— Fa h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimize taan mı ediyorsun? Tevbe etmezsen, Vallaki seni Öldürürüm» diye beni ikaz etti. Ve :
— F a h r - i Alem (SAV.) Efendimiz, Hecer ahalisinden harâc almıştır.» diye ilâve etti. Aramızdaki bu müş-kili ve ihtilafı halletmek üzere 'kendisi 'İle beraber, H z. Alî (R.A.)'ın huzuruna çıkıp, ihtilaf ettiğimiz hususu kendisine arz ettik. Bunun üzerine, Hz. Ali (R.A.) şöyle buyurdu:
— Mecusîîerden size bir vukuat nakil ve hikaye edeyim ki, ikinizde beğeneceksiniz: Mecusîler, daha önce ehl-i kitap idiler ve kitaplarını okurlardı. Melikleri, bir gün çok şarap İçip sarhoş olunca, hemşiresinin elini tutup, bulundukları şehrin dışına çıkardı. Dört kişi de arkalarından gittiler. O melik, kız kardeşine kötü fiilde bulundu. Sarhoşluktan ayıidığı zaman hemşiresi kendisine :
— Bu fiiii icra ederken sizi, feian, felan, felan ve felan yani dört kişi gördü, deyince, Melik;
— Beni gördüklerini bilmedim dedi. Kız kardeşi:
— Bana itaat etmezsen öldürülürsün dedi. Melik,
— İtaat edeceğim deyince de hemşiresi:
— Bu fiili (kız kardeşle evlenmeyi) bir din ittihaz et. H z. Â d e m ' in dinidir, Havva'da Âdem' dendir diye ilân et. Herkesi bu yola davet et. Bu fiilin dinden olduğunu kabul edip sana tâbi olanları bırak, karşı gelenleri kılıçtan geçirip öldür.
Melik, kız kardeşinin görüşü olan, bu kötü yola uyarak o şekilde, bu kötü fiilin dinden olduğunu kabul etmelerini kavmine teklif etti. Onlar da kabul etmediler. Akşama kadar onları öldürmekle meşgul oldu. Akşam olunca, kız kardeşi:
— İnsanların kılıca karşı cesaretli olduklarını görüyorum. Ateşe karşı cür'et edemezler ümidindeyim. Yarın bir ateş yaktırıp kendilerini ateşe arzet dedi. Bunun üzerine melik, ertesi gün, ateş yakıp, bu hususta kendisine İttiba etmiyenleri ateşe atacağını söyleyince, herkes ateşten korkarak melike tâbi olmuşlardır.
İşte bu sebepten dolayı, F a h r-î Âlem (S.A.V.) Efendimiz, onların bir vakitler ehl-i kitap olmalarından kendilerinden harâc almış, müşrik oldukları için de kestiklerinin yenmesini ve kadınlarının nikâhlanmasını haram buyurmuşlardır.
0 Basra ulemâsından bîr şeyhin bize rivayet ettiğine gö Avf b. Cemile şöyle demiştir:
— Geçmiş milletlerde bir nikah altında toplanması caiz olmayan kadınları, mecusîler cem . edegelmekte oldukları halde, önceki imamların bunu yasaklamamalarının sebebi nedir? diye İmâm-i Hasan'a sordu. A d i y İsimli bîr zat da H a s a n ' a aym şeyi sorunca, O şu cevabı verdi:
— Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Bahreyn mecusîlerinden cizye aldı ve onlar mecusî olarak kaldılar. R a s û I u I I a h (S.A.V.) in onlar üzerindeki âmili A I â-i H a d r a m î isimli şahıs bu şekilde muamele ettiği gibi H z. Ebû Bek r-i Siddîk (R.A.), M z. Ömer-i Faruk (R.A.) ve Hz. O s m a n -1 Z i n n û r e y n (R.A.) da bu hâl ve şekil üzere muamele etmişler ve mecusî kalmalarına mani olmamışlardır.
0 Abdurrahman b. Abdullah'm bize K a t â d e ' den onun da E b î M e c 1 e z ' den rivayet ettiğine göre Ebû Ubeyde (R.A.) şöyle buyurmuştur:
— Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, M ü n -zir b. S â v î isimli zata şu şekilde bir mektup gönderdiler:
«Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizden yiyen kimseler müslümandır. Cenâb-i Hakkın ve R a-sülünün zimmeti (ahdi) kendisinindir. Bu hasletleri, mecu-sîlerden bîr kimse severek kabu! eyler ve yaparsa, her hususta kendisi emindir, M e enselerden, bu hasletleri kabul etmekten kaçınanlardan cizye alınır.»
0 Medînelilerden bîr şeyhin bana A m r b. Dinar'dan rivayet etiğine göre :
— Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Mün-z i r b. S â v i isimli zata şu şekilde bir mektup gönderdi :
— «Bismİüâhiırahmânirrahîm. Aİİahın Basûlü Muhanunmed' den MlinzJr b. S â v i' ye
«Allanın selâmı üzerine olsun. Şüphesiz ki ben, seninle birlikte .kendisinden başka ilâh bulunmayan Al I a h'a hamdederim.
Amma ba'dü :
Kim kıblemize döner ve kestiklerimizi yerse, işte o müslü-marndır. Lehimize ve aleyhimize, mürettep olan her ne varsa, onlar için de mürettebtir. Bu fiili kabul eylemeyenlerin üzerine Meâfiri[1] kıymetinden bir dinar vaz' olunur. Seîâm ve A I -I a h ı n rahmeti üzerine olsun. Allah sana mağfiret etsin.»
0 E b ân b. E b î I y a ş bize iHasan-ı Bas-r î'den o da E b û H u r e y r e (R.A.) dan, Peygam-b e f (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
— «Her kim, namazımızı kılıp, kestiğimizden yerse, müslü-man olur. Kendisine Cenâb-ı Hakkın ve Rasûlü-nün zimmeti (ahdi) vardır. Müslümanların lehine ve aleyhine lâzım olan kendisinin de lehine ve aleyhine lâzımdır.» (Yani aynı haklara sahip olduğu gibi, aynı vazifelerle de mükelleftir.)
@ Küfe ulemâsından bir zat bana şöyle nakletti:
— «Ömer b. Abdülaziz tarafından amili olan Abdülhamid b. Abdurrahman isimli zata cevaben şu mealde bir mektup varid oldu :
«Hîre ahalisinden, İslâm dinine girme şerefine eren, bazı yahudi, hıristiyan ve mecusîlerin üzerinde külliyetli miktarda cizye bakiyesi kaldığını bildiren ve bunları almak için benden izin talep eden mektubunuzu aldım. Cenâb-ı Hak Celle ve Âlâ Hazretleri, Resül-ü Muhterem Muhammed (S.A.V.) Efendimizi, herkesi İslâm dinine davet için göndermiştir. Vergi toplayıcı olarak göndermemiştir. Onun için, mezkur kavimlerden islâma girme şerefine erenlerin, mallarından zekat alınabilir, cizye alınamaz. Bıraktıkları mirasları, müslümanlar gibi, varislerine, yakınlarına aittir. Varisi olmadığı takdirde onun bıraktığı miras - varisi oimayan diğer müslümanlar gibi- müslümanların beytü'l-mâlino konur. Kendisinden meydana gelecek itlafın bedeli de -âkilesi olmadığı İçin- Cenâb-ı Hakkın, Müslümanların bey-tü'l-mâlindeki malından ödenir. Vesselam.»
£ İsmail b. E b î H a M d bize şöyle nakletti :
— «Müslüman bir kimse, hıristiyan bir kölesini azat etse, azat edilmiş olan bu hıristiyan, artık hür olduğundan ondan bir şey alınması lâzım gelir mi?» diye İ m â m-ı Ş a'b i'den sorulunca, O :
— «Efendisinin zimmeti, kendisine zimmet olduğundan, onun üzerine haraç yoktur» diye cevap vermiş ise de, bu mes'-eleyi 1 'm â m -1 Âzam E b û iHanîf e1 den sorduğum zaman :
— «Bu hıristiyan üzerine harâc vardır. Zira, dâr-ı İslâm da harâc'sız hiç bir zımmi bırakılamaz» diye cevap vermiştir. A I-İ a h bilir amma, İ m â m -1 Â z !a m Ebû 'H a n î f e ' nin kavli, bu babda, bence en güzel kavil olarak görülmüştür.
0 Abdurrahman b. Sabit b. S e v b â n bize şöyle nakletti :
— Ömer b. Abdülaziz'e Sizden evvelki halîfeler zamanında fiyatlarda ucuzluk olduğu halde, sizin halifeliğiniz zamanında niçin fiatlarda pahahrk valki olmuştur? şeklinde sorulan suale cevaben :
— Benden önce gelen halîfeler, ehl-i zimmete tahammüllerinden çok yüklüyorlardı. Onun için, pahalı mal ve eşyalarını satmaktan başka çare bulamıyorlardı. Bu yüzden de mallar ucuza satılıyordu. Biz ise, herkese tahammül derecesinden ziyade vergi yüklemediğimizden, 'her kes malını istediği pahaya satmaktadır.» dedi. Tekrar kendisine :
— Öyle ise, pahalı olan eşyaya narh koyun, denilince
— Narh koymak bize aid değildir. Cenâb-ı 'H a k k ı n yüce iradesine bağlıdır, buyurdular.
© Öşürlerin toplanmasına gelince, benim bu babdaki görüşür : Öşür toplanması işini, dinin bağlı, salih kişilere havale et. Bu İşte onları görevlendir. Onlara, muamelelerinde hiç bir kimseye haksızlhk ve zulüm etmemelerini, alınması meşru' olan miktardan fazla hiç bir şey almamalarını ve ellerine verilecek talimatın dışına çıkmamalarını emret.
Gönderildikten sonra, halka nasıl muamele ettiklerini, talimata uygun hareket edip etmediklerini anlamak üzere, hallerini araştır ve teftiş et. Talimata aykırı hareket edenleri azlet ve haklarında cezai işlem yap. Halktan zulümle aldıkları anlaşılan maıian ellerinden alıp sahibine İade et ve bu işi yapanları muaheze et.
Emir ve talimata uygun hareket edip, müslümanlara ve zım-mîlere zulmetmekten kaçınan memurları yerlerinde bırakmak ve mükafatlandırmak lazım gelir. Zira, güzel davranış ve emanet sahibi olan kimseleri memuriyette bırakıp zulüm ve haksızlık edenler hakkında ukubet ve mücazat tatbik ederseniz, iyi davranış sahipleri, güzel hizmetlerini artırır. Zulmedenlerin ise bundan sonra, zulüm etmekten kendilerini alıkoyacakları ve uzaklaştıracakları aşikârdır.
Öşürlerin toplanmasına başlandığı zaman, memurlara şu şekilde emir vermelisiniz: Yanlarına gelen tüccarın elinde bulunan malların kıymetini hesap etsinler. Eğer, 200 dirhem gümüş veya 20 miskal altının kıymetine baliğ oluyorsa, mallara kıymet taktir edip, değerlerini toplasınlar. Yekun maldan, müslümanlardan rubu' öşür
t------x------
10 4
1 zımmîlerden msf öşür (------
1
40 1
= %2,5 = rubu'
10
= % 5 = nisf
20
öşür) ve ehl-i harb'den tam öşür (------ = % 10) alsınlar.
200 dirhe mgümüş veya 5 miskal altın'dan az olan mallardan bir şey alınmaz. Tacir olan kimse Öşür toplayan zata, bir kaç defa uğrayipta her defasında yanında bulunan mallar, mezkur nisab-tan az olursa kendisinden bîr şey alınmayacağı gibi, her uğradığında yanında bulunan mallar birbiriyle toplanarak, nisap miktarına baliğ olsa bile, yine kendisinden öşür alınması caiz değildir.
Bir kimse sikkelenmiş olarak 200 dirhem gümüş veya 20 miskal, silekelenmem'iş yani külçe altın veyahut 200 dirhem ham gümüş veya 20 miskal sikklelenmiş altınla, öşür toplayan memura uğrarsa, o kimse müslüman ise rubu' öşür (dörtte bir öşür
1 — _— = % 2,5) alır. Zımmîlerden ise nısf özür (yarım öşür
40 1
ajir £ğer eni.j harpten ise tam öşür t
1
20 10
= % 10) alır. Ancak Âşir tekrar oradan geçse bu mallardan, üzerinden bir sene 'geçmedikçe, kendisinden hiç bir şey alınmaz. Keza ticâret için eşya meta' satın alıp oradan mürur etse bu ticaret malının kıymeti 200 dirhem gümüşe baliğ olursa kendisinden zekat alınır. 200 dirhem gümüşten veya 20 miskal altından noksan olursa, kendisinden bir şey alınmaz. Ancak, harbî olan kimseler, yanlarında bulunan ticaret eşyasının kıymeti 200 dirhem gümüşe baliğ olursa kendisinden öşür (1/10) alınacağı gibi bir daha Öşür memuru uğrayınca, 200 dirhemlik metâı bulunuyorsa kendisinden yine öşür alınır. Zira, o harbî, dâr-ı harbe döndüğü zaman İslâm hükümleri üzerinden sakıt olacaktır. Me-tâ'nin kıymeti 200 dirhemden noksan olursa kendisinden bir şey alınmaz çünkü, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin hadisleri yalnız 200 dirhem gümüş veya 20 miskal altın üzerin© vaıld olmuştur.
Müslüman kimse üzerine 200 dirhemde beş dirhem Zımmî olan kimse üzerine 200 dirhemde 10 dirhem, harbî olan kimse üzerine 200 dirhemde 20 dirhem zekat lazım gelir.
Bunun gibi, zekat altında vacip olursa, üzerine zekat vacip olan kimse müslümansa 20 miskal altından yarım (1/2) miskal, zımmî ise bir miskal ve harbî ise 2 miskal zekat alınır.
Ticaret mallarından olmayan bir malla zekat toplayan memurun yanına varırlarsa ondan bir şey alınmaz.
Zımmîler şarap veya domuzla Âşir'e uğrarlarsa, bu mallara yine zımmî olan kimselere, kıymet takdir ettirilerek bu kıymet üzerinden nısf öşür (1/20) alınır.
Keza, ehl-i harp olan kimseler şarap ve domuz getirirlerse, bunlara kıymet takdir edilerek öşrü {1/10) alınır.
Müslüman bir kişi, beraberinde koyun, sığır veya deve getirir Ve bu 'hayvanların saime[2] olduğunu beyan ederse, zekat toplayan memur, kendisine yemin verir. Yemin ederse kendisinden bir şey alınmaz.
Keza, yanında zahire, hurma olarak gelir de bunların kendi tarlasının ve ağaçlarının mahsulü olduğunu bildirirse, yine kendisine yemin teklif edilir. Yemin ederse, bu gibi şeylerden de, kendisinden hiç b'ir şey alınmaz.
Zira, 'öşür ticaret için alınan mallardadır. 6u 'konuda zımmî de, müslüman gibidir. Fakat, harbî'nin ibu konudaki ifadesi kabul edilmez.
• Tağlib kabilesinden olan zımmî ile Necrân ahalisinin zımmîleri, ehl-i kitaptan olan diğer zımmîler gibidirler, fiu konuda, Mecusîlerle diğer müşrikler de eşittirler.
$ Bir tüccar, mal veya meta' ile öşür toplayan zata uğrarsa, «bu malın veya meta'ın zekatını evvelce verdim» der ve bu ifadesinin doğruluğuna yemin ederse, ifadesi kabul edilerek, terk edilir yani zekat alınmaz. Ancak, zımmî ile harbî'nin bu konuda ifadeleri kabul edilmez. Zira onlara zekat lazım değildir kî «ödedik» desinler.
Bir kimse, zekat memuruna uğrayıpta, yanındaki malın müdârebe[3] veya bedâe[4] olduğunu ifade ederse, kendisine yemin teklif edilir ve yemin ederse, o maldan öşür alınmaz.
Keza, ıbir köle, kendisine ve efendisine aid eşya İle âşir'in yanına uğrarsa, efendisi gelmedikçe kendisinden öşür alınamaz.
Kölenin malında da öşür yoktur.
Bir tacir, yaş üzüm, taze hurma veya diğer taze meyveleri ticaret için satın alıp, öşür toplayan memura uğrarsa, bu meyvelerin kıymeti de 200 dirhem veya daha fazla bir miktara ula-
40 şırsa, bu tüccar müsüümansa rubu' öşür (------ = % 2,5),
zımmî ise nısf öşür (-
% 5) ve harbî ise tam öşür (-
20
% 10 alınır. Bu meyvelerin kıymeti 200 dirhemden az ise bir şey alınmaz.
Bu kimseler, öşür memuruna tekrar tekrar uğrarlar da her defasında yanlarında olan malları 200 dirheme baliğ olmazsa, yine onlardan bir şey alınmaz. Hatta, uğradıkları mükerrer defalarda yanlarında bulunan mallan birbirlerine katılarak toplandığı zaman 1000 dirheme baliğ olsa bile, yine ondan bir şey alın maz. Zira ayrı, ayrı uğradıkları zaman, beraberlerinde getirdikleri malların birbirlerine katılıp toplanması doğru değildir. Çünkü :
© Öşrü H z. Ömer (R.A.) vaz1 buyurup, hiç bir kimseye düşmanlık edilmediği ve herkese vacip olan miktardan fazla alınmadığı takdirde öşrün toplanmasında 'beis yoktur.
Müslümanlardan alınan öşür, zekat hükmündedir. Zımmîler-den ve harb'lerden siman öşür de harâc hükmündedir. Keza, ehl-i zimmetin başlarından alınan cizye ile Benî Tağlib Kabilesi halkının hayvanlarından alınan vergiler de harâc hükmünde olup, zekat kabilinden olmadığından, haracın taksim edildiği yerlere taksim edilir.
Zekatın taksimi İse, C e n â b-ı Ha k k ı n hükmü veçhile icra edilir. Humsun (1/5 = beşte birin) taksiminde de Al lah-u T e â I â'nın hükmü mucibince amel edilir.
İşte, mallardan ve hayvanlardan alman zekat konusunda zikri geçen hükümlerle amel olunur. En doğru bilen Allan-t ı r.
• İsmail b. ibrâhîm b. Muhacir bana şöyle dedi:
— Babam bana, Z i y â cf b. Huda y'dan duyduklarını şöyle anlattı :
H z. Ömer (R.A.) Efendimiz, öşürlerin toplanmasına ilk defa beni memur etti. Memuriyet mahalline gönderdiği zaman bana şu şekilde emir ve tenbih buyurdu.
— Hiç bir kimseyi teftiş etmememi, bana getirilen eşyadan, her kırk dirhem için, m tisi umanlardan 1 dirhem (1/40) zimmîler-dan 2 dirhem (1/20), zimmeti olmayan harbîlerden İse 4 dirhem (1/10) alınmasını, Benî Tağiib hristiyanları, arap kabilelerinden olup, ehl-İ kitap olmadıkları için, onların islâma girmeleri maksadı ile haklarında sert davramlmamasını emir ve İrade buyurdular.
Halîfe Hz. Ömer (R.A.) daha sonra, bu kabileye çocuklarını hristâyanlaştırmamalarirti da şart koşmuştur.
@ E b û H a n î f e' 'nin bize, K â sim'dan, onun da Enes b. Şîrîn' den rivayet ettiğine göre E n e s b. Mâlik (R.A.) buyurdular ki :
— H z. Ömer (R.A.), beni öşürlerin tahsil edilmesi İçin tayin edip gönderdiği zaman, bana şöyie bir em'irnâme yazdı:
«Ticaretle gelip geçen müslümanlardan rubu' öşür (1/40), zımmîlerden nısf öşür (1/20) ve harbîlerden 1 öşür (1/10) almamı emir buyurdular.
0 Âsim b. Süleyman bize H a s a n' in şöyle dediğini nakletti :
— Ebû Musa el-E'şarî {R.A.), H z. Ömer (R.A.) e bir mektup gönderip : «Bizim taraftan, dâr-i harbe (harbîlerin - 'düşmanların memîekine) giden müslüman tüccarlardan, onlar 1 öşür (1/10) almaktadırlar.» diye yazıp, bu durum karşısında nasıl hareket etmek gerekeceğini sordu. Hz. Ömer (R.A.) şöyle cevap verdi:
— Onların müsfüman tüccarlardan aldıkları gibi, sen de onların tüccarlarından al. Ehl-i zimmetten, nısf öşür (1/20), müslümanlardan, beher 40 dirhemden 1 dirhem (1/40) almalısın. 200* dirhemden az olan malda bir şey yoktur. 200 dirhem olursa onda 5 dirhem vardır. Daha fazla olursa, hesap üzere alınır.» diye,
H z. Ömer (R.A.) Ebû M û s â e I - E ş ' a rî (R.A.) ye cevabi mektup yazmışlardır.
& Abdülmelik b. Güreye bize A m r b. Ş u a y b ' dan şöyle rivayet etti :
— Deniz ötesinde, ehl-i harpten olan Menbic ahalisi ticaret yapmak üzere, İslâm memleketlerine girip, karşılığında öşür vermek üzere, H z. Ömer (R.A.) a mektup gönderip izin istediler. Bunun üzerine H z. Ömer (R.A.), derhal ashabı Güzîn hazretlerini toplayarak, istişare aktediimiştir. Onlar, müsaade edilmesi görüşünde olduklarını beyan ettiler. Bunun üzerine müracaat sahiplerine izin verildi. Ehl-i harpden ilk defa öşür bunlardan alınmıştır.
0 e s - S e r i y b. İsrail bize Âmir e ş - S â -b İ' den şöyie rivayet etti :
— H z. Ömer (R.A.), Ziya d b. Cübeyr e I-Es e d î'yi Irak ve Şam cihetlerinin öşürlerinin tahsiline memur tayin ettiği sırada Müslümanlardan rubu' öşür (1/40), zımmîlerden nısf öşür (1/20) ve harbîlerden 1 öşür (1/10) almasını emir buyurmuştur. Bir aralık Arap hristiyanlanndan Beni Tağlib kabilesinden bir kişi atiyle oradan geçerken, 2 i y â d
b. Cüheyr ata, 20.000 dirhem kıymet takdir ederek, ya bu atı verip 19.000 dirhem almasını veyahud öşrü olan 1.000 dirhemi vermesini o şahsa teklif etti. Bunun üzerine o Tağlib'li şahıs 1000 dirhem vererek atı alıp gitmiştir.
Yine aynı sene içinde, Tağlib'li adam geri dönüp Z i y â d b. Ciibe.y'e uğradığı zaman, kendisinden tekrar 1000 dirhem talep etmesi üzerine :
— Buradan her geçişimde benden 1000 dirhem mi alacaksın? demesi üzerine, Ona cevaben :
— Evet, her geçişinde 1000 dirhem alacağım, dedi. Bunun üzerine o Tağlib'ii adam, H z. Ömer (R.A.) e şikayet etmek üzere döndü. H z. Ömer (R.A.) i Mekke'de evinde buldu. İzin isteyip huzuruna çıktı. Halini anlatınca, Hz. Ömer (R.A.), kim olduğunu sordu. O da, arap hristiyanlanndan olduğunu söyliyerek, kadiseyi tafsilatı ile anlatmaya başladı. H z. Ömer (R.A.) ona :
— Söylediğin kâfidir, diyerek sözünü kesti. Tağlib'Ii kişiye cevap vermedi. Bunun üzerine, o meyus olarak geri döndü. Artık, 1000 dirhemi vermeye azim ve niyet ederek o memurun huzuruna varınca, kendisinden önce, H z. Ömer (R.A.)'in:
— «Tarafınızdan geçip, vergisini aldığınız, kimselerden pe'k fazla bir şeyleri olmadıkça gelecek senenin o gününe kadar bir şey almayasınız.» şeklindeki emrinin, o memura ulaşmış olduğunu anlayınca, gördüğü bu adalet karşıstnda,
— «Hristîyanîikîan uzaklaştım. Sana o mektubu yazan zatın dinini kabul eyledim.» diyerek İslâm dini ile müşerref olmuştur.
0 Abdurrahman b. Abdullah e I - M e s u ' -d î bize Cami' b. Şeddâd'dan şöyle nakletti:
— Z i y â d b. H u d a y r Fırat Nehri üzerinde öşür memuriyetinde iken, bir hrisüyars, ticaret yapmak için oradan geçerken, öşrü aidi. Da'ha sonra ticaret malını satıp yine ordan geçerken, kendisinden tekrar öşür alma'k istedi. Bunun üzerine :
— Buradan !her geçişimde, benden öşür alacak mısın? diye sordu. Z i y â d :
— Evet alacağım, diye cevap verdi. Bunun üzerine, şikayet için Hz, Ömer (R.A.)ın yanına gitti. Vardığı sırada, H z. Ömer (R.A.) Mekke'de şu şekilde hutbe okuyordu :
— Agâh ve mütenebbih olunuz ki, C en'âb-ı Hak, Beyt-i Muazzamı melce' ve müemmen kıldı. Cenâb-f 'Hak-k ı n haram-i şerifinde, hiç bir kimse, diğer bir kimseden zulmederek bir şey almasın ve harem'den bîr şey alıp, harem dışında olan evine götürmesin. Böyle, bir kimsenin zulmedildiğini ve harem-i şerîfin hürmetini noksanlaştırarak, bir 'kimsenin buradan bir şeyi aldığını işitmeyeyim.» dediği sırada, o hristîyan demiştir ki:
— «Ey Mü'minlerin Emîri! Ben hristiyan bir kimseyim. Z i -yâd b. Hudayr'a uğradığımda, benden lazım gelen emvali aldı. Daha sonra ticaret mallarını satıp, yine o tarafa uğradığım zaman, benden tekrar almak istemiştir.» deyince :
— Onun iki defa almaya hakkı yoktur. Senede ancak bir defa senin malından alma hakkı vardır.» diye bana hitap ettikten sonra minberden inerek, benim İçin Ziyâd b. Hudyr'a mektup yazmıştır. Bir kaç gün sonra Halîfeye gidip,
«Size halini arz eden ihtiyar hristiyan benim» deyince, O «Ben de ihtiyar bir hanîfim. îşini hallettim.» buyurdu-
Yahya b. S a î d ' in bana naklettiğine göre,
Ömer b. Abdülaziz'in hilâfeti zamanında, Mısır'ın gümrüğüne memur olan Züreyk b. Habban şöyle demiştir:
— Halîfe Ömer b. A b d ü I a z i z'in bana yazdığı mektupta «O taraftan geçen müslümanlann, gözünüze görünen mallarından ve ticaret eşyalarından, her kırk dinara 1 dinar alıp, 40 dinardan noksan olan mallarından -20 dinardan
1
çok olursa - ------{kırkta bir) hesabiyle hesapla, 'ne tutarsa onu
40
al. 20 dinardan noksan çrkarsa, bir şey alma. O taraftan geçen zimmîlerin ticaret mallarından, beher 20 dinardan 1 dinar alıp, noksan olması halinde, 10 dinara varıncaya kadar mezkur hesap
1 üzere, (yani ------ = yirmide bir) vergisini al. 10 dinardan az
20
olursa, ondan bir şey alma. Bir sene geçinceye kadar, o maldan bir şey alma.» diye emretmiştir.
• Amr b. Meymûn b- Mihrân, bana babasından, ninesinin şöyle dediğini nakletti :
— Ben, bir mükaîebe[5] idim. Elimde bulunan çok miktardaki ticari malla. Selsele isimli yere uğradım. Orada, öşür memuru olarak bulunan Mesrûk isimli zata tesadüf ettim. Ben arap-çayı biimedlğim için tercümanı vasıtasiyle «kim olduğumu» benden sordu. Mükâtebe olduğumu beyan ettim. Bunu tercümanı kendisine arz edince :
— «Kölenin malma zekât yoktur» diye beni bırakıp malımdan hiç bir şey almamıştır.
lmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, hocası H a m m â d vasıtasiyle İbrahim Nehaî hazretlerinden şöyle rivayet etti :
— Ehl-i zimmetten olan kimseler, ticaret için beraberla rinde şarap olarak, öşür tahsil eden memura uğrarsa, kıymetinden nısıf öşür (------yirmide bir) alınırsa da, kıymet takdirinde
20
şarap sahibi olan zımmînin ifadesi kabul olunmaz. Başka zımmî-ierden iki kişi getirilerek, bu şarabın kıymeti tesbit ettirilerek
1
parasından nısıf öşür (------yirmide bir) alınır.
20
• Kays b. er-Rebî' bize Ebû Fezâre'-den, odaYezîd b. ei-Esad' dan, Ebû'z-Zübeyr'-in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
— Ticaret mallarından öşür alınmak üzere, memurların ikâmetine tahsis edilen, derbend, köprü başları denilen yerlerle bunlar gibi diğer yerlerde mallardan alınan vergiler haram olduğundan alınması caiz değildir.» buyurdu. Yemen tarafına gönderdikleri âmillerini, derbend veya köprü veya yoldan bir şey almaktan men etmiş ise de, bu âmiller, memuriyet mahallerine vardıkları zaman, kendilerinden önceki gibi beytü'İ-mâle emval gelmediğinden, İbni Zübeyr (R.A.) bir yazı gönderip bilgi istedi. Bunun üzerine :
— «'Bizi men ettin, Onun için kimseden birşey alamıyoruz.» diye cevap yazdılar. İbni Zübeyr (R.A.) de :
— «Daha önce aldığınız vergileri alınız» diye o memurlara tekrar emir vermiştir.
• Muhammed b. Abdullah'in bize dirdiğine göre, Enes b. Şîrîn şöyle demiştir:
ÜbüÜe isimli yerin öşrünü toplama memuriyeti bana teklif edildi. Kabul etmekten kaçındığım zaman Enes b. M â -I i k (R.A.), bana rast geldi ve :
— Niçin kabul etmedin? diye sordu. Ben de :
— «Öşür memuriyeti en çirkin iştir. Onun için kabul etmedim.» dedim. Cevaben bana buyurdular ki :
— H z. Ömer (R.A.) in kayba sebep olacak bir iş yap-mıyacağı aşikârdır. H z Ömer [R.A.) Müslümanların üze-
1 rine rubu1 öşür (------ = kırkta bir % 2,5), zımmîlere nısf öşür
40 1 (_ - = o/o 5) ve Z|mmî olmayan ehl-i $irk üzerine 1 öşür
20 1
10
% 10) vergi koymuştur.
0 Ey Mü'minlerîn Emîri! Müslümanlar, memleketleri fethedince, zımmîlerin kilise ve havralarını kendilerine terk edip tahrib etmemeleri, özel günlerinde sâlib çıkartmalarına izin verilmesi sebebinin açıklanmasını emir buyuruyorsunuz. İzahına başlıyorum :
— Memleketler fethedilince, müslümanîarla zımmîler arasında, cizye ödenmesi zımnında yapılan sulh anlaşmasında, gerek belde dahilinde ve gerek haricindeki kiliselerle, havraların tahrib olunmaması, canlarını telef olmaktan koruma, düşmanlarına karşı savaşarak onları müdafaa etmek ve özel günlerinde sâlib-lerinî açıkta çıkartmak üzere ahid name yazılarak zikredilen şart lar üzerine sulh yapılmış ve o şekilde cizyeyi ödemişlerdi.
Ancak, yeniden kilise ve havra gibi ibadethanelerin yapılmaması da bu şartlardandır. Şam tarafları ile Cezire cihetinin büyükçe bir kısmı, bu şartlar içinde sulh yoluyla fethedilmiştir. İşte, bu ahid ve şartlar mucibince, kilise ve havralar yıkilmayıp, bulundukları hal üzere terk edilmişlerdir.
9 Bazı âlimler, bana Mekhûl eş-Şâmî isimli zatın şöyle dediğini haber verdiler :
— Şâm-ı Şerifin fatihi Ebû Ubeyde b. el-Cer-r â h (R.A.) Şam'a girdiği sırada, Şam halkı ile şu şartlarla sulh akdetmiştir: Yeniden kilise ve havra yapmamaları, eski kilise ve havralarınm yıkılmayıp, kendilerine terk edilmesi, yollarını şaşıran müslümanlara yollarını göstermeleri, nehirlerin üzerine kendi malları ile köprü yapmaları, o taraftan geçen müs-lümanlan üç gün misafir etmeleri, hiç bir müslümana sövmemeleri, hiç bir kimseyi dövmemeleri, müslüman mahallelerinde haç çıkartmamaları, kendi ev ve bahçelerinden, müslüman mahallesine domuz çıkarmamaları, Allah yolunda cihad edenler, gece yolda giderlerken, onlara yol göstermek maksadiyle ateş yakmaları, gizlenmiş olan müslümanı düşmana göstermemeleri, beş vakitte, ezân-ı Muhammedi'den evvel veya tam ezan vakitlerinde çan çalmamaları, özel günlerinde bayrak çıkarma-maiarı, silah taşımamaları ve evlerinde silah bulundurmamaları, şayed üzerlerinde ve evlerinde silah bulundururlarsa cezalandı-rılmaları ve ellerinden alınması» üzere sulh yapıldı. Daha sonra, Şam zimmîleri, Ebû Ubeyde (R.A.) ye gelerek: «bayrak olmadan sadece haçlarını büyük bayramlarında bir gün çıkarmak üzere izin» istediler. Bu taleplerini Ebû Ubeyde (R.A.) kabul etti. Bu şartların hepsi yerine getirildi. Bu şartlar üzerine, belde ve memleketlerin fethi müyesser olmuştur.
Zımmîler ise, müslümanların kendilerine karşı vefâsint, güzel ahlâk ve davranışlarını görünce, İslâm düşmanlarına karşı, müslümanlardan daha çok şiddet kullandılar. Müslümanların galip gelmesi için yardımcı oldular. Müslümanlarla sulk yapmış olan her belde ahalisi Rum Kralının ahvalini tecessüs ile, ne yapmakta oldukları ile ilgili haberleri getirmek üzere, kendi adamlarını casus olarak gönderirlerdi. Giden adamları geri dönünce, Rum kralının, emsali görülmemiş miktarda asker topladığını haber vermeleri üzerine, bu memleketlerin ileri gelenleri, H z.- E b û Ubeyde (R.A.) tarafından tayin edilmiş olan valilerin huzuruna gelip durumu anlattılar. Bu valiler de vaziyeti Ebû Ubeyde (R.A.) ye arz ettiler. Gerek Ebû Ubey-d e (R.A.) gerek bütün müslümanlar, bu habere çok üzüldüler. Bu memleketlerin ahalisinden tahsil edilen cizye ve harâc mallarının, sahiplerine iadesi ve sebebini sorarlarsa :
— «Düşman tarafından aleyhimize asker toplandığını işitmiş bulunuyoruz. Sizi himaye ve vikaye etmemiz de suih şartlarının iktizasındandır. Şimdi ise biz buna muktedir değiliz. Bunun için sizden aldığımız malları size iade ediyoruz. Eğer C e -n â b -1 Hak bizi muzaffer ederse, yine şartlarımız bakidir. Aramızda yazılı bulunan musalaha - name veçhile amel olunacaktı!-.» diye kendilerine ifade etmelerini emir ve irade etmiştir. Bundan dolayı, bu valiler alman malları kendilerine iade ederek, Ebû Ubeyde (R.A.) nin emri veçhile kendilerine durumu bildirdikleri zaman :
— Cenâb-ı Hak, sizi muzaffer buyursun ve bizim üzerimize tekrar göndersin. Sizin yerinizde düşmanlarınız olmuş olsaydı, aldıkları malları geri vermedikleri gibi, bizde ne 'kalmışsa anu da gasp eder ve bize hiç bir şey bırakmazlardı.» diyerek müslümanlann bu adil muamelelerinden memnuniyetlerini ibraz eylemişlerdir.
Ebû U bey de (R.A.) Hazretlerinin zimmîlerin mezkur şartlar özerine, sulh yapma taleplerini uygun karşılamaları kendilerini Jsİâma ıstndırmak ve diğer beldelerin ahalilerinin işitip sulh taleplerini çabuklaştırmak maksadına mebnîdir.
Ebû Ubeyde (R.A.) hazretleri, beldelerin etrafında bulunan köylerden aldığı emval, emtiayı ve cariyeleri kendilerine iade etmeyip humsunu (------ İni) ayırdıktan sonra kalan 4 humsu (-—- beşte dördü) müslümanlar arasında taksim eylemistir.
Daha sonra, İslâm askerleri Ne müşrik askerleri karşılaştılar. Şiddetli bir savaş oldu. İki taraftan da pek çok şehid olan ve ölen oldu. Sonra, Cenâb-ı Hak müslümanlara mu-zafferiyet ihsan buyurup, müşrikler hezimete uğradı. Müslümanlar, onları takip etti. Öncekinden daha çok müşrik telef oldu. Bu şekilde tarumar olduklarını, müsâlahaya yanaşmayan beldelerin ahalileri de, görünce derhal £ 'b'û Ubeyde (R.A.) den müsalaha talep ettiler. O da, daha önce sulh yaptığı belde ahalileri ile yapılan sulh gibi müsalaha yapmıştır. Ancak, Müslümanları öldürmek için gelmiş olan ve 'halen evlerinde bulunan Rumlara, emniyet hakkı tanınmasını, mal, emtia ve ailelerini alıp Rum tarafına gitmelerine İzin verilmesini, önceki şartlara ilave edilmesini talep ettiler. Ebû Ubeyde (R.A.) buna da muvafakat gösterdi. Böylece cizyeyi ödemişler ve Müslümanlara memleketlerinin kapılarını açmışlardır.
Ebû Ubeyde (R.A.) hazretleri, artık geri döndü. Dönüşte, evvelce sulh yapılmamış olan, her beldeye uğradıkça, reisleri müsalaha talep ediyorlardı. Diğer helde ahalileri gibi, onlarlada sulh akdediliyor ve Ebû, Ubeyde (R.A.) tarafından oraya bir vali tayin edilip, bir suilvname yazılıyor ve kendilerine veriliyordu.
Daha önce kendilerinden harâc ve cizye tahsil edildiği halde, Rum Kralının asker toplamakta olduğu haberi üzerine kendilerine cizye ve harâc'ları iade edilen beldelere uğradıkça, ahalisi geri verilen mallarla Ebû Ubeyde (R.A.) hazretlerini karşıladılar. Alış veriş İçin yanlarında eşya getirdiler. Görüşüp, eski şartlar üzere, bu şartlardan bir şey çıkartmadan ve bir şey ilave etmeden sulhu İbka etmişlerdir.
Ebû Ubeyde (R.A.), müşriklerin hezimetini, İslâm askerlerinin muzafferiyetini, Cenâb-ı 'Hakkın müslümanlara ihsan buyurduğu ganimetleri, zımmîlerle yaptığı sulhun keyfiyet ve şartlarını, gazilerin, fethedilen memleketlerin ahalisi, arazisi, ağaçlarını, bağ ve bahçelerinin aralarında taksim edilmesini talep ettiklerini, Halîfe tarafından kendisine bir görüş bildirmedikçe taksim edemiyeceğini, H z. Ömer (R.A.) e tafsilatlı bir şekilde arz etti.
H z. Ö m e r (R.A.) tarafından, Ebû Ubeyde (R.A.) ye şu cevabi mektup yazılmıştır:
— Mektubunuzda zikrettiğiniz veçhile, Cenâb-ı H a k -k ı n sana ihsan eylediği muzafferiyet, ganimet malları, belde ahalisi ile ne şekilde sulh yaptığınız! tetkik ve teemmül eyledim. Sonra, bu konuları Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ashabı ile istişare ettim. Herkes, bu husustaki görüşünü açıkladı. Benim reyim Cenâb-ı Hakkın kî-tab-i celiline tabi olmaktır. Zira, Kur'an-ı Azîmüşşan'da buyurur ki:
— «A I 1 a h ı n, onların mallarından Resulüne verdiği fey'e gelince : Siz bu hususta ata ve deveye binip bir gayret scrfetmediniz. Fakat, Allah, Peygamberini dileyeceği kimselere musallat eder. Al lah, her şeye hak* kiyie kadirdir.»[6]
— «A I I ahin (fethedilen diğer küffar) memleketler (i) ahalisinden (alıp) Peygamberine verdiği fey'i, A I -iaha, Peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Taki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber sîze ne verdiyse onu alın, sîze ne yasak ettiyse, ondan cSa sakının. A I I a h d a n korkun. Çünkü, A I E a hı n azabı çetindir.»[7]
— «O feyler, bilhassa, hicret eden fakirlere aittir ki onlar, A M a h d a n fazl-(u inayet) ve hoşnutluk ararlar ve A I-la ha ve Peygamberine (mallariyle - canlariyle) yardım ederlerken, yurtlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmışlardır. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir.»[8] İste bunlar ilk önce hicret eden zevattır.
— «Onlardan (muhacirlerin hicretinden) evvel (Medîneyi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler (Ensar-ı kiram) kendi yaralarına hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara (Muhacirlere} verilen şeylerden dolayı, göğüslerinde (kalplerinde) bîr ihtiyaç (meyli - hissi) bulmazlar. Kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile (omları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte muradlarına erenler onların ta kendileridir.»[9]
8u ayet-i kerîmede maksud olanlar da ensar-ı kirâmdir.
— «Bunlardan sorara gelenler (şöyle) derler: Ey Rab-blmiz, bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi yarlığa. İman etmiş olanlar için kalbimizde bir kin bırakma. Ey Rab b imiz, şübhesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.»[10]
Bu âyet-i kerîmede ki «bunlardan sonra gelenler» den murad, muhacirin ve ensar-ı kiramın arkasından kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan müzminlerdir. Yani, kıyamete kadar gelecek olan benî Âdem'in her nev'ini Cenâb-i. Hak, bu ganimete ortak etmiştir. Cenah -1 Hakkın sana ihsan buyurduğu bu malları, sahihlerinin elinde bırak. Kendilerine tahammülleri derecesinde cizye vaz' eyle. O ahali, kendi arazisinin ahvalini başkalarından daha iyi bilir. Başkalarından daha iyi ve daha verimli bir tarzda işler. Aranızda yapılan sulha dayanarak, onları ganimet sayıp ta taksim etmeye, senin de diğer müslü-manlarm da selâhiyeti yoktur. Tahammülleri derecesinde kendilerinden cizye al. Arazilerinin ahvali hakkında kendilerinin eksiksiz malumatı olduğu için, imarının, işlenmesinin kendilerine havale edilmesi maslahata daha uygundur. Zira, C e n â b-ı
Hak burasını size ve bize beyan ile Kur'an-ı Kerîminde şöyle buyurmuştur:
— «Ehl-i kitaptan, A I I a h a ve ahiret gününe inanmayan Allahın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri, haram saymayan, hak dîni (islâmi) din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelîî ve hakîr (olup) kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.»[11]
Binaenaleyh, kendilerinden cizye aldığın zaman üzerlerinde hakkın kalmaz. -~
Görmez misin ki, bu beldeleri ve bu ahaliyi diğer ganimetler gibi aramızda taksim edecek olsaydık, bizden sonra gelecek Müslümanlara ne kalırdı?
Sonra gelecek müsİümanlar, kendisi ile konuşacak ve kendisinden bir şey ahp faydalanacak bir- kimse bile bulabilirler miydi?
Mezkûr ganimetlerin, bu şekilde taksim edilmesi halinde, fethedilen böige ahalileri hayatta oldukça Müslümanlar kendilerinden istifade edeceklerdir. Velhasıl, bizler ve oraların bu günkü ahalileri dünyadan göçünce, bizim çocuklarımız da onların çocuklarından bu şekilde istifade edecekler ve bu durumda İslâm Dini dünyada bakî oldukça, oralar Müslümanlara köie olacaklarından, bu durumdan kaçın. Yani, arazilerini ve ahaliyi gaziler arasında taksim edip, ahalinin köleleşmesine sebep olma.
Onun İçin, sen onların üzerine cizye vaz'et. Evlâd ve ıyallej rinin köle ve cariye haline getirilmesine sebep olacak olan taksimden kesinlikle vazgeç.
Onlara zulmetmekten, zarar vermekten, haksız yere mallarını gasbetmekîen müslümanları menet.. Sulh şartlarını tamamiyle yerine getir.
Bayramlarda haç çıkarmalarına gelince : Bayraksız ve flema-sız olarak, talepleri veçhile senede bir gün, şehir dışında haç çıkarmalarına mani olma. Şehir içinde İslâm mescidleri arasında, haç çıkarttırma.» diye Halîfe H z. Ömer (R.A.) tarafından, emir ve irade buyrulmuştur.
Bunun üzerine, Emir Ebû U beyde (R.A.) senede bir gün -oruç tutup, bayram ettikleri günde- haç çıkartmalarına izin vermiştir. Onlarda başka günlerde haç çıkartamazlar-di.
Keza, hali üzerine bırakılması, ahidnamenin şartlarından olan kilise ve havraları, bırakılarak yıktınlmamiştir.
İşte, Şam'da Müslümanlar ile ehl-i aîmmet arasındaki tarî-hi münasebetler bundan ibarettir.
® Fetihler ve gavzeler hakkında malumatları bulunan M u h a m m e d b. İ s h a k ve diğer alimler bana şöyle rivayet ettiler:
— H â I i d b. V e I î d [HA.) Yemâme'den geldiği zaman Hz. Ebû Bekr-i Si'ddî k(R.A.} in huzuruna çıktı. Bir, 'müddet Medine'de kaldıktan sonra H z. Ebû Be k i t (R.A.) kendisine, Irak tarafına gitmek üzere hazırlanmasını emretti. Bir kaç gün sonra, Hâ I i d b. V e I î d (R.A.) maiyyetinde 2000 mücahit ve bir o kadarda etbâi 'ile yola çıktı. Yolculuk esnasında İslâm askerlerinden bir komutana uğradı. Bu komutan maiyyetinde bulunan Tay kabilesinden 500 mücahit ve bir o kadar da onlara tabi olan askerle birlikte, H z. H â I i d b. V e 1 îd'e iltiha'k etti. Böylece bütün askerlerin sayısı 5000 i bulmuştu. Serâf isimli yere vardıkları zaman, bu yerin aha-lisi H z. H â 1 i d b. V e I î d ' in Acem toprağına, bu kadar askerle girmeye nasıl cesaret ettiğine şaştılar. Hz. Hâ-I i d oradan çıkıp, Muğnîyye isimli yere varınca, Acem tarafından keşif için gönderilen öncüler, bir dağda İslâm askerlerini gördüler. Hemen dönüp, kalelerine girdiler.
H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) askeriyle birlikte, mezkur kaleyi ve dolayısiyle içindekileri muhasara etti. Daha sonra kaleyi fethedip, içindeki askerleri katletti. Kadın ve çocukları esir etti. Silah, eşya ve hayvanlarını ganimet olarak aldı. Kaleyi yıktırdı.
Sonra, Hedîb denilen yere varara'k, orada bulunan kalede Kisrânın askerlerine rastladı. Savaş sonunda H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) onları da yendi ve katletti. 'Keza, bu kaİ£: de bulunan silah, emtia ve hayvanları aldı ve kaleyi yıktırdı. Kadın ve çocuklarını esir etti.
Mezkur mallardan ve Cenfl b-ı Hakkın fetih ve zabtını kolaylaştırmış bulunduğu yerlerden elde edilen diğer
1 ganimetlerden humsu (------- = beşet biri) ayrılarak, kalan 4
humsu (------ = beşte dördü), fetihde bulunan mücahidler ara-
5 sında taksim edildi.
Kadisiye ahalisi, bu ahvali görünce sulh yapmaya talip oldu. Cizye vermeyi kabul ettiler. Onlarla sulh aktedildlkten sonra Bîreibaht denilen yere vardılar.
Oradaki kalenin muhafızlarını da muhasara ettiler. Onları yenip kaleden çıkardılar. İranlıların, Hazermerd İsimli reisleri katledilirken, o, öleceğine ağladı. Hazermerd katledildikten sonra Hz. Hâl id yemeğini istedi. Arkadaşları da bir birlerine bağlanmış olarak, bir sıra dizilmişlerdi. H a İ î d b. Ve-I î d (R.A.) yemeğini yedikten sonra, kalanlarını da katletti. Kadınlarını ve çocuklarını esir etti. Bu kalede bulunan silah, eşya ve hayvanlarını ganimet olarak aldı. Bu kale, fethedilen kalelerin hepsinden sağlam ve içinde bulunan asker, silah ve emtia hepsinden daha çok idi. Bunları aldı ve kaleyi yaktırdı.
Daha sonra, Kisr denilen yerin ahalisinin ahvalini keşfetmek için, öncü kuvvet gönderdi. Oradaki kalede, Kisrâ'nın muhafız askerleri vardı. Onları muhasara ederek bu kaleyi de fethetti. Bu. askerleri çıkarıp, hepsini katletti. Kadın ve çocuklarını esir etti. Kalede bulunan silah, eşya ve saireyl alıp ganimet etti. Keza, bu kaleyi de yaktırdı.
Bu durumu gören Kisr ahalisi, cizye vermek üzere sulha talip oldular. O veçhile kendileri ile sulh akdedildi. Ve cizyeyi ödediler.
Hâli d b. V e I î d (R.A.) daha sonra Hîre'ye yürüdü. Hîre halkı, Kasr-ı Ebyaz (Beyaz Saray), Kasrü'l-Muarriseb ve Kasr-ı İbni Bukayle isimli, üç sarayda toplanmışlardı. Müslümanlara karşı mukabele ve savaş İçin hiç kimse çıkmadı. Ayrıca, gözlerine de görünmediler.
H z. H a I i d ' in maiyyetinde bulunan askerler, onların çıkıp, savaşmalarını temin İçin her yola başvurmuşlarsa da, onlardan yine hiç bir kimse çıkmadı. Sadece bırgün, sarayın üstünden iki çocuğun bakmakta olduğunu gördüler. H z. H a M d b. V e I î d (R.A.) Ashâb'dan bir kaç zatı beyaz saraya gönderdi. Onlar, bu iki çocuğa hitaben :
— «Konuşmak için sizden bir adam gönderiniz» dediler. Bir adam göründü. Ve :
— Size göndereceğimiz adam dönünceye kadar kendisine emân var mı? dediler. Aşağıdakilerin :
— «Evet var» demesi üzerine, Abdülmesih b. b. B u k e y I e isimli, kaşları gözlerinin üzerine İnmiş bir ihtiyar ile Kisrâ tarafından Nu'man b. Münzir'den sonra Hîre valiliğine tayin edilmiş olan, İ y a s b. K a b î s a e t-T â î isimli kimse de, bu saray (kale) den çıktı. H â I i d b. Ve-1 î d (R.A.) m huzuruna geldiler. H z. H â I i d :
— Sizi Ce nâb-ı Allaha ve İslâm Dinine davet ediyorum. İcabet ettiğiniz takdirde, Müslümanların lehine ve aleyhine terettüp eden ahkâm, sizin üzerinize de lazım ve mü-rettep olur. İcabet etmeyip de İslâm Dinini kabulden kaçınırsanız, cizye ödemeniz lazım gelir. Onu da vermeyi kabul etmemeniz halinde, yanımda sizin için getirdiğim ordu, sîzin hayata olan hırsınızdan ziyade ölümü istemektedirler. Onun için sizinle harp etmekten asla çekinmezler.» buyurdu.
Bu sırada, İ b n i B u k e y i e' nin elinde, içi zehir dolu bir şişe gördü ve :
— Bu kasede ki zehir ne olacak? diye sordu. O :
— Sizden talep ettiğim şeye müsaade etmediğiniz takdirde, bunu içeceğim dedi. Bunun üzerine H â I i d b. V e 1 îd (R.A.) Hazretleri, hemen zehir kasesini alarak :
— Bismillâhillezi layedurru maismihî şeyin fil ardı velâ fis-semâi duasını okuyarak zehiri içti. Bunu gören İ b ni Bu-k a y I e , hemen saraya döndü ve kavmine :
— Kendisine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum.» dedi.
Hîre Valisi İ y a s b. Kabîsa, tekrar gelerek H z. H â -Md b. Velîd'e:
__ «Sizinle harp etmeyi istemeyiz. Dininize de girmeyiz.
Fakat kendi dinimizde kalıp size cizye veririz.» dedi.
H z. H â I i d kendisi ile 90.000 dinar üzerine sulh akdeyledi.
Kilise ve havralarını, sığındıkları saraylarını yıkmamak, çan çalmalarından ve bayramlarında haç çıkarmaktan men edilmemeleri, hiç kimseyi isyana teşvik etmemek ve oralardan geçen müslümanlsra -kendilerine helâl olan- yemek ve şarapla ziyâ-yet vermemek şartlarını havî bir ahid-name yazıp oradan ayrılmıştır.
Bu ahid-name'nin tercümesi: «Bismillahirrahmanirrahîm.
İş bu name, ehS-i Kîre için, HâSid b. Ve lîd tara-rafından (yazılmış) bîr namedir.
Yemâme'den geldikten sorara, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Halîfesi olan H z. E b û B e kr-i S ı d d î k (R.A.), arap ve acemden olan Irak ahalisine gitmemi ve kendilerini A I i a h ı n birliğine ve P e y g a m -ber-î Zîşanına imana davet ve cennetle müjdelememi, cehennem ile korkutmamı emretti. Bu daveti kabul ettikleri takdirde, Müslümanların lehine ve aleyhlerine mürsttep olan ahkâmın kendilerinin de leyh ve aleyhlerinde carî olacağını ifade etmemi ve anlatmamı da emir buyurdular.
Hîre'ye vasıl olduğum zaman, İyâs b. Kabîsa et-T â î, ahalinin reislerinden bazılariyle nezdime geldiler. Kendi-îerini Ce nâb-ı Hakka ve Peygamber-İ Z î -şanına imana davet etmsşsem de, icabet etmekten kaçındılar. Bundan dolayı, ya cizye vermeyi veya muharebe etmeyi seçmelerini kendilerine teklif ettim. Harbden imtina ettiler. Kendileri ile, diğer ehl-i kitspla ne şekilde cizye ödenmesine sulh yapılmış ise, o şekilde sulh yapılmasını bana arz ettiler.
Bunun üzerine, ahalinin miktarını araştırdım. Erkeklerinin 7000 kişiden ibaret olduğunu anladım. Araştırmam sonucu, İçlerinden, aciz bulduğum 1000 kişiyi çıkarttım. Üzerine cizye lazım gelen 6000 kişi kaldı. Bu durumda, kendileri ile 90.000 dinar üzerine sulh yaptım.
Tevrat ve İncil ehlinden Cenâb-ı Hakkın aldığı ve misak üzerlerine olmak üzere, onlara şu şartları koşarak ahîd yaptım :
Müslümanlara muhalefette bulunmamak, Arap olsun Acem olsun hiç bir müslüman aleyhinde kâfirlere yardım etmemek, Müslümanların gizli işîsrine vakıf olup, onları düşmanlara bildirme-msk, üzere Hz. Adem'e ahzofunan ahîd ve misak bunların üzerlerine olsun. Eğer, mezkur şartlara muhalefet ederlerse, kendileri için zimmet ve emân yoktur.
Eğer verdikleri sözleri tutup, bu şartları muhafaza ederler ve yerine getirirlerse, kendileri ile muahede yapılan diğer zımmî-\em uygulanan şartlar, bunlara da uygulansın. Onlara düşmanlık edenlere karşı koyup, korumak ta bizim vazifemizdir. Cenâb-ı Hak bizüere fetihler ihsan buyurursa -kendilerine verdiğimiz zimmet ve ahidlcr üzerlerinde bakî olmak üzere - Cenâb-ı Hakkın ahdi ve misakı ve her peygamberden ahzolunan misakın daha şiddetlisi üzerimize olsun. Biz onlara karşı olan vazifelerimizi yerine getirdiğimiz gibi, kendileride bu ahid ve şartlara muhalefet etmemek üzere, zikredilen ahid ve misak da kendilerinin üzerine lazımdır, yani onlarda mükellefiyetlerini yerine getirmekle görevlidirler. Mağlup oldukları takdirde bir kayıt île mukayyet değildirler. Ehi-i zimmete göre caiz olan ahkâm kendileri için de caizdir. Kendilerine emredilen hususlarda muhalefet etmeleri caiz değildir.
Kendilerine şu şartlan koydum, şu haklan tanıdım :
Kendilerinden bîr ihtiyar adam, çalışamaz olur, kaza veya has-taîık gibi bir sebeple sakatlanır, bir âfete uğrar, zengin iken fakir olur ve kavminin sadakasiyle geçinecek hale gelirse, üzerine vsh' edilmiş olan cizye kaldırılsın. Medine'de ve Dâr-ı İslâm sa-yıSan diğer bir beldede kalırsa ailesinin nafakası Müslümanların beytü'I-mâl'inden verilsin. Göçüp, Dâr-ı İslâmdan çıkmaları halinde, ailenin nafakası müslümanlar üzerine lazım gelmez.
Kölelerinden birisi, İslâm Dinine girme şerefine ererse, İslâm pazarında en yüksek fiatla satılıp, parası sahibine verilir.
Müslümanların kılık ve kıyafetine girmeyerek harp kılık ve kıyafetinden başka elbiselerinde Müslümanlara benzememek üzere her türlü elbiseyi giymeleri caizdir.
Onlardan her hangi bir şahsın üzerinde harp kılık ve kıyafe-ti bulunursa, ilk iş olarak kendisinden «onu niçin giydiği» sorulur, kendisini kurtaracak, ikna edici bir şekilde cevap verirse bırakılır. Cevap veremediği takdirde, üzerinde bulunan kılık ve kıyafete, silahların durumuna göre kendisine ceza verilir.
Sulh şartlarından olan vergi bedellerinin toplanmasında ve bu meblağın Müslümanların beytü'i-mâline ödenmesine kadar istihdam edileceg memurların (kendilerinden olmasını şart koştum. Yalnız, bu hususta müslümanlardan yardım isterlerse verilmesini, verilen yardımcının masrafının Müslümanların beytü'i-mâlinden ödenmesini de kabul ettim.» diye sulh-nameyi bitirmiştir.
<H <â 1 i d b. V e I î d [R.A.), İyas b. Kabîsa ile A b d ü I -m e s îh b. Hübban'a hitaben:
— Müdafaa mevkiinde olmadığınız halde, bu kaleleri niçin yaptınız? diye sordu.
— İran tarafından bize imdad gelinceye kadar, bize düşmanlık edenleri bu kaleler sayesinde geri çeviririz ve uzaklaştırırız, dediler. H â I i d b. V e I î d (R.A.) tekrar sordu :
— Sizler arap kabilelerindensiniz. Harp etseniz de İranlıların idaresinden kendiniz kurtarsaydınız, daha iyi değil miydi? İyas b. Kabîsa ile A b d ü I m e s î h b. . 'H u b -bân cevaben :
— Komşumuz olan İranlılar şarap ve domuzun takdim edilmesi ile bizden razı oldular, dediler.
H â 1 i d b. V e I î d (R.A.) 90.000 dinar üzerine kendileri ile sulh yaptıktan sonra oradan ayrılmıştır.
Şark tarfından ilk defa alman ve Hz. E b û Bekir'e ulaşan cizye mallarının birincisi işte bu cizye mallarıdır.
Hz. H â I i d b. V e 1 î d (R.A.), İran halkının reislerine bir mektup yazdı ve yerlerine ulaştırması için İ b n-i B u k e y I' e verdi. Mektubun tercümesi şudur:
«Bİsmillâhirrahmanirrahim. H â 1 i d b. Velî d'den Rüstem, Mihrân ve Fâris reislerine;
Selâm, hidayete tabi olanlara olsun. Kendisinden başka ilâh bulunmayan A I I a h a hsmdederîm. Muhakkak ki H z. M u -h a m m e d (S.A.V.) A I la h ' in kulu ve resulüdür.
Gelelim maksadımıza:
Hükmetme müddetinizi kısaltan, cemiyetinizi dağıtan, ara-nıza ihtilaf sokar., kuvvetinizi zaafa çeviren ve mülk ve hakimiyetinizi parçalayan Genâh-ı Hakka hamd-ü sena ol-
Mektubum size ulaşınca, bana rehin gönderin. Sonra zim-meî akdi ile cizyeyi toplayıp bana gönderiniz. Eğer bu yazılı emrime muhalefet ederseniz, A I I a h ı n birliğine yemin ederim ki, sîzin hayatı sevdiğiniz kadar ölüm ve şehadete muhab-fesî eden bir ordu île tarafınıza geleceğimi yakînen bilesiniz. Selâm, hidayete tabi olanlara olsun.» kelamı ile mektubunu bitirdi, ve İ b n - i B u k e y I e ' ye teslim etti.
Sonra, H â I i d b. V e I îd (HA.) Fırat Nehrinin ait
tarafında bulunan Anbar isimli köye gitti. Oradaki kalenin muhafazası için K i s r â tarafından 'gönderilmiş olan askeri muhasara edip,'fethederek kaleyi yıktırmış ve yaktirmıştır. Bu köyün ahalisi bu hali görünce cizyeyi ödemek üzere sulha talib oldular. Sulh talebi için onlar tarafından H â nî b. C â b i r et-T â î isimli şahıs gelmiştir. 80.000 dirhem üzerine, kendisi :ile sulh anlaşması yapıldı.
Oradan da Fırat kıyısındaki Bânikya isimli köye geldi. Bu köydeki kaienin muhafızı bulunan K i s r â ' nın askerleri, bir gece sabaha kadar kendisi ile savaştı ve karşı koydu. Şiddetli ■bir muhasara ve savaştan sonra, Cenâb-i Hakkın kuvvet ve yardımı ile orasını da fethetti. İçindeki K i s r â askerlerini katletti. Kadın ve çocuklarını esir etti. Kaleyi yıktırmış ve yaktı rmıştır.
Mezkur, Bânikya ahalisi de bunu görünce sulha talip oldular. Bu talep üzerine kendileri ile sulh anlaşması yapıldı.
Ondan sonra Sevâd'da bulunan bir karyeye C e r î r b. A b d u I I a h ' ı gönderdi. O, gitmek üzere Fırat üzerinden geçeceği sırada, mezkur köyün muhtarı, S a I û b â isimli şahıs :
— «Sen geçme, ben senin yanına geliyorum» diyerek sudan geçti. Yanına gelince, Bânikya ahalisinin suih yaptıkları akçe miktarına eşit bir akçe ile kendisi ile sulh akdi yaptı. Ve cizyeyi ödedi.
Keza, Mârüsema shalîsîyle, etrafında bulunan köylerin ahali, leri, Hîre'lilerin suih yaptıkları miktardaki dinara öşit miktardaki dinarla sulh anlaşması yaptılar.
Bunun üzerine H ıâ I i d b. V e I T d (R.A.), Necef'e döndü. Etrafındaki yerleri görmek için, Hâre ahalisinden yanlarına deliller aldı. Necef arazisini geçip, Aynüttemr isimli.yere geldi. Orada konaklayıp istirahat etti. Mezkûr mahaldeki kalede de K i s r â'nın muhafız askerleri vardı. Onları muhasara etti Şiddetli baskı ile onları kaleden çıkarttı. Erkeklerini kati, kadınlarını ve çocuklarını esir etti. Kalede bulunan meta', süah ve hayvanları aldıktan sonra kaleyi yakmış ve yıkmıştır.
Aynuttemr karyesinin arap olan reisini de katletmiş, kadın ve çocukları ile bütün ailesini esir etmiştir. Hîre halkı ve diğer köylerin ahalilerinin verdikleri gibi Aynutsmr ahalisi de vermişlerdir. Hâiid b. Velîd, Hîre ahalisine yazıp verdiği Ahİd-nâme gibi bir Ahid-name yazıp kendilerine verdi. Keza, bir ahid-name de Leys ahalisine yazıp vermiştir. Bu ahid-name halen kendi ellerindedir.
Ondan sonra, S a'd b. Amr ei-Ensârî (R.A.) i yanına çok sayıda mücahid katarak, Irsk istikametine gönderdi. Saduda isimli yere vardı. Orada Kinde ve lyâd kabilelerinden bazı hıristiyanlar bulunuyordu. Onları şiddetli bir şekilde muhasara ettikten sonra, cizye ödemek üzere onlarla sulh akdetti. Onlardan bir kısmı da müsiüman oldu. Sa'd b. Amr Hazretleri orada ikâmet etti. 6u ikâmeti, Hz. Ebû Bekir, H z. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) zamanlarında da, kendisi vefat edinceye kadar devam etti. Bu gün bile, H z. Sa'd b. A mr'in evladları orada yaşamaktadır.
H â M d b. Velîd (R.A.) Hîre'yi merkez ittihaz etmişti ve orada kalmayı istiyordu. Bu sırada 'Hz. Ebû Ubey-d e (R.A.) ile maiyyetinde bulunan askerlere yardım için Şam tarafına gitmesi için H z. Ebû Bekir [R.A.J'm kendisine gönderdiği emir-nameyi aldı. Bu mektup dolayısiyle orada kalamamiştır.
H z. H â I i d b. V e I îd (R.A.), Cenâb-ı Hakk ı n ihsan buyurduğu ganimet mallarından humsu {------ beşte biri) ayırarak, o zamana kadar alınan cizye ve kölelerle birlikte H z. E b û Bekir (R.A.) a gönderdi. Kalan dört humsu
4 (------- beşte dördü) maiyyetinde bulunan müca'hidler arasında
5 taksim etti.
H z. Ebû Bekir (R.A.), Ebû U beyde (R.A.)'-nin «imdad kuvveti isteyen» mektubunu alınca, H â M d b. V e I î d (R.A. e «derhal yardıma gitmesi için» emir-name gönderdi.
Bunun üzerine, Hîre'den seçtiği delillerle beraber Aynü't-Temr'e vardı. Oradaki çölü geçip Benî Tağlîb Kabilesinin beldesine girdi. Kendisine karşı koyan Tağlib'Iilerden pek çoğunu katletti. Kadın ve çocuklarını öldürmeyip esir aldı. Sonra oradan da deliller (mihmandarlar) alarak, Benî Tağlîb beldesini de geçip Nukayb ve Kevâmii isimli yerlere vardı, Orada Yemâme'den başka hiç bir yerde görmediği sayıda küffâr askeri ile karşılaştı. Aralarında şiddetli bir savaş oldu. Hatta, H â İ i d b. Ve-I î d (R.A.) Hazretleri, kendi elleri ile bir çok kâfiri katletti. Bu beldelerin etrafında bulunan köylere akın yaparak, onları da şiddetle muhasara etti. Muhasara edilen ahali, Âmân ahalîsi ile yapılan sulh gibi, kendileri ile de sulh yapılmasını talep ettiler. H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) daha önce Âmân memleketine uğradıkları sırada, oranın patriği huzuruna gelerek sulha talip 'olmuştu. Bunun üzerine, H â M d b. V e I î d (R.A.) in istediğini verdiler ve aralarında şu şartlarda sulh anlaşması yapıldı :
Kilise ve havralarının yıkılmaması, namaz vakitleri haricinde, gece veya gündüz, hangi saatte dilerlerse çanlarını çalmaları, 'kendi bayram günlerinde haçlarını çıkarmaları, beldelerinden geçen müslümaniara üç gün ziyafet ve erzak vermeleri, şeklindeki bu ahidname yazıldıktan sonra onlardan deliller (mihmandarlar) alarak zikri geçen Nukayb ve Kevâmii adlı yerlere gelmişlerdi. İşte mezkur Nukayb ve Kevâmii ahalîsi Âmân ahilisinin şartları üzerine sulh akdederek aralarında, sulhun keyfiyet ve şartlarını muntazammın bir sulh-nams yazıp kendilerine verdi.
Oradan da geçerek Karkislya'ya varıp etrafında bulunan ve mukavemete kalkışan yerlere akınlar yaptı. Mallarını ganimet olarak aldı. Kadın ve çocuklarını esir etti. Erkekleri katletti. Ülkeyi bir müddet muhasara ettikten sonra Karkısiya'lılar sulha talip oldular. 'Bu talepleri kabul edildi. Âmân ahalisine vermiş olduğu ahidleri onlara da vererek sulh yaptı. Yani: Kilise ve havralarının yıkılmaması, namaz vakitleri haricinde çanlarını çalmaları, bayram günlerinde haçlarını çıkarmaları kendilerine hak olarak verildi. Keza, aralarında bir ahîd-name yazılmış ve oradan geçen müslümanlara üç gün ziyafet ve erzak vermeleri de şart kılınmıştır. Bunun üzerine, cizyelerini H z. H âl i d (R.A.) e ödemişler, kilise ve havraları yıkılmamıştır.
Müslümanlarla, zımmiter arasında yapılan sulh anlaşmaları bundan ibarettir. H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.} in muhtelif kavimlerle yaptığı bu sulh anlaşmalarını H z. E b 0 Bekr-i Sıddîk (R.A.) reddetmeyip, kabul ettiği gibi kendisinden sonra Hz. Ömer, H z. Osman ve H z. A I i (R.A.) da aynen kabul edip uygulamışlardır.
@ iBinâenaleyh, ibadethanelerinin yıkılmaması hakkındaki sulh hükümlerinin ibkasi gerekir. Dört Halîfe {R.A.) nin hilafetleri zamanında da, ibadethanelerinin yıktırılmayıp, kendilerine bırakılmasına cevaz verildiği gibi, şimdi "de onlara dokunulma-ması reyindeyim.
Zira, üzerine sulh cari olan, kilise ve havraları sulhdan sonra, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, H z. Osman, H z. Ali (R.A.) yıktırmamışlardir. Ancak, sulhden sonra yapılmış olan, kilise ve havralar yatırılabilir. Önceki halifelerden her biri, bu hususa atf-ı nazar edip incelemişlerdir. Bu şehir ve memleketlerde sonradan İnşa edilen ve sulh şartlarına uymayan bu kilise ve havraların yıktırılmasına karar verip niyet ettikleri zaman, buraların ahalisi kendilerinde mahfuz olan sulh-namelerinj ibraz ettiler. O zamanda 'bulunan fukaha ve tabiîn hazretleri o zamanki halîfenin niyetini tasvip etmeyip reddetmişler ve sulh şartlarını nakzetmeyi doğru bulmamışlardır. Bu sebepten, halîfeler de o niyetlerinden vazgeçmişlerdir. Bu sulh hükümleri, H z. Ömer R.AJ'in icazat ve infaz eylediği gibi, kıyamet gününe kadar geçerlidir. Her hal-ü kârda rey' sizindir. İşte, kilise ve havralar size beyan ettiğim şekilde terk edilmiş olup, dokunulmamıştır.
H z. H â i î d b. V e I î d (R.A.) Hîre'den çıkıp Şam'a varıncaya kadar 1000 esir almıştır. Bazı rivayetlerde ise Hîre'-den Şsm'a varıncaya kadar 5000 esir almıştır. C en â b-ı Hakkın, kendisine ihsan buyurduğu cizye emvalini ve esirleri Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk (R.A.) a, Ömer b. S a ' d ' la gönderdi. Bahreyn tarafından gelen mal müstesna olmak üzere, H z. Ebû 8 e k J r (R.A.) e ilk defa varan cizye ve esirler, H z. H â I i d b. V e I î d ' in gönderdiği bu mallar ve esirlerdir.
Bundan sonra, H z. Ömer (R.A.), Hâl id b. Ve-i î d (R.A.)'i Şam tarafında bulunan İslâm askerleri kumandanlığından azlederek, Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.) i tayin etti,
H â M d b. V e I î d (R.A.) bu haberi işitince halka şu şekilde hitap etti:
— «Cenâb-i H a k k <a hamd-ü senâ'dan sonra... Emire'l-rnü'minîn beni Şam üzerine tayin etti. Orasını yağ ile bal müsabesinde İslah ettim. Sükun ve asayiş hasıl olunca, beni azlederek yerime başkasını tercih ve tayin etti.» deyince cemaattan biri yerinden kalkıp :
— «Ey Emîr! Ssbreyle! İşte fitne budur.» deyince, H â-! î d b. V e I î d (R.A.) kendisine cevaben :
— « İ b n ü ' I -H a t t a b (yani H z. Ömer) hayatta oldukça fitne yoktur.» demiştir.
Daha sonra H z. H â I i d b. V e I î d ' in bu sözü, Halîfe H z. Ömer (R.A.) tarafından işitilince:
— «Hâl id bilmezmi ki, İslâm dinine yardım eden ve zafere ulaştıran Cenâb-ı Hakdır.» buyurmuştur.
O sırada, Şam ahalisi Ebû Ubeyde (R.A.) ile maiyyetinde bulunan askerleri muhasara ettiler. Müslümanlar çok meşakkat çektiler. Durumdan haberdar olan H z. Ömer (R.A.), şu mektubu yazdı :
— «Ba'de's-Selâm. Hiçbir şiddet vaki olmamıştır ki, sonunda Cenâb-i Hak kurtuluş ve zafer halketmemiş olsun. Bir zorluk, iki kolaylığa galib olamaz. Cenabı Hak «Ey iman edenler, sahr-(ü sebat) edin. (Düşmanlarınızla) sabır) yarışı edin. (Onlara galebe çalın. Sınırlarda) nöbet beklesin. Allah' dan korkun. (Bu sayede) felah bulacağınızı umabilirsiniz[12] buyurmuştur.» âyet-i kerîmesi ile mektubunu bitmiştir.
Ebû Ubeyde (R.A.) bu mektubu okuduktan sonra cevaben şu mektubu yazmıştır:
— «Sîze Selâm'dan sonra... Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri buyurur ki: Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir böbürlenmedir. Öğünüştür. Mallarda ve evladlarda bir çoğalıştır (üstünlük taslamadır.) (Bu) tıpkı, bitirdiği nebat (dan doîayi) ziraatçıların hoşuna giden bir yağmur gibidir. (Fakat) sonra o (nebatlar) kurur da sen (onları) sararmış - solmuş görürsün. Daha sonra da o(nlar) bir çör - çöp olur. Ahirette çetin azap vardır. Aynı zamanda) A I -I a h'dan mağfiret ve rıza (da) vardır) Dünya hayatından faydalanmak) bir aldanış faydasından başka (bir şey) değildir.»[13]
«(Hal ve keyfiyet bu olunca) hemen R a b b i n i z'den mağgirete ve -genişliği yerle göğün genişliği kadar olan, A I-I s ha ve Peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış bulunan - cennete (ulaşmak) için (koşun) yarış yapıp kazanın. İşte bu, A I I a h ı n fazl(-u kerem)idir.. Ki onu kime dilerse ona verir. Allah büyük fazl(-ü inayet) sahibidir.»[14] diye mektup yazdı.
H z. Ömer (R.A.) Ebû Ubeyde (R.A.) nin bu mektubunu alınca, dışarı çıktı. Müslümanların önünde, bu mektubu okudu ve onlara şöyle hitap etti:
— «Ey Medine ahalisi, işte Ebü Ubeyde size îaf-riz ediyor ve sizi cihada teşvik ediyor.» dedi.
Mektubu okumasından sonra, az bir müddet geçer geçmez, Cenâb-ı Hakkın imaniyeti ile Ebû Ubeyde (R.A.) nin galibiyete ve zafere ulaştığı, kâfirlerin hezimete uğradığı haberi geldi,
Bu müjde üzerine Uz. Ö ma r (R.A.) :
— Allahü Ekber- diye tekbir getirdikten sonra :
— Bazı kimseler «keşke H â I i d olsaydı» diyeceklerdi. Zafer, ancak Alla h (C.C.) in ihsanıdır, buyurdu.
0 Süleyman bize Hane?' den o da İ k r i -m e 'den şöyle rivayet etti:
— Abdullah b. Abbas fR.A.) a: «Müslüman olmayanlar için İslâm Memleketlerinde yeniden kilise ve havra yapmalarına izin ve ruhsat var mıdır?» diye sorulunca O şu cevabı verdi :
— «Araplar tarafından imar edip kurulan ve memleket hükmüne konulan beldelerde, acemlerin kilise ve havra yapmalarına ve orada çan çalmalarına alenen içki satmalarına, domuz bulundurmalarına izin ve ruhsat yoktur.
Acemler tarafından inşa edilerek, memleket haline getirilen ve daha sonra da Cenfib-ı Hakkın yardimiyle araplar tarafından fethedilerek, hükümleri altına sokulan memleketlerde, onlara verilen ahid-namede her ne yazılı ise, ahid şartlarını İbka edip, onlara uymak lazım gelir.» buyurmuştur.
Ey Mü'mînlerin Emîril
C Fesat, habaset, fısk sahibi olanlarla, hırsızlıkta bulunanlardan ve diğer ashab-ı cinayetten yakalanıp hapsedilenlere, ne gibi muamele yapılması gerektiğini, hapishane'de kaldıkları müddetde kendilerine günlük yiyeceklerinin verilip verilmiyece-ği, verilecekse, zekat mallarından mı yoksa başka mallardan mı verilmesi gerektiğini soruyorsunuz. Konunun açıklanmasına ve izahına başlıyorum :
0 Bu gibi hallerde bulunup, malları ve geçim vasıtaları olmayanların günlük yiyecekleri zekât mallarından veya beytü'l mâlden verilmesi, sizin ve sizden sonraki halîfelerin reyine havale edilmiştir. Bunların iaşe ve idareleri, hangi nevî maldan verilirse verilsin caizdir. Lâkin, bana göre herbirinin idaresine kifayet edecek miktarın beytü'l-mâl'den sarfedilmesi daha iyidir. Her biri için, günlük iaşesine yetecek miktardan fazlasını vermek caiz değildir.
0 Müşrik esirlerini hem yedirip içirmek, hemde kendilerine elden geldiği kadar iyilik ve ihsanda bulunmak lazım olduğu halde, Müslümanlardan birisi hataen veya cehaleti sebebiyle hükmü kaza kendisini bir güna'h ameiine sevkederse açlıktan ölünceye kadar nasıl bırakılır.
Ey Mü'minlerin Emîri! Sizden önceki halîfeler mahpuslara katıklı yemek, yazlık ve kışlık elbise verirlerdi. Bunu ilk defa yapan, Irak'da H z. Ali (R.A.), Şam'da Hz. Muâvi-y e (R.A.) dir. Kendilerinden sonra gelen halîfeler de bunlara uydular.
• İsmail b. İ b r â h î m b. el-Muhâcir bana, A b d ü I m e 1 i k b. Umeyr'ın şöyle dediğin haber verdi:
— H z. Al i (R.A.) nin halifeliği zamanında, bir kabilede veya bir cemaatde uygunsuz bir kimse bulununca, onu hapsederdi. Ancak, onun malı varsa malından, maiı olmayıp muhtaç olanlara da beytü'I-mâl-İ müslimînden İnfak ederdi. Ve şöyle buyururdu :
— «Hapsedilerek o kimsenin şerri müslümanlardan uzak , tutulur. Buna mukabil nafakası da müslümanlann hepsine ait olan beytü'l-mâl'den verilir.»
® Şeyhlerimizden bazısı bize, Cafer b. Bİrkan'-ın şöyle dediğini haber verdiler:
— Halîfe Ömer b. A b d ü I a z i z, bize şöyie b; mektup yazdı:
«Ayakta namaz kılmaya muktedir olamıyacak derecede, Hapishanelerinizde adam bırakmayınız.. Katillerden başka, hiç bir kimsenin ayağına demir koymayınız. (Zincire vurmayınız.) Zekat mallarından kendilerini idare edecek kadar yemek ve katık veriniz, Vesselam.»
Ey Mü'minlerin Emici! Bundan dolayı, siz de, mahpus olan-İarı idare edecek şekilde yiyecek-içecek takdir edilmesini, emrediniz. Bunların kıymeti hesap edilerek her ay kaç kuruşa baliğ olursa, bu bedel, para olarak kendilerine verilsin. Zira, kendilerine bu gıda maddelerini aynen vermeniz halinde, hapishanelerde buiunan hademe ve diğer me'murlar, onları kendilerinin almaları, mahpuslara vermemeleri düşünülebilir. Binaenaleyh, hayır ve salahla muttasıf olan bir zatı seçerek, bu işe memur tayin ediniz. Hapishanede olanların isimlerini özel bir deftere kaydederek, ay be ay, bu iaşe bedelini kendilerine versin. Şöyle ki, her ay başında bu memur bir yerde otursun, mezkur deftere bakarak herkesi ismi ile birer birer çağırsın, tayin bedeli olan parayı eli ile mahpusun eline versin. Bu defterde isimleri kayıtlı bulunan mahpuslardan çıkanların ve serbest bırakılanların tayın bedellerini, beytü'l-mâle iade etsin. Bunların herbirine ayda 10 dirhem verilir. Hapishanelerde bulunanların hepsinin, tayına muhtaç olmayacakları aşikârdır. Onlara bir şey verilmesin.
Kış için kendilerine verilecek elbise bir gömlek ile bir yün elbiseden ibarettir. Yazın ise, bir gömlek ile bir izâr'dan (116J ibarettir.
İzâr:
Belden aşağıya mahsus örtü, peştemal.
Muhtaç olan kadın mahpuslara da keza tayın verileceği gibi, kış günlerinde gömlek ve yün elbise ile birlikte bir örtü verilir. Yaz günlerinde de, keza gömlek ile izâr ve örtü verilir. İşte mahpusların nafakası bundan ibarettir.
Halkın kendilerine sadaka vermesi için, 'mahpusları demir zincire vurup, çarşı ve sokaklara çıkartma. Zira, C enâb-ı Hakkın hükmü kazası ile, bir cürüm veya hata işlemiş ve bu sebeple hapsolunmuş bazı müslümanlann, halkın kendilerine sadaka vermesi için, demir zincire vurulmuş olarak hapishaneden dışarı çıkarılması çok büyük bir iştir. Küffâr eline esir düşmüş, müslümanlara kâfirler tarafından bile böyle bir muamelenin yapılmayacağını kuvvetle zannetmekteyim. Hal böyle iken, Müslüman olan suçlu hakkında, Müslümanlar tarafından böyle bir muamele yapılması nasıl lâyık görülür?! Onların, böyle zincirlerle çıkıp sadaka talebinde bulunmaları, açlık zaruretinden dolayı oluyorsa, bu durumda da, belki dilenecekleri şeyleri bile ellerine alamamaları muhtemeldir.
Adem oğlu günahdan beri olamaz. Binaenaleyh, hapishane-dekilerin durumlarını tetkik ettirip, size beyan ve tefsir ettiğim şekilde nafaka ve tayınlarının verilmesini emir ve irade buyurmanız lâzım gelir.
Mahpuslardan birisi, kendisi İle ilgilenecek bir velîsi ve akrabası olmadan vefat ederse, müslümanlann beytü'I-mâl'inden tec-hiz ve tekfin edilip, namazı kılındıktan sonra defnedilir. Zira, sika kimselerden işittiğime göre «hapishanede garib ve kimsesiz olanlardan bazıları öldüğü zaman defnedilmesi keyfiyeti, validen izin alınıp, teçhiz ve tekfin için mahpuslardan sadaka toplanın-caya kadar, bir veya iki gün kaldıkları variddir. Hatta çoğu yıkanmadan, kefenlenmeden ve namazı kılınmadan defnediliyormuş», İslâm dininde ve Müslümanlar içinde bunun gibi hallerin vuku bulması ne kadar çirkin bir İştirl Bu gibi utanç verici işlerin İs-lâmda yeri yoktur.
Şer'î hadlerin ayakta tutulmasına ve titizlikle tatbikine emir buyurmuş olsaydınız, hapishanedekilerin sayisi azalırdı. Ve fisk ve fesat sahipleri bu cezaların korkusundan, bu maraz i hallerini terkederlerdi. Çünkü :Hapishanedekilerin çoğalması, cezaî mes'-eleler üzerinde hassasiyetle durulmamasından neş'et eder. Buralara hapishane derler! Nahiye değildir ki içinde çok insan bulunsun!...
Şehirlerde bulunan valilere, her gün hapishanedeklerin işlerini gözetmelerini emret! Mezkur hapishanelerde te'dip edilecekleri te'dip[15] etsinler ve bıraksınlar. Suçsuz, günahsız olanları tahliye etsinler. Te'dip işinde aşırı davranmasmlar. Yani, caiz olmayacak derecede bir işlem yapmamaları için kendilerine emir ve terrbihet bulun kî, duyduğuma göer sadece zan ve töhmet üzerine adam dövülmekte ve on-lara 200 veya 300 veyahut daha fazla veya daha az darp olunmakta [deynek veya kırbaçla vurulmakta) imiş. Bu ise asla caiz değildir. Çünkü, mü'min olan kimsenin vücudunun, -fücur, kazf, sekr'den veyahut ta'zirden dolayı vacip olan darbdan başka- her cihetle korunması v&-himaye edilmesi lazımdır. Sayılan fiillerin dışında kalan hiç bir ıdurumda, darb caiz değilken, vali ve memurlarınız darbetmekte imişler.
Halbuki, f ahr-i Âlem (SAV.) Efendimiz, ehl-î kıbîeniıt dövülmesini yasaklamıştır. Nitekim Hz. E b û Bekr-i Sıddîk (R.A.) Efendimiz, Fahr-i Âlem (S.A.V.) E f e n d i m î z i n «ehl-i kıblenin darbından nehiy buyurduğunu» rivayet etmiştir.
En doğrusunu Allah bilir amma, bizce bu hadîs-i şerifin manayı munîfi şudur: Darbı icabettiren 'had üzerine vacip olmaksızın, ehl-İ kıblenin dövülmesini yasak buyurmuşlardır. Valilerinizin ve memurlarınızın darb etmesi ise, hüküm ve had haricinde bir şeydir. Küçük veya büyük cinayet işleyenlerin bile bu şekilde dövülmeleri [azım gelmez.
Her hangi bîr kimse kısas, had veya ta'zîr icap ettirecek bir fiilde bulunmuş olursa, o fi'ili için vacip olan ceza her ne İse, üzerine ikame ve icra olunması lazımdır.
Bunun için, bir kimsenin, diğer bir kimseyi kısası gerektirecek şekilde yaraladığı, serî ölçülerle sabit olursa, yaralanan kimse de affetmezse, kısas yapılır. Kısas mümkün olmayacak şekilde yaralarsa, yaralayan üzerine, o yaralının diyetini ödemesi hükmolunur, sonra da cezalandırılıp, tevbekâr oluncaya kadar hapsedilir ve sonra tahliye edilip serbest bırakılır.
Keza, bir kimse el kesmeyi icap ettirecek derecede hırsızlık fiilinde bulunursa, eli kesilir. Zira, hadlerin ikamesinde ecr-ü sevab olduğu gibi, ha'kkın da İslahına sebep olur.
Hasan b. Umar e' nin bana C e r î r b. Yezîd'den, onunda Ebû Zür'a b. Amr b. Ce-r î r ' den nakledip haber verdiğine göre :
Ebu Hureyre (R.A.) Peygamber (S.A.V.) E f e n d İm izin şöyle buyurduğunu işittim demiştir:
— «Yer yüzünden bir şer'î haddin icrası, ehl-i arz hakkında 30 gün yağmur yağmasından daha hayırlıdır.»
İmâm-i Müslimîn olan zat için, hudud-ullah'da bir kimseyi gözetip itibar ederse veya bir kimseye had lazım geldiği halde şefaat ederek, o 'haddi kaldırmak ve izale etmek İsterse, bu caiz değildir. 'Hiç bir kimsenin levm ve itabından korkmamalıdır.
Meğer ki, bu hadde şübhe bulunsun, yani, bir hadde şübhe bulunursa haddi def eyler, ortadan kaldırır. Zira, bu babda As-hab-i güzinden ve geçmiş tabiînden pek çok âsâr[16] varid olmuştur. Fııkahâ da buyururlar ki: Gücünüzün yettiği derecede, şübhelerle haddi kaldırınız ki, afte hata eylemek, ukubet ve mücazatde hata eylemekten hayırlıdır.»
Üzerine had vacip olmayan kimselere, had icra etmek caiz olmadığı gibi, haddi icabettiren kimseden şübhe olmadan, o haddi iptal etmek de, caiz değildir.
Bir had, sabit olduktan ve vacip olduktan sonra, İmâm-ı Müs-limînden şefaat dilemek hiç bir müslüman için caiz değildir. Lâkin, keyfiyet İmâm-ı Müslimîn'e arz edilmeden önce, bu haddin kaldırılması için, şefaat dilemeye, fakih imamlar cevaz vermiş lerdir. Ancak-, keyfiyet halîfeye arzedildikten sonra, şefaatten kaçınılması ve sakınılması lüzumunda bildiğimize göre fukaha ihtilaf etmemiştir. En doğru ve en iyi bilen Allah' tır.
© H i ş â m b. U r v e 'nin bize haber verdiğine göre, e I - F e r â f i s a t ü ' I ?'H a n e f î şöyle dedi:
— Bazı kimseler bir hırsız yakalayıp götürürlerken Z ü-beyr (RA)'e rastladılar. Hz. Z ü b e y r (HA.) hırsıza şefaat etti. Ona :
— Hadde şefaatmı ediyorsun? demeleri üzerine, O :
— «Evet, İmânı-ı Müslîmîn'in huzuruna çıkarılmadan önce şefaat ederim. Lâkin İmâmın huzuruna çakınldıktan sonra, İmâm kendisini affederse, Cenâb-ı Hak, Onu affetsin.» buyurdu.
A'meş bize İbrahim N e h â î' nin şöyie dediğini rivayet etti :
— Fâkih imamlar, «mümkün olduğu kadar hadleri, Alla h i n kullarından kaldırınız» derlerdi.
® Hatta, Fukâha'dan her biri 'her hal-u kârda hadlerde şe« fâati gayr-i caiz görerek, ondan çekinirler ve sakınırlardi. Bu bab-da Hz. Abdullah b. Ömer (R.AJ'in:
— «Her kimin şefaati, hudud-u ilâhîye'den bir hadde mani olursa, Cenâb-ı Hakkın muhlukati üzerindeki ahkama mümanaat etmiş olur.» kevline istinad edip, onunla istidlal ederlerdi.
0 Muhammed b. Ishâk bana, M u h a m -med b. Talha 'dan o da babasından o da A İ ş e binti Mes'ud Bedri' den, o da babası M e s ' u d (R.AJdan rivayet edip, dediki :
— Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin hâne-i saadetlerinden «kadife» denilen bir havlu, veya halı seccade çalan Kureyşli bir kadının elini kesmeye R a s û I u I I a h (S.A.V.) in kararlı oldukları halk arasında söyleniyordu. Herkesin bu kesme keyfiyetini gözünde büyüttüğünü gördüğümüzde, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelerek :
— «Biz o kadın için 40 okiyye fidye veririz.» dedifc. Bunun üzerine ;
— «Sonra anlaşılır.» buyurdular. Sözünde gördüğümüz yumuşaklıktan, teklifimizi kabul buyuracakları zanniyle, H z. Ü s â m e [R.AJ ye varıp, R a S û I a II a :h (S.A.VJ a bu hususta ricada bulunmasını istedik. O da, R a s û I u I I a h (S.AV.)'a varıp, bu hususta şefaat talep etti.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, derhal bir hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu :
— «Allahın kullarından bîr kadın hakkında vaki olan, hudud-u ilâhî'den bir haddîn, icra edilmemesi için bana niçin sözünüzü çoğaltıyorsunuz? (niçin ısrar ediyorsunuz?) Ruhum yed-i kudretinde olan Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, bu kadının işlediği hırsızlık fiilini faraza, Fâtıma binti Muhammed işlemiş olsaydı, Muhammed Onun da elini keserdi.» buyurduktan sonra !H z. Ü s â m e (R.A.) ye hitap edip :
— Ya Üsâme, hadde şefaat etme! buyurdular.
# M a n s û r bize I b r â h î m ' den H z. Ömer (R.A.) İn şöyle buyurduğunu rivayet etti :
— Şüpheli hallerde haddi tatbik etmemem, onları yerine getirmemden bana daha hoş gelir.
$ Yezîd b. Ebî Ziyâd bana ez-Zûhrî'-den, o da U r v e ' den H z. Â i ş e (R.A.) nin şöyle buyurduğunu rivayet etti:
— «Her imkanı kullanarak, hadleri müslümanlardan kaldırmanız mümkünse, kaldırınız. Müslümanlardan bir cürümle itham edilen bir kimseyi hadd-i ta'zîr'den kurtaracak çare bulduğunuz zaman hemen serbest bırakınız. Zira, imâmın affetmede hatası, cezanın infazında hatasından daha hayırlıdır.»
9 Hasan b. A b d ü I m e I i k b. M e y s e r e bize Nezzâl b. Sebr e1 nin şöyle dediğini haber verdi :
— H z. Ömer (R.A.),in rnaiyyetinde, Hicaz mevkilerin-den Mina'da iken, bir merkebe binmiş olduğu halde, ağlayarak, büyük bir kalabalık içinde, şişmanca bir kadın gelmekte idi. Herkes kendisine «zina ettin» diyordu. Kadın, H z. Ömer (RA)'ın huzuruna vasil olunca, kendisine hitaben :
— Ne yaptın? Bazı kere kadından İkrah edilir, -diyerek kadından keyfiyeti sorunca, O şu cevabı verdi :
— Ben ağırbaşlı bir kadınım, Cenâb-ı Ha beni geceleyin teheccüd namazı kılmaya muvaffak buyurmuştur. Bir gece, namazımı kılıp uykuya daldım. Birden uyandım ve üzerime bir adamın bindiğini gördüm. Hemen o adam savuşup gitti. Arkasından baktım İse de kim olduğunu bilemedim.» diye durumu anlattı. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) :
— «Bu bîçare kadın, eğer recmolunmuş olsaydı, C e-nâb-ı Hakkın ukubetinden Ebö Kubeys ve Ahmer Dağlarına eteş yağmasından korkulurdu.» buyurdu ve derhal şehirlerde bulunan bütün valilere «bunun gibi bîr zinada had lazsm gelmeyeceğinden, adam öldürmekten kaçınınız.» diye emir-name yazmıştır.
© İmâm M u ğ i re bize, İmâm A tâ ' nın şöyle dediğini rivayet etti :
— Cuma namazmı kıldırmak, zekat toplamak, hadleri ikame etmek, İmâm-ı Müslimîn olan zata bağlıdır. Ömer b. A fodula z i z buyurur ki : «Sultan olan kimse, bir kimsenin kardeşini veya pederini katletse bile, dine karşı gelen kimselerin velisi addolunur.»
@ Bir kimse kati töhmeti ile, İmâm-ı IVIüslimîn'in huzuruna getirilince, itham edilen kişi, bir erkeği veya bir kadını amden katlettiği zahir ve meşhur olursa ve bu kalt fiilinin amden kendisinden sudur ettiğine delil kâim olursa, İmâm-ı Müslimîn bu delilleri sorup inceler. Tezkiye veya içlerinden iki erkek tezkiye ettikten sonra, o katili, maktulün velisine teslim eder. Onlar da dilerse affederler dilerse katlederler.
Keza, katil olan kimse, beyyineye hacet kalmadan, kati fiilinin kendisinden sudur ettiğini baskı altında olmadan, ikrar ederse, yine katil, maktulün velisine teslim olunur. Dilerse katleder, dilerse affeder.
© Bir kimse demir bir aletle amden bir kimsenin elini mafsalından kesmiş veyahut sağ veya sol elinin bir parmağını, veyahut birisinin ayağını mafsalından, veya ayak parmaklarından birisini, veyahut parmaklarından bir veya iki boğumunu kesmiş olması töhmeti ile hakim huzuruna getirilip bu töhmet delil veya ikrar ile sabit olursa kısas lazım gelir.
Keza, bir kimse, diğer bir kimsenin, kulağını veya kulağının bir kısmını kesse veyahut burnunu kesse, kısas lazım gelir.
Keza, dişleri kırılsa veyahud dişin bir kısmı kırılsa veya ko-parılsa kısas lazım gelir. Büyük ve doğru olan dişlerin, birisi kinisa, kısas lazım gelirse de, doğru dişlerden olmayan bir diş kı-nlıpta bir parçası yerinde kalırsa ona sadece diyet lâzım gelir.
Eğer el, kolla beraber, dirsek mafsalından kesilir veyahut ayak bacakla beraber diz kapağından kesilirse ona kısas lazım gelir.
Bir kimse amden, başka bir kimsenin gözüne vurur ve bu vuruşun tesiri ile göz yerinden çıkarsa yine kısas vardır.
Keza, kısas yapma imkânı bulunan bir şekilde her hangi bir insan yaralanırsa, kısas yapılır. Kısas mümkün olmayan yaralarda ise diyet lazım gelir.
Keza, bacak, kol, uyluk gibi kemiklerin bulunduğu yerlere veyahut kaburga kemikleri üzerine vurarak incitip, yara hasıl olsa, veyahut kaburga kemikleri kırılsa hudud tayin edilmesi mümkün olmadığından, kısas lazım gelmez. Bunlara diyet lazım gelir. Kısas, ancak mafsallarda cari olur. Başta açılan yaralardan, yalnız fakıh ıstılahında, Mevziha denilen, açık yarada kısas olup, bundan başkasında, gerek bundan aşağı, gerek yukarı bulunsun, amden olsa bile yine kısas olmayıp, diyet vardır.
Her hangi bir kimse, başka bir kimseyi, amden yaralar, yaralanan, kimse de, bu yara sebebiyle yatağa düşer ve bu yaradan iyileşmeden ölürse, yaralayan kisasen katledilir.
Hatâen vâki olan kstle gelince, bu kati işinin hatâen vuku' bulduğuna beyyine ikâme olunur, bu şahitlerin hepsi veya onlardan ikisi tezkiye sonunda adil ve şahitliklerinin makbul olduğu tahakkuk ederse, bu katilin âkilesine [akrabalarına), üç senede verilmek üzere, yani her yıl sülüsü (üçte biri) eda edilmek üzere, diyet hükmolunur. Lâkin, sulhen veyahud amden veyahud katilin ikrar ve itirafı sebebiyle lazım gelen diyet akileye lazım gelmez.
0 Katl'de muteber olan diyet 100 deve, veyahut 1000 dinar, veyahut 10.000 dirhem veyahud 2000 koyun veyahud 200 inek, veyahud 200 kat elbisedir. Beher kat bir izar ile bir rida olmak üzere iki elbiseden ibarettir. Her bir inek ve beher kat elbisenin kıymeti ellişer dirhem, beher koyunun kıymeti beşer dirhem, itibar olunur. F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz İle Ashâb-ı Güzin'den bu şekilde rivayet edilmiştir.
@ Nitekim, Muhammed. b. Ishak merfû'an A t â ' dan rivayet eder ki :
— Rasûl-ü Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, insanlar üzerine, her çeşit mallarından diyet vaz' buyurarak, deve sahiplerine 100 deve, koyun sahiplerine 2000 koyun, sığır sahiplerine 2G0 inek ve elbise sahiplerine 200 kat elbise takdir buyurmuşlardır.
© İbn-İ Ebî Leylâ bize Ş â ' b î' den U b e y -detü's-Seimâ nî'nin şöyle dediğini rivayet etti:
— H z. Ömer (R.A.) diyetleri, altın sahiplerine, 1000 dinar, gümüş sahiplerine, 10.000 dirhem, deve sahiplerine, 100 deve, sığır sahiplerine 200 înek, koyun sahiplerine 2000 koyun ve elbise imâl veya ticareti ile uğraşanlara 200 takım elbise vaz' buyurdular.
© Esas bize İmâm Hasan' dön şöyle rivayet etti :
— H z. Ömer (RA) İle H z. Osman (R.A.), diyete kıymet takdir ederek, diyete mahkum olan kimseleri muhayyer bıraktılar. Dilerse aynen 100 deve, dilerse bedelen kıymetini öder.
© Irak'ta, kendilerine yetiştiğim ulemânın kavli de budur. Medine âlimlerinin kavline göre, diyetler 12.000 dirhem gümüştür. Diyet için verilecek devenin kaçar yaşında olmasında, as-hâb-ı güzin (R.A.E.) arasında İhtilaf vaki olup, Abdullah b. M e s'u d (RA), Fahr-i Kâinat (SAV.) Efendimizden rivayet eder ki hataen vâkî olan katlin diyeti ah-mas (beşte birler) dir.»
© Bu hadîs-i şerîf, bu şekil üzere, bana müteselsilen, vasıta ile Abdullah b. M e s'u d (RA)dan rivayet olunmuştur. M a n s u r , vasıtasız olarak, Ebû Hanîfe ise H a m m a d vasıtasiyle İbrahim Nehaî' den O da Hz, Abdullah b. Mes'ud (RA) dan, H z. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin:
— «Hataen vaki olan katilde ahmas lazım gelir. Şöyle W, (100 beşe bölünür, çıkan 20 sayısı 100 ün beşte biridir.) 100 devenin 20 si 3 yaşında, dişi 20 si 4 yaşında 20 si 5 yaşında ve 20 si 3 yaşında erkek ve 20 si de 2 yaşında dişi davedir.» buyurduğunu rivayet etmişlerdir.
@ Hz, Ömer (R.A.) de bu şekilde buyurmuşlardır. Nitekim İmâm Ebû Hanîfe, bilvasıta H z. Ömer (R A) den :
«Hataen katlin diyetinin, ahmâs (beşte birler) olduğunu» rivayet eyler.
Lakin, H z. Al i (R.A.) buyururdu ki :
Hataen katilde diyet erbağ (dörtet birler)dır. Yani dört neviden alınır. 100 devenin 25 4 yaşında, 25>i 5 yaşında, 25 i 3 yaşında dişi ve 25 tanesi de 2 yaşında dişi devedir.
H z. O s m an ile H z, Z e y d b. Sabit (R.A.}:
— «Hataen vaki oîan katlin diyetin'de, 30 tane 5 yaşında dişi deve, 30 tane 3 yaşında dişi deve, 20 tane 3 yaşında erkek deve ve 30 tane 2 yaşında dişi deve lazım geür.» derlerdi,
O Sa'id b. Müseyyeb' den bilvasıta Ş u' b © bana bu şekilde rivayet eylemiştir.
© Kasıt şüphesi olan diyette, verilecek develerin kaçar yaşında almasının lazım geldiğinde sshab-i kîrâm (R.A.E.} arasında ihtilaf etmişlerdir.
H z. Ömer (RA) buyurur ki:
— «Kasıt şüphesinde 30 tane 5 yaşında dişi deve, 30 tana 4 yaşında dişi deve ve hepsi geh& olmak üzere 2 ila 9 yaşları arasında 40 devedir.»
Hz. Ali (R.A.) :
— Kasıt şüphesinde alınacak cian diyet, 33 tane 4 yaşında dişi deve, 33 tane 5 yaşında dişi deve ile keza hepsi gebe olmak üzere 2 İlâ 9 yaşlan arasındagi develerdir.» buyurmuşlardır.
H z. Abdullah b. Mes'ud (R.A.)da: «Kasıt şüphesinde 25 adet 5 yaşında dişi deve, 25 adet 4 yaşında dişi deve, 25 adet 3 yaşında dişi deve ve 25 adet 2 yaşında dişi deve yani 4 neviden alınır.» buyurdular.
H z. Osman (R.A.) ile Ze'yd b. Sabit (R.A.): «Diyet-i mugaiaza budur. Bunda 40 cezea, 30 hıkka, 30 bint-i lebim vardır.» buyurmuşlardır.
H z. Ebû Musa e I-Eş'ar T ile Mugîre b, Ş u ' b e (R.A.) H z. Ömer (R.A.) in kavli gibi :
— «30 hıkka, 30 cezea ile o yılda gebe olmak ve 2 yaşından 9 yaşına kadar olan deve kabul olunmak üzere 40 devedir.» buyurdular.
© İşte, gerek hataen, gerek kasıt şüphesi ile vakî olan katillerde, diyet olarak alınacak develerin yaşları hakkındaki fu-kaha kavillerinin asılları budur. A I I a h ı n izni ile, zikri geçen kavillerden birisinin ihtiyar ve intihabında zorluk çekmeyeceğinizi, Ce n âb -1 Hak' dan ümid ederim.
Hataen kati ise, bir kişi bir şeyi isteyip, murad edip o şekilde hareket etmesi fakat isabetin ve zararın istediği kimseden başkasına olmasıdır. İbrahim N e h iî' den şöyle rivayet edilmiştir:
Hataen vaki olan kati, bir insana katdetmeksizin isabet etmekten ibarettir. Bu katlin diyeti akile üzerinedir.»
# Kasıt şüphesi olan .kati hadisesine gelince : İmâm Hasan'ın, merfû'an rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— «Kırbaç ve değnekle meydana gelen ölüm, kasıt şüphesi olan ölümdür.» buyurmuşlardır,
# İ m â m Ebû Ha n î f e ' nin H a m m â d vasıtası ile İbrahim N e h a î' den rivayet ettiğine göre :
— «Bsr kimsenin müîeammiden fakat demir alet ve silah kuHanmadan işlediği öldürme fiili, kasıt şüphesi olan katl'dir. Bunda katilin akilesine diyet gerekir.»
# İmâm Ş a ' b î» Hakem b. U t e y b e ve H a m m a d ' dan Ş e y b â n î' nin bana rivayetine göre,
— «Bu zatlar taş ve değnek veya kü-baç isabet etmesinden vuku bulan ölüm, kasıt şüpbhesi olan kati olup, onda diyet-i mugaîlaza vardır.» dediler.
# Yarinin hafif derecesi, yani fıkıh ıstılahında, dâmiye tabir olunan yara -ki yalnız kan çıkan yara demektir.- Bu yarada hükümet-i adi lazım gelir. Hükümet-i adl'ın fıkıh kitaplarında yazılı olan manası İse, bir köle veya cariyenin bu yara ile yaralandığı halde kıymeti kaç kuruş ve yaralanmadan önceki kıymeti kaç kuruş değer ise, bu iki durumun arasındaki fark ne kadarsa, yaralanan kimse hür olduğu takdirde, diyetinin o miktar kadarına hükümet-i adi denir. Yaralanan kimse köle olduğu takdirde kıymetinden keza, o nisbetteki miktara hükümet-i adi denir.
Mubadaa, yani kemik üzerinden eti kaldıran yaradır ki da-miyeden fazla olan bu yarada hükümet-i adl'den fazla diyet lazım gelir. ^__-
Badia'nın mafevkinde olan yara, yani eti kesilip kemiği kesilmeyen yarada da keza hükümet-i adl'den daha fazla miktarda diyet lazım gelir.
Baş üzerindeki eti kesip, kafa kemiği üzerindeki ince deriye ulaşan yarada da keza önceki yaranın hükümetinden daha fazla lazım gelir.
Eti kesilip kemiği açığa çıkan ve mudiha tabir olunan yarada 5 adet deve veyahud 50 Odirihem lazım gelir. Mudiha'mn diyetinden aşağı olan diğer yaraların diyetinin âkile tarafından ödenmesi gerekmez, yaralayan kimsenin malından ödenir. Mudiha ve ondan daha ağır olan yaraların diyeti aküeden alınır.
Hâşime tabir olunan yeralar -ki bunlar kemiğin de kırıldığı yaralardır- 10 deve veyahut 1000 dirhem lazım gelir.
Munakkile tabir olunan yarada-ki bu yara, kemik kırıldıktan başka, yerinden de oynayıp çıkaran yaradır- öşür ve nıfs öşür
112 13
f------ + ------- — ------ +--------- ------ = % 15) yani 15 deve
20
10 20 20 20
veya 1500 dirhem lazım gelir.
Âmme tabir olunan yarada -ki dimağın üzerinde bulunan zar 'gibi olan deriye ulaşan yaradır- sülüs diyet lâzım geiirse de bu yaranın dimağa ulaşması sebebiyle akıl zail olduğu takdirde, tam diyet lazım gelir. Bu yaradan dolayı şuur kaybolupta akıl kay-balmazsa, keza, yine tam diyet lazım gelir. Bu yaraların hafif diyeti buna dahildir. Bunların hiç birinde kısas lazım gelmez. Hatta vuran kimse, taammüden vurmuş oİsa bile, mudiha olan yaradan başkasında kısas lazım gelmez. Zira, mezkur yaralardan kısas mümkün olmaz. Yalnız, mudihada kısas mümkün olduğu veçhile onda kısas vardır.
® Haccâc'ın bize A t â ' dan rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (R.A.) şöyle buyurmuştur:
«Biz, kemik hakkında kısas ettirmeyiz.»
® M ug î r e'nin bize rivayetine göre İbrahim N e h â î şöyle buyurmuştur :
— Âmme, munakkile ve câîfe[17] tabir olunan yaralarda kısas yoktur. Bu yaralamalar amden vuku bulmuş olsa bile, yaralayan kimsenin malından diyet gerekir.» H z. Ali (R.A.) den deF bunun gibi bir kavi, bize rivayet olunmuştur.
Beş parmağı bulunan avuç için nısf diyet gerekir.
Parmaklarda da nrsf {yarım) diyet lâzım geldiği gibi her bir parmak içinse öşür diyet (diyet-i kâmiienin onda biri) lazım gelir.
Parmaklarda her boğum için, bir parmak diyetinin sülüsü (1/3) = üçte biri), iki boğumlu olan baş parmakta ise, parmak 1 diyetinin nısfı (------= yarı) diyeti vardır. Keza ayak parmakla-
2 rında da hüküm bu minval üzeredir.
İki gözde tam diyet ve her bir gözde nısf diyet vardır. Kirpikler için de tam diyet vardır. Her kaş için de rubu' (dörtte bir) diyet lazım gelir. Kaşlarda kıi bitmeyecek derecede olan yara için tam diyet, her bir kaş içinse yarım diyet lazım gelir.
Her bir kulakta yarım diyet lazım gelirse de kulakta meydana getirilen noksanlıkta, diyet de bu noksanlık miktarınca lazım gelir.
Vurma dolayrsiyle, işitme hissi kayboluması, halinde de tam diyet lazım gelir.
Burun kesildiği takdirde de, tam diyet lazım gelir. Burnun aşağı kısmında olan yumuşak yerin kesilmesinde de, tam diyet vardır.
Koku alamıyacak derecede, koklama duygusunun kaybolmasında da, keza, tam diyet lazım gelir.
İki dudakta tam diyet lazım geldiği gibi, her bir dudakta da nısf (yarım) diyet lazım gelir.
Konuşmaya mani olacak derecede dil yaralanıp, kesilirse tam diyet lazım gelirse de dilden bir parçasının kesilmesi halinde, kesilen miktar üzerine, diyet hesap edilerek, -o şekilde- lazım gelir.
Zekerin haşefe'si kasten kesildiği takdirde kısas lazım gelir, B'j fiil hataen vuku' bulmuş olursa, o takdirde de, tam diyet lazım gelir. Hayalarda da, tarn diyet lazım gelirse de, önce zeker kesilip sonra iki haya kesilirse, iki diyet lazım gelir. Önce haya kesilip, ondan sonra zeker kesilirse iki haya için yalnız bir diyet lazım gelip, zekerde hükümet-i adi lazım gelir. İkisi birden aynı taraftan kesilmesi halinde 'İki diyet lazım gelir.
Erkeğin memesinde, hükümet-i adi lazım gelirse de, kadının memesi ile meme uçlarında nısf (yarım) diyet vardır. Kadının iki memesinde tam diyet vardır.
El, dirsekten kesildiği takdirde, İmâm-ı Âzam Ebû H a n î f e Hazretlerinin kavlince nısf diyet ile hükümet-i adi var ise de, İ b n i E b î Leylâ' nın içtihadına muvafık olarak benim kavlime göre yalnız nısf diyet vardır.
1 1 1
Dişlerin her birinde diyetin nısf-ı öşrü (—~-x------= ——
10 2 20
= %5) vardır. Diyet hususunda dişlerin hepsi müsavidir. Dişin bir miktarı kırılırsa, o hesap üzerine kırılan miktar hesabınca diyet lazım gelir. Vurulan darbenin tesiri ile dişte siyahlık veya kırmızılık veyahud yeşillik arız olduğu takdirde, tam diyet lazım gelir. Yalnız sarılık arız olursa, o zaman hükümet-i adi lazım gelir.
Zira' (kol, ki insanın dirseğinin ucundan, orta parmağının ucuna kadar olan yer, uzunluk öiçüsü birimi o I arakta kullanılır.) kırılırsa, hükümet-i adi lazım gelir. Keza, pazu (yani dirsekle omuz başındaki kürek kemiğine kadar olan yer) veyahut baldır veyahut uyluk veyahut boyun halka kemiklerinden biri veya kaburgalardan bir kemik kırılırsa bunların hepsinde, her biri için kendi miktarınoa hükümet-i ad! vardır.
İnsanın bel kemiği, vurmanın tesiri Me kamburiaşırsa diyet lazım gelir. Keza, belkemiğine vurulmasından, cinsi temasa iktidar kaybedürnişse yine diyet lazım gelir.
Vurulan darbeden dolayı, sakal bitmezse diyet lazımdır. Keza, aynı sebeble bıyıklar çıkmazsa, yine diyet lazım- geldiği gibi, baştaki saç da çıkmazsa yine diyet vardır.
İnsanın içine işleyen ve caife tabir olunan yarada sü!us - = üçte bir) diyet vardır. Bu yara, vücudun bir tarafından vurulup, diğer tarafından delinmiş ise, iki sülüs (------= üçte
3 iki) diyet lazım gelir.
Çolak elin, topal ayağın, şaşı gözün, siyah dişin, sağır kulağın, shras kimsenin dilinin ve tenasül uzvu çıkmayan kimsenin bu uzvunun diyeti, kesilme, kırılma ve yaralanma durumlarına göre ve her birinin miktarınca hükümet-i adi lazım gelir.
Kalçalar için de tam diyet vardır.
Küçük çocuğun süt dişlerinde hükümet-i adi lâzım gelirse de, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe:
— «'Mezkur diş daha sonra eskisi gibi çıkarsa bîrş'ey lazım gelmez.» derdi.
Fazla olan parmağın kesilmesi halinde hükümet-i adi lazım gelir.
Kadının fecrinin yırtılması halinde, büyük ve küçük abdesti-ni tutarsa, caife yarası gibi sülüs (1/3 = üçte bir) diyet lazım gelirse de bu İkisini veya birisini tutamazsa, tam diyet lazım gelir.
Buraya kadar zikredilen ahkâm, hür olanlar hakkında muteber olan diyet olduğu gibi, kölede muteber olan da kıymettir.
Keza, hür olan kimesede nısf diyet lazım gelen hallerde, köle için nısf diyetin kıymeti lazım -gelir. Yaralarda bu hesap üzeredir.
Kadın ile erkek arasında, ancak ölümde hisas vardır, başkasında kısas yoktur. Binaenaleyh, bir erkek, bir kadını öldürmüş olsa, o da kısasen öldürüleceği gibi, bilakis bir kadın bir erkeği öldürürse, o kadın da kısasen öldürülür.
Ölümden başka, meydana gelmiş olan yaralanmalarda kadın-erkek arasında kısas lazım gelmez, diyet lazım gelir. Hatta, bir erkek, bir kadının elini veya ayağını veyahud da parmaklarından birini kesmiş veya tnudlha olarak kendisini yaralamış olsa ve bu fiilleri de amden işlemiş bulunsa veya bütün bu fiilleri bir kadın bir erkeğe karşı işlemiş bulunsa kısas lazım gelmez. Bu durumda, bütün bu fiillerde diyet lazım gelir. Ancak ölümde kısas vardır.
Kadınların yaralama diyetleri erkeklerin yaralama diyetlerinin yarısıdır. Zira diyetleri erkek diyeterinin yansıdır. Meselâ, bir erkek bir kadının elini kesse, elin yarı diyeti lazım gelir. Elin diyeti de 5000 dirhem gümüş veya 50 deve olduğuna göre 2500 dirhem gümüş veya 25 deve diyet lazım gelir.
© İbm-Î Ebî Leylâ, İmâm Şa'bî' den H z. A I i (R.A.) m şöyle buyurduğunu rivayet ediyor :
— Kadın hakkında, hataen vâki olan cinayette, gerek cüzi xolsun gerek külü bulunsun lazım gelen diyet erkeğin yan diyetidir.» buyurdular.
Keza, hürlerle kölelerin arasında -ölüm halinden başka- cinayetlerde kısas yoktur.
Lakin, hür olan bir 'kimse, köle olan bir kimseyi demir bir aletle amden katletmiş olsa, yahut bilakis bir köle, hür olan bir kimseyi kasden katlederse, aralarında kısas hükmü carî olur. Yani ölüm durumunda hür olan bir kimse ile köle arasında fark yoktur.
Lakin, hür olan bir adam bir kölenin elini veya ayağını veya parmağını kasten veya hataen kesse veyahut gözlerinin ikisini veya birini çıkarmış olsa, veyahut, iki kulağını veya bir kulağını kesse, hepsinde de diyet lazım gelir. Yani, vaki olan cinayet sebebiyle kölenin kıymetinden ne miktar noksanlaşmış olursa, nok-sanlaşan miktar efendisine verilmek üzere, canî olan kimse üzerine hükm olunur.
Hür olan bir kimse, bir köleyi hataen katletmiş olsa, bu kölenin kıymeti, her neye baliğ olursa katilden alınarak efendisine verilir, Imâm-i Âzam Ebû Hanîfe'nln kavlince, gerçi kıymetini ödemek lâzım gelirse de, bu kıymet, hür kimsenin diyetine baliğ olamamakla mukayyeddir.
0 S a î d ' in bize K a t â d e' vasıtası ile S a T d b. Müseyyeb ve İ m â m H a s a n 'dan rivayetine göre bunlar:
— «Hür olan kimse, hataen bir köleyi katlettiği zaman, öldürdüğü günde öldürülen köjenin kıymeti her ne miktara ulaşırsa, katilden alınması lazım gelir.» demişlerdir.
Bir kişi, diğer bir kişiyi, bir veya iki yerinden hataen yaralarsa, yaranın birisi iyileşip, diğer yaranın tesiri ile ölse, beyan ettiğimiz gibi, yaralayanın akilesine diyet-i nefs lazım geiir. İyileşen yara için ayrıca diyet gerekmez.
İmâm Ebû Hanlfe buyuruyordu ki:
— «İyileşen yara, kısas mümkün olan yerde ise, İmâm-i Müslimîn olan zat muhayyerdir. Dilerse, katlin dûnunda oian yaranın kısası ile beraber, ölümüne sebep olan yara için yaralayanı katleder. Dilerse, ölüme sebep olan yaranın kısasını tatbik edip, ölüme sebep olmayan yaranın kısasını affeder.
Zikri geçen mes'elede, yaranın biri hataen ve diğeri de kas-den vakî olsa, yaralı da bu iki yaranın tesiri ile ölse, yaralayanın akilesine nısf (yarım) diyet, kendi malından da diyetin diğer yansı lazım gelir, Hataen vakî o!an yaradan dolayı ölür, kasden vakî olan yara İyileşmiş olursa, hataen ölümün diyeti tamamen akilesine lazım gelir. Kasden vakî olan yaralama İle ölürse kısas lazım gelir. Kasden olan yaradan ölür, hataen olan yaradan iyi-leşirse, her ne kadar hataen vakî olan yaranın diyeti âkile üzerine olsa bile, yine nefsde olan cinayetten dolayı ölümde kısas olunur. Hataen olan yaradan ölüp, kasden olan yaradan iyileşmiş olsa, eğer bu yara kısas mümkün olmayan yaralardan ise, yalnız âkile üzerine bir diyet lazım gelir. Amden olan yaranın diyeti ise, birinden vefat edip diğerinden kurtulan, hataen ve amden vuku' bulan iki yara menzilesinde olarak batıl olur.
9 Bir kimse, diğer bir kimsenin elini, demir bîr alet ile, kasden kestikten sonra, yara iyileşmiş olsa, eli kesen kimsenin e'' de, İmam-i MüsHmtn'in emriyle kesilmiş olsa ve bu eli kesilen kimse, bu yaradan dolayı Ölmüş olsa, bu konuda Âzam Ebû Hanîfe buyuruyordu ki :
— «Kısas yaptırılmasını isteyenin âkilesine, hakkında kısas yapılarak ölenin diyeti lazım gelir.» İbn-i Ebt Leylâ da, buna yakın bir re'yde bulunmuş ise de, bu hususta, bence kısas yaptırılmasın! isteyen kimseye bir şey lazım gelmez. Zira, bu babda buna delalet eden, âsâr varid olmuştur. Ayrıca, kısas isteyen kimse, kısas sonucu ölmüş olan kimseden hakkını almıştır. Ona bir haksızlık veya düşmanlık etmemiştir. Kendisini öldüren ancak kitap ve sünnettir. Şu kadar vardır ki : İmâm-ı MüsSi-mîn'in izni ve kendisine kısas yapılan kimsenin rızası bulunmadan, bir kimse diğer bir kimsenin elini kes ipte, o yaranın tesiri İle ölürse, kendi kendine yani İmâm-ı Müslimîn olan zatın izni ve eli kesilenin rızası olmadan kisasen kesen kimsenin malından diyet lazım gelir. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe; «Bu bunun makamında» der idi.
© Biri küçük, diğeri büyük, iki oğlundan başka varisi olmayan bir kişi öldürülse, Fakîh İmâm Ebû Hanîfe:
— «Büyük oğlu bu kati olayına delil ikame edecek olursa, küçük oğlunun büyümesi bekienmiyerek delilleri tetkik edilip, kabul eder ve mucibince kısas hükmederim. Görmez misin kî, küçük olan vâris, aklî dengesi bozuk olarak bulûğ yaşına ulaşsa katili hapsetmek lazım geiir miydi?»
Leylâ ise:
— «Küçük olan varis, büyümedikçe, bu kati .olayı hakkındaki delilleri kabul edemem.» diyerek, küçük varisi, gaib olan varis gibi itibar edip, -nitekim gaib varis gelmeyince, katil kat-ledilemiyeceği gibi, küçük varis de büyümedikçe, bu katilin katli caiz değildir.» der İdi.
Ancak, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe:
— «Gaib varis, küçüğe kıyas olunamaz. Zira, küçüğün velisi, kendisi için hukkunu alabilir. Gaibin hukuku ise, vekâietsiz alınamaz.» buyurmuştur.
Ibn-İ Ebî Leylâ, kasden işlenen cinayette, vekâleti kabul ederek, kısasa hükmeder ise de, fakihimiz olan İmâm-s Azam Ebû Hanîfe, kasden işlenen cinayette vekaleti kabui etmemiştir. İmâm-ı Âzam'm bu görüşü daha güzeldir. H z. Al i (R.A.) nin küçük oğlu olduğu halde, büyümesini beklemeden Peygamber Efendimizin torunu ve H z. Ali' nin büyük oğlu İmâm Hasan, İ b n - i M ü I c e m i katletmiştir.
® Çarşı ve pazarlarda ve diğer yerlerde bulunan tüccarlardan birisi, mağazasının önündeki yola, su serpmek üzere, ücretle çalıştırdığı içşisine emir veripte, onun yola serpmiş olduğu su sebebiyle bir telef vakî olsa, telef olan malın bedelini emir veren kimsenin tazmin etmesi lazım gelir.
Lakin, abdest almak üzere birisine emretse, o kimsenin yolda aldığı abdestin suyu sebebiyle bir şey telef olsa, telef olan şeyin bedelini emri veren değil abdest alan kimsenin tazmin etmesi lazım gelir. Zira, abdestin menfaati, abdest alan kimseye ve serpilen suyun menfaati ise emir veren kimseye aittir.
Her kim bir kimseyi, ücretle tutarak, sultanın emri olmaksızın, müslümanların yolunda kendisi için kazdırdığı kuyuya, bir kimse düşerek ölse, kıyasen tazminat, ücretle tutulup kuyuyu kazan kişi üzerine olmak gerekirse de ücretli kimseler mezkur kuyunun eza ve zararını bilemiyeceklerinden kıyas bu mes'elede terk edilerek, tazminatı, işi verenin âkilesine lazım gelir. Yağmur suyundan bir kimsenin ayağı kayarak, kuyuya düşüp telef olsa, kuyu sahibinin üzerine tazminat lazım gelir. Keza, bir kimse kendi damından, ayağı kayarak veya ayağı dama dolaşarak kuyuya düşerse, tazminat kuyu sahibinedir.
Keza, yolda yürüyen bir kimsenin ayağı kendi elbisesine dolaşarak kuyuya düşmüş olsa, yine tazminat kuyu sahibine aittir. Kuyuya düşmüş olan adam, diğer bir adamın üzerine düşse ve ikisi birden ölse, ikisinin tazminatı da kuyu sahibine lazım gelir.
Mezkur kuyuya bir adam düşse, fakat sağlam kalsa, çıkarken tekrar düşüp telefolsa, bu durumda kuyu sahibine tazminat lazım gelmez. Zira bu durumda kuyu sahibi kendisini itmiş hükmünde değildir. Nitekim, görmez misin ki, kuyuya sağlam olarak düştükten sonra, kuyunun dibinde gezerken telef olmuş olsa kuyu sahibine tazminat lazım gelir miydi? Tabii ki bu durumda \âz> minat yoktur. Bu kuyuya düşen kimse, kuyunun tabanında gezerken orada bulunan büyük bir taşa takılarak telef olsa, bu taş önceden beri burada durmakta idiyse kuyu sahibine tazminat gerekmez. Eğer, kuyu sahibi, bu taşı bir yerden kaldınpta kuyunun bir tarafına bırakmış ise kendisine tazminat lazım gelir.
Bir kimsenin ayağı, bir taşa takılarak, bu kuyuya düşmüş olsa, mezkur taşı oraya kim koymuşsa tazminat ondan lazım gelir. Taşı oraya koyan, sanki eliyle yitmiş gibidir. Bu taşı koyan kimse bilinmediği takdirde, tazminat kuyunun sahibine lazım gelir.
Bu kuyuya, muhafaza edildiği yerden kendi kendine kurtulmuş olan bir hayvanın dokunması - süsmesi - İle düşen bir kimse ölmüş olsa, bu durumda ne hayvanın sahibine, ne de kuyunun sahibine tazminat gerekir. Eğer bu hayvanın bir sürücüsü, çekicisi veya binicisi var idiyse, tazminatı o kimsenin ödemesi lazım gelir.
Bir duvarın yıkılması yüzünden bir kimse kuyuya düşmüş ve ölmüş olsa, eğer bu duvarın sahibine daha önce duvarı yıkması tenbih edilmiş de, o kimse yıkmamışsa, duvar sahibinin tazmin etmesi lazım geldiği gibi, bu duvarın yıkılmasından dolayı telef olan her şeyi de duvar sahibinin tazmin etmesi gerekir. Duvar sahibine, önceden duvarı yıkması tenbih edilmemişse telef olan eşyanın hiç birisinin duvar sahibi tarafından tazmini lazım gelmez. Bu duvarın yıkılırken gitmesinden dolayı kuyuya düşüp telef olan eşyanın kuyu sahibinden tazmini lazım gelir.
Bir kimsenin yola döktüğü su sebebiyle, başka bir kimsenin ayağı kayıp mezkur kuyuya düşerek veya kuyuya düşmeden evvel telef olursa suyu döken kimse tarafından, tazmin edilmesi lazım gelir.
Bir kimse bu kuyuya düşüp, hava alamadığından dolayı boğulup ölse, kuyu sahibinin tazmin etmesi gerekir.
© Zina etmiş olan bir kimse İmâm-i Müslimîn'in huzuruna çıkarılarak, o kimsenin zina fiilini işlediğini hür ve müslüman olan 4 şahid tafsilâtlı bir şekilde açıklayıp şahidlik ederlerse, bundan sonra bu dört şahidin durumu incelenir, adaletli ve şa-hidİikleri makbul kimseler oldukları anlaşılırsa, aleyhine şahidlik edilen zânî ve zâniye, muhsan değilseler erkek ve kadının her birine 100 er celde vurulur.
Değnek vurulurken, erkek ayakta olmalıdır ve üzerinde bir izâr bulunmalıdır. Değnek yüzünden ve tenasül uzvundan başka bütün azalarına taksim edilir. Bazı faklhler, başın da değnekten müstesna tutulması lazım geleceğini beyan etmişlerse de fakih-îerin çoğu, «başa vurulur» demişlerdir. Bizim reyimiz de başa vurulabileceğidir.
Zira, bu rey H z. Ali £R.AJ den mervidir. İ b n î E b î Leylâ müteselsilen rivayet eder ve şöyle der:
— Had tatbik edilmek üzere, H z. Ali [R.A.J nin huzuruna bir adam getirilince : «değnekle had tatbik olunacak kimsenin her uzvunun, bu darbeden hissedar edilmesini, yalnız yüzü île tenasül uzvuna vurmaktan kaçınılmasını» emir buyurdular.
Zanİye olan kadının celdine gelince : Yerde oturduğu halde, avret mahalii açılmamak için üzerindeki elbisesine sarılması lâzım gelir.
Gerek kadına've gerek erkeğe, celde tatbik edildiği sırada, ne şiddetle, ne de hafif surette, yani ikisinin ortasında vurulmalıdır. İmâm E ş " a ş , pederinden rivayet ederek der ki:
— «Ebû Berze (R.A.Îyİ bir kadına had tatbik etmekte iken gördüm. Huzurunda bir kaç zat olduğu halde buyurmuşlar ki : İki şekil celd arasında, yani ne ağır ve nede hafif surette vurunuz ve görünmemesi için üzerine çarşaf örtünüz. Kendisine vuracağınız değnek ne kalın ne de ince olup, ikisinin arası olsun. Bu şekilde bir başka haberi de, bize M u h a m-med b. Aclan, Yezîd b. Eşlem (R.A.) den ri-vâyet eder der ki:
— Fahr-i Âlem (S.A.V.) in huzuruna, had İcabetti-r.;n bir fiilde bulunmuş olan bîr erkek getirildiği zaman, haddin tatbiki için kendisine yeni olan bir kırbaç getirilmiş ise de :
«Bundan hafifinin getirilmesini» emir buyurdular. Bunun üzerine pek eski ve hafif bir kırbaç getirdiler. O :
— «Bu da pek hafif, bundan biraz daha kuvvetli olsun.» buyurmalarından dolayı, orta halde bir kırbaç getirildiği zaman
— «İşte istediğim budur.» buyurdular.[18]
Âsim bize Ebû Osman'in şöyle dediğini nakletti :
— H z. Ömer (R.A.), zaman-ı hilâfetlerinde, had tatbik edilmek üzere, huzurlarına bir adam getirilince, «bîr kırbaç getirilmesini» emir buyurdular. Yumuşak bir kırbaç getirilince, «bundan daha kuvvetli olsun.» diye o kırbacı geri gönderdi. Orta halde bir kırbaç getirilince, «onunla vurulmasını, vururken koltuğunun altı görülmemesini, yani elini çok kaldırmamasını, orta halde vurmasını ve bu vuruştan her uzvun hakkını verip, yani had vurulan kimsenin azasına taksim edilerek vurulmasını» emir buyurmuştur.
Zinaya şahidlik eden kimseler, muhsan olan bir erkeğin veya muhsana olan bir kadının aleyhine, zina fuhuşunu izah ederek şahidlik ederlerse, imam-ı müslimîn'in recmedilmelerini emreder.
M u g î r e bize İmâm Ş a ' b î' den şöyle rivayet etti :
— Yahudiler, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizden:
— Recmin haddi nedir? diye sordukları zaman, O :
— Milin sürmedardığa girdiği gibi gördüklerine dört kişi şahidlik ederse, recm vacip olur.» buyurdular.
& Recim vacip olunca, recmin tatbiki işine ilk önce şahid-İer başlar. İkinci olarak, imâm-ı müslimîn, ondan sonra da, dtğer insanların recmetmelerl lazım gelir.
Recm esnasında, erkek için çukur kazmak gerekmez. Kadın için, göbeğine kadar kendisini örtecek derecede bir çukur kazi-hr.
H z. Ali [R.A.) dan mervîdir ki : Recmolunan bir kadın için göbeğine kadar bir çukur kızdırılmıştır. İmâm Âmir Ş a ' b î de bu şekilde gördüğünü beyan etmiştir.
Gâmid'li bir kadın, Peygamber (SAV.) Efendimizin huzuruna gelerek, zina ettiğini ikrar etmiştir. Bu ikrardan sonra, Peygamber (SAV fendimiz, kendisini örtecek kadar 'bir çukur kazılmasmı\emir buyurdular. O şekilde bir çukur kazıldı. Kadın çukura indirildikten sonra, insanlara recmetmelerini emir buyurdular. Recimden sonra emrederek, cenaze namazını kıldırıp, dehnolunmuştur.
© Bir kimse, İmâm-i Müslimîn'in huzuruna gelerek zina fiilinde bulunduğunu ikrar ve itiraf etmiş olsa kendisini defalarca reddetmeyince, ikrar ve itirafla ilgili sözü kabul edilmemek lazımdır. Her defa reddoiunduktan sonra tekrar galipte dört defa ikrar ederse, bu durumda kendisinde delilik, akıl ve şuurunda bir bozukluk olup olmadığı araştırılır. Bu bakımdan sağlam olduğu anlaşılırsa, o kimseye had tatbik edilmesi vacip olur. Ancak muhsan ise .recmedilir. Bu şekilde ikrar sebebi ile vacip olan recimde evvelâ recme İmâm-ı Müslimîn başlar, sonra insanlar recmeder. Gayr-i muhsan yani bekar ise, kendisine 100 celde vurulması emredilir.
Mâiz b. Mâlik, Peygamber (SAV.) Efen-dimiz ' in huzuruna gelerek ,zîna fiilinde bulunduğunu itiraf etti. 'Bunun üzerine, Peygamber (S.A.V.) E f e n d I-m İ z i n yukarıda anlattığımız şekilde, itirafı dört defa reddettiği sabittir.[19] Nitekim, Ebû Hureyre (R.A.) den mer-fu'an rivayet edilir ki :
Mâiz b. Mâlik, Fahr-i Âlem (SAV.) Efendimizin huzuruna gelip :
— «Yâ Rasûlallah, gerçekten ben zina ettim.» diyerek zina fiilini işlediğini itiraf edince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ondan mübarek yüzünü çevirdi.
Mâiz b. Mâlik, dört defa huzuruna geiip, zina fiilini itiraf etti. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, recmedilmesini emir buyurdu.
Recm esnasında, atılan taş kendisine İsabet edince, recme-dildiği yerden kaçtı. Giderken elinde deve kemiği bulunan birine rastladı. O kimse, kemikle vurarak M â İ z ' i yere düşürdü.
Mâiz b. M â I i k '.in kaçtığı Hz. Peygamber (S.A.V.) e haber verilince :
— Niçin kendisini bırakmadınız? İhtimâl tevbe eder de Allah kendisini affederdi.» buyurmuştur. Hatta, R a s û I - ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, Mâiz'in kendisine gelip, zina fiilini (İtiraf etmesi üzerine, orada bulunanlara,
— Bunun aklında ve şuurunda bîr bozukluk biliyor musunuz? diye sordu. Kendisi akıl ve şuurunun yerinde olduğunu söylediği gibi, orada bulunanların da :
— M u â z ' m akıllılarımızdan olduğunu biliriz, dedikleri de sabittir.
Sahâbe-i güzin (R.A.E.) ıhsan'da ihtilâf ettiler. Bazıları, «müs-lüman olan bîr kimse, hür ve müslüman olan bir kadınla evlenip duhul etmedikçe muhsan olamaz, ehl-i kitaptan veya diğerlerinden olan zımmî bir kadınla evlenen kimse muhsan sayılmaz» demişlerdir.
Bazıları ise : «Ehî-i kitaptan bir kadınla evlenen müslüman muhsan olur. Ehl-i kitaptan biri diğeri ile evlenmişse bunlar da muhsandır. Zımmîlerin hepsi için durum böyledir, yani birbirlerini muhsan kılarlar.» demişlerdir.
Sahâbe'nin bazısı ise şöyle buyurmuştur: «Hür olan bir müslümanı, cariyesi ihsan edemiyeceğinden, o müslüman, zina fiilinde bulunursa, celd edilmesi lazım gelir. Keza, ehl-î kitaptan bir kadınla evli olsa, yine muhsan sayılmaz.» demişlerdir.
Bazı sahabîler de : «Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenen müslüman erkek muhsan olur.» buyurmuşlardır.
Bazıları İse : Bu müslüman erkek, ehl-i kitap olan hanımını tahşın eylerse de, bu kadın, müslüman erkeği tahsın eyleyemez» buyurdular.
İşittiğimiz kavillerin —A I I a h u Âlem— en güzeli budur. Yani, hür olan bir müsîüman erkek, ancak hür olan müs-lüman bir kadınla muhsan olabîMr. Ehl-i kitaptan bir kadınla evli bulunan müsîüman, o kadını tahsın eder, fakat bu kadın, o müs-lüman erkeği tahsın edemez.
Muğire, İbrahim Nehaî ve Şa'bî'den rivayet eder ki :
— Hür olan bir kimse yahudi veya hırîstiyan bir kadınla evlendikten sonra, zina yaparsa ne lazım geür? diye sorulan bir suale :
— «Değnek vurulur. Recmedilmez.» cevabını vermişlerdir.
A b d u I I a h ' in bize N a f î' den rivayet ettiğine göre :
— H z. Abdullah b. Ömer (R.A.) de müşrik olan bir kadının, muhsana olmaması reyinde idi.
9 I m â m -1 Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, hocası 'Ham ma d vasıtasiyle İbrahim Nehaî' den rivayet edip, der ki: Bir erkek, yahudi veya hıristiyan bir kadın veyahut cariye ile muhsan oimaz.
0 Muhsan bir kadının, hamile olduğu halde, zina ettiğine şahadet vaki olursa, veyahut bu fiili kendisi dört defa ikrar etmiş bulunursa, doğurmadıkça recmedümemesi iktiza eder. Zira, F a h r- i Âlem (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in bu şekilde yaptıkları sabittir.
Imrân b. Husayn (R.A.) dan müteselsiien rivayet olunduğuna göre : Cüheyne Kabilesinden bir kadın, Fahr-i Kâinat {S.A.V.) Efendim d zin huzuruna gelip, had îcab ettiren bir fiilde bulunduğunu —usulünce— itiraf etti. Ve kendisine had ikame edilmesini istedi. Ancak hamile olduğunun haber verilmesi üzerine, doğuracağı zamana kadar kendisine iyi muamele edilmesini emir buyurdu. Bir müddet geçip, o kadın doğurduktan sonra, tekrar Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna geldi, daha önce kendisinden vakî olan şekilde ikrarı tekrar etti. Bunun üzerine, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bu kadının elbisesini üzerine bürü-terek, recmettirmiş ve cenaze namazını kılmıştır. Bu durum karşısında bazı sahabîler (bir rivayette H z. Ömer [R.AJ :)
— Yâ Resûlailah, zina etmiş olmasına rağmsn, yine onun cenaze namazını mı kılıyorsunuz? deyince, R e-s Û I - ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz:
— Bu kadın öyle bir tevbe etmiştir ki, tevbesi ehl-i Medine'den yetmiş zat arasında taksim olunsa, hepsine yeter d© artar bile. Kendi canını A! Ish T e â i â için feda edenden: daha efdal bir kimse bulunur mu? buyurmuşlardır.[20]
Dört âmâ kimse, diğer bir kimsenin zina yaptığına şahitlik etseler, kendisine zina isnad edilen kimseye had lüzum gelmez. İmâm-i Müslimîn bu şahidlere had tatbik eder.
Keza, şahidiik eden dört kimse köle veyahud bir kaziften dolayı had tatbik edilmiş veyahut zımmî olursa, şahidlikieri kabul olunmaz.
Velhasıl, zinada, hür, müsîüman, adil ve şahîdllği makbul 4 kimsenin şehadetinden başkasının kabulü caiz değildir. Şehadet eyleyen 4 şahidin fasık olması halinde veya tezkiye edilmiş kim. selerden olmamaları durumunda şahitlikleri kabul olunmaz. Sayıları 4 olduğu İçin kendilerine had lazım gelmiyeceği gibi, aleyhine şahidiik ettikleri kimseye de had lazım gsimez.
E ş'a s rivayet eder, der ki : 4 kişi, zinadan dolayı bir kişi aleyhine şahidiik eder, fakat bu şahidlerin hepsi veya birisi adiJ' olmayan kimselerden olursa, ne şekilde muamele yapmak lazım gelir?, diye İmâm Ş a'b î'den sorulan suaîe cevaben :
— «Hiç birini celdeylemem.» buyurmuşlardır.
H ac câc'ın bize haber verdiğine göre, İmâm Z u h r î şöyle demiştir:
— « F a h r-»i Kâinat (SAV.) Efendimizle, kendisinden sonraki iki halifenin sunnet-i seniyyeleri, hadlerde kadınların şahidliğinin kabul edilmemesinden takarrür eylemiştir.
0 Az veya çok şarap içen bir kimse, hakimin huzuruna getirilince, ona had tatbik edilmesi lazım gelir. Zira, şarabın azı da çoğu da haram olduğundan, onda had vacibdir.
H z. Alî (R.A.)dan şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur.
— «Şarabın azında ve çoğunda 80 değnek vardır.» İmâm A t â 'dan rivayet olunur ki :
— «Şarabın dışındaki içkilerde, sarhoşluk durumuna varmadıkça, içilmesinde had yoktur.» buyurmuşlardır.
H z. Ali {R.A.) buyurdular ki :
— «Fahr-i Âlem (S.A.V.), şarap içene 40, H z. E b û Bekir (R.A.) da yine 40 değnek vurdurmuşlarsa da, Hz. Ömer (R.A.) bunu 80 celdeye ikmal etmiştir.»[21]
Fukaha'dan olan arkadaşlarımızın icma'Ian şu veçhiledir: Şarap içen kimseye, içtiği şarap az veya çok olsun 80 değnek vurulur. Şaraptan başka, diğer sarhoşluk verici içkilerden, aklı gidinceye ve bir şeyi bilemeyinceye kadar içen kimseye de keza 80 değnek vurulur. Hatta, H z. Ömer (R.A.)'ın nebîz İçip, sarhoş olan bir kimseye 80 değnek vurduğu mervîdir.
© Yine rivayet oiunur ki :
Bir yolculukta, H z. Ömer (R.A.) e refakat eden bir adam, oruçlu İdi. İftar vakti gelince, asılı bir tulumdaki nebîz'e elini uzatıp, sekr haline gelinceye kadar ondan içti, Bunun üzerine 'Halîfe Hz. Ömer (R.A.), ona had icra eyledi. O şahıs ta :
— Senin tulumundan içtiğim için mi beni celdeyledin? diye sorunca, H z. Ömer (R.A.):
— «Seni sarhoş olduğun için celdeyiedim. İçtiğin için celdeylemedim.» buyurmuştur.
Yine rivayet olunur ki, H z. Ömer (R.A.] : «Sarhoş kimseye aklı başına gelip, ifakat bulmadıkça had tatbik edilmez.» buyurmuşlardır. H z. Ali (R.A.) nin, N e c c â ş î' ye bu şekilde muamele ettikleri sabittir. İmâm Muğire, İbrahim Nehaî' den rivayet ederek der ki :
—- «'Bir insan sarhoş olunca, ayıltncaya kadar celt edilmeyip, terk edilir.»
Bir kimse ramazanda şarap içtiği için veyahut şaraptan başka sarhoşluk veren bir şeyi içerek sarhoş olduğu halde, hakimin huzuruna getirilirse, kendisine hadd-i şurb icrasından sonra, bfc raz daha değnek vurularak ta'zîr oiunur.
H z. Ömer ve Hz. Ali (R.A.) nin bu şekilde icra buyurdukları sabittir. Hatta, H z. Ömer (R.A.) in huzuruna, ramazan da şarap içmiş olan bir kimse getirilince şarap haddi olarak 80 değnek vurduktan sonra, ta'zîr için kendisine 20 değnek daha vurmuşlardır.
Keza, 'H z. A i i (R.A.) nin huzuruna da ramazanda şarap içmiş bîr kişi getirilince, Hz. Ömer (R.A.) in icra buyurdukları gibi cezalandırdıkları sabittir.
Hür bir müslümanı, zina suçu ile itham eden (kazf eden) bir adam, hakim huzuruna çıkarılıp, bu şekilde iftira ettiğine iki şahidin şehadet ederse, bu şahidler de tezkiye edilmiş bulunsa veya iftira atan durumu ikrar etse, kendisine had vurulur.
Keza, bir kimsenin müsîüman olan babasını veya anasını, bir başka kimse, kazfeylese (onlara zina suçu isnad etse) bu iftiracıya da had vurulur.
Bu kazif, bu kafzinden dolayı darb edilmeden önce bir başka kimseye de zina iftirası atmış olsa, bu kazf için bir had İcra olunur.
Kazif olan kimse, köle ise, ona -bu meselede- kölenin haddi olan 40 değnek vurulur. Bu köle, birini kazf edip, kendisine had vurulmadan önce azad edilir ve sonra hakim huzuruna getirilmiş olursa yine 40 değnekten ziyade vurulamaz. Zira, kazf fiilinde bulunduğu günde, üzerine vacip olan had budur.
Bu köle, azad edildikten sonra ve darp edilmeden Önce, bir başkasını da kazf eylese, birinci ve ikinci yani iki kazf için 80 değnek vurulur. Keza 80 değnek vurulduğu sırada, diğer bir kimseyi kazfeylese yine 80 değnek ikmal edilir. Hatta 80 değnekten bir değnek kalmış olsa bile o bir değnek tamamlanır. Diğer kazf için ayrıca 80 değnek vurulmaz. Dördüncü bir kimseyi kazf edip, önceki 80 değnekten yine bir değnek kalmış olsa, dördüncü için ayrıca 80 değnek vurulmayıp, önceki 80 değnek tamamlanır. Başka vurulmaz.
80 değnek tamamlandıktan sonra, bir başkasını kazf eylese, önceki darbın acısı hafifleyinceye kadar hapsolunduktan sonra, onun için yeniden 80 değnek vurulur.
H z. AM (R.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir:
— «Bir köle, hür bir kimseyi, kazfederse 40 değnek vurulur.» Bu kavlin İmâm Hasan ile Saîd b. el-Mü-seyy eb'in reyleri olduğunu K a t â d e rivayet ediyor.
Keza, Abdullah b. Abbas (R.A.);
— «Bir köle, hür bir kimseyi kazfeylerse, 40 değnek vurmak lazım gelir.» buyurmuştur.
© Kazif olan bir kimsenin şehadetinin kabul olunmamasında bütün -fakih- arkadaşlarımız tarafından İcma' hasıl olmuş-tur. Tevbe etmiş olsalar bile, tevbeleri, kendileri ile Cenâb-ı Hak arasında bir muameledir.
©«Yahudi veya hiristîyanı kazfeden kimseye ne lazım gelir?» diye İmâm Nehaî-den sorulunca:
— «Ona had yoktur.» cevabını vermiştir.
0 Zina eden kimsenin izar içinde olarak darbedilmesi lazım geleceği gibi, kâzifin de üzerinde elbisesi olduğu halde darbedilmesi lazım geiir. Üzerinde kürk bulunursa, çıkarılır.
Kazif olan kimsenin, elbisesinin üzerinde olduğu halde dar-bedilmesinin lazım geleceği İbrahim Neha î'den de mervîdir.
İmâm Ş a ' b î' den şöyle rivayet olunmuştur :
— «Kazif, elbisesi üzerinde iken darbolunursa da, üzerinde kürk veya kalın pamuklu hırka gibi şeyler bulunursa değneğin* acısını hissetmesi İçin üzerinden çıkarılır.
Imârn-ı Âzam EbÛ Hanîfe Hazretleri, hocası H a m m a d vasıtasiyle İbrahim Nehaî' den rivayet ederek :
— «Zina fiilinde bulunan kimseye had tatbik edilirken, üzerinde bulunan elbisenin çıkarılması lazım geleceğini «beyan ederek», «...bunlara A I I a h i n dinini tatbik hususunda, acıyacağınız tutmasın...»[22] mealindeki ayet-İ kerimeyi okumuştur.
Keza, şarap içen kimseye de, üzerinde bir izar olduğu halde darp olunur.
9 Zaninin darbının, şarap içenin darbından daha şiddetli olması lazım geleceği gibi, şarap içene de kazifden daha şiddetli vurmak lazımdır. Hele Ta'zîr hepsinden daha şiddetli olarak vurulur,
® Fakih olan arkadaşlarımız, ta'zir'de ihtilaf ettiler. Bazı fakihler, «ta'riz'deki darb hadlerin en azı olan 40 değneğe baliğ edilemez.» demişlerdir. Bazıları ise, «ta'rizde darb yetmiş beş değneğe -kadar çıkarak, hür olan kimsenin haddinden aşağı olmasının caiz olduğu» reyinde İdî.
Mal sahibini gafil bularak, kemen sür'atie malını çarpıp kaçan (çarpıcı kapkaççı) kimse ile, yankesicinin elinin kesilmesi lazım gelmiyeceğinden ve keza zor kullanarak mal alan kimsenin eli kesilmeyip bunların hepsine ta'zir lazım gelir.
Bazı fakihlerimiz, bir kimsenin cebinde veya kuşağındaki bir kese içinde 10 dirhem veya daha ziyade akçeyi diğer bir kimse yankesicilikle alırsa, mezkûr kese, cebinin veya kuşağının iç tarafında bağlanmış ise, el altındaki mal hükmünde olduğundan eli kesilir.
Bu kese, kendisinden çalınan adamın cebinin veya kuşağının dışında bağlanmış olursa kesmek lazım gelmez, dediler.
Bir kimse, bir evi veya mağazayı delerek veya normal yolla girerek malı çıkaracağı sırada yani henüz çıkarmadan yakalanmış olsa, elinin kesilmesi lazım gelmezse de tevbe edinceye kadar hakkında şiddetli ceza icra olunur.
H z. Ali (R.A.)nin huzuruna ,ev delmekte iken tutulan bir adam getirilince, onun elini kesmemiştir.
Âsim bize İmâm Ş a ' b î' nin :
— «Hırsız olan kimse çaldığı malı yerinden çıkarmış olmadıkça el kesmenin lazım 'gelmediğini rivayet etmiştir:
0 M e s ' u d î bize K â s ı m ' m, şöyle dediğini nakletti :
— Beytü'l-mâl'den hırsızlık yapan kimse hakkında icra olunacak muamele hakkında izine dair Sa'd b. Ebî V a k-k â s (R.A.) tarafından Hz, Ömer (R.A.) e gönderilen mektuba cevaben H z. Ömer (R.A.) tarafından:
— «O kimse hakkında elinin kesilmesi lazım gelmeyeceğini,» kendisine bildirmiştir.
S a î d bize K a t â d e ' den Saîd b. Mûsey-y e b ' in şöyle dediğini nakletti:
— «Bir kişi, ganimet malından olan bir cariye ile cima' etmiş olsa, hakkında ne şekilde muamele olunur.» diye Saîd b. M ü s e y y i b ' den sorulduğu zaman :
— «Bu adamın, o cariyede hissesi olduğu için ona had lazım gelmez» cevabını vermiştir.
9 Ebû M uâviye'nln bize A'm eş'den, onun İbrani m'den, onun H i ş a m ' dan naklettiğine göre Amr b. Şurahbil şöyle demiştir:
— M a ' k i i e I-M üzen! isimli kimse, H z. Abdullah (R.A.) in huzuruna gelip :
— Mâlik olduğum köle, malımdan bir miktar şey çaldı. Elinin kesilmesini istiyorum. Ne dersiniz? diye sorunca, O :
— Çalan da, çalman da hepsi senin malın olduğundan kölenin elinin kesilmesi lazım gelmez buyurmuştur.
Yine bu kabilden olarak, sahibinden mal çalan bir köle, H z. Ömer (R.A.) in huzuruna getirilince elini kesmediği rivayet edilmiştir.
H z, Ali (R.A.) nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «— Kölem malımı çalsa, elini kesmem.»
Haccâc'ın bize Hakem b. Uteybe' den naklettiğine göre: İbrahim Nehaî ile İmâm Ş a b î şöyle buyurmuşlardır:
— «Bizim dirilerimizden çalanın eli kesildiği gibi Ölülerimizden çalanın da eli kesilir.»
Tabiînden A t â 'dan, defnedilmiş bulunan ölülerin kabirlerini açarak kefen veya diğer eşyayı alan kimsenin (nebbaş) eli kesilip (kesilmeyeceği sorulduğu zaman.
— «Kesilir» diye cevap vermiştir.
® İbn-i Cüreyc bize Ebu'z-Zü be.yr'den C â b i r (R.A.) in şöyle dediğini rivayet etti :
— Muhtelis,[23] mütesellib[24] ve hâinin[25] eli 'kesilmez.
s ' a ş bize Z ü b e yr' den C â b i r ' in şöyle dediğini nakletti:
— Rasûluilah (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki:
— Ganimetlerde vaki olan hırsızlıklarda, el kesmek lazım gelmez.
Nitekim, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
— «Ganimetlerden hırsızlık yapmış bir kimseyi bulduğunuz zaman .metâını ateşe atıp yakınız.»
Hz. Ebû Bekir ve Hz, Ömer (R.A.) in:
— «Ganimet mallarından hainlik eden kimse hakkında şiddetli ceza icra edilir ve ganimetlerden hıyanetle alıp yanında bulunan mallar alınır.» buyurdukları rivayet olunur.
© Şarap ile domuzun ve bütün çalgı aletlerinin çalınması halinde çalanın elinin kesilmesi lazım gelmez, Nebîz (şarap), kuş, ev hayvanları ve vahşî hayvanların çalınmalarında el kesme olmadığı gibi, hurma çekirdeği, kırmızı çamur, bir nevî toprak olan kireç, hamam otu ve su çalınması halinde de el kesme yoktur.
İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe buyurdu ki :
— Ekmeksiz yenilen yemekte ve taze meyvede, odun, ahşapta, taşta, kireç, hamam otu, taş nev'inden olan zermuhta çanak, tencere, çömlek ve testi yapılan toprakta, yerden çıkarılan sürme mâdeninde, züccaciye denilen şişe yapımında kullanılan madende, her nevî çamurda, taze ve tuzlanmış balıkta, bakliyatta, îher nevi çiçeklerde, çekirdekte ve samanda, sirkatinde el kesmek iazım gelmez.
• Bir kimse olmamış ekin, hindistan eriği denilen meyveyi, kuru ilaçları, bîr miktar arpa ve buğdayı, un ve diğer hububatı, kuru meyveleri, mücevherat ve inciyi, yağı, öd ağacını, miski, anberi ve bunlara benziyen özel kokulardan herhangi bir şeyi çalarsa ve çaldığı bu malların kıymeti 10 dirhem veya daha fazla olursa, elinin kesilmesi lazım gelir.
Bu hususa dair, İşitmiş olduğumuz kavillerin -A I I ahu â'iem - en güzeli budur.
Hurma ağacının başından hurmayı çalan kimsenin eli kesilmesi lazım gelmezse de, ağacından kesilip mağaza ve odalarda muhafaza altına alındıktan sonra, bundan 10 dirhem veya daha ziyade kıymette bir miktarda çahmrsa hırsızın elinin kesilmesi lazım gelir.
Meralardan hayvan çalanın eli kesilmez. Bu hayvanı muhafaza edildiği ahır, ağıl vs. gibi yerlerden çalarsa eli kesilir.
Putlar, gerek tahta, gerek altın veya gümüşten yapılmış olsun, çalınmaları halinde çalanın eli kesilmez.
Bu babdaki işittiklerimizi en güzeli budur.
® Yahya b. Saîd bana Muhammed b. Yahya b. Hayyan'dan R â b i' b. Hudayc'ın şöyle dediğini rivayet etti:
Fahr-I Âlem (S.A.V.) Efendimiz: «Hurmalarda ve diğer meyvelerde el kesilmez.» buyurmuşlardır.
• E ş ' a ş bize H a s a n ' dan şöyle rivayet etti:
— Yemek çalan bir adam, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna getirildiği zaman elini kesme-miştir.
m Haccac b. Ertât bize Amr b. Şuayb1-den, o babasından, o da dedesinin şöyle dediğini nakletti:
— Hayvanların hangisi olursa olsun ağıl ve ahır gibi muhafaza edildikleri yerlere girmedikçe hiçbirisinin çalınmasında el kesilmesi lazım gelmiyeceği gibi, her nevi meyve de kesilip -toplanıp, saklanacağı, el altında bulundurulacağı yere konmadıkça keza, hiç birisinde el kesme yoktur.
Bu mealdeki sözler, Abdullah b. Ömer (RA.) den de rivayet edilmiştir.
0 İmâm Ebû Hanîfe, Hocası H a m m a d ' -m İbrahim N e h a î' den rivayetle, H z. Ali (R.A.Î nin :
—«Kuş nev'inden hiç bir şeyin çalınmış olmasından el kesilmez.» buyurduklarını bana ifade eylemişdir.
• İbni Ebî Leylâ da: Her nevi kuşun çalınmasında hırsızın elinin kesilmesine ve K a ' b e'den bir şey çalan kimsenin keza elinin kesilmesine rey vermezdi. Benim reyim de budur.
® Sağ eli çolak olan kimse, hırsızlık yapsa, çolak olan eli kesilir. Sol eli çolak olan kimse ise, sağ eli kesildiği zaman kendisine el kalmıyacağı için mezkur sağ elini kesmem. Keza hırsızın sağ ayağı çolak olsa, bir tarafında hem ayağı hem de eli kalmayacağından yine sağ eli kesilmez. Sağ ayağı sağlam olup da sol ayağı topal ise, bir tarafının hem ayağı ve hem de eli sakat olmaması için sağ eli kesilir.
Bu kesme işleminden sonra, aynı adam yine bir daha hırsızlık ederse, çolak olan sol ayağı kesilir.
Üçüncü defa, yine hırsızlık fiilinde bulunursa artık bir yeri kesilmeyip, tevbe edinceye kadar hakkında şiddetli ceza tatbik edilir ve Müslümanlardan zararının uzaklaştırılması için hapsedîlir. E b û Bekir (R.A.), Ömer (R.A.) ve A b d u I -i a h (R.A.) Hazretlerinden bu veçhile rivayet olunmuştur.
® H a c c â c b. E r t â t' in bize A m r b. M ü r -r e 'den naklettiğine göre, Abdullah b. Seleme, H z. Ali (R.A.) nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
— «Hırsızın eli kesilir. Eğer bir daha hırsızlık yaparsa, ayağı kesilir. Üçüncü defa yine hırsızlık yaparsa, hapse atılır.»
$ H a c c â c bize S î m â k ' in kendisine anlatanlardan şöyle naklettiğini söyledi:
— H z. Ömer (R.A.), hırsızın ne şekilde cezalandırılacağına dair meclisinde bulunan zevatla istişare eylediği zaman, birinci hırsızlıkta elinin kesilmesi, ikinci defa hırsızlık yapmasında ayağının kesiimesi, üçüncüsünde ise hapsedilmesi hakkında taraflarından icma' hasıl olmuştur.
© H a c c âc ' in bize Amr b. Dîn âr' dan naklettiğine göre, N e c d e İsimli bir kimse, Abdullah b. A b b a s (R.A.) a mektup yazıp, ta'zir keyfiyetini sormakla, cevabında :
— «Ta'zir, Imâm-ı Miİslimîn olan zatın reyine havale edilmiş bulunduğundan, vaki olan cürmün derecesine göre ve mücrimin tahammül edebileceği kadar, 80 değnekten az olmak üzere, değnek vurarak ta'zir olunur.» diye bildirmişlerdir.
Arkadaşlarımız tarafından şu şekilde icma' vaki oldu : Köle ve cariyelerden birisi fiil-i fücurda bulunursa, her birisine, 50 değnek vurulur, bu şekilde H z. Ömer (R.A.) dan ve H z A b d u I la h (R.A.) dan rivayet edilmiştir. Nitekim, İ b n i E b î R e b î a der ki:
— H z. Ömer (R.A.) zina fiilinde bulunan cariyelerin dövülmesi için, Kureyşten bazı zatlar ile bizi davet eyledi. O cariyelere 50 şer değnek vurduk.
Yine rivayet olunur ki :
M a'kal isimli kimse, Abdullah (R.A.) in huzu-1 runa gelip :
— «Cariyem zina eyledi.» deyince, Hz. Abdullah:
- «Kendisine 50 değnek vurun.» diye emir buyurmuştur. • E ş' a s İsimli zatın, İmâmZührî ve İmâm Hasan ile İmâm Şa'bî' den rivayet eylediğine göre: «Zina faalinde müstekreh olan hatuna had yoktur.» buyurulmuş-tur. Bu hususta işittiğimiz kavillerin en güzeli budur.
© Bir kimse, hırsızlık yapmış olmasından dolayı hakimin huzuruna çıkarılarak, çalmış olduğuna şahid ikame edilir ve çalınmış olan malın kıymeti 10 dirheme baliğ olur veya çalınan mal 10 dirhem nakit bulunursa, bu hırsızın eli mafsalından kesilir.
Bundan sonra bir daha, yine 10 dirhem nakit veya o kıymette meta' çalarsa, sol ayağı kesilirse de, ayağının nereden kesileceğinde ashab-î giizîn (R.A.E.) arasında ihtilaf vakî olmuştur. Bazıları : «Mafsaldan kesilir.» demişlerse de, bazıları ise : «Ayağın önü kesilir.» demişlerdir. Ashabın bu ihtilafları sizin için genişlik demek olduğundan, hangi kavli seçerseniz onunla amel edilmesini emredebilirsiniz.
Lâkin elin mafsaldan kesilmesinde ihtilâf edilmemiştir: Ancak, kesilince, akan kanın durdurulması yani tedavî edilmesi şarttır.
P'e y g a m b e r (S.A.V.), bir kimsenin elini mafsalından kestirmiştir diye rivayet edilmiştir.
H z. Ali (R.A.) in, bir hırsızın ayağının ön tarafını kestirdiği müteselsilen rivayet edilmiştir. Ayağın Ön tarafından maksat, insan ayağının tabanında bulunan kemer yani çukurluktan ön tarafta olan kısımdır.
8 Abdullah b. Abbas {R.A.) in:
— «Emirlerimiz, bu a'rabînin yani N e c d e ' nin kestiği gibi kesmekten aciz midirler? İşte bu Necde, ayağın önünü şaşırmadan kesip, bakisini bırakmıştır.» buyurdukları mervî-dir.
• H z. Ö m e r (R.A.) in hırsızlık fiilinde eli masfaldan ve ayağı yarısından kestiğini, ravî Amr b. Dîn ar ayağının yarısına İşaret ederek beyan etmiştir.
0 H z. Ali (R.A.) hırsızların ellerini kestirirdi ve kan kaybını önlemek için dağlatarak, tedavi ettirirdi.
@ El kesmenin ne kadar şeyin çalınması i!e vacip olacağı konusunda Fukahâmız ihtilaf etmişlerdir. Bazılar.: «Kıymeti 10 dirhem veya daha çok bîr miktara baliğ olmayan malın ça Iınması halinde el kesilmesi lazım gelmez.» demişlerdir.
Bazıları ise : «Kıymeti 5 dirhem veya daha ziyadeye baliğ olan malın çalınmasında ei kesme vacipdir.» demişlerdir.
Ehl-i Hicaz'ın bazısı, «kıymeti üç dirheme baliğ olan malın çalınmasında el kesme vardır.» demişlerdir.
Sahâbe-i güzîn (R.A.E.) hazretlerinden varid olan âsâr ve hadis-i şeriflere dayanarak bu babda en güzel gördüğümüz kavi -A İ I a h u Âlem- 10 dirhem ve daha ziyade oian kavildir.
• Hişam b.Urve (R.A.) buyurur ki:
— Zaman-i saadette, kıymeti kalkan değerinde olan bîr malı çalanın eli kesilirdi. Değersiz oian şeylerde el kesilmezdi.
© Abdullah b. Abbas (R.A.) buyururdu ki:
— «Kalkan fiyatından daha düşük bir değerde mal çalan kimsenin eli kesilemez. Kalkanın kıymeti ise 10 dirhemdir.»
6 Abdullah b. M e s ' u d (R.A.) da:
— «Hırsızlık yapan kimse 1 dinar veya 10 dirhemden aşağı değerde bir şey çaiarsa eli kesilmez.» buyurmuştur. Bu mealde F.ahr-1 Kâinat (S.A.V.) Efendimizden bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir.
$ Hz. Abdullah b. Ömer (R.A.) den şu şekilde bir sual sorulmuştur:
— İki kimse arasında müşterek oian bir cariye ile onların birisi cima etmiş olsa, hakkında ne şekilde muamele edilir? O, şu cevabı vermiştir:
— Cima eyleyen kimseye had yoktur.
9 H z. Ali (R.A.) halifeliği zamanında, zevcesinin cariyesiyie cima eden bir kimseden haddi kaldırmıştır.
Bir kimse, bir cariyesiyie veyahud hanımının cariyesiyie- cima etmiş olsa ve bana helâl zannettiğim için cima ettim demiş olsa, üzerinden had kaldırılır. Zikrettiğim kimselerden başka bir kadınla haram cima eylese yani zina yapsa, üzerine had lazımdır.
İmâm Ş a 'b î der ki :
— Bir kimse Abdülmelîk'in huzuruna gelip,
— «Zevcemin cariyesi İle cima eyledim» demesi üzerine :
— «Al lahtan kork ve bir daha bu fiilde bulunma.» demiştir.
E ş ' a ş rivayet eder, der ki:
— Bir kimse anasının cariyesi ile cima ederse hakkında ne veçhile muamele olunur? diye İmâm Hasan 'dan sorulunca :
— «Had yoktur» buyurmuşlardır.
Dede ile ninenin cariyeleri, anne ile babanın cariyeleri gibi-
0 Bir kimse, bir kadına, zina fiili İle tecavüz edip, o kadın teessüründen vefat etmiş olsa, zina eden adam üzerine diyet lazımdır.
Bir adam, bir kadınla zina ettikten sonra, evlenmiş olsa yine üzerine had lazımdır.
Keza, bir kimse, bir cariyeye zina ettikten sonra onu satın almış olsa, had icra eylerim.
Bir cariyeye zina eyledikten sonra, onu katletmiş olan kimsenin üzerinden haddi düşürerek, o cariyenin kıymetinin kendisine tazmin ettirilmesini müstahsen görürüm.
İmâm -1 Müslimîn olan zat veyahud hâkim bir kimsenin hırsızlık yaptığını veya şarap içtiğini, veyahud da zina yaptığını görmüş olsa, yalnız görmesi had icrasına kâfi değildir. Bu fiile bey-yine kaim olmadıkça had icra etmemek gerekir. Bu babda, bize ulaşan haberlerden dolayı bu şekilde İstihsan olunmuştur.
Amma, H z. Abbas (R.A.] yalnız imâm veyahud hâkim olan zatın görmesiyle had ikame edilmesi reyinde bulunmuş ve o kavli teyid eden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ö m'e r (R.A.) den de bize bazı âsâr vârid olmuştur.
Bir kimse İmam-ı Müslimîn veyahut hakimin huzurunda insanların haklarından birini ikrar ederse, beyyine ikâmesine hacet kalmaksızın, hemen ikrarı veçhile o kimse1 ilzam olunur.
$ Mescidlerde ve düşman toprağında hadlerin ikame edilmemeleri gerekir.
A 1 k a m e şöyle rivayet ediyor:
— Rum toprağına gaza eyledik. W u z e y f e (RA) da bizimle beraberdi. Emîrimiz olan Kureyşli bir zat şarap içti. Hakkında had ikame edilmesini istediğimiz zaman, H z. H u z e y-f e (R.AJ, haddi ikamemize rıza göstermeyip buyurdular ki:
— «Düşmanınıza yakın bir yerde bulunduğunuz halde Emî-riniz bulunan zat ha'kkında had ikame ederseniz düşmanı aleyhinize iştihaiandırmış ve teşvik etmiş olursunuz.»
Rivayet edilir ki : H z. Ömer (R.A.) İslâm ordusu ve seriyyelerlnin komutanlarına, düşman toprağından çıkmadıkça, hiç bir kimseye had icra etmemelerini emir buyurmuş ve kendisine had tatbik edilen kimsenin, küffâra iltihakını düşündürebi-iecek şeytanî duygularının tahrik edilmesini çirkin görmüştür.
9 E ş ' a s bize Fudayl b. Amr el-Fuka-y m î' den M- a"k a f' in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
— Bir kişi, H z. Ali (R.A.) nin huzuruna gelip, kulağına gizlice bir şey söyledi. Bunun üzerine, H z. Alî kendisini mescidden çıkarttı. Ondan sonra. Ona had ikame edilmesini emretti :
® Tabiînden Mücâhld buyurur ki :
— Bizden öncekiler, mescidlerde hadlerin ikame edilmesini kerîh görürlerdi.
@ Zimmî bir kimse, müslüman bir kadına kerhen zina etmiş olsa, Fukâhamızın kavlince, Müslüman hakkında icrası lazım gelen muamele bu zımmî hakkında da icra olunur. Bu babda bana rivayet olunmuş bulunan bazı hadis-i şerifleri serd ve beyan ederim : Şöyle ki:
© Ziyad b. Osman'm zamanında hıristiyanlar-ctan birinin, müslüman bir kadına zorla tecavüz etmesi üzerine 2 i y â d , zaninin kavmi olan hmstiyanlara hitaben :
— «Biz, sizinle bu gibi muameleler üzerine sulh yapmadık» dedi ve zaniyi idam etti,
® M ü c â 1 i d bize e ş - Ş a ' b î vasıtası İle S ü -veyd b. Gafle' den şöyle rivayet etti :
— «Bizden öncekiler, mescidlerde had tatbik edilmesini, kerîh görmüşler ve kerhen bir müslüman kadına zinada bulunan zımmîye, müslüman gibi had tatbik edilmesi lüzumunu bize ifade ve ta'lim eylemişlerdir.»
Süveyd b. Alkame der ki :
— Şam tarafında, zımmilerden birisi, binekte olan bir kadına rastgelerek, düşürmek için ona vurdu, düşmeyinve itip yere yuvarladı. Üzerinden elbisesi açıldı ve ona tecavüz etti. Bu durum, H z. Ömer (R.A.) e arzedildi. Bu zani huzuruna getirilence, asılmasını emretti ve : «Sizinle bu muamele üzerine muahede eyiememiştik.» dedi.
© İslâm Dininden irtidat eden kimse hakkında, şer'an ne gibi muamele yapılacağında fukâha arasında ihtilaf vakî olmuştur. Bazıları, istitâbe yani teybe etmesinin teklif edilmesi reyin-dedir. Bazıları ise, bu görüşü benimsemediler.
Keza, kalben Islama İnanmayıpta, zahirde kendisini Müslüman gösteren zındık -ki Mülhid tabir olunur- ile, yahudi, hıris-tiyan ve mecusî dininden bir kimse İslâm Dinini kabul edip, müs-lüman olduktan sonra, mürted olarak evvelki dinine dönenler hakkında da ihtilaf eden fâhiklerden her biri âsâr rivayet ederek onlardan delil ve hüccet getirdiler. Şöyieki :
Tevbe -talep edilmemesi reyinde bulunanlar, F a h r-i Âlem (SAV.) Efendimizin:
— «Kâm dsnini değiştirirse, onu öldürünüz» hadisi ile ih-ticâc etmişlerdir.
Tevbe teklifi ve talep edilmesi reyinde olanlar ise :
— «Lâilâhe illallah deyinceye kadar, insanlarla harbetmek-le emrolundum. Bunu dedikleri takdirde kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak, mallarında ve kendi şahisların-dakl haklar müstesna. Onların hesabı A M a h a aittir.» hadîsi ile İstidlal ederler.
® Evvelki hadis-i şerifle ihticac edenier, ikinci hadis-i şerifle ihticac edenlere cevaben H z. Ömer, H z. Osman, H z. Ali, Ebû Musa e I-Eş'arî ve sair sahabe ve fukâha (R.A.E.), bu hadis-i şerifi tefsir ederek derlerdi ki :
— Eğer, Fahr-i Kâinat (SAV.) Efendimiz «Kim dinini değiştirirse, onu öldürünüz» diye emir buyurmuşlar-sa da, bunun hükmü, dinini tebdil ile bu değişiklik üzerine devam eden kimseler hakkındadır. Yoksa, dinini değiştirdiği anda öldürün demek değildir. Binâenaleyh tevbe teklif ve talep olunup-ta, yine İslâm dinine dönen mürted .İrtidadı üzerinde kalmadı-* ğından, mezkûr hadis-İ şerifin buna şümulü yoktur. Hatta görülmez mi ki, kelirns-î şehâdeti getiren kimsenin kanını ve malını haram kılmışlardır. Müred olup da, sonra yine tevbe ederek İslâm Dinine dönen kimse ise, kclima-i şehâdeti getirmiştir. Kelime-i şehâdeti getiren kimsenin katlinden F a h r- i Âlem (SAV.) Efendimiz nehyettiği halde, nasıl ■katledilebi-lir? Nitekim, diğer bir hadis-i şerîfde, kelime-l şehâdeti getiren bir kimsenin katlinden dolayı H z. Üsâme (R.A.)ye ıtab edip :
— Yâ Üsâme! O malctül kelime-i şehadetf getirdikten sonra mı kendisini katleyledîn? buyurmaları üzerine, H z. Üsâme de, özür beyan ederek ;
— O maktul, silâhı görünce korkusundan kelime-i şehâdeti getirdi, demesi üzerine, H z. Peygamber (SAV,) Efendimiz bu özrü kabul etmeyerek :
— Kalbini açıp, içine vakıf mı oldun? buyurmuşlardır. Kalbinde ne olup olmadığını bilemiyeceğinden, kelime-i şehadetâ getirmesi, onun silahdan korkusundan olmasını tevehhüm ederek onu katletmek kendisine mubah olmadığını beyan buyurmuştur. Tahmin ve şüphe ils adam öldürülmez. Hüküm zahire göredir.
• A'meş bize Ebû Zibyân' dan Hz. Ü s â -m e (RA) nin şöyle dediğini rivayet etmiştir.
— F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bizi bir seriyye ile gönderdi. Sabaha karşı Cüheyne kabilesinin meskenlerine yakın bir yere vardığımızda bir adam göründü. Hemen kendisine yetiştim. Adam, Lâilâhe illallah dediği halde, adamı katlettim. Sonra bana şüphe arız oldu. Döndüğüm zaman, keyfiyeti bütün tafsilâtı ile Peygamber (S.A.V.) Efendimize arzettim. Bunun üzerine :
— Lâilâhe İllallah demişken mi kendisini katlettin? buyu-runca,
— Ya RasÜ.Iallah, onun keiime-î şehâdet getirmesi, silah korkusundandır. dediğimde,
— Silahtan korkusundan mıdır, yoksa değii midir? Bunları bilmek için, kelime-i şehâdeti söylediği zaman kisbini açaydın.» buyurdular. 8u sözü, ben keşke İsîâm dini ile yeni müşerref olmuş olsaydım diye temenni edinceye kadar tekrar buyurdular.
• A' m e ş ' in tize E b û S ü f y â n ' dan naklettiğine göre, C â b i r (R.A.), Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduklarını rivayet etmişlerdir.
— «Lâilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla harbetmekle emrolundum. Bu kelimeyi söyledikleri takdirde kanlarının ve mallarının haksız alınmasından beni men eylerler. Hesaplan Cenâb-ı Hakka aiddir.»
A ' m e ş ' "m bize E b û Salih1 den naklettiğine
E b û Hureyre (R.A.) de Peygamber (S.A.V.) Efendimizden bunu n gibi bir hadis-i şerif rivayet etmiştir.
S ü f y â n b. U y e y n <e.' nln. bana M u h a m m e d b. Abdurrah 'man ' dan babasının şöyle dediğini nakletti:
— Tüster isimli yerin fetholunduğu 'haberi H z. Ömer (R.A.) e ulaşınca, bu haberi getiren kimselere :
— Anlatacağınız başka bir mes'ele var mıdır? diye sorduklarında :
— Evet, Müslümanlardan bir adam, müşriklere iltihak eyledi. Kendisini yakalamıştık, deyince H z. Ömer (R.A.).
— Ona ne yaptınız? diye sordu.
— Kendisini öldürdük, dediler.
— Niçin kendisini bir odaya koyup, kapısını kapayarak ve her gün kendisine bir ekmek verip, üç gün zarfında tevbe etmesini teklif etmediniz? Bunu yaptıktan sonra tebve etmediği takdirde, o zaman kendisini katletmeİiydîniz» diyerek kendilerini tekdir etti Ve:
— «Yâ Rab! Ben görmedim, emretmedim, işittiğim zaman da razı olmadım.» diye H z. Ömer (R.A.) bu fiillerinden teberri eylemiştir.
0 İ b n - i C ü r e ye bize Süleyman b. M û s # vasıtası ile H z. Osman (RA) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
— Mürted olan kimselere, tevbe etmeleri üç kere teklif ve talep olunur. Tevbe ettiği takdirde, ne âia! Eğer, irîidadında ısrar ederse katledilir.
H z. M u â z b. C e 4> e I (R.A.), bir gün E b û M u s â ' I - E ş <a r î (R.A.) nin huzuruna girince, yanında bir ysnudi gördü.
— Bu kimdir? diye sordu.
— Bu bir yahudî idi. İslâm dîni ile müşerref olduktan sonra İrtidad etti. İki aydan beri tevbe etmesini teklif etmekte isek de, tevbe etmiyor» demesi üzerine H z. M u â z (R.A.) :
— «Cenâb-ı Hak ve Resulü Z î ş â n i n hükümleri veçhile boynunu kesmedikçe oturmam» buyurmuştur.
İbrahim Nehaî' den de şöyle dediği rivayet olunur :
— «îrtidad eden kimseye evvelemirde tevbe etmesi teklif ve talep olunur. Tevbe ettiği takdirde bırakılır. Tevbe etmeyip direnmesi halinde ise katledilir.»
© Mürted olan kimseye, işin başlangıcında tevbe teklif olunması reyinde olan fâkihier, zikri geçen hadis-i şeriflerle ih-ticac eylerler. Bu babda varid olan, meşhur hadîs-i şeriflere ve yetiştiğimiz fukahânın ictihadlanna göre, duymuş olduğumuz kavillerin en güzeli -A I I a h ü â'lem. mürted olanlara evvelemirde tevbe eylemeleri teklif olunup, tevbe ettikleri akdirde, bırakılmaları, tevbe teklifine karşı koyup irtidadta İsrar etmeleri halinde de katledilmeleridir.
Kadınlardan birisi, İslâm Dinini kabul ettikten sonra, irtidad ettiği takdirde, erkeğin durumuna kıyas edilmez.
İrtidad eden kadın hakkında, Hz. Abdullah b, A <b b a s (R.A.) m kavlini alır ve tercih ederiz. Zira İmâm Âzam E b û Hanîfe, Abdullah b. A b b a s (R.A.) tan bilvasıta rivayet eder ki :
— «Kadınlar irtidad eyledikleri zaman öldürülmezler, hapsedilirler İslâm dinine dönmeye davet edilirler ve bu konuda icbar edilirler.»
0 Bir erkek veya bir kadının irtidad ederek, dâr-ı harbe iltihak ettiği, İmâm-ı Müslimîin'e arzedilince, geride bıraktıkları mallar varisleri arasında taksim edilir. Eğer, müdehber köle veya ' cariyeleri[26] varsa azad edilir. İrtidad eden erkeğin, ümmü ve-led cariyesi varsa o da azad edilir. Mürtedlerln, Dâr-ı harbe iltihak etmeleri, ölüm hükmündedir.
Hatta, dar-ı Ulamda bırakıp gittiği kölelerini, dâr-ı harbde olduğu halde, azad etmiş olsa caiz olmadığı gibi, birisine mal vasiyyet veya hibe etmiş olsa yine caiz değildir.
Dar-î harbe İltihak etmeden önce, kölesini azad etmiş veyahut malını vasiyyet etmiş veya hibe etmiş bulunrsa bu caizdir.
Zira, dar-ı harbe iltihak edince malı elinden çıkmış olur ve veresesine miras kalır. Nikahlı olan karısı ile boşanmış kabul edilir. Mürted olduğu günden itibaren, üç kere hayız müddetince ıddet geçirmesi karısına emredilir. Karısı hamile ise, doğurunca-ya kadar ıddet çeker, sonra dilerse - başkası ile - evlenir. Bu mürtedin malı, Müslüman olan veresesine taksim edilir. Mezkur karısı, onun mürted olduğu günden itibaren üç hayız gördükten sonra, İmâm-ı Müslimîn malının taksimini emrederse, artık evlenmesi mubah olduğu için, mürtedin malından, bu karısına miras yoktur. Görülmez mi ki, başka ıbir kocaya varıpta, orda vefat etmiş olsa, ikisinden kendisine miras verilir miydi? Binâenaleyh, hastalık halinde talâk-i selâse ile boşanmış olan kadın hükmünde veyahut sıhhatli iken baine olarak bir talâk ile boşanmış kadın hükmünde olduğu için, iddet beklerken, mürted olan kocası ölürse, kendisine varis olur. Iddetin bitmesinden sonra öldüğü takdirde kendisine miras verilmez.
Mürted olan kimsenin, beraberinde buiunup dar-i harbe soktuğu malını, müslümanlar ganimet olarak aldıkları zaman, ehl-i harbden alınan diğer ganimet mallan hükmündedir.
® A' m e ş bize E b û A m r vasıtası ile H z, A I i (R.A.), den şöyle rivayet etmiştir.
İrtidad eden, M ü s t e v 1 i d el-I c I î isimli kimse H z. Ali (R.A.) nin huzuruna getirilince, İslâm Dinine dönmesini kendisine teklif etti. O da imtina etti. Bunun üzerine kendisi katledildi. Mallarını da müslüman olan varislerine taksim etti.
Mürted olan kimse, daha sonra tevbe ederek İslâm Dinîni kabul edince, aynen mevcud olan malları kendisine verilir. Veresesinin istihlâk ettiği (tükettiği) mallardan dolayı kendilerine tazminat terettüp etmez.
Tevbe edip dönen mürtedin, irtidat ettiği zaman müdebber köie ve cariyesi ile ümmü veled cariyesi bulunur da, mürted olduktan sonra, İmâm-ı Müslimîn kendilerini azad ederse, azad edilmeleri sahilidir. Kendisi bu azad etme işinden dönemez. Ancak, İmâm-ı Müslimîn tarafından azad edilmemîş-lerse, irtidaddan önce her ne halde İseler yine o hal üzerine bakidirler.
Müslüman bir kadın irtidad ederek darü'l-harbe iltihak ederse, malının vereseler arasında taksim edilmesini İmâm-i Müs-lîmîn emreder, kocası olsa da, artık ona miras yoktur. Çünkü, karısı irtidad ettiği anda, kendisine haram olmuştur. Zira, aralarında zevciyet (evlilik) kalmamıştır. Ancak, bu kadın, ölüm has. talığında irtidad ederek, öyle ölürse veya hasta haliyle darü'l-harbe iltihak ederse ve İmâm-ı Müslimîn onun ölümüne hükme? derse, bü durumda, bu kadının kocasına miras verilmesini is-tihsan ederim. Sıhhatli iken vaki olan İrtidadla, maraz-ı mevtinde vaki olan irtidad arasında ahkamca bir fark görmem. İmâm E b û H a n î f e de, bu reyde idi. Fakat fıkıh kaidelerine kı-yasen muamele böyle olmak lazım gelmez. Bu kadın gerek sıhhatli iken, gerek hastalıkta irtidad etmiş olsa, her iki suretde de kıyasın müktezası, zevcine miras verilmemektir.
Hasta olarak irtidad eden Müslüman bir erkek bu hastalıktan ölünceye kadar, tevbe etmezse, vefatından evvel zevcesi üç kere hayız görmüş bulunursa, kendisine miras yoktur. Üç kere hayız görmeksizin kocası ölürse boşanmış menzilesinde itibar edilerek kendisine miras verilir. Bu kocanın bu mes'elede bu hastalıktan ölmesi, sıhhatli iken irtidad edipte, darü'l-harbe iltihak ettikten sonra, İmâm-ı Müslimîn'in ölümüne hükmettiği ve dar-î Islâmda bırakmış olduğu malların taksim edilmesini emrettiği ikisinin durumu gibidir.
• Bir kimse, Fahr-i Kâinat (SAV.) Efendimize küfreder, veya Onu yalanlar ve ayiblar veya Onun yüce kadrini noksanlaştırmak için sözler telaffuz ederse, C e-nâb-ı Ha'kka küfretmiş (onu inkâr etmiş) olacağından nikâhlı karısı kendisinden talak-i baine İle boş düşer. Tevbe etmediği takdirde öldürülür. Kadın için de hüküm böyledir. Ancak İmâ m-i Âzam Ebû Hanîfe: «Kadın katledilmez. İslâm Dinini kabule icbar edilir.» buyurmuştur.
© Abdurrahman b. Sabit b. Sevban bize babasının şöyle dediğini rivayet etti:
— Ömer b. Abdülaziz tarafından âmil idim. Bir yshudi, müslüman olduktan sonra, yine irtidad edip ilk dini olan yahudiliğe girmişti. Hakkında ne şekilde muamele yapılması lazım geleceğine dair yazdığım mektuba cevaben :
— Kendisini İslâm Dinine davet et. Kabul ederse serbest bırak. İmtina' ettiği taktirde, bir ağaç getirterek üzerine yatırdıktan sonra, tekrar kendisini İslâm Dinine davet et. Yine imtina' ederse, mezkur ağaca bağlayarak, süngüyü göksüne dayadıktan sonra, yine kendisini İslâm Dinine davet et. İslama dönerse serbest bırak. İrtidadında ısrar ederse kendisini öldür.» diye H a-I î f e Ömer b. Abdülaziz bana emir yazdı. Bende emri veçhile muamele ettim. Taki süngüyü göksüne dayayınca İslâm Dînine girmeyi kabul etti. Bende tahliye ettim.»
6 Beyan ve izahını emir buyurduğunuz, İslâm Memleketlerine tarafınızdan tayin edilen valilerdin, hırsızların ellerinde buldukları mal, meta' ve silah hakkında ne şekilde muamele edileceğine gelince :
Hırsızın erinde bu gibi eşyaya rastlandığı zaman kendilerinden almip, emanet altına almak ve saklamak üzere, emin ve güvenilir bir kimseye teslim edilmesini emir buyurunuz.
Bir kimse gelip te, bu eşyanın kendisine ait olduğunu iddia ederse, kendisinden adil ve sahicilikleri makbul şahidler getirmesi istenir. Şahit getirirse, daha sonra diğer bir hak sahibi zuhur etmesi halinde, bu malı veya kıymetini tazmin etmek üzere, şahidler huzurunda ve bu şartı da şahidlere bildirerek kendisine verilir.
Bu malın bir sahibi çıkmazsa, satılarak, kıymetinin tamamı ve hırsızlarda yakalanan malın tıepsi beytü'l-mâle konur. Zira, bu gibi malları islâm memleketlerinde bulunan valileriniz alarak, 'istihlâk etmektedirler. Halbuki, bu gibi malları size arz ve takdim etmekten başka, o valilerce her hangi bir muamele yapılması caiz değildir.
Her memleket ve şehirde bulunan valilerinize ve memurlarınıza, bu gibi mallardan huzuruna bir şey getirildiği zaman, hıfzına memur edilen zevata teslim edilmesini ve size beyan ve arz ettiğim harekette bulunmalarını ve bir kimse gelip te, malların kendisine ait olduğunu iddia ederse, kendisine sorulduğu zaman beyyinesinin olmadığını da beyan ederse, o adam emin, doğru sözlü ve adil kimselerdense ve kendi malı olmayan malları istemekle itham edilecek kimselerden değilse kendisinin olduğunu iddia ettiği hırsızlık mallarının 'kendisine ait olduğuna yemin ettirilerek kendisine vermelerini, daha sonra bu mallara başka bir hak sahibi gelipde, kendisinin malı olduğunu isbat ederse, dalı alan ilk iddia sahibine, malın kıymetinin tazmin ettirilmesini emir buyurunuz :
Bu da istihsan kabilindendir. Çünki, caizdir ki, malın sahibi bunu isbata muktedir olamıyabilir. Bununla beraber kendisi haddizatında, dürüst ve inanılır bir kimse olduğundan, kendisinin olmayan mala sahip çıkmasına ihtimal verilmez.
Hırsızlar, çaldıkları mallarla yakalanırlar ve bu esnada mal sahipleri de mallarla beraber bulunursa ve hâkim huzuruna böylece çıkarılırsa, bu durumda iş apaçık belli olduğundan, hemen orada, bu mallar sahibine verilir.
Vali olan zât, çalınmış malı, sahibinden kaçırıp kendisi almak için sahibini gönderip, malını terk edinceye kadar kendisini taciz etmesi caiz değildir.
Keza, adamı boğarak, bir ilaç veya uyuşturucu ile müdahale edemez hale getirerek, malı çalan kimseler, çaldıkları malla ele geçirildikleri zaman yukarıda zikri geçen hırsızlarla yakalanan maldaki gibi hareket edilir. Yani mal sahibi, ortaya çıkıp, beyyine İkame eder, şahldlerln adil kimseler olduğu anlaşılırsa, mal sahibine verilir. Mal sahibi çıkmadığı takdirde, satılarak, değeri toplanır ve beytü'l-mâle konur.
Adam boğdukları ma'lum olanların veya bunu ikrar edenlerin veya kendilerinde adam boğmak için alet ve edevat bulunup, yanlarında eşya da olanların ikrar etmeleri halinde öldürülmelerini emir edersiniz.
Keza, sahibini uyuşturarak, mal çalan hırsız yakalanıp ikrar ederse veya yakalandığı zaman yanında insanların eşyası bulunursa öldürülmesi emredilir. Velhasıl, bu gibi uygunsuzlukta bulunanların -şüphesiz- halleri ve durumları aşikâr olduğundan, cezaları emrinize havale edilmiştir.
İslâm memleketlerinde ve şehirlerde varisi ve talibi olmayan hayvan ve mallarla suçlular ve diğerlerinin nezdinde bulunan şunun bunun mallarının hakimlerin ellerinde bırakılması halinde, onları yeme ihtimali olan kimselere vermeleri mümkündür. Bunun içindir ki, bu kabilden olan malların tarafınıza takdim edilmesi gerekir. Çünkü, bu ve buna benzer, hırsızlardan bulunmuş olup, talibi ve müddeisi olmayan mallar Müslümanların bey-îü'I-mâline aittir. Bunun için bu gibi malların aranmasından geri durmamak ve ortaya çıkan bu 'gibi şeyleri peyderpey tarafınıza arz eylemek üzere şehir ve kasabalarda bulunan vali ve memurlarınıza posta veyahud diğer vasıtalarla emir-name göndermeniz gerekir.
0 Her memlekette kaçak ve firarî olarak bulunurken yakalanıp valilerine teslim edilen, sahipsiz ve talibi çıkmayan binâenaleyh memleket ve şehirlerde, asker içinde çoğalmış bulunan köle ve cariyeler hakkındaki sualinize gelince :
Bir islâm şehri olan Bağdad'da, asker içinde bulunan firari köle ve cariyeleri araştırıp tesbit etmek üzere dinine bağlı ve istikamet sahibi bir zatı seçip tayin buyurunuz. Memleket ve beldelerde bulunan vali ve memurlarınıza bu konuda emir-name-ler gönderin ki araştırarak, bu şekilde ki köle ve cariyeler bulunup meydana çıkarılsın. O zaman, onların ismi, efendisinin ismi, kendisinin nereli olduğu, efendisinin nerede meskun bulunduğu ve hangi kabileden olduğu kendisinden bir bir sorulsun ve deftere kaydedilsin. Eşkal ve cinsi ile, efendisinden kaçtığı (sene ve ay) tarihle yakalandığı tarihi o kölenin ifadesine dayanarak, harfiyyen tesbit edilip, deftere yazıldıktan sonra, hadsedilsin. Hapis tarihinden 'itibaren altı ay geçipte, talibi çıkmadığı takdirde, bu memuriyete tayin ettiğiniz zat kendisini hapishaneden çıkararak, tellal vasıtasiyle müzayedeye çıkartarak satsın. Tahsil edilen bedeileri bir kese içine koyarak üzerine «... firarinin satılmasından elde edilen para.» ibaresini yazarak, beytü'l-mâle gönderip takdim etsin. Henüz hapiste iken, satılmadan köle ve cariyelerden birisinin sahibi gelirse, memur, mezkur köle veya cariyenin ismini ve hangi ayda firar ettiğini tutulan defterle karşılaştırarak bir bir kendisinden sorarak, bildirdiği isim, belde, eşkal-ı mahsuse ve cins defterde yazılı olan, isim, belde, eşkal ve cinse uyarsa, mezkur köle veya cariyeyi hapisten çıkararak kendisine gösterir. «Bu adamı tanıyor musun?» diye kendisinden sorunca, «Efendisi olduğunu 'ikrar ederse» kendisine teslim etsin.
Mezkur köle veya cariye satıldıktan sonra, sahibi gelirse, kendi İsmi ile babasının ismini, kabilesini, beldesini ve kölenin ismi ile eşkâ!-i mahsusasını mezkur defter İle karşılaştırarak bir bir kendisinden sorsun. Verdiği cevaplar, defterde yazılan kölenin, önce verdiği bilgiye uygun geldiği takdirde, satıştan almış olduğu bedeli sahibine ödesin.
Köle ve cariye belli bir bedelle satılınca, bu defterde, kölenin ismi ile efendisinin isminin karşısına bu bedel kaydedilmelidir.
Müddet uzayıpta, talip çıkmaması halinde bu bedel beytü'l-mâle konsun. Bu bedeli İmâm-ı Müsiîmîn dilediği şekilde, müs-lümanlar için faydalı gördüğü yere sarf eder. Bilhassa daha önce takdir ve tertip edildiği şekilde, hapishanede mevkuf olan şahısların nafakasına sarf edileceği gibi firarî olan köle ve cariyelerin, satılıncaya kadar nafakaları için harcanır. Bu nafakalar daha önce bildirdiğim özel memur vasıtası ile sarf edilir. Bu babda rey sizindir.
• Basra Valisi ile Posta Müdürünün, size arz ve iş'ar ettikleri gibi Basra Kadısının elinde, yıllık külliyetli mahsulat ve gelir sağlayan, çok miktarda arazi ve bu arazi üzerindeki pek çok hurma ve diğer ağaçlarla bağ ve bahçeler var. Bunları kendisinin tayin ettiği vekillerine teslim ediyor ve herbirine 1000,— 2000.— -veya daha ziyade veya noksan - maaş veriyor. Bu ağaçlarla ziraat arazilerinde hak iddia eden hiç bir kimse de yok. Mezkur kadı ile vekilleri, bu gelirleri yemektedirler. Binaenaleyh bu hususta ne yapılması lazım geleceği hakkındaki sualinize gelince :
Bu ve buna benzer şeylerin iyice tetkik ettirilip, icabını yapmak, size vâcibtir.. Şöyleki : Üzerinde hak iddia eden hiç bir kimse olmayıp, bu kadı ve vekilleri tarafından istiğlâ! ile geliri alınıyor ve kabzediiiyorsa ve müddet uzadığı halde, o mallarda hak iddia eden hiç bir kimse çıkmamışsa; bu kadı'mn, elinde kalan, bunun gibi gelir getiren mallar hakkında reyinizi alıp, ona göre hareket etmesi lazsm gelirdi. Buna rağmen, bunca müddettenbe-ri keyfiyeti size arzetmeyen -kötü davramşh- kadı, bu malı ve bu durumda olan diğer maiları kendisine ve maiyyetinde bulunanlara yedirmekle günahkârdır. Bu kadı ile vekilleri eliyle alınan ve kabzediien varidat meydana çıkarılıncaya kadar, muhasebesinin yapılması ve ortaya çıkacak malların tahsil 'edilmesi lâzımdır. Bu mailar için bir varis veya onda hak iddia eden hiç bir kimsenin bulunmadığı anlaşıldıktan sonra, beytü'l-mâle ulaştırmalarım valilerinize emir buyurmanız lazımdır.
Bu kadi'nın, bu 'ihtilası ve İmâm-ı Müslimîne keyfiyeti arzet-mediği tahkikat sonunda açığa çıktığı takdirde, mezkur -kötü niyetli ve davramşh- kadı, nefsine, İmâm-ı Müslsmîn'e ve müs-lümanlara hıyanet etmiş olduğundan, bundan böyle, müslüman-ların işlerinden herhangi birisinde çalıştırılmamak gerekir.
Bu gibi araziler, gelirlerini yiyen ve başkalarına da yediren kadıların .elinden alınır. Âdil, emîn ve sika olan bir zat, bu arazinin hususatma bakmak üzere seçilir ve tayin edilir. Bu zat, arazinin bütün işlerine bakar. Hak iddia eden birisi çıkıncaya kadar varidatının beytü'l-mâl-î müslîmîn'e ulaştırılması emredilir. Bu iş için, tarafından güvenilir memurlar seçmesi de kendisine emredilir. Çünkü, müslümaniardan varis bırakmadan ölen kimselerin malı, beytü'l-mâle a'iddir. Meğer ki, hak iddia eden birisi çıkıp, bu malın sahibi iken, onu terk eden veya vefat eden kfm-selerin varisi olduğunu iddia eder ve bu 'iddiasını delil ve bey-yine ile isbat ederse, bu durum tahkik sonucu kesinlik kazanınca, mal kendisine verilir.
# Bu babda rey sizindir. Bu gibi şeylerden her ne ki zuhur ederse, tarafınıza yazarak beyan etmelerini, taşrada bulunan posta memurlarına emrediniz. Her türlü vukuat ve havadisi ket-medip, size bildirmedikleri takdirde kendilerini cezalandıracağınızı bildirin. Zira, işittiğime göre, edineceği malumatı size bildirmek üzere, her tarafa, tayin buyurduğunuz, posta memurları, va-Hierle, o bölgelerde bulunan kumandanların uygunsuzluklarını size bildirmediklerini duyuyoruz. Halktan bir kısmını diğerlerine tercih edip, onları kayırdıklarını ve kayırdıklarının kötülüklerini size bildirmediklerini de duyuyoruz. Bazı kere de âmiller ile beraber olup reayaya cevr ve zulüm yaptıklarını ve bilinmesi sizce elzem olan, reayanın işlerini gizlediklerini veya vaktinde bildirmediklerini ağız birliği yaparak insanlara kötü muamelede bulunduklarını, beldelerdeki âmiller, kendilerim tasvip etmedikleri zaman, yapmadıkları işleri onlara isnad ederek ve bazı kerede -hilaf-ı hakikat olmak üzere- kötü hallerini size arz ve İnha etmekte olduklarını da duyuyoruz.
Bu gibi hususları araştırıp, teftiş ederek, gafil olmamanız, arayıp sorarak, her memlekette ve her şehirde adil ve mevsuk oian zatları bu işlerle görevlendirmeniz, posta işleri ile askerî işleri bu şahıslara havale etmeniz lazımdır. Âdil ve mevsuk olmayanların verdikleri haberlerin kabulü nasıl tecvîz edilebilir?
Bunların maaşları beytü'I-mâlden verilir. Ellerinin altında bu. lunan reâya'nm emir ve hususatından katiyyen hiç bir şey gizlememelerini ve geciktirmemelerini, meydana gelen hadiseleri size ve valilerinize bildirmelerini, reaya ve valilerin hallerini tarafınıza olduğu gibi -bu hususa hiçbir ilave yapmadan ve nok-sanlaştırmadan- arzetmeierini kendilerine emir buyurunuz. Bu emir ve tenbihinize uymayanları tenkil ediniz, (görevden uzaklaştırınız, herkese ibret olacak bir ceza ile cezalandırınız.)
Posta memurları ile nahiyelerde olan askerlerin kumandanlarının âdil ve mevsuk olan zatlardan olmalarına dikkat ediniz Çünkü, posta işlerine 'bakan kumseler, kadı, vali ve diğer me muriar üzerinde müfettiş ve muhbir demek olduğundan, adalet le mevsuf olmadıkları takdirde, verecekleri haberin kabulü caiz ve mucibince amel edilmesi meşruluk sıfatını haiz değildir.
® Posta hayvanları bütün müslümaniarın malı olduğu için, posta memurlarına, müslümaniann İşleri için binmelerini emrettiğiniz kimselerden başka hiç bir kimseyi posta hayvanlarına bindirmemelerini emrediniz.
Ömer b. A b d ü 1 <a z i z , «posta hayvanlarının şevkleri için kullanılan değneklerin ucuna demir konulmasından ve ağızlarına ağırca gem vurulmasından nehteymişlerdir.»
Yine rivayet olunur ki: Ömer b. Abdüiaziz'in posta memuru olarak çalıştırdığı bir kişi, bir gün İzni olmadan, kendisinin azatlısı olan bir köle, posta hayvanına binmiş olarak, başka memleketten gelince, kendisini çağırıp, ücret takdiri ile bu ücret beytü'I-mâle konulmadıkça buradan bir yere savuşup gitme» diye emretmiştir.
Kadılarla âmillerin maaşları beytü'I-mâl'in hangi faslından verilir? diye sual buyurdunuz.
Kadılara ve amillere verilecek maaşlar, harâc arazilerinden, beytü'l-mâle alınmış olan, mallardan verilir. Zira, kadılar ve âmiller, bütün müslümaniarın işleriyle meşgul olduklarından, maaşları da beytü'l-mâl-i müslimîn'den verilmesi iktiza eder. Her memleketin vali ve kadısına o memleketin tahammülüne göre maaş verilir.
Müslümanların işlerinde çalıştırdığınız, her memurun maaşı beytü'l mâl'den verilir. Kadılara ve valilere zekat mallarından maaş verilmez. Yalnız zekat toplamakta istihdam edilen memurların maaşları zekat mallarından verilir. Zira, C e n â b-ı Hak, Kur'an-ı Azimü'ş-şânmda «velâmiline aleyhâ» buyurmuştur.
Kadı, âmil ve valilerin maaşlarının artırılmasına veya nok-sanlaştırılmasına gelince : Bu gibi tasarruflar tamamen sizin emrinize bağlıdır. Bunun için durumu icabiyle onlardan birinin maaşının artırılmasını uygun görürseniz, zam ve tezyid eylersiniz. Azaltılmasını münasip gördüklerinizi de tenkis edebilirsiniz. Maaşları azaltmak veya çoğaltmak sizin için caizdir.
Elinizin altındakilerin ve berâyâ'nm işlerinin düzeltilmesi hakkında hayırlı ve faydalı gördüğünüzü hemen ve tehir etmeden yaparsanız ve bu hususta derhal gerekli harcamalarda bulunursanız, Cenâb-ı Vâcib i'1-Vücûd tarafından, size pek çok sevap ve fazilet ihsan buyuracağını umarım.
Şeriatın hakimleri olan kadılara, halîfelerin ve Benî Hâşim'-İn miraslarından ve terekelerinden, maaşlarının verilmesi ile akâratlarının müsteğalâtlarının ve şâir emvallerinin idaresine bakmak üzere kadılar tarafından vekil tayini hakkındaki sözünüzü uygun görmem. Çünkü beytü'l-mâl, umumun işleri ve menfaatleri için kullanılacak bir maldır. Kadı'nin maaşı ancak beytü'I-mâl'den verilebilir. Başka türlüsü muvafık değildir.
© Vereseye İntikal eden mallardan, - bu vereseler gerek eşraftan ve gerekse halktan biri olsun - bir şey almayasınız. Zira, önceki halîfeler, kadıların maaşlarını beytü'l-mâl'den verirlerdi.
Miras ve terekelerin muhafaza edilmesiyle idaresine tayin edilen memurlara, işini yürüttükleri terekenin mütehammil olduğu miktarda maaş verilerek varis olan kimselerin helak ve mağduriyetini rnucib olacak derecede emvâl-i metrûkeyi, -o mal üzs-rine emin ve vekil bulunduğu halde-yiyip - içipte, varisleri mahrum ve helak olmuş bir halde bırakmasın. Zira, kadıların ekserisi -vailahü â'Iem- ne yaptıklarını bilemedikleri gibi, korkusuzca, diledikleri gibi harcamaları sebebiyle maiyyetlerinde bulunan ların ekserisi yetim olan varisin, fakir hale duçar olmalarına, helak olmalarına ve hatta ölmelerine sebep olmuşlardır.
Ey Mü'minlerin Emîri! Ehl-i harbdsn bir kimse, kendi memleketinden çıkarak, dar-ı İslâm'a girmek ister ve yol üzerinde bulunan veya yoİ üzerinde olmayan karakola girerken yakalanırsa, o kimse :
— «Ben kendi nefsim, ehlim ve çoluk çocuğum için emân talep etmek üzere çıkıp, İslâm Beldesine gitmek muradındayım.» Veyahut, «Ehl-i İslama bazı tebligat icra etmek üzere, elçilik memuriyeti ile gideceğim.» diye ifadede bulunursa, bu şahsa ne yapılması lazım geleceğini sual buyurdunuz.
9 Harbî olan işbu adam, mezkur karakola uğradığı zaman, çekingen bir halde ve sakınarak uğramışsa, ifadesi tasdik olunmaz ve söyledikleri kabul edilmez. Eğer uğradığı zaman sakınan ve çekinen bir halde bulunmaz İse ifadesi kabul olunur. Bu harbî :
— Ben padişahımız tarafından, arap parişahına elçi olarak gidiyorum. İşte, padişahın namesi bendedir. Beraberimde bulunan hayvanât, eşya ,köle ve cariyeleri hediye olarak padişahınıza götürüyorum.» derse, gerçekten yanında bulunan mallar, ancak kendi padişahından arap padişahına hediyyeden başka bir şey olması muhtemel olamayacağından, ifadesi, bilinen bir iş hükmünde olup kendisine ve malına dokunulmaz. Dâr-i İslama girmesine müsaade edilir.
Bu adam, bu durumda öşür memuruna uğrarsa, yalnız, ticaret için kendisine mahsus olmak üzere, beraberinde getirmiş olduğu mallardan öşür alınır. Ancak, kendisine ve mezkur hayvanat, eşya, mal vesaireye hiç bir kimse tarafından müdahale ve taarruz edilemez.
Rum padişahları tarafından gönderilmiş olan elçi İle kendisine emân verilmiş olan harbînin, ticaret için beraberce getirmiş oldukları meta'dan öşür alınır ise de zati eşyalarından öşür alınmaz.
Harbî olan bu adam, yakalanınca,
— «Ben memleketimden çıktım ve müslüman olarak buraya geldim.» derse, bu ifadesi ilk anda kabul edilmez. Durumu incelenir. Gerçekten müşlüman olmamışsa ve İslâmı kabul etmezse, bu kimse ve malları müslümanlar için bir ganimettir. Müslümanlar kendisi hakkında muhayyerdir. Dilerlerse katlederler, dilerlerse kendisini köle yaparlar.
Öldürülmek İçin getirildiği zaman :
— «Dininize inandım, Şahadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve resulüdür.» diyerek, İslâm Dinini kabul ettiğini açıklarsa, bu kelâmı islâm dinini kabul ettiğine kâfi delil olduğu için, kendisi müslüman olmuş olur ve kanı korunur, öldürülmez. Mail ve kendisi Müslümanlara ganimet kalır.
Sshâbs-i Güzin'den H z. C â b i r (R.A.), Fahrî Âlem (S.A.V.) Efendimiz 'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
— «Lâilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla harbetmekle emrolundum. 6u kelimeyi söyledikleri takdirde, A I I a h i n hakkı müstesna olmak üzere, canlarını ve mallarım benden korumuş olurlar. Müslüman olduktan sonra hesapları C e n â b-ı Hakka aittir.»
Padişahın elçisi olan veyahut kendisine emân verilmiş bulunan harbîler, dar-ı harbe dönmek istedikleri zaman, at, silah ve Ehl-i harbden alınan esir köleleri ile çıkarılmazlar. Bu gibi şeyleri satın almış bulunurlarsa, bu şeyleri satıcılarına iade ederler. Satıcılar da bedellerini onlara geri verirler.
Eğer bu elçinin veya kendisine emân verilmiş olan harbînin güzel bir silahı veya atı olup da, ondan kötü bir silahla veya atla mübadele etmiş bulunursa bu caizdir ve bununla çıkmak istediği zaman, kendisinde bırakılmasında beis yoktur. Ancak, silahından veya atından daha iyi olan bir at veya silahla mübadele etmiş olursa, önceki silahı veya atı alınıp kendisine iade edileceği gibi, kendisinde bulunan silah ve at da alınıp sahibine yerilir.
Ehl-i harbden bir kimse, emân ile dâr-i İslâm'a girer, veya-hud padişahları tarafından elçi olarak gelip de, Dar-ı İslâm'dan beraberce köle, silah veya kâfirlerin müslümanlara karşı güçlenmelerine sebep olacak bir eşyayı alıp çıkmak isterse İmâm-ı Müslimin kendisini bırakmıyarak, mümanaat etmesi iktiza eder. Lâkin elbise, meta' ve bunlara benzer şeylerin satın alınmasından ve çıkarılmasından men olunmaz.
Bu elçi veya müste'men harbî ile, şarap veya domuz gibi şeylerle alış veriş yapılmaz ve faizle muamele edilmez. Zira o kimse," hükmî müslüman ve ehl-i islâm hükmündedir. C e n â b -1 Hakkın haram kıldığı şeylerin, dar-ı İslâmda satılmaları helâl değildir, haramdır.
Müste'men veya elçi olan harbîler, dar-î İslâm'da zina veya hırsızlık fiillerinde bulunmuş olsalar, Fuhakâmızın bazısı der ki : Üzerine had ikame olunmayıp, yalnız, çaldığı malı istihlâk ettiği takdirde kendisine kıymeti tanzim ettirilir. Zira, üzerine bizim ahkâmımız carî olmak üzere, zimmî olarak dar-ı İslama girmiştir. Lakin, bir kimseyi kazf ederse, had tatbik edilir. Keza, bir kimseye söverse ta'zir edilir. Zira, bunlar 4ıukuk-u ibaddan (insanlara ait huklardan) dır.
Bazı fâkihler de der ki : Hırsızlıkta bulunur ise eli kesilir. Keza, zina eylerse haddolunur.
Bu babda, işitmiş bulunduğumuz rivayetlerin en güzel şudur: Suç işlerse, işledikleri suçlara göre serî hadlerin hepsi, bu harbîlerin üzerine tatbik olunmasıdır. Bir müslüman, kendilerinden mal çalarsa elinin kesilmesi lazım gelmiyeceği gibi, am-den bir müslüman, onlardan birisinin elini kesse, kendisi için, müslümanın eli kesilmez. Kıyasın müktezası, müslümandan kısas olunmak lazım geldiği gibi, Müslüman kendisinden mal çaldığı takdirde, elinin kesilmesi gerekirsede, kesilmemesi ve kısas edilmemesi reyinde bulunanlara uyarak, kısas yapılmamasını ve elinin kesilmemesini istihsan eyledim.
Müste'mine olarak dar-ı islâma giren bir kadına, bir müslüman zina ederse, bütün fakihierin kavlince ve keza benim kavlimde de zina eyleyen müslümana had lazım gelir. Bir müste'men dar-ı İslâma girerek ikamet müddeti uzadığı takdirde, dar-ı İslâmdan çıkması emredilir. Kendisine çıkması emredildikten sonra, bir sene daha kalırsa, kendisinden cizye alınır.
Ehl-i harbden olan müşriklerin gemilerinden birini rüzgâr, içindeki müşriklerle beraber, İslâm memleketlerinden, bir memleketin sahiline atarsa, gerek bu gemi ve gerek içinde bulunanlar Müslümanlar tarafından yakalanınca, bu müşrikler:
— «Biz melikimiz tarafından, arap melikine elçi olarak gön-derilmişizdir. Gemide bulunan şu mallar da kendisine hediyedir. İşte mektubu da yahımızdadir.» derlerse, kendilerini yakalayan o memleketin valisinin, eşya ile beraber kendilerini İmâm-i Müslimîn'e göndermesi gerekir, ifadeleri doğru ise ne âlâ. Hi-lâf-ı hakikatsa, mezkur mallar ile kendileri müslümanlar için ganimet olmuş olurlar, ise de, İmâm-ı Müslimîn muhayyerdir. Dilerse kendilerini köle eder, dilerse kati eder. Kendisi için her iki sureti yapmak ta caizdir.
Eğer gemidekller:
— «Biz tüccarız, memleketinize ticaret emvali getiriyor-duk.» derlerse, ifadeleri kabul edilmeyerek, kendileri ve malları bütün müslümanlara ganimet olur, «Biz tüccarız» ifadeleri kabul olunmaz.
Casuslara gelince : Bunlar ya ehl-i zimmetden veyahud ehî-î harbden veya ehl-i İslâmdan olur.
Ehl-i harbden veyahud cizye ödeyen yahudi, hıristiyan ve mecûsî zımmîlerderi olurlarsa, başlarının kesilmesini emret.
Ma'ruf olan müslümanlardan iseler, haklarında şiddetli ceza ve ukubet tatbik edilerek, tevbe edinceye kadar uzun müddet hapsediniz.
$ İmâm-ı Müslimîn, müşriklerin memleketlerine çıkan yollara karakol kurup, o taraftan geçen tüccarı araştırıp teftiş ettirmesi gerekir. Kendisinde silah buldukları adamın silahını alsınlar, yanında kölesi olanların, kölesi de alınıp, islâm beldesine gönderilir. Mektup ve name taşıyan kimseyi buldukları zaman, kendisindeki mektuplar alınarak okunur. Bu mektupta, müslümanlardan bir haber yazılı olduğu anlaşıldığı zaman, onda ki rey veçhile hükmetmek üzere hemen bu mektubu taşıyan haberci îmâm-i Müslimîn'e gönderilir.
İmâm-ı Müslimîn'in dar-i harbden alınarak, ehl-i İslâm'ın elinde bulunan esirlerin, dar-ı harbe dönmelerine İzin vermesi doğru olmaz. Meğer ki, bu esirleri fidye karşılığında serbest bırakmış olsun. Fidye almadan bırakmaması lazımdır.
© İmâm- Müslimîn, bir miktar asker göndererek, ehl-i has-b beldelerinden bir köye akın yaptırır da akıncıların, bu köyde bulunan kadınları, erkekleri ve çocukları alarak,dar-i İslama göndermeleri halinde, bu ganimetlerin taksiminden sonra, kendileri satın alınıp hepsi azad edildikten sonra, kadınlar ve erkekler dar-ı harbe dönmek isterlerse, kendilerini bırakmak hakkı yoktur. Müslümanların eline geçtikten sonra, bir kimsenin dar-ı harbe dönmesine ruhsat verilmemesi gerekir. Ancak size arz ettiğim şekilde fidye yolu ile olursa, fidyeleri alınarak kendilerini bırakır.
® Eş' aş bize imâm Hasan'm şöyle dediğini rivayet etti:
— Düşmanları, İslâm aleyhine kuvvetlendirecek, silâh ve hayvanların ve keza silaha ve hayvana iane verecek, barut, cephane ve hayvan takımı gibi eşyanın, düşman tarafına götürülmesi caiz değildir.
© H i ş a m b. U r v e ' nin babasından rivayet ettiğine göre :
Ükeydir D ü m e isimli müşrikin F a h r- i  i e m (S.A.V.) Efendimize takdim ettiği, hediyeyi Efendimiz (S.A.V0 kabul buyurmuşlardır.
Mi s ' ar bize E b û A v n ' den, o da E b û S â -I î h ' den H z. Ali (R.A.) nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
— Ükeydir Dûme isimli kimse, F a h r-î Âlem (S.A.V.) Efendimize ipekten dokunmuş bîr elbise hediye ettiği zaman, kabul buyurmuş ve H z. AM (R.A.) ye verip :
— «'Kadınlar arasında destar kestir.» demiştir.
Ey Mü'minlerin Emîri!
Harbe başlamadan önce, müşrikler, İslâm Dinine davet edilmeli midirler? Yoksa, davet etmeden mi savaş etmek lâzımdır?
Onlarla harbetmekte, onları İslama davet etmekte ve evlat ve kadınlarını esir etmekte sünnet-i seniyye ne şekildedir?
Ehl-i kıbleden yani müslümanlardan oldukları halde, İmâm-i Müslimîn'e itaatten çıkanlarla, nasıl savaşmak lazımdır? Savaşa başlamadan önce İslâm Dînine ve İslâm Cemaatine girmeye davet edilirler mi?
Bu asiler mağlup edilip yakalanınca mallan ve zürriyetleri hakkında hüküm nedir?
Diye soruyorsun.
İşittiğimiz hadis ve haberlere göre Fahr-i K â i-n a t (S.A.V.) Efendimiz, A I I a h u T e â I â ' ya ve Peygamber-i Zîşana İtaat etmeye davet etmedikçe hiç bir kavimle savaşmamıştir.
Hz. Abdullah b. Abbas (R.A.) rivayet eder der ki:
— Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir kavmi davet etmedikçe kendileriyle savaşmamıştır.'
Yine rivayet edilmiştir ki:
Hz. Selman-ı Fârisî fR.A.) Ehl-i Fâristen olan müşriklere gaza eylediği zaman maiyyetinde ki gazilere buyurdular ki:
-Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimizin kâfirlerle savaşa başlamadan önce davet ettiklerini işitmiş bulundu* ğumdan siz de keza kendilerini davet edinceye kadar savaştan el çekin» diye emir ve tenbih buyurdular. Sonra kâfirlerin yanına gelip :
— «Sizi, İslâm Dinine davet ederiz. Müslüman olursanız, bizim lehimize ve aleyhimize mürettep olan, Ahkâm-i İlâhiye sizin de, lehinizde ve aleyhinizde icra olunur. Eğer, İslama girmezseniz, zelil ve hakir olarak bize cizye veriniz. Bundan kaçınırsanız, sizinle savaşırız.» diyerek yaptığı teklif üzerine, müşrikler şu cevabı verdiler:
— «İslâm Dinine girmeyiz, cizye de vermeyiz, Sizinle harp ederiz.» diye teklifi kabul etmekten imtina ettiler.
Bunun üzerine Selmân-ı Farisî (R.A.) Hazretleri, teklifi üç defa tekrarlamışsa da, reddetmeleri sebebiyle, maiyyetinde olan insanlara,
— «Şahid olun» dedikten sonra, harbe başlamalarını emretmiştir.
• Bazı, Fukâha ve Tabiîn demişlerdir ki:
— İslâm Askerleri, müşriklerle karşılaşınca, İslâm daveti de kendilerine ulaşmış demektir. Bunun için karşı taraf bir ta-lebde bulunmazsa davet etmeden harbedilmeleri caizdir. imâm Mansur derki:
— Deylem Kabilesinin davet edilip edilmediğini İbrahim N e h a î' den sordum. Cevaben :
— «Davet edileceklerini bilmişlerdir,» demiştir. İmâm Hasan" m şöyle dediği rivayet edilmiştir:
— Müşrikler, İslâm Dinini ve kendilerinin İslama davet edilecekleri hususunu bildikleri için, bu zamanda davet edilmeden, onlarla harbedilmesinde beis yoktur.
F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, gece vakti, ansızın bir kavmi basmaz, sabah namazının vakti geçmeyince üzerlerine hücum etmezdi. Karşıdan bir ezan sesi işittiği anda da muharebe'den çekilirdi.
H z. E n e s (R.A.) rivayet eder der ki :
Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Hayber üzerine, hareket ederek, gece vakti oraya varmıştı. Lakin, adetleri, bir kavim üzerine vardıkları zaman, sabah oluncaya kadar, onlara hücum etmemek, basmamaktı. Ezan sesini işitince çekilirdi.
Yine rivayet olunur ki: Peygamber (S.A.V.) Efen d I m i z bir seriyye gönderecek oldukları zaman :
— «Bir mescid gördüğünüz veya ezan sesi işittiğiniz zaman hiç bir kimseyi öldürmeyiniz.» diye kendilerine emir buyururlardı.
0 Düşman gafil iken üzerlerine hücum edilmek konusuna gelince ; Bu babtaki işittiklerimiz şöyledir:
Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, düşman gaflette iken üzerlerine hücum eylediği sabittir. Hatta Benî Mus-talık Kabilesi; gafil bulunduğu, bir sırada, hatta, bazıları su kenarında sürü ve hayvanlarını sulamakta iken onlara hücum etmiştir. Cüveyriye bintî'l-Haris (R.A.), o gün dağda iken yakalanmıştır.
R a s Û I u i I a h £S.A.V.) Efendimiz, bir kavme gaza için gitmek istediği zaman, meramını gizleyerek, başka kavimleri zikrederlerdi. Yalnız, Tebük gazvesinde, gayet sıcak bir vakitte sefer edip sefer edeceği yer de uzak olduğu için düşmana murarbe için hazırlanmak üzere, Tebük'e teşrif edeceklerini insanlara haber vermişlerdi.
Yine mutadları şu idi ki, düşmana mülâki oldukları zaman, günün başlangıcında harbe başlamayıp zeval vaktine, meltem rüzgârının esmesine, A I I a h - ü T e â I a n ı n nusratının gelmesine kadar te'hir ederlerdi. Düşmanlara mülâkî oldukları zaman şu şekilde dua ve niyazda bulunurlardı :
— «EyAllahsm! Benim kuvvetim, kudretim, yardımcın sensin. Seninle koşar, seninle hücum ederim. Ancak senin için savaşırım.»
Keza, düşmana şöyle beddua ederlerdi:
— «Ey Allahım! Sen kitabı İndirensin. Hesabı en sür'stlî görensin. Orduları hezimete uğratan Sert'sin. Düşmanları mahv-u perişan et. Onlara korku ver.»
Livâ-i şeriflerinin (bayraklarının) rengi siyah idi.
Q Nitekim M u h a m m e d d. I s h â k' in bana Abdullah b. E b û Bekir' den, onun da A m r e ' -den rivayet ettiğine göre :
H z. Â İ a e (R.A.) şöyle buyurmuştur:
— F a h r - i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Livâ-i şerifleri, siyah olup H z. Â i ş e (R.A.) nin başına örtündüğü mırt denilen bir nevi yün ve tiftikten dokunmuş kumaştan idi.
• Â s i m bana Haris b. Hassan (R.A.J in şöyle dediğini nakletti :
— Bir gün Medîne-i Münevvere'ye geldiğimde, gördüm ki, Faıh r-l  il e m (S.A.V.) Efendimiz, minber üzerinde duruyordu. Etrafında siyah bayraklar vardı.
— «Bunlar kimindir?» diye sorduğum zaman :
— «Amr İibnü'l-Âs gaza'dan geldi, onundur» dediler.
H z. Bilal (R.A.) da kılıç kuşanmış olduğu halde Peyga mber (S.A.V.) Efendimizin, huzurunda durmakta idi. R a s û I u M a ıh (SAV.) Efendimiz, bir tarafa ordu sevk edecek veyahud bir müfreze gönderecek olduğu zaman, sabah vaktinde gönderirdi. Ve bu vakitte, ümmeti için birlikte dua ederlerdi. Bir sefere çıkacak oldukları zaman Perşembe günü yola çıkmayı severdi.
0 Y a'l â'nın bize Umâre b. Hadî d'den, onun da Sahr el-Gâmidî' den rivayet ettiğine göre :
Fa'h r-i Âlem (S.A.V.) buyurmuşlardır ki:
— « Ey A I I a h ı m ! Ümmetim için erken kalkışlarını ve erken saatEerdeki İşlerini mübarek eyle.»
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir ordu veya bir seriyye gönderecekleri zaman, günün ilk saatlerinde gönderirlerdi. Ordu komutanının mızrağına bir bayrak bağlarlardı. Zâtü's-sâil gazvesinde, Amr İ b n i'i-Â s (R.A.) in mızrağına bir bayrak bağladığı gibi, Hz. E<bû Bekir (R.A.)de, Hz. H â M d b. V e I î d (R.A.) m mızrağına bir bayrak bağlayıp :
— «Yola revan ol! A I I a h - u T e â I â seninle beraber olsun.» buyurmuştu.
F a h r-l Alem (S.A.V.) Efendimiz, bir kavimle savaşıp onlara galip geldiği zaman, onların kendisine ar-zedilmesi İçin, orada üç gün kalırdı. Nitekim bana S a î d b. Ebî Urâbe, Hz. K a t â d e (R.A.) nin şöyle dediğini rivayet etti:
— Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, bir kavme galip gelirse o kavim kendisine arz olunmak İçin orada üç gün ikamet edilmesini severdi.
Bir sefere gitmek istediği zaman da, şu şekilde dua buyururlardı :
— «EyAllahım- Seferde saîib [arkadaş) sensin. Geride kalen aile efradına vekil sensin. Ey Allahı m! Yolculuk meşakkatinden, masîyetten, boynu bükük, mahcubiyetle geri dönmekten sana sığınırım. Ey Allahım! Arzı bizim için tut! Seferi bize kolaylaştır.»
Seferden döndükleri zaman da :
— «Biz, dönenler, tevbe edicileriz ve Rabbımıza hamdedi-cileriz.»
Aile erfadının yanına vardığı zaman da :
— Rabbımıza tevbe ettik. Günahlar bizden uzak dursun.» diye dua buyururlardı.
H z. A b d u <I I a fi b. A b b a s (R.A.) rivayet eder ki:
— Fahr-i Alem (S.A.V.) Efendimiz, İslâm askerlerini bir yöne sevk edecekleri zaman, komutanlarına, A i -I a h t a n korkmalarını ve maiyyetinde bulunan müslümanlara hayırla muamelede bulunmalarını emir ve tavsiye ederlerdi. Ve :
— «Cenâb-ı Hakkın ismi şerifini anarak yâni Besmele ile savaşınız. Allahı inkar edenlerle muka-tele ediniz. Savaşınız fakat, zulüm, haksızlık ve hainlik etmeyiniz. Kadınları ve çocukları öldürmeyiniz.» buyururlardı.
£ E b û C e n â b bana E b î' I - M i 'h c © I' den, o da Alkame b. M e r s e d ' den O da Süleyman b. Büreyde' den şöyle divâyet etti:
— H z. Ömer (R.A.) in huzurunda ehl-i îmandan müteşekkil bir ordu toplandığı zaman, âlim ve fakih bir zatı onlara komutan tayin edip gönderirdi. Bir gün, H z. Ömer (R.A.) İn huzurunda böyle bir ordu toplandı. Bu orduya, S e I <e m e b. Kays'ı komutan tayin edip ona dedi ki :
— Cenab-ı Hakkın ism-i şerifine istiane ile yani besmele ile yo!a çık ve yürü. Kâfirlerle fisebîllah savaş. Müşriklerden olan düşmanlarınıza karşılaştığınız zaman, kendilerine üç şeyi teklif et:
1 — İslâm dinine davet et. Eğer kabul edip evlerinde kalmayı ihtiyar ederlerse mallarından zekat lazım gelir. Müslümanların ganimetlerinden kendileri için hisse yoktur. Eğer evlerinde ve vatanlarında kalmayıp, sizinle beraber olmayı ihtiyar ederlerse, sizin lehinize ve aleyhinize lazım gelen ahkâm onlara da lazım gelir.
2 — İslâm Dinini kabul etmekten kaçınırlarsa, kendilerini cizye vermaye davet et. Kabul ederlerse düşmanları ile savaşıp, kendilerini himaye ve sıyarcet ediniz. Haraçlarının miktarını kendilerine bildiresiniz. Tahammüllerinden ziyade kendilerine teklifte hulunmayasemz.
3 — Cizyenin kabulünden kaçıhrlarsa kendileriyle savaşınız kî, Cenâb-ı Hak size yardımcıdır.
Eğer, düşmanlar bir kalede kendilerini emniyete alırlar ve Cenâb-ı Hak ile Peygamber-i Zîşanin hükmü üzere kaleden çıkarak tarafınıza gelmelerinin kabulünü talep ederlerse, hakkınızda buna dair Cenâb-ı Hak ile Peygamber-i Zîşanının hükümleri ne olduğunu bilemeyeceğinizden muvafakat etmeyiniz. Eğer, C e n â b -1 Hakkın ve Peygamber-i Zışan'ın zimmeti üzere kaleden çıkmalarını talep ederlerse, bunu da kabul etmeyiniz, kendilerine, kendi zimmetinizi veriniz. Eğer sîzinle savaşırlarsa, haksızlık ve zulüm yapmayınız, doğruluk yolundan ayrılmayınız. Kadın ve çocukları öldürmeyiniz.
Ordu komutanı olan Seleme b. Kays der ki:
— «Askerle beraber yola çıkıp, müşriklerden olan düşmanları görünceye kadar gidip, onlarla karşılaşınca Emîre'l - Mü'mi-nîn' in emirleri üzre, ilk olarak kendilerini İslâm Dinine davet ettik. Kabul etmediler. Cizye teklif ettik. Keza, onu da kabul etmekten kaçındılar. Kendileri ile harbe başladık. C e n â b-ı Hak, »bize yardım etti ve zafer ihsan buyurdu. Bizimle savaşanların çoğunu öldürdük. Kadın ve çocukannı elsir aldık.
• İ s m â î I b. E b î H â 1 i d ' in bize K a y s b. E b î H â z i m ' den rivayet ettiğine göre, C e r i r (R.A.) şöyle demiştir:
— Bir igün Rasûl-ü Kâinat (SAV.) Efendimiz:
— Zü'l - Halâsa'dan beni kim rahat ettirir? buyurdu. Zü'l-Haiâsa, Has'am Kabilesinin, cahiiiye devrinde ibadet ettikleri Ka'betü'l - yemâme namında bir evdi. Derhal, 150 süvari alarak çıkıp gittim. O evi, ateşe verip, uyuz deve gibi bıraktıktan sonra, hemen R a s Û I u <l I a fr (S.A.V.) Efendimize müjdelemek üzere bir adam gönderdik. O zat, P e yg a m b e r (S.A.V.) Efendimize vasıl olup, yüce huzurlarına girince :
— «Sizi Hak Dini ile vazifelendiren ve gönderen C e n â b -1 v â c i b İ' l-v ü c u d 'a yemin ederim ki, Ka'betü'I-yemâ-me'yi uyuz deve gibi bırakınca tarafınıza geldim» dedi. Bunun üzerine, F a ti r- i R İ s â I e t (S.A.V.) Efendimiz, Ona muvaffak olan süvarilerin mensup oldukları Ahmes Kabilesi halkıye hayvanlarına bereketle dua buyurdular.
Bazı, fakihler, düşman memleketlerinin yakılmasını ve meyve ağaçları İle hurma ağaçlarının kesilmesini müstekreh görmüşlerdir. Diğer bazı fakihler ise :
«Her hangi bir hurma ağacını 'kestiniz, yahud kökleri üzerine dikili bırakdmızsa, (bunlar hep) Allatın izniyledir, (/ani bu hususta Cenâb-ı Hak sizi muhayyer bırakmıştır.) Bu izin de (size) fasıkan (rezil ve) rüsvay edeceği için (ve-rilmiş)tir.»[27] ayet-i kerîmesi ile,
«.-■A İlah, bunların yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'mfnlerin elleriyle harap ediyorlardı...»[28] ayet-i kerîmesinin medlüleri ile ihticac ediyorlardı. H z. C >e r î r ' İn, mezkur Zü'I-HaIâsafyı yakmasını, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in ayıplamamasına ve inkar etmemesine istinad ederek yakmakta beis görmediler.
Bu babda işitmiş olduğumuz 'kavillerin en güzeli- A I I a h - u â'Iem- ehl-i şirk olanlara karşı her türlü silah ite savaşmakta ve ev-yurd-konak gibi menzillerini yakmakta, yıkmakta, hurmalarının ve diğer ağaçlarının kesilmesinde, mancılık denilen alet ile kendilerine hirşey atmakta beis olmadığıdır. Ancak, 'bu gibi şeyler ile çocuk, kadın ve ihtiyarlık yaşına ulaşmış olan pirlerin musibete uğramaları, ölmeleri, ıkasdedilmemelidir.
Müslümanlara zarar vermelerinden korkulduğu zaman, müşriklerin müdebbir kölelerini satmak yaralılarını itlaf etmek vs esirlerini kateltmek dahi caizdir.
Bulûğ çağına gelipte sakalı traş olunacak dereceye varmış olanlar katledilirler. Yaşlan bundan aşağı olanlar, çocuk sayılmaları hesabiyle »katledilmezler.
Esirlere gelince: Bunlara, İmâm-ı Müslimînin huzuruna getirildiği zaman, İmâm-ı Müslimîn muhayyerdir. Dilerse, katleder; dilerse, onlarla müfâdât eyler. Yani esir olan müslürnan-larla mübadele edip, salıverir. Hasılı, müslümanlar hakkında daha uygun, İslâm Dini için ihtiyata daha muvafık hangisi ise, onu yapmayı tercih eder. Ancak, altın, gümüş ve meta' ile müfâdât etmeyip, müslümanlardan kendilerinde olan esirlerle müfâdât eder.
Askerin, almış olduğu esirlerin ve malların hepsi ganimettir. Bu ganimetten Ihurris £1/5) çıkarılarak, Cenâb-ı H a k -k ı n Kur'an-ı Keriminde zikredilen sınıflara, kalan dört humsu (4/5) onu ganimet olarak alan mücahid askerler arasında taksim edilir. At için 2, asker için 1 sehim verilir.
Arazilerden ganimet olarak alınan olursa, müslümanlar hakkında, ihtiyata en uygun ^olan ne ise, imâm-ı Müslimîn onu istimal eder. Yani, bu araziyi, isterse, H z. Ömer (R.A.) in Irak sevâdım, sahihlerine terk ettiği gibi terk edip, üzerine ha-râc konulmasını emredebilir. Başka bir şekli uygun gördüğü takdirde de, o şekli uygular. Eğer arazinin, fetheden mücahidler ara-
sında taksim edilmesi re'yînde olursa, humsunu (1/5) çıkartarak, kalanı taksim eder. Hasılı, müslümanlar hakkında hayırlı olan re'yi araştırarak, İlerisini düşünüp görerek, tedbirli olarak, gerekeni yapmak, İmâm-ı Müslimînin rey'ine havale edilmiştir. Bunlardan her hangi birisini yapmakla, Allah İndinde mes'ul olmayacağını umarım.
H a c c â c bana Hakem b. U t e y b e' 'den, o da M İ k s e m ' dan Abdullah b. A b b a s (R.A.) in şöyle dediğini rivayet etti:
— F a 'h r - i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, kadınların öldürülmelerini yasakladılar.»
0 UbeyduIIa-h bana İmâm N â ' f î' den I b n - i Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti:
-«Fafır-i Risâlet (S.A.V.) Efendimizin gazvelerinin birisinde, harp meydanındaki ölüler arasında, katledilmiş bir kadın bulundu. Bunun üzerine, kadınlarla çocukların öldürülmelerini yasaklamışlardır.»
0' L e y s bize İmâm Mücâhid'İn şöyle buyurduğunu rivayet etti:
— Muharebe'de çocuklarla, kadınlar ve pîr-i faniler katledilmez.
9 D â v u d bize İ k r I m e vâsıtası ile H z. Abdullah b. A b b a s (R.A.) dan şöyle rivayet etti:
— Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir tarafa asker gönderdiği zaman, «Kilise ve havralarda bulunan görevli kimseleri öldürmeyiniz.» buyurdular:
• E ş ' a s veya başkasının bize Hasan' dan rivayet ettiğine göre :
— Haccâc'm huzuruna bir esir getirildi. Orada bulunan Abdullah b. Ömer (R.A.) e:
— Kalk bunu öldür diye teklif etti. O cevaben :
— Bununla emroîunmadık. C e n â b -1 H la k , Kur'ân-ı Kerîminde «...Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman, artık bağı sıkı tutun. (Ondan) sonra ise ya îyiliEc (yapın)[29], yahud fidye (alın)[30],[31] buyurmuştur, dedi.
Yine E ş ' a ş bize H a s a n ' m şöyle dediğini rivayet etti :
— F a h r - İ Âlem (S.A.V.) Efendimiz, esirlerin öldürülmelerini müstekreh görürlerdi.»
İbn-i Hudeyc'in bize haber verdiğine göre, İmâm A t â da esirlerin öldürülmelerini müste'hrek görürdü.
Ben derim ki : Esirlerin kati-edilip edilmemesi İmâm-ı Müslimînin re'yine havale edilmiştir. İslâm Dini ve~ Müslümanlar hakkında, esirlerin öldürülmeleri uygun ise, kendilerini katleder. Eğer onlarla müfâdât eylemek daha hayırlı İse, düşman elinde bulunan müslüman esirlerini onlarla müfâdât edip, kurtarır.
Muhammed'in bana Z u h r î vasıtası ile H u -mey d b. Abdurrahman' dan naklettiğine göre, H z. Ömer (R.A.) şöyle buyurmuştur:
— Kâfirlerin elinden bir müslümam kurtarmak bana, Arap Yarımadası büyüklüğünde olan bir ülkeyi istilâ etmekten daha değerlidir.
# L e y s ' İn bana haber verdiğine göre, Hakem b. U t e y b e ile M ü c â h i d şöyle dediler:
— H z. Eb û B e k r - i S ı d d îk (R.A.):
— «Müşriklerden bir kimseyi esir aldığınız zaman müfâdât eylemek üzere size 2 müd dinar verilmiş olsa bile yine rnü-fâdâtım kabul etmeyiniz.» buyurmuştur.
İmâm Ebû Hanîfe, hocası H a m m a d va-sıtasiyle İbrahim Nehaî' den rivayet eder ki:
— İmâm-i Müslimîn, esirlerde muhayyerdir. Dilerse müfâdât eder, dilerse bilâbedel kendilerini salıverir, dilerse katleder.
Bazı şeyhlerin bize Ali b. Z e y d 'den, onun da Yusuf b. Mihran' dan onun da Hz. A b d u I • I ah b. A b b a s (R.A.) dan, rivayet ettiğine göre H z. Ömer (R.A.) şöyle buyurmuştur:
— «Müşriklerin elinde bulunan her bir müslüman esirin kurtarılması için verilecek müfâdât bedelinin, müslümanların bey-tü'l-mâlinden verilmesi lâzım gelir.»
© At â b. e s - S â i b bize İmâm Ş a ' b î' ■ den H z. Abdullah b. Ömer (R.A.) in şöyle buyurduğunu rivayet etti :
— Uhud Gazvesinde kadınlar, yaralılara bakarlardı.
Müslümanlar, müşriklerden ganimet aldıkları zaman bana hoş gelen, dar-ı harbden, dar-ı İsîâma ihraç etmedikçe taksim ofunmamaktir.
Çünkü, her ne kadar dar-ı harbde taksim edilmesi caiz ise de, ganimet malları dar-ı harbde kaldıkça mahrez addolunami-yacağından, dar-ı harbden çıkarıldıktan sonra taksim edilmesi efdaldir. ıNitekim. R a s û I u I İ a h (S.A.V.) Efendimiz, Bedir Gazvesinde ganimet olarak alınan malları, Medîne-i Mü-nevvere'ye teşrif ettikten sonra taksim buyurmuşlardır.
Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kızı ve H z. Osman (R.A.) in zevcesi olan R u k ı y y e (R.A.) hasta olduğu için Bedir Gazvesinde, H z. Osman (R.A.) Medine'de bırakılmıştı. Bu sebepten dolayı, H z. Osman (R.A.) a, Bedir Gazvesinde bulunan mücahidler gibi ganimetten 1 sehim çıkarılmıştır. Ayrıca, T a I h a b. Ab-dul I a h (R.A.), Şam'da bulunduğu için, bu harbe iştirak edememiş ve kendisine de 1 sehim çıkarılmıştır.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Hayber' den alınan ganimetleri, Tâif'ten gittikten sonra, CiVâne denilen yerde taksim eylemiştir.
Hayber'in diğer gazvesinde, 'ganimet mallarını her ne kadar Hayber'de taksim eylemiş ise de, bu gazvede Hayber'e galip geldikten sonra, ahalisini Hayber'den çıkarıp, sürmesi sebebiyle orası dar-ı İslâm hükmünde olmuştur.
Benî Mustalık Kabilesinin ganimetlerini memleketlerinde taksim eylemesi, beldelerini fethettikten sonra, üzerlerine bu hükmün icra edilmesiyle, bu malların orada taksimi, Medîne-i Münevvere'de taksimi menzilesinde olmasından dolayıdır.
© Yezîd b. Ebî Ziyâd bize M ü c â h i d ' den, o da H z. Abdullah b. A b b a s (R.A.) dan, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir :
— Ganimet bana helâldir. Benden önce hiç bir kimseye helâl olmamıştır.
9 A'm e ş bize E b û S â I i h'den, o da H z. E b û Hureyre (R.A.) den Fahr-i Kâinat (S.A.V.) E f e n d i m i z ' İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
— Sizden evvel, başları siyah olan hiç bir kavme, ganimet malları helâl olmamıştır. Öyle bir ganimet vukuunda semadan ateş inerek, ganimet mallarını yakardı.
Bedir Gazvesi olunca, her kesin ganimet malını almaya hücum etmesi üzerine, Cenâb-ı Hak «Eğer, A I-I a h ı n geçmiş bîr yazısı (hükmü - takdiri) olmasaydı aldığınız (fidye) de size her halde büyük bir azap dokunurdu.»[32] «Artık elde ettiğiniz ganimetleri helâl ve hoş olarak yeyin...»[33] âyet-i kerîmelerini inzal buyurmuştur.
© Hiç bir kimse taksim edilmeden önce, ganimet mallarında olan hissesini satmaması gerektir. Nitekim, H z. Abdullah b. Abb'as (R.A.) şöyle buyurmuştur:
— «Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, taksim edilmedikçe ganimet mallarını satmayı nehyetmiştir.»
Müslümanların, ganimet mallarından -taksimden önce -yemelerinde ve arpa ve saire gibi şeylerden hayvanlarına yedirmelerinde beis yoktur. Koyun ve sığır kesmeye muhtaç olurlarsa, kesip yiyebilirler. Gerek kendilerinin yediği şeylerde ve gerek hayvanlarına yedirdikleri arpa vesâirede hums (5/1) hakkı yoktur. Zira, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'-in ashob-ı güzininin böyle yapmış oldukları sabittir.
Ganimetlerden, -taksimden evvel- hiç bir kimse, hiç bir şey satamaz. Şayet satarsa, bedelini yemesi veya ondan faydalanması caiz olmaz. Taksim edecek zata iade etmesi lazımdır. Zira, yalnız yemeye ve hayvan yemine ruhsat varid olmuştur. Başkasına ruhsat verilmemiştir. Yeme ve hayvan yeminden başka -bu mala- tecavüz eden kimse hıyanet etmiş demektir.
® Yahya b. Saîd bana M u h a rn m e d b. Yahya (yani İ b n-i H i b b â n) dan o da E b û A m r e ' den o da Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'-den rivayet etti :
Müslümanlardan birinin Hayber'de vefat ettiği Fahrî Kâinat (S.A.V.) Efendimize haber verilince:
— «Arkadaşınızın cenaze namazını kılın» diye emir buyurmaları üzerine, kendisinin ölen o kimsenin cenaze namazını kılmayacağını halk anlayınca şaşırdılar. Peygamber (SAV.) Efendimiz, halkın bu şaşkınlığını görünce :
— «Arkadaşınız, fîsebîlilteh gazada bulunduğu halde, gani-nimet malına hıyanet eyledi.» buyurdular. Bunun üzerine, o kimsenin emtia ve eşyasını arandığında .emtiası İçinde, 2 dirhem kıymetine bile müsavi olmayan yahudi boncuklarından biraz boncuk görüldü..
# H i ş â m bize İmâm Hasan'in şöyle dediğini rivayet etti :
— Schâbe-î güzîn, getirdikleri, ganimet mallarından yerler ve hayvanlarına yem verirlerdi. Lakin ganimetten hiç bir şey satmazlardı. Şayet bir şey satılmış olursa, taksim edecek zata bedelini iade ederlerdi.
Keza, M u ğ î r e bize H a m m â d vasıtası ile İ b-rahim N e h a î' nin şöyle dediğini rivayet etti:
Sahabe i güzin hazretleri, harp edilen yerde, taksimden önce, ganimetler arasında bulunan yiyeceklerden yerler ve arpa vesaireden 'hayvanlarına yem verirlerdi.
9 İmâm-ı Müslimîn veya valisi bulunan zat, bir kimseyi veyahut bir asker topluluğunu, ganimet malı toplanıp el altına alınmadan önce, «Kim, küffârdan bir kimseyi katlederse, üzerinde olan şeyler kendisinindir» veyahud «kim kâfirlerden birini yaralayıpda kendisinde bir mala rast gelirse, o malın şu miktarı kendisinindir» veya «Kim, bir şeyi ganimet olarak alırsa, ondan kendisine şu kadarı verilir» gibi mücahidlerin teşvikini mucip söz söylemesiyle, toplanıp bir araya getirilmeden önce ganimet mallarından, bazısına çok vermekte beis yoktur. Lâkin bu ganimet, toplanıp el altına alındıktan sonra, vali olan zat hiç bir kimseye ondan fazla olarak hiç bir şey tenfii[34] edemez.
Hasan b. Umâre bize Habîb b. Nehâr'dan babasının şöyle dediğini rivayet etti.
«Tüster isimli memleketin fethinde, kapısında ilk önce ateş yakan ben idim. Orayı fethettiğimiz zaman H z. E b û Mûsâ el-Eş'arî beni kavmimden 10 kişi üzerine emir tayin etti. Ganimetten bana bir sehim fazla verdi.»
0 Harbe girenlere, harbe giriş şekillerine göre ganimetten sehim verilir. Meselâ, at ile harbe giripte, ganimetin el altında toplanmasından sonrfa, atı telef olan mücahid ile ganimetin taksiminden evvel, at bulup üzerine binenlere atlan için sehim verilir. Piyade olarak muharebeye girdikten sonra, ganimet olarak at alıp, üzerine binerek savaşan kimseye at için sehim verilmez.
Zımmî ve kölelere gelince, Müslümanlar muharabede kendilerinden yardım gördüklerinden dolayı, ganimetten kendilerine sehim çıkarılmazsa da, kendilerine bazı şeyler verilir.
Keza, yaralıların tedavilerinde, hastaların hizmetinde faydası görülen kadınlara sehim verilmezse de, ganimetden bir miktar şeyle hatırları hoş edilir, gönülleri alınır.
Zimmî, köle ve kadının harpte menfaatleri olmazsa kendilerine bir şey verilmez.
Ücretle çalışanlara, devecilere, tüccarlara ve bunlara benzeyenlere gelince, bunlardan muharebe ve kıtalde hazır bulunanlara senim çıkarılır. Muharebede hazır bulunmayanlara senim verilmez. İmâm-ı Müslimîn veya tarafından tayin edikniş bulunan vali, ihmâl ve iskalin hıfzına veyahud askerin muhafazasına tayin eyledikleri kimselere sehim çıkarılır.
Muhammed b. İshâk bize Z ü h r î' den o da Y e z î d ' den H z. Abdullah b. A b b a s (R.A.) in Hürmüz isimli kâtibinin şöyle dediğini rivayet etti:
— Necde isimli zat, Abdullah b. A b b b a s (R.A.) a mektup yazıp «Kadınlar, F a h r- i Âlem [S.A.V.) Efendimizin maiyyetinde muharebede hazır olurlar mıydı? Ganimetten kendilerine sehim çıkarır mıydı?» diye sordu, H z. Abdullah b. Abbbas (R.A.) N e c d e ' ye, şu şe-kilde.cevabî mektup yazdı :
«Kadınlar, H z. Peygamber (S.A.V.) in maiyye-tinde muharebede bulunurlardı. Lakin, kendilerine hisse çıkarılmazdı, kendilerine gönülleri hoş olacak kadar bir miktar şey verilirdi.»
Muhammed b. Yezîd, bana £ <b u ' I - L a h m isimli zatın azatlı kölesi olan U m e y r' İn şöyle dediğini nakletti:
— Ben köle iken, Hayber Gazvesinde bulundum. Fahr-I Kâinat (S.A.V.) Efendim iz, Hayber'i fethedince bana bir kılıç ihsan edip, «bunu kuşan» diye emir duyurdular. Bana bir harbînin metaıni vermiştir ama, ganimetten bana ayrıca bir sehim çıkarmamıştır.
H a c c âc bana A t â ' dan Abdullah b. Ab-bas (R.A.) in şöyle buyurduğunu rivayet etti :
— «Köle için ganimet malında hisse yoktur.» Eş'aş' in bana rivayetine göre :
— «Köle ve ücretli kimse savaşta hazır bulunurlarsa, kendilerine ıbir şey verilir mi?» diye İmâm Hasan ile İbni Şîrîn'den sorulduğu zaman : . '-
— «Kendilerine ganimetten bir şey verilmez» diye cevap vermişlerdir.
@ Imâm-i Müslîmîn veya onun tarafından asker üzerine tayin edilmiş olan zatın ruhsat ve izinleri olmayınca hiç bir tarafa asker sevk edilmez. Müslümanlardan hiç bir kimse, ordu komutanının izni olmadıkça müşriklerden bir kimseye hücum edemez, onunla savaşamaz.
A ' m e ş bize Ebû Salih' den Ebû Hurey-r e (R.A.) nin, «Ey îman edenler, A I I a h a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.»[35] âyet-i kerîmesindeki ulu'l-emr'i emîrler-komutanlar olarak tefsir ettiğini rivayet etmiştir.
Eş'aş bize İmâm H a s a n ' in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
— «Emirin İzni olmaksızın hiç bir tarafa asker sevk olunamaz. Emîrin askere tenfii eylediği mallar, o askerindir.»
Müslümanlar, müşriklerden birisini katletseler harbîler de o maktulün cesedini satın almak isterlerse, İ m â m -1 Âzam Ebû Hanîfe: «Satışında beis yoktur.» demiştir. «Nitekim görülmez mi ki, gasp suretiyle ehl-i harbin mallarını almak Müslümanlar için helâl olduğu halde, kendi istekleriyle alınması daha ziyade helâl ve efdaldir. Zira, onların kanlan ve malları Müslümanlara helâldir.» 'buyurmuş ise de ben onu kerih görüp, öldürülen harbinin cesedinin satılmasını yasaklarım. Zira, şarap, domuz, ölü ve kanın gerek ehl-i harbe ve gerek başka kimselere satılması müslümanlar için caiz değildir.
Nitekim, I b n i E b î Leyi â'nın bize Hakem'-den onun da M İ k s e m ' den rivayet ettiğine göre, A b -d ti I I a h b. A b b a s (R.A.) şöyle buyurmuştur:
— Müşriklerden bir adam hendeğe düştü ve öldü harbîler, bir miktar mal karşılığında cesedini satın almak istediler. Durum kendisine arzedilerek, Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimizden izin istendiği zaman, kendilerini bunu yapmaktan nehyetmişlerdir.
O Müslümanların ellerinde bulunan hayvanların kesilmesine gelince : Müslümanlar korku veya başka bir sebeple dar-ı hardfoen çıkmayı istedikleri zaman, ellerinde bulunan hayvanlar, taşınması zor olan emtia ve silahlar hakkında fukahâ arasında ihtilaf vaki olmuştur. Bazı tekinler, «hayvan, silah/ve emtiayı Müslümanlar hali üzere terk eder.» demişler İse de.^bazı fakih-ler de mezkur 'hayvanların kesilip, yakılması re'yinde bulundular.
Bana göre : Müslümanların hayvanlarından ve terlettikleri mallardan müşriklerin faydalanmaması için, kesilmesi ve yakılması daha iyidir.
Müslümanların emtia, köle vs hayvanlarından bazısını ehl-i harb galip gelip aldıktan sonra, bu mallar tekrar müslürnanla-rın ganimet olarak almış oldukları malların arasında çıkarsa, taksimden önce, sahibi bedelsiz olarak malını alır. Ancak, ganimetin taksiminden sonra, malını bulursa, kimin seliminde çıkmış ise kıymetini ödeyerek kendisinden alabilir. Eğer, bu malı, seh-minde çıkan kimseden veya ehl-i harbden, diğer bir kimse satın alırsa, bu malın esas sahibi, satın alınan bedel ile satın alandan geri alabilir.
Ehl-i harb, o malı, diğer bir kimseye hibe etmiş olursa, kıymetini ödiyerek, ilk sahibi o malı alabilir.
Rivayet edilmiştir ki: Hz. Abdullah b. A b b a s (R.A.) m kölesi, kısrağını alarak kaçmış ve düşman arazisine girmiştir. Daha sonra Hz. H â I I d b. V e I î d (R.A.), o beldeye galip gelip, o köleyi yakalamıştır. Abdullah b. A b b a s (R.A.) a yalnız birini iade etmiştir. Yani hem köleyi hem kısrağı vermemiştir. Bu hadise, F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz hayatta iken vuku bulmuştur.
9 S i m â k b. Harb bize Tenim b. Tara-f e (R.A.) den şöyle rivayet etti :
— Müslümanlardan bir kimsenin devesini, müşrikler aldıktan sonra, diğer bir adam onlardan salın alıp götürmüş. Devenin evvelki sahibi daha sonra, müşriklerden satın alan khriseyi, Fahr-i Alem (S.A.V.) Efendimize şikayet ederek devesini almak İstemiş. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzurunda icra edilen muhakemelerinde, devenin ilk sahibi delil ve şahit göstermekle, ehl-i şirkten satın aldığı bedeli verip, mezkur deveyi geri almasına hüküm buyurmuş ve devenin sonraki sahibi razı olmadığı takdirde kendisine İlişmemesini evvelki sahibine emretmiştir.
• H a c c âc bize Hakem' den İbrahim Ne-h a î' nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
— Müslümanları yenerek, müşriklerin almış olduğu malı, sonradan Müslümanlar galip gelerek ganimet olarak alsalar, taksimden önce sahibi gelirse kendisine iade edilir. Taksimden sonra sahibi gelirse bedeli alınarak kendisine verilir.
L e y s bize İmâm M ü c a h i d-' den de bunun benzeri bir rivayette bulunmuştur.
M u g t r e bize yine İbrahim N e h a î' nin söyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
— Müslümanlardan hür bir erkek veya kadın, hür olan zimmî veya zımmiye, düşmanlara esir düştükten sonra, bir kimse onları satın almış olsa, onlardan hiç birisi köle olmazlar. Ancak, çalışarak kendilerini satın alan kimsenin vermiş olduğu bedel her ne ise, kazanıp kendisine ödemeleri lazım gelir. Bu bab-da işitmiş olduğumuz kavillerin en güzeli budur. A I I a h u â'lem,
Ümmü veled ve müdebber olanlar da bu kabildendir. Yani, hiç bir kimseye köle olamazlar. Böyle bir durumda, satılmışlar-sa, bedelleri mukabilinde efendilerine iade edilirler.
Hür olan bir kimseyi, müşrikler esir ettikten sonra, henüz müşriklerin ellerinde iken, kendilerine köle olmak üzere İslâm düşmanlarına sığınmış olsalar, o müslüman 'hürdür, köle olamaz. Ümmü Veled ile müdebber de bu kabildendir. Efendileri her kim ise ona iade edilmeleri lazım gelir. Keza, mükatep olan kölenin de, kitabeti durumuna iade edilmesi lazım gelir. Bunların hiç birisi köle olamaz.
Satılması caiz olmayan, her hangi bir malın ehl-i harp tarafından alınmasından sonra, bu herbîler İslâm Dinine girdikleri takdirde, o mala sahip olamazlar. Ancak, müşriklerin, müslü-manlardan bir köle, cariye veya emtia aldıktan sonra, İslâm Dinine girmiş olsalar, bunların hepsi kendilerinin olmuş olur. Bu köle veya cariyenin efendisi veyahut malın sahibi, onları kendilerinden geri alamaz.
Hasan b. Umâre bize M ü n î r b. Abdullah' dan (13S) pederi A b d u I I a h ' ırr şöyle anlattığını rivayet etti:
-Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelip, İslâm Dinîni kabul ettiğim zaman :
— «Ya R a s û I a I I a 'h , benim kavmim İslâm Dini ile müşerref olunca, yanlarındaki mallarını kendilerine terk buyurunuz.» diye arzettim. Kabul edip, o şekilde müsaade buyurmuşlardır.
O Haccâc'ın bize rivayet eyiğine göre İmâm A t â şöyle buyurdu :
— «Bir kimse, müsiüman olduğu zaman yanında olan mai kendisinindir.»
İ b n - i C ü r -e y c bize şöyle dedi:
— Hür olan kadınları, düşman ele geçirdikten sonra, bir kimse satın almış olsa, o kadına yaklaşabilir mi? diye İ mânr A t â ' dan sordum. Şu cevabı verdi:
— «Yaklaşamıyacağı gibi, kendilerine köle muamelesi de yapamaz. Ancak, aldığı bedel ile onları serbest bırakır. Bu bedelden daha fazla almaya da hakkı yoktur.»
ö Ehl-i harbe ait bir kale, Müslümanlar tarafından muhasara edilip de, içerde mahsur olan müşrikler, ismini bildikleri bir kimsenin hükmüne razı olmak üzere kaleden çıksalar, sulh yapmak üzere hakem tayin ettikleri kimse de, onların öldürülmesine, kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmetmiş olsa, bu hükmü ve bu hükümle amel edilmesi caizdir. S a'd b. M u â z (R.A.), Benî Kurayza halkına o şekilde hüküm vermiştir.
£138) Bu isim bazı nüshalarda «Münir, Abdullah'dan» şeklinde iki ayrı isimmiş gibi yazılmıştır.
M u h a m m e d b. İ s h a k, bana şöyle rivayet etti :
—- F a h r - i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Benî Kurayza Kabilesini muhasara eyledikten sonra, haklarında S a 'd b. M u â z hükmetmek üzere, -kaleden indiler. S a ' d b. Muâz da, Hendek Savaşında kendisine isabet eden bir oktan aldığı yaradan ve gözlerindeki bir ağrıdan dolayı, çadırda yatıyordu. Kabilesi halkı, «kendisini bir merkebe binidirip götürürlerken, kendisine :
— «'Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, seni cahiliyye devrinde yardımlaşmak üzere kendileri ile mua-hade yaptığın Benî Kurayza'ya hakem tayin etmiştir.» dediler.
Bunun üzerine S a 'd—b. Muâz (R.A.):
— «Şimdi, Cenâb-ı Hakkın rızasını tahsilde, hiç bir kimsenin levm ve itabından S a 'd 'm korkmayacağı vakit gelmiştir.» dedi. Bunun üzerine, beraberinde bulunanlardan bu sözü işitenlerin bazısı, Benî Kurayza'nın helak olacağı haberini kendi kabilelerine götürmüşlerdir.
H z. S a' d b. Muâz (R.A.), Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelince, F a h r-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz kendisine, hakemlik görevinin verildiğini bildirdi. Bunun üzerine, S a ' d b. Muâz, gözleri kapalı olarak, durduğu yerden :
— Sizin hakkınızda ne şekilde hükmedersem, o şekilde hakınızda icrasına ahd ve mîsâk olsun mu? deyince H z. R a s u I - i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz ve yayındaki müslümanlar:
— «Evet, o şekilde olsun» buyurdular. Bundan sonra Sa'd b, Muâz öbür tarafına dönüp, aynı sözü tekrar edince. Benî Kurayza da :
— «Evet, o şekilde olsun» deyince, Sa'd b. Muâz (R.A.):
— Benî Kurayza'nm erkeklerinin katledilmesine, kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmettim.» dedi. Bunun üzerine Rasûi-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, H z. Sa'd b. M u â z ' in bu hükmünü doğru ve güzel bularak :
— « C e n â b -ı Ha k'k ı n yedi kat semânın üstündeki hükmü ile hükmettin.» buyurdular.
Sonra, Peygamber (S.A.V.) E f e nd i m i z i n emri ile, Benî Kıarayzsyı, Benî Neccâr'dan H a r i s ' in Kızı diye tanınan bir kadının evine indirdikten sonra, hepsinin boyunları vuruldu.
$ Hakem olan H z. S a' d b. M u â z (R.A.), erkeklerinin katledilmesine kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmetmeyipte, üzerlerine cizye vaz'ına hükmetmiş olsa idi, bu hükmün yerine getirilmesi lazım gelirdi. Hatta, İslâm Dinîne davet edilmelerine hükmedilerek, onlar da İslâm Dinîni kabul etmiş olsalardı, keza, bu hüküm caiz olurdu. 'Bu durumda kendileri hür müsiümanlardan sayılmış olurlardı.
Keza, İmâm-i Müslİmîn veya tarafından vali (komutan) tayin edilmiş olan zatın hükmüne rıza göstermiş olsalar, ne şekilde hüküm verilirse, -zikri geçen hakemlerin"hükümlerinin caiz olduğu gibi- İmâm-ı Ivliisîimîn'in veya valisininj hükmü de caizdir.
Bir kalede bulunan ehl-i herb, bir müslümanin hakemliğine ve onun hükmü ile kaleden çıkmaya razı olsalar ve kaleden çıktıktan sonra, hükmüne rıza gösterdikleri kimse, hüküm vermeden vefat etmiş bulunsa, hakemlik vazifesinin başka bir şahsa verilmesini vali (komutan) olan zat, kendilerine teklif eder. Kabul edip, başka bir hakem seçtikleri takdirde, bu hakemin verdiği hükme göre hareket edilir.
Başka bir hakem seçmekten imtina etmeleri halinde ise, kalelerinden çıkmamış olurlarsa, önceki mukavele ilga edilerek, eskisi gibi, kendileri ile derhal savaşa başlanır.
Kalelerinden çıkıp, indikten sonra, hakemi kabul etmemeleri halinde, 'kaleye tekrar döndürülerek, önceki mukavele ilga olunur.
Müştereken iki kimsenin hükmüne razı olarak, kaleden indikten sonra, hüküm vermeden önce, hakemlerden birisi vefat edipte, hayatta kalan kimse, önce zikredilen hallerden biri İle hükmetmiş olsa, eh!-i harp yalnız onun hükmüne razı olmayınca', o hakemin verdiği hüküm caiz değildir. Bu durumda, yani yalnız birisinin hükmüne razı olmadıkları yahut iki taraf arasında ihtilaf meydana geldiği takdirde, vefat eden hakemin yerine kaim olmak üzere, bir başkasını intihap ederler.
Hakemlerin hiç biri vefat etmeyip, ancak ikisi arasında nasıl hükmedeceklerinde görüş ayrılığı meydana gelse yine haklarında hüküm verilenler, o zaman birisinin hükmüne razı olmayınca ve iki taraf rıza göstermeyince hükümleri caiz değildir.
İki tarafın birisi rıza gösteripte, diğer taraf razı olmazsa hükümleri caiz değildir. Her iki taraf ayrı ayrı bir kişinin hükmüne razı olmuş olsa, bu da caiz değildir. Hakem olan iki kimse, ittifakla onların kaleye eskiden olduğu gibi iade edilmelerine hükmetmiş olsalar, bu kararlan hüküm olmayıp, belki bu hükmetmekten dışarı çıkmak demektir. Onlar, sanki «biz hakemi kabul etmeyiz» demiş addolunurlar. Bu iki hakem, onların dar-ı harbdski kale veya emniyette olacakları yerlerine gönderilmelerine hükmetseler, bu hükümleri caiz değildir. Bu lurumda da hakemlikten çıkmış olurlar. Rıza gösterildiği takdirde yeniden hakem seçilir. Razı olmamaları halinde ise, eskisi gibi muhasara altına almak iktiza eder.
Cenâb-ı Hakkın veya Kur'an-i Azîmü'ş - Şân'in hükmü ile hükmedilmek üzere kaleden çıkmayı talep etmeleri halinde, -Cenâb-ı Hakkın onlar hakkındaki hükmü üzerine inmelerinin yasaklanması hakkında hadis-i şerif varid ciduğundan ve Cenâb-ı Hakkın onlar hakkındaki hükmünü bilemediğimizden- bu talepleri kabul edilmez. Şayet, mezkur talepleri şeklinde, müsaade edilipte kaleden çıkmış olsalar, onlar hakkında istediği gibi hükmetmek imâm-a mtsslimînîn görüşüne bırakılır. İslâm Dini ve Müslümanlar hakkında, İslama karşı savaşanların katledilmesinin, kadın ve çocuklarının da esir edilmesinin hayırlı olduğu görüşünde ise, S a'd b. Muâz (R.A.) m hükmü gibi infaz eder. Bunlara ve müşriklerden olan diğer müslümanlara karşı, kuvvet meydana getirmek maksadiyle her yıl müslümanların beyîü'i-mâlî için kendilerinden' cizye alınmasını İslâm Dini ve Müslümanlar hakkında hayırlı görürse o şekilde yapar. Zira, görülmez mi ki, Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Azimü'ş-Şâr/ında «...Rezil ve rüsvay olarak cizye verinceye kadar...»[36] buyurmuştur.
Keza, F a h r- İ Âlem (S.A.V.) Efendimiz, müşrikleri, ilk önce İslâm Dinine davet eder, kabul etmedikleri takdirde de, cizye vermelerini teklif buyururlardı.
H z. Ömer (R.A.), Sevâd ahalisine galip geldikten sonra, kanlarının dökülmesini yasaklamış ve kendilerini zımmi saymıştır. İmâm-ı Müslîmîn, kendileri hakkında mezkûr şekillerden birisi ile hükmetmeden önce, onlar kendilerinden İslâm Dinîne girdikleri takdirde, hür müslümanlardan sayılırlar. Keza, zikri geçen şekillerden birisi ile haklarında hüküm verilmeden önce, İmâm-ı Müslimîn, kendilerini İslâm Dinine davet etmiş bulunur, onlarda bu ilk teklifi kabul ederlerse keza hür müslümanlardan addolunurlar. Arazileri, öşür arazisi olarak kendilerinde kalır.
İmâm-ı Müslimîn'in, kendilerini zimmî saymış olması halinde ise, arazileri yine kendilerinin olursa da, bu arazi üzerine harâc vaz' edilir.
Erkeklerinin katli ile kadın ve çocuklarının esir edilmelerine hükmedip, ancak bu hüküm infaz edilmeden önce, İslâm Dinine girerlerse, katledilmeyecekler! gibi kadın ve çocukları da esir alınamaz.
Erkekler katledilip, kadın ve çocukları esir edilinceye kadar, İslâm Dinine girmezlerse o memleketin arazileri ganimetten sayılır. İmâm-ı Müslimîn dilerse, humsunu (1/5 = beşte birini) çıkardıktan sonra, kalanını taksim eder. Dilerse hali üzerine bırakıp, imar ederek, gereken haracı vermek üzere, talip olanları davet etmesi için valisine emir verir. Nitekim, Zımmîis-rin arazisinden, sahibi olmayan ve muattal olan arazide de muamele böyledir.
Müşrik olan ehl-i harb, zımmîlerden birisinin hükmü üzerine kaleden çıkmayı talep ettikleri takdirde bu talepleri kabul edilmez. Zira, müslümaniarın harp hukukunda ve dinî işlerde, ehl-i küfrün hüküm vermesi caiz değildir. Ordu Komutanı, hata ederek, bu taleplerini kabul edipte, hakem olan bu zımmî zikri geçen hükümlerin birisi ile, onlara hükmetmiş olsa, verdiği bu hüküm caiz olmaz.
Keza, müslüman olan, fakat üzerlerine hadd-i kazf tatbik edilmiş bulunan, kimselerin hakemlikleri şartı ile kaleden çıkmayı istedikieri takdirde, yine caiz değildir. Çünkü kendilerine hadd-i kazf tatbik edilmiş bulunanların, şahidlikleri makbul olamaz. Çocuk, kadın ve kölelerin hakemlikleri de böyledir. Yaniî bunlardan birisinin hükmü üzerine kaleden çıkmayı talep etseler, bu talepleri kabul edilmez. Çünkü, harp konusunda ve dinî işlerde bunlardan birisinin hüküm vermesi ile İlgili talepleri kabule şayan değildir. Vali olan zat, hataen bu tekliflerini kabul etsede, müşrikler hakkında onlardan her hangi birisinin verdiği hüküm geçersizdir, caiz değildir. Eğer, harâc ödemek üzere, o müşriklerin ehl-i zimmet olmalarına hükmederlerse, o takdirde hakemlikleri kabul edilir ve hükümleri caiz olur. Çünkü, onlar hakemsîz olarak, ehl-i zimmetten olacak olsalardı, bu kabul olunurdu.
@ Bir kadın veya bir muharip köle, emân dilemiş olsa, kendisine İslâm Dinine girmesi veya zımmî olması teklif edilir,
Eğer bir kaledekiler, bir müslümanı hakem tayin edip, onun hükmüne razı olarak kaleden çıkarlar ve o hakem de, savaşan erkekleri İle kadın ve çocuklarının da öldürülmesine hükmederse, hükmünde hata ve sünnet-i seniyyeye aykırılık olduğundan, çocuklar ile kadınlar öldürülmez. Yalnız, muharip erkekler katledilip, kadın ve çocukları esir edilir.
Eğer, hakem tayin edilen zat, o kavmin zulüm ve düşmanlıklarından korkulan bir kısım erkeklerinin katline ve diğer erkekleri ile kadın ve çocuklarının esir edilip zımmî olarak kalmalarına hükmederse bu hüküm caizdir. Eğer, bir isim bildirmeden, her hangi bir müslümanın hakemliğine razı olarak kaleden çıkarlarsa, bu durumda haklarında hüküm vermek İmâm-ı Müsli-mîn'e aittir. Zikri geçen hükümlerin hangisi İslâmiyet ve Müslümanlar hakkında daha efdal ve daha faydalı ise onlara öylece hükmeder.
Vali olan zat, bu şekilde isim verilmeden hakem talep edilmesini, çocukların, kadınların, kölelerin zımmîlerin, âmânın-, kendisine hadd-i kazf tatbik edilmiş kimsenin, fâsıkın, şüpheli kimsenin, şer sahibi olan kimselerin hakem tayin olunmasını kabul etmemesi iktiza eder. Bu hakemlik hususunda, ancak, fazilet sahibi, dinine bağlı müslümaniar için hayır dileyen, din bahsinde ihtiyatlı olarak hareket eden zevatı arayıp, böyielerini seçmek gerektir. Zira, bir kimsenin aleyhine sahidlik etmesi kabulu caiz olmayan ve iki hasım hakkında hüküm vermesi caiz olmayan kimselerin, böyle mühim ve bütün müslümanlan ilgilendiren bir konuda hakemlik yapması nasıl caiz olabilir?
Eğer, bu kavim, asker arasından seçecekleri bir hakemin hükmüne razı olarak, kaleden çıkacaklarını beyan edip, kaleden çıktıktan sonra, yukarıda geçen iyi vasıflarla muttasıf olan bir zatı, seçerlerse, bu zatın hakemliği kabul olunur. Bilakis, şahid-liği ve hüküm vermesi caiz olmayan ve yukarıda sayılan kötü sıfatlarla muttasıf bulunan bir kimseyi seçerlerse, bu kişinin hakemliği kabul olunmayıp, önceden bulundukları yere gönderilirler. Bu durumda, daha sağlam veya daha çok muhafızı bulunan bir kaleye veya bir yere gönderilmelerini talep ederlerse, kendilerine müsaade edilmez. Hakemliğe layık, bir başka zatı hakem tayin etmeleri kendilerine teklif edilir.
Müslümanlardan ismini bildikleri bir zat İle, kendilerinden de bir kimsenin hakemliği üzerine, kaleden çıkmayı talep ederlerse, bu talepleri kabul olunmaz. Çünkü dine müteallik olan hususlarda hakemliğe kâfir ortak edilemez.
Vali olan zat, hata edip, bunların hakemliğine müsaade etmiş olsa, o hakemler de hüküm vermiş bulunsalar, İnıâm-i Müs-lîmîn olan zat, hükümlerini infaz etmez. Ancak, zımmî olmalarına veya İsSâm Dinine girmelerine hüküm vermiş olurlarsa, bu kabul edilir. Çünki, İslâm Dinine girmiş olunca, zaten hakeme hacet olmadan, onlara hiç bir kimsenin tasallutu kalmıyacağı gibi, zımmî oldukları takdirde de, hakeme hacet kalmadan, zımmîiik-leri kabul olunur.
Bu kâfirler, ellerinde bulunan müslüman esirlerden birisinin hakemliğine razı olarak, kaleden inmelerini talep etmiş olsalar, yine müsaade edilmez. Şayet buna, İmâm-ı Müslimîn müsaade etmiş olsa bile, o esirin hakemliği caiz.olamaz. Eğer, zimmî olurlar veya İslâm Dinini kabul ederlerse, bu durumda onlara hiç bir kimsenin tasallutu kalmaz.
Kendileri İle beraber, dar-ı harbde bulunan, müslüman bir tüccarın hakemliği de böyledir.
Kendilerinden olup ta, İslâm Dini ile müşerref olmuş olan, fakat henüz onlarla beraber dar-ı harbde ikamet etmekte bulunan bir kimse de, yine bu kabildendir. islâm Dînî İle müşerref olan bu kimse, islâm askerleri ile ikamet etmekte, olup, o sırada o kavmin içinde bulunmakta ise, yine onun hakem olarak kabul edilmesi bana hoş gelmez. Zira, evvelce Müslüman olan bu kimsenin bu konundaki'hakemliği çok büyük, korkulu ve tehlikeli bir iş olarak görünmesinden; ilerisini düşünüp sakınarak ihtiyakârane davranmasından dolayı Müslümanların müşkîlâta duçar olmalarından korkulur.
Eğer, o müşrik kavim, 'Müslümanlardan hasta bir kimsenin hakemliğine razı olarak, kadınları, çocukları, mallan, köleleri ile müslümanlardan kendilerinde olan esirleri, köleleri ve mallarını yanlarına alarak kaleden çıksalar, ancak hakem olan kimse henüz hükmünü vermeden vefat etmiş olsa, kendi iş ve durumlarını görüşmek ve hükmü ile kaleden çıkacakları diğer bir zatın seçilmesi için, kale ve emniyette bulundukları yere geri gönderilmelerini talep etmiş olsalar, taleplerinin yerine getirilmesi lazım gelir. Ancak, kenilerinde bulunan Müslüman esirler ellerinden alınacağı gibi, müslümanlara ait köleler de sahiplerine satılarak, bedelleri müşriklere verilir. Keza, bizim zımmîlerimiz-den, hür olupta, müşriklerin ellerinde bulunan kimseler varsa, onlar da, ellerinden geri alınırlar.
Bu düşmanların ellerinde, İslâm Dîni ile müşerref olmuş kimseler bulunur ve bunlar küffârla birlikte kalelerine veya emniyette bulundukları yere gönderilmelerini talep ederlerse, bu talepleri kabul edilmediği gibi, kâfirlerin ellerinden de alınırlar. Çünkü, Müslümanların dar-ı harbe iade-edilmeleri hakkında aralarında ki hüküm infaz edilemez. Zımmîlerimizin köleleri, bizim kölelerimiz hükmündedir.
Müşrik düşmanların elinde, İslâm dini ile müşerref olmuş köleler bulunur da, onlarla birlikte, dar-ı harbe gönderilmelerini isterlerse, gönderilmeleri caiz olmadığından, bedelleri müşriklere verilerek ellerinden alınırlar.
Müslümanların, müşriklerle yaptıkları savaşlarda kendilerine yardımı dokunan zımmîlere, düşmanlar arasında emân yoktur. Düşman tarafında bulunan zımmîlere emân verilmesi caiz değildir.
Köleye gelince, eğer köle savaşıyorsa «Ordudan bîri düşmana emân verirse, bu bütün müslümanlar için geçerlidir.» diye varid olan hadis-i şerif gereğince, kölenin emân vermesi caizdir. Eğer köle savaşmıyorsa, fakihler arasında emân vermesinin caiz olup olmadığında ihtilaf vaki olmuştur. Bazıları, «caizdir» ve bazıları da «caiz değildir» diye görüş beyan etmişler ve jctihadda bulunmuşlardır. Her iki taraf da, görüş ve yollarına muvafık olarak, hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir. Ancak, H z. Ömer (R.A.), bîr kölenin emân vermesine İzin vermişse de, o kölenin savaşıp savaşmadığı hakkında bir rivayetin olduğu tarafımızdan işîtilmemiştir.
H z. Z e y n e b ' in kendi kocasına ve Ü m m ü H â n î'-nin akrabasından birine emân verdikleri hakkında, Fahr-i (S.A.V.) Efend i m izden varid olan hadis-i şerife mebni kadınların da emân vermeleri caizdir.
Bulûğ çağma gelmemiş olan çocukların emân vermesi caiz değildir. Böyle bir emân geçersizdir.
Keza, düşman elinde esir bulunan, müslümanlarm vermiş oldukları emân da caiz değildir, geçersizdir.
Dar-ı harbde bulunan Müslüman tüccarların verdikleri emân da, müsîümanlar tarafından kabul edilemez ve yerins getirilmez.
© Bir müslüman, konuşmadan, bir kimseye parmağı ile işaret ederek emân vermiş olsa, bu konuda fuhahâ arasında ihtilaf vaki olmuş olup, bazıları «bu emân caizdir», bazıları ise «caiz değildir» demişlerdir. Ancak bu konuda işitmiş olduğumuz kavillerin en güzeli «bu müsiümanın emân kastı ile yaptığı işaretin - A İ I a h u â'lem - emândan sayılmasidır. Çünkü, H z. Ömer (R.A.) in İşareti emân saydığı rivayet edilmiştir. Keza, farsça konuşarak emân verilmiş olsa, bu emân geçerlidir.
© Fudayl b. Z e y d er-Rekkâşî'den rivayet etmiştir.
— H z. Ömer [R.A.) bize yazdığı emir-namede: «Müslümanların kölesi, müslümanlardan sayılır. Bu kölelerin zsmmetî de müslümanlarm zimmeti demek olduğundan, bunların emân vermeler! caizdir.» buyurmuştur.
0 A ' m e ş bize E b û S â i i h ' den, o da E b û H u r e y r e (R.A.) den, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir :
— «Müslümanların zimmeti birdir. Müslümanlarm ednâsı bile o zimmeti verebilir.»
6 A'm e ş bize E b û â i I'in şöyle dediğini rivayet etti :
— Hânikîn denilen yerde bulunduğumuz sırada H z. Ömer (R.A.) den bize bir emir-name geldi. Şöyle buyuru-yordu : «Bir kaleyi muhasara ettiğinizde, Cenâb-i Hakle i n hükmü üzere inmelerini, bu ikaiede olanlar sîzden talep ederlerse, bu tekliflerini kabul ederek, kendilerini kaleden çıkar-mayıniz. Zira, tekliflerini kabul edip kaleden indirdiğiniz takdirde, Cenâb-ı Hakkın onSsr hakkmdaki hükmünün ne olduğunu bilemiyeceğinizden, isabet edip edemeyeceğinizi bilemezsiniz. Ancak, kendilerini sîzin hükmünüze göre indirin. Sonra haklarında dilediğiniz şekilde hükmediniz.» buyurmuştur.
Bir kimse, diğer bîr kimseye «korkma» derse, kendisine emân vermiş oiur. «Telaş etme» d&mesi de böyledir. Cenâb-ı Hak bütün lisanları bildiği İçin, bir adam diğer bir adama farsea «korkma» demiş olsa, keza kendisine emân vermiş olur.
İmâm M ücâhi d, H z. Ömer (R.A.) den şöyle rivayet etmiştir:
— «Müslümanlardan bir kimse, düşmandan bir kimseye işaretle, indiğin zaman seni katledeceğim diye anlatmak istese, ancak, muhatabı olan düşman, bu işaretden kendisine emân verildiği zanm ile kaleden inse, emân verilmiş addolunur ve o düşmanı öldüremez.» buyurmuştur.
Q Muihammed b. İ & h â k, bana S a'd b. E b î H i n d'den o da A k f 1 b. E b û T â I İ b ' in azadhsı olan Ebû Hureyr V den Ü m m ü Hâ n î binti Ebî Tâiib (R.A.) in şöyle dediğini rivayet etti:
— Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Mek-ke-i Mükerreme'yi fethettiği zaman, kocamın akraba ve taaMûkâ-tindan iki erkek, kaçarak bana iltica ettiler. İlticalarını kabul ettim. Daha sonra, kardeşim gelerek «bunları öldüreceğim» dedi.
Bunun üzerine, onları odaya girdirdim ve kapıyı kapadım. Sonra, Mekke'nin yukarısında ikâmet etmekte olan, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gittim. Beni görünce :
— «Merhaba Ey Ü m m ü' H â n î! Hoş geldin. Buraya geliş sebebin nedir?» buyurdular. Ben de :
— «Ey Allanın Resulü, akrabamdan iki adam gelip bana iltica ettiler. Ben de onların ilticalarını kabul ettim. Sonra, kardeşim gelip onları öldüreceğini söyledi.» diye keyfiyeti kendilerine arzettim. Bunun üzerine :
— «Hayır, öldürmesin. Senin emân verdiğin kimseye, biz de emân veririz.» buyurdular.
H z. Âiş e (R.A.) buyururlar ki:
— «Kadınların verdiği emân müslümanlar üzerine nafiz olur idi.»
İmâm Hasan da:
— «Kadın ile kölenin emân vermeleri caizdir.» buyurmuştur.
İmâm Şeybânİ rivayet eder ki :
S a ' d b. Mâlik, maiyyetinde yahudilerden bazı kimseler olduğu halde, gazaya gitmiş ve -ganimet mallarından senim olmamak üzere- kendilerine biraz mal vermiştir.
O Esirlerden olan cariyeye, yaklaşmak caiz değildir. Ganimet malları, taksim edilip, bir kimsenin hissesine bir cariye düşerse, o cariye hayız görmekte ise, kendisinde bulunduğu zaman zarfında iki defa hayız görmeden ona cima etmesi caiz değildir. Hayız gören kadınlardan değilse, hamile olup olmadığı tahakkuk ettikten sonra, kendisi ile cima edebilir. Zira, F a h r - i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, doğuruncaya kadar hamile olan cariyeye yaklaşmayı yasaklamışlardır.
Nitekim, E ban b. Ebî lyaş bize H z. E n e s b. Mâlik (R.A.) den, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduklarını rivayet etmişdir:
— «Cenâb-ı Hakka ve âhiret gününe iman eclen, iki erkeğin bir temizlenme devresinde, bir cariyeye cima etmeleri caiz değildir.»
Mecûsî olan bir cariye, bir adamın sehmine İsabet ederse, ona cima etmenin caiz olmadığını, fâkihlerden bir zat, mecüsiîe-rin nikahlanması hakkında, Fahr - İ- Âlem (S.A.V.) Efendimizden varid olan, hadis-i şeriflerle beraber zikretmiştir. .
K a y s b. R e b i' bize Kays b. Müslim' den Muhammed b. H a n e f i y y e (R.A.) nin şöyle dediğini nakletti :
-Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Ahalisi Mecusîlerinin kadınlarının nikâhianmasını ve kestiklerinin yenilmesini helâl kılmamakla beraber, kendilerinden cizye alınmak, üzere onlarla sulh yapmışlardır.'
S i .m â k b. H a r b ' in bize rivayetine göre ;
Bir kimse, mecusîlerden bir cariyeyi esir eder, veya satın alırsa, onunla cima edip edememesinin cevazı hakkında, E b û Seleme b. Abdurrahman' dan fetva istenince:
— «Müslüman olmayınca ona cima edilmez.» buyurmuştur.
S a î d bize İK a t â d e ' den M u â v i y e b. Kur-r e ' nin şöyle dediğini rivayet etti:
— H z. Abdullah b. Ömer (R.A.), müşrik olan cariyeye yaklaşmayı caiz görmezdi.
M u ğ i r e bize H a m m âd ' dan İbrahim Ne-h a î' nin şöyle dediğini rivayet etti :
— Mecûsî veya putperest olan kadınlar, esir edilip cariye oldukları zaman, İslâm Dinine girmeleri kendilerine teklif edilir ve bu hususta zorlanırlar. Kabul ettikleri takdirde, hem cima edilip hem de işte çalıştırılırlar. Eğer, İslâm Dinini kabul etmezlerse, yalnız işte çalıştırılmaları caiz ise de, cima edilmesi caiz olamaz.
Yine H a m m a d , İbrahim N e h a î' nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
— Yahudi ve hristiyan kadınlar esir alınıp cariye edildikleri zaman, İslâm Dinine girmeleri kendilerine teklif edilir. Bu teklifi gerek kabul etsinler, gerek etmesinler her iki halde de hem cima, nemde istihdam edîimeieri caizdir. Gusül yapmaya mecbur edilirler. Bu babda, işitmiş olduğumuz kavillerin en güzeli budur. -A I lahu a'Iem -;
© Müslüman olarak, dar-ı İslama gelen, ehli harbi geri gönderip, kabul etmemek üzere, bir vali, ehî-i harb ile mukavele yapmış ve bu vaadda bulunmuş olsa, Müslümanlarda ehl-î harbîn mukavemetine kuvvet ve iktidar olursa, Jmâm-ı Müslimîn için bunun gibi mukavele akdi caiz olmadığı gibi valisinin mukavelesine de icazet verip, bu mukavelenin hükümlerini infaz etmesi de caiz değildir.
Söylediğimiz gibi, Müslümanlarda kuvvet ve iktidar var iken, vali buiunan zatın ehl-î harbden bir kavimle, böyle bir muvâdaa ve mukavelede bulunması caiz olamaz.
Eğer, bu kavmin, İslâm dînine girmesi yahud zimmîliği kabul etmesi ümidi, ile, kendilerinin kalplerini kazanmak maksa-dlyie, vali olan zat böyle bir muvâdaa ve mukavelede bulunmuş olursa, valinin, onların hallerini düzeltmesi için, böyle bir mukavele ve muvâdaada bulunmasında bir beis yoktur.
Düşmanlardan bir kavim, Müslümanlardan 'bir kavmi bir kalede muhasara edipte, müslümanlarda kuvvet olmamasından dolayı, nefislerinin telef olmasından korkulursa, bu şekilde bir "muvâdaada bulunmalarında ve mal ile kendi nefislerini kurtarmalarında, islâm dinini kabul ederek, muhasaracı müşrikler tarafından gelen, eh!-î harbi geri göndermelerini ve kabul etmemeleri halinde, bu şartlan kabul etmelerinde beis yoktur.
Ancak, Müslümanların ehl-i harb üzerine kuvvet ve iktidarları olduğu takdirde işbu şartlardan birini bile kabul etmek caiz değildir.
© Muhammed b. İshâk bana İmâm Z ü h r î' âen şöyle rivayet etti :
— Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Hendek Harbinde Medîne-i Münevves-e'de bulunan ağaçların mey. velerinin süsüsünü (1/3 = üçte birini) fidye olarak vermeyi düşündü ve bu konuda S a'd b. M u â z ve S a'd b: U b â d e ile istişare ederek onlara :
— «Bütün arap kabileleri birleşerek, hepsinin aleyhinize kıyam ettiğini görüyorum. Medine'deki ağaçların meyvelerinin üçte birini fidye olarak verip, zaman kazanarak ve bazı hikmetlerden dolayı onlara, bu vesile ile galip geleceğimiz reyindeyim. Ne dersiniz?» diye görüşlerini sordular. Onlar da cevaben :
— «Ya Rasûlallah, daha önce biz bu arap kabi-le'eri ile birlikte şirk üzerinde iken, Medine'nin meyvesinden ancak, ya bizden habersiz olarak alabilirlerdi veyahud da, bize misafir oldukları zaman kendilerine İt'âm ederdik. Bu iki yoldan başka meyvelerimizi yiyemezlerdi. Şimdi ise, C e n â b-ı Hak, Sizi ve İslâm Dînini bize ihsan buyurmuşken, mallarımızı, kendilerine bu şekilde vermeye haccet yoktur.» diye bu babdaki reylerini arz ve beyan ettiler. Bunun üzerine, Peygamber (S.A.V.J Efendimiz:
— «Reyiniz ne merkezde ise öyle olsun.» buyurdular.
# Hudeybiye senesinde, Fahr-i Alem (SAV.) Efendimiz Kureyş'le muâhade yapılıp, onlarla savaşmaktan vazgeçtiği sabittir. Bundan dolayı, mütareke İslâmiyet ve Müslümanlar hakkında hayırlı olduğu ve mütareke sebebiyle küf-farın İslama ısındırılmasının ümid edilmesi halinde o şekilde davranmasında İmârn-ı Müsllmîn İçin cevaz var.dır.
Hişam b. Urve, babası Urve' den ve M u h a m m e d b. İshâk ve İmâm K e I b î' den bana rivayet ettikleri hadis de şöyle haber verdiler:
— Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, savaş murad etmeyerek, umre niyetiyle, Ramazan-i Şerîf ayında, Medî-ne-i Münevvere'den Hudeybiye'ye[37] çıktı. Hudeybiye Vak'ası, Şevval ayında vuku buldu. Usfân isimli yere vardıkları zarnsn Benî Ka'b Kabilesinden bazı kimseler, Peygamberimizi karşılayıp: t
— Yâ Rasûlallah, Sizi Beyt-i Muazsama'dan alıkoymak ve Mekke'ye girmenize mani olmak için, Kureyş sizinle savaşmak üzere, çeşitli kabilelerden bir takım adamlar topladılar ve kendilerine erzak ve yiyecek vermektedirler.» diye durumu haber verdiler.
Usfan'dan[38] hareket etmeleri halinde, Kureyş'in öncüsü olan H â I i d b. V e I i d ' le, yol üzerinde karşılaşacakları anlaşılınca, Fah rri K â i n a t (S.A.V.) Efendimiz caddenin bir tarafına, Serûateyn denilen ve iki kum tepesinin arasında olan yola girdiler. Yolun hizasına yürümek için, herkese emir ve tenbihte bulunup, o şekilde giderek, Gamim isimli yere vardılar. Buraya varınca, Cenâb-ı Hakkı tevhîd ve tenıhîd getirip, layiki veçhile hamd ve sena ederek buyurdular ki :
— «Emmâ ba'd. Kureyş Kabilesi halkı bizi Beyt-i Muazzamın ziyaretinden ve Mekke-i Mükerreme'ye girmekten men etmek için, muhtelif kabilelerden bir takım kavimleri toplayarak, kendilerine erzak ve yiyecekler vererek, bizimle savaşmak için hazırlamışlardır. İlk iş olarak müşriklerin başlan olan, Mekke Ahalisi ile mi savaşalım yoksa kendilerine yardımda bulunan dağınık kabilelerin kadın ve çocuklarını kastederek mallarını ganimet, kadın ve çocuklarını esir mi alalım? Evvelâ dağınık kabilelere hücum edip, kadın ve çocuklarını esir aldığımız takdirde, önler bize yetişemezler ve yerlerinde kalırlarsa, mallarını, ka-dınlarını ve çocuklarını kaybetmiş ve yenilmiş olarak kalırlar. Eğer bize yetişmek üzere bulunurlarsa, aileleri hakkında korkma-tarından dolayı, yürüyüşleri hafif ve kendileri de zayıf olarak gelebilirler. Her iki halde de Cenâb-ı Hak onlara azap ve işkence ile muamele buyurur.» diye, maiyyetinde bulunan müca-hid sshâhe-i güzîn'e hitabetti. Onların bu babdaki görüşlerini sordular. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk (R.A.) ilkönce görüşünü beyan ederek :
— Bu babdaki görüşümüz, Yâ Rasûlullah, evvel emirde başlan olan Ehl-i Mekke ile savaşa başlamak ve onlara kasdetmektir. Zira, Cenâb-ı Hak, Sana yardımcıdır. Ve senin muinindir. Seni onlara galib getirecek ve bunu onlara apaçık gösterecektir.» diye görüşünü arzettikten sonra, H z. M i k d a d (R.A.):
— A 1 I a h a yemin ederim ki, biz, Benî İsrâilin Peygamberlerine dedikleri gibi «...Artık sen Rabbînle berabergit!
Bu suretle ikiniz harb edin! Biz mutlaka (burada) oturup sizi bekliyeceğiz.»[39] demeyiz. Biz ancak, Sen, Rabbinle beraber yürü. Savaşınız. Muhakkak ki biz de sizinle beraber savaşacağız, deriz diye reyini bildirince Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, hemen yola çıktı : Harem-i Şerifin hududuna yaklaşınca, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin binmiş olduğu ciz'a '(bazı rivayetlerde Kusvâ) isimli devesi yere çöktü. Bunun üzerine orada bulunanlar:
— «İleriye gitmesi gerekirken, sebebsiz ve illetsîz yere niçin oturup çöktü acaba?» deyince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— Bu deve huysuzlaşmadı. Gitmesi gereken yere inat ederek gitmeyip çökmek mûtadı da değildir. Ancak, vaktiyle fili Mekke'ye girmekten men eden Cenâb-ı Vâcibü'l-V ü c û d , bu Kusvâ'yı Mekke'ye girmekten menetmiştir.» buyurdular. Yani, Beyt-i Muazzam'ı tahrip edip, yıkmak için vaktiyle Yemen tarafından gelen, ehl-i bâtılın fillerini -Sûre-i Fîl'in tefsirinde mufassalan mezkur olduğu gibi- Mekke'ye girmeden men ederek, Ka'be-i Müşerrefe'yi hıfz ve sıyânet eyleyen C e -n â b -1 Hak, bu Kusvâ'yı Mekke'ye girmekten men eylemiştir. Biz her ne kadar, ehl-i Hak olup, ashab-ı fille kıyas edil-mezsek de, o aralık sahâbe-i güzîn (R.A.E.) hazretleri, Mekke'ye girmek ve Kureyş de onları men etmek isteyecekleri cihetle, filin Mekke'ye girmesi kan dökülmesine ve malların telef olmasına sebep olan, savaşı mucib olabilirdi. Halbuki, Kureyş Kabilesinden pek çok kimsenin, İslâm Dinine girmeleri ve sulblerin-den nicelerinin zuhur ederek ehl-i İslâm'dan olmaları, mukadde-rât-ı İlâhiyeden olduğu hikmetine binâen, bu deveyi Cenabı Hak, Mekke'ye girmekten men buyurmuştur.» dedikten sonra :
— Kureyş Kabilesi, Beni, Harem hududu dahilinde, savaşı terk etmeye ve burayı tazim ve selamlamaya, kan dökülmesinden kaçınılmasına davet edip de, bu konuda beni geçmesinler. Yani, bu konudaki talepleri, her ne kadar meşakkati mucib ise de, Harem-i Muharrem'in ihtiram ve ta'zimi kendimce kabul ve teslim edilmiş bulunduğundan istediklerini yerine getirmekten geri durmam.» diyerek, Sahâbe-i Kirîm'a hitaben :
— «Bu tarafa geliniz» diye emir buyurduktan sonra, caddenin sağ tarafında olan yolda gitmekte iken onu bırakıp, geriye dönerek Seniyyetü'I-Hanzel isimli yerden giderek Hudeybiye'de çadır kurup ikâmet buyurdular. Orada bulunan kuyudan, su çekip kullandılar. Bu kuyunun suyu azalıp, kendilerine kifayet etmez oldu. Durumu Peygamber (S.A.V.) Efendimize arzetmeleri üzerine, kenâne yani tîr-keşinden bir ok çekip kendilerine vererek, o kuyuya batırıp dikmelerini emir buyurdular. Emre uyup, o oku, mezkur kuyuya saplamaları üzerine, kuyuda o kadar su hasıl oldu ki, herkes develerini suladı. Sonra istirahat etmek üzere bir tarafa çekilip oturdular.
Peygamber {S.A.V.) Efendimizin, Hudey-biys'ye teşrifleri haberini Kureyş işitince, müteferrik kabilelerden toplanan kavimlerin reisleri, Huleys isimli kimsenin evfad-larından birisini, Peygamberimiz (S.A.V.) e gönderdiler, îbnî Huleys, haccm şeâirinden olan kurbana saygı gösteren cemaatten idi. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, uzaktan İ b n - i H u I e y s ' in gelmekte olduğunu görünce maiyyetinde bulunan mücahidlere hitaben :
— Bu gelen adam, İ b n i H u i e y s ' dır ve kendisi Harem-i Şerife sevkedildiği bilinsin diye, boynuna eski ayakkabı asılarak sevkedilen ve hedy denilen kurbana ta'zim eden kavimdendir. Bu kurbanları ondan tarafa sevkedin de görsün.» diye emir buyurmaları üzerine, kurbanlar o tarafa sevkedildi. İ b n - i Huleys mezkur kurbanların, boyunlarına asılmış olan özel gerdanlıklarıyle gelmekte olduklarını görünce, müslümanlara bir kelime bile söylemeden, olduğu yerden hemen geri dönrek gitti. Kureyşlilere:
— «Gelmekte olan kavim, Özel alâmet ve süsleri olan kurbanları ile gelmişİer. Kendilerine ilişmek doğru olmaz» diye keyfiyeti gereği gibi anlatıp, Mekke'ye girmekten men etmelerinden dolayı, Kureyşlilerî tevbîhe kalkışmişsa da, onlar kendisini azarladılar ve ona sövüp saydılar:
— «Sen kaba ve cahil bir arap parçasisın. Öyle şeyleri bir. lemezsin. Senin böyle münasebetsiz sözler söylemene şaşmıyoruz. Ancak, senin gibi ahmak bir adamı göndermiş olmamıza hayret ediyoruz.» dediler.
Sonra, Urv« b. Mes'ud es-Sakafî isimi şahsı seçerek :
— «Sen, git. Bize bir haber getir. Ancak, arkandan yakalanmaktan sakın.» diye kendisine tenbîhatta bulunup, gönderdiler.
Urve b. Mes'ud, yola çıkıp, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna vardı. Kendisine hitap edip :
— Yâ Muhammed, insanların esfeiinden bîr takım halleri karışık ve meçhul adamları toplayıp, kendi aşiretin ve aslın üzerine geliyorsun. Kureyş Kabilesinin yüce ceddi olan, K a ' b b. L ü ' e y ile Âmir b. L ü ' e y namları ile yadolunan insanlar tarafından, sizin tarafınıza geldim. Hepsi size olan kin ve düşmanlıklarını açığa vurarak ve kadınları, çocukları, süt veren develeri ve mızrakları ile sizinle savaşmaya geliyorlar. Sen ne kadar onlara kötü muamelede bulunursan, kendileri de ondan daha çok size kötü muamelede bulunacaklarını hepsi birden yemin ederek, beyan ve te'kid ediyorlar.» deyine, Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, cevaben :
— Biz savaş için gelmedik. Muradımız sadece umremizi edâ edip, kurbanımızı kesmektir. Kavmin olan Kureyşe git. Kendileri deve ve sürü sahipleri olup, muharebe kendilerini örsele-mistir. Savaşın daha önce kendilerinde sebep olduğu telef ve hasarlarla birlikte, yine telefat bırakmakta hayır yoktur. Benim ile kendileri arasında bir müddet tayin edelim. O müddet içinde, kadın ve çocukları büyürler ve kuvvetlenirler. Şerlerinden emin olarak, bizi Beytullah'tan men etmesinler. Umremizi edâ, edip kurbanlarımızı keselim. Kendileri taraf tutarak, İnsanlarla bizim aramıza girmesinler. Eğer insanlar, bana galib gelirlerse, zaten kendilerinin de istedikleri budur. Eğer, İnsanlara ben galib gelirsem, o zaman kendileri muhayyerdirler. O zamana, kadar savaş İçin kendilerine isti'dâd gelir. Dilerlerse bana karşı savaşırlar, dilerlerse topluca sulha dahil olurlar. Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, A I I a h i n iradesi ve yardımlyle risâletim hükmünü yürütünceye kadar, İslâm Dini üzerine, Benî Âdem'in her nev'iyle kıtal ve muharebede bulunacağım.» buyurdu. Bundan sonra, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Urve b. Mes'ud es-Sakafî'ye:
— Doğru Kureyş'e gidip, sulha tavassut ederek, durumu tebliğ etmesini emir buyurdu. Urve de Kureyş'e dönerek kendilerine hitaben :
— Bilirsiniz ki, hakikaten sizler benim kardeşim ve aşire-timsiniz. Bütün insanlardan daha çok bana sevgilisiniz. Halkın toplanma yerlerini araştırıp, hepsini size yardıma davet ettim. icabet etmedikleri için ailemi getirip, mütesellî olmanız için aranızda ikamet ettim. Sizden sonra, hayatımı istemediğimi bilirsiniz. Yine bilirsiniz ki, büyük zevatın ve kralların huzuruna çıktım. Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, Muhammed'-in, sahabesi nezdinde büyük ve muhterem olduğu kadar, gördüğüm zevat içinde, ne bir büyük ne de bir kral vardı. 'Kendisinden izin almadıkça, hiç bir kimse konuşamaz. İzinsiz konuşmaya ruhsat verildiği zaman konuşurlar, ruhsat verilmediği zamansa susmayı tercih ederler. Abdest aldığı zaman, hemen suyunu alıp, teberrüken başlarına ve diğer azalarına döküyorlar.» dedi.
Kureyş Kabilesi halkı, U r v e'nin sözlerini işitince, S 'ü ü h e y I b. A m r ile M i k r a z b. Hasfs isimli kimseleri çağırdılar, yanlarına gelince de .onlara hitaben :
— Muhammed'e gidiniz. Urve b. M e s ' u d' a zikrettiği şartları size de söyleyip, mukavele ve muahede akdetmeyi teklif edecek olursa, bu sene dönüp, Ka'be'ye gelmesin. Ta ki, bizim tarafımıza geldiğini işiten, arap kabileleri kendisini men edip, Kâ'be'ye bırakmadığımızı da işitsinler.» diye kendilerine tenbih ederek gönderdiler.
Onlar, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelip keyfiyeti arzettiler. Pey g a m b e r (S.A.V.) Efendimiz, Urve'ye söylediklerini tekrarladı. Bu minval üzere ve onların şartlarına da rıza göstererek, ahidnams-nin yazılmasını emir buyurdular. İlk önce, baş tarafa «BismiHa-hirrehmanirrahîm» yazılmasını emir buyurmuşlar İse de, Onjar itiraz ederek :
— Hayır, vallahi bunu en başa yazmayız, deyince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— NastI istersiniz? buyurdu. Onlar da :
— Bîsmike Allahümmo yazılsın, dediler. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— Bu da bir güzelliktir. Öylece yazınız, buyurunca, o şekilde ahld-nEme'nin başına yazıldıktan sonra, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— «Bu Rasûlalîsh ÎS.A.V.) 'sn koyduğu hükümlerdir.» diye yazılmasını emir buyurunca, onlar:
— Bizim ihtilafımız zaten bu husustadır. Bunu yazmayız dediler. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin:
— Ya nasıl yazarsınız? diye sorması üzerine :
— Senin isminle pederinin ismini, yani M u h a m m e d b. Abdullah diye yazsınlar dediler. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— Bu da bir güzellikdir buyurdular. Ve o şekilde yazıldı.
. Şartlar cümlesinden oiarak, daha önce savaş sebebleri ve saireye dair iki tarsf arasında cereyan eden tasavvur ile mua-haze edilmemek, tarafeyn arasında hırsızlık ve hıyanet vuku bulmaması, velhasıl tarafeynin birbirlerinden nüfusça ve emvalce gizli olarak ve aşikâr olarak emin olması, bizim tarafımızdan sizin tarafınıza gelenlerin bize iade edilmesi, keza, sizin tarafınızdan bizim tarafımıza gelenlerin size iade edilmesi diye yazılarak, shld-nameye son verildi. O esnada F a h r-'i Kâinat (SAV.) Efendimiz;
— Banim maîyyetime girmek isteyenler -bu anlaşma da benim tarafıma geçmek isteyenier- için, benim için geçerli olan şartların aynısı onlar için (de geçerli) olsun.» buyurdu. Kureyş de:
— «Bizimle beraber girenler için, bizim için (geçerli) olan şartlar, onlar için de (geçerli) olsun» dediler.
Bunun üzerine, Benû Ka'b oymağı :
— «Ya R a s û 1 a I I a 'h , biz senin malyyetlndeyiz» dediler, Benû Beki- oymağı İse :
— «Biz Kureyş'ie beraberiz.» dediler. Onlar bu şekilde, ahirî-nameyi yazarlarken, Benî Âmir b. Lü'ey oymağından E b û
Cendei b. Süheyl b. A m r, zincire bağlanmış olarak oraya getirildi. Kendisi İslâm Dinini kabul etmişti. Küf-fardan kurtulup, F a h r- i Âl e m (S.A.V.) Efendimi z i n maiyyetine girmek üzere gelmişti. Müslümanlar :
— Gelen Ebû C e n d e I' dir dediler, P e y g a m -b e r (S.A.VJ Efendimiz:
— Bu benimdir buyurdular. Fakat, Peygamber (S.A.VJ Efendimizle mukavele akdeden kişi, Ebû C e n d e I' in babası Süheyl İdi. Söyle dedi:
— «Ebû Gende I size gelmeden önce, (aramızdaki ahid-name tamamlanmıştır. Ona bakılsın.» dedi. Ahjd-nameye bakılınca, filhakika Ebû Gende!'in onlara İade edil-mesi gerektiği anlaşıldı. Ve kendilerine iade edildi. Ebû C e n d e 1, bu hali görünce :
— Ya Rasûlallah, ey İslâm Topluluğu! Dinimde bana fitne vermek üzere, beni müşriklere nasıl iade ediyorsunuz? deyince, Peygamber fSAV.) E f e n d i m i z . kendisine hitap ederek:
— Ey Ebâ Cendei! Sulh keyfiyeti aramızda tamamlanıp, hitam bulmuştur. HainMk etmek bize yakışmaz. Muhakkak ki, C e n â b -1 Hak, gerek senin ve gerek seninle beraber oradaki biçare ve zayıfların sıkıntınızı gidererek, kurtulmanıza bir çare İhsan eder.» diye kendisini teselli etmiştir. ,
H z. Ömer (RA), Ebû Cendei (R.A.) e:
— «Ey Ebâ Cendei! İşte kılıç. Sen bir İnsansın, o da bir insan... Niçin korkuyorsun!» deyince, Ebû Cendei (R.A.J in babası Süheyl, Hz. Ömer [RA) e:
— Yâ Ömer! Benim aleyhime, ona yardım mı ediyorsunuz? demiştir.
Ebû Cendei (R.A.) e, babası Süheyl tarafından her hangi bir zarar verilmesinden endişe ettiği için Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Süheyl'e:
— Ebû Cendel'i bana hibe ediniz demiş, fakat Süheyl:
— Hibe etmem, cevabını vermiştir. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— Benim civarımda olmasını kabul et demiş Süheyl, bu teklifi de :
— Hayır, kabul etmem diyerek reddetmiştir. Bunun üzerine S ü h e y I ' İn arkadaşı olan M iJcraz isimli kişi:
— Ebû C e n d e I' in kendi civarında (himayemde) olmasını ben kabul ediyorum demiştir. Yani civarında olması kabul edildiği takdirde, araplar arasında o adama zarar verilmesi, himayesine alan kimseye zarar verilmiş olması gibi telakki edildiği için, zarar vermenin yasakhğı üzerinde ittifak edilmiş, tartışma kabul etmez bir kaidedir.
Ahid-n'âme bu şekilde yazılıp, tamamlandıktan sonra Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— «Ey insanlar! Kurbanlarınızı kesip, saçlarınızı traş ediniz ve ihramdan çıkınız.» diye emir ve tenbihte bulundu. Fakat hiç kimse kalkmadı. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir daha emirlerini tekrar ettiler. Yine hiç birisinin kalkmadığını ve halkın büyük bir üzüntü içinde olduğunu görünce, Ü m -mü'l-Mü'minîn Hz. Ümmü Seleme (R.A.) nin yanına gidip :
— İnsanların neye uğradığını görmüyor musun diye kendisine keyfiyeti beyan buyurunca, Ümmü Seleme (R.A.):
— Ya Rasûlallah, sen git kurbanını kesip, saçını traş eyle. Sizin ihramdan çıktığınızı görünce hepsi ihramdan çıkarlar diye kendisine görüşünü beyan etti.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, derhal çıkıp, kurbanını kesti ve saçını traş ederek ihramdan çıktı. Bu durumu gören 'herkes, kendisine uyarak ihramdan çıktılar. Sonra, oradan ayrılarak Medîne-î Münevvere'ye avdet buyurdular.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Medine'ye teşrif buyurduktan sonra, Kureyş'den 'E b û N a s i y r isimli bir zat, Müslüman olarak oraya geldi. Ancak, Kureyş mezkur zatı, Ahid-name mucibince geri almak üzere, iki kişi gönderdi. P e y g a m b e r (S.A.V.) Efendimiz, Ebû N a -s i y r' a daha önce Ebû Cendel (R.A.) e verdiği nasihat ve va'di vermiş ve onu Kureyş'lilere teslim etmiştir.
Kureyş'li iki görevli Ebû Naşı yr'ı alıp götürürlerken, Zül - Huleyfe'ye vardıklarında, onların birisine:
— Senin şu kılıcın keskin midir? diye sordu. O :
— Keskindir. Deyince,
— Bana göster öyleyse, dedi. Kureyş'li kılıcı gösterirken, hile ile elinden aldı ve çekip kendisini öldürdü. Diğer arkadaşı ise, arkadaşının öldürüldüğünü görünce, hemen oradan kaçtı. Ebû N a s ı yr, (R.A.) Medîne-i Münevvere'ye , dönüp, F a h r- İ Kâinat (S.A.V.) Efendimizin huzuruna girerek:
— Yâ R a s û I a I I a h , sen zimmetini İfâ ettin, sözünü yerine getirdin. Cenâb-ı Hak, onların sizde olan hukuklarını kendilerine îfâ buyurmuştur. Lakin, beni dinimde fitneye düşürmelerinden korktuğum için, kendilerinden İmtina' edip kendimi kurtardım.» deyince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— Güzel harb edici bir zattır. Adamları olmuş olsa... buyurdular.
— Ebû Nasıyr, Medine'den çıkıp, Zü'l - Huleyfe'ye giderek orada kaldı. Mekke'den İslâm Dinini kabul ederek, kaçan kimseler Ebû Nasıyr'a İltihak ettiler. Yanında 70 kişi1 toplandı. Kureyş'lilerin, bilhassa tüccarlarının yollarını kesiyorlardı. Bilâhare, Kureyşliler, bu durumdan gücenip korkarak, Peygamber (S.A.V.J Efendimize bir mektup yazdılar. Ebû Nasıyr ve yanındakileri oradan aldırıp, Medine'ye kabul etmesini rica ettiler. Aralarında bulunan rahm ve akrabalığa hürmeten, bu ricalarının kabul edilmesini istediler. Bunun üzerine, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Ebû Nasıyr ve yanındakileri Medine'ye kabul buyurmuştur. Sonradan kadınlar da, mukavale müddeti içinde, -bu son anlaşma sayesinde - hicret edip, Medine'ye geldiler. Cenâb'-ı Hak, bu kadınlar hakkında hüküm buyurarak, şu ayeti iı buyurdu :
«Ey iman edenler, mü'min kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin[40] Allah onların îmanlarını daha iyi bilendir ya. Fakat siz de mü'min kadınlar olduklarına biîgî edinirseniz, onları kâfirlere döndürmeyin (iade etmeyin). Bunlar (mü'min olduğu sabit olan bu kadınlar) onlara (kâfir olan kocalarına) helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. (Kâfir kocalarının, bu kadınlara) sarfettiklerini {mehri) onlara (kâfirlere) verin[41]. Sîzin onları nikâhla almanızda, mehirlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bîr günah yoktur. Kâfir zevcelerinizi[42] (nikâhınız altında) tutmayın. Sarfeîtiğiniz (mehr)i isteyin[43]. (Kâfirler de size hicret eden mü'min kadınlara) harcadıkları (mehri) istesinler. Bu, Allahın hükmüdür. Aranızda O hükmeder. Allah hakkiyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.»[44].
İşbu âyet-i kerîmede sulhun yalnız erkeklerin red ve iadeleri hakkında akdedilmiş olduğu, İade keyfiyetinin kadınlara şamil olmadığı beyan edilmiştir.
Hicret eden kadınlar soruşturulup, imtihan edildikten sonra, yemin ettirilip mü'min oiduklan kanaatine varılırsa/kendilerine verilmiş olan mehir kocalarına verilerek müşrikler tarafına red ve'iade edilmemeleri, bu âyet-i kerîmede emir ve beyan edilmiştir. Ayrıca, P e y g a m b e r {S.A.V.) Efendi m!i z «mehirlerinin kocalarına iade edilmesini» emir buyurmuştur.
Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz ile Kureyş arasında akdedilen mütareke müddeti, Benî Ka'b Kabilesi ile Benî Bekir Kabilesi arasında savaş başlamasına kadar uzadı. Şöyleki, daha önce beyan edildiği gibi, Benî Bekir Kabilesinin sulh akdi sırasında Kureyş'in yanında yer almış olmasından dolayı, Kureyş Kabilesi, bunlara silah ve erzak yardımında bulundu. Bu sebeble, Benî Bekir Kabilesi, Benî Ka'b Kabilesini yendi. Bu savaşa, Kureyş'den katılanlar ve ölenler oldu. Bu durumda sulhun bozulmasına kendilerinin sebep olmuş olmalarından dolayı, pek çokları bu tehlikeli halden korktular. Ahdi yenilemek ve mütarekenin müddetini uzatmak İçin Ebû Süfyan'ı
F a h r - i Âlem ES.A.V.) Efendimize gönderdiler. EfaÛ.Süfyan, Medine-î Münevvere'ye gelince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, ashab-i güzinine:
— «Ebû Süf yan size geldi. Hiç bir iş göremeyecek, fakat razı olarak, yakında Mekke'ye dönecektir.» buyurmuştur.
Ebû Süfyan, evvelâ Hz. Ebû Bekr-İ S ı d -d ı y k(R.A.) in huzuruna çıktı.
— «Ya Ebâ Bekr, sulhu yenileyip, mütarekeyi uzatarak insanların arasını düzelt.» dîye rica etti. H z. Ebû Bekir (R.A.) :
— «İş benim elimde değildir. Bu iş, C e n â b-ı Hak ve Resül-ü Zi-Şanına aiddir.» cevabını verdi. Bunun üzerine, H z. Ömer (R.A.) in yanına varıp, H z. Ebû Bekir (R.A.) e dediği gibi, teklifini İfade etti. Hz. Ömer (R.A.):
— Muahede ve mukaveleyi bozdunuz mu? Eğer ondan (bozulmamış) yeni bir şey kalmışsa, Cenâb-ı Hak onu da ifna eylesin. Ondan şedîd bir şey varsa, A I I a h-u A z î-m ü'ş-Ş a n onu da kessin ve yok etsin.» deyince, Ebû Süfyan:
— «Ben, bu günki gibi güç bir gün görmedim. Bir kavim diğer bir kavme silah ve erzak yardımında bulunur ve imdadla-nna koşarsa, ahidîeri bozmuş olmaz.» diyerek. H z. F â 11 m a (RA.) nın yanına gitti ve :
-«Ya F atıma, kavmindeki kadınlara büyüklüğünü gösterecek bir iş yapmak ister misin?» dedi. Sonra da, H z, Ebû Bekir'e arz ettiği, sulh keyfiyetini anarak, ricada bulundu. Bunun üzerine, H z. F â t i m a (R.A.) da;
— «İş benim elimde değildir. C e n â b-ı Ha k ile Peygamber-i Zi-Şânının emirlerine bağlıdır.» diye red cevabı verince, H z. Ali (R.A.) nin yanına gitti. Keyfiyeti ifade ve önceki zevata arzettiğı ricaları tekrar etti. H z. Ali (R.A.) da:
— «Bu günki gibi istikâmetinden inhiraf etmiş bir adgm görmedim. İnsanların Efendisi olan, Peygamber-! Z i-Ş â n (S.A.V.) Efendimize gidip, ahldleri yenile ve İnsanların arasını ıslâh et- diye cevap verdi.
Ebû Süfyan, hepsinden red cevabı alınca üzülüp, esef ederek, elini eline vurdu ve :
— İnsanları birbirine karşı ben kendi himayeme aldım» diyerek, geri dönüp Mekke'ye vardı. Mekke ahalisine, olanları anlattı. Ahali kendisine :
-^ «Bu günki gibi bir kavim ve elçi görmedik. Bize ne bir savaş getirdin ki, hazırlıklı bulunalım ve ne de sulh haberi getirdin ki, emniyet üzerine kalalım.» dediler ve geri dönüp bir daha Medine'ye gitmesini teklif ettiler.
Bu sırada, Benî Ka'b Kabilesinden bir adam. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelerek, Kureyş'İn Benî Bekir Kabilesine yaptığı yardımı ve imdadlarma koşması sebebi ile kendilerine yapılan düşmanlık ve zulmün keyfiyetini arzedip, haber veriyordu. Gelen zat, Peygamber (S.A.V.3 Efendimiz 'den yardım talebi zımmında şu şiiri inşâd ediyordu :
«Yâ Rab! Hazreti Muhammed' den yardım istiyorum.
O Hazretin babası ile babamız önceden muâhade eylediler.
Bir de Yâ Muhammed biz baba iken sen, çocukluk yaşında idin.
Kureyş Kabilesi, sana verdigleri va'dde sebat etmeyip, Sağlam bağladığın ahdi, çözüp kırdılar. Cenâb-ı Hakkın Vahdaniyetini ikrar ve imana davet edici, gönderilmiş N ebî olmadığını zannettiler. Halbuki onlar zelil ve sayıları azdır. Bize yardım et, Cenâb-ı Hak da daima Size nusrat ve hidayet eylesin Ve A I I a h ı n askerlerini bize imdad için gönder Göndereceğin İslâm Askerleri, deniz gibi cûş-u hurûş eden asker olsun.
Ve bu askerler içinde, R a s û İ u M a h , düşmanların kalplerine dehşet saçarak bulunsun.
Kî, onlardan bir noksanlık zuhur edince yüzünde gazab alâmetleri âşkâr ola.»
Tam bu esnada, semadan bulut geçti ve <gök gürültüsü duyuldu. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz:
— «İşbu gök gürültüsü, Benî Ka'b Kabilesinin nusrat ve muzafferiyetleri hakkındadır», buyurdular. Sonra, H z. Â i ş e (R.A.) ye :
— Sefer levâzımâtımi hazırla. Kimseye malumat verme.» diye emir ve tenbih buyurdu. H z. Â i ş e (R.A.), Peygamber (S.A.V.) Efendimizin emirleri mucibince, gerekli hazırlığı yaparken H z. E b û Bekir (R.A.), içeriye girdi. H z. A i ş e (R.A.) nin hazırlık yapmakta olduğunu bazı emarelerden anlayarak :
— Bu nedir? diye sordu.
— «Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, sefer levatımatının hazırlanmasını emir buyurdular.» cevabını alınca :
— Ne tarafa? diye tekrar sordu. H z. Â İ ş e (R.A.),
— Mekke'ye, diye cevap verince, Hz, E b û Bekir CR.A.):
— Ne güzel arkadaşlık (dostluk) «Vallahi, onlarla aramızdaki mütareke müddeti daha bitmemiştir.» diyerek, H z- Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yanına gitti. Mütareke müddetinin bitmemiş olduğunu arzedince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— «En evvel hainlikte bulunan onlardır.» buyurup, Mekke-Sîisre haberin yetişmemesi için, yolların tutulup, muhafazasını emrettiler. Hemen maiyyetine Müslümanları alıp, Mekke'ye yönlendirerek, o tarafa doğru yola çıktılar. R a s û 1 u i i a h [S.A.V.) İn gayret buyurmasiyle, Cenâb-ı Rabb-î M ûste'an, Mekke'yi kendisine feth buyurmuştur.
Hz. Resûi-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz. Mekke'ye yaklaşıp ta, Mekke görününce, Z ü b e y r ER-A.) i, Mekke'nin yukarı tarafından, H â I I d (R.A.) i aşağı tarafından, şiddetle hücum etmek üzere tayin buyurup gönderdiler, Sonra, Rasûlulah (S.A.V.) Efendimizin maiy-yetinde bulunan, muhterem amcaları Hz. A b b a s (R.A.V:
— «Yâ Rasûlullah, bana izin veriniz de, Mekke'ye gidip kendilerini İslâm'a da'vet edeyim. Daveti kabul ederierse emân vereyim.» deyince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, kendisine izin verdi. H z. A b b a s (R.A,), Peygamber-i Zî-Şan (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in Şehba isimli katırına binerek biraz gittikten sonra, kendisine Mekke kâfirleri tarafından suikast yapılması mülahazası ile, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
— «Babamı bana çeviriniz. Babamı bana çeviriniz. Bir insanın amcası, babası demektir, ikisi bir asıldandır. Korkarım ki, Saksyff Kabilesi, İbni Mes'ucTun kendilerini Cenâb-ı Hak-k a davet etmesinden dolayı, kendisin'i öldürdüğü gibi, Kureyş de, amcam hakkında bu fiili icra edeler. Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, amcamı öldürürlerse, Mekke'yi ateşe verip yakarım» buyurmuştur.
Hz. Ab b a s (R.A.), Mekke'ye varınca, halka şöyle hitap etti:
— «Ey Mekke halkı, İslâm Dinini kabul edin ki selamete mazhar olasınız. İşte, Z ü b e y r, Mekke'nin yukarısından ve H â I i d Mekke'nin aşağı tarafından üzerinize geliyorlar. Her kim silahını bırakırsa, onun için emân vardır.» diye ihtarda bulundu.
© Yâ Emîre'I - Mü'minîn, birde ehîi kıble yani Müslüman-oldukları halde, muhalefet ve isyanda bulunupta muharebeye cûr'et edenler bulunursa, bunların itaate davet olunmaksızın mı, veya davet edildikten sonra mı kıtalleri lâzım gelir? Kendi malları, kadınları, çocukları, askerleri ve toplayıp aldıkları malları hakkında ne şekilde muamele yapılması lazım gelir? tarzındaki sualinize gelince:
Bu konuda, H z. Ali (R.A.) den bize gelen haberlerin en sahihi şudur:
H z. Ai i (R.A.), ehl-i kıbleden, kendisine muhalefet eden bir kavmi, İtaate davet etmedikçe, onlarla savaş m a m ıştır. Davetini kabul etmeyenlerle savaşıp, ıgalip geldiği zaman, mallarına, kadınlarına ve çocuklarına dokunmamıştır. Kendilerinden esir almamıştır Onlardan yararlı olanları itiâf etmemiştir. Kaçanlarını takip etmemiştir.
Askerlerinin ordugâhlarına celbettikteri mallara gelince, bu hususta ihtilaf vaki olmuştur. Bazıları «bu kabilden olan maİla-nn »humsu (1/5 = beşte biri) çıkarıldıktan sonra, kalanını taksim eyiedi». bazıları ise «o mallan aralarında miras olmak üzere sa-hiblerine iade eyledi.» dediler.
Ordugâhlarında olmayan mallara, yerlere ve köylere dokunmayarak, onları sahiplerine bırakmıştır. Hatta bu cümleden olarak, Küfe Şehrinde bulunan T a I h a ' nın kadınları ile T a I -h a (R.A.) ve Z ü b e y r (R.A. in Medine'deki malların! ve Basra ahalisinin çiftlik, mesken ve mallarını kendilerine bırakmıştır.
Bazı fakihler şu şekilde beyan etmişlerdir: Ehl-I bağyîn askerleri, mukîm iseler, esirleri öldürülür, kaçanları takip edilir ye yaralıları itlaf edilirler. Eğer, kaçarak iltica edecekleri kavimleri yoksa, kaçanları takip olunmayacağı gibi, yaralıları itlaf edilmez ve esirleri de öldürülmezler. Ancak, esirleri serbest bırakıldığı zaman, şayed bir teşkilât veya cemiyetleri olup da, onlara İltica etmeleri melhuz olursa, tam bir tevbe ile tevbe ettiklri an-laşılıncaya kadar hapisde tutulurlar.
9 Ehl-i foağyin maktullerine, cenaze namazı kıimmaz. Ehl-i adi'den olan varisleri terekelerinden miras aldıkları gibi katilleri olmayan ehl-i adi, onun emvâl-i metrukesinden miras alır. Zira, ehl-i adl'den olan bir kimse, onlardan bir kimseyi katletmiş olursa, hak üzerine katletmiş olur. Ancak, bağî olan kimse, ehl-1 ad!'-den miras alamaz. Çünkü, kendisini haksız olarak katletmiştir.
Ehl-i ödl'den öldürülenlerin cenaze namazı kılınır. Onlar cenaze namazlarının kılınması ile defnedilmeleri bakımından şehitlerin derecesine yükseltilirler. Yani, yıkanmazlar ve elbiseleri ile defnedilirler. Eğer, üzerlerinde demirden veya deriden bir elbise, bulunursa o çıkarılır. Çürümemeleri için ilaçlanmazlar ve tabuta konulmazlar. Şehide ne şekilde yapılmışsa, kendilerine de o şekilde icra olunur.
Zikredilen bu ahkâmın onlar hakkında icra olunması harp yerinde ölmüş olmaları ile mukayyeddir. Yoksa, onlardan bir kimse, yaralandıktan sonra, kendisinde hayat alametleri olduğu halde, kaldırılıp götürülürken veya evine, (veyahud başka bir yere) götürüldükten sonra öldüğü takdirde, bu ölüm «emvât-ı âdiye» denmiş gibi telâkki edilerek, ölen şahıs tağsil, tekfin, tahnit edilip, cenaze ile ilgili sair işlemler yerine getirilir.
Ehl-i bağiden olan bir kimse, tevbe ederek İmâm-ı Müslimî-ree tabî olur, onu dinler ve itaat ederse, İsyan edip savaştığı sırada kendisinden sudur eden öldürmeden, yaralanmadan ve alıp tükettiği mallardan dolayı muahaza edilmez. Ancak, elinde ehl-i adl'İn mallarından, aynen bir şey bulunur ise, kendisinden alınarak sahibine iade olunur.
Keza, yol kesip, adam öldüren, mal soyan isyancı muharip, zor kullanılarak yakalanmadan önce, kendisi tebve edip emâna talip olarak gelir, teslim olur, dinler ve itaat ederse, isyan ve muharebe ettiği sırada kendisinden sudur eden yaralama ve tükettiği malardan dolayı, muahaze olunmaz. Ancak, elinde kaim olarak, bir kimsenin malı bulunursa, kendisinden alınarak, sahibine iade olunur. Tükettiği mallardan dolayı, kendisine tazminat dahi terettü-b etmez.
Eb!-i adlin elinde, ehl-İ bağye ait, silah ve hayvanat bulunursa, feyi yani ganimet malı itibar olunarak İmâm-ı Müslîmîn onu tahmis eyledikten sonra, dört humsu (4/5 = beşte dördü) taksim olunur.
O Muhammed b. İshâk bana E b û C a ' -f e r' in şöyle dediğini rivayet etti:
— H z. Ali (R.A.), Sıffîn Vak'asında, ehl-i bağy'den bir esir tutulup, huzuruna getirildiği zaman, silahı ile hayvanını alıp, bir daha isyanda bulunmamak üzere kendisinden ahd ve mî-sâk alarak onu serbest bırakırdı.
H z. AH (R.A.) nin esirlerin öldürülmesini kerih gördüğünü, imâm Hasan rivayet etmiştir.
@ Şeyhler bize C.â'fer b. M u h a m m e d 'den babasının şöyle dediğini naklettiler:
— H z. Ali (R.A.), Basra harbinde, «ehl-i bağy'den fl« rar edenlerin takip edilmemesini, yaralılarının itlaf edilmemelerini, esirlerinin katledîlmemesini, kendisini sevip işe karışmayanlarla silahını bırakanların emniyette olduğunu» ilan etmek için bir münâdî'nin nida etmesini emir ve tenbih buyurmuştur.
0 M u g î r e bize, H a m m a d 'dan şöyle nakletti:
Bir kimse, serî haddi icabettiren bir fiilde bulunduktan sonra, muharip olarak devlete (sultana) başkaldırma gibi çirkin bir fMide bulunupta daha sonra emân talep eder ve bu talebi sultan tarafından kabul edilip, kendisine emân verilmiş olursa, daha önce işlemiş olduğu fiilden dolayı, üzerine had ikâme olunup, olunmaması hakkında İbrahim Nehaî' 'den fetva istendiği zaman :
— «Daha önce irtikap etmiş oldukları fiile tatbik edilmesi gereken had, tatbik olunur.» diye cevap vermiştir.
Haccâc bize Hakem b. U teybe' nin şöyle dediğini rivayet etti:
Âlimler, muharip olan kimseye emân verildiği takdirde, 'isyan edip savaştığı zaman işlemiş olduğu fiil ile muahaze olunmaz. Ancak, ondan önce işlemiş olduğu fiilden muahaze olunur derlerdi.
Bu babda, İşitmiş olduğumuz kavillerin en güzeli budur. Val-lahü a'Iem...
İmâm Ebû Hanîfe:
— «Cenâb-ı Hak ile Resul ü-ZÎ-Şan ına karşı harbeden kimse, mal alıp gasbettiği takdirde, öldürülmez, çarmıha gerilmez. Ancak, zıt tarafta bulunan bir eli ile bir ayağı kesilir.» derdi.
Hem mal alır, hem de adam öldürme fiilinde bulunursa, bu durumda, İmâm-ı Müsümîn muhayyerdir. Dilerse kendisinin elini ve ayağını kesmeyip, onu öldürür. Dilerse keza, elini ayağını kesmeyip çarmıha gerer.
Eğer, âsî olup savaşan bir haydut yol kesmesi sırasında mal almayıp, sadece adam öldürmüşse yeryüzünden sürülür, yani çarmıha gerilir.» demiştir.
Bu kavli, İmâm Ebû Hanîfe, Hocası H a n>--m a d vasitasiyle İ b r a h i m Nehaî 'den rivayet etmiştir.
Benim bu konuda rey' ve içtihadım şudur ?
Haydud ve yol kesici olan kimse, hem adam öldürür hem de mal alırsa, çarmıha gerilir, öldürülür.
Yalnız adam öldürür de mal almaz İse, öldürülür.
Mal alıp da, adam öldürme fiilinde bulunmazsa, zıt olarak, yani, aynı tarafta bulunmayan bir eli ile bir ayağı kesilir.
Haccâc b. E r t â t bize Atıyye vasrtası ile H z. Abdullah b. A<bbas (R.A.) dan da, bunun gibi bir kavil rivayet edilmiştir.
© Kureyş'in ihtiyarlarından bazıları bana İmâm Z ü h-r î 'den şöyle rivayet ettiler :
— Mısır ile Şam, H z. Ö m e r (R.A.) in halifeliği sırasında fetholunduğu gibi, Afrika'dan başka, Mağrib'in her yeri ve Sind ile Horasan'dan başka Irak'ın tamamı da Onun zamanında fetholunmuştur
Afrika ile Horasan ve Sind'in bazı kısımları, Hz. Osman (R.A.) in halifeliği müddetinde fetholunmuştur.
Rivayet olunur ki, Lahm Kabilesinden T e m î m b. Evs ed-Dârî (R.A.), Peygamber (SAV.) Efendimizin huzurunda iken ayağa kalkıp :
— «Yâ Rasûlallah, Rumlardan Filistin vilayetinde bulunan komşularımın Habrûn ve Aynûn namlarında iki köyleri var. Cenâb-ı Hak, Şam'ın fethini size nasip ederse, işbu iki köyü bana hibe buyurun» diye rica etti.
Peygamber (SAV.) Efendimiz:
— «Onlar senin olsun.» diye va'dde bulundular.
Bunun üzerine, 'hibe buyurulduğunu bildiren bîr name yazılıp kendisine verilmesini tekrar istirham edince, şu mealde bir name yazıldı.
«Bismillahirrahmanirrahim.
İşbu name, Muhammed R a s & 1 u I I a h tarafın-Temîm b. Evs ed-Dârî'ye yazılmıştır. Habrön köyü ile Beyt-i Aynûn köyünün tamamı yanî ovaları, dağları, sulak olan ve sulanmıyan yerleri, yamaçları, beyaz koyunları ve sığırları kendisinindir. Kendisinden sonra da oğullarının ve to-runfarının hakkıdır. Hiç bir kimse tarafından müdahale edilmesin, onlara zulüm ve düşmanlık yapılmasın. Her kim kendilerine zulmeder veyahud haklarından herhangi bir şeyi gasbederse Cenâb-ı Hak ile Melâike-i kiramın ve bütün insanların laneti onlara olsun.»
Bu mektubun kâtibi, H z. Ali (R.A.) idi. İslâm Halifeliği, Hz. Ebû Bekr-i fîiddık (R.A.) in uhdesine verilince, kendilerine şu mealde bir mektup yazdılar:
«Bismillahîrrahmânirrahim.
İşbu name, Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendimizin emîri olup, kendisinden sonra H a I î f e - î Ruyİ Z e m î n tayin edilen, Ebû Bekir tarafından Dârîler için yazılmıştır. — Dârîlerden kasıt, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından bu iki köy kendisine hîbe edilmiş olan Temîm b. Evs ed-Dârî'ye mensup olan - evladı ve torunları • demektir. Ellerinde bulunan, Hebrün ve Aynûn köylerine hiç bir kimse tarafından müdahale ve mümanaat olun-mayıp, ellerinden çıkarılmaması gerekir. Cenâb-ı Hak-k ı n yüce emirlerini dinleyip itaat edenler, bu iki köyü, onlar üzerine ifsad etmesinler ve onları müfsid ve mütecavizlerden koruyup, kötü niyetlileri men etsinler.»
© İmâm Ebü H a n î f e ' den, Yahudi veya Hıristiyan bir kimsenin evladı veyahut kendisine yakınlığı olanlardan birisi öldüğü zaman, ne şekilde taziyede bulunulabilir? diye sorduğumda, cevaben:
— Cenâb-ı Hak, ölümü mahlukatma takdir buyurdu. Ölümü İle üzüntülü olduğun kimsenin, 'beklenilen gaiblerinin hayırlısı olmasını, C e n âb-ı Haktan temennî edebiz. Hepimizin gidişi Ce n âb-ı H a k k a ' dır. Sana gelmiş olan musibete sabret. Genâb-ı Hak sayınızı azaltmasın.» de buyurdular.
— Bir de işittiğimize göre, hristiyan bir adam, ara sıra İmâm Hasan'm yanına gider, gelir ve meclisinde hazır bulunurdu. O adam öldüğü zaman, İmâm Hasan taziye için kardeşine giderek:
— «Cenâb-ı Hak, dindaşlarından senin gibi musî-bete duçar olanların nail oldukları sevabı sana da ihsan eylesin. Ölümü de, bize mübarek eylesin. Vefat eden kimseyi de beklemekte olan gaiblerin hayırlısı etsin. Düçâr olduğun musibetlerde sabır etmek lazımdır.» dedi.
H z. Al I (R.A.)'ın kitabımızın muhteviyatı ile alakalı bulunan bir mektubunu buraya dercediyoruz.
Bu mektubu «Angilikan Kilisesine Cevâb» adlı eserden aldık. Eserin müellifi : Şer'iyye Vekâleti, Teîkikât ve Te'lî-fât-i İslâmiye Hey'eti Reisi Şeyh Abdülaziz Çâvış, mütercimi ise : İstiklâl Marşımızın Şairi Mehmed Akiftir.
Bu eser, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti, Tetkîkât ve Te'Iifâti İslâmiye Hey'eti Neşriyatı'nın 9. kitabı olarak, 1339 - 1341 yıllarında İstanbul - Şehzâdebaşi Ev kâf-ı İslâmiye Matbaasında basılmıştır.
Mezkûr eserin 166. sayfasında başlayıp, 187, sayfasında biten bu mektubu, sadeleştirmeden aynen aktarıyoruz. Böyle, fev-kâl-âde ilmî ehemmiyeti olan bu mektubu, Mehmed Akif gibi, Türk dilinin en büyük üstadlarından birinin kaleminden aynen vermeyi uygun bulduk.
Vergisini toplamak, düşmanlarına cihad açmak, ahalisine sulh ve salâh ve memleketlerine ümran temin etmek İçin M â-lîk bin el-Haris e I -E ş t e r'i Mısır'a vali nas-bettiği zaman A I I a h ' m kulu Emîrü'l-Mü'minîn A M ' nin kendisine emri şudur;
O'na Allah' dan İttikâyı, Al I a h ' in teatini İhtiyarı ve Kitabı'nda emrettiği ferâiziyle sünnetlere itîibâı emreder. O ferâiz ve sünen ki hiç kimse onlara tebaiyyet etmedikçe saadet yüzü görmez ve onları tanıdıkça da hüsrana uğramaz. Bir de ona eliyle, kalbiyle, diliyle C e n â b-ı H a kk'a yardımda bulunmayı emreder. Çünkü Alla hu zü'I-Celâl kendisine yardım edene nusret, kendisini ağırlayana izzet vermeyi tekeffül buyuruyor. Sonra, ona şehevâta saldırdıkça nefsini kırmasını, serkeşlik ettikçe dizginlerini çekmesini emreder. Zira nefs alabildiğine fenalığı âmirdir, meğer ki C e n â b-i Hak merhametiyle insanı korumuş olsun.
Şimdi 'bilmiş ol, ey Mâİik, ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki birçok hükümetler senden evvel oralarda adalet sürdü, zulm etti. Sen vaktiyle nasıl senden evvelki valilerin icraatını gözden geçiriyordun; halk da şimdi öylece senin icraatını gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek, Kimlerin sâÜh olduğu ancak A I I a h' m kendi ibâdı lisanından söylettiği sözlerle anlaşılır. Onun için iddihar edeceğin en sevimli azık salâha mak-run a'mâl olsun. Hevesâtına hâkim bulun. Sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı bahil oİ. Zira gerek hoşlandığı, gerek İstemediği şeylerde nefse karşı buhl onun hakkında mahz-ı adildir.
Raiyye için kalbinde muhabbet, merhamet duygulan, lütuf meyilleri besle. Sakın bîçarelerin başına kendilerini yutmayı ganimet bilen yırytıcı bir canavar kesilme! Çünkü bunlar iki sınıftır: ya dinde kardeşin, ya hilkatte bir eşin. Evet, kendilerinden zelle sâdır olabilir; kendilerine birtakım arızalar gelebilir.,Hata ile, yahut kasda makrun olarak işledikleri kabahatlerden dolayı ellerinden tutup yola getirmek pek mümkündür. Kendi hakkında nasıl A I 1 a h ' in afvini, safhını istersen, sen de onlara afvini, safhını râyegân et. Çünkü sen onların fevkinde bulunuyorsun; emr-i vilâyeti sana tefvîz eden senin fevkinde bulunuyor; Allah ise vilâyeti-sana verenin fevkinde bulunuyor. Ve umûr-ı ibâdı hakkıyle görmeni İstiyor, seni onlarla imtihan ediyor. Sakın Allah ile harbe girib de kendini gazabına siper etme. Çünkü ne intikamına dayanacak kudretin var, ne de afvü merhametin den müstağnisin.
Sakın hiçbir afvından dolayı asla pişman olma; sakın hiçbir ukuubetin için de kat'iyyen sevinme. Bertaraf etmek imkânını buldukça hiçbir badireye atılma. Bir de sakın «Ben kudret-i kâmile sahibiyim, emrederim, itaat ederler.» deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dîni za'fa uğratmak, felâkete yaklaşmaktır. Şayet elindeki kudret sana birhiss-i azamet verirse derhal fevkin-deki Meiekût'un azametine bak ve senin kendi nefsine karşı kudretyâb oİamıyacağın şeylerde Al I a, h ' in sana karşı kadir olduğunu düşün. İşte bu düşünce senin o yükseklerden uçan nazarını zemine indirir; şiddetini giderir; seni bırakıp giden aklını başına getirir. Sakın Allah ile azamet yarışına kalkışma, sakın kibriyâ ve ceberutunda kendisine benzemeye özenme. Çünkü F â t ı r-ı z ü ' 1 - C e 1 â 1 her cebbarı zelîl, her mütekebbiri hakir eder bırakır.
Nefsin hakkında, sana hususiyeti olanlar 'hakkında, raiyyen arasından kendilerine meyil beslediklerin hakkında Allah'a ve İbâdu'llah'a karşı adaletten kat'iyyen ayrılma, Şayet böyle yepmazsan zulmetmiş olursun. Halbuki ibâdu'llah'a zulmedenin ibâdu'llah tarafından davacısı A I I a h ' dır. A I I a h da birinin hasmı oldu mu, o kimsenin tutunabileceği bütün hüccetler bâtıldır. Ve ölünciye, yahut tevbe edinciye kadar kendisiyle harb içinde bulunur. Dünyada zulüm kadar Al I a h'ın lûtfunu tedbil, kahrını ta'cil edecek birşey olamaz. Zira C e n â b-ı Hak zulm altında inliyenlerin inkisarını İşitiyor; zâlimleri ise gözetleyip duruyor.
Umurun içinden öylesini ihtiyar etmelisin ki hak hususunda en mutavassıtı, adi itibariyle en şâm;ili olsun; sonra halkın rızâsını en ziyade cami' bulunsun. Zira ammenin hoşnutsuzluğu eş-tıâsın rızâsını hükümsüz bırakır. Eşhasın gazabı ise ammenin rızâsı içinde kaynar gider.
Sonra vali İçin hassa takımı kadar İyi günlerde yükü ağir basan, kara günlerde yardımı- az dokunan, adaletten hoşlanmaz. İstemekten usanmaz, verilince şükür bilmez, verilmezse değme gadirle savulmaz, felâkete sabırsız tek adam yoktur. Halbuki İslâm'ın rüknü Müslimîn'in şîrâzesi amme! ümmet olduğu gibi düşmana karşı duracak bir silâh varsa ancak odur. Onun için samimiyetin, meylin dâima bunlara müteveccih bulunmalı.
Raiyyen arasında yanına yaklaştirmıyacağın, kendisinden ençok nefret edeceğin adamîarsa, halkın maâyibini en ziyade araştıran kimseler olmalıdır. Zkâ nâsm öyle ayıblan vardır ,ki örtülmesi herkesten fazla valiye düşer. Binaenaleyh bu maâyibin sana gizli kalanlarını sakın eşme. Senin vszifen muttali olduklarını ıslahtan ibarettir. Meçhulün olanlara gelince, onların hakkın daki hükmü Allah verir.
Evet, sen raiyyenin ayıbını gücün yettiği kadar ört ki A I-I a h' da senin raiyyenden gizli kalmasını 'istediğin şeylerini örtsün.
İnsanlar hakkındaki bütün kin ukdelerini çöz; seni İntikama doğru sürükliyecek iplerin hepsini kes. Sence vuzuh kesbetmi-yen şeylerin kâffesi hakkında anlamamış görün, şunu bunu gam-zedenin sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü gammaz ne kadar saf görünürse görünsün yine dessastır. Sakın, ne seni zaruret ihtimaliyle 'korkutarak kereminden çevirecek bahîM ne muazzamât-ı umura karşı azmini gevşetecek cebîni, ne do çevre saparak sana ihtirası iyi gösterecek 'harisi meclis-i meşveretine sokma. Çünkü buhl, cebânet, ihtiras ayrı ayrı tabiatler-dir ki A I 1 a h u z ü ' I - C e I â I hakkında beslenen sû-i zan bunları bir araya getirir.
Sana müşavir olacakların en kötüsü senden evvel, esrara hemdem olan, onların cerâimine iştirak eden kimselerdir. Böy-leleri kat'iyyen senin mahremin olmamalı. Çünkü canilerin a'vânı ve zâlimlerin yaranıdır. Ne hacet; hiçbir zâf'ime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardım etmiyenler içinden bunların yerini tutacak öylelerini bulacaksın ki, ötekilerin re'y ve tedbîrine tamamiyle sâhib, lâkin vizr ü vebalinden kat'iyyen masun. İşte senin için böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden ziyade, senden başkasına muhabbeti*ö nisbette az olur. Bu gibilerini hem hususî, hem umûmî meclisle-rinde kendine mukarreb edin. Sonra, bu adamların İçinden en ziyade onu beğenmelisin ki sana acı hakıykatleri herkesten ziyade o söylesin; ve şayet sevdiği kullarından sudûruna Allah'ın razı olmadığı bîr harekette bulunmak istersen, hoşuna gideceğini gitmiyeceğini hiç düşünmiyerek sana mümâşâti bıraksın.
Bir de sâdık ve müteverri' adamları kendine mahrem ittihaz et. Seni alkışlamalarına, yapmadığın bir takım işleri sana is-nad ile keyfini getirmemelerine müsâid bulun. Zira alkışın çoğu İnsanı azamete sevk eder, gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kötüsü, indinde bir olmasın. Zira bu müsavat iyileri iyilikten soğutur; kötülerin de fenalığa-meylini idâme eder.
Bilmiş ol ki, valinin raiyyesine fıüsn-i zannıni davet eden şey, kendilerine iyilikte bulunması, yüklerini tahfif etmesidir Hüsn-i zan edersen uzun uzun yorgunluklardan kurtulursun. Son ra hüsn-i zannına en ziyade lâyık olan adam, senin hakkındaki tecrübeleri iyi çıkanıdır; sû4 zanına en lâyık olanı da hakkındaki tecrübeleri fena çıkanıdır.
Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek herkesin ülfet ve raiyyenin güzelce tatbik ettiği bir sünnet-i sâlihayı sakın kaldırayım deme. Ve bu eski sünnetlerin her hangi birine aykırı gelecek yeni bir sünneti ihdasa da asla yanaşma. Çünkü ecir o sunnet-i sâlihayı vaz' edenin, vebal de, kaldırdığından dolayı senindir. Umûr-ı memlekete uygun gelen tedâbiri tesbit ve senden evvelki İnsanlara doğruluk temin eden esbabı ikâme hususunda sık sık ulema İle müzakere -et, hükema île mubahasede bulun.
Malûmun olsun Icİ riayye tabaka tabakadır. Bunlardan her-birinin salâhı diğerinin salâhına bağlı ve hiçbiri için diğerinden müstağni bulunmak imkânı yoktur. Bu tabakalardan bir kısmı Al I a h yolunda askerlik edenler, bir kısmı ammenin ve hassanın vazifeli kitabetini görenler, bir kısmı adli tevzia memur kadılar, bir kısmı rıfk u insaf İle İdâre-i umur edecek âmilier, bir kısmı cizye ve harâc veren ehl-i zimmetle müslimler, bir kısmı ticaret ve sanaat erbabı, bir kısmı da fakr u'ihtiyaç içindeki tabakadır. Cenâb-ı Hak bunlardan herbirinin hissesini bildirmiş ve herbirine aid hudud ve farizayı ya Kitabiyle, ya Nebİyy-i Muhterem (S.A.V.) Efendimizin sünnetiyle gösterdikten sonra mer'î ve mahfuz bir ahd olarak bizlere tevdi buyurmuş.
Askerler, A I I a h'ın izniyle raiyyenln kal'aları, valilerin şerefi, dinin izzeti, asayişin vasıtalarıdır. Raiyye ancak bunların sayesinde durabilir. Bununla beraber askerin intizamı da A I-I a h'ın kendilerine ayırdığı haraç ile kaaimdir ki, düşmanlarına karşı onunla cihad edebilirler. İşlerini yoluna koyabümek için ona güvenirler ve bütün İhtiyaçlarını temin etmek üzere arkalarında o bulunur. Sonra bu iki sınıfın mevcudiyeti kadıların, âmillerin, kâtiblerin vücudiyle kaimdir. Çünkü ukuudu, icabı veçhile başaranlar, menafii cem' edebilenler, hususî umumî 'bütün işlerde mu'temen olanlar bunlardır.
Hepsinin bakâsi için de ticaret ve sanayi erbabının vücudu şart. Zira esbâb-ı menâfi], ticaretgâhları ve başkalarının meydana getiremiyeceği âsâr-ı san'ati bunlar temin edecek.
Sonra erbâb-ı fakr u ihtiyacı teşkil eden son tabaka geliyor ki ihsan ve muavenete müstehaktıriar. Bunlardan herbirinin Allah'dan kısmeti ve haceti miktarınca vali üzerinde hakkı vardır. Vali Allah'ın kendisine tevdi ettiği bu teklifin altından ancak kemâl-İ ihtimam ile ve Alla h ' dan avn ü İnayet talebiyle, bir de hafif, ağır bütün işlerde nefsini hakj<a ve sabru tahammüle alıştırmakla kalkabilir.
Sonra, askerlerinin başına öyle birini geçir ki Allah'a ve Resulüne ve İmamına karşı sence hepsinden daha muhlis bulunsun. Kalbi hepsinden temiz olsun ve aklı başında olmak itibariyle hepsine tefevvuk etsin. Zamân-ı gazabında ağır davransın. Ma'zereti sükûn ile dinlesin. Zuafâya acısın; kavilerden uzak dursun. Öyle unf ile kalkıp acz İle oturan takımdan olmasın.
Sonra gerek mürüvvet ve haseb erbabına, gerek salâhiyetle ve mebrur efâlîyle tanınmış aileler efradına, daha sonra şecaat ve semahat eshâbına müitefit bulun. Çünkü bunlar kerem halkıdır, lütuf cemaatidir. Ana-baba çocuklarının işini nasıl araştı-rırsa sen de askerlerinin işlerini öylece gözet. Kendilerini takviye için verdiğin şey çok bile olsa nazarında asla büyümesin. Haklarında taahhüd ettiğin lütuf az bile olsa gözüne kat'iy-yen hakir görünmesin. Çünkü sana karşı bezl-i ihlâs etmelerini, ve hüsn-i zanda bulunmalarını mûoib olur. Bir de onlara aid İşlerin büyüğünü görüyorum diye küçüğünü takipten geri durma.
Zira ufak bir lûtfundan intifa edecekleri mevzi de olur, büyük lûtfundan vareste kalamıyacaklan mevki de olur.
Ordunun başındakileri içinde, sence en makbulü o kimseler olmalı ki, askere iyilikte bulunsun ve hem şahıslarını, hem geride kalan âileiej'ini sıkıntıdan kurtaracak kadar kendi servetinden fedâkârlık etsin de bu sayede adûya karşı cihad ederken hepsinin düşüncesi bu noktada birleyebilsin.
Valiler için memlekette adaletin kâim olmasından, bir de raiyyenin kendisine karşı muhabbet göstermesinden büyük me-dâr-ı teselli yoktur. Zira yürekler salim olmadıkça muhabbet izhar etmez. Sonra askerin senin hakkındaki itilası ancak ümerâsından memnun olmalariyle ve onları istiskal -edip bir an evvel başlarından çekilmelerini istememeleriye kâimdir. Sen kendilerine ümid sahası aç. Senaya müstehak olanları sena etmekte, büyük vakayı" geçirmiş olanların sergüzeştlerini saymakta kusur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anmak [İnşâ-Allah) erbâb-ı şecâti galeyana, harb İstemiyenleri de oayrete getirir. Sonra bunlardan herbirinin fedakârlığını iyice tanı. Hem sakın birinin hizmetini başkasının hizmetiyle beraber zikretme. Kimseye de gösterdiği şecaatle nişbet kabul etmiyecek dûn bir paye verme. Bir de ne mevkiinin büyüklüğü bir adamın ufak hizmetini büyük görmene, ne de mevkiinin küçüklüğü bir adamın kıymeti! yararlığını küçültmene asla saik olmamalı.
Sonra altından kalkamadığın hadisâtı, kestirip atamadığın umuru Allah'a ve Resulüne gönder. Zira C e -n â b-ı Hak irşadını dilediği bir kavme «Ey imsn edenler, A I lah'a itaat edin, Peygambere ve içinizdeki Ü I ü ' 1 - E m re itaat edin; şayed bir şeyde anlasamazsaniz onu Allah'a ve Peygambere gönderin.» buyuruyor. Allah'a göndermek demek Kitâb'ındakİ muhakemata sarılmak demektir. R e s û 1 'e göndermek demek, onun toplayan, tefrikaya meydan vermiyen sünnetine uymak demektir.
Nâs arasında hüküm tfçin öyle bir adam seç ki sence raiyye-nin en değerlisi bulunsun; işten sıkılmasın. Murafaaya gelenlerden sinirlenerek inada kalkışmasın. Hatâsında ısrar etmesin; hakkı gördüğü gibi, döneceği yerde dili tutulub kalmasın. Hiçbir zaman 'tama' ettiği menfaat kaybolacak endîşesine düşmesin. Mes'eleyi künhüne kadar anlamadıkça vehleten hâsıl ettiği kanaati kâfi görmesin. Şüphelerde en çok durur, hüccetlere en ziyade sarılır,'hasmın müracaatında nen az usanır, umurun vuzuhunu en fazla bekler, hükmün vuzuhunda en kat'î davranır, medh İle şımarmaz, tehyic ile eğilip bükülmez'olsun. Vakıa -böyieleri de pek azdır. Sonra bu adamın vereceği hükümleri sık sık tahkik et ve kendisine zaruretini giderecek, halktan ihtiyacını kesecek kadar bezlde bulun. Hem senin yanında öyle bir mevki ver ki mukarrerlerinden kimse o mevkie göz dikemesin ve o adam başkalarının sana gelib de kendisine karşı hainlik edemi-yeceğinden emin olabilsin.
Evet, bu hususta gayet dikkatli bulunmalısın. Çünkü bu din kötü adamların elinde esir oldu : Onun namına İstenilen yapılıyor ve onunla dünyayı elde etmiye uğraşılıyor!
Sonra âmillerine dikkat et. Kendilerini işbaşına öyle getir. Yoksa tarafgirlik, hodgâmlık hissiyie kimseye vazife tevdi etme. Çünkü bu iki sebep cevrü hiyânete sâiktir. Bir de bu İş için salâh ile mâruf ailelerden yetişmiş tecrübe ehli, haya sahibi İslâm'a hizmeti sebketmiş adamlar araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namusu, şerefi en sağlam, tamam cazibesine en az kapılır, avâ-kib-ı umuru en doğru görür insanlardır. Esbâb-ı maişetlerini de geniş bir surette temin et. Çünkü nefislerini salâha sevk hususunda bu bir kuvvet olacağı gibi elleri altındaki şeylere e! uzatmaktan o sayede müstağni kalırlar. Bundan başka şâyed emrine muhalefet ederler, yahud emaneti sakatlarlarsa senin için aleyhlerinde kullanacak bir hüccet olur. Sonra bunların icrââtını takibet. Arkaları sıra vefa ve sıdk erbabından olmak üzere gözcüler gönder. Zira işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmen emaneti muhafazalarına ve raiyye hakkında rıfk ile muamelelerine badi olur,
A'vânına karşı da ihtiyatlı bulun. Şâyed 'içlerinden biri eii-ni hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler herifin bu hiyaneti üzerinde toplanırsa şahadetin bu kadarını kâfi görerek müstehak olduğu ukubeti bedeni üzerinde icra edersin; topladığı paraları alır, kendisim mevki-i zillete dikersin; alnına hiya-nat lekesini vurur, boynuna âr-ı töhmeti geçirirsin.
Sonra, haraç işini ehl-i haracın salâhiyle takip et. Çünkü ernr-i ıslâhiyle ehlinin salâhı içinde başkalarının da salâhı dâhildir. Zaten başkalarının salâhı ancak bunlarınkine tevakküf eder. Çünkü halkın hepsi haraca ve ehl-I haraca muhtaç. O holde memleketin ümranına sarf edeceğin vakit haraç toplamaya ma'tuf olan himmetinden fazla olmalı. Zira harafc ancak ümran ile elde edilebilir. Umransız haraç isteyen kimse bilâdi harabeye çevri Hr, ibâdı helak eder. İşi de pek kısa 'bir zaman için yürür. Şâyed yükün ağırlığından, yahut bir âfetten, yahut yağmurların, suların kesilmesinden, yahut toprakların su altında kalmasından, yahut kuraklık istilâsından şikâyette bulunurlarsa tesirini umduğun bütün vesâite müracaatla dertlerini tahfife çalış. Bu hususta hiç bir fedakârlık sana kat'-iyyen ağır gelmesin. Zira o bir sermaye ki bilâdını îmâra, vilayetini tezyine sarf için sana iade edecekler. Fazla olarak senalarını kazanacaksın, haklarında gösterdiğin adaletten dolayı müf-tehir olacaksın. Hem sen bu sermayeyi fazlasiyle vereceklerine güvenerek veriyordu. Zira kendilerini terfih ettiğin İçin biriktireceklerine ve adi ü rıfk 'İle muamelen sebebiyl sana emin bulunduklarına, itimadın vardı. Evet, günün birinde, muavenetlerine dayanacağın bir hâdise zuhur eder. Bakarsın ki hatır hoşluğu ile bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar. Ümran mütehammildir, yüklediğin kadarını götürebilir. Memleketin harâbîsi ahalinin sefaletindendir; ahaliyi sefil eden sebep de ancak valilerin servet toplamaya hırsları, uzun müddetle mevkilerinde kalacaklarını zannetmemeleri, bir de geçmiş ibretlerden îcâbı kadar hisse alamamalarıdır.
Sonra, kâtiplerinin haline İyi dikkat et. İşlerine en iyilerini getir. Hususiyle tertibatını, esrarını tevdi edeceğin mektuplarını, öyle adamlara yazdır ki, soyu temiz, ahlâkı düzgün olsun; gördüğü itibar ile şımarıp başkalarının yanında sana karşı gelmeye cür'et edenlerden olmasın. Âmillerinin sana yazdıklarını getirip göstermekte, senin tarafından verilecek cevaplan dosdoğru yazarak göndermekte ve senin hesabına alıp, senin hesabına vereceği şeylerde gafleti sebebiyle kusur etmesin. Senin lehinde bulduğu bir akdi muhkem tutsun, aleyhinde bulduğunu da çözmekte zaaf göstermesin. Uhdesine mevdu umur itibariyle nasıl bir mevkii olduğundan bîhaber bulunmasın. Zira kendi kıymetini bilmeyen başkasınınkini hiç bilmez.
Sonra bunların intihabında yalnız simalarını tetkikin, bir de hüsn-i zarının kâfi gelmemeli. Çünkü insanlar daima tasannu ve hüsn-i hizmet göstererek zevahire hükmeden valilerin gözüne girebilirler. Halbuki İşin Ötesinde ihlâs namına bir şey yoktur. Onun İçin senden evvelki sâlih valilere hizmet etmişleri araştırarak halk arasında en iyi sıyt bırakmış, emanetîeriyle en ziyade tanınmış olanlarını intihab et. Böyle bir hareket senin A I-I a h'a ve kendisinden tevelii-i emrettiğin kimseye karşı İh-lâsını gösterir.
Bir de umuru tasnif ederek her sınıfın başına bu kâtiplerden birini geçir ki iş büyük olursa altında ezilmesin, çok olursa toplamasını bilemeyıp de dağıtmasın. Şayet kâtiplerinin hatasını görür de aldırmazsan kendiri muâteb olursun.
Sonra ticaret ve san'at erbabı gibi bir kısmı oturduğu yerde çalışır, bir kısmı şuraya buraya mal götürür, bir kısmı da elinin emeğiyle geçinir, cümlesi hakkında iyi muamele et ve başkaları tarafından da o suretle muamele edilmesine dair vesâyâ-da bulun. Çünkü bunlar memleket için esbâb-i hayırdır, vesâîl-i menfaattir. Ve o hayır ve menfaati senin toprağındaki, denizindeki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak uzak yerlerden ve başkalarının gidemiyeceği, yahut cür'et edemiyeceği mevkilerden getiriyorlar. Bunlar memleket için sulh ve seiâm adamlarıdır: Ne gaile çıkarmalarından korkulur, ne fesatlarından endişe edilir. Kendilerinin gerek nezdindeM, gerek biiâdınm diğer cihetlerindeki işlerini takibet. Maamafih şurasını da bil J<i bunların çoğunda fahiş bir tama1 çirkin bir hırs ile beraber menafi'de ihtikâr, alım satımda İriyle olur. Bu ise halk için zarar, vali için ayıptır. Binaenaleyh ihtikâra mâni ol. Çünkü Aieyhi's • Salâtü ve's-Seiâm Efendimiz ihtikârı men buyurdular. Alım satım doğru tartılarla olmalı ve alanı da, satanı da ezmiyecek mutedil es'ar üzerinden vukua gelmeli. Kim, senin yasağından sonra, ihtikâra yanaşırsa, ifrata varmamak şartiyle hemen cezalandır.
Hele alt tabakadaki her türlü çâreden mahrum fukara ve bî-çaregân ile felâketzedeler, kötürümler hakkında A i I a h'tan korkmalı, hem çok korkmalısın. Bu tabakada halini söyleyen de var, söyleyemiyen de var. A I I a h ' in bunlara ait olmak üzere hıfzını sana tevdi ettiği hakkı siyânet et. Oradakilere Bey-tü'!-mâlinden bir 'hisse, başka yerlerde bulunanlara da her memleketin fukarâ-yı müslimîne has gailesinden birer hisse ayır. Çünkü en uzaktakilerinin de en yakındakiler gibi haklan me,v-cud. Cümlesinin hakkını gözetmek ise sana mevdu bir vazife. Sakın azamet seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın. Zira İşlerln mühimini iyi gördüğün için ehemmiyetsizini yüzüstü bırakırsan mazur görülmezsin. Bu sebepten kendilerini düşünmekten geri durma ve zavallılara ekşi çehre gösterme. Yine bunlardan olup da nazarların tahkiri, ricâHn istiskali yüzünden işleri sana kadar gelemiyenleri -araştır. Sırf bunlar için erbâb-i haşyet ve tevâzu'dan emin bir adam tahsis et ki arada vasıta olsun, işlerini sana bildirsin. Hâsılı, öyle çalış ki Huzûr-i Bârîye çıktığın zaman «Vüs'umu sarf ettim» diyebilesin.
Raiyyenîn bu tabakası adi ve înfaka başkalarından ziyade muhtaçtır. Onun için ber birinin hakkını vermeye son derece îtina et. Sonra, yetimleri ve yaşlı bulunduğu halde hiç bir çâresi olmıyan kimseleri üzerine al. Vâkıa bu işler valiye ağır gelir. Lâkin ne kadar hak varsa hepsi ağırdır; bunu Al lalı yalnız o kimselere kolaylaştırır ki haîden ziyade akıbeti düşünerek nefsini tahammüle alıştırır ve kendi hakkındaki va'd-i ilâhînin sıd-kindan mutmain bulunur.
Erbâb-i ihtiyaç için, sırf kendileriyle meşgul olacağın, bir zaman ve mekân ayır. Ve hepsiyle beraber otur da seni yaratan A I I a !h ' m rızâsını celbedecek bir tevazu' göster. Sonra, askerini, a'vânını, muhafızlarını, zabıta memurlarını yanlarında bulundurma ki söylemek isteyen çekinmeden derdini dökebilsin. Ben, Aleyhi's-SaSâtü ve's-Selâm Efendimizden bir kaç yerde işittim : İçindeki zayıfın hakks serbestçe kavisinden almamıyan hır ümmet hiç bir zaman kuvvetlenemez.» buyurmuştu.
Bir de bunların münasebet almayan sözlerini, yahut İfâde-i meramdaki acizlerini hoş gör. Kendilerine hırçınlık etme, azamet gösterme. Bu yüzden Cenâb-i Hak sana cenâh-ı rahmetini açar; tâatine mukabil sevabını ihsan eder. Hem verdiğini güler yüzle, gönül hoşluğuyie ver. Veremediğin surette kabul olunabilecek özürler dile.
Soma, umurunun içinde öyleleri olur ki bizzat görmeküğin lâzım. Meselâ katiplerin izhâr-i acz edince âmillerine cevabı sen vereceksin. Nâsın hâcâtı artık a'vânının tahammül edemî-yeceği dereceyi buldu mu, icâbına yine sen bakacaksın. Bir de her günün işini o gün gör; çünkü diğer günlerin kendine mahsus işi vardır.
Vâkıa niyet hâlis olmak ve raiyyenin selâmetine yaramak şaıtiyle bu meşgalelerin hepsi Allah için iseler de sen yine vakitlerinin en hayırlısını Allah ile arandaki hâlât İçin nefs'ne hasret. Hâlisan li - Vechi'IIâh edâ edeceğin tâatin en başlıcasi da Zât-ı İlâhîye has olan ferâizi yerine getirmekten ibaret olsun. Gecende, gündüzünde bedeninden Al I a h'a ait bulunan hisseli ubudiyeti ayır ve seni Hakk'ın Harîm-i Subhânî-sirte yaklaştıran bu tâati, vücuduna her neye mal olursa olsun, eksiksiz, gediksiz edâ et. Şayet namazında halka imam olmuşsam, sakın ne bıktıracak, ne de bîr hayra yaramıyacak gibi kıldırma. Çünkü nâsın içinde öyleleri vardır ki illet sahibidir; öyleleri de vardır ki iş sahibidir. Âleyhi's-Sa!âtü ve's-Selsm Efendimiz beni Yemen'e gönderirken «Onlara namazı nasıl kıldsra-yım?» demiştim. «En zayıflarının namazı gibi.» buyurmuşlardı. Mü'minlere merhametli oi. Bundan sonra, sakın raiyyenden uzun müddetle saklı durma, Çünkü valilerin raiyyeden saklanması bir nevi sıkıntı olduktan başka umûr-ı memlekete vukuflarını azaltır. Bunların perde arkasında oturmaları perdenin dışında dönen işlere ıttılaı meneder. Binaenaleyh nazarlarında hâdisatin büyüğü küçülür; küçüğü büyür; güzeli çirkin, çirkini güze! olur; hak bâtıl ile karışır. Vali de nihayet beşerdir. Halkın kendi nazarında gizli kalan umurunu nereden bilecek? Hakkın üzerinde nişaneler yok ki ona bakarak sıdkın her türlüsünü, k>izbin her türlüsünden ayırmak mümkün olabilsin. Şimdi, sen mutlaka İkiden birisin: Ya hak yolunda bezîeder, gönlü gani bir adamsın.. O halde neye vâcib olan bir hakkı ödemekten, yahut kerîmâne bir harekette bulunmaktan çekinip de saklanıyorsun? Yahut öyle değilsin de buhle müptelâ bir adamsın. Bu ihtimale göre de halk ihsanından ümidi kestikleri gibi, istemekten o kadar çabuk vaz geçer ki!.. Bununla beraber raiyye tarafından sana arzedilecek hâcâtm çoğu ya bir zulümden şikâyet; ya bir muamelede adil talebi gibi senin yardımını istemiyecek şeylerdir.
Sonra valinin havâssı, rnukarrebîni vardır ki bunların iltiması, teaddisi, muamelâtta insafsızlığı görülür. Sen onların za-rarınj bu gibi ahvalin esbabını kaldırmak suretiyle kes. Etrafındakilerden, hassandan, akrabandan hiç birine kat'iyyen toprak verme. Ve bunlardan hiç biri senden cesaret alıp da müşterek su, yahut müşterek diğer bir iş tutarak etrafındakiler! mutazarrır edecek ve zahmeti başkalarına yükletecek surette zahîre İd dihârına kat'iyyen tema' edemesin. Çünkü bunun kârı senin değil, onun; ân 'is© dünyada âhirette senindir. Sonra sana yakın uzak herkesi Labul-i hakka mecbur et; ve havas ve mukarrebî-nin için her neye mal olursa olsun bu hususta sebat ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet, çünkü sonu hayırdır.
Şayet raiyyede senin zulmettiğin zannı hâsıl olmuşsa kendilerine özrünü bildirerek zanlarını tedbil et. Çünkü bununla hem nefsini kırmış, hem raiyyene rıfk ile muamele etmiş, hem kendini mazur göstermiş oluyorsun ki onları hak üzerinde daim kılmaktan ibaret bulunan maksadını o sayede istihsal edebilirsin.
Düşmanın tarafından sana teklif olunan sulh rızâ-yı ilâhîye muvafık ise kat'iyyen reddetme, zira sulhta, askerine 'istirahat, sana endîşeden rahat, bilâdın için de selâmet var. Lâkin sulhtan sonra düşmanından sakın, hem çok sakın. Öyle ya belki seni gafil avlamak için sana yaklaşmak istemiştir. O sebepten ihtiyata seni, bu hususta hüsn-i zanna kapılma.
Şayet düşmanla aranızda bir mukavele akdettinse, yahut ona karşı bir taahhüdün, varsa, mukaveleye riâyette bulun, ahdini yerine getir. Verdiğin sözü muhafaza için îcâbederse hayatını bile feda et; çünkü arzularının müteferrik, reylerinin müteşettit olmasına rağmen insanların ferâiz-i ilâhiye arasında uhûde vefa kadar üzerinde birleştikleri bir şey yoktur. Hattâ müşrikler de hıyanetin vehim avâkıbim gördükleri için müslümanlara karşı a'hde vefayı iltizam ediyorlar. Binaenaleyh sakın verdiğin sözden dönme; sakın ahdine hiyânet etme; sakın düşmanını aldatma. Zira haybet ve hırmâna mahkûm akılsızlardan başkası A I-I a h 'a karşı gelmek cür'etini gösteremez. Çünkü ÂÜahu zü'l* Celâl rahmet-i ezeliyesi İcâbı, ahd ü zimmetini ibâdı için sâye-İ şefkatinde'barınacaklar! bir dârü'I-eman, sâha-i menîînde âsûde kalacakları, civarına koşacakları bir harlm-i itmi'nan kılmış. Onun için bunda fesad etmek, hiyânette bulunmak yahut aldatmak olamaz.
Bir de bir takım te'vilâta müsaid olacak akidlerde bulunma. Te'kid ve tevsik ettiğin bir akdi nakz İçin de sakın kelâmın ffızli delâletlerinden istifadeye kalkışma. A 1 ! a h'm ahdi İcabı girmiş olduğun bir işin darlığı, haksız yere onu tevsiine kat'iyyen sâîk olmasın. Zira genişliyeceğinî ve sonunun İyi olacağmı umduğun bir darlığa tahammül senin için elbette günahından çekindiğin ve dünyada âhirette cezâ-yi ilâhîden halâs imkânı olmadığını bildiğin bir hiyânetten daha ehvendir.
Sonra kandan ve onu haksiz yere dökmekten son derece sakın. Çünkü haksız yere kan dökmek gibi felâketi câlib, bunun kadar mes'uiiyeti büyük, bunun kadar nimetin zevalini, devletin izmihlalini hak eden bir şey yoktur. Allahu zü'l-Ceiâl kıyamet günü kulları arasında hükmünü verirken, döktükleri kanlardan başlayacak. Sakın haram bir kanı dökerek saltanatını kuvvetleş-tîrmek sevdasına kapılma, zira bu hareket onu zaafa düşürecek, daha doğrusu zevale erdirecek, başka ellere geçirecek esbaptandır. Hele teammüden îka' edeceğin bir katil için ne Allah'-in indinde, ne benim indimde 'hiç bir özürün olamaz. Çünkü bedenen kısas lâzım. Şayet bir kazaya uğrarsan:. te'dib ederken kırbacın, yahut kılıcın, yahut elin ifrata varırsa -zira zaman olur ki yumruk, yahut daha biraz fazlası ölümü intaç eder- sakın sahib olduğun nüfuza güvenerek maktulün velîlerine haklarını ver-miyeyim, demeye kalkışma.
Bir de sakın kendini beğenme, sakın nefsinin sana hoş gelen cihetlerine güvenme, sakın yüzüne karşı medholunmayi isteme. Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa, hepsini mabv için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sonra, sakın rai yy e-ne ettiğin ihsanı başlarına kakma; yahut yaptığın işleri mübalâğalı gösterme; yahut kendilerine olan va'dinde hulf etme. Çünkü minnet ihsanı bitirir; mübalâğa hakkıykatı söndürür; hulf ise Halikın da, halkın da nefretini celbeder. Cenâb-ı Hak: «Böyle sizin yapmadığınızı söylemeniz, Allah indinde ne menfur bir harekettir!» buyuruyor. Sakın umura vaktinden svvel atılma. Sakın vakti gelince de tehalük gösterme; sakın vuzuh kesbetmiyen işlerde inad etme. Sakın vuzuh kesbettiği zaman da gevşeme. Sonra, umurun her birini mevziine vaz' et; âmâlin her birini mevkiinde bulundur. Herkesin bir olduğu nok^larda kendini kayırmaktan çekin. İstihdam ettiğin adamlarının zahir olmuş fenalıklarına karşı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma. Çünkü başkasının hesabına sen muakab olursun. Az vakit sonra umurun üzerindeki perdeleri gözlerinin önünde açılır ve mazlumun hakkı senden alınır.
Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol; ve bunların hepsinden masun kalabilmek İçin badirelerden geri durup şiddetini te'hir et ki öfken geçsin de ihtiyarına mâlik olasın. Bundan başka Halikına rücû edeceğini anarak endişeye düşmedikçe nefsine hâkim olmak imkânını kat'iyyen bulamazsın.
Şimdi üzerine vâcib olan, senden evvelkilerin sebk eden adil bir hükmünü yahut doğru bir mesleğini, yahut Aleyhi's-Sa-lâtü ve's-Selâm Efendimizden gelmiş bir haberi, yahut Kİtâbu'i-iah'da vârid bir farizayı tahattur etmektir. Tâ ki o gibi mes'ele-lerde bizden gördüğün tarz-ı harekete iktida edesin ve şu emirnamemde bildirdiğim ve ileride hevâ-yi nefsine kapılmanı mazur göstermemekliğin için elimde sana karşı sağlam bir hüccet bildiğim ahkâmı tatbika çalişasın. Artık, Cenâb-ı H a k ' kın sia-i lahmetinden ve bütün talebleri muhit olan azamet-İ kudretinden dilerim ki rızâ-yı ilâhîsi veçhile ibâd arasında senâ-yı ce-mîl ve bilâd içinde âsâr-ı hayır ibkâsı için vüs'atimiz yettiği kadar çalışmaya seni de, beni de muvaffak etsin; hakkımızdaki ni'metini itmam, keremini taz'if ve sana da bana da saadetle, şehâdetle can vermek müyyesser eylesin. Bizim niyazımız A İ -I a h 'adır. Ve's'-selâmu alâ Resûli'llah...
AKÇE: (Hisap ve ferâiz ıstılahında) 1 paranın üçde biri. Akçe, dilimizde nakit, meblâğ ve servet manalarına da gelir. Vaktiyle, gümüş sikkelere de akçe denirdi. Bir kese akçe, 500 kuruş demektir.
PARA : CHisap ve ferâiz ıstılahında) 1 kuruşun 40 da 1'i dir.
3 akçeye eşittir. Para kelimesi, mutlak nakid, servet ve sikke manalarında kullanılmaktadır. . .
PUL : 1 akçenin 3 de veya 4 de biridir.
DÂNİK: (= denk) 1 dirhemin 6 da 1'i dir. 1 denk = 8, 2/5 habbedir.
KIRAT-I ÖRFÎ: Bazı fâkihlere göre 5, bazılarına göre 'İse
4 orta boy arpanın ağırlığından ibarettir. Bu fark, beldelerin ayrılığından ve örfün değişmesinden ileri gelmektedir. 1 kırat — 0,200046 gramdır.
DİRHEM-İ SERİ: 14 kırattan İbarettir. Nisâblarda muteber olan bu dirhemdir.
Peygamberimiz ES.A.V.) zamanında 10, 12 ve 20 kırat ağırlığında üç ayrı d'irhem mevcud imiş. Hazre-ti Ömer (R.A.) zamanında bu üç dirhem toplanıp ortalamaları alınarak 14 kırat 1 'islâmî dirhem olarak kabul edilmiştir. 356,5 dirhem-i Şer'î = 1 kilodur.
DİRHEM-İ ÖRFÎ: 16 kırattır. Dirhem-İ Örfî, Dirhem-i Şer'î' den noksan olmazsa bazı zevata göre, zekatta, diyetlerde ve sair hususlarda muteber olur.
Dİrhem-i Örfî = 16 kırat. 16x 5 = 80 arpa ağırlığı. Bu takdirde dirhem-i örfî, dirhem-i şer'î'den ağırdır. Lakin, Dir-hom-i örfî'de her kırat 4 arpa ağırlığında kabul edilirse : 16x4=64 arpa ağırlığı eder ki, bu durumda da Dirhem-i Şer'î, dirhemî örfî'den ağır olur. Çünkü Dirhem-i Şer'î 70 arpa ağır-lığındadır. 312 dirhem-i örfî = 1 kilodur.
DİRHEM-İ HALİS : Sırf gümüşten İbaret bulunup, başka bir maden katılmayan dirhemdir. Dirhem-i Ceyyid de bu manada kullanılır.
DİNAR: 10 dirhem-i şer'î halis gümüş kıymetinde itibar olunan altındır. 1 miskal ağırlığındaki altın sikkeye de dînar denir. Dirhemlerin değişmesi yüzünden, dînar ile dirhem arasındaki denge bozulmuştur.
İSTAR: 4,5 nriska! ağırlığında bir ölçüdür. Aslında, 6,5 dirhem miktarı için de kullanılmıştır. 1 istar = 1/20 rıtl ve 1 İstar = 1/40 menn'dir.
MİSKAL: 20 kırat = 100 arpa sğırlığındadir. Ağırlık olarak 1 miskal = 1, 3/7 dirhemdir. Dolayısiyle 7 miskal = 10 dirhem-i şer'î ölçüsündedir. 1 dinar da 100 arpa ağırlığında olduğu için, ölçü itibari ile miskal ile aynıdır. Aralarındaki fark, sadece dinar'ın sikkeli olmasıdır. Dirhem, miskaf, denk, kırat gibi ölçüler, altın, gümüş ve mücevherat gibi kıymetli şeyleri tartmakta kullanılır.
OKIYYE : (= Kıyye) 40 dirhem miktarında bir ağırlık ölçüsüdür.
SA': 1040 dirhem buğday veya arpa alan bir ölçektir. Bu da 8 Bağdadî ntla eşittir. Buna sa'-ı Irakî denilir. Bir de sa'-ı hicâzî vardır ki, 0,5, 1/3 Bağdadî ntla eşittir. Bu takdirde 1 sa' = 693 1/3 dirhem ölçüsünde olur. Birinci görüş, İmâm-ı Âzam'm görüşü; ikinci görüş ise E b û Yûsuf'un görüşüdür denilmiştir.
RITL: 130 dirhemKk bir ölçektir. Bir sa'yın sekizde birine eşittir. Bu, rıtl-i İrattı, ntl-ı Bağdâdî'dir. Bir de rıtl-ı hicâzî vardır ki bu 195 dirhem viznindedir. Bu duruda 5, 1/3 rıtl-ı hicâzî = 8 ntl-ı Beğdâdî'dir.
Rıtl-ı ırakî 20 <istar olduğu halde, rıtl-ı Hicâzî 30 jstar'dır. Yani rıtl-ı ırskî 130 dirhem, rıtl-ı Hicâzî ise 195 dirhemdir.
FARAK; 36 rıtl yanî 4680 dirhemlik bir ölçüdür.
VESK: 60 sa', yani, 62400 dirhem miktarında bir ölçüdür/ Bu miktarı içine alan kileye de Vesk denir. Ayrıca, deve, katır veya merkep yüklerine de vesk denilmektedir.
Hadis-i şerîfde : «5 veskden aza zekat yoktur.» buyurulmuş-tur. 5 vesk ~ 1000 kilo'dur. Eski ölçülerden okka ile 5 vesk = 780 okka eder.
MEN : 2 rıtıl ağırlığında yani 260 dirhemlik bir ölçüdür. 4 men 1 sa' eder. Men Türkçemizde batman kelimesi ile karşılanır.
HIML: 300 men, yani 78.000 dirhemlik bir ölçüdür. Bu da bîr deve yüküdür.
MÜD : Irak ehline göre, 2 rıtl-ı ırâkî; Hicaz ehline göre ise 1,1/3 rıtl-ı Hicâzî miktarında bir ölçüdür. Bu fark rıtl'larla İlgili farktan meydana gelmektedir. Gerçekte 1 müd — 1/4 sa'dır. Yani 260 dirhemlik bir ölçüdür.
KAFÎZ: 12 sa' miktarında bir kile.
144 zira1 miktarı yer.
1 cerîbin onda biri, yani 360 zira' karelik bir alan.
Görüldüğü gibi kafîz hem bir Ölçek hem de bir alan ölçüsünün adı olmaktadır.
KİRBE : Süt veya su tulumu. 50 men yani 13.000 d'irhemlik veya 32 okiyyelik bir kab.
HABBE: Arpa, buğday gibi mahsullerin denelerine bu İsim verilir. Ölçü olarak habbe = 1/48 dirheme eşittir.
MERHALE : Bir yolcunun ortalama bir yürüyüşle bir günde gideceği bir yoldur. Yani merhale, 8 saatte gidilebilecek bir mesafedir.
1 merhale = 8 fersahtır.
1 fersah = 3 mil'dir.
1 mil = 400 zirâ'ı mimarîdir.
1 Zirâ'-ı rnimârî ise = 0,758 metredir. .
Buna göre yaklaşık olarak :
1 mil = 3032 metre,
1 fersah = 9096 metre,
1 merhale = 72768 metre eder.
FERSAH : 8 mil, yani 12.000 zirâ'4 mimarî uzunluğundaki mesafedir.
Sefer mesafesi 3 merhale veya 18 fersahtan ibarettir ki bu da orta bir yürüyüşle 3 günlük yol demektir.
MİL: 4000 zirâ'-i mimarî uzunluğunda bir ölçüdür.
BERİD: 12 mil yani 48.000 zirâ'-i mimarîdir.
ZİRÂ' : Lügatde bilek, kol manasınadır ki dirseksen orta parmağın ucuna kadar olan kısımdır. Istılahta İse bu miktara eşit oian uzunluk ölçüsü demektir. Zira' kelimesinin Türk-çemizdeki karşılığı ARŞlN'dir.
Zirâ'ın bir çok çeşidi vardır:
ZİRÂ'-I AMME : 6 kabza yani 24 parmak uzunluğunda olan bir arşındır.
Zirâ'-ı Âmme'nin karesi = 576 parmaktır. Zirâ'-f Âmmeye = Zirâ'-ı Mimarî de denilir.
Zirâ'-ı Âmme'nin cümlesi yani askatlan ile bunların santimetre olarak yaklaşık- miktarları şöyledir:
1 Zirâ'-ı Âmme = Zirâ'-i Mimarî = 24 parmak = 75,8 cm.
1 parmak — 12 hat = 3,15 cm.
1 hat = 12 nokta = 0,263 cm. .
1 kadem = 12 parmak = 37,8 cm.
1 kulaç = 5 kadem = 189 cm.
1 kulaç = 2, 1/2 zîrâ'-i Mimarî = 189 cm. dir.
ZİRÂ'-I MESEHA : 7 kabza + 1 dikili parmak miktarında olan bir arşındır. Bu da yaklaşık cm. eder. Arazi ölçmede kullanılır.
ZİRÂ'-I KİRBÂSÎ: 7 kabza, yani 28 parmak miktarında bir ölçüdür. Bez ve kumaş ölçmede kullanılırdı.
ZİRÂ'-I KİSRÂ : Bu da 7 kabza, yani 28 parmak miktarında bir ölçü birimidir. Buna Zirâ'-ı melîk de denilir. Görüldüğü' gibi, zirâ'-ı kirbâsî ile eşittir.
ZİRÂ'-I SEVDA : Bir kol uzunluğunda bir uzunluk ölçüsü birimidir. Bu ölçüyü ilk defa icad edip kullanan Hârûne'r-R e ş î d ' dir. Maiyyetinde bulunan siyah bir kölenin kolunun uzunluğu esas alınarak bulunduğu için buna Zirâ'-ı şovda = kara, siyah zira' denilmiştir.
ZİRÂ-1 KÂDİYE : Zirâ'-ı Sevda'dan 1, 2/3 parmak miktarında noksandır. Buna zirâ'-i dûr da denir. Bu ölçüyü ilk defa bulan ve kullanan Kadı İbni Ebî Leylâ' dır.
ZİRÂ'-I YÛSUFİYE: Zirâ'-ı Sevda'dan 2/3 parmak miktarında noksan bir arşındır. Bunu ilk defa bulan ve ölçü birimi olarak vaz' eden İmâm Ebû Yûsuf Hazretleridir. Bu ölçü, Bağdad'da kadılar tarafından binaların yüzölçümlerini tesbit işinde kullanılmıştır.
ZİRA’-I HAŞİMİYYE-I' SUĞRA: Zirâ'-ı Sevdadan 2, 2/3 parmak daha uzun bir arşındır. Bunu ilk bulan Bilâl b. Ebî B û r d e'dir. Bu yüzden buna Zirâ'-ı Bilâliye de denir. Ebû Mûsâ el-Eş'arî Hazretleri tarafından kullanıldığı rivayet edilmiştir.
ZİRÂ’-I HÂŞİMİYYE-İ KÜBRÂ : Zirâ-i Sevda'dan 5, 2/3 parmak kadar uzun bir arşındır. Sevâd arazisinin ölçümünde kullanılmıştır.
ZİRÂ’-I ÖMRİYYE: 1 zira" + 1 kabza + 1 dikili baş parmak uzunluğunda bir arşındır. Bunu ilk vaz' eden H z. Ömerü'l-Fâruk £R.A.)'dır. H z. Ömer (B.A.) zamanındaki arşınların en uzununu, ortasını ve en kısasını toplayarak bu toplamın 1/3 ünü almış ve bu miktara bir kabza ile bir dikili baş parmak İlâve etmiştir. Bu ölçüyü gösteren arşının iki ucunu da kalay ile kapiatmıştır.
Bu ölçü, W z. Ömer (R.A.) in emri ile Sevâd Arazisi-sinin yüz ölçümünün tesbitinde kullanılmıştır.
ZİRÂ'-I MİZANİYYE; 1 Zirâ'-ı Sevda + 2 zira' + 2/3 zira' + 2/3 parmak miktarında bir arşındır. Bu ölçüyü ilk vaz' eden Halîfe M e'mûn' dur. Sokakların, derelerin, nehirlerin ölçülmesinde kullanılırdı.
İSBİ': Parmak demektir. KannSarı birbirine bitiştirilmiş 6 arpaya eşit bir miktardır.
KABZA : 4 parmak miktarıdır.
KASABA : 6 zira' miktarıdır.
AŞİR : Uzunluğu ve genişliği birer kasaba miktarında olan arazidir kî 36 zirâ'-ı mimarî eder. Bu ise 1 kâfîzin 1/10 ne eşittir.
FEDDAN : Bir çift öküzle sürülüp ekilenbilen yer.
CERÎB: Lügatte vâdî münasınadir. Dönüm manasına da kullanılmıştır. Cerîbin miktarı beldelere göre değişir. Bazı yerlerde Cerîb = 10.000 zira' miktarında bir mesafe ölçüsü; bazı yerlerde de Cerîb = 3&00 zira' murabba (kare) ye eşit bir alan ölçüsüdür.
A
Adi: Adalet.
Adû: Düşman
Afif: İffetli, namuslu, temiz.
Afv ü saflı: Af ve müsamaha
Agâh: Bilgili, haberli, uyanık.
Ahd ü zimmet: Sözverme ve borçlanma.
Ahkâm: (Hükm'ün cemi.) Hükümler, emirler.
Akar: Tarla, bağ, bostan vs. gibi para getiren mülk.
Akarât: Gelir sağlayan mallar, mülkİer.
A'mâl: Amel'in cem'idir; (iş) ler demektir, daha çok dinî sahada kullanılır.
Amden: Kasden, istiyerek, bilerek.
Amma ba'd: Bundan sonra, gelelim maksadımıza.
Amme: Umuma mahsus olan.
Âmme-i ümmet: Halkın bütünü.
Âmil: Zekat, harâc, öşür, cizye gibi vergileri toplayan kimse, mütesellim, mütevelli, vali, sebep, iş yapan.
Ariyet: Ödünç, iğreti.
Arz: Toprak, dünya, memleket, iklim.
Asude: Rahat.
Âşîr: Öşür toplayan memur.
Aityye: Hediye, bahşiş, ihsan,
Aük: Azad edilmiş köle veya cariye.
Avâkıb-i umur: İşlerin neticeleri.
A'vân: Yardımcılar.
Avn ü inayet: Yardım.
Avam: Halk, herkes. Kaba ve câhil kimseler. Ayak takımı.
Azamet-i kudret: Kudret büyüklüğü.
Azimet: Gitme, gidiş.
Bâdî: Sebeb olan.
B âdiye: Çöi, kır.
Badire: Ansızın çıkan vak'a.
Bağî: Bir veliyyü'1-emre veya onun naibine karşı kendisince doğru görülen bir sebebe istinaden isyan edip, itaat dairesinden çıkan, kuvvet sahibi kimse. Buna rağmen bağî müslüm anların mallarının müsaderesini ve zürriyetleri-nin esir edilmesini helâl görmez.
Bahilî: Hasis, cimri.
Bâtıl: Doğru ve hak olmıyan, sapık.
Berâyâ: Halkın harâc vermeyen ve kılıç ehli kısmı. Halk İnsanlar. Mahlukât. .
Beyaban: Kır, çöl..
Beyyine: Delil, şahit.
Beytü'l - mâl: İslâmda ümmete aid hazine demek olup sonradan Devlet Hazinesi hâline konulmuştur.
Bezi: İstiyerek, bol bol vermek.
Bezl-i ihlâs: Candan bağlanma.
Biçaregân: Bîçareler, zavallılar.
Bilâd: Belde'nin cem'idir; şehir ve kasabalar demektir.
Bi'r: Kuyu.
Buhl: Hasislik, cimrilik.
C
Caize: Yol yiyeceği, azık. Hediye, bahşiş, armağan. İhsan,
Calip: Celbeden, kendine çeken, çekici.
Cami': Toplayan, bir araya getiren.
Câriye : Bir kimsenin memlûke-si olan genç veya ihtiyar kadın.
Cebânet: Korkaklık.
Cebbar: Allah'ın isimlerinden bindir. Kırılanları onaran, eksiklikleri tamamlayan, kâinatın her noktasında ve her şey üzerinde dilediğini, dilediği gibi yaptırmağa muktedir bulunan, demektir.
Ceberut: Azamet ve celâl.
Cebîn: Korkak.
Celb: Çekme, çekiş, kendine çekme. Yazı ile çağırma.
Celd: Kamçı ile vurma.
Celde: Kamçı, kamçı ile vurma.
Cerâim: Cürm'ün cemidir, suçlar demektir.
Cevaz: Caiz olma. İzin, müsaade.
Cevr: Haksızlık, ezâ, cefâ, eziyet, gadr, zulüm, sitem.
Cevr ü hıyanet: Zulüm ve hainlik.
Ceyş: En az dört yüz süvari veya piyadeden meydana gelen bir askeri kit'a. Ceyşin çoğulu Cüyûş'dur.
Cihâd: Hak yolunda vuku' bulacak muharebelerde gerek nefs ile, gerek mal ve lisan ile gerekse sair vasıtalarla çalışarak bütün güç ve takatini sarfetmektir.
Cizye: Gayr-i müslimlerin mükellef olan erkeklerinden senede bir defa alman bir vergidir. Bu vergiye «harâcü'rrüûs» da denilir. Aslında cizye, karşılık ve kifayet manalarına da gelir. Müslümanların zimetine, ahd ve emânma kavuşan ve müslümanlarm lehindeki ve aleyhindeki bir çok hukuka iştirak eden, gayr-i müslim tebea'dan alman az miktardaki bu vergi, nail oldukları nimet ve selahiyete bir nevi karşılık olmak üzere kâfi görüldüğünden bu vergi cizye ismini almıştır.
Cumhur: Halk, topluluk.
Cürüm: Suç.
D
Dalâlet: Doğru yoldan sapma.
Dar-i İslâm: Müslümanların eli altında, hâkimiyeti dairesinde bulunan yerlerdir ki, Müslümanlar oralarda emn ve emân içinde yaşarlar.
Dâr-i Adi: Bir veliyyü'l-emrin reisliği altında, adalet ve hâkimiyetinde bulunan herhangi bir İslâm beldesi demektir.
Dâr-i emân: İslam ordusu tara fmdan ferhedilip içinde ehl-i zimmet'in ikamet ettirildiği beldedir. İslâm hükümetinin himayesi ve hakimiyetinde bulunduğundan dâr-ı islâm'dan sayılır.
Dâr-i Harb: Müslümanlarla aralarında sulh bulunmayan, gayr-i müslimlerin ülkesi.
Dâr-i zimmet; Müslümanların ahd ve emânmı, himayesini kabul etmiş olan, gayr-i nıüs-Iümlere mahsus yerlerdir. Vaktiyle idarî muhtariyete sahip olan bazı eyaletler, böyleydi.
Dârü'r-ridde: Mürtedlerden müteşekkil bir taifenin istila ederek hakimiyetleri altına aldıkları yerlerdir.
Dessas: Entrikacı.
Destar: Tülbent, sarık.
Diyet: Kan bahası.
Diyet-1 Kâmile: Katledilen şahsın nefsine bsdel caniden veya ailesinden alman tam diyet olup, miktarı maktule göre değişir.
Diyet-i Mugalîaza: Şibhi amd suretiyle vuku' bulan bir katilden dolayı verilmesi gereken diyettir ki, dört neviden yirmi beşer adet olmak üzere yüz devedir.
Dûcâr: Uğramış, yakalanmış, tutulmuş, giriftar olmuş.
Dûn: Aşağı.
Düstûrû'1-amel: Gereği gibi uy-gulanack olan kanun.
Ecir: Sevap, ücret.
Ecr-i Misil: Ehl-i vukufun tayin edeceği ücret.
Ednâ: Pek aşağı, bayağı, az, pek az.
Ef'âl: (İş) ler.
Efrâd : Ferdler. Tek olanlar, birler.
Ehâdis: Hadisler. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin mübarek sözleri. Haberler.
Ehl-i Adi; Adalet sahibi kimseler. Bağî olmayanlar.
Ehl-i Bağy: Bağîlerin hepsi.
Ehl-i haraç: Haraç vermekle mükellef olan.
Ehl-i Kitâb: Allah (C.C.) tarafından indirilmiş bir kitaba inanmış olan, fakat müslü-man olmayan kimseler. Yahudiler, hıristiyanlar.
Ehl-i uhud : Müslümanlarla ahid yapanlar, zımmîler.
Ehl-i zimmet: Bir islâm devletinin himaye ve tabiiyetinde bulunan gayr-i müslimler.
Elzsm: Çak lâzım, lüzumlu.
Emân: Emniyet altında olduğuna dair, düşmana verilen söz veya yapılan işaret demektir. Emân'm bazı şekilleri vardır. Şöyleki:
Emân-î sarih: Bir kimseye karşı «Sana emân verdim.», «Siz eminsiniz.», «Sizs bir zarar yoktur.», gibi bir tabirle verilen emândır.
Emân toi'l-kitâbe: Ehl-i harbe, . emân-name gönderilmek suretiyle verilen emândır.
Emân bi'1-kinâye: Dolaylı ve imâli bir yolla emân manası çıkarılabilen söz veya işaretlerle verilen emândır. «Geliniz», «Korkmaymiz.» şeklinde tabir veya işaretten emân verildiği kanaatine varan kişiler için bu haller emân sayılır.
Emân-ı Mutlak: Herhangi bir müddetle sınırlandırılmayan emân'dır.
Emân-î Muvakkat: Belirli bir müddet için verilen emân'dır.. Bu müddet bitince emân da kalkar.
Emân-ı Müebbed: Eu sulh demektir. İki tarafın birbirleri ile harb etmemek üzere silah bırakmaları ile meydana gelir. Harb esnasında bir kavmin zimmet aktini kabul eîmeside böyledir.
Hususi Emân: Şartlarını haiz herhangi bir müslümamn rau-harib bir kişiye veya bir taifeye verdiği emân'dır.
Umumî Emân: Veliyyü'1-emr veya naibinin bütün muharib düşmana verdiği emândır ki bu bir sulh mahiyetindedir.
eman-name: Emân verildiğini bildiren name = mektub-tur. Buna «kitâbü'1-emân da denir!
Emin: Emniyet sahibi, korkusuz; birine emniyet eden, güvenen. Kendisine güvenilen.
Emir: Kumandan, Veliyyü'1-emr tarafından bir göreve tayin edilmiş kişi.
Emîrü'I-mü'minîn: Müslümanlara din ve dünya işlerinde reislik yapan kimse.
Emval: Mülkler, para ile satın alman şeyler.
Ensâr: Medineli ilk müslüman-lar. Peygamber (S.A.V.J Efendimize ve Mekke'den Medineye hicret eden diğer müslümanlara yardım ettikleri için bu isimle anılırlar.
Erbâb-ı fakru ihiyac: îhtiyaç ve yoksulluk içinde olanlar.
Erbâb-ı haşyet: Korku içinde bulunanlar.
Es'ar: Zaruri ihtiyaç maddelerine hükümetçe konulan fiyat, narh,
Esbâb-i hayr: Hayır, iyilik yollan.
Esbâb-i maişet: Geçim yolları. Esbâb-ı menafi; Faydalanma yolları.
Esfel: En sefil, aşağı, bayağı, Esâr: Sırlar, gizli haller. Eşhas: ' Şahıslar. Eşkal: Biçimler, suretler, tarzlar. Eşkâl-i mahsûsa: Bir şahsa ait hususi şekiller.
Esrar: Şerli, kötülük yapan kimseler.
Etbâ: Birinin sözüne, işine, mesleğine uyanlar, tabi olanlar. Hizmetçiler, uşaklar. Ezvâc-ı Mutalıharat.- Peygamber (S.A.V) Efendimizin ismetli zevceleri.
Ezcümle: Bu cümleden olarak.
F
Fakir: Sahib olduğu mal, nisap miktarına baliğ olmayan kimse. Yoksul.
Fâris: Atlı, ata binmekte meha-retlî. Ferasetli, anlayışlı, İran'ın güneyindeki Şiraz vilayeti.
Fariza: Yapılması mutlak olarak buyrulan Allah emri.
Fâsid: Yanlış, kötü, fena, bozuk. Fesad çıkaran.
Ferâiz-i ilâhî: Allah'ın yapılmasını kat'i olarak emrettiği ibâdetler.
Fesad: Yanlışlık, bozukluk.
Feth: Bir beldeyi, bir ülkeyi sulh veya harb yoluyla ele geçirmektir.
Fevk: Üst, üst taraf, yukarı.
Fey': Lügatte dönme, rücû' etme demektir. Güneşin doğudan batıya doğru dönmeye haşlayan gölgesine de fey' denir, istilanda ise: Harâc, cizye, ticaret rüsumu, gayr-i müslimlerden harb edilmeden alman sulh bedelleri ve onlardan alman şâir mallara ve beytü'l-m.âl'd© bulunan diğer mallara fey' denir.
G
Galeyan: Coşma, kaynama.
Galle: Gelir, hasılat.
Gammaz: Kogucu, arkadan çekiştirici.
Gamz: Koğuculuk etmek.
Ganî: Zengin, tok.
Ganimet: Harbîlerden savaş esnasında veya harbeden iki ordunun karşılaştığı sırada, İslâm askerlerinin kuvvetleri ile ve zorla aldıkları maldır.
Gasb : Zorla alma, zabtednıe. Zorla alman şey.
Gâsıb: Gasbeden. Sahibinin izni ve haberi olmadan bir malı bir şeyi hile veya zor ile alan, zorba, yağmacı, çapulcu.
H
Habaset: Habislik, kötülük, alçaklık.
Hâcât: Hâcet'in cem'idir; insanın muhtaç olduğu şeyler demektir.
Hâcib : Vezir, âmir. Kapıcı, perdeci. Perde, hâil.
Had: Lügatte men etmek manasınadır. Gayr-i menkullerin sınırlarına da hudud denir. Bir kısım cezalara da hudud denilmiştir. Zira bu cezalar, zararları bütün insanlara dokunan bir takım fena hareketlerden insanları men eder. Bu hadler, suçlular için bir ceza olduğu gibi, müşa-hidler için de ibret ve intibah vesilesi teşkil ederler, Dolayısı ile bunlar umumun menfaatinedir.
Hadis: Peygamber (S.A.VJ Efendimizin mübrek sözleri.
Hadis-i Kudsî: Manası Cenâb-ı Hak tarafından vahyedilen söz ve ifade şekli ise Peyganıber (S.A.V.) Efendimize ait olan mukaddes sözler.
Haiz: Mâlik, sâhib, taşıyan.
Hakkaniyet: Hak ve adalete uygunluk. Hakka riâyet etme, doğruluk.
Hakîr: İtibarsız, değersiz, aşağı, âdi, bayağı.
Hakk-i Şuf'a: Satılık bir mala ortak veya komşu olanın, aynı para ile satın almak üzere başkalarına tercih olunması hakkı.
Hakk-i Şürb: Bir nehirden muayyen ve ma'lum olan nasiptir. Tarla, bağ, bahçe ve hayvan sulamak için sudan faydalanma nöbeti.
Hakîr: itibarsız, değersiz. Aşağı, âdî, bayağı,
Hâlât: Haletin cem'idir; Halet, şâyân-ı dikkat olan hal demektir.
Hâlisan Ii-vechi'llah: Allah'a karşı ihlâslı olarak.
Harâc: Harâc arazisinden ve ihya edilen bazı mevât araziden, belirli alanlara göre, beytü'1-mâl namına alman vergidir. İki çeşit harâc vardır :
Harâc-i mukassine: Arazinin malv sulatmdan, tahammülüne göre alman bir vergidir. Bu harâc, hasılatla ilgilidir. Bir sene içinde birden fazla mahsul elde edilirse, harâc da mükerrer olarak alınır. Mahsulat olmazsa, bu harâc da alınmaz.
Harâc-ı muvazzaf: Arazi üzerine, her dönüm başına, yıllık maktuan, muayyen bir miktar meblâğ olarak alınan bir vergi. Bu vergi işlenen araziden alındığı gibi, sahibi tarafından kasten muattal bırakılan araziden de alınır.
Harâc Arazisi: Müslümanlar tarafından fethedildiği halde, eski gayr-i müslim ahâlisi elinde bırakılan veya dışarıdan getirilmiş gayr-i müslim ahâliye temlik edilen veyahud da sulh yolu ile fethedilip de bir vergi konularak gayr-i müslim ahalisinin eline terk edilen arazi. Şam, Mısır ve Irak Sevâdı arazileri gibi.
Harbe: Kısa mızrak, süngü.
Harbî: Müslümanlarla aralarında sulh bulunmayan gayr-i müslimlere aid ülkelerde ya-şıyanlardan her biri.
Haram: Herkesin girmesine müsaade edilmeyen, mukaddes ve saygı duyulması gereken yer. Hacıların ihrama girdikleri mi'kadlerden itibaren Kâ'beye kadar olan mahal.
Harım: Mukaddes olan yerler. Başkasına kapalı yer. Bir evin ve sairenin civarı. Avlu.
Harîm-i itmi'nan : İçinde huzur ve sükûna kavuşulan, dinlenilen yer.
Hasenat: İyilikler, iyi haller. Ha yırlı işler.
Hasep : Baba tarafından gelen şeref, asillik, soy temizliği.
Hasr-ı nazar: Bakışı bir noktaya veya bir tarafa dikme.
Hâssa takımı: Valiyi muhafaza ile vazifeli askerî birlik.
Haşyet: Ta'zim ile karışık ktr-ku.
Hâtif: Sesi işitilip de kendisi görünmeyen (kimse). Seslemci çağırıcı. Gâibden haber veren melek.
Havas : Muhterem ve saygıya değer olanlar, ileri gelenler, seçkin kişiler.
Haya: Utanma.
Haybet: Mahrumluk, me'yusluk.
Helak : Mahvolma, Ölme. Harcanma, çok yorulma.
Hendem: Dost, arkadaş.
Hevâ-yi nesf: Nefsin arzusu, meyli.
Hıfz: Saklama, muhafaza etme. Ezberlema.
Hirman : Mahrumluk.
Hilaf-i hakikat: Hakikata, gerçeğe uymayan, hakikatin zıddı.
Hilkat: Yaradılış.
Himaye: Koruma, korunma
Hisse-i uhûdiyet: Kulluk payı.
Hiss-i azamet: Azamet duygusu, kibir, gurur.
Hodkâmlık: Kendi menfaatini herşey'in üstünde tutmak, yalnız kendi menfaatini düşünmek.
Hükemâ: Hakim'in cem'idir, filozoflar demektir.
Hulf: Verdiği sözü yerine getirmemek, sözünden dönmek.
Husûmet: Hasımlık, düşmanlık. Kıskançlık, çekememezlik.
Huzûr-i Bari: Rabb'm huzuru.
Hüccet: Delil, burhan.
Hüsran: Zarar, ziyan.
Ikta': Veliyyü'l-emr'in toprak bağışlaması
Ikta'an: Toprak bağışlamak suretiyle.
Itlak: Bırakma, salıverme.
Ittıla': Haberdar olmak.
İ
İane: Yardım için toplanan mal, para. Yardım eşyası, parası.
İbâd = Kullar.
İbâdu'llah: Allah'ın kullan.
İbkâ: Baki kılma. Devamlı, sürekli kılma. Yerinde, evvelki halinde bırakma.
İbtilâ: Mübtelâlık, bir şeye düşkün olma, düşkünlük, tiryakilik.
İcâre : Kira. îrad, gelir.
İcbar: Cebretme, zorlama, zorlanma.
İdâme: Devam ettirme,
İdâre-i umur: İşleri idare etmek.
İddet: Kocasından ayrılan veya kocası ölen kadının başkası ile evlenebilmesi için beklemeye mecbur olduğu müddet.
İddihar: Biriktirmek, toplayıp yığmak.
İhdas : İcad etme, yeni birşey vücuda getirme.
İhfâ: Gizleme, saklama, saklanılma, tutma,
İhlâs: Doğruluk, riyâsızlık, garazsızlık.
İhraz : Elde bulundurma. Alma, kazanma. Elde etme. Erişme.
İhsan: İyilik etme. Bağış, bağışlama. Bağışlanan verilen şey. Lütuf, iyilik.
İhtilas: Kapma, kapılma, mal veya para çalma. Aşırma.
İhtila: Ayrılık, uymayış, uymama. Anlaşmazlık, aykırılık.
İhtiyar: Seçip beyenmek, kabul etmek.
İhtiyatlı : İlerisini düşünen, gören kimse. Sakınan, tedbirli, bulunan.
İhya: Diriltme, diriltilme, canlandırma, güç verme.
İhyâ-yi Mevât: Hiç işlenmemiş toprağı işleyip, ekine elverişli hale getirme.
İkâ: Yapmak, etmek.
İkâme: Koymak, kaldırmak, dokrultmak.
İkâb: Eza, cefâ, eziyet, azâb.
İktizâ: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım getirme, gerektirme. İhtiyaç, gereklilik. İşe yarama.
İlhak: Katma, katılma, karıştırma.
İllet: Hastalık, derd.
İltica: Sığınma, barınma,
İltizam: Devlet gelirlerinden birinin toplanması işini üzerine alma. Kendi için lüzumlu sayma. Birinin tarafını tutma, fcab ettirme. Gerektirme.
İmtilâ: Dolgunluk.
İmtina: Çekinme, geri durma.
İnha: Bir vazifeye tayin veya bir maaşa terfi için yapılan teklif, yazılan yazı. Ulaştırma, yetiştirme.
İnâyet: Yüksek tutulan, hürmet edilen birisinden gelen iyilik, lütuf, ihsan.
İnfak: Nafakalandırma, yedirip içirme.
İnkisar: Burada, bed-düâ etmek manâsmdadır.
İntâc: Neticelendirme, spna erdirme.
İntifa': Faydalanma.
İrâde: Dileme, isteme, meram etme. Emir, ferman, buyruk.
İrâs: Gösterme, Tayin etme.
İrsal: Gönderme, gönderilme, yollama, salıverme, bırakma, koyuverme.
İrşâd: Doğru yola sevk etme.
İrtidâd: İslâm dininden çıkmak. Mürted olma hali.
İsnâd: Nisbet etme, atf etme.
İstiğlal: Ev, dükkan, tarla ve bunlara benzer gayrimenkulun geliri karşı gösterilerek rehine koyma. İpotek.
İstiğrak: Kendinden geçip dünyayı unutma. Dalma, içine gömülme.
İstidlal: Bir delile dayanarak, bir şeyden bir netice, bir hüküm çıkarma. Bir şeyi deiili ile anlama.
İstihlâk: Harcamak suretiyle tü-, ketme, bitirme.
İstirdâd.: Geri alma. Alma. Verilmiş veya gönderilmiş bir şeyin geri gönderilmesini isteme.
İstiskal: Hor görme, soğuk muamele etme.
İstişare: Danışma,v fikir sorma.
İtâb: Azarlama, tersleme, paylama. Darılma.
İtlaf: Telef etme, mahvetme, öldürme.
İtmam: Tamamlamak.
İttibâ: Tabi olmak, uymak, ar-dısıra gitmek.
İttihaz etmek: Burada, edinme mânadmdadır.
İttikâ': Sakınmak, çekinmek. Allah'dan korkmak.
İtyân: Getirme, getirilme. Söyleme, bildirme, isbat.
İzâle: Giderme, giderilme, yok etme.
İzhâr-ı acz: Aciz; göstermek, iktidarsızlığını, beceriksizliğini belli etmek.
İzmihlal: Mahv olma.
İzzet: Kıymet, şeref, şan.
K
Kabz: El ile tutma. Alma.
Kâfûr: Uzak doğuda yetişen, hekimlikte kullanılan, beyaz ve yarı saydam, kolaylıkla parçalanan kokusu kuvvetli bir bitki.
Kail: Söyliyen, diyen, Kabul eden, razı olan.
Katil: Adam öldüren kimse.
Kati: Adam öldürmek.
Kavl: Söz, rey, görüş.
Kelâm: Kelimenin cem'idir, kelimeler demektir.
Kemmûn: Kimyon.
Ketm: Bir sözü, bir haberi, bir sırrı saklama, gizli tutma.
Kesret, Çokluk, bolluk, ziyâde-İik.
Kerh: İğrenme, tiksinme, hoşlanmama. Zorlama.
Kerih: İğrenç, çirkin, hoşlanılmayan, tiksinilen. Birine zorla yapılan bir hareket.
Kerhen î İğrenerek, istemiyerek, hoşlanmıyarak. Zorla, zoraki
Kısas : Lügatte eşitlik, bir şeyin izine tabi olmak, onun mislini getirmek demektir. Suç ile ceza arasında benzeyiş matlup olduğundan, bir nevî cezaya kısas denilmiştir. Şöyleki kısas, ıstılahta: katili maktule mukabil katletmek; yaralanan veya kesilen bir uzvun yerine yaraüyanm veya kesenin aynı uzvunu yaralamak veya kesmek demektir.
Kist: Hisse, pay, nasip. Tartı, Ölçü ve bölüşmelerde doğru davranma. Borç ve sâirenin bir defada ödenen taksidi.
Kibriya: Azamet, çok büyüklük.
Kişniş: Güzel kokulu bir bitki tohumu, kara kimyon.
Kitabî: Semavî bir dine, Allah CC.CJ tarafından indirilmiş bir kitaba inanmış olan ve fakat müslüman bulunmayan kimse. Hıristiyan ve yahudi gibi.
Kizb: Yalan.
Kudret-yâb: Muktedir olmak, gücü yetmek.
Kurrâ: Kur'ân-ı Kerîmi yedi kıraat ve on riyâyet dahilinde okuyabilen hazıflar.
Külfet: Zorluk, zahmet, sıkıntı.
Künh: Birşey'in iç yüzü.
Köle: Hürriyetden mahrum, başkasının mülküne dahil oîan erkek insan. Abd.
Levm: Çekiştirme, levmetme, başa kakma.
Liyakatli: Layık olan, değerli, yararlı. İktidarlı, hünerli, faziletli.
M
Maâyib: Ayıbîar.
Mağdur: Haksızlığa, gadre uğramış.
Mahal-i Maksud : Varılmak istenen yerler.
Mahfuz! Hıfzolunmuş, saklanmış. Korunmuş, gözetilmiş. Ezberlenmiş.
Mahz-ı adi i Adaletin ta kendisi.
Maişet: Geçim.
Masiyet: Asilik, itaatsizlik, isyan, günah.
Maksûd s İstek, kasdolunan, istenilen şey, meram.
Maslahat ı İş, emir, husus, madde, keyfiyet. Dirlik, düzenlik, barış.
Makrun: Yakmlaştınîmış, ya-km. Ulaşmış, kavuşmuş.
Maktul: Katledilmiş, öldürülmüş.
Ma'muiiin bîh : Kendisi ile amel olunan, yürürlükte olan. .
Maraz-i mevt: Ölüm hastalığı. Kişiyi iş görmekten men eden ve ölümle neticelenin hastalık.
Mâruf i Herkesçe bilinen, tanınmış, belli. Meşhur, ünlü.
Masun: Korunmuş.
Matlub: İstenilen, talep edilen, aranılan şey.
Ma'tuf: Burada, gaye, maksad manasındadır.
Mebni: Bina edilmiş, kurulmuş, dayandırılmış, ...den dolayı.
Mebrûr: Hayırlı, olan.
Meclis-i meşveret t Danışma hey'-eti.
Mecra': Suyun cereyan ettiği, aktığı yatak, su yolu, akıntı yeri. Bir işin gidiş oluş yolu.
Meçhul: Bilinmeyen.
Medâr-ı maişet; Geçim vasıtası.
Medâr-ı teselli: Teselli vesilesi.
Medlul: Delil getirilmiş şey. Delâlet olunan, gösterilen şey. Bir kelimeden anlaşılan manalar.
Melce1: İltica edilecek, sığınılacak yer.
Melckût! Saltanat, haşmet.
Melhuz: Mülâhaza edilen, dü-şünülebüen, hatıra gelen, olabilen, umulan.
Mel'un i Lanetlenmiş, kovulmuş, tard olunmuş.
Memnu': Menedilmiş, yasaklanmış.
Menfur: Nefret edilmiş, nefret edilen.
Merfû'an: Yükseltilmiş, kaldırılmış olarak.
Meşru' s Şer'an caiz olan.
Msr'î: Hürmet ve riâyet olunan, hükmü geçen, muteber ve makbul o!an.
Mervi: Rivayet olunan, birinden işitilerek söylenen.
Metruke -. Bırakılan, terkedilen mallar.
Emvâl-i metruke ı (Burada) ölen kimsenin, geride bıraktığı mallar.
Mevâli: Köleler.
Mevât Arazi: Veliyyü'l-emr'in izni ile ihya edilen ölü topraklardır.
Mevdu': Emânet edilen, emânet olunmuş.
Mevkı-i zillet: Alçaklık, aşağılık mevkii.
Mevsuk: Vesikaya dayanan sağlam, inanılır.
Mevzi': Yer.
Mezkûr: Zikredilmiş, adı geçmiş, anılmış.
Miskin : Hiç bir varlığa sâhib olmayan kimse.
Muaf! Affolunmuş, bağışlanmış. Ayrı tutulmuş. Serbest.
Muâhaze: Azarlama, darılma.
Muâlıid : İslâm hükümetine bir para ccliyerek kendini himaye ettiren, başka dinden olan kimse. Anlaşma, sözleşme, ahid yapanlardan her biri.
Muâkab: Azab olunan, işkence olunan.
Muâteb: Azarlanan, mes'ul tutulan.
Muattal: Tatil edilmiş, bırakılmış. Kullanılmaz. Battal. Boş, işsiz.
Muazzamât-i umur: Büyük işler. Mubâhase: Bir fikir etrafında karşılıklı konuşma.
Muhacir: Mekke'den Medine'ye hicret eden ilk müslümanlar.
Muhalif: Muhalefet eden, aykırılık gösteren, uymayan, uygun olmayan. Birinin düşüncesine zıt düşüncede bulunan.
Muhayyer: Seçme ve beğenmeye bağlı. Seçmece. Muhbir: Haberci, haber veren.
Muhkemât: Burada, Kur'an-ı Kerim'deki muhkem âyetler mânâsmdadır.
Muhlis: Ihlâs sahibi.
Muhteris: Hırs ve istek sahibi. Ateşli.
Muhrez : Elde edilmiş, el altında tutulmuş. Kazanılmış. Ele geçirilmiş.
Muhsan: Âkil, baliğ, hür ve sahih bir nikâh ile evli bulunan müslüman kimse.
Muhsane: Âkile, bâliğa ve hür-re olup, evli bulunan müslüman kadın.
Muhtelefü'n-fİ3'h: Üzerinde ihtilâf olunmuş mesele.
Mum î Yardım eden, iane eden. Yardımcı.
Mukâtele: Birbirini öldürme, vuruşma. Savaş, kavga.
Mukannen: Belli, belirli, şaşmaz. Kanun haline gelmiş.
Mukarreb : Yaklaşmış, yakın.
Mukarrebin: Mukarreb'in cem'idir, bir büyüğün yakın adamları demektir.
Münkariz: Biten, arkası gelmeyen. Sönen. Zürriyeti tükenmiş olan.
Muktezâ: İktiza etmiş, lâzım gelmiş.
Munzam: Üste konan, katılan. Ek.
Murafaa: Mahkemede yüzleşmek, muhakeme olmak.
Musibet: Felâket, ansızın gelen belâ sıkıntı.
Mutabık: Uygun. Birbirine uyan.
Mutavassıt: Orta, ortalama. Mutazarrır.- Zarar gören, zarara uğrayan.
Mu'tedil i Orta halde bulunan. Mülayim. Münasip, uygun.
Mutmain : Herhangi birşey'e bütün varlığıyla inandıktan sonra kalb huzuruna eren.
Muttali' t Haberdar, herhangi birşey hakkında haberi olan.
Muvâdaa: Düşmanlığı bırakıp barışma.
Muvafık: "Uygun yerinde.
Muvakkaten: Geçici olarak.
Mübâyin : Ayn, başka türlü, zıt.
Mücerred: Tecrid edilmiş, soyulmuş, çıplak. Tek, yalnız. Karışık ve katışık olmayan.
Mücrim : Cürüm işlemiş. Suçlu.
Müdebbsr ı Azad olması, efendisinin ölümüne bağlı bulunan köle.
Müdebbir: Kölesinin hürriyete kavuşmasını kendisinin vefatına bağlamış yani «Ben öldüğüm zaman azad ol." elemiş olan efendi.
Müddeî s İddia eden, davacı. Bir hükmünde ayak direysn veya bunu kabul etme.
Müfâdat: Kurtuluş fidyesi ödeme.
Müftehir: İftihar eden, öğünen.
Mükâteb: Tamamlandığı zaman azad edilmek üzere, bedele bağlanmış köle.
Müîâyemst; Uygunluk. Yumuşak huyluluk. Yavaşlık.
Mülhid : Allah'ı inkâr eden, dinsiz, imansız.
Mültezim: Devlete âit bir geliri üzerine alıp toplayan, iltizamcı. İltizam eden, bir şeyin veya bir kimsenin lüzumuna inanıp taraftarlık eden.
Münâbaat: Men etme, mâni olma, engelleme.
Mümaşât: Başkasının fikrine hizmet eder yollu hareket etmek.
Münazaa: Ağız kavgası, çekişme.
Münzel: İnzal olunmuş, indirilmiş. Gökten indirilmiş (kitaplar.)
Müretteb: Tertib olunmuş, düzenlenmiş.
Mürted : îslâm dininden dönen. İrtidâd eden.
Mürüvvet: İnsanlık.
Müsâhib: Biriyle musahabe ederi sohbette bulunan, konuşan. Arkadaş. Büyük bir zatın yanında bulunup onunla sohbet eden.
Müsâkat: Meyvesinin bir kısmını almak şartiyle bir bağı veya ağaçları birine verme.
Müsalaha: Barış, güvenlik. Barışma, anlaşma.
Müsta'mel: Kullanılmış, eski köhne.
Müstecâb ; îsticâbe edilmiş, kabul olunmuş.
Müste'cir: Bir şeyi kira ile tutan, kiracı.
Müstefîd: İstifâde eden, faydalanan.
Müsteîzim: İstilzam eden, gereken.
Müste'min: Emân isteyen veya emân'a nail olan kimse.
Müşrik: Allalıa eşler, Ortaklar koşan.
Mütsaddid: Bir çok, teaddüd eden, çoğalan. Türlü türlü. Çok.
Müteammiden : Bir -şeyi bilerek, tasarlayarak, kasden yapma.
Mütedeyyin : Dine bağlı. Dindar.
Müteferrik: Dağınık, değişik, ayrı ayrı.
Mütskebbir: Tekebbür eden, büyüklük taslayan, kibirli.
Mü'temen: Kendisin© emniyet olunan, emniyetli.
Mütsnsbbih : Uyanık. Uyanan, întibâh eden.
Müteselsilen : Sıra ile, bir biri peşi sıra, zincirleme.
Müteşettit: Dağınık.
Müteveccih: Burada, yönelmek mânâsmdadir.
Müteverri: Perhizkâr olmak.
Müzâharet: Yardım etme, koruma. Arka çıkma.
Müzayede: Artırma. Artırma suretiyle satış.
Müzdâd: Ziyade edilmiş. Artmış, çoğalmış.
N
Nafiz: Tesir edici. Hükm-ü Nafiz : Uyulması gereken hüküm.
Nakz: Bozmak. Nâme: Mektub.
Nârae-i humaym: Devlet başkanı tarafından gönderilen mektup.
Nâs: İnsanlar, halk.
Nasb etmek: Tâyin etmek.
Nedret: Nadir olma, az ve seyrek bulunma.
Nefs-i emmâre: İnsanı kötülüğe sürükleyen ve bu yolda çok zorlayan nefis.
Nesep: Nssil, soy.
Neş'et: Çıkma, yetişme. Meyda-dana gelme, ileri gelme.
Nisab: Zekât gibi bazı farzlarla, sirkat haddi gibi bazı cezaların, vücubiyetîerine alâmet olmak üzere, şeri'at koyucusu tarafından nasbedilen muayyen bir miktardır.
Nusret: Yardım, inayet, imdâd.
Öşür Arazisi: Müslümanlar tarafından fethedilerek ya mücahidlere veya diğer müslümanlara mülk olarak verilmiş arazi. Arab Yarımadası vs Basra arazileri gibi.
Râî: Gören, görücü, rü'yet eden
Raiyye: Tebea.
Rakabe: Köle, câriye.
Râyegân etmek: Bol bol vermek, esirgemek.
Reâyâ: Bir devlet reisinin idaresi altında bulunan ve vergi veren halk. Bütün halk. Gayr-i Müslim tebaa. Zimmî,
Ref': Kalkındırma, yüceltme. Yukarı kaldırma. Lağvetme. Hükümsüz bırakma.
Rey: Görüş, görme.
Rıfk: Yumuşaklık, tatlılık, yavaşlık.
Rıfku insaf: Tatlılık, yumuşaklık.
Riâyet: Gütme, gözetme. Saygı, ağırlama.
Ribat: Hududlarda, düşmanın hücum edebileceği mevzilerde sadece İslâm yurdunu muhafaza ve müdafaa maksadı ile ikâmet etmek.
Rical: Recül'ün cem'idir; erkekler demektir. Burada, devlet adamları, devlet memurları mânâsmdadır.
Ridâ: Belden yukarı örtülen örtü. Hırka.
Rikâz: Yer altında, yaratılışta bulunan madenlere veya sonradan gömülmüş olan hazînelere denir.
Bir söz veya bir hadisenin nakledilmesi. Hikâye edilen söz veya hâdise:
Rubû': Dörtte bir, çeyrek, bir şeyin dört bölümünden biri.
Rüz-u Ceza; Ceza günü. Kıyamet.
Rücû': Dönme, geri dönm'j. Cayma sözünden dönme, sözünü geri alma.
Rükün: Birşey'in en sağlam ve muhkem tarafı, temel direği.
Seciye: Huy, tabiat, meşreb. Sadır olmak: Çıkmak.
Sâha-i men’i : Sarp, dayanıklı, zaptedilmez saha.
Saik: Sevk eden, sebeb olan.
Salah: İyilik, iyileşme, düzelme. Dine olan bağlılık.
Salih: Yararlı, elverişli.
Salim: Sağ, sağlam, ayıb ve kusuru, endişesi, korkusu olnıı-yan.
Sebeb-i nüzul: Bir âyetin veya bir sürenin nüzul (iniş-vah-yediliş) sebebi.
Sebk etmek: Geçmek, ileri geçmek.
Semahat ashâbii Cömerdlik eden kimseler.
Sekr: Sarhoşluk.
Semâvât: Gökler.
Senâ-yı cemîl: Medih.
Seriyye: Düşman üzerine gönderilen, küçük süvari müfrezesi.
Sevâd: Bir şehrin veya beldenin çevresindeki karartı halinde görünen bağ, bahçe bostan ve sair yerler. Kara, siyah.
Seyr: Yürüme, yürüyüş. Gitme, hareket, yolculuk.
Seyyiât: Kötülükler, fenalıklar, suçlar, günâhlar.
Sıdk: Doğruluk.
Sınat: San'at.
Sıyânet: Koruma, korunma, hıfz, himaye, muhafaza.
Sıyt: İyi şöhret.
Sia-i rahmet: Allah'ın rahmetinin genişliği.
Sirkat: Hırsızlık, Çalma. Siyak j Sözün gelişi, ifâde şekli. Siyânet etmek î Korumak. Sudur: Çıkmak.
Sülüs: Üçto bir.
Sünen : Sünnet'in cem'idir.
Sünnet: 1) Peygamber Efendimizin söz, fiil, hal ve hareketleri, 2) Yol, âdet.
Sünnet-i sâliha: îyi, güzel, yararlı âdeter.
Şâmil: İhâta eden, içine alan kaplıyan.
Şehâvât: Meyil ve tabiî arzular.
Şekâvet: Eşkiyalık, haydutluk.
Şeâir: Alâmetler, işaretler, âdetler, törenler.
Şenâet: Kötülük, fenalık.
Şirket-I müdârebe : Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek olmak üzere kurulan şirket.
Taaccüp: Şaşma, şaşakalma.
Taammüd: Bilerek, istiyerek bir iş yapmak.
Tâat: Cenab-ı Hakk'a itâaat, in-kıyad ve ibâdet etmek.
Ta'cil: Acele ettirme, çabuk olmasını isteme.
Taciz: Rahatsız etme, sıkıntı verme, tedirgin etme.
Tahmil: Yükleme, yükletilme, yükletme.
Tahrim: Haram kılma, haram kılınma.
Tahsis: Bir şeyi birine veya bir yere mahsus kılma, ayırma.
Tahsin: Sahih bir nikahla evlenip, muhsan veya muhsane kılma.
Tahsîsen: Bir şeyi birine veya bir yere mahsus kılarak. Tahsis suretiyle.
Talâk-ı Baîne: Zevcenin iddet müddeti sona ermeksizin zevcine dönmeye hakkı olmayan talâk.
Talik: Asma, asılma, geciktirme. Belli bir zamana bırakma. Te'hir.
Ta'rîz: Dıokunaklı söz söyleme, taşlama.
Tasallut: Musallat olma, sataşma.
Tasannu': Yapmacık.
Tathir: Temizleme, pâkleme.
Tatil: Çalışmaya ara verme, durdurma, kesme.
Taz'if: Bir o kadar ziyadeleştir-me.
Ta'zîr : Suçluya suçuna göre "ceza vermek, azarlamak.
Tazmin : Sebep olunan zarar ziyanı ödeme.
Teaddi: Zulm etmek, tecâvüz etmek.
Teaîlukât: Akraba, hısımlar.
Tebaiyyet: Uymak, ittibâ.
Tebar: Yarım ay şeklinde balta. Meşin bıçağı.
Tecviz : Caiz görme, caiz görülme, îzin verme, izin verilme.
Tedâbir i Tedbîr'in cem'idir; tedbirler demektir.
Te'dîb : Uslandırma, edeblendir-me, yola getirme.
Tefevvuk: Başkalarından üstün olmak.
Tefrik : Ayırma, seçme, ayırt etme.
Tefrika: Ayrılma, ayrılık, itti-faksızlık.
Teberrî: Yüz çevirmek, sevmemek.
Teçhiz : Lüzumlu şeyleri tamamlama. Ölü için-. Yıkanıp hazırlanması.
Tecviz: Caiz görme, caiz görülme. İzin verme, izin verilme.
Teemmül: Etraflıca düşünmek.
Tefviz : Havale etmek.
Tehyîc: Heyacanlandırma.
Tehalük: Can atma, sabırsızlanma.
Tekeffül: Kefil olma, teahhüd etme.
Te'kid: Muhkem kılmak, kuvvetlendirmek, Evvelki emri tekrarlamak.
Tekfin: Ölünün kefenlenmesi.
Tekîden: Te'kid yoluyla, sağlamlaştırarak. Evvelce verilen emri tekrarlıyarak.
Telif: Ara bulma. Uzlaştırma. Barıştırma.
Terettüb: Ait olma, icab etme, gerekme.
Tesmiye: İsîm verme. Besmele çekme.
Tenkis: Azaltma, kısma, indirme, eksiltme.
Tenkil: Uzaklaştırma, örnek olacak bir ceza verme.
Terfih: Refaha kavuşturmak.
Teşviş: Karıştırma, karmakarışık etme. Birinin iyi halli olduğunu meydana çıkarma,
Tevakkuf: Bağlı olma.
Tevbîh: Tekdir, azarlama.
Tevdi': Bırakma, emânet etme, teslim etme.
Tevehhüm: Vehmetmek, kuruntuya kapılmak.
Teve!Iî-i emr : Valilik emrini almak.
Tevkif: Allahm yardımına kavuşma. Uygunlaştırma.
Te'vilât: Te'vil'in cem'idir. Te'-vil, bir söz veya harekete, bir yol bularak, kendi maksadına uyacak şekilde mânâ vermek.
Tevsii: Genişletmek.
Tevsik: Vesikalar getirerek bir iddiayı, bîr sözü sağlamlaştırma, muhkem kılma.
Tezkiye: Temizleme. Temize çıkarma.
Tezyîd: Ziyadeleştirme, artırma artırılma.
Tezyin: Süsleme.
U
Uhde s Bir İşi üzerine alma, söz verme. Taahhüd, vazife, birinin üzerinde bulunan iş. Sorumluluk.
Uhûd : Ahid'ler; verilen sözler.
Ukde: Düğüm.
Ukuud s Akd'in cem'idir. Akd, bağlamak, kurmak demektir.
Ukuubât: Cezalar, işkenceler.
Umrân: Mâmurluk, bayındırlık.
Umûr-ı memleket: Memleket işleri.
Unf: Hiddet, şiddet.
Ülfet: Alışıldık.
Ülü'l-emr: İslâmda emir sâhibleri demektir.
Ümm-ü Veled : Efendisinden çocuk doğurmuş olduğu için satılması mümkün olmayan câriye.
Vâcib: Allah-u Teâlâ tarafından eraredildiği zanni delille sabit olein vazifedir. Vâcib kelimesi bazen «farz* yerine de kullanılır.
Vahim: Ağır, nsticesi tehlikeii,
Vakâyi: Vâkıa'nın cem'idir; olan haller, cereyan eden şeyler demektir.
Vareste : Uzak kalmak.
Vârid: Gelen, vasıl olan, erişen.
Varidat: Gelirler (Yıllık, aylık.)
Vaz': Koyma, bırakma. Vehleten ı Birdenbire.
Vesâil-i menfeat: Faydalanma yolları.
Vesâyâ: Tavsiyeler.
Vikaye: Koruma, kayırma, esirgeme.
Vizr ü vebal: Günah, suç, ağırlık.
Vus': Güc, kudret.
Vus'at: Genişlik.
Y
Yârân: Dostlar.
Yed-i Kudret : Cenb-ı Hakk'ın kudret eli.
Z
Zağferân: Safran.
Zâhib: Bir fikir veya zanna uyan. Giden, gidici.
Zâmin: Tazmine mecbur olan.
Zehâb: Bir fikre, düşünceye- uyma, sapma. Gitme.
Zelil: Hor, hakir, alçak, aşağılanan, aşağı tutulan.
Zelle: Hatâ, sehiv. Zeval: Yok olma.
Zimmî: İslâm Devletinin tabaa-smdan olan ve harâc veren gayr-i müslimler.
Zındık: Ahirete inanmayan, münafık.
Zimmet: Sahip çıkma, koruma zorunda kalma.
Zira': Dirsekten orta parmak ucuna kadar olan bir uzunluk Ölçüsü.
Zuafâ: Zâifler, düşkünler.
Zulüm: Haksızlık, eziyet.
[1] Yemen tarafında, Meâfir Kabilesinin imâl ettiği elbiseye sevb-i meâfirî denir. Burada kasdedilen kıymet bu elbisenin kıymetidir.
[2] Saime : Çayıra başıboş olarak salıverilen hayvan.
[3] Müdârebe: l — Dövüşme, vuruşma, savaşma, 2 — Bir taraftan sermaye, diğer taraftan, emek şeklindeki şirket.
[4] Bedâe: Ticarî mal, emtia.
[5] Mükâtebe: Tamamladığı zaman azadedilmek üzer© bedele bağlanan kadm köle.
[6] el-Haşr Sûresi: 6.
[7] el-Haşr Sûresi: 7.
[8] el-Haşr Sûresi: 8.
[9] el-Haşr Süresi: 9.
[10] el-Ha§r Sûresi: 10.
[11] Tevbe Sûresi, âyet; 29.
[12] Âl-i tmrân Sûresi, âyet: 200.
[13] el-Hadid Sûresi, âyet: 20.
[14] el-Hadîd Sûresi, âyet: 21.
[15] Te'dip: Biı suç işleyeni, başkalarına örnek olacak şekilde, cezalandırma. (Muahaze, tâzir, darp gibi) Edeplendirme, edeplendi-rilm©. Terbiye etmek, terbiyesini vermek: Haddini bildirme.
[16] Asar: Haberler, eserlar, «nlfttımlar.
[17] Câjfe: Vücudun iç kısımlarına kadar işleyen yara.
[18] Bu hadis-i şerif, îmam Mâlik'in »el-Muvatta» mdadır.
[19] Mâiz b. Mâlik'le ilgili bu olay, Buhâri ve Müslim'de ittifakîa" zikredilmiştir. Sahihayn'm ilgili babları ile Bülûğ'ül Meram'm 4. cild, 13. sayfasına bakınız.
[20] Bu hadis-i şerifi Müslim de rivayet etmiştir. Hadisten çıkarılan ahkâm hakkında, Müslim şerhlerine ve Bülûğü'l - Merâm'm 4. cilt, 25. sayfasına bakınız.
[21] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[22] Nûr Sûresi, âyet; 2.
[23] Muhtelis: Bir kimseyi gaflete düşürüp, malım alan kimse.
[24] Mütesellib: Bir kimsenin üzerindeki elbiseyi soyup alan kimse.
[25] Hâin: Yed-i emanetine verilen mala hıyanet edip, onu alan kimse.
[26] Müdebber köle/cariye: itki (azadı) efendisinin ölümüne bağlı bulunan köle veya cariye.
[27] el-Haşr Sûresi, âyet: 5,
[28] el-Haşr Sûresi, âyet t 2.
[29] Mukabilinde hiç bir şey almadan azad edin (celaleyn)
[30] Gerek mal ile, gerek esirleri mübadele etmek suretiyle kendilerini serbest bırakın. Esirleri köle olarak kullanmak hanefilere göre mensuhtur. (Beyzavî .Celâleyn).
[31] Muhammed (S.A.V.) Sûresi, âyet: 4.
[32] Enfâl Sûresi, âyet: 68.
[33] Enfâl Sûresi, âyet: 89.
[34] Tenfil: Ululemr tarafından harbe tergîb ve teşvik için bir kısım gazilere fazla sehim veya bazı şeyler tahsis ve itâ edilmesi. Bu isim bazı nüshalarda Habîb b. Şihâb şeklinde geçmektedir.
[35] Nisa'Sûresi, âyet; 59.
[36] et-Tevbe Sûresi, âyet: 29.
[37] Hudeybiye, Mekke-i Mâkerreme'ye bir merhale mesafede, yani Mekke'nin 9 mil uzağında bulunan ve oradaki kuyunun adı ile anılan bir yerdir.
[38] Usfan, Mekke ile Cabie arasında ve Mekke'ye 2 merhale mesafede bir köy.
[39] Mâide Sûresi, âyet: 24.
[40] Bu konuda, Hasan Basri Çantay merhumun Mealinin 3. cild, 1035. sayfasındaki 35. notuna bakınız.
[41] Bakınız, a.g.e. aynı cilt ve sahifedeki 39 nolu not
[42] Aynı eser ve sahifedeki 40 nolu nota bakınız.
[43] Aynı eser ve aynı sahifedeki 41 nolu nota bakınız.
[44] el-Müıntehme Sûresi, âyet; 10.