İntihar Kişinin, doğuracağı sonucu bilerek, olumlu (yapma, etme) veya olumsuz (yapmama, etmeme şeklinde) bir hareketi ile ortaya çıkan her ölüm olayı intihardır. Bir kimsenin şakağına kurşun sıkarak kendini öldürmesi "olumlu ve doğrudan, yapıp etme sonucu"intihardır, yeme ve içmeyi terk ederek veya yanan bir evi terk etmeyerek ölmesi ise "olumsuz, gerekeni yapmayarak ve dolaylı" intiharın örnekleridir. İntiharın kişiye ait bir hak olup olmadığı konusunda farklı düşünceler varsa da genellikle hukuk ve ahlak intiharı bir hak olarak görmemiş, intihara yardım da bir suç olarak kabul edilmiştir. İntihar olayının tarihi de ve bilim alanında ele alınıp incelenmesi de oldukça eskidir. Emile Durkheim'in intihar konusunda yaptığı araştırmanın (1897) üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçmiştir. Günümüze kadar çeşitli branşlarda intihar olayı ele alınmış, sebepleri sonuçları, önleme veya azaltma tedbirleri üzerinde durulmuştur. Araştırma sonuçlarına göre intihar olayının önemli ve belirleyici faktörleri arasında inanç boşluğu, bazı sapık inançlarda olduğu gibi inancın ve düşüncenin intiharı teşvik etmesi, psikolojik bunalımlar, psikiyatrik bozukluklar, ekonomik krizler, toplumun baskısı, bireyin yalnızlaşması vardır. Durkheim'in sınıflamasına göre "bencil, özgeci ve anomik" intiharlar çeşidine göre faktörlerin de etkisi ve önceliği değişmektedir. Kendi başlarına bırakılmış bireyler sürekli istek duyarlar. Erkekler veya kadınlar her şeyden önce kendilerini düşündükleri, toplumsal bir gurupla bütünleşmedikleri zaman, isteklerin gücüyle otorite ve yükümlülüklerin gücü "insanlığın kaderi ile uyuşan" bir ölçüye ve dengeye getirilemediği zaman "bencil intihar" eğilimi artar. Hindistan'da kadınların, kocalarıyla beraber yanmayı kabul etmeleri, gemisi batan kaptanın onu terk etmeyerek ölmesi, mücadeleyi kaybeden bir askerin kendini vurması, Japonların uyguladığı harakiri örnekleri "özgeci intihar" çeşidine aittir. "İntihar dürtüsü toplumsal guruptan fazla kopmuş ya da yeteri kadar kopmamış olan iki tür insanı seçebilir. Benciller ötekilere oranla daha kolay intihar ederler, ama üyesi olduğu guruptan ayırdedilemeyen, kaderin darbelerine karşı koyamayan özgecilerin aşırıları da kolay intihar ederler". (Durkheim'den naklenR. Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Ankara 1986, s. 330).Büyük siyasi olaylar sırasında azalan, ekonomik bunalım dönemi ile tam zıttı olarak aşırı refah dönemlerinde artan ve çağdaş topluma ait bunalımın tetiklediği intihar tipi daha ziyade "anomik"tir. Çağdaş toplumun bunalımı da bireyselleşme, yalnızlaşma -aracı kurumların zayıflaması veya yok olması yüzünden- bireyi topluma bağlayan bağlarda zayıflama sonucu ortaya çıkmaktadır. Durkheim isteklerin sınırlandırılması, istek ile doyum arasındaki gerilimin dengede tutulması, birey ile toplum arasındaki bağın korunması ve böylece intiharların asgarîye indirilmesi için bir "disiplin"in gerektiği sonucuna vardıktan sonra bunun hangi yolla sağlanabileceği konusu üzerinde durmuş, kendi kültür çevresindeki aile, din ve siyaset guruplarını teker teker bu açıdan analiz etmiş, bunların uygun bir "toplumsal çerçeve" sunamayacağı sonucuna varmış ve kendi bulduğu çareyi şöyle ifade etmiştir: "Bireysel insan isteklerin insanıdır ve bu andan itibaren ahlakın ve toplumun birinci zorunluluğu disiplindir. İnsanın otoriter ve sevimliyani sevilmeye layık bir güç tarafından disiplin altına alınmaya ihtiyacı vardır. Kendini hem kabul ettiren hem kendine çeken bu güç toplumun kendinden (başka bir yerdeki ifadesi,ne göre meslek guruplarından) başka bir şey değildir" (a. esr. S. 334-335). Durkheim'in intiharla ilgili bulgu ve düşüncelerini okuduktan sonra tahlillerini, kendi kültür çevresine kapanmış olarak yaptığı ve bunun için yetersiz kaldığı kanâatini edindim. Çünkü o aileyi bir kenara bırakırken "çağdaş toplumda ailenin işlevlerinin azaldığı, giderek küçüldüğü, ekonomik rolünün azaldığı, böylece bireyle topluluk arasında aracı olma kabiliyetinin bulunmadığı" tespitine dayanmıştır. Dini bir kenara koyarken de "dinlerin modern toplumlarda soyut ve entellektüel bir nitelik kazandıkları; bireyleri, tutkularını aşmaya ve din kurallarına göre yaşamaya çağırmakla beraberinsanın, dini hayatı dışında uyması gereken yükümlülük ve kuralları belirlemeyi beceremediği, bu sebeple geçmişte olduğu gibi disiplin okulları olamadıkları" tespitine dayanmıştır. Probleme İslam din, tarih ve kültürü açısından baktığımızda bireyi topluma bağlayan, onu yalnızlık ve ümitsizlikten kurtaran, hayatının bütününü kurallar ve irşadlarla kuşatan bir din ve kültürün söz konusu olduğunu görürüz. Büyük ölçüde uygulamaya da yansıyan islâmî teoriye göre: 1. İnsan kendine ait, bu manada bireysel ve özgür değildir. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah insanın da beden ve ruhunun yaratıcısı ve sahibidir. İnsana ait bir ruh -ki, bunun adı nefistir- yarattığı gibi kendine ait ruhtan da ona üflemiştir; insanın bedeni fani, nefsi daim (ebedi âlemde, oraya uygun bir bedenle hayatına devam edecektir) ve ilâhî ruhu ise emanettir, âriyettir; vefat durumunda aslına rucû edecektir. Ruhu, nefsi ve bedeniyle Allah'a ait olan insan, O'nun rızası dışında emanet üzerinde tasarrufta bulunamaz; bu sebeple intihar, ilâhî emanete ihanet olur. 2. Bir müslümanın dünya hayatına bakışı şöyledir: Burası ahiretin ekin tarlasıdır; burada ekecek, orada biçeceğim. Dünya imtihan yeridir; insan hem bolluk ve refah ile hem de darlık ve sıkıntı ile imtihan edilir. Her iki durumda da sabredenler kazanırlar. Ebedî hayatta Allah'ın lütfedeceği nimetler, dünyada, Allah'a itaat yolunda çekilecek her zahmete değer. 3. İslam dini yalnızca fert ile Allah arasındaki ilişkiyi değil, ferdin diğer insanlarla ve canlı cansız varlıklarla ilişkisini de kapsayan çerçeve veya detay kurallar, irşadlar, yönlendirmeler içermektedir. İctihad kurumu, kendileri de, görüş ve yorumları da kutsal olmayan alimlerin, her çağda müminlerin Allah'a itaat ve dinin kurallarına uygun bir hayat düzeni içinde yaşamalarını sağlayacak yorum ve çözümler ortaya koymalarına imkan verir. 4. İslam ailesi, fizik olarak küçülse, daralsa bile dayanışma, karşılıklı haklar ve yükümlülükler bakımından geniştir, bireyleri birbirlerine sıkı (dini, ahlaki, hukuki, duygusal) bağlarla bağlıdırlar. Kur'an ve Sünnet'in üzerinde hassasiyet gösterdiği bir ilişki "akraba ilişkisi"dir; buna "sıla-ı rahim" denir, sıla-i rahime riayet edenlere önemli ödüller, etmeyene de oldukça caydırıcı cezalar öngörülmüştür. Bir mümin erkek yakını olan kadınların ve kime varis oluyorsa -o kişi yaşarken ihtiyaç içine düştüğünde- onun nafakasını temin etmekle yükümlü kılınmıştır. Şu halde akrabası varlıklı olan bir mümin aç ve açık kalmaz. Varlıklı akrabası olmayanların elinden de diğer müminler ve sonunda devlet tutar; tutmaya mecburdurlar. İşte böyle bir dinin, bu dinin kurallarına göre oluşturulup işletilen bir aile ocağının, bütün müminleri din ve kök kardeşi, diğer insanları da -hepsi âdem ile Havva'nın çocukları olduklarından- kök kardeşi ve davet ümmeti (Hz. Peygamber'in dinine muhatap olmuş insanlar)olarak gören bir topluluğun (ümmetin) bir ferdi disipline etmesi, yalnızlık duygusu içinde bırakmaması, sevgi, merhamet ve yardım ile sarıp sarmalaması çok tabîîdir. Böyle olunca da intihara götüren yolların önemli bir kısmı kapanmış olur. Durum böyle ise niçin müslüman topluluklarda da intiharlar oluyor? Bu soru yerinde olmakla beraber cevabı da vardır: 1. Her müslümanın imanı, eğitimi, ahlakı, ruh ve beden sağlığı diğerine eşit değildir. Müslüman fertlerin iyi bir eğitimle iyi müslümanlar olarak yetiştirilmeleri konusunda önemli eksikler, kusurlar ve engeller vardır. 2. Adı müslüman olanfert ve toplulukların uygulamada da büyük ve önemli eksiklikleri, İslam'a yakışmayan, uymayan tutum ve durumları vardır. Müslümanlık bir isim, bir etiket meselesi değil, iman, amel (uygulama, inanca uygun yaşama), ahlak ve şuur meselesidir.
|