir islâm devleti­nin himaye ve tabiiyetinde bulunan gayr-i müslimler.

Elzsm: Çak  lâzım, lüzumlu.

Emân: Emniyet altında olduğu­na dair, düşmana verilen söz veya yapılan işaret de­mektir. Emân'm bazı şekille­ri vardır. Şöyleki:

Emân-î sarih: Bir kimseye karşı «Sana emân verdim.», «Siz eminsiniz.», «Sizs bir zarar yoktur.», gibi bir tabirle ve­rilen emândır.

Emân toi'l-kitâbe: Ehl-i harbe, . emân-name gönderilmek su­retiyle verilen emândır.

Emân bi'1-kinâye: Dolaylı ve imâli bir yolla emân mana­sı çıkarılabilen söz veya işa­retlerle verilen emândır. «Ge­liniz», «Korkmaymiz.» şek­linde tabir veya işaretten emân verildiği kanaatine va­ran kişiler için bu haller emân  sayılır.

Emân-ı Mutlak: Herhangi bir müddetle sınırlandırılmayan emân'dır.

Emân-î Muvakkat: Belirli bir müddet için verilen emân'­dır.. Bu müddet bitince emân da kalkar.

Emân-ı Müebbed: Eu sulh de­mektir. İki tarafın birbir­leri ile harb etmemek üzere silah bırakmaları ile meyda­na gelir. Harb esnasında bir kavmin zimmet aktini ka­bul eîmeside  böyledir.

Hususi Emân: Şartlarını haiz herhangi bir müslümamn rau-harib bir kişiye veya bir tai­feye verdiği emân'dır.

Umumî Emân: Veliyyü'1-emr ve­ya naibinin bütün muharib düşmana verdiği emândır ki bu bir sulh mahiyetindedir.

eman-name: Emân verildiğini bildiren name = mektub-tur. Buna «kitâbü'1-emân da denir!

Emin: Emniyet sahibi, korku­suz; birine emniyet eden, güvenen. Kendisine güveni­len.

Emir: Kumandan, Veliyyü'1-emr tarafından bir göreve tayin edilmiş kişi.

Emîrü'I-mü'minîn: Müslümanlara din ve dünya işlerinde reis­lik yapan kimse.

Emval: Mülkler, para ile satın alman şeyler.

Ensâr: Medineli ilk müslüman-lar. Peygamber (S.A.V.J Efendimize ve Mekke'den Medineye hicret eden diğer müslümanlara yardım ettik­leri için bu isimle anılırlar.

Erbâb-ı fakru ihiyac: îhtiyaç ve yoksulluk içinde olanlar.

Erbâb-ı haşyet: Korku içinde bu­lunanlar.

Es'ar: Zaruri ihtiyaç maddeleri­ne hükümetçe konulan fiyat, narh,

Esbâb-i hayr: Hayır, iyilik yol­lan.

Esbâb-i maişet: Geçim yolları. Esbâb-ı menafi; Faydalanma yol­ları.

Esfel: En  sefil,  aşağı, bayağı, Esâr:   Sırlar, gizli haller. Eşhas: ' Şahıslar. Eşkal:   Biçimler,   suretler,   tarz­lar. Eşkâl-i mahsûsa:  Bir şahsa ait hususi şekiller.

Esrar: Şerli, kötülük yapan kim­seler.

Etbâ: Birinin sözüne, işine, mes­leğine uyanlar, tabi olanlar. Hizmetçiler, uşaklar. Ezvâc-ı Mutalıharat.- Peygamber (S.A.V)  Efendimizin  ismetli zevceleri.

Ezcümle: Bu cümleden olarak.

F

Fakir: Sahib olduğu mal, nisap miktarına baliğ olmayan kimse. Yoksul.

Fâris: Atlı, ata binmekte meha-retlî. Ferasetli, anlayışlı, İran'ın güneyindeki Şiraz vilayeti.

Fariza: Yapılması mutlak ola­rak buyrulan Allah emri.

Fâsid: Yanlış, kötü, fena, bozuk. Fesad çıkaran.

Ferâiz-i ilâhî: Allah'ın yapılma­sını kat'i olarak emrettiği ibâdetler.

Fesad:   Yanlışlık, bozukluk.

Feth: Bir beldeyi, bir ülkeyi sulh veya harb yoluyla ele geçir­mektir.

Fevk: Üst,  üst taraf,  yukarı.

Fey': Lügatte dönme, rücû' et­me demektir. Güneşin doğu­dan batıya doğru dönmeye haşlayan gölgesine de fey' denir,  istilanda ise: Harâc, cizye, ticaret rüsumu, gayr-i müslimlerden harb edilmeden alman sulh bedelleri ve on­lardan alman şâir mallara ve beytü'l-m.âl'd© bulunan diğer mallara fey' denir.

G

Galeyan: Coşma, kaynama.

Galle: Gelir, hasılat.

Gammaz: Kogucu, arkadan çe­kiştirici.

Gamz: Koğuculuk etmek.

Ganî: Zengin, tok.

Ganimet: Harbîlerden savaş es­nasında veya harbeden iki ordunun karşılaştığı sırada, İslâm askerlerinin kuvvetle­ri ile ve zorla aldıkları maldır.

Gasb : Zorla alma, zabtednıe. Zor­la  alman  şey.

Gâsıb: Gasbeden. Sahibinin iz­ni ve haberi olmadan bir malı bir şeyi hile veya zor ile alan, zorba, yağmacı, ça­pulcu.

H

Habaset: Habislik, kötülük, al­çaklık.

Hâcât: Hâcet'in cem'idir; insanın muhtaç olduğu şeyler demek­tir.

Hâcib : Vezir, âmir. Kapıcı, per­deci. Perde, hâil.

Had: Lügatte men etmek mana­sınadır. Gayr-i menkullerin sınırlarına da hudud denir. Bir kısım cezalara da hudud denilmiştir. Zira bu cezalar, zararları bütün insanlara dokunan bir takım fena ha­reketlerden insanları men eder. Bu hadler, suçlular için bir ceza olduğu gibi, müşa-hidler için de ibret ve inti­bah vesilesi teşkil ederler, Dolayısı ile bunlar umumun menfaatinedir.

Hadis: Peygamber (S.A.VJ Efendimizin mübrek sözleri.

Hadis-i Kudsî: Manası Cenâb-ı Hak tarafından vahyedilen söz ve ifade şekli ise Peyganıber (S.A.V.)   Efendimize ait olan mukaddes sözler.

Haiz: Mâlik, sâhib, taşıyan.

Hakkaniyet: Hak ve adalete uy­gunluk. Hakka riâyet etme, doğruluk.

Hakîr: İtibarsız, değersiz, aşağı, âdi, bayağı.

Hakk-i Şuf'a: Satılık bir mala ortak veya komşu olanın, aynı para ile satın almak üzere başkalarına tercih olunması hakkı.

Hakk-i Şürb: Bir nehirden mu­ayyen ve ma'lum olan nasip­tir. Tarla, bağ, bahçe ve hay­van sulamak için sudan fay­dalanma nöbeti.

Hakîr: itibarsız, değersiz. Aşağı, âdî, bayağı,

Hâlât: Haletin cem'idir; Halet, şâyân-ı dikkat olan hal de­mektir.

Hâlisan Ii-vechi'llah: Allah'a kar­şı ihlâslı olarak.

Harâc: Harâc arazisinden ve ih­ya edilen bazı mevât arazi­den, belirli alanlara göre, beytü'1-mâl namına alman vergidir. İki çeşit harâc var­dır :

Harâc-i mukassine: Arazinin malv sulatmdan, tahammülüne gö­re alman bir vergidir. Bu harâc, hasılatla ilgilidir. Bir sene içinde birden fazla mah­sul elde edilirse, harâc da mükerrer olarak alınır. Mah­sulat olmazsa, bu harâc da alınmaz.

Harâc-ı muvazzaf: Arazi üzeri­ne, her dönüm başına, yıl­lık maktuan, muayyen bir miktar meblâğ olarak alı­nan bir vergi. Bu vergi işle­nen araziden alındığı gibi, sahibi tarafından kasten mu­attal bırakılan araziden de alınır.

Harâc Arazisi: Müslümanlar ta­rafından fethedildiği halde, eski gayr-i müslim ahâlisi elinde bırakılan veya dışarı­dan getirilmiş gayr-i müslim ahâliye temlik edilen veyahud da sulh yolu ile fethedi­lip de bir vergi konularak gayr-i müslim ahalisinin eli­ne terk edilen arazi. Şam, Mı­sır ve Irak Sevâdı arazileri gibi.

Harbe: Kısa mızrak, süngü.

Harbî: Müslümanlarla araların­da sulh bulunmayan gayr-i müslimlere aid ülkelerde ya-şıyanlardan her biri.

Haram: Herkesin girmesine mü­saade edilmeyen, mukaddes ve saygı duyulması gereken yer. Hacıların ihrama gir­dikleri mi'kadlerden itibaren Kâ'beye  kadar olan mahal.

Harım: Mukaddes olan yerler. Başkasına kapalı yer. Bir evin ve sairenin civarı. Avlu.

Harîm-i itmi'nan : İçinde huzur ve sükûna kavuşulan, dinle­nilen yer.

Hasenat: İyilikler, iyi haller. Ha yırlı işler.

Hasep : Baba tarafından gelen şeref, asillik, soy temizliği.

Hasr-ı nazar: Bakışı bir noktaya veya bir tarafa dikme.

Hâssa takımı: Valiyi muhafaza ile vazifeli askerî birlik.

Haşyet: Ta'zim ile karışık ktr-ku.

Hâtif: Sesi işitilip de kendisi görünmeyen (kimse). Seslemci çağırıcı. Gâibden haber ve­ren melek.

Havas : Muhterem ve saygıya değer olanlar, ileri gelenler, seçkin kişiler.

Haya:   Utanma.

Haybet:   Mahrumluk, me'yusluk.

Helak : Mahvolma, Ölme. Harcan­ma, çok yorulma.

Hendem: Dost, arkadaş.

Hevâ-yi nesf:  Nefsin     arzusu, meyli.

Hıfz: Saklama, muhafaza etme. Ezberlema.

Hirman : Mahrumluk.

Hilaf-i hakikat: Hakikata, gerçe­ğe uymayan, hakikatin zıddı.

Hilkat: Yaradılış.

Himaye: Koruma, korunma

Hisse-i uhûdiyet: Kulluk payı.

Hiss-i azamet: Azamet duygusu, kibir, gurur.

Hodkâmlık: Kendi menfaatini herşey'in üstünde tutmak, yalnız kendi menfaatini dü­şünmek.

Hükemâ: Hakim'in cem'idir, filo­zoflar demektir.

Hulf: Verdiği sözü yerine getir­memek, sözünden dönmek.

Husûmet: Hasımlık, düşmanlık. Kıskançlık, çekememezlik.

Huzûr-i Bari: Rabb'm huzuru.

Hüccet: Delil,   burhan.

Hüsran: Zarar, ziyan.

I

Ikta': Veliyyü'l-emr'in toprak ba­ğışlaması

Ikta'an: Toprak bağışlamak su­retiyle.

Itlak:   Bırakma, salıverme.

Ittıla':  Haberdar olmak.

İ

İane: Yardım için toplanan mal, para. Yardım eşyası, pa­rası.

İbâd =   Kullar.

İbâdu'llah:   Allah'ın kullan.

İbkâ: Baki kılma. Devamlı, sü­rekli kılma. Yerinde, evvelki halinde bırakma.

İbtilâ: Mübtelâlık, bir şeye düş­kün olma, düşkünlük, tirya­kilik.

İcâre :   Kira. îrad, gelir.

İcbar: Cebretme, zorlama, zor­lanma.

İdâme: Devam ettirme,

İdâre-i umur: İşleri idare etmek.

İddet: Kocasından ayrılan veya kocası ölen kadının başkası ile evlenebilmesi için bekle­meye mecbur olduğu müddet.

İddihar: Biriktirmek, toplayıp yığmak.

İhdas : İcad etme, yeni birşey vü­cuda getirme.

İhfâ: Gizleme, saklama, sakla­nılma, tutma,

İhlâs: Doğruluk, riyâsızlık, garazsızlık.

İhraz : Elde bulundurma. Alma, kazanma. Elde etme. Erişme.

İhsan: İyilik etme. Bağış, bağış­lama. Bağışlanan verilen şey. Lütuf, iyilik.

İhtilas: Kapma, kapılma, mal veya para çalma. Aşırma.

İhtila: Ayrılık, uymayış, uyma­ma. Anlaşmazlık, aykırılık.

İhtiyar: Seçip beyenmek, kabul etmek.

İhtiyatlı : İlerisini düşünen, gö­ren kimse. Sakınan, tedbirli, bulunan.

İhya: Diriltme, diriltilme, can­landırma, güç verme.

İhyâ-yi Mevât: Hiç işlenmemiş toprağı işleyip, ekine elve­rişli hale getirme.

İkâ:   Yapmak, etmek.

İkâme: Koymak, kaldırmak, dokrultmak.

İkâb:   Eza, cefâ, eziyet, azâb.

İktizâ: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım getirme, gerektirme. İhtiyaç, gereklilik. İşe yara­ma.

İlhak: Katma, katılma, karıştır­ma.

İllet:   Hastalık, derd.

İltica: Sığınma, barınma,

İltizam: Devlet gelirlerinden bi­rinin toplanması işini üzerine alma. Kendi için lüzumlu sayma. Birinin tarafını tut­ma, fcab ettirme. Gerektirme.

İmtilâ: Dolgunluk.

İmtina: Çekinme, geri durma.

İnha: Bir vazifeye tayin veya bir maaşa terfi için yapılan tek­lif, yazılan yazı. Ulaştırma, yetiştirme.

İnâyet: Yüksek tutulan, hürmet edilen birisinden gelen iyi­lik, lütuf, ihsan.

İnfak: Nafakalandırma, yedirip içirme.

İnkisar: Burada, bed-düâ etmek manâsmdadır.

İntâc: Neticelendirme, spna er­dirme.

İntifa': Faydalanma.

İrâde: Dileme, isteme, meram et­me. Emir, ferman, buyruk.

İrâs: Gösterme, Tayin etme.

İrsal: Gönderme, gönderilme, yollama, salıverme, bırakma, koyuverme.

İrşâd: Doğru yola sevk etme.

İrtidâd: İslâm dininden çıkmak. Mürted olma hali.

İsnâd:   Nisbet etme, atf etme.

İstiğlal: Ev, dükkan, tarla ve bunlara benzer gayrimenku­lun geliri karşı gösterilerek rehine koyma. İpotek.

İstiğrak: Kendinden geçip dün­yayı unutma. Dalma, içine gömülme.

İstidlal: Bir delile dayanarak, bir şeyden bir netice, bir hü­küm çıkarma. Bir şeyi deiili ile anlama.

İstihlâk: Harcamak suretiyle tü-, ketme, bitirme.

İstirdâd.: Geri alma. Alma. Veril­miş veya gönderilmiş bir şe­yin geri gönderilmesini iste­me.

İstiskal: Hor görme, soğuk mua­mele etme.

İstişare:   Danışma,v fikir sorma.

İtâb: Azarlama, tersleme, pay­lama. Darılma.

İtlaf: Telef etme, mahvetme, öldürme.

İtmam: Tamamlamak.

İttibâ: Tabi olmak, uymak, ar-dısıra gitmek.

İttihaz etmek: Burada, edinme mânadmdadır.

İttikâ': Sakınmak, çekinmek. Allah'dan korkmak.

İtyân: Getirme, getirilme. Söyle­me, bildirme, isbat.

İzâle: Giderme, giderilme, yok etme.

İzhâr-ı acz: Aciz; göstermek, ik­tidarsızlığını, beceriksizliğini belli etmek.

İzmihlal: Mahv olma.

İzzet: Kıymet, şeref, şan.

K

Kabz: El ile tutma. Alma.

Kâfûr: Uzak doğuda yetişen, hekimlikte kullanılan, beyaz ve yarı saydam, kolaylıkla parçalanan kokusu kuvvetli bir bitki.

Kail: Söyliyen, diyen, Kabul eden, razı olan.

Katil: Adam öldüren kimse.

Kati: Adam öldürmek.

Kavl: Söz, rey, görüş.

Kelâm: Kelimenin cem'idir, ke­limeler demektir.

Kemmûn: Kimyon.

Ketm: Bir sözü, bir haberi, bir sırrı saklama, gizli tutma.

Kesret, Çokluk, bolluk, ziyâde-İik.

Kerh: İğrenme, tiksinme, hoş­lanmama. Zorlama.

Kerih: İğrenç, çirkin, hoşlanıl­mayan, tiksinilen. Birine zor­la yapılan bir hareket.

Kerhen î İğrenerek, istemiyerek, hoşlanmıyarak. Zorla, zoraki

Kısas : Lügatte eşitlik, bir şeyin izine tabi olmak, onun mis­lini getirmek demektir. Suç ile ceza arasında benzeyiş matlup olduğundan, bir nevî cezaya kısas denilmiştir. Şöyleki kısas, ıstılahta: katili maktule mukabil katletmek; yaralanan veya kesilen bir uzvun yerine yaraüyanm ve­ya kesenin aynı uzvunu ya­ralamak veya kesmek demek­tir.

Kist: Hisse, pay, nasip. Tartı, Ölçü ve bölüşmelerde doğru davranma. Borç ve sâirenin bir defada ödenen taksidi.

Kibriya: Azamet, çok büyük­lük.

Kişniş: Güzel kokulu bir bitki tohumu, kara kimyon.

Kitabî: Semavî bir dine, Allah CC.CJ tarafından indirilmiş bir kitaba inanmış olan ve fakat müslüman bulunmayan kimse. Hıristiyan ve yahudi gibi.

Kizb:   Yalan.

Kudret-yâb: Muktedir olmak, gücü yetmek.

Kurrâ: Kur'ân-ı Kerîmi yedi kı­raat ve on riyâyet dahilinde okuyabilen hazıflar.

Külfet: Zorluk, zahmet, sıkıntı.

Künh:  Birşey'in iç yüzü.

Köle: Hürriyetden mahrum, başkasının mülküne dahil oîan erkek insan. Abd.

L

Levm: Çekiştirme, levmetme, başa kakma.

Liyakatli: Layık olan, değerli, yararlı. İktidarlı, hünerli, fa­ziletli.

M

Maâyib: Ayıbîar.

Mağdur: Haksızlığa, gadre uğ­ramış.

Mahal-i Maksud : Varılmak iste­nen yerler.

Mahfuz! Hıfzolunmuş, saklanmış. Korunmuş, gözetilmiş. Ezber­lenmiş.

Mahz-ı adi i Adaletin ta kendi­si.

Maişet:   Geçim.

Masiyet: Asilik, itaatsizlik, is­yan, günah.

Maksûd s İstek, kasdolunan, is­tenilen şey,  meram.

Maslahat ı İş, emir, husus, mad­de, keyfiyet. Dirlik, düzen­lik, barış.

Makrun: Yakmlaştınîmış, ya-km.  Ulaşmış, kavuşmuş.

Maktul: Katledilmiş, öldürülmüş.

Ma'muiiin bîh : Kendisi ile amel olunan, yürürlükte olan.  .

Maraz-i mevt: Ölüm hastalığı. Kişiyi iş görmekten men eden  ve ölümle neticelenin hasta­lık.

Mâruf i Herkesçe bilinen, tanın­mış, belli. Meşhur, ünlü.

Masun:   Korunmuş.

Matlub: İstenilen, talep edilen, aranılan şey.

Ma'tuf:    Burada,    gaye, maksad manasındadır.

Mebni:   Bina edilmiş, kurulmuş, dayandırılmış,   ...den dolayı.

Mebrûr:   Hayırlı, olan.

Meclis-i meşveret t Danışma hey'-eti.

Mecra': Suyun cereyan ettiği, aktığı yatak, su yolu, akıntı yeri. Bir işin gidiş oluş yolu.

Meçhul:   Bilinmeyen.

Medâr-ı maişet;   Geçim vasıtası.

Medâr-ı teselli: Teselli vesilesi.

Medlul: Delil getirilmiş şey. De­lâlet olunan, gösterilen şey. Bir kelimeden anlaşılan ma­nalar.

Melce1: İltica edilecek, sığınıla­cak yer.

Melckût!   Saltanat, haşmet.

Melhuz: Mülâhaza edilen, dü-şünülebüen, hatıra gelen, ola­bilen, umulan.

Mel'un i Lanetlenmiş, kovulmuş, tard  olunmuş.

Memnu': Menedilmiş, yasaklan­mış.

Menfur: Nefret edilmiş, nefret edilen.

Merfû'an: Yükseltilmiş, kaldırıl­mış olarak.

Meşru' s  Şer'an  caiz olan.

Msr'î: Hürmet ve riâyet olunan, hükmü geçen, muteber ve makbul o!an.

Mervi: Rivayet olunan, birinden işitilerek  söylenen.

Metruke -. Bırakılan, terkedilen mallar.

Emvâl-i metruke ı (Burada) ölen kimsenin, geride bıraktığı mallar.

Mevâli:    Köleler.

Mevât Arazi: Veliyyü'l-emr'in izni ile ihya edilen ölü top­raklardır.

Mevdu': Emânet edilen, emânet olunmuş.

Mevkı-i zillet: Alçaklık, aşağı­lık mevkii.

Mevsuk: Vesikaya dayanan sağ­lam, inanılır.

Mevzi':   Yer.

Mezkûr: Zikredilmiş, adı geçmiş, anılmış.

Miskin : Hiç bir varlığa sâhib ol­mayan kimse.

Muaf! Affolunmuş, bağışlanmış. Ayrı tutulmuş. Serbest.

Muâhaze:   Azarlama, darılma.

Muâlıid : İslâm hükümetine bir para ccliyerek kendini hima­ye ettiren, başka dinden olan kimse. Anlaşma, sözleşme, ahid yapanlardan her biri.

Muâkab: Azab olunan, işkence olunan.

Muâteb: Azarlanan, mes'ul tu­tulan.

Muattal: Tatil edilmiş, bırakıl­mış. Kullanılmaz. Battal. Boş, işsiz.

Muazzamât-i umur: Büyük işler. Mubâhase:    Bir    fikir etrafında karşılıklı konuşma.

Muhacir: Mekke'den Medine'ye hicret eden ilk müslümanlar.

Muhalif: Muhalefet eden, aykı­rılık gösteren, uymayan, uy­gun olmayan. Birinin düşün­cesine zıt düşüncede bulunan.

Muhayyer:   Seçme ve beğenmeye bağlı. Seçmece. Muhbir:   Haberci, haber veren.

Muhkemât: Burada, Kur'an-ı Kerim'deki muhkem âyetler mânâsmdadır.

Muhlis:  Ihlâs sahibi.

Muhteris: Hırs ve istek sahibi. Ateşli.

Muhrez : Elde edilmiş, el altında tutulmuş. Kazanılmış. Ele ge­çirilmiş.

Muhsan: Âkil, baliğ, hür ve sa­hih bir nikâh ile evli bulu­nan müslüman kimse.

Muhsane: Âkile, bâliğa ve hür-re olup, evli bulunan müslü­man kadın.

Muhtelefü'n-fİ3'h: Üzerinde ihti­lâf olunmuş mesele.

Mum î Yardım eden, iane eden. Yardımcı.

Mukâtele: Birbirini öldürme, vu­ruşma.  Savaş,  kavga.

Mukannen: Belli, belirli, şaş­maz. Kanun haline gelmiş.

Mukarreb :   Yaklaşmış, yakın.

Mukarrebin: Mukarreb'in cem'idir, bir büyüğün yakın adamları demektir.

Münkariz: Biten, arkası gelme­yen. Sönen. Zürriyeti tüken­miş olan.

Muktezâ: İktiza etmiş, lâzım gelmiş.

Munzam: Üste konan, katılan. Ek.

Murafaa: Mahkemede yüzleş­mek, muhakeme olmak.

Musibet: Felâket, ansızın gelen belâ sıkıntı.

Mutabık:  Uygun. Birbirine uyan.

Mutavassıt: Orta, ortalama. Mutazarrır.-   Zarar gören, zarara uğrayan.

Mu'tedil i Orta halde bulunan. Mülayim. Münasip,  uygun.

Mutmain : Herhangi birşey'e bü­tün varlığıyla inandıktan sonra kalb huzuruna eren.

Muttali' t Haberdar, herhangi birşey hakkında haberi olan.

Muvâdaa: Düşmanlığı bırakıp barışma.

Muvafık:   "Uygun   yerinde.

Muvakkaten:   Geçici olarak.

Mübâyin :   Ayn, başka türlü, zıt.

Mücerred: Tecrid edilmiş, so­yulmuş, çıplak. Tek, yalnız. Karışık ve katışık olmayan.

Mücrim : Cürüm işlemiş. Suçlu.

Müdebbsr ı Azad olması, efendi­sinin ölümüne bağlı bulunan köle.

Müdebbir: Kölesinin hürriyete kavuşmasını kendisinin vefa­tına bağlamış yani «Ben öldüğüm zaman azad ol." ele­miş olan efendi.

Müddeî s İddia eden, davacı. Bir hükmünde ayak direysn veya bunu kabul etme.

Müfâdat: Kurtuluş fidyesi öde­me.

Müftehir:   İftihar eden, öğünen.

Mükâteb: Tamamlandığı zaman azad edilmek üzere, bedele bağlanmış   köle.

Müîâyemst; Uygunluk. Yumuşak huyluluk. Yavaşlık.

Mülhid : Allah'ı inkâr eden, din­siz, imansız.

Mültezim: Devlete âit bir geliri üzerine alıp toplayan, ilti­zamcı. İltizam eden, bir şe­yin veya bir kimsenin lüzu­muna inanıp taraftarlık eden.

Münâbaat: Men etme, mâni ol­ma, engelleme.

Mümaşât: Başkasının fikrine hizmet eder yollu hareket etmek.

Münazaa: Ağız kavgası, çekiş­me.

Münzel: İnzal olunmuş, indiril­miş. Gökten indirilmiş (ki­taplar.)

Müretteb: Tertib olunmuş, dü­zenlenmiş.

Mürted : îslâm dininden dönen. İrtidâd eden.

Mürüvvet:  İnsanlık.

Müsâhib: Biriyle musahabe ederi sohbette bulunan, konuşan. Arkadaş. Büyük bir zatın ya­nında bulunup onunla soh­bet eden.

Müsâkat: Meyvesinin bir kısmı­nı almak şartiyle bir bağı veya ağaçları birine verme.

Müsalaha: Barış, güvenlik. Ba­rışma, anlaşma.

Müsta'mel:  Kullanılmış, eski köhne.

Müstecâb ; îsticâbe edilmiş, ka­bul olunmuş.

Müste'cir: Bir şeyi kira ile tu­tan, kiracı.

Müstefîd: İstifâde eden, fayda­lanan.

Müsteîzim: İstilzam eden, ge­reken.

Müste'min: Emân isteyen veya emân'a  nail  olan kimse.

Müşrik: Allalıa eşler, Ortaklar koşan.

Mütsaddid: Bir çok, teaddüd eden, çoğalan. Türlü türlü. Çok.

Müteammiden : Bir -şeyi bilerek, tasarlayarak, kasden yapma.

Mütedeyyin : Dine bağlı. Dindar.

Müteferrik: Dağınık, değişik, ay­rı ayrı.

Mütskebbir: Tekebbür eden, bü­yüklük taslayan, kibirli.

Mü'temen: Kendisin© emniyet olunan, emniyetli.

Mütsnsbbih : Uyanık. Uyanan, întibâh eden.

Müteselsilen : Sıra ile, bir biri peşi sıra, zincirleme.

Müteşettit:  Dağınık.

Müteveccih: Burada, yönelmek mânâsmdadir.

Müteverri: Perhizkâr   olmak.

Müzâharet: Yardım etme, ko­ruma. Arka çıkma.

Müzayede: Artırma. Artırma su­retiyle satış.

Müzdâd: Ziyade edilmiş. Art­mış, çoğalmış.

N

Nafiz: Tesir edici. Hükm-ü Na­fiz : Uyulması gereken hü­küm.

Nakz: Bozmak. Nâme:   Mektub.

Nârae-i humaym: Devlet baş­kanı tarafından gönderilen mektup.

Nâs: İnsanlar, halk.

Nasb etmek:   Tâyin etmek.

Nedret:   Nadir olma, az ve sey­rek  bulunma.

Nefs-i emmâre: İnsanı kötülü­ğe sürükleyen ve bu yolda çok zorlayan nefis.

Nesep:   Nssil, soy.

Neş'et: Çıkma, yetişme. Meyda-dana gelme, ileri gelme.

Nisab: Zekât gibi bazı farzlarla, sirkat haddi gibi bazı cezala­rın, vücubiyetîerine alâmet olmak üzere, şeri'at koyucusu tarafından nasbedilen muay­yen bir miktardır.

Nusret: Yardım, inayet, imdâd.

Ö

Öşür Arazisi: Müslümanlar ta­rafından fethedilerek ya mücahidlere veya diğer müslümanlara mülk olarak veril­miş arazi. Arab Yarımadası vs Basra arazileri gibi.

R

Râî:  Gören, görücü, rü'yet eden

Raiyye:   Tebea.

Rakabe:   Köle, câriye.

Râyegân etmek: Bol bol ver­mek, esirgemek.

Reâyâ: Bir devlet reisinin ida­resi altında bulunan ve ver­gi veren halk. Bütün halk. Gayr-i Müslim tebaa. Zimmî,

Ref': Kalkındırma, yüceltme. Yukarı kaldırma. Lağvetme. Hükümsüz bırakma.

Rey: Görüş,  görme.

Rıfk: Yumuşaklık, tatlılık, ya­vaşlık.

Rıfku insaf: Tatlılık, yumuşak­lık.

Riâyet: Gütme, gözetme. Saygı, ağırlama.

Ribat: Hududlarda, düşmanın hücum edebileceği mevzilerde sadece İslâm yurdunu muha­faza ve müdafaa maksadı ile ikâmet etmek.

Rical: Recül'ün cem'idir; erkek­ler demektir. Burada, devlet adamları, devlet memurları mânâsmdadır.

Ridâ: Belden yukarı örtülen ör­tü. Hırka.

Rikâz: Yer altında, yaratılışta bulunan madenlere veya son­radan gömülmüş olan hazî­nelere denir.

Bir söz veya bir hadi­senin nakledilmesi. Hikâye edilen söz veya hâdise:

Rubû': Dörtte bir, çeyrek, bir şeyin dört bölümünden biri.

Rüz-u Ceza; Ceza günü. Kıya­met.

Rücû': Dönme, geri dönm'j. Cayma sözünden dönme, sö­zünü  geri  alma.

Rükün: Birşey'in en sağlam ve muhkem tarafı, temel direği.

S

Seciye:   Huy,  tabiat,   meşreb. Sadır olmak: Çıkmak.

Sâha-i men’i : Sarp, dayanıklı, zaptedilmez saha.

Saik: Sevk eden, sebeb olan.

Salah: İyilik, iyileşme, düzelme. Dine olan bağlılık.

Salih: Yararlı, elverişli.

Salim: Sağ, sağlam, ayıb ve ku­suru, endişesi, korkusu olnıı-yan.

Sebeb-i nüzul: Bir âyetin veya bir sürenin nüzul (iniş-vah-yediliş)   sebebi.

Sebk etmek: Geçmek, ileri geç­mek.

Semahat ashâbii Cömerdlik eden kimseler.

Sekr:   Sarhoşluk.

Semâvât: Gökler.

Senâ-yı cemîl: Medih.

Seriyye: Düşman üzerine gön­derilen, küçük süvari müfre­zesi.

Sevâd: Bir şehrin veya belde­nin çevresindeki karartı ha­linde görünen bağ, bahçe bostan ve sair yerler. Kara, siyah.

Seyr: Yürüme, yürüyüş. Gitme, hareket, yolculuk.

Seyyiât: Kötülükler, fenalıklar, suçlar, günâhlar.

Sıdk:   Doğruluk.

Sınat:   San'at.

Sıyânet: Koruma, korunma, hıfz, himaye, muhafaza.

Sıyt:  İyi şöhret.

Sia-i rahmet: Allah'ın rahmeti­nin genişliği.

Sirkat:   Hırsızlık,   Çalma. Siyak j   Sözün gelişi, ifâde şekli. Siyânet etmek î   Korumak. Sudur:   Çıkmak.

Sülüs: Üçto bir.

Sünen : Sünnet'in  cem'idir.

Sünnet: 1) Peygamber Efendimi­zin söz, fiil, hal ve hareket­leri, 2)    Yol, âdet.

Sünnet-i sâliha:   îyi, güzel, ya­rarlı âdeter.

Ş

Şâmil: İhâta eden, içine alan kaplıyan.   

Şehâvât:  Meyil ve  tabiî   arzular.

Şekâvet:   Eşkiyalık,  haydutluk.

Şeâir: Alâmetler, işaretler, âdet­ler, törenler.

Şenâet:   Kötülük,  fenalık.

Şirket-I müdârebe : Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek olmak üzere kurulan şirket.

T

Taaccüp:   Şaşma, şaşakalma.

Taammüd: Bilerek, istiyerek bir iş yapmak.

Tâat: Cenab-ı Hakk'a itâaat, in-kıyad ve   ibâdet etmek.

Ta'cil: Acele ettirme, çabuk ol­masını isteme.

Taciz: Rahatsız etme, sıkıntı verme, tedirgin etme.

Tahmil: Yükleme, yükletilme, yükletme.

Tahrim: Haram kılma, haram kılınma.

Tahsis: Bir şeyi birine veya bir yere mahsus kılma, ayırma.

Tahsin: Sahih bir nikahla evle­nip, muhsan veya muhsane kılma.

Tahsîsen: Bir şeyi birine veya bir yere mahsus kılarak. Tah­sis suretiyle.

Talâk-ı Baîne: Zevcenin iddet müddeti sona ermeksizin zev­cine dönmeye hakkı olma­yan talâk.

Talik: Asma, asılma, geciktir­me. Belli bir zamana bırak­ma. Te'hir.

Ta'rîz: Dıokunaklı söz söyleme, taşlama.

Tasallut: Musallat olma, sataş­ma.

Tasannu':   Yapmacık.

Tathir:   Temizleme, pâkleme.

Tatil: Çalışmaya ara verme, durdurma, kesme.

Taz'if: Bir o kadar ziyadeleştir-me.

Ta'zîr : Suçluya suçuna göre "ce­za vermek, azarlamak.

Tazmin : Sebep olunan zarar zi­yanı ödeme.

Teaddi: Zulm etmek, tecâvüz etmek.

Teaîlukât:  Akraba, hısımlar.

Tebaiyyet: Uymak,   ittibâ.

Tebar: Yarım ay şeklinde bal­ta. Meşin bıçağı.

Tecviz : Caiz görme, caiz görül­me, îzin verme, izin verilme.

Tedâbir i Tedbîr'in cem'idir; ted­birler  demektir.

Te'dîb : Uslandırma, edeblendir-me, yola getirme.

Tefevvuk: Başkalarından üstün olmak.

Tefrik : Ayırma, seçme, ayırt et­me.

Tefrika: Ayrılma, ayrılık, itti-faksızlık.

Teberrî: Yüz çevirmek, sevme­mek.

Teçhiz : Lüzumlu şeyleri tamam­lama. Ölü için-. Yıkanıp ha­zırlanması.

Tecviz: Caiz görme, caiz görül­me. İzin verme, izin verilme.

Teemmül:  Etraflıca düşünmek.

Tefviz :   Havale etmek.

Tehyîc:   Heyacanlandırma.

Tehalük: Can atma, sabırsızlan­ma.

Tekeffül: Kefil olma, teahhüd etme.

Te'kid: Muhkem kılmak, kuv­vetlendirmek, Evvelki emri tekrarlamak.

Tekfin:   Ölünün kefenlenmesi.

Tekîden: Te'kid yoluyla, sağ­lamlaştırarak. Evvelce veri­len emri tekrarlıyarak.

Telif: Ara bulma. Uzlaştırma. Barıştırma.

Terettüb: Ait olma, icab etme, gerekme.

Tesmiye: İsîm verme. Besmele çekme.

Tenkis: Azaltma, kısma, indir­me, eksiltme.

Tenkil: Uzaklaştırma, örnek ola­cak bir ceza verme.

Terfih:   Refaha kavuşturmak.

Teşviş: Karıştırma, karmakarı­şık etme. Birinin iyi halli ol­duğunu meydana çıkarma,

Tevakkuf:  Bağlı olma.

Tevbîh:   Tekdir, azarlama.

Tevdi': Bırakma, emânet etme, teslim etme.

Tevehhüm: Vehmetmek, kurun­tuya kapılmak.

Teve!Iî-i emr : Valilik emrini al­mak.

Tevkif: Allahm yardımına ka­vuşma. Uygunlaştırma.

Te'vilât: Te'vil'in cem'idir. Te'-vil, bir söz veya harekete, bir yol bularak, kendi mak­sadına uyacak şekilde mânâ vermek.

Tevsii: Genişletmek.

Tevsik: Vesikalar getirerek bir iddiayı, bîr sözü sağlamlaştır­ma, muhkem kılma.

Tezkiye: Temizleme. Temize çı­karma.

Tezyîd: Ziyadeleştirme, artırma artırılma.

Tezyin: Süsleme.

U

Uhde s Bir İşi üzerine alma, söz verme. Taahhüd, vazife, biri­nin üzerinde bulunan iş. So­rumluluk.

Uhûd :   Ahid'ler; verilen sözler.

Ukde:   Düğüm.

Ukuud s Akd'in cem'idir. Akd, bağlamak, kurmak demektir.

Ukuubât:   Cezalar, işkenceler.

Umrân:  Mâmurluk, bayındırlık.

Umûr-ı memleket: Memleket iş­leri.

Unf:  Hiddet, şiddet.

Ü

Ülfet: Alışıldık.

Ülü'l-emr: İslâmda emir sâhibleri demektir.

Ümm-ü Veled : Efendisinden ço­cuk doğurmuş olduğu için satılması mümkün olmayan câriye.

V

Vâcib: Allah-u Teâlâ tarafından eraredildiği zanni delille sa­bit olein vazifedir. Vâcib ke­limesi bazen «farz* yerine de kullanılır.

Vahim:  Ağır,  nsticesi tehlikeii,

Vakâyi: Vâkıa'nın cem'idir; olan haller, cereyan eden şey­ler demektir.

Vareste :   Uzak kalmak.

Vârid:   Gelen, vasıl olan, erişen.

Varidat:   Gelirler (Yıllık, aylık.)

Vaz':   Koyma, bırakma. Vehleten ı   Birdenbire.

Vesâil-i menfeat: Faydalanma yolları.

Vesâyâ:   Tavsiyeler.

Vikaye: Koruma, kayırma, esir­geme.

Vizr ü vebal: Günah, suç, ağır­lık.

Vus': Güc, kudret.

Vus'at: Genişlik.

Y

Yârân: Dostlar.

Yed-i Kudret : Cenb-ı Hakk'ın kudret eli.

Z

Zağferân:  Safran.

Zâhib:  Bir fikir    veya    zanna uyan. Giden, gidici.

Zâmin:   Tazmine mecbur olan.

Zehâb:   Bir fikre, düşünceye- uy­ma, sapma. Gitme.

Zelil:  Hor, hakir,    alçak, aşağı­lanan, aşağı tutulan.

Zelle:   Hatâ, sehiv. Zeval:   Yok olma.

Zimmî: İslâm Devletinin tabaa-smdan olan ve harâc veren gayr-i müslimler.

Zındık:  Ahirete inanmayan, münafık.

Zimmet:  Sahip çıkma,   koruma zorunda kalma.

Zira': Dirsekten orta parmak ucuna kadar olan bir uzun­luk  Ölçüsü.

Zuafâ:  Zâifler, düşkünler.

Zulüm:  Haksızlık, eziyet.

 



[1] Yemen tarafında, Meâfir Kabilesinin imâl ettiği elbiseye sevb-i meâfirî denir. Burada kasdedilen kıymet bu elbisenin kıymetidir.

[2] Saime :   Çayıra başıboş olarak salıverilen hayvan.

[3] Müdârebe:   l — Dövüşme, vuruşma, savaşma, 2 — Bir taraftan sermaye, diğer taraftan, emek şeklindeki şirket.

[4] Bedâe:   Ticarî mal, emtia.

[5] Mükâtebe:   Tamamladığı zaman azadedilmek üzer© bedele bağlanan kadm köle.

[6] el-Haşr Sûresi:  6.

[7] el-Haşr Sûresi:   7.

[8] el-Haşr Sûresi:   8.

[9] el-Haşr Süresi:  9.

[10] el-Ha§r Sûresi:   10.

[11] Tevbe Sûresi, âyet;  29.

[12] Âl-i tmrân Sûresi, âyet: 200.

[13] el-Hadid Sûresi, âyet:   20.

[14] el-Hadîd Sûresi, âyet:   21.

[15] Te'dip: Biı suç işleyeni, başkalarına örnek olacak şekilde, ceza­landırma. (Muahaze, tâzir, darp gibi) Edeplendirme, edeplendi-rilm©. Terbiye etmek, terbiyesini vermek: Haddini bildirme.

[16] Asar:   Haberler, eserlar, «nlfttımlar.

[17] Câjfe:   Vücudun iç kısımlarına kadar işleyen yara.

[18] Bu  hadis-i şerif, îmam Mâlik'in »el-Muvatta» mdadır.

[19] Mâiz b. Mâlik'le ilgili bu olay, Buhâri ve Müslim'de ittifakîa" zikredilmiştir. Sahihayn'm ilgili babları ile Bülûğ'ül Meram'm 4. cild, 13. sayfasına bakınız.

[20] Bu hadis-i şerifi Müslim de rivayet etmiştir. Hadisten çıkarılan ahkâm hakkında, Müslim şerhlerine ve Bülûğü'l - Merâm'm 4. cilt, 25. sayfasına bakınız.

[21] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[22] Nûr Sûresi, âyet; 2.

[23] Muhtelis:   Bir kimseyi gaflete  düşürüp, malım alan kimse.

[24] Mütesellib:   Bir kimsenin üzerindeki elbiseyi soyup alan kimse.

[25] Hâin:   Yed-i emanetine verilen    mala hıyanet    edip, onu alan kimse.

[26] Müdebber köle/cariye:   itki   (azadı)   efendisinin ölümüne bağlı bulunan köle veya cariye.

[27] el-Haşr Sûresi, âyet:   5,

[28] el-Haşr Sûresi, âyet t 2.

[29] Mukabilinde hiç bir şey almadan azad edin (celaleyn)

[30] Gerek mal ile, gerek esirleri mübadele etmek suretiyle kendile­rini serbest bırakın. Esirleri köle olarak    kullanmak hanefilere göre mensuhtur. (Beyzavî .Celâleyn).

[31] Muhammed (S.A.V.)    Sûresi, âyet: 4.

[32] Enfâl Sûresi, âyet:   68.

[33] Enfâl Sûresi, âyet:  89.

[34] Tenfil:   Ululemr tarafından harbe tergîb ve teşvik için bir kı­sım gazilere fazla sehim veya bazı şeyler tahsis ve itâ edilmesi. Bu isim bazı nüshalarda Habîb b. Şihâb şeklinde geçmektedir.

[35] Nisa'Sûresi, âyet; 59.

[36] et-Tevbe Sûresi, âyet:   29.

[37] Hudeybiye, Mekke-i Mâkerreme'ye bir merhale mesafede, yani Mekke'nin 9 mil uzağında bulunan ve oradaki kuyunun adı ile anılan bir yerdir.

[38] Usfan, Mekke ile Cabie arasında ve Mekke'ye 2 merhale mesa­fede bir köy.

[39] Mâide Sûresi, âyet: 24.

[40] Bu  konuda,   Hasan  Basri Çantay   merhumun  Mealinin  3.  cild, 1035. sayfasındaki 35. notuna bakınız.

[41] Bakınız, a.g.e. aynı cilt ve sahifedeki 39 nolu not

[42] Aynı eser ve sahifedeki 40 nolu nota bakınız.

[43] Aynı eser ve aynı sahifedeki 41 nolu nota bakınız.

[44] el-Müıntehme Sûresi, âyet;   10.