eş-Şehristani
Ensar Yayınları
Yeryüzü
Halkının Taksimine Dair
İslâm
Fırkalarını Saymada Esas Alınacak Ana İlkenin Tesbiti
İnsanlar
Arasında Ortaya Çıkan İlk Şüphe
İslâm'da
Ortaya Çıkan İlk Şüphe
Kitabımızın
Belli Bir Hesap Yöntemine Göre Düzenlenmesinin Nedeni
Tüm
Dünya Halkı Arasında Din, İnanç, Felsefe Ve Belirli Bir Görüş Sahibi Olanların
Yolları
Müslümanlar,
Ehli Kitap Ve Kitap Benzeri Öğretilere Sahip Olanlar
7-
Mûzdâriyye (Veya Murdâbiyye):
G-
Oniki İmmncılık (İsnâ Aşeriyye):
Ehl-i
Kitap Olma İhtimali Bulunanlar
Mecûsîler,
Seneviler, Maneviyye Ve Diğer Fırkalar
Zerdüşt'ün
Temel İlkelere Dair Görüşü
6-
Keyneviyye, Sıyâmiyye Ve Tenâsuhiyye
B-
Sâbiîlerle Hanîfler Arasındaki Münazaralar
Gök
Cisimleri Ve Putlara Tapanlar (Ashâb-ı Heyâkil Ve Ashâb-ı Eşhas)
3-
İbrahim Peygamber'in (Aleyhisselâm) Gezegen Ve Putlara Tapanlarla Mücâdelesi
1-
Hirnâniyye Cemaatinin Görüşleri
2-
Tenasüh Ve Hulul Fikrinin Doğuşu
7-
Eflâtun-ı İlâhî'nin Görüşleri
4-
Demokritos Ve Taraftarlarının Görüşü
6-
Bilge Herakles'in Görüşleri
13-
Batlamyus'un ( Ptolemius) Hikmetleri
14-
Stoacıların (Ehli Mazâl, Revâkıyye) Hikmetleri
1-
Aristo b. Nicomachus'un Görüşleri
2-
Büyük İskender'in Hikmetleri
3-
Kinik Diyojen'in Hikmetleri
4-
Yunanlı Şeyhin (Plotinus) Hikmetleri
6-
Proklus'un Alemin Kıdemiyle İlgili Şüphelen
8-
Afrodisias'h İskender'in Görüşleri
1-
İbn Sina'nın Mantıkla İlgili Görüşleri
Kıyas;
Esasları, Şekilleri Ve Sonuçları
Kıyas
Önermeleri Ve Burhanın Şartları
2-
İbn Sina'nın İlahiyatla İlgili Görüşleri
Hareketler,
Sebep Ve Gerekleri:
3-
Tabîiyât (Fizik) İle İlgili Görüşleri
Cahilite
Araplarının İnançları
Hintlilerin
İnanc Ve Görüşleri
B-
Meditasyoncular (Ashâb-ı Fikre Ve Vehm)
C-
Reenkarnasyoncular (Ashâb-ı Tenasüh)
B-
Barkashakiyye (Ağaca Tapanlar)
D-
Jalahakiyye (Suya Tapanlar)
E-
Akniwâtriyye (Ateşe Tapanlar)
Brahmanan'ın
Ölümünden Sonra Hintlilerin Bölünmesi
EBU'L-FETH MUHAMMED B. ABDULKERİM
ŞEHRİSTÂNÎ
İslâm dünyasının tanıdığı âlimlerin
önde gelenlerinden birisidir. Yazdığı ve tercümesini elinizde tuttuğunuz
el-Milel ve'n-Nihal adlı eseri, ismini yaşatan en önemli çalışmasıdır.
469/1079 tarihinde memleketi
Şehristan'da dünyaya geldi. Sonraki dönemde iyi tanınmasına rağmen çocukluk
dönemi ve ailesi ile alakalı bilgimiz yoktur.
Memleketinde Arap dili ve edebiyatı,
hesap, mantık vs. gibi âlet ilimlerini öğrendikten sonra, asıl İslâmi ilimleri
öğrenmek için ilmî seyahatlere çıktı. İlk olarak Nİşabur'a gitti. Burada dini
ilimler sahasında kendini yetiştirdi. Fıkıh ve usûlünü, kelâm, cedel usulü ve
Uahiyyat felsefesi gibi ilimleri öğrendi.
Buradan ayrıldığı zaman artık
tanınmış biriydi. Harizm'e geçti, orada tedris vazifesiyle meşgul oldu. Hacca
gitmek niyetiyle buradan ayrıldı. Hacc dönüşü Bağdâd'a uğradı. İslâm dünyasının
tanınmış ilim merkezlerinden sayılan Nizamiye Medresesinde üç yıl ders verdi.
Selçuklu Sultanı Sencer'in veziri Ebul
Kasım Muhammed'e danışmanlık yapmak üzere Horasan'a geçti. Bu hizmette 12 yıl
kadar kaldı. EI-Mİleİ ve'n-Nihal isimli eserini burada kaleme aldı ve adı geçen
vezire ithaf etti. Bu vazifeden azledikten sonra Tirmiz kentine gitti.
Ömrünün son yıllarını memleketi
Şehristan'da geçirdiği anlaşılmaktadır. Talebesi es-Sem'âni, onun 548/1153 yılı
Şaban ayında burada vefat ettiğini kaydetmektedir.
Hayatını kaleme alanlar, onun
yazdığı yirmi kadar eserinden bahsederler. Eserlerinin başında elinizdeki
tercümeyi zikretmek gerekir. Bu eserde, vezirin isteği üzere Islami fırkaları
tanıtmış, bunların Sünni çizgiye muhalif yönlerini belirtmiştir. O dönemdeki
felsefi çalışmaları zikretmiş, Sokrat, Eflatun, gibi Yunan filozoflarını
fikirlerinin ana hatlarıyla zikretmiştir. İbn Sina gibi İslâm filozoflarının
çalışmalarına temas etmiş, onları fikirleriyle kısa kısa tanıtmıştır. İslâm
dışındaki dinlerden Yahudilik ve Hıristiyanlığı anlatmış, sabiilik, haniflik,
mecusilikten bahsetmiş ve uzak doğu Hint dinlerine de temas ederek eserini
bitirmiştir. Tanıttığı fırka veya dinle ilgiü bilgileri bizzat kendi
kaynaklarından nakletmiş, anlatımına kendi yorumlarını katmamıştır.
Bu eserinin dışında Nihâyetu'l-İkdam
fi İlmi'l-Kelâm isimli bir kelâm kitabı ve İbn Sina'nın eserlerinin İslâm
ilahiyatı bahsindeki hatalarına karşı bir reddiye mahiyetinde kaleme aldığı
el-Musara'a isimli bir çalışması daha vardır. Bunların dışındaki çalışmalarından
şimdilik haberdar değiliz.
Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla...
Verdiği tüm nimetlere şükreden
kulların hamd ediş tarzıyla, hanıd olsun Allah'a. Lâyık olduğu veçhile, tüm
güzel ve kutlu övgüler O'nadır. Aİlah, peygamberlerin sonuncusu, rahmet
peygamberi, seçilmiş Muham-med'i ve onun ehlini; tıpkı İbrahim ve ehli gibi
selamı ve bereketiyle kuşatsın. O yüce ve Övgüye en layık olandır.
Allah Teâlâ beni dünyadaki tüm din
mensuplarının, çeşitli felsefe ve kanaat sahiplerinin görüşlerini inceleyip
bunların kaynaklarına İnmeye, en önemli fikirlerini ve meşhur yönlerini
öğrenmeye muvaffak kıldığı zaman hepsinin bakış açılarını muhtasar bir eserde
toplamayı uygun gördüm. Umulur ki bu eserim, sağduyu ile bakanlara ibret, ibret
almak için bakanlara da bir sağduyu rehberi olur.
Asıl konuya dalmadan şu beş meseleyi
ele almamız şarttır:
1- Yeryüzündeki insanların kısaca taksimi.
2- islâm fırkalarını saymada esas alınacak ana ilkenin
tesbiti.
3- insanlar arasında beliren ilk şüphe, bu şüphenin
kimden kaynaklandığı ve terviç edildiği.
4- İslâm inancında ortaya çıkan ilk şüphe, bu şüphenin
kimden kaynaklandığı, nasıl dallandığı ve terviç edildiği.
5- Kitabımızın belli bir hesap yöntemine göre
düzenlenmesinin nedeni.
1- Bir grup âlim insanlığı, yaşadıkları yedi bölgeye
(iklîm) göre taksim etmiş ve bölge farklılıklarının ortaya çıkardığı ten ve
dil ayrılığı ile bunların dayandığı tabiat ve kişilik ayrışması üzerinde
durmuştur.
2- Bir başka grup, insanları Doğu, Batı, Güney, Kuzey
olmak üzere yaşadıkları bölgelerin hangi cihette olduğuna bakarak dört kısma ayırmış
ve her bölgenin payına düşen mizaç ve örf farklılığı üzerinde durmuştur.
3- Üçüncü bir grup ise, insanları mensup oldukları
milletlere göre ayırmıştır. Onlar, büyük millet olarak Araplar, İranlılar,
Romalılar ve Hintlileri saymışlardır. Daha sonra bu milletleri de ikiye
ayırmış; Araplarla Hintlilerin anlayış bakımından uyuşarak, varlıkların temel
özellikleriyle ilgilendiklerini, mahiyet ve hakikatlere göre hüküm verdiklerini
ve ruhanî unsurları çok kullandıklarını söylemişlerdir. Romalıların ise İranlılarla
uyuştuklarını ve varlıkların doğal yönlerini ortaya koymaya, keyfiyet ve
kemmiyetlerine göre hüküm vermeye eğilimli olduklarını, cismânî unsurları daha
çok kullandıklarını ifade etmişlerdir.
4- Bir başka topluluk ise insanları görüş ve mezheplerine
göre taksim etmiştir ki, kitabımızın maksadı ve mevzuu da budur. Sağlıklı bir
taksime göre insanlık, din sahibi olanlar ile akıl ve nevalarına uyanlar
şeklinde ikiye ayrılır.
Din sahipleri arasına genel olarak
Mecûsîler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar girmektedir.
Akıt ve nevalarına uyanlar araşma
ise filozoflar, maddeciler (dehrUer), Sâbİîler, yıldızlara ve putlara
tapanlarla Brahmanlar girer.
Bunların hepsi de kendi içlerinde
çeşitli fırkalara ayrılmışlardır. Akıl ve heva ehlini görüşleri itibarıyla
belli bir sayı ile belirlemek mümkün değildir- Din sahipleri, bilinenler
ışığında belli sayıda mezhep ve fırka ile sınırlıdır. Buna göre Mecûsîler
yetmiş, Yahudiler yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki, Müslümanlar da yetmiş
üç fırkaya ayrılmışlardır. Bütün bu
fırkalar arasında kurtuluşa erecek
olan ise tek bir fırkadır. Çünkü iki zıt İddia karşı karşıya geldiğinde hak
bunlardan birinde yer alır.
Tekabül kurallarına göre karşı
karşıya gelen iki kaziyede mutlaka doğrunun bir tarafta, yanlışın da Ötekinde
bulunması gerekir. Akılla bilinen hususların dayandığı metodlara göre herhangi
bir konuda birbiriyle çelişen hasımlardan her ikisinin de hak üzere olması
imkânsızdır. Aklî meselelerde hak, tek olduğuna göre bütün meselelerde de tek
bir fırkanın hak üzere olması gerekir. Bu husus, akıl yoluyla bilindiği gibi
nakille de teyit edilmiştir. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Yarattıklarımızdan
Öyle bir ümmet var ki hak ile yol bulur ve onunla hükmederler." (A'râf,
7/181) Allah Resulü (saliailâhu aleyhi ve selkm) de şöyle buyurmuştur:
"Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan sadece biri kurtuluşa
erecek, diğerleri helak olacaktır." "Bu fırka hangisidir?" diye
sorulduğunda ise şöyle buyurdular: "Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'tir."
"Ehli Sünnet ve'1-Cemaat kimlerdir?" diye sorulduğunda ise şöyle
cevap verdiler: "Halihazırda benim ve ashabımın bulunduğu yol üzere
olanlardır." (Hakîm, Müstedrek, I. 218-219; İbn Mace, Rten, 17)
Allah Resulü (saliallâhu aleyhi ve
sellem) başka bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden
bir topluluk Kıyamet gününe kadar hak üzere durmaya devam eder."(Buhârî,
Ftisam, 10)
Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ümmetim, dalâlet üzerinde
birleşmez." (Heyscmî, MecmeuVZevaid, V, 218,219)
Biliniz ki İslam fırkalarının
belirlenmesi hakkında âlimlerin birçok metodu vardır. Ancak bunlar belli bir
asıl veya nassa ya da varlık hakkında bilgi veren temel kurallardan herhangi
birine dayalı değildir. Müellifler, bu fırkaları tasnif ederken belli bir
yöntem üzerinde ittifak etmemişlerdir.
Bilindiği üzere herhangi bir
meselede bir görüşle diğerlerinden ayrılan birinin müstakil bir fikir sahibi
sayılması söz konusu değildir. Aksi takdirde itikadı görüşler, tasnif ve sayıma
tâbi tutulamayacak kadar çok olur; meselâ, cevherlerin hükümleriyle ilgili bir
meselede farklı bir görüşü olan, müstakil itikadı görüş sahibi sayılır.
Öyleyse, hakkında ihtilaf edildiği zaman bu ihtilafın müstakil bir itikadı
görüş, sahibinin de müstakil fikir sahibi sayılacağı meselelere dair bir
"ana ilke"nin bulunması gerekir.
Kelamcılardan herhangi biri, böyle
bir ilke belirleme yoluna gitmemiştir. İslâm fırkalarım, kendi yaklaşımlarına
göre tasnif etmiş, çoğunlukla da daha öncekileri takip etmişlerdir. Bu tasnifi
yaparken istikrarlı bir yasaya ve kalıcı bir metoda dayanmamışlardır. Bunların
geneli, fırkalarla ilgili değerlendirmelerinde kolay yolu seçerek dört temel
asıldan hareket etmişlerdir. Bu dört asıl şunlardır:
a- Sıfatlar ve sıfatlarda tevhid meselesi. Bu aslın alt
başlığında yer alan ana konular şunlardır: Ezelî sıfatlar ki bunlar bazı
cemaatlar tarafından kabul edilirken bazıları tarafından reddedilmektedir.
Zât-ı İlahfnin sıfatlarının açıklaması. Fiilî sıfatların açıklaması. Allah
Teâlâ hakkında vacip, caiz ve imkânsız olanların belirlenmesi. Bu konularda
Eş'ariye, Kerrâmi-ye, Mücessime ve Mu'tezİle arasında farklılıklar söz
konusudur.
b- Kader ve kaderde adalet meselesi. Bu da birtakım
alt meselelere ayrılmaktadır. Kaza, kader, cebr, kesb, hayır ve şerri irâde
etme, makdur ve malûm gibi. Bunlar, bazı ekoller tarafından isbât edilirken
bazıları tarafından da nefyedilmektedir. Bu mesele hakkında ihtilafa düşenler
ise Kaderiye, Neccâriye, Cebriye, Eş'ariye ve Kerrâmiye fırkalarıdır.
c- Va'd, va'îd, İsimler ve hükümler meselesi. Bu mesele
de şu alt başlıklara sahiptir: İman, tövbe, va'îd, irca (erteleme), tekfir,
tadlîl (saptırma). Bunlar, bazı cemaatlar tarafından isbât edilirken bazıları
tarafından da nef-yedilirler. Bu konuda ihtilafa düşen fırkalar, Mürcie,
Va'îdiyye, Mu'tezİle, Eş'ariye ve Kerrâmiye'dir.
d- Sem', akıl, risâlet ve imamet meselesi. Bu mesele ise
şu konulara şâmildir: Tahsîn-takbîh (hüsün-kubuh meselesi), salâh-aslah
(Allah'ın kulları için en uygun olanı yaratma mecburiyeti meselesi), lutf ve
peygamberlikte ismet. İmametin şartları bazı cemaatlara göre nas ile,
bazılarına göre icmâ ile belirlenmiştir. İmametin başka bir şahsa geçmesi de
bazılarına göre nas yoluyla, bazılarına göre de icmâ yoluyla olur. Bu konuda
ihtilafa düşen fırkalar Şîa, Hâriciye, Mu'tezİle, Kerrâmiye ve Eş'ariyc'dir.
Bu meselelerden herhangi birinde
kendine ait bağımsız bir görüşü olan her İmamın bu görüşü mezhep, bu mezhepte
ona tâbi olanlar da bir fırka sayılır. Bu temel meseleler dışında, bunların alt
başlıklarından herhangi birinde diğerlerinden farklı düşünen âlimin görüşü ise
mezhep sayılmaz. Dolayısıyla o görüşte kendisine tâbi olanlar da fırka teşkil
etmez. Böyle bir âlim, ana meselede uygun düştüğü imamın mezhebi kapsamında
sayılır. Onun diğer görüşleri de başlı başına bir mezhep sayılmayan fer'iyâta
dahil edilir. Bu noktadan bakıldığında mezheplerin sonsuz sayıda olmadığı
ortaya çıkar. Temel ihtilaflara konu olan ana meseleler belirlendiği için,
müslüman fırkaların taksimi de buna göre yapılabilmektedir. Buna göre çeşitli
ortak noktalarına rağmen temel meselelerde farklı düşünen dört kelam mezhebi
şunlardır:
A- Kaderiyye
B- Sıfatiyye
C- Haricîler
D- Şîa
Bu fırkalar, bazı konularda aynı,
bazı konularda farklı görüşlere sahip olmuşlar ve her biri de birçok dallara
bölünmüştür. Yetmiş üç fırka, işte bu dört ana fırkanın dallarından
oluşmaktadır.
Kelam mezhepleriyle ilgili olarak
kitap telif eden âlimler, bunların tasnifinde şu iki yolu izlemişlerdir:
1- Öncelikle ihtilafa konu olan ana meseleler ortaya
konulmuş ve bunlardan her biri hakkında farklı görüşü olan mezhep sahipleri ve
bunların fırkaları zikredilmiştir.
2- Mezhep sahipleri ve fırkaları sıralandıktan sonra
bunların temel meseleler hakkındaki görüşleri sırayla zikredilmiştir.
Bu eserimizde izlenen usûl ise
ikincisidir. Çünkü kanaatimize göre, kelam mezheplerinin tasnifi bu şekilde
daha sağlıklı ve hesap açısından daha uygun olmaktadır.
Biz de her mezhebi, mezhep
sahiplerinin kendi kitaplarında yazdıklarına dayanarak nakledeceğiz. Böylelikle
hiçbir kelam mezhebine bağlı kalmayacak, önyargılı davranmayacak, görüşlerini
sahih ve fasit, hak veya bâtıl olarak nitelemeyeceğiz. Çünkü aklî delillerin
kıvnmlarındaki hak ışıkları ve bâtıl esintileri duru zihinlere gizli
kalmayacaktır. Başarı Allah Teâlâ'dandır.
Halk arasında ortaya çıkan İlk
şüphe, lanetli Iblis'in ortaya attığı şüphedir. Bu şüphenin kaynağı; nass
karşısında şahsî görüşü öne sürmesi, emir karşısında arzu ve hevayı tercih
etmesi ve yaratıldığı özün, Adem Peygamberin (sallallâhu aleyhi ve selîem)
yaratıldığı özden daha üstün olduğuna inanmasıydı.
Iblis'in bu şüphesinden yedi şüphe
daha doğmuş ve insanların zihinlerine yerleşmiştir. Bu şüpheler zaman içinde
bidat ve dalâlet ehlinin mezhepleri haline gelmiştir. Sözkonusu şüpheler
tahrif edilmiş Tevrat ve dört İncil'de de yer almıştır.
Rivayete göre günahkâr İblis, Adem
Peygambere secde etme emrine uymayınca meleklerle arasında bir münazara
yaşanmıştı. İblis, meleklere şöyle dedi: "Kesinlikle kabul ediyorum ki
Hak Teâlâ benim de diğer yaratılmışların da İkhı'dır. Kadir ve Alim'dir. Kudret
ve irâdesinden suâl edilmez. Bir şeyi murâd ettiği zaman Ol der, o da oluverir:
Bir şeyi murad ettiği zaman O'nun emri ancak Ol! demesidir. Olur." Ancak
O'nun hikmetinin tecelli şekline yönelik birçok soru mevcuttur."
Bunun üzerine melekler şöyle
dediler: "Bu sorular nelerdir ve kaç tanedir?"
İblis şöyle karşılık verdi:
"Bunlar yedi sorudan ibarettir.
İlk soru şudur: Hak Teâlâ beni
yaratmadan önce benden sâdır olacak şeyi bildiği halde beni niçin yarattı?
Yaratılış hikmetim neydi?
ikinci soru şudur: İrâde ve dilemesi
gereği beni yarattı. İtaatimden kendisine bir yarar, masiyetimden de bir zarar
gelmediği halde niçin kendisini bilmek ve itaat etmekle mükellef kıldı? Bu
mükellefiyetin hikmeti neydi?
Üçüncü soru şudur: Beni yaratıp
marifet ve itaatiyle mükellef kıldı. Ben de bu mükellefiyetin gereğini yaptım.
Peki daha sonra neden Adem'e (aieyhisselâm) itaat ve secde ile emir buyurdu? Bu
mükellefiyet, marifet ve İtaatimi artırmayacakken bundaki hususî hikmeti neydi?
Dördüncü soru şudur: Hak Teâlâ beni
yaratıp genel ve özel anlamda mükellef kıldıktan sonra ben Adem'e
(afeyhisselâm) secde etmeyince niçin lanetledi ve cennetten çıkardı beni?
Halbuki benim, 'Senden başkasına secde etmem!' demekten başka bir kabahatim
olmamıştı. Bunun hikmeti neydi?
Beşinci soru şudur: Beni yaratıp
genel ve özel anlamda mükellef kıldıktan ve itaatsizliğimden dolayı bana lanet
ederek cennetten kovmasından sonra neden Adem'le irtibat kurmama imkân verdi?
Bu şekilde ikinci kez cennete girdim ve vesvese vererek onu kandırdım. Yasak
olan ağaçtan yemesini sağladım. Halbuki beni cennete sokmasaydı Adem oğulları
benden uzak durur ve cennette ebediyen yaşarlardı. Böyle yapmasının hikmeti
neydi?
Altıncı soru şudur: Beni yaratıp
genel ve özel anlamda mükellef kıldıktan ve lanetine muhatap ettikten sonra
cennete girmeme engel olmadı. Düşmanlık benimle Adem arasında iken neden beni
onun çocuklarına da musallat kıldı? Ben onları görürken, onlar beni göremezler.
Benim vesvese ve tuzaklarım onlara tesir ederken onların güç ve kuvvetleri beni
etkileyemez. Peki bundaki hikmet nedir?
Yedinci soru ise şudur: Hak Teâlâ
beni yaratıp mutlak ve mukayyed surette mükellef kıldı. Enirine itaat
etmediğimde ise bana lanet ederek kovdu. Cennete girmek istediğimde ise bana
izin verdi ve beni ona musallat etti. İşimi gördükten sonra beni cennetten
tekrar çıkardı ve Adem oğluna musallat etti. Peki O'ndan mühlet istediğimde
neden bana mühlet verdi? O'na şöyle demiştim: 'Diriltilecekleri güne kadar bana
mühlet ver.' Buyurdu ki: 'Muhakkak sen, belli vakte kadar mühlet
verilmişlerdensin.' (A'râf, 7/13) Eğer beni o an helak etmiş olsaydı, insanlar
benden kurtulmuş olur ve yeryüzünde kötülük olmazdı. Dünyanın dirlik ve düzen
üzere kalması kötülükle dolup karmakarışık hale gelmesinden daha iyi değil
midir? Bana mühlet verilmesinin hikmeti nedir?"
İncil sârini şöyle demiştir:
"Bunun üzerine Hak Teâlâ
meleklere şöyle buyurdu: Ona deyin kî: Senin ve bütün yaratılmışların ilahı
olduğuma dair tasdik ve teslimiyetinde samimi ve dürüst değilsin. Eğer öyle
olsaydın benim hakkımda 'Niçin' diyerek hüküm yürütmezdin. Ben, O Allahım ki
Ben'den başka ilah yoktur. Yaptığımdan suâl edilmez. Yaratılmışların yaptıkları
ise sorguya tâbidir."
Yukarıda zikrettiğimiz hususlar
Tevrat'ta mevcut olduğu gibi İncil'de de aynen yer almaktadır.
Bu konuda bir süre düşündükten sonra
şu görüşe vardık: İyi bilinmelidir ki Adem oğlu arasında ortaya çıkan her
türlü şüphe ve kuşku, şeytanın saptırma ve vesveselerinden kaynaklanmaktadır.
Şeytanın şüpheleri yedi tane olduğu gibi, bidat ve dalâlet mezheplerinin belli
başlı olanları da yedi ana kolda toplanmıştır. Dalâlet ve küfr ehlinin
fırkaları, ne kadar çok da olsalar bu yedi şüpheden uzak kalamazlar. İfadelerde
ve izlenen yollarda farklılık varsa, bu, tohum gibî [birbirine benzer]
sapkınlık türlerine nis-betle böyledir. Hepsinin dayandığı nokta İse, hakkı
teslim ettikten sonra O'nun emrini inkâr etmek ve nas karşısında nevaya
meyletmektir.
Nuh (afeyhİsselâm), Hûd
(aleyhisselâm), Salih (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisse-İâm), LÛt
(aleyhisselâm), Şuayb (aleyhisselâm), Musa (aleyhisselâm), İsa (aleyhisselâm)
ve Allah Resulü (salkllâfau aleyhi ve sellem) ile mücâdele edenlerin hepsi de
lanetli şey-tanın yolundan giderek türlü şüphe ve tereddütler izhâr
etmişlerdir. Bunların ortak hedefi, yüklenmek istenen mükellefiyetten sıyrılmak
ve şeriat mübelliğ-lerinin getirdikleri emir ve yasakları toptan inkâr etmekti.
Nitekim onların söyledikleri "Yoksa beşer mi bize yol gösterecek?"
(Tegâbün, 64/6) lafıyla lanetli İblis'in söylediği "Çamurdan yarattığın
bir varlığın önünde mi eğileceğim?" (İsrâ, 17/60) lafı arasında hiçbir
fark yoktur. İşte ihtilaf ve kavganın koptuğu nokta budur. Söz konusu yol
ayrımı hakkında Kuran-ı Kerîm'dc şöyle buy-rulmaktadır: "Hidayet rehberi
geldiğinde insanları iman etmekten alıkoyan, 'Yoksa Allah bir beşeri mi
peygamber gönderdi?' iddiasından başkası değildir." (İsrâ, 17/94)
Görüldüğü gibi insanların iman etmesini engelleyen temel etken bu düşüncedir.
Bu anlamda İblis hakkında da aynı durum söz konusu olmuştur: "Sana
emrettiğimde secde etmene engel olan nedir? Dedi ki: Ben ondan daha üstünüm.
Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." (A'râf, 7/11) İblis'in
soyundan gelen zürriyeti ise şöyle demişlerdir: "Ben, zavallı ve nerdeyse
konuşamayan bu kimseden daha üstün değil miyim?" (Zuhruf, 43/52) Aynı
şekilde daha sonra yaşayan inkarcıların söylediklerine baktığımızda öncekilere
aynen uyduğunu görürüz: "Daha öncekiler de aynen onların söyledikleri gibi
söylediler. Kalpleri benzeşmiş tir." (Bakara, 2/118) "Daha önce
yalanlamış olduklarına elbette inanacak değillerdi." (Yûnus, 10/74)
İlk lanetli, akıl yürütülmeyecek bir
konuda akim hakemliğine başvurunca, Yaratanın hükmünü yaratılan, yaratılanın
hükmünü de Yaratan üzerinde icra etmek kaçınılmaz oldu. Yaratanın hükmünü
yaratılan üzerinde icra etmek, aşırılıktır. Yaratılanın hükmünü yaratana icra
etmek ise büyük bir yanlıştır.
Birinci şüpheden doğan mezhepler
Hulûliyye, Tenâsühiyye, Müşebbi-he ve birtakım aşırı Rafızî fırkalarıdır.
İkinci şüpheden Kaderiye, Cebriye ve
Mücessime mezhepleri ortaya çıkmıştır. Bunlar Allah Teâlâ'mn sıfatlan
noktasında hata etmiş ve O'nu mahlukâtın sıfatlarıyla tavsif etmişlerdir.
Mu'tezile fiillerde teşbih taraftarı
iken Müşebbİhe fırkası sıfatlarda hulûlcüdür. Bunlar gözlerinden herhangi biri
kör olan fırkalardır.
"Bİzim için hasen (İyİ-güzel)
olan Hak için de hasen, bizim için kabîh (kötü-çirkin) olan hak için de
kabîhtir" diyen kimse, Allah Teâlâ'yı insanlara teşbih etmiş olur. Allah
Teâlâ'mn halkın sıfatlarıyla tavsif edilmesi veya halkın O'nun sıfatlarından
biriyle tavsif edilmesi fikrine meyleden kimsenin haktan itizâl ettiğine
(ayrıldığına) hükmedilir. Kaderiye fırkasının aslı, her şeyde illetin ardına
düşmektir. Bu, lanetlenmiş İblis'in de hareket noktasıdır. Çünkü o, önce
yaratılışın, sonra mükellefiyetin illetini, ardından Adem Peygamber'e
(aleyhisselâm) secde etmedeki yararını sorgulamıştır. Hâriciye işte bu
sorgulamadan doğmuş ve bu fırkanın mensupları Allah Tealâ'dan başka hakem
olmadığını, insanların hakem olamayacaklarını iddia etmişlerdir. Onların bu
iddiaları ile lanetli İblis'in "Balçıktan, işlenebilen kara topraktan
yarattığın insana secde edemem" (Hicr/33) sözü arasında hiçbir fark
yoktur. Kısaca söylemek gerekirse emirlerin maksatlarının ardına düşen iki
taraf da kınanmıştır.
Mu'tezile mensupları tevhid
konusunda aşırıya kaçmış, sıfatları nefye-derek ta'tîl yanı sıfatları geçersiz
kılma fikrine ulaşmışlardır.
Râfizîlcr, nübüvvet ve imamet
konularında aşırıya giderek hulul fikrine sapmışlardır.
Haricîler, insan irâdesini iyice
daraltarak, insanların hakemliğini reddetme noktasına varmışlardır.
Dikkatle düşünüldüğü zaman sapkın
fırkalar arasında görülen şüphelerin hemen tamamı, lanetli İblis'in
şüphelerinden kaynaklanmış olup onun hile ve tuzaklarından doğmuştur.
Ahir zamanda vuku bulan şüphelerin
tamamı, ilk devirde ortaya çıkmış şüphelerdir. Allah Teâlâ da işte bu yüzden
şöyle buyurmuştur: "Şeytanın adımlarını izlemeyin. Muhakkak o, sizler
için açık bir düşmandır." (Bakara, 2/168) Allah Resulü (sallaiMhu aleyhi
ve sellem) de ümmetimizin sapkın fırkalarından her birini geçmiş ümmetlerden
birine benzeterek şöyle buyurmuştur: "Kaderiye bu ümmetin Mecüsileri,
Müşebbihe Yahudileri, Râfiziler ise HirİS tiyanlandir." (Hakîm,
Mtistedrek, 1/159; Müsned, 5/406; Taberânî, Mucemu's-Sağir, 7/36) Her ümmetin
şüpheleri, kendi zamanlarında yaşayan inkarcı ve münafıkların şüphelerinden
kaynaklanın ıştır.
Allah Resulü (sallaflâhu aleyhi ve
sellem) İslâm Ümmetinde ortaya çıkacak fırkalar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Sîzden önceki ümmetlerin yollarına girecek, onları aynen ok tüyleri gibi
birebir, aynı yere basan ayak izleri gibi takip edeceksiniz. Öyle kî keler
deliğine girseler, siz de gireceksiniz," (Buhârî, İstisam, 14; Müslim,
İlim, 6; İbn Mâce, Fiten, 17; Müsned, 2/327; Taberî, Tefsir, 6/412)
Bu başlık altında İslâm Ümmeti'nde
ortaya çıkan ilk şüphe, bu şüphenin kaynağı, kimler tarafından ortaya atıldığı
ve nasıl dallandığı açıklanacaktır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi
son ümmette ortaya çıkan şüpheler, insanoğlunun tarihinde ortaya çıkan ilk
şüphelerin aynısıydı. Bundan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki her
peygamberin zamanında bu şüphelerin bir kısmı veya tamamı gündeme
getirilmiştir. İslâm Ümmeti'nin ilk devrinde ortaya atılan şüpheler de
öncelikle Allah Resûlü'nün (saUallâhy ve sellem) döneminde O'nun karşısına
çıkan küfr ve ilhâd ehli, özellikle de münafıklar tarafından ortaya atılmıştır.
Aynı grupların diğer peygamberlere karşı çıkarken de benzer şüpheleri öne
sürdüklerini bilmemize rağmen, g -çen uzun zamandan dolayı bunlar unutulup
gitmiştir.
Gayet açıktır ki bu ümmetin bütün
şüpheleri, Allah Resûlü'nün (saüal-fâhu aleyhi ve sellem) devrinde yaşayan
münafıklardan kaynaklanmıştır. Çünkü onlar, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi
ve sellem) emir ve yasaklarına rıza göstermez, sorulması sakıncalı konulan
sorar, tartışılmayacak meseleleri haksız şekilde tartışırlardı.
Bu bağlamda en güzel örnek,
ZH-Huvaysira et-Temîmî hadisidir. "Zi'1-Huvaysira et-Temîmî ile Allah
Resulü (sallallâhu aleyhi ve seilem) arasında şöyle bir konuşma geçmişti:
- Adil ol ey Muhammedi
- Ben âdil değilsem, kim âdil
olabilir?
- Yaptığın taksim, Allah
rızası gözetilmemiş bir taksimdir." (Buhârî, Menâfcıb, 25; Edeb, 95;
Müslim, Zekât, 148; Müsned, 219)
Görüldüğü üzere bu söz, Allah
Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) açıkça karşı çıkışı ifade ediyordu. Hak
İmama karşı çıkan biri İslâm toplumu dışında sayılıyorsa, Allah Resûlü'ne
{saliallâhu aleyhi ve sellem) karşı çıkan kimsenin durumu, ııas karşısında
hevâya sarılma ve aklî kıyasa başvurarak emre isyan etme konusunda en açık
Örnek değil midir? Nitekim Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu adam
hakkında şöyle buyurmuştur;
"Bu adamın soyundan öyle bir
topluluk türeyecektir ki okun yaydan fırlayıp çıkması gibi dinden
çıkacaklardır." (Buhârî, Tevhid, 23; Enbiyâ, 6; Müslim, Zekât, 142; Ebû
Davud, Sünnet, 28)
Uhud savaşında münafıklardan bir
grubun yaptıkları da şu ayet-i kerimede anlatılmaktadır:
Dediler ki: Bu işte bizim bir
fikrimiz var mı? Bu işte bizim fikri-Jz alınsaydı, burada öldürülmezdikP (Ai-i
îmrân, 3/154) "Onlar yanımızda yalardı, ölmez ve öidürülmezlerdi."
(Al-i İmrân, 3/156) Bütün bu ifadeler, e (insanoğlunun kendi kaderini tayin
edeceği) fikrini ileri sürmek- nedir? Müşriklerden bir topluluk ise şöyle
demiştir: "Eğer Allah dilemiş olsaydı O'ndan başkasına tapmazdık."
(Nahl/34) Başka bir topluluk ise şöyle demiştir: "Dilese Allah'ın yemek
vereceği kimseleri biz mi besleyelim?" (Yasta, 36/47)
Başka bir topluluk ise Allah
Teâlâ'nın celâli üzerindeki düşünceleri ve fiilleriyle ilgili tasarruflarından
hareketle O'nun zâtı hakkında mücâdeleye girdikleri için bundan men edilerek
tehdit edilmişlerdir: "Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken
O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar." (Ra'd, 13/13)
Bütün bunlar, Allah Resûlü'nün
(sallallâhu aleyhi ve sdlem) bütün gücü, kudreti ve şevketiyle yaşadığı
devirde ortaya atılmış şüphelerdir. Münafıklar O'nun devrinde hile ve
tuzaklarını kurmaya devam etmiş, müslünıan olduklarını söyleyip küfürlerini
gizlemeye çalışmışlardır. Ancak Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve selkm)
attığı her adımda O'na karşı çıkarak ve kararları hakkında kuşkular doğurarak
İtirazlarını sürdürmüşlerdir. Yaptıkları bu İtirazlar, o günlerde tohum
hükmünde iken zaman içinde yeşererek meyvelerini vermeye başlamıştır.
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi
ve seilem) hastalığı ve vefatı sırasında yaşanan ihtilaflar İse İçtihadı
ihtilaflar olarak nitelenmiştir. Bunlar, daha çok şer5! görevlerin yerine
getirilmesi ve dinin yaşatılmasıyla ilgili endişelere dayanmaktadır.
Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve
selkm) hastalığı esnasında yaşanan birinci ihtilafı, İmam Buharı Abdullah b.
Abbas'm rivayetiyle şöylece aktarır:
"Resûlullah'ın (salialiâhu
aleyhi ve seilem) vefatıyla sonuçlanan hastalığı şiddetlendiğinde; 'Bana kalem
ve kâğıt getirin, benden sonra sapmamanız için size bir yazı yazayım.' buyurdu.
Ömer (radıyallahu anh): 'Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve seilem) hastalığın
ızdırabı galebe çalmıştır, bize Allah'ın kitabı yeter." dedi. Bunun
üzerine laf çoğaldı, Hz. Peygamber: 'Çekilin yanımdan, benim yanımda çekişme
olmaz!' buyurdu. Bizimle Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve seilem) yazısı
arasına giren felaket ne kadar büyüktü." (Abdurrezzak, Musannaf, 5/439;
İbn Sa'd, Tebakat, 2/244; müsned, 1/325)
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi
ve seilem) hastalığı esnasında yaşanan ikinci ihtilaf şudur: Allah Resulü
(sallallâhu aleyhi ve seilem) hasta döşeğinde iken şöyle buyurmuştu:
"Üsâme'nin ordusunu donatın. Geri kalana Allah lanet etsin!" (Vakidî,
Megâzî, 3/1119; İbn Sa'd, Tabakat, 2/190) Bunun üzerine bir topluluk şöyle
dedi: "O'nun emrini yerine getirmemiz gerekir. Üsâme (radıyallahu anh) da
Medine'den çıktı." (İbn Hişâm, Es-Siretü'n-Nebeviyye, 4/218, 224)
Bîr başka topluluk ise şöyle dedi:
"Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve seilem) hastalığı iyice ağırlaştı.
O'ndan ayrılmak bize zor geliyor. Durum böyle olduğu için iş bir sonuca
ulaşıncaya kadar sabredelim."
Bu iki ihtilafı zikretmemizin
nedeni, muhaliflerin, bu görüş farklılığının dinî esaslardaki ihtilaflar
üzerinde etkin olduklarını düşünme ihtimalleridir. Oysa işin aslı böyle
değildir. Her iki ihtilafta da endişe edilen husus, kalplerin hüzne boğulması
halinde bile dinî emirlerin yerine getirilmesi ve tutuşabilecek fitne ateşinin
baştan söndürülmesidir.
Üçüncü İhtilafa gelince, Allah
Resulü (sallallâhu aleyhi ve seilem) vefat ettiğinde Ömer (radiyaUahu anh)
ŞÖyle demişti: "Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve
seilem) ölmedi. Hz. İsa
(aleyhisselâm) gİbİ göğe çekildi. Onun öldüğünü söyleyeni bu kılıcımla
katlederim!" Buna karşılık Ebu Bekir (radıyallahu anh) şöyle dedî:"
Her kim Hz. Muhammed'e ibadet ediyorsa, iyi bilsin İd O vefat etti. Her kim de
Hz. Muhammed'İn Rabbİne İbadet ediyorsa bilsin kİ, O ölmez ve asla fena
bulmaz!" Sonra: "Muhammed ancak bir peygamberdir. O'ndan önce de
peygamberler gelip geçmiştir. Eğer ölür veya öldürü-lürse topuklarınızın
üstünde gerisin geri mİ döneceksiniz? Topuklarının üstünde geri dönenler
Allah'a asla zarar veremeyecektir. Allah şükredenle-ri ödüllendirecektir."
(Ai-i İmrân, 3/143) ayet-i kerimesini okudu. (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye,
4/227-228) Halk bu ayet-i kerimeyi işittiği zaman Ebu Bekir'in (radıyallahu anh)
sözüne uyup Ömer'in (radıyaliahu anh) sözünü terkettİ. Ömer (radıyallahu anh)
şöyle dedi: "O'nun vefatı beni öyle hayret ve dehşete düşürmüştü ki, Ebu
Bekir (radıyallahu anh) okumazdan önce bu ayeti sanki hiç İşitmemiş gibi
oldum." (İbn Sa'd, Tabakat, 2/268)
Dördüncü ihtilaf, Allah Resûlü'nün
(sallallâhu aleyhi ve seilem) defin yeri konusunda yaşandı. Muhacirler, Fahr-i
Alem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğum yeri ve aile yurdu diyerek naaşım
Mekke'ye götürmek istediler. i-nsar ise, hicret ve zafer yurdudur diyerek
Medine'ye defnetmek istedi. Sahabeden bir başka topluluk ise, Kudüs
peygamberlerin mezarlığı ve onun da miraca çıktığı yerdir diyerek oraya
defnetmek istediler. En sonunda "Peygamberler, öldükleri yere
defnedilirler" (İbn Mace, Cenâiz, 65, Müsned, 1/7) hadisine ulaşarak
Medine'de defnedilmesi üzerinde fikir birliğine vardılar.
Beşinci ihtilaf, imamet (hilâfet)
konusunda yaşanmıştır. Ümmet arasında yaşanan en büyük ihtilaf, imamet
konusunda olmuştur. İslâm tarihinde, imamet meselesinde olduğu kadar başka
hiçbir dinî meselede kılıçlar çekilmemiştir. Ancak Asr-ı Saâdet'te yaşanan
ihtilaf, Hak Teâlâ'nın lütfuyla kan dökülmeden çözülmüştür. İmamet konusunda
muhacirlerle ensâr arasında fikir ayrılığı doğmuştu. Ensâr muhacirlere,
"Sizden bir emîr, bizden bir emir olsun" dediler ve kendi emirleri
olarak da Sa'd b. Ubâde el-Ensârfyi (radıyaliahu anh) seçtiler. Ebu Bekir ve
Ömer (radıyaliahu anlı) duruma hemen müdâhale ederek Benî Sâide'nin avlusunda
onlarla konuştular. Ömer (radıyallahu anh) bu olayı şöyle anlatmıştır:
"Yolda güzel bir konuşma yapmak için kendi kendime cümleler kuruyordum.
Konuşmak istediğim zaman Ebu Bekir (radıyallahu anh) araya girerek 'Sen dur ey
Ömer!' dedi. Ardından Allah Teâlâ'ya hamd ü senada bulundu. Söylemeyi
tasarladıklarımı sanki gaybı biliyormuş gibi o söylemeye başladı. Ensâr
konuşmaya başlamadan ben elimi uzatarak Ebu Bekir'e (radıyallahu anh) biat
ettim. Bunun üzerine onlar da biat etmeye başladılar, fitne ateşi de bu şekilde
tutuşmadan sönmüş oldu. Ebu Bekir'e (radıyallahu anh) biat, Allah Teâlâ'nın
müslümanları şerrinden muhafaza buyurduğu bir emrivaki olmuştu. Bundan sonra
her kim bu şekilde biat ederse öldürülmesi gerekir. Müslümanlardan her kim,
meşverette bulunmaksızın bir adama biat ederse, her ikisinin de katledilmesi
gerekir."
Ensar (radıyallahu anh), Allah
RcsÛKfnÜn (sallallâhu aleyhi ve sellem) "İmamlar Kureyş'tendir"
(Müsned, 4/421,3/183; Hâkim, Müstedrek, 4/85) hadisini işittiklerinde Önceki
İddialarından vazgeçmişlerdir. Benî Sakîfe'nin avlusundaki bu biatin ardından
mescidde yapılan biat, İnsanların arzu ve istekleriyle gerçekleşmiş ve Hâşim
oğullarından bir topluluk ile Emevîler'den Ebû Süfyân dışında herkes akın akın
mescide koşarak Ebu Bekir'e (radıyallahu anh) biat etmişlerdir. Alî b. Ebî
Tâlib (radıyallahu anh) ise, Allah Rcsûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem)
emri gereği O'nun defin işlemleriyle ve mezarı başında beklemekle emrolunduğu
İçin mesciddeki bİatta bulunamamıştır.
Altıncı ihtilaf: Bu ihtilaf Allah
Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mirası ve Fedek arazisi konusunda
yaşanmıştır. Vefatından sonra Eâtıma (radıyallahu anh) babasının mirasım talep
etmiş, birtakım arazilerin mülkiyetini İddia etmişti. Ebu Bekir (radıyallahu
anh) Allah ResÛlÜ'nÜn (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Biz peygamberler
topluluğu miras bırakmayız" (Müsned, 2/463; Hâkim, Müstedrek, 4/342;
Bezzar, 5/81) buyruğunu okuyarak bu talepleri geri çevirmiştir.
Yedinci İhtilaf: Zekat vermeyi
reddedenlerle savaşma konusunda yasandı. Sahabeden bir topluluk onlarla savaş
edilebileceğini, bunun caiz hatta farz olduğunu savunurken bir kısmı ise buna
karşı çıktı. Ömer (radıyallahu anh) onlarla savaşılmaması gerektiğini
düşünüyordu. Ebu Bekir (radıyallahu anh) ise ilk görüşü tercih ederek şöyle
yemin etti: "Allah'a yemin ederim ki Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve
sellem) veriyor oldukları bir yuları bile vermek istemeseler onlarla yine
savaşırım." (Ali el-Müttakî, Kenzu'l-Ummal, 3/301) Zekat vermeyenlerle
yapılan savaşa bizzat katıldı. Bütün sahabe de kendisine tâbi oldular ve o
kabilelerden zorla zekat aldılar. Ömer (radıyallahu anh), kendi içtihadı gereği
savaşa karşı çıktığı için hilâfeti döneminde onların esirlerini ve el konulan
mallarını iade etmiştir.
Sekizinci ihtilaf: Ebu Bekir'in
(radıyallahu anh) vefatı sırasında imameti Ömer'e (radıyallahu anh)
bırakmasında yaşandı. Sahabeden bazıları, Ebu Bekir'e (radıyallahu anh)
"Katı ve sert birini başımıza hükümrân kıldın!" diye serzenişte
bulundular. Bunun üzerine Ebu Bekir (radıyailahu anh) şöyle dedi: "Kıyamet
günü Rabbimin huzuruna çıktığım zaman muhakkak şöyle diyeceğim: 'En
hayırlılarını başlarına geçirdim.'" Bu söz üzerine ihtilaf son buldu.
Ebu Bekir (radıyallahu anh) ile
Ömer'in (radıyallahu anh) hilâfetleri döneminde birçok ihtilaf yaşanmıştır.
Dedenin miras payı, kardeşlerin mirasları, kelale (Babasız, çocuksuz ölenlerin
mirası), parmakların diyeti, dişlerin diyeti ve hakkında nas bulunmayan
birtakım suçlara uygulanacak had cezaları bu ihtilaflardan bazılarıdır.
Bu dönemde yaşanan en mühim olaylar
ise, Romalılarla ve İranlılarla yapılan savaşlar, yeni fetihler ve bunlar
sonucu toplanan ganimetlerdeki atıştır. Alınan kararların hepsi Halife Ömer'den
(radıyallahu anh) çıkıyor ve İslâm daveti giderek genişliyor, müslümanlarm
iktidarı güçleniyordu. Müslüman Araplar söz sahibi olurken İran hâkimiyeti
eriyordu.
Dokuzuncu İhtilaf: Şura ile ilgili
hususlarda yaşandı. Şura konusunda önce ihtilaf edildi. Daha sonra Osman'a
(radıyallahu anh) biat edilmesi noktasında fikir birliği ettiler. Bu ittifakla
işler yoluna girdi ve davet onun döneminde de sürdü. Fetihler giderek artarken
hazine tıkabasa doldu. Osman (radıyallahu anh) halka üstün bir ahlak ile
muamelede bulundu. Eli açık davrandı. Ancak akrabaları olan Emevîler birçok
tehlikeli ve hatalı işlere giriştiler. Yaptıkları haksızlıklar ona mâledilir
oldu. Çoğunluğu Emevî kaynaklı birçok ihtilaf ve kargaşa yaşandı.
Osman (radıyatlahu anh) döneminde
işlenen hataların ilki, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından
kovulmuş olan Hakem b. Umeyye'nin Medine'ye dönüşüne izin verilmesidir. Bu
şahıs, hilâfetleri döneminde Ebu Bekir (radıyaliahu anh) ve Ömer'den
(radıyallahu anh) de yardım talep etmiş, ancak isteği her defasında geri
çevrilmişti. Hatta Ömer (radıyallahu anh) onu, Yemen'de kaldığı yerden 40
fersah (yaklaşık 200 km) öteye sürdürmüştü.
Osman (radıyallahu anlı) tarafından
alınan ve halk katında beğenilmeyen ikinci karar, Ebu Zerr'in (radıyallahu anh)
Rebeze'ye sürülmesiydi. Bir diğer kararı, kızını Mervan b. Hakem'le
evlendirmesi ve Afrika'dan gelen ganimetlerin beşte birini (yaklaşık 200.000
altın) ona vermesiydi.
Osman (radıyallahu anh) tarafından
alınan ve halkın öfkesini çeken bir diğer karar ise, Allah Resulü (saMLâhu
aleyhi ve sellem) tarafından kanı helal edilmiş olan Abdullah b. Sa'd b. Ebî
Serh'i barındırması ve Mısır valisi olarak görevlendirmesiydi. Abdullah b.
Âmir'i Basra valiliğine getirmesi de Osman'ın (radıyallahu anh) hatalı
kararlarından biri olmuş ve bu şahıs birçok kargaşa çıkmasına neden olmuştur.
Bu ve benzeri birçok karar, halkın Osman'dan (radıyallahu anh) soğumasına yol
açmıştı. Onun ordu komutanları şu zâtlardı: Şam valisi Muâviye b. Ebî Süfyân
(radıyallahu anh), Küfe valisi Sa'd b. Ebî Vakkâs (radıyallahu anh), onun
haletleri Velîd b. Ukbe ve Saîd b. el-Âs, Basra valisi Abdullah b. Amir, Mısır
valisi Abdullah b. Sa'd b. Ebî Şerh. Bu valilerin hepsi de sonunda onu tek
başına bırakmış ve kaderin acı tecellisi yaşanmıştır. Osman (radıyallahu anh)
evinde haksız yere katledilmiş ve bundan sonra bir daha asla sönmeyecek olan
fitne ateşi yanmaya başlamıştır.
Onuncu İhtilaf: Yoğun bir fikir
ayrılığı süreci yaşandıktan sonra ittifakla imamet makamına getirilen Ali
(radıyallahu anh) zamanında meydana geldi. İlk olarak Talha (radıyallahu anlı)
ve Zübeyr (radıyaflahu anh) onun imametini tanımayarak Mekke'ye gittiler.
Ardından Aişe (radıyallahu anh) Basra'ya gitti. Çok geçmeden onunla savaştılar.
Cemel Savaşı olarak bilinen bu savaştan sonra rücû ederek tövbe ettiler. Ali
(radıyallahu anh) onlara bir hususu hatırlattığında bundan ders çıkartarak
geri adım attılar. Ancak Zübeyr (radıyallahu anh) savaş meydanından ayrıldığı
sırada İbni Cürmûz adında biri tarafından okla vurularak şehit edildi. Allah
Resülü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Ibni Safiyye'nin oğlunu öldürene
cehennemi müjdeleyin" (Hâkim, Müscedrck, 3/414; Kurtubî, Tefsir, 16/267)
buyruğu gereği bu adam cehennemliktir. Talha (radıyallahu anh) da, savaştan
çekildiği sırada Mervân b. Hakem tarafından atılan bir okla vurulmuş ve
oracıkta ölmüştür. Âişe (radıyallahu anh) ise, yaptığından dolayı sorumlu tutulmuş
ve o da geri adım atarak tövbe etmiştir.
Sonunda sadece Ali (radıyallahu anh)
ile Muaviye (radıyallahu anh) arasındaki ihtilaf baki kalmıştır. Ali
(radıyallahu anh) Sıffîn'de onunla savaşmış ve bu savaş sırasında Haricîler
ortaya çıkmıştır. Hakem olayı da bu savaşın ardından yaşanmış ve Amr b. Âs'ın
Ebu Musa el-Eş'arî'nin yanından ayrılmasıyla birlikte bu büyük ihtilaf devam
edip gitmiştir.
Ali (radıyallahu anh) ile Şurât
(ncfslerini Allah'ın kulluğuna satanlar) olarak adlandırılan Haricîler arasındaki
fikir ayrılığı Nehravan'da savaşa dönüşmüştür. Orada Ali (radıyallahu anh) ile
Haricîler arasında açık bir savaş olmuştur. Onun döneminde ayaklanan
Haricîlere örnek olarak Eş'as b. Kays, Mesûd b. el-Fedekî ve Zeyd b. Husayn
et-Tâ'î gibileri gösterilebilir. Yine onun devrinde Abdullah b. Sebe ve
taraftarları gibi Ali hakkında aşırıya kaçan gulât gruplar ortaya çıkmıştır.
Bidat ve dalâlet, bu iki fırkadan zuhur
etmiştir. Böylelikle Allah
ResÛlÜ'nÜn (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ali (radıyallahu anh) hakkındaki şu
buyruğunun doğruluğu da tecelli etmiştir: "Seninle ilgili olarak iki
topluluk helak olacaktır: Seni sevip aşırıya kaçan; senden nefret edip
Uzaklaşan." (Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, 5/137 (8488)
Ali'den (radıyaJlahu anh) sonra
ihtilaf iki kısma ayrıldı. Bunların ilki imamet konusunda, ikincisi de itikâd
esasları (usûl) konusunda görüldü.
İmamet konusundaki İhtilaf farklı
İki görüşe dayanır:
a- İmamet ittifak ve seçimle belirlenir.
b- İmamet nas ve tayin ile belirlenir.
İmametin fikir birliği ve seçimle
belirlendiğini söyleyenler -ki bunlar Ehl-i Sünnet ve Cemaat'i oluştururlar-
şöyle demişlerdir; Ümmetin tamamı veya sâlihlerinden bir topluluk her kimin
üzerinde fikir birliği ederlerse o kimse imam (halife) olur. Bunun imameti, ya
mutlak, ya da Kureyşli olması şartına bağlı olur. Bir başka topluluğa göre ise
Hâşimîlerden olması şarttır. Bunun dışında ileride açıklayacağımız başka
şartlar da söz konusudur.
İlk görüşte olanlar Muâviye ve
çocuklarının, onların ardından da Mervân ve oğullarının imametini geçerli
saymışlardır.
Haricîler her dönemde, içlerinden
birinin imameti üzerinde ittifak etmişlerdir. Tek şartları, inançlarına bağlı
kalması ve muamelelerinde câri olan adalet esaslarına bağlı kalmasıydı. Aksi
halde biatlarım geri çeker ve o kişiyi imametten uzaklaştırırlardı.
İmametin nas ile sabit olduğunu
söyleyenler ise Ali (radıyallahu anh) sonrası hakkında ihtilaf etmişlerdir.
Bazılarına göre Ali (radıyallahu anh) oğlu Muhammed b. Hanefiyye'yi nas ile
belirlemiştir. Bu görüş Keysâniye fırkasına aittir. Bunlar da Muhammed b.
Hanefıyye sonrasında ihtilafa düşmüşlerdir. Kimilerine göre o ölmemiştİr ve
yeryüzüne dönerek her tarafı adaletle dolduracaktır. Kimilerine göre ise o
ölmüştür ve onun arkasından imamet oğlu Ebu Hâşim'e geçmiştir. Keysâniyye değişik
fırkalara bölünmüştür. Bu fırkalardan bazılarına göre imamet Ebu Hâşim'in
soyunda devam etmekte ve imametin intikâli vasiyet yoluyla olmaktadır.
Bazılarına göre ise imamet başkalarına geçmiştir. Bu başkalarının kimler
olduğu noktasında da ihtilaf edilmiştir. Kimilerine göre o, Beyân b. Sem'ân
en-Nchdî iken, kimilerine göre de Ali b. Abdullah b. Abbâs'tır. Bunlar dışında
Abdullah b. Harb el-Kindî, Abdullah b, Muâviye b. Abdullah b. Ca'fer b. Ebî
Tâlib olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu fırkaların hepsi de dînin, bir adama
itaat etmekten ibaret olduğunu söyleyip şer'î hükümleri belli şahıslara göre
tevil ederler.
Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imameti
hakkında nas bulunmadığını sovleyenler İse, nassın Hasan (radıyallahu anh) ve
Hüseyin (radıyallahu anh) hakkında söz konusu olduğunu iddia etmişlerdir. Bu
mezhepte olanlar şöyle demişlerdir; Hasan (radıyallahu anh) ve Hüseyin
(radıyalfahu anh) dışında imametin sabit olduğu başka kardeşler yoktur.
Bilâhare bu mezhebin mensupları da ihtilaf etmiş ve bazıları imametin Hasan'ın
(radıyallahu anh) çocuklarında devam ettiğini, ondan oğlu Hasan'a, ondan da
oğlu Abdullah'a geçtiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar, aynı zamanda
İmam Muhammedln döneceğine inananlardır. Bazıları ise imametin Hüseyin'in
(radıyallahu anh) ardından oğlu Ali b. Hüseyin Zeynelâbidîn'e geçtiğini ifade
etmişlerdir. Ondan sonraki imamlar hakkında ise ihtilaf etmişlerdir. Zeydiye,
onun peşinden oğlu Zeyd'in imam olduğunu söylemiştir. Bu görüşte olanlara göre
hurûc eden her Fatımî âlim, zâhid, cesur, cömert ve tâbi olunması vacip olan
bir imamdır. Bunlar imametin Hasan'ın çocuklarına geçmesini caiz görmüşlerdir.
Bilahare bunlardan bazıları bundan vazgeçerek İmam Muhammed'in döneceğini iddia
etmişlerdir. Bazıları ise daha ileri giderek yukarıdaki sıfatlara sahip olan
her kimsenin, her devirde imam olabileceğini söylemişlerdir. Bunların
mezhepleri ileride daha ayrıntılı olarak açıklanacaktır.
İmâmiye mezhebine gelince, bunlar
Muhammed b. Ali el-Bâkır'ın nas ile imametini iddia etmişlerdir. İmamet onun
ardından vasiyet yoluyla oğlu Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık'a geçmiştir. Daha
sonra kimin imam olduğu noktasında ise ihtilaf etmişlerdir. Bu noktada nas ile
belirlendiği söylenen beş isimden söz edilmektedir: Muhammed, İsmail,
Abdullah, Masa ve Ali. Bunlardan Muhammed'in imametini savunanlar Ammâriyye,
İsmail'in imametini savunup onun ölmediğini ileri sürenler Mübârekiyye,
bunların arasında İsmail'in tekrar döneceğini söyleyip nas yoluyla babadan
oğula geçerek günümüze kadar geldiğini iddia edenler Ismaİliyye adını taşır.
Abdullah el-Eftah'ın imam olduğunu söyleyip çocuksuz öldüğü İçin döneceğine
inananlar da vardır. Bir başka topluluk ise Musa'nın nas ile imam kılındığını
söylemiştir. Rivayete göre babası Şöyle demiştir: 'Yedinciniz kâim olacaktır. O
da Tevrat sahibinin adaşıdır.' Bilâhare onun imametini savunanlar da fikir
ayrılığına düşmüşlerdir.
Kimileri imameti onunla sınırlayıp
bir gün döneceğine inanırken kimileri ölümü konusunda tereddüt etmiştir. Bu son
görüş, Memtûriyye fırkasına aittir. Kimilerine göre ise İmam Musa ölmüş, onun
ardından oğlu Ali b. Musa er-Rıza imam olmuştur. Bunlara Kat'iyye denilmiştir.
Ancak bunlar da daha sonraki çocukları hakkında ihtilafa düşmüşlerdir.
İsnâ Aşeriyye yani Onİki imamcılar
ise İmameti Ali Rıza'da, ardından oğlu Muhammed'de, ardından oğlu Ali'de,
ardından oğlu Hasan'da daha sonra da on ikinci imam ve kâim-i muntazar olan
Muhammed'de vâki görmüşlerdir. Bu mezheptekilere göre İmam Muhammed ölmemiş
olup geri dönecek ve zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracaktır.
Başkaları ise imameti Hasan el-Askcrfde görmüşlerdir. Ardından kardeşi
Cafer'in imameti üzerinde durmuşlardır. Onun ölümü konusunda tereddüt
etmişlerdir. Kısaca söylemek gerekirse bunların da imamet konusunda sayısız
görüş ve İhtilafları söz konusudur. İmametin birilerinde durduğu, birilerinin
öldükten sonra döneceği, bazıların gaip oluşları ve bir süre sonra dönecekleri
gibi görüşler bunlardan bazılarıdır.
İmamet konusundaki ihtilaflar ana
hatlarıyla bunlardır. Mezhepler bölümünde bunların tafsilatına inilecektir.
Usûl konusundaki ihtilaflara
gelince, Sahabe döneminin sonlarında Ma'bed el-Cühenî, Gaylân ed-Dımcşkî ve
Yunus el-Esvârfnin bİdat-larıyla ortaya çıkmıştır. Bu bİdatlar, kader fikri,
hayır ve şerrin kadere dayandırılmasının reddi gibi hususlar üzerinde
yoğunlaşıyordu. Hasan el-Basrî'nîn öğrencisi olan Vâsıl b. Atâ el-Gazzâl bu
bidatleri daha da geliştirmiştir. Vâsıl'ın öğrencisi Amr b. Ubeyd, kader
konusunda hocasının fikirlerini biraz daha ileri götürmüştür. Amr b. Ubeyd,
Emevîler döneminde Yezîd en-Nâkıs'ın taraftarları arasında yeralıyordu. Daha
sonra Mansûr ile dost olmuş ve onun imametini savunmuştu. Mansûr bir gün Amr'ı
överek şöyle demiştir: "Tohumu bütün insanlara saçtım, Amr b. Ubeyd
dışında onu toplayan olmadı."
Hâricîler'den Valdiyye ve
Ccbriyye'den Mürcie ilk ortaya çıkan fırkalardandır.
Kaderiyye fırkasının bidati, ilk
olarak Hasan el-Basrî (radıyallahu anh) döneminde ortaya çıkmıştır. Vâsıl,
büyük günah işleyenin (mürtekib-ika i iki makam arasında bir
makamda (el-menziletu beyne'l-menzile-hujunduğunu söyleyerek hocasına karşı
çıkmış ve Hasan'ın ders likasından ayrılmıştır (i'tizâl). Bu ayrılma eyleminden
dolayı Vâsıl ve kadaşları Mu'tezile (Ayrılanlar) olarak adlandırılmıştır. Ehl-i
Beyt'ten 7 \ b Ali de Vâsıl'ın öğrencilerindendir. Usûl konusunda ona tâbi olan
Zeyd in taraftarlarının oluşturduğu Zeydiyye fırkası itikâd bakımından
Mutezilîdir. Usûl, teberrî ve velayet konularında atalarının mezhebini
ter-kectiği için Kûfeli bir topluluk kendisini reddetmiş (rafz) ve bu nedenle
de Râfızîler (ranza) olarak anılmışlardır.
Mu'tezile'nin ileri gelenleri geçen
zaman içinde Yunan felsefesinin büyük beyinlerinin Memûn dönemine kadar tercüme
edilmiş kitaplarını mütâlâa etmişlerdir. Bu çalışmaları sonucunda filozofların
yöntemlerini Kelam yöntemlerine karıştırmış ve müstakil bir ilmin doğmasına
öncülük etmişlerdir. Bu ilme Kelam adı verilmiştir. Bu ismin kullanılış nedeni,
ilgilendikleri meseleler hakkında sürekli kelam üretmeleri ve ısrarla konuşmaları
olabileceği gibi, bu ilmi filozofların mantık olarak adlandırdıkları İlim
dalına karşılık olarak vazettikleri için mantıkla eşanlamlı olması itibarıyla
böyle demeleri de olabilir.
Mu'tezile'nin en büyük âlimi (şeyh-i
ekber) Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf tır. Allah Teâlâ'nın ilmi ile Alim olduğu ve ilmin
bizatihi kendisi olduğu, aynı şekilde kudreti ile Kadir ve kudretin bizatihi
kendisi olduğu gibi fikirleriyle filozoflarla aynı görüşü paylaşmıştır. Kelam,
irâde, kulların fiilleri, kader, ecel ve rızık gibi konularda birçok bidatin de
sahibidir. Bunların tafsilatı ileride anlatılacaktır. Teşbih hükümleriyle
ilgili olarak Hişâm b. el-Hakem'le çok ateşli münazaraları cereyan etmiştir.
İki öğrencisi Ebu Yakûb eş-Şehhâm ve el-Âdemî onu desteklemişlerdir.
Bilâhare Halife el-Mutasım devrinde
İbrahim b. Seyyar en-Nazzâm taya çıkmıştır. en-Nazzâm, filozofların
mezheplerini onaylamada aşırıya gitmiş, kader ve red (rafz) konularında yeni
bidatler ortaya çıkarmıştır.
Çok meselede kendi
mezhebindekilerden de ayrı düşmüştür. Taraftaran arasında şu isimleri
zikredebiliriz: Muhammed b. Şebîb, Ebu Şemr, tusa b- Irnrân, el-Fadl el-Hadesî
ve Ahmed b. Hâit. el-Esvârî bütün erinde ona katılmıştır. Aynı şekilde İskâfiye
fırkasının kumcusu olan Ebu Ca'fer el-İskâfî de onunla aynı görüşleri
paylaşmıştır. Ca'fer b. Ca'fer b. Mübeşşir ve Ca'fer b. Harb'ın
taraftarlarından oluşan Ca'feriyye fırkası için de aynı durum geçerlidir.
Bunların ardından Bişr b.
el-Mutemir'İn bidatleri zuhur etmiştir. Bu şahıs, kendi ortaya attığı tevellüd
fikrinde aşırıya gitmiş ve tabiatçı filozoflara meyletmiştir. Allah Teâlâ'mn
sabî çocuklara azap etme gücünün olduğunu ve böyle yapması hâlinde -hâşâ-
zâlim olacağını söyleyen de odur. Buna benzer birçok görüşte kendi
yandaşlarından ayrılmıştır.
Mu'tezile'nin Rahibi olarak tanınan
Ebu Musa el-Murdâr, Bişr'in öğrencilerinden biridir. Kur'ân'ın fesahat ve
belagat bakımından mucize oluşu görüşüne katılmayarak ondan ayrılmıştır.
Kur'ân'ın kadîm oluşu meselesinden dolayı Selef-i Sâlİh üzerindeki baskılar
onun döneminde artmıştır. İki Ca'fer (Ca'fer b. Ca'fer b. Mübeşşir ve Ca'fer b.
Harb) ile İki dostu Ebu Züfer ve Muhammed b. Suveyd onun öğrencileri arasında
yeralmıştır. Ca'fer b. Harb el-Eşecc'in dostları Ebu Ca'fer el-İskâfî ve İsa b.
el-Heysem de onun öğrencisi olmuşlardır.
Kader konusunda aşırıya gidenlere
örnek olarak şu iki ismi zikredebiliriz: Hişâm b. Amr el-Fuvâtî ve el-Esamm.
Bunlar Ali b. Ebî Tâlib'İn (radıyalkhu anh) imametini de icmâ-i ümmet ile
akdolmadığı için tenkit etmişlerdir. el-Fuvâtî ve el-Esamm'a göre Allah Teâlâ,
hiçbir şeyi gerçekleşmeden önce bilemez. Böylelikle mevcut olmayanın bir
varlık olarak görülmesinin önüne geçmek istemişlerdir.
Ebu'l-Hüseyn el-Hayyât ve Ahmed b.
Ali eş-Şatcvî önce İsa es-Sû-fî'nin halkasına devam etmiş, daha sonra ondan
ayrılarak Ebu Mücâlid'in halkasına katılmışlardır.
el-Ka'bî, Ebu'l-Hüseyn ei-Hayyât'tan
ders almıştır. Mezhebi aynen hocasının mezhebidir. Ma'mer b. Abbâd es-Sülemî,
Sümâme b. Eşras en-Numeyrî, Ebu Osman Amr b. Bahr el-Câhiz ise yaklaşık aynı
dönemde yaşamış Mu'tezile bilginleridir. Fikir bakımından da birbirlerine
yakın olmalarına karşın ileride zikredeceğimiz bazı meselelerde diğerlerinden
ayrılmışlardır. Bu fırkanın daha sonraki temsilcileri Ebu Ali Cübbâî, bunun
oğlu Ebu Haşim, Kadı Abdülcabbar ve Ebu'l-Hüseyin el-Basri'dir.
Bunlar yandaşlarının fikirlerini
özetlemiş ve birtakım meselelerde onlardan farklı düşünmüşlerdir.
Kelam'ın parlak döneminin başlangıcı
Abbasî halifeleri Harun, Memun, Mu'tasım, Vâsık ve Mütevekkil dönemlerinde
olmuş, es-Sâhib b. Abbâd ve Deylemliler'den bir topluluk döneminde son
bulmuştur.
Orta dönemde de Mu'tezile mensubu
bazı kimseler ortaya çıkmıştır. Bunlara örnek olarak Darrâr b. Amr, Hafs
el-Ferd ve Hüseyn en-Neccâr gösterilebilir. Son dönemde öne çıkan Mu'tezile
bilginleri ise birtakım meselelerde önceki bilginlere karşı çıkmışlardır.
Bunlardan Cehm b. Safvân, Nasr b. Seyyar döneminde tebarüz etmiştir. Tirmiz
kentinde cebr konusundaki bidatini ortaya atmıştır. Cehm, Emevîler'in son
döneminde Merv kentinde Sâlİm b. Ahvez el-Mâzinî tarafından öldürülmüştür.
Selef-i Sâlİh İle Mu'tezile arasında
sıfatlar konusunda her zaman derin ihtilaflar yaşanmıştır. Selefin onlarla
giriştiği münazaralar belli bir kelâmı yönteme dayanmıyordu. Bunlar, muhatabı
ikna etme çabasından öte gitmeyen diyaloglardı. Selef, Sıfâtiye olarak
adlandırılıyordu. Allah Teâlâ'mn sıfatları kimileri tarafından Zâtı ile kâim
olan özellikler olarak görülürken, kimilerince de halkın sıfatlarına
benzetiliyordu. Selef bütün münazaralarda Kitab ve Sünnet'e bağlı kalmaya
çalışıyordu. Alemin kıdemi konusunda da naslann zahirine dayanarak Mu'tezile
ile münazara ediyorlardı. Abdullah b. Saîd el-Küllâbî, Ebu'l-Abbâs el-Kalânisî
ve el-Hâris b. İsmail el-Muhâsibî bu münazaralarda öne çıkan ve kelam
bakımından kuvvetli bilginlerdi. Bir defasında Ebu'l-Hasan A1İ b. İsmail
el-Eş'arî ile hocası Ebu Ali el-Cübbâî arasında hüsn ve kubhla ilgili ateşli
bir münazara cereyan etmişti. Eş'arî, hocasını birçok meselede susturmayı
başarmıştı. Bu münazaranın ardından da onun halkasını terkederek Selef
topluluğuna yakınlaşmıştı. Eş'arî, Selefin görüşlerini kelam kuralları
çerçevesinde düzenlemeye başlamış ve müstakil bir kelam mezhebinin oluşmasını
sağlamıştı. Muhakkiklerden Kadı Ebu Bekir el-Bâkıllânî, Ebu İshâk el-Isferâînî
ve Ebu Bekir b. Fûrek gibi şahsiyetler de Eş'arî'nin mezhebini
benimsemişlerdir. Bu son isimler arasında pek görüş ayrılığı yoktur.
Sonraki dönemde Sicistân'da Ebu
Abdullah Muhammed b. Kerrâm adında zühd ile tanınan bir adam zuhur etti. İlim
bakımından zayıf olan İbn Kerrânı çeşitli kitaplardan derleyerek oluşturduğu
kitabını avam arasında tervîc etmiş ve Horasan halkının ekseriyetinin
teveccühünü kazanmıştır. Tuttuğu yöntem zaman içinde olgunlaşarak bir kelam
mezhebi halini almış ve Sultan Mahmud b. Sebüktekin tarafından da siyasal olarak
desteklenmiştir. Onun etkisindeki sultan, Ehl-i Hadis ve Şîa üzerine belâ
yağdırmıştır. Kerrâmîler, kelam fırkaları arasında daha çok Haricîlere yakın
olup mücessimedirler. Muhammed b. Heysam'ı bundan müstesna tutmak gerekir, zira
kendisi o [kelamcılara] yakındır.
Hesap yöntemi sınırlama ve ihtisar
İlkesine dayanır. Mezhepleri tasnif etme amacıyla ortaya koyduğumuz bu eserde
de maksat, söz konusu mezheplerin İhtisar edilerek zikredilmesidir. Bu
nedenledir ki sıralamada tümünü göstermesi yolunu tercih ettik. Taksim ve
bâblara ayırmayı da hesap yöntemlerine bağlı kalarak yaptık. Böylece bu ilmin
yöntemlerini ve kısımlarını da açıklamak istedik. Bu şekilde hakkımda fakîh ve
kelamcı olup hesap ilminin İnceliklerine vâkıf olmadığım ve bu ilmin âdet ve
kurallarına yabancı olduğum tarzında bir yanılgının doğmamasını istedim. Hesap
yöntemlerinden en sağlam ve iyi olanını seçip en açık ve güçlü kanıtları bu
yönteme dayandırarak sayı ilmine uygun bir değerlendirme yaptım; nitekim sayı
ilminin ilk vaz'edilişine [ilk ortaya konuşuna] yol açan sebep de çeşitli
konularda yardım isteğidir.
İmdi derim ki:
Hesabın basamakları birden yediye
kadar olup daha öteye geçemez.
Birinci Basamak: Hesabın başı, ilk
taksimin vuku bulduğu ilk mevzudur. Bu, bir bakıma çifti olmayan tek, bir
bakıma ise taksim ve tafsile elverişli bütündür. Tek olduğu İçin şekil ve
çizgide müsavi olacak bir benzerini gerektirmez. Bütün olduğu için iki bölüme
ayrılacak şekilde tafsile elverişlidir. Çizginin şekli bir uçtan diğer uca
doğru olmalı, alt tarafı ise tamamen tafsil edilenlerin özetleri, takdir edilen
ve kararlaştırılan murseller, aktarma, tahvil, toplamın çeşitli açılardan
küllileri, ilhak ve mevzu nakilleri ile doldurulmalıdır. Yine çizginin altına
sol taraftan başlanarak Üstte kalacak şekilde, toplam meblağın kemmİyeücri
yazılır.
İkinci Basamak: Kök olup şekli
muhakkaktır. Bu, ilk yekun üzerine varit olan ilk taksimdir. Çift sayılı olup
tek değildir. Bunun bir üçüncüsü olmayacak biçimde iki kısımda
sınırlandırılması gerekir. Çizginin şeklinin ilkinden biraz kısa olması
gerekir. Çünkü cüz, küllden daha azdır. Bunun altına ise, kendisiyle ilgili
vücûh, nevi ve fasıllar yazılabilir. Miktar bakımından olmasa da, çizgi
bakımından bir dengi vardır.
Üçüncü Basamak: Kök olup şekli yine
muhakkaktır. Birinci ve ikinci mevzu üzerine varit olan ikinci taksimdir. Bu
nedenledir ki iki kısımdan eksik olması, dört kısımdan ise fazla olması da caiz
değildir. Bu ilmin uzmanlarından her kim, bunu aşarsa hata etmiştir hesap
ilminin vaz'ını ve suretini bilmemektedir. Bu hataya düşülme sebebini ileride
açıklayacağız. Onun çizgisi aslın çizgisinden biraz daha kısadır. Bunun altına
da Öne çıkacak ve ortada kalacaklar uygun miktarda yazılabilir.
Dördüncü Basamak: Silik olup Ti1
harfine benzer. Dörtten fazla kısma ayrılabilir. Çizgi bakımından bir önceki
mertebeden daha kısadır. En güzeli İse, en az olanla sınırlı olmasıdır.
Beşinci Basamak: Küçük olup 'Sad' harfi
biçimindedir. Çizgisi öncekinden daha kısa olmakla beraber istenilen sayıda
kısım ve baba ayrılabilir.
Altıncı Basamak: Eğik olup ters
virgül biçimindedir. Bunun da istenilen sayıda fasla ayrılması caizdir.
Yedinci Basamak: Düğüm gibi olup
çift lam biçimindedir. Bir taraftan diğer tarafa uzar. Ancak bu, hesabın
başlangıcı olması sebebiyle değil, başlangıcın neticesi olması itibârıyladır.
Hesabın, bir bütün olarak baplarının
niceliği ve nakış olarak şekillerinin niteliği bundan ibarettir. Bâblardan her
kısmın bir dengi ve çizgi bakımından ona denk bir eşi vardır. Bunu asla gözardı
etmemek gerekir. Hesap, bir bakıma tarihleme ve yönlendirmedir.
Şimdi bu şeklin kemmiyetini
zikredeceğiz. Kısımlar, yediyle sınırlıdır. Peki şekildeki ilk sayı neden çift değil
de tektir? Kök, neden iki kısımla sınırlı olup üçüncüsü yoktur? Bu asıldan
niçin dört kısma münhasır kılınmıştır? Son kısımlar, neden bu sınırlamanın
dışında bırakılmıştır?
Cevap olarak derim ki: Sayı ve hesap
bilimi üzerinde uzmanlaşmış akıl sahipleri 'bir' sayısı üzerinde ihtilaf
etmişlerdir. İhtilafın konusu, 'bir' rakamının sayı mı yoksa saymanın
başlangıcı olarak sayıların dışında mı olduğudur. Bu ihtilafın kaynağı ise,
'bir' rakamının anlamındaki müşterekliktir. Buna göre 'bir', diğer sayıların
terkibinde kullanılan bir rakamdır. Meselâ iki rakamının tek başına bir değeri
olmayıp iki tane 'bİr'den İbaL rettir. Üç, dört ve diğer rakamlar da böyledir.
Bir diğer anlama göre İse, bizatihi rakam olmayıp sayının illeti olmasıdır. Bu
anlama göre 'bir', sayıların terkibinde kullanılmaz. Bütün rakamlardaki
'birük', rakamların ondan mürekkep olmasından değil, cins veya tür bakımından
her varlığın asıl olarak 'bir' olması gerektİğİndendir. Örneğin 'bir İnsan',
'bir şahıs' denir. Sayıda da böyledir. Nitekim üç, üç tane birden ibarettir.
'Birlik1, ilk anlama göre sayıya dâhildir. İkinci anlama göre ise, sayının
illetidir. Üçüncü anlama göre İse, sayının ayrılmaz bir gereğidir. Her üç
kısımda da, Allah Teâlâ hakkında kullanılabilecek bir anlam yoktur. O, diğer 'bİr-ler1
gibi olmayan 'Bir'dir. Allah Teâlâ'nın birliği, hiçbir şekilde bölünebilir bir
birim değildir.
Sayı ilmiyle uğraşanların
çoğunluğuna göre 'bir1, sayılara dâhil değildir. Bunlara göre sayıların başı
'iki'dir. 'iki', hem çifte, hem teke bölünebilir. Sayılar içinde ilk tek,
'üç/tür. İlk çift sayı ise 'dört'tür. Dört sayısının üstündeki bütün sayılar
mükerrer olup bir tek İle bîr çiftten mürekkeptir. Örneğin 'altı', iki tekten
mürekkeptir ve 'tam sayı' olarak adlandırılır. 'Yedi' İse tek ve çift sayılardan
mürekkep olduğu İçin 'kâmil sayı' olarak adlandırılmıştır. 'Sekiz' ise, iki
çiftten oluşan ilk sayıdır. Bunların ayrıntıları konumuza girmemektedir.
Hesabın başı, 'bir' olgusunun
sayının illeti olup ona dâhil olmamasıdır. 'Bİr', tek olup dengi yoktur.
Sayının başlangıcı iki olduğu için muhakkak mertebesinin iki kısımla sınırlı
olması gerekmektedir. Sayı da bir tek, bir çîfte bölünmüş olduğu için asıl
mertebesinin dört kısımla sınırlı olması gerekmektedir. Bunun dışındaki
mertebeler ise mürekkeptir. Sayıda küllî ve âmm olan basit rakamlar şunlardır:
Bir, iki, üç ve dört. Bunlar kemâl
ifade eder. Bunların dışındakiler
ise mürekkep olup sınırlanmaları söz konusu değildir. Bu nedenledir kİ diğer
bâblar belli bir sayı ile sınırlanmamıştır. Onlar sonsuza kadar uzanıp
gitmektedir. Bundan sonra adedin ma'dûd üzerine terkibi, basitin mürekkep
üzerine takdiri gibi konular gelmektedir ki başlı başına ayrı bir ilim dalının
kapsamına girmektedir. Bu konulan da klasik filozofların mezhepleriyle ilgiü
bölümde zikredeceğiz.
Kitabımızın başında belirttiğimiz
beş temel mukaddimeyi en güzel ve en doyurucu biçimde ortaya koyduktan sonra
Adem Peygamber'den (aleyhissetâm) zamanımıza dek yaşamış olan din ve mezhepleri
ele almaya başlıyoruz.
Her bâb ve bölümde gerektiği kadar
bilgi vereceğiz. Böylelikle anılan lafzın zikredilme sebebi anlaşılmış
olacaktır. Her fırkayla ilgili bölümde, temel inanç esaslarını ve varsa
dallarını anlatacağız. Bunlardan her birinin diğerlerinden ayrılma nedenlerini
zikredeceğiz.
Müslüman fırkaları yetmiş üç kısım
halinde ele alacak, hanîf dinin dışında kalan fırkalar arasında usul ve esas
bakımından meşhur ve tanınmış olanları anlatacağız. Bunu yaparken öne alınması
gerekenleri öne alacak, gözardı edilmesi gerekenleri de gözardı edeceğiz.
Hesap ilminin şartı, belirli
çizgilerin karşısına doldurulması gerekenleri yazmaktır. Kâtipliğin gereği ise
doldurulacak boşlukları alışılmış biçimde bırakmaktır. Kitabımızda her ikisini
de gözetmeye çalıştık. Bâbları hesap ilminin gereklerine göre uzatırken doldurulacak
boşlukları da kâtiplerin âdeti gereğince bıraktık. Yardımı Allah'tan ister,
O'na tevekkül ederiz. O bize yeter. O, ne güzel Vekîl'dir.
Kitabımızda İslâm dini ile Yahudilik
ve Hıristiyanlık gibi kitap indirilmiş dinlerin; Mecusîlik ve Manevîlik gibi
kitap indirilme şüphesi bulunan doktrinlerin fırkalarını ele alacağız. Ayrıca
kitapları olmamasına karşın had ve hükümleri bulunanları ele alacağız. Bunlara
örnek olarak ilk filozofun, dehrîleri, yıldızlara ve putlara tapanları,
Brahmanları zikredebiliriz.
Bütün bu fırkaları ele alırken
öncelikle kurucularını, taraftarlarını, kaynaklarını ve hangi din veya
İnanışın kitabından etkilendiklerini belirteceğiz. Yöntem ve kavramlarını
zikredecek, başlangıç ve akıbetlerini ayrıntılarıyla ele alacağız.
Red ve isbât bağlamında
yapılabilecek en sağlıklı taksim, insanlığın mezhep bakımından Din ehli ve Heva
ehli olmak üzere ikiye ayrıldığıdır. İnsan bir akideye inandığı veya bir görüşü
dillendirdiği zaman bunu ya başkasından yararlanarak yapar, ya da kendi şahsî
görüşünden hareketle yapar. Başkasından yararlanan, teslim olmuş ve itaat etmiş
biridir. Onun dini, özü itibarıyla itaattir. İtaat ve kabul sahibi kişi, din
ehlidir. Kendi şahsî görüşünde inat eden ise yeni bir iddiada bulunan
bidatçidir. Allah Resulü (salkllâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Başkalarına danışan hiç kimse bedbaht olmaz. Kendi görüşünden başkasını
tanımayan kimse ise asla mutlu olamaz." (Aclûnî, Keşfiıl-Hafâ, 2/1213;
Heysemî, Mecmau'z-Zevâîd, 2/566) İnanç koilUSUnda başkasından yararlanan kimse,
mukallid olabilir. Örneğin anne babasını ve hocasını bâtıl İnancında taklit
etmiş olabilir. Taklit ehli, çoğunlukla inandığı şeyin hak mı bâtıl mı, doğru
mu yanlış mı olduğuna bakmaz. Bu durumda o hakkıyla müstefid olmaz. Çünkü
hiçbir faydaya ve gerçek ilme ulaşamamış, hocasına basiret ve yakın üzere tâbi
olmamıştır. "Ancak İlİm sahipleri olarak hak ile şahitlik edenler
müstesna" (Zuhruf, 43/85) ayetinde vazedilen şart, çok önemli bir şarttır.
Bundan ibret alınması gerekir.
Kendi şahsî görüşüne dayanan kimse
de istinbâtın yol ve yöntemini bilerek bir hakikate ulaştığı zaman gerçekten
görüşünü dayatan bir zorba olmaz. Çünkü o, ilmi sayesinde İstenen hakikate
ulaşmıştır. "Onu, onlardan istinbât edenler iyi bilirler" (Nisa,
4/82) ayetindeki esas da gözardı edilemeyecek türden bir temeldir.
Kendi görüşlerinde tam anlamıyla
mutlak surette ısrar edenler ise, filozoflar, sâbiîler ve brahmanlar gibi
nübüvveti toptan inkâr edenlerdir. Onlar yaptırım yüklü şeriat ve hükümleri
tanımazlar. Aksine kendi yaşantılarına uygun aklî hükümler icat ederler.
Bu durumda gerçek müstefitler,
nübüvveti kabul edenlerdir. Şer'î hükümleri kabul edenler, aslında aklî
kuralları da kabul ederler. Bunun aksi doğru değildir.
Bu bölümde Din, Millet, Şeriat,
Minhâc, İslâm, Hamilik, Sünnet ve Cemâat kelimelerinin anlamları üzerinde
duracağız. Bütün bunlar Kur'an'da zikredilmiş kelimelerdir. Her birinin de
kendine özgü bir anlamı, sözlük ve ıstılâhat bakımından uygun bir gerçekliği
vardır. Din kelimesinin itaat ve bağlanma anlamına geldiğini daha önce
söylemiştik. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Allah katında din, İslâm'dır."
(ÂH İmrân, 3/18) Dİn kelimesi ile ceza ve karşılık anlamı da murat edilebilir.
Bu anlamda 'Kenıâ tedînu tudân' yani yaptığın gibi karşılık görürsün, denir.
Diriliş günü hesaba çekilme anlamında kullanılır: "İşte bu sapasağlam
dindir." (Tevbe/35) Mütedeyyin kişi, diriliş günü yaşanacak hesâb ve
cezayı ikrar eden kimsedir. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Ve sizler için din
olarak İslâm'a razı oldum." (Mâide, 5/4)
İnsanoğlu yaratılışı gereği türünün
diğer fertleriyle biraraya gelme, ortak yaşam kurma ve ölümden sonraki hayat
İçin hazırlık yapma istidadına sahiptir. Bu birliktelik, savunma ve yardımlaşma
şeklinde olmalıdır. Savunma sayesinde sahip olduğu şeyi koruyabilirken,
yardımlaşma sayesinde elinde olmayanı elde edebilir. İnsanların bu şekilde
biraraya gelerek oluşturdukları topluluğa Millet denilmiştir. İnsanları bu
yapıya ulaştıran vâsıtalar ise Minhâc, Şir'at ve Sünnet'tir. Söz konusu sünnet
üzerindeki ittifak ise Cemâati doğurur. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Sizden her
biriniz için bir şir'at ve bir minhâc (yol) yarattık." (Mâide, 5/47)
Bİr milletin varolabilmesi ve
şeriatın konulması için onu vazeden bir Şeriat Koyucu'nun (Sâri') varlığı
şarttır. Bu Şâri'in doğruluğu ise ancak Allah Teâlâ'nın buna delâlet eden ayetleriyle
bilinebilir. Söz konusu ayetler Şâri'in davetinin içinde olduğu gibi, onun
gereği veya ondan sonraki bir zamana ait de olabilir.
Biliniz ki en büyük millet, İbrahim
(aleyhissdâm) Milleti'dir. Onun milleti, sâbiîliğin karşıtı olan hamiliktir.
Bunun ayrıntıları ileride anlatılacaktır. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Atanız
İbrahim'in milleti." (Hacc, 22/78)
Şeriat, Nuh Peygamber (aleyhisselâm)
ile başlamıştır. Allah Teâlâ buyurdu ki: "O, Nuh'a vasiyet ettiklerini
sizler için şeriat olarak vazetti." (Şûra, 26/13) Hadler ve hükümler Adem
(aleyhisselâm), Şît (aleyhisselâm) ve İdrîs (aleyhisselâm) peygamberlerle
birlikte başlamıştır. Şeriat, millet, minhâc ve sünnetlerin sonu ise, en
mükemmel ve en güzeli olan Allah Resülü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şeriatı
olmuştur. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Bugün sizin için dininizi kemâle
erdirdim, üstünüzdekı nimetimi tamamladım ve sizler için din olarak İslâm'a
razı oldum." (Mâide, 5/2)
Denir ki: Adem (aleyhisselâm)
eşyanın isimleriyle, Nuh (aleyhisselâm) o isimlerin anlamlarıyla, İbrahim
(aleyhisselâm) her ikisiyle birden müşerref kılınmıştır. Musa (aleyhisselâm)
tenzil, İsa (aleyhisselâm) ise tevîlile şereflendiril-miştir. Allah Resulü
(sallallâhu aleyhi ve sellem) ise İbrahim'in (aleyhisselâm) Milleti üzere her
ikisiyle birden müşerref kılınmıştır.
Bunun ardından ilk takririn biçimi
ve ikinci takririn kemâle erdirilmesi gündeme gelir ki bu da her peygamberin
kendinden önceki peygamberlerin sünnet ve şeriatlarını tasdik etmesi şeklinde
olur. Yaratılmışlar hakkındaki emrin takdiri ve dinin fıtrat üzere kılınmasının
yolu budur. Nübüvvetin temel özelliği, diğer insanların nebiye ortak
edilmemesidir. Allah Teâlâ dinini, yaratıklarının durumuna uygun bir biçimde
tesis etmiştir. Tâ ki yaratıkları sayesinde dinine, dini sayesinde de
yaratıklarına istidlal edilebilsin.
1- İslâm kavramının anlamını daha önce zikretmiştik.
Burada ise İslâm ile iman ve ihsan arasında bulunan farka değinecek, başlangıç,
orta yol ve kemâlin ne olduklarını anlatacağız: Çok bilinen bir hadis-i şerife
dayanarak:
"Cebrail (aleyhissdâm) bir
yolcu kılığında Allah Resûlü'nün fsallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna girdi
ve dizlerini O'nun dizlerine yaslayacak biçimde oturduktan sonra sordu: 'Ey
Allah Resulü! İslâm nedir?' Allah Resulü fsallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: 'Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resulü
olduğuma şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan ayı orucunu tutman
ve imkân bulman halinde hacca gitmendir.' Cebrail (aleyhisselâm) 'Doğru
söyledin' dedikten sonra şu soruyu sordu: 'Peki iman nedir?' Allah Resulü
(sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: 'Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerrİyle kadere iman
etmendir.' Cebrail (aleyhisselâm) 'Doğru söyledin' dedikten sonra şöyle sordu:
'Peki ihsan nedir?' Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de şöyle cevap
verdi: 'Allah Tcâlâ'ya O'nu görüyor gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmesen de
O seni muhakkak görür.' Cebrail (aleyhisselâm) aynı şekilde 'Doğru söyledin'
dedikten sonra şu soruyu sordu: 'Kıyamet ne zaman kopacak?' Bunun üzerine Allah
Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: 'Bu konuda sorulan,
sorandan daha bilgili değildir.' Cebrail (aleyhisselâm) kalktı ve oradan çıktı.
O gittikten sonra Allah ResÛlÜ (sallallâhu aleyhi ve sdlem) şöyle
buyurdu: 'Bil Cebrail (aleyhissdâm) İdi. Size dininizi Öğretmek İçin
geldi."' (Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 13)
Tefsirde iman ile İslâm arasında da
fark bulunduğu ifade edilmiştir. Buna göre İslâm, zahirî teslimiyetten
ibarettir. Bu bağlamda münafık ile müslüman zahiren aynı konumdadır. Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bedeviler 'İman ettik1 dediler. De ki:
Siz iman etmediniz. 'Biz teslim (İslâm) olduk' deyin!" (Hucurât, 49/13}
İslâm, zahirde teslimiyet ve
bağlanmayı ifade edip kullanım bakımından müşterek olduğuna göre başlangıç
noktasıdır. Eğer onunla birlikte samimi inanç varsa, yani kişi Allah Teâlâ'ya,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe yürekten inanıyor,
kaderin hayır ve şerrinin Allah'tan olduğunu ikrar ediyor, başına gelecek
olayın muhakkak vuku bulacağına başına gelmeyecek olayın da gerçekleşmeyeceğine
inanıyorsa hakikî bir mü'min olur. Zahirî müslümanlığım kalbî inancıyla, ruhî
tekâmülünü aklî tefekkürle birleştirir ve gayba, gözüyle tanık olmuşçasına iman
ederse artık kemâl haline erişmiş demektir. Bu durumda İslâm yolun başı, iman
ortası, İhsan ise kemâli olmaktadır. İşte bu anlamından dolayı Müslüman lafzı
hem kurtuluşa erenler, hem de helak olacaklar için kullanılabilen müşterek bir
kavramdır.
İslâm, bazen ihsan anlamında
olabilir: "Hayır, ihsan sahibi olarak yüzünü Allah'a çeviren."
(Bakara, 2/112) "Sizin için din olarak İslâmdan razı oldum" (Mâide,
5/4} ayeti de İslâmın bu anlamına yorulur. Şu ayet-i kerimeler de aynı
anlamdadır: "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân,
3/19) "Hani Rabbi ona 'İslam ol!' dediğinde 'Alemlerin Rabbine teslim
oldum' demişti." (Bakara, 2/130) "Ancak müslümanlar olarak
ölün!"
(Bakara, 2/132)
2- Tevhid, adalet, va'd, va'îd, sem' ve akıl gibi
kavramlarda ihtilafa düşen usul ehli.
Burada usûl, furû ve benzeri
kelimelerin anlamları üzerinde duracağız.
Kelam ehlinden biri şöyle demiştir:
Usûl (: temel ilkeler), Allah Teâlâ'yı vahdaniyeti ve sıfatlarıyla tanımak,
peygamberleri ayet ve mucizeleri ile bilmektir. Özetle söylemek gerekirse
tartışmanın imanı hakikatle ilgili olduğu ve tartışanlar arasında bir tarafın
kesin haklı olduğu her mesele usûle girer. Bilindiği üzere dinin tüm konuları,
marifet ve tâate ayrılmıştır. Marifet asıl, tâat ise fer'dir. Marifet ve tevhid
konularında söz söyleyen kimse usulcüdür. Tâat ve şeriat üzerinde konuşan ise
furû'cu olarak bilinir. Usûl, kelâm ilminin konusudur. Furû ise fıkıh ilminin
konusudur. Akıl sahiplerinden biri ise şöyle demiştir: Akılla bilinen, düşünme
ve istidlal yoluyla ulaşılan herşey usûlden sayılır. Zannî olan ve kıyas ve
ictihâd yoluyla ulaşılan herşey de-furû'dan sayılır.
Tevhide gelince Ehl-i Sünnet ve
Sıfâtiye'nin tamamına göre, Allah Teâlâ Zâtı itibarıyla birdir ve bölünme kabul
etmez. Ezelî sıfatlarında birdir ve benzeri yoktur. Fiillerinde de birdir ve
ortağı yoktur.
Ehl-i Adi (: Mu'tezile) ise şöyle
demiştir: Allah Teâlâ Zâtı bakımından birdir. Bölünme ve sıfat söz konusu
değildir. Fullerinde de birdir ve ortağı yoktur. O'nun Zâtı dışında kadîm
yoktur, fiillerinde de ortağı yoktur. İki kadîmin varolması imkânsızdır. İki
kâdİr arasında makdûr olan da imkânsızdır. Tevhidin aslı budur.
Adalete gelince Ehl-i Sünnefe göre
Allah Teâlâ fiillerinde adalet sahibidir. Yani O, mülkünde ve sahip oldukları
hakkında dilediği tasarrufta bulunandır. Dilediğini yapar, dilediği gibi
hükmeder. Adalet, bir şeyin yerli yerine konulmasıdır. Bu da, mülkte meşîet ve
ilmin gerektirdiği şekilde tasarrufta bulunmaktır. Zulüm ise bunun tam
karşıtıdır. Allah Teâlâ hakkında hüküm ve tasarrufları bakımından zulüm ve
haksızlık düşünülemez. Mu'tezile'yc göre ise adalet, aklın hikmete uygun
olarak gerektirdiği Şeydir. Adalet, fiilin doğruluk ve yararı gözetilerek izhâr
edilmesidir.
Va'd ve va'îde (azap va'di) gelince
Ehl-İ Sünnet bu konuda şöyle demiştir: Va'd ve vald Allah Teâlâ'nm ezelî
kelâmıdır. Va'd, emredilenlere karşılık, va'îd İse yasaklananlara karşılıktır.
Kurtuluş ve sevap kazanma va'd, helak ve ceza ise va'îd iledir. Ancak bu
konularda hiçbir şey Allah Teâlâ üzerine aklen vacip kılınamaz.
Ehl-i Adi ise şöyle demiştir: Ezelde
söylenmiş bir kelâm söz konusu değildir. Ancak emir ve yasaklama vardır. O,
muhdes kelâmı ile va'd ve va'îdde bulunmuştur. Kurtuluşa eren kimse, kendi
işlediği fiilleri sayesinde sevabı haketmiştir. Hüsrana uğrayan da yine kendi
fiilleri sebebiyle cezayı haketmiştir. Akıl, hikmetin gereği olarak bunu icap
ettirir.
Sem' ve alda gelince Ehl-i Sünnet'in
bu konuda söylediklerinin özü şudur: Bütün vâcibât sem' sayesinde bilinir.
Bilgilerin tamamı ise akıl sayesinde bilinir. Akıl, hÜsn veya kubh hükümlerinde
bulunamaz. Vacip kılamaz ve gerektiremez. Sem' ise bilgiyi varetmeyip onu vacip
kılar.
Ehl-i Adi ise şunları söylemiştir:
Bilgilerin (ma'arif} tamamı akılla bilinebilir ve akıl sayesinde vacip
olabilir. Nimet verene şükranda bulunmak, sem' gelmeden önce aklen vaciptir.
Hüsn ve kubh da, güzel ve çirkin olan şeylerin zâti sıfatlarıdır.
Bu kaideler, usûl ehlinin üzerinde
konuştukları ana meselelerdir. Bu meseleler hakkında bütün fırkaların
düşüncelerini ileride tafsilatlı olarak anlatacağız. Her meseleyi olabildiğince
ele alacağız,
3- Mu'tezile, Cebriyye, Sıfâtiyye ve diğerleri.
Mu'tezile ve Sıfâtiye, taban tabana
zıt iki fırkadır. Aynı şekilde Kaderiye ve Cebriye de İki zıt fırkadır. Mürcİe
ile Va'îdiye, Şîa İle de Haricîler zıt fırkalardır. Bu fırkalar arasındaki
zıtlık her devirde varolmuştur. Her fırkanın da karşı fırkalar için
söyledikleri sözler, yazdıkları Idtapiar destek aldıkları devletler ve
kullandıkları İktidarlar olmuştur.
Ehl-i Adi ve Tevhid olarak
adlandırılırlar. Kaderiye ve Adliye gibi lakapları vardır. Kaderiye kelimesini
müştereken kullanmış ve şöyle demişlerdir: "Kaderiye lafzı, kaderin hayır
ve şerrinin Allah Teâlâ'dan olduğunu söyleyen herkes için kullanılır."
Böyle söylemeleri, bu lakapla anılmaktan sakınma çabalarıdır. Çünkü bu lakapla
anılanların kınanması hususunda ittifak söz konusudur. Zira Allah Resulü
(sallaüâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kaderiye, bu ümmetin
mecûsîlcridir." (Hâkim, Müstedrek, 1/159; Müsned, 5/406; Tabcranî,
Mûcemu's-Sagir, 7/36) Sıfatiye fırkası, Mu'tezile'ye ittifakla karşı çıkmış,
Cebriye ve Kaderiye'nin aslında birbirlerine taban tabana zıt kavramlar olması
itibarıyla zıtların aynı lafızla anılmalarının mümkün olmayacağı ifade
edilmiştir. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Kaderiye, kader konusunda Allah'ın hasımlarıdır." (el-îd, Mcvâkıf,
3/659).
Kader konusunda hasım oluş; hayır ve
şerrin hem Allah'ın hem de kulun etkinliklerine taksim edilişi, asla, teslim ve
tevekküle inanan; tüm hâlleri kesin bir kadere ve mudak bir hükme bağlayan
kişilerin görüşü olamaz; böyle bir husus tasavvur edilemez. Mu'tezile
taifesinin geneline hâkim olan itikada göre kıdem; Allah Teâlâ'nın, en özel
niteliğidir, bizzat zâtına taalluk eden asıl vasıftır. Mu'tezile aslen kadim
olan tüm sıfatları reddetmiş ve şunu savunmuştur:
Allah Teâlâ Zâtı ile Âlim, Zâtı ile
Kadir, Zâtı ile Hayy (Diri) olup Zâtından ayrı ilim, kudret ve hayat ile tavsif
edilemez. Bunlar kadîm sıfatlar ve O'nunla kâim olan özelliklerdir. Eğer söz
konusu sıfatlar, kıdemde ortak olsalardı, ulûhiyette de O'na ortak olmaları
gerekirdi. Onlara göre Allah Teâlâ'nın kelâmı, bir mahalde yaratılmış olup
muhdestir. Kelâmı harf ve seslerden ibaret olup O'ndan nakille mushaflarda
yazılıdır. Herhangi bir mahalde bulunan şey, bir şekilde fena bulacak bir
arazdır. Mu'tezile'ye göre irâde, sem' ve basar (görme) de Zâtı ile kâim
olmayan özelliklerdir. Ancak onlar, bunların varoluş keyfiyetleri ve
yüklendikleri anlamlar üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Mu'tezile, Allah Teâlâ'nın
ahiret yurdunda gözle görülmesinin ve teşbihin bütün türlerinin reddi
noktasında ittifak etmiştir. Yer, mekân, suret, cisim sahibi olma, bir yerde
bulunma, intikâl etme, zail olma, değişme ve etkilenme gibi O'nun için teşbih
ifade edecek olan hiçbir şeyi kabul etmemişlerdir. Bu konularla ilgili
müteşâbih ayetlerin tevillerini de vacip görmüşlerdir. Onlara göre Tevhid
budur.
Mu'tezile'ye göre kul, kudret
sahibi, hayır ve şer fiillerinin yaratıcısıdır, işlediklerinden dolayı da
ahirette ödül veya cezaya nıüstehaktır. Allah Teâlâ kendisine şer ve zulüm
izafe edilmekten münezzehtir. Bu tür fiillerin işlenmesi küfr ve masiyettir.
Eğer O, zulmü yaratmış olsaydı zâlim olurdu. Tıpkı adaleti yarattığı zaman âdil
olduğu gibi.
Mütezile'nin bir diğer görüşü şudur:
Allah Teâlâ'nın fiili salâh ve hayırdır. Hikmet bakımından da kullarının yarar
ve maslahatlarını gözetmek O'nun üzerine farzdır. Aslah ve lütuf konularında
ise ihtilâf etmişlerdir. Mu'tezile bunu Adalet olarak isimlendirmiştir.
Mu'tezile'ye göre bir mümin, dünya
hayatından tâat ve tövbe üzere ayrıhrsa sevabı hak etmiş olur. Bir büyük günah
(kebîre) işlemiş ve tövbe etmemiş olarak ölürse, sonsuza dek cehennemde kalır.
Ama çekeceği azap, küfür ehlinin azabından daha hafif olur. Mutezile bu konudaki
fikirlerini Va'd ve Va'îd olarak isimlendirmiştir.
Onlara göre şeriat gelmeden Önce de
bilginin esaslarını tanımak ve nimete şükretmek her insan üzerine farzdır.
İyilik ve kötülüğü akıl yoluyla bilmek de farzdır. Allah Teâlâ tarafından gelen
emir ve yasaklar ise, kullar için birtakım lüruflardır. Allah Teâlâ bunları,
kullarını sınamak ve seçmek için peygamberler vasıtasıyla gönderir. Ta ki;
"Helak olan açık delil üzere helak olsun, yaşayan da açık delil üzere
yaşasın diye." (Enfâl/43)
Mu'tezile imamet konusunda ihtilafa
düşmüştür. Kimileri nas İle, kimileri seçim ile belirleneceğini söylemiştir. Bu
konuda görüş belirten fırkaların sözleri ileride ele alınacaktır.
Şimdi Mu'tezile içinde farklı görüş
savunan fırkaları ele alacağız.
Bu fırkaya mensup olanlar, Ebu
Huzeyfe Vâsıl b. Atâ el-Gazzâl el-Elsağ'ın düşüncelerini benimseyen ve onun
yolundan gidenlerdir. Vâsıl b. Atâ, Hasan el-Basrî'nin (radıyalhhu anh)
öğrencisidir. Bu İkisi, Abdülmelİk b. Mervân ve Hişâm b. Abdülmelİk
dönemlerinde yaşamışlardır. Günümüzde Fas'ta Ebu Ca'fer eUMansür döneminde
ayaklanan İdrîs b. Abdullah el-Hasenî'nin beldesinde küçük bir topluluk bu
fırkaya mensuptur.
Vâsıliyye fırkasının ayrılığı şu
dört esasa dayanmaktadır:
a- Birinci Esas: Allah Teâlâ'nın ilim, kudret, irâde ve
hayat gibi sıfatlarını reddeden görüşleridir. Bu görüş başlangıçta tam olgun
değildi. Vâsıl b. Atâ bu görüşü belirtmeye başladığında zahirî ifadeye
dayanıyordu ki o ifade şudur: Kadim ve Ezelî olan iki ilahın varlığı
imkânsızdır. Ona göre Allah Teâlâ'nın Zâtı dışında kadim bir sıfatın varlığını
iddia eden kişi, iki ilahın varlığını iddia etmiş demektir.
VâsıPın taraftarları filozofların
kitaplarını inceledikten sonra daha sistematik bir görüşe ulaşarak şu noktaya
varmışlardır: Bütün sıfadarın reddi gereklidir. O, Zâtı ile Âlim ve Kâdir'dir.
Onlar kudret ve ilmin zatî sıfatlar olduğuna hükmetmişlerdir, yani bu iki sıfat
Cübbâî'ye göre Zât-ı Kadîme'nin iki itibârı, ya da Ebu Hâşim'in söylediği gibi
iki hâlidir.
Ebu'l-Hasan el-Basrî ise bu ikisini
tek bir sıfata "âlimiyet"e dayandırmıştır. Bütün bunlar, filozofların
konuyla ilgili görüşlerinin aynıdır. Söz konusu sıfatlan Kitab ve Sünnet'te
bulduğu gibi kabul eden Selef ise bu görüşe karşı çıkmıştır.
b- İkinci Esas: Kader konusundaki görüşleridir. Mu'tezile'nin
bu yola girmesi Ma'bed el-Cühenî ve Gaylân ed-Dımeşkî tarafından ortaya atılan
fikirlere meyletmesinden kaynaklanmıştır. Vâsıl, bu esâsa sıfatlarmesele-sinden
daha fazla önem vermiş ve şöyle demiştir: Allah Teâlâ Hakîm ve Alîm'dir. O'na
şer ve zulüm isnat etmek caiz değildir. Allah Teâlâ'nın kullarına emrettiği
hususların aksini murat ederek bunlardan dolayı kullarını cezalandırması caiz
değildir. Oysa hayır ve şer, iman ve küfr, tâat ve masi-yeti işleyen kuldur.
Cezalandırılması da bu yüzdendir. Kulu, bu fiillerin tümüne muktedir kılan ise
Allah Teâlâ'dır. Kulların fiilleri; eylem, eylemsizlik, bir şeye dayanma,
derin araştırma ve bilme gibi durumlarla sınırlıdır. VâsıPa göre herhangi bir
kulun yapamayacağı bir fiil için 'Şunu yap!' emrine muhatap olması
İmkânsızdır. Kul, kendinde güç ve imkân bulamadığı bir fiili yapamaz. Bu
gerçeği inkâr eden, zaruret kanununu inkâr ermiş olur. Vâsıl bu görüşünü birçok
ayetle delillendirmeye çalışmıştır.
Hasan el-Basrî (radıyallahu anh)
tarafından Halife Abdülmelİk b. Mer-van'a yazıldığı söylenen bir risale
görmüştüm. Halife, kader ve cebr konularını soruyordu. Hasan el-Basrî bu
soruya, Kaderiye (kulun eylemlerinde mutlak kudret sahibi olduğunu savunan)
mezhebinin görüşleri istikametinde cevap vermiş, cevabını destekleyen aklî ve
naklî delilleri serdetmişti. Bu risale yüksek bir ihtimalle Vâsıl b. Atâ'ya
aitti. Çünkü Hasan el-Basrî, kaderin hayır ve şerrinin Allah'tan olduğu
hususunda Selefe muhalefet edecek bir şahsiyet değildir. Risalede geçen
ifadeler, Mu'tezile'nin kader konusunda ittifak ettiği hususlardı. İşin
şaşılacak tarafı ise, rivayette geçen [kader lafzını], hayır ve şer, hasen ve
kabîh gibi kulların kazanımı olan fiillere değil de sıkıntı ve huzur, darlık ve
bolluk, hastalık ve şifa, ölüm ve hayat gibi Allah Teâlâ'ya mahsus olan
fiillere yormasıdır. Mu'tezile'den bir topluluk bu risaleye görüşleri arasında
yer vermiştir.
c- Üçüncü Esas: Küfr ile iman arasında bir
mertebe (el-menzile beyne'l-menzileteyn) görüşüdür. Bu esasın ortaya çıkışı
şöyle olmuştur:
Adamın biri Hasan el-Basrî'nin
(radiyallatra anh) huzuruna girerek şöyle demişti: "Ey İmam! Zamanımızda
büyük günah işleyenleri tekfir eden bir cemaat ortaya çıktı. Kebîre onlara göre
kişiyi İslâm dininden çıkaran bir küfrdür. Bu cemaat Hâridler'dİr. Bir başka
cemaat da büyük günah işleyenlerin hükümlerini ahirete erteliyorlar. Onlara
göre büyük günahın imana hiçbir zararı yoktur. İnançlarına göre amel, imanın
esaslarından biri değildir. Dolayısıyla masiyetler imana halel getirmez. Tıpkı
küfr halinde tâatlerin fayda etmemesi gibi. Onlar da ümmetin Mürcie'sidir. Bu
konuda sizin hükmünüz nedir?"
Hasan el-Basrî (radiyailabu anh)
hemen cevap vermeyip düşünceye daldı. O söze başlamadan Vâsıl araya girdi ve
şöyle dedi: "Büyük günah işleyen için mutlak mümindir veya mutlak kâfirdir
diyemem. O, küfr ile iman arasında bir yerdedir. Ne mümin, ne de
kâfirdir." Bunu söyledikten sonra da ayağa kalkıp mescidin bir başka
sütununa giderek Hasan'ın meclisinden ayrıldı. Orada da bu meseleyi Hasan
el-Basrfnin öğrencilerinden birine açıklamaya girişti. Bunun üzerine Hasan
el-Basrî (radıyaliahu anh) "Vâsıl bizden ayrıldı (Kad i'tezele annâ
Vâsıl)" (el-İcİ,Mevâkıf, 3/653,658) dedi. Bu nedenledir ki Vâsıl ve
arkadaşları Mutezile (Ayrılanlar) olarak adlandırıldı.
Vâsıl'ın bu görüşünün dayanağı
şudur: İman, birtakım hayır hasletlerinden ibarettir. Bu hasletlerin
toplandığı kimse 'mümin3 olarak adlandırılır. Bu bir övgü ismidir. Fâsık ise
hayır hasletlerini zâtında toplamamış kimsedir. Dolayısıyla da mümin olarak
isimlendirilmez. O, mutlak anlamda kâfir de değildir. Çünkü şehâdet ve sair
hayırlı ameller zâtında mevcuttur. Bunları inkâr etmek mümkün değildir. Ancak
fâsik, işlediği kebîreden dolayı tevbe etmeksizin öldüğünde cehennem ehlinden
olur ve orada ebedî kalır. Çünkü ahirette sadece şu iki zümre bulunacaktır: Bir
zümre cennetlik, diğer zümre ise cehennemliktir. Ancak fâsığın azabı hafiftir.
Bulunduğu derece de kâfirlerin bulunduğu derecenin üstünde olur.
Amr b. Ubeyd (H. 80-144) kader ve
sıfatların inkarı konusunda olduğu gibi bu meselede de Vâsıl'a tâbi olmuştur.
d- Dördüncü Esas: Cemel ve Sıffîn ashabı hakkında
konuşurken, iki gruptan birinin hatalı olduğunu, ama hangisinin hatalı
olduğunun kesin bilinemeyeceğini savunmalarıdır. Osman'ın (radıyallahu anh)
katilleri
Din Sahipleri
hakkında da böyle derler. Onlara
göre lanetleşenlerden biri mutlaka fâsıktır ama hangisinin fâsık olduğu belli
değildir. Mütezİle'nin fâsık hakkındaki görüşünü daha önce görmüştük. Onlara
göre bu iki fırka açısından da asgari nokta, lanetleşenler gibi her İki
fırkanın şahitliğinin kabul edilmez oluşudur. Bu açıdan bakıldığında Ali
(radıyallahu anh) Talha (radıyallahu anh) ve Zübeyr'in (radıyallahu anh)
şahitliği kabul edilmez. Mu'tezile'ye göre Osman (radıyallahu anlı) ve
Ali'nin'fradıyallahu anh) hata etmiş olmaları caizdir. Mutezile fırkasının başı
ve kurucusu olan Vâsıl, sahabenin büyükleri ve âl-i resulden gelen imamlar
hakkında böyle bir düşünceye sahiptir.
Amr b. Ubeyd bu görüşünde ona tâbi
olmakla kalmamış, daha da ileri giderek kesin tayin edilmemekle beraber İki
gruptan birinin fâsık olduğunu İfade etmiştir. O bu bağlamda şöyle demiştir: Bu
iki zümreden birine mensup iki kişi, örneğin Ali (radıyallahu anh) ve onun
ordusundan biri, yahut Talha (radıyallahu anh) ve Zübeyr (radıyallahu anh)'in
kendisi şehâdette bulunsa, şahitlikleri kabul edilmez. Burada her iki zümrenin
de fâsıklığı ve cehennemlik oluşları söz konusudur. Amr b. Ubeyd hadis
râvilerinden bîri olup zühdle tanınır. Vâsıl ise fazilet ve edeple tanınır.
Ebu'l-Hüzeyl el-Allâfm
taraftarlarının oluşturduğu bir fırkadır. Ebu'l-Hüzeyl, Mu'tezile fırkasının
şeyhi, bu topluluğun önde geleni, usulünün koyucusu ve en büyük münâzaracı i
arından biridir. Mu'tezile fikrini Osman b. Hâlid et-TavîTden almıştır. Osman
b. Hâlid'in hocası ise Vâsıl b. Atâ'dır.
Ebu'l-Hüzeyi el-Allâf Mu'tezile
fırkası içinde on esas İle diğerlerinden ayrılmıştır:
a- Birinci Esas: Ebu'l-Hüzeyl şöyle der: Allah Teâlâ
ilimle Âlim'dİr ve ilmi O'nun Zâtı'dır, kudretle Kâdir'dir ve kudreti Zâtı'dır.
Hayatla Hayy'dır ve hayatı Zâtı'dır. O, bu görüşü filozoflardan iktibas
etmiştir. Filozoflara göre Allah Teâlâ'nın Zâtı, hiçbir şekilde çokluk
barındırmayacak şekilde birdir. Sıfatlar ise Zât'm ardında O'nunla kâim özellikler
olmayıp O'nun Zâtının aynıdırlar. İleride de açıklanacağı üzere selb ve izafete
râcidirler.
Allah Teâlâ ilimle değil Zâtı ile
Âlim'dir diyenlerle Zâtı olan bir ilimle Âlim'dir diyenler arasındaki fark,
ilkinin sıfatı reddi, ikincinin ise bizatihi sıfat olan bir Zât'ı yahut da
bizzat zat olan bir sıfatı isbât etmesidir. Ebu'l-Hüzeyl bu sıfatları Zât'ın
vechleri olarak isbât ettiğinde Hıristiyanların ilkeleri(ekânîm) ile Ebu
Hâşim'in hallerinden (ahvâl) farklı bir şey söylememiş olur.
b- İkinci Esas: Ebu'l-Hüzeyfe göre Allah Teâlâ sonradan
oluşan bir İrâde (irâde-İ hâdise) İle irâde buyurandır. Bu irâdenin de mahalli
yoktur. Bu bâtıl görüşü ilk ortaya atan Ebu'l-Hüzeyl olmuştur. Sonrakiler bu
görüşte ona tâbi olmuşlardır.
c- Üçüncü Esas: Ebu'l-Hüzeyl der ki: Allah Teâlâ'nm
kelâmının bir kısmı belli bir mahalde (: kategoride) değildir.
"Kün=Ol" buyruğu böyledir. Bazı kelâmı da belli bir mahaldedir ki
emir, yasak, haber ve soru ifade eden buyrukları böyledir. Ebu'l-HüzeyPe göre
tekvîn ihtiva eden emirler, teklif içeren emirlerden farklıdır.
d- Dördüncü Esas: Kader hakkındaki görüşü, Mu'tezile'nin
diğer mensuplarından farklı değildir. Ancak o, başlangıçta kulun mutlak
kudretini savunucu, son döneminde cebîrcidir. Onun mezhebine göre Ahirettekİ
sonsuzluk ehlinin hareketleri tamamıyla zarurî hareketler olup kulların bunlar
üzerinde hiçbir kudreti söz konusu değildir. Bu hareketlerin tamamı da Allah
Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Çünkü kullar tarafından kesbedilmeleri halinde
onlarla mükellef olmaları gerekirdi.
e- Beşinci Esas: Ebu'l-Hüzeyl'e göre cennet ve cehennem
ehlinin hareketleri yeknesak olma özelliğine sahiptir. Onlar, dâimi bir sükûn
içindedirler. Bu sükûn halinde cennet ehli için lezzet ve tatlar, cehennem ehli
için de türlü acı ve elemler mevcuttur. Ebu'l-HüzeyPin bu görüşü, Ohm'in
görüşüne yakındır. Çünkü ona göre cennet de, cehennem de fânidir.
Ebu'l-Hüzeyl'in bu görüşü sahiplenmesi, âlemin hudûsü görüşüne bağlılığına
dayanmaktadır. Başı olmayan hadisler, sonu olmayan hadisler gibidir. Çünkü
hepsi de sonsuza dek uzanmaktadır. Buna karşın o şöyle demiştir: Bence
"Geçmişe yönelik sonsuza dek devam eden hareketleri kabul etmediğim gibi,
geleceğe yönelik sonsuza kadar giden hareketleri de kabul etmiyorum. Her iki
taraf da daimî bir sükûn ile son bulur." Bu görüşüyle hareket için gerekli
olanın, sükûn için gerekmeyeceğini zannet-miş görünmektedir.
f- Altıncı Esas: Ebu'l-HüzeyPe göre istitâ'at, bir tür
araz olup sıhhat ve selâmet dışında bir husustur. İstitâ'at konusunda kalbî
fiiller ile bedenî fiiller arasında fark mevcuttur. Çünkü kalbî fiillerin
meydana gelişinde, fiil halinde istitâ'atın onlarla birlikte olması şarttır.
Bedenî fiillerde ise şart olmayıp caizdir. Ona göre bunlar daha önce gelir.
Bunlar ilk halde işlenirken fiil ancak ikinci halde bulunur. Fiilin yapılıyor
hali, fiilin yapıldığı halden farklıdır. Sonra kulun fiilinden doğan şey, onun
fiilidir. Renk, koku, tat ve keyfiyeti bilinmeyen hususlar böyle değildir.
Başkasına söyleme ve Öğretme halinde hadis olan idrâk ve ilim hakkında ise
şöyle demiştir: Allah Teâlâ onları o anda yaratır. Bunlar, kulların
fiillerinden değildir.
g- Tedinci Esas: Şeriat gelmezden önce de fikir sahibi
kimse Allah Teâiâ'yı delil ile bilmekle mükelleftir. Eğer bu anlamda
Marifetullahta kusur ederse ebedî cehenneme mahkûm olur. Hasenin hüsnünü,
kabîhİn kubhunu bilmesi de vaciptir. Doğruluk ve adalet gibi iyiliklere (hüsn)
yönelmesi, yalan ve zulüm gibi çirkin fiillerden (kubh) yüz çevirmesi de
vaciptir. Ona göre Allah rızasından ve O'na yakınlaşma gayretlerinden başka
gayelerle işlenen tâatler de mevcuttur. Örneğin ilk düşünceye (nazar-ı evvel)
yönelmek böyledir. İlk düşünce, Henüz Allah'ı ve bir ibadet eylemini
bilmemektedir. Zorlama altındaki kişi hakkında da şöyle demiştir: Zorlandığı
zaman kinayeli ve dolambaçlı konuşmayı bilmiyorsa yalan söyleyebilir. Bunun
vebali ondan kaldırılmıştır.
h- Sekizinci Esas: Ebu'l-HüzeyPe göre ömrün artıp
eksilmesi caiz değildir. Öyle ki cinayetle öldürülen biri, bu şekilde
ölmeseydi, o anda eceliyle ölecekti. Rızklar da iki şekildedir. İlk şekli Allah
Teâlâ'nm yararlanma (intifa) maksadıyla yarattığı herşeydir. "O, bunları
kullarının rızkları için yaratmıştır" demek caizdir. Buna göre her kim,
başka bir kimse için "O, Allah Teâlâ'nın kendisine rızk olarak yaratmadığı
bir şeyi yedi, ondan istifade etti" derse, hata etmiş olur. Rızkın ikinci
şekli, Allah Teâlâ'nın söz konusu rızklardan kulları için hükmettiği şeylerdir.
Bunlardan helal kılınmış olanlar rızk, haram kılınmış olanlar rızk değildir.
Çünkü bunların yenilmesi ve yararlanılması emredilmemiştir.
i- Dokuzuncu Esas: el-Ka'bî ondan naklederek şöyle
demiştir: Ebu'l-Hüzeyl şöyle demişti: Allah Teâlâ'nın irâdesi, muradı değildir.
Çünkü irâdesi, bir şeyi yaratmaktan ibarettir. Bir şeyi yaratmak,
Ebu'l-Hüzeyl'e göre o şeyin aynı değil gayrıdır. Ona göre yaratmak söz, yani
'Kün-Ol' emridir. Allah Teâlâ Semî ve Basîr olmaya devam eder. Yani O işitmeye
ve görmeye devam edecektir. Aynı şekilde Gafur, Rahîm, Muhsin, Hâlık, Râzik
(Rızık veren), Müsîb (Sevap veren), Muâkıb (Ceza veren), Muvâlî (Dost
edinen), Mu'adı (Düşman edinen), Amir (Emreden) ve Nâhî (Yasaklayan) olmaya
devam eder. Bunun anlamı, söz konusu fiillerin O'ndan sâdır olmaya devam
etmesidir.
j- Onuncu Esas: el-Ka'bî ondan naklederek şöyle demiştir:
Ebul-Hüzeyl şöyle demişti: Gaybî bir hususta hüccetin kâim olması ancak bir
veya birden fazla cennet ehlinden olan yirmi kimsenin itibarıyla olabilir.
Yeryüzü, hiçbir zaman Allah dostlarından hâli kalmaz ve onlar masumdurlar.
Yalan söylemez, asla büyük günah işlemezler. Onların ihbarı tevatür değil
hüccettir. Çünkü Allah dostu olmayan ve aralarında masum bir zât bulunmayan
topluluktan yalan sâdır olması caizdir.
Ebu Yakup eş-Şehham ile el-Âdemi,
Ebûl-Hüzeyl ile dostluk etmişler ve onun görüşünü benimsemişlerdir. Ebu'l-Hüzeyl
yüz yaşındayken, 235 yılında el-Mûtevekkİl'İn hilafetinin başlarında vefat
etti.
Bu fırkanın kurucusu, İbrahim b.
Seyyar b. Hânı en-Nazzâm'dır. Bu zât, filozofların kitaplarından birçoğunu
incelemiş ve onların kelamlarım Mu'tezile esaslarıyla sentezleyerek şu
meselelerde yoldaşlarından ayrılmıştır:
a- Birinci Mesele: en-Nazzâm hayır ve şerre bizim
gücümüzün yettiğine dair görüşe İlâvede bulunarak şöyle demiştir: Allah Teâlâ,
kötülük ve masiyetlere kadir olmakla tavsif edilemez. Kötülük ve masiyetler,
O'mın kudreti dâhilinde değildir. Mu'tezile fırkasının diğer mensupları ise,
Allah Teâlâ'nın bunlara kadir olmakla tavsif edilebileceğini, ama bunlar kabîh
fiiller oldukları için Allah'ın bunları yaratmakla tavsif edilemeyeceğini ifade
etmişlerdir. Ona göre kubh, kabîhin zâti sıfatı olduğu için Allah'a izafe
edilmesine mâni olur. O'mın hakkında kabîhin vuku bulabileceğini söylemek
bizatihi kabîhtir. Dolayısıyla buna mâni olması gerekir. Adaletin faili, zulme
muktedir olmakla vasfedilemez. En-Nazzâm bu tutarsız görüşünde daha da ileri
giderek, Allah Teâlâ'nın sadece kullarının yararının bulunduğunu bildiği
şeyleri yapmaya muktedir olduğunu söylemiştir. Ona göre Allah Teâlâ, dünyada
kullarının yararı bulunmayan şeyleri yapmaya muktedir değildir. Bu, O'nun dünya
hayatıyla ilgili kudretinin durumudur. Alıiret hayatıyla ilgili olaraksa şöyle
demiştir: Ahirette cennet ehlinin mükâfatlarını arttırıp eksiltemeyeceği gibi
cehennem ehlinin azabını arttırmaya veya eksiltmeye de kadir değildir. Onun
görüşüne de Allah Teâlâ'nın fiillerinde bağımlı ve mecbur olması söz konusudur.
Oysa hakîkî anlamda Kâdİr olan, herhangi bir fiili yapma veya terket-me
noktasında seçme hakkına sahip olandır. O, bu anlamdaki sorulara şöyle cevap
vermiştir: Kudret konusunda beni bağladığınız husus, sizi de fiil konusunda
bağlamaktadır. Size göre Allah'ın bazı fiilleri yapması -buna muktedirken-
imkânsızdır. Bu durumda aramızda fark kalmamaktadır. en-Nazzâm bu görüşünü
kadîm filozoflardan almıştır. Onlara göre cömert biri, yapmayacağı bir şeyi
biriktirmeyecektir. Onun varettiği ve ortaya koyduğu şey, onun muktedir olduğu
şeydir. Herhangi bir şeyin yarattığından daha güzel ve daha yararlı olduğunu
bilir ve o şey kudreti dahilinde olursa tereddütsüz onu yapar.
b- İkinci Mesele: Allah Teâlâ, hakikat üzere irâde
ile tavsif edilmez. Kendi fiillerinde şer'î anlamda irâde ile tavsif
edildiğinde, sözkonusu fiilleri ilmi istikametinde yarattığı anlaşılır.
Kulların fiilleriyle ilgili tavsif edildiğinde ise, bunları emrettiği ve yasakladığı
anlaşılır. el-Ka'bî irâde konusunda bu görüşe tâbi olmuştur.
c- Üçüncü Mesele: en-Nazzâm der kİ: Kulların fiilleri,
hareketlerden ibarettir. Sükûn ise bir dayanma (i'timâd) hareketidir. İlim ve
irade ise nefsin hareketleridir. Onun bu hareketten muradı, intikâl hareketi
olmayıp muhtemelen değişme hareketinin mebdeidİr. Bu konuda da keyfiyet,
kemmiyet, konum (vaz'), yer (eyne) ve zaman (meta) vd.kategorilerdeki
hareketlerin isbâtına dair filozofların sözlerinden etkilenmiştir.
d- Dördüncü Mesele: en-Nazzâm'a göre insan, hakikî
anlamda nefs ve ruhtur. Beden ise, ruhun aleti ve kalıbıdır. Bu görüşü
filozoflardan iktibas etmiş, onlar arasında da tabîiyyûna meylederek şöyle
demiştir: Ruh, latîf bir cisimdir. Onun bedendeki durumu, gül yaprağındakİ gülsuyuna,
sütteki tereyağına ve susamdaki tahine benzer. Ruh konusunda en-Nazzâm şöyle
demiştir: Ruhun bir kuvveti, kudreti, hayatı ve dilemesi vardır. O, kendiyle
güç yetirendir. Güç yetirme (istitâ'at) fiilden önce gelir.
e- Beşinci Mesele: el-Ka'bî'nin ifadesine göre
en-Nazzâm'a göre kudreti aşan her fiil, Allah Teâlâ'dan olup gereğini O
yaratır. Meselâ Allah Teâlâ taşı öyle bir şekilde yaratmıştır ki yukarı
fırlattığında taş yükselir. Fırlatma gücü zirvesine ulaştığında taş tekrar geri
döner. en-Nazzâm, gerek cevherler, gerekse cevherlerin hükümleri noktasında,
diğer kelamcı ve filozoflara aykırı görüşlere sahiptir.
f- Alttncı Mesele: en-Nazzâm, bölünemeyen en küçük parça
(Cüz'ün la yetecezzâ) fikrinin reddi noktasında filozoflara uygun görüş
belirtmiş, 'tafra' (: sıçrayış) fikrini ihdas etmiştir. Buna örnek olarak, bir
kayanın bir tarafından diğer tarafına yürüyen karıncayı misâl vermiştir. Bu
mesafeyi kateden karınca kendi boyutlarına göre sonsuzu katetmiş olmaktadır.
Peki, kendisi sonsuz olmayan bir varlık sonsuzu nasıl katedebilir? en-Nazzâm bu
sorunun cevabında şöyle demiştir: Karınca, yolun bir kısmını yürüyerek bir
kısmını da tafra ile almıştır. Verdiği benzer bir örnek de şudur: Elli arşın
derinliğinde bir kuyunun üstünde bulunan bir tahta düşünün. Tahtanın ortasından
asılı bir kova bulunsun. Kova da elli arşın uzunluğunda bir halata bağlı olsun.
Kova aşağı bırakılıp yukarı çekildiğinde yüz arşınlık bir mesafe katetmiş
olmakta ve bunu elli arşınlık bir halatla yapmaktadır. Bu durumda mesafenin bir
bölümü tafra ile alınmış olmaktadır. O, tafranın da bir mesafeye denk bir
mesafe kat etmekten ibaret olduğunu farketmemiştir. Yürüme ile tafra arasındaki
fark, zamanın hızlı veya yavaş geçmesine bağlıdır.
g- T edinci Mesele: en-Nazzâm'a göre cevher, bir araya
toplanan arazlardan mürekkeptir. O, renk, koku ve tatların cisim olduğu
konusunda Hişâm b. el-Hakem'e tâbi olmuştur. Ama bazen cisimlerin araz, bazen
de arazların cisim olduğuna hükmetmiştir.
h- Sekizinci Mesele: Ona göre Allah Teâlâ, insan, hayvan,
maden ve bitki olsun bütün mahlûkâtı şu an bulundukları hâl üzere bir defada
yaratmıştır. Adem'i (aleyhisselâm) evlatlarından önce yaratmamıştır. Ancak
sonrakileri Öncekilerde gizil bir güç olarak; "kumun" halinde
yaratmıştır. Öncelik ve sonralık gizlendiği yerden f mekâminden) zuhur etmesi
itibanyladır; yoksa hudusu ve vücudu itibarıyla değildir. O, bu görüşünü kumun
ve zuhur ashabı olan filozoflardan almıştır. Filozoflar arasında en çok
meylettiği, tabiatçı filozoflardır. İlâhiyatçı filozoflara fazla itibar
etmemiştir.
i- Dokuzuncu Mesele: Nazzâm'a göre Kur'ân-ı Kerîm'in
mu'ciz olan tarafı, geçmiş ve geleceğe yönelik verdiği haberlerle birlikte,
Allah Teâlâ'nın Arapları ona karşı çıkmaya yönelmekten alıkoyması ve ona karşı
muaraza etme güçlerin almasıdır. Eğer onları serbest bıraksaydı, fesahat,
belagat ve nazm bakımından onun bir suresinin benzerini yazabilirlerdi.
j- Onuncu Mesele: Nazzâm'a göre İcmâ ve Kıyâs şeriatta
hüccet olarak kabul edilmez. Hüccet olan, ancak masum imamın görüşüdür.
k- Onbirinci Mesele: Rafizî düşünceye yatkınlığıdır.
Sahabenin büyükleri hakkında akıl almaz sözler söylemiştir. Ona göre imamet
ancak açık nass ve tayin ile belirlenebilir. Ali'nin (radıyallahu anh) imameti
de bizzat Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) nassı İle sabit olmuş,
ama Ömer (radıyallahu anh) bunu gizlemiştir. Sakîfe Günü Ebu
Bekir'e (radıyallahu anh} ilk biat eden de odur. Hudeybiyc Günü şüpheye kapılan
da odur. Nitekim Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Biz hak
üzere, onlar bâtıl üzere değiller mi?" diye sormuş, O da, "Evet"
buyurmuştu. Bunun üzerine Ömer (radıyaliahu anh) "Dinimizle ilgili bir
hususta nasıl alçalmayı kabul ederiz?" demiş, Allah Resulü (sallallâhu
aleyhi ve .sellem) de, "Bu, dinde şüphe ve tereddüttür" buyurmuştu.
(Buhârî, Cihad, 22, Cizye, 18; Müslim, Cihad, 94, Müsned, 3/486) En-Nazzâm
iftiralarında daha da ileri giderek şunu iddia etmiştir: Ömer (radıyallahu anh)
Biat günü Fâtıma'nm (radıyallahu anh) karnına öyle sert vurdu ki karnındaki
bebeğini düşürmesine neden oldu. Bir yandan da şöyle bağırıyordu: "Evini
içindekilerle birlikte yakın!" O anda evde Ali (radıyallahu anh), Fâtima
(radıyaüahu anh), Hasan (radıyallahu anh) Ve Hüseyin'den (radıyallahu anh)
başkası yoktu. Yine ona göre Ömer (radıyallahu anh) Nasr b. el-Haccac 1
Medine'den Basra'ya sürmüş, teravih namazını ihdas etmiş, hacda yapılan mut'a
nikahını yasaklamış, valileri sürmüştü. Bütün bunlar iftiradır.
en-Nazzâm, Osman (radıyallahu anh)
hakkında da ağır sözler söylemiştir. Allah Resulü (salkllâhu aleyhi ve sellem)
tarafından kovulmuş olan el-Hakem b. Ümeyye'nin Medine'ye dönmesine izin
vermesi, Ebu Zerrİ (radıyallahu anh) Rebeze'ye sürmesi, çok ahlaksız biri olan
el-Velîd b. Ukbe'yi Küfe valisi yapması, Muaviye'yi Şam, Abdullah b. Amir'i
Basra valisi yapması, Mervân b. el-Hakem'İ kızıyla evlendirmesi, mushaf
getirmesi için Abdullah b. Mesud'a vurması ve benzeri birçok hususu onun
aleyhinde zikretmiştir.
Bu iki büyük sahabe ile kalmayan
en-Nazzâm, Ali (radıyallahu anh) ve Abdullah b. Mesud'u (radıyallahu anh) da
eleştirmiştir. Örneğin şu rivayette Abdullah b. Mesud'u (radıyallahuanh)
yalanlamıştır: "Said, annesinin karnında said olan, şaki ise annesinin
karnında şaki olandır." Ayın yarılması, cinlerin sineğe benzetilmesi gibi
rivayetlerde de onun yalan söylediğini iddia etmiştir. en-Nazzâm cinleri kökten
inkâr etmiştir. Bunlar, sahabe-İ güzîne yönelik ağır sözleri ve iftiralarından
sadece bazılarıdır.
1- Onikinci Mesele: en-Nazzâm'a göre akıllı, ergen,
düşünme ve istidlal gücüne sahip kimsenin şeriat inmezden önce de düşünme ve
istidlal ile Allah Teâlâ'yı bilmesi vaciptir. Ona göre insan aklı, insanın
bütün fiillerinde hasen ve kabîhİ belirleyebilir. en-Nazzâm şöyle demiştir:
İnsanın içinde iki ses vardır. Bunlardan biri yapmayı, diğeri ise yapmamayı
emreder. İnsanın seçim hürriyetinin gereği de budur.
m- Onüçüncü Mesele: Va'd ve vaîd konusunda da söz
söylemiştir. Gümüşte İkİ yüz dirhem, altında yirmi mıskal olan nisap miktarının
aşağısında bir malı çalan veya haksız yere alan kimse fâsık sayılmaz. Diğer
zekât kıstasları için de durum böyledir. Ahiret hayatıyla ilgili olarak çocuklar
üzerindeki lütfün, hayvanlar üzerindeki gibi olduğunu söylemiştir.
El-Esvârî (ö. H. 240), hemen bütün
görüşlerinde en-Nazzâm'a tâbi olmuş ve daha ileri giderek şöyle demiştir: Allah
Teâlâ, yapmayacağını bildiği ve yapmayacağını haber verdiği bir şeye muktedir
olmakla vasfedi-lemez. Oysa insan buna muktedirdir. Çünkü kulun kudreti, zıtlar
için de geçerlidir. Zıtlardan sadece birinin vücuda geleceği önceden bilinir.
Oysa Allah Teâlâ'nın Ebu Leheb'in ateşe atılacağını bildirmesine rağmen ona
yönelik hitap baki kalmaktadır.
Ebu Ca'fer el-İskâfî (ö. H. 240) ve
arkadaşları da en-Nazzâm'la aynı görüşleri paylaşmış, ilâve olarak şunu
söylemişlerdir: Allah Teâlâ'nın akıl sahiplerine zulmetme kudreti yoktur. O,
sadece çocuklar ve delilere zul-etme kudreti ile vasfedilebilir.
Ca'fer b. Mübeşşir ve Ca'fer b. Harb
de en-Nazzâm'la aynı görüşleri paylaşmış, ancak bazı ilâvelerde bulunmuşlardır.
Ca'fer b. Mübeşşir şöyle demiştir: İslâm ümmetinin fâsıkları arasında zındıklar
ve Mecûsîlerden daha kötü olanlar vardır. Yine ona göre sahâbe-i kiramın şarap
içene yguianan had cezası üzerindeki icmâları hatadır. Çünkü had cezalarında il
olan nass ve tevkiftir. Ona göre tek bir daneyi çalan dahi fâsıktır ve andan
sıyrılmıştır.
Muhammed b. Şebîb, Ebu Şemr ve Musa
b. İmrân da en-Nazzâm'ın raftarlarıdır. Ancak va'îd ve el-menzile
beyne'l-menzileteyn meselelerinde ona karşı çıkarak şöyle demişlerdir: Büyük
günah işleyen kimse (mürtekib-i .ebîre) sırf bu günahı işlemesiyle imandan
çıkar. İbn Mübeşşir va'îd konuda şöyle demiştir: Cehennemde ebedî kalış ve
azabı hakediş şeriat gelmeden önce de bilinir. Diğer arkadaşları ise buna
karşı çıkarak, cehennemde ebedî kalışın ancak şeriatle bilinebileceğini
söylemişlerdir.
el-Fadl el-Hadsî ve Ahnıed b. Hâıt
da en-Nazzâm'ın taraftarlarındandır. er-Râvendî dedi ki: O ikisi, mahlukâtın
iki yaratıcısı olduğunu iddia ediyorlardı. Bunlardan biri kadîm olan Allah
Teâlâ, diğeri ise muhdes olan Mesih İsa'dır. Bunu da şu ayete
dayandırmışlardır: "Topraktan kuş şeklinde canlı yaratırdın."
(Mâide, 5/109) Ancak el-Ka'bî, el-Hadsî hakkındaki hüsnüzanmndan dolayı
cr-Râvendî'nin bu ifadesini yalanlamıştır.
Hâbıtiyye, Ahmed b. Hâbıt'ın (ö. H.
232) taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Hadsiyye de el-Fadl el-Hadsfnin (Ö.
H. 257) taraftarlarından olu-Şan bir fırkadır. Her ikisi de en-Nazzâm'ın
taraftarlanndandı ve onun gibi klasik filozofların eserlerini incelemişlerdi.
Bu ikisi, en-Nazzâm'ın mezhebinde üç bidat daha çıkarmışlardır:
a- Birinci Bidat: Hıristiyanlara uyarak Mesih İsa
(aleyhisselâm) hakkındaki ılahlik iddialarından birini isbât etmişlerdir. Bu
iddia, Hesap Günü Mesîh İsa'nın (aleyhisselâm) da insanları sorguya çekeceğidir.
Bu iddianın dayanağı şu ayet-i kerimedir: "Rabbin ve melekler saf saf
geldiler." (Fecr, 89/22) Onlara göre buluttan gölgeler içinde gelecek olan
odur "Yahut Rabbin gelsin" (Bakara, 2/209) ayetinde murat edilen de
odur. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve seUcm) "Muhakkak ki Allah
Adem'i Rahman suretinde yarattı" (Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, 8/198;
Taberânî, Mucemu'l-Kebîr, 12/430; Dârehıtni, Sıfat, 1/37) buyruğunda kasdedilen
de odur. "Cebbar ayaklarını cehenneme koyar" (Ali d-Müttakî,
Kenzu'l-Ummâi, 1/408; Kurtubî, el-Câmî, 16/44,17/19) hadisinde murat edilen de
odur. Ahmed b. Hâbıt, Mesih'in (akyhissdâm) cismâni bir bedene büründüğünü ve
Hıristiyanların iddia ettikleri gibi cesede dönüşmüş kadîm kelime olduğunu
ileri sürmüştür.
b- İkinci Bidat: Tenasüh iddiasıdır. Bu ikisi, Allah
Teâlâ'nın insanları bugün bulundukları dünya yurdu dışında bir yurtta sağlıklı,
sağlam, akıllı ve ergen olarak yarattığını iddia ederler. Onları da Allah'ı
bilme ve tanıma melekesİyle yarattığını ve üzerlerine nimetler yağdırdığını
ileri sürerler. Onlara göre Allah Teâlâ'nın ilk yarattığının akıllı,
düşünebilir ve ibret alabilir bir varlık olması şarttır. Nimetlerine şükretme
mükellefiyeti de onlarla başlamıştır. Yarattıklarının bir bölümü bütün
emirlerinde O'na itaat ederken, bazıları bütün emirlerine karşı çıkmıştır.
Bazıları ise, emirlerinin bir kısmına İtaat edip bir kısmına karşı çıkmıştır.
Allah Teâlâ emirlerinin tamamına itaat edenleri, ilk yarattığı nimet yurdunda
baki kılmış, emirlerinin tamamına karşı çıkanları azap yurdu olan cehenneme
atmıştır. Emirlerinden bir kısmına itaat edip bir kısmına karşı çıkanları ise,
cennetten çıkararak dünyaya indirmiş ve onlara mevcut ağır bedenleri
giydirmiştir. Onları zorluklar, sıkıntılar, darlıklar, acılar, bolluk, huzur ve
türlü lezzetlerle imtihan etmiştir. Bütün insanları ve hayvanları, günahları
miktarınca türlü suretlere büründürmüştür. İsyanı az, tâatı fazla olanlar,
suret bakımından daha güzel, elem bakımından daha şanslı İken, isyanı fazla
tâatı az olanlar suret bakımından daha çirkin ve elem bakımından daha
ağırdırlar. Dünyaya gelen canlılarda tekrar tekrar gelme, her defasında farklı
bir surette yaratılma söz konusudur. İsyan ve tâariarı sürdükçe de böyle olmaya
devam etmektedir. Bütün bunlar tenasüh fikrinin ta kendisidir.
Bu ikisinin yaşadığı dönemde
Mu'tezile'nin reisi, onlar gibi en-Nazzâm'ın öğrencisi olan Ahmed b. Eyyub b.
Mânûs idi. Tenasüh konusunda o da Ahmed b. Hâbıt ile aynı fikirleri savunur,
mahlûkâtın bir defada yaratılmış olduğunu iddia ederdi. Ancak ondan farklı
olarak şunu söylerdi: Hayvânîliğe dönüşüldüğü zaman kişinin üzerindeki
mükellefiyetler kalkar. Böylece iki dönüş, âhiret âlemine olur.
Bu ikisine göre dar (yurt) sayısı
beştir:
Mükâfat için iki dâr mevcuttur.
Birinde yeme-içme, eşler, bahçe-r (cennetler) ve nehirler vardır. İkinci dâr
ise birincinin üstünde olup me-içme ve eşler yoktur. Buradaki lezzetler
tamamıyla gayr-i cismânî e ruhanî olup, huzur ve sükûndan ibarettir.
Üçüncü dâr, mutlak azabın bulunduğu
dâr olup cehennem ateşinden oluşur. Burada dereceler olmayıp herkes aynı
düzeyde azap görür.
Dördüncü dâr, insanoğlunun dünya
yurduna indirilmeden önce ilk yaratıldıkları yurttur. Bu dara cennet-i ûlâ yani
ilk cennet denir.
Beşinci dâr, imtihan yurdu olup
insanoğlunun ilk cennette işledikleri hatadan dolayı indirildikleri dünyadır.
Bu yaratma ve tekrar tekrar can
verme hayır ve serden oluşan iki kefe doluncaya kadar sürer. Hayır kefesi
dolarsa kişinin bütün amelleri tâathaline geldiği gibi itaat sahibi kişide
mutlak iyi haline gelerek cennete nakledilir. Bu, göz açıp kapaması kadar kısa
bir sürede olur. Çünkü onu geciktirmek zulümdür. Nitekim hadiste şöyle
buyrulmaktadır: "İşçinin ücretini alınteri kurumadan verin." (İbn
Mâcc, Ruhun, 4; Ebu Yâlâ, Müsned, 12/34; Beyhakî, Sünen, 6/121)
Şer kefesi dolduğunda ise kişinin
bütün amelleri masiyete dönüşür masiyet sahibide mudak kötü olup derhal
cehenneme atılır. Bu da göz açıp kapama kadar kısa bir anda olur. Bu da Allah
Teâlâ'nın şu buyruğunun gereğidir: "Ecelleri geldiği zaman ne bir saat
ileri alınır, ne de ertelenirler." (AYâf, 7/33; Nahl, 16/60)
c Üçüncü Bidat: Allah Teâlâ'nın
görülmesiyle (ru'yetullâh) ilgili bütün naslan tevil etmişlerdir. Örneğin Allah
Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve selkm) "Rabbinizi dolunay halindeki ay
gibi göreceksiniz. O'nu görmede zorluk Çekmeyeceksiniz." (Dârekutnî,
Ru'yetullah, 1/89, 9ü, 91, 93, 95, 100) hadisi de tevil ettikleri naslar
arasındadır. Her ikisine göre de görülecek şey, ilk yaratılan Akl-i EvvePdir.
Mevcudat üzerine saçılan suretlerin kaynağı da bu Akl-ı Fa'âl'dır. Allah
Resûlü'nün (salkllâhu aleyhi ve sellem) şu hadisinde kasdedilen de odur:
"Allah Teâlâ'nın ilk yarattığı varlık akıldır. Ona 'Gel!' buyurduğunda
gelmiş, 'Don!' dediğinde dönmüş ve şöyle buyurmuştur: 'İzzetim ve Celâlim hakkı
için, senden daha güzel bir varlık yaratmadım. Seninle izzet ve seninle zillet
veririm; seninle ihsan eder, seninle menederim.'" (Adûnî, Keşfu'i-Hafa,
1/274, 307; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, 4/510; İbn Hacer, Fetbu'1-Bârî, 6/289) Kıyamet
günü ortaya çıkacak olan da bu akıldır. O gün Akl-ı Faal ile suretlerini ona
borçlu olanların arasındaki perde kaldırılacak ve onu ondördündeki ay gibi
görecelderdir. Aklı Yaratan ise asla görülmeyecektir. İlk yaratan ancak kendine
benzetilebilir.
İbni Hâbıt şöyle demiştir:
Canlılardan her tür bir ümmet gibidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Yeryüzünde giden hiçbir canlı, kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki
sizler gibi ümmetler olmasınlar." (En'âm/37) Her ümmetin de kendi türünden
bir peygamberi olmuştur: "Hiçbir ümmet yoktur ki uyarıcı gelmiş
olmasın!" (Fâtır/23)
Bu ikisinin tenasüh meselesinde
İzledikleri başka bir yol da tenâsuhcu-lar, filozoflar ve Mu'tezİle'nin
görüşlerinin karışımı gibi görünmektedir.
Bişr b. el-Mutemîr (Ö. H. 226)
taraftarlarınca kurulmuş bir fırkadır. Bişr, Mu'tezile âlimlerinin en
üstünlerindendi. "Teveilüd" (: kendiliğinden oluşum) fikrini İlk
ortaya atan ve bu fikirde aşırıya giden biriydi. Mu'tezile'nin diğer
mensuplarından altı meselede ayrılmıştı:
a- Birinci Mesele: Ona göre renk, tat, koku ve idrâk ile
bilinen şeylerin hepsi sem' kaynaklıdır. Ru'yetin sebepleri onun fiilinin
etkisiyle olduğuna göre ru'yetin de kulun fiilinin etkisiyle teveilüd etmesi
caizdir. Bişr bu görüşü, tabiatçı filozoflardan iktibas etmiştir. Ancak
filozoflar, teveilüd edenle, kudreti icra eden arasında ayrım yapmışlardır.
Kudret, onlara göre kelamcılardan farklı bir yapıdadır. Fiilin ve fiilden
etkilenmenin kuvvetleri, kelamcıların isbât ettiklerinden farklı biçimde
tezahür etmektedir.
b- İkinci Mesele: Bişr'e göre istitâ'at bedenin sıhhat ve
esenliği, organların sağlıklı oluşudur. Kendisi bu bağlamda şöyle demiştir:
Bence kul ne birinci, ne de ikinci durumda istitâ'at ile fiilde bulunmaz,
Aksine insan bir fiilde bulunduğu zaman bu fiil ancak İkinci durumda vâki olur.
Din Sahipleri
c- Üçüncü Mesele: Allah Teâlâ akıl baliğ olmamış çocuğa
azap etme-ve Kadiredir. Ona azap etmesi halinde ise zâlim olur. Ama o, Allah
Teâlâ hakkında böyle konuşmayı doğru bulmaz. Bu noktada yapılması gereken,
'eğer o çocuğa azap etseydi, o çocuk akıl baliğ ve günahkâr olup bu azabı bak
etmiş olurdu', demektir. Bu ifadede ise çelişki vardır.
d- Dördüncü Mesele: el-Ka'bî'nin anlattıkları ışığında
Bişr'e göre Allah Teâlâ'nın irade buyurması, O'nun fiillerinden olup iki vecih
üzeredir: Bir vechi sıfat-ı zât, bir vechi ise sıfat-ı fiildir. Sıfat-ı Zât
vechi şudur: Allah Teâlâ her zaman kendi fiillerini ve kullarının tâat ve
ibadetlerini murat edicidir. Çünkü O, Hakîm'dir. Hakim olanın salâhı ve hayrı
bile bile onu murat etmemesi caiz değildir. Sıfat-ı fiil vechi ise şudur: Allah
Teâlâ bu sıfatla, ihdas etme halinde kendi fiilini irâde buyurursa bu durum,
O'nun bu fiilini yaratmasıdır. Ve o da mahlukun yaratılmasından öncedir. Çünkü
varlık sebebi bir başka şey olan bir varlığın, o şeyle beraber var olması
mümkün değildir. Allah Teâlâ kullarının fiilini murat ederse, o onurdadır.
e- Beşinci Mesele: Bişr der ki: Allah Teâlâ'nın öyle bir
lütfü vardır ki, eğer onu izhâr etmiş olsaydı, yeryüzünde yaşayanların hepsi
imana gelir ve mükâfatı hakederlerdi. Allah Teâlâ'nın bu lütfunu kulları
üzerine indirmesi vacip değildir. Kullarının yararına olan şeyleri gözetmek de
O'na vacip değildir. O'nun üzerine vacip olan, kullarına kudret ve istitâ'at
nasip etmek, davet ve risâlet yoluyla yanlışları ortadan kaldırmaktır. Şeriat
gelmezden önce de, düşünen biri fikir ve istidlal vasıtasıyla Allah Teâlâ'yı
bilebilir. Kul, fiilinde hür olduğu zaman, içindeki iki sese ihtiyaç duymaz.
Çünkü bu iki ses, Allah Teâlâ kaynaklı değil şeytan kaynaklıdır. İlk fikir
sahibinin Önünde şeytanın şüphe fısıltısı söz konusu değildir. Eğer şeytan, ilk
düşünenden önce kuşku verseydi kalbe, onunla ilgili hüküm şeytan hakkındaki
hüküm gibi olurdu.
f- Altıncı Mesele: Ona göre bir kimse büyük günah
işlediğinde tövbe ederse, tövbesi kabul edilir. O günahı tekrar işlerse,
ilkinin cezasını da hak etmiş olur. Ona göre büyük günahtan dolayı edilen
tövbenin kabulü, tekrar işlememe şartına bağlıdır.
Mu'tezile'nin altıncı ana kolu olan
bu fırka, Muammer b. Abbâd es-Sülemî (Ö. H. 220) tarafından kurulmuştur.
Muammer b. Abbâd, Mu'tezile bilginlerinin en büyüklerİndendir. Sıfatları ve
kaderi, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğunu, bunları benimsemekle kişinin
tekfir ve tadlîl (dalâlet nispet etmek) edilmesini reddetmiştir. Bazı
görüşleriyle diğer Mu'tezile bilginlerinden ayrılmıştır.
Bu görüşlerden biri şudur: Ona göre
Allah Teâlâ cisimlerden başka bir şey yaratmamıştır. Arazlar, bu cisimler
tarafından icat edilmiştir. Bu ya ateşin yakmayı, güneşin ısıyı, ayın renkleri meydana
getirmesi gibi tabiî olur veya canlının hareket ve sükûnu, birleşme ve
ayrılmayı oluşturması gibi İhtiyarî olur. Cismin ortaya çıkış (hudûs) ve
yokoluşunu (fena) iki araz olarak görmesi tuhaftır. Bunların, cisimlerin eseri
olduğunu nasıl söyleyebilir? Allah Teâlâ arazları ihdas etmediyse cismi ve onun
yokoluşunu niçin ihdas etmiş olsun? Hudûs araz olduğu için buradan Allah
Teâla'nın esas olarak hiçbir fiilinin bulunmaması sonucu çıkar. Onun bu
görüşünün çelişkisi şöyle ortaya çıkar (ilzam): Allah Teâla'nın kelâmı ya araz
veya cisimdir. Araz olduğunu söylerse Allah Teâlâ tarafından İhdas edilmiş
demektir. Çünkü esasında mütekellim, kelam fiilini gerçekleştirene denir ya da
Allah Teâla'nın araz olması bakımından herhangi bir kelamı olmaması gerekir. Eğer
O'nun cisim olduğunu söylerse, bu onun daha önce, cismin bir mahalde ihdas
edildiğine ilişkin görüşünü geçersiz kılar. Çünkü cisim, başka bir cisimle kâim
olmaz. Böylelikle ezelî sıfatların varlığı fikrine katılmadığı ve arazların
yaratılmış olduklarını reddettiği takdirde, onun mezhebine göre Allah Teâla'nın
konuştuğu bir kelâmı olmamış olur. O'nun kelâmı olmadığında ise O emreden ve
yasaklayan olmaz. Bunlar olmadığında da şeriat olmaz. Görüldüğü gibi Bişr'in bu
görüşü büyük bir çelişkiyle sonuçlanmaktadır.
Bir diğer görüşü şudur: Her türdeki
araz sonsuz sayıdadır. Bir mahalde kâim olan her araz, onun kıyamını
gerektiren bir mâna sebebiyle kâim olur. Bu İse teselsüle yol açar. Bu
meseledeki görüşlerinden dolayı o ve arkadaşları Ashab-ı Meânî olarak anılmışlardır.
O, bu görüşüne ilâveten şöyle demiştir: Hareketin sükûna karşı oluşu zâtı
itibarıyla değil bu duruşu gerektiren bir mâna sebebiyledir. Misallerin
farklılık ve benzerliği, zadların çelişmesi de aynı şekilde bir mâna
sebebiyledir.
El-Ka'bfnin anlattığına göre
Muammer, Allah Teâla'nın irâdesi konusunda şu görüşe sahiptir: O'ndan herhangi
bir şey için sâdır olan irâde, Allah Teâla'nın Zâtı veya başka bir şeyi
yaratması, emri, ihbarı ve hükmü değildir. O, bununla bilinmeyen meçhul bir
hususa işaret etmektedir. Ona göre, İnsan için irâde dışında hiçbir fiil söz
konusu değildir. Bizzat yapma (mübaşeret) veya neden olma (tevlîd) türünden her
fiil bu kapsama girer. Kıyam, ku'ûd, hareket ve sükûn türünden bütün teklifi
fiilleri irâdeye dayanır. Bu fiiller, mübaşeret veya tevlîd yoluyla
gerçekleşmemiştir. Bu, çok şaşırtıcı bir görüştür. Ancak Bİşr bunu mezhebinin
insanın hakİkatiyle ilgili görüşüne dayandırmaya çalışmıştır. Ona göre insan,
öyle bir mâna veya cevherdir ki bu bedenden bağımsızdır. İnsan, âlim, kadir,
tercih ve hikmet sahibidir, ne hareketli. Ne sakin, ne oluşmuş, ne bir yeri
kaplamış, ne gören, ne dokunan, ne hisseden, ne elle yoklayan veya belli bir
mekâna hulul eden değildir. Hiçbir mekân onu kuşatamadığı gibi, hiçbir zaman
onu smırlayamaz. O, içinde yaşadığı cesedin müdebbiridir. Bedenle ilişkisi
tedbîr ve tasarruftan ibarettir. Muammer bu görüşü filozoflardan iktibas
etmiştir. Bilindiği üzere filozoflara göre İnsan kendiyle kâim bir cevherdir.
Hiçbir mekân ve yerde bulunmayan bir Özden ibarettir. Onlar aynı türden aklî
varlıkların varlığını da iddi etmişlerdir. Mufârik akıllar bunlardandır.
Muammer, filozofların görüşlerine uyarak nefsin fiilleri ile onun bulunduğu
kalıbın yani bedenin fiilleri arasında ayrım yapmıştır. İlkine insan, ikincisine
ise beden adını vermiştir. Ona göre nefsin fiili, sadece irâde etmektir. Nefs
insandır. Buna göre insanın fiili de irâde olmaktadır. Bunun dışındaki bütün
hareket, sükun ve dayanmalar ise bedenin fiilleridir.
Anlatılanlara bakıldığında Muammer'e
göre Allah Teâlâ kıdem ile tavsif edilmez. Çünkü kıdem, belli bir zaman
sürecine delâlet eder. Kıdem, belli bir zaman sürecini çağrıştırmaktadır. Allah
Teâla'nın mevcudiyeti ise zamanı aşkındır.
Ona göre yaratma (halk)
yaratılmıştan (mahluk), İhdas etme ihdas edilmişten (muhdes) farklıdır.
Ca'fer b. Harb, Muammer'in şu
görüşünü naldetmiştir: Allah Teâlâ'nın kendi Zâtını bilmesi imkânsızdır. Zira
bu, Âlim yani bilen ile Malûm yani bilinenin bir olmamasına yol açar. Allah
Teâlâ'nm başkasını bilmesi de imkânsızdır. Mevcûd olması bakımından mevcûd
üzerinde kudret sahibi olmasının imkânsızlığı gibi. İhtimal ki bu nakil doğru
değildir. Hiçbir akıl sahibi, bu tür hezeyanlarda bulunmaz.
Muammer'in meylettiği filozoflara
bir bakalım. Onlara göre Allah Teâlâ'nın ilmî, infî'âlî yani bilinene tâbi bir
ilim değil fi'lî bir İlimdir. O, FâİI olması bakımından Alim'dir. Fiili
gerektiren O'nun ilmidir. O'nun mevcûd ile İlişkisi, hadis olma anıyla
sınırlıdır. Dolayısıyla yok olanla (ma'dûm) ilişkisinin yokluk (ademiyet) halinde
de sürmesi imkânsızdır. O, ilim ve akıldır. Akıl, Akil ve Ma'kûl olması aynı
şeydir. Muammer şöyle demiştir: Allah Teâlâ Zâtı'm bilir, denemez. Çünkü bu,
âlim ile malûm arasında bir ayrışmaya neden olabilir. O, başkasını da bilemez.
Çünkü başkasını bilmesi, bu bilginin başkasından hâsıl olması anlamına gelir.
Bu durumda ya nakil sahih olmamalı, ya da bu tür bir anlama yorulmalıdır.
Muammer'in taraftarlarından olmadığımız için bu sözü uygun bir şekilde
yorumlayacak değiliz.
İsa b. Sabîh'in taraftarlarınca
kurulmuştur. Ebu Musa künyesi, el-Mûzdâr (veya el-Murdâr) ise lakabıydı. Bİşr
b. el-Mutemir'İn öğrencilerinden olup ilmi ondan almıştır. Zühd ile bilinen
bir zâttır. Öyle ki Mu'tezile'nin Rahibi olarak tanınmıştır. Mu'tezile'nİn
diğer fırkalarından şu meselelerde ayrılmıştır:
a- Birinci Mesek: Kudret konusundadır. Ona göre Allah
Tcâlâ yalan söylemeye ve zulmetmeye Kâdİr'dir. Eğer yalan söyleseydi ve
zulmedsey-di yalancı ve zâlim ilah olurdu. Allah Teâlâ onun sarf ettiği
sözlerden münezzehtir.
b- İkinci Mesek: Tevellüd hakkında hocasıyla aynı görüşte
olup farklı olarak şu ilâvede bulunmuştur: Bir fiilin tevellüd bakımından iki
failden sâdır olması caizdir.
c- Üçüncü Mesek: İnsanlar fesahat, nazm ve belagat
bakımından Kur'ân'ın benzerini oluşturmaya kadirdirler. Kur'ân'ın mahluk
oluşu konusunda mübalağa eden Murdar, kıdemine inananları tekfir etmiştir. Ona
göre bu iddiada bulunan kimse, iki kadîmin varlığını isbât etmiş olur. Sultanın
çevresinde bulunan, kısaca sultana yanaşanları da teldir etmiştir. Sultanın
vâris ve muris olamayacağını söylemiştir. Kulun amellerinin Allah Teâlâ
tarafından yaratılmış olduğunu ve Allah'ın gözle görülebileceğini söyleyenleri
de küfrle itham etmiştir. Tekfirde o derece aşırıya gitmiştir ki onların
'Allah'tan başka ilah yoktur' demekle dahi kâfir olduklarını söylemiştir.
İbrahim b. es-Sindî bir defasında dünya üstünde yaşayan insanların durumunu
sorunca, tamamının kâfir olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine İbrahim ona
dönerek, "Genişliği gökler ve yer kadar olan cennete sadece sen ve sana
inanan üç kişi mi girecek?!" demiş. Bunun üzerine o mahcup olmuş ve cevap
verememişti.
Ca'fer b. Harb es-Sekafî (ö. H. 234)
ve Ca'fer b. Mübeşşir el-Hemedânî (ö. H. 236) (Caferân=İki Cafer) ondan ders
almışlardır. Ebu Züfer ve Muhammed b. Süveyd de öğrencilerindendir. Ebu Ca'fer
Muhammed b. Abdullah el-İskâfî, İsa b. el-Hcysem ve Ca'fer b. Harb el-Eşecc
gİbİ zâtlarla arkadaşlık etmiştir. el-Ka'bî, Ca'fer b. Harb ve Ca'fer Mübeşşirm
şöyle dedilderini nakletmiştir: Allah Teâlâ Kur'ân'ı Levh-i Mahfuz'da
yaratmıştır. Onun oradan nakledilmesi caiz değildir. Çünkü bir şeyin aynı anda
iki farklı yerde bulunması imkânsızdır. Bizim okuduğumuz Kur'ân, Levh-i
Mahfuz'da ilk olarak kaydedilenin taklidinden ibarettir. Bu ise bizim fiilimiz
ve yaratışımızdır.
O, Kur'an'la ilgili görüşler
arasından bu görüşü tercih etmiştir.
Aklın hasen ve kabîhi belirlemesi
konusunda ise şöyle demiştir: Akıl, Allah Teâlâ'nın şeriat gelmezden önce de
bütün hüküm ve sıfatlarıyla bilinmesini vacip görür. Eğer bunda kusur eder ve
O'nu hakkıyla bilip şükretmezse ebedî azabı hakeder. Cehennemdeki ebedîlik de
akılla vacip görülen esaslardan biri olmuştur.
Bu fırka Sümâme b. el-Eşres en-Numeyrî
(Ö. H. 213) tarafından kurulmuştur. Dİn anlayışındaki basitlikle nefsânî
isteklerdeki bayağılığı birleştirmiş biriydi. Ona göre büyük günah işleyen bir
fâsık, tövbe etmeksizin ölürse ebedî cehenneme mahkum olurdu. Böyle biri
hayatta iken de, iki mertebe arasında bir yerde olurdu. Bu şahıs, Mu'tezile
bilginlerinden altı meselede ayrılmıştır:
a- Birinci Mesele: Tevellüd etmiş (kendiliğinden oluşmuş)
fiillerin failleri yoktur. Onların fail sebebe dayandırılmaları mümkün
değildir. Çünkü bu durumda fiilin ölüye dayandırılması gerekebilmektedir. Örneğin
bir kimse, başka birine ok atsa ve ok hedefe ulaşmadan kendisi ölse ve ok
hedefine ulaşsa, bu durumda fiil ölüye isnat edilmiş olup Allah'a
dayandırılması mümkün olmaz. Çünkü böyle bir durumda Allah Teâlâ'ya çirkin bir
fiil isnadı sözkonusudur ki bu muhaldir. Sümâme bu meselede şaşkınlığa düşmüş
ve tevellüd yoluyla oluşan fiillerin, fâİli olmayan fiiller olduklarım
söylemiştir.
b- İkinci Mesele: Ona göre kâfirler, müşrilder,
zındıklar, dehrîler, Mecûsîler, Yahudiler ve Hıristiyanlar Kıyamet Günü toprak
olup cennet ya da cehenneme girmezler. Hayvanlar ve müminlerin çocukları da
böyledir.
c- Üçüncü Mesele: Ona göre istitâ'atın anlamı esenlik ve
organların sıhhatidir. İstitâ'at fiilden önce gelir.
d- Dördüncü Mesele: Bilgi (marifet) araştırma ve düşünme
sonucu ortaya çıkar (tevellüd eder). Bu şekilde tevellüd ederek ortaya çıkan
diğer şeyler gibi o da faili bulunmayan fiillerdendir,
e- Beşinci Mesele: Ona göre hüsn ve kubh akılla bilinir.
Marifetullah (: Allah'ı bilmek, varlığına inanmak), şeriatın gelmesinden önce
de vaciptir. Bu konuda mezhebinin görüşüyle mutabıktır. Fakat şu hususu
kendisi ilâve etmiştir: Kâfirler arasında Yaratıcısını tanımayan kimse mazur
görülebilir. Bilgilerin tamamı zarurîdir. Allah Teâlâ'yı bilmesi zarurî
olmayan bir kimse, bununla emrolunmuş da değildir. Böyle biri, diğer hayvanlar
gibi ibret ve hizmet için yaratılmıştır.
f- Altıncı Mesele: İnsanın irâdeden başka bir fiİİİ
yoktur. Bunun dışındaki fiilleri de ihdas edeni olmayan hadesten İbarettir.
İbnu'r-Râvendî ondan şu İfadeyi nakletmiştir: Alem, Allah Teâlâ'nın yaratışı
ile fiilidir. Onun bundan muradı, filozofların dedikleri gibi Allah Teâlâ'nın
bizzat vâcîp kılan olması, İradesi ile var eden olmamasıdır. Ama bu görüş, âlemin
kıdemini gerektirmektedir. Çünkü gerektiren (mûcib), gerekenden (nıûceb) ayrı
düşünülemez.
Halife Memûn döneminde yaşayan
Sümâme, onun katında itibarlı biriydi.
Bu fırka, Hişâm b. Amr el-Fuvetî (Ö.
H. 226) adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Kader konusundaki
aşırılığı, Mütezile'nin diğer mensuplarından daha fazladır. Kur'an'da bile
geçmiş olsa fiillerin mutlak anlamda Allah Teâlâ'ya izafe edilmesinden imtina
ederdi.
Ona göre Allah Teâlâ müminlerin
kalplerini kaynaştırmaz. Bilakis müminler kendi iradeleriyle kaynaşırlar.
Halbuki Kur'an'da şöyle buyrul-maktadır: "Onların kalplerini
kaynaştıramadın. Ancak Allah onları kaynaştırdı." (Enfal, 8/63)
Bir diğer örnek ise şudur: Allah
Teâlâ imanı müminlere sevdirmez ve kalplerinde süslü göstermez. Halbuki
Kur'an'da şöyle buyrulmaktadır: "Size imanı sevdirdi ve onu kalplerinize
süslü gösterdi." {Huoırât, 49/7) Mühürleme, mühür vurma, tıkama ve benzeri
fiillerde çok daha katı davranmıştır. Bu anlamda ise şu ayetler varit
olmuştur: "Allah onların kalplerine ve kulaklarına mühür vurdu."
(Bakara, 2/7); "Evet! İnkarlarına karşılık onların kalplerini
mühürledi." (Nisa, 4/155) Adamcağız ne kadar da yanlış bir inanca sahip!
Kur'an lafızlarını ve açık nasları Allah Teâlâ'dan gelen vahiy olduğunu bile
bile inkâr edebilmektedir. Aslında bu, kendi küfrünü açıkça ifadeden ibarettir.
Veyahut da zahirlerini Allah'a izafe etmekten imtina etmiş ve tevillerini
gerekli görmüştür. Taraftarları da aynı görüşleri benimsemişlerdir.
Hişam'ın bidatleri arasında şunları
sıralayabiliriz:
a- Arazlarda, Allah Teâlâ'nın onları yarattığına dair
delâlet söz konusu değildir. Allah Teâlâ'nın yaratıcılığına delâlet sadece
cisimlerde söz konusudur. Bu da şaşılacak bir görüştür.
b- İhtilaf halinde ve fitnenin baş gösterdiği
dönemlerde İmamet akdolmaz. İmametin sıhhatli bir şekilde akdolması İçin
ittifak ve huzur ortamının bulunması gerekir. Onun taraftarlarından Ebu Bekir
el-Esamm da aynı görüşü paylaşıyor ve şöyle diyordu: İmamet, ancak bütün ümmetin
icmâsı ile akdolur. Bu görüşün asıl hedefi, Ali'nin (radıyallahuanh) imametine
dil uzatmaktır. Çünkü onun imameti, bütün sahabenin ittifakıyla akdolmamış ve
birçok bölgede ona muhalefet eden gruplar olmuştur.
c- Cennet ve cehennem şu anda yaratılmış değildir. Çünkü
şu an varolmalarında içleri boş olacağı için herhangi bir yarar ya da zarar söz
konusu değildir. Mu'tezile, bu görüşü inanç esası olarak görmüştür. Ona göre
iman, ölüm anı İçİn geçerli olup bunu muvâfât fikri olarak isimlendirmek mümkündür.
Bu meyanda şöyle demiştir: Kişi ömür boyunca Allah Teâlâ'ya itâatta bulunsa ama
Allah Teâlâ, bu kişinin ömrünün son deminde işleyeceği bir büyük günahla bütün
amellerini boşa çıkartacağını bilse, cenneti hakedemez. Bunun aksi de
doğrudur. Mu'tezüe'den Abbâd da onunla aynı görüşleri paylaşmıştır. Kendisi
Allah Teâlâ'nm kâfiri yarattığını söylemekten imtina ederdi. Ona göre kâfir
küfr demekti. Allah Teâlâ'nm küfrü yaratması mümkün değildi. Yine ona göre
nübüvvet, yapılan amellerin karşılığıdır ve dünya durdukça baki kalır.
El-Eş'arî Abbâd'ın şu iddiada bulunduğunu anlatmıştır: Allah Teâlâ hakkında söz
söylemeye devam eder veya etmez demek caiz değildir, el-îskâfî de ona uygun bir
görüş belirterek 'Allah Teâlâ, Mütekellim (Kelam sahibi, konuşan) olarak
isimlendirilmez' demiştir.
d- El-Fuvetî şöyle derdi: Eşya, varedilmeden önce yoktu
ve eşya değildi. Onların eşya olarak anılması için varolup yokolmalan gerekir.
Ancak o zaman eşya olarak adlandırılırlar. Bu görüşten hareketle Allah Teâlâ'nm
eşyayı varolmadan önce de bildiği yönünde konuşmayı yasaklamıştır. Çünkü yok
halindeki şeylere eşya demek mümkün değildir. Ona göre mezhebine muhalefet
edenleri katletmek veya suikast yoluyla öldürmek caizdi. Kâfir hükmünde
oldukları için malları gaspedilebİlir, müsadere edilebilirdi. Onların canlan ve
malları mubah görülürdü.
Bu fırka, Amr b. Bahr Ebu Osman
el-Câhız'ın taraftarlarınca oluşturulmuştur. Mu'tezile fırkasının fazilet
erbabı ve musannifleri arasında anılırdı. Filozofların kitaplarını yoğun
biçimde tetkik etmiş ve kelâmı görüşlerini akıcı ve beliğ bir dil kullanarak
yaymıştır. Halife Mutasını ve Mütevekkil devrinde yaşayan el-Câhız, Mu'tezile
bilginlerinden çeşitli meselelerde ayrılmıştır:
a- Birinci Mesele: Ona göre bilgilerin tamamı zaruridir.
Bunlardan herhangi biri kulların fiillerinden değildir. Kul açısından, iradeden
başka bir kazanım (kesb) söz konusu değildir. Fiiller, Sümâme'nin dediği gibi
tabii olarak meydana gelir. Öte yandan iradenin aslını ve onun arazların bir
türü olduğunu inkâr ettiği de söylenmektedir. Yine o, 'insanın kendi fiilini
irade etmesi, onu bilip ondan habersiz olmamasıdır5 der. Başkasının fiilini
irade etmesi ise, nefsin ona meyletmesidir. Yine ona göre cisimler, farklı
tabiatlara sahiptir ve kendilerine özgü etkileri vardır. Bu görüşleri tabiatçı
filozoflardan iktibas etmiştir. Ona göre cisimlerin kendilerine özgü fiilleri
vardır. Cevherlerin yokolmasının imkânsızlığını ileri sürmüştür. Ona göre arazlar
değişken olup cevherlerin yokolması caiz değildir.
b- İkinci Mesele: el-Câhız'a göre cehennem ehli ateşte
ebed kalmayıp zaman içinde ateş tabiatına dönüşürler. Ona göre cehennem ateşi,
kendine gelecek olanları, girmelerine gerek kalmaksızın çeker. Sıfatların
nefyi konusunda takip ettiği mezhep de filozofların mezhebidir. Kaderi isbât,
hayır ve şerrin kuldan kaynaklanması hususlarında da Mu'tezile ile aynı
fikirdedir. Ona göre Allah Teâlâ 'Mürîd' olarak vasfedilebilir. Çünkü O'nun,
fiillerinden habersiz olması İmkânsızdır. O'nun hakkında bilgisizlik ve
zorlanma da caiz değildir.
c- Üçüncü Mesele: el-Câhız'a göre akıl sahibi bütün
varlıklar kendilerini yaratanın Allah Teâlâ olduğunu ve peygambere ihtiyaç
duyduklarını bilirler. Bu bilgileri, onlar aleyhinde hüccet olacaktır. Bundan
sonra iki sınıfa ayrılırlar:
a- Tevhidi bilenler,
b- Tevhidi bilmeyenler. Bilmeyenler mazurdur. Bilen
içinse delil söz konusudur. İslâm dinini seçen kimse Allah Teâlâ'nm cisim ve
suret olmadığını, gözle görülemeyeceğini, adil olup zulmetmeyeceğini ve
masiyetleri murad etmeyeceğini bilir ve bütün bunları içten bir iman ile ikrar
ederse gerçek bir müslüman olur. Bunları öğrenip bildikten sonra karşı çıkar ve
inkâr eder, teşbih ve cebr gibi fikirlerde ısrar ederse müşrik bir kâfir olur.
Bunlar hakkında hiçbir düşüncesi olmaksızın Allah Teâlâ'yı Rabbi, Muhammed'i
(sallallâhu aleyhi ve sdleoı) Peygamberi olarak gören ve inanan kimse ise,
kınanmayacak bir mümindir. Onun için başka mükellefiyet de söz konusu değildir.
Iönü'r-Râvendfnin anlattığına göre
el-Câhız şöyle demiştir: Kur'ân'ın bir bedeni vardır. Kimi zaman insana, kimi
zaman hayvana dönüşebilir.
O, arazları kökten inkâr etmiştir.
Aynı şekilde Allah Teâlâ'nın sıfatlarını da inkâr etmiştir. el-Câhız'ın
görüşleri, filozofların görüşleri ile aynıdır. Ama filozoflar arasında itibar
ettikleri tabiatçılar olup ilahiyatçılar değildir.
Ebu'l-Huseyn b. Ebu Amr el-Hayyât
(8) adında bir şahsın taraftarlarının oluşturduğu bir fırkadır. Ebu'l-Huseyn,
Ebu'l-Kâsım b. Muham-med el-Ka'bî'nin hocasıdır. Her ikisi de Mu'tezİle'nin
Bağdat ekolünden-dir. Ancak Hayyât, ma'dûmun şey olduğunu İspat etmekte
mübalağa etmiştir. 'Şey3 ise, bilinen ve hakkında haber verilen şeydir. Cevher
ve araz, adem halindeyken de cevher ve arazdır. Bütün tür ve sınıfları bu
şekilde mutlak hale getirmiştir. Bu meyanda şöyle demiştir: Halk, yokluk
halinde de halktır. Buna göre geriye sadece vucûd sıfatı ya da vucûd ve hudûsu
gerektiren sıfatlar kalmıştır. Varolmayan (rna'dûm) hakkında 'sübût' lafzını
kullanmıştır. Allah Teâlâ'nın sıfatlarının reddi konusunda diğer Mu'tezile ile
aynı fikirleri belirtmiştir. Kader, nakil ve akıl meselelerinde de benzer
görüşlere sahiptir. Ancak el-Ka'bî hocasından bazı noktalarda ayrılmıştır: Ona
göre Allah Teâlâ'nın irâdesi Zâtı ile kâim olan bir sıfat olmadığı gibi, o
bizatihi Mürîd de değildir. Belli bir mahalde veya mahalsiz bir ortamda hudûs
etmiş bir irâde yoktur. İrâdetullah yani Allah'ın irâdesinin anlamı,
zorlanmaksızın ve zorlamaksızm Âlim ve Kadir olmasıdır. Allah Teâlâ'nın kendi
fiillerinde irâde sahibi olması, onları ilmi üzere yaratmasıdır. Kulların
fiillerindeki irâdesi ise, onları emretmesi ve onlardan Razı olmasıdır. Semî ve
Basîr olması da buna râcidir. Yani O, işİtilenleri ve görülenleri Bilen'dir.
Ru'yet konusundaki görüşü diğer Mu'tezile bilginlerinin görüşüne benzer. Ancak
diğerleri, Allah Teâlâ'nın Zâtı'nı ve görülebilir olanları gördüğünü söylerken
bunun Alim olması üzerine bir ziyâde olduğunu belirtmişlerdir. Oysa el-Ka'bî
bunu İnkâr ederek Zâtı'nı ve görülebilenleri görmesini, onları sadece bilmesi
olarak kabul etmiştir.
Bu fırkalar, Ebu Ali Muhammed b.
Abdulvehhab el-Cübbâî (ö. H. 295) ve Ebu Hâşim Abdüsselâm (ö. H. 321) adındaki
oğlunun edilmiştir. Her ikisi de Mu'tezİle'nin Basra ekolündendir. Diaer
Mu'tezile bilginlerinden birçok meselede ayrılırken bazı meselelerde de
birbirlerinden farklı düşünmüşlerdir.
a- Her ikisine göre de belli bir mahalde bulunmayan
hadis iradeler vardır, Allah Teâlâ, bunlarla mevsûf ve bunlarla irade eden
(Mürîd)dir. O Zâtı'nı tazım etmek istediğinde bunu belli bir mahalde
bulunmayan bir tazim ile yapar. Alemin yokolmasını murâd ettiğinde de onu belli
bir mahal de bulunmayan bir fena ile yok eder. Bu sıfatların en hususî nitelikleri
de O'na râcidir; nitekim o da bir mahalde bulunmaksızın vardır. Araz olan veya
araz hükmünde bulunan ve bir mahalli bulunmayan mevcudatı var kabul etmek;
cevher olan veya cevher hükmünde bulunan ve bir mekanı olmayan mevcudatı var
kabul etmek gibidir. Bu görüş daha ziyâde filozoflara yakındır. Çünkü onlar da
mahal ve mekanda bulunmayan bir aklın varlığını kabul etmişlerdir. Külü nefs ve
mufârık akıllar da bunlara örnek gösterilmiştir.
b- Allah Teâlâ konuştuğu kelâmı bir mahalde yaratmıştır.
Onlara göre kelâm, tek tek sesler ve dizili harflerden ibarettir. Konuşan
(mütekel-lim) kelamı var eden kişidir; kelamın kendisiyle kâim olduğu kişi
değil. Ancak el-Cübbâî şu görüşüyle diğerlerinden ayrılmıştır: Allah Teâlâ,
Kur'ân'ın okunduğu her mahalde Zâtı'na ait bir kelâm ihdas eder. Buna göre
okuyanın okuduğu söz Allah'ın kelâmı olmadığı gibi dinlenen şey de Allah
kelâmından değildir. Benimsediği bu imkânsız görüş akılla bilinmeyen ve
işitilmeyen bir şeyi isbât etmek demektir; yani tek bir mahalde iki kelâmı
isbât etmektir.
c- Her ikisine göre de Allah Teâlâ ahiret yurdunda
gözle görünmez. Fiiller yaratma ve şekillendirme bakımından kulların eseridir.
Hayır ve şer, tâat ve masiyet müstakil ve mudak olarak onlara izafe edilir.
Onlara göre istitâ'at yani bir şeyi yapma gücü fiilden önce gelir. İstitâ'at,
bünye ve uzuvların sağlığından ayrı bir güçtür. Hayat kendisiyle gerçekleştiği
manaların kâim olması için de bünye şart koşulmuştur. Her ikisine göre bilgi
sahibi olma, nimet verene şükranda bulunma, hüsn ve kubhu tanıma eylemleri aklî
görevlerdir. Onlar aklî bir şeriat ortaya koymuş ve Nebevi Şeriatı da aldın yol
bulamayacağı, hakkında fikir yürütülemeyen, takdir edilmiş belirli ahkâma ve
zamanla kayıtlanmış ibadetlere indirgemişlerdir. Onlara göre akıl ve hikmetin
gereği olarak Hakîm olan Allah Teâlâ'ya düşen, itaat ehlini ödüllendirip
isyankârı cezalandırmaktır. Ancak bunlarla ilgili zamanlama ve sonsuzluk
meselleri şeriatle bilinir.
d- el-Cübbâî ve oğluna göre iman, bir övgü niteliğidir.
İman, birtakım iyi hasletlerden ibaret olan bir olgu olup herhangi bir şahısta
bulunduğu zaman, o şahsın mümin olarak adlandırılmasını sağlar. Büyük günah
İşleyen biri hemen o anda fâsık olarak isimlendirilir. Böyle biri ne mümin, nede
kâfirdir. Tövbe etmeksizin ölürse sonsuz cehennemi haketmİş olur.
e- el-Cübbâî ve oğluna göre Allah Teâlâ, yapması halinde
kullarının tâat ve tövbelerine vesile olacak türden hiçbir hayırlı işi ve
onlara uygun (aslah) fiili esirgemez. Çünkü O, Kadir, Âlim, Cömert ve
Hakîm'dir. Verdiği bir şey O'nun hazinelerini eksiltmezken esirgeyip tutması
da O'nu daha fazla zenginleştirmez. En uygun ve yararlı olanın (aslah), en
lezzetli ve hoş olması gerekmez. Aksine akıbet bakımından daha hayırlı olan,
dünyada elemli ve istenmeyen olsa da ahiret için daha yerinde olandır. Bunu
ilaç içmeye veya kan aldırmaya benzetebiliriz. Allah Teâlâ hakkında, kulu için
yaptığından daha hayırlısına kadir olduğu söylenemez. O'nun vazettiği emirlerin
tamamı lütuftur. Aynı şekilde peygamberler gönderip şeriatler indirmesi,
hükümler koyup doğru yolu hatırlatması kulları İçin mutlak lütuflardır.
f- Allah Teâlâ'nın sıfatları konusunda
ihtilafa düşmüşlerdir, el-Cübbâf ye göre Allah Teâlâ Zâtıyla
Âlim, Zâtıyla Kadir ve Hayy'dır. Buradaki "Zâtıyla" ifadesi, O'nun
âlim olmasının; bir ilim sıfatının veya onun âlim gerektirecek bir hâlin mevat
olmasını İcap ettirmediği anlamındadır. Ebu Hâşim'e göre ise Allah Teâlâ
zâtıyla Mevcud bir zat olmasından başka malum bir sıfattan ibaret olan bir
hâle sahip olmasıdır. Sıfat, tek başına olarak değil Zat ile birlikte bilinir.
Ebu Hâşim, ne mevcûd, ne ma'dûm, ne malûm, ne de mechûl olmayan sıfatlardan
ibaret hallerin (ahvâl) bulunduğunu kabul etmiştir. Yani bunlar
kendiliklerinden değil Zât ile beraber bilinirler. O bu bağlamda şöyle demiştir:
Akıl, bir şeyin mutlak olarak bilinmesi ile bir sıfat ile birlikte bilinmesi
arasında zarurî bir fark olduğunu idrâk eder. Buna göre, Zât5! bilen birinin,
O'nun Âlim oluşunu bilmesi gerekmez. Aynı şekilde cevheri bilen kişinin, onun
bir mahalde bulunduğunu ve arazı kabul ettiğini bilmesi de gerekmez, insanoğlu
varlıkların herhangi bir meselede müşterek, başka bir meselede ise farklı
olabildiklerini bilir. Ancak müşterek oldukları bir meselede farklı olmalarının
söz konusu olmadığını da bilir. Bunlar hiçbir akıl sahibinin inkâr etmeyeceği
aklî esaslar olup ne Zât'a ne de Zât'ın ardındaki arazlara râci değillerdir,
çünkü bu son durum arazın araz ile kâim olmasını gerektirir. Bundan çıkan
zarurî sonuç ise onların sadece hallerden ibaret olmasıdır. Âlimin âlimliği,
onun zâtiyetinin ardında bir sıfattan ibaret haldir. Yani ondan anlaşılan,
zâtın kendisinden anlaşılandan farklıdır. Kadir ve Hayy olması da böyledir. Ebu
Hâşim Allah Teâlâ'nın söz konusu hallerini vâcİp kılan başka bir hâli
bulunduğunu söylemiştir. Babası ve halleri inkâr eden diğer bilginler bu görüşe
muhalefet etmişlerdir. Müştereklik ve farklılık onlara göre lafızlara ve cins
isimlerine râcidir. Ebu Hâşim'e muhalefet eden bu bilginler şöyle demişlerdir:
Haller, hal olmaları İtibarıyla müşterek, ama özellikler bakımından farklı
olmazlar mı? İşte biz de aynı şeyi sıfadar konusunda söyleriz. Aksİ takdirde
hal için hal isbât edilerek bir teselsüle yol açılır. Asıl itibarıyla bunlar ya
mücerred lafızlara râcidirler; zira aslında birçok şeyin müşterek olabileceği
bir şekilde vazedilmiştir, ancak mefhum bakımından Zât için sabit olan bir
sıfat veya mana olarak birçok şeyin müşterek olduğu bir özellik biçiminde
görülemezler. Çünkü bu imkânsızdır- yahut da müştereklik ve farklılık
hükümlerinden anlaşılan birtakım aklî vecih ve itibarlara râcidir. Söz konusu
vecİhlere örnek olarak nİsbetleri, izafeleri, uzaklık ve yakınlık gİbİ birçok
hususu zikredebiliriz ki bütün bunların sıfat olmadıkları ittifakla sabittir.
Ebu'l-Hüseyin el-Basrî ve Ebu'l-Hasen el-Eş'arfnin tercih ettikleri görüş de
budur. Onlar bu meseleden harekede şu çıkarımda bulunmuşlardır ki ma'dûm (:
yok) da bir şeydir. Mu'tezile'den bir topluluktan naklettiğimiz bu görüşe göre
sübût sıfatlarından Mevcûd sıfatı dışında başka bir sıfat kalmaz. Buna göre de
kudret, vücûd dışında başka eseri olmayan bir sıfata dönüşür. Halleri
reddedenlere göre vücûd sıfatı mücerred bir lafızdan başka bir şeye dayanmaz.
Halleri isbât edenlere göre ise o, ne varlık ne de yoklukla tavsif edilemeyen
bir haldir. Görüldüğü gibi bu imkânsızdır, büyük bir çelişkidir. Halleri inkâr
edenler arasında onu bir 'şey7 olarak isbât eden ama cins isimleriyle adlarıdır
mayanlar vardır. el-Cübbâî'ye göre Allah Teâlâ'nın en husûsî sıfatı kıdemdir.
En husûsî olandaki müştereklik, en genel olanda da müşterekliği gerektirir. Bu
düşüncedekiler müştereklik ve farklılığı nasıl isbât edebilirler? Genellik ve
özellik bir gerçektir. Halleri inkâr eden birinin bunu dışlayabilmesi çok zor
görünmektedir. Ebu Hâşim'e göre ise bu durumda sonu gelmeyen bir zincir söz
konusu olur. Kıdemin hakikati araştırıldığında evveliyetin nefyine dayandığı
görülür. Red ve nefyin Allah Teâlâ'nın en hususî sıfatı olması imkânsızdır.
Baba oğulun ihtilafa düştükleri
başka bir mesele, Allah Teâlâ'nın Semî ve Basîr olmasıdır. el-Cübbâî der ki:
O'nun Semî ve Basîr olması, diri ve her türlü hastalıktan uzak olması demektir.
Oğlu ve diğer takipçileri bu görüşte
el-Cübbâî'ye muhalefet etmişlerdir. Oğluna göre Allah Teâlâ'nın Semî olması da
Basîr olması da, O'nun halleridir. Basir olmasındaki hal, Âlim olmasındaki
halden farklıdır. Çünkü bu ikİ kaziyye, mefhum, taalluk edilen hususlar ve
neticeler birbirinden farklıdır.
Diğer takipçileri İse şöyle
demişlerdir: O'nun Basîr olması görülen şeyleri idrâk etmesi, Semî olması da
işitilen şeyleri müdrik olmasıdır. Baba oğul, lütufla ilgili bazı meselelerde
de farklı düşünmüşlerdir. el-Cübbâî şöyle demiştir: Allah Teâlâ'nın lütfü
sayesinde iman eden kimsenin sevabı, meşakkatinin azlığından dolayı daha az
olacaktır. O'nun lütfü olmaksızın İman eden kimsenin sevabı ise meşakkatinin
çokluğundan dolayı daha fazla olacaktır. Allah Teâlâ'nın ona lûtufla beraber
teklifte bulunması, ve onunla lütuf olmaksızın hiçbir şekilde taat işlemeyecek
olduğu halinden malum olan kişiyi birbiriyle denk kılması, O'nun için münasip
değildir. Şöyle der; eğer Allah Teâlâ lütfü olmaksızın teklifte bulunmuş
olsaydı, derdini gidermeksizin halini ifsat etmiş olurdu.
Ebû Hâşim ise, bu meseleyle ilgili
bazı konularda babasına karşı çıkmış ve şöyle demiştir: Allah Teâlâ için
münasip olan, lütufta bulunmayıp en meşakkatli şekilde imanla mükellef
kılmasıdır. Acıların başlangıçta birtakım günahlara karşılık olması konusunda
da fikir ayrılığına düşmüşlerdir. el-Cübbâî şöyle demiştir:
Acıların, birtakım günahlara karşılık verilmesi caizdir. Sabi çocukların
acıları böyledir. Oğlu ise şöyle demiştir: Bunun caiz olması, ancak karşılık ve
ders çıkarma gerekçeleriyle mümkündür. el-Cübbâfnin karşılıklar konusundaki
görüşü iki boyutludur: İlkine göre Allah Teâlâ'nın birtakım karşılıklarla
lütufta bulunması caizdir. Ancak Allah Teâlâ, daha önce yaşanmış bir acı
olmaksızın bu karşılığın kula yarar getirmeyeceğini bilir. İkincisine göre
bunun yerinde olmasının sebebi, karşılığın hakedilmiş olmasıdır. Lütuf ise
hakedİlmiş bir şey değildir. Onlara göre sevap lütuftan İki noktada ayrılır: a.
Sevap verilen kimseyi nimederle tazım edip yüceltmek, b. Sıfat olarak değil de
miktar olarak lütuftan üstün tutulması.
Oğlu ise şöyle demiştir: Başlangıçta
karşılık lütuf şeklinde olabilir; ancak kesintili olup sürekli değildir.
el-Cübbâî ise şöyle demiştir: Allah Teâlâ zâlimden mazlum lehine birtakım
karşılıklar alarak bunları zulme uğrayana lütfedebilir. Bunun için zâlimin
Allah Teâlâ'dan isteyebileceği karşılıkların bulunmaması gerekir.
Ebu Hâşim'e göre ise lütufta adalet
olmaz. Çünkü lütufta bulunmak, Allah Teâlâ üzerine vacip değildir. Her ikisi
şöyle demişlerdir: Akıl ve şeriat İle mükellef kılınmayan kullar adına hiçbir
şey Allah Teâlâ'ya vâcİp olmaz.
Allah Teâlâ, kullarını kötülükten
kaçınmakla ve akıllarına göre vacip yapmalda mükellef kılınca, bir yandan da
çirkin fiili arzulama/güzel fiilden uzak durma hislerini yaratarak onlarda kötü
ahlâk terkibi oluşturursa; işte bu durumda mükellefiyet için kullarının
akıllarını kemâle erdirmesi, delilleri göstermesi, onları kudret ve istitâat
sahibi yapması, araçları kullanabilecek duruma getirmesi vacip olur, ki
böylece emrettiği hususlarda bütün zaaf ve illetler kalkmış olsun. Ayra şekilde
kullarını, mükellef kıldığı hususlara can u gönülden koşar hâle getirmesi,
yasakladığı çirkin fiillerden de nefret eder hâle getirmesi vaciptir Allah'a!
Bu grubun vâcibiyet ve tek-lİf mevzuunda saçma sapan ve uzun iddiaları vardır.
Mu'tezİle'nin Bağdat ekolünün
peygamberlik ve imamet konularındaki görüşleri Basra ekolünden farklıdır.
Bağdat ekolünde Râfızîlere olduğu gibi Haricîlere meyledenler de çıkmıştır.
el-Cübbâî ve Ebu Hâşim İmamet (;
devlet başkanlığı) konusunda Ehl-i Sünnet'le aynı düşünceyi paylaşırlar.
İmamet, her ikisine göre de seçimle belirlenir. Sahabenin derece bakımından
sıralaması da imametteki sıralamaya göredir. Ancak onlar, sahabenin ve diğer
velîlerin kerametlerini inkâr ederler. Peygamberlerin büyük, küçük her tür günahtan
masum oldukları konusunda mübalağa etmişlerdir. Öyle ki el-Cübbâî günaha niyet
etmeyi dahi ancak tevil ile mümkün görmüştür.
Kadı Abdülcebbâr gibi geç dönemde
yaşamış Mu'tezile bilginleri Ebu Hâşim'in görüşünü benimsemişlerdir.
Ebu'l-Hüseyn el-Basrî bu konuda ona karşı çıkmış ve öncekilerin delillerini
inceleyerek birçoğunun zaafını ve geçersizliğini ortaya koymuştur. Kendisi
aşağıdaki meselelerde onlardan ayrılmıştır: Hâlin reddi, ma'dumun bir şey
olarak görülmesinin reddi, renklerin araz oluşunun reddi. Aynı şekilde
mevcudatın, özleri vasıtasıyla birbirinden ayrışması da onun fikirler indendi
rki, bu görüş hâlin reddinin bir neticesidir. Sıfatları Allah Teâlâ'nın Zâtı
ile Âlim, Kadir ve Müdrik olmasına irca etmesi de onun Ebu Hâşim'den ayrıldığı bir
görüştür. Eşyanın vuku bulmadan önce bilinmeyeceği konusunda Hişâm b.
el-Hakem'in görüşüne yakın durmaktadır. Yapı olarak felsefî eğilimlidir. Ancak
görüşleri Mu'tezile çevrelerinde revaç bulmuştur.
Cebr, fiili, kuldan tamamıyla nefyetme
ve hakikaten Allah Teâlâ'ya isnâd etmektir. Cebriyye fırkası iki kısma ayrılır:
a. Katıksız Cebriyye (Cebriyye-i hâlisa) b. Mutedil Cebriyye.
Katıksız Cebriyye fırkasına göre,
kulun hiçbir fiili ve fiil kudreti söz konusu değildir.
Mutedil Cebriyye ise, kulun esasında
müessir olmayan bir kudrete sahip olduğunu söyler. Hadis kudretin fiil üzerinde
belli bir eseri olduğunu söyleyerek bunu 'kesb—kazanım' olarak isimlendirenler
Cebriyye'den sayılmaz.
Mu'tezile, hadis kudretin yaratma ve
ihdas etme fiillerinde etkisi olduğunu söyleyenleri de Cebrî olarak
isimlendirmiştir. Buna göre, tevellüd eden şeylerin fail olmaksızın meydana
gelmiş fiiller olduğunu söyleyen herkesin Cebrî olarak isimlendirilmesi
gerekir. Zira onlar hadis kudretin bunlar üzerindeki etki ve eserini kabul
etmemişlerdir. Fırkalarla ilgili kitap yazanlar, Neccâriyye ve Dırâriyye
fırkalarını Cebriyye kapsamında saymışlardır. Sıfâtiyye arasında bulunan
Küllâbİyye'den bir topluluk de Cebriyye'den sayılmıştır. Eş'arîler bu fırka
mensuplarım kimi zaman Haşe-viyye, kimi zaman da Cebriyye olarak
isimlendirmişlerdir. Neccâriyye ve Dırâriyye'nin bizzat kendi ikrarlarından
hareketle onları da Cebriyye kapsamında ele aldık. Bu görüşte olup
kendilerinin Cebrî olduklarını İkrar etmeyenleri ise Sıfâtiyye'den saydık.
Bu fırka, Cehm b. Safvân adında bir
şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Kendisi katıksız Cebriyye'dendir. Bu
şalısın cebir meselesindeki bidati İlk kez Tirmiz şehrinde ortaya çıktı. Cehm,
Emevî oğullarının son devrinde Selem b. Ahvez el-Mâzinî adında bir kişi
tarafından MerVde öldürüldü. Kendisi ezelî sıfatların reddi konusunda
Mu'tezile İle aynı görüşe sahipti. Bazı meselelerde ise onlardan ayrılmıştır.
Bu meseleleri şöyle sıralayabiliriz:
Cehm'e göre Allah Teâlâ İçİn kullanılan sıfatları, yarattıkları için kullanmak
caiz değildir. Çünkü bu teşbîhe yol açar. Cehm, Hak Teâlâ'nın Hayy (diri) ve
Âlim olmasını nef-yederken Kadir, Fâİl ve Hâlık (Yaratıcı) olmasını kabul etti.
Ona göre yarattıklarından hiçbiri kudret, fiil ve yaratma sıfatlarıyla
vasfedilemez.
Bİr diğer mesele şudur: Cehm'e göre
Allah Teâlâ için hadis ilimler söz konusu olup bunların belli bir mahalli
yoktur. O bu bağlamda şöyle demiştir: Bir şeyin yaratılışından önce bilinmesi
caiz değildir. Çünkü böyle olduğu takdirde O'nun bu konudaki ilminin baki olup
olmaması meselesi söz konusu olurdu. İlminin baki olması durumunda O'nun -hâşâ-
cehaleti söz konusu olurdu. Çünkü olmuş bir şeyin bilgisi, olacak bir şeyin
bilgisinden farklıdır. İlminin baki olmaması durumunda ise değişkenliği gündeme
gelir ki değişken bir şey yaratılmış olup kadîm değildir. Cehm bu meselede
Hişâm b. el-Hakem'in mezhebine uymuştur. Bu meyanda şöyle demiştir: İlmin hadis
olduğu kabul edilirse, iki halden uzak kalınamaz: Ya Allah Teâlâ'nın Zâtı'nda
hadis olur ki bu, Zâtı'nda değişikliğe yol açar ve hadisler için mahal teşkil
eder; ya da bir mahalde hadis olur ve Allah Teâlâ değil o mahal onunla mevsûf
olur. Böylelikle O'nun ilminin bir mahalli olmadığı ortaya çıkmış oldu. Cehm,
malum olan varlıklar miktarınca hadis ilim kabul etmiştir.
Bir başka mesele ise şudur: Cehm'e
göre insan, herhangi bir şeye kadir olmadığı gibi istitâ'at ile de tavsif
edilmez. Kul, bütün fiillerinde mecbur yani cebr altındadır. Kudret, irâde ve
tercihi asla yoktur. Hak Teâlâ cansız varlıkları nasıl yaratıyorsa, kulun
fiillerini de aynı şekilde yaratır. Fiilerin onlara nisbeti, cansızlara
nisbcti gibi mecazîdir. Tıpkı 'Ağaç meyve verdi, su aktı, güneş doğdu, güneş
battı, gök bulutlandı, yağmur yağdı, dünya sarsıldı' fiillerinde olduğu gibi.
Ona göre mükâfat ve ceza da cebrdir. Fiillerin tamamı da cebrdir. Ona göre cebr
sübût bulduğunda teklif de cebr olur.
Cehm'in Mu'tezile'den ayrıldığı bir
diğer mesele şudur: Cennet ve cehennem ehlinin hareketleri kesintili olur. Ona
göre cennet ve cehennem kendileri için tahsis edilen kimselerin girmesinden
sonra fena bulacaktır. Cennet ehlinin nitelemesi de, cehennemliklerin elerni de
son bulacaktır. Zira hareketler geçmişe doğru sonsuz olmadığı gibi geleceğe
doğru dason-suz değildir. Cehm, bu görüşünden hareketle "Ebedî
kalıcıdırlar" buyruklarını mübalağa ve tekît anlamına yormuştur. Hakiki
anlamına değil, cehennem ehlinin oradaki kalışlarının kesintili olmasıyla
ilgili olarak da şu ayet-i kerimeyi delil göstermiştir: "Rabbinin dilemesi
dışında gökler ve yer baki kaldıkça orada ebedî kalırlar." (Hûd/108)
Görüldüğü üzere ayette bir şart, bir de istisna mevcuttur. Oysa ebedîlik ve
sonsuzlukta her ikisi de söz konusu olmaz.
Cehm'e göre kul Allah'ı bilip kabul
etmişse diliyle inkâr da etse tekfir edilemez ve mümin olarak görülür. Ona göre
marifet ve ilim, inkâr ile yokol-maz. Yine ona göre iman, kısım ve şubelere,
örneğin akit, söz ve amel gibi kısımlara bölünemez. İman noktasında kimsenin
bir diğerine üstünlüğü olamaz. Buna göre peygamberlerin imanı ile avamın imanı
arasında fark yoktur. Bunun gerekçesi ise bilgide farklılaşmanın olmayışıdır.
Selef-i Salih, onun bu ve benzeri görüşlerine şiddetle karşı çıkmış ve onun
fikirlerinin şeriatın iptali olduğunu söylemişlerdir. Cehm, ru'yetullah'ın reddi,
Kelâm-ı
Din Sahipleri
İlahî'nin yaratılmış olması ve
şeriat gelmezden önce de bilginin akılla elde edilebileceği gibi görüşlerde
Mu'tezile'ye uygun hareket etmiştir.
Hüseyn b. Muhammed en-Neccâr adında
bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Rey ve çevresindeki Mu'tezile
taraftarlarının çoğunluğu bu şahsın görüşlerini savunur. Fırka mensupları
birtakım ikincil meselelerde farklı hareket etmiş olsalar da 'usûl' olarak
adlandırdığımız temel meselelerde müttefiktirler. Belli başlı kolları
Berğûsiyye, Zağferâniyye ve Müstedrike'dir. İlim, kudret, irâde, hayat, sem' ve
basar sıfatlarının reddi noktasında Mu'tezile ile fikir birliği içindedirler.
Amellerin yaratılmış olması hususunda da Sıfâtiyye ile aynı fikirdedirler.
en-Neccâr şöyle demiştir: Allah
Teâlâ kendi nefsinde Alim olduğu gibi Mürîd'dir de. Neccâr, taalluk'un
umumiliğini ilzam ve iltizam etmiştir. Yine ona göre Allah Teâlâ hayır ve
şerri, yarar ve zararı da murâd edendir. Allah Teâlâ'run Mürîd yani irâde
sahibi olması, zorlanmaması ve başka bir irâdeye mağlûb olmaması anlamındadır.
Şöyle demiştir: Allah Teâlâ, kulların amellerinin yaratıcısıdır. Bu amellerin
hayır veya şer, güzel veya çirkin olması bunu değiştirmez. Kul ise bunları
kazanandır. Ona göre hadis kudretin belli bir etkisi vardır. O bunu,
el-Eş'arî'nin dediği gibi kazanım (kesb) olarak isimlendirmiştir. Allah
Teâlâ'nın gözle görülmesini reddetmiş ve imkânsız görmüştür. Ancak Allah
Teâlâ'nın kalpteki bilgi gücünü göze yönlendirmesini caiz görmüştür. Buna göre
Allah Teâlâ gözle de bilinebilir olmaktadır ki onun kabul ettiği rü'yet (görme)
türü budur. Kelâmın hadis olduğunu da söyleyen en-Neccâr aşağıdaki meselelerde
Mu'tezile'den ayrılmıştır:
Allah Teâlâ'nın kelamı okunduğu
zaman arazdır, yazıldığında ise cisim olur. Zağferâniyye ise bunun aksine
söyleyerek Allah Teâlâ'nın kelamının O'nun gayri olduğunu, gayri olan herşeyin
de mahlûk olduğunu tfade etmiştir. Buna rağmen şunu da söylemişlerdir:
Kur'an'ın yaratılmış olduğunu söyleyen herkes kâfirdir. Bununla muhtemelen
farklı davranmak istemişlerdir. Aksi halde ilk sözleri ile bu iddialarının
arasında kesin bir Çelişki mevcuttur. Müstedrike ise demiştir ki: Allah Kelâmı
mutlak anlamda yaratılmış olup O'nun gayri olduğunu söylemişlerdir. Halbuki Allah
ReSUİÜ (sallallâhu aleyhi ve
sellem), "Allah Kelâmı mahlûk değildir" (BcyhakL Şuabu'1-İman, 1/190;
Sünen-i Kübra, 10/205; Ebu Davud, Sünen, 2/648; Alûsî, Ruhul-Meânî, 8/138)
buyurmuştur. Selef-i Salih de bu ibare üzerinde fikir birliği etmiştir. Biz de
bu meselede onlara uymuş bulunuyoruz. Ancak 'yaratılmış değildir' ibaresini şu
anlama hamlediyoruz: Allah Kelâmı bu tertip, harf ve seslerin nazmı ile
yaratılmış olmayıp bu harflerden başka harfler üzerine yaratılmıştır. Bu
harfler, o harflerin naklidir. el-Ka'bî, en-Neccâr'ın şu sözünü naldetmiştir:
Allah Teâlâ her mekânda Zât ve vücûd olarak var olup bu varlığı [bazılarının
sandığı gibi sadece] ilim ve kudret anlamında değildir. Kendisi bundan birtakım
muhal neticelere ulaşmıştır.
insan fikrinin şeriat gelmeden
önceki durumu hakkında Mu'tezile ile aynı düşünceyi paylaşmış ve insanın
araştırma ve tefekkür vasıtasıyla bilgiye ulaşmasının vacip olduğunu
söylemiştir.
İmanın tasdikten ibaret olduğunu
söylemiştir. Büyük bir günah işleyip tövbe etmeksizin ölen kişi bundan dolayı
cezalandırılacaktır. Ancak cehennemden çıkacaktır. Ebedî kalış bakımından küfür
ehliyle bir tutulmaları âdil değildir.
Berğûs lakabıyla tanınan Muhammed b.
İsa, Bişr b. Gıyâs Merîsi ve el-Hüseyn en-Neccâr görüş bakımından birbirlerine
yakındırlar. Hepsi de Allah Teâlâ'nm hayır, şer, iman, küfür ve tâat, masiyet
bakımından olacak herşeyi irâde buyurduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile'nin umûmu
ise bu görüşte değildir.
Darrâr b. Amr ve Hafs el-Ferd isimli
şahısların taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Her ikisi de sıfatları
nefyetme (ta'tîl) noktasında fikir birliği etmişlerdir. Onlara göre Allah Teâlâ
Âlim ve KâdirMir. Bunun anlamı, câhil ve âciz olmayışıdır. Onlara göre Allah
Teâlâ'nm yalnız kendisi tarafından bilinen bir mâhiyeti vardır. Bu görüşlerini
Ebu Hanîfe ve arkadaşlarından bir topluluğa isnâd etmeye çalışmışlardır. Bu
fikre göre Allah Teâlâ, Zâtı'nı delil veya olmaksızın şehâdet yoluyla bilir.
Biz insanlar ise O'nu delil ve haber yoluyla bilebiliriz. Onlara göre beş
duyunun dışında cennette Allah Teâlâ'vı görmemizi sağlayacak bir duyu daha
vardır. Yine bu ikisine göre kulların fiilleri, hakîki anlamda Allah Teâlâ
tarafından yaratılmıştır. Kul da bunları hakîki anlamda kazanandır. İki fail
arasında bir fiilin meydana gelmesinin mümkün oluşu da bunlara ait bir
görüştür. Onlara göre Allah Teâlâ arazları cisimlere dönüştürebilir. İstitâ'at
ve acz cismin kısımlarıdır. İki zamanın reddi kaçınılmazdır. Allah Resûlü'nden
(sallallihu aleyhi ve sellem) sonraki yegâne hüccet, ümmetin icmaldir. Haber-i
Vâhid kanalıyla nakledilen dinî hükümler kabul edilebilir değildir. Rivayete
göre Darrâr, Abdullah b. Mesud'un ve Übeyy b. Ka'b'ın Kur'ân okuyuş tarzlarını
inkâr etmiş ve bunları Allah Teâlâ'nm indirmediğini iddia etmiştir.
.
Şeriat gelmeden önce de Allah
Teâlâ'yı bilmenin gerekliliği konusunda farklı düşünerek, peygamber gelmesini
şart koşmuş, emir ve yasakların böyle bilinebileceğini söylemişlerdir. Darrâr,
hilâfetin Kureyş asıllı olmayanlar için de caiz olduğunu söylemiş ve daha
ileri giderek biri Kureyşli diğeri Nabatlı iki kişi karşı karşıya geldiğinde
Nabatlıyı seçeceğini, çünkü Nabatîlerin kalabalık olmadıklarını, dolayısıyla
zulmetmesi hâlinde onu azletmenin daha kolay olacağını söylemiştir.
Mu'tezile, imametin Kureyşîliğini
şart koşmamakla birlikte Nabatlıyı Kureyşliye tercih etmemiştir.
Bilinmelidir ki Selef-i Salih'ten
büyük bir topluluk Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları olduğuna inanmıştır. Bunlar
ilim, kudret, hayat, irâde, sem', basar, kelâm, celâl, ikram, cömertlik, nimet
verme (in'âm), izzet ve azamet gibi sıfatlardır. Bunlar, Zatî sıfatlarla fiilî
sıfatları ayırmamışlar, hepsini aynı Özellikte görmüşlerdir. Selef-i Salih
eller, yüz gİbİ haberi sıfatları da kabul eder ve bunları tevîl ederek şöyle
derler: Bu sıfatlar, şeriatte varit olduğu için onları haberi sıfatlar olarak
adlandırırız. Bu nedenledir ki sıfatları bu şekilde kabul ve İsbât eden Selefe
Sıfâtiyye, sıfatların varlığını reddeden Mütezile'ye ise Mu'attile denilmiştir.
Ancak Seleften bazıları, sıfatların
isbâtı noktasında aşırıya giderek onları muhdes varlıkların sıfatlarına
benzetme hatasına (teşbih) düşmüşlerdir. Bazıları ise sadece fiillerin delâlet
ettiği, nasla bildirilen sıfatları kabul etmişlerdir. Bu topluluk iki gruba
ayrılmıştır: İlk grup, söz konusu sıfatları lafzın kaldırabildiği ölçüde tevil
etmiştir. İkinci grup ise tevile yanaşmayarak şöyle demiştir: Akıl sayesinde
şunu anladık ki, Allah Teâlâ'nın benzeri yoktur. Yaratılmışlardan hiçbirine
benzemez ve hiçbir varlık da O'na benzetİlemez. Bize göre bu kesindir. Ancak bu
sıfatlara delalet eden lafızların anlamlarını kesin olarak bilemeyiz. Örneğin
"Rahman Arş'a istiva etti" (Tâhâ, 20/5), "Ellerimle
yarattım" fSâd, 38/75) ve "Rabbin geldi" (Fecr, 89/22) gibi
ayederde geçen sıfatlar böyledir. Biz, bu ayetlerin tefsir ve tevili ile
mükellef kılınmadık. Aksine bunlara olduğu gibi inanmakla ve Allah Teâlâ'ya
ortak koşmamakla emrolunduk. O'nun benzeri yoktur. İşte bu sıfatlara böyle bir
yakîn ile İnandık.
Sonrakilerden (müteahhİrün) bir
topluluk Selefi Salih'in görüşüne şu ilâvede bulunmuşlardır: Söz konusu
nasların zahirleri üzerine irca edilmesi şarttır. Bu görüş onları mutlak
teşbihe düşürmüştür. Bu ise, Selefin inancının aksidir. Teşbihin mutlak ve saf
biçimde uygulanışı Yahûdîler'de yaygındır. Onlarda kurrâ (: okuyucular) olarak
bilinen bir fırka teşbihte bulunmuştur. Çünkü bunlar Tevrat ayetleri arasında
teşbihe delâlet eden birçok ibare görmüşlerdir.
İslâm ümmetinde ise Şîa teşbih
konusunda aşırılığa düşmüştür. Aşırılık Örneği, bazı imamları -hâşâ- ilaha,
İlâhı da mahlukâttan herhangi birine benzetmeleridir, Mu'tezile ve kelamcılar
ortaya çıktığında Râfızîler-den bir grup aşırılık ve hatadan geri adım atmış ve
Mu'tezile'ye yönelmişlerdir. Seleften bir topluluk da söz konusu sıfatların
zahirî tefsirine meylederek teşbihe düşmüşlerdir.
Selef içinde hem tevile bulaşmayan
hem de teşbih hatasına düşmekten sakınanlar da olmuştur. Mâlik b. Enes
bunlardan biridir ve şöyle demiştir: "İstiva malûm, nasıl olduğu ise
meçhuldür. Ona olduğu gibi inanmak vacip, hakkında soru sormak ise
bidattir." (el-Kermî, Ekâvtlü's-Sİkât, 1/61,103,120,121; Azimâbâdî,
Avnu'l-Mabud, 7/13) Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Dâvud b. Ali el-İsfahânî
ve onları izleyenler de bu görüştedir.
Abdullah b. Saîd el-Küllâbî,
Ebu'l-Abbâs el-Kalânisî ve el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin devrine
gelindiğinde bunlar Seleften bir topluluk olarak Kelâm ilmine dalmış ve Selefî
akideleri kelâmı deliller ve usûlî burhanlarla desteklemeye çalışmışlardır.
Bunlardan bazıları kitaplar telîf etmiş, bazıları da tedrisât faaliyetinde
bulunmuştur. Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile hocası arasında salâh-aslah
meselesinde bir münazara yaşanmış ve aralarındaki görüş ayrılığı açığa çıkmıştır.
el-Eş'arî bu son gruba meyletmiş ve onların görüşlerini kelâm yöntemleriyle
desteklemeye çalışmıştır. Onun tarafından ortaya konulan bu çabalar Ehl-i
Sünnet ve Cemaat mezhebinin temellerini oluşturmuştur. Sıfâtiye ismi, zaman
içinde Eş'ariye'ye dönüşmüştür. Müşebbihe ve Kerrâmiye de sıfatları isbât
ettikleri için onları da bu başlık altında ele aldık.
Ebu Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh)
soyundan gelen Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî'nin (Ö. H. 324)
taraftarlarıdır. Bu fırkanın kurucusuyla ilgili tuhaf raslantılar mevcuttur.
Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arfnin savunduğu fikirlerin, Ebu Musa el-Eş'arî
(radıyaliahu anh) tarafından aynen dile getirilmiş olduğu söylenir. Bilindiği
üzere Ebu Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh) ile Amr b. el-As (radıyallahu anh)
arasında bir münazara yaşanmıştı. İki şahabı arasındaki diyalogun bir kısmı
şöyleydi:
Amr: Rabbim önünde
muhâkemeleşebileceğim birini nerede bulabilirim?
Ebu Musa: Aradığın kişi benim.
Amr: Allah hakkımda bir şey takdir
ettikten sonra bu yüzden bana azap edebilir mi?
Ebu Musa: Evet!
Amr: Niçin?
Ebu Musa: Çünkü O sana zulmetmez.
Bu cevap karşısında Amr (radıyallahu
anh) sustu, karşılık veremedi.
el-Eş'arî şöyle demiştir: insan,
kendi yaratılışı üzerinde durarak yaratılışın nasıl başladığını, yaratılış
evrelerini birer birer nasıl geçtiğini ve kemâle ulaştığını düşünürse
yaratılışı üzerinde bir güç ve tedbir sahibi olamayacağını ve onu değişik
safhalardan geçirip eksiklikten kemâle ulaştırmasının mümkün olmayacağını
açıkça görür. Bu yaratılış için kudret, ilim ve irâde sahibi bir yaratıcının
varlığının şart olduğunu zarurî olarak bilir. Çünkü söz konusu muntazam ve
muhkem fiillerin, tabiatta kendiliğinden oluşması mümkün değildir. Zira
bunların fıtrat üzerinde birtakım ihtiyarî izleri mevcuttur. Böylece
yaratılıştaki muhkemlik ve yerli yerin-delik ortaya çıkmış oldu. Yaratıcı'nın,
fiilleri nin delâlet ettiği ve inkârı mümkün olmayan sıfatları da vardır. Bu
fiiller, Allah Teâlâ'nın Alim, Kadir ve Mürîd olduğuna delâlet ettiği gibi İlİm,
kudret ve irâde sıfatlarına da delâlet etmektedir. Buradaki delâlet, gaip veya
şahit açısından farldılık göstermeyen türdendir. Alim'in ilim sahibi olmaktan,
Kâdir'in kudret sahibi olmaktan, Mürîd'in irâde sahibi olmaktan başka bir
anlamı yoktur. İlim sıfatı sayesinde sağlam ve en güzel şekilde yapma bilgisi,
kudret sayesinde gerçekleşme ve meydana gelme, İrâde sayesinde de belli bir
zaman, belli bir ölçü ve belli bir şekilde oluşma hâli gerçekleşir. Bütün bu
sıfatlarla mevsûf olan Zât-ı İlahî'nin, daha önce açıkladığımız üzere bir hayat
sıfatıyla Hayy oiduğu ortaya çıkar.
el-Eş'arî, sıfatları inkâr edenleri
susturmuş ve onlara şöyle hitap etmiştir: Sizler Allah Teâlâ'nın Alim ve Kadir
olduğu noktasında bizimle aynı görüşü paylaştınız. Bu durumda söz konusu iki
sıfattan anlaşılan mâna ya tek bir husus, ya da daha fazla olacaktır. Eğer tek
bir mânâ kastolunmuş-sa o zaman kadir oluşuyla bilmesi ve âlim oluşuyla gücü
yetmesi gerekir. Bu durumda Zât-ı Ilahfyi mutlak olarak bilen kimsenin O'nun
Alim ve Kadir olduğunu da bilmesi gerekir. Halbuki işin aslı böyle değildir.
Bilindiği üzere bunlar iki farklı itibarladır. İhtilâf, ya sadece lafza veya
hâle, ya da sıfata râcidir. Mücerred lafza râci oluşu söz konusu değildir.
Çünkü akıl, akılla bilinen iki mefhumun birbirinden farklı olmasını gerektirir.
En başta lafızların yokluğu varsayılsa, akıl kendi tasavvurunda şüpheye
kapılmaz ve hâle rücû da geçersiz olurdu. Varlık veya yoklukla vasfedilme-yen
bir sıfatın varlığını iddia etmek, varlıkla yokluk, red ile isbât arasında bir
vâsıta bulunduğunu iddia etmek anlamına gelir ki bu imkânsızdır. Buna göre Zât
ile kâim olan bir sıfata rücû etmek kaçınılmaz olmaktadır. el-Eş'arî'nin
görüşünün özü budur.
el-Eşârî'nin taraftarlarından biri
olan Kadı el-BâkıIlânî, hâlin isbâtı ve reddi arasında gidip gelmiş ve isbât
üzerinde karar kılmıştır. Buna rağmen sıfatları Zât ile kâim olan özellikler
olarak görmüş, haller olarak değerlendirmemiştir. Bu meyanda şöyle demiştir:
Ebu Hâşim'in isbât etmiş olduğu hâl, bizim 'sıfat' dîye adlandırdığımız şeyin
aynıdır. Çünkü o, bu sıfatlan gerektiren bir hâlin varlığını isbât etmiştir.
Ebu'l-Hasan şöyle demiştir: Allah
Teâlâ, ilim ile Alim, kudret ile Kadir, hayat ile Hayy, irâde ile Mürîd, kelâm
ile Mütekellim, sem' ile Semî ve basar ile Basir'dir. Beka konusunda ise görüş
farklılığı söz konusudur.
Ona göre bu sıfatlar ezeli ve Zât-ı
İlâhî ile kâimdir. Bu sıfatların O'nun aynı veya gayri olduğu söylenemez. Allah
Teâlâ'nın kadîm kelâmı ile Mütekellim ve kadîm irâdesi ile Mürîd olmasının
delili şudur: Allah Teâlâ Melik yani mülkün yegâne sahibidir. Melik, emretme ve
yasaklama hakkına sahip olan demektir. Buna göre Allah Teâlâ ya kadîm emri
ile, ya da muhdes emriyle emredendir. Muhdes olması halinde ya Allah Teâlâ'nın
Zâtı'nda, ya bir mahalde veya herhangi bir mahal dışında hadis olması söz
konusu olur. Allah Teâlâ'nın Zâtında hâdİs olması imkânsızdır. Çünkü bu,
Zâtı'nm muhdesât için mahal olmasına yol açar ki bu mümkün değildir. Muhdes
emri, herhangi bir mahalde ihdas etmesi de imkânsızdır. Çünkü bu, söz konusu
mahallin O'nunla mevsûf olmasını gerektirir. Herhangi bir mahal dışında ihdas
etmesi de imkânsızdır, çünkü bu aklî değildir. Bütün bunlar ışığında emrinin
kadîm ve O'nunla kâim oluşu kesinleşir. Diğer sıfatları için de aynı durum
geçerlidir.
el-Eş'arî şöyle demiştir: Allah
Teâiâ'nın ilmi, tek olup muhal, caiz, vacip, mevcûd ve ma'dûm olsun bütün
malûmatı kapsar. Kudreti de bir olup caiz türünden varolan bütün mevcudata
taalluk eder. İrâdesi de bir olup ihtisas kabul eden her şeye taalluk eder. Kelâmı
da bir olup emir, yasak, ihbar, istihbar, va'd ve va'îd şeklinde tecelli eder.
Kelâmın bu türleri, çeşidi itibârlara râci olup kelâmın adedine bağlı
değildir. Meleklerin ağzından peygamberlere indirilen ibare ve lafızlar O'nun
Ezelî Kelâmı'na delâlet eder. Delâlet yaratılmış ve muhdes iken, delâlet edilen
şey (medlul) kadîm ve ezelîdir. Okuma (kıraat) ile okunan şey (makrû'),
tilâvetle tilâvet edilen (metluvv) arasındaki fark, zikretmekle zikredilen
arasındaki fark gibidir. Zikr muhdcs iken, zikredilen kadîmdir.
el-Eş'arî bu yaklaşımıyla
Haşviyye'den bir topluluğa muhalefet etmiştir. Çünkü onlara göre harfler ve
kelimeler de kadîmdir. el-Eş'arfye göre Kelâm, ibare den başka bir şey olup
nefsle kâim bir mânadır. İbare ise insandan kaynaklanıp o kelâma delâlet eden
şeydir. Ona göre kelâm sahibi (mütekellim), kelâmın kendisiyle kâim olduğu
kimsedir. Mu'tezile'ye göre ise kelam fiilinde bulunan kim olursa olsun sadece
ibare kelâm olarak adlandırılır. Bu ya mecazen, ya da lafızdaki iştirak ile
olur.
el-Eş'arî dedi ki: Allah Teâlâ'nın
İrâdesi bir, kadîm ve ezelî olup kendi hususî fiilleriyle kulların fiillerinden
murad edilenlerin tamamına taalluk eder. Bu da söz konusu fiillerin onlar için
kazanılmış olmaları itibarıyla değil, Allah Tcâlâ tarafından yaratılmış
olmaları itibarıyladır. Bu meyanda şöyle demiştir: Allah Teâlâ her şeyi murâd
eder, hayır veya şer, yarar veya zarar olsun farketmez. Allah Teâlâ irâde
buyurup bildiği gibi, kullarından da bildiğini murad etmiştir. Kalem'e emretmiş
ve o da Levh-i Mahfûz'a yazmıştır. Bu, O'nun hüküm, kaza ve kaderi olup asla
değişikliğe uğramaz. Malûmun aksi, tür bakımından güç yetirilip vuku
bakımından muhal olandır.
el-Eş'arfye göre kulun gücünü aşan
bir şeyle mükellef kılınması (tek-lîf-i mâla yutak) daha önce zikrettiğimiz
gerekçe sebebiyle caizdir. Çünkü ona göre istitâ'at bir arazdır. Araz ise iki
anda baki kalmaz. Mükellef tek-lîf anında kesinlikle kadir olmaz. Çünkü
mükellef, kendisine emredileni ihdas etme kudretine sahip olan kimsedir. Aslen
buna kudreti olmayan kimse için söz konusu mükellefiyeti yüklemek ise
imkânsızdır. Böyle bir emirle ilgili nas bile bulunsa hüküm değişmez.
Ona göre kul, fiillerini ifa etmeye
kadirdir. Çünkü her insan, titreme ve tikler gibi kendiliğinden oluşan
hareketlerle tercih ve irâdesine bağlı hareketler arasında aynm yapabilir. Bu
ayrımın dayanağı ise iradî hareketlerin kudret sayesinde gerçekleşmesi ve
kudret sahibi olan kişinin tercihine bağlı olmasıdır. Bu meyanda şöyle
demiştir: Kazanılan (mükteseb) fiil, kişide hâsıl ve hadis olan kudretin
kapsamında gerçekleşen fiildir.
Ebu'l-Hüseyn'in savunduğu asılla
ilgili olarak da şöyle demiştir: Hadis kudretin ihdas fiili üzerinde etkisi
yoktur. Çünkü hudûs, cevher ve araza sörc farklılık göstermeyen tek bir
kaziyyedir. Eğer hadis kudretin hudûs fiili üzerinde tesiri bulunsaydı, muhdes
olan herşeyin ortaya çıkışında, örneğin renklerin, tatların ve kokuların
meydana gelişi üzerinde etkisi olurdu. Yine bu takdirde cevher ve cisimleri
ihdas etmesi de mümkün olurdu. Bu da örneğin hadis kudret vasıtasıyla göğün yer
üzerine düşmesinin mümkün oluşu sonucuna götürürdü. Halbuki Allah Teâlâ burada
da sünnetini icra ederek hadis kudretin hemen akabinde, altında veya
beraberinde kulun murat edip çaba sarfettiği fiilin gerçekleşmesini
sağlamıştır. Bu fiile, kesb denir. Böylelikle kulun fiili de yoktan yaratma ve
ibda bakımından Allah Teâlâ tarafından yaratılmış, kul tarafından kazanılmış
olur. Fiilin gerçekleşmesi de bir yönden kulun kudretine bağlanmıştır.
Kadı Ebu Bekir el-Bâkıllânî (Ö. H.
403) bunu biraz aşarak şöyle demiştir: Hadis kudretin yoktan varetme gücünün
bulunmadığı delil ile sabit olmuştur. Ancak fiilin sıfatları veya vecihleri ve
itibarları sadece hudûs cihetiyle sınırlı değildir. Aksine başka yönler de
mevcuttur. Bunlar hudû-sun ötesinde yer almakta olup cevherin, mekânda yer
kaplayan ve araz kabul eden türden cevher olması, arazın da, renk, siyah vb.
olmasıdır. Bunlar, hâlleri kabul edenlere göre hâldir. Yine o şöyle demiştir:
Fiilin hadis kudret ile veya onun altında husule gelme ciheti, özel bir nisbet
olup kazanım (kesb) olarak isimlendirilir. İşte bu, hadis kudretin eseridir.
el-Bâkıllânî şöyle demiştir:
Mu'tezile'nin usûlüne göre kudret veya kadîm kâdiriyetin hudûs ve vûcud, ya da
fiiün vecihlerinden herhangi biri üzerinde müessir olması caiz olduğuna göre
hadis kudretin hâl üzerindeki tesiri neden caiz görülmesin? Çünkü hâl, hadis
olan şeyin sıfatıdır. Hadis kudretin fiilin vecihlerinden bîri üzerinde tesiri
neden caiz olmasın? Örneğin hareketin belli bir biçimde gerçekleşmesi hadis
kudret tarafından etkilenemez mi? Zira hareket ve arazdan mutlak mânada
anlaşılan, bizatihi kıyam ve ka'deden çıkarılan mananın aynı değildir. Bu ikisi
birbirinden ayrı hâllerdir. Nitekim her kıyam hareket iken, her hareket kıyam
değildir.
Bilindiği üzere insan, 'Var etti,
icat etti' sözümüzle, 'Namaz kıldı, oruç tuttu, oturdu, kıyama durdu' gibi
sözlerimiz arasındaki farkı rahatlıkla anlayabilir. Kula izafe edilen şeyin
Allah Teâlâ'ya izafe edilmesi caiz olmadığı gibi Allah Teâlâ'ya izafe edilen
şeyin kula izafesi de caiz değildir.
Kadı el-Bâkıllânî, hadis kudretin
tesirini ve eserini kabul etmiştir. Bu, ona göre hususî bir hâl olup hadis
kudretin fiile taalluk eden noktalarından birini teşkil eder. Bu nokta,
mükâfat ve ceza karşısında belirleyici olan noktadır. Varlık, varlık olması
bakımından mükâfat ve cezayı gerektirmez. Özellikle de Mu'tezile'nin usûlüne
göre böyledir. Çünkü hüsn ve kubh yönü, mükâfat ve cezaya tekabül eder. Hüsn ve
kubh, varlığın ötesinde iki zâti sıfattır. Mevcûd ise mevcudiyet bakımından ne
hasen, ne de kabîhtir.
el-Bâkıllânî şöyle demiştir: Hâl
olan iki sıfatın sübûtu sizce caiz olursa bize göre de hadis kudretin taalluk
ettiği hâlin sübûtu caiz olur. Her kim bunun mechûl bir hâl olduğunu söylerse
elimizden geldiği kadarıyla onun ne olduğunu kendisine açıklar, nasıl olduğuna
dair örnekler gösteririz.
Onun ardından gelen Imâmu'l-Haremeyn
Ebu'l-Me'âlî el-Cüveynî biraz daha ileri giderek şöyle demiştir: Bu kudret ve
istitâ'atm reddini akıl ve duyu kabul etmez. Eseri olmayan bir kudretin
varlığını iddia etmek ise kudreti kökten inkâr etmek gibidir. Fiil yapılmama
halinde tesirin varlığını iddia etmek de husûsî anlamda tesiri reddetmek
gibidir. Hâller, asılları itibarıyla varlık ve yoklukla vasfedilmezler. Bu
durumda kulun fiilini hakîkî mânada kudretine nisbet etmek gerekir. Ama bu,
ihdas etme ve yaratma suretinde olmaz. Yaratma, yoktan varetmede bağımsızlık
hissi uyandırır. İnsanoğlu kendi benliğinde kudret hissettiği gibi bağımsız
olmadığını da hisseder. Fiilin varlığı kudrete, kudretin varlığı ise fiilin
kudrete nisbctine benzer konumda olabilecek bir sebebe dayanır. Sebeplerin
birbirine dayanması bu şekilde devam edip giderek en sonunda Müsebbibu'l-esbâb
olan Allah Teâlâ'ya dayanır. O, sebepleri ve müsebbiplerini yaratandır. Mutlak
mânada müstağni olup kimseye muhtaç değildir. O'nun dışındaki bütün sebepler,
bir şekilde bir müsebbibe muhtaçür. Allah Teâlâ ise mutlak müstağni olup hiçbir
şeye muhtaç değildir.
el-Cüveynî bu görüşünü İlahiyatçı
filozoflardan iktibas etmiş ve bunu sözünün başında belirtmiştir. Sebebin
müsebbibe nisbeti asıl itibarıyla fiil ve kudrete mahsus değildir. Aksine
varolan her hadisin hükmü budur. Bu durumda ise tabiat görüşüne bağlı kalınması
ve cisimlerin varetme bakımından başka cisimler üzerindeki etkisini,
tabiatların ihdas etme bakımından başka tabiatlar üzerindeki tesirini kabul
etmek gerekir. Oysa bu, İslâm mezheplerinin görüşü değildir. Nasıl olabilir ki?
Tahkik ehli filozoflar, bir cismin başka bir cismin varolmasında tesiri
olmadığını görmüş ve şöyle demişlerdir: Bir cisimden başka bir cismin sudur
etmesi caiz değildir. Cismin sahip olduğu potansiyel güçten de böyle bir şey
sâdır olamaz. Çünkü cisim madde ve suretten oluşur. Eğer cismin tesiri olsa,
her iki noktada da, yani hem maddî yapısı, hem de sureti üzerinde olması
gerekir. Halbuki maddenin yokluk (adem) tabiatı vardır. Eğer tesiri olsa, bunun
yoklukla müşterek bir etki olması gerekir. Aksi ise imkânsızdır. Şu halde bu
önerme imkânsız, bunun aksi doğrudur. O da şudur: Cisim ve cisimdeki
potansiyel kuvvetin, herhangi bir cisim üzerinde tesiri caiz değildir.
Bu konuda daha aşırı gidenler, cisim
ve cisimdeki potansiyeli de aşmış ve bizatihi caiz olan herşeyi bu kapsama
sokarak şöyle demişlerdir: Bizatihi caiz olan bir şeyin başka bir şeyi ihdas
etmesi caiz değildir. Eğer ihdas edecek olursa, caiz olma hususundaki ortaklığı
da ihdas etmesi gerekir. Cevazın tabiatı ise yokluktur. Caizin kendisi ve zâtı
boşaldığında yok olur. Cevazın yoklukla ortak bir tesiri varsayılırsa bunun
sonucu yokluğun varlık üzerinde müessir olmasıdır ki bu imkânsızdır. Şu halde
Zâtı itibarıyla Vâcibu'l-vücûd olan Hak Teâlâ dışında yoktan vareden hiçbir şey
yoktur. O'nun dışındaki bütün sebepler varlığın kabulü için gerekli
hazırlayıcılar olup varlığın muhdisleri değildir. Bu konu ileride
açıklanacaktır.
Tuhaf olan, İmam el-Cüveynî'nin
sözünün dayandığı nokta böyle ise fiilin sebeplere izafesinin nasıl mümkün
olacağıdır.
Bu noktada mezhebin kurucusunun
görüşlerine dönmek istiyoruz. Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî şöyle
demiştir: Yaratıcı, hakîki anlamda Allah Teâlâ olduğu zaman, hiçbir varlık
yaratma fiilinde O'na ortak olamaz. Allah Teâlâ'nın en hususî sıfatı yoktan
yaratma kudretidir. O'nun Allah ism-i celîlinin tefsiri de budur.
Ebu Ishâk el-İsferâyinî ise şöyle
demiştir: O'nun en hususî vasfı tüm oluşlardan ayrı, hiçbirine benzemeyen bir
varlık sahibi olmasıdır.
Eş'arîler'den bir zât da şöyle
demiştir: Bir şekilde başka varlıklardan ayrışmayan hiçbir varlık mevcut
değildir. Aksi halde varlıkların tümünün ortak ve denk olmaları gerekirdi.
Allah Teâlâ da bir mevcûd olarak diğer mevcudattan çok hususî bir vasıfla
ayrışmalıdır. Ancak insan aklı, şerl bir nas gelmedikçe bu en hususî özelliği
asla öğrenemeyip tereddüt edecektir.
Peki ahi, Allah Teâlâ'yı idrâk
edebilir mi? Bu meselede de fikir ayrılığına düşülmüştür. Bu, Darrâr'ın
mezhebine daha yakındır. Ancak Darrâr, Allah Teâlâ hakkında mâhiyet ibaresini
kullanmıştır. Bu, lafız bakımından çirkindir.
Eş'ariyye'nin esaslarından biri de
şudur: Varolan herşey görülebilir. Görüşü sahih kılan, sadece varoluştur. Allah
Teâlâ mevcûd olduğuna göre O da görülecektir. Müminlerin ahirette O'nu
göreceklerine dâir nas mevcuttur. Allah Teâlâ buyurdu ki: "O gün yüzler
parlar ve Rablerine bakar." (Kıyamet, 75/22) Bu ve benzeri birçok nasta
Allah Teâlâ'nın görüleceği bildirilmektedir. Mezhep kurucusu bu meyanda şöyle
demiştir: RuVetullah'ın belli bir yön, mekân, suret, mukabele, ışığa temas veya
intiba' yoluyla olması caiz değildir. Bunların tamamı imkânsızdır.
Ru'yetin mâhiyeti hakkında iki
görüşü vardır:
a- Ru'yet hususî bir bilgidir. Buradaki hususiyetten
maksadı, görme fiilinin yokluğa değil varlığa taalluk etmesidir.
b- Ru'yet bilginin ötesinde bir idrak olup, idrâk edilen
üzerinde tesir sahibi olmayı veya ondan etkilenmeyi gerektirmez.
Ona göre sem' ve basar Allah
Teâlâ'nın iki ezelî sıfatı olup ilmin ötesinde iki idrâktir ve vücûd şartıyla
herbirine mahsûs müdrekâta taalluk ederler. Eller ve yüz de haberi sıfatlardır.
Ona göre bu sıfatlar hakkında nas mevcuttur. Dolayısıyla bunları olduğu gibi
ikrar etmek farzdır. O, bu tür sıfatların teviline girişmeme noktasında Selef-i
Salih'e meyletmiştir. Ancak tevilin caiz olduğuna ilişkin farklı bir görüşü
daha vardır.
Va'd-va'îd, isimler, hükümler,
şeriat ve akıl gibi hususlarda Mu'te-zile'den tamamen farklı düşünür.
el-Eş'arî şöyle der: İman, kalp ile
tasdiktir. Dille ikrar ve uzuvlarla amelde bulunma ise imanın furûudur. Kalp
ile tasdik eden, yani Allah Teâlâ'nın birliğini ikrar edip peygamberleri ve
onların Allah Teâlâ'dan vahy yoluyla getirdiklerini kabul eden kimsenin İmanı
sahihtir. Bu hal üzere ölürse, kurtuluşa ermiş bir mümin olarak ölmüş olur.
İmandan ancak bunlardan birini inkâr etmekle çıkabilir.
Büyük günah işleyen biri tövbe
etmeksizin öldüğünde onun hükmü Allah Teâlâ'ya kalır. Dilerse rahmetiyle
bağışlar veya Allah Resulü (saliaUâhu aleyhi ve sellem) onun hakkında şefaatçi
olur. Nitekim o şöyle buyurmuştur: "Şefaatim ümmetim arasında büyük günah
sahipleri içindir." Yahut işlediği suçla orantılı biçimde
cezalandırdıktan sonra yine rahmetiyle cennete dâhil eder. Kâfirlerle birlikte
ebedî cehennemlik olması caiz değildir. Çünkü kalbinde zerre miktarı olsun imam
bulunan kimsenin cehennemden çıkartılacağına dair nas mevcuttur. el-Eş'arî
şöyle demiştir: Büyük günah sahibi tövbe etmiş olsa bile, Allah Teâlâ'nın bu
tövbeyi aklın gereği olarak kabul etmesinin farz olduğunu söyleyemem. Çünkü
farz kılma hakkı yalnız O'na aittir. Hiçbir şey O'na farz kılınamaz.
Tövbekarların tövbesinin ve zaruret içinde bulunanların dualarının kabul
edileceğine dair naslar varit olmuştur. O, yarattıklarının yegâne sahibi olarak
dilediğini yapar ve dilediği gibi hükmeder. Dilerse bütün yarattıklarını
cennete dâhil edebilir. İstese hepsini cehenneme koyabilir ve bu zulüm olmaz. Çünkü
zulüm, kendi hakkı olmayan şey üzerinde tasarrufta bulunmak veya bir şeyi
hallettiği yere koymamaktır. O ise Mâlik-i Mutlak'tır. O'ndan zulüm ve
haksızlık sudur etmez.
Farzların tamamı şerl olup akıl
hiçbir şeyi farz kılamaz. Hüsn ve kubh da akıl tarafından belirlenemez.
Marifetullah akılla elde edilir ve nakille farz olur. Allah Teâlâ buyurdu ki:
"Biz peygamber gönderinceye kadar -kimseye- azap edecek değiliz."
(İsrâ, 17/15) Nimet verene şükranda bulunmak, itaat edeni ödüllendirip isyan edeni
cezalandırmak da böyledir. Bunların hepsi akılla değil nakille farz olur.
Salâh-ashh, lütuf türünden hiçbir şey Allah Teâlâ üzerine farz kılınamaz. Akim
bir hikmete dayanarak
rz Aldığı hemen her şey, başka bir
açıdan tam aksini gerektirebilir. Mükellefiyetin aslı Allah Teâlâ üzerine vacip
değildir. Çünkü bunlara O nun için bir yarar veya savılacak bir zarar söz
konusu değildir. O, kul-arını ödüllendirme ve cezalandırmaya Kâdir'dir. Onlara
lütuf ve keremde bulunmaya da muktedirdir. Sevap, nimet ve lütfün her şekli O'nun
lütfü kapsamına girer. Mükâfat ve cezanın her türü adaletin gereğidir: "O,
yaptığından suâl olunmazken onlar suâl olunur."
Peygamber göndermek, vacip veya
imkânsız olmayıp caizdir. Ancak gönderildikten sonra mucizelerle
desteklenmeleri ve her türlü günahtan uzak tutulmaları vaciptir. Çünkü bir
peygamberin davasında doğruluğunun bilinebilmesi için birtakım kusurlardan
arındırılması gerekir. Zira emirlerde çelişki bulunması caiz değildir.
Mucize, olağanüstü bir fiil olup
meydan okumaya binâen gösterilir ve karşı çıkılamaz niteliktedir. Delil
bakımından davayı tasdik edici niteliktedir. Olağanın dışına çıkılması ve
olağan olmayanın gösterilmesi gibi iki şekli vardır. Evliyanın kerametleri de
haktır. Bir açıdan peygamberlerin tasdiki, bir açıdan da mucizelerin teyîdi
mahiyetindedir.
İman ve tâat Allah Teâlâ'nın tevfîki
sayesinde gerçekleşir. İnkâr ve masİyet İse O'nun desteğini çekmesi yüzünden
olur. O'nun tevfîkİ, tâat gücünü yaratmasıdır. Desteğini çekmesi (hızlan) ise,
masiyet işleme gücünü yaratmasıdır. Şer'î naslarla bildirilen Kalem, Levh, Arş,
Kürsî, Cennet ve Cehennem gibi gaybî hususların zahiri üzere anlaşılması ve
bildirildikleri biçimde İnanılması gerekir. Ahiretle ilgili haberler, örneğin
kabir sorgusu, mükâfat ve ceza gibi hususlarla, Mizan, hesap, Sırat, cennetlik,
cehennemlik gibi bilgilere de zahirde oldukları gİbİ inanmak gerekir. Çünkü
bunların varlığı imkânsız değildir.
el-Eş'arî'ye göre Kur'ân; belagat,
nazm ve fesahat bakımından mucizedir. Çünkü Araplar kılıç ile Kur'ân'a muaraza
etmek arasında muhayyer bırakılmışlar, onlar da muarazadan âciz olduktan için
en zor olanı (kılıcı) seçmişlerdir. el-Eş'arî'nin taraftarları arasında
Kur'an'daki İ'câzın kişiyi O'nunla muaraza etme dürtüsünden geri çevirme (sarf)
anlamında olduğunu, ayrıca bu i'câzın gaybî haberler bakımından söz konusu
olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Ona göre imamet nas ve tayın
olmaksızın ittifak ve seçimle sabit olur. Ona göre herhangi bir nas olsaydı,
asla gizli kalmazdı. Çünkü bu tür bir nassm naklini gerektirecek birçok vesile
mevcuttur. Sahabe, Benî Sâide'nin avlusunda Ebu Bekir (radıyallahu anh)
üzerinde ittifak etmişlerdir. Ardından Ebu Bekir'in (radıyaüahu ardı) Ömer'i
(radıyallahu anh) tayin etmesi üzerinde de ittifak etmişlerdir. Sahabe, Osman'ı
(radıyallahu anh) şûra ile belirlemiştir. Onun ardından da Ali (radıyallahu
anh) üzerinde ittifak etmişlerdir. Dört halife, fazilet bakımından da aynı
sıralama içinde yeralırlar.
Âİşe (radıyaUahu
anh), Talha (radıyallahu anh) ve
Zübeyr (radıyallahu anh) hakkında, sadece hatadan döndüklerini söylemiş,
Talha (radıyallahu anh) ve Zübevr'in (radıyallahu anh) cennetle
müjdelendiklerini ifade etmiştir. Muaviye
(radiyailahu anh) ve Amr b. el-As'in
(radıyallahu anh) hak İmam olan Ali'ye (radıyallahu anh) isyan ettiklerini,
onun da kendileriyle savaştığını söylemiştir. Neh-revân Ehli yani ona
başkaldıran Haricîlere gelince onlar, Allah Resûlü'nün de (saUallâhu aleyhi ve
sellem) beyan ettiği üzere dinden çıkmış kimselerdir. Ali (radıyallahu anh)
bütün kararlarında hakkı savunmuş ve ondan ayrılmamıştır.
Hadis ehli arasında bulunan Sclef-i
Salih, Mu'tezile'nin kelâm ilmine iyice dalarak Hulefâ-İ Râşidîn devrinde
bilinen sünnet uygulamalarına muhalefet ettiklerini, kader konusunda bazı Emevî
yöneticiler, sıfatların inkârı ve Kur'an'ın yaratılmışlığı konusunda ise bazı
Abbasî yöneticiler tarafından desteklendiklerini görünce Ehl-İ Sünnet'in
müteşâbİh ayetler ve benzeri hadislerle ilgili olarak bilinen görüşlerini
ortaya koymada büyük bir şaşkınlık yaşadılar.
Ahmed b. Hanbel, Davûd b. Ali
el-İsfahânî ve Selef imamlarından bir topluluk, aralarında Mâlik b. Enes,
Mukâtil b. Süleyman gibi zâtların bulunduğu Hadis elılinden Selefin izlediği
yolu takip etmişlerdir. Onların tercih ettikleri yol, selâmet yoludur. Bu yolu
da şöyle ifade etmişlerdir: Kitab ve Sünnet'te vârid olan şeylere olduğu gibi
iman eder, Allah Teâlâ'nın hiçbir şeye benzemediğini kat'î olarak bilip bu
nasların tevîline girmeyiz. İnsanoğlunun hayalinde oluşan her fikrin yaratıcısı
ve mukad-diri de O'dur. Bu zevat, teşbîh fikrinden o derece sakınmışlardır ki,
"İki elimle yarattım" (Sâd, 38/75) ayetini okurken elini hareket
ettiren veya Müminin kalbi Rahmân'ın iki parmağının arasındadır" (Müslim,
Kader, 7; Tirmizi, kader, 7, İbn Mace, Mukaddime, 13; Müsned, 2/168, 173)
hadisini naklederken parmaklarına işaret eden kimsenin parmak ve elinin
kesilmesini vacip görmüşlerdir. Onlar, ayetlerin tefsir ve tevîline girmemeyi
şu iki gerekçeye dayandırmışlardır:
a- Aşağıdaki ayet-i kerimede varit olan yasak:
"Kalplerinde eğrilik olanlara gelince, fitne çıkarma ve tevilini arama
maksadıyla müteşâbih olanların peşine düşerler. Onun tevilini ancak Allah
bilir. İlimde derinlik sahibi olanlar da şöyle derler: Bunların hepsinin
Rabimİz katından geldiğine iman ederiz. Sadece akıl sahipleri öğüt alır."
(Âl-i İmrân, 3/7) Biz de kalpteki eğrilikten sakınırız.
b- Tevîl, herkesin ittifak ettiği üzere zannî bir
husustur. Allah Te-âlâ'nın sıfatları hakkında yapılan konuşmalar
da tamamen zannîdir. Çünkü yaptığımız tevîl, Allah Teâlâ'nın muradının
aksi olabilir. Böyle olduğunda ise kalbinde hastalık bulunanlar arasına girmiş
oluruz. Bize düşen, iümde derinlik sahibi olanların söyledikleri gİbİ
"Hepsinin Rab-bimiz katından olduğuna İman ederiz" demektir. Bu tür
ayetlerin zahirlerine iman edip bâtınlarını da olduğu gibi tasdik etmemiz
gerekir. Bunların ilmini Allah Teâla'ya havale ederiz, çünkü bizler bunu
bilmekle mükellef kılınmamışızdır. Bu, imanın esas veya rükünlerinden de değildir.
Bazıları bu meselede daha da ihtiyatlı davranarak yed, vech, istiva vb.
kelimeleri Farsça okumamışlardır. Bu tür lafızları kullanmak durumunda
kaldıklarında kelime kelime nasıl vârid olduysa öyle kullanmışlardır. Bu,
selâmet yoludur. Bunun teşbihle ilişkisi yoktur.
Ancak gulât-ı Şiadan Hişamİyye gibi
gruplarla ashab-ı hadisten haşevî eğilimli Mudar, Kehmes ve Ahmed el-Hecîmî
gibiler; ruhanî de olsa, cismanî de olsa taptıkları mabudun birtakım organ ve
kısımlara sahip olduğunu savunmuş; böyle bir mabud için mekân değiştirme,
yükselme, yerleşme ve yer tutma gibi vasıflan caiz görmüşlerdir. Şia'nın
müşebbihe eğilimli olanlarının ayrıntılı iddiaları gulât babında
anlatılacaktır. Haşeviy-ye'nin müşebbihe eğilimli olanlarına gelince imam
Eş'arî'nin Muhammed b. isa'dan aktardığına göre Mudar, Kehmes ve Ahmed
cl-Hecimî şunu savunmuşlardır: O'na dokunmak, kucaklaşmak ve sarılmak caizdir.
İhlaslı müslümanlar, riyazet ve İhlâsta belli bir mertebeye yükseldikten sonra
hem dünya, hem de ahirette O'nunla kucaklaşabilirler.
el-Ka'bî, Müşebbihe'den birinin
ru'yetullâhı dünyada caiz gördüğünü, Allah Teâlâ'nın ziyaret edilebileceğini,
bazı insanları ziyaret edeceğini söylediğini nakletmiştir. Davud
el-Cevâribî'nin şöyle dediğini de aktarmıştır: Avret mahalli ve sakal konusunda
beni mazur görün. Bunun dışındakiler! sorabilirsiniz. Yine ona göre ma'bûd
-hâşâ Allah Teâlâ- cisim olup et ve kandan oluşur. El, ayak, kol, baş, gözler,
kulaklar ve dil gibi organları vardır. Bununla beraber O, diğer cisimler gibi
olmayan bir cisme, diğer etler gibi olmayan bir ete, diğer kanlar gibi olmayan
bir kana sahiptir. Öbür sıfatları için de aynı şey geçerlidir. Bu anlamda
yarattıklarından hiçbirine benzemediği gibi hiçbir şey de O'na benzemez. O, en
üstünden sinesine kadar içi boştur. Kısa saçı ve siyah favorileri vardır.
Kur'an-ı Kerİm'de vârid olan istiva,
vech (yüz), yedeyn (eller), cenb (yan), meşiet (geliş), ityân (gidiş), fevkıyye
(üstte olma) gibi isim ve fiillere gelince Müşebbihe'ye göre bunların hepsi
zahir anlamlarına yorulur. Hadislerde zikredilen benzer hususlar için de aynı
hüküm geçerlidir. Örneğin Allah Resulü (salkllâhu aleyhi ve selkm) şöyle
buyurmuştur:
"Adem'i Rahman suretinde
yarattı." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 8/198; Tabcrânî, Mucemu't-Kebîr,
12/403) "Cebbar, ayağını cehenneme koyuncaya kadar." (Ali el-Müttakî,
Kcnzu'l-Ummâl, 1/408; Kurtubî, el-Câmî, 16/44, 17/19) "Müminin kalbi, Rahmân'm
iki parmağının arasındadır." (Müslim, Kader, 17; Tirmizî, Kader, 7; İbn
Mace, Mukaddime, 13) "Adem'i yarattığı çamuru, kırk sabah elinde yuvarlayıp
alıştırdı." (Bkz. İbn Kesir, el-Bidâye, 1/68 v.d.; İbnü'1-Esir, el-Kâmil,
1/27 v.d.) "Elini -veya avucunu- omzuma koydu." "Öyle ki
parmaklarının serinliğini omzumda hissettim." (Bkz. Dârekmnî, Ruyetullah,
1/168-171) Müşebbihe, bu ve benzeri isim ve fiilleri olduğu gibi zahir anlamına
yormuşlardır.
Müşebbihe kendi görüşleri
istikâmetinde birçok asılsız rivayet de uydurmuş ve bunların çoğunu
Yahudilerden iktibas etmiştir. Bilindiği üzere teşbih Yahudilerin tabiatı
haline gelmiştir. Hatta şunu bile söylemişlerdir: Allah'ın gözleri
rahatsızlanınca melekler O'nu ziyarete gitmişlerdi. Nuh (aleyhisselâm) tufanına
öyle üzülmüştü ki ağlamaktan gözleri ağrımaya başlamıştı. Altında dört parmak
üzerinde duran Arş demir eyer takımı gibi ses çıkarmıştı.
Müşebbihe, Allah Resûlü'nün
(sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu da rivayet etmişlerdir:
"Rabbim beni karşıladı, benimle kucaklaştı ve ellerini omzuma koydu. Öyle
kİ parmaklarının serinliğini omzumda hissettim." (Bkz. Dârekutnî,
Ruyetullah, 1/168-171)
Daha ileri giderek teşbih fikrini
Kur'an hakkında da iddia ederek şöyle demişlerdir: Harfler, sesler ve yazılı
işaretler kadîm ve ezelîdir. Harfleri ve kelimeleri olmayan bir kelâm akla
sığmaz. Bu görüşlerine delil olarak da birtakım hadisler nakletm işlerdir.
Bunlara örnek olarak şu hadisi zikredebiliriz: "Allah Teâlâ Kıyamet günü
öncekilerin de sonrakilerin de işitecekleri bir sesle nida eder."
(Taberani, Mu'cemu'l-Evsat, 2/87) Musa Peygam-ber'in (aleyhisselâm) Allah Teâlâ'nın
kelâmını zincir sesi gibi işittiğini rivayet etmiş ve şöyle demişlerdir:
Selef-i Salih KuPan'ın yaratılmış olmadığı hususunda icmâ etmiştir. Onun
yaratılmış olduğunu söyleyen kâfirdir. Kur'an olarak bildiğimiz, elimizde
bulunan, gördüğümüz, dinlediğimiz, okuyup yazdığımız şeydir.
[Müşebbihe devam ediyor:]
Bu görüşümüze karşı çıkanlara
gelince:
Mu'tezile, elimizde bulunan mushafın
Allah Kelâmı olduğu noktasında bizimle müttefik, ama kıdemi noktasında bizden
farklıdır. Delillerin onların aleyhinde olduğuna dair ümmetin İcmâı mevcuttur.
Eş'arîlere gelince, Kur'an'ın kadîm
olduğu noktasında bizimle müttefiktirler. Ancak onlar da elimizde bulunan
mushafın Allah Kelâmı'nın kendisi olduğu noktasında bizden farklı
düşünmüşlerdir. Delilin onların aleyhinde olduğuna ilişkin de icmâ-i ümmet
mevcuttur. Çünkü Allah Kelâmı ifadesiyle işaret olunan elimizdeki mushaftır.
Diğer taraftan Allah Teâlâ hakkında görmediğimiz, okuyup yazmadığımız ve
dinlemediğimiz Zâtı ile kâim bir kelâm sıfatından sözedildiğînde bu her açıdan
icmâya aykırıdır.
Bİze göre mushafın iki kapağı
arasında yeralan nas Allah Kelâmındır. Allah Teâlâ onu Cebrail'in
(aleyhisselâm) diliyle İndirmiştir ve mushaflarda yazılıdır. Levh-i Mahfüz'da
yazılı olan da odur. Müminlerin cennette Allah Tcâlâ'dan vasıtasız ve perdesiz
olarak İşitecekleri kelâm da aynısıdır. Allah Teâlâ'nın "Rahîm bir Rab'den
selâm sözü olarak" (Yâsîn, 36/58) buyruğunun anlamı da budur. Musa'ya
(aleyhisselâm) olan hitabı da odur: "Ey Musa! Muhakkak ki Ben, alemlerin
Rabbı olan Allahım!" (Kasas/30) Vasıtasız seslenmesi de şu ayette
zikredilmiştir: "Allah Musa'ya konuştu." (Nisa, 4/164) "Ben seni
risâletlerim ve kelâmımla diğerleri arasında seçtim."
(A'râf, 7/144) Allah ReSUİÜ'nÜll de
(sallallâhu aleyhi ve sellem) ŞÖyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Allah
Teâlâ Tevrat'ı eliyle yazdı. Adn cennetini eliyle yarattı. Adem'i de eliyle
yarattı." Kur'an'da ise şöyle buyrulmaktadır:
"Onun İçin levhalarda herşeye
öğüt ve açıklama olarak bütün eşyayı yazdık" (A'râf, 7/145)
[Müşebbihe] şunları da söyledi: Biz,
kendimizden hiçbir ilâvede bulu-namavız. Selefin karışmadığı bir şeyi kendi
akıllarımızla ihata edemeyiz. Onlara göre mushafın iki kapağı arasındaki kelâm,
Allah Kelâmı'dır. Bize göre de öyledir. Onlar, bu görüşlerine delil olarak şu
ayeti zikretmişlerdir: "Müşriklerden biri sana sığınırsa onu güvene al,
tâ ki Allah'ın sözünü işitsin." (Tevbe/6) Bilindiği üzere müşriğin
işittiği şey, bizim okuduğumuz Kur'an'dan başka bir şey değildir. Yine bu
anlamda şöyle buyrulmuştur: "Doğrusu bu Kitab, sadece arınmış olanların
dokunabileceği, saklı bir Kitab'da mevcut İken âlemlerin Rabbİ tarafından
İndirilmiş olan Kur'an-ı Kerim'dir." (Vâha/78-80) "O, kutsal
kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sahifeler üzerindedir. İyi kimseler, saygıdeğer
elçiler eliyle yazılmıştır." (Abese/12-16) "Muhakkak Biz onu Kadir
gecesi indirdik." (Kadr/l) "Ramazan ayı ki Kur'an onda
İndirilmiştir." (Bakara, 2/184)
Müşebbihe arasında Hulûliyye
eğiliminde olanlar da vardır. Bunlar şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ'nın
herhangi bir şahsın suretinde görünmesi caizdir. Tıpkı Cebrail'in
(aleyhisselâm) bir yolcu suretinde görünmesi gibi. O, Meryem'e de
(aieyhisselâm) tam bir insan gibi görünmüştür. Allah Resûlü'nün (sallallâhu
aleyhi ve sellem) şu buyruğu da buna yorulmuştur: "Rabbimi en güzel
surette gördüm." (Darefcutnî, Ruyetullah, 1/168-171) Tevrat'ta da Musa
Peygam-ber'in (aleyhisselâm) şöyle dediği nakledilmiştir: "Rabbimle
yüzyüze konuştum. Bana şöyle şöyle dedi."
Hulul kısmen veya bütün olarak kabul
edilebilir. Bu fikirler ileride açıklanacaktır.
Bunlar, Ebu Abdullah Muhammed b.
Kerrâm adında bir şahsın taraf-arlarıdır. Sıfâtiyye arasında saymamızın nedeni,
sıfatları kabul etmesidir, ^ncak o, sıfatlar konusunda teesîm ve teşbih
noktasına varmıştır. Onun °rtaya çıkışını ve Ehi-i Sünnct'e intisabını daha
önce anlatmıştık.
Kerrâmiyye teşbîh meselesinde on iki
fırkaya bölünmüştür. Bun-arın ana kolları şu akışıdır:
1- Âbidiyye,
2- Tevniyye,
3- Zerîniyye,
4- İshâkıyye,
5- Vâhidiyye,
6- Heysamiye ki en yakınları budur. Bunlardan her birinin
kendisine ait görüşü olmakla birlikte, muteber âlimlerden değil de birtakım
câhil ve değersiz kimselerden kaynaklandığı için bunları fırkalar arasında
tasnife lâyık görmedik. Sadece mezhebin kumcusunun fikirlerini zikredip alt
fırkalarına ismen işaret etmekle yetindik.
Başlan olan Ebu Abdullah şöyle
demiştir: Mabud, Arşın üzerinde karar kılmıştır. Zat olarak üst cihettedir.
O'na cevher adını vermiş ve Azâbu'1-kabr adlı kitabında Allah Teâlâ'mn Zât
olarak da, cevher olarak da bir olduğunu dile getirmiştir. O, Arş'a temas
etmektedir. Hareket etmesi, dönüşmesi ve Arşından inmesi caizdir. Bazılarına
göre O, Arş'ın bir kısmı üzerindedir. Bazılarına göre Arş, O'nunla dolmuştur.
Bu fırkanın geç dönemdeki mensuplarına göre Allah Teâlâ cihet bakımından
üstte, Arş hizâsındadır.
Bilâhare aralarında ihtilafa
düşmüşler ve Abidiyye şu görüşü savunmuştur: O'nunla Arş arasındaki uzaklık ve
mesafe vardır; öyle ki arasının cevherlerle dolu olduğu takdir edilse ona
bitişecektir. Muhammed b. el-Heysam ise şöyle demiştir: O'nunla Arş arasında
sonsuz bir mesafe vardır. O, âlemden ezelî bir farklılıkla ayrılır. Ona göre
belli bir mekâna yerleşmesi ve aynı hizada olması söz konusu değildir. Üstte
bulunuş ve ayrılık ise mevcuttur.
Kerrâmiye mensuplarının çoğunluğu
Allah Tcâlâ hakkında cisim kavramını kullanmıştır. Ehl-i Sünnet*e yakın olan
kesimleri ise şöyle demişlerdir: Bizim cisim ile kasdettiğimiz, Zâtı ile kâim
olmasıdır. Cismin onJara göre tanımı budur. Bu esas üzerine, kendi zâtları ile
kâim olan iki varlığın birbirleriyle yahut da ayrı olması gerektiği hükümünü
dayandırmışlardır. Bazılarına göre O, Arş'a bitişiktir, bazılarına göre ise
ondan ayrıdır. Kimi zaman şunu da söylemişlerdir ki, her iki mevcûddan birinin
diğeriyle olan ilişkisinin, ya arazın cevher karşısındaki durumu gibi olması
gerekir; yahut da ötekine göre bir cihette yer alması gerekir. Allah Teâlâ
araz olamaz, çünkü Zâtı İle kâimdir. Şu halde âlemin bir cihetinde bulunması
gerekir ki en yüce ve değerli olan yön üsttür. Buna göre O, Zâtı ile üsttedir.
Görüldüğü zaman da en üstte görülür.
Ardından O'nun varlığının sınırı
üzerinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Mücessime arasında Allah Teâlâ için
altı yönden sınırın varlığını iddia edenler olmuştur. Kimileri ise sadece bir
yönden, yani alttan nihayeti sınırın varlığını etmiştir. O'nun için sınırı
inkâr edenler de olmuş ve O'nun Azîm olarak sonsuz olduğunu söylemişlerdir.
Azametin anlamı üzerinde de ihtilâfa
düşmüşlerdir. Kimilerine göre azameti, Arş'ın bütün kısımlarını tek başına
kaplamasıdır. Arş, O'nun altındadır. O, cihet bakımından herşeyin üstündedir.
Bazılarına göre ise azametinin anlamı, kendisi bir olmakla beraber birçok
yönden Arş'a mülâki olmasıdır. O, Arş'ın her tarafına mülâkidir. Çünkü O, Ulu ve
Azîm'dir.
Ortak görüşleri, Allah Teâlâ
hakkında birtakım hâdİsâtm caiz oluşudur. Ancak bu hudûs, O'nun kudreti
sayesinde olur. Zâtına zıt bir hadisin husule gelmesi ise ancak ihdas fiili
vasıtasıyla olur. İhdas fiilinden anladıkları, kendi kudretiyle Zâtı'nda vuku
bulan varetme ve yoketme fiilleridir kİ bunlar söz ve irâdeler için
geçerlidir. Muhdesten maksatları ise Zâtı dâhilinde bulunan cevher ve arazların
tamamıdır.
Kerrimiyye halk (yaratma) ile
mahlûku, icâd ile mevcûd ve mucidi, idam ile ma'dûmu birbirinden ayırmışlardır.
Mahlûk, ancak halk ile vâki olur. Halk ise ancak Zâtı'ndaki kudret ile mümkün
olur. Ma'dûm da, Zâtı'nda bulunan kudrete bağlı olarak i'dâm ile vâki olur.
Kerrâmîyye mensupları Allah Teâlâ'mn
Zâtı'nda birçok hadisin bulunduğunu iddia etmiş, geçmiş ve gelecek olayları
haber vermeyi, peygamberlere indirilmiş kitapları, kıssaları, va'd, va'îd ve
hükümleri buna örnek göstermişlerdir. İşitilmesi ve görülmesi caiz olan
işitilenler ve görülenler de bu kapsama dâhildir. İcâd ve i'dâm da buyruk ve
irâdedir. Olmasını murâd ettiği şeye yönelik "Kün=Ol!" buyruğu bu
şekilde tecellî eder. İrâde ise söz konusu şeyin varolmasına dönük isteğidir.
Herhangi bir şey için sarfettiği "Kün" buyruğunun iki sureti vardır.
Muhammed b. el-Heysam icâd ve i'dâmı
irâde ve tercih (îsâr) ile
açıklamıştır. Ona göre bu fiillerin
gerçekleşmesi için buyruk farzdır. Nitem Rur'aıı'da şöyle buyrulmuştur:
"Bir şeyi murâd ettiğimizde ona sade- Ol!' dememiz yeter, oluverir."
(Nahl, 16/40) "Bir şeyi murâd ettiğindna Ol!' demesi yeter, hemen
oluverir." (Yâsîn, 36/82)
Çoğunluğun görüşü odur ki, halk yani
yaratma fiili, söz ve irâdeden ibarettir. Bilâhare bunun ayrıntısında fikir
ayrılığına düşmüşlerdir. Bazılarına göre her mevcûd için bir icâd, her ma'dûm
için de bir i'dâm söz konusudur. Bazılarına göre ise tek bir icâd fiili, aynı
türden iki mevcûd için yeterli olabilir. Tür farklılaştığında icâd fiilleri
birden fazla olmak durumundadır.
Kerrâmiyye'den bir kısmı ise şöyle
demişlerdir: Kudret, muhdesâtın türlerine göre değişir. Çoğunluğuna göre Kef
ten Nûn'a kadar Zâtı'nda hadis olan şeylerin türleri adedince kudret mevcuttur.
İrâde, sem' ve basar dâhil olmak üzere beş tür kudret mevcuttur.
Kimileri de sem' ve basarı işitme ve
görme kudreti olarak tefsir etmiştir. Kimilerine göre sem' ve basar ezelîdir.
İşitme ve görmeler ise müdrekâtm (: idrak edilenlerin) onlara İzâfesidir.
Kerrâmiyye'den bazılarına göre Allah
Teâlâ'nın muhdesâtın asıllarına ve Zâtı'nda hudûs eden havadise taalluk eden
kadîm İrâdesi vardır. Onlara göre muhdesâtın tafsilatına taalluk eden hadis
irâdeler de mevcuttur.
Kerrâmiyye fırkasının ittifak ettiği
görüşler arasında şunları da saymak mümkündür: Hadislerin varlığı, Allah Teâlâ
için bir vasfın mevcudiyetini gerektirmez; ayrıca, hadisler, Allah'ın
sıfatları da değildir; dolayısıyla onun zatında söyleme, irade etme, görme ve
işitme gibi hadis türü şeyler de gerçekleşmez. Allah Teâlâ bunlarla söz
söyleyici, irade sahibi, işiten ve gören değildir. Bu hâdİsâtı yaratması
sebebiyle de Muhdİs ve Hâlık değildir. Bilakis O, ancak söyleyicİliğİyle
Söyleyen, yaratıcılığıyla Yaratan, irâde ediciliğiyle İrâde Buyuran'dır. Bu
durum, O'nun o şeyler üzerindeki kudretidir.
Savundukları esaslardan biri de,
Zâtı'nda ihdas ettiği hâdisâtın asla yok olmayacak biçimde baki kalmasının
vacip oluşudur. Çünkü bunların yok olmalarının caiz olması durumunda Zâtı
üzerindeki hâdisâtın ardarda gelmesi söz konusu olup cevher de buna katılır. Bu
hâdisâtın ademinin caiz olması durumunda şu seçeneklerden biri kaçınılmaz olur:
Bunların yokluğu (adem), ya kudret ile ya da Zâtı'nda yarattığı yoketme
fiiliyle (i'dâm) mukadder olur. İlkine göre yani kudret ile yokolmaları caiz
olmaz. Çünkü bu, Zâtı'nda ma'dûmun subût bulmasına götürür. Halbuki varolan
(mevcûd) ile yokolanın (ma'dûm) şartı, Zâtı bakımından birbirlerinden farklı
olmalarıdır. Zâtı'nda herhangi bir ma'dûmun i'dâmın aracılığı olmaksızın sırf
kudret ile vuku bulması caiz olsaydı, diğer ma'dûmlarm da kudret ile vuku
bulmaları caiz olurdu. Ardından bu kaziyeyi, Yoktan Vareden (el-Mûcid) hakkında
da geçerli hale getirmek gerekirdi. Böylelikle Allah Teâlâ'nın Zâtı'nda bir
varedilmfş muhdesin vuku bulması caiz olurdu. Halbuki bu Kerrâmiyye'ye göre
İmkânsızdır. Eğer onların yokoluşunun, İ'dâm ile gerçekleştiği varsayılsaydı, söz
konusu i'dâmm yokluğunu varsaymak da caiz olur ve bu zincirleme giderdi. Onlar
İşte bu esastan hareketle Zâtı'nda hadis olan hiçbir şeyin yokolmadığına
hükmetmişlerdir.
Kerrâmiyye'nin savunduğu esaslardan
bir diğeri, muhdesin ihdasın sübûtunun İkinci halinde aralıksız olarak hudûs
etmesidir. Buna göre dâs fiilinin muhdesin beka hali üzerinde etkisi söz konusu
değildir.
Onlara göre Allah Teâlâ'nın Zâtı'nda
hudûs eden hususlar iki kısma ayrılır:
a- Tekvinle İlgili hususlar ki altında bir mefûl bulunan
fiillerdir.
b- Tekvinle ilgili olmayan hususlar ki haber verme,
yükümlülük (tekf) koyma, yasaklama gibi hususları kapsar. Bunlar, kudrete
delâlet etmesi bakımından fiil olup mefûlleri yoktur. Hâdisât konusundaki
görüşleri tle budur.
İbnu'l-Heysam hemen her meselede Ebu
Abdullah'ın görüşlerini ıslâh etmek İçin içtihatta bulunmuştur. Öyle ki onun
açıkça imkânsız olan hükümlerini akıl sahipleri nezdinde makûl hale getirmeye
çalışmıştır. Bu çabalarına örnek olarak teesîm meselesinde söylediklerini
zikredebiliriz. Bu mesele hakkında şöyle demiştir; Cisim ile kasdedilen Zâtı
ile kâim olandır. Üstte olmak da (fevkiyyet) yücelik (uluvv) anlamındadır.
İbnu'l-Heysam, sonsuz ayrılığın (beynünet) varlığını da iddia etmiştir ki bu,
bazı filozofların da kabul ettikleri boşluktur (hâlâ). İstiva konusunda mücavir
olmayı, teması ve Zâtı ile mekânda bulunmayı reddetmiştir. Hâdisât meselesinde
ise görüş düzeltmeye çalışmayıp hocasının söylediklerini aynen benimsemiştir.
Halbuki o, aklen en imkânsız görüşlerden biridir.
Kerrâmiyye mezhebine göre hâdisât,
sayı bakımından muhdesâttan çok fazladır. Buna göre Zâtı'nda muhdesâttan fazla
bir hâdisât âlemi bulunur ki bizce bu imkânsız ve çok yersiz bir görüştür.
İttifak ettikleri esaslar arasında
sıfatların isbâtı da vardır. Onlara göre Allah Teâlâ ilim ile Alim, kudret ile
Kadir, hayat ile Hayy, mcşİyet ile Dileyen (Şâ'i)dir. Bunların hepsi de kadîm,
ezelî ve Zâtı ile kâim sıfatlardır. el-Eş'arî gibi sem' ve basan da sıfatlar
arasında saymışlardır. Eller ve yüzü de (vech) kadîm ve Zât ile kâim sıfatlar
arasında saymış ve şöyle demişlerdir: O'nun diğer eller gibi olmayan bir eli
ve diğer yüzler gibi olmayan bir yüzü vardır. Onlara göre Allah Teâlâ, bütün
cihetlerin üstünde bir cihetten görülebilir.
İbnu'l-Heysam, yapı (heyet), suret,
boşluk, dönme, musafaha ve sarılma gibi hususlarda Müşebbihe'nin kullandığı
kavramları, diğer Kerrâmiy-ye mensuplarından farklı biçimde yorumlamıştır. Buna
göre o şöyle der: Diğerlerine göre Allah Teâlâ Adem'i (aleyhisselâm) eliyle
yaratmış, Arşına istiva etmiştir, Kıyamet günü insanları hesaba çekmek İçin
gelecektir. Biz ise, bunlar hakkında hiçbir bozuk görüşe inanmayız. Elleri iki
uzuv ve organ olarak görmediğimiz gİbİ Arş'a istivasını da oturma olarak görmeyiz.
Gelme fiilinin ifade ettiği mekânlar arasında dolaşmayı kabul etmeyiz. Bunları
Kur'an ve sünnette varit olduğu şekilde keyfiyet ve teşbihte bulunmaksızın
olduğu gibi anlar, Müşebbihe ve Mücessime'nİn diğer mensuplarının
açıklamalarına itibar etmeyiz.
İbmı'l-Heysam'a göre Allah Teâlâ
gelecekte olacak şeyleri ezelde aynen bilir. O'nun ilmi, ilminin tecellî ettiği
şeylerde etkin olup cehalete asla dönüşmez. Belli bir vakitte yaratmayı murâd
ettiği şeyi, hadis irâdesi ile yaratır. Ihdâs edeceği herşeyi de cKün=Ol!'
buyruğu ile ihdas eder. Kaderin hayır ve şerrinin Allah Teâlâ'dan olduğuna
inanır. Allah Teâlâ bütün kâinatın hayır ve şerrini murâd etmiştir. Mevcudatın
güzel veya çirkin olsun tamamını yaratan da O'dur. Kulun hadis kudretiyle meydana
gelen ve 'kesb' olarak isimlendirilen fiilleri vardır. Hadis kudret, Allah
Teâlâ tarafından mefûl ve yaratılmış olması bakımından kul için yarar sağlama
noktasında tesir sahibidir. Söz konusu yarar, mükellefiyetin çerçevesini
teşkil eder ki bu çerçevenin karşılığı mükâfat ve cezadır.
Aklın, şeriat gelmeden de hüsn ve
kubhu belirleyebileceği üzerinde İttifak etmişlerdir. Mu'tezile gibi onlara
göre de Allah Teâlâ'yı akılla bilmek vaciptir. Ancak onlar, akıl yoluyla salâh
ve aslahı gözetmek, lütufta bulunmak gibi meselelerde Mu'tezile'den
ayrılmışlardır. Onlara göre iman, kalp ile tasdîk aranmaksızın sadece dille
ikrardan ibarettir. Diğer ameller de imanın esaslarından değildir. Zahirî
hükümler ve mükellefiyetler bakımından mümin demekle, ahiret ve hesaba inanma
bakımından mümin demek arasında fark olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre münafık,
dünyada hakîkî anlamda mümin, ahirette ise ebedî cehennemi haket-miş kimsedir.
İmamet konusunda ise şöyle
demişlerdir: İmamet nas ve tayin olmaksızın ümmetin icmâı ile sübût bulur. Bu
konuda Ehl-i Sünnet ile aynı görüştedirler. Ancak onlara göre farklı iki
bölgede, iki farklı imama biat etmek caizdir. Bu görüşleriyle güttükleri amaç;
adamlarından bir grubun ittifakı ile Muaviye'nin Şam'daki ve yine bir grup
ashabının görüş birliği ile Emîrü'l-Mü'minîn Hz. Ali'nin Medine, Basra ve
Kûfe'deki imametinin aynı anda vâkî olduğunu ispat etmektir. Hz. Osman'ın
kanını talep etme davasıyla şer'î hükümlerde istibdada vararak çarpışmaya
girişmesi ve Beytü'l-Mal'de tek başına tasarrufta bulunması hususlarında
Muaviye'yi haklı görmüşlerdir.
Bu konudaki görüşlerinin esası ise,
Osman'a (radıyallahu anh) yapılanlar karşısında sabır ve sükût etmesi nedeniyle
Alİ'yİ (radiyallahu anlı) suçlamaktır. Kerrâmİye İçin aslolan eğilim de budur.
Haricîler (Havâric), Mürcie ve
Va'îdiyye.
Müslüman toplumun, imamlığı üzerinde
ittifak ettikleri hak imama başkaldıran kimseye Haricî denir. Bu başkaldırı,
sahabe devrinde olduğu gibi, tâbiûn ya da sonraki imamlar devrinde de olabilir.
Mürcie, farklı bir grup olup iman ve
amel gibi meseleler üzerinde görüş belirtmiştir. Ancak imamete ilişkin bazı
meselelerde Hâricilerle ittifak etmişlerdir.
Va'îdiyye de Haricîlere dâhildir.
Onlar da büyük günah sahibini küfrle itham etmiş ve cehennemde ebedî kalacağına
hükmetmişlerdir. Bunların görüşlerini Hâricileri anlatırken zikredeceğiz.
Bilinmelidir ki Müminlerin Emiri
Ali'ye (radıyallahu anh) İlk karşı çıkanlar, Sıffîn savaşında onun yanında
yeralan bir cemaattir. Ona muhalefet ve din dairesinden çıkışta en aşırıya
kaçanlar ise şu kimselerdir: el-Eş'as b. Kays el-Kindî, Mis'ar b. Fedekî
et-Temîmî, Zeyd b. Husayn et-Tâî. Bunlar Alî'ye şöyle demişlerdi: Halk bizi
Kur'ân'a davet ederken sen kılıçları çekmemizi istiyorsun. Bunun üzerine İmam
Ali (radıyallahu anh) şöyle cevap vermişti: "Allah'ın Kitâbı'nda olanı en
iyi ben biliyorum! Haydi topluluktan geri kalanlar üzerine atılın; Allah ve
Resulü - yalan söyledi diyenlere saldırın! Oysa siz Allah ve Resûlü'nün doğru
buyurduğunu söylüyorsunuz. Bunun üzerine şöyle dediler: "Eşter'i müminlerle
savaştan alıkoyacaksın! Yoksa Osman'a (radıyallahu anh) yaptığımızı sana da
yaparız!" Topluluk, dağılıp kaçmaya başlayıp geriye üç-beş kişi kalınca
Müminlerin Emirİ Ali, Eşter'i geri çekmek zorunda kaldı. Ester de, Ali'nin
emrine uydu.
Hakem Meselesi: Haricîler, başta
İmam Ali'yi (radıyaUahu anh) talikimi (hakem tayini) kabul etmeye
zorlamışlardı. O, Abdullah b. Abbâs'ı (radıyal-lahu anh) göndermek istiyordu.
Ama Haricîler onu kabul etmeyip "O zaten sendendir" diyerek Ebu Musa
el-Eş'arî'yi Allah'ın Kitabını hakem kılması şartıyla göndermesini istediler.
Sonuç İmanı Ali'nin (radıyallahu anh) arzusu hilâfına çılanca tahkim sonucunu
kabul etmemek istedi. Haricîler bu noktada kendisine karşı çıkarak şöyle
dediler: "İnsanları niçin hakem tuttun? Allah'tan başka hüküm verecek
yoktur!" İşte bunlar, bilâhare Nehrevân'da toplanan zındıklardır.
Ana fırkaları şunlardır: Muhakkime,
Ezârika, Necedât, Beyhesiyye, Acâride, Seâlibe, İbâdiyye, Saferiyye. Bunlar
dışındaki fırkalar, ana fırkaların dalları konumundadır.
Yukarıda zikrettiğimiz fırkaların
ortak noktalan Osman'dan (radıyaüahu anh) teberrî etmeleri, bunu her tür tâat
ve İbâdetin önüne geçirmeleri ve nikahın sıhhat şartı görmeleri, büyük günah
işleyenleri tekfir etmeleri, Sünnete muhalefet eden imâma başkaldırmayı farz
bir hak olarak görmeleridir.
Bunlar Tahkim olayı yaşanıp da iki
hakem atandığında İmam Ali'ye (radıyallahu anh) karşı çıkarak onu tekfîr
edenlerdir. Kûfe'nin köylerinden Harüra'da toplanmışlardır. Başı çekenleri
şunlardı: Abdullah b. el-Kevâ, Artâb b. el-A'ver, Abdullah b. Vehb el-Râsibî,
Urve b. Cerîr, Yezîd b. Ebî Asım el-Muhâribî, Harkûs b. Züheyr el-Becelî
(Zi's-südye olarak bilinir.). Sayıları on iki bin kişiye yakındı. Tamamı da
namaz kılıp oruç tutan kimselerdi.
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi
ve sellem) "Öyle kimseler çıkar ki namazlarının yanında namazınız,
oruçlarının yanında orucunuz hor görülür. Ama onların imanları, gırtlaklarını
geçmez" (Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 36; Ebu Davud, Sünnet, 28; Müsned,
1/81,93) buyruğunun onlar hakkında olduğu söylenmiştir.
Onlar, Allah Resûlü'nün (sallallâhu
aleyhi ve seilem) haklarında şöyle buyurduğu zındıklardır: "Şu adamın
kökünden öyle bir topluluk çıkar ki, okun yaydan fırlaması gibi dinden fırlayıp
çıkarlar." (Buhârî, Tevhîd, 23; Müslim, Zekat, 142; Ebu Davud, Sünnet, 28)
Onların ilki Zü'1-Huvaysira, sonuncuları da Zü's-Südye'dir.
Muhakkime'nin ortaya attıkları ilk
bidat imamet konusunda olmuştur. Onlara göre halk içinde adaletle davranıp
zulmetmeyen kimse, Kureyş kökenli olsun ya da olmasın, imamete geçebilir. Eğer
adalet yolunu değiştirip zulme başlarsa, azli veya katli vacip olur. Kıyasla
hüküm verme meselesinde en katı davranan onlardır. Halife tayin etmeyi farz
olarak görmeyen Muhakkime, halife bulunmamasını da caiz görmüşlerdir. Eğer
ihtiyaç duyulursa hür veya köle, Nabatlı veya Kureyşli olmasının da bir önemi
olmadığını söylemişlerdir.
ikinci bidatleri ise tahkim
meselesinde insanları hakem kıldığı için imam Ali'yi (radıyallahu anh) hatalı
bularak Allah'tan başka hüküm sahibi olmadığını söylemeleridir. Onlar iki
noktada Ali (radıyaUahu anh) hakkında yalan söylemişlerdir:
a- Onlara göre İmam Ali (radıyallahu anh) insanları hakem
kılmıştır. Bu yalandır. Çünkü onu tahkimi kabul etmeye zorlayan bizatihi
kendileridir.
b- İnsanların hakem tayin edilmesi caizdir. Bu meselede
hüküm sâhibi olanlar kavme mensup kişilerdir. Ali (radıyallahuanh) onların bu
sözleriyle ilgili olarak şöyle demiştir: "Bâtılın murad edildiği hak bir
söz." Haricîler, hatalı bulmada kalmayıp bunu tekfire kadar
götürmüşlerdir. Ayrıca Hz. Ali'yi sözünden dönerlerle, ve zındıklarla
çarpışmasından dolayı lanetlenmişlerdir. Hz. Ah sözden sözden dönenlerle
çarpışmış; mallarını ganimet olarak almış, fakat aile ve çocuklarını esir
etmemiştir. Asîlerle savaşmış, ne ganimet ne de esir almıştır. Zındıklarla
savaşmış, mallarını ganimet çocuklarını esir almıştır.
Muhakkime, saydıkları birtakım
suçlardan dolayı Osman'a (radıyaüahu anh) dil uzatmışlardır. Aynı şekilde Cemel
ve Sıffîn'de savaşanlara da ta'n etmişlerdir.
Ali (radıyallahu anh) Nehrevan'da
Haricîlerle şiddetli bir savaşa tutuşmuş ve burada sadece on civarında Haricî
canını kurtarmıştır. Müslümanlar arasında şehit olanların sayıları da ondan
aşağıydı. Kurtulan Haricîlerden ikisi Umman'a, ikisi Kirman'a, ikisi
Sicistân'a, ikisi Cezîre'ye biri de Yemen'de bulunan Tel Mevzen'e kaçmıştır.
Haricîlerin bidatleri bu merkezlerde ortaya çıkmış ve günümüze kadar varlığını
korumuştur.
Haricîler arasında imam olarak biat
edilen ilk kimse Abdullah b. Vehb er-Râsibî olup kendisine Zeyd b. Husayn'ın
evinde biat edilmiştir. Ona biat edenler arasında Abdullah b. el-Kevâ, Urve b.
Cerîr, Yezîd b. Asım el-Muhâribî ve bir topluluk bulunmuştur. Tehlikeden
sakınmak için kalabalıktan uzak durur, mensuplarını karşıladığında güvenlik
amacıyla imam olarak başkası gösterilirdi. İnce görüşlülüğü ve cesaretiyle
tanınırdı. Her iki hakemden ve onların görüşlerine rıza gösterip
doğrulayanlardan teberrî etmişti. Müminlerin Emiri Ali'yi (radıyallahu anh)
kâfir ilan ederek şöyle demişlerdir: O, Allah'ın hükmünü terketti ve insanları
hakem kıldı. Bu sözü ilk dillendiren kişinin Sa'd b. Zeyd b. Menât b. Temîm
oğullarından cl-Haccâc b. Ubeydullah olduğu söylenmiştir. Muâviye, Hakem meselesinde
söylediklerini işitince el-Bcrk lakabıyla tanınan bu kişinin sağrısına
vurmuştu. Bu adam şöyle derdi: "Allah'ın dininde hakem mi atıyorsunuz?
Allah'tan başka hüküm verecek yoktur. Biz ancak Allah'ın Kitâbı'nda verdiği
hükümle hüküm verebiliriz." Bu sözlerini işiten bir adam şöyle demişti:
"Dil uzattı ve yemin olsun haddi aştı!" Muhakkime, bu söz nedeniyle bu
isimle anılmıştır. Müminlerin Emiri bu sözü işitince şöyle demiştir:
"Zulmün murad edildiği bir adalet sözü! Asıl söylemek istedikleri,
emirliği yok etmektir. Halbuki sâlih veya fâcir birinin emirliği şarttır."
Rivayet edilir ki Haricîler arasında
ilk kılıç çeken Urve b. Hudeyr'dir. Olay şöyle gelişmiştir: Urve, el-Eş'as b.
Kays'ın yanına giderek şöyle demişti: "Bu alçaklık nedir ey Eş'as? Bu
tahkim de nereden çıktı? İçinizden birinin şartı Allah Teâlâ'nın şartından
daha mı sağlamdır?" Daha sonra el-Eş'as sırtını dönünce kılıcını çekerek
atının arkasına indirdi. At iki ayağı üstünde şaha kalktı. Yemenliler hemen
biriktiler. Bunun üzerine el-Ahnef ve arkadaşları araya girerek el-Eş'as'tan
Urve'yi hoş görmesini istediler. O da öyle yaptı.
Urve b. Hudeyr Nehrevan'da yapılan
savaştan kurtularak Muâvi-ye'nin hilâfetine kadar yaşamıştır. Bilâhare
hizmetçisiyle birlikte Ziyâd b. Ebîhi'nin yanına gitmiştir. Ziyâd kendisine Ebu
Bekir (radiyalkhu anh) ve Ömer'i (radiyallahu anh) sorduğunda onlar hakkında
iyi şeyler söylemiştir. Osman (radıyallahu anh) hakkında sorunca şöyle cevap
vermiştir: "İlk altı yılında Osman'a (radıyallahu anh) bağlılığım devam
etti. Ancak daha sonra yaptıkları nedeniyle ondan teberrî ettim. Onun küfrüne
şahitlik edilir." Ali (radıyaUahu anh) hakkındaki görüşünü sorunca şu
cevabı verdi: "iki hakem tayin edinceye kadar ona bağlıydım. Daha sonra
ondan da teberrî ettim. Onun da küfrüne şahitlik edilir." Muâviye'yi
sorunca çok ağır şekilde sövüp saydı. Kendisi hakkında ne düşündüğünü sorunca
şöyle dedi: "ilk dönemin süs, son dönemin yıkımdır. Bu ikisi arasında da
Rabbine isyan etmektesin." Ziyâd, bu cevabın ardından Urve'niıı boynunun
vurulmasını emretti. Ardından hizmetçisini çağırarak 'Bana onu olduğu gibi
anlat' dedi. Hizmetçi, 'Ayrıntılı olarak mı anlatayım yoksa kısaca mı?' diye
sordu. Ziyâd 'Kısa tut' deyince şöyle dedi: "Gündüzleri kendisine asla
yemek götürmedim, geceleri ise asla yatağını sermedim." Amel ve zühdü bu
derece yüksek olan Urve'nin itikadı ise bu kadar sakat ve çürüktü.
Nâfi b. el-Ezrak adında bir şahsın
taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Nâfı'in komutasında Basra'dan Ehvaz'a
göçmüşlerdir. O beldeyi ve daha ötesindeki İran ve Kirman topraklarını
zaptetmiş ve Abdullah b. Zübeyr döneminde oralara gönderilen valileri
öldürmüşlerdir.
Nâfı'in yanında yeralan Haricî
emirlerine örnek olarak şu isimler zikredilebilir: Atiyye b. el-Esved
el-Hanefî, Abdullah b. el-Mâhûr, kardeşleri Osman ve ez-Zübeyr, Arar b. Umeyr
el-Anberî, Katarı b. el-Fecâe el-Mâzinî, Ubcyde b. Hilâl el-Yeşkûrî, kardeşi
Muharrir b. Hilâl, Sahr b. Habîb et-Temîmî, Salih b. Mihrak el-Abedî, Abdu
Rabbih el-Kebîr ve Abdu Rabbİh es-Sağîr. Nâfı'in görüşünde olan savaşçı ve
taraftarların sayısı otuz bini buluyordu.
Abdullah b. el-Hâris b. Nevfel
el-Nevfelî, Müslim b. Ubeys b. Küreyz b. Hubeyb komutasında bir orduyu
Ezârika'nın üstüne göndermişse de Müslim onlar tarafından katledilmiş ve ordusu
mağlup edilmiştir. Bunun üzerine Osman b. Abdullah b. Ma'mer et-Tcmîmî
komutasında başka bir ordu göndermiş, bu ordu da mağlup edilmiştir. Ardından
Harise b. Bedr el-Attâbî komutasında daha büyük bir ordu göndermiş, o da
Haricîler tarafından mağlup edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Basra halkı
korkuya kapılmıştır. En sonunda el-Mühelleb b. Ebî Sufra komutasında bir ordu
gönderilmiş ve el-Mühelleb on dokuz yıl boyunca Ezârika ile savaşarak el-Haccâc
döneminde hâkimiyetlerine tamamen son vermiştir. Nâfİ, el-Mühelleb döneminde
yapılan savaşları görmeden ölmüştür. Ezârika onun ardından Katarî b. el-Fecâ'e
el-Mâzinî'ye biat ederek kendisini Emîri'l-Müminîn olarak adlandırmışlardır.
Ezârika'nın ortaya attığı sekiz
bidat vardır:
Birinci bidat: Nâfi'e göre İmam Ali
(radıyallahu anh) tahkimi kabul etmesinden dolayı küfre düşmüştür. Bu bağlamda
Allah Teâlâ'nın "İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri
hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah'ı da şâhİt gösterir. Halbuki
gerçekte o, düşmanların en yamanıdır." (Bakara 2/204) buyruğunun da onun
hakkında indirilmiş olduğunu iddia etti. İbn Mülcem'in (Allah lanet etsin)
suikasti-ni de doğru bulduğunu söyledi. Ona göre "İnsanlardan öyleleri vardır
ki Allah rızasını kazanma umuduyla canlarını satarlar" (Bakara, 2/207)
buyruğu İbni Mülcem'i övmek için indirilmişti.
Haricîlerin müftî, zahit ve şâiri
İmran b. Hattan, Abdurrahman b. Mülcem'in işlediği cinayeti tasvip ederek şu
beyti söylemiştir:
Ey Allah'a-yönelenin darbesi! Onunla
murat edilmedi. Arş Sahibenin rızasına erişmekten başka şey, Ne zaman onu
ansam, inanırım ki o, Allah katında terazisi en ağır olandır.
Ezârika fırkası bu çirkin bidatte
ısrarcı olmuş, daha da ileri giderek lam Osman (radıyallahu anh), Talha
(radıyallahu anh), Zübeyr (radiyallahu anh),
İşe (radıyallahu anh) ve İbn
Abbâs'ın (radıyallahu anh) küfürlerine hükmetmişlerdir. Ayrıca, benzer
konumlara sahip diğer müslümanları da tekfir etmiş, onların ebedî cehenneme
mahkûm olduklarını da İddia etmişlerdir.
İkinci Bidat; Hz. Ali'ye yardım
etmeyen ve onunla çarpışmayanları
konularda aynı şekilde düşünmelerine
bakmaksızın tekfir etti.
Üçüncü Bidat: Kendilerine karşı
çıkanların eşlerini ve çocuklarını öldürmeyi de mubah gördüler.
Dördüncü Bİdat: Zina suçunu işleyen
günahkârın recm edilmeyeceğİ-ıe hükmettiler. Bunu da recmin Kur'ân'da
zikredilmemcsİne dayandırdılar. tyrıca muhsan erkeklere iftira edenlere
uygulanan haddi kabul etmeyip, ıuhsan hanımlara iftira edenlerle ilgiü haddi
kabul ettiler.
Beşinci Bidat: Müşrik çocuklarının,
babalarıyla birlikte cehenneme gireceklerine hükmettiler.
Altıncı Bidat: Söz ve fiilde takİyye
asla caiz değildir.
Yedinci Bidat: Ona göre Allah
Teâlâ'nın, peygamberlik geldikten sonra kâfir olacağını bildiği yahut da
peygamberlikten önce kâfir olan 'irini peygamber olarak göndermesi caizdir.
Büyük ve küçük günahlar, >eygamber için aynı mesabededir ki bu da küfürdür.
Ümmet içinde peygamberler hakkında büyük ve küçük günahları caiz görenler
vardır ki bu la küfürdür.
Sekizinci Bidat: Ezârika'nın
tamamına göre büyük günahlardan her-iangi birini işleyen kimse küfre düşüp
İslâm dairesinden çıkar. Diğer irler gibi cehennemde ebedî kalır. Bu
görüşlerinde İblis'in küfrünü lelil göstererek şöyle demişlerdir: İblis, Adem'e
(aleyhissdâm) secde edilmesi emredilip bu emre karşı çıktığında büyük günah
işlemiştir. Bilindiği üzere o da Allah Teâlâ'nın birliğine inanmaktaydı.
Necdet b. Amir el-Hanefî adında bir
şahsın taraftarlarından oluşan bîr fırkadır. Necdet'e Asım da denilmiştir.
Askerleriyle birlikte Yemâme'den yola çıkarak Ezârika'ya katılmak istedi. Ebu
Fudeyk ve Atıyye b. el-Esved el-Hanefî'nİn de aralarında bulunduğu Nâfi b.
el-Ezrak muhalifleri tarafından karşılandı. Bunlar Necdet'e Nâfi tarafından
çıkartılan ihtilafı haber vererek savaşa katılmayanları tekfir ettiğini ve
benzeri bidatlerini söylediler. Hep birlikte Necdet'e biat ederek onu
Emîm'l-müminîn olarak isimlendirdiler. Bilâhare Necdet üzerinde de ayrılığa düştüler
ve bir topluluk kendisine yapılanlardan dolayı onu kâfir ilan ettiler.
Bidatlerine örnek olarak şu gibi
olaylar zikredilmiştir: Ordusunu oğluyla birlikte Katîflİlerle savaşmaya
göndermişti. Bunlar erkekleri öldürüp kadınlarını esir aldı. Bunu da şöyle
açıkladılar; Eğer değerleri ganimet paylarımıza denk olursa mesele yok.
Fazlalık olursa onu iade ederiz. Böylelikle taksimden önce kadınlarla birlikte
olup ganimet mallarını yediler. Necdet'in yanına döndüklerinde, yaptıklarını
ona anlattılar. Necdet, yaptıklarının caiz olmadığını söyledi. Onlar da
bilmedikleri için böyle yaptıklarını söylediler. Bunun üzerine onları mazur
gördü.
Necdet'in taraftarları bilâhare bu
konuda ihtilafa düştüler. Bir kısmı onu doğru bularak dinî emirlerde cahilliğin
mazur görülebileceğini söylediler. Onlara göre dinde iki asıl mevcuttur:
a- ilki Allah Teâlâ'yı ve peygamberlerini bilmek,
-kendileriyle aynı görüşte olan- müslümanların kanlarını haram saymak, Allah
katından gelenleri toptan ikrar etmektir. Bu, herkes üzerine farzdır. Bunlar
hakkında cehalet özür sayılmaz.
b- Bunların dışında kalan hususlar. Halk, bu tür
konularda helal ve haramı belirleyecek bir delil konuluncaya kadar mazur
sayılır. Nitekim şöyle demişlerdir: Dinî hükümlerle ilgili herhangi bir
meselede hatalı bir İçtihadda bulunan kimsenin kesin delil oluşmadan Önce azap
göreceğini söyleyen kimse kâfirdir.
Necdet, takiyyeye başvurmaları
durumunda Ehl-i Ahd ve Zimmetin kanlarını ve mallarını mubah kılmıştır. Onların
kanlarını ve mallarını aram kılanlardan ise berî olduğunu söylemiştir. Kendi
görüşünde olup had cezasına maruz kalanların Allah Teâlâ tarafından
affedilebilecekleri-i azap görseler de ebedî cehennemde kalmayıp ardından
cennete konulaaklarını söylemiştir. Necdet'e göre onlardan berî olmak caiz
değildir. Necdet şöyle demiştir: Her kim büyük veya küçük bir yalan
söyler hatalı düşünce sahibi olur ve bunda ısrar ederse müşrik olur. Zina
den, şarap içen veya hırsızlıkta bulunan, ama bunlarda ısrarcı olmayan se ise
müşrik olmaz. Necdet, şarap içenlere uygulanan had konusunda a çok katı
davranmıştır.
Abdulmelik b. Mervân'la yazışarak
ondan memnun olduğunu belirttiği zaman, kendi taraftarlarının hışmına
uğramış ve tövbe etmesi istenmiştir. Önlerinde tövbe etmesi üzerine onu
cezalandırmaktan vaz-erek kendi halinde bırakmışlardır. İçlerinden bir topluluk
bilâhare tövbe talebinden dolayı pişmanlık duyarak şöyle demişlerdir: Hata
ettik. İmamımızdan tövbe talep etmemiz yakışık almadı. Onun da talebimiz
üzerine tövbe etmemesi gerekirdi. Bunu ifade ettikten sonra tövbe edip
hatalarını itiraf ettiler. Necdet'e de şöyle dediler: Önceki tövbenden tövbe t.
Yoksa seni reddedeceğiz. O da bu isteğe uyarak önceki tövbesinden dolayı tövbe
etmiştir.
Ebu Fudeyk ve Atıyye ondan
ayrılmışlardı. Bunlardan Ebu Fudeyk tecdefin üstüne atılarak onu katletti. Çok
geçmeden bu ikisi de birbirerinden berî olduklarını ilan ettiler. Abdulmelik
b. Mervân, Ömer b. Ubeydullah b. Ma'mer et-Temîmi komutasında bir orduyu Ebu
Fudeyk'İn tüne gönderdi. Ömer, Ebu Fudeyk ve taraftarlarıyla bir süre savaştıktan
onra Ebu Fudeyk'i ele geçirerek öldürdü. Atıyye İse Sicistan'a kaçmıştı,
araftarları Atevİyye olarak bilinirdi. Acâride fırkasının kurucusu Abdulb.
Acred de onun taraftarlarındandı.
Necedât fırkasının Âziriyye olarak
anılmasının nedeni, fert hükümler- cahilliği mazur görmeleriydi. el-Ka'bî,
Necedât hakkında şunları tatmıştır: Onlara göre söz ve amelde takiyye caizdir.
İnsan öldürme onusunda bile takiyyeyi caiz görmüşlerdir. Necedât fırkasına göre
insanların halîfeye (imam) ihtiyaçları yoktur. Bu noktada yapmaları gereken,
kendi aralarında adalete riâyet etmeleridir. Adaletin gözetilmesi noktasında
imam elzem olursa, o takdirde âdil bir kimseyi imam tayin etmek caiz olur.
Necdet'in Öldürülmesinden sonra
Eudeykiyye ve Ateviyye olmak üzere iki gruba bölündüler. Bunlardan her biri
diğerinden berî olduğunu ilân etti. Necdet'in samimi dostları dışında merkez
Ebu Fudeyk'e geçti. Sicistan, Horasan, Kirman ve Kuhistân haricîleri ise
Atiyye'nin mezhebine tâbi oldular.
Necdet b. Amir ve Nâfi b. el-Ezrak,
Mekke'de İbniVZübeyr'e karşı diğer Haricîlerle birleştiler. Bilâhare Nâfı ve
Necdet fikir ayrılığına düştüler. Nâfı, Basra'ya, Necde de Yemâme'yc gitti.
ikisi arasındaki fikir ayrılığının
nedeni şuydu: Nâfı, takiyyenin helal olmadığını ve savaşa katılmamanın ise küfr
olduğunu söylemişti. Bu görüşünü de şu ayet-i kerimelere dayandırmıştı:
"Onlardan bir topluluk, insanlardan Allah'tan korkar gibi korkarlar."
(Nisa, 4/76) "Allah yolunda savaşır ve hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmazlar."
Necdet ise ona karşı çıkarak
takiyyenin caiz olduğunu söylemiş ve şu ayetleri delil olarak göstermişti:
"Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır." (Âl-i İmrân, 3/28)
"Firavun ailesinden imanım gizleyen bir adam dedi ki." (Mümin, 40/28)
Ona göre savaşa katılmamak caiz, imkân bulup savaşa katılmak ise daha
faziletli idi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştu: "Allah cihad edenleri
oturanlara büyük bir ecirle üstün kılmıştır." (Nisa, 4/95)
Nâfı şöyle demiştir: Bu ayetler,
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) baskı altındaki ashabı hakkında
inmiştir. Bu durumda olmayanlar için savaşa katılmamak küfrdür. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve Resûlü'ne yalan söyleyenler
-savaştan- geri durdular." (Tevbc, 9/90)
Ebu Beyhes b. el-Heysam b. Câbir
adında bir şahsın etrafında toplananlardan oluşan bir fırkadır. Sa'd b. Ebî
Zabî'a oğullarındandır. Haccâc, el-Velîd'in hilâfeti döneminde onun peşine
düşünce Medine'ye kaçmıştır. Osman b. Hayyan el-Merrî orada da kendisini takip
etmiş ve sonunda yakalayarak hapsetmiştir. Halife el-Velîd'in fermanı gelinceye
kadar geceleri onunla sohbet etmiştir. Halifenin emri gereği elleri ve ayaklan
kesildikten sonra öldürülmüştür.
Ebu Beyhes cariyenin satışı
konusundaki ihtilaflarından dolayı İbrahim ve Meymûn'u tekfir etmiştir. Aynı
şekilde Vâkıfıyye'yi de tekfir etmiştir. Ona göre Allah Teâlâ'yı,
peygamberlerini ve Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından
getirilen şeriatı bilip ikrar etmeyen kimse müslü-man olamaz. Ancak AUah
dostlarına dost olunur, Allah düşmanlarından ise berî olunur. Şeriatın esasları
arasında varit olup Allah Teâlâ tarafından haram kılınıp azap tehdidinde
bulunulan hükümlerin bizatihi bilinmesi, tefsirinin öğrenilmesi ve bunlardan
sakınılması gerekir. Bazı hükümleri ise sadece ismen bilmesi yeterli olup
tefsirini bilmek vacip değildir. Kula düşen, bilmediği hususlardan çekinmesi ve
yaptığı her şeyi ilme dayanarak yapmasıdır. Ebu Beyhes, Vâkıfiyye'den berî
oluşunu onların şu görüşüne dayandırmıştır: Bir haramı, haram ya da helal
olmadığını bilmeden işleyen kimse hakkında hüküm verilemez. Halbuki Ebu
Beyhes'e göre o kimsenin bu haramı öğrenme hakkı vardır.
İman ise her hak ve bâtılı
bilmektir. İman, sadece kalp ile bilmek olup söz ve amel İmanın şartı değildir.
Ebu Beyhes'in şöyle dediği nakledilir: İman, ikrar ve İlimdir. Bunlardan sadece
biri yeterli değildir.
Beyhesiyye'nin geneline göre ise
ilim, ikrar ve amelin tamamı imandır. Bazılarına göre haramlar, Allah'ın
Kitâbı'nda vârid olanlarla sınırlıdır. Buna delil olarak da şu ayeti
zikrederler: "De ki: Bana vahyedi-lende yiyecek kişiye haram kılınmış
başka bir şey göremiyorum." (En'âm, 6/154) Kitab'da zikredilen haramlar
dışında herşey helaldir.
Beyhesiyye içinde Avfiyye adıyla
bilinen bir topluluk vardır ki iki gruba ayrılmışlardır:
Birinci grup şöyle der: Hicret
yurdundan dönerek savaşa katılmaktan çekinen kimseden berî oluruz.
İkinci grup ise şöyle der: Aksine
onlara olan velayetimiz devam eder. Çünkü helal olan bir hükme dönmüşlerdir.
Bu iki grup, imamın küfre düşmesi
halinde tebaanın da küfre düşeceği noktasında fikir birliğine varmıştır. Bu
noktada gaip olanla mevcut olan aynı hükümdedir.
Beyhesiye içinde Tefsir Ehli
(Ashâbu't-tefsir) olarak bilinen bir topluluk vardır ki şehâdette bulunan bir
müslümanın onun tefsir ve keyfiyetini bilip gereğini yapmakla mükellef olduğunu
iddia etmiştir.
İçlerinde Sual Ehli (Ashâbu's-su'âl)
olarak bilinen bir topluluk daha vardır ki şöyle demişlerdir: Kişi, iki
şehâdeti îfâ ettiğinde müslüman olur, Allah düşmanlarından berî kalıp Allah
dostlarını dost edinir ve O'nun katından gelenlere toptan iman eder. Eğer dinî
bir hükmü bilmiyorsa, Allah Teâjâ'run kendisine farz kıldığını sorarak öğrenir.
Bilmediği hususlarda kusur etmesi, onu sorup Öğreninceye kadar kendisine zarar
vermez. Haram kılındığını bilmediği bir haramı işlediğinde ise küfre düşer.
Çocukların durumu hakkında Sa'lebiyye fırkasıyla aynı görüşü paylaşmış ve şöyle
demişlerdir: Müminlerin çocukları mümin, kâfirlerin çocukları da kâfirdir.
Kader konusunda İse Kaderiyye ile aynı görüşü paylaşmış ve şöyle demişlerdir:
Allah Teâlâ kullarına tefvizde bulunmuş olup kullarının amelleri üzerinde
hiçbir iradî müdâhalesi yoktur. Beyhesiyye fırkasının çoğunluğu, bunlardan
berâetlerini ilan etmiştir.
Bazılarına göre bİr kişi herhangi
bir haram işlediğinde dununu imama bildirilinceye kadar tekfir edilmez. Eğer
imam kendisine had uygulamazsa bağışlanmış olur.
Bazılarına göre helal kılınmış bir
şey içtiği için sarhoş olan kimse, söz veya fiilinden dolayı sorumlu tutulmaz.
Avfîyye ise sarhoşluğun küfr
olduğunu iddia etmiştir. Ancak sarhoşluğa namazı terketmek veya iffetli birine
iftira etmek gibi başka bİr büyük günah eklenmedikçe tek başına küfr olduğuna
şahitlik etmezler.
Hâriciler arasında Salih b. Müserrah'ın
taraftarlarından oluşan bİr fırka daha bulunmakla birlikte diğerlerinden
ayrışmasını sağlayacak herhangi bir görüşleri nakledilmemİştir. Salih, Bişr b.
Mervân'a başkaldırmış ve üstüne Bişr b. el-Hâris b. Umeyre -ya da el-Eş'as b.
Umeyre el-Hemedânî- komutasında bir ordu gönderilmiştir. Kasr-i Celûlâ'da
yaralanan Salih, yerine Şebîb b. Yezîd b. Nuaym el-Şeybânfyi -Ebu's-Sahârâ-
atamıştır. EbuV Sahârâ Kûfe'yi ele geçirmiş ve el-Haccâc'ın ordusunda bulunan
yirmi dört komutanı öldürmüştür. Daha sonra yenilerek Ehvâz'a çekilmiş ve Ehvâz
nehrinde boğulmuştur. Son sözlerinin şu ayet olduğu rivayet edilmiştir:
"Bu, Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiridir." (Yâsîn, 36/38)
el-Yem ân, Şebîbiyye'nin Salih
hakkında çekimser kaldığını düşündükleri için, Hâricîler'in Mürciesi olarak
anıldıklarını kaydetmiştir. Rivayete göre, Salih'ten berâatini ilan ederek onu
terketmiştir. Bilâhare kendi için imamet iddiasında bulunmuştur. Şebîb'in grubu
Beyhesiyye'nin saydığımız grupları arasında yeralır. Ancak şan, şöhret ve
iktidarı Haricîlerden hiçbir şahsiyete nasip olmamıştır. Kıssası tarih
kitaplarında uzun uzun anlatılmıştır.
Abdulkerim b. Acred adında bİr
şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bu şahıs, Necedât fırkasının
bidatlerini aynen benimsemiş, ancak birtakım bidatler çıkartarak onlardan
ayrılmıştır. Ebu Beyhes'in taraftarlarından olduğu, bilâhare onunla fikir
ayrılığına düşerek ayrıldığı ve şu görüşü savunduğu rivayet edilir: Islama
davet edinceye kadar çocuktan berî olmak gerekir. Çocuk ergenlik çağma
ulaştığında onu İslâm'a davet etmek farzdır. Müşrik çocukları, babalarıyla
birlikte cehennemde olacaklardır. Ona göre mal, sahibinin öldürülme
öldürülmedikçe ganimet (fey5) sayılmaz. Bu fırka mensupları dindarlıkları
kendilerince bilinen kaede (: savaşa katılmayanlar) ile olan velayet bağlarını
devam ettirirler. Hicreti farz değil bir fazilet olarak görürler. Büyük günah
işleyenleri kâfir sayarlar. Yûsuf sûresinin Kur'an'dan olmadığını ve onun
herhangi bir hikâye olduğunu iddia ettikleri de söylenmiştir. Rivayete göre bu
konuda şöyle demişlerdir: Bir aşk hikâyesinin Kur'an'da bulunması caiz
değildir!
Acâride fırkası kendi içinde
farklılaşan görüşlerine bağlı olarak birçok fırkaya ayrılmıştır. Bu fırkalar
şunlardır:
A- Saltiyye: Osman b. EbiYSalt -diğer adı es-Salt b.
Ebi's-S alt3 tiradında bir şahsın taraftarlarından oluşan bİr fırkadır.
Çıkardığı birçok bidatle Acâride'den ayrılmıştır. Bu bidatlerden biri şudur:
İslâm'a gireni kendimize dost edinir, aklı başına gelip de İslâm'ı kabul
edinceye kadar çocuklarından yüz çeviririz.
İçlerinden bir topluluğun şöyle
dedikleri nakledilir: Ergen olup İslâm'a davet edilen kişi bu daveti kabul veya
reddedinccye kadar ne müşriklerin, ne de müslümanların çocuklarına dostluk veya
düşmanlık söz konusu olmaz.
B- Meymûniyye; Meymûn b. Hâüd adında bir şahsın
taraftarlarından oluşmuştur. Meymûn, çeşitli görüşleriyle Acâride'den
ayrılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kaderin hayır ve şerri kuldan
kaynaklanır. Fiiller yaratma ve ibda bakımından kullara aittir. Istitâ'at
fiilden Önce gelir, Allah Teâlâ yalnız hayrı murâd eder. Kulların masiyetleri
noktasında O'nun irâdesi mevcut değildir. Hüseyin el-Kerâbîsî, Haricîlerin
görüşlerini anlattığı kitabında Meymûnîlerin, kızların kızlarıyla, erkek ve
kızkar-deşlerin çocuklarını kızlarıyla evlenmeyi caiz gördüklerini
nakletmiştir. Meymûniyye şöyle demiştir: Muhakkak ki Allah Teâlâ kişiye kendi
kızları, erkek ve kızkardeşlerinin kızlarıyla evlenmeyi haram kılmıştır.
Bunların çocuklarıyla evlenmeyi ise haram kılmamıştır.
el-Ka'bî ve el-Eş'arî Meymûniyye'nin
Yûsuf sûresinin Kur'an'dan olmadığını iddia ettiklerini nakletmişlerdir. Onlar
sultanla savaşmayı, ona ve hükmüne rıza gösterenlere had uygulamayı vacip
görmüşlerdir. Sultanı kabul etmeyenlerle savaşmak caiz değildir. Ancak ona
destek olanlar, Haricîlerin inançlarını tenkid edenler ve sultana rehberlik
edenler bunun dışındadır. Meymûnİyye'ye göre müşrik çocukları da cennettedir.
C- Hamziyye: Hamza b. Edrek adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Kader ve diğer bidatlerinde Meymûniyye
fırkası ile aynı düşünen Hamziyye, muhaliflerin ve müşriklerin çocukları
meselesinde onlardan ayrılarak bu çocukların cehennemlik olduklarını iddia
etmişlerdir. Hamza, Sicistan'da ayaklanan Hüseyn b, er-Rekkâd'ın taraftarları arasında
bulunuyordu. Halef el-Hârİcî kader ve liderliği haketme gibi konularda ona
muhalefet etmişti. Bunun üzerine birbirlerinden beri olduklarını İlan ettiler.
Hamza, ümmetin dirliğinin sağlanması ve düşmanların tesirsiz hale getirilmesi
gibi konularda başarı olmaması durumunda bir devirde iki İmamın bulunmasının
caiz olduğunu söylemiştir.
D- Halefiyye; Halef el-Hâricî adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Kİrmân ve Mekrân havalisinde yaşamış
Haricîlerden oluşur.
Kader konusunda HamziyyeMen farklı
düşünürler. Kaderin hayır ve şerrini Allah Teâlâ'ya isnat ederler. Bu meselede
Ehl-i Sünnet ve Cemaat ile aynı inancı paylaşırlar. Şöyle derler: Hamziyye şu
sözleriyle tenakuza düşmüşlerdir: Eğer Allah Teâlâ kendi takdir ettiği fiilleri
yapma veya yapmama nedeniyle kullarına azap edecek olsaydı zulmetmiş olurdu.
Onlara göre müşrik çocukları amelde bulunup bulunmamalarına bakılmaksızın
cehennemlik olurlar. Ancak bunun açık bir çelişki olduğunu görememişlerdir.
E- Etrâfiyye: Kader konusunda Hamza ile aynı görüşte olan
bir fırkadır. Ancak onlar uzakta bulunanları, akıl yoluyla gerekli olduğunu
düşündüklerini uyguladıkları takdirde, şeriatin bilmedikleri hükümlerinde
işledikleri kusurlardan dolayı mazur görmüşlerdir. Bu fırka da Kaderiye gibi
birtakım aklî farziyetlerin varlığını iddia etmiştir. Başları Sicistan'dan
Gâlib b. Şâzek'tir. Abdullah el-Sedyûrî onlara karşı çıkarak kendilerinden berî
olduğunu ilan etmiştir.
Bu fırka içinde Muhammediyye olarak
bilinen ve Muhammed b. Rızk'ın taraftarlarından oluşan bir fırka daha vardır.
Muhammed, Hüseyn b. er-Rekkâd'ın taraftarları arasındayken bilâhare ondan berî
olduğunu ilan etmiştir.
F- Şuaybiyye: Şuayb b. Muhammed adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Meymûn İle birlikte Acâride arasında
bulunurken kaderle İlgili fikrinden dolayı ondan berâetini ilan etmiştir.
Şuayb şöyle demiştir: Allah Teâlâ
kulların amellerinin yaratıcısıdır. Kul ise, kudret ve irâde bakımından onları
kazanandır. Hayır ve şer bakımından onlardan sorumludur, ceza ve mükâfat olarak
da karşılığını görecektir. Varlık âleminde hiçbir şey Allah Teâlâ'nın irâdesi
olmaksızın gerçekleşmez. Şuayb imamet ve va'îd konularındaki bid'atlarmda
Haricîlerle aynı görüştedir. Çocuklarla ilgili hükümleriyle savaşa
katılmayanlar, dostluk ve teberrî konularında Acârİde ile aynı görüştedir.
G- Hâzimiyye: Hâzİm b. A1İ adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Kulların amellerinin Allah Teâlâ
tarafından yaratılmış olduğu, kudretinde dilediğinden başka bir şeyin
olamayacağı gibi inançlarda Şuayb'ın görüşlerine tabidirler. Muvâfât fikrini
savunmuşlardır. Allah Teâİâ, ancak işin sonunda iman bakımından kendisine
gelecek olanları dost edinir. Sonları küfr olacağını bildiği kullarından ise
teberrî eder. Dostlarım olan sevgisi devamlı olduğu gibi, düşmanlarına olan
buğzu da devamlıdır.
Rivayete göre Ali (radiyalkhu anh)
hakkında tevakkuf etmiş ve ondan beri olduklarını açıkça ifade etmemişlerdir.
Başka birçok kimseden berâet-lerini ise ilan etmişlerdir.
Salebe b. Amir adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Sa'lebe, çocuklar konusundaki
tartışmalarına kadar Abdulkerim b. Acred İle tek yumruk gibi hareket etmişti.
Ancak çocuğun velayetini iddia edince Abdulkerim fırkası ondan yüz çevirdi. Ona
göre, hakkı inkâr ettiği görülmedikçe ister küçük ister büyük olsun çocukların
da velayeti sahihtir. Ona göre ergenlik çağına gelmemiş çocukların dost veya
düşman olarak görülmelerinin herhangi bir hikmeti yoktur. Ergen olup davete
muhatap oluncaya kadar asıl olan budur. Kölelerinden zengin olduklarında zekat
almayı, fakir olduklarında ise onlara zekât vermeyi caiz gördü. Bu fırka, kendi
içinde dört fırkaya ayrılmıştır:
A- Ahnesiyye; Ahnes b. Kays adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ahnes, Se'âlibe firkasındandı. Ama bazı
meselelerde onlardan ayrılarak farklı fikirler beyan etmiştir: Örneğin Kıble
ehlinden olup takıyye ortamında yaşayanların tamamı hakkında tevakkuf etti;
sadece iman ettiği açıkça bilinen kimseleri dost edinir, küfrü açıkça bilinen
kimselerden ise teberrî ederdi. Suikast, cinayet ve hırsızlığı haram
görmüştür. Ona göre kıble ehlinden hiç kimse düşmanı dine davet etmeden savaşa
başlayamaz. Eğer düşman bu daveti kabul etmezse o zaman kendisiyle
çarpışılabilir. Bunun tek istisnası, sözlerinin fiillerine uymadığı açıkça
bilinen kimselerdir. Ahnes, kendi fırkasınca müşrik sayılan büyük günah
sahiplerine, müslüman hanımlarla evlenmeyi caiz görmüştür. Diğer meselelerde
Hâricilerle aynı görüşleri benimsemiştir.
B- Ma'bediyye; Ma'bed b. Abdurrahman adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ma'bed, müslüman hanımların müşriklerle vlendirilnıesi
hatasında Ahnesiyye fırkasına karşı çıktı. Ayrıca kölelerden kat alıp onlara
zekat verme meselesinde de onlara karşı çıktı. Ma'bed şöyle demiştir: Bu
görüşlerinden dolayı ondan teberrî ederim. Korku ve çekince halinde zekat
paylarının tek bir paya çevrilmesini de caiz görmüşlerdir.
C- Ruşeydiyye: Ruşeyd et-Tûsfnin taraftarlarından oluşan
bir fırkadır. Bunlara Uşriyye de denilmiştir. Se'âlibe nehirler ve kanallarla
sulanan arazilerde yirmide bir verilmesini gerekli görüyordu. Ziyad b.
Abdurrahman öşrün(onda bir) tam olarak verilmesi gerektiğini ve daha önceden
öşrün yarısının verilmesini savunanlardan teberrî etmenin caiz olmadığını
onlara bildirdi. Bunun üzerine Ruşeyd şöyle dedi: Eğer onlardan teberrî etmek
caiz değilse, o zaman biz de onlar gibi amel ederiz. Bunun üzerine bu konuda
iki gruba ayrıldılar.
D- Şeybâniye; Şeybân b. Seleme adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ebu Müslim el-Horasânî döneminde
ayaklanmıştır. Nasr b. Seyyar karşısında ona ve Ali b. el-Kirmânî'ye destek
vermiştir. Önceleri Se'âlibe taraftan olmuştur. Ebu Müslim ve Ali'ye yardım
edince Haricîler ondan teberrî ettiler. Şeybân öldürülünce bir topluluk onun
tövbe ettiğini söyledi. Se'âlibe ise şöyle dedi: Onun tövbesi sahih olmaz.
Çünkü o, bizimle aynı görüşte olanları katletmiş, mallarını gaspetmiştir. Bir
müslümanı öldürüp malına el koyan kimsenin tövbesi kabul edilmez. Bunun şartı kendisine
kısas uygulanması ve gaspettiklerini iade etmesidir.
Şeybân, cebr ve kudret-i hâdise
meselelerinde Cehm b. Safvân ile fikir birliği etmiştir. Ziyâd b. Abdurrahman
eş-Şeybânî, Ebu Hâlid'in şöyle dediği nakledilir: Allah Teâlâ Zâtı için ilim
yaratmadıkça bilmez. Eşya O'nun İçin ancak hudûs ettikleri ve meydana
geldikleri anda malûm olur. Ziyâd'ın Şeybân'dan teberrî ettiği ve söz konusu
iki kişiye desteğinden dolayı da tekfir ettiği söylenmiştir. Şeybâniyye'nin
çoğunluğu Gürcan, Nesâ ve Ermenistan civarında yaşamıştır. Şeybân'ı dost edinen
ve tövbe ettiğini söyleyen ise Atıyye el-Cürcânî ve taraftarlarıdır.
E- Mukremiyye; Mukrem b. Abdullah el-Acelî'nin
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Mukrem, Se'âlibe arasındaydı. Birtakım
meselelerde onlara muhalefet etti. Örneğin ona göre namazı terk eden kimse
kâfirdir, fakat küfrü namazı terk ettiği İçin değil, Allah Teâlâ'yı
bilmemesinden dolayıdır. Bu hükmü, insanın irtikâb ettiği her türlü büyük
günaha da şamil kılmıştır. Çünkü Allah'ın vahdaniyetini, gizli ve açık her tür
fiilinin Allah Teâlâ tarafından bilindiğini, işlediği taat ve masiyetin O'nun
tarafından karşılık göreceğini bilen kişinin masiyete kalkışması, böyle bir
bilgiden gâfü olmayan Zata muhalefet etmesi ve O'nun vazettiği yükümlülüklere
karşı kayıtsız kalması tasavvur edilemez. Bu yüzdendir ki Allah Resulü
(sallallâhu aleyhi ve seilem) şöyle buyurmuştur: "Zina eden kişi, mümin
olduğu halde zina edemez. Hırsız da mümin olduğu halde hırsızlık edemez."
(Buharı, Mezâlim, 30; Müslim, İman, 100; İbn Mace, Fiten, 3)
Seâlibe fırkası bu konuda onlara
muhalefet etmiş ve "muvâfât" îmanı görüşünü benimsemiştir. Onlara
göre: Allah Teâlâ'nm kullarını dost veya düşman edinmesi, akıbetleri
İtibanyladır. Yanİ öldükleri hâl üzere (muvâ-fâtu'1-mevt) olup yaşarken
bulundukları hâl itibarıyla değildir. Çünkü hayat halinde iken ömrünün sonunda
ne olacağı kesin değildir. Buna göre kişi, inancı üzere yaşamaya devam eder ve
son nefesine kadar böyle giderse İşte iman budur ve biz de onu dost ediniriz.
Şayet böyle devam etmezse biz de onu düşman biliriz. Allah Teâlâ hakkında da
aynen böyledir; muvâfât halinde kendisi hakkında bilinene göre dostluk veya
düşmanlık sözkonusudur. Bütün Seâlibe fırkası bu görüştedir.
F- Ma'lûmiyye ve Mechûliyye; Bunlar da asıl itibarıyla
Hâzimiyye fırkasının taraftarlarıdır. Ma'lûmiyyc farklı olarak şöyle demiştir:
Allah Tcâlâ'yı bütün isim ve sıfatlarıyla bilmeyen kimse cahildir. Ancak bütün
bunları öğrenip bildikten sonra mümin olabilir. İstitâ'at da fiille beraber
gündeme gelir. Fiil, kul tarafından yaratılmıştır. Bu görüşleri sebebiyle
Hâzimiyye mensupları onlardan teberrî etmişlerdir.
Mechûliyye ise şöyle demiştir: Allah
Teâlâ'nın isim ve sıfatlarından bir kısmını bilip bir kısmını bilmeyen kimse
Allah'ı biliyor demektir. Kulların fiilleri Allah Teâlâ tarafından
yaratılmıştır.
G- Bidhyye; Yahya b. Asdem'in taraftarlarından oluşan bir
fırkadır. Bu fırka mensupları şöyle bir bidat çıkartmışlardır: Şunu kesinlikle
söyleyebiliriz ki bizimle aynı inanca sahip olanlar cennetliktir. Bu hususta 'İnşâal-lah^
Allah dilerse' demeyiz. Çünkü bu, itikâdda şüphe ihtiva eder.
'İnşâallah müminim = Allah dilerse
müminim' diyen kimse kuşkudadır. Bizim cennetlik olmamız noktasında hiçbir
kuşku yoktur.
Abdullah b. İbâd'ın taraftarlarından
oluşan bir fırkadır. Abdullah, Mervan b. Muhammed döneminde hurûc etmiştir.
Böylece onun üstüne Abdullah b. Muhammed b. Atıyye komutasında bir ordu
gönderilmiş ve Tihâme'de San'a yolu üzerinde bulunan Tebbâle beldesinde savaş
cereyan etmiştir. Rivayete göre Abdullah b. Yahya el-İbâdî hayatının her
safhasında Abdullah b. İbâd'la birlikte olmuş, fikirlerini aynen benimsemiştir.
Onlara göre Kıble ehlinden kendilerine karşı çıkanlar müşrik değil kâfir olarak
görülür. Onlarla evlenilebilir, mirasçı olunabilir. Savaş halinde mallarını
ganimet almak helal, savaş dışında ise haramdır.
Müslümanlardan kendilerine muhalif
olanların yurdunu Dâru'l-İslâm olarak görürler. Ama sultanın karargâhını
Dâru'1-bağy olarak görürler. Kendilerinden farklı düşünenlerin, kendileriyle aynı
düşünenler hakkındaki şahitliklerini caiz görürler. Büyük günah sahiplerini
tevhîd ehli olarak görür, ancak 'mümin' demezler.
Yİne onlara göre istitâ'at, bir tür
araz olup fiilden Önce gelir. Fiil onunla husule gelir. Kulun fiili, ihdas ve
ibda olarak Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Kullar tarafından ise mecaz
olarak değil hakikî mânada kesbedilmİştir. İmamlarına Emîru'l-müminîn
demedikleri gibi kendilerini de muhacir olarak adlandırmazlar. Onlara göre
teklîf ehli fena bulduğunda âlemin tamamı da fena bulur. Şu husus üzerinde de
ittifak etmişlerdir: Büyük günah sahibi, nimeti inkâr etme anlamında kâfir olup
dini inkâr konusunda kâfir değildir. İbâdîler, müşrik çocuklarının tekfiri
meselesinde fikir belirtmeyip intikam üzere azap edilmelerini ve Allah'ın
lütfü gereği cennete girmelerini de caiz görmüşlerdir. el-Ka'bî onlardan,
Ebu'l-HuzeyPin dediği gibi Allah Tcâlâ'nın rızasının murad edilmediği tâatlerİn
olabileceği fikrini de nakletmiştir.
ibâdîler nifakın şirk olup olmaması
konusunda tereddüt etmiş ve ŞÖyle demişlerdir: Allah Resûlü'nün (saJlallâhu
aleyhi ve seilem) devrinde yaşayan münafıklar tevhîd ehliydiler. Ancak büyük
günah işlemişlerdi. Onların küfrü şirk nedeniyle değil büyük günah
sebebiyledir. Yine onlara göre Allah Teâlâ'nın buyurduğu her emir husûsî değil
umûmîdir. Allah Teâlâ'nın emirleri mü'min, kâfir herkese yöneliktir. Kur'an'da
tahsis yoktur. İbâdîlere göre Allah Teâlâ'nın yarattığı herşey O'nun
vahdaniyetine delâlet eder. Böyle de olmak durumundadır. Onlardan bîr topluluk
şöyle demiştir: Allah Teâlâ delilsiz bir peygamber yaratıp ona vahyettikleriyle
kullarını mükellef kılabilir. Mucize göstermesi şart değildir. Bu, bir delil
yaratıp mucize izhâr edinceye kadar Allah Tcâlâ üzerine vacip olmaz. İbâdİyye
de Se'âlibe ve Acâride gibi kendi içinde gruplara ayrılmıştır.
A- Hafsiyye: Hafs b. Ebi'l-Mikdam adında bir şalısın
taraftarlarından oluşmuştur. Ona göre iman ile küfür arasındaki kıstas
Marifetullah'tır, Allah Teâlâ'yı bildikten sonra peygamber, kitap, kıyamet,
cennet veya cehennem gibi bir hususu İnkâr eden ya da zina, hırsızlık ve şarap
içme gîbİ büyük günahlardan birini işleyen kimse kâfir olmalda birlikte şirkten
beridir.
B- Hârisiyye: Haris el-İbâdî adında bir şahsın
taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. İbâdiyye fırkasına, kader konusunda
Mu'tezile mezhebinin fikrini benimsemesiyle ters düşmüştür. Kulların
fiillerinin Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olması ve İstitâ'atın fiilden
Önce olması noktasında da onlara muhalefet etmiştir.
C- Tezîdiyye: Yezîd b. Üneyse adında bir şahsın
taraftarlarından oluşmuş fırkadır. Ezârika'dan önceki ilk Muhakkime'nin dost
edinilmesi gerektiğini söylemiş, bunlardan sonra gelenler arasında ibâdiyye
dışındaki -lerden teberrî etmiştir. Ona göre Allah Teâlâ, Arap olmayanlardan
bir peygamber ve yanında bir kitap gönderecektir. O kitap gökyüzünde yazılmış
olup o peygambere bir defada indirilecektir. Bu, yeni peygamber Allah
Resûlü'nün (salkUâhu aleyhi ve sellem) şeriatını terk ederek Kur'ân-i Kerîm'de
de zikredilen Sâbiîlerin dininden olacaktır. Bu Sâbiîler, Harran ve Vâsıt'ta
bulunan Sâbiîler değildir.
Yezîd, Allah Resûlü'nün (sallallâhu
aleyhi ve sellem) rîsâletine şahitlik eden Ehl-i Kitabı -İslama girmeseler de-
dost edinme görüşündedir. Kendi görüşünde olsun olmasın, had cezası uygulanmış
kimselerin müşrik ve kâfir olduklarını söylemiştir. Ona göre büyük, küçük her
tür günah şirktir.
Ziyâd b. el-Asfar adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ezârika, Necedât ve İbâdiyye'ye aşağıdaki
meselelerde muhalefet etmişlerdir: Birinci mesele, Sufriyye'ye göre
kendileriyle aynı inançta olup savaşa katılmayanlar tekfir edilmez. İkinci
mesele, onlara göre recm cezası vardır. Üçüncü mesele, kâfir çocuklarının kati
ve tekfir edilmemesi ve ebedî cehenneme mahkûm edilmemesidir. Dördüncü mesele,
takiyye-vi sözde caiz görürken fiilde caiz görmemeleridir. Bu fırka
mensuplarına göre, haddi gerektiren günahları işleyen kimseler, o haddin
gerektirdiği isimle anılır, kendilerine daha ağır bir ad verilmez. Örneğin zina
edene zânİ, hırsızlık edene hırsız denip kâfir veya müşrik denilmez.
Ama had cezasına konu olmayan büyük
günah sahipleri, örneğin namazı terkeden, savaştan kaçan vs. kişiler,
terkettiğİ şeyin yüceliği sebebiyle tekfir edilir. Bu fırkadan olan
ed-Dahhâk'dan şu görüş nakledilmiştir: Müslümanlığın gizli tutulması gereken ve
bu hususta korku duyulan memlekette müslüman kadınların, kendi kavimlerinin
kâfirleriyle evlenmesi caiz olup müslümanlığm açıkça yaşandığı yerlerde bu caiz
değildir. Ziyâd b. el-Asfar'a göre takiyye halinde bütün zekat payları tek bir
pay olarak görülebilir. Yine onun şöyle dediği nakledilir: "Bizler
kendimize göre müminiz. Allah katında imandan çıkmış olup olmadığımızı
bilemeyiz." Ziyâd ayrıca şöyle demiştir: "Şirk İki kısma ayrılır:
Ilkİ şeytana itaati içeren şirktir. İkincisi ise puta tapmayı içeren şirktir.
Küfür de iki türlüdür: İlki nimetlere küfrânda bulunma (: nankörlük), ikincisi
ise rubûbİyeti inkâr etme şeklindedir. Berâet de iki türlüdür: Had cezasına
maruz kalanlardan teberrî etmek sünnet, münkirlerden (inkarcılar) teberrî etmek
de farzdır.
Haricîlerle ilgili bölümü önemli
sîmaları zikrederek bitirmek istiyoruz:
İlk Haricîler (mütekaddimûn):
İkrime, Ebu Harun el-Abedî, Ebu'ş-Şa'sâ, İsmail b. Semf.
Sonraki Haricîler (müteahhirûn):
el-Yemân b. Rabâb önce Sa'lebî idi sonra Beyhesiyye fırkasına girdi, Abdullah
b. Yezîd, Muhammed b. Harb, Yahya b. Kâmil İse İbâdiye grubundandır.
Haricî şairlere örnek olarak da şu
isimleri zikredebiliriz: İmrân b. Hattan, ed-Dalıhâk b. Kays'ın da arkadaşı
olan Habîb b. Murre, Cehm b. Safvân, Ebu Mervân Gaylân b. Müslim, Muhammed b.
İsa Bergûs, Ebu'l-Hüseyn Kulsûm b. Habîb el-Muhellebî, Ebu Bekir Muhammed b.
Abdullah b. Şebîb el-Basrî, Ali b. Harmele, Salih b. Kubbe b. Subeyh b. Amr,
Muveys b. İmrân el-Basrî, Ebu Abdullah b. Mesleme, Ebu Abdur-rahman b. Mesleme,
el-Fadl b. İsa er-Rekkâşî, Ebu Zekeriyyâ Yahya b. Esfah, Ebu'l-Hüseyn Muhammed
b. Müslim es-Sâlihî, Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Hasan el-Hâlidî,
Muhammed b. Sadaka, Ebu'l-Hüseyn Ali b. Zeyd el-İbâdî, Ebu Abdullah Muhammed
b. Kerrâm, Kulsûm b. Habîb el-Murâdî el-Basrî.
Haricîler arasında bir topluluk daha
vardır ki toplumdan uzaklaşmış ve yaptığı savaşlarda ne Ali'nin (radıyaMahu
anh), ne de düşmanlarının yanında yeralmışlardır. Bunlar şöyle demişlerdir:
"Sahabe hakkında fitneye bulaşmayız." Nitekim Abdullah b. Ömer, Sa'd
b. Ebî Vakkâs, Muhammed b. Mesleme el-Ensârî ve Üsâme b. Zeyd b. Harise
el-Kelbî hakkında fikir belirtmemişlerdir.
Kays b. Ebî Hâzim şöyle demiştir:
"Sıffîn savaşında verdiği emre kadar bütün hal ve harplerinde Ali'nin
(radıyalhhuanh) yanında yeralmiştım. Ama o gün, 'Kalan grupların üstüne
yürüyün! Sizler (Allah ve Resulü doğru söyler) derken (Allah ve Resulü yalan
söyledi) diyenlerin üstüne yürüyün!' emrini verince cemaat hakkındaki gerçek
niyetini anladım. O gün kendisini terkettim."
'İrca' kelimesi iki anlama gelir.
ilki erteleme, tehîr etme anlamıdır.
Şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Dediler ki: Onu ve kardeşini irca
et!" (A'râf, 7/111) Yani tehir et, mühlet ver anlamındadır.
İkinci anlamı ise ümit (recâ)
vermedir.
Bu fırka mensuplarına ilk anlama
dayanarak Mürcie demek sahihtir.
Çünkü onlar, ameli mertebe
bakımından inanç ve niyetin gerisine atarlar.
İkinci anlama dayanarak Mürcie demek
de yerindedir. Çünkü, küfr ile ibâdet fayda etmediği gibi iman ile günah da
zarar vermez demişlerdir.
Bazıları ise şöyle der: "İrca,
büyük günah sahibinin hükmünü Kıyamet gününe erteleyip dünyadaki durumu ile
cennet veya cehennem ehli olduğuna hükmetmemektir." Bu anlama göre Mürcie
ve Va'îdiyye fırkaları, birbirlerine zıt iki fırka olmaktadırlar.
Bir başka görüşe göre İrca, İmam
Alî'yi (radıyallahu anh) birinci dereceden dördüncü dereceye ertelemektir ki
bu anlama göre Mürcie ve Şîa birbirlerine zıt iki fırka olmaktadır.
Mürcie şu dört sınıftan oluşur: a.
Haricî Mürciesi, b. Kaderiyye Mürci-esi, c. Cebriyye Mürciesi, d. Hâlis Mürcie.
Muhammed b. Şebîb, es-Sâlihî ve el-Hâlidî Kaderiye Mürciesi'ndendir. Kader (:
kulun fiillerini tam kudretle yarattığı) ve irca fikrini ilk ortaya atan
Gaylân ed-Dımeşkfnin taraftarları da bu grupta yeralır. Biz ise bu bölümde
Hâlis Mürcie'nin görüşlerine yer vereceğiz. Mürcie kendi İçinde altı fırkaya
ayrılmıştır:
Yûnus b. Avn en-Numeyrî adında bir
şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ona göre iman, Allah Teâlâ'yı
bilmek, O'na boyun eğip bağlanmaktır. O'na karşı kibirlenmemek, O'na kalp ile
sevgi beslemektir. Bu hasletleri taşıyan kimse mümindir. Bunlar dışında kalan
ve taat cinsinden olan şeyler imandan değildir. İman hâlis ve sadık oldukça
bunların terkinden dolayı azap da görmez.
Yine ona göre İblis, Allah Teâlâ'yı
tevhid ederek bilirdi. Ama O'na karşı kibirlenmesi ve boyun eğmeyi reddetmesi
sebebiyle kâfir oldu; "Reddetti ve büyüklük tasladı. Ve kâfirlerden
oldu." (Bakara, 2/35). Yûnus şöyle demiştir: "Kimin kalbinde Allah'a
boyun eğiş ve muhabbet, hulûs ve yakîn ile yerleşirse, hiçbir masiyetle O'na
muhalif olmaz. Ondan sâdır olabilecek masiyetler de, yakîni ve ihlâsı sebebiyle
kendisine zarar vermez. Mümin cennete amel ve ibadetler sebebiyle değil, ihlâs
ve muhabbet sayesinde girer."
Ubeyd el-Mükteib adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ubcyd'in şöyle dediği nakledilmiştir:
"Şirk dışındaki her günah muhakkak bağışlanacaktır. Kul, tevhîd üzere
vefat ettiğinde, işlediği günah ve kötülükler kendisine zarar vermez."
el-Yemân da ondan şunu nakletmiştir: "Allah Teâlâ'nm ilmi, O'nun zâtından
ayrıdır. Kelamı ve dini de böyledir. Allah Teâlâ -hâşâ- insan suretindedîr.
İddiasına göre Allah Resulü de (salJallâhu aleyhi ve seüem) "Allah Teâlâ
Adem'i Rahmân'ın suretinde yarattı" (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 8/198;
Taberâni, Mu'cemu'l-Kebir, 12/403) hadisi İİC buna İşaret etmiştir.
Gassân el-Kûfî adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan fırkadır. Kendisi iman hakkında şöyle demiştir: İman,
Allah Teâlâ'yı, Peygamberini, Allah tarafından indirilen şeriatı ve Allah
Resûlü'nün (salkliâhu aleyhi ve sellem) getirdiklerini ta£silen değil, genel
olarak (İcmâlen) bilmektir. Ona göre iman ne artar, ne de eksilir. İddiasına
göre herhangi birî çıkıp "Allah Teâlâ'nın domuz eti yemeyi haram kıldığını
biliyorum, ama haram kıldığı domuzun şu koyun mu, yoksa başka bir şey mi olduğunu
bilmiyorum." dese mümin olarak kalır. Yine biri çıkıp "Allah
Teâlâ'nın Kabe'yi haccetmeyi farz kıldığını biliyorum, ama Kabe'nin nerede
olduğunu bilmiyorum, belki Hindistan'dadır." dese mümin olmaya devam
eder. Bu misallerle anlatmak istediği, bu tür inançların imanın ötesinde
hususlar oluşudur. Bu gibi ifadeler onun şüphe içinde olduğunu göstermez. Çünkü
hiçbir akıl sahibi, Kabe'nin yeri hakkında şüpheye kapılmaz. Domuz ile koyun
arasındaki fark da açıktır.
İşin tuhaf yanı Gassân'm Ebu
Hanîfe'yi de kendi görüşünde sayıp Mürcie'den görmesidir. Bu, açık bir
yalandır! Ebu Hanîfe ve taraftarlarına Ehl-i Sünnet'in Mürciesi denilmiştir.
Fırka tarihçilerinden birçoğu da Ebu Hanîfe'yi Mürcie arasında zikretmiştir.
Bunun sebebi olarak da iki husus zikredilir: İlkine göre İmam A'zam Ebu Hanîfe,
ilk nesillerde ortaya çıkan Kaderiyye ve Mu'tezile'ye muhalefet ederdi.
Mu'tezile mensupları ise, kader hususunda kendilerine muhalefet eden herkese
Mürcie derlerdi.
İmam-ı A'zam ve takipçileri hakkında
Mürcie tanımının kullanılması bunlardan sâdır olmuştur.
Diğerine göre İmam-ı A'zam, imanın
kalp ile tasdik olduğunu söyler imanda artma ve eksilmeyi de kabul etmezdi.
İşte bundan hareket edilerek İmam-ı A'zam'ın ameli imanın ardına attığı
zannedildi. Halbuki bu zan, yersiz ve fasittir. Çünkü İmam A'zam'ın bedenle
yapılan ameller noktasında nasıl hassas ve titiz olduğu bilinen bir gerçektir.
İbadetleri îfa noktasındaki gayreti de bütün kitaplarda yazılıdır. O halde bu
tür söylentilerin Mu'tezile ve Havâric'den çıkma ihtimali çok yüksektir.
Ebu Sevbân el-Mürciî adında bir
şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bunlara göre İman, Allah Teâlâ'yı,
peygamberlerini ve işlenmesi aklen caiz olmayan şeyleri bilmek ve İkrar
etmektir. Onlara göre terkedil-mesi aklen caiz olan fiilleri bilmek ve ikrar
etmek imana dâhil değildir. Bunlar ayrıca, her türlü ameli, imanın ardına
atarlar.
Ebu Sevbân'ı bu görüşlerinde
izleyenlere örnek olarak şu isimleri zikredebiliriz: Ebu Mervan Gaylân b.
Mervân ed-Dımeşkî, Ebu Şemr, Muveys b. Imrân, el-Fadl er-Rakkâşî, Muhammed b.
Şebîb, el-Attâbî ve Salih Kubbe.
Gaylân kaderin hayır ve şerrinin
kuldan olduğuna inanırdı. İmamet konusunda ise Kureyşîlik şartını kabul
etmezdi. Ona göre Kitab ve Sünnet ile âmil olan herkes imamete lâyıktır. Ancak
imamet, ümmetin icmâı ile sübût bulur. İşin garip yanı ümmetin, imametin
Kureyşîliği üzerinde icmâ etmiş olmasıdır. Nitekim bu esasa dayanılarak
Ensâr'ın "Sizden bir emir, bizden bir emir olsun" isteği geri
çevrilmiştir. Sonuç itibarıyla Gaylân şu üç esası cemeden nâdir bir kişiliktir:
Kader, İrca ve Hâricîlik.
Yukarıda saydığımız şahsiyetlerin
tamamı, şu hususta görüş birliği etmişlerdir: Eğer Allah Teâlâ kıyamette
isyankâr bir kulu affederse, onun durumunda olan bütün isyankâr mü'minleri de
affeder. Şayet cehennemden herkesi çıkaracaksa, hali bunun gİbİ olan herkesi
çıkaracaktır. Ancak işin tuhaf tarafı, bu grup, tevhid ehlinden olan müminlerin
cehennemden muhakkak çıkacakları noktasında kesin görüş belirtmemiştir.
Mukâtil b. Süleyman'dan şu görüş nakledilmiştir:
Günahlar, tevhid ve iman sahiplerine zarar vermez. Mümin olan hiç kimse
cehenneme girmez. Ondan nakledilen sahih görüş ise şudur: Günahkâr mümine,
Kıyamet günü cehennemin üzerinde bulunan Sırat üzerinde azap edilir. Cehennemin
ateşinden yükselen sıcaklık ve alev ona gelir. Günahı miktarı acı çektikten
sonra cennete girer. O bunu, kızgın tava üzerinde tutulan mısır tanelerine
benzetir.
Bişr b. Gıyâs el-Merîsî'den de şu
görüş nakledilmiştir: Büyük günah sahipleri cezalarını çekmek üzere cehenneme
atıldıktan ve cezalarını çektikten sonra çıkacaklardır. Orada ebedî kalmaları
imkânsız olup adalete aykırıdır.
Denildi ki: İrca fikrini ortaya ilk
atan Hasan b. Muhammed b. Ali b. Ebi Tâlib'dir. O, değişik bölgelere gönderdiği
mektuplarda bu fikri belirtirdi. Ancak o Yûnusî ve Ubeydî Mürci'îlerinin iddia
ettikleri gibi ameli imanın arkasına geçirmemiş, sadece büyük günah sahibinin
tekfir edilemeyeceğini söylemiştir. Zira ona göre ibadetlerde bulunma ve
günahlardan kaçınma imanın aslından değildir. Dolayısıyla bunların zevali,
imanın da zail olmasını gerektirmez.
Ebu Muâz et-Tûmenî adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan fırkadır. Ebu Muâz'a göre iman marifet, tasdik,
muhabbet, ihlâs ve Resûlul-lah'ın getirdiklerini ikrardır. Bunların tamamını,
ya da bir kısmını terk etmek küfürdür. Bunların yalnız birisinin veya bazısının
iman olduğu söylenemez. Küfr olduğu hakkında icma edilmemiş küçük veya büyük
bir masiyeti işleyen kimse hakkında "fısk ve isyanda bulundu" denilir
ama 'fâsık' denmez. Terketmeyi helâl sayarak namaz kılmayı terk eden kimse
kâfir olur. Kaza etme niyetiyle terk eden kimse ise kâfir olmaz. Ona göre bir
peygamberi öldüren veya ona vuran kimse küfre düşer. Ama küfre düşmesinin
sebebi, onu öldürmesi veya vurması değil, küçümseme, düşmanlık ve buğz
yüzündendir.
İbnû'r-Râvendî ve Bişr el-Merîsî de
bu görüşe meyletmişlerdir. Her ikisi de şöyle demişlerdir: İman, kalp ve dil
ile tasdiktir. Küfür ise, inkâr ve ısrarla reddetmedir. Buna göre güneşe, aya veya
bir puta tapmak bizatihi küfür değil, küfür alâmetidir.
Salih b. Ömer es-Sâlihfnin
taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Es-Sâlihî, Muhammed b. Şebîb, Ebu Şemr
ve Gaylân kader ile irca fikrini birleştirmişlerdir. Üstteki başlık altında
Hâlis Mürci'îlerİ zikretmeyi şart koşmuş olmakla birlikte, bu fırkanın
mensuplarının bazı meselelerde Mürcie'den ayrıldıkları bize zahir olmuştur.
Örneğin es-Sâlihî'ye göre iman,
mutlak anlamda Allah Teâlâ'yı bilmektir. Buna göre yaşadığımız âlemin bir
yaratıcısı olmalıdır. Küfür, mutlak anlamda O'nu bilmemektir. Allah Teâlâ
hakkında 'Üçün üçüncüsü' diyen kimsenin bu sözü bizatihi küfür değildir. Ancak
böyle bir söz, sadece kâfirden sâdır olabilir. Ona göre Allah Teâlâ'yı bilip
tanımak, muhabbet ve boyun eğişten ibarettir. Bu hususta Resûl'den gelen hüccet
geçerlidir. Aklen Allah Teâlâ'ya İnanıp Resulüne İnanmamak sahihtir. Ama Allah
Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana inanmayan,
Allah'a da inanmamış olur."(Bkz. Müslim, İman, 240) Onun iddiasına göre
namaz, Allah'a kulluk değildir. Çünkü O'na kulluk, ancak O'na iman etmekle olur
ki o da Allah'ı bilmektir. İman, bu hasletten ibaret olup ne artar, ne de
eksilir. Küfür de aynı şekilde tek bîr haslet olup artma veya eksilme kabul
etmez.
Ebu Şemr ise, Peygamberlerden bu
hususta bir hüccet gelmedikçe imanın Allah Teâlâ'yı bilmek, O'nu kalpten sevmek
ve boyun eğmek, O'nun gibi bir varlık olmadığını ikrar etmek olduğunu
söylemiştir. Peygamberlerin hüccetleri sübût bulduğunda onları ikrar ve tasdik
etmeyi de iman ve marifet kapsamında görmüştür. Onların Allah katından getirdikleri
hükümleri ikrar etmekse imanın özüne dâhil değildir. İmanın hasletlerinden
herhangi biri tek basma iman olmadığı gibi, bir kısmı da iman değildir. Bunlar
ancak bir bütün halinde imanı ifade edebilirler. İmanın hasletleri arasında
adaleti bilmeyi de şart koşmuştur. Bununla murad ettiği ise, kaderin hayır ve
şerrinin kuldan kaynaklanıp Allah TeâlâVa izafe edilemeyeceğidir.
Gaylân b. Mervân hem Kadcriyye, hem
de Mürcİe'dendir. O, İmanın Allah Teâlâ'yı ikinci derecede bilmek, O'nu sevip
boyun eğmek, Allah katından geleni ve Peygamberdin getirdiğini ikrar etmek
olduğunu söylemiştir. Ona göre birincil bilgi (marifet) fıtrî ve zarurîdir.
Bilgi, aslı itibarıyla iki kısma ayrılır: Biri fıtrîdir ki bu, âlemin bir
sâni'i ve kendisinin bir yaratıcısı olduğunu bilmektir. Bu, tek başına iman
olarak adlandırıla-maz. İman, ikinci dereceden kazanılmış bilgiye denir.
Mürcİe arasında sayılan diğer zevat
şunlardır: Hasan b. Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib, Saîd b. Cübeyr, Talk b.
Habîb, Amr b. Murra, Muhârib b. Ziyâd, Mukâtil b. Süleyman, Zerr, Amr b. Zerr,
Hammâd b. Ebî Süleyman, Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Kadîd b.
Ca'fer.
Bunların hemen hepsi hadis imamıdır.
Haricî ve kaderîlerin aksine, büyük günah sahiplerini günahları sebebiyle
tekfir etmedikleri gibi cehennemde ebedî kalacakları görüşünü de
reddetmişlerdir.
Şia, Hz. Ali tarafını hususî bir
şekilde tutan topluluktur. Bu topluluğa göre Allah Resûlü'nden (salhliâhu
aleyhi ve seliem) sonra açık (celi) veya gizli (hafî) nas ve vasiyet ile onun
imam olması gereklidir. İnançlarına göre imamet onun ve neslinin dışına çıkmaz.
İmametin Ehl-i Beyt'tcn çıkması, ya başka bir şahsın zulmü veya imâm konumunda
olan Ehl-i Beyt mensubunun takiyyc gereğince mecburen imamlığı bırakması sonucu
olabilir. İmamet konusunda şöyle demişlerdir: İmamet, avamın seçimi ve
atamasıyla belirlenecek türden sosyal maslahata dayalı bir husus değil, aksine
dinin temel esaslarından biridir. Peygamberlerin de İmameti ihmal ve gözardı
ederek imam seçimini halka havale etmeleri caiz değildir.
Şia'nın ortak görüşü, imâmın nas ve
tayin ile belirlenmesi ve peygamberler gibi imamların da büyük, küçük her tür
günahtan korunmuş (masum) olmalarının vücûbiyeti yönündedir. Takiyye hali
dışında amel ve itikad bakımından tevellî ve teberrînin gerekli olduğu
görüşündedirler.
Zeydiyye'den bir topluluk bu görüşe
itiraz etmiştir. İmamın konumu hakkında Şîa fırkaları arasında birçok görüş
ayrılığı yaşanmış ve her farklı görüş ayrı bir fırka olarak ortaya çıkmıştır.
Şîa'nın beş ana kolu mevcuttur:
Keysâniyye, Zeydiyye, İmâmiy-ye, Aşırılar (Guiât) ve İsmâiliyye. Usûl
bakımından bu fırkaların bir kısmı Mu'tezile'ye, bir kısmı Ehl-i Sünnet'e, bir
kısmı da Müşebbihe'ye yakındır.
Emiru'l-müminîn Ali b. Ebî Tâlib'in
hizmetçisi Keysân'ın (22) taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Seyyid
Muhammed b. el-Hanefîyye'dcn ders aldığı söylenmiştir. Bu fırka mensupları
Keysân hakkında birtakım aşırı kanaatlara sahip olmuş ve onun bütün İlimlere
vâkıf olduğunu, tevil ve bâtın ilminin tüm sırlarını, âfâk ve enfus ilminin
bütün inceliklerini iki seyyidden (Hz. Ali ve Muhammed b. el-Hanefıyye) elde
etmiş olduğunu iddia etmişlerdir.
Fırka mensuplarının ortak görüşü,
dinin bir adama itaatten ibaret oluşudur. Bu inanç onları öyle bir noktaya
götürmüştür ki namaz, oruç, hac ve zekat gibi şer'î rükünleri tevîl etmeye
yönelmişlerdir. Hatta bazıları, söz konusu kişiye itaate ulaştıktan sonra
birtakım şer'î hükümleri terket-meyi mubah görmüşlerdir. Bu inanç, bazılarını
kıyamet hakkında şüpheye sevketmiş, bazılarını ise tenasüh ve hulul akidelerine
düçâr kılmıştır. Kimileri de ölümden sonra dönüşü (ric'at) iddia etmişlerdir.
Kimileri, itaat edilen şahsın ölümsüzlüğüne, geri dönmedikçe ölümünün caiz
olmadığına inanmışlardır. Kimileri de imametin hakîkî anlamda başkalarında
olabileceğini söylemiştir. Bütün bunlar şaşkınlık ve bilgisizlik sonucu ortaya
çıkmış görüşlerdir.
Fırka mensuplarının hemen hepsi
şaşkındır. Dinin bir adama itaat etmekten ibaret olduğuna İnanan kimsenin ne
Öyle bir adamı, ne de dini olabilir. Böylesi bir şaşkınlık ve sapkınlıktan,
haktan sonra batıla sapmaktan Allah TeâlâVa sığınırız.
el-Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî'nhı
(23) taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Önce Haricî olan bu şahıs, daha
sonra Zübeyrî, ardından da Şiî ve Keysânî olmuştur. Ona göre Ali b. Ebi
Tâlib'den (radıyalkhu anh) sonraki imam, Muhammed b. el-Hanefîyye'dİr.
Kendisine, 'Hayır! Hasan ve Hüseyn'den sonra o gelir!' denildiğinde büe onun
imametini savunmuş ve halkı bu inanca davet etmiştir. Muhammed b.
el-Hanefîyye'nin adamlarından ve davetçilerinden biri gibi görünmeye çalışmış
ve halkı birtakım asılsız ama yaldızlı sözlerle yanına çekmeye çalışmıştır.
Muhammed b. el-Hanefiyye,
el-Muhtâr'ın bu faaliyetlerini haber alır almaz, ondan teberrî etmiş ve bu
şalısın, sadece halkın teveccühünü kazanmak ve onları yanına toplamak için
böyle davrandığını ifade etmiştir.
el-Muhtâr'ın ilci temel dayanağından
biri ilim ve davet olarak Muhammed b. el-Hanefîyye'ye bağlılığı, diğeri de
Hüseyin'in (radıyalkhu anh) intikamını alma noktasında onu katleden zâlimlerle
gece gündüz mücadele etmesidir.
Ancak el-Muhtâr'ın fırkasını dayandırdığı
başka esaslar da vardır. Örneğin ona göre bedâ' caizdir. Bedâ'mn birtakım
anlamlan vardır; ilimde bedâ' Allah Teâlâ'nın İlminde olan bir şeyin aksinin
çıkmasının caiz olmasıdır. Bunu hiçbir akıl sahibinin kabul edeceğini sanmam.
İrâde bağlamındaki bedâ' ise, O'nun
irâde ve hüküm buyurduğu bir şeyin aksinin doğru çıkmasıdır.
Emir bağlamında bedâ' ise, daha önce
vermiş olduğu bir emrin aksine emir vermesidir. Neshi caiz görmeyenler,
muhtelif zamanlarda gelmiş farklı emirleri birbirleri İçin nâsİh zannederler.
el-Muhtâr'ın bedâ' fikrini
savunmasının ardında yatan gaye şudur: el-Muhtâr, gelecekte olacak şeyleri, ya
vahiy, ya da imamdan gelen bir mesajla öğrendiğini iddia ediyordu. Bu meyanda
olacağını söylediği bîr şey, dediği gibi çıktığında bunu davasını isbâtta
kullanır, aksi çıktığında ise 'Rabbinizin fileri değişti' derdi.
el-Muhtâr bedâ ile nesh arasında
ayrını yapmayarak şöyle derdi: "Hükümlerde nesh caiz olunca, haberlerde de
bedâ caiz olmalıdır."
Seyyİd Muhammed b. el-Hanefiyye,
halkı kendi adamı ve davetçi-siymİş gibi göstererek kandıran el-Muhtâr'dan da,
uydurduğu birtakım saçmalıklardan da teberrî etmiştir.
el-Muhtâr'ın saçmalıklarına örnek
olarak şunu zikredebiliriz: Onun ipekle kaplanmış ve türlü cevherlerle
süslenmiş eski bir kürsüsü vardı. Bu kürsünün Emiru'l-mümirûn Ali'nin
(radıyaliahu anh) eşyalarından biri olduğunu ve İsrail oğulları için tabut
neyse, kendileri için de bu kürsünün aynı olduğunu İddİa ederdi. Savaşa
başladığı zaman bu kürsüyü ön safa koyar ve 'Savaşın! Zafer sizin olacaktır. Bu
kürsü, sizler için Yahudilerin tabutu gibidir. Onda sekine ve başka şeyler
vardır. Melekler yardımınıza koşmak için İneceklerdir.' derdi. Havada beliren
beyaz güvercinlerle İlgili olarak da bunların melekler olduğunu söylemiştir. Bu
meyanda söylediği kafiyeli nesirler çok meşhurdur.
Kendisini Muhammed b.
el-Hanefiyye'ye nisbet etmeye çalışmasının nedeni Muhammed b. el-Hanefiyye
hakkında varolan iyi kanaatlerdi. Muhammed, herkes tarafından sevilen bir
şahsiyetti. İlim ve irfan bakımından çok derin bir insandı. İşlerin nereye
varacağını kestirirdi. A1İ (radıyaliahu anh) ona gerek savaşların, gerekse
önemli mevkilerin hal ve sırlarını bildirmişti. Muhammed b. el-Hanefıyye,
yalnızlığı seçerek tevâzuyu şöhrete tercih etmiş bir âlimdi. Rivayete göre imametin
ilmi ona emanet edilmiş ve o bu emaneti ehline teslim etmiştir. Ölmeden önce
emanetini yerine bırakmıştır.
es-Seyyid el-Hımyerî ve Küseyyİr de
onu sevenlerdendi. Küseyyir onun hakkında şu şiiri yazmıştı:
Dikkat! imamlar Kureyftendir! Hak
idareciler de dörttür,
Torunlardır onlar, bunda gizlilik
yoktur.
İman ve hayrın torunudur biri,
Diğeri Kerbeffinın kaybettirdiği
torundur.
Bir diğer torun ki tatmaz ölümü,
Önde sancak, süvarilere kumanda
etmeden.
R&dvâ'dadır o, su ve bcıhn
yanında..
Seyyid el-Hımyerî onun ölmediğine,
Radvâ dağında bir aslanla bir kaplanın korumasında yaşadığına inanıyordu.
Bulunduğu yerde birinden su, diğerinden bal akan iki kaynak vardır. Bir süre
gaip olduktan sonra zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle doldurmak üzere
dönecektir. Gay-bet hakkındaki ilk ifade budur ki gaybetten sonra dönüş,
Şia'nın geneli tarafından paylaşılan bir inançtır. Bazıları bunu dinin
esaslarından ve Şiî inancının vazgeçilmez unsurlarından biri olarak görmüştür.
Keysâniyye, Muhammed b.
el-Hanefiyye'nin imamet mücâdelesine girmesinden sonra ihtilafa düşmüş ve her
grup kendine göre bir fikir geliştirmiştir.
Ebu Hâşim b. Muhammed b.
el-Hanefiyye'ye tâbi olanlardan oluşan bir fırkadır. Fırka mensuplarına göre
Muhammed b. el-Hanefîyye Allah Teâlâ'nın rahmet ve rızasına kavuştuktan sonra
imamet oğlu Ebu Hâşim'e intikâl etmiştir. Muhammed, bütün ilimlerin esrarını
oğluna bildirmiş, âfâkı enfîise tatbik yöntemlerini, nasların tevîl üzere
takdirini ve zahirin bâtın üzerinde tasvirini ona öğretmiştir. İddialarına göre
her zahirin bir bâtını, müşahhas olan herşeyin bir ruhu ve her nassm bir tevili
vardır. Bu âlemde varolan her misâlin de öbür âlemde bir hakikati mevcuttur.
Afâka yayılan hikmet ve sırlar bir insanın şahsında toplanır. İşte bu, İmam
Ali'nin (radjyallahu anh) oğlu Muhammed'e bıraktığı İlimdir. O da bu sırrı oğlu
Ebu Hâşim'e nakletmîştir. Bu ilme sahip olan kimse hak imamdır.
Fırka mensupları Ebu Hâşim'den sonra
aşağıdaki fırkalara bölünmüştür:
1- Bir fırkaya göre Ebu Hâşim Şam'ın Şurât bölgesinden
ayrılırken vefat etmiş ve imameti Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbâs'a
vasiyet etmiştir. Bu vasiyet bilâhare onun çocuklarında cereyan etmiş ve
hilâfet Abbâs oğullarına intikâl etmiştir. İddialarına göre aralarındaki nesep
bağından dolayı onların da imamet hakları vardır. Nitekim Allah Resulü Din
Sahipleri (sallallâhu aleyhi ve seilem) vefat ettiğinde mirasına en lâyık olan
amcası Abbâs (radıyallahu anlı) ldl.
2- İkinci fırkaya göre imamet, Ebu Hâşim'in vefatından
sonra kardeşinin oğlu Hasan b. Ali b. Muhammed b. el-Hanefiyye'ye geçmiştir.
3- Üçüncü fırka, Ebu Hâşİm'in bizzat kardeşi Ali b.
Muhammed'i, onun da oğlu Hasan'ı vasiyet ettiğini iddia etmiştir. Bunlara göre
imamet Muhammed b. el-Hanefıyye'nin çocuklarında olup onlar dışına çıkamaz.
4- Bu fırkanın iddiasına göre ise Ebu Hâşim, Abdullah b.
Amr b. el-Kindî'ye vasiyette bulunmuş ve imamet ondan Abdullah'a geçmiştir.
İddialarına göre Ebu Hâşim'in ruhu da ona intikâl etmiştir. Ne var ki bu şahıs
ilim ve dindarlık bakımından zayıf biriydi. Hatta bazıları onun ihanet ve
yalanlarına muttali olmuşlardı. Bu nedenle de ondan yüz çevirerek Abdullah b.
Muâviye b. Abdullah b. Ca'fer b. Ebî Tâlib'in imametini iddia etmişlerdir.
Abdullah'ın mezhebine göre insan ve
hayvan ruhları bir şahıstan diğerine tenasüh ederler, bunlara ait olan mükâfat
ve ceza da bunlarla birlikte diğerine itikal eder. Ona göre Allah Teâlâ'nın
ruhu da tenasüh ederek ona kadar ulaşmış ve onda hulul etmişti. Abdullah bu ve
benzeri sakat fikirlerinden hareketle hem ilahlık, hem de peygamberlik
iddiasında bulunmuştur. Gaybı bildiğini iddia etmiştir. Birtakım ahmaklar da
ona kulluk ederek tenasüh inancından dolayı kıyameti İnkâr etmişlerdir. Onlara
göre mükâfat da, ceza da bu dünyada olacaktır. "İman edip sâlih amel
İşleyenler için, Allah'tan korktukları sürece yediklerinde bir mahzur
yoktur" (Mâide, 5/92) ayetini tevîl ederek hak imama ulaşıp onu tanıyan
kimsenin kemâle ulaştığını, dolayısıyla herşeyi yiyip içebileceğini söylemişlerdir.
Bu fikirlere sarılanlar Irak
civarında Hurremİye ve Mazdekiye fırkaları olarak ortaya çıkmışlardır.
Abdullah'ın Horasan'da ölmesinden sonra taraftarları da dağılmıştır.
Bazıları onun Ölmeyip yaşadığını ve
bir gün geri döneceğini iddia etmiştir.
Bazıları ise öldüğünü, ama ruhunun
İshâk b. Zeyd el-Hâris el-Kindfye intikâl ettiğini iddia etmiştir ki bunlar
Hârisiyye olarak bilinirler. Helal haram tanımadan yaşar ve herşeyi mubah
görürler.
İmamet konusunda Abdullah b. Muâviye
ile Muhammed b. Ali'nin taraftarları arasında şiddetli ihtilaf mevcuttur. Her
iki grup da Ebu Hâşirn'in kendi imamlarına vasiyette bulunduğunu iddia
etmiştir. Oysa söz konusu vasiyet, sağlam bir zemine dayanmamaktadır.
Beyân b. Sem'ân et-Temîmî adında bir
şalısın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. İddialarına göre İmamet, Ebu
Hâşim'den ona geçmiştir. Beyân, İmam Ali'nin (radıyallahu anlı) ilahlığına
hükmederek şöyle demiştir: "Allah Teâla'nm bir cüz'ü ona hulul etti ve
onun bedeniyle birleşti (ittihâd). O, gaybı bilirdi. Çünkü birçok olayı olmadan
haber vermişti, verdiği haberler de doğru çıktı. O cüz sayesinde inkâr
edenlerle yaptığı bütün savaşlarda zafer daima onun oldu. Hayber kalesinin
kapısı onunla parçalandı." Beyân bu bağlamda şöyle demiştir: "Yemin
ederim ki Hayber kalesinin kapısı bedensel bir kuvvetle veya alınan besinlerin
verdiği güçle yıkılmamıştır. Onu yıkan rahmanı ve melekûtî bir güç, Allah
Teâlâ'nın ışık saçan nurudur. Onda bulunan melekûtî güç, fenerin içindeki
lamba, nur-i ilâhî de o lambanın içindeki ışık gibidir.'1 İddiasına göre Ali
(radıyaliahu anh) bazı anlarda zuhur etmektedir. Nitekim "Yoksa bulut
gölgeleri arasında önlerine gelivermesini mi bekliyorlar?!" (Bakara,
2/210) ayet-i kerimesinin tefsirinde kasdcdilenin Ali (radıyallahu anh)
olduğunu ve onun gölgeler içinde geldiğini, gökgürültüsünün onun sesi, şimşeğin
de tebessümü olduğunu ileri sürmüştür.
Beyân cüz-i ilâhînin tenasüh yoluyla
kendisine intikâl ettiğini, dolayısıyla imam ve halife olmaya layık olduğunu
iddia etmiştir. Ona göre bu cüz, meleklerin Adem'e (aleyhissdâm) secde
etmelerini gerektiren cüzdür.
Ona göre Hak Teâlâ bütün
organlarıyla insan sureti üzeredir. "Vechi dışında herşey helak
bulacaktır" (Kasas, 28/88) ayet-i kerimesini de 'Yüzü dışında her uzvu yok
olacaktır' şeklinde tefsir etmiştir.
Beyân b. Sem'ân, Muhammed b. Ali b.
el-Hüseyn el-Bâkır'a bir mektup göndererek kendisine tâbi olmaya davet
etmişti. Mektupta şöyle diyordu: "Teslim ol ki kurtuluşa eresin, teslim
olan yükselir. Allah Teâlâ'nın peygamberliği kime nasip edeceğini sen
bilemezsin." İmam Bakır, mektubu getiren şahsa, "Getirdiğin mektubu
ye!" dedi. Adam mektubu yer yemez öldü. Elçinin adı Ömer b. Ebî Afif idi.
Bir topluluk Beyân'ın fikirlerine
tâbi olarak onun bâtıl mezhebini seçtiler. Hâlid b. Abdullah el-Kasrî bu
iddialarından dolayı onu öldürdü. Onu, el-Ma'rûf b. Saîd olarak tanınan bir
şahısla birlikte yaktırdığı da söylenmiştir.
Rizâm b. Rezm adında bir şahsın
taraftarlarından oluşmuştur. Bu fırkaya göre imamet, Ali'den (radıyallahu
anlı) sonra oğlu Muhammed b. el-Hane-flyye'ye geçmiştir. Sonra oğlu Ebu
Hâşim'e, ondan da vasiyet yoluyla Ali b. Abdullah b. Abbas'a İntikâl etti.
Ardından Muhammed b. Ali'ye geçti. O, oğlu İbrahim'i vasiyet etti. İbrahim, Ebu
Müslim el-Horasânî'nin arkadaşı idi. Onun imametine hükmeden ve davet eden de
budur. Fırka, Ebu Müslim devrinde Horasan'da ortaya çıkmıştır. Ebu Müslim'in de
bu mezhepte olduğu söylenir, nitekim imameti kendisine tevcih etmek istemişlerdir.
Mensupları, Allah Teâlâ'nın ruhunun Ebu Müslim el-Horasânî'ye hulul ettiğine
inanırlar. Bu yüzden, Allah Teâlâ'nın Emevîler karşısında onu desteklemiş ve
onları yokctmİş olduğunu ifade ederler. Fırka mensupları, ruhların tenasüh
ettiğine inanırlardı.
Kendi uydurduğu birtakım
saçmalıklara dayanarak ilahlık iddiasında bulunan el-Mukanna'da başlangıçta bu
fırkaya mensuptu. Mâveraünne-hir'in bir kesimi de ona tâbi olmuştu. Bunlar,
Hurremiyye'nin bir sınıfı olarak farzların terkine ve dinin sadece imamı
bilmekle sınırlandırılması görüşüne yönelmişlerdi. Bazılarına göre din, şu iki
husustan ibarettir: imamı bilmek ve emâneti ehüne varmak. Bu iki hususu İkmâl
edenler, kâmil müslüman sayılır ve farzlardan muaf kılınırdı. İçlerinden
bazıları imameti Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbâs'ın hakkı olarak görmüş ve
bunun Ebu Hâşİm'in vasiyetiyle gerçekleştiğini söylemişlerdir.
Devletin kurucusu olan Ebu Müslim,
başlangıçta Keysâniyye mezhebini benimsemişti. Onların kendilerine mahsus
birtakım ilimlerini öğrendikten sonra bunların geçici ve tutarsız olduğunu
görerek daha kalıcı bir akaide ulaşmak istemiştir. Bu meyanda es-Sâdık Ca'fer
b. Muhammed'e bir mektup göndererek şöyle demiştir: "Ehl-i Beyt'in
iktidarını kurdum.
Halkı Emevîlere bağlılıktan kurtarıp
Ehl-İ Beyfe bağlanmaya çağırdım. Eğer sen de buna İstekliysen fazla söze hacet
yok."
Ca'fer ona şöyle karşılık vermiştir:
"Ne sen benim adamlarımdansın, ne de zaman benim zamanım!"
Ebu Müslim bu cevap üzerine
Ebu'l-Abbâs Abdullah b. Muhammed es-Seffâh'a yönelerek hilâfete onu
getirmiştir.
Zeyd b. Ali b. -Hüseyn b. Ali b. Ebî
Tâlib'in (radıyallahu anh) taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bunlara göre
imamet Fâtıma'nın (radıyallahu anh) çocuklarıyla sınırlı olup başkaları buna
ehil değildir. Şu var ki, imamet için huruç eden cesur, cömert ve ilim sahibi
her Fatımî'ye itaatin farz olduğunu, onun imam olabileceğini söylerken,
Hasan'ın (radıyallahu anh) çocukları İle Hüseyin'in (radıyallahu anh)
çocukları arasında ayrım yapmamışlardır. Zeydiyye'den bir topluluk, Abdullah b.
Hasan b. Hasan'ın el-Mansûr döneminde ayaklanan ve şehit edilen iki oğlu
Muhammed ve İbrahim'in imametlerini caiz görmüştür. Zeydiyye, saydığı
Özellikleri taşıyan iki imamın aynı anda farklı iki bölgede hüküm sahibi
olmalarını da caiz görmüştür. Bu durumda her ikisi de itaati farz olan imam
hükmündedir.
Zeyd (radıyallahn anh), bu görüşü
benimsedikten sonra kendisine gerekli olan ilimlerle donanmak için usûl ve turu
ilimlerinin tahsiline girişti. Usûl konusunda Mu'tezile'nin kurucusu ve başı
olan Vâsıl b. Atâ'dan ders aldı. Halbuki Vâsıl, Zeyd'in dedesi İmam Ali'nin
(radıyallahu anh) Cemel ve Şam ehliyle yaptığı savaşlarda doğru tarafta olduğu
konusunda kesin inanca sahip olmadığına inanıyordu. O ve savaştığı
topluluklardan biri, hangisi olduğu kesin olmamak üzere hatalı idi. Zeyd
Vâsıl'dan Mu'tezile'nin esaslarım aldı; Zeyd'e (radiyallahu anh) uyarak
taraftarları da Mutezilî oldular. Ona göre efdal (en faziletli) olanın
bulunması durumunda da mefdûlun (daha az faziletli) imameti caiz olurdu. İmam
Ali (radıyallahu anh) sahabenin efdali iken hilâfetin Ebu Bekir'e (radıyallahu
anh) havale edilmesi avamın gönlünü hoş tutmak ve muhtemel fitne ateşim
söndürmek içindi. Peygamberlik döneminde yapılmış savaşlar henüz tazeydi. İmam
Ali'nin (radıyallahu anh) müşriklerle yapılan savaşlarda kana bulanan kılıcı
henüz kurumamıştı. Müşriklerden bir çoğu intikam arzusuyla yanıp tutuşuyordu. O
dönemde kalpler tamamen ona meyyal, boyunlar ona eğik değildi. Böyle bir
durumda müslümanların maslahatı, yumuşaklık, ağırbaşlılık, yaşça olgunluk ve Allah
Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakınlık bakımından önde olan birinin
imam seçİlmesiydi. Nitekim Ebu Bekir (radıyallahu anh) Ömer'i (radıyallahu anh)
vasiyet etmek istediği zaman, birçok sahabî "Katı ve haşin birini başımıza
geçirdin." diye serzenişte bulunmuşlardı. Dinî meseleler-deki katılığı ve
mizacmdakİ sertlikten dolayı Ömer'i (radıyallahu anh) emîr olarak görmek
istemiyorlardı. Ancak Ebu Bekir (radıyallahu anh) "Rabbim sorduğunda şöyle
diyeceğim: Onların başına kendileri İçîn en hayırlı olanı geçirdim"
diyerek onları teskin etmiştir. İşte bu gibi durumlarda daha üstünü varken,
fazilet bakımından altta olan birinin imam tayin edilmesi caizdir. Hükümlerine
uyulur, emirlerine itaat ediür.
Kûfe'deki Şiîler, Zeyd'in
(radıyallahu anh) bu İstikametteki sözlerini duyduklarında ve Ebu Bekir
(radıyallahu anh) ile Ömer'den (radıyallahu anh) teberrî etmediğini
anladıklarında onu reddederek yanından ayrıldılar. İşte bu nedenle de
Reddedenler anlamında 'Râfızîler1 olarak adlandırıldılar.
Zeyd (radıyallahu anh) ile kardeşi
Muhammed el-Bâkır (radıyaUahu anh) arasında birçok münazara cereyan etmiştir.
Bunların kaynağı, Zeyd'in (radıyaüahu anh), Vâsıl b. Atâ'nın öğrencisi olması,
dedesi İmam Ali'nin (radıyallahu anh) yaptığı savaşlarda hatalı olabileceğini
mümkün görenlerden ders alması, kader meselesinde Ehl-i Beyt'ten farklı bir
inanışa sahip olması, bir kimsenin imam olabilmesi için başkaldırmasının şart
olduğunu söylemesiydi. Muhammed el-Bâkır (radıyallahu anh) bundan hareketle
Zeyd'e (radıyallahu anlı) şöyle demişti: "Senin mezhebine göre baban da
imam olamaz. Çünkü o da imamete ulaşmak için ayaklanmadı ve bu tür bir
gİrişim-de bulunmadı."
Zeyd (radıyallahu anh), Hişâm b.
Abdülmclik tarafından katledilerek asıldı, ardından oğlu Yahya (radıyallahu
anh) imam olarak Horasan'a gitti. Birçok kimse ona biat etti. İmam Ca'fer-i
Sâdık, onun da aynen babası gibi katledilip asılacağım haber vermişti, tamamen
böyle oldu.
Yahya'nın ardından imamet Muhammed
ve İbrahim'e terVîz edildi.
Her ikisi de Medine'de ayaklandılar.
İbrahim Basra'ya gitti. Basra halkı ona biat etti. Ama ikisi de katledildi.
Câfer-i Sâdık bunlara da başlarına gelecekleri haber vermişti. O, bütün
bunların ataları tarafından kendisine bildirildiğini söylemiş, Emevîlerin büyük
bir güce ulaşacaklarını, üstlerine dağlar yürüse onları bile ezeceklerini,
Ehl-i Bcyt'e kin beslediklerini ve Allah mülklerinin dağılmasına izin verinceye
kadar Ehl-i Beyt'ten hiç kimsenin onlara başkaldırmasının uygun olmayacağını
haber vermişti. Ca'fer (radıyallahu anh) her fırsatta Muhammed b. Ali b.
Abdullah b. el-Abbâs'ın çocukları Ebu'l-Abbâs ile Ebu Ca'fer'e işaret ederek
şöyle derdi: "Biz, şu ve çocukları bu işe bulaşmeaya kadar imamet davasına
karışmayız. "Kastettiği el-Mansûr idi.
Horasan'da Nasır el-Atrûş adlı bir
şahıs çıkıncaya kadar Zeydiyye fırkası toparlanamadı. Hakkında ölüm cezası
verilip aranmaya başlayınca Deylem diyarına çekilerek gizlendi. Daha önce
müslümanlığa girmemiş olan bölge halkını İmam Zeyd'in (radıyallahu anh)
mezhebine davet etmeye başladı. Bölge halkı onun davetine olumlu karşılık
verdiler ve Zeydiyye mezhebi orada gelişip serpildi.
Zeydiyye İmamları birbiri ardınca
gelip hükümrân olmuşlar, ancak birtakım usûl konularında amca çocukları {: İmam
Mûsâ soyundan gelenlerden) ayrılmışlardır. Zeydiyye'nin çoğunluğu, fazilet
bakımından altta olanın imametinin caiz olduğu görüşünden dönmüş olup sahabeyi
de İmâmiyye gibi tenkid etmiştir.
Zeydiyye fırkası, kendi içinde üç
kola ayrılmıştır:
Ebu Cârûd Ziyâd b. Ziyâd adında bir
şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Allah ResÛlÜ'nÜn (sallaJlâhu aleyhi ve
sellem) İmam Ali'nin (radıyallahu
anh) hilâfetini ismen değil vasfen
tayin ettiğini söylerler. Onun vefatından sonra yerine geçmesi gereken İmam,
Ali (radıyallahu anh) iken insanlar bu vasfı bilemediler ve vasfedileni
aramadılar Ebu Bekir'i (radıyallahu anh) kendi tercihleri ile göreve
getirdiler, böylece küfre düştüler. Ebu Cârûd, bu iddiasıyla bizzat İmamı
Zeyd'e (radıyallahu anh) muhalefet etmiştir. Çünkü o, bu görüşte değildi.
Cârûdİyye mensupları imamete kimin
lâyık olduğu konusunda ihtilafa düşmüşlerdir.
Kimilerine göre İmamet Ali'den
(radıyallahu anh) Hasan'a (radıyallahu anlı)
ondan da Hüseyin'e (mdıyallahû anh)
geçmiştir. Ondan Ali b. Hüseyin Zey-nelâbidîn'e, ondan oğlu Zeyd b. Ali'ye,
ondan Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Alî b. Ebî Tâüb'e geçmiştir. Bu
gruptakİlere göre imamet onun
hakkıdır.
İmam-i A'zam Ebu Hanîfe de ona biat
etmişti ve onun taraftarları arasındaydı. Bu durum Halife el-Mansûr'a bildirilince
büyük imamı ölünceye kadar hapiste tutmuştur. Rivayete göre o, el-Mansûr döneminde
ayaklanan Muhammed b. Abdullah'a biat etmiştir. Muhammed Medine'de katledilince
Ebu Hanîfe bu biati üzere kalmıştır. O, Ehl-i Beyt bağlılığına inanan bîr
şahsiyetti. Durumu el-Mansûr'a bildirilince de büyük çilesi başlamıştır.
Muhammed b. Abdullah'ın imametini
savunanlar da kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Bazılarına göre o,
katledilmemiş olup yaşamaktadır. Bir gün çıkacak ve dünyayı adaletle
dolduracaktır. Bazılarına göre ise Muhammed ölmüştür ve imamet ondan sonra
Muhammed b. el-Kâsım b. Ali b. Ömer b. Ali b. Hüseyin b. Ali'ye geçmiştir. Bu
zât, Halife el-Mutasım döneminde esir alınmış ve ölünceye kadar evinde
hapsedilmiştir. Bazıları ise Küfe valisi Yahya b. Ömer'in imametini
savunmuştur. Bu şahıs ayaklandığı zaman birçok taraftan olmuş ve Halife
el-Müste'în döneminde öldürülmüştür. Kesik başı Muhammed b. Abdullah b. Tâhir'e
götürülmüştür. Aleviye'den bir şair onun hakkında şu şiiri söylemiştir:
Bineğe binenlerin en kıymetlisini
Öldürdün! Sana yumuşak bir söz işitmek için geldim. Seninle karşılaşmam bana
öyle ağır geliyor ki, Hele ki keskin kılıcın ağzı aramızda.
Burada murat edilen kişi, Yahya b.
Ömer b. Yahya b. Hüseyin b. Zeyd b. Ali'dir.
Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali el-Bâkır
bu şalisi Serhûb olarak isimlendirmiştir. Serhûb, denizde yaşayan kor şeytan
anlamındadır.
Ebu Cârûd'un dostları arasında Fadl
er-Ressân ve Ebu Hâlid el-Vâsıtfyi zikredebiliriz. Bunlar hüküm ve tavır
bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Bazılarına göre Hz. Hasan (radıyallahu
anh) ve Hz. Hüseyin'in (radıyaüahu anh) çocuklarının
İlimleri Allah ResÛlü'nÜn (sallallâhu
aleyhi ve sellem) ilmi gibi olup öğrenme olmaksızın fıtrî ve zarurî
olarak husule gelir. Bazılarına göre ise onların ilmi, diğer insanların
ilimleri gibidir. Dolayısıyla onlardan olduğu gibi başkalarından da ilim
Öğrenilebilir.
Süleyman b. Cerîr adlı şahsın
taraftarlarından oluşan fırkadır. Bunlara göre imamet, halk içinde şûra ile
belirlenir. Hayır ehü müslümanlardan ikİ kimsenin bİatıyla da belirlenebilir.
Efdal mevcut iken daha altta birinin imameti de sahihtir.
Ebu Bekir (radıyaikhu anh) ve Ömer
(radıyaliahu anh) hak imamlardır. Ama Ali (radıyallahu anh) hayatta iken onlara
biat edenler hatalıdır. Şu var ki bu hata, fısk derecesinde ağır bir hata
olmayıp içtihadı bir hatadır. Ancak, hilâfeti dönemindeki uygulamaları ve
bidatleri nedeniyle Osman'ı (radıyaliahu anh) tekfir etmiştir. Yine ona göre
İmarn Ali'yle (radıyaliahu anh) savaşan Âişe (radıyaliahu anh), Talha
(radıyallahu anh) ve Zübeyr (radıyallahu anh) küfre düşmüştür.
Râfızîleri de tenkid etmiş ve Râfizî
imamların başkalarınca onaylanmayıp taraftarlarına hitap eden iki görüş
belirttiklerini söylemiştir.
Bu görüşlerin ilki bedâ'dır. Râfizî
imamları, kendilerinin güçlenip iktidar sahibi olacaklarına dair bir şey
söyledikleri ve bunun aksi çıktığında "O konuda Allah Teâlâ'nın kararı
değişti=Bedallâhu fî zâlike" derlerdi.
Diğeri ise takıyycdir. Onlar
dilediklerini söylerler, fakat bunun doğru olmadığı kendilerine ifade edilince
"Biz onu takıyye gereği söyledik, gereğini de takıyye gereği yaptık"
diyerek kendilerini savunurlardı.
Efdal varken daha altta olanın
(mefdûl) imametini caiz görmesi noktasında Mu'tezile'den bir topluluk onu
izlemiştir. Bunlara örnek olarak şu isimleri zikredebiliriz: Ca'fer b.
Mübeşşir, Ca'fer b. Harb ve Ehl-i Hadis'ten Kesîr en-Nevâ. Bu görüşte olanlar
şöyle demişlerdir: İmamet, dinî maslahatlardan biri olup Allah Teâlâ'yı ve
O'nun vahdaniyetini bilmek için ona gerek duyulmaz. Çünkü bu, akılla hâsıl
olur. İmamete İhtiyaç duyulması, had cezalarının uygulanması, davalılar
arasında hüküm vermek, yetim ve dulların haklarını korumak, Kelimetullâh'ı
yüceltmek, toplumsal birliği korumak ve din düşmanlarıyla savaşmak gibi
noktalarda gündeme gelir. İmamet sayesinde müslümanların bir cemâati olur ve
avam kaosa sürüklenmekten korunur. İmamete getirilecek şahsın ümmetin en
hayırlısı, İslâm'a girmede en kıdemlisi, en hikmetli ve en sağlam görüşlüsü
olması şart değildir. Çünkü üstün (fâdıl) ve en üstünün (efdal) varolmalarına
rağmen daha altta olanla da (mefdûl) bütün bu görevler îfâ edilebilir.
Ehl-i Sünner'ten bir cemaat da aynı
görüşü paylaşarak imamın müçte-hid olmamasını, İçtihadı konularda uzman
olmamasını caiz görmüşlerdir. Şu var ki imamın çevresinde İçtihâd ehlinden
birileri olmalı ve İçtihâdî konularda onlara başvurmalıdır. Helal ve haram gibi
hükümlerde onlardan fetva istemelidir. Genel olarak sağlam görüşlü ve olayları
değerlendirmede derin görüşlü olması da gereklidir.
Hasan b. Salih b. Hayy (24) adındaki
şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Betrİyye İse Kesîr en-Nevâ el-Ebter'in
(25) taraftarlarından oluşmuştur. İki fırka mezhep bakımından fikir birliği
içindedirler. İmamet konusunda Süleymâniyye fırkasıyla aynı görüştedirler.
Ancak Osman (radıyallahu anh) konusunda çekimser kalmış, mümin ya da kâfir
olduğu hususunda fikir belirtmemişlerdir. Bu bağlamda şöyle demişlerdir: Osman
(radiyallahu anh) hakkında vârid olan haberleri, Aşere-i Mübeşşere'den olduğunu
duyduğumuzda onun İslâm ve imanının sıhhatine, ilâveten cennet ehlinden
olduğuna hükmetmemiz vacip olur. Emevîler ve Mervânîler'le ilgili, onların
ahlâkını bozucu uygulamalarına ve sahabenin gidişatına uymayan uygulamalarına
baktığımızda ise küfrüne hükmetmemiz gerekmektedir. Bu İkİsi arasındaki
şaşkınlığımızdan dolayı onunla ilgili olarak çekimser kalmayı tercih ettik ve
onun hükmünü hâkimlerin en hikmetlisi olan Allah Teâlâ'ya. havale ettik.
İmam Ali'ye (radıyallahu anh)
gelince, Allah ResÜİÜ'llden (sallaliâhu aleyhi ve sellem) sonra insanların en
hayırlısı ve imamete en lâyık olanı odur. Ama o, imameti tamamen kendi
rızasıyla diğerlerine teslim etmiş, kendi arzusuyla hakkından feragat etmiştir.
Onun rıza gösterdiğine biz de rıza gösterir, onun teslim ettiğini biz de teslim
ederiz. Bunun dışında bir davranış bize helal olmaz.
Eğer Ali (radıyallahu anh) imametin
devrine rıza göstermeseydi Ebu Bekir (radıyallahu anh) helak olurdu. Her ikî
fırka da efdal ve fâdılın rızası şartıyla daha altta olanın imametini caiz
görmüştür.
Her ikisine göre de Hz. Hasan
(radıyaHahu anh) veya Hz. Hüseyin'in (radıyallahu anh) çocuklarından bîri
imamet İçin kılıç kuşandığında, eğer âlim, zâhid ve cesur bir şahsiyetse İmam
olarak kabul edilir. Bazıları yüz güzelliğini de şart koşmuştur. Ancak bütün
bu şartlara sahip iki imamın aynı anda ayaklanmaları durumunda söyledikleri
tutarsızlıkla doludur. Böyle bir durumda hangisinin daha üstün ve daha zâhid
olduğuna bakılır. Eğer bu bakımdan denk iseler, görüş bakımından daha sağlam,
emir bakımından daha kararlı olana bakılır. Bu noktada da denk iseler, İmamet
her İkisine de verilmez, imam me'mûm, emir sahibi memur olur. Eğer iki ayrı
bölgede iseler, kendi bölgelerinde emir sahibi olurlar ve her ikisine de İtaat
vacip olur. Herhangi birinin diğerinden farklı bir fetvası olursa, ikisi de
isabet etmiş sayılır. Buna, diğer imamın kanını mubah kılan fetvası da
dâhildir.
Eırka (Zeydiyye) mensuplarından zamanımızda
yaşayanlar tamamen taklîd ehli olup re'y ve içtİhâd ehli bîr imamları yoktur.
Usûl konusunda adım adım Mu'tezile'yi taklid ederler. Mu'tezile önderlerini
Ehl~i Beyt imamlarından bile daha üstte tutarlar. Furû yani fıkıh konusunda ise
Ebu Hanîfe'nin mezhebine tabidirler. Sadece birtakım meselelerde imam Şâfıî ve
Şia'yı taklid ederler.
Zeydiyye'nin ileri gelenleri:
Ebu'l-Cârûd Ziyâd b. el-Münzir
el-Abedî ki İmam Ca'fer es-Sâdık tarafından lanetlenmiştir Hasan b. Salih b.
Hayy, Mukâtil b. Süleyman, Davetçi Nâsıru'1-Hakk Hasan b. Ali b. Hasan b. Zeyd
b. Ömer b. Hüseyin b. Ali ve bir diğer davetçi Taberistân valisi Hasan b. Zeyd
b. Muhammed b. İsmail b. Hasan b. Zeyd b. Hasan b. Ali ve Muhammed b. Nasr.
Bu fırka mensuptan, Allah Resûlü'nün
(saiiallâhu aleyhi ve sdlem) İmam Ali'nin (radıyallahu mh) imametini açık bir
nas ve sâdık bir tayin ile bildirdiğine inanırlar. Onlara göre bu, sıfatları
ima ederek değil, bizzat şahsı işaret ederek gerçekleşmiştir. Bu meyanda şöyle
demişlerdir: Din ve İslâm dairesinde imamın tayininden daha mühim bir konu
yoktur. O dünyadan ayrılırken kalbi ümmetin işleri hususunda rahat ve ferah
olmalıdır. İmam, ihtilafları gidermek, birlik ve dirliği sağlamak İçin
gönderilir. Ümmetini başıboş bırakıp gitmesi caiz değildir. Böyle bir durumda,
herkes kendi başına buyruk hareket edecek ve kargaşa çıkacaktır. İmam, ölmeden
Önce ümmetin İşlerini üstlenecek birini tayin etmekle mükelleftir. Ümmet İçinden
güvenilir ve itimâda şayan birini açık biçimde bildirmelidir. Ali'nin
(radıyallahu anh) imameti bazı yerlerde îma yoluyla, bazı yerlerde de açıkça
bildirilmiştir.
İma yoluyla tayinine örnek olarak
şunlar zikredilebilir: Allah Resulü (salialiâhu aleyhi ve sellem) Tevbe
sûresini halka okuması İçin Ebu Bekir'i (radıyallahu anh) göndermişti. Daha
sonra Ali'yi (radıyallahu anh) göndererek sûreyi okumasını ve insanlara tebliğ
etmesini isterken yanındakilere şöyle buyurdu: "Cebrail (aleyhisselâm)
bana geldi ve sûreyi benden -ya da ailemden- birinin tebliğ etmesini
istedi." Bu ifade, Allah Resûlü'nün (saiiallâhu aleyhi ve sellem) Ali'yi
(radıyallahu anh) Ebu Bekir'in (radıyallahu anh) önüne geçirmesinin açık
delilidir. Yine emir tayin ederken Ali'yi (radıyallahu anh) Ebu Bekir
(radıyallahu anh), Ömer (radıyallahu anh) ve diğer sahabenin önüne geçirirdi.
Bir defasında Amr b. el-As'ı (radıyallahu anh) o ikisinin üstüne emir tayin
etmişti. Bir keresinde de Üsâme b. Zeyd'i {radıyallahu anh) onların üstüne
emir tayin etmişti. Oysa Ali'nin (radıyallahu anh) üstüne hiç kimseyi emir
tayin etmemişti.
Açık tayinine örnek olarak da şu
naslar zikredilebilir: Allah Resulü (saiiallâhu aleyhi ve sellem) İslâmın İlk
döneminde şöyle buyurmuştu: "Kim malı konusunda bana biat eder?"
Bunun üzerine bir topluluk kendisine biat etti. Sonra şöyle buyurdu: "Kim
canı üzere bana biat eder? O, benden sonra bu işin velîsi ve vasisi
olacaktır." Oradakilerden hiçbiri biat etmedi. Sonunda Ali (radıyallahu
anh) elini uzatarak O'na canı konusunda biat etti ve bu biatinin gereğini
hakkıyla yerine getirdi. Bu öyle bir sonuç doğurdu ki Kureyşliler Ebu Tâlib'i
şöyle diyerek ayıplar oldular: "Yeğenin, oğlunu senin üstüne emir tayin
etti!" Bilâhare İslâmın kemâle ermesi ve işlerin düzene girmesi sürecinde
İnen şu ayet-i kerimede de bu açıklama vardır: "Ey Resul! Rabbinden sana
indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş
olursun." (Mâide, 5/66) Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Gadîr-i
Hum'a vardığında ağaçların kesilmesini emretti. Sonra 'Namaz için toplanınız!'
diye nida ettiler. Ardından bineğinin üstünden şöyle buyurdu: "Her kimin
mevlâsı İsem, Ali de onun mevlâsıdır. Allahrm! Ona dost olana dost, ona düşman
olana düşman ol! Ona yardım edene yardım et! Ona desteğini çekenden Sen de
desteğini çek! Hakkı onunla dâim kıl! Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi? Tebliğ
ettim mi?" (Müsned, 1/118, 4/281, 5/370; Hâkim, Müstedrek, 3/118, 126; İbn
Ebu Şeybe, Musannaf, 6/328-329)
İmâmiyye, bunun açık bir nas
olduğunu ileri sürmektedir.
Resûlullah (aleyhisselâm)'ın kimin
mevlâsı olduğuna ve bu ifadenin han-gî mânaya geldiğine, bunun Hz. Ali hakkında
ne şekilde kullanılacağına baktığımızda, sahabenin mevlâ olmayı bizim
anladığımız gibi anladığını görüyoruz. Nitekim Ömer (radıyallahu anh) Ali
(radiyaJlahu anh) ile karşılaşırken şöyle demiştir: "Müjde sana ey Ali!
inanan erkek ve kadınların mevlâsı oldun!"
İmâmiyye mensupları, Allah
Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Yargı bakımından en üstün
olanınız Ali'dir." (Müstedrek, 3/145) hadisini, imamet için nas olarak görmüşlerdir.
Onlara göre imametin anlamı, her hâdisede en iyi yargıda bulunmak, hasımlar
arasında en adil hükmü verebilmektir. Allah Teâlâ'nın "Allah'a itaat edin,
Resûl'e ve sizden olan emir sahiplerine İtaat edin." (Nisa, 4/58)
buyruğunun anlamı da budur. İmâmiyye bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:
Buradaki emir sahiplerinden maksat, yargı ve hüküm verme yetkisine sahip
olanlardır. Nitekim hilâfet meselesinde Ensâr ile Muhacirler arasında yaşanan
ilk ihtilafta, tarafların saygı duydukları hükmü veren de İmam Ali
(radıyaliahu anh) olmuştur. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem)
sahabeden hemen hepsini belli bir vasıfla tahsis etmiş ve bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Farzları en iyi bileniniz Zeyd, Kur'ân'ı en iyi okuyanınız
Übeyy, helal ve haramı en iyi bileniniz de Muâz'dır."
(Tirmizî, Menâkıb, Hadis no: 3793,
3794) Ali (radıyaüahu anh) hakkında İse "Yargı bakımından en üstün
olanınız Ali'dir" (Müstedrek, 3/145) buyurmuştur. Yargı (kaza) bütün
İlimleri bilmeyi gerektirirken, diğer ilimler yargı ilmini bilmeyi
gerektirmemektedir.
İmâmiyye bu noktada kalmayıp daha
ileri gitmiş ve mensupları sahâ-be-i kiramdan bazılarını tekfir etmiş, en
azından onlar hakkında uygunsuz sözler sarfetmişlerdir. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm
onların adaletlerine ve Allah Teâlâ'nın kendilerinden razı olduklarına şahitlik
etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ağacın altında sana biat
ederlerken Allah onlardan razı olmuştu." (Fetih, 48/18) Orada Allah
Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat edenlerin sayısı bin dört yüz idi.
Ayrıca Allah Teâlâ muhacir ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanları da
övmüş ve şöyle buyurmuştur: "Muhacirler ve ensardan Öncekiler ve onlara
güzellikle tâbi olanlardan Allah razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular."
(Tevbe, 9/99) Yine O şöyle buyurmuştur: "Allah, Peygamberdin, muhacirlerin
ve zorluk anında ona tâbi olan ensarın tövbelerini kabul buyurdu." (Tcvbc,
9/117) Konuyla ilgili bir diğer buyruğu da şudur: "Sizden iman edip salih
amel işleyenlere Allah şöyle vaadetti: Yemin olsun ki onlardan öncekileri halef
kıldığı gibi kendilerini de yeryüzünde mutlaka halef kılacaktır." (Nûr,
24/55) Bu ayette de sahabenin Allah Teâlâ katındaki yüce makamına, Resulü
(sallaliâhu aleyhi ve sellem) nezdindeki değerlerine işaret söz konusudur.
Nasıl olur da dindarlık iddiasında bulunan birçok kimse, sahabeyi tenkit edip
onlara birçok zulüm ve haksızlık, hatta küfr isnat edebilir? Ayrıca
Resûlullah(s. a.v.) içlerinden on zâtın yani Ebu Bekir (radıyaüahu anh), Ömer
(radıyallahu
anh), Osman (radıyallahu anh), A1İ
(radıyallahu anh), Talha (radıyallahu anh), ZÜbeyr (radıyallahu anh), Sa'd b.
Ebî Vakkâs (radıyallahu anh), Saîd b. Zeyd (radıyallahu anh), Abdurrahman b.
Avf (radıyallahu anh) ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh'ın (radıyallahu anh) cennetlik
olduklarını haber vermiştir. Bunlardan her biri hakkında hususî haberler de
gelmiştir. Bu sahabenin bir kısmı hakkında yapılan nakillerin rivayetlerini iyi
incelemek gerekir. Çünkü râfızîlerin onlara İsnat ettikleri birçok asılsız
haber vardır.
imâmiyye mensupları, Hz. Hasan
(radıyallahu anh), Hz. Hüseyin (radıyal-lalıu anh) ve Ali b. Hüseyin'den sonra
imametin kimde olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Onların bu meseledeki
ihtilafları, diğer fırkaların ihtilaflarından bile daha çoktur. Harta onlardan
biri şöyle demiştir: "Meşhur hadiste zikredilen yetmiş küsur fırka Şîa İle
sınırlıdır. Bunun dışındakiler ümmetin inancı dışındadır." İmâmiyye,
imametin Ca'fer es-Sâdık'a verilişi hususunda fikir birliği içindedir. Ama
ondan sonra kimin nasla belirlendiği noktasında fikir ayrılığına düşmüşlerdir.
Çünkü Ca'fer'in beş oğlu vardı. Altı oğlu olduğu da söylenmiştir: Muhammed,
İshâk, Abdullah, Musa, İsmail ve Ali. Bazıları şu isimlerin nas ve tayin ile
belirlendiğini söylemiştir: Muhammed, Abdullah, Musa ve İsmail. Bunlar arasında
soyu devam eden olduğu gibi devam etmeyenler de olmuştur. İmâmiyye arasında
tevakkuf, bekleme (intizâr) ve kaybolduktan sonra geri dönme (ric'at) gibi
fikirleri sahiplenenler çıkmıştır. Kimileri de sevk ve ta'diye görüşünde
bulunmuşlardır ki bunların ayrıntıları her fırkada ayrıca ele alınacaktır.
Başlangıçta imamlarının vazettiği
usûl üzere olan İmâmiyye mensupları, zamanın geçmesiyle ve onlardan yapılan
rivayetlerdeki ihtilaflara bağlı olarak fırkalara bölünmüşlerdir. Bu
fırkalardan her birinin kendine göre bir yolu vardır. İmâmiyye'nin bir kısmı
Va'îdiyye veya Tafdîliyye ismiyle Mutezilî, bir kısmı da Müşebbihe ve Selefiye
adıyla İhbârî olmuştur- Allah Teâlâ yolunu yitirip yanlışa dalanların hangi
vadide hcîâk olduklarına bakmayacaktır.
Muhammed b. el-Bâkır b. Ali
Zeynelâbidîn ve oğlu Ca'fer es-Sâdık'ın taraftarlarından oluşan bir fırkadır.
Bunlar, hem o ikisinin, hem de babaları Zeynelâbidîn'in imametlerini iddia
etmiştir. Ancak fırka mensupları içinde bunlardan biri hakkında tereddüt edip
imameti onun çocuklarına uygun görmeyenler de vardır. Kimileri de bunun aksi
görüştedir. Bu fırkayı ayrıştırmamızın nedeni Şîa arasında el-Bâkır üzerinde
tevakkuf edip onun geri döneceğini (ric'at) söyleyenler bulunmasıdır. Aynı şekilde
Ebu Abdullah Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık üzerinde tevakkuf edenler de vardır.
O, dinî konularda derin bir ilim, kâmil bir edeb, dünyaya karşı tam bir zühd ve
arzular karşısında vera' sahibidir.
Ca'fer es-Sâdık Medine'de ikâmet
etmiş ve kendi taraftarlarına yardımcı olarak dostlarına ilimlerin sırlarını
öğretme çabasına girişmiştir. İmamet konusuna hîç karışmadığı gibi bu konuda
hiç kimseyle de rekabet ve mücadeleye girişmemiştir. Daha sonra Irak'a gitmiş
ve bir süre orada kalmıştır. Onun durumu, marifet denizine dalanın sahile tamah
etmemesi gibidir. Hakikatin zirvesine çıkan da aşağı düşmekten korkmaz. Eskiler
şöyle demiştir: Allah Teâlâ ile ünsiyet kuran insanlardan uzaklaşır, Allah
Teâlâ'dan gayrısıyla ünsiyet kuran da vesveselerin esiri olur.
Ca'fer es-Sâdık baba tarafından
Allah Resûlü'nün (saliallâhu aleyhi ve seilem] soy ağacına dayanır. Anne
tarafından ise Ebu Bekir'e (radıyallahu anh) dayanmaktadır. Ca'fer es-Sâdık,
birtakım aşırı uçların kendisine nisbet ettiklerinden de, onlardan da teberrî
etmiş ve hepsini lanetlemİştir. O, Râfızîlerin birtakım tutarsız
hususiyetlerinden, ric'at, bedâ', tenasüh, hulul ve teşbîh gibi fikirlerinden
beri olduğunu her fırsatta açıklamıştır. Şîa, onun ölümünden sonra fikir
ayrılığına düşmüş ve her grup kendine göre bir mezhep oluşturmuştur. Bu
fırkaların hemen hepsi ona mensubiyetlerini iddia etmiş ve kendi görüşlerini
bir şekilde ona dayandırmaya çalışmışlardır. Ama o, irizâl ve kader gibi
fikirlerden olduğu kadar kendi taraftarlarının aşırılıklarından da beridir.
İrâde konusundaki görüşü şudur:
"Allah Teâlâ bizden veya bizim için bir şey murâd eder. Bizim için murâd
ettiğini bizden sâdır kıldığı gibi bizden murâd ettiğini de bize İzhâr eder.
Hal böyleyken bize ne oluyor da bizden murad ettiğini bırakıp da bizim için
murad ettiğiyle meşgul oluyoruz?"
Kader konusundaki görüşü şudur:
"Kader, ne cebr ne de tefvizdir; ikisi arasında bir şeydir."
Duâ ederken şöyle derdi:
"Allahım, itaat ettiysem hamd , isyan ettiysem de hüccet Senindir. İhsanda
ne benim, ne bir başkasının rolü olmadığı gibi kötülükte de ne benim, ne
başkasının hücceti olabilir."
Ca'fer es-Sâdık hakkında farklı
düşünen fırkaları, onun taraftar grupları olarak değil onun şeceresinin aslına
mensubiyetleri itibarıyla sıralamayı daha doğru görürüz.
Nâvûs adındaki bir şahsın
taraftarlarından oluşan fırkadır. Bir rivayete göre Nâvûsâ köyüne nispetle bu
ismi almışlardır. Bunların iddiasına göre Ca'fer es-Sâdık yaşamaktadır ve
ortaya çıkıp iktidar sahibi olana kadar ölmeyecektir. Mehdî de odur. Ca'fer
es-Sâdık'ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Başımın dağdan aşağı
fırlatıldığını görseniz bile inanmayın. Çünkü sizin dostunuz kılıç
sahibidir."
Ebu Hâmid ez-Zûzenî (veya Zevzenî),
Nâvûsiyye'nin Ali'nin (radıyalh-hu anh) hayatta olduğunu, Kıyamet günü yerin
yarılıp onu çıkaracağını ve yeryüzünü adaletle dolduracağını iddia ettiklerini
belirtmiştir.
Bu fırkaya göre imamet, Ca'fer
es-Sâdık'tan sonra oğlu Abdullah el-Eftah'a geçmiştir. Abdullah, İsmail'in
ana-baba bir kardeşidir. Annesi ise Farıma bt. el-Hüseyin b. Hasan b. Ali'dir.
İmam Ca'fer'in en büyük oğlu odur.
İddialarına göre İmam Ca'fer şöyle
demiştir: "İmamet, İmamın en büyük oğluna geçer." Başka bir yerde ise
şöyle dediğini ileri sürmüşlerdir: "İmam, benim oturduğum yere
oturandır." Fırka mensuplarına göre İmam Ca'fer'in yerine büyük oğlu
oturmuştur. Yine onlara göre imam vefat ettiği zaman, ancak yeni imam
tarafından yıkanır, cenaze namazını o kıldırır, mührünü ancak o alır ve onu
toprağa o verir. Bunların hepsi de İmam Ca'fer'in büyük oğlu tarafından îfâ
edilmiştir. Ayrıca babası, bazı dostlarına emanet bırakmış ve bu emaneti talep
edenin imam olduğunu söylemiştir. Bu emanetler de Abdullah tarafından
istenmiştir. Her halükârda Abdullah, babasının vefatından sonra sadece yetmiş
gün yaşamış ve erkek evlat bırakmadan vefat etmiştir.
Yahya b. Ebî Şumeytfin
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. İddialarına göre imam Ca'fer şöyle
demiştir: "İmamınızın adı, bir peygamberinizin adıdır." Babasının da
ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer bir oğlun olur ve ona benim
adımı verirsen, imam o olur." Nitekim ondan sonra oğlu Muhammed imam
olmuştur.
Bu fırkaya göre Ca'fer es-Sâdık'tan
sonraki imam, nassın delâleti ve diğer çocuklarının ittifakıyla İsmail'dir.
Ancak bunlar, İsmail'in babası henüz hayattayken vefat etmesi üzerinde fikir
ayrılığına düşmüş ve bir kısmı onun ölmediğini, bunun Abbâsîlerin şerrinden
sakınmak için yapılmış bir takıyye olduğunu iddia etmiştir. Halife el-Mansûr'un
Medine'deki valisi de buna şahitlik etmiştir.
Bazılarına göre ise ölümü gerçek
olup nas geriye doğru işlemez. Nassın yaran, imametin, hakkında nas bulunan
şahsın evlatlanyla sınırlı olduğunu belirtmesidir. Şu halde İsmail'den sonraki
imam, Muhammed b. İsmail'dir. Bu görüşü benimseyenlere Mübârekiyye de
denilmiştir. Bunlardan bir topluluk ise imametin Muhammed b. İsmail'de
durduğuna ve onun bir zaman gâib olduktan sonra döneceğine (ric'at) inanmıştır.
Fırka mensuplarından bazıları ise
İmameti önce gizlenip, daha sonra ortaya çıkan şahsiyetlere tahsis etmişlerdir.
Bunlar bâtınîler olup bunların görüşlerini İleride daha ayrıntılı olarak ele
alacağız. Bu fırkanın görüşü, imametin İsmail b. Ca'fer ya da Muhammed b.
İsmail'de kalmasıdır. Bâtıniyye-İ Ta'lîmiyye olarak da bilinen İsmâiliye
fırkası ise, bağımsız olarak ele alınacaktır.
İmam Ca'fer'in oğlu Musa b.
Ca'fer'in nas ile imam tayin edildiğine inanan tek fırkadır. Fırka mensuplarına
göre İmam Ca'fer şöyle demiştir: "Yedinciniz kıyam edeninizdir."
"İmamınız kıyanı edeninizdir, o da Tevrat sahibinin adaşıdır." dediği
de rivayet edilmiştir.
Şîa, Ca'fer es-Sâdık'ın çocuklarının
dağıldığını, kiminin babası hayattayken çocuk bırakmadan öldüğünü, kiminin
ölümü üzerinde ihtilaf edildiğini, kiminin ölümden bir süre sonra kıyam
edeceğine inanıldığını, kiminin erkek çocuk bırakmadan vefat ettiğini ve
sadece Musa'nın babasının vefatından sonra imamet işini üstlenip gereklerini
yaptığını görünce imam olarak ona yöneldiler. Bu görüşte olanlara örnek olarak
el-Mufaddal b. Ömer, Zürâre b. A'yan ve Ammâr es-Sâbâti'yi zikredebiliriz.
Mûseviyye fırkası, İmam Ca'fer
es-Sâdık'ın bir dostuna şunu söylediğini rivayet etmiştir: "Günleri
say." Dostu pazardan başlayıp cumartesiye kadar bütün günleri saydı, imam
sordu: "Kaç gün oldu?" Dostu "Yedi" deyince şunu ifade
etti: "Yedilerin yedisi, denirlerin güneşi ve ayların nuru, oyun ve eğlencede
gözü olmayan yedinciniz ve kıyam edeniniz budur." Bİr yandan da oğlu Musa
el-Kâzım'a işaret ediyordu. Yine onun hakkında, "Musa, İsa peygambere
(aleyhisselâm) benzer." dediği nakledilmiştir.
Musa el-Kâzım imametini ilân edip
ayaklandığı zaman Harun er-Reşîd onu Medine'den getirtip önce İsa b. Ca'fer'in
evinde hapsetmiş, ardından da Bağdat'a getirterek es-Sindî b. Şâhek'in evinde
hapsetmiştir. Rivayete göre Yahya b. Hâlid b. Bermek tarafından zehirli hurma
verilerek öldürülmüştür. Naaşı Bağdat'taki Kureyş kabristanına defnedilmiş ve
taraftarları onun ardından ihtilafa düşmüştür.
Mûseviyye fırkasından bazıları ölümü
hakkında tereddüt etmiş ve "Onun ölüp Ölmediğini bilmiyoruz."
demişlerdir ki bunlara Memtûra -kaçak, korkak- denmiştir. Onlara bu ismi veren
Ali b. İsmail olup kendilerine şöyle demiştir: "Sizler ancak korkak
köpeklersiniz!" Bir başka grup ise ölümünün kesin olduğuna inanmıştır ki
bunlara Kat'iyye denilmiştir. Bir diğer grup imameti onda durdurmuş ve onun
Ölmediğini, bir süre gâib olduktan sonra döneceğini iddia etmiştir. Bunlara da
Vâkıfe denilmiştir.
Musa el-Kâzım b. Ca'fer es-Sâdık'm
öldüğüne kesin olarak inananlar Kat'iyye olarak isimlendirilmişlerdi. Bunlar
imameti, onun çocuklarıyla sınırlandırarak şöyle demişlerdir: Musa el-Kâzım'dan
sonraki imam, oğlu Ali er-Rıza olup Tûs şehrinde şehit olmuştur. Ardından
Muhammed et-Takî el-Cevvâd imam olmuştur ve o da Bağdat'taki Kureyş
kabristanına gömülmüştür. Ardından oğlu Ali b. Muhammed et-Takî imam olmuştur
ve Kum şehrinde şehit olmuştur. Onun ardından Hasan el-Askerî ez-Zekî imam
olmuştur. Ardından da oğlu ve beklenen imam Muhammed Kâim el-Muntazar imam
olmuştur. Kendisi Sâmerrâ'da olup imamların onikin-cisidir. İsnâ Aşeriyye
fırkasının imamlar silsilesi budur.
Bu on iki imamdan her biri üzerinde
de ihtilaflar varit olmuştur. Bu imamlarla, kendi kardeşleri ve amca oğullan
arasında yaşanan ihtilaflara da kısmen olsun değinmemiz gerekir. Ta ki
değinmediğimiz bir mezhep, zikretmediğimiz bir görüş kalmasın.
Bilinmelidir ki Şîa arasında kardeşi
Ali er-Riza'nın değil de Ahmed b. Musa b. Ca'fer'in imametini savunanlar da
çıkmıştır. Ali'nin imametini savunanlar önce Muhammed b. Ali üzerinde şüpheye
kapılmışlardır. Çünkü babası, kendisi henüz imamete ehil olmayan ve imamet
usulünü bilmeyen bir çocukken vefat etmiştir. Bu yüzdendir ki bir topluluk onun
imametini savunurken ölümünden sonrasında da farklı fikirler belirtmişlerdir.
Bir grup Musa b. Muhammed'in imametini savunurken başka bir grup Ali b.
Muhammed'in imametini savunmuştur. Onlar Ali'nin el-Askerî olduğunu söylemiş ve
onun ölümünden sonra da ihtilaf etmişlerdir. Bir grup Ca'fer b. Ali'nin
imametini savunurken başka bir grup Muhammed b. Ali'nin imametini savunmuştur.
Başka bir grup ise Hasan b. Ali'nin imametini iddia etmiştir. Bu grubun bir reisi
vardı ve kendisine Ali b. Fulân et-Tâhm denirdi. Kendisi kelâm ehlindendi.
Ca'fer b. Ali'nin gerekçelerini güçlendirmiş ve insanları ona yönlendirmişti.
Bu noktada Fâris b. Hatim b. Mâheveyh'in yardımını görmüştü. Çünkü Ali ölmüş ve
ardında Hasan el-Askerî'yi bırakmışa. Bunun üzerine şöyle dediler: "Biz,
Hasan'ı sınadık ve onda yeterli ilim olmadığını gördük." Nitekim onlar
Hasan'ın İmametini savunanlara Hımâriyye lakabını takarak Hasan'ın ölümünden
sonra Ca'fer'in konumunu güçlendirmeye çalıştılar. İddialarına göre Hasan halef
bırakmaksızın öldüğü için imameti bâtıl olmuştu. Nitekim Ca'fer birtakım
iddialar yönelttikten sonra Hasan'ın mirasına sahip çıktı. Hasan'ın durumu
zamanla hem sultan, hem de halk nezdinde ortaya çıktı. Avam da, havas da sırlarına
vâkıf oldular. Onun imametini savunanların fikirleri farklılaştı ve
taraftarları bölünmeye başladı. Birçoğu Ca'fer'in imametini savunur oldu.
Hasan'ın imametini savunanlardan birçoğu da fikirlerinden rücû ettiler. Hasan
b. Ali b. Faddâl ki hadis ve fıkıh bilgisi bakımından en zenginleri olan zât da
bunlara katıldı. Ca'fer'in ölümünden sonra da oğlu Ali b. Ca'fer'in ve Fâtıma
bt. Ali'nin İmametini iddia ettiler. Bİr kısmı sadece Ali'nin imametini
savunarak Fâtıma'nınkini reddetti. Ali ve Fâtıma'nın ölümünden sonra da büyük
ihtilaf yaşadılar. Ebu'l-Hattâb el-Esedî gibi bazı kimseler aşırı fikirlere
kapılarak gulâta dâhil oldu.
Hasan'ın imametini iddia edenlere
gelince, bunlar da onun ölümünden sonra on bir fırkaya bölündüler. Tanınmış
isimleri olmamakla birlikte fikirlerini ana hatlarıyla zikretmek istiyoruz:
Birinci fırka: Bu fırkaya göre Hasan
ölmemişti. Kendisi kâimdi ve zahirde çocuğu da yokken ölmesi caiz değildi.
Yeryüzü imamsız kalamazdı. Onlara göre kıyam eden (Kâim) imamın İki kere gâib
olması (gay bet) kesindi. Birinci kayboluştan sonra tekrar dönecek ve
güçlendikten sonra tekrar gâib olacaktır.
İkinci fırka: Bunlara göre Hasan
ölmüş olmakla birlikte yaşamaktadır. Kâim olmanın anlamı, öldükten sonra kıyam
etmektir. Hasan'ın ölümü kesindir. Ancak çocuğu olmadığı için öldükten sonra da
yaşaması gerekmektedir.
Üçüncü fırka: Hasan kesinlikle ölmüş
ve imamete kardeşi Cafer'i vasiyet etmiştir. Bu vasiyet sebebiyle imamet
Cafer'e geçmiştir.
Dördüncü fırka: Bunlara göre Hasan
ölmüştür. İmam ise Cafer'dir. Bu fırkaya göre Hasan'ın imametine inandıkları
için kendileri hata etmişlerdir. Çünkü o, imam değildir. Halef bırakmaksızın
öldüğü için İmamet iddiasında haksız olduğu kesinlik kazanmıştır. Ca'fer'in
iddiası İse haldi çıkmıştır.
Beşinci fırka: Bu fırkaya göre Hasan
ölmüştür ve onun İmametini savundukları için kendilerini hatalı görürler.
Hakiki İmam, Hasan ve Ca'fer'in kardeşleri Muhammed b. Ali'dir. Ca'fer'in fışkı
açığa çıkıp kendisi de bunu ilan edince, Hasan da onun gibi olup fışkını gizlediği
anlaşılınca şu kesinleşmiştir ki bunların İkisi de imamete lâyık değildir. Bu
durumda imameti hakeden, Muhammed olmaktadır. Ca'fer ve Hasan değil çocuğu da
olan Muhammed imam olmalıdır.
Altıncı fırka: Bunlara göre Hasan
halef bırakmaksızın ölmemiş-tir. Onun da oğlu vardır. Bu çocuk, babasının
Ölümünden İkİ yıl önce doğmuş olup amcası Ca'fer'den ve diğer düşmanlardan
korunmak için gizlenmiştir. Adı Muhammed olan bu çocuk imam, kâim, hüccet ve
beklenendir.
Yedinci fırka: Bu fırkaya göre de
Hasan'ın oğlu vardır. Ama bu çocuk, onun ölümünden sekiz ay sonra doğmuştur.
Ardında asılsız bir çocuk bırakarak öldüğü İddiası yersizdir. Çünkü böyle
olsaydı, muhakkak açığa çıkardı. Gözle görüleni inkâr etmek caiz değildir.
Sekizinci fırka: Hasan'ın vefat
ettiği doğrudur. Çocuğu olmadığı da doğrudur. Bir cariyesinin hamile kaldığı
iddiası da bâtıldır. Ondan sonraki imam mevcud değildir. İşlenen günahlardan
dolayı Allah Teâlâ'nın yeryüzünü imamsız bırakması aklen caizdir. Buna
fetret dönemi ve imamsız devir denir. Onun vefatından sonraki dönem, Allah
Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderilmesinden önceki dönem benzeri
bir fetret dönemidir.
Dokuzuncu fırka:
Fırkamensuplarışöyledemişlerdir: Hasan ölmüştür. Ölümü kesindir. İnsanların bu
meseledeki ihtilafları anlaşılmazdır. Hiç kuşku yok ki Hasan'ın bir oğlu
olmuştur. Ama onun ölümünden önce mi yoksa sonra mı doğduğunu tam olarak
bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, yeryüzünün hüccetsiz kalmayacağıdır. Onun gâib
bir halefi vardır. Onu dost ve veli edinip suretiyle ortaya çıkıncaya kadar
ismine sarılırız.
Onuncu fırka: Bunlara göre de Hasan
ölmüştür. Ancak İnsanların bir imamı olması lâzımdır. Yeryüzü hüccetsiz kalmaz.
Bilinmeyen husus, bu hüccetin onun oğlu mu, yoksa başka biri mi olduğudur.
Onbirİnci fırka: Bu fırka mensupları
yukarıda sıralanan tutarsızlıklara karışmayarak şöyle demişlerdir: İşin
içyüzünü kesin olarak bilemeyiz. Ama er-Rıza hakkında kat'î bilgi sahibiyiz ve
onun imam olduğuna inanıyoruz. Şia'nın ihtilafa düştüğü her meselede çekimser
kalıp Allah Teâlâ'nın hücceti açığa çıkarmasını bekleriz. Hüccet, suretiyle
ortaya çıkıp görenler tarafından imametine İnanılınca mucize, keramet veya
delile ihtiyaç duyulmaz. Hüccetin mucizesi, İnsanların kavga gürültü
etmeksizin tamamen ona tâbi olmalarıdır.
Onbir fırkanın tamamı bunlardır. Her
biri bir şeyi kati olarak teslim ederken tamamı da hepsini teslim etmişlerdir.
İşin garip tarafı, imamın kayboluş
(gaybet) süresinin ikiyüz elli küsur yıla kadar uzayabileceğine inanmalarıdır.
Dostumuz ise şöyle demektedir: "Kâim imam kırk yıl geçtikten sonra
çıktığında imamınız değildir. Peki ikiyüz elli küsur yıl kırk seneye nasıl
sığacaktır?" Kayboluş süresinin nasıl düşünüldüğü sorulunca Şîa şöyle
cevap vermektedir: "Hızır (aleyhisselâm) ve İlyâs (aleyhisselâm) dünyada
binlerce yıldır yemeden İçmeden yaşamıyorlar mı? Böyle bir hususiyet Ehl-i
Beyt'ten biri için neden caiz olmasın?" "Bu ihtilaflarınız ortadayken
imamın kaybolduğunu nasıl iddia edebilirsiniz? Hem Hızır (aleyhisselâm) belü
bir cemaate güvence olmakla mükellef değildir. Oysa sizin imamınız güvence
kaynağı, hidâyet ve adaletin sağlayıcısı olmakla, cemaat da ona uyup sünnetine
sarılmakla mükelleftir. GÖrülmeyen birine nasıl uyutabilir?" türünden
sorular karşısında İmâmiyye, şaşkın vaziyette usûl bakımından Mu'tezüe'ye,
sıfatlar konusunda ise Müşebbi-he'ye sarılmaktan başka çıkar yol bulamamıştır.
Şîa fırkalarından Ihbâriyye ile
Kelâmiyye kanlı bıçaklı olup birbirlerini tekfir ederler. Mufaddile ile
Va'îdiyye arasında yaşanan kavganın aynısı onlar arasında da mevcuttur. Allah
bizi şaşkınlıktan korusun.
Açıkladığımız derin ihtilaflara
rağmen beklenen imamın imametini savunanlar, onun hakkında ulûhiyet iddiasında
bulunarak "De kİ: Amelde bulunun, Allah, Resulü ve müminler amellerinizi
göreceklerdir. Gaybı ve şehâdcti bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz."
(Tevbe, 9/105) âyetini beklenen İmama yormaktan haya etmezler mi?
İddialarına göre ayette murâd edilen
şahıs, beklenen İmam olup kıyamet ilmi ona bildirilecektir. Ayrıca onun bizden
asla uzak olmadığını, insanlar hesaba çekilirken bütün hallerimizi bize
bildireceğini iddia ederler. Bütün bunlar akıl ve mantıktan uzak sözlerdir.
O merkezlerin hepsini dolaştım,
Bariz olan herşeyi dikkatle süzdüm,
Tek gördüğüm şaşkın birinin
yumruğuydu,
Çenesine kapanmış, ya- da pişman
birinin dişlerine vurulmuş.
İmâmiyye tarafından kabul edilen
onîki imamın isimleri şunlardır:
el-Murtazâ, el-Müctebâ, eş-Şehîd,
es-Seccâd, el-Bâkır, es-Sâdık, el-Kâzım, er-Rızâ, et-Takî, en-Nakî, ez-Zekî,
el-Huccetü'1-Kâimu'l-Muntazar.
Bunlar, imametine inandıkları
şahıslar hakkında çok aşırı fikirlere sahip olarak onları insanlık
mertebesinden çıkartıp ilahlık mertebesine yükseltenlerdir. İmamlardan herhangi
birini ilaha benzettikleri gibi, İlah'ı da insana benzettikleri görülmektedir.
Genel olarak ifrat ile tefrit noktalarında yer alırlar. Şüphelerinin kaynaklan
Hulûliyye, Tenâsuhiy-ye, Yahudilik ve Hıristiyanlık mezhepleridir. Bilindiği
üzere Yahudiler yaratanı yaratılana benzetirken, Hıristiyanlar yaratılanı
yaratana benzetmislerdir. Bu ve benzeri şüpheler Şia'nın aşırı uçları arasında
yayılmış ve bazı imamların Hanlığını iddia etmelerine yol açmıştır. Teşbih
fikri aslen Şia'da mevcutken bilâhare Ehl-i Sünnet5in bir bölümüne geçmiştir.
Daha sonraları ise Şîa arasında Mutezilî fikirler daha fazla yer bulmuştur.
Bunun nedeni, söz konusu fikrin akla daha yakın, teşbîh ve hulul düşüncesinden
olabildiğince uzak olmasıdır.
Gulâtın ortaya attıkları bidatleri
şu dört başlıkta toplamak mümkündür: Teşbîh, Bedâ', Ric'at ve Tenasüh. Aşırı
Şiîler'in (gulât-ı Şîa) beldelere göre belirlenmiş lakapları vardır. Örneğin
İsfahan'da bulunanlara Hurremiyye, Kevziyye, Rey şehrinde bulunanlara
Mazdekiyye, Sinbâdiy-ye, Azerbaycan'da bulunanlara Dekûliyye,
Mâveraünnehir'deki Muham-mere'de bulunanlara Mubayyada denilmiştir.
Gulât on bir fırkadır:
Bu fırka, Abdullah b. Sebe adındaki
şahsın taraftarlarından oluşur. Abdullah b. Sebe, Ali'ye (radıyalhhu anh) -ilah
olduğunu imâ ederek- 'Sen! Sen!' demişti. İmam Ali (radıyallahu anlı) onu Medayİn
şehrine sürdü. Bu şahsın aslen Yahudi olduğu, sonradan müslüman olduğu
söylenmiştir. Yahudiliği döneminde Yûşa b. Nûn için 'Musa peygamberin
vasisidir' demiştir. Müslüman olduktan sonra da aynını İmam Ali (radıyallahu
anh) hakkında söylemeye başladı. Onun imametinin nas ile vacip olduğu fikrini
ilk ortaya atan da o idi. Diğer aşırı fırkalar bundan doğmuştur.
Ona göre İmam Ali (radıyallahu anh)
ölmemiş olup yaşamaktadır. Çünkü onda ilâhî bir parça olup onu ele geçirmek
mümkün değildir. Bulutların içinde gelen odur, gök gürlemesi sesi, şimşek
tebessümüdür. Bir gün yeryüzüne inecek zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle
dolduracaktır.
İbn Sebe bu iddialarını İmam Ali'nin
(radıyallahu anh) vefat etmesinden sonra dillendirmeye başlamış ve bir cemaat
oluşturmuştur. Tevakkuf, gay-bet ve ric'at gibi sapık fikirler ilk olarak bu
cemaattan çıkmıştır. Bunlar, imam Ali'den (radıyallahu anh) sonra da ondaki
İlâhî parçanın diğer imamlarda tenasüh ettiğini iddia etmişlerdir. İbn
Sebe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu husus, onun muradının aksini
savunsalar dahi sahabe tarafından da bilinmekteydi. Nitekim o, Harem'de had
cezası olarak birinin gözünü çıkardığı zaman Ömer b. Hattâb (radiyallahu anh)
bu olay hakkında şöyle demişti: '-Hâşâ- Allah Teâlâ'mn eli Harem-i Şerifte bir
göz çıkarmışsa buna ne diyebilirim?!'"
Ebu Kâmil adında bir şahsın
taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Bu şahıs, imam Ali'ye (radıyallahu anlı)
biat etmedikleri iddiasıyla bütün sahabe-i kiramı küfürle itham etmiştir. Aynı
zamanda tabiî hakkını talep etmedi diyerek imam Ali (radıyallahu anh) hakkında
da ileri-geri konuşmuş, hurûc etmesi ve ortaya çıkması gerekirken oturmasını
mazur görmemiştir. Ona göre imamet bir insandan diğerine geçen (tenasüh eden)
bir nurdur. O nur, bir şahısta peygamberlik (nübüvvet), başka bir şahısta
imamet olarak görünür. Bazen de imamet, nübüvvete intikâl eder. Ona göre ölüm
anında ruhlar tenasüh eder.
Aşırı fırkaların yaklaşık tamamı
tenasüh ve hulul fikirlerinde fikir birliği etmişlerdir. Tenasüh, hemen her
dinde bir fırkanın ileri sürdüğü bir iddiadır. Asıl kaynağı ise Mazdekîler,
Hint Brahmanları, filozoflar ve Sâbiîler-dir. Bu fırka mensuplarına göre Allah
Teâlâ her yerde mevcuttur, her dilde konuşur ve her insanın suretinde hulul
mânasında zahir olan O'dur.
Hulul, bazen cüz'î bazen de külli
olur. Cüzi olması güneşin küçük bir pencere veya kristal üzerine yansıması
gibidir.
Küllî olması ise meleğin bir
şahısta, ya da şeytanın bir hayvanda zuhur etmesi gibidir.
Tenasüh ise dört mertebede gerçekleşir:
Nesh, Mesh, Fesh ve Resh. Bunlar Mecûsî fırkalarının tafsilâtına girildiği
zaman açıklanacaktır. En yüksek mertebe melekiyyet veya nübüvvet mertebesidir.
En aşağı mertebe şeytanlık veya cinnîliktir.
Ebu Kâmil'in tenasüh konusundaki
görüşü zahiriyle sınırlı olup ayrıntılı değildir.
el-Albâ b. Zira ed-Devsî -bazılarına
göre el-Esedî- adındaki şahsın çevresinde toplananların oluşturduğu fırkadır.
İmam Ali'yi (radıyallahu anh) Din Sahipleri Allah Resûlü'nden (salkllâhu aleyhi
ve sdiem) üstün tutardı. Ona göre imam Ali {radıyallahu anh) -hâşâ- bir İlahtı.
Hz. Muhammed'İ (sallallâhu aleyhi ve seltem) peygamber olarak gönderen de oydu.
Allah Resûlif nü (sallailâhu aleyhi ve sel-iem) zemnıederdi; çünkü ona göre Hz.
Muhammed (saliaUâhu aleyhi ve sellem) Ali'ye davet etmek için gönderilmiş
olduğu halde kendine davet etmişti. Bu yüzden fırkanın bir adı da Zemîme
(Zemmedenler) idi.
Fırkanın bazı mensuplarına göre her
ikisi de ilahtı. Ancak İlahlık hükümleri bakımından Ali'yi (radıyallahu anh) önde
tutarlardı. Bu görüşte olanlara Ayniyye denilmiştir.
Bazıları ise ilahlık bakımından Hz.
Muhammed'İ (sallallâhu aleyhi ve sellem) üstte görürlerdi ki bunlara da
Mîmiyye denilmiştir.
Bazıları İse Hz. Muhammed
(sallallâhu aleyhi ve sellem), Ali (radıyallahu anh), Fâtima (radıyallahu anh),
Hasan {radıyallahu anh) ve Hüseyin'in (radıyallahu anh)
hepsini ilah olarak görürdü. Onlara
göre bu beşi, tek bir varlık gibiydi. Birinin diğerine göre üstünlüğü yoktu.
Fâtıma'yı (radıyallahu anh) dişil olarak zikretmeyi hoş görmedikleri için
sonundaki dişilik tâ'sını atarak Fâtım derlerdi. Nitekim şairlerinden biri
şöyle demiştir:
Dinde Allah'tan sonra şu beşini dost
edindim:
Bir peygamber, iki torunu, bir önder
ve Fâtım.
el-Muğîre b. Sald el-Iclî adındaki
şahsın taraftarlarının oluşturduğu fırkadır. Muhammed b. Ali b. Hüseyin'den
sonra imametin Muhammed en-Nefs ez-Zekiyye b. Abdullah b. Hasan b. Hasan'a
geçtiğini iddia etmiştir. Bilindiği üzere en-Nefs ez-Zekiyye Medine'de kıyam
etmişti. el-Muğîre onun ölmeyip yaşadığını iddia etmiştir.
El-Muğîre, Hâlid b. Abdullah
el-Kısrfnin azatlısıydı. İmam Muham-med'den sonra imametin kendisine geçtiğini
iddia ve bilâhare peygamberliğini ilân etmiştir. Haramları helal saymış, Ali
(radıyallahu anh) hakkında akıl almaz bir aşırılığa yönelmiştir. Bütün bunlara
teşbihe dayalı görüşlerini de ilâve ederek şöyle demiştir: Hak Teâlâ, cisimdir
ve harflere benzer organları vardır. Nurdan bir erkek suretindedir. Başında
nurdan bir taç vardır. Kalbi hikmet fışkıran bir pınardır. Âlemi yaratmak
istediğinde ism-i Azam'ı telaffuz etmiş, bu isim havada uçarak O'nun başına taç
olarak konmuştur. Taratıp şekil veren yüce Rabbinin ismini teşbih et!' (A'lâ,
87/1) buyruğu da bunun beyanıdır.
Sonra kulların fiillerine muttali
olup bunları avucuna yazdı. İşledikleri günahlardan dolayı gazaba gelerek
terledi. Terinden iki deniz husule geldi. Biri tatlı, biri tuzlu oldu. Tatlı
olan aydınlık, tuzlu olan karanlıktı. Aydınlık denize bakınca kendi gölgesini
gördü. O gölgesinden bir kısmını alıp ayı ve güneşi yarattı. 'Benimle beraber
başka İlah olamaz!' buyurup kalan gölgeyi yok etti. Sonra kalan mahlukâtı iki
denizden yarattı. Kâfirleri karanlık denizden, müminleri aydınlık denizden
yarattı. İnsanların gölgeleri ilk yaratılan şeylerdi; bunlar arasından da ilk
önce Hz. Muham-med'in (sallaUâhu aleyhi ve seilem) ve Hz. Ali'nin gölgelerini
yarattı. İmam Ali'yi imametten menetme emânetini göklere, yerlere ve dağlara
teklif etti. Hiçbiri bu emâneti almaya yanaşmadı. Sonra emanet insanlara
arzedildi. Sonunda Ebu Bekir (radıyallahu anh), Ömer'in (radıyallahu anh)
emriyle o emâneti yüklendi. Ömer (rajyallahu anh) ona, 'Sen bu emâneti götür,
sana yardım ederim. Tek şartım var, o da İmameti senden sonra bana vasiyet
etmendir' dedi. O da bu şartı kabul etti. Allah Tcâlâ'nın "Ve insan onu
yüklendi. O gerçekten çok zâlim ve câhildir." (Ahzâb, 33/72) ayetini buna
yormuştur. Ömer (radıyallahu anh) hakkında ise "Şeytan gibi ki o insan
-oğluna- "İnkâr et!' demişti. İnkâr ettiğinde ise, 'Ben senden beriyim'
demişti." (Haşr/16) buyruğunun nazil olduğunu söylemiştir.
el-Muğîre Öldürüldüğü zaman
taraftarları bölündü. Kimisi onun geri döneceğine inanırken kimisi de
Muhammed'in imametini beklemek gerektiğine inandı. El-Muğîre, Ebu Ca'fer
Muhammed b. Ali'nin imametini iddia etmiş, ardından da onun hakkında aşırıya
kaçarak ilahlığını iddia etmiştir. İmam el-Bâkır ondan teberrî ederek kendisini
lanetlemiş-tir. el-Muğîre taraftarlarına şöyle demiştir: Onu bekleyin, bir gün
mutlaka dönecektir. Cebrâîl (aleyhisselâm) ile Mikâil (aleyhisselâm) ona Rükün
ile Makam arasında biat edecektir. el-Muğîre onun Ölüleri dirilttiğini de iddia
etmiştir.
Ebu Mansûr el-Iclî adlı şahsın
taraftarlarından oluşan fırkadır. Bu şahıs kendisini Muhammed b. el-Bâkır'a
(radıyallahu anh) nisbet etmiştir. İmam el-Bâkır, onunla hiçbir bağı olmadığını
ilân ederek kendisini kovunca kendi imametini iddia etmeye başlamış ve İmam
el-Bâkır vefat edince, "İmamet bana geçti' demiştir. Bu iddiayla ortaya
çıktı, Kûfe'de Benî Kin-de'den bir cemaat topladı. Hişâm b. Abdulmelik
zamanında Irak valisi olan Yusuf b. Ömer es-Sekafî çirkin iddialarından
haberdâr oldu ve onu yakalatıp astırdı.
Ebu Mansûr el-Iclî, İmam Ali'nin
(radıyallahu anh) gökten düşen parça olduğunu iddia etmiş, kimi zaman da şöyle
söylemiştir: "Gökten düşen parça Allah Teâlâ'dır." Kendi imametini
iddia etmeye başladığında şöyle demiştir: "Göğe yükseldim ve orada
mabudumu gördüm. Eliyle başımı sıvazlayarak şöyle dedi: 'Ey oğul, yeryüzüne in
ve emirlerimi tebliğ et!' Sonra beni yeryüzüne indirdi." Bu durumda gökten
düşen parça kendisi olmaktadır.
Yİne onun iddiasına göre
peygamberlerde asla inkıta olmadığı gİbİ risâlet de kesintiye uğramaz. Ona göre
Cennet, kendini sevmekle emro-lunduğumuz bir adamdır. O ayrıca vaktin de
imamıdır. Cehennem de öyle biridir ki ona da buğz ve düşmanlık etmekle
emrolunduk. Ayrıca o imamın düşmanıdır. Ebu Mansûr, bütün emir ve yasakları
insan isimleri olarak tevil ederdi. Ona göre farzlar, sevilmesi emredilen
insanların isimleriydi. Haramlar da nefret edilmesi emredilen kimselerin
isimleriydi. Bu tevil İle maksadı, dinin emir ve yasaklarını geçersiz kılmaktan
başka bir şey değildi. Nitekim onun taraftarları muhaliflerini öldürmeyi,
mallarını gaspetmeyi ve kadınlarını esir almayı helal görmüşlerdir. Bunlar
Hurre-miyye'nin bir grubudur. Farz ve haramların birtakım insanlara benzetilmesinin
nedeni, sevilmesi emredilen kimseleri sevdiğimizde farzların sakıt olması,
nefret etmemiz emredilen kimselerden nefret ettiğimizde ise haramların boşa
çıkmasıdır.
Ebu Mansûr el-Icifnin ortaya attığı
bir diğer bidat, Allah Teâlâ tarafından yaratılan ilk insanın Hz. İsa
(aleyhisselâm), ikinci insanın da Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahu anh) olduğudur.
Ebu'l-Hattâb Muhammed b.Ebi Zeyneb
el-Esedî adlı şahsın taraftarlarının oluşturduğu fırkadır. Ebu'l-Hattâb, Esed
oğullarının azatlısıdır. Ebu'l-Hattâb, kendisini Ca'fer es-Sâdık'a nispet
etmişse de, İmam Ca'fer kendisi hakkında aşırı fikirlere saptığım öğrendiği anda
ondan yüz çevirerek ona lanet etmiş ve cemaatine de ondan yüz çevirmelerini
emretmiştir.
Bunun üzerine Ebu'l-Hattâb kendi
imametini iddia etmeye başlamış, imamların peygamber hatta ilah olduklarını
iddia etmiştir. İmam Ca'fer es-Sâdık'ı ve babalarını ilah olarak niteledi.
"Onlar Allah Teâlâ'nın oğulları ve dostlarıdır." dedi. Ona göre
ilahlık peygamberlik üzerinde bir nur, peygamberlik de imamet üzerinde bir
nurdur. Dünya bu nur ve eserlerden hâli kalmayacaktır. Ona göre Ca'fer
yaşadığı dönemin ilahıdır. Yine o, "O, duyularla algılanabilen ve
görülebilen bir varlık değildi. Ancak yeryüzüne İndiğinde bilinen suretine
büründü ve insanlar onu bu suretiyle gördüler." demiştir.
Halife el-Mansûr'un valisi İsa b.
Musa onun çirkin iddialarından haberdâr olunca Küfe meydanında idam ettirdi.
Onun Ölümünden sonra taraftarları dağılıp parçalandı.
Bir fırka, Ebu'l-Hattâb'dan sonra
Mu'ammer adında birinin imam olduğunu iddia etmiş ve ona Ebu'l-Hattâb'a
davrandıkları gibi davranmışlardır. Cennetin dünyevî zevkler, cehennemin de
dünyevî acılar olduğunu İleri sürmüş ve dünyanın yok olmayacağını iddia
etmişlerdir. Farzları terk ederek haramları mubah görmüşlerdir. Zina, şarap ve
benzeri birçok haramı helal saymışlardır. Namaz ve benzeri farzları da terk
etmişlerdir. Bu fırka mensupları Mu'ammeriyye olarak bilinir.
Bir başka fırka ise Ebu'l-Hattâb'dan
sonra Bezîğ adında birinin imam olduğunu iddia etmiştir. Bu adam, Ca'fer'in
imam olduğunu, yani İlahın onun suretinde tecellî ettiğini iddia etmiştir. Her
mümine vahiy gelebileceğini söyleyerek Allah Teâlâ'nın "Hiçbir nefs
Allah'ın İzni olmaksızın iman etmez" (Yûnus, 10/100) buyruğunu buna tevîl
etmiştir. Ayetteki 'bi-iznil-lah-Allah'ın izniyle' buyruğunu,
'bi-vahyillah=Allah'ın vahyi ile' şeklinde tefsir etmişlerdir. "Rabbin
balansına vahyetti ki" (Nahl/67) buyruğunu da bu şekilde tevîl
etmişlerdir. İddiasına göre kendi arkadaşları arasında Cebrail (aleyhissdâm) ve
MikâiFden (akyhisseMm) daha faziletli kimseler vardır. İddiasına göre kemâl
derecesine ulaşan bir insanın öldüğü söylenemez; ancak onlar arasından nihayete
ulaşan kişinin melekûta rûcû ettiği söylenebilir. Fırka mensupları ölülerini
gece gündüz gördüklerini de iddia etmiş-lerdir. Bu fırka, kurucusuna nispetle
Bezîğİyye olarak adlandırılmıştır.
Bir başka grup ise Ebu'l-Hattâb'dan
sonra Umeyr b. Beyân el-Iclî adında bir şahsın İmam olduğunu iddia etmiştir.
Bunlar ilk fırka İle aynı görüşleri İleri sürmüş, ancak onların da öldüğünü
kabul etmişlerdir. Küfe çöplüğünde bir çadır kurmuşlardı. Orada toplanıp Ca'fer
es-Sâdık'a ibadet ediyorlardı. Yezîd b. Ömer bu yaptıklarını haber alınca
Umeyr'i yakalattı ve Küfe çöplüğünde astırdı. Bu fırka hem Umeyriyye, hem de
Icliyye adıyla tanınmıştır.
Bir diğer grup Ebu'l-Hattâb'dan
sonra Mufaddal es-Sayrafî'nin imam olduğunu iddia etmiştir. Bunlar Ca'fer'in
peygamber ve resul olmayıp rab olduğunu iddia etmişlerdi. Bu fırka da
Mufaddaliyye olarak isimlendirilmiştir.
İmam Ca'fer es-Sâdık bu sapık
fırkaların tamamından teberrî etmiş, onları çevresinden kovarak lanetlemiştir.
Bunların hepsi büyük bir şaşkınlık ve dalâlet içinde kimselerdi. İmamlar
konusunda da büyük bir cehalet içindeydiler.
Ahmed b. el-Keyyâl adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bu şahıs, Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık'tan
sonra Ehl-i Beyt'ten -muhtemelen gizli- bir zâtın imametini iddia ve ona davet
etmiştir.
Bu şahıs ilim adına birşeyler
duymuş, ancak bunları kendi sağlıksız ve dayanaksız fikirleriyle karıştırarak
her ilim dalında daha önce işitilmemiş ve akıl almaz bir görüş ortaya atmıştır.
Bazı noktalarda Hasan'a ısrarla karşı çıkmıştır.
Ehl-i Beyt onun bidatlerine muttali
olunca kendisinden teberrî etmiş ve yanlarından uzaklaştırarak lanet
okumuşlardır. Ehl-i Beyt'in bu tavrı üzerine onları terkeden el-Keyyâl kendi
davetini başlatmış ve önce imâm, ardından da Kâim olduğunu iddia etmiştir.
Ona göre âfâkı enrüs üzerinde takdir
edebilen ve her iki âlemin tavrını ortaya koyabilen herkes imamdır. Âfâk ile
kasdettiği ulvî âlem, enfüs ile kasdettiği ise süflî âlemdir. Küllü zâtında
takrir eden, bütün küllileri kendi şahs-ı cüzisinde açıklayabilen kişi kâimin
kendisidir. İddiasına göre bütün zamanlar içinde bu takriri yapabilen tek insan
Ahmed el-KeyyâPdır. Bu nedenle de Kâim kendisidir.
Önce imam, sonra kâim olduğunu İddia
ettiği için bizzat kendi taraftarlarından birince katledilmiştir. Fikirleri
Arapça ve Farsça kaynaklarda yaşamaya devam etmiştir. Bunların çoğu aklen ve
şer'an kabul edilemez nitelikte saçmalıktan İbarettir.
El-Keyyâfe göre üç âlem vardır:
Âlem-i a'lâ, âlem-i ednâ ve âlem-i insanî.
Alem-i a'lâda beş mekân mevcuttur:
En üstte mekânların mekânı yeralır ki bu, boş bir mekân olup hiçbir varlık
tarafından meskûn olmadığı gibi hiçbir rûhânî tarafından da idare edilmez. Rüll
ile çevrilmiştir. İddiasına göre bu, şeriatte vârid olan Arş'dan ibarettir. Bu
mekânın altında Nefs-i a'lânın mekânı, onun altında nefs-i natıkanın mekânı,
onun da altında nefs-i insanînin mekânı mevcuttur.
Ona göre nefs-i İnsanî nefs-i a'lâ
âlemine yükselmek istemiş ve oraya tırmanmaya başlamıştır. Bu meyanda hayvani
ve nâtık mekânları yırtarak geçmiştir. Nefs-i a'lâ âlemine yaklaştığında
bocalamaya, tökezlemeye, bozulmaya ve dönüşmeye başlamış ve âlem-i süfliye
düşmüştür. Orada asırlar ve devirler boyu bozulmuş ve dönüşmüş halde kalmıştır.
Daha sonra nefs-i a'lâ onun üzerinden geçmiş ve ona kendi nurlarından bir
parçayı taşırmıştır. Bunun sonucunda da bu âlemdeki terkipler ortaya çıkmıştır.
Böylelikle gökler ve yer, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insan oluşmuştur.
Nefs-İ insanî bütün bunların arasında bazen sevinçle, bazen tasayla, bazen
neşeyle, bazen kederle, bazen huzur ve rahat, bazen de darlık ve sıkınayla
yaşamış, Kâim ortaya çıkıncaya kadar da bu hal devam etmiştir. O geldiğinde
kemâl derecesine ulaşmış, terkipler çözülmüş ve tezatlar ortadan kalkmıştır.
Rûhânî olan cismânî olana hâkim olmuştur. Bu Kâim, Ahmed el-Keyyâl'den başkası
değildir.
Kendinin nasıl tayin edileceğini en
zayıf ve tutarsız biçimde kanıtlamaya çalışmıştır. Ona göre Ahmed ismi, dört
âleme tekabül eder. Adındaki Elif harfi nefs-i a'lâ'yı, Hâ harfi nefs-İ
natıkayı, mîm harfi nefs-i hayvaniyi, dâl harfi ise nefs-i insanîyi
karşılamaktadır. Ona göre bu dört âlem, temel ve basittir. Mekânların mekânına
gelince orada hiçbir varlık mevcut değildir.
Ulvî âlemlerin mukabilinde
süflî-cismânî âlemin bulunduğunu iddia ederek şöyle demiştir: GÖk boştur ve
mekânların mekânına mukabildir. Altında ateş, onun altında hava, onun altında
arz, onun da altında su vardır. Bu dördü, dört âleme mukabldir.
Fikirlerini açıklamaya şöyle devam
eder: İnsan ateşin karşısında, kuş havanın karşısında, hayvan arzın karşısında,
balık suyun karşısında yeralır. Diğer varlıklar için de aynı yol izlenir. Suyun
merkezi, merkezlerin en altıdır. Balık da mürekkeplerin en değersizidir.
Üç âlemden biri ve âlem-i enfüs olan
âlem-i insanîyi, rûhânî ve cismânî âlemlerle karşılaştırarak şöyle demiştir:
Bunda mürekkep olan beş duyu vardır:
İşitme, mekânların mekânını
karşılar. Çünkü o, boştur ve göğün karşılığıdır.
Görme, rûhânî bakımdan nefs-i
a'lâyı, cismânî balamdan ateşi karşılar. Göz bebeği (insanü'l ayn) orada
bulunur ve İnsan, ateşe mahsustur.
Koklama, rûhânî bakımdan nefs-i
nâtıkı, cismânî bakımdan havayı karşılar. Çünkü koklama havadan kaynaklanan bir
duyudur.
Tatma, rûhânî balcımdan hayvaniyi,
cismânî bakımdan arzı karşılar. Arz hayvanın ihtisasına dâhilken yeme de
hayvanın ihtisasına dâhildir.
Dokunma, rûhânî bakımdan nefs-i
insanîyi, cismânî bakımdan suyu karşılar. Balık suya mahsus olup dokunma balığa
mahsustur. Dokunmayı yazmayla da ifade etmiştir.
Ahmed; Elif, Hâ, Mîm ve Dâl
harflerinden oluşur ve bu dört harf, dört âlemi karşılar.
Ulvî-rûhânî âlem karşısındaki
durumunu açıkladık. Alem-i süflî karşısındaki durumu ise şöyledir: Elif harfi
insana, hâ harfi hayvana, mîm harfi kuşlara, dâl harfi balıklara delâlet eder.
Elif, dosdoğru olması itibarıyla insan gibi, hâ eğik ve yatık olması, ayrıca hâ
harfiyle başlaması itibarıyla hayvan gibi, mîm kuşların başları gibi, dâl da
balıkların kuyrukları gibi olduğu için böyledir.
Ona göre Allah Teâlâ insanı Ahmed
isminin şekli üzere yaratmıştır. Endamı elif, elleri hâ, karnı mîm ve ayaklan
dâl gibidir.
Tuhaf görüşlerinden biri de şudur:
Peygamberler taklîd ehlinin Önderleridir. Taklîd ehli ise kördür. Kâim ise
basiret ehlinin önderidir. Basiret ehli, akıl sahiplerinden oluşur. Bu
basiretleri âfâk ve enfüs karşısında elde ederler.
Yukarıda sıralanan karşılaştırmalar
işittiğimiz en akıl dışı ve değersiz görüşlerdendir. Hiçbir akıl sahibinin
değil bunlara İnanmak, işitmeye bile tahammülü olamaz.
Bütün bunlardan çok daha garibi,
birtakım yanlış tevilleri ile şer'î farzlar ve dinî hükümler arasında yaptığı
karşılaştırmalardır. Âfâk ve enfüs âlemlerindeki meveûdât arasında da benzer
karşılaştırmalar yapmış ve bunları yalnız kendisinin bildiğini ileri
sürmüştür. Halbuki bunlar daha önce birçok âlim tarafından ortaya konmuştur.
Ancak onlar, bu karşılaştırmaları el-Keyyâl'ın yaptığı tarzda asılsız
temellere dayandırmamışlardır. O, Mizân'ı âlemlere, Sırât'ı bizzat kendisine,
cenneti kendi ilmine ulaşmaya, cehennemi de bu ilmin zıddına ulaşmaya
yormuştur.
Usûlü böyle olan bir şahsın
fiırûunun ne olabileceğini varın siz tahmin edin!
İki Hişâm'ın taraftarlarının
oluşturduğu bir fırkadır, Bu iki Hişâm'dan biri, teşbîh fikrini savunan Hişâm
b. el-Hakem'dir. Diğeri ise teşbih fikrinde onu izleyen Hişâm b. Salim
el-Cevâlikfdir.
Hişâm b. el-Hakem Şia'nın tanınmış
kelamcılarından biridir. Mu'tezile'den Ebu'l-Hüzeyl ile kelam sahasında,
özellikle teşbîh ve Allah Teâlâ'nın ilmi meselelerinde münazaraları olmuştur.
İbnu'r-Râvendî ondan şunu
nakletmiştir: Ona göre Mâbûd ile cisimler arasında bir tür benzerlik vardır.
Eğer böyle bir benzerlik olmasaydı cisimler O'na delâlet edemezdi.
el-Kâ'bî de şunu nakletmiştir:
İbnü'l-Hakem dedi ki: "O, en, boy ve derinlik sahibi bir cisimdir, ama
yarattıklarından hiçbirine benzemez. Yaratılmışlardan hiçbiri de O'na
benzemez."
Onun şöyle dediği de nakledilmiştir:
"Kendİ karısıyla yedi karıştır ve belli bir mekânı vardır. Belli
bir"yönü de olup hareketlidir. Hareketi de fiilinden ibaret olup bir
mekândan diğerine İntikâl etmesi değildir.
Zâtı ile sonsuz olup kudretiyle
sonsuz değildir.
Ebu İsa el-Verrâk da şöyle dediğini
nakletmiştir: Allah Teâlâ Arşına temas eder. Hiçbir tarafı Arş'ın dışına
taşmaz. Arş'm da O'na temas eden bölümü dışında fazlalığı yoktur.
Hİşâm b. el-Hakem'e göre Allah Teâlâ
Zâtı'nı ezelden beri bilir. Eşyayı ise vücûda geldikten sonra bilir. Vücûda
gelmezden önce hiçbir şeyi bilmez. İlmi, kıdem ve hudûs ile tavsif edilmez.
Çünkü sıfattır. Sıfat ise tavsif edilmez. O'nun hakkında 'O O'dur, veya bir
kısmıdır veya gayrıdır' denilmez.
Kudret ve hayat sıfatları hakkında
ilim sıfatından farklı görüş belirtmiştir. Ancak bu iki sıfatın hadis
olduklarını söylememiştir. Ona göre Allah Teâlâ eşyayı murâd eder, O'nun
irâdesi bir tür hareket olup Allah Teâlâ'nın ne kendisi, ne de gayrısıdır.
Ona göre Allah Teâlâ'nın kelâmı bir
sıfattır. Onun hakkında yaratılmıştır veya yaratılmamıştır demek caiz değildir.
Arazlarda Allah Teâlâ'ya delâlet söz
konusu değildir. Çünkü bu arazlar arasında istidlal yoluyla sübût bulanlar
vardır. Allah Teâlâ'ya delâlet edecek şeyin varlık bakımından istidlali değil
zarurî olması gerekir. Ona göre istitâ'at, fiilin yapılmasını sağlayan araç,
organ zaman ve mekândan ibarettir.
Hişâm b. Sâlİm'e göre ise Hak Teâlâ
İnsan suretinde olup üstü boş, altı doludur. O, ışıldayan bir nurdur. Beş
duyusu mevcuttur. Eli, ayağı, gözü, kulağı, ağzı ve burnu vardır. Siyah perçemi
bulunmaktadır ki bu, siyah bir nurdan ibarettir. Fakat O, et ve kandan
müteşekkil değildir. Ona göre İstitâ'at, ona sahip olanın bir parçasıdır.
İmamların masum olduğunu söyleyen İbn Sâlinı'in peygamberlerin günah
işlemelerini caiz gördüğü nakledilmiştir. Ona göre peygambere vahiy geldiği
için kusur İşleyebilir. Çünkü vahiyle düzeltilmesi mümkündür. Oysa imamlara
vahiy gelmez. Bu nedenle de kusur işlemezler.
Hişâm b. el-Hakem Ali (radıyaliahu
anh) hakkında çok aşırıya giderek itaati farz kılınmış bir ilah olduğunu iddia
etmiştir. Usûlde bu derece sakat fikirlere sahip olan Hİşâm b. el-Hakem
Mu'tezile karşısında birçok başarı elde etmiştir. Örneğin el-AIlâf ile yaptığı
bir münazarada ona şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nin bir ilimle Âlim olduğunu,
ilminin Zâtı olduğunu söylüyorsun. Bu durumda ilmiyle Alim olması noktasında
muhdesâta katılırken, ilminin Zâtı olması noktasında muhdesâttan ayrılır.
Böylelikle diğer âlimler gibi olmayan bir Alim olur. Bunu söylerken niçin
şunları da söylemiyorsunuz: O, diğer cisimler gibi olmayan bir cisim, diğer
suretler gibi olmayan bir surettir, diğer ölçüler gibi olmayan bir ölçüsü
vardır demiyorsunuz?"
Zürâre b. A'yen Allah Teâlâ'nın
ilminin hadis olması görüşünde ona katılmış, daha ileri giderek kudret ve diğer
sıfatlarının da hadis olduğunu iddia ermiştir. Ona göre Allah Teâlâ bu
sıfatların hudûsundan önce ne Âlim, ne Kadir, ne Hay}', ne Semi, ne Basîr, ne
Mürîd, ne de Mütekellim'di,
Zürâre, Abdullah b. Ca'fer'in
imametini iddia etmişti. Ancak onunla bazı konularda anlaşamayınca Musa b.
Ca'fer'in imametini iddia etti. Bir rivayete göre onun imametini de kabul
etmemiş, mushafa işaret ederek "Benim imamım budur' demişti. Bir ara
Abdullah b. Ca'fer'e yeniden dönmüştü.
Zürâriyye fırkasına göre bilgi
zarurîdir. Onlar imamların câhil olamayacaklarını iddia etmişlerdir. Çünkü
onların bilgileri fıtrî ve zarurîdir. Onlar dışında herkesin bilgisi öğrenmeye
dayanır. İmamların fıtrî bilgileri başkaları tarafından idrâk edilemez
niteliktedir.
Muhammed b. Nu'mân Ebu Ca'fer
el-Ahvel adlı şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Lakabı Şeytân-ı Tak
olduğu için, fırkasına Şeytâniy-ye de denmiştir.
Şia onun "Mümin-i Tak"
olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Nu'man, aslında İmam Bakır Muhammed b. Ali b.
Hüseyin'in öğrencisidir; İmam Bakır bir zamanlar ona kendi derin ahval ve
esrarından pek çok şey öğretmiş idi. Ancak Nu'mân'ın, İmam Bâkır'dan aktardığı
(radıyallahu anh) teşbih tarzı ifadeler sahih değildir.
Kendisi Allah Teâlâ'nın herhangi bir
şeyi olmazdan önce bilemeyeceği görüşünde Hişâm b. el-Hakeiîı'e tâbi olmuştur.
Şeytân-ı Tâk ve Râfızîlerden birçoğu
Allah Teâlâ Zâtında câhil olmayıp Âlimdir; ancak O, eşyayı ancak takdir ve
murâd ettiği zaman bilir. Onları, takdir etmeden ve murâd etmeden bilmesi
imkânsızdır. Bu, O'nun Âlim olmamasından dolayı değil, herhangi bir şeyin O'nun
takdir ve irâdesi olmaksızın "şey" olamamasından dolayıdır. O'nun
takdiri İrâdesi, İrâdesi de fiilidir.
Ona göre Allah Teâlâ rabbânî bir
İnsan suretinde nurdur. O'nun cisim olması fikrini reddetmiş ve şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ'nm Adem'i (radıyallahu anh) kendi suretinde -ya da Rahmân'ın
suretinde- yarattığına dair sahih hadisler mevcuttur. Bu hadisleri tasdik etmek
gerekir." Suret konusunda Mukâtil b. Süleyman'dan da benzer görüşler
nakledilmiştir. Aynı şekilde Davûd el-Cevâribî, Nuaym b. Hammâd el-Mısrî ve
diğer Hadis Ehlinden Allah Teâlâ'nın suret ve uzuvlara sahip olduğu yönünde
görüşler nakledilmiştir.
Nitekim Davûd'dan şöyle bir ifade
nakledilmiştir: "Avret mahalli ve sakal konusunda beni mazur görün, bunlar
dışında herşeyi sorabilirsiniz. Hadisler içinde bunu isbât eden birçok bilgi
mevcuttur."
İbnu'n-Nu'mân Şîa lehinde birçok
kitap yazmıştır. 'İf al-Yap', 'Lime fe'alte—Niçin yaptın?' ve 'Lâ tefal=yapma
gibi isimleri olan kitaplarında müslüman fırkaları dört ana gruba ayırmıştır.
Ona göre ilk fırka Kaderİy-ye, ikinci fırka Haricîler, üçüncü fırka Avam,
dördüncü fırka ise Şia'dır. Kendi iddiasına göre ahirette kurtuluşa erecek olan
fırka Şia'dır.
Hişâm b. Salim ve Muhammed b.
en-Nu'mân'dan sözedilirken bu ikisinin Allah Teâlâ hakkında konuşmadıkları,
sadece tasdiki vacip görülen hususları rivayet ettikleri zikredilmiş ve
"Varılacak son muhakkak Rabbi-nedir" ayetinin tefsiri sorulduğunda,
söz Allah'a vardığında susarlardı,' denilmiştir. Her ikisi de ölünceye kadar
Allah Teâlâ hakkında konuş-mamışlardır. Bu rivayet cl-Verrâk'a aittir.
Yûnus b. Abdurrahman el-Kummî adlı
şahsın etrafında toplananların oluşturduğu bir fırkadır.
Ona göre Hak Teâlâ'yı Arş, Arş'ı da
melekler taşır. Konuyla ilgili bir hadiste 'meleklerin Allah Teâlâ'nın Arş
üzerindeki azametinden dolayı inledikleri' rivayet edilmiştir.
Yûnus, Şîa içinde Müşebbihe fikrine
meyledenlerdendir. Bu fikri esas alan kitaplar telif etmiştir.
Şia'nın aşırı uçlarından (Gulât) bir
topluluktur. Görüşlerini destekleyen ve fikir adamlarını savunan bir
cemaatları vardır. Ehl-i Beyt imamları hakkında ilah isminin kullanılması
noktasında farklı fikirlere sahiptirler. Onlara göre cismânî cesedde ruhanî
varlığın zuhurunu akıllı kişi inkâr edemez. Hayır cihetinde Cebrail'in
(aleyhisselâm) insan suretinde zuhur etmesi gibi, kötülük cihetinde de,
lanetlenmiş şeytanın insan suretinde zuhur etmesi gerçektir. Aynı şekilde
cinlerin insan suretinde görünmeleri ve insan gibi konuşmaları da bir
hakikattir. Onlara göre Allah Teâlâ bazı şahısların suretlerinde zuhur
etmiştir.
Allah ResÛlü'nden (sallallâhu aleyhi
ve sellem) SOnra A1İ (radıyallahu anlı) ve çocuklarından daha üstün kimse
kalmamıştır. Onlar, yeryüzünün en hayırlı varlıklarıdır. Böyle olunca, Hak
onların suretinde görünmüş ve dilleriyle konuşup elleriyle tutmuştur. Bu
nedenledir ki onlara ilah denilebilir. Ancak bu isim, yalnız İmam Ali
(radıyaliahu anh) için kullanılabilir. Çünkü yalnız o, Allah Teâlâ'nın husûsî
yardımına mazhar olmuş ve sırların iç yüzüne muttali kılınmıştır. Allah Resulü
(sallallâhu aleyhi ve sellem) "Ben zahirle hükmederim. Sırları ise Allah
Teâlâ üstlenmiştir" (Münavî, Feyzü'l-Kadir, 3/17; Adûnî, Kesfiı'1-Hafo,
1/220; Müsncd-i Şafiî, s. 16; Ayrıca bkz. Buhârû rtisam, 21) buyurmuştur. Bu
nedenledir ki Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) müşriklerle
savaşmışken, imam Ali (radıyallahu anlı) münafıklarla savaşmıştır. İşte bundan
hareketle de Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından İsa b.
Meryem'e (aleyhisselâm) benzetilmiştir: "Eğer insanların İsa b. Meryem
hakkında söylediklerim senin hakkında söylemeyecek olsalardı, seninle ilgiü
birşeyler söylerdim." (Ebu Abdullah el-Müfîd, el-irşâd, 1/165) İmam
Ali'nin (radıyallahu anh) risâlete ortak olduğunu iddia edenler de çıkmıştır.
Bu meyanda Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Nüzûlu sebebiyle ben savaştığım gibi Kur'an'ın tevili
sebebiyle de savaşan biri çıkacaktır. Dikkat edin o, ayakkabı dikicisi-
dir." (Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid, 6/244; Müsııed, 3/31, 33, 82) Tevîl İlmi, müllâflklarla savaş,
cinlerle konuşma ve Hayber kalesinin kapısını beşerî bir kuvvet olmaksızın
parçalama gibi hususlar İmam Ali'de (radıyallahu anh) ilâhî bir özelliğin ve
rabbânî bir kuvvetin bulunduğuna delil olarak gösterilmiştir. Bunlara göre
Allah Teâlâ onun suretinde zuhur etmiş, onun elleri vasıtasıyla yaratmış ve
dilinden emretmiştir. Fırka mensupları dediler ki: Gökler ve yer yaratılmadan
önce de o vardı. Bizler, Arş'm sağ tarafındaki gölgelerdik, Allah Teâlâ'yı
teşbih ettik. Bizim teşbihimize uyup melekler de teşbih ettiler. O gölgeler ve
gölgeleri ifade eden suretler ki onun hakikatidir; onlar Allah Teâiâ'nın
nuruyla aralıksız parlamaktadır. Bu parlama, bu âlem, öbür âlem farkı
olmaksızın devamlıdır. Söylediklerine göre İmam Ali (radıyallahu anh) şöyle
demiştir: Ben Ahmed'denim, tıpkı ışığın ışıktan olması gibi. Bu sözün maksadı
İki nur arasında fark bulunmadığı, sadece birinin diğerinden önce geldiğidir.
Bu ve benzeri nakillerden hareket ederek ortak olduklarını iddia etmişlerdir.
Nusayriyye İmam Ali'nin (radıyallahu
anh) ilâhî özelliği üzerinde dururken İshâkıyye peygamberlikteki ortaklık
üzerinde durmaktadır. Bu iki fırka arasında burada zikretmeye değer
görmediğimiz birçok ihtilaf mevcuttur.
Bu fırkalarla birlikte müslüman
fırkaların tasnifi sona ermiş oldu. Geriye yalnızca Bâtıniyye fırkası kaldı.
Bâtmiyye, fırka tarihçileri tarafından bazen İslâm dairesinde, bazen bu
dairenin dışında zikredilmiştir. Her halükârda Bâtınİyye, yetmiş iki fırkanın
tamamına aykırı bir fırkadır.
Tüm gruplarıyla Şia'nın önde gelen
şahsiyet ve ehl-i hadis olan müellifleri:
Zeydiyye içinde: Ebu Hâlid
el-Vâsıtî, Mansûr b. el-Esved, Harun b. Sa'd el-Idl Cârûdiyye: Vekî b.
el-Cerrâh, Yahya b. Âdem, Ubeydullah b. Musa, Ali b. Salih, el-Fadl b. Dükeyn,
Ebu Hanîfe, Betriyye kolu temsilcileri olarak bilinir.
Muhammed b. Aclân İmam Muhammed ile
birlikte ayaklanmıştır.
İbrahim b. Saîd, Abbad b. Avvâm,
Yezîd b. Hânın, el-Alâ b. Râşid, Hüşeym b. Beşîr, el-Avvâm b. Havşeb ve
Müstelim b. Saıd ise İmam İbrahim'le ayaklanmışlardır,
İmâmİyye ve diğer fırkalar içinden
de şu isimleri zikredebiliriz: Salim b. Ebi'J-Ca'd, Salim b. Ebi Hafsa, Seleme
b. Küheyl, Süveyr b. Ebi Fâhıta, Habîb b. Ebi Sabit, Ebu'l-Mikdâm, Şu'be,
el-A'meş, Câbir el-Cu'fî, Ebu Abdullah el-Cedelî, Ebu İshâk es-Sûbeyl,
el-Muğîre, Tavus, eş-Şa'bî, Alkame, Hübeyre b. Büreym, Habbe el-Arenî ve
el-Hâris el-A'ver.
Müellifler: Hişâm b. el-Hakem, Ali
b. Mansûr, Yûnus b. Abdurrahmân, eş-Şekkâl, el-Eadl b. Şazân, Hüseyin b. İşkâb,
Muhammed b. Abdurrahmân b. Kubbe, Ebu Sehl en-Nevbahtî, Ahmed b. Yahya
er-Râvendî.
Geç dönem mensupları: Ebu Ca'fer
et-Tûsî.
İsmâiliyye fırkasının Museviyye ve
İsnâ Aşeriyye'den ayrıldığı noktanın imameti İsmail b. Ca'fer'e hasretmeleri
olduğunu daha önce belirtmiştik. Bilindiği üzere İsmail, İmam Ca'fer
es-Sâdık'm büyük oğluydu.
İsmail iyye'nin iddiasına göre İmam
Ca'fer, İsmail'in annesi üzerine başka bir kadınla evlenmemiş, herhangi bir
cariyeyi dost edinmemiş ve bu meselede Allah ResÛlÜ'nÜll (sallallâhu aleyhi ve
sellem) Hatice (radıyallahu anh),
Hz. Ali'nin (radıyailahu anh) Fâtıma
(radıyallaiıu anlı) ile evliliklerinde izledikleri sünnete tâbi olmuştur.
Fırka mensuplarının İsmail'in babası
henüz hayattayken vefat etmesine ilişkin ihtilaflarını daha önce zikretmiştik.
Bazılarına göre İsmail henüz babası
hayatta iken vefat etmişti. İmametinin nasla belirlenmesinin nedeni, imametin
onun çocuklarına geçmesinin istenmesidir. Nitekim Musa (aleyhisselâm) kardeşi
Harun'u (aleyhisselâm) nassla belirlemiş, ancak Harun (aleyhisselâm) ağabeyi
hayatta iken ölmüştü. Onunla ilgili nassın hedefi, liderliğin onun çocuklarında
kalmasıdır. Onlara göre nass geriye doğru işlemez. Fikir değiştirme (bedâ) ise
imkânsızdır. Bir imam, çocuklarından herhangi birinin imametini ancak
babalarından aldığı bilgiye dayanarak nasla belirler. Tereddüt ve cehalet
hallerinde tayin caiz olmaz.
,
Bazılarına göre İsmail Ölmemiş,
sadece öldürülme endişesiyle takıyye yaparak öldüğü havasını yaymıştır. Bu
görüş için de birçok delil ileri sürülmüştür: Örneğin anne bir kardeşi ve henüz
çocuk olan kardeşi Muhammed çarşafı kaldırdığında ağabeyinin gözlerini açtığını
görmüş ve korku içinde babası İmam Ca'fer'e (radıyallaiıu anh) giderek
"Ağabeyim yaşıyor! Ağabeyim yaşıyor!1' diye haykırmıştı. Bunun üzerine
babası, "Allah Resûlü'nün (sallaHâhu aleyhi ve sellem) torunlarının
öldükten sonraki halleri böyle olur." diyerek onu yatıştırmıştır. Bir
diğer delil, öldüğünü kanıtlamak için şahit istenmesi ve tutanak
hazırlanmasıdır. Halbuki ondan önce hiç kimse için böyle bir talepte
bulunulmamıştır. Bir diğer olay şudur: Halife el-Mansûr'a İsmail b. Ca'fer'İn
Basra'da görüldüğü ve yatalak birini iyileştirdiği bildirilmişti. O da babası
Ca'fer'e (radıyalialm anh) İsmail'in hayatta olduğunu, Basra'da görüldüğünü
söylemiştir. Medine valisi de buna şahitlik etmiştir.
Ondan sonraki imam Mulıammed b.
İsmail'dir. O, yedinci ve tamamlayıcı imamdır. Yedinci imamdan sonra gizli
imamların dönemi başlamıştır. Bunlar şehirlerde gizli dolaşırken davetçileri
açıktan davette bulunurdu.
Bir diğer iddiaları şudur: Yeryüzü
asla diri ve kâim olan bir imamdan hâli kalmaz. Bu imam ya açıkta zahir, ya da
gizlenmiş mestur bir imam olur. Zahir imamın hüccetinin gizli olması caizdir.
Gizli imamın hem hüccetinin, hem de davetçilerinin açık olması gerekir.
Bir diğer iddiaları şudur: İmamların
hâkimiyetleri haftanın günleri, yedi kat gök ve yedi gezegen gibi yedişerli
gruplar halinde sürüp gider. Nakîblerin hükümranlığı ise onikilİ gruplar
halinde devreder.
Bu noktadan hareketle İmâmiyye
fırkasının onikİ imam fikrinden kuşku duyulmaya başlamıştır. Çünkü onlar nakîblerin
sayılarım imamlar için kullanmışlardır.
Gizli imamlar devri sona erdikten
sonra Mehdi billâh ve Kâim bİcmrillâh olan imamların ve onların çocuklarının
devri başlar. Bunların imametleri nas yoluyla aktarılarak devam eder.
İsmâİliyye'ye göre devrinin imamını
tanımadan ölen kimse, câhiİİye ölümüyle ölmüş olur. Aynı şekilde devrinin
imamına biat etmeksizin Ölen kimse de câhiliye ölümüyle ölmüş olur.
Bunların davetleri her dönemde
sürmüş, her yeni imamın ağzından yeni görüşler ortaya atılmıştır. Geçmiş görüşlerini
kaydettikten sonra en son davetlilerinin fikirlerini zikretmek İstiyoruz.
Fırkanın en çok kullanılan lakabı B
âtini yye'dir. Bu lakapla anılmalarının nedeni, her zahirin bir bâtını, her
ayetin de bir tevili bulunduğuna inanmalarıdır.
Bunun dışında da birçok lakapları
vardır. Bu lakaplar, fırkanın bulunduğu yere göre değişiklik göstermektedir:
Irak: Bâtıniyye, Karâmita, Mazdekiyye. Horasan: Ta'Iımiyye, Mülhİde.
Fırka mensupları İse Şia'nın diğer
fırkalarından bu isimle ayrıştıkları için İsmâiliyye olarak anılmalarını
istemişlerdir.
İlk dönem Bâtmİyyesi, kendi
görüşlerini birtakım filozofların görüşleriyle karıştırmış ve bu yöntem üzere
kitaplar telîf etmişlerdir. Allah Teâlâ hakkında şöyle demişlerdir: O'nun için
ne mevcûd, ne de gayr-i mevcûd, ne âlim, ne de câhil, ne kadir, ne de âciz
deriz.
Diğer sıfatlar hakkında da aynı
yaklaşıma sahip olmuşlardır. Hakîkî isbât, O'nunla diğer mevcudat arasında
O'nun için belirlediğimiz yönde ortaklığı gerektirir. Bu da teşbihtir. Bu
yüzden hüküm, ne mutlak isbât, ne de mutlak reddir. Aksine O, birbirlerine
tekabül eden varlıkların ilahı, husûmet halinde olanların yaratıcısı ve zıdlar
arasında hüküm verendir, Bu meyanda Muhammed b. Ali el-Bâkır'dan şu ifadeyi
nakletmİşlerdir: "Allah Teâlâ'ya, ilim sahiplerine ilim bahşedince Âlim,
kudret sahiplerine kudret bahşedince Kadir denildi. O, ilim ve kudreti
bahşeden olması itibarıyla Âlim ve Kâdir'dir. Yoksa ilim ve kudretin O'nunla
kâim olması veya bu sıfatlarla mevsûf olması İtibarıyla böyle isimlendirilmiş
değildir."
İsmâiliyye hakkında şöyle denmiştir:
Onlar sıfatları hakîkî anlamda reddeden ve Zât-ı İlâhfyi tüm sıfatlardan
mücerred sayanlardır.
Kıdem sıfatı hakkında da şöyle
demişlerdir: Allah Teâlâ ne Kadîm, ne de muhdestir. Kadîm olan O'nun emri ve
kelimesi, muhdes olansa yaratması ve şekİllendirmesidir.
Emri vasıtasıyla Akl-i Evvel'i
yaratmıştır ki o, bilfiil tamdır. Sonra onun vasıtasıyla tam olmayan nefsi
yaratmıştır. Nefsin akla nisbeti, nutfenin insana, yumurtanın kuşa, çocuğun
babaya, sonucun sonuçlandırana, dişinin erkeğe, eşlerden birinin diğerine
nisbeti gibidir. Nefs aldın kemâline iştiyak duyduğu için eksiklikten kemâle
doğru bir harekete muhtaç olur. Hareket ise hareketi sağlayacak alete
muhtaçtır. İşte bu ihtiyaçtan semavî felekler hadis olmuş ve nefsin idaresine
bağlı olarak dairesel bir harekete başlamıştır. Basit tabiatlar bu hareketten
sonra oluşmuştur. Bunlar da yine nefsin idaresine bağlı olarak düz bir harekete
başlamıştır. Bunun sonucunda da madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar gibi
mürek-keb varlıklar oluşmuştur. Bu noktada cüz'î nefsler bedenlerle birleşmiştir.
Mürekkep varlıklar arasında sadece insan türü, tabiata taşan nurları alma
İstidadına sahip olmuştur. Dolayısıyla onun âlemi, bütün âlemin karşısında
yeralmıştır.
Âlem-i ulvîde akıl ve nefs-İ külli
bulunur. Bu âlemde küllü temsil eden bir aklın bulunması gereklidir. Onun
hükmü, kemâle ermiş ve ergen bir şahsın hükmüyle aynıdır. İşte bu şahsa Nâtık
adı verilmiştir. O, peygamberdir. Bir de müşahhas nefs vardır ki o da külldür.
Onun hükmü de henüz ergen olmayıp kemâle yönelen bir çocuğun, ya da
tamamlanmaya yönelen nutfenin, ya da erkekle birleşen dişinin hükmüyle aynıdır.
Buna da Esâs adı verilmiştir. O da vasidir.
Yine onlara göre felek ve tabiatlar
nefs ve aklın hareketlendirmesiyle hareketlendikleri gibi nefsler ve şahıslar
da peygamber ve vasilerin idaresiyle şeriatler istikametinde idare edilirler.
Bu da her devirde yedişerli gruplar halinde olur. En son yediliye gelindiğinde
Kıyamet süreci başlayarak yükümlülükler kalkar, sünnet ve şeriatler inkisara
uğrar.
Bütün bu felekî hareketler ve şer'î
sünnetler nefsin kemâle ulaşması içindir. Nefsin kemâle ulaşması, akıl
derecesine yükselmesi ve onunla birleşerek onun mertebesine bilfiil ulaşması
demektir. İşte bu büyük kıyamettir. Bu noktada bütün feleklerin, unsurların ve
mürekkebâtın terkipleri çözülür, gök parçalanır ve yıldızlar saçılır. Yeryüzü,
başka bir yeryüzüne dönüşüp gökler kitap tomarları gibi dürülür. Bu safhada
yaratılmışlar hesaba çekilip hayır serden, itaatkâr âsiden ayrışır. Hakkın
cüz'iyâtı nefs-i külli ile, bâtılın cüz'iyâtı da saptırıcı şeytan ile birleşir.
Hareket anından sükûn anına kadar geçen süre başlangıç (mebde'), sükûn anından
sonsuza kadar uzanan süre ise kemâldir.
İsmâiliyyeVe göre alışveriş, hibe,
evlenme, boşanma, kısas, diyet ve benzeri hiçbir şer'î hüküm, farz ve sünnet
yoktur id sayı karşısında sayı, hüküm karşısında hüküm türünden bu dünyada bir
ölçüsü olmasın. Seri-atler, ruhanî ve emri âlemlerdir. Âlemler ise cismânî ve
yaratılmış şeriatler-dir. Harfler ve kelimelerdeki terkipler de suret ve
cisimlerdeki terkiplerin Ölçüsü üzeredir. Tek tek harflerin mürekkep kelimelere
nisbetlcri, mücer-red basît varlıkların mürekkep cisimlere nisbetleri gibidir.
Her harfin de bu âlemde bir ağırlığı, özgün bir tabiatı ve bu özelliği
nedeniyle neftler üzerinde bir etkisi vardır.
İşte bundan hareketle öğretici
(talîmi) kelimelerden elde edilen ilimler, tabiattan elde edilen gıdaların
bedenler için besin olması gibi nefsler İçin de besin olmuştur. Allah Teâlâ
yarattığı her varlığa kendi türünden bir besin takdir etmiştir. Bu ölçü üzere
de kelime ve ayederin sayılarını düzenlemişlerdir. Onlara göre İsimlendirme
yedi ve onİki saplarından mürekkeptir. Kelime-i Tevhîd birinci kısmında dört,
ikinci kısmında üç kelimeden müteşekkildir. İlkinde yedi hece, ikincisinde altı
hece mevcuttur. İlkinde oniki, ikincisinde de oniki harf vardır. Aynı şeyi
ayetlere de uygulamaya çalışmış ve bu sayı sistemine uyan ayetleri mümkün
olduğunca belirlemeye çalışmışlardır. Bu, zıddıyla karşılaşma endişesiyle
çaresiz kalmadıkça hiçbir akıl sahibini n üzerinde fikir yürütmeyeceği bir
zorlamadır. Bu karşılaştırmalar, ilk dönem İsmâiliyyesi tarafından İzlenmiş
bir yöntemdir. Bu konuda kitaplar tasnif etmiş ve her devirde insanları,
ilimlerin bu tür dengelerini bilen, bunların inceliklerine vâkıf olan imama
uymaya çağırmışlardır.
İsmâiliyye'nin yeni kuşağı, yani
Hasan b. Muhammed b. es-Sabbâh liderliğindeki hareket ise bu yöntemden
vazgeçerek dünyevî tedbir ve dayatmalara başvurmuş; insan gücünü kullanarak
sağlam kalelere sığınmayı esas almıştır.
Hasan es-Sabbâh, imamının beldesine
hicret edip devrinin insanlarını davetine nasıl çağıracağına ilişkin esasları
kendisinden öğrendikten sonra Hİcrî 483 yılı Sabân ayında Alamut Kalesi'ne
tırmanmaya başlamıştır. İmamın yanından döndükten sonra her devirde kâim olan
sıdk sahibi bir imam belirleme çağrısında bulunmuştur. İddiasına göre fırka-İ
nâciye, diğer fırkalardan bu özelliğiyle ayrılacak ve sadece kendilerinin bir
imamı olup diğerlerinin imamı olmayacaktı. es-Sabbâh'ın daveti, ister Arapça,
ister Farsça olsun bu ifade üzerinde yoğunlaşmaktaydı.
Hasan es-Sabbâh'ın Farsça
yazdıklarını Arapça'ya tercüme ederek aktarmayı uygun görüyoruz. Mütercime
zeval olmaz. Yegâne muvaffak, Hakk'a tâbi olup bâtıldan sakınandır. Başarı da,
yardım da Allah Teâlâ'dandır.
es-Sabbâh'ın Farsça yazdığı
kitabında davetinin esaslarını anlattığı dört bölümün tercümesi şöyledir:
Birinci Fasıl: Marifetullah
konusunda soruları cevaplayan yetkin bir uzmanın iki görüşü olabilir: Ya, Allah
Teâlâ'yı herhangi bir muallimin Öğretmesi olmaksızın mücerred akıl ve
tefekkürle bilirim diyebilir; ya da bir muallimin öğretmesi olmaksızın mücerred
akıl ve tefekkür ile bilemem diyebilir. İlkine göre hareket eden kimsenin,
başkasının akıl ve tefekkürüne dayanarak inkâr etme hakkı yoktur. Çünkü inkâr
ettiği zaman öğretilmiş demektir. Çünkü inkâr bir öğretimdir. Bunun delili de
şudur: Başkasının akıl ve tefekkürüne dayanarak inkâr eden kimse başkasına
muhtaçtır. Şu iki kısım da zarurîdir. Çünkü İnsan bir fetva verdiği veya bir
görüş belirttiği zaman buna ya kendiliğinden, ya da başkasının etkisiyle
İnanır.
Bİrincİ fasıl budur. Görüldüğü üzere
burada re'y ve akıl ehlini yenme çabası vardır.
İkinci fasıl: Bir muallime ihtiyaç
duyulduğu zaman da gündeme şu soru geli: Herkes muallim olabilir mi, yoksa
sâdık bir muallim mİ gerekir? Buna cevaben şöyle demiştir: Herkesin muallim
olabileceğini söyleyen kimse, hasmının muallimini inkâr etme hakkına sahip
olamaz. Eğer inkâr edebilirse, o zaman sâdık ve itimâda şayan bir muallimin
bulunmasının gerekli olduğunu teslim etmiş olur.
Görüldüğü üzere bu fasıl da Hadis
Ehli'nc galebe çalma çabasını içermektedir.
Üçüncü fasıl: Sâdık bir muallime
duyulan ihtiyaç kesinleştiğinde böyle bir muallimi tanımak ve ona ulaşıp ondan
ilim Öğrenmek gerekmez mi? Yoksa kim olduğuna önem verilmeden ve sâdık olup
olmadığına bakılmadan herhangi bir muallimden öğrenmek caiz olur mu? İkincisi
birinciye râcidi-. Bir rehber ve öncü olmadan yolunu bulamayan kimsenin durumu
ne olacaktır? Şu halde doğru olan önce rehberi bulmak, ardından yola
gir-mekti-. Bu fasıl da Şia'nın fikirlerini boşa çıkarmaya yöneliktir.
Bordüncü fasıl: İnsanlar iki gruba
ayrılır. Birinci gruba göre Allah TeâlâVı bilip tanımak sâdık bir muallim
vasıtasıyla olabilir. Bu meyanda o muUimi bulup teşhis etmek, sonra da ondan
ilim öğrenmek gerekir. İkinci gruba göre ise ilimler, belli bir muallim
olmaksızın herhangi birinden öğrenilebilir. Daha önce zikrettiğimiz esaslara
göre birinci grubun hak üere olduğu görülmektedir. Bu grubun seçtikleri başın,
hak ehlinin de ba[ olması gerekir. Çünkü ikinci grubun bâtıl üzere olduğu
ortaya çıkmiür. Onların başları da bâtılın öncüleri olmak durumundadır.
c-Sabbâh söze devamla şöyle
demiştir: Bu yolla hak ehlini, hak vası-tasıylimücmelen bilmiş oluruz. Daha
sonra da hakkı, hak ehli vasıtasıyla tafsilaı bir bilgiyle biliriz. Böylece
meselelerin tekrarlanmasını önlemiş oluruz. e§abbâh'ın 'hak1 kavramıyla
kasdettiği husus, ihtiyaç, 'hak ehli3 ile kas-dettiğie kendisine İhtiyaç duyulan
kimsedir. Bu meyanda şöyle demiştir: Imamihtiyaç ile öğreniriz. İmamdan da
ihtiyacın miktarlarını Öğreniriz, Tıpkı -yaz ile vücûbu, yani Vâcibu'I-vücûd
olan Allah Teâlâ'yı öğrendiğimiz gi. O'nunla da caiz olan şeylerdeki cevaz
miktarlarım öğreniriz.
Ca göre tevhide götüren yol tıpatıp
budur
İletinin esaslarını ana hatlarıyla
çizdikten sonra açıklama veya diğer mezhtleri reddetme babından kendi mezhebini
ihtiva eden fasıllara geç-miştir-îunlar daha çok diğer fırkalara galebe çalma,
ihtilaflarından hareketle i arsızlıklarını ortaya koyma endişesi güden
açıklamalardır.
Bfasıllardan biri, hak ve bâtıl
faslıdır. Büyük ve küçük olmak üzere iki sırı ayrılan bu fasılda şu fikirlere yer
verilmiştir: Bu âlemde hak ve bâtıl vjjr. Hakkın alâmeti vahdet, bâtılın
alâmeti ise kesret yani çokluktur. Vahdet, talîm yani öğretiyle, kesret ise
re'y ile bilinir. Ta'Iîm cemaatla, cemaat ise imamla olur. Re'y ise muhtelif
fırkalarla, onlar da fırka Joıruculanyla kâim olur.
es-Sabbâh hak ile bâtılı ortaya
koyarken, bir yandan bu ikisi arasındaki benzerliği, bir yandan da
aralarındaki ayrışmayı, taraflar arasındaki çelişkiyi zikretmiş, ardından
taraflardan birini her söylenen sözün ölçüleceği bir kıstas olarak
belirlemiştir. Koyduğu kıstas hakkında şunları söylemiştir: Bu kıstası
kelime-i şehâdet üzerine tesis ettim. Kelime-i şehâdet red ve isbât ya da red
ile istisnadan oluşur. Reddi gerektiren şey bâtıl, isbâtı gerektiren şey ise
haktır. O, bu ilkeden hareketle hayır ve şerri, doğru ve yalanı ve benzeri
zıtlari ölçmeye çalışmıştır. Ana ilkesi, hemen her söz ve fikrinde muallimi
isbât etme gayretidir. Ona göre tevhîd, nübüvvetle beraber olduğunda tevhîd
olarak isimlendirilebilir. Nübüvvet de, imametle birlikte olduğunda gerçek
nübüvvet olabilir. Fikirlerinin ana teması budur.
Hasan es-Sabbâh avamın ilimlerle
iştigâlini sakıncalı görüp onları bundan menettiği gibi, havâssı da öncekilerin
eserlerini, müellifi ve içerdiği bilgilerin niteliğini öğrenmeksizin
incelemekten sakındırmış tır.
Taraftarlarının ilahiyat konusundaki
ifadeleri sununla sınırlıdır: İlahımız, Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve
sellem) ilahıdır. Kendisi ise şöyle demiştir: Sizler, ilahımız akılların
ilahıdır, diyorsunuz. Yani her akıl sahibinin aklının gösterdiği şeydir, demek
istiyorsunuz. Onlardan birine Allah Teâlâ hakkında ne düşünüyorsun? Bİr midir
çok mudur? Âlim midir değü midir? Kadir midir değil midir? diye sorulsa
vereceği cevap sadece şudur: Benim İlahım, Muhammed'in ilahıdır. "O ki
Resulünü hidâyet ve hak dinle gönderdi ki hakkı bütün dinler üzerinde hâkim
kılsın. Müşrikler hoş görmeseler de." (Tevbe, 9/33)
Burada Resul, İnsanları Allah
Teâlâ'ya kılavuzlayandır.
Bu fırka mensuplarıyla mezkur
esaslar hakkında ne kadar münazara ettiysem de verdikleri karşılık şu tür
sorulardan öte gitmemiştir: Sana muhtaç mıyız? Bunları senden dinlemek zorunda
mıyız? Senden mi öğreneceğiz?
ihtiyacı açıklamaları konusunda
onlara ne kadar yumuşak davrandıysam, kendisine ihtiyaç duyulan nerededir?
İlahiyat konusunda ortaya koydukları nedir? Mâ'kûlât hakkında ne demiştir? diye
sorduysanı, hep kulaklarını tıkamışlardır. Onlar ilim babım tamamen kapayıp
teslimiyet ve taklîd kapısını açmışlardır. Halbuki hiçbir akıl sahibi
tanımadığı bir mezhebe inanmayacağı gibi, delillerini görmediği bir yola da
girmeyecektir.
Kelâmın başlangıç noktaları birtakım
hükümlerse de bunların sonuçları teslimden ibarettir: "Hayır! Rabbin
üzerinde and olsun ki tartıştıkları konularda senin hükmünü sormadıkça, sen
hüküm verdikten sonra da nefslerinde bir sıkıntı hissetmeyip tamamen teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/64)
Bu fasılda şer'î hükümler ve
ictîhâdî meselelerde yaşanan İhtilafların tarafları anlatılacaktır.
Bilin ki içtihadın usûl ve esasları
dörttür: Kitab, Sünnet, İcmâ ve Kıyâs. Bunların ikiye indirildiği de
görülmüştür.
İçtihadın bu dört esası ve bunların
bu sayıyla sınırlandırılmasını, ayrıca ictihad ile kıyas esaslarının cevazını
sahabenin icmâıııa dayanarak benimsemişlerdir. Çünkü onlar helal ve harama
ilişkin bir mesele sorulduğu zaman ictihad ederler, bu meyanda önce Kitab'a
başvururlardı. Eğer orada bu meseleyle ilgili açık bir nas bulurlarsa ona
sarılır ve o meselenin hükmünü o nassın gerektirdiği biçimde verirlerdi.
Sorulan meselenin hükmünü Kitab'da bulamazlarsa Allah Resûlü'nün (sallallâhu
aleyhi ve sellem) sünnetine müracaat ederlerdi. Bu hususta bir hadis buldukları
zaman ona sarılır ve onun gerektirdiği şekilde hüküm verirlerdi. Meselenin
hükmünü Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetinde de
bulamadıkları zaman, şahsî ictihâdlarma başvururlardı. Bu nedenledir kİ Sahabe
devrinde içtihadın asılları iki veya üçtü. Sonraki dönemde bu asılların sayısı
dörde çıktı. Çünkü bizler için Sahabe icmâma dayanmak da gerekli oldu.
Onların herhangi bir hüküm
üzerindeki icmâları şer'î bir delildir. Herhangi bir hâdise üzerindeki
icmâ'ları içtihadı bir icmâ olabileceği gibi, içtihadın İfade edilmediği mutlak
bir icmâ da olabilir. Sahâbe-i Güzin'in dalâlet üzere icmâ etmeyecekleri bizce
kesin olarak bilinen bir husustur. Çünkü Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: "Ümmetim dalâlet üzere birleşmez."
(Taberânî, Müsnedü's-Şâmîyyîn, 3/196)
İcmâ açık veya gizli bir nassa
dayanmak durumundadır. Çünkü kesin olarak biliyoruz ki ilk nesil bir şey
üzerinde iyice durup da bir nassa muttali bulunmadıkça icmâ etmezlerdi. Bu nas
ya hükmü üzerinde ittifak ettikleri hadiseyle alâkalı olur ve bu hükmün neye
dayandığını beyan etmezler; yahut da nas İcmânın hüccet olduğu ve icmâya
muhalefetin bid'at olduğu hakkında olur. Bu nedenledir ki icmânın dayanağı, ya
açık nas (nass-ı celî) veya gizli nas (ııass-ı hafî)dir. Aksi takdirde mürsel
hükümlerin isbatı lâzım gelecektir. Kıyâs ve içtihadın dayanağı icmâdır; söz
konusu bu icmâ da içtihadın cevazına dair hususî bir nassa dayanmak
durumundadır. Bundan hareketle şu söylenebilir ki dört asıl gerçekte ikiye,
hatta yalnızca Allah Teâlâ'nın kelâmına yani bire râci olmaktadır..
Şunu kati ve kesin olarak bilmekteyiz
ki, İbadet ve tasarruflarımızla ilgili tüm şeyler sayılamayacak kadar çoktur.
Yine kat'î olarak biliriz ki, olabilecek her şey hakkında müstakil bir nas
varit olmamıştır. Böyle bir şeyi düşünmek dahi mümkün değildir. Naslar sayılı,
olaylar ve yeni zuhur eden hadiseler sayılamaz çoklukta olunca, sayısız olanı
sayılı olanla kuşatmak mümkün olmayacaktır. Bu durumda kıyâs ve ictihad vacip
olmaktadır. Böylelikle her yeni olayda içtihada başvurulacaktır. Ancak
içtihadın mürsel, yani şer'î bir dayanağa sahip olmaması da caiz değildir.
Çünkü bu tür bir kıyas, yeni bir şeriat vazetmekle eşanlamlıdır. Hükümlerin
yegâne koyucusu ise Allah Teâlâ'dır. Müctehid, içtihadında bu esastan asla
ayrılmamalıdır.
Bİrİnci şart Arapların
söylediklerini anlamayı sağlayacak, vaz'î ile istiârî; nass ile zahir, ânım ile
hâss, mutlak ile mukayyed, mücmel ile mufassal, hitabın fehvası ile kelâmın
mefhumu arasındaki farkı anlayabüecek derecede Arapça bilgisidir. Mefhûma mutabakat
yoluyla, tazammun yoluyla, iltizam yoluyla delâlet şekillerini de bilmelidir.
Bu bilgi, müete-hid için araç mesabesindedir. Bu aleti sağlam olmayan birinin
içtihadında kemâle ulaşması mümkün değildir.
İkinci şart Kur'ân tefsirini,
özellikle de ahkâmla ilgili ayetlerin tefsirini, ayetlerin anlamları hakkında
naldedilen hadisleri ve muteber sahabeden yapılan nakilleri bilmektir. Onların
Kur'ân ayetlerini hangi yöntemlerle anladıklarını, anlamın derinliklerine nasıl
daldıklarını da bilmelidir. Kıssa ve mev'ıza türünden ayetlerin tefsirini
bilmemek içtihada halel getirmez. Nitekim sahabe arasında da bu tür ayetlerin
anlamlarını tam olarak bilmemesine rağmen ictihâd makamında olanlar
bulunmaktaydı.
Üçüncü şart, hadislerin metin ve
İsnatlarını, râvilerin hallerini, âdil ve güvenilir olup olmadıklarım, hükümle
ilgili hadislere mahsus olayları, ânını olup hususî bîr vakıaya ait olan
hadisleri bilmektir. Hâs olup külli bir hükme delâlet eden hadisleri ve farz,
vâcİp, mendûp, mübâh, mekruh gibi hükümler arasındaki farkları bilmektir.
Böylelikle herhangi bir ietihâdda hükmün bu yönünü İhmal etmez. Bunları
birbirine karıştırarak yanlış bir hüküm verme durumuna düşmez.
Bir diğer şart sahabe, tâbiûn ve
onların tâbîlerinin icmâ ettikleri hususları bilmektir. Bu şart sayesinde
onların icmâ'larına aykırı bir ietihâdda bulunmaz.
Kıyasların mevzilerini, bunları
İnceleme keyfiyetini bilmek de şarttır. Böylelikle önce bir asıl arar, sonra
ondan istİnbâtta bulunabileceği muhayyel bir mânâ araştırır. Hükmünü bu mânâya
dayandırabileceği gibi gâlib zanla teşbihte de bulunabilir.
Bir müetehidin hükmünün taklîd
edilebilmesi için bu şartlan hâiz olması gerekir. Zikrettiğimiz tarzdaki kıyas
ve içtihada dayanmayan hüküm, dayanağı bakımından mürsel ve gözardı edilecek
türdendir.
Bu beş şartı İfa eden müetehidin
ietihâdda bulunması caizdir. Onun yapacağı ictihâd ile vereceği hüküm de şer'î
açıdan caizdir. Avamın bu içtihadı taklîd etmesi ve müetehidden fetva istemesi
vaciptir. Rivayete Öre Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Muâz b.
Cebel'İ (radıyallahu anh) emen'e kadı olarak gönderirken şöyle buyurmuştu:
"Ey Muâz, Yemen'e vardığında neyle hükmedeceksin?" O da şöyle cevap
verdi: "Allah Teâlâ'nın Kitabı ile hükmederim." Bunun üzerine
Resûlullah (.sallallâhu 31 yhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer Allah
Teâlâ'nın Kitâbı'nda bulamaz-san nevle hükmedersin?" O da şöyle dedi:
"Allah Resûlü'nün sünnetiyle hükmederim." Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem) yine sordu: "Peki Allah Resûlü'nün sünnetinde bulamazsan
neyle hükmedeceksin?" Muâz (radıyallahu anh) şöyle cevap verdi: "O
takdirde kendi reyimle ictihâd ederim." Bunun üzerine Allah Resulü
(sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah Resûlü'nün elçisini,
Resulünün rızasına muvaffak kılan Allah'a hamd lsun." (Tirmizî, Ahkâm, 3;
Müsned, 5/230, 236, 242; Şafiî, el-Ümm, 7/273)
A1İ (radıyallahu anh) de ŞÖyle
demiştir: "Allah ResÛlÜ (sallallâhu aleyhi ve sellem) beni kadı olarak
Yemen'e göndereceği zaman şöyle dedim: 'Ey Allah Resulü! Henüz gencim, oraya
vardığımda halk arasında neyle hükmedeceğim?' Allah Resulü (sallallâhu aleyhi
ve sellem) göğsüme vurarak şöyle buyurdu: 'Allahım onun kalbine doğruyu göster
ve dilini sabit kıl!' Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu
duasından sonra aralarında hüküm verdiğim hiç kimsenin davasında şüpheye
düşmedim." (Ebu Davud, Akdiye, 6; İbn Macc, hkâm, 1)
1- Usûl Ve Fürû Sahasındaki
Müctehidlerin Hükümleri:
Usûl ehlinin genellikle göre kat'î
aklî hükümlerle usûlle ilgili meseleler üzerinde fikir yürüten kimsenin kesin
isabet etmesi gerekir. Çünkü bu tür konularda doğru birdir. Buna göre aklî bir
hüküm üzerinde red ve isbât türünden; birinin kabul ettiğini o kabul ettiği
cihetten, kabul ettiği zamanda reddetmesi tarzında ve taraflar arasında doğruluk
ve yalanın, hak ile batılın paylaşılması şeklinde iki farklı görüşün bulunması
caiz değildir. Söz konusu görüş ayrılığı, bizzat İslâm dahil usul ehli arasında
bulunabileceği gibi, İslâm ile diğer din ve mezhepler arasında varolan
ihtilaflarla ilgili de olabilir. Bu ve benzeri usûlî meselelerde ihtilafa
düşen birinin, aynı anda hem doğru, hem yalanı, hem hak, hem de bâtılı temsil
etmesi mümkün değildir. Böyle birinin durucu şu Örnekteki konuşmacılardan
birinin durumuna benzer: İlki şöyle demiştir: Zeyd, şu anda bu evdedir. Diğeri
de şöyle demiştir: Zeyd şu anda bu evde değildir. Bu tür iki haber cümlesinden
sadece birinin doğru, diğerinin yalan olduğunu kesinlik üzere biliriz. Çünkü
habere konu olan şahsın, yani Zeyd'İn hem evde, hem ev dışında olması mümkün
değildir. Ya evde, ya da değildir.
İkİ kimsenin herhangi bir mesele
hakkında verilen aklî bir hüküm üzerinde İhtilafa düşmesi durumunda ihtilaf
mahallinin İkisi arasında ortak olması ve iki önermenin birbirlerine tekabül
etme şartı geçerli olabilir. Böyle bir durumda ihtilafın her iki tarafının da
İsabetli olma ihtimali söz konusu olur. İkisi arasındaki ihtilafın giderilmesi,
ancak mahallindeki ortaklığın giderilmesi veya nizanın taraflardan birine racİ
olmasıyla mümkün olabilir.
Buna örnek olarak Allah Teâlâ'nın
Kelâmı hakkında varolan ihtilafı gösterebiliriz. Bu meselede yaşanan ihtilafın
tarafları aynı mânâ üzerinde red ve isbatta bulunmuş değillerdir. Örneğin Allah
Teâlâ'nın Kelâmı'nın yaratılmış olduğunu söyleyenler, bununla Kelâm'ın dilde
telaffuz edilen harfler ve seslerle yazıya dökülen birtakım çizgi ve
kelimelerden ibaret olduğunu murad ediyorlardı. İşte bundan hareketle de O'nun
Kelâmı'nın yaratılmış olduğunu iddia ediyorlardı. Yaratılmamış olduğunu ileri
süren-lerse, Kelâm ile harfler ve yazıları değil başka bir mânayı kasdediyorlardı.
Dolayısıyla her İki tarafın da ihtilafa konu olan esasında yani yaratma fiiline
bakışlarında farklılık söz konusuydu.
Aynı durum rü'yetullâlı
meselesindeki ihtilaflar İçin de geçerlidir. Ru'yetullâhı inkâr edenlere göre
rü'yet; ışığın görülen nesneye temas etmesidir ki bu, Allah Teâlâ hakkında
caiz olamaz. Ru'yetullâhı kabul edenlere göre ise rü'yet bir tür idrâk ve
husûsî bir ilimdir ki Allah Teâlâ hakkında caizdir. Görüldüğü üzere bu konuda
da ihtilafın konusu aynı değildir. Red veya İsbâtta bulunanların red ve
isbâtlan aynı şeye dönük değildir. Ancak iş görme fiilinin özüne geldiğinde
öncelikle onun mâhiyeti üzerinde birleşecek bundan sonra red veya isbât
noktasında fikir belirteceklerdi.
Kelâm meselesi için de aynı durum
geçerlidir. Yani taraflar öncelikle Kelâm'ın mâhiyeti üzerinde fikir birliği
edip sonra kabul ve red üzerinde konuşmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde her İki
önermenin de isabedi olması mümkün olacaktır.
Ebu'l-Hasan el-Anberî'ye göre usûl
yani akâid konusunda ictihâd eden müctehidler de isabet etmiş sayılır. Çünkü
kendilerine emrolunduğu iizere, araştırdıkları hususta ellerinden gelen bütün
çabayı ortaya koymuşlardır. Belli bir hükmü red veya İsbât etmiş olsalar da bu
böyledir. Çünkü bir açıdan isabet etmiş olması caizdir. Onun bu görüşü, İslâm
dairesi içinde bulunan fırka müctehidleriyle sınırlı olup İslâm dairesi
dışında kalan fırkaların mensupları için geçerli değildir. Çünkü bu konumda
olanların hata ve küfürleri üzerinde icmâ edilmiştir. Ona göre bütün
müctehidler isabet etmiş sayılırdı. Halbuki naslar ve icmâ bunun aksini
emretmekte ve usûlle ilgili meselelerde ictihâd eden her müctehidin isabet
etmiş sayılamayacağını ortaya koymaktadır.
Usûl âlimleri arasında hevâ ehlinin
tamamının tekfir edilmesi noktasında ihtilaf söz konusudur. Ancak usûl
konularında sadece bir görüşün isâbedi olabileceği noktasında kesin görüş
sahibidirler. Çünkü tekfir şer'î bir hükümdür. Müctchidleri doğrulamak (tasvîb)
ise aklî bir hükümdür. Mezhep ve fırkasına aşırı bağlı ve mutaassıp davranan
kimseler, muhaliflerini küfür ve dalâletle itham etmişlerdir. Kimileri ise
daha hoşgörülü davranarak tekfire yönelmemişlerdir.
Tekfire yönelenler, bunu yaparken
her mezhep ve görüşü belli dinlerin görüşleriyle mukayese edip yanyana
getirerek bunu yapmışlardır. Örneğin Kaderiyyc fırkasını Mecûsîlerle,
Müşebbihe'yi Yahudilerle, Râfızîleri Hıristiyanlarla yanyana getirmiş, evlilik
ve kestiklerini yeme gibi konularda bunlarla aynı hükümleri icra etmişlerdir.
HoşgÖrüp tekfire yönelmeyenler ise
bu durumda olan kimselerin ahi-rette helak olacaklarını söylemekle
yetinmişlerdir.
Küfür ve dalâletle itham etme
konusunda olduğu gibi lanetleme konusunda da ihtilaf etmişlerdir.
Bu meyanda hak imama karşı çıkarak
ayaklanan kimsenin bu çıkışı, eğer bir tevîl ve içtihada dayanıyorsa hata etmiş
bir şakinin ameli olarak Ağılanmış, dolayısıyla lanetlenmesi vacip
görülmemiştir.
Ehl-i Sünnet'e göre ayaklanan kimse
bu hareketiyle İman dairesinden pkmıyorsa lanetlenmesi vâcİp görülmez.
Mu'tezile'ye göre ise ayaklanması
sebebiyle fişka düştüğü için lanetlen -nıeyi hakeder. Onlara göre fâsık kişi
iman dairesinden çıkmaktadır. Ayaklanmasının sebebinin zorbalık, çekemezlik ve
dinden çıkış olması sonucu değiştirmez. Müslümanların icmâ'ına göre lanet dil
sebebiyle, kati ise kılıç sebebiyle lâzım gelir.
Fer'î meselelerde İctihad edenlere
gelince, bunlar da helal, haram gibi şer'î hükümler üzerinde ihtilaf
etmişlerdir. Bu ihtilafların kaynağı ise galip zannın bulunduğu noktalardır.
Dolayısıyla bu tür meselelerde ictihad edenlerin hepsini isabet etmiş kabul
etmek mümkündür. Böyle bir kabulün dayandığı asıl ise Allah Teâlâ'nm sonradan
ortaya çıkan her olayla ilgili belli bir hükmünün varolup olmadığı meselesidir.
Fıkıh usûlcülerinden bîr gruba göre
Allah Teâlâ'nm içtihada konu olmuş meseleler hakkında ietihaddan önce helal,
haram, caiz mekruh türünden kesinleşmiş bir hükmü yoktur. Bu gibi meselelerde
Allah Te-âlâ'nın hükmü, müetehîdin içtihadı sonucunda vardığı hükümdür. Bu
hüküm o sebebe dayanmaktadır. Bu sebebin bulunmadığı noktalarda hüküm ictihadla
sabit olmaz. Özellikle cevaz ve kerahetin Allah Teâlâ'nm Zâtı sıfatlarına rucû
etmediklerini savunanlara göre böyledir. Onlara göre bu hükümler, Allah
Teâlâ'nm 'Yap, yapma' türünden buyruklarına râci-dirler. Bu yaklaşıma göre
ietihadda bulunan her müetehid isabet etmiş sayılır.
Usûl âlimleri arasında Allah
Teâlâ'nın her meseleyle İlgili ietihaddan Önce belli bir hükmünün varolduğunu
söyleyenler de vardır. Onlara göre İnsanın ifa ettiği her hareketle ilgili
helal veya haram türünden bir hüküm vazedilmiştir. Müetehid, bu hükümleri
arayacaktır ve ictihad yoluyla inceleyerek ortaya çıkarmakla mükelleftir. Her
talep bir matlup gerektirir. İctihad, bir şeyden diğerine yönelmelidir.
Dolayısıyla belirli bir şeye yonel-meyen bir talep makul değildir. Bu
nedenledir ki müetehid, naslar, zahir (açık) ve umumî hükümler ile icmâ edilmiş
hükümler arasında sürekli araştırmada bulunur ve hükümle olay arasındaki manevî
bağı ortaya çıkarmaya veya hüküm ve suretler arasındaki ilişkiyi bulmaya
çalışır.
Böylelikle üzerinde ittifak edilen
meselede bulduğu hükmü, üzerinde ictihad edilen meseleye tatbik eder.
Müctehidin belli bir matlubunun bulunmaması haline gelince, böyle bir talebin
sıhhatli olması nasıl mümkün görülür? Bu yaklaşıma sahip olan usûlcülere göre
fer'î meselelerde ictihad eden müctehidlerden de yalnız biri isabet eder. Aynı
hükme ulaşamayan 'diğer müetehidler İse, sarfettiklerİ çabadan dolayı mazur
görülürler.
İetihadda isabet eden müetehid kesin
olarak bilinebilir mi? Usülcüle-rin çoğunluğuna göre bunu belirlemek mümkün
değildir. Aynı konuyla ilgili birkaç ietihaddan yalnız biri isabetlidir, ancak
hangisi olduğu belli değildir. Ancak usûl âlimleri arasında mesele)'! tafsil
edip farklı durumların bulunduğuna işaret edenler de olmuştur. Bunlara göre
ictihad edilen konuya bakılır, naslara açıkça muhalefet eden müetehid hatalı
sayılır. Ama bu hata, onun dalâletini gerektirmez. Müetehidler arasında sahih
hadislere ve zâhİr naslara bağlı kalanlar İsabetli sayılır. Müetehidler
arasında nassa muhalefet açıkça görünmüyorsa, bizatihi hatalı sayılmazlar. Her
halükârda bu gibi müctehidlerin hepsi ictihadlarında isabetli sayılmalarına
rağmen hükümde isabet edenin hangisi olduğu kesin değildir.
Usûl ve furû sahalarında ictihad
eden müctehidlerin durumları genel olarak böyle özetlenebilir. Ancak bu, çok
zorlu ve karmaşık bîr meseledir.
2- İctihad, Taklîd, Müetehid Ve
Mukallidin Hükümleri
İctihad, farz-ı ayn değil farz-ı
kifâye olan bir görevdir. Dolayısıyla müslümanlardan herhangi bir şahsın bu
görevi ifa etmesi halinde farziyet diğerlerinden düşer. İctihad edecek bir
zâtın bulunmadığı bir devirde yaşayanlar, bu yüzden günah işlemiş ve büyük bir
tehlikeyle karşılaşmış sayılırlar. İçtihadı şer'î hükümler, içtihada bağlı
olduğuna göre sebep müsebbeb ilişkisi kurulabilir. Sebep bulunmadığı zaman
hükümler geçersiz, görüşler değersiz kalacaktır. Şu halde müetehid bulunması
elzemdir, iki müetehid ictihad ettikleri ve birinin içtihadı diğerinin
içtihadının olduğu takdirde, bu müctehidlerden birinin diğerini taklîd
etmesi değildir. Aynı şekilde herhangi yeni bir olay hakkında helal veya haram
şeklinde ictihadda bulunan bir müctehidin, başka bir tarihte bu olayın aynen
vuku bulması durumunda ilk içtihadına dayanması caiz olmaz. Çünkü ikinci
içtihadında, ilk içtihadında göremediği bir hususu görerek fikir değiştirmesi
mümkündür.
Avama düşen, müctehİdİ taklîd
etmektir. Avamın mezhebi, sorduğu müctehidin mezhebidir. Aslolan da budur.
Ancak ulemâdan bazıları Hanefî mezhebine mensup avamın yalnız Ebu Hanîfe'nin
mezhebiyle, Şâfıî mezhebine mensup avamın da ancak Şafiî mezhebiyle amel
edebileceğini söylemişlerdir. Çünkü hüküm, avamın kendine göre mezhebinin
olamayacağı yönündedir. Onların mezhebinin o anda fetva sordukları kimsenin
mezhebi kılınması, karışıklığa yol açabilir. İşte bu nedenle avamın bu noktada
serbest davranmasını caiz görmemişlerdir.
Bir beldede iki müctehid bulunduğu
zaman, avam bunlardan daha faziletli ve vera' bakımından daha üstün olanını
bulma noktasında araştırmada (ictihad) bulunur ve onun fetvasıyla amel eder.
Müftü kendi mezhebi üzere fetva verdiği ve kadılardan biri de bu fetva
gereğince yargıda bulunduğu zaman bu hüküm diğer mezhepler hakkında da sübût
bulmuş olur. Bir akte bağlandığı zaman nasıl kabz (teslim alma) gereklilik
kazanıyorsa, yargı da fetvayla birleştiği zaman hükmü bağlayıcı olur. Avam, bir
müctehidin ictihad mertebesine ulaşmış olduğunu nasıl bilir? Aynı şekilde
müctehid, ictihad için gerekli şartları ikmâl etmiş olduğunu nasıl bilebilir?
Bu konuda farklı görüşler vardır.
Dâvud el-İsfahânî ve tâbilerinİn
mensup oldukları Zahiriye mezhebine göre fer'î hükümlerde de kıyas ve ictihad
caiz değildir. Onlara göre şeriatın kaynakları şunlardır: Kitâb, Sünnet ve
İcmâ. Onlara göre kıyâs, hüküm kaynaklarından bİrİ değildir. el-Isfahânî şöyle
demiştir: "Kıyâsa İlk başvuran İblİs'tİr." (Darîmî,
Mukaddime, 22, İbn Ebî Şeybc, Musannaf, 7/253)
Ona göre kıyâs, Kİtâb ve Sünnet'in
muhtevasına dâhil değildir. O, şer'î bir hükmü araştırmanın da şer'î bir yöntem
olduğunu anlayamamıştır. Daha önce gönderilmiş şeriatlerin hemen hiçbirinde
İctİhaddan bağımsız kalınmamıştır. Çünkü yeryüzünde yayılabilmek için şeriatın
ictihad ile desteklenmesi zarurîdir. Nitekim sahabenin de -kardeşlerin dedeyle
beraber mirasçı olması meselesi gibi- başta miras konusu olmak üzere birçok
konuda ictihad ve kıyâsa sık sık
başvurduklarını görmekteyiz. Sahâbe'yi tanımaya çalışan herkes bunun böyle
olduğunu görecektir.
3- Müctehidlerin Sınıfları
İslâm ümmetinin müctehidleri iki
sınıfa aynlmış olup bir üçüncüsü mevcut değildir.
A- Hadis Ehli
Bunlar genel olarak Hicazlıdır.
Belli başlı şahsiyetleri Mâlik b. Enes, Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî, Süfyân
es-Sevrî, Alımed b. Hanbel, Dâvud b. A1İ b. Muhammed el-İsfahânî ve bunlar
etrafında toplanan kimselerdir. Bunların Hadis Ehli olarak is
imlendirilmelerinin nedeni, hadis elde etmeye, hadis ve diğer haberlerin
nakline ve şer'î hükümleri olabildiğince naslara dayandırmaya gösterdikleri
özendir. Onlar, hakkında hadis veya nakil buldukları hiçbir meselede gizli ya
da açık olsun kıyâsa başvurmayı uygun görmemişlerdir.
imam eş-Şâfîî şöyle demiştir:
"Herhangi bir meselede bana ait bir görüşe rastladığınızda, onun aksine
bir hadis bulursanız bilin ki benim mezhebim O hadistir." (İbn Hacer,
Fethu'1-Barî, 2/223; Ali el-Kârî, Edületü Mütekadi
EbîHanîfe, 1/130; Aiûsî,
Âyâtü'l-Beyyinât, 1/73) İmam eş-Şâfiî İle aynı görüşü paylaşan taraftarları
şunlardır: Ebu İbrahim İsmail b. Yahya el-Müzenî, er-Rebî b. Süleyman el-Cîzî,
Harmele b. Yahya en~Necîbî, er-Rebî b. Süleyman el-Murâdî, Ebu Yakûb el-Buveytî,
Hasan b. Muhammed es-Sabâh ez-Za'ferânî, Muhammed b. Abdullah b. Abdulhakem
el-Mısrî ve Ebu Sevr ibrahim b. Hâlid el-Kelbî. Bütün bu âlimler imamlarının
ictihâdlarma hiçbir ilâvede bulunmamış, ondan nakledilenler üzerinde muhtemel
anlamlar arasında uygun olanına tevcih veya maksadın ne olduğu yönünde istinbat
dışında bir tasarrufta bulunmamış, imamın görüşlerinden ayrılmayarak kendisine
asla muhalefet etmemişlerdir.
B- Rey Ehli
Bunlar da genel olarak Iraklıdır.
Re'y Ehli, İmam Ebu Hanîfe b. Sâbit'in çevresindekilerden oluşur. Muhammed b.
Hasan, Ebu Yûsuf Yakûb b. İbrahim b. Muhammed, Züfer b. el-Hüzeyl, Hasan b.
Ziyâd el-Lü'lüî, İbn Semâ'a, Âfıye el-Kâdî, Ebu Muti el-Belhî ve Bişr el-Merîsî
bunların önde gelenleri arasında yer alır.
Re'y Ehli olarak isimlendirilmelerinin
nedeni, gayretlerini ekseriyetle kıyâsın yönünü ve hükümlerden çıkarılan
mânâları elde etmeye sarfetme-leri, yeni olayları bunlara dayandırmaları ve
kimi zaman da açık kıyası haber-i vahide tercih etmeleridir. Ebu Hanîfe bu
meyanda şöyle demiştir: "Bu ilmimiz, ulaşabildiğimiz en güzel görüşü
temsil eder. Bundan farklı bir görüşe sahip olanın re'yi kendisini bağlar. Onun
re'yi ona, bizim re'yi-miz bizedir."
İmam Ebu Hanîfe'nin taraftarları
onun ictihadlanna ilâvelerde bulundukları gibi bazı hükümlerde kendisine
muhalefet de etmişlerdir.
Bu iki grubun feri meseleler
hakkında çok sayıda ihtilafları söz konusudur. Her iki grubun kendilerine ait
kitapları olduğu gibi görüşlerini savunmak için yaptıkları münazaralar da
meşhurdur. Sonuçlar tamamen zannî kalmaktadır. Bunların ihtilafları küfür veya
dalâletle itham etmeyi gerektirmez. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz gibi
feri meselelerde ictihad edenlerin hepsi isabet etmiş kabul edilir.
1- Gazzâl yani İplikçİ lakabıyla anılmasının nedeni,
sadaka vermek için aradığı iffetli hanımları bulmak amacıyla iplik eğiren
esnafla içice olmasındandır, b. el-Kâmil, cl-Müberred, c. 3, s. 921. Vâsıl (H.
80-131), Mu'tezile fırkasının kurucusu ve ilk reisidir.
2- Tarihçilere göre Ma'bed el-Cühenî (Ö. H. 80) İslâm
tarihinde kader konusunda ilk fikir beyan eden kişidir. Anlatılanlara göre bu
fikri, Esâvire'den Ebu Yunus el-Esvârî adlı şahıstan almıştır.
3- Gaylân ed-Dımcşkî kaderi inkâr görüşünü Ma'bed'den
öğrenmiş ve bu görüşte aşırıya gitmiştir. Halife Ömer b. Abdülaziz (H. 99-101)
tövbe edip vazgeçtiğini ilan etmesi yüzünden onu öldürtmekten vazgeçmiştir.
Ama Gaylân daha sonra bu görüşüne tekrar dönmüş ve Kaderiyye'ye karşı çok katı
olan Hişam b. Abdülmefik tarafından Şam'ın kapılarından birinde asılarak
öldürülmüştür.
4- Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf (H. 135-226) Abdülkays'ın
azatlısı ve Mu'tezile'nin Basra ekolünün başıdır.
5- Ebu Yakûb eş-Şehhâm Hicri 267 yılında vefat etmiştir.
Mu'tezile'nin Basra ekolünün başıdır. Halife el-Vâsık
tarafından Harâc Divânının başına .tanınıştır. el-Eş'arî
Makâlâtu'l-İslâmivyîn adb eserinde şöyle der: "Onlardan biri olan
eş-Şchhâm iddia etti ki Allah Teâlâ kullarını muktedir kıldığı şeye kadir
olmaz. Ona göre tek bir hareket hem Allah, hem de insan için mukadder olabilir.
Allah Teâlâ'nın o fiili yapması zaruret, kulun yapması ise kesbdir." c.l,
s. 199.
6- Abdulkâdir cl-Bağdâdî, el-Fark beync'l-fırak adlı
eserinde bu iddialardan sözetmiştir. b. s. 166, Kahire, 1948 .
7- Ayrıntılı bilgi için bk. el-Bîrûnî, Tahkîku mâ
li'1-Hind s. 24, Londra, 1887.
8- El-İntisâr ve'r-redd alâ İbniVRâvendî adlı eserin
müellifidir. Bu kitapta Mu'tezile'yi savunmakta ve
İbni'r-Bivendî'nin eleştirilerini cevaplayarak Mu'tezile'yİ aklamaya
çalışmaktadır. H. 300 yılında ölmüştür.
9- Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali et-Tayyib el-Basrî;
Mu'tezile kelamcısı ve kelam dalında öne çıkan kişiliklerden biridir. (Ö. H.
436) bk. İbni Hailikân, e. 1, s. 609.
10- Ebu'l-Me'âlî el-Cüveynî Abdulmelik
b. Ebî Muhammed Abdullah b. Yusuf; Şafiî fıkıhcı, Nisabûr yakınlarındaki Cüveyn
beldesinin tanınmış İmamlarından biridir. Eş'arîler ile hasımları arasındaki
husûmetin en şiddetli olduğu dönemde yaşamıştır. Geniş ilmi ve zengin
bilgisiyle Eş'ariliği desteklemiş, akaidinin müdâfaasını üstlenmiştir.
Mekke'ye gitmiş ve orada dört yıl kalmıştır. Nisabûr'a döndükten bir süre sonra
Bağdat'a giderek Nizamiye Medresesi'nde tedrisâta başlamıştır. Çok yaygın bir
şöhrete sahiptir. Hicrî 478 yılında ölmüştür. İbni Hallikân, c. 1, s. 361.
11- Ebu İshâk İbrahim b. Muhammed
el-İsferâyinî; Rükneddîn lakabıyla tanınmış Şâfıî fıkıhçıdır. Nisâbûr
medreselerinde ders vermiş tanınmış bir âlimdir. Hicri 418 yılında Ölmüştür.
12- Davûd b. Ali el-İsfahânî, Zahirî
fıkıhçısı, hadis hafızı ve Zâhiriyye mezhebinin kurucusudur. Zühd ve vera'
ehlinden bir zât idi. Hicrî 270 yılında vefat etmiştir. Bk.: Şezerât, c. 2, s.
185.
13- Ebu'l-Hasan Mukâtil b.
Süleyman el-Ezdî, aslen Belh'ten olup Basra'ya gitmiş, oradan Bağdat'a giderek
hadis naklinde bulunmuştur. Müfessir olarak tanınmıştır. Mücâhid, Atâ ve
diğerlerinden hadis nakletmiştir. Değerli ulemâdandır. Basra'da Hicri 150
yılında vefat etmiştir. Bk.: İbni Hallikân, c. 2, s. 147.
14- Muhammed b. Kerrâm, Sicistân
asıllıdır.
15- Rivayete göre bembeyaz
giysileri olan esmer bir adam Hayber ganimetlerinin dağıtımı esnasında -ki
sadece Hudeybiye'de bulunanlara verilmiştir- Allah Resûlü'nün (sailallâhu
aleyhi ve sellem) başına dikilerek şöyle dedi: 'Bugünden itibaren âdil
olamazsın!' Allah Resulü (sailallâhu aleyhi ve sellem) buna çok öfkelendi.
Öfkesi yüzünden okunuyordu. Ömer b. el-Hattâb (radıyaüahu anh) atılarak, 'Ey
Allah Resulü! İzin ver de şunu öldüreyim!' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü
(sallaliâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: 'Bu ve arkadaşları -bir zaman gelip-
haber olacaktır.' Başka bir rivayette ise şöyle buyurduğu nakledilir:
"Yazık sana! Ben âdil davranmazsam, kim âdil olabilir?!" Sonra Ebu
Bekir'e (radıyallahu anh) döndü ve 'Onu öldür' buyurdu. Bir süre sonra
döndüğünde Ebu Bekir (radıyallahu anh) şöyle dedi: Ey Allah Resulü, rükû
ettiğini gördüm. Bunun üzerine Ömer'e (radıyallahu anh) 'Onu öldür!' buyurdu.
Bir süre sonra döndüğünde Ömer (radıyallahu anh) 'Ey Allah Resulü! Secde
ettiğini gördüm' dedi. Bunun üzerine Ali'ye (radı-yailahu anlı) 'Onu öldür5
diye emretti. Bir müddet sonra döndüğünde Ali (radıyallahu anh) 'Ey Allah
Resulü, onu bulamadım' dedi. Allah Resulü (sailallâhu aleyhi ve sellem) de
şöyle buyurdu: "Eğer öldürülmüş olsaydı, bir daha hiç kimse Allah'ın dini
üzerinde ihtilafa düşmeyecekti!" Başka bir rivayette ise şöyle
denilmektedir: "Ganimet dağıtılırken çirkin görünüşlü, çukur gözlü ve
çıkık alınlı biri geldi ve Allah Resûlü'ne (sailallâhu aleyhi ve sellem) şöyle
dedi: Yaptığın taksim, Allah rızasına uygun düşmüyor. Allah Resulü (sailallâhu
aleyhi ve sellem) öyle öfkelendi ki yanakları al al oldu. 'İnsanlık hakkında
Allah bana güvenirken siz mi güvenmiyorsunuz?' buyurdu. Ömer (radıyallahu anh)
kalkıp 'Ey Allah Resulü! Şunu öldürüvereyim' dedi. Allah Resulü de (sailallâhu
aleyhi ve sellem) bunun üzerine yukarıda söylediklerini söyledi."
(el-Kâmil, el-Müberred, C. 3, s. 919, Halebî basımı.)
16- Babasına nisbede İbni Hudeyr olarak
anılmıştır. Edebiyat kaynaklarında ise ninesi veya sütannesine nisbetle İbnİ
Ediyye olarak isimlendirilmiştir.
17- Hicri 60 yılında ölmüştür. Ezârika,
Haricîler arasında sayı ve güç bakımından en ileri olan fırkaydı. Kendilerine
muhalif olanları müşrik olarak görürlerdi. Kendilerine hicret etmeyen
kimseleri, aynı görüşte olsalar dahi müşrik sayarlardı. Kışlalarına gelen
kimseleri İmtihan etmeyi farz görür ve esirlerden birini öldürmesini
isterlerdi. Eğer öldürürse samimi olduğuna İnanır, öldürmekten imtina ederse
münafık ve müşrik olduğunu söyleyerek adamı Öldürürlerdi. (Bk.: el-Park
beyne'l-firak, s. 50)
18- Abdurrahman b. Mülcem; el-Müberred,
İbni Mülcem hakkında şunları Jtletmişrir: "Haricîler, karşılaştıkları
durumu değerlendirerek şöyle dediler: Ali v; Muaviye ümmetin düzenini bozdular.
Eğer ikisini birden öldürürsek düzen tekrar hakka dönecektir. Bunun üzerine Eşca'dan
bir adam araya girerek şöyle dedi: O ikisi yaşadıkça hayat bana haram olsun. O
dönemde yaşanan fesadın kaynağı da budur.... Abdurrahman b. Mülcem el-Murâdî
-Allah ona lanet etsin-şöyle dedi: Ben Alî'yi öldürürüm! 'Bunu nasıl
yapacaksın?' diye sordular. O da, 'Suikastle' dedi. el-Berk lakabıyla tanınan
cl-Haccâc b. Abdullah es-Sarîmî, 'Ben de Muaviye'yi öldürürüm' dedi. el-Anber
b. Amr b. Temîm oğullarından Zâde-vevh adında bir köle çıkarak 'Ben de Amr'ı
öldürürüm' dedi. Her üçünün de aynı gece öldürülmesi üzerinde fikir birliğine
vardılar. Tarih olarak da Ramazan ayının yirmi birinci gecesini belirlediler.
Sonra ayrıldılar, ibni Mülcem Kûfe'ye gitti. Orada kendini gizleyerek Ktıtâm
bt. Alkame adında bir kadınla evlendi. Bu kadın da Haricî idi. Rivayete göre
kadın ona şöyle demişti: Mihir olarak Üç bin dirhem, bir köle, bir câriye ve
Ali'nin katlinden başkasına razı olmam! İbni Mülcem de, 'İstediğini alacaksın.
Ama Ali İşi nasıl olacak?' Kadın, 'Onu hile ile öldüreceksin. Canını
kurtarırsan insanları bir kötülükten kurtarmış olursun ve gelip ailenle
yaşarsın. Aksi halde sonsuz cennete kavuşursun' dedi. İbnİ Mülcem belirlenen
gece Ali'ye (radıyallahu anh) pusu kurdu... Zehirli kılıcıyla vurduğu Ali
(radıyallahu anh) bu yaradan kurtulamayarak şehit oldu. İbni Mülcem de
el-Muğîre b. Nevfel b. cl-Hâris b. Abdulmuttalib tarafından
cezalandırıldı." (el-Kâmil, c. 3, s. 926)
19- Kendi yoldaşları tarafından
Hicrî 69 yılında Öldürülmüştür.
20- "cl-Kerâbîsî bir eserinde şunu
zikretmiştir: Acâride ve Meymûniyc oğulların ve kızların kızlarıyla, erkek
kardeşlerin ve kızkardeşlerin kızlarıyla nikahlan-mayı caiz görmüşlerdir. Yûsuf
sûresinin Kur'an'dan olmadığını iddia ettikleri de söylenmiştir."
(Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, c. 1, s. 95)
21- Murrc b. Ubeyd b. Temîm oğullarından
olup Emevi Devletinin son döneminde ortaya çıkmıştır.
22- Bazılarının iddiasına göre
el-Muhtâr'a Keysân denirdi.
23- el-Müberred şöyle demiştir:
"el-Muhtâr'm belli bir mezhebi olmamıştır, kendisi önce Hârici idi, daha
sonra Zübeyrî, ardından da Rafızî olmuştur." (el-Kâl"H, c. 3, s.
1008, Mustafa Halebî basımı.)
24- Kûfelidir. Tanınmış ulemâdan olup
İmam Buhârî Kitâbu'l-edeb'de ondan hadis nakletmiştir. Çoğunluk güvenilir
olduğu üzerinde fikir birliği etmiştir. Şia'nın Ehl-i Sünnet'e en yakın fırkası
olan Sâlihiyye ona nispet edilmiştir Hicrî 169 yılında vefat etmiştir.
Hanîf din ve İslâm şeriatı dışında
kalıp şeriat, hüküm, had ve sembollere sahip olduklarını iddia edenler iki
kısma ayrılır:
A- Tevrat ve İncil gibi kesin olarak bilinen
kitaplara sahip olanlar ki Kur'an bunlara Ehl-i Kitâb şeklinde hitap etmiştir.
B- Kitap indirilme şüphesi bulunan Mecusiyye ve Mâneviyye
gibi dinlerdir. Hz. İbrahim'e (aleyhisselâm) indirilen sahifelerin Mecûsiler
tarafından işlenen birtakım günahlar nedeniyle göğe çekildiği bilinmektedir.
Bunlarla ahit ve zimmet ilişkisi kurulabilir. Müslümanların bunlar
karşısındaki konumu, Yahudiler ve Hıristiyanlar karşısındaki konumla aymdır. Çünkü
bunlar da Ehl-i Kitab sayılmıştır. Ancak bunlarla evlenilmez ve kestikleri
yenilmez. Bunun nedeni ise, kendilerine indirilmiş olan kitapların kendilerinden
çekilip alınmış olmasıdır.
Kitapları olduğu bilinen Ehl-i
Kitab'ı öncelikle ele almak istiyoruz. Kitap indirilme şüphesi bulunan dinleri
ise bilâhare ele alacağız.
ResûlullalVm peygamberliğinden önce
Ehl-i Kitab ve Ümmîler birbirine tekabül eden iki fırka idi. Ürnmî,
okuryazarlığı olmayan kimsedir. Buna göre Yahudiler ve Hıristiyanlar Medine'de,
Ümmîler ise Mekke'de bulunmaktaydılar.
Ehl-i Kitab, Esbât'ın<">
dinlerini destekliyor, İsrail oğullarının yolunu izliyorlardı. Ümmîler ise
kabilelerin dinini destekleyerek İsmail oğullarının yolunu takip ediyorlardı.
Adem'den (aleyfaissdâm) doğan nur, İbrahim'e (aleyhîsselâm) geçtikten sonra
İkiye ayrılmış, biri İsrail oğullarına diğeri de İsmail oğullarına intikâl
etmiştir. İsrail oğullarına intikâl eden nur açık ve aşikâr iken İsmail
oğullarına intikâl eden nur gizli kalmışa. İsrail oğullarına İntikâl eden nur,
peygamberliğin şahıstan şahısa geçmesi sayesinde aşikâr olmuştur. İsmail
oğullarına indirilen gizli nur ise birtakım menâsik ve sembollerin yaş
atılmasıyla bilinmekte, şahıs zinciri devam etmemektedir.
Birinci fırkanın kıblesi Kudüs'te
bulunan Beytü'l-Makdis iken ikinci fırkanınki Mekke'de bulunan ve âlemlere
hidâyet kaynağı olarak vazedilen Beytullah'dır. İlkinin şeriatı, zahirî
hükümler iken, ikincinin şeriatı Harem-i Şerifin şiarlarına riâyet etmektir.
İlk fırkanın hasımları Firavun ve Hâmân gibi küfür ehli iken ikinci grubun
düşmanları put ve heykellere tapan müşriklerdir. Bu karşılaştırma aynen mevcut
olduğu için buna uygun bir taksim de sıhhatli olmaktadır.
Bu ikisi, Ehl-i Kitab'm en büyük
ümmetleridir. Bunlardan Yahudi ümmeti daha büyüktür. Çünkü şeriat Musa
(aleyhisselâm)'a indirilmiş olup İsrail oğullarının tamamı bununla amel etmiş,
Tevrat'ın hükümlerine uymakla mükellef kılının ıslardır.
İsa b. Meryem'e (aleyhisselâm)
İndirilmiş olan İncil ise hüküm İçermemekte, helal ve haram gibi emir ve
yasaklar bu kitaptan çıkarılamamak-tadır. Bu kitab, sembol ve misaller, vaaz ve
öğütlerle doludur. Bunlar dışında sert hükümler açısından Tevrat'la gelen
hükümler esas alınmaya devam edilmiştir. Bu husus, ileride açıklanacaktır.
Yahudiler işte bu gerekçeden hareketle İsa'ya (aleyhisselâm) bağlanmamış ve
onun da kendileri gibi Hz. Musa'ya ve Tevrat'a uymakla memur iken onu tağyir ve
tebdil ettiğini iddia etmiş, şu değişiklikleri de bu meyanda zikretmişlerdir:
Cumartesi yerine Pazar'ın kutsal gün
sayılması, Tevrat'ta haram iken domuz etinin yenilebİlmesi, sünnet ve gusül
gibi hükümlerdeki değişiklikler vs.
Müslümanlar, her iki ümmetin de
kitaplarını değiştirip tahrif ettiklerini beyan etmişlerdir. Bununla birlikte
Isa (aleyhisselâm) Hz. Musa'nın getirdiği kitap ve ahkâmı tasdik etmiştir.
Onlara göre Musa (aleyhisselâm) da, İsa (aleyhisselâm) da son peygamberi
müjdelemişlerdir. İmamları, nebileri ve kitapları da bunu böylece
emretmişlerdir. Seleflerinin Medine'de inşa ettikleri kaleler, asıl itibarıyla
âhir zamanda gelecek olan Allah Resûlü'nü (sallal-iâhu aleyhi ve sellem)
desteklemek içindir. Nitekim birçok Yahudi ve Hıristiyan din adamı, kendi
cemaatlerine Şam'ı terkederek bu kalelere hicret etmelerini emretmişlerdir.
Ama son peygamber zuhur edip Fârân'da (: Mekke) hak davetini ilân ettiği zaman
O'na inanmamış ve Medine'ye hicret ettiğinde de O'nu desteklemeyerek şehri
terketmişlerdir. Bu husus Kur'an'da haber verilirken şöyle buyrulmaktadır:
"Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitab geldiğinde
-ki onlar bundan önceleri, inkâr edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini
beklerlerdi-, bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın laneti inkâr
edenlerin üzerine olsun." (Bakara, 2/89)
Yahudilerle Hıristiyanlar arasındaki
ihtilaflar da bu son Peygamber sayesinde giderilecekti. Çünkü Yahudiler
"Hıristiyanlar hiçbir esas üzere değillerdir" (Bakara, 2/113) derken
Hıristiyanlar da "Kitabı okudukları halde Yahudiler hiçbir esas üzere
değillerdir" (Bakara, 2/113) diyorlardı. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi
ve sellem) İse onlara şöyle buyuruyordu: "Tevrat ve İncil'in -hükümlerini-
ikâme etmedikçe hiçbir esas üzere değilsiniz!" (Mâide, 5/68) Onların
hükümlerini ikâme etmeleri ise, Kur'an'a ve son Peygamberin hükmüne tâbi
olmalarıyla mümkündü: Bundan kaçınıp Allah'ın âyetlerini inkâr edince
"Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu. Allah'ın gazabına
uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız
yere öldürmelerİndendi; bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarmdandı."
(Bakara, 2/61)
'Hâde er-raculu' adam rücû etti,
tövbe etti anlamındadır. Musa Peygamber'e (aleyhisselâm) "Hudnâ ileyk^Sana
döndük, sana yakardık" dedikleri için bu isimle anılmışlardır.
Bunlar Musa Peygamber'in
(aleyhisselâm) ümmetidirler. Kitapları Tevrat'tır. Semâdan indirilen ilk Kitap,
Tevrat'tır. Çünkü Musa Peygamberden (aleyhissdâm) önceki İbrahim
(aleyhisselâm) ve diğer peygamberlere indirilenlere 'Suhuf^Sahifeler' denilip
'Kitab' denilmemiştir. Allah Resûlü'nün (saUallâhu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ Adem'i eliyle yarattı, Adn
cennetini eliyle yarattı, Tevrat'ı da eliyle yazdı."
Burada diğer kitaplardan ayrı olarak
Tevrat'a bir hususiyet atfetmiştir, Tevrat sifrlerden oluşur. Birinci sifrde
yaratılışın başlangıcı anlatılmıştır. Bunu hükümler, hadler, haller, kıssalar
ve mev'izalar izler. Her biri müstakil sifrlerde yeralmıştır.
Allah Teâlâ Tevrat'ta bulunan
hususların bir özeti olarak da Levhaları indirmiştir. Bunlar da ilmî ve amelî
kısımları kapsamaktadır. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Levhalarda herşeyden bir
öğüt yazdık." (A'râf, 7/144) Bu ayette ilmî kısma işaret edilirken
"Herşey için bir tafsilat (yazdık)" (A'râf, 7/144) ayetinde amelî
kısma işaret edilmektedir.
Yahudiler şöyle demişlerdir: Musa
(aleyhisselâm) Tevrat ve Levhaların (tabletler) sırlarını, vasisi, hizmetlisi
ve kendinden sonra davet işini üstlenecek olan Yûşa b. Nûn'a naklederek bunları
Harun'un (aieyhissdâm) çocuklarına açıklamasını istemişti. Çünkü risâlet onunla
kardeşi Harun (aleyhisselâm) arasında ortaktı. Allah Teâlâ da Hz. Musa'nın bu
husustaki duasını haber vererek "Onu işimde ortak kıl" (TâM, 20/33)
buyurmuştur. Harun (aleyhissdâm), Mtısa (aleyhisselâm) henüz hayatta iken vefat
edince vasiyeti emanet olarak Yûşa b. Nûn'a intikâl etti. Böylece söz konusu
emaneti Harun'un (aleyhisselâm) oğulları Şebîr ve Şibr'e nakletme görevi onun
oldu. Bundan da anlaşılacağı üzere vasiyet ve imamet bazen ehlinde dururken,
bazen de emânet edilebilir.
Yahudilere göre şeriat tektir. Bu
tek şeriat da Musa (aleyhisselâm) ile başlamış ve onunla kemâl bulmuştur. Ondan
önce şeriat olmayıp sadece birtakım aklî ilkeler ve maslahatı gözeten sınırlı
hükümler mevcuttu.
Onlara göre nesh kesinlikle caiz
değildir. Yine iddialarına göre o şeriattan sonra başka bir şeriat
gelmeyecektir. Zira nesh, emirleri değiştirme (bedâ) anlamına gelir ki bu,
Allah Teâlâ hakkında caiz değildir.
Yahudiler nesh, teşbih, kader, cebr
ve dünyaya geri dönüş (ric'at) gibi konularda ihtilafa düşmüşlerdir. Onların
ana meseleleri bunlar üzerinde dönmektedir.
Nesh konusundaki fikirleri
zikrettiğimiz gibidir.
Teşbih meselesine gelince, Yahudiler
arasında yaygın bir inanıştır. Çünkü Tevrat, suret, şifahen görüşme, açıkça
konuşma, Sîna dağına inme, Arş'a oturma ve Allah Teâlâ'yı açıkça görme gibi
müteşâbih unsurlarla doludur.
Kader meselesinde ise müslümanlara
benzer bir fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Onların Rabbânîler'i bizim
Mu'tezile'ye, Kurrâ ise bizdeki Cebriyye ve Müşebbihe'ye benzemektedir.
Ric'at yani öldükten sonra dirilme
fikrine gelince bunu iki hadisede görmüşlerdir:
İlki Uzeyr'e (aleyhisselâm)
dayandırılan hadisedir ki Allah Teâlâ onu yüz yıl ölü tuttuktan sonra tekrar
diriltmiştir. İkincisi ise Harun'un (aleyhisselâm) çölde ölmesidir. Onun
ölümünü Musa'ya (aleyhisselâm) nisbet etmişlerdir. İddialarına göre Yahudiler
ona daha fazla ilgi gösterdikleri için Musa (aleyhissdâm) onu çekememişti.
Ancak ölümünün keyfiyeti üzerinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri onun
ölmediğini ve geri döneceğini, kimileri de gâib olduğunu ve geri döneceğini
iddia etmişlerdir.
İyi bilinmelidir ki Tevrat baştan
aşağı, Peygamberimiz Hz. Muham-med Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sdlem)
şeriatının hak olduğuna, bu şeriatın sahibinin sadık olduğuna dair delalet ve
göstergelerle doludur. Ancak Yahudiler bunları tahrif ve tebdil etmişlerdir. Bu
tahrif ve tağyir ya yazı ve şekil bakımından, yahut da tefsir ve yorum şeklinde
gerçekleşmiştir.
Bu göstergelerin en açık olanı Hz.
İbrahim ve oğlu Hz. ismail'den bahsedilirken, Hz. İbrahim'in oğlu ve zürriyeti
hakkındaki duası ve Rab Teala'nın bu duayı "Ben İsmail'i ve evlatlarını
mübarek kıldım, hayrın tamamını onlar arasına yerleştirdim; onları bütün ümmetlere
üstün kılacağım; aralarından kendilerine ayederimi okuyacak bir peygamber
göndereceğim." buyurarak kabul ettiğinin belirtilmesidir.
Yahudiler bu hususu kabul etmekle
birlikte şöyle derler: "Allah Hz. ibrahim'in duasını nübüvvet ve risalet
olarak değil, saltanat ve mülk olarak kabul etti."
Ben onları şu delille ilzam
etmiştim: Sİzİn de teslim ettiğiniz bu saltanat bir adalet ve hak saltanatı
mıdır yoksa değil midir? Eğer böyle değilse, Allah'ın Hz. ibrahim'e,
evlatlarına bir zulüm saltanat ve mülkü vermek suretiyle lütuf ve ihsanda
bulunmuş olması nasıl mümkün olabilir? Şayet bu mülkün sahibinin adalet ve hak
ehli olduğunu kabul edecek olursanız, bu mülk sahibinin Allah hakkında
söylediği ve İddia ettiği şeylerde de sadık olması lazım gelecektir. Şu halde nasıl
olur da Allah hakkında yalan söyleyen bir kişi adalet ve hak sahibi olur? Zira
Allah hakkında yalan söylemekten daha büyük bir zulüm yoktur. Dolayısıyla bu
zatı yalanlamak ona zulüm izafe etmek, ona zulüm izafe etmek ise Allah'ın söz
konusu ihsan ve lütfunu ortadan kaldırmak demektir ki bu da çelişkiden
ibarettir.
Işın ilginç tarafı Tevrat'ta şöyle
bir bilgi mevcuttur: İsrail oğullarının torunları (esbât) İsmail oğullarının
kabileleriyle görüşüyor ve bu halkta Tevrat'ta bulunmayan ledünnî bir ilmin bulunduğunu
görüyorlardı. Tarih kitaplarında da şöyle yazılıdır: İsmail oğulları Alullâh ve
Ehlullâh olarak anılıyorlarken İsrail oğullan Âl-i Yakûb, Âl-i Musa ve Âl-i
Harun olarak biliniyorlardı. Bu, önemli bir üstünlüktür.
Tevrat'ta şöyle bir nas bulunmaktadır:
"Allah Teâlâ Tûr-i Sina'dan geldi, Sâ'îr'de zuhur etti ve alenen
bilindi." Sâ'îr, İsa'nın (akyhisselâm) zuhur ettiği Kudüs dağlarıdır.
Fârân ise Allah Resûlü'nün (sailallâhu aleyhi ve sellcm) zuhur ettiği Mekke
dağlarıdır.
Vahiy, tenzil, münâcât ve tevildeki
Rabbani nurlar ve ilâhî sırlar üç mertebe üzeredir: Başlangıç (mebde'), orta
(vasat) ve olgunluk (kemâl). Gelme fiili başlangıca, zuhur fiili ortada olmaya
ve ilân da kemâl haline benzetilebilir. Tevrat şeriat güneşinin doğuşunu temsil
etmektedir, çünkü Tûr-i Sina'dan gelişte kendini göstermektedir. Güneşin
yükselişi ise Sâ'îr'de zuhurunu temsil etmektedir. Kemal hali ise Fârân dağı
üzerinde ilân ve istivada kendini göstermektedir. Görüldüğü üzere bu ifadelerde
İsa Mesîh (aieyhisselâm) ve Allah Resûlü'nün (sailallâhu aleyhi ve sellem)
nübüvvetlerinin tasdiki söz konusudur.
İsa (aieyhisselâm) İncil'de şöyle
demektedir: "Ben, Tevrat'ı geçersiz kılmak için değil onu ikmâl etmek için
geldim. Tevrat sahibi cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş,
yaralarda da kısası emretmiştir. Ben ise şöyle derim: Bir kardeşin sağ
yanağına vurduğunda solunu çevir."
Son şeriat her ikisini de ihtiva
etmektedir. Nitekim kısas hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Ölülerde kısas
size farz kılındı." (Bakara, 2/178) Affedip bağışlama hakkında İse şöyle
buyrulmaktadır: "Bağışlamanız takvaya daha yakındır." (Bakara, 2/237)
Tevrat'ın hükümleri açık ve genel
siyasete dair hükümler iken İncil'de bâtmî ve özel siyasetle ilgili hükümler
yeralmaktadır. Kur'an'da İse her iki türden hükümler mevcuttur: "Kısasta
sizin için hayat vardır." (Bakara, 2/179) ayeti zahirî siyaseti temsil
etmektedir. "Bağışlamanız takvaya daha yakındır." (Bakara, 2/237) ve
"Bağışlamayı seç ve ma'rufu emret, cahillerden yüz çevir." (A'râf,
7/199) ayetleri ise batınî siyaseti temsil etmektedir. Son âyetin manâsıyla
ilgili olarak Allah Resulü (sailallâhu aleyhi ve sdJem) buyurdu ki: "Sana
zulmedeni bağışlaman demek; seni mahrum edene vermen ve seninle ilişkiyi
kesenle ilişkini sürdürmendir." (Tabcrânî, Muccmu'l-Kebîr, 17/270)
Kendi inancını tasdik eden, hattâ
onu ikmal ve terakki ettiren birini yalanlamak nasıl olabilir? Nesh, asiı
itibarıyla geçersiz kılma değil ikmâl etme anlamındadır.
Tevrat'ta hem genel, hem de özel
hükümler mevcuttur. Bunların bir çoğu şahıslar ve zamanlarla kayıtlıdır. Söz
konusu zamanlar geçtiğinde o hükümler de kalmayacaktır. Bunu fikir değiştirme
(bedâ) ve geçersiz kılma olarak görmek nasıl mümkün değilse, burada da aynı
durum geçerlidir.
Cumartesi gününe gelince Yahudiler
eğer Cumartesi günüyle İlgili emirler niçin gelmiştir, hangi şahıslara bağlı
olarak gelmiştir, hangi hallerin karşılığı olarak vazedilmiştir, hangi zamanla
sınırlıdır? Bunların cevaplarını anlamış olsalardı son şeriatın hak olduğunu
ve Cumartesi gününün kutsallığını geçersiz kılmayıp ikrar ettiğini bilirlerdi.
Cumartesi yasaklarını çiğneyenler kendileridir. Bu nedenle de maymunlara
çevrilmişlerdir.
Aslında hepsi bunu itiraf eder ve
Musa'nın (aleyfaissdâm) bir mabet inşa ettiğini, orada suretler ve şahıslar
tasvir ettiğini, bu suretlerin mertebelerini açıkladığını ve o sembolllere
işaret ettiğini bilirler. Ama kapıyı kaybettiklerinde hırsızlar gibi oraya
girememiş ve tam bir şaşkınlığa kapılarak ne yapacaklarını bilmez hale gelmiş
ve yetmiş bir fırkaya ayrılmışlardır.
Şimdi bu fırkaların önde gelenlerine
değinmek istiyoruz. Başarı AJlah Teâlâ'd andır.
Anan b. Dâvud ve Re'su'l-Câlût
isimleriyle tanınan şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bu fırka,
Cumartesi günü ve bayramlar konusunda diğer Yahudilerden ayrılmıştır. Kuş,
balık ve çekirge yemeyi haram saymışlardır. Hayvanı ensesinden keserlerdi. İsa
Peygamberin (aleyhisselâm) vaaz ve işaretlerini tasdik ederek şöyle derlerdi:
İsa (aleyhisselâm) Tevrat'a asla muhalefet etmemiştir. Bilakis onu tasdik ve
ikrar etmiştir. İnsanları onun hükümlerini uygulamaya davet etmiştir. Kendisi
Tevrat ile amel eden ve Musa Peygamber'in (aleyhisselâm) davetine icabet eden İsrail
oğul-lanndandı. Ancak nebî ve resul değildi.
Bu fırka mensuplarından bazıları
şöyle demişlerdir: İsa Peygamber (aleyhisselâm) asla bir peygamber olduğunu,
İsrailoğullarına mensup bulunduğunu, Musa (aleyhisselâm)'ın şeriatını nesheden
bir şeriata sahip olduğunu iddia etmemiştir. O, Allah Teâlâ'mn Tevrat'ın
hükümlerini iyi bilen ihlâslı velî kullarından biridir. İncil de gökten
indirilmiş bir kitap olmayıp hayatının ilk gününden son gününe kadar yaşadığı
olayların anlatıldığı bir kitaptır. Havarilerinden dördü tarafından telif
edilmiştir. Dolayısıyla indirilmiş bir kitab olması mümkün değildir.
Onlara göre Yahudiler öncelikle onu
yalanlamaları sebebiyle kendisine zulmetmiş, davetinin özünü kavrayamamış ve
sonunda da kendisini katletmişlerdir. Onun niçin geldiğini hiç
anlamamışlardır. Halbuki Tevrat'ta Meşîha'nm adı birçok yerde geçmektedir. Bu
Meşîha'dan murad Mesih'tir. Fakat kendisine peygamberlik ve şeriat
verilmemiştir. İncil'de geçen "Fâraklit" de âlim insan anlamındadır.
Ebu İsa İshâk b. Yakûb el-İsfahânî
adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Taraftarlarına göre bu
kişinin adı Ofid Elohîm'dir ki "Allah'a tapan" anlamına gelir. Bu
şahsın ortaya çıkışı Halife el-Mansûr devrinde olmuştur. Davetini ilan etmeye
başlaması ise, Emevîlerin sonlarında Mervan b. Muhammed el-EIımâr devrine
rastlar.
Birçok Yahudi bu adamın davetine
tâbi olmuş, onun birçok işaret ve mucizeye sahip olduğu iddiasında
bulunmuşlardır. İddialarına göre onunla savaşılması halinde taraftarlarının çevresine
bir âs ağacı dalıyla çizgi çizecek ve şöyle diyecektir: Bu çizginin gerisinde
durun, silahlı düşmanınız size ulaşamayacaktır. Düşman askerleri bu çizgiye
geldiklerinde onun koymuş olduğu bir tılsım veya büyü sebebiyle korkarak geri
kaçarlardı. İddialarına göre bir defasında Ebu İsa bu çizgiyi at üstünde
çarpışarak tek başına geçmiş ve birçok müslümanı öldürmüştü. Kendisi
Mâverâünnehir'de bulunan Musa b. İmrân'm taraftarlarının yanına giderek onlara
Allah'ın kelâmını tebliğ etmek istemiştir. Rivayete göre Rey'de el-Mansûr'un
ordusuyla savaşırken taraftarlarıyla birlikte öldürülmüştür.
Ebu İsa, kendisi hakkında, "Ben
peygamberim ve beklenen Mesih'in elçisiyim." derdi. İddiasına göre
Mesih'in (aleyhisselâm) beş elçisi vardır ve ardarda gelirler. Yine onun
iddiasına göre Allah Teâlâ Mesih'e İsrail oğullarını günahkâr milletlerden ve
zâlim krallardan kurtarmayı emretmiştir. Onlara göre Mesih, Adem oğullarının en
üstünü idi. Mevki bakımından bütün peygamberlerin üstündeydi. Bu şahsın
iddiasına göre kendisi, Mesih'in elçisi ve yaşadığı devrin en hayırlı
insanıydı. Mesih'in tasdikini farz görür, davetçİnin davetini yüceltirdi. Ona
göre davetçi Mesih idi.
Kitabında her türlü hayvan etinin
yenmesini haram görmüştü. Hiçbir canlının yenemeyeceğini söylerdi. On vakit
namaz kılınmasını farz kılmıştı. Taraftarlarına da bu namazları kılmayı
emrederdi. Bu namazların vakitlerini de o belirlemişti. Tevrat'ta zikredilen
hükümlerin çoğunda diğer Yahudilere muhalefet etmişti.
İnsanların elindeki Tevrat, Roma
krallarından birinin emriyle otuz din adamı tarafından toplanmıştır. Bunun
sebebi, Tevrat'ta yeralan hükümlerin birtakım câhiller tarafından değiştirilme
endişesiydi. Başarı Allah Teâlâ'dandır.
Hcmedan şehrinden Yod'an adında bir
şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Adının Yehûda olduğu da
söylenmiştir. Bu şahıs, insanları zühde, ibâdeti arttırmaya teşvik ediyor, et
yemek ve içki içmekten sakındırıyordu. Rivayete göre davetçinin önemi üzerinde
duruyor, Tevrat'ın bir zahir, bir de bâtını, bir tenzil, bir de tevili olduğunu
iddia ediyordu. Yaptığı tevillerle Yahudi topluluğunun çoğunluğuna muhalefet
etmişti. Teşbih fikrinde de onlardan farklı düşünüyordu. Kader (: kulun kendi
eyleminde tam kudret sahibi Halik olduğu) fikrine eğilimliydi. Fiillerin
hakikî anlamda kula ait olduğunu iddia ederek mükâfat ve cezanın da buna göre
şekilleneceğini söylüyordu. Bu noktada oldukça katı davranıyordu.
Bu fırkanın dallarından biri
Mûşikâniye olup Mûşikân adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Kendisi
Yod'an ile aynı görüşleri paylaşmasına rağmen muhaliflere karşı silah
kullanmayı farz görüyordu. Nitekim ondokuz taraftarıyla birlikte ayaklanmış ve
Kum civarında öldürülmüştür. Mûşikâniyye'den bir topluluğun Allah Resûlü'nün
(salkliâ-hu aleyhi ve seilem) Yahudiler dışında bütün insanlığa gönderilmiş bir
peygamber olduğuna, çünkü Yahudilerin din ve kitab ehli olduğuna inandıkları
söylenmiştir.
Mukârebe fırkasından bir grup, Allah
Teâlâ'nın bir meleği bütün yarattıklarından üstün kıldığını, peygamberlere de o
melek vasıtasıyla hitap ettiğini söylemiştir. Allah Teâlâ'ya ait olduğu ifade
edilen ve Tevrat ile diğer kitaplarda zikredilen bütün sıfatlara o meleğin
sahip olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre Allah Teâlâ'nın bu sıfatlarla
anılması caiz değildir. Bu fırka mensuplarına göre Musa Peygamber
(aleyhisselâm) ile konuşan da o melektir. Tevrat'ta adı geçen ağaç da o
melektir. Allah Teâlâ insanlarla konuşmaktan münezzehtir. Tevrat'ta zikredilen
ru'yet talebi, şifahi konuşma, Allah Teâlâ'nın gelmesi, bulutta zuhur etmesi,
Tevrat'ı eliyle yazması, Arş'a oturması, Âdem'in (aleyhisselâm) suretinde
olması, kısa tüylü, siyah perçemli olması, Nuh (aleyhisselâm) tufanına gözleri
kör olacak derecede ağlama, azı dişleri görünecek kadar gülme gibi hal ve fiillerin
tamamı o meleğe yorulmuştur. Ona göre Allah Teâlâ bütünüyle, bütün
Özellikleriyle rûhânî bir melek gönderip ona kendi İsmini verebilir ve onun
hakkında "Bu, benim elçimdir, sizin için Ben neysem o da odur, sözü Benim
sözüm, emri Benîm emrim, aranızda zuhuru Benim zuhurum gibidir." buyurmuş
olabilir. İşte söz konusu meleğin durumu budur.
Mesîh (aleyhisselâm) hakkında
"O Tanrı'dır, o âlemin seçilmişidir." diyen Arinos'un da kendi
fikrini bu fırkadan aldığı söylenmiştir. Onlar Arinos'tan dört yüz yıl önce
yaşamışlar, zühd ve titizlikle tanınmışlardır.
Bu görüşün asıl sahibinin Bünyamİn
en-Nİhâvendî olduğu da söylenmiştir. Rivayete göre o, bu mezhebi onlara takdim
etmiş ve Tevrat'taki müteşâbih ayetlerin tamamının tevile muhtaç olduğunu
söylemiştir. Ona göre Allah Teâlâ beşerî sıfatlarla tavsif edilemez,
yaratılmışlardan hiçbirine benzetilemez. Tevrat'ta bu ve benzeri hususlarda
zikredilen ayetler adı geçen büyük melek hakkındadır.
Bu açıklama Kurban için de geçerli
olmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ Meryem (aleyhisselâm) hakkında şöyle
buyurmuştur: "Ona ruhumuzdan üfledik." (Enbiya/9l) Başka bir yerde
de şöyle buyrulmuştur: "Ona ruhumuzdan Üfledik." (Tahrîm/12)
Bu ayetlerde ruhu üfleyen Cebrail
(aleyhisselâm) olup Meryem'e (aleyhisselâm) temiz bir çocuk vermek için tam
bir insan suretinde görünmüştür.
Bunlar Kudüs dağlarında ve bazı
Mısır köylerinde yaşayan bir topluluktur. Temizlik ve arınmaya, diğer
Yahudilerden daha fazla titizlenirlerdi. Musa (aleyhisselâm), Hânin
(aleyhisselâm) ve Yu'şâ (aleyhisselâm)'dan sonra gönderilen peygamberlerden
sadece birinin nübüvvetini kabul eder, diğer peygamberleri tamamen inkâr
ederlerdi. Onlara göre Tevrat, Musa'dan (aleyhisselâm) sonra gelecek tek bir
peygamber müjdelemiştir. O da Tevrat'ın getirdiği şeriatı tasdik edecek,
hükmüyle amel edecek ve ona asla muhalefet etmeyecektir.
Sâmire fırkasından el-Elfan adında
bir şahıs çıktı. Bu adam nübüvvet iddiasında bulunarak '"Musa Peygamberin
müjdelediği peygamber benim, Tevrat'ta zikredilen ay gibi ışık saçan yıldız da
benim." dedi. Bunun çıkışı, İsa Peygamber'in (akyhisselâm) zuhurundan
yaklaşık yüz yıl önceydi.
Sâmire fırkası, Dostâniyye -ki
Elfâniyye de denir- ve Kostâniyye adında İkİ dala ayrılmıştır. Dostâniyye
yalancı cemâat anlamındadır. Çünkü bunlar, mükâfaat ve cezanın dünyada
olacağını söylemişlerdir. Kostâniyye ise sâdık cemâat anlamındadır. Çünkü
bunlar ahiret hayatındaki mükâfaat ve cezayı ikrar etmişlerdir. Bu iki firka
şerl hükümler bakımından da ihtilafa düşmüşlerdir.
Sâmire fırkasının kıblesi Beyt-İ
Makdis ile Nablus şehirleri arasında bulunan Gezirîm adında bir dağdı. Rivayete
göre Allah Teâlâ Dâvud Pey-gamber'e (aleyhisselâm) Beyt-i Makdis'i Nablus dağı
üzerinde bina etmeyi emretmişti. Bu Nablus Dağı, Allah Teâlâ'nın Musa
Peygambere (aleyhisse-lâm) hitap ettiği Tür Dağı'dır. Dâvud (aleyhisselâm) İse
İliya'ya taşınıp mabedi orada inşa etti. Bu yaptığıyla da Allah Teâlâ'nın
emrine muhalefet etmiş oldu. Sâmire fırkası Beyt-İ Makdis ile Nablus şehri
arasını kıble edinmişlerdi. Diğer Yahudiler ise Beyt-i Makdis'e
yönelmişlerdir. Sâmire fırkasının dili, diğer Yahudilerin dilinden farklıdır.
İddialarına göre Tevrat, İbrâni-ce'den ziyade Süryanice'ye yakın olan kendi
dillerinde nazil olmuştur.
Yukarıda sıraladığımız dört fırka,
Yahudilerin ana fırkalarıdır. Yetmiş bir fırka bu dört fırkanın dallarıdır.
Bütün fırkaların üzerinde ittifak
ettikleri husus, Tevrat'ın Musa'dan (aleyhisselâm) sonra bir peygamberin
müjdesini ihtiva ettiğidir. Farklılıkları bu peygamberin kimliği ve ilâve başka
peygamberlerin varlığı üzerinde yoğunlaşmıştır. Meşîha adı kutsal kitaplarında
açıkça geçmektedir. Ahir zamanda ışık saçan bir yıldız gibi birinin çıkacağı da
üzerinde İttifak edilmiş bir ihbardır. Yahudiler o zâtı beklemektedir. Onun kutsal
günü Cumartesidir. Çünkü Cumartesi, Allah'ın yaratılışı tamamlamasından sonra
Arş'a oturduğu gündür.
Yahudiler Allah Teâlâ'nın yaratmayı
bitirdikten sonra -hâşâ- bacak bacak üstüne atarak Arş'a oturduğu üzerinde
ittifak etmişlerdir.
Bir Yahudi fırkasına göre Allah
Teâlâ'nın gökleri ve yeri yarattığı altı gün altı bin seneye eşittir. Çünkü
Allah Teâlâ katmda bir gün, ay yılıyla bin yıla denktir. Adem'den
(aleyhissetâm) bugüne kadar geçen süre bu kadardır. Yaratma fiili
tamamlandığında emir başlamıştır. Emrin başlaması Arş'a istiva ile olmuştur.
Bu, olup bitmiş bir emir olmayıp gelecekte olacaktır. Günleri yıllarla
saydığımızda böyle çıkmaktadır.
Hıristiyanlar İsa b. Meryem'in
(aicyhisselâm) ümmetidir. O, Allah Teâlâ'nın resulü ve kelimesidir. Musa'dan
(aleyhisselâm) sonra gönderilmiş ve Tevrat'ta müjdelenmiş hak peygamberdir.
Açık mucize ve delilleri vardır. Ölüleri diriltmek, alacalı ve anadan kör
olanları iyileştirmek bunlardan bazılarıdır. Varlığı ve yaratılışı bizatihi
doğruluğu İçin çok açık bir mucizedir. Nitekim kendisi nutfe atılmaksızın
doğmuştur. Diğer peygamberlerin tamamına kırk yaşında vahiy İnerken Allah
Teâlâ onu beşikteyken konuşturmuş ve otuz yaşında da vahiyle müşerref kılmıştır.
Davet süresi üç yıl, üç ay, üç gündür.
Göğe çekildiği zaman Havariler ve
diğerleri ihtilafa düşmüşlerdir. Bu ihtilafların kaynağında şu İki husus
yatmaktadır:
1- Yeryüzüne inişi, annesiyle ilişkisi ve Kelime'nin onda
bedenlenme-si (tecessüd).
2- Göğe çıkışı, meleklerle buluşması ve Kelime ile
birleşmesi. İlkiyle ilgili olarak Hıristiyanlar şöyle demişlerdir:
Keüme onda bedenlenmiştir. İttihâd ve bedenlenmenin gerçekleşme biçimiyle
ilgili olarak farklı görüşler belirtilmiştit. Kimine göre bu, nurun şeffaf bir
cisim üzerinde parlaması gibidir. Kimine göre, mumun üzerine kazman nakış gibi
ona İşlemiştir. Kimine göre ruhanînin cismânîde tezahürü gibi zuhur etmiştir.
Kimine göre Lâhût nâsûtun zırhına kuşanmıştır. Kimine göre Kelime Mesih'in
{aleyhisselâm) bedenine sütün suya, suyun süte karışması gibi karışmıştır.
Onlar Allah Teâlâ için üç temel vasıftan (=uknûm) bahsetmiş ve şöyle
demişlerdir: Allah Teâlâ tek bir cevherdir. Bununla kas-dettikleri Zâtı ile
Kâİm olup belli bir yer ve hacim kaplaması sözkonusu olmayan varlıktır. O,
cevheriyet bakımından tek, uknûmiyet bakımından üçtür. Uknum ile kasdettikleri
ise varlık, hayat ve ilim gibi sıfatlardır. Bunlara Baba, oğul ve rûhü'l-kudüs
adlarını takmışlardır. İlim ise diğer uknumlarda bedenlenmiştir.
Göğe çıkışı hakkında da şöyle
demişlerdir: Mesih (aieyhisselâm) katledilip çarmıha gerilmiştir. Yahudiler,
çekemedikleri, azgınlık ettikleri ve peygamberliğini reddettikleri için onu
öldürmüşlerdir. Ama öldürme fiili lâhûtî kısmına tesir etmeyip sadece nâsûtî yani
insani kısmına etki etmiştir. Onlara göre İnsanın kemâli şu üçündedir:
Peygamberlik, imamet ve krallık. Onun dışındaki peygamberler bu üç vasfın
tamamı veya bir kısmına sahiplerdi. Mesih'in (aleyhissciâm) ise bunlar üzerinde
bir derecesi vardır. Çünkü o, tek oğuldur ve benzeri yoktur. Hiçbir peygamber
ona kıyas edilemez. Âdem {aieyhisselâm) tarafından işlenen suç da onun sayesinde
bağışlanmıştır ve insanlar da onun tarafından hesaba çekilecektir.
Onun yeryüzüne tekrar inmesi
konusunda ise fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bazılarına göre müslümanların da
iddia ettikleri gibi Kıya-met'ten önce İnecektir. Bazılarına göre ise sadece
Hesab Günü İnecektir. O, öldürülüp çarmıha gerildikten sonra yeryüzüne inmiş ve
Şemon es-Safa tarafından görülmüş, onunla konuşup vasiyetlerde bulunmuştur.
Bunun ardından dünyadan ayrılıp göğe yükselmiştir. Şemon es-Safa onun vasisi ve
Havarilerin ilim, zühd ve takva bakımından en üstünü idi. Ancak Pavlos onun
sözlerini çarpıtmış ve kendisini onun ortağı gibi göstererek birçok tahrifatta
bulunmuş, Mesih'in (aieyhisselâm) buyruklarını filozofların sözleriyle
karıştırmıştır.
Pavlos'un Greklere yazdığı mektubu
ben de gördüm. Şöyle diyordu: "Sizler İsa'yı (aieyhisselâm) diğer
peygamberler gibi mi görüyorsunuz? Asla böyle değildir. O, İbrahim Peygamberin
(aieyhisselâm) öşür verdiği barış kralı Melkîz Dâk'a benzer. O İbrahim'i
(aleyhisselâm)mübarek kılar ve başını sıvazlardı." İşin tuhaf yanı
İndilerden şöyle bir nakilde bulunmasıdır:
"Rab şöyle buyurdu: Muhakkak ki
sen tek oğulsun. Tek olan bin, diğer insanlardan biriyle nasıl
kıyaslanabilir?"
Bilâhare dört Havârî, İncil adını
verdikleri dört ayrı kitap yazmıştır. Bunlar Matta, Markos, Luka ve
Yuhanna'dır. Matta İncili'nin sonu şöyledir: "Sizi, babamın beni size
gönderdiği gibi bütün ümmetlere elçi gönderiyorum. Gidin ve insanları Baba,
Oğul ve Rûhü'l-kudüs adına davet edin!"
Yuhanna İncili'nin başlangıcı ise
şöyledir: "Ezelde Kelime vardı. O, Allah katındaki Kelime sahibiydi. Allah
o Kelime'dir. Her şey O'nun elindedir."
Hıristiyanlar daha sonra yetmiş iki
fırkaya bölünmüşlerdir. Bu fırkaların en büyükleri üç fırkadır: 1. Melkâniyye,
2. Nestûriyye, 3. Yâkubiyye. Bunlardan çıkan fırkaların bazıları da şunlardır:
İlyâniyye, Belyarisiyye, Makdanusiyye, Sebâliyye, Potinusiyye (: Nautusiyye),
Pauliyye.
Melkâ adında bir şahsın
taraftarlarından oluşmuş fırkadır. Melkâ Anadolu'da ortaya çıkarak bölgeyi
tamamen istila etmiştir. Anadolu Hıristiyanlarının büyük bölümü Melkâniyye
fırkasındandır.
Bunlara göre Kelime Mesih'in (aieyhisselâm)
bedeni ile ittihâd etmiş ve onun nâsûtî yönüyle mütecessid olmuştur. Kelime'den
muratları ilim uknumu, Rûhü'l-Kudüs'ten muratları ise Hayat uknumudur.
Bedeıı-lenmeden önce İlim'e 'oğul' demezlerdi. Mesîh (aieyhisselâm), kendisiyle
tecessüd ettiği şeyle birlikte 'oğul' olur. Bunlardan bazılarına göre Kelime
İsa Mesih'in (aieyhisselâm) bedeni ile kaynaşmış, sütün suya karışması gibi ona
karışmıştır.
Melkânîlere göre cevher uknumların
aynı değildir. Bu ikisi, mevsuf ile sıfat gibidir. Bu yaklaşımdan hareketle de
teslis fikrine kapılmışlardır. Kur'an-ı Kerîm'de onlardan sözedilirken şöyle
buy-rulmaktadır: "Muhakkak ki, Allah üçün üçüncüsüdür diyenler küfre
düşmüştür." (Mâide, 5/73)
Bunlara göre Mesih (aleyhisselâm)
cüz'î olarak değil, küllî olarak nâsût-tur. O, kadîm ve ezelîden gelen bir
kadîm ve ezelîdir. Meryem (aJeyhisselâm) ezelî bir ilah doğurmuştur. Onun
öldürülmesi ve çarmıha gerilmesinin nâsûtî ve lâhûtî yönlerinden her ikisini de
etkilediğini söylemişlerdir, Melkânîler cübüwet=babalık' lafzını Allah Teâlâ,
'nübüvvet-peygamberlik' lafzını ise mutlak anlamda İsa Mesih (aleyhisselâm)
hakkında kullanmışlardır. Çünkü ellerindeki İncil'de "Muhakkak ki sen tek
oğulsun" ayeti yer almaktaydı. Yine Şemon el-Safâ'nın İsa Peygamber'e
(aleyhisselâm) "Sen gerçekten Allah'ın oğlusun." sözünü de
duymuşlardı.
Bu, herhalde mecazî bir kullanımdır.
Nitekim dünya nimetleri peşinde koşanlara "ebnâu'd-dunyâ=dünya
çocukları", ahireti talep edenlere ise "ebnâu'l~âhire=ahiret
çocukları" denilmiştir. İsa Peygamber (aleyhisselâm) Havarilere şöyle
demiştir: "Size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin ve size lanet edenlere
esenlik verin. Size buğzedenlere iyi davranın ve size eziyet edenlere salât
edin ki gökyüzündeki babanıza layık oğullar olun. O'nun güneşi hem sâühlerin,
hem de fâcirlerin üzerine doğar, yağmuru hem iyilere, hem de kötülere indirir.
Böyle yapın İd gökteki babanız gibi siz de tam olun." Yine o şöyle
buyurmuştur: "Sadakalarınızı düşünün ve onları gösteriş için halkın
huzurunda vermeyin. Böyle yaparsanız, gökteki babanız katında hiçbir ecriniz
olmaz." Kendisini çarmıha gerecekleri zaman ise şöyle demiştir:
"Şimdi babamın ve babanızın yanına gidiyorum."
Arius adında bir rahip, "Kadîm
olan Allah'tır, Mesih (aleyhisselâm) yaratılmıştır." deyince bütün papaz,
kardinal ve büyük din adamları İstanbul'da imparatorun huzurunda toplandılar.
Sayıları 318'di. Bunların hepsi de şu bildiri üzerinde ittifak ettiler:
"İnanırız ki Baba Allah
Bir'dir, O her şeyin Mâlikidir. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin
yaratıcısıdır. İsa (aleyhisselâm) O'nun oğludur. Bütün alemlerin zuhurundan
Önce babasından neşet etmiştir. Yaratılmış değildir. Kendisinin eliyle
alemlerin nizam bulduğu Babasıyla aynı cevherden olup hak ilahtan gelen hak ilahtır.
Bizim için, tüm insanlık için ve kurtuluşumuz için gökten inip Rûhu'l-Kudüs ile
tecessüd etmiş ve insan olmuş, Bakire Meryem'den (aleyhisselâm) doğmuştur.
Philatos
zamanında çarmıha gerildikten sonra
toprağa verilmiştir. Üçüncü gün kalkmış ve göğe yükselmiş, babasının sağ
tarafına oturmuştur. Ölülerle diriler arasında gidip gelebilecek durumdadır.
Tek Rûhü'l-Kudüs'ün, babasından çıkan hak ruh olduğuna iman ederiz. Günahların
bağışlanması için tek bir vaftize, tek bir katolik kutsal cemaata, bedenlerimizin
tekrar kıyam edeceğine ve ebediyete dek sürecek bir hayata iman ederiz."
Yukarıdaki metin üzerinde
"varılan İttifak, Hıristiyanlar arasında yapılan ilk ittifaktır. Görüldüğü
gibi bu metinde bedenlerin diriltilmesine işaret edilmektedir.
Hıristiyanlar arasında bir grup
bedenlerin değil yalnız ruhların dirileceğini iddia etmiştir. Onlara göre kötü
insanları bekleyen son, Kıyamet'ten sonra yaşayacağı ve bilgisizlikten doğan
hüzün ve tasadır. İyileri bekleyen son ise, bilgiden kaynaklanan mutluluk ve sevinçtir.
Bunlar cennette evlilik, yeme, içme gibi fiillerin bulunmayacağını da ileri
sürmüşlerdir.
Bu grupta yer alanlardan biri olan
Mar İshâk şöyle demiştir: "Allah Teâlâ itaat edenlere mükâfaat vaadinde,
isyan edenlere de ceza tehdidinde bulunmuştur. O'nun bu vaadinde durmaması caiz
değildir. Çünkü bu kerem sahibine yakışmaz. Ancak tehdidinden cayıp âsilere
ceza vermeyecek, böylece herkes mutlu ve sevinçli olacaktır. O, bunu
genellemiştir; zira ebedî ceza, cömert ve İyilik sahibi olan Allah Teâlâ'nın sânından
olamaz."
Halife el-Memûn döneminde ortaya
çıkmış bir fırkadır. Fırkanın kurucusu Nestûr-i Hakîm adında bir şahıstır. Bu
şahıs, incil'de kendi görüşleriyle tasarrufta bulunmuştur. Hıristiyanlığa
mensubiyeti, Mu'tezile'nin İslama mensubiyeti gibidir.
Kendisi şöyle demiştir: "Allah
Teâlâ Bir'dir ve vücûd, hayat ve ilim olmak üzere üç uknum sahibidir. Bu üç
uknum, Allah Teâlâ'nın Zâtı üzerine zâid de değildir, O'nun Zâtıyla aynı da
değildir. Kelime İsa'nın (aleyhisselâm) bedeniyle ittihâd etmiştir. Ama bu
İttİhâd, geçişip karışma (imtizaç) şeklinde değildir. Bilindiği üzere
Melkânîler ittihadın bu şekilde gerçekleştiğini söylemişlerdir. Yâkûbîlerin
iddia ettikleri gibi zuhur etme şeklinde de gerçekleşmemiştir. Ancak bu
ittihad, güneşin kristal üzerindeki aydınlığı ve nakşın mühür üzerindeki
zuhuru gibi gerçekleşmiştir.
Uknumlar (ekânîm) konusundaki
görüşü, Mu'rezile" den Ebu Hâşim'in ahvâl konusundaid görüşlerini
çağrıştırmaktadır. O da bir şey için farklı özelliklerin olabileceğini söylemiştir.
Buradaki "bir" sözünden kastı Allah'tır. Nestûr'un 'Allah cevher
bakımından Bir'dir1 sözünden muradı, O'nun iki ayrı cinsten mürekkep olmayıp
basit ve tek oluşudur. İki cevheri sıfat olarak hayat ve ilimden muradı ise,
bunların, âlemin mebdei olan iki asıl oluşudur. Nestûr ilmi nutk (düşünme,
konuşma) ve Kelime ile tefsir etmiştir.
Sözü nihayet olarak Allah Teâlâ'nın
mevcut, hayat sahibi ve nâtık olduğunu tesbit etmeye varır. Filozoflar da
insanı tarif ederken bu minvalde konuşmuşlardır; ancak bu mânâlar insan söz
konusu olduğunda değişikliğe uğrar, çünkü insan Allah gibi basit değil,
mürekkeb bir cevherdir.
Fırkanın bazı mensupları Allah
Teâlâ'nın kudret ve irâde gibi sıfatlan olduğunu söylemiş, ancak bunları hayat
ve İlim gibi uknum olarak görmemişlerdir.
Kimilerine göre ise üç uknumdan her
biri, tek başına diri, nutk sahibi ve ilahtır. Diğerleri İse 'İlah' isminin bu
üçünden her biri için kullanılamayacağını iddia etmişlerdir.
Onlara göre oğul, babadan doğmamış
olup doğduğu zaman Mesih'in cisminde bedenlenmİş ve onunla ittihâd etmiştir.
Hudûs, bedene ve nâsûtî kısma dönüktür. Bunlara göre Mesîh insan ile İlâhın
ittihâd ettiği bir varlıktır. Her biri ayrı bir cevher, uknum ve değişik
tabiattadır. Biri kadîm bir cevher iken, diğeri muhdes yani sonradan olma bir
cevherdir. Biri tam bir insan, diğeri tam bir ilândır. Aralarında gerçekleşen
ittihâd, kadîmin kıdemini iptal etmediği gibi, muhdesİn hudûsunu da iptal etmemiştir.
Ancak bu ikisi tek bir mesîh ve bir tek tabiat haline gelmiştir. Bunlar
ifadeyi de değiştirerek cevherin yerine tabiatı, uknumun yerine şalisi
geçirmişlerdir.
Öldürme ve çarmıha germeye gelince,
bu meselede Melkâniyye ve Yakubiyye'den farklı bir görüş belirtmişlerdir.
Onlara göre öldürme fiili Mesih'in (aleyhisselâm) lâhûtî yönünü değil nâsûtî
yönünü hedef almıştır. Çünkü ilâhın acı çekmesi söz konusu değildir.
Potinus{: Nautus) ve Pavlos
eş-Şamşâtî şöyle demişlerdir: Muhakkak ki İlâh birdir. Mesîh (aleyhisselâm)
Meryem'den (aleyhisselâm) olmuştur. O, yaratılmış sâlih bir kuldur. Ancak Allah
Teâlâ, taatından dolayı kendisini şereflendirmek ve onurlandırmak için evlat
edinme anlamında 'oğul' olarak isimlendirmiştir. Bu oğulluk,'kesinlikle
fiziksel doğum veya ittihada dayalı bir husus değildir.
Nestûrîler arasında Musallîn (:Duacılar)
adıyla tanınan bir topluluk Mesîh (aleyhisselâm) hakkında Nestûr ile aynı
görüşü paylaşmış ancak şunu İlâve etmişlerdir: Kişi ibâdette İleri gittiği, et
ve yağ yemeyi bıraktığı, hayvani ve nefsânî şehvetleri terkettiği zaman cevheri
saflaşır ve göklerin melekûtuna yükselerek Allah Teâlâ'yı açıktan görür, gaybda
olan herşey kendisine açıklanır, göklerde ve yerde hiçbir sır ona gizli kalmaz.
Nestûriyye arasında teşbih fikrini
reddederek Kaderiyye fırkası gibi kaderin hayır ve şerrini kula isnâd eden bir
grup da çıkmıştır.
Yakûb adında bir şahsın
taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bunlar da Allah Teâlâ'nın üç uknumunu
ikrar ederler. Ama diğerlerinden farklı olarak Allah Teâlâ'nın Kelimesi'nin ete
ve kana büründüğünü söylerler. Böylece İlah, Mesîh (aleyhisselâm) olmuştur ve
bedeniyle zahir olan da O'dur. O, O'nun tâ kendisidir. Kur'an-ı Kerîm'de bu
topluluğun inançları haber verilerek şöyle buyrulmuştur: "Allah, Meryem
oğlu Mesih'tir diyenler küfre düşmüştür." (Mâide, 5/72)
Bu fırka mensuplarının bir kısmı,
İsa Peygamber'in (aleyhisselâm) Allah olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları ise şöyle demişlerdir:
Lâhût, nâsût İle zuhur etti. İsa Peygamber'in (aleyhisselâm) nâsûtu, cevherin
tezahür ettiği yer oldu. Fakat bu durum, bir parçanın somut bir şekilde ona
hululü (girişi) veya sıfat hükmündeki kelimenin ittihadı (birleşmesi) tarzında
olmamıştır. Bilakis O'nun O olması şeklindedir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de
Cebrail'den (aley-Dinler ve Mezhepler Tarihi hissdâm) sözedilirken şöyle
buyrulmakradır: "Ona tam bir insan suretinde göründü." (Meryem,
19/18)
Yakûbîlerin çoğunluğuna göre Mesîh
(aleyhisselâm) tek bir cevher ve tek bir uknumdur, ancak iki cevherden neşet
eder. Kimi zaman da iki tabiattan neşet eden bir tabiat olduğunu
söylemişlerdir. Bu nedenledir ki nefs ile bedenin terkibi gibi kadim ilahın
cevheri ile mulıdes insanın cevheri de terkip yoluyla birleşip tek bir cevher
ve tek bir uknum olmuşlardır. Bunun sonucu da bir insan ve bir ilah olmaktır.
Bütünüyle ilâh, bütünüyle insandır. Bu yüzden 'insan ilâha dönüştü'
denebilirken 'ilâh insana dönüştü' denemez. Tıpkı ateşe atılan bir kömür
parçası gibi. 'Kömür ateşe dönüştü' denirken 'ateş kömüre dönüştü' denemez.
Halbuki o, özü bakımından ne ateş, ne de kömürdür. O artık bir kor parçasıdır.
Yakûbîler'İn iddiasına göre Kelime insan-ı cüz'î ile ittİhâd etmiş, insan-ı
küllî ile ittihâd etmemiştir. İttihadı bazen imtizaç ile bazen de insan suretinin
parlak bir aynaya hululü gibi hulul İle ifade ederler.
Teslis fikrini benimseyenlerin
tamamı, kadîmin muhdes ile ittihâd etmesinin caiz olmayışı üzerinde fikir
birliği etmişlerdir. Ama Kelimeden İbaret olan ikinci uknumun ittihâd etmesine
karşın diğer uknumların ittihâd etmediklerini söylemişlerdir.
Mesih'in (aleyhissdâm) Meryem'den
(aleyhisselâm) doğduğu, öldürülerek çarmıha gerildiği hususlarında da fikir
birliği etmişlerdir. Ama bunun nasıl olduğu noktasında İhtilafa düşmüşlerdir.
Melkâniyye ve Yakûbiyye fırkalarına göre Meryem'in (aleyhisselâm) doğurduğu
ilahtır. Melkâniyye fırkasının inancına göre Mesîh (aleyhisselâm) nâsût-i küllî
ve ezelî olduğu için Meryem (aleyhisselâm) insan-ı cüz'îdir. Cüz'î ise külliyi
doğuramaz. İsa'yı (aleyhisselâm) doğuran kadîm uknumdur.
Yakûbîlere göre Mesih (aleyhisselâm)
iki cevherden biri olduğu, ilah olduğu ve doğmuş olduğu için Meryemin
(aleyhisselâm) bir ilah doğurmuştu. Allah Teâlâ bunların söylediklerinden
tamamen münezzehtir.
Onlara göre öldürme ve çarmıha germe
eylemleri de iki cevherden oluşan mürekkep cevher üzerine vâki olmuştur. Eğer
bu iki cevherden biri üzerine vâki olmuş olsaydı ittihâd bâtıl olurdu.
Bazılarının iddiasına göre cevher-i
kadîmin iki yönü vardır. Mesîh (aleyhisselâm) bir yönden kadîm, bir yönden de
muhdestir.
Yakûbiyye'den bazıları şöyle
demişlerdir: Kelime, Meryem'den ,aleyhisselâm) hiçbir şey almamış olup suyun
oluğa uğraması gibi ona uğramıştır. Mesîh'in (aleyhisselâm) insanların
gözlerine zahir olan hayali, ayna üzerindeki suret gibidir. Hakikatte o,
tecessüm etmiş kesîf bir cisim değildir. Onun Öldürülmesi ve çarmıha gerilmesi
de hayal üzere vâki olmuştur. Bunlara İlyâniyye denmiş olup Şam, Yemen ve
Ermenistan'da bulunan bir topluluktur. İddialarına göre İlâh, onları halâsa
kavuşturmak için çarmıha gerilmiştir. Bazıları ise şunu iddia etmişlerdir: Kelime
bazen Mesîh'in (aleyhisselâm) bedenine dâhil olur ve ondan Ölüleri diriltme,
alacalıyı ve doğuştan körü iyileştirme gibi mucizeler sâdır olurdu. Bazen de
ondan ayrılırdı ve o zaman kendisine acılar ve elemler varid olurdu.
Beliares ve taraftarları da bu
görüştedir. Onun şöyle dediği nakledilmiştir: İnsanlar melekût-i a'lâya
ulaştıkları zaman, bin yıl yer içer ve evlenirler. Sonra Arius'un vaadettiği
ve tamamı lezzet, mutluluk ve sürûrdan ibaret olan nimetlere ulaşırlar. Burada
yeme, içme ve evlenme yoktur.
Makedanius İse cevher-İ kadîmin
sadece iki uknumu olduğunu söylemiştir: Biri baba, diğeri oğuldur. Ruh ise
yaratılmıştır.
Sebalius ise kadîmin tek bir cevher
ve tek bir uknum olduğunu ve üç özelliği bulunduğunu ve bunların tamamıyla
Meryem oğlu İsa'nın bedeninde ittihâd ettiğini İddia etmiştir.
Arius ise Allah Teâlâ'nın bir
olduğunu söyleyerek O'nu 'Baba' olarak isimlendirmiştir. Mesîh (aleyhisselâm)
O'nun seçimi üzere Kelimesi ve oğludur. Mesîh (aleyhisselâm) bütün
varlıklardan Önce yaratılmış olup eşyanın yaratıcısıdır. İddiasına göre Allah
Teâlâ'nın diğer ruhlardan çok daha büyük, yaratılmış bir ruhu vardır. Bu ruh,
baba ile oğul arasında vasıta olup ona vahyi ulaştırır. Yine onun iddiasına
göre Mesîh İlk başta latîf bir cevher, katıksız bir rûhânî, dört unsura
karışmamış, terkipten tamamen uzak bir varlık olarak vücûd bulmuştur. Onun dört
unsura bürünmesi Meryem'den gelen cisimle ittihâd etmesi sırasında olmuştur.
İşte üç mezhep önünde durumu böyle
olan Arius, mezhep bakımından farklı düşünmesi sebebiyle üçü tarafından da
dışlanmıştır.
'Kitab' kavramı ile neyin
kasdedildiğini ve gerçek kitapla kitap olması muhtemel olanlar arasındaki farkı
daha önce beyan etmiştik. İbrahim'e (aleyhisselâm) indirilen sahîfeler (suhuf)
kitab olma ihtimali taşımaktaydı. Çünkü bu sahîfelerde birtakım ilmî metodlar
ve amelî yollar bulunmaktadır.
Bu sahîfelerde bulunan İlmî
unsurlara Örnek olarak şunlar zikredilebilir; Yaratılış ve ibdâ'nın keyfiyeti,
mahlûkâtın Allah Teâlâ'nın ezelî hikmetini izhâr edecek biçimde belli düzen ve
nizâma göre biçimlendirilmesi, Allah Teâlâ'nın ezelî İrâdesinin bunların tamamı
üzerinde câri olması, bunlar hakkındaki kader ve hidayetin beyânı, mahlûkâtın
bütün türleri için kesinleştirilmiş kaderin çizilmesi, Allah Teâlâ'nın âlemde
yürürlükte olan hidâyetini kabullenmeye yönelik istidadın şekli ve benzerleri.
Bu sahîfelere göre ilim bir bütün olarak bu iki hususun dışına çıkmaz, nitekim
Allah Teâlâ buna şöyle İşaret buyurmuştur: "Yüce Rabbinin İsmini teşbih
et! O ki yarattı ve biçimlendirdi, takdir etti ve hidâyeti gösterdi."
(A'fâ, 87/1-3) Allah Teâlâ İbrahim'den (aleyhisseiâm) haber vererek şöyle
buyurmuştur: "O ki beni yarattı, bana yol gösteren de O'dur."
(Şuarâ/78) Musa'dan (aleyhisse-tâm) haber vererek de şöyle buyurmuştur: "O
ki herşeye yaratılışını vermiş sonra da hidayet etmiştir." (Tâhd, 20/50)
Amelî unsurlara Örnek olarak da
şunları zikredebiliriz: Nefsleri şüphelerden arındırmak, ibâdetler yoluyla
Allah Teâlâ'yı zikretmek, dünyevî şehvetleri reddetmek, uhrevî saadetleri
tercih etmek. Bu sahîfelere göre uhrevî kemâle ulaşmanın yolu şu iki rüknü
ikâme etmekle mümkündür: Taharet ve şehâdet. Ameller bu iki türün dışına
çıkmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Arınan ve Rabbinin adını
zikredip namaz kılan kurtuluşa erdi. Oysa siz dünya hayatını tercih
ediyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (A'lâ, 87/14)
Yine Allah Teâiâ konuyla ilgili
birinin ağzından şunu haber vermektedir: ''Muhakkak bu, ilk sahîfelerde,
İbrahim ve Musa'nın sahıfelerinde mevcuttur." (A'lâ, 87/19) Böylelikle,
söz konusu sahîfelerde bulunan şeylerin, bu sûrenin ihtiva ettiği hususlar
olduğu beyan edilmiş olmaktadır. Gerçek i'câz da İşte budur.
Mecûsiyye: En büyük din, en ulu
ümmet olarak da anılmıştır. Bunun nedeni, ibrahim Peygamber'den (aleyhisselâm)
sonraki peygamberlerin davetleri, onun daveti gibi umumiyet kazanmamış, kudret,
krallık ve azamet sahibi olmamıştır. Çünkü Acem krallarının tamamı İbrahim dini
üzereydi. Bu krallardan her birinin döneminde yaşayan tebaa krallarının dini
üzere olmuşlardır. Acem krallarının başvuru kaynağı olarak gördükleri kişiye
Mûbed-i Mûbedân denirdi. Bu isim, âlimlerin en âlimi, bilgelerin en büyüğü
anlamına geliyordu. Krallar ondan emir alır ve emrine asla karşı çıkmazlardı.
Sadece onun fikrine başvurur ve eski krallar gibi tazım ederlerdi.
israil oğullarının daveti, o
sıralarda genelde Şam diyarı ve Kuzey Afrika'da yoğunlaşmış, Acem diyarına pek
fazla nüfuz edememişti.
İbrahim Peygamber'in (aleyhisselâm)
devrinde varolan fırkalar iki ana bölüme ayrılmıştı: 1. Sâbiîler, 2. Hanîfler.
Sâbiîler Bunların söylemi şudur:
"Allah Teâlâ'yı hakkıyla bilmek, O'na nasıl ibadet edeceğimizi anlamak,
emir ve yasaklarını öğrenmek için bir aracıya ihtiyaç duyarız. Ama bu aracı
cismânî değil ruhanî olmalıdır. Çünkü ruhanîler arınmış ve temiz varlıklar
olarak Rabbe herkesten daha yakındırlar. Cismânî ise bizler gibi beşerdir;
yediklerimizi yer, içtiklerimizi içer, madde ve suret bakımından da bize
benzer." Onların ifadeleri Kur'an'da şöyle nakledilmiştir: "Eğer
kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, o zaman kaybedenler olursunuz."
(Mü'minûn, 23/34)
Hanîfler
Bunların söylemi de şudur:
"Allah Teâlâ'yı bilmek, O'nun emir ve yasaklarını öğrenmek içîn beşerî bir
aracıya ihtiyaç duyarız. O, temizlik, masumiyet, ilâhî destek ve hikmet
derecesi bakımından ruhanîlerin üstündedir. Beşerî özellikleri bakımından bize
benzemelerine rağmen rûhâniyetleri bakımından bizden ayrışırlar. Bu
boyutlarıyla valiye muhâtab olur, aldıkları vahyi de beşerî boyutlarıyla diğer
insanlara aktarırlar." Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"De ki: Ben de sizler gibi bir beşerim, -fakat-bana vahyediliyor ki sizin
İlâhınız ancak tek bir İlâh'dır." (Kehf, 18/110) "De ki: Rabbimi
tenzih ederim, ben ancak bir insan, bir resulüm." (isrâ, 17/93)
Sâbiîler saf ruhanîlere bizzat yol
bulamadıkları, onların varlıklarına yaklaşamadıkları, hakkı doğrudan onlardan
öğrenemedikleri için değişik aracılara yönelmişlerdir. Bazıları onları temsil
ettiğini düşünerek yedi gezegene yönelmiş, bazıları ise sabit yıldızlara
yönelmiştir. Nabatlar, Persler ve Romalılar arasındaki Sâbiîler yedi gezegene
yönelirken Hint Sâbiîleri sabit yıldızlara yönelmişlerdir.
Bunların mezheplerini Allah'ın
yardımıyla mümkün olduğunca açıklamaya çalışacağız. Bunların bir kısmı misali
(: ilahî güçleri temsil eden) gök cisimlerinden daha aşağı inerek işitmeyen,
görmeyen ve kendilerine hiçbir yararı dokunmayan cisimlere yönelmiştir.
Yukarıda anlattığımız gruptakiler yıldızlara tapanlar (abedetü'l-kevâkib),
ikinci gruptakiler ise puta tapanlar (abedenfl-esnâm) olarak bilinirler.
Hz. İbrahim her iki grupla da
mücadele etmekle ve onlara müsamaha ve kolaylık dini olan Hanîfliği öğretmekle
mükellef kılınmış olduğu için puta tapanlara karşı hem sözle hem de fiille
delil getirmiş; putları sözle ve fiille kırmıştır. Bu meyanda babası Azer'e
şöyle demiştir: "Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı
olmayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 19/42) Sonunda da "En
büyükleri dışında hepsini parçaladı." (Enbiyâ, 21/58) Bu, fiilî bir ilzam
ifâde ediyordu ve kırma bakımından da muhataplarını çaresiz bırakma
girişimiydi, ibrahim (aleyhisselâm) Allah Teâlâ'nın da bildirdiği gibi bu
görevi başarıyla tamamlamıştır: "Bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz
bir hüccetti. Dilediğimizi derecelerce yükseltiriz. Muhakkak Rabbin en büyük
hikmet ve ilim sahibidir." (En'âm, 6/83)
İbrahim (aleyhisselâm), davet
sürecinde öncelikle yıldızlara tapanların inançlarını geçersiz kılarken
muvafakat (uyumlu davranma) üslûbunu kullanmıştır. Allah Teâlâ bunu haber
verirken şöyle buyurmaktadır: "İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
işte böyle gösteririz." (En'âm, 6/75) Yani ona hücceti verdiğimiz gibi, bu
hüccetin dayanağını da göstermişizdir. O da bundan harekede Önce yıldızlara
tapanları olumlama cihetine gitmiş, fakat sonunda onlara muhalefet etmiştir.
Böylelikle onları daha güçlü bir şekilde ilzam etmiştir. İbrahim (aleyhisselâm)
güneş için "Bu benim Rab-bimdir" (En'âm, 6/76) dediği zaman müşrik
olmadığı gibi, "Hayır onu en büyükleri yaptı" (Enbiyâ/63) dediği
zaman da yalancı değildi. Onun ifadeleri kendini değil karşısındakileri
bağlayıcı nitelikteydi. Hücceti gösterdiği ve hüccetin dayanağını açıkladığı
zaman, en büyük din ve en yüce şeriatın Hanîflik olduğunu da ikrar etmişti.
Dosdoğru din buydu.
Onun neslinden gelen bütün
peygamberler, özellikle de Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve selkm) Hanîfliği
benimsemiştir. O, bu dini beyanda zirveye ulaşıp nihaî hedefe varmıştır. İşin
dikkat çekici yanı tevhidin Hanîfliğin en Özgün esası olmasıdır. İşte bu
yüzdendir ki Kur'an'ın Hanîfliğin zikredildi-ği her ayetinde şirkin reddine de
yer verilmiştir: "Hanîf ve Müslim olarak. O, müşriklerden değildi."
(ÂH İmrân, 3/67) "Allah için, O'na şirk koşmayan hanîfler olarak,"
(Hacc, 22/31)
Seneviyye (İkicilik; Dualizm)
Mecûsîlere özgü bir inanıştır. Onlar iki aslın varlığını iddia etmişlerdir.
Onlara göre iki tane kadîm müdebbir vardır. Hayır ve şer, yarar ve zarar, salâh
ve fesat bunlar arasında ikiye ayrılmıştır. Birine 'Nur' diğerine 'Zulmet'
adını vermişlerdir. Fars dilinde ilkinin adı Yezdan, diğerinin adı de
Ehrimen'dir.
Mecûsîlerin inançla ilgili sorunları
temelde iki esas üzerinde tezahür etmiştir:
a- Nurun zulmete karışma sebebinin açıklaması.
b- Nurun zulmetten kurtuluşunun izahı. Onlara göre
karışma mebde' (başlangıç), kurtuluş ise varılacak menzil (me'âd)dır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi iki
asla inanırlar. Ancak gerçek Mecûsîler bu iki aslın kadîm ve ezelî olmasını
caiz görmemişlerdir. Onlara göre nur ezelî iken zulmet muhdes yani sonradan
olmadır. Ama bunlar da onun hudûsu üzerinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bir
görüşe göre zulmet nurdan doğmuştur. Peki nur cüzi bir şerri ihdas edemezken
şerrin kaynağı olan zulmeti nasıl ihdas etmiştir? Yoksa başka bir şeyden mi
doğmuştur? İhdas ve kıdem bakımından nura ortak olan başka bir şey var mıdır?
Mecûsîlerin ihtilafları işte bu meseleler üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bazılarına göre şahısların ilki
(mebde'-i evvel) Geyûmers'tir. Bazıları da bu şahsın Zervân-ı Kebîr, ikinci
peygamber Zerdüşt olduğunu söylemiştir. Geyûmersiyye fırkasına göre Geyûmers
Adem Peygamber'dir (aleyhisselâm). Kelime olarak anlamı 'nutk sahibi canlı'
demektir. Hind ve İran tarihlerinde Geyûmers'in Adem (aleyhisselâm) olduğuna
dair bilgiler mevcuttur ki bu tarihçilerin çoğunluğu tarafından benimsenmeyen
bir görüştür.
Geyûmers etrafında toplananlardan
oluşmuş bir fırkadır. Fırka, iki aslın varlığını kabul etmiştir. Bunlardan
birine Yezdan, diğerine Ehrimen demişlerdir. Bunlara göre Yezdan ezelî ve
kadîmdir. Ehrimen ise mulıdes ve yaratılmıştır. İddialarına göre Yezdan kendisine
karşı bir rakibinin olması halinde durumun ne olacağını kendi kendine
düşünmüştü. Bu, aşağı bir fikirdi ve nurun tabiatına aykırıydı. Bu yüzdendir kİ
bu düşünceden karanlık doğdu ve Ehrimen adıyla anıldı. Kötülük, fitne, fesat ve
zarar tabiatına sahip olan Ehrimen nurun üstüne çıktı. Tabiatı ve sözü
bakımından ona muhalefet etti. Nur askerleriyle Ehrimen askerleri arasında
savaş başladı. Bunun üzerine melek ordusu aralarına girerek sulh etmelerini
sağladı. Sulh şartı şuydu: Alem-i süflî, yedi bin yıl boyunca Ehrimen'in hükmü
altında kalacaktı. Daha sonra orayı boşaltacak ve nura teslim edecekti. Ehrimen
bu sulhtan önce dünya üzerinde bulunanları helak etti. İşe Geyûmers adındaki
kişiyle Thor adında bir hayvandan başladı. Önce onları öldürdü. Geyûmers'in
düştüğü yerden Reybâs adında bir adam çıktı. Reybâs'tan Mîşe adında bir erkek,
Mîşâne adında bir kadın zuhur etti. Bunlar, insanlığın ataları oldular. Thor'un
düştüğü yerden de hayvanlar türedi.
İddialarına göre Nur, insanları
henüz bedenlenmemiş ruhlar halindeyken şu iki seçenek arasında tercih sahibi
kılmıştı: Onları ya Ehrimen'in bulunduğu yerlerden uzak tutacak, ya da beden
kisvesine sokup Ehrimen'le savaşmalarını sağlayacaktı. İnsanlar bedenlere
bürünüp Ehrimen'le savaşmayı tercih ettiler. Ama bir şartlan vardı, o da
Ehrimen karşısında Nur'dan yardım görmekti. Ehrimen'i yenip ordusunu
yokettiklerinde Kıyamet kopacaktı.
Bu fırkaya göre Nur ile zulmetin
karışmasının ve Nur'un zulmetten kurtulmasının sebepleri bunlardı.
İddialarına göre Nur, nurdan olan,
tamamı nurânî, ruhanî ve rabbânî şahıslar yarattı. Ama bunların en büyükleri
olan Zervân yaratılmış şeylerden biri hakkında kuşkuya kapıldı. Bu kuşkudan
Ehrimen yani İblis hadis oldu.
Bazıları ise buna katılmayarak şöyle
demişlerdir: Zervân-ı Kebîr kalktı ve bir oğlu olması için 9999 sene dua etti
ama olmadı. Sonra kendi kendine konuşmaya ve düşünmeye başladı. 'Bu ilim hiçbir
şey değil1 dedi.
Onun bu derin tasasından Ehrimen
doğdu. İlminden ise Hürmüz doğdu. İkisi de aynı karından çıkmışlardı. Ancak
Hürmüz çıkışa daha yakındı. Fakat İblis Ehrimen bir hileye başvurarak annesinin
karnını yardı ve ondan önce çıkarak dünyayı ele geçirdi.
Denilmiştir ki: Ehrimen Zervân'm
kucağına verilip de onun çirkinlik ve kötülüğünü görünce ona buğz ve lanet
edip yanından kovdu. O da gidip dünyayı işgal etti. Hürmüz uzun süre onun
tasallutundan uzak yaşadı. Bir kavim onu tanrı edinip taptılar. Çünkü onda
iyilik, temizlik ve güzel ahlakın en güzel örneğini görüyorlardı.
Zervâniyye'den bir grup ise şunu
iddia etmiştir: Şeytanın kaynağı olan çirkinlik, çirkin bir fikir ya da çirkin
ufunet olarak Allah'ın yanında varlığını sürdürüyordu. İddialarına göre dünya
her türlü kötülük ve beladan uzak, dünyada yaşayanlar mahza hayır ve nimet
içindeydiler. Ancak Ehrimen'in doğusuyla birlikte kötülük ve felaketler ortaya
çıkmaya başladı. O, göğe ulaşamıyordu. Ama bir gün hileye başvurarak göğün
kapısını açtı ve oraya tırmandı.
Bazıları ise şöyle demiştir: Ehrimen
gökteydi. Yeryüzü ondan uzakta ve güvendeydi. Ama o, bir yol bularak göğü yardı
ve bütün askerleriyle birlikte yeryüzüne indi. Bunun üzerine Nur melekleriyle
birlikte kaçtı. Şeytan onu takip ederek bulunduğu cenneti kuşattı. Üç bin yıl
onunla savaştı. Şeytan, Allah Teâlâ'ya bir türlü ulaşamadı. Sonunda meleklerin
aracılığıyla sulh yapıldı. Buna göre İblîs ve ordusu 9000 yıl yeryüzünde
kalacak, sonra da geldiği yere dönecekti. Rab Teâlâ onların sözlerini uygun
buldu ve İblîs ile askerlerinden gelecek kötülüklerden bir halâs yolu olduğunu
düşündü. Sulh için belirlenen süre doluncaya kadar şart bozulmayacaktı. Bu
süre zarfında insanlar sıkıntı, bela ve afetlere maruz kalacak, ancak bu süre
dolduktan sonra nimet ve saadet dolu ilk dönemlerine geri dönebileceklerdi.
İblis de bazı şeyleri yapabilmeyi ve her türlü çirkin fiili
gerçekleştirebilmeyi şart koştu. Taraflar şartları kabul edince iki âdil iyi bu
anlaşmaya şahit tuttular. Kılıçlarım şahitlere doğru uzatıp onlara mt dediler:
"Kim bu anlaşmayı bozarsa onu bu kılıçla öldürün!"
Akıldan biraz payı olan kimselerin
bunlara inanacaklarını sanmıyo-rurn. Belki bunlar, akılda tasavvur edilen bir
şeyin sembolüdürler. Allah Teâlâ'nın celâl ve ululuğunu bilenlerin kalpleri ve
kulakları bu tür saçmalıkları işitmez.
Bunlara yakın anlamda Ebu Hâmid
ez-Zevzenî şunu nakletmiştir: Mecûsîler iddia ettiler ki Iblİs hâlâ zulmet
içindedir ve hava, Allah Teâlâ'nın hükümranlığı dışında kalan bir bölgedir.
İblis Nur'u gördükçe türlü hilelere başvurarak Allah Teâlâ'nın hükümranlığı
altında bulunan Nur'un üstüne çullanmaktadır. Bütün kötülük ve âfetleri de bu
şekilde dünyaya taşımaktadır. Allah Teâlâ bu dünyayı bir ağ şeklinde yaratmış
ve İblis bu ağa takılmıştır. O, kendi krallığına dönemeyerek bu ağda asılı
durmaktadır. İblis bu dünyaya hapsedilmiştir. Ancak bu hapis onu çıldırtmakta
ve fırsat buldukça insanların üstüne bela ve âfet yağdırmaktadır. Allah
Teâlâ'nın can verdiklerini öldürmekte, iyileştirdiğim hasta etmekte, mesut
ettiğini üzmektedir. Bu durum Kıyamete kadar böyle sürecektir. Şu var kİ
Iblis'in gücü günbegün azalmaktadır. Kıyamet koptuğunda gücü tamamen tükenmiş,
iktidarı sona ermiş ve bütün ateşleri sönmüş olacaktır. Sonunda hava boşluğuna
atılacaktır. Hava, ucu bucağı olmayan bir zulmettir. Bunun ardından bütün din
sahipleri diriltilecek ve Allah Teâlâ onları hesaba çekecektir. Şeytana itaat
edenleri cezalandırıp ona karşı durabilenleri ödüliendirecektir.
Meshiyye ise şöyle demiştir: Nur,
kendi başına mutlak bir nur iken bir kısmı silinerek zulmete dönüşmüştür.
Hurremdînİyye de aynı şekilde iki asla inanmıştır. Ancak bunlarda tenasüh ve
hulul fikirlerine eğilim de vardır. Bunlara göre helal, haram diye belirlenmiş
hükümler yoktur.
Her ümmette benzer topluluklar
ortaya çıkmıştır. İbâhiyye, Mazde-kiyye, zındıklar ve Karmatîler de bunlar
gibidir. Dinin karışıp bulanıklaşması bunlardan dolayıdır; İnsanların fitneye
düşüp çaresiz kalmaları da bunlardan dolayıdır.
Zerdüşt'ün taraftarlarına verilen
isimdir. Zerdüşt b. Yûrşeb, Kral Kuş-tasb b. Lehrâseb döneminde zuhur etmiştir.
Babası Azerbeycan'dandı, Dağdoye adındaki annesi ise Rey şehrindendi.
Bu fırka mensupları şöyle derlerdi:
Bizim peygamberlerimiz ve ilki Geyûmers olan krallarımız vardır. Yeryüzünün İlk
kralı da odur. Makamı İstahr şehrindeydi. Sonra Oşheng b. Ferâvek zuhur etti.
Hint diyarına indi. Orada davetini tebliğ etti. Ardından Tahomers çıktı.
Sâbiîlerin ortaya çıkışları da bunun saltanatının başlarında olmuştu. Onun
ardından kardeşi Kral Cem zuhur etti. Onun ardından peygamberler ve krallar
geldi kİ Bâbil'e inen ve orada ikamet eden Minoçehr bunlardandır. Hz. Musa'nın
bunun devrinde geldiğini söylerler. Silsile bu şekilde devam ederek Kral
Kuştasb b. Lehrâseb'a kadar gelmiştir. Onun devrinde de Bilge Zerdüşt ortaya
çıkmıştır.
İddialarına göre Allah Teâlâ suhuf-İ
ûlâ ve en yüce kitabında olanların zamanından sonra kendi melekûtundan ruhanî
bir halk yaratmıştır. Bunun üzerinden üçbin yıl geçtikten sonra irâdesini,
insan suretinde terkip olmuş ışık saçan bir nura yöneltmiştir. Onu yetmiş yüce
melek kuşatmıştı. Sonra güneşi, ayı, yıldızları ve arzı yarattı. Âdem oğullan
üçbîn yıl hareketsiz kaldılar. Sonra İlliyyûn'un en üstünde bulunan bir ağaçta
Zerdüşt'ün ruhunu yarattı. Yetmiş tane yüce melek çevresinde halka oldular. Bu
ağacı Yezhar adında Azerbaycan'da bulunan bîr dağın zirvesine dikti. Sonra
Zerdüşt'ün siluetini inek sütüyle karıştırdı. Zerdüşt'ün babası bu sütü
içtiğinde önce nutfe, sonra annesinin rahminde bir çiğnem et oldu. Şeytan
annesine giderek onu kandırdı. Ama annesi gökten bir nida duydu. Bu ses, onun
düzelmesini gerektiriyordu. Nitekim düzeldi ve Zerdüşt'ü doğurdu. Doğduğunda
hazır bulunanların anlayacakları biçimde güldü. Bazı kimseler ona tuzak
kurarak henüz bebek olan Zerdüşt'ü ineklerin, atların ve kurtların yolu üzerine
koydular. Hangi hayvanın önüne koysalar, o hayvan kenara çekilerek onu
koruyordu. Zerdüşt otuz yaşına ulaşınca Allah Teâlâ onu halka nebî ve resul
olarak gönderdi. O da Kral Kuştasb'ı dinine davet etti. Kral onun davetine
uyarak yeni dine girdi. Dininin özü şuydu: Allah'a kulluk, şeytanı İnkâr, İyiliği
emredip kötülükten sakındırma ve çirkin fiillerden uzak durma.
Zerdüşt şöyle demişti: Nur ile
zulmet (karanlık) birbirlerine zıt İki asıldır. Yezdan ve Ehrimen de böyledir.
Âlemdeki mevcudatın mebdei de bunlardır. Her türlü terkîb, bunların
imtizacından oluşmuştur. Suretler de muhtelif terkîblerden hadis olmuştur. Nur
ile zulmetin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. O birdir ve ortağı yoktur. Zıddı ve
dengi de yoktur. Zervâniyye'nin yaptığı gibi O'na zulmet İzafe etmek caiz
değildir. Ancak hayır-şer, salâh-fesât ve temizlik ve kirlilik nur ile zulmetin
karışımından oluşmuşlardır. Eğer onların imtizacı söz konusu olmasaydı, âlemin
varlığı da söz konusu olmazdı. Nur zulmete, hayır şerre galip gelinceye kadar
aralarında mücadele ve mukavemet söz konusu olur. Bundan sonra hayır, kendi âlemine
yükselir, şer ise kendi âlemine iner. Bu da kurtuluş sebebidir. Allah Teâlâ
terkipte bir hikmetin varlığını bildiği için o ikisini karıştırıp meze
ettirmiş, nuru asıl kılmıştır. O'nun varlığı hakîkîdir. Zulmetin varlığı ise
ikinci olup tıpkı kişiye göre gölgesi gibidir. Gölge var gibi sanılır. Aslında
mevcut değildir. Allah Teâlâ nuru varetmiş, karanlık da ona tâbi olarak hâsıl
olmuştur. Bunun sebebi, varlıkta tezadın bulunma zaruretidir. Buna göre
zulmetin varlığı da zaruridir. Kişiyle gölgesi arasındaki ilişki, burada da
geçerlidir.
Zerdüşt'ün kendi yazdığı bîr kitabı
vardır. Bazıları o kitabın Zerdüşt'e indirildiğini söylemişlerdir. Kitabın adı
Zend Avesta'dır. O, âlemi Mîne ve Kîti olmak üzere iki kısma ayırmaktaydı.
Bunlardan ilki ruhanî, ikincisi cismânî, ya da ilki ruh, ikincisi şahıs
anlamındadır. O, halkı da aynı şekilde iki âleme ayırmıştır. Ona göre âlemde
bulunan herşey ikiye ayrılır: Bİri Bahşeş, diğeri Keneş yani takdir ve fiil.
Bunlardan her biri diğeri üzerine mukadderdir. Daha sonra mükellefiyetin
kaynağı olan insanî hareketlerden bahsedip bunları üçe böler: İtikâd, söz ve
amel (Meneş, Gûyeş, Keneş). Ona göre mükellefiyet bu üçüyle kemâle erer.
Bunlardan herhangi birinde kusur eden kimse din ve tâat dairesinden çıkar.
Hareketlerini emir ve şeriata uygun olarak yapanlar İse en büyük kazancı elde
eder.
Zerdüştîler onun birçok mucizesi
olduğunu söylerler. Örneğin Zerdüşt hapiste iken Kral Kuştasb'ın atının
ayakları karnına batmış Zerdüşt hapisten çıkarılınca bu durumdan kurtulmuştur.
Yine Dînever'de kör birine rastlamış, 'filan otları toplayın ve sularını sıkıp
gözlerine sürün, o zaman gözleri açılır' demiş ve öyle yaptıklarında adamın
gözleri görmeye başlamıştı.
Aslında bu, Zerdüşt'ün tıbbî
bitkileri iyi bildiğini gösterir. Bunda mucizevî bîr taraf yoktur.
Zerdüştlüğü benimseyen Mecûsîler
arasında Sîsâniyye ve Behâferîdiyye adlarıyla anılan bir topluluk vardır ki
bunların başı Nisâbur'un Havâf denilen nahiyesinden Sîsân adında bir şahıstır.
Ebu Müslim döneminde ortaya çıkmıştı. Ateşe tapan bir ateşgede görevlisiydi.
Neden sonra bunu rerketti ve Mecûsîleri ateşgedeleri terketmeye çağırdı. Ateşe
tapmayı reddetti. Yeni bir kitap oluşturdu. Taraftarlarına saçlarını
uzatmalarını emredip, anneleriyle, kızlarıyla ve kizkardeşleriyle evlenmeyi
yasakladı. Şarap içmeyi de haram kıldı. Onlara tek diz üzerinde güneşe secde
etmeyi emretti. Münzevî yerlere gidiyor, mallarını dağıtıyor, ölü hayvan
yemiyor-Jardı. Yaşlanmadıkça hiçbir hayvanı kesmiyorlardı. Mecûsîlerin
ateşgede-lerine en fazla kin besleyenler olmuşlardı. O devirde Mecûsî
cemaatinin dînî reisi (mûbed) olan şahıs Sîsân'ı Ebu Müslim'e şikayet etti. O
da bu adamı Nisâbur'da cami kapısında astırdı. Ama taraftarları onun öldüğüne
inanmayarak göğe çekildiğini, bir gün yeryüzüne inip düşmanlarından İntikam
alacağını iddia ettiler. Bu fırkanın mensupları Zerdüşt'ü peygamber bilir ve
onun tarafından tazım edilmiş kralları tazım ederlerdi.
Zerdüşt'ün Zend Avesta'da haber
verdiği hususlardan biri de şuydu: Ahir zamanda Eşizrîka 'Alim Kişi' denilen
biri çıkacak ve dünyayı din ve adaletle dolduracaktır. Onun zamanında Betyâre
adında biri çıkacak ve onun davetini ifsâd etmeye çalışacaktır. Bunun
hükümranlığı yirmi yıl sürecektir. Daha sonra Eşizrîka onu yenecek ve adaleti
canlandırıp zulme son verecektir. Değiştirilmiş yasaları eski haline
döndürecek, bütün krallar ona boyun eğecektir. İşleri kolaylaşacak, dine ve
hakka yardım edecektir. Onun devrinde huzur ve güven hâkim olup fitne ve
huzursuzluklar sükûn bulacaktır.
el-Ceyhânî, Zerdüşf ün temel
ilkelerle alakalı şu görüşünü nakletmİş-tir:
Zerdüşt'ün dini, Marsiyân'ın dinine
davettir. Onun mabudu Or-mezd'dir. Onun rİsâletlerinde aracı olan melekler de
şunlardır: Behmen, Erdibeheşt, Şehriyur, İsfendârmez, Hordâd ve Mordâd. Zerdüşt
bu meleklerin hepsini görmüş ve onlardan iüm öğrenmiştir. Onunla Ormezd
basında vasıtasız gerçekleşen görüşmeler de olmuştur.
Zerdüşt sordu: evvelce gelecekte ve
şu an mevcûd olan nedir?
Ormezd cevap verdi: Ben, din ve
kelâm. Din Ormezd'in ameli, kelâmı ve imanıdır. Kelâm, onun kelâmıdır. Din,
kelâmdan daha üstündür. Çünkü amel, sözden daha üstündür. Melekler arasında
İlk yaratılan Behmen'dir. Ona din öğretmiş ve mekân olarak nur makamına yerleştirmiş
ve onu Zâtı'na kani kılmıştır. Bu görüşe göre ilkeler üçtür.
Zerdüşt sordu: Eşya niçin sonsuz bir
zamanda yaratılmamıştır? Nitekim zamanı, sonlu ve sonsuz olmak üzere iki kısma
ayırdın. Eğer eşyayı sonsuz zamanda yaratmış olsaydın hiçbir şey imkânsız
olmazdı.
Ormezd cevap verdi: Öyle olsaydı,
İblis'in afetlerinin son bulması mümkün olmazdı.
Zerdüşt sordu: Bu âlemi hangi şeyden
yarattın?
Ormezd cevap verdi: Bütün bu âlemi
kendi nefsimden yarattım. İyileri basımdaki saçlardan, göğü beynimden, tırnakları
ve azı dişlerini alnımdan, güneşi gözlerimden, ayı burnumdan, yıldızları
dilimden, melekleri kulağımdan, arzı ayak tabanımdan yarattım. Bu dini de önce
Geyûmers'e gösterdim. O bunun şuuruna vardı ve öğrenme ve çalışma olmaksızın
kavradı.
Zerdüşt sordu: Bu dini Geyûmers'e
ilhamla, bana sözle öğrettin. Bunun sebebi nedir?
Ormezd cevap verdi: Bu dini öğrenmek
ve başkalarına öğretmek zorundasın. Geyumers ise kendisini kabul edecek
muhataba sahip değildi. Bu yüzden sustu. Böylesi senin için daha hayırlıdır.
Çünkü ben konuşuyorum, sen dinliyorsun. Sonra sen konuşacaksın, insanlar da
seni dinleyecek.
Zerdüşt sordu: Bu dini, Geyumers
dışında benden önce başka birine gösterdin mi?
Ormezd cevap verdi: Evet. Bu dini
Cem'e beş köşeli elli yıldız gibi gösterdim. Ama o, ısrarla inkâr etti.
Zerdüşt sordu: Onun kabul
etmeyeceğini bile bile niye gösterdin?
Ormezd cevap verdi: Eğer ona
göstermeseydim, bu din sana da ulaşmazdı. Bu dini Efridun, Keykavus, Keykubâd
ve Kuştâsb'a da gösterdim.
Zerdüşt sordu: Bu dünyayı niçin
yarattın ve niçin bu dinin revaç bulmasını istedin?
Ormezd cevap verdi: Çünkü lanetli
İfrit'in yokolması âlem yara-tılmaksızın ve din revâc bulmaksızın mümkün
değildi. Din revaç bulmasaydı, âlemin düzeni de revaç bulmazdı.
Zerdüşt insanları davet ettiği dini
Ormezd'den iyice öğrenip onunla amel ettiği zaman babasının evinde ibadete
başladı. Bu durum İblis'i kızdırıp endişelendirdi. Çünkü o, tabiatı itibarıyla
kötüydü, ölüm, korku, bela ve sıkıntıyla doluydu. Hemen kendi şeytanlarını
çağırdı. Bu şeytanların isimleri şöyleydi: Beridîvânyâh, Devihemânzûş,
Nomerbifenârdiyu. İblİs bunlara Zerdüşt'e giderek onu öldürmelerini emretti.
Zerdüşt bunu haber alarak okudu ve dua etti. Marsiyân'm ellerine su akıttı.
Gelen şeytanların hepsi de yenilmiş olarak geri döndüler. Zerdüşt ile
şeytanlar arasında başka mücâdeleler de olmuş ve Zerdüşt Avesta kitabından
yirmi bir ayetle onları hezimete uğratmıştır. Bundan sonra şeytanlar İnsanlara
görünmez olmuştur.
Zerdüşt olgunluk çağı olan kırk
yaşma basıp Ormezd ile yedi kez görüştükten sonra Allah'ın dininin bütün
esaslarını, farz ve sünnetlerini öğrenmiş oldu. Bundan sonra ona, Kral
Kuştasb'a gidip Allah'ın adını anması ve onu davet etmesi emredildi. O, bu emre
uyarak kendi bölgesinde bulunan iki valiye gitti. Biri Forbİmârâ, diğeri
Bîvîdcst adındaki bu iki valiyi Allah'ın dinine inanıp şeytanı inkâr etmeye,
iyilik yapıp kötülüklerden sakınmaya çağırdı. İkisi de çağrısını kabul
etmediler. Gururları onları kötülüğe sevketmİştİ. Bîr rüzgâr gelerek bu
ilcisini yeryüzünden kaldırdı ve havada dikili tuttu. Halk toplanmış onları
seyrediyordu. Kuşlar başlarına üşüşmüş etlerini yiyorlardı. Çok geçmeden
kemikleri yere düşmeye başladı.
Kral Kuştasb'a gittiğinde Ormezd'in
kendisine daha önce bildirdiği hapis ve çilelerin tamamıyla karşılaştı. En
sonunda atın ayaklarının bedenime batması hâdisesi gerçekleşti. Kral,
bedeninde hiçbir iz kalmadığını görünce hayret etti. Bu olayın ardından
Zerdüşt'ü hapisten çıkardı ve durumunu sordu. Zerdüşt ona, şöyle dedi: "Bu
olay, ilahım ve halikımın bildirdiği üzere benim doğruluğumun alametidir.'1 Ona
ve çevresindekilere, eğer dua edip de atın ayaklarını çıkarırsa kendisine ve
kendisini gönderen Tanrı'ya inanmalarını şart koştu. Allah'ın adıyla dua etti.
Atın ayakları olduğu gibi çıkmıştı. Kuştasb bu mucizeyi gördükten sonra iman
etti. O donemde Bâbil ve İran'da yaşayan bütün bilginleri çağırarak Zerdüşt ile
münazarada bulunmalarını emretti. Sonunda bütün bilginler Zerdüşt'ün
üstünlüğünü itiraf ettiler.
Zerdüşt'ün, Marsiyân'ın dininden
seçip getirdiği esaslara göre ilahı Ormezd ve onunla beraber bulunan bir şey
ezelidir. Ona verdiği isim Esna esneh idi. Bu, üstte olarak herşeyi aydınlatan
anlamına geliyordu. İblis ve onunla beraber ezeli olan bir şey vardı ki İblis
ona da Asta astah adını vermişti. Bunun anlamı ise Altta olup her şeyi karartan
demekti.
Allah Tealâ'nın yarattığı İlk melek
Behmen idi. Sonra Erdibeheşt'i, Şehriyur'u, İsfendârmez'i sonra Hordâd'ı, daha
sonra Mordâd'ı yaratmıştı. Bunlardan bazılarını bazılarından yaratmıştı. Tıpkı
ilkini eksiltmeden çıradan çıkarılıp alınan İkinci çıra gibi. Onlara şöyle
buyurmuştu: Rabbİniz ve yaratıcınız kimdir? Onlar da 'Rabbimiz ve yaratıcımız
Sensin!' diye cevap vermişlerdi. Ormezd, İblis'in içinde bulunduğu karanlıktan
kalkıp hareket edeceğini Öğrenmişti. Bunu meleklere haber verdi ve dünyayı onun
muhtemel şerrinden korumak için hazırlığa başladı. Kırkbeş günde göğü yarattı
ve ona 'Dünyada yaşayanların vicdanlarının zuhur etmesi' anlamına gelen
Kâhinâzişorem ismini verdi. Onların zikrettiği başka Kâhinâz'lar da vardır.
Arzı da aynı şekilde kırkbeş günde yarattı.
Ormezd'İn arza gönderdiği ilk insan
Geyûmers idi. O, üçbin sene boyunca nesîmi koklamıştı. Sonra onu üç adam
boyunda ayağa kaldırdı. İblis zulmet içinde hareket etmeye başladıktan sonra
dikildi ve nuru gördü. Esna Ormezd'i ele geçirip orayı zulmete çevirmek istedi.
Göğe girdi ve otuz yıl boyunca Geyûmers'e tuzaklar kurdu. Onun nutfesi üç kısma
bölünüyordu. Bir kısmı Tann'nın emriyle arz tarafından korunuyordu. Bir kısmı
melekler tarafından korunuyordu. Üçte biri de şeytanlar tarafından
kaçırılıyordu.
Ormezd İblis'in girmeyi başardığı
deliklerin iyice tıkanmasını emretti. Bu sayede gökte hapsedilmiş olarak
kaldı. Gücü giderek azalıyordu. Bir keresinde Ormezd'e karşı durup cennetlere
tırmanmak istedi. Bunun üzerine üç bin yıllığına oradan uzaklaştırıldı. Boşuna
uğraştığı ve gücünün
yetmeyeceği şeye tamah ettiği
kendisine bildirildi. Bitip tükenmeyen mücadeleler sonunda İblis ve
askerlerinin dokuz bin yıl boyunca ışık diyarında kalmalarına izin verildi. Bu
sürenin yedi bin yıl olduğu da söylenmiştir. Bu süre zarfında dünyada yaşayan
insanlar onun vereceği acı ve sıkıntılara katlanacak, yokluk, fakirlik, ölüm ve
benzeri elemlere karşı sabredeceklerdi. Bundan sonra cennetteki ebedî hayata
tekrar kavuşacaklardı. İblis, kendisi ve şeytanları adına onsekiz şart öne
sürdü:
1- Kendi halkının geçimi, Allah'ın yarattıklarından
olacaktı.
2- Kendi halkı içinde de Allah'ın yarattıkları gibileri
olacaktı.
3- Kendi halkını Allah'ın yarattıklarına musallat edebilecekti.
4- Kendi halkının cevherini, Allah'ın yarattıklarının
cevheriyle karıştırabilecekti.
5- Allah'ın yarattıklarında bulunan toprağı onun da elde
etmesi sağlanacaktı.
6- Allah'ın yarattıklarında bulunan nur, dilediği kadar
onda da bulunacaktı.
7- Allah'ın yarattıklarına özgü olan rüzgarlardan onun da
olacaktı.
8- Allah'ın yarattıklarında bulunan nem onda da
olacaktı.
9- Allah'ın yarattı İdari nda bulunan ateş onda da
olacaktı.
10- Kötüleri iyilere karıştırmak için
Allah'ın yarattıklarında bulunan sevgi ve bağlar onda da bulunacaktı.
11- Kendi halkının yararı ve zararı
görebilmeleri için Allah'ın yarattıklarında bulunan akıl ve basiret onda da
bulunacaktı.
12- Kötülerin payını alabilmek için
Allah'ın yarattıklarında bulunan adalet onda da bulunacaktı.
13- Kıyamet gününe kadar İyi veya kötü
herkesin ameli gizli kalacaktı.
14- Kötülük ve şer ehli, varlık ve
zenginlik bakımından herkesin üstünde olacak ve insanlara sâüh kimseler olarak
görüleceklerdi.
15- Kötülerin söyledikleri yalanlar iyi
kimseler nezdiııde kabul görecekti.
16- Dünyada yaşayanlar arasında kötü
insanlardan dilediklerini bin hatta üçbin yıl yaşatabilecek, onları İstediklerini
yapabilecek kadar güçlü ve zengin kılabilecek, şerli kimselerin verdiklerinin
salİhlerin verdiğinden daha cömertçe olduğunu insanlara ilham edebilecekti.
17- Salih insanların yuvalarını
dağıtabilecek ve üçyüz elli sene içerisinde onların hatıralarım tamamen
unutturabilecekti.
18- Ölüleri diriltme, iyileri baki kılma
ve kötüleri nefyetme gücüne sahip kimselerin denetimi Kıyamete kadar onda
olacaktı.
Bu şartlar üzere anlaşma yapıldı.
Her ikisi de kılıçlarını adaletine güvendikleri iki kişiye teslim ettiler.
Hangi taraf şartlan çiğnerse bu kılıçlar la öldürülecekti. Bundan sonra Allah
güneş, ay ve yıldızlara emrederek günler, aylar ve yılların bilinmesini
sağlayacak şekilde hareket etmelerini emretti.
Zerdüşt'ün metinlerinde âlemin ilâhi
bir kuvveti olduğu, âlemdeki her şeyin bu kuvvet tarafından planlandığı
zikredilmektedir. Meşasebend adı verilen bu güç Sâbiîler'in dilinde £En yakın
müdebbir', filozofların dilinde 'Faal akıl' denen varlıktır ki feyz-î ilâhî ve
inâyet-i rabbâniye de bundan kaynaklanır. Mâneviyye'ye göre 'temiz ruhlar5,
Araplara göre 'melekler', Kuran dilinde ise er-Ruh'tur: "Melekler ve Ruh
-o gecede-inerler. " (Kadr, 97/5)
Zerdüşt, bunun dışında şeyler de
zikretmiştir. Minşâ ve Minşâye, cis-mânî âlemdeki Adem (aleyhissdâm) ile Havva
(akyhisselâm), rûhânî âlemdeki akıl ve nefsin karşılığıdırlar.
Bunlar Nur ile zulmetin ezelî ve
kadîm olduğuna inanırlar. Mecûsîler bunlardan farklı bir inanışa sahiptir.
Çünkü onlar zulmetin hadis olduğuna İnanırlar.
Seneviler zulmetin de nur gibi kadîm
olduğunu, ancak cevher, tabiat, fiil, konum (hayyiz), mekân, tür, beden ve ruh
bakımından farklı olduklarını söylemişlerdir.
Mânİ b. Fâtİk el-Hakîm adında bir
şahsın taraftarlarından oluşan bîr mezheptir. Mânİ, Şâpur b. Erdeşîr devrinde
ortaya çıkmış ve Behrâm b. Hücmüz b. Şâpur tarafından öldürülmüştür. Mâni'nin
yaşadığı dönem Isa Peygamberden (aleyhissdâm) sonradır. Mecusilikle
Hıristiyanlık arası bir dîn ortaya çıkarmıştır. Kendisi İsa Peygamber'in
(aleyhissdâm) nübüvvetine inanırken Musa Peygamber'in (ateyiıisselâm)
nübüvvetini inkâr ederdi.
Ebu İsa el-Varrâk adıyla bilinen
Muhammed b. Hânın asıl itibarıyla Mecûsî idi. Bu dinin mezhepleri hakkında
hayli bilgiliydi. Onun anlattıklarına göre Mâni şöyle derdi: Âlem, kadîm olan
iki asıldan yaratılmıştır. Bu iki asıldan biri nur, diğeri zulmettir. Her ikisi
de ezelîdir. Ona göre herşey, kadîm olan bir asıldan kaynaklanır. Hadis olan
asıllardan hiçbir şey varolamaz. Ona göre bu İkisi ezelden beri kavı, idrak
edici, hisseden, işiten ve gören olarak varolmaya devam ederler. Buna rağmen
nefs, suret, fiil ve tedbîr noktasında birbirine zıddırlar. Konum (hayyİz)
halamından ise adam ve gölgesi gibidirler.
Bunların cevher ve fiilleri aşağıda
beyan edildiği gibidir:
Cevher:
Nur: Güzel, faziletli, kerem sahibi,
saf, duru, hoş kokulu, güzel görünümlü
Zulmet: Çirkin, eksik, bulanık,
habîs, kötü kokulu, çirkin görünümlü.
Nefs
Nur: İyİ, kerîm, hakîm, yararlı ve
bilgili.
Zulmet: Kötü, çirkef, sefih, zararlı
ve câhil.
Fiil
Nur: Hayır, salah, yarar, düzen ve
uzlaşma.
Zulmet: Kötülük, fesat, zarar, gam,
değişim, karışıklık ve ihtilaf.
Konum
Nur: Üst, Kuzey'den üstte,
bazılarına göre zulmetin yanında.
Zulmet: Alt, GüneyMen aşağıda,
bazılarına göre nurun yanında.
Tür
Nur: Beş türü vardır. Bunların dördü
beden, beşincisi ruhtur. Beden türleri ateş, nur, rüzgâr ve sudur. Ruhu ise
nesîmdİr ve bu bedenlerde hareket eder.
Zulmet: Beş türü vardır. Dördü
beden, biri ruhtur. Bedenleri yangın, zulmet, zehir ve sistir. Ruhu ise duman
olup Hâme denir. Bu ruh, dört bedende hareket eder.
Nur: Canlı, iyi, temiz, arıdır.
Bazılarına göre nur, bu âlemin misâli üzere olup kendine ait göğü ve arzı
vardır. Nurun arzı, bu arzdan farklı olarak latiftir. Güneşin cismi gibi olup
onun gibi ışık saçar. Kokusu, en güzel koku, renkleri gökkuşağı renkleridir.
Zulmet: Ölü, kötü, kirli ve pistir.
Bazılarına göre zulmet de bu âlemin misâli üzeredir. Kendine ait bir göğü ve
arzı vardır. Zulmetin arzı, bu arzdan daha sert ve koyudur. Kokusu pis ve çok
iğrençtir. Renkleri ise siyahın tonlarıdır.
Nur: Bazılarına göre cisimden başka
bir şey yoktur ve cisimler üç kısma ayrılır. Nurun arzı kî beş tanedir. Bundan
daha latîf bir cİsîm daha vardır ki havadır. O da nurun nefesidir. Ondan da
latîf olan bir başka cisim vardır ki nesîmdir. O da nurun ruhudur.
Zulmet: Bazılarına göre cisimden
başka bir şey yoktur. Cisimler de üç türdür. Zulmetin arzı, ondan daha karanlık
olan havası ve ondan da karanlık olan zehirleridir.
Nur: Nur melekler, ilahlar ve
veliler doğurmaya devam eder. Ama bu bilinen anlamda olmayıp bilgeliğin
bilgeden doğması, güzel sözün konuşandan sâdır olması gibidir. Bu âlemin
sahibi onun ruhu olup âleminin ortak yanlan hayır, hamd ve nurdur.
Zulmet: Zulmet şeytanlar, ifritler
ve habîs cinler doğurmaya devam eder. Bu da bilinen anlamda olmayıp pislikten
böcek üremesi gibidir. O âlemin sahibi de onun ruhudur ve ortak yanları
kötülük, kınama ve zulmettir.
Mâneviyye nur ile zulmetin karışımı
ve nurun zulmetten kurtuluşu ile bunların sebepleri noktasında ihtilafa
düşmüştür. Bazılarına göre nur ve zulmet, kasıt ve tercihle değil tesadüf ve
rastlantı sonucu karışmışlardır. Çoğunluğuna göre karışmanın nedeni, zulmet
bedenlerinin bir süreliğine kendi ruhlarını ihmal etmeleridir. Bu esnada
çevresine bakman ruh, nuru görmüş ve bedenleri nurla karışmaya sevketmiştir.
Onlar da şerre olan yatkınlıklarından dolayı bunu hemen yapmışlardır. Nur
meleği bunu gördüğü zaman kendi emrindeki meleklerden birini beş türüyle
birlikte ona göndermiştir. Bunun sonucunda nurun beş türü, zulmetin beş türüyle
karışmıştır. Duman nesîme karışmıştır. Bu âlemdeki hayat ve ruh nesîm-den
kaynaklanmaktadır. Helak ve âfetler ise dumandan kaynaklanmaktadır. Bu hâdise
sonucunda yangın ateşe, nur zulmete, zehirler rüzgâra, sis suya karışmıştır.
Dünyada varolan her çeşit yarar, hayır ve bereket nurun türlerinden, her çeşit
zarar, şer ve fesat ise zulmetin türlerindendir.
Nur meleği bu karışmayı görünce
meleklerinden birine emir vermiş ve bunun akabinde içinde bulunduğumuz âlem
mevcut haliyle yaratılmıştır. Nur türlerinin zulmet türlerinden kurtulması bu
sayede olacaktır. Güneş, ay ve diğer yıldızların varlığı da zulmet parçaları
içindeki nur parçalarını saflaştırmak içindir. Güneş, sıcağın şeytanlarına
karışan nuru ayrıştırırken ay, soğuğun şeytanlarına karışmış olan nuru
ayrıştırır. Yeryüzünde bulunan nesîm ise yükselmeye devam etmektedir. Çünkü o,
tabiatı gereği kendi âlemine dönmek için yükselecektir. Aynı şekilde nurun
bütün parçalan da yükseliş içindedir. Zulmetin parçaları ise aşağı doğru
çökmektedir. Bu hareket devam ettikçe ayrışma ve nurun kurtuluşu
gerçekleşecek, karışma son bulacaktır. İşte bu noktada terkîbler çözülecek ve
herşey kendi tabiatına geri dönecektir. Kıyamet ve yeniden doğuş da budur.
Mâni'ye göre nurun ayrışmasına ve
kurtulmasına yardım eden şeyler, tesbîh, takdis, güzel söz ve İyi işlerdir.
Bunlar sayesinde nur parçalan ay feleğine doğru yükselirler. Ay, bu parçalan ay
başından ortasına kadar kabul eder, gittikçe dolar ve dolunay olur. Güneş de
aynı şekilde ayın sonuna kadar yükselen nur parçalarını toplayarak bunları daha
üste iletir. Bu süreç, bütün nur parçalarının en yukarıda bulunan saf nura
ulaşmasına kadar devam eder. Bu âlemde hiçbir nur parçası kalmaymcaya kadar
böyle olacaktır. Belki güneş ve ay tarafından ayrıştırılamayan birkaç nur
parçası kalacaktır. İşte bu noktada yerküreyi taşıyan melek yukarı çıkar ve
göğü çeken melek onu bırakır. Kâinat altüst olur. Ardından bir ateş yakılır ve
alt üste karışır. Ateş içindeki herşeyi nura dönüştürünceye kadar yanmaya devam
eder. Bu yanma 1468 yıl sürecektir.
Bilge Mâni, Şaburkan kitabının
Cibille-i Ulâ kısmının Elif Babı'nda şöyle demiştir: Nur âleminin kralı kendine
ait arzı kuşatır ve hiçbir şey ondan hâli kalmaz. O, hem zahir, hem bâtındır.
Arzının düşman arzına olan uzaklığı bakımından sonu yoktur. Nur âleminin kralı
arzının tam
ortasındadır. Ona göre kadîm karışma
sıcakla soğuğun, kurulukla yaşlığın karışmasıyken sonraki karışma hayır ile
şerrin karışmasıdır.
Mânİ, kendisine inanan kimselere,
bütün mallarından öşür (onda bir) vermelerini, gece ve gündüz toplam dört vakit
namaz kılmayı ve Hakk'a dua etmeyi emretmişti. Ayrıca yalan söyleme, adam
öldürme, hırsızlık, zina, cimrilik, büyü ve putperestliği terk etmeyi de farz
kılmış; kendisine yapılmasından hoşlanmadığı bir şeyi bir canlıya yapmamayı da
emretmişti.
Peygamberler ve şeriatları
hakkındaki inancı ise şuydu: İlim ve hikmetle gönderilen ilk peygamber Adem
Peygamber'dir. Ondan sonra gönderilen Şîs'tir. Ardından Nûh (aleyhisselâm) ve
İbrahim (aleyhisselâm) gönderilmiştir. Budada'nın (:Budaların) Hind diyarına,
Zerdüşt'ün ise İran'a gönderildiğini söylemiştir. Allah'ın kelimesi ve ruhu
olan Mesih (aleyhisselâm) Rum ve Mağrib topraklarına gönderilmiş, ardından
Pavlus da buralarda vazİfelendirilmiştir. Hâtem-i Enbiya'nm Arap topraklarında
çıkacağını da ifade etmiştir.
Bu inancın başlarından biri olan Ebu
Sa'îd el-Mânevî, sözünü ettikleri karışmanın kendi yaşadığı doneme kadar olan
süresinin 11700 sene olduğunu, geriye sadece üçyüz sene kaldığını iddia
etmiştir. Bunu söylediği tarih, Hicrî 271 yılıdır.
Ona göre karışmanın süresi 12000
senedir. Kitabımızı Hicrî 521 yılında telif ettiğimize göre geriye sadece elli
yıl kalmaktadır.
Karışma yakında son bulacak ve nurun
kurtuluşu başlayacaktır. Sadece elli yıl kaldı!
Bunlar Enûşİrvân'ın babası KubâcTın
döneminde ortaya çıkan Maz-dek adında birinin taraftarlarıdır. Mazdek, Kubâd'ı
kendi inancına davet etmiş, o da bu daveti kabul etmişti. Kral Enûşİrvân
Mazdek'in iftiralarını duyunca derhal yakalatarak öldürttü.
el-Varrâk bu konuda şunları anlatır:
Mazdekîlerİn iki varlık ve iki asıl konusundaki inançları, Manevîlerin çoğunun
inançlarına benzer niteliktedir. Ancak Mazdek'e göre nur, tercih ve irâde ile
faal olurken, zulmet tesadüf ve rastlantıyla hareket eder. Nur ilim ve his
sahibi iken zulmet kör ve câhildir. Bunların karışımı irâde ve tercih üzere
değil rastlantı ve tevâfuk üzere gerçekleşir. Kurtuluş İse tercih ile değil
tesadüf ile olur.
Mazdek, insanları birbirlerine
muhalefet ve buğz etmekten meneder-di. İnsanlar arasındaki kavgalar genelde
kadın ve para sebebiyle çıktığı için kadınları herkese helal, parayı ise mubah
kılmıştı. Halka su, ateş ve kendiliğinden biten otlarda ortak oldukları gibi
bunlarda da ortak olmalarını emretmişti. Serden ve zulmetle karışmaktan
kurtulmak için İnsanların kendisini öldürmesini emrettiği de söylenmiştir.
Mazdekîliğe göre asıllar ve temel
unsurlar üçtür. Bunlardan biri su, diğeri toprak, üçüncüsü de ateştir. Bu
üçünün karışımından hayır ve şerrin müdebbirleri hâsıl olur. Safî karışımdan
çıkan, hayır müdebbiridir. Bulanık karışımdan çıkan İse şer müdebbiridir.
Rivayete göre onun mabudu en yüce
âlemde kürsüsü üzerinde oturmaktadır. Bu oturuşu, en alt âlemde Kral Hüsrev'in
tahtında oturmasına benzer. Huzurunda dört kuvvet vardır: Temyiz kuvveti,
anlama kuvveti, hıfzetme kuvveti ve mutluluk kuvveti. Hüsrev'in huzurunda da
dört şahıs vardır: En büyük din bilgini (Mûbcz-i mûbezân), Horbed-i Ekber,
Esbabed ve Râmşeker. Bu dördü, arkalarında duran şu yedili sayesinde dünyanın işlerini
düzenlemektedir: Sâlâr, Pîşkâr, Bâlûn, Perâvun, Kâzerân, Destur ve Gozek. Bu
yedili de ayrı bir onikili ruhanînin ortasında yeralır ki şunlardır: Hanende,
Dchendc, İstânende, Perende, Hornende, Donde, Hîzende, Kesende, Zenende,
Konende, Abende, Şonde ve Payende.
Yukarıda sıraladığımız dört, yedi ve
oniki gücü kendinde toplayan her insan âlem-i süflide rabbani olur ve
kendisinden mükellefiyet kalkar. Alem-i ulvfnin Hüsrevİ bütün kâinatı, toplamı
İsm-i A'zam'ı oluşturan harflerle düzenler. Bu harflerden herhangi birini
tasavvur eden kimseye en büyük sır açılır. Bundan mahrum kılman kimseler ise
cehalet ve unutulmuşluk içinde kör olur ve dört rûhânî kuvvetin mukabilinde
tasa içinde kalır.
Mazdekiyye'nin alt fırkaları
şunlardır: Koziyye, Ebu Müslimiyye, Mâhâniyye ve Esbîdhâmekiyye. Koziyye
fırkası Ehvaz, Fars ve Şehrezûr civarında bulunur. Diğerleri İse Semerkand, Şâş
ve Eylâk bölgelerine dağılmıştır.
Deysân adındaki şahsın
taraftarlarından oluşan fırkadır. Nur ve zulmet olmak üzere iki aslın
varlığını kabul ederler. Nur; irâde ve tercih ile hayır işlerken zulmet tabiatı
ve zorunluluğu gereği şer işler.
Alemde varolan her türlü hayır,
yarar, güzellik ve hoşluk nurdandır, Her türlü şer, çirkinlik, zarar ve kötülük
ise zulmettendir. İddialarına göre nur; canlı, âlim, kadir, hisseden ve idrâk
eden olarak hareket ve hayatın kaynağıdır. Zulmet ise ölü, câhil, câmid ve
öldürücüdür. Ne fiil, ne de temyiz gücüne sahiptir. İddialarına göre zulmetten
kaynaklanan kötülük, onun tabiatı ve kaderidir. Yine iddialarına göre nur tek
bir türdür. Aynı şekilde zulmet de tek bir türdür. Nurun idrâki, birleşik bir
idrâktir; nitekim onun işitme, görme ve diğer duyuları tek bir şeyden
ibarettir. İşitmesi görmesi, görmesi duyularıdır. Ona 'işiten' ve 'gören'
denilmesi terkîpkrindeki farklılıktan olup öz itibarıyla farklı duyular
olmaları nedeniyle değildir. Fırka mensuplarına göre renk tat, o koku, o da hissetmedi.
Onu renk olarak görmelerinin nedeni zulmetin ona bir şekilde karışmış
olmasındandır. Tat olarak görmeleri ise zulmetin karışımının başka bir biçimde
olmasındandır. Zulmetin rengi, tadı, kokusu ve hissetmesi hakkında da aynı
şeyleri söylemişlerdir. İddialarına göre nur mutlak beyazlık, zulmet ise mudak
siyahlıktır. Onlara göre nur, zulmeti kendinden aşağı atmaya, zulmet de en üst
tarafından nuru almaya devam eder.
Deysâniyye mensupları nur ile
zulmetin karışması ve nurun kurtuluşu hakkında farklı görüşlere sahip
olmuşlardır. Bazılarına göre nur zulmete dâhil olmuş, zulmet de onu sert ve
kaba bir şekilde almıştır. Nur bundan rahatsız olarak onu parçalayıp
yumuşatarak kurtulmak istemiştir. Ancak, bu tür bakımından farklı olmalarından
dolayı değildir. Onların durumunu bir testereye benzetmek mümkündür ki
demirden yapılmasına rağmen sapı yumuşak, dişleri serttir. Burada da yumuşaklık
nurda, sertlik zulmettedir. Halbuki ikisi de aynı türdendir. Nur, zulmetin
gediklerine sızabilmek için yumuşamıştır. Bu da ancak zulmetin sert olmasıyla
mümkündür. Varlığın kemâle ulaşabilmesi ancak bu ikisiyle yani sertlik ve
yumuşaklıkla mümkündür.
Bazılarına göre ise zulmet, hileye
başvurarak nurun alt tarafını yakalamış, nur da kendini korumak için ondan
kurtulmaya çalışmıştır. Bunu yapabilmek için de ona abanarak güç almayı
denemiştir. Bu durum yere düşmüş bir kimsenin oradan kurtulmak için ayağını
dibe vurarak çıkmaya çalışmasına benzer ki bu durumda daha da derine düşer.
Nurun zulmetten kurtulabilmesi ve kendi aleminde tek kalabilmesi için belli
bir zamana ihtiyacı vardır.
Bazılarına göre ise nur, zulmetin
bazı bölümlerine kendi isteğiyle girmiştir. Amacı onu düzeltip bozuk
taraflarını çıkartıp atmak suretiyle bulunduğu âleme daha uygun hale
getirebilmektir. Zulmet ona yapıştıktan sonra nur birtakım zulüm ve
çirkinliklerde bulunmuştur ki bunlar iradî olarak değil kendiliğinden yapılmış
zarurî fiillerdir. Nitekim kendine his âleminde tek başına bulunmuş olsa,
mutlak iyilikten başka bir şey yapmazdı. Bunlara göre, zarurî olarak yapılan
fiille, iradî olarak yapılan fiili birbirinden ayırmak gerekmektedir.
Merkiyûn'un taraftarlarından oluşan
bir fırkadır. Bunlara göre birbirine zıt iki kadîm asıl mevcuttur. Bunlar nur
ile zulmettir. Ayrıca üçüncü bir asıl daha vardır ki o, birleştirici aracıdır.
Nitekim birleştirici üçüncü bir unsur olmadıkça birbirlerinin karşıtı olan iki
zıddın birleşmesi mümkün değildir. Onlara göre bu üçüncü unsur, derece
bakımından nurdan aşağı, zulmetten üsttedir. Âlem bu üçünün biraraya gelerek
karışmasından meydana gelmiştir.
Bazılarına göre karışma sadece
zulmet ile söz konusu aracı birleştirici arasında gerçekleşmiştir. Çünkü bu
üçüncü asıl, zulmete daha yakındır. Ondan zevk almak, birtakım arzularını
tatmin etmek için onunla karışmıştır. Bunun üzerine nur, karışık âleme mesîhî
bir ruh göndermiştir ki o, Allah'ın ruhu ve oğludur. Onu gönderme nedeni,
taşlanmış zulmetin ağına düşmüş olan üçüncü asla duyduğu merhamettir. Bu yüzden
onu şeytanların iplerinden kurtarmak ister. Bu ruhun takipçileri kadınlara
dokunmaz ve dünyevî zevklere yanaşmazlar. Böyle davranarak ona tâbi olanlar
zulmetten kurtulurken ona karşı çıkanlar hüsran ve helâka düçâr olacaklardır.
Onların aracı ve birleştirici
konumunda bulunan üçüncü bir aslın varlığını kabul etmelerinin bir sebebi de,
nuru temsil eden Allah Teâiâ'nm zulmeti temsil eden şeytanlarla karışmasının
caiz olmamasıdır. Ayrıca tabiat bakımından birbirlerine taban tabana zıt olan,
zât ve nefs olarak birbirlerinden farklı olan iki şey nasıl karışabilir ki?
Bunların biraraya gelip karışmaları caiz olmadığı için derece bakımından nurdan
aşağıda, zulmetin üstünde bulunan bir aracının bulunması şarttır. Karışma
onunla gerçekleşecektir. Bu görüş Mâne-viyye'nin görüşlerine uymamaktadır.
Gerçi Deysân tarih bakımından Mâni'den daha önce yaşamış ve Mâni onun birçok
fikrini benimsemişse de üçüncü asıl meselesinde ondan farklı düşünmüştür. Bu
görüş, Zerdüşt tarafından da benimsenmemiştir. Deysân, iki zıddın varlığını
kabul ederken, bu ikisi arasındaki aracıyı iki hasım arasındaki hakem gibi
koymaktadır. İki zıd arasında birleştirici olan unsurun, tabiat ve cevher
bakımından zıdlardan birine mensup olması caiz değildir ki bu Allah Teâlâ'dır.
O'nun ise ne zıddı, ne de dengi mevcuttur.
Muhammed b. Şebîb, Deysâniyyc
hakkında şunu nakletmiştir: Onlara göre bu aracı his ve idrâk sahibi bir
insandır. Çünkü insan ne mutlak nur, ne de mutlak zulmettir. Anlattığına göre
evlilikle gerek ruh, gerek beden için yararlı olan her şeyi haram görmüşlerdi.
Acı verme endişesi nedeniyle hayvan kesmekten de sakınmışlardı.
Seneviyye'den bir topluluğun şöyle
dedikleri anlatılır: Nur ve zulmet yaşamaktadır. Ancak nur duyu sahibi ve âlim
iken zulmet câhil ve kördür. Nur, düzgün ve doğru hareket ederken zulmetin
hareketi dengesizdir. Onları bu şekilde açıklamamız şundandır: Zulmetin
şeytanlarından bir topluluk nur cemaatlarından birine hücum etmişti. Nur, hiç
bilmeden ve farkında olmadan zulmetten bir parçayı yuttu. Bu, köz ile hurma
arasındaki farkı bilmeyen bir çocuğun hareketi gibiydi. Nur ile zulmetin
karışma
sebebi işte buydu. Daha sonra en
büyük nur, kurtuluş için bir plan yaparak bu âlemi inşa etti. Nurun zulmete
karışmış kısımları bu âlemde ayrışacaktır. Nurun kurtuluşunun tek yolu da
budur.
Keyneviyye mezhebine göre üç asıl
mevcuttur. Bu üç asıl, ateş, toprak ve sudur. Mevcudat, Seneviyye'nin
söylediği iki asıldan değil, bu üç asıldan hadis olmuştur. Onlara göre ateş,
tabiatı gereği hayırlı ve nurâ-nîdir. Su ise tabiatı gereği ateşin zıddıdır. Bu
âlemde gördüğümüz her hayır ateşten, her şer de sudandır. Toprak ise bu ikisi
arasında aracıdır. Bunlar ateş konusunda çok tutucudurlar. Onlara göre ateş
ulvî, nurânî ve latiftir. Varoluş onsuz mümkün değildir. Hayat da onun
sayesinde devam edebilir. Su ise tabiat ve fiil bakımından tamamen tersidir.
Toprak bu ikisi arasında aracıdır. Âlem de bu üç aslın karışımından oluşmuştur.
Sıyâmiyye fırkası güzel rızıklardan
imtina ederek kendilerim ibadete veren kimselerden oluşur. Ateşi tazım eder,
evlilikten ve et yemekten uzak dururlardı.
Tenasüh (Ruh göçü) Ehli, ruhların
bedenler arasında göç ettiğine inanırlar. Bunlara göre kişinin huzur ve sıkıntı
gibi hususlarda kendisine arız olan şeyler, daha önceden işlemiş olduklarına
göre belirlenir. Bu husus, başka bir bedende iken yaptıklarının karşılığıdır.
İnsan, hayatı boyunca iki hâlin dışına çıkmaz. Bunlardan biri fiil, diğeri ise
ceza ve karşılık halidir. İnsanda varolan hal, ya fiil işlediği, ya da daha
önceden işlemiş olduğu fiilin karşılığını beklediği haldir. Tenasüh ehline göre,
cennet de, cehennem de bedenlerdedir. İlliyyûn'un en üst mertebesi, peygamberliktir.
Esfel-i sâfılîn ise yılanın derecesidir. Nübüvvet ve risâletten daha ulvî bir
makam, yılandan daha aşağı bir mertebe yoktur. Onlara göre en yüksek derece
meleklerin, en aşağı derece ise şeytanların derecesidir.
Bütün bu görüşleriyle diğer
Seneviyyeden ayrılmaktadırlar. Bunlar kurtuluş günlerine özen göstermekte ve bu
günlerde nurun birtakım parçalarının kendi ulvî âlemine döndüğüne, zulmetin
değersiz ve kınanmış parçalarının ise kendi âlemlerinde kaldığına inanırlar.
İlk ateş tapınağı Afridun tarafından
Tûs şehrinde inşa edilmiştir. Diğeri Buhara'da kurulan Berdeson tapınağıdır.
Behmen tarafından Sicistân'da mabed olarak kullanılan tapınağın adı Kereko'dur.
Buhara tarafında Kubâdâıı isimli, Fâris ile İsfahan arasında Keyhüsrev
tarafından inşa edilmiş. Koyse adında birer tapınakları daha vardır. Bir diğeri
Komes'teki Cerir tapınağıdır. Kenkeder adında bir tapmak daha vardır ki Doğu Çin'de
Siyâvuş tarafından inşa edilmiştir. Bir diğeri Kuştasb'm dedesi tarafından
Errecân'da inşa edilen tapınaktır. Bunlar Zerdüşt'ten önce inşa edilmiş
tapınaklardır.
Zerdüşt Nişabur ve Nesâ'daki ateş
tapmaklarını yenilemiştir. Kuş-tasba, Cem tarafından tazım edilen bîr ateşin
getirilmesini emretmiş, bu ateş Harzem şehrinde bulunmuş, Becerd'e
getirtilmiştir ve Azerhorre olarak bilinir. Mecûsîler en çok bu ateşi tazîm
ederler. Keyhüsrev de Efrâsyâb'la savaşmak için çıkınca bu ateşi tazîm etmiş ve
önünde eğilmiştir. Enûşİrvân'm bu ateşi Kirmân'a naklettiği söylenmiştir.
Ateşin bir bölümü de Nesâ şehrine taşınmıştır.
Anadolu'da İstanbul şehrinin
kapılarından birinde de Şâpur b. Erdeşîr tarafından inşa edilmiş bir ateş
tapınağı mevcuttur. Bu tapınak Halife el-Mehdî dönemine kadar ayakta durmuştur.
Kudüs yakınlarındaki İstinyâ'da da, Kİsra'nın kızı Boran adına bir ateş tapmağı
mevcuttur.
Hindistan ve Çin'de de ateş
tapmakları mevcuttur.
Greklere gelince onların da içinde
ateş bulunmayan üç tapınakları vardı. Bunları daha önce zikretmiştik.
Mecûsîlerin ateşi tazîm etmelerinin
birçok anlamı vardı. Herşeyden önce ateş, ulvî ve yüce bir cevhere sahipti.
Ayrıca o, İbrahim Peygamber'i (aleyhîsselâm) yakmamıştı. Diğer taraftan ateşi
tazîm etmeleri halinde ahİret-te ateş tarafından yakılmayacaklarına
inanırlardı.
Özetle söylemek gerekirse ateş,
onların hem kıbleleri, hem de onlar için bir vesile ve işaretti.
Bu baba girenler ana başlıklarıyla
Sâbİîler, filozoflar, Câhiliye Arapları, Hint din ve felsefelerinin
savunucularıdır. Bunlar, daha önce de belirttiğimiz gibi semavî dinlere mensup
olanlarla taban tabana zıttirlar. Bilindiği üzere semavî dinler, sağlıklı
fıtrata, kâmil akla ve duru ziline dayanan inanç sistemleridir.
Sert hadleri ve temel inanç
esaslarını kabul etmeyen, asla sağlıklı bir fikre ulaşamayan, akıl ve
düşüncesiyle sağlam bir inancın yolunu bulamayan, bulanık zihnî yapısı
nedeniyle ahİret inancına sahip olamayıp sadece dayalı (mahsûs) fizikî
varlıklarla ilgilenen, bunun Ötesini hiç düşünmeyen; leziz yiyecekleri ve
gözalıcı görünümüyle yaşadığı dünyadan başka bir dünya olduğuna inanmayan
kimselere Tabiatçılar ya da Dehrîlcr denir. Bunlar, akılla bilineni dahi
(ma'kûl) inkâr ederler.
Diğer bir grup İnsan duyularla
bilinenlere (mahsûsât) bağlı kalma noktasından daha yukarı çıkmış ve akılla
bilinenlerin varlığını kabul etmiş olmalarına rağmen hadleri, hükümleri,
şeriatı ve İslâm'ı benimsemezler. Bunlar kişi akılla bilinenleri tahsil ettiği,
âlemin bir başı, bir de sonu olduğunu bildiği zaman insan türünden beklenen
kemâle ulaştığını sanırlar. Onlara göre insanın saadeti, ilim ve kavrayışı
miktarınca olur. Bedbahtlığı da beyinsizlik ve cehaleti miktarınca olur. Bu
görüşte olanlar için akıl, bu mutluluğa ulaşmayı dayatan bir etkendir. Ancak
insanın beşerî yönü, bedbahtlığı kabullenmeye yönlendirir. Bu sınıfa girenlere
de Metafizik-çî (Ilahiyyun) Filozoflar denilmiştir. Bunlara göre şeriatlar ve
bunların mübeUİğlerinin öğretileri avam için yararlı hususlardır. Hadler,
hükümler, helal, haram ve benzeri hükümler de vaz' İle sabit hususlardır.
Şeriatları tebliğ edenler de amelî hikmet sahibi insanlardır. Bunlar,
hükümlerin ve helal, haram gibi ahkâmın isbâtı vesilesiyle suretlerin
yaratıcısı katında da desteklenirler. Bütün bu hükümler kulların yararını ve
dünyanın imârını hedefleyen türden hususlardır. Yaratıcıdan vahiy yoluyla
öğrenip bildirdikleri ruhanî alemde mevcut melekler, Arş, Kürsî, Levh-i Mahfuz
ve Kalem gibi hususlar da onların akılla bildiği şeylerdir. Onlar bunları ifade
etmek İçin birtakım cismânı ve hayalî suretler kullanmışlardır. Ahiret hayatı
ve onun muhtevası olan cennet ve cehennemle İlgili naklettikleri şeyler,
örneğin cennetteki saraylar, nehirler, kuşlar ve meyveler avam için teşvik
edici, onların gönüllerini cezbedici olsun diye söylenmiştir. Aynı şekilde
zincirler, kelepçeler, tasmalar, aşağılama ve ateşte yakma da onları caydırma
amacını taşıyan ve gönüllerini korkutan hususlardır. Yoksa ulvî âlemde cİsmânî
şekillerin ve suretlerin bulunması düşünülemezdir.
Bu filozofların peygamberler
hakkındaki yaklaşımları en iyimser açıklamayla budur. Bunlarla
kasdettiklerimİz, ilimlerini nübüvvet kandilinden almış olanlar değildir.
Bilakis ilk devirde yaşamış olan Dehrîler, Haşîşîler, Tabiatçılar ve
Metafizikçilerdİr. Bunlar verdikleri hükümlerle aklanmış, arzu ve bİdaderîne
tâbi olmuş kimselerdir.
Bunların hemen ardından hüküm
bakımından onlara yakın olan başka bir topluluk gelir. Bu topluluğun
mensupları aklın hududu ve hükümleriyle konuşurlar. Bu bilgiyi vahiyle
desteklenen bir kaynaktan almış olmaları mümkündür. Ancak İlkiyle sınırlı
kalmış böylece vahye nüfuz edememişlerdir. Bunlara İlk Sâbiiler denilir ki
Gademon(: Agatha Daimon) ve Hermes, yani Şît (aleyhisseMm) ve İdris
(aleyhissdâm) peygamberleri tanır, bu İkisi dışında peygamber bilmezler.
Bu bilgiler ışığında sağlıklı
tasnifi şöyle yapabiliriz:
1- Ne duyu, ne de akılla bilinenlerin varlığını kabul
etmeyenler kİ bunlar Sofestailer'dir. (Sofistler)
2- Sadece duyu ile bilinenleri kabul edip akılla
bilinenleri dışlayanlar ki bunlar Dehrîler yani Tabiatçılar'dır.
3- Hem duyu, hem de akılla bilinenleri kabul etmelerine
karşın ilâhî kaynaklı hadleri ve hükümleri tanımayanlar ki bunlar Dehrî Filozoflaradır.
4- Duyu ve akılla bilinenlere ilaveten ilâhî had ve
hükümleri de kabul etmelerine karşın şeriatı ve İslâm'ı tanımayanlar ki bunlar
Sâbiîler'dir.
5- Yukarıdaki bilgi kaynaklarının tamamına ek olarak
şeriatı da kabul etmelerine karşın Son Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve
scllem) şeriatını inkâr edenlerdir ki bunlar Mecûsîler, Yahudiler ve
Hıristiyanlaradır.
6- Üsttekilerin tamamına ek olarak Son Peygamber'in
(sallallâhu aleyhi ve sellem) şeriatını da kabul edenlerdir ki bunlar da
Müslümanlar'dır.
Birinci ciltte şeriat ve dinleri
kabul edenleri anlatmıştık. Bu ciltte ise sırf akıl ve hevasina dayanarak
hareket edenleri ele alacağız.
Geçen bölümde Sâbiîliğin Hanîfliğin
karşıtı olduğunu belirtmiştik. "Saba'er-raculu" fiili, sözlükte
"adam meyletti, saptı" anlamında kullanılır. Sâbiîler Hak Teâlâ'nm
yasalarından meylettikleri ve peygamberlerin nurlu yolundan saptıkları için bu
isimle anılmışlardır.
Aşık olup arzularının ardına düşen
kimse için de "Saba'e er-raculu" ifadesi kullanılır.
"Sabvet" halinin, onurlu
insanların halinden sapma ve gevşeyerek çözülme olduğu da söylenmiştir.
Sâbiîler, ruhanîlere katı bir
şekilde bağlılık gösterirler. Hanîfler ise beşeri peygamberlere bağlılık
gösterirler.
Sâbiîler için iktisâb esas iken
Hanîfler için fıtrat esastır.
Sâbiîler diğer insanları iktisaba
çağırırken, Hanîfler fıtrata tâbi olmaya çağırırlar.
Rûhânî kelimesi ötreli okunduğunda
'ruh' kökünden, Ravhânî olarak fethalı okunduğunda ise 'ravh' kökünden gelir.
'Ruh' ve 'Ravh' kelimeleri, anlam bakımından yakındırlar. Rüh bir öz, 'Ravh'
ise onun hallerinden biri gibidir.
Bu mezhebin taraftarlarına göre bu
âlemin bir yaratıcısı, yapıcısı ve yöneticisi vardır. Bu varlık, sonradan olma
özelliğine sahip varlıkların sıfatlarından münezzehtir. O'nun celâline
ulaşmamızın mümkün olmadığını bilmek herkes üzerine vaciptir. O'na yaklaşmanın
tek yolu aracılardır. Bu aracılar, öz (cevher), fiil ve hâl bakımından arınmış,
ulvî ve pâk kimseler olan ruhanîlerdir.
Ruhanîler cismânî maddelerden
arınmış, bedenî güçlerden uzak, mekânî hareketlerden ve zamanî değişimlerden
münezzeh kimselerdir. Tabiatlarına taharet ve paklık yerleştirilmiş, takdis ve
teşbih üzere yoğrulmuşlardır. "Kendilerine emrettiğinde Allah'a isyan etmez
ve emro-lunduklarını yaparlar." (Tahrîm, 66/9) İnsanları bu ruhanîlere
yönlendiren ilk insanlar, muallim-i evvel olarak tanıdıkları Gademon ve
Hermes'tir. Onlar bu ruhanîlere yaklaşır ve onlara dayanırlar. Bu inanışta
olanlara göre ruhanîler onların rableri, ilahları, vesîleleri ve Allah
katındaki şefaatçileridir. Allah ise rablerin Rabbi, ilahların İlahı, bütün
varlık aleminin sahibi ve mâlikidir.
Rûhâniyât ehline göre nefsleri tabiî
arzuların kirinden arındırmak, ahlâkı şehvanî ve gazabı kuvvetlerle ilişkili
şeylerden uzaklaştırmak gerekir. Ruhanîlere yakınlaşmanın ve onlarla ilişki
kurabilmenin yolu budur. Böylelikle istek ve arzular onlara arzedilir, haller
kendilerine bildirilir. Ruhanîler de onların hal ve isteklerini kendilerini ve
onları yaratan, kendilerini ve onları rıziklandıraıı Allah'a arzederek onlar
için şefaatkâr olurlar.
Rûhâniyetçilerin şart gördükleri
arınma ve ahlakî ıslâh ancak iktisâb ve riyazet yoluyla olur. Bu yolda
şehvetlerin süflî baskılarından kurtulmak için ruhanîlerden istimdatta
bulunulur. İstimdat ise, dualarla yalvarma ve yakarma, namaz kılma, zekât
verme, oruç tutma, kurbanlar kesme, tütsüler yakma ve okumalarla olur.
Böylelikle neftler için vasıtasız bir hazırlık ve istimdat gerçekleşir. Böylece
onlara göre bu şekildeki insanlarla vahiy iddiasında bulunanlar aynı mertebede
yer alırlar.
Rûhâniyât ehli şöyle derler:
Peygamberler bizimle aynı türden olup suret olarak da bizimle aynıdırlar. Maddî
bakımdan da bizimle aynı özelliklere sahiptirler. Bizler gibi yer, içerler. Onlar
da bizim gibi beşerdir, Böyle iken nasıl olur da onlara itaat edebiliriz?
Onlara tâbi olmamızı gerektiren meziyetleri nedir? Onların bu iddiaları
Kur'an'da şöyle bildirilmektedir: "Kendiniz gibi bir beşere itaat
ederseniz, o zaman ziyan edenlerden
olursunuz." (Müminûn, 23/34)
Rûhâniyât ehline göre bu ruhanîler,
yaratma, icâd, işleri halden hale çevirme ve yaratılmışları basitlikten kemâle
yöneltme gibi fiillerde aracı olan sebeplerdir. Onlar bu güçlerini Hazret-i
Kudsiyye'den(: Kudsiyyet mertebesi) alır ve feyizlerini kendilerinden altta
olan (süflî) mevcudata akıtırlar.
Ruhanîler farklı görevlere
sahiptirler. Kimisi feleklerinde akıp giden yedi gezegen üzerinde tedbîr
sahibidir. Bunlar o gezegenlerin heykelleridir: Her ruhanînin bir heykeli (:
heyeti) her heykelin de bir feleği vardır. Ruhanînin bu heykele göre konumu,
ruhun bedene göre konumu gibidir. O, bu heykelin sahibi, müdebbiri ve
yönetenidir. Rûhâniyât ehli heykelleri rabler, hatta babalar olarak, unsurları
ise analar olarak isimlendirirler-di. Ruhanîler bu heykelleri belli şekillerde
hareketlendirerek onların bu hareketlerinden tabiat ve unsurlarda
etkileşimlerin (infıâlât) oluşmasını sağlarlar. Bu etkileşimler ise, mürekkep
varlıklardaki terkip ve karışımların oluşmasını temin eder. Bunu ise cismânî
kuvvetler izler. Cismânî kuvvetlerin üzerinde ise rûhânî nefslerin terkibi söz
konusu olur. Bitki türleri ve hayvan türleri bunlardandır. Daha alt basamakta
olan tesirler ise, küllî bir ruhanî kaynaklı küllî tesirler olduğu gibi, cüzi
bir ruhanîden sâdır olan cüzi tesirler de olabilir. Yağmur cinsi için bir
melek, her damlayla beraber de başka birer melek görevlidir.
Havadaki meteorolojik değişimleri
düzenleyen ruhanîler de vardır. Arzdan yükseldikten sonra yağmur ve kar olarak
yağanları, soğuğu ve rüzgarları bunlar düzenlerler.
Gökten inen yıldırım ve kayan
yıldızlar da onlar tarafından yönlendirilir.
Havada oluşan sis, gökkuşağı, bulut,
şimşek ve gökgürültüsü de onlar tarafından idare edilir.
Arzda oluşan zelzele, su ve buhar da
onların gözetiminde oluşur.
Bunlar dışında bütün varlıklarda
câri olan aracı güçler ve kâinatta varolan hidâyetin müdebbirleri de vardır.
Hidâyet kabiliyeti olan hiçbir varlık onlardan hâlî değildir.
Rûhâniyâtın Rablerin Rabbi katında
revh, reyhan, nimet, lezzet, rahat, neşe ve mutluluk gibi hâlleri vardır. Bu
nasıl gizli kalabilir ki?
Bunlar dışında yeme, içme, teşbih,
takdis, tehlîl, yüceltme ve hamdet-me gibi halleri de vardır. Onlar Allah
Teâlâ'nm zikri ve tâati ile âşinâdırlar. Kimi rükûda, kimi kıyamda, kimi
secdede, kimi de ka'de halindedir. Bulunduğu hâli değiştirdiklerinde neşe ve
lezzetlerinde artış olmaz. Kimisi huşu içinde gözünü kaldırmazken kimi de hiç
ara vermeden sürekli bakar. Kimi hiç hareketsiz dururken, kimi hiç durmaksızın
hareket eder. Kimi kabz âleminde kerûbî (yakınlaştırılmış), kimi bast aleminde
ruhanîdir: "Emrettiğinde Allah'a isyan etmez, emrolunduklarını
yaparlar." (Tahrîm/6)
Sâbiîlerle Hanîfler arasında beşerî
nübüvvet ile saf ruhanîlerin mukayesesi babında birçok münazara ve diyalog
yaşanmıştır.
Bu münazaraları soru-cevap şeklinde
zikretmek istiyoruz. Bunda sayısız fayda olduğuna inanıyoruz.
Sabitler şöyle dediler:
Ruhanîler yoktan yaratılmış olup ne
madde, ne de heyuladan yaratılmış değillerdir. Hepsi de tek bir cevherdendir.
Cevherleri, hiçbir karanlığın bulunmadığı mutlak nurlardır. Bu cevherler o
kadar parlaktır ki duyular onları idrâk edemez, göz onları göremez.
Letafetinden dolayı akıl onlar hakkında şaşkınlığa kapılır. Hayal gücü bile
onlara ulaşamaz.
İnsan türü dört unsurdan mürekkep
olup madde ve suretten oluşmuştur. Oluşumunda bulunan unsurlar, tabiatları
gereği çatışıktır. Bunlardan ikisi benzer, ikisi ise zıttır. Tezattan ihtilâf
ve kargaşa doğar. Benzerlikten ise fesat ve karışıklık doğar. İnsan, yoktan
yaratılmadığı için yoktan yaratılmışlar gibi değildir.
Madde ve heyula şer ve fesadın
kaynaklarıdır. Onlardan ve suretten mürekkep olan bir varlık, nasıl mutlak
suret gibi olabilir? Karanlık nura eşit olabilir mi? Benzerliğe muhtaç ve
ihtilâfa düşmeye mahkûm olan bir varlık, onlardan müstağni olanların seviyesine
nasıl yükselebilir?
Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Ey Sâbiîler, duyular algılayamazken
ve onları gösteren bir delil de bulunmazken iddia ettiğiniz bu ruhanîlerin
varlığını nasıl öğrendiniz?
Buna şöyle cevap vereceklerdir: Bİz
onların varlığını Gademon ve Hermes'ten yani Şît (aleyhisselâm) ve Idrîs'ten
(aleyhisselâm) öğrendik.
O zaman şöyle deriz: Bu sözünüzle
kendi görüşünüzle çelişiyorsunuz. Bir ruhanînin, beşerî bir peygamberden üstün
olduğunu iddia etmenizin amacı, beşerî bir aracının varlığını reddetmeye
yöneliktir. Halbuki yukarıdaki sözünüzle reddettiğiniz şeyi isbât, isbât
ettiğiniz şeyi reddetmiş oluyorsunuz.
Sonra, yoktan yaratılanın mevcuttan
yaratılandan daha üstün olduğundan nasıl emin olabiliyorsunuz? Bunun tam aksi
geçerlidir. Çünkü ruhanî tek bir boyuta sahipken beşer iki boyuta sahiptir:
1- Nefs ve ruh boyutu.
2- Duyu ve beden boyutu.
Beşer, ruh boyutu bakımından Allah
Teâlâ'nın emriyle(emr), beden bakımından ise O'nun yaratmasıyla (halk)
yaratılmıştır. İnsanda iki eser söz konusu olup biri emri, diğeri halkî, yani
kavlî ve fiilîdir. İnsan bir boyutuyla ruhanîye denk iken bir boyutuyla da
ondan üstündür. Yaratılış boyutu, diğer boyutunu eksiltmediği gibi tam aksine
arınma ve kemâli için vesiledir.
Siz sâbİîlerîn hatası şu iki
noktadan kaynaklanmaktadır: İlki: Sizler mücerred ruhanî ile mücerred cismânî
arasında tercih yaptınız ve ruhanînin üstün olduğuna hükmettiniz. Bu hükmünüz
doğrudur. Ama mücerred rûhânî ile rûhânî ve cismânî özelliklerini toplayan
varlık arasında yapılan bir mukayesede hiçbir akıl sahibi mücerred ruhanînin
üstünlüğüne hükmetmez. Çünkü bu iki özelliği taşıyan varlık, bir boyutunda ona
denk, bir başka boyutta ise onu geçmiştir. Varsayın ki insan madde ve onun
ayrılmaz yönleriyle kirlenmemiş, tezat ve benzeşmenin hükümleri ona tesir
etmemiş, aksine maddeyi İstediği ve razı olduğu şeylerde kendisine karşı
çıkmayacak biçimde kullanmış olsun. Bütün bu hükümler terkibin husule geldiği
ve birlik ve basitliğin geçersiz kaldığı gaye İstikametinde yardımcıları olsun.
Bizce bu, madde ve onun ayrılmaz gerekleriyle kirlenmiş, ilintileri engellere
dönüşmüş nefslerin kurtuluşudur.
Hoş bir giysi güzel bir insanı nasıl
lekeler? Güzel bir lafız, sağlıklı bir anlamı nasıl çirkin kılar? Şiirde ne
güzel söylenmiştir:
Kişinin ırzı kirlenmediği takdirde,
Giydiği her elbise ona-yakışır. Haksızlık halinde nefsine yüklmmedikçe,
Güzellikle anılmasının yolu da yoktur.
Bunlannki mücerred lafz ile mücerred
anlam arasında tercih yapan adamın durumuna benzer. Manayı tercih edene şöyle
denir: Aksine mücerred anlam ile ibare ve anlam arasında tercih yapın ki sorun
çıkmasın. Çünkü hoş bir ifadedeki latîf anlam, mücerred anlamdan daha
değerlidir.
İkincisi: Sizin bakışınız nübüvvetin
sadece kemâl ve tamamlığınadır. Oysa bu bakış, onun başkalarını kemâle erdirici
olan kemâlini görmüyor. Bu durumda mudak anlamda iki kemâl arasında tercih
yapmış oluyorsunuz. Sonuçta da denkliğe hükmedip ruhanînin üstünlüğünü iddia
ediyorsunuz. Biz ise şunu söylüyoruz: Şu iki kemâl hakkındaki görüşünüz nedir?
Biri sadece kemâl sahibi, diğeri hem kemâl sahibi, hem de kemâle erdiricidir.
Söyleyin bu ikisinden hangisi daha üstündür?
Sâbiîler şöyle dediler:
İnsan türü şehvet ve öfke
güçlerinden uzak kalamaz. Bu ikisi ise hayvanlığa ve vahşîliğe teşvik eder.
Her iki güç de insan benliğini doğasına çekmeye çalışır. Şehvet gücünden hırs
ve İleriye dönük İhtiraslar doğarken öfke gücünden kibir ve haset ile benzeri
kınanmış davranışlar doğar. Bu güçlerden ve onların gerekleri ve tesirlerinden
arınmış melek türü varlıklar bu tür sıfatlara sahip olan İnsan türüyle nasıl
karşıîaştırılabilir? Ruhanîler her türlü hayvanî dürtüden uzaktır. Onların
tabiatları, beşerî özelliklerin tamamından arınmıştır. Öfke onları gösteriş
sevdalısı kılmadığı gİbİ şehvet de mal düşkünü olmalarına yol açmaz. Onların
tabiatları sevgi ve uzlaşı üzerine yoğrulmuş, cevherleri kaynaşma ve birlik
üzerine şekillendirilmiştir.
Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Bu da önceki gibi açık bir
mugalatadır. Beşeriyet tarafında iki nefs vardır. Bunlardan biri olan hayvanî
nefsin şehvet ve gazap olmak üzere iki gücü vardır, ikinci nefs olan insanî
nefsin de ilmî ve amelî olmak üzere iki gücü vardır. Bu iki güç sayesinde onun
için toplama (cem') ve engelleme (men') söz konusu olur. Yine bu iki güç
sayesinde o işleri taksim edip halleri bölümlere ayırabilir. Sonra da bu hal
ve kısımları aklın önüne getirir. Akıl, keskin bir göz gibi çalışarak hak
inancı bâtıldan, doğru sözü yalandan ve hayırlı işi kötü işlerden ayırabilir.
Amelî gücü sayesinde gazap gücünün ayrılmaz unsurları olan sertlik, cesaret ve
hamiyeti seçip zillet, korkaklık ve adiliği terkedebilir. Yine bu gücü
sayesinde şehvet gücünün ayrılmaz unsurları arasından kaynaşma, sevimlilik ve
üstünlüğü seçip azgınlık, cimrilik ve açgözlülüğü terkeder. Bu sayede
düşmanları ve hasımları karşısında en yürekli ve en atak insan olurken dostları
için de en merhametli ve en mütevazı kimse olur. Bu kemâle ulaşan bir insan,
her iki gücü de hayır yönünde kullanır. Daha sonra bu mertebeden yükselir ve
insanları arındırarak şehvet ve öfkenin zincirlerinden azat eder, onları
kemâlin zirvesine yükseltir.
Bilindiği üzere her şerefli, yüce ve
arı nefsin hâli budur. Böyle bir nefs, tabiatları aksine başka bir gücün tahrik
etmediği bir nefs gibi olmaz.
Şehvetlerini tatmin etmekten âciz ve
iktidarsız olan birinin hükmü, buna gücü yeterken nefsine hâkim olup kendini
tutan kimsenin hükmüyle bir olmaz. İlk kişi, âciz ve mecburdur, ikincisi ise,
seçme hakkı ve gücü olmasına karşın güzel bir seçim yapmakta ve doğru
tasarrufta bulunmaktadır. Kemal ve şeref bu iki gücün yokluğunda değildir.
Gerçek kemâl, söz konusu kuvvetlerin kullanımı ndadır.
Peygamberin nefsi, fıtrat ve konum
bakımından ruhanîlerin neftleri gibidir. Ortaklık bu noktada varittir.
Peygamberin üstünlüğü ve önde olusu bu güçleri kullanabilecekken kullanmaması
bakımındandır. Kullanması da hayır ve düzen amacıyladır. Gerçek kemâl de budur.
Sabitler şöyle dediler:
Ruhanîler, maddeden
mücerred suretlerdir. Tasarruf ve tedbîr bakımından
onlara taalluk eden maddî varlıklar söz konusu ise de bu karışma ve geçişme
yoluyla değildir. Ruhanîlerin şahsiyetleri daha önce de belirttiğimiz üzere
nûrânî veya heykeller şeklindedir. Onların maddeden mücerred suretler
oldukları varsayıldıkları zaman bilkuvve değil bilfiil varolmaları gerekir.
Nakıs değil kâmildirler. Aracı olanın diğerlerini kemâle erdİrebilmesi için
kâmil olması gerekir. Beşerî suretler ise, madde içindeki suretlerdir. Bunlar
için nefsler takdir edilmiş olsa da bu nefsler ya mizâcî ya da mizâc dışıdır.
Madde içinde varolan suret oldukları var-sayıldığında bilfiil değil bilkuvve
mevcut olurlar. Dolayısıyla kâmil değil nakıstırlar. Kuvveden fiile çıkarılanın
bilfiil emr olması gerekir. Bilkuvve var oları şey kuvveden fiile kendiliğinden
çıkmaz. Bilakis başkasına ihtiyaç duyar. Bu durumda ruhaniler kendilerine
ihtiyaç duyulanlar olmaktadır. Cismânîleri fiil haline onlar çıkarırlar. Kendisine
ihtiyaç duyulan, ihtiyaç duyana denk olabilir mi?
Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Ruhanîlerin bilfiil varolduklarına
dair söyledikleriniz mutlak anlamda kabul edilebilir değildir. Çünkü ruhanîler
arasında bilkuvve varolanlar olduğu gibi, içinde bilkuvve varlık bulunanlar da
vardır. Bu durumdaki ruhanîler, kendilerini kuvveden fiile çıkarmaları için
bilfiil varolanlara ihtiyaç duyarlar. Size göre nefs, akıldan geleni kabul
edebilir. Aklın İse her şey için istidadı ve feyzi söz konusudur. Bunlardan
biri bilkuvve, diğeri bilfiildir. Bu da ulvî mevcudattaki sıralamanın
zaruretinden dolayıdır. Sıralamanın sübût bulmadığı şeylerde aklın hiçbir
kuralı işlemez. Sıralama sübût bulduğunda bir taraftan kemâl, diğer taraftan da
eksilme söz konusu olur. Buna göre her ruhanî bütün açılardan kâmil olmadığı
gibi her cismânî de bütün açılardan nakıs yani eksik değildir. Cismânîler
arasında da varlığı bilfiil kâmil olanlar bulunur. Diğer nefsler de ona
muhtaçtır. Bu da süflî mevcudattaki sıralamanın zarureti yüzündendir. Bu
sıralamanın bulunmaması halinde hiçbir aklî kural sabit olamaz. Sıralama sâbİt
olduğunda ise bîr tarafta kemâl, diğer tarafta eksilme söz konusu olur. Buna
göre her cismânî de bütün açılardan nakıs değildir.
Ruhanî âlemin, bu cismânî âlem
karşısında bulunduğuna dair söylediklerimizi tasdik ettiğinizde, bu âlemde
bulunan nesnelerin o âlemin eserleri olduğunu da tasdik etmeniz gerekir. O
âlemde bulunan suretler, tıpkı bu âlemdekiler gibidir. Bu iki âlem, İnsan ile
onun gölgesi gibi birbirlerini karşılarlar. O âlemde bilfiil varolan bir
varlığın kâmil ve tam olduğunu ve diğer mevcudatın varoluş ve kemâle erme
bakımından ondan sudur ettiklerini isbât ettiğinizde bu âlemde de bilfiil
varolan kâmil ve tam bir varlığın bulunduğunu ikrar etmeniz gerekir ki diğer
varlıklar öğrenme ve kemâle erme bakımından ondan sâdır olabilsinler.
insanlara ve beşer suretindeki
peygamberlere bağlı kalmamız, sizin birtakım rablere yani semavî ruhanîlere
bağlılığınızdan farklı değildir, insanoğlu yaratılışı gereği kendisini çekip
çevirecek efendilere (erbâb), onlar da hepsinin sahibi olan alemlerin Rabbine
ihtiyaç duyar.
İşin İlginç yanı Sâbİîlere göre
ruhanîlerin çoğunluğu edilgen ve emirleri kabul eder yapıdadır. Fâil-i kâmil
ise birdir. Sâbiîler İşte bundan hareketle meleklerin dişi olduklarını
savunmuşlardır. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm'de haber verilerek şöyle buyrulmuştur:
"Onlar, Rahmân'ın kulu olan melekleri dişi yaptılar." (Zuhruf, 43/19}
Mutlak Fâil-i Kâmil bir olunca,
O'nun dışındakilerin tamamı edilgen ve kendisini bilkuvveden bilfiile çıkaracak
bir varlığa muhtaçtır. Bize göre süflî mevcudat yani beşerî nefslerin tamamı
ilim ve amelle kemâle ulaşma kabiliyetine sahiptir. Aynı zamanda içlerinde
bilkuvve varolanları bilfiile dönüşterecek bir varlığa da muhtaçtırlar. Onları
bilkuvveden bilfiile çıkaracak olan ise peygamber ve resullerdir. Bir şeyi
kuvveden fiile çıkaracak olanın bizzat kendisinin bilkuvve muhtaç olması caiz
değildir. Bilfiil tahakkuk etmeyenin varlığından sözedilemez. Böyle bir
varlığın başkalarını kuvveden fiile çıkarması da düşünülemez. Yumurtayı
kuvveden fiile, yani kuş biçimine getiren yumurta değildir. Aksine yumurtayı
çıkaran kuştur.
Bu cevap bir açıdan ilk cevaba
benzemektedir. Başka bir açıdan bakıldığında ise farklı bir yararı da ihtiva
etmektedir ki o da şudur: Hanîflere göre akılla bilinen bir şeyin (ma'kûl)
ma'kûl olabilmesi için duyu ortamında bir misali olması gerekir. Aksi halde
vehmi ve muhayyel olur. Duyu ile bilinen bir şeyin (mahsûs), duyularla
algılanabilmesi için de ma'kûller arasında bir misalinin bulunması gerekir.
Aksi takdirde aslen yok olan bir serap hükmünde olur. Bu kaidenin geçerli
olduğunu düşünelim. Ruhani bir âlemin varlığını, o âlemde kendi türünden kemâl
sahibi bir müdebbirin bulunduğunu, varlığının bilfiil olduğunu ve diğer varlıkları
hakettikleri ölçüde üzerlerine akıttığı suretlerle kuvveden fiile çıkardığını
teslim eden birinin cismânî bir âlemin varlığını da İsbât etmesi zarurîdir.
Aynı şekilde orada da kendi türünden kemâl sahibi bir müdebbir olduğunu, onun
bilfiil varolduğunu ve diğer mevcudatı hakettikleri ölçüde üzerlerine akıttığı
suretlerle kuvveden fiile çıkardığını teslim etmesi gerekir. İlk âlemdeki
müdebbir Sâbiîlere göre Rûh-i Evvel olarak isimlendirilirken ikinci âlemdeki
müdebbir de Haniflere göre Resul olarak adlandırılır. Resul ile bu Ruh arasında
bir ilişki ve aklî bir karşılaşma söz konusudur. Buna göre Rüh-i Evvel kaynak,
Resul ise açığa çıkaran olur. Resul İle diğer insanlar arasında da bir ilişki
ve duyusal (hissi) bir karşılaşma söz konusudur. Buna göre Resul taşıyıcı,
beşer de alıcı olur.
Sabitler şöyle dediler:
Cismânîler madde ve suretten
oluşmuştur. Madde İse, yokluk tabiatına sahiptir. Şer ve fesat, bayağılık ve
cehaletin sebeplerini araştırdığımızda madde ve yokluktan başka bir şey
bulamayız. Çünkü şerrin kaynakları bu ikisidir.
Ruhanîler ise madde ve suretten
mürekkep değildir. Onlar sadece suretten ibarettir. Suret ise, vücûdî bir
tabiata sahiptir. Hayır ve salâhın, hikmet ve ilmin sebeplerini
araştırdığımızda, suretten başka bir şey göremeyiz. O, hayrın kaynağıdır. Buna
dayanarak da şunu söyleyebiliriz ki kendisinde hayrın aslı bulunan, yahut
bizzat hayrın aslından İbaret olan şey şerrin aslıyla hiç mukayese edilebilir
mi?
Hcmîfler şöyle cevap verdiler:
Maddenin şerrin kaynağı olduğuna
ilişkin söylediklerinizi teslim etmemiz mümkün değildir. Çünkü bâzılarına göre
maddeler arasında bütün suretlerin sebebi olan bir madde vardır ki o İlk heyülâ
(heyula-i ûlâ) ve ille unsurdur (unsur-i evvel). Kadîm filozoflardan bir çoğu,
bu maddenin varlığının aklın varlığından önce olduğunu söylerler.
Söylediklerinizi doğru kabul etsek bile madde ve suretten mürekkep olan, size
göre vücûp ve cevazdan mürekkep olan gibidir. Cevaz halinin yokluk (ademî)
tabiatı vardır. Yaratan Allah Teâlâ'nm varlığı dışında her varlığın mevcudiyeti
kendiliğinden (bizatihi) caiz, başkasıyla (biğayrihi) vaciptir. Şerrin onun
ayrılmaz sıfatı olması gerekir.
Söz konusu ilkenizin doğruluğunu
varsaysak bile bize göre beşerî nefslerin özellikle nebevi nefslerin suretleri
maddelerin varlığından önce de mevcuttur. Bunlar ilk mebde'ler, yani mebâdi-i
ûlâdır. Hikmet ehlinden birçoğu, birtakım ölümsüz insanların varlığım kabul
etmişlerdir. Bunlar, Arş'm çevresindeki gölgeler gibi akıldan önce de varolan
mücerred suretlerdir. Onlar hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Rablerinin
hamdiyle tesbîh ederler.1' (Zümer/75) Hayrın kökü ve varlığın başlangıcı
onlardır. Ancak beşerî suretlere madde kisvesi giydirildiği zaman tabiata
sarıldılar. Madde onlar için bîr ağ oldu. Vâhib-i Evvel olan Allah Teâlâ onlara
kendi âlemlerinden bir İnsanı gönderdi. Yeryüzündeki beşerî suretleri söz konusu
ağdan kurtarması için onu da maddî bir kisveye bürüdü. Onun görevi, tabiata
sarılıp ağa takılıp kalmak değildi. O, tabiatın kirlerine bulaşmayacak ve
çirkin İzlerine sürülmeyecekti. Hind bilgeleri, gerdanlı güvercinleri ve tuzağa
düşmüş güvercinleri sembol göstererek buna işaret etmişlerdir. Siz Sâbiîler,
madde ve onun gereklerini ileri sürerek bize ithamda bulunuyorsunuz. Bu konuda
sözün doğrusunu ortaya koymadıkça da bu ithamlarınızdan kurtulmamız muhtemel
görünmüyor!
Deriz ki: Beşerî nefsler, özellikle
de nebevi nefsler maddeden arınmış nefsler olmaları itibarıyla sizin sözünü
ettiğiniz ruhanî nefslerle ortaktırlar. Bu ortaklık nev5 yani türde olabilir ki
böyle olduğu takdirde temyiz, araz ve arazî hususlardaki ayrışmada kendini
gösterir. Ortaklık, cinste de olabilir ki bu durumda da (mâhiyetleri
birbirinden ayıran)fasl zâtı unsurlarda kendini gösterir. Beşerî neftlerin,
ruhanî nefslerden fazlalığı, beden ya da maddeye bitişmiş olmalarıdır. Beden
onların sânını eksiltmez. Bilakis bedenin birtakım levâzımıyla kemâl bulurlar.
Bu da genellikle yaşadıkları âlemdeki bazı bedenî hususlardan istifâde etmeleri
şeklinde olur. Bu hususlar, yaşadıkları âlemde zuhur eden birtakım cüz'î
ilimler ve ahlâkî amellerdir. Ruhanîler ise, bedenden hâli oldukları için bu
meziyetlerden mahrumdurlar. Sonuç itibarıyla beden sahibi olmak, şer değil
hayır, fesat değil salâh, kargaşa değil düzen sebebi olabilmektedir. Bu durumda
ileri sürdüğünüz hükümler bizi bağlamamaktadır.
Sâbiîler şöyle dediler;
Ruhanîler, nûrânî, ulvî ve latif
varlıklardır. Cismânîler ise karanlık, süflî ve yoğundurlar. İki türün eşit
olması mümkün müdür? Şeref ve fazilette ölçü, eşyanın Özleri ve sıfatları,
konum ve yerleriyle belirlenir. Ruhanîlerin alemi, nur ve letafetin doruğundaki
yüksekliktir. Cisnıânîle-rin alemi İse karanlık ve yoğunluğun dibindeki
alçaklıktır. Bunlar iki zıt alemdir. Mükemmellik elbette yükseklik için geçerli
olup alçaklık için geçerli değildir. Sıfatlar da zıttır. Bu bakımdan da fazilet
ve üstünlük karanlıkta değil nurdadır.
Hunîfler şöyle cevap verdiler:
Ruhanîlerin tamamının nûrânî
oldukları görüşünde size katılmıyoruz. Fazilet ve üstünlüğün yükseldiğe mahsus
olması görüşünde de farklı düşünüyoruz. Şerefin, eşyanın özüne göre
belirlenmesine de karşıyız.
Bu konulara kendi kanaatimiz
ışığında açıklama getirmek istiyoruz. Bunda birçok yarar bulunduğuna
inanıyoruz.
İlk olarak ruhanîlerin hepsini aynı
derecede görmeyişimizi açıklayalım. Bütün ruhanîlerin aynı düzeyde olduğunu
söylediğiniz zaman, tezat ve sıralanma kanununu gözetmemiş olursunuz. İster
ruhanî, ister cismânî olsun bütün varlıkların tezat ve sıralanma kanununa bağlı
olduğunu söyleyen sizler, bu meselede söz konusu kânunu nasıl gözardı edebilirsiniz?
Nitekim ruhanîyi, cismânî olmayan diye açıklayan biri şeytanları, iblisleri ve
benzerlerini de ruhanîlere dâhil etmiş olur. Cinlerin varlığını kabul edenler
de, onları cismânî değil rûhânî olarak değerlendirmişlerdir. Cinler arasında
müslim olanlar olduğu gibi zulmedenler de mevcuttur. Ruhanînin rûh olarak
yaratılmış olduğunu söyleyen kimse şunu da kabul eder ki ruhlar arasında
iyileri olduğu gibi kötüleri de vardır. Habis ruhlar güzel ruhların zıddıdır.
Bu durumda iki cins arasındaki çelişki ve tezadı itiraf etmek gerekir İd bu,
bütün ruhanîlerin nûrânî tabiata sahip olduğunu söyleyen görüşünüzle çelişir.
Biz hanîflere göre ruh, Allah
Teâlâ'nın emriyle meydana gelen ve O'nun emri gereği bakî kalan bir varlıktır.
Her kim O'nun emirlerine daha itaatkâr ve elçilerinin getirdiklerine karşı daha
tasdik edici ise onun rûhânîlik yönü daha ağır basar. Bunun aksine emirlerine
karşı âsi davranır, şeriatlarına karşı yalanlayıcı olur ise şeytanlık yönü
ağır basar.
Ruhanîlerle İlgili kuralımız budur.
Bundan hareket edildiğinde rûhânîlik bakımından Peygamberlerden daha mükemmel
ve daha ileri kimsenin olmadığı açıktır.
Yüksekliğin şeref ve itibâr sebebi
olduğuna dair sözlerinize gelince, eğer bununla kasdettiğİniz yer ve taraf bakımından
yükseklik ise bunda hiçbir şeref ve itibâr söz konusu değildir. Yer ve konum
bakımından yüksekte olan niceleri vardır ki, ilim, kişilik ve tabiat bakımından
çok aşağıdır. Yer ve konum bakımından aşağıda olan niceleri de vardır ki, fazilet,
kişilik ve tabiat bakımından çok yükseklerdedir.
Şeref ve değer Ölçüsünün eşyanın
özü, sıfatları, konum ve merkezleriyle belirlendiğine dair sözlerinize
gelince, bu da doğru değildir. Bİze göre bu, lanedi şeytanın izlediği yolun tâ
kendisidir. O da bir kendi özüne, bir de Adem Peygamber'in (aleyhisselâm) özüne
baktıktan sonra kendi özünü üstün görmüştü. Ona göre kendisi, ateşten
yaratıldığı için ulvî ve nûrânî idi. Adem (aleyhisselâm) ise karanlık ve süflî
bir öz olan balçıktan yaratılmıştı.
Bize göre şeref ve itibarın ölçüsü
Allah'ın emri ve bu emrin kabulüyle belirlenir. O'nun emirlerini daha çabuk
kabul edip hükümlerine daha çok itaat eden ve O'nun çizdiği kadere herkesten
daha razı olan kimse en şerefli ve üstün olandır. Bunun aksi durumda olan da
en değersiz, bayağı ve habis olandır. Ruhu bahşeden de Allah Teâlâ'nın emridir:
"De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 17/85) İnsanoğlu gerçek
hayatı ruh ile yaşar. Hayat sayesinde garîzî (: üreme ve yaşama için
tasarlanan) aklı kullanmaya hazırlanır. Akıl sayesinde de faziledere yöneüp
rezilliklerden uzak durur. Bundan hareketle şunu söyleyebiliriz ki Allah
Teâlâ'nın emrini kabul etmeyenin ne ruhu, ne hayatı, ne aklı, ne fazileti, ne
de şerefi olabilir.
Sâbiîler şöyle dediler:
Ruhanîler, cismânîlerden ilim ve amel
kuvvetleriyle üstün kılınmıştır.
İlme gelince, ruhanîlerin bizce gayb
olan birçok hususa muttali oldukları ve gelecekte başımıza gelecek hâdiseleri
bildikleri ortadadır. Çünkü onlar küllî İlimlere sahiptir. Cismânîlerin
İlimleri ise cüz'îdir. Ruhanîlerin ilimleri fiilî iken cismânîlerin ilimleri
infi'âlîdir. Ruhanîlerin ilimleri fıtrî yani yaratılıştan İken cismânîlerin
ilimleri kesbî yani sonradan kazanma sonucudur. Bütün bunlar bağlamında ilim
bakımından ruhanîlerin cismâ-nîler üzerinde bir üstünlükleri söz konusudur.
Amele gelince şu inkâr edilemez ki
ruhanîler sürekli ibâdet ve tâat içerisindedirler. "Gece gündüz hiç
usanmadan Allah Teâiâ'yı teşbih ederler." İbadet ve kullukta ne bir
üşengeçlik, ne de bıkkınlık gösterirler. Onlar bu bakımdan da cismânîlerden
üstündürler. Çünkü ibadet ve kulluk noktasında onlar böyle değildirler.
Htmîfler bunu iki şekilde
cevapladılar:
İlki, tarafların eşitlenmesi ve
peygamberler tarafında bir ziyadenin isbâtı şeklindedir.
İkincisi üstünlük ve şerefin ilim ve
amel dışında şeylerle belirlendiğinin açıklaması şeklindedir.
İlk cevapta Hanîfler şöyle
demişlerdir: Peygamberlerin İlimleri hem küllî, hem cüz'î, hem fiilî, hem
infi'âlî, hem kesbî, hem de fıtrîdir. Akılları gayb âlemini şehâdet âleminden
ayrı olarak gözlemler. Bu sayede küllî ilimleri bir defada ve fıtri olarak
hâsıl olur. Bilâhare şehâdet âlemini mülâhaza ettiklerinde İse duyular
vasıtasıyla cüz'î ilimleri kazanırlar. Bu belli bir sıralama ve aşamalar içinde
gerçekleşir. İnsan için geçerli olan ve ma'kûlât olarak bilinen nazarî İlimler
olduğu gibi, duyular vasıtasıyla bilinen ilimler de vardır. Ma'kûlât aleminin
peygamberler açısından durumu, duyularla bilinenler dünyasının diğer insanlar
açısından durumu gibidir. Bİzim nazarî olarak bilebildiklerimiz onlar için
fıtrî iken bizler onların nazarî olarak bilip öğrendiklerine asla ulaşamayız.
Duyularla bildiklerimiz, onlar açısından tamamen kazanılmış iken bizler sadece
duyu organlarından kazanılanlarla sınırlıyız. Peygamberlerin mizaçları nefsânî
mizaçlar iken, nefsleri aklî nefslerdir. Akılları ise hem fıtrî, hem emridir.
Bazı anlarda bir perde oluşsa da bu sadece onlarla ortak olduğumuz yönlerden
dolayıdır. Bunun gayesi de söz konusu akılların arınması, zihin ve nefslerin
arıtılması içindir. Yoksa onların dereceleri tasavvur edilenin çok daha
Ötesindedir.
İkinci cevapta ise şöyle
demişlerdir: İşin tuhaf yanı, peygamberlerin bu ilimlerle övünmeyerek
teslimiyeti basirete, aczi kudrete, Allah'ın yardımını bağımsızlığa, fıtratı
kesbe ve "Ne bana, ne de sizlere ne yapılacağını bilemem" (Ahkâf,
46/9) ifadesini, "Bu mal bana ilmim sayesinde verildi" (Kasas, 28/78)
ifadesine tercih etmeleridir. Ve bilirler ki meleklerin ve ruhanîlerin tamamı,
nazar ve idrâk kuvvetlerinin son noktasıyla ilim sahibi iseler de, Bârî
Teâlâ'nın ilminin kuşattığını kuşatmaktan acizdirler. Onların her birinin
nazar, fikir ve akıl, tasarlama ve Öngörü bakımından sınırları vardır.
Nazarlarının ulaştığı yere kadar bakar, daha ötesini teslim ve kabul ile
yetinirler. Onların kemâl hâli, bilmediklerini teslim, kendileri için kapalı
kalan hususları tasdik etmelerinde yatar. "Biz seni hamdinle tesbîh ve
takdis ederiz." (Bakara, 2/30) Onların kemâli şöyle demelerindedir:
"Sübhan sana! Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yok."
(Bakara, 2/32) İşte asıl kemâl de budur.
Ey Sâbiî topluluğu! Gerçek kemâl ve
şerefin teslimiyet ve tevekkülde değil de ilim ve amelde olduğunu nereden
çıkardınız?!
Bütün ilimlerin ulaşmak istedikleri
üst nokta bu olduğuna göre melekler ve ruhanîlerin vardıkları son nokta, sülük
sahibi peygamber ve resullerin başlangıç noktası olmaktadır. Allah Teâiâ
buyurdu ki: "De ki: Allah dışında göklerde ve yerde bulunan hiç kimse
gaybi bilmez." (NemJ/65) Ruhanîlerin bulundukları âlem, onlar için
şehâdet, bizler içinse gayb âlemidir. Beşerin yaşadığı âlem de bizler için
şehâdet, onlar için gayb âlemidir. "Sırrı ve en gizli olanı bilen"
(Tâhâ, 20/6) yalnız Allah Teâlâ'dır.
Hanîfler son olarak şunu
söylemişlerdir: Bir şey bilmediğini itiraf eden ilmin tamamını ihata etmiş
olandır. Şükrü edâ etmekten âciz olduğunu söyleyen de şükrü hakkıyla edâ etmiş
olandır.
Sâhiîler şöyle dediler:
Ruhanîlerin cisimler üzerinde
tasarruf etme ve gök cisimlerini çevirip döndürme güçleri vardır. Bu güçleri,
zaaf ve gevşemeye maruz kalan türden mizâcî bir kuvvet değildir. Onların
güçleri, cismânî özelliklere benzemektedir. Örneğin taze bir bitki filizinin
taşı parçaladığını görürsünüz. Bu, semavî kökenli nebatî kuvvetten başka bir
şey değildir. Eğer sahip oldukları güçler, mizâcî niteliklere sahip olsaydı,
ulaştıkları noktaya varmaları mümkün olmazdı. Cisimleri çekip çevirme ve
üzerlerinde tasarrufta bulunma konumunda olan ruhanîler, ne ağırdan yüksünür,
ne de hafifi basite alırlar. Rüzgâr onların hareket vermesiyle eser, bulutlar
onların tasarruflarıyla gelip gider, aynı şekilde onlar sebebiyle dağlarda
depremler vuku bulur. Bütün hepsi birtakım cüzi sebeplere dayanıyor olsa da
nihayetinde onlardan kaynaklanır. Bu tür bir kuvvet, cİsmânîlerde mevcut
değildir. Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Kuvvetlerin tür ve kısımlarını
bizden Öğrenmeniz yerinde olur. Kuvvetler, madenî, nebatî, hayvanı, insanî,
melekî, ruhanî ve nebevî rabbani olmak üzere değişik türlere ayrılır. İnsanoğlu
bu kuvvetlerin tamamını kendinde toplayan yegâne varlıktır. Nebevî insanî
kuvvet ise, birtakım rabbânî güçler ve ilâhî hususiyetler sebebiyle
diğerlerinden daha üstündür.
Her şeyden önce insan türünün
terkibine; söz konusu kuvvetlerin onda nasıl sıralandığına bakmak gerekir. Bunu
yaptıktan sonra beşerînebevî varlığın terkibini ve kuvvetlerin ondaki terkibini
zikredeceğiz. Daha sonra ruhanî ile cismânî olanları ayırmak mümkün olur. Bu
noktada tercih de size bırakılacaktır.
insan dört unsurdan oluşmuştur:
Toprak, su, hava ve ateş. Bu dört unsurun da kendilerine özgü tabiatları
vardır. Kuruluk, rutubet, sıcaklık ve soğukluk. İnsan içinde üç nefs
mürekkeptir:
a- Doğup büyüyen, gelişen ve benzeri nefslerin doğumuna
vesile olan nebatî nefs.
b- Hisseden ve İradesiyle hareket edebilen hayvanı nefs.
c- Temyiz, düşünme ve düşündüğünü ifade etme kabiliyetine
sahip olan insani nefs.
İlk nefsin varlığı, dört unsur ve
onların tabiatlarından kaynaklanmaktadır. Bu nefsin varlığı ve hayatiyeti de
onlara bağlıdır. İkinci nefsin varlığı ise feleklerden ve onların
hareketlerinden kaynaklanmaktadır. Varlığı ve güç kaynağı da yine onlardır.
Üçüncü nefsin varlığı ise mutlak akıl ve rûhânİyettİr. Varlığını ve
hayatiyetini onlara borçludur.
Nebatî nefs, tabiatı gereği besin
talep ederken hayvanı nefs hissî olarak beslenmek ister. İnsanî nefs ise
gıdayı aklı ve tercihine dayanarak ister. Her nefsin belli bir yeri vardır.
Nebatî nefsin mekânı karaciğerdir. Gelişme ve serpilme orada başlar. Bu
nedenledir ki oraya çok ince damarlar yerleştirilmiştir. Gıda, bu damarlar
vasıtasıyla bedenin diğer bölümlerine ulaştırılır. Hayvanı nefsin mekânı
kalptir. Duyu ve hareketlerin düzenlenmesi oradan başlar. Beyne giden damarlar
buradan açılmıştır. Oradan yükselen sıcaklık, beynin soğukluğunu dengeler ve
aşağı doğru İner. İnsanî nefsin mekânı tasarruf bakımından beyindir. Fikir ve
fıkrİ ifade etme eylemi orada doğar. Bu yüzden beyne bu âlemle temas eden duyuların
kapıları açıldığı gibi öteki âleme yönelen havassın kapıları da açılır. Bunlar
dışında vazgeçilmez olan üç yardımcı organ daha vardır: Karaciğeri besleyen
mide, hava temin ederek kalbe destek olan akciğer, beyne ısıyı ulaştıran
damarlar.
Şu halde insanın terkibi, en üstün
terkiptir. Onda cismânî ve rûhâ-nî âlemin bütün eserleri mevcuttur. İnsandaki
güçlerin oluşumu da en mükemmel düzeydedir. Bu yapısıyla insan, iki kâinatın ve
iki âlemin etkilerini cemetmiş bir varlıktır. Alemde yayılmış olarak bulunan
herşey, insanda toplu olarak mevcuttur. Ondaki bu bütünlük özellikleri âlemde
asla mevcut değildir. Çünkü toplanma ve terkîb Öyle bir özelliktir ki ayrılma
ve çözülme halinde bulunmaz. Bu onda sarhoşluk ve mayalanma, balla sirke hali
ile kıyas edilebilir. Her mizaçta da hüküm böyledir.
İşte bu anlattıklarımız; bedenin ve
bedendeki kuvvetlerin nasıl terkip edildiğinin izahıdır.
Nefsin bedenle temasına ve her iki
âlemdeki özel kuvvetlerin ondaki tertibine gelince, şunu bilin ki İnsanî nefs,
hareket ettiren, idrâk eden ve mizacı muhafaza eden güçlerin kaynağı olan
cevherdir. Bedeni, tabîî eğiliminin yönlendirmesiyle değil iradesiyle hareket
ettirir. Onun kısımlarında ve bilâhare bütününde tasarrufta bulunur. Mizacını
çözülmekten koruyup onda varolan duyuları ortaya çıkarır İd bunlar beş duyudur.
Görme gücü sayesinde renkleri ve şekilleri idrâk eder. İşitme gücüyle sesleri ve
kelimeleri, tatma gücüyle yediklerini tanımlar, dokunma gücüyle de dokunulan
şeyleri idrâk eder. Bunlar dışında çeşitli organlarından kaynaklanan güçleri
de vardır. Organlarından kaynaklanan bir şey hissettiğinde veya hayal
ettiğinde, yahut vehmettiğinde, arzuladığında ya da öfkelendiğinde onunla söz
konusu organı arasında bir İlişki oluştuğunu anlar ve gerekeni yapma gücünü
kazanır. İnsanın idrâk etme ve hareket ettirme gücü vardır.
İdrâk, idrâk edilen şeyin hakikatine
ait misalin idrâk sahibinde irtisam etmesidir. İdrâk, idrâk edilen şeyden ayrı
değildir. Misâle gelince, bir şeyin suretinin olduğu gibi gerçeğinin misâli de
olabilir. Bir şeyin suretinin misâli, duyularla algılanabilir olmasıdır. Bu
tür misâl onun görme gücünde irtisam eder. Kimi zaman onu mâhiyetine yabancı
perdeler örter. Bunlar izâle edildiğinde mâhiyetinin özüne etki etmez. Örneğin
nerede, nasıl, hangi vaziyette ve kaç tane olduğu böyle sıfatlardır. Onun
yerine başkasını vehmetse bile İdrâk ettiği şeyin mâhiyeti üzerinde etkili olmaz.
Duyu ona, madde sebebiyle arız olan etkenlere boğulmuş halde ulaşır. Onu, bu
etkenlerden soyutlamaz. Ona ulaşması da ancak maddesi ile duyusu arasında
kurulan bir ilişkiye dayanarak olabilir.
Bâtınî hayâle gelince, onu
soyutlayamadığı söz konusu etkenlerle birlikte hayal eder. Ama duyuların
taalluk ettiği sun'î ilişkilerden soyutlar. Onu taşıyıcısının yokluğunda bir
suret olarak canlandırır. Onda söz konusu etkenlerin kendileri değil misâlleri
gündeme gelir. Daha sonra aklî fikir onu söz konusu etkenlerden soyutlar.
Mâhiyetini ve hakikatini akla sunar. Bunun üzerine hakikatinin misâli akılda
irtisam eder. Öyle ki duyularla algılanan bir şeyi akılla bilinir hale getirmiş
gİbİ olur. Zâtı itibarıyla maddî varlıkların bulaştırdıklarından arınmış,
yabancı arızlardan münezzeh olan şey ise zâtıyla makul olandır. Bu bağlamda onu
aklî olarak kavrayabileceği bir eylemde bulunması gerekmez. Çünkü onun akılda
tecessüm eden bir mİsâfi ve tecrîd olabileceği bir mâhiyeti yoktur. Bilgi ve
fikirle ulaşması da söz konusu değildir. Onu ancak kesin bir delil gösterebilir
ve bize rehberlik edebilir.
İnsan aklı çoğu zaman faal akıl
âlemini mülahaza eder ve orada birtakım mücerred, makul suretler görür. Bu
görüş, maddî bağlardan ve yabancı arızlardan arınmıştır. Bu meyanda hayal,
onları temessül eder. Onu duyu âlemine uygun hayâli suretler biçiminde temsil
eder. Daha sonra bu misâl, hiss-i müşterekine iner. Sonuçta onu bizzat gözle
görmüş gibi olur. Sanki akıl, akılla bilinen bir şeyi duyuyla algılanan bir şey
haline getirmiş gibi olur. Bunun olabilmesi, ancak duyuların meşguliyetlerini
tamamen terketmesine ve algı vasıtalarının uykuda herkes İçin, uyanıkken sadece
seçilmiş iyiler (ebrâr) için sükûnete ermesine bağlıdır.
Ne şaşılacak bir terkîb! Böyle bir
şeyin başka örneği var mı acaba?!
İnsanın cevherine dair âlet ve his
kaynağı olarak zikrettiğimiz bedenî kuvvetlere gelince:
Birinci kuvvet: Fantasya olarak
bilinen ve duyuların bileşimin noktasını ifade eden hiss-i müşterektir. Hİs
yoluyla bilinenlerin çerçevesi de budur. Bu gücün aleti, duyu sinirlerinin
başlarına, özellikle de beynin ön bölümüne dökülmüş olan ruhtur.
İkinci kuvvet: Hayal ve tasavvur
gücüdür ki aleti, beynin ön iç kısmına, özellikle de son kısma dökülen ruhtur.
Üçüncü kuvvet: Vehimdir. Birçok
hayvanda varolan bu güce örnek olarak koyunun kurt için bir mânâ idrâk etmesi
ve ondan kaçmasını gösterebiliriz. Koyun, aynı gücü kullanarak kendi türünü
idrâk eder ve onlarla yakınlaşarak beraber dolaşır. Bu gücün aleti, beynin
tamamı olmakla birlikte ağırlıkla orta boşluktur.
Dördüncü kuvvet: Müfekkiredir. Bu
güç, hiss-i müşterek sayesinde elde edilen suretleri terkîb ve tafsil etme
yeteneğini ihtiva eder. Vehim aracılığıyla idrâk edilen vehmî mânâları da
değerlendirir. Bunları bazen toplar, bazen ayırır, bazen aklı gözlemleyip ona
müdâhil olurken bazen de duyuları gözlemleyip onlardan yararlanır. Etki alanı
beynin orta kısmının başlangıcıdır. Vehme benzer bir kuvvet olarak vehimle akıl
arasında bir orta güçtür.
Beşinci kuvvet: Hafıza kuvvetidir ki
duyu, vehim ve hayal güçleri sayesinde elde edilen bilgileri depolama görevinde
bulunur. Yalnız sırf aklî nitelik taşıyan hususlar bu kapsama girmez. Çünkü
sırf makul olanlar, bir cisimde veya bir cisim kuvvetinde İrtisam etmez. Hafıza
kuvvetinin aleti, beynin iç arka kısmının başlangıcına dökülü olan ruhtur.
Altıncı kuvvet: Zâkire (hatırlama)
gücüdür ki, insanın bilgi deposuna akıl, hayal veya vehim vasıtasıyla gelen
şeyleri ortaya çıkarmaya yarar. Aleti ise, beynin iç arka kısmının sonuna
dökülmüş olan ruhtur.
Maddiyâtın bulaştırdıklarından
arınmış mutlak makûl, rismânî bir kuvvette ve bedenle ilgili bir alette tezahür
etmez. Dolayısıyla mutlak makûlün bunların taksimine bağlı olarak bölünmesi ve
bunlara göre belli birer konum ve misâlin tahakkuk etmesi söz konusu değildir.
Bu nedenledir ki hafıza kuvveti bunlar için depo olmamıştır. Söz konusu sureti
onlara akıtarak onlar için depolayan Masdar-ı Evvel'dir. İnsan nefsi Vâhib-i
Suver'e (: Suret Veren) herhangi bir münasebet biçimiyle uygun düşen aklî
kuvvetiyle her ne zaman onu hatırlayacak olsa, ondan kendisine muhafaza
edilmiş olan suretler akıp gelir. Sanki unuttuğu bir şeyi hatırlamış,
yitirdiğini bulmuş gibi olur.
Saf neftin istekleri tabiî bir
surette akıl mertebesinin ötesinde kalmış şeyleri hatırlama noktasında Canib-i
Kuds'e yönelip onları elde etmeye çalışır. Kur'ân-ı Kerim bunu şöyle haber
vermiştir: "Unuttuğunda Rab-bini an ve de ki; Umulur ki Rabbim beni
doğruya; bundan daha yakın bir -yola- iletir." (Kchf, 18/24) Öyle ki
hikmet ehlinden birçoğu ilimlerin sadece zikretme ve anma olduğu fikrine
meyletmiştir. Çünkü nefsler, ilk başlangıçta zikir (anma, hatırlama)
âlemindeydiler. Sonra nisyân yani unutma âlemine inmişlerdir. Nefsler
unuttukları şeyleri hatırlamalarını, başlangıçta yaşananları tekrar
yaşamalarını sağlayacak hatirlatıcılara İhtiyaç duymuşlardır. "Hatırlat!
Çünkü hatırlatmak müminlere yarar." (Zâriyât, 51/54), "Onlara
Allah'ın günlerini hatırlat!" (İbrahim, 14/5).
İnsan nefsinin cismânî değil aklî
kuvvetleri, bedenî değil ruhanî ve nefsânî kuvvetleri vardır. Tabu ki bedenî
ihtiyaçlarını düzenli biçimde karşılamasını sağlayacak kuvveti de vardır. İşte
bu kuvvet, amelî akıl diye anılmıştır. İnsan, bu kuvvet sayesinde yapması ve
yapmaması gerekenleri bilir. Nefsin kuvvetleri arasında cevherini fiilî akıl olarak
kemâle erdirme ihtiyacını karşılayan kuvvetleri de vardır. Onun kuvveden fiile
çıkması da hiç kuşkusuz kendi zâtı dışında bir kuvvet tarafından
sağlanmaktadır. Bunun için nefsin belli bir İstidat kuvvetinin olması gerekir
kİ buna heyulanı akıl denir. Bu kuvvet sayesinde istidattan kemâle çıkmayı
başarır. Onun fiil sahasına ilk çıkışı, suretleri ihsan eden tarafından
bahşedilen başka bir kuvvetin husule gelmesiyle gerçekleşir. Bu safhada ilk
makûlleri hatırlar ve bunların yardımıyla ikinci makûlleri kazanma hazırlığını
tamamlar. Bu ya fikir, ya da hads yoluyla olur. Ağır ağır İlerleyerek kendisi
için takdir edilen makûlleri idrâk eder. Her nefsin belli bir sınırı vardır ve
bunu istese de aşamaz. Aynı şekilde her aklın da aşamayacağı bir sınırı vardır.
Kendisi için belirlenmiş sınır, o akıl için kemâl noktasıdır. Bu, onun
kuvvetiyle belirlenmiş bir sınırdır. Görüldüğü gibi bu noktada nefsler ile
akıllar arasında bir zıtlık görünmemektedir.
Akılların ölçüleri ve nefslerin
mertebeleri, ancak bütün mevcudata muttali kılınmış olan resul ve peygamberler
tarafından bilinir. Çünkü onlar, rühânî, cismânî, makûl, mahsûs, külli, cüzi,
ulvî ya da süflî olsun mevcudatın tamamından haberdar edilmişlerdir.
Dolayısıyla onlar, akıl ve nefisler için konulmuş Ölçü ve miktarları da en iyi
bilenlerdir.
İnsanî kuvveder olarak zikrettiğimiz
her husus, onlar için hâsıl olmuş; onlarda terkib edilmiştir. Bu kuvvetler,
aldanma ve yanlışa düşmekten korunarak kudsî cihete yönelmiş ve kendilerinde
beliren Hak nuruyla daimî bir aydınlanmaya; sahip olmuşlardır. Öyle ki nefsânî
ve cismânî kuvvetlerinden her biri, kendisine tevdi edileni korumakla ve
öngörülen görevi bihakkın tamamlamakla mükellef kılınmış ruhanî bir melek
mesabesine ermiştir. Hatta onlar, ruhanî ve cismânî âlemlerin bütün
eserlerinin toplamı olmuşlardır. Bunlara ilâve edilecek iki üstünlük daha
vardır ki biri terkip ve tertîbden kaynaklanan yarardır. Şeker İle sirke
Örneğinde bunu açıklamıştık. Diğeri de vahiy, ilham, münâcaat ve ikram olarak
üstlerine doğan kudsî nurlardır.
Rûhânî için böyle ulvî bir derece,
böyle övülmüş bir makam ve kemâl söz konusu olabilir mİ?
Bunu bırakınız ruhanîlerin tamamı
için, insan türüne mahsus kılınan böyle bir terkîb söz konusu olmuş mudur?
Ruhanîlere ait sayılan, semavî ve
arzî cisimleri hareket ettirme ve yönlendirme kuvveti böyle bir şerefi asla
onlara kazandırmaz. Bir varlık için sabit olduğu gibi zıddı için de sabit olan
bir şey şeref sebebi olamaz. Bilindiği üzere cinlerin ve şeytanların da mevcudatın
birçoğu tarafından yapılamayacak şeyleri yapabilme güçleri vardır. Esas şeref,
bir kuvveti kendisi için yaratıldığı, tahsis edildiği ve emredildiği
istikâmette kullanabilmektir.
Sabitler şöyle dediler:
Ruhanîlerin emirden kaynaklanan
muhayyerlikleri olup tamamı hayra yöneliktir. Bunlar, âlemin nizamı ve varlığın
devamıyla sınırlıdır. Onların seçimlerine hiçbir şer ve fesat şaibesi karışmaz.
Halbuki insanların seçimleri hayır ile şer arasında gidip gelmektedir. Allah
Teâlâ'mn bazı İnsanlara yönelik rahmeti olmasaydı, hemen hepsi şer ve fesat
tarafına kayarlardı. Çünkü tabiatlarında bulunan şehvet ve gazap onları şer ve
fesada yönlendirmektedir. Ruhanîler ise yalnız Allah rızasını kazanmaya ve
emrine uymaya yönelmişlerdir. Böyle bir seçim, elbette maksad ve meramın hâsıl
olmasını sağlayacaktır. Aksi içinse aynı durum geçerli değildir. Dolayısıyla
murad ve seçimin aksi durumlarda sağlıklı olması düşünülemez.
Hanîfler bunu iki şekilde
cevapladılar:
İlk cevap insan türü adına, ikinci
cevap da peygamberler adına verilmiştir.
İlkiyle ilgili olarak deriz ki:
Ruhanîlerin seçimlerinin iki taraftan biriyle sınırlı olması, bununla kısıtlı
olmasından, konum olarak mecbur olmasından dolayıdır. Cebr hali için herhangi
bir şeref söz konusu olamaz.
İnsanlığın seçimi ise hayır ve şer
kutupları arasındadır. İnsan, bir yandan Allah Teâlâ'nm ayetlerini görmekte,
bir yandan da şeytanın vesveselerine muhatap olmaktadır. Bazen Hakk'ın davetine
uyarak emrini yerine getirmekte, bazen de şehvetin tahrikiyle hevasına tâbi
olmaktadır. Bir insan gönüllü ve tabiî olarak Allah Teâlâ'nm birliğini ikrar
ettiği, hiçbir cebir ve zorlama olmaksızın O'nun emrine itaat ettiği, hayır ile
şer arasında serbest olan tercihi gönüllü olarak Allah Teâlâ'nm emri altına verdiği
zaman onun bu seçimi fıtrî ve cebrî olan bir tercihten daha faziletli ve daha
şerefli olacaktır. Zorlama altında yapılan fiil fâilİ İçin kazanç (kesb)
olmayacağı gibi cebren yapılan da aynı sıfata sahiptir. Fıtrî olarak şehvet
duyma özelliği olmayan bir varlık, şehvet uyandıracak şeylere zaten meyletmez.
Böyle bir varlık bu davranışından dolayı nasıl Övülebİlir? Övgüye lâyık olan,
şehvet duyguları varolduğu halde nefsine hevaya uymayı yasaklayandır. Sonuç İtibarıyla
insanların tercih ve seçimleri ruhanîlerin seçimlerinden daha üstün bir
Özelliğe sahiptir.
İkinci olarak deriz ki:
Peygamberlerin seçimleri, diğer insanlarınkin-den farklı olarak tamamen hayra
yöneliktir. Bu seçim âlemin nizâm ve devamının dayanağı olan salâh ile
sınırlıdır. Emirden sâdır olan tercihleri, yine emre yönelmiştir. Onların
tercih ve seçimleri asla fesada kaymaz. Peygamberlerin derecesi, hayal
edilemeyecek kadar yüksektir. Çünkü yüksekte olan, aşağıda olan İçin aşağıda
olması bakımından bir şey murad etmez. Bilakis tercih ettiği her şeyi, külli
bir nizam için; cüziden üstün bir emir için seçer. Bu, esas maksat olarak değü
de, asla tâbi olarak cüz'îdc nizamın oluşmasını sağlar. Tercih ve İradenin bu
türü, Allah Teâlâ'mn kâinat üzerindeki irade ve dilemesiyle İlgili sünnetine benzer.
Çünkü O'nun dilemesi, bütün varlığın düzeniyle ilişkili olup belli bir illetle
tna'lûl değildir. Her şeyin bir illeti vardır, ancak O'nun hakkında, 'Bunu şu
sebeple istedi, bunu şu yüzden yaptı' denilemez. O'nun yaratması için illet ve
nedene ihtiyaç yoktur. O ancak bildiği veçhile murad eder. Bu da belli
gerekçelere bağlı değildir. Bu şunu açıklamaktadır ki O'nun irâdesi, herhangi
bir illete taalluk etmeyecek kadar yücedir. Aksi takdirde o şeyin, O'nu belli
bir şeyi murad etmeye sevketmesİ söz konusu olurdu. İlletlerin ve ma'lûlİerİn
yaratıcısı hiçbir şeye sevkedilemez. O'nun tercihi hiçbir şeyle gerekçelenmiş
değildir. Peygamberin iradesi de O'nun iradesinin vekilidir. Nitekim
peygamberin emri de Allah'ın emrinin naibidir. Dolayısıyla o bu hususta
Rabbinin yolunu izler. Dolayısıyla onun tercihi de âlemin nizamı, işlerin asan
olması ve insanların şifâ bulmasını sağlar.
Ruhanîler için böyle bir makam söz
konusu bile edilemez. Böyle bir dereceye nasıl ulaşacaklardır?
Söylediklerinin hepsi hayalî iken bu
nasıl olacaktır? Peygamberlerin zikrettikleri ise ayan beyân ortadadır. Hatta
ruhanîlerin mükemmel ilimleri, sağlıklı tercihleri, güçleri ve kudretlerine
dair anlatılanların hepsini haber veren de yine resuller ve peygamberlerdir.
Aksi halde bunları bize kim gösterecekti? Çünkü insanlar olarak hiçbirimiz
onları görmediğimiz gibi fiillerine, sıfadarına ya da hallerine dair bir
ipucuna bile sahip ola-mamışızdır.
Sabitler şöyle dediler:
Ruhanilerin kendilerine özgü semavî
şekilleri (ulvî heykel), örneğin Zuhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarid ve
Ay gibi gezegen ve yıldızları vardır. Uzayda hareket eden bu yıldız ve
gezegenler, ruhanîler açısından beden ve şahsiyetler mesabesindedir. Varlıklar
âleminde ortaya çıkan her varlık ve hadîsler âleminde arız olan her şey bu
sebeplerin sonuçları ve eserleri olarak gündeme gelirler. Ruhanîlerden bu
semavî varlıklar üzerine hayır ve nizam yönünde tasarruf ve tahrikler yönelir.
Bunların hareket ve birleşmelerinden yaşadığımız âlemin terkip ve telifleri
ortaya çıkar. Mürekkebât üzerinde tecelli eden hal ve münasebederin kaynağı da
onlardır. Onların dışındaki her şey sonuçtur. Sonuçlar ise sebeplere denk
olamazlar. Cismânîler süflî bedenlere mahpus maddî varlıklar (müteşahhıs)dır.
Maddî varlıkları olmayanlar, böyle olanlara nasıl denk olabilir?
Maddî varlıklar (eşhas) hareket ve
fiillerinde, ruhanîlerin hareket ve fiillerinde bıraktıkları izleri takip etmek
zorundadırlar. Bunun için semavî cisimlerin durumlarını gözetir, zaman, mekân,
cevher, yapı, giysi, tütsü, dua ve vird bakımından onların feleklerindeki
hareketlerini takip ederler. Her gezegene mahsus bir hacet vardır. Bu
gezegenlerden bîrine tâatte bulunmak, ona mahsus olan ruhanîye tâatte
bulunmaktır. Bu da dolaylı olarak her şeyin Rabbi ve sebeplerin yaratıcısı olan
Allah'a tâat olmuş olur. Böylelikle haceti giderilir ve dileğine kavuşur.
Semavî cisimlere tapanların durumları, ilgili başlık altında ayrıntılı olarak
ele alınacaktır.
Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Bu sözlerinizle mudak ruhanîlerin
vekâletini ve savunuculuğunu bırakıp onlara ait semavî cisimlerin vekâletini
yürütmeye kısaca mudak sâbiîlik yolunu terk etmeye başladınız. Semavî
cisimlerin ruhanîlerin şahısları olduğunu, bu şahısların da rabbanilerin
gezegenleri olduğunu söylediniz. Ancak siz her rûhânî için hususî bir semavî
cismin varolduğunu ve onun da kendine özgü ve diğerleri tarafından
paylaşılmayan bir fiili olduğunu ileri sürdünüz.
Biz İse kerem sahibi beşerî
peygamberlerin gönderildiğine inanıyoruz. Onların konum ve şahsiyetleri
kâinatın tümüne uygun bir noktadadır. Rûhânî olanları, ruhanînin karşısında,
şahıslar da semavî cisimlerin karşısında yeralır. Onların hareketleri, bütün
gezegen ve feleklerin hareketlerinin karşısında bulunur. Şeriatları da ilâhî
desteğe ve semavî vahye dayalı hareketlerin gözetilmesidir. Bütün bu hareketler
adalet terazisiyle tartılmış, İlk Kitab'm kıstaslarıyla takdir edilmiştir;
"insanlar adaletle kaim olsunlar dîye" (Hadîd, 57/25). Bunlar,
birtakım karanlık görüşlerle çıkartılmış, asılsız zanlarla istinbât edilmiş
değildir. Akılla bilinenler onlara uygun düştüğünde onlara mutabık olurken
duyuyla algılananlar onlara uygun düştüğünde onlara da uygunluk sağlarlar.
Aksi nasıl mümkün olabilir? Bizler
ilâhî dİnİn İlk mevcut olduğuna ve bütün varlıkların ona uygun olarak takdir
edildiğine, bu takdirin yöntemlerinin de en önce var olduğuna kanaat
getirmişiz, yaratılışla ilgili davranışlar ve tabiat yasaları bizlere daha
sonra yönelmiştir. Allah Teâlâ'nın yaratması ve emriyle ilgili İki sünneti
(:yasa) vardır. Emirle ilgili sünneti, yaratmasiyla ilgili sünnetinden daha
kadîm ve daha öncedir. O, seçkin (havas) kullarını her İki sünnetine de muttali
kılarak şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sünnetinde asla bir değişim
göremezsin." (Fânr, 35/43) Bu, yaratma cihetindendir. "Allah'ın
sünnetinde asla bir tebdil göremezsin." (Fâtır, 35/43) Bu da emir
cihetindendir.
Peygamberler emir
sünnetinin icrasında aracı konumundadırlar.
Melekler ise yaratma sünnetinin
İcrasında aracı olurlar. Emirdeki aracılık, yaratmadaki aracılıktan daha üstün
olduğu için peygamberler meleklerden üstün tutulmuşlardır.
Emirle İlgili ruhanîlerin yaratmada,
yaratmayla ilgili şahısların emirde aracı olmaları gerçekten ilgi çekicidir.
Böylelikle kemâl ve şerefin basitlikte değil terkîbde olduğu anlaşılmış olur.
Burada güç, ruhanînin değil cismanînindir. Dolayısıyla toprağa yönelmek, göğe
yönelmekten daha evlâdır. Nitekim Adem'in (aleyhisselâm) önünde eğilmek de
tesbîh, tehlil ve takdisden daha üstün tutulmuştur.
Bilinmelidir ki asıl kemâl, beşerî
peygamberleri ikrarda olup gök cisimleri ve gölgelen belirlemede değildir.
İnsan peygamberler, varoluş bakımından sonra olmalarına rağmen fazilet
bakımından öndekîler-dir. İşin sonu düşüncenin başıdır. Fıtrat da hücceti olan
içindir. Allah Teâlâ'nın elleriyle yaratılmış olan harfleriyle meydana gelmiş
olana denk olmaz. Kudsî bir hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"izzetim ve celâlim hakkı için! Ellerimle yarattığımı, 'OF deyip
oldurduğumla bir tutmam." (Mecmau'z-Zcvâid, 1: 82; Taberî İsra: 70 âyetin
tefsirinde) Sabitler şöyle dediler:
Ruhanîler, mevcudatın esaslarıdır.
Onların âlemleri ise ruhların öldükten sonra dönecekleri âlemdir. Esaslar, hem
öz bakımından daha değerli, hem de varlık bakımından daha öncedirler.
Dereceleri, onlar vasıtasıyla husule gelen bütün mevcudattan daha yüksektir.
Aynı şekilde ruhanîlerin âlemi de, ahiret âlemidir. Ahiret, kemâl olduğu için
onların âlemi de kemâl âlemi olmaktadır.
Başlangıç onlardan olduğu gibi dönüş
de onlaradır. Sudur onlardan olduğu gibi dönüş de onlara olacaktır. Bu
bakımdan cismânîlerden farklıdırlar. Ruhlar, âlemlerinden inerek bedenlerle
temas etmiş ve cisimlerin kirlerine bulaşmışlardır. Ardından temiz ahlak ve
rızayı celbeden amellerle bu kirlerden arınmış ve daha sonra onlardan
ayrılarak ilk âlemlerine yükselmişlerdir. Oradan inişleri ilk doğuş, oraya
yükselmeleri de başka bir doğuştur. Bundan da anlaşılacağı üzere ruhanîler,
beşerden farklı olarak kemâl sahibidirler.
Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Ruhanîlerin ilk esaslar olduğundan
nasıl emin olabilirsiniz? Bunun için deliliniz nedir? Kadîm filozofların bir
çoğundan, ilk esasların cis-mânî olduğuna ilişkin görüşler nakledilmiştir. Bu
filozoflar, kendi bakış açılarına göre bunların türü üzerinde ihtilaf
etmişlerdir. Kimilerine göre ateş, kimilerine göre hava, kimilerine göre su,
kimilerine göre ise topraktır. Bir diğer ihtilaf, ilk esasın basît mi yoksa
mürekkeb mi olduğu üzerindedir. Bir diğeri insan olup olmadığıdır. Hatta
bazıları ölümsüz insanlar bulunduğunu iddia etmişlerdir.
Bazı bilgelere göre ilk esaslar
Arş'ın çevresindeki gölgeler gibidir. Bazılarına göre bu âlemde şahıs olarak en
son varolan, ruh bakımından öbür âlemde ilk varedilendir. Buna göre mevcudatın
ilki Hz. Muham-med'in (salkllâhu aleyhi ve sellem) nurudur. Onun şahsı ise
peygamberler arasında sonuncu olarak gönderilmiştir. Halbuki onun ruhu, Rabbani
nurların İlkidir. Bu âleme geliş nedeni, tabiî pisliklere bulaşmış kirli ruhları
arındırarak geldikleri yere dönmelerini sağlamaktır. O hem başlangıç, hem
dönüş, hem nimet, hem naîm, ham rahmet, hem rahimdir.
Kemâlin basitlik ve çözülmede
olmayıp terkipte olduğunu isbât etmemizden sonra şunu belirtmeliyiz ki:
ahiretteki dönüsün de ruhlar ve nefs-lerle değil şahıslar ve bedenlerle olması
gerekmektedir. Asla dönüş hiç kuşkusuz kemâl halidir. Ancak başlangıçla dönüş
arasındaki fark, başlangıçta ruhların bedenlerle örtülmüş ve beden hükümlerinin
baskın olmasıdır. Bu safhadaki bedenlerin ahvâli duyular açısından
hissedilebilirdir. Geri dönüşte ise bedenler ruhlarla örtülecek ve nefslerin
hükümleri baskın olacak, halleri de akıl açısından görülebilir olacaktır. Eğer
bedenler tamamen yok olup gidecek ve ruhlar başlangıca dönecek olsalardı,
ruhların bedenlerle birleşmelerinin ve birlikte amelde bulunmalarının bir
yararı kalmaz, kulların fiillerinden dolayı ödüllendirilmeleri veya
cezalandırılmaları anlamsız olurdu. Bunun kesin delillerinden biri şudur: İnsan
nefsleri bedenlerle temas halinde nefsânî ahlak kazanırlar ve bu ahlak onlara
melekeler gibi yerleşir. Hatta bazıları, nefslerin bu ayırt edici özelliklerle
indirildiklerini bile söylemiş, bunların olmaması halinde nefslerin
ayrışamayacağı belirtilmiştir. Nefslerin bu yapıları, aslında cismânî
kuvvetlerin katılımlarıyla oluşmuştur. Bu yapıların, söz konusu katılım
olmaksızın varolmaları imkânsızdır. Söz konusu kuvvetler de ancak mizacı
cisimlerde tasavur edilebilir. Nefs-ler ancak bunlarla varolabildiğine göre,
onlar da ancak cisimlerle birlikte düşünülebilirler. Dolayısıyla cisimlerin
diriltilmesi ve yeniden doğuşun
cisimlerle bİrükte gerçekleşmesi
kaçınılmaz olmaktadır.
Allah Teâlâ'nın huzuruna tevessülde
izlediğimiz yol açık, şeriatımız makûldür. İlk zamanda yaşayan büyüklerimiz,
Allah ile aralarında bulunacak bir vesile aradıklarında, birtakım nispet ve
izafiyetleri göz önünde bulundurarak yüksek semavî cisimlere tekabül eden
putlar yapmışlardır. Bunları yaparken de söz konusu cisimlerin cevher ve
suretlerini göz önünde bulundurmuş, bu putları aracı kılarak o cisimlere
ulaşmak isteyenler için gerekli olan vakitler, hâller ve yapıları da
belirlemişlerdir. O putlara taparken hangi giysileri giyecekleri, hangi
tütsüleri yakacakları, hangi zikirleri çekecekleri ve hangi duaları
okuyacaklarına kadar her şeyi tek tek belirlemişlerdir. Bu putlar sayesinde
ruhanîlere yakınlaşan kullar onlar sayesinde de rablerin Rabbİ, sebeplerin
Yaratıcısı olan Allah'a yaklaşmayı başarmışlardır. Bu, öteden beri uyulan bir
yol ve hazırlanmış usuldür. Beldeden beldeye, kentten kente farklılık
göstermez. Devirler ve zamanlar içinde de kirlenmez. Bİz bu yolun aslını
Gademon ve Hermes'ten öğrendik ve onların gösterdiği yolda yürümeye devam
etmekteyiz.
Siz hanîfler birtakım adamları
tutmakta ve onlara Allah katından vasıtayla veya vasıtasız olarak vahiy ve
risâlet İndiğini söylemektesiniz. Her şeyden önce vahiy nedir? Allah Teâlâ'nın
bir insanla konuşması caiz midir? O'nun kelâmı, bizim kelâmımızla aynı türden
olabilir mi? Cismânî olmayan bir melek gökten nasıl inebilir? Kendi suretinde
mi, yoksa bir insan suretinde mi iner? Başka birinin suretinde görünmesinin
anlamı nedir? Yoksa suretinden sıyrılıp başka bir kisveye mi bürünür? Yoksa özü
ve konumu tamamen mi değişir? Beşer türünden peygamber gönderilmesini caiz
kılan delil nedir? Peygamberlik iddiası olanların delilleri nedir? Sırf iddia
etmeleri sebebiyle onlara uyacak mıyız? Ya da olağanüstü bir delil mi
gereklidir? Eğer böyle bir delil gösterse bu nefslerin mi yoksa cisimlerin mi
hususiyerierindendir? Yoksa gösterdiği şey, Allah Teâlâ'nın fiilinden midir?
Sonra getirdiği kitap nedir? Allah kelâmı mıdır? Allah Teâlâ hakkında kelâm
tasavvur edilebilir mi? Yoksa o, bir ruhanînin mi kelâmıdır? Ayrıca bu şer'î
hükümlerin çoğu akılla idrak edilemez. İnsan aklı, akılla idrak edemeyeceği
şeyi nasıl kabul eder? Bir insan, kendisi gibi insan olan birini nasıl taklid
edebilir? Onun üzerinde üstünlük sağlama isteğinden dolayı mı buna razı olur?
"Allah dileseydi melekler indirirdi. İlk atalarımızdan böyle bir şey
işitmedik." (Müminûn, 23/24)
Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Kclamcılarımız bu konuda iki farklı
cevap vermişlerdir. Bİri bizzat kendi delillerinizden hareketle
tutarsızlığınızı göstermek, diğeri ise kendi görüşümüzü İsbât eden delilleri
sunmak şeklinde olacaktır.
Kendi delillerinizden hareketle
tutarsızlığınızı göstermek için şunu söyleyebiliriz: Gademon ve Hermes'in
aracılığını ve inancınızı onlara borçlu olduğunuzu belirttiniz. Aracıları
reddetmek hususunda aracılar kabul edip onlara dayanan kişi, çelişkiye düşmüş
olur.
Diğer taraftan siz Sâbiîler aracı
olduğunuzu ve mezhebinize bağ-lanilması İçin size ihtiyaç olduğunu iddia
ettiniz. Çünkü herkesin malûmu olduğu üzere sizin inanışınıza giren birinin
yolunuzu bilmesi, ilim ve amelleriniz hususunda yaptıklarınıza muttali olması
mümkün değildir. Gezegenlerin, onların yörüngelerinin hareketlerini,
ruhanîlerin bunlar üzerindeki tasarruflarını bilmek, bu gezegenleri temsil eden
putları belli ölçülere göre yapmak herkesin kârı değildir. Ancak belli bir
topluluk ya da her devirde bir kişi bu bilgiye sahip olup bunları fiiliyata
dökebilir. Böylelikle siz de kendi inanışınız için beşer türünden bir aracının
varlığını kabul etmiş oluyorsunuz. Bu da sözünüzün giriş kısmının, netice
kısmını nakzettiğinin açık delilidir.
Bir diğer yanlış, Sâbiîlerin
düştükleri şirk halidir. Bu şirkin bir boyutu Allah Teâlâ'nın fiilleri, diğer
boyutu ise O'nun emirleri alanındadır.
Fiiller alanındaki şirk, birtakım
semavî cisimlerin ve feleklerin tesirlerini kabul edip bunlara inanmaktır.
Onlara göre Allah Teâlâ'ya mahsus olan ibda yani yaratma, ruhanîlerin
yaratılmasıdır. Daha sonra ulvî âlemin işleri tamamen ruhanîlere havale
edilmiştir. Ruhanîlere mahsus olan fiil ise semavî cisimleri hareket
ettirmektir. Sonra süfli âlemin işlerini de onlara havale etmişlerdir. Bunu
bir atölye kuran kişiye benzetebiliriz. Önce İş İçin gerekli şeyleri: fâİlİ,
hammaddeyi, araç ve sureti tedarik etmiştir. Orada çalışıp üretmeyi ise
çıraklarına havale etmiştir. Sâbiîlerin inanışına göre ruhanîler ilah, semavî
cisimler rabler konumundadır. Elleriyle yaptıkları putlar ise, bu gezegenlerin
yeryüzündeki somutlaşmış tezahürleridir. Putperestlerin tutarsızlığını
göstermek için onlara şöyle deriz: Sizler, kendinizi büyük bir zorlamaya
sokarak gök cisimlerinin karşılığı olarak cansız taşlar icat ettiniz. Ama bu
yaptıklarınızla da hiçbir şey ihdas edemediniz; onlara ne hayat verebildiniz,
ne İşitme giîcü.^ ne konuşma, ne düşünme, ne de görme gücü! "Yoksa Allah'ı
bırakıp sİzc hiçbir şekilde yararı ve zararı olmayacak bir şeye mi
tapıyorsunuz? Yuf size ve Allah'ın dışında taptıklarınıza! Hiç akletmiyor
musunuz?" (Enbiya/65-66) Sizin fıtrî konumlarınız ve yaratılmış
şahsiyetleriniz onlardan daha şerefli ve daha üstün değil midir? Sizin
yaratılışınızda gözetilen yıldız nisbetleri ve izafetleri ken-dİ ellerinizle
yaptığınız bu putlarınkinden daha yüce ve mükemmel değil midir? "Kendi
ellerinizle oyduklarınıza mı tapıyorsunuz? Halbuki sizi de yaptıklarınızı da
Allah yarattı." (Sâffât, 37/95-96) Bir ihtiyacınızı gidermek için, bir
yararı temin, bir zararı defetmek İçİn aracıya ihtiyaç duymuyor musunuz? İşte
bu Yaratıcı çok daha kudretlidir. Çünkü O'nda bütün ulvî cisimleri yaratacak,
ruhanî varlıkları istihdam edecek kadar eşsiz bir ilmî ve amelî kuvvet
mevcuttur. Peki O, fiillerini İsbât etmek için cansız putlar iddiasında
bulunmuş mudur?
Lanetli Firavun da bu tutarsızlığın
farkına vararak bizzat kendisinin ilahlik ve rabliğini iddia etmiştir. O da
önceleri Sâbiîlerdendi. Ama bu inanıştan yüz çevirmiş ve insanları kendi
ilahlığım tanımaya çağırarak şöyle demiştir: "Ben sizin en büyük
rabbinizim." (Nâziât, 79/23) "Sizin için kendimden başka ilah
bilmiyorum." (Kasas, 28/37) Çünkü Firavun, kendisindeki istihdam ve
insanları kullanabilme gücünü görmüş, sanatkâr veziri Haman'ın da desteğini
alarak ilahlığa soyunmuştur: "Ey Haman! Benim İçİn bir kule yap, belki
sebeplere, semanın sebeplerine ulaşabilir, Musa'nın İlahı'na muttali
olabilirim." (Mümin, 40/37) Firavun rasathaneye benzeyen bir burç
yaptırmak istiyordu. Bu burç sayesinde feleklerin ve gezegenlerin hareketlerine
muttali olacak, onların nasıl terkip olduklarını, yapılarını, kaç kere
döndüklerini ve kaç kat olduklarını öğrenecek, belki yaratılışın sırrına,
yaratma ve fıtrat gücüne vâkıf olacaktı. Böyle bir kuvvet ve basireti nasıl
olabilirdi? Ama tabi-atındaki zekasıyla övünme ve kendisine sürekli mühlet
verilmesiyle kapıldığı gurur onu böyle bir yanılgıya düşürmüştü. Niyetlerini
asla gerçekleştireme-diler ve "Suda boğulduktan sonra ateşe
atıldılar." (Nûh, 71/24)
Fİravun'un ardından Sâmirî ortaya
çıktı. O da Firavun'un izlediği yolun ardına düşerek, yaratma özentisine girdi
ve ruhanînin izinden aldığı bir avuçla cansız cisimlere can vermek istedi.
"Ve onlara böğüren bir buzağı heykeli çıkardı." (Tâhâ, 20/88) Sâmirî
o buzağıda, aracı bir varlığın belki en basit özelliği olan kelam ve hidayeti
var kılmayı bile başaramadı: "Görmezler mi ki o buzağı ne onlarla konuşur,
ne de onlara yol gösterebilir?" (A'râf, 7/147) O da yarı yolda kaldı ve
olanlar oldu: "O başını bekleyip durduğun ilahına da bak! Muhakkak biz onu
cayır cayır yakacağız. Sonra da kül edip denize atacağız." (Tâhâ, 20/97)
Şaşılacak sır!
Firavun da ilahlık İddiasının
karşılığı olarak Önce boğulmuş sonra ateşe atılmıştı. Aynı şekilde buzağı da
ilah olarak tapıldığı için önce yakılmış ve külleri denize atılmıştır. Halbuki
ne ateşin, ne de suyun hanîfler üzerinde bir gücü vardır: "Ateşe şöyle
buyurduk: İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" (Enbiya, 21/67) "Onu
suya bırak ve korkup üzülme. Muhakkak biz onu sana geri vereceğiz" (Kasas,
28/7)
Sâbiîlerin fiil ve yaratma
noktasındaki şirklerinin derecesi budur.
Nemrut ve Firavun'un dünya ilahlığı
iddiasında bulunmaları ile ruhanîlerin semavî İlahlığı iddiası birbirine ne
kadar da benzemektedir. Her ikisi de fiil ve yaratma bakımından değil, emir
bakımından ilahlık iddiasıdır. Yoksa her ikisinin devrinde de onlardan daha
yaşlı ve dünyaya onlardan daha önce gelmiş insanlar vardı. Emrin tamamıyla
kendilerine ait olduğu iddiaları ortaya çıkınca, ilahlık iddiasında
bulunabilmişlerdir.
Sâbiî inanışını savunanların
sıyrılamadıkları şirk işte budur. Herhangi bir varlığın insanların ve diğer
canlıların ihtiyaçlarını giderdiğini söylediğiniz zaman, bu iddia Allah
Teâlâ'nın eşsiz sanatına ve tedbir cihetinden O'nun ameline taalluk eder. Bu
fiilin yapılması gereken bir fiil, şu fiilin sakınılması gereken bir fiil
olduğuna ilişkin emir, Allah Teâlâ'nın emri karşısında verilmiş bir emir olur.
Bu emirde aracılık İddiasında bulunan kimse, şirkte bulunmuş olur. Çünkü Allah
onunla İlgili bir delil indirme-miştir.
Beşerî gücün gözetmesinin mümkün
olmadığı birtakım felekî yapıların gerektirdiği hükümlere sarılmak nasıl mümkün
olabilir? Çünkü felekler sürekli değişim içindedir. Feleklerin bir kısmı her an
konum ve heyet olarak değişmektedir. Gelecekte de bu haline bir daha dönmemektedir.
Hüküm sahibi olduğu iddiasında bulunan, bu değişken konumlara ne zaman vâkıf
olur da, bunlara dayanarak belirlediği gezegen ve putlar-daki sanatı doğru ve
yerinde olabilir? Bunu dosdoğru yapamadıklarında İnsanların ihtiyaçları nasıl
giderilmiş olacaktır? İhtiyaçlarını ehli olmayan makamlara arzeden kimse, tam
bir şirk içindedir.
İkinci cevap tarzı İse inancımızı
destekleyen delilleri ortaya koymaktır. Hanîf kelamcılar bu noktada iki yol
izlemişlerdir. İlki Allah Teâlâ'nın emrinden insanların ihtiyaçlarının
karşılanması şeklinde aşağı doğru bir yol izlenmesidir, ikincisi ise kulların
ihtiyaçlarından Allah Teâlâ'nın emrinin İsbâtına doğru bir yol izlenmesidir.
Sonra bunlarla ilgili problemler ele alınmıştır.
İlk yolda Hanîf kelama şöyle der:
Kesin delille sabit olmuştur ki Allah Teâlâ bütün mahlukâtın yaratıcısı,
hepsinin nzık vericisi, mülk ve hükümranlığın sahibidir. Mâlik odur ki kulları
üzerinde emir ve tasarrufta bulunur. Bu meyanda kulların fiilleri ihtiyarî ve
gayri ihtiyarî olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Kendi iradeleriyle ifa ettikleri
fiiller üzerinde Allah Teâlâ'nın hüküm ve emrinin bulunması, gayri ihtiyarî
fiillerinde ise tasarruf ve takdiri vaciptir. Bilindiği üzere Allah Teâlâ'nın
hüküm ve emirleri herkes tarafından bilinmez. Şu halde Allah'ın insanlar
arasından birini seçip bu emir ve hükümleri bildirmesi gereklidir. Bu biri de,
O'nun emir ve hükümlerini insanlara öğretebilmesİ için beşer türünden
olmalıdır. Ayrıca Allah Teâlâ tarafından kendisine birtakım takdirî ve tasrifi
hareketlerden oluşan yaratılışla ilgili mucizeler tahsîs edilmiş olmalıdır.
Allah
Teâlâ bu mucizeleri: kendisinin
davetine mukabil vâki olabilecek meydan okumalara karşı bu zatın eliyle icra
eder. Bu mucizeler o kimsenin doğruluğuna delâlet eder. Hepsi de sözlerini
tasdik için indirilmiştir. Sıdkı sabit olduğunda bütün söz ve fiillerinde
kendisine uyulması da vacip olur. Onun bütün emir ve yasaklarını bilmek İse
farz değildir. Çünkü beşer kuvveti her tür bilgiye ulaşacak olgunlukta
değildir.
Sonra onun fikrî, kavlî ve amelî
hareketlerini destekleyecek İlahî vahiy gelmiştir. Böylelikle o, bir taraftan
beşerdir ki bu suret tarafıdır, diğer taraftan da vahyedilendir ki bu da mana
ve hakikat tarafıdır: "De ki: Rabbimi tesbîh ve tenzih ederim, ben ancak
bir beşer peygamberim?" (İsrâ, 17/93) Bu seçilmiş insan, bir tarafıyla
insan türüne, bir tarafıyla da melek türüne benzer. Her İkisinin özelliğini
kendinde toplamakla da, ikisinden daha üstün bir konuma yükselir. Onun
beşerîlİği, mizaç ve istidat bakımından diğer insanlardan, melekîliği de kabul
ve eda bakımından diğer meleklerden daha üstündür. O, ne beşeriyet tarafının
etkisiyle sapıtıp yoldan çıkar, ne de ruhanî tarafını kullanarak sapıp azgınlık
eder. Allah Teâlâ'nın emrinin çokluk ve bölünme olmayan bir tek olduğunu
takrir eder: "Emrimiz ancak birdir." (Kamer, 54/49) Ama bu bazen
Arapça, bazen İbranice ifade edilir. Nakledip yayan çok olsa da kaynak birdir.
Vahiy, bir şeyi başka bir şeye
süratle bırakmaktır. Rûh, emri peygambere tek bir defada bırakır. Bu, belli
bir zaman dilimini kapsamayıp "Göz kırpması gibidir." (Kamer, 54/50)
Peygamber saf nefsinde, kendisine indirilenin suretini parlak bir aynada
karşısında duranın sureti gibi görür ve onu ya geldiği gİbİ ilahî nassıyla ya
da kendi ifadesiyle nakleder. İlki Kur'an'da "Kitab'ın ayetleri"
(Yûnus, 10/1) olarak zikredilmiştir. Diğeri İse nübüvvet haber ve hadisleridir.
Ruhanî melek, tek bir mananın
muhtelif ifadelerde, tek bir suretin muhtelif aynalarda ve tek bir şahsın
birçok gölgede görünebilmesi gibi, bazen beşer suretine bürünür. Peygamber
onunla fiziksel bir biçimde konuşup bizzat gözleriyle görür. Bu, peygamberin
cismânî tarafıyla gerçekleşir. Vahiy kesildiğinde de fikirlerine düzgünlük,
sözlerine tutarlılık ve fiillerine tevfik bahşeden ilahî destek ve masumiyet
hali sürer.
Siz Sâbiîler, vahyin anılan şekilde
alınmasını ve meleğin belirtilen şekilde inmesini hiç de uzak görmeyin. Size
göre de Büyük Hermes rûhâ-nî âleme yükselerek onların arasına karışmıştır. Bir
beşerin yükselmesi tasavvur edilebiliyorsa, meleğin inmesi neden tasavvur
edilenlesin? Her-mes'in beşeriyet kisvesinden sıyrılması nasıl mümkün olmuşsa,
bir meleğin insan suretine bürünmesi öyle mümkün olsa gerektir. Hanîflik, işte
bu insanlık kisvesindeki kemâli isbât eder. Sâbiîler ise kemâli her türlü kisveden
sıyrılmada görür. Ancak semavî cisimleri kisveye bururken, ardından heykel ve
putlara benzer kisveler giydirirken bunu unuturlar. Suret ve putlardan berî
olduğunu ilân eden hanîflerin başı onlara şöyle hitap etmiştir: "Muhakkak
ben, şirk koştuklarınızdan beriyim. Muhakkak ben yüzümü gökleri ve yeri
Yaratan'a hanîf olarak çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim." (En'âm,
6/78-79)
ikinci yol ise insanların
ihtiyaçlarından Allah Teâlâ'mn emrine yükselme yoludur. Hanîf kelama şöyle
der: İnsan türü belli bir düzen içinde birarada bulunmaya muhtaçtır. Bu
birliktelik, ancak hareket ve ilişkilerini belirleyecek sınır ve hükümlerin
varolmasıyla mümkün olabilir. Bunlar sayesinde herkes kendi sınırını bilir ve
onu aşmaz. Bu durumda bir sâri tarafından vazedilmiş bir şeriatın bulunması
mecburîdir. Bu sâri, insanların hareket ve ilişkileriyle ilgili ilâhî hükümleri
açıklayacak, bu sayede de ihtilaf ve ayrılık kalkarak toplumun birlik ve
kaynaşması sağlanacaktır. İnsan türü için gerekli olan bu ihtiyaç zarurî
olunca, kendisine ihtiyaç duyulan da zarurî olacaktır. Bu durumda ikisi
arasındaki nispet, yoksulun zengine, isteyenin verene, tebaanın krala nisbeti
gibidir. İnsanların tamamı kral olsaydı, krallık diye bir şey olmazdı. Aynı
şekilde tamamı tebaa olsaydı, o zaman da tebaa diye bir şey olmazdı. Gönderilen
bu beşerî peygamber ebediyen baki olmadığı gibi ömrü âlemin Ömrüne denk de
olamaz. Onun yerini âlimler alırken ilmine de şeriatın güvenilir mensupları
vâris olur. Böylelikle sünnet ve şeriatı baki kalmış, nuru da insanlığı sonsuza
dek aydınlatmaya devam etmiş olur. İlimde veraset mümkün iken nübüvvette
veraset olmaz. Şeriat, peygamberlerin mirası, âlimler de peygamberlerin
vârisleridir.
Sâbiîler şöyle demiştir:
İnsanlar, insaniyet ve beşeriyet
hakikati bakımından benzerdirler. Hepsini tek bir tanımla ifade etmek mümkündür
ki o da, ölümlü hay-vân-ı nâtık oluşlarıdır. Nefsler ve akıllar da cevheriyet
bakımından denktir. Nefsin, insan, hayvan ve bitkilerde müşterek olan tanımı;
bilkuvve hayat sahibi tabîî bir cismin kemâli olmaktır. İnsan ve meleğin müşterek
olduğu manada nefis cisim olmayan bir cevherdir. O, cismin kemâli ve muharriki
olup bunu aklî bir esastan kaynaklanan seçimiyle bilfiil veya bilkuvve yapar.
Bilfiil olan, melekî nefsin hassasıdır, bilkuvve olan ise insanî nefsin
faslıdır.
Akıl, bu nefsin bir kuvveti ya da
heyeti olarak maddeden mücerred şeylerin mahiyetlerini kabule istidatlıdır.
İnsanlar, bu bakımdan ezelden beri müsavidir. Aralarındaki farklılık ise şu iki
husustan birine dayanır: İlki zarurî olup nefsin kabulü için destek olan mizaç
bakımındandır. Diğeri ise ihtiyarî olup maddî perdelerin kaldırılmasında etkin
olan çabalar bakımındandır. Nefs, aklî suretleri resmetmesine engel olan
kirlerden bu şekilde arındırılır. İnsanın çabası kemâl noktasına ulaştığında
ayaklar denk olup hükümler benzer olur. Dolayısıyla peygamberlik sebebiyle
beşerin beşere üstünlüğü olmadığı gibi hiç kimse de insanlar üzerinde bu yolla
tahakkümde bulunamaz.
Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Beşerî ve insanî suretler arasındaki
denklik ve benzerlik şüphe götürmez bir gerçektir. Aramızdaki ihtilaf, akıl ve
nefs konusundadır. Bize göre akıllar ve nefsler tezat ve derecelenme
halindedir. Bunu kendi usulümüz çerçevesinde sizin tanımlarınızla
açıklayacağız.
Nefsin cisim olmayıp cevher olduğuna
dair sözlerinize gelince; nefs cismin kemâli ve onun iradî muharrikidir. Bu
anlam, nefs kavramının hem insan, hem de melek için kullanılması durumundadır.
Nefs, bilkuvve hayat sahibi, alete dayalı ve tabiî cismin kemâlidir. İnsan ve
hayvan hakkında kullanıldığında ise nefs lafzını müşterek isimlerden biri
olarak gördünüz ve insanî nefs, melekî nefs ve hayvani nefs arasında ayrım
yaptınız. Peki bunlara üçüncü bir nefs daha, yani nebevi nefsi niçin
eklemediniz ve melekî nefsi insanîden ayırdığınız gibi onu da melekîden
ayırmadınız? Size göre insanın aklî ilkesi bilkuvve, meleğin aklî ilkesi ise
bilfiildir. İnsan ile melek bu açıdan farklılaşmışlardır. Diğer taraftan tabiî
Ölüm insan için geçerliyken melek İçİn geçerli değildir. Bu da başka bir
farklılıktır. Peki nebevi bir nefste de böyle bir sıralama olması gerekmez mİ?
Ele aldığınız kemâle göre,
muharrikin irâdesinin övülmüş olması durumunda cisim İçin kemâl olurken
irâdesinin her açıdan yerilmiş olması durumunda kemâl noksan olur. Bu durumda
iyi nefs ile körü nefs arasında tezat oluşmaktadır. Böylelikle biri meleklİk
tarafında, diğeri şeytanlık tarafında olur. Bundan da söz konusu tertip gibi
mezkûr tezat hasıl olur. Bilkuvve ile bilfiil arasındaki ihtilaf mertebe yani
tertip bakımından farklılaşmadır. Kemâl ve noksanlık, hayır ve şer bakımından
farklılık ise tezat farklılığıdır. İkisi arasındaki benzerlik böylece geçersiz
olmuştur.
İyi ile kötü nefsler arasındaki
farkı arızî bir farklılaşma olarak da görmeyin. Melekî nefs ile şeytânı nefs
arasındaki farklılık tür (nevi) bakımındandır. Bunun gibi insanî nefs ile
melekî nefs arasındaki farklılık da türe bağlıdır. Nasıl böyle olmasın?
Buradaki farklılık önce bilkuvve ile bilfiil, ardından da hayır ile şer
arasındadır. Bunun ardında şu sır yatmaktadır: Hayır, fıtratın aslı itibarıyla
nefste yerleşik olan bir temeldir, garizedir. Aynı şekilde şer de garîzî bir
tabiattır. Dikkat edilirse hayır yapmak veya şer işlemek demiyoruz. Böylece şu
husus sabit olur: Bedenî ve ihtiyarî olarak muharrik olan bir nefs vardır; aklî
ilkeden yola çıkarak hayra yöneltir. Bu nefs cismin kemâli olup cisim değildir.
Bir de bedeni, ihtiyarî olarak aklî İlkeye dayanmak suretiyle bilkuvve veya
bilfiil şerre yönelten nefs vardır. Bu, cisim için eksikliktir ama cisim
değildir. Çünkü garîze, kendisine dayanan fiilden farklı bir olgudur.
Hanîf kelamcının getirdiği
misallerden tabiatınız olumsuz etkilenmez. Çünkü o, bunları kayaları yontarak
değil büyük bir hikmet denizinden alıp aktarmaktadır. Bu, muhtemelen insanın
türlerin türü (nev*-u'l-envâ') olduğu ve ondaki farklılığın arazlar ve
davranışlarda yattığı gerçeğini göstermede siz sâbiîlere yardımcı olmaz.
Bİlakİs insanî nefslerde cevheri bir farklılık bulunduğunu kanıtlar ki buna
göre nefsler zatî fasılları bakımından da birbirlerinden farklı derecelere
sahip olurlar. İnsanî nefs ile melekî nefs arasında bilkuvve ve bilfiil
farklılık olduğu gibi türler arasındaki farklılığı icap ettiren cevheri bir
farklılık da söz konusudur. Her ikisi de nâtık nefs sıfatıyla anılsalar da, bu
farklılıktan kurtulamazlar. Zatî fasıl, kuvvet ve fiildir. Aynı şekilde deriz
ki nefste özgün bir ilim, özgün bir amel, hayır ve şer kuvvetleri ile hayrın
kaynağı olan mutlak kemâl ve şerrin kaynağı olan mutlak eksiklik mevcuttur.
Sâbiî kelamcıların aklı,
"nefste bulunan ve maddeden soyutlanmış mahiyetleri kabule yatkın olan bir
kuvvet veya heyettir" şeklindeki tanımına gelince; bu tarif onlara ve
hanîf kelamcılara göre bütün akılları kapsayıcı olmayıp sadece heyulanı aklı
İçine almaktadır. Peki nazarî akıl nerededir? Nazarî akim tanımı şudur: Küllî
hususların mahiyetlerini küllî olmaları İtibarıyla kabule yatkın olan nefs
kuvvetidir. Ya amelî akıl nerededir? Amelî akim tanımı şudur: Nefse ait bir
kuvvet olup şevk kuvvetini zannî bir gaye için dilediği cüz'iyât yönünde
hareket ettiren bir ilkedir. Ya akl bi'1-meleke nerededir? Heyulanı kuvvetin,
fiile yakın olacak derecede kemâl bulmasıdır. Ya bilfiil akıl nerede? Bu akıl,
nefsin herhangi bir suretle veya ma'kûl suretle kemâle ermesi, böylece de ne
zaman dilese onları akledecek ve bilfiil hazır hale getirecek duruma
ulaşmasıdır. Peki müstefâd akıl nerededir? Müstefâd akıl, maddeden soyutlanmış
bir mahiyet olup nefste dışarıdan hâsıl olmak üzere irtisam etmiştir. Peki
mufârık akıllar nerededir? Mufârık akıllar, maddeden mücerret mahiyetlerdir.
Peki faal akıl nerededir? Faal akıl, akıl olması cihetinden cevherî ve sûrîdir.
Onun zâtı da başkasının maddeden ve maddî ilintilerden tecridi sebebiyle değil
kendi zâtı bakımından mücerret bir mahiyettir. O, her mevcudun mahiyetidir.
Faal olması cihetinden İse yine anılan sıfatla cevherdir. Bu İtibarla heyulanî
aklı kuvveden fiile çıkarır.
Sâbiîler aklın sadece bir türünü
tanımlamışlardır. Hiç kuşkusuz yukarıda sıraladığımız akılların tamamının da
diğerlerinden farklı tanım ve konuları vardır.
Şİmdi söyle ey bilge kelama! Kendi
aklını bu akıllardan hangisi sayıyorsun? Akıl bakımından herkes denktir,
denmesi hoşuna gider mi? Aklının güç ve istidat bakımından başkalarının
akıllarıyla bir olmasını ister misin? Örneğin makûlâtı akletme noktasındaki
aklî istidadının fikirsiz ve ahmak birinin aklî istidâdıyla bir olması mümkün
müdür? Öyle birinin hayali aklından, duyusu da hayalinden ayrılmazdır. Akıllar
eşit olunca aklın söz konusu kısımlarındaki farklı mertebelerin ne anlamı
olabilir? Akıllar arasında belli bir sıralamanın bulunduğunu kabul ettiğinizde
bağımsızlık ve ifade cihetinden yükselmek mümkün olacağı gibi istidat ve
istifade cihetinden aşağılara düşmek de mümkün olacaktır. Tür itibarıyla
istidattan yoksun olan bir varlık, akıl sahibi olmadığı halde akıllıya benzer
olabilir mi? Peki şeytanların kanıtladığı tür hangisidir? O da saydığımız
akıllar arasında mıdır? Yoksa onların dışında mıdır? Meleğin tanımını
hatırlarsanız, hayat ve aklî nutuk sahibi, Ölümsüz ve basît bir cevher olduğunu
söylemiştik. O, Allah Teâlâ ile semavî ve arzî cisimler arasındaki vasıtaydı.
Sonra onun kısımlarını da saymıştık. Aralarında aklî, nefsî ve hissî olanlar
vardı. Tezatın gereği olarak şeytanın tanımını da hatırlamanız gerekir. Onun da
kısım ve türleri vardır. Mertebe bakımından meleğin tanımının mukabili olan
İnsanın tanımını da hatırlamanız gerekir. Bu tanımı yapağınızda İnsanın da
tamamen mahsûs (duyularla İdrâk edilen) olanları bulunduğu gibi, mahsûs olmakla
birlikte aynı zamanda ruhanî, nefsânî ve aklî olanları bulunduğunu da
hatırlarsınız ki bu peygamberlik mertebesinde bulunan insanların durumudur. His
kaynaklı bazı eylemler akıldan; akıl kaynaklı bazı eylemler hisden; mizaç
kaynaklılar nefsden; nefs kaynaklı bazı eylemler mizacdan; cisim kaynaklı bazı
eylemler ruhtan; ruh kaynaklı bazı eylemler ise cisimden sayılabilmektedir.
Halkın söylentilerini bir kenara bırakın ve bu tür fitnelere kanmayın.
Sabitler şöyle demiştir:
Akıl ve nefislerin eşit olduklarına
dair iddiamızı çürütüp tertip ve tezadı isbât ederek bizi sıkıştırdınız. Akıl
ve nefsler arasında mertebeler bulunduğu kesin ise yüksek mertebede olanlara
tâbi olmak vacip olur. Peygamberlerin insan türüne göre durumlarının ne
olduğunu bîze söylet misiniz? Melekler, cinler ve diğer mevcudata göre
rütbeleri nedir? Peygamberin Allah Teâlâ nezdindeki mertebesi nedir? Bize göre
ruhanîler, mertebe bakımından bütün mevcudatın üstünde yer almışlardır. Onlar
huzur-i İlahîde yakın kılınmışlardır. Görüyoruz ki bazen peygamberin ruhanîden
öğrendiğini, bazen de ruhanînin peygamberden öğrendiğini İddia ediyorsunuz.
Hanîfler şöyle cevap verdiler:
Mertebeler hakkında konuşmak zordur.
Kendisi herhangi bir rütbeye yükselmemiş olan biri onları nasıl açıklayabilir?
Ancak peygamberin bize göre
rütbesinin, bizim cins bakımından bizden aşağıdaki hayvanlara göre olan
rütbemiz gibi olduğunu biliriz. Yine biz, nasıl ki kendimizin mevcudata dahil
olduğumuzu biliyoruz da hayvanlar bundan bîhaberse, aynı şekilde peygamberler
de varlıkların özelliklerini, hakikatlerini, yarar ve zararlarını, hangi
hareketlerin ne gibi yararlar getirdiğini bilebilirler ve bunları biz
bilemeyiz.
İnsan türü emri altına alma ve
yönetme bakımından hayvanlar üzerinde söz sahibi olduğu gibi, peygamberler de
idare ve sevk bakımından insanlar üzerinde söz sahibidirler. İnsanların
hareketleri, hayvanlar açısından mucizevî olduğu gibi peygamberlerin
hareketleri de İnsanlar açısından mucizevî görünümler kazanabilir. Bunun
nedeni, hayvanların doğruyu yanlıştan ayırabilecek fikrî hareketlerde bulunma düzeyine
çıkamamış olmalarıdır. Yine onlar, gerçeği yalandan ayırmalarını sağlayacak
sözlü hareketler seviyesine de çıkamazlar. Hayvanların hayrı serden
ayırmalarını sağlayacak fiilî hareketleri de söz konusu değildir. Onların aklî
temyiz kabiliyetleri, bu ve benzeri türden hiçbir hareketleri yoktur.
Peygamberlerin hareketlerinin de benzer biçimde üstünlükleri vardır. Çünkü
onların fikirlerinin sonu olmadığı gibi fikrî hareketleri kudsiyet havzasında
dolaştığından İnsanların gücü buna asla yetişemez. İşte bu nedenledir ki
peygamber için doğru olan şudur: "Allah Teâlâ ile aramızda öyle bir zaman
olur ki o esnada ne yakın kılınmış bir melek, ne de gönderilmiş bir elçi beni
meşgul edemez" Onların sözlü ve fiilî hareketleri de yaratılış sünnetleri doğrultusundaki
gidiş atları ve İntizamları bakımından insanlar için ulaşılamaz niteliktedir.
Kuşkusuz onlar en ulvî mertebede bulunurlar. Mevcudat içinde ilk derecede yer
alırlar. Rablerinin lütfuyla muttali kıldığı bilgi sayesinde meleklerin ve
ruhanîlerin bilmediklerini bilirler. Peygamberlik sürecinin ilk basamağmdaki
rolleri Öğrenmedir: "Ona büyük kuvvet sahibi olan öğretti." (Necm,
53/5) Son basamakta ise öğretme rolünü üstlenirler: "Ey Adem! Onlara
eşyanın isimlerini haber ver." (Bakara, 2/32) İşin başındaki hal ve durum
ne iken sonunda ne olabilmektedir?!
Peygamberlerin Allah Teâlâ ile olan
alâkalan özel bir kulluk şeklindedir: "De ki: Eğer Rahmân'ın bir çocuğu
varsa, bilin ki ben O'na kulluk edenlerin ilkiyim." (Zuhruf, 43/81) Deyin
ki, biz Rabbi olan kullarız. Biz peygamberlerin fazileti hakkında ne derseniz
deyin, en hakiki isimler de en hususî haller de onlarındır: "Kulu ve
Resulü." Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ için en hususî tarif, onları şahıslanyla
birlikte zikretmektir: İbrahim'in (aleyhissdâm) İlahi, İsmail'in (akyhisselâm)
İlahi, İshâk'in (aleyhisselâm) İlahi, Musa (aleyhisselâm) ve Harun'un
(aleyhisselâm) İlahi, İsa'nm (aleyhisselâm) İlahı, Muhammed'in (sallallâhu
aleyhi ve sellem) İlahı. Aynı şekilde kulluk da izafe edildiği makama göre
genel veya özel olabilir. İlahlık ve rabliğin kullar açısından tanımında ve
kullara tecellîsinde de özellik ve genellik olabilir. Örneğin Alemlerin Rabbi
genel bir tanımdır. Musa (aleyhisselâm) ve Harun'un (aleyhisselâm) Rabbi ise
özel bir tanımdır.
Hanîfler ve Sâbiîlerin inanışları
ana hatlarıyla böyledir. Yukarıda zikrettiğimiz ve iki topluluk arasında
yaşanan diyalogların sayısız yararı mevcuttur.
Hatırımızdan geçen ve yazmak
İstediğimiz başka noktalar, kalpte gizlenen başka esrarlar vardı. Ama bu
kadarla yetinip Büyük Hermes'e geçmeyi uygun gördüm. Böyle yapış nedenim, onun
Sâbiîler arasında yer almasından dolayı değildir. Bundan Allah'a sığınırız.
Çünkü onun görüşlerinde hanîfliği benimsediğini gösteren açık deliller bulunmaktadır.
Beşerî varlıklarda kemâl bulunabilmesine ve ilahî yasalara uymanın zorunlu
olduğuna inanması, bunlardan bazılarıdır. Halbuki Sâbiîler tam aksi görüştedir.
Eserleri övülmüş, söz ve
fiillerinden razı olunmuş bir şahsiyettir. Büyük peygamberlerden sayılır. Onun
İdris (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir. Burç ve gezegenlere isimlerini
verip gökyüzündeki yerlerini tespit etmiş, yükseliş ve alçalışlarını, doğuş ve
batışlarını, üçgen, altıgen ve dörtgen perspektiflerini, mukabele ve
mukayeseleri, dönüş yollarını ve istikâmetlerini açıklamış, kısaca gezegenlerin
tüm tertibini bildirmiştir.
Bu ilişkilere nispet edilen
hükümlere gelince, bunların hemen hiçbiri dclil-lendirilmemiştir.
Hintliler ve Araplar verdikleri
hükümleri gezegenlerin tabiatlarından değil özelliklerinden çıkarmışlar ve
gezegenleri seyyar olanlara göre değil de sabit olanlara göre tertip
etmişlerdir.
Gademin (Agathadaimon) ve Hermes'iıı
Şît (aleyhisselâm) ve İdrîs hisselâm) peygamber oldukları da söylenmiştir.
Filozoflar Gademon'un hisselâm) şöyle dediğini nakletmişlerdir: Temel ilkeler
beştir: Allah Teâlâ, Akıl, Nefs, Mekân ve Boşluk (halâ). Bunların ardından da
mürekkebâtm varlığı gelmektedir. Böyle bir İfade Hermes'ten nakledilmemiştir.
Hermes diyor ki:
Tabiatı erdemli, davranışları
övülmüş, alışkanlıklarından razı olunmuş ve akıbeti için hayır umulan kimse
Allah Teâlâ'yı tazım etmeli, onu bilip tasdik etmiş olmaktan dolayı
şükretmelidir. Namus'a (Peygambere ve şeriata) itaat etmeli, makamının
yüceliğini ikrar etmelidir. Sultana nasihatta bulunması ve emrine uyması
vaciptir. Nefsinin onun üstünde ki hakkı, çalışma ve saadet kapısını açmak İçin
gayret. Dostlarının sevilme ve yardım görme hakkı vardır. Bütün bu esasları
tahkim ettikten sonra tek yapması gereken halka eziyetten sakınması, güzel
geçinmesi ve bütün yaratıklara karşı kolaycı olmasıdır.
Ey Sâbiîler, bakınız, Hermes'in
peygamberlik işini ne kadar yücelttiğini görünüz! "Namus" diye İfade
ettiği Peygambere İtaati, marifetullahın hemen yanında zikretmiş, ruhanîleri
tazım hususunu ise zikretmemiştir. Vacip olmasına karşın bu hususa hiç
değinilmemiştir.
Ona sorulmuştu: İnsanların bir kişi
hakkında hüsn-ü zan sahibi olması nasıl sağlanır? Şöyle cevap verdi: Onlarla
karşılaştığında güzel sohbette bulunması, onlara iyi davranması sayesinde.
- Dostların sevilmesi menfaat umarak
veya bir zararı gidermek gayesiyle olmayıp kişinin salâh ve tabiatı gereği
olmalıdır.
- İnsanın sahip olduğu en üstün
yücelik akıldır. Asla pişman olmayacağı şey sâlih ameldir. İşlerin sevk ve
idaresinde en fazla ihtiyaç duyacağı şey çalışkanlıktır. En karanlık zulmet
cehalettir. En korkunç esaret ise hırstır.
- Güzel ahlakın en üst seviyesi
şöyle belli olur: Öfke anında doğru olmak, sıkıntı anında cömert olmak, yenme
gücü varken affetmektir.
- Nefsinin kusurunu bilmeyen, o
kusuru işlerken nefsine söz geçiremez.
- Akıllı ile cahil arasındaki fark
şudur: Akıllının mantığı lehinde, cahilin mantığı ise aleyhinde işler.
- Akıllı kimse şu üç zümreyi hafife
almamalıdır: Yönetenler, âlimler ve dostlar. Yönetenleri hafife alanın hayat
şartları bozulur. Alimleri hafife alanların dinleri bozulur. Dostları hafife
alanın insanlığı bozulur.
- Ölümü hafife almak, nefsin
faziletlerinden biridir.
- Kişi hikmeti aramalı ve onu
önce kendi nefsinde ikâme etmeli, hayır ehlini saran belalardan dolayı feveran
etmemeli, ulaştığı makamdan dolayı kibire kapılmamalı, hiç kimseyi bulunduğu
durumdan dolayı ayıpla-mamalı, makam ve zenginlikle değişmemeli, niyeti ile
yaptığını aynı kılarak tutarsız olmamalı, davranışı kusursuz, din anlayışı
ihtilafsız ve delili tartışmasız ve sağlam olmalıdır.
- insanlar İçin en yararlısı
kanaat ve rıza, en zararlısı İse pervasızlık ve öfkedir. Mutluluk kanaat ve
rıza ile, üzüntü ise pervasızlık ve öfkeyle gelir.
Hermes'in şöyle yazdığı nakledilir:
Dalâlet ve helak ehline göre bu İkisinin kaynağı evrende Allah Teâlâ
tarafından bahşedilmiş hayır ve nimetlerdir. Şeytan ve onun tuzaklarından
kaynaklanan şer ve fesat ise dalâlet ve helakin kaynakları sayılmaz. Bir
dostuna iftira atan kimse, ondan dolayı cezalandırılmadıkça iftiranın
vebalinden kurtulamazken hayrın mutlak kaynağı olan Allah Tealâ'yı
kötülüklerin kaynağı olarak görme gibi büyük bir İftirada bulunanlar nasıl
kurtulacaklardır?
- İyilik de kötülük de sahiplerine
mutlaka ulaşır. Ne mutlu iyilikler kendisine ulaşan ve buna aracı olanlara! Ne
yazık kötülükler kendisine ulaşan ve buna aracı olanlara!
- Kalıcı dostluğu ancak iki
kişi devam ettirebilir: Bİrİ, ahiret konusunda nefsini kayıran ve onu sağlıklı
ilim ve salih amelle terbiye edendir.
Diğeri de kardeşini hak din için
sevendir. Böyle biri dünyada bedeniyle dostluk ettiği arkadaşına, ahirette de
ruhuyla dostluk eder.
- Öfke, taşyürekliliğin, hırs ise
yoksulluğun sultanıdır. Bu ikisi bütün kötülüklerin anası, bedenlerin fesadı ve
ruhların helakidir.
- Tabiatlar dışında her şey
değiştirilebilir. Kötü ahlak dışında her şey düzeltilebilir. Kaza dışında her
şey savılabilir.
- Nefsin cehalet ve ahmaklığı,
bedenin açlık ve susuzluğu gibidir. Çünkü bu ikisi nefsin boşluğu, öbür ikisi
de bedenin boşluğudur.
- Sema ve arz ehli nezdinde en güzel
şey, cemaat içinde adalet, hikmet ve hakla konuşan sâdık dildir.
- Delil bakımından en zayıf insan,
delilinin çürüklüğüne bizzat kendi tanık olandır.
- Dinini, selamet, rahmet ve eziyet
etmeme ilkelerine dayandıran kimse Allah'ın dinine yaslanmıştır. O'nun düşmanı
bile hüccetinin başarısına tanıklık eder. Dini helak etmek ve katılık olan
kimsenin dini de şeytanın dinidir. Hüccetinin çürüklüğüne kendisi tanıktır.
- Hükümdarlar üç şey dışında her
şeye tahammül edebilirler: Hükümranlık konusunda eleştiri, sırrı yayma ve
harîm-i ismetine tecavüz.
- Ey insan! Acıktığında
zırlayan bir çocuk, doyduğunda azıtan bir köle ve söz sahibi olduğunda haddi
aşan bir cahil gibi olma.
- Dosta da, düşmana da
hayırhâhhkla muamele et. Dostuna böyle yapman senin ona karşı vazifendir.
Düşmana gelince kendisine böyle davrandığını görünce seni büyük bilir ve haset
eder. Aklı sağlıklı ise senden çekinir ve sana danışır.
- Cömertlik huyunun kamu, zorluk anında
hoşgörmek, vera' huyunun kanıtı azgınlık anında doğru davranmak ve hilm
huyunun kanıtı da öfke anında affetmektir.
- İnsanların kendisini sevmesini,
yardımcı olmasını ve hakkında güzel konuşmasını isteyen kimse onlara aynı
şekilde davranmalıdır.
- Hiç kimse hayır ve hikmetin
tamamını eline geçiremez. Kendisini de bütün kusurlardan kurtaramaz. Ancak şu
üçüne sahip olan bunun dışındadır: Vezir, velî ve dost. Veziri aklı, velîsi
İffeti ve dostu salih amelidir.
- Her insan bîr avuç toprağı ıslah
etmekle görevlidir. Bu miktarı ıslah ettiğinde bütün işleri salâh bulur. Onu
yitirdiğinde ise herşeyini yitirir. O toprak, kendisidir.
- İffeti kâmil olmayan kimse aklının
kemâlinden dolayı övülmez. Aklı kâmil olmayan kimse de ilminin kemâlinden
dolayı övülmez.
- Alimlerin en faziletli amelleri
arasında şu üçü de vardır: Düşmanı dosta, cahili âlime ve ahlaksızı ahlaklıya
çevirmeleri.
- Salih o kimsedir ki onun
hayrı herkes için hayır olup herkesin hayrını da kendisi için hayır sayar.
- Cehalete düşman olmadıkça
hikmet, zulmeti silip atmadıkça nur, çirkin kokulan gidermedikçe güzel koku,
yalanı silip atmadıkça doğruluk, azmışa karşı çıkmadıkça salâh olmaz.
Bunlar, Sâbiî fırkaları arasında yer
alırlar. Sabitler ile Hanîfler arasındaki münazaraları aktarırken fikirlerine
de ana hatlarıyla değinmiştik. Burada ise daha ayrıntılı olarak ele alacağız.
Biliniz kİ ruhanîlere inananlar,
insan için bir aracı bulunması ve bu aracının görünen, yaklaşılan, kendisine
yönelinen ve yararlanılan olması gerektiğini anladıklarında heykeller olarak
bilinen yedi gezegene sarıldılar. Önce bunların gökyüzünde bulundukları
yerleri, yükselip alçaldıkları noktaları, arkasından da doğdukları ve
battıkları yerleri tespit ettiler. Sonra bu gezegenlerin tabiatlarına bağlı
olarak uygun veya ters düşme biçimleriyle ilgili bağlantıları ortaya
çıkardılar. Dördüncü olarak bunların konumlarından hareketle günleri, geceleri
ve saatleri taksim ettiler. Beşinci olarak da yine bunların hareketlerine
dayanarak suret, şahıs, bölge ve mevkilerin durumlarım tahül ettiler.
Bu meyanda vefkler hazırlayıp evrâd
ve dualar öğrendiler. Bu gezegenler için belli günler, örneğin Zuhal için
Cumartesi gününü tahsis ettiler. Cumartesi gününün ilk saatlerine itina
gösterip bu gezegenin suret, şekil ve yaratılışını temsil eden muskalarını
takındılar. O gün bu gezegene özgü elbiseler giyip ona özgü kokular süründüler.
Onun için hazırlanmış duaları okuyup İsteklerini ondan niyaz ettiler. Bu
gezegenden niyaz edilen belli hacetler vardır. Bu hacetler, ona özgü fiil ve
eserlerden çıkartılmıştır. İnançlarına göre Zuhal onların bu hacetlerini
giderir ve arzularının bir çoğunu gerçekleştirir. Aynı şekilde Müşteri gezegenine
mahsus hacetler de ona özgü gün ve saatte dile getirilir. Bu şekilde her
gezegen İçin belirlenmiş hacetler vardır. Bu İnsanlar, söz konusu yedi
gezegeni Rab-İlah, Allah Teâlâ'yı ise Rablerin Rabbi (Rabbu'l-erbâb) ve
İlahların İlahı (İla-hu'1-âlİhe) olarak İsimlendİrirlerdi. Bazıları ise Güneş'i
Rablerin Rabbi (Rabbu'l-erbâb) ve İlahların İlahı (İlahu'l-âlihe) olarak
görürlerdi.
Gök cisimlerine, ruhanîlere
taptıkları gibi taparken ruhanîlere de Allah Teâlâ'ya taptıkları gibi
taparlardı. İnançlarına göre bu cisimler, ruhanîlerin bedenleriydi. Bunların
ruhanîler için konumu, bedenlerimizin ruhlarımıza olan konumları gibiydi.
Onlara göre bu gezegenler ruhanîlerin hayatları ile hayat sahipleriydi. Kendi
bedenlerimizde nasıl tasarrufta bulunuyorsak, ruhanîler de kendileri için beden
konumunda olan bu gezegenler üzerinde aynı şekilde tedbîr ve tasarrufta
bulunurlardı. Hiç şüphesiz bir maddî varlığa yakın olan kimse, onun ruhuna da
yakınlaşmış olurdu.
Bu inancı benimseyenler zaman içinde
gezegenlerin hareketlerine bağlı olarak sayısız tuhaflık ürettiler. Büyü
kitaplarında zikredilen tılsımlar, kehânetler, burçlar, vefkler, muskalar,
suretler ve benzeri unsurların hemen tamamı bunlar tarafından ihdas edilmiş
bilgilerdir.
Bunlar şöyle der: Allah Teâlâ'ya
yakın durmak ve O'nun şefaatine nail olabilmek için kendisine tevessülde
bulunulan bir aracı gereklidir. Ne var ki asıl aracılar konumunda bulunan
ruhanîler de insanlar tarafından görülmemekte ve kendileriyle
konuşulmamaktadır. Bu durumda onları temsil eden gezegenlere yönelmek mümkün
olabilir. Ama bu gezegenler de günün bir kısmında görünüp bir kısmında gözden
kaybolmaktadırlar. Çünkü gün ışıdığında batmakta, karanlık çöktüğünde
doğmaktadırlar. Dolayısıyla insanların bunlara yönelİp tâatte bulunmaları tam
ve verimli olmamaktadır. Şu halde insanların devamlı görebilecekleri, her an
gözlerinin önünde dikili duran suret ve putlara ihtiyaç vardır. İnsanlar,
bunlara yÖnelip istedikleri her an dua edebilir ve bunların temsil ettikleri
ruhanîler vasıtasıyla da Allah Teâlâ'ya yakınlaşabilirler. Bu inançta olanların
genel ifadeleri de şudur: "Biz onlara 'Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye'
kulluk ederiz." (Zümer, 39/3)
Bu inancı paylaşanlar da yedi
gezegene tapanlar gibi elle tutulup gözle görülür putlar edinmişlerdir. Bu
putların her bîri belli bir gezegeni temsil eder. O putta söz konusu gezegenin
cevherinin bulunmasına dikkat ederler. Bu cevher ile kasdettiğİmiz, demir vb.
onun ham maddesidir. Yapılan put, o gezegenden sâdır olan fiilleri temsil
edecek tarzda şekillendirilir. Bunda da zaman, saat, derece ve dakikayı bile
gözeterek puta yöneltilen taleplerin karşılanmasında başarıya ulaşabilmek için
gereken her tür özeni gösterirler. Putlara, onlar için belirlenmiş gün ve
saatte kulluk eder, ona özgü kokuları sürünür, vefkini kuşanır, elbisesini
giyer, duasını terennüm eder, okumasını yapar ve belli hacetlerini dile
getirirler. İddialarına göre putların bu hacetleri gidermesi, söz konusu
şartların tamamının yerine getirilmesine bağlıdır. Kuran, gerek gezegenlere,
gerek putlara tapanların ana özelliklerini bu şekilde nakletmİştir.
Ashâb-ı Heyâkİl olarak bilinenler,
gezegenlere tapanlardır. Çünkü onların ulûhiyetlerİni iddia etmişlerdir.
Ashâb-ı Eşhas ise puta tapanlardır. Zira onlar da bu putları, semavî ilahların
sembolleri olarak tanrı bilmişler; "Bunlar bizim Allah katında
şefaatçilerimizde." (Yûnus, 10/18) demişlerdir.
İbrahim Peygamber (aleyhisselâm) her
iki toplulukla da münazarada bulunmuş ve iddialarının geçersizliğini açıkça
ortaya koymuştur.
Hz. İbrahim (aleyhisseüm) önce puta
tapanlarla mücâdele etmiş ve inançlarını temelinden sarsmıştır. Bu husus
KuPan'da ayrıntılı olarak açıklanmaktadır: "İşte bu kavmi karşısında
İbrahim'e verdiğimiz açık bir hüccetti. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz.
Muhakkak Rabbin Hakim, Alîm'dir." (Yûnus, 10/18) Onların iddialarını
geçersiz kılan bu hüccet şuydu: "Kendi oyduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?!
Oysa sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah'tır." (Bn'âm, 6/83)
İbrahim Peygamber'in (aleyhisselâm)
babası Âzer, kendi halkı içinde put imalatını, yaptığı putların yıldızlarla
İlişkilerini en iyi bilen kimse olduğu için insanlar putlarını ondan satın
alır, başkasına gitmezlerdi. Bu yüzden en güçlü delil ve ilzam ona karşı
gerçekleştirildi. İbrahim Peygamber (aleyhisselâm) babası Azer'e şöyle
demişti: "Putları mı İlah ediniyorsun? Senİ ve kavmini açık bir sapmışlık
içinde görüyorum." (Sâffât, 37/95) "Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve
sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 19/42)
Semavî cisimleri temsil edecek türden putlar yapabilmek için sahip olduğun
bütün bilgi birikimini ve elinden gelen her türlü çabayı sarfettin. Ama gerek
ilmî gerek amelî gücün bu putlara işitme ve görme kabilinden en temel iki
duyuyu kazandırmayı başaramadığı gibi yarar veya zarar verme kuvvetini de
onlara kazandıramadı. Fıtrat ve yaratılışın bakımından bu putlardan kat kat
üstünsün. Çünkü sen, işiten, gören, yarar ve zarar verebilen bir varlık olarak
yaratıldın. Sendeki semavî tesirler, şu el işi putlardakinden çok daha fazla ve
açıktır. Yapan çok daha üstünken, onun elleriyle yapılan bir şey onun rabbi
olabilir mir "Babacığım! Şeytana uyma! O, Rahmân'a isyan etmiştir.
Babacığım! Rahman tarafından sana bir azap ulaşmasından endişe ediyorum."
(Meryem, 19/43-44)
Ardından da babasını Hanîf dine
davet ederek şöyle demiştir: "Babacığım! Bana, sana gelmemiş olan bir ilim
geldi. Bana uy ki seni dosdoğru bir yola ileteyim." (Meryem, 19/43)
Babası şöyle karşılık verdi: "Ey ibrahim! Yoksa benim ilahlarıma yüz mü
çeviriyorsun?" (Meryem, 19/45) Sözlü hüccet babası nezdinde kabul
görmeyince hakikati putları kırarak göstermek istedi ve "En büyükleri
dışında bütün putları parçaladı." (Enbiya, 21/58) "İlahlarımıza bunu
kim yaptı? diye sordular. O da, 'Hiç kimse değil, şu büyükleri yapmıştır. Eğer
konuşabilirlerse kendilerine sorun!' dedi. Bunun üzerine kendi aralarında
konuşarak 'Muhakkak siz haksızlık yapıyorsunuz1 dediler. Sonra başlarını
çevirip 'Bilirsin ki onlar konuşamaz' dediler." (Enbiya, 21/59-65) İbrahim
Peygamber (aleyhisselâm) küçük putları kırma suçunu büyük putun üzerine atarak
babasının kavmini susturmayı başarmıştı. Ancak bu, onları belli bir konuya İkna
edebilmek içindi. Yoksa İbrahim (aleyhisselâm) yalancı olduğu için böyle
söylemiş değildi.
Daha sonra gezegenlere tapanların
inançlarının geçersizliğini ortaya koydu. Allah Teâlâ kavmi karşısında
dayanacağı hücceti ona göstermişti: "Yakın sahiplerinden olması için
göklerin ve yerin melekûtunu İbrahim'e işte böyle gösteririz." (En'âm,
6/75) Allah Teâlâ ona her iki âlemin melekûtu-nu da göstermek suretiyle hem
ruhanîler, hem de inandıkları gezegenlerin üstüne çıkarmış ve Haniflerin yolunu
Sâbiîlerin yoluna tercih ederek gerçek kemâlin insanlara mahsus olduğunu
takrir etmiştir.
İbrahim (aleyhisselâm)'a gezegenlere
tapanların inançlarının geçersiz olduğunun gösterilmesi için şu süreç yaş
atılmıştır: "Karanlık çökünce ışık saçan bir gezegen gördü ve 'İşte
Rabbim' dedi." (En'âm, 6/76) Bu ifade, puta tapanların tutarsızlığını
göstermek için söylediği "Şu büvükleri yapmıştır" (Enbiya, 21/63)
ifadesine benziyordu. Yoksa o, ne orada yalancılık etmiş, ne de burada şirke
düşmüştü.
ibrahim (aleyhisselâm) o gezegenin
-sözde- Rabbi olduğunu ilan ettikten sonra, onun batıp gitmesini, değişmesini
ve yer değiştirmesini Rab olmak için uygun olmadığı tezine delil olarak ortaya
koymuştur. Çünkü Kadîm İlah değişmezdir. Değişen her varlık, bir değiştirene
ihtiyaç duyar. Eğer bir gezegenin Kadîm İlah ve Kadîm Rab olduğuna, bir aracı,
şefaatçi, kıble ve vesile olduğuna İnanıyorsanız şunu bilin ki batması ve yer
değiştirmesi onu koyduğunuz kemâl mertebesinden çıkarır. Bu meyanda sonradan
olma (hudûs) bakımından batıştan daha kuvvetli olmasına rağmen doğuşu bir delil
olarak kullanmadı. Çünkü onları puta tapmaya yönelten, gezegenlerin batışından
dolayı duydukları şaşkınlık idi. İbrahim (aleyhisselâm) gezegenlere tapanların
bu zayıf noktasından hareket etmiş ve onları kendi itiraflarıyla mahkum
etmiştir ki bu delillendirmenin en güçlü halidir.
"Ayın parladığını görünce 'İşte
bu Rabbimdir' dedi. O da battığında 'Eğer Rabbim bana yol göstermemiş olsaydı
ben de sapmış kavimden olacaktım' dedi." (En'âm, 6/77) Rabbİni tanımayan
biti nasıl olur da "Eğer Rabbim bana yol göstermemiş olsaydı ben de
sapmış kavimden olacaktım" diyebilir?! Hidâyet ve yol göstermenin ancak
Rab Teâlâ'dan geldiğine inanmak tevhidin zirvesi ve bilginin varabileceği son
noktadır. İşin sonuna zâten varmış olan biri, nasıl başında görülebilir?
Bütün bunları Kaf dağının ardına
atıp ayın on dördü gibi apaçık olan gerçeğe bakalım. Karşıdakini ilzam edecek
biçimde ifade uygunluğu beyan etmek, hüccetlerin en güçlülerinden biridir.
İbrahim (aleyhisselâm), işte bu bağlamda "Güneşin parladığını görünce
'İşte Rabbİm! Bu hepsinden büyük' dedi." (En'âm, 6/78) Çünkü İbrahim
(aleyhisselâm), kavminin güneşi Rablerin Rabbi ve Kâinatın Sahibi olarak
bildiklerini iyi biliyordu. Kavmi, güneşin en büyük tanrı olduğuna, her şeyi ona
borçlu olduklarına inanıyordu. "O da batınca şöyle dedi: 'Ey halkım! Ben,
sizin şirk koştuklarınızdan beriyim. Ben hanîf biri olarak yüzümü gökleri ve
yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim1 dedi." (En'âm, 6/79)
Bu sözleriyle Hamfîerin yolunu
onaylayıp Sâbiîlerin tuttukları çarpık yolların tutarsızlığını ortaya koymuş,
fıtratın ve temizliğin Haniflİkte olduğunu, tevhid şehâdetinin de bununla
sınırlı olduğunu vazetmiş oldu. Kurtuluş ve İlahî rızaya muvafakat ancak ona
sarılmakla mümkün olabilirdi. Bütün şeriat ve hükümler de onun yol ve
yöntemlerinden İbaretti. Gelmiş geçmiş bütün resul ve nebiler bu yolu takrir ve
takdir etmek için gönderilmişlerdi. Başlangıç ve son, ilk durum ve kemâl de
onun elde edilmesine bağlıydı. "İşte dosdoğru din!" (Rum, 30/30)
Dosdoğru yol, en açık güzergâh ve en kesin çizgi buydu. Allah Teâlâ son
Peygamberi'ne de (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu: "Hanîf
olarak yüzünü Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine çevir! Zira Allah'ın
yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat İnsanların çoğu
bilmezler. Allah'a yönelerek O'na karşı gelmekten sakınınız, namaz
kılınız, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan müşriklerden
olmayınız ki, her fırka da kendindeki ile sevinir." (Rum, 30/30-32)
Sâbiîler'den bir cemaattir.
Bunlara göre tapılmaya lâyık olan
yaratıcı, hem bir hem çoktur. Bir olması zâtı bakımındandır. O İlk, asıl ve
ezeldir. Çok olması ise gözle görülen maddî varlıklara bölünmesidir. Bu
varlıklar tedbir sahibi yedi gezegen ve yeryüzündeki ilim, fazilet ve hayır
sahibi şahıslardır. O, bunlarda tezahür eder ve varlıklarında müşahhas hale
gelir. Buna rağmen zâtındaki birlik son bulmaz.
İddialarına göre o, göğü ve içindeki
cisim ve gezegenleri yaratarak bu âlemin müdebbirleri kılmıştır. Onlar baba,
unsurlar anne, mürekkepler de çocuklar (mevâlîd) hükmündedir. Babalar yaşar ve
konuşur, eserlerini unsurlara aktarırlar. Anne konumundaki unsurlar bunları
rahimlerine alırlar ve bundan da çocuklar doğar. Bu çocuklar arasında terkibi
bulanık olmayıp duru ve mizaç bakımından kemâl sahibi olanlar çıkar bütün kâinat
içinde ilah bunlarla müşahhas olur.
Sonra küllî varlığın tabiatı
insanlarla mamur olan her bölgede 36425 senede bir yeniden var olur. Canlı
cinslerinin her nevinden bîr erkek ve bir dişi yaratılır. Bu türler anılan
zaman süresince yaşayıp çoğalmaya devam ederler. Bu süre dolduğunda bütün
türlerin üreme ve çoğalması son bularak yeni bir dönem başlar. Bu dönemde de
yeni insan, hayvan ve bitkiler ortaya çıkar. Bu, sonsuza kadar böyle sürüp
gider. Onlara göre peygamberler tarafından dile getirilen kıyamet de budur.
Yoksa bu dünya dışında başka bir dünya olmayacaktır. "Bizi yok eden ancak
zamandır." (Câsiye/24) Onlara göre ölülerin diriltilmesi ve kabirlerinden
kaldırılması diye bir şey yoktur: "Yoksa size ölüp kemik ve toprak
olmanızdan sonra tekrar çıkarılacağınızı mı vaadediyor? Vaadedildiğiniz şey ne
kadar da uzak.' Ne kadar da uzak!" (Mü'minûn/35-36)
Kur'an bu insanları yukarıdaki
naslarla haber vermiştir.
Tenasüh ve Hulul fikirleri de bu
topluluktan çıkmıştır.
Tenasüh, devir ve döngünün sonsuza
dek tekrarlanması, her devirde, öncekinde olanlara benzer şeyleri vücudu
getirmesidir. Buna göre mükâfat da, ceza da bu dünyadadır. Bundan başka bir
dünya yoktur.
Şu an içinde bulunduğumuz ameller,
daha önceki dönemlerde yapmış olduğumuz amellerin karşılığından başka bir şey
değildir. Yaşadığımız huzur, mutluluk, refah ve rahatlık, daha önceki dönemlerde
yapmış olduğumuz iyiliklerin karşılığıdır. Hüzün, sıkıntı, darlık ve kaygılar
da daha önceki dönemlerde işlenen kötülüklerin karşılığıdır.
Bu fikre göre başta ne yapılırsa,
sonda da o görülür. Hikmet sahibi Tann'dan da bundan farklı bir şey beklenemez.
Hulul ise, daha Önce zikrettiğimiz
üzere bir cisimde müşahhas olma halidir. Bu hulul, Tanrı'nın zâtının bütünüyle
olabileceği gibi, zâtının cüzlerinden birinin hulul etmesi şeklinde de
olabilir. Bu, hulul edilen varlığın kemâliyle orantılıdır.
Bunlardan bir gruba göre Tanrı,
bütün semavî cisimlere hulul etmiştir ve Tanrı'nın onların üzerindeki fiilleri
birer birer görülebilir.
Yedi gezegen, tanrının yedi uzvu
gibidir. Bizim yedi uzvumuz da onun gezegenleri gibidir ki onlarda tezahür
ederek bizim dilimizle konuşur, kulağımızla İşitir, ellerimizle tutup bırakır,
ayaklarımızla gidip gelir. Kısaca bizim uzuvlarımızı kullanarak fiilde
bulunabilir.
Bunlara göre Allah Teâlâ kötülükleri,
çirkinlikleri, pislikleri, yılan ve akrepleri yaratmayacak kadar yücedir.
Bunlar gezegenlerin muduluk ve bedbahtlık ilişkilerinden, unsurların duruluk ve
bulanıklık bakımından bir araya gelmelerinden zorunlu olarak doğmuş
sonuçlardır. Huzur, mutluluk ve duruluk gerektiren her şey fıtratın hedefi
olarak Allah Teâlâ'ya nispet edilir. Sıkıntı, kötülük ve bulanıklık gerektiren
şeyler ise zarurî olarak gerçekleşmiş sayılıp O'na nispet edilmez. Bunlar ya
tamamen tesadüfi ve zarurî sonuçlar, ya da kötülüklerin kaynağına dayalıdırlar.
Hırnâniyye görüşlerini Gademon
(Agathadaimon), Hermes, A'yânâ ve Avazi isimli dört peygambere isnat
etmişlerdir.
Bazıları ise, fikirlerini Eflâtun'un
anne tarafından dedesi Atinalı Solon'a dayandırmışlardır. Onun peygamber olduğunu
düşünürler. İddialarına göre Avazi soğan pırasa ve bakla yemelerini
yasaklamıştır.
Sâbiîlerin hepsi de üç vakit namaz
kılar, cünüplükteıı ve Ölülere temas etmekten dolayı gusül abdesti alırlardı.
Deve, domuz ve köpek eti yemeyi haram sayarlardı. Kuşlardan da pençeli olanları
ve güvercini yemezlerdi. Alkollü içkiden ve sünnet olmaktan men edilmişlerdi.
Veli ve şahitlerin huzurunda evlenir, ancak hakim huzurunda boşanırlar, birden
fazla hanımla evlenmezlerdi.
Sâbiîler tarafından aklî ruhanî
cevherlerin isimlerine ve semavi gezegenlerin şekillerine göre inşa edilmiş
mabetler şunlardır:
İllet-İ Ula mabedi, Akıl mabedi,
Siyaset mabedi, Suret mabedi ve Nefs mabedi. Bunlar daire şeklindedir.
Gezegenler için belirlenen mabet şekilleri ise şöyledir:
Zuhal mabedi altıgen, Müşteri mabedi
üçgen, Merih mabedi dikdörtgen, Güneş mabedi kare, Zühre mabedi kare içinde
üçgen, Utarit mabedi içinde dikdörtgen bulunan bir üçgen ve Ay mabedi
sekizgendir.
'Felsefe' Grek dilinde 'hikmet
sevgisi' anlamına gelir. Feylesof ise 'FilosofiVdır. 'Filo' seven anlamındadır.
'Sofıa' ise hikmet manlsına gelir. Buna göre Feylesof, 'hikmeti seven kişi'
demektir.
Hikmet, kavlî ve fiilî olmak üzere
iki kısma ayrılır.
Kavlî hikmet aynı zamanda aklîdir ve
şöyle tanımlanır: Akıl sahibi kimsenin tarif (had) veya onunla aynı mecrada
olan resm ile, burhan ve onunla aynı hükümde olan istikra ile aklettiği ve
bunların ifade etmek için kullandığı şeylerin tamamına denir.
Fiilî hikmet ise, hikmet sahibinin
kemâl gayesiyle yaptığı fiillerin tamamına verilen addır.
Ezelî olan İlk, bizatihi gaye ve
kemâl olduğu için Zâtı'ndan başka bir gayeye yönelik olan hiçbir fiilde
bulunmaz. Aksi takdirde gaye ve kemâl O'nu yönlendiren, ilk de yönlendirilen
olur ki bu imkânsızdır.
Fiillerindeki hikmet, Zâtı'nın
kemâline bağlı olarak vuku bulmuştur. Hikmetteki mutlak kemâl de budur. O'nun
dışındaki varlıkların fiillerinde ise istenen kemâle ulaşma maksadıyla varolan
aracılar söz konusudur. Bİzİm fiillerimiz için de aynı durum geçerlidir.
Filozoflar, kavlî/aklî hikmet
üzerinde sayılamayacak kadar fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Geç dönem
filozofları birçok meselede ilk filozoflara muhalefet etmişlerdir. İlk dönem
filozoflarının ele aldıkları konular tabîİyât ve ilahiyat ile sınırlıydı.
Bunlar da genel olarak Allah Teâlâ ve âlem üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Ardından
da buna riyaziyatı ilâve etmişlerdi.
Filozoflara göre İlim üç kısma
ayrılırdı:
a- TSIe' ilmi (İlm-i Mâ),
b- 'Nasıl' ilmi {İlm-i Keyf),
c- 'Kaç1 ilmi (İlm-i Kem). Eşyanın mahiyetlerinin
öğrenildiği ilim, ilm-i ilâhîdir. Eşyanın keyfiyetlerinin öğrenildiği İlim,
ilm-i tabiidir. Eşyanın niceliğinin öğrenildiği ilim ise ilm-i riyazidir. Söz
konusu niceliğin maddeden mücerret olması veya maddeyle karışık olması bu
tanımı değiştirmez. Bilâhare Aristo mantık ilmini ortaya koymuş ve onu
Öğretiler (Talimler) olarak adlandırmıştır. Aristo, bu ilmi önceki filozofların
sözlerinden ayırıp tecrid etmiştir. Ama hikmet ilmini, mantık ilminin
kanunlarından tamamen soyutlamak mümkün değildir. Aristo'ya göre mantık,
ilimler tasnifinde sayılmasa da, ilimlerin aleti durumundadır. O bu mevzuda
şöyle demiştir:
İlm-i ilâhînin konusu, mutlak
varlıktır. Meseleleri (mesâil), varlığın varlık olması itibarıyla ahvalini araştırmaktır.
Ilm-i Tabîînin konusu cisimdir.
Meseleleri İse, cismin cisim olması itibarıyla ahvalini incelemektir.
İlm-i Riyazinin konusu, boyutlar ve
miktarlardır. Genel olarak maddeden soyutlanmış niceliklerdir. Meseleleri,
niceliğin nicelik olması itibarıyla ahvâlini incelemektir.
İlm-İ Mantığın konusu, başka
ilimlere aracı olması bakımından insan zihninde tasavvur edilen mânalardır.
Meseleleri ise, söz konusu mânaların ahvâlinin bu özellikleri İtibarıyla
araştırılmasıdır.
Filozoflar derler ki: Mutluluk,
bizatihi İstenen bir hâl olduğu için İnsanoğlu onu elde etmek ve ona ulaşmak
için çabalar. Mutluluk ise, ancak hikmet ile elde edilebilir. Hikmet, ya
uygulama, ya da sırf öğrenme maksadıyla talep edilir. Böylece hikmet ikiye
ayrılmıştır: a. Amelî, b. İlmî.
Bazı filozoflar Amelî Hikmeti İlmî
Hikmetten üstün tutmuşken bazıları da aksini ileri sürmüştür. Amelî Hikmet,
hayırlı amel yapmak, İlmî Hikmet ise Hakkı bilmektir. Filozofların ifadesine
göre hikmetin her ikİ türüne de kâmil akıl ve tercih edilen görüş ile
ulaşılabilir. Şu var ki Amelî Hikmet alanında bunlardan istifad; diğerine göre
daha fazladır. Peygamberlere (aleyhissdlm) aslen amelî hiknet, kısmen de ilmî
hikmet hususunda birçok ruhanî destekte buhmulrr-istur. Hikmet ehli de, genelde
ilmî hikmet, kısmen de amelî hikmet hasmından birçok aklî destekle I
karşılaşmışlardır. Hakîm'in gayesi; bütün evinin aklında tecellî etmesi ve
olabildiği ölçüde Hak İlah'a benzemeye çakmaktır. Nebînin gayesi ise, evrene
yön veren düzenin kendisine tecellî e nesi suretiyle insanların maslahatlarını
tesis etme gücüne ulaşmaktır. Or ann amacı, âlemin nizamının devamlı olması ve
kulların maslahatlarının nizâmıdır. Bu da ancak korkutma ve özendirme,
şekillendirme ve haya ettirme yoluyla gerçekleşir.
Şeriat ve din ehli vasıtasıyla gelen
bildirin tamamı, filozof olarak _ saydığımız kimselerde de
mukadderdir. Şo var ki ilimlerini doğrudan nübüvvet kandilinden alan kimseler,
tazım edilme konumuna ulaşmış ve bulundukları derecenin kemâline inanılır
oluştur.
Filozoflar şöyle tasnif edilebilir:
1- Hint bilgeleri ki Brahmanlardan oluşur ve esasen
nübüvvetle ilgili hususlara inanmazlar.
2- Arap bilgeleri ki küçük bir azınlıktır- Bunların
hikmetleri, tabiatlarından kaynaklanan ilhamlar ve hatırdan geçiveren dağınık
fikirlerden ibarettir. Bir kısmı Nübüvveti kabul eder.
3- Rum bilgeleri ki bunları; hikmetin remel direkleri
olan ilk bilgeler (Evâil), Meşşâîler, Revâkiyye ve Aristo taraftarlarından
oluşan geç dönen ı bilgeleri (Müteahhirûn) ve aynı zamanda Acem filozofları
olan Müslümai' filozoflar olmak üzere tasnif etmek mümkündür. Bilindiği üzere
İslân1 öncesi dönemde yaşamış Acem bilgelerinden felsefeye dair görüşler nakle
dilmemiştir. Bunların hikmetleri çoğunlukla kadîm din veya diğer dinlet dayanan
nübüvvet kökenli bilgilerdir.
Şu var ki Sâbiîler, bu hikmeti
saptım uslardır.
Kitabımızda Rum ve Grek kökenli ilk
dönem bilgelerinin mezhepler"'" ni, kitaplarında zikredilen
sıralamaya göre ele alacağız. Bunların ardında'1 da diğer bilgelerin
düşüncelerine yer vereceğiz.
Yalnız şu bilinmelidir ki felsefede
asıl, hikmette temel ilke Rumlara aittir. Diğerleri onların çoluk-çocuğu
konumundadır.
Bunlar Miletos, Sisam ve Atina
kökenli, hikmetin direkleri olan büyük bilgelerdir.
Yedi büyük bilgenin isimleri şunlardır:
Miletoslu Thales, Anaksago-ras, Anaksinıenes, Empedokles, Pitagoras, Sokrat ve
Eflatun.
Bunların ardından gelen bilgeler
kuşağında ise şu İsimler yer almaktadır: Plutarkhos, Hippokrates, Demokritos
ve diğer şair ve dinadamkn.
Bu bilgelerin felsefe alanında
söylediklerinin özü; Allah Teâlâ'nın birliği, bilgi bakımından bütün kâinatı
kuşatması, bunun nasıliığı âlemin vücuda gelişidir. Temel ilkeler nelerdir ve
kaçtır? Öldükten sonra dirilme ve ahiret nedir ve ne zaman gerçekleşecektir?
Bunlar Allah Teâlâ'ya nispet edilen hareket ve sükûn üzerinde de fikir
yürütmüşlerdir.
Geç dönem Müslüman filozoflar
bunları çok ender alıntı ve değinmeler dışında hemen tamamen gözardı etmiş,
düşüncelerine rastgeldiklerin-de de bunların asılsızlıklarına işaret ederek geçiştirmişlerdir.
Bu büyük bilgelerin görüşlerini
dikkatle takip edip gerekli tenkitlerde bulunduk. Bunlarla geç dönem bilgeleri
arasındaki fikir ayrılıklarını araştırıp değerlendirmeyi ise sizlere bırakmayı
uygun gördük.
Miletos'ta felsefeyle uğrasan ilk
İnsan odur. Şunları söylemiştir: Alemin bir yaratıcısı vardır, insan aklı,
mâhiyeti halamından O'nun sıfatlarını idrâk etmekten uzaktır. Akıl, ancak
O'nun eserlerini idrâk edebilir. Mâhiyeti gibi ismi de bilinmez. Bilinen tek
şey, fiilleri, yaratışı, ve eşyayı varedişidir. Ne O'nun Zât'ından, ne de kendi
zâtımızdan harekede ismini İdrâk edebiliriz.
Sonra şunu söylemiştir: Reddi mümkün
olmayan bir diğer husus da şudur ki yoktan yaratan (Mübdi'), hiçbir şey
yaratılmamışken vardı ve yaratmıştı. O, yarattıklarını zâtında herhangi bir
suret olmaksızın yoktan yaratmıştır. Çünkü yaratmadan önce sadece o vardı.
Sadece o varolduğu için, cihet söz konusu edilemez. Cihet olabilmesi için
onunla beraber bir suretin bulunması gereklidir. Ya da o varoluncaya kadar bir
yönün ve suret sahibinin bulunması gerekir. Oysa katıksız birlik (vahdet-i
hâlisa) ikisini de dışlamaktadır.
İbda, olmayan bir eseri varetmektir.
O, eser durumunda olanların müessiri olunca, tesir daha önceden varolan bir şeyden
kaynaklanmaz. Eşyanın yaratıcı müessiri, eserleri yaratmak için bir surete
İhtiyaç duymaz. Aksi halde onun yanında bir de suret bulunması ve ondan
bağımsız olması gerekecektir. Bu durumda o ve suretin varlığından söz edilir.
Halbuki daha önce de açıkladığımız gİbî yoktan yaratmaya başlamasından önce
sadece o vardır.
Onun yanında bir suretin bulunduğunu
varsayarsak, bu suretin dış mevcuda uygun olup olmaması gündeme geür. Eğer
suret uygun olursa, o zaman mevcudatın sayısınca çoğalmaları gerekirdi. Ve suretlerin
külliyâtı, onun külliyâtına, cüz'iyâtı da cüz'iyâtına mutabık olurdu. Onların
değişmesiyle değişir, çoğalmasıyla çoğalırdı. Halbuki yoktan yaratan açısından
bütün bunlar imkânsızdır. Zira bunlar, katıksız birliğe aykırıdır. Aralarında
mutabakat olmadığı takdirde ki doğrusu budur, o zaman ondan bir suret olmayıp
farklı bîr şey olur.
O yaratılışı şöyle açıklamıştır: O,
kendisinde bütün mevcudat ve malumatın suretlerinin bulunduğu ilk unsuru
yaratmıştır. Âleme çıkan her varlık, İlk unsurda bulunan suretine uygun olarak
varolmuştur. Bütün suretlerin yeri ve mevcudatın kaynağı o unsurun ta
kendisidir.
Akıl ve duyular aleminde algılanan
hiçbir varlık yoktur ki söz konusu ilk unsurda suret ve misâl olarak
bulunmasın.
Ona göre bu tür bir unsuru yaratmak,
ilk ve hak olan zâtın kemâlinin ifadesidir. Avamın onunla ilgili olarak
tasavvur ettikleri gibi suretler yani bilinenlerin suretleri onun zâtında
mevcut değildir. Çünkü vahdaniyet ve mâhiyet itibarıyla yarattıklarının
sıfatlarıyla tavsif edilmekten münezzehtir. İşin tuhaf tarafı Thales'in ilk
yaratılan şeyle ilgili düşüncesidir. Ona göre ilk yaratılan sudur. Bu meyanda
şöyle demiştir: Su, bütün suretler için uygundur. Gök, yer ve bu ikisi
arasındaki bütün cevherler sudan yaratılmıştır. Su, yaratılan her şeyin illeti
olduğu gibi cİsmanî unsurdan mürekkep olan şeylerin de illetidir. Ona göre
suyun katılaşıp tamamen donmasıyla yeryüzü oluşmuştur. Yine suyun çözülmesinden
hava oluşmuştur. Havanın saflaşmasından ateş, duman ve buharlardan da gök oluşmuştur.
Esirden meydana gelen alevden yıldızlar oluşmuştur. Bu yıldızlar, müsebbebin
sebebi etrafında dönüşü tarzında ona doğru şevkle dönmeye başlamışlardır. Ona
göre su eril, toprak dişildir ve bu ikisi aşağıdırlar. Ateş eril, hava dişildir
ve bu ikisi de yüksektirler.
İlk ve son, yani başlangıç ve kemâl
olan bu unsur, cisimlerin ve cirmle-rin unsuru olup basit ruhanîlerin unsuru
değildir. Bu unsurun duruluk ve bulanıklığı söz konusudur. Duruluğunda oluşan
şey cisim, bulanıklığında oluşan İse cirm olur. Cirm dağılırken cisim dağılmaz.
Cirm kesif ve açık, cisim latif ve kapalı (bâtm)dır. İkinci neş'ette cisim açık
olup cirm dağılacak, cisim latif ve zahir, cirm kesif ve dağılır olacaktır.
Thales şöyle derdi: Göğün üstünde
yaratılmış başka âlemler vardır. Ama mantık o nurları tavsif edemez. Akıl da
onları idrak etmekten uzaktır. Onlar keyfiyeti bilinmeyen bir unsurdan
yaratılmıştır. Onun nuru görünmez. Mantık, nefs ve tabiat o unsurun çok
altındadır. O, Önü ve sonu bakımından mutlak zaman (dehr-i mutlak)tır. Bütün akıl
ve nefsler onun özlemiyle yanıp tutuşur. O, sonsuz süreklilik, ebediyet, beka
olarak isimlendirdiğimiz şeydir.
Bütün bu ifade ve işaretle anlatmak
istediği, İlk yaratılanın su olduğudur. Su, ulvî varlıkların ilk temeli
(mebde) olmamasına karşın cismânî terkiplerin temelidir. İlk unsurun her surete
uygun, yani bütün suretlerin kaynağı olduğuna İnanınca cismânî âlemde bütün
suretlerin kabulüne yatkın ona denk bir misali olduğunu kabul etmiştir. Yaptığı
araştırmalar sonucunda hiçbir şeyin su kadar buna uygun olmadığını görmüş ve
mürekkebât arasında ilk yaratılanın su olduğu fikrine ulaşarak semavî ve arzî
bütün cisim ve ecrâmı ondan inşa etmiştir.
Tevrat'ın ilk sifrinde
(Tekvîn), yaratılışın temelinin Allah Teâlâ tarafından yaratılan bir
cevher olduğu söylenmiştir. Allah Teâlâ o cevhere heybet nazarıyla baktığında
eriyen bu cevher suya dönüşmüştür. Sonra sudan duman gibi bir buhar yükselmiş,
ondan gökyüzünü yaratmıştır. Suyun üzerinde, denizin üzerindeki gibi bir köpük
oluşmuş ve ondan da toprağı yaratmıştır. Daha sonra onu dağla
sabitleştİrmİştir. Bunları görünce Miletoslu Thales'İn fikirlerini bu nübüvvet
fenerinden almış olduğu gibi bir his uyanmaktadır.
Suretlerin kaynağı olarak isbât
ettiği ilk unsur fikri de ilahî kitaplarda zikredilen Levh-i Mahfuz'a çok
benzemektedir. Çünkü bütün bilgilerin hükümleri, bütün varlıkların suretleri ve
kâinatın haberleri oradadır.
Buradaki su, Arş'm üzerinde durduğu
bildirilen suya benzemektedir: "Arşı suyun üstündeydi." (Hûd, 11/7)
Anaksagoras da Miletosludur.
Allah'ın birliği konusunda Thales'le aynı görüşü paylaşmıştır. Ancak İlk temel
(mebde-i evvel) konusunda ondan ayrılmıştır. Ona göre mevcudatın temeli,
cüzleri benzeşen ilk cisimdir. Bu cüzler, duyular ve akıl tarafından idrâk edilemeyen
ve kavranamayan türden latîf bir yapıya sahiptir. Ulvî ve süflî âlemin tamamı
ondan oluşmuştur. Çünkü mürekkep varlıklardan önce basît varlıklar varolmuştur.
Farklı olanlar da aynı şekilde benzer olanlardan sonra ortaya çıkmışlardır.
Peki mürekkep varlıkların tamamı, unsurların karışım ve terkibinden oluşmamış
mıdır? Cüzleri bakımından benzeşen basît varlıklar değiller midir? Hayvan veya
bitki olsun, beslenen her canlı, benzeşen ve benzeşmeyen cüzlerden besleniyor
değil midir? Gıdalarının hepsi de midede toplanmakta ve benzeşerek damarlarda
dolaşarak kan, et ve kemiğe dönüşüyor değil midir?
Anlatıldığına göre mebde-i evvelin
akl-ı fa'al olduğu noktasında diğer bilgelerle aynı görüştedir. Ancak ilk olan
Hak Teâlâ'nın hareketsiz ve sakin olduğu görüşüyle onlardan ayrılmıştır. Hak
Teâlâ'nın hareket ve sükûnuyla ilgili tartışmaları ve filozofların bu konudaki
görüşlerini ileride ele alacağız.
Porphirios ondan şu görüşü
nakletmiştir: Eşyanın aslı, tek bir cisim olup küllün mevzuudur ve sonsuzdur.
Ancak bu cismin ne olduğunu açıklamadık. O unsurlardan biri midir, yoksa
onların dışında mıdır? Ona göre bütün cisimler, cismini kuvvetler, bütün tür ve
sınıflar ondan çıkar. Kümün (potansiyel varlık) ve zuhur fikrini ilk ortaya
atan odur. Ona göre eşyanın tamamı ilk cisimde kâmin yani yerleşiktir. Varolma
yani vücûd, onların bu cisimden tür, sınıf, miktar, sekil, yoğunluk ve görünüm
olarak çıkmasıdır. Bunu, başağın bir tohumdan çıkışına benzetmek mümkündür.
Küçük bir çekirdekten hurma çıkması da buna benzer. Kâmil insan, bayağı bir
nutfeden çıkan bir surettir. Yumurtadan çıkan kuş da buna benzer. Bu örneklerin
hepsinde de kûmundan zuhur etme, kuvveden fiil, madde İstidadından suret
seviyesine çıkma söz konusudur. Yoktan yaratma birdir. Ona göre bu ilk cisim dışında
başka hiçbir şey yoktur.
Ondan nakledilen bir diğer görüş de
şudur: Eşya, ilk halinde sükûn İçindeydi. Sonra akıl gelip onları en güzel
biçimde sıralayarak yüksekten aşağı doğru yerleştirdi. Sonra hareketli ve sakin
olanları, sonra da düz ve dairesel olanları yerlerine yerleştirdi. Dairesel
hareketle dönen felekleri, düz hareket eden unsurları yerlerine yerleştirdi.
Bütün bu eşya, yapılan bu tertip ve düzenleme ile ilk cisimde varolan
mevcudatın açığa çıkarılmış halleridir.
Ona göre tertibi gerçekleştiren
tabiattır. Kimi zaman Allah Teâlâ olduğunu da söylemiştir. Her şeyin başı
mebde-i evvel olan bu cisim olduğuna göre dönüş de (me'âd) ona olacaktır. İlk
doğuş zuhur olduğuna göre ikinci doğuş kümün olmalıdır. Bu görüş, suretlerde
hudûs eden ilk heyula fikrinde olanlara yakın bir görüştür. Ancak o, cüzleri
bakımından benzeşen sonsuz bir cismin fiilî varlığım isbât etmiştir. Oysa ilk
heyula fikrini savunanlar, bu tür fiilî bir cismin varlığını kabul
etmemektedirler. Geç dönem filozofları (müteahhirûn) da semavî veya unsurî bir
suret belirlenmemiş mutlak bir cismin varolduğu fikrinde ona karşı
çıkmışlardır. Bu cisme sonsuzluk izafe etmesini de reddetmişlerdir. Kümün ve
zuhur fikrine, eşyanın tertibine ve bu tertibi yapanın belirlenmesi düşüncesine
de karşı çıkmışlardır. Görüşü, Thales'in görüşlerinin devamı hükmündedir. Çünkü
ikisi de Miletoslu olup ilk unsuru İsbât noktasında benzer bîr fikre sahiptirler.
İkisine göre de suretler bu ilk unsurda (unsur-i evvel) tezahür ederler, ilk
cisim ve mevcudat da onda yerleşiktirler (kâmin).
Aristo ise ondan şunu nakletmiştir:
Eşyanın kendi oluşumunu borçlu olduğu cisim, çokluğu kabul etmez. Ona göre bu
görüş, çokluğun Allah Teâlâ tarafından geldiğini imâ etmektedir.
Miletoslu bir bilge olup halkı
arasında hikmet ve iyiliğiyle anılan bir şahsiyettir. Anaksimenes şöyle
demiştir: Allah Teâlâ ezelîdir. O'nun için ne ilk, ne de son vardır.
O, eşyanın temeli olup başlangıcı
yoktur. Yarattıkları tarafından sırf O olarak idrak edilebilir. O'na
benzetilebilecek bir mâhiyet yoktur. Her türlü mâhiyet O'nun tarafından
yaratılmıştır. O, sayısal olmayan bir teklikle tektir. Çünkü sayısal teklik
çoğalabilir. O ise asla çoğalmaz. Yaratılan her şeyin sureti, yaratma sınırında
zuhur etmiştir. Her şeyin sureti de O'nun İlk ilminde mevcuttur. Katındaki
suretler sayısızdır.
Anaksimenes şöyle demiştir: Allah
Teâlâ hakkında şu iki sözden sadece biri caizdir: Ya ilminde varolanı
yaratmıştır diyebiliriz, ya da bilmediği şeyleri yaratmıştır diyebiliriz.
İkİncİsİ O'na yakışmayacak çirkinlikte bir sözdür. İlminde olanları yaratmıştır
dediğimizde ise bütün suretler O'nun ezeliyetine bağlı olarak ezelî olmaktadır.
O'nun zâtı, bilinenlerin çokluğundan dolayı çoğalmadığı gibi onların
değişmesiyle de değişmez. Allah Teâlâ vahdaniyetiyle unsurun suretini
yaratmıştır. Sonra yine O'nun yaratmasıyla bundan aklın sureti doğmuştur.
Unsur, suretlerin renklerini nur ve eserlerine göre akılda tertip etmiştir.
Bütün bu tabakalar, tek bir defada sayısız suret olmuştur. Tıpkı temiz bir
aynada zaman ve sıralama olmaksızın zuhur eden suretler gibi. Ancak heyula bir
defada kabule yatkın olmayıp zaman ve tertibe bağlı olarak kabulde bulunabilir.
Suretlerin ondaki hudüsu tertip üzeredir. Bu durum, âlemlerde bulunan tabakalar
miktarınca birbirini izleyerek sürmüştür. Sonunda hem heyuladaki suretlerin
nurları hem de heyula zayıflamış ve ne ruhanî, ne hayvanı, ne de nebati bir
nefsi kabul etmeyen kesîf bir surete dönüşmüştür.
Hayat ve duyuyu kabule yatkın olan
her şey, söz konusu nurların eserleri arasında sayılır.
Anaksimenes şöyle derdi: Bu âlem
yaşlanarak bozulma ve yok olmaya yönelir. Çünkü o, söz konusu âlemlerin en
altta ve en ağır olanıdır. Onun ilk unsura nisbeti, Özün kabuğa nisbeti
gibidir. Kabuk, belli bir zaman sonra atılır. Ona göre bu âlemin varlığını
devam ettirmesi en üstteki âlemin nuru sayesindedir. Aksi takdirde bir an bile
var olamazdı. Varlığının devamı, aklın onunla bağlantılı cüz'ünü, nefsin de ona
karışan kısmını saflaştırmasına kadardır. Her iki cüz de saflaşmca bu âlem
dağılacak, fesada uğrayacak ve karanlığa boğulacaktır, Kİrli ve habis neftler,
bu karanlıkta nursuz, ruhsuz, huzursuz, sükûnsuz ve ümitsiz bir halde
kalacaklardır.
Yine ondan nakledildiğine göre
yaratılan ilk varlık havadır. Âlemdeki bütün ulvî ve süfli varlıklar da ondan
oluşmuştur.
Anaksimenes şöyle demiştir: Mutlak
havanın temiz kısmından oluşan her şey Iatîf ve ruhanî olup asla yaşlanmaz ve
fesada uğramaz. Kİr ve pisük kabul etmez. Havanın bulanık kısmından oluşan
şeyler ise kesîf ve cismânî olup bir şekilde yaşlanır ve fesada uğrar. Kir ve
pisliğe yatkın olur. Havanın üstünde yer alan âlemler onun temiz kısmından
oluşan ruhani -yât âlemleridir. Havanın altındaki âlemler ise, onun bulanıklık
kısmından doğan cismâniyât âlemleridir. Cismânî âlem, pislik ve kirleri fazla
olan bir âlemdir. Bu pislikler, o âleme meyledenlere bulaşarak onların yükselmelerini
engeller. Bu âleme meyletmeydiler İse o pisliklerden kurtularak daha latif ve
mutluluğu daimî olan âlemlere doğru yükselirler. O, havayı cismânî âlemdeki
mevcudat için ilklerin İlki gördüğü gibi rûhânî âlemdeki mevcudat için de
unsuru ilklerin ilki görmüştür.
Anaksimenes, Thales'in birbirine
mukabil olarak unsur ve suyun varlığını kabul etmesi gibi aynı şekilde unsur ve
havanın varlığını birbirine mukabil olarak kabul etmiş ve unsuru ilk kalem
konumuna, aklı da suretlerin biçimlerini taşıyan Jevh konumuna
yerleştirmiştir. Mevcudatı da bu tertibe göre sıralamıştır. Anaksimenes de
hikmetini nübüvvet kandilinden almış, ancak bunları halkının fikirleriyle
karıştırmıştır.
Felsefe cemaatinin ileri gelenlerden
biri olup ilimlerde dikkatli nazarı, amellerde inceliğiyle tanınmıştır.
Empedokles Hz. Dâvud (aleyhisselâm) döneminde yaşamış ve onunla tanışarak ilimlerinden
istifade etmiştir. Lokman Hekim'le (aleyhisselâm) görüşüp ondan hikmet elde
ettiği de rivayet edilmiştir. Ardından kendi ülkesine dönerek halkına yararlı
olmuştur. Kendisi şöyle demiştir: Allah Teâlâ'nın hüviyeti ezelidir. O, mutlak
ilim ve mutlak irâdedir. O, cömertlik, izzet, kudret, adalet, hayır ve haktır.
Bu isimlerle anılan ayrı kuvvetler yokuır. Bilakis onlar O, O bunların hepsidir.
Mutlak anlamda yaratıcıdır. O, bir şeyden yaratmış veya başka bir şey onunla
beraber bulunmuş değildir. Bütün basît varlıkların ilki olan şeyi, yani ilk
unsuru yaratmış, ondan da diğer basit şeyleri yaratmıştır, Ardından da bu
basitlerden hareketle mürekkepleri yaratmıştır.
O, hem şey, hem de şey olmayanın
(lâşey'), aklî, fikrî veya vehmî olsun, hepsinin yaratıcısıdır. Yani o, aklî,
hayalî veya hissi olanların, uyumlu ve zıtların yaratıcısıdır. Yaratıcı,
suretleri müteakip bir irâde türüyle değil, sırf illet olan bir türle
yaratmıştır. O, ilim ve irâdedir. Yaratıcı, suretleri onlara illet olmak üzere
yaratmıştır. O, illet olup ma'lûl değildir. Aksi halde malûl İlletle beraber
olurdu. Bir ma'lûl illetle beraber olabilir demek caiz olunca ma'lûl, illetin
gayri olmaz. Ma'lûl, ma'lûl olması itibarıyla illetten daha önemli ve evlâ
olamaz. İllet de illet olması itibarıyla malûlden evlâ olamaz. Bu durumda
ma'lûl illetin altında ve sonrasında yeralmaktadır. İllet, bütün illetlerin,
yanı kendi altındaki bütün ma'lûllerin illetidir. Ma'lûl, hiçbir şekilde ve
hiçbir cihette illet ile birlikte olmaz. Aksi halde illet ve ma'lûl İsimleri
geçersiz olurdu. İlk ma'lûl unsurdur. İkinci ma'lûl, onun aracılığıyla akıldır.
Üçüncü ma'lûl İse o ikisinin aracılığıyla oluşan nefstİr. Bu üçü, İlk basitler
ve aracılardır. Bunlardan sonra gelenler mürekkebâttır.
Ona göre mantık, akılda bulunanı
ifade etmez. Çünkü akıl, basît olması itibarıyla mantıktan daha yücedir. Mantık
mürekkeptir. Mantık bölünürken, akıl bütünleşir, hadler koyar ve parçalara
ayrılanları toplar. Şu halde mantık Allah Teâlâ'yı ancak tek bir sıfatla
vasfedebilir ki o da şudur: Allah Teâlâ odur ve bu âlemlerden basît veya
mürekkep bir şey değildir. O, hem o, hem de şey olmayan (lâşey1) olduğu zaman
şey de, şey olmayan da yaratılmış olmaktadır.
Empedokles şunları da söylemiştir:
İlk Unsur, kendi altında olan aklın özü açısından basittir. O, mutlak basit,
yani illetin Özü bakımından mutlak bir değildir. Aklî veya hissî olarak
mürekkep olmayan hiçbir ma'lûl mevcut değildir. Unsur, kendi özü itibarıyla
sevgi ve galebe çalmadan mürekkeptir. Basît ruhani cevherler ve basît cismânî
cevherler bu ikisinden yaratılmıştır. Dolayısıyla sevgi ve galebe çalma unsurun
iki sıfatı ya da sureti olmuştur. Bu ikisi, bütün mevcudatın da temel ilkeleridir.
Ruhanîlerin tamamı katıksız sevgiyle, cismânîler de galebe çalmayla
yoğurulmuşfardır. Bunlardan mürekkep olanlar da sevgi ve galebe çalma
tabiatları, bunların birleşme ve çatışmaları üzere vücud bulmuşlardır.
Ruhanîlerin cismânîlerdeki miktarı da bunların mürekkebâtta bulunma oranlarına
göre belirlenir. Bu anlamda birleşenler birbirleriyle tür türe, sınıf sınıfa
olacak şekilde birleşmiştir. Zıtlar da birbirlerinden tür türden, sınıf
sınıftan olacak şekilde uzaklaşıp soğumuştur.
Sevgi ve kaynaşma bulunanlar
rûhâniyâttan, farklılık ve galebe bulunanlar cismâniyâttan sayılmıştır. Ancak
her ikisi de farklı oranlarla tek bir nefste bulunabilirler.
Empedokles, sevgiyi Müşteri ve
Zühre'ye, galebe çalmayı ise Zuhal ve Merih'e izafe etmiştir. Bunlar sanki
saadet ve bedbahtlıkla somutlaşmışlardır.
Empedokles'in sözlerinin başka bîr
bağlamı da vardır. Örneğin şöyle demektedir: Gelişme eğiliminde olan nefs
(nefs-i nâmiye) hayvani (behî-mî) nefsin, hayvani nefs, mantıkî nefsin, mantıkî
nefs de aklî nefsin kabuğu konumundadır. Her altta olan, üstte olanın kabuğu
hükmündedir. Üstte olan, onun özüdür. Kabuk ve öz kavramlarıyla muhtemelen
beden ve ruhu ifade etmektedir. Buna göre nefs-i nâmiye hayvanı nefsin bedeni,
o da onun ruhudur. Bu durum akla varıncaya kadar böyle sürmektedir.
İlk Unsur akılda kendinde bulunan
akli ruhanî suretleri, akıl da nefste Unsur'dan elde ettiklerini, küllî nefs de
külli tabiatta akıldan elde ettiklerini tasvîr ettiğinde tabiatta birbirine
benzemeyen kabuklar oluşmuştur. Bunlar, latif olan ruhanî akla da benzemeyen
kabuklardı. Akıl bunlara bakıp bedenlerdeki ruhları ve özleri görünce onlara
gözalıcı, değerli ve güzel suretler ihsan etti. Bunlar latîf ruhanî aklî
suretlere benzer nefslerin suretleriydi. Bunu yapmasının nedeni, bunların
onları idare edebilmesi, kabuklarla özleri ayrıştıracak şekilde üstlerinde
tasarrufta bulunabilmeleriydi. Böylelikle özleri kendi âlemine
yükseltebilecekti. Cüz'î nefsler, evin pencerelerine vuran güneş ışıkları
misali küllî nefsin parçalarıydı. Küllî tabiat ise nefs bakımından ma'lûldü.
Empedokles, cüz ile tabiatı birbirinden ayırmış ve cüz'ü ma'lûi olarak
görmemiştir.
Ona göre küllî nefsin özelliği
sevgidir. Çünkü o, akla ve onun güzelliğine baktığı zaman ona aşık olmuş,
âşığın maşuku için hissettiği duyguları hissederek ona yönelmek ve onunla
birleşmek istemiştir.
Küllî tabiatın özelliği ise galebedir.
Çünkü o birleştiği zaman nefs ve aklı idrak ederek onlara aşık olabileceği bir
göz ve basiretten mahrum kalmıştır. Aksine onlardan zıt güçler doğmuştur. Basît
varlıklarında ilke-lerdeki zıtlıklar, mürekkep varlıklarında mizacî, tabiî ve
hayvanı güçlerin zıtlıkları hakim olmuştur. Tabiî güçleri onların külliyâtının
malûlleri olmaları İtibarıyla illetten uzak kaldıkları için başkaldırmalardır.
Nefsânî cüzleri İse aldatıcı âlemlerine kanarak ona boyun eğmişlerdir. Bunlar
güzel yemekler yeme, tatlı içkiler içme, gösterişli giyinme ve zevk dolu
birliktelikler kurma gibi fiziksel zevklere yönelerek aslında tabiatlarında
bulunan aklî ve ruhanî kemâl, güzellik ve gozalıcılığı unutmuşlardır. Küllî
nefs onların İsyan ve gururlarını görünce üstlerine kendi cüzlerinden birini
indirmiştir ki o, hayvani ve nebatî nefslerden daha arı, daha değerli ve daha
latiftir. Bu cüz, onların isyanlarını bastırarak aldanmış nefslere gerçek
âlemlerini sevdirmiş, unuttuklarını hatırlatmış, bilmediklerini öğretmiş,
kirlerini temizlemiş ve üstlerine bulaşmış olan pislikleri onlardan tecrit
etmeye çalışmıştır. Bu değerli cüz, her devirde gönderilen peygamberdir. O,
akıl ve ilk unsurun koyduğu yasalar üzere hareket ederek sevgi ve galebede
dengeyi gözetir. O bazı nefsleri hikmet ve güzel öğütlerle kaynaştırır. Bazı
neftleri de zor ve galebe gücüyle yola getirmeye çalışır.
Peygamber bazen lütfundan hareketle
sevgiyle ve güzel lisanla onları davet ederken, bazen de zordan hareket ederek
galebeyle kılıcını çeker. Her iki yolla da hayvanı ve nebatî nefslerin
telkinleriyle aldanmış olan değerli cüz'î nefsleri batıla daha fazla dalmaktan
ve asılsız işlere gönül vermekten kurtarır. Bazen o iki nefse de değerli nefs
(nefs-i şerife) kisvesini giydirir. Bunun sonucunda şehvet sıfatı sevgiye dönüşüp
iyilik, hak ve doğruluk sevgisi galip gelir. Gazap sıfatı da galebeye dönüşerek
kötülük, batıl ve yalanı bastırır. Bu sayede değerli cüz'î nefs o iki nefsi
ruhanîlerin âlemine yükseltir. Her iki nefs bu âlemde olduğu gibi o âlemde de
onun için beden olurlar. Bu meyanda şöyle denilmiştir: Değişim ve çalışma kişi
için en sevilen şeyler olduğunda, onların sevgisiyle zırlarım muhakkak yener.
Empedokles'ten nakledilen görüşler
arasında şu da yer alır: Âlem, dört ustukustan mürekkep olup bunların ötesinde
bunlardan daha basit başka bir şey yoktur. Eşyanın bir kısmı, bir kısmında
yerleşiktir. Ona göre oluş (kevn), dönüşüm (istihale) ve gelişim (numuv)
yoktur. Nitekim şöyle demiştir: Hava ateşe, su da havaya dönüşmez. Bu,
yoğunlaşma ve seyrelme, kümün ve zuhur, mürekkep olma ve çözülme ile olur.
Mürekkeplerdeki terkip olma sevgiyle, çözülenlerdeki (mürehallilât) çözülme
(tehallul) ise galebeyle olur.
Yine o, Yaratıcı hakkında bir tür
hareket ve sükûndan söz etmiş ve şöyle demiştir: O, bir tür sükûn ile hareket
eder. Çünkü akıl ve unsur bir tür sükûn ile hareket ederler. Her ilcisini de O
yaratmıştır. Yaratıcı hiç kuşkusuz en büyüktür. Çünkü O, bütün hareket
edenlerin ve sükûn halinde bulunanların illetidir. Pitagoras ve Eflâtun'a kadar
bilinen birçok bilge bu görüşü benimsemiştir. Büyük Zenon, Demokritos ve
şâirler ise Yaratıcı'nm hareket edici olduğunu söylemişlerdir. Anaksagoras'ın
daha önce Yaratıcı'nm sükûn halinde bulunduğunu söylediği nakledilmişti. Çünkü
ona göre hareket, ancak muhdes yani sonradan olma olabilir. Ardından da şöyle
demiştir: Fakat şunu söylemelisiniz ki o hareket bilinen her hareketin üstünde
olduğu gibi, o sükûn da her sükûnun üstündedir.
Bütün bu filozoflar, hareket ve
sükûn ile bir mekândan diğerine intikâli veya belli bir mekânda kalmayı
kasdetmiyorlardı. Hareketle değişim ve dönüşümü murad etmedikleri gibi, sükûn
ile de cevherin sebatını ve belli bir halde devam etmesini kasdetmiyorlardı.
Çünkü ezelîlik ve kıdem, bunlarla çelişmekteydi.
Yaratıcı hakkında çokluk
endişesinden kim bu kadar sakınabilir? O'nun değişkenliği gibi bir tehlikeden
kim bu kadar endişe edebilir? Filozoflar akıl ve nefsteki hareket ve sükûn ile
fiil ve infiali kaydetmişlerdir,
Akıl kamilen ve bilfiil varolduğu
için onun, tek, sakin ve kendisini fiil sahibi kılacak bir hareketten müstağni
olduğunu söylemişlerdir. Nefs ise eksik ve sürekli kemâlin arayışında olduğu
için hareketli ve aklın makamına ulaşma arzusu içindedir. Ardından da şunu
söylemişlerdir: Akıl, bir tür harekede sükûn halindedir. Yani o, zâtı
itibarıyla bilfiil kemâl sahibi ve faildir. Nefsi kuvveden fiile çıkaran da
odur. Fiil, sükûn içindeki bir tür harekettir. Kemâl, hareket içinde-bir tür
sükûndur. Yani o, kâmil, hem de diğerleri için mükemmil yani kemâle erdiricidir.
Onlara göre bu ilkelerden hareketle Allah Teâlâ'ya hareket ve sükûn isnâd etmek
caiz olmaktadır.
İşin tuhaf yanı böyle bir ihtilafın
din sahipleri arasında da vuku bulmuş olması ve bazılarının Allah Teâlâ'yı bir
mekânda istikrar etmiş ve bir mekâna istiva ermiş olduğunu -ki bu sükûnu ifade
eder- iddia etmiş olmaları, bazılarının ise O'nun geldiğini, gittiğini,
indiğini ve çıktığını iddia etmiş olmalarıdır ki bu da hareketi ifade eder.
Ancak bunlar O'nun şânma lâyık olacak şekilde anlaşılmalıdır.
Empedokles'ten bu âlemin sonu
(me'âd) konusunda nakledilen görüş şudur: Bu âlem, alıştığımız şekli üzere baki
kalır. Yani tabiata sarılmış nefsler ve ağlara takılıp kalmış ruhlar burada
varolmaya devam ederler. En sonunda Külli Nefs'ten yardım isterler. Nefs, akla
yakarır. Akıl da bu yakarışa kulak verip Allah Teâlâ'ya yakarır. Bunun üzerine
Allah Teâlâ alda feyizde bulunur. Akıl de nefse feyizde bulunur. Nefs de bütün
âleme feyizde bulunur ve âlemde varolan cüz'î nefsler onun nuruyla aydınlanır.
Yeryüzü de nura boğulur ve bütün cüziler küllilerini bularak kendilerini saran
ağdan kurtulur ve küllîleriyle birleşirler. Bu sayede kendi âlemlerindeki
eşsiz saadete dönerler. "Allah Teâlâ'nm kendisine nur vermediği kimsenin
nuru olamaz." (Nur, 24/40)
İyonya'dan Minsarehs'in oğlu olan
Pitagoras, Süleyman Peygamber (aleyhisselâm) döneminde yaşamıştır. Hikmeti,
peygamberlik madeninden tahsil etmiştir. Sağlam bir görüş ve parlak bir akla
sahip olan filozof, aynı zamanda fazilet sahibi bir insandır. Duyu ve sezgi
(hads) yoluyla ulvî âlemleri müşahede ettiğini, feleğin hareketlerini işitecek
derecede bir riyazet gücüne ulaştığını ve meleklerin makamına yükseldiğini
iddia etmiştir. Bu konuda kendi ifadesi şudur: "Hayatım boyunca onların hareketlerinden
daha hoş, suret ve heyetlerinden daha gözalıcı bîr şey görmedim."
Pitagoras ilahiyat konusunda şunları
söyler: Allah Teâlâ Bİr'dir. Bu birlik, rakam olarak bir olmaktan farklıdır ve
sayıya dâhil değildir. Akıl ve nefs cihetinden idrâk olunamaz. Aklî düşünce
O'nu idrâk edemez. Nefsi mantık da O'nu idrâk etme ve vasfetme yetkinliğine
sahip değildir. O, ruhanî sıfatların üstündedir. Zât olarak da idrâk edilebilir
değildir. O ancak eserleri, yarattıkları ve fiilleri bakımından idrâk
edilebilir. Âlemlerden herhangi bir âlemin O'nu idrâki, ancak O'nun eserleri
miktarınca olabilir. Söz konusu âlemin O'nu tavsifi de, ancak eserlerinden ona
mahsus kıldığı ölçüde mümkün olabilir. Ruhanî âlemde mevcûd olanlar, birtakım
Özel ruhanî eserlerle donatıldıkları için O'nu bu eserlerden hareketle tavsif
ederler. Aynı şekilde cismânî âlemdeki mevcudat da, birtakım özel cismânî
eserlerle donatılmışlardır. Onlar da bu eserlerden hareketle O'nu tavsif
ederler. Hiç kuşkusuz hayvanın hidayeti, onun yaratılış ilkelerine göre,
insanın hidayeti de onun fıtrat ilkelerine göre belirlenmiştir. Herkes O'nu
kendi özelliklerinden harekede tavsif ve sıfatlarının hususiyetlerine göre
takdis eder.
Pitagoras'a göre birlik (vahdet) şu
türlere ayrılmıştır:
a- Başkasından elde edilmemiş vahdettir ki bu Allah
Teâlâ'nın vahdeti olup her şeyi kuşatır, aynı zamanda her şey hakkındaki hüküm
birliğidir. Varlıklar alemindeki birler ve çokluk da vahdetin bu türünden
doğar.
b- Başkasından elde edilen birlik. Bu da yaratılmışların
vahdetidir. Vahdet, mutlak anlamda zamanın (dehr) öncesindeki vahdet, dehrle birlikte
bulunan vahdet, dehr sonrası ve zamanın öncesinde bulunan vahdet ve zamanla
birlikte bulunan vahdet gibi türlere ayrılır. Dehr öncesinde bulunan vahdet,
Allah Teâlâ'nın vahdetidir. Dehrle birlikte bulunan vahdet, İlk Akl'ın (Akl-ı
evvel) vahdetidir. Dehrden sonra ve zamandan önce bulunan vahdet nefsin
vahdetidir. Zaman ile birlikte bulunan vahdet ise, unsur ve mürekkebât için
geçerli olan vahdettir.
Onun vahdetle ilgili bir diğer taksimi
de şudur: Vahdet, zât itibarıyla vahdet ve araz itibarıyla vahdet olmak üzere
iki kısma ayrılır. Zât itibarıyla vahdet, ancak sayı ve sayılanlar için geçerli
olan vahdâniyederin sudur etti-ğİ küllün yaratıcısı için söz konusudur. Araz
itibarıyla vahdet ise, sayılar için esas olup sayılara dâhil olmayanların
vahdeti ile sayılar için esas olup sayılara dâhil olanların vahdeti olmak üzere
iki kısma ayrılır. İlki, Faal akl'ın vahdaniyeti gibidir. Çünkü o sayı ve
sayılanlar kapsamına girmez. İkincisi ise kendisine dâhil olanlara göre değişik
kısımlara ayrılır. Örneğin iki, iki birden mürekkeptir. Aynı şekilde bütün
sayılar birden mürekkeptir. Sayı miktarı yükseldikçe, ona İzafe edilen birlik
de aynı oranla azalır, Bir de parçası gibi değil de ayrılmaz gereği olarak
dâhil olanlar vardır. Çünkü sayı ve sayılan hiçbir şey, ayrılmaz bir gereği
olan vahdetten hâli kalmaz. Örneğin iki ve üç, iki ve üç tane birden ibarettir.
Mürekkebât ve basitler arasında bulunan sayılanlar da ya tür, ya şahsiyet, ya
da cins bakımından birdir. Örneğin cevher gibi ki o, mutlak anlamda cevherdir.
İnsan da insandır. Şahsiyet İtibarıyla böyle olup örneğin Zeyd, belli bir
şahıstır. Buna göre vahdet, şu veya bu şekilde mevcudatın ayrılmaz bir
özelliğidir ki, bu Allah Teâiâ'nın vahdetinden kaynaklanır. Zâtları itibarıyla
çok olmaları bunu değiştirmez. Her varlık, kendisinde bulunan birliğin
galebesine göre şereflendirilmiş tir. Çokluktan uzaklaşıldıkça derece ve kemâl
bakımından yükselme gerçekleşir.
Pİtagoras, sayı ve sayılanla ilgili görüşleri
bakımından kendinden önceki bütün filozoflara aykırı düşmüş, sonraki birçok
filozof da kendisine muhalefet etmiştir. O, sureti maddeden soyutlar gibi,
sayıyı sayılandan soyutlamıştır. Ona göre sayı, varlığı tahakkuk etmiş bir
mevcuddur. O, sureti de tecrit ederek tahakkuk ettiğini kabul etmiştir. Bu
meyanda şöyle demiştir: Mevcudatın temel esası sayıdır. Allah Teâlâ tarafından
ilk yaratılan da odur. İlk sayı birdir. Ancak birin sayıların kapsamına gİrİp
girmemesi konusunda tereddüde kapılmıştır. Ancak meylettiği görüş, birin
sayılara dâhil olmadığıdır. Buna göre sayı, ikiden başlar.
Pitagoras'a göre sayılar, tek ve
çift olmak üzere ikiye ayrılır. İlk basit sayı İkidir. İlk basît çift sayı ise
dörttür. O, İki eşite bölünebilir. İki sayısını çift sayı saymamıştır. Çünkü o,
bölünebilir olsaydı, iki tane bire ayrılır ve bir de sayıya dâhil edilmiş
olurdu. Halbuki ona göre sayı ikiden başlar. Çift de ikinin bir parçasıdır. Bu
durumda nasıl onun kendisi olabilir?
ilk basit tek sayı üçtür. Ona göre
bölünme bu şekilde sona ermektedir. Bunun üstündeki sayılarda ise bölünenlerin
bölünmesi söz konusudur. Sayıların üst sınırı dörttür ki o, kemâli temsil eder.
Nitekim o, dörtlük üzerine yemin eder ve şöyle derdi: "Nefslerimizi çekip
çeviren dörtlüğün hakkı İçin hayır! O, kemâlin kaynağıdır." Bunun
ötesindeki sayılar ise tekin çifti, çiftin çifti, tek ve çiftin çifti olan
sayılardır.
Pitagoras beşi devreden sayı olarak
isimlendirmiştir. Çünkü beş kendi kadarıyla ne kadar çarpılırsa çarpılsın
sonuna hep beş gelir.
Altıyı ise tam sayı olarak
adlandırmıştır. Çünkü onun cüzleri tamamına denktir.
Yediyi ise kâmil sayı olarak
isimlendirmişti. Bunun nedeni de ilk çift ve tek sayının toplamına eşit
olmasıdır. Böylelikle yedi bir başka sonu ifade eder.
Sekiz, iki çiftten oluşan ilk
sayıdır.
Dokuz ise üç tekten oluşan bir sayı
olarak başka bir sonu ifade eder. On, birden dörde kadar olan sayıların toplamı
olarak bir diğer sondur.
Bu durumda sayılar için dört son söz
konusu olur: Dört, yedi, dokuz ve on. Bunun ardından tekrar bire dönülür:
Onbir, oniki vd. Dördün üstündeki mürekkep sayılar altı kısma ayrılır:
Beş, biri sayılar arasında
görmeyenlere göre bir tek, bir çift sayıdan mürekkeptir. Biri sayılar arasında
görenlere göre İse bir tek iki çift sayıdan mürekkeptir.
Altı, ilk görüşte olanlara göre iki
tek ya da bir sayı ve bir çiftten mürekkeptir. İkinci görüşte olanlara göre ise
üç çiftten mürekkeptir.
Yedi, ilk görüşte olanlara göre bir
tek, bir çift sayıdan mürekkeptir. ikinci görüşte olanlara göre ise bir tek, üç
çift sayıdan mürekkeptir.
Sekiz, ilk görüştekilere göre iki
çiftten mürekkeptir. İkinci görüşte olanlara göre ise dört çift sayıdan
mürekkeptir.
Dokuz, ilk görüştekilere göre üç tek
sayıdan, ikinci görüşte olanlara göre ise bir tek, dört çift sayıdan
mürekkeptir.
On ise, ilk görüşe göre bir sayı ve
iki çiftten, veya bir çift ve iki tekten mürekkeptir. İkinci görüştekilere göre
ise birden dörde kadar sayılanlar sayıların kemâli ve üst sınırıdır. Bunların
ardından gelen sayılar ise bunlara kıyas edilir. Pitagoras'a göre bunlar,
mevcudatın ilkeleridir.
Pitagoras, bu ilkeleri belirledikten
sonra sayıyı sayılan, miktarı makdûr olunana terkip ederek şöyle demiştir: Kendisinde
ikilik bulunan ma'dud (: sayılan), sayılanların esası ve temeli olan akıldır.
Çünkü onda iki tür itibar mevcuttur. Biri zâtı itibarıyla olup mümkinu'l-vücûd
olmasını gerektirir. Diğeri ise yaratıcı itibarıyla olup onunla vâcibu'l-vücûd
olmasını gerektirir. Dolayısıyla bunu iki sayısı karşılamaktadır. Kendisinde
üçlüğün bulunduğu ma'dud (: sayılan) ise nefstir. Burada ilk iki itibara üçüncü
bir itibar ilâve edilmiştir. Kendisinde dörtlüğün bulunduğu ma'dud ise
tabiattır. Çünkü onda, ilk üçüne dördüncü bir itibar ilâve edilmiştir. Bundan
sonra ise ilkelerin sonu gelmektedir. Ona göre hiçbir mürekkep varlık yoktur ki
onda unsurlar, nefs ve akıldan bir şey bulunmasın. Bu şey, bizatihi kendileri
olabileceği gibi eserleri de olabilir ve bu yolla yediye varır. Sayılanları bu
fikirden hareketle ona çıkartır ve akıl ile dokuz nefsi bedenleri ve mufârak
akıllan olan eflâkıyla cevher ve dokuz araz gibi takdim eder. Özetle söylemek
gerekirse varlıkların hali sayı ve miktarlarla bilinir. Bu meyanda şöyle demiştir:
Allah Teâlâ bütün malûmatı, onların sebepleri olan sayı ve miktarları ihata
etmek suretiyle bilir. Bunlarda farklılık olmadığı için O'nun ilminde de
farklılık olmaz.
Pitagoras der ki: Birin mukabili İlk
Unsur'dur. Bu görüş, Anaksi-menes'ten de nakledilmiştir. O bunu İlk Heyula
olarak isimlendirmişti. Bu vâhid-i müstefâd olarak da bilinen ve diğer birler
gibi olmayan bir (vâhid)dir. O, bir ve küldür. Bütün çoklar ondan sâdır olur.
Çokluk, mevcudatın ayrılmaz özelliği olan birliği ondan kazanır. Ona göre Unsur,
birliğiyle tektir. Mevcudata feyz verir. Hiçbir mevcut yoktur ki onun
vahdetinden istidadına göre bir nasibi olmuş olmasın. Sonra aklın
reh-berliğiyle istidadı kadar birlikten payını alır. Sonra nefsin kuvvetinden
de istidadı kadar pay alır. İlkelerin mürekkebât üzerindeki eserleri de buna
göre belirlenir. Ona göre her mürekkep bir tür mizaca sahiptir. Her mizaç da
belli bir dengeye sahiptir. Her denge de bir kemâl veya kemâl kuvvetinden
kaynaklanır. Bu, ya tabîî ve kendiliğinden olur ki bu hareketin temelidir. Ya
da nefsânî kemâlden kaynaklanır ki o da duyunun esasıdır. İnsan mizacı bu
kemâli kabule yatkın olduğu zaman Unsur onun üstüne kendi vahdetinin
feyizlerini akıtırken akıl hidâyetini, nefs de nutk ve hikmetini yağdırır.
Pitagoras şöyle demiştir: Hendesî
birleşimler de sayısal dengelere dayandığı için bunları da İlkeler arasında
sayarız. Pitagorasçılardan bir gruba göre İlkeler, sayısal ilişkilere bağlı
hendesî birleşimlerden ibarettir. Bu nedenledir ki semavî hareketli varlıkların
hareketleri müziksel uyumu ile derece bakımından en üstün ve en latif
birleşimler olarak görülür. Bu görüşte o kadar İleri gitmişlerdir ki onlardan
bazıları ilkelerin maddeden mücerret harfler ve hadler olduğu fikrini
dİllendİrmişlerdir. Mesela eüf i bir mukabilinde, bâ'yı iki mukabilinde kabul
etmişlerdir.
Bunu hangi lisan ve dile dayanarak
takdir ettiklerini bilemiyorum. Çünkü diller, şehir ve beldelerin farkına bağlı
olarak farklılaşırlar. Ya da hangi terkip üzere yapmışlardır? Çünkü terkipler
de farklılık gösterir. Tek tek harfler farklı olduğu gibi bunlardan oluşan
terhipler de farklıdır. Oysa sayılar böyle değildir. Çünkü sayılar asla
farklılaşmaz.
Pitagorasçılardan bir başka grup ise
cismin esasının üç boyut olduğunu ve cismin bunlardan mürekkep olduğunu
söylemiştir. Bunlar noktayı birin, çizgiyi ikinin, yüzeyi üçün, cismi de dördün
karşısına koymuşlardır. Cisimlerin terkiplerinde bu mukabeleleri ve sayıların
katlarını gözetmişlerdir.
Pİtagoras'a göre hem tabiatlar, hem
de içimizde bulunan nefsler dörde ayrılır: Akıl, ilim, rey ve duyular. Ardından
sayıyı sayılan üzerine, ruhanîyi cismânî üzerine terkip etmiştir.
Reis Ebu Ali Hüseyin İbn Sına. şöyle
demiştir: Bu görüşünde ona karşı gösterilebilecek en güzel örnek şudur: Bir
şeyin bir olması, mevcut veya İnsan olması gibi değildir. Çünkü o, zâtı
bakımından İkisinden de önce gelir. Bir canlı, kendisiyle bir olduğu birlik
mânâsı daha önceden ona erişmemişse bir olamaz. Eğer bu olmasa, varlığı da
mümkün olmazdı. Şu halde o, en şerefli, en basit ve ilktir. Bu, akim suretidir.
Akıl, bu açıdan bir olmak durumundadır. İlim ise, rütbe bakımından onun
altındadır. Çünkü o akıl ile vardır ve aklın ürünüdür. Bir anlamda o, bire
muhtaç olan ve ondan sudur eden iki gibidir. İlim, aynı bunun gibi akla
dayanır. Zan ve rey, yüzeyin sayısıdır. Duyu ise cismin sayısıdır. Yüzey, üç
yönlü olması itibarıyla mertebe bakımından ilimden daha genel olan zan
tabiatını temsil eder. Çünkü kesin ilim, muayyen bir bilinene taalluk eder.
Zan ve şahsî görüş ise, bir şeye eğilim anlamına gelebileceği gibi onun zıddına
da eğilim anlamına gelebilir. Somut duyu ise zandan daha kapsamlıdır. Çünkü o,
dört boyutlu cismi haber verir.
Pİtagoras'a göre âlem, basit ruhanî
nağmelerden mürekkeptir. Rûhânî sayılar kesintisiz olup akıl bakımından
bölünebilen birimlerdir. Duyular bakımından ise bölünemezler. O, bu görüşten
hareketle birçok âlemin varlığını ileri sürmüştür. Örneğin yaratılışın
kaynağında varolan bir mutlak mutluluk, fıtratın vazedilişinde bulunan huzur ve
neşe âlemi vardır. Bunun altında başka bir âlem vardır. Bu âlemin mantığı
(konuşma/ düşünce), ulvî âlemlerin mantığı gibi değildir. Zira mantık basît
rûhânî nağmelerle olabildiği gibi mürekkep rûhânî nağmelerle de olabilir.
İlk âlemin mutluluğu kesintisiz ve
devamlı olur. Ancak nağmelerden terkip bakımından kusurlu olanlar çıkabilir.
Çünkü mantık henüz fiil sahasına çıkmamıştır. Bu yüzden mutluluk, mükemmelliğin
varacağı son nokta olamaz. Çünkü nağme, ittifakın varacağı son nokta değildir.
Bunun dışındaki her âlem, mertebe
bakımından ilk âlemin altındadır. Âlemler güzellik, gözalıcılık ve mertebe
bakımından farklılaşırlar. En son âlem, en ağır ve en altta olan âlemdir. Bu
nedenledir ki bu âlem bir türlü cem' olmamış, madde suret ile tam olarak
birleşmemiş, onu oluşturan cüzlerden herhangi birinin diğerinden ayrılması caiz
olmuştur. Ancak onda da ilk nurdan kalan az bir nur mevcuttur. İşte o nur
sebebiyle bu âlemde de bir tür sebat bulunmuştur. Eğer bu nur mevcut olmasaydı,
âlem bir an bile baki kalamazdı. Söz konusu az nur, nefs ve aklın cismi ve o
ikisini bu âleme taşıyan unsurdur.
Ona göre insan, fıtratı gereği bu
âlemin bütününün karşısında yer alan küçük bir âlemdir. Âlem de büyük bir
insandır. İşte bu nedenledir ki insanın nefs ve akıldan aldığı pay diğer
canlılardan daha fazla olmuştur. Nefs terbiyesini güzelce yapan, ahlakını
terbiye eden ve hayatını iyice arındıran kimse âlemin bilgisine ve oluşum
keyfiyetine muttali olabilir. Nefsini ziyan eden, ona yarar sağlayacak
iyileştirmelerde bulunmayan kimse ise sayı ve sayılan dairesinden çıkar, mikdar
ve makdûr bağından sıyrılarak kaybolup gider.
Pitagoras şunu söylemektedir: İnsan
nefsi, sayısal veya nağmelerle oluşan birleşimlerden teşekkül eder. Bu
nedenledir ki nefs, nağmelere uyum sağlamış olup onları dinlemekten zevk alır,
onları işitmekle coşup vecd bulur olmuştur. Nefs, bedenle birleşmeden önce bu
temel sayısal birleşimlerden yaratılmış, ardından da bedenlerle birleşmiştir.
Ahlakî eğitim fıtrata uygun düşer ve nefsler, dış münâsebetlerden sıyrılırsa
kendi alemiyle bağlantı kurar ve ilkinden daha güzel ve mükemmel biçimde
yoluna girmiş olur. Zİra İlk birleşimi bir yönden nakıs İdi, çünkü bilkuvvc
İdi. Oysa bu âlemde yaptığı riyazet ve mücâhede ile kemâl derecesine ulaşmış ve
kuvveden fiile çıkmış olur. Pitagoras bu meyanda şöyle demiştir: Namaz, zekat
ve diğer ibadetlerin sayı ve zamanlarını bildiren şeriatlar, söz konusu
ilişkileri, zikrettiğimiz ruhanî birleşimlerin mukabiline koymak için vaz
edilmişlerdir. O, bu birleşimlerin konumunda daha da ileri giderek şöyle
demiştir: Âlemde birleşimden başka bir şey yoktur. Cisim olsun, araz olsun her
şey birleşimlerdir. Nefsler ve akıllar da birleşimden ibarettir.
Böyle bir yaklaşımı ortaya koymak
olağanüstü güçtür. Gerçi, telifi müellife, takdiri mukaddire dayandırmak biraz
düşünüldüğünde bulunabilecek ve itimat edilebilecek bir fikirdir.
Khrinos ve Şâir Zenon yaratıcı ve
yaratılan hakkındaki görüşlerinde Pitagoras'ı İzlemişler ancak ondan farklı
olarak şunu söylemişlerdir: Allah Teâlâ nefs ve aklı bir defada yaratmıştır.
Daha sonra bunların vasıtasıyla daha alttaki varlıkları yaratmıştır. Bu İkisi,
ölümsüzlük üzere yaratılmıştır. Bunlar hakkında fena ve yok olma caiz değildir.
Nefs, temiz ve her türlü kirden arınmış olduğunda kendine uygun olan meskeninin
bulunduğu en üst âleme çıkar. Ateş ve havadan oluşan cisim ise bu âlemde her
türlü ağırlık ve bulanıklıkla çevrelenmiş olarak bulunur.
Su ve topraktan oluşan cisme gelince
yok olur ve çözülür. Çünkü o, semavî cisme benzer değildir. Semavî cisim,
latiftir, ağırlığı yoktur ve dokunulamazdır. Semavî cisim, bu âlemde normal
cismin içinde gizlenmiş halde bulunur. Çünkü o, çok daha ruhanîdir. Bu âlem
semavî cisme benzer değilken, normal cisim ona benzer niteliktedir. Mürekkep
olup ateş ve hava parçaları daha baskın olan varlıkta semavî cisimlik yönü daha
güçlüdür. Mürekkep olup su ve toprak parçalan daha baskın olan varlıkta ise
normal cisimlik yönü daha güçlüdür. Bu âlem, normal cisimlerin âlemidir. O
âlem ise, semavî cisimlerin âlemidir. Nefs, o âlemde normal cismânî değil
semavî cismânî bir bedende diriltilir ve asla fena bulmaz. Tabiat ve nefsler
onu bıktırmadığı için lezzet alması da süreklidir.
Pİtagoras'a niçin âlemin bâtıl
olduğu görüşünü ileri sürdüğü sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: Çünkü âlem
varoluş illetine ulaşır. Ona ulaştığında İse hareketi durur. Ulvî lezzetlerin
bir çoğu nağmelerden oluşan birleşimlerdir. Bu, "teşbih ve takdis,
ruhanîlerin ve varlığın kaynağı olan şeyden yaratılan her varlığın gıdasıdır'
demek gibidir.
Heraklitus ve Abasis (: Hİpparakhos)
da Pitagorasçılar'dandı. Bu ikisine göre bütün varlıkların temeli ateşti.
Ateşin ağırlaşıp taşlaşan kısmından toprak, toprağın ateşle çözülen kısmından
su oluştu. Suyun ateş ile karışmasından hava oluştu. Havanın ateşin sıcağıyla
karışan kısmı da ateşe dönüştü. Ateş esastır. Ardından toprak, ardından su,
ardından hava ve tekrar ateş geür. Görüldüğü gibi her şeyin başı da sonu da
ateştir. Oluşum ondan olduğu gİbİ bozulma da ona doğrudur.
Demokritos'un yaşadığı dönemde
felsefeyle uğraşan Epikür'e göre ise mevcudatın temelleri aklen İdrâk edilen
cisimlerdir. Bunlar, boşluktan boşluğa doğru hareket ederler. Ona göre boşluğun
sonu yoktur. Aynı şekilde bu cisimlerin de sonları yoktur. Ancak onların üç
İlkesi vardır: Şekil, büyüklük ve ağırlık.
Demokrİtos'a göre İse iki ilkesi
vardır: Şekil ve büyüklük. Ona göre bu cisimler parçalara ayrılmaz. Yani
etkileşime girmez ve çoğalmazlar. Akıl veya vehimle bilinmelerine rağmen
duyularla algılanmazlar. Bu parçaların hareketleri zorunlu ve tesadüfidir. Söz
konusu hareketlerden İse bu âlemin suret ve şekilleri oluşur. Bunlar hareket
yönlerine göre hareket ederler, işte bu nedenledir ki her şeyi tesadüfe
bağlamış ve bu cisimlerin bir yaratıcısı olduğunu kabul etmemişlerdir. Halbuki
bu hareketlerin tesadüf olmadığını söyleyenlere göre bir yaratıcı vardır. Onlara
göre söz konusu cevherlerin harekeden de belli sebeplere dayanır. Ancak onlar
da bu hareketlerin çarpışmasını tesadüfle açıklamışlardır. Bu da, âlemin tesadüfle
oluştuğu sonucunu doğurmuştur.
Pitagoras'ın iki Önemli Öğrencisi
vardı. Bunların ilki Merzinoş olarak da bilinen Felinkes'ti. Felinkes, İran'a
giderek insanları Pitagoras felsefesine davet etmiş ve bu felsefeyi
Mecusîlikle bağdaştırmaya çalışmıştı. Diğer öğrencisinin adı ise Kalânus'tu.
Hindistan'a giderek Pitagoras felsefesini orada yaymaya çalışmıştı. O da
Pitagorasçılığı Brahmanizmle bağdaştırmaya çalışmıştı. Anlatılanlara göre
Mecûsîler bu felsefenin cismânî yönünü, Brahmanlar ise rûhânî yönünü
benimsemişlerdir.
Pitagoras'ın bildirdiği ve
Öğütlediği hususlar arasında şunlar da yeralmıştır: Ben o ulvî âlemlere uzun
bir riyazetten sonra duyularla muttali oldum. Tabiat âleminden nefs ve akıl
âlemlerine yükseldim. Oralardaki mücerret suretlere, onların güzellik,
gözalıcılık ve nurlarına baktım. Onların eşsiz nağmelerini ve rûhânî seslerini
dinledim.
Bu âlemde bulunanlar, tabiat ile
rna'lûl oldukları için az bir güzelliğe sahiptirler. Üst âlemlerde bulunanlar
ise çok daha güzel, değerli ve gözalıcıdırlar. Pitagoras bu anlatımlarını akıl
ve nefs âlemlerine kadar sürdürmekte ve orada durmaktadır. Çünkü ona göre dil,
bu âlemlerde-ki güzellik, gösteriş, şeref ve değeri ifade ve tavsif etmekten
âcizdir. Bu noktada herkesi, sözkonusu âlemle ilişki kurmak için çaba
sarfetmeye özendirmektedir, insanlara ulaşan fesat ve bozulmadan sonra beka ve
sürekliliklerinin daha uzun olabilmesini de buna bağlamıştır. Bu âlemlerle
ilişki kurabilenler, tamamı güzellik, mutluluk ve gözalıcılıkla dolu olan o
âlemlere nüfuz edebilecekler ve bu şekilde mutluluk ve lezzetleri kalıcı ve
kesintisiz olacaktır.
Pitagoras'a göre kul ile Rabbi
arasındaki aracılar ne kadar çok olursa, onun kulluk mertebesi de o kadar eksik
olacaktır. Beden, birtakım ihtiyaçları için tabiatın düzenlemelerine (tedbîr)
ne kadar muhtaç ise, tabiat da fiillerini ifada neftin düzenlemesine o kadar
muhtaçtır. Neft de en iyiyi bulabilmek için aklın yol göstericiliğine
muhtaçtır. Aklın üstünde ise ilâhî hidayetten başka bir rehber yoktur. Daha
açık bir ifadeyle nefs, bütün işlerinde aklın açık yol göstericiliğinden
yararlanır ki bu da onun Rabbi ile iktifa edişini gösterir. Bedenin arzularına
uyanlar ise tabiatın dürtülerine boyun eğerler. Nefsin arzularıyla yaşayan bu
ölüler, Rablerinden uzak ve rütbe bakımından çok aşağıdırlar.
Sokrat Atinalı fazilet ve zühd
sahibi bir bilgedir. Atinalı Sophronis-kus adlı bir heykeltıraşın oğludur.
Hikmeti Pitagoras ve Arkhelaus'tan elde etmiş, ilahiyat ve ahlak konularına
ağırlık vermiştir. Zühd, riyazet ve ahlak terbiyesiyle meşgul olmuş, dünyevî
zevklerden uzak durarak bir dağda inzivaya çekilmiş ve orada yaşamıştır.
Devrin eşrafını şirkten ve
putperestlikten sakındırdığı İçin onların tahrikleriyle kral tarafından
hapsedilmiş ve zehirlenerek öldürülmüştür. Hikâyesi meşhurdur.
Sokrat şöyle demiştir: Yaratıcı
mutlak mahiyet ve cevher olarak ezelîdir. O'nun hakkında bir şeyler söylemek
ve sıfatlarını ifade etmek istediğimizde akıl ve mantığın O'nun künhüne ve
hakikatine muttali olmaktan âciz olduklarını görürüz. Akıl ve mantık O'nu
İsimlendİremez ve idrâk edemez. Çünkü bütün hakikatler O'nun cevherinden
kaynaklanmaktadır. O, her şeyi idrâk eden ve her şeyin vasfım belirleyendir.
Varlıklardan herbiri-ne isim veren de O'dur. Kendisi müsemmâ olan bir varlık
O'na nasıl isim verebilir? Kendisi ihata edilmiş olan bir varlık O'nu nasıl
ihata edebilir? Biz O'nu, ancak eser ve fiilleri bakımından tavsif edebiliriz.
Bunlar da isim ve sıfatlardır. Ancak bunlar, bizzat cevherin özünü bildiren
isim ve sıfatlar değildir. Örneğin 'ilah' dediğimiz zaman, herşeyİ vücuda getireni
kasde-deriz. 'Yaratıcı' dediğimizde her şeyi takdir edeni murad ederiz. 'Aziz'
dediğimizde mağlup edilmesinin mümkün olmadığını anlarız. 'Hakîm' dediğimizde
ise fiillerini belli bir nizâm üzere tahkim edeni kasdederiz. Diğer sıfatlar da
böyledir.
Yaratıcı'nin İlim, kudret, vücûd ve
hikmeti sonsuzdur. Akıl, bunları vasfedecek erişkinliğe sahip değildir. Eğer
bunlar vasfedilebilir [: tamamen tanımlanabilir] olsaydı, sonlu olmaları
gerekirdi. Şöyle bir itiraz gelince: "Bu sıfatlar sonsuz ve nihayetsizdir.
Mevcudatın ise sonlu olduğunu görürüz." Şöyle karşılık vermiştir:
Varlıkların sonluluğu ancak bu sıfatları taşıyan varlıkların kapasitesi
sebebiyledir. Yoksa kudret, hikmet ve cömertlik itibarıyla değildir. Madde
sonsuz sayıda sureti yüklenme imkânına sahip olmaması itibarıyla suretler
sayılı olmuştur. Ama bu, Vâhib olan Yaratıcı'nın cimriliği nedeniyle değil
maddede bulunan eksiktik yüzündendir. Hİkmet-i İlâhi işte bu yüzden şunu
gerektirmiştir ki madde zât, suret, mekân ve yerleşim bakımından sınırlı olsa
da başı ve ilerisi yönünden zamanca sonsuz olur. Belli bir şahsın bekası
düşünülemez olsa da Hikmet-i İlâhiye şahısların türleri itibarıyla baki
olmalarım gerektirmiştir. Bu da benzerlerin çoğalması şeklinde olur. Böylece
şahsın bekası, türün bekasıyla sağlanmış olurken şahısların sürekli
yenilenmesiyle türün bekası sağlanır. Sonuç itibarıyla kudret son noktasına
varmadığı gibi hikmet de bir son noktada durmaz.
Sokrat'a göre Allah Teâlâ'nın en
hususî anlamda vasfedile bileceği sıfatlar Hayy ve Kayyûm olmasıdır. Çünkü
ilim, kudret, cömertlik ve hikmet sıfatlarının tamamı Hayy oluşunun altında
yeralır. Hayat, bütün sıfatlan ihtiva eden bir sıfattır. Ebedi, ezelî, baki
olması ve âlemin nizâmını muhafaza etmesi ise Kayyûm sıfatının altında yer
alır. Kayyûmiyet bu anlamdaki bütün sıfatları ihtiva eden bir sıfattır. O, bu
görüşüyle muhtemelen şunu söylemektedir: Allah cevheri yani Zâtı itibarıyla
Hayy ve Nâtık yani nutk sahibidir. Bizim hayatımız ve nutkumuz ise bizim cevherimizden
değildir. İşte bu nedenledir İd bizim hayat ve nutkumuzda bozulma ve fesat
olabilir. O'nun hayat ve nutkuna ise asla hiçbir fesat ve bozulma ânz olmaz.
Plutarkhos mevcudatın ilkeleri
hakkında onun şu sözünü nakletmektedir: Eşyanın ilkeleri üçtür. Fail illet,
Unsur ve Suret. Allah Teâlâ FâiFdir. Unsur İse, kevn ve fesadın İlk mevzuudur.
Suret ise cisim olmayıp cevherdir. Ona göre tabiat nefsin, nefs aklın, akıl da
ilk yaratıcının ümmeti konumundadır. Bunun nedeni, ilk yaratıcının yarattığı
ilk yaratılanın aklın sureti olmasıdır. Bu bağlamda şöyle demiştir: Yaratıcı
için son ve nihayet yoktur. Nihayeti olmayan şeyin şahıs ve sureti de yoktur.
Diğer mevcudatta sonsuzluk olsaydı, onların da sureti, vaziyet ve tertibi olmaması
gerekirdi. Suret, vaziyet ve tertibi olan şey ise sonludur. Şu halde mevcudat
sonsuz değildir. İlk yaratıcı için son yoktur. Ama bu, hayal ve vehim gücünün
tahayyül ettiği gibi bütün yönlere sonsuz olarak gidebilmesi anlamına gelmez.
Hayal, onu sonluluk veya sonsuzlukla nitelendire-bilecek derecede dahi O'na yol
bulamaz. O'nun akıl cihetinden sonluluğu söz konusu değildir. Duyu cihetinden
de böyledir. Çünkü bunlar onu sınırlandıramaz. O'nun belli bir şahsiyet,
hayalî, hissi veya aldı bir sureti de mevcut değildir.
Sokrat'a göre İnsan nefsleri bir var
oluş türüyle bedenlerin varolmasından önce mevcuttu. Bunların tamamı bitişik
veya zât ve husûsİyet-leriyle ayrışmış haldeydi. Nefsler, bedenlerle onları
kemâle erdirmek ve devamlılıklarını sağlamak için birleşmişlerdir. Bedenler,
neftlerin kalıpları ve araçları konumundadır. Bedenler bozulup yok olduktan
sonra nefsler tekrar bütünlük durumuna dönecektir. Sokrat, İşte bu görüşten
hareketle kendisini öldürmek üzere hapsetmiş olan kralı şu sözleriyle tehdit
etmiştir: "Sokrat bir testi içindedir. Kral, ancak bu testiyi kırabilir.
Testi kırıldığında İse İçindeki su, denize dönecektir."
Sokrat'ın ilmî ve amelî hikmete dair
söylenmiş veciz sözleri vardır.
Sokrat ile Pitagoras'm ihtilafa
düştükleri konulara örnek olarak şunu zikredebiliriz: Hikmet mİ haktan önce
gelir, yoksa hak mı hikmetten önce gelir? Bu meselede en açık görüş şudur ki
hak, hikmetten daha kapsamlıdır. Ancak o, bazen açık, bazen de gizli olur.
Hikmet İse haktan daha özeldir. Ancak hikmet, her zaman açıktır. Şu halde hak,
bütün âleme yayılmış ve âlemdeki hikmeti de kapsayan bir olgudur. Hikmet ise
âleme yayılmış olan hakkı izah edip açıklayan şeydir. Hak, eşyanın kendisiyle
kâim olduğu şey, hikmet ise eşyanın varoluş nedenidir.
Sokramın öğrencisi Arkhytas'a
söylediği birçok özlü ve simgesel söz mevcuttur. Bunların büyük bölümü Phaidon
adlı kitapta mevcuttur. Bu kitaptaki sözlerinden bazılarını olduğu gibi
nakletmeyi uygun buluyoruz:
- Hayatın nedenini aradığında ölümle
karşılaşırsın. Ölümü bulduğunda ise sonsuz hayatı bulmuş olursun.
- Hava gürültüyle dolu iken sus.
Yarasa yuvalarının olmadığı geceler konuş.
- Temel sebebin bulunduğu yeri
aydınlatması için beş küçük deliği tıka. Kabı pâk olanla doldur. Üçgen havuzu
boş testilere boşalt, söz kapısını kapat, huzurda gemleri sıkı tut, ta ki öfkelenmeyisin
ve yıldızların düzenini gorebilesin.
- Aslanlar kurt yemez.
Ölçüyü aşma ve ateşi bıçakla
karıştırma. Terazinin üstüne oturma, elmayı koklama, diriyi öldür ki onun
Ölümüyle hayat bulasın.
- Herkesin kendine uygun bir işi
olmalıdır. Dört ayaklı aslanlardan sakın ve sebep ve vesile bakımından tavşan
ol. Ölüm anında karınca olma. Hayatın gidişatını hatırladığında ölüyü öldür ki
hatırlayan olasın. Cömert kişinin dostu ol, polisin dostu olma. Dostlarının
beraberinde yay bulunmasın. Düşmanlarının kapısında uyuma. Sağına dayanarak tek
bir kaynakta sebat er. Şunu bil ki hiçbir yıl baharsız olmaz. Uç yol ara,
onları bulamadığında bulmak için derin bîr uykuya dalmaya rıza göster. Toprağın
kalitesini narla ölç, Akrebi sükut ile öldür. Eğer kral olmak istiyorsan vahşi
bir eşek ol. Yedi, birden daha üstün değildir. Onikiyle oniki-yi köle et. Siyah
ek, beyaz biç. Çiçek demetini çekme ve parçalama. Sen varken hayır için
harekete geçmiyorsan bu durumdan hoşnut olma. Bu, senin İçin yirmi dört yerde
gerekir. Biri senden bu gıdayı vermeni İsterse, onu iyi tanı. Eğer bu gıdayı
hak etmişse ver. Yok sağ elinle hazırladığın gıdaya ihtiyacı varsa onun için de
yemek yap. Çünkü gıdayı isteyen renk de gıdanın kemâlindendir. Bu gıda belli
bir dereceye ulaşanlar içindir.
- Ateş için bir kıvılcım yeter.
- Adamın biri ona şunu
sormuştu: Zikredilen ilahın bir olduğunu nereden biliyorsun? Sokrat cevap
verdi: Şunu çok iyi biliyorum ki mutlak birin ikiye ihtiyacı yoktur. Onun
yanında bir eşinin bulunduğunu varsaydığım zaman, kesinlikle ihtiyaç
duyulmayanı, kesinlikle gerekli olanın yanma koymuş olurum.
- İnsanın tanım bakımından tek
mertebesi, heyet bakımından ise üç mertebesi vardır.
- Kalbin iki hastalığı vardır:
Gam ve kaygı. Aşırı gamdan uyku, kaygıdan ise uykusuzluk doğar.
- Hikmet yükseldiğinde arzular
akıllara, hikmet geri gittiğinde ise akıllar arzulara hizmet eder.
- Çocuklarınızı kendi izinizden
gitmeye zorlamayın. Çünkü onlar, sizinkinden farklı bir zaman için
yaratılmışlardır.
- Hayada kaygılanıp ölümle
sevinmeniz gerekir. Çünkü bizler ölmek için yaşar, yaşamak için ölürüz.
- Hakikatlerin bilgisiyle dolu
olanların kalpleri meleklerin minberleridir. Arzularını tatmin etmekle meşgul
olanların karınları İse ölmüş hayvanların mezarlarıdır.
- Hayatın iki sınırı vardır. Biri
emel, diğeri eceldir, ilki hayatın bekası, ikincisi de fenâsıdır.
- Nefe-i natıka yedi kuvveti olan
basît bir cevherdir. O, bu güçlerle tek bir harekette ve farklı hareketlerde
bulunur. Tek hareketi, zâtına ve aklına yönelmesidir. Farklı hareketleri İse
beş duyuya yönelik hareketleridir.
Yunanlılar uygun talihler için üç
yapıya yönelmişlerdi: Bİri Antakya'da bir dağın üstünde kurulmuştu. Onu tazim
eder ve kurbanlar sunarlardı. Artık harabedir.
ikincisi Mısır'da bulunan piramitler
arasındadır. Orada taptıkları putlar bulunurdu. Sokrat, Yunanlıları bu putlara
tapmaktan sakındırmıştır.
Üçüncüsü Dâvud Peygamber
(akyhissdâm) tarafından Kudüs'te inşa edilen ve Hz. Süleyman'ın tamamladığı
mabettir. Onu inşa edenin yalnız Hz. Süleyman olduğu da rivayet edilir. Mecûsîler
İse onu Dahhâk'ın İnşâ ettiğini İddia etmişlerdir. Grekler bu mabede Ehl-i
Kitap gibi tazim ederlerdi.
Eflâtun (Platon), Atina'da doğmuş
olup dedesi Aristokles, babası ise Ariston'dur. Hikmetin sütunları olan İlk
büyük bilgelerin sonuncusudur. Tevhid ve hikmetle tanınmış bir şahsiyettir.
Ardeşîr b. Dârâ döneminde, onun krallığının on altıncı yılında doğmuştur.
Krallığın yirmi altıncı yılında Sokrat'm öğrencileri arasında bulunan bir yeni
yetmeydi. Sokrat'ın zehirlenerek öldürülmesi üzerine onun yerine geçmiş ve
makamına oturmuştur.
Hocaları arasında Sokrat, Timaios ve
iki yabancı bulunur. Bu iki yabancıdan biri Atina'nın, diğeri Nâtes'in
yabancısı diye bilinir.
Eflâtunla tanışan ve öğrencisi olan
Aristo, Timaİos ve Teofrastos onun şöyle dediğini nakJetmişlerdir: Âlemin bir
yaratıcısı ve bir muhdisi vardır. O, ezelî ve Zâtı ile vaciptir. Bütün
bildiklerini, küllî sebeplerine bağlı olarak bilendir. Ezelde tek başına var
iken, vücûd âleminde ne bir resim, ne de bir misâl mevcuttu; sadece O'nuıı
katında varlıkların birer misali vardı. Platon, O'nu kimi zaman Heyula kimi
zaman da Unsur olarak ifade etmektedir. O, muhtemelen O'nun ilmindeki
malûmatın suretlerine işaret ederek şöyle demiştir: Önce İlk Akl'ı yarattı. Onun
aracılığıyla Küllî Nefs'i yarattı. Tıpkı bir suretin aynada doğması gibi. Bu
ikisinin aracılığıyla da Unsur'u yarattı.
Eflâtun'un şöyle dediği
nakledilmiştir: Duyularla algılanan surederin objesi olan heyula, söz konusu
Unsur değildir.
Eflâtun, zamanı da ilkeler araşma
katmıştır ki o, dehrdir. Ona göre duyularla algılanan âlemde bulunan her
müşahhas varlığın, aklî âlemde müşahhas olmayan bir misali mevcuttur. Bunlara
Eflâtun'un ideleri (el-Müsülü'l-Eflâtûniyye) denir.
İlk ilkeler ile ideler basittir. Maddî
varlıklar ise mürekkeptir. Duyularla algılanan mürekkep insan, akılla bilinen
basit insanın cüz'îsidir. Hayvan, bitki ve madenler türünden her mevcut için de
aynı durum geçerlidir.
Ona göre bu âlemdeki mevcudat, o
âlemdeki mevcudatın eserleridir, Her eserin de bir şekilde kendine benzeyen bir
müessirinin bulunması gerekir. İnsan aklı o âlemde duyularla algılanan
varlıklardan, maddeden soyutlanmış, akılla idrak edilen bir misali idrâk eder
İd o, ahi âleminde-kİ misâline küllî olarak, duyular alemindeki mevcuduna ise
cüz'î olarak mutabık olur. Eğer böyle olmasaydı, akim idrak ettiği şeylerin
hariçte bir mukabili bulunmazdı. Bir şeyi idrak edenin bu idrâki, idrak
edilenin hakikatine uygun olur.
Eflâtun şöyle demiştir: Âlem ikiye
ayrılır, a. Akıl Âlemi: Bu âlemde aklî misâller (ideler) ve ruhanî suretler
mevcuttur, b. Duyu (His) Âlemi: Bu âlemde de duyularla algılanan varlıklar ve
cismânî suretler mevcuttur. Bu âlem, duyularla algılanan cisimlerin üzerinde
göründüğü parlak bir aynaya benzer. Ondaki suretler maddî varlıklar gibidir. O
âlemdeki Unsur da, bu âlemde bulunan bütün varlıkların suretlerinin göründüğü
bir ayna gibidir. Şu farkla İd fiziksel aynada tezahür eden görüntüler hayalî
suretlerdir. Varoldukları ve nesnelerin hareketiyle hareket ettikleri sanılır.
Halbuki gerçekte böyle değildir. Aklî aynada tezahür edenler ise hakîkî ruhanî
suretler olup bilfiil mevcutturlar ve kendileri hareket etmezken varlıkları
hareket ettirirler. Varlıkların bunlara nisbeti, aynadaki suretlerin varlıklara
nisbeti gibidir. Onlar için devamlı bir vücûd ve kesintisiz bir sebat söz
konusudur. Bunların hakikatlerindeki temayüzü, şahısların zâtlarındakİ temayüzü
gibidir. Bu suretler, kesinlikle mevcut, küllî, daimî ve bakidir. Çünkü ibda
safhasında sureti zuhur eden her yaratılmışın (mübda') sureti Evvel ve Hak
olanın ilminde mevcuttur. O'nun katındaki suretler sonsuzdur. O'nun katındaki
suretler ezelde ve ilminde mevcut olmasalardı, bekaları da söz konusu olmazdı.
Eğer bunlar daimî olmasalardı, heyulanın yok oluşuna bağlı olarak yok
olurlardı. Eğer heyulanın yok oluşuyla birlikte yok olacak olsalardı, o
takdirde de ümit (recâ) ve korkuya (havf) konu olmazlardı. Ne var ki duyularla
bilinen suretler ümit ve korku üzere oldukları için bekaları kanıtlanmış olur.
Çünkü bir varlığın bekası, o âlemde aklî suretlerinin bulunması ve onlarla
bütünleşme ümidi, ya da onlardan uzak kalma korkusunun bulunmasıyla mümkün
olabilir.
Eflâtun şöyle demiştir: Akıl
sahipleri duyular ve bu duyularla algılanan varlıklar (mahsûsât), akıl ve bu akılla
algılanan varlıklar (ma'kûlât) bulunduğu hususunda fikir birliği ettikleri ve
duyularla algılananların tamamım müşahede edip bunların zaman ve mekânla
sınırlanmış olduklarını gördüğü zaman bizim de akılla bilinenlerin tamamını
müşahede etmemiz gerekir. Bunlar zaman ve mekânla sınırlanmış olmadıkları için
aklî misâller olmuşlardır.
Eflâtun varlıkların mevcudiyetini bu
taksime göre ortaya koyduktan sonra şunu söylemiştir: Görüyoruz ki nefs basît
ve mürekkep varlıkları, mürekkep varlıkların tür ve şahıslarını, basît
varlıkların da lieyulanî yani mevzûdaıı mücerret olanlarını -ki bunlar
cüz'iyyâtın resimleridir- örneğin nokta, çizgi, yüzey ve matematiksel cismi
idrâk edebilir.
Ona göre bütün bunlar zâtları ile
mevcut olan şeylerdir. Cisme tâbi olan hususlar da örneğin hareket, zaman,
mekân ve şekiller de böyledir. Bunları zihnimizde bazen basit, bazen de
mürekkep olarak algılarız. Bunların da zâtlarında hâmil ve mevzuları
olmaksızın hakikatleri mevcuttur. Basitler arasında heyulanı olmayan, vücûd,
vahdet ve cevher gibi şeyler de vardır. Akıl, her iki kısmı da mutabık ve
birbirini karşılayan iki âlem olarak idrak eder: Akıl âleminde duyularla
algılanan varlıklara uygun aklî misâller mevcuttur. His âleminde akıl âleminde
bulunan misâllere uygun hissi tecellîler mevcuttur. O âlemdeki asıllar, bu
âlemdeki izlerdir. Bu âlemdeki asıllar ise o âlemdeki izlerdir. Fıtrat, takdir
ve benzeri hususlar da buna göre şekillenir.
Meşşâîler ve Aristo bu küllî mânanın
kabulünde Platon'a muhalefet etmemiş, ancak ondan farklı olarak şunu
söylemişlerdir: Bu, akıldaki bir mâna olup zihinde mevcuttur. Küllî, küllî
olması bakımından zihin dışında varlığa sahip değildir. Çünkü kendinde tek olan
bir şeyin aynı anda hem Zeyd, hem de Amr'a uyması düşünülemezdir.
Eflâtun'a göre akılda varolduğu
ortaya konulan bu mananın, dış dünyada da ona uygun ve intibak edebileceği bir
karşılığının bulunması gerekir. Akılda bulunan hale 'misâl' adı verilir. O,
araz olmayıp cevherdir. Çünkü vücûdu herhangi bir obje üzerinde tasavvur
edilmiş değildir. Yine o, cüz'î varlıklardan daha önceki bir zamana aittir.
Akıl, duyudan önce geldiği gibi o da cüz'iyyâttan önce gelir, Bu öncelik hem
zatî, hem de itibarîdir.
Akılda bulunan bütün bu misaller
duyularla algılanan mevcudatın ilkeleri olup onlardan başlar ve tekrar onlara
dönerler.
Bu görüşten hareket edildiğinde
ortaya çıkan bazı sonuçlar şunlardır: insan nefslerinin bedenlerle birleşmesi
(ittisal) tedbîr ve tasarrufta bulunma dhetindendir. Bu neftler, bedenlerin
varolmasından önce de mevcut olup aklî vücûdunki gibi bir varlığa sahip idiler.
Bunların birbirlerinden ayrışması, maddeden soyutlanmış suretlerin
birbirlerinden ayrışmaları gibidir. Aristo bu görüşünde hocası Eflâtun'a
muhalefet etmiştir. Aristo'dan sonraki filozoflar da onunla aynı görüşü
paylaşarak şöyle demişlerdir: Nefsler, bedenlerle eşzamanlı olarak hudûs
etmişlerdir.
İleride Aristo'dan bahsederken de
göreceğimiz gibi, O'nun görüşleri arasında nefsin bedenlerden Önce mevcut oluşu
hakkında kimi zaman Eflatun'un fikrine meylettiğini gördüm. Fakat sonrakiler
onun görüşünü yukarıda zikrettiğimiz şekilde aktarmışlardır.
Aristo, âlemin hudûsu meselesinde de
Eflâtun'dan farklı düşünmüştür. Eflâtun'a göre başlangıcı olmayan hadislerin
varlığı imkânsızdır. Çünkü bir varlığa hadis demek, ondan önce ezeliyetin
bulunduğunu kabul etmek demektir. Herhangi bir hadis için geçerli olan şey de
hepsi için geçerli demektir. Ona göre hadislerin suretleri de hadis olmalıdır.
Ancak tartışma bunların heyula ve unsurları hakkındadır. Eflâtun, hadislerin
varlığından önce bir unsurun varlığını kabul etmiştir. Akıl sahiplerinden
bazıları Eflatun'un bu unsurun ezelîlik ve kıdemine hükmettiğini sanmışlardır.
Ancak o, zâtıyla Yâd bu'1-vücûdun varlığını isbât etmiş ve ibda' lafzını unsur
için kullanarak onu bizatihi ezelîlik dairesinden çıkarmıştır. Onun varlığı
Vâcibu'l-vücûdun varlığıyla kâimdir. Bu bakımdan, zamana bağlı olmayan diğer
ilkeler gibidirler. Bunların ne varoluşları, ne de hudûsları zamana bağlıdır.
Ona göre basît varlıkların hudûsu, zamana bağlı olmayıp ibdâldir. Mürekkeplerin
hudûsu ise basît varlıkların aracılığıyla zamana bağlı olarak gerçekleşir.
Eflâtun'a göre âlem, küllî olarak
fesada uğramaz. Timaios'a şunları sorduğu nakledilmiştir: Hudûsu olmayan şey
nedir? Hadis olup baki olmayan şey nedir? Bilfiil mevcut olup tek bir hâl üzere
sonsuza dek varolan şey nedir? Eflatun'un bu sorulardan ilki İle kasdettiği
Allah Teâlâ'dır. İkincisiyle kasdettiği tek bir hâl üzere baki kalmayıp fesada
uğrayan varlıklardır. Üçüncü soruyla kasdettiği ise değişime uğramayan ilkeler
ve basitlerin varlığıdır. Bu bağlamda sorduğu diğer sorulardan bazıları da
şunlardır: Vücûdu olmayan kâin hangisidir? Kevni olmayan mevcut hangisidir?
İlkiyle kasdettiği şey, mekânı
hareket ve zamandır. Ona göre bunlar vücûd ismini almaya uygun değillerdir.
İkinciyle kasdettiği ise zaman, hareket ve tabiat üstü olan aklî cevherlerdir.
Bunların vücûd olarak isimlendirilme haklan vardır. Çünkü bunlar için
sonsuzluk, beka ve dehr söz konusudur.
Eflatun'un şöyle dediği nakledilir:
Ustukusların hareketi belli bir düzenden uzak, karmaşık ve çarpık biçimde
sürerken Allah Teâlâ tarafından hepsi düzenlenmiş ve bu âlem oluşmuştur. Onun
ustukuslar ile kasdettiğİ, muhtemelen latîf cüzlerdir. Bir başka görüşe göre
ise, suretlerden arınmış ezelî heyuladır. Suret ve seldiler onunla temas
ettikten sonra tertip ve düzene girmiştir.
Örneklerinden birinde şöyle dediğini
görmüştüm: Neftler, zikir âle-mindeyken yaşadıkları huzur, sevinç ve güzellikle
bahtiyar İdiler. Ancak bilâhare cüz'iyâtı idrâk etmeleri ve duyu güçleriyle
kendilerinin özünden olmayan şeyleri elde etmeleri için bu âleme
indirilmişlerdir. Bu indirilişten önce tüyleri dökülmüştü. Bu âleme
indirildikten sonra bu tüyleri tekrar kazanma ve eski âlemlerine burada
oluşturdukları kanatlarla yükselme fırsatları olmuştur.
Aristo onun şu beş esası cins olarak
kabul ettiğini nakletmiştir: Cevher, ittifak, ihtilaf, hareket ve sükûn. Sonra
bu İlkeleri tefsir ederek şöyle demiştir: Cevher ile vücûdu kastederiz. İttifak
İle eşyanın kaynağının İttifak hâlinde Allah Teâlâ oluşunu, ihtilaf halindeyse
suret bakımından farklı oluşlarını murad ederiz. Harekete gelince, bundan
anlaşılan varolan her şeyin kendine özgü bir fiilinin bulunmasıdır. Sükûna
gelince, farklı bir hareket türü olup bir yerden bir yere geçme anlamında bir
hareket değildir. Bir varlık, fiile doğru yöneldiği ve o fiili icra ettiği
zaman, sonrasında kesin bir sükûna döner. Yine onun ifadesine göre altıncı bir
esas olarak bahtı da koymuştur. Baht, aklî nutk ve eşyanın tabiatı için
konulmuş kanundur. Gorgi-as şöyle demiştir: Baht, her şeyi idare eden ruhani
bir kuvvettir. Bazıları onu çaba olarak adlandırmıştır. Revâkîler'e (Stoacılar)
göre o, eşyanın sebepleri ve sebeplere bağlı eşya için kurulmuş bîr düzendir.
Bazılarına göre eşyanın sebepleri şu
üçüdür: Müşteri yıldızı, tabiat ve baht.
Platon şöyle demiştir: Âlemde, her
şeyi kuşatan ortak bir tabiat söz konusudur. Mürekkep olanlardan her biri için
kendine özgü bir tabiat söz konusudur. Tabiat, eşyadaki hareket ve sükûnun yani
değişimin kaynağı olarak tarif edilir. O, bütün varlıklarda câri kuvvet olup
sükun ve hareket türünden her eylem onunla oluşur. Her şeyin, yani küllün tabiatı,
her şeyi hareket ettirendir. İlk hareket ettiren (muharrik-i evvel) ise sükûn
içinde olmak durumundadır. Aksi takdirde onunla ilgili sonsuza dek konuşmak
gerekirdi.
Aristo Metafizik kitabında şunu
anlatmıştır: Platon gençliğinde Kratylos'un derslerine giderdi. Ondan
Heraklitus'tan rivayet edilen şu görüşleri kaydetmiştir: Duyularla algılanan
bütün eşya fesat bulacaktır. İlim bunları ihata edemez. Ardından Sokrafın
derslerine devam etmiştir. Sokrat, duyularla algılanan şeylerin tabiatlarını
incelemekten çok tariflerini belirlemeye ağırlık verirdi. Bundan dolayı
Eflatun Sokrates'in duyularla algılanan varlıklarla ilgilenmediğini düşünmüştü.
Çünkü tarifler duyularla algılanan türden değildi. Bunlar, ancak küllî ve
daimî şeylerde geçerli olurdu. Yani türler ve cinslerde söz konusu olurdu.
Platon öğrendiği bu bilgiler ışığında küllî varlıkları suretler diye
isimlendirdi, çünkü bunlar birdi. Duyularla algılananların da ancak suretlerin
katılımıyla oluşacağını ileri sürdü. Bu durumda suretler, söz konusu eşya için
resim ve misal konumunda olduğu gİbİ zaman bakımından da onlardan önce gelirdi.
Sokrat, tarifleri mutlak anlamda koymuş, duyularla algılanıp algılanmamalarını
dikkate almamıştır. Platon ise onları duyularla algılanmayanlar için koyduğunu
sanmış ve onları genel misâller olarak vazetmiştir.
Eflâtun Nevâmîs: Nomoi (Yasalar)
adlı kitabında şöyle demiştir: İnsanın bilmezden gelmesi mümkün olmayan şeyler
vardır: Örneğin kendisinin bir yaratıcısı olduğu, o yaratıcının kişinin
yaptığı fiilleri bildiği gibi hususları bilmezlik edemez.
Allah Teâlâ'nın selb yani
olumsuzlama yoluyla bilinebileceğini de ifade eder, O'nun benzeri, dengi
yoktur. Bu âlemi, kaostan düzene taşımıştır. Mürekkep olan her şey bir gün
çözülecektir. Âlemin öncesinde zaman yoktur ve herhangi bir şeyden
yaratılmamıştır.
İlk Filozofların İbda (Yaratma),
Taratılan (Mû'bda') ve İrâde Konusundaki ihtilafları
İlk filozoflar ibda ve mübda'
kavramlarının aynı şeyi İfade eden iki ayrı lafız mı yoksa ibda fiilinin hem
yaratan, hem de yaratılana isnâd edilen bir kavram mı olduğu noktasında fikir
ayrılığına düşmüşlerdir. İrâde de böyledir. Acaba onunla kastedilen şey, murad
eden mi, yoksa murad edilen midir? Müslüman kelamcıların yaratma (halk) ve
yaratılan (mahlûk) kavramlarının nispetleri konusundaki ihtilafları da buna
benzemektedir. Acaba irâde yaratma mı, yoksa yaratılan mıdır? Yoksa
Yaratıcı'mn bir sıfatı mıdır?
Anaksagoras bu meselede
Plutarkhos'un görüşünü benimseyerek şöyle demiştir: İrade, ne murâd edilenin,
ne de murad edenin gayridir. Fiil de böyledir. Çünkü her ikisinin de zâtı bir
suretleri yoktur. Ancak başkaları ile kâim olabilirler. İrade bazen murad
edende saklıyken bazen de murad edilende tezahür eder. Fiil de böyledir.
Eflâtun ve Aristo ise bu görüşü
benimsemeyerek şöyle demişlerdir: İrade ve miden her İlcisinin de suretleri kâimdir.
Her ikisi de murad edilenin suretinden daha basittir. Şu örnekte olduğu gibi,
bir şeyi kesen onda müessirdir. Şey üzerindeki eseri açıktır. Kesilen de tesir
edilen olup esere açıktır.
Eserin kendisi ise ne müessir, ne de
tesir edilendir. Aksi halde iş tersine döner ve müessir de, tesir edilen de
eser olurlardı id bu imkânsızdır. Yaratanın (mübdi') sureti fail, yaratılanın
(mübda') sureti ise mef ûldür. Yaratma (ibda') ise fail ile mefûl arasında bir
aracıdır.
Fiilin hem suret, hem de eseri olur.
Suret yaratan, eser İse yaratılan cihetindeııdir. Yaratan cihetinden suret
Allah Teâlâ hakkında geçerli olup bu, O'nun zâtı üzerine zâid değildir. Bu
sebeple iradenin sureti ile Bârî Teâlâ'nın sureti ayrıdır denilemez. Bunlar
aynı hakikattir.
Küçük Parmenİdes İse bunların irâde
konusundaki görüşlerini caiz görürken fiil konusundaki görüşlerini caiz
görmemiş ve şöyle demiştir: İrade, Allah Teâlâ'nın tavassutu bulunmaksızın
gerçekleşir. Bu noktadaki tavsifleri caizdir. FÜI ise O'nun tavassutu ile
gerçekleşir. Vasıta ile gerçekleşen vasıtasız gerçekleşenle bir olmaz. Fiil,
ancak ve ancak iradenin tavassutuyla gerçekleşebilir. Bunun aksi caiz
değildir.
Thales ve Empedokles gibi öncekiler
ise özetle şunu söylemişlerdir: İrade yaratan (mübdi') cihetinden yaratılan
(mübda'), yaratılan cihetinden ise yaratandır. Bunu da şöyle açıklamışlardır:
İrade, suret cihetinden yaratandır. Eser cihetinden İse yaratılandır. Suret
cihetinden yaratılan olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü İrade sureti,
yaratmadan önce yaratanın katında bulunmaktadır. Fail olan bir şeyin kendi
suretinin mefûl olması da caiz değildir. Aksine o, suret sahibi eser cihetinden
mef ûldür. Eflâtun ve Aristo'nun bu meseledeki görüşleri özetle böyledir. Bu
fasıl da burada bitmektedir.
Kaynak bilgeler de kadîm
filozoflardır. Şu var ki üstte ele aldığımız konularda bunlara ait özgün
görüşler mevcut değildir. Bunlardan aktarılanlar, birtakım deyişler ve isnadı
kesin olmayan sözlerden ibarettir. Yaptığımız taksimin dışında kalmamaları İçin
onları da zikretmek istedik. Böylece kitabımız onlara ait birtakım yararlı
bilgilerden de hâli kalmamış
olacaktı.
Şâirler: Şiirleriyle öne çıkmış
bilgelerdir. Bunların şiirleri kafiye ve vezinden uzaktır. Vezin ve kâfiye
bunlar açısından şiirin ayrılmaz unsurlarından değildir. Onlar için şiirin
ayrılmaz unsuru, yerinde söylenmiş hayalî önermelerdir. Ölçü ve kâfiye belki
hayal gücünün gelişmesinde yardımcı oldukları miktarda önemlidir. Şiir
kıyaslarında zikredilen önerme, mutlak olarak hayalî İse kıyas da şiirsel
olacaktır. Eğer Önerme ikna içeren birtakım ifadeler de içeriyorsa, o zaman da
önerme İki temadan mürekkep olacaktır ki biri şiirsel, diğeri iknâya
ilişkindir. Şayet önermeye katılan kesin bir bilgi olursa, o zaman da şiirsel
ve burhanı olacaktır.
Abidler: Bunların ibâdet ve zühtleri
dinî olmayıp aklîdir. Temelde nefsi kınanmış huylardan arındırmayı ve
insanlığın cenneti olan ideal şehri yönetmeyi ihtiva eder.
Bu bilgelerden bazılarının yukarıda
ele aldığımız meselelerle yani İbda, mübdi', ilk yaratılanın ne olduğu,
ilkelerin sayısı, öldükten sonra dirilmenin nasıl olacağı gibi hususlarda
görüşleri de bulunabilmektedir.
Bunlardan ilk bilgelere uygun
görüşleri bulunanlara daha önce işaret etmiştik. Tekrar gibi olsa da onlara yine
yer vereceğiz. Kaynak bilgelere Plutarkhos ile başlıyoruz.
İlk defa filozof diye tanınan ve
bilgeliğin kendisine İlk olarak isnat edildiği şahsiyet olduğu söylenir.
Felsefeyle Mısır'da meşgul olmuştur. Bilahare Mİletos'a gitmiş ve orada
yaşamıştır. Bilgeliğin temel direklerinden biri olarak görülür.
Plutarkhos şöyle demiştir:
Yaratıcı, ezelîlerin ezelîliğiyle ezelîdir. Yalnız o, ibda edicidir Yaratma
(ibda) noktasında sureti tezahür eden her yaratılmışın sureti O'nun katında
önceden mevcut, yani O'nun İçin malûmdur. O'nun katındaki suretler yani
bilinenler sonsuzdur. Suretler O'nun katında bulunmasaydı, ibda olmadığı gibi,
yaratılmışların bekası da söz konusu olmazdı. Yaratılmışlar baki ve devamlı
olmasalardı, heyulanın yok olmasıyla birlikte yok olup giderlerdi. Böyle bir
durumda ise korku ve ümit (havf ve recâ) kalmazdı. Suretler bâld ve daimî
oldukları için korku ve ümit de baki olmuştur. Bu da onların yok olup
gitmeyeceklerinin delilidir. Yaratılmışlar için yok olma söz konusu olmayınca
onlar üzerinde bir kuvvetin etkisi de söz konusu olmayacaktır ki bu da, suretin
O'nun ilminde ezelî oluşunun delilidir. Plutarkhos'a göre bu meselede ancak
şunlar söylenebilir: Ya Yaratıcı hiçbir şeyi bilmez. Ona göre bu, çirkin ve
imkânsız bir iddiadır. Ya suretlerin bir kısmını bilip bir kısmını bilmez. Ona
göre bu da Yaratıcının kemâline yakışmayan bir eksikliktir. Ya da O bütün suret
ve malumatı bilir, doğru görüş de budur.
Ona göre mürekkep varlıkların aslı
sudur. Suyun saf biçimde çalkalanmasından ateş, kısmen yoğun ve ağır olarak
çalkalanmasından hava, tam olarak yoğunlaşıp ağırlaşmasından da toprak
oluşmuştur.
Plutarkhos'un anlattığına göre
Heraklitus eşyanın baht ile nizam bulduğunu iddia etmiş ve bahtın cevherinin
cevher-i külliye nüfuz eden nutk-i aklî olduğunu söylemiştir.
Şöyle derdi: İlk Yaratıcı, ezelî ve
daimîdir. Hiçbir türden mantıkî veya aklî sıfatla idrak edilemez. O, bütün
sıfatların suretlerinin; aklî ve mantıkî bütün niteliklerin de yaratıcısıdır.
Durum böyle olunca, bu âlemdeki yaratılmış suretlerin O'nun katında olup
olmadığını, nasıl ve niçin yaratıldığını sorgulamamız da imkânsız olmaktadır.
Çünkü akıl da yaratılmıştır. Yaratılmış olan, elbette Yaratıcı'dan sonra gelir.
Sonra gelen de kendinden öncekini idrâk ve tavsif edemez. Dolayısıyla
söyleyebileceğimiz en doğru ifade şudur: Yaratıcı, dilediği ve istediği gibi
yaratmıştır. O, O'dur ve beraberinde hiçbir şey yoktur. Ona göre Yaratıcı
hakkında söylediği 'O'dur ve beraberinde basît veya mürekkep hiçbir şey
yoktur' sözü, ilim adına talep ettiklerimizin tamamına cevap vermektedir. Zira
O'nun beraberinde bir şey bulunmaması, O'ndan suret ve heyulanın ezelîliğİnİ
dışlamak anlamına gelir. Suret ve heyuladan veya sırf suretten yaratılan hiçbir
şey O'nunla beraber değildir.
Sadece O değil, suretler de O'nunla
birlikte ezelîdir, O eşyanın yaratıcısı değildir, bilakis her suret kendi
zâtını izhâr ederek ortaya çıkmıştır ve bu tezahürle birlikte âlemler de oluşmuştur
demek, Yaratıcı hakkında söylenebilecek en ağır ifadedir.
Hermes ve Gademon (Agathadaimon)
şöyle demişlerdir: Asla ilkler yoktur. Duyuyla algılananlardan önce akılla
bilinen de kesinlikle yoktur. Eşyanın ortaya çıkışı, hiçbir fiil ve etki
bulunmaksızın yumurtadan yavru çıkması gibidir. Eşya kuvveden fiile çıkarılarak
varolur ve olgunluğunu tamamlar. Biz de onları duyularla algılar ve idrak
ederiz. Akılla bilinen hiçbir şey yoktur. Âlem, devamlıdır ve asla zeval
bulmaz, fena bulmaz. Yaratıcı'nm yok olacak bir fiilde bulunması caiz değildir,
aksi takdirde fiiliyle birlikte O'nun da yok olması gerekir ki bu imkânsızdır.
Zenon, Kantas halkından Maus'un
oğludur. Şöyle derdi: İlk Yaratıcının ilminde bütün cevherlerin ibda ve yok
olma suretleri mevcuttur. O'nun ilmi sonsuzdur. İlmİndcki suretler de ibda
bakımından sonsuzdur. Yokoluş suretleri de aynı şekilde sonsuzdur. Âlemler her
an ve denirde yenilenme içindedir. Bu âlemlerden bize benzer olanların varlık
ve yokoluş sınırlarını duyularımız ve akıl yoluyla idrâk edebiliriz. Bİze
benzer olmayanları İse idrâk edemeyiz. Âlemlerin yenilenmesi hakkında da şunu
söylemiştir: Mevcudat bâld ve yok olucudur. Bekaları suretlerinin sürekli
yenilenmesiyle olur. Yok olmaları ise, önceki suretlerinin yenilenme sürecinde
yok olmasıyla gerçekleşir. Ona göre yokoluş, hem suret, hem de heyulayı
birlikte kapsayabilir.
Güneş, ay ve gezegenler güçlerini
göğün cevherinden alırlar. Gök değiştiği zaman yıldızlar da değişir. Bunların
tamamının beka ve yokoluş-lan Yaratıcı'mn ilmi dahilindedir. İlim, bunların
bekâsını gerektirir. Hikmet de bunu iktizâ eder. Çünkü onların bulundukları
hal üzere kalmaları daha hayırlıdır. Yaratıcı, dilediği gün bütün âlemleri yok
etme kudretine sahiptir. Bu, mantıkçı-cedelci bilgelerin daha çok meylettikleri
bîr görüş olup ilahiyatçı bilgeler farklı görüşe sahiptirler.
Plutarkhos Zenon'a göre ilkelerin
Allah Teâlâ ve unsur olduğunu, Allah Teâlâ'nın fail illet, unsurun ise
etkilenen (münfail) konumunda bulunduğunu nakletmiştir.
Hikmetli Sözleri:
- Kardeşlerinizin sayısını arttırm.
Bedenler ilaçlarla şifa bulduğu gibi canlar da, kardeşlerle beka bulur.
- Zenon sahilde hüzünlü bir halde
dolaşan ve dünyaya sitem eden bir genç görmüştü. Ona, tCGenç adam! Dünyaya bu
kadar sitemin niye? Çok zengin biri olsaydın ve servetini yüklediğin bir
gemiyle denize açılsaydın, gemi yara alıp batmak üzere olsaydı, bütün istediğin
varlığını gözden çıkarıp canını kurtarmak olurdu değil mi?" dedi. Genç,
"Evet" dedi. Bunun üzerine şöyle dedi: "Büyük bir kral olsaydın
ve çevren seni öldürmek isteyenler tarafından sarılmış olsaydı, tek dileğin
krallığını bırakıp canını kurtarmak olurdu değil mi?" Genç adam buna da
"Evet" diye cevap verdi, Bu cevap üzerine şöyle dedi: "Öyleyse
sen hem çok zengin bir adam, hem de kralsın!" Genç bu sözle teselli bulup
haline sevindi.
- Bir defasında 'Hangi kral daha
iyidir? Yunanlıların kralı mı, yoksa Perslerin kralı mı?' diye sorulmuştu.
Şöyle cevap verdi: Öfke ve arzusuna gem vurabilen kral!
- Yaşlılığında kendisine şöyle
denilmişti: Nedir bu halin? O da şu cevabı vermişti: Gördüğünüz gibi ağır ağır
ölüyorum. Teki öldüğünde seni kim defnedecek?' diye sorduklarında ise şu cevabı
verdi: yükselen kokular kimi rahatsız ederse o!
- Bir gün oğlu ona serzenişte
bulunarak şöyle demişti: Bu durum hoşuma gitmiyor. Bir gün ölecek olan bir
oğula sahip oldun. Ölmeyecek bir oğul sahibi olamadın.
Zenon oğluna şöyle cevap verdi:
Bedenin ölmesinden korknu-Korkman gereken nefsin ölümüdür. Bunun üzerine
çevredekiler, 'Ne£-i natıkanın ölmeyeceğini söyleyen sensin. Nefsin ölümünden
niçin korksrn ki?' dediler. O da şu cevabı verdi: Nefs-i natıka nutk
mertebesinden hayvanlık derekesine düştüğü zaman cevher bakımından ölmese de
aklî hayitı bakımından ölmüş olur.
- Hakkı kendinizden verin! Onu
sahibine vermediğinizde hakkın husûmetine maruz kalırsınız.
- Mal mülk sevgisi şerrin
belkemiğidir. Çünkü diğer kötülükler ona ilişiktir. Arzulara düşkünlük de
ayıpların belkemiğidir. Çünkü di£er ayıplar ona ilişiktir.
- Nimetlerle iyi geçin ve onlardan
zevk al. Onlara kötülük edersen-, onlar da sana kötülük eder.
- Dünya kendinden kaçana
yetiştiğinde onu yaralar. Kendisini isteve-ni ele geçirdiğinde ise onu Öldürür.
- Günlük yiyeceğinden başkasını
İstemezdi. Bir gün, 'Kral sana kızıyor' denilmişti. O da şöyle karşılık verdi:
Kral kendinden daha zencin birini sever mi?!
- Bîr keresinde şöyle bir soru
sorulmuştu: Bu devirde insanların hayvanlardan ayrıldığı husus nedir? O da
şöyle cevap verdi: İşledikleri kötülükler!
- Zenon'un şöyle dediği
nakledilmiştir: Aklı, her zaman cehaletin hizmetçisi olarak gördüm. es-Siczf
nin rivayetinde ise 'Şerefin hizmetçisi olarak gördüm1 şeklinde
nakledilmiştir. Bu ikisi arasında derin bir fark vardır. Tabiat ve onun
ayrılmaz gerekleri akla egemen oldukları zaman akıl cehalet tarafından
kullanılır. İnsan için hayır ve şer adına yapılan taksim oıuın aklî
planlamasının üstünde gerçekleşirse şeref aklı kullanır. İnsanın şerefi akletriğinin
üstüne çıkar. Akıl, şerefin üstüne çıkmaz. Bu nedenledir İd akıl sahibi İçin
olmadığı kadar şeref sahibi için endişe edilmiştir. Şeref sağır ve kördür,
anlayıp dinlemez. O, esip giden bir rüzgar, parlayan bir şimşek, yalayıp geçen
bir ateş, zevk veren bir düştür. Dolayısıyla ikinci lafız daha uygun
görünmektedir. Çünkü onda hükmü genelleme söz konusudur. Aklın cehalet
tarafından kullanılmadığı noktalan görmek de mümkündür. Yaygın olan da budur.
- Zenon şöyle demiştir: Çekirgede
yedi büyük hayvanın yaratılışı mevcuttur: Başı at başı, boynu öküz boynu, göğsü
aslan göğsü, kanatları kartal kanadı, ayaklan deve ayağı, karnı akrep karnı,
kuyruğu yılan kuyruğu gibidir.
Demokritos İlk Yaratıcı hakkında
şöyle derdi: O, ne salt unsur, ne de salt akıldır. Bilakis dörtlü karışımdır ki
onlara ustukuslar denir. Bunlar, bütün mevcudatın ilkleridir. Bütün basît
varlıklar bunlardan bir defada yaratılmıştır. Mürekkep varlıklar ise daimî yok
olucu nitelikte yaratılmışlardır. Bunların devamlılığı da, yokoluşları da
değişik türdedir. Âlem bir bütün olarak baki olup yokolucu değildir. Çünkü ona
göre bu âlem, ulvî âleme bitişiktir. Bu âlemdeki eşyanın unsurları da ulvî
âlemdeki latîf ruhlarına bitişiktir. Unsurlar, zahirde yokolur gibi olsa da bu
onların içlerindeki basît ruhlardan arınmasıdır. Böyle olunca da sadece duyular
açısından yokolmuş olurlar. Akıl açısından yokolmaları söz konusu değildir.
Duruluğu içinde kaldıkça bu âlem de yokolmaz. Onun duruluğu basît âlemlere
bitişiktir. Dİğer filozoflar şu görüşü nedeniyle onu ağır biçimde
eleştirmişlerdir: İlk yaratılan unsurlardır. Onlardan sonra basît ruhanîler
yaratılmıştır. Bunlar arasındaki sıralama aşağıdan yukarıya, bulanıktan duruya
doğru olur.
Demokritos'un taraftarlarından
Fİliyuhas ilk Yaratıcı konusunda ondan farklı düşünerek diğer filozoflarla
benzer bir görüşü benimsemiş, ama şunu söylemiştir: İlk Yaratıcı, heyulanın
değil sadece suretin yaratıcısıdır. Heyula, O'nun katında bulunmaya devam eder.
Diğer filozoflar bu görüşü
yadırgayarak şöyle demişlerdir: Eğer heyula ezelî ve kadîm olsaydı suretleri
kabul etmeyerek halden hale dönüşmez, başkasının fiilini kabul etmezdi. Çünkü
ezelî olan değişmez. Bu görüş, Eflâtun-] İlâhî'ye (Platon'a) dayandırılan bir
görüş olup Özü itibarıyla çürüktür ve ona nisberi de sağlıksızdır. Demokritos,
Zenon ve Pitagoras ise şöyle demişlerdir: Yaratıcı bu zamansal hareketin
üstünde bir hareketle hareket eder. Bu görüşleri daha önce zikretmiş, hareket
ve sükûnun Allah'a izafe edilmesiyle neyin murad edildiğini açıklamıştık. Burada
her iki görüşün de delillerini kısaca zikretmek istiyoruz:
Sükûn filerini savunanlar: Bunlara
göre hareket, kesinlikle sükûnun zıddıdır. Hareket, geçmiş, gelecek veya hâl
türünden bir zamana muhtaçtır. Ayrıca hareket, ancak mekâna bağlı olarak gerçekleşebilir.
Ya intikal veya istiva şeklinde gerçekleşir. İstiva hareketi ya düz, ya eğimli
olur. Mekâna bağlı olan hareket şu veya bu şekilde bir zamanla birlikte
gerçekleşir. Eğer Allah Teâlâ hareketli olsaydı, zaman ve dehre dâhil olması
gerekirdi.
Hareket fikrini savunanlar: Bunlara
göre Allah Teâlâ'nın hareketi, anılan hareket türlerinin hepsinin üstündedir.
O, dehrİn de mekânın da yaratıcısıdır. İşte yaratma (ibda) ile kastedilen de
harekettir. Allah Teâlâ en iyi bilendir.
Bunlara göre mürekkep olan her şey
çözülmeye mahkumdur. Her balomdan aynı türden iki cevherin birleşmesiyle terkip
caiz olmaz. Böyle bir şey mürekkep de olmaz. Durum böyle olunca ve mürekkep
olan her şey de çözülünce her cevher gidip kendi aslıyla buluşacaktır. Basît ve
ruhanî olan cevherler basît ruhani âleme kavuşacaklardır. Bu âlem yok olmayıp
baki kalacak âlemdir. Bu âlemde varolan katı ve sert cevherler de kendi âlemlerine
kavuşacaklardır. Katı olanlar çözüldüklerinde latîf olanların hepsinden daha
latîf olacaklar ve letafet bakımından hiçbir şey kalmadığında da İlk Latîf ile
birleşerek ebediyete kadar bir bütün olacaklardır. Sonrakiler öncekilerle
bütünleşip birleştiğinde ilk olan ilk yaratılan ile yaratıcısı arasında hiçbir
aracı cevher kalmaz. Hiç kuşkusuz ilk yaratılan yaratıcısının nuruna ilişecek
ve ebediyetler boyu baki kalacaktır. Bu bölüm de onlardan nakledilmiş olup İlk
yaratılışla değil ahiretle ilişkilidir. Bunlar Akademya Meşşâîleri olarak
isimlendirilmiştir. Mutlak Meşşâîler ise Likeion Halkadır. Eflâtun onlara
hikmet öğretirken kendilerine verdiği değerden dolayı karşılarında oturnıayıp
yürürdü. Aristo da aynı geleneği sürdürmüştür. Bundan dolayı Aristo ve
taraftarlarına Mesâiler denilmiştir. Revâkîler ise Stoacılar olarak bilinirler.
Platon'un iki öğretisi vardı. Biri Kelis öğretişiydi ki o, gözle görülmeyen
ancak latif düşünceyle bilinen bir rûhânî idi. Diğeri ise Talis öğretişiydi ki
heyulaniyât hakkındaydı.
O şöyle derdi: Allah Teâlâ
akıllarımız tarafından idrâk edilemeyen hak nurdur. Çünkü akıllarımız da bu
mutlak nurdan yaratılmıştır. Hak nur, Allah'ın gerçek adı idi ve Grek dilinde
de Allah için bu kelime kullanılıyordu.
Akıllar O'na ancak delâlet edebilir.
Akıl, O'nun her şeyin yaratıcısı olduğunu bilir. Bu nedenledir ki bu isim onlar
nezdinde çok saygın bir yere sahipti.
Herakles şöyle derdi: Yaratılışın
başlangıcı ve yaratılan ilk şey, yani bu âlemlerin hepsinin kökeni olan varlık
sevgi ve çekişmedir. Empedok-les de bu görüşe katılarak şunu ifade etmiştir:
Yaratılan İlk şey, sevgi ve galebe çalmadır.
Herakles şöyle demiştir: Gök,
kendiliğinden hareket eden bir küredir. Dünya da kendiliğinden sakin ve cansız
olan bir dairedir. Güneş, dünya üstündeki bütün rutubeti çözerek bir araya
gelmelerini sağlamış ve bu sayede denizler oluşmuştur. Güneşin nüfuz ederek
rutubetini tamamen aldığı ve taşlaştırdığı şeylerden de kayalar ve dağlar
oluşmuştur. Güneşin fazla nüfuz edemediği ve rutubetini tamamen alamadığı
kısımlardan da toprak oluşmuştur.
Gök, başlangıçta gezegenlerden
yoksundu. Çünkü bu gezegenler düşerek dünyaya çarpıp alev alabilir, gezegenler
birbirlerine çarparak dünya etrafında bir daire oluşturabilirlerdi. Halbuki
gezegenlerden dünyaya inen mutlak ateş, dünyadan yükselen de mutlak nurdu.
Kirli ve çirkin nefsler sonsuza dek ateşle çevrili bu âlemde bırakılmak
suretiyle cezalandırılacaklardır. Temiz ve güzel nefsler ise sonsuza dek
ödüllendirilmek üzere nur, güzellik ve huzurun hakim olduğu âleme
yükseleceklerdir. O âlemde gözleri ağartacak hoş suretler, kulakları mest
edecek tatlı nağmeler olacaktır. Çünkü o âlem, madde ve ustukuslarm aracılığı
olmaksızın yaratılmıştır. O âlemdekiler ulvî, rûhânî ve nûrânî cevherlerdir.
Allah Teâlâ bu nefsleri her dehirde bir defa meshederek onlara tecellî eder. Böylelikle
O'nun hak cevherinden fışkıran mutlak nura bakabilirler. İşte bu tecellînin
ardından nefislerin Allah Teâlâ'ya olan aşk, özlem ve takdisleri doruğa çıkar.
Ebediyete kadar da böyle sürüp gider.
Epikür, ilkeler konusunda öncekilere
muhalefet etmiş ve şöyle demiştir: İlkeler iki olup boşluk (halâ) ve surettir.
Boşluk, boş mekândır. Suret ise, mekân ve boşluğun üstündedir. Mevcudat ve
ondan oluşan her şey ondan yaratılmış ve sonunda ona dönecektir. Başlangıç o
olduğu gibi dönüş de onadır.
Kİmi zaman şöyle derdi: Her şey
fesada uğrar. Ayrılıktan sonra ne hesap, ne yargılama, ne mükâfat, ne de ceza
vardır, her şey çöker ve yoko-lur. İnsan da diğer hayvanlar gİbİ bu âleme
gönderilmiş ve gözardı edilmiş bir varlıktır.
Bu âlemde bulunan nefslere varit
olan hallerin tamamı, hareket ve fiillerine göredir. İyilik ve güzellik
yaparlarsa bu onlara mutluluk ve güzellik olarak dönecektir. Kötülük ve
çirkinlik yaparlarsa bu da onlara hüzün ve bedbahtlık olarak dönecektir. Her
nefsin mutluluğu diğer nefslerle olduğu gibi hüznü de diğer nefslerle birlikte
onlara gösterdiği fiilleri mik-tarmca olacaktır.
Tenasüh fikrini savunanlardan bir
grup da bu konuda ona tâbi olmuştur.
Filozoflara göre Hermes'ten sonra
Sokrat'tan önce gelmiş peygamberlerdendi. Hemen bütün filozoflar ona saygı
duvmuş ve erdemlerini anlatmışlardır.
Solon bir öğrencisine şöyle
demiştir: İlerlerken hayır biriktir. Böyle yapman geriye doğru giderken hayır
biriktirmenden daha doğrudur.
- Hayır işleyen kimse ona
aykırı düşmekten sakınsın. Yoksa kötü bilinir.
- Dünyanın işleri hak ve
kazadır. Geçiren kaza etsin, kaza eden edâ etmiş olur.
- Aklınıza kötü bir fikir geldiğinde
onu savın ve başkasını suçlamayın. Başınıza gelenden dolayı kendi fikrinizi
kınayın.
- Câhil kişi başkasını kötüler.
Edepli olmaya çalışan kendini kötüler. Edep sahibi ise ne kendini, ne başkasını
kötüler.
- Küp devrildiği, şarap döküldüğü ve
kadeh kırıldığı zaman üzülme; şöyle de: Kârlar ticarette olduğu gibi kayıplar
da varlıklarda olur. Kaygı ve gamı kendinden uzak tut. Çünkü her şeyin bir
bedeli vardır ve bedava gelmez.
- Ona soruldu: Çocuklukta
hangisi daha güzeldir, korku mu haya mı? Cevap olarak şöyle dedi: Haya daha
güzeldir, çünkü o aklı gösterir, Korku ise öfke ve arzuyu gösterir.
- Oğluna şöyle demişti: Şakayı
bırak, çünkü o hiç bitmeyecek kinleri döller.
- Adamın biri ona sormuştu: Ne
dersin evleneyim mi, yoksa bekâr mı kalayım? O da cevap verdi: Hangisini
yaparsan yap, pişman olursun.
- Bir defasında sorulmuştu: İnsana
en zor gelen nedir? O da şöyle dedi: Kendi kusurunu öğrenmesi ve söylememesi
gereken bir şeyi söylememek için kendini tutması.
-Ayağı tökezleyen birini görünce
şöyle demişti: Ayağının tökezlemesi, dilinin tökezlemesinden daha hayırlıdır.
- Ona sorulmuştu: Kerem nedir? Şöyle
cevap verdi: Kötülüklerden uzak kalmaktır.
- Hayat nedir? Şöyle cevap verdi:
Allah Teâlâ'nın emirlerine sarılman.
- Peki uyku nedir? Buna da şöyle
cevap verdi: Uyku hafif bir ölümdür. Ölüm ise uzun bir uykudur.
- Eşyada yeniyi, dostlarda eskiyi
tercih et.
- İlmin yararlısı düşünceye
dayanandır. Yararı az olanı ise dilinizle söylediklerinizdir.
- Kişi küçüklüğünde güzel
endamlı, ergenliğinde namuslu, gençliğinde âdil, olgunluğunda sağlam görüşlü
ve ölümünde kusurları örtücü olmalıdır İd pişman olmasın.
- İnsan nasıl kışın soğuğu için
hazırlık yapıyorsa genç de yaşlılığı için hazırlık yapmalıdır.
- Oğul, emaneti koru ki o da seni
korusun, muhafaza et kİ muhafaza edilesin.
- Henüz bir engel çıkmadan hikmete
aç, ibadete susuz olun.
- Öğrencilerine şöyle demiştir:
Cahile değer vermeyin, yoksa sizi hafife alır. Kötülerle ilişki kurmayın,
yoksa onlardan sayılırsınız. Doğrunun öğrencileriyseniz zengine güvenmeyin.
Gece ve gündüz yapmanız gerekenleri ihmal etmeyin. Yoksulları hiçbir zaman
hafife almayın.
- Hikmet ehlinden biri akıl ve duyu
âlemleriyle İlgili bir hususta ona fikir danışmıştı. Ona şöyle cevap verdi:
Akıl âlemi, sebat ve sevap yurdudur. Duyu âlemi ise helak ve aldanış âlemidir.
- Ona sorulmuştu: Neyİ
biliyorsun da başkalarından üstün oluyorsun? Şöyle cevap verdi: ne kadar az
bildiğimi biliyorum.
- İnsanlarda güzel ahlak gördüm. Ama
bunlar çok azında mevcuttu. Kişi dostunu yokluğunda da varlığındaki gibi
sevmelidir. İkramsever kişi, yoksullara, zenginlere yaptığı gibi ikramda
bulunmalıdır. Kişi, kusurlarını hatırladıkça itiraf etmelidir. Kötü gününde iyi
gününü, iyi gününde de kötü gününü artmalıdır. Öfkelendiğinde dilini tutmalı ve
her zaman iyiliği emretmelidir.
Kadîm bilgelerin büyükleri arasında
sayılır. Platon ve Aristo tarafından en yüksek mertebede zikredilmiş ve
şiirleri birçok yerde delil gösterilmiştir. Şiiri, bilgi derinliği, sağlam
hikmeti, lafız güzelliği ve görüş sağlamlığıyla temayüz etmiştir. Hikmetli
deyişlerine örnek olarak şunu zikredebiliriz: Başların çokluğunda hayır yoktur.
Bu söz, içinde çok değerli fikirler içeren vecîz bir ifadedir. Her şeyden önce
çok başlılık, sebep olacağı kararsızlık nedeniyle İşlerin altüst olmasına yol
açar. Aynı gerekçe ilahların çokluğunda da geçerlidir. İlahlardaki çokluk,
ulûhİyetin gereklerini iptal edecek noktaya kadar varır. Nitekim şöyle bir
atasözü vardır: Belde halkının hepsi baş olunca hiçbir baş yoktur demektir.
Belde halkının hepsi tebaa olunca da hiç tebaa yok demektir. Homeros'un
hikmetleri:
- insanlara şaşıyorum! Allah
Teâlâ'ya uymaları mümkün iken O'nu bırakıp hayvanlara uyuyorlar!
Öğrencilerinden biri bu söz üzerine şöyle demişti: Belki hayvanların da
kendileri gibi öldüklerini gördükleri İçin böyle yapıyorlardır. Buna şöyle
karşılık verdi: İşte bu gerekçe, şaşkınlığımı daha da arttırıyor. Öncelikle ölü
bir beden kisvesine büründüklerini hissediyor, bu bedende ölü olmayan bir nefs
olabileceğini düşünmüyorlar.
- Hayatın bizler için kölelik,
ölümün de kurtuluş olduğunu bilen kimse ölümü hayata tercih eder.
- Akıl iki yönlüdür: Tabiî ve
tecrübî. Bu ikisi su ile toprağa benzer. Ateş nasıl altın ve gümüşü eritip
işlenir hale getiriyorsa, akıl da meseleleri eritip saflaştırarak İşleme hazır
hale getirir. Aklın bu İkİ yönünden birinde yeri olmayan kimsenin yapacağı en
hayırlı işi ömrünü kısa tutmasıdır.
- Hayırlı İnsan, yeryüzündeki
her şeyden üstündür. Kötü insan da yeryüzündeki her şeyden çirkin ve daha
aşağıdır.
- Yumuşak ol ki şereflendirilesin,
hİlim sahibi ol ki aziz olasın, sakın kendini çok övenlerden olma, yoksa
horlanırsın. Arzu ve şehvetini ez, gerçek yoksul şehvetlerine kurban olandır.
- Dünya ticaret yurdudur. Ondan
sadece ziyan kazananlara yazık!
- Hastalıklar üç şeyden
ibarettir: Dört tabiatta eksiklik ve fazlalık İle hüzünlerin beslediği haller.
Dört tabiattaki eksiklik ve fazlalığın şifası, tabiplerin hazırladığı
ilaçlardadır. Hüzünlerin beslediği hallerin şifası İse bilgelerin ve dostların
sözlerindedir.
- Körlük cehaletten daha hayırlıdır.
Çünkü körler için endişe edilecek en büyük zorluk bir kuyuya düşüp ölmektir.
Câhil İse ebedî helake manız kalabilir.
- Güzel ahlakın başı hayadır. Kötü
ahlakın başı ise arsızlıktır.
Herakleitos şöyle demiştir: Şâir Homeros
ay feleğinin altındaki mevcudatta bulunan tezadı görünce şöyle demişti: Ne
olurdu bu âlemde, insanlarda ve efendilerde bulunan tezat yok olup gitseydi!
Efendilerle kas-dettiği yıldızlar ve onların farklı tabiatlarıydı. Bu dileğiyle
tezat ve ihtilafın kalkmasını, içinde yaşadığımız hareketli ve değişken âlemin
baki ve daimî olan sükûn âlemine dâhil olmasını istemekteydi.
Ona göre rüzgar çiçeği döllemiş ve
ikisinin arasından da bu âlemin tabiatı oluşmuştur.
Ona göre çiçek tevhid ve birleşmenin
illetidir. Rüzgar ise ayrılık ve ihtilafın illetidir. Birlik, farklılığın
zıddıdır. İşte bu nedenle tabiat zıt, yani terkip ve bozulma, birleşme ve
ayrılmadan ibaret olmuştur.
Homeros'a göre kısmet, aklın ilim
vasıtasıyla açığa çıkardığı bir şeydir. Nefsle karşılaşınca ona aşık olmuştur.
Buraya kadar aktardıklarımız
Homeros'un hikmetlerinden seçtiğimiz örneklerdi. Şiirlerinden bazı parçaları
ise aşağıda zikredeceğiz:
İnsana gereken insana mahsus
meseleleri anlamasıdır. İnsan için edep vazgeçilmez bir hazinedir. Ömründen
seni üzen hususları kaldır. Alemin İşleri sana ilmi öğretir. Sen ölüsün diye
ölmeyenlerin düşmanlığını hor görme. Zamanında aldanan kimse bununla sevinip
şımarır. Zaman hakkı açığa çıkarır ve onu aydınlatır. Nefsine her zaman bir
insan olduğunu hatırlat. İnsan isen öfkeni nasıl bastıracağını bil. Bir zarara
uğradığın zaman bunu hak etmiş olduğunu bil. Nefsin dışında herkesin rızasını
ara. Zamansız gülmek, sonra ağlamanın amca oğludur. Toprak her şeyi doğurur,
sonra da geri alır. Korkaktan çıkan görüş de korkaktır. Düşmanlarından öyle
bir intikam al ki sana zararı olmasın. Cesaretinde ölçülü ol, kendini tehlikeye
atma. Eğer ölü biriysen ölmeyenlerin yoluna girme. Yaşamak istiyorsan ölümü
gerektiren şeyler yapma! Tabiat bütün varlıkları Rab Teâlâ'nın buyruğuyla var
etmiştir. Kötülük adına hiçbir şey yapmayan ılahımdır. Allah'a inan, O seni
işlerinde muvaffak kılar. Kötülere serlerinde yardım etmek Allah'ı inkârdır.
Gerçek mağlup Allah ve kader ile savaşandır. Allah'ı bil ve insanî konuları
aklet. Allah seni kurtarmak istediğinde denizi vaha gibi aşarsın. Allah Teâlâ
ile konuşabilen akıl çok yücedir.
Yasanın dayanağı baştır. İnsan
güruhu güçlü de olsa akıldan yoksundur. Yüce gelenek anne babaya tanrı gibi
saygı duymayı emreder. Bana göre anne baban senin için tanrı gibidir. Baba,
doğurtan değil terbiye edendir. Zamansız söylenen söz ömrü heba eder. Kader
geldiğinde işler tamam olur. Tabiat kanunları öğrenilmez. Eli el, parmağı
parmak yıkar. Sevincin kendine biriktirdiğin azık İçin olsun, başkası için değil.
Kendin için biriktireceğin azık ilim ve hikmet, başkası için biriktireceğin
ise maldır.
Kerem üç saiktın taşır: Biri lezzet
salkımı, diğeri şükür salkımı, üçüncüsü de ahlak salkımıdır.
Söylenenlere göre şiir Grek
toplumunda felsefeden önce ortaya çıkmıştır. Şiir formunu ilk kullanan Homeros
ve ondan 382 yıl sonra da Thales'tir. İlk Grek filozofu Musa Pcygamber'in
(aleyhisselâm) vefatından sonra 951 yılında ortaya çıkmıştır. Bu bilgi Korfus
tarafından kitabında nakledilmiştir. Porfirios ise Thales'in Buhtunnasr'ın
krallığı döneminde 123 yılında zuhur ettiğini söylemiştir.
Tıp biliminin babasıdır. Önceki,
sonraki bütün filozoflar tarafından hayırla anılmıştır. Hikmetleri, çoğunlukla
tıp alanında olup tıp bilgisiyle tanınmıştır. Tıptaki şöhreti Kral Behmen b.
İsfendiyâr b. Küştasb'a kadar ulaşmış ve o, İstaııköy kralı Philates'e bir elçi
göndererek Hİppokrates'i yanma göndermesini istemiş ve ona yükler dolusu altın
bahşedeceğini bildirmişti. Ama Hippokrates bu teklifi kabul etmeyerek
ülkesinden ayrılmak istemedi. Yoksulların ve orta sınıfların tedavisinden ücret
almazdı. Zenginlerden ise şu üç eşyadan birini vermelerini şart koşardı: Ya
gerdanlık, ya taç, ya da altın bir bilezik.
Hippokrates'in hikmetlerinden
örnekler:
- Ölümü hafife alın. Çünkü onun
verdiği acı korkudadır.
-Ona sorulmuştu: Hangi tür hayat
daha iyidir? Şöyle cevap verdi: Yoksul ama güvenli olmak, zengin ama korku
içinde olmaktan daha iyidir.
- Şehirleri surlar ve kaleler değil,
insanların fikirleri ve hikmet sahiplerinin tedbirleri korur.
- Her hasta kendi toprağının
ilaçlarıyla tedavi edilir. Çünkü tabiat onun havasını bilir ve gıdasına
meyleder.
- Ölüm döşeğinde şöyle demişti:
İlmin yolunu benden öğrenin: Uykusu çok, tabiatı yumuşak ve teni nemli olanın
ömrü de uzun olur.
- Zararı azaltmak, yararı
çoğaltmaktan hayırlıdır.
- İnsan tek bir tabiattan yaratılmış
olsaydı hastalanmazdı. Çünkü tek tabiatta çatışma olmadığı için hastalık da
olmaz.
- Bir hastayı ziyaretinde ise şöyle
demişti: Ben, hastalık ve sen varız. Eğer hastalığını İyileştirmek için
söylediklerimi yaparak bana yardımcı olursan biz iki kişi oluruz, hastalık da
tek başına kalır. Biz de onu yeneriz. Çünkü iki kişi, her zaman bir kişiye
galip gelir.
- Ona
sorulmuştu: İlaç alındığı zaman insan vücudunda niçin
köpürme oluyor? Şöyle cevap verdi: İnsan bedeni eve benzer. Ev de süpürüldüğü
zaman tozar.
Hippokrates ve Kralın oğlunun
hastalığı:
Genç şehzade babasının gözdelerinden
birine aşık olmuştu. Bu aşk onu yeme içmeden kesmiş ve bedeni iyice zayıf
düşmüştü. Hastalığı iyice artınca Hippokrates çağrıldı. Büyük tabip gencin
nabzını dinleyip idrarını inceledi. Ama hiçbir hastalık izine rastlamadı.
Onunla biraz gönül ve sevda meselelerinden konuşunca, gencin hoşuna gittiğini
anladı. Gencin dadısıyla konuşarak bir şeyler öğrenmek istedi. Dadı, hiçbir şey
bilmediğini ve genç adamın saraydan dışarı adım atmadığını söyledi. Bunun
üzerine Hippokrates kraldan harem ağasını kendi emrine vermesini istedi. Kral
da harem ağasına onun söylediklerini yapmasını söyledi. Hippokrates harem
ağasına, haremdeki hanımları birer birer huzuruna çıkarmasını emretti. Kadınlar
bir bir Önüne çıkarken bir yandan da gencin nabzını tutuyordu, Kadınlardan biri
gelince genç adamın nabzı aşırı atmaya ve terlemeye başladı. Hippokrates, genç
adamın bu kadına aşık olduğunu anlamıştı. Kralın huzuruna çıkarak şöyle dedi:
"Oğlunuz ulaşılması çok zor birine aşık olmuş." Kral:
"Kime?" diye sordu. Hippokrates, "Benim sevgilime aşık"
dedi. Bunun üzerine kral, "Ondan vazgeçersen sana çok daha güzelini
veririm" dedi. Hippokrates kızara bozara şöyle dedi: "Bir adamın,
hele adalet ve insaf sahibi bir kralın başka bir adamı kadınını terk etmeye
zorlaması düşünülebilir mi? Ondan ayrılmak benim için ölüm gibidir."
Bunun üzerine kral şöyle dedi: "Oğlumun hayatını seninkine tercih ederim.
Sana çok daha güzelini sunabilirim." Hippokrates bir türlü yanaşmıyordu.
İş kılıçla tehdit etmeye varmıştı. Hippokrates şöyle dedi: "Bir kral,
başkası için caiz gördüğünü kendisi için de caiz görmedikçe adil olamaz.
Oğlunun sevdiği kadın, senin gözdelerinden biri ise ne yaparsın?"
Kral şöyle dedi: "Hippokrates!
Aklın bilginden de güçlüymüş!" Sonra o gözdesini oğluna hediye etti. Genç
adam ilacını bulduğu İçin kısa sürede iyileşti.
- Ancak hoşlandığınız şeyleri yİyİn.
Hoşlanmadığınız yiyecekler sizi yer bitirir.
- Ona sorulmuştu: Ölü niçin
ağır olur? Şöyle cevap verdi: Çünkü hayatta iken ikiydi. Biri hafif ve
yükseltici, diğeri ağır ve aşağı itici. Kişi Öldüğü zaman hafif ve yükseltici
olan gider ve ağır olan tek başına kalır.
- İnsan bedeni genelde beş biçimde
tedavi edilir: Kafa kısmı gargarayla, mide kısmı kusmayla, beden kısmı
ishalle, deri kısmı terlemeyle, iç organlar ve damarlar kısmı İse kan vermekle
tedavi olur.
- Safranın yatağı öd kesesi,
saltanatı ciğerdedir. Balgamın yatağı mide saltanatı göğüstedir. Kara kanın
yatağı dalak, saltanatı kalptedir. Kanın yatağı kalp, saltanatı kafadadır.
- Bir öğrencisine şöyle demişti:
İnsanlara ulaşmada kullanacağın en güzel vasıtan onlara duyduğun sevgin,
hallerini yoklaman, sorunlarını araştırman ve iyilikte bulunmandır.
- Ömür kısa, iş uzun, vakit dar,
zaman yeni, tecrübeler tehlikeli ve telafi etmek zordur.
- Öğrencilerine şu tavsiyelerde
bulunmuştu: Gece ve gündüzünüzü üçe bölün. Birinci bolümde erdemli aldı talep
edin. İkinci bölümde o akılla elde ettiklerinizi tatbik edin. Üçüncü bölümde de
akılsızlarla ilişki kurun. Serden yapabildiğiniz kadarını yenin.
- Hippokrates'in edebi kabullenmeyen
bir oğlu vardı. Bir keresinde eşi ona şöyle demişti: "Oğlun sendendir, onu
terbiye et." Bunun üzerine şöyle karşılık verdi: "Evet tabiat olarak
benden, ama nefis olarak başkasından. Ne yapabilirim ki?"
- Çok olan tabiata da aykırıdır.
Yeme, içme, uyku, cinsî münasebet ve çalışmada orta yolu tutun.
- Bedenin aşırı sıhhatli olması
tehlikenin zirvesidir.
- Tıp, sağlıklı kimselere uygun
gelecek şeylerle sağlığı korumak, hastalıkları da onların zıtlarıyla gidermeye
çalışmaktır.
- Zehir içiren, çocuk düşürten,
hamileliği engelleyen ve hastaya kaba davranan tabipler benim yolumdan
değildir.
Hippokrates'in bu ve benzeri şartlan
içeren meşhur yeminleri vardır. Ayrıca tıp alanında meşhur eserleri de vardır.
Tabiat hakkında şöyle demiştir: O,
insanın bedenini yöneten ve onu bir damladan tam yaratılış safhasına kadar
şekillendiren güçtür. Bunu, yapısını tamamlamaya çalışan nefse hizmet olarak
sunar. Emzirmeden beslenmeye kadar her safhada bedeni o yönlendirir. Tabiatın
üç gücü vardır: Doğurucu, terbiye edici ve koruyucu. Bu üçüne de dört kuvvet
destek olur: Çekme (cazibe), tutma (mâsİke), hazmetme (hâzime) ve atma (dâfia).
Behmen b. İsfendiyar döneminin
tanınmış filozoflarmdandı. Eflâ-tun'dan önce, Hippokrates ile aynı dönemde
yaşamıştır. Felsefe alanında, Özellikle kevn-fesâdm ilkeleri konusunda
görüşleri vardır. Aristo onun görüşlerini, hocası Eflâtuıı-ı İlâhfnin
görüşlerine tercih ederdi.
Demokritos şöyle demiştir: Görünen
güzellik, boyalarla tasvir edilenlere benzer. Gizli güzellik İse, gerçekte
onun sahibi olana benzer kİ onun yaratıcısı ve geliştiricisi de odur.
- Öfken görüşünü ifsat ediyor
ve şehvetine tâbi oluyorsa kendini insanlardan saymamalısın.
- İnsanlar zillet zamanlarında
değil, izzet ve varlık zamanlarında imtihan edilirler. Altın körükle sınandığı
gibi insan da varlıkla imtihan edilir, iyisi kötüsü ortaya çıkar.
- Kendinde bulunan ayıpları yok edip
yerini faziletlerle doldurduktan sonra ilimleri öğrenmen gerekir. Eğer böyle
yapmazsan ilimlerden hiçbir fayda elde edemezsin.
- Bir kardeşine para veren kimse,
ona hazinelerini vermiş olur. Ona ilim ve öğüt veren kimse ise kendi canını
vermiş olur.
- İçinde büyük zarar bulan
yararı yarar saymamak gerekir. İçinde büyük yarar bulunan zararı da zarar
saymamak gerekir. Övgüye değer olmayan hayatı da hayat saymamak gerekir.
- İsme kanan kimse yemek yerine
kokusuyla ikna olan gibidir.
- İnatçı âlim, insaflı cahilden
hayırlıdır.
- Gururun meyvesi gevşeklik,
gevşekliğin meyvesi çile, çilenin meyvesi serserilik, serseriliğin meyvesi
sefahat, boş işlerle uğraşma, pişmanlık ve hüzündür.
- İnsan, bedenini kir ve paslardan
arındırdığı gibi kalbini de hile ve hurdadan arındırmalıdır.
- Bugün kimsenin topuğuna basmasını
umma, yarın üstüne basar.
- Çok tatlı olma kolay yutulursun,
çok da acı olma ağızdan atılıverir-sin.
- Köpeğin kuyruğu ona aş kazandırır,
ağzı İse dayak attırır.
- Atina'da beceriksiz bir nakkaş
vardı. Bir gün Demokritos'a gelip 'Evinİ sıvat da üzerine nakış yapayım'
demişti. Şöyle dedi: Sen önce nakış yap, ben de üzerine sıva yaptırayım.
- Kabul etmeyen, etse de onunla amel
etmeyen kişideki ilim, ilaç kullanmayan hastadaki ilaç gibidir.
- Bir defasında ona 'Bakma!'
denmiş, gözünü yummuştu. 'İşitme' denmiş kulaklarını tıkamıştı. 'Konuşma'
denmiş eliyle ağzını kapatmıştı, 'Öğrenme' denince 'Bunu yapamam' demişti. Bu
ifadeyle kasdettiği, bâtını hususların insanın tercihine bağlı olmamasıdır.
İnsanın iç dünyasında zorunluluk, zahirinde ise seçim söz konusudur.
İnsanın varoluşu zorunlu olduğu için
kalbi üzerinde yetki kullanmaktan men edilmiştir. İnsan, aslında kalbiyle
yücedir. Bu nedenledir ki ona hayatının kaynağı olan kalp üzerinde tasarrufta
bulunma gücü verilmemistir. Çünkü bir şey, kendi aslı üzerinde tasarrufta
bulunamaz. Bu söz başka şekilde de açıklanabilir. Şöyle ki: Demokritos, üstteki
ifadesiyle akıl ile duyu arasındaki farkı ortaya koymak istemiştir. Aklî idrak
İnsandan kesinlikle ayrılmazdır. Böyle bîr durum hâsıl olduğunda tercihi
unutması ve ondan yüz çevirmesi kesinlikle düşünülemez. Oysa duyusal İdrak
böyle değildir. Bu da aklın duyu türünden olmadığını, nefsin de beden kapsamında
bulunmadığını gösterir.
- Denildi ki: İnsanın tercih ve
seçimi iki tür etkilenmeden mürekkeptir: Noksanlık etkilenmesi, tekâmül
etkilenmesi. İnsan, tabiatı ve mizacı gereği birinci etkilenmeye daha yatkındır.
Akıl ve temyizden belli bir destek gelmedikçe ikinci etkilenmeye eğilimi çok
zayıf olacaktır. Akıl ve temyiz sayesinde sağlıklı görüş ve isabetli bir
kararlılık kazanarak hakla sever, batıldan hoşlanmaz. Bu destek kesildiği zaman
ise diğer etkilenmenin baskısı artar. İnsanın seçme gücü bu iki etkilenmeden
mürekkep olmasa, ya da bu iki yöne ayrılmasaydı istediği her şeye seçim ve
tercihiyle ulaşabilir, düşünme, süre, ölçme, danışma ve istihare olmaksızın
dilediğini yapabilirdi.
Bu büyük bilgenin zikrettiği bu
görüşü, ondan önce hiç kimsenin ifade, beyan, ima, hatta işaret ettiğini
görmedim.
Riyâzî ilimler üzerinde ilk fikir
bildiren ve onu diğer İlimlerin yanında müstakil, zihin için tertip edilip
ayıklamış, fikri harekete geçiren bir ilim dalı haline getiren odur. Adıyla
bilinen bir de kitabı vardır. Birçok hikmetli sözü nakledilmiştir.
Öklid'in dağınık halde bulunan
hikmetlerini maksadımıza ve sözümüzün yönüne uygun olarak şöyle
sıralayabiliriz:
- Çizgi, cismânî bir aletle ortaya
çıkmış rûhânî bir hendesedir.
- Onu tehdit eden biri şöyle
demişti: Hayatını yok etmek için çok fazla çaba harcamaya gerek görmüyorum. O
da şöyle karşılık verdi: Ben de senin öfkeni yitirmen için çaba harcamaya gerek
görmüyorum.
- Tasarrufta bulunduğumuz ve nefs-i
natıkanın kudreti dâhilinde bulunan her iş insanî fiillere girer. Nefs-i
natıkanın kudreti dâhilinde olmayanlar ise hayvanı fiillere girer.
- Sevdiği şeyin senin
tarafından da sevilmesini isteyen kimse, sevdiğin şeyde sana uyar. Aynı şeyi
sevdiğinizde de birliğe doğru yol almış olursunuz.
- Aklî, tedbİrî ve genel görüşe
benzeyen görüşe yönel, bunun dışındaki görüşleri sorgula.
- Bir iş, sıyrılıp atılması mümkün
ise ve kişiyi bağlamıyorsa o işe katlanmak niye?
- İşler ikiye ayrılır. Bir kısmından
kurtulmak ve başkasına yönelmek mümkündür. Bir kısmı ise zarurî olduğu için
bırakılamaz ve başkasına gidilemez. Her ikisinde de akla uygun düşmeyene esef
olsun.
- Bir şey kesin gerçekleşecekse
tasalanmak niye? Kesin gerçekleşmeyecek İse gam yemek niye?
- Doğru, genel olduğu zaman daha
hayırlı olur. Çünkü hususî olana ulaşmak için araştırmak gerekir.
- İnsaf üzere hareket etmek,
hoş olmayan şey üzere kalmayı terk etmektir.
- Bir şeyi yapmaya mecbur değilseniz
onu yaptığınızda ancak kendinizi kınayabilirsiniz.
- Akıllılık, zor veya kolay olma
İhtimali bulunan şeylere tam olarak güvenmemektir.
- Kaçırılan her şeyin
telafisini bulabilir veya benzerim kazanabilirsiniz. Öyleyse kaçırılan için
hayıflanmak niye? Telafisi veya benzerinin kazanılması mümkün olmayan şeylere
gelince zaten imkânsız olan bu tür şeyler için de hayıflanmamak gerekir.
- Akıl sahibi kimse dünyaya
dair hiçbir şeyin güvenilmez olduğunu görünce gerekmeyen kısmını bırakıp
gereken kısmıyla yetinir ve var gücüyle güvenilir olan için çalışır.
- Bir şeyi tasarruf açısından mümkün
gördüğünüzde ve o, istediğiniz şekilde gerçekleştiğinde bunu kâr bilin.
İstemediğiniz şekilde gerçekleşirse bundan dolayı da üzülmeyin. Çünkü onun
istediğiniz şekilde gerçekleşmesinden emin olmayarak acele etmiş
olabilirsiniz.
- Kİmi gördüysem dünyayı ve
dünyevî işleri kötüler. Çünkü dünya tabiatı gereği sürekli değişir. Dünyalığı
çok olan, kötülediği şeye en çok sarılandır. İnsan ancak sevmediği şeyi
kötüler. Onu sahiplenen kimse, sevmediği bir şeyi sahiplenmiş demektir.
Sevmediğini bırakan da, sevdiğine daha yakın olur.
- İnsanların en kötü durumda
olanı, sûizandan dolayı hiç kimseye güvenmeyendir. Kötü fiilinden dolayı hiç
kimse de ona güvenmez.
- Azgınlık iki kötülük arasındadır.
Yok etmek onu sefahate yönlendirir. Sarılmak İse daha kötüsüne götürür.
- Herhangi bir husumette bir dostunu
diğer dostuna tercih etme. Bir süre sonra barışırlar. Kötülenen sen olursun.
el-Macestî adlı eserin sahibidir. Bu
eserinde kozmoloji (heyet) ilmini anlatmıştır. Hendese ilmini kuvveden fiile
çıkaran da odur. Hikmetlerine örnek olarak şunları zikredebiliriz:
- En güzel insan, arzu
ettiğine sabredendir. Ondan da daha güzeli sadece gerektiği kadarını arzu
edendir.
- Hilim sahibi, iftiraya uğradığında
öfkesini yutan değil, tasdik edildiğinde sabredendir.
- İnsanları zengin ve
ihtiyaçsız kılıp kendisi dilenen kimse başkalarıyla zengin olup dilenen
krallara benzer.
- İnsanın varlıktan müstağni
olması, varlıkla müstağni olmasından daha hayırlıdır.
- Cahillerin kalplerindeki hikmet,
merkep sırtındaki altın ve mücevherat gibidir.
- Dostlarından bir topluluğun kendi
çardağı civarında hakkında ileri geri konuştuklarını duymuştu. Elindeki mızrağı
sallayarak onları İşittiğini hissettirdi. Biraz daha uzaklaşıp konuşmalarını
murad etti.
- Yerinde iüm, madenindeki altın
gibidir. Ancak yoğun çaba ve gayretle çıkartılabilir. Sonra bu ilmi fikirle
saflaştırmak gerekir. Tıpkı altının ateşle saflaştırılması gibi.
- Ayın günlere delaleti, güneş ve
Zühre'nin aylara delaleti, Müşteri ve Zühal'in yıllara delaleti daha açık ve
güçlüdür.
Şöyle dediği nakledilmiştir: Bizler,
daha sonra gelecek bir zamanda olacağız. Bununla ahireti ima etmekteydi. Çünkü
gerçek kevn ve vücûd, öbür âlemdeki kevn ve vücüddur.
Crisippus ve Zenon'u bunlar arasında
sayabiliriz. Bu ikisinin görüşleri şudur: Allah Teâlâ, İlk Yaratıcı (Mübdi-i
Evvel) ve mutlak birdir. O, mutlak O'dur. Akıl ve nefsi bir defada yaratmıştır.
Sonra bu ikisi vasıtasıyla diğerlerini yaratmıştır. Onları ilk yaratışında
yokluk ve fenanın caiz olmadığı iki cevher olarak yaratmıştır.
Onlara göre nefsin iki cirmi vardır:
Bİr cirmi ateş ve havadan, diğer cirmi su ve topraktandır. Nefs, ateş ve
havadan olan drmiyle ittihat etmiştir. Ateş ve havadan olan cirm de su ve
topraktan olan cirmle ittihat etmiştir. Nefs, fiillerini o cirm üzerinde izhâr
eder. O cirmin uzunluk, en ve mekâna bağlı bir miktar gibi hususiyetleri
yoktur. Biz onu, kendi ıstılahımız gereği 'cisim' olarak adlandırırız. Nefsin
bu cisim üzerindeki fiilleri çok açık ve nettir. Nur, güzellik ve zarafet
cisimden cirme doğru akar. Nefsin fiilleri aracılar vasıtasıyla bizde tezahür
ettiği zaman karanlık olur ve güçlü bir nuru bulunmaz.
Nefs temiz ve pak olduğu zaman cismi
olan ateş ve hava cüzleri özelle-şir ve Öbür âlemdeki rûhânî, nûrânî, ulvî, her
türlü ağırlık ve bulanmadan arınmış bir cisimle beraber olmaya başlar. Su ve
topraktan oluşan cirm ise yok olmaya mahkumdur. Çünkü o, semavî cisme benzer
değildir. Semavî cisim hafif, latif ve ağırlıktan arınmıştır. Ona dokunulamaz.
Rûhânî varlıklar nasıl akılla idrak ediliyorsa o da yalnız gözle İdrak
edilebilir. Görme duyusunun idrak edebildiği en latif cevher nefsânî olandır.
Allah Teâlâ'nın yaratıkları arasında idrak edilebilen en latif varlıklar,
akıldaki eserlerdir.
Onlara göre nefs, ancak Allah
Teâlâ'nın yapmasına izin verdiği fiillere muktedirdir. Allah Teâlâ onu
bağladığında hiçbir şeye güç yetiremez. Tıpkı sahibi tarafından bırakılan veya
tutulan bir hayvan gibidir. Salındığında istediğini yapabilen hayvan,
bağlandığında hiçbir şey yapamaz.
Yine onlara göre nefs ve bedenin
kirleri cüzleri bakımından insanın ayrılmaz özellikleridir. Temizlenmesi ve
arınması ise küllü bakımındandır. Çünkü küllî nefs, cüz'î nefsten, cüz'î akıl
külli akıldan ayrıldıkça nefs katılaşır ve cirmin sahasına girer. Zira nefs
aşağı düştükçe cirmle daha çok bütünleşir. Cirm, su ve toprağın alanındadır.
Her ikisi de ağır oldukları için nefsi aşağı doğru çekerler. Cüzi nefs küllî
nefsle, cüzi akıl küllî akılla birleştiği zaman ise nefs yükselir. Çünkü bu
durumda cisimle bütünleşir. Cisim hava ve ateşten oluşmuştur. Her ikisi de
hafif oldukları için nefsi yukarı doğru çekerler. Her iki cirm de mürekkeptir.
Her biri iki cevherden terkip olmuştur. Bu iki cirmin birleşip bütünleşmesi
ittihadı görme duyusu nazarında tek bir şey olarak vazeder. Batınî duyular ve
akıl nazarında ise tek bir şey olmazlar. Bu âlemde cisim, cirmin içine
gizlenmiştir. Çünkü o, çok daha ruhanîdir. Ayrıca bu âlem de ona benzer ve aynı
cinsten değildir. Cirm ise, bu âleme benzer ve onunla aynı cinstendir.
Dolayısıyla bu âlemde cirm, cisimden daha bariz olmuştur. Cisim de cirmin içine
gizlenmiştir. Ona gizlenmesinin nedeni, bu âleme benzer ve onunla aynı cinsten
olmayışıdır. Öbür âlemde ise cisim cirmden daha bariz olacaktır. Zira o âlem,
cismin âlemi olup ona benzer ve aynı cinstendir. Su ve toprağın latîf kısmından
oluşan cirmin latif kısmı ateş ve hava cevherlerine benzer olduğu için cismin
içine gizlenir. Öbür âlemde, bu âlemin aksi olacaktır. Durum onların
belirttikleri gibi olursa, söz konusu cisim her zaman baki kalacaktır. Onun yok
olması ve fena bulması caiz değildir. Onun tadı da süreklidir ve ne nefsler, ne
de akıllar ondan usanırlar. Onun sunduğu huzur ve mutluluk da asla tükenmez.
Hocaları Efâtun'dan da şunu
nakletmişlerdir: Bir'in başı olmadığına göre sonlu olan her şeyin sonu da
O'dur. Bİr'in sonsuz olması, başlangıcının olmayışındandır. Başı yoktur, çünkü
sonu yoktur.
Efâtun şöyle demiştir: Kişi her gün
aynadaki yüzüne bakmalıdır. Eğer çİrkinse çirkinlik yapmayarak çirkinliğini
katlamam alıdır. Eğer güzelse, çirkinlik yaparak onu lekelememelidir.
- İnsanlar iki türdür: Ya kaderinin
önceden sunduğunu kendinde erteler, ya da kaderinin tehir ettiğini Öne almaya
çalışır. Kendi seçiminle bulunduğun halden hoşnut ol, yoksa mecburen hoşnut
olursun.
Bunlar yukarıda zikrettiğimiz
bilgelerden sonraki dönemde yaşamışlar ve görüşleri bakımından da onlardan
farklı düşünmüşlerdir. Aristo ve onu izleyen Romalı İskender, Yunanlı Şeyh (:
Plotinus), Kinik Diyojen ve diğerlerinin hepsi, öncekilere göre tek kaldığı
noktalarda Aristo'nun görüşlerini benimsemişlerdir.
Bu bölümde Aristo'nun konumuzla
ilgili görüşlerini zikredeceğiz. Bu görüşleri on altı başlık altında topladık.
Başarı Allah'tandır.
İstagira halkmdandır. Meşhur usta,
muallim-i evvel ve halkı nezdinde haldm-i mutlaktır. Erdeşîr b. Dârâ'nın
krallığının ilk yılında doğmuştur. On yedi yaşma geldiğinde babası tarafından
Efâtun'a teslim edilmiştir. Onun yanında yirmi küsur yıl kalmıştır. Muallim-i
Evvel yani ilk öğretmen olarak isimlendirilmesinin nedeni, mantık öğretilerini
koyması ve bunları kuvveden fiile çıkarmasıdır. Gramer ve aruz da onun
tarafından vazedilmiştir. Mantığın zihindeki anlamlara nisbetİ, gramerin
konuşmaya, aruzun şiire nisbeti gibidir. Onun bu İlmi vazetmiş olması, ilmin
kurallarım yoktan var etmiş olması demek değildir. Bilakis o, bu ilmin
araçlarını malzemesinden ayırarak öğrencilerin zihinlerine daha yakın hale
getirmiştir. Böylelikle mantık, onlar için bir Ölçüt ve kıstas olmuştur. Doğruyla
yanlış, hak İle batıl karıştığı zaman bu ölçütü kullanarak doğruyu bulmaya
çalışacaklardır. Ancak Aristo, bir ilmi esaslarını ilk vazedenlerin tavrıyla
mantık ilmini çok özlü olarak vazetmiş ve ilim, sonrakiler tarafından şerh
edilerek mufassal hale getirilmiştir. İlim dalı haline getirme noktasındaki
öncelik Aristo'ya aittir. Tabiat ilimleri, ilahiyat ve ahlaka dair birçok eseri
vardır. Bu eserlere ait birçok şerh yazılmıştır.
Aristo'nun görüşlerini naklederken,
sonraki filozofların öncüsü ve reisi olan Ebu Ali İbn Sina tarafından da
başvurulan Themistius'un şerhini esas almayı uygun gördük. Onun ilahiyat
hakkındaki görüşlerini özetleyerek aktaracağız. Diğer konularda, öncekilerden
farklı olan görüşlerini sonraki filozofların nakillerini esas alarak zikredeceğiz.
Sonraki filozofların ekseriyeti ona karşı çıkmadığı gibi görüşlerini şartsız
kabullenmişlerdir. Oysa işin aslı, zanlarının meylettiği şekilde değildir.
Muharrik-i Evvel olan
VâcibuTvücûd'un isbâtı hakkındadır. Esûlûcya (: Theologia) kitabının Lam harfi
bölümünde şöyle der:
Cevherin üç türü olduğu söylenir.
İkisi tabiî, biri hareketsizdir. Muhtelif yön ve konumlardaki hareketlileri
gördüğümüzde her hareket eden için bir muharrikin bulunması gerektiğini
anlarız. Bu muharrik, bizatihi hareketli olabilir. Bu durumda teselsül
sözkonusu olacak ve sonuca ulaşılamayacaktır. Sözkonusu muharrik hareketsiz de
olabilir. Ancak onda, kendisini bilkuvve yapacak bir mânanın bulunması caiz
değildir; zira bu durumda onu kuvveden fiile çıkaracak başka bir şeye muhtaç
olacaktır. Çünkü o, kendiliğinden kuvveden fiile hareket etmez. Şu halde fiil
kuvvetten önce gelmektedir. Bilfiil varolan, bilkuvve varolandan daha
önceliklidir. Varlığı caiz olan her şeyin tabiatında bilkuvve manası bulunur. Bu
imkân ve cevaz hali olup vücûbunu gerektirecek bir vacibe muhtaçtır. Bu şekilde
her hareketli bir muharrike ihtiyaç duyar. Vâcibu'l-vücûd ise zâtı itibarıyla
varlığını başkasına borçlu değildir. O'nun dışında her varlık, varlığını
bilfiil O'na borçludur. Vücûdu kendi zâtında caiz olan ise mümkündür. Şartsız
olarak alındığında böyledir. Şartlı olarak illetiyle alındığında ise vücübu söz
konusu olur. İlliyet olmaması şartıyla alındığında ise mümteni' olur.
Vâcibu'l-vücûd'un birliği
hakkındadır. Aristo bu konuyu açıklarken âlemin birliğinden hareketle mebde-i
evvelin de bir olması gerektiğini söyleyerek şunu ifade etmiştir: Tarif
üzerindeki ittifaktan sonra görülen çokluk, unsurdaki çokluktan başka bir şey değildir.
Aniye-İ Ûlada olana gelince onun için unsur söz konusu değildir. Çünkü o tam ve
bilfiil kâim olup kuvvede karışmaz. Bu durumda Muharrİk-i Evvel kelime olarak
da, sayı olarak da, yani isim olarak da, zât olarak da birdir. Aristo şöyle
demiştir: Alemin muharriki birdir, çünkü âlem birdir. Bu, Themistius'un
naklidir. Onun görüşünü destekleyenler mebde-İ evvelin bir olduğunu, çünkü
Vâcibu'l-vücûd li-zârihi olduğunu açıklamaya girişmiş ve şöyle demişlerdir:
Eğer o çok olsaydı, Vâcibu'l-vüeûd hem ona, hem de başkalarına
hamledilebİlirdi. Çünkü aralarında bîr uzlaşma olduğu için onları cins olarak
kapsarken biri diğerinden tür olarak ayrılırdı. Böylece zâtı bir cins ve
fasldan mürekkep olurdu. Böyle bir durumda ise mürekkebin cüzleri, bizatihi
mürekkepten önce varolacakları için bizatihi vacip olması mümkün olmazdı.
Lİ-zâtihi Vâcibu'l-vücûd olmayan, ancak zâtı dışında bir şeyle vacip olabilir.
Bu durumda zâtı dışında hârici bir şeyle Vâcibu'l-vücûd olur ki bizatihi vacip
olmamış olur. Bu ise O'nun hakkında düşünülemezdir.
Vâcibu'l-vücûd lî-zâtihi, li-zâtihi
bîr akıl olup hem kendi zâtını akle-den, hem de zâtı tarafından akledilen
mİdİr, O'nun gayrisini akleder mİ akletmez mi?
O'nun akıl olması, maddeden mücerret
olması, maddî gereklerden arınmış olması itibarıyladır. O'nun zâtı, zâtından
gizlenmez.
Li-zâtihi akleden olması, zâtı için
mücerret olmasındandır.
Zâtı için akledilen olması, zâtından
gerek kendi, gerek başkasıyla gizlenmemiş olmasıdır.
Aristo şöyle demiştir: İlk
(el-Evvel) zâtını akleder. Sonra zâtından hareketle her şeyi akleder. O, akıl
âlemini bir defada, hiçbir intikale, bir makûlden bir makûle gitmeye gerek
duymaksızın akleder. O, eşyayı, kendi dışında şeyler olarak akletmez. O'nun
akledişi, bizim mahsûsâtı hissedişimiz gibidir. O, her şeyi zâtından akleder.
O'nun akıl sahibi ve akıl olması, akılla bilinen şeylerin varlığı sayesinde
olmamıştır. Yani O'nun aklı, söz konusu eşyanın varlığına borçlu olmayıp bunun
aksi doğrudur.
Yani eşya, O'nun akletmesi sayesinde
varolmuştur. Evvel için, onu kemale erdirecek bir şey söz konusu değildir. O,
li-zâtihi kemal sahibi ve kendinden gayrisini ikmâl edicidir. O'nun varlığı,
başka bir varlıktan kemâl kazanmaz.
Aynı şekilde eğer O'nun varlıkları
akledişi o varlıklardan kaynaklanmış olsaydı, onların varlığı O-'nun varlığını
öncelemiş olurdu. O'nun cevheri kendi nefsinden ve yapısından kaynaklanır.
O'nun tabiatında eşyanın akılla bilinen yönlerini bizzat eşyadan kabul etme söz
konusudur. O'nun tabiatında bilkuvve olarak bulunan şey, O'nun zâtı
haricindekilere kemal kazandırır. Öyle ki şu söylenir: O'nun haricindeki eşya
varolma-saydı söz konusu hususiyeti de olmazdı. Onda söz konusu eşyanın yok
olması söz konusudur. Zâtını başkasına izâfc etmeksizin, akılla bilinenleri yok
edicidir. Böyle yapması O'nun şânındandır. Böylelikle zâtı imkân ve kuvvetin
karışımı olur. O'nun ezeli ve ebedî olduğunu varsaydığımızda, zâtından
kaynaklanan en üst kemâle sahip olması gerekir. Bu kemâl başkasından da
kaynaklanamaz.
Evvel, zâtını aklettiği zaman, zâtı
için gerekli olanlarla birlikte aklet-miş, mebde ve her şeyin sudur kaynağı
olan akıl olduğunu akletmiştir. Aksi halde zâtını bu özellikleriyle akletmesi
söz konusu olmazdı. Yine o şöyle demiştir: Eğer bilfiil akletmezse, kemâl
bakımından kusurlu olduğu halde değerli olan nesi olacaktır? O'nun durumu,
uyuyan birinin durumuna benzer. Eşyayı, eğer eşyadan afal edecek olursa
eşyanın, O'ndan önce varolması gerekir. Eşyayı zâtı itibarıyla akletmesine
gelince ki, esas olan ve arzulanan budur, Aristo bunu şöyle yakın bir ibareyle
ifade eder: Eğer O'nun cevheri akıl ve akletmek ise, ya zâtını, ya da gayrını
akleder. Başka bir şeyi aklederse bu aklettiği şeyin zâtına izafe edilmemesi
mümkün müdür? Kendinden ibret alan bu varlığın, akletmesi İçin gereken kadar
fazilet ve kıymeti olabilir mİ? Dolayısıyla bazı hallerde olabileceği gibi
akletmemesi, akletmesinden daha hayırlı olamaz mı? Ya da akletmemesi, zâtında
akletmesini gerektiren bir sıfatın bulunmasından daha üstün olabİ-ür mi? Ancak
bu durumda üstünlük ve kemâlini başkasına borçlu olacaktır ki bu imkânsızdır.
Vâcibu'l-vücûd, yaratma veya
akletmede gayrından kaynaklanan bir değişim ve etkilenmeye maruz kalmaz. Aristo
bu mesele hakkında şöyle demiştir; Yaratan o kadar yüksek bir dereceye sahiptir
ki kendinden başkasına muhtaç olmadığı gibi, kendinden başkası sebebiyle
değişime de uğramaz. Bu değişimin zamana bağlı olması veya zamanda daimî olsa
da başka bir varlığın tesirini kabul etmesi şeklinde olması sonucu değiştirmez.
Her ne suretle olursa olsun değişmesi caiz değildir. Çünkü O'nun İntikâli hayra
değil şerre olacaktır. Zira O'nun mertebesinin dışındaki her mertebe O'nunkinin
altındadır. O'na ulaşan ve sıfatlarıyla tavsif edilen her şey derece bakımından
O'nun altındadır. O, hareket için de uygun değildir. Hele bu hareket zamansal
sonralık şeklinde olursa asla caiz olmaz. Bu, Aristo'nun 'Daha körü durumdaki
bir şeye dönüşmesi' olarak ifade ettiği durumun ta kendisidir.
Onun bu önermesine şöyle karşı
çıkılmıştır: İlk Yaratıcı, ebediyete kadar zâtını akledecek olursa yomlup bıkar
ve zaman içinde değişerek etkilenmeye başlar. Themistius bu varsayımı şöyle
cevaplamıştır: Bilakis O, zâtını aklettiği için yorulmaz. Bundan olduğu gibi
zâtını sevmekten de yorulmaz. Çünkü O, zâtının akledîlmesinden yorulmaz.
İbn Sina bu meseleyle ilgili olarak
şöyle demiştir: İllet, zâtını aklet-mesİ veya zâtını sevmesi değildir. Aksine
O'nun akleden cevherde hiçbir şeye zıt olmamasıdır. Yorgunluk, tabiatın dışına
çıkma sonucu arız olan bir sıkıntıdır. Bunun olabilmesi için ardarda gelen
hareketler tabiatın arzusunun aksine olmalıdır. Tabiata uygun ve ona zevk
veren bir şeye gelince, bunun tekrarı kesinlikle yorgunluk sebebi olamaz.
Vâcibu'l-vücûd zâtı ile hayy yani
diri ve zâtı ile bakidir. O, her şeyi bilfiil müdrik olması ve emrini her şeye
geçirmesi noktasında kemâl sahibidir.
Aristo şöyle demiştir: Bizim
hayatımız, çok az bir İdrâk ve çok zayıf bir harekete geçirme gücüne sahiptir.
Ancak yaratıcı için geçerli olan hayat, zâtından her şeyi akletmesi bakımından
bilfiil tam olan akıl olmasıdır. O, ebediyete dek baki ve ezelî olandır. Zâtı
ile baki ve zâtı ile âlimdir. Saydığımız sıfatların tamamı zâtında bir çoğalma
ve değişme olmaksızın zikredilen esasa dayanır.
Bir'den (el-Vâhid) ancak bir sâdır
olur.
Aristo bu meyanda şöyle demiştir:
ilk sudur eden Fa'al Akıldır. Çünkü hareketler çok olduğu ve her hareket eden
için bir muharrik bulunduğu zaman, muharriklerin sayısının, hareket edenlerin
sayısıyla orantılı olması gerekir. Muharrikler ve hareket edenler O'na birinci,
ikinci şeklinde sıralama olmaksızın bir defada toplu olarak nispet edilirse
zâtının yönleri muharriklere ve hareket edenlere bağlı olarak birden çok olur.
Bu da zâtında çoğalmaya neden olur. Halbuki bizim ulaştığımız kesin delile göre
O'nun zâtı her bakımdan birdir. Her bakımdan bir olandan sudur edecek şeyler de
ancak bir olabilir ki o da Fa'al Akıldır. Zâtında, zâtı itibarıyla onun
varolması mümkündür, Fa'al Akıl illeti bakımından vâci-bü'1-vücud'dur. Bu
sebeple zatı çoğalır, ancak bu artış illeti bakımından değildir. Böylece ondan
iki şey sudur eder. Sonra sebepler gittikçe çoğalır ve dolayısıyla
müsebbeplerde de artış olur. Ama her şey, ilk kaynak olan O'na nispet edilir.
Mufârıkların sayısı hakkındadır.
Aristo şöyle der: Hareket edenlerin
sayısı, muharriklerin sayısına bağlı olduğuna göre mufarık cevherler, birinci
ve ikinci tertip üzere birden çok olacaktır. Her hareketli kürenin gücü sonsuz
bir mufarık muharriki vardır ki onun eylemi arzu duyulan bir maşukun
oluşturduğu hareket ve etkiye benzer. Hareketi sürdüren bir muharrik daha
vardır ki o da semavî cirmin sureti olur. Bunlardan ilki mufârık akıl, ikincisi
(hareketi) sürdüren nefstir. Mufârık muharrikler arzulanan ve aşık olunan
olmaları itibarıyla hareket ettirirler. Sürdüren muharrikler ise arzulayan ve
aşık olan olmaları itibarıyla hareket ettirirler. Aristo, bunun ardından
hareket devirlerinin sayısından muharriklerin sayısını bulmaya çalışır ki bu,
onun yaşadığı dönemde bilinmeyen bir husustu. Bu bilgi, sonraki dönemlerde
ortaya çıkmıştır.
Hareket devirlerinin sayısı dokuz
olup gözlemler bunu göstermiştir. Mufârık akılların sayısı ise ondur. Bunların
dokuzu, hareketi sürdürücü dokuz nefsin müdebbirleri yani idarecileridir. Biri
ise Fa'al Akıldır.
Aristo şöyle der: Duyuyla
algılananlardaki lezzet, tabiata uygun olmanın şuuruna varmaktır. Akılla
bilincnlerdeki lezzet ise, şuuruna vardığı yönden ulaştığı kemâlin şuuruna
varmaktır. İlki kendisiyle tat ve lezzet alır. Çünkü o, zâtını bütün hakikat ve
şerefi üzere akleder. Ancak kendisine infial kaynaklı bir lezzetin nispet
edilmesi gibi bir küçüklük nispet edilmeyecek bir yüceliğe sahiptir. Buna
verilmesi gereken isim, ululuk, surur ve güzelliktir. Bizler Hakk'ı idrâk
etmekten zevk almakla birlikte O'ndan uzaklaşmış, kendileriyle O'nu unutmuş
olduğumuz ve bizim hakikatimize uygun hârici ihtiyaçları karşılamakla meşgul
oluşumuz yüzünden O'nun kapısından reddedilmiş durumdayız. Bu durum,
akıllarımızın zayıflığı, akılla idrak edilen varlıklar hususundaki
eksikliğimiz, bedenî tabiatımıza iyice dalışımız sebebiyledir. Ama bizler
kaçamak yoluyla da olsun, Hakk-ı Evvel ile anlık temaslar kurabiliriz. Bu, çok
kısa sürede yaşanan olağanüstü bir mutluluktur. Bu hal, O'nun için sonsuza dek
geçerlidir. Biz günahkârlar içinse mümkün değildir. Bizler o ilahî kıvılcıma
ancak göz açıp kapama süresi kadar kısacık bir an için muttali olabiliriz.
Küllî nizâmın sudûru ve tertibi
hakkındadır.
Şöyle der: Cevherin üç türlü
olduğunu, ikisinin tabiî, birinin hareketsiz (gayr-i müteharrik) olduğunu daha
önce açıklamıştık. Bir ve hareketsiz olanla ilgili görüşlerimizi de daha önce
ifade etmiştik. Tabiî olan ikisine gelince bunlar heyula ve suret, ya da unsur
ve surettir. Bu ikisi fizikî cisimlerin mebde'i yani esasıdır. Yokluk yani
ademe gelince, o da zât değil araz itibarıyla ilkelerden sayılır. Heyula,
sureti kabul eden bir cevherdir. Suret İse cevher ile varolan bir mana olup
onun sayesinde bir tür olur. Ona hulul eden bir araz gibi olmayıp onu
tamamlayan bir cüz gibidir. Yokluk, suretin karşısında yeralır. Suretin yok
olduğunu vehmettiğimizde, heyulada da suretin yokluğu gerekir. Mutlak yokluk,
mutlak suretin karşılığıdır. Özel yokluk da, aynı şekilde özel suretin
mukabilidir.
Aristo dedi ki: Suretin heyulaya
ulaşan ilk kısmı üç boyuttur. Suret, bu üç boyutla cirme dönüşür. Üç boyut, en,
boy ve derinliktir. Suretin bu şekli keyfiyet sahibi olmayıp ikinci heyuladır.
Ardından dört nitelik gelir ki bunlar etken (fail) konumda olan sıcaklık ve
soğukluk İle edilgen (muti-fa'il) konumda olan rutubet ve kuruluktur. Böylece
ateş, su, hava ve topraktan oluşan dört ustukusa dönüşür. Bu da üçüncü
heyuladır. Bunlardan da arazların, kevn ve fesadın karıştığı mürekkep varlıklar
oluşur. Bunların bir kısmı, diğer kısmının hcyulasıdır.
Bu sıralamayı, duyularda değil akıl
ve hayalde yaptık. Çünkü bize göre heyula, suretten hiçbir şekilde arınmış
değildir. Varlıkta boyutlara elverişli olup boyutların kendisine bilâhare
katıldığı ne mutlak bir cevher, ne de bu niteliklerden arınmış bir cismin
varlığını mümkün görmeyiz. Bu bilâhare arız olmuştur. Bizim gözümüzde tabiat
bakımından daha kadîm, akıl ve hayalde daha basittir.
Ardından bu tabiatların ötesinde,
kevn ve fesat kanununa tâbi olmayan beşinci bir tabiatın varlığını
kanıtlamıştır. Ona göre bu tabiat İçin imkânsızlık ve değişim söz konusu
değildir. Bu, semâ tabiatıdır. Beşinci tabiat ile kasdettiği, sözkonusu dört
tabiatın cinsinden beşinci bir tabiat olması olmayıp anılan tabiatların dışında
bir tabiata sahip olmasıdır. Bunların hepsi de belli terkipler üzere olup her
terkibin kendine özgü bir tabiatı ve kendine özgü bir hareketi vardır. Her
hareket edenin sürdürücü bir muharriki ve mufârık bir muharriki vardır. Hareket
edenler diri ve nutk sahibidir. Onların hayatiyet ve nutk sahibi oluşları başka
bir anlamdadır. Bu, diğer hareket edenler için olduğu gibi insan türü için de
geçerlidir. Bütün âlemin düzeni, ulvîsinden süflisine kadar tek bir düzen
üzeredir. Bütündeki nizâm, Mebdei Evvel'in inâyetiyle en güzel ve en sağlam
surette korunmakta olup tamamen hayra yöneliktir. Varlıkların, bütünün
tabiatları içindeki tertibi türler üzere olup eşitlik üzere değildir. Örneğin (memeli)
yırtıcılar kuşlar gibi, ya da bitkiler gibi değildir. Aynı şekilde bitkilerin
durumu da hayvanlarınla gibi değildir.
Bu farklılığa rağmen varlıklar
birbirlerinden tamamen kopuk ve ilîn-tisiz değildir. Tam aksine aralarındaki
farklılığın yanında hepsini içeren bir ilişki ve izafet söz konusudur. Bu,
onların hepsini, varlıktaki cömertlik ve nizâmın kaynağı olan Mebde'i temsil
eden İlk Asıl'a dayandırır. Tabiatların bütündeki tertîbİ, tek bir hanenin
sahipleri, hürleri, köleleri, ehli hayvanları ve yırtıcı hayvanları arasında
tertibi gibidir. Hepsini birleştiren bir hane sahibi vardır. O, hanenin bütün
mensuplarını belli bir mevkiye yerleştirmiş ve hepsine belli bir görev
vermiştir. Hane sahibi, hanesinde bulunanları, dilediklerini yapma, istedikleri
gibi hareket etme noktasında serbest bırakmamıştır. Çünkü böyle bir durum
hanede kaosa yol açar. Hane mensupları, mevkileri ne kadar farklı, şekil ve
suretleri ne kadar değişik olursa olsun tek bir mebde'e dayanır, onun emir ve
görüşlerine boyun eğer, onun hüküm ve tasarrufuna teslim olurlar. Yaşadığımız
âlemdeki durum da aynıdır. Alemin de ilk cüzleri vardır. Bunlar müfret ve
diğer varlıkların öncesinde varolmuş belli görevleri olan cüzlerdir. Gökler,
onların muharrikleri ve müdebbirleri bu tür cüzlerdir. Bunların öncesinde
sadece Fa'al Akıl vardır. Bunlar dışında daha sonra ortaya çıkmış mürekkep
cüzler vardır ki bunlar tabiat, irâde ve cebirle karışmış, ihtiyar yani seçme
gücüyle imtizaç etmiş varlıklardır. Bunların bütünü de azameti yüce olan
Yaratıcı'ya nispet edilmiştir.
Bütündeki nizâmın hayra yönelik
olması, şerrin sadece araz yoluyla kaderde vâki olması hakkındadır.
Dedi ki: Hikmet-i İlâhi, âlemin en
güzel, en sağlam ve en metin biçimde varolmasını gerektirmiş, aşağıya mensup
bir husus murat ve kast edilmemiştir. Dolayısıyla 'Aklı, aşağıda bulunan bir
gaye için yaratmıştır ki aşağıdakilere, bundan daha yüce bir iş için feyizde
bulunsun' denilemez. O, yarattığı her şeyi kendi zâtı için yaratmış olup ne bir
illet, ne de gaye için yaratmış değildir. Mevcudat, esas unsurlar ve bunların
ayrılmaz ekleri olarak varolmuş ve hayra yönelmiştir. Çünkü bütün mevcudat,
hayrın kaynağından sudur etmiştir. Her halükârda dönüş tek bir yeredir.
Aşağıdaki birtakım sebeplerde
yaşanan çatışmalar nedeniyle şer ve fesat vuku bulabilir. Tamamı hayır olan
üstteki sebeplerde ise asla şer bulunmaz. Örneğin yağmur, sadece hayır ve
âlemin nizamı için yaratılmışur. Bir rastlantı sonucu, yaşlı bir kadının evinin
yıkılmasına yol açabilir. Ama bu, yağmurun kendisinden değil arazdan
kaynaklanmıştıt. Âlemde cüzi şerrin vuku bulması sebebiyle hikmet-i ilâhiyenin
külli hayrın varlığını gerektirmemesi söz konusu olmaz. Yağmur yağmaması, küllî
bir serdir. Yaşlı bir kadının evinin yıkılması ise cüzi bir serdir. Alem ise
cüzi nizâm için değil küllî nizâm içindir. Şu halde şer, kaderde araz yoluyla
vuku bulmuştur.
Heyula, belli derece ve mertebeler
üzere suretlerin kisvesine bürünür. Her derece için nefsinde taşıyabileceği bir
sınır mevcuttur. Ancak yücelikten akan feyiz, bazılarına akıp bazılarına
akmazlık etmez. Tahammül gücünün en yüksek derecesi, altındakilerden daha
üstündür. Bizde bulunan unsurlar, hepsi değildir. Çünkü eşyanın
mahiyetlerinden her birinin, varoluşu esnasında belirlendiği kadar feyze
bürünme imkânı vardır. İşte bu nedenle bazı bedenlerde rahatsızlık ve kusurlar
oluşur. Eksik olan maddenin yol açtığı zaruret yüzünden suret, ilk veya ikinci
kemâli üzere kabul edilemez. Aristo şöyle demiştir: İşleri bu yöntem üzere arılamazsak,
zaruretler bizi geçmişte Seneviyye ve benzerlerinin düştükleri açmazlara
düşürebilecektir.
Hareketlerin sonsuzluğu ve
hadislerin ezelîliği hakkındadır.
Aristo şöyle demiştir: Fiilin Hakk-ı
Evvel'den sudûru, zaman bakımından değil zât itibarıyla sonradan olur. Fiilin
öncesinde yokluk ('adem) olmayıp sadece fiil sahibinin zâtı vardır. Ancak kadim
filozoflar illiyeti ifade etmek istediklerinde "öncelik" kavramını
zikretmek zorunda kalmışlardır. Öncelik (kabliyyet), lafız bakımından zamana
dayanan bir kavramdır. Bilgide tecrübe sahibi olmayanlar için mana bakımından
da zamana dayanır. Dolayısıyla kadîm filozofların konuyla ilgili ifadeleri,
Hakk-ı Evvelin fiilinin zamana bağlı bir fiil gibi algılanmasına ve O'nun önce
oluşunun zamana bağlı bir öncelik gibi anlaşılmasına yol açmıştır.
Bu meyanda şöyle demiştir: Şunu
kanıtladık ki hareketler, hareketli olmayan bir muharrike muhtaçtır.
Sonra deriz ki: Hareketler, ya ezelî
türden, ya da daha Önce yokken varolmuş türden hadis hareketlerdir. Bunların
muharriki, bilfiil mevcut ve kudret sahibidir. Hareketlerin kaynağı olmakta
onun karşısına hiçbir engel çıkamaz. Ayrıca hiçbir hadis yoktur ki, onun
tarafından ihdas edilerek fiile yönlendirilmiş olmasın. Bundan çıkan sonuç,
hudûs eden her şeyin, ancak ondan hadis olduğudur. Onun dışında hiçbir güç ona
engel olamaz ve özendiremez. Dolayısıyla 'O, daha önce kudreti dâhilinde
olmayan bîr şeye muktedir olmuştur, irâde buyurmadığı bir şeyi İrâde etmiştir,
bilmediği bir şeyi bilmiştir' demek mümkün değildir. Bütün bunlar imkânsızlığı,
bu da onun dışında başka bir şeyin bunu imkânsız kılmasını gerektirir. Ona
karşı bir engel çıkmıştır, dersek söz konusu engelleyici sebebin daha güçlü
olması gerekir. Engelleyiciden kaynaklanan imkânsızlık ve değişim de, ayrı bir
muharriki gerektiren harekettir, özetle söylenecek olursa, daha önce veya daha
sonraki bir zamanda meydana gelmesinin cevazından sonra, hudûsu zamanında, bu
hadisin kendisine nispet edildiği her sebep, cüzi husûsî bir sebep olup daha
önce varolmayan o hadisin ortaya çıkmasını gerektirmiştir. Çünkü külü irade,
her şeyi kaplayan kudret (kudret-i şâmile) ve her şeyi kuşatan İlim belli bir
zamanla kayıtlı olmaz. Onun bütün zamanlara nİsbeti tek bir nispettir. Hadis
olan her şeyin hadis bir sebebe ihtiyacı vardır. Vâhid-i Hakk olan, kendisi
için değişim ve imkânsızlığın caiz olmadığı Yaratıcı bütün bunlardan
münezzehtir.
Aristo devamla şöyle der:
Muharrikler İçin bir muharrik ve hareketler için bir taşıyıcının bulunması
zarureti kesinleştiğinde muharrikin de, hareketlerin de, o hareketleri
yapanların da sonsuz olmaları sonucu ortaya çıkar. 'Hareketin taşıyıcısı
cisimdir, ancak o hadis olmamasına rağmen sükûndan sonra hareket etmiştir,
dolayısıyla onu sükûndan harekete taşıyan sebebin bulunması gerekir' denilirse
şöyle deriz: Söz konusu cisim hadistir. Ancak onun hudûsu hareketin hudûsundan
önce gerçekleşmiştir. Bu durumda da hareketin de, hareket sahibinin de,
hareketin geçtiği zamanın da ezelî ve sonsuz oldukları ortaya çıkar.
Hareketler ya doğru, ya daireseldir.
Bitişme, ancak dairesel hareket için geçerlidir. Çünkü doğru, bir yerde
kesilir. Bitişme ezelî eşya için zarurî bir husustur. Sükûn içinde olan ezelî
değildir. Zaman ise bitişiktir. Çünkü zamanın kopuk ve dağınık olması mümkün
değildir. Bundan çıkan sonuç ise hareketin bitişik olmasıdır. Ama sadece
dairesel harekette bitişme mümkün olur. Dolayısıyla onun ezelî olması vacip
olur. Bu dairesel hareketin muharriki de ezelî olmalıdır. Çünkü değer
bakımından daha düşük olan, daha yüksek olanın sebep ve illeti olamaz. Platonik
suretler 2İbi hareketsiz duran sakin muharriklerde ise belli bir varar mevcut
deeil-dir. Tabiatı fiilden arındırmak yerinde olmaz. Çünkü bu durumda hareket
ettirme gücünü kaybedeceği için hareketsiz ve âciz olacaktır.
Unsurların terkibi hakkındadır.
Porfİrios, Aristo'nun şöyle dediğini
nakletmİştir: Varlıkların fiilleri, tabiatları gibidir. Tabiatı basit olan
varlığın, fiili de basittir. Allah Teâlâ bir ve basittir. Dolayısıyla O'nun
fiili de tek ve basittir. Aynı şekilde fiilî, varlığa doğru çekmek olduğu için
mevcuttur. Ama cevherin varlığı hareketle kâim olduğu için bekası da harekete
bağlıdır. Çünkü cevherin Hakk-ı EvveFin varlığı gibi kendiliğinden varolması
söz konusu değildir. Ancak bir bakıma ona benzetilmesi mevzubahistir.
Hareketler ya doğru veya daireseldir. Doğru hareketin sonlu olması gerekir.
Cevher üç cephede hareket eder ki bunlar boy, en ve derinliktir. Bütün bunlar
da doğru hatlar üzere ve sonludur. Cevher bunlarla cisim olur. Cevher, bundan sonra
sonsuza dek hareket edebileceği yerdeki dairesel hareketine başlar. Orada bir
an dahi durmaz. Ama cevherin bütünüyle dairesel hareket üzerinde kalması
mümkün değildir. Çünkü dairesel harekette bulunan her şey nokta gibi ortada
duran bir sükûn merkezine ihtiyaç duyar. Cevher işte bu noktada bölünür ve bir
kısmı felek olarak bilinen dairesel bir çizgi üzerinde hareket ederken, bir
kısmı da ortada sakin kalır.
Hareket eden cisim sakin bir cisme
dokunduğunda, eğer o cismin tabiatında etkilenme varsa, ısınmaya yol açar.
Cisim ısındıkça letafeti artar ve çözülerek hafifler. Sonunda ateş tabiatı bu
hareket eden feleği izler.
Ateşin ardındaki cisim ise felekten
giderek uzaklaşarak ateşin hareketiyle hareket etmeye başlar. Böylece hareketi
daha az olur. Varlığının bütünü değil, sadece bir kısmı hareket eder. Ateş
kadar ısınmayan bu kısım havadır. Havanın ardından gelen cisim ise muharrikin
uzakta kalması nedeniyle hareketsiz kalır. Sükûnetinden dolayı soğuk, sıcak ve
nemli havaya yakınlığı sebebiyle nemlidir. Bu yüzden biraz çözülür; işte bu da
sudur. Giderek çözülür ve suya dönüşür. Ortada kalan cisim İse felekten hayli
uzakta kalmış ve onun hareketinden istifade edememiştir. Onun tesiri altında
da kalmadığı İçin kurumuş ve soğumuştur. İşte o da topraktır. Bütün
bu cisimler birbirlerinden etkilendikleri
ve birbirlerine karıştıkları için bunlardan da mürekkep varlıklar
oluşmuştur. Duyularla algılanan söz konusu mürekkebât madenler, bitkiler,
hayvanlar ve insandır. Bu türlerden her birinin de kendine özgü bir tabiatı
vardır ve kendileri için Allah'ın takdir ettiği feyzi alma istidadına
sahiptirler.
Asâr-ı Ulviyye hakkındadır.
Aristo şöyle der: Süfli cisimlerden
havaya yükselen şeyler iki kısma ayrılır: İlki, güneş ve diğer faktörlerin
ısırmasıyla oluşan ateş dumanlandır. İkincisi ise, yerden yükselen su
buharlarıdır. Bunlar göğe doğru yükselirken içlerinde topraktan da parçalar
taşırlar. Rüzgar ve benzeri etkenlerle havada yoğunlaşan bu buhar, sis ve buluta
dönüşürler. Bu küdeye soğuk bir hava kütlesi rastladığı zaman suya, kara ve
doluya dönüşerek tekrar ilk kaynağına döner. Bunun nedeni unsurların
birbirlerine dönüşmesinden dolayıdır. Su, havaya dönüşerek yükseldiği gibi,
hava da suya dönüşerek yere iner. Rüzgar ve dumanlar bulutlara bir defada
girdikleri zaman gökgürültüsü olarak bildiğimiz ses çıkar. Bunların ani
sürtünmesinden de büyük bir ışık çıkar ki buna şimşek denir. Söz konusu
dumanlar içinde yağ oranı yüksek olanlar bulunur ki bunlar, sürtünmenin
şiddetinden ateş alarak göktaşı gibi yanarlar. Bir kısmı ise havada yanarak
taşlaşır ve yeryüzüne demir veya taş olarak düşer. Bir kısmı ise ateş alarak
yanarken yeryüzüne doğru yıldırım olarak düşer. Yanma Özelliği olan bulutların
bazısında yanma özelliği devam eder, bunlar bir yıldızın alanda durur ve o
yıldızın feleğinde dönerler. Buna da kuyruklu yıldız denir. Bunların bir
kısmının eni geniş olduğu için yıldızın sakalı gibi görünür. Bazen de ateşler
ve onlardan yayılan ışınlar bulutlara yansır ve tıpkı bir aynadaki görüntü gibi
aksederler. Bunlar da ateşten uzaklık ve yakınlıklarına, saflık ve
bulanıklıklarına göre muhtelif biçimlerde görülürler. Bu şekilde hâle,
gökkuşağı, güneş ve kayan yıldız gibi görünümlere sahip olurlar. Bunlardan her
birinin sebeplerini Meteorologİca: Âsâr-ı Ulviyye olarak bilinen kitabında
zikretmiştir.
Nefs-i natıka ve onun bedenle
birleşmesi hakkındadır.
Aristo dedi kİ: İnsan nefsi, ne bir
cisim, ne de cisim içindeki bir kuvvettir. Bu fikrini isbât etmek İçin
başvurduğu birçok dayanak söz konusudur: Örneğin İnsan nefsinin varlığı
ihtiyarî hareketlerle delillendîrilmiştir. Onun varlığının bir diğer delâleti
ise, ilmî tasavvurlardır.
Aristo ilki hakkında şöyle demiştir:
Şüphesiz hayvan, muhtelif yönlere kendi ihtiyarî hareketleriyle hareket eder.
Eğer bu hareketler, tabiî veya cebrî olmuş olsaydı, hayvan tek bir yönde
hareket eder, farklı hareketlerde bulunmazdı. Hayvanın zıt yönlerdeki
hareketleri görüldüğü için, hareketlerinin İhtiyarî olması da kesinleşmiş
olur. insan da hayvan gibi hareketlerinde ihtiyarîdir. Ancak onun hareketleri
aklî yararlar gözetilerek ve işlerin sonuçları hesap edilerek gerçekleşir. Onun
hareketleri belli bir maksat ve kemâle ulaşma isteği dışına çıkmaz. O, her
durumun sonucu hakkında bilgi sahibidir. Hayvanın hareketleri ise tabiatı
gereği böyle bir mantıktan uzaktır. Bu durumda hayvanın diğer varlıklardan
kendine mahsus bir nefsle temayüz etmesi gibi insan da, kendine özgü bir nefsle
hayvandan temayüz edecektir.
İkincisi hakkında -ki Aristo buna
dayanmıştır- şöyle demiştir: Hiç kuşkusuz bizler mutlak aklî hususları idrak ve
tasavvur ederiz. Örneğin insan olarak tasavvur ettiğimiz şey türünün bütün
şahıslarından daha genel olarak külli bir insandır. Bu makûlün mahalli, ne bir
cisim, ne cisimde varolan bir kuvvet, ne de bir cisim için suret olmayıp
cevherdir. Eğer cisim olmuş olsaydı, ya akılla bilinen suretin mahalli onun
açısından bir tarafının bölünmez, ya da bölünebilir bütünü olurdu. Onun bir
tarafının bölünmez olması ihtimali geçersizdir. Çünkü böyle olsaydı mahal,
çizgiden ayrışmayan bir nokta gibi olurdu. Çünkü taraf, çizginin sonudur.
Sonun ise başka bir sonu olmaz. Aksi takdirde teselsüle yol açılır ve her nokta
için ayrı bir son söz konusu olurdu. Bu ise imkânsızdır. Makûlün cisim
açısından mahalli bölünebilir bir şey olduğunda ise, mahallinin bölünmesine
bağlı olarak makûlün de bölünmesi gerekirdi. Halbuki makûller arasında
kesinlikle bölünme kabul etmeyenler vardır. Bölünebilir şeyin şekil ve miktar
sahibi olması gereklidir. Zihinde tasavvur edilen küllî insanî ise parçalanma
kabul edecek bir şekil, ya da ayrılabilir bir miktar gibi değildir. Bu
delillerden ortaya çıkan gerçek şudur ki nefs, ne bir cisim, ne cisim içinde
bir kuvvet, ne de cisim üzerinde bir surettir.
Nefsin bedenle birleşmesinin şekli
ve vakti hakkındadır. Aristo şöyle demiştir: Nefsin cisim olmadığı kesinleştiği
zaman, bedenle birleşmesi de onun içinde yoğrulma veya hulul etme şeklinde
olmayacak, aksine tedbîr ve tasarrufta bulunma biçiminde olacaktır. Nefs,
bedenin varolmasıyla eşzamanlı olarak hadis olmuştur. Ne daha önce, ne de daha
sonra hudûs etmemiştir. Aristo bunu açıklarken de şöyle demiştir: Eğer
nefsler, bedenlerin varolmasından önce varolmuş olsalardı, ya zâtları
bakımından çok veya birleşmiş olmaları gerekirdi. İlki şu yüzden geçersizdir:
Çoğalan bir şey, ya mâhiyet ve suretle çoğalır. Bu durumda onun tür bakımından
ihtilafsız ve müttefik olduğunu varsayarız ki bu durumda çoğalma ve bir yere
bağlanma söz konusu değildir. Ya da unsura nispet bakımından çoğalma olur ki
çoğalma kabiliyeti olan madde, değişik zaman ve mekânlarda çoğalır. Nefs için
bu da imkânsızdır. Nefsin bedenden önce, mücerret bir mâhiyet olarak ve
herhangi bir maddeye nisbeti olmaksızın varolduğunu varsaydığımızda ise,
mâhiyet olması itibarıyla onda farklılık olmayacaktır. Zâtları hamlediciler ve
istidatlar ile türlere bölünerek çoğalan manalardan ibaret olan şeyler,
mücerret olduğu zaman aralarında herhangi bir başkalaşım ve çoğalma olması da İmkânsızdır.
Geriye kalan, nefsin bedenden sonra
çoğalması ihtimalidir. Neftlerden her biri; kendisini oluşturan maddelerin
farklılığına, hadis oldukları zamanın farklılığına, bedenle birleşme esnasında
hâsıl olan özellik ve melekelerin farklılığına göre münferit zatlar olarak
varolmuşlardır. Şu halde nefsler, bedenlerin hudûsuyla birlikte hadis
olmuşlardır. Nefs bedeni, diğer zâtı fasıllar gİbİ hususî bir türe dönüştürür
ve bedenden ayrıldıktan sonra da belli arazlarla baki kalır. Ancak bu arazlar,
bedenle birleşmesinden önce varolmayan arazlardır. Aristo, işte bu delille
hocasından ve diğer kadîm filozoflardan ayrılmıştır.
Aristo'nun konuyla ilgili
fikirlerini açıklarken, nefsin bedenlerin varolmasından önce de varolduğu
düşüncesine inandığına dair İşaretler bulunmuştur. Onun görüşlerini açıklayan
bilginlerden bazıları, Aristo'nun, bu anlamdaki ifadeleriyle suretlerin
yaratıcısında bilkuvve bulunan feyiz ve suretleri murad ettiğini savunmuşlardır.
Bu meyanda da şu örneği vermişlerdir: Ateş, taş ve ağaçta varolduğu gibi,
insan da nuttede mevcut idi. Aynı şekilde hurma çekirdekte, ışık güneşte vardı.
Bazıları ise sözlerini zahirî anlamda ele almış ve nefsler arasında
hususiyetlerine göre temyize hükmetmişlerdir. Bunlara göre her insan nefsi,
diğerlerinden farklı bir hususiyete sahiptir. Bu nefsler, tür bakımından da
diğerleriyle aynı değildirler. Bazıları İse arazlardan hareketle temyize
hükmetmişlerdir. Nefsler, bedenlerle birleştikten sonra ayrıştıkları gibi madde
bakımından birbirlerinden ayrışmışlardır. Aynı şekilde nefslerle birleştikten
sonra da İşleri, fiilleri ve sanatları bakımından ayrışacaklardır. Her nefsin
belli bir istidadı, belli bir İlmİ vardır. Bunlar zâti özellikler (fasıllar) ya
da varlığının ayrılmaz arazları olarak nefsle varolmuşlardır.
Nefsin bedenden sonra bekası ve akıl
alemindeki saadeti hakkındadır.
Aristo der ki: İnsan netsleri ilim
ve amel kuvvetlerini ikmâl ettikleri zaman İlâha benzeyerek kemâl derecesine
ulaşırlar. Bu benzerlik imkân miktarında olur ki bu da nefsin istidat ve
çabasına bağlıdır. Beden ayrıldığı zaman ruhanîlerle temas
ederek yakın kılınmış (mukarreb) melekler arasına karışır. Bu
safhada mutluluk ve zevkin zirvesine çıkar. Zevklerin tamamı rismânî değildir.
Nefsin, bedenden ayrıldıktan sonra tadacağı zevkler nefsânİ ve aklî
zevklerdir. Yaşadığımız cismânî zevkin bir sının vardır. Bu âlemde zevk ve
lezzet alan kişiye sınır aşıldığı zaman bıkkınlık, zaaf ve eksiklik hissi gibi
arazlar müptela olabilir. Oysa aklî lezzetler arttıkça, onlara dönük arzu ve
istek daha da artacaktır.
Aynı durum, nefsânî acılar için de
geçerlidir. Bunlar da aynı şekilde cismânî acılardan çok daha derin ve
süreklidir. Aristo'ya göre sadece nefs-ler için ahiret söz konusudur. O,
öldükten sonra dirilme ve hesaba inanmamış, yaşadığımız âlemdeki fiziksel
bağın çözülmeyeceğini ve bu âlemin düzeninin bozulmayacağını iddia etmiştir. Bu
noktada kadîm filozoflarla hemfikirdir.
Yukarıda naklettiğimiz hususları,
Aristo'nun farklı eserlerindeki ifadelerinden topladık. Çoğunluğu da,
Themistius ve Aristo'nun sıkı bir destekçisi olan İbn Sina'nın yazdıklarından
derlenmiştir. İbni Sina kadîm filozoflardan sadece onun görüşlerini
benimsemiştir.
İbn Sina'nın fikirlerini, Allah'ın
izniyle İslâm Filozofları başlığı altında ele alacağız.
Şimdi Aristo'nun taraftarlarının ve
ilmî konular dışında onun görüşlerini benimseyen bazı bilgelerin hikmetlerini
nakletmek istiyoruz. Bunlar, inanç ve felsefe alanında Aristo'dan farklı
düşünmemişlerdir.
Aristo'nun söz ve görüşlerini birçok
kitapta dağınık olarak buldum. Nasıl bulduysam öylece sıraladım. Kimi zaman bu
görüşlerin bazıları Themistius tarafından nakledilen ve İbn Sina tarafından
esas alınan fikirlerden farklıydı.
Örneğin âlemin hudusu meselesinde
Aristo şöyle demektedir: Hamledilen şeyler, yani zıt suretlerden hiçbiri
diğerinin aynısı olamaz. Aksine diğerinden sonra olması, maddeye bürünmede
birbirlerinin ardından gelmeleri gerekir. Bunun neticesi, suretin bozulup yok
olacağıdır. Bir şey yok oluyorsa, başlangıcının olması gerekir. Çünkü yok olma
varılacak son noktadır. İki halden birinde onu birinin getirdiği açıkça
görülmektedir. Buna göre sahih olan, kâinatın hiçbir şey olmaksızın hudûs etmiş
olmasıdır.
Onu hamleden, zât
bakımından mümteni olmadığı için onun tarafından ınabilmekte ve kabuj
edilmektedir. Bu durumda o, bir başlangıç ve son ahibidir. Böyle olunca onun
hamili de bir başlangıç ve son sahibi olmak durumundadır. Öyleyse o da hiçbir
şey olmaksızın hudûs etmiştir. Bütün bunlar başlangıcı ve sonu olmayan bir
muhdise delâlet etmektedir. Çünkü vokoluş, âhirdir. Âhir ise evveli olandır.
Cevher ve suretler ezelî olsalardı, başka bir şeye dönüşmeleri de caiz olmazdı.
Çünkü dönüşme, bir şeyin kendisiyle varolduğu suretin yok olmasıdır.
Bir şeyin bir hadden (: tanım,
nitelik) başka bir hadde, bir halden başka bir hale geçmesi niteliğin
bozulmasıdır ve dönüşebilir olanın kevn ile fesat arasında gidip gelmesidir ki
bu da yok olmaya delâlet eder. Hallerinin hudûsu, onun başlangıcını gösterir.
Bir cüz'ünün başlangıcı, küllün de başlangıcına delâlet eder. Âlemde
varolanların bir kısmının kevn ve fesada yatkın olmaları, âlemin tamamının buna
yatkın olmasını gerektirir. Eğer başlangıcı varsa fesada yatkın olacaktır.
Diğeri de kevne dönüşecektir. Şu halde başlangıç ve son, bir yoktan yaratıcıya
delâlet etmektedir.
Dehriye'den biri Aristo'ya şunu
sormuştu: "O varlık, ezelî ve yanında hiçbir şey yokken âlemi ihdas
etmişse, âlemi yaratma sebebi nedir?" Aristo da şu cevabı vermişti:
"Onun hakkında "neden, niçin' sorusu caiz değildir. Çünkü 'niçin'
sorusu illeti gerektirir. İllet ise kendi üstünde bir illet sahibini
gerektirir. Halbuki onun üstünde bir illet söz konusu değildir. O, mürekkep de
olmadığı için zâtı da illetler taşıyamaz. 'Niçin' onun hakkında geçersizdir. O,
yaptığını yapmıştır. Çünkü o, cömerttir." Bunun üzerine şöyle denildi:
"Eğer cömert olarak ezelî ise, fail olarak da ezelî olması gerekir."
Buna da şöyle cevap verdi: "Ezelî olmasının anlamı, kendinden önce birinin
olmamasıdır. Tülde bulundu' cümlesi ise bir evveli gerektirir. Evveli
olmayanla evveli olanın söz ve zât olarak bir araya gelmesi tenakuzdan doğan
bir imkânsızlıktır." Bunun üzerine "Bu âlemi yok eder mi?" diye
soruldu. O da şöyle cevap verdi: "Evet." "Onu yok ettiğinde
cömertlik de yok olur mu?" diye soruldu. Buna da şöyle karşılık verdi:
"Âlemi, fesat kabul etmeyecek yeni bir heyette yaratmak için yok
edecektir. Çünkü mevcut heyeti fesadı kabul ermektedir."
Bu konuşma Sokrat'a ve Hippokrates'e
de atfedümiştir. Her halükârda kadîm filozofların görüşlerine benzemektedir.
Aristo'nun, dört unsur hakkında
şöyle dediği nakledilmiştir:
Sıcak, aynı cinste olanlardan
bazılarının karışımıdır. Aynı cinste olanların bazılarını da bazılarından ayırmıştır.
Soğuk, aynı cinste olanların farklı
cinste olanlarla birleşmesidir. Nitekim soğukluk, suyu dondurup buz haline
getirdiği zaman su, nebat ve diğer cinsleri kendi içinde toplamış olmaktadır.
Ağır yaşlık, bir şeyin zâtındaki
daralmadır. Hafif yaşlık, başkasının zâtından doğan daralmadır. Hafif kuru,
zâtından daralma, ağır kuru başkasının zâtından daralmadır. İlk iki tarif fiile
delâlet ederken, ikinci tarifler infiale delâlet etmektedir. Aristo bir grup
filozoftan eşyanın ilkelerinin dört unsur (anâsır-ı erbaa) olduğunu
nakletmiştir. Bazılarından ise şunu nakletmiştir: İlk başlangıç karanlık ve
çukurdur. Bunu da boşluk, feza ve körlük olarak tefsir etmiştir. Hıristİyanl
ardan bir topluluk da bu karanlığın varlığını kabul ederek onu dış karanlık (zulmet-i
hârice) olarak İsimlendirmişlerdir.
Aristo'nun hocası Efâtun'a muhalefet
ettiği meselelerden biri şudur: Efâtun şöyle demişti: İnsanlar arasında tabiat
bakımından belli bir şeye elverişli olan onu aşamaz. O ise hocasına karşı
çıkarak şöyle demişti: Tabiat selim olduğu zaman her şeye uygun olur.
Platoıı'un inancına göre insan nefsleri çeşitli türlere ayrılır ve her türün de
aşamayacağı bir kabiliyeti vardır. Aristo'ya göre ise insan nefsleri tek bir
türdür. İnsanlardan bir grubu bir şeye kabiliyetli kılındıkları zaman bu hepsi
için geçerli olur.
Zülkarneyn (iki boynuz sahibi)
olarak bilinen imparatordur. Kur'an'da zikredilen Zülkarneyn değildir. Kral
Philip'in oğludur. Büyük Dârâ'nm krallığının onüçüncü yılında doğmuştur. Babası
onu İniyas şehrinde bulunan Aristo'ya göndermiştir. Onun yanında beş yıl kadar
kalarak bilgelik ve edebiyatın inceliklerini öğrenmiştir. Felsefede, birçok
öğrencinin ulaşamadığı bir olgunluğa ulaşmıştır. Babası, rahatsızlandığını
hissettiği bir sırada İskender'i yanına çağırtmış ve veliahtlığını teyit
etmiştir. Philip hastalığının ilerlemesi sonucu ölmüş ve kraliyetin bütün yükü
iskender'e kalmıştır.
Hikmetleri:
- Bir gün mektepte otururken hocası
ona: "Krallık bir gün sana geçerse beni nereye koyarsın?" diye
sormuştu. O da şu cevabı verdi: "O zaman itaatiniz sizi nereye koyarsa
oraya koyarım."
- Bir keresinde ona "Hocana
babandan daha fazla saygı gösteriyorsun?" denilmişti. O da şu karşılığı
verdi: "Babam, fâni hayatımın sebebidir. Hocam ise baki hayatımın
sebebidir." Farklı bir rivayette ise şöyle dediği nakledilmiştir:
"Çünkü babam hayatımın sebebi, hocamsa hayatımı güzelleştirmemin
sebebidir." Üçüncü bir rivayet ise şöyledir: "Çünkü babam, varlık
sebebim, hocam İse düşünüşümün sebebidir."
- Ebu Zekeriya es-Saymerî şöyle
demiştir: Bana sorulsaydı şöyle derdim: Çünkü babam, kevn ve fesatla malûl
olan bu tabiatta bir ihtiyacını karşılamıştır. Hocam ise kevn ve fesat ile
malûl olmayan âlemde yol almamı sağlayan aklımı vermiştir.
- İskender bir gün tahtına oturmuş
ve hiç kimse kendisinden bir şey istememişti. Bunun üzerine dostlarına şöyle
dedi: "Yemin ederim ki bu günü, krallığımın günlerinden biri
saymayacağım." "Niçin kral hazretleri?" diye sorulduğunda da
şöyle cevap vermiştir: "Çünkü krallığın tadı isteyene vermek, muhtaca
yardım etmek, iyilik edeni ödüllendirmek, bunlar olmazsa arzu edeni muradına
erdirmek ve talep sahibine yardımda bulunmaktır."
- Bir defasında Aristo
kendisine uzun bir mektup yazarak şöyle demişti: "Siyasetinde hiddetten
arınmış sürat ile gafletten arınmış ağırlığı birleştir. Şekilleri birbirine
uygun olanları birbirine kat ki kuvvet ve izzet bakımından zıtlarından üstün
hale gelerek sureti daha açık görmen mümkün olsun. Sözünü tutmamaktan sakın,
çünkü bu utanç sebebidir. Tehdidini de afla ihlal et, bu da süstür. Hakkın
kulu ol. Çünkü hakkın kulu hürdür. Bir yerde durduğunda herkese ihsanda bulun.
İhsanda bulunmak oradaki kötülüğü giderir.
Ailene onlardan biri
olduğunu, dostlarına onlarla varolduğunu, halkına da onlar için
varolduğunu göster."
- Bir defasında bilgeler, saygı ve
izaz için ona secde etmek konusunda istişare etmişlerdi. Onlara şöyle dedi:
"Her şeyin yaratıcısı dışında kimseye secde edilmez. Secde ancak Yaradanm,
fazilet süsünü giydirdiği kimseye olabilir."
- Atinalı biri ona ağır laflar
etmişti. Komutanlarından biri gereğini yapmak üzere adamın üstüne yürüyünce
İskender şöyle dedi: "Bırak onu! Onun seviyesine İnme. Onu kendi makamına
yükseltmeye çalış."
- Uğrunda yaşamak istediğiniz bir
varlık için Ölümü çok görmezsiniz.
- Bir keresinde kendisine
"Kral Dârâ'nın kızı olan eşiniz Ruşenk güzellikte eşsiz bir kadındır. Ne
olurdu onu biraz yakınınıza alsanız?" denilmişti. Şöyle karşılık verdi:
"İskender Dârâ'yı, Ruşenk de İskender'i yendi denilmesini istemem."
- Hikmet ehline gereken,
günahkârların özürlerini kabulde ellerini tez tutmaları, cezalandırırken ise
ellerini ağır tutmalarıdır.
- Aklın, akıl sahibinin iç
dünyası üzerindeki etkisi, kılıç sahibinin ahmağın bedeni üzerindeki etkisinden
çok daha belirleyicidir.
- Ölüm, nefs için değil beden için
elemdir.
- Allah Teâlâ'nın fiillerine
mücerret olarak bakmak isteyen, arzu ve şehvetlerden uzak dursun.
- Yeryüzünün düzeni, gökyüzünün
düzenine benzer. Çünkü yeryüzü, hakikî mânada gökyüzünün misalidir.
- Eşyanın hakikatini öğrenirken akıl
değil beden usanıp acı çeker.
- Aynaya bakmak yüz hatlarını
gösterir. Bilgelerin sözleri ise nefsin hatlarını gösterir.
- Bir yardımcısının yanında şöyle
bir yazı görmüştü: Dünyaya az meyletmek daha sağlıklı, kadere teslim olmak
daha huzur vericidir. Hüsnüzan-da huzur vardır. Zaten olacak şeyden sakınmanın
bir yaran da yoktur.
- Bir gün eline bir elma almış ve
şöyle demişti: Şu heyulî cismin suretini kabul edişi ne kadar latiftir.
Tabiatın onun üzerindeki basiti mürekkep, mürekkebi basitleştirme gibi ruhanî
vaziyetlerin tesirinden etkilenmesi ne kadar hoştur. Bütün bunlar her şeyin
yaratıcısı ve her şeyin İlahı olanın yaratışındaki mükemmelliğin delilleridir.
Belki bundan da latifi, şu insan nefsinin aklî suretini kabul edişi, küllî
nefsin onun üzerindeki basiti mürekkep, mürekkebi basit kılma gibi
tesirlerinden etkilenişidir. Bütün bunlar, her şeyin yaratıcısı ve her şeyin
İlahı olanın yaratışındaki mükemmelliğin delilleridir.
- Kİnik Antisthenes
kendisinden üç dâne istemişti. İskender, "Bu, kralın vereceği bir hediye
olamaz" -demişti. O da "Öyleyse elli kilo altın ver" demişti.
İskender şu cevabı verdi: "Bu da bir kiniğin (köpek gibi yaşayan birinin)
isteği olamaz!"
- Birileri şunu
nakletmiştir: Bir gözlemevinin yakınmdaydık ki yanımıza Kral
İskender geldi. Bizi gece karanlığına kadar alıkoydu. Sonra yıldızlan
göstermek için bir bahçeye aldı. Yıldızları bir bir işaret ederek gösteriyordu.
Bir ara yerdeki bir çukura düştü. Çıkınca şöyle dedi: "Üstündekinin
bilgisiyle fazla uğraşan kimse altındakini görmez olur."
-Mutlu kimse bizi tanımayan, bizim
de kendisim tanımadığımız kimsedir. Çünkü onu tanıdığımızda gününü uzatır,
uykusunu kaçırırız.
- Çok verdiğini az, az aldığını çok
gör. Kerem sahibi ancak vere vere huzur bulur. Çirkef kimse İse aldığıyla
sevinir. Cimriyi emin, yalancıyı samimi sanma. Çünkü cimrilikle birlikte iffet,
yalanla birlikte emanet olmaz.
- Zafer kararlılıkla, kararlılık
görüş keskinliği, görüş keskinliği ise sırları korumakla olur.
İskender Medain'de öldüğü zaman
altından bir tabuta konularak İskenderiye şehrine götürülmüştür. 32 yıl yaşayan
İskender 12 yıl yönetimde kalmıştı. Ölümü hakkında konuşan bilgeler ve
söyledikleri şunlardır:
Plimos: Bu, ibreti çok büyük bir
gündür. Evvelce sırtını dönüp gitmiş olanlar şerrinden ötürü, geri geldi
yüzünü gösterdi. Evvelce gelip ikbal edenler, onun İyiliğinden ötürü yüz
çevirip döndü, gitti. Mülkünü kaybeden biri için ağlayacak varsa ona ağlasın.
Miletus: Dünyaya cahil olarak gelir,
gafil olarak kalır ve isteksiz olarak ayrılırız.
Küçük Zenon: Ey sânı büyük adam!
Kaybolup giden bir bulut gölgesi gibiydin. Ne mülkünün eserlerini görebildin,
ne de haberlerini alabildin.
İkinci Efâtun: Ey durmaksızın
gaspeden! Sana sırt çevirenleri toplayıp senden yüz çevirenleri dost edindin.
Veballeri senin yakana kalırken semeresi ve zevki başkalarının oldu.
Fotus: Kendi arzusuyla öğüt vermeyen
adama şaşmaz mısınız? Sonunda kendi canını vererek kendisi öğüt oldu.
Mestorus: Dün işitebiliyor ama
konuşamıyorduk. Bugün ise konuşabiliyoruz, peki işitebiliyor muyuz?
Theon: Uykudakinin düşüne bakın,
nasıl da sona erdi! Bulutların gölgesine bakın, nasıl da parladı!
Sous: Ölmemek için kaç kişiyi
öldürdü, ama yine de öldü. Ölümü nasıl da ölümle savamadı?
Bir bilge: Geniş toprakları sardı
ama doymadı, sonunda iki kucak toprakla kaldı.
- İskender bu seferi dışında hiçbir
seferine adamları, silahları ve araçları olmaksızın çıkmamıştı.
- Senİn bırakıp gittiğine o kadar
arzulu, gözlerinle gördüğündense o kadar gafiliz ki!
- Sözüyle terbiyesi, sükutuyla
terbiyesi kadar etkili olmamıştı.
- Bu şahsı gören sakınsın ve bilsin
ki borçlar böyle ödenir.
- Dün önümüze çıkışı hayat
kaynağımız olurdu. Bugünse onlara bakmak Ölümdür.
- Hep Öncekileri sorar, kendinden
sonrasını sormazdı.
- Aşırı yükselme hırsından ötürü
tamamen göçtü.
- Artık tüm krallık ve bölgeler
kaynamaya başlar. Çünkü onları teskin eden kişi sükûnete erdi.
- Şimdi ayrılık zamanıdır.
Çünkü İnsanlar bir diyardan başkasına geçerler. Allah Teâlâ bakidir, asla fena
bulmaz.
Fazilet sahibi bir bilgeydi. Zahit
bir kişiliği vardı ve hiçbir dünyalığı yoktu. Evsizdi. Konuşmalarındaki
İtİzâlinden dolayı filozofların kaderiyemden sayılabilir. Şöyle demişti: Allah
Teâlâ serlerin değil hayır ve faziletlerin, cömertlik ve aklın illetidir. Bu
güzellikleri yarattıklarının arasına koymuştur. Çabalayıp onları kazanan ve
sıkıca sarılan onlara nail olur. Çünkü hayırlar, ancak bunlarla kazanılabilir.
İskender bir gün kendisine sormuştu:
"Sevap nasıl kazanılır?" Şöyle cevap verdi: "Hayır işlemekle. Ey
kral, isterseniz sadece bir günde tebaanızın ömür boyunca kazanamadıkları
kadar sevap kazanabilirsiniz."
Cahil bir topluluk "Neyle
beslenirsin?" diye sormuşlardı. Hikmeti kastederek "Sİze fazla
gelenle" diye cevap verdi. "Pekİ sana fazla gelen nedir?" diye
sordular. Cehaleti kastederekek "Sizin hoş bulduğunuz şey" dedi.
"Kaç kölen var?" diye sorduklarında öfke, şehvet ve bunlardan doğan
kötü ahlakı kasteder; "Sizin efendileriniz kadar" diye cevap verdi.
Bir gün ona; "Ne kadar da
çirkin bir görünümün var!" denilmişti. Şu karşılığı verdi: "Çirkin
bir ahlaka sahip değilim İd ondan dolayı kınanayım. Sİzin de güzel bir
ahlakınız yok ki ondan dolayı övülesiniz. Mülküme geçen ve benim tarafımdan
yönlendirilen şeyin süslenmesi ve tezyini olağanüstü çaba ve gayretlerle kemâl
bulmuştur. Sizler ise kendi mülkünüzdekinin çirkinliğini kemâle
erdirdiniz." "Mülkteki güzelleştirme ve çirkinleştirme de
nedir?" diye sordular. Şöyle cevap verdi: "Güzelleştirme, akim
hikmetle imâr edilmesi, gönlün edep ile terbiyesi, şehvetin iffetle
bastırılması, öfkenin hoşgörüyle ezilmesi, hırsın kanaatle kesilmesi, hasedin
züht ile öldürülmesi, şımarıklığın sükûnetle ezilmesi ve nefsin rıza makamına
ulaşıncaya kadar riyazete tâbi tutulmasıdır. Bundan sonra sadece
yönlendirildiği alanlara girer ve bayağılıkları terk ederek yüceliklerin
ardında koşar. Çirkinleştirme ise aklın hikmetten tecrit edilmesi, gönlün
edepsizlikle kirletilmesi, arzuların peşinde koşarak şehvetlerin körüklenmesi,
intikam duygularıyla öfkenin azdırılması ve sürekli istekle hırsın
desteklenmesidir."
Adamın biri ona yemek vererek
"Bunu az görme" demişti. O da cevaben şöyle dedi: "Sana düşen
yemek vermektir, adaletin gereğini yapmak ve not vermek bize düşer."
Bİr defasında şöyle demişti: Huzurun
gemleri imtihanların elindedir. Selametin başı ölümün kanatları altındadır.
Güvenliğin kapısı korkuyla örtülüdür. Bunların hiçbirinde zırlarım
beklemeksizin bulunma!
"Sana ne oluyor da hiç
öfkelenmiyorsun?" diye sorulmuştu. "İnsani öfkeye gelince o duyguyu
ben de yaşarım. Hayvanı öfkeye gelince onu da hayvanı arzuları terk ettiğim
için bıraktım." diye cevap verdi.
İskender bir gün kendisini meclisine
davet ettirmişti. Elçiye şöyle dedi: "Ona de ki: 'Senin bize gelmeni
engelleyen şey, bizim de sana gelmemizi engelledi. Yanımıza gelmeni engelleyen
saltanatınla müstağni olmandır. Benim gelişimi engelleyen ise kanaatim yüzünden
sana ihtiyacım olmayışıdır."
Yunanlı bir kadın yüzünün çirkinliği
ve kötü görünümü sebebiyle onu ayiplamiştı. Kadına şöyle dedi: "Erkeklerin
önce tecrübe ve bilgisine, sonra yüzüne bakılır; oysa kadınların önce yüzüne
bakılır sonra tecrübe ve bilgisi gündeme getirilir." Bu cevap üzerine kadın
utanarak söylediğine pişman oldu.
İskender bir gün tepesine dikilerek
şöyle demişti: "Benden korkmamanın sebebi nedir?" Diyojen: "Sen
iyi biri inisin, yoksa kötü biri mİ?" diye sordu. İskender de "İyi
biriyim" dedi. Bunun üzerine şu karşılığı verdi: "İyi birinden
korkmama gerek yok. Öylesinden ancak ümitvâr olunur."
Yunan kentlerinden birinde korkak
bir ordu komutanı ve tedavi ettiği herkesin Ölümüne yol açan bir tabip vardı.
Bİr gün düşman kenti kuşattı. Halk endişe içinde Diyojen'in yanında toplandı ve
bir şeyler yapmasını istedi. O da şöyle dedi: "Tabibinizi gönderin de
düşmanı karşılasın, ordu komutanınızı da tabip yapın!"
- Bir gün mutlaka öleceğinizi bilin
ve öldükten sonra yaşayabilmek için çalışın. Böylelikle sizin için, ikinci bir
ölüm olmasın.
- Sisli günde cisimler insana büyük
ve korkunç göründüğü gibi, hatalar da öfke anında kişiye büyük görünür.
Bir keresinde ona aşk sorulmuştu:
"Aşk, ancak boş bir nefse denk düşen tercihtir."
Elinde fenerle bir çocuk görmüştü.
Çocuğa, "Bu fenerin ışığının nereden geldiğini biliyor musun?" diye
sordu. Çocuk, "Nereye gittiğini söylersen, ben de nereden geldiğini
söylerim" dedi. Bu cevap onu öyle çaresiz bırakmıştı ki karşılık veremedi.
Daha önce hiç kimse onu bu hâle düşürememişti.
Suyun alıp götürdüğü bir kadın
görmüştü. Şöyle dedi: "Derler ya bırak kötüyü, başka bir kötü
yıkasın!"
Ateş taşıyan bir kadın gördüğünde
ise şöyle demişti: "Ateş üstünde ateş! Taşmandan daha kötü bir
taşıyıcı!"
Arenada süslenmiş bir kadın görmüş
ve şöyle demişti: "Seyretmeye değil, seyredilmeye gelmiş!"
Aralarında konuşan kadınları
gördüğünde şöyle demişti: "Eskilerin dediği gibi, işte bir yılan,
çıyanlardan zehir alıyor."
Okuma yazma öğrenen bir genç kız
gördüğünde şöyle demişti: "Oka bakın, bir gün fırlatılmak için zehirle
sulanıyor!"
Gülen bir kadına da şöyle demişti:
"Ölümü hakkıyla buseydin, asla gülmezdin!"
Bir gün kendisine yaklaşarak sohbet
eden İskender'e şöyle demişti: "Ey kral! Yoksulluk korkun kalmadı. Bırak
da zenginliğin övülmek ve şan kazanmak olsun."
Bu bilgenin de birçok sözü ve
hikmeti vardır. Örneğin şöyle demiştir: "Anneniz çok sevgi dolu ama fakir
ve akılsızdır. Babanız ise acemi fakat cömert ve kudret sahibidir." Anne ile
kasdettiği heyula, baba ile kasdettiği surettir. Sevgiyle kasdettiği boyun
eğişi, fakirlikten maksadı surete olan ihtiyacıdır. Akılsızhğıyla kasdettiği
İse elde ettiği şeyi koruy amam asıdır. Suretin acemiliğinden heyula ile
karışık olarak ortaya çıkması durumunu kasdetmektedir. Cömertlikten, zâtı
bakımından eksiklikten hâlî olmayı kasdediyor. O, cömerttir. Ama bu, heyulanın
kabulü bakımındandır.
O, ancak onun takdirine yönelir.
Özlü ve karmaşık sözünün açıklaması budur.
Annenin heyulaya yorulması sağlıklı
ve anlama uygundur. Babanın surete yorulması ise aynı açıklıkta değildir.
Aksine suretlerin yaratıcısı da olan faal akıla yorulması daha yerinde
olacaktır.
Yine o şöyle demiştir: İki nesebiniz
var: Bir nesebiniz babanıza, bir nesebiniz de annenize dayanır. O İkisinden
biriyle şereflenir, diğeriyle alçalırsın. İç ve dış dünyanızda sizi
şereflendirecek şeye yönelin, alçalmanıza yol açacak olandan teberrî edin.
Küçük çocuk babasından çok annesini sever. Bu da kökün etkisini ve keskin
olanın bozulabilirliğini gösterir. Bu söz ile kastedilenin heyula ve suret,
nefs ve beden, ya da heyula ve faal akıl olduğu söylenmiştir.
Yine o şöyle demiştir: Seninle
ilgili olarak tartışan İki hasım karşına geldiğinde, biri haklı diğeri haksız
ise haksız hüküm vermekten sakın. Yoksa kendini yok etmiş olursun.
Buradaki hasımların biri akıl,
diğeri tabiattır.
- Nasıl nefsin bulunmadığı bedenden
leş kokuları yükselirse, edepten arınmış nefs de söz ve fiildeki alçaklığını
hemen belli eder.
- Aranan kayıp, önümüzde varolanın
içinde gizlidir.
Ebu Süleyman es-Sİczî şöyle
demiştir: Bu ifade ile kastedilen, yanımızda bulunan her şeyin duyularla
hissedilenler olduğu, akılla bilinenlerin İse uzakta olduğudur. Şu var ki
yanımızda bulunanlar, akılla bilinenlerin gölgesi niteliğindedir. Gölgenin
özelliği, gördüğünüz şeyi bir kez daha göstermesidir. Bir görünümü olduğundan
eksik, diğeri olduğu gibidir. Burada varılmak istenen, vehim ve zannın yakİn
ve hakikatle içice geçmiş olmaları ve ebedî bekayı tercih etmemiz
gerektiğidir. Sonsuz varlık elbette daha mükemmel ve daha bakidir. Gerçekten de
gâib, şahidin içine gizlenmiştir. Bu şahidin biraz karıştırılmasıyla gâib de
ortaya çıkacaktır.
- Nefs, değerli ve yüce bir
cevherdir. Onu, merkezi çevresinde dönen bir daireye benzetmek mümkündür. Ancak
o, boyutu olmayan bir daire olup merkezi de akıldır. Akıl da merkezi etrafında
dönen bir daire gibidir. Onun merkezi, mutlak ve ilk hayırdır. Nefs ve akıl
birer daire gibi olmakla beraber akıl dairesi asla hareket etmez. Bilakis o,
zâti bir sükûn içinde olup merkezine benzer. Nefs dairesi ise merkezi olan
aklın çevresinde sürekli bir kemal arayışı İçindedir. Akıl dairesi merkezine
benzer bir daire olsa da İştiyak hareketi İçinde hareket eder. Çünkü o, merkezi
olan ilk hayra ulaşma iştiyakı içindedir. Âlem-i süfli dairesine gelince, o da
nefs etrafında döner ve ona iştiyak duyar. Onun bu zâti hareketle hareketi,
nefsin akla, aklın mutlak İlk hayra olan özlemi gibi nefse duyduğu özlemdir.
Çünkü bu âlemin dairesi bir cirmdir. Cirm, kendi dışında bir şeyin özlemi ve
ona kavuşup bütünleşme arzusu içindedir. İşte bu nedenledir ki en uzak cirm de
dairesel bir hareketle hareket ederek her noktadan nefse ulaşmaya ve ona
kavuşarak huzur ve sükûn bulmaya çalışır.
- İlk yaratıcının suret ve süsü
yoktur. O, ulvî ya da süflî eşyanın suretlerine benzer bir surete sahip
değildir. Onların kuvvetlerine benzer bir kuvveti de yoktur. Ama o, her tür
suret, süs ve kuvvetin üstündedir. Çünkü o, akıl vasıtasıyla hepsinin
yaratıcısıdır.
- Hak Yaratıcı, şeylerden bir şey
olmayıp şeylerin tamamıdır. Çünkü her şey O'ndan varolmuştur. Büyükler ve
fazilet sahipleri şu sözlerinde gerçekten İsabet etmişlerdir: O, her şeyin
Mâliki ve her şeyin kendisidir. Çünkü O, bütün eşyanın varoluş İlleti ve O'na
özlem duymalarının illetidir. O, eşyanın tümünden de farklıdır. Kendisinde
yarattıklarından hiçbiri mevcut değildir. Hiçbir şey de O'na benzemez. Eğer
böyle olsaydı, bütün eşyanın illeti olmazdı. Akıl, eşyadan biri olduğu için
O'nda ne akıl, ne suret, ne de süs söz konusu değildir.
- Eşyayı kendiliğinden
yaratmıştır. Yine onları kendiliğinden bilir, korur ve düzenler. Bunu herhangi
bir sıfatla yapmaz. Biz O'nu ancak en güzel sıfat ve erdemlerle
niteleyebiliriz. Çünkü O hepsinin illetidir. Onları suret şekline koyan ve
yaratan da O'dur.
- Aklî yüce cevherlerin kendi
aralarında farklı derecelere sahip olmaları, İlk Nur olan Allah Teâlâ'dan
istifade noktasındaki farklılıklarına göredir. Kimi birinci, kimi ikinci, kimi
de üçüncü derecededir. Eşya konum ve mekânlara göre değil derece ve fasıllarına
göre farklılaşır. Duyular da aynı şekilde mekânlarına göre farklılaşırlar.
Çünkü onlar duyu güçleridir. Aletten ayrılmakla bölünmeyen güçlerdendir.
- Yaratıcı sonlu olmadığı gibi basit
bir cüsse gibi de değildir. O'nun cevheri nicelik ve miktarla değil kuvvet ve
kudretle yücelmiştir. İlk olan Allah Teâlâ'nın ne şekil, ne suret, ne de süsü
vardır. Bu nedenledir ki bütün ulvî ve süflî suretlerin mahbûbu ve maşuku
olmuştur- Bütün eşya suretlerinin O'nu Özlemelerinİn nedeni, onları yoktan
yaratmış ve varlık süsüylc bezemiş olmasıdır.
O, hâli üzere kadîm ve dâim olup
değişime uğramaz. O'na âşık olanlar da O'na kavuşmaya ve yanında olmaya
çalışırlar. Aşık olunan İlk'in sayısız âşığı vardır. Onların üstlerine kendi
nurundan feyizler akıtırken, nurunda hiçbir eksilme olmaz. Çünkü O, sebat
sahibi ve zâtı ile kâim olup hareket etmez.
Cüz'î mantık, eşyayı ancak cüz'î
bilgiyle bilir. İlk Aklın İlk Yaratıcı'ya olan özlemi, diğer varlıkların
özleminden çok daha güçlüdür. Çünkü diğer varlıklar onun altında yeralır. Akıl
O'na özlem duyduğu zaman 'Niçin O'nun Özlemiyle dolusun?' denilmez. Çünkü aşkın
illeti olmaz.
Nefse özgü olan mantık ise bunu
araştırarak şöyle der: İlk (el-Evvel) Hak Yaratıcıdır. O'nun sureti yoktur.
Bütün suretleri de O yaratmıştır. Bu yüzden suretler O'na İhtiyaç ve Özlem
duyarlar. Bunun nedeni her suretin kendi suretini yapanı araması ve
özlemesidir.
- Fâil~i Evvel eşyanın tamamını
hikmet gayesiyle yaratmıştır. Onların varoluş illetlerini hiç kimse tam olarak
bilemez. Bu varlıklar niçin şu an bulundukları hal üzeredirler? Bunların
künhünü hakkıyla bilmeleri de mümkün değildir. Yerküre niçin ortada yer
almıştır? Niçin yuvarlak yaratılmıştır? Neden düz veya eğik değildir? Bu
noktada tek söylenebilecek olan şudur: Allah Teâlâ eşyayı böyle yarattığı İçin
böyledir. O'nun her işi büyük bir hikmete dayalıdır.
Her ful sahibi, fiilini belli bir
fikir ve inceleme sonucu ifa eder. Sadece aklına öyle geldiği için yapmaz.
Bilakis üzerinde düşünüp kafa yorar. İşte bu nedenledir ki fiilleri, sadece
maharet ve sağlamlık gayesiyle gerçekleşir. Fâil-i Evvel ise fiillerini
gerçekleştirirken fikir ve incelemeye gerek duymaz. Çünkü O, illetleri kıyas
etmeksizin bulur. O, eşyayı yaratırken illetlerini düşünmeksizin bilir.
İlletler, burhan, ilim ve benzeri hususlar O'nun tarafından yaratılmış cüz'î
hususlardır. Henüz yaratmadığı şeylerden nasıl yardım isteyebilir?
Aristo'nun en büyük öğrencilerinden
ve en yakın dostlarından biriydi. Hocasının ölümünden sonra da onun koltuğuna
oturmuştur. Döneminin filozofları sık sık yanına gelerek ondan nakilde
bulunurlardı. Birçok şerhi, muteber kitapları ve özellikle müzik dalında
kıymetli eserleri vardır.
Hikmetleri:
- İlahlık hareket etmez. Bunun
anlamı, İlahın ne zât, ne fiilleri bakımından değişme ve farklılaşma içinde
olmayışıdır.
- Gökyüzü, gezegenlerin meskenidir.
Arz ise insanların meskenidir. Yani onlar konum bakımından göktekilere
benzerler. Onlar atalar ve idarecilerdir. Gezegenlerin de nefsleri ve akılları
vardır. Sadece nebatî nefsleri yoktur. Bu yüzden de artma ve eksilme kabul
etmezler.
- Müzik, mantıkta bir fazilet olup
anlaşılması nefse güç gelir ve nefs onun sırrını açığa çıkarmada eksik kalarak
onu nağmeler şeklinde ortaya çıkartır ve onunla kederleri harekete geçirerek
özüne türlü sanatlar gizler.
- Müzik bedeni değil nefsi
ilgilendiren bir şey olup onu yararlarından alıkor. Yenilen ve içilen şeylerin
tadı ise nefsi değil bedeni ilgilendirir.
- Perdelenmiş nefslerin
nağmelere olan ilgisi, onları anlayıp mânalarını bilenlere göre çok daha
fazladır.
- Akıl iki boyutludur. Biri matbu,
diğeri naklidir. Matbu olan toprak, naklî ise tohum ve su gibidir. Matbu akim
hiçbir fiili naklî aldın etkisi olmaksızın sâdır olmaz. Naklî ahi matbu aldı
uyararak bağlarından kurtarır. Tıpkı tohum ve suyun toprağın içindekileri
çıkarması gibi.
- Bilgelik nefs zenginliğidir. Mal
beden zenginliğidir. Nefs zenginliğini aramak daha evlâdır. Çünkü zenginleşen
nefs baki olur. Zenginleşen beden ise fâni olur. Nefs zenginliği sonsuz, beden
zenginliği ise sınırlıdır.
- Akıllı adam, zamanı öyle
geçirmelidir ki akar suya düşüp yüzmeden ilerleyen gibi olmalıdır.
Beşerî ve Felsefi Mezhepler
- Adaletsiz yöneticiye, iyi idare
edilmeyen zenginliğe, akıcı da olsa yalardı söze, yerinde gösterilmeyen
cömertliğe, sağlam bir görüşe dayanmayan edebe ve zamansız yapılan iyi işe
gıpta etme!
Yaratıcı'nın varlığının isbâtından
sonra âlemin kıdemi, hareketle-rin ezelîliği ve ilk illet (illet-i ûlâ) gibi
fikirler Aristo'dan sonra ortaya çıkmıştır. Çünkü Aristo kadîm filozoflara
açıkça muhalefet etmiştir. Bu fikirleri İse hüccet ve burhan sandığı mantık
kıyaslarına dayandırmıştır. Öğrencileri de hocalarının yolundan gitmiş bu
meselelerde benzer görüşler belirtmişlerdir. Afrodisias'lı İskender, Themistius
ve Porfirius bunlardan bazılarıdır.
Platon'un bağlılarından Proklus bu
konuda bir kitap yazarak söz konusu şüpheleri dile getirmiştir. Kadîm
filozofların bu meselelerdeki görüşleri daha önce zikrettiğimiz gibidir.
Birinci şüphe: Yaratıcı, zâtı ile
cömerttir. Âlemin varoluş illeti de onun cömertliğidir. Varlığı kadîm ve
ezelîdir. Bu durumda âlemin varlığının da kadîm ve ezelî olması gerekir.
Yaratıcı'nın bir kere cömert olup,
başka bir kere cömert olmaması caiz değildir. Çünkü bu, onun zâtında değişmeyi
gerektirir. O, zâtı ile cömert olup bu şekilde ezelîdir. Cömertliğini feyiz
olarak akıtmasına bir mâni yoktur. Eğer bir mâni bulunsaydı, bu mâni zâtından
değil gayrından olurdu. Halbuki Vâcibul-vücûd li-zâtihİ olanı hiçbir varlık bir
şeye zorla-yamadığı gibi hiçbir şey de mâni olamaz.
İkinci şüphe: Yaratıcı, ezelden beri
yaratıcı olmak durumundadır. Bu yaratması bilfiil olduğu gibi bilkuvve de
olabilir. Bilkuvve olması, bir şeyi yapmaya muktedir olup da yapmaması
demektir. Eğer ilki söz konusu olursa yaratılmış olan ezelî bir malûldür. Eğer
İkincisi söz konusu olursa, bilkuvve varolanı fiil sahasına çıkaracak bir
etkene ihtiyaç duyulur. Bir şeyi kuvve sahasından fiil sahasına çıkaran o şeyin
kendisi olamaz. Bu durumda hâriçten bir çıkarıcının bulunması gerekir ki bu da
onun değişmez ve etkilenmez mutlak yaratıcı olmasına aykırı düşer.
Üçüncü şüphe: Hareket ve
dönüşmenin caiz olmadığı her illet, ancak kendi zâtı bakımından illet
olabilir. Fiilsizlikten fiile intikal etme bakımından illet olmaz. Zâtı
bakımından illet olan her illetin malûlü de kendi zâtı bakımından olur. Zâtı
ezelî olduğunda, malûlünün de ezelî olması gerekir.
Dördüncü şüphe: Zaman, ancak felekle
mevcut olabilir. Felek de ancak zaman ile birlikte varolabilir. Çünkü zaman,
feleğin hareketlerini sayandır. Dolayısıyla ancak zaman varolduğunda cne
zaman?' diye sorulabilir. "Ne zaman" ve önce mefhumları ebedî olunca
zaman da ebedî olur. Buna bağlı olarak feleğin hareketleri de ebedî,
dolayısıyla felek de ebedî olur.
Beşinci şüphe: Alem güzel bir düzene
ve mükemmel bir yapıya sahiptir. Onun yaratıcısı da hayır sahibi ve cömerttir.
Güzel olanı ise ancak kötü bozar. Alemin yaratıcısı kötü değildir. Onu bozmaya
ise ondan başkası muktedir olamaz. Dolayısıyla bu düzen sonsuza kadar bozulmaz.
Sonsuza kadar bozulmayan da ebedîdir.
Altıncı şüphe: Herhangi bir varlık
ancak kendisine arız olan yabancı bir varlıkla fesada uğrayabilir. Alemin
dışında bir şeyin ona ânz olup onu ifsat etmesi ise mümkün değildir. Bundan
çıkan sonuç âlemin fesat bulmayacağıdır. Fesada uğramayan şey, kevn ve
hudûstan da uzaktır. Çünkü varedilen her şey yok olacaktır.
Yedinci şüphe: Tabiî mekânda bulunan
eşya değişmez, tekevvün etmez ve fesada uğramaz. Ancak yabancı mekânda
bulunanlar kevn, değişim ve fesada uğrarlar. Bu durumda kendi mekânlarına doğru
çekileceklerdir. Örneğin vücutlarımızda bulunan ateş, bizden koparak kendi
merkezine dönmeye çalışır. Bu noktada bağ kopar ve fesada uğrama süreci başlar.
Çünkü kevn ve fesat, mürekkepler İçin geçerlidir. Basît varlıklar için kevn ve
fesat söz konusu olmaz. Onlar kendi özgün mekânlarında bulunurlar. Ama onlar da
tek bir hal üzeredirler. Tek bir hal üzere olanlar ise ezelîdir.
Sekizinci şüphe: Akıl, nefs ve
felekler dairesel bir hareket içindedirler. Tabiatlar ise ortadan ya da ortaya
doğru düz bir hareket içindedirler. Durum böyle olunca unsurlarda görülen
fesada uğrama, hareketlerindeki tezattan kaynaklanır. Dairesel hareketin zıddı
olmadığı için onlarda fesat da söz konusu olmaz. Unsurların cüzileri doğrusal
hareket içindeyken küllileri dairesel hareket içindedirler. Bu yüzdendir ki
felekte ve unsurların küllilerinde fesada uğrama olmaz. Alemin fesada uğraması
caiz olmayınca, tekevvün etmesi de caiz olmaz.
Birçok tenkide tâbi tutulabilecek bu
şüpheler bizzat kendi içlerinde çelişkiyle doludurlar. Bunların her birinde,
farklı türden bir mugalata söz konusudur. Bunların çoğu da dayatma
niteliğindedir. Nitekim yalnız bunları ihtiva eden bir kitap yazarak üstteki
şüphelerle Aristo'nun şüphelerini ele aldık. Bunlara ilâve olarak İbn Sina'nın
söz konusu şüphelerle ilgili takrirlerini de zikrettikten sonra mantık
kanunlarına dayanarak bunları teker teker çürüttük. Dileyenler o kitabımıza müracaat
edebilirler.
Proklus taraftarlarından biri, söz
konusu şüpheler için birtakım gerekçeler bulmaya çalışarak şöyle demiştir: O,
insanlara iki dille hitap etmiştir: Bunların ilki basit ruhani, diğeri mürekkep
cismânî dilidir. Onun döneminde yaşayanlar ona cismânîler olarak hitap
ediyorlardı. Bu şüpheleri dile getirmesine yol açan, ona gösterdikleri aşırı
direnişti. Proklus, işte bu nedenle hikmet ve felsefe yolundan çıkmak zorunda
kalmıştır. Çünkü bilgenin yapması gereken, ilmini birden fazla yolla ortaya
koymaktır. Kişi, bunlardan hangisini uygun görürse onunla tasarrufta bulunur ve
ondan kendi fikir ve istidadı oranında istifade eder. Onun sözlerinde incitme,
tenkit gerekçesi veya aleyhte söylenecek bir şey bulamazlar. Çünkü Proklus, bu
âlemin dehrîliğine inanıyor, yok olmayıp baki kalacağını söylüyordu. Bu anlamda
bir de kitap yazmıştır. Ancak kitabı inceleyenler, onun yöntemini
bilmeyenlerdi. Dolayısıyla söylediklerini ruhanî değil cismânî olarak anlamış
ve onun dehrîliğine hükmetmişlerdi. O, söz konusu kitabında şöyle diyordu:
"Âlemler birbirleriyle temas ettikleri, onlara ulaşan kuvvetler hudûs
ettiği, unsurlardan oluşan mürekkepler ortaya çıktığı, kabuklar husule geldiği,
öz gizlenip kabuk daire şeklini aldığında -ki özler aslında tekil kuvvetlere
sahip basit varlıklar olarak her zaman kâim ve dâim olacak, fesada
uğramayacaklardır- işte bu durumda âlem iki farklı âleme bölünmüştür. Biri
duruluk ve öz âlemi, diğeri bulanıklık ve kabuk âlemidir. Bu iki âlem
birbirleriyle temas ettiklerinde yaşadığımız âlemin sonu, öbür âlemin başı
olmuştur. Bir açıdan bakıldığında bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Bu
âlem, yok olmayacak âlemle temasından dolayı yok olmayacaktır. Başka bir açıdan
ise kabuklar yok olup bulanıklık zail olacaktır. Peki bu durumda kabuklar nasıl
yok olmaz ve fena bulmaz olabilecektir? Kabuklar baki kaldıkça özler gizli
kalacaktır. Öbür taraftan bu âlem mürekkep, ulvî âlem ise basittir. Mürekkep
olan her şey çözülmeye uğrayarak kendisiyle terkip olunduğu basite dönecektir.
Basitler ise hiçbir değişim ve izmihlale uğramaksızın baki kalacaklardır."
Proklus'u müdâfaa eden bununla
ilgili de şöyle demektedir: Ondan nakledilen bu ifadeler, emsalinden
nakledilmiş ifadelerdir. Ona isnat edilebilecek olan, ilk ifadede olduğu gibi
şu iki seçenek dışına çıkmaz: Bunları nakleden kişi ya yukarıda zikrettiğimiz
sebepten dolayı onun gerçek maksadını anlayamamıştır, ya da yaşadığı dönemde
haset edilen biri olmasından dolayı böyle anlamıştır. Çünkü Proklus, fikir
bakımından çok sâde, görüş bakımından derin ve tabiî anlayış melekeleriyle
kuvvetlerle uyum içinde bir kişilikti. Karşısında yer alan kimseler ise evham
ve hayalleri savunanlardan oluşmaktaydı. Proklus, kitabının bir yerinde şöyle
demektedir: Alemlerin oluştuğu ilkler baki olup yok olma ve izmihlale
uğramazlar. Onlar dehrden ayrılmaz ve onu tutucudurlar. Ancak hepsi de tek bir
evvelden gelmektedir ki o, hiçbir sıfatla tavsif edilemez, bir vasıf ve nutk
ile idrâk edilemez. Çünkü bütün varlıkların suretleri O'ndan ve O'nun
altındadır. Üstünde başka bir cevherin bulunmadığı nihayet ve gaye bunlardır. O
ise Vâhid-i Evvel olarak bunlardan da yücedir. Âlemlerin kaynağı olan ilkleri
yoktan var eden de O'dur.
Yine o şöyle demiştir: Hak Teâlâ,
zâtının bilinmesine muhtaç değildir. Çünkü O, hiçbir hak bulunmaksızın Hak
olandır. O'nun dışındaki her hak, O'nun altındadır. O'nun gerçek Hak olması,
kendisini gerektirenin Hak olmasıdır. Hak, tabiatlara hayat ve beka bahşeden
cevherdir. O, kabukları yok olduktan sonra da bu âleme başlangıç ve beka
bahsetmiştir. En içte olan "basit" özü basiti, kirlerden arındıran da
O'dur. Bu âlemin kabukları izmihlale uğrayıp kirleri giderilince basît ve
ruhanî olacak, içindeki saf ve nurânî cevherler rûhânî mertebeler sınırında
baki kalacak, sonsuz ulvî âlemlere benzeyecektir. Çünkü bir zamanlar bu âlem
de onlardan biriydi. Her kabuk ve kirin içindeki cevher onu giydirecek bir ehil
varlığa sahiptir. Çünkü kabuk ve kirlere bürünmemiş temiz nefslerle birçok kabuğu
ve kiri bulunan nefslerin tek bir âlemde birlikte bulunmaları caiz değildir. Bu
âlemden gidecek olanlar rûhânî aracılar türünden olmayıp kabuk ve kiri ağır
basanlardır. Aracısız olarak Yaratıcı'dan kaynaklanan veya kabuksuz olarak
aracı bulunanlara gelince, onlar asla izmihlale uğra-mayacaktır. Bir varlığın
kabuklanması, aracılar olmaksızın, zât itibarıyla değil araz bakımından
olabilir. Çünkü aracılar çoğaldığı ve varlık ilk yaratılışından uzaklaştığı
zaman kabuklanmaya başlar. Aracılar azaldıkça eşyanın nuru daha parlak, kabuk
ve kirleri daha az olur. Kabuk ve kirler azaldıkça cevherler daha duru ve eşya
daha kalıcı olur.
Proklus'un şöyle dediği
nakledilmiştir: Yaradan, eşyanın tümünü, cinslerini, türlerini ve şahıslarını
bilir. Bu ifadesiyle Aristo'ya muhalefet etmiş olmaktadır. Çünkü Aristo'ya göre
Yaratıcı, eşyanın cins ve türlerini bilirken fesada uğrayacak olan tek tek
tikelleri bilmez. O'nun ilmi, cüz'i-yâta değil külliyâta taalluk eder.
Âlemin kıdemi hakkında ondan
nakledilen bir diğer ifade de şudur; Âlemin hadis olduğu hususu, ancak daha
önce varolmadığına dair bir vehimden sonra kurgulanabilir. Bu durumda Yaratıcı,
onu henüz yok iken yaratmıştır. Yok halindeki âlem şu üç durumdan birinde
bulunabilir:
a- Yaratıcı daha önce muktedir değilken muktedir olmuş ve
onu yaratmıştır. Bu imkânsızdır. Çünkü O, ezelden beri kudret sahibidir.
b- Yaratıcı daha önce irâde sahibi değilken bilâhare
irade sahibi olmuştur. Bu da imkânsızdır. Çünkü O, ezelden beri irade
sahibidir.
c- Onun hikmeti âlemin varlığını gerektirmemiştir. Bu da
imkânsızdır. Çünkü mutlak olarak varlık, yokluktan daha yücedir.
Kıdem sıfatı bakımından bu üçü de
geçersiz olunca zâtı ile kıdem sahibi olmak başkasına değil yalnız O'na mahsus
olmaktadır. Her ne kadar varlık bakımından Allah ile âlem birlikte kadîm iseler
de bu böyledir. Başarı Allah Teâlâ'dandır.
Büyük filozof Aristo'nun kitaplarını
şerh eden bir bilgedir. Şerhlerinin itimat edilir olmasının nedeni, Aristo'nun
işaret ve sembollerini en iyi anlayan kişi olarak bilinmesidir. İlk illetin
isbâtı meselesinde zikrettiğimiz her konuda Aristo'nun fikirlerini olduğu gibi
benimsemiştir. İlkeler konusunda ise ilkelerin suret, heyula ve yokluk olarak
üç ilkeden ibaret olduğunu söyleyenlerin görüşünü benimsemiştir. Mutlak yokluk
ile özel yokluk arasında ayrım yapmıştır. Ona göre bir suretin kendisini kabul
eden bir madde için yok olması, kılıçlık vasfının demirde bulunmayışı gibidir;
yoksa kılıçlığm yünde bulunmayışı gibi değildir. Çünkü yün, madde olarak bile
kılıçlığı kabul etmez.
Themistius'a göre felekler dört
unsurdan (anâsır-ı erbaa) husule gelmiş olup unsurlar feleklerden oluşmuş
değildir. Feleklerde ateş, hava, su ve toprak mevcut olup ateş daha baskındır.
Süfli mürekkebâtta ise baskın olan topraktır. Yıldızlar, terkipleri çözülme
kabul etmeyecek türde oluşmuş sürekli yanan ateşlerdir. Kevn, fesat, dönüşme
ve değişme kabul etmezler. Bunun ötesinde tabiatlar bir olup aralarındaki
farklılık zikrettiğimiz hususlara râcidir.
Themistius, Aristo, Theon, Platon,
Teofrastes, Porfıriyus ve Plutar-hos'tan nakilde bulunmuştur. Ona göre âlemde
bulunan şeylerin tamamı tek ve genel bir tabiata sahiptir. Bitki ve hayvan
türlerinden her biri de hususî bir tabiata sahiptir. Onlar genel tabiatı,
eşyadaki hareketlerin ve sükûnun ilkesi olarak tarif etmişlerdir. O,
hareketlilerdeki hareketin ve sakinlerin sükûnunun illetidir. İddialarına göre
âlemdeki her şey, bitki, hayvan ve ölüler dâhil tabiat tarafından idare edilir.
Bu tamamen tabiî bir yönetimdir. Tabiat ne diri, ne kudret sahibi, ne de irâde
sahibidir. Fakat yaptığı her şeyi, hikmet ve doğrunun gereği olarak, belli bir
düzen ve sağlam bir tertip üzere yapar.
Themistius şöyle der: Aristo Lâm {:
Lambda) makalesinde şöyle demiştir: Tabiat, ancak hikmet ve doğrunun gereğini
yapar. Canlı olmasa da böyle yapar. Çünkü o, kendisinden daha değerli bir
varlıktan ilham almaktadır. Görüldüğü gibi o, bu ifadesiyle Allah Teâlâ'yı imâ
etmektedir. Yine o şöyle demiştir: Tabiat ikiye ayrılır: Küllî ve cüz'îsiyle
kevn ve fesadın üzerinde bulunan tabiat ki bununla kastedilen felek ve nehirlerdir.
Diğeri ise, küllileri dışında cüz'îlerine kevn ve fesadın arız olduğu
tabiattır. Burada cüz'îler ile kasdettiği tek tek şahıslar (: özeller,
tikeller), külliler ile kasdettiği ise ustukuslardır (:unsurlar).
Görüş ve ilim bakımından büyük
filozoflardandır. İfadeleri sağlam, mantığı güçlüdür. Bütün görüşlerinde
Aristo'ya katılmıştır. Ondan fazla olarak Allah Teâlâ'nın eşyayı külli ve
cüzlleriyle birlikte yeknesak olarak bildiğini ifade etmiştir. Allah olanı da
olacağı da bilir. Malûmun değişmesiyle ilmi değişmediği gibi çoğalmasıyla da
çoğalmaz.
Kendi başına ileri sürdüğü
fikirlerden biri şudur: Her yıldızın bir nefsi, bir tabiatı ve nefsiyle tabiatı
bakımından kendine özgü bir hareketi vardır. Yıldızlar asıl itibarıyla bir
muharrike ihtiyaç duymazlar. Bilakis kendi tabiatları ve tercihleri
doğrultusunda hareket ederler. Ancak hareketlerinde hiçbir farklılık olmaz.
Çünkü hepsi de daireseldir.
Şöyle demiştir: Felek, altındakileri
kuşatmış olduğu gibi zaman da bunlar üzerinde câridir. Çünkü hareketleri sayan,
ya da hareketlerin sayısı zamandır. Felek, başka bir şey tarafından
kuşatılmamış olduğu ve zaman da onun üzerinde cari olmadığı için kevn ve fesada
uğraması caiz olmaz. Dolayısıyla felek kevn ve fesada elverişli değildir. Kevn
ve fesadı kabul etmediği için de kadîm ve ezelîdirler.
Nefsle ilgili kitabında şöyle der:
Smâat tabiatı kabul ederken, tabiat smâatı kabul etmez.
Yine o şöyle demiştir: Tabiatın bir
lütuf ve kuvveti vardır. Onun fiilleri eşsizlik ve letafet bakımından
sanatlardan herhangi biri tarafından ortaya konmuş harikalardan üstündür.
Aynı kitabında şöyle demiştir: Nefs,
bedenin katılımı olmaksızın hiçbir fiilde bulunamaz. Akılla düşünme bile, nefs
ile bedenin ortak fiilidir. O, bu ifadesiyle nefsin bedenden ayrıldıktan sonra
aklî kuvvetler dahil olmak üzere hiçbir kuvveti kalmayacağına işaret
etmektedir. Bu görüşüyle hocası Aristo'ya karşı çıkmıştır. Çünkü Aristo aynı
konuda şöyle demiştir: Nefs bedenden ayrıldıktan sonra aklî kuvvetleri baki
kalır. Öbür âlemdeki zevkleri de aklî zevklerle sınırlı kalır. Çünkü bunlar
dışında kuvveti kalmamış olur; bunlarla hisseder, bunlarla zevk alır.
Sonrakiler nefsin kuvvetlerinin ahlakî yapılar olarak kaldıklarını söylemiş ve
bunları bedenin katılımından kazandığını ifade etmiş, bunlar sayesinde de öbür
âlemdeki nıelekî yapılara yatkınlık kazandıklarını belirtmişlerdir.
O da Aristo'nun görüşlerini aynen
benimsemiş ve onları şerh etmiştir. Şerhlerinin itimâda şayan olması,
Aristo'nun işaretlerini ve fikirlerini en iyi bilenlerden biri olmasından
kaynaklanmaktadır.
İddiasına göre Platon'un âlemin
hudûsunu savunduğuna dair söylenenler sıhhatli değildir. Bu görüşü savunanlara
yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:
Tarafınızdan Platon'a atılan iftira
ki, onun âlem için zamansal bir başlangıç koyduğunu iddia ediyorsunuz, asılsız
bir iddiadır. Çünkü Platon, âlemin belli bir zamansal başlangıcı olduğunu
değil, illet cihetinden başlangıcını ifade etmiş ve âlemin oluşum illetinin
bizatihi başlangıcı olduğunu söylemiştir.
Şu sözlerinin yanlış anlaşıldığını
düşünüyorum: Âlem mahluktur, yokluktan hadis olmuştur. Nizamsızlıktan nizama
kavuşmuştur. Bunun anlamada hata edilmiştir. Çünkü bir şeyin illetinin, onun dışında
başka bir şey olduğu her durumda her yokluğun varlıktan önce bulunması gerekmez.
Her iyi düzenden önce kötü bir düzenin bulunması da şart değildir. Platon'un
kasdettiği, Yaratıcının âlemi yokluktan varlığa çıkarmış olmasıdır. Bu varoluş
kendi zâtından olmayıp Yaratıcı sebebiyle olmuştur. Heyula hakkında ise şöyle
demiştir: Heyula, suretleri kabul eden bir şey olup büyük ya da küçük olabilir.
Her ikisi de konu ve tarif bakımından birdir. O, yokluğu Aristo gibi
açıklamayarak şöyle demiştir: Heyulanın sureti yoktur. O da heyulada suret
bulunmadığını görmüş ve şöyle demiştir: Mürekkebâtın tamamı, değişim üzere
suretlerle tekevvün eder ve suretlerin ayrılmasıyla da fesat bulur.
Porfiriyus heyula, suret ve
yokluktan ibaret olan üç asılla ilgili olarak şunu iddia etmiştir: Her cisim ya
sakin veya hareketlidir. Orada bir şey oluşur ki cisimleri hareket ettirir. Bir
ve basit olan şeylerin fiili de bir ve basittir. Çok ve mürekkep olan şeylerin
fiilleri de çok ve mürekkeptir. Varolan her şeyin fiili tabiatına benzer. Bu
meyanda Allah Teâlâ'nın bizâtihi fiili de tek ve basittir. Diğer fiillerini ise
mürekkep vâsıtalar aracılığıyla ifa eder. Varolan her şeyin, kendi tabiatına
uygun bir fiili vardır. Yaratıcı da bir varlıktır ve onun özel fiili varolmaya
meylediştir. O tek bir fiil yapmış, tek bir harekette bulunmuştur. Onun fiili
kendi benzerine doğru meylediş yani vücuda geliştir. Sonra şöyle denebilir ki
yok olanın varolması mümkündür. İşte bu heyulanın tabiatıdır. Varlığın
öncesinde varoluşa yatkın bir tür tabiatın bulunması gerekir. Ya da şöyle
denir: Varolması mümkün olan hiçbir madûm yoktu. Bilakis o, hepsini yoktan var
etti ve hiçbir şeyi düşünmeksizin ibdâda bulundu. Muvahhitlerin söylediği de
budur.
Dedi ki: İlk fiili cevherdir. Ancak
hareket ile vuku bulan bir cevher olması sebebiyle bekâsının da hareketle kâim
bir cevher olması gerekmiştir. Çünkü bir cevherin İlk varoluş mertebesinde
bulunması söz konusu değildir. Ancak ona benzemesi mümkündür. Hareket ya
doğrusal, ya da dairesel olur. Cevher, her iki harekette de bulunur. Cevherin
varlığı hareketle kâim olduğunda, cevherin mümkün olan her yönde hareket
etmesi gerekir. Cevherin tamamı, bütün yönlerde doğrusal harekette bulunabilir
ve bunu üç boyut olan en, boy ve derinlik üzere yapar. Ancak bu yönlerde -ki
hareketi sonsuz değildir. Çünkü bilfiil olanın nihayetsiz olmasına imkân
yoktur. Dolayısıyla cevherin bu üç boyuttaki doğrusal hareketi sonludur.
Cevher, bununla cisim olur. Bundan sonra dairesel harekette bulunma gündeme
gelir ve cevher, mümkün olan yönde dairesel harekette bulunur. Dairesel
harekette ortada sakin bir şeye ihtiyaç duyulur. İşte bu nedenle cevherde
bölünme olur ve bir kısmı dairesel harekette bulunurken bir kısmı da ortada
sakin durur.
Dedi ki: Hareket eden her cisim,
tabiatı bakımından sakin bir cisme temas ettiğinde onu da beraberinde hareket
ettirir. Hareket ettiğinde ısınır. Isındığında latifleşir, çözülür ve hafifler.
Bu şekilde ateş feleğin ardından gelir. Ateşi takip eden cisim, felekten
uzaklaşır. Ateşin etkisiyle hareket ederken hızı giderek azalır. Sonunda
tamamen hareketsiz kalır. Sadece bir kısmı hareket eder ve ateşin altında belli
bir derecede ısınır ki bu havadır. Havanın peşinden gelen ise hareket
kaynağından uzakta olduğu için soğur ve ısı bakımından havanın da altına düşen
bu cisim giderek çözülüp su olur. Suyu izleyen cisim ise, tam ortada yer alır
ve felekten olabildiğince uzaktadır. Onun hareketinden etkilenmediği için
tesiri altına la girmeyen bu cisim, soğuk ve sakin olan topraktır. Bu cisimler,
birbirlerinin etkilerini kabule yatkın oldukları için birbirleriyle
karışmışlardır. Bu karışımlardan mürekkep cisimler oluşur. İşte duyularla
algılanan cisimler de bunlardır.
Yine o şöyle demiştir: Tabiat;
düşünce, akıl ve irade olmaksızın fiilde bulunur. Ama onun fiilleri şans,
tesadüf ve rastlantıya da bağlı değildir. Ancak belli bir hikmet, tertip ve
nizam gereği fiilde bulunur. Her şeyi bir maksatla yapar. Buğdayı insanın
beslenmesi için çıkarması, uzuvları insana yarayacak şekilde hazırlaması gibi.
Porfıriyus Aristo'nun tabiada ilgili
görüşlerini beş kısma ayırmıştır;
1- Unsur,
2- Suret,
3- İnsan gibi sosyal olanlar,
4- Eşyada varolan çekim kuvveti, ateşin yukarı doğru
çekme gücünün bulunması gibi.
5- Her şeyi kuşatan genel tabiat. Çünkü cüzilerin
varolması, onları kuşatan küll ile mümkün olur. Sonra tabiatın merkezi üzerinde
ihtilaf edilmiştir. Kimilerine göre tabiat küllün üstündedir. Kimilerine göre
ise feleğin altındadır. ıbiatın varlığına en büyük delil olarak da onun
fiillerini ve âlemdeki ıareket ve fiilleri gerektiren kuvvetlerini
göstermişlerdir. Ateş ve havanın carı çıkması, su ve toprağın aşağı inmesi
gibi. Bunlardan hareketle tesin olarak bilinmiştir ki bunlardaki güçlerin
yokluğu halinde söz konusu ıareketlerin varolması da mümkün değildir. Bitkiler
ve hayvanlarda bulu-ıan beslenme, büyüme ve gelişme güçleri de böyledir.
Yakub b. İshâk el-Kindî, Huneyn b.
İshâk, Yahya en-Nahvî, müfes-sıt Ebu'l-Ferec, Ebu Süleyman es-Sİczî, Ebu
Süleyman Muhammed b. Ma'şer el-Makdisî, Ebu Bekir Sabit b. Kurra el-Harrânî,
Ebu Temmâm Yusuf b. Muhammed en-Nisâbûrî, Ebu Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî,
Muharib Hasan b. Sehl b. Muharib el-Kumî, Ahmed b. et-Tayyib es-Serahsî, Talha
b. Muhammed en-Nesefî, Ebu Hamid Ahmed b. Muhammed el-Esfîzârî, Musa b. Ali b.
İsa el-Vezîr, Ebu Ali Ahmed b. Muhammed İbn Miskeveyh, Ebu Zekeriya Yahya b.
Adi es-Saymerî, Ebu'l-Hasan Muhammed b. Yusuf el-Amirî, Ebu Nasr Muhammed b.
Tarhan el-Fârâbî ve diğerleri.
Bu topluluğun en bilgilisi Ebu Ali
Hüseyin b. Abdullah İbn Sina'dır. Yukarıda saydığımız müslüman filozofların
hemen hepsi Aristo'nun fikirlerini benimsemişlerdir. Çok dar bir alanda İse
Efâtun ve Öncekilerin fikirlerini tasvip etmişlerdir. Bunlar arasında yöntem
bakımından en titiz ve gerçeklere bakış açısından en nüfuzlu olduğu için İbn
Sina'yı esas almayı uygun gördük. Onun görüşlerini, kendi kitaplarından
olabildiğince özetleyerek aktarmaya ve bunu yaparken de maksadının
olabildiğince aktarılmasına Özen gösterdik. Diğer filozofların görüşlerini
zikretmeye de gerek görmedik.
Ebu Ali Hüseyin b. Abdullah İbn Sina
der ki: İlim ya tasavvur, ya da tasdiktir. Tasavvur; İlk ilim olup herhangi bir
şeyi ret veya isbât noktasında yargı belirtmeksizin basit olarak idrâk
etmektir; insanın mahiyetini tasavvur edişimiz gibi. Tasdik ise; idrak edilen
bir şey hakkında ret veya isbât türünden bir yargıda bulunmaktır. Her şeyin bir
başlangıcı olduğunu söylemek gİbİ. Bilginin her iki türü de evveli veya
mükteseb olabilir. Mükteseb tasavvur had (tarif) ve bu mecradaki şeylerle elde
edilir. Mükteseb tasdik ise kıyas ile bu mecradaki deliller yoluyla elde
edilir. Tarif ve kıyas, daha önce hâsıl olmayan bilgilerin akıl tarafından
bilinir hale dönüşmesi suretiyle tahsil edilmesinde kullanılan İki araçtır. Her
ikisinin de hakiki ve hakikinin altında gibi dereceleri vardır ki bu
ikincisinin kendine göre bir yararı da vardır. Hakikate benzemesine karşın
bâtıl olanları da vardır. İnsan fıtratı, bilginin bütün bu sınıfları arasında
ayrıştırma gücüne sahip olmayıp Allah tarafından desteklenmeye (vahy)
muhtaçtır. Şu halde fikirde sapmadan sakınmak isteyen düşünürün gözetmesi
gereken ve belli yasaları olan bir araç bulunması gerekir. Mantığın gayesi de işte
budur.
Tarif ve kıyastan her biri, belirli
bir telifle makûl anlamlardan oluşmuştur. Her birinin oluştuğu bir madde ve bu
oluşumun özgün bir sureti vardır. Fesat iki yönden birinden arız olabileceği
gibi ikisinden de arız olabilir. Mantık ilmi sayesinde şunları biliriz:
Sağlıklı tarif ve sıhhadi kıyas İçin başvurmamız gereken madde ve suretler
nelerdir? Bunların hangileriyle yakını bilgi oluşurken, hangileriyle yakîne
benzer bilgiler oluşabilir? Bunlardan hangileriyle galip zan, hangileriyle
bilgisizlik ve mugalata doğar? jşte mantık ilminin fâidesi budur. Nazarî
ifadeler, naldı ifadelerle, aklî fikirler de aklî sözlerle aktarılır. Zihinde
bulunan ve kendileri vasıtasıyla başkalarına ulaşılan bu mânâlar, mezkur
özellikleri sebebiyle mantığın mevzularını teşkil ederler. Mantık İlminin
meseleleri de, söz konusu manaların durumlarını (ahvâl) öğrenmektir. İfade
İçin nahiv ilmi, şür için aruz neyse, akılla bilinen şeyler için de mantık
odur. Mantıkçı, manaya delâletleri bakımından lafızlar hakkında fikir beyan
etmelidir.
Lafzın manaya delâleti şu üç biçimde
olur: a. Mutabakat, b. Tazam-ıun, c. İltizâm. Lafız, müfred ve mürekkep olmak
üzere ikiye ayrılır.
Müfred tek bir mânâya delâlet eder
ve onun herhangi bir cüz'ü -bu lafzın bir cüz'ü olarak kaldığı sürece- delâlet
ettiği mânânın bir cüz'üne delâlet etmez, [insan gibi. "in" veya
"san" cüzleri tekbaşlarma insan mefhumuna delâlet etmezler] Mürekkep
ise öyle bir mânâya delâlet eder ki bunun cüzleri mânânın cüzlerine tekabül
ettiği gibi bütünü de mânânın bütününe tekabül eder.
Müfred, cüz'î ve kütlî olmak üzere
iki kısma ayrılır. Küllî, tek ve ittifak edilmiş bir mana İle birçok şeye
delâlet eder. Bizzat mefhumu, birçok varlığı kapsamasına engel olmaz. Cüzide
ise, mefhumu buna mâni olur. Külli de kendi içinde zâtı ve arazî olmak üzere
ikiye ayrılır. Zâti olan, hakkında söylendiği şeyin mahiyetini oluşturur. Arazî
ise, mahiyetini oluşturmaz. Varlık ve vehimde ayrışmış olması ya da varlığı
arasında ayrışmış olup olmaması bunu değiştirmez. Zâti; 'Nedir'? sorusuna cevap
olarak söylenen ile 'Hangİ şeydir o?' sorusuna cevap olarak söylenenler olmak
üzere ikiye ayrılır. İlki, bir şeyin kendisiyle kâim olduğu bütün zatî manaları
ihtiva eden müfred lafızdır. TSÎedir?' sorusuna verilen cevap ile bu cevaba
dâhil olan manalar arasında fark vardır. İkincisi ise bir mânâya delâlet eden
ve bu mânâ ile şeyin, zâtı bir temeyyüzle tek bir mânâda müşterek olan diğer
şeylerden temeyyüz ettiği lafızdır. Arazîye gelince, bazen varlık ve zihinde
birbirinin mülâzımı yani ayrılmazı olduğu gibi -ki bununla zâti olan bir temyiz
gerçekleşir- veya mufarıkı olabilir. Cevherle aynı kategoride yer alan araz
ile buradaki arazî arasında da fark vardır.
Beş külli lafzın tariflerine gelince
bunları şöyle sıralayabiliriz:
1- Cins,
2- Nev',
3- Fasl,
4- Hâssa,
5- Araz-ı âmm. Cins; 'Bu nedir?' sorusuna verilen cevapta
zatî hakikatler bakımından farklı birçok şey için kullanılan kavramdır. Nev',
'Nedir?' sorusuna verilen cevapta sayı bakımından farklı olan birçok şey
hakkında kullanılan kavramdır ve bu, türlerin türü için geçerlidir. Orta tür
(nev-i mutavassıt) ise, 'Nedir?' sorusuna verilen cevapta farklı olan birçok
şey hakkında kullanılan kavramdır. 'Nedir?' sorusuna anlam ortaklığıyla verilen
cevap olduğu da söylenmiştir. Cinsler, üstünde başka bir cinsin bulunmadığı en
üst basamağa kadar yani cinslerin cinsine (cinsu'l-eenâs) yükselir. Cinsin
üstünde ondan daha umûmî bir şey olduğu varsayılsa bile bu umumiyet ifade eder.
Türler de altında başka türün bulunmadığı bîr basamağa kadar iner. Türün
altında ondan daha hususî bir sınıfın bulunduğu varsayılsa, bu hususiyet ancak
arızî özelliklerde mümkün olabilir. Fasıl, cinsinin altındaki tür hakkında
söylenen zâtı ve küllidir. 'Hangi şeydir o?' sorusunun cevabıdır. Hâssanın
tanımı ise şöyle yapılmıştır: 'Hangi şeydir o?' sorusuna verilen cevaptaki tek
bir türe delâlet eden ve zatî olmayan küllidir. Araz-ı âmm İse zatî olmayan
küllî müfred olup manasında birçok şey ortaktır. Arazın bu şekli ile,
kategoriler arasındaki cevherin muhabİli araz arasında mana farklılığı söz
konusudur.
Mürekkepler: Bir şey, ya hariçte
mevcut bir varlık ya da zihinde varolan buna ait bir surettir. Bunlar, bölge
ve milletler bakımından farklılık göstermez. Birşey, bunlardan başka ya zihinde
bulunan surete delâlet eden bir lafız, ya da lafza delâlet eden bir yazı
olabilir. Bunlar ise milletler bakımından farklılık gösterir. Yazı lafza
delâlet eder. Lafız ise zihinde bulunan bir surete delâlet eder. O suret ise,
hariçte mevcut olan varlıklara delâlet eder.
Sözün esasları ya isim, ya kelime,
ya da edattır. İsim, mananın varoluş zamanına değinmeksizin belli bir manaya
delâlet eden müfred lafızdır. Kelime, hem manaya, hem de söz konusu mananın
belli olmayan bir konu için konulduğu zamana delâlet eden müfred lafızdır. Edat
ise bir isim veya kelimeyle birlikte kullanıldıktan sonra bir manaya delâlet
edebilen müfred bir lafızdır. Lafız, terkip haline getirildiğinde bir manaya
götürür ve o zaman 'söz' olarak isimlendirilir. Terkipler farklı biçimlere
sahiptir. Mantıkçı ise özel bir terkibe İhtiyaç duyar. Onun kullanacağı terkip,
doğrulama veya yanlışlamaya götürecek türde olmalıdır.
Kaziyye: Doğruluk veya yanlışlık
bakımından kesin bir yargının verilebileceği ve aralarında bir tür ilişki
bulunan iki şeyi birleştiren sözdür. Hamlî kaziyye: Aralarında anılan türden
bir ilişkinin bulunduğu, ancak her birinin bu ilişkiye müfred bir lafızla
delâlet edebildiği Önermeye denir. Şartlı önerme: Aralarında bu türden bir
ilişkinin şarta bağlı olduğu Önermeye denir. Bitişik şartlı (muttasıl şartı):
Bir kaziyenin, şartlı başka bir kaziyeyi gerektirmesini icab veya selbeden
kaziyedir. Ayrık şartlı (Munfasıl şartı): Bir önermenin şartlı önermelerden
başka birinin aksini olumlama ve olumsuzlamasıdır. Olumlama (icâb), söz konusu
ilişkinin var kılınmasıdır. Hamlİyyede olumlama, mahmulün (yüklem), mevzuda
(konu) var olduğuna hükmetmektir. Olumsuzlama, bu varlık ilişkisinin
kaldırılmasıdır. Hamlİyyede olumsuzlama, mahmulün mevzuda mevcut olmadığına
hükmetmektir. Mahmul (yüklem), kendisiyle hüküm verilendir. Konu (Mevzu) ise,
hakkında hüküm verilendir. Mahsûsa, konusu cüz'î bir şey olan hamlî önermedir.
Mühmele, konusu küllî olan hamlî bir önerme olup hükmün küllisinde mi yoksa bir
kısmında mı olduğu belirtilmemiştir. Ancak bir kısmında olması gereklidir.
Küllünde olmasından şüphe edildiği için cüz'î hükmü verilmiştir. Mahsûre,
konu-küllî olan önermedir. Bununla ilgili hüküm, onun küllü ya da cüz'ü
üzerinde olduğunu açıklar, olumlulayan veya olumsuzlayan olabilir. Sûr, tahdid
miktarını gösteren; bütün, bir olmayan, bazı veya bütün değil gibi lafızlardır.
Birbirlerine karşı olan (mütekabil) iki önerme, olumlulama ve olumsuzlama
bakımından farklıdırlar. Bu ikisinin konu ve yüklemleri mana, izafet, kuvve ve
fiil, cüz, küll, mekân, zaman ve şart bakımından birdir. Çelişki ise, iki
önerme arasında olumlulama ve olumsuzlama yönünden varolan tekabül çeşididir.
Bu çelişki, bu iki önerme arasında doğrunun ve yanlışın paylaşılmasını
gerektirir. Bunda, üsttekİ şartların gözetilmesi gereklidir. Basît önerme, konu
ve yüklemi bir muhassal (yokluğa değil var oluşa ilişkin) bir isimdir. Ma'dûl
Önerme (kaziyye-i ma'dûle) ise, konu veya yüklemi muhassal olmayan Önermedir,
örneğin 'Zeyd, o görmez' cümlesi böyle bir önermedir. Ademî ise yüklemi iki
zıttan en zayıf olanıdır. Yani bir şeyin, onun türü veya cinsi için varolması
düşünülenin yokluğuna delâlet etmesidir. Örneğin 'Zeyd zâlimdir' cümlesi böyle
bir önermedir.
Önermelerin maddesi, mevzûya kıyasla
mahmulün bir durumu olup olumlama veya olumsuzlama bakımından her zaman daimi
olması, yahut olumlama veya olumsıızlamada gayr-i daimî olması gerekir.
Önermelerinin üç ciheti vardır:
1- Vacip; varlığın devamına delâlet eder.
2- Mümteni' yani imkânsız; yokluğun devamına delâlet
eder.
3- Mümkün; nevarlığın, ne de yokluğun devamlı olmayışına
delâlet eder.
Cihet ile madde arasındaki fark
şudur: Cihet, bu mânâlardan birine delâlet eden açık bir lafızdır. Madde ise
önermede bulunan bir hal olup açıklanmamış bir durumdur. Şu ifadede olduğu gibi
birbirinden farklı olabilirler: 'Zeyd'in canlı olması mümkündür.' Madde vacip,
cihet ise mümkündür.
Mümkün iki anlam için kullanılır:
İlki mümteni' olmayandır. Buna göre şey, ya mümkün ya da mümteni' olur ki bu
umumî mümkündür. İkincisi ise her iki halde yani varlık ve yokluk hususunda
zorunlu olmayandır. Buna göre şey, ya vacip ya mümkün, ya da mümteni' olur. Bu
da hususî mümkündür.
Vacip İle Mümteni' arasında,
zorunluluk anlamındaki ittifaka rağmen çok derin bir farklılık söz konusudur.
Vacip, varlığı zorunlu olandır. Dolayısıyla yokluğunun varsayılması
İmkânsızdır. Mümteni' ise yokluğu zorunlu olandır. Onun da varlığının
varsayılması imkânsızdır. Hususî mümkün, varlık ve yokluğu zorunlu olmayan
şeydir. Zorunlu hamlediş, hepsi de devam üzerinde müşterek olmak üzere altı
türdür:
1- Hamlin daimî, ezelî ve ebedî olması.
2- Hamlin, mevzunun kendisinin fesada uğramayıp varolduğu
sürece daimî olmasıdır. Bu ikisi, olumlulama (îcab) ve olumsuzlamanın (selb)
zorunlu olması halinde kullanılan ve murat edilen türleridir.
3- Hamlin, mevzuun kendisi onunla beraber konulan
sıfatla nitelen-eye devam ettikçe daim olmasıdır.
4- Hamlin mevcut olması ve bu şart bulunmaksızın
zorunluluğunun ulunmamasıdır.
5- Zorunluluğun belli ve gerekli bir vakitte
olmasıdır.
6- Zorunluluğun belirsiz bir vakitte olmasıdır.
Ciheti olanlar tard ve aks olarak
birbirlerinden ayrılmaz olabilecekleri gibi olmayabilirler de. Varlığı vacib
olanın yokluğu mümtenî'dir. Onun umumî anlamda varolmaması mümkün değildir.
Bunların zırlan da karşıt hükümlere sahiptir. Diğer tabakaları da buna kıyas
edin. Her önerme ya zorunlu, ya mümkün ya da mutlaktır.
Zorunlu olana örnek olarak şu
ifadeyi zikredebiliriz: Her B, zorunlu olarak A'dır. Yani daimî olarak veya
olmayarak B olmakla nitelendirilen her bir nesne, kendisi olarak kalmaya devam
ettiği müddetçe A olarak vasıflandırılmak suretiyle dâİmİ olarak var olur.
Mümkün, hükmü olumlulama veya
olumsuzlama bakımından zorunlu olmayandır.
Mutlak hakkında iki görüş
bildirilmiştir.
1- Hüküm için zorunluluk cihetinin ya da hüküm imkânının
zikredilmeyip kayıtsız bırakıldığı önermedir.
2- Hükmün daimî olarak değil de herhangi bir zaman
diliminde bulunduğu önermedir. Bu zaman dilimi, ya mevzu nitelendiği şeyle nitelendiği,
ya mahmulün bununla hükmedildiğİ sürece geçerli olur; yahut zarurî muayyen veya
gayri muayyen bir vakitte sözkonusu olur.
Aks; olumlulama ve olumsuzlamanın,
doğrulama ve yanlışlamamn baki kalması şartıyla konunun yükleme, yüklemin
konuya dönüştürülmesidir.
Külli selbedici (sâlibe-i külliyye)
kendi benzeriyle akseder. Cüzi sel-bedici ise aksetmez.
Küllî mucip aksettiği zaman, cüz'î
mûcib olurken, cüz'î mucip kendi benzeriyle akseder.
Mukaddime, bir şeyin bir şeye
nispetini olumlayan ya da bir şeyin bir şeye nispetini olumsuzlayan sözdür ve
kıyasın bir parçası kılınmıştır. Had, mukaddime olması cihetinden mukaddimenin
kendisine ayrıştığı şeydir. Kıyas bazı sözlerin telif edilmesinden oluşan bir
sözdür ki vaz'edil-diği zaman, onun kendisinden, zorunlu olarak başka bir sözün
ortaya çıkması gerekli olur. Bu gereklilik, açık olduğunda Kâmil Kıyas olarak
adlandırılır. Açıklamaya ihtiyaç duyulduğunda ise Gayr-İ Kâmil Kıyas olarak
adlandırılır. Kıyas, iktiranı ve istisnaî olmak üzere ikiye ayrılır. İktiranı
kıyas, onu gerektiren neticesini gerek kendisinin ve gerek zıddının, o kıyas
içinde bir şekilde bilfiil söylenmiş olmamasıdır. İstisnaî ise, onu gerektiren
neticesinin veya zıddının o kıyas içinde bilfiil söylenmiş olmasıdır. İktiranı
kıyas iki mukaddimeden oluşur. Bu iki mukaddime bir hadde müşterek, iki hadde
farklıdır. Bu şekilde hadlerin sayısı üç olur. Müşterek olanın ortadan kalkması
ve diğer iki haddi birleştirmesi söz konusu olur. İşte bu son önerme lâzım ve
netice olarak adlandırılır. Mükerrer olan hadd-i evsat, kalan İkisi iki taraf
olarak İsimlendirilir. Lâzımın yüklemine Büyük Had, onun konusuna Küçük Had adı
verilir. Büyük haddin bulunduğu önerme Büyük Önerme (Kaziyye-i kübrâ),
küçüğünün bulunduğu ise Küçük Önerme (Mukaddime suğrâ) olarak adlandırılır.
Büyük ile Küçüğün birleşmesine Karine denir. İktiranın yapısına Şekil,
kendisinden başka bir sözün çıkmasını gerektiren karineye ise Kıyas adı
verilir. Lâzım, kıyasın amacı olması bakımından Matlûk önermesi olarak
isimlendirilir. Orta Had, eğer bir önermede yüklem, diğer önermede konu olursa
bu iktirana Birinci Şekil (Şekl-i Evvel) denir. Her ikisinde de yüklem ise İkinci
Şekil (Şekl-i Sâni) olarak adlandırılır. Her ikisinde de konu (mevzu) ise
Üçüncü Şekil (Şekl-i Sâlis) adını alır. Mümkinattan olanlar da, iki
olumsuzlayıcıdan kıyas olmayacağı noktasında müşterektir. Aynı şekilde büyü
cüz'î, küçüğü olumsuzlayıcı olan iki önermedende da kıyas olmaz. Sonuç, iki
önermeden nicelik ve nitelik bakımından az olana tâbi olur. Birinci Şekildeki
iktiranın şartı, büyük önermesinin külli, olumlu mucip olmasıdır. İkinci Şeklin
şartı, büyük önermesinin külli, iki önermeden birinin nitelik bakımından
diğerinden farklı olmasıdır. Her iki önerme mümkün veya mutlak olduğu zaman
sonuç çıkmayacaktır. Üçüncü şeklin şartı, küçük önermenin olumlu olmasıdır.
Şekillerin hepsinde de Icüllî bir önermenin bulunması şarttır. Karışık
önermelerle ilgili olarak İbn Sina'nın eserlerine başvurulabilir.
Biliniz ki icâb yani olumlulama ve
selb yani olumsuzlama kategorik (hamlî) önermelere Özgü olmayıp bitişme
(ittisal) ve ayrılma (infısâl)da geçerlidir. Yüklemin varlığına delâlet, yüklem
için icâp olduğu gibi ittisalin varlığına delâlet muttasılda icâb, infısâlin
varlığına delâlet ise munfasılda icâb olur. Selb de aynı şekildedir. Selbin her
türü, icâbın geçersizliği ve kaldırılması anlamına gelir. Benzer biçimde her
ikisinde de hasr yani sınırlama ve ihmâl söz konusu olabilir. Önermeler birden
fazla, mukaddemi tek olabilir. Muttasılların iktiranı, ikisinden birinin mukaddem
diğerinin talî olmasıdır. Dolayısıyla talî olanda müşterek oldukları gibi
mukaddemde de müşterek olurlar. Bu, kategorik şekillerin kıyası için
geçerlidir. Bunlarda şart birdir. Netice ise şarta bağlı olup mukaddem ile
tâlinin bir araya gelmesinden oluşur. Munfasıllardaki iktirânîler ise, tam
cüzde olmayıp gayr-ı tâm cüzde olurlar. Bu mukaddem veya talî cüz'üdür.
İstisnaî olanlar ise iki mukaddemden oluşurlar. Bunların ilki şartlı olur;
diğeri ise iki cüzden birini kabul veya reddeder. Kategorik veya şartı olması
caiz olan bu türe müstesna denir. Müstesna kıyasta, muttasıl şartı bulunup
istisna da mukaddemde ise netice olarak mukaddemin aynını doğurması için
mukaddemin kendisi olması gerekir. Eğer talîde ise, mukaddemin zıddı sonucunu
doğurması için onun zıddı olması gerekir. Mukaddemin zıddının istisnâsıyla
talînin aynından hiçbir sonuç çıkmaz. Ancak şartlı, munfasıl olur ve mucip olan
iki cüzden teşekkül ederse, istisna hangisinde vuku bulursa bulsun sonuç
diğerinin zıddı olur. Hangisinin zıddı istisna edilirse sonuç da kalanın
kendisi olacaktır.
Mürekkep kıyaslara baktığımızda,
bunlar fertlerine ayrıldığı zaman hepsi ayrı bir sonuç doğumr. Ancak bunların
bazılarının sonuçları, bazıları için önerme olacaktır. Her sonuç, aksini ve
zıddının aksini, eğer aksileri varsa cüzleri ve cüzlerinin aksilerini
doğuracaktır. Doğru önermeler doğru sonuçlar doğurur. Bunun aksi olmaz. Ama
yanlış Önermeler de doğru sonuçlar doğurabilir. Döngü sonucu iki önermeden
birinin aksini almanız gerekebilir ki bu durumda ikinci önermeyi doğuracaktır.
Bunun mümkün olması, Önermelerdeki terimlerin aksi ve denk olmaları şartına
bağlıdır. Kıyasın aksi, sonucun mukabilini, zıddı veya aksiyle alıp iki
önermeden birine izafe etmenizle gerçeldeşir. Bundan cedelde hile yoluyla
başka bir sonucun doğması söz konusu olur. Kıyâs-ı hulf, kendisinde zıddının
yanhşlan-ması cihetinden matlûbun açıklanmasıdır. Bu durumda o, hakikî anlamda
iktirâni ve istisnaî kıyaslardan mürekkep olur. Musâdara ale'l-matlûb, netice
olması arzu edilen matlûbun bizzat bir kıyasta mukaddime kılınmasıdır. Bu, tek
bir kıyasta olabileceği gibi birçok kıyasta da açığa çıkabilir. O, bundan uzak
oldukça kabule daha yakın olacaktır. İstikra, herhangi bir küllî hakkında
verilen hükümdür ki mezkûr küllinin cüz'îleri hakkında da tamamen veya büyük
çoğunluğu bakımından aynı hüküm geçerli olur. Temsil, belli bir şey hakkındaki
hükmün, başka şey veya şeylerde de bulunuyor olması bakımından onlara da teşmil
edilmesidir. Dolayısıyla bu hüküm, benzerliği olanlar hakkında küllî bir hüküm
haline gelir. Hakkında hüküm verilen şey matlûp, hükmün nakledildiği şey misâl,
her ikisi arasmda ortak olan benzerlik 'cami' olarak isimlendirilir, insan
görüşünün ürettiği hüküm (hukmu'r-re'y) küllî ve benimsenmiş bir Önerme olup
bir şeyin öyle olması hakkındadır, doğru veya yanlıştır. Delil gizli bir
kıyastır; bunun orta terimi, o şeydir ki küçük olan için varolduğunda her ne
suretle olursa olsun küçüğe tâbi olan başka bir şeyin varlığı kendisine tâbi
olur. Kıyâs-i fırâsî bîr açıdan delile, bir açıdan da temsile benzeyen bir
kıyastır.
Duyularla algılananlar (Mahsûsât):
Bunlar, duyular vasıtasıyla tasdik edilen hususlardır. Deneyle bilinenler
(Mücerrebât): Duyular ve kıyasın yardımıyla tasdik edilen bilgilerdir. Makbûlât:
Doğruluğuna güvenilen kimselerin sözlerinin tasdikiyle ulaşılan bilgilerdir. Bu
sözler, semavî bir emir sebebiyle olabileceği gibi, kişinin temayüz ettiği
güçlü bir fikir ve görüşün ifadeleri de olabilir. Vehmiyyât: Duyulara bağlı
vehim gücünün inanmayı gerektirdiği bilgilerdir. Zâi'ât: Herkesin şahitliği
sonucu tasdik edilmesi gereken şöhret bulmuş görüşlerdir. Maznûnât: Sebat üzere
olmamak şartıyla tasdik edilen ve zıtlarının da akla gelme ihtimali bulunmakla
birlikte zihin tarafından daha yakın bulunan görüşlerdir. Mütehayyilât: Tasdik
edilmek üzere olmayıp hikâye yoluyla başka bir şeyi tahayyül ettiren
mukaddimelerdir. Evveliyyât: İnsanda aklî kuvveti cihetinden sebep
bulunmaksızın ortaya çıkan ve tasdiki gerektiren bilgilerdir. Burhan: Yakînî
bit sonuç doğurmak için yakını önermelerden oluşan kıyastır.
Yakînİyyât: Ya zihnin vasıtaya gerek
duymadan kabul ettiği önermeler (evveliyat) ve onlardan elde edilenler, ya
tecrübeyle bilinenler ya da duyularla bilinenlerdir. Burhân-ı Limmî: Bir şeyin
zât ve hakikatine dayanan burhandır. Burhân-ı Innî: Bir şeyi etkilediği şeyden
yani eserinden hareketle kanıtlayan burhandır. Varlığı sorgulayan felsefi
sorular dörde ayrılır: Mutlak İstifham (Hel-i mutlak); Bir şeyin varlık veya
yokluk bakımından durumunu mutlak olarak bildirir. Kayıtlı istifham (Hel-i
mukayyet); bir şeyin ne hal üzere bulunduğunu bildirir. Selbî istifham (Eve
leyse mâ); Tasavvuru bildirir. Bu da ya isim itibarıyla olur ki bu isimden
murad nedir? sorusunda kendini gösterir. Bu soru, diğer soruların önünde yer
alır. Ya da zât itibarıyla olur ki, "Bu şey varlığı itibarıyla
nedir?" sorusunda kendini gösterir. Bu da zâtın hakikatini bildirir ve
Hel-i mutlaktan sonra gelir. Sebebiyet (Lime) sorusu cevabıyla birlikte illeti
bildirir. Mı,var mı? (=Hel) sorusu ya sadece tasdikin illeti, ya da varlığın
illetidir. Hangi (=Eyyu) sorusu İse, bilkuvve olarak Hel-i mukayyede dâhildir.
Temyiz ise ya zâti sıfatlarda ya da hususiyetlerde aranabilir.
Burhanların ortaya çıktığı esaslar
şu üçüdür: Konular, Meseleler ve ilkeler. Konular ki burhanlar bunlarda tezahür
eder. Meseleler ki burhanlar bunlar hakkında olur. İlkeler ki burhanlar bunlar
sayesinde tahakkuk eder. Bunların doğru, yakînî ve zâti olmaları gerekir ve
küll hakkında söylenmiş temel önermelerle son bulurlar. Herhangi bir hüküm
üzerinde değişken olan hususlar haricinde genelde zorunlu olurlar. Bu durumda
çoğunluk olabilirler. Bazen de sonucun oluşabilmesi için gerekli İllet konumunda
bulunurlar ki bu durumda münasip olurlar.
Haml-i zâti, iki şekilde olabilir:
İlkinde yüklem, konunun teriminde dikkate alınır. İkincisinde ise konu,
yüklemin teriminde dikkate alınır.
Evveli önerme iki şekil üzere
olabilir: İlkine göre önermenin doğrulanması aklın hemen ilk hareketiyle hâsıl
olur. İkincisi ise, icâp ve selbîn konudan daha genel bir şey dışında küliî
olarak söylenememesi cihetin-dendir.
Münâsip (bir ilimde): Önermelerin
yabancı bir ilme dair olmasıdır.
Konular: İlimlere vazedilen ve zâtı
arazlarının delillendirildiğİ şeylerdir.
Meseleler: Bir ilme ait olup
hakkında kuşku duyulan ve delili aranan önermelere denir. Burhan, daimî yakînin
hükmünü verir. Fesat bulan şeylerde ise daimî bir bağ söz konusu değildir.
Tarif üzerinde de burhan olmaz. Çünkü bu durumda iki terime denk bir orta
terimin bulunması gerekir. Zİra tarif ve tarif edilen denktir. Böyle olduğunda
orta terim, ya farklı bir tarif, ya da resm veya hâssa olacaktır. Farklı bir
tarif olması halinde bunun nasıl kazanıldığı sorusu kalıcıdır. Eğer üçüncü bir
tarifle kazanılmışsa bu durumda sonsuza dek sürecek bir teselsül başlayacaktır.
Eğer ilk tarifle kazanıldığı söylenirse, o zaman da devr söz konusu olur. Burhan
dışında bir yolla kazanılmışsa, bu tarif niçin onunla kazanılmamıştır, sorusu
sorulur. Çünkü bir şey için iki tam tarif olmaz. Bunu daha sonra açıklayacağız.
Vâsıta eğer tarif değilse, tarif olmayan bir şey tarif edilen şeyin varlığını
bilmede nasıl kullanılmıştır? Tarif, taksim ile de elde edilmez. Çünkü taksim,
kısımlara ayırır ve bu kısımlarından hiçbirini aynen taşımaz. Bilakis taksimin
müdâhil olmadığı yeni bir konuma yerleştirilmesi mümkün olabilir. Zıt
istisnanın taksimi, tarife dâhil olan kısmın baki kalması için yapılmıştır. Bu
da bir şeyin benzeri veya kendisinden daha kapalı bir şeyle açığa
çıkarılmasıdır. Bu durumda şöyle diyebilirsiniz ki insan konuşmayan bir varlık
değildir, öyleyse konuşandır. Bu sözle sonuçtan daha açık bir istisnada
bulunmuş olmazsınız. Tarif, zıddın tarifinden elde edilmez. Çünkü her tarif
edilenin zıddı yoktur. Ayrıca İki zıttan birinin tarifinin diğer zıttan daha
evlâ olması da söz konusu değildir. İstikra, külli bir bİlgİ vermezken tarif
nasıl böyle bir bilgi verebilir? Ama tarifte terkip söz konusudur. Bu da
bölünme kabul etmeyen cismanî varlıklara yönelip on kategoriden hangisine
mensup olduğu üzerinde düşünmeye bağlıdır. Söz konusu kategoride onu var eden
bütün yüklemleri dikkate alır ve hangisinin ilk olduğunu tespit ettikten sonra
tümünü birleştirirsiniz. Bu yüklemleri topladığımız ve bunlardan oluşan bir
şeyin iki açıdan tarif edilene denk olduğunu gördüğümüzde işte o tarif olur. Bu
iki açıdan ilki yüklem bakımından denklik, diğeri ise mana bakımından
denkliktir. Bu, Bâtının hakikatine bütün kemâliyle delâlet etmesi ve hiçbir
şeyin kapsam clışı kalmamasıdır. Zâtı ayrıştıran şeylerin çoğu, kategori veya
fasıllardan bir kısmıyla ihlâl edilmiş olur. Bu yüzden de yüklem bakımından
denk olmasına karşın mana bakımından denk olmaz. Veya bunun aksı olur. Bu
durumda tarifte, vecîz yani özlü ve kısa olmasına değil, İsmi veya tanımı
bakımından ona yakın cinse konulmuş olmasına dikkat edilir. Bütün zâtı
fasılları da göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü bu fasıllardan bir kısmım
ihmal etmek, zâtın bir kısmını gözardı etmek anlamına gelir.
Tarif, zâtın ismi ve açıklamasıdır.
Dolayısıyla yapılan tanımın insan zihninde varolan surete denk aklî bir suret
oluşturması gereklidir. Bu noktada tarif edilenin de ayrışması gündeme gelir.
Gerçekte, varlığı olmayan hiçbir şeyin tarifi de yoktur. Böyle bir tarif, ancak
ismin İzahı olabilir. Şu halde tarif, mâhiyete delâlet eden bir sözdür. Taksim
ise, özellikle zât bakımdan birden fazla olan tariflerde yardımcı olur. Bİr
şeyi, ondan daha kapalı bir sözle tanımlamak caiz değildir. Gizlilik veya
açıklık bakımından kendisine denk bir ifadeyle açıklamak da caiz olmaz. Ayrıca
ancak kendisi vasıtasıyla bilinebilen bir şeyle de tanımda bulunulmaz.
Cevher; Herhangi bir mevzu ve
mahalde değil sadece kendi zatında, bilfiil var olan şeydir.
Nicelik: Zâtı için denklik,
denksİzlik ve parçalanmayı kabul edendir. Nicelik ya bitişik veya ayrı
olabilir. Bitişik olması durumunda, bilkuvve cüzleri için buluşup birleştiği
müşterek bir sınır olur. Çizgi bakımından nokta gibi. Ayrı olması durumunda ise
zâti için bu tür cüzler ne bilkuvve, ne de bilfiil varolabilir. Rakamlar gibi.
Bitişik nicelik, bir durum sahibi olduğu gibi olmayabilir de. Durumu olan
bitişik nicelik, cüzleri için temas, sebat ve her birine işaret edebilme imkânı
bulunan niceliktir. Bu tür niceliğe örnek olarak tek bir yönde taksimi kabul
edebilen çizgiyi gösterebiliriz.
Kesişen iki yönde taksimi kabul eden
de vardır ki o da yüzeydir. Taksimi üç yönde kabul eden türde nicelik de vardır
ki bu yönlerden her biri diğerine bağlıdır. Bu da cisimdir. Mekân da aynı
şekilde durum sahibidir. Çünkü o da hâvî olanın iç yüzüdür. Zamana gelince,
hareketin ölçüsüdür. Ama zamanın durumu yoktur. Çünkü onun cüzleri aralarında
temas olsa da birlikte bulunmazlar. Nitekim zamanın geçmiş ve geleceği
bulunduğumuz anın bir tarafında birleşir. Rakama gelince, o da ayrı niceliktir.
Görelik (=İzâfet): Varlığını başka
bir şeye kıyasla kazanan manadır. Kendi başına bir varlığı yoktur. Örneğin
oğulluğa kıyasla babalık gibi. Ama baba gibî değil. Çünkü onun kendine özgü
insanî bir varlığı mevcuttur.
Nitelik (=Keyfiyet): Bir cisimde
varolup varlığı itibarıyla cİsİm için dışarıdan bir şeye nispeti veya
cüzlerinde varolan bir nispeti gerektirmeyen bir haldir. Bu durum, bütün için,
cüz sahibi olması itibarını gerektirmez. Beyaz ve siyah gibi. Nitelik, nicelik
bakımından ona özgü olabilir. Yüzeyin dört tarafı, çizginin doğruluğu, rakamın
tekilliği gibi. Ya da niceliğe özgü olmaz. Niceliğe özgü olmayan da kısımlara
ayrılmıştır. Ya duyuların etkilendiği hislerle bilinen bir nitelik olur ve
imtizaç edenlerin etkile-şimiyle varolur. Cisimde yer etmiş olanına örnek
olarak altının sarılığını, balın tatlılığını zikredebiliriz. Bunlara
etkileşimli nitelikler denir. Bazıları ise kalıcı olmayan özelliktedir. Bunlar
nitelik olarak isimlendirilmez. Bunlar, cisimdeki hızlı değişimin
etkileşimleridir. Utanmadan dolayı oluşan yüz kızarması ve sararma buna örnek
verilebilir. Bir kısmı ise duyularla bilinmez, Nİtelİk, istidat şeklinde de
olabilir. Bunlar ancak nefstekİ kemâle kıyasla tasavvur edilebilir. Eğer bu,
direnme istidadı ise tabiî bir kuvvet olarak adlandırılır. Katılık gibi. Eğer
süratle uyma ve etkilenme istidadı ise tabiî olmayan kuvvet olarak
adlandırılır. Yumuşak başlılık gibi. Nefs-lerdc varolan birtakım erdemler başka
erdemler için hazırlayıcı olarak düşünülmüyor ve bununla birlikte duyularla
bizzat idrâk edilmiyor olabilir. Bunlardan sabit olanlar 'meleke' olarak
adlandırılmıştır. İlim, sağlık gibi. Kısa süreli olanlar ise 'hâl' olarak
adlandırılmıştır. Halîm birinin öfkesi, ya da sağlıklı birinin rahatsızlanması
gibi.
Ter (=Mahal): Cevherin, olduğu yerde
bulunmasıdır. Zeyd'in pazarda olması gibi.
Zaman ise, cevherin olduğu zamanda
bulunmasıdır. Filan işin dün olması gibi.
Durum (= Vaz}): Cismin cüzlerinden
bir kısmının diğer kısmıyla meyletme ve destekleme gibi yön bakımından
ilişkili bulunmasıdır. Örneğin mekânın cüzleri mekânda olduğunda, ayakta durma,
oturma gibi. Ancak buradaki durum, nicelik babında zikredilen durumdan
farklıdır.
İyelik (=Mülk): Bu, bir cevherin onu
kapsayan ve onun intikaliyle intikal eden başka bir cevherde bulunmasına
benzer. Bürünme, silah kuşanma gibi.
Etki (=Fiil): Cevherin, ondan
kaynaklanıp başkasına geçen şeye nispet edilmesi olup zâtında kalıcı değildir.
Bilakis sürekli değişme ve sona erme eğilimindedir. Isıtma, soğutma gibi.
Edilgi (-İnfial): Cevherin kendinde
bulunan bir duruma nispetidir: Parçalanma ve ısınma gibi.
İlletler dörde ayrılmıştır: Denir
ki, fail için bir illet ve hareket ilkesi söz konusudur. Örneğin sandalye İçin
marangoz gibi. Yİne denir kİ, madde İçin de bir illet ve herhangi bir şeyin
mahiyeti olabilmesi muhtaç olduğu bir hali vardır. Örneğin ağaç gibi. Denir ki,
varolan her şeyin sureti için de bir illet söz konusudur. Madde suret ile
birleşmedikçe ortaya çıkamaz. Bir de gâî illet vardır ki, varolan şeyin amacını
ve gayesini ifade eder. Ev için oturma gibi. Bu illetlerden her biri ya yakın,
ya uzak, ya bil-kuvve, ya bilfiil, ya bizzat, ya arazla, ya Özel ya da genel
olarak bulunur. Dört illet, burhanlarda orta terimler olarak da bulunabilir ve
yüklemlerinin önermelerinden zatî arazlar doğururlar. Fâiliyet ve kabul
illetlerine gelince fiil için illet oluşlarını gösteren kesin deliller
olmadıkça bunların konumundan malûl ve sonucu çıkmayabilir. Başarı Allah
Teâlâ'dandır.
Mantıkçının ihtiyaç Duyduğu Terimler
Zan: Bir şeyin öyle olduğunu
düşünürken öyle olmamasının da mümkün olmasıdır.
İlim: Bir şeyin öyle olduğuna
duyulan kesin inançtır. Öyle olmasını gerektiren bir vasıtadan dolayı öyle
olmaması mümkün değildir. O şey, zâtı itibarıyla öyledir. Belirli bir mahiyetin
tasavvuru için de 'ilim' denebilir.
Akıl: Bir şeyin öyle olduğuna
duyulan inançtır. Bir vasıta olmaksızın, tabiî olarak öyle olmaması mümkün
değildir. Burhanların temel ilkeleri böyledir. Mahiyeti tahdid etmeksizin
zâtıyla tasavvur için de 'akıl' denebilir. Tarifin temel ilkeleriyle ilgili
tasavvur gibi.
Zihin: Nefse ait bir kuvvet olup
ilim kazanmak için istidatlıdır.
Zekâ: Sezgi (hads) istidadının
kuvvetidir.
Hads: Matlup konulduğunda nefsin
orta haddi bulmaya veya ortası bulunduysa büyük hadde doğru hareketidir. Özetle
söylemek gerekirse zihnin, bilinen bir şeyden bilinmeyen bir şeye intikâl etme
hızıdır.
His: Sadece şalisi cüz'iyâtı idrak
edebilir.
Zikr ve Hayal: Hissin ulaştığı şeyi
kendi özel varlığı üzere korurlar. Hayal sureti korurken zikr ondan çıkan
manayı korur. His tekrarladığında zikr olur. Zikr tekrarladığında ise tecrübe
olur.
Fikr: İnsan zihninin ilkeler
üzerinden cevabı aranan sorulara doğru yönelen hareketidir.
Sınâat: Nefsânî bir meleke olup
düşünceye dayalı olmayan iradî fiiller ondan sâdır olur.
Hikmet: İnsan nefsinin ilim ve amel
boyutunda mümkün olan en kâmil noktasına yükselmesidir. İlim boyutunda
varlıkları oldukları gibi tasavvur etmek, önermeleri oldukları gibi tasdik
etmektir. Amel boyutunda ise adalet ve fazilet melekesi olarak bilinen ahlaka
ulaşmaktır. Aklî düşünce, külliyâta soyut olarak ulaşırken his, hayal ve zikr
sadece cüz'iyâta ulaşabilir. His hayale, hayal de akla birtakım karışık şeyler
sunar. Akıl bunlar arasında temyize girişir. Bu manalardan her birinin
tasavvur ve tasdik kısımlarında katkısı vardır.
İlahiyata dair meseleleri on ile
sınırlamamız gerekir:
İlahiyat (metafizik) ilminin mevzuu,
alanı, varlık ve kısımları hakkındadır.
Her ilmin, üzerinde fikir yürütülen
ve durumları (ahvâli) araştırılan bir mevzuu vardır. İlm-i İlahînin mevzuu,
mutlak varlık ve onun ayrılmaz unsurlarıdır ki bunlar bizatihi ona ait olanlar
ve onun ilkeleridir. İlahiyat, bütün ilimlerin kaynağı olup onların ilkelerini
beyan eder. İlahiyat ilminin meselelerini şöyle taksim etmek mümkündür: Tek-Çok
ve bu ikisiyle ilgili hususlar, İllet ve malûl, Kadîm ve Hadis, Tam ve Nakıs,
Fiil ve Kuvvet ile on kategorinin tahkiki. Varlığın kategorilere bölünmesi,
fasıllar itibarıyla bölünmedir. Teklik ve çokluğa bölünmesi ise, arazlar
itibarıyla bölünmedir. Varlık, küllü kapsar. Bu kapsama, tevâtu' üzere değil
teşkîk üzeredir. Bu nedenledir ki cins olmaya uygun değildir. Çünkü o, bir
kısmına diğerlerinden daha evlâdır. Bir kısmında ise ne evlâ, ne de ilktir. O,
tanımla-namayacak ve resmedilemeyecek kadar iyi bilinir. İsimsiz şerh edilmesi
mümkün değildir. Çünkü o, her şeyin ilk kaynağıdır. Onun şerhi olmaz. Sureti de
nefste hiçbir varlığın aracılığı olmaksızın kâim olur. Bir taksim türüne göre
zâtı ile vacip ve zâü ile mümkün olmak üzere ikiye ayrılır. Bizatihi Vacip
olan, zâtı itibarıyla bakıldığında vücûdu vacip olandır. Zâtı ile Mümkün olan
ise zâtı itibarıyla bakıldığında vücûdu vacip olmayandır. Gayr-i mevcut olduğu
varsayıldığında da bundan dolayı imkânsızlık gerekmez. Bu iki kısım üzerine
bir ve çok şeklinde iki hamlî araz arız olduğu takdirde bir vacibe, çok ise
mümküne uygundur. İllet ve malûl, kadîm ve hadis, tam ve nakıs, fiil ve kuvvet,
istiğna ve ihtiyaç için de aynı durum geçerli olur. İsimlerin en güzeli de
bizatihi Vacip olana yakışır. Kendisine hiçbir şekilde çokluk arız olmadığı
için taksime de uğramaz. Taksim, bizatihi mümkün olan için geçerlidir ve
mümkün, cevher ve araz olmak üzere ikiye ayrılır. Bu ikisinin tanımlarını
(resm) daha önce görmüştük. Birinin diğerine nisbetine gelince, cevher bir
mahal olup kendisine hulul edene muhtaç değildir. Araz ise, cevhere hulul etmiş
olduğu için cevherden bağımsız bir varlığa sahip değildir. Herhangi bir
mevzuda bulunmayan ve onunla kâim olmayan her zât cevherdir. Varlığı bir
mevzûya bağlı olan her zât da arazdır. Bir şey herhangi bir mahalde bulunmasına
rağmen belli bir mevzuda bulunmayan bir cevher olabilir. Bunun şartı, içinde
bulunduğu yakın mahallin onunla kâim olması, cevherin ise onunla kâim olmayıp
varlığının sebebi olmasıdır. Buna 'suret1 adını veririz. O ikisi ile araz
arasındaki fark da budur. Herhangi bir mevzuda bulunmayan bir cevher, ya asıl
itibarıyla bir mahalde, ya da varolmak için kendisinden müstağni olamadığı bîr
mahalde bulunur. Herhangi bir mahalde bu sıfat üzere bulunan cevheri, 'maddî
suret' olarak adlandırırız. Asıl itibarıyla belli bir mahalde bulunmuyorsa, ya
terkibi olmaksızın kendisi mahal olur veya olmaz. Kendİsİ mahal ise, onu
'mutlak heyula' olarak adlandırırız. Eğer böyle değilse ya mürekkep olur ki
madde ve suretten terkip edilmiş olan cisimlerimiz böyledir. Ya da mürekkep
olmaz. Mürekkep olmadığı takdirde ise ya cisimlere taalluk eder veya etmez.
Cisimlere taalluk eden cevhere 'nefs', taalluk etmeyene İse 'akıl' deriz.
Arazın kısımlarına gelince bunları daha önce zikretmiştik. Bunların zorunlu
taksim ile sınırlandırılması ise mümkün değildir.
Cismânî cevherin hakikati ve
terkibi, cismânî maddenin suretten sıyrılamayacağı ve varlık mertebesi
bakımından suretin maddeden önce gelişi hakkındadır.
Biliniz ki cisim, bilfiil üç boyut
sahibi olduğu için cisim değildir. Her cisimde noktalar veya çizgilerin bilfiil
bulunması da vacip değildir. Nitekim kürede hiçbir fiili kesik söz konusu
değildir. Noktalar ve çizgiler kesiklerdir. Cismin, cisim olabilmesi, sahip
olduğu üç boyuttan her birinin diğeri üzerine kâim olması şartıyla mümkündür.
Bu boyutlar, üçün üstünde olamaz. Cisimde bulunması gereken ilk boyut
uzunluktur. En, onun üstüne kâim olur. Ortak bir nokrada İkisi üstüne kâim olan
da derinliktir. Cismiyet sureti İşte bu esastan doğar. Cisimde varolan sınırlı
boyutlara gelince, bunlar cîsİm için suret olmayıp nicelik bâbmdandır. Bunlar
cismin varlığı için elzem olmayıp yan unsurlardır. Bunlardan hiçbirinin cisim
için sübût bulması vacip değildir. Aksine çizilen her yeni şekille birlikte bu
boyutlarda iptal ve değişme söz konusu olur. Bazı cisimlerde boyutlar, şekillerin
ayrılmaz unsurları olabilirler. Ancak şekil, yan bir unsur olduğu için şekille
tanımlanan da yan bir unsur olur. Şekil, cismin cismiyetini tanımlamaya dâhil
olmadığı gibi, onunla tanımlanan boyutlar da böyledir. Cismi suret, üm-i tabîî
mensuplarının sıııâat konusu veya ona dâhildir. Değişken boyutlar İse üm-i
ta'lîmî (matematiksel)mensuplarının
sanatının konusu veya ona dâhildir.
Sonra cismi suret, bitişmenin ötesinde bitişmenin gerekli olduğu tabiî bir
surettir. Özü itibarıyla ayrılığa vatkındır. Bilindiği üzere bitişme ve ayrılma
kabiliyeti olan şey, bitişme ve ayrılmanın ötesinde bir şeydir. Bu kabiliyeti
olan, ikisinden birinin gitmesiyle de baki kalır. Bitişme ise ayrılmanın
gitmesinden sonra baki kalmaz. Açıkça görüldüğü üzere burada söz konusu olan
cevher cismî suretten farklı olan heyuladır. Çünkü ona bitişme de, ayrılma da
birlikte arız olabilir. O, cismî surete denktir ve cismî suretle birleşerek tek
bir cisme dönüşebilir. İşte buna heyula ya da madde denir.
Maddenin cismî suretten ayrı olması
ve kendi başına bilfiil mevcut kalması mümkün değildir. Bunun delili de iki
açıdandır:
İlki: Maddenin soyut, durumsuz
fvaz') ve yersiz (hayyiz) olduğunu, bölünmeyi de kabul etmediğini varsaysak
bütün bunlar suretler olurdu.
nra da suretin ona rastladığını
takdir etsek, bu rastlama ya bir defada veya aşamalı olarak gerçekleşirdi. Bir
defada olması durumunda hasıl olan r, maddeye bir defada ve aşamasız olarak
hulul ettiği kadarıyla olur.
Aşamalı olması durumunda ise miktar
ve bitişmenin aşamalarına göre olurdu. Ona bir defada hulul etmiş olsaydı,
miktarın ona bitişmesi ona katıldığı cihetle olurdu. Çünkü böyle bir durumda
bulunduğu bir yerin olması gerekirdi. Bu durumda da cevher belli bir yeri
kaplamış olurdu, albuki onun yer kaplamadığı varsayılmıştır ki bu tezattır. Yer
kaplamanın, miktarın kabulüyle birlikte tek bir defada olması da caiz
değildir. Çünkü miktar onu belli bir alanda doldurmuştur. Miktar ve bitişme ona
genişleme ve tedrîc üzere hulul etmiş olsa, genişleyebilen her şeyde olduğu
gibi onun da cihetlerinin bulunması gerekirdi. Cihetleri bulunan her şeyin de
belli bir durumu olur. Bu durumda söz konusu cevherin de bir durumu olmuş olur
ki cevherin durumu olmayacağı varsayılmıştır. Bu da tezattır. Şu halde madde
suretten asla sıyrılmayacak ve ikisi arasındaki ayrım sadece akılda
yapılabilecektir.
İkinci delil de şudur: Maddenin
belli bir nicelik ve cüz'e sahip olmaksızın kendiyle kâim özel bir varlığı
olduğunu varsaysak ve ona niceliğin arız olduğunu düşünsek, bu durumda cüz'ü
ve niceliği olmayan bir şeyin kendiyle kâim olması, dolayısıyla gelen arazdan
dolayı varlığının dayandığı şeyin boşa çıkması gerekir. Bu durumda maddenin
arızî bir sureti olur ki madde onunla bilfiil ve bilkuvve bir olur. Ayrıca bir
sureti daha olur ki, onunla da bilfiil bir olmaz. Bu ikisi arasında da ortak
bir nokta olur ki o, her ikisini de kabule yatkın olan müşterektir. Bu şey,
bazen bilkuvve bölünebilir, bazen de bölünemez olur. Şimdi bu cevherin bilfiil
İki olduğu-nu sonra da ikilik kisvesini atarak bir olduğunu varsayalım. Bu
durumda ya ikisi bir olmuş ve ikisinden her biri mevcut olmuş olur ki bu
durumda bir değil iki olurlar. Ya da biri madûm, diğeri mevcut olur. Peki madûm
mevcut İle nasıl bİrleşebİür? İkİsİ de madûm olsa ve ortaya üçüncü bir şey
çıksa, bu durumda birleşmiş olmazlar, çünkü ikisi de fesat bulmuştur. Ancak
ikisiyle üçüncü arasında ortak bir madde mevcuttur. Bu söylediklerimiz
maddenin kendisi hakkında olup madde sahibi olan bİrşey hakkında değildir.
Çünkü cİsmî madde, suretten ayrı olarak varolmaz. O ancak, bilfiil suretle
kâim olabilir. Dolayısıyla şöyle demek caiz değildir: Suret, kendiliğinden
bilkuvve mevcut olup ancak bilfiil olarak maddeye dönüşür. Çünkü suretin
cevheri fiildir. Bilkuvve mevcut olanın mahalli İse maddedir. Suret, heyuladan
ayrı olmasa da onunla kâim olmaz. Aksine heyulaya yararlı bir illetle kâim
olur. Suretin heyula için illet olduğu kanıtlandıktan sonra onun heyula ile
kâim olması nasıl düşünülebilir? Çünkü illet, malûl ile kâim olmaz. Burada bir
şeyin kâim olduğu şeyle ondan ayrılmayan arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.
Malûl, illetten ayrılmaz ve onun illeti olmaz. Suretin, kendisiyle kâim olduğu
şey, varlığı kazandırmasına rağmen ondan ayrı olan bir şeydir. Heyulanın
kendisiyle kâim olduğu şeyse, ona bitişik olan surettir. Varlığı hak etme
noktasında mevcudatın ilki, cisim olmamasına karşın cismin suretini ve bütün
mevcudatın suretlerini, sonra cismi, sonra da heyulayı sunan mufârak cevherdir.
O, cismin sebebi olmasına karşın, varlığı veren değil, varlığı kabul eden sebeptir.
Çünkü o, varlığa ulaşmanın mahallidir. Cisim açısından onun varlığı söz
konusudur. Suretin ondaki varlığı ise, ondan daha mükemmel bir şeyin
varolmasıdır. Varlığa liyakat bakımından sonra araz gelir. Nitekim eşyada
varlığa en lâyık olan cevher, sonra da arazlardır. Arazların da varoluş
bakımından belli bir tertibi söz konusudur.
İlletlerin kısımları, halleri,
kuvvet, fiil, nicelikteki niteliklerin isbârı ve niteliklerin cevher olmayıp
araz olması hakkındadır.
Mantık bölümünde illetlerin dörde
ayrıldığını ifade etmiştik. Burada ise illetlerin varoluş hakikatlerini ele
alacağız. Varlığı kendi bakımından tam olup daha sonra kendisinden, onunla kâim
olan başka bir şeyin hâsıl olduğu herşeye mebde' ve illet denir. Ancak bu, şu
ihtimaller dışına çıkmaz: Ya malûlü olduğu şeyin cüz'ü gibidir ki bu iki
biçimde olur: Ya Öyle bir cüz olur ki, onun bilfiil husule gelmesinden malûlün
de bilfiil mevcut olması sonucu çıkmaz ki buna 'unsur1 deriz. Ahşap sedir
açısından kereste böyledir. Keresteyi kendi başına var olarak düşünebilmekle
birlikte sadece onun varlığından bilfiil sedirin oluşması gerekli değildir.
Aksine malûl yani sedir onda bilkuvve mevcut olur. Ya da öyle bir cüz olur kİ
onun bilfiil varlığı, malûlün de bilfiil varolmasını gerektirir. Bu da
surettir. Örneğin yatağın şekli ve oluşumu böyledir. Malûlü olduğu şeyin cüz'ü
gibi değilse, o zaman da şu seçenekler ortaya çıkar: Malûlün özü bakımından ya
farklı (mübâyin) ya bitişik olur. Bitişik olması halinde malûl onunla nitelenebilir
olur. Bu ikisi suret ile heyulanın hükmündedir-ler. Eğer farklı İseler,
varlığın kaynağı olup varlık nedeni olmaz kî o faildir. Ya da varlığın nedeni
olup, varlığın kaynağı değildir ki o da gayedir. Gaye, varlığın husulü
sürecinde daha geç ortaya çıkarken sebebiyet bakımından diğer illetlerden önce
gelir. Hariçte varolan şeyler açısından sebebiyet ile varlık arasında fark
vardır. Mânânın hariçte ve nefste varlığı vardır. Bir de bu ikisi arasında
müşterek olan husus vardır ki bu da sebebiyettir. Gaye de sebep olması
bakımından önce gelir. Çünkü o, İllet olmaları bakımından illetlerin illeti,
onların varlık nedenidir. Hariçte varolan şeylerde ortaya çıkışı geç olabilir.
Fail İllet, gayenin kendisi olmadığında sebebiyette fail gayeden sonra gelir. Temyiz
edildiği takdirde şu anlaşılır ki fâil-i evvel ve muharrik-i evvel herşeyde
gayedir. Fail illet eğer gayenin kendisi ise gayenin harekete geçirmesine
ihtiyaç duyulmaz. Dolayısıyla fail olan, aynı zamanda harekete geçiren
(^muharrik) olur ve aracıya gerek kalmaz.
Dİğer illetlere gelince, fail ve
kâbİl illetler zaman bakımından malûlden önce gelebilirler. Suret İse zaman
bakımından asla önde bulunmaz.
O, ancak rütbe ve şeref bakımından
önde olur. Çünkü kabil sonsuza dek varlık kazanan (=müstefîd), fail ise varlık
kazandıran {=müfîd)dir. İllet, bir şeyin bizzat illeti olabileceği gibi arazla
illeti de olabilir. Yakın bir illet olabileceği gibi, uzak bir illet de
olabilir. Bir şeyin sadece varoluş illeti olabileceği gibi, hem varoluş, hem de
varoluşunun devam İlleti olabilir. Fail illete ihtiyaç duyulması, hem varolmak
için, hem de varolma halinde geçerli olup Önceki yokluğu veya yok olma halinin
devamı için değildir. Bu durumda varlığı veren şey mucit, mevcut da var edilen
şey yani mûced olur. Her halde geçerli olan durum budur. Her mûced, varlığını
ikâme edecek bir mucide muhtaçtır. Aksi takdirde madûm olacaktır.
Kuvvet ve fiile gelince, kuvvet
başka bir şey olması bakımından başka bir şeyde değişimin ilkesidir. Kuvvet ya
edilgende (—münfa'il) bulunur ve edilgenlik gücü (=kuwet-i infi'âliyye) olarak
adlandırılır. Ya da etkende (=fâil) bulunur ve etki gücü ( —kuvvet-i fîiliyye)
olarak adlandırılır. Edilgenin gücü, tek bir şeye dönük ve sınırlı bir güç
olabilir. Örneğin suyun şekle girebilme gücü gibi ki suyun bu şekli koruma gücü
yoktur. Mumda İse hem şekle girebilme, hem de o şekli koruma gücü vardır. İlk
heyulada güçlerin tümü bulunur. Ama bu, bir şey aracılığıyla olup başka bir
şeyle olmaz. Failin kuvveti de bir şeyle sınırlı olabilir. Örneğin ateşin yakma
gücü gibi. Fail güç birden fazla şeye de yönelebilir, ihtiyar sahibi
varlıkların gücü gibi. Bİr şeyde, başka bir şeyin aracılığıyla oluşabilen bir
güç de olabilir. Sınırlı fiilî kuvvet edilgen kuvvede karşılaştığında bundan
mutlaka bir fiil meydana gelir. Bunun dışındakilerde yani zıtların denk olduğu
durumlarda ise bu söz konusu olmaz. Bu kuvvet, bilfiil olan kuvvetin karşısında
bulunan kuvvet değildir. Çünkü bu, fiil halinde de varlığını korumaya devam
eder. İkincisi İse ancak fiilin yokluğu halinde varolur. Kendinden fiil sâdır
olan her cisim İçin bu, araz veya zorlama sonucu olmayıp içindeki kuvvet
sayesinde ( = bİlkuwe) olur. İrade ve tercih İle olan ise zâten açıktır.
Tercih ile olmayana gelince, ya zâtından zâtı olması itibarıyla sâdır olur, ya
da zâtında bulunan bir kuvvetten kaynaklanır. Ya da farklı bir şeyden
kaynaklanır. Cisim olması itibarıyla zâtından sâdır olmuşsa, diğer cisimlerin
de bunda müşterek olması gerekir. Eğer bu fiiün sudûruyla diğer cisimlerden
ayrışıyorsa, bunun nedeni, zâtında bulunan ve cismi oluşa ek bir özelliktir.
Eğer zâtından farklı bir şeyden kaynaklanıyorsa, o şey ya bir cisîm, ya da
cisim değildir. Eğer cisim ise, fiilin ondan sudûru muhakkak zorla olmalıdır.
Halbuki zorla olmadığı farzedilmişti; şu halde bu tezattır. Eğer cisim değilse,
cismin kendinden ayrı olan bu şeyden etkilenmesi ya cisim oluşu, ya da taşıdığı
bir kuvvet sebebiyledir. Cisim oluşu bakımından böyle olmasını daha önce
geçersiz kıldığımız için bu caiz değildir. Şu halde ancak içinde kuvvet bulunan
bir şey olduğu için olabilir ki fiilin sudûrunun esası olmuştur, işte buna
Tabiî Kuvvet ( = Kuwe-i Tabî'iyye) deriz. Cismânî fiillerin sâdır olduğu kaynak
odur. Mekânlarında bulunma ve tabiî şekillenmeler türünden bütün fiillerin
kaynağı bu kuvvettir. Bundan hâli kalındığında onlardan muhtelif açıların,
hatta tek bir açının dahi hâsıl olması caiz olmaz. Ancak küre şeklinde
olabilir. Kürenin varlığı sıhhat bulduğunda, dairenin varlığı da sıhhat
kazanmış olur.
Mütekaddim-müteahhir, kadîm-hâdis ve
her tekevvün etmiş olan şeyde maddenin bulunma gerekliliği hakkındadır.
Tekaddümden kimi zaman, tabiat
gereği olarak bahsedilebilir ki bu, bir şey varolduğunda başka bir şeyin
varolmaması, başka bir şeyin ancak o varolduğunda varolmasıdır. Bir ile iki
gibi. Zaman bakımından olabilir İd babanın oğula tekaddüm etmesi gibi. Mertebe
bakımından da söylenebilir ki bunda kaynağa en yakın olan mütekaddim olarak
belirlenir. İlk safta bulunanların imama daha yakın olması gibi. Kemâl ve
şeref bakımından da söylenebilir, âlimin câhile tekaddüm etmesi gibi. İlliyet
bakımından da söylenebilir. Çünkü illetin malûlden önce bulunma gibi bir
gerçekliği vardır. Bu ikisi zât olmaları bakımından tekaddüm ve teahhur
özelliğini de, birliktelik özelliğini de taşımaları gerekmez. Ama aralarındaki
bağımlılık, diğerine göre nitelenme ilişkisinden dolayı tekaddüm ve teahhur
gerekir. Çünkü illet ve malûlden biri varlığını diğerine borçlu değilken öbürü
varlığını diğerine borçludur. Kaçınılmaz olarak da borçlu olunan yani illet, varlığını
borçlu olandan yani malûlden önce olacaktır. İllet kaldırıldığında malûlün de
ortadan kalkması zorunludur. Halbuki malûl kaldırıldığında, illetin kalkması
zorunlu değildir. Ancak, malûlün ortadan kalkmasından önce illetinin başka bir
illet nedeniyle kalkması mümkün olabilir. Biliniz ki bir şey zaman itibarıyla
muhdes olabileceği gibi, zâtı bakımından da muhdes olabilir. Bİr şey zâtı
bakımından varlığı vacip olmayan bir şey olup mümkün olan bir şeyse, İlletinin
bulunmaması halinde yokluğu hak eder. Zâtı itibarıyla varlığı vacip olan ise,
elbette zâtı başkasına dayalı olandan önce gcür. Bu durumda her malûl zâtı
bakımından, önce 'Leys' yani varolmayan olup illetle tamam bulur. Sonra da
'Eys' yani varlık olur. Bu durumda her malûl, muhdes yani varlığını başkasına
borçludur. Eğer meselâ her zaman mevcut ve varlığını bir mucide borçlu ise o
muhdestir. Varlığı, yokluğundan sonra olduğu İçin zât itibarıyla sonralıdır.
Onun hudûsu, sadece zamanın anlarından birinde meydana gelmiş olmayıp zamanın
tamamında da muhdestir. Kendine tekaddüm eden bir madde bulunmadıkça herhangi
bir zamanda hadis olması da mümkün değildir. Muhdes, varoluşundan önce varlığı
mümkün (=mümkinu'l-vücûd) konumunda olur. Varlığın mümkün oluşu, ya mevcut bir
mana, ya da madûm yani yok olan bir mana olmaktır. Tamamıyla madûm olmak
imkânsızdır. Önce madûm ile birlikte madûm aynı şeydir. Her İkisinin öncesinde
de mümkünlük mevcuttur, Önce madûm, varoluş imkânının varlığıyla mevcuttur.
Öyleyse mevcut bir manadır. Mevcut mana olan her şey ya bir mevzuda kâim veya
değildir. Herhangi bir mevzuda kâim olmayan mevcut mananın kendine has bir
varlığı olup ona izafe edilmiş olması vacip değildir. Varlığın mümkün oluşu,
varlığı mümkün olana izafetle mümkün oluştur ki bu belli bir konuda mana olarak
bulunmak, bir konu için arız olmaktır. Biz buna varoluş gücü (=kuwetü'l-vücûd)
deriz. Bu gücü taşıyanı ise mevzu, heyula, madde ve benzeri isimlerle
adlandırırız. Şu halde hadis olan her şeyin öncesinde madde ve zaman bulunur.
Küllî ve Bir (=el-Vâhid) ile bu
konuya dair şeyler hakkındadır.
İbni Sina der ki: Küllî mana, tabiat
ve mana ile olandır. Örneğin insanın insan olması bir şey, bir veya çok, özel
veya genel olması farklı bir şeydir. Bütün bunlar arızî manalar olup insanın,
insan olması bakımından değil zihin veya dış dünyada bulunan bir olgu olması
bakımından avrılmaz ekleridir. Kimi zaman, insanlık, için şartsız(bilâ şart)
küllî denebilir- O, bu itibar ile eşyada bilfiil mevcuttur. Aynı zamanda her
birine de hamledilir, ancak bizzat bir veya çok olması bakımından hamledilmez.
İnsanlık' hakkında kimi zaman da çık sayıda şahıs hakkında söylenmiş olma
şartıyla küllî denebilir. Bu kavram bu itibarla ise eşyada bilfiil mevcut
değildir. Şu husus açıktır ki insanın kendine özgü somut arazları vardır ve
insan başka bir şahsın somut arazlarını taşımaz. Dolayısıyla aynı arazlar hem
Zeyd, hem Amr'da bulunmaz. Varlıkta genel (âmm) olan hiçbir küllî yoktur.
Genel küllî fiilen ancak akılda bulunabilir. O, akılda bir nakış gibi bulunan
bir surettir kİ birçok suret ona uygulanabilir. el-Vâhİd yani Bir, bir olması
cihetinden bölünme kabul etmez. Cins bakımından bölünmeyen birler olduğu gibi
tür ve umumî araz bakımından bölünmeyen birler de vardır. Karga ile ziftin
siyahlıkta müşterek olması gibi. Nispet itibarıyla bölünme kabul etmeyen bir de
vardır ki akim nefse nispeti buna Örnek gösterilebilir. Sayı halamından
bölünme kabul etmeyen birler olduğu gibi tarif bakımından bölünme kabul etmeyen
birler de vardır. Sayısal birde bilfiil çokluk olabilir. Bu durumda terkip ve
içtima ile bir olmuş olur. Ya da bilfiil çokluk barındırmamasına karşın
bilkuvve çokluk barındırır. Bu durumda da bitişme (ittisal) yoluyla bir olur.
Eğer her ikisi de sözkonusu değilse sayısal olarak mutlak bir olur. Çok ise,
mutlak anlamda kullanıldığı zaman birin karşısında yer alan her sayıya denir.
Görecelik bakımından çok, azın karşısında yer alır. Sayının en azı İkidir.
Bİrin ayrılmaz ekleri ise şunlardır:
a- Müşâbehe ki nitelikte birliktir,
b- Müsavat ki nicelikte birliktir,
c- Mücânese ki cinste birliktir,
d- Müşâkele kİ türde birliktir,
e- Muvâzât ki cüzlerin durumunda birliktir,
f- Mutabakat ki sınırlarda birliktir. O odur (=el-Hüve
hüve) ki iki şey arasındaki haldir. Bu ikisi, durum bakımından iki kılınmış olmalarına
rağmen onunla aralarında bir tür birlik oluşur. Her biri de diğerine çokluk
bakımından karşıtı olur.
Bizatihi Vâcibu'l-vücûdun tarifi,
onun hem zâtı, hem de gayrıyla
vacibü'l-vücûd olamayacağı, zâtında
hiçbir şekilde çokluğun bulunamayacağı, mutlak hayır ve mudak hak olduğu,
çeşitli bakımlardan bir olduğu, iki olmasının caiz olmadığı ve zatıyla Zorunlu
Varlığın (=Vâcibu'l-vücûd) isbâtı hakkındadır.
Ibn Sina dedi kİ: Vâcibu'l-vücûd,
zorunlu varlık demektir. Mürnki-nu'1-vücûduri anlamı ise, ne varlık, ne de
yokluğunda zorunluluk bulunmayandır. Vâcibu'l-vücûd bizatihi olabileceği gibi
olmayabilir de. Birinci kısım, varlığının başka bir şey için değil yalnız
kendisi için olmasıdır. ikinci kısım ise, her ne olursa olsun başka bir şey
için varolmasıdır. O şeyin mevcut olması sebebiyle Vâcİbu'l-vücûd olur. Örneğin
dört, vâcibü'l-vücûd olmakla birlikte bu zatı bakımından değil, iki adet ikinin
mevcut olması durumunda sözkonusudur. Bir şeyin hem kendisiyle, hem de
başkasıyla Vâcibu'l-vücûd olması mümkün değildir. Söz konusu başkasının
kaldırılması halinde şu seçenekler ortaya çıkar. Ya vâcibu'l-vücûd olarak devam
eder veya etmez. Eğer öyle kalırsa başkasıyla vacip olmaz, demektir. Kalmazsa,
o zaman da kendisiyle vacip olmaz, anlamına gelir. Başkasıyla vâcibu'l-vücûd
olan her şey zâtı ile mümkinu'I-vücûddur. Varlığının vücûbiyetİ bir tür nispete
bağlıdır. Bu itibar, bir şeyin kendi zâtının itibarından farklıdır. Yalnız
zâtın itibarına gelince, bu ya varlığın vacip oluşunu gerektirir ki bunun
geçersizliğini İfade etmiştik. Ya da varlığın mümteni oluşunu gerektirir.
Bizatihi mümteni olan, başkasıyla da varolamaz. Yahut varlığın mümkün oluşunu
gerektirir ki o bakidir. Sadece onun varlığı başkasıyla vacip olur. Çünkü vacip
olmaması halinde varlığı mümkün olandan sonra varlığı yokluğuna tercih
edilmeyecektir. Bu durumda ilk hal İle bunun arasında fark olmaz. 'Ortaya yeni
bir hal çıktı' denirse, bu da aynı şekilde sorgulanır. Zâtı ile Vâcibu'l-vücûd
olanın zâtına ait ilkelerin mevcut olması ve Vâcibu'l-vücûdun onlarla kâim
olması caiz değildir. Ne nicel cüzleri olabilir, ne de tarifle ilgili cüzleri.
Bunların madde gibi veya suret gibi ya da başka biçimde olmaları durumu
değiştirmez. Tarifin (kavl-i şarİh) cüzlerinin isminin mânâsına ait oluşu gibi.
Bunlardan her biri, varlıkta başka bir şeye delâlet eder. Bunun nedeni, sıfatı
böyle olan her varlığa ait her bir cüz, zât bakımından diğerinden farklı olup
birleşik bir zat da değildir. Bundan açığa çıkan şudur ki cüzler, zât
itibarıyla külden daha önceliklidir. Bu durumda varlığı gerektiren mucip illet,
önce cüzler, sonra küll için geçerli olacaktır. Bu cüzlerden hiçbiri kendi
başlarına vâcibu'l-vücûd olamazlar. Küllün zât bakımından cüzlerden daha
öncelikli olduğunu söylememiz mümkün değildir. Aksine onlardan ya sonra, ya da
eşzamanlı olarak varolabilir. Şu halde Zorunlu Varlık ne cisim, ne de cisimdeki
madde veya suret değildir. Yine o, makûl bir suretin kabulü için makûl bir
madde veya makûl bir maddedeki makûl bir suret de olamaz. Zorunlu Varlık için
ne nicelik, ne kategoriler, ne de sözde taksim söz konusu olmaz. O, her açıdan
Vâci-bu'1-vücûddur. Çünkü, her bakımdan birdir. Bir açıdan vacip, bir açıdan
mümkün olduğu varsayılsa, mümkünlüğü bir vacibe müteallik olur ve bizatihi
Vâcibu'l-vücûd olmazdı. Bütün bunlardan anlaşılması gereken şudur ki
Vâcibu'l-vücûdun varlığı, beldenen varlığından sonra olmaz. Onun için mümkün
olan her şey, aynı zamanda onun için vaciptir. Onun için beklenen irâde,
beklenen ilim, tabiat veya zâtı için beklenen bir sıfat olmaz. Çünkü o, mutlak
hayır ve mutlak kemâldir. Umumen hayır, her şeyin kavuşmak ve kendisiyle tamam
bulmak istediği şeydir. Şerrin ise zâtı yoktur. Şer ya bir cevherin yokluğu,
yahut cevhere ait bir halin elverişsizliğidir. Varlığın kemâli hayrın kemâlidir.
Hatta o, bilfiil dâim olan mutlak hayırdır. Zâtı ile mümkün olan ise mutlak
hayır olamaz. Çünkü zâtı, yokluğa muhtemeldir. Zorunlu Varlık mudak haktır.
Çünkü her şeyin hakikati, kendisi için sübût bulan varlığın hususiyetidir. Şu
halde Zorunlu Varlık'tan daha hak bir varlık yoktur.
Varlığına duyulan inanç sâdık olan
şeye de hak denebilir. Varlığına duyulan inanç sâdık ve bu sıdk devamlı,
devamlılığı başkası için değil zâtı için olan şey hak olmaya her şeyden daha
lâyıktır. O mudak birdir. Çünkü Zorunlu Varlığın hiçbir türünün zâtından gayrı
İçin olması caiz değildir. Zİra türünün varlığı bizzat kendisi içindir. Bunu
ya türünün kendisi gerektirir, yahut türünün kendisi değil bir illet gerektir.
Türünün varlığı türünün kendisini gerektirirse, ancak onun için varolabilir.
Eğer bir illet içinse malûl olur. Bu durumda birliğinde tam, varlığının
tamamlığı bakımından bir, tarifi bakımından bir, nicelik ve kendisiyle kaim
olduğu ilkeleri bakımından ve bölünmezliği cihetinden de bir olur. Her şeyin mutlak
bir birliği olması ve zâti hakikatinin bununla kemâl bulması
den de birdir. Varlıktaki mertebesi
bakımından da birdir. Çünkü ondan başka varlığı zorunlu olan yoktur. Şu halde
zâtı İle Zorunlu Varlık olan iki şey olamaz. Böyle bir durumda varlığın vücûbu,
cins veya ânz olup fasl da başka bir şey olmak suretiyle müşterektir. Çünkü
bunların her birinin zatında terkib gereklidir. Vâcibu'l-vücûdun varlığın
ötesinde bir mahiyeti bulunarak varolduğunu da sanmayın. Canlı tabiatı ve renk
gibi kİ bu iki cins varlıkların tahakkuk etmesi için birer fasla ihtiyaç
duyarlar. Çünkü bu tabiadar malûldür. Onların ihtiyacı, ortak canlılık ve
renklilikte değil varlıktadır. Şu halde varlığın vücûbu mahiyettetir. O da
canlılığın mekanı olup canlı olmak için değil, mevcut olmak için fasla ihtiyaç
duyar. İki tane vâcibu'l-vücûdun herhangi bir şeyde müşterek olmayacaklarını da
sanmayın. Çünkü varlığın vücûbu hususunda müşterek ruhları gibi mevzûdan berî
olma noktasında da müşterek olurlar. Zorunlu Varlık bu ikisi hakkında müşterek
olarak söz konusu olduğunda, konuşmamız lafız ve isimdeki çokluğun
imkânsızlığını göstermek için değil, sadece o ismin manalarından biri üzerinde
olur. Eğer tevâtu' ile sözkonusu ise, genel bir mana, umûm-İ lâzim veya umûm-i
cins söz konusu olur ki bunun imkânsızlığını daha önce açıklamıştık. Ayrılmaz
gerekler (levâzim) malûl durumunda iken varlığın vücûbiyetinİn dışarıdan arız
olan bu tür gerekler üzere umumî olması nasıl mümkün olacaktır?
Vâcibul-vücûd ancak İnne Burhanı (—
Burhan-ı Innî) ile isbât edilebilir. Bu da mümkünden hareketle vacibi
kanıtlama yoludur. Bu konuda şöyle deriz: Sistem olması itibarıyla her sistem,
ister sonlu, ister sonsuz olsun, mümkünlerden mürekkep olduğu zaman şu
seçenekler dışına çıkmaz: Ya bizatihi vacip, ya da bizatihi mümkündür. Eğer
bizatihi vâcibu'l-vücûd ve içerdiği unsurlardan her biri mümldnu'l-vücûd ise
mümkünlerle varolan bir vâcibu'l-vücûd olur kİ bu akıl ve mantığa aykırıdır.
Bizatihi mümkİ-nu'1-vücûd ise, sistem olarak varolmak için bir varlık vericiye
(=müfîd) ihtiyaç duyar. Bu müfîd, sistemin dışında olabileceği gibi içinde de
olabilir. Eğer içinde olursa, onlardan biri vâcibu'l-vücûd, diğerleri
mümkinu'l-vücûd olur ki bu da akü ve mantığa aylandır. Şu halde müfîd, başka
bir varlık olmalıdır. İstenen de budur.
Zorunlu Varlığın akıl, âkil ve makûl
olması, zâtını ve eşyayı aklet-mesi, olumlu ve olumsuz sıfatlarının zâtında
çokluğu gerektirmemesi ve fiillerin ondan sâdır oluş keyfiyeti hakkındadır.
İbn Sina dedi ki: Maddeden mücerred
olan herşeye akıl denir. Maddeden bizatihi mücerred ise 'akıl li-zâtihi'
olarak adlandırılır. Zorunlu Varlık, maddeden bizatihi mücerred olduğu için
li-zâtihi akıldır. Zâtının kendisi için mücerred bir hüviyet olması itibarıyla
da lizâtihi makuldür. Aynı zamanda hem akleden, hem akledîlen olması, zâtında
veya itibarda iki şeyin bulunmasını gerektirmez. Çünkü bu, iki şeyin tahsili
değil, yalnızca O'nun mücerred bir mahiyeti olduğu ve bu mücerred mahiyetin
zatından ibaret bulunduğu anlamına gelir. Bu noktada akıllarımızda manaların
tertibi bakımından bir takdim tehir olmaktadır. Elde edilen sonuç ise birdir.
Kendi zâtımıza ait olan aklımız da zâtımızın kendisidir. Bir şeyi
aklettiğimizde, başka bir akılla akletmiş olmayız. Çünkü bu teselsüle yol açar.
Mutlak aklî, mutlak hayrı, her türlü maddeden ve her türlü eksiklikten berî,
her açıdan tek olan bir mahiyetin güzellik ve cemâlinin üstünde başka bir
güzellik ve cemâl olamaz. Bu da ancak Zorunlu Varlık (=Vâcibu'l-vücûd) için
geçerli olabilir. Çünkü o, mutlak güzellik ve mutlak cemâldir. Her türlü
güzellik, cemâl, hayır ve uygunluk da mahbub ve maşuktur. İdrak ne kadar güçlü
ve nüfuz edici olur, idrak edilen zât da en güzel varlık olursa, bu zata
duyulan sevgi ve aşk, bundan alınan zevk o kadar fazla ve güçlü olacaktır.
Böyle biri, en üstün idrak ile en yüce idrak dileni idrak eden en yüksek idrak
sahibidir. O idrak edilen zat zatıyla İşık olduğu gibi zâtıyla maşuktur. Başka
biri tarafından âşık olunup olun-amak onu hiç ilgilendirmez. Bildiğiniz üzere
akim, makûlü idraki duyu gücünün mahsûsâtı idrakinden daha kuvvetlidir. Çünkü
akıl baki olanı idrak edip onunla birleşir ve o olur. Onu zahiriyle değil
özüyle idrak eder. Oysa duyular böyle değildir. Akılla idrak ettiğimizde
aldığımız lezzet, duyularla aldığımız lezzetle asla bir tutulamaz. Duyularla
alman lezzet, öyle bir hale gelir ki mülayim olandan bile zevk almaz. Örneğin
acıdan hoşlanan biri bu arazından dolayı balı lezzetsiz bulur.
Biliniz ki Vâcibu'l-vücûdun eşyayı,
yine eşyadan akletmesi caiz değildir. Aksi takdirde zâtı ya aklcttiği şeyle
kâim olacak, ya da aklettiği onun için arız olacaktır ki bu imkânsızdır. O,
bütün varlığın mebde'i ve esası olduğu İçin hepsini zâtından akleder. Çünkü o,
bütün tam varlıkların meb-de'idir. Fesada uğrayan varlıkları öncelikle türleriyle
ve bunun vasıtasıyla da somut halleriyle akleder. Bu tür değişkenleri akletmesi
değişmeleriyle birlikte / değişirken caiz olmaz. Zira bunları bazen madûm
olmayıp mevcut olarak, bazen de mevcut olmayıp madûm olarak akledecektir. Aklî
birer surete sahip olan bu iki durumdan hiçbiri de diğeriyle birlikte baki
değildir. Bu durumda Zorunlu Varlık da zâtı bakımından değişken olacaktır.
Bilakis, Zorunlu Varlık her şeyi fiilî küllî biçimde akleder. Buna rağmen
hiçbir cüz'î şey de O'ndan gizli kalmaz: "Göklerde ve yerde zerre miktarı
bile O'ndan gizli kalamaz." (Âl-i İmrân, 3/5) Bunun nasıl olduğuna
gelince, o zâtını ve bütün varlıkların mebdei olduğunu aklettiği zaman,
mevcudatın ilk durumlarını ve onlardan doğanları da akleder. Eşya âleminde
hiçbir şey yoktur ki şu ya da bu şekilde sebebiyle zorunlu olmasın. Sebeplerin
çatışması cüzi şeylerin oluşmasına yol açar. Evvel olan Zorunlu Varlık, bütün
sebepleri ve onların mutabakatlarını da bilir. Dolayısıyla zorunlu olarak
onların yol açtığı şeyleri, aralarındaki zamanları ve tekrarlarını da bilir.
Bu durumda cüz'iyâti da küllî olmaları cihetinden, yani sıfatlara sahip olması
bakımından bilir. Bunların belli zaman ve hallerde somutlaşmaları bu bilgiyi
değiştirmez. O, zâtını ve bütünde bulunan hayır düzenini aklettiği gibi bütün
tarafından da her şeyin varlık sebebi, mebde'i, yaratıcısı ve mucidi olarak
idrak edilir. Bu da akla uzak değildir. Bizde hudûs eden mâkul suret, sınaî
olarak varolan suret için sebep olur. Eğer yalnız varlığı, kendisinden âlet ve
edevat olmaksızın sınaî suret oluşması için yeterli olsaydı, bizce akledilmiş
olan da bizatihi irade ve kudret olurdu. O ise varlığı gerektiren akıldır.
Zorunlu Varlığın kudret ve iradesi ilminden ayrı değildir. Ama onun kudreti,
zâtının aynı zamanda her şeyi akleden olmasıdır. Öyle bir akılla ki her şeyin
mebde'i olup hiçbirinden alınmamış ve zâtı ile varolup hiçbir maksada
bağlanmamıştır. İşte bu da iradedir. O, zâtı ile cömerttir. Bu onun kendi
kudret, irade ve ilmidir. O, bütün bu sıfatların izâfesiyle mevcuttur.
Bunlardan bazılarında söz konusu varlık olumsuz (selb) olarak bulunur. Cevher
lafzını kullanmaktan çekinmeyen kimse, bununla ancak herhangi bir mevzuda
selbedişle birlikte bulunan bu varlığı kastetmiştir. O birdir. Yani nicelik
veya söz bakımından bölünmesi olumsuz görülmüştür. Ya da kendisinden herhangi
bir ortak selbedilnıiştir. Bu yüzden de o, hem akıl, hem akleden (=âkil), hem
de akledilen (=ma'kûl)dür. Yani onun maddeye veya maddî bağlara bulaşabilmesi
hali selbedilmiştir. O evvel yani ilktir, yani varlığının külle izâfesiyle
hudûsu selbedilmiştir. O mürîd yani irade sahibidir. Aklî özelliğiyle Zorunlu
Varlik'tır. Bununla da bütün hayır düzeninin mebde'i ılarak maddeyle bağıntısı
selbedilmiştir. Yine o cömerttir. Buradaki seibe-dilmiş ise zâtı için bir
maksadının olmayışıdır. Şu halde onun sıfatları ya mutlak izafî, ya mutlak
selbî yani olumsuzlayıcı, ya da izafet ve selbden mürekkeptir. Bu durum,
zâtında çoğalma gerektirmez.
İbn Sina şöyle der: O'nun Zorunlu
Varlık ve herşeyin mebde'i olduğunu anladıysan bil ki O'na göre caiz olanın
var olması zorunludur. Çünkü olup olmaması caiz olan şeylerin var olması
tahakkuk edince, bunu varlığa gelmesinde tesiri bulunan bir tercih ediciye
ihtiyaç duyulur. Bu tercih edici, tercihten önce bulunduğu hal üzere kalmaya
devam ederse ve daha önce veya daha sonra değil de o anda bunun tercih
edilmesini gerektirecek bir şey kendisine arız olmadığı veya kendisinden bir
şey ayrılmadığında, iş tercih edicinin bulunmasından önceki durum gibi kalmaya
devam eder. Çünkü fiilden uzak durmak veya fiili işlemek O'nun indinde aynı
mesabededir. Şu halde ona bu hususta bir şeyin arız olması gerekir. Bu şey de
ya O'nun Zâtına arız olur ki bu da bu değişmeyi gerektirir ve daha önce
Vâcibü'l-vücûd'un değişmeye ve çoğalmaya maruz olmadığını belirtmiştik, yahut
da bu ânz olan şey Zâtından ayrı bulunur. Zâtından ayrı olan bu şey hakkındaki
söz, diğer fiiller hakkındaki söz gibidir.
Yalanı olmayan açık akıl, tek bir
zâtın bütün cihetlerden bir olması halinde olduğu gibi kaldığına şahitlik eder.
Yani daha öncesinde ondan bir şey varolmadığı gibi şu anda da öyledir. Şu an da
ondan bir şey varolmaz. Eğer şu anda ondan bir şey varolmaya başladıysa, bir
şeyin hudûs ettiği görülür ki bu bir maksada, bir irâdeye, tabiata, kudrete,
gaye veya bir mekânda bulunmaya dayanabilir. Çünkü mümkün, hem varolabilir, hem
de olmayıp fiil planına çıkmayabilir. Onun varolması, ancak bir selb yani
olumsuzlama ile tercih edilebilir. Böyle bir zât varolduğunda ve tercih
bulunmadığında, tercihi vacip değilken bir tercihte bulunuyorsa, bu tercihi
gerektiren bir hadisin varlığı şart olacaktır. Yoksa zâtın o mümküne nispeti,
daha önceki gibi olacak, onun açısından yeni bir nispet hadis olmamış olacak ve
durum olduğu gibi kalacak, mümkün salt imkân sıfatında baki kalacaktır. Eğer
ona ait yeni bir nispet kuruluyorsa, yeni bir durum ortaya çıkmış demektir ki
bunun ya zâtında, ya zâtı dışında hudûs etmesi gerekir. Bunun imkânsızlığını
daha önce açıklamıştık. Özetle söylemek gerekirse, aradığımız her hadisin
zâtında veya zâtının dışında bir nisbetin mevcut olup olmadığını ortaya
koymaktır. Böyle bir nispet asıl itibarıyla yoktur. Böylelikle esasında hiçbir
şeyin hadis olmaması gerektiği halde hadis olmuş durumdadır. Bundan anlaşılır
ki o, kendi zatından kaynaklanan bir gereklilik (îcâb) sebebiyle hadis
olmuştur ve bu gereklilik o hadisten zaman veya zaman takdiri bakımından önce
değildir. Bilakis o, hadisten zâtıyla vâcib oluşu bakımından zâtı bir öncelikle
öncedir.
Bir'den ancak birin sâdır olması, akıllar,
nefsler ve semavî cisimlerin varoluş tertibi, semavî cisimlerin yakın
muharrikinin nefs, en yüce ilkenin akıl olması ve ustukusların illetlerden
oluşması hakkındadır.
Zâtı ile vâcibu'l-vücûd olanın bütün
açılardan 'bir' oluşu sıhhat kazanınca, ondan ancak birin sâdır olması caiz
olabilir. Eğer zât ve hakikat bakımından farklı iki şeyin O'ndan birlikte sâdır
olması sözkonusu olsaydı, ancak zatında farklı olan iki cihetle sâdır
olabilirlerdi. Eğer bu iki cihet zatıyla birbirinden ayrılmaz olsa, bunların
ayrılmazlığı hakkındaki soru, zatıyla ilgili olduğu için sabit olmaya devam
eder. Çünkü zatı mânâ olarak bölünmüş demektir. Bunun mümkün olmadığını
söyleyerek tutarsızlığını daha önce açıklamıştık. Bundan açığa çıkan şudur ki
Bir'den sudur eden varlıkların ilki, sayısal bakımdan bir, zât ve mahiyet
bakımından tek olup maddeye bürünmüş değildir. Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi maddeye bürünmemiş olan her zât akıldır. Bildiğiniz üzere mevcudatta
cisimler vardır ve her cismin kendi nefsi bakımından varolması mümkündür. Onun
vacip olması, ancak başka bir şeyle olur. Bildiğiniz gibi İlk olandan bir şeyin
çıkması ancak vâsıtayla olabilir. Bu vâsıta da ancak tek olabilir.
İkinci, üçüncü, vs. yaratılanlar bu
vâsıtadan zorunlu olarak çıkarlar. İlk malûl (=ma'lûl-i evvel), zâtı bakımından
mürnkinu'l-vücûd, el-Evvel sayesinde de vâcibu'l-vücûddur. Varlığının vücûbu,
akıl olması itibarıyladır. O, hem zâtını hem de cI-Evvefi zorunlu olarak
akleder. Ondaki bu çokluk, el-Evvel'den kaynaklanmış değildir. Varlığının mümkün
oluşu ise, el-Evvel sebebiyle değil zâtı itibarıyladır. el-Evvel, onun
varlığının vücûb sebebidir. Çokluk şudur İd o, el-Evvel'i akleder ve sonra
zâtını, el-Evvel'den kaynaklanan varoluş vücûbundan ayrılmaz bir çokluk olarak
akleder. Dolayısıyla bu, izâfı bir çokluk olup varlığının başında müdâhil
değildir. Eğer bu çokluk olmasaydı, ondan da ancak birliğin varolması mümkün
olabilirdi. Ve varlık da, yalnız birlerden teselsül edip dururdu, cisim de
varolmazdı. Akl-ı Evvel, Evvel'i aklettiğinde, kendi altındaki bir akıl vücuda
gelir; zâtını akletmesiyle de Felekin sureti ve kemâli varlığa gelir ki bu da
nefstir. Ona mahsus olan varlığın mümkün oluş tabiatıyla aklettiğinden de
felek-i a'lânın cirimliğinin varolması söz konusu olur ki o da, türü bakımından
felek-i a'lânın zâtının cümlesinde mevcuttur. Bu da kuvvede müşterek olan
şeydir. el-Evvel'in aklettiğinden de bir akıl lüzum eder. İlk çokluk, cihetleri
olan madde ve suret üzere zâtına mahsus olur. Madde, suretin aracılığı veya
katılımıyla oluşur. Varlığın mümkün oluşu da fiil sahasına akılla çıkar ki bu
akıl feleğin sureti hizasındadır. Her akıl ve her felekte de böyle olur. Bu
zincirin sonunda ise akıl, nefslerimizi idare eden Faal Akıl'a ulaşır. Bu
zincirin sonsuza kadar uzayıp gitmesi ve her mufârakın altında başka bir
mufârakın bulunması gerekmez. Akıllarda çokluk gerekli olsa da, bunun nedeni
onların konusu olan manaların çokluğundan kaynaklanmaktadır. Bu ifademizin aksi
söz konusu olmaz. Yani her akılda bu çokluk bulunup çokluğu bu bilgileri
gerektirmez. Bu akıllar, tür bakımından bir olup manalarını gerektirmelerinde
müttefik de olmazlar. Bilindiği üzere birçok felek mevcut olup sayı bakımından
İlk MalûPde bulunan sayıdan da çokturlar. Dolayısıyla bunların mebde'leri-nin
tek, yani Malûl-i Evvel olması caiz değildir. Diğer yandan daha önce varolmuş
her cirmin, sonrakiler için illet olması da caiz değildir. Çünkü cirim, cirim
olması itibarıyla madde ve suretten mürekkeptir. Eğer cirim için illet olsaydı,
bu maddenin iştirakiyle olurdu. Maddede ise yokluk tabiatı vardır. Yokluk,
varlığın mebde'i olamaz. Dolayısıyla cirmin, varlık için mebde' olması caiz
olmadığı gibi cirmin cirim için mebde' olması da caiz oimaz. Onun mebde'inin,
cirmin suret ve kemali olan nefsânî kuvvet olması da caiz değildir. Feleklerin
nefslerine gelince kendi cisimleri vasıtasıyla ve onların katılımıyla oluşan
fiilleri diğer cisimler üzerine sâdır olur. Cismin, cisim olması itibarıyla
başka bir cisim için mebde'i olmayacağı gibi iki nefs arasında da aracılık
edemeyeceğini açıklamıştık. Eğer bir nefs, cismin aracılığı olmaksızın başka
bir nefsin mebde'i olmuşsa, cisimden bağımsız bir varlığının bulunması gerekir.
Felekî nefs ise böyle değildir. O, ne bir fiilde bulunabilir, ne de cisim
yapabilir. Nefs, mertebe ve kemal bakımından cisme tekaddüm etmiştir. Bundan
çıkan sonuç, feleklerin cirmi olmayan mebde'lerİ ve cirimler için geçerli olan
suretleri bulunmadığıdır. Hepsi de tek bir ilkede müşterektirler. Bu mebde'e,
'Malûl-İ Evvel' ve 'Mücerret Akıl' gİbİ isimler verdik. Her feleğin kendine
özgü bir mebde'i vardır. Akıl, aklı gerektirir. Bu zincir sayesinde de felekler
cirim ve nefsleriyle bölünebilir ve sayısal olarak çoğalabilir nitelikte
oluşurlar. En sonda İse son felek bulunur ve teselsül burada durur. Bu noktada
aklî cevherlerin sebeplere bağlı olarak sayısal bakımdan çoğalabilir ve
bölünebilir olarak hudûs etmeleri söz konusu olur. Her akıl, mertebe
bakımından üstte olup bunun bir nedeni vardır. Akıl, el-EvvePi akletmesi
bakımından kendi altında başka bîr aklın varolmasını gerektirir. Kendi zâtını
akletmesi durumunda ise kendi feleğinin varlığını gerektirir. Felek cirimİ
ise, mümkün olan zâtı ile ancak zâtı İçin akledebilİr. Felek nefsi İse,
başkasıyla vacip olan zâtını akledebilir. Cirim, felekî nefsin aracılığıyla
baki kalır. Her suret, maddesinin bilfiil oluşmasının illetidir. Madde ise
kendi başına ayakta kalamaz. Aynı şekilde İmkânın da bağımsız varlığı yoktur.
Gök küreleri sayılarını tamamladığında ustukusların varoluşu gerekir. Ustukus
cisimler fesada uğrayan varlıklar oldukları için mebde'lerinİn değişken olması
vaciptir. Dolayısıyla tek başına mutlak bir aklın onların varlık sebebi olması
söz konusu değildir.
Müşterek maddeleri ve farklı
suretleri olduğu için suretlerinin farklılığının, feleklerin durumlanndakİ
farklılıklara bağlı olarak gerçekleşmesi, maddelerinin de feleklerin
durumlarındaki ittifaka bağlı olarak müttefik olması vacip olmuştur. Felekler,
tabiatları icabı dairesel hareketi gerektirdikleri için bunun gereği de
maddenin varlığı olmuştur. Hareket türlerindeki farklılaşmanın gereği ise,
maddenin farklı suretlere bürünme kabiliyetinin oluşması olmuştur. Mufârak
akıllardan, özellikle de üstümüzde bulunan sonuncu mufârak akıldan semavî
hareketlerin de iştirakiyle feyiz akar. Bu feyizde edilgenlik bakımından alt
âlemin suretlerinin resmi bulunur. Yine bu akılda fiil ciheti üzere de
suretlerin resmi yeralır. Sonra yine ondan özellikle semavî cirimlerin
katılımıyla suretler taşar. Bunu özelleştiren ise semavî tesirlerden biri olup
unsur türünden bir cismin aracılığı olmaksızın gerçekleştirir. Bunu
gerçekleştirirken yararlandığı vasıta, Öyle bir vasıtadır ki onu cevherinde
bulunan umumiyetten sonra özel bir kabiliyet sahibi kılar. Bu mufâraktan özel
bir suret taşmış ve o maddede resmedilmiştir. Bilinmelidir ki bir, başka biri
tahsis edemez. Çünkü her ikisi de diğerinden farklı açıdan birdir. Ancak
muhtelif tahsis ediciler bulunabilir ki bunlar madde için hazırlayıcıdır.
Hazırlayıcı, öyle bir şeydir ki onda hudûs eden bir şey hazırlananda bir şey
oluşturur ve bu sayede kurulan ilişki başka bir şeyle kurulamaz. Bu hazırlama,
suretleri bahşeden ilklerden daha evlâ bir varlık için tercih edici olur.
Madde, ilk kabiliyeti üzere bulunsaydı, iki zıdda nisbeti benzer olabilir ve
suretlerden birine özgü olması gerekmezdi. Buna göre şöyle denilebilir: İştirak
ile hâdİs olan maddeye semavî cirimlerden taşma olur. Bu taşma, ya dört
cirimden, ya dörtle sınırlı sayıdan, ya dörtle sınırlı sebeplerin bölünmesinden
oluşan farklı nispetleri bulunan tek bir cirimden olabilir. İşte bu taşmadan
da dört unsur (=anâsır-ı erbaa) hadis olur. Bu dört unsur ağırlık ve hafifliğe
göre taksim edilir. Mutlak hafif olanın eğilimi yükseğe, mutlak ağır olanın
eğilimi ise aşağıya doğrudur. İzafî olarak hafif ve ağır olanlar İse bu ikisi
arasında eğilime sahiptirler. Dört unsurdan mürekkep olanların varlığına
gelince, bu varoluş da semavî hareketlerin tavassutuyla gerçekleşir. Bunların
kısım ve gruplarını daha sonra zikredeceğiz. Bedenlerin hudûsuyla birlikte ortaya
çıkan insani nefslerin varoluşuna gelince, türdeki birliklerine rağmen bunlar
da çoktur. Zau itibarıyla bir olan Malûl-i Evvel'de çoğalan manalar varolup
bunlar sayesinde de akıllar ve nefsler sudur eder. Bunu daha önce zikretmiştik.
Bu manaların çokluk, tür ve hakikat bakımından müttefik olmaları caiz değildir.
Ancak bu şekilde onlardan tür bakımından müttefik çokluklar sâdır olabilir.
Onda, hepsinin müştereki olan bir maddenin, farkhlaşan ve çoğalan suretlerin
bulunması lâzımdır. Ki onda hakikat bakımından farklı olan manalar bulunmalı ve
her mana, tür bakımından diğerinden farklı bîr şeyi gerektirmelidir. Hiçbirinin
gereği, diğerinin gereği olmamalıdır. Arzı nefsler, bir veya birden fazla
İlletin, mizaç ve maddelerden kaynaklanan sebeplerin tavassutuyla Malûİ-i
Evvel'den oluşmuşlardır. Yaratılışta varılan nihaî nokta da budur.
Biliniz ki hareket, tabîi halindeki
normal cisim için tabii değildir. Tabiata uygun olan her hareket, aslında
tabiattan farklı bir hâl sebebiyle gerçekleştiği için gayr-İ tabiîdir. Çünkü
hareketlerden herhangi biri, bir şeyin tabiatının gereği olsaydı, tabiatı bala
olduğu halde kendisi bâtıl olmazdı. Hareket, ancak gayr-i tabiî bir halin
varlığından dolayı tabiat tarafından gerektirilir. Ya nitelikte, ya nicelikte,
ya mekânda, ya durumda, ya da başka bir kategoride olur. Hareketin sürekli
yenilenmesinin illeti, gayr-i tabiî olan halin sürekli yenilenmesi ve gayeden
uzaklaşma miktarıdır.
Hal böyle olunca, dairesel hareketin
tabiat kaynaklı olması söz konusu olmaz. Aksi takdirde gayr-i tabiî bir halden
tabiî bir hale geçmesi ve ona ulaştığında sükûn bulması söz konusu olurdu.
Hareketin söz konusu gayr-i tabiî hale kasıtlı olarak yönelip onda bulunması da
caiz değildir. Çünkü tabiat tercih ile değil emir altına almayla (-teshir)
fiilde bulunur. Tabiat eğer dairesel harekette bulunuyorsa, bu hareket zorunlu
olduğu veya tabiî bir kaynaktan, ya da gayr-i tabiîden tabiî olana kaçmayı
ifade eden gayr-i tabiî bir durumdan dolayı gerçekleşir. Her tabiî kaçışın, o
şey için bizatihi tabiî bir maksat olması imkânsızdır. Dairesel hareket, hiçbir
şeyden kaçmadığı gibi ona yöneliyorsa, tabiî olmaktan çıkar. Ancak tabiatı
gereği böyle olabilir. Eğer tabiî bir kuvvet değilse, o zaman tabiat gereği bir
şey olabilir. Onu bu harekete yönlendiren, ona gösterilen meylin aracılığıdır.
Deriz ki: Hareket, sebepleri sürekli yenilenen bir manadır. Her bölümü, belli
bir sebebe özgü olup sebatı söz konusu değildir. Tek başına sabit bir manadan
kaynaklanması da caiz değildir. Caiz olması halinde de, durumlar bakımından bir
değişikliğe uğraması vacip olur. Herhangi bir cihetten sabit olan şeyden, ancak
başka bir sabit çıkar. Bir aklî irade, asla hareketi gerektirmez. Çünkü o, her
türlü değişim sıfatından soyutlanmıştır. Aklî kuvvet, makûl için her zaman hazırdır.
Dolayısıyla bir makûlden başka bir makûle intikal ettiği varsayılmaz. Ancak
hayal ve duyuların katılımı olduğunda böyle olabilir. Hareket için yakın bir
mebde' gereklidir. Dairesel hareketin yakın mebde'İ, felekte bulunan nefs olup
onun tasavvur ve iradeleri sürekH yenilenme içindedir. Bu da feleğin cisim ve
suretinin kemâlinin göstergesidir. Eğer her açıdan kendisiyle kâim olsaydı
mutlak âkil olur ve ne değişim, ne de intikal kabul ederdi. Bilkuvve olanlara
da karışmazdı. Feleğe nİsbeti, bİzİm hayvanî nefse nisbetimiz gibi olurdu. Ama
onun bir şekilde maddeyle karışık bir akletme biçimi vardır. Özetle İfade etmek
gerekirse onun evhamı, ya da doğrusu evhama benzeyen, hayalleri ya da gerçeği
hayale benzer düşleri, bizdeki aklî fiiller gibidir. Bunları hareket ettiren
ilk muharrik, asıl itibarıyla maddî değildir. Bunların hareketi, sonsuz bir
kuvvetten kaynaklanmaktadır. Nefsin kuvveti sonludur. Ama el-EvvePi akletmesi
sebebiyle onun nuru sürekli üstünde dolaştığı İçin kuvveti sonsuz olur. Aynı
şekilde dairesel hareketler de sonsuzdur. Semavî cirimler, cevherlerinde
bilkuvve bir şey, yani nicelik ve nitelik bakımından bilkuvve bulunan unsurları
olmadığı için surede -ri çözülme kabul etmeyecek biçimde maddelerinde
çözülmüştür. Ama durum ve yönlerinde onlara da bilkuvve ânz olmuştur. Çünkü
felek ya da gezegenin yörüngesinin cüzlerinden hiçbiri, ona veya başka bir
cüz'üne rastlamaya daha evlâ değildir. Bir cüz'ünde bilfiil bulunduğunda, başka
cüz'ünde bilkuvve bulunacaktır. En yüce hayra benzemeye çalışmak, kemâlin
zirvesinde kalmayı gerektirir. Şevk yani arzunun ilkesi, ondan akledilen
kısmıdır. el-EvveTe benzeme arzusu, bilfiil olması bakımından felekî
hareketlerin kaynağını oluşturur ki bu bir şeyin onu gerektiren tasavvurdan
sudûnıdur. İlk anda zâtı itibarıyla kastedilmemiş olsa da sonuç değişmez. Çünkü
bilfiil, tasavvur olarak vardır. Bundan da bilfiile dönük bir talep oluşur. Bu,
şahsî olması mümkün olmadığında ardışıklıkla olur. Bu tasavvuru, ilk gayeye
dönük dirilme şeklinde cüz'î tasavvurlar izler. Bu tasavvurları da çeşitli
konumlarda İntikal eden hareketler takip eder. Bütün bunlar, sanki melekûtî ve
felekî bir ibâdet gibidir. İradî harekette bizatihi gaye olmak şart değildir.
Aksine arzu kuvveti herhangi bir şeye doğru yöneldiğinde, ondan yayılan tesir,
uzuvların onun için hareket etmesini sağlar. Bazen kendisini gayeye ulaştıracak
yönde hareket ederken, bazen de benzer başka bir yönde hareket eder.
İlk Mebde'i akletmekten, onu aklî ya
da nefsânî olarak idrak etmekten alınan tat doruğa ulaşınca her şeyi
unutturur. Ama ondan, mertebe bakımından daha aşağıda olan bir şey yayılır ki
o, mümkün olduğunca kendine benzer olan bir şeye ulaşma arzusudur. Bildiğiniz
gibi felek, hem tabiatıyla, hem nefsle, hem de sonsuz bir aklî kuvvetle hareket
eder. Yine gördüğünüz gibi her hareket, diğerlerinden ayrışmıştır. Bunları göz
önünde bulundurduğunuz zaman, göğün tümünü hareket ettiren muharrikin bir
olduğunu anlarsınız. Gökkürelerinden her birinin kendisine yakın ve
kendisine mahsûs bir muharriki, kendisine özgü bir arzulayanı ve maşuku vardır.
Bu özel mufârıkların ilki, ille gökkürenin muharrikidir. Batlamyus'tan
öncekilerin ifadelerine göre bu sabit cisimlerin küresidir. Batlamyus'a göre
ise onu kuşatan, ama onun dışında bulunan gökküredir. Bundan sonra ilk gökküreyi
izleyen gökkürenin muharriki gelir. Bunlardan her birinin özgün mebde'i,
bütünün de bir mebde'i vardır. Bu yüzdendir ki hareketin devamı ve dairesel
döngüde, feleklerin iştiraki söz konusudur. Bunlardan herhangi birinin hareket
kastıyla veya hareket ciheti kastıyla ya da hız ve yavaşlama takdiriyle aşağı
varlıklardan biri için olması caiz değildir. Daha doğrusu hiçbir fiil kastıyla
böyle olamaz. Çünkü her kasıt, bir maksat için olur ve varlık bakımından
maksattan eksiktir. Çünkü bir şey için varolan şey, varlık bakımından
diğerinden daha tamdır. Dolayısıyla kâmil varlığın varlığını daha eksik olana
borçlu olması caiz değildir. Malûl için de sâdık bir kast olamaz. Aksi takdirde
bu kastın kendisinden daha gelişmiş olan için yararlı ve verici olması gerekecektir.
Vacip ile kastedilen, ancak o şey olabilir ki kast onun için hazırlayıcı ve
başka bir şeyin varlığını sağlayıcıdır. Yersiz olmayan her kast, kast sahibi
için bir tür kemâl İfade eder ki kastta bulunmadığı takdirde bu kemâle sahip
olmayacaktır. Varlığı İllet ile kemâl bulan bir malûlün, illet için onda
bulunmayan bir kemâl ifade etmesi imkânsızdır. Şu halde yüksekte bulunan,
aşağıda bulunan için bir şey murat etmeyecektir. Murat edeceği şey, kendinden
üstte bulunan için olacaktır ki bu, mümkün olduğunca d-EvvePe benzemektir.
Aşağıdaki-nin yukarıdakine benzemesi şeklinde olsa bile gayenin, semavî
cisimlerden herhangi birine benzer olması da caiz değildir. Eğer böyle olsaydı,
hareket söz konusu cismin hareketinin türünden olup ona aykırı ve çoğu yerde
ondan daha hızlı olmazdı. Gayenin, hareketle ulaşılan bir şey olması da caiz
değildir. Ancak feleklerin cevherlerini oluşturan madde ve nefslerden farklı
bir şey olması gerekir. Bu durumda geriye kalan, feleklerden her birinin
mufârık aklî cevhere benzeme arzusudur. Hareketleri, fiilleri ve hallerindeki
farklılık da o husustaki farklılığına bağlı olacaktır. Bunların nitelik ve
niceliklerini bilmiyor olsak da böyledir. Sonuç itibarıyla İlk İllet hepsi
tarafından müştereken arzulanan olur. Eskiler bunu şu sözle ifade etmişlerdir:
Hepsinin de âşık olunan tek bir muharriki vardır. Her gökkürenin de kendine
özgü bir muharriki ve kendine özgü bir maşuku vardır. Şu halde her feleğin
hayrı akleden muharrik bir nefsi, cismi sebebiyle tahayyülü yani cüVİyâta yönelik
bir tasavvur ve iradesi vardır. Yine onun altındakileri bağlayan hareketleri
olacaktır. Bu zincir bizim bulunduğumuz feleğe kadar uzanmaktadır. Bu
hareketlerin müdebbiri de Faal Akıl'dır. Semavî hareketlerin ayrılmaz sonucu,
feleklerin hareketlerine uygun biçimde cereyan eden unsurların hareketleridir.
Bu hareketler, Faal Akıl'dan taşan feyzin kabulü için zemin oluştururlar. Faal
Akıl da onlara kabiliyetlerine uygun suretleri bahşeder. Hareketlerin sebep ve
gereklerini bu şekilde aktarmış olduk. Kalan kısımlarını tabîiyât bölümünde
göreceksiniz.
Ezelî İnayet ve kazaya şerrin dâhil
oluşu hakkındadır.
İbn Sina dedi ki: İnayet; el-Evvefin
zan için varlığın bulunduğu nizâmı biliyor olmasıdır. İnayet, zâtı bakımından
imkân ölçüsünde hayır ve kemâl illeti olması ve anılan biçimde bundan razı
bulunmasıdır. O, hayır nizâmını mümkün olan en üst düzeyde akleder.
Aklettiğinden de aklettiği en kapsamlı surette nizâm ve hayır taşar. Bu feyiz,
imkân ölçüsünde en mükemmel nizâma götürür. İnayetin anlamı budur. Hayrın
kazâ-i ilâhîye dâhil oluşu bizatihi olup araz yoluyla değildir. Şer ise bunun
tam aksine olup değişik şekilleri vardır. Örneğin acı ve kedere şer denir.
Zulüm, şirk ve riyaya da şer denir. Özetle ifade etmek gerekirse zât itibarıyla
şer yokluktur- Ama her yokluk şer olmayıp sadece tür ve tabiat bakımından sahip
olunan kenıâlâtın yokluğudur. Araz itibarıyla şer, hak eden birindeki kemâli
hapsetmek ve yok etmektir. Zâtı itibarıyla şer, ancak lafzıyla bildirilmesi
durumunda hâsıl olan şeydir. Eğer herhangi bir şekilde husulü söz konusu olursa
umûmî şer olur. Şerrin bu türünün karşısında, olabilecek en üst noktadaki kemâl
üzere varolmak yer alır ve onun bilfiil olması gerekir. Çünkü bilkuvve olanı
asıl itibarıyla olmadığından şerrin ona bulaşması da mümkün değildir. Araz
İtibarıyla şerre gelince, onun herhangi bir şekilde varolması mümkündür. Onun
tabiatında bulunana bilkuvve varolan şey müdâhil olabilir ki madde için
geçerlidir. Bu da bizzat kendisinde bulunan bir araz nedeniyle olur.
Varoluşunun ilk şekli, kendisine yönelen kemâl için sahip olduğu özel
kabiliyetini engelleyen yapıdır. Bu yapı, onu öyle bayağı bir mizaca ve âsi bir
cevhere dönüştürür ki düzeltme, şekillendirme ve yapılandırmaya tahammül etmez.
Sonuçta asıl yaratılış, sakatlanıp eksilmeye uğrar. Bunun sebebi, failin
mahrum etmesinden değil, fiile maruz kalanın (—münfa'il) kabul etmeyişindendİr.
Dışarıdan kaynaklanan şeye gelince, ya kemâl kazandırıcıya engel olur, ya da
kemâl için zıt ve yok edicidir. İlkine örnek olarak bulutların aşın
yoğunlaşması veya yüksek dağların varlığı sebebiyle güneş ışığının yeterince
alınamaması sonucu mahsullerin yeterince olgunluğa ulaşamamasını
gösterebiliriz, ikinciye Örnek olarak da, bitkiye zamanında verilmesi gereken
suyu vermeyerek yetişebilme özelliğini kazanmasını engellemeyi gösterebiliriz.
Ahlakî ilkelerin yokluğuna da şer denir. İlkinin örneği zulüm ve riyadır.
İkincisinin örneği ise kin ve hasettir. Acı ve kederler için de şer tanımı
kullanılır. Bir anlamda kemâlinden eksik olan her şey için şer denebilir.
Bütün hepsinde belirleyici olan ya yokluk, ya da kemâl yokluğudur. Deriz ki:
Bir şeyler var olarak hayal edildiğinde ya mutlak hayır, ya da mutlak şer
olurlar. Yahut bir açıdan hayır, diğer açıdan şer olurlar. Bu kısma girenlerde
ya hayır ve şer denk olur, ya da biri diğerine baskın olur. İçinde hiçbir şer
barındırmayan mutlak hayır tabiadar ve yaratılışta bulunabilir, içinde hiçbir
hayır bulunmayan mutlak şer veya şerrin baskın olduğu, ya da hayra denk olduğu
şey İse mevcut değildir. Bu durumda sadece hayrm baskın olduğu ve bir şekilde
şer içeren şeyler kalır. Bu tür şeylerin bulunması gerekir. Çünkü bu tür
şeylerin yokluğu, varlığından daha kötüdür. Bunların varlığı, varlığın taştığı
cihetten taşmalıdır. Cüz'î şerrin varlığı nedeniyle küllî hayır
yitirilmemelidir. Zaten şerrin bu kadarının varlığı imkânsız olsaydı, araz
yoluyla şerre yol açan sebeplerin de yok olması gerekirdi. Bu ise küllî hayır
düzenine halel getirirdi. Hatta bunu gözardı etsek ve bütün dikkatimizi
muhtelif varlıkların mümkün kısımlarına versek, bütün yönleriyle serden uzak
bir varlık hâsıl olurdu. Geriye sadece varlığın bir türü kaldı ki bunda varlığı
izleyen zarar ve şerrin şart olması söz konusudur. Örneğin ateş böyledir. Varlık,
ancak ateş ile kemâl bulur. Ateş ise ya yakıcı, ya kaynatıcıdır. Birtakım rastlantıların
gerçeklemesi ve ateşin bir yoksulun giysisine değerek onu yakması
kaçınılmazdır. Ama daimî ve ekserî olan, ateşten hayrın hâsıl oluşudur. Daimî
olan böyledir, çünkü birçok canlı türü hayatının devamını ateşe borçludur.
Çoğunluk için de böyledir, çünkü şahıs ve türlerin çoğunluğu yanma
tehlikesinden uzaktadır. Daimî ve ekserî yararlan, geçici ve azınlıkta olan
serler için terk etmek akılcı değildir. Bu tür şeylerdeki hayırlar, şöyle
denilebilecek biçimde murat edilmiştir: Allah Teâlâ eşyayı murad eder, şerri
de araz yoluyla murad eder. Hayır, zât itibarıyla gerekmiş iken, şer araz
İtibarıyla gerekmiştir. Hepsi ölçü iledir. Vardığımız sonuç şudur ki etken ve
edilgen, semavî ve arzî, tabiî ve nefsânî kuvvetler bütün içinde belli bir
tertip ile düzenlenmiştir. Öyle ki küllî düzeni sağlarken oldukları gibi kalma
ve serlere yol açma gibi ihtimalleri imkânsız kılarlar. Buna göre âlemin
hallerinden bazıları, nefste hudûs eden bazı halleri kıyas ile gerektirebilir.
Örneğin çirkin bir inanç, küfür veya başka bir şer suretine yol açabilir. Ya da
bedende çirkin bir görünüm veya sakatlık suretine neden olabilir. Böyle
olmasaydı küllî nizâm sabit kalmazdı. Bu nedenledir İd zorunlu olarak ortaya
çıkan ve kalıcı olmayan gereklere iltifat edilmemiş ve bunlar gözardı
edilmiştir. Cenâb-ı Hakkın şöyle buyurduğu rivayet edildi: "Bunları cennet
İçin yarattım; önemsemem, şunlar, da cehennem için yarattım, onu da önemsemem.
Her şey yaratıldığı gaye içindir." (Bkz. Buhârî, Edeb, 12ü; Kader, 4;
Müslim, Kader, 6-8; Tirmİzî, Kader, 3)
Ahiret, nefsler İçin ebedî saadet,
nübüvvet, vahiy ve ilhamın niteliği hakkındadır.
Konuya girmeden Önce şu esasları
koymak isteriz:
Birinci Esas: Her nefsânî kuvvetin
kendine özgü bir lezzet ve hayrı, sıkıntı ve şerri vardır. İdrak eden idrak
bakımından güçlü, zât bakımından üstün, idrak edilen de varlık bakımından
kâmil, zât bakımından şerif ve sebat bakımından daha kalıcı ise alınan lezzet çok
daha fazla ve büyük olacaktır.
ikinci Esas: Herhangi bir kemâlde
fiile geçiş, İdrak edilenin lezzetli olmasının bilinmesi ama niteliğinin
tasavvur edilememesi durumunda içten hissedilmez ve arzulanmaz. Ona doğru
koşulmaz. Böyle bir idrak sahibinin durumu, şarkının tınısından veya tenin
yumuşaklığından hiçbir şey hissetmeksizin ve tasavvur etmeksizin zevk alan
sağır ile görme özürlünün durumuna benzer.
Üçüncü Esas: Kemâl ve mülayim olan
şey, İdrak kuvvetinde bulunabilir. Bu durumda da nefs, sahip olduğu bir engel
veya meşguliyet nedeniyle ondan tiksinir ve zıddını ona tercih eder. Ya da
bilkuvve zıddıyla engellenmediği halde onu hissedemez. Hasta gibi. Engel
kalktığında tabiî haline döner ve samimi bir İstek sahibi olur. Tabiatı
arzuladığı için de lezzetin kemâline ulaşır.
Bu esasları gördükten sonra deriz
ki: Nefs-i natıkanın kendine özgü kemâli, küllün suretinin resmedildiği aklî
bir âlem olabilmektir. Külldeki aklî düzen, suretlerin yaratıcısı tarafından
küll üzerine taşan hayır, meb-de'den başlayarak mutlak rûhânî değerli
cevherlere akmak, sonra bedenlere bir şekilde bağlı rûhâniyetc, sonra yapı ve
varlıklarıyla göksel cisimlere, sonra nefsinde varlığın bütün yapısını
toplayarak varolan âleme denk aklî bir âlem olabilmek, mutlak güzelliği, hayrı,
hakkı ve eşsizliği görmek, onunla bütünleşmek, misaliyle nakşolmak, yoluna
girmek ve onunla aynı cevherden olmak demektir. Kemâlin bu şekli, varlık,
devamlılık, lezzet ve saadet bakımından hiçbir kemâl ile mukayese edilemez. Bu
lezzet, fiziksel lezzetlerin çok üstünde, cismânî kemâlâtın fevkindedir. Hatta
kemâl ve önem bakımından aralarında ilişki kurmak bile mümkün değildir. Bu saadete
ulaşabilmenin yolu, nefsin pratik kısmının ıslâhı ve ahlakı güzelleştirmekten
geçer. Ahlak öyle bir melekedir ki onun sayesinde fiiller nefsten hiç
düşünmeksizin çıkıverir. Bu da zıt yaratılışlar arasında aracılığı kullanmak
suretiyle olur. Bu da aracılık fiillerinde bulunmakla değil ikisi arasında
aracılık etme melekesinin gelişmesiyle olur. Bu süreçte hayvani güçlerde itaat yapısı,
nâtık kuvvetlerde ise üstünlük sağlama yapısı gelişir. İfrat ve tefrit
melekeleri de bilindiği üzere hayvanı güçlerin gereklerindendir. Bunlar
güçlendiğinde nâtık nefste itaat yapısı derinleşir. Bu da onun bedenle
ilişkilerini güçlendirip ona boyun eğmesine yol açar. Aracılık melekesi ise,
nâtık nefsin gereklerinden biridir. O güçlendiğinde bedenle ilişki kopar ve
büyük bir mutluluğa ulaşır. Nefslerin bu iki kuvveti yani ilim ve amel
kuvvetlerini kazanma bağlamında bulundukları farklı mertebeler mevcuttur.
İnsan nefsinde akılla bilinenleri tasavvur etmek ve güzel ahlak İle donanmak ne
kadar da gereklidir. Böylelikle ebedî bedbahtlığa mahkum olma sınırım aşmamış
olur. Nasıl bir ahlak ve tasavvur insanın ebedî bedbahtlığını gerektirebilir?
Hangİ tasavvur ve ahlak bedbahtlığıa yol açar? İbn Sina bunlara cevaben şöyle
der: Bunları ancak takrîbî olarak söyleyebilirim. Keşke hiç konuşmayıp
sussaydım. Şairin dediği gibi:
Bırak yazmayı, sen ehli değilsin,
Yüzünü mürekkebe battrsan ne çıkar.
Sanırım bu, insan nefsinin mufârak
mebde'leri hakîkî bir tasavvurla düşünmesi, varlıkları burhan ile kanıtlanmış
olduğu için onları yakînî biçimde tasdik etmesi, sonsuza dek uzanan küllî
hareketlerde vuku bulan hususların gâî illetlerini öğrenmesi, küllün heyetinin
ve cüzlerinin birbirlerine nispetlerinin zihninde oturması ve İlk Mebde'den
varlık âleminde bulunan mevcudatın en sonuncusuna kadar hepsini kuşatan bir
düzen olduğunu bilmesidİr. Ayrıca inayeti ve onun niteliğini düşünmesi, her
Şeyden Önce varolan Zât'ın nasıl bir varlığı olduğuna kafa yorması, birliğinin
nasıl olduğunu tefekkür etmesidir. Bu birliğin, çoğalma ve değişmeye
uğramaksızın nasıl bilinebileceğini düşünmesidir. Varlıkların bu Zât'a göre
nispetlerinin tertibinin nasıl olacağını düşünmesidir. İnsanın basireti
arttıkça, saadete olan yatkınlığı da artacaktır. Bu sanki insanın, bu âlemden
ve bu âlemin bağıntılarından yine bu âlemle ilişkisini teyit etmesi sayesinde
kurtulabileceğini göstermektedir. Böylece öbür âleme duyduğu arzu ve aşkı
artarak onun sürekli öne bakmasını sağlayacak ve arkasına bakmayacaktır. Bu
arzuyu kazanamamış ve bu tasavvurlarda bulunmamış olan nefsler ve basit
kuvvetler, basitlikleri üzere kalsalar ve içlerinde birtakım sağlıklı yapılar,
güzel ahlak melekeleri istikrar bulsa o ana dek kazandıkları yla da mutlu
olacaklardır. Ama bunun aksi olursa, ya da ilmî melekelerin esaslarına
ulaştıktan sonra çıkan bir engelden dolayı sahip oldukları arzuya yüz
çevirirlerse ebedî bedbahtlığa mahkum olurlar. Bu gruba girenler; ya insanî
kemâle ulaşma noktasında kusurlu davrananlar, ya da gerçeklere ayları çürük
görüşlere ısrarla sarılan inatçılardır. Bilerek inkâr edenler en kötü durumda
olanlardır. Saf nefsler, kurtuluşa uyanık ve zeki olanlardan daha yakındırlar.
Ama nefsler ayrıldığı ve avama hitap eden türden bir ahiret inancı yerleştiği
zaman, insanlar için üstlerinde bulunan ve kemâl olmayan bir çekim kalmaz ki
anlattığımız türden bir mutluluk yaşasınlar, ya da kemâl yokluğundan ötürü
anlatılan türden bir bedbahtlığa düçâr olsunlar. Çünkü bütün nef-sânî yapıları
aşağıya dönük ve cisimlere doğru çekilmektedir. Bunların hayal edilmeleri
gereklidir. Hayal için de cisimler gerekmektedir. İbn Sina dedi ki: Onlar için,
hayal gücünün dayanacağı semavî cirimler gerekir. Bu güç sayesinde kendisine
dünyada anlatılan kabir ahvalini, dirilişi ve uhrevî hayırları görür. Bayağı
nefsler de, kendilerine dünyada anlatılan azabı görürler. Hayali suret,
fiziksel suretten daha zayıf değildir. Hatta bazı rüyalarda olduğu gibi çok
daha kuvvetli bile olabilir. Değersiz nefsler açısından mutluluk ve bedbahtlık
budur. Kutsal nefslere gelince, onlar bu tür hallerden uzak, kemâl ile temasta
ve hakikî lezzete dalmış vaziyettedirler. Eğer onlarda söz konusu hallerden
ahlakî veya itikâdî bir iz kalmışsa, ondan dolayı acı çeker ve iiliyyûn
derecesinin altında kalırlar. O iz silininceye kadar da bu durum devam eder. En
yüksek derece, daha önce belirttiğimiz gibi peygamberlerin derecesidir.
Peygamberlerin nef-sânî kuvvetlerinde tabîiyât başlığında zikredeceğimiz üç
özellik bulunur. Bu Özellikleri sayesinde Allah Teâlâ'nın kelâmını işitir ve
yakınlaştırılmış melekleri görürler. Melekler, onların görebileceği suretlere
dönüşmüşlerdir. Varlıklar en eşref olandan başladığı gibi, İlk AkıFa da en
eşref olan yükselir. Aşağı doğru inildiğinde ise en değersiz olan maddeye
ulaşılır. Nefsler de aynı şekilde en değersiz olandan başlayarak nâtık nefse
kadar ielir ve nübüvvet makamına ulaşırlar. Bilindiği üzere insan türü, birlikte
yaşamaya ve zorunlu ihtiyaçlarını sağlamak için türünün diğer mensuplarına
muhtaçtır. Onun ihtiyacını sağlayan da bir şekilde ona muhtaçtır. İnsanlar
arasındaki bu ortak hayat, ancak muamele ve alışverişle sağlanır. Herkes
ihtiyaçları için başkalarına ihtiyaç duyar. Eğer her ihtiyacını kendi
karşılamaya çalışırsa, aynı anda birçok şeyi yapmak zorunda kalır. Muamelelerde
birtakım kuralların ve adaletin bulunması gerekir. Bu kuralları ve adalet
ölçülerini koymak için de bir yasa koyucuya ihtiyaç duyulur. Yasa koyucu,
insanlara hitap eden ve kurallara uymalarını sağlayan biri olmalıdır. Bu
nedenle insan olmalıdır. Bu noktada insanların kendi görüşleriyle başbaşa
bırakılmaları kargaşaya yol açacaktır. Herkes kendini haldi görecek,
diğerlerini haksız sayacaktır. Böyle bir insana duyulan ihtiyaç, bıyıkların ve
kaşların uzaması kadar gerekli bir olgudur. Ancak ilâhî inayetin bu tür cüz'î
yararlar gerektirmesi caiz olmadığı gibi, İlk Mebde' ve meleklerin de şunları
bilip bunları bilmemesi caiz değildir. İlk Mcbde'in mümkünler düzeninde bildiği
şeyin varolması da caiz değildir. Peki varlığı ona bağlı olan ve varlığı
üzerine başka bir şeyin varlığı nıebnî olan şeyin varolmaması nasıl caiz olur?
İşte bütün bu çelişkilerden dolayı birtakım ayetlerle diğer insanlardan ayrışan
bir insan peygamberin varlığı şarttır. Bu ayetler, Rabbi katından indirilmiş
olması itibarıyla onun doğruluğunu kanıtlar. İnsan peygamber insanları tevhide
davet edip şirkten men eder, onlar için birtakım hüküm ve esaslar koyup güzel
ahlaka özendirir, kin ve nefretten sakındırır. İnsanları ahirete ve ahiret
sevabını kazanmaya teşvik edip mutluluk ve bedbahtlık için nefsierinin
yatkınlık duyacağı misaller gösterir. Hakkın insanlara görünmesi, ancak özlü
bir surette olur. Çünkü o, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği
bir şeydir. Peygamber onlara ibadetleri tekrar tekrar yaptırarak kendisinden
sonra Mabud'larını zikretmelerini sağlar. İnsanlara Mabud'larını zikrettirecek
şeyler, ya hareketler ya da hareketlerin yok edilmesi şeklinde olur. Hareketlere
örnek olarak namaz ve benzeri ibadetleri zikredebiliriz. Hareketleri yok etmeye
örnek olarak da oruç ve benzeri ibadetleri zikredebiliriz. Bu tür
hatırlatıcılar olmaması halinde insanların peygamberin davetini zaman içinde
unutmaları muhakkaktır. Bu ibadetler onlara ahîrette de büyük yarar sağlayacaktır.
Ahiret saadeti, nefsin çirkin ahlaktan ve müfsit melekelerden arındırılmasıyla
mümkündür. Bunların yerleşmesiyle nefs bedenden rahatsız olmaya başlar ve beden
üzerindeki yönetme gücü artarak ondan etkilenmez olur. Bu sayede hakka yönelme
ve batıldan yüz çevirme melekesini kazanır. Sonuçta bedenden ayrıldıktan sonra
ulaşacağı mutluluk için tam bir istidat kazanmış olur. Bütün bu fiiller,
herhangi biri tarafından Allah Teâlâ'dan indirilmiş farizalar olduğuna
inamlmaksızın yapılsa ve bu kimse her fiilde Allah Teâlâ'yı zikretme gereğine
inanarak O'ndan gayrisinden yüz çevirsc zikredilen mutluğu kazanmaya lâyık
olacaktır. Başka biri için böyle olunca, peygamberin Allah katından geldiğini
bilerek bunları İfa eden kimsenin durumu nice olur? Çünkü o, Allah Teâlâ'nın
gönderdiği risâleti, resul göndermenin hikmet-i ilahiye vacip olduğunu,
peygamber tarafından vazedilen hükümlerin tamamının Allah Teâlâ tarafından
vacip kılınmış hükümler olduğunu ve peygamberin birtakım olağanüstü
özelliklerle diğer insanlardan ayrıştığını, sıdkına delâlet eden ayet ve
mucizeler sebebiyle kendisine itaatin farz olduğunu bilmektedir.
Bu mesele tabîiyât bölümünde
açıklanacaktır. Ama siz, yukarıda anlattıklarımızdan Allah Teâlâ'nın mevcudatta
nasıl bir nizâm kurduğunu anlamış olmalısınız. Heyulayı, bir sureti kaldırıp
bir sureti isbât ederek nefslere nasıl da itaatkâr kılmıştır! İnsan nefslerİnin
felekî nefslerle nasıl sıkı ilişkileri olduğunu, hatta Faal Akl'm heyula
üzerindeki tesirinin nasıl ilginç ve güçlü olduğunu da görmüş bulunuyorsunuz.
Nefs, mufârak akıllarla temas kurabilmek ve onlara fikir ve kıyasla
ulaşılamayacak türden nice ilimler taşırmak için çok keskin bir sağlığa
ulaşabilir. İlk Kuvvet ile cirimleri çekip çevirme, halden hale sokma gibi
tasarruflarda bulunur. İkinci kuvvet ile de gaipten haber verir ve meleklerle
konuşur. Bunların, peygamber için olanına vahiy, velîler İçin olanına ise İlham
denir.
Bu noktada bilgelerin Reisi İbn
Sina'nın tabîiyât konusunda söylediklerini nakletmeye başlıyoruz.
Ebu Ali İbn Sina dedi ki: Diğer
bütün ilimler gibi fizik (-tabîiyât) ilminin de bir temel konusu ve ilaveleri
vardır. Fizik ilminin konusu, değişim içinde olmaları, hareket ve sükûn yönünde
müteharrik olmaları itibarıyla varolan cisimlerdir. İlmin esasları, cisimlerin
madde ve suretten mürekkep olması, bunların hakikatleri ve her birinin diğerine
nisbeti gibi hususlar olup ilahiyat ilmi başlığı altında bunlardan söz
etmiştik. Terkip konusunda fizik ilmine özgü olan husus, fizikî cisimlerin
mürekkep cisimlerden terkip olduklarını bilmenizdir. Bu cisimler ya yatak gibi
birbirine benzer, ya da insan vücudu gibi farklıdır. Cisimler, müfret ve
mürekkep cisimler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Mürekkep cisimlerin bilfiil
varolan sonlu sayıda cüzleri vardır. Mürekkep cisimler müfret cisimler olarak
bilinen bu tur cüzlerden oluşmuşlardır. Müfret cisimler ise, bilfiil cüzleri
olmayan ama bilkuvve sonsuz sayıda cüze bölünebilen cisimlerdir. Bölünme,
cüzler arasındaki bitişmenin ayrılması şeklinde olduğu gibi, arazın bir kısmına
mahsus olmasıyla da gerçekleşebilir. Ya da düşünce yoluyla olur. Bu üçü
bakımından da bölünmeye uğramayan cisme bilfiil cüzü olmayan müfret cisim
denir. Cismin, bilfiil bölünme kabul etmeyen cüzlerden mürekkep olabileceğini
söyleyenlerin bu görüşleri tutarsızdır. Çünkü her cüz, diğer cüz ile temas
halindedir ve onu bu temasla meşgul etmektedir. Bir şeyi temas yoluyla meşgul
eden şey, ya bu meşguliyete bir ara vererek boşluk bırakacak, ya da böyle bir
boşluk bırakmayacaktır. Boşluk bıraktığı anda temas edilen, bölünmüş olacaktır.
Boşluk bırakmadığı takdirde ise başka bir şeyin ona temasına imkân vermeyecek,
kendisine başka bir şey temas edecektir ki bu akıl ve mantığa aykırıdır. İki
cüz üzerine vazedilmiş her cüz aynı şekilde bitişiktir. Bunun dışında
dörtgenlerin terkibi de çap ve kenarların eşitliği sebebiyle ve güneş ve gölge
temasları cihetinden böyledir. Bütün bunlar, atomun yani bölünmeyen cüzün
(=cüz-ü lâ yetecezzâ) varolmasının imkânsızlığını ortaya koyan delillerdir.
Bu girişten sonra ilmin ana
meseleleri üzerinde konuşmak istiyoruz. Bunları altı makale ile
sınırlayabiliriz.
Fiziksel cisimlerin gerekleri olan
hareket, sükûn, zaman, mekân, boşluk (=halâ), sonluluk (=tenâhî), cihetler,
temas, kaynaşma (—iltihâm), bitişme (—ittisal) ve ardışıklık ( — tetâbu') gİbİ
meseleler hakkındadır.
Hareket: Cisimde kararlı olan bir
halin ağır ağır başka bir şeye doğru yönelme biçiminde değişmesi ve ona
bilfiil ya da bilkuvve ulaşmasına 'hareket' denir. Hareketin halden ayrı olması
gerekir. Hal, eksilme veya artışı kabul edebilir nitelikte olmalı ve kendinde
benzersiz bir hal olarak kalabilmelidir. Siyahlık-beyazlık, sıcaklık-soğukluk,
rutubet-kuruluk, uzunluk-kısalık, yakınlık-uzaklık ve hacim bakımından büyüklük
küçüklük gibi. Cisim, bir mekânda iken hareket ettiği zaman onda kemâl hâsıl
olur. Birinci fiil kemâle ulaştıran, ikinci fiil İse kemâle ulaşmadır. Cisim,
ilk mekânında bilfiil, ikinci mekânda ise bilkuvve mevcut olur. Hareket,
bilkuvve olanın bilkuvve olması bakımından ilk kemâlidir. Varlığı ancak mutlak
kuvvet İle mutlak fiil arasında bir zamanda olabilir. Bilfiil hâsıl olan
şeylerin istikrarlı ve kemâlini tamamlamış bir husulü olmaz. Bundan ortaya
çıkan, hareketin her şeyde eksilme ve artışa yatkın oluşudur. Bunun tek
istisnası cevherlerdir. Şu halde cevherlerde hareket adına bir şey husule
gelmez. Cevherin kevn ve fesadı bir hareketle olmayıp tek defada bir emirle
olur. Niceliğe gelince, eksilme ve artışa yatkındır. Dolayısıyla onda hareket
olabilir; gelişme, zayıflama, salınma ve yoğunlaşma gibi. Niteliğe gelince, o
da eksilme, artma ve sertleşme kabul eder; ağarma, kararma gibi. Dolayısıyla
onda da hareket husule gelir. Muzâfa gelince, eksilme ve artışı kabul
bakımından öncekilerden birinin kategorisi için arız olabilir. Ona bir hareket
izafe edildiği zaman, söz konusu kategori için hakikat olur. cEyn' yani
"nerede" olmaklığa gelince, hareketin ondaki varlığı gayet açık olup
intikâldir. 'Meta' yani ne zamanda olmaklığın cisim için varlığı, hareketin ona
bağlanmasıyla olur. Onda hareket nasıl olabilir? Eğer hareket olsaydı, her
"ne zaman" için, başka bir "ne zaman" söz konusu
olacaktır. Vaz' yani duruma gelince kanaatimize göre onda da hareket olabilir.
Özellikle yuvarlak cismin kendi ekseninde hareket etmesi örneğinde olduğu
gİbİ. Çünkü onu kuşatan mekânın yok olduğu varsayıldığında bile hareketli
olması imkânsız olmayacaktır. Ancak bu hareketli mekânda varsayıldığı zaman
imkânsız olacaktır. Bunun varlık alemindeki örneği, kendinden ötede başka cirim
bulunmayan en uzak cirimdir. Durum eksilme ve sertleşmeye yatkındır. Örneğin
'Dikil!' 'Eğil!' denir. Mülke gelince ondaki hal değişikliği, öncelikle nerede
oluş bakımındandır. Şu halde mülkteki hareket arazdır. Fiilde bulunmaya
gelince, mülkteki hal değişimi bilkuvve, niyet veya araçla olur. Hareket önce
fiil sahibinin kuvvetinde, niyetinde veya aracında olur. Fiilde ise arazla
olur. Hareket, bir halden çıkış olduğu için ancak kararlı bir halden çıkışla
olabilir. Oysa fiiller böyle değildir. Şu halde zât ile hareket ancak nicelik,
nİteük, neredelik ve durumda olabilir. Bu da bir şeyin neredeliği, niceliği,
niteliği ve konumu bakımından hareketten önce veya sonra bulunduğu hal üzere
kalmasının caiz olmamasıdır.
Sükun: Hareketin bulunabileceği bir
şeyde hareketle ilgili suretin bulunmamasıdır. Onun bu yokluğu bir tür mana
olup resmedilmesi mümkündür. İnsanda her ikisinin birden yok bulunmasıyla
yürüme gücünün yokluğu arasında fark vardır. İlkinde inanç ve söylem
bakımından mutlak olumsuzluk söz konusudur. İkincisi ise, yürüme gerekçesinin
ortadan kalkması halinde varolan yürüme karşıtı durumda bulunmasıdır. Ancak
yürüme hali, bir yerde mevcut olup illeti de mevcuttur. Yürümek söz konusu
yokluk için arazla varolan bir illettir. Dolayısıyla yokluk araz illetine
bağlı, arazla mevcuttur.
Biliniz ki cisimde gerçekleşen her
hareket, ancak muharrik bir illetle varolabilir. Eğer zâtı ile ve cisim olması
itibarıyla hareket etmiş olsaydı, her cisim hareketli olurdu. İşte bu yüzden,
muharrikin cismî heyula ve onun sureti üzerine ilâve bir mana olması vâcİp
olmuştur. Böyle bir mana cisimde ya olur, ya olmaz. Muharrik, eğer cisimden
ayrıksa cisimde mevcut hareket ve değişime yatkın bir manayı hareket ettirmiş
olmalıdır. Zâtında bulunan bir mana sebebiyle hareketli olan cisim, zâtı ile
hareket eden (=müteharrik bizatihi) olarak isimlendirilir. Buna göre onda
bulunan illetin bazen hareket ettirmesi, bazen hareket ettirmemesi söz konusu
olur ki buna tercihle hareket eden (=müteharrik bi'1-ihtiyâr) denir. Ya da
böyle olmaz ki buna da tabiatı gereği hareket eden (=müteharrik bi't-tab')
denir. Tabiatı gereği hareket edenin tabiî hali içinde hareket etmesi caiz
değildir.
Çünkü bir şeyin tabiatının, zâtı
için gerektirdiği şeyin tabiat bozulmadıkça ondan ayrılması mümkün değildir.
Cisimde belirginleşen her hareket, ancak tabiat bâtıl olmadan ayrı olabilir.
Ama tabiat, hareketi tabiî haline dönebilmek İçİn gerektirebilir. Tabiî haline
döndüğünde hareketin gerekçesi ortadan kalkacak ve hareket etmesi mümkün
olmayacaktır. Bu durumda da hareketin miktarı, tabiî durumdan olan uzaklığın
miktarıyla orantılı olacaktır. Bu hareket, eğer mekânda oluyorsa doğru
olmalıdır. Çünkü o, tabiî bir eğim İçindir. Tabiî eğim için olanın da mesafe
bakımından en yakında olması gerekir. En yakın mesafe ise doğru çizgiyle mümkündür,
Mekânda gerçekleşen dairesel hareket, tabiî olamaz. Durumda gerçekleşen hareket
de aynı şekilde tabiî olamaz. Tabiî olan her hareket, tabiî olmayan bir halden
kaçıştır. Dolayısıyla onda ayrıldığı şeye dönmeye dönük tabiî bir kastın
bulunması caiz olmaz. Çünkü onda tercih söz konusu değildir. Eğer dönüş
gerçekleşiyorsa, o hareket gayr-i tabiî bir harekettir. Bu durumda da irade ve
tercihten doğmuş bir hareket olur. Eğer zorlama sonucu olursa, o takdirde de
tabiat ve tercihe rücû etmesi gerekir.
Hareketler, kendileri itibarıyla
şiddet ve zaafa, hız ve yavaşlamaya maruz kalırlar. Ama bu, aralıklı sükûnlarla
olmaz. Hareketler, tek bir kategori üzerinde vuku bulduklarında aynı cinste
veya o kategorinin altında yer alan cinslerden birinde olurlar. Hareketler tür
bakımından bir olabilirler ki bu durumda tek bir cihetten aynı türden başka bir
cihete eşit bir zamanda yönelmeleri zorunlu olduğunda söz konusu olur. Şahıs
bakımından da bir olabilirler. Bu da, şahıs bakımından tek bir hareketliden tek
bir zamanda sâdır olduklarında olur. Birliği, hareketlerdeki bitişme sebebiyledir.
Tür bakımından müttefik olan hareketler zıt olmazlar. Hareketlerin mutabakatı
ile bir kısmının bir kısmından daha hızlı, daha yavaş veya eşit olduklarının
söylenebildiği hareketler kastedilir. En hızlı olan, aynı mesafeyi diğerinden
daha kısa sürede alır. Zıddı ise en ağır olandır. Eşit olan da malûmdur.
Hareketler arasındaki mutabakat, bilkuvve olduğu gibi bilfiil veya hayalle de
olabilir. Zıt hareketlere gelince, konulan aynı olan İki harekete denir.
Bunlar, o konuda bir araya gelmeleri imkânsız olan iki ayrı zât olup aralarında
çok büyük farklılık mevcuttur. Hareketlerin zıtlığı, hareket edenlerin
zıtlığıyla veya zaman sebebiyle, yahut zamanda hareket edenlerin zıtlaşmasıyla
gerçekleşmez. Aksine taraf ve cihetlerin zıtlaş-masıyla gerçekleşir. Buna göre
mekânda gerçekleşen doğrusal ve dairesel hareketlerde zıtlaşma olmaz. Çünkü
bunlar cihet bakımından çelişmemektedirler. Hatta dairesel harekette cihet
dahi söz konusu değildir. Çünkü o bitişiktir. Mekânda gerçekleşen doğrusal
hareketlerde zıtlaşma tasavvur edilebilir. Örneğin biri inerken diğeri
çıkabilir, biri sağa giderken diğeri sola gidebilir. Hareket ve sükûn
arasındaki zıtlığa gelince, yokluk ile iyelik arasındaki zıtlık gibidir. Her
yokluğun sükun olmadığını, sükûnun hareket etmeme durumu olduğunu daha önce
açıklamıştık. Bu da hareketin söz konusu olduğu mekânda geçerlidir. Bu açıdan
bakıldığında mekândaki sükûn sadece mekândan ayrılma yönündeki hareketin
karşısında yer alırken ona yönelen hareketin zıddı olmaz. Hatta bu sükûnun o
hareket için tamamlayıcı olması bile söz konusudur.
Buraya kadar söylediklerimizi
kavradığınızda zamanı anlamanız daha kolay olacaktır.
Zama-n: Bir hareket, bir mesafede
belli bir hızla varsayılır ve onunla beraber aynı mesafede başka bir hareket
daha bulunur ve bu ikisi birlikte başlayıp mesafeyi birlikte alırlarsa, eğer
farklı anlarda harekete geçmiş ve hareketi aynı anda terk etmişlerse, biri
diğerinden daha fazla yol almış olacaktır. Eğer biri yavaş, diğeri hızlı ise,
aynı anda başlayıp, aynı anda durmaları halinde yavaş olanın hızlı olandan daha
az mesafe almış olduğu görülür. Hızlı olanın önce başlayıp bırakması durumunda
belli hızla belli bir mesafe alması, belli bir ağırlıkla ise daha az mesafe
alması mümkündür. Hızlı olanın sonra başlaması ve bırakması durumunda ise aynı
hızla daha az mesafe alması mümkündür. Dolayısıyla bu mümkünlük ilki kısma
mutabık iken mûceb kısma mutabık olmaz ve bu mümkünlüğün durumu bitme ve
tükenme olur. Çünkü hareketler açısından tek bir hal söz konusu olsaydı, hız
bakımından bir olanlar, yani başlama ve bırakma anı bakımından aynı olanların
aynı mesafeyi almaları gerekirdi. Bir mümkünlük diğer münıkünlükten daha az
olduğu için, bu mümkünlükte artma ve eksilmenin olması da mümkün olmuş ve
harekete uygun bir miktara sahip olmuştur. Şu halde harekeder için, kendilerine
uygun bir miktar söz konusudur. Hareketlere uygun olan her şey bitişiktir.
Bitişme ise yenilenmeyi gerektirir. İşte 'zaman' olarak adlandırdığımız kavram
budur. Sonra bunun belli bir madde üzerinde olması gerekir. Buradaki madde
hareket, yani hareket miktarıdır. Yokluk bakımından farklı iki hareketin vuku
bulduğu varsayılırsa orada iki farklı mümkünlük, daha doğrusu iki farklı miktar
bulunur. Mümkünlük ve miktarın ancak bir konu üzerinde olabileceğini daha önce
ifade etmiştik. Şu halde zaman, kendisinden Önce başka bir zamanın bulunduğu
zamana bağlı bir muhdes değildir. Çünkü hakkında konuştuğumuz şey, bizzat o
zamandır. Onun hadis oluşu, ancak yaratıcısının önceden varolduğu bir yaratılış
hudûsudur. Zamanın taalluk ettiği ve uygun olduğu şey de böyledir. Zaman
bitişik bir kavram olup sadece zihinde bölünebilir. Bölündüğü zaman anlar çıkar
ve geçmiş-gele-cek olmak üzere iki dilime ayrılır. Geçmiş ve gelecek zamanların
zaman içindeki konumu sayısal birimlerin sayı içindeki konumları gibidir. Onda
bir an olması, sayıdaki tek birim gibidir. Hareket edenlerin zamandaki konumu,
sayılanların sayı içindeki konumları gibidir. Dchr ise zamanı kuşatandır.
Zamanın kısımları tamamen zihinsel kısımlar olan saatler, günler, aylar ve
yıllar gibi dilimlerden oluşur.
Mekân: Cismi kuşatmış olan şeye
mekân denir. Cismin dayandığı şeye de mekân denilmiştir. İlki tabiatçıların
konu aldıkları tanımdır. Bu tanıma göre o, bir mütemekkini muhtevi, hareket
halinde ondan ayrık ve ona denktir. O, bir mütemekkinde bulunan bir şey
değildir. Heyula ve suret olan her şey mütemekkindedir. Şu halde mekân, ne
heyula, ne de surettir. Maddeden soyut oldukları iddia edilen boyutlar da,
mütemekkin cismin yerini almaz. Bu, bazılarının düşündükleri gibi boyutların
boşluğundan veya boşluğu caiz görenlerin sandıklan gibi boş olmalarının caiz
olması nedeniyle değildir.
Boşluğun reddi noktasında şöyle
deriz: Boşun boşluğu varsayılsa mudak anlamda bir şey olmayıp sahip olduğu
niceliğe göre mevcuttur. Çünkü varsayılan her boşluk, kendisinden az veya çok
başka bir boşluğu var edebilir, zâtında bölünme kabul edebilir. Yok (=ma'dûm)
ve şey olmayan (-lâşey*) ise böyle bir varetme gücüne sahip değillerdir. Örneği
şey olmayanın boşaltılması söz konusu değildir. Çünkü o bir nicelik sahibidir.
Nicelikler ise ya bitişik, ya ayrıktır. Zâtından ayrık olan ise cüzleri
bakımından ortak tariften yoksundur. Öyleyse boşlukta ortak bir tarif söz
konusudur. Yani o, cüzleri bakımından bitişik olup değişik cihetlere
yayılmıştır. Şu halde o, üç boyutu kabul eden bir durum sahibi niceliktir.
Örneğin ona mutabık olan cisim gibi. O sanki, maddeden farklı öğretisel bir
cisimdir. Bunlardan hareketle deriz ki: Boşluk, ya o miktar için vazedilmiş, ya
da vazediş ve miktar boşluğun iki cüzü olması biçiminde olur. İlki geçersizdir.
Zira miktar zihinde parçalanınca, boşluk tek başına miktarsız kalır. Buna
rağmen bir miktarı olduğu varsayılsa, bu da akıl ve mantığa aykırı olur. Eğer
kendi açısından miktar sahibi görülürse, o da kapladığı miktar değil kendiyle
kâim bir miktar olur. Boşluk madde ve miktarın bileşkesi ise, o zaman cisim
olur ki o da doluluktur.
Bitişme ve ayrışma kabul eden her
şey ortak bir maddeye sahiptir. Bu madde her ikisine de yatkındır. Boşluk ise
maddeye sahip değildir. Dolayısıyla onda bitişme ve ayrışma caiz değildir.
Bundan hareketle deriz ki: İki cisim arasındaki bir diğerini menediş (=temânu)
duyularla bilinir. Temânu, madde bakımından değildir. Çünkü madde, madde olması
itibarıyla cüzlerinden ayrılmaya uğramaz. Ancak cisim, boyut sureti sebebiyle
cisimden ayrılabilir. Boyutların tabiatları, geçişmeyi reddedip direnme ve
sakınmayı gerektirir. Bir boyutun başka bir boyuta girdiği varsayılsa, ya ikisi
de mevcut veya yok, ya da biri mevcut diğeri yok bulunurlar. İkisi birden
mevcut olsalar, ikisi birden daha fazla olurlar. Çünkü büyük olan, her zaman
daha fazladır. İkisi birden yok olsalar, ya da biri mevcut diğeri yok olsa,
aralarında geçişme olmaz. Boşlukta cismin bulunması boyut içinde boyut
olmasıdır ki bu imkânsızdır.
Cismin sonsuz olmayışı noktasında
şunu söyleyebiliriz: Zât ile varolan her durum ve tertip sahibi sonludur. Eğer
sonsuz olsaydı, ya bütün tarafları bakımından sonsuz, ya da bir tarafı
bakımından sonsuz olurdu. Bir tarafından sonsuz olması halinde zihinde sonlu
taraftan bir cüzün ayrılması söz konusu olurdu. Söz konusu miktar da o cüzle
birlikte belli basma bir şey olacaktır. Ardından zihinde iki sonlu tarafa
uygulanacaktır ki bu durumda ya, uzama bakımından birbirlerine mutabık olarak
birlikte artan da eksilen de denk olacaktır ki bu imkânsızdır. Ya da uzamayıp
kısa-larak sonlu olacaktır. Ayrılanda da sonluluk olacağı için bileşkeleri
sonlu olacaktır. Bu durumda asıl da sonlu olacaktır. Bütün tarafları bakımından
sonsuz olduğunda ise, bütün cüzlerin buluştuğu bir ayrım noktasına sahip olması
varsayılarak son olur. Cüzler ve iki cüz hakkında söylenecek olan da ilkinde
söylenenle aynıdır. Bundan doğan burhan şudur ki zât bakımından tertip üzere ve
bilfiil mevcut olan sonludur. Bu bakımdan sonsuz olan şey İse varolduğunda
eksilme ve artışı kaldırması ayrılmaz gerek olur ki bu da imkânsızdır. Cüzleri
sonsuz ve bu cüzleri birlikte bulunmadığında ise geçmiş ve gelecekte birbiri
ardınca varolması mümkündür. Belli bir sayıda ve durum ve tabiat bakımından
tertipsiz olduğunda da birlikte bulunmalarına engel yoktur. Çünkü durum ve
tabiat bakımından tertip üzere olmayan, intibakı da kaldırmayacaktır. Birlikte
varlığı olmayana gelince o bundan en uzak olandır. Cismânî kuvvetlerin
sonluluğunu kabul ederken cismânî olmayan kuvvetlerin sonsuzluğunu savunuruz.
İbni Sina dedi ki: Bilfiil sonsuz varlığın mümteni olduğu şeyler, bütün
açılardan mümteni olmazlar. Örneğin sayı bİlkuvve sonsuzdur. Hareketler de
aynı şekilde fiile dönüşmeyen kuvvetle sonsuzdurlar. Sayıların sonsuzluğu
belli bir sonu olmaksızın artma kuvvetine sahip olnıalarındadır. Biliniz ki
kuvvetler fiilin ortaya çıkış şiddetine veya ortaya çıkış sayısına ya da fiilin
beka süresine göre artma veya eksilme bakımından farklılık arz ederler.
Aralarında iki uzak fark söz konusudur. Şiddet türü bakımından fazla olan,
müddet türü bakımından eksik olur. Hareket ettiren kuvvet şiddetli oldukça
hareketinin kalıcılık süresi daha kısa, hareketlerini sayısı daha çok olur.
Hiçbir kuvvet şiddeti bakımından sonsuz olamaz. Çünkü buna yatkın haller
bakımından ortaya çıkan, ya zuhur ettiği şekil üzere artışı kabul etmesidir ki
bu durumda sonlu ve sonra artışı caiz olur. Ya da bunu kabul etmez ki bu da
şiddet bakımından sonluluktur. Cismânî kuvvetlerin tamamı bölünebilir ve
sonludur.
Cihetlere gelince, bilindiği üzere
sırf boşluk, boyutlar veya sonsuz bîr cisim varsaydığımızda tür bakımından
farklı cihetlerin varlığı asla söz konusu olmaz. Ne alt, ne üst, ne sağ, ne
sol, ne ön, ne arka olur. Cihetler, ancak sonlu cisimler hakkında
düşünülebilir. Aynı şekilde cihetler de sonludur. Bu nedenledir ki onlara
işaret edilebilir ve her cihetin diğerinden ayrışan özgünlük ve ayrıcalığı
vardır. Cisimler küresel olduklarında cihetlerin belirlenmesi kuşatan ve
kuşatılan üzere olur. Bunlardaki zıtlaşma, merkez İle kuşatan çevre
arasındadır. Belirlenmiş cİsİm kuşatıcı olduğunda iki tarafın belirlenmesi
için yeterli olur. Çünkü kuşatma, merkezi, ondan en uzak ve ona en yakın
noktayı İsbât eder, bunun için de başka bir cismi gerektirmez. Cihetlerin,
yakınlığın kendisi, uzaklığın başka bir cisimle belirlenmesi sebebiyle yalnız
kendisiyle belirlenmediği bir çevre varsayıldığında bu da hiç kuşkusuz bir
kuşatıcıya götürecektir. Hareketleri doğrusal olan cisimlerde cihetlerin
varlığı onların mekân ve hareketleri sebebiyle kendilerinden sonra olmaz. Çünkü
cihetler, onların hareketleriyle ortaya çıkar. Dolayısıyla cihetlerin
kendisiyle belirlendiği cismin mütekaddim bir cisim olması gerekir. Bu durumda
cihetlerin biri tabiat gereği ona en yakın olacaktır kİ o da üsttür. Bunu da
ona en uzak olan izleyecektir ki o da alttır. Bu ikİsİ tabiat gereğidir. Diğer
cihetler ise sırf cisim olmaları sebebiyle cisimlerde gerekli olmazlar. Aksine
canlı olmaları sebebiyle gerekirler. İradî hareketin kendisine doğru olduğu
cihet ön, kuvvetin başlangıcı olan cihet sağdır. Üst, ya âlemin üstte oluşuna
kıyasla, ya da ilk oluşum hareketinin ona doğru olması itibarıyla böyle
tanımlanmıştır. Bunların karşısında İse arka, sol ve alt gelir. Üst ve alt,
uzaklığın iki uç noktası olarak bilinirler ki 'boy5 olarak İsimlendirilmesi en
uygun olandır. Sağ ve sol arasındaki uzaklık ise 'en' adıyla anılır. On ile
arka arasındaki uzaklık için en uygun isimse 'derinlik'tir.
Cisimlerin tabiî ve gayr-i tabiî
durumları hakkındadır.
Bilindiği üzere cisimler basit ve
mürekkep (terkip hali) olmak üzere İkİ kısma ayrılırlar. Her cismin zorunlu bir
yerkaplamı (hacim) vardır. Bu hacim, onun için tabiî bir hacim olabileceği
gibi, tabiatına aykırı bir hacim veya ne tabiî ne de aykırı bir hacim olabilir.
Bu hacmin bir kısmının tabiî, bir kısmının aykırı olması da mümkündür. Cismin
bütün hacminin tabiî olması imkânsızdır. Çünkü bu, söz konusu cismin tabiatı
dışındaki her mekânı terk etmesini veya tabiatına uygun olan her mekâna
yönelmesini gerektirir. Oysa gerçek durum böyle değildir. Çünkü bu, akıl ve
mantığa aykırıdır. Cismin hacminin tabiatına tamamen aykırı olması da söz
konusu değildir. Çünkü bunun gereği, cismin tabiatı icabı hiç sükûn bulmaması ve
hareket edememesidir. Bulunduğu her mekânın tabiatına aykırı olması halinde
nasıl hareket edecek veya hareketsiz kalacaktır? Bulunduğu her mekânın ne
tabiatına uygun, ne de aykırı olması ihtimali de geçersizdir. Çünkü cismi
bulunduğu hal üzere varsaydığımızda onun için kısıtlayıcı ve arazların ortadan
kalkması söz konusu olur. Bu durumda onun kendine özgü bir hacmi olması ve
orayı kaplaması gerekir. Burası onun tabiî hacmidir. Oradan ancak zorlayıcı
bir etkenin zorlamasıyla ayrılabilir. Dördüncü kısımda ise cismin
kaplamlarından bir kısmının tabiî, bir kısmının tabiatına ayları olması söz
konusu olur. Aynı durum şekil için de geçerlidir. Buna göre her cismin bir
şeklinin bulunması zorunludur. Çünkü cismin sınırları sonludur. Şekiller ya
tabiî, ya da zorlama neticesidir. Zihinde varolan zorlayıcılar kalktığında ve
cisim, cisim olması itibarıyla ele alınıp cüzleri benzer olduğunda şeklinin
küresel olması gerekir. Çünkü tabiatın madde üzerindeki etkisi bir ve
benzerdir. Dolayısıyla bir cüzünde açı, öbür cüzünde doğrusal veya eğik bir
çizgi oluşturması mümkün değildir. Dolayısıyla cüzlerin benzer ve küresel
olması gereklidir. Mürekkeplere gelince, cüzle-rindeki farklılıktan dolayı
şekilleri küresel olmayabilir. Semavî cisimlerin tamamı küreseldir. Cüzleri ve
kuvvetleri benzer olduğu için tabiî kaplamları ve cihetleri de birdir. Bundan
hareketle, iki âlemde iki arz tasavvur edilemeyeceği gibi iki ufukta iki ateş
de tasavvur edilemez. Daha da ötesi iki âlem tasavvur edilemez. Çünkü âlemin
küresel olduğu sabit bir gerçektir. Biri diğerinin yanında ve aralarında
boşluk bulunan, sadece bölünmez bir cüzle birleşen iki küresel cisim varsayılsa
bu da imkânsızdır. Boşluğun imkânsızlığını daha önce ifade etmiştik. Harekete
gelince, bilindiği üzere her cisim arazsiz olarak, bir kaplamda bulunan cisim
olması bakımından dikkate alınmıştır. Bu cisim ya hareketli veya hareketsiz
olur. Tabiî hareket ve tabiî sükûn ile kasdettiğimiz de budur. Deriz ki: Eğer
cisim basit ise, cüzleri benzer olur. Onunla buluşan ve mekânında bulunan
cüzleri de böyledir. Cüzlerinden bir kısmı, mekânının cüzlerine diğerlerinden
daha lâyık değildir. Onlardan birinin tabiî mekân sahibi olması da gerekmez.
Dolayısıyla bulunduğu durumun dışında olması mümteni değildir. Bilakis
tabiatları gereği o durum veya nerelikten bilkuvve ayrılmaları söz konusudur.
Tabiatına yönelimi olmayan hiçbir cisim, haricî bir nedenle hareketi kabul
etmez. Dolayısıyla tabiatında bir tür hareket bulunması zorunludur. Ya bütün,
ya cüzleri açısından böyledir. Böylelikle bulunduğu vaziyette cüzlerinin
hareketiyle hareketli olabilir. Bu durumda harekete yatkın olan her şeyde bir
yönelim esası mevcuttur. Bu yönelimin doğrusal veya dairesel olması mümkündür.
Semavî cisimler daha önce de ifade ettiğimiz gibi doğrusal hareketi kabul
etmezler. Onlar dairesel hareket içindedirler. Hareketlerinin dayandıkları
ilkeleri daha önce ifade etmiştik.
Niteliğe gelince öncelikle deriz ki,
semavî cisimler maddeleri bakımından müşterek olmayıp tabiatları itibarıyla
farklıdır. Aynı şekilde suretleri de farklıdır. Bunlardan birinin maddesinin
başka birinin suretinde tasavvur edilmesi uygun değildir. Eğer bu mümkün
olsaydı, doğrusal harekete dönülürdü ki bu imkânsızdır. Semavî cisimlerin tür
bakımından farklı beşinci bir tabiatları vardır ki unsurların tabiatlarından
farklıdır. Onların maddeleri müşterek, suretleri ise farklıdır. Bunlar ateş
gibi kuru sıcak, hava gibi sıcak nemli, su gibi soğuk nemli ve toprak gibi kuru
soğuğa ayrılırlar. Bunlar onlar açısından suret değil araz niteliğinde olup
birbirlerine dönüşmeye, gelişme ve bozulmaya yatkındırlar. Semavî cisimlerin
etkilerine de açıktırlar. Niteliklere gelince sıcaklık ve soğukluk etken
(-fail) niteliklerdir. Sıcak olan başka bir cismi titretip eritebilir ve buna
maruz kalan da acı çekebilir. Soğuk ise başka bir cismi yoğunlaştırıp
sertleştirebilir ve buna maruz kalan acı hissedebilir. Nem ve kuruluk ise
edilgen niteliklerdir. Nemli, bölünme ve birleşmesi, şekillendirme ve savması
kolay olandır. Kuru İse bütün bunları kabulü zor olandır. Mürekkep cisimleri
oluşturan basitler, bu dört kuvvetin etkisiyle farklılaşıp ayrışabilirler.
Bunlardan hiçbiri diğeri için yok olamaz. Cisimler için yapıtaşı niteliğinde
değildirler. Ama tabiatlarıyla tek başlarına bırakılıp haricî hiçbir
engelleyicinin etkisinde kalmadıklarında bunlardan cirimlerinde sıcaklı veya
soğukluk, kuruluk veya rutubet hâsıl olur. Yine tabiatlarıyla tek başlarına
bırakılıp kendilerinden bir engel tarafından engellenmediklerinde ya sükûn, ya
yönelim veya hareket hâsıl olur. İşte bu yüzden bunlara tabiî kuvvet denilmiştir.
Örneğin ateş tabiatı gereği yakıcı, sema tabiatı gereği hareketlidir.
Böylelikle tabiî kaplamları, tabiatın bunlar için nasıl kullanılabileceğini,
tabiî nitelikleri öğrenmiş bulunuyorsunuz. Bunlardan hareketle deriz ki:
Unsurlar dönüşüm ve değişime
yatkındırlar. Çünkü aralarında müşterek bir madde vardır. Bunlarda müşahede
dikkate alınır. Örneğin tatlı suyun bir buz taşma döndüğünü görürüz. Taşın çözülerek
kuma dönüştüğünü de görebiliriz. Bu dönüşüm sürecinin ardından tekrar suya
dönüşebilir. Şu halde su ile toprak madde bakımından müşterektirler. Aynı
şekilde açık bir havanın bir anda sertleşerek büyük ölçüde veya tamamen su, kar
ve doluya dönüştüğünü görebilirsiniz. Donmuş buzu bir tunç kaba koyduğumuzda
yüzeyde damlacıklar olduğunu görürüz. Bu, sızma veya damlama şeklinde değildir.
Çünkü buzun kaba temas etmediği tarafta oluşması söz konusudur. Benzer durumu
su sıcak ve kap dolu olduğunda görmeyiz. Kabın içindeki bu toplanma, buzun
temas etmediği yerlerde olmaktadır. Kabın ağzını kapattıktan sonra bir buz
kütlesinin içine gömersek, yine içinde su biriktiğini görürüz. Aynı kabı ağzı
kapalı biçimde kaynar suyun İçine koysak İçinde hiçbir şeyin birikmediğini
görürüz. Bu fiziksel olayların nedeni, kaba giren veya kaptan çıkan havanın
suya dönüşmesinden başka bir şey değildir. Şu halde su İle hava arasında
müşterek bir madde bulunmaktadır. Hava ateşe de dönüşebilir. Bunu en İyi
gözlemlediğimiz yer, demircilerin kullandıkları körüklere benzer şekilde
şiddetli bir hızla hareket ettirilen pompalarda görürüz. Bunlardan çıkan hava,
ahşap ve benzerlerinde tutuşup yanar. Ancak bu, çekilme şeklinde olmaz. Çünkü
ateş, sadece yukarı doğru hareket edip bir mekânda istikrara yönelen bir
harekette bulunmaz. Çünkü ahşapta bulunan ateşin, korda bulunan ve yanmayan
ateş miktarında olması imkânsızdır. Ateşin bir yerde istikrarı elbette miktarı
bakımından daha toplayıcıdır. Yayılan bir şey her zaman için toplanandan daha
zayıf olur. Şu halde hava ile ateş arasında da müşterek bir madde
bulunmaktadır. Deriz ki: Unsurlar büyüme ve küçülmeyi, yoğunlaşma ve
seyrelmeyi kabul ederler. Bir cisim, dıştan bir ziyade olmaksızın diğer
cisimden büyük olabilir. Eksiklik olmaksızın da ondan küçük olabilir. Büyük ile
küçük arasında da müşterek bir madde vardır. Çünkü miktar heyulada bulunan bir
araz, büyüklük ve küçüklük ise niceliklerde bulunan arazlardır. Bunu suyun
kaynama halinde görebiliriz. Kaynatılan su seyrele-rek hacim bakımından büyür.
Aynı şekilde şarap da küpte bekledikçe şişer ve kaynatıldığında taşar. Gülsuyu
şişesi de böyledir. Ağzı kapalı ve dolu iken kaynatılırsa kırılıp dağılır.
Bunun tek sebebi, içindeki suyun kaynama sonucu hacminin artmasından başka bir
şey değildir. Bu noktada ona dâhil olan ateş parçalarıyla büyüdüğü kesinlikle
söylenemez. Şişe suyla dolu ve İçinde boşluk yokken böyle olması nasıl mümkün
olacaktır? Ateşin tabiatı gereği yükselme yönünde hareket ettiği de
söylenemez. Böyle olsaydı gülsuyu şişesini kırması değil yukarı doğru
kaldırarak uçurması gerekirdi. Bİr kap hafif ve sert olduğunda onu yukarı itmek
kırmaktan daha kolay olur. Şu halde gülsuyu şişesinin kırılma nedeni, suyun
bütün yönlerden yayılıp genişlemesi sonucunda en zayıf noktasından çatlamasıdır.
Miktarın artıp eksilme göstermesini kanıtlamak için başka örnekler de
verilebilir. Deriz ki: Unsurlar, semavî etkilere de açıktır. Meyvelerin
olgunlaşması, denizlerin met cezir olayı, güneş sıcak ve yukarı doğru hareketli
olmadığı halde güneş ışığı vasıtasıyla ısı ve ışığın yayılması, ısının
etkisiyle yükselme gibi fiziksel etkilere gelince bütün bunlar maddenin
suretleri kabulü noktasında surederin yaratıcısı tarafından bahşedilmiş
istidatlardır. Felekî kuvvetlerin de haricî etkileri olabilir. Yoksa afyonu
soğutan suyu soğutandan nasıl daha güçlü olacaktır? Soğuyan kısım zıtlarla
mürekkep olma sonucu baskı altına alınmıştır. Yine güneş ışınlarının otlar ve
bitkilerde meydana getirdiği en hafif ısınmanın etkileri, ateşin verdiği daha
yüksek ısıya rağmen oluşmaz. Unsurların dönüşüm, değişim ve etkileri nasıl
kabul ettiklerini bu şekilde görmüş ve neyin cevher itibarıyla, neyin de unsur
itibarıyla olduğunu açığa çıkarmış olduk.
Mürekkep cisimler ve âsâr-ı ulviyye
(meteoroloji) hakkındadır.
İbn Sina dedi ki: Dört unsurun
küllileri mutlak olarak varolmayıp karışık halde bulunurlar. Basitlik
bakımından en güçlüsü ateş, sonra topraktır. Ateş, gücü itibarıyla kendisiyle
karışanları kendine dönüştürür. Toprak ise bütününde onu kuşatan nüfuz gücünden
dolayı böyledir. Onun merkeze yakın olan içyüzü, basitliğe en yakın olan
kısmıdır. Toprak farklı tabakalara sahiptir. Birinci tabaka merkeze en yakın
olandır. İkincisi çamurdur. Üçüncü tabakasında su ve güneş tarafından
kurutulmuş çamur karışık halde bulunur ki bu kara tabakasıdır. Suyun toprağın
tamamını kuşatmış olmamasının nedeni, toprağın suya dönüşerek basık arazi
olması veya suyun toprağa dönüşerek tepelerin oluşmasıdır. Toprak sert olup su
ve hava gibi akışkan değildir. Dolayısıyla cüzleri birbiri üstüne dökülerek
dairesel biçimde şekü alabilir. Hava ise dört tabakadan oluşur. Toprağın hemen
üstündeki tabaka, buharlar ve ısıdan oluşan sulu hava tabakasıdir. Çünkü toprak
güneş ışınlarının etkisiyle ısınır ve ısı civara yayılır. Bir diğer tabakada
yine buharla karışık bir rutubet vardır, ama ısı bakımından daha düşüktür.
Üçüncü tabaka, saf ve mutlak havadan oluşur. Dördüncü tabaka İse dumanlardan
oluşan dumansı tabakadır. Dumanlar havada yükselerek ateşin merkezine yönelir
ve en yüksek yüzeyde yayılarak yanan hava gibi olurlar. Ateş İse tek bir tabaka
olup ışığı yoktur. Rengİ olmayan şeffaf hava gibidir. Ateşte görülen renkler,
ona karışan dumanların etkisiyle oluşur. Ateşin üstünde İse yüksek felekî
cirimler bulunur. Unsurlar, tabakaları itibarıyla onlara boyun eğmiş olup
fesada uğrayan varlıklar da onların tesirleriyle doğmuştur. Felek her ne kadar
soğuk veya sıcak değilse de, suflî cisimlerde ondan kaynaklanan bir ısı ve
soğukluk bulunur. Bunun nedeni felekten o cisimlere taşan güçlerdir. Bunu cisim
üzerine yansıtılan bir ışının yakıcı etkisinde görebiliriz. Eğer bu ışının
yakma gücü güneşin ısısından kaynaklansaydı, üste en yakın olanın en sıcak
olması gerekirdi. Halbuki böyle değildir. Esas yakma nedeni, ısıtıcı güneş
ışınının etkilediği havayı ısıtmasıdır. Felek hareketlendirme gücüyle sıcaklığı
harekete geçirdiğinde su karasal arzî cisimlerde buharlaşma, katı karasal
cisimlerde ise dumanlaşma başlar. Buharın yükselme mesafesi, dumanın
mesafesinden daha kısadır. Çünkü su ısıtıldığı zaman sıcak ve nemli olur.
Karasal cisimler ise ısıtılıp latifleştilderi zaman sıcak ve kuru olurlar.
Sıcak ve nemli olan, havanın tabiatına daha yakındır. Sıcak ve kuru olan ise
ateşin tabiatına daha yakındır. Buhar, havanın merkezini geçemeyip ışının
etkisinden çıktığında soğuyarak yoğunlaşır. Duman ise havanın kaplamını aşarak
ateşin sınırına ulaşır. Bu ikisinde hapsolduklarmda başka varlıklar oluşur.
Duman ateşin kaplamına girdiğinde tutuşur. Tutuştuğunda ise muhtemelen
içindeki tutuşmanın tesiriyle kayan bir yıldız gibi görünür. Bir diğer İhtimale
göre de yanar ve İçindeki yanmanın etkisiyle kırmızı siyah olağanüstü
semboller gibi görünür. Bir diğer ihtimale göre yoğun ve uzun olup içindeki
yanmanın devamıyla birlikte bir yıldızın altında yoğunlaşır ve ateş onu
gezegenin feleğinde döndürür. Bunun sonucunda gezegenin kuyruğu gibi görünür.
Bazen de derin olur ve gezegenin çevresini sakal gİbî kuşatır. Dumanlar havanın
soğuğuyla alazlandığında yanmaya devam ederler. Dumandan arda kalanlar ise
buludarın içinde sıkışarak bulutun ortasında bir rüzgar olarak şiddetli
hareketinden dolayı gök gürültüsü denilen sesin çıkmasına yol açarlar.
Hareketi ve hareket ettirmesi çok kuvvetli olursa, hareketin yol açtığı yüksek
isi, hava ve dumandan dolayı tutuşarak ışık saçan bir ateşe dönüşür. Buna da
şimşek denir. Eğer yanan duman ağır ve yoğun ise, bulutun yeryüzüne doğru
savrulmalarıyla birlikte savrulur ve yıldırım adını alır. Ama bu, latîf bir
ateş olup giysilere ve esnek cisimlete nüfuz ederken altın, demir ve benzeri sert
cisimlere çarptığında onları eri-tit. Öyle ki kesenin içindeki altınları
eritirken keseyi yakmaz. Deri sırımlar-daki altını eritirken sırımları yakmaz.
Yıldırım gök gürültüsünden hâlî olmaz. Çünkü ikisi de benzer bir hareketten
kaynaklanmaktadır. Göz daha keskin olduğu için yıldırımı görür, ama gök
gürültüsü kulağa hemen gelmez. Yıldırımın görülmesi, gök gürültüsünün
işitilmesinden önce olur.
Yükselen buharın bir kısmı latîf
olup olabildiğince yükseklere çıkar ve orada birikerek çoğalır. Havanın en uzak
ve ışığın kesildiği noktasında soğuyarak yoğunlaşır. Buharın yoğunlaşmış
halinden bulut oluşurken sızan kısmından da yağmur oluşur. Buharın bir kısmı
ağırlığından dolayı buluta dönüşemeyip hızla soğur ve ani gelen gece soğuğuyla
karşılaştığında buluta dönüşemeyerek yere düşer ki buna çiğ denir. Birikmiş
buhar bazen yükseklerde donarak yere düşer ki buna kar denir. Buhar yükseklerde
birikemeden yani çiğ formunda iken yere düşer ki buna kırağı denir. Buhar,
yağmur damlalarına dönüştükten sonra donarak İner ki buna da dolu denir.
Buharın donması, kış mevsiminde buluttan ayrıldıktan sonra, baharda ise bulutun
içindeyken olur. Çünkü dışı ısındıkça, soğuk içeride yoğunlaşır ve giderek suya
dönüşür. Soğuğun şiddeti ise onu dondurur. Soğuğun şiddetinden dolayı bizzat
havada yoğunlaşması da mümkündür ki bu durumda önce buluta sonra suya dönüşür.
Buhar, bulutun parlak yüzeyi üzerine yapışarak görme noktalarına ve yoğun
duvarlar düştüğü gibi farklı ışık ve şua suretleri biçiminde de görülebilir. Bu
durumda ıva uzaklık ve yakınlıkları, görüş açısına yakınlık ve uzaklıkları,
duruluk ve bulanıklıklarına, düzgünlük ve eğriliklerine, çokluk ve azlıklarına
göre farklı görünümler kazanırlar. Bu olayın sonucunda ise gökkuşağı, hâle,
güneş ve parlak yıldızlar biçiminde görüntüler oluşur.
Hâle, şuaların birbirlerine
karışmasının göze yansımasından oluşur kî ortadaki bulut şuayı gizleyemez. Bu
durumda öyle bir daire görünür ki odağı, bakan ile şuayı birleştiren bir çizgi
gibidir. Göz bu hâlenin içine nüfuz ederek şuaya ulaşır. Dağılan kısımlarına
baskın olan aydınlık onu sanki yokmuş gibi gösterir. Oradaki bulut, sanki
şeffaf bir hava gibidir. Gökkuşağına gelince, bunda bulut şua yönünün aksinde
olur. Çişe halinde yağan yağmurdan şuaya akseden açılar, bakanla şua arasında
olmaz. Bilakis bakan şuaya daha yakındır. Bu durumda gökte oluşan kemer benzeri
daire şuaya bakandan daha uzak olur, Güneş eğer ufukta ise, bakan ve şuanın
üstünden geçen hat ufkun üzerinde ve odak olur. Bu durumda ufuk yüzeyinin
daireyi ikiye bölmesi gerekir. İşte bu nedenle gökkuşağı yarım daire şeklinde
görülür. Eğer güneş daha üstte ise, yarım daire daha küçük olacak, renkler de
yakın tarafta tam olarak belirgin olmayacaktır. Bulutların erken çözülmesi
durumunda ise sis oluşur. Aşağı doğru sarkarak savrulmalarından rüzgarlar
oluşur. Rüzgarlar birbirleri üzerine savrulabilirken, havanın bir yönde
salınarak gevşemesinden dolayı daha da hareketlenip başka rüzgarların üzerine
binebilirler. Rüzgarları en çok etkileyen ise, bol miktarda yoğunlaşmış
yükselen dumanın soğuyarak inmesidir. Rüzgarların kaynakları yükseklerdir.
Dönmeleri ise yükselen havaya bağlı dairesel harekete gösterilen dirençtir kİ
bunun sonucunda rüzgarların dönmesi gündeme gelir. Sam yeli ise, yanıcı bir
rüzgardır. Yeryüzünün içinde yaşanan terlemeye gelince, bu bir yöne
meylettiğinde soğuyarak suya dönüşür ve met olayının etkisiyle yukarı çıkarak
pınar şeklinde akar. Eğer sıcaklık bu suları bırakmamışsa, soğuyarak çoğalır ve
katılaşarak alışılagelmiş mecralardan yeryüzüne çıkamayıp bir defada büyük bir
zelzeleye yol açarak çıkarlar ve tükenirler. Zelzele, yeryüzünün içindeki alçak
kısımların çökmesi sonucunda sıkışan havanın boşanması şeklinde de olabilir.
Buharlar dağ ve mağaraların altlarında sıkıştığında, eğer güneşten yayılan ısı
veya gezegenlerin etkilerine maruz kalırlar ise bunlardan maden cevherleri
oluşur. Bunlar, durum, zaman ve hammadde farklılığına bağlı olarak farklı
olurlar.
Cevherler arasında altın ve gümüş
gibi eriyip şekillendirilebilenier olduğu gibi cıva ve petrol gibi henüz sertleşmemiş
olanlar da bulunur. Şekillendirilebilir olanların özelliği tam sertleşmeye
direnmeleri ve sahip oldukları rutubetin canlılığını korumasıdır. Bazı
cevherler İse buna yatkın değildir. Dört unsurdan felekî güçlerin tesiriyle
birtakım varlıklar da oluşabilir. Unsurlar birbirlerine çok dengeli olarak
karıştıklarında madenler oluşur. Mürekkep varlıklarda ise besleme kuvveti,
geliştirme kuvveti ve doğurganlık kuvveti bulunabilir. Bütün bu kuvvetler ise
özellikleriyle ayrışmıştır.
Nefsler ve kuvvetleri hakkındadır.
Bilİnİz ki nefs, tek bir cins olması
bakımından üç kısma ayrılır:
a- Nebatî nefs: Tabiî ve işlevsel bir cismin doğması,
gelişmesi ve beslenmesi bakımından sahip olduğu ilk kemâl halidir. Gıda öyle
bir cisimdir ki gıdası olduğu söylenen cisme benzeme özelliğine sahiptir.
Çözülme miktarı az veya çok olabilir.
b- Hayvanı nefs: TabİÎ ve işlevsel bir cismin cüzileri
idrak etmesi ve irade ile hareket etmesi bakımından sahip olduğu ilk kemâl
halidir.
c- insanî nefs: Tabiî ve işlevsel bir cismin varolan
fiilleri düşünerek İcra etmesi ve görüşüyle hüküm çıkarması ve külli hususları
idrak etmesi bakımından sahip olduğu ilk kemâl halidir.
Nebatî nefsin üç kuvveti vardır:
1- Besleme kuvveti: Bu kuvvet, başka bir cismi,
sahip olduğu cisme benzer kılar ve çözülen kısımlarına karşılık onu buna ekler.
2- Büyüme kuvveti: İçinde bulunduğu cismin en, boy ve
derinlik gibi ölçülerinde artış sağlayarak bulunması gereken olgunluğa
ulaşmasını sağlar.
3- Üreme kuvveti: Kuvvet bakımından kendisine benzer bir
cüz'ü cisimden alıp benzer başka cisimlerin de yardımıyla yaratma ve karıştırma
gibi etkilere maruz bırakması sonucunda bilfiil ona benzer bir cismi ortaya
çıkarmasıdır.
Nebatî nefsin de üç kuvveti vardır.
Hayvani nefsin bİrİ hareket ettirmeyi, diğeri idraki konu alan iki kuvveti
vardır. Hareket ettirme kuvveti iki kısma ayrılır ki ya diriltici olması
itibarıyla hareket ettirici, ya da fiil sahibi olması itibarıyla hareket
ettiricidir. Diriltici hareket gücü, istek ve arzu kuvvetidir. Bu kuvvet,
istenen veya kaçılan bir suretin ardından zihinde resmedildiği zaman onu idrak
eden kuvveti harekete yöneltir. Bu kuvvetin iki dalı olup ilki şehvanîdir.
Şehvanî kuvvet, zevk alma isteğiyle yararlı veya zorunlu olarak hayal edilen
şeylerden kendisine yakın olanı harekete yönelten kuvvettir, ikinci ise gazap
kuvvetidir ki baskın gelme gayesiyle zararlı veya ifsat edici bir şeyi savmak
üzere hareket etmeye yönelten kuvvettir. Fiil sahibi olması itibarıyla hareket
ettirici kuvvete gelince sinirler ve kaslarda varolan kuvvettir. Bu kuvvet
sayesinde kaslar gerilip kiriş ve bağlar köklere doğru çekilir veya köklere
aksi istikamette gevşetilip uzatılırlar.
İdrak kuvvetine gelince o da iki
kısma ayrılır.
ilki dışta olanları idrâk eder ki bu
beş ya da sekiz duyuda kendini gösterir. Bunlar arasında bulunan görme duyusu,
sinir boşluğunda varolan bir güç olup ıslak deriye yansıyan şeffaf cisimlerde
bilfiil bulunan renkli siluetlerden; parlatılmış cisim yüzeylerine kadar, her
şeyin suretini idrak edebilir. Bir diğeri olan işitme duyusu ise kulak deliği
yüzeyine dağılmış sinirlerde bulunan bir güç olup vuran ile vurulan arasındaki
tazyike maruz kalan hava dalgalanmasının oluşturduğu sesi etkileyen dalganın
kulak deliğinde hapsedilmiş havada oluşturduğu etki sonucu oluşan dalgaların
orada bulunan sinirleri hareket ettirmesi neticesinde ortaya çıkan sureti idrak
edip oluşan sesi işitir. Koklama duyusu ise beynin ön kısmında göğüs uçlarına
benzer biçimde yer alan iki çıkıntı içinde bulunan bir güç olup koklanan
havayla karışık kokuyu idrak eder. Bir diğeri olan tat alma duyusu ise dil
yüzeyine yayılmış olan sinirlerde bulunan bir güç olup ona temas eden tükürüksü
yaşlığa karışan cisimlerin tatlarını idrak eder. Bir diğeri dokunma duyusu olup
bedeni kaplayan bütün deri tabakasında yer alan sinirlerden oluşan bir güçtür.
Sinirler, kendilerine dokunan, zıtlaşma yoluyla etkide bulunan, tabiat veya
yapısında değişime yol açan her şeyi idrak eder. Bu gücün tür itibarıyla
olmayıp dört farklı kuvveti kaplayan bir cins olması daha doğrudur. Bu dört
kuvvetin ilki sıcak-soğuk zıtlığını belirler. İkincisi sert-yumuşak zıtlığını
belirler. Üçüncüsü yaş-kuru zıtlığını belirler. Dördüncüsü ise pürüzlü-pürüzsüz
zıtlığını belirler. Bu ikililerin tek bir araçta bulunması, öz itibarıyla bir
olmaları gibi bir düşünceyi doğurabilir. Duyularla algılananların tamamı, duyu
organlarına giderek onlar tarafından şekillenirler. Duyu gücü de onları bu
şekilde idrak eder.
İkinci kısım: İçten idrâk eden ( =
bâtınî) güçler. Bunların bir kısmı duyularla algılananların suretlerini, bir
kısmı ise manalarını idrak eder. İki kısım arasındaki fark şudur: Suret, nefs-i
natıkanın ve zahirî duyuların birlikte idrâk ettikleri şeydir. Ama duyu, onu
daha önce idrak ederek nefse iletir. Koyunun kurt suretini idrak etmesi gibi.
Manaya gelince o da, nefsin duyuların idrakinden önce duyularla algılananı
idrak ettiği şeydir. Koyunun kurtta kendisi için varolan tehlikeyi idrak edip
ondan kaçması gibi. Batınî idrakler arasında bazıları hem idrak eder, hem
fiilde bulunur, bazıları ise yalnız idrak edip fiilde bulunmazlar. İkisi
arasındaki fark şudur: Bunlarda fiil, idrak edilen suret ve manaların
birbirleriyle baş başa bırakılması ve birbirlerinden ayrılmalarıdır. Bu durumda
idrak de, fiil de idrak ettiği şeyde olur. Fiille beraber bulunmayan idrak ise,
suret veya mananın herhangi bir fiili olmaksızın sadece kuvvede bulunmasıdır.
Bâtınî idrak edilenler arasında ilk olarak idrak edilenler olduğu gibi ikinci
olarak idrak edilenler de bulunur, İkisi arasındaki fark şudur: İlk idrak,
suretin bir şeyin kendisi için hasıl olduğu surette ortaya çıkmasıdır. İkinci
idrak ise suretin oluşmasına yol açan başka bir şey cihetinden olmasıdır.
Bâtınî hayvanı idrâk güçlerinden
biri de hiss-i müşterektir. Bu kuvvet, beynin ön kısmındaki ilk boşluk olup
zâtı itibarıyla beş duyuda oluşan bütün suretleri kabul eder. Sonra hayal ve
tasvir gücü gelir ki bu da beynin ön kısmının son boşluğunda yeralır. Hiss-i
müşterek tarafından kabul edilen suretleri onların zail olmasından sonra da
korur. Bir de hayvanı nefse kıyasla muhayyile olarak isimlendirilen, insanî
nefse kıyasla da müfekkire gücü olarak anılan bir kuvvet vardır. Beynin orta
kısmındaki boşlukta yeralan bu kuvvet hayalde bulunanları sentezler veya
tercihine göre birbirlerinden ayırır. Sonra vehim kuvveti gelir ki bu da
beynin orta kısmının sonunda yeralır. Bu güç sayesinde duyularla algılanan
cüz'iyâtta bulunan gayr-i hissi manalar idrak edilir. Kurdun kendisinden
kaçılan bir hayvan, bebeğin şefkat görmesi gereken bir canlı olmasına
hükmedilmesi gibi. Sonra hatırlayın hafıza kuvveti gelir ki beynin son
boşluğunda yeralır. Vehim kuvvetinin idrak ettiği gayri hissî manaları muhafaza
eder. Hafızanın vehim kuvvetine nispeti hayalîn hîss-İ müştereke nispeti
gibidir. Ancak biri manalar, diğeri suretlerle ilgilidir. Bunlar, hayvanı
nefsin beş kuvvetidir.
İnsanın nefs-i natıkasının sahip
olduğu kuvvetler ise bilme (—kuvvet-i âlime) ve yapma (—kuvvet-İ âmile)
kuvvetleri olmak üzere ikiye ayrılır. Bu kuvvetlerin her İkisi de isimdeki
ortaklıktan dolayı 'akıF olarak adlandırılabilir. Yapma kuvveti, insan
bedenini fikre özgü cüz'î fiiller yönünde hareket ettiren kuvvettir. Bunu
kendine özgü ıslah edici görüşler gereği ifa edip hayvanı dürtü kuvvetine
kıyasla ifa etmez. Hayal edici ve vehmedicİ hayvanı kuvvete benzerliği dikkate
alınır. Ayrıca kendine kıyasla dikkate alınır. Bunun dürtüsel kuvvete kıyası,
insana özgü etken ve edilgen durumlar oluşmasına izin vermesidir. Utanma,
haya, gülme ve ağlama gibi. Hayal ve vehim güçlerine benzerliği, bunları kevn
ve fesada tâbi hususlarla ilgüİ önlemleri ve insanî sanatları bulmada
kullanmasıdır. Bunun kendi nefsine benzerliği İse, onunla teorik akıl arasında
ortaya çıkan yaygın ve herkesçe bilinen görüşlerin doğmasıdır. Yalanın yüz
kızartıcı, doğruluğun güzel olması gibi. Bu kuvvetin aklî kuvvetin hükümlerinin
gerektirdiği biçimde diğer bedensel kuvvetler üzerinde de söz sahibi olması
gerekir. Böylelikle o onlardan değil, onlar ondan etkilenirler. Onda tabiattan
elde edilen beden kaynaklı zillet halleri oluşturmaz; zaten bunlara çirkin davranışlar
denir. Bilakis bedensel kuvvetlerde kendisine tâbi olma eğilimini oluşturarak
onlara egemen olur. Teorik bilme gücüne gelince, bu güç sadece maddeden arınmış
külli suretlerle şekillenir. Eğer bu suretler bizzat tecrit olmuş değillerse,
bu güç onları mücerret hale dönüştürüp hiçbir maddi bağıntı bırakmaz. Bu
suretle ilişkisi bakımından da farklı nispetleri söz konusudur. Çünkü başka bir
şeyi kabul etme yeteneği olan şey, onu bilkuvve kabul ettiği gibi bilfiil de
kabul edebilir.
Kuvvet üç biçime sahiptir. İlki
mutlak heyulanı kuvvet olup herhangi bir fiilin etkisi olmaksızın sahip olunan
mutlak istidattır. Örneğin küçük bir çocuğun yazma kuvveti böyledir. İkincisi
mümkün kuvvettir ki herhangi bir fiili yapma yönündeki istidattır. Çocuğun
harfleri Öğrenmesinden sonraki kuvveti böyledir. Üçüncüsü 'meleke' adı verilen
kuvvettir ki bir aracın bulunmasıyla söz konusu istidada sahip olmaktır. Buna
göre onu kazanmak için çaba sarfetmesine gerek olmaksızın dilediği zaman yapabilir.
Teorik kuvvetin suretlere nispeti, mutlak istidat nisbeti olabilir kİ bu
'heyulanî akıl' olarak adlandırılır. Onda ikinci kategorilere ulaşılmasını
sağlayan ilk kategoriler hâsıl olduğunda ise 'akl-ı bilfiil' olarak
adlandırılır. Kazanılabilir (=kesbî) ikinci kategoriler husule gelip bilfiil
biriktiği ve dilediği an mütâlâa edebildiği takdirde 'kazanılmış akıl' (= akl-i
müstefâd) olarak adlandırılır. Sadece birikmiş olduğunda ise 'bilmeleke akıl'
olarak isimlendirilir. İnsan türüyle ilgili taksimler böylelikle son
bulmaktadır. Bunlar, bütün varlığın temel esaslarına benzemektedir, insanın da
bu istidatta bulunduğu aşamalar mevcuttur. İnsan aklı öyle güçlü bir istidada
sahip olabilir ki faal akılla temas kurmada çok fazla öğrenme ve çabaya gerek
duymaz. Öyle ki her şeyi kendiliğinden bilir gibidir. Bunu taklit ile değil,
içindeki ara tanımları kapsayan bir düzenle yapar. Bu ya bir defada, ya da
muhtelif zamanlarda birkaç defada olur. İşte bu da Ruhü'l-Kudüs'e münasip olan
kutsal kuvvettir. Ruhü'l-Kudüs ona bütün ma'kûlâttan feyizlerde bulunur. Ya da
uygulama kuvvetini olgunlaştırmada ihtiyaç duyduğunu feyiz yoluyla bahşeder.
Bunun en üst derecesi nübüvvettir. Bu derecede o kuvvete veya muhayyile gücüne
Rûhü'l-Kudüs'ten öyle bir ma'kûl taşmaktadır ki muhayyile bunu fiziksel
misaller veya işitilebilen sözler biçiminde nakleder. O bu sureti, insan
suretindeki melekle, kelâmı da ifade suretindeki vahiyle nakleder.
İnsanî nefsin cevher olup cisim veya
cisimle kâim olmaması, İdrakinin araçlarla olduğu gibi araçsız da olabilmesi,
kendisinin bir, güçlerinin çok olması ve bedenle birlikte varolmasına rağmen
bedenden sonra da baki kalması hakkındadır.
Nefsin cisim olmayışının burhanı,
zâtlarımızı madde ve maddenin nicelik, nerelik ve durum gibi arazlarından
mücerret halde tamamen aklî bir idrakle hissetmemizdir. Bunun nedeni ya zâtı
için müdrik olanın birliği bilmek, varlığı mutlak olarak bilmek gibi mücerret
olması, ya da aklın onu mutlak anlamda insan gibi arazlardan tecrit etmesidir.
Buna göre söz konusu mücerret suretin zâtına bakılması ve bu soyutlanma
niteliğinin nasıllığı üzerinde düşünmesi gerekir. Bu ondan alınan bir şeye
kıyasla mı soyutlanmıştır? Yoksa alanının soyut olusuna kıyasla mı
soyutlanmıştır? Hiç şüphesiz ondan almana kıyas edilmesi İtibarıyla soyut
değildir. Bu durumda geriye akıldaki varlığı bakımından durum ve nerelikten
soyutlanmış olması İhtimali kalmaktadır. Durumu olmayan bir şeyin durum ve
nereliği olan bir şeye hulul etmesi söz konusu olmaz ki en güçlü yol budur.
Maddeden soyutlanmış zât bakımından bir olan aklî varlık şu seçenekler dışına
çıkamaz: Ya belli bazı cüzlerine nispeti olup belli bir cihete hulul ederek
mahalline nispetle sağda veya solda bulunur. Ya da küll bakımından tek bir
nispeti olur. Yahut ne ona nispeti, ne de bütün cüzlere nispeti olur id nispet
bütün açılardan kaldırıldığı zaman cismin bütünü veya bir kısmına hulul etme
ihtimali de ortadan kalkar. Nispet gerçek olduğu zaman, akılla bilinen varlığın
bir durumu olup sahip olmadığı bir duruma konulmuş olur ki bu akıl ve mantığa
aykırıdır. Bununla şu açıklık kazanır ki maddeye sinmiş olan suret, bölünebilir
cüz'î şeylerin siluetleri olabilir. Bu cüzlerden her birinin, diğer cüzlere
bilfiil veya bilkuvve nispeti bulunur. Tarifin cüzleri arasında tanılık
balonundan çoğalan şey bir bütündür ve tarif bununla bölünmez. Bu bütünlük,
bütünlük olması bakımından bölünebilir olanda nasıl resmedilecektir? Aynı
şekilde kuwe-i natıka tabiatı gereği bilkuvve sonsuz olan akliyatı bilfiil
birer birer akleder ve bu birimlerden hiçbiri diğerinden evlâ olmaz. Bu durumda
sağlıklı görüş şu olmaktadır ki bilkuvve sonsuz olan şeylere muktedir olan bir
şeyin mahallinin, cisim ve cisim kuvvetinde bir mahalli olması caîz değildir.
Akliyatın mahallinin cisim
olmayışının kesin delili, cismin zorunlu olarak bilkuvve bölünebilir
olmasıdır. Bölünemeyen bir şeyin bölünebilir bir şeye hulul etmesi söz konusu
olmaz. Aklî olan bölünebilir olmadığı için bölünebilir olana hulul etmez.
Cismin bölünebilir olduğunu daha önce delülendirmiştik. Soyut ma'kûlün
bölünebilir olmadığını da az önce İfade ettik. BolÜnmeyenin, bölünebilir olana
hulul etmeyişine gelince, mahalli şöyle taksim edebiliriz: Mahal, kendisine
hulul edeni ya bâtıl kılar İd bu yanlıştır. Ya da bâtıl kılmaz ki bu durumda
ona hulul edenin mahallin bir kısmına ya da tamamına hulul etmesi söz konusu
olur ki bu imkânsızdır. Çünkü bir kısmın hükmünün, tamamın hükmüyle aynı olması
gerekir. Ya da mahallinin bölünmesiyle bölünerek bölünmeyen varsayılır. Buna bağlı
olarak da ona hulul edenin bölündüğü varsayılır. Bu da şu ihtimaller dışına
çıkmaz: Ya akılla bilinen şekil ve sayı gibi cüzleri bakımından benzerdir. Ama
akılla bilinen her suret bir şekil değildir. Ya da akılla bilinen suret sırf
aklî değil hayalî olabilir. Bundan daha açığı şöyle demenin mümkün
olmayışıdır: İki cüzden her biri kendi başına mana bakımında küllü ifade eder.
Cins ve fasıl ( — ayrım) bakımından yapılan tariflerin cüzlerinde olduğu gibi
benzer de olmayabilirler. Bu görüş de birçok imkânsızlığa yol açar
niteliktedir. Örneğin cismin her cüz'ü bölünebilirdir ki bu durumda cinsler ve
fasılların sonsuz olması gerekir. Bu ise bâtıldır. Aynı şekilde bir tarafta
cins, diğer tarafta fasıl bulunsa ve cismi bölsek, cinsin yarısının bir
tarafta, faslın yarısının da başka bir tarafta bulunması gerekir ki bu
imkânsızdır. Sonra cüzlerden herhangi biri fasıl yerine cinsi kabule daha evlâ
değildir. Diğer taraftan akılla bilinen her şeyin daha basit ma'kûlâta
bölünmesi de mümkün değildir. Çünkü cinsleri ve fasılları olmayan, mana ve
nicelik bakımından bölünmeyen çok basît ma'kûlât da mevcuttur ki bunlarda
benzer cüzlerin vehmedilmesİ söz konusu değildir.
Bütün bu gerçekler ışığında açığa
çıkmaktadır ki ma'kûlâtın mahalli, ne cisim, ne de cisimde bir kuvvet değildir.
Öyleyse o akılla bilinen bir cevherdir. Bedenle ilişkisi, bir hulul veya tab1
olma yani sinme ilişkisi değil tedbir ve tasarruf ilişkisidir. İlim cihetinden
ilişkisi sözü edilen İçsel (=bâtınî) duyulardır. Amel cihetinden ilişkisi İse
anılan hayvanı güçler olup beden üzerinde tasarruf sahibidir. Kendine özgü bir
fiili vardır ve bununla bedenden ve onun güçlerinden müstağni olur. Bu cevherin
en temel özelliği kendi zâtını ve onun zâtının aklı olduğunu, zâtı ile
arasında, yahut kendisiyle aracı arasında bir araç bulunmadığını akletmesidir.
Bir şeyin idraki, ancak onun suretinin akılda tezahür etmesiyle olabilir. Kalp
veya beyin türü araçların suretleri, akıl açısından ya aynıyla husule gelmiş,
ya da başkasının sureti, samda husule gelmiş olabilir ki araç suretinin aynıyla
varolması söz konusu değildir. O suret, kendinde asla hâsıl olmaz. Buna bağlı
olarak da bunları nakleden idrâkin hâsıl olmaması gerekir. Oysa durum böyle
değildir. O, bazen aklederken, bazen de idrakten yüz çevirir. Varolan bir
şeyden yüz çevirmek İmkânsızdır. Araçsız suretlerin sayıyla olmaları da
bâtıldır. Çünkü onlar, ya cismin katılımı olmaksızın kuvvetin bizzat kendisine
hulul ederler ki bu onların cisimde değil kendileriyle kâim oluşlarına delâlet
eder. Ya da cismin katılımıyla olur ki bu durumda da söz konusu farklı suret
aklî kuvvetin kendinde ve araç olan cisimde olmaz. Zira bu birbirine benzer iki
suretin tek bir cisimde bir araya gelmesine yol açar ki bu imkânsızdır. Eşya
arasındaki farklılaşma tek bir tarife dâhil olup ya maddelerinin
farklılığından, ya da küllî ile cüzi arasındaki farklılıktan kaynaklanır.
Burada kastedilen her ikisi de değildir. Böylelikle idrak sahibinin idrak
vasıtası olan bir aracı idrâk etmesinin caiz olmadığı kesinleşmiş olur.
Bu sadece akla mahsus değildir. Aynı
şekilde duyu da kendi dışındaki bir şeyi algılayıp kendini, duyu aracım ve
algılayışını algılayamaz. Benzer biçimde muhayyile de kendini, fiilini ve
aracını hayal edemez. Bu nedenledir ki idrak kuvvetleri, suretlerin araçlara
sinmesinden dolayı idrak eylemini sürdürmekte zorlanırlar. İdrak ediliş
bakımından yoğun ve ağır olan şeyler bu kuvvetleri zayıflatır, hatta işlemez
hale getirir. Örneğin çok güçlü bir ışık gözü, güçlü bir gök gürültüsü kulağı
zedeler. Aynı şekilde güçlü bir şeyi idrak eden, zayıf bir şeyi idrak
elemeyebilir. Aklî kuvvette İse bunun tersi söz konusudur. Aklî kuvvetin
sürekli kullanılması ve her defasında daha zor şeyleri düşünmeye zorlanması,
onu güçlendirip anlayışını kolaylaştırır. Akıl kuvvetinin usanma ve bezginlik
göstermesi, hayalden beslenmesi yüzünden olabilir.
Hayvani kuvvetler nefs-İ natıkaya
bazı konularda yardımcı olabilir. Örneğin duyu gücü, işlerin cüz'iyâtmı
görmesini sağlayarak onda şu dört özelliği oluşturur:
a- Nefsin, cüz'iyâttan müfret küllilerin manalarını madde
ve maddenin bağıntılarından soyutlayarak alması, onlardaki ortak ve farklı,
zatî ve arazî hususları gözetmesi ki bu sayede nefs için gerekli düşünce
esasları ortaya çıkar. Bu da hayal ve vehmin kullanılması yardımıyla olur.
b- Nefsin bu müfret külliler arasında olumlama ve
olumsuzlarna (=İcâb ve selp) cihetinden birtakım İlişkiler kurması, olumlulama
ve olum-suzlama cihetinden kendine uyum sağlayanları alması, sağlamayanlar1
uygun vasıtaya rastlayıncaya kadar terk etmesi.
c- Duyuda herhangi bir konu veya Önerme İçin verilmiş
hükmün ayrılmaz yüklemini bulması suretiyle deneysel önermeleri elde etmesi ki
bu sayede duyu ve bir tür kıyastan kazanılmış bir kanaati oluşur.
d- Tevatürün sağlamlığından dolayı doğrulanan haberler de
buna girer. İnsanî nefs, düşünce veya tasdik için gerekli bu temel bilgileri
elde etmek için bedenin yardımına başvurur. Nefs kemâl bulup tam gücüne
kavuştuğunda fiillerini kendi başına icra eder. Bu noktada duyu, hayal ve
benzeri kuvvetler onu fiillerinden alıkor; sebepler ve aracılar onun için engel
haline gelir.
îbn Sina dedi ki: İnsanî nefsin
bedenle birlikte hadis oluşunun delili tur ve mana bakımından bir olmalarıdır.
İnsanî nefs bedenden önce varolmuş olsaydı, ya zât bakımından çoğalır
nitelikte veya tek bir zât olurdu. Zât bakımından çoğalabilir olması
imkânsızdır. Çünkü çoğalması, ya mahiyet ve suret cihetinden ya da unsur ve
maddeye nispeti cihetinden olabilir. İlkİ geçersizdir, çünkü nefsin sureti bir
ve tür bakımından müttefiktir. Mahiyet de zâtı farklılaşma kabul etmez. İkincisi
de geçersizdir, çünkü beden ve unsur varolmayan faraziyedir. Dedi ki: Nefsin
zât bakımından bir olması da imkânsızdır. Çünkü iki beden oluştuğunda her
ikisinde de nefs oluşur. Bu durumda ya tek bir nefsin iki nefse bölünmesi söz
konusu olur ki bu imkânsızdır. Çünkü hacim ve kaplamı olmayan bir şey
bölünemezdir. Ya da sayısal bakımdan tek bir nefs, iki bedende bulunur. Bunun
geçersizliğini göstermek İçin de fazla külfete gerek yoktur. Şu halde nefs,
uygun bir bedenin oluşmasıyla birlikte o bedeni kullanmak için ortaya çıkar.
Oluşan beden onun mekânı ve aracı olur. Bu da herhangi bir bedenle birlikte
oluşmuş nefsin cevherinin bir biçimi olur. O beden de kendisiyle meşgul olma,
kullanma ve durumlarıyla ilgilenme yönünde tabiî bir dürtüyü hak eder. Ona
doğru çekilme, nefse özgü olup nefsi herhangi bir vasıtayla değil tabiatı
gereği bütün başka cisimlerden alıkor. Bedenden ayrıldıktan sonraki duruma
gelince, nefslerden her biri, oluştuğu maddelerin, oluşum zamanlarının ve
zorunlu olarak farklılaşan bedenlerindekî biçimlerinin farklılığına rağmen tek
başlarına birer zât olarak varolmuşlardır. Nefs, bede-nırı ölümüyle ölmez.
Çünkü başka bir şeyin fesâdıyla fesat bulan her şey,
bir tür bağla bağıntılıdır. Bu
bağıntı, varlık bakımından birbirine denk iki şeyin bağıntısı gibi olur
ve bu durumda her ikisi de kendiyle kâim bir cevhere sahip olur. Varlık
bakımından denk oluşları, birinin fesat bulmasından diğerinin de fesat bulması
sonucunu doğurmaz. Bu bağıntı, izafî bir durumdur. Birinin fesat bulmasıyla
birlikte bu izafet de ortadan kalkar. Ya da ikisinden birinin varlık bakımından
sonra gelmesi söz konusu olur kİ buna göre beden nefsin illeti olur. illetler
dörde ayrılmıştır. Bedenin fail illet olması caiz değildir. Çünkü cisim, cisim
olması itibarıyla ancak cismin kuvvetleriyle fiilde bulunur. Cismânî kuvveder
ise ya arazlar, ya da maddî suretler biçimindedir. Madde ile kâim olan bir
şeyin maddeyle değil kendiyle kâim bir şeyin oluşmasına katkıda bulunulması
düşünülemez. Nefsin bedene tab' edilmemiş yani sinmemiş olduğunu daha önce
açıklamıştık. Bedenin sûrî veya kemâli illet olması da caiz değildir. Öyleyse
nefsin bedene bağıntısı, bedenin onun için zâti illet olması cihetinden de
değildir.
Beden ve mizaç nefs için araz
yoluyla illettir. Bir beden hadis olduğu zaman, nefs için uygun bir araç ve
mekân olması bakımından gerekli cüz'î nefsten farklı illetler hâsıl olur.
Bunların ihdas edilmesi, birini değil başka birini İhdas etmek için tahsis
edilmiş ve onda sayıyla çokluğun oluşmasını engelleme sebebiyle olmaz. Çünkü
her varlığın oluşumundan önce bir maddenin bulunması ve bu maddenin onu kabule
veya ona nispet edilmeye hazır olması gerekir. Çünkü cüzi nefsin ihdası caiz
olsa ve kendisiyle kemâl bulacağı bir aracı olmasa, varlığı bakımından işlevsiz
olur. Halbuki tabiatta hiçbir şey işlevsiz değildir. Ama araçta bir hazırlık ve
istidat oluştuğunda mufârak illetlerden bir şey hadis olur ki o da nefstir.
Bir şeyin hudûsunun başka bir şeyin hudûsuna bağlı olması, onun bâtıl olmasıyla
diğerinin de bâtıl olmasını gerektirmez.
Üçüncü kısma yeni nefsin cisimle
bağıntısının, zaman bakımından önce olanın bağıntısı olması durumuna gelince,
Önce olanın yani müte-kaddimin zaman bakımından böyle olması halinde varlığının
ona bağıntılı olması imkânsız olur. Çünkü zaman bakımından öncedir. Zât
bakımından mütekaddim ise, müteahhirin yokluğunun varsayılması, mütekaddimin
yok olmasını gerektirmez. Buna göre bedenin fesada uğraması, mizaç ve
sentezdeki değişim sebebiyle onu İlgilendiren bir husustur. Bunlar, nefsle
bağıntılı hususlar değildir. Dolayısıyla bedenin çürümesi, nefsin de çürümesini
gerektirmez.
Başka bir sebep de nefsi ifsat
edemez. Çünkü nefs, zâtı itibarıyla fesadı kabul etmez. Zira herhangi bir şeyle
fesada uğrayan şeyde fesada uğrama kuvveti her zaman İçİn mevcuttur. Fesada
uğraması da bu kuvvetin fiile dönüşmesidir. Dolayısıyla tek bir şeyde kuvvet
bakımından fesada uğrama, fıİl bakımından ise baki kalmanın bulunması
İmkânsızdır. O şeyin fesada hazır olması bir hal, fiilen baki olması ayrı bir
haldir. Mürekkep varlıklarda her ikisinin birlikte bulunması iki biçimde caiz
olabilir. Basit varlıklarda ise her ikisinin birlikte bulunması caiz değildir.
Bunun delili şudur: Baki olduğu halde fesada uğrama kuvvetini de barındıran her
şeyin baki kalma kuvveti de olur. Çünkü onun bekası zorunlu bir gereklilik
değildir. Gerekli yani vacip olmadığında mümkün olur. Mümkünlük, kuvvetin
tabiatıdır. Şu halde onun cevherinde baki kalma kuvveti ve baki kalma fiili söz
konusudur. Baki kalma fiili, baki kalma kuvveti olan bir şey için arız olan bir
haldir. Beka kuvveti ve beka fiiline sahip olan bu şeyde beka müşterek bir
husus olur kİ buna örnek olarak suret gösterilebilir. Beka kuvvetine ise madde
örnek verilebilir. Şu halde o, madde ve suretten mürekkep bir varlıktır. Onun
tek ve fert olduğunu varsaydığımızda ise ahi ve mantığın dışına çıkmış oluruz.
Bütün bunlardan açığa çıkan şudur ki basit olup mürekkep olmayan her şeyde baki
kalma kuvveti ve baki kalma fiili söz konusudur. Böyle bir varlık için zâtı
İtibarıyla yok olma kuvveti söz konusu değildir. Öyleyse fesat, sadece mürekkep
varlıklara arız olan bir haldir. Beden istikrar bulup hazır olduğunda
suretlerin yaratıcısı tarafından kendisini çekip çevirecek bir nefsi hak etmiş
olur. Bu durum sadece belli bedenlere özgü değildir. Aksine bütün bedenler için
aynı durum söz konusudur. Beden nefsi hak ettiği ve nefs de varlıkta ona eş
olduğunda o bedene başka bir nefsin bağıntı kurması da caiz olmaz. Çünkü bu,
bir beden için iki nefs bulunmasını gerektirir ki bu imkânsızdır. Buna göre
reenkarnasyon (—tenasüh) de bâtıl olmaktadır.
Teorik aklın kuvveden fiile çıkışı,
İnsanî nefse Özgü sâdık ve yalan rüya gibi haller, insanî nefsin gayb ilmini
İdrak etmesi, varlığı olmayan suretleri müşahede etmesi, nübüvvet ve
mucizelerin anlamı ve bunları İstidrâcdan ayıran özellikler hakkındadır.
A- insanî nefsin heyulanı bir kuvveti olduğunu daha Önce
açıklamıştık. Yanı onda akılla bilinenleri bilfiil kabullenme İstidadı
mevcuttur. Kuvveden fiile çıkan her şeyin, onu fiile çıkartan bir sebebinin
bulunması gerekir. Söz konusu sebebin ise bilfiil mevcut olması gerekir. Eğer o
şey de, bilkuv-ve mevcut ise başka bir çıkarıcıya ihtiyaç duyar. Bu durumda ya
zincirleme gidilir veya bilfiil varolan bir çıkarıcıya ulaşılır. Bunun bir
cisim olması caiz değildir. Çünkü cisim, madde ve suretten mürekkeptir. Madde
İse kuvve ile varolan bir şeydir. Şu halde bu çıkarıcı, maddeden soyutlanmış
bir cevher olan Faal AkıFdır. Faal olarak isinılendirilmesinin nedeni heyulanı
akılların onun karşısında edilgen (=münfa'il) olmalarıdır. Faal AkFı İlahiyat
başlığı altında başka bîr açıdan İsbât etmiştik. Onun fiili, akıl ve nefslere
Özgü olmayıp âlemde hadîs olan her suret onun umûmî feyzinden
kaynaklanmaktaydı. O, her kabul sahibine hazırlandığı sureti verendi. Biliniz
ki cisim ve cisim kuvvetinde olan şeyler hiçbir şeyi var edemez. Çünkü cisim,
madde ve suretten mürekkeptir. Maddenin tabiatı yokluktur. Eğer cisim etki
sahibi olursa, bunu ancak maddenin katılımıyla yapabilir ki o da yoktur.
Yokluğun varlık üzerinde tesiri olamaz. Faal Akıl, maddeden ve her türlü
kuvvetten soyutlanmıştır. O, her bakımdan büfiİldir.
B- Nefse özgü uyku ve rüya hallerine gelince, uyku;
zahirî kuvvetlerin bedenin derinliklerine gizlenip ruhların zahirden bâtına
geçmesidir. Burada ruhlar ile kasdettiğİmİz kaynağı kalp olan buhar
karışımlarından mürekkep latîf cisimlerdir. Onlar, nefsânî ve hayvani
kuvvetlerin binekleridir. Bu nedenledir ki onların duyulara götüren sinirlerden
oluşan kanallarında bir tıkanma olduğu zaman algılama sona erip titreme ve
nöbetler başlar. Duyular herhangi bir sebepten dolayı faaliyet dışı kaldığında
nefs, duyularla meşgul olmaktan çıkmasına rağmen duyuların ona sevk ettikleri
üzerinde düşünmekle meşgul olmayı sürdürür. Nefs bir boşluk fırsatı bulduğu
zaman bütün mevcudatın nakşedildiği yüce aklî ve ruhani cevherlerle temasa
hazırlanır. O cevherlerde varolan suretler, Özellikle de rüya sahibinin arzuları
doğrultusunda nefse nakşedilir. Onların nefse nakşedilmesi, bir suretin bir
aynadan diğerine yansıması gibidir. Eğer bu suretler cüz'î ve zihinde vâki olup
hafiza tarafından muhayyilenin hiçbir müdahalesi olmaksızın muhafaza edilmiş
ise rüya sâdık olup yorum ve tevile gerek duymaz. Eğer muhayyilede oluşmuş ve
kendisine uygun fiziksel suretlerle denkleştirilmiş ise o zaman yorum ve tevile
ihtiyaç duyarlar. Hayal gücünün tasarrufları kurallara bağlanabilir
olmadığından, şahıs ve şartlara göre değişkenlik arz ettiğinden yorum da
farklılık gösterir. Muhayyile gücü, akıl âleminden duyu âlemine geçtiği ve
tasarrufları karıştığı zaman rüya, yoruma değer olmayan birtakım karışık
düşlerden ibaret olur. Aynı şekilde dört keyfiyetten biri mizaca egemen
olduğunda-da rüyada karışık şeyler görülür.
C- Uyanık halde gayb ilmini idrak etme hakkındadır. Bazı
nefsler öyle bir güce sahip olurlar, ki, duyular onları meşgul edemediği gibi
engel de olamaz. Aksine onlar akıl ve duyu âleminde geniş bakış gücüne sahip ve
gayb ilmine muttali olurlar. Bazı gaybî hususlar onlara bir yıldırım çarpması
gibi bir anda malûm olur ve idrak edilen bu bilgi hafızada olduğu gibi kalır.
Buna 'açık vahiy5 denir. Eğer bu bilgi muhayyilede vuku bulur ve benzetme
tabiatına maruz kalırsa tevile ihtiyaç duyar.
D- Nefsin, aslı olmayan fiziksel suretleri müşahede
etmesidir. Nefs birtakım gaybî hususları güçlü bir şekilde idrak edebilir.
İdrak ettiği şeyin aynı hafızasında kalır. Ancak onu zayıf bir şekilde kabul
ettiği zaman muhayyile ona hakim olur ve onu fiziksel bir surete benzetir.
Ardından da hiss-i müşterek devreye girer. Suret, hiss-i müştereke zihin ve
hayal gücünün bir sirayeti olarak siner. Görme, herhangi bir suretin hiss-i
müşterekte vuku bulmasıdır. Bu, göz vasıtasıyla dışarıdan olabileceği gibi
hayal vasıtasıyla içeriden de olabilir. Bİr kısmı nefsin ve idrak araçlarının
kuvvetinden kaynaklanırken, bir kısmı da nefsin ve idrak araçlarının zafiyetinden
kaynaklanır.
E- Mucize ve kerametler. İbn Sİna dedi ki: Mucize ve
kerametlerin üç özelliği vardır: Nefs ve cevherinin kuvvetiyle ilgili bir
özelliktir ki bu sayede âlemin heyulası üzerinde bir sureti ortadan kaldırma
veya uzaklaştırma biçiminde tesirde bulunur. Çünkü heyula, değerli mufânk
nefslerin etkisine boyun eğmiş ve onların âlemde câri olan kuvvetlerine boyun
eğmiş durumdadır, insani bir nefs, şeref bakımından öyle bir mertebeye
yükselir ki söz konusu nefslerin düzeyine çıkar ve onların fiillerine benzer
fiillerde bulunup muktedir oldukları şeylere muktedir olur. Bir dağı yerinden
oynattığı gibi, bir maden cevherini eriterek suya dönüştürebilir veya bir
eriyiği katılaştırarak taşa çevirebilirler. Böyle bir nefsin o nefslere
nispeti, fenerin güneşe nispeti gibidir. Güneş eşyayı hem ısıtıp hem
aydınlatırken fener de kendi gücü ölçüsünde aynı etkide bulunabilir. Bildiğiniz
gibi nefsin beden üzerinde birtakım cüz'î tesirleri vardır. Nefste galebe gelme
ve öfke sureti hâsıl olduğunda vücut ısısı artarak kızarma başlar. Arzulanan
bir varlığın sureti belirdiğinde ise meni torbalarında ısınma ve heyecanda
artış olur. Sonunda gerekli damarlar şişerek arzunun tatminine hazır hale
gelir. Burada da hazırlayıcı olan sadece düşünce olup başka bir şey değildir.
İkinci özellik nefsin tam bir saflık
ile saflaşmasıdır ki bu sayede Faal Akıl İle iletişim kurmaya hazır hale gelir.
Faal Akıl da ona birtakım ilimleri feyiz yoluyla taşırır. Bazı nefsler için söz
konusu olan kutsal kuvvetin durumunu ve onun öğrenme ve tefekkürle anlama gibi
çabalardan müstağni oluşunu daha önce ifade etmiştik. Bu düzeye ulaşanların
hali şu ayette anlatılana benzer: "Yağı neredeyse ışık saçar. Ateş ona
dcğmese de. O, nur üzerinde nurdur." (Nur, 24/35)
Üçüncü Özellik ise muhayyileden
kaynaklanmaktadır. Burada nefs öyle bir güce sahip olur ki uyanıkken bile gayb
alemiyle temas kurar. Muhayyile, nefsin idrak ettiklerini güzel bir surete ve manzum
seslere dönüştürerek uyanık haldeyken bile işitip görebilir. Üstün cevhere denk
olan suret, güzelliğin doruğuııdadır; o, peygamberlere görünen melektir. Nefsin
şerif cevherlerle temasıyla kazanılan bilgiler hiss-i müşterekte vuku bulan
güzel ve manzum sözlerde tezahür eder ve işitilebilir.
İbn Sİna dedi ki: Nefsler tür
bakımından bir olsa da özellikleri bakımından birbirlerinden ayrışırlar.
Fiillerinde de çok tuhaf farklılıklar görünür.
Tabiatta birçok sır mevcuttur ve
ulvî varlıkların süfli varlıklarla temaslarında birçok ilginç hal görülür.
Allah Teâlâ, ortaya çıkan her şey
için şeriat koymayacak ve ancak sırasıyla cevap verecek kadar Yüce'dir.
Sonuç itibarıyla bu İlİm, gafiller
için gülünç, tahsil sahipleri için öğüttür. Bu iknİ duyduğunda tiksinen kişi,
sadece kendi nefsini suçlasın. Çünkü nefsi buna lâyık değildir. Her nefis
kendi istidadındakini kolayca bulur.
Tabîiyât da bu şekilde sona erdi.
Allah Teâlâ'ya hamd olsun.
Kitabımızın başında Araplar ile
Hintlilerin belli bir mezhep üzerinde yaklaştıklarını ifade etmiş, iki toplum
arasındaki mukayese ve İki millet arasındaki yakınlaşmanın eşyanın özellikleri
üzerinde düşünüp mahiyetlerin hükümleriyle hüküm vermekle sınırlı olduğunu ve
her İkİ grupta da fıtrat ve tabiatın baskın olduğunu belirtmiştik. Buna karşın
Yunanlılar ve Persler de belli bir mezhep üzerinde yakınlaşmışlardı. Onların
yakınlığı ise eşyanın nitelikleri üzerinde düşünmek ve tabiatların hükümleriyle
hüküm vermekle sınırlıydı. Bu iki millette baskın olan çalışma ve elde etmekti.
Bu bölümde önce Câhiliye
Araplarının, ardından Hintlilerin inanışlarını ele alacağız. Kitabımızı da bu
bölümle noktalayacağız.
Câhiiiyye Araplarının mezheplerini
ele almaya başlamadan önce Kabe yani Beyt-i Atîk'in hükmünü ve buna binaen
yeryüzünde inşa edilmiş mabetlerin durumunu belirlemek istiyoruz. Bu
mabetlerin bir kısmı insanlara kıble olmaları için hak din üzere bina edilirken,
bir kısmı da insanları saptırmak amacıyla bâtıl görüşler üzere bina edilmiştir.
Kur'an'da Kabe'nin durumu şöyle zikredilmiştir: "Doğrusu İnsanlar İçin
kurulan ilk mabet, elbette ki Mekke'de bulunan o çok mübarek ve bütün âlemlere
hidayet kaynağı olan evdir." (AH İmrân, 3/96)
Kabe'nin kimin tarafından inşa
edildiği konusunda farklı görüşler belirtilmiştir.
Rivayete göre Adem (akyhissdâm)
yeryüzüne İndirildiği zaman, Hindistan'da Serendib adlı bir bölgeye düşmüştü.
(Taberî, Tarih, 1/154) Bir yandan eşini kaybetmesi, bir yandan da yaşadığı
vicdan azabı ile yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıyordu. En sonunda, eşini Arafat
civarındaki Cebelü'r-Rahme'de buldu. Onu hemen tanıdı. Sonra oradan Mekke'ye
indi ve Rab-bine yalvarıp yakarmaya başladı. Rabbi ona, göktekine benzer bir
mabet inşa etmesi için izin verdi. Adem (aleyhisselâm) semâda iken Beyt-i
Ma'mûr olarak bilinen ve melekler tarafından tavaf edilip ruhanîler tarafından
ziyaret edilen yerde ibadet ederdi. Allah Teâlâ Beyt-i Ma'mûr'un bir modelini
nurdan bir çeper içinde yeryüzüne indirdi. Adem (aleyhisselâm) ibadet ederken
ona yönelir ve çevresini tavaf ederdi.
Adem (aleyhisselâm) vefat ettiği
zaman onun yerine geçen Şît (aleyhisselâm) o nurdan modelin tıpatıp aynı bir
mabedi taş ve topraktan inşa etmeye başladı. Bu mabet, Nuh (aleyhisselâm)
tufanında yıkılıp aradan uzun zaman geçtikten sonra peygamberlik nöbeti ibrahim
Peygambere (aleyhisselâm) geçmiş ve o, eşi Hacer'i (aleyhisselâm) karnındaki
bebeği İsmail'le (aleyhisselâm) birlikte o mübarek beldeye götürmüştü. İsmail
(aleyhisselâm) orada doğup büyümüş, bilâhare İbrahim (aleyhisselâm) ailesine
dönerek mabedin yapımında ekle vermişlerdi. Kur'an bunu şöyle haber
vermektedir: "Hani İbrahim ve İsmail mabedin temellerini
yükseltiyorlardı." (Bakara, 2/127) Baba oğul, aldıkları vahiy sayesinde
mabedi ilk aslı olan Beyt-i Mamur'a uygun olarak inşa etmiş, menâsik ve
kuralları asıllarına uygun olarak ihya etmişlerdir. Allah Teâlâ onların bu
çabalarını kabul buyurmuş ve O'nun bu hüsnü kabulünün bir işareti olarak Kabe'nin
şeref ve yüceliği sonsuza dek teminat altına alınmıştır. Ancak Câhüiyye
Araplan'nın Kabe konusunda farklı görüşleri de olmuştur.
O kutsal mabede putları ilk koyan,
Amr b. Luhay b. Gâlûse b. Amr'dır. Bu şahıs, halkıyla birlikte Mekke'ye gelerek
Kabe'nin yönetimini ele geçirmişti. Bilâhare Şam civarındaki Belka şehrine
giden Amr orada puta tapanların mabetlerini görmüş ve bunların ne işe
yaradığını sormuştu. Onlar da şöyle cevap vermişlerdi: "Biz bu putları
semavî cisimlerin ve ruhanî şahsiyetlerin şekillerini temsil eden rabler
edindik. Onlar vasıtasıyla yardım istediğimizde yardım görür, su İstediğimizde
suya kavuşuruz." Bu inanç Amr'ın hoşuna gitmişti. Onlardan kendisine bir
put vermelerini istedi. Onlar da Hübel'i verdiler. Amr, Hübel'i alarak Mekke'ye
döndü ve onu Kabe'ye koydu. Yanında iki eş konumunda olan İsaf ve Naile putları
duruyordu. Amr şehir halkım bu putları yüceltmeye, onlara tapınmaya ve onları
Allah'a ulaşmak için vesüe edinmeye çağırdı. Bu olayın olduğu dönem Şapur
krallığının ilk yıllarıydı. Kabe'nin putlarla geçen uzun yılları, Allah
Teâlâ'nın İslâm dinini İzhâr etmesine kadar sürmüş ve Kabe putlardan tamamen
temizlenmiştir. Allah Teâlâ'nın Kutsal Evi'nin Zuhal Mabedi olduğunu
söyleyenlerin yalanı da bu şekilde açığa çıkmıştır. İddialarına göre Kabe,
birtakım malum astrolojik talih anları ve makbul temaslar çerçevesinde bina
edilmiş ve Zuhal Mabedi olarak adlandırılmıştır. Zuhal, devamlılık ve
kalıcılığın sembolüdür. Bu da söz konusu mabedin uzun ömürlü olacağını
gösterir. Ama bu hatalı bir görüştür. Çünkü Kabe'yi İlk inşa eden bunu vahiy
üzere, vahiy sahibinin elleri üzere inşa etmiştir.
Biliniz ki mabetler putların
bulunduğu tapınaklar ile ateş bulunan tapınaklar olmak üzere İkiye ayrılmıştır.
Ateş tapmaklarını, Mecusilerle ilgili başlıkta zikretmiştik. Putların bulunduğu
tapınaklara gelince bunlar, Araplar ve Hintlilere ait tapınaklardı. Bu
tapınaklar bilinen yedi yıldızın adlarına bağlı olarak inşa edilmiş meşhur
tapınaklardı. Bu tapınaklardan bazıları zaman içinde ateş tapınağına
döndürülürken bazıları asılları üzere kalmıştır. Tarih boyunca ateşe tapanlarla
putlara tapanlar arasında farklı ihtilaflar yaşanmış ve kimi zaman puta
tapanlar güçlenirken kimi zamanlar da ateşperestler güç kazanmıştır. Hangi
inanış sahibi işgalde bulunursa, girdiği yerdeki tapmağı kendi inancının
sembolleriyle donatırdı. Örneğin İsfahan'a üç fersah uzaklıkta bir dağın
zirvesinde kurulu bir Fars tapmağı vardı. Bu tapınakta putlar bulunmaktaydı.
Ancak Hükümdar Kuştasb Mecusîliği kabul edince orayı ateş tapınağına çevirdi.
Diğer taraftan Hindistan'ın Multan kentinde bulunan bir tapmak, asırlardır hiç
değişmeksizin put tapmağı olarak kullanılmaktadır. Yine Hindistan'da bulunan
Sadusan tapınağında çok büyük putlar mevcuttur. Hintliler yılın belli
dönemlerinde hac amacıyla bu tapınakları ziyaret ederler. Put tapınaklarının
bir diğer örneği Manucehr tarafından Belli şehrinde Ay adına inşa edilmiş
Nûbihar tapınağıdır. İslâm ortaya çıkınca Belli halkı bunu yıkmıştır. Yemen'in
San'a şehrinde bulunan Gummedân tapınağı da Zühre adına Dahhâk tarafından inşa
edilmiş bir tapınaktı. Bu tapınak Osman b. AfBn (radıyal-lahu anlı) tarafından
yıktırılmıştır. Bir diğer tapınak Kral Kâvus tarafından Fergana şehrinde Güneş
adına inşa ettirilmiş olan Kâvsân tapınağı olup Halife el-Mutasım tarafından
yıktırılmıştır.
Biliniz ki Araplar inkarcılar ve
herhangi bir şeyi kabul edenler gibi çeşitli guruba ayrılmıştır.
A- Yaratıcıyı, dirilişi ve hesabı inkâr edenler
Câhiliye Araplarımn bir bölümü
yaratıcıyı, öldükten sonra dirilmeyi ve hesabı inkâr ederdi. İddialarına göre
canlıları yaşatan tabiat, Öldüren de dehr İdi. Kur'an onları şöyle haber
vermektedir: "Dediler ki: Dünya hayatımızdan başkası yoktur. Ölürüz,
yaşarız." (Câsiye, 45/24) Onların bu sözlerinde süfli âlemdeki duygu ile
algılanan tabiatlara, hayat ve Ölümü de bunların terkip ve çözülmesine bağlama
söz konusudur. Onlara göre birleştirici olan tabiat, Öldüren ise dehr yani
zamandır: "Bizi yokeden ancak dehrdir. Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur.
Onlar sadece öyle olduğunu zannediyorlar." (Câsiye, 45/24) Kur'an birçok
ayet ve sûresinde fikrî zorunluluklar ve fıtrî ayetlerle bunun aksini
kanıtlamıştır: "Hiç düşünmezler mi ki arkadaşlarında hiçbir cinnet yoktur
ve o, ancak açık bir uyarıcıdır."(A'râf 7/184) "Göklerin ve yerin
nıelekûtüne hiç bakıp düşünmezler mi?" (A'râf, 7/185) "Allah'ın
yarattıklarına hiç bakmazlar mı?" (NahJ, 16/48) "Yoksa sizler yeri
iki günde yaratanı inkâr mı ediyorsunuz?" (Fussilct, 41/9) "Ey insanlar!
Sizi yaratan Rabbinize tapın." (Bakara, 2/21) Bu ayetlerde yaratılandan
Yaratıcıya götüren zorunlu delâletler söz konusu olup ilk yaratmada olduğu
gibi diriltmede de mükemmelliğe Kadir olduğu bildirilmektedir.
B- Öldükten sonra dirilme ve hesabı inkâr edenler
Arapların bir bölümü ise Yaratıcıyı,
yoktan yaratmayı kabul etmelerine karşın öldükten sonra dirilme ve hesabı
inkâr etmişlerdir. Kur'an onları da şöyle haber vermektedir: "Kendi
yaratılışını unutup Bize misal getirdi ve 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?'
diye sordu." (Yâsîn, 36/78) Sonra da ilk yaratılışı delil getirerek onları
susturdu. Çünkü onlar ilk yaratılışa inanıyorlardı: "De ki: onları ilk kez
inşa eden diriltecektir." (Yâsîn, 36/79) "Yoksa artık o birinci
yaratış ile yoruluverdİk mİ? Doğrusu onlar yeni bir yaratılıştan şüphe
içindedirler." (Kâf, 50/15)
C- Peygamberleri inkâr edenler; putperestler
Câhiliye Arapları arasında
yaratıcıya, ilk yaratılışa ve bir şekilde tekrar dİrİlrilmeye inananlar da
vardı. Ama bunlar da peygamberleri inkâr ediyor, putlara tapıyorlardı. Bu
putların, kendileri içinde Allah katında şefaatçi olacaklarını iddia ettikleri
için onları hacceder, kurbanlar keser, hediyeler sunar, çeşitli menâsik ve
şiarlar ile onlara tâatte bulunurlardı. Belli şeyleri helal, belli şeyleri
haram görürlerdi. Araplar'ın ekseriyeti bu inanıştaydı. Sadece küçük bir
topluluk yukarıda zikrettiğimiz görüşlere sahiptir. Kur'an'da onlardan haber
verilirken şöyle buyrulnıaktadır: "Dediler ki: 'Bu Peygamberce de ne
oluyor? Yemek yiyor, çarşı pazarda dolaşıyor? Ona bir melek indirilse de
beraberinde bir korkutucu olsa ya! Yahut ona bir hazine bırakılıverse veya
güzel bir bahçesi olsa da ondan yese ya!' Hem o zâlimler 'Siz sadece büyülenmiş
bir adama tâbi oluyorsunuz' dediler." (Furkân, 25/7-8) Kur'an ise buna
karşılık bütün peygamberlerin böyle olduklarını bildirerek istidlalde
bulunmuştur: "Senden önceki peygamberleri -de farklı şekilde-
göndermedik. Şüphesiz onlar da hem yemek yiyor, hem de çarşı pazarda
dolaşıyorlardı. " (Furkân, 25/20)
Arapların şüpheleri şu iki noktayla
sınırlıydı:
a- Öldükten sonra dirilmeyi ve cesetlerin diriltilmesini
inkâr.
b- Peygamber gönderilmesine inanmama.
Kupan, ilk şüpheyi şöyle haber
vermiştir: "Yoksa ölüp toprak ve kemiğe dönüştükten sonra mı
diriltileceğiz? Yoksa ilk atalarımız da mı?" (Sâffat, 36/16-17) Benzer
birçok ayette bu şüphe üzerinde durulmuştur. Câhi-liye Arapları bu İnkârlarını
şiirlerinde de ifade etmişlerdir:
Tasam sonra- ölüm sonra diriliş,
Olsa olsa hurafedir ey Ümmü Amr.
Bedir savaşında kaybettikleri için
düzdükleri mersiyelerden birinde şöyle denmektedir:
Nedir o kuyudaki, Bedir kuyusundaki,
Deve hörgüçleriyle örtülü kara tahtalar, Peygamber diyor ki yaşayacağız,
Susuzluktan kavrulanlar nasıl yaşayacaksa?!
Câhiliye Arapları arasında tenâsuha
inananlar da vardı. Bunlar şöyle derlerdi: İnsan öldüğü veya öldürüldüğü zaman
beyinin kanıyla vücudunun bazı parçalan toplanarak bir baykuşa biner. Bu kuş,
yüzyılda bir mezarının başına gelir. Allah Resulü (saUallâhu aleyhi ve seUem)
işte bu inanışı da şu hadisiyle reddetmiştir: "Ne baykuş, ne Advâ, ne
Safer vardır."
İnsan suretinde peygamber
gönderilmesine dönük şüpheleri çok daha güçlü ve bundaki ısrarları çok daha
katıydı. Kur'an, onların bu tavırlarını şöyle haber vermektedir: "Hidayet
geldiğinde insanları iman etmekten alıkoyan sadece 'Allah beşer bir peygamber
mi göndermiş?' demeleridir." (İsrâ, 17/94) "Yoksa bir beşer mi bize
yol gösterecek?" (Tegâbün, 64/6) Aralarında meleklerin varlığına
inananlar gökten bir meleğin gelmesini istiyorlardı: "Ona bir melek
indirilmeli değil miydi? dediler." (Furkân, 25/7) Meleklere İnanmayanlar
ise bizim Allah katındaki vesile ve şefaatçilerimiz dikili putlardır. Allah'tan
geldiği söylenen emir ve şeriat ise bizce münkerdir.
Arapların Putları ve Eğilimleri
Arapların taptıkları belli başlı
putlar şunlardı: Vedd, Suvâ, Yağûs, Ya'ûk, Nesr. Vedd, Kelb kabilesinin putuydu
ve Dûmetü'I-Cendel'de bulunuyordu. Suvâ Hüzeyl kabilesinin putuydu. Kabile
mensupları onu hacceder ve önünde kurban keserlerdi. Yağûs Müzhic ve bazı Yemen
kabilelerinin putuydu. Ya'ûk Hemcdan'da bulunan bir puttu. Ncsr Zü'1-Kilâ'
kabilesinin putuydu ve Hİmyer'de bulunurdu. Lât, Sakîf kabilesinin putu olarak
Taifte bulunurdu. Uzzâ, Kureyş, Benî Kinâne ve Benî Süleym'den bazı aşiretlerin
putuydu. Menât Evs, Hazrec ve Gassân kabilelerinin putuydu. Hübel ise bütün
Araplar için en yüce put olarak bilinir ve Kabe'de dururdu. İsaf ve Naile
putları, Amr b. Luhay tarafından konuldukları Safa ve Merve tepelerinde dururdu.
Kurbanlar, bu iki putun önünde Kabe'ye dönük olarak kesilirdi. Bu İkisinin
Cürhüm'den İsaf b. Amr ve Naile b. Sehl oldukları, birbirlerine aşık olan bu
ikilinin Kabe'de işledikleri günah sebebiyle taş kesildikleri söylenirdi. Bir
diğer rivayet ise, böyle olmayıp Amr b. Luhay tarafından getirilip Safa'ya
yerleştirildikleri yönündedir.
Bahanelerden Benî Milkan kabilesinin
Sa'd isimli bir putu vardı. Biri-sİ bu put hakkında şöyle demiştir:
Sa'd'e vardık, işimizi düzeltsin
diye Dağıttı bizi Sa% Artık Sa}d3dan değiliz biz. Sa~d dediğin bir kayadan, bir
oyuktan başka nedir ki? Ne zarar verir, ne yarar getirir.
Araplar telbiye ve tehlil ettikleri
zaman şöyle derlerdi:
Lebbeyk Allahümme lebbeyk Lebbeyk la
şerike lek İllâ şerikün hüve lek vem
Araplardan Yahudiliğe,
Hıristiyanlığa ve Sâbiîliğe meyledenler de bulunuyordu. Bir kısmı nev3 denilen
yıldız gruplarına inanırlar; buna müneccimlerin gökcisimlerine inandıkları gibi
kuvvetle bağlanırlardı, Öyle ki hareket ve sükunlarında, gidip gelmelerinde hep
bu neVlerc göre iş görürlerdi. "Yağmurumuz şu nev3 sayesinde yağdı."
derlerdi. (Taberî, Tefsir, n/661; Kurmbî, el-Câmi, 13/57; Müsned, 1/89,108)
Kimisi de meleklere ve cinlere tapar, bunların Allah'ın kızları olduğunu İleri
sürerlerdi. Allah bütün bunlardan münezzehtir.
A- İlimleri
Biliniz ki Câhiliye dönemi
Araplarının sahip oldukları ilimler üç gruba ayrılır:
İlki nesep, tarih ve dinlere dair
bildikleri ilimlerdir. Araplar bu ilimleri değerli ilimler arasında saymışlardır.
Özellikle Allah Resûlü'nün (salhllâhu aleyhi ve sellem) dedelerini, İbrahim
(aleyhisselâm) İle İsmail'in (aleyhisselâm)
soyundan gelen o nurun,
Abdülmuttalib'e kadar sahip olduğu ataları tanımaya dönük çalışmalar çok ilgi
görmüştür. Bilindiği üzere Abdülmut-talib Mekke'nin efendisi ve Ebrehe'nin
filinin önünde eğildiği şahsiyetti. Fil Ashabının kıssası da bu meyanda bilinen
bir olaydır.
Allah Teâlâ bu nurun bereketi
sayesinde Ebrehe'nİn şerrini savmış ve ordusunun üstüne Ebabil kuşlarını
göndermiştir.
Yine bu nurun bereketi sayesinde
görülen rüyada Zemzem kuyusunun yeri bulunmuş ve Cürhüm tarafından gömülen
kılıçlar ve ceylanlar ortaya çıkartılmıştır.
Bu nurun bereketi sayesinde
Abdülmuttalib'e onuncu çocuğuyla ilgili adağı hatırlatılmış ve Allah Resulü
(sallallâhu aleyhi ve sellem) de bununla iftihar ederek "Ben iki
kurbanlığın oğluyum" (Adûnî, Keşfu'1-Hafâ, 1/199; Hâkîm, Müstedrek, 2/604,
609) buyurmuştu. İlk kurbanlık İsmail (aleyhisselâm) İdİ. O, nurun
üzerine inip sonradan kaybolduğu peygamberdi. İkinci kurbanlık ise Allah
Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) babası Abdullah b. Abdülmutta-lib idi.
O da nurun indirildiği ve sönmeyecek şekilde parladığı kişiydi.
Yine bu nurun bereketi sayesinde
Abdülmuttalib oğullarına zulüm ve azgınlığı terketmeyi emretmiş, onları güzel
ahlaka özendirerek süfli işlerden sakindırmıştır.
Bu nurun bereketi sayesinde Araplar
arasındaki husumetlerde hakem tayin edilmiştir. İki hasım önüne geldiğinde
Kabe'nin kenarına oturup sırtım Kabe'ye verir ve hak ile hükmederdi.
Yine bu nurun bereketi sayesinde
azgın Ebrehe'ye şu cevabı vermişti: "Bu Ev'in bir Rabbi var. Onu savunup
koruyacaktır." (ibn Hişâm, esSîretû'n-Nebcviyyc, i/42) Ebu Kubeys dağına
çekildikten sonra da şu beyitleri söylemişti:
Tasalanma! Kişi beldesini korur, Sen
de koru beldeni!
Onların güç ve tedbirleri zulümle
senin tedbirini mağlup etmez.
Onları Kabemizle başbaşa bırakırsan,
ne olur sonra?
(İbn Hişâm, es-Sîretû'n-Nebeviyye,
1/43)
Yine bu nurun bereketi sayesinde
vasiyetleri arasında şöyle demiştir: "Bu dünyaya gelen hiçbir zalim yoktur
ki Allah Teâlâ ondan intikamını alıp cezasını vermesin!" O sıralarda
zulmüyle tanınmış biri cezasını çekmeden ölmüştü. Bu husus Abdülmuttalib'e
söylenince biraz düşündü ve şöyle dedi: "Yemin ederim ki bu yurdun
ötesinde bir yurt daha vardır ve orada iyi iyiliğiyle ödüllendirilecek, kötü de
kötülüğü sebebiyle cezalandırılacaktır."
Onun ilk yaratılışa ve öldükten
sonra dirilişe inandığını gösteren bir delil de şudur: Oğlu Abdullah için kur'a
çekerken şöyle diyordu:
Ey Rabbim! Sensin hamdedilen mülk
sahibi, İlk yaratan ve diriltecek olan Rabbimsin, Güzellik de destek de
katmdandır.
Risâlcti ve nübüvvetin şerefini
bildiğini gösteren delil ise şudur: Mck-keliler meşhur kuraklığa düşüp iki yıl
yağmursuz kaldıklarında oğlu Ebu Tâlib'den Muhammed Mustafa'yı (sallallâhu
aleyhi ve sellem) getirmesini istedi. Henüz emzikte olan Muhammed'i (sallallâhu
aleyhi ve sellem) getirdiğinde onu kucağına aldı ve Kabe'ye yönelerek onu
havaya attı. Bu arada "Ey Rabbim! Bu bebeğin hürmetine!" Bunu ikinci,
üçüncü kez yaptı. Bir yandan da, "Bu bebeğin hürmetine yağmur yağdır! Bol
bol yağdır" diye dua ediyordu. Bir saat geçmedi ki gökyüzü bulutlarla
doldu. Öyle bir yağmur yağdı ki Kabe'nin yıkılmasından korktular. Ebu Tâlib de
bu olaya işaret eden şu şiiri söyledi:
Bembeyazdır o, yüzüsuyu hürmetine
yağmur istenir, Yetimlerin yardımcısıdır, dulların hâmisi, Hâşimoğullannın
gayretkeşleri toplanır çevresine, Onun katında nimet ve fazilet görürler.
Kabe'nin Rabbine andolsun ki
Muhammed'i terkettiğim lafı sizin yalanınız,
Onun için çarpışır ve mücadele
ederiz, Teslim etmektense onu, etraftnda, toplanırız. Çocuklarımızı ve
ellerimizi görmez gözümüz.
Abbas b. Abdülmuttalib (radıyalkhu
anh) de O'nun hakkında şöyle bir kaside okumuştur:
Ondan önce güzelleştin gölgelerde,
Dünya- kararırken bir emanetgâhta,
Sonra indin bu beldeye, ne beşerdin
Sen, ne bir çiğnem et, ne de bir kan
pıhtısı.
Öyle bir nutfeydin ki biniyordu
gemiye,
Su ağız hizasına gelip halkı
boğulmuşken,
Bir soydan taşınırdın bir ruhime,
Bir âlem geçtiğinde görünmüştü yer
tabakası,
Kuşatmıştı engin evini,
Altında tepelerin olduğu yüksek
zirvede.
Ve sen zuhur ettiğinde parladı
Arz ve aydınlandı nurunla ufuk.
İşte biz o ışık ve nurda
T arar ak ilerleriz rüşt yollarında.
Câhiliye Araplarının sahip oldukları
İkinci ilim türü ise rüya İlmidir. Ebubekir (radıyalkhu anh) CâhİIiye döneminde
rüya tabirinde bulunan ve isabet eden bir şahsiyetti, insanlar gördükleri
rüyaları ona anlatır ve yorumunu sorarlardı.
Üçüncü bir ilim ise yıldız yani burç
ilmiydi. Bununla daha çok kâhinler ve büyücüler uğraşırdı. Allah Resulü
(salkllâhu aleyhi ve scllem) yıldızlara göre konuşanlar hakkında şöyle
buyurmuştur: "Falan yıldızın rahmeti sayesinde yağmur yağdı diyen kimse
Muhammed'e indirileni inkâr
etmiştir." (Euhârî, Ezan, 156;
Müslim, İman, 152; Ebu Davud, İbn, 22; Abdurrezzak b. Hammam, Musannaf, 1
L/459)
B- İnançları
Araplar arasında Allah Teâlâ'ya ve
ahiret gününe İnanıp nübüvveti bekleyenler de vardı. Bunların gözettikleri
belli gelenekler ve kurallar mevcuttu. Bir nevi inanç sahibi oldukları için
bunları da zikrediyoruz.
Açık nuru ve temiz nesebi bilen,
hanîf dine İnanan ve gelecek peygamberi bekleyenlerden biri Zeyd b. Amr b.
Nüfeyl idi. Sırtını Kabe'ye yaslayıp şöyle derdi: "Ey insanlar, bana
gelin! Benden başka ibrahim dini üzere olan kalmadı." Ümeyye b.
Ebi's-Salt bir gün onun şu şiirini işitmişti:
Kıyamet günü her din, Haniflik
dışında iftiradır.
Ümeyye ona 'Doğru söylüyorsun' dedi.
Zeyd de şu şiirle mukabele etti:
Hiçbir neft korumayacak seni, Hesap
günü beşer toplandığında.
Araplar arasında tevhide ve hesap
gününe İman eden başkaları da vardı. Örneğin Kus b. Sâide el-Iyâdî vaazlarında
şöyle derdi: "Kabe'nin Rabbİ'ne andolsun ki helak olan her şey dirilecek,
giden her şey bir gün geri dönecektir!" Yine o şöyle demişti:
Dikkat edin! O Allah tek bir
ilahtır,
Ne doğmuş, ne de doğurmuştur,
Diriltip açığa çıkarmıştır,
Tann dönüş de yine O'nadır.
öldükten sonra diriliş hakkında da
şöyle bir şiir söylemiştir:
Ey ölüye ağlayan! Ölüler kabirdedir,
Üstlerinde parçalanmış ipek
giysileriyle,
Bırak onları! Bir günleri vardır
çağrılacakları,
Uykulardan uyandıran kâbus gibi.
Geleceklerdir eski hallerinden
farklı bir halle,
Öncekiler de sonrakiler de
yaratılacaktır,
Kimileri çıplak gelecektir kimileri
giysileriyle,
Kimi yenisiyle, kimi eskimiş
mavisiyle.
Bir diğer muvahhid, Amir b. ez-Zarab
ei-Advânfdir. Arapların tanınmış şair ve hatiplerinden biriydi. Uzun
vasiyetinin sonunda şöyle demişti: "Kendi kendini yaratan hiçbir şey görmedim.
Hiçbir mevzu görmedim ki yaratılmış olmasın. Hiçbir gelen görmedim ki gidici
olmasın. İnsanları öldüren eğer hastalık olsaydı, ilaçların diriltmesi
gerekirdi. Dağınık şeyler görüyorum.. Harta..." 'Hatta ne?' diye
sorulduğunda şöyle dedi: "Hatta ölü dirilecek, olmayan şey varolacaktır.
Gökler ve yer bunun için yaratılmıştır.." Bu söz üzerine yanından ayrılıp
gittiler. O da şöyle dedi: "Yazıklar olsun! Oysa bu, kabul edenler için
bîr öğüttü."
Amir, bazı şeyler gibi şarabı da
kendine haram kılmıştı. Bu konuda şöyle bir şiiri vardı:
Şarabı içersem, tadı için içerim?
Eğer lezzeti ve onu sunan enfiyeler
olmuşa ne ben? Onu görürdüm., ne de o beni, ancak çok yüksekten. Delikanlıyı
zorlar elinde olmayana? Halkın hem akhnı götürür, hem malını. Bırakır ardında
kin ve nefret, Yiğit gençleri eder rezil ve rüsvay. Allah'a and ettim ki ne
sunacağım onu, ne içeceğim. Arzın toprağı dağıtmcaya kadar mafsallarımı.
Câhiliyc döneminde şarabı haram
görenlere örnek olarak şu isimleri de zikredebiliriz: Kays b. Asım et-Temîmî,
Safvân b. Ümeyye b. Muh-ris el-Kenânî, Afîf b. Ma'dikerib el-Kİndî. Bu şahıslar
şarabın kötülüğü hakkında şiirler söylemişlerdir. Şarabı olduğu gibi zinayı da
haram gören el-Eslûm el-Yâlî ise şöyle bir şiir söylemiştir:
Uzun acılardan sonra barıştım halkımla,
Barış işlerin en güzelidir, hem kalıcı, Arzuladığım halde terkettim şarabı Ve
fahişeleri ki bunların terki daha güzeldir. Sıyrıldım bunlardan kerem için ey
anacık, Zaten akıl sahibi iffetli kimseler de böyle yapar.
Yaratıcıya ve Adem Peygamber'in
(ateyhissdâm) yaratılan ilk İnsan olduğuna inananlardan biri de Kuzâa'dan
Tâbıha b. Sa'leb b. Vebre'nin köle-siydi. Bu konudaki şiirinde şöyle demişti:
Ey Rabbim! Dua ederim sana lâyık
olduğun şeyle, Bir ağaç dalına tutunmuş bir kazazedenin Anasıyla. Çünkü Sen
ehlisin bütün hgmd ve haynn, Zenginsin, öfkende acele etmez ve kınamazstn. Sen
ki zamanın ikinci kez diriltemeyeceğisin, Kullarından hiçbiri görmemiştir
cimriliğini, Sen ki Kadım, Evvel ve şan sahibisin, İnsanların ilk yaratıcısısm
sen sırlar içinde. Sen ki beni bir karanlığa girdiren, Ademdin soyundan başka
bir karanlığa bırakan.
Araplar arasında ahiret İnancı
olanlardan biri de en-Nâbİğa ez-Züb-yânî'dir. Hesap günü hakkında şöyle
demiştir:
Dinlen Sağlamdır. Akıbetleri dışında
bir şey ummazlar.
Bu ifadesi ile amellerin
karşılığının verileceğini murat etmiştir.
Züheyr b. Ebi Sülmâ el-Müzenî de
inancı olanlardandı. Bir gün gür ağaçlarla dolu bir ormandan geçiyordu. Ağaçlar
kuruduktan sonra tekrar yapraklanmıştı. Yanındakilere şöyle dedi: "Araplar
bana sövmeyecek olsa, kuruduktan sonra şu ağaçlan tekrar diriltenin, çürümüş
kemikleri de dirilteceğine inanırdım!" Bilâhare inanmış ve bir
kasidesinde şöyle demiştir:
Yoksa bir anneden daha mı vefakârdır
kara toprak,
Ertelenir ve bir deftere yazılıp
beklenir,
Hesap gününe kadar. Ya da
âcilleştirip alınır intikamı.
Bir diğeri Allâf b. Şihâb
et-Tcmîmfdir. Allâf, Allah Teâlâ'ya ve hesap gününe inanırdı. Bir şiirinde
şöyle demişti:
Hasmı gördüm Rifâa savaşında, Aldım
ondan silahını. Bildim ki Allah verir karşılığını kuluna, Hesap günü amellerin
engüzeliyle.
Câhiliyc Araplarmdan bazıları
ölümleri yaklaştığı zaman çocuklarına şöyle derlerdi: "Bineğimi de benimle
gömün ki dirildiğimde ona bineyim. Eğer yapmazsanız diriltildiğimde yayan
olurum." Cüreybe b. el-Eşîm el-Esedî ölüm döşeğinde yatarken oğlu Sa'd'a
şöyle demişti:
Ey Sa'd! Ben ölmek üzereyim,
Sana vasiyetim var ki vasiyeti tutan
yakındır.
Babanı yayan bırakma, Diriliş günü.
Yoksa düşer ellerinin üstüne,
mahvolur.
Bindir babanı güzel bir bineğe,
Hem de binilecek bir deveye ki
doğrusu budur,
Mirasım içinde belki vardır bir
binek deve,
Diriliş günü 'Haydi binin!'
denildiğinde binerim ona. tu:
Amr b. Zeyd b. el-Mütemennî ise
oğluna şöyle vasiyette bulunmuş-
Ey oğul! Bırakıp gittiğinde beni
Kabirde, bana güzel bir binek ver. Dirilişte Haydi binV denildiğine Ölüleri Haşreden'in
haşrinde herkesle Ama olmayan binecek devesi, İtilip kakılır orada, tökezler
durur.
Câhiliye Arapları, deveyi başı arkaya
çevrilmiş halde veya karnına doğru bağlanmış halde mezara sabİtledikten sonra
yularını ortadan iyice sıkarak boğazına bağlar ve hayvanı orada ölüme
terkederlcrdİ. Bu durumdaki deveye 'Beliyye', onu sıkan ipe de 'Veliyye'
derlerdi. Aynı zanıanta sıkıntı ve bela anlamına gelen Beliyye kelimesinden
hareketle zor durumda kalanlara şöyle denirdi: Boyunlarında ipleri sıkılıp
ölüme terkedilmiş develer gibi.
C. İslâm'ın kabul ettiği Câhiliyye
gelenekleri
Muhammed b. Sâib el-Kelbî şöyle
demiştir: Araplar, Câhiliye döneminde birtakım şeyleri haram görürlerdi.
Kur'an indiği zaman, bunların bir kısmı Kur'an tararından da haram kılındı.
Örneğin Araplar annelerle, kız çocuklarıyla, teyze ve halalarla evlenmeyi haram
görürlerdi.
En çirkin adetleri, adamın iki kızkardcşle
birden evlenmesi ve babasının kadınıyla düşüp kalkmasıydı. Böyle yapana
'Dayzan' derlerdi. Evs b. Hacer et-Temîmî, babasının kadınıyla nöbetleşe
birlikte olan Kays b. Sa'lebe oğullarından üç kardeşi ayıplayarak şöyle
demişti:
Tiğitliğiniz herkesin malumudur, Ama
hepiniz de babanız için Dayzansınız. Taze kadın bulun da dolaşın tepesinde,
Örtülü koltukları üstünde zürafagibi.
Kureyş kabilesinde iki kızkardeşle
birlikte evlenen ilk kimse Ebu Uhayha Saîd b. el-As idi. Muğire b. Abdullah b.
Amr b. Mahzûm'un kızları Hind ve Safıyye ile aynı anda evlenmişti.
Araplar arasında bir adam ölüp
geride hanım bıraktığında veya hanımını boşadığında en büyük oğlu kalkıp eğer
gönlü varsa kadının üstüne giysisini bırakırdı. Eğer onda gönlü yoksa
kardeşlerinden biri yeni bir mihİrle onunla nîkahlanırdı.
Kadını babasından, kardeşinden,
dayısından veya dayı çocuklarından birinden sözlerlerdi. Denkler arasında nikah
kıydırdı. Eğer taraflardan biri nesep bakımından daha üstün ise, diğeri malı
için tercih edilirdi. Eğer annesi cariye ise kendisi gibi annesi cariye olan
bir kadınla evlenirdi. Kız istemeye gelen içeri girerken "Sabahınız
nimetli olsun" derdi. Sonra şunu söylerdi: "Biz sizin denginiz ve
eşitin. Eğer kızınızı verirseniz biz arzumuza, siz de bize kavuşmuş olursunuz.
Sizinle hısım olmaktan dolayı memnun oluruz. Eğer bir nedenden Ötürü bizi
reddederseniz, özür dileyerek geri döneriz." Kızı isteyen çok yakın
biriyse kızın babası veya kardeşi geline şöyle derdi: "Kocana
götürüldüğünde kolaycı ol, erkek doğur, kız doğurma. Allah çocuğunu, izzetini
ve ömrünü bol etsin. Güzel ahlaklı ol, kocana saygı duy. Güzelliğin su gibi
olsun."
Kız gurbete gidecekse şöyle derdi:
"Kolaycı olma, erkek doğurma, uzakları yaklaştırır düşmanlar doğurmuş
olursun. Güzel ahlaklı ol ve kayınvalidenle kayınpederine şirin görün. Çünkü
gözleri senin üstünde, kulakları sendedir. Güzelliğin su gibi olsun."
Boşanma üç ayrı celsede üç kezde
tamamlanırdı. Abdullah b. Abbas (radıyallahu anlı) şöyle demişti: "Uç
talak ile boşamayı İlk gerçekleştiren İsmail b. İbrahim'dir (aleyhissclâm).
Araplar boşamayı böyle yaparlardı. Kadın her defasında bir kez boşanır ve
üçüncü boşamadan sonra bir daha onunla evle-nemezdi." el-A'şâ b. Meymün b.
Kays bir kadınla evlenmiş, ama kadının kabilesi bu evliliğe karşı çıkmıştı. Bir
gün onu yakalamış ve kadım boşa-madığı takdirde dayakla tehdit etmişlerdi.
Şöyle dedi:
Ey eşim ayrı ol, çunku boşsun.
İnsanların işleri hep böyledir
gider, gelirler.
Bunun üzerine 'İkile!' diye ısrar
ettiler. O da şöyle dedi:
Ayrı ol, çünkü ayrılık daha iyidir
Sopadan, Başının üstünde bana ait
bir karahk görülmesinden.
Sonra, cÜçle' dediler. O da şu
beyitle hanımını üçüncü kez boşadı: Ayrı ol, iffetli ve kınanmamış olarak,
Aramızda sevilen ve seven biri olarak.
Câhiliye döneminde dört şekilde
evlenilirdi: Adam kadına talip olur ve onunla evlenirdi. Kadının, kendisine
uğrayan bir dostu olur, çocuğunu doğurduğu zaman, 'Bu çocuk filanındır' deyince
adamla evlenirdi. Tek bir temizlik döneminde birçok erkekle birlikte olur ve
doğurduğunda çocuğu onlardan birine nispet ederdi. Bu konumdaki kadına taksim
edilmiş anlamında 'mukasseme' denirdi. Bir de evinin önüne bayrak dikmiş
kadınlar olurdu. Bunlar sayısız erkekle birlikte olur, hamile kaldıklarında
bütün erkekler toplanır ve çocuk kime benzîyorsa ona nispet ederdi.
Câhiliye Arapları Kabe'yi hacceder,
umre yapar ve ihrama girerlerdi. Züheyr şöyle demiştir:
Köleler arasında öyleleri vardır ki
kimi ihramlı, çıkmıştır. Kabe'yi yedi kez tavaf eder, Hacer-İ Esvcd'i sıvazlar,
Safa ile Merve arasında sa'y yaparlardı. Ebu Tâlib şöyle demişti:
İki Merve arasında kulaçlar Safa'ya
doğru,
Her ikisinde de ne suret ve ne
hayaller.
Telbiyede bulunurlar, ama bazdan
telbiyede şirk koşardı:
Ancak bir ortağın vardır senindir,
Sen ona da, onun sahip olduklarına
da sahipsin.
Vakfelerin hepsinde durulardı.
Nitekim el-Udvâ şöyle demişti:
Kureyş'in haccettiği üzerine,
Geceleri hacıların durdukları vakfe
üzerine and içerim.
Hac için kurbanlar keser, şeytan
taşlar, haram ayları bilir, Tayy, Has'am ve el-Hâris b. Ka'b oğullarının bir
kısmı dışında bu aylarda baskın ve savaş yapmazlardı. Bu kabileler ise ne
hacceder, ne umre yapar, ne de haram ayları tanırlardı. Mekke'nin kutsallığını
da tanımazlardı.
Kureyş, başka bazı kabilelerle
yaptığı savaşı 'Amul-fıcâr' olarak isimlendirmişti. Çünkü bu savaşı, savaşın
haram kılındığı aylarda yapmışlardı. Haram aylarda savaş ettikleri zaman 'Kad
fecernâ — Yoldan çıktık, günah işledik' derlerdi. İsim de buradan gelmektedir.
Harem-i Şerifte zulümde bulunmayı
hoş görmezlerdi. Kadının biri oğlunu orada zulümden sakındırarak şöyle demişti:
Ey oğul, zulmetme sakın Mekke'de, Ne
küçüğe, ne de senden büyüğe. Ey oğul, kim zulmederse Mekke'de, Türlü
kötülüklerle karşılaşır. Ey oğul, bunu kendim denedim de, Gördüm orada
zulmedenin helakini. Ey oğul, kuşlarına bile dokunma oranın, Bırak yabani
hayvanları güvende olsunlar.
Bazı Araplar, haram ayların
yerlerini değiştirerek (—Nesî) iki yılda bir ay, üç yılda bir ay kazanırlardı.
Yılın bir ayında haccettikleri zaman, sanki o ay Zilhicce'ymiş gibi Tervİye
Günü ve Arefe gününü tesbit etmekten çekinmezlerdi. Böylelikle ayın onuncu
günü, Kurban Günü olurdu. O gün Mina'da kalırlardı. Arefe günü de, Mina'da
kaldıkları günler de ahşveriş etmezlerdi. Ayların yerlerini değiştirmeleri
hakkında şu ayet inmiştir: "Ayların yeriyle oynamak, ancak küfrü
artırmaktır." (Tevbe, 9/37)
Putlar için kurban kestiklerinde
kanlarını putlara sürerek servetlerinin artmasını umarlardı.
Kusay b. Kilâb Allah dışında putlara
tapmaktan sakındırırdı. Şu meşhur şiir de onundur:
Bir Rab mi, yoksa bin rab mi,
Edineyim işler bölündüğünde?
Lât% Uzzâ'yı, hepsini terkettim,
Zaten basiretli adam da- böyle
yapar.
Ne Uzzâ'ya taparım, ne onun iki
kızına,
Ne de ziyaret ederim Benî Gtmem'in
putlarını.
Şiirin Zeyd b. Amr b. NüfeyFe ait
olduğu da söylenmiştir. Bu zât, Kureyşlilerîn eziyetlerine maruz kalmış ve
Harem'den çıkartılmıştır. Kabe'ye sade geceleri girebilirdi.
el-Kalmas b. Ümeyye el-Kinânî Mekke
meydanında halka şöyle hitap etmişti: "Beni dinleyin ki doğru yolu
bulaşınız!" "Nedir o?" dîye sordular. Şöyle dedi: "Birçok
ilaha dağılıp gittiniz. Çok iyi biliyorum ki Allah buna razı değildir. Muhakkak
Allah, bu İlahların hepsinin Rabbİdir. Yalnız kendisine kulluk edilmesini
ister!"
Bu sözleri dinleyen kalabalık bir
anda dağılıp gitti. Sadece bir grup ona yanaştı ve onun Temîm oğullarının dini
üzere olduğunu zannettiler.
Câhiliye Arapları cünüplükten dolayı
gusül abdesti alır ve ölülerini gömmeden önce yıkarlardı. el-Efvah el-Evedî bu
konuda şöyle bir şiir söylemiştir:
Dikkat edin! Tedavi edin beni ve
bilin ki gidiciyim, Ayrılık veya sakınma beni kurtaracak değildir Diyeceğim o
ki giysilerim yaramaz bana. Mafsallarım ortaya çıkıp gözler donakaldığında.
Getirsinler soğuk bir suyla yıkasınlar bedenimi, Ne zor yıkamadır o ki ardından
büyük günahlar gelir.
Araplar ölülerini kefenler ve
definden önce dua ederlerdi. Ölü için dua şundan ibaretti: Ölen kişi yatağına
taşındıktan sonra evin büyüğü kalkar ve onun bütün iyiliklerini sayıp
övgülerde bulunurdu. Ardından ölü defnedilir ve "Allah'ın rahmet ve
bereketi üzerine olsun!" denirdi.
Kelb kabilesinden birinin Câhiliye
döneminde torununa şöyle dediği nakledilmiştir:
Uzun ömürlü ol! Eğer ben sağken
ölürsen, Dualarımda hep seni anarım. Malımın yansını İbn Sama veririm, Yaşarsam
hayatımda ve de ölümümde.
Câhiliyye Arapları İbrahim
Peygamber'in (aleyhisselâm) öğrettiği fıtrî temizliği devam ettirmişlerdir ki
bunlar on kısımdır. Beşi kafa bölgesinde, beşi de vücut kısmındadır. Kafa
kısmındaki beş şey, ağza ve burna su çekip temizlemek (mazmaza ve istinşak),
bıyığı kısaltmak, saçı tarayıp ayırmak ve dişleri misvaklamak. Vücut kısmıyla
ilgili beş şey de şunlardır: Büyük abdestten sonra taharetlenmek, tırnakları
kesmek, koltuk altlarını temizlemek, avret mahallini tıraş etmek ve sünnet
olmak. İslâm geldiği zaman bunları sünnet olarak takrir etmiştir.
Câhiliye Arapları hırsızın sağ elini
keserlerdi. Yemen ve Hîre kralları da yol kesenleri çarmıha gererlerdi.
Araplar ahitlerinde durur, komşulara
ikramda bulunur, misafirleri güzel ağırlarlardı. Hâtem et-Tâî şöyle demiştir:
İlahları Rftbbim, Rabbim
ilahlarıdır,
Temin ettim ki ne duracak, ne de
bahane arayacağım.
Yine o şöyle demiştir:
Halklar arasında öyle kimseler
vardır ki örnektir,
Sanki Mekke dağlarında ne sıpa
kalmıştır çekilmedik, ne nimet,
Öyle kimselerdi ki Rablerine
gönülden inanırlardı,
Her yerde de onlardan emsalsiz bir
âbit bulunurdu.
Hintlilerin büyük bir ümmet,
kalabalık bir millet olduğunu belirtmiştik. Birçok inanç ve görüşleri vardır.
Hintliler arasında Brahmanlar (Berâhime) asıl İtibarıyla peygamberliği inkâr
ederler. Kimileri maddeci ( = dehrî), kimileri de dualist (-senevi) ve İbrahim
Peygamberin (aleyhis-sdâm) milletinden oldukları iddiasındadırlar. Ancak
Hintlilerin çoğunluğu Sâbİîlik İnanç ve yöntemleri üzeredirler. Kimi
ruhanîlere, kimi semavî cisimlere, kimi de putlara taparlar. Ama bunlar da
uydurdukları göksel cisimlerin şekli, yaptıkları şekillerin nitelikleri
üzerinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bir de teori ve pratik olarak Yunan
bilgelerinin yolundan giden âlimleri vardır.
Maddeciler, dualistler ve sâbiîlerin
esas ve yöntemlerini benimseyenler üzerinde durmayacağız. Çünkü bunların
inançlarını daha önce ele almıştık. Hintliler arasında bunlar dışında kalan ve
kendilerine mahsus görüşleri olan beş grup mevcuttur:
Brahmanlar, rûhânİyât ehli, semavî
cisimlere tapanlar ( —ashâb-ı hcyâkil), putperestler ve bilgeler. Bunların
görüşlerini meşhur eserlerinde bulduğumuz şekliyle aktaracağız.
Bazıları, bu gruptakilerin İbrahim
Peygamberce (aleyhisselâm) nispetle bu ismi aldıklarım sanırlar. Bu bir
hatadır. Çünkü Brahmanlar asıl itibarıyla peygamberliği kökten inkâr ederler.
Hal böyle iken İbrahim'in (aleyhisseiâm) peygamberliğini tasdik etmeleri nasıl
beklenebilir?
Hint halkı arasında İbrahim'in
(aleyhisseiâm) peygamberliğini kabul eden tek grup senevilerdir ki evrende nur
ve zulmet olmak üzere iki esasın varolduğuna inanırlar. Brahmanlara gelince,
kendi milletlerinden Berâhim adında bir şahsa intisap etmişlerdir. Bu şahıs da
peygamberliği reddetmelerini sağlamış ve bunun imkânsızlığını aşağıdaki
gerekçelere dayandırarak akıllara yerleştirmeye çalışmıştır:
Ona göre peygamberin getirdiği
mesaj, şu ikisi dışına çıkamaz: Ya makûldür, ya da değildir. Eğer getirdiği
makûl ise, sahip olduğumuz tam akıl onu idrâk etme bakımından bize yetecektir.
Durum böyle olunca peygambere neden ihtiyaç duyulacaktır? Eğer getirdiği şey makûl
değilse, kabul edilir de olmayacaktır. Çünkü akla sığmayan bir şeyin kabulü,
insanlığın tanımı dışına çıkarak hayvanlar arasına katılmaktır.
Yine ona göre akıl Allah Teâlâ'nın
hakim olduğunu göstermektedir. Hakîm, kullarından ancak akıllarının delâlet
ettiği biçimde taatta bulunmalarını ister. Aklî deliller, âlemin ilim sahibi,
kadir ve hakim bir yaratıcısı olduğunu kanıtlamaktadır. O, kullarına şükrü
gerektirecek şekilde nimetler ihsan etmiştir. Kendi akıllarımızla
yaratılıştaki ayetleri üzerinde düşündüğümüz zaman üzerimizdeki nimetleri
sebebiyle O'na şükrederiz. O'nu tanıyıp şükranda bulunduğumuz zaman sevabı da
haketmiş oluruz. O'nu inkâr edip küfrânda bulunduğumuzda ise cezasını haketmiş
oluruz. İş bu kadar açıkken bizler gibi beşer olan kimselere uymamızın mantığı
nedir? Eğer bir peygamber, bu hakikatlere aykırı şeyler emrediyorsa
söyledikleri yalanının kanıtı olacaktır.
Bir diğer gerekçesi de şudur: Akıl,
âlemin hakîm bir yaratıcısı olduğuna delalet etmektedir. Hakîm, kullarının
akıllarında çirkin bulunan şeyleri, kullukla ilgili olarak onlara emretmez.
Halbuki peygamberlerin getirdikleri şeriatler arasında aldın çirkin gördüğü
şeyler bulunmaktadır. Örneğin ibâdet için belli bir mabede yönelmek, onu tavaf
etmek, sa'y etmek, şeytan taşlamak, ihrama bürünmek, telbiyede bulunmak, cansız
bir taşı öpmek, hayvan kesmek, insan için besin olabilecek şeyleri haram
kılmak, bünyesini zayıflatacak şeyleri helal kılmak... Bütün bunlar, aklî
önermelere aykırı hususlardır.
Bunların öne sürdüğü gerekçelerden
biri de şudur: Risâlette en büyük eksik, nefs, akıl ve suret bakımından sizin
gibi olan bir insana tâbi olmanızdır. Yediklerinizden yer, içtiklerinizden
içer. Böyle birine uymanız halinde kaldırıp indireceği cansız bir varlığa, sağa
sola çekeceği bir hayvana veya emredip yasaklayacağı bir köleye dönüşürsünüz.
Peki sizden üstün olan tarafı nedir? Sizi kullanmasını meşru kılacak ne
üstünlüğü vardır? İddiasının doğru olduğuna dair delili nedir? Sırf sözüne
aldanmış olabilirsiniz. Hiçbir sözün diğerine karşı hususî bir üstünlüğü
yoktur. Eğer hüccet ve mucizelerine bağlandıysanız, bizde cevher ve cisimlerin
özelliklerine dair o kadar çok bilgi var ki onları aratmaz.
[Brahmanlann bilmeleri gereken husus
şudur ki]
Gaybî konuları haber verenlerin
durumu şu buyrukta olduğu gibi eşittir: "Peygamberleri onlara şöyle dedi:
Biz ancak sizler gibi beşeriz. Ama Allah kullarından dilediğine lütufta
bulunur." (İbrahim/ll) Alemin yoktan yaratan, hüküm ve hikmet sahibi bir
yaratıcısı olduğunu ikrar ettiğiniz zaman, yalnız O'nun emreden ve yasaklayan,
yarattıkları üzerinde hükmeden olduğunu da bilin. Yaptığımız ve terkettiğimiz,
çalışıp hakkında düşündüğümüz her şey O'nun hükmü ve emriylcdir.
Halbuki her insan, O'nun emrini
anlayacak aklî olgunluğa sahip olmayabilir. Beşerî neftlerin hepsi de O'nun
hükmünü kabule müsait olmayabilir. Ama O'nun lütfü, akıl ve nefslerde belli
bir sıralamayı gerektirmiştir. Yaptığı taksim de O'nun yükseltilmesini
gerektirmiştir: "Bazıları derece bakımından bazılarının üstünde
kılınmıştır ki onları istihdam etsinler. Rabbinin rahmeti onların
topladıklarından daha hayırlıdır." (Zuhruf, 43/32) Kuşkusuz Allah
Teâlâ'nın en büyük rahmeti peygamberlik ve risâlettir. Bu ikisi, beşerin
kibirli akıllarıyla biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.
Brahmanlar kendi aralarında birçok
fırkaya ayrılmışlardır: Budistler (=Ehli Budda), Meditasyoncular (=Ashab-ı
fikre ve'1-vehm) ve Reenkar-nasyoncular (=Ashab-ı tenasüh).
Budistlere göre Buda, bu âlemde
yaşamış bir insan olup doğrulma-mıştır, evlenmez, yemez, içmez, yaşlanmaz ve
ölmez. Alemde ortaya çıkan İlk Buda'nın adı Shâkyamuni idi. Adının açılımı
Seyyid-i Şerif yani değerli önder idi. Onun zuhuru ile Hicret (M.S. 622)
arasında geçen süre 5000 yıldır. Onlara göre Buda'nın bir alt mertebesinde, hak
yolu arayan insan anlamına gelen Bodhisattva bulunmaktaydı. Bu mertebeye de
ancak şu özelliklerle ulaşılabilir; sabır, bağış, arzulanması emredileni
arzulama, dünyadan el-etek çekme, dünyevî zevk ve şehvetlerden uzak durma, haramlarına
düşmeme, bütün yaratılmışlara merhamet gösterme, şu on günahtan uzak durma:
Canlıları öldürmek, İnsanların mallarını helal görmek, zina, yalan, koğuculuk,
israf, sövgü, çirkin lakap takmak, ahlaksızlık ve ahirette-ki cezayı inkâr
etmek. Ayrıca şu on hasleti de yerine getirmek gerekir: 1. Cömertlik 2. Kötülük
edeni affetmek, öfkeyi hilim İle savmak, 3. Dünyevî şehvetlerden uzak durmak,
4. Bu fani âlemden geçilecek olan beka âlemine ulaşmak için derin düşüncelere
dalmak, 5. İlim, edep ve işlerin akıbetlerini düşünmek suretiyle aklî riyazette
yani meditasyonda bulunmak, 6. Ncfsİ ulvî gayeler yönünde hareket ettirme
gücüne ulaşmak, 7. Herkese karşı yumuşak kalpli ve hoş sözlü olmak, 8.
Dostlarla iyi geçinmek ve onların tercihlerini kendi tercihine yeğlemek, 9.
Halktan tamamen uzaklaşıp bütünüyle Hakka yönelmek, 10. Hakkın özlemi ve O'na
kavuşmak uğrunda ruhu geliştirmek.
iddialarına göre Budalar, semavî
cisimler sayısınca Ganj nehrinden çıkıp gelmişlerdir. İlimlerin kaynağı olan
Budalar, farklı cins ve suretlerde zuhur etmişlerdir. Ancak cevherlerinin
ulvîliğinden dolayı sadece saraylarda yaşamışlardır. Alemin ezelî oluşu,
dünyada yapılanların karşılığını görme gibi temel inançlarda bütün Budalar aynı
inancı paylaşmışlardır. Budalar'ın sadece Hindistan'dan çıkmalarının sebebi
olarak da bu ülkenin farklı toprak ve iklim şartlarına sahip olması
gösterilmiştir.
Orada bulunan riyazet ve ietihad
ehli de bunda etkin olmuştur. Hintlilerin özelliklerini bu ve benzeri biçimde
koydukları Buda, müslümanlar arasında Hızır (deyhisselâm) olarak bilinen zâta
benzemektedir.
Bunlar felek, yıldız ve gezegenlerle
onlara dayandırılan hükümleri yukarıdakilere göre daha iyi bilen bir gruptur.
Hİntlİ müneccimlerin, Yunanlı ve İranlı müneccimlerden farklı bir yöntemleri
vardır. Hintliler verdikleri hükümleri gökteki hareketli cisimlerin değil sabit
cisimlerin birleşmelerine göre verir, yıldızların tabiatlarından değil
özelliklerinden hareket ederek hüküm çıkartırlar. Yüksek mevkii ve büyüklüğü
nedeniyle Zühal'i en üstün talih kaynağı olarak kabul ederler. İnançlarına
göre saadet gibi külli bağışları bahşeden de bedbahtlık gibi cüz'î bağışlarda
bulunan da odur. Diğer gezegenlerin de benzer şekilde tabiat ve özellikleri
vardır. Yunanlılar hüküm verirken yıldızların tabiatlarım esas alırlar. Hintliler
ise özelliklerinden hareket ederler. Tıp biliminde de aynı durum söz konusudur.
Hintliler, İlaçların tabiatları değil özellikleri üzerinde dururken Yunanlılar
ilaçların tabiatları üzerinde dururlar.
Ashâb-ı Fikre olarak bilinen
meditasyoncular fikre çok önem verir ve onun hislerle bilinen ile akılla
bilinen arasında aracı olduğunu söylerler. Duyularla algılananlardan doğan
suretler fikre gelirken, akılla bilinenlerden kaynaklanan suretler de yine ona
geür. O, iki farklı âlemden gelen iki farklı bilginin buluşma yeridir. Bunlar,
aşırı türden riyazet ve mücâhedelerle vehm ve fikri duyularla algılanan
mahsûsâttan sıyırmaya çalışırlar. İnançlarına göre fikir, his aleminden
sıyrıldığında öbür âlem yani akıl âlemi ona apaçık görünür. Bu sayede gaybî
halleri bilebilir, hatta yağmuru bile durdurabilirler. Belki bu güç öyle
yoğunlaşır ki yöneldiği kişiyi derhal öldürebilecek bir güce dönüşebilir. Bunu
çok yadırgamamak gerekir. Çünkü velimin cisimleri hareket ettirme ve nefslerde
tasarrufta bulunma gibi olağanüstü güçleri vardır. Örneğin uykuda ihtilâm olma
vehmin tezahürlerinden biri değil midir? Nazar aynı gücün tezahürlerinden biri
değil midir? Yüksek bir duvarın üstünde yürüyen kimse anında yere düşerken aynı
mesafeyi normal zeminde yürüyerek birkaç adımda almaz mı? Kısaca söylemek
gerekirse vehim tecerrüt edip saflaştığında olağanüstü işler yapmaya muktedir
olur. Bu nedenledir ki Hintliler günlerce gözleri kapalı durarak fikir ve
vehimlerini haricî etkenlerle meşgul etmemeye çalışırlardı. Vehim, başka bîr
vehimle birleştiğinde tam bir ittifak içinde olmaları halinde eylemde de ortak
hareket ederler. Bu nedenledir ki başlarına bir felaket geldiği zaman ahlak,
ihlas ve dürüstlüğüyle bilinen kırk kişi toplanır ve hiç konuşmaksızın sırf
düşünerek tek bîr fikir olmaya çalışırlardı. Uzun düşünceler sonucunda
yapmaları gereken doğru hareket onlara görünür ve yaşadıkları felaketten
sıyrılırlardı. Bunlar arasında Bckrantîniyye adıyla bilinen bir grup vardı. Bu
gruba mensup olanlar üstlerine demir bağlarlardı. Başlarım ve sakallarını tıraş
eder, avret mahalli dışında çıplak dolaşırlardı. Bedenin ortasını sineye kadar
sılaca sararlardı. Böyle yapmalarının nedeni İlmin çokluğundan fikrin ve vehmin
kuvvet ve keskinliğinden dolayı karınlarının yarılmasını Önlemeye çalışmaktı.
Belki demiri vehmin tenasübüne en uygun cisim olarak görmüşlerdi. Yoksa,
demirin karnın yarılmasını nasıl engelleme gücü olabilir? İlmin çokluğu böyle
bir şey gerektirebilir mir
Tenasüh ehlinin mezheplerini daha
önce zikretmiştik. Hiçbir din yoktur ki tenasüh fikrînin şu veya bu şekilde
onun bünyesinde sağlam bir yeri olmasın. Ama tenasühün niteliği noktasında
farklı görüşler söz konusudur. Hint tenâsuhçuları bu inancı en katı biçimde
sahiplenmişlerdir. Onların yakından gördükleri bir kuş vardı. Bu kuş belli bir
dönem ortaya çıkar ve belli bir ağacın üstüne konardı. Orada yumurtlar ve
kuluçkaya yatardı. Türünden bir yavru çıktığı zaman gagasıyla yumurtayı
kırardı. Bu esnada ondan bir ateş çıkar ve ateş büyüyerek kuşun yanmasına yol
açardı. Bu yanma sonrasında kuştan bir yağ akar ve ağacın altında bulunan mağaraya
sızardı. Bir zaman geçip uygun vakit gelince mağarada duran o yağdan bir kuş
daha çıkar ve aynı ağacın üstüne konardı. Bu devamlı böyle sürüp giderdi.
Tenasüh fikrini savunanlara göre dünyada yaşayan varlıklar da aynı bu kuş gibi
bir döngü içinde tekrar tekrar yaşar ve ölürler.
Tenasühü savunurken şöyle
demişlerdir: Feleklerin hareketleri dairesel olduğuna göre, mesela bir pergel
başladığı noktaya geri döner ve aynı hat üzerinde ikinci defa dönebilir, ikinci
dönüş birincinin aynısını İfade eder. İki devir arasında fark olmadığı için
eser bakımından da fark söz konusu olmaz. Çünkü müessirler, başladığı noktaya
dönmektedir. Yıldızlar ve felekler ilk merkez üzerinde dönerler. Boyutları,
temasları, karşılaşmaları ve münasebetlerinde asla değişme olmaz. Bunlarda
değişme olmadığına göre bunlardan etkilenenlerde de değişme olmaması gerekir.
İşte bu devir ve döngülerin tenasühüdür. Büyük döngü hakkında farklı görüşlere
sahip olmuş ve kaç yıl olduğu konusunda değişik rakamlar telaffuz etmişlerdir.
Çoğunluğa göre otuzbin yıldır. Bir kısmına göre ise üçyüz altmışbİn yıldır. Bu
döngüde seyyar değil sabit gök cisimlerinin seyrini esas almışlardır.
Hintlilerin çoğunluğuna göre felek; su, ateş ve rüzgardan mürekkeptir.
Gezegenlerde hava ve ateş esaslı olanlar mevcuttur. Ulvî varlıklar toprak
unsuru dışındaki unsurlara sahiptirler.
Hintliler arasında bir topluluk,
rûhânî aracılar bulunduğuna ve bunların Allah katından mesaj taşıyan beşer
suretinde elçiler olduklarına inanmıştır. Ancak bu elçilerin kitapları yoktur.
İnsanlara bazı şeyleri emreder, bazı şeylerden sakındırırlar, onlar için
kurallar koyar ve cezalan açıklarlar.
Bu elçilerin doğruluğu ise dünyevî
bağlardan arınmış olmaları, yeme, içme ve kadınlarla birleşme gibi zevklerden
uzak durmalarıyla bilinir.
Peygamberlerinin rûhânî bir melek
olduğunu ve gökyüzünden insan suretinde indiğini iddia etmişlerdir. Kendilerine
ateşî tazîm etmeyi ve güzel kokular, yağlar ve kurbanlarla yaklaşmayı
emrettiğini ileri sürmüşlerdir. İddialarına göre ateş için olmadıkça öldürmeyi
ve kesmeyi yasaklamıştır. Sağ omuzlarının üstünden uzanıp sol omuzların
altından geçen bir ip bağlamaları sünnetini koymuştur. Ayrıca yalan söylemeyi
ve şarap içmeyi yasaklamıştır. Bunlar, başka dinlerde olanların yemeklerini ve
kestikleri hayvanların etlerini yemezlerdi. Soyun kesilmemesi için zinayı
mubah görmüştü.
Sözde peygamberleri kendisine
benzeyen bir put yapmalarını, ona iba-bet ve taatta bulunmalarını, her gün üç
defa birtakım buhurlar ve çalgılarla putun etrafında dönüp şarkı söylemelerini
ve dansetmelerini emretmiştir. Yine o, ineği kutsal bilmelerini, gördüklerinde
önünde eğilmelerini, tövbe ederken onu sıvazlamalarını emretmiş, Ganj nehrini
geçmelerini yasaklamıştır.
Bunlar da ruhanî melek olan bir
peygamberleri olduğunu, beşer suretindeki bu peygamberin isminin Bâhud
olduğunu iddia etmişlerdir. Onun bir Öküze bindiğini, başının üstünde ölü
kemiklerinden yapılmış bir taç bulunduğunu, boynunda kemiklerden yapılmış bir
gerdanlığı, bir elinde kafatası, diğer elinde üç başlı bir mızrak tuttuğunu
söylemişlerdir.
Bâhud onlara hem yaratana, hem de
kendisine kulluk etmelerini, heykelini yaparak tapmalarını, hiçbir şeyden
nefret etmemelerini, eşyanın hepsinin tek bir yol üzere olduğunu, çünkü
hepsinin tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını, ölen insanların kemiklerinden
takılar yaparak takmalarını, taçlar yaparak başlarına koymalarını, kafalarını
ve vücutlarını kumla sıvazlamalarını emretmiş, hayvan kesmeyi, evliliği ve mal
biriktirmeyi yasaklamıştır. Yine o, dünyayı terketmelerini, sadaka dışında bir
geçimlikleri olmamasını emretmiştir.
Bu fırka da peygamberlerinin Şeb ( =
Shaba, Sh.ba, Shab) adında ruhanî bir melek olduğunu iddia etmiştir. Kumlara
bürünmüş bir insan suretinde yanlarına gelmiştir. Başında kırmızı yünden
yapılmış bir takke olup üç karış yüksekliğindeydi ve kafatası kcmikleriyle
süslenmişti. Boynunda olabilecek en iri gerdanlık bulunuyordu. Bileklik,
halhal, madalya türünden takıları vardı ve hepsi de kemiktendi. Çıplaktı.
Taraftarlarına da kendisi gibi takılar takmalarını ve aynı şekilde
giyinmelerini emrederdi. Mensupları için birtakım kural ve hükümler koymuştu.
Fırka mensupları şöyle demişlerdir:
Bahâdûn, ulu bir melekti ve ulu bir insan suretinde bize geldi. İki kardeşi
vardı. Onu öldürerek derisinden toprağı, kemiklerinden dağlan, kanından da
denizleri yapmışlardı. Denildi ki: Bu bir semboldür. Çünkü bir insanın durumu
bu dereceye varamaz. Bahâdûn'un sureti, bir bineğe binmiş, saçı yüzünü
kaplayacak şekilde sıktır. Saçı, başının değişik taraflarına eşit olarak
dağılmıştır. Saçını alın ve enseye doğru da salmış ve kendisine inananlara da
böyle yapmalarını emretmiştir. Şarap içmemelerini, bir kadın gördüklerinde
ondan kaçmalarını ve Jur'an (Haw'an) Dağı'nı haccetmelerini emretmiştir. Bu
dağın zirvesinde Bahâdûn'un heykelinin bulunduğu büyük bir mabet bulunurdu.
Mabedin bekçileri anahtarı üstlerinde taşırlardı. İzinleri olmaksızın mabede
girilmezdi. Kapıyı açtıklarında da nefeslerinin heykele ulaşmaması için
ağızlarını kapalı tutarlardı. Onun için kurban keser, adak adar ve hediyeler
sunarlardı. Hacdan dönerken hiçbir şehre uğramaz, hiçbir harama bakmaz, kimseye
söz veya fiille kötülükte bulunmazlardı.
Hindistan'da yıldızlara tapan sadece
iki fırka nakledilmiştir. Bunlar da güneş ve aya tapanlardı. Bu konuda takip
ettikleri inanç da Sabitlik inancıydı. Rablik ve ilahlığı yalnız bunlara
hasretmezlerdi.
Güneşin bir melek olduğunu, akıl ve
nefse sahip olduğunu, diğer gezegenlerin ve evrenin ışığı ona borçlu
olduklarını söylemişlerdir. Süflî varlıkları da o varetmiştir. Feleğin meleği
olarak tazım ve secdeyi hake-der. Onun için tütsüler yakılıp dualar edilir.
Bunlara, 'Güneşe tapanlar' anlamında Dînîkîtiyye adı da verilmiştir. Sünnetleri
gereği elinde ateş rengi mücevher tutan bir put yapmışlardır, bu put için özel
bir mabet inşa etmiş, ona kurban ve hediyeler sunmuşlardır. Bu mabetlerin
bekçileri ve bakıcıları vardır. Günde üç kez tapınağı ziyaret eden
güneşperestler üç kez ibadette bulunurlardı. Derdi ve hastalığı olanlar da put
için oruç tutar, dua eder ve ondan şifa umarlardı.
Ayın tazım ve kulluğu hakeden bir
melek olduğunu İddia etmişlerdir. Süfli âlemin ve onda cereyan eden cüz'î
işlerin İdaresi de onun yetkisindedir. Yazılı şeylerin olgunlaşmaları ve kemâle
ulaşmaları ay sayesinde olur. Onun tamamlanma ve eksilmesİyle günler ve saatler
bilinir. Güneşin hemen önünde olup onun dengİdir ve ışığını da ondan alır.
Tamamlanması ve eksilmesi de güneş ışığına bağlıdır. Jandrikaniyye (Chandrikân)
yani 'Aya tapanlar1 olarak bilinirler. Bunlar da sünnetleri gereği ay için bir
put yapmışlardı. Putları, dört kişi tarafından çekilen bir buzağı şeklindeydi
ve elinde bir mücevher tutuyordu. Dinleri gereği bu putun önünde secdeye
kapanır, ona kulluk eder, her ayın yarısını ay tekrar doğuncaya kadar oruçlu
geçirirler, putlarına yiyecek, içecek ve süt götürürlerdi. Arzu ve ihtiyaçları
için de aya yönelir ve ondan niyazda bulunurlardı. Ay doğduğunda çatılara
çıkarak tütsüler yakar ve yeni ay (—hilal) doğduğunda dua ve niyaz ederlerdi.
Sonra çatılardan inip şölene başlar ve bayram havasına girerlerdi. Aya, ancak
güzel çehrelerle bakarlardı. Ayın ortasında oruçları bittiği zaman da hem ay,
hem de putlarının huzurunda çalgılar çalmaya ve dans etmeye başlarlardı.
Biliniz ki yukarıda görüşlerini
zikrettiğimiz fırkalar işin sonunda putperestliğe dayanmaktadır. Çünkü
inançlarının devamı gözlerinin önünde varolan bir varlıkla mümkün olmakta, ona
bakıp ibadette bulunarak inançlarım gelecek kuşaklara aktarmaktaydılar. Bu
nedenledir ki gerek rûhâniyât ehli, gerekse gökcisimlerine tapanlar, onları
temsil ettiğini ileri sürdükleri putlar yapmışlardır. İddialarına göre bu
putlar, gaip olan mabutlarını temsil etmektedir. Çünkü şekil, suret ve duruş
bakımından aynen onlara benzemekte, bîr anlamda onların yerlerini tutan
vekilleri hükmünde olmaktadırlar. Çünkü akıl sahibi birinin, taşı tahtayı
oyarak yaptığı bir heykel veya portrenin ilah olduğuna ve kendisini
yarattığına, her şeyin ve herkesin ilahı ve yaratıcısı olduğuna inanması aklen
imkânsızdır. Çünkü yaptığı heykel veya resim, varoluş bakımından kendisini
yapandan bile sonra gelmektedir. Şekli de sanatkârı tarafından belirlenmiştir.
Ancak insanların bu heykellere
yönelmedeki samimiyetleri bunun bir tapma olduğunu göstermektedir. İstek ve
ihtiyaçlarını onların huzurunda dillendirmeleri de, onlara bir tür ilahhk
izafe ettiklerini göstermektedir. Kur'an'm ifadesiyle şöyle derlerdi: "Biz
bunlara, ancak bizi Allah'a yakınlaştırmaları için taparız." (Zümcr, 39/3)
Eğer ilahlık ve rablik bakımından sadece bu heykellere bağlı olsalardı,
onlardan hareketle rable-rin Rabbi'ne ulaştıklarını iddia etmezlerdi.
Mahâkâl adında dört kollu, gür
saçlı, bir elinde ağzı açık dev bir yılan, diğerinde değnek, üçüncü elinde
kafatası, dördüncü eli ise geriye dönük bir putları vardır. Kulaklarında bir
çift küpe gibi duran iki balık bulunmaktadır. Bedeni iki dev yılan tarafından
sarılmıştır. Başında kafatası kemiklerinden yapılmış bir taç, boynunda yine
kemiklerden yapılma bir gerdanlık vardı. Fırka mensupları, sahip olduğu azamet
ve ululuktan, verme, men etme, iyilik ve kötülükte bulunma gibi övülmüş ve
yerilmiş bütün sıfatları zâtında toplamış olmasından dolayı tapılmayı hakeden
bir ifrit (cin) olduğuna inanırlardı. O, ihtiyaçlarını gideren bir tanrıydı.
Hindistan'da bu putun bulunduğu sayısız mabet varolup ona inananlar tarafından
günde üç kez ziyaret edilirler. Putun önünde secdeye kapanır ve çevresini
dönerler. Akhtar denilen bir yerde bu puta ait dev bir heykel bulunmaktadır.
Hindistan'ın her tarafından onu ziyarete gider ve orada secdeye kapanarak
dünyevî ihtiyaçlarını ona sunarlar. Hatta bazı kimselerin şu tür İsteklerde
bulunduğu bilinmektedir: Beni filan kadınla evlendir, Bana şunu ver... Hatta
bazıları bu mabette günler geceler boyu kalıp dua ve niyazda bulunurlar. Bu
süre boyunca hiçbir şeyi tatmazlar. Ondan istekte bulunur, hatta bunun için
sadaka bile verirler.
Bunlar da taptıkları bir putu olan
ve puta hediyeler sunan kimselerdir. Mabetlerinin kurulduğu yer, ulu ağaçların
bulunduğu yerlerdir. Bu tür ulu ağaçlar genellikle dağların üst kısımlarında
bulunur. Ağaçlar arasında en güzel görünümlü ve en yüksek olanı bulduktan sonra
onu mabede çevirirlerdi. Ağacın bir tarafında büyük bir oyuk açarak putlarını
oraya koyar ve secde ve tavaflarını o ağaca doğru yaparlardı.
Bu inanıştakilerin kadın suretinde
bir putları vardır. Başında bir taç bulunan heykelin birçok kolu vardır. Yılın
bir günü gece ile gündüzün eşitlendiği ve güneşin Terazi'ye girdiği gün bayram
yaparlardı. O gün putun önüne dev bir çardak kurar ve ona koyun, keçi gibi
hayvanlar sunar, ama bunları kurban etmeyerek boyunlarını kılıçla
kopartırlardı. Bayramları sona erinceye kadar kurban niyetiyle tuzağa
düşürdükleri kimseleri de öldürürlerdi. Bu cinayetleri sebebiyle de Hint halkı
arasında körü kimseler olarak bilinirlerdi.
Suya tapan bu fırka mensupları,
suyun bir melek olduğunu ve yanında başka melekler bulunduğunu, her şeyin
aslının su olduğunu, doğum, gelişim, büyüme, beka, temizlik ve imârın suyla
olduğunu söylerlerdi. İddialarına göre dünyada hiçbir İş susuz yapılamazdı.
Bu inançtaki biri ibadet etmek
İstediği zaman avret mahalli dışında tamamen soyunur ve beline kadar suya
girerdi. Orada bir iki saat veya daha fazla kalırdı. Yanına aldığı kokulu
yapraklan küçük parçalara ayırıp bir yandan okuyup üflerken bir yandan da suya
bırakırdı. Ayrılmak istediği zaman da suyu eliyle hareket ettirir ve ondan bir
avuç alarak başına ve vücudunun diğer taraflarına sürüp çıkardı. Suyun önünde
eğildikten sonra giderdi.
Akniwâtriyye yani ateşe tapanlar, ateşin
cism olarak en büyük, alan bakımından en geniş, makam bakımından en yüce,
cevher bakımından en değerli, ışık bakımından en nurlu ve aydınlatıcı unsur
olduğuna inanır, yapı olarak en latîf olduğunu söylerlerdi. Hiçbir unsura onun
kadar ihtiyaç duyulamazdı. Evrende hiçbir şey ateş olmaksızın varolamaz ve
gelişemezdi. Varlığın devamı ateşle karışmaya bağlıydı.
ibadet şekilleri ise şöyleydi: Yere
dört köşeli büyük bir çukur kazar ve bu çukuru ateşle doldururlardı. Sonra
ateşe yakın olabilmek, onunla kutsanmak için ne kadar lezzetli yemek, güzel
içecek, kıymetli giysi, güzel koku ve değerli mücevher bulurlarsa çukura
atarlardı. Hint zahitlerinden bir grubun aksine ateşe canlı atmayı ve cesetleri
ateşte yakmayı haram görürlerdi.
Hint krallarının çoğunluğu ve en
büyükleri bu fırkaya mensup olup cevherinin kıymetinden dolayı ateşi ululamış
ve onu diğer varlıklardan üstün tutmuşlardır.
Bazı zahit ve âbitler de ateşin
çevresinde oruçlu olarak oturur, ateşe doğru nefes vermez, mahrem bir sineden ona
nefes ulaşmasını istemezlerdi.
Ateşe tapanlar güzel ahlakı teşvik
eder, yalan, haset, kin, zorbalık, zulüm ve haksızlık gibi çirkin
davranışlardan sakındırırlardı. İnançlarına göre insan bu tür çirkinliklerden
arındıkça ateşe yakınlaşacak, onun yakınlarından olacaktır.
Yunanlı bilge Pitagoras'ın Kalânus
adında bir öğrencisi vardı. Kalânus hikmeti bu büyük bilgeden almış ve ona
öğrencilik ettikten sonra Hint şehirlerinden birine giderek orada
Pitagorasçıhğı yaymaya çalışmıştı.
Brahmanan, zihni duru, basireti
güçlü, fikri isabetli ve ulvî âlemlerin bilgilerini öğrenme arzusuyla dolu
biriydi. Hikmeti bilge Kalamış'tan öğrenirken ilim ve sanatından da istifade
etti. Kalânus öldüğü zaman Brahmanan bütün Hindistan'ın önderliğine ulaştı.
İnsanları bedenleri inceltmeye ve nefsleri güzelleştirmeye teşvik etti. Şöyle
derdi: "Nefsini arındırıp güzelleştiren kimse bu kirli âlemden daha hızlı
kurtulur. Bedeni kirlerden arındıktan sonra her şey ona zahir olur. Gaypları
görür ve zor işleri başarır. Mutlu ve bahtiyar olur. Hayattan zevk alan bir
âşık olur ve asla bıkıp usanmaz. Kimse onu kandırıp aldatamaz." İnsanlara
yolu çizdiği ve ikna edici edici delilleri ortaya koyduğu zaman ona inanarak
büyük bir mücâhedeye giriştiler. Brahmanan şöyle derdi: "Bu dünyanın
zevklerini terketmek sizi öbür dünyaya katacak ve o dünya ile bütünleşmenizi
sağlayacaktır. Bu şekilde o âlemin yoluna girer, o âlemin zevk ve lezzetlerinin
sonsuzluğuna erersiniz." Hintliler onun öğretilerini iyi incelemiş ve
zihinlerinde derin izler bırakmıştır.
Bir vakit sonra Brahmanan öldü. Ama
Öbür âleme ulaşma noktasında özendirdiği yoğun arzu ve acelecilik zihinlere
iyice nakşolmuştu. Onun ardından İkİ gruba ayrıldılar:
Bir grup, bu âlemde evlenerek
çoğalma kadar büyük bir yanılgı olmadığını, çünkü çoğalmanın bedensel zevklerin
sonucu ve arzuyla saçılan nutfenin bir semeresi olduğunu, bu nedenle de haram
kılındığını ileri sürdüler. İnsanı buna sevkeden lezzetli yiyecek ve safi
içeceklerle, hayvanı zevk ve şehveti kızıştıran, hayvansal gücü arttıran
şeylerin tamamını da haram saydılar. Gıdanın yeteri kadarıyla kanaat edip
bedenlerinin ayakta durmasını sağlayacak kadarını tercih ettiler. Bu
gruptakilerin bazıları, bu kadar gıdayı bile ulvî âleme daha hızlı ulaşmaya
engel olarak görüyorlardı. Ömrünün sonuna yaklaştığını gören bazıları,
bedenlerini temizlemek, ruhlarını kurtarmak ve nefslerini arındırmak için
kendilerini ateşe atıyorlardı. Kimileri ise en leziz yiyecek ve içecekleri, en
gösterişli giysileri topluyor ve onların karşısına geçip hayvanı neftlerinin
azmasını bekliyor, bu nimetleri arzulamaya başladıklarında ise nefs-i
natıkalarını devreye sokarak hayvani nefslerine engel oluyor, onu sürekli baskı
altında tutuyorlardı. Böylelikle bedenlerini zayıflatıp nefslerini eziyor ve
nefsin bedenle bağlantısını koparmaya çalışıyorlardı.
Dİğer gruptakiler İse hak yol üzere
oldukça çoğalmayı, yiyecek, içecek ve diğer zevkleri tatmin etmeyi helal
görüyorlardı.
Bunlar arasında bulunan bîr azınlık
ise yoldan ayrılarak aşırıyı talep ediyordu.
Her iki gruptan oluşan bir topluluk
ise ilim ve hikmette Pitagoras'ın yolunu benimseyerek öyle bir dereceye
yükselmişlerdi ki arkadaşlarının zihinlerinden geçen iyilik veya kötülüğü
anlayacak seviyeye ulaşmışlardı. Bu bilgileri dostlarına bildirmeleri fikrî
riyazete, kötülüğü emreden nefsi ezmeye ve dostlarının daha önce kavuştuldarı
âleme kavuşmaya dönük istekleri daha da artırırdı.
Bunlar Allah Teâlâ'nm mutlak nur
olduğuna, ancak görmeye ehil olanların görebilecekleri bir bedene büründüğüne
inanırlardı. Gerçekten de O, bu âlemde hayvan derisine bürünen biri gibidir.
Ondan sıyrıldığında ona bakan herkes onu görebilir, o deriye bürünmediğİnde İse
kimse ona bakamaz. Bu âlemde esir gibi olduklarım iddia ederlerdi. Şehvetin
emrindeki nefs İle savaşıp onu zevklerinden mahrum edenler, süfli âlemin çirkinliklerinden
kurtulurlardı. O nefse engel olmayanlar ise bedenlerinde esir olarak
yaşarlardı. Kötülüğü emreden nefsle savaşmak İsteyen kimse, ancak kibir ve
gururdan sıyrılıp arzu ve hırslarını susturduktan ve onların gösterdiği ve
götürdüğü noktalardan uzaklaştıktan sonra nefsle savaşma gücünü elde
edebilirlerdi.
İskender o bölgeye ulaşıp da onlarla
savaşmak İstediğinde iki gruptan birinin yaşadığı kenti işgalde zorlandı. Kent
halkı, dünyevî lezzetleri bede-nİ ifsat etmeyecek ölçüde tatma inancını
paylaşıyorlardı. İskender, uzun uğraşlardan sonra kenti işgal ederek aralarında
bilgelerin de bulunduğu bir topluluğu katletti. Öldürülenlerin bedenleri, arı
suda hareketsiz duran tertemiz ve parlak balıklar misali yerlere serilmişti.
İskender'in askerleri yaptıklarını görünce büyük bir pişmanlığa kapılarak diğer
insanlara dokunmadılar.
İkinci gruptakiler İse kadınlarla
evlenme, çoğalma ve benzeri bedensel tadarın hiçbirinde hayır bulunmadığına
inanıyorlardı. Onlar da İskender'e bir mektup yazmış ve bilgelik sevgisi, ilme
ilgisi, akıl ve fikir sahiplerini yüceltmesi sebebiyle imparatoru överek
kendileriyle münazarada bulunacak bir bilge göndermesini istemişlerdi. O da
yanındaki bilgelerden birini göndermişti. Hintliler gerek görüş, gerekse amel
halamından ondan üstün çıkmıştı. Bunun üzerine İskender onları değerli hediyelerle
ödüllendirmiş ve kentlerini işgal etmemişti. Bunun üzerine şöyle demişlerdi:
"Bilgelik bu âlemde kralları bu hale getiriyorsa, onu ehline
giydirdiğimizde acaba neler olur? Bizi ne yüce hederlere bağlar?"
Münazaraları Aristo'nun kitaplarında zikredilmiştir.
Sünnetlerine göre güneşin doğduğunu
gördüklerinde ona secde eder ve şöyle derlerdi: "Nurun ne kadar da güzel!
Ne kadar da göz alıcısın! Ne kadar da aydınlıksın! Gözler sana bakmaya doyamaz!
Eğer üstünde başka bir nur bulunmayan ille nur sensen, yücelik de sanadır,
tesbîh de sana! Yakınlığında huzuru bulmak için yalnız seni ister, yalnız senin
uğrunda koşarız! Yüce yaratışına bakarız. Eğer senin üstünde ve senden daha
yüce bir nur var da sen onun malûlü isen, hamd ve tesbîhat onadır. Bu âlemin bütün
lezzetlerini senin gibi olabilmek, senin âlemine ulaşabilmek ve sana temas
edebilmek için terk ettik, Eğer malûl bu kadar yüce ve göz alıcı olursa, onun
İlleti kim bilir ne kadar göz alıcı, ne kadar şanlı ve yücedir! Talep
sahiplerinin her zevki terkedip onun yakınlığını kazanmaya çalışması, ordusuna
ve hizbine katılması elzemdir.
İnsanlığın din ve inamşlarıyla
ilgili görüşleri arasında bulduklarım bunlardır. Hepsini kendi kaynaklarında
bulduğum gibi naklettim. Her kim yaptığım nakillerde bir hata bulur da
düzeltirse, Allah Teâlâ da onu düzeltip söz ve amellerine istikamet versin. O
bize yeter! Ne güzel vekildir!
Hamd, âlemlerin Rabbİne; salât ü
selâm! Peygamberlerin efendisi Muhammed Mustafa'ya, onun temiz ailesine ve
değerli sahabesine olsun.