11. BÖLÜM NAMAZIN TOPLUMA YANSIMASI
-CEMAAT HALİNDE NAMAZ (SALÂTU’L-CEMÂAT)-
Cemaatle Namaz Kılmanın Hükmü:
Cemaate Gitmemeyi Mubah Kılan Özürler:
Çeşitli Hastalık Ve Sakatlıklar:
54. Cemaate İmam Olmak (İmamet):
İmamda Bulunması Gerekli Özellikler:
Tercih Sebebi Olan Özellikler:
55. Cemaatle Namazın Sahih Olma Şartları:
Kalabalık Cemaatte Cemaate Uymak:
Cemaatten Üstün Veya Ona Denk Olmak:
Hadesten ve Necasetten Temizlik:
2- Muktedî için Gerekli Şartlar:
Namaz İşlemlerinde İmama Tâbi Olmak (Mütâbeat):
I. İmamın Hareketlerini Aynen Ve Birlikte Yapmak:
II. İşlemleri Hemen İmamdan Sonra Yapmak:
III. İmamdan Önce Hareket Etmemek:
Kadınlarla Aynı Safta Olmamak:
İmamın Hareketlerini Takip Etmek (Mekân Birliği):
İmamın Namazının Uyanın Mezhebinde Sahih Olması (Mezhep Birliği):
3- İmam ve Muktedî için Gerekli Ortak Şartlar:
İmamın İmamete, Muktedînin İktidaya Niyeti (Niyet Birliği):
Kılınan Namazların Aynı Olması (Namaz Birliği):
Farz Dışındaki Namazlarda Birlik:
Mal Veya Can Emniyetinin Bulunmaması:
İmamla İlgili Şart: İstihlaftan Önce Camiden Çıkmamak:
İmamlık Yapmaya Ehliyetli Olmak:
Ümmi’ye, Setr-i Avreti Sağlayamayana Ve İmayla Namaz Kılana Uymak:
Yolcu İmamın Mukîmi İstihlâfı:
Namaza Devam Edebilecek Durumda Olmak:
57. Safların Ve Cemaatin Düzeni:
2- Cemaatin Dikkat Edeceği Noktalar:
58. Cemaate Katılma Yönünden Namaz Kılanlar:
1- Bütünüyle Veya Kısmen İktidaya Göre Değerlendirme:
Namazın Bütününde İktida: Müdrik:
Cemaat Faziletine Yetişenler (Müdrik bi’l-Cema’at):
Rekâte Yetişenler (Müdrik Bi’r-Rek’at):
Namaza Yetişenler (Mudrik bi’s-Salât):
Başlamazdan Önce Rekât Kaçırıp Kalanında İktida: Mesbûk
Başladıktan Sonra Ktsmen Kaçırıp Kalanında İhtida: Lâhik
2- Fatihaya Göre Değerlendirme:
59. Namazını Kılanın Cemaatle Yeniden Namaz Kılması:
60. Namazı Kesmek (Kat’u’s-Salât):
61. Cami Ve Mescid Kavramları:
3- Camideki Davranış Kaideleri:
4- Camiye Devam Etmek ve Cami Yaptırmak:
12. BÖLÜM NAMAZ VAKTİNİN DÜZENLENMESİNDEKİ DEĞİŞMELER
62. Namazın Vaktinden Sonraya Kalması (Kaza Namazlarının Kılınması Salâtu’1-Kadâ)
1- Vaktinde Kılınması Yönünden Namazlar:
2- Kazaya Kalan Namazların Hükmü:
3- Namazın Vaktinden Sonraya Kalmasını Mubah Kılan Özürler:
Namazı Büsbütün Düşüren Özürler:
Namazın Kazaya Kalmasını Mubah Kılan Özürler:
4- Kaza Namazlarının Kılınması:
Kaza Namazının Kılınabileceği Vakitler:
Kaza Borcu Olanın Nafile Namaz Kılması:
A. Mükellefin Tertibi Gözetmesi:
63. İki Namazı Aynı Vakitte Kılmak (el-Cem’u Beyne’s-Salâteyn):
2- Cem’in Sebepleri, Şekilleri Ve Özel Şartları:
İttifakla Kabul Edilen Birleştirmeler:
Arafat’ta Vakfe Günü Öğle İle İkindinin Birleştirilmesi;
Müzdelife’de Vakfe Gecesi Akşam Ve Yatsının Birleştirilmesi:
İhtilâftı Olarak Kabul Edilen Birleştirmeler:
Yağmurlu, Karlı Ve Soğuk Havalar:
Bayılma, Başdönmesi Ve Eziyet Endişesi:
Vakitle İlgili Özellik Ve Durumlar:
13. BÖLÜM COĞRAFÎ KONUMUN NAMAZA TESİRİ
64. Vaktin Düzenlenmesine Tesir Eden Konum:
1- Ülkeler Ve Kıtalararası Yolculuklarda Namaz:
İbadet Vakitlerinin Düzenlenmesi:
Kısa Süreli Anormal Bölgelerde:
Uzun Süreli Anormal Bölgelerde:
3- Dünya Sisteminin Dışında Namaz:
65. Kıble Tayinine Tesir Eden Konum: Kabe’de Namaz:
1- İçinde-Üstünde Ayırımı Yapılmaması:
2- İçinde-Üstünde Ayırımı Yapılması:
Namazlar Arasında Ayırım Yapılmaması:
Farz-Nafile Ayırımı Yapılması:
Namazlar Arasında Ayrım Yapılmaması:
Farz, Nafile Ayrımı Yapılması:
14. BÖLÜM NAMAZIN SAHÎH OLMA ŞARTLARI
66. Namazın Sahîh Olma Şartları:
Âdet Ve Lohusalıktan Temizlik:
4. KISIM NAMAZ SUÇ VE CEZALARI (NAMAZ CEZA HUKUKU)
15. BÖLÜM NAMAZ CEZA HUKUKUNUN İLKELERİ
68. Namazda Çifte Ceza Sistemi:
69. Namaz Suçlarında İştirak, Tekerrür Ve Birleşme:
Gerekli Şartları Taşıyan Yerde Cuma Namazının Kılınmayışı:
Bayram Namazlarının Kılınmayışı:
Camilerde Cemaat Ve Ezanın Terkedilmesi:
Namazın Son Vaktine Kadar Geciktirilmesi:
Ezan Ve Namazlarda Kunût Duası:
Namaz Suçlarında Tekerrür Ve Birleşme:
70. Namaz Suçlarında Pişmanlık, Ölüm Ve Mücbir Sebepler:
16. BÖLÜM NAMAZ SUÇ VE CEZALARI
Tembellik Dolayısıyla Kaçınma:
Namazı Bozan Hal Ve Hareketler (Genel Haller):
Farzların Özelliğini Yitirmesi:
C. Kıraatin Özelliğini Yitirmesi:
Cemaat Düzeni Ve Uyumunun Sağlanamaması:
II. İmamın Önünde Saf Tutmak Veya Namaza Durmak:
İşlemleri İmamdan Önce Yapmak:
I. Rükün İşlemi İmamdan Önce Yapmak:
İmamın Namazının Bozulması (Muhdes İmam):
Cemaatle Namazın Sahih Olma Şartlarının Bulunmaması:
İstihlâfın Yanlış Uygulanması:
I. Namazı Düzeltmek İçin Konuşmak:
II. Feth (Îmama Hatırlatma) Yapmak:
B. Uyduğu İmamdan Başkasına Feth Yapmak:
III. Namazda Olduğunu Veya Başka Maksadını Bildirmek İçin Âyetle Konuşmak Ve Cevap Vermek:
Tablo 44: Namazda Ayetle Konuşmak
A. Tenahnuh (Boğazı Hırıldatmak):
B. Teevvuh -Enîn- Teeffuf Ve Ağlama:
V. Aksırma Vb. İle Aksırana Dua Etmek:
A. Aksırma-Esneme-Öksürme Ve Geğirme:
İbadet Ehliyetinin Kaybolması;
Sıkışık Olduğu Halde Namaz Kılmak:
Sebku’l-Hades Sonrasında Çözüm Yolunun Yanlış Uygulanması:
Namaz Kılanın Önünden Geçilmesi:
Namazı Tamamlamadan Selâm Vermek:
Tertip Sahibinin Kaza Namazını Hatırlaması:
Kasru’s-Salât’ın Yanlış Uygulanması:
Namazdaki Mekruh Hal ve Hareketler:
Namazın Farzlarıyla İlgili Mekruhlar:
Cemaat Düzeniyle İlgili Mekruhlar:
Kılık-Kıyafetle İlgili Mekruhlar:
Namaz Kılınacak Yerle İlgili Mekruhlar:
Kıraatteki Mekruh Davranışlar:
Diğer Mekruh Hal Ve Hareketler:
Kılık Kıyafetle İlgili Mekruhlar:
Namaz Düzeninin Sağlanamaması:
1- İşlemler Yönünden Namazlar:
BİRİNCİ AYIRIM BEŞ VAKİT NAMAZ VE KAZASI
78. Beş Vakit Namaz (es-Salavâtu’1-Hams):
79. Cuma Ve Cuma Namazı Kavramları:
Şehir Veya Şehir Hükmündeki Yerde Oturmak:
Ağır Hastalık Veya Hastalığın Artma Korkusu:
Bitkin Hale Getiren İhtiyarlık:
Haksız Yere Hapsedilme Ve Zulme Maruz Kalma:
3- Cumaya Katılma ve Alış-Verişi Kesme:
4- Cuma Mükelleflerinin Veya Diğerlerinin Öğleyi Kılması:
Cumaya Mazeretsiz Gitmeyenler:
Cumayı Kaçıranların Öğleyi Cemaatle Kılması:
Cumanın Farzından Önceki Namazlar:
Zuhr-i Ahir Kılınmamalıdır Görüşündekiler:
VI. Tahzîr Ve Tebşir (Mev’ıza, Sakındırma Ve Özendirme):
I. Hutbenin Kendisiyle İlgili Şartlar:
E. Namazla Hutbenin Kesintisiz Olması:
G. Cuma Kılmanın Sahih Olduğu Yerde Okunmak:
H. Hutbe Olarak Adlandırılabilmek:
A. Temizliği Ve Setr-i Avreti Sağlamış Olmak:
D. İki Hutbe Arasında Oturmak:
I. Hutbenin Kendisiyle İlgili Sünnetler:
B. Birinciye Tesmiye İle Başlamak:
C. Hamd, Şehâdet, Salavât Ve Öğütleri Sesli Okumak:
E. İkinciye Hamd, Sena Ve Mü’minlere Dua İle Başlamak:
A. Abdestli Olmak, Necasetten Taharet:
B. Başlamadan Önce Minbere Oturmak:
İ. İki Hutbe Arasında Oturmak:
III. Cemaatle İlgili Sünnetler:
I. Genel Olarak: Sünnetlerin Terki
D. Safları Yarmak (İhtirâku’s-Sufûf):
Hz. Peygamberin Hutbede Takip Ettiği Yol:
Herkese Açık Olması (İzni Amm):
Sayısı Çok Cemaatin Benimsenmesi:
Mükelleflerin Meydana Getirmesi:
Namazın Sonuna Kadar Bulunmak:
Birinci Secde Sonuna Kadar Bulunmak:
Tekbiri İmamla Birlikte Almak:
Maliki Ve Hanefi Mezheplerine Mensup Olmak:
Şehir Hükmündeki Yerin Tanımı:
Cami Dışında -Açık Alanda- Cuma Kılmak:
Devlet Başkanı ve Vekili (Resmî Vazifeli):
Devlet Başkanı Ve Vekili (Resmî Vazifeli):
Hutbe Ve Namazın İkisini de İfa Etmek:
Cemaatin Birinci Rekâtın Secdesinden Önce Dağılması:
Organların Düzgünleştirilmesi Ve Koku Sürünmek:
Ezandan Sonra Ahş-Verişi Bırakmak:
9- Cuma Günüyle İlgili Mekruhlar:
I. Vitir Ve Sabah Namazlarında:
Binekte ve Ulaşım Aracında Kılınması:
1- Hükmü, Mükellefi Ve Delili:
Tekbir Alırken Ellerin Kaldırılması:
Bayram Namazında Mesbûk Olmak:,
85. Bozulan Nafile Namazın Kazası:
Nafilenin Namaza Aykırı Davranışlarla Bozulması Durumunda:
Nafilenin Kıraatin Terkedilmesiyle Bozulması Durumunda:
2- Nafile Namazların Kılınması;
Özel Olarak: Cemaatle Namazdan Sonra Nafilenin Kılınacağı Yer:
3- Farz Namazlar İle Nafile Namazlar Arasındaki Farklar:
4- Farzlar İle Nafileler Arasını Ayırmak:
88. Nafile Namazların Çeşitleri:
1- Farzlara Bağlı Nafile Namazlar (es-Sunenu’r-Râtibe, Revâtib):
Kabliyye Olan Nafile Namazlar:
Sabah Namazının Sünneti (Sunnetu’l-Fecr, Rek’ateyi’l-Fecr):
Öğlenin İlk Sünneti (Sunnetu’z-Zuhr):
İkindinin Sünneti (Sünnetu’l-Asr):
Ba’diyye Olan Nafile Namazlar:
Cumanın Son Sünneti (Sünnet u’l-Cum’a):
Akşamın Sünneti (Sünnetu’l-Magrib):
Yatsının Son Sünneti (Rek’atün Ba’de’l-İşâ):
Öğle Namazındaki Nafile Namaz:
Cuma Namazındaki Nafile Namaz:
İkindinin Sünneti (Sunnetu’l-Asr):
Akşam Namazındaki Nafile (Evvâbîn Namazı):
2- Farzlara Bağlı Olmayan Nafile Namazlar: (en-Nevâfilu’l-Mutlaka)
Belli Vakti Olan Nafile Namazlar:
Günlük Nafile Namazlar (en-Nevâfilu’l-Yevmiyye):
Kuşluk Namazı (Salâtu’d-Duhâ):
Teheccüd Namazı (Salâtu’t-Teheccüd):
Yıllık Nafile Namazlar (en-Nevâfilu’s-Seneviyye):
Teravih Namazı (Salâtu’t-Terâvîh, Kıyâmu Ramadân):
Kandil Namazları (Salâtu’r-Regâib):
Çeşitli Sebeplere Bağh Olarak Kılınan Nafile Namazlar (en-Nevâfılu’1-Murtebita bi-Esbâbihâ):
İbadet Ve İbadet Yeri İle İlgili Olarak Kılınanlar (el-İkbâl Alellah):
II. Özel Olarak: Mescid-i Haramda Tahıyyetu’l-Mescid
Abdest Ve Gusülden Sonraki Namaz (Rek’ata’l-Vudû ve’l-Gusl):
Tesbih Namazı (Salâtu’t-Tesbîh):
Gök Olayları Dolayısıyla Kılınanlar (el-İ’câb bi-Ayâtillâh, Salâtu’l-Ayât):
Küsûf (Güneş Tutulması) Namazı (Salâtu’l-Kusûf):
Hüsûf (Ay Tutulması) Namazı (Salâtu’l-Husûf):
İhtiyaç Dolayısıyla Kılınanlar (et-Tama’ fi Fadlillâh):
I. İstihare Namazı (Salâtul-İstihare):
II. Hacet Namazı (Salâtu’l-Hacet):
I. İstiskâ (Yağmur Duası) Namazı (Salâtu’l-İstiskâ):
II. Felâket Zamanlarındaki Namaz (Salâtu’n-Nâzile):
Günahtan Pişmanlık İçin Kılınanlar:
Tevbe Namazı (Salâtu’t-Tevbe):
6. KISIM MÜSLÜMANLARIN HASTA VE CENAZEYE KARŞI VAZİFELERİ
89. Hastaya Karşı Vazifelerimiz:
Okuyup Yazmak Yoluyla Tedavi (Rukye):
2- Ölümü Hatırlamak Ve Hazırlanmak:
91. Hastaya Ölüm Döşeğindeki Vazifeler:
21. BÖLÜM ÖLÜMDEN SONRA YAPILACAK İŞLER
92. Ölüm Haberi-Tekfin Ve Musallaya Taşıma:
İşitenlerin Sabırla Allah’a Sığınmaları:
Cesedden Bir Miktar Bulunması:
Karı-Kocanın Birbirini Yıkaması:
Karşı Cinslerin Birbirini Yıkaması:
III. Mahremin Yakınını Yıkaması:
Düşük, Ölü Doğan Çocuk ve Organları Eksik Ölüler İçin:
4- Cenaze Namazı Kılınanlar Ve Kılınmayanlar:
Vücudunun Çoğunluğu Bulunmayanlar:
5- Namazın Kılınması Ve Bozulması:
II. Hazır Olmak (Gıyabî Cenaze Namazı):
V. Yıkanabilmesi İçin Gerekli Organların Bulunması:
II. Tekbirlerdeki Eksiklik Ve Fazlalık:
6- Binden Fazla Cenaze Bulunması:
7- Cenaze Namazının Tekrarlanması:
9- Namazdan Sonra Tezkiye, Şahitlik Ve Konuşma Yapmak:
Namazı Tamamlamadan Kaldırmamak:
1- Cenazelerin Kabre Taşınması:
Belli Bir Şekil Benimseyenler:
II. Dörtlü Veya Üçlü Taşıyabilme:
Belli Bir Şekil Benimsemeyenler:
2- Cenazeyi Uğurlama (Teşyi’):
Tabut Yere Konmazdan Önce Oturmak:
Ölüyü Defnetmek Üzere Başka Yere Nakletmek:
Aynı Kabre Birden Fazla Kişinin Defni:
Akraba Ve Komşuların Hazırlaması:
22. BÖLÜM ÖLÜ İÇİN YAPILAN İBADET VE DİĞER İŞLEMLER
98. Ölü İçin Yapılan İbadetler, Hayırlar Ve Dualar:
1- Kendi Yaptıkları Ve Sebep Oldukları:
2- Başkalarının Ölü Adına Yaptıkları:
23. BÖLÜM MEZARLIKLAR VE DÜZENİ
Tesnîm Ve Tesviye (Terbi’, Tastîh):
Kabrin Başına Taş, Ağaç Vb. Koymak:
I. Hayır Veya Vakıf Olmayan Topraklar:
II. Hayır Ve Vakıf Toprakları:
Topraklar Arasında Ayrım Yapmayanlar:
Kabrin Yapımıyla İlgili İlkeler:
Ölenin Ruhundan Yardım İstemek İçin:
Kabir Üstünde Oturmak, Uyumak ve Boşaltım:
Kabirlerde Kurban Kesmek ve Mum Yakmak:
1- Tevessül Kavramı Ve Başkalarından Yardım isteme:
3- Ölüyle Dua Manâlı Tevessül:
1. Orucun Hukuk Açısından İncelenmesi
1- Oruç Hukukunun Konusu Ve Sistemi:
2- Oruç Hukukunun Diğer Hukuk Kollarıyla İlişkileri:
3- Oruç Hukukunun Kaynakları, Uygulanması Ve Yorumu:
3- Orucun Amaçları Ve Fonksiyonları:
Oruç Mükellefi (Orucun Farz) Olma Şartları:
Orucun Terkini (Büsbütün Düşmesi):
I. Kazaya Vakit Ve İmkân Bulamamak:
Geçici Düşme (Oruç Bozma Ve Tutmama Özürleri):
I. Oruç Tutmamayı Vacip Kılan Özürler:
II. Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Özürler:
D. Şiddetli Açlık Ve Susuzluk:
2- Oruç Hukukunda Ehliyet Ve Temsil:
Oruç Borcunun İntikali Veya Oruç Borcuna Halefiyet:
Tutulan Günler (Oruçların Vakti Ve Süresi):
B. Ramazan’ın Başlangıç Ve Sonunun Tespiti:
II. Bozulan Nafile Orucun Kazası:
Özel Rükün; Tutulan Günler (Nafile Oruçların Rüknü)
2- Oruçluya Müstehab Olan Hal Ve Hareketler:
Sahur Ve İftardaki Müstehablar:
5. Orucun Sahih Olma Şartları:
6. Memurun Bih (Buyruk) Oruçlar
Halk (Hacda Tıraş) Keffareti Orucu:
İhramlayken Avlanma Cezasının Orucu:
Günlere Göre Tutulan Nafile Oruçlar:
Aylara Göre Tutulan Nafile Oruçlar:
7. Menhiyyun Anh (Mekruh) Oruçlar:
Günler Açısından Mekruh Oruçlar:
Şaban’ın İkinci Yarısında Oruç Tutmak:
Vücuda Zararı Açısından Mekruh Oruçlar:
Hac Mevsiminde Arefe Ve Terviye Orucu:
Kadının Kocasından İzinsiz Nafile Oruç Tutması:
BİRİNCİ AYIRIM ORUÇ CEZA HUKUKUNUN İLKELERİ
10. Oruç Suçlarında İştirak, Tekerrür Ve Birleşme:
2- Oruç Suçlarında Tekerrür Ve Birleşme:
3- Oruç Suçlarında Pişmanlık, Ölüm Ve Mücbir Sebepler:
İKİNCİ AYIRIM ORUÇ SUÇ VE CEZALARI
ÜÇÜNCÜ AYRIM ORUCU BOZAN VE BOZMAYAN HAL VE HAREKETLER
14. Orucun Bozulma Esasları (Oruca Aykırı Davranışlar):
1- Yeme-İçmeyle İlgili Aykırılıklar:
Çeşitli Hal Ve Şekillerde Yeme-İçme
Çeşitli Salgı Ve Maddeleri Yutmak:
Ağızdan Çıkan Maddeleri Yutmak:
Dişler Arasındaki Yemek Artıklarını Yutmak:
I. Kendiliğinden Gelen Kusmuk:
A. Ağız Dolusu Olmayan Kusmuk:
B. Ağız Dolusu Olmayan Kusmuk:
Kaçınılamayan Ve Gıda-İlaç Niteliğinde Olmayan Maddeleri Yutmak:
2- Cinsî Konulardaki Aykırılıklar:
Cinsî Birleşmenin Hazırlayıcıları Ve İhtilâm:
Cinsi Arzunun Tam Giderilmesi:
Hata Ve İkrah Yoluyla Birleşme:
Cinsî Arzunun Eksik Giderilmesi:
3- İğne Yaptırmak (Enjeksiyon):
5- Oruçluya Mekruh Olup Olmayan Davranışlar:
15. Bozulan Oruç İçin Yapılacak İşlemler (Oruç Bozmanın Cezası)
Bazı Oruçlar İçin Gerekli Ceza:
2- Bozulan Gün İçin Yapılacak İşlemler:
Ramazan Dışındaki Oruçları Bozmak:
3- Sonrası İçin Yapılacak İşlemler:
Keffaret Gereken Oruç Türleri:
Keffaret İçin Gerekli Şartlar:
II. Geceden -İmsake Kadar- Niyet Etmek:
İftar Şekliyle İlgili Şart: İftarın Tam Olması:
I. Yeme-İçmenin Sureten Ve Manen Birlikte Gerçekleşmesi:
II. Cinsî Arzunun Tam Giderilmesi:
Keffareti Gerektiren Hal Ve Hareketler:
C. Keffaret Ödeyecek Mükellef:
Kazayı Gerektiren Hal Ve Hareketler:
Gıda Ve İlaç Niteliğinde Olmayan Maddeleri Kullanmak:
Gıda Ve İlaçları Dinimizce Geçerli Özre Dayanarak Kullanmak:
Cinsî Arzunun Eksik Giderilmesi:
III. Mastürbasyon (Elle Boşalma):
Kazayı Gerektiren Diğer Haller:
Başlanan Sünnet İ’tikafi Tamamlamak:
2. BÖLÜM İ’TİKAFIN YAPILMASI VE BOZULMASI
Özel Olarak: İ’tikafa Giriş Ve Çıkış
Kadının Kocasından İzin Alması:
Mu’tekefun Fih’le İlgili Şart: Mescid:
1- İ’tikafı Bozan Hal Ve Hareketler:
Bakma-Düşünme Ve Rüyada Boşalma:
İrtidatla İ’tikafın Bozulması:
Vecdi Akyüz, 1955’te Kırklareli’nin Üsküp beldesinde doğdu. İlkokulu aynı yerde bitirdi. İmam-Hatip Okulu’nun orta kısmını Tekirdağ, lise kısmını İstanbul-Fatih İmam-Hatip Lisesi’nde 1974’te tamamladı. Aynı yıl İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne girdi, 1978’de mezun oldu.
1979 yılında Kastamonu’nun Azdavay ilçesinde müftü olarak görev yaptı. 1979-84 arasında Tekirdağ, 1984-85 arasında ise İstanbul-Eminönü müftülüklerinde murakıp olarak çalıştı. 1985’te Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi’nde Öğretim görevlisi oldu. 1989’da “doktor”, 1992’de “doçent” unvanını aldı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Eserleri:
1) Telif: Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991, Dergâh Yayınları; Mukayeseli İbadetler ilmihali (İslâm Fıkhında İbadetler), İstanbul 1995, İz Yayıncılık.
2) Tercüme: Siyaset/İbn Teymiye, İstanbul 1985, Dergâh Yayınları; Bir İslâm Kurumu Olarak Hisbe/İbn Teymiye, İstanbul 1989, İnsan Yayınları; İslâm Hukuk Felsefesi/Muhammed Tahir b. Aşur (Mehmet Erdoğan’la birlikte), İstanbul 1989, İklim Yayınları (2. basımı iz Yayıncılık tarafından yapılacaktır); İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet/Nevin Abdulhâlık Mustafa, İstanbul 1990, İz Yayıncılık; Fârâbî’den Abduh’a Siyasî Düşünce/Huriye Tevfik Mücahid, İstanbul 1995, İz Yayıncılık; Ayet ve Hadislerle İslâmî Hayat/İzzeddin Belik, (ortak çeviri) İstanbul 1992, İklim Yayınları.
3) Edisyon: Bütün Yönleriyle Âsr-ı Saadette İslâm, İstanbul 1994, Beyan Yayınları.
Sözlükte cemaat “topluluk, birarada bulunma” mânâsına gelir. Hukuk dilinde “Bir imamın önderliğinde toplu halde namaz kılan kimselere” verilen addır.
İmama uymaya İktida, İttiba; uyanlara Muktedî, Me’mum veya Mu’temm; imama Mukteda Bih, onun bu vazifesine İmamet adı verilir. Bütün bunlara Cemaatin Unsurları diyebiliriz. İmamlık yapmaya İ’timâm, tek başına namaz kılmaya İnfirâd adı verilir.
Cemaatin Unsurları
--------------------------------------
Muktedi- İktida- İmam
Muttebi- İttiba’- Mukteda Bih
Mu’temm
Me’mum
Şema 22: Cemaatin Unsurları
Topluluğun teşekkülü ve bazı özelliklere göre cemaat üç çeşittir.
Beş vakit namaz için, imam dışında en az bir tek kişi cemaat olmak için yeterlidir. Bu sebeple, iki kişiden biri ehil olunca, nerede olursa olunsun, namaz cemaatle kılınmalıdır. Hanefî ve Caferi Mezheblerine göre bir tek mümeyyiz çocuk veya kadınla da cemaat teşekkül eder; Maliki ve Hanbelî Mezhebler ile Zeydiye’nin Hâdeviye koluna göre, bir mümeyyiz çocuk, Zeydiye’ye göre ise bir kadın cemaatin teşekkülü için yeterli değildir[1].
Cuma namazı kılmak için imam dışında Hanefî Mezhebine göre, en az üç, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, kırk, Malikî Mezhebine göre, oniki, Caferî Mezhebine göre dört mükellef erkeğin bulunması şarttır.
Gerek cuma günü okunacak hutbe ve gerekse bayram hutbesi için bir tek mükellef erkeğin bulunması yeterlidir.
İşte cemaat için, yukarıda belirtilen şekilde yeterli sayıda mükellefin bulunması gerekir. Bu sayı cemaatin en azı içindir. Cemaatin sayısı ne kadar çok olursa fazileti de ona göre olur. Esasen ibadetlere kollektif şuur hâkim olmalıdır.
Cemaat
--------------------------------------------------------
Namaz Cemaati Hutbe Cemaati
-----------------------------------
a) Beş Vakit Namaz Cemaati
b) Cuma Namazı Cemaati
c) Diğer Namaz Cemaatleri
Şema 23: Cemaat
Beş vakit namaz yalnız başına kılınabileceği gibi, cemaatle de kılınabilir:
(a) Kâsânî çoğunluğun cemaatin vacip olduğu görüşünü savunduğunu belirtir. Hanefî mezhebine göre cemaatle namaz kılmak sağlam, hür, akıllı ve baliğ erkekler için sünneti aynı müekkededir. Ama’yı götürecek biri bulunmayınca cemaate gitmesi gerekmez; götürecek biri bulununca -hacda olduğu gibi- Ebu Hanife ve Ebu Yusufa göre yine gerekmez, eş-Şeybanî’ye göre gitmesi gerekir. Kadınların cemaate gitmesi mekruhtur, bununla birlikte yaşlılar gidebilir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, beş vakit namazı cemaatle kılmak farzı kifayedir. Aynı vakte ait kaza, cemaatle kılınması menduptür. Vakit içinde iade edilen her namazda; yağmur sebebiyle takdimle cemedilen namazda cemaat, ikincide farz olur, birincinin münferîd kılınması halinde namaz sahihtir. İki kişiden başka katılacak kimsenin bulunmaması halinde ikisine cemaatle kılmak farz olur.
(e) Mâliki Mezhebine göre, her namaz kılan ve her mescid ve cami için sünnet-i müekkededir.
(d) Hanbelî Mezhebi, Ebu Sevr ve Davud ez-Zahirî’ye göre, namazları cemaatle kılmak farz, yalnız başına kılmak haramdır. Hatta Hanbelî Mezhebine göre, beş vakit namazdan birini cemaatle kılmak farzı ayn’dır. Kaza namazlarının cemaatle kılınması Hanbelî Mezhebine göre, sünnettir.
(e) Caferî Mezhebine göre, camide namaz kılmak müstehaptır, hatta mazeretsiz olarak -özellikle de camiye komşu olan için- camiye gitmemek mekruhtur. Aynı şekilde, Hz. Ali’nin ve Hz. Hüseyin’in mesnedinde (türbesinde) de namaz kılmak müstehaptır.
Bütün farz namazların cemaatle kılınması kuvvetli
müstehaplardandır; bu,
(a) ÜM’e göre, cuma namazını cemaatle kılmak, sahih olmasının şartı olduğundan farzdır. Bu sebeple cemaatle kılınmayan cuma namazı sahih olmaz.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cuma namazının ilk rekâtinde cemaat farzı ayn, ikincisinde sünnettir. Bu ebeple, ilk rekâti imamla kılıp, ikincide ondan ayrılarak cuma namazının kılınması sahihtir.
(c) Caferî mezhebine göre belli şartlarla cuma namazının cemaatle kılınması vaciptir.
Cuma namazının
kaçırılması halinde
(a) Hanefî Mezhebine göre, cenaze namazını cemaatle kılmak sünneti kifaye-i müekkededir, yalnız başına da olsa cenaze namazı kılınabilir.
(b) Malikî Mezhebine göre, cenaze namazının cemaatle kılınması menduptur.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, cenaze namazını cemaatle kılmak sünnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, Ramazan ayı dışındaki vitir namazı yalnız başına kılınır. Bu ayda ise, teravih namazından sonra cemaatle kılınması caizdir. Ramazan dışında vitir namazını cemaatle kılmak mekruhtur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, vitir namazını Ramazan’da cemaatle kılmak menduptur.
Bayram namazlarının sahih olması için Hanefî Mezhebine göre, cemaatle kılınması şarttır; Şafiî Mezhebine göre, menduptur; Malikî Mezhebine göre, sünnet oluşunun gerçekleşmesi için şarttır, cemaatsiz kılınınca sünnet sevabı alınmaz; Hanbelî Mezhebine göre, sünnettir; Caferi Mezhebine göre, bayram namazlarının cemaatle kılınmasında beis yoktur.
Adak namazları normal olarak yalnız başına kılınır. Fakat cemaatle kılmak adanmışsa, Şafiî Mezhebine göre, buna uymak farzı ayın, cemaat adanmamışsa cemaatle kılınması mubahtır. [3]
Tavaftan sonra kılınan iki rekâtlik namaz, yalnız başına kılınır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, teravih namazı dışındaki bütün nafile namazları cemaatle kılmak mekruhtur, teravih namazının cemaatle kılınması ise sünneti kifaye-i müekkededir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, küsuf, istiska ve teravih namazlarının cemaatle kılınması menduptur.
(c) Malikî Mezhebine göre, küsuf ve istiska namazlarında sünnet oluşun gerçekleşmesi için cemaatle kılınması şart, teravih namazındaysa müstehaptır. Bunlar dışındaki nafileler ise, mescidde ve kalabalık cemaatle veya insanların tereddüt ettiği yerde kılınması mekruhtur, azlık olarak veya evde ve bu yerler dışında caizdir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, istiska ve teravih namazının cemaatle kılınması sünnet, teheccüd ve revatip nafile namazlarda mubahtır.
Cemaatle namaz, namaz kılmaya müsait bir yer ve kıldırmaya ehil bir imam olunca her yerde kılınır. Mutlaka cami veya mescidde kılınması gerekmez. Bunun için cami dışında, ev veya müsait olan her yerde cemaatle namaz kılınabilir.
Cemaatle namaz kılmak çok önemlidir. Esasen dinimizin emirlerinde de kollektif şuur yatmaktadır. Cemaatle kılman namaz yalnız başına kılınan namazdan yirmiyedi derece faziletlidir. Bu sebeple, ancak aşağıdaki özürler, cemaate gitmemeyi mubah kılar. [5]
(a) Hastalık,
(b) Götürecek biri bulunmazsa körlük,
(c) Ayağın kesik olması, topal veya kötürüm olmak.
(d) Düşkün ve ihtiyar olmak.
Yağmur ve çamurun şiddetli olması; sıcak ve soğuğun şiddetli olması; şiddetli karanlık gibi kötü hava şartlarında cemaate katılmak gerekmez.
Mal ve can güvenliğinin bulunmaması, saldırıya uğrama korkusu; yolculuk ve yolculuğa hazırlanmak; yanından ayrılmamak gereken hastanın yanında hastabakıcı olmak; yemek sofrasının hazır olması; abdestin sıkışmış olması; borçlu fakirin hapse düşme korkusu; ilim tahsili gibi mazeretler cemaate katılmamayı mubah kılar.
Cemaate devam etmek istediği halde, makbul bir mazeret dolayısıyla düzenli bir şekilde devam etmekten mahrum kalan mükellef niyetinin karşılığını görür.
Cemaatle namaz kılmak için, bir imamın bulunması şarttır. Bunun için, imam olacak kimselerin, bazı özelliklere sahip olması gerekir:
İmam olacak kimsenin inanç, ibadet, ahlâk ve diğer tavır ve hareketleri ile sağlam bir müslüman olması gerekir. Fâsıklara ve bid’at ehline uymak tahrimen mekruhtur. Fakat bu kişilerin inancı küfrü gerektiriyorsa onlara, müslüman olmayanlara uyulmadığı gibi uyulmaz.
Akıllı olmayanın veya ergenlik çağma ulaşmayanların imamlık yapmaları sahih değildir. Bu gibi kimselere uyanların namazı da sahih olmaz. Çünkü onlara uyanların namazları farz, çocuklarınkiyse nafiledir. Halbuki, ilerde ele alınacağı gibi, farz kılan nafile kılana uyamaz.
Caferi Mezhebine göre, muktedî erişkin biri olduğu takdirde, imamın da erişkin olması gerekir. Hatta erişkin olmayanın -kendi gibi erişkin olmayanın -kendi gibi erişkin olmayana biîe-imameti şüphelidir, hatta caiz olmayışı daha kesin bir durumdur.
İmam olmanın şartlarından biri de erkek olmaktır. Kadınların erkeklere imameti caiz değildir. Fakat kadının kadına imameti, mekruh olarak caizdir. Bu takdirde, imam olan kadın, cemaatin önüne geçmeyip ilk safın ortasında durur.
Caferi Mezhebine göre, cemaat erkekse, imamın da erkek olması gerekir. Hatta ihtiyat, mutlaka böyle olmasıdır.
Namaz sahih olacak kadar Kur’ân-ı Kerîm ezberlemiş olmak imamet için şarttır.
İmam olacak kimsenin vücudunda, imam olmaya engel bir özrü olmaması şarttır.. Cumhura göre körlerin imameti caizdir, ancak daha ehil varken, bu gibi kimseleri imamete geçirmek mekruhtur; Enes b. Mâlik ve İbn Abbas’a göre ise körler imam olmaz.
Caferi Mezhebine göre, imamda mutlaka aranan özelliklerden biri de adalettir. Fâsık veya durumu bilinmeyen kişinin arkasında namaz kılmak caiz değildir. Adalet; takvaya sarılmaya, büyük günahları, hatta kuvvetli görüşte büyük günahlardan sayılan ısrar şöyle dursun, küçük günahları bile dine aldırışsız olduğunu gösteren işleri yapmaya ve işlemeye engel olan karakter bütünlüğüdür. Ayrıca ihtiyat, -kuvvetli görüşte şart koşulmayan-şahsiyet bütünlüğüne aykırı işlerin yapılmayışını da gözönüne almaktır.
Aşağıdaki özellikler ise, imam olacak kimse için tercih sebebi olan özelliklerdir:
(a) İmam olacak kimsenin öncelikle fakih olması, özellikle namaz ve diğer konularda bilgili olması, namazın sahih olma ve bozulmasına ait bilgileri iyi bilmesi,
(b) Kur’ân okumayı iyi bilmesi ve ezberinin kuvvetli olması,
(c) Takva sahibi olmak, yani helal ve haram ile ilgili konuları sağlam bir şekilde bilmesi ve uygulaması,
(d) Yaşlı olmak,
(e) Ahlâk ve huy güzelliği herkesin sevgisini kazanmış olmak,
(f) Yaratılış güzelliği, yani gerek soy, gerekse yaratılış yönünden temizlik ve giyim güzelliğine sahip olmak,
(g) Ses güzelliğine sahip olmak,
(k) Ev sahibi olmak.
Resmen vazifeli biri olunca tu tercih sebepleri dikkate alınmaz. Çünkü imamet, zaten onun vazifesidir. Yalnız şuna da dikkat etmek gerekir: İmamlığa tayin edilecek kimsede bu özelliklerin bulunmasına son derece önem verilmelidir. Çünkü bunlar, mesleğe ehil olmanın temel şartıdır. Ayrıca resmen vazifeli imamlar da, çeşitli yollarla bu özelliklere sahip olmaya çalışmalıdırlar.
(a) Fasıkların, yani dinî konularda kayıtsız kalanların imameti tahrimen mekruhtur. Muhammed eş-Şeybaniye, Hanbelî ve Malikî Mezheblerine göre, fasıklaraı, imameti caiz değildir. [7]
(b) Bid’at inanç ve hareketlere uyanlar, yani ehl-i sünnet inancına muhalif -küfrü gerektiren inanç değil- olanların imameti mekruhtur; Ebu Hanife’ye göre küfrü gerektirince mekruhtur.
(c) Sefih, yani iş ve tasarruflarında iyi ile kötüyü birbirinden ayıramayanların imameti mekruhtur.
(d) Bir kimsenin kendisini haklı yere sevmeyen bir cemaate imameti mekruhtur. Fakat cemaatin tutumu haksız olur ve imamete bu kimseden daha layık biri bulunmazsa cemaatin bu tutumu dikkate alınmaz.
(e) Kadının kadınlara imameti mekruhtur.
(f) Namazları -cemaatin rızası dışında- uzatanların imameti. [8]
(g) Malikî Mezhebine göre, abdestlinin teyemmümlüye; ayağını yıkayanın meshedene uyması mekruhtur; Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, sahih bir; Şafiî Mezhebine göre, iadeyi gerektirmeyince sahihtir. [9]
Âmânın imametinde bir beis yoktur, fakat görür kimselerin imameti efdaldir.
(a) İmam, cemaati namazdan veya kendisinden uzaklaştıracak davranışlardan sakınmalıdır. Namazı çok ağır veya acele kıldırmak, tesbihleri uzatmak, temizliğe dikkat etmemek gibi durumlar buna örnektir. Özetle, imamın kendisini cemaate sevdirmesi gerekir. Çünkü gaye, cemaati azaltmak değil, çoğaltmak ve toplamaktır.
(b) İmam kendisine kolay gelen ve bildiği âyet ve sûreleri okumalıdır. Çünkü bilmediği takdirde feth (hatırlatma) yapılması gerekir, bu ise sık sık tekrarlandığında cemaatin güvenini sarsar. Feth, hukukçuların çoğunluğuna göre caizdir. [10] Feth, imamın okumakta olduğu âyette yanılarak veya hatırlamayarak devamını getirememesi halinde, cemaatten birinin hatırlatması demektir. Böyle bir durum ortaya çıkınca, imam, cemaatin hatırlatmasını beklemeden namaz sahih olacak kadar okuduysa hemen rükûa eğilmeli veya başka bir bildiği yeri okumalıdır. Cemaate bu durumda düşen, acele etmeden hareket edip karışıklığa sebep olmamaktır,
İmam için namaza başlarken bulunması gerekli özellikler yanında, namazın devamında ve cemaatle kılınmasının sahih olmasında bir takım şartlar da vardır:
İmamlık yapacak kimsenin müslüman olması gerekir. Müslüman olmayanların imamlığı sahih değildir. Çünkü namazın sahih olma şartlarından biri de, müslüman olmaktır. Bu gibi hallerde, imamın müslüman olmadığı anlaşılırsa, namaz iade edilir.
(a) ÜM’e göre, farz namazlarda baliğ olanın mümeyyiz çocuğa uyması sahih değildir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cuma namazı dışında, baliğ olmayana uyabilir.
(a) ÜM’e göre baliğ, mümeyyiz çocuğa nafile namazda uyabilir.
(b) Hanefi Mezhebine göre, nafile namazlarda da, farzlarda olduğu gibi bu durum sahih değildir; ancak Muhammed b. Mukatil er-Razfye göre teravih kılınabilir.
Dm’e göre çocuk, kendi gibi çocuklara imam olabilir.
(a) Cumhur’a (ÜM’e) göre imam olabilmenin şartlarından biri de erkek olmaktır. Kadın ve hünsalar (erdişi), erkeklere imam olamaz. Fakat, aynı hizada durmak şartıyla, kadının kadınlara imameti mekruh olarak sahihtir, bu durumda imam olan kadının ileri geçmesi de ayrıca mekruhtur. Hünsa, kadınlara, bu esasa göre imam olabilir. Kadınlar, -imamete niyet ettiyse- erkeğe uyabilir, Züfer’e göre imamete niyet şart değildir.
(b) Maliki Mezhebine göre, kadın ve hünsalann imameti, ne kendilerine, ne de erkeklere hiçbir namazda sahih değildir.
(c) Ebu Sevr ve Taberî’ye göre, kadının imameti erkekler için de, kadınlar için de sahihtir.
İmamlık yapacak kimsenin akıllı olması gerekir, akıllı olmayanların imameti sahih değildir. Bazan iyileşen, bazan aklî dengesi bozulanların düzgün halde kıldırdığı namazı sahih, öbürleri fasiddir.
İmamın kıldırdığı namazın sahih olması için, başka bir imama uymamış olması gerekir. Çünkü o, yalnız kendi cemaatine ve başka birine uymadan imamlık yapar:
(a) Hanefî Mezhebine göre, mesbûka uymak caiz değildir. İkindi namazına üçüncü rekâtte yetişen bir muktedîyi örnek alalım: Dördüncü rekâti de imamla kıldıktan sonra, kılamadığı iki rekât için ayağa kalktığında başka bir bu muktedîye uyarsa, ona sonradan uyan bu mükellefin namazı sahih değildir. Çünkü, uymuş olduğu kimse de, daha önce başkasına uymuştur. Aynı şekilde, iki mesbûk da birbirine uyamaz.
(b) Şafiî Mezhebine göre, muktedîye, iktidası devam ettiği müddetçe uyulmaz. Fakat imam selâm verdikten sonra veya imama iktidadan ayrılmaya niyet ettikten -bu mezhebe göre iktidadan ayrılmaya niyet caizdir- sonra, ona iktida sahihtir. Bu durum, yalnızca cuma dışındaki namazlar için sözkonusudur.
(c) Malikî Mezhebine göre, imamla birlikte bir rekât kılmış kimseye iktida edenin namazı bâtıldır. Fakat imamla birlikte bir rekât kılmamış mesbûka iktida edilebilir. Çünkü bu durumda o, halen münferîddir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, muktedîye iktidası devam ettiği müddetçe uymak sahih olmaz. Fakat -cuma namazı dışında- imam selâm verir ve namaz kılan mesbûk olursa, başka bir mesbûk ona uyabilir.
Cemaatin kalabalık olduğu namazlarda, en sondaki safta cemaate katılan, fakat imamın hareketlerini takip edemeyen kimse bu imama uyup namaz kılanlardan birine uyabilir mi?
Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, aynı imama uyan iki mesbûk, iktida niyeti olmaksızın, birbirini örnek alarak, namazlarının kalan kısmını tamamlayabilirler.
İmamlık yapacak kimsenin namazla ilgili durumlarda cemaatten üstün veya ona denk durumda olması gerekir:
(a) ÜM’e ve Zeydiye’nin Hâdeviye koluna göre, farz kılan, nafile kılan imama uyamaz.
(b) Şafiî Mezhebine ve İshâk’a göre, farz kılan muktedî, nafile kılan imama uyabilir ve bu namaz muktedî için kerahetle sahih olur.
Bütün mezheblere göre, nafile kılan muktedî, farz kılan imama uyabilir. Nitekim, vakit namazını kılan biri, daha sonra bir imama uyarak onunla birlikte namaz kılabilir; Malik’e göre uyamaz.
(a) ÜM’e göre, temizlenmekten âciz olana, temizliği yapan kimse uyamaz; Malikî Mezhebine göre bu, kerahatle caizdir.
(b) Ebu Hanife ve Ebu Yusufa göre, abdest alan teyemmüm edene, ayakta ima eden oturarak ima edene uyabilir, eş-Şeybânî’ye göre uyamaz.
(c) Hadesli veya necasetli kimsenin imameti konusu ihtilaflıdır:
(1) Hanefî Mezhebine göre, muhdes, cünüp ve üzerinde necaset bulunan kimselerin imameti sahih değildir, fakat ona uyanların namazları -eğer durumu bilmiyorlarsa-sahihtir, durumu âdil şahit veya âdil imamın haber vermesiyle öğrenirlerse namazları bâtıl olur, yeniden kılmaları gerekir; imam âdil olmazsa, ihtiyaten iade etmek müstehaptır.
(2) Şafiî Mezhebine göre, muktedî başlangıçta imamın muhdes olduğunu bilir veya öğrenirse, namazı sahîh olmaz, fakat bunu namaz kılarken öğrenirse, iktidadan ayrılmaya niyet etmek vacip olur. Bu durumda, namazını yalnızca kılar ve sahih olur. Uyduğu imamın muhdes olduğunu namaz bittikten sonra öğrenen muktedînin namazı sahihtir, cemaat sevabını kazanır, fakat imamın namazı bütün bu durumlarda bâtıldır, iade etmesi gerekir. Üzerinde görülmeyen necaset bulunan imama -bunu bilerek uymak- sahih değildir. Bu durum, cuma namazında olur ve gerekli sayı kendisiyle tamamlanırsa, hepsinin namazı bâtıl olur. Görünen necaset olunca, iktida kesinlikle sahih olmaz.
(3) Maliki Mezhebine göre, muhdesin imameti, -bunu kasıtlı yapıyorsa- bâtıldır, bu durumda cemaatinki de bâtıl olur. Fakat hadeste kasıt bulunmazsa, meselâ hadesli olduğunu unutarak namaza başlarsa, ona uyanlar namaz işlemlerinden birini -bu durumu öğrendikten veya zannı galibine göre karar verdikten sonra- yaparsa namazları bâtıl olur. Aynı şekilde muktedîler hadesi bilip, imam bilmezse, ona uyanların namazı bâtıl olur. İmamın namazı ise, bu durumların bütününde bâtıldır. İmama necaset bulaşması halinde de, hüküm bu şekildedir, imam bu durumu namaz bittikten sonra öğrenirse namaz sahihtir.
(4) Hanbelî Mezhebine göre, hadesli ve necasetli kimsenin namazı, -bu hali biliyorsa- sahih değildir. Fakat ne imam, ne de cemaat namaz bitene kadar biliniyorlarsa, cemaatin namazı sahih olur, imamınki olmaz. [16]
(5) Caferi Mezhebine göre, imamın fâsık veya muhdes olduğu namazdan sonra ortaya çıkarsa, cemaatın namazı sahih olur.
(d) İmam olacak kimsenin daha önce ele alınan özürlerden salim olması gerekir. [17]
(1) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, özürleri aynı olanların imameti birbirine sahihtir, fakat ayrı olanlar birbirine imam olamazlar.
(2) Şafiî Mezhebine göre, imamda bulunan özürle namazın iadesi vacip olmazsa, muktedî sağlam olsa bile, imameti sahihtir.
(3) Malikî Mezhebine göre, imam hakkında mafuv olan (affedilen) özürlerden salim olması şart koşulmaz, imameti mekruh olmakla birlikte namazı sahih olur.
Ayağını yıkayan meste veya yarasız sargıya meshedene uyabilir.
(4) Caferi Mezhebine göre, özür sahiplerine iktida şüphelidir. Hattâ ihtiyaten onlara uyulmamalıdır. Ama özür sahibinin kendisine denk veya daha kötü durumdakine imameti, msl., oturanın yatana imamlığı kabul edilebilir. Oturanın oturana, teyemmümlü ve sargılı olanın kendileri gibilere imamlığında beis yoktur.
Setr-i avret yapan, yapmayana Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, uyamazken, Şafiî ve Malikî Mezheblerine göre, uyabilir, ancak Malikî Mezhebine göre, bu mekruhtur. Setr-i avreti sağlayamayanlar sağlayana uyabilir: Bu durumda namaz, Hanefî Mezhebine göre, oturarak ima ile kılınır; Bişr ve eş-Şafîî’ye göre ayakta rükû ve secdeyle kılınır.
(a) Rükûa gücü yeten, yetmeyene, yani imayla kılana uyamaz, Züfer’e göre uyabilir[19].
(b) Hanefî Mezhebine göre, kıyama gücü yeten, gücü yetmeyene rükû ve secdeye göre uyar: Bu ikisine gücü yeterse ayakta olan, oturarak kılana uyabilir; gücü yetmiyorsa uyamaz. Muhammed eş-Şeybanî’ye göre hiçbir şekilde uyamaz. [20] İmam ve muktedî ikisi birlikte, rükû ve secde yapamazlarsa, namazları ima ile olur ve bu durumda iktida da sahihtir.
Şafiî Mezhebine göre, ayakta kılan kıyam ve ka’deden âciz olan, oturarak kılana uyabilir. [21]
Malikî Mezhebine göre, ayakta kılan, oturarak kılana -namaz nafile bile olsa- uyamaz. Fakat, nafile namazda muktedî, isteğiyle oturursa namazı sahih olur. Yapamadıkları bedenî işlemleri eşit olanlar birbirine uyabilir. İma ile kılanlar birbirine uyamaz. [22]
Zeydiye’nin Hâdeviye koluna göre, yolcu, mukime ilk iki rekâtte uyamaz.
Kur’ân okumasını bilen biri, yine bilenlere imam olabilir. Fakat ümmî (okuma bilmeyen), bilen birine imam olamaz, ancak kendi gibilere imam olabilir. Maliki Mezhebine göre, bu son durumda, okuma bilen biri bulunursa, Fatiha’yı okuyamayanlar birbirine uyabilir, öncelikle iyi okuyan imamete geçmelidir; okuyan biri bulunmayınca ümmîler birbirine imam olabilir.
İmametin sahih olması için, imamın, Maliki Mezhebi dışındaki ÜM’e göre, harfleri gereği gibi çıkarması ve telaffuz etmesi gerekir. Dilinde bu şekilde arıza bulunan kimselerin imameti konusu ihtilaflıdır: [25]
(a) ÜM’e göre, dilinde arıza olanın gücü yettiğince bunu düzeltmeye çalışması gerekir. Bundan sonra da aynı şekilde devam ederse, sadece kendi gibileri için imameti sahihtir. Maliki Mezhebine göre, dil arızası olanın, bunu düzeltmeye çalışması şart değildir.
(b) Dilinde arızası olan bunu düzeltmeye çalışmaz, ihmal ederse;
(1) Hanefî, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, imameti bir yana, kendi başına kıldığı namazı bile bâtıl olur; şu kadar var ki, Hanefî Mezhebine göre, Fatiha dışında sağlam bildiği ve okuduğu yer olan kimse, bunu okursa namazı bâtıl olmaz.
(2) Maliki Mezhebine göre, imameti mutlak olarak sahihtir.
ÜM’e göre, rükûdaymışçasına kambur olana, sağlamlar uyamaz bu gibilere ancak kendi durumunda olanlar uyabilir; Şafiî Mezhebine göre, bu durum, imametin sahih olmasına tesir etmez.
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, fasığın (günahkâr kişinin) imameti, mekruh olarak sahihtir.
(b) Maliki Mezhebine göre, sadece namazla ilgili fısktan dolayı fasik imama uyulmaz. Namazla ilgili fısk ise, şart ve farzları önemsememek, meselâ abdestsiz namaz kıldırmak, Fatiha’yı terketmek gibi işlemlerle olur.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, fâsığın (büyük günah işleyen veya küçük günahlarda ısrar ve devam edenin) imameti, -bu kendi gibi birine de olsa, fışkı gizli de olsa- sahih değildir, böyle birinin arkasında namaz kılan muktedî, bu durumu, namaz bittikten sonra öğrenirse,-cuma ve bayram dışındakileri- iade etmesi gerekir. Cuma ve bayram namazlarında da, başka imam bulunmazsa, bu gibilerin arkasında zarurî olarak kılınır. Sarhoşun arkasında kılmak da uygun değildir.
Cemaatte Namazın Sahih Olma Şartları
İmam İçin |
I Muktedi İçin |
Ortak Şartlar |
Gerekli Şartlar |
Gerekli Şartar |
|
1. İslam |
1. İmama Tabi Olmak |
1. İmamete ve |
2. Buluğ |
2. İmamın Önüne |
Iktidaya Niyet |
3. Erkek Olmak |
Geçmemek |
2. Farzların Aynı |
4. Akıllı Olmak |
3. Kadınlarla Aynı Safta |
Olması |
5. Başka Birine |
Olmamak |
|
Uymamak |
4. İmamın Hareketlerini |
|
6. Cemaatten |
Takip etmek |
|
Üstün veya |
5. İmamın Namazının |
|
Ona Denk |
Uyanın Mezhebinde |
|
Olmak |
Sahih Olması |
|
Şema 24: Cemaatle Namazın Sahih Olma Şartları
Muktedînin imamla namaz kılarken, onun hareketlerine çeşitli yönlerden uyması gerekir, ancak muktedî bazan ona uymaz. [27]
Muktedî tekbirinde, rükûunda, secdesinde, selâmında mutlaka imaftn ile birlikte, aynı anda ve aynı şekilde hareket edecektir; imam tekbir alırken, muktedî secde yapmayacaktır.
Muktedî namaz işlemlerini imamdan ne çok önce, ne de çok sonra yapar. İmam tekbir alırken uzun süre beklemeyip o da alacaktır.
Az önce de belirtildiği gibi, muktedî, imamdan önce hareket etmeyip, önce onun hareket etmesini bekleyecektir. İmam ikinci rükne geçmeden önce, o andaki rükne yetişecektir. İmamdan önce iftitah tekbiri alınınca namaz bâtıl olur.
Şu halde, muktedî, namaz işlemlerinde imamla aynı anda ve şekilde hareket edecek, önce imamın işlemi yapmasını bekleyecek ve ondan hemen sonra namaz işlemlerini yapacaktır. Rükû işleminde bu açıklamayı uygulayalım: İmam rükûa gidince, muktedî de hemen ondan sonra rukûa gidecek ve ondan önce rükûdan kalkmayarak imamın kalkmasını bekleyecektir. Bu üç durumda, imama uymak, yapılan işlemin farz, vacip ve sünnet olmasına göre aynı hükrnü taşır. Yine rükûu örnek alırsak, rükû yapmayanın veya imamdan önce rükû yapan kimsenin namazı bâtıl olur sonucuna varırız. Vacip bir işlemi, meselâ vitir namazında Kunût’u terkederse günahkâr olur, Sünnet bir işlemi, meselâ rükû ve secdedeki tekbirleri terkedecek olursa, namaz bozulmayıp hoş karşılanmayan bir davranışta bulunmuş olur.
Cemaat imama,
a. Kıyam, rükû, sücud gibi fiilî rükünler,
b. Subhaneke, Teşbihler ve Tahiyyat gibi zikrî hususlarda uyar.
Kavlî rükün olan kıraatte imama uyma veya uymama konusunda, hukukçular arasında görüş ayrılığı vardır. [28]
(a) Ebu Hanife ile Ebu Yusuf’a göre, kıraatte imama uyulmaz, susulur, onun açık kıraati dinlenir. Çünkü, cemaate o riyaset etmektedir ve onun kıraaati, cemaatin de kıraati demektir. Bu sebeple, kıraatin açık yapıldığı namazlarda, cemaatın kıraat yapması tahrimen, gizli yapılan namazlardaysa tenzihen mekruhtur.
(b) Muhammed eş-Şeybâni’ye göre, gizli okunan namazlarda kıraat caizdir; Malik’e göre müstahsendir; açık kıraatli namazlarda ise cemaat kıraatte bulunmaz.
(c) Ahmed b. Hanbel’e göre, gizli okunan namazlarda muktedî de gizli kıraatte bulunur. Bundan başka, imamın açıktan okuduğunu cemaatten herhangi biri işitmezse, kendisinin kıraatte bulunması vaciptir; fakat işitirse kıraatte bulunması caiz olmaz.
(d) eş-Şafiî’ye göre, gizli kıraatli namazlarda muktedî, Fatiha’dan başka âyetler de okur, açık kıraatli namazlarda ise yalnız Fatiha’yı gizlice okuması gerekir; bu son durum rekâtın kaçırılacağından korkulunca terkedilir.
(e) Caferi Mezhebine göre, kuvvetli görüşte, muktedînin, gizli kıraatli namazların ilk iki rekâtında kıraati terketmesi vaciptir. Az da olsa imamın sesini duyunca açık kıraatlerde de böyledir; duymazsa, okuması caiz, hatta müsteh’ap olur. Kıraatin bir kısmını duyup, bir kısmını duymazsa ihtiyat kıraati terk etmesidir. [29]
(a) İmamın kasıtlı olarak namaza bir secde ilave etmesi halinde, muktedî ona uymaz.
(b) Bayram namazlarının tekbirlerinde fazla olarak yapılanlara muktedî uymaz.
(c) Cenaze namazının tekbirlerinde fazla olarak yapılan işlem bulunursa muktedî bunlara uymaz.
Dört rekâtli namazlarda son ka’deden sonra, imamın unutarak fazla bir rekâti, yani beşinciyi kıldırmaya kalkması halinde muktedî ona uymaz. Bu durumda muktedî, imamı Subhanellah diyerek uyarır. Beşinci rekâte kalkıldığında, şu şekilde hareket edilir:
(a) Eğer imam dördüncü rekâtten sonra ka’de yapmışsa, cemaat oturarak bekler; imam derhal dönüp, teşehhüdü iade etmeden selâm verirse, cemaat de onunla birlikte selâm verir, sehiv secdesi yaparlar. Fakat beşinci rekât için de secde yaparsa, cemaat bir müddet bekledikten sonra kendi başına selâm verip namazdan çıkar.
(b) İmam, dördüncü rekâtten sonra ka’de yapmamışsa, cemaat yine bekler, eğer imam derhal kadeye dönüp, daha sonra selâm verirse, cemaat de birlikte selâm verir. Fakat imam, beşinci rekât için secde yaparsa, hepsinin namazı bâtıl olur, cemaatın tek başına teşehhüd ve selâmı fayda vermez.
İmam son oturuşu yapmadan fazla bir rekâte kalkarak secde yaparlarsa, hepsinin namazı bâtıl olur.
İmamın terkettiği aşağıdaki hallerde de, cemaat, bu işlemleri terketmeyip yaparlar ve ona uymazlar:
(a) İftitah tekbirinde elleri kaldırmak,
(b) Rükû ve secde tekbirlerini almak,
(c) Rükû ve secde tekbirlerini yapmak,
(d) Tahiyyatı unutmak,
(e) Teşrik tekbirini almak.
Aşağıdaki terk durumlarında ise, muktedînin imama uyması gerekir:
(a) Bayram namazının tekbirlerinin terk edilmesi,
(b) Birinci ka’denin terk edilmesi,
(c) Tilavet secdesinin terkedilmesi,
(d) Sehiv secdesinin yapılmaması.
İmam selâm verince muktedî de teşehhüdü bitirmemişse selâm verir, salât ile duayı bitirmek için selâmı geciktirmez, teşehhüdü bitirmeden de selâm verilebilir.
(a) ÜM’e göre, muktedînin kıldığı namazın sahîh olması için, imamın önüne geçmemesi şarttır: Hanefî ve Hanbeîî Mezheblerine göre, imamın önüne geçilerek namaz, yalnızca Kabe’de alınır; Şafiî Mezhebine göre, aynı yönde olurlarsa muktedînin ilerde olması sahih olmaz. Kadınlar arasında kılınan namazda imam olan kadın, öne geçmeyip ilk safta bulunur.
(b) Maliki Mezhebine göre, cemaatin -hatta bütününün- imamdan ileride namaza durması mekruh ise de, namazı bozmaz.
İmamla ona uyanlar aynı hizada dururlarsa, bu durumda ÜM’e göre namaz sahihtir, Şafiî Mezhebine göre, bu davranış mekruhtur. [33]
Hanbelî Mezhebine, göre, iktidanın sahih olma şartlarından biri de, muktedînin tek kişi olması halinde, imamın sağında durmasıdır, solunda veya arkasında durursa erkek muktedînin namazı bozulur, arkasına durduğunda kadınınki bozulmaz. Çünkü onun meşru yeri, esasen burasıdır. Kadın muktedî, imamın sağına veya soluna durursa, namazı bozulur. Bu durumda, namazın bozulması için, imamla birlikte tam bir rekât bulunmak gerekir, aksi halde namaz bozulmaz. [34]
Hanefî Mezhebine göre, namazı bozan hallerden biri olarak ele alacağımız Muhâzâtu’n-Nisa, şartları gerçekleştiğinde, bazı erkek mükelleflerin namazını bozarken, ÜM’e göre bu durum namazı hiçbir şekilde bozmaz. [35]
Muktedînin namazın sahîh olması için, -görerek veya işiterek, hatta mübelliğ (duyurucu) vasıtasıyla da olsa- imamın hareketlerini takip etmesi gerekir. Yani imamla ona uyanların yerleri, hakikaten veya hükmen bir olmalıdır. Herhangi bir sebeple bu hareketleri takip edemeyen mükelleflerin namazı sahih değildir. Konuyu biraz daha açalım: Muktedînin, imamın hareketlerini Mekân Birliği’nin sağlanmasıyla takip edebileceğini ifade edebiliriz. Buna dayanarak, mekân birliğinin sağlanmaması halinde, muktedînin. namazının sahih olmaması gerekecektir. Bir kimsenin mescid veya camiye yakın evinde imama uyması sahih değildir. Çünkü arada mekân birliğini önleyen bir uzaklık vardır. Şu halde mekân birliğinin sağlandığı ve sağlanmadığı halleri iyi bilmek gerekir.
(a) ÜM’e göre, imamla muktedî arasında küçük camide bulunan yol, duvar gibi hiçbir engelin bulunmaması halinde, mekân birliği sağlanmış olur. İmamla muktedînin birbirinden uzak iki yerde bulunması mekân birliğini önler.
(b) Caferi Mezhebine göre, erkek cemaatte, imam ile cemaat, yahut cemaatin birbirleriyle arasında görmeyi engelleyen bir şey olmamalıdır. Kadın, erkeğe iktida etmişse, kadın ile imam ya da erkek cemaat arasında engel bulunmasında beis yoktur. Kadın cemaatin birbirleriyle ya da kadın cemaat ile kadın imam arasında engel bulunmasında işkâl (tartışma, tereddüt) sözkonusudur.
(c) Şafiî Mezhebine göre, imamla muktedî mescid ve camide olduklarında -aralarında mesafe de olsa- mekân birliği var kabul edilir. Bu durumda imamın hareketlerini takip ve tespit, görerek veya işiterek mümkün olmasa bile, -aynı yerde bulundukları için-cemaatin hareketinden de gerçekleşebilir. Yalnızca ikisi arasında, kilitli veya çivilenmiş kapı gibi engel bulunması ve muktedînin imama ulaşmasını önlemesi halinde iktida sahîh olmaz.
(a) Geniş yerlerde, meselâ büyük camilerde muktedî imamın hareketlerini duyarak, mübelliği (kalabalık cemaatte imamın hareketlerini cemaate duyurmak için tekbirleri alan kimse) duyarak veya imamı görerek ya da imama uyanları görerek takip edebiliyorsa namaz sahihtir. Çünkü zaten bu durumda mekan birliği vardır. Fakat bu durumda imamın hareketlerini takip edemeyen muktedînin namazı sahih değildir. Mekan birliği bu durumda vardır, fakat görerek veya duyarak imamın hareketleri takip edilmez. Bu sebeple böyle hallerde namaz sahih olmaz.
(b) Hiçbir aralık bulunmadan imamın sesini işitmek ve onu görmek veya bu şekilde olanlarla birarada bulunmak iktida için yeterlidir. Çünkü, bu durumda, mekân birliği sağlanmış olur.
Şafiî Mezhebine göre, imam camide, muktedî cami dışında olunca, aralarındaki mesafe insan kulacıyla üçyüz kulaç kadarsa birlik vardır. Yalnızca engel olmaması gerekir. Bu durumda, imama ulaşması, arkasını kıbleye dönmeden olabilmelidir.
(c) Hanefî Mezhebine göre, geniş ve büyük camilerde imamla muktedî arasında, bir araba geçecek kadarlık boşluk bulunursa, namaz sahih olmaz, fakat bu kadar boşluk bulunmazsa sahih olur. Küçük camilerin ise, her yerinde imama uyulabilir.
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, aralarından bir yol geçmeyen, yalnızca duvar gibi engel olan yerlerde, muktedî imamın hareketlerini takip edebiliyorsa, mekân birliği var kabul edilir. Aradan yol geçen yerler arasında mekân birliği bulunmadığı gibi, arada bir duvar olup muktedî imamın hareketlerini takip edemiyorsa, bu durumda da mekân birliği yok sayılır.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, imamla muktedî cami içinde olunca, iftitah tekbirini duyabiliyorsa, -aralarında engel bile olsa-iktida sahihtir. Her ikisi cami dışında veya imam içeride, muktedî dışarıda olunca, muktedî, imamı veya onun arkasındakileri görebiliyorsa, iktida sahih olur.
(a) Hanefî Mezhebine göre, kırda kılınan namazda, imamla muktedî, arasında iki saf tutacak kadar bir boşluk varsa namaz sahih olmaz, daha az boşlukta sahih olur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, açık alanda kılınan namazda arada üçyüz kulaçtan fazla aralıkta -aradan bir yol veya nehir geçse bile- mekân birliği vardır.
(c) Malikî Mezhebine göre, imamla muktedî arasında mekân birliğinin bulunmaması, iktidanın sahih olmasını önlejnez. İmamla muktedî arasında nehir, duvar veya yol bile olsa muktedî imamın hareketlerini takip ve tespit edebiliyorsa -hatta bu tespit imamı duyanla bile olsa- namaz sahihtir. Fakat cuma namazı için -camiye komşu evde bile olmaz- mutlaka camide bulunması gerekir. [37]
Mezhep ayrılığı, imamete ve iktidaya engel değildir. Yani bir Şafiî imama, bir Hanefi; bir Hanefî imama, bir Şafiî uyabilir:
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, bu durumda, namazın sahih olması için, uyduğu imamın kıldırdığı namazın, kendi mezhebinde sahih olması gerekir. Çünkü bu durumda, başka mezhebe uyan kimse, yine kendi mezhebinin hükümlerini uygular:
(1) Hanefi bir mükellefin Şafiî bir imam arkasında namaz kıldığını düşünelim: İmam namazda Hanefi Mezhebine aykırı bir hal ve hareketle karşılaşırsa, meselâ imamın herhangi bir yerinden namazı bozacak şekilde kan akarsa ve abdesti yenilememişse, muktedînin namazı bozulur.
(2) Hanefî bir imam arkasında namaz kılan Şafiî bir kimseyi düşünelim: Hanefi imam, kadına dokunmuşsa, bu durum Şafiî Mezhebinde abdesti bozar ve Hanefî bir imama uyan Şafiînin namazı bozulur.
(b) Malikî ve Hanbelî Mezheblerine göre, namazın sahih olması için şart olan durumlarda, yalnız imamın mezhebine göre hareket edilir, muktedîninkine bakılmaz. Meselâ başının tamamını meshetmeyen Hanefî ve şafiî bir imama, bu iki mezhebe mensup kimseler uyabilir. İktidanın sahih olma şartlarıyla ilgili durumlarda iktida ise, muktedînin mezhebine göre düzenlenir. Meselâ farz kılan malikî ve hanbelî birinin, nafile kılan şafiîye uyması halinde namaz bâtıldır, çünkü imamla muktedînin namazlarının aynı olması şarttır.
(c) Caferi Mezhebine göre de, namazla ilgili meselelerde ictihad veya takîid yönünden imam ile muktedî farklı görüşte olduklarında, -mutkedî imamın namazının sıhhatine inandığı takdirde işlemde birlikleri olmasa bile- iktida sahîh olur. İmamın namazının bâtıl olduğuna inandığı halde iktida sahîh olmaz.
(a) Hanefî Mezhebine göre, imamete niyet etmek, cemaat arkasındaki kadın muktedînin namazının sahih olması için şarttır. Aksi halde, imam arkasında namaz kılan kadınların namazı, sahih olmaz. Bu sebeple imam, arkasında kadınların da namaz kılacağını düşünerek, kadın ve erkeklere imam olacağına dair niyet etmelidir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, sahih olması cemaate bağlı, meselâ cuma ve yağmur dolayısıyla cemedilen namazlarda imamete niyet etmek şarttır.
(c) Malikî Mezhebine göre, cuma, geceleyin yağmur dolayısıyla cemedilen namaz, havf namazı, özür dolayısıyla imamete geçirilen kimsenin namazında imamete niyeti şarttır. Cuma namazında bu niyet olmazsa bütününün, ikincide her ikisinde ayrıntı vardır; havf namazında birinci grubun namazı bâtıl, ikincininki sahihtir; istihlaf halindeyse, muktedînin namazı bâtıl, imamınki sahihtir.
(d) Caferi Mezhebine göre, cuma, bayram ve iade edilen bazı namazlarda, imamın -kendisi için sevabın husulü niyete bağlıysa da- cemaate ve imamate niyeti şart değildir. Namaz başında niyeti varsa, imam, bütün namaz durumlarında ihtiyarî olarak bile imamlıktan münferidliğe geçebilir.
ÜM’e göre, bütün namazlarda, muktedînin imama uymaya niyet etmesi gerekir; Hanefî Mezhebine göre, cuma ve bayram namazı dışındakilerde iktidaya niyet edilir, bu iki namazdaysa iktida niyetine ihtiyaç yoktur:
(a) ÜM’e göre, iktida niyeti namazın başında yapılır. Bu sebeple, kendi başına namaz kılmaya başlayan mükellef, daha sonra cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, selâm vermeden imama uyamaz. Aynı şekilde, cemaatle namaza başlayan kimse, bir müddet sonra yalnız başına namazı kılamaz. Bu durum, Hanefî Mezhebine göre yalnızca zaruret halinde, son ka’dede teşehhüdden sonra selâm verilir, mazeretsiz olarak ayrılma halinde namaz günahla birlikte sahih olur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, namaz başında iktidaya niyet şart değildir. Cemaatle kılınması şart olan namazlar dışında, iktidaya -mekruh olmakla birlikte- namaz esnasında da niyet edilebilir. Aynı şekilde muktedî, -özürsüz bile olsa- cemaatle kılınması şart olan namazlar dışında iktidadan ayrılmaya niyet edebilir. Cemaatle kılınması şart olan cuma namazındaysa, birinci rekâtte iktidadan ayrılmaya niyet sahih değildir, diğerleriyle cemi takdim yapılan namazlarda iktida niyetine son vermek caiz değildir.
(c) Caferi Mezhebine göre, muktedînin iktidara niyeti şarttır. Şayet niyet etmezse, söz ve fiillerle ona uysa bile, namazı sahih olmaz. Uyulan imamın isim, sıfat, zihni veya dış işaretle belirlenmesi gerekir. Münferid, ihtiyatlı görüşte, namaz sırasında imamlığa geçmeye niyet edemez.
(a) Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, imametin sahih olması için, imamla muktedînin kıldıkları farz namazların aynı olması gerekir. Yani, her ikisinin de kıldıkları namaz, gerek vakit içinde kılman, gerek kazaya kalan bir namaz olsun, aynı olmalıdır, aksi halde muktedînin namazı sahih olmaz.
Örnekler:
(1) İmam
(2) İmam kazaya kalan öğleyi kıldırırken, muktedî günün
(3) Çarşamba günü kazaya kalan
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, bu örneklerdeki
durumlarda iktida sahihtir. Hanbelî Mezhebine göre, birinci örnekteki durum
sahih değildir. Şafiî Mezhebine göre, imamla muktedînin namazının şekil ve
düzen yönünden bir olması şarttır. Meselâ
Hanefî Mezhebine göre, vakit çıktıktan sonra yolcunun mukim imama uyması sahih değildir; ÜM’e göre vakit içinde de dışında da sahihtir. [41]
(a) Hanefî Mezhebine göre, adadıkları namaz, ayrı ayrı olanlar bir birine uyamaz, ikisinin de adadıkları namaz aynı olursa, uyabilirler.
Aynı şekilde, namaz kılmayı adayan kimse ile yemin eden birbirine uyamaz. Fakat, namaz kılmaya yemin eden adayana; yemin eden yemin edene uyabilir.
(b) ÜM’e göre, ayrı ayrı nafile kılmayı adayanlar, yemin edenler ve adayanın yemin edene iktidası sahihtir. Bu durumda adak ve yeminlerin aynı olması gerekmez.
Sayılacak sebepler gerçekleşince imamın namaza devam edememe durumu ortaya çıkar. İşte bu durumda, imamın veya -konuşmadan ve kıbleden dönmeden- cemaatin namazı tamamlamak için ön saftakilerden ehliyetli birini imamete geçirmesine, ya da doğrudan muktedîlerden birinin imamete geçmesine îstihlaf, geçen kimseye Halife adı verilir.
İstihlâfın uygulanması şu şekilde olur: Meselâ abdesti bozulan imam, derhal burnu kanıyormuş gibi elini burnuna koyarak kanını dindirme rolü yapar, yerinden ayrılır ve kendisine yakın olanlardan imamlığa ehliyetli birini tutup çekerek veya işaret ederek yerine geçirir. Bu sırada, asla konuşulmaz, konuşulursa hepsinin namazı bozulur.
(a) Ebu Hanife’ye göre farz olan kıraat miktarını yerine getirmekten âciz olduğunda imam istihlâfı uygulayabilir.
(b) Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, bu durumda istihlâf uygulanmaz.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, Fatiha gibi farz veya rükû ve secde tesbihleri gibi vacip sözlü rükünlerden âciz kalma halinde, istihlâf uygulanabilir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, sebebi ne olursa olsun, kasıtlı olmaksızın namazda sebku’l-hadesle karşılaşma halinde istihlâf caizdir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, ister kasıtlı, ister elde olmayarak abdesti bozacak bir durumun meydana gelmesi halinde istihlâfın sebebi gerçekleşmiş olur. Hz. Ali, Hz. Ömer, Alkame, Ata, el-Hasanu’1-Basrî, Nehaî, Sevrî ve Evzâî de bu görüştedir.
(c) eş-Şafîî’ye göre sebku’l-hadesten sonra istihlâf uygulanmaz, cemaat namazın kalan kısmını tek başına tamamlar.
(d) Ahmed b. Hanbeî’den bir rivayete göre, cemaatin namazı bozulur.
Büyük veya küçük abdestin sıkıştırmasından dolayı, rükû ve secdeleri yapamama halinde, imam namazı oturarak tamamlaması mümkünse başkasını istihlâf edemez. Bu durumda, cemaat, ayakta durur ve imama uymaya devam eder. Fakat, oturarak da tamamlayamazsa, istihlâfı uygular.
(a) Hanefî Mezhebine göre, imam, namazdayken bir zarar dokunacağından veya malının çalınacağından korktuğunda istihlâf sahih olmaz, namazı keser, cemaat de yeniden niyetlenerek namazı kılar.
(b) Malikî Mezhebine göre, ister kendine, ister başkasına ait mal ve can emniyetinin bulunmaması halinde, namazı kesmek vacip, istihlaf caizdir.
Hanbelî Mezhebine göre, namazı tamamlamaya engel şiddetli hastalık halinde istihlaf uygulanır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, sebebi gerçekleşince istihlafı uygulamak, geniş vakitte caiz ve efdal, dar vakitte vaciptir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cuma dışındaki namazlarda halifenin imamete ehil olması şartıyla menduptur. Cuma namazında ise, birinci rekâtte iken istihlaf vacip, bir rekât tam olarak kılındıktan sonra ise istihlaf mendup olur, cemaat de iktidadan ayrılmaya niyet eder ve namazı münferîd olarak kılar. Cuma namazı ise birinci rekâtte iken istihlaf vacip, bir rekât tam olarak kılındıktan sonra ise istihlaf mendup olur, cemaat de iktidadan ayrılmaya niyet eder ve namazı münferîd olarak kılar. Cuma namazmdaki istihlaf için, iki şartın gerçekleşmesi gerekir:
(1) Halifenin istihlaftan önce imama iktida etmiş olması (Bu durum diğer namazlarda sahihtir.)
(2) Rükû gibi kısa bir rüknü yapacak kadarlık bir süreden az zaman içerisinde olması.
(c) Malikî Mezhebine göre, istihlaf menduptur, sebebi gerçekleştiğinde istihlafı uygulamamak mekruhtur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, sebebi gerçekleşince istihlaf caizdir.
|
|
İmam |
Muktedi |
Münferid |
Özel İstihlaf |
|
+ |
- |
+ |
Genel |
Bina |
+ |
+ |
+ |
|
İstinaf |
+ |
+ |
+ |
Tablo 36: İstihlaf
(a) Şafiî Mezhebine göre, cuma dışındaki namazlarda şart aranmaz. Cuma namazındaysa, birinci rekâtten sonra cemaat iktidaya niyeti bozup, kalanı yalnızca kılabilir.
(b) ÜM’e göre istihlaf için bazı şartlar bulunmaktadır.
(a) Hanefi Mezhebine göre, istihlafı uygulamazdan önce imamın cami veya mescidden çıkmamış olması gerekir. Çıkması halinde ne kendisinin, ne de cemaatin halife tayin etmesi sahihtir.
(b) Böyle bir durumda meselâ cami dışında bitişik saflar bulunduğu takdirde, eş-Şeybani’ye göre henüz bu safları geçmeden namaz bozulmazken, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre bozulur. Bu saftakilerden birini halife tayin etmek, eş-Şeybani’ye göre sahihken, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre sahih değildir.
İstihlâfın uygulanmasıyla, birinci imam bu fonksiyonunu yitirir, ikinci imam (halife) onun yerine geçer ve birincisi artık muktedî olur. Böylece, birinci imam, ya istihlaf ile veya camiden çıkmakla imamlık fonksiyonunu yitirmiş olur. [46]
(a) Hanbelî Mezhebine göre, halîfede sadece bu şart aranır.
(b) Hanefî Mezhebine göre, istihlaf uygulanırken, imamlık yapacak olan halîfenin imamete ehil olması gerekir. [47]
Çocuğun istihlafı halinde, hem imamın, hem de cemaatin namazı bozulur. Çünkü Hanefî Mezhebine göre, baliğ birinin farz namazda çocuğa iktidası caiz değildir. Aynı şekilde, Hanefî Mezhebine göre, farz kılan, nafile kılana uyamaz; eş-Şafiî’ye göre uyabilir.
Kadının istihlâfı halinde bütün cemaatin namazı bozulur. Züfer’e göre, halîfe ve kadınların namazı sahih, erkeklerinki fasiddir.
Bunların istihlâfı halinde de, bütün cemaatin namazı bozulur. Fakat Züfer’e göre, imam ilk iki rekâtte kıraat yaptıysa, son iki rekâtte ümmî birinin istihlâfı halinde namaz bozulmaz. Çünkü bu rekâtlerde kari (okuyabilen) ile ümmî eşit haldedir. Ancak, Ebu Hanife’ye göre, teşehhüdden sonra bile istihlaf edilemez.
Mesbûkun. istihlâfı caizdir, ancak müstehap olan müdrikin istihlafıdır. Çünkü müdrik, namazın kalan kısmını tamamlamaya ve normal seyrinde bitirmeye, böylece cemaat arasındaki karışıklığı önlemeye daha ehildir. Böyle bir durumda, imamın, müdriki istihlâfı müstehaptır, mesbûk da halîfe olmaya ve öne geçmeye çalışmamalıdır. Fakat, buna rağmen halîfe olunca, imamın bıraktığı yerden itibaren namazı tamamlar. Selâm verme sırasında müdrik birini istihlaf eder. İkinci halife cemaate selâm verdirir, birinci halife de kaçırdığı rekâtleri kendi başına tamamlar.
1 2 3 4
----------------------------------------------
Abdest Alır- İmam- Müdrik- Mesbuk
İşaretler
Şema 25: Mesbûkun İstihlâfı
İkinci imamın namazı, son rekâtte teşehhüd miktarı oturduktan sonra kahkaha, kasıtlı hades, konuşma veya camiden çıkmayla bozulursa, kendinin ve ona uyan mesbûkların namazı bozulur, müdriklerin namazı ise bozulmaz.
Birinci imamın arkasındaki cemaatin bütünü mesbûk olursa ve bu durumda namazın tamamlanacak kısmı varsa, içlerinden biri istihlaf edilir. Halîfe selâma kadarlık kısmı tamamlar, selâm vermeden hem kendi, hem de ona uyan mesbûklar ayağa kalkarak birinci imamda yetişemedikleri kısmı teker teker tamamlar. Çünkü, bu durumda münferîd olmak, mecburi hale gelmiştir.
Sebku’l-Hades’e uğramayıp son rekâtte teşehhüd miktarı oturduktan sonra kahkaha ile gülse, kasıtlı muhdes olsa, Ebu Hanife’ye göre mesbûkun namazı bozulur, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre bozulmaz; konuşsa veya camiden çıksa namaz bozulmaz. [48]
Bir rekât kıldırdıktan sonra sebku’l-hadese uğrayan imamın, bu rekâtte uyuyan veya abdest almaya giden birini istihlaf etmesi caizdir. Fakat imamın böyle birini istihlaf etmesi, lâhıkın da halîfe olarak öne geçmesi doğru değildir. Çünkü lâhıkın, önce kaçırdığını tamamlaması gerekir. Böyle bir durumda lâhık, cemaate kendisini beklemelerini hatırlatır. Sonra namazın kalan kısmını kıldırır. Önce kaçırdığını kaza etmeyip kalan kısmı tamamlar ve selâm verdirdikten sonra kaçırdığını kaza eder; Züfer’e göre bu caiz değildir.
Bütün bu durumlarda müdrik birinci, ikinci... imamla hareket eder. Namazdan ayrılan birinci, ikinci... imam ve mesbûk yetiştiğinde namazı kıldırmakta olan imama uyar, namaz bittikten sonra kılamadığını kaza etmeye kalkar. Birinci imamdan sonraki halîfeler, yani ikinci, üçüncü... imamlar, birinci yerine geçer ve namazı buna göre tamamlar.
Bu gibi hallerde, genel kaide şudur: İmamın iktida etmesi sahih olan kimse, halife olmaya da ehildir. Fakat imamın iktida etmesi sahih olmayan kimse ise halife olamaz. Meselâ teyemmümlü imamın abdesti bozulduğunda abdestli birini istihlaf etmesi caizdir. Çünkü teyemmümlü abdestliye iktida edebilir. Hatta istihîaftan sonra birinci imam su bulursa, sadece kendinin namazı bozulur. Birinci imam halifenin su bulması halinde, hepsinin namazı bozulur.
Arkasında kendine iktida eden yolcu ve mukimler bulunan yolcu imam sebku’l-hadese uğrayınca mukim birini istihlaf etmesi caizdir. Fakat hem imam, hem mukim için bu doğru bir davranış değildir. Böyle bir durumda, namazın kalan kısmını tamamlar, ikinci rekâtte teşehhüd miktarı oturur, geri çekilerek yolcu birini istihlaf eder. İkinci halîfe yolculara selâm verdirir, mukimler ile birinci halife yalnız başına diğer rekâtleri tamamlar.
Hanefî Mezhebine göre, imamın kıldırdığı rekâtlerden sonra, halifenin namaza devam edebilecek durumda olması, yani bina ale’s-salât şartlarını taşıması gerekir. Bu da aşağıdaki gibi gerçekleşir:
(a) Hadesin kendi isteği dışında olması. Şafiî Mezhebine göre, bu şart değildir, kasıtlı olunca da istihlaf uygulanabilir.
(b) Kendi bedeninden çıkması,
(c) Guslü gerektirmeyen bir hades olması,
(d) Nadiren değil, her zaman olabilmesi.
(a) İmamın hadesli olarak bir rükün yapmaması ve yürümemesi,
(b) Kasıtlı olarak namaza aykırı bir davranışta bulunmaması,
(a) İstihlaf için bir rükün yapacak kadar bir zaman namaza ara vermemesi,
(b) Namaza başlamadan önce abdestsiz olduğunu ortaya çıkmaması,
(c) Tertip sahibiyse kazaya kalan namazını hatırlamaması.
(a) Hanefî Mezhebine göre, imam, halîfe seçmez ve cemaat de seçmeyerek namazı tek başına kılarsa, hepsinin namazı bâtıl olur. İmam, bir halife, cemaat de bir halife seçerse, namaz imamın seçtiği halifenin arkasında sahih olur, diğerlerininki olmaz. Ne imam, ne de cemaat halife seçmeyip, muktedîlerden biri kendiliğinden imamete geçerse, bu durumda namaz sahih olur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, imam birini halîfe seçerken, cemaat de başka birini seçerse, ikisinin de arkasında namaz kılmak sahih olur; aynı şekilde imam, halîfe” seçerken, cemaatten birinin kendiliğinden öne geçmesi halinde, ikisinin arkasında da namaz sahih olur. Fakat ilk durumda imamlığa lâyık olan, cemaatin seçtiğidir, ancak imam maaşlı ve vazifeli olursa onun seçtiği daha lâyık sayılır.
(c) Malikî Mezhebine göre de, durum Şafiî Mezhebinde olduğu gibidir, farklı olarak imam halîfe seçince, cemaatın başkasına uyması haram olur. Bu durum cuma namazında olursa, imamın seçtiği halîfenin arkasında kılınan namaz sahih olur; imam halîfe seçmezse muktedîlerin seçtiği ve öne ilk geçen halîfenin arkasındakilerin namazı sahihtir; imam seçmez ve cemaat namazı tek başına tamamlarsa hepsininki bâtıl olur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, imam, halîfe seçmezse, cemaat tek başına kılabileceği gibi, halîfe seçerek de kılabilir. Hem imam, hem cemaat birer halîfe seçtiğinde, imamın halîfesinin arkasında kılman namaz sahih olur.
İstihlafın uygulanması sırasında, cemaatın bulundukları yerden ayrılmamaları ve yerlerini değiştirmemeleri gerekir.
Cemaatle namaz toplu halde kılınacağından, cemaate katılanlar sırayla ve düzenli bir şekilde yerini alır ve namaza dururlar. Namaz kılanların meydana getirdikleri düzenli her sıraya Saf denir. Safların düzenli olmasına çok dikkat edilmelidir. Özellikle imam, safların düzenli tutulması için cemaatı sık sık uyarmalıdır. Bu düzen aşağıdaki gibi sağlanır:
(a) İmam cemaatin orta yerinde ve önünde durur. Biraz sağda veya solda durmasıyla sünnet terkedilmiş olur. Zaten camilerde imamın sünnet üzere duruşunu sağlayan mihrap vardır.
İmam selâm verdiğinde,, farzdan sonra sünnet yoksa, ister sağına veya isterse soluna- dönerek kıbleyi bu iki tarafından birine alır; isterse tam cemaate karşı da dönebilir, fakat karşısında namaz kılan biri varsa cemaate karşı dönmez; zira namaz kılanın karşısına oturmak mekruhtur; farz namazdan sonra kılınacak sünnet varsa, bu namazı, bulunduğu yerden sağa veya sola, ileriye veya geriye çekilerek kılar. Cemaat de namazdan sonra dağılır.
(b) Kadınlara imam olan bir kadın, onlardan önde bulunmayıp, aralarında ve aynı hizada durur, ileride durması mekruhtur. [52]
(c) (1) Ebu Hanife, Züfer ve Sevrî’ye göre, imamın kaamet bitmezden önce “Kad Kameti’s-salâh” denince tekbir alması uygundur.
(2) Malik ve eş-Şafiî’ye göre, kaametin bitmesi ve safların düzgünce tutulmasından sonra imam tekbir alır. [53]
(d) Cumhur’a göre, imam Fatihayı bitirince âmin derken, Malik’e göre diyemez. [54]
(e) Caferi Mezhebine göre, imamın durduğu yer, cemaatinkinden sadece, biraz yüksek olmalıdır. Cemaat, imamın yerinden daha yüksekte durabilir. [55]
(a) Kalabalık, cemaatte önde erkekler, sonra erkek çocuklar, daha sonra kadınlar saf tutar. Bu durum iki erkek ve daha fazlasında da uygulanır. Cemaat imamın arkasında düzgünce saf meydana getirir. Saflar arasında boşluk bırakmak mekruhtur.
(b) Cumhur’a göre, imamdan başka cemaat olarak bir tek erkek varsa, imamın sağına ve biraz gerisine durur, Ebu Yusufa göre aynı hizada dururlar. Bir kadm, bir erkek varsa, erkek imamın sağma, kadın arkasına durur. Bu gibi durumlarda, daha sonra gelenler de, safların düzgün tutulması için imamla namaza başlayanların bir sağına, bir soluna yerleşerek saf tutarlar.
Caferi Mezhebine göre, muktedî, imamdan veya kendinden önceki saftan çok uzakta olmamalıdır. Muktedî, imamdan önde olmamalıdır. İhtiyat, biraz gerisinde durmasıdır. [56]
(c) Muktedîler -imam dışında- iki kişi olursa, Malik ve eş-Şafiî’ye göre, arkasına dururlar. Ebu Hanife’ye göre, imam, ikisi arasına durur. İmam dışında üç kişi olunca imam ortalarına, onlar da arkasına durur. [57]
(d) Cemaatten birinin saf arkasında yalnızca durarak imama uyması halinde, -önceki saflara girecek yer olmaması dışında- Cumhur’a göre namazı sahihtir, fakat bu davranış mekruhtur; Ahmed b. Hanbel ve Ebu Sevr’e göre namaz fasiddir. [58]
(e) İmamı rükûda bulan kimse, ona uymak için ilk saflara gideceği takdirde, rekâtı kaçıracağından korkarsa, son safa durarak imama uyar, saflardan birine katılmaksızın kendi başına yalnızca bir yerde durup uyamaz; ancak rekâti kaçıracağından korkarsa, yalnız başına ve saflardan ayrı olarak da imama uyabilir.
(f) Cemaatle kılınan namaz bittikten ve müezzin “Allahumme Ente’s-Selâm...” dedikten sonra sünneti veya duayı başka bir yerde tamamlamak gerekir; aynı yerde de tamamlanabilir. Farzdan sonra safları bozmak, -sonradan gelenlerin hala farz kılınıyor sanmamaları için- müstehaptır.
(a) Cemaate yetişmek için koşmak mekruhtur. Çünkü ibadete ağırbaşlı olarak gidilir.
(b) Namazda imamın gerisine durmak ve iktidaya niyet etmek gerekir.
(c) İmamın sesi yetersiz kalınca veya duyulamaz olunca, tekbir ve teşbihler müezzinler veya ehil kimseler tarafından yüksek sesle tekrarlanmalıdır. Buna Tebliğ ve İ’lam denir. [59]
(d) Müezzinin bulunması veya mükellefin kendisinin onun okuyacaklarını tekrarlaması gerekir.
(e) Cemaat imamın kıraatini içinden tekrarlamaz; tekbir, tesbih ve tahiyyatı içinden okur, diğer durumlarda susar ve imamın kıraatini dinler.
(f) Cemaat safları sık ve düzgün tutmalı, imam bunu sağlamak için cemaati uyarmalı ve eğitmelidir.
(g) Cemaatten birinin saf ortasında yer varken tek başına saf tutması mekruhtur, ancak sıkışıklık olursa arka safta durabilir.
(h) Kaamet getirilirken “Hayye Ale’s-Salah” denince ayağa kalkılır.
Şafiî Mezhebi dışında kalan Üm, muktedîyi namaza bütününde veya bir kısmında imama uyarak kılmasına göre değerlendirir:
Musalli Cemaat Muktedi
----------- ----------- ---------------------------------------------------------
Münferid İmam Bütününde Muktedi: Müdrik Kısmen Muktedi
1- Lâhık
2- Mesbuk
Şema 26: Cemaate Katılma Yönünden Namaz Kılanlar
Namaz konusundaki müdrikler namaza başından yetişenler üç çeşittir:
(a) ÜM’e göre, cemaate yetişme, -selâmdan önce oldukça- namazın herhangi bir kısmında imamla birlikte hareket edince gerçekleşir; ancak, Şafiî Mezhebi, cuma namazını bundan istisna eder, çünkü onlara göre cumaya yetişme tam bir rekât yetişince gerçekleşir.
(b) Maliki Mezhebine göre, cemaate yetişme ve Hz. Peygamber’in belirttiği fazileti elde etme, imamla -rükûdan önce yetişip iki secde yaparak- tam bir rekât kılmakla gerçekleşir. Namaza bu şekilde yetişmekle, hem cemaat fazileti elde edilir, hem de iktida hükümleri uygulanır: Bu namazda, başkasına imam olunmaz, başka bir cemaatle iade edilmez, selâmdan önce veya sonraki sehiv secdelerini yapmak, imama ve solundakilere selâm vermek vb. imama, rükûdan kalkıştan sonra veya rükûa yetişip bir mazeret -meselâ kalabalık- dolayısıyla secdeye imkân bulamayınca cemaat sevabı elde edilmediği gibi, iktida hükümleri de uygulanmaz: Başkasına bu namazda imam olunabilir, başka cemaatle iadesi müstehaptır, imama ve solundakilere selâm verilmez... Bununla birlikte, imama teşehhüdde yetişince de, ecir ve sevaptan mahrum kalınmaz.
(a) Cumhur’a göre, imama, başını rükûdan kaldırmazdan önce yetişerek birlikte rükû yapan kimse, bu rekâte yetişmiş olur, sonradan kaza etmesi gerekmez:
(1) Malik ve eş-Şafîî’ye göre, muhtar (yeğlenmiş) olan, iki tekbir almaktır, ancak iftitah tekbirine niyet edince bir tekbir de yeterli olur.
(2) Hanefî Mezheblerine göre, -iftitaha niyet etmese de- bir tekbir yeterlidir.
(3) Bir gruba göre, iki tekbir almak şarttır.
(4) Caferî Mezhebine göre, imama rükûdayken yetişeceğini düşünüp rükû eder ve fakat yetişemezse, ya da yetişip yetişmemekte şüphelenirse, ferdî olarak namazının sahih olması uzak değildir, ihtiyat namazı tamamlamak ve yeniden kılmaktır.
(b) Ebu Hureyre’ye nispet edilen görüşe göre, imama, kıyamdayken yetişmek şart olup, rükûda yetişince bu rekât kaza edilir.
(c) eş-Şa’bî’ye göre, imam başını kaldırıp bir kısım, cemaat kaldırmadan son safa ulaşınca -müslümanlar birbirinin imamı olduğundan- bu rekâte yetişilmiş olur.
Namaz konusundaki Müdrikler
-----------------------------------------------------------------------
Müdrik Bi’l-Cema’at Müdrik Bi’r-Rek’at Müdrik Bi’s-Salat
Şema 27: Namaz Konusundaki Müdrikler
Cemaatle kılınan namaza başından itibaren veya birinci rekâtin rükûundan önce bütün rekâtlerde aralıksız olarak yetişen mükellefe Müdrik bi’s-Salât adı verilir.
Müdrik, namazını, tamamen imama uyulması gereken yerlerde uyarak; uyulmaması gereken yerlerde uymayarak kılar.
İmama, birinci rekâtin rükûundan sonra, bitene kadar herhangi bir yerinde uyan kimseye Mesbûk adı verilir
(a) Hanefî Mezhebine göre, mesbûk, şu esaslar çerçevesinde namazını kılar:
(1) Başlangıçta İmama Uyması: İmama kıraatin gizli yapıldığı namazda yetişen kimse, tekbirden sonra senayı (subhaneke) okur, açık yapılan kıraatteyse -sahih görüşe göre- okumaz. İmama rükûda veya secde yapmadan yetişince, -rükû veya secdenin bir kısmına yetişecekse- senayı okur, yetişmezse okumaz; ka’de yaparken yetişince sena okunmayıp doğrudan oturulur.
(2) Kılamadıklarını Kazaya Kalkması: Mesbûk kılamadığı rekâtleri kaza etmeye, imamın selâmından sonra kalkar, daha önce kalkması şu haller dışında mekruhtur:
(2.a) İmamın selâmını bekleyince mesh süresinin dolması,
(2:b) Özür sahibi olup vaktin çıkma korkusu,
(2.c) Cuma namazında ikindi vaktinin girmesi,
(2.d)
(2,e) Sebku’l-hades endişesi,
(2.f) Cemaatin önünden geçme korkusu. Bütün bu durumlarda bile, imam teşehhüd miktarı oturduktan sonra kalkılır, daha önce kalkınca mesbûkun namazı bozulur. İmamın selâmını beklerken susmak ve kelime-i şehadeti tekrarlamak uygundur, salavât ve dualar da okunabilir. Mesbûk ayağa kalkması sahih olacak yerde kıyam yapıp, daha imamı selâm vermeden namazını bitirerek selâmda ona uysa, namazı bozulmaz.
(3) Kılamadıklarını Kazası:
(3.a) Münferîd Gibi Olduğu Yerler: Mesbûk kılamadığı rekâtlerde normal olarak münferîd gibidir, yani tek başına nasıl kılıyorsa, kalan kısmı da öylece tamamlar. Namazın başı kıraate göre, sonu da teşehhüde göre düzenlenir:
(a) Dört Rekâtli Namazlarda Durum:
I. Dört rekâtli namazlarda ikinci rekâtte imama yetişen kimse, kalan üç rekâtı imamla birlikte kılar, selâmdan sonra kılamadığı ilk rekâti kıraat yaparak kılar.
II. İmama üçüncü rekâtte yetişen kimse, kılamadığı iki rekâti selâmdan sonra yine kıraati Fatiha ve zamm-ı sûre ile yaparak tamamlar.
III. İmama dördüncü rekâtte rükûdan önce yetişen mükellef, bir rekâti imamla, kalan üç rekâti yalnız başına kılar: İkinci rekâtte oturur, üçüncü rekâtte de ikincide olduğu gibi kıraat yapar, fakat oturmaz, böylece namaz normal hale gelir, dördüncüde sadece Fatihayı okuyarak ka’deyi de yapmak suretiyle namazını tamamlamış olur.
(b) Üç Rekâtli Namazlarda Durum:
I.
II. Üçüncü rekâtte imama uyan kimse ise, selâmdan sonra kalkar ve kılamadığı iki rekâti tam kıraat ile ve ikisinde de oturarak tamamlar. Bununla birlikte, ikincide unutarak oturmazsa, bu yanılmadan dolayı sehiv secdesi gerekmez.
(c) İki Rekâtli
Namazlarda Durum: İmama
sonra uyan kimse, bu rekâti onunla tamamlar, kılamadığı iki rekâti tam kıraat ile kılar, ikincide oturur ve sonra selâm verir.
Rekatlere Göre Yetişme |
Kılınan Namazın Rekat Sayısı |
Kaçıncı Rekâtte Yetiştiği |
Cemaatle Kılınan Namazda |
Yetişemediğini Kılması |
||
Yetişemediği Rekatler |
Kılacağı Rekatler |
Kaza Edec Rekatler |
Kıraati |
|||
Son Rekatten Önce |
4 |
2 |
1 |
3 |
1 |
Fatiha ZS. |
3 |
2 |
2 |
2 |
İkisinde de F.ZS. |
||
4 |
3 |
1 |
3 |
İlk İkisinde F. ve ZS. Üçüncüde F. |
||
3 |
2 |
1 |
2 |
1 |
F.ZS. |
|
3 |
2 |
1 |
2 |
İkisinde de F.ZS. |
||
2 |
2 |
1 |
1 |
1 |
F. ZS. |
|
Son Rekatten Sonra |
Bütün Namazı Münferid Gibi Hareket Ederek Yeniden Başlamışcasına Kılar |
Tablo 37: Mesbûkun Namazı Kılması
(3.b) Münferidden Ayrıldığı Yerler:
I. İmameti ve İktidası: Mesbûk kaza edeceği rekâtlerde başkasına, başkası da ona uyamaz: Mesbûk, mesbûka iktida ederse muktedînin namazı bozulur, imamınki bozulmaz, mesbûk başkasına uyunca sadece kendisinin namazı bozulur. Kılınacak rekât sayısı için aynı durumdaki bir başkasına bakarak namaz kılınabilîr.
II. Yeni Namaz İçin Tekbir Almak: Mesbûk yeni bir namaza başlamak niyetiyle tekbir alıp, bununla önceki namazı kesebilir.
III. İmamın Sehiv Secdesi Yapması: Mesbûk teşehhüd miktarı oturduktan sonra, kılamadığı rekâtleri tamamlamaya kalktığında, imamın sehiv secdesi yaptığını görürse, iki durum ortaya çıkar:
(1) Kılmaya kalktığı rekât için secde yaptıysa, sehiv secdesini namaz sonunda yapar,
(2) Kalktığı rekât için secde yapmadıysa, hemen ona uyar, sonra diğerlerini kılar, sehiv secdesine dönmeyince bu secde namaz sonunda kaza edilir. İlk durumda, imama uyarak secdeye dönülürse, namaz bozulur.
IV. İmamın Tilavet Secdesi Yapması: Mesbûk kılamadıklarını kazaya kalkar ve bu sırada henüz kaza için kalktığı rekâtin secdesini yapmadan imam tilavet secdesi yaparsa, imama mütabeat etmesi vaciptir; kaza için kalktığı rekâtin secdesini yaparsa, mesbûkun namazı -mütabeata dönsün dönmesin- bozulur. İmam tilâvet secdesi yapmayınca, her ikisinin de namazı sahihtir. Namazın rüknü olan secdeler için de, tilâvet secdesinin bu hükümleri uygulanır.
V. İmamın Sehven Beşinci Rekâte Kalkması: Böyle bir durumda eğer imam dördüncü rekâtte oturmuşsa ve mesbûk da beşinci rekâtte ona uymuşsa, namazı bu kıyamla bozulur, imam dördüncü rekâtte oturmamışsa -beşinci rekâtte secdeye gitmedikçe- mesbûkun namazı ona uymasıyla bozulmaz.
(b) Mâlikî Mezhebine göre, cemaatle kılınan namaza girmezden
önce, muktedî bir veya daha fazla rekât kaçırdıysa mesbûk adını alır: Mesbûk,
imamın selâmından sonra kaçırdıklarını kaza etmeye kalkar, ancak buradaki “kaza”
ifadesi sözlü işlemler için kullanılır,
fiili işlemlerde mesbûk banidir, yani namaza kaldığı yerden devam etmektedir: Kaçırdığını namazın
başlangıcı kılması, “kaza” demektir ve bu durumda kıraat de ona göre düzenlenerek
Fatiha ve sûre veya kaçırdığına göre -gizli veya açık- sadece Fatiha okunur;
yetiştiğini namazın başlangıcı, yetişemediğini namazın sonu kabul etmek “bina”
demektir. Bu son durum, şöyle açıklanır: Muktedî, imama yatsının son rekâtinde
yetişip üç rekât kaçırmış olursa, imam selâm verince kalkar, bu kıldığı ilk
rekâtte Fatiha ve sûreyi açıktan okur, sonra oturur ve teşehhüdden sonra kalkar,
yine Fatiha ve sûreyi açıktan okuyarak bir rekât daha kılar, teşehhüd için
oturmaz, son rekât için kalktığında yalnızca Fatihayı içinden okur, teşehhüd
yaparak selâm verir. Kaza edilecek sözlü işlemlerden biri de kunûttur:
Musalli/Namaz Kılanlar
-----------------------------------------------------------------------------------------
Münferid Cemaat
-----------------------------------------------------------------------------------------
İmam Muktedi
-----------------------------------------------------------------------------------------
Namazın Bütününde veya Kısmen Ağırlık Fatihada Olarak
İktidaya Göre Değerlendirme (ÜM) Değerlendirme (Şafiî Mezhebi)
------------------------------------------------------- 1. Mesbûk
Bütününde Muktedi: Kısmen Muktedi 2. Muva
Müdrik
--------------------------------------------------------
Başlamazdan Sonra Rekâtı Başlamazdan Önce Rekâtı
Kaçırıp Kalanında İktida: Kaçırıp Kalanında İktida:
1. Sırf Lahık Mesbûk
2. Mesbûk Lahık
Şema 28: Musalli: Namaz Kılanlar
(c) Hanbelî Mezhebine göre, cemaatle kılınan namaza, bir
veya daha fazla rekât kaçırdıktan sonra başlayınca, imam namazı
bitirdikten sonra kaçırılanlar eda
edilir; teşehhüd dışında kaza edilenler namazın başlangıcı, imamla kılınan ise namazın sonu kabul
edilir: Kazada istiftah duası ve taavvuz, duruma göre Fatiha ve sûre okunur,
cuma dışındaki namazlarda, namaz açık kıraatliyse açık veya gizli okuma
konusunda mükellef seçme hakkına sahiptir, cumada ise açıktan okuyamaz. Mesbûk,
kazaya, imam ikinci selâmı vermeden kalkar. Ayrılmayı mubah kılan bir özür
bulunmadan ikinci selâmında kalkılırsa, sonrasını kaza etmeye kalkmak gerekir
(yani selâm beklenir, sonra yeniden kalkılır), aksi halde namaz nafileye
dönüşerek farzın iadesi gerekir. Teşehhüdde ise, şöylece hareket edilir:
Meselâ dört rekâtli namazda veya
Lâhık kavramı, sadece Hanefî Mezhebi tarafından kullanılır, Malikî ve Hanbelî Mezhebleri onu mesbûk içinde ele alır.
Namaza imamla başlayıp herhangi bir sebep veya gecikmeyle -meselâ uyku, gaflet, cemaatın çokluğundan dolayı bir sıkıntı veya sebku’l-hadesle karşılaşmakla- namazın bir kısmını veya tamamını kılamayan kimse Lâhık adını alır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, lâhıklar, sırf lâhık ve mesbûk lâhık olmak üzere iki çeşittir:
(1) Sırf Lâhık: Lâhık, müdrik muktedî gibidir: İmama mütabeatı sona ermez, bu sebeple, onun arkasında ve kaçırdığı rekâtleri veya rükünleri kaza ederken kıraat yapmaz, kaza sırasında kendi sehivi için secde yapmaz, yolcuysa ikamete niyetiyle namazı dört rekâte dönüşmez. İmamın sehiv secdesi yapması halinde, kaçırdıklarını kaza ettikten sonra onu yapar. Sırf lâhık, namazını bu esaslar çerçevesinde iki şekilde kılar:
(l.a) Kaçırdıklarını Hemen Kaza Etmek: Sırf lâhık mümkünse kaçırdıklarını -rükün veya rekât olsa da- hemen kaza eder ve sonra imama uyarak onunla selâm verir; bu durumda, ona uyamayınca, namaza devam eder, kıraat yapmaz. Meselâ birinci rekâtın kıyamında uyuyup, imamın secdeye gittiği anda uyanan muktedî, hemen rükûa gider, sonra secde yaparak imama yetişir. Züfer’e göre, önce, kaçanı kaza etmek şarttır, aksi halde -tertip şart olduğundan- namaz bozulur.
(l.b) İmama Mütabeat: İmamına yetişemeyeceğini tahmin ettiği takdirde lâhık, hemen imamla birlikte hareket eder; namazdan çıkınca, kendi başına kaçan rekâtleri ve rükünleri kaza eder. Meselâ dördüncü rekâtteyken burnu kanayan muktedî, namaza aykırı bir harekette bulunmaksızın hemen abdest alır, mümkün olan işlemde imama uyar, imam selâm vermişse, kendi başına dördüncü rekâti hiçbir kıraat yapmaksızın -imamın arkasında kılıyormuş gibi- tamamlar. İmam sehiv secdesi yaparsa, lâhık, henüz namazını tamamlamamışsa, onunla birlikte bu secdeyi yapmaz, önce namazını bitirir, sonra bu secdeyi yapar.
Şüphesiz bu gibi durumları -özel olarak, öğrenen pekaz kimse dışında- bilmek hayli güçtür. Bu sebeple, lâhıklarm noksan kalan namazlarına -mesbûk gibi hareket ederek- yeniden başlaması en uygun çözüm yoludur. İmama -namazdan ayrılarak- yeniden uymaya yetişemeyen lâhık, -mesbûk gibi hareket ederek- namaza yeniden başlaması en uygun çözüm yoludur. İmama -namazdan ayrılarak- yeniden uymaya, yetişemeyen lâhık -iktida ortadan kalktığı için- namazını baştan itibaren yeniden kılar.
(2) Mesbûk Lâhık: Lâhık bazan mesbûk da olabilir: Meselâ namazın ikinci rekâtinde imama yetişip, sonra imam ar-kasındayken bir veya daha fazla rekât kaçıran lâhık, Mesbûk Lâhık adım alır. Mesbûk lâhıklar, önce imamla birlikteyken kaçırdıklarını kıraatsiz olarak kaza edip, sonra baştan yetişemediklerini kıraatle kaza eder. İmam sehiv secdesi yaparsa, ona uymayıp, kaçırdıklarını kaza ettikten sonra yerine getirir. Mesbûk lâhık, önce namaz başında yetişemediklerini kaza ederse, namazı günahla birlikte sahih olur.
(b) Malikî Mezhebine göre, muktedînin kalabalık, abdesti bozmayan dalgınlık ve uyku gibi bir özür sebebiyle, başladıktan sonra namazı kısmen kaçırması üç şekilde olur:
(1) Rükû Veya Rükûdan Kalkışın Kaçması:
(l.a) Birinci Rekâtte Kaçırma: Muktedî, imamla birlikteyken rükû veya ondan kalkması birinci rekâtte olursa, imama mütabeat edilerek bu rekât kaçmış olur, selâmdan so’nra bu rekât kaza edilir.
(l.b) Diğer Rekâtlerde Kaçırması: Rükû veya ondan kalkışın kaçırılması birinci dışındaki rekâtlerde olur ve riikû veya kalkışı yapılınca imamla -bir secde de olsa- secde yapılabileceği zannedilirse, rükû veya kalkış yapılır, bu zan uygulamaya konmazsa öncekiler hükümsüz bırakılarak imama mütabeat edilir; imamın secdesine yetişeceğini tahmin etmezse, bu rekât iptal edilerek, selâm verilir ve sonra kaza edilir. Emredilene muhalefet eder ve kaçırdığını yaparsa, imamın, secdesine yetişince, namaz sahih olur, bu rekâte de yetişmiş olur, aksi halde namaz bâtıl olur.
(2) Bir Veya İki Secdeyi Kaçırmak: Muktedî imama sonraki rekâtin rükûundan başını kaldırmazdan önce yetişeceğini tahmin ederse, kaçırdığını yapar ve imama katılarak bu rekâte yetişmiş sayılır, fakat yetişebileceğini tahmin etmeyince, bu rekât iptal edilerek imama mütabeat edilir, kaçan rekât selâmdan sonra kaza edilir, bu iptal edilen rekâtin bir fazlalık olması dolayısıyla sehiv secdesi yapmak gerekmez.
(3) Bir Veya Daha Fazla Rekâti Kaçırması: Muktedî bir veya daha fazla rekât kaçırınca, bu kaçırdığım, mesbûkun kunût ve kıraate göre kaçırdığını kaza ediş gibi kaza eder ve fiili işlemlerde “bânî” olur. Muktedî, bazan namaza başlamazdan önce bir kısmı kaçırıp, başladıktan sonra da kalabalık vb. bir sebepten bir veya daha fazla rekâti kaçırabilir (yani mesbûk lâhık olabilir): Meselâ dört rekâtli bir namazda imama ikinci rekâtte yetişip, ikinci ve üçüncü rekâtler onunla kılınır ve dördüncü de kaçırılabilir, böylece biri başlamazdan önceye, öteki de sonraya ait olmak üzere iki rekât kaçırılmış olur. Bu durumda, son kaçan rekât, -namaz açık kıraatli de olsa- Fatiha gizlice okunarak kılınır, sonra ilk kaçan için- namazın açık kıraatli olup olmamasına göre- Fatiha ve sûre okunur ve selâm verilir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, namaza başında imamla başlayıp, gaflet, abdesti bozmayan uyku gibi bir özür sebebiyle bir rükün geri kalanın, bu özür kalkınca, rükûa yetişememesiniden dolayı sonraki rekâtin kaçmasından korkmazsa, hemen kaza etmesi gerekir, böylece bu rekâte yetişilmiş olur, sonraki rekâtin kaçmasından korkunca imama uyulur ve bu rekât lağvedilerek selâmdan sonra -özelliğiyle- kaza edilir. Benzer özürler dolayısıyla, imamdan bir veya daha fazla rekât geri kalınınca, imama mutabeat edilir, geri kalan kısım -özelliğiyle selâmdan sonra kaza edilir: “Özelliğiyle kaza etmek” kaçırdığı birinci rekâtse, yapılması istenenleri aynen uygulayarak yerine getirmek demektir. İmama yetişip birinci rükûu onunla yaptıktan sonra kalkarsa, ikinci secdede imama uyulur, böylece namaz birinci rükû ile ikinci secdeden ibaret olur, kaçırılan da selâmdan sonra özelliğine göre kaza edilir.
Burada, İbn Rüşd’ün, unutarak rükûda imama uyamamanın ne gibi sonuçlar doğurduğuyla ilgili açıklamasını sunmak yerinde olur:
(1) Bir grup hukukçuya göre, imamın rükûnu kaçırınca, rekât kaçmış olur ve kazası gerekir.
(2) Bir gruba göre, imam ikinci rekâte kalkmazdan önce rükûu tamamlamak mümkünse, rekât yetişilmiş ve kılınmış kabul edilir.
(3) Bir gruba göre, imamın ikinci rekâtte eğilmesinden sonra başını kaldırmadan yetişince, rekât onunla kılınmış kabul edilir.
Şafiî Mezhebi, muktedîleri, imamla birlikteyken Fatiha’yı okuyacak kadar zaman bulup bulmamasına göre değerlendirir. [64]
-Birinci rekâte yetişse de- normal bir okuyuşla Fatihayı okuyacak kadar bir süre imama yetişemeyen muktedî Mesbûk adını alır.
Mesbûk namazını hale göre kılar:
I. İmama rükûdayken veya kıyamdayken yetişip sadece iftitah tekbiri alarak yetişme halinde, onunla birlikte hareket etmek gerekir, Fatiha düşer, rükûda yakınen imamla birlikte bulunursa bu rekâte yetişilmiş, aksi halde yetişilmemiş olurdu.
II. İmama kıyamdayken ve fakat muktedî fatihayı kısmen okuyacak şekilde rükûa yakınken yetişince, imamın rükûundan önce, Fatiha mümkün mertebe okunur, kalanı düşer, bu durumda istiftah duası ve taavvuzun terki menduptur, bunlarla ilgilenilirse kıyamdayken bu zaman ölçüsünde Fatiha okunur; imama rükûdayken yakınen yetişilirse, bu rekât onunla kılınmış olur, namaz sahihtir, ayrılmaya niyet gerekmez, ancak vacip olan kıraate devam edilir de imam secdeye eğilecek olursa, ayrılmaya niyet vacip olur, niyet edilmezse -imamdan iki fiilî rükün geri kalındığından- namaz bâtıl olur.
İftitah tekbirinden sonra, rükûdan önce imama Fatiha okuyacak kadar bir zaman içinde yetişen muktedî Muvafık adını alır. Muvafık, tam manâsıyla imama mütabeat ederek kılar.
Hem mesbûkun, hem de muvafıkın tanımında görüldüğü gibi, esas olan imama ihramdan sonra ve fakat rükûdan önce Fatiha okuyacak kadarlık süre için yetişmektir. Mesbûk ve muvafıktan her biri, imamla birlikteki rekâtlerin bir kısmını kaçırmak mânâsında, -yani diğer mezheplerdeki gibi- mesbûk olabilir: Bu durumda, muktedînin namazının başlangıcı, imamla yetişmiş olduğu kısım hükmünü alır: İmama ikinci rekâtte yetişir, sonra kaçırdığını kılmaya kalkınca, bu rekât, birinci rekât kabul edilir. İmama yetiştiği rekâtte kunût okunsa bile, kendi kılacağı ikinci rekâtte de kunût okumak mesnundur. İmamın, adına Fatiha’yı okumadığı mesbûkun, Fatiha’dan sonra bir sûre okuması mesnundur.
Bu açıklamalardan sonra, namazın sonunda muktedînin kaçırdığını yapmasının kaza mı, yoksa eda mı olacağı konusunun tartışmasını yapalım. [66]
(1) Bir gruba -meselâ sahabeden Hz. Ali ile İbn Ömer, Ebu Hanife ile Ebu Yusuf’a- göre, imamın selâmından sonra, kaçırılan işlemin yapılması kazadır, yetiştiği kısım namazın başlangıcı değildir, bu, namazın sonu olup, başlangıç kaza ettiğidir.
(2) Bir gruba -meselâ sahabeden İbn Mes’ud ile yapılan bir nakilde eş-Şeybanî ve Bişr b. Gıyas el-Merîsî, Ebu Tahir ed-Debbas ile eş-Şafiî’ye- göre, bu durumda yapılan işlem eda olup, yetişilen de namazın başlangıcıdır.
(3) Üçüncü gruba -meselâ Malik’e- göre, sözlü işlemler, kaza, fiilî işlemler eda edilmiş olur.
Bu bilgi ışığında,
Camiye girip, namazını münferîd veya muktedî olarak kılmış olan kimsenin, teşekkül eden bir cemaatle namaz kılması ihtilaflıdır:
Ebu Hanife’ye göre
ikindi ve
Ebu Hanife ve Malik gibi hukukçuların çoğunluğuna göre, namazı cemaatle kılan kimse, ikinci bir cemaatle yeniden namaz kılamaz; Ahmed b. Hanbel’e ve Zahirî Mezhebine göre, namaz yeniden kılınabilir.
Başlanan bir namazı özürsüz yere kesmek haramdır, çünkü herhangi bir zaruret olmaksızın amelin iptal edilmesi doğru olmaz.
Bir dirhem malın kaybolması korkusu ve hayvanın kaçması dolayısıyla başlanan namazın kesilmesi mubahtır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, farz namaza başlanır ve birinci rekât için secde edilmezden önce kaamet getirilirse namaz kesilir ve imama uyulur; birinci rekât için secde edildiği, dört rekâtli o-lunca ikiye tamamlanır ve üçüncü için secde etmedikçe imama uyulur, üçüncü için secde edilirse başlanan namaz tamamlanır ve ikindi dışındakilerde nafile niyetiyle imama uyulur; bazılarınca Ramazan dışında nafile için de uyulmaz.
Dört rekâtli olmayan namazlarda ikinci için secde yapılmadıysa, namaz kesilir ve imama uyulur, fakat secde yapıldıysa., imama uymayıp başlanan namaz tamamlanır. Bazı hukukçulara göre, dört rekâtli namazda üçüncü rekâtte olup secde edilmediyse namaz kesilir, mükellef ister dönüp oturur ve selâm verir veya isterse ayakta tekbir alarak imamın namazına katılır; ancak esah olan ayakta ve bir selâmla namazı kesip imama uymaktır.
(b) Bazı hukukçulara göre, başlanan namazı cemaat için kesmek vaciptir.
(c) Caferi Mezhebine göre, tek başına farz namaz kılınırken, cemaatle namaza başlanırsa, hemen nafileye de geçip iki rekâta tamamlanması müstehaptır.
Nafile namaza başlayan, onu ancak iki rekâte tamamlayınca keser, kaamet ve hutbe dolayısıyla cuma ve öğleyi kesmez, dörde tamamlar, ancak İbnu’l-Humam’a göre bunlar da iki rekâtte kesilir. Bu durumda namaz, bazılarınca iki, bazılarınca dört rekât olarak kaza edilir. Üçüncü rekâte kalkılır ve onun. için secde yapılırsa, dördüncü rekât tamamlanır ve selâm verilir, secde yapılmadıysa bazılarınca kıraat hafif tutularak dörde tamamlanır, bazılarınca -meselâ Halebî ve İbn Âbidin- ka’de yapılır ve selâm verilir.
Kılınan
Caferi Mezhebine göre, nafile kılarken cemaatle namaza başlanırsa ve yetişilmesinde korkulursa, namazın kesilmesi müstehaptır.
Nefsi kurtarmak (meselâ boğulanı veya yananı kurtarmak) ve nafile kılarken cenaze namazının kaçma korkusu bulununca, başlanan namazın kesilmesi vaciptir.
Ebeveyninden biri çağırdığında farz namazda ancak yardım isteyince cevap verilir (İbn Abidin, bu hükmün herkes için geçerli olduğunu belirtir), nafilede ise namazda olduğunu bilirlerse, cevap vermez, bilmezse ayaktayken cevap verir.
Namazı kesme, bir selâm vererek olur, bazılarınca oturulur ve selâm verilir.
Bir namazdan öbürüne geçiş için de, bu şekilde hareket edilir; Fahru’l-İslâm Pezdevî’ye göre, ayakta tekbir alınır ve imamın namazına niyet edilerek birinci kesilir, bu durumda elleri kaldırmak için mükellef seçimlidir.
Sözlükte, “secde edilen yer” mânâsına gelen mescid, “Müslümanların toplu ibadet yaptıkları ibadet yerlerine verilen isim”dir. Türkçemizde mescid, genellikle küçük ibadet yerlerine denilmekte, büyük yerlere ise cami denmektedir. Mescid ve camiler, Allah’a ibadet için yapıldıklarından Beytullah (Allah’ın evi) olarak da isimlendirilir.
Camilerin etrafı ile iç kısımları aynı hükümdedir. Bunlarda da, şartlar gerçekleştikçe imama uyulabilir. Kendi evinde mükellefin mescid edindiği yer onun hükümlerini taşımaz.
Camiler giriş, şadırvan (abdest alınan yer), minare, son cemaat mahalli (bazı camilerde şadırvan ve tuvalet bu kısımda veya bahçenin uygun bir yerindedir) ve musalla taşının oluşturduğu dış kısım ve mahfil, mihrab (imamın durduğu yer), minber (hutbe okunan yer), kürsü (vaaz edilen yer) ve namaz alanından oluşan iç kısım olmak üzere iki ana kısımdır.
Mihrap
--------------------------------------------
Kürsü Namaz Alanı Minber
Mahfil Mahfil
Minare
Musalla Taşı
Cami
Girişi
Şadırvan
Giriş
Şema 29: Cami ve Kısımları
Cami ve mescidler, Allah evi olduklarından, orada gelişigüzel hareket edilemez, uyulması gereken çeşitli kaideler vardır:
(a) Camiye abdestli olarak girilir. Laubali bir eda ile, temizliği bozacak pislik ve çöplerle girilmez, tertemiz bir şekilde girilir. Zarurî bir durum olmadıkça camiler yol olarak kullanılmaz.
(b) Camiye girerken önce sağ ayakla girilir ve çıkışta da sol ayakla çıkılır. Girmeden önce evden veya bulunduğu yerden camiye yönelirken, Allahummec’al Fi Kalbî Nûran, Vefi Lisanı Nûran, Vefi Sem’î Nûran, Vefi Basari Nûran, Vefi Vechî Nûran, Vec’al Min Halfi Nûran, Ve Min Emamî Nûran. Allahumme A’tıni Nûran (Allah’ım, kalbime, dilime, kulağıma, gözüme ve yüzüme nur ver. Önümü ve arkamı nurlandır), girerken “Allahümmeftah Lena Ebvâbe Rahmetik” (Allah’ım, bize rahmet kapılarını aç) diye dua edilir.
(c) Camiye girince, önce, öndeki saflar, sonra sıra ile diğerleri doldurulur, içeride sessizce dua ve zikir yaparak namaz vaktinin girmesi beklenir. Vaazlar ve hutbeler, gürültüsüz ve başka işlerle meşgul olmaksızın ve düşünmeksizin sakin bir şekilde dinlenir. Böyle ce hem kendi, hem de başkaları anlatılanlardan faydalanmış olur.
(d) Camilere erken gelinmeli ve fakat geç çıkılmaya çalışılmalıdır.
(a) Camilerin kıble yönündeki duvarlarını cemaatin dikkatini çekecek şekilde süslemek mekruhtur, diğer duvarlar ve kubbe nakış ve yaldızlar, çeşitli yazılarla süslenebilir.
(b) Düzenli olarak vazifelisi bulunan camilerde, ezan ve kaametle ikinci cemaatin namaz kılması mekruhtur. Ezan ve kaamet okunmaksızın, mihrap dışında namaz kılınabilir.
(c) Namaz kılanın önünden geçmek günahtır, ancak ön saflarda yer varken arkada duranın önünden geçilebilir.
(d) Camide, i’tikaf yapmayanların yemek yemesi ve uyuması mekruhtur, mu’tekifler bunları yapabilir.
(e) Camilerde yüksek sesle konuşmak, gürültü yapmak ve lüzumsuz yere konuşmak mekruhtur.
(f) Camilere hoş olmayan soğan-sarmısak gibi kokularla girilmesi mekruhtur. Necis olan maddeleri camiye sokmak, içinde tükürmek tahrimen mekruhtur.
(g) Camilerde alış-veriş yapmak mekruhtur.
(h) Camilerde dilencilik yapmak haramdır, bu gibilere para vermek ise mekruhtur.
(i) Çalınma korkusu olmayan camilerin kapısını namazdan sonra kapamak mekruhtur.
(j) Zaruret olmaksızın camileri yol edinmek tahrimen mekruhtur.
Camilerde ibadette bulunmak ve cemaatle namaz kılmak için devam etmenin büyük sevabı vardır. Herkesin kendi mahallesi ve yakınındaki camiye devam etmesi, diğerlerinde namaz kılmasından efdaldir. Ancak, imamı salih ve fakih olan camilerde namaz kılmanın daha faziletli olacağı şüphesizdir.
Camilerde yapılan vaaz ve diğer derslerden istifade etmek için de devam edilmeli, mümkün olduğu kadar erken gelmeye çalışılmalıdır.
Cami yaptırmanın ye yapılan camiye yardım etmenin sevabı çok büyüktür. Bu, imanın olgunlaşma ve billurlaşmasının en güzel örneğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de, bu konuda,
“Allah’ın mescidlerini sadece Allah’a ve ahirete inanan, namaz kılan, zekât veren ve ancak Allah’tan korkan kimseler onarır. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan olabilirler” [70] buyurulmuştur. Hadislerde de, cami yaptırmak, cennette bir köşk yaptırmaya benzetilir. İnsanlar ölünce eserleri onlar için birer sadaka-i cariyedir. Camiye adam kazandırmak da, yaptırmak kadar önemlidir.
Kendi özel vaktinde kılınan namaza Vaktiyye , Edaiyye veya esSalâtu’l-Hâdıra; bu vakitte kılınmayan, namaza da Fâite (ç. Fe-vâit), adı verilir. Son çeşit namazlara dilimizde Kaza Namazı denmektedir.
Hanefî Mezhebine göre, namaz vaktinin sonunda henüz vakit çıkmadan tekbir alınca, Şafiî Mezhebine göre, bir rekât kılınca namaz vaktiyye olur. [71]
Vaktine Göre Namazlar
----------------------------------------------------------------------------
Vaktiyye Fâite
(es-Salâtü’l-Hâdıra) (Fevâit/Kaza)
Edâiyye
Şema 30: Vaktine Göre Namazlar
Ne sebeple olursa olsun vaktinde kılınmamış veya kılındığı halde geçersiz kalmış olan farz namazlardan yalnızca beş vakit namazın kazası farzdır. Beş vakit dışındaki cuma ve cenaze namazları kaza edilmez.
Vacip namazların bir kısmının kazası vaciptir. Bunun içindir ki vitir, adak ve başlanmış olan nafile namazı yarım bırakınca kaza edilmeleri gerekir. Vacip namazlardan bayram ve tavaf namazının kazası gerekmez.
(a) Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, vaktinde
kılınmayan
(b) Caferi Mezhebine göre, beş vakit namazın
sünnetlerinin kazası müstehaptır. Kaza etme imkânı olmayanların gücü yettiğince sadaka vermesi
de müstehaptır. Bu sadakanın miktarı, her iki rekat için bir mudd’dur (832 gr).
Buna imkânı yoksa, her dört rekât için bir mudd, buna da imkân bulamazsa
Cuma namazının dört
rekâtlik ilk sünneti de,
Hanefî Mezhebine göre, bunlar dışındaki sünnetler ve nafileler, başlanıp yarım bırakılmadıkça kaza edilmez. Başlanıp yarım bırakılan nafile namazlar, daha sonra kaza edilir.
Şafiî Mezhebine göre, belli vakti olan nafile namazları, vakti çıktıktan sonra kaza etmek menduptur. Bunlar dışındaki nafileler kaza edilinmez.
Hanbelî Mezhebine göre, beş vakit namazın sünnetleri ile vitir dışında hiçbir nafile namaz kaza edilmez.
Aşağıdaki özürler, namazın hem vaktinden sonraya kalmasını, hem de büsbütün borçtan düşmesini mubah kılar:
Âdet gören veya lohusa olan kadınlara namaz kılmak farz olmadığı gibi, namaz kılmaları da sahih değildir.
(a) Hanefi Mezhebine göre, cinnet getiren veya bayılan kimseden, iki şartla namaz düşer:
(1) Cinnet veya baygınlığın altı namaz vakti devam etmesi. Beş ve daha az sürerse kaza etmek farz olur.
(2) Bu haldeyken ayılmamak. Bir namaz vakti ayılma halinde, namaz kaza edilir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kendi kusuru olmaksızın meydana gelen cinnet, baygınlık ve sarhoşluk hali, tam bir namaz vakti sürerse namaz düşer, aksi halde kazası gerekir. Namazın ilk vaktinde onu kılacak kadarlık süreden sonra meydana gelen özür, düşürme sebebi olmaz.
(a) Bir grup hukukçuya göre, baygınlık halinde, namaz düşer:
(1) Bunlar içinde yer alan Hanefî Mezhebine göre, baygınlık bir gün bir geceden az sürerse kaza gerekir, daha fazla sürerse gerekmez: Azlık çokluk Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre saate -zamana-, eş-Şeybanî’ye göre -ki evlâ olan da budur- geçen namazların vakitlerine bakarak düzenlenir. İlk görüş, Hz. Ali ve Hz. Ömer’den nakledilir.
(2) eş-Şafiî’ye göre, baygınlık, tam bir namaz vaktini kaplayınca namaz düşer ve kazası gerekmez.
(b) Bir grup hukukçuya -meselâ Bişr’e- göre, yukarıda delilik belirtildiği gibi namazı kaza etmek gerekir
(c) Caferi Mezhebine göre, mükellefin fiiliyle meydana gelen bayılmada, ihtiyaten namazın kaza edilmesi uygundur.
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, haram bir maddeyi veya tedavi maksadıyla uyuşturucu bir ilacı kullanmakla sarhoş olunursa, namaz kaza edilir.
(b) Malikî, Mezhebine göre, helal bir madde ile sarhoş olunca, namaz düşer, kazası gerekmez.
(e) Hanbelî Mezhebine göre, sebebi ne olursa olsun sarhoşluk, namazı düşürmez.
(a) Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, tekrar müslüman olan mürtede -kazaya kalan namazlardan ürkmemesi ve yeniden dine dönmesi için- kazaya kalan namazlarını kılmak farz değildir.
(b) Şafiî Mezhebine ve başka bazı hukukçulara göre, mürtedle-rin kazaya kalan namazları kılması farzdır.
Bu özürlerin kalkması halinde nasıl hareket edilecektir?[78]
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, namazı büsbütün düşüren özürler, vaktin sonunda sadece iftitah tekbiri almaya bile yetmeyen süre içinde kalkarsa, bu vakit içindeki namazı kaza etmek gerekmez. Fakat, iftitah tekbiri alacak kadarlık bir süre varken kalkarsa kaza edilir.
(b) Malikî Mezhebine göre, özrün kalkması ve devamı, üç şekilde olur:
(1) İhtiyarî ve Zarurî Bütün Vakti Kaplamak: Bu durumda, namaz düşer ve kaza gerekmez.
(2) Özrün Vakit
İçinde Meydana Gelmesi: Özür vakit içinde
meydana gelir ve vakit
sonunda iki namaz kılacak kadarlık bir
zaman kalırsa, ikisi
düşer; sonuncu namazı veya bir rekâtini kılacak kadarlık
bir süre kalırsa, ikinci düşer, birinci namaz özrün kalkmasından
sonra kaza edilir; iki namazı kılacak zaman,
(3) Özrün Vaktin Sonunda Kalkması: Bu durumda önceki namazlar düşer, bu vakte ait namaz ikinci durumdaki gibi kılınır.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, özür, namazın ilk vaktinde tekbir alacak kadarlık bir zaman içinde başlar veya son vaktinde bu şekilde kalkarsa, ilk durumda özrün hemen kalkmasından sonra, ikinci durumda vakit içinde namaz kaza edilir.
(d) Caferi Mezhebine göre, namazın vaktinde kaza edilmeyişini gerektiren delilik, çocukluk, kendi fiiliyle olmayan baygınlık, âdet ve lohusalık gibi özürler kalktığında, temizlikle birlikte bir rekât yetişilse bile eda gerekli olur.
Bütün hayat faaliyetleri durduğu için, ölümden sonra namaz kılmak fiilen mümkün değildir.
Aşağıdaki özürler de, namazın vaktinden sonraya kalmasını mubah kılar, fakat namazın borçtan düşmesini sağlamaz.
(1) Uyku (ittifakla),
(2) Baygınlık ve cinnet,
(3) Unutmak ve vaktin girdiğinden gafil olmak (ittifakla). Şafiî Mezhebine göre, bu durumların kendi kusuru olmaksızın meydana gelmesi gerekir[79].
(4) Hastalık,
(5) Kasıtlı Terk. [80]
(a) Cumhur’a göre bu kimse günahkârdır ve namazı kaza etmesi farzdır.
(b) Davud ez-Zâhirî, İbn Hazm ve bunların görüşündeki Şafiî hukukçular ile İbn Teymiye, Şevkânî ve Sıddık Hasan Han’a, zeydîlerden el-Kâsım ve en-Nâsır’a göre, günahkârdır, fakat namazı kaza etmesi gerekmez.
(6) Herhangi bir tehlike ile karşılaşacağını tahmin etmek,
(7) Bunlar derecesinde başka kuvvetli özürler. Ağır ve zarurî işçilik, belki buna örnek olarak verilebilir.
İbn Teymiye, Şevkânî ve Sıddık Hasan Han, uyku, unutma, savaş gibi özürler dolayısıyla kılınamayan namazların sonradan kılınmasını kaza değil, edâ olarak adlandırırlar.
Namazı bile bile, basit bahanelerle ve hiç bir özrü yokken vaktinden sonraya bırakmak büyük günahtır. Bunun için, daha sonra mükellef, hem tevbe etmeli, hem de hemen namazı kaza etmelidir.
Kazanın farz olması için şunlar aranır:
(1) Vücub ehliyetinin bulunması,
(2) Namazın vaktinden sonraya kalması,
(3) Kaza vaktinde meşru cinsinde bulunması,
(4) Kazanın güçlük ve meşakkat vermeyecek vasıfta olması. Çocuk, deli ve kâfir, ilk şart dolayısıyla; beş vakitten fazla baygın duran ile hasta olan, dördüncü şart dolayısıyla vaktinden sonraya kalan namazları kaza etmezler (eş-Şeybanî’den, kısa süren deliliğin baygınlık gibi olacağı nakledilir). Teşrik tekbirleri üçüncü, vakti çıkmayan namazlar ise ikinci şart dolayısıyla kaza edilmez.
Edanın önceliği, kazanın farz olma şartı değildir.
Edanın sahih olma şartları, vakit dışında kaza için de aynen geçerlidir.
Kazayı bilmek, tertibin vacib olma şartı olduğu gibi, kaçma (kazaya kalma) sırasında farz olduğunu bilmek de, kazanın şartıdır. Bu sebeple harbî, müslüman olup dâru’l-harb’de kalır ve namazın farz olduğunu bilmezse ve namaz kılmayarak bunu sonradan öğrenirse Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre kaza etmesi gerekmez, Züfer’e göre gerekir; dar-ı harbde de bu adama birisi namazı öğretir veya haber verir de kılmazsa, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî ile bir nakilde Ebu Hanife’ye göre namazları kaza etmesi gerekir, el-Hasen b. Ziyad’ın nakline göre, iki erkek veya bir erkek, iki kadın haber vermedikçe kaza gerekmez. Müslüman ülkede müslümanlığı kabul eden zimmî ise, namazı kaza eder, eî-Hasen b. Ziyad’a göre kaza etmesi gerekmez.
Namaz hangi sebeple kazaya kalmış olursa olsun, geciktirmeden hemen kaza etmeye çalışmak gerekir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, kazaya kalan namazlar için belli bir vakit yoktur, mekruh vakitler dışında istenildiği zaman kılınabilir, ancak asıl olan hatırlanınca kılınmasıdır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, bütün vakitlerde kaza namazı kılınabilir, ancak mekruh vakti sırf bunun için seçmek ve özel olarak o vakitte kaza namazı kılmak doğru değildir. Cuma günü hatip hutbe okurken kaza namazı kılmak caiz olmaz.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, hiçbir ayırım yapmaksızın bütün vakitlerde kaza namazı kılınır.
(d) Caferi Mezhebine göre, kaza namazının hemen kılınması gerekmez. Teklifin yerine getirilmesinde hoşgörü ve gevşekliğe yol açmadığı sürece geniş vakitli borçtur.
Namazı her ne şekilde olursa olsun mazeret kalkınca kaza etmek gerekir:
(a) ÜM’e göre, -geciktirme mazeretli olsun veya olmasın- vaktinde kılınmayan namazları ilk fırsatta kaza etmek gerekir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, mazeretsiz olarak kazaya kalan namazları derhal kaza etmek gereklidir; ilim tahsili, geçim için rızık temini, uyku, yemek vb. mazeretlere bağlı olarak kazaya kalmışsa, hemen kaza etmek gerekmez. Birinci durumda da, şu sebeplerle hemen kaza etmek gerekmeyip, daha sonra ilk fırsatta kaza edilir:
(1) Namazı cuma hutbesi okunurken hatırlamak,
(2) Vakit daralıp ancak bu vakte ait namazı kılacak kadar vaktin kalması,
(3) Vaktin farz namazına başladıktan sonra, kazaya kalan namazı hatırlamak; çünkü başlanan namazı bozmak caiz değildir.
Kazaya kalan namazı olan mükellef nafile namaz kılabilir mi?
(a) Hanefî Mezhebine göre, kaza namazlarını kılmak, nafile kılmaktan efdaldir, ancak beş vakit namazdan önce ve sonra kılınan sünnet namazlarla, kuşluk, teravih, teşbih, tahiyyetul-mescid namazlarını kılmak gerekir. Çünkü beş vakit namazın sünnetleri, farz namazların eksikliklerini telafi ederler ve vakti çıktıktan sonra bir daha kılınmazlar, halbuki kaza namazları için belli bir vakit yoktur. Bunlar dışında kalan mutlak nafile namazları da kılmak mümkündür, ancak bunlar yerine kazayı kılmak efdaldir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, üzerinde acele kılması vacip olan kaza namazı bulunan bir insanın, -bu namazları kılıp borcundan kurtuluncaya kadar- revatibden olsun veya olmasın mutlak surette nafile kılması haramdır. Cenaze namazını kılması ve farz olmayan tavafı yapması da haramdır.
(c) Malikî Mezhebine göre, üzerinde kaza namazı olan kimsenin,
(d) Hanbelî Mezhebine göre, üzerinde kaza namazı olan kimsenin vitir ve revatib dışında nafile namaz kılması haramdır, fakat kaza namazları çoksa, vitir ile -sabah sünneti dışında- revatibi de kılmayarak, kaza namazlarını kılmak efdaldir.
Konu |
Hanefi |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|
Beş Vakit Namazın Sünnetleri |
Sünneti |
Kaza efdal, Nafile |
Haram |
Kılabilir |
Kılabilir |
|
Diğer |
|
Haram |
Haram |
Kılabilir |
Kulluk N. |
|
|
Haram |
Haram |
Haram |
Tesbih N. |
|
Haram |
Haram |
Haram |
|
Tahiyyetü’l-Mescid |
|
Haram |
Kılabilir |
Haram |
|
Mutlak Nafile Namazlar |
Kaza efdai, Kalınabilir |
Haram |
Haram |
Haram |
|
Vitir |
Vacip |
Haram |
Kılabilir |
Kılabilir |
|
Bayram |
Vacip |
Haram |
Kılabilir |
Haram |
Tablo 38: Kaza Namazı Borcu Olanın Nafile Namaz Kılması
(a) Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, kaza namazları, vaktinde nasıl kılmıyorsa, kazada da aynen öyle kılınır, ancak eda vaktindeki özür kalkınca kaza vakti esastır. Meselâ yolculukta kazaya kalan namaz iki rekat, kıraati açık veya gizli yapılan namaz kaza edilirken de buna göre kaza edilir.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, esas olan
vakittir: Kazaya kalan namaz
(c) eş-Şafiî’ye göre, namaz, her zaman dön iekât olarak kaza edilir, iki rekâtliler ise aynen kaza edilir.
(d) Caferi Mezhebine göre, kısa veya tam kılma seçeneği olan Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebî’de kazaya kalan namazların kazası buralarda kılınırsa da seçimlidir. Başka yerde kaza edilirse, ihtiyaten kısa kılınırlar.
Kaza namazlarının mükellef açısından kılınması tertib sahibi olup olmamaya göre değişiktir;
Muntazaman namaz kılıp, kazaya kalan namaz sayısı arka arkaya, yani günlük olarak veya bütün hayatı boyunca toplam olarak altıyı bulmayan kimselere Tertip Sahibi (Sahibu’t-Tertib veya Ehlu’t-Tertib) adı verilir. Arka arkaya veya toplam olarak altı vakit namazı kazaya kalan kimseler tertip sahibi olma özelliğini kaybederler. Aynı şekilde üzerinde çok sayıda kaza namazı olan kimsenin bunları beşten aşağıya indirmesi tertip sahibi olmayı gerektirmez, tamamını kılmak gerekir.
(a) Hanefî Mezhebi, ve Zeyd b. Ali Sevrî’ye göre, tertip
sahibi kimseler, gerek vakit namazı ile kaza namazı -hatta Ebu Hanife’ye göre
kazaya kalan vitir namazı-, yani kazayı ilk vakit namazından, önce kılarak,
gerekse kaza namazlarının kendi arasındaki sırayı gözeterek namazlarını kılar.
Edaiyye ile kaza namazı arasındaki sırayı gözetmek, vaktin darlığı ve kazanın
çokluğu ile unutma halinde düşer: Meselâ günün
Tertibe riayet
etmemek, kılınan vakit namazlarının sahih olmasında tesir eder: Meselâ tertip
sahibi olan bir mükellef, her nasılsa uykuya dalıp günün
(b) Şafiî Mezhebine göre, kaza namazlarıyla vakit namazları arasında tertip şart değildir, iki şartla Sünnettir:
(1) Vakit namazının vaktinin çıkmasından korkmak,
(2) Vakit namazına başlamadan kazayı hatırlamak. Kaza namazları arasındaki tertibe gelince, -az veya çok olsun- bu sünnettir, tertibi bozarak namazlarını kaza eden sünnete muhalefet etmiş olur, hatta bu şekilde kılınan kaza namazların iadesi evlâdır.
(c) Maliki Mezhebine göre, tertibe gücü yetmek ve öncekini hatırlamak şartıyla, kaza namazları arasında tertibe riayet etmek gerekir. Sayısı az -ki bu sayı beşten fazla olmayacak- kaza namazlarıyla vakit namazları arasındaki tertip, vakit namazın bir rekâti tam olarak kılınmamışsa -ister münferid, ister imam olsun, imam olunca ona uyanlar da- namazı keser, fakat muktedî olan biri kaza için namazı kesmez. Kazayı bir rekât kıldıktan sonra hatırlayanın, bir rekât ilave ile selâm verip, kaza kılması menduptur. Kılınan rekâtler birden fazla olunca, namaz tamamlanır. Nafile namazlar ise, -vaktin çıkması endişesi dışında- kesilmez.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, -az olsun, çok olsun- kaza namazları arasında tertibe riayet şarttır, ancak unutma bu tertibi düşürür, hatta unutarak ikinci namaza bu şekilde başlayıp bitirirse kıldığı sahihtir, fakat bu namazı bitirmeden hatırlarsa namazı bâtıl olur, önce ilk kazayı kılar.
(e) Caferî Mezhebine göre, kazaya kalan namazların sayısı arttığında, namazın kazaya kalma, takdim ve tehiri keyfiyeti bilindiği takdirde, önceki namaz sonrakinden önce kaza edilir. Edasında şer’an tertip gözetilen aynı günün öğle-ikindi ve akşam-yatsı namazlarında da sırayı gözetmek daha kuvvetlidir. Belli bir namazın birkaçının kazaya kaldığı bilinip, sayısı bilinmediği takdirde daha kuvvetli olan, belli miktarda yetinmenin caiz oluşudur; ama, ihtiyat olan, bittiğine inanıncaya kadar namazların kılınmasıdır. Kaza namazının vakit namazından önce kılınması gerekmez. Her ne kadar ihtiyat olan, özellikle günün kaza namazının vakit namazından önce kılınmasıysa da, kaza borcu olan vakit namazını kılabilir.
(f) Zeydiye’den Hâdî’ye göre de kaza namazları arasında tertip şart değildir.
Tertip sahibinin bu sırayı gözetmesi aşağıdaki üç halde düşer:
a) Kaza Namazların Altıyı Bulması:
(a) Hanefî Mezhebine göre, kazaya kalan namazların hakikaten veya hükmen altıyı bulması halinde tertip düşer, bu toplama sadece farz namazlar girer:
(1) Hakikaten olması arka arkaya altı namazın kazaya kalıp, yedincinin vaktinin girmesiyle olur; eş-Şeybani’den beş namaz olduğu da nakledilir.
(2) Hükmen altı olması ise, şu şekilde gerçekleşir: Beş vakit kazaya kalan namazı olduğunu hatırladığı halde, bu andan itibaren onları kılmadan beşinci farz namazı da kılarsa, kazaya kalan namaz sayısı hükmen altıyı bulmuş olur. Çünkü kıldığı vakit namazları da, vakit namazı değil, nafile sayıldığından bu toplama ilave edilir.
(b) Züfer’e göre, bir aya kadar tertip düşmez, bir aydan sonra düşer.
(c) Bişr b. Gıyas el-Merîsfye göre kaza namazlarının çokluğuyla tertip düşmez, hatta hatırında olduğu halde kazaya kalan namazını kılmayanın bütün namazları fasid olur.
Bu iki durumda artık tertip sahibi olma özelliği de kaybedilmiş olur, aşağıda sayacağımız iki halde ise bu özellik kaybedilmiş olmaz.
b) Vaktin Darlığı:
Vaktin, sadece
içindeki namazı kılmaya yeterli olması halinde, önce vakit namazı kılınır,
sonra kaza namazı, yerine getirilir, ancak ikindinin son vaktinde kazaya kalan
c) Unutma:
Eda vaktinde kazaya kalan namazı olduğunu unutma halinde, kaza namazını hatıra geldiğinde kılmak gerekir.
Tertip sahibi olmayanlar, kaza namazlarının kendi içinde ve kaza namazlarıyla vakit namazları arasında sıra gözetmeksizin bu namazlarını kılabilirler.
(1) Kazaya kalan namazların sayısı kesin olarak bilinmeyince, önce kesine yakın tahminle, bu da imkansızsa tamamını kıldığına inanıncaya kadar kılınmasına devam edilir.
(2) Kaza namazlarının evde kılınması evlâdır, çünkü camide kılınması bir günahın teşhiri demektir, bu ise iyi bir davranış değildir.
(3) Vakitleri aynı olan kaza namazları, cemaatle de kılınabilir, fakat hem imamın, hem de cemaatin namazının aynı vakte ait olması gerekir.
(4) Kaza namazlarını kılarken, cemaatle vakit namazına başlansa, kaza bitirilmedikçe cemaatle kılınan namaza uyulmaz.
(5) Günlük namazlardan birini vaktinde kılmadığı halde, bunun bir türlü hangi namaz olduğunu kesinlikle tahmin edemeyen, bir günlük namazını yeniden kılar. Bu şekilde, kazaya kalan namaz, kesinlikle kılınmış olur, diğerleri nafile sayılır. İki, üç veya daha fazla günlerde de birer vakit namazı kazaya kalmış olduğu halde, bunu kesinlikle tahmin edemeyen kimse de bu şekilde hareket eder. [85]
Namazla İlgili Tertipler
------------------------------------------------------------------------------------
İşlemlerdeki Tertip Eda ve Kaza Arasındaki Tertip
(Farzlar için, Tertibü’l-Erkân)
---------------------------------- ----------------------------------
Vaktiyye Arasındaki Tertip Vaktiyye ve Kaza ile İlgili Tertip
----------------------------------------- ------------------------------
Vaktiyye ile Kaza Arasında Tertip Kazalar Arasında Tertip
Şema 31: Namazla İlgili Tertipler
(6) Vakit namazını kılıp kılmadığında şüphe eden kimse, bu namazın vakti henüz çıkmamişsa onu yeniden kılar; vakti çıktıktan sonra meydana gelen şüphe için hiçbir şey gerekmez.
Çünkü farzın sebebi olan vakit çıkmıştır; bir müslümanın namazı vaktinde kılması, o namazı kıldığına hükmedilmesini sağlar.
(7) Caferi Mezhebine göre, imam ister vakit, ister kaza namazı kılsın, kaza namazını cemaatle kılmak caiz, hatta müstehaptır. İmam ile cemaatin namazının aynı nitelikte olması gerekmez.
İki namazı birleştirip aynı vakitte kılmakla ilgili olarak Tefrik, Sûrî Cem ve el-Cem’u beyne’s-Salâteyn (Cem) kavramlarını iyi anlamak gerekir.
Bilindiği gibi, aslında her namaz için belli bir vakit vardır. Normal şartlarda namazlar bu vakitlerde kılınır. Namazları bu özel vakitlerinde kılmaya Tefrik veya Tevkît denir.
Bazı sebeplerle iki
namazı geciktirerek veya öne alarak aynı vakitte birleştirmek suretiyle kılmaya
el-Cem’u beyne’s-Salâteyn (Cem) denir. Namazların bu şekilde kılınması,
yalnızca
İki namazı aynı
vakitte kılma şekillerinden sonraki namazı öne alarak birincinin vaktinde
kılmaya, yani ikindiyi
Arafat’ta vakfe günü
Şimdi hangi sebeplerle, hangi şekil ve şartlarla yapılabileceğine de değinerek iki namazın birleştirilmesi (cem) meselesini ayrıntılı bir şekilde inceleyelim.
Hac mevsiminde Arafat’ta ve Müzdelife’de iki namazın birleştirilmesi konusu ittifakla, diğer yolculuklarda ise ihtilaflı olarak benimsenmiştir:
Hukukçular, Arafat’ta
vakfe günü
a) Hanefî Mezhebine, el-Hasenu’l-Basri ve en-Nehai’ye
göre, iki namazı birleştirmek sadece hac mevsiminde ve belirtilen iki yerde
caizdir. Arafat’ta vakfe yapılan gün,
(a) Arefe günü olması.
(b) İhramlı olmak.
(c) Cemaat halinde kılmak.
Bu namazdan önce, hac
işlemleri hakkında bir hutbe okunur -hutbe okunmasa da olur- ve namaz bir ezan,
iki kaametle kılınır, iki namaz arasında, kendi sünnetleri bile olsa nafile
namaz kılınmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, Arafat’ta vakfe yapılırken namazlar her iki şekilde de kılınabilir; ancak cem’u takdim şeklinde kılınması efdaldir.
c) Maliki Mezhebine göre, Arafat’ta vakfe günü
d) Hanbelî
Mezhebine göre, Arafat’ta vakfe günü
Mekkeliler’in Arafat’ta cem ve kasr (kısaltma) yollarından hangisini seçeceği konusunda üç görüş vardır: [89]
a) Şafiîler arasındaki meşhur görüşe ve İbn Akîl gibi bazı hanbelîlere göre, kısa bir yolculuk yaptıkları için, ne kasr, ne cem yaparlar.
b) Ebû Hanîfe, bazı hanbelîler ile bazı şafıîlere göre, cem yapabilirler, kasr yapamazlar.
c) Malik, İshak, Tavus, İbn Uyeyne, bazı hanbelîler ve Ebu’l-Hattâb gibi bazı şafıîlere göre hem cem, hem de kasr yapabilirler.
a) Hanefî Mezhebine göre, Müzdelife’de vakfe yapılırken
(a) Müzdelife’de olmak,
(b) İhramlı olmak.
Bu namazlar, bir ezan ve kaametle cemaatsiz olarak kılınır, ikisi arasında nafile kılınmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, Müzdelife’de vakfe gecesi, namazlar her iki şekilde de kıhnabilirse de, cem’u te’hîr şeklinde kılmak efdaldir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, Müzdelife’de vakfe gecesi
a) Hanefî Mezhebine, Hasan ve İbn Şîrîn ile İbnu’l-Kâsım’ın
Mâlik’ten rivayetine ve tercihine göre, namaz vakitleri tevatürle sabit olup,
haber-i vâhid’le terki caiz olmadığından, yalnızca Arafat’ta vakfe günü
Hattâbî’ye göre, cem ile ilgili hadislerin sûrî cem’e yorulması, doğru değildir. Sûrî cem, her namazı vaktinde kılmaktan daha fazla güçlük doğurur. Çünkü, namazın ilk ve son vakitleri, halk bir yana, ilgili kişilerce bile kolaylıkla bilinemez.
Hattâbî’nin bu görüşüne karşı, sûri cem’in, namazı başka şekilde kılmaktan daha kolay olduğu ileri sürülmüştür. [91]
b) Cumhur’a göre, yolculukta iki namazın birleştirilmesi caizdir. Bu görüş, Saîd b. Zeyd, Sa’d b. Ebi Vakkâs, Usâme, Muaz b. Cebel, Ebu Musa el-Eş’arî, İbn Abbas ve İbn Ömer’den rivayet edilmiştir. Tavus, Mücahid, İkrime, Malik, Sevrî, eş-Şafiî, İshak, Ebû Sevr ve İbnu’l-Munzir de bu görüşü benimsemiştir:
(1) İbn Abbas, İbn Ömer ve sahabeden bir gruba, birer rivayette Malik, eş-Şafiî ve Ahmed’e, Zeydîlerin Hâdeviye koluna göre, yolcunun cem türlerinin her ikisini de uygulaması caizdir.Malik, eş-Şafiî ve Ahmed, haçtaki cem durumlarının sebebini, yolculuk olarak değerlendirmişlerdir.
Hanefî dışındaki ÜM’e göre, ittifakla sabit olan Arafat’ta ve Müzdelife’de namazları cem etmenin sebebi, hac işlemleriyle meşgul olmaları dolayısıyla, hacıların cem’e ihtiyaç duymalarıdır. Bu sebep, benzer meşguliyet sözkonusu olduğundan, her yolculuk için geçerlidir. Dinimizde, özellikle hac işlemlerinin ruhsat için tesirli olduğu sözkonusu değildir. Halbuki mubah yolculuklar, meşakkat durumlarında, kasr ve iftar (oruç tutmayış) gibi kolaylıklar sağlamaktadır. [92]
Nehaî, Evzâî, diğer nakilde Malik, Ahmed ve İbn Hazm’in tercihine göre, yolcu sadece te’hir şeklinde namazı cem eder. Sa-n’ânî de bu görüşü yeğler[93]. Diğer hukukçulara göre, her iki cem türü de caizdir.
Şafiî Mezhebine göre, yolculukta cem’u takdîm şeklinde namazın sahîh olması için, yolculuğun ikinci namaz için iftitah tekbiri alana kadar devam etmesi gerekir. Cem’u te’hir şeklinde kılabilmek içinse, yolculuk her iki namaz bitene kadar sürmelidir.
(2) Malikî Mezhebine göre, yolculuk halinde namazın kasr şeklinde kılınması şart değildir; ancak, karada olması ve haram veya mekruh gayeli olmaması şarttır. Yolculukta namazların cem şeklinde kılınmamasi mekruhtur.
(3) Hanbelî Mezhebi içinde, iki görüş vardır:
(a) Hırakî’nin belirttiğine göre, cem, ancak birinci namazın vaktinde seyrüsefer halindeyken caizdir. Birinci namaz ikincinin vaktine ertelenir, sonra ikisi birleştirilir. Esrem, bunu Ahmed b. Hanbel’den nakleder. Aynı görüş Sa’d b. Ebî Vakkas, İbn Ömer ve İkrime’den de rivayet edilir.
(b) Ahmed’den nakledilen ikinci görüşe göre, ikinci namazın birinci namaz vaktinde kılınması caizdir. İbn Kudâme, bunun sahîh ve hanbelîlerin çoğunluğunca benimsenen görüş olduğunu belirtir. Buna göre, ister konaklasın, ister seyrüsefer halinde olsun, isterse kasr’i engellemeyen bir yerde ikamet edilsin, iki namaz birleştirilir. Bu, aynı zamanda Atâ, Medine ulemasının çoğunluğu, eş-Şafiî, İshak ve İbnu’l-Munzir’in de görüşüdür. [94]
Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, cem, sadece kasr’ı mubah kılan yolculukta caizdir; Malik ve bir kavlinde eş-Şafiî’ye göre, mubah gayeli olduktan sonra, kısa yolculukta da cem caizdir; çünkü Mekkeliler, kısa yolculuk olmasına rağmen Arafat ve Müzdelife’de cem yaparlardı. [95]
c) Bazı hukukçulara göre, yolculukta cem, sadece bir özür dolayısıyla caizdir. Nitekim, İbn Teymiye ve İbnu’l-Kayyım’ın açıklamalarına göre, “Hz. Peygamber, her yolculuğunda düzenli bir biçimde namazları cem etmezdi. Bu, hem yolculuk sırasında, hem de konakladığında yaptığı uygulamadır. Fakat ciddi yolculukta bir durum bulunması ve namazdan sonra yola devam etmesi halinde, msl. Tebuk gazvesinde cem ederdi. Konaklaması halinde, namazları cem ettiği nakledilmemiştir.” İbn Teymiye’nin belirttiğine göre, yolculuğu sürdürenler hem kasr, hem cem yapabilir; birkaç gün bir yerde konaklayanlar ise, yolculuğun sünneti olduğu için kasr yapabilirlerse de ihtiyacı olmadığından cem yapamazlar. [96]
d) Malik’in meşhur görüşüne göre, ciddi yolculuk (veya bizzat seyrüsefer) yapana cem caizdir.
e) Evzai’ye göre, sadece mazereti olana cem yapmak caizdir.
Yolcuya cem ve tevkiften hangisinin efdal olduğu ihtilaflıdır: [97]
(a) Şafiî Mezhebine göre, cem’in terki, yani tevkît efdaldir.
(b) Malik’e göre, cem’in terki, yani tevkît mekruhtur.
(c) Hanbelî Mezhebi içinde iki görüş vardır: Birinciye göre, daha kolay ve hafif olduğu için cem, tefrîk’ten efdaldir. İkinciye göre, ihtilafın dışında bıraktığından ve Resulullah’ın cem’i sürekli uygulamayışından dolayı tefrik efdaldir.
Yolculuk dışındaki diğer hallerde cem yapmanın hükmü tartışılmıştır: [98]
a) Hz.Ali, İbn Şirin, Îbnu’l-Munzir, Kaffal, bir grup ashabu’l-hadis, İmamiye, el-Hadi, bir kavillerinde en-Nasır ile Mansur Billah’a göre, alışkanlık haline getirmemek şartıyla cem, mutlak olarak caizdir.
c) Cumhur’a göre, mazeretsiz olarak cem caiz değildir.
Şimdi bu mazeretleri teker teker ele alalım.
a) Hanefî Mezhebine göre, yağmurlu, karlı ve soğuk havalarda iki namaz birleştirilmez, ancak sûrî cem yapılabilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, elbiseyi ıslatacak derecedeki yağmur, karlı ve soğuk hava sebebiyle, namazlar yalnızca cem’u takdim şeklinde birleştirilebilir. [99] Mukimlerin yağmurlu havada iki namazı birleştirmeleri için özel bazı şartlar vardır:
1) Yağmur vb.’nin her iki namazın iftitah tekbirinde ve birinin selâmında devam etmesi gerekir. Namaz arasındaki kesintiler bir zarar vermez.
2) Tertibe uyulur.
3) İki namaz arasında ara verilmez.
4) Birlikte kılmaya niyet edilir.
5) İkincisi cemaatle kılınır.
6) İmamın imamete ve cemaate niyet etmesi gerekir.
7) Uzak bir cami ve mescidde olmalıdır.
c) İbn Ömer, Ebân b. Osman, fukaha-i seb’a, Malik,
Evzaî, İshak ve Ahmed’e göre, yağmur dolayısıyla cem, yalnızca
Hanbelîlere göre, yağmurun elbiseyi ıslatacak derecede olması gerekir; çiğ ve elbiseyi ıslatmayan hafif yağmur cem’i mubah kılmaz. Kar ve soğuk da, yağmur gibidir. [101] Cem şekillerinden kolayı seçilir. Münferid için veya yağmurun ıslatmasını engelleyecek gölgelik vb. bulunduğunda, cem’in caiz oluşu ihtilaflıdır. Bir görüşte cem caizdir; çünkü, özür bulununca meşakkat bulunup bulunmaması farketmez, genel ihtiyaç bulununca hüküm ihtiyacı olmayanlar için de geçerli olur. İkinci görüşe göre ise, meşakkat dolayısıyla tanınan bir hak olduğu için cem caiz değildir. [102]
a) Hanefî Mezhebi, eş-Şafiî ve Ebu Sevr ile bazı hanbelî hukukçulara göre, çamurun meşakkati yağmurdan az olduğu için, namazların cem’ini mubah kılmaz. Sûrî cem yapılabilir.
b) Malik ve içlerinde İbn Kudâme’nin de yer aldığı hanbelî hukukçuların çoğunluğuna göre, cıvık çamur, ayakkabı ve elbiseler konusunda meşakkate yol açtığı için, cem hususunda bir özürdür. Zaten çamur, cuma ve cemaatin terki konusunda da bir özürdür, hatta kayganlığı dolayısıyla ıslaklıktan da zararlıdır.
Ahmed b. Hanbel’e göre, yolculuktayken çamur dolayısıyla binek hayvanından inemeyen, ima ile namaz kılar, secdede rükûdan daha fazla eğilir.
a) Hanefî ve Şafiî Mezhepleri ile bazı hanbelî hukukçulara göre, fırtına, iki namazı birleştirmek için sebep değildir. Sûrî cem yapılabilir.
b) Ömer b. Abdilaziz ve bazı hanbelî hukukçulara göre, soğuk ve karanlık bir gecedeki fırtına, cem’i mubah kılar. Çünkü bu, cuma ve cemaatin terki için de bir özürdür.
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, karanlık, iki namazı birleştirmek için sebep değildir, sûrî cem yapılabilir.
b) Maliki Mezhebine göre, mukimler, yağmurlu ve karanlık
bir havada şiddetli çamur dolayısıyla camide
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, hastalık, cem sebebi değildir; çünkü, kesin vakit hadisleri, muhtemel bir durum yüzün den terkedilmez. Sûrî cem yapılabilir. [106]
b) Maliki ve Hanbelî Mezhepleri ile Hasan, Ata ve İshak’a göre, hastalık cem sebebidir:
1) Maliki Mezhebine göre, hasta olup kendisine bir namaz için ayakta durmak ve abdest almak ağır gelen kimseler, sûrî cem yaparlar. Yani, ilk namazı ihtiyarî vaktin sonunda, ikinciyi de ihtiyarî vaktin başında eda ederler. Her namaz, vaktinde kılınmış olacağından, bu esasen bir cem değildir. [107]
2) Hanbelî Mezhebine göre, cem’i mubah kılan hastalık, her namazı vaktinde kılma halinde, meşakkat ve zaafa sebep olan, başka bir deyişle cem’i terkedince güçlükle karşılaşmaya yol açan hastalıktır. İstihâda kanı görmek, idrarını tutamamak, ne abdest alabilecek, ne de teyemmüm yapabilecek vaziyette bulunmak, her namaz için abdest almaktan âciz ve mazur olmak da cem sebebidir. Hastalar, takdîm veya te’hîri seçmekte serbesttir, durum eşit olunca te’hîr evlâdır. [108]
c) Caferî Mezhebine göre, istihâda kanı gören kadınların cem yapma ruhsatı vardır. Eğer cem yapmazsa, her namaz için gusletmesi, kan kesilmediği takdirde abdest ve gusülden hemen sonra namazı kılması gerekir. [109]
d) Kadı Hüseyn, Hattâbî ve Şafiî hukukçulardan Mütevellî’ye göre, hastalık cem’in sebebidir. Nevevî de bu görüşün güçlü bir delile dayandığını belirtir. [110]
a) Cumhur’a göre, bayılma ve başdönmesi, cem için sebep değildir.
b) Malikî Mezhebine göre, sağlam kimseler de, ikincinin vakti girdiğinde namazı gereği gibi kılmaktan alıkoyacak bayılma nöbeti, başdönmesi, eziyet ve kahırdan korkarsa, cem’u takdim şeklinde namazları birleştirebilir. Fakat, takdim etme durumunda, korktuğu başına gelmezse, namazı yeniden kılar. Bu konuda, naklî delile değil, aklî delile dayanırlar.
a) Cumhur’a göre, emzikli kadınlar, cem yapamazlar, namazlarını ancak sûrî cem şeklinde kılabilirler.
b) Hanbeîî Mezhebine göre, her namaz vaktinde çamaşır yıkaması meşakkatli olan emzikli kadına da her iki şekilde cem ruhsatı vardır.
a) Cumhur’a göre, can, mal ve namus güvenliğinden endişe durumunda, namazlar ancak sûrî cem’le kılınabilir.
b) Hanbelî Mezhebine göre can, mal ve namus güvenliği konusunda endişesi olanlar, namazlarını her iki şekilde de cem ederek kılabilirler.
a) Cumhur’a göre, iş güvenliğinin tehlikeye girmesi, ancak sûrî cem için özür olabilir.
b) Hanbelî Mezhebine göre, cem’i terkedince, rızık ve maişetini sağlamakta bir zararla karşılaşacağından endişe edenler, namazlarını her iki şekilde cem ederek kılabilirler.
İbn Teymiye bu konuda şunları belirtir:
“Cem konusunda en geniş mezhep, Ahmed’in mezhebidir. Aşçı, fırıncı gibi malının bozulması endişesi bulunan meşguliyet sahiplerine de cem izni vermiştir. Nitekim, Nesaî’de bu konuda merfû bir hadis de vardır.” [115]
a) Cumhur’a göre, vakti bilememek, gerçek cem’in değil, sûrî cem’in sebebi olabilir.
b) Hanbelî Mezhebine göre, namaz vaktini bilmekten âciz kalanlar (msl. körler veya yer altında bulunanlar), namazlarını her iki şekilde cem ederek kılabilirler.
Kısa veya uzun süreli anormal bölgelerde de namazların kılınma şekillerinden biri olarak cem beyne’s-salâteyn çözümü benimsenmiştir.
a) Cumhur’a göre, namazların ortak vaktinin bulunuşu, cem için sebep değildir.
b) İmamiye/Caferiye Mezhebine göre,
1)
2)
Bu bakış açısıyla Caferî Mezhebi, iki namazı birleştirmeyi sürekli bir şekilde tanımış olmaktadır.
a) Cumhur’a göre, hadarda (mukimken) gerçek cem caiz leğildir, sûrî cem yapılabilir. [118]
San’ânî’nin belirttiğine göre, cem’u takdîm’de büyük bir güçlük vardır. Namazı bu şekilde kılanlar, onu âdeta vakti girmeden kılmış olurlar. Bu çeşit, takdim edilen namazlar mantık, meftıum, umûm veya husus delâletlerinden birine dayanmaz. [119]
b) Nevevî’nin Müslim şerhinde [120] belirttiğine göre, imamlardan bir grup, alışkanlık edinmemek kaydıyla hadarda cem’in cevazına izin vermiştir. İbn Şîrîn, Rebîa, Malikîlerden Eşheb, Hattâbî’nin belirttiğine göre şafiîlerden el-Kaffâlu’1-Kebîr, Ebu İshak el-Mervezî, bir grup hadisçi ve İbn Şubrume ile İbnu’l-Munzir bu görüştedir. [121]
Hanbelî Mezhebine göre de, hac sırasındaki cem’in sebebi, madem ki dua ve hutbe için vakit ayırmaktır, öyleyse her ihtiyaç durumunda cem meşru olur; ancak, bunu alışkanlık haline getirmemelidir[122]. Fakat hanbelî İbn Kudâme, yolculuk, yağmur, hastalık ve fırtına dışındaki sebeplerin cem için özür olmayacağını belirtir. [123]
San’ânî’nin belirttiğine göre, İbn Abbas’tan rivayet edilen cem’le ilgili hadis [124] bu konuda delil olamaz. Çünkü, takdim veya te’hîr türlerinden biri için belirli değildir. Sahabe ve tâbi’înden nakledilen eserler de delil olamaz; çünkü bu, içtihada açık bir konu değildir. [125]
c) Bazılarına göre, hadarda, sûrî cem yapılabilir. Kurtubî, bunu müstahsen (iyi; görüp tercih etmiş, malikî İbn Mâceşûn, hanefî Tahâvî ve İbn Seyyidinnâs da bu görüşü benimsemiştir. [126]
Bütün bu açıklamalardan ortaya çıkan sonuç şudur: Cem konusunda DM’in en genişi Hanbelî Mezhebidir, en darı ise Hanefî Mezhebidir. Bu ikisi arasında yer alan Malikî Mezhebi birincisine, Şafiî Mezhebi ikincisine yakındır. [127]
Mezheplerin sûrî veya gerçek cem konusundaki görüşleri, farz namazı vaktinde kılma hususunda bazı sıkıntılı ve zorlu durumlarla karşılaşan ve bu yüzden namazını vaktinde kılma imkânını kaybeden müslümanlar için zaman zaman uygulama imkânı verir. Sözgelimi ameliyattaki doktor, nöbetteki asker, bekçi ve polis, mesai saatindeki işçi ve memur, çok önemli bir toplantıdaki ilim adamı gibi çalışma ve nöbet saatleri iki namaz vaktini kaplayan müslümanlar, önce sûrî cem, sonra da gerçek cem imkânını gözönüne alarak namazlarını gönül huzuru içinde kılabilirler.
Cem’i benimseyen görüşler, namazların bu şekilde kılınması için, yukarıda açıklanan özel şartlar yanında, bazı genel şartları da benimsemişlerdir:
a) Şafiî Mezhebine göre, iki namaz birleştirilirken, ikisi arasındaki sıraya aynen uyulur, bu vaciptir; uyulmazsa, vakte ait namaz sahih olurken, diğeri ancak unutma ve bilgisizlik durumlarında nafile yerine geçer.
b) Maliki Mezhebine göre, iki namazı birleştirirken, unutma olmadıkça tertibe riayet edilir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, cem durumunda, namazlar arasındaki tertibe uyulur. Tertibe uyulmazsa, uyulmadığı namaz ânında hatırlanırsa, kılınan namaz bâtıl olur; fakat, kıldıktan sonra hatırlanırsa, namaz sahih olur.
a) Şafîî Mezhebine göre, cem durumunda, birinci namazda her ikisini aynı vakitte kılmaya niyet edilir.
b) Hanbelî Mezhebi içinde iki görüş vardır. Cem’u takdim durumunda, birlikte kılmaya niyet, bir görüşte şartken, diğerinde değildir. Cem’u takdîm’de niyet, bir görüşte iftitah tekbiri sırasında yapılırken, bir görüşe göre tekbirden selâma kadar yapılabilir.
İbn Teymiye’nin belirttiğine göre, Ahmed b. Hanbel, cem için niyeti şart koşmamıştır.
a) Cumhur’a göre, vaktin yakınlığı şartı aranmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, cem’u takdîm şeklinde namaz kılabilmek için, birinci namaz vaktinin ikinciye yakın olması gerekir.
a) Şafiî Mezhebine göre, iki namaz arasında, iki hafif rekâtten fazla ara vermemek şarttır. Namazlara, ancak ezan, kaamet ve temizlik için ara verilebilir. Şunu da bilmek gerekir: Şafiî Mezhebine göre, teyemmümle iki namazı birleştirmek caiz değildir.
b) Hanbelî Mezhebine göre, iki namaz arasında, ancak kaamet getirecek veya abdest alacak kadar ara verip daha fazla ara vermemek gerekir. Msl. arada nafile namaz kılınırsa, namazların cem edilerek kılınması bâtıl olur.
Şafiî Mezhebine göre, iki namaz birleştirilirken, birinci namazın herhangi bir şekilde sahih olma şartını kaybetmemesi gerekir.
Hanbelî Mezhebine göre, her iki namazın başında ve birinci selâmında, yukarıdaki özürlerden birinin bulunması ve ikinciyi bitirene kadar devam etmesi gerekir.
Türü |
Şartlar |
Hanefi |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
||
Cem’u Takdim |
Mükellef İlgili Ş. |
Arefe Günü |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
|
İhramlı |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
|||
Namazla İlgili Şart |
Birinci Namazla İlgili |
Cem Niyeti |
----- |
Şart |
------ |
Şart |
|
Vaktinin 2.ye Yakınlığı |
|
Şart |
------ |
|
|||
Sahih Oluşu |
... |
Şart |
... |
... |
|||
Ortak Şart |
Cemaatle |
Şart |
— |
_ |
__ |
||
Tertib |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
|||
Aralıksız |
__ |
Şart |
_ |
Şart |
|||
Cem’u Tehir |
Özür/ Sebep |
Yolculuğun Sürmesi |
— |
Şart |
_ |
— |
|
Özrün Sürmesi |
- |
- |
... |
Şart |
|||
Mükellef |
Müzdelife’de Olmak |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
||
İhramlı Olmak |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
|||
lamaz |
Birincide Te’hire Niyet |
- |
Şart |
... |
Şart |
Tablo 40: el-Cem’u Beyne’s-Salâteyn’in Şartları
a) Şafiî Mezhebine göre, iki namazı cem’u te’hîr şeklinde birleştirmek için, birincide te’hîre niyet etmek gerekir.
b) Hanbelî Mezhebine göre de, cem’u te’hîr durumunda, birinci namazda cem etmeye niyetlenmek gerekir. Niyet, birinci namazın başından kılacak kadarlık zaman kalıncaya dek yapılabilir; tekbir alacak veya bir rekat kılacak kadarlık bir zaman kalınca dahi yapılabileceğini savunanlar da vardır.
Hanbelî Mezhebine göre, namazları birlikte kılmayı mubah kılan özrün, birinci namazda cem etmeye niyetten ikinci namazın vakti girene kadar devam etmesi gerekir.
İki namazın birleştirilmesi durumunda ezan ve kaamet şöyle yapılır:
a) Eski görüşünde eş-Şafıi, bir rivayette Ahmed b.Hanbel, İbn Hazin, İbn Maceşun ve Zeydiye’nin Hadeviye koluna göre, iki namaza bir ezan, her namaza ayrı kaamet gerekir.
b) Yeni görüşünde eş-Şafii, Sevri ve bir rivayette Ahmed b.Hanbel’e göre, sadece iki kaamet getirilir.
Bilindiği gibi, günümüzde yolculuklar, sadece yakın yerlere veya aynı ülkede olmamakta, uçak vb. hızlı ulaşım araçları ile ülkeler, hatta kıtalar arasında cereyan etmektedir. İşte bu gibi, gittikçe hızı artan hava yolculukları, karar verilmesi asla mümkün olmayacak meseleler ortaya çıkarmaktadır. Meselâ:
(a) Güneşin doğmasından biraz sonra hareket edip, yolda giderken, güneşin şarkta battığını görerek, bir müddet sonra güneşin henüz doğmadığı bir ülkeye ulaşmak mümkündür; yahut hareket eğer güneşin batmasından sonra olursa yolda giderken, güneşin batıdan doğduğunu görmek mümkündür.
(b) Bunun aksine, bir ülke saat 06.00’da terkedilir ve
yalnız üç saat sonra varılan yerde mahallî saat
(c) Uçakla bir müslüman Sumatra’dan Sibirya’ya müteveccihen, düz hat boyunca hareket etse ve geri dönse, bu halde oruçlu olsa, acaba hangi saatte iftar etmelidir?
Görüldüğü gibi bu şekildeki hızlı yolculuklarda hareket edilen ülkenin saatine göre mi, varacağı ülkenin saatine göre mi, yoksa uçaktan güneş batarken görülen ülkenin saatine göre mi namazını kılacak ve orucunu bozacaktır? Mevsimlere göre bunlar arasındaki fark muazzam olacaktır. Keza sesten hızlı giden uçaklarda, eğer uçağın hızı arzın rotasyon hızına eşitse, güneşin battığını hiç görmeyecek şekilde doğudan batıya gidebilir, veyahutta batıdan doğuya gitmek suretiyle, yirmidört saatte güneşin birçok kere battığı görülebilir. Hatta sunî bir peykte (sputnik) seyahat eden biri, yirmidört saatte onaltı kere güneşin doğuşunu ve onaltı kere de batışını görebilir.
Bu gibi çağdaş insanın karşılaştığı problemler, -bunlar ülkemizde daha çok işçilerimizi, işadamlarımızı ve mütedeyyin elçilik mensuplarını ilgilendirir- Tirmizî ve İbn Hanbel [130] tarafından rivayet edilen ve Hz. Peygamber’in (sav) ashabı zamanına ait şu rivayete müsteniden, hallolunabilecek gibi gözükmektedir; Ramazan, Suriye’de Medine’ye nazaran bir günlük bir gecikmeyle başlamıştı. Medine’ye gelen Suriyeliler sadece yirmisekiz günlük bir oruçtan sonra bayram yapmak mecburiyetinde kaldılar; fakat sonra bir gün daha oruç tuttular. Bunun hukukî açıklaması şudur: İbadetimiz için seyahat esnasında kendisinden hareket edilen ülkenin ve yerin saati; gidilecek yere varıldıktan sonra da o ülke ve yerin saati esas alınır. Niyet edilmiş oruç, ancak hareket edilmiş olan ülkenin saatine göre bozulabilir. Aklı selim de, bu gibi ülkeler ve kıtalararası yolculuklarda, güneşin hareketine değil, terkedilen memleketin saatine uyulmasını gerektirir.
Burada, aynı konuyu ilgilendiren başka problemden; Asya ile Amerika arasındaki tarih çizgisinden (date line) çıkan problemden sözetmek yerinde olacaktır. Arzın yuvarlaklığı dolayısıyla günün başlaması gereken yerde, keyfî bir çizgi çizilmiştir. Bu farazi çizgi, Asya ile Amerika arasından geçiyor; siyasî mülahazalar, bazı noktalarda bu çizgiyi saptırmıştır, Japonya, Avustralya, Endonezya’dan Amerika’ya veya Amerika’dan aksi istikamete vapurla ya da uçakla yolculuk yapan müslümanlar için bu çizginin önemi vardır. Amerika’ya giderken, bu hayalî çizgiyi geçer geçmez yirmidört saatlik bir fark meydana gelecektir: Meselâ Japonya’dan Amerika’ya uçakla cumartesi günü hareket eden biri, Amerika’ya vardığında, günlerden henüz daha cuma olduğunu; Amerika’dan uçakla Japonya’ya cuma günü hareket eden biri de, buraya vardığında, farkında olmadan birkaç saatlik yolculuk sonunda yirmidört saat kaybetmiş olduğunu ve burada günlerden hâlâ cumartesi olduğunu görür. Cuma namazı için bu tabiatıyla işi karıştırır. Bu problemin çözümü de, yukarıda belirtilen şekilde olur. Meselâ bir kimse öğleden önce karaya inecek olsa terkedilen memleketin değil, varılan memleketin vaktine göre cuma namazının kılınması icabeder.
Şu halde ülkeler ve kıtalar arasında ya da saatlerinde farklılık bulunan ülkelerin kendi içinde yapılan hızlı yolculuklarda, yolculuk sırasında kendisinden hareket edilmiş olan ülke ve yerin; gidilecek yere ve ülkeye ulaşıldığında da o yerin zaman ve takvimini kullanmak gerekir. Yani, gerek namaz ve gerekse oruç için, yolculuk sırasında üzerinden aşılan ülke ve yerin durmadan değişen mahallî saatlerine göre değil de, yolculuğun başlangıç yerinin zamanına göre hareket edilir. Fakat, gidilecek yere ulaştıktan sonra, artık orasının saat ve takvim düzeni esas alınır.
Yine, meselâ eğer bir sputnik içinde dünyanın çevresinde seyahat edilecek olursa, normal olarak bir çevre uçuşu doksan dakika olacaktır. Güneşin görünüşü kuzeyden güneye, güneyden kuzeye, doğudan batıya ve batıdan doğuya uçağın uçuşuna göre değişecektir. Güneşin doğup batması, her yirmidört saatte bir değilse, her birbuçuk saatte bir defa olacaktır. Biz dünyalı seyyahlar için yapma peykelerinki değil, dünya güneşinin doğup batmasına dayalı dünya saati tatbik edilmelidir.
Namaz vakitleri
bölümünde ele aldığımız hüküm ve bilgiler, coğrafî koşumuna göre bir yerde
vaktin düzenlenmesi açısından normal kabul edilen bölgeler için geçerlidir ve
güneşin günlük hareketlerine göre düzenlenir. Normal bölgelerle, yani ekvator
ve sıcak ülkelerle, kutuplara daha yakın bölgeler arasında güneşin doğuş ve batış
saatlerinde farklılıklar vardır. Ekvatorda güneş daima sabahın altısına doğru
doğar ve bütün mevsimlerde akşamın altısına doğru da batar. Gerçek tan iıe
güneşin doğuşu arasında, tıpkı güneşin batışı ile
72 derece kuzeyde 9 Mayıs’tan 4 Ağustos’a,
70 derece kuzeyde
68 derece kuzeyde
66 derece kuzeyde
Günümüzde -aşağıda belirtileceği gibi- normal bölgelerin had sınırı olarak kırkbeşinci paraleller alınmış bulunmaktadır, Bunların ötesi, yani kırkbeş ile doksan derece arasındaki kuzey ve güney enlem dairesine giren yerler, Anormal Bölgeler olarak kabul edilmektedir.
Bu açıklamalar
ışığında, normal bölgeleri, Kısa Süreli Anormal Bölge ve Uzun Süreli Anormal
Bölge şeklinde iki çeşit olarak ele almak uygundur. Kısa Süreli Anormal Bölge,
yılın bir mevsiminde, en kısa gecelerde, daha
Belirtilen enlem daireleri üzerindeki taksim, arzı, nazarî olarak iki eşit parçaya böler, fakat hakikatte iskân edilebilen dünyanın dörtte üçü bu normal bölge içinde bulunuyor.
Zira bütün Afrika’yı ve Hindistan’ı, Okyanus’u ve hemen hemen bütün Çin’i ve Kuzey ve Güney Amerika’yı (Kanada ile Arjantin’in ve Şili’nin uçları hariç) ve Avustralya’yı (Okyanusya) içine almaktadır. Bilhassa şunu da belirtmek, yerinde olur: Bu taksim çizgisi, müslümanların bir senelik alışkanlıklarına dokunmadan geçer: Arabistan, Suriye, Türkiye, Mısır, İspanya, İtalya, İran, Güney Fransa, Türkistan, Hind-Pakistan, hatta Uzakdoğu ve kalabalık Malaya ve Endonezya gibi, Hz. Peygamber ve ashabı zamanında müslümanlığı kabul etmiş ülkeler asırlardan beri alıştıkları şekilde dinî ibadet ve adetlerine devam edeceklerdir. Avrupa’da kendini normal bölge saatine uydurma (tavizat), Bordeaux-Bükr eş-Sivastopol çizgisinin kuzeyini; Kuzey Amerika’da Hali-faks-Portland çizgisinin üst tarafını ve güney yarımkürede yalnız Arjantin ve Şili’nin güney kısımları ve Yeni Zelanda’nın güneyinde bazı adaları ilgilendirmektedir. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da, İskandinavya’da, Finlandiya’da, Kazan’da, Kanada’da vb.’de bulunan müslüman cemaatleri İslâm hukukunun bu açıklamasından faydalanacaklardır.
Kutuplarda namazın nasıl kılınacağı konusu, İslâm’a hücum için, birçok defa sözkonusu edilmektedir. Oysa, oturmaya ve hayatı normal olarak sürdürmeye elverişli olmaması açısından bu mesele pratik bir önem kazanmamaktadır. Kaldı ki İslâm hukuku, bu gibi anormal bölgelerde namazın nasıl kılınacağı konusunu, bu bölümde genişçe ele alındığı gibi gayet açık bir şekilde düzenlemiş bulunmaktadır.
Kırkbeşinci enlemin kuzeyinde kalan bölgelerin müslümanlar tarafından fethi ve bu bölgelerde ibadetin, müslümanların meselesi haline gelmesi, müctehid imamlar devrinden sonra olmuştur. Bu sebeple fukahanın meseleyi ele almaları hicrî asır dolaylarında başlamıştır. O yüzden Hanefî fukahasmdan Burhaneddin el-Kebir Ebu Muhammed Abdülaziz b. Ömer el-Mervezî, böyle yerlerde alâmetler bulunmazsa dahi namazın kılınması gerektiğini, es-Sadru’ul-Kebîr Burhanu’l-Eimme ise vakit bulunmadığı için buna bağlı mükellefetin de bulunmadığını belirtmiş ve daha sonra gelenler de bu iki görüşten birini tutagelmişlerdir. Konu daha sonra Kazan’h Şihâbuddîn el-Mercânî tarafından genişçe ele alınmıştır. [133]
eş-Şeyhu’1-Kebîr Seyfuddin Yusuf el-Bakkalî’nin fetvasına, Zahîru’din el-Mergınanî ve ez-Zeyla’î’ye göre, vakit, namazın şartı olduğu gibi, farz olmasının da sebebidir. Bu, herhangi bir yerde namaz vakitlerinden gerçekleşmeyen olursa, o vakte ait namaz bu bölgedekilere farz olmaz. Öyleyse, kısa süreli anormal bölgelerdekiler de, yatsı ve vitir namazlarını kılmazlar. Nitekim, abdest organlarından birini kaybeden kimse için de, bu organların yıkama mükellefiyeti kalmaz.
Doğrudan bir açıklama yapmamakla birlikte, kitaplarında bu görüşü nakledip başka bir görüş bildirmeyen Şurunbilalî, Molla Husrev [135] ve Hafızuddin en-Nesefî’nin [136] de bu görüşe katıldığı ifade edilir.
Şemsu’l-Eimme el-Hulvanî’nin fetvasına göre, kısa süreli anormal bölgelerdekiler de beş vakit namazla mükellef olduklarından, yatsı namazını kaza olarak kılmaları gerekir.
Bazı nakillere göre, el-Bakkalî’nin fetvası, el-Hulvanî’ye ulaşınca, kendisi bir adamını göndererek, “beş vakit namazdan birini düşüren tekfir olunmaz mı?” diye sordurmuş, el-Bakkalî’de abdest organlarını hatırlatarak, buna dayanıp fetva verdiğini bildirmiş, el-Hulvanî de onun fetvasını güzel bularak muvafakat ettiğini açıklamıştır.
Bazılarına göre, her gün, bir önceki yatsı namazının kazasına niyet edilerek namaz kılınır,
a) Şafağın Kaybolmasına Göre Düzenleyerek:
aa) Kırmızı
Şafağın Kayholmasına Göre Düzenlenmesi: Bir kısım hukukçulara göre,
Şafağın kırmızılık olduğunu ileri süren hukukçular çoğunluktadır. Hanefîlerden Ebû Yusuf ve eş-Şeybânî de bunlar arasında yer almaktadır. Nitekim, Serahsî de beyaz şafağın bazı yerlerde geç kaybolduğunu, bu sebeple yatsı vaktini beklemekte güçlük çekildiğini, dolayısıyla kırmızı şafağın esas alınmasının uygun olacağını belirtmiştir.
b)
Türkiye Diyanet İşleri
Başkanlığı ile merkezi Suudi Arabistan’da bulunan Râbıtatu’l-Âlemı’l-İslâmî,
ortaklaşa olarak, 23-
c) Vakit Takdir Ederek:
(a) En Yakın Normal Bölgeye Göre Düzenlenmesi:
İbn Âbidîn’in naklinde Şafiî Mezhebine, [139] Muhanımed Zihni Efendi, [140] Kemaluddin b. Humâm, [141] ve İbn Emirihac, [142] Muhammed Hamidullah, [143] ve Mahmud Şeltut, [144] ile adı geçen toplantının kararlarından birine göre kısa süreli anormal bölgelerde yatsı namazı, en yakın bölgeye göre düzenlenerek kılınır.
(b) Mekke Arzına Göre Düzenlenmesi:
Yukarıdaki sözü geçen
Brüksel toplantısının başka bir kararma göre, iki namazı aynı vakitte kılmak
istemeyenler Mekke arzına, yani
Günümüzde Radyo-TV aracılığıyla en yakın normal bölgelerle ilgili yerlerin ezanları rahatlıkla duyulabilmektedir.
Namaz dışındaki oruç, zekât, fitre, hac vb. ibadetlerle alım-satım, iddet vb. işler takdir esasına göre hareket edilerek en yakın normal bölgeye bakarak düzenlenir.
Konuyla ilgili görüşlerini açıklayan bütün hukukçulara göre, gerek ibadetler ve gerekse diğer dinî işlemler için takdir esasına göre hareket edilir. Burada hemen belirtmeliyiz ki, yarın insanoğlu hayat bulunan bir gezegende yaşamaya başlarsa, herhalde yine takdir esasına göre hareket edilecektir.
Hz. Peygamberin hayatında böyle bir mesele ortaya konmuş değildi. Halife Osman zamanında, hemen hemen kırkbeşinci paralele kadar fetihler yapılmıştı. Abdurrahman el-Gâfıkî zamanındaki Endülüs müslümanları, kırkbeşinci paralelin ötesinde uzun zaman kalmışlardı. Hicretin beşinci asrında Rusya’da Volga nehri üzerinde’ müslümanlığı kabul eden Bulgar Türkleri’nin de bu konuda herhangi bir vesika bırakmış oldukları zannedilmemektedir; hiç değilse ünlü seyyah İbn Fadlan’ın kendi seyahat hikâyesi, bu kavmin ihtidası dolayısıyla da olsa bu meseleden bah s etmemektedir. Miladi 19. asır Kuzey Rusya müslümanları, bu meseleden ilk bahsetmiş , olanlardır. [146] Belirtildiği gibi, bu bölgelerde insanlar uzun zamandan beri geçmekteydiler, şimdi daha da fazla uğrak yeri oldu, hatta bu bölgelerde insanlar iskân etmeğe başladılar. Meselâ çok iyi bilindiği gibi, Sovyet kamplarında birçok müslüman işçi vardır.
Anormal bölgelerde güneşin hareketi ne namaz, ne de oruç için bir ölçü olarak alınamaz. Bugün için, İslâm hukukçuları, namaz ve oruç için bu bölgelerde güneşin hareketine değil, saatin hareketine uyulmasına hükmetmişlerdir. Mesele, normal bölge ile anormal bölgeyi birbirinden ayıran sabit bir çizginin tayinine kalmaktadır. Anormal bölgede uyulacak olan saatin hareketine ölçü ne olmalıdır? Çeşitli müslüman ülkelerin ulema meclisleri (msl. Haydarabad Eyâleti Ulema Meclisi) tarafından tasvip edilmiş olan kesin hal şekli şöyledir:
(a) Kur’ân-ı Kerîm’de, “Hiç şüphe yok ki, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” [147] “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını teklif etmez.” [148] buyurulmaktadır. Hz. Peygamber de, çok daha açık bir şekilde ve genel bir tarzda, valilerine, “Kolaylaştırınız, zorluk çıkarmayınız, (din yolunda) kimseyi ürkütmeyiniz” diyerek, yukarıdaki asıl prensipleri sadece teyit etmiştir.
(b) Bu umumî emirlerden başka, Hz. Peygamber (sav) [149] bir kudsî hadiste anormal uzun günlerle ilgili bir soruya, cevap aradığımız konuyla da ilgili olarak hayranlık verici bir çözüm şeklibulmaktadır:
“Hz. Peygamber, âhir zamanda insanlar için ilahî bir imtihan olmak üzere Deccal’in zuhur edeceğini bildirdi. Deccal dünyada ancak kırk gün kalacak ve fakat bunun birinci günü bir yıl, ikinci günü bir ay, üçüncü günü de bir hafta kadar uzun olacak; geri kalan günler de normal günler gibi olacaktır” dedi. Bunun üzerine, sahabeden biri kalkıp, Hz. Peygamber’e,
“Bir yıl kadar uzun olan günde sadece beş kere namaz yeterli olacak mı?” diye sordu. Hz. Peygamber, bu sahâbîye,
“Hayır hesaplamak (takdir etmek) lâzımdır” diye cevap verdi.
Kıyametle ilgili bu rivayette, kutup bölgelerinden ve altmışbeşinci paralellerin üstünde kalan yerlerden bahsedilmektedir. Bu hadiste anlatılan birinci gün, güney doksan derece paralelindeki, yani kutuplardaki şartlara; ikinci gün, kuzey yarıkürenin altmışsekiz derece paralelinin biraz güneyindeki ahvale benzemektedir. Hz. Peygamber, görüldüğü gibi, gayet açıktır: Bu gibi yerler için güneşin değil, fakat saatin hareketini takip etmek lâzım gelmektedir.
İşte Hz. Peygamber’in bu emirlerine istinatla, İslâm ulema meclisleri, böyle durumlarda güneşin değil de, saatin hareketini takip etmeyi ve yükü hafifletmek için de kırkbeş derece paralel ile kutuplar arasındaki yerler için kırkbeş derece paralelindeki zamanı takip etmeyi emretmektedir.
Bu hal tarzı, çeşitli
meselelere tatbik edilebilir: Meselâ 66. paralellerde güneş yılı onaltı gün
eksiktir. Şu halde, burada, Haziran ayında cuma gününün tespiti karmaşık bir
hal alacaktır. Filhakika eğer güneşin hareketi takip edilecek olursa ve meselâ
12 Haziran bir cuma günü olacak olursa, normal bölgelerin 19 ve 26 Haziran’ları
ancak onaltı günlük bir gecikmeyle geleceklerdir. Ramazan ile bayramlar için
aynı mesele bulunacaktır. Sadece üç günün bulunduğu kutuplarda (gün dönümlerine
tekabül eden iki gün, bir uzun
Kuzey Yarıkürede Gün |
Tarih |
Güney Yarıkürede Gün |
|||
Doğusu |
Batışı |
Doğuşu |
Batışı |
||
07.39 |
16.28 |
1 Ocak |
04.17 |
19.50 |
|
07.38 |
1&3S |
8 Ocak |
04.23 |
19.49 |
|
07.36 |
1G43 |
15 Ocak |
0431 |
19.46 |
|
07.31 |
16J32 |
22 Ocak |
04.41 |
19.43 |
|
07.22 |
17.06 |
1 Şubat |
04.52 |
19.31 |
|
07.13 |
17.16 |
8 Şubat |
05.05 |
19.22 |
|
07.03 |
17.95 |
15 Şubat |
05.16 |
19.13 |
|
O6.52 |
17.36 |
22 Şubat |
0526 |
19.10 |
|
06.39 |
17.47 |
1 Mart |
0537 |
18.47 |
|
06.26 |
17.56 |
8 Mart |
05.46 |
18.35 |
|
06.13 |
18.06 |
15 Mart |
0555 |
18.22 |
|
06.00 |
18.15 |
22 Mart |
06.04 |
18.10 |
|
05.42 |
18.27 |
1 Nisan |
06.18 |
17.50 |
|
05.29 |
18.31 |
8 Nisan |
06.26 |
17.36 |
|
05.16 |
18.45 |
15 Nisan |
06.34 |
17,26 |
|
05.04 |
18.54 |
22 Nisan |
06.44 |
17.13 |
|
04.50 |
19.05 |
1 Mayıs |
06.54 |
16.59 |
|
04.40 |
19.14 |
8 Mayıs |
07.02 |
16.49 |
|
04.31 |
13.22 |
15 Mayıs |
07.10 |
16.42 |
|
04.24 |
19.29 |
22 Mayıs |
07.18 |
16.35 |
|
04.17 |
19.50 |
1 Haziran |
07.28 |
16.28 |
|
04.14 |
19.44 |
8 Haziran |
07.32 |
16.24 |
|
04.12 |
19,48 |
15 Haziran |
07.37 |
16.24 |
|
04.13 |
19.50 |
22 Haziran |
07.39 |
16.25 |
|
04.17 |
19.50 |
1 Temmuz |
07.39 |
16.29 |
|
04.21 |
19.48 |
8 Temmuz |
07.37 |
16.33 |
|
04.27 |
19.44 |
15 Temmuz |
07.33 |
16.39 |
|
04.34 |
19.38 |
22 Temmuz |
07.28 |
16.45 |
|
04.46 |
19.27 |
1 Ağustos |
07.17 |
16.56 |
|
04.53 |
19.18 |
8 Ağustos |
07.08 |
17.03 |
|
05.01 |
19.07 |
15 Ağustos |
06.58 |
17.12 |
|
05.09 |
18.56 |
22 Ağustos |
06.46 |
17.21 |
|
05.21 |
18.38 |
1 Eylül |
06.39 |
17.31 |
|
05.30 |
18.25 |
8 Eylül |
06.16 |
17.40 |
|
05.38 |
18.12 |
15 Eylül |
06.03 |
17.49 |
|
05.46 |
17.58 |
22 Eylül |
05.49 |
17.57 |
|
05.57 |
17.41 |
1 Ekim |
|
0534 |
18.07 |
06.06 |
17.28 |
8 Ekim |
|
05.21 |
18.16 |
06.15 |
17.16 |
15 Ekim |
|
05.06 |
18.26 |
06.24 |
17.04 |
22 Ekim |
|
04.54 |
18.35 |
06.38 |
16.49 |
1 Kasım |
|
0439 |
18.48 |
06.48 |
16.39 |
8 Kasım |
|
04.30 |
18.58 |
06.57 |
16.32 |
15 Kasım |
|
04.52 |
13.07 |
07.07 |
16.25 |
22 Kasım |
|
04.15 |
19.18 |
07.18 |
16.20 |
1 Aralık |
04.08 |
19.28 |
|
07.25 |
16.18 |
8 Aralık |
04.07 |
19.37 |
|
07.31 |
16.19 |
15 Aralık |
04.07 |
19.43 |
|
07.36 |
16.22 |
22 Aralık |
04.10 |
19.47 |
Tablo 41: Anormal Bölgeler için Daimi Evkat Cetveli
Bu namaz vakitlerini gösterir cetvel, Avrupa’da Bordeaux-Bükreş, Kuzey Amerika’da Portland-Halifaks normal bölge had sınırlarına göre düzenlenmiştir. Bu bölgelerin kuzeylerindeki bütün ülkeler de bu cetveli uygulayacaktır. Aynı cetvel, Güney Amerika’da, Arjantin ve Şili’nin en uzak güney uçları için de tatbik edilebilir.
Verilen saatler mahallî vakte göre düzenlenmiştir. Bu vakitleri, biraz açıklamak yerinde olur:
(1) Cetvelde,
güneşin yalnız doğuş ve
batış saatleri verilmiştir.
(2) Mahallî vakitle mülkî vakit (memleket saati) arasında, geniş bir fark vardır. Filvaki, Ekvator’da her onbeş mil veya buna yakın bir miktar, bir dakika fark meydana getirir; kutuplara yaklaştıkça aynı vakit farkı için mesafe daha yakındır. Birleşik Amerika, Kanada, Sovyet Rusya gibi geniş memleketlerde doğu hudutlarında güneşin doğuşu, batı sınırındaki güneşin doğuşundan sekiz-on saat daha erkendir. Bu cetvel, mahallî saate göre düzenlendiğinden, bir memlekette kullanılmakta olan mülkî vakte (memleket saat ayarına) uydurulması pek öyle güç bir mesele değildir. Meselâ Fransa’daki saat hakikî mahallî saatten bir saat ileridedir; saat 12.00’yi çalarken, hakikî mahallî saat 11.00’dir. Oruç bakımından imsak ve iftarda olduğu gibi, günlük namazlarda da bu vakıanın dikkate alınması gerekir.
Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Brüksel Toplantısı kararları doğrultusunda anormal bölgelerin namaz ve diğer ibadetlerini gösterir takvimleri hazırlamaktadır. Bu yüzden, Diyanet’in takvimleri daha gerçekçi ve tutarlıdır.
Yarın insanoğlu hayat bulunan bir başka gezegende yaşamaya başlarsa veya herhangi bir sebeble dünya gezegeni dışında bulunursa, herhalde yine takdir esasına göre hareket edilecektir. Böylece yirmidört saatlik gün esasına göre takvim yapıp, beş vakit namaz kılınacaktır.
Hanbelî Mezhebine göre, Kabe’nin içinde de, üstünde de farz namaz kılmak sahih değildir, ancak Kabe’nin nihayetinde durulduğu ve arkada Kabe’den birşey kalmadığı veya Kabe’nin dışında durup üstüne secde ettiğinde sahih olur. Nafile ile adak namazlarını içinde kılmak sahihtir, eğer Kabe’nin nihayetinde secde edilirse, namaz sahih olmaz. Çünkü bu durumda kıbleye yönelme şartı gerçekleşmemiş olur. [151]
Bazı mezhepler ve hukukçular Kâ’be’de namaz kılma meselesini, iç inde-üs tün de ayırımı yaparak ele alır:
Bir grup hukukçuya göre, Kabe’nin içinde hiçbir namaz kesinlikle sahih değildir. [152]
(a) Hanefî Mezhebine göre, Kabe’nin yanında ve içinde bulunanlara farz olsun nafile olsun her çeşit namazı kılmak sahihtir. [153] Bu durumda, esas olan, binanın kendisi değil, yeri ve yönü olduğundan, mükellefler Kabe’nin herhangi bir tarafına yönelip namazlarını kılabilirler. Hatta cemaatle namaz kılınmak istense, imamla cemaatin bir tarafta bulunması gerek, imam Kabe’nin bir yönüne, cemaat de diğer yönlerine durabilirler. Fakat, bu şekilde cemaatle kılınan namazda imamın bulunduğu tarafta olan cemaatin, ondan daha önde bulunmaması gerekir, diğer cemaatin ise imamdan ileride durması, ona uymalarına engel değildir, yalnızca imamla yüzyüze gelmemeleri yeterlidir. [154]
(b) Şafiî Mezhebine göre, farz olsun nafile olsun her çeşit namazı, Kâ’be’nin içinde kılmak sahihtir. Kapısı açıkken kapıya doğru kılındığında namaz sahih olmaz. [155]
Maliki Mezhebine göre, Kabe’nin içinde farz namaz kılmak sahihtir, fakat bu kerahat-i şedide ile mekruhtur. Bu şekilde namaz kılan kimsenin, onu vakit içinde iade etmesi menduptur. Nafile namazlardan müekked olmayanların kılınması mendup, müekkedler ise mekruhtur, ancak iadesi gerekmez. [156]
Kabe’nin üstünde namaz kılmayı, bazıları namazlar arasında ayırım yapmadan, bazıları da ayırım yaparak ele alır:
Hanefî Mezhebine göre, Kabe’nin üstünde namaz kılmak sahihtir, ancak bu ta’zimi terk mânâsı taşıdığından mekruhtur.
a) Şafiî Mezhebine göre, Kabe’nin üstünde namaz kılmanın sahih olması için, namaz kılanın önünde Kabe’den insan kulaçıyla 2/3 kulaç yüksekliğin bulunması gerekir.
b) eş-Şafiî’ye göre, önünde sütre veya iktida ettiği biri olursa Kabe’nin üstünde namaz sahih olur.
Maliki Mezhebine göre, Kabe’nin üstünde kılınan farz namaz bâtıldır; müekked olmayan nafile sahih, müekked olan ise ihtilaflıdır.
Kısaca, Kabe’nin içinde namaz kılmak, ÜM’e göre -hüküm yönünden küçük ayrılıklar varsa da- mutlak olarak sahihtir, Hanbelî Mezhebine göre, farz namaz sahih değilken, nafile sahihtir, üçüncü gruba göre hiçbir namaz sahih değildir; Kabe’nin üstünde namaz kılmak ise, Hanefî Mezhebine göre, bütün namazlar için kerahetle sahihtir, Şafiî ve Hanbelî Mezhebierine göre, hiçbiri sahih değildir, Maliki Mezhebine göre, farz namaz bâtıldır, müekked olmayan sahihtir, müekked olanlar ise ihtilaflıdır.
Namaz ve Kabe |
Hanefi |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
||
Kabe’nin içinde |
Farz |
S |
S |
S |
.. |
|
Nafile |
Müekked |
S |
S |
Mekruh |
S |
|
Gayr-i Müekked |
S |
S |
Mendup |
S |
||
Kabe’nin Üstünde |
Farz |
S (Mekruh) |
|
. |
|
|
Nafile |
Müekked |
S |
|
S |
|
|
Gayr-i Müekked |
S |
|
İhtilaflı |
|
Tablo 42: Kabe’de Namaz
Kabe’nin coğrafî konumunun arz yuvarlağında mukabili, yahut Samoa Adaları civarındadır. Bu mevkide bulunurken, -meselâ vapurla geçerken- her dört yön, Kabe’ye eşit uzaklıkta olduğundan, tıpkı Kabe’de namaz kılan veya kıldıran bir şahıs gibi, hangi istikamete yönelip namaz kıbnsa sahih olur. [157]
Yarın insan aya veya başka bir gezegene inerse, yeryüzü kâbesinin onun namazı için kıble olması imkânsızdır. Belki orada, dünyaya bakan kısmında ve bize de gözüken bir ay kâbesinin inşası gerekecektir. [158]Gerçekten de bu görüş Bakara: 2/215 âyetinin ışığında haklılık kazanmaktadır.
Kılınan namazın sahîh (geçerli) olmasıyla ilgili şartları, genel ve özel şartlar şeklinde ikiye ayırabiliriz. [159]
Namazın sahîh olmasıyla ilgili genel şartlar da, teklifin ge nel şartlarının dışındaki şartlar ve namazla ilgili şartlar şeklinde üç grupta ele alınabilir:
a) ÜM’e göre, namaz mükellefinin müslüman olması, namazın vucûb (farz oluş) şartlarındandır. Şafiî Mezhebine göre, namaz kâfire farz değildir, kıldığı da sahih olmaz; mürtede ise namaz farzdır, çünkü ilk hali itibariyle müslümandır.
b) Malikî Mezhebine göre, namaz mükellefinin müslüman olması, namazın sıhhat şartlarındandır. Kâfirler namazla mükelleftir, ancak kıldıkları namaz sahih değildir.
a) Hanefî ve Şafiî Mezhebine göre, akıllı olmak, namazın vucûb şartlarındandır.
b) Malikî Mezhebine göre, akıllı olmak, namazın hem vucûb, hem de sıhhat şartlarındandır. Uyku ve gafletin bulunmayışı da böyledir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, akıl ve temyiz, namazın sıhhat şartlarındandır.
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, Resulullah’ın davetinin ulaşması, namazın vucûb şartlarındandır.
b) Malikî Mezhebine göre, namazın hem vucûb, hem de sıhhat şartlarından birisi de, Resulullah’ın davetinin ulaşmasıdır. Bu davetin ulaşmadığı kişiye namaz farz olmaz, kıldığı takdirde namazı sahîh olmaz.
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, âdet ve lohusalıktan temizlik, kadın mükelleflere namazın farz olma şartlarındandır.
b) Malikî Mezhebine göre, âdet ve lohusalıktan temizlik, namazın hem vucûb, hem de sıhhat şartlarındandır.
a) ÜM’e göre, bedenin hadesten ve necasetten, namaz kılınacak elbisenin ve yerin de maddî pisliklerden temizliği, namazın sıhhat şartlarmdandır.
b) Malikî Mezhebine göre, hadesten ve necasetten taharet, namazın sıhhat şartlarmdandır. Namazın hem vucûb, hem de sıhhat şartlarından birisi ise, mükellefin fâkıdu’t-tahûreyn olması, yani hem suyla, hem de teyemmümle temizlenme imkânından yoksun olmayışıdır.
a) Hanefî Mezhebine göre, vaktin girmesi, bizzat namazın değil, edanın sıhhat şartlarmdandır.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, namaz vaktinin girdiğinin bilinmesi, namazın sıhhat şartlarındandır. Şafiî Mezhebine göre, bu, ya bizzat veya güvenilir birinden öğrenilir, ya ictihad edilir, yahut da ictihad eden birini taklid ederek öğrenilir. Gözleri görenler bu sıraya uymak zorundadır, körler için başkasını taklid caizdir.
c) Malikî Mezhebine göre, namaz vaktinin girmesi, namazın hem vucûb, hem de sıhhat şartlarındandır.
DM’e göre de, setr-i avret, namazın sıhhat şartlarındandır.
DM’e göre de, istikbal-i kıble, namazın sıhhat şartlarındandır.
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, niyet, namazın sıhhat şartlarındandır. Hanefî Mezhebine göre, namaz, niyetle, âdet ve alışkanlıklardan ve bizzat namazlar birbirinden ayırdedilir.
b) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, niyet, namazın rükünlerinden birisidir.
Şafiî Mezhebine göre, mükellefin, namaz konusunda bilgili olması, namazın sıhhat şartlarındandır. Mükellef, halktan biriyse, farzın sünnet olduğunu sanmayacak, ilmî tahsili olan biriyse, farz ile sünneti ayırdedecek derecede bilgi sahibi olması gerekir.
Şafiî Mezhebine göre, namazın sıhhat şartlarından birisi de, namaz bitinceye kadar, namaza aykırı hallerin terkedilmesidir.. Bu, aslında, diğer mezheplerin de zımnen benimsediği ve ilgili konularda açıkladığı bir geçerlilik şartıdır.
Bu şartlar, bütün namaz mükellefleri için namazın geçerlilik şartlarındandır.
Namaz mükelleflerinin kıldığı namazların sahih olması için, çeşitli hallerde namazın kılınmasıyla ilgili şartlara da uymaları gerekir. Yolculukta, hastalıkta, korku halinde, kazanın kılınışında, cemaat namazında, namazların birleştirilmesinde ele alınan bu şartlar, namazın sahih olmasını sağlar.
Yukarıda ele alınan namazın sıhhat şartları, her çeşit namazda geçerlidir. Bu şartlara ek olarak, cuma, cenaze, vitir, bayram namazları için de ilgili konular ele alınarak bazı özel sıhhat şartları aranır.
Namaz ceza hukuku, genel ceza hukukundan bağımsız bir şekilde pek ele alınmamıştır. Genel fıkıh kitapları, namaz suç ve cezalarından özellikle iki tanesini incelemişlerdir. Bunlardan biri, namazı ihmal edenin (târiku’s-salât), diğeri ise dinden çıkan kişinin (mürted) iman ve ceza açısından sorumluluğu meselesidir. Sözkonusu iki konuyu müstakil bir inceleme konusu yapan yegâne müstakil hukukçu, “Ahkâmu Târiki’s-Salât” adındaki eseriyle, İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye’dir. İbnu’l-Kayyim, bu eserinde, genellikle Ahmed b. Hanbel’in görüşleri doğrultusunda açıklamalarda bulunmuştur.
Namaz, Allah haklarından biri olduğu için, İslâm devletinde kamu haklarından biri olarak düşünülmüş ve usûle uygun olarak kılınması bazı kamu görevlilerinin yetkileri içerisinde ele alınmıştır. Kamu hukukunun bütün konularını ele alan el-Ahkâmu’s-Sultâniyye kitapları, Vilâyetu’l-Hisbe bölümlerinde, namaz ceza hukukunun teorik ve pratik yönleri üzerinde durmuşlardır. Kamu hukuku edebiyatının başka bir dalı olan Hisbe [160] kitapları da, konuyu muhtesibin görevleri çerçevesinde ele almıştır.
Namaz cezasını doğuran olaylar; namazın inkârı, namazın kılınmaması veya geciktirilmesi gerekli şartları taşıyan bölgede cuma namazı kılmamak, cemaatle namaz, ezan ve temizlik konusundaki gevşekliklerdir. Bu bölümde, namaz ceza hukukunun ilkeleri ele alınacağı için, namaz suçları ve cezaları bundan sonraki bölüme bırakılmıştır.
Hemen her emir ve yasakta olduğu gibi, namaz konusunda da çifte ceza sistemi yeğlenmiştir. Bunlar, uhrevî ve dünyevî müeyyidelerden oluşmaktadır.
Uhrevî müeyyideler, müjdeleme (va’d, tergîb) ve korkutma (va’îd, terhîb) şeklindeki iki unsurdan meydana gelmiştir. Namaz kılanlara uhrevî mükâfat, kılmayanlara da ceza vaadedilmiştir.
Dünyevî müeyyideler ise, namaz mükellefi olanları namaz borcunu usûlüne göre yapmaya yönelten maddî ve zora dayalı yaptırımlardır. Bu yaptırımları, bundan sonraki namaz suç ve cezaları bölümünde inceleyeceğiz. Burada şunu belirtmek gerekir: Namaz suçlarına karşı hemen ceza yoluna başvurmak doğru değildir. Öncelikle, insanları din ve ibadetler konusunda doğru ve sağlam biçimde bilgilendirmek ve zaman içinde eğitmek gerekir.
Müslümanlar, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma prensipleri çerçevesinde birbirlerini bilgilendirir ve eğitirler, doğruyu bulup, yanlışı bırakırlar. Yapılacak bu ferdî işin yanısıra, çeşitli özel kuruluşlarda da bu faaliyeti yürütebilirler.
Klasik dönemde, bazı kamu kuruluşları namaz suç ve cezaları konusunda görev yapmışlardır. Bunlar, Hisbe ve Dîvanu’l-Mezâlim’dir.
Muhtesib, şüphe veya zan dolayısıyla namaz mükellefini cezalandırmaz. Böyle yaptığı takdirde, hisbe hükümlerini aşmış ve hakkında kötü düşünmeye yol açmış olur. Ancak, şüphe dolayısıyla, öğüt verebilir, haklarına riayetsizlikten dolayı Allah’ın kendisine azab edeceğini mükellefe belirtebilir. [161]
Dîvanu’l-Mezâlim’in görevlerinden birisi de, cuma, bayram, hac ve cihad gibi açık ibadetlerde kusur ve şartların ihlalini gözetmek ve düzeltilmesini sağlamaktır. [162]
Namaz suçlarında iştirak, beş şekilde meydana gelmektedir:
Meskûn bir bölgede cuma namazının terkedilmesi halinde müşterek bir suç işlenmiş olur. Bu bölge sakinleri, -kırk kişi veya daha fazla sayıda olmaları gibi- cumanın kılınabileceğinde ittifak edilmiş bir sayıda olursa, muhtesib onları cuma namazı kılmaktan sorumlu tutar, cuma kılmalarını emreder ve karşı çıkanları te’dîb eder. Cuma kılmalarında ihtilaf edilmiş bir sayıda olurlarsa, dört durum ortaya çıkar:
(a) Muhtesib ile bölge sâkinlerinin bu sayıyla cuma kılınacağında görüş birliği etmesi halinde, muhtesib onlara cuma kılmalarını emreder, bölge sakinleri de muhtesibin emrini derhal uygulamaya çalışırlar. Muhtesib onları te’dîb ederken, cuma kılabileceklerinde icmâ edilen sayıdaki kişilerin cumayı terketmelerindeki te’dîbinden daha yumuşak olur.
(b) Muhtesib ile bölge sâkinlerinin, cuma kılamayacak sayıda olduklarında görüş birliği etmeleri halinde, onlara cuma kılmalarını emretmesi caiz değildir.
(c) Muhtesib cuma kılamayacakları, bölge sakinleri ise kılacakları sayıda oldukları görüşündeyse, bu konuda onlara muhalefet etmesi caiz değildir, görüşüne uygun olmadığından cuma kılmayı onlara emredemez. Kendilerine farz gördüklerinden onları alıkoyması ve engellemesi caiz değildir.
(d) Muhtesib cuma kılacak, bölge sakinleri kılınmayacak sayıda olduğu görüşündeyse -böyle bir durumu sürdürmek zamanla ve sayının artış ya da çoğalışına rağmen- cumanın ortadan kalkması sonucunu ortaya doğuracağından muhtesibin bu durumu göze alarak onlara cuma kılmalarını emredip emredemediği noktasında Şafiî hukukçuların iki görüşü vardır:
(1) Ebu Saîd el-Istahrî’ye göre, yeni nesillerin cumanın terkedildiği üzere büyüyüp, cuma mükellefliğinin sayının noksanlığıyla düştüğü gibi, artışıyla da düştüğünü sanmaması için, kamu yararını dikkate alarak bölge sakinlerine cuma kılmalarını emretmesi caizdir. Ahmed b. Hanbel’in zahir görüşü de bu doğrultudadır. Nitekim Ziyad b. Ebîhi, Basra ve Küfe camilerinde kılınan namazlar için buna benzer bir uygulama yapmıştır. Basralılar cami zemininde namaz kılıp secdeden kalktıklarında ahnlarındaki toprağı siliyorlardı. Bunun üzerine Ziyad, ulu caminin zeminine çakıl dökülmesini emretti ve şunları söyledi:
“Zaman uzayıp, yeni nesiller büyüdüklerinde
secdeden sonra alnın silineceğini namazın sünneti sanmalarından emin değilim,” Aynı gerekçeyle Ahmed b. Hanbel de, namaz imamının adaletli (karakterli) olmasını şart koşmasına rağmen,
“Cuma, iyi ve kötünün arkasında kılınır” demiştir.
(2) İkinci görüşe göre, onlara cuma kılmayı emretmeye yeltenmez. Çünkü, muhtesibin, insanları kendi inancına yöneltme ve -yeterli sayıda olmayışın cumanın sahih olmasını engellediği inancındakileri- içtihada açık bir konuda dinle ilgili olarak kendi görüşünü benimsemekle sorumlu tutma hakkı yoktur. Mervezî’nin rivayetine göre, Ahmed b. Hanbel, “İnsanları kendi görüşüne doğru yönlendirme!” demiştir.
Bayram namazı kılınması için gerekli şartları taşıyan bir bölge sakinlerine muhtesibin bayram namazı kılmayı emretmesinin vacip ya da caiz haklarından oluşu, -bayram namazının sünnet ya da farz-ı kifâye oluşu konusundaki ihtilafa bağlı olarak- şafiî hukukçular arasında tartışmalıdır.
Sünnet olduğu kabul edilirse, muhtesibin onlara bayram namazını kılmayı emretmesi mendup olur; farz-ı kifâye olduğu kabul edilirse zorunlu olur; Hanbelî Mezhebi bu ikinci görüştedir. [164]
Cami ve ezan, Hz. Peygamber’in (sav) dâru’l-İslâm ile dâru’ş-şirk’i ayırdığı, İslâm’ın sembollerinden ve ibadet alâmetlerinden-dir. Bir bölge veya semt halkı, camilerde cemaatle namaz kılmayı ortadan kaldırmakta ve namaz vakitlerinde ezan okumayı terketmekte görüş birliği etmeleri halinde, muhtesibin onlara camilerde ezan okumayı ve cemaatle namaz kılmayı emretme hakkı vardır. Ancak, şafiî hukukçular, bu hakkın, terketmekle günahkâr olacağı bir görev mi, yoksa yapmakla sevap kazanacağı müstehab bir iş mi olduğunda ve devlet başkanının bu bölge sakinlerine savaş açmasının gerekip gerekmediğinde ihtilaf etmişlerdir. Hanbelî Mezhebine göre, cemaatle namaz vacip olduğu için, muhtesibin onlara cemaat ve ezanı emretmesi vaciptir. [165]
Bir bölgede oturanlar, namazlarını son vaktine kadar geciktirmekte görüş birliği eder ve muhtesib de erken kılınmasının faziletli olduğu görüşünü benimserse, onlara namazı erken kılmayı emredip emre demeyeceği ihtilaflıdır. Çünkü, insanları bu şekilde bırakmak, yeni yetişen nesillerin namazın vaktinin bu olduğuna inanmalarına yol açar. Bu yüzden Hanbelî Mezhebi emredebileceği görüşündedir. [166]
Ezan ve namazlarda kunût duası okunması meselesinde, namaz mükellefi muhtesibten farklı bir görüşü benimsiyorsa, yapılan içtihada açık bir konu olduğu takdirde, muhtesibin -aksini benimsemiş olsa da- emretme veya yasaklama yoluyla müdahale hakkı yoktur. [167]
Namaz mükelleflerinin cemaatle namaz kılmayı, ezan ve kaameti terketmeleri halinde, bunu âdet ve alışkanlık haline getirmedikleri takdirde, muhtesibin onlara müdahale hakkı yoktur. Çünkü bunlar, bazı mazeretlerle düşen mendûb işlerdir. Ancak, şüpheli bir durum olur veya bunu alışkanlık haline getirir ve başkalarına da kötü örnek olacağından endişe edilirse, muhtesib duruma müdahale eder. İbadetin aldırış etmediği sünnetlerini terkten alıkoymakta kamu yararına uygun hareket edilir ve cemaati terketmekle ilgili tehdit, durumun gereklerine göre olur. Hanbelî Mezhebinin kıyas usûlüne göre, cemaatle namaz farz-ı ayın olduğu için, cumanın terkinde olduğu gibi, muhtesibin müdahale etmesi gerekir. [168]
Namaz suçlarından birini işleyenler pişmanlık duyabilirler. Bu takdirde tevbe edip, kazaya kalan namazlarını bir an önce kılmak suretiyle Allah’tan af dilemelidirler. Yüce Allah’ın engin affının ona da nasip olacağı umulur. Namazı bozan hal ve hareketlerde bulunanlar ise, namazı yeniden kılarlar.
Namaz suçlarından birini işleyen mükellefin ölümü halinde, bu suçla ilgili dünyevî cezalar da düşer, uhrevî sorumluluklar ise devam eder.
Ağır hastalık, can ve mal konusundaki korku, belki deprem, sel, yangın, uyuyup kalmak, baygınlık, delirmek, âdet görmek ve lohusa olmak gibi mücbir sebeplerle namaz, vaktinde kılınmayabilir, ancak gerekli hallerde namazı kaza borcu devam eder.
Namaz, zarurat-ı diniyedendir. Farz olduğunu inkâr ederek veya hafife alarak namazı terkedenler icmâ ile kâfir olur, İslâm’ın hâkim olduğu devlette kendisine mürtedle ilgili hükümler uygulanır. Yüce Allah
“Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların akletmeyen bir topluluk olması yüzündendir.” [169] buyurur. Bu bakımdan, namazı ve diğer ibadetleri gericilik alâmeti sayanların veya namaz kılanları alaya alanların yanıldıklarını belirtmek ve konunun önemiyle ilgili olarak onları bilgilendirmek gerekir.
Vakti çıkıncaya kadar farz namazı terketmek, ya unutmak ve hastalık gibi bir mazeretle, ya da tembellik dolayısıyla olur:
Vakti çıkıncaya kadar farz namazı kılmayan kişiye bunun sebebi sorulduğunda, uykudan dolayı terkettiğini söylerse, hatırladığında namazı kaza etmesi emredilir. Çünkü, Hz. Peygamber (sav), unutmak ya da uyumak dolayısıyla namazı kaçıranın, bunu hatırlayınca kılması gerektiğini, başka bir keffareti olmadığını belirtmiştir. [171]
Hastalık dolayısıyla terkeden, gücü yettiği şekle göre oturarak ya da yatarak kılar.
Namazın farz olduğunu kabul etmekle birlikte tembellik, dünya meşgalesi, nefsî arzular veya şeytanın vesvesesi yüzünden namaz kılmayanların durumu ve uygulanacak müeyyide konusunda hukukçular ihtilaf etmişlerdir. [172]
Meşhur kavlinde Ahmed b. Hanbel ve hadiscilerden bir gruba (İshak b. Râheveyh, Abdullah b. Mübarek, Ebu Eyyub es-Sahtiyânî, Tayâlisî, Ebu Bekr b. Ebî Şeybe Züheyr b. Harb, Munzirî ve Şevkânî’ye) göre, namazı terkeden kâfir olur ve mürted olarak öldürülür.
İbn Hazm’ın belirttiğine göre, sahabeden ve onlardan sonrakilerden bir grup, bütün vakti çıkıncaya kadar kasıtlı olarak namazı terkedenin kâfir olduğu görüşündedir. Bu görüşü benimseyen sahabe; Hz. Ömer, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mes’ud, İbn Abbas, Muaz b. Cebel, Câbir b. Abdullah, Ebu’d-Derdâ ve Ebu Hureyre’dir. Daha sonrakilerden de Ahmed b. Hanbel, İshak, İbnu’1-Mubârek, Nehaî, el-Hakem b. Uteybe, Ebu Eyyub es-Sahtiyanî, Ebu Davud et-Tayâlisî, Ebu Bekr b. Ebî Şeybe, Zuheyr b. Harb ve başkalarıdır.
Bu gruptaki hukukçular; Kur’ân’ın namazı terketmeyi kâfirlerin özelliği saymasına [173] ve tevbe edip namaz kılan müşriklerin öldürülmeyeceklerine [174] dair âyete ve Hz. Peygamber’in namazı terketmenin küfür olacağına dair hadislerine dayanırlar.
Namazı terkedenler, öldürülmeden önce İslâm’a dönmeye davet edilir, namaz kılması istenir, kabul etmezlerse öldürülürler.
Bazı hukukçulara göre, bu gibi mükellefler dinden çıkmazlar, bunun için hapsedilmeleri yeterli olmaz, kılmamakta ısrar ederlerse öldürülürler:
(a) Malik’e göre, tevbe edip namaz kılmaya başlamazsa, haksız yere adam öldüren gibi, had cezası uygulanarak öldürülür.
(b) eş-Şafiî’ye göre, namazı terketmekle kişi kâfir olmaz, ancak tevbe etmeye ve kılmaya davet edilir: Tevbe eder ve kalacağını söylerse, bırakılır ve namazı kılması emredilir. Evinde kılacağını söylerse, sorumluluk kendi emanetine bırakılır, insanların huzurunda kılmaya mecbur edilmez. Tevbe etmekten kaçınır ve kılacağına söz vermezse, bir görüşe göre derhal, ikinci görüşe göre üç gün sonra had cezası uygulanarak öldürülür.
Şafiî’lerin çoğuna ve Ahmed b. Hanbel’e göre, kılıçla boynuna vurularak bir defada hızlıca öldürülür. Ebu’l-Abbas b. Sureyc’e göre, ölünceye kadar sopayla vurarak dayak atılır, zamanın uzamasıyla tevbe imkânı sağlayarak kılıçla öldürmede ağır davranılır.
Üçüncü gruptaki hukukçulara (Hanefî ve Zahirî Mezheplerine) göre, namaz kılmayan mükellef fâsıktır (günahkârdır), ama dinden çıkmaz ve kendisine ölüm cezası uygulanmaz, ancak dayak ve hapis türündeki ta’zîr cezaları uygulanabilir. Ebu Hanife’ye göre, namaz kılmayana her namaz vakti dayak atılarak kılmaya, mecbur edilir.
İbn Hazm ve onun görüşüne katılan bazı zahirî hukukçulara göre, namazı kasıtlı olarak kılmayanlar günahkârdır, ama kaza etmeleri gerekmez. [175]
İkinci ve üçüncü gruptaki hukukçular; Allah’ın şirk dışındaki bütün günahları affedeceğine dair âyete [176] dayanmışlar, namazı terkedenin kâfir olacağını belirten hadisleri ise, farziyetini inkâr ederek ve terkini helal sayarak kılmayanlar aleyhinde yorumlamışlardır.
Kaza namazlarını (es-Salavâtu’1-Fevâit) kılmaktan kaçınanların öldürülmesinin vacip oluşu ihtilaflıdır. [177]
(a) Bazı şafiî hukukçulara ve Hanbelî Mezhebine göre, tıpkı vakit namazlarındaki gibi, öldürülür, öldürüldükten sonra cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına gömülür, malı mirasçılarının olur.
(b) Bazı şafiî hukukçulara göre ise, borç zimmetinde olduğu için öldürülmez.
Klasik dönemdeki bazı hukukçuların namazı terkedenle ilgili hükümleri çok serttir, günümüzdeki insanları dine ve namaza yaklaştırmaz. Çeşitli sebeplerle, doğru ve sağlam dinî bilgi edinme imkân ve araçlarından yoksun bırakılmış insanlara, sözkonusu bu sert hükümler geçerli kılınamaz. Öncelikle yapılması gereken iş, her türlü imkân ye araçla, insanlara doğru ve sağlam dinî bilgi sunmak, genel olarak dinî ve bu arada ibadetleri sevdirici ve onlara yaklaştırıcı yolları izleyerek dindar insanların sayısını çoğaltmak ve problemlerine kendi şahsiyet bütünlükleri içinde çözüm bulmalarını sağlamaktır. Bilgilendirme görevini gereği gibi yaparak böyle bir toplum ortaya çıktıktan sonradır ki, selâm vermemek, davetine gitmemek, kızını vermemek, işe almamak gibi ortama ve mükellefe uygun ve etkili sosyal boykot yollarına başvurulabilir.
Namazdan gerekli şartları taşıyan mükellefin kendisi sorumlu olmakla birlikte, her aile reisinin genel sorumluluğu yanında, ibadetler konusunda bilgilendirme ve eğitme sorumluluğu da vardır. Nitekim Yüce Allah, “Ehline (aile üyelerine, sorumluluğun altındakilere) namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol” [178] buyurmakta, Hz. Peygamber (sav) de yedi yaşına geldiklerinde çocuklara namaz kılmalarını emretmek gerektiğini, on yaşına gelince kılmadıkları takdirde hafifçe dövülebileceklerini belirtmiştir. Ama hiç şüphe yok ki, kişinin kendi hareket ve davranış tarzı, aile üyeleri için en iyi modeldir.
Muhtesib, namazı vakti çıkıncaya kadar geciktiren mükellefe, bunu hatırlatır ve namazı kılmasını emreder. Bu konuda, mükellefin verdiği cevabı dikkate alır. Unuttuğundan dolayı terkettiğini söylerse, hatırladıktan sonra kılmasını emreder, ama te’dîb etmez. Aldırışsızlığı dolayısıyla terkettiğini söylerse, onu te’dîb eder ve zorla yapmasını sağlar. Vakit devam ederken -hukukçuların geciktirmenin- fazileti konusundaki ihtilafları dolayısıyla- muhtesibin müdahale hakkı yoktur. [179]
Namaz mükellefi, temizliği, necaseti sıvı maddelerle gidermek, temiz maddelerle değişikliğe; uğramış suyla abdest almak, başın çok azını meshetmekle yetinmek ve bir dirhem miktarındaki necaseti hoşgörmek gibi muhtesibin görüşünden farklı, ama geçerli bir biçimde yaparsa, emretmek ya da yasaklamak suretiyle muhtesibin hiçbir şeye müdahale hakkı yoktur.
Su bulunmadığı takdirde, hurma sırasıyla abdest almaları halinde, her durumda -su bulunsa da, bulunmasada- mubah görülmesine yol açacağından muhtesib namaz mükelleflerine müdahale eder; ayrıca bu davranış, içip sarhoş olma yolunu da açabilir. Burunla birlikte, içtihada açık bir konu olduğu için, müdahaleye hakkı olmadığı ihtimali de vardır. [180]
Vücut, elbise ve namaz yerini gereği gibi temizlemeyen mükellefi muhtesib uyarır. [181]
İbadetleri kasten meşru şekillerine uygun olarak yapmayan ve Hz. Peygamber’den nakledilen niteliklerini değiştirenleri muhtesib bu kötülüklerden ahkoyar. Kıraatin gizli yapıldığı namazlarda (salâtu’l-isrâr) açıktan yapanı, açık yapıldığı namazlarda (salâtu’1-cehr) gizli yapanı, namaza veya ezana Hz. Peygamber’den nakledilmeyen sözler ekleyeni, yaptığı işi mezhep imamlarından biri benimsemediği takdirde muhtesibin alıkoyma ve te’dîb hakkı vardır. [182]
Namazı bozan hal ve hareketlere hukuk dilinde Mufsidatu’s-Salât veya Mubtılatu’s-Salât adı verilmektedir. Hukukçular, şart ve rükünlerine uygun olarak kılınmış namaz için “sahihtir,” şart ve rükünleri bulunmayan, ya da şart ve rükünlere uygun olarak başlayıp namaza aykırı bazı davranışların bozduğu ve ortadan kaldırdığı namaz için “fâsiddir, bâtıldır” ifadelerini kullanırlar:
ÜM’e göre namazı kılarken henüz selâm vermeden, Hanefî Mezhebine göre, son ka’dede teşehhüd miktarı oturmadan önce abdestin bozulması namazı bozar:
(a) Özürlünün özrü dışında bir sebeple abdestinin bozulması veya özrünün sona ermesi. [184]
(b) Teyemmüm etmiş bir mükellefin namazdayken suyu görmesi veya kullanma imkânı. [185]
(1) Hanefî Mezhebine göre, son ka’dede teşehhüd miktarı oturmazdan önce bu durumun meydana gelmesi namazı bozar, teşehhüd miktarı oturduktan sonra veya selâm verip sehiv secdesi yaparken suyun bulunması halinde, teyemmümlünün namazı, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre tamdır, Ebu Hanife’ye göre fasiddir.
(2) Şafiî Mezhebine göre teyemmümle namaz kılan mükellef su bulunca -kazayla telafi edilmeyen türden olmayınca- namaz bozulmaz.
(3) Maliki Mezhebine göre, teyemmümlü mükellefin su bulması namazı hiçbir şekilde bozmaz. Fakat yanında su bulunduğunu unutarak teyemmüm edip namaz kılmaya başlayan kimsenin -suyu kullanıp abdest aldıktan sonra bir rekât kılacak kadar vakit varsa- namazı bozulur.
(4) Hanbelî Mezhebine göre, su, namaz kılarken bulunur ve kullanma imkânı da varsa namaz bozulur.
(c) Mest üzerine yapılan mesh müddetinin namazdayken bitmesi halinde, Hanefî Mezhebine göre, namaz bozulur. Yalnız bu durumun son ka’dede teşehhüd miktarı oturmazdan önce meydana gelmesi gerekir.
Caferi Mezhebine göre, küçük veya büyük hades, sağlam mükellefler için namazın neresinde olursa olsun -hatta kuvvetli görüşte selâmın son harfini söylerken bile- ve kasten ya da unutarak da olsa namazı bozar. [186]
(a) Hanefî Mezhebine göre, namazdayken namaza engel bir pisliğin elbiseye, ya da namaz kılınan yere düşmesi ve bunun bir rükün yerine getirecek kadar durması namazı bozar.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, necaset hemen giderilmezse namaz bozulur.
(1) Namazdayken unutarak veya dış tesirlerle de olsa, bir rüknü yerine getirecek kadar zaman örtülmesi gereken organlardan birinin dörtte birinin açılması halinde, Hanefî Mezhebine göre, namaz bozulur. Kendi isteğiyle açılan yer, bundan az da olsa namaz bozulur.
(2) Şafiî Mezhebi ve Züfer’e göre, örtmeye gücü yettiği halde, avret yerinin açılmasıyla namaz bozulur.
(3) Maliki Mezhebine göre, avret yerinin açılmasıyla namaz bozulur.
(4) Hanbelî Mezhebine göre, kasıtlı olarak açmak namazı bozar, rüzgârın açmasıyla olunca hemen örtülür, namaz bozulmaz.
Çıplak olarak namaz kılmaya başlayan kimsenin namazı, aşağıdaki şekilde bozulur: [189]
(1) Hanefî Mezhebine göre, çıplak, yani setr-i avreti sağlayamayan mükellef, bunu sağlayacak kadar örtü ve elbise bulursa namazı bozulur. Bütünü necasetli elbise bulunması halinde, namaz bozulmaz. Fakat, dörtte biri temiz necasetli elbise ve örtü bulununca, namaz bozulur ve bununla örtünüp namazı kılmak gerekir.
(2) Maliki Mezhebine göre, çıplak olarak namaz kılan mükellef, örtünecek bir madde bulunca, bu çıkacağı saf ile gireceği saflardan başka namaz saflarından iki saf uzaklıkta olursa örtecek maddeyi alır ve örtünür. Alıp örtünmezse namazını vakit içinde yeniden kılar. Fakat iki saftan daha uzakta olursa, elbiseyi almaya gitmez, namazı vakit içinde yeniden kılar.
(a) Hanefî Mezhebine göre, zaruret olmadıkça, namazda -az da olsa- göğsü kıbleden çevirmek namazı bozar. Daha önce ele alındığı gibi, sebku’l-hades ve havf namazında kıbleden dönülebilir. Yalnız bu durumun bir rüknü yerine getirecek kadar sürmemesi gerekir. Zarurî olarak göğsü kıbleden çevirmek namazı bozmaz.
(b) Şafiî Mezhebine göre, unutarak veya farz olduğunu bilmeyerek yapma dışında göğsünü kıbleden çevirmek namazı bozar; hemen kıbleye dönülürse bozulmaz.
(c) Maliki Mezhebine göre, iki ayak kıbleden dönünce namazbozulur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, bütün vücuduyla kıbleden dönmedikçe namaz bozulmaz.
(e) Caferi Mezhebine göre, istikbal-i kıbleyi bozacak şekilde sağa, sola veya arkaya kasten dönmek namazı bozar.
(a)
(b) Bayram namazında, zeval vaktinin girmesiyle namaz, Hanefî Mezhebine göre bozulur,
(c) Cuma namazı kılan cemaate vaktin sona ermesi halinde namaz bozulur.
(a) Uyuyarak kılınan rüknü iade etmemekle, namaz bozulur. [192]
(b) Fiilî bir rüknü yapma konusunda başkasının emrine uymak, meselâ başkasının ön saf boş, oraya git demesine uyarak ilerlemekle namaz bozulur. Fakat bir müddet bekledikten sonra kendiliğinden gitme halinde namaz bozulmaz. [193]
(c) Şafiî Mezhebine göre, rükûdan kalkışı, yani kavmeyi üç defa teşbihten sonra Fatiha okuyacak, iki secde arasında oturmayı normal zikirden sonra teşehhüdde vacip olan miktarca uzatmak namazı bozar. Son rekâtteki oturmada, rükûdan kalkışta tesbih namazlarındaki iki secde arasındaki oturuşu uzatmak namazı bozmaz. [194]
(d) Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, fiilî veya başka bir rüknü, kasıtlı olarak diğerinden önce yapmakla namaz bozulmaz. [195]
(e) Malik-î Mezhebine göre, namazın rükünlerinden birini unutarak terketme halinde, namazın bozulması ve sahîh olması şu şekilde gerçekleşir:
(1) Namazın tamamlandığını kabul ederek selâm verir ve hemen rüknü terkettiğini anlarsa, eksikliğin bulunduğu rekâti hükümsüz bırakır ve ondan sonrakilere devam eder.
(2) Selâm vermez veya yanlışlıkla selâm verirse, terkedilen rükün son rekâtte olunca, eksik rükün yapılır ve namaz tamamlanır. Fakat bu durum son rekâtte olmazsa, eksikten sonra gelen rekât için rükû yapmadıysa, eksiği tamamlar, rükû yaptıysa eksik rekâti hükümsüz bırakır ve eksik rüknü de yapmaz. [196]
(f) Caferî Mezhebine göre, rükûa kasten veya unutarak ilavede bulunulması -cemaat namazında mütâbeat dışında- namazı bozar. İtmi’nanı kasten terketmekle de namaz bozulur; unutarak terkedilirse, ihtiyat yeniden kılmaktır. Namaz fiillerini, namaz denilmeyecek şekilde aralıklarda kasten veya unutarak yapmakla namaz bozulur. [197]
(a) Şafiî Mezhebine göre, niyetle ilgili çeşitli durumlarda namaz bozulur: [198]
(1) Niyette veya namazın sahih olma şartlarından birinde, bir rüknü eda edecek kadar şüphe içinde kalınırsa, namaz bozulur.
(2) Namazı kesme konusunda, tereddütlü bir şekilde bir müddet durmakla namaz bozulur.
(3) Namazı kesmeyi herhangi bir şarta bağlamak, meselâ “Filanca gelince namazımı keserim” demekle namaz bozulur.
(4) Cemaatle namaz kılınacağını gören münferidin niyet edip başladıktan sonra, başka bir namaza niyet etmesiyle namaz bozulur. Fakat farz bir namaza başladıktan sonra nafileye niyet etmekle namaz bozulmaz.
(b) Maliki Mezhebine göre, niyetten dönmekle namaz bozulur. [199]
(c) Hanbelî Mezhebine göre, niyeti bozmak, bozma konusundaki tereddüt, -fiilen bozmasa da- bozmaya azmetmek, niyette şüphelenmek namazı bozar. [200]
(a) Hanefî Mezhebine göre, iftitah tekbirindeki “Allah” kelimesinin elifini uzatarak soru haline getirmek namazı bozar.[201]
(b) Şafiî Mezhebine göre, ikinci defa niyetle iftitah tekbiri almak namazı bozar[202]. Hanefi Mezhebine göre, başka bir namaz için ikinci defa tekbir alınca birinci namaz bozulur, fakat aynı namaz için ikinci defa iftitah tekbiri alınca bu namaz bozulmaz, kılmaya devam edilir[203].
(c) Hanbelî Mezhebine göre, iftitah tekbirinde şüphelenmek namazı bozar[204].
(d) Caferi Mezhebine göre, kasten veya unutarak tekbir almamak veya ona ilâvede bulunmak namazı bozar[205].
a) Kıraat Sayılmayan Okuyuşlar:
(a) Namazda kıraati, Kur’ân-ı Kerîm’in yüzünden yapmak, Ebu Hanife’ye göre namazı bozarken, Ebu Yusuf, eş-Şeybanî ve eş-Şafiî’ye göre bozmaz, ancak ilk ikisine göre bu mekruhtur. [206]
(b) Hanbelî Mezhebine göre, namazı bozacak şekilde İahn ve tegannî namazı bozar. [207]
b) Mevrud ve Menkul Zikir okumamak: [208]
(a) Hanefî Mezhebine göre, âyet ve hadislerde bulunan duaları okumak, namazı bozmaz. Fakat insan sözüne benzer duaları okumak namazı bozar. Bu konuda ölçü şudur: Namazda insan sözüne benzer duadaki isteklerin kullardan istenmesi imkânsız olur ve sadece Allah’tan istenirse, meselâ “rızık, mal ve bereket” istenirse namaz bozulmaz. Fakat kullardan istenmesi imkânsız olmayan bir dua, meselâ “Allah’ım bana şu kızı nasip et, bana şu meyveyi ver” gibi dualar namazı bozar.
(b) Şafiî Mezhebine göre, haram, imkânsız ve şarta bağlı konulardaki dualar namazı bozar. Bunun dışında, muhatabı Allah ve Hz. Peygamber olmak şartıyla, her türlü dünya ve âhiret hakkındaki dualar, namazda okunabilir.
(c) Malikî Mezhebine göre, dünya ve âhiret hayır ve iyiliği konusundaki dualar namazı bozmaz.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, mevrud ve âhirete ait olmayan bütün dualar namazı bozar.
c) Kıraati Başkasının Yaptırması:
(a) Hanefî Mezhebine göre, yanlış kıraat yaptığında başkasının doğruyu hatırlatması halinde, ona göre kıraat yapmak namazı bozar. Meselâ muktedî veya münferîd âyeti (unuttuklarında, başkası onlara doğruyu gösterir ve buna göre kıraate devam ederse, namaz bozulur, fakat kendisi doğruyu hatırlarsa namaz bozulmaz. Aynı şekilde kıraatte başkasının emrine uymak da namazı bozar. [209]
(b) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, namazdayken bilmediği bir yeri öğrenen kimse -bilen birine uymadıkça- namazı bozulur; Şafiî Mezhebine ve Züfer’e göre bozulmaz, öğrendiğini okuyarak kalan rekâtleri tamamlar; Malikî Mezhebine göre, bilene uyuyorsa bu kıraat ona yeterlidir, fakat muktedî olmayan bir kimse namaz kılarken Fatiha’yı öğrenirse namazı bozulmaz, kalan rekâtleri tamamlar. [210]
(c) Namaza başlarken kâri (Kur’an okuyan) olanın bildiğini unutarak ümmî olması halinde, Ebu Hanife’ye göre namaz bozulurken, Ebu Yusuf, eş-Şeybanî ve Züfer’e göre bozulmaz. [211]
d) Kıraat Hataları (Zelletu’l-Kâri): [212]
Namaz kılan kimsenin aşağıda sayılacak şekilde yanlış okuma yapmasına Zelletu’l-Kâri denmektedir. Namaz kılarken kıraat hatalarının namazı bozması konusunda, Hanefî hukukçuların genel görüşü, “mânâyı bozan hatalar, namazı da bozar”şeklindedir. Bunun için, hem Kur’ân-i Kerîm okumayı, hiç değilse ibadetimizi tam olarak yerine getirecek kadarını öğrenmek, hem de yanılmaları önlemek için gereken çalışmayı yapmak gerekir. Âyeti yanlış okumak suretiyle meydana gelen hataların namazı bozması iki yolla olur:
(a) Hanefî Mezhebine göre, âyetin bir kelimesi kasıtlı olarak değiştirilir ve bu değişiklikle mânâ da bozulursa, namaz bozulur.
(b) Maliki Mezhebine göre, az da olsa değiştirmede kasıt olunca namaz bozulur.
İİ.İ) Mütekaddimûnun Görüşü:
Mütekaddimûn olarak adlandırılan Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, konuyu ittifak ve ihtilaf açısından ele almak gerekir:
1- İttifak Noktası:
Benzeri Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmaz ve mânâ aslından uzak bir şekilde değişecek olursa, -meselâ “Hâze’l-Gubâr” yerine “Hâze’l-Gurâb” okunursa- veya Kur’ân-ı Kerîm’de benzeri bulunur ve mânâsız olursa -meselâ “Yevm, Tuble’s-Serâir” yerine “Yevme Tub-le’s-Serâil” okumakla- namaz ittifakla bozulur. Aynı şekilde değişme, itikadı küfrü gerektirecek şekildeyse -benzeri bulunsa da-namaz bozulur, ancak tam vakıfla aynlmayıp değişiklik olmayacak şekilde cümleler arasında olursa namaz bozulmaz.
2- İhtilaf Noktası:
Kur’an-ı Kerim’de benzeri bulunur ve mânâ fahiş bir şekilde bozulmazsa, Ebu Hanife ve eş-Şeybanî’ye göre namaz bozulur, ihtiyatlı olan da budur: Ebu Yusufa göre umumî (herkesin karşılaştığı) bir bela olması dolayısıyla namaz bozulmaz.
Kur’an-ı Kerim’de benzeri bulunmaz ve mânâsı değişmezse -meselâ “Kavvâmin” yerine “Kayyâmîn” okumakla- Ebu Hanife ve eş-Şeybanî’ye göre -mânâ değişmediğinden- namaz bozulmaz, Ebu Yusufa göre benzeri bulunmadığından bozulur.
Dikkat edileceği üzere, Ebu Hanife ve eş-Şeybanî’ye göre, yanılarak yapılan değişiklikle mânâ bozulmuyorsa -Kur’an-ı Kerim’de benzeri bulunmayan bir değişiklik de olsa- namaz bozulmaz, mânâ bozuluyorsa -bu değişikliğin Kur’ân-ı Kerîm’de benzeri olsa bile- namaz bozulur; Ebu Yusuf’un görüşüne göre Kur’ân-ı Kerîm’de benzeri bulunuyorsa, mânâ büyük oranda değişse bile namaz bozulmaz, benzeri yoksa -mânâ az bozulsa da- namaz bozulur. Birincisi, ihtiyata uygun olan görüştür, fakat yanılma insanların sık sık karşılaştığı ve önleyemediği bir konu olduğu için, ikinci görüş fetva verilen görüş olmuştur.
İİ.İİ) Müteahhirûnun Görüşü:
Muhammed b. Mukatil er-Râzî, Muhammed b. Selâm, İsmail ez-Zâhidî, Ebu Bekr b. Said el-Belhî, el-Hinduvanî, İbnu’1-Fadl ve el-Hulvani’ye göre genel kaide şudur:
“Hata i’rabta (harekede) olursa -itikadı küfrü gerektirse de- namaz kesinlikle bozulmaz, çünkü insanların çoğu özel bir eğitim görmeden bu inceliği bilemez; hatanın harfler arasında değişiklik şeklinde olması konusunda ise, çeşitli konularda ihtilaf etmektedirler: Kadıhan, mütekaddimûnun görüşünü ihtiyat, müteahhirûnunkini “vus’at (genişlik)” olarak nitelendirmektedir. el-Halebî de hem ihtiyat oluşu, hem de belli kaidesi bulunması dolayısıyla, mütekaddimûnun görüşünün uygulanması gerektiğini ifade eder. Şafiî Mezhebine göre, Fatiha Sûresi dışındaki sûre ve âyetlerde yapılan hata namazı bozmaz, çünkü onlara göre Fatiha’yı okumadan namaz sahih olmaz.
(a) ÜM’e göre, namaza yine namaz işlemi olan bir rükün ilavesi, meselâ rükû veya secdeyi fazla olarak yapmak, kasıtlı olunca namazı bozar. Fakat unutarak bir rüknü fazla olarak yapmak, meselâ Fatiha’yı tekrarlamak namazı bozmaz, ancak namaz sonunda sehiv secdesi yapılır.
(b) Malikî Mezhebine göre, rükün fazlalığı çok olunca unutarak bile olsa, namazı bozar. Bu konuda ölçü şudur: Farz namazlar ile rekât sayısı belli nafile namazlarda, dört rekâtli namazı sekiz, iki ve üç rekâtli namazı dört olarak kılmak, çok ilave sayılır. Rekât sayısı sınırlı olmayan nafile namazlardaki ilaveler namazı bozmaz.
(c) Caferi Mezhebine göre, dört rekâtli olmayan namazların sayısında şüphelenmek namazı bozar. Rükündeki bir ilâve veya bir noksan mutlak olarak, diğer işlemlerde tersten olursa namazı bozar. İsteyerek farz namazı kesmek caiz değildir; ihtiyaten, nafileyi kesmek de böyledir, kuvvetli olan kesilebileceğidir.
Namaz kılan mükellefin elbisesi ya da başka bir yeriyle veya işle uğraşırken dışardan bakanların namazda olamaz diye kesinlikle hüküm verdikleri davranışlara Amel-i Kesîr, bu türde olmayan ve şüphe uyandıran ufak çaptaki meşguliyetlere Amel-i Kalîl adı verilmektedir. [216] Âmel-i Kesîr sayılan meşguliyetler, namaz kılan biri için namaz işlemlerinden olamaz. Bu sebeple, amel-i kesîr sayılan her türlü hareket ve davranış namazı bozar:
(a) Paltoyu veya pantolonu namaz kılarken amel-i kesir sayılacak şekilde düzeltmeye çalışmak.
(b) Hiçbir özrü yokken, en az üç adım yürümek. Bu yürüyüş, birisinin çarpması sonucunda da olsa namaz bozulur.
(c) Namazda vücudu bir veya arka arkaya iki defa, ya da ayrı rekâtlerde birer ikişer kere kaşımak namazı bozmazsa da, bir rekâtte üç defa arka arkaya kaşınmak namazı bozar. El kaldırmadan yapılan kaşımalar, bir tek defa yapılmış kabul edilir. Şafiî Mezhebine göre, eli üç defa yukarı kaldırıp indirmek veya sağa sola götürüp getirmek namazı bozar.
(d) Amel-i kesîr şeklinde başındakini çıkarıp giymek; tarakla başını taramak,
(e) Namaz kılarken başka birine elle vurmak.
Şafiî Mezhebine göre, amel-i kesîr ardarda üç adım atmak veya yerinden sıçramak gibi hal ve hareketlerdir. Bunlar bir mazeretle yapılınca da namazı bozar.
Caferî Mezhebine göre, namaz ismini ortadan kaldırtacak her türlü mubah fiilin kasten veya unutarak yapılması, namazı bozar.
Amel-i kesîre örnek olmak üzere, namazda yürümenin hükmünü inceleyelim: [217]
a) Bazı hanefi hukukçulara göre, yürümek az veya çok olsa da istihsanen namaz bozulmaz.
b) es-Soğdi’nin hocasından naklettiğine göre, hacı, savaşan ve yolculuğu ibadet olan yolcunun kıbleye doğru yürümesi caizdir.
c) Bazılarına göre, safları veya secde yerini aşmayınca, namaz bozulmaz, aşınca bozulur.
d) Bazılarına göre, ardarda değil, adım adım yürümekle namaz bozulmaz.
e) Bazılarınca, iki saf geçince bozulur; msl. ön safta boşluk görür ve üçüncüden birinciye geçerse bozulur, ikincide bozulmaz.
f) Bazılarınca, yürüme çok olunca namazı bozar.
g) Bazıları ise, özürlü veya özürsüz yürümeye göre hüküm verir; özürsüz yere aralıksızca çok yürüyünce namaz bozulur, aralıklı ve fakat çok, ya da aralıklı veya aralıksız az olur ve kıbleden dönülürse yine namaz bozulur, dönülmezse bozulmaz, mekruh olur.
Yürüme özür sebebiyle olur ve bu sebku’l-hades halinde temizlik için veya salâtu’l-havfte meydana gelirse, -az veya çok olsun- namaz bozulur; kıbleden dönmezse ve yürüme az olursa namaz bozulmaz ve mekruh olmaz, çok ve aralıksız olursa bozulur, aralıklı olursa bozulduğu veya mekruh olduğu görüşleri bulunmaktadır. Kısaca, çok yürümek, özür sebebiyle ve aralıklı olunca namazı mutlak olarak bozmaz ve bu mekruh olmaz.
(a) ÜM’e göre, amel-i kalîl namazı bozmaz, fakat bu mekruhtur.
(b) Maliki Mezhebine göre, namazdan ayrılma şeklindeki amel-i kalîl, kasıtlı olunca namazı bozar; kaşınmak, işaret gibi ufak çaptaki hareketler namazı bozmaz.
Cemaat düzeni ve uyumunun sağlanamaması; muhâzâtu’n-nisâ (farz namazda kadınla aynı safta olmak), işlemleri imamdan önce yapmak, imamın namazının bozulması ve cemaatle namazın sahîh olma şartlarının bulunmamasıyla gerçekleşir:
Kadın ve müştehât adı verilen yetişkin kız çocuğu ile erkeğin, aşağıda sayılacak şartlar altında, aynı safta veya kadının erkeğin önünde cemaatle aynı, namazı kılmasına hukuk dilinde Muhâzâ-tu’n-Nisa denir.
(a) ÜM’e göre, muhâzâtu’n-nisa halinde, namaz hiçbir şekilde bozulmaz.
(b) Hanefî Mezhebine göre, bu halde, belli şartlar altında namaz bozulur:
(1) Kadın ile erkeğin aynı namazda ve aynı imama uyması. Mesbûkun namazı böyle bir durumda bozulmaz.
(2) Namaz kılanların her ikisinin de akıllı ve baliğ olması.
(3) Kadının topuklarının safta aynı hizada olması,
(4) Namazın rükün ve secdeli olup, cenaze namazı veya tilâvet secdesi olmaması,
(5) İkisinin de aynı imama uymuş olması veya kadının uyduğu erkekle aynı safta olması,
(6) Arada engel olmayıp yerlerinin bir olması. Kadınla erkeğin biri yüksekte, öbürü başka yerde veya aralarında bir kişi duracak kadar boşluk veya direğin bulunması halinde namaz bozulmaz.
(7) İmamın kadınlara da imamete niyet etmiş olması,
(8) Yönlerin bir olması, Kabe’de kılınan namazda ayrı yönlerdeyken namaz bozulmaz.
(9) Namaz kılan kadın ve erkeğin aynı hizada durmasının, bir rüknü yerine getirecek kadar sürmesi; Ebu Yusuf’a göre rüknün bilfiil yerine getirilmesi gerekir.
(a) İmama uyan kadınlar, erkeklerin safı önünde ayrıca bir saf tutarsa veya imamın yanında ve hizasında bir kadın bulunursa, bütün erkeklerin namazı bozulur.
(b) Erkeklerin arasında üç kadın bulunsa, bunların hem sağ ve sol yanlarındaki birer, hem de arkada bulunan her saftaki üç erkeğin namazı bozulur.
(c) Erkekler arasındaki kadınlar, iki kişi olunca, yanlarındaki birer erkek ile arkalarındaki iki erkeğin namazı bozulur, daha arkadakilerin namazı bozulmaz.
(d) Erkekler arasındaki kadın bir tane olunca, sadece sağ ve sol yanındaki ile arkasındaki birer erkeğin namazı bozulur.
İmam
Namazı Bozulan
Erkek
Kadın
Şema 32: Muhazatun-Nisa
(a) Hanefî Mezhebine göre, muktedînin ayaklarının imamın önüne geçmesi halinde, namaz bozulur. Aynı hizada veya biri aşağıda veya yukarıda olduğunda, namaz bozulmaz.
(b) Malik’e göre, cemaatin imamdan ileri durması mekruh ise de, namazı bozmaz.
(a) Hanefî Mezhebine göre, rükün olan namaz işlemini -ister unutarak, ister kasıtlı- imamdan önce yapan kimse, bu rüknü onunla birlikte veya sonra iade etmeyip, namaz sonunda selâm verirse namazı bozulur. Fakat imamla birlikte veya ondan sonra hemen iade ederek selâm verirse namaz bozulmaz.
(b) Şafiî Mezhebine göre, muktedînin imamı özürsüz olarak iki fiilî rükün geçmesi halinde, namaz bozulur. Aynı şekilde, özürsüz olarak iki fiilî rükün geri kalmakla da, namaz bozulur.
(c) Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, imamı kasıtlı olarak bir rükün, meselâ rükû ederek ondan önce kalkıp, geçen muktedînin namazı bozulur. Unutarak imamı geçme halinde, hemen onun yaptığı işleme dönülür, namaz bozulmaz.
İftitah tekbirini imamdan sonra almak, -birlikte almak yeterliyse de- Malik ve eş-Şafiî’ye göre müstahsendir (iyidir); Ebu Hanife’ye göre tekbir birlikte alınır, fakat imamdan önce alınmaz. [220]
Hanbelî Mezhebine göre, muktedînin kasıtlı olarak imamdan önce selâm vermesiyle namaz bozulur. Unutarak ondan önce selâm verme halinde imamın selâmından sonra yeniden selâm verilmezse namaz fasid olur. [221]
Mesbûkun son rekâtte teşehhüd miktarı oturduktan sonra, imamın selâmını beklemeden kalkması halinde ve bir secde yaptığında, imam sehiv secdesi yapar ve mesbûk da ona sehiv secdesinde uyarsa namazı bozulur. Çünkü ayağa kalkan mesbûk, artık münferîd olmuştur, yeniden imama uyması sözkonusu değildir.
(a) Cünüp olarak namaz kıldırdığını sonradan öğrenen cemaatin namazı sahih midir? [223]
eş-Şafiî’ye göre sahihtir; Ebu Hanife’ye göre fâsiddir; Malik’e göre, imam bu durumu biliyorsa namaz fâsiddir, unutarak kıldırdıysa namaz sahihtir.
(b) Her nasılsa abdestsiz olarak namaz kıldırdığını -imam daha sonra, yani cemaat dağıldıktan sonra anlayacak olsa, cemaate bunu imkânları ölçüsünde duyurur. Muktedî de uyduğu imamın namazı abdestsiz olarak kıldırdığını daha sonra öğrenince -fasid olduğundan- namazını yeniden kılar. eş-Şafiî’ye göre, bu durumu bilerek, imama iktida sahih değildir, fakat bilmeyerek kılınca namaz sahih olur, iade edilmez. [224]
Cemaatle namaz kılmak için -daha önce alındığı gibi- bazı şartların gerçekleşmesi gerekir. Bu şartların bulunmaması halinde kılman namaz sahih olmaz.
Daha önce ele alındığı gibi istihlâfın yanlış uygulanması halinde namaz bozulur, yeniden kılınır.
Namazla ilgili olsun olmasın bazı ses ve konuşmalar namazı bozar:
(a) ÜM’e göre, imam bir şey unuttuğunda, ona uyanlardan birinin “sen şunu unuttun” demesi namazı bozar.
(b) Maliki Mezhebine göre, namazı düzeltmek için imamın veya muktedînin konuşması namazı bozmaz. Muktedînin namazının bozulmaması için iki şart vardır:
(a) Örfe göre ve namaza aykırı olacak şekilde konuşulanın çok olmaması,
(b) İmamın Subhanellah demekle hatasını düzeltme kasdedildiğini anlamaması. Meselâ dört rekâtli bir namazda, imam beşinci rekâte kalktığında, bu şartlar gerçekleşince muktedî onu uyarabilir.
İmamın konuşmasının namazı bozmaması için üç şart vardır:
(a) Muktedîyle ilgili ilk iki şartın bulunması,
(b) Kendine namaz hakkında bir şüphenin doğmaması. Namaz hakkında bir şüphe doğarsa, doğruya yakın tahminiyle hareket ederek -cemaate sormadan- namazı tamamlar.
Cemaatle namaz kılınırken imamın kıraatte duraklayarak veya tereddütle takılması halinde ona uyanlardan birinin doğruyu hatırlatmasına Feth veya el-Feth Ale’l-İmam adı verilir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, duraklayarak veya tereddütle âyeti unutan ve okuyamayan imama muktedîlerden birinin hatırlatması ve doğruyu göstermesinde bir sakınca yoktur. Böyle bir durumda, muktedî, tilavete değil, doğruyu göstermeye niyet eder. Çünkü imamın arkasında, kıraat yapmak tahrimen mekruhtur. Aynı şekilde muktedînin feth konusunda acele etmesi kadar, imamın da muktedîye bu fırsatı tanıması mekruhtur. Ona düşen, bilinen başka bir yeri veya sûreyi okumak, ya da farz ve vacip kıraat miktarını tamamladıysa rükûa gitmektir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kıraatte imamın susması halinde, muktedî feth yapabilir. İmam tereddütlü olduğu takdirde, muktedî feth yapamaz. Yaptığı takdirde, ilk kıraati ile olan bağlantı kesilmiş olur, kıraate yeniden başlar. İmamına feth yapan muktedînin bundan sadece kıraat veya fethle birlikte kıraat niyeti taşıması gerekir. Sadece feth niyeti veya hiçbir niyet taşınmaması halinde namaz bozulur.
(c) Malikî Mezhebine göre, imama feth yapmak namazı bozmaz. Feth, imam kıraatte duraklayınca ve tereddüt edince yapılır. Bunların tersi durumlarda feth yapmak mekruhtur. Vacibi tamamlamak, meselâ Fatiha’yı okumak gerekirse feth yapmak vacip, Fatiha’dan başka âyetleri düzeltmek için sünnet, sûreyi tamamlamak içinse menduptur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, imam kıraati yapamayınca veya şaşırınca, muktedînin feth yapması caizdir.
Kıraati yapamadığında veya -namazın sahih olması kendisine bağlı olduğundan- Fatiha’yı yanlış okuyunca feth yapmak vaciptir.
Bazı hanefî hukukçulara göre, imamın başka bir âyete geçmesi halinde namazı bozulur. Aynı şekilde bu durumda imara da feth yapanın kıraatine uyarsa, onun ve dolayısıyla cemaatin namazı bozulur. Fakat fetva verilen görüş ikincisidir. [228] Feth gerek-meksizin bir defa feth yaparak namaz bozulmaz, ancak mekruhtur. Fakat fethin tekrarı -amel-i kesîre gireceğinden- namazı bozar. [229]
Hüküm ve |
Haller |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
|
Duraklama |
Gerekir |
|
Gerekir |
Gerekir |
Genel |
Tereddüt |
Gerekir |
|
Gerekir |
|
Haller |
Susma |
- |
Gerekir |
|
|
|
Şaşırma ve Yanılma |
- |
|
|
Gerekir |
|
Doğruyu Gösterme Niyeti |
Şart |
Bozar |
- |
- |
Şartlar |
Tilavet |
Mekruh |
Şart |
|
|
|
Tilavet ve Doğruyu Gösterme Niyeti |
|
Şart |
- |
|
|
Genel |
Caiz |
Caiz |
Caiz |
Caiz |
Gerektiren Hal Dışında Feth |
- |
- |
Mekruh |
|
|
Hüküm |
Vacibi Tamamlamada |
|
|
Vacib |
Vacib |
|
Zamm-ı Sureyi Düzeltmek |
- |
- |
Sünnet |
- - |
|
Zanım-ı Sureyi Tamamlamak |
- |
|
Mendup |
|
Tablo 43: Feth ve Hükümler
(a) Hanefî Mezhebine göre, uyduğu imamdan başkasına feth yapmak, namazı bozar. Fakat bu feth, doğruyu göstermek değil, kendi kıraati için olursa, namaz bozulmaz, ancak bu mekruhtur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, bu durumda ilk kıraatiyle olan bağlantı kesileceğinden, fethte zikir niyeti de taşıyorsa, kıraate yeniden başlar, aksi halde namazı bozulur.
(c) Maliki Mezhebine göre, uyduğu imamdan başkasına feth yapmak, namazı bozar.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, bu durumda namaz bozulmaz, ancak bu davranış mekruhtur.
(a) Hanefî Mezhebine göre, namaz kılan mükellef, teşbih veya tehlil, Allah adı anıldığında sena, meselâ Celle Celâluhu, Peygamberimizin adı anıldığında salât, okuyan başka birinin kıraati bitirince sadakallahu’1-azîm vb. şekildeki konuşmalarla, herhangi bir iş için cevap gayesi taşındığında veya hiçbir gaye taşınmadığında, namaz bozulur. Fakat sadece sena, zikir ve tilâvet gayesi ile namaz bozulmaz. Aynı şekilde, herhangi bir maksadını ifade etmek için âyetle cevap vermek de namazı bozar. Fakat okunan âyetlerle böyle bir cevap maksadı değil de, sadece tilâvet maksadı taşınırsa namaz bozulmaz. Bunlara benzer şekildeki cevaplar da, sadece zikir ve sena gayesi taşımayıp, c’evap maksadı taşıyınca namaz bozulur:
(1) Kötü haberi duyunca, “
(2) Hoşuna giden bir şeyi görünce, “Subhânellah,”
(3) Korkulu bir şeyle karşılaşınca, “Bismillah” veya dua ve beddua etmek,
(4) Herhangi bir işi yapmasını önlemek için, teşbih ve tehlili yüksek sesle yapmak. Ebu Yusuf’a göre bu durumlarda -sena olduklarından- namaz bozulmaz.
Bütün bu durumlarda namazda olduğunu bildirmek, imamın namazdaki hatasını uyarmak için okumak veya kıraati açıktan yapmak namazı bozmaz. Namaz kılan birinin okuduğu âyette cennet veya cehennemle ilgili durumlar geçtiğinde, biraz durarak cenneti isteme, cehennemden korunma için Allah’a dua etmek, münferîd için nafile namazlarda güzel bir davranıştır, İmamın farz namazlardaki böyle bir davranışı namazı bozmaz, ancak mekruhtur, bu durumda muktedî okunanı dinler ve susar.
(b) Şafiî Mezhebine göre, namazdayken başka birine herhangi bir işi anlatmak için âyetle konuşmak veya hiçbir gaye taşımaksızın konuşmak, namazı bozar. Fakat okunan âyette, bu durumu anlatmak gayesiyle birlikte, tilavet gayesi de taşınınca, namaz bozulmaz. İçeriye girmek için izin isteyen birine veya namazda şaşıran imama subhânellah, korkulu bir işle karşılaşınca Allah demekle, -bu maksadını anlatmak gayesiyle birlikte- zikir gayesi taşındığında namaz bozulmaz, aksi halde bozulur. Bir âyet duyunca da, Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh demek namazı bozmaz. Çünkü bunlar, Allah’tan başkasına sena yoktur. Fakat bunlar, ilk kıraatle olan bağlantıyı kestiğinden kıraat yeniden yapılır. Hz. Peygamber’in ismi anıldığında açık ismini söyleyerek salavât getirmek namazı bozmaz, fakat ilk kıraatle olan bağlantıyı keser. Sallallahu Aleyhi ve Sellem şeklinde zamirli olarak salât okunursa namaz bozulmaz, bağlantı kesilmez.
(c) Malikî Mezhebine göre, yerinde olmak şartıyla herhangi bir maksadı anlatmak için âyetle cevap vermek namazı bozmaz. Fatiha’yı bitirdikten sonra herhangi bir şahsın içeri girmek için izin istemesine âyet okuyarak cevap vermek buna örnektir. Fakat yerinde olmayan okuyuş, meselâ içeriye girmek için izin isteme rükû ve secdede veya Fatiha bitmezden önce yukardaki gibi cevap vermek namazı bozar. Subhanellah, tehlil vb. ile -neresinde olursa olsun- namaz bozulmaz.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, herhangi bir maksadı anlatmak için teşbih, tehlil ve zikir namazı bozmaz. Hoşuna giden bir şeyi görünce Subhanellah, musibete uğrayınca Lâ Havle..., acıyla karşılanınca Bismillah vb. zikir sözlerini söylemek namazı bozmaz, fakat mekruhtur. Hz. Peygamber anıldığında salât okumak, nafile namazlarda müstehaptır, fakat farz namazlarda bu okunmaz, okununca namaz bozulmaz. Herhangi bir maksadı anlatmak için âyetle konuşmak namazı bozmaz. Fakat insan sözünden farksız şekilde, meselâ adı İbrahim olan birine “Ya İbrahim” demek namazı, bozar.
Hal ve Durum |
Şartı |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|
Cevap Gayesi |
Bozar |
Bozar |
|
|
Cevap Olarak Ay el Okumak |
Tilavet Maksadı |
Bozmaz |
Bozmaz |
|
|
|
Cevap ve Tilavet Gayesi |
Bozar |
Bozmaz |
- |
- |
|
Namazda Olduğunu Bildirmek |
Bozmaz |
- |
- |
-. |
|
Genel Olarak |
|
|
Bozmaz |
Bozmaz |
|
Cevap Gayesi |
Bozar |
|
|
|
Tesbih-Tehlil |
Gayesiz |
Bozar |
. - |
|
\ |
|
Zikir-Tilavet |
Bozmaz |
|
|
|
|
Namazda Olduğunu Bildirmek |
Bozmaz |
- |
|
- |
|
Genel |
|
Bozmaz |
Bozmaz |
Bozmaz |
|
Zikir ve Sena |
Bozmaz . |
|
|
|
|
Cevap Gayesi |
Bozar |
|
|
|
Sena |
Gayeniz |
Bozar |
|
|
|
|
Namazda Olduğunu Bildirmek |
Bozmaz |
- |
|
.’ |
|
Genel |
- |
Bozmaz |
Bozmaz |
Bozmaz |
|
Zikir ve Salat |
Bozmaz |
|
|
|
|
Cevap Gayesi |
Bozar |
|
|
|
Salat |
Gayesiz |
Bozar |
|
|
|
|
Namazda Olduğunu Bildirmek |
Bozmaz |
- |
- |
- |
|
Genel |
|
Bozmaz |
Bozmaz |
Bozmaz |
Namaza ait olmayan bir söz ve kelimeyi işiteceği derecede söylemek onu bozar:
(a) ÜM’e göre, namazı bozan konuşmanın ölçüsü, kelimenin bazı harflerden meydana gelmesidir. Bunun da en azı -mânâsı olmasa da- iki harf veya mânâsı olan bir harftir.
(b) Maliki Mezhebine göre, namazı bozan söz ve konuşma, mânâsı olan bir veya daha fazla kelimedir.
(c) Caferi Mezhebine göre, iki harfle bile olsa, kasden konuşmak namazı bozar. Bir söz, anlatmak kastıyla söylenmez ve bir harf olursa, kuvvetli görüşte namazı bozmaz.
a) Unutma:
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezhebleri ile Zeydiye’nin Hâdeviye koluna göre, namaza ait olmayan sözler, unutarak bile konuşulsa, namazı bozar.
(b) Şafiî Mezhebine göre, örfen az olarak nitelendirilen ve altı kelimeden meydana gelen konuşmalar namazı bozmaz. Çok olan konuşma konusunda, eş-Şafiî’den her iki görüş de nakledilmiştir. [232]
(c) Malikî Mezhebine göre, örf bakımından az olarak nitelendirilen namazla ilgisi olmayan sözler, onu bozar. Bu konuda, belli bir ölçü yoktur.
b) Bilgisizlik:
(a) ÜM’e göre, her ne sebeple olursa olsun, namazı bozduğunu bilmeyerek konuşmak namazı bozar.
(b) Şafiî Mezhebine göre, korku, malî yetersizlik veya bakmakla mükellef olduklarının geçim sıkıntısına düşecekleri endişesi ile uzakta bulunan bilginlerin yanına gidememek, ya da müslümanlığı yakın zamanda kabul etmek şartıyla namazı bozmaz.
c) İkrah:
Namazdayken ikrah (zorlama ve baskı) ile konuşan kimsenin namazı DM’e göre de bozulur.
d) Uykuda Konuşma:
(a) ÜM’e göre, abdesti bozmayacak şekildeki uyku halinde konuşma, namazı bozar.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, bu durumdaki konuşma namazı bozmaz.
Evzafye göre, bir nefsi (canı) kurtarmak veya büyük bir iş için konuşmak namazı bozmaz; Malik’e göre namazı düzeltmek için kasıtlı konuşmak namazı bozmaz; eş-Şafiî’ye göre unutma dışında her konuşma namazı bozar; Ebu Hanife’ye göre bütün konuşmalar namazı bozar. [233]
(a) ÜM’e göre, âyet okuyacağı yerde, yanlışlıkla insan sözü söyleyen mükellefin namazı bozulur.
(b) Hanefî Mezhebine göre, bu durumda -söz nasıl olursa olsun- namaz bozulur.
(c) Caferi Mezhebine göre, Fatiha’dan sonra kasten “âmin” demek namazı bozar. Unutarak veya elde olmadan âmin denilmesinde bir sakınca yoktur.
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, ihtiyaç olmaksızın, boğazı iki harf çıkaracak şekilde, meselâ
“ehh” diyerek hırıldatmak namazı bozar. Fakat kendini zorlamadan tabiî olarak veya sesi güzelleştirmek, ya da namazda olduğunu bildirmek veya imamın kıraat hatasını düzeltmek için yapılan tenahnuh namazı bozmaz. Bazı hanefî hukukçulara göre, özürsüz olan hırıldatma namazı bozar.
(b) Şafiî Mezhebine göre, yapmamak elde olmayan ve az olan tenahnuh namazı bozmaz. Hastalık dolayısıyla çok olarak yapılan tenahnuhlar da namazı bozmaz.
(c) Malikî Mezhebine göre, tenahnuh -çok ve eğlence için olmadıkça- hiçbir şekilde namazı bozmaz.
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, Allah Teâlâ’nm korkusundan veya cennet-cehennemi hatırlamak için, ya da kendini zaptedemeyecek derecede şiddetli bir hastalık dolayısıyla yapılanlar dışında, her türlü sesle ağlama, ah, uh, of, tuh, vah gibi sesler çıkarma namazı bozar.
(b) Şafiî Mezhebine göre, bu gibi hallerde, iki ve daha fazla harf çıktığında, üç durum ortaya çıkar:
a) Önlenmesi imkânsız ve söylenen az olduğunda namaz bozulmaz. Fakat söylenen çok olursa -âhiret korkusunda, bile olsa- namazı bozar.
b) Ödenmesi ve yapılmaması mümkün olduğunda bu tür hallerin azı da, çoğu da -âhiret korkusundan bile olsa- namazı bozar.
c) Söylenenin örfen çok sayılması halinde -azı da, çoğu da-namazı bozar. Devamlı bir hastalık dolayısıyla olan ses ve iniltilerse namazı bozmaz.
(c) Maliki Mezhebine göre, bu gibi haller bir acı ve ağrı dolayısıyla veya Allah korkusundan dolayı az olarak meydana geldiklerinde, namazı bozmazlar. Unutarak olduklarında, yine çok olursa namazı bozar. Kasıtlı olarak yapıldıklarında, -namazı düzeltme gayesi taşımıyorsa- namazı bozar.
(d) Caferi Mezhebine göre, dünyevî bir kayıp dolayısıyla yüksek sesle ağlamak namazı bozar. Uhrevî bir iş veya dünyevî bir işi Allah’tan istemek dolayısıyla ağlamak bozmaz. Bozucu nitelikteki ağlama elde olmadan gerçekleşirse, ihtiyat namaza yeniden başlamaktır, hatta bunun vacip oluşu kuvvetlidir.
(a) Hanbelî Mezhebine göre, herhangi bir şeye üflemek namazı bozar.
(b) Bir grup hukukçuya göre, namazı bozmaz, ancak mekruhtur.
(c) Hanefî Mezhebinin de içinde bulunduğu bir grup hukukçuya göre, üfleme sesinin duyulup duyulmamasına göre hüküm değişir- Duyulmayan namazı bozmaz ancak mekruhtur; duyulan Ebu Hanife ve eş-Şeybanî’ye göre bozar, Ebu Yusuf’a göre bozmaz.
Selâm vermek, bütün mezhep ve hukukçulara göre, namazı bozar.
(a) Said b. el-Museyyeb, el-Hasenu’1-Basrî ve Katade’ye göre namazdayken selâm alınabilir.
(b) eş-Şafiî’ye göre, işaretle bile olsa selâm alınmaz.
(c) Bunlar dışındaki hukukçulara göre selâmı işaretle veya sözle almak ayrı ayrı hüküm taşır:
(1) Verilen selâmı, namaz kılarken sözle almak, DM’e göre namazı bozar.
(2) Selâm verilen kimsenin, namaz kılarken bu selâmı işaretle alması, DM’e göre namazı bozmaz: Hanefî Mezhebine göre, işaretle bile olsa, selâmı almak doğru değilken, Maliki Mezhebine göre, verilen selâmı işaretle almak gerekir.
(3) Caferi Mezhebine göre, selâmı almakta bir sakınca yoktur, hatta vaciptir. Bırakılır ve kıraat vb. ile meşgul olunursa, alınacak kadarlık süre susmak bir yana, namazı bozmaz, ama vacibi terk günahı vardır. Selâmı veren duymayacak kadar uzakta olursa, zahir olan duyurmanın gerekmediğidir; onun selâmını namazdayken almak gerekmez.
(a) Hanefî Mezhebine göre, bu gibi hallerde tabiî olarak çıkarılacak sesler dışında harf çıkarmamaya çalışma halinde namaz bozulmaz, aksi halde bozulur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, istemeden gelir ve durdurma imkânı bulunmazsa azı bağışlanır, namazı bozmaz; fakat geri çevirmek ve önlemek mümkün olduğu takdirde namaz bozulur.
(c) Malikî ve Hanbelî Mezheblerine göre, yukarıda sayılan durumlar, zarurî bazı harflerle birlikte bile sesli olarak yapılsalar da namazı bozmazlar.
(a) Hanefî Mezhebine göre, aksıran birine dışından söyleyerek “Yerhamukellah, Yerhamhullah” şeklinde dua etmek namazı bozar.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, “Yerhamukellah” demek bozar, “Yerhamhullah, Yerhamnallah” demek bozmaz.
(c) Maliki Mezhebine göre, aksırana dille (sesli) dua edilmesi namazı bozar.
(a) Hanefî Mezhebine göre, son ka’dede teşehhüd miktarı oturmazdan önce, yanındakiler işitecek kadar gülmek hem abdesti, hem namazı bozar.
(b) Şafiî Mezhebine göre, selâm vermeden önce namazda yanındakiler işitecek kadar iki ve daha fazla harf veya mânâsı olan tek harf ifade edecek şekilde isteğiyle gülmekle namaz bozulur; elinde olmayarak gülmekle -çok olmadıkça- namaz bozulmaz.
(c) Maliki ve Hanbelî Mezheplerine göre, namaz kılanın kendinin veya yanındakilerin duyacağı kadar sesle gülmesi namazı bozar.
(d) Caferi Mezhebine göre, elde olmadan bile kahkaha namazı bozar; unutarak gülmekte ve kasten de olsa tebessümde bir sakınca yoktur.
Bozucu Hal |
Hanefi |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|
Genel |
Bozar |
|
Bozar |
Bozar |
|
Şartı |
İki Harf veya Manalı Bir Harf Olmak |
|
Bozar |
|
|
İstekli |
- |
Bozar |
- |
- |
Tablo 45: Namazda Gülme
Namaz kılarken dinden çıkmak Şafiî Mezhebine göre, namazı bozar.
Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, namaz kılarken aklî dengenin bozulmasıyla, namaz da bozulur. Böyle bir durumla, imamın karşılaşması halinde, Hanefî Mezhebine göre, cemaat namazı yeniden kılar, eş-Şafiî’ye göre tek başına tamamlanır. [242]
(a) Hukukçuların çoğunluğuna göre, küçük veya büyük abdesti sıkışık olduğu halde namaz kılma halinde namaz bozulmaz, fakat bu şekilde namaz kılmak mekruhtur.
(b) Bir grup hukukçuya ve -bir naklinde- Malik’e göre, bu durumda namaz bozulur.
Namazda kasıtlı olarak abdesti bozmakla namaz bozulur. Fakat elinde olmayan bir sebeple abdesti bozulan, yani sebku’l-hadese uğrayan mükellef, aykırı bir davranışta bulunmadan hemen abdest alır ve yarıda kalan namazını tamamlayabilir mi? [244]
(a) Cumhur’a göre, burun kanaması dışında namaz kılarken sebku’l-hadese uğramak halinde, bina ale’s-salât (namaza kaldığı yerden devam) uygulanmaz.
(b) eş-Şafifye göre, hiçbir durumda bu çözüm yolu uygulanmaz.
(c) Hanefî Mezhebine göre, sebku’l-hades halinde sebep ne olursa olsun, bina ale’s-salat uygulanır, hatta bu konuda sahabe icmâı nakledilir: [245]
(1) Sebku’l-Hades’le karşılaşan mükellefin avret yeri açılırsa, namazı bozulur. Meselâ bu şekildeki bir kadının, abdest için kolunu sıvaması namazını bozar.
(2) Abdest almaya giderken veya dönerken kıraat yapmak veya iki saf ötede bulunmasıyla namaz bozulur.
(3) Abdest almaya gidince zaruret olmaksızın bir rükün eda edecek kadar beklemek ve gecikmekle namaz bozulur.
(4) Namaz kılarken abdest bozuldu diye camiden çıkmakla namaz bozulur, böyle bir durumda istihlâf uygulanmaz. Namaz cami veya mescidde değil de kırda veya açık alanda kılmıyorsa, cemaatle veya münferiden kılmaya göre çözüm bulunur:
(4.a) Cemaatle kılman namazda sağ, sol veya arkaya abdest almaya gidilirse safların bittiği yer; ön tarafa gidildiğinde sütre veya bina varsa buraya kadar olan yer, bunlar yoksa, secde yeri, cami hükmünü alır,
(4.b) Yalnız başına kılan mükellefin ön taraf dışındaki yönlere veya ön tarafta sütre olmaksızın gitmesi halinde secde yeri kadarlık, sütre olduğu halde ön tarafa yürüdüğünde sütreye kadar olan yer cami hükmünü alır.
(5) Abdestsiz olduğu, mesh süresinin bittiği, kaza namazı olduğu veya necaset bulaştığını zannederek namaz kılarken bulunduğu yerden ayrılmakla -dışarıya çıkmasa bile- namaz bozulur.
Hanefî Mezhebine göre, başkasının kumandasında onun yat-kalk demesine göre namaz kılınmaz, bu şekilde kılman namaz fasiddir. [246]
(a) Cumhur’a göre, namaz kılanın önünden geçmek, namazı bozmaz, ancak bu mekruhtur. Aynı görüş Hz. Ali ve Ubeyy b. Kâ’b’dan da nakledilir.
(b) Zahirî Mezhebine göre, kadın, eşek ve siyah köpeğin geçmesi halinde namaz bozulur.
Hanbelî Mezhebine göre, dayandığı şey alınınca düşecek şekilde dayanarak kılmakla namaz bozulur.
DM’e göre, namaz tamamlanmadan önce kasıtlı selâm vermek namazı bozar. Unutarak selâm verme halinde, konuşmadıkça ve amel-i kesîr yapmadıkça namaz bozulmaz, kalan kısma devam edilerek namaz tamamlanır.
Bilindiği gibi, teşehhüdden sonra selâm vermek, Hanefî Mezhebine göre, vaciptir. Bu sebeple, son rekâtte teşehhüd miktarı oturduktan sonra, namazı bozan bir durumla karşılaşınca, namazın bozulması ve devamı değişik hükümler alır: [249]
(a) Ses ve konuşmayla cami ve mescidden çıkma durumunda, münferidin veya imamın ve ona bağlı olarak müdrik, lâhık ve mesbûkların hiçbirinin namazı bozulmaz.
(b) Münferidin kasıtlı gülmesi ve abdestini bozması halinde namazı bozulmaz.
(c) Teşehhüd miktarı oturduktan sonra imamın gülmesi veya abdestinin kasıtlı olarak bozulması halinde, imamın namazı tamdır, mesbûkların namazı da Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre tamdır, Ebu Hanife’ye göre bunların namazı bozulur.
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, tertip sahibi olan bir mükellef, kazaya kalan namazını hatırlayınca kıldığı namaz bozulur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kazaya kalan namazı hatırlamak, hiçbir şekilde namazı bozmaz.
(c) Maliki Mezhebine göre, çok sayıdaki kaza namazı hatırlanınca, namaz kesilmez, tamamlanır. Fakat dört kaza namazını, bir rekâti secdesiyle tamamlamazdan önce nıünferid ve imam olarak hatırlarsa, namazı kesmesi vaciptir. Muktedî ise, imamı kesince, namazı keser, aksi halde kesmez, kestiği takdirde vakit içinde yeniden kılar. Kaza namazını bir rekât kıldıktan sonra hatırlarsa, namazı keser ve selâm verir, kıldığı nafile olur. Fakat üç rekâtli farz namazlarda iki, dört rekâtlilerde üç rekât kıldıktan sonra namaz kesilmeyip tamamlanır.
Yolculukta kılınan dört rekâtîi namazlarda, mükelleflerin ikinci rekâtte oturmadan üçüncüye kalkmaları halinde, -ikinci rekâtteki ka’de farz ka’deye dönüştüğünden- Hanefî Mezhebine göre, namaz bozulur; diğer mezheplere göre ise bozulmaz.
(a) Hanefi Mezhebine göre, az veya çok, unutarak veya bilerek yemek içmek -yenilen susam tanesi kadar, içilen bir damla da olsa- namazı bozar. Fakat namazdan önce yenen bir maddeden dişler arasında kalan mercimek tanesi kadar kırıntıları yemek namazı bozmaz. Ancak bu durumdaki kırıntı veya maddeyi üç defa arka arkaya çiğnedikten sonra yutmak namazı bozar. Aynı şekilde ağızda çözülen ve eriyen şeker vb. tatlı maddenin bu eriyikleri yutulur ve bu da mideye giderse namaz bozulur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kasıtlı olarak, haramlığını bile bile mideye ulaşan her yiyecek ve içecek namazı bozar. Unutarak, veya namazı bozduğunu bilmeyerek yeme-içme, çok olunca namazı bozar. Ağza alıp yutmadan çiğnemek, amel-i kesîr olunca namazı bozmaktadır.
Dişler arasındaki artıklar -ayırmak ve temizlemek güç olduğunda- tükürükle birlikte mideye giderse namazı bozmaz. Ağızda eriyip mideye giden şeker vb. maddelerin eriyikleri namazı bozar.
(c) Maliki Mezhebine göre, kasıtlı olarak çok miktardaki yeme ve içme, namazı bozar. Çok olmanın ölçüsü, bir çiğnemliktir. Bir tanecik kadar olan ve az kabul edilen dişler arasındaki yemek artıkları, -çiğnenerek yutulsa bile- namazı bozmaz. Unutarak yeme ve içme namazı bozmaz, namaz sonunda secde yapılır. Fakat yeme ve içme birlikte yapılır veya önce biri, selâm verirken biri yapılırsa namaz bozulur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, çok olan yeme içme namazı bozar. Az olanıysa, kasıtlı olarak yapılınca bozar. Dişler arasındaki artıklar çiğnenmeden ve tükürüksüz olarak yutulursa, namazı bozmaz. Az ve çoğun ölçüsü örfle bilinir.
(e) Caferi Mezhebine göre, ihtiyaten azında bile, yemek-içmek namazı bozar.
Namazı bozan hal ve hareketlerden sonra namaz hemen kesilir, sebku’l-hades sonrasında namazın kılınması için geçerli özel çözüm yolu dışında, yeniden kılınır.
Bozulan namazlar, şu üç halde nafile yerine geçer:
(1) Kaza namazının hatırlanması,
(2) Güneşin doğması,
(3) Cuma namazı kılarken ikindi vaktinin girmesi.
Namazda yapılması istenen farz, vacip ve sünnetler yanında, yapılmaması istenen mekruh hal ve hareketler de vardır. Daha önce ele alındığı gibi, farzlardan birini yapmamakla namaz bâtıl olur, mutlaka iadesi gerekir. Vaciplerin bile bile yapılmaması, tahrimen mekruh hükmünü alır ve bu durumda namazın iadesi uygun düşer, fakat yeniden kılınması şart değildir; vacibin unutarak terkiyse, sehiv secdesini gerektirir. Sünnetlerden birini terketmek ise, tenzihen mekruh olur ve sevaptan mahrumiyeti gerektirir. Bu genel kaideyi, yani vaciplerin bile bile terkedilmesinin tahrimen mekruh; sünnetlerin terkininse tenzihen mekruh olduğunu belirttikten sonra, namaz içinde yapılması mekruh olan hal ve hareketleri inceleyelim:
(a) Namaza hazırlıktaki abdest, gusül ve teyemmüm, ezan ve kaametle ilgili mekruhlar özel bölümlerde incelendi.
(b) Namazı mekruh vakitlerde kılmak,
(c) İkindi namazını çok geçe bırakmak (tahrimen mekruh),
(d) Namazın sahih olmasına engel olmayacak kadar az olan bir necasetin bedende, elbisede veya namaz kılacak yerde bulunması,
Bu konuyla ilgili mekruhlar cemaatle namaz bölümünde ele alınmıştır:
(a) ÜM’e göre, boşluk bulunan saf arasında namaz kılmak mekruhtur.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, boşluk bulunan saf arasında tek başına kılmakla namaz bozulur, başkalarıyla mekruhtur.
(a) Kılıksız kıyafetsiz bir halde, başkasının yanına çıkılmayacak kıyafetle namaza başlamak ve kılmak,
(b) Üzerinde canlı resmi bulunan elbiseyle namaz kılmak,
(c) Kolu sıvanmış halde namaza durmak; bu durumda kadınlarda namaz bâtıl olur.
(d) Başı mendille örtünce ortasını açık bırakmak,
(a) Hamamda, gübrelikte ve yol üzerinde namaz kılmak: [254]
(1) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, yol üzerinde, hamam içinde, gübrelikte, pisliğe yakın yerlerde, sahibinin izni ve rızası olmayan bir yerde namaz kılmak mekruhtur.
(2) Maliki Mezhebine göre, necasetten emin olunca mekruh değildir, emin olmayınca namaz bâtıl olur, şüpheli olunca namaz vakit içinde iade edilir.
(3) Hanbelî Mezhebine göre, bu gibi yerlerde özürsüz olarak namaz kılmak haramdır, kılınan namaz bâtıldır. Yalnızca mezarda cenaze namazı kılınabilir.
(b) Resim bulunan yerde namaz kılmak: [255]
(1) Hanefî Mezhebine göre, namaz kılınacak yerin kıble tarafında, yan taraflarında, üst taraflarında canlı resmi bulunursa, burada namaz kılmak mekruhtur. Yerdeki resim, ayakta duran insanların göremeyeceği kadar küçük veya başı ve bedeni yarım olursa; cansız resimleri veya tabiî manzaralar zihni meşgul etmedikçe mekruh olmaz. Resimli paralar da zihni meşgul etmedikçe onlarla namaz kılmak mekruh değildir.
(2) Şafiî ve Maliki Mezheblerine göre, namaz kılanın önünde zihni meşgul eden resim bulunması mekruhtur; zihni meşgul etmezse mekruh değildir.
(3) Hanbelî Mezhebine göre, namaz kılanın önünde resim bulunması mekruhtur.
(c) Kor halindeki ateşe, sobaya, mangala, ocağa karşı namaz kılmak Hanefî Mezhebine göre, mekruhtur; namaz kılanın önünde mum, kandil, lamba ve ampul gibi aydınlatıcı araçların bulunmasında kerahat yoktur. Şafiî Mezhebine göre, ilk durumlarda da namaz kılmak mekruh değildir.
(d) Camide ön safta yer varken, arka tarafta namaza durarak saflarda boşluk bırakmak, ÜM’e göre mekruhtur; Hanbelî Mezhebine göre, tek başına durmakla namaz bâtıl, başkalarıyla birlikte durmakla mekruhtur.
(e) Önünden insan geçmesi muhtemel olan yerde namaz kılarken süre kullanmamak mekruhtur.
(f) İnsan yüzüne karşı namaza durmak mekruhtur. Önüne dönmüş birine karşı namaza durmak mekruh değildir.
(g) Mezar üstünde ve yanında namaz kılmak: [256]
(1) Hanefî Mezhebine göre, namaz kılanın önünde kabrin bulunması mekruhtur; ancak peygamber kabirlerinin üstünde namaz kılmak mekruh değildir.
(2) Şafiî Mezhebine göre, kabirlerin yanında namaz kılmak mekruhtur; peygamber ve şehit kabirlerindeyse mekruh değildir.
(3) Malikî Mezhebine göre, necasetten emin olmayınca kabirler yanında namaz kılmak mekruhtur, emin olunca mekruh değildir.
(4) Hanbelî Mezhebine göre,
(h) Kilise vb.’de namaz kılmak: [257]
(1) Bir grup hukukçuya göre, kilise vb.’de namaz kılmak mekruhtur.
(2) Bir grup hukukçuya göre, bu gibi yerlerde namaz kılmak mekruh değildir.
(3) İbn Abbas’a göre, resim bulunup bulunmamasına göre mekruh veya caiz hükmünü alır.
Böylece namaz kılınacak yerleri, aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz: [258]
(a) Bir grup hukukçuya göre, necaset olmayan her yerde namaz kılınabilir.
(b) Bir grup hukukçuya göre, gübrelik ve çöplük, mezar, yol, hamam, deve yatakları ve beytullalı üstünde namaz kılınmaz.
(c) Bir grup hukukçuya göre, sadece kabirler üstünde namaz kılınmaz.
(d) Bir grup hukukçu, mezara hamamı da ilave eder.
(a) Kıraati rükûda tamamlamak, kıraati bitirmeden rükûa eğilmek: DM’e göre de, zamm-i sûreyi rükûda tamamlamak mekruhtur. Fatiha’yı rükûda tamamlamak, ÜM’e göre namazı bozar, Hanefî Mezhebine göre, tahrimen mekruhtur. [259]
(b) İkinci rekâtte ilk rekâttekinden daha uzun kıraat yapmak,
(c) İkinci rekâtte ilk rekâtte okuduğu sûrenin veya âyetin üstündeki ve öncesindeki sûre ve âyetleri okumak. Kıraatte sırayı takip etmek gerekir. Aynı rekâtte de durum bu şekildedir.
(d) Farzlarda aynı rekâtte bir sûreyi iki defa okumak. Uzun sûrelerin tekrar okunması mekruh değildir.
(e) İki rekâtte okuduğu iki sûre arasını bir sûreyle ayırmak
(f) Bir rekâtte okuyacağı iki sûrenin arasını bir veya daha fazla sûre atlayarak okumak. Önce Kevser, sonra Nasr sûresini okumak bunun örneğidir.
(g) Bile bile âyet atlamak,
(h) Ezberinde başka bir sûre varken bir sûreyi bile bile iki rekâtte tekrarlamak;
(i) Her namazda aynı sûreyi okumak,
(j) Taavvuz, tesmiye ve te’mîni (âmin) açıktan ve yanındakileri rahatsız edecek şekilde okumak,
(k) Namazı bozmayacak derecede lahn ve teganni ve nağme yapmak.
(a) Rükûda başını dosdoğru uzatmayarak yukarıya veya aşağıya doğru tutmak,
(b) Rükûun sünnetlerini terketmek.
(a) Yalnız alnı yere koyup burnu koymamak,
(b) Canlı bir resmin üzerine secde etmek. Tabiî manzaralar ile seçilemeyecek kadar küçük veya başı kesilmiş, ya da bir şeyle örtülmüş olan resimler üstüne secde etmek mekruh değildir.
(c) Gereği yokken secde yerindeki taşları, çöpleri temizlemek veya secde yerini düzeltmek,
(d) Secdeye giderken elleri dizlerden önce yere koymak; secdeden kalkarken dizlerini ellerden önce kaldırmak,
(e) Secde yaparken elleri dizlere koymamak.
(a) Rükû ve secdeyi teşbihleri terkederek veya üçten az okuyarak yapmak; ya da düzensiz yapmak: [260]
(1) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, bir rükünden diğer rükne intikal için meşru zikir sözlerini yerli yerinde okumamak ve söylememek mekruhtur. Bu hallerde zikir sözünü rüknün başlangıcı ve bitimi arasını doldurarak yapmak esastır.
(2) Malikî Mezhebine göre, zikirleri yerli yerinde okumamak evlâ olana aykırıdır, çünkü bu zikirler menduptur.
(3) Hanbelî Mezhebine göre, bu zikirleri kasıtlı olarak yerli yerinde okumamak namazı bozar; unutma halindeyse sehiv secdesi gerekir.
(b) Secde ve rükûa giderken elbiseyi çekmek veya kaldırmak,
(c) Rükû veya secde ederken iftitah tekbiri alır gibi elleri kaldırmak, Hanefî Mezhebine göre, mekruh; Şafiî Mezhebine göre, sünnettir.
(a) Parmak çıtlatmak ve parmakları birbirine geçirmek,
(b) Esnemek, gerinmek, gereksiz yere öksürmek.
(c) Televizyon ve müzik yayını varken namaz kılmak.
(a) Namaz kılarken beden veya elbiseyle oynamak veya rüzgârlanmak,
(b) Özrü yokken bağdaş kurarak veya çömelerek, ya da oturarak namaz kılmak,
(c) Palto veya ceketin giyilmeden sırtta-omuzlarda durması,
(d) Erkeklerin yüzlerini örtmesi.
(a) Namazda elini yanına koymak,
(b) Namaz anında gözleri yummak veya yukarıya çevirmek, çevreye dikmek,
(c) Namazdayken kaşınmak, teri silmek. Kaşınma ve teri silme zarureti varsa, bu davranış mekruh olmaz.
(d) Namazda çevresine bakarken boynun kıbleden dönmesi,
(e) Farz namazı kılarken herhangi bir cisme dayanmak,
(f) Namaz kılarken verilen selâmı el, göz, kaş veya baş işaretiyle almak. Fakat önünden geçen birini önlemek için işaret yapılabilir.
(g) Amel-i kalîl denen şekilde meşguliyet içinde olmak.
(a) Kayamda sağ eli sol el üstüne; rükûda elleri dizlerin üstüne; otururken de uyluk üzerine koymamak. Hanefî mezhebine göre mekruhtur. Caferî Mezhebine göre, kuvvetli görüşte ellerden bîrini kasten diğerinin üstüne koymak (tekbir) namazı bozar, zaruretten konuşsa bir sakınca yoktur. [261]
(b) Namazı alelacele yasak savar gibi kılmak,
(c) İmamın cemaatle kılınan namazı gereğinden çok uzatması.
Aşağıdaki haller ise mekruh değildir:
(a) Gereksiz yapılması mekruh olan davranışları zaruret halinde yapmak,
(b) Bele bağlanmış olan bir şeyin namaz kılarken çözülmesi ve avret yerinin açılması halinde hemencecik bağlamak,
(c) Mushaf a, kılıca, yanan muma, kandile karşı namaz kılmak,
(d) Üzerinde canlı resmi olan bir yaygının resimsiz yerinde namaz kılmak,
(e) Resimli paralarla namaz kılmak, tabiî manzara veya başı ve bedeni yarım canlı resmi üzerinde namaz kılmak,
(f) Namaz kılarken yılan, akrep gibi zehirleyici hayvanları tehlike halinde öldürmek. Bu hayvanları öldürürken amel-i kesir veya göğsün kıbleden çevrilmesi halinde namaz bozulur.
(g) Rükû veya secdede yapışan elbiseyi hareketlendirmek; alna yapışan toprak ve çöpleri silkelemek.
Namazın çeşitlerini, işlemleri ve taşıdığı hüküm yönlerinden olmak üzere iki açıdan ele almak gerekir:
Namaz
-----------------------------------------------------
İşlemleri Yönünden Hüküm Yönünden
Şema 33: Namazın Çeşitleri
İşlemleri yönünden namaz çeşitlerini mezheplerin açıklamalarına göre ele almak uygun olur:
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, namazlar işlem yönünden iki çeşittir:
(1) Rükû ve Secdeli Namazlar:
(l.a) Beş Vakit Namaz,
(l.b) Diğer Namaz Çeşitleri,
(2) Rükû ve Secdesiz Namaz: Cenaze Namazı.
(b) Maliki Mezhebine göre, işlemler yönünden namazlar iki çeşittir:
(1) Rükû, Secde, Kıraat, Tahrime ve Selamlı Namazlar:
(l.a) Beş Vakit Namaz,
(l.b) Nafile Namaz ve Sünnet Namaz,
(l.c) Ragîbe (Sabah Namazının Sünneti),
(2) Bunlarsız Namazlar:
(2.a) Tilavet Secdesi (Bunda sadece secde bulunmaktadır),
(2,b) Cenaze Namazı (Sadece tekbir ve selâm var).
(c) Hanbelî Mezhebine göre, namazlar, işlemleri yönünden üç çeşittir:
(1) Rükû, Secde, Tahrime ve Selamlı Namaz:
(l.a) Beş Vakit Namaz,
(l.b) Sünnet Namaz,
(2) Tekbir, Selâm ve Kıraatli Namaz (Bunda rükû ve secde yoktur); Cenaze Namazı
(3) Sadece Secdeli Namaz: Tilâvet Secdesi.
Bu açıklamalardan, bazı özellikler ortaya çıkmaktadır:
(3.a) Hanefî Mezhebine göre, namazlar, hüküm yönünden farz, vacip ve nafile çeşitlerine ayrılırken, ÜM vacip namaz çeşidini kabul etmez.
(3.b) Maliki ve Hanbelî Mezheplerine göre, tilâvet secdesi bir tür namazdır.
(3.c) DM’e göre de, cenaze namazı rükû ve secdesiz bir namazdır.
Hanefi ve Şafii M.
---------------------------------------------------------------------------
Rükû ve Secdeli N. Rükû’ ve Secdesiz N.
1. Beş Vakit N. 1. Cenaze N.
2. Vacib ve Nafile N.
Hanefî ve Şafiî M.
Malikî M.
------------------------------------------------------------------------------------------
Rükû-Secde-Kıraat-Tahrime ve Bunlardan Biri Bulunan N.
Selamlı N. 1. Tilâvet Secdesi (secdesi var)
1. Beş Vakit N. 2. Cenaze N. (Tekbir ve selâm var)
2. Nafile ve Sünnetler
3. Ragîbe (Sabah N.’nın Sünneti)
Hanbelî M.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
Rükû-Secde-Ihram ve Selamlı N. Tekbir-Selam ve Kıraatlı N. Sadece Secdeli N.
1. Beş Vakit N. 1. Cenaze N. 1. Tilâvet Secdesi
2. Sünnet N.
Açıklama:
1. DM’ye göre de Cenaze N., rükû ve secdesiz bir namazdır.
2. Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, Tilâvet secdesi bir çeşit namazdır.
Şema 34: İşlemler Yönünden Namazlar
Caferi Mezhebine göre, namazlar iki çeşittir:
1) Farz Namazlar,
2) Mendûb Namazlar. Farz namazlar altı çeşittir:
a) Günlük beş vakit namaz ve kazası,
b) Cuma namazı,
c) Büyük oğulun babasının beş vakit kaza borcu,
d) Âyât namazı (küsûf, husuf ve felâket zamanlarında kılman namaz),
e) Tavaf namazı,
f) Adak namazı,
g) İstîcâr (kiralama) namazı. Mendup namazlar ise birkaç çeşittir:
a) Günlük nafile namazlar:
1) Öğleden önce sekiz rekât,
2) İkindiden önce sekiz rekât,
3) Akşamdan sonra dört rekât,
4) Yatsıdan sonra iki rekat (vetire de denir).
5)
6) Onbir rekat
Cenaze namazı dışında bütün namazlar şekil yönünden birbirine benzemektedir. Uzunluk ve kısalık yönlerinden farklı olan namazlar hüküm yönünden farz, vacip ve nafile olmak üzere üç çeşittir.
Birinci sınıflama, konuyu tam manâsıyla kuşatmadığından, ikinci sınıflamayı esas alarak namazın çeşitlerini inceleyelim.
Namazın Çeşitleri
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
Farz Namazlar Vacip Namazlar: Nafile Namazlar
1. Farz-ı Ayın: 1. Vitir N.
a- Beş Vakit Namaz ve Kazası 2. Bayram N.
b- Cuma Namazı 3. Adak N.
2. Farz-ı Kifaye 4. Bozulan Nafilenin Kazası
a- Cenaze Namazı 5. Tavaf N.
Farzlara Bağlı Nafile Namazlar (Revâtib)
Müekked Sünnetler
1. Beş Vakit N.ın Sünnetleri
a-
b- Öğlenin Sünneti.
c- Akşamın Sün.
d- Yatsının Son Sün.
2. Cumanın ilk ve Son Sünnetleri
Gayr-i Müekked Sünnetler
1. İkindinin Sün eti
2. Yatsının İlk Sünneti
Farzlara Bağlı Olmayan Nafile (Regaib)
Belli Vakti Olan N.
Günlük Nafileler
1. Kuşluk N.
2. Teheccüd N.
Yıllık N. Teravih N. Kandil N.
a- Regaib N.
b- Miraç N.
c- Berat N.
d- Kadir N.
Çeşitli Sebeplere Bağlı Olarak Kılınanlar
İbadet ve İbadet Yeriyle ilgili N.
1. Tahiyyetu’l-Mescid
2. Abdes ve Gusülden sonra kılınan N.
3. Teşbih N.
Gök Olayları Dolayısıyla Kılınan N. (Salâtu’l-Ayât)
1. Husuf N.
2. Küsuf N.
İhtiyaç Dolayısıyla Kılınan N.
1. Normal Zamanlardakiler:
a- İstihâre N.
b- Hâcet N.
2. Olağanüstü Hallerdekiler:
a- Felaket Zamanındaki N.
b- İstiskâ N.
Günahtan Pişmanlık için Kılanan Namazlar
1. Tevbe N.
2. Katil N.
Başlangıçla İlgili N.
1. Evden Çıkışta Kılınan N.
2. Yolculuk N.
Şema 35: Namazın Çeşitleri
Bir gün içinde kıldığımız beş vakit namaz şunlardır:
(1)
(2)
(3) İkindi Namazı (Salâtu’1-Asr),
(4)
(5) Yatsı Namazı (Salâtu’1-İşa).
Vacip ve sünnet çeşitleriyle birlikte toplam kırk rekât kılınan beş vakit namaz, vakit, kıraat ve rekât sayısı yönünden ele alınarak üç grupta incelenir:
Beş Vakit Namaz (es-Salavâtu’1-Ham s)
Vakit Yönünden
1. Gündüz Kılınanlar (Nehariyye):
a-
b- İkindi Namazı
2.
a-
b-
c- Yatsı Namazı
Kıraat Yönünden
1. Gizli Kıraatli N. (Sırriyye): Salâtü’s-Sir
2. Açık Kıraatli N. (Cehriyye): Salâtu’1-Cehr
Rek’at Sayısı Yön.
1. İki Rek’atli N. (Sunâiyye):
a-
2. Üç Rek’atli N. (Sulâsiyye):
a-
3. Dört Rek’atli N. (Rubâiyye):
a-
b- İkindi N.
c- Yatsı N.
Şema 36: Vakit, Kıraat ve Rekât Sayısı Yönünden Beş Vakit Namaz
Vakit yönünden namazlar iki gruptur:
(1) Gündüz Kılınanlar (Nehariyye):
(l.a)
(l.b) İkindi Namazı,
(2)
(2.a)
(2.b)
(2.c) Yatsı Namazı.
Kıraati yönünden namazlar, yine iki gruptur:
(1) Gizli Kıraatli Namazlar (Salâtu s-Sır): Gündüz Kılınanlar,
(2) Açık Kıraatli Namazlar (Salâtu’1-Cehr):
Rekât sayısı yönünden namazlar, Üç çeşittir:
(1) İki Rekâtli Namazlar (Sunâiyye):
(a)
(2) Üç Rekâtli Namazlar (Sulâsiyye):
(a)
(3) Dört Rekâtli Namazlar (Rubâiyye):
(3.a)
(3.b) İkindi Namazı,
(3.c) Yatsı Namazı.
Namaz Adı |
Vakit Y. |
Kıraat Y. |
|
|
Leyliyye |
Cehriyye |
|
|
Nehâriyye |
Sırriyye |
|
İkindi N. |
Nehariyye |
Sırriyye |
|
|
Leyliyye |
Cehriyye |
|
Yatsı N. |
Leyliyye |
Cehriyye |
Rubâiyye |
Tablo 46: Beş Vakit Namaz (es-Salavâtu’1-Hams)
Beş vakit namazın bu şekilde incelenmesi sonucunda bazı ipuçları elde etmiş oluruz:
(a) İlke olarak, gündüz kılınan namazlarda kıraat gizli,
(b) Namazın rekât sayısına göre sınıflanması, en çok yolculukta namaz ve eksik veya fazla yapıldığında sehiv secdesinin hükümleri konusunda bizi alâkadar edecektir.
(c) İslâm, zamana hâkim olma ve ona mührünü vurma konusunda hayli titizdir: Beş vakit namaz bir güne, cuma namazı haftaya, bayram namazları yılın iki dilimine, oruç bütün bir yıla, hac ise bütün bir ömre hakim olmanın sembolüdür. Böylelikle upuzun zaman çizgisindeki bir ömür, zamanın en küçük biriminden başlayarak sonuna kadar kontrol altında akışını sürdürecektir.
(d) Beş vakit namaz, bir insanın günlük hayatının akışı
içerisinde önemli bir yer tutar, ona bir disiplin ruhu aşılar: Uykuya
Yaratıcısını hatırladıktan sonra yatan müslüman,
Günde beş vakit namaz kılmak farz olduğu gibi, vaktinde kılamadığımız namazları daha sonra kaza etmek de farzdır. Kazaya kalan namazların nasıl kılınacağı konusu daha önce ele alınmıştı.
Türkçemizde cuma
denince, hem cuma günü, hem de cuma namazı anlaşılır. Arapça’da bu kelime, “cum’a,
cumu’a, cume’a” şeklinde de söylenebilir, ancak yaygın olan şekli cumu’a
olanıdır. Cuma namazı, cuma günü
Cahiliye devrinde cuma gününe “arûbe” denirdi. Sonradan toplamak veya içinde toplanılan mânâsında “cum’a” denmiştir. Bu ismin takılmasını Ka’b. b. Lüey veya Kusay zamanına kadar götürenler vardır. Rivayete göre bu iki zat, halkı arûbe gününde, toplar, Harem’e saygı göstermelerini söyler, öğüt verir ve yakında içlerinden bir peygamber geleceğini bildirirlerdi.
Daha kuvvetli olan iki rivayete göre, Hz. Âdem’in yaratılmasının bugün toparlanması veya halkın namaz için toplanmaları sebebiyle bu isim takılmıştır.
Taberanî’nin bir rivayetine göre, cuma namazı, hicretten önce farz kılınmış olmakla beraber, müşriklerin baskısı yüzünden, Mekke’de kılınmamıştır. Sahabeden bir kısmı hicret edince, Hz. Peygamber, onların da arzularını gözonüne alarak, kılmalarını emretmiş, Bahreyn’in Cuvâsâ adlı yerleşim merkezinde Abdulkays Mescidinde Es’ad b. Zurâre tarafından ilk cuma kıldırılmıştır.
Kendisi hicret sırasında Küba’ya gelince burada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalmış, en yakınlarıyla beraber bizzat çalışarak Küba Mescidini yapmıştır. Aynı zamanda, bu mescid, ilk mesciddir. Sonra cuma günü yola çıkmışlar, cuma namazı vaktinde Medine’ye bağlı olan Salim b. Avf yurduna gelmişler ve Rânûna vadisindeki namazgahta ilk cumayı kaldırmışlardır.
Bu uygulamaya bakarak, cuma namazının, hicretin ilk yılında farz kılındığı ifade edilmiştir.
Hicretin birinci asrından bu yana, İslâm aleminde büyük bir ihtimamla toplu halde eda edilegelen cuma namazının ve Allah’ın müstesna nimetlerinin gerçekleştiği cuma gününün, İslâm’da çok önemli bir yeri vardır. Hayatı boyunca Hz. Peygamber (sav), Medine’de bu namazı bizzat kıldırmış, sonra Raşid Halifeler devlet başkanlığı yanında, imamlığı da yürütmüşlerdir. Daha sonraki devirlerde de, cuma imamlığı, ya halifenin, yahut da onun izin verdiği önemli kişilerin vazifesi olarak telakki edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in bu ibadetle ilgili âyetleri içine alan altmış ikinci sûresine Cum’a isminin verilmiş olması, İslâm’ın cumaya verdiği önemin kuvvetli bir işaretidir.
Müslümanların dinî hayatında olduğu gibi, siyasî ve içtimaî hayatında da büyük tesiri bulunan bu günün ve içinde yer alan ibadetin, bütün bunlar yanında, bazı özellikleri de bulunmaktadır:
(a) Cuma günü, farz ve nafile cinsinden çeşitli ibadetlere tahsis edilmiş bir gündür. Bu gün, yıl içindeki Ramazan ayı, ömür içindeki hac gibi hafta içinde bir ibadet günüdür. Bunun değerlendirilmesi, haftanın değerlendirilmesi demektir.
(b) Cuma, aynı zamanda bir bayram günüdür. Bayram günlerinde kurban ve sadaka vardır. Cumaya erken gitmek de, bu günün -kurban ve sadakası olarak kabul edilmiştir.
(c) Müslümanların hac için yaptıkları arefe toplantısı dışındaki en büyük ve en mukaddes toplantılarına vesile olan, peşipeşine üç defa terkedenin kalbi mühürlenen cuma namazı, bu güne mahsus bir ibadettir.
(d) Cumaya giden kimsenin her adımına, bir yıllık nafile namaz ve oruç sevabı vardır.
(e) Her cuma, sonraki cumaya kadar günahlara keffaret vesilesidir.
(f) Cuma günü içinde duaların kabul edildiği bir zaman (şâatu’l-icâbe) vardır. Bu zamanın, Hz. Peygamber devrinden sonra da devam edip etmediği, ediyor diyenlere göre günün belli bir zamanında olup olmadığı hususlarında çeşitli görüşler vardır. Cuma gününün belli bir zamanındadır diyenler, bu konudaki hadislerin delâlet ye işaretlerinden faydalanarak, çeşitli sonuçlara varmışlar ve böylece onbir tahmin ortaya çıkmıştır. Bunların içinde en kuvvetli olanları, “imamın minbere çıkmasından namazın kılınmasına kadar” ile “ikindi namazından sonra” şeklindeki görüşlerdir.
(g) Cuma günü, Kehf sûresini okuyana, uhrevî mükâfat vadedilmiştir.
(h) Cuma günü fukaraya yapılan yardım, diğer günlerde yapılandan daha ecirli ve sevaplıdır.
(i) Ahmed b. Hanbel’e göre, cuma günü -yalnızca cumayı seçerek- oruç tutmak mekruhken, Ebu Hanife ve Malik’e göre mekruh değildir.
(j) Hz. Peygamber (sav), cuma gününün
(k) Her zamankinden fazla cuma günü ve gecesi Hz. Peygambere (sav) salât-u selâm müstehap kılınmıştır.
(l) Allah Teâlâ cennette, cuma günleri şerefine, sevgili kullarının, kendisini ziyaretlerine fırsat bahşetmek için tecelli edecektir. Nakillere göre, bu tecellide, O’na en yakın olan, cumada imama en yakın olandır; bu tecelliye önce mazhar olanlar da cumaya önce gidenlerdir.
(m) Burûc sûresinde geçen, “Yıldızlarla dolu semaya, geleceğivaadedilen güne, şahitlik edene ve kendisi için şahitlik edilene yemin olsun” [266]âyetindeki vaadedilen gün, “kıyamet günü,” şahitlik eden “cuma günü,” şahitlik edilen de “arefe günü” olarak tefsir edilmiştir.
(n) Allah Teâlâ aylar içinde Ramazan’ı, geceler içinde Kadir Gecesini, yeryüzünde Mekke’yi, insanlar içinde Hz. Muhammed Mustafa’yı seçtiği gibi, günler içinden de cumayı seçmiştir.
İslâm ve müslüman Türkler’în tarihinde, dinî bayrapı günleri gibi; cumanın da müstesna bir yeri vardır. Fetihleri yeya cülûsları takiben hükümdar adına hutbe okunması ve para basılması, saltanat ve hakimiyetin birer sembolü olarak telakki edilmiştir.
Osmanlılarda, “cuma selâmlığı” adıyla anılan bu güne mahsus husûsî bir merasim vardır. II. Abdulhamit devrine kadar at ve bu devirden sonra araba ile bir camiye gelen padişah, burada maiyetiyle beraber cuma namazını kılar, sonra da halkın şikayet ve arzularına muhatap olurdu. Saraydan çıkarken, camiye girerken ve camiden çıkarken padişah alkışlanırdı. O zaman alkışlamak, el çırpmak şeklinde olmayıp alkışçıların yüksek sesle şunları söylemesınden ibaretti:
“Uğurun hayrola; yaşın uzun ola, yolun açık ola, saltanatına mağrur olma, padişahım senden büyük Allah var.”
İdmanlılar zamanında cumanın, ibadet ve o güne riayet için tatil günü olarak kabul edilmesi tanzimattan sonra başlamıştır. Ondan evvel, cuma günleri memurların cuma namazını kılabilmeleri için dairelerin uygun yerlerine mescid yapılmış ve minber konmuştur. Böyle bir yeri olmayan dairelerde çalışan memurlar da, yakın camilerde eumayı eda ederlerdi.
1924 tarihinde çıkarılan hafta tatili kanunu cumayı musevî, hıristiyan ve müslüman bütün vatandaşlar için tatil olarak kabul etti.
1935’te çıkarılan bir kanunla da hafta tatili cumartesi günü saat 13.00’ten başlamak üzere 36 saate çıkarılmış ve cumanın tatil günü olması terkedilmiştir. Son zamanlarda yapılan bir değişiklikle de hafta tatilinizin cuma günü mesai bitiminden sonra başlaması kararlaştırılmıştır.
Hırıstiyanlarda pazarın, yahudilerde cumartesinin tatil olması o güne mahsus dini merasim ve vecibelerin bir neticesidir. Türkiye’de yaşayanYahudilerin çoğu, resmen tatil olmadığı halde, işyerlerini tatil ederlerdi. Müslümanlarda istirahat ve yemekten fedakârlık ederek Cuma namazını kılmak için camilere koşarlar. Elimizde bir istatistik netice bulunmamakla beraber diyebiliriz ki Türkiye’de cuma günü camilerin topladığı cemaat ölçüsünde genç ve yetişkin insanları toplayabilen hadiseler çok nadirdir. Millî birlik ve beraberlik, halk eğitim: kalkınma seferberliği, salgın hastalıklar ve kötü alışkanlıklarla mücadele gibi çok önemli konularda, bu toplanmadan ve gönüllü dinleyişten, masrafsız olarak, azami istifadeyi sağlamak mümkündür. Ancak bunun için idarecilerle hatiplere önemli vazifeler düşmektedir:
İdareciler, her sınıf
halkın bu ibadeti rahatça ve huzur içinde eda edebilmeleri için cuma günü hiç
değilse
Hatipler de Hz. Peygamber’in sünnetlerinden ayrılmayarak hutbeyi ölçülü tutmalı, halkı bizar etmemelidir.
Hele zuhri âhiri kılmadan veya imamla beraber dua etmeden camiden çıkan müslümanı kınamanın İslâm’da yeri olmasa gerektir.
(a) Cumhur’a göre, cuma namazı, farzı ayındır, inkâr eden dinden çıkar. Cumanın farz olduğu kitap, sünnet ve icmâı ümmet ile sabittir:
(1) “Ey İnananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğunda Allah’ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. [269]
(2) Birçok hadisde cumanın farz olduğu ifade edildiği gibi, Hz. Peygamber’in tatbikatında, onun farz olarak uygulandığını görmekteyiz.
(3) Cumanın farz kılındığı günden beri büyük bir titizlikle kılınması icmâ meydana getirmiştir.
Bu görüşteki hukukçular, farz olma şekli konusunda görüş ayrılığı içindedir:
(1) Hanefî Mezhebi içinde cumanın farz olma keyfiyeti, -cuma başlıbaşına bir namaz kabul edilerek- değişik görüşlerle açıklanır:
(l.a) Ebu Hanife ve Ebu Yusufa göre, -mazeretli veya mazeretsiz- herkes hakkında farz olan aslında cuma namazıdır; ancak sağlıklı, mukim ve hür olan mazeretsiz kimse mutlaka cumayı kılmakla, mazeretli ise ruhsatı kullanmakla, yani cumayı kılarak da borcunu ödeyebilir.
(l.b) eş-Şeybanî’den, biri yukarıdaki gibi olmak üzere iki görüş nakledilir; ikinci görüşünde eş-Şeybanî’ye göre, mazeretli kimseye ikisinden biri farzdır, hangisini kılarsa kendisine o farz olur ve buna bağlı olarak borç düşer.
(l.c) Züfer’e göre, vaktin farzı cumadır,
(2) eş-Şafiî’ye göre, cuma eksik bir
Bu görüş, ayrılığının
uygulandığı nokta, cuma namazının tahrimesiyle
(b) Bir grup hukukçuya göre, cuma namazı farzı kifâyedir; bu görüş, bazı şafiî hukukçulara göre nisbet edilir.
(c) Malik’den nakledilen şâzz bir görüşe göre, cuma namazı sünnettir.
(d) Caferî Mezhebine göre, masum imam (devlet başkanı) bulunduğu takdirde, farzı ayındır.
Cuma namazıyla alakalı iki çeşit şarttan bahsedilir: Vücûb şartları ve sıhhat şartları; yani cumanın bir kimseye farz olması için aranan şartlar ve kılınan bir cuma namazının muteber olabilmesi için aranan şartlar.
Bu iki çeşit şart, diğerinden tamamen ayrı değildir. Bazı hususlar yalnız bir nevi şart içine girerken, bazıları her iki nevi içinde de yer almaktadır.
Bu şartların bir kısmı, Kitap ve sünnette açıklanmış olmayıp, çeşitli delâlet yolları ile müctehidler tarafından tespit edilmiş ve bu sebeple de herhangi bir hususun şart olup olmadığı mevzuunda görüş ve ictihad farkları meydana gelmiştir:
Cuma namazının farz olması için, beş vakit namazla ilgili şartlar, aynen geçerli kılınır.
İbn Rüşd, namazın genel şartlarına ek olarak erkek ve sağlıklı olmanın ittifak, yolculuk ve hürriyetin ihtilaf edilen şart olduğunu belirtir: [271]
DM’e ve Caferi Mezhebine göre, cumanın farz olması için erkek olmak şarttır:
(a) Hanefî Mezhebine göre, -kendisi hakkında cemaat meşru
olmadığından- kadınlar için efdal olan,
(b) Şafiî Mezhebine göre, müştehat (şehvet duyabilen) olunca, cuma veya diğer namazlara kadının katılması mekruhtur; müştehat olmayan yaşlı kadınların süslenerek gitmesi de mekruhtur. Yaşlı ve eski elbiseler içinde cumaya katılan kadınlara, bu mekruh değildir. Bütün bunlar için, velisinin izin vermesi ve cumaya ğiitmesi fitneye sebep olmaması şartları aranır. Bu şartlar gerçekleşmeden katılması haramdır.
(c) Maliki Mezhebine göre, yaşlı ve erkeklerin ilgi duymadığı kadınlar cumaya katılabilir, aksi halde katılmaları mekruhtur. Genç olur ve yol ve/veya camide fitneye sebep olacağından korkulursa haramdır.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, güzel olmayan kadınların cumaya katılması mubah, güzellerin katılması ise mekruhtur.
(a) Cumhur’a göre, cumanın farz olması için, hür olmak
şarttır. Bu sebeple, kölelere cuma farz değildir; ancak katılmaları
müstehâptır, kölelerin kıldığı cuma namazı
(b) Zahirî Mezhebine göre, kölelere de cuma namazı farzdır. Evzâî’ye; göre, mükâteb kölelere cuma farzdır. Bu ilk iki şartın aranması konusunda DM ve Caferi Mezhebi, ittifak halindedir.
Cuma’nm hem farz, hem de sahih olması için cuma kılınan yerde, yani şehir veya şehir hükmündeki yerde oturmak şarttır:
(a) Hanefî Mezhebinin müfta bih görüşüne göre, cuma kılman yere bitişik olan üç mil veya 5040 m. uzaldıktakilere de cuma namazı farzdır. Bazı hanefî hukukçular, şehir hükmündeki yeri, dörtyüz zira (arşın) olarak takdir eder.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cuma kılınan yer ve ezanın duyulacağı yerde oturanlara, cuma namazı farzdır. Şehir hükmündeki yerde oturanların sayısı, kırk olunca, cumayı kendileri kılar. Cumanın farz olması için bir yeri vatan edinmek şart değildir. Yalnız, cumanın in’ikadı için kırk kişi gerekir.
(c) Malikî Mezhebine göre, devamlı olarak oturulan şehir, köy vb. yerleşim merkezlerinin ve 3.3 mil (bir mil, üç km.’dir) çevrelerindekilere cuma namazı farzdır. Bu uzaklık, oturulan taraftaki camilerin minaresinden itibaren, böyle bir cami yoksa cuma kılınan camiden itibaren ölçülür. Cumanın farz olması için devamlı oturma niyeti, hem farz, hem sahih olma şartıdır. Cuma kılınacak yerleşim merkezinin şehir olması şart değildir. Göçebe hayatı yaşayanlara, cuma farz olmadığı gibi, kıldıkları da sahih olmaz.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, en az kırk kişinin devamlı ikamet ettiği yer ve bir fersah civarında oturanlara, cuma namazı farzdır. Göçebeler veya kırktan az kişinin oturduğu yerdekilere, cuma farz değildir.
Cuma Namazının Şartları
Farz Olmasının Şartları
Genel Şartlar Özel Şartlar Sahih Olmasının Şartları
1. İslam 1. Erkek 1. Hutbe
2. Akıl 2. Hürriyet 2. Cami
3. Bulûğ 3. Şehir veya o hükümdeki yerde oturmak a- Tek Cami
4. Mukim Olmak b- Herkese Açık
5. Mazeretli Olmamak 3. Cemaat
a- Ağır Hastalık veya Hastalığın Artması a- Sayı
b- Gözleri Görmemek b- Mükellefler
c- Kötürümlük c- Birinci Secde Sonuna Kadar
d- Bitkin İhtiyarlık 4. Yerleşim Merkezi
e- Kötü Hava Şartları 5. Vakit
f- Mal, Can ve Namus Korkusu 6. İmam (Resmî Vazifeli)
g- Haksız Yere Hapis ve Zulüm Korkusu
Şema 37: Cuma Namazının Şartları
(a) Cumhur’a göre, cumanın farz olması için, yolcu olmayıp mukim olmak (istîtân) şarttır:
(1) Şafiî Mezhebine göre, cuma günü fecirden sonra yola çıkan kimse, cumaya kadar gitmek istediği yere ulaşınca, cuma kendisine farz olur. Fecirden önce yola çıkınca farz olmaz. Bu konuda, yolun uzaklığı önemli değildir. Bu esasa bağlı olarak, cuma günü fecirden önce işyerine çalışmaya kendi yerlerinden gelen ezan sesini duymayınca cumaya mükellef olmazlar.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, bu konuda muteber olan uzaklık, yolcuyla cuma kılınan yer arasında bir fersah olmasıdır.
(3) Caferi Mezhebine göre, yolcuların cumayı kılması caizdir
ve sahihtir, kıldığı
(4) Bazı hukukçular, cuma kılınan yer ile cuma mükellefi arasındaki uzaklığı, belli ölçülere göre belirlemiştir: Bu uzaklık, Atâ’ye göre on mil, Zührî’ye göre altı mil, Rebîa’ya göre dört, Malik’e göre üç mildir.
(5) Zeydiye’den Zeyd b. Ali, Bakır, Müeyyid Billah’a göre, şehir dışında bulunanlara, cuma namazına gitme mecburiyeti yoktur.
(6) Abdullah b. Amr, Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik, el-Husenu’1-Basrî, Ata, Nâfi, İkrime, Hakem, Evzâî ve Yahya’ya göre, şehirden gündüzün sonu ve gecenin evvelinde ailesine dönüş imkânı verecek kadar uzaklıkta bulunanlara cumaya katılmak farzdır.
(b) Zahirî Mezhebine Zührî ile Nehai’ye göre, cumanın farz olması için, mukim olma şartı aranmaz. Böylelikle yolcular da cumayla mükellef olur.
(c) Zeydiye’den el-Hâdî’ye göre, ezaiiı duyacağından, konaklayan yolcuya da cuma namazı farzdır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, sağlığı yerinde olanlara, cuma namazı farzdır; ağır hastalar, hastalanma korkusu olanlar veya hastalığının iyileşmesinden gerçekten endişeli olmak gibi, mazereti olanlara, cuma namazı farz değildir. Fakat basit rahatsızlıklar bahane edilip cumaya gitmemek borcu düşürmez. Unutmamak gerekir ki, ibadetlerimizi, asla aldatılamayacak olan Allah’a yapıyoruz. Hastalık veya artma korkusu, güvenilir doktor veya tecrübe ile bilinir.
(b) ÜM’e göre hasta kimse ister binek; ister birinin taşımasıyla gittiğinde, hastalığının artması veya geç iyileşmesi gibi bir zararla karşılaşırsa, cuma kendisine farz değildir. Gidecek halde olur veya ödeyebileceği ücretle gitme imkânı olursa, cumayla mükellef olur. Kalkamayacak durumda olan bir kimse, -kendisini taşıyacak birini bulsa da- zarar görünce, cumayla mükellef olmaz.
(a) Hanefî Mezhebi içinde, bu konuda iki görüş bulunmaktadır:
(1) Ebu Hanife’ye göre, körlere cuma namazı farz değildir.
(2) Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, götürecek kimse olmayınca, gözleri görmeyenlere Cuma namazı farz değildir; kendiliğinden veya ücretle götürecek biri olunca farzdır.
Hanefî Mezhebi içinde benimsenen her iki görüşe uyulabilirse de, ihtiyata uygun olan ikinci görüştür.
(b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre de, kendiliğinden veya ücretle götürecek biri olunca, körlere cuma namazı farzdır.
Hanefî Mezhebi içinde benimsenen her iki görüşe uyulabilirse de ihtiyata uygun olan ikinci görüştür.
Kötürüm olanlara, -götürecek biri de olsa- cuma namazı farz değildir.
Gidişe veya camide durmaya müsaade etmeyecek derecedeki ihtiyarlıkta da, cuma namazı farz değildir.
Tehlikeli sıcak-soğuk, yağmur-çamur, rüzgâr ve fırtına gibi kötü hava şartlarıyla karşı karşıya olunca, cuma mükellefliği düşer.
Cumaya gidince can, mal ve namus emniyeti ortadan kalkarsa mükelleflik de düşer,
(a) Hanefî Mezhebine göre, haksız yere yakalanıp hapsedilmekten korkan kimseye, cuma farz değildir.
(b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, haksız yere zalimin zulmünden veya tecavüzünden korkana, cuma namazı farz değildir. Haklı yere böyle bir durum sözkonusu olursa mükelleflik düşmez.
(a) Cumhur’a göre, cuma namazı, yukarıdaki şartları taşıyan herkes tarafından, kılma hürriyeti ve imkânı bulunduğu takdirde, mutlaka kılınır.
(b) Caferi Mezhebine göre, hâkim (yönetim başındaki) masum imamın bulunması halinde, cuma namazı farzı ayındır. Masum imam bulunmadığı takdirde (gaybeti halinde), cuma ya da öğlenin kılınması seçeneklidir; efdal olan cumanın, ihtiyat öğlenin, daha da ihtiyatlısı hem cumanın, hem öğlenin kılınmasıdır. [279]
Cumayla mükellef
olmayıp ona katılanlardan çocuğunki nafile olarak sahih olur, delininki sahih
olmaz, diğerlerinin namazları ise
(a) ÜM’e göre, mükellefin İç ezanın okunduğu sırada cumaya katılmaya çalışması gerekir.
(b) Hanefî Mezhebine göre, zevalden sonraki cuma ezam okununca cumaya katılmak gereklidir.
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, -her ne kadar sahihse de- cuma ezanı sırasında alış-veriş haramdır.
(1) Hanefî Mezhebi ile Dahhâk, el-Hasenu’1-Basrî ve Atâ’ya göre, bu ezandan dış ezan ve namazın sonuna kadarlık vakti kastedilir.
(2) Şafiî Mezhebi-ise, bu ezandan, iç ezanını anlamaktadır; eş-Şafiî’ye göre, yasak, hutbe ezanından namaza kadar devam eder.
(b) Maliki Mezhebine göre, iç ezan sırasında alış-veriş yapılırsa bu alış-veriş fasid olur ve feshedilir. Bununla birlikte, satılan mal tüketilmişse, meselâ yenmiş veya kesilmişse, malın tutarı değişmişse akid geçerli olur, mebiin (satılan malın) akid günündeki değil, kabz (alınma) günündeki kıymeti ödenir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, iç ezan sırasında alış-veriş kesinlikle in’ikad etmez.
(d) eş-Şafiî’ye göre, cuma sırasında alış-veriş yapmak caizdir. Akidlerden sadece alım-satım akdi mi, yoksa diğerleri de mi yasaktır?
(a) Malik’ten, sadece alım-satım akdinin yasak olduğu, âzâd, boşanma, nikah vb.nin geçerli olduğu nakledilir.
(b) Malik’ten nakledilen bir başka görüşe göre, -illet (gereken) namazdan alıkoyma olduğundan- diğerleri de yasaktır, İbnu’l-Arabî, bu görüşün sahih olduğunu bildirir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, gitmeye engel bir mazereti olmadığı
halde, cumaya katılmayan kimsenin imamın
cumayı kıldırmasından önce kıldığı
(1) Kıldığı
(2) Namazdan sonra cumaya gittiğinde, imam namazı bitirmemişse, kıldığı
(3) Namazdan sonra
cumaya gittiğinde, imam namazı bitirmişse, kıldığı
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, mazeretsiz olarak
cumaya katılmayan cuma mükelleflerinin, günün
(c) Maliki Mezhebine göre, cumayla mükellef olup, namaza
mazeretsiz katılmayan kimse, cumaya gidince bir rekât yetişeceğini tahmin ettiği halde,
(d) Züfer’e göre, cumayla mükellef olduğu halde, evinde
(a) Hanefî Mezhebine göre, mazeretli olarak cumaya
katılmayanların, öğleyi cumadan sonraya bırakması sünnettir. Bundan önce
(b) ÜM’e göre, özrünün kalkacağını ümit eden mazeret sahibinin, öğleyi cumadan sonraya bırakması, kalkmasını ümit etmeyince ilk vaktinde kılması menduptur.
Cumayı mazeretli veya mazeretsiz kılmayanların, öğleyi cemaatle kılması caizdir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, cumayı kılamayanların, şehirde iseler öğleyi cemaatle kılması mekruhtur. Şehirde oturmayanlar ise, -kendileri için cuma namazının diğerlerinden bir farkı olmadığından- öğleyi cemaatle kılabilirler.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cumayı kılamayanların,
(c) Malikî Mezhebine göre, cumaya katılmaya engel
mazereti dolayısıyla katılmayanların
(d) Hanbelî Mezhebine göre, cuma namazını, mazeretsiz kaçıranların veya kendisine farz olmadığından dolayı katılmayanların, -fitne korkusu olmayınca- öğleyi açık cemaatle kılması efdaldir, aksi halde namaz gizli cemaatle kılınır.
Cuma günü yolculuğa çıkmak, doğru değildir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, vakit girmezden önce yola çıkmak caizdir. Birinci ezandan sonra, cuma namazı kılınıncaya kadar şehirden çıkmak, sahih görüşte mekruhtur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kendisine cuma farz olan kimsenin cuma günü fecirden sonra yolculuğa çıkması haramdır; ancak yolda cuma kılabileceğini tahmin ederse veya yolculuk, savaş, vakti daralmış olup kaçmasından korkulan hac gibi vacip bir yolculuk, ya da kafileden ayrılmayla zarar göreceğini tahmin edip zarurî yolculuk yapmakta, haramlık sözkonusu değildir. Fecirden önce yola çıkmak mekruh olmaz. (Bu görüş, eş-Şafii’den, zeval sonrası için nakledilmiştir, zeval öncesi için yasak veya serbest görüşlerinin ikisi de nakledilir.)
(c) Malikî Mezhebine göre, yolda cuma namazına yetişemeyecek kimsenin cuma günü fecirden sonra yola çıkması mekruh, yetişebilirse ve fecirden önce yolculuk caizdir. Zevalden sonra, zaruretsiz olarak -ezandan önce bile olsa- yola çıkmak haramdır.
Yolda cuma kılabileceğini tahmin edince, her iki durumda da yolculuk caizdir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, kendisine cuma farz olan bir kimsenin, -bir zararla karşılaşmadıkça- zevalden sonra yola çıkması haramdır. Zevalden önce yola çıkmak mekruhtur. Bu son şekildeki yolculuk da, yolda namaz kılmayınca haram veya mekruh olabilir.
(a) ÜM’e ve Caferi Mezhebine göre,
(b) Hanbelî Mezhebine göre, cuma namazının başlama vakti, güneşin yükselmesinden itibaren, bayram namazının başlama vaktidir, ancak efdal olan, zevalden sonra kılmaktır; zeval vaktinde ise, cuma namazı kılınmaz.
(a) ÜM’e göre, cuma namazının vakti,
(1) Hanefî Mezhebine göre, namazın bütünüyle bitirilmesinden önce vaktin çıkmasıyla, cuma namazı bâtıl olur.
(2) Şafiî Mezhebine
göre, ancak kılınacak kadarlık bir zaman
kaldığında namaza başlayıp,
uzaması sebebiyle vaktin çıkması halinde namaz bozulmaz,
(3) Hanbelî Mezhebine göre, cumaya son vaktinde başlanınca, namaz yine cuma olarak tamamlanır.
(b) Malikî Mezhebine göre, cuma namazının vakti, güneş batana
kadar devam eder. Bu durumda, namaza hutbe ve bir rekât kılınacak kadarlık
bir zaman kalınca başlanmaz.
(c) Caferî Mezhebine göre, cumanın vakti insanların gölgesi iki ayak oluncaya kadar sürer.
Cuma namazının rükünlerinin, hutbe ve iki rekât namaz olduğu, Cumhur’un görüşüdür; ancak hutbe konusunda küçük bir görüş ayrılığı bulunmaktadır: Cumhur’a göre, hutbe, namazın hem şartı, hem rüknüdür; bir grup hukukçuya ve İbnu’l-Mâcişûn’a göre hutbe cuma namazının farzı değildir,
İslâm dünyasında bugün
cuma namazı kılmak üzere camiye giden müslümanların, iki rekâtten onaltı rekâte
kadar namaz kıldıkları görülmektedir. Bazı ülkelerde, cuma namazından sonra,
cemaat halinde
(a) el-Hasenu’1-Basrî, Mekhul, eş-Şafiî, İshak b. Raheveyh ve Ebu Sevr’e göre, katip, hutbe okurken dahi, camiye gelen kimsenin kısaca iki rekât namaz kılması sünnettir.
(b) Ebu Hanife, Malik, Sevrî ve Zeydiye’nin Hâdeviye koluna göre ise bu sırada namaz kılmak mekruhtur.
İki tarafın delillerini inceledikten sonra, Şevkâni, bu iki rekat namazın, hatip hutbedeyken dahi kılınmasının sünnet olduğu görüşünü tercih etmiştir.
Henüz hatip, hutbede değilken bu iki rekâtı kılmanın sünnet olduğu ittifakla kabul edilmiştir.
Cuma namazının farzından önce ve tahiyyetu’l-mescidden başka, sünnet olarak kılınacak bir namazın bulunup bulunmadığı konusunda ihtilaf vardır:
(a) Hanefî, Maliki ve Şafiî Mezheplerine göre, cumadan önce namaz vardır, ancak bunun zevalden sonra kılınması gerekir:
(1) Hanefî Mezhebine göre, bu namaz, dört rekât olarak kılınır.
(2) İkinci gruptaki hukukçulara göre, dört rekât kılınacağı rivayeti sağlam değildir, sadece namaz kılmak teşvik edilmiştir.
Delilleri bakımından bu son görüş, daha kuvvetli görünmektedir.
(b) İbnu’l-Kayyım başta olmak üzere, bazı müctehidlere göre, cumanın farzından önce namaz yoktur. Çünkü Hz. Peygamber, mescide gelince, doğru minbere çıkar ve ezanı dinler, hutbeye başlardı; farzdan önce, böyle bir namaz kıldığı vaki değildir.
Cumanın farzı iki rekât olup, cemaatle kılınır; bu konuda ihtilaf yoktur.
Hz. Peygamber’in, cumanın farzından sonra kaç rekât namaz kıldığı ve kaç rekât namaz kılınmasını istediği konusunda, çeşitli rivayetler vardır ve bu rivayetlerde geçen rekât sayısı iki, dört ve altıdır:
(a) Hanefî Mezhebi içinde, bu konuda, iki görüş bulunmaktadır:
(1) Ebu Hanife’ye göre, cumanın son sünneti dört rekâttır.
(2) Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, cumanın son sünneti, altı rekâttir; bu altırekâtin dördü bir selâm, diğer ikisi de bir selâmla kılınır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cumanın son sünneti, dört rekât olup iki selâm da kılınır.
(c) Maliki Mezhebine göre, cumanın son sünneti dört rekâttir.
(d) Hanbelî Mezhebi ise rivayetlerin hepsini değerlendirerek iki, dört veya altı rekât kılınabildiği gibi, hiç kılınmasa da olur görüşündedir.
(e) Bazı muhakkik âlimler (meselâ İbnu’l-Kayyim ve Şevkani), bu konudaki çeşitli rivayetleri tetkik ettikten sonra, şu neticeye varmışlardır: Camide kalınırsa dört, evde kılınırsa iki rekâttir.
(f) Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş’arî, Atâ, Mücahid, Humeyd b. Abdirrahman ve Sevrî’ye göre, cumanın son sünneti altı rekâttır.
Yukarıda belirtilen namazlardan başka, cumanın son sünnetinden sonra bazı kimselerin zuhr-i âhir adıyla dört, vaktin sünneti adıyla da iki rekât daha namaz kıldıkları görülmektedir. Belirtilen namazlar dışında, vaktin sünneti diye bir namaz yoktur.
Zuhr-i âhirden maksat,
cuma kılınmış olduğu halde, -şayet sahih olmamışsa- mükelleflere farz olan ve
cuma sahih olmadığı için üzerlerinden düşmemiş kabul edilen o günkü
Şartlarındaki ihtilaf dolayısıyla cumanın sahih olmaması ihtimaline dayanarak zuhr-i âhiri kılmanın hükmü nedir? Yani bu namazı kılmak farz mı, sünnet mi, mekruh mu, bid’at ve memnu mudur? Bu konudaki görüşler, iki grupta toplanır:
Bunlar da, kılınmasında birleşmekle birlikte, farz mı, sünnet mi, ihtiyat mı olduğu konusunda farklı kanaatler ileri sürmüşlerdir. Hepsinin hareket noktası, bir şehir ve büyük köyde, birden fazla camide cumanın sahih olmaması ihtimalidir:
(a) eş-Şafiî, “bir şehirde, iki veya daha fazla yerde cuma kıhnmışsa, önce kılanların cuması sahihtir, sonra kılanların cuması bâtıldır ve öğleyi yeniden kılmaları farzdır” görüşünü belirtmiştir. Ona göre hangisinin önce kılındığı belli değilse, hepsinin öğleyi yeniden kılmaları gerekir.
eş-Şafiî’den sonra
gelen ve ona tâbi olan şafiî müctehid ve fakihlerin, yukarıdaki hükmün, ihtiyaç
olmadığı halde, cumanın birden fazla camide kılınmış olmasına ait olduğunu,
şayet caminin mükelleflere göre küçük olması gibi bir mazeret varsa, birden
fazla camide kılınabileceğini, böyle olunca da
Hanbelî Mezhebinin görüşü de Şafiî Mezhebindeki gibidir.
Bugün hemen her şehir ve büyük köydeki -cumayı kılsın kılmasın- namazla mükellef olanları bir cami almayacağına göre kılınan cuma namazı, Şafiî Mezhebine göre, de sahihtir ve öğleyi kılmak farz değildir.
(b) Hanefî hukukçulardan bazılarına göre, birden fazla camide veya köyde kılınan cumanın sahih olmasında şüphe bulunduğu için, ihtiyaten, cumadan sonra, herkesin kendi başına şu niyetle bir namaz kılması iyi olur: “Vaktine yetiştiğim halde henüz eda etmediğim veya henüz üzerimden düşmeyen son farzı yahut son öğleyi (zuhr-i âhiri) kılmaya niyet ettim” İşte bu namaz, zuhr-i âhir denen namazdır, dört rekâttir, birinci oturuşta tahiyyat okunur, dört rekâtte de Fatiha’dan sonra zamm-ı sûre okunur.
(c) Caferî Mezhebine göre, masum imamın bulunmaması halinde, hem cumanın, hem de öğlenin kılınması en ihtiyatlı davranıştır.
Şüphe varsa bu namaz kılmak vacip, yoksa menduptur.
Zuhr-i âhiri
savunanları delilleri, şüphe ve ihtiyattır. Aslında şafiî hukukçular ihtiyaç
sebebiyle birkaç camide kılınan cumanın sahih olduğunu kabul etmektedirler.
Hanefî Mezhebinde sahih ve tercihe şayan görülen mütalaa da birkaç camide
kılınan cumanın sahih olduğudur; hatta bu mezhep, ihtiyacı da şart koşmamıştır.
İşte buna rağmen, madem ki “sahih olmaz” diye de bir görüş bulunmaktadır ve
madem ki bu görüşe göre cumanın sahih olması şüphelidir, şu halde ihtiyaten
Bu gruptaki hukukçular
şüphenin ibadeti ifsad edeceğinden hareket ederek, zuhr-i âhiri kılmak mekruh
olur görüşündedir. Bunlara göre, cuma gibi mübarek ve çok sevaplı bir ibadeti
eda edenler, Kbu namaz, şu ihtilaf sebebiyle belki sahih olmamıştır”
şüphesiyle, son
Bu görüşü, İbn Nuceym (ö. 970/1563) el-Bahru’r-Raik’ta ileri sürmüş, Alauddin el-Haskefi (ö. 1088/1677)’de ed-Durru1-Muhtar’ da benimseyerek nakletmiştir. Bu görüşü benimseyerek nakledenler arasında, M. Zihni Efendi [286] ile Şam allâmesi Cemaluddin el-Kasımî [287] de bulunmaktadır. İbn Abidin de, el-Makdisi’ye uyarak şöyle demiştir:
“Eğer bu namazı kılmak, böyle bir yanlış anlamaya ve fesada sebeb olursa açıkça kılınmamalıdır; havas (bilenler) bunu evinde kılmalıdır.” [288]
İkinci gruptaki
hukukçular, bid’at esasından yürüyerek, zuhr-i âhirin kılınmasını yasaklamış ve
günah saymışlardır. Şevkanî, M. Şemsuddin el-Azim abadı, Cemaîuddin el-Kasımî,
Mustafa el-Galâyinî, Ali eş-Şebramellisî, M. Reşid Rıza gibi zevatın içinde bulunduğu
bu grubun delilini şöylece özetlemek mümkündür: “Bâtıl olduğunu bilerek, cuma
namazı kılmak haramdır; cumanın sahih olduğuna
inanılıyorsa,
Karşılıklı olarak görüşler değerlendirilirse, zuhr-i âhirin kılınmasının gereksiz olduğu sonucuna varılır:
(a) Fıkhın ibadetler, muamelât ve ukubâta dair her bölümünde, müctehidlerin sayısız ihtilafı, ictihad ve görüş farkı vardır. Müslümanlar -şayet bizzat ictihad edecek kadar âlim değilseler- bu ictihadlardan birine uymakla mükelleftirler. İctihadlarına veya tâbi oldukları müctehide (mezhebe) göre, yaptıkları ibadet sahih ise, artık başka bir mezhebe göre sahih olmaması onları ilgilendirmez ve ibadetlerine zarar vermez. Üzerinde ihtilaf edilmiş binlerce meselede bir müctehide tâbi olarak ibadet ederken, sadece cuma namazında ihtilafı gözönüne alarak ihtiyata riayet etmeye kalkışmak lüzumsuz bir davranıştır.
(b) Her bid’at, bir sünneti öldürür. Bu zuhr-i âhir sebebiyle, cumanın farzından sonra kılınacak namaz arttırıldığı için, halk cumanın son sünnetini de terketmeye başlamıştır. Halbuki farzdan sonra sadece iki veya dört rekât namazın sünnet olduğu anlatılsa ve tatbikat da buna göre olsa, bu sünneti yerine getireceklerin sayısı artacaktır.
(c) İhtiyata ancak faydalı olduğu zaman riayet edilir. Yola çıkacak adam, belki yolda yiyecek bulamam diye bir oturuşta ihtiyaten üç öğünlük yemek yese, ihtiyaten doktorun tavsiyesinden fazla ilaç alınsa zararlı olur. Allah ve Rasulü müslümanları ne ile mükellef kılmışsa onları yerine getirmek, buna bir şey ilave etmekten kaçınmak ihtiyatın ta kendisidir.
Cuma namazı
aynen
Cuma namazının kıraati açıktan yapılır. Hz. Peygamber ilk rekâtte Cum’a, ikincide Munafikun veya birincide A’lâ, ikincide Gaşiye sûrelerini okurdu.
Caferi Mezhebine göre, cuma namazının kıraatini açıktan yapmak, birinci rekâtte Cum’a, ikincide Munâfikûn sûresini okumak müstehaptır; cuma namazında iki kunût vardır, ilki birinci rekâtin rükûundan önce, öteki ikinci rekâtin rukûundan sonradır.
İmamın abdesti, hutbeden sonra ve fakat namazdan önce bozulursa, hutbenin tamamını veya bir kısmını dinlemiş birini istihlâf etmesi caizdir; aksi halde caiz değildir, böyle biri istihlâf edilmezse, cuma değil, öğleyi kıldırır. Cuma namazında böyle bir durum olunca kendiliğinden imamete geçilmez, ancak kadı veya onun seçtiği biri geçebilir.
Yolcu ve kölenin, cuma namazı için istihlâf edilmesi, Züfer’e göre caiz değildir.
Cuma namazının sahih olma şartları; hutbe, cami, cemaat, şehir, vakit içinde ve imamla kılmaktır:
Cuma ve bayram namazlarında, cumada namazdan önce, bayramda namazdan sonra hatibin minbere çıkıp Cenab-ı Hakk’a zikir ile günün şartlarına uygun olarak bir konu hakkında dinî ve sosyal yönden aydınlatıcı bilgiler verdiği konuşmaya Hutbe denir.
Cumhur’a göre hutbe okumak farzdır; bir grup hukukçuya göre farz değildir.
Hutbe okumanın farz olduğu, Cum’a: 62/9 âyetindeki “zikrullah” tabirinin, hutbe olarak tefsir edilmesiyle ortaya çıkar.
Cuma ve bayram namazlarında okunan hutbeler, iki kısımdan meydana gelir:
Hatibin minbere çıkarak aydınlatıcı bilgiler verdiği kısım. Birinci Hutbe adını alır.
Müslümanlara dua yapılan hutbe kısmına da, İkinci Hutbe denmektedir.
Her iki hutbede de, Allah’ın varlığına ve birliğine; Hz. Muhammed’in peygamberliğine şehadet vardır.
Okunan hutbenin, bazı rükünleri ve sünnetleri ile geçerli olma şartları vardır:
Bu konudaki görüşler, iki temel noktada toplanmaktadır:
Hanefî Mezhebine göre, hutbenin tek rüknü vaçdır: Azı ve çoğu içine alan mutlak mânâda zikir. Sadece el-Hamdu Lillâh, Subhânellah, La İlahe İllallah demekle de rükün yerine gelmiş olur; ancak hutbede sadece bu kadarla yetinmek tenzihen mekruhtur. Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, zikrin, örfen hutbe denecek şekilde uzunca olması gerekir.
(a) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, hutbenin rükünlerinden biri, Allah’ı hamd kökünden bir kelimeyle ve Allah adıyla zikretmektir. Bu rükün, her iki hutbe için de geçerlidir.
(b) Caferi Mezhebine göre her iki hutbede de hamd’in (tahmîd) bulunması şarttır. İhtiyat, bundan sonra senanın da bulunmasıdır.
(a) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, her iki hutbede de, Hz. Peygamber’e salât kökünden kelimelerle salavât okumak, bir rükündür. Salât okurken, zamir kullanılmaz; Hz. Peygamber’in herhangi bir ismi okunabilir.
(b) Maliki Mezhebine göre salât okunmayan hutbeyi, yeniden okumak menduptur.
(c) Caferi Mezhebine göre, hamd-u senadan sonra, ihtiyaten birinci, kuvvetli olarak ikinci rekâtte, Hz. Peygamber’e ve ailesine salât-u selâm getirilir. Evlâ ihtiyat, bundan sonra, imamlara da salât okumak.
(a) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, her iki hutbede de -kullanılan kelimeler takva kökünden gelmese de takva öğütlemek rükündür. Sadece dünyanın aldatıcı olduğunu söyleyip, tâate teşvik etmeden hutbe okumak sahih olmaz.
(b) Caferi Mezhebine göre, ihtiyaten ikinci, kuvvetli olarak birinci hutbede takva öğütlenmesi gerekir.
(a) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, hutbelerden herhangi birinde, âyet okumak rükündür. Âyeti, birinci hutbede okumak uygun düşer. Okunan âyetin tam veya uzun bir âyetin bir kısmı olması gerekir.
(b) Caferî Mezhebine göre, ihtiyaten birincide, kuvvetli olarak birincide, küçük bir sûre okunur.
Şafiî Mezhebine göre, özellikle ikinci hutbede, bütün mü’minlere dua etmek hutbenin bir rüknüdür. Dua, dünyevî olabilirse de, uhrevî olması uygundur.
Maliki Mezhebine ve Sıddık Hasen Han’a göre, hutbenin bir rüknü vardır: Mü’niinlere müjdeli veya sakındırıcı bir söz söylemek.
Caferî Mezhebine göre, hatîb, hutbede müslünıanlann dinî ve dünyevî yararlan konusunda konuşmalıdır. Dinleyicilere, İslâm ülkelerinde, müslümanların gelecekleri ve diğer milletlerle ilişkileri, sömürgeci yabancı devletlerin müdahalesinden sakındırma çerçevesine giren siyasî ve iktisadî işler gibi, din ve dünyalanyla ilgili olarak meydana gelen olayları müslümanlara haber verir. [293]
Rükün |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
Mutlak Zikir |
Rükün |
|
|
|
Hamd |
- |
Rükün |
|
|
Salât |
- |
Rükün |
|
|
Takva Öğütleme |
|
Rükün |
|
|
Ayet Okumak |
- |
Rükün |
|
|
Mü’minlere Dua |
- |
Rükün |
|
|
Tahzir ve Tebşir |
- |
- |
Rükün |
- |
Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, âyet dışındaki rükünler, her iki hutbe için de geçerlidir.
DM’e göre de, hutbenin, namazdan önce okunması şarttır. Hutbe, vakit girmezden önce okunur, namaz vakit içinde kılınırsa, hutbe sahih olmaz.
Caferî Mezhebine göre, hutbelerin zevalden önce okunması caizdir, ihtiyat zeval sırasında okunmasıdır.
(a) ÜM’e göre, hutbenin sahih olması için, her iki kısmının da mutlaka namazdan önce okunması gerekir.
(b) Maliki Mezhebine göre, namazdan sonra hutbe okunursa, sadece namaz iade edilir, hutbeler sahihtir. Bu durumda, namaz gecikmesiz ve camiden çıkmazdan önce kılınır. Namazın iadesi, çıkıştan sonra veya örfen uzun zaman geçtikten sonra olursa hutbelerin de iadesi gerekir.
(c) Caferi Mezhebine göre, hutbenin namazdan önce okunması gerekir. Namaza başlanırsa, bâtıl olur; namaz hutbelerden sonra kılınır. Zahir olan, bilmeden veya unutarak olunca, iade edilmeyişleridir. Hatta, kasıtsız ve bilgisiz olarak namaz önce kılınırsa, namazın iadesinin gerekmeyeceği de uzak değildir.
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, hutbe, hutbe niyetiyle okunur, böyle bir niyet olmadan hutbe sahih olmaz.
(b) Şafiî ve Maliki Mezheblerine göre, hutbenin sahih olması için, niyet şart değildir. Şafiî Mezhebi, hutbeden ayrılmamayı da şart koşar. Bu sebeple, hutbe okurken, hatip, aksırır ve el-Hamdu lillâh derse, hutbe bâtıl olur.
(a) Hanefî Mezhebine göre, hutbeyi dinleyecek cemaatin, kendisiyle cuma sahih olacak bir kişi olması gerekir.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, hutbeyi dinleyeceklerin sayısı, kırk olmalıdır.
(c) Malikî Mezhebine göre, hutbeyi oniki kişinin dinlemesi gerekir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, hutbenin iadesi için, kesinti sebebininin yabancı bir şey olması gerekir. Kaza namazının kılınması, nafile için tekbir almakla -iadesi evlâ ise de- hutbe bâtıl olmaz. Cuma namazı bozulur ve iade edilirse, hutbe bâtıl olmaz.
(b) Şafiî Mezhebine göre, hutbenin rükünlerinin ve rükünlerle namazın aralıksız yerine getirilmesi gerekir. Bu konudaki aranın ölçüsü, iki hafif rekâttir, Sebep vaaz olmayınca, bundan fazla ara vermekle hutbe bâtıl olur.
(c) Malikî ve Hanbelî Mezheblerine göre, örfen az olan ara verme bağışlanır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, -cemaat Arap olsun veya olmasın-Arapça dışındaki dillerde hutbe okumak caizdir. Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, iyi bilince, hutbenin Arapça okunması gerekir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, hüküm, cemaatin Arap olup olmayışına göre değişir: Arap cemaate okunan hutbenin rükünlerinin Arapça olması şarttır; öğrenme imkânı varken başka dilde okumak yeterli olmaz, imkân yoksa başka dilde de hutbe okunabilir. Yabancı olanların hutbenin rükünlerini mutlaka Arapça okuması gerekmez. Bu durumda âciz olmayınca, sadece âyet Arapça okunur; dua ve zikirden de âciz kalınca, âyet okuyacak kadar sessizce durulur, tercüme okunmaz. Hutbenin rükünleri dışındaki unsurlarını Arapça okumak şart değildir.
(c) Malikî Mezhebine göre, -cemaat Arapça bilmeyen yabancılar da olsa- hutbenin Arapça okunması şarttır. Hutbeyi okuyacak kadar Arapça bilen biri bulunmazsa, cuma mükellefliği düşer.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, gücü yeterse, hatibin Arapça hutbe okuması şarttır. Arapça’yı iyi bilmeyince -cemaat Arapça bilsin veya bilmesin- hatip başka dilde hutbe okur. Hutbenin rüknü olan âyetin ise, mutlaka Arapça okunması gerekir. Bundan âciz olunca, Arapça herhangi bir zikir okunur, bunu da okuyamayınca âyet okuyacak kadar susulur.
ÜM’e göre böyle bir şart aranmazken, Malikî Mezhebine göre, hutbenin cami içinde okunması şarttır.
Malikî ve Hanbelî Mezheblerine göre, hutbenin Araplarca hutbe olarak adlandırılabilmesi şarttır.
Şafiî Mezhebine ve Ebu Yusuf’a göre, hatibin hadesten ve necasetten temizlenmesi ve setri avreti sağlamış olması gerekir.
(a) Şafiî Mezhebine göre, gücü yetince, hutbeyi ayakta okumak şarttır; gücü yetmeyenler, oturarak hutbe okuyabilir.
(b) Malikî Mezhebine göre, hutbenin ayakta okunması şarttır; bazı malikî hukukçulara göre ise, hutbeyi ayakta okumak sünnettir.
(c) Caferî Mezhebine göre de, hatibin hutbe sırasında ayakta olması, tek imam ve hatibin bulunması gerekir.
Hanbelî Mezhebine göre, hatibin, cuma mükellefi olması gerekir. Yolcu -ikamete niyet etse bile- ve kölenin hutbe okuması sahih değildir.
Şafiî Mezhebine göre, iki hutbe arasında biraz oturmak şarttır:
(a) Hutbe mazeret sebebiyle oturarak okunursa, iki hutbe arasında biraz susulur,
(b) Mecburen ayakta ve oturamıyorsa, iki hutbe arasında yine susulur.
(a) Hanefî Mezhebine göre, duymaya engel bir durumu olmayınca, hazır bulunanların hutbeyi duyması şarttır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, hutbenin rükünlerini, kendileriyle cuma sahih olacak kırk kişinin duyacağı kadar yüksek sesle okumak şarttır; cemaatin fiilen duyması gerekmez, sadece duyabilme imkânı yeterlidir.
(c) Malikî Mezhebine göre, hutbenin sahih olma şartlarından biri de, yüksek sesle okunmağıdır. Cemaatin duyması ve kulak vermesi, -her ne kadar kendileri için vacipse de- hutbenin sahih olması için gerekli değildir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, hutbenin cuma sahih olacak sayıda kişinin duyacağı kadar yüksek sesle okunması şarttır. Bu sayıda kişi, herhangi bir sebeple hutbeyi duymazsa, -maksadı ortadan kalkacağından- hutbe sahih olmaz..
(e) Caferi Mezhebine göre, kuvvetli olmasa bile, ihtiyat, hutbede sahih olma şartı olan sayıya duyurulacak şekilde sesi yükseltmektir. Zahir olan, sessiz okunmasının caiz olmayacağıdır. Hatibin hazır olanların duyacağı şekilde yükseltmesi gerekir, hatta bu ihtiyattır. Cemaat çoğaldığı takdirde, özellikle önemli, meselelerde öğüt ve tebliği duyurmak için hoparlörle hutbe okunmalıdır,
Şafiî Mezhebine göre, imamın erkek, imamlığının da sahih olması gerekir. İlim ehli olunca, imamın farz ve sünneti birbirinden ayırması, böyle biri olmayınca hiç değilse farzı sünnet bilmemesi gerekir.
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, hutbenin kısa olması sünnettir:
(1) Hanefî Mezhebine göre, tıvalı mufassal denen sûrelerden birisinden daha uzun olması mekruhtur.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, birinci hutbe, ikinciden daha uzun olur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, hutbenin ne uzun, ne kısa olmayıp, orta seviyede olması sünnettir.
(c) Malikî Mezhebine göre, hutbeleri kısa okumak sünnet değil, menduptur. İkinci hutbe, birinciden kısa olur,
Hanefî Mezhebine göre, birinci hutbeye euzu-besmele çekerek başlamak sünnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, bunları ve verilen bilgileri sesli okumak sünnettir.
(b) Malikî Mezhebine göre, her iki hutbeye de hamd ve sena ile başlayıp, sonra salât okumak sünnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, birinci hutbede âyet okumak sünnettir.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, birinci hutbede âyetin okunması rükündür.
(c) Malikî Mezhebine göre, birinci hutbeyi âyetle bitirmek sünnettir. İkinci hutbenin ise Yağfirullahu Lena ve Lekum (Allah bizi ve sizi bağışlasın) veya Uzkurullahe Yezkurkûm (Allah’ı anın ki o da sizi ansın) ile bitirilmesi sünnettir. Her iki hutbede de, takva emri ve bütün mü’minlere dua okunur, sahabe için rıza istenir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, devlet büyüklerinin zafer ve başarısı için dua. etmek, -halkın maslahatına olduğundan- menduptur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, devlet adamlarının salâhı ve halka yardım için dua etmek sünnettir. Salavâtlar ise çokça tekrarlanır.
(c) Malikî Mezhebine göre, düşmana karşı zafer ve İslâm’ın yüceltilmesi için devlet başkanına dua müstehap, adalet ve ihsan için dua caizdir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, müslümanlara dua etmek sünnettir. Devlet başkanı, kendi soyu veya babasına dua etmek mubahtır.
Hutbede Raşid Halifeler ve Hz. Peygamber’in iki amcasının anılması, iyi karşılanmış bir âdettir. Daha sonra Emevîler, hutbede Hz. Ali ve bazı sahabeye sövüp sayardı. Ömer b. Abdilaziz bu çirkin âdeti kaldırarak, mezkur sahabeyi dua ve hoşnutluk ile andı.
Devlet başkanına dua konusunda haddi aşmamak, tabasbus (yağcılık, dalkavukluk) yapmamak, lâyık olmadığı vasıfları söylememek şartıyla dua etmenin uygun olacağı, onun iyiliğinin idaresindeki müslümanların da iyiliği olacağı yukarıdaki görüşlerden çıkarılabilir.
(a) Şafiî Mezhebine göre, hutbenin anlaşılır olması sünnettir.
(b) Malikî Mezhebine göre, cemaatin duyması için sesi yükseltmek menduptur. İkinci hutbede ses birinciden daha az yükseltilir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, sesi mümkün olduğu kadar yükseltmek sünnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, hatibin abdestli olması ve necasetten temizlenmesi sünnettir. Buna aykırı hutbe okumak, kerahatle sahihtir. Cünüp kimse hutbe okuduysa, -ara uzamayınca- iade etmek menduptur.
(b) Şafiî Mezhebi ve Ebu Yusuf’a göre, hatibin hadesten ve necasetten temizlenmesi ve setri avreti sağlamış olması şarttır.
(e) Malikî Mezhebine göre, her iki hutbede de temizlik müstehaptır.
Hutbeye başlamazdan önce, hatibin minberde oturması stinnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, hatibin hutbeye çıkınca cemaate selâm vermesi mekruhtur.
(b) ÜM’e ve Evzaî’ye göre, hatibin bu şekilde selâm vermesi sünnettir:
(1) Şafiî Mezhebine göre, özel yerinden çıkınca minberin yanındakilere, kapıdan girince herkese selâm verir. Hutbeye çıkınca selâm vermek sünnettir, cemaatin bu selâmı alması vaciptir.
(2) Malikî Mezhebine göre, hutbeye selâmla başlamak aslında sünnettir, fakat çıkarken selâm verilmesi menduptur. Selâmın minbere çıkışa geciktirilmesi mekruh olur, hatta bu durumda cemaatın verilen selâmı alması gerekmez.
(3) Hanbelî Mezhebine göre, hem cemaatin huzuruna, hem de minbere çıkınca selâm verilir.
(a) Hanefî Mezhebine göre hutbenin ayakta okunması sünnettir, aykırı davranmak hutbenin kerahetle sahih olmasına sebep olur.
(b) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, hutbenin ayakta okunması şarttır.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, hutbenin ayakta okunması sünnettir.
Hutbenin cemaate dönerek okunması, sünnet davranışlardandır.
Hanefî Mezhebine göre, hatibin özel yerinde veya o tarafta oturması sünnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, hutbeyi, savaşla alınan yerlerde sol elindeki kılıca dayanarak okumak sünnettir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, sol elde kılıç veya değnek bulunarak, sağ elle de minberi tutarak hutbeyi okumak sünnettir.
(c) Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, her iki hutbede de değnek vb. ne dayanmak sünnettir.
Hanefî Mezhebine göre, biri hutbenin sahih olma şartı olmak üzere, iki hutbe okunması sünnettir.
(a) ÜM’e göre, iki hutbe arasında üç âyet (bazı maliki ve hanbelî hukukçulara göre İhlas sûresini) okuyacak kadar oturmak sünnettir. Buna aykırı davranmaksa isâettir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, iki hutbe arasında oturmak sahih olma şartıdır.
(a) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, hutbeyi minberde okumak sünnettir. Minber bulunmazsa yüksekçe bir yerde okunur. Minberin caminin sağ tarafında bulunması sünnettir.
(b) Malikî Mezhebine göre, hutbenin minberde okunması menduptur. İhtiyaç olmayınca en yüksek yerine çıkmak doğru değildir, evlâya aykırıdır. Hutbeyi cemaate nereden daha iyi duyuruyorsa o kadar yükseğe çıkarak okur.
Hanbelî Mezhebine göre, hutbenin bir kâğıda yazılmış olarak okunması sünnettir.
Caferî Mezhebine göre, evlâ olan, masum imamların bazı hutbelerini seçip okumaktır.
Şafiî Mezhebine göre, duyan cemaatin, hutbe okunurken susması sünnettir. Duymayanlar için, zikir yapmak mendup olur. Zikrinde efdali Kehf sûresini ve Hz. Peygamber’e salavât okumaktır.
Şafiî Mezhebine göre, cemaatten birinin hatip huzurunda (minberin önünde) ezan okuması sünnettir. Minaredeki ezan ise cemaatin toplanması ona bağlı olunca sünnet olur.
(a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, hutbenin sünnetlerinden birinin terkedilmesi mekruhtur.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, terkedilen sünnetlerin bir kısmı mekruh, bir kısmı da evlâya aykırıdır:
(1) Şafiî Mezhebine göre, mekruh olanı, hutbe okunurken konuşması, iç ezanı topluca okumak; evlaya aykırı olanı ise, hutbe okunurken ihtiyaç duymaksızın gözleri yummaktır.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, hatibin hutbe okurken cemaate sırtını dönmesi ve duada sesi yükseltmek, mekruh davranışlardandır.
Hutbeden önce Ahzab: 33/56 âyetini okunur, hayır ve hasenat sahiplerine, özellikle camiyi yaptırana ve müezzinlerin pîri Bilal-i Habeşi’ye dua edilir; bundan sora da bazı yerlerde “cuma günü hutbe okunurken arkadaşına sus diyecek olursan, boş bir söz söylemiş olursun” mânâsındaki hadisi okur ve
“Susunuz, sevap kazanırsınız” sözünü söyler. Bütün bunlara terkiye adı verilir:
a) Mekruh Olması:
(a) Hanefî Mezhebine göre, hatip özel yerinden minbere çıkıp, namaz bitince konuşmak, -bu ister zikir, ister salavât, isterse dünyevî bir söz olsun- mekruhtur. Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre sadece hutbe okunurken konuşmak mekruh olup, diğer zamanlarda mekruh değildir; bununla birlikte namaz kılmak mekruhtur. Mekruh olma konusundaki bu ihtilafa rağmen, Hanefî Mezhebine göre, terkiye bid’attir, yapılmayışı ihtiyata uygundur.
(b) Malikî Mezhebine göre, -vakfeden vakfiyesinde şart koşmadıkça- terkiye bid’attir, mekruhtur.
b) Caiz Olması:
(a) Şafiî Mezhebine göre, terkiye, -her ne kadar Hz. Peygamber devrinde bulunmayıp bid’at ise de- dinin karşı koymadığı bir bid’at-ı hasenedir.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, her iki hutbede de konuşmak caiz değildir. Önce veya sonrasında, hatip sustuğu ve hatibin duaya başladığı zaman konuşmak mubahtır.
(a) Cumhur’a göre, hutbe okunurken susmak vaciptir:
(1) Hanefî Mezhebine göre, hutbe okunurken konuşmak tahrimen mekruhtur. Hz. Peygamber’in adı duyulunca, içinden salavât okunur. Kötü bir şeyi düzeltmek için el ve baş işareti yapılabilir. İmamın özel yerinden çıkmasıyla, Ebu Hanife’ye göre hem konuşmak, hem de namaz kılmak; Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre sadece namaz kılmak mekruhtur. Zararın giderilmesini gerektiren bir halde, meselâ yılan ve akrep veya körün düşmesi halinde konuşulabilir. Kur’ân okumak, teşbih vb. dinlemeyi önleyen her türlü davranış mekruhtur. Dinleyicinin uzakta bulunup hutbeyi dinlememesi halinde, Muhammed b. Seleme el-Belhî ve Muhammed b. Fadl el-Buhârî’ye göre susmak, Kur’ân okumaktan evlâdır; Nusayr b. Yahya’ya göre, içinden Kur’ân okunabilir; el-Hakem b. Züheyr’in fıkıh kitaplarını incelediği nakledilir.
Aksıran kimse, içinden el-Hamdu lillah diyebilir.
Bütün bunlar, hutbe bitene kadar mekruhtur. Aynı davranışları hutbeye çıkıldığında ezan okunurken veya hutbe bitince kaamet getirilirken yapmak, Ebu Hanife’ye göre yine mekruhtur; Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre mekruh değildir.
(2) Sevrî ve Evzaî’ye göre, hutbe okunurken, sadece aksırana teşmit (dua) ile selâm almak caizdir. Bu görüş, eş-Şafîî ve Ebu Yusuf’tan da nakledilir.
(3) Bazı hukukçulara göre, sadece selâm alınabilir.
(4) Malikî Mezhebine göre, hutbe okunurken ve iki hutbe arasında imam minberde otururken konuşmak haramdır. Fakat imamın boş sözler konuşması halinde, yerilmesi-övülmesi caiz olmayan birini över veya yererse, konuşmak haram olmaz. Hutbeye başlamazdan önce minberde otururken veya ikinci hutbe sonunda duaya başlanırken konuşmak caizdir. Konuşmak haram olan hallerde yemek, işaret veya taş atmak da haramdır. İmam dua edince cemaat âmîn diyebilir, bu menduptur, yalnız yüksek sesle âmîn demek de mekruhtur; âminleri gereğinden fazla demek haramdır. Sebepleri bulununca taavvuz (Allah’a sığınma duası), istiğfar ve salavât okumak menduptur.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezhebi ile Atâ’ya göre hutbeyi işitip işitmemeye göre hüküm değişir:
(1) Şafiî Mezhebine göre, hatip -bilfiil duymasa bile- susunca duyacağı şekilde yakın olan kimsenin hutbenin rükünleri yerine getirilirken konuşması tenzihen mekruhtur (haram olduğu görüşünü benimseyenler de vardır). Rükünler dışındaki işlemler yapılırken, hutbeden öncesi ile iki hutbe arasında -imam özel yerinden çıksa da- konuşmak mekruh değildir. Susunca duyacağı şekilde hatipten uzak olan kimsenin konuşması da mekruh olmaz. Bu gibilerin, zikirle meşgul olması sünnettir. Konuşmanın mekruh olduğu kaidesinden şunlar istisna edilir:
(l.a) Aksırana teşmit (Çünkü bu menduptur),
(l.b) Hz.’Peygamber’in adı geçtiğinde aşırı gitmeksizin salavât okumak (bu da menduptur),
(l.c) Selâm almak (Her ne kadar hutbe dinleyene selâm vermek mekruhsa da, selâm alınması vaciptir),
(l.d) Hanefî Mezhebinin gorüşündeki zarurî durumlar.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, cuma günü hutbeyi duyacak şekilde hatibe yakın olan kimsenin, hutbe sırasında her türlü konuşması haramdır. Yalnız hatibin kendisi, bir maslahat (faydalı iş) için başkasıyla konuşabildiği gibi, başkası da onunla konuşabilir. Hz. Peygamber’in adı geçtiğinde salavât okumak her ne kadar mübahsa da, gizlice okunması sünnettir. Dualara âmîn denebilir, aksırana gizlice teşmit yapılabilir. Hutbeyi duymayacak şekilde hatipten uzak olanlara konuşmak caizdir. Zikir ve kıraat, dinleyenleri rahatsız edecek şekilde ses yükseltilmez. Hutbelerden önce ve sonra, iki hutbe arasında hatibin sustuğu, hutbeye başlarken dua ettiği sırada konuşmak haram değildir. Çünkü bu durumda, artık hutbenin rükünleriyle ilgilenmektedir. Başkasının konuştuğunu duyan kimsenin sözle susturulması, doğru olmayıp, el ağzına konarak susturulur. Zarurî durumlarda ise konuşmak vaciptir.
(c) Şa’bî, Sa’id b. Cubeyr ve Nehaî’ye göre, âyet okunması dışında, hutbe okunurken konuşulabilir.
(d) Caferi Mezhebine göre, hutbenin dinlenmesi, ihtiyattır, hatta en uygun davranıştır. Hatta susmak ve -kuvvetli olan mekruh oluşu da- konuşmayı bırakmak ihtiyattır. Konuşmak, hutbenin, faydasını kaldırıyor ve dinlenmeyi engellerse, susmak gerekli olur.
(a) Hanefî Mezhebine ve Şurayh, İbn Şîrîn, Nehaî, Katâde, Sevrî ve Leys b. Sa’d e göre, hutbe okunurken namaz kılmak mekruhtur. Hutbe öncesinde, hatibin mihrapta namaz kılması da mekruhtur.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, camiye girince, imamın hutbe okuduğu görülürse iki hafif rekât namaz kılınır.
(c) Malikî Mezhebine göre, hatip minbere çıkınca, nafile namaz kılmak haramdır.
“Hatibin çıkışı namazı, hutbesi konuşmayı haram kılar.”
Tehattı’r-Rikâb adı verilen ve cumaya gelenlerin saflarını yararak sırtları üzerinden öne geçmek, uygun bir davranış değildir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, safların yarılması iki şartla caizdir:
(1) Kimseyi -ayağına, eline, elbisesine basarak- rahatsız etmemek,
(2) Hatibin hutbeye çıkmasından önce geçmek. Bu iki durum dışında, safları yararak öne geçmek tahrimen mekruhtur. Zarurî durumlarda da, meselâ oturacak yer bulamayınca ön tarafa geçilebilir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cuma günü bu şekilde safları yarmak mekruhtur. Tahattı’r-Rikab, ayağı kaldırıp omuz üstünden ileriye yürümektir. Şunlar mekruh hükmünün dışında kalır:
(1) Öndekileri incitmeyecek kimse olması,
(2) Önde boşluğun bulunması,
(3) Ön saflarda kendileriyle cuma in’ikad etmeyenlerin bulunması,
(4) One geçenin imam olması.
(c) Maliki Mezhebine göre, hatibin minberde bulunduğu sırada, -öndeki boşluğu doldurmak için bile olsa- safları yarmak haramdır. Oturanların içinden kimseyi rahatsız etmemek, öndeki boşluğu doldurmak için değil, başka bir sebeple safları yarmak ise mekruhtur; ön saftaki boşluğun doldurulması için caiz, başkasını rahatsız edince haramdır, Saflar arasında -hutbe sırasında bile olsa- yürümek caiz olduğu gibi, hutbeden sonra, namazdan önce öne ilerlemek de caizdir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, cuma günü, camiye girince imam ve müezzin dışındakilerin -öndeki boşluğu doldurma gayesi dışında- safları yarması mekruhtur. Tahattı’r-Rikab, Şafiî Mezhebindeki gibi tanımlanır.
Hz. Peygamber (sav), hutbe irad okurken çok defa heyecanlı bir tavır takınır, gözlen kızarır, sesi yükselir ve bir orduyu uyarırmışcasına sert bir eda ile
“Sabah
“Elma ba’du” dedikten sonra, “Sözün en hayırlısı, Allah’ın kitabıdır, yolun en hayırlısı Muhammed’in yoludur, işlerin en fenası uydurulup dine katılandır, her bid’at sapıklıktır” derdi. Yine,
“Ben her mü’mine kendisinden daha yakınımdır; kim vefat eder de geride bir mal bırakırsa bu ailesine aittir; her kim de borç ve bakıma muhtaç çocuk bırakırsa, bu bana aittir, benim borcumdur” buyururdu. Hutbesine Allah’a hamd u senada bulunarak, şehadet getirerek başlar ve yukarıdakilere benzer sözler söylerdi. Hutbeyi kısa tutar, namazı uzatır, Allah’ı çok anar ve kelimesi az, mânâsı geniş sözleri seçip söylerdi.
“Kişinin hutbesinin kısa, namazının uzun olması iyi anlayışının bir işaretidir” buyururdu.
Hutbede, ashabına İslâm’ın esaslarını öğretir, gerektiğinde onlara bazı şeyleri emreder, bazılarını da yapmayın derdi. Nitekim, hutbe okurken camiye giren adama, iki rekât namaz kılmasını emretmiş, halkın omuzlarına basarak ilerleyen birine de,
“Böyle yapma, otur” demiştir.
Bir soru sorulduğunda veya başka bir sebeple, hutbesini keser, soruya cevap verir, sonra hutbesine devam eder, tamamlardı. Gerektiğinde minberden iner, sonra çıkıp hutbesini tamamlardı. Nitekim, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için inmiş, onları alıp tekrar minbere çıkmış ve hutbesini tamamlamıştır. Hutbede, icabında
“Ey filan gel, otur; ey filan namaz kıl” diye seslenir, gerekeni emrederdi. İçlerinde ihtiyaç sahibi birini görürse, halkı yardıma çağırır, teşvik eder, Allah’ı andıkça şehadet parmağıyla işaret eder, ellerini kaldırıp yağmur duası yapardı.
Cuma günü -gerektiğinde biraz bekler, cemaat toplanınca mescide girer, onlara selâm verir, minbere çıkınca kıbleye dönüp dua etmez, yüzünü halka çevirip otururdu. Bilâl-i Habeşî ezana başlardı. Bitirince, Hz. Peygamber hemen kalkar ve hutbesini irad ederdi.
Minber yapılmadan önce savaşta bir yaya, cumada da bir değneğe dayanarak hitabederdi. Minber yapıldıktan sonra, bunları da terketmiş ve hiçbir zaman eline kılıç alarak hutbe okumamıştır.
Minber yapılmadan önce, mescide konan bir hurma kütüğüne yaslanarak hitabede bulunurdu. Minber yapılınca, bu kütüğü terketmiş ve kütükten çıkan iniltiyi mescidde bulunanlar işitmiştir. Minberi, üç basamaklı idi. Mescidin batısına konmuştu. Minber ile batı duvarı arasında bir koyun geçecek kadar mesafe vardı.
Cumadan başka günlerde de Hz. Peygamber minbere çıkıp oturunca, yahut da cuma günü ayakta hutbe irad ederken sahabe ona doğru dönük vaziyette otururlardı. Kendileri ayakta birinci hutbeyi okur, sonra kısa bir müddet oturur, sonra kalkar ve ikinci hutbeyi okurlardı.
Hutbe bitince, Bilal-i Habeşî kaamet getirirdi. Daha önce de, cemaatin Resulullah’a yaklaşmalarını, sessizce hutbeyi dinlemelerini söylerdi.
ÜM’e göre, cumanın cami içinde kılınması şart değilken, Maliki Mezhebine göre şarttır: [301]
(a) Hanefî Mezhebi içinde, bu konuda, birkaç görüş bulunmaktadır:
(1) Sahih görüşe göre, cuma kılınan yerlerin çokluğu -biri diğerinden önce kılsa bile- namazın sahih olmasına engel değildir. Fakat herhangi bir yerde, cuma kılınan bir başka yerdeki cemaatin daha önce kıldığını kesin biliyorsa, zuhr-i âhir kılması vaciptir. Efdal olan zuhr-i âhiri -halk farz sanmasın diye- evde kılmaktır. Bu namaza, sünneti müekkede de denebilir. Başka camideki cemaatin kendilerinden önce kıldığında şüphelenince zuhr-i âhiri kılmak menduptur; bu namazın her rekâtinde kıraat yapılır. Evlâ olan, dört rekâtlik sünnetten sonra kılınmasıdır.
(2) Ebu Hanife’ye göre, bir şehirde, yalnız bir yerde Cuma kılınır.
(3) Ebu Yusuf’a göre, şehrin ortasından nehir geçer ve şehir ikiye bölünmüş olursa veya şehir büyük olursa iki yerde Cuma kılınabilir.
(4) eş-Şeybanî’ye göre, kayıtsız şartsız birden fazla camide cuma namazı kılınabilir. Bu görüş, Ebu Hanife’den de nakledilir. Büyük hanefî hukukçu Serahsî der ki:
“Ebu Hanife mezhebinde muteber olan ictihad, cumanın bir şehirde birkaç yerde kılınabileceğidir.”
(b) Şafiî Mezhebine göre, ihtiyaç olmadan birkaç camide
cuma kılınırsa ilk kılınan sahihtir. Bunun şartı da önce kılman diğerlerini
iftitah tekbirinde geçtiğinin kesinlikle sabit olmasıdır. Tekbiri birlikte
alırlar veya kimin önce aldığında şüphe ortaya çıkarsa, hepsinin namazı bâtıl
olur. Mümkünse hep birlikte toplanarak cumayı yeniden, mümkün değilse
(c) Maliki Mezhebine göre, zaruret bulunmadıkça, cuma tek camide kılınır. Bununla birlikte, devletçe izin verilmişse birden fazla camide de kılınabilir. Bu gibi camiler için de, dört şart aranır:
(1) Cemaatin yeni camiye rağbet etmemesi,
(2) Caminin dar gelmemesi,
(3) Halkın bir camide toplanmasının fitne ve fesada sebep olmaması,
(4) Hakimin yeni camideki cumanın sahih olmadığına hükmetmemesi. Zaruretsiz olarak birden fazla camide namaz kılınınca, izin verilenlerin en eskisi dışındakiler sahih olmaz. Cuma kılınan caminin, ayrıca oturulan yerde veya hemen yakınında olması gerekir. [304]
(d) Hanbelî Mezhebine göre, ihtiyaç dolayısıyla birkaç
yerde cuma kılınması -veliyyu’1-emr (devlet
başkanı veya vekili) izin versin veya vermesin- sahihtir, anak bu
durumda cumadan sonra öğleyi kılmak evlâdır. Cumanın birkaç yerde kılınması
ihtiyaç dolayısıyla olursa, veliyyulemrin bizzat bulunduğu veya izin verdiği
camideki namaz sahihtir. Birden fazla camide cuma kılınmasına -ihtiyaç olmaksızın-
izin verilmişse veya izin
verilmemişse en önce kılınan
sahih olur. Önce kılma iftitah tekbirine göre düzenlenir. Hepsi birlikte aynı
anda namazı kılınca ve bu kesinlikle bilinince ki bâtıl olur. Mümkünse cuma
yeniden kılınır, değilse
Cumanın bir merkezde yalnız bir tek camide kılınmasının şart olduğu daha ziyade Şafiî ve Hanbelî Mezhepleri tarafından ileri sürülmektedir. Bunlar da, zaruret bulunduğu, msl. bir cami bütün cemaati almadığı takdirde, cumanın birden fazla camide kılınabileceği ifade etmişlerdir. Cemaate göre caminin genişlediği düşünülürse, fiilen cumaya gelen cemaat değil, mükellef olan cemaatin gözonüne alınacağı da unutulmamalıdır. Bu takdirde, hemen bütün şehirlerde birden fazla camide cumanın sahih olacağı ortaya çıkmaktadır.
(e) Caferi Mezhebine göre, cuma kılınan iki yerin arası, üç milden az olmalıdır. İki yerin arası, üç mil ve daha fazla olunca, her ikisi de sahihtir. Yerleşim yeri büyük olunca, her üç milde bir cuma kılınması caiz olur.
Hanefî Mezhebine, Evzâî ve Huyeyb b. Ebî Sâbit’e göre, cuma namazı kılınacak yerin, devletçe izin verilerek herkese açık olması gerekir. Devlet başkanı evinde cuma kıldırırsa, kapısını açık bırakarak girme izniyle namaz kerahetle sahihtir. Kaleler de bu hükümdedir.
(a) Şafiî Mezhebine göre, cuma namazının, toplu halde yaşayan insanların bulunduğu yerde kılınması gerekir. Bu yerin şehir, köy, mağara, kale olması sonucu değiştirmez. Şehir dışındaki açık alanda namaz kılmak sahih değildir. Bu konuda mutemed ölçü şudur: Namazın kasr (kısaltma) ile kılındığı yerde cuma sahih değildir, kasru’s-salatın uygulanmadığı yerde sahihtir[307].
(b) Maliki Mezhebine göre, cuma namazı kılınacak caminin, bina olması şarttır. Bu binanın, en az şehrin normal binalarına eşit olması gerekir. Meselâ pişmiş tuğla ile bina yapmak âdetse, pişmemiş kerpiçten yapılmış camide cuma kılınmaz. [308]
Bütün hukukçulara göre, cuma namazının cemaatle kılınması, sahih olma şartıdır.
Hanefî Mezhebine göre,
cemaat, muktedî ve imam, cumanın in’ikad; Züfer’e göre hem in’ikad, hem beka
şartıdır. Bu sebeple, bir rekâti secdesiyle tamamlayınca cemaatin çıkması
halinde, namaz cuma olarak tamamlanır; Züfer’e göre teşehhüd miktarı oturmazdan
önce cuma bozulur,
Yine hanefî hukukçular başka bir konuda daha ihtilaf halindedir: Ebu Hanife’ye göre cemaat imam hakkında tahrimen değil, edanın in’ikad şartıdır; Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre ise, tahrimenin in’ikad şartıdır. Bu görüş ayrılığına bağlı olarak, cemaat bir rekâti secdesiyle tamamlanmazdan önce, tahrimeden sonra namazdan ayrılacak olsa, Ebu Hanife’ye göre -Züfer’in görüşü gibi-namaz bozulur; Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre namaz bozulmayıp, cuma olarak tamamlanır.
Şevkanî’nin İbnu’l-Haceri’l-Askalani’nin Fethu’1-Bâri adlı eserinden nakline göre, cuma namazındaki cemaat sayısı (nisâbu’l-cum’a) hakkında -bir kişiden seksen kişiye kadar uzanan- onbeş farklı ictihad bulunmaktadır:
en-Nehaî, Hasen b. Salih, Taberî, Zahirî Mezhebi ve Şevkani’ye göre, cuma için diğer namazlarda olduğu gibi, imamla birlikte iki kişi yeterlidir.
Ebu Yusuf, eş-Şeybanî, Evzaî, Hâdî ve Ebu Sevr’e göre, cuma kılabilmek için imamla birlikte üç kişi bulunması gerekir.
Hanefî Mezhebi (Ebu Hanife), el-Mueyyed Billah, Sevrî, -bir başka nakilde- Evzaî ve Ebu Sevr ile Muzeni’ye ve Suyûti’ye göre, imamla birlikte dört kişi bulunması şarttır. Hanefî Mezhebine göre, hutbede bu sayının bulunması şart olmayıp, bunun için bir kişi de yeterlidir.
Caferi Mezhebine göre, imam dışında, dört kişi bulunması şarttır; bu sayı bulunmazsa cuma in’ikad etmez.
Cuma kılabilmek için gerekli sayının yedi olduğu İkrime’den nakledilir.
Bu görüş de, Rebi’, eş-Şeybânî, Zührî ve Evzâî’den nakledilmektedir.
Rebi’a, İshak b. Râheveyh, Zuhrî, Evzaî ve Maliki Mezhebine göre, cumanın sahih olması için, cemaatin oniki kişi olması gerekir; imam bu sayıya girmez. Maliki Mezhebine göre, köyde kılınan ilk cuma namazında, -racih görüşe göre- bütün köylünün değil, oniki kişinin bulunması gerekir.
İshak b. Raheveyh’e göre, imamla birlikte onüç kişinin bulunması şarttır.
eş-Şafîî, Ömer b. Abdilaziz ve bir grup hukukçuya göre, cuma namazının sahih olması için, kırkbir kişinin kılması şarttır.
Cuma namazının yirmi kişiyle kılınacağı, Malik, Ömer b. Abdilaziz ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilir.
Bu görüş de, aynı şekilde Malik’ten nakledilir.
Şafiî ve Hanbelî Mezhepleri ile -bir nakilde- Ömer b. Abdilaziz’e göre, imamla birlikte bile olsa, cuma namazının sahih olması için, kırk kişinin bulunması şarttır. Şafiî Mezhebine göre, sayı bundan az olursa telfiki, meselâ temizlik konusunda başka mezheplerin görüşünü uygulamak, bu sayıyı şart koşmayan mezhebi taklid etmek caizdir.
Ahmed b. Hanbel, Mâzirî ve Ömer b. Abdilaziz’den, elli kişinin kılması görüşleri nakledilir.
Mazirî’nin nakline göre, cuma namazının sahih olması için seksen kişi tarafından kılınması şarttır.
Belli bir sayıyla kayıtlamadan kalabalık bir cemaatin bulunması, İmam Malik’ten nakledilir. İbnu’l-Haceri’l-Askalanî, delil yönünden bu görüşü tercihe şayan olarak görür.
İbn Rüşd, Malik’ten bu görüşün açıklamasını nakleder: Cuma namazı kırktan aşağısında, fakat üç ve dörtten fazlasında sahihtir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, cuma namazının sahih olması için, cemaatin, erkeklere beş vakit namazda imamlık yapabilecek şartları taşıması gerekir. Bu şartlar da erkeklik, akıl ve bulûğdur.
(b) Şafiî ve Caferî Mezheplerine göre, cemaatin cuma mükellefi, yani hür, mukim ve akıllı erkek olması şarttır.
(c) Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, cumayı kılacak cemaatin, cuma mükellefi olması gerekir.
Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, cumayı kılan cemaatin yerli halktan olması gerekir. Meselâ ticaret için bulunan veya dört gün kalmaya niyet edenlerin meydana getirdiği cemaatle kılınan namaz, cuma olarak sahih olmaz, en az kırk yerli cemaat bulunmalıdır.
Şafiî Mezhebine göre, imamın imamete, cemaatin de iktidaya niyet etmesi cuma namazının sahih olması için şarttır. Niyet bulunmazsa, cuma namazı in’ikad etmez.
Şafiî, Malikî ve Hanbelî Mezhebi ile hanefî hukukçu Züfer’e göre, cuma namazının sahih olması için, namazın sonuna kadar cemaatle kılınması gerekir:
(a) Şafiî Mezhebine göre, cemaatin namaza kaza etmeyecek şekilde hutbenin başında namazın sonuna kadar devam etmesi gerekir. Bu da birinci rekâtin sonuna kadar bir özür sebebiyle namazın iadesinin gerekmemesiyle gerçekleşir. İkinci rekâtte cemaatin bulunması şart değildir. Bu sebeple, ikinci rekâtte imamdan ayrılmaya veya imam cemaatten ayrılmaya niyet eder ve namazlarını kendi başlarına tamamlarlarsa, bütünü için cuma namazı sahihtir. İçlerinden birinin namazı imamın selâmından önce veya sonra bozulursa, hepsinin cuması bozulmuş olur. Çünkü gerekli sayı, namaz tamamlanana kadar şarttır. Bu durumda, vakit genişse cuma yeniden kılınır, mümkün değilse öğleyi kılmaları gerekir.
(b) Maliki Mezhebine göre, cemaatin, hutbenin başında namazın sonuna kadar bulunması gerekir. İçlerinden birinin namazı imamın selâmından sonra, kendi selâmından önce bozulursa hepsininki bozulmuş olur.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, kırk kişinin hutbe ve namaz sonuna kadar bulunması gerekir. Kırk kişinin değişmeksizin bulunması gerekli değildir. Bu sebeple, meselâ kırk kişi bütün hutbeye, fakat namazın bir kısmına katılır, ayrılanlar kadar cemaat gelirse namaz sahihtir, bu durumda gerekli sayıda cemaat gelmeden ayrılmakla cuma namazı bâtıl olur, mümkünse cuma namazının iadesi gerekir. Son durum kırk kişiyi şart koşmayan mükelleflerde gerçekleşince, onların şart koştuğu sayıya kadar eksilince, bu mükelleflerin namazı bozulmayıp, imamın içlerinden birini istihlâf etmesi gerekir, kendi namazı ise bâtıl olur. Cemaat değil de, imam kırk sayısını aramadığında, sayı yukarıdaki gibi kırkı tamamlamadan eksilirse hepsinin namazı bozulur.
Hanefî Mezhebine (Ebu Hanife’ye) göre, cuma namazının sahih olması için, gerekli sayıdaki cemaatin, namazın birinci secdesinin sonuna kadar hazır bulunması gerekir:
(a) Ebu Hanife’ye göre, imam hakkında cemaat, tahrimenin eda şartıdır.
(b) Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, cemaat, tahrimenin in’ikad şartıdır.
Bu görüş ayrılığına
bağlı olarak, cemaat bir rekât tamamlamadan kalkar giderse, ilk görüşe göre
cuma namazı bozulur,
Şafiî Mezhebine göre, cumayı kılmak için gerekli, kırk kişinin, iftitah tekbirini, imamın tekbirinden hemen sonra, rükûdan kalkmadan Fatiha’yı okuyacak ve rükû yapacak kadar beklemeden alması gerekir.
Maliki Mezhebine göre, cuma için gerekli sayıdaki cemaatin, Maliki, veya Hanefî Mezhebine mensup olması gerekir. Kırk kişinin bulunmasını şart koşan Şafiî ve Hanbelî mezheplerine mensup olanlar Maliki ve Hanefî Mezhebini taklid ederse namaz sahih, aksi halde bâtıldır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, cuma namazı kılınacak yerin, şehir (mısr) veya şehir hükmünde olması gerekir. Şehre yakın yerler de ondan sayılır. Kâsânî, bunun hem sahih, hem farz olma şartı olduğunu belirtir.
(b) eş-Şafiî’ye göre, hür ve mukim kırk erkeğin oturduğu her yerleşim merkezindeki mükelleflere, cuma farzdır ve bunlarla cuma kılınabilir.
(c) Malikî Mezhebine göre, cuma kılınacak yerleşim merkezinin, şehir olması şart değildir. Önemli olan, oturulan yer ve bunun 3.3 mil çevresinde devamlı ikamettir.
Şehrin (mısr) tanımı hayli ihtilaflıdır:
(a) Ebu Hanife’ye göre, sokak ve caddeleri, çarşısı, meskûn yeri ve valisi olan yer şehir adını alır. Kâsâni’ye göre esah olan da budur.
(b) Ebu Yusuf’tan üç tanım nakledilir:
(1) Bir idareci (emir) ve hudud ile ahkâmı uygulayabilecek bir hakimin, kadı’nın) bulunduğu yer. Ebu Hanife’nin meşhur görüşü de budur.
(2) Yerleşim merkezinde oturanlar bir camide toplanır ve bu cami onları almazsa, devlet başkanı onlara bir cami daha yapar ve kıldıracak imam tayin eder.
(3) Onbin ve daha fazla nüfuslu yer.
(c) Kerhî’ye göre, hudud (ceza) ve ahkâmın uygulandığı yerdir.
(d) Bazı hanefî hukukçulara göre, her sanatkârın yıllık kazancını başka bir sanata muhtaç olmaksızın (yani meslek değiştirmeksizin) sağlayarak yaşadığı yerdir.
(e) Abdullah b. el-Belhî’ye göre, en büyük camisi, cuma ile mükellef olanları almayacak kadar nüfusu olan yerdir. Hanefî hukukçuların çoğunluğunun fetva verdiği görüş de budur.
(f) Ebu’l-Kasım’ es-Saffar’a göre, düşmanın tecavüzüyle karşılaşınca müdafa ve püskürtmeye kudreti yeterli yerdir. Bu yerde oturulabilir, hakim tayin edilebilir.
(g) Sevrî’ye göre, insanların şehir kavramıyla anladıkları yerdir.
Dikkat edilince, görüleceği gibi, son tanım dışındakiler, hepsi, hanefî hukukçuların tanımıdır.
Bir grup hukukçuya göre, şehir dışında bulunanlara cuma farz değildir, bir gruba göre farzdır. [319]
Cuma namazının şehir dışındakilere de farz olduğunu benimseyenler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır:
(a) Bir gruba göre, ezanın duyulduğu yer şehir hükmündedir:
(1) Malik’e göre, bu uzaklık üç mildir.
(2) Ebu Yusufa göre, ezanın duyulabileceği uzaklıktaki yerdir.
(3) eş-Şafiî’ye göre, bir köyde kırktan az mükellef bulunur ve ezanı duyarlarsa, şehre cuma kılmaya gitmeleri gerekir.
(b) Bir gruba göre, cuma kılınan yerle arası bir gün uzaklıktaki (mesiratü yevm) yerdir. İbn Rüşd, bunun şâzz bir görüş olduğunu belirtir.
(c) -Bir nakilde- Ebu Yusuf’a göre, şehir çevresine bitişik yerlerdir.
(d) Bazılarına göre, şehir binalarının bittiği yere kadar olan yerdir.
(e) -Bir başka nakilde- Ebu Yusuf’a göre, bir mil veya üç fersah uzaklıktaki yerdir.
(f) Bazılarına göre, bir veya iki mil uzaklıktaki yerdir.
(g) Çeşitli hukukçulara göre, altı mil uzaklıktaki yerlerdir.
(h) el-Hasenu’1-Basrî’ye göre, dört fersah uzaklıktaki yerdir.
(i) Bazılarına göre, cuma için şehre gelerek hiçbir zorluğa katlanmadan ailesiyle burada geceleyebilecek yerdeki mükelleflerin ikametgâhıdır. Kâsânî bunu “güzel” olarak değerlendirir.
İlk cuma ile ilgili hadisler, cumanın köylerde de kılınabileceğini göstermektedir. Nitekim, Diyanet İşleri Başkanlığı bu konudaki bir izin talebine, 06. 02. 1933 tarihinde şu cevabı vermiştir:
“Cuma namazı farz ve bunun farziyeti Kitap, Sünnet ve îcmâ ile sabittir. Bütün mezhep imamlannca kat’i olan cihet, onun farz ve şeriat-i İslâmiyeden olmasıdır. Cuma’nın sıhhat-i edası için serdedilen şerait-i sâirenin edillesi kat’i olmadığından, onlar müctehidler arasında muhtelefun fihtir. Mısır (şehir) ve izn-i hakim gibi şartların vücud ve adem-i vücudu, farz olan cumanın cevazına haiz-i tesir değildir. Binaenaleyh, ufak bir köyde bile bu farzı eda edecek cemaat bulunur ve müsaade için müracaat vukubulursa onlara izin verilmesi iktiza edeceği...” [320] Kâsânî, hac mevsiminde Mina ve Arafat’ta cuma kılınmasının da, aynı tartışma sebebiyle bu konu içinde ele alınması gerektiğini belirtir.
(a) Hanefî Mezhebi içinde, bu konuda birkaç görüş bulunmaktadır:
(1) Müfta bin görüşe göre, devletin izni ve şehre bir fersah (1 km.) uzak olmaması veya açık alanın şehirle ilgili bulunması (meselâ spor tesisleri ve mezarlıklar) şartlarıyla şehir dışında açık alanda cuma kılınabilir.
(2) Ebu Yusuf’a göre, devlet başkanı bir veya iki mil şehir dışına çıkıp namaz vakti gelince cuma namazını kıldırabilir.
(3) Bazılarına göre, şehir binalarının bittiği yerden sonraki arazide cuma kılınmaz.
(4) Bazıları da, Mina’da cuma kılınabileceğini caiz görüp görmemesine bakarak, Ebu Yusuf ve Ebu Hanife’ye göre kılınabilir, eş-Şeybanî’ye göre kılınamaz görüşünü belirtir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cuma namazının toplu haldeki binaların bulunduğu yerde kılınması gerekir. Bu yerin şehir, köy, mağara, kale olması sonucu değiştirmez. Şehir dışındaki açık alanda namaz kılmak sahih değildir. Bu konuda itimad edilen ölçü şudur: Namazın kasr (kısaltma) ile kılındığı yerde cuma sahih değil, kasru’s-salatın uygulanmadığı yer de sahihtir.
(c) Maliki Mezhebine göre de, şehir dışında ve çadırda cuma namazı kılınmaz.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, örfen şehrin binalarına yakın olan yerde de, cuma namazı kılınabilir.
Vakit girmezden önce ve çıktıktan sonra cuma namazı kılmak sahih değildir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, cuma namazını bütünüyle kılmadan -teşehhüd miktarı oturulsa bile- vakit çıkınca cuma namazı bozulur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, hem namazın, hem de hutbenin kesinlikle
(c) Maliki Mezhebine göre, cuma namazının vakti, güneş batana
kadar devam eder. Bu duruma, namaza
hutbe ve bir rekât olacak kadarlık bir zaman kalınca başlanmaz,
(d) Hanbelî Mezhebine göre, cumaya son vaktinde başlanınca, amaz yine cuma olarak tamamlanır.
(e) Caferî Mezhebine göre, cumaya başlandıktan sonra
vakti ıkarsa, namazın bir rekâti kılınmışsa, sahih olur, aksi halde bâtıl lur.
Cumanın vakti kaçırıhrsa,
(a) Hanefî Mezhebine göre, cuma namazını kıldıracak İmamın devlet başkanı (veliyyulemr) veya onun vekâlet verdiği kimse (naib) olması gerekir. Vekil, devlet başkanının izni olmasa bile yerine bir başkasını vekil tayin edebilir; bazı hukukçular bu konuda devlet başkanının izni bulunmalıdır görüşünü savunur.
Devletin izni, cami
yapılırken ve ilk hutbe okunurken istenir.O zaman
verilen izin bundan sonrası için de muteberdir. [324] Bu
şart gerçekleşmeyince, cuma in’ikad etmez,
(b) ÜM’e göre, cuma namazı için izin almak şart değildir: [326]
(1) Şafiî hukukçulardan Gazzalî, bu konuda, “Sultanın hazır bulunması veya izni şart değildir; fakat izin almak daha iyidir” demektedir.
(2) Hanbelî hukukçu İbn Kudâme ise, şu açıklamayı yapar: “Halife veya sultanın (imamın, devlet başkanının) izni şart değildir. Hz. Osman evine kapanıp asiler evi sarınca, Hz. Ali cumayı kıldırmış, sonradan Hz. Osman da bunu tasvib etmiştir. Ubeydullah b. Adi, bu hususu şikâyet edip arkasında namaz kılmak zoruma gidiyor deyince, Hz. Osman şunları söylemiştir: Namaz insanların eda ettiği amellerin en iyilerindendir. Onu hakkıyla kılıyorlarsa sen de onlarla birlikte kıl demiştir. Şam’da fitne doksan sene sürmüş ve bu sırada cuma kılınmıştır.”
Açıklandığı gibi bazı müctehidler devlet başkanının bulunmasını, namazı onun veya temsilcisinin yahut da izin verdiği kimsenin kıldırmasını şart koşmuşlardır. Şart koşanların ileri sürdüğü deliller, incelenince bunların nassa dayanmadığı, sadece fitne ve kargaşayı önlemek gayesine bağlı bulunduğu görülmektedir.
Cuma namazında imamlık, şerefli vazife olduğundan, devlet başkanı veya onun temsilcisi varsa, bu şerefin ona ait olduğu kabul edilmiş, Hz. Peygamber ve halifelerinin bu namazı diğerleri gibi bizzat kıldırdıkları da gözönüne alınmıştır.
Bunlar bulunmadığı zaman, herkesin bu namazı kıldırmak isteyeceği, bunun da kargaşa ve kavgaya sebep olabileceği gözönüne alınarak, “kime izin verilirse cumayı o kıldırır” denmiştir. Fakat bu sözler devlet başkanı yahut da izni bulunmazsa cumanın sahih olmayacağını ifade etmez. Bu konuda, İbnu’l-Humam, şu görüşü belirtmektedir:
“Haklı bir sebebe dayanmadan veya zarar vermek için, sultan cumaya izin vermezse de cuma kılınabilir”. İbn Abidin ise, şu açıklamayı yapar:
“Vali vefat etse, yahut tehlike sebebiyle gelemese yahut da cuma kıldırmak hakkı olan kimse mevcut olmasa, halk kendileri için bir hatip tayin eder...”
(a) ÜM’e göre, imamın, mukim olması şart değildir.
(c) Malikî Mezhebine göre de, şehir dışında ve çadırda cuma namazı kılınmaz.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, örfen şehrin binalarına yakın olan yerde de, cuma namazı kılınabilir.
Vakit girmezden önce ve çıktıktan sonra cuma namazı kılmak sahih değildir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, cuma namazını bütünüyle kılmadan -teşehhüd miktarı oturulsa bile- vakit çıkınca cuma namazı bozulur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, hem namazın, hem de hutbenin kesinlikle
(c) Malikî Mezhebine göre, cuma namazının vakti, güneş batana
kadar devam eder. Bu duruma, namaza hutbe ve bir rekât kılacak kadarlık bir zaman kalınca başlanmaz,
(d) Hanbelî Mezhebine göre, cumaya son vaktinde başlanınca, namaz yine cuma olarak tamamlanır.
(e) Caferî Mezhebine göre, cumaya başlandıktan sonra
vakti çıkarsa, namazın bir rekâti kılınmışsa, sahih olur, aksi halde bâtıl
olur. Cumanın vakti kaçırılırsa,
(a) Hanefî Mezhebine göre, cuma namazını kıldıracak
imamın devlet başkanı (veliyyulemr) veya onun vekâlet verdiği kimse (naib)
olması gerekir. Vekil, devlet başkanının izni olmasa bile yerine bir başkasını
vekil tayin edebilir; bazı hukukçular bu konuda devlet başkanının izni
bulunmalıdır görüşünü savunur. Devletin izni, cami yapılırken ve ilk hutbe
okunurken istenir. O zaman verilen izin bundan sonrası için de muteberdir. [329] Bu
şart gerçekleşmeyince, cuma in’ikad etmez,
(b) ÜM’e göre, cuma namazı için izin almak şart değildir: [331]
(1) Şafiî hukukçulardan Gazzalî, bu konuda, “Sultanın hazır bulunması veya izni şart değildir; fakat izin almak daha iyidir” demektedir.
(2) Hanbelî hukukçu İbn Kudâme ise, şu açıklamayı yapar:
“Halife veya sultanın (imamın, devlet başkanının) izni şart değildir. Hz. Osman evine kapanıp asiler evi sarınca, Hz, Ali cumayı kıldırmış, sonradan Hz. Osman da bunu tasvib etmiştir. Ubeydullah b. Adi, bu hususu şikâyet edip arkasında namaz kılmak zoruma gidiyor deyince, Hz. Osman şunları söylemiştir:
“Namaz insanların eda ettiği amellerin en iyilerindendir. Onu hakkıyla kılıyorlarsa sen de onlarla birlikte kıl” demiştir. Şam’da fitne doksan sene sürmüş ve bu sırada cuma kılınmıştır.
Açıklandığı gibi bazı müctehidler devlet başkanının bulunmasını, namazı onun veya temsilcisinin yahut da izin verdiği kimsenin kıldırmasını şart koşmuşlardır. Şart koşanların ileri sürdüğü deliller, incelenince bunların nassa dayanmadığı, sadece fitne ve kargaşayı önlemek gayesine bağlı bulunduğu görülmektedir.
Cuma namazında imamlık, şerefli vazife olduğundan, devlet başkam veya onun temsilcisi varsa, bu şerefin ona ait olduğu kabul edilmiş, Hz. Peygamber ve halifelerinin bu namazı diğerleri gibi bizzat kıldırdıkları da gözohüne alınmıştır.
Bunlar bulunmadığı zaman, herkesin bu namazı kıldırmak isteyeceği, bunun da kargaşa ve kavgaya sebep olabileceği gözönüne alınarak,
“Kime izin verilirse cumayı o kıldırır” denmiştir. Fakat bu sözler devlet başkanı yahut da izni bulunmazsa cumanın sahih olmayacağını ifade etmez. Bu konuda, İbnu’l-Humam, şu görüşü belirtmektedir:
“Haklı bir sebebe dayanmadan veya zarar vermek için, sultan cumaya izin vermezse de cuma kılınabilir”. İbn Abidin ise, şu açıklamayı yapar:
‘Vali vefat etse, yahut tehlike sebebiyle gelemese yahut da cuma kıldırmak hakkı olan kimse mevcut olmasa, halk kendileri için bir hatip tayin eder...”
(a) ÜM’e göre, imamın, mukim olması şart değildir.
(b) Maliki Mezhebine göre, imamın, cuma mükellefi olması şarttır. İmam, dört gün ikamete hutbe okumak için niyet etmemelidir. [332]
(c) Züfer’e göre, cuma kıldıracak imamın yolcu olmaması gerekir. Ona göre, köle ve hasta da imam olamaz. [333]
(d) Caferi Mezhebine göre, cuma imamında, beş vakit namaz imamındaki şartlar aranır. Başka namazlarda çocuğun ve kadınların, kendileri gibilere imameti caizse de, cumada sahih olmaz.
(a) Hanefî Mezhebine göre, hutbeyi başkasının, namazı bir başkasının ifa etmesi caizdir.
(b) Maliki Mezhebine göre, cuma namazını kıldıran imamın, aynı zamanda hutbeyi de okumuş olması gerekir. Bu yüzden, cumayı, hutbeyi okumayan imam kıldırırsa, namaz sahih olmaz; ancak istihlâfı gerektiren bir hal olunca, namazı başkası kıldırabilir, hatta bu durumda bile istihlâf özrünün, yatsı namazının ilk iki re-kâtindeki kıraat için yeterli zaman içinde kalkması beklendikten sonra, başkası kıldırabilir. [334]
(c) Caferi Mezhebine göre, hutbe ve cuma aynı imam tarafından yerine getirilmelidir.
Şafiî Mezhebine göre, cumayı kıldıracak imamın imamete, cemaatin de iktidaya niyet etmesi, cumanın sahih olması için şarttır.
Âyetlerde ve hadislerde cuma namazının şehirde kılınacağı, şu kadar cemaatle kılınacağı, ancak bir camide kılınabileceği, sultanın bulunması veya izin vermesi... gibi farz ve sahih olma şartlan zikredilmiş değildir. Bu şartlar, sözlerin delâletleri ve tatbikattan, ictihad yoluyla çıkarılmış, üzerinde de ihtilâf edilmiştir. Şartlar üzerinde, lüzumundan fazla titizlik gösteren ve bu yüzden cuma gibi büyük bir ibadetin ifasını güçleştirenlere karşı olan islâm âlimleri vardır:
(a) İbn Rüşd, bu konudaki görüşünü şu şekilde açıklar:
“Bu mevzuda müctehidlerin ihtilaf etmelerinin sebebi, Hz. Peygamber cuma namazını daima cemaatle, camide ve şehirde kıldığı için bu vasıfların şart olma ihtimalidir. Cuma namazının daima böyle kılınmış olduğunu görüp bunların şart olması gerektiğini kabul etmiş olanlar şart koşmuş, böyle görmeyenler de şart koşmamıştır. Ayrıca namaz çevresindeki bu davranış ve oluşların, namazla alâkasına da bakılmış, alakalı görenler şarttır demiş, görmeyenler şart olmadığı kanaatine varmışlardır. Bu sebeple, cemaatin şartı olduğunda ittifak etmişlerdir; çünkü cemaat, umumiyetle namazlarda bulunan bir keyfiyettir. Malik, şehir ve sultanı şart koşr.ıamıştır; çünkü bunların namazla doğrudan bir alâkası yoktur. Buna karşılık, namazla münasebetini gözönüne alarak, camiyi şart koşmuştur. İhtimalki bunların hepsi lüzumsuz derinleşme, ileri gitmedir; halbuki Allah’ın dini kolaylıktan ibarettir; birisi çıkıp pekâlâ şöyle diyebilir: Eğer bunlar cumanın muteber olması için şart olsaydı Rasulullah’ın susması ve bunları açıklamadan bırakması caiz olmazdı; çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur.
“İnsanlara gönderileni açıklayasın diye...,”
“İhtilafa düştükleri hususu onlara açıklaması için...” [336]
(b) Şah Veliyullah ise, şu görüşleri belirtmektedir:
“Cemaat ile bir nevi medeniyetin -cuma namazının farz ve sahih olması için- şart olmasını ümmet, âyet ve hadislerin lafız ve ifadelerinden değil, manevî yoldan telakki etmiş ve benimsemişlerdir. Çünkü Rasulullah halifeleri ve müctehid imamlar cumayı şehirlerde kılıyorlar, kırlarda göçebe yaşayanları muaheze etmiyor, sorumlu tutmuyorlardı. Asırlar ve devirler geçtikçe bunların şart olduğu neticesine vardılar. Çünkü cumadan maksad, şehirde dini yaymak, merasimini açıkça ifa eylemektir, bunun için de kılındığı yerin şehir olmasını, medenî vasıtaların bulunmasını gözönüne almak gerekmiştir. Bence en doğru olan köy demek mümkün olan en küçük yerin dahi cuma için kâfi geleceğidir... Kırk kişi şart değildir, namazı kıldırmak önce uluîemre aittir, devlet başkanının bulunması şart değildir.” [337]
(c) Sıddık Hasan Han da cuma namazı için devlet başkanı, şehir, belli sayı, cami ve tek yerde kılınma gibi şartl&rın aranacağına Kitap ve Sünnet’ten hiçbir delil yoktur görüşünü savunur.
Sonuç olarak şu söylenebilir: İttifak edilen şartlar dışında kalanlar üzerinde fazla durmamak ve bunlara riayet edeceğim diye cuma namazı gibi büyük bir ibadeti terk ve iptal etmemek gerekir[338].
Cuma namazına ikinci rekâtte kıyamdayken yetişen, cuma namazına yetişmiş olur; selâmdan sonra kılamadığı rekâti kendi başına tamamlar.
(a) Hanefî Mezhebine göre, cumaya -sehiv secdesinin teşehhüdünde bile olsa- neresinde yetişilirse yetişilsin, namaz cuma olarak tamamlanır. Bunun açıklaması şöyledir: Muktedî hakkında, namazın bütününde imamla ortak olma şart değildir:
(1) Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, tahrimede ortaklık yeterlidir.
(2) eş-Şeybanî’den nakledilen birinci görüşte birinci rekâtte ortaklık şarttır;
(3) eş-Şeybanî’nin ikinci görüşü ve Züfer’e göre, namazın bir rüknünde ortaklık şartı aranır.
Bu görüş ayrılığına
göre, inesbûk, namaza birinci veya ikinci rekâtte, ya da rükûda yetişirse
cumaya yetişmiş olur; ikinci rekâtin secdesinde veya teşehhüdde katılınca, Ebu
Hanife ve Ebu Yusuf’a göre yine yetişmiş olur, eş-Şeybanî’nin birinci görüşünde
yetişmiş kabul edilmez, Züfer ve eş-Şeybanî’nin ikinci görüşünde yetişmiş olur.
Selâmdan önce, teşehhüd miktarı oturduktan sonra veya selâmdan sonra sehiv
secdesi yapıp tahiyyat namaza katılınca, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre cumaya
yetişmiş olur; eş-Şeybanî ve Züfer’e göre yetişmiş olmaz, kılınacak namaz
eş-Şeybanî’ye göre sırf
(b) Şafiî ve Maliki Mezhepleri ile eş-Şeybanî’ye göre,
cuma namazına sadece son oturuşta yetişince, namaz
(c) Hanbelî Mezhebine göre, imamın arkasında, secdeleriyle birlikte bir rekât kılan kimse, namazı cuma, bu kadarına yetişemeyen kimse -öğle vaktinde
kılıyorsa- niyet etmek şartıyla
(a) Hanefî Mezhebine göre, cuma namazına teşehhüdden sonra yetişince namaz iki rekât olarak tamamlanır.
(b) ÜM, eş-Şeybanî ve Züfer’e göre, bu durumda namazı dört rekât olarak tamamlamak gereklidir.
Namazı bozan genel haller cuma namazının bozulmasında da geçerliliğini aynen korur.
(a) Hanefi Mezhebine göre, -teşehhüd miktarı oturulsa
bile- namaz bütünüyle kılınmadan vakit
çıkarsa, namaz bozulur,
(b) Şafiî Mezhebine göre, hem hutbenin, hem namazın
(c) Malikî Mezhebine göre, cuma namazının vakti, güneş batana
kadar devam eder. Bu durumda, namaza, hutbe ve bir rekât kılacak kadarlık bir
zaman kalınca başlanmaz,
(d) Hanbelî Mezhebine göre, cumaya son vaktinde başlanınca, namaz yine cuma olarak tamamlanır.
(e) Caferî Mezhebine göre, bir rekât kılınmadan vakit
çıkmışsa, namaz bozulur,
(a) ÜM ile Züfer’e göre, cuma namazının sahih olması için, cemaatin namazın başından sonuna kadar hazır bulunması gerekir.
(b) Hanefî Mezhebi içinde, bu konuda iki görüş bulunmaktadır:
(1) Ebu Hanife’ye göre, -cemaat imam hakkında tahrimenin eda şartı olduğundan- cemaatin birinci secdeden önce dağılması halinde namaz bozulur.
(2) Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, -cemaat tahrimenin
in’ikad şartı olduğundan- böyle bir durumda namaz bozulmaz. İlk görüşe göre,
daha sonra
Genel hallerden biriyle bozulan cuma namaza için de, yine diğer namazlar için uygulanan bina (namaza kaldığı yerden devam) veya istikbal (yeniden başlama) çözüm yollarından biri seçilir.
Vaktin çıkmasıyla bozulan namaz için ne yapılacağı, bu halin namazı bozması açıklanırken ele alındı.
Cemaatin birinci rekâtin secdesinden önce dağılması da, aynı şekilde az önce ele alındı.
Cuma müslümanlar için bir bayram günüdür. Bunun için bir önceki günden hazırlık yapılmalıdır:
Cuma günü tırnakları kesmek, bıyıkları düzeltmek, etek ve koltuk tıraşı ile koku sürünmek menduptur.
(a) ÜM’e göre, cuma günü gusletmek sünnettir. Bu hanefî hukukçulardan el-Hasen b. Ziyad’a göre cuma günü, Ebu Yusuf’a göre cuma namazına aittir.
(b) Maliki Mezhebine göre, cuma günü gusül yapmak, sünnet değil, menduptur.
(c) Zahirî Mezhebine göre, cuma günü gusül farzdır. Bu görüş, Malik’ten de nakledilir.
Bu konu, Cuma Mükellefliği bölümünde ayrıca ele alınmıştır.
Cuma günü ve gecesi Kehf sûresini okumak menduptur. Camilerde okunması başkasını şaşırtır veya sesin yükseltilmesi vb. şekilde mescidin hürmetini zedelerse doğru değildir.
Cuma günü bol bol salavât okumak ve bol bol dua etmek menduptur.
Cuma günü, -imam dışındakilere- camiye erken gitmek menduptur. Erken gitmek için, belli bir vakit yoktur. Ezandan önce de gidilebilir.
(a) ÜM’e göre, camiye bir saat varken veya daha önce ya da sonra gitmek menduptur.
(b) Malikî Mezhebine göre, cumaya zevalden az önce hacira denen vakitte gitmek mendup, tebrik denen bundan önceki vakitte gitmek mekruhtur.
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, en güzel elbiseleri giymek menduptur, efdal olan beyaz renklilerdir.
(b) Malikî Mezhebine göre, cuma günü beyaz renkli elbise giymek menduptur. Cuma bayram gününe rastlarsa, -siyah renkli de olsa- yeniyi giymek, cumaya giderken beyaz renkliyi giymek mendup olur. Böylelikle, hem bayramın, hem cumanın hakkı ödenmiş olur.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, cuma günü sadece beyaz renkli elbise giymek menduptur.
(a) Şehirlerde cemaatle
(b) İç ezan okunduktan sonra alış-veriş yapmak Hanefî Mezhebine göre, mekruhtur.
(c) Cuma günü ile ilgili diğer mekruhlar ilgili konular anlatılırken teker teker ele alınmıştır.
Cenaze namazı, müslümanların hasta ve cenazeye karşı vazifeleri kısmında ele alınacaktır.
Yatsı namazından sonra tek başına, üç rekâtli olarak özel şekilde kılınan, üçüncü rekâtinde kunût bulunan ve hem vaktinde, hem de kazaya kalınca kılınması vacip olan namaza Vitir Namazı adı verilir:
(a) Ebu Hanife’den farz, vacip ve sünneti müekkede olduğu nakledilirse de sahih olan vacip olduğudur. Hanefî Mezhebinin benimsediği görüş de, vitir namazının vacip olmasıdır.
(b) Ebu Yusuf, eş-Şeybanî ve ÜM’e göre, vitir namazı, sünneti müekkededir.
Beş vakit namaz kılmakla mükellef olan herkes, vitir namazını kılar.
(a) Ebu Hanife’ye göre, yatsı namazının vakti, vitir namazının da vaktidir.
(b) Ebu Yusuf, eş-Şeybanî ve eş-Şafiî’ye göre, yatsı namazı kılındıktan sonraki yatsı vaktidir.
(c) Malikî Mezhebine göre, vitir namazının ihtiyarî
vakti, yatsı namazı kılındıktan sonraki yatsı vaktidir. Şafiî Mezhebinin
aksine, cem’u’t-takdîm şeklinde kılınan
yatsı namazında hüküm böyledir. Zarurî
vakitse, fecrin doğmasından
Vitir namazının, gecenin en son namazı olarak kılınması uygundur.
Bu vakitte kılınmayan vitir namazı kaza edilir mi?
(a) Hanefî Mezhebine göre, vitir namazının kazası da vaciptir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, -vakti belli diğer nafilelerde olduğu gibi- vitir namazının da kaza edilmesi sünnettir.
Ebu Yusuf, eş-Şeybanî
ve Sevrî’ye göre, fecirden sonra vitir kılınmaz; Malik, eş-Şafıî ve Ahmed b.
Hanbel’e göre,
(a) Hanefî Mezhebine göre, vitir namazı üç rekâttir.
(b) eş-Şafiî’ye ve Hanbelî Mezheplerine göre, vitir namazı, bir rekâtten onbir rekâte kadarki tek sayılı rakamlarca kılınabilir.
(c) Zührî’ye göre, Ramazan’da üç, diğer zamanlarda bir rekâttir.
(d) Maliki Mezhebine göre, vitir namazı bir rekâttir. Bir rekât daha ilâve edilebilir; iki rekât ilâve edilmesi halinde namaz bozulur.
(a) Bütün rekâtlerde kıraat yapmak farzdır.
(b) Birinci rekâtte A’lâ, ikincide Kâfinin, üçüncüde îhlâs ve Muavvizeteyn’i (Felak ve Nâs sûrelerini) okumak sünnettir.
(c) Maveraunnehr Mektebine mensup hanefî hukukçulara göre, bütün namaz kılanların, kıraati içinden yapması uygundur. el-Cessâs’a göre, münferid, kıraat konusunda serbesttir, imam açıktan okur.
Vitir namazında, üçüncü rekâtte zamm-ı sûreden sonra, iftitah tekbiri alır gibi, eller tam olarak salınmadan kunût tedbiri alınır ve kunût duaları okunur:
(a) Ebu Hanife’ye göre, kunût duası okumak vacip, Ebu Yusuf ve eş-Şeybani’ye göre sünnettir.
(b) Malik’e göre,
(c) Şafiî’ye ve Hanbelî Mezheplerine göre, vitir ve
(a)
(b) Hanbelî Mezhebine göre, bu durumda muktedî susar, duyuyorsa duaya âmîn der, duymuyorsa o da okur. İmam ve münferidin kunûtu açıktan okuması sünnettir.
(c) Şafiî Mezhebine göre, kunûtu imamın açıktan, münferidin içinden okuması, muktedînin imamın kunûtuna âmîn demesi sünnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, felâket zamanlarında, sadece
imam için ve yalnızca
(b) Şafiî Mezhebine göre, felâket zamanlarında bütün namazlarda kunût okunabilir. Namaz gizli kıraatli de olsa, imam ve münferîd kunût kıraatini açıktan yapar, muktedîyse sadece imamın kunût duasına âmîn der. Bu kunût için, sehiv secdesi gerekmez.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, taun dışındaki felaketlerde kunût okunabilir. Devlet başkanı veya naibi, bu durumlarda, cuma dışındaki bütün namazlarda kunût okuyabilir. Kunûtun sözleri, felâkete uygun olur. Devlet başkanı dışındaki mükellefler de, kunût okuyabilir.
(a) Bir grup hukukçuya göre, her namazda kunût okunabilir.
(b) Hanefî Mezhebine göre, kunût duası, sadece vitir namazında vardır ve üçüncü rekâtte rükûdan önce okunur.
(c) eş-Şafiî’ye göre,
(d) Bir grup hukukçuya göre sadece Ramazan’daki vitir namazlarında kunût okunur.
(e) Bir grup hukukçuya göre, kunût, Ramazan’ın ilk onbeş günündeki vitir namazlarında okunur.
(f) Hanbelî Mezhebine göre, kunût, vitirde rükûdan sonra okunur, önce okunması da caizdir. Felâketlerden sonra, cuma dışındaki farz namazlarda da okunabilir.
Kunût yerinde yapılmayınca nasıl hareket edilir? [357]
(a) Hanefî Mezhebine göre, kunût, okunmayıp daha sonra rükûda hatırlanırsa geri dönülmez, düşer. Bununla birlikte dönüp okursa tekrar rükû yapmadan namazı tamamlar.
(b) Maliki Mezhebine göre de, rükûda hatırlandığında kunûtu okumak için geri dönülmez, dönülürse namaz bozulur.
Kunûtun miktarı İnşikak sûresini okuyacak kadarlık zamandır.
Kunût duasıyla ilgili olarak çok çeşitli rivayetler vardır. Hanefî Mezhebine göre, kunût duası olarak bilinen “Allahumme İnna Neste’inuke ve Allahumme İyyake Na’budu...” duaları okunur. Bunu bilmeyenler “Rabbena Âtinâ”yı okur, bunu da bilmeyenler üç defa” Allâhummeğfirli” diye dua eder.
Hanefî Mezhebine göre, kunût duasından sonra saîât okunur, mevrud salâtın okunması efdaldir. [359]
Cessâs’ın zikrettiğine göre, hanefî hukukçu Ebu’1-Leys es-Semarkandî de, salât okunmasını uygun görür. [360]
Şafiî Mezhebine göre, kunût duasındaki sözlerden birini unutan sehiv secdesi yapar. [361]
Cumhur’a göre, vitir namazı, binekte ve ulaşım aracında kılınabılirken, Hanefî Mezhebine göre, kılınmaz.
Konu |
Hanefî |
Şafii |
Malikî |
Hanbelî |
|||
Hükmü |
Vacip |
Sünnet-i Müekkede |
Sünnet-i Müekkede |
Sünnet-i Müekkede |
|||
|
Vakti |
Normal |
Yatsı |
Yatsı |
Ihtiyarî yatsı,
zarurî |
İhtiyarî yatsı,
zarurî |
|
|
Kaza |
Vacip |
Sünnet |
Gerekmez |
|
||
Miktarı (rekat sayısı) |
3 |
1-11 |
1 veya 2 |
1-11 |
|||
K I R A A T |
Genel |
Farz |
Farz |
Farz |
Farz |
||
Şekli |
Ramazanda Cemaatle |
imam için farz münferit eizli |
Farz |
Farz |
Farz |
||
Diğer zamanlar |
Gizli |
Farz |
Farz |
Farz (2. rekât kavmesi)
|
|||
K U N U T |
Vitir |
Vacip |
Sünnet |
M üste hap |
Sünnet |
||
Sabah |
İmam |
Okuyabilir |
Açıktan sünnet (2. rekât kavmesi) |
Müstehap |
Açıktan sünnet |
||
Muktedî |
Susar |
içinden sünnet |
Okuyabilir |
Duyarsa susar, duymazsa okuyabilir |
|||
Felaket |
imam |
Sünnet |
Açıktan caiz |
|
- |
||
Muktedi |
Zaman susar, amin der |
Susar, amin der |
- |
- |
|||
Münferid |
Okuma |
Açıktan caiz |
|
|
|||
Namaz türü |
Sabah |
Bütün |
_ |
_ |
|||
Yeri |
2. rekât kavmesi |
2. rekât kavmesi |
2. rekât kavmesi |
2. rekât kavmesi |
|||
Felaket türü |
Genel |
Genel |
Genel |
Taun dışında |
|||
Kazası |
Dönüş |
Dönülmez, dönülürse rüku yapılmaz |
- |
Dönülmez |
- |
||
sonucu |
|
|
Bozulur |
|
|||
Binekte ve ulaşım aracında |
Kılınmaz |
Caiz |
Caiz |
Caiz |
Tablo 49: Vitir Namazı
Bilindiği gibi, iki dinî bayram vardır:
(a) ‘İdu’1-Fıtr,
(b) ‘İdu’l Edha.
Birincisi Şevval ayının birinci, ikincisi Zilhicce ayının onuncu günüdür. Kurban bayramı günün yevmu’n-nahr da denir. Yevmu’n-Nahr’dan sonraki üç güne de Eyyamu’t-Teşrîk adı verilir.
Eyyamu’l-îd (Bayram Günleri)
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yevmu’l-Fıtr (Ramazan bayramı günü) Yemvu’1-Edha (Kurban bayramı günleri)
Yevmu’n-Nahr (Kesim günü) Eyyamu’t-Teşrik
Şema 38: Eyyamu’l-İd (Bayram Günleri)
(a) Hanefî Mezhebine göre, bayram namazlarının kılınması vaciptir.
(b) Şafiî Mezhebine ve Zeyd b. Ali’ye göre, bayram namazları sünneti aynı müekkededir. Namazla mükellef olan herkes kılabilir. Haçta olmayanların cemaatle, hacıların tek başına kılması sünnettir.
(c) Maliki Mezhebine göre, bayram namazları sünneti aynı müekkededir. Cuma namazıyla mükellef olanlara, cemaatle bayram namazı kılmak gerekir. Meş’ar-i Haram’da vakfede olacaklarından, hacıların bayram namazı kılması gerekmez. Hacılar dışındaki Minalıların teker teker kılması gerekir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, cuma farz olan mükelleflere, bayram namazı kılmak farz-ı kifaye, hutbe sünnettir.
(e) Caferî Mezhebine göre, imamın bulunması ve hâkimiyetini kurmasıyla, farz olur. îmamın bulunmaması (gaybeti) halinde müstehaptır.
Böylece, bayram namazlarının hükmü konusunda, Şafiî ve Malikî Mezhebi birleşiyor sünnet-i ayn-ı müekkede diyor, Hanefi Mezhebi vacip, Hanbelî Mezhebi ise farz-ı kifaye hükmünü veriyor; kimlerin mükellef olduğu konusundaysa, ÜM birleşirken, Şafiî Mezhebi mükellefi iği daha yaygın tutarak her namaz mükellefinin bayram namazı kılabileceğini benimsiyor.
Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır.
Vacip olduğu, şu hadise dayanır: “Hz. Peygamber (sav), dine’ye hicret edince, onların iki gün bayram yaptıklarını gördü ve bu iki günün mânâsını sordu. Medineliler, cahiliye çağından beri bu günleri kutladıklarını söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav),
“Yüce Allah bu iki günü onlardan daha hayırlı ve manâlısıyla değiştirdi: Bunlar Kurban ve Ramazan bayramlarıdır” buyurdu. [364]
Bayramın cuma gününe rastlaması halinde, bayram namazını kılmakla cuma mükellefliği düşer mi? [365]
(a) Atâ, -bir rivayette- Abdullah İbnu’z-Zübeyr ve Hz. Ali’yle göre, cuma namazı bu durumda düşer, sadece ikindi namazı kılınır.
(b) -Bir rivayette- Hz. Osman ile Ömer b. Abdilaziz ve eş-Şafiî’ye göre, sadece köylülerden, yani cuma kılınması gerekmeyen yerleşim merkezinde oturanlardan bayram namazı düşer.
(c) Ebu Hanife ve Malik’e göre, kişi şartlarını taşıyınca her ikisiyle de mükelleftir, biri diğerinin yerine geçmez.
(d) Şevkânî’ye göre, mükellef serbesttir; ister kılar, isterse kılmaz.
Az önce de belirtildiği gibi, bayram namazıyla mükellef olmak için, ÜM’e göre cuma namazının şartlarını, Şafiî Mezhebine göre, namazla mükellef olma şartlarını taşımak gerekir. Cuma namazının sahih olma şartları da, hemen hemen aynen bayraizzn namazı için de geçerlidir. Bu sebeple, cuma namazı farz olan kimselere, bayram namazı kılmak vaciptir. Cuma ile bayram, hutbe ve cemaatlerinin hükmü konusunda farklılık vardır: Cuma için hutbe okumak şartken bayram için sünnettir. Bayram namazı hutbesi, namazdan önce okunmayıp namazdan sonra okunma konusunda da cuma hutbesinden ayrılır. Hutbe konuları yönünden Ramazan bayramında zekât ve fitre; kurban bayramında ise kurban ve teşrrik tekbirleri özel olarak işlenir. Cuma hutbesi ise, genel konulard an seçilir. Cemaat bayram namazında vaciptir, sayısı da imam dışında da bir mükellefin bulunmasıdır. Halbuki cuma namazı için dışında en az üç mükellefin bulunması gerekir.
ez-Zührî’ye göre, yolcular bayram namazı kılmakla mükellef değildir; eş-Şafiî ve el-Hasenu’1-Basri’ye göre, yolcular da bayram namazı kılabilir. Hatta eş-Şafiî’ye göre kadınlar evlerinde bayram namazı kılabilirler.
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, cuma namazında olduğu gibi bayram namazında da cemaat şarttır
(b) Şafiî Mezhebine göre, hacı olmayanlar için, bayram namazını cemaatle kılmak sünnettir.
(c) Maliki Mezhebine göre, cemaatle kılınması sünnet olmasının şartıdır.
(d) Caferi Mezhebine göre, bu asırda ihtiyat, tek tek kılınışıdır. Cemaatle kılınmasında bir sakınca yoktur.
(a) ÜM’e göre, bayram namazını» şehir dışındaki namazgahta kılmak sünnettir:
(1) Hanefî Mezhebine göre, bayram namazının camide kılınması mekruhtur.
(2) Malikî Mezhebine göre, bayram namazını, şehir dışında kılmak menduptur. Mescid-i Haram dışındaki camilerde kılınması ise mekruhtur.
(3) Hanbelî Mezhebine göre, şehir dışındaki yerin, şehre yakın olması gerekir. Mescid-i Haram dışındaki camilerde kılınması mekruhtur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, bayram namazını, camide kılmak, şehir dışında kılmaktan efdaldir.
Bütün hukukçulara göre, bayram namazının vakti, güneşin doğmasından sonra zevale kadardır:
(a) Hanefî Mezhebine göre, bayram günlerinin ilkinde namazı kılmak gerekir. Bir özür sebebiyle ikinci, kurban bayramı üçüncü gün öğleye kadar geciktirilebilir. Fakat özürsüz olarak bayram namazını birinci günden sonraya geciktirmek mekruhtur. Bu günler içinde kılınmayan bayram namazının kazası gerekmez.
Yukarıda belirtilen bayram günleri içinde güneş doğup mekruh vakit çıktıktan (işrakten) sonra zeval vaktine kadar olan zaman aralığında bayram namazı kıîınabilir. Bu vakittten sonra kılınmaz.
(b) Bayram olduğu zevalden sonra öğrenilirse Malik, eş-Şafiî ve Ebu Sevr’e göre, aynı gün bayram namazı kılınır; Evzaî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ve Hanefî Mezhebine göre, ertesi gün kılınır.
Bayram namazı iki rekâttır ve cuma namazı gibi cemaatle kılınır. [371]
Niyet edip iftitah tekbiri alındıktan sonra, herkes içinden Subhaneke’yi okur. Daha sora imam, açıktan üç defa tekbir alır; cemaat de bu tekbirleri alacaktır. Birinci ve ikinci tekbirlerde eller yana salınır; üçüncüdeyse namazdaki gibi bağlanır. Bu tekbirlere zevâid tekbirleri adı verilir ve vaciptir. Fatiha ve zamm-ı sûre açıktan okunarak, rükû ve secde yapılır. Böylece, bir rekât tamamlanmış olur. Secdeden sonra ikinci rekâte kalkılır.
İkinci rekâte kalkınca, imam, açıktan Fatiha ve zamm-ı sûreyi okur. Bundan sonra, rükûa eğilmeden üç defa ilk rekâtte olduğu gibi tekbir alınır. Tekbirler alınırken eller bağlanmaz, yana salınır. Üçüncü tekbirden sonra, dördüncü olarak rükû tekbiri alınır rükû ve secde yapılır. Tahiyyat, salavât ve dualar okunarak selâm verilir.
İlk rekâtte A’lâ, ikincide Gâşiye sûrelerini okumak menduptur.
1 2
------------------------------------------------------------
İftitah Tekbiri Fatiha
Sübhâneke Zammı Sure
Fatiha ve Zammı Sure Zevâid Tekbirleri
Rükû Tekbiri ve Rükû Zevâid Tekbirleri
Secde ve Kalkış Ka’de ve Selâm
Şema 39: Bayram Namazının Kılınma Formülü
Bayram namazındaki tekbirlerin sayısı, hukukçular arasında ihtilaflıdır, bu konuda on görüş vardır: [372]
(a) Ebu Hanife’ye göre, birincide iftitah tekbirinden sonra kıraatten önce üç, ikinci rekâtte kıraatten sonra dört tekbir bulunmaktadır.
(b) Malik’e göre, birinci rekâtte iftitah tekbiriyle birlikte kıraatten önce yedi, ikincide secdeden kalkış tekbiriyle birlikte yine kıraatten önce altı tekbir vardır.
(c) eş-Şafiî’ye göre, birincide sekiz, ikincide secdeden kalkış tekbiriyle birlikte altı tekbir bulunmaktadır.
(d) İbn Abbas, el-Mugîre b. Şu’be, Enes b. Malik, Said b. el-Museyyeb ve en-Nehaî’ye göre her rekâtte dokuz tekbir vardır.
(e) Hanbelî Mezhebine göre, her iki rekâtte kıraatten önce olmak üzere birincide altı, ikincide beş tekbir bulunmaktadır.
(f) Caferi Mezhebine göre, birinci rekâtte, zamm-ı sûreden sonra beş tekbir ve her tekbirden sonra beş kunût vardır. İkinci rekâtte ise, dört tekbir ve dört kunût vardır. Kunût olarak, her zikir ve dua okunabilir. Bilinen kunûtların okunmasında sakınca yoktur, hatta iyidir.
Tekbir alırken ellerin kaldırılması konusu da, hukukçular tarafından değişik şekillerde açıklanmıştır: [373]
(a) Hanefî Mezhebine göre, iftitah ve zevâid tekbirlerinde eller kaldırılır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, her tekbirde eller kaldırılır.
(c) Ebu Yusuf’a göre, sadece iftitah tekbirinde ellerin kaldırılması gerekir.
(d) Bir grup hukukçuya göre, mükellef serbesttir.
(a) İmam birinci rekâtte zâid tekbirleri unutarak Fatiha okurken veya bitirdikten sonra bu durumu hatırlasa, tekbirleri alır ve Fatiha’yı yeniden okur.. Fakat Fatiha’dan sonraki zamm-ı sûreyi veya bir kısmını okuduysa, tekbir ahr, kıraati yenilemez.
(b) Zaid tekbirlerin alınmadığı rükûda hatırlanırsa, eller kaldırılmadan imam rükûda tekbir alır. Rükûdan sonra alınmadığı hatırlanırsa, tekbir alınmaz. Böylece, vacip tekbirleri terkettiğinden sehiv secdesi yapmak gerekir; ancak cemaat kalabalık olduğundan, karışıklığa meydan vermemek için secde yapılmayabilir.
(c) İkinci rekâtteki zevâid tekbirlerini kıraatten önce almak caizse de, evlâ olana aykırıdır.
(a) İmam birinci rekâtin zevâid tekbirlerini aldıktan sonra kıraatteyken cemaate yetişen mükellef, Subhâneke’yi okumayarak, üç tekbir alır ve hemen imamla birlikte hareket eder.
(b) İmama birinci rekâtın rükûunda yetişen mükellef, -ona daha rükûdan kalkmadan yetişeceğini tahmin ederse- zevâid tekbirlerini ayakta alır ve sonra rükûa eğilir. Fakat tekbir alınca yetiş e meyeceğini anlarsa, ayakta iftitah tekbiri alır ve rükûa eğilir. Rükûda diğer tesbihleri okumayarak ellerini kaldırmadan zevâid tekbirlerini alır. Aynı durumda, tekbirleri yetiştiremezse, artık imamla birlikte hareket ederek onları terk eder.
(c) İmama rükûdan sonra veya ikinci rekâtin kıyamında yetişen mükellef, selâmdan sonra ayağa kalkar ve birinci rekâti kılar. Fatiha ve zamm-ı sûreyi okuduktan sonra içinden zevâid tekbirlerini alarak namazı tamamlar.
İmamla birlikte kılması gerektiği halde, bayram namazını kaçıran mükellef, aşağıdaki gibi hareket eder:
(a) Hanefî Mezhebine ve Malik’e göre, bayram namazı, hiçbir şekilde kaza edilmez. Hanefî Mezhebine göre, cemaate katılmak arzusuyla gelip namaza yetişemeyen mükellef, tek başına bayram namazı kılamaz; ancak münferîd olarak kaza etmek isteyen kimse, kuşluk namazı yerine geçmek üzere dört rekât namaz kılar. Bu namazda, rekâtlere göre, sırayla A’lâ, Duhâ, İnşirah ve Tin sûrelerini okur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, bu durumda mükellef, bayram namazını münferîd olarak zevalden önce kılınca eda, zevalden sonra kaza olarak kılmış olur.
(c) Maliki Mezhebine göre, aynı gün zevale kadar kaza edilir,
zevalden sonra kaza edilmez.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, bayram namazlarının daha sonra istenildiği zaman kaza edilmesi sünnettir,
(e) Ahmed b. Hanbel ve Sevrî’ye göre, dört rekât olarak kılınır.
(f) eş-Şafiî ve Ebu Sevr’e göre, imamla kılınıyormuş gibi, kendini onun yerine koyarak kılmak sünnettir.
(g) Bir grup hukukçuya göre, iki rekât olarak kılınır, ancak kıraat açıktan yapılmayacağı gibi bayram tekbiri de alınmaz.
(h) Bir grup hukukçuya göre, bayram namazı, cami ve mescidde kılınınca iki, evde kılınca dört rekât olarak kılınır.
Namazı bozan genel hal ve hareketler, bayram namazını da bozar.
Cuma namazını bozan hal ve hareketler, bayram namazını da bozar.
(a) Genel hallerden biriyle bozulan bayram namazı, yeniden kılınır.
(b) Özel hallerden biri ve vaktin çıkmasıyla bozulan bayram namazı, az önce de belirtildiği gibi, Hanefî Mezhebine göre düşer, eş-Şafîî’ye göre tek başına kılınır.
|
Hanefi |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
||||
Hü |
kmü |
Genel |
Vacip |
Sünnet-i Ayn-ı Müekkede |
Sünnet-i Ayn-ı Müekkede |
Farz-ı Kifaye |
||
|
Hacı |
|
münferid Olarak Sünnet |
Gerekmez |
- |
|||
Mükellefi |
Cuma |
Herkes |
Cuma |
Cuma |
||||
Cuma Gününe Rastlaması |
Kılınır |
Köylülerde n Düşer |
Kılınır |
— |
||||
Şartları-Kılınışı |
Hutbe |
Hükmü |
Sünnet |
Sünnet |
Sünnet |
Sünnet |
||
Yeri |
|
|
|
|
||||
Cemaat |
Hükmü |
Şart, Vacip |
Sünnet |
Şart |
Şart |
|||
Sayısı |
Bir |
— |
... |
— |
||||
Yolcu Olmamak |
Caiz |
Caiz |
Caiz |
Caiz |
||||
Kılınacağı Yer |
Namazgah |
Sünnet |
— |
Mendup |
Sünnet |
|||
Cami |
Mekruh |
Efdal |
Mekruh |
Mekruh |
||||
Vakti |
İlk Gün |
Gerekli |
— |
... |
— |
|||
Erteleme |
özürsüz Makruh |
— |
— |
... |
||||
Zevalden Sonra Öğrenilmesi |
Ertesi Gün |
Aynı Gün |
Aynı Gün |
Ertesi Gün |
||||
Zevaid Tekbirleri |
Sayısı |
İlk Rekat |
Sayı |
3 |
6 |
8 |
6 |
|
Yeri |
Iftitah/ Senadan Sonra |
Kıraatten Önce |
|
Kıraatten Önce |
||||
İkinci Rekat |
Sayı |
4 |
5 |
5 |
5 |
|||
Yeri |
Kıraatten Sonra |
Kıraatten Önce |
— |
Kıraatten Önce |
||||
Ellerin Kaldırılması |
İftitah |
Kaldırılır |
Kaldırılır |
Kaldırılır |
Kaldırılır |
|||
Zevâid |
Kaldırılır |
Kaldırılır |
|
— |
||||
Diğerleri |
Kaldırılır |
Kaldırılır |
... |
_ |
||||
Ka zası |
|
Kazası |
Gerekmez |
_. |
— |
_ |
||
Zevale Kadar |
Kuşluk Yerine 4 Rekat |
Eda Edilir |
Kaza Edilir |
— |
||||
|
Zevalden Sonra |
— |
Kaza Edilir |
Gerekmez |
_ |
|||
|
Serbest |
— |
... |
— |
Sünnet |
|||
Bozul |
|
Genel Haller |
Yeniden |
Yeniden |
Yeniden |
Yeniden |
||
ması
|
Vaktin Çıkması |
Düşen |
Münferiden Kılınır |
|
— |
|||
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tablo 50: Bayram Namazı
(a) Geceyi namaz, Kur’ân okumak vb. ibadetlerle geçirmek,
(b) Erken kalkmak ve gusül yapmak,
(c) Süslenmek ve koku sürünmek,
(d) Güzel ve temiz elbiseleri giymek,
(e) Ramazan bayramında namaza gitmeden -önce hurma ve tatlı yemek, fitreyi ödemek; kurban bayramında hiçbir şey yemeyip namazdan sonra kurban etinden yemek,
(f) Vücut temizliğini yaptığı gibi, tırnakları kesmek, saçları düzeltmek,
(g) Sevinçli ve güleryüzlü olmak, fakirleri sevindirmek,
(h) İyi dileklerle bayramlaşmak, dargınlarla barışmak,
(i) Bayram namazına giderken, Ramazan bayramında, Ebu Henife’ye göre yolda tekbir getirilmez, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre tekbir getirilir; kurban bayramında, yolda tekbir getirilir. Birincide gizli, ikincide açıktan tekbir getirilir.
(a) Camiye yürüyerek ve erken gitmek,
(b) Hutbe okumak. Bayram namazında günün mânâ ve önemi ile bu günde yerine getirilmesi gerekli vazifeler hakkında bilgi verilir:
(1) Hutbenin Rükünleri: Bayram hutbesinin rükünleri, Cuma hutbesiyle aynıdır. Farklı olarak, bayram hutbesine tekbirler, cuma hutbesine hamd ile başlanır.
(2) Hutbenin Şartları: Bayram hutbesinin sahih olması için, en az bir kişinin dinlemiş olması şarttır. Hutbenin namazdan sonra ve Arapça olması sahih olma şartlarından değildir.
(c) Namazdan sonra eve, camiye geldiği yoldan dönmeyerek, başka bir yoldan dönmek,
(d) Kurban bayramı namazını erken, Ramazan bayramı namazını geç kılmak müstehaptır. Bayram namazı cenaze namazına; cenaze namazı da bayram hutbesine, öncelikle yerine getirmek yönünden tercih edilir.
(a) Hutbeye başlamazdan önce oturmak,
(b) Namazdan önce veya sonra nafile namaz kılmak. Bu konuda hukukçuların görüşleri, şöylece özetlenebilir. [378]
(1) Cumhur’a göre bayram namazından önce ve sonca nafile namaz kılınmaz.
(2) eş-Şafiî’ye göre, bayram namazından önce nafile namaz kılınabilir.
(3) Sevrî, Evzaî ve Ebu Hanife’ye göre, önce kılınabilir, fakat sonra kılınmaz.
(4) Hanefi Mezhebine göre, bayram namazından sonra camide nafile namaz kılınmaz, evde kılınabilir.
(5) Şafiî Mezhebine göre, imamın namazdan önce veya sonra nafile kılması mekruhtur; -hutbeyi duymuyorsa- muktedînin nafile kılması mekruh değildir.
(6) Malik’e göre, namazgahta nafile namaz kılınamazken, camide kılınabilir.
Sevindirici bir olaydan veya atlatılan bir tehlikeden dolayı namaz kılmayı adayan kimsenin bu namazı, adadığı zaman ve rekât sayısına göre eda veya kaza etmesi vaciptir. Çünkü adağın hükmü budur. Adak namazı cemaatle kılınmaz, daha doğrusu hem imam, hem muktedînin namazı adak namazı olamaz.
(a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, başlanan veya bozulan ibadeti tamamlamak vaciptir. Çünkü, nafile ibadete başlamak, onu adamak demektir. Bu sebeple, başlanan veya yarım bırakılan nafile namazlar tamamlanır ve kaza edilir. Nafile namazın kaza edilebilmesi için, namaza sahih olma şartlarıyla başlamak gerekir; sahih olarak başlanmayan nafile namazın kazası gerekmez. [380] Hanefî Mezhebine göre, bozulan nafilenin matlub bir nafile ve başlangıcın sahih olması gerekir.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bozulan veya yarım bırakılan nafile namazın kazası vacip değil, sünnettir.
Nafile ibadete başlayınca onu tamamlamak gerekir; eğer başlanıp bozulursa kazası vaciptir. Bu konuda genel kaide şudur:
“Hanefî Mezhebi ve Malik, sahabenin birçoğu -msl. Ebu Bekr ve İbn Abbas, tabiundan el-Hasenu’1-Basrî, Mekhûl ve Nehâî’ye göre adak dolayısıyla veya sahih olması konusunda başlangıcı sonuna bağlı olan ibadetlerin bozulması, tamamlanmasının ve kazasının da sebebidir. Bu durumda abdest, tilâvet secdesi, hasta ziyareti vb. bizzat maksud ibadet olmadıklarından, adamakla yapılması gerekli olmayan işler; sadaka, kıraat gibi sahih olması için başı sonuna bağlı olmayan işler; eş-Şeybânî’ye göre, i’tikâf da bu kaidenin dışında kalırken, namaz, oruç, hac, umre ve tavaf ile Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, i’tikâf bu kaidenin uygulanacağı ibadetlerdir, eş-Şafiî ve Ahmed’e göre, sadece başlanıp bozulan hac ve umre kaza edilir.
İbn Âbidin bununla ilgili olarak şu dörtlüğü zikreder:
Mine’n-Nevafili Seb’un Telzimu’ş-Şârî’
Ahzen Lizalike Mirama Kâlehu’ş-Şârî’
Savmun Salatun Tavâfun Haccuhu Rabi’
Ukûfuhu Umretun İhramuhu’s-Sabi’
“Nafilelerin, Şârî’in sözlerinden alınarak, yedisinin kazası başlayana gerekli olur: Oruç, namaz, tavaf, hac, i’tikâf, umre ve ihram.” [381]
Yine genel kaide olarak mükellefe iki sebep dolayısıyla ibadet vacip olur:
1. Söz: Adak yoluyla.
2. Fiil: Nafile ibadete başlanması yoluyla.
Sebeplerine göre bozulan veya yarım bırakılan nafile namazların kaza edilecek miktarını ve şeklini inceleyelim:
Genel kaide olarak, şunu bilmek gerekir: İftitah tekbiriyle başlanan bir nafile namaz, -daha fazlaya niyet edilse bile- iki rekât olarak kaza edilir. Ebu Yusuf’tan bu konuda üç nakil vardır:
(a) Dört rekât nafile kılmaya niyet eden, bunu bozunca iki rekât olarak kaza eder,
(b) Niyet ettiği kadar kaza eder, çünkü başlamakla bu namazı kendine vacip kılmıştır,
(c) Dört rekât niyet ettiyse dört, daha fazlasında da dört rekât kaza edilir.
Bu durumu kavradıktan sonra, konuyu genişçe inceleyebiliriz:
(a) İki rekât nafile kılmaya niyet eden, ikinci rekâtte oturduktan sonra üçüncü rekâte kalkarsa, son iki rekâtı de tamamlaması gerekir. Bu durumda, üçüncü rekâtte senayı okumak gerekmez.
(b) İki rekât nafile kılan kimse, bu namazda ikinci rekâtten sonra sehiv secdesi yapar, iki rekât daha ilave edilmez.
(c) Dört rekât nafile kılan mükellef, birinci ka’deyi terkederse, eş-Şeybanî’ye göre namaz bozulur, Ebu Yusuf’a göre bozulmaz. Buna göre dört rekâtli nafile bir ka’dede kılınmaz. Altı rekâtlik nafileyi bir ka’dede kılmak, hukukçuların bir kısmına göre caiz, bir kısmına göre değildir.
(d)
Bilindiği gibi, nafile namazlarla vitrin bütün rekâtlerinde, kıraat yapmak farzdır. Nafile namazlarda kıraatin terkedilmesi halinde, nasıl hareket edilecektir? Bu konuya Süte Aşeriye Mesaili (Onaltı Mesele) de denir.
Nafile namazlarda kıraatin terkedilmesi konusunda genel ölçü şudur:
(a) Ebu Yusuf’a göre, ilk iki rekâtteki kıraatin terkedilmesiyle nafilenin bozulması halinde, -tahrime devam ettiğinden- ikinci iki rekâtte başlanabilir.
(b) eş-Şeybanî’ye göre, ilk iki rekât bozulunca, -tahrime devam etmeyeceğinden- ikinci iki rekâte başlanamaz.
(c) Ebu Hanife’ye göre, kıraat ilk iki rekâtin ikisinde de terkedilirse, -tahrime bâtıl olacağından- ikinci iki rekâte başlanamaz; fakat ilk iki rekâtin sadece birinde terkedilirse ikinci iki rekâte başlanabilir. [384]
Aşağıdaki ayrıntılar da, bu genel ölçüye göre değerlendirilebilir:
(a) Dört rekâtli nafilenin bütün rekâtlerinde kıraati terkeden mükellef, namazı Ebu Hanife, eş-Şeybanî ve Züfer’e göre iki; Ebu Yusufa göre dört rekât kaza eder.
(b) Kıraatin ilk veya son iki rekâtın yalnız birinde terkedilmesi halinde, eş-Şeybani’ye göre yalnızca ilk iki rekat; Ebu Yusuf ve Ebu Hanife’ye göre dört rekâtin bütünü kaza edilir.
(c) Kıraati ilk iki rekâtte terkedip, ikinci iki rekâtte terketmeyen mükellef yalnızca iki rekât kaza eder.
(d) Dört rekâtli nafilede kıraat, yalnızca ilk iki rekâtin birinde yapılırsa, eş-Şeybanî’ye göre namazı iki; Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre dört rekât olarak kaza etmek gerekir.
(e) Dört rekâtli nafilede kıraat, ikinci iki rekâtin yalnızca birinde yapılırsa, namaz Ebu Yusuf’a göre dört, Ebu Hanife, eş-Şeybanî ve Züfer’e göre iki rekât kaza edilir.
(f) Kıraat yalnızca ilk veya son iki rekâtte yapılırsa, sadece ilk veya son iki rekât kaza edilir.
(g) Kıraat ilk iki rekâtin ikisinde ve son iki rekâtin yalnızca birinde yapılırsa, son iki rekât kaza edilir. Son iki rekâtte kıraat yapmayınca, ilk iki rekât kaza edilir.
Bütün bu hükümler, birinci ka’dede teşehhüd miktarı oturunca geçerlidir. Bu miktarda oturmayınca, eş-Şeybanfye göre namaz bozulur.
Kıraatin terki dolayısıyla bozulmasında kazanın rekat sayısı, şu şekilde özetlenir: Kıraat ya dört rekâtte yapılmış veya dördünde yapılmamıştır, ya da üçüncüde de yapılmamıştır; bu son halde dört şık ortaya çıkar. Bu terk hallerinde, namazın kaza edilecek rekat sayısı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:
Terk/Kıraat |
Rek’atlerde Kıraatin |
Terki Veya Yapılması |
Ebu Hanife |
Ebu Yusuf |
eş-Şey- bani, Züfer |
|||
1 |
2 |
3 |
4 |
|
|
|
||
1 |
Dört Kıraat |
(Y) Yapma |
Y |
Y |
Y |
- |
- |
- |
2 |
Dört |
(T) Terk |
T |
T |
T |
2 |
4 |
2 |
3 |
Uç |
T |
T |
T |
Y |
2 |
4 |
2 |
Terk |
T |
T |
Y |
T |
2 |
4 |
2 |
|
|
T |
Y |
T |
T |
4 |
4 |
2 |
|
|
Y |
T |
T |
T |
4 |
4 |
2 |
|
4 |
İki |
T |
T |
Y |
Y |
2 |
2 |
2 |
|
Terk |
T |
Y |
T |
Y |
4 |
4 |
2 |
|
|
T |
Y |
Y |
T |
4 |
4 |
2 |
|
|
Y |
T |
T |
Y |
4 |
4 |
2 |
|
|
Y |
T |
Y |
T |
4 |
4 |
2 |
|
|
Y |
Y |
T |
T |
2 |
2 |
2 |
5 — |
Bir |
T |
Y |
Y |
Y |
2 |
2 |
2 |
Terk |
Y |
T |
Y |
Y |
2 |
2 |
2 |
|
|
Y |
Y |
T |
Y |
2 |
2 |
2 |
|
|
Y |
Y |
Y |
T |
2 |
2 |
2 |
Tablo 51: Kıraatin Terkinde Nafilenin Kazası
Hac konusunda ele alınacağı gibi, tavaf çeşitlerinin, hangisi olursa olsun, yedi şartı bittikten sonra kılınan namaza Tavaf Namazı (Rek’ateyi’t-Tavaf) denir:
Cumhur’a göre tavaf namazı sünnet;
Hanefî ve Maliki Mezheblerine göre, vaciptir.
Tavaf namazının efdal olan kılınma vakti, -kerahat vakti değilse- tavaf biter bitmez hemen kılmaktır. Kerahat vaktinde biten tavaf için namaz istenildiği zaman, hatta kendi memleketine döndükten sonra bile kalınabilir. Fakat tavaf namazını kendi memleketinde kılmak mekruhtur.
Tavaf namazının efdal olan kılınma yeri Makam-ı İbrahim‘dir. Burada kılmak mümkün değilse, Kabe’nin içinde, Hacer-i Esved’in önünde, Mîzab’m (Altınoluk’un) altında, Mescid-i Haram’ın Hacer-i Esved’e yakın olan yerlerinde, Mekke Harem’inde kılınabilir; Harem’in dışında kılınması uygun değildir.
Tavaf namazı, aynen
Namaz Türü |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
Vitir |
Vacib |
Sünneti Müekkede |
Sünneti Müekkede |
Sünneti Müekkede |
Bayram N. |
Vacib |
Sünneti Aynı Müekkede |
Sünneti Aynı Müekkede |
Farzı Kifaye |
Bozulan Nafile Namazın Kazası |
Vacîb |
Sünnet |
Farz |
Sünnet |
Adak N. |
Vacib |
Vacib |
Vacib |
Vacib |
Tavaf N. |
Vacib |
Sünnet |
Vacib |
Sünnet |
Tablo 52: Vacip Namazların Hükmü
Farz ve vacip namazlardan fazla olarak sevap kazanma isteğiyle kılınan namazlara Nafile Namaz denir. Bu çeşit namazlara Tatavvu (Salâtu’t-Tatavvu) veya Mendup Namazlar da denmektedir.
(a) ÜM’e göre, teravih gibi, cemaatle kılınması meşru olanlar dışındaki nafileleri evde kılmak, camide kılmaktan efdaldir.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, revâtip nafileler ile vitir namazı ve cemaatle kılınması meşru olmayan namazları evde kılmak efdaldir.
Birinci sefa (iki rekâte) başlamanın sahhati tahrime, ikinciye başlamanın geçerliliği ise tahrimenin devamıyla birlikte ona kalkışla olur: Ebu Hanife’ye göre, birinci şefta kıraatin terkedilmesiyle tahrime devam etmez, bu sebeple ikinci sefa başlamak sahih olmaz, bu ikincinin kazası gerekmeyip sadece birinci şef kaza edilir, ikincide kıraatin terkiyle tahrime değil, eda fasid olacağından, iki rekâtte kıraatin terkedilmesi gibi sadece birinci şef kaza edilir; bu son durumda ikinciye başlamak da sahihtir. eş-Şeybanî ve Züfer’e göre, şeflardan birinde bir rekâtte -iki rekâtın terki gibi-tahrime ve edayı ifsad eder, ikinciye başlanması sahih olmaz, sadece birinci şefin kazası gerekir. Ebu Yusuf’a göre, bir veya iki rekâtte terk sadece edayı bozar, tahrime bozulmayıp devam eder, bu durumda ikinci sefa başlamak da sahihtir. Kısacası, tahrime, kıraatin terkiyle, Ebu Yusufa göre mutlak olarak bozulmaz, eş-Şeybanî ve Züfer’e göre mutlak olarak bozulur, Ebu Hanife’ye göre, iki rekâtte terkiyle bozulur. en-Nesefî görüşleri şu beyitlerde özetlemiştir:
Tahrimetu’n-Nefli
Fiha’l-Kıraatu Aslen ‘Inde Nu’man
Ve’t-Terku Fi Rek’atin Kad Addehu Zufer
Ke’t-Terki Aslen ve Eydan Şeyh Şeyban
Ve kale Ya’kub Tebka Keyfemâ Terekte
Fiha’l-Kıraat Fahfezhu Bi-İtkan
“Terkettiğin takdirde, nafilenin tahrimesi kalmaz. Ebu Hanife’ye göre, ondaki kıraat aslîdir. eş-Şeybânî ve Züfer, bir rekâtte terkini, aslî terk gibi saymamıştır. Ebu Yusuf’a göre nasıl terkedilirse edilsin tahrime devam eder. Nafiledeki kıraate çok dikkat etmelisin.”
(a) Hanefî Mezhebine göre, cemaatle namaz kıldıran imamın farzı kıldığı yerde nafile kılması mekruhtur. Zira, sonradan gelen, durumu karıştırabilir. Muktedî ise, farzı kıldığı yerde de nafile kılabilir, fakat muktedî için de müstehap olan, nafileyi başka yerde kılmaktır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cemaatle kılınan farzdan sonra, aynı yerde nafile kılınabilir. Bulunduğu yerden ayrılmak mümkün olmayınca, konuştuktan sonra nafileye başlamak sünnettir.
(c) Maliki Mezhebine göre, revâtip nafileleri camide kılmak efdaldir; farzın kılındığı veya başka yerde de kılınabilirler. Revatıp olmayan nafileleri evde kılmak efdaldir. Medine’de olanların, nafileleri Mescid-i Nebi’de Hz. Peygamber’in (sav) kıldığı yerde kılması menduptur, burası minberin yanındaki mihrabın önüdür.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, cemaatle kılınması meşru olmayanlar dışındaki nafileleri evde kılmak efdaldir. Fakat camide kılınınca, mükellef dilediği yerde namaza durabilir.
Nafile namazların
kılınmasının mekruh olacağı vakitler, namaz vakitleri incelenirken ele
alınmıştı. Nafilelerin genel olarak vakti ile efdal olan vakitleri, her birini
tek tek incelerken ele alınacaktır. Yalnız, burada, vakti çıktıktan sonra
nafile namazların kaza edilip edilmeyeceğini inceleyelim: Vakti çıktıktan
sonra, hiçbir nafile namaz kaza edilmez. Yalnızca
Tek tek incelerken görüleceği gibi, nafile namazların kılınma şekilleri miktar, kıraat vb. yönden birbirinden farklıdır.
Nafile namazlarda efdal olan, Hanefî Mezhebine göre, kıyamın uzaması, eş-Şafiî’ye göre secdelerin uzamasıdır. [389]
Nafile namazların miktarları, az sonra ele alınacaktır. Cumhur’a göre, bir rekâtli nafile namaz yoktur. [390]
(a) Hanefî Mezhebine
göre, gündüz nafilelerinin
dört,
(b) eş-Şafiî’ye ve Maliki Mezheplerine göre, bütün nafileler için efdal olan, ikişer ikişer kılmaktır.
(c) Ebu Hanife’ye göre, bütün nafile namazları, dörder rekât kılmak efdaldir.
Gündüz nafilelerinde,
dört rekâtten fazla kılarak selâm vermek mekruhtur.
Nafile namazlar için belli bir vakit ve miktar yoktur, ancak nafilelerin bazı miktar ve vakitlerde kılınması mekruhtur. Farz namazların ise, mutlaka uyulması gereken belli miktar ve vakitleri vardır.
(a) Nafile namazları, güç yetse bile, oturarak kılmak caizdir. Farz namazlar, ancak güç yetmemesi halinde oturarak kılınır.
(b) Ayakta başlanan farz namaz normal hallerde oturarak kılınmaz. Nafile namazlarda ise, Ebu Hanife’ye göre sonradan oturulabilirse de, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre oturulmaz.
(c) Oturarak başlanan nafile namazların bir kısmı oturarak, bir kısmı da ayakta tamamlanabilir.
(d) İnmeye güç yettiği halde, binekte nafile namaz kıhnabilir. Farz namazlar ise kılınmaz.
Nafile namazlar mutlak, yani namaz ismi açıkça belirtmeden niyet ederek kıhnabilir. Fakat farzlarda niyeti açıkça yapmak gerekir.
Kıraat, nafile namazların bütün rekâtlerinde farzdır. Çünkü, nafilelerin her iki rekâti, ayrı bir namaz kabul edilir. Farz namazlarda, sadece iki rekâtte kıraat farzdır.
Nafile namazlardan sadece teravihi cemaatle kılmak sünnettir. Oysa, farzları cemaatle kılmak, müekked sünnet, hatta bazı hukukçulara göre vaciptir.
Kaza namazları ile farz namazlar arasında tertibe uymak gerekliyse de, nafileler ile kaza namazları arasında tertibe uymak şart değildir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, farzlarla nafile namazlar arası, Allahümme Ente’s-Selâm... denecek kadar ayrılır, daha azı mekruhtur. Sünnetlerden sonra üç defa istiğfar etmek, Ayetu’l-Kursi ve Muavvizeteyn’i (Felak ve Nâs Sûreleri’ni) okumak, otuzüç defa Subhanellah, el-Hamdu Lillah ve Allahu Ekber diye zikirde bulunmak, yüz defa tehlil (La İlahe İllallahu Vahdehu La Şerike Leh...) okuyup “Subhane Rabbike Rabbi’l-’İzzeti Amma Yasifün...” la bitirmek müstehaptır.
(b) Şafiî Mezhebine göre de, Hanefî Mezhebinde olduğu gibi hareket edilir. Yalnızca ortadaki âyet ve sûrelerle sondaki âyet okunmaz.
(c) Maliki Mezhebine göre, farzlardan sonra kılınan revâtip, nafile namazlar için, Hanefî Mezhebi de olduğu için hareket edilir.
Yalnız, bu hareket tarzı, tehlîlin bitimine kadardır. Hanbelî Mezhebine göre farz namazlarla sünnetlerini, kıyam veya konuşma ile ayırmak sünnettir. Farz namazlar bittikten sonra, nafile namazlardan önce, bilinen şekildeki zikirler okunarak hareket edilir.
Farz namazlara bağlı olup olmamalarını dikkate alarak, nafile namazları, iki bölümde incelemek mümkündür
Farzlara bağlı nafile namazlar da, esasen üç yönden ele alınabilir:
(1) Namaz Türü Yönünden:
(a) Beş Vakit Namazın Sünnetleri,
(b) Cuma Namazının Sünnetleri,
(2) Hüküm Yönünden:
(a) Müekked Sünnetler,
(b) Gayri Müeeked Sünnetler,
(3) Öncelik-Sonralık Yönünden:
(a) Kabliyye Sünnetler,
(b) Ba’diyye Sünnetler
Farzlara Bağlı Nafile Namazlar
---------------------------------------------------------------------------------------
Namaz Türü Hüküm Y. Öncelik-Sonralık Y.
A- Beş Vakit N. Sün. A- Müekked Sün. A- Kabliyye Sün.
B- Cuma N.’nın Sün. B- Gayri Müekked Sün. B- Ba’diyye Sün.
Şema 40: Farzlara Bağlı Nafile Namazlar
Farzlara bağlı nafile namazlarla ilgili bu bakış açılarını, hukukçulara göre daha geniş tutarak incelemek düzenli bir bilgi kazandırır:
Farzlara bağlı ve daha kuvvetli olan bu tür nafile namazlara, Hanefî Mezhebi mesnûn, Şafiî Mezhebi müekked (vitre kadar revâtip), Maliki ve Hanbelî Mezhepleri revâtip adını verir:
Beş vakit namazlardan önce kılınan sünnet namazlara Kabliyye, sonra kılınan namazlara da Ba’diyye adı verilir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, sünnetlerin en kuvvetlisi olan
sabah namazının sünneti, iki rekâttır. Özürsüz, yere oturarak veya binekte
kılınmaz. Bu sünnetin vakti,
(b) Şafiî Mezhebine göre,
(c) Hanbelî Mezhebine göre,
eş-Şafiî’ye göre gizli, bir grup hukukçuya göre açık kıraat, diğer bir gruba göre her ikisi de müstehaptır.
Vakti çıktıktan sonra
(a) Atâ ve İbn Cureyc’e göre,
(b) Bir gruba göre, güneş doğduktan sonra kaza edilir. Bu görüştekilerin bir kısmına göre, kaza vakti güneşin doğmasından zevale kadardır, bir kısmına göre bir sınırlama yoktur. Bu son görüştekilerin bazısı kazayı müstehap, bazısı da mükellefe bırakmıştır.
(a) Hanefî Mezhebine göre,
(b) Şafiî Mezhebine
göre,
(c) Maliki Mezhebine göre,
(d) Hanbelî Mezhebine göre,
(a) Hanefî Mezhebine göre,
(b) Şafiî Mezhebine göre, cuma namazından önce, iki rekat namaz kılmak, müekked sünnettir.
Malikî Mezhebine göre, ikindi namazından önce, -bir sınırı olmamakla birlikte- dört rekât namaz kılmak revâtiptendir.
(a) Hanefî Mezhebine göre,
(b) Şafiî Mezhebine göre,
(c) Malikî Mezhebine göre,
(d) Hanbelî Mezhebine göre, öğleden sonraki iki rekâtlik namaz revatip nafilelerdendir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, cuma namazından sonra, dört rekât sünnet kılınır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cuma namazından sonra, iki rekât namaz kılmak müekked sünnettir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, cuma namazından sonra, en az iki, en çok altı rekât kılınan namaz revatip sünnetlerdendir.
Malikî Mezhebine göre, ikindiden sonra, -bir sınırı olmamakla birlikte- dört rekât sünnet, revatip namazlardandır.
(a) Hanefî Mezhebine göre,
(b) Malikî Mezhebine göre,
(c) Hanbelî Mezhebine göre, akşamdan sonra revâtip olarak kılınan namaz iki rekâttir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, yatsı namazından sonra, iki rekât namaz kılmak sünnettir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, yatsı namazından sonra, iki rekât namaz kılmak nıüekked sünnettir.
(c) Maliki Mezhebine göre, yatsıdan sonra ona ait nafile namaz yoktur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, yatsıdan sonra revâtip olarak kılınan namaz iki rekâttir.
Şafiî Mezhebine göre, vitir namazı da müekked sünnetlerdendir. En az bir, en çok onbir rekât kılınır; efdal olan, üç rekât kılmak ve her iki rekâtte bir selâm vermektir.
Farzlara Bağlı Nafile Namazlar
|
|
|
|
1 |
|
I |
|
Hanefî
|
|
Şafiî
|
|
|
|
|
|
Mesnûn |
Mendûp |
Müekked |
G. Müekked |
1. Sabah/2 |
İkindi/4 |
Sabah/2 |
Öğle/2 |
2. Öğle/3 |
Yatsı/4 |
Öğle/2 |
Cuma/2 |
3. |
|
Cuma/2 |
İkindi/4 |
4. |
|
|
Akşam/2 |
1. Öğle/2 |
Akşam/6 |
Öğle/2 |
Öğle/2 |
2. Akşam/2 |
Yatsı/6 |
Cuma/2 |
Cuma/2 |
3. |
|
Akşam/ |
Yatsı/2 |
4. |
|
Yatsı/2 |
|
|
|
Vitir/1-11 |
|
Maliki Hanbelî
-----------------------------------------------------------
Revâtip G. Revâtip Revâtip G. Revâtip (Kabiliye Farzdan Önceki)
Öğle/4 Sabah/2 Öğle/2 Öğle/4
İkindi/4 Sabah/2 İkindi/4
Cuma/4
(Badiye Farzdan Sonraki)
Öğle/4 |
Yatsı/2 |
Öğle/2 |
Öğle/4 |
İkindi/4 |
Şef/l-.. |
Akşam/2 |
Akşam/4 |
Akşam/6 |
Vitir/3 |
Yatsı/2 |
Yatsı/4 |
|
|
|
Cuma/2-6 |
Şema 41: Farzlara Bağlı Nafile Namazlar
Bu tür nafile namazlara Hanefî Mezhebi mendup, Şafiî Mezhebi gayri müekked, Maliki ve Hanbelî Mezhebleri gayri revâtip adını vermektedir:
Maliki Mezhebine göre,
(a) Şafiî Mezhebine göre, müekked dışında iki rekât nafile kılmak, gayri müekked sünnettir.
(b) Hanbelî Mezhebine göre,
(a) Şafiî Mezhebine göre, müekked dışında cuma namazından önce iki rekât nafile kılmak, gayri müekked sünnettir.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, cuma namazından önce dört rekât namaz kılmak sünnettir, ancak bu namaz gayri revâtiptendir.
(a) Hanefi ve Şafiî Mezheplerine göre, ikindiden önce, dört rekât olarak kılınan namaz, gayri müekked sünnet adını alır. İki rekât olarak da kılınabilir.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, ikindiden önce, dört rekâtlik gayri revâtip nafile sayılan namaz vardır.
(a) Şafiî Mezhebine göre,
(b) Hanbelî Mezhebine göre de, bu şekilde iki rekât nafile kılmak mubahtır.
Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, yatsıdan önce kılınan dört rekâtlik namaz gayri müekkeddir.
(a) Şafiî Mezhebine göre, müekked dışında,
(b) Hanbelî Mezhebine göre,
Şafiî Mezhebine göre, cuma namazından önce, müekked dışında iki rekât nafile kılmak gayri müekked sünnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre,
(b) Hanbelî Mezhebine göre,
(a) Hanefî Mezhebine göre, yatsıdan sonra, altı rekât mendup namaz kılınabilir.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, yatsıdan sonra, dört rekâtlik gayri revâtipten bir nafile namaz vardır.
Malikî Mezhebine göre, gayrı revâtip namazlardan biri de, en azı iki rekât, çoğu sınırsız olan ve yatsıdan sonra vitirden önce kılınması mendup olan Şef Namazıdır.
Malikî Mezhebine göre, vitir namazı da, gayri revâtip nafile namazlardan biridir. İlk iki rekâtten birincide A’lâ, ikincide Kâfirûn, üçüncüdeyse İhlâs ve el-Muavvizeteyn’i okumak menduptur.
Nam |
az Türü |
|
Namaz Adı |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
Alt Tür |
||||
B |
|
|
|
|
Sabah |
2 |
2 |
|
|
2 |
|
|
İ |
|
M |
R |
R |
Öğle |
4 |
2 |
4 |
2 |
Kab- |
||
R |
M |
ü |
e |
e |
Cuma |
4 |
2 |
. |
_ |
liy- |
||
İ |
e |
e |
v |
v |
İkindi |
. |
. |
4 |
|
ye |
||
N |
s |
k |
â |
A |
Öğle |
2 |
2 |
4 |
2 |
|
||
C |
n |
k |
t |
r. |
Cuniü |
4 |
2 |
_ |
|
Ba:- |
||
İ |
ü |
e |
i |
i |
İkindi |
_ |
|
4 |
|
diy- |
||
T |
n |
d |
b |
b |
Aksam |
2 |
2 |
6 |
2 |
ye |
||
Ü |
|
|
|
|
Yatsı |
2 |
2 |
|
2 |
|
||
R |
|
|
|
|
Vitir |
|
1-11 |
|
|
|
||
|
|
G |
G |
G |
Sabah |
- |
- |
2 |
- |
|
||
|
|
a |
a |
a |
Öğle |
_ |
2 |
_ |
4 |
Kab- |
||
İ |
|
V |
v |
V |
Cuma |
_ |
2 |
|
4 |
liy- |
||
K |
|
r |
r |
r |
İkindi |
4 |
|
_ |
4 |
ye |
||
İ |
M |
i |
i |
i |
Akşam |
|
2 |
|
2 |
|
||
N |
e |
M |
R |
R |
Yatsı |
4 |
|
|
- |
|
||
C |
n |
ü |
e |
e |
Öğle |
|
2 |
|
4 |
|
||
İ |
d |
e |
V |
V |
Cuma |
|
2 |
|
2 |
Ba- |
||
|
Û |
k |
â |
â |
Akşam |
6 |
|
|
4 |
diy- |
||
T |
b |
k |
t |
t |
Yatsı |
6 |
2 |
|
4 |
ye |
||
Ü |
|
e |
i |
i |
Şef |
_ |
|
1-... |
. |
|
||
R |
|
d |
h |
b |
Vitir |
|
|
3 |
|
|
||
|
H a n e f i |
Ş a f i î |
M a 1 i k î |
h a n b e 1 î |
Mesnun Mendûb |
Gayri Müekked Müekked / |
Gayri Revâtib Revâtib |
|||||
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tablo 53: Farzlara Bağlı Nafile Namazlar
Beş vakit ve cuma namazının sünnetleri dışında, sevap kazanmak için çeşitli zamanlarda ve çeşitli sebepler için kılınan ve Regâib [398] adını alan farzlara bağlı olmayan nafile namazları iki açıdan ele almak mümkündür:
(1) Belli vakti olması ve çeşitli sebeplere bağlı olarak kılınması açısından,
(2) Kılınma zamanı açısından. Bu iki bakış açısından birincisini esas alacak, ikincisini şemada göstereceğiz :
Farzlara bağlı olmayan nafile namazların bir kısmının belli vakti bulunmaktadır; bu yüzden, bu vakitlerde kılınırlar:
Kuşluk namazı, ÜM’e göre sünnet, Malikî Mezhebine göre, menduptur.
Kuşluk namazının vakti, güneş doğup bir miktar yükseldikten sonra başlar, istiva vaktine kadar devam eder:
(a) ÜM’e göre, kılınması uygun olan vakit, gündüzün dörtte biri geçtikten sonraki zamandır:
(1) Hanefî Mezhebine göre, vakti çıkınca, kuşluk namazı kaza edilmez.
(2) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, vakti çıkan kuşluk namazının kaza edilmesi sünnettir.
(b) Malikî Mezhebine göre, kuşluk namazını, güneş doğduktan sonra, ikindi ile güneşin batması arasındaki zaman kadar bekledikten sonra kılmak efdaldir; vakti çıkınca kaza edilmez.
(a) Hanefî Mezhebine göre, en azı iki, en çoğu onaltı rekâttir. Onaltı rekâtten. fazla kılınca, hepsini bir selâmda kılmaya niyet edilmişse, onaltısı kuşluk namazı için, fazlası nafile olarak geçerli olur; ikişer veya dörder rekât olarak kılınırsa, onaltı rekâtten fazla kılınmasında kerahat sözkonusu olmaz.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, en çok sekiz rekât kılınabilir. Kasıtlı ve bilerek bundan fazla kılınca, fazlası kuşluk için geçerli olmaz; bilmeyerek veya unutarak kılınca, fazlası nafile yerine geçer.
(c) Malfikî Mezhebine göre, kuşluk namazı sekiz rekatten fazla kıhnabilir.
Yatsı namazından
sonra, daha uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra kılınacak nafile namaza
Salâtu’l-Leyl veya
Teheccüd namazının en
azı iki, en çoğu sekiz rekâttir.
Ramazan ayında yatsı namazından sonra, vitir namazından önce, tek başına veya cemaatle, orucun değil, Ramazan’ın sünneti olarak kılınan yirmi rekâtli namaza Teravih Namazı denmektedir. [401]
(a) Teravih namazı, Ramazan ayına mahsustur, başka zamanlarda kılınmaz.
(b) Teravih, orucun değil, Ramazan’ın sünnetidir. Bu sebeple, oruç tutmayanlar da, teravih namazı kılabilir. Ülkemizde, oruç tutmayanların teravih kılamayacakları şeklinde, yanlış bir görüş ve uygulama vardır.
(a) ÜM’e göre, teravih namazı, erkek ve kadınlar için sünneti aynı müekkededir. Hanefî Mezhebine göre, teravih sahabe sünnetidir.
(b) Maliki Mezhebine göre, teravih, müekked menduptur.
(a) ÜM’e göre, teravih namazının vakti, yatsı namazının kılınmasından sonra başlar. Bazı hanefî hukukçulara göre, mutlaka yatsı ile vitir arasında kılınması gerekir.
(b) Malikî Mezhebine göre de, başlama vakti yukarıdaki
gibidir. Fakat,
Teravih namazının vakti, fecrin doğusuyla sona erer.
ÜM’e göre, teravih namazını, vitirden önce veya sonra kılmak caizdir, ancak efdal olan önce kılmaktır; bazı hanefî hukukçulara göre mutlaka vitirden önce kılınır; Malikî Mezhebine göre, teravih, yatsıdan sonra, vitirden önce kılınır, vitirden sonraya bırakmak mekruhtur.
ÜM’e göre, vakti çıktıktan sonra teravih namazı kaza edilmez, Şafiî Mezhebine göre, kaza edilebilir. [404]
(a) Cumhur’a göre, teravih namazı, yirmi rekâttir.
(b) Ömer b. Abdilaziz, Mekke’deki müslümanların, her dört rekatten sonra bir tavaf yaptıklarını görmüş ve her tavafı dört rekât namaza denk tutmuştur. Böylece o, teravih namazını otuzaltı rekât kılmıştır.
(c) -Bir kavlinde- Malik’ten ikinci görüş, diğer kavlindeyse yirmialtı rekât olduğu nakledilmiştir.
(a) ÜM’e göre, teravih namazında her iki rekât, başlı başına bir namaz sayılır. Bu sebeple, her iki rekâte başlarken niyet edilir, senâ okunur.
(b) Malikî Mezhebine göre, iftitah tekbirinden sonra, kıraatten önce dua okumak mekruhtur.
Teravih namazlarında, teşehhüdden sonra, salavât ve dualar okunur. Yatsı namazında cemaati terkeden mükellef, teravih ve vitir namazlarında imama uyabilir. Bu durumda, önce yatsı namazını kılar, sonra imama uyar. Kılamadıklarını sonra kaza eder.
Güç yetince ayakta kılmak efdal, kılmamak evlâya aykırıdır. Muktedînin, tekbiri, imamın rükûuna kadar bekletmesi mekruhtur.
(a) ÜM’e göre, teravih namazını, -cemaatle kılınması meşru namazlarda olduğu gibi- camide kılmak efdaldir.
(b) Malikî Mezhebine göre, âfâkî (Mekke dışından) olma, evinde huzur içinde kılma ile camileri zaafa uğratmama şartlarıyla evde kılmak menduptur.
(a) Cemaatle kılmak:
(1) Hanefî Mezhebine göre, teravih namazını cemaatle kılmak sünneti kifâyedir.
(2) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre cemaatle kılınması sünneti ayındır, evinde teravih kılan veya kılınan mükellefin imameti sünnettir.
(3) Malikî Mezhebine göre, teravih namazını cemaatle kılmak menduptur.
(b) Hatimle Kılmak:
(1) ÜM’e göre, her
(2) Malikî Mezhebine göre, hatimle teravih kılmak menduptur, -hafız olanlar için- terki evlâya aykırıdır.
(c) Camide kılmak.
(d) Teravih niyeti.
Bazı hanefî hukukçulara göre, teravih namazım kılmak için, mutlak namaz niyeti yeterli değildir.
(e) Sena, taavvuz ve tesmiye.
(f) Her rekâtte on âyet okumak.
En doğru hareket, cemaatin durumuna göre okumaktır. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, her iki rekâtte eşit miktarda, eş-Şeybanî’ye göre birincide ikinciden daha fazla okunur.
(g) Teravihi baştan sona bir imamla kılmak.
(a) İki rekâtte bir selâm vermek:
(1) Hanefî Mezhebine göre, teravih, dörder dörder kılınabilir. Yirmi rekâtı birden kılmak mekruhtur.
(2) Şafiî Mezhebine göre, teravih namazını, iki rekâtte bir selâm vererek kılmak şarttır, bundan sonrasında selâm vermek sahih değildir.
(3) Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, teravih namazının yirmi rekâtini birden kılmak mekruhtur.
(b) Her dört rekâtten sonra bir miktar oturmak. Hanbelî Mezhebine göre, bu menduptur, terki mekruh değildir, bu sırada dua etmek evlâya aykırıdır; Şafiî Mezhebine göre de, bu oturuş menduptur, -bu sırada okunacak- belli bir zikir yoktur; Hanefî Mezhebine göre, zikir veya tehlil okunur veya susulur.
Teravih namazının her dört rekâtı sonunda bir miktar oturarak istirahat edildiği için bu dört rekâta Terviha denmiştir. Böylece bir teravih namazında beş terviha bulunmuş olur. Kelime manâsıyla terviha, nefsi rahatlatmak demektir. Teravih de, tervihanm çokluk şeklidir.
Receb ayının ilk cuma gecesine Regaib Gecesi adı verilmektedir. Bu geceyi ibadetle geçirmek sevaptır. Fakat, bu ve Berat Gecesinde kılınacak namazın, mendub veya mesnun olacağı kuvvetli bir delile dayanmamaktadır, hatta İbnu’l-Cevzi ve başkaları bu konudaki hadisleri mevzu kabul eder. Regaib Gecesinde toplanıp cemaatle namaz kılmak bid’attir. Nevevî, bu ve Berat Gecesi Namazının bid’at olduğunu belirtir. Sahabe, tâbiun ve müctehid imamlardan böyle bir namaz nakledilmemiştir. H. 400 tarihlerinden sonra icad edilmişlerdir: Ebu Muhammed îzzüddin b. Abdisselâm el-Makdisi’nin belirttiğine göre, Beyt-i Makdis’te Regaib ve Berat Gecesi Namazı kılınmazdı, 448 yılında İbnu’1-Hayy adında Nablus’tan gelen biri tarafından icad edilmişlerdir; bu adamın sesi güzeldi, bu iki namazı kılmaya başlayınca ona büyük bir cemaat de uydu, böylece bu namazlar bir sünnet gibi yayıldı.
Üç aylardan Receb ayının yirmiyedinci gecesine Miraç Gecesi denir: Miraç Gecesinde oniki rekât namaz kılmak müstahsen görülmüştür. Her rekâtinde, Fatiha ile zamm-ı sûreyi okuyarak, iki rekâtte bir selâm vermeli, sonra yüz defa Subhanellahi Ve’l-Hamdu Lillahi Velâ İlahe İllallahu Ekber demeli, bundan sonra yüz defa istiğfar ederek, yüz defa da salât-u selâm okunmalıdır.
Üç aylardan Şa’ban ayının onbeşinci gecesine Berat Gecesi adı verilir: Bu gecede, ibadet ve nafile namaz kılmakta bir sevap vardır, fakat bu geceye mahsus belli kalınma şekli olan mesnun bir namaz yoktur, bu konudaki rivayetler kuvvetli değildir, hatta İbnu’1-Cevzi’ye göre bunlar uydurmadır.
Berat Gecesi kılınan namaza Salâtu’l-Hayr da denmiştir. Bu namaz, birçok rivayete göre, yüz rekâttır. Her iki rekâtte bir selâm verilir ve her rekâtinde Fatiha’dan sonra, on veya yüz defa İhlâs sûresi okunur.
Ramazan ayının yirmiyedinci gecesine rastladığı kuvvetle tercih edilen kadir gecesi mübarek bir gecedir. Bu geceyi ihya etmenin sevabı çoktur. Bu şerefli gecede, teravihten sonra bir müddet daha ibadette bulunulması, nafile namaz kılınması geceyi ihya demektir.
Kadir gecesi namazının en azı iki, ortası yüz, ençoğu da bin rekâttir. Bu namaz, iki rekât kılındığı takdirde, her rekâtinde ikiyüz âyet okunmalı; yüz rekâte kadar kılındığı takdirde her rekâtinde Fatiha’dan sonra Kadr Sûresi ile üç defa İhlâs Sûresi okunup her iki rekâtte bir selâm verilmelidir. Bu arada, Allahumme İnneke Afuvvun, Tuhibbu’l-Afve Fa’fu Annî (Allah’ım! Sen affedicisin. Affetmeyi seversin. Beni de affet.) diye dua edilmelidir.
Kadir gecesindeki namazın, bu şekilde kılınacağı hakkındaki rivayetler kuvvetli değildir. Hatta bu yüzden el-Halebî, böyle bir namazı zikre değer bulmaz. Asıl maksat, bu geceyi mümkün olduğu kadar ihya etmektir. Bu gecede diğer nafile namazlar gibi tatavvu kılınabilir.
İbn Abidin, Kandil -Regâib- Namazları ile ilgili olarak Nurud din el-Makdisi’nin Red’u’r-Râgıb An Salâti’r-Regâib adlı bir eserinin bulunduğunu belirtir.
Farzlara bağlı olmayan nafile namazların bir kısmı da, çeşitli sebeplere bağlı olarak kılınır:
Herhangi bir camiye sadece ziyaret veya ilmi faaliyet için giren mükellefin kıldığı iki rekâtlik namaz, Tahıyyetu’l-Mescid adını alır. Bazı hukukçular, bu namazın adını Tahıyyetu Rabbi’l-Mescid olarak zikreder, doğru söyleyiş de bu olsa gerekir:
(a) ÜM’e göre, tahıyyetu’l-mescid sünnet, Malikî Mezhebine göre, mendup, Zahirî Mezhebine göre, vaciptir. Herhangi bir sebeple tahıyyetu’l-mescidi kılamayacak mükellefin, ÜM’e göre dört defa Subhanellahi Ve’1-Hamdu Lillahi Vela İlahe İllallahu Vallahu Ekber demesi menduptur, Hanbelî Mezhebine göre, mendup değildir.
Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, kılınmazdan önce oturmakla -bu mekruh ise de- borç düşmez; Şafiî Mezhebine göre, kasıtlı olarak ve bilmeyerek veya unutarak uzun süre oturunca düşer; Hanbelî Mezhebine göre, oturuşu uzun sürerse düşer.
Camiye girince, rükû ve secdeli namaz kılınması halinde, bu, tahıyyetu’l-mescid yerine geçer.
(a) Hanefî Mezhebine göre, tahıyyetu’l-mescid, iki veya dört rekâttir; dört rekât kılınması efdaldir, daha fazla kılınmaz.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, normal olarak iki rekât kılınırsa da, rekât sayısı arttırılabilir.
(c) Malikî Mezhebine göre, tahıyyetu’l-mescid, iki rekâttir, daha fazla kılınmaz.
a) Vakit:
Tahıyyetu’l-mescidin kılınması için, camiye mekruh vakitler dışında girmek gerekir;” Şafiî Mezhebine göre, bu şart değildir, mekruh vakitlerde de kılınabilir.
b) Durma ve Bulunma Gayesi:
(a) ÜM’e göre, camide bulunmak ve beklemek şart değildir, bu namazı kılmak için sadece geçiş bile yeterlidir.
(b) Malikî Mezhebine göre, bu namazı kılmak için, bir süre durmak şarttır.
c) Abdestli Olmak:
(a) ÜM’e göre, tahıyyetu’l-mescid namazını kılmak için, camiye abdestli girmek gerekir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, abdestsiz olunca kısa zamanda abdest alınabilirse, namazın kılınması gerekir.
d) Cemaatle Namaz Kılınması:
(a) ÜM’e göre, camiye girildiğinde, içeride cemaatle namaz kılmıyorsa, tahıyyetu’l-mescid kılınmaz.
(b) Maliki Mezhebine göre, bu şart, düzenli olarak vazife yapan imamı olan cemaat için sözkonusudur.
e) Hutbe Okunması:
(a) Hanefî ve Maliki Mezheplerine göre, camiye, hatip hutbeye çıkınca girilirse, tahıyyetu’l-mescid kılınmaz.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bu durumda, oturmadan önce, iki hafif rekât olarak kılınır, daha fazla ve oturulduktan sonra kılınmaz.
(a) Hanefî Mezhebine göre, Mescid-i Haram’daki tahıyyyetu’l-mescid iki rekâttır, fakat buraya tavaf için giren kimse önce tavaf yapar, sonra tavaf namazını kılar, böylece bu ikisi onun yerine geçmiş olur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, Mescid-i Haram’a giren mükellefin tahıyyetu’1-beyt olarak tavaf, tahıyyetu’l-mescid olarak iki rekât namaz kılması gerekir. Efdal olan, önce tavaf yapmaktır; ‘tavaftan sonra da tavaf namazı kılınır, böylece tahıyyetu’l-mescid de kılınmış olur. Önce tahıyyetu’l-mescid, sonra tavaf namazı da kılınabilir, aksi caiz değildir. Mescid-i Haram’a tavaf gayesi taşımadan giren mükellefin, sadece tahıyyetu’l-mescid kılması gerekir.
(c) Maliki Mezhebine göre, Mescid-i Haram’a tavaf gayesiyle giren mükellefin, sadece tavaf yapması gerekir, tahıyyetu’l-mescid bunun içinde düşünülür. Tavaf gayesi taşımayan Mekkeli mükellefin tahıyyetu’l-mescid kılması, afakinin (Mekkeli olmayanın) tavaf yapması gerekir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, Mescid-i Haram’ın tahıyyesi, tavaftır.
Abdest veya gusülden sonra, vakit müsaitse, yani mekruh vakit içinde bulunulmuyorsa, -böyle bir temizliğe nail olmanın şük-ranesi olarak- daha ıslaklık kurumadan iki rekât namaz kılınması menduptur.
Her rekâtında yetmişbeş defa Subhanellahi Ve’l-Hamdu Lillâhi ve la İlahe İllallahu Ekber şeklinde tesbih bulunan namaz Tesbih Namazı adını alır. Bu namaz, her zaman kıhnabilir; günde, haftada -cuma günü-, ayda veya ömürde bir defa kılınmalıdır:
(a) Birinci rekâtte, Subhâneke’den sonra, onbeş defa teşbih okunur, tesmiye, Fatiha ve zamm-ı sûreden sonra on defa teşbih okunur, rükûa varılır, üç defa Subhane Rabbiye’l-Azim’den sonra on defa tesbih okunur, rükûdan doğrularak tesmi’ ve tahmidden sonra on defa teşbih okunur, secdeye varıp üç defa Subhane Rabbiye’1-A’lâ dedikten sonra on defa tesbih okunur, birinci secdeden kalkılır, iki secde arasında yine on defa tesbih okunur, ikinci secdeye varılır, normal tesbihten sonra on defa yine tesbih okunur. Böylece bir rekâtte yetmişbeş teşbih okunmuş olur.
(b) Bundan sonraki rekâtlerde de, Subhaneke’yi okumadan, aynı şekilde hareket edilerek tesbih okunur ve namaz tamamlanmış olur.
(c) Tesbih namazının gündüz kılındığında dört,
(d) Tesbih namazında, sehiv secdesi yapılırken, anılan teşbih okunmaz.
|
Tesbihin Okunduğu İşlemler |
|
||||||||
Kıvam |
Rüku ve Kavme |
Secde ve Arada Oturuş
|
||||||||
Rekât |
Sena |
Tesbih |
Fatiha |
Tesbih |
Rüku |
Kavme |
I. Secde |
Oturuş |
II. Secde |
Tesbih Sayısı |
Tesbih
|
||||||||||
1 |
Okunur |
15 |
Oku -nur |
10 |
10 |
10 |
10 |
10 |
10 |
75 |
2 |
|
15 |
--- |
10 |
10 |
10 |
10 |
10 |
10 |
75 |
3 |
|
15 |
--- |
10 |
10 |
10 |
10 |
10 |
10 |
75 |
4 |
|
|
--- |
10 |
10 |
10 |
10 |
10 |
10 |
75 |
Gn. Toplam |
- |
60 |
--- |
40 |
40 |
40 |
40 |
40 |
40 |
300 |
Tablo 54: Tesbih Namazı
Güneş tutulması dolayısıyla, bu en büyük nimetlerden birini veren Allah’a (cc) bağlılığını göstermek için kılınan nafile namaza, Küsûf Namazı adı verilir:
Küsûf namazının kılınması, sünneti müekkededir; hatta bazı hanefî hukukçular, vacip olduğu görüşündedir. Malik’e göre, cuma namazı gibi farz-ı ayındır, ondan zayıf bir nakilde farz-ı kifayedir.
Maliki Mezhebine göre, tutulma sona erip, sonra yeniden başlarsa namazın tekrar edilmesi menduptur. [417]
(a) ÜM’e ve Caferi Mezhebine göre, küsuf namazının vakti, güneşin tutulmaya başladığı andan sonra ermesine kadar devam eder:
(1) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre menhiyyun an vakitlerde namaz kılınmaz, sadece dua edilir.
(2) Şafiî Mezhebine göre, küsûf namazı, güneş tutulduğu anda kılınır. Vaktin menhuyyun anh olması dikkate alınmaz. Zira bu namaz vakte değil, sebebe bağlı bir namazdır.
(3) Caferi Mezhebine göre, tutulmanın bitmesinden sonraya ertelenirse, daha sonra eda veya kaza değil, mutlak kurbet niyetiyle, kılınır.
(b) Malikî Mezhebine göre, küsûf namazının vakti, bayram namazının vaktidir. Yani, güneş doğduktan sonra, nafile namaz kılınabilecek vakitten zevale kadardır.
(1) İki Rekât Olması:
Çoğunluğa göre, küsûf namazı iki rekâttır:
(a) Hanefi Mezhebi, Nehaî ve Sevrî’ye göre, diğer nafileler gibi, -rekatça ve rüku ile secde sayısınca- küsûf namazı, enaz iki selâmda dört rekât kılmak efdaldir.
(b) ÜM’e göre, her birinde ikişer kıyam, ikişer rükû ve ikişer secde bulunan iki rekâttir.
(c) Abdulmelik b. Cureyc ve onunla aynı görüşü paylaşanlara göre, her rekâtte dört rükû ile ikişer secdesi bulunan iki rekâttir. Hz. Ali ve İbn Abbas’ın da bu görüşte oldukları nakledilir.
(d) Katâde, Atâ ve İbn Munzir’e göre, her birinde üçer rükû ile ikişer secde bulunan iki rekâttir.
(e) Caferî Mezhebine göre, iki rekâttir. Her rekâtte, beş rükû vardır. Her rükûdan önce, Fatiha ve zamm-ı sûre okunur.
(2) Tutulma Olayına Göre Değişmesi;
(a) Sa’id b. Cubeyr, Taberî ve bazı şafiî hukukçulara göre, namazın vaktine bakılmaz, güneş açılıncaya kadar devam eder, güneşin açılması uzarsa rükûlar tekrar edilir, açılma çabuk olursa rükûlar azalır.
(b) Zahirî Mezhebine göre, güneş tutulma olayı,
(a) ÜM’e göre, küsûf namazı, iki rekât olarak kılınır. Namaz bittiği halde güneş tutulması henüz sona ermediyse, tutulmadan sona ermesine kadar dua edilir. Her rekâtte, kıyam ve rükû uzatılır. Aynı zamanda, her rekâtte, ikişer kıyam ve rükû bulunur. Birinci kıyam ve rükû farz, ikincilerse menduptur. Bununla birlikte, küsûf namazı, iki rekâtli bir nafile gibi de kıhnabilir.
(b) Hanefi Mezhebine göre, küsûf namazı, nafile namazlar veya cuma ve bayram namazı gibi kılınır. Her rekâtte, sadece birer kıyam ve rükû bulunur.
Cemaatle kılınınca Ebu Hanife, eş-Şeybanî, Malik ve eş-Şafiî’ye göre kıraat gizli, Ebu Yusuf, İshak b. Raheveyh ve Ahmed b. Hanbel’e göre açıktan, et-Taberi’ye ve Zeydiye’den Hâdi’ye göre her iki şekilde de yapılır. [421]
Güneş tutulması namaz kılarken sona erince, aşağıdaki gibi hareket edilir: [422]
(a) ÜM’e göre, namaz yukarıdaki şekle göre tamamlanır, güneş tutulmuş olarak batarsa, namaz kılınmaz.
(b) Maliki Mezhebine göre, bir rekât kıhnmamişsa, kalan rekât diğer nafilelerde olduğu gibi, fazla rükû ve kıyamı eklemeksizin kılınır. Fakat, bir rekât kılınmışsa, bir kısım maliki hukukçulara göre ilaveli, bir kısmına göre ise ilâvesiz kılınır.
Namazdan sonra tutulma sona erene kadar dua edilir.
Küsûf namazını, bayram namazının kılındığı yerde kılmak efdaldir.
(a) Kıraati uzatmak:
(1) ÜM’e göre, kıraat uzatılır. İlk rekâtte birinci kıyamda Fatiha’dan sonra Bakara vb. bir sûre, ikinci kıyamda Âli İmran vb. bir sûre; ikinci rekâtte birinci kıyamda Nisa vb., ikinci kıyamda Maide vb. bir sûre okunur.
(2) Hanefî Mezhebine göre, -ezbere bilinirse- birinci rekâtte Bakara, ikincide Âli İmran sûreleri okunur. Namazdan sonra duanın uzun tutulmasıyla da, sünnet yerine gelmiş olur. Namaz veya duadan biri kısa tutulunca, öbürü uzun tutulur.
(b) Rükû ve secdeyi uzatmak.
(1) Hanefî Mezhebine göre, rükû ve secde, belli bir ölçü olmaksızın uzatılır.
(2) Şafiî Mezhebine göre, ilk rekâtteki birinci rükû, Bakara sûresinden yüz, ikinci rükû seksen âyet; ikinci rekâtteki birinci rükû yetmiş, ikincisi elli âyet miktarı uzatılır. Secde, birinci rekâtte ilk rükû, ikincide ikinci rekâtteki ikinci rükû kadar uzatılır.
(3) Maliki Mezhebine göre, her rükû kıyamındaki sûre kadar, secdedeyse kendinden önceki rükû kadar uzatılır, fakat birinci secde ikinciden biraz uzun yapılır.
(4) Hanbelî Mezhebine göre, her rükû belli bir ölçü fılmadan, fakat birinci rükûda yüz, ikincide yetmiş âyet miktarı Subhânellah denir.
(c) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ikinci kıyam ve rükûda imama yetişmekle, bu rekât kılınmış olmaz. Malikî Mezhebine göre, her rekâtte, birinci rükû ve kıyam farz, ikinciler sünnettir. Bu sebeple, ikinci kıyam ve rükûa yetişmekle, bu rekât kılınmış olur.
(d) ÜM’e göre, kıraatin gizli, Hanbelî Mezhebine göre, açık yapılması sünnettir.
(e) Cemaatle kılınması menduptur; eş-Şafiî ve Ahmed’e göre sünnet-i müekkededir:
(1) ÜM’e göre, imamda, cuma imamının şartları aranmaz.
(2) Hanefî Mezhebine göre, küsûf namazını kıldıracak imamda,Cuma imamının şartları aranır. Devlet başkanının izni olmazsa, evlerde tek başına kılınır.
(f) Camide kılınması, ÜM’e göre mendup; Malikî Mezhebine göre, cemaatle kılınınca mendup değildir, tek başınaysa istenen yerde kıhnabilir.
(a) ÜM’e göre, küsûf namazında hutbe yoktur.
(b) Şafiî Mezhebine ve bir nakilde Ahmed’e göre, -bayram namazında olduğu gibi- erkekler için namaz sonrasında hutbe okumak sünnettir. Cuma hutbesinin şartlarından, sadece hatibin erkek, hutbenin Arapça ve cemaatin duyması şart koşulur.
Ay tutulması dolayısıyla, yine bu en büyük nimetlerden birini veren Allah’a (cc) olan bağlılığını göstermek için kılınan namaza Hüsûf Namazı adı verilir:
(a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, hüsûf namazı menduptur ve cemaatle değil, yalnız başına kılınır. Malikî Mezhebine göre, tutulmasının sona ermesine, ayın batmasına veya fecrin doğmasına kadar tekrar edilmesi menduptur.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, hüsûf namazı sünneti müekkededir. Her iki mezhebe ve Davud ez-Zahirî’ye göre, cemaatle kılınır.
Küsûf namazında olduğu gibi, hüsûf namazında da vakit, tutulmanın başlamasından sona ermesine kadar sürer:
(a) Şafiî Mezhebine göre, vakit güneşin tutulmuş olarak batmasıyla sona ererken, hüsûf namazında ay bu şekilde batsa bile güneş doğana kadar kıhnabilir.
(b) Malikî Mezhebine göre, hüsûf namazı, menhiyyun anh vakitlerde kılınmaz.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, ay tutulmuş olarak batarsa, hüsûf namazı yeniden kılınır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, küsûf. namazı gibi kılınır, bu namazda cemaat meşru değildir, cami ve mescidlerde cemaatle kılınmayıp evlerde tek başına kılınır; hutbesi yoktur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, hüsûf namazı, küsûf namazı gibi ve cemaaatle kılınır. Farklı olarak, hüsûf namazında kıraaat açık, küsûfta gizlidir.
(c) Maliki Mezhebine göre, hüsûf namazı, diğer nafileler gibi kılınır, kıraatin açık yapılması menduptur, camide kılınması mekruhtur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, hüsûf namazı, küsûf namazı gibi kılınır.
(e) Zahirî Mezhebine göre, ay,
Hakkındaki bir işin hayırlı olup olmadığına dair manevî bir işarete nail olmak isteyen kimse, yatacağı zaman iki rekât namaz kılar. İlk rekâtte Kâfirun, ikincide İhlâs sûrelerini okur. Namazdan sonra istihare duasını okuyarak, abdestli bir şekilde kıbleye dönerek yatar, rüyada beyaz veya yeşil görülmesi hayra, siyah veya kırmızı görülmesi de şerre delâlet eder.
İstihare namazının bu
şekilde yedi
İstihare namazını kılma imkânı bulunmazsa, sadece duasıyla yetinilir. Kendisi hayır olan bir konu hakkında yapılır.
Uhrevî veya meşru bir dünyevî ihtiyacın giderilmesi için yatsı namazından sonra iki, dört veya oniki rekât namaz kılınır; namazdan sonra Allah Teâlâ’ya senada, Hz. Peygambere (sav) salât-u selâmda bulunulur, bundan sonra ihtiyacın giderilmesi için Allah Teâlâ’ya dua edilir.
Hacet namazının birinci rekâtinde Fatiha’dan sonra üç defa Ayetul-Kursi, ikincide birer defa İhlas ve Muavvizeteyn’i (Felak ve Nâs) okumak sünnettir.
Kuraklık zamanlarında ve yağmur ihtiyacının arttığı anlarda, Allah Teâlâ’dan yağmur istemek için kılınan namaza İstiska Namazı veya Yağmur Duası Namazı denmektedir. Bu namaz ülkemizin hemen her yerinde uygulanmaktadır:
(a) ÜM’e göre, istiska namazı, -cemaatle kılınınca ve erkekler için- sünneti müekkededir. Cemaatle kılamayan mükellefin, yalnız başına kılması menduptur. Yaşlı kadınlar ve mümeyyiz çocuklar için de, istiska namazı menduptur. Fitne endişesi olmayınca, genç kadınlar için istiskaya çıkış mekruh, böyle bir endişe olunca haramdır.
(b) Hanefî Mezhebine göre, istiska namazı menduptur, yalnız başına da kılınabilir.
İstiska namazının tekrarında da hüküm aynıdır. Tekrarlama, Hanefî Mezhebine göre, aralıksız üç gün olabilir, üçten fazla tekrarlanmaz, tekrarlanması mekruhtur.
a) Vakti: [430]
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, istiska namazı, nafile kılmak mubah olan vakitlerde kılınır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, istiska namazı için, belli bir vakit yoktur, her zaman kılınabilir.
(c) Malikî Mezhebine göre, bayram namazının vakti, istiska namazının da vaktidir.
(d) İbn Hazm’e göre, istiska namazı için, kıra zeval vaktinde çıkılır.
b) Miktarı: [431]
(a) Cumhur’a göre, istiskada namaz kılınır ve bu namaz iki rekâttır,
(b) Ebu Hanife’ye göre, istiskada cemaatle namaz kılınmaz, tek başına istiska namazı kılınabilir.
(c) Zeydiye’den Hâdî’ye göre, iki selâmla, dört rekat olarak kılınır.
c) Şekli: [432]
(a) Hanefî Mezhebinde istiska namazı konusunda iki görüş bulunmaktadır:
(1) Ebu Hanife’ye göre, istiska, dua ve istiğfardır, cemaatle namaz kılınmaz, tek başına kılınır. İmam kıbleye dönmüş olarak ve ayakta dua eder, cemaat ise oturarak ve kıbleye dönmüş olarak duaya âmîn der, hutbe ulunmaz, elbise ters çevrilmez. Fakat, bu görüş, tercih edilen görüş değildir.
(2) Tercih edilen Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’nin görüşü ile ve Malikî Mezhebine göre, istiska için namaz kılınır: Kılınma şekli bayram namazı gibidir, fakat istiska namazında zevâid tekbirleri yoktur; aslında, cuma namazı gibi kılınır demek daha doğru olacaktır”. İmam bayramdaki gibi hutbe okur; yay, kılıç veya değneğe dayanarak ve yerde okumak Ebu Yusufa, minberde okumak eş-Şeybanî’ye göre sünnettir. Bu sırada, sadece imam tarafından biraz sonra ceket, hırka vb. elbiseler ters çevrilir. Namazda A’lâ ve Gâşiye sûrelerini okumak efdaldir. Ebu Yusufa göre tek, eş-Şeybanî’ye göre iki hutbe’okunur. Hutbeden sonra Ebu Hanife’nin görüşüne göre dua edilir.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, istiska namazı, devlet başkanı veya naibi, ya da toplumun liderinin imametiyle cemaatle birlikte kılınır: Kılınma şekli bayram namazı gibidir. Birinci rekâtte iftitah tekbiri dışında yedi tekbir alınır, ikinci rekâtte iftitah tekbiri dışında yedi tekbir alınır. Her tekbir alışta, eller omuzlara kadar kaldırılır, taavvuz ve sena okunur. Her tekbir arasını bir âyet miktarı uzatmak ve bu arada zikirde bulunmak müstehaptır. Bundan sonra, cehren kıraat yapılır. Fatiha’dan sonra birinci rekâtte Kaf ve A’lâ, ikinci rekâtte Kıyâme ve Gâşiye sûrelerini okumak müstehaptır. Namazdan sonra bayram namazmdaki gibi hutbe okumak menduptur, ancak Hanbelî Mezhebine göre, tek, Şafiî Mezhebine göre, iki hutbe okunur. Daha sonra gizli ve açık dua edilir.
Bununla birlikte, bu şekillerden her biriyle istiska namazı kılınabilir.
Görüşler içerisinde de geçtiği gibi, namazdan sonra hutbe okunması ihtilaflıdır: [433]
(a) Ebu Hanife’ye göre istiskada hutbe okunmaz.
(b) Cumhur’a göre, istiska namazında hutbe okunur:
(1) eş-Şafiî, Malik, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî’ye göre, hutbe, namazdan sonradır; el-Leys b. es-Sa’d’e göre, hutbe, namazdan önce okunur.
(2) Ebu Yusuf ve Hanbelî Mezhebine göre, tek; Şafiî Mezhebine ve eş-Şeybanî’ye göre iki hutbe okunur.
Hukukçuların çoğunluğuna göre, elbiseleri ters çevirmek, sadece imama aittir; Maliki Mezhebine göre, cemaatten erkekler de çevirebilir: Malik’e ve eş Şafiî’ye göre, çevirme işlemi hutbeden, Ebu Yusuf’a göre hutbeye başladıktan bir müddet sonra uygulanır.
(a) Namazdan önce tevbe etmek, sadaka vermek, haksızlıkları ve zulmü gidermek,
(b) ÜM’e göre, düşmanların anlaşmalarını ve barışmalarını sağlamak müstehaptır, Malikî Mezhebine göre, değildir.
(c) Hanefî ve, Şafiî Mezheblerine göre, üç gün aralıksız oruç tutup dördüncü gün yaya olarak istiska yerine gitmek müstehap, Malikî Mezhebine göre, dördüncü gün -evi uzaktakiler dışındaki mükelleflerin- kuşluk vakti istiskaya çıkması menduptur, evi uzakta olanlar ise namaza yetişme imkânı bulacak vakitte çıkar; Hanbelî Mezhebine göre, imamın tayin edeceği günde çıkmak menduptur.
(d) ÜM’e göre, yırtık bir elbise içinde ve tevazu ve huşu ile çıkmak; Hanbelî Mezhebine göre, bayram günlerindeki gibi ve temiz elbiselerle gitmek menduptur,
(e) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, mükelleflerin yanlarında çocuklar, yaşlı kadınlar ve erkekler ile hayvanları alarak istiska, yerine gitmek, yavruları annelerden ayırmak menduptur; Malikî Mezhebine göre, mümeyyiz çocuklarla gitmek menduptur; Hanbelî Mezhebine göre, mümeyyiz çocukların gitmesi sünnet, mümeyyiz olmayan çocuklarla hayvanların gitmesi mubahtır.
Hukukçuların çoğuna göre, gayri müslimlerin, yağmur duasına katılması uygun değildir. Fakat, gitmek istediklerinde kendi başlarına yağmur duası yapabildikleri gibi, ibadethanelerinde de dua edebilirler; Malik’e göre istiskaya gitmek istediklerinde gayri müslimleri önlemek doğru değildir. [435]
Yağmurlar, lüzumundan çok yağmaya başlayınca, bunun kesilmesi, zarar vermeyecek başka taraflara dönmesi için dua edilmesinde bir beis yoktur.
(a) Hanefî ve Malikî Mezhebleri ile Ahmed ve eş-Şafiî’ye göre deprem, yıldırım, şiddetli karanlık ve aydınlık, rüzgâr ve veba, umumi hastalıklar vb. çok tehlikeli haller dolayısıyla, iki rekât namaz kılmak menduptur; Ahmed’e göre cemaatle kılınır, eş-Şafiî’ye göre münferîd olarak kılınır.
(b) Şafiî Mezhebine ve Malik’e göre, böyle bir namaz yoktur.
(c) Hanbelî Mezhebine, İbn Abbas ve Ebu Hanife’ye göre sadece depremin devam etmesi halinde, küsûf namazı gibi, iki rekât namaz kılınır.
a) Vakti:
Açıklanan hallerin meydana geldiği zamanda, anlatılan şekilde namaz kılınır.
b) Yeri;
Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, felâket zamanlarında kılınacak namazı evda kılmak, cemaatle kılmaktan efdaldir.
c) Miktarı:
Benimseyen hukukçuların çoğunluğuna göre iki rekât, İbn Abbas ve Ebu Hanife’ye göre küsûf namazı gibi kılınır.
d) Şekli:
(a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, nafile namazlar gibi kılınır, hutbe ve cemaat şartı aranmaz.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, küsûf namazı gibi, cemaatle kılınır.
Herhangi bir günah işledikten sonra, pişman olarak tevbe etmek için, kıra çıkılır ve iki rekât namaz kılarak Allah Teâlâ’dan af ve mağfiret dilenir.
Kısasa veya idam cezasına mahkûm olan bir müslüman, bu cezanın uygulanmasından önce iki rekât nafile namaz kılarak tevbekâr olur. İstiğfar ederek hayır dualarda bulunur. Kendisi hakkında ilâhî affın tecellisine sebep olacağı için bu namaz müstahsen görülmüştür.
İbn Âbidin’in belirttiğine göre, es-Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr’de bunun müstehap olduğunu benimsemektedir.
Evden çıkışta da, her işe başlangıçta olduğu gibi, iki rekât namaz kılınabilir.
Yolculuğa çıkarken ve dönerken, iki rekât namaz kılmak menduptur; giderken evde, dönerken camide kılınması efdaldir. Tavaf ve ihrama başlangıçta da, ikişer rekât namaz kılınır.
Her doğan ölmeye namzettir; aradaki fark, dünya misafirhanesinde ikamet müddetinin azlık veya çokluğundadır. Bu değişmez ve istisna tanımaz kanun karşısında insanoğlu, anlayış ve inancına göre vaziyet almış, çeşitli davranışlarda bulunmuş ve âdetlere tâbi olmuştur. Başı bulutlara yükselen ehramlar, mezarlarda insan ölülerine ait kemiklerin yanında çıkan at, silah ve para kalıntıları, Ganj nehri kenarında denizleri tıkayan dumanlar ve ölü vücutların yanmasından çevreye dağılan kokular.., hep bu inanç ve adetlerin birer tezahürüdür.
Hak ve bâtıl bütün dinler, insanın menşe ve akıbeti üzerinde durmuş, hitabettikleri cemiyetin medenî ve fikrî seviyesine uygun açıklamalar yapmış, inançlar getirmişlerdir. Bilindiği üzere, İslâm imanının altı temelinden biri de, öldükten sonra dirilmeye ve âhirete inanmaktır. Buna göre, insanlar vefat edip defnedilince, önce kabirde sorguya çekilecek, dünya hayatındaki iman ve amellerine göre cevap verecek ve kıyametin kopmasına, yeniden dirilişine kadar, berzah aleminde kalacak, burada da yaptıklarına göre muamele görecekledir. Berzah hayatı da cennetten bir köşede veya cehennemden bir çukurda geçecektir. Arkadan kıyamet, haşir, muhasebe, mizan, sırat, cennet, cehennem olayları gerçekleşecektir.
Genellikle ölümden önce bir hastalık sözkonusudur. İslâm’ın titizlikle korunmasını istediği beş esastan birisi de hayat ve sıhhattir. Bu sebeple, İslâm’da intihar, büyük günahlar arasında yer almıştır. Sağlık şüphesiz nimetlerin en bulunmazı ve kaybedilmemesi gerekenidir. Bunun için, hastalığa sebep olan her türlü davranıştan kaçınmak gerekir. Sıhhati korumak insanın vazifesi olduğu gibi, hastalandığı takdirde sabretmek, bunu hayırlı telakki etmek, Allah’a ve O’nun kullarına şikayetini edep içinde yapmak ve her imkâna başvurarak hastalığın tedavisine çalışmak da onun önemli vazifeleri cümlesindendir: Hz. Peygamber, hastalıkların tedavisini emrettiği gibi, bizzat -günün şart ve imkânları içinde- tedavi olmuştur. Maddî tedavi ve ilaç ile birlikte, manevî tedaviye de müracaat etmiş, bunun için dua ve âyetler okumuş ve okuyanları tasvib etmiştir:
Hastalık insana zarar veren, sağlığını bozan bir haldir; bu halin giderilmesi, yeniden sıhhate kavuşmak için maddî manevî çarelere başvurmak da tedavidir. Hastalığın sebepleri daima maddî değildir; mikrobik hastalıklar yanında, ruhî, manevî sebep ve âmillere bağlı hastalıklar da vardır. Rasul-i Ekrem
“Göz değmesi gerçektir” [441] diyerek bir manevî faktöre işaret buyurmuştur. Hastalığın tedavisinin hükmünü, fıkıh bilginlerinin şu üçlü taksiminden alabiliriz: Zararı gideren şeyler üçe ayrılır:
(a) Kesin Olanlar: Açlık için ekmek, susuzluk için su gibi,
(b) İhtimali (Maznun) Olanlar: Tıbbi tedavilerin bir kısmı gibi.
(c) Yüzde Elliden Az İhtimalli Olanlar: Okuyarak tedavi gibi.
Zararı gidereceği kesin olanı kullanmak farz, terketmek haramdır; ihtimali olanı yapmak iyidir, ancak terketmek haram değildir; üçüncü çeşidi yapmak ise tevekküle aykırı sayılmıştır.
Buna göre, tıbbî tedavi kesin ise farz, ihtimalîi ise mubah, hatta mendup olmaktadır.
“Tedavi olunuz, çünkü derdi yaratan Allah, devayı da yaratmıştır.” [442] hadisi bunu göstermektedir.
Az önce geçen üçlü taksimde, bu çeşit tedavinin mubah olduğu, fakat tevekküle aykırı telakki edildiği geçmiştir.
Okumak yoluyla tedavi, hem Hz. Peygamber, hem de ashab tarafından yapılmış, caiz ve müessir olduğu bu tatbikatja anlaşılmıştır. Buhârî’nin tıb bölümünde ve diğer bölümlerde verdiği hadisler, bu nevi tedavide daha ziyade Fatiha, İhlas, Felak, Nas süreleriyle bazı duaların okunduğunu ifade etmektedir. Bu sûreler ve dualar nazar değmesi gibi manevî sebepli hastalıklara okunduğu gibi, jalan ve akrep sokması kabilinden maddî sebepli hastalıklara da okunmuş ve netice alınmıştır.
Âyet ve duaların yazılarak taşınması konusunda iki görüş bulunmaktadır:
(a) Hz. Âişe, Malik, Ahmed b. Hanbel ve Şafiî gibi hukukçuların bir çoğu bunun caiz olduğu görüşündedir.
(b) İbn Abbas, İbn Mes’ud, Hanefî Mezhebi ve bazı Şafiî hukukçular, âyet ve dualar yazarak nazarlık vb. taşınmasının caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.
Muskacılığın bir meslek haline gelmemesi, dinin ve dinî duyguların hasis menfaatlere âlet edilmemesi bakımından ikinci görüş dikkat çekicidir. Çocuklara ve okuma bilmeyenlere bilenler, bir menfaat beklemeden okumalıdır. Okuyacak bulunmazsa, yazma yoluna başvurulur.
Bazı âlimler tasa yazıp suyunu içirmek suretiyle yapılan tedaviyi de caiz görmüşlerdir.
Okuma ve yazma yoluyla yapılan tedavinin caiz olabilmesi için bazı şartlar vardır:
(a) Okunan ve yazılan âyet, hadis veya mânâsı anlaşılan dua olacaktır. Rasul-i Ekrem, okunan duaların anlaşılır olmasını, şifa dileyen ifadeler taşımasını istemiş; âyetlerin tahrif edilmesini, mânâsı olmayan bir takım ifadelerin kullanılmasını yasaklamıştır.
(b) Mânâsı bilinmeyen bir takım isim, harf ve rakamlar kullanılmayacaktır. Nazarlık, boncuk vb. takılmasını, Hz. Peygamber yasaklamış, bunu yapanları şiddetle kınamıştır.
(c) Tıbbî tedavide olduğu gibi, burada da şifa verenin yalnız Allah olduğuna inanılacaktır.
(d) Sevdirmek, nefret ettirmek gibi tedavi ile alâkası bulunmayan maksatlarla yapılmayacaktır.
Cumhur, meşru ve şartlarına uygun olan okuma ve yazma yoluyla tedaviden (rukyeden) ücret almanın da caiz olduğu hükmünü benimsemiştir.
Tıbbî tedavi yanında, telkin ve dua ile tedavi usûlü, aradan ondört asır geçtikten sonra müspet ilmin de dikkatini çekmiş, Avrupa ve Amerika’da bu usulle tedavi yapan şifa yurtları açılmıştır.
(a) Zahirî Mezhebine göre, ömürde bir defa hasta ziyareti farzdır, sonra da sünnettir.
(b) Cumhur’a göre, hastayı ilk ziyaret sünnet, sonrakiler nafile ibadettir.
Hasta ziyaretinde Allah’tan şifa dilemek, sıhhat ve afiyet istemek, sabır ve tahammül öğütlemek, iyi olduğunu ve iyileşeceğini hastaya bildirmek, ısrar etmezse yanında çok kalmamak ziyaretin sünnet ve âdâbındandır. Hastayı ziyaret sırasında usandırmak ve onun moralini bozacak davranışlardan kaçınmak gerekir. Çünkü ziyaretin amacı, hastayı üzmek ve yıkmak değil, tersine moralini düzeltmek ve onu teselli etmektir. Gürültü ve gereksiz konuşmalar, hastayı soru yağmuruna tutmak bazılarını son derece rahatsız eder.
İlahi takdir sonucu ölmek, asla kaçamayacağımız bir gerçektir. Gazali, ölüm karşısında insanları dört sınıfa ayırmıştır:
Dünyaya dalmış, hayatın geçici olduğunu unutmuş, hayatın gayesini dünyevî şevk ve menfaatlerden ibaret bilen insanlar, ölüm karşısında birinci grubu meydana getirir. Bunlara göre -zoraki hatırladıkları ve hatırlayınca hemen unutmaya çalıştıkları- ölüm, zevk ve safanm sona ermesi, korkulu akıbetin başa gelmesi demektir.
“De ki: Kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır; sonra gizli ve açık her şeyi bilene götürüleceksiniz de O size yaptıklarınızı birer birer haber verecektir.” [445] âyeti, bu sınıfın halini ifade etmektedir.
Korkusu galip olan, yaptıklarını bilen ve tevbe edip kulluk yoluna yönelmeye çalışanlar için de ölüm, istenmeyen bir hadisedir; çünkü henüz tevbelerini tamamlamadan gelip insanı buluvermesi tehlikesi vardır. “Allah’a kavuşmak istemeyene Allah da kavuşmak istemez” hadisi bu sınıfı içine almaz. Çünkü bunlar, Allah’a kavuşmayı istemekte, fakat bu kavuşmaya lâyık olmak için ölümün gecikmesini dilemektedirler.
Allah’ı bilen ve O’na şevk ve aşkla bağlanmış olanlara göre ölüm, daima anılan ve beklenilen bir olaydır. Bunlar, sevgiliye bir an önce kavuşmak için can atar, ölümün bir türlü gelmeyişinden şikayet ederler.
Üçüncü gruptakilerden mertebe ve irfanı daha yüce olanlar, işi Mevla’larına bırakanlardır. Bunlara göre en iyisi, sevgili Mevla’nın istediğidir. O neyi murad ederse, istemeye ve sevilmeye lâyık olan odur.
Hz. Peygamber, ölümü unutmayı, Allah’ın razı olduğu iş ve davranışlarla ona hazırlanmayı, Allah’ın rahmetinden ümitli olmayı tavsiye etmiş, ıztırab ne kadar şiddetli olursa olsun ölümün temenni edilmesini hoş karşılamamıştır.
Ölmek üzere olan hastaya Muhtadar, ölüm alâmetleri görülmesine de iktidar denir. Böyle bir durumda bulunan hastaya, azıcık su verilir; güçlük yoksa kıbleye çevirilmesi sünnettir:
(a) Cumhur’a göre, bu, müslümanların yatarken aldıkları vaziyette olacaktır; yani sağ tarafına yatırılacak ve yüzü kıbleye gelecektir.
(b) eş-Şafiî’ye göre, ayaklar kıbleye gelecek şekilde sırtüstü yatırılacak ve baş biraz kaldırılacaktır.
(c) Caferî Mezhebine göre, ölmek üzere olan müslümanın kıbleye çevirilmesi farz-ı kifâyedir.
Ülkemizde, telkin denince anlaşılan, definden sonra kabrin başında malum şekilde yapılan telkindir.. Burada kasdedilen, o değil, ölmek üzere olan müslümanın yatağı başında yapılan telkindir. Tamamen komaya girmemiş, söyleneni anlayıp tekrar edebilecek olan hastanın yanında, münasip birisinin, zaman zaman “Lâ İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah” demesi sünnettir. Hastaya, tekrar etmesi için ısrar edilmez.
Caferi Mezhebine göre, kelime-i şehâdet, oniki imamı ikrar ve ferec sözleri denilen Lâ ilahe illlahu’l-Aliyyu’l-Azîm. Lâilâhe illallâhu’l-Halîmu’l-Kerîm. Subhâne Rabbi’l-Ardîne’s-seb, ve mâ fîhinne vemâ beynehunne, ve Rabi’l-Arşi’l-Azîm’i söyletmek müstehaptır.
(a) ÜM’e göre, halet-i ihtizarda (ölmek üzere) bulunan hastaya, Yasin Ra’d sûreleri, gizlice okunur.
(b) Maliki Mezhebine göre, bu şekildeki hastaya, Kur’ân okumak mekruhtur.
Muhtadar olan hastaya, özellikle Yasin sûresinin okunması faydalıdır ve Hz. Peygamber tarafından tavsiye edilmiştir.
Ölü ve kabir üzerine de bu sûrenin okunmasının caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Şevkani,
“Birbirini takviye eden rivayetler, bunun da caiz ve faydalı olduğunu ifade etmektedir” demektedir.
Ölüm sırasında, hısım ve akabaların hastanın yanıbaşında bulunmaları ve helalleşmeleri uygundur. Ölümden sonra çene ve gözler bağlanır, ölünün üzeri boylu boyunca bir örtüyle örtülür. Eller göğse konarak, ÜM’e göre şöyle dua edilir: “Bismillahi ve Ala Milleti Rasûlillahi. Allahumme Yessir Aleyhi Emrehu ve Sehhil Aleyhi Ma Badehu. Ve Es’id Bilikâike, Vec’al Mâ-harace İleyhi Hayran Mimmâ Harace Anhu” (Allah’ın adıyla, Rasulullah’ın dini üzere. Allah’ım! Onun işini kolaylaştır, sonrasını kolaylaştır. Sana kavuşmasını mutlu kıl. Kavuştuğunu bıraktığından iyi kıl.) Maliki Mezhebine göre, dua edilmez.
Ayakları uzatılır, yanında güzel kokulu maddeler bulundurulur, şişmemesi için karnının üstüne demir parçası ve ayna gibi bir madde konur. Öldükten sonra, yıkanıncaya kadar, ölünün yanında Kur’ân okumak mekruhtur; ancak başka bir yerde okunabilir.
Ölümden sonraki vazifeleri, acele yapmak sünnettir; bunlar Hz. Peygamber’in tavsiyesi ve Selef-i Salihin’in de tatbikatıdır.
Cahiliye devrinde, önemli birisi .vefat edince, kabilelere bir haberci gönderilir, bu haberci “filan öldü, Arap mahvoldu” diye bağırır, bunu işitenler de vaveyla kopararak ağlardı. Hz. Peygamber, bunu yasaklamış, usûlü dairesinde, sükûnet içinde ölüm haberinin eş, dost ve salih mü’minlere duyurulmasını tasvib buyurmuştur. Bizzat kendileri, Habeşistan Nacaşisinin vefatını, Mûte savaşında Zeyd, Ca’fer ve İbn Revâha’nın şehadetlerini haber vermiştir.
Ölüm olayı gerçekleştikten sonra, bunu, çevreye ve ölünün sevenlerine, ev sahiplerine yardım ve cenazenin çabuk kaldırılmasını, namazın kalabalık bir topluluk tarafından kılınmasını sağlamak ve insanlara ölümü hatırlatması açısından duyurulmasında bir sakınca yoktur: Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, aşırı olmadan müstehaptır; Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, mubahtır, ancak bu iki mezhebe göre duyurmanın yüksek sesle yapılması mekruhtur.
Ölümün duyurulması, cemaat camiden çıkarken yapılabileceği gibi, belediye hoparlörü veya dellal vasıtasıyla ilan etmek, gazetelerde sade ve kısa ifadelerle duyurmak da meşrudur. Cahiliye devrindeki gibi, kadınların gece-gündüz dolaşması, kaderi kınama vb. şeklinde duyurmak haramdır.
İslâm’ın esaslarını ve namaz vakitlerini ilan etmek için tesis edilmiş bulunan minarelerin bu iş için kullanılması, üç beş kuruş almak için bazı müezzinlerin sala verip ölüm ilanı yapmaları bid’attir.
Peygamberimiz (sav), ölüm ve benzeri bir felâketle karşılaşan kimselerin sabretmelerini, dua ile Allah’a sığınmalarını tavsiye buyurmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de felâkete uğrayınca sabreden ve “İnnâ lillâh” diyerek Allah’a sığınanları methetmiş, onları rahmet ve hidayetle müjdelemiştir. [449]
Yakınlarını ve sevdiklerini bir anda kaybeden insanların acı çekmemeleri, bu acının göze hücum eden yaşlar, ruhlara hâkim olan hüzün ve kederler ile tezahür etmemesi mümkün değildir. Bu, tabiîdir, sevgi ve merhametin meyvasıdır. İslâm, bu nevi üzülmeyi ve ağlamayı yasaklamamıştır. Hz. Peygamber ve sahabe de, bu şekilde hareket etmişlerdir.
Ölünün yüzünün açılması ve öpülmesi de caizdir. Nitekim Hz. Ebu Bekir, Peygamber Efendimizin mübarek nâşını edep ve muhabbetle öpmüş ve ağlamıştır.
Ölüye ağlama konusunda şu görüşler belirtilmiştir:
(a) Hanefî ve Maliki Mezheblerine göre, ölü için yüksek sesle ve bağırarak ağlamak haramdır.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ölüye ağlamak mubahtır.
Bağırıp, çağırmadan, çığlık koparmadan gözyaşlarının aralıksızca dökülmesi mubahtır.
Çeşitli şekillerde ölünün güzellik ve iyiliklerini sayıp ağlamak (buna nedb denir), yüzleri boyamak, el içiyle yanaklara vurmak, yakaları yırtmak caiz değildir.
Yakınlarının ağlamasından dolayı ölü azaba uğramaz; ancak ağlamalarını vasiyet ederse azabı artar. Ölümünden sonra yakınlarının ağlayacağını ve fakat vasiyet edince ağlamayacaklarını bilince, müteveffanın yakınlarına ağlamamalarını vasiyet etmesi vaciptir, vasiyet etmediği takdirde azabı artar.
Ölüyü bir an önce yıkayıp defnetmek gerekir; yıkanmasından gömülmesine kadar ölü için yapılan son hazırlıklara Teçhiz adı verilir; teçhiz farz-ı kifâyedir.
Ölünün yıkanmasına hukuk dilinde gaslu’l-meyyit veya tagsilu’l-meyyit adı verilir. Bir defa yıkamak farz-ı kifaye, ikinci defa yıkamak sünnettir; Maliki Mezhebi içindeki bir görüşe göre, sünnet-i kifâyedir. Ölü, akarsuda yıkanabilir, yağmur suyuyla yıkanmaz; boğulanı temizlemek için suda hareket ettirmek yeterlidir.
ÜM’e göre, kâfiri yıkamak farz değil, haramdır; Şafiî Mezhebine göre, taabbud değil, temizlik için olduğundan kâfirin yıkanması haram değildir.
Kendi dininden biri olmayınca yakını olan müslüman, Hanefî Mezhebine ve eş-Şafiî’ye göre kâfiri yıkayabilir; Malik’e göre, müslüman baba, kâfir oğlunu bile yıkayamaz.
Babası kâfir bir müslüman öldüğünde, yıkanması müslümanlara aittir.
Ölünün yıkanması için canlı doğup sonra ölmesi gerekir:
Bebek doğduğunda, -canlılık işareti olarak- ses çıkarır, sonra ölürse Ebu Hanife’ye göre ismi konur, yıkanır, namazı kılınır ve miras hükümleri geçerli olur. Ses çıkarmazsa, Ebu Hanife ve eş-Şeybani’ye göre, bunlar yapılmaz ve miras hükümleri geçerli olmaz; Ebu Yusufa göre yıkanır, ismi konur, namazı kılınmaz.
(a) Hanefi Mezhebine göre, -sesi duyulmak veya hareket etmek suretiyle- canlı olarak dünyaya gelen düşük, -hamilelik müddetine bakılmadan- yıkanır. Fakat ölü olarak doğduğunda, yaratılışı tamsa yıkanır, tam değilse yıkanmaz, ancak üzerine su dökülür ve bir beze sarılır, ismi konur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, doğum için normal süre -altı ay- tamamlanmadan dünyaya gelen düşükte canlılık işareti varsa yıkanır, yoksa yaratılışının tam olup olmadığına göre hareket edilir: Tam olunca yıkanır, fakat namazı kılınmaz; tam olmayınca yıkanmaz. Normal süre içerisinde veya sonrasında doğan çocuk, -ölü de doğsa- yıkanır ve ismi konur.
(c) Maliki Mezhebine göre, düşük, doğduktan sonra canlılık işareti görülürse yıkanır, görülmezse yıkanması mekruhtur.
(d) Hanbelî ve Caferi Mezheplerine ve eş-Şafiî’ye göre, ana rahminde dört ay duran düşük yıkanır, daha az duran yıkanmaz.
Böylece düşük, Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, ne zaman doğarsa doğsun; Şafiî Mezhebine göre, altı, Hanbelî Mezhebine göre, de dört ay sonra doğunca yıkanır.
(a) Hanefî Mezhebine ve Malik’e göre, ölünün yıkanması için, cesedin çoğu veya başıyla birlikte en az yarısının bulunması gerekir.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine ve İbn Hazm’e göre, -az da olsa- bir miktarın bulunması yeterlidir.
(c) Malikî Mezhebine göre, en az üçte ikisinin bulunması gerekir, azında yıkamak mekruhtur.
(d) Caferi Mezhebine göre, yıkamadan önce ölüden ayrılan parça bir kemiği içermezse, yıkanması gerekmez, bir beze sarılır ve defnedilir. Kemik olur, göğsü içermezse, yıkanır ve bir beze sarılarak gömülür, mücerred kemik de böyledir. Göğüs ya da bir kısmı olursa yıkanır, kefenlenir, namaz kılınır ve defnedilir.
Cumhur’a göre, şehidler yıkanmaz; el-Hasenu’1-Basrî ve Said b. el-Museyyeb’e göre yıkanır.
Ölünün yıkanması için, suyun bulunması şarttır. Su bulunmayınca veya yıkama imkânı olmayınca -meselâ boğularak ölenin dağılmasından korkulursa- teyemmüm ettirilir.
Devlete isyan edenlerin (meselâ bâgîlerin), yolkesicilerin öldürülmesi halinde, Hanefî Mezhebine göre, yıkanmaları gerekmez, namazları kılınmaz; eş-Şafiî’ye göre yıkanır ve namazları da kılınır; bazı hukukçulara göre yıkanır, namazı kılınmaz.
(a) Hanefî Mezhebine göre, ölümle karı-koca arasındaki nikah akdi hükümsüz kalacağından ve iddetin bulunmamasından erkek karısını yıkayamaz; fakat -kocasıyla bain talakla boşanmadıysa- kadın kocasını yıkayabilir. Kocasının ölümünden sonra irtidat eden kadın onu Züfer’e göre yıkayamaz; mecusi veya müslüman olup öleni Ebu Yusuf’a göre müslüman hanımı yıkayabilir.
(b) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, ric’i talakla bile olsa boşanmadıkça, karı-koca birbirini yıkayabilir, fakat boşanmış olunca bu helal olmaz.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, kadın -bâin talakla boşanmamışsa- kocasını yıkayabilir.
Kaide olarak, erkeği erkek, kadını kadın yıkar. Karı-koca dışında, -az önce geçen hükümlere göre hareket edilmesi dikkate alınarak- kadınla erkeğin birbirlerini yıkaması helal değildir. Küçükleri, erkek veya kadınlar yıkayabilir.
(a) Bir grup hukukçuya göre, kadın, erkeği böyle bir durumda yıkayabilir.
(b) Hanefi Mezhebine göre, kadınlar arasında ölüp yıkanması için erkek veya karısı bulunmayan erkeği, önce -diğerleri ona öğreterek- eksik ehliyetli kadınlar yıkar, bu da yoksa kadınlardan biri gözlerini yumarak teyemmüm ettirir.
(c) ÜM’e göre, içlerinde karısı veya mahremi bulunmayan yabancı kadınlar arasında ölen erkeği, yabancı kadınlardan biri eline bir engel, meselâ bez parçası alarak teyemmüm ettirir.
(d) el-Leys b. es-Sa’d’e, bu durumdaki ölü, yıkamadan defnedilir.
(a) Bir grup hukukçuya göre, erkek kadını yıkayabilir.
(b) Hanefî Mezhebine göre, erkekler arasında ölüp yıkamak için kadın bulunmayan kadını, mahremi teyemmüm ettirir, mahremi yoksa yabancı biri eline bir bez parçası alarak ve gözlerini yumarak teyemmüm ettirir. Bu konuda, koca da yabancı sayılır, ancak gözlerini yumması gerekmez.
(c) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, yabancı erkekler arasında ölüp yıkamak için yanında kocası veya mahremi bulunmayan kadını, yabancı bir erkek eline bir bez parçası alarak ve gözlerini yumarak teyemmüm ettirir.
(d) el-Leys b. es-Sa’d’e göre, yıkamadan defneder.
Hanefî Mezhebine göre, bu hükümlere aykırı olarak yıkanırsa, yıkama işlemi günahla birlikte sahih olur.
(a) Bir gruba göre, elbise üstünden yıkayabilir.
(b) Bir başka gruba göre, yıkayamaz, teyemmüm ettirir.
(c) Üçüncü gruba göre, kadın erkeği yıkar, erkek kadını yıkayamaz.
(a) Hanefî Mezhebine göre mükellef veya mürahik olan hunsay-ı müşkili hiç kimseyi yıkıyamaz, onu da kimse yıkayamaz, elbisesi üzerinden teyemmüm ettirilir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, yanında mahremi bulunmayan hunsay-ı müşkil gözlerini yumarak ve ellerini dokundurmadan yabancı erkek, gözlerini yumarak kadınlar yıkayabilir. Bu durumda, sadece bir defa yıkanır. Çocuk yaştaki hunsalar, diğer çocuklar gibi kabul edilir.
(c) Maliki Mezhebine göre, hunsayı ancak cariye yıkayabilir.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, yedi ve daha fazla yaşında ölen hunsayı müşkili yıkayabilir. Böyle biri yoksa, dokunmaya engel bir bezle teyemmüm ettirilir. Teyemmüm için, erkek, kadından efdaldir.
Caferi Mezhebine göre, yıkayıcı ile ölü arasında cinsiyet benzerliği şarttır; ancak, üç yaşını geçmeyen çocuklarda bu şart aranmaz. Yıkayıcının müslüman ve mü’min olması gerekir. Kitabî bile olsa, aynı cinsten yıkayıcı olmazsa, kuvvetli görüşte yıkama düşer. İhtiyat, yıkayıcının baliğ olmasıdır, mümeyyiz de olsa çocuğu yıkaması yeterli olmaz. [457]
Ölünün yıkanıp kefenleneceği yer, kapalı olmalıdır ve bu işlemleri yapacaklardan başkası görmemelidir:
(a) Önce nasıl kolay geliyorsa o şekilde ve yönde ölü teneşir tahtası üzerine konur. Hanefî Mezhebine göre, dizinden göbeğine kadar bir örtüyle örtülmesi için elbisesi çıkarılır; eş-Şafiî’ye göre, elbiseyle yıkanır. Biri su döker, bir başkası da yıkama işlemini yapar. Yıkayacak olan, bir bez parçası alarak önce ön avret yerini yıkar.
(b) Daha sonra abdest aldırılır: Elleri bileklere kadar yıkamaya gerek olmayıp abdeste yüzü yıkayarak başlanır. Ağız ve burna su vermek zor olduğu için, parmağa sarılan bezle dudakların içi ve burun delikleri ile göbek çukuru silinir. Yüz ve elleriyle birlikte kolları, başı meshedilerek ayakları da yıkanır. Hanefî Mezhebine göre, ölü için saç, sakal, etek ve koltuk tıraşı yapılmaz, tırnakları kesilmez; kesilmesi mekruhtur. eş-Şafiî’ye göre gerekliyse etek ve koltuk tıraşı yapılır, saç tıraş edilir; Malikî Mezhebine göre, hayattayken saçlarına yapılması haram olan ölümden sonra da haramdır; caiz olan ölümden sonra mekruhtur; Hanbelî Mezhebine göre, ihramlı olmayanın bıyık ve tırnağı kesilir, koltuk tıraşı yapılabilir, ancak bunlar kefene konur, saç ve etek tıraşı ise haramdır.
(c) Abdest aldırdıktan sonra, ölünün üzerine mümkünse ısıtılmış su dökülür; eş-Şafiî’ye göre soğuk su kullanılır. Başı ve bedeni, sabun veya benzeri temizleyici maddelerle temizlenir.
(d) Baş ve beden temizlendikten sonra, ölü sol tarafına çevrilerek bu tarafı da üç defa yıkanır. Dökülen sular, sırtının tahtaya gelen yerlerine kadar ulaştırılır. Aynı şekilde, sağ tarafına çevirilir ve temizlenir.
(e) Bundan sonra, oturtur gibi kaldırılarak yıkayan kendisine doğru yaslar, karnını yavaşça mesheder. Çıkan bir şey olursa, sadece o yıkanır. Hanefî Mezhebine göre, yeniden abdest aldırılmaz ve her yanı yıkanmaz; eş-Şafiî’ye göre, abdest aldırılır. Böylece, yıkama işlemi tamamlanmış olur.
Ölüyü yıkayan kimsenin, bu işlemi yaparken, baştan sona kadar, Gufrâneke Ya Rahman demesi sünnettir. Ayrıca, yıkama sırasında, meydana gelen hoşa gitmeyecek halleri söylemek haramdır; hoşa gidecek durumlar söylenebilir. Ölünün avret yeri örtülür, yıkayan veya başkalarının avrete bakması ve dokunması haramdır. Bu sebeple, avret yeri bir bezle yıkanır; vücudun kalan kısmı bez olmadan da yıkanabilir.
Yıkandıktan sonra necaset çıkması halinde, nasıl hareket edilecektir?
(a) Hanefî Mezhebine göre, ölüyü yıkadıktan sonra necaset çıkması bir zarar vermez. Fakat tekfinden önce -namazın sahih olma şartı olarak değil- temizlik için tekrar yıkanabilir; tekfinden sonra yıkanmaz. Necaset bulaşırsa, bu namaza engel olur.
(b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, yıkadıktan sonra bedene veya kefene necaset bulaşırsa giderilir, fakat yıkama yenilenmez.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, kefene koymazdan önce necaset çıkarsa, bunun giderilmesi gerekir ve yıkanır, yedi defa tekrarlanır; yediden sonra da necaset çıkarsa sadece o giderilir. Tekfinden sonra yıkama tekrarlanmaz.
(a) Her azayı üç defa yıkamak sünnettir; üçten azı ve fazlası mekruhtur. Yıkama yetersiz kalırsa, üçten fazla da yıkanabilir. Bu durumda, yıkama sayısı, yine tek sayılarda bırakılır. Şişmiş ve dağılmak üzere olan, dokunulması mümkün olmayan ölü üzerine sadece su dökmekle yetinilir.
(b) Suya kâfur vb. güzel kokulu maddeler koymak,
(c) Hanefî Mezhebine göre, suyu ihtiyaca göre ısıtmak, soğuk suyla yıkamaktan efdaldir; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, soğuk efdaldir; Maliki Mezhebine göre, ikisi de birdir.
(d) Yıkama bittikten sonra, secde organlarına güzel koku sürmek,
(e) Ölünün yanında buhur bulundurmak, Hanefî Mezhebine göre menduptur; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ruhun çıkmasından namaz kılana kadar menduptur; Maliki Mezhebine göre, hiçbir zaman mendup değildir.
(f) Yıkanacağı sırada avret yerindeki hariç bütün elbiselerini çıkarmak,
(g) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, yıkanmazdan önce ağız ve burnu yıkamadan abdest aldırmak; Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, bu ikisi, yıkamak menduptur,
(h) Güvenilir birinin yıkaması.
Yıkama işlemi tamamlandıktan sonra, temiz bir şekilde kurulama ve kefenleme yapılır. Kefenleme, farzı kifâyedir. Bu hüküm, Hz. Peygamber’in uygulaması, icmâ ve akıl delilleriyle sabittir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, kefenlerin sayısı, erkek ve mürailik çocuk için izar, rida (lifafe) ve gömlek (kamîs) olmak üzere en çok üçtür. Sarık (imame) kullanılmasını -zaruret olmayınca- bazı hukukçular mekruh görürken, bazıları müstahsen bulur. Erkek ve mürailik çocuğun tek bir elbiseyle kefenlenmesi mekruhtur. Mürailik olmayan çocuğun, izar ve rida ile kefenlenmesi hasendir; bununla birlikte bir tek izarla da kefenlenebilir. Yensiz, yakasız, etrafı dikişsiz olan gömlek boyun kökünden ayaklara kadar; bir don ve eteklik yerini tutan izar, baştan aşağıya kadar; lifafe ise, sargı yerinde olup, baştan aşağıya kadar uzun olur, baş ve ayak tarafları düğümlenir, bu sebeple izardan daha boylu olur.
(b) eş-Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre, erkek, üç elbiseyle kefenlenir.
(c) Şafiî Mezhebine göre, konuya, kefen masrafları açısından bakmak gerekir:
(1) Terekeden Kefenlemek: Terekenin bütününü borç kaplamazsa ve bir elbiseyle kefenlemek için vasiyetli olmazsa, hem kadın, hem erkek için üç elbise kullanılır.
(2) Borçlu Veya Bir Elbiseyle Kefenlenmesi İçin Vasiyeti Olmak: Ölü borçlu olur veya bir elbiseyle kefeni en meşini vasiyet ederse, bir elbiseyle kefenlenir; başkası bağışta bulunursa, üç elbiseyle de kefenlenebilir.
(3) Devletçe Veya Vakıfça Kefenlenmek: Kefen masrafları, devlet veya vakıf tarafından karşılanan ölüler, sadece bir elbiseyle kefenlenir, fazlası haramdır, ancak vakfeden fazla kefen kullanılacağını şart koşarsa bu şart uygulanır. Erkeğin üç elbisesine ek olarak, gömlek ve sarık kullanılabilir, ancak efdal olan üç elbise kullanmaktır, bu arttırma da mirasçılar arasında küçük veya mahcur bulunursa yine haramdır.
(d) Malik’e göre, belli bir sayı yoktur, ancak müstahsen olan tek sayılardır.
(e) Maliki Mezhebine göre, erkek ve kadın için, birden fazla kefen kullanılabilir. Erkeğin yenli gömlek, püsküllü sarık, iki lifafe olmak üzere beş elbiseyle kefenlenmesi efdaldir. Bu sayı arttırılmaz, ancak bağlamak için başkaları kullanılabilir.
(f) Hanbelî Mezhebine göre, erkek için kefen sayısı üç lifafedir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, kadın, erkeğinkilere ek olarak dir’ (göğüs örtüsü), humar (başörtüsü) olmak üzere en çok beş elbiseyle kefenlenir, bu sünnettir; iki elbiseyle kefenlenmesi ise mekruhtur. Küçük kızlar, iki elbiseyle kefenlenebilir. Mürahika, kadınlar gibi kefenlenir.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, kadınların mükemmel kefeni izar, kamis, humar ve iki lifafe olmak üzere beş çeşittir.
(c) Maliki Mezhebine göre, kadınları izar, kamis, humar ve dört lifafeyle kefenlemek efdaldir. Bu sayı arttırılmaz, ancak bağlamak için başkaları kullanılabilir.
Hanefî Mezhebine göre, düşükler bir elbiseyle kefenlenir. Ölü olarak doğan çocuk, başı bulunmayan ölülerin, vücudunun bir tarafı veya uzunluğuna yarılmış yarısı, genişliğine yarısı kesik olunca kefenleme bir elbiseyle yapılır. Vücudun çoğunluğu bulununca, kefenleme tam olarak uygulanır.
Hanefî Mezhebine göre, müslüman mahremi bulunan kâfir ölünce, yıkanması ve kefenlenmesi ona ait olur. Böyle bir kâfir ölü, bir elbiseyle kefenlenir.
Hanefî ve Hanbelî Mezhebine göre, şehidler kefenlenmez, üzerindekilerle gömülür.
Hanefî Mezhebi kefenlere yeterlilik açısından bakar ve onları üç gruba ayırır:
Erkekler ve kadınlar için az önce belirtilen sayıda kefen kullanmak sünnettir. Bu çeşit kefenlere Kefen-i Sünnet
denir.
Gömlek bulunmadan erkeklere göre izar ve lifafe, kadınlara göre bu ikisi ve başörtüsü ile yapılan kefenlemeye Kefen-i Kifayet adı verilir.
Gerekli bezlerin bulunmaması halinde, ne kadar bulunursa o kadar bez kullanılır, çoğunlukla bu bir kat olur. Bu şekildeki kefene Kefen-i Zaruret denir. Örtecek bir şey bulunmayınca, öylece gömülür ve namazı kabirde kılınır.
Hanbelî Mezhebi kefenleri, vacip ve sünnet olmak üzere ikiye ayırır:
Bu çeşit kefen, bütün vücudu örten bir tek elbisedir. Elbisenin cuma ve bayramlarda giyilen veya vasiyet ettiği elbise olması gerekir, cuma ve bayramlardakinden iyisini vasiyet etse bile bunu kullanmak, bunlardan fazlasını ve sarık kullanmak mekruhtur.
Erkeğe göre pamuktan üç lifafe, kadın ve hunsa için izar, humar, kamis ve iki lifafe olmak üzere beş elbise Sünnet Kefen adını alır. Erkek çocuk bir elbise, kız çocuk bir gömlek ve iki lifafe ile kefenlenir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, efdal olan, beyaz elbiselerle kefenlenmektir. Kaide olarak, hayattayken giyilmesi caiz olan elbiseler, ölümden sonra kefen olarak kullanılabilir, hayattayken mubah olmayanların kefen olması mekruhtur. Kefenler mümkün olduğu kadar güzel ve ölünün haline uygun olmalıdır. Buna göre, meselâ erkeklerin kefenleri cuma veya bayram günleri, kadınların da babalarını ziyaret edecekleri günlerdeki elbiseleri kefen olarak kullanılabilir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, hayattayken giymesi caiz olan elbiselerle kefenleme yapılır. Bu sebeple, erkekler ve hunsalar ipek veya za’feranla boyalı elbiselerle ancak zaruret halinde kefenlenir, diğer hallerde mekruhtur. Çocuk, kadın ve delinin, bunlarla kefenlenmesi kerahatle caizdir. Efdal olan, yıkanmış ve beyaz kefen kullanmaktır. Beyaz olması şart değildir, yokluk halinde ne kadar bulunursa kullanılır.
(c) Maliki Mezhebine göre, kefenin beyaz olması menduptur. Za’feran ve versle boyalı elbiseler de kullanılabilir. Muasfar, yeşil veya za’feran ve vers dışındaki boyalı elbiselerle necis ve ipek elbiseleri kullanmak mekruhtur, ancak zaruret halinde kullanılabilirler. Cuma günü giyilen elbiselerle kefenlemek gerekir. Kefenin tütsülenmesi ve her lifafeye, burun, ağız, göz, kulak vb. delik yerlere koku sürmek menduptur. Kadın saçlarını örmek ve arkaya atmak da menduptur.
Ölünün alnına veya sargısına veya kefenine ahdname, yani kendisinin iman üzerine, ahdi ezeli üzerine sabit bulunmuş olduğuna dair bazı mukaddes kelimeler yazılması halinde, Allah Te-âlâ’nın mağfiretine nail olacağı umulur denmiştir. Fakat bu mübarek kelimelerin, meselâ kelimei tevhidin kabir içinde kalıp, daha sonra çiğnenmesi veya cenazeden akacak sıvı maddeler içinde kalması mümkündür. Bu sebeple, mahzurlu olacağı gözö-nünde bulundurulmalıdır. Ölünün yıkanmasından sonra tekfininden evvel alnına mürekkeple değil, yalnız şehadet parmağıyla besmele, göğsüne de La İlahe İllallah yazılması daha uygun görülmüştür.
Ölünün kefen masrafı, öncelikle -varsa- kendi malından karşılanır; borç, vasiyet ve miras bundan sonragelir,ancak rehin bırakılan mal geri alınmaz.
Malı bulunmayan ölünün kefen masrafları, hayattayken nafakasını karşılamakla mükellef olana aittir. Malı ve nafakasını karşılayacak biri bulunmayan ölünün kefen masrafları devletçe karşılanır.
(a) eş-Şeybanî, Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, kocanın, karısının kefen masraflarını karşılaması gerekmez.
(b) Ebu Yusuf’a göre, koca, karısının kefen masraflarını karşılamak zorundadır. Fetva verilen görüş de budur.
(c) eş-Şeybanî’den malı bulunmayan kadınların teçhiz ve tekfinlerinin, nafakalarını vermekle mükellef olanlara ait olduğu görüşü de nakledilir.
(d) Caferi Mezhebine göre; zengin de olsa karının kefen ve teçhiz masrafları kocasına aittir. Biri bağışlarsa, kefen borcu kocadan düşer. Koca zengin değilse, karının kefeni, terikesinden ödenir.
Ölünün teçhiz ve tekfin masraflarını mirasçılardan biri karşılarsa, bunu mirastan alabilirken, mirasçı olmayanlar alamaz. Kabri açılan ölünün kefeni çalınırsa ve ceset daha henüz tazeyse ve dağılmamışsa yeniden kefenlenir, masraf ölünün malından, ama mirasçılar arasında bölündüyse mirasçılar veya vasiyet edilenler tarafından karşılanır; ceset dağılmışsa bir tek elbiseyle kefenlenir.
Kefen masrafları devletçe karşılanmayınca, müslümanlar bunu karşılamakla mükelleftir. Teçhiz, kabre nakil vb. masraflar kefen gibi kabul edilir ve onun hükümlerine göre hareket edilir.
Kefeni önceden hazırlamak caizdir. Rasulullah’ın hayatında bunu yapanlar olmuş ve tasvib edilmişlerdir.
(a) Hanefi Mezhebine göre, erkeğin kefenlenmesi şu şekildedir: Önce lifafe bir, üç veya beş kere güzel kokulu maddelerle tütsülenir. Sonra izar, uzunlamasına tabut içine yayılır. Cenaze teneşir tahtasından örtülü olarak alınarak tabuta konur. Gömlek giydirilir, gömlek olmayınca pantolon giydirilir, kurulama bezi alınır. Başı ve sakalına güzel kokular sürülür. Secde organları olan alın, burun, eller, dizler ve ayaklar için kâfur kullanılır; Züfer’den göz, burun ve ağız için de kullanılacağı nakledilir; kâfur kullanılmasa da olur, yerine za’feran ve vers (alaçehre, yemen za’feranı) dışındaki kokulu maddeler kullanılabilir. Kefenleri pisletecek bir madde çıkmasından korkulursa, burun ve ağza da, hatta eş-Şafiî’ye göre anüse de kokulu madde sürülmesinde bir sakınca yoktur. Bundan sonra, izar sol yanından (izar uzunsa, baş ve bütün cesedi örtülür), sonra sağ yanından sarılır. Sağ yanı, solun üstünde olur. İzardan sonra, lifafe de bu şekilde sarılır. Kefenlerin açılmasından endişe duyulursa, -kabirde çözmek üzere- bağlanabilirler.
(b) Şafiî Mezhebine göre, önce lifafelerin en iyisi ve genişi serilir, üzerine güzel kokular sürülür, ikincisi ve üçüncüsü de güzel koku sürülerek üzerine konur. Ölü, sırtüstü bunlar üzerine konarak elleri sağ el sol üstünde olacak şekilde göğsüne konur veya iki yana salınır. Aralarına pamuk konarak ve anüse koku sürerek ayaklar bağlanır. Bunlar üzerine lifafeler birer birer serilir. Kefenin kalan kısımları ayaklara ve -açılma endişesi duyulunca- lifafeleri bağlamaya kullanılır, kabirde çözülür.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, erkek, şöyle kefenlenir: Lifafeler birbiri üzerine serilir, tütsülenir ve ölü onlar üzerine konur. En üstteki lifafenin en iyisi sünnettir. Aralardakilere koku sürülebilir, apış araya pamuk konur ve bağlanır. Lifafelerin sırayla sağ üst yanı sol, sol üst yanı da sağına getirilir. Artan kısımları başa bağlanır, kabirde çözülür.
(a) Hanefî Mezhebine göre, kadınlar, aynen erkekler gibi kefenlenir. Yalnız saçları iki bölük edilerek gömleğin üzerine ve göğsüne konur; arkaya salınmaz, eş-Şafiî’ye göre salınır. Başörtüile başı ve yüzü örtülür. Göğüs örtüsü, ikijıei kat kefenden sonra sarılabildiği gibi, lifafeden önce de sarılabilir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kadınların kefenlenmesi de erkeklerinki gibi yapılır..
(c) Hanbelî Mezhebine göre, kadınların kefenlenmesi, erkeğinkine ek olarak başörtü baş üstüne, izar vücudun ortasına konarak, gömlek de giydirilerek yapılır.
(a) Hanefî Mezhebine ve Malik’e göre, muhrim de, aynen diğer ölüler gibi kefenlenir.
(b) Şafiî Mezhebine, Atâ, Sevrî ve İshâk’a göre, muhrim ölüye, kefenine ve yıkama suyuna koku sürülmez, başı örtülmez. İhramlıyken giyemeyeceği elbiselerle kefenlenmez.
Cenazenin musallaya taşınması, musalladan kabre taşınması gibidir. Az sonra, bu konu, genişlemesine incelenecektir.
Yıkanırken yere dökülen su, hasıl olan çamur, su ısıtırken kullanılan yakacak artıklarıyla alakalı hiçbir sünnet yoktur.
Cenaze namazı, ölen bir müslüman için son vazife olarak özel şekilde kılınan ve farz-ı kifaye olan, rükû ve secdesiz bir namazdır.
Cahiliye devri Arapları’nda da ölü hakkında bir dua vardı: Yıkanıp kefenlendikten sonra bir yatak üzerine konur, velisi de başucunda durur, toplanan insanlar ölünün güzellik ve övülecek yönlerinden konu açarak konuşur, sonunda da “Allah rahmet eylesin” derlerdi. Hz. Hatice’nin vefatında, henüz cenaze namazı meşru kılınmadığından bu müstahsen usûle göre dua edilmişti. Sekran b. Avf için de bu şekilde hareket edildiği nakledilir.
Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî ve çevresindeki odalar inşa edildikten sonra, misafir bulunduğu Ebu Eyyub’un evinden Medine’ye gitmişti. Mescid-i Nebevi yapılırken ensardan Es’ad b. Zurâre vefat etti. Yine ensardan biri olan Bera b. Ma’rur da hicretten bir ay önce vefat etmişti. Peygamberimiz tarafından kılınan ilk cenaze namazı, bu iki zattan birinin ya na’şına veya kabrinedir. Bu konuda, bazıları, kabre kılınan ilk namazın Bera, na’şa kılınan namazınsa Es’ad’a kılındığım belirtir. Böylece, cenaze namazının, hicretin birinci yılı içinde farz kılınmış olduğu ortaya çıkar.
Hz. Peygamber, vefat edince yıkanıp kefenlendikten sonra bir yatağa kondu. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, yanlarında muhacir ve ensardan odanın alacağı kadarıyla selâm vererek içeriye girdi ve ilk saf olarak kendisine dua ettiler, diğer saflar da onların duasına âmin dedi. Herkes akın akın gelerek namazı kılar çıkardı. Erkekler, kadınlar ve hatta çocuklar namazı bu şekilde kıldılar. Vefat günü olan pazartesi zeval vaktinden salı günü zeval vaktine kadar namaz kılındı. Hz. Peygamber için kılınan cenaze namazının, cemaatle değil, münferiden kılındığı icmâ ile sabittir.
Cenaze namazı, aslında farz-ı kifâyedir; cenazenin yanında bir tek kişi olunca ona farz-ı ayın olur. Bu konuda bütün mezhepler ittifak halindedir. Cenaze namazının farz-ı kifâye olduğu icmâ ile sabittir. Bu icmâın da dayanağı, Tevbe: 9/103 âyetidir. Cenaze namazının farz olduğunu inkâr eden kâfir olur.
Cenaze namazı her ne kadar farz-ı kifâye ise de, vakit namazı kılınırken cenaze başında saygı duruşuna benzer Şekilde beklemek bid’attir ve yanlıştır.
İbn Rüşd ilim ehlrnin ekserisinin, “La İlahe İllallah” diyen herkesin cenaze namazının kılınacağı görüşünde olduğunu nakleder. [469] Hanefî Mezhebine göre de, asi, yolkesici vb. olmayan herkesin cenaze namazı kılınır. [470]
(a) Hanefî Mezhebine göre, doğumdan sonra sesi çıkan çocuğa adı verilir, yıkanır ve namazı kılınır; ses çıkarmadıysa yıkanır,bir beze sarılır, fakat namazı kılınmaz. Çocuk doğum sırasında ölür ve vücudunun çoğunluğu çıkmış olursa namazı kılınır.
(b) eş-Şafiî ve Malik’e göre, çocuğun sesi duyulmadıkça namazı kılınmaz.
(c) Ebu Hanife İbn Ebi Leyla ve Ahmed’e göre, ana rahminde dört ay duran çocuğun cenaze namazı kılınır.
(a) Basralılar’ın naklinde Malik’e göre, harbîlerin çocuğu -ebeveyniyle esir edilsin veya edilmesin- İslâm’ı düşünebilir hale gelinceye kadar namazı kılınmaz, ancak babası müslüman olunca kılınır.
(b) eş-Şafîî’de Malik’in görüşüne katılır, ancak sadece babası değil, ebeveyninden herhangi birisi müslüman olunca namazı kılınır.
(c) Ebu Hanife’ye göre, esir çocuklarının cenaze namazı kılınabilir.
(d) Evzaî’ye göre, müslümanlar tarafından satın alınınca namazı kılınır.
(e) Hanefî Mezhebine göre, ebeveyninden biriyle esir edilip ölen çocuğun namazı kılınmaz, ancak kendi veya tebeveyninden biri müslüman olur, ya da onunla birlikte ebeveyninden biri esir edilmediyse namazı yine kılınır.
Müslümanlar tarafından mülk edilmezse ve ebeveyninden biri müslüman olmayıp, babasının yanında olursa onların hükmüne tâbi olacakları icmâ ile sabittir.
(a) Bir grup hukukçuya göre, intihar edenin cenaze namazı kılınır.
(b) Bir gruba göre ise kılınmaz; Ebu Yusuf’a göre, intihar hata veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça cenaze namazı kılınmaz.
(a) Malik, eş-Şafiî ve Ahmed’e göre, savaşta öldürülen şehidlerin cenaze namazı kılınmaz ve yıkanmazlar.
(b) Hanefî Mezhebine ve Zeydiye’ye göre, şehid yıkanmaz, fakat cenaze namazı kılınır.
(a) Malik, had cezasıyla öldürülen müslümanların cenaze namazını devlet başkanının kıldırmasını mekruh görür.
(b) Cumhur’a göre, recin veya kısas yoluyla öldürülenlerin cenaze namazı kılınır.
(a) Bir grup hukukçuya (msl. Hanbelîlere) göre, bid’at ehlinin cenaze namazı kılınmaz.
(b) Malik, fazilet ehlinin bid’at ehline namaz kıldırmasını mekruh görür.
İrtidat ettiğinden dolayı öldürülen bir şahsın namazı kılınamayacağı gibi, cesedi ne İslâm kabristanına, ne de döndüğü millet makberesine defnedilir; boş bir yerde açılacak çukura gömülür.
(a) Bir müslümanın nikâhında bulunan bir kitabiye (ehli kitap kadın) gebe olduğu halde vefat edince namazı kılınmaz, bu icmâ ile sabittir. Kabrine gelince onun için ayrıca bir makbere yapmak ihtiyattır. Bir görüşe göre, çocuğa tâbi olarak İslâm makberesine defnedilir. Başka bir görüşe göre ise, çocuk henüz ondan bir parça olmadığından, anasına tâbi olmayıp kendi milletine ait makbereye gömülür.
(b) Müslümanlar ile müslüman olmayanların cenazeleri karışık bir halde bulununca, aşağıdaki hükümler uygulanır:
(1) Müslümanlara mahsus bir alâmet varsa buna göre hareket edilir, bir alâmet bulunmadığı takdirde hepsi yıkanır ve müslümanlara niyet ederek hepsine namaz kılınır,
(2) Müslüman olmayanlar çok bulunursa, yalnız yıkanırlar, hiçbirine namaz kılınmaz,
(3) Eşit oldukları takdirde, bir görüşte namazları kılınır, diğerine göre kılınmaz.
(c) Meçhul bir kimse İslâm yurdunda öldürülmüş bir halde bulununca şu hükümler uygulanır:
(1) Alâmeti varsa ona göre hareket edilir, yoksa sahih bir görüşe göre İslâm yurduna tebaiyetle yıkanıp namazı kılınır,
(2) Dar-ı harpte bulunan bir maktul de, İslâmiyetine dair, bir alamet bulunmayınca bulunduğu yere tebean gayrimüslimsayılır.
Gayri müslimlerin cenaze merasimlerine katılmakta bir sakınca yoktur. Özellikle devlet adamlarının ölümünde bu çeşit merasimler yapılmaktadır.
(a) Cumhur’a göre, müslüman olduğu bilinen hain, asi, eşkıya vb. her çeşit ölünün namazı kılınır.
(b) Hanefî Mezhebine göre, devlete başkaldırıp savaşırken ölen âsiler (buğat, ehlul bağy), haksız olduğu halde kabilecilik gayretiyle kavgaya karışıp ölenler, yol kesip, şehir basıp soygunculuk yapan eşkıya kavga ve savaştayken ölürse cenaze namazı kılınmaz.
(c) eş-Şafiî’ye göre, yol kesicilerin cenaze namazı kılınmaz.
Münafıkların cenaze namazının kılmmayacağı icmâyla sabittir.
Hanefî Mezhebine göre, vücudunun çoğunluğu bulunmayanların cenaze namazı kılınmaz.
Hanefî Mezhebine göre, ana veya babasından birini öldürdüğünden dolayı kısas cezası uygulananların cenaze namazı kılınmaz.
(a) Bir grup hukukçuya göre, büyük günah işleyenlerin cenaze namazı kılınmaz.
(b) Ehli sünnete göre, bu kimselerin cenaze namazı kılınır.
(c) Zeydiye’ye göre, fâsığın cenaze namazı kılınmaz.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, ganimet malını gizleyenin veya aşıranın da cenaze namazı kılınmaz.
Namazın genel şartları cenaze namazı için de aynen geçerlidir, ileride açıklanacağı gibi, cenaze namazındaki farklılık, vakit şartında ortaya çıkar. Yalnızca Şa’bî bu namazda taharet şartını aramaz.
Caferi Mezhebine göre, ölüye namazda, hadesten ve necasetten taharet namazın diğer şartları aranmaz. Bozan hallerden sadece gülme ve konuşma dışındakiler terkedilmez. Ancak, ihtiyat, namazdaki bütün durumların gözetilmesidir.
Kaçırılmasından korkulunca, cenaze namazı için teyemmüm edilebilir mi?
(a) Hanefî Mezhebine, Sevrî ve el-Evzaî’ye göre, kaçırılmasından korkunca, cenaze namazı için teyemmüm ederek namaz kılınabilir.
(b) Malik, eş-Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre, cenaze namazı teyemmümle kılınmaz.
Namazı kılınacak ölünün, müslüman olması şarttır; kâfire cenaze namazı kılmak haramdır.
İbn Rüşd, ulemanın ekserisinin hazıra cenaze namazı kılınacağı görüşünde olduğunu belirtir:
(a) Hanefî ve Maliki Mezheplerine göre, bizzat namaz kılınacak yerde bulunmayan ölüye namaz kılınmaz.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezhepleri ile İbn Hazm ve Şevkâni’ye göre, uzak veya yakın bir yerde bulunan cenazeye namaz kılınabilir; bu durumda kıbleye dönülür, saf bağlanır ve hazır cenazeye kılındığı gibi namaz kılınır:
(1) Şafiî Mezhebine göre, gıyabî olarak cenaze namazı kerahatsiz kılınabilir.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, ölümünden bir ay geçene kadar gıyabî namaz kılınabilir.
(c) İbn Teymiye’ye göre, bulunduğu yerde namazı kılınmamışsa, gıyabî namaz kılınabilir.
Naklî delil, ikinci görüşü destekler; ancak ilk görüştekiler, Hz. Peygamber’in Habeşistan Necaşisi Ashame için kıldığı namazın kendisine ait bir özellik (hasâisten) olduğunu ileri sürer.
Namazı kılınacak ölünün, gusül ve teyemmümden önce temizlenmesi gerekir.
(a) ÜM’e göre, ölünün, cemaatin önünde bulunması şarttır.
(b) Malikî Mezhebine göre, ölünün hazır olması şarttır; önde bulunması ise menduptur.
(a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, cenazenin, namaz ânında binekte, insanların omuz veya ellerinde bulunmaması şarttır. (Hanefî hukukçuların belirttiğine göre, kıyas yoluyla, cemaat, namazı binek olarak kılabilir, istihsan yoluna göre kılamaz. [485]
(b) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, binekte ve insanların ellerinde veya omuzlarındayken cenaze namazı kılınabilir.
(a) ÜM’e göre, şehid yıkanmaz ve cenaze namazı kılınmaz.
(b) Hanefi Mezhebine göre, yıkanmaz, fakat namazı kılınır.
Ölümden sonra yıkanabilmesi için bulunması şart olan organlar, cenaze namazının kılınması için de şarttır. Hatırlanırsa, Cumhur’a göre, çoğunluğu bulununca, namaz kılınır.
Cenaze namazında, cemaat şart değildir. Bu sebeple, yalnız bir müslüman erkek veya kadının kilmasıyla da bu fariza yerine getirilmiş olur. Kadınların cenaze namazını cemaatle de kılmaları caizdir, ancak tek tek kılmaları müstehaptır.
Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre niyet cenaze namazının şartı, Şafiî, Malikî ve Caferi Mezheplerine göre, rüknüdür:
(a) Hanefî Mezhebine göre, cenaze namazının kılınmasında mutlak olarak niyet yapılır. Bazı hukukçulara göre, erkek, kadın ve çocuk olduğunu belirtmek, hatta bilinmeyince imamın namazını kıldığı cenaze için niyet etmek gerekir. Bazılarına göre ise, ölüye duaya da niyet edilmesi gerekir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cenaze namazına, farz namaz edasına niyet şarttır. Ölünün cinsiyetini belirtmek gerekmez, ancak niyet eder, aksi çıkarsa namaz sahih olmaz.
(c) Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ölüye namaz kılma maksadını taşımak yeterlidir, cinsiyetini bilmek gerekmez, niyet eder, aksi çıkarsa namaz sahihtir.
(d) Caferi Mezhebine göre, kurbet niyeti yarılır, belirsizliği giderecek şekilde ölü belirtilir.
(a) Cumhur’a göre, cenaze namazının ihram tekbiriyle birlikte dört tekbiri bulunur. Her tekbir, bir rekât kabul edilir, bu sebeple tekbir sayısının beş olması -beş rekâtli namaz olmadığından- mümkün değildir.
(b) İbn Ebi Leyla, Cabir b. Zeyd -bir nakilde- Ebu Yusuf’a, Zeydiye’den Hâdeviye koluna ve Caferi Mezhebine göre cenaze namazında beş tekbir bulunur: İbn Ebi Leyla, birinci tekbirin iftitah, ondan sonraki dört tekbirin de dört rekât için olacağını belirtir. Rafızîler Hz. Ali’nin ehli beyt cenazelerini beş, diğerlerini dört tekbirle kıldırdığını ileri sürerse de, -Kâsânî’nin belirttiği gibi- doğrusu hepsini dört tekbirle kıldırdığıdır.
(c) Caferi Mezhebine göre, birinci tekbirden sonra kelimei şehadet, ikinciden sonra Rasulullah’a salât, üçüncüden sonra mü’minlere dua, dördüncüden sonra ölüye dua okunur, beşinciden sonra namazdan ayrılınır.
ibn Rüşd, başlangıçta tekbir sayısında üçten yediye kadar sayılar ileri sürüldüğünü; Kâsânî ise Hz. Peygamber’in bu konudaki uygulamasının dört, beş, yedi, dokuz ve daha fazla olduğu rivayetlerinin bulunduğunu, ancak son uygulamanın dört tekbir olduğunu belirtir.
İlk tekbirde ellerin kaldırılacağı icmâ ile sabittir. Bunun dışındaki tekbirlerde ellerin kaldırılması bazılarına göre (meselâ Şafiî Mezhebi, Ahmed ve Belh’li hanefî hukukçuların çoğunluğu bu görüştedir, Nusayr b. Yahya ise her iki görüşü de uygulamaktadır) gerekirken, diğerlerine göre gerekmez. Hadisler ve tatbikatın desteklediği görüşe göre, eller ilk tekbirde kaldırılır. [488]
Cenaze namazının baştan sona kadar ayakta kılınması rükündür, ancak, bir mazeret sebebiyle, başka şekilde de kılınabilir.
Ölüye dua etmek, ÜM’e göre cenaze namazının bir rüknüdür; Hanefî Mezhebine göre, sünnettir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, dua, üçüncü tekbirden sonra okunur, belli sözleri yoktur, Matlub olan âhiretle ilgili olanıdır. Hz. Peygamber’den nakledilen duayı okumak ahsendir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, dua üçüncü tekbirden sonra okunur, ölü için hayır isteme sözlerini içine ahr. Mü’minlere umumî dua -çocuk olmayınca- yeterli olmaz. Duada matlub olan, mağfiret ve rahmet gibi uhrevî olmasıdır. Belli sözleri yoktur, ancak efdal olan seleften menkul duayı okumaksa da, bu dua zaruret halinde kısaltılabilir.
(c) Malikî Mezhebi içindeki mutemed görüşe göre, her tekbirden sonra dua okumak gerekir. Duanın en azı, “Allahummeğfir Leh,” en güzeli de me’sur duayı okumaktır.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, dua, üçüncü tekbirden sonra okunur, dördüncüden sonra da okunabilir. Enazı, Malikî Mezhebinde olduğu gibidir, sünnet olanı me’sur duayı okumaktır.
(a) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ikinci tekbirden sonra salavât okumak rükündür.
(b) Hanefî Mezhebine göre, salât okumak rükün değil, mesnundur.
(c) Malikî Mezhebine göre, her tekbirden sonra ve fakat duaya başlamazdan önce salavât okunması menduptur.
(a) Hanefî Mezhebine Ve Zeyd b. Alî Sevrî’ye göre, Fatihayı tilâvet niyetiyle okumak tahrimen mekruhtur, ancak dua niyetiyle okunabilir.
(h) Şafiî ve Hanbelî Mezhebleri ile Davud ez-Zahirî’ye göre, Fatiha okumak cenaze namazının bir rüknüdür:
(1) Şafiî Mezhebine göre, Fatiha’yı birinci tekbirden ve senadan sonra okumak efdaldir. Herhangi bir tekbirden sonra da okunabilir; hangi tekbirden sonra başlanırsa başlansın mutlaka tamamlanır, tehiri ve kesilmesi caiz olmayıp, kesilirse namaz bozulur.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, Fatiha’nın birinci tekbirden sonra okunması vaciptir.
(c) Malikî Mezhebine göre, cenaze namazında Fatiha okumak tenzihen mekruhtur.
Hadisler ikinci görüşü desteklemektedir. [493]
ÜM’e göre, selâm, cenaze namazının rüknüdür; Hanefî Mezhebine göre, ise rüknü değil, vacibidir:
(a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, her iki tarafa da selâm verilir.
(b) Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, yalnızca sağ tarafa selâm vermek gerekir.
Selâmın açık mı, gizli mi verileceği de ihtilaflıdır.
Rükün |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
Niyet |
Şart |
Rükün |
Rükün |
Şart |
Tekbirler |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Kıyam |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Ölüye Dua |
Sünnet. |
Rükû n |
Rükün |
Rükün |
Selâm Vermek |
Vacip |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
İkinci Tekbirden Sonra Salavat Okumak |
Sünnet |
Rükün |
Mendup |
Rükün |
Fatiha Okumak |
Kıraat niyetiyle tali, dua da. |
Rükû n |
Tenz. Mek. |
Rükün |
Tablo 55: Cenaze Namazının Rükünleri
Cenaze namazı, aşağıda belirtilen yerler dışında kılınır,:
Hanefî ve Malik-î Mezheplerine göre, cami içinde cenaze namazı kılmak mekruhtur. İbn Rüşd, Malik’ten mekruh olduğu, fakat cenaze dışarıda, cemaat içerideyken namaz kılınabileceğini nakleder.
İbn Abidin, meseleyi bütün ihtimalleriyle ele alarak, bu konudaki hükmü şöyle açıklamıştır: Cenaze mescidde cemaat dışarıda, cemaat içerde cenaze dışarıda, yahut her ikisi de mescidde, cenaze içeride veya dışarıda olup cemaatin bir kısmı mescidde bir kısmı dışarıda olsa da namaz mekruhtur.
İbn Rüşd’ün belirttiğine göre, ekseriyet, camide cenaze namazı kılınabileceği görüşündedir:
(a) Şafiî Mezhebine göre, camide cenaze namazı kılmak nıenduptur.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, caminin kirlenmesinden korkulmazsa camide kılınır, korkulursa hem namazın kılınması, hem de cenazenin içeriye sokulması haramdır.
(c) İbn Hazm ve İbnu’l-Kayyım’a göre, cami içinde cenaze namazı kılmak mekruh değildir:
(1) İbn Hazm’e göre, cenaze namazının camide kılınması efdaldir.
(2) İbnu’l-Kayyım’a göre, Hz. Peygamber’in devamlı sünneti cenaze namazını mescid dışında kılmaktır; mazeret bulunduğunda bazan mescidde de kılmıştır. Bu, caiz olmakla birlikte, efdal olan mescid dışında kılınmasıdır.
İbn Rüşd’ün belirttiğine göre, kabirde cenaze namazı kılmayı ekseriyet caiz, hukukçuların bir kısmı (bir rivayette Ahmed, Atâ, Nehaî, Şafiî, İshak ve İbnu’l-Muhzir) ise mekruh görür.
(a) Hanefî ve, Şafiî Mezheblerine göre, cenaze ne zaman ha olursa namazı kılınır, üç vakitte ise mekruhtur.
(b) Bir grup hukukçuya göre, doğuş, zeval ve batış vaktinde cenaze namazı kılınmaz.
(c) Atâ ve en-Nehaî’ye göre, beş yasak vakitte cenaze namazı kılınmaz.
(a) Hanefî Mezhebine göre, namazı kıldıran, cenazenin göğsü hizasında durur ve Allah’a ibadet olarak cenaze namazına niyet eder. Eller kaldırılarak iftitah tekbiri alınır, sena okunur; Tahâvî sena bulunmadığını, ancak diğer namazlara benzetilerek okunduğunu belirtir. Eller kaldırılmadan ikinci defa tekbir alınır. Hz. Peygamber’e salavât okunur. Yine elleri kaldırmadan üçüncü defa tekbir alınır, cenaze ve bütün müslümanlar için dua edilir. Dördüncü defa eller kaldmlmaksızın tekbir alınır, sağ ve sola selâm verilir; selâmlar için ölüye selâma değil, yanındakiler için niyet edilir. İftitah tekbiri dışındaki bütün kıraatler gizli yapılır. (el-Hasen b. Ziyad’a göre, -dördüncü tekbirden sonra namaz biteceği için- selâm açıktan verilmez. Bu son tekbirden sonra bazı hukukçular diğer namazların sonundaki duaların okunacağı görüşünü benimsemektedir.)
(b) Şafiî Mezhebine göre, imam veya münferîd, erkek ölünün baş, kadın ve hunsanın göbeğinden aşağısı hizasında durur; kalbiyle dört tekbirli cenaze namazını kılmaya niyet eder. İftitah tekbirini alır, muktedîyse iktidaya niyet edilir, Euzu-besmele çekilir, Fatiha okunur. İkinci defa tekbir alınır ve Hz. Peygamber’e salât okunur. Üçüncü tekbirden sonra, ölü için herhangi bir uhrevî dua okunur. Dördüncü defa tekbir alınır, “Allahumme Lâtuharrimnâ Ecran, Velâ Teftinna Ba’deh” diye dua ve Mü’min: 40/7 âyeti okunur, hem sağ ve hem de sola selâm verilerek namaz tamamlanır. Her tekbirden sonra eller kaldırılır.
(c) Maliki Mezhebine göre, erkekse orta, kadınsa omuzu hizasına durulur, hazır olanların cenaze namazına niyet edilir, eller kaldırılmaz, iftitah tekbiri alınır, dua edilir. İkinci defa eller kaldırılmadan tekbir alınır, dua edilir. Aynı şekilde üçüncü defa tekbir alınır, dua edilir ve dördüncü tekbir alınır, dua edilir ve namazdan çıkış için yalnızca sağa selâm verilir. Bütün kıraat ve tekbirler açıktan alınabilir. Her duanın, hamd ve salâtla başlaması menduptur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, erkeğin göğsü, kadının ortası hizasında durulur, hazır olanların cenaze namazına niyet edilir: Eller kaldırılarak iftitah tekbiri alınır, Euzu-besmele çekilir, Fatiha okunur. İkinci defa ve eller kaldırılarak tekbir alınır ve salavât okunur. Bu şekilde üçüncü tekbir alınır, ölüye dua edilir. Dördüncü tekbir alınır, kısa bir süre sessizce beklenir, yalnızca sağa selâm verilir, ikinci tarafa da selâm verilebilir.
İbn Rüşd’ün belirttiğine göre, ilim ehlinin ekserisi, devlet başkanı veya vekilinin daha lâyık olduğu görüşündedir: [500]
(a) Hanefî Mezhebine göre, hazır bulununca sırasıyla devlet başkanı, naibi, kadı, emniyet müdürü cenaze namazını kıldırır. Bunlardan sonra, -ölünün velisinden efdalse- mahalle imamı, ölünün velisi (aşağı doğru oğul, torun; yukarı doğru baba ve dede, daha sonra kardeş, baba bir kardeş, kardeşin oğlu-yeğen-, yakınlara öncelik tanıyarak), velisi yoksa kocası veya komşuları namazı kıldırırlar. Herhangi birinin kendisini yıkaması veya namazını kıldırmasını vasiyet, hükümsüz kalır, uygulanmaz. Velilerin durumları eşit olunca, yaşlılar tercih edilir.
(b) Şafiî Mezhebine ve Ebu Yusuf’a göre, cenaze namazını kıldırmaya en layık olanlar baba, oğul, kardeş, baba bir kardeş, yeğen, baba bir kardeşin oğlu vb. miras sırasıyla sıralanır. Bunlardan biri bulunmazsa asabe, devlet başkanı, naibi ve zevilerhâm gelir. Eşit durumda olanların, yaşlı ve adaletli, bilgili, kıraati düzgün, takva sahibi olanı sırasıyla tercih edilir. Öncelik hakkı bulunmayan birini vasiyet edince, bu vasiyet yerine getirilmez.
(c) Maliki Mezhebine göre, cenaze namazını kıldırmaya en lâyık olanlar -vasiyetin mûsâ lehe (kendisine vasiyet edilen) bereket ümidi olunca- vasiyet yapılan, devlet başkanı, hâkimlik ve hutbede naibi, asabe (oğul, torun, baba, kardeş, yeğen, dede, amca, amcaoğlu) şeklinde sıralanır. Asabedekilerin durumu eşit olunca, bilgili olanı tercih edilir. Asabe veya seyyid bulunmayınca, yabancıların efdal olanının öncelik hakkı vardır.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, namaz kıldırmaya öncelik hakkı olanlar -adaletli biri olunca- vasiyet edilen, devlet başkanı, naibi, baba, oğul, miras sırasına göre akrabalar, zevilerhâm, koca şeklinde sıralanır. Akrabalığı eşit olanların imamete efdal olanı, bütün yönlerde eşitlik olunca kura ile seçileni tercih edilir. Veli başka birini yerine geçirince, yukarıdaki sıraya göre öncelik hakkı olur.
(e) Caferi Mezhebine göre, ölü, belli birinin namazını kıldırma vasiyeti yaparsa, ihtiyat, velinin bu kişiye izin vermesi, vasiyet edilenin de veliden izin istemesidir.
(a) Bir grup hukukçuya göre, bütün cenazelerin orta hizasına durulur.
(b) Bir gruba (meselâ Şafiî Mezhebi, -bir nakilde- Ebu Hanife, son görüşünde Ebu Yusuf’a ve Tahâvî’ye) göre kadınların orta, erkeğin başı hizasında durulur.
(c) Maliki Mezhebine, -bir nâkilde- Ebu Hanife ve İbn Ebi Leyla ile Zeydiye’ye göre erkeğin orta, kadının göğsü hizasına durulur.
(d) Hanefî Mezhebi ve Maliki hukukçu İbnu’l-Kasım’a göre, bütün ölülerin göğsü hizasına durulur.
(e) Hanbelî Mezhebine göre, -Malikî Mezhebinin tam tersine- erkeğin göğsü, kadının orta hizasına durulmalıdır.
(f) Malik ve eş-Şafîî’ye göre, belli bir duruş şekli yoktur, istenilen şekilde durulabilir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, imam, dörtten fazla tekbir alınca muktedî ona uymaz, selâm verene kadar bekler, böylece hepsinin namazı sahih olur. (Ebu Hanife’den başka bir nakle göre, beklemeyip, selâm verir.) İmam tekbirleri kasıtlı olarak eksik alırsa, hepsinin namazı bâtıl olur. Unutarak tekbirlerden biri alınmazsa, bu, namazdaki bir rekâtin eksikliği gibi kabul edilir, eksik tekbir tamamlanır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, imam, tekbirleri dörtten fazla alınca muktedî ona uymaz, kalbiyle ayrılmaya niyet eder ve ondan önceselâm verir veya birlikte selâm vermek için imamı bekler, efdal olanı da bu son şekildir. İmam fazla tekbirde ellerini ardarda üç defa kaldırırsa kendinin, muktedî de onu beklerse hepsinin namazı bozulur. Tekbirleri kasıtlı olarak eksik yapınca hepsinin namazı bozulmuş ölür. Unutarak alınmayan tekbir, daha sonra telafi edilir.
(c) Malikî Mezhebine göre, imam, tekbirleri kasıtlı veya unutarak arttırınca, muktedîlerin onu beklemesi mekruhtur, hemen yalnız başına selâm verirler, böylelikle namaz sahih olur. İmam tekbirleri -bir mezhebe uyarak- dörtten eksik alınca, muktedîler ona uymaz, dörde tamamlar. Tekbirleri kasıtlı olarak eksik alırsa hepsinin namazı bozulur. Unutarak tekbir, eksik alınca, muktedîler subhanellah diyerek imamı uyarırlar, o da hemen onlara uyarak eksik tekbiri tamamlarsa namaz sahih olur, fakat hemen dönmez ve uyanmazsa muktedîler eksiği tamamlar, onlarınki sahih, imamın namazı ise bâtıl olur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, imam, tekbirleri arttırınca yedinciye kadar muktedîler ona uyar. Yediden fazlasındaysa imamı uyarırlar, ondan önce selâm veremezler, namaz sahih olur. Tekbirleri kasıtlı olarak eksik alırsa, hepsinin namazı bozulur. Unutarak eksik alınınca, selâm vermeyip imamı uyarırlar, hemen eksiği tamamlayınca, hepsinin namazı sahih olur. Ara uzar veya imam namaza aykırı bir davranışta bulunursa imamın ve ayrılmaya niyet etmediyse muktedîlerin de namazı bozulur.
(e) Hanefî hukukçu Züfer’e göre, beşinci tekbirde imama uyulur.
(a) Hanefî Mezhebine göre, imama, tekbirlerden herhangi birini aldıktan sonra, sena, salavât veya duayı okurken yetişen muktedî, hemen tekbir almayıp, imamla birlikte tekbir almak için bekler, beklemeyip tekbir alırsa namazı bozulmaz, fakat bu tekbir alınmış sayılmaz, İmam selâm verdikten sonra muktedî -cenaze hemen kaldırılmaz s a- kaçırdığı tekbirleri hemen kaza eder, cenaze hemen kaldırılırsa selâm verir, kaçırdıklarını kaza etmez. Dördüncü tekbirden sonra selâmdan önce yetişen kimse de -sahih ve fetva verilen görüşe (Ebu Yusuf’a) göre, bu şekilde hareket eder. Ebu Hanife ve eş-Şeybanî’ye göre namazı kaçırmış olur; ancak eş-Şeybanî’den tekbir alıp, diğerlerini kaza edeceği görüşü de nakledilir. Kâsânî ikinci görüşün sahih olduğunu belirtir. İmam yanında bulunurken iftitah tekbirini alan, müdrik olup, imamın diğer tekbiri almasını beklemez;
(b) Şafiî Mezhebine göre, imama, ilk iki tekbirden sonra yetişen kimse, üçüncü tekbiri almasını beklemeden ona uyar, namaza münferiden başlamış gibi hareket ederek üçüncü tekbiri alana kadar Fatiha’yı okur, yetiştiremediğini okumaz, ikinci tekbirden sonra salavâtı okur, yetiştiremediği düşer. İmam selâm verdikten sonra, kalan kısmı tamamlar. Birinci tekbiri aldıktan hemen sonra, Fatihaya başlamadan imam üçüncü tekbiri alırsa, Fatiha’-nın okunması düşer.
(c) Malikî Mezhebine göre, muktedî geldiğinde imam duayı okuyorsa, tekbir almayıp, imamın tekbirini bekler, onunla birlikte tekbir alır, beklemeyip tekbir alırsa namazı sahihtir, ancak tekbir alınmış olmaz, imam selâm verince kaçırılan tekbirler kaza edilir. Cenaze hemen kalkmazsa, her tekbirden sonra duaları da kaza eder, hemen kalkarsa, peşipeşine tekbirleri alır duaları okumaz. Muktedî geldiğinde, imam ve ona uyanlar dördüncü tekbiri almışlarsa, -bu bir mekruh tekrar sayılacağından- imama uyulmaz.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, muktedî geldiğinde, imam ilk üç tekbiri almış, kıraat, salât veya duayı okuyorsa, imam beklenmez, hemen tekbir alır, imamın yaptığına uyar. Selâmdan sonra kaçırdıklarını münferîd olarak normal şekilde kaza eder, ancak cenaze hemen kalkacaksa tekbirleri aralıksızca alır ve selâm verir. İmama dördüncü tekbirden sonra uyulabildiği gibi, kaçırılanlar kaza edilmeksizin de selâm verilebilir.
(e) Ebu Yusuf’a göre, gelince, hemen bir tekbir alır, eğer imam ondan önce bir tekbir almışsa, namaz sonunda aldığı tekbiri kaza etmez, iki tekbir almışsa sadece bir tekbiri kaza eder.
Namazı bozan genel haller, cenaze namazını da bozar; ancak muhâzâtu’n-nisa ve gülmek cenaze namazını bozmaz.
Cenaze namazında kadınlar erkeklerin arkasında saf bağlar; ancak erkeğin yanında da durulabilir.
Kıble araştırılıp ona göre cenaze namazı kılındıktan sonra, hata edildiği anlaşılırsa, namaz iade edilir; fakat cemaatin abdestsiz olduğu anlaşılırsa, iade edilmez.
(a) Çoğunluğa göre, erkekler imam, kadınlar kıble tarafına konur: Hanefî Mezhebine göre, cemaate bir defa da namaz kılmak caizdir. Cenazeler birden fazla olunca, imanı, hepsine birden veya ayrı ayrı namaz kıldırmakta serbesttir. Ayrı ayrı namaz kıldırınca, efdal olanları önce kıldırmak evlâdır, bu sıraya uyulmamasında bir sakınca yoktur. Böyle bir durumda, cenazelerin sıralanması şu şekildedir:
(1) Cinsiyetleri aynı olunca, bir saf olarak dizilebileçekleri gibi, -hepsinin hizasında olmak için- cemaatin önüne birer birer konur; hepsinin aynı hizaya veya sonrakinin başı öncekinin omuzu hizasına koymak hasendir,
(2) Cinsiyetleri ayrı olunca, erkekler imama yakın, kadınlar erkeklerin arasına, yani kıble tarafına konur (Bunun tersini benimseyenler de vardır). Erkek, çocuk, hunsa, kadın ve kız çocuktan meydana gelen cenazeler, imama yakın olarak erkek, çocuk, hunsa, kadın ve kız çocuğu şeklinde sıralanırlar. Sonra gelen cenaze için, ayrıca namaz kılınır.
(b) İkinci gruba göre, kadınlar imam, erkekler kıble tarafınakonur.
(c) Üçüncü gruba göre, erkeklerin-cenaze namazı ayrı, kadınlarınki ayrı kılınır.
(a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, cenaze namazı bir defa kılınır, tekrarı mekruhtur, ancak cemaatle değil, tek basma kılınmışsa definden önce yeniden kılmak menduptur. Tahâvî, başkası kıldırınca, definden önce velinin kılabileceğini nakleder. Bir ölü yıkanmadan veya unutularak yalnız bir uzvu yıkanmadan kefene sarılacak olursa, kefen açılır, yıkanması tamamlanır, namazı kılınmışsa iade edilir. Kabre konup da üzerine henüz toprak atılmışsa da, bu şekilde hareket edilir. Toprak atılmış olursa, artık kabirden çıkarılması haramdır, yıkanması düşer, yalnız kabri üzerine tekrar namaz kılınır. Kefensiz kabre konan için, artık kabir açılmaz.
(b) Şafiî Mezhebine göre, önceden cenaze namazı kılmayanların tekrar namaz kılması, -definden sonra bile olsa- sünnettir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre de, durum Şafiî Mezhebinde olduğu gibidir, ancak önceden kılanların yeniden kılması mekruhtur.
(a) eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Davud ez-Zahirî’ye göre, cenaze namazını kaçıranlar, kabre namaz kılabilirler. Bu görüştekiler, ne kadar süre geçince kılınabileceği konusunda, bir aya kadar ulaşan çeşitli zamanlar ileriye sürmüşlerdir. Meselâ Ahmed b. Hanbel, bunu azami bir ay ile kayıtlamış, daha sonra kılınamayacağı görüşünü benimsemiştir. Namazın daha önce kılınması, bu hükme tesir etmemektedir.
(b) Hanefî Mezhebine göre, ya daha önce namazı kılınmamış olmak, ya da selahiyetsiz birisinin kıldırmış olması gibi bir mazeret bulunmadıkça, defnedilmiş cenaze üzerine namaz kılınmaz. Ayrıca, çürümemiş olduğuna kanaat getirmek de şarttır.
(c) Malik’e göre, kabre namaz kılınmaz.
(d) Ebu Hanife’ye göre kabre namaz, sadece cenaze namazını başkası kıldırınca veli tarafından kalınabilir.
(e) Ebu Yusuf’a göre, üç güne kadar kabre namaz kıhnabilir, daha sonra kılınmaz.
(f) Caferî Mezhebine göre, unutarak ya da bir özür sebebiyle namazdan önce defnedilmemişse veya bozulduğu anlaşılırsa, namaz için kabirin açılması caiz değildir, kabrine namaz kılınır.
(g) Bazılarına göre, namaz kılınmamış bir yerdeki ölünün kabrine namaz kılınabilir.
Türkiye’deki âdete göre, cenaze namazı kılınınca, imam,
“Ey cemaat bu kişiyi nasıl bilirsiniz?” diye sorar; cemaat de
“İyi bilirdik, Allah rahmet eylesin” derler. Büyük şehirlerde rastladığımız bir âdet daha bulunmaktadır: Namazdan sonra, imam, cenazenin başında nutuk çekiyor, onun iyiliklerinden bahsediyor, dua edip cemaatin tezkiyesini alıyor.
İslâm âlimleri, âyet ve hadislerin umumî hükümlerini gözönüne alarak şöyle demişlerdir: Ahlâksızlık, fısk ve bid’ati açık olan kimselerin kötülüklerini söylemek, -eğer bunda bir faydavarsa- caizdir. Müslümanları uyarmak, yolundan yürümelerini önlemek, halinden ibret almalarını temin etmek niyetiyle, bazı ölülerin kötülüklerini anmak faydalı ve caizdir.
Hz. Peygamber’den, kâfir ölüleri hakkında, lanet vb.’nin caiz olduğu konusuyla ilgili bir hadis nakledilmektedir. Ancak, her caizin ulu orta kullanılmayacağı, müslümanın abes ile meşgul olmayacağı tabiîdir.
Bu açıklamalar ışığında, şu sonuçlara varılabilir:
(a) Ölü başında nutuk çekmek, hem cahiliye âdetidir, hem de ölünün teçhiz ve defninde acele davranma sünnetine aykırıdır.
(b) Müslümanların, bilmedikleri kişiler için, yalan yere iyi veya kötü diye şahitlik etmeleri, caiz değildir.
“Allah rahmet eylesin” denilir; bu bir duadır, şahitlik değildir. İyi bildiğimize iyi demek sünnettir, faydalıdır. Kötü bildiğimiz kişi hakkında susmak evlâ, fayda varsa durumunu anlamak caiz, bazan vazifedir.
ÜM’e göre, cenaze namazının birtakım sünnetleri varken, Maliki Mezhebine göre, cenaze namazının sünnetleri olmayıp, müstehapları vardır:
(a) Hanefî Mezhebine göre, birinci tekbirden sonra sena (Subhâneke) okumak sünnettir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, Fatiha’dan önce sena okunur ve Fatiha bitince âmîn denir; sûre ve iftitah duasının okunmaması sünnettir.
Hanefî Mezhebine göre, ikinci tekbirden sonra salavât okumak sünnet, Maliki Mezhebine göre, mendup, Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, rükündür.
Üçüncü tekbirden sonra dua okumak, Hanefî Mezhebi içindeki bir görüşe göre sünnet, DM’e göre rükündür.
(a) Hanefî Mezhebine göre, imamın alacağı tekbirler dışındakiler açıktan okunmaz.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kıraat bütünüyle gizli yapılır, ancak imamın ve mübelliğin duyurması gerekirse, tekbir ve selâm sesliokunur.
(c) Malikî Mezhebi ve Hanbelî Mezheplerine göre, kıraat ve dua gizli okunur; Malikî Mezhebi, yalnızca tekbir ve selâmın sesli okunmasını uygun görür.
Şafiî Mezhebine göre, her tekbirde elleri kaldırmak sünnettir; Malikî Mezhebine göre, sadece birinci tekbirde ellerin kaldırılması mendup olur.
Hanefi Mezhebine göre, duaya hamd ve salâtla başlamak sünnettir. Şafiî Mezhebine göre, salâttan önce hamd, sonra ise mü’minlere me’sur dua okumak sünnettir, dördüncüden sonra da önceden geçen şekilde dua okunur; Malikî Mezhebine göre, duaların hamd ve salavâtla başlaması menduptur.
Selâm, Hanefî Mezhebine göre, vacip, ÜM’e göre rükündür; Şafiî Mezhebine göre, ikinci selâm sünnettir.
Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, cenaze namazının cemaatle kılınması sünnettir.
Hanefî Mezhebine göre, imamın cenazenin göğsü hizasına durması sünnettir; Şafiî Mezhebine göre, imam ve münferîd erkeğin başı, kadının ve hunsamn orta hizasına durur; Malikî Mezhebine göre, imam ve münferîd, -ölünün başı sağda olarak- erkeğin orta, kadının omuz hizasına, muktedî ise imamın arkasında durur, Ravza-i Mutahhara’da ölünün başı sol tarafta olur. Hanbelî Mezhebine göre, erkeğin göğsü, kadının orta hizasına durulur.
(a) Hanefi ve Şafiî Mezheplerine göre, safların üç tane olması sünnettir:
(1) Hanefî Mezhebine göre, bu sayıdan fazla olarak tutulan saflar da tek sayılı olarak tutulur. Meselâ altı kişi cemaat olunca üç, iki ve birli olarak üç saf yapılır.
(2) Şafiî Mezhebine göre, mümkünse üç saf tutmak sünnettir, saflar imamla birlikte bile olsa enaz iki kişidir. Muktedî’nin bu durumda, imamla aynı hizada durması mekruh değildir.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, her safın -dört kişi olması dışında- en az üçer kişi olması gerekir, en arkada yalnız başına kılmak sahih değildir.
Şafiî Mezhebine göre, mesbûk, namazı tamamlamadan, cenazeyi kaldırmamak sünnettir.
Şafiî Mezhebine göre, önceden namazı kılmayanların cenaze namazının tekrarı sünnet, kılanların tekrarı ve kefenlenmezden önce namaz mekruhtur.
Şafiî Mezhebine göre, kefenlemezden önce namaz kılmak mekruh olduğu gibi, önceden kılanların tekrarı da mekruhtur.
Mekruh üç vakitte cenaze namazı kılmak mekruhtur, ancak bu vakitlerde kılınan namaz sahihtir, iade edilmez.
İbn Kudame cenazeye katılma ve ittibanın (defnin) üç derecesi olduğunu, bunların birincisini, yapanın da vazifesini yapmış bulunacağını, ancak üçüncüsüne kadar devamın daha ecirli olduğunu hadislere istinaden tesbit etmiştir:
(1) Namaz kılıp ayrılmak,
(2) Defnedilinceye kadar hizmetlere katılmak,
(3) Definden sonra da kabrin başında bir müddet bekleyip dua ve istiğfarla meşgul olmak. [511]
Dünyadan ayrılan bir müslümanın cenazesini kabre taşımak, yıkama, tekfin ve namaz gibi farz-i kifayedir.
İnsanların cenazeyi kabre taşıması konusunda, bazı hukukçular belli şekilleri benimserken, bazıları da bir şekil sınırlaması yapmışlardır:
Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, cenazeler, dört kişi tarafından taşınır:
(a) Hanefî Mezhebine göre, cenazeyi, on adımda bir yer değiştirerek dört kişinin taşıması sünnettir. Sünnet, tam manâsıyla şu şekilde uygulanır: Bu dört kişinin her biri, önce baş tarafından başlayarak, tabutun sol baş tarafına geçip bu kol sağ omuza alınır. Bir müddet gittikten sonra, arka sol kola geçerek, bir müddet de bu şekilde taşınır. Daha sonra, tabutun sağ ucuna gidip sağ ön kolu omuzuna, en son olarak da sağ arka kol omuza alınır. Her kolun değişmesinde, onar adım yürümek müstehaptır. Tabutun kolu, doğrudan omuza alınmaz, alınması mekruhtur, önce kol elle alınır, sonra omuza konur. Zaruret olmadıkça, cenazeyi iki direk arasında taşımak mekruhtur. Sütteki veya sütten ayrılan veya ona yakın olan çocukların cenazesi, nöbetleşerek eller üstünde taşınır, binekte de taşınabilir. Çok hızlı olmadan, süratlice ve ölüyü sarsmadan gitmek menduptur. Kadın cenazenin, bir örtüyle örtülmesi menduptur. Kabre gömülürken de, kadın cenaze örtülür; açılma ihtimali bulununca örtülmesi farz olur.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, her biri tabutun bir kolunu tutarak, cenazeyi dört kişinin birer defa taşıması sünnettir: Taşıma usûlü, Hanefî Mezhebinde olduğu gibidir. Tabutun iki kolunu tutarak taşınmasıyla çocuğun tabutsuz taşınması mekruh değildir. Kadın cenazenin örtülmesi sünnettir.
Şafiî Mezhebine göre, taşımanın iki şekli vardır; ikisi de hasendir:
(1) Üçlü Taşıma: Bir kişi tabutun öndeki kolu omuzunun üstüne koyar, arkadakileriyse iki kişi omuzlar; bu şekil dörtlüden efdaldir,
(2) Dörtlü Taşıma: İkinci taşıma şekli, dört kişi tarafından uygulanır; her biri bulunduğu yerdeki kolu alır ve öylece taşır. Keramete (hürmete) aykırı bir şekilde, meselâ büyüklerin el veya omuzlarda taşınmaması gerekir. Kadın cenazelerin örtülmesi sünnettir, erkekler ise ipekle örtülmez.
eş-Şafiî’ye göre, cenazeyi biri önde, biri arkada olmak üzere, omuzlarına yükleyerek, iki kişinin taşıması sünnettir. Hanefî Mezhebine göre, bu tarzdaki taşıma mekruhtur.
Malikî Mezhebine göre, cenazeyi taşımanın belli bir şekli yoktur; dört, üç ve iki kişiyle taşınması mekruh değildir. Belli bir yerden başlamak bid’attir. Küçüğün cenazesini eller üzerinde taşımak menduptur, ancak tabutta taşınması mekruhtur. Kadın cenazenin üstünü örtmek mendup olur. Örtme için renksiz ipek kullanılabilir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, sütteki veya sütten ayrılan çocuklarla buna yakın olanları taşıyanların binekte olması caizdir. Zaruret olmadıkça cenazenin binekte taşınması mekruhtur.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, mezarlığın uzaklığı vb. bir ihtiyaç bulununca cenazeyi binek üzerinde taşımak mekruh değildir.
(c) Reşid Rıza da, ihtiyaç bulunca vasıta ile taşımanın caiz olduğunu belirtir. [515]
Cenazenin kabre kadar götürülmesine Teşyi denir:
ÜM’e göre, cenazeyi kabre kadar uğurlamak, erkekler için sünnet, Maliki Mezhebine göre, menduptur. Akrabadan veya komşulardan, ya da salâhı hal (iyi olarak) ile bilinmiş zatlardan olan birinin cenazesini takip etmek, nafile ibadetten efdaldir.
(a) Hanefi Mezhebine göre, kadınların cenazeyi uğurlamalarıtahrimen mekruhtur.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, fitne korkusu olmayınca mekruh, böyle bir korku olunca haramdır.
(c) Malikî Mezhebine göre, kadın yaşlı olursa, erkeklerin ve bineklerin arkasında yürüyerek caizdir. Genç olur ve fitneden korkulmaz ve ölen, baba, oğul, koca, kardeş gibi yakın olursa yaşlılar gibi yürür; fitne korkusu olunca caiz değildir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, cenazeyi uğurlayanlara, tabutun arkasında yürümek efdaldir; önden de yürümek caizdir, ancak cenazeden uzaklaşmak ve bütün insanların önüne geçmek mekruhtur. Sağ veya soldan yürümek, evlâya aykırıdır. Cenazeyi uğurlayanlar arasında kendilerine karışan veya ağlıyan kadınlar olunca, önden yürümek; yaya uğurlamak efdaldir, binekte de uğurlanabilir, ancak bu durumda, tabutun önüne geçmek mekruhtur. Tabuta yakın olmak menduptur. Yaya olarak uğurlayınca, orta yürüyüşle gidilmesi de menduptur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, cenaze, binekte de uğurlanabilir, ancak mazeretsiz olunca bu mekruhtur; -ister binek, ister yaya- cenazenin önünde gitmek, yakın olmak menduptur.
(c) Malikî Mezhebine göre, mazeretsiz olarak binek uğurlama mekruhtur; yaya uğurlayınca tabutun önünde, binekte arkadan yürümek menduptur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, mazeretsiz olarak binekte uğurlama mekruhtur; yaya olarak uğurlayınca tabutun önünden, binekte ise arkadan yürümek, yakınında olmak menduptur.
Cenazeyi kabre kadar uğurlayıp, defnini beklemek efdaldir; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, namazdan önce veya sonra dönüşte, kerahafc sozkonusu değildir; Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, namazdan önce dönmek mekruhtur, namazdan sonra ise ölünün yakınları izin vermeden, hatta Malikî Mezhebine göre, gidilen yol çok olunca dönmek menduptur.
Kısacası, cenazeyi kabre götürenlerin ölümü, âhireti ve Allah’ı düşünmeleri, sükûneti muhafaza etmeleri, dünyevî meseleleri konuşmamaları, gülmemeleri bu vazifenin âdabı cümlesindendir. Bu esnada bağırıp çağırmak, sesli olarak tebir getirmek ve zikir yapmak, çalgı ve çelenk bid’attir, mekruhtur, yasaklanmıştır.
Cenaze, müzik, fotoğraf taşıma ve ağlama gibi, münker sayılan davranışlarla uğurlanırsa, ÜM’e göre bu mümkün mertebe önlenmeye çalışılır, önîenemezse geri dönülmez; Hanbelî Mezhebine göre, bunu önleyemeyenin cenazeyi uğurlaması haramdır.
ÜM’e göre, kalkılıp kalkılamayacağı konusundaki karşılıklı rivayetlerin değerlendirilmesiyle- otururken yanlarından cenaze geçenlerin ayağa kalkması önceleri mendupken, sonradan neshedilmiştir, kalkılması mekruhtur.
Şafiî Mezhebinin muhtar görüşüne göre cenaze görünce ayağa kalkmak müstehaptır. Ahmed, İshak, İbn Hazm ve Ebu İshak eş-Şirazî’ye göre de ayağa kalkılır.
Bazı hukukçulara göre, kalkmak veya kalkmamak serbesttir. Hz. Peygamber’in oturması, sadece bunun caiz olduğunu bildirmek içindir.
Kalkmanın meşru olduğunu, fakat zarurî olmadığını söylemek mümkündür. Nitekim Kâsânî de, defne katılmak için kalkılabileceğini, diğer durumlarda gerekmediğini belirtir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, zaruret olmadıkça, tabutu yere koymadan oturmak tahrimen mekruhtur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, yere konuncaya kadar oturmamak sünnettir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, uzakta olanlara caiz, yakındakilere ise mekruhtur.
(d) Bazı hukukçulara göre, defne kadar oturmak mekruhtur.
Maliki Mezhebine göre, tabutu yere koymazdan önce oturmak, kerahatsiz olarak caizdir.
Tabutun defin için yere konması, yönünün kıbleye doğru olmasıyla gerçekleştirilir.
Derinliğin enazı, kokuyu ve vahşi hayvanların açmasını önleyecek ölçüdedir:
(a) Hanefî Mezhebine göre, derinliğin, en az normal bir adamın yarı boyu olması sünnettir, bundan fazlası ise efdaldir,
(b) Şafiî Mezhebine göre, derinliğin, kollarını havaya kaldırmış bir adam boyu olması sünnettir.
(c) Malikî Mezhebine göre, ihtiyaç olmaksızın yukarıdaki ölçüden fazlası mekruhtur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, belli bir ölçü olmaksızın, kabrin derinleştirilmesi sünnettir.
Kabrin uzunluk ve genişlik olarak, en az ölü ve defni yapacakların sığacağı ölçüde olması gerekir.
Kabrin hazırlanmasında sünnet olan, Hanefî Mezhebine göre, lahd (ölünün sığacağı kadar çukur hazırlamak), Şafiî Mezhebine göre, toprağı nehir yatağı şeklinde hazırlamaktır. Kâsânî, Medineliler’in Bakî toprağının yumuşak olması sebebiyle ikinci şekli uyguladıklarını, aynı gerekçeyle Buharahlar’ın da bu tarzı benimsediklerini belirtir.
İmkân olunca, ölüyü defnetmek, farzı kifayedir, [522] bu bir çukur kazılarak gerçekleştirilir; imkân olmayınca, meselâ kıyıdan uzak geminin demirleyemeyeceği bir yerde ölen birinin kokusunun dağılmasından endişe edilirse, ağır bir maddeye bağlanır ve suya atılır. Zaruret olmayınca, ölüyü yere koyup, çukur kazmadan üstüne bina yapmak caiz değildir. Toprak sert olursa lahid, yani kabrin altında kıble tarafından ölünün sığacağı kadar bir çukur kazmak, ÜM’e göre sünnet, Malikî Mezhebine göre, müstehaptır. Toprak gevşek ve yumuşak olursa, nehir yatağı gibi, düz bir şekilde kazmak ve iki tarafını taşla örmek, Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, mubah, Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, müstehap ve lahid yapmaktan efdaldir, kabre konunca çatı yapılır.
Kâsânî, ilk insan Hz. Adem’den beri, insanların ölülerini gömdüklerini, gömmeyenleri de hoş karşılamadıklarını, defnin farz olma delili olarak gösterir.
Cumhur’a göre, gündüz
gibi
(a) ÜM’e göre, cenazeyi.kıbleye gelecek şekilde kabre koymak vaciptir, Malikî Mezhebine göre, menduptur. Cenazenin kabre, sağ yanı üzere konması sünnettir. Kabre indirenlerin “Bismillah Alâ Milleti Rasulillah” (Allah’ın adıyla ve Rasulullah’ın dini üzere) demeleri de sünnettir. Cenaze belirtilen şekilde kabre konmadıysa bunları normal yapmak için, Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, toprak atılmadıysa -kerpiçleri kaldırarak bile olsa- kabir açılabilir, toprak atıldıysa açılmaz; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ölü kabre kıbleye dönük olarak konmadıysa, kabri açarak kıbleye döndürmek gerekir. Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, ihtiyaç olmaksızın ölüyü sanduka, yatak, yastık vb.’ne konması mekruhtur;
Maliki Mezhebine göre, bunun tabut ve sandıkla yapılması evlâya aykırıdır; Hanbelî Mezhebine göre ise, bu şekilde gömmek -ihtiyaç olsun olmasın- mekruhtur.
(b) eş-Şafiî’ye göre, cenazeyi seli şeklinde kabre indirmek sünnettir. Seli, ölüyü kıblenin sağına konarak, ayaklarının kabre uzunlamasına tutulup, önce ayakları, sonra başı yerleştirilerek indirmek demektir,
Kâsânî, Ebu Bekr Muhammed b. el-Fadl el-Buhârî’nin, toprağın yumuşaklığı sebebiyle, Buhara bölgesinde kabir için tuğla ve odun kullanmak ile çelik tabut kullanmanın sakıncası olmadığı görüşünü savunduğunu nakleder.
Defin sırasında, üçer defa toprak atılır ve iyice örtülür: Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, birincide “Minha Halaknâkum,” ikincide “Ve Fina Nu’îdukum” (sizi oraya döndürüyoruz), üçüncüde, Ve Minha Nuhricukum Târeten Uhrâ” (sizi ondan başka bir defa daha çıkaracağız) âyetleri okunur; Maliki ve Hanbelî Mezheplerine göre, bu durumda âyet vb. okunmaz.
ÜM’e göre, kabrin üzeri yerden bir karış yükseğe kadar toprakla örtülür, deve hörgücü gibi yapılması menduptur; Şafiî Mezhebine göre, kabri toprak hizasına kadar yapmak efdaldir.
Hanefî Mezhebine göre, defin için kabre tek veya çift sayıda kişiler inebilirken, eş-Şafiî’ye göre tek sayıdaki rakamlara göre inilir. Kâfirin kabre inmesi mekruhtur, müslümanlar ise kâfirlerin kabrine inebilir. Kâfirleri kabre indirmek, öncelikle mahremlerinin işidir, mahrem bulunmazsa diğerleri indirir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, ölüyü öldüğü yerde defnetmek müstehaptır, kokmasından endişe duyulunca, defin öncesinde başka yere defnedilmesinde bir sakınca yoktur, definden sonra çıkarılması ve nakli -toprak gasbedilmiş veya defin sonrasında şuf a hakkı olarak alınmış olmadıkça- haramdır.
(b) Şafiî Mezhebine göre, -bozulmasından emin olunsa bile- ölüyü definden önce, öldüğü yerden başka yere nakletmek -gelenekleri başka yere nakil olmadıkça- haramdır. Mekke, Medine, Beyt-i Makdis veya salih kişilerin makberesine yakın yerde ölenlerin, buralara nakledilmesi -kokmasından emin olunca- mesnundur, kokma endişesi olunca haramdır. Zaruret olmadıkça, definden sonra nakil de, haramdır. Bütün bunlar, ölüm yerinde yıkanması, tekfini ve namazın kılınması tamamlanınca geçerli olur, bundan öncesi ise mutlak olarak haramdır.
(c) Maliki Mezhebine göre, ölüyü -definden önce veya sonra- üç şartla nakil caizdir:
(1) Nakil sırasında dağılmaması,
(2) Naklinden dolayı saygısızlık sayılan bir halin meydana gelmemesi,
(3) Naklin ailesine yakınlık, ziyaretini sağlama vb. bir mazeret dolayısıyla yapılması. Bunlar bulunmadan nakil haramdır.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, ölünün -salih bir adamın yanma defnedilmesi, şerefli bir yere gömme vb. sahih gayeyle bir yere taşınmasında bir sakınca yoktur. Naklin definden önce veya sonra olmasında bir sakınca yokken, kokma endişesinin bulunmaması şarttır.
(a) Hanefî Mezhebine göre, -ihtiyaç olmadıkça- aynı kabre birden fazla kişi defnetmek mekruhtur.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, -ölülerin çokluğu, bozulma korkusu gibi bir zaruret veya dirilerek meşakket vermesi gibi bir ihtiyaç olmadıkça- birden fazla kişiyi aynı kabre gömmek haramdır.
(c) Malikî Mezhebine göre, -biraraya gömülmeleri değişik zamanlarda olsa bile- zaruret, meselâ mezarlığın darlığı halinde birden fazla kişi aynı kabre gömülebilir; zaruret olmayınca, aynı vakitlerde mekruh, değişik vakitlerde haramdır.
Aynı kabre birden fazla kişinin defnedilmesi halinde, faziletli olanlar, büyük küçüğe, erkek kadına tercih edilerek, kıble tarafından olur, -kefenle yetinmeyip- her birinin arası toprakla ayrılır:
(a) ÜM’e göre, ölü, çürüyüp toprak olunca kabrin açılması, ekilmesi, üstüne bina vb.’nin yapılması caizdir.
(b) Malikî Mezhebine göre, ölü çürür ve hissedilen -görülen- bir parçası kalmazsa, defin için açılması, üstünde yürünmesi caizdir; ekilmesi ve bina yapılması ise caiz değildir.
Ölünün kemiklerinin kaldığı tahmin edilince, kabrin açılması haramdır, ancak şu durumlarda açılabilir:
(a) Tekfinin gasbedilen bir malla yapılıp, davacının değerini almamakta direnmesi,
(b) Defnin gasbedilen araziye yapılıp sahibinin rıza göstermemesi,
(c) ÜM’e göre, -kasıtlı veya kasıtsız, kendinin veya başkasının, az veya çok, ölü değişsin veya değişmesin- ölüyle birlikte mal gömülmesi halinde kabir açılabilir; Maliki Mezhebine göre ise, bu konuda şu hükümler uygulanır:
(1) Defin sırasında mal unutarak gömülür ve bu başkasına ait olursa, -ölü değişmedikçe- kabrin açılıp, malın alınmasında bir sakınca yoktur, böyle yapılmadığı takdirde, mislî ve kayemî olunca terikeden tazmin edilir,
(2) Mal ölüye ait olur ve değer taşırsa, ölü bozulmamış ve mal telef olmamışsa, kabir mirasçılar tarafından açılabilir, mal değersiz olur veya ölü bozulmuşsa kabir açılmaz.
(d) Caferi Mezhebine göre, unutarak bile olsa yıkamadan defnedildiyse veya yıkamanın bâtıl olduğu anlaşılırsa, ölüye saygısızlık ve zorluk yoksa kabir açılabilir. Normal olarak, iyice çürümedikçe kabrin açılması haramdır. Aynen veya menfaaten gasbedilmiş bir yere bilemeden veya unutarak da olsa gömülmüşse, kabir açılabilir; ama, evlâ ve hatta ihtiyat, bedel karşılığında bile olsa toprak mâlikinin kabri bırakmasıdır. Bir hakkın ispatı cesedin görülmesine bağlıysa, saygısızlık uyandıran bir yere ve kâfirlerin kabristanına gömülmüşse, yahut yırtıcı hayvan veya selin götürmesinden korkulursa da kabir açılabilir.
Hz. Peygamber, definden sonra kabrin başında bir müddet durur ve etrafındakilere şöyle derdi:
“Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyin ve sorguyu şaşırmadan cevaplandırmasını isteyin; çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.” Bu hadise ve sahabe tatbikatını gösteren âsâra bakarak, cenazeyi defnettikten sonra, bir müddet oradan ayrılmayıp dua ve istiğfar ile meşgul olmak sünnettir.
Kabir başında Yasin ile Bakara sûresinin başını ve sonunu okumanın faydasını ifade eden hadis ve eserler vardır.
(a) eş-Şafiî ve eş-Şeybanî’ye göre, müstehaptır; Maliki hukukçu Kadı İyaz ve Karâfi de bu görüşü benimsemişlerdir.
(b) Ahmed b. Hanbel, önceleri menederken, sonra bundan vazgeçmiş ve okumakta bir sakınca yoktur görüşünü savunmuştur.
(c) Ebu Hafife ve Malik’e göre, kabir başında Kur’ân okumak mekruhtur.
Asıl telkin budur; ancak sonraları buna az sonra ele alınacak ilaveler yapılmıştır.
Az önce ele alınan sünnet telkini terkedip, yerine “Ey filan oğlu veya kızı filan, dünyayı terkettiğin zaman ve durumu hatırla...” şeklindeki sözlerle, imamın telkin vermesi sünnet değildir. Bunu Rasulullah’m yaptığına veya yapın dediğine dair, sahih bir hadis yoktur. Birkaç sahabe ve tâbiunun telkin yaptığına ve bazı zayıf rivayetlere istinaden, yapılabileceğini benimseyenler de olmuştur.
(a) Hanefî Mezhebine göre, ikinci telkin ne sünnettir, ne de mekruhtur, yapılması da emredilmez, bırakılması da tavsiye edilmez.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bu telkin müstehaptır.
(c) Maliki Mezhebine ve bazı hanbelî hukukçulara göre, bid’attir ve mekruhtur.
Sünnet ve fıkıh karşısında telkinin durumu bundan ibarettir; bir ülkedeki bütün müfti ve mürşidler ittifak edebilirse, bu bid’atin terki daha uygundur. İhtilaf ve tefrikaya sebep olacaksa, tasfiyesinin zamana bırakılması gerekir.
Ölü ailesinin, yani mirasçıların taziyeye gelenlere, yemek ikram etmeleri, hem cahiliye devri âdetlerinden, hem de zamansız bir külfet olduğundan doğru değildir:
(a) Çoğunluk bunu mekruh saymıştır; fakat mirasçılar arasında henüz bulûğa ermemiş çocuk bulununca, bölüşülmeyen mirastan pay ayırıp ziyafet vermek haramdır.
(b) Bazı hukukçular, bunun kesinlikle haram olduğu görüşündedir.
Ölünün akraba, komşu ve arkadaşlarının, ölüm felâketi geçiren aileye bir günlük yemek hazırlayıp götürmesi müstehaptır.
Cahiliye devrinde olduğu gibi, cenaze evden çıkarken veya kabir yanında kurban kesmek mekruh bid’atlerdendir.
Yakınını kaybeden ailenin fertlerini taziye etmek müstehaptır; Hz. Peygamber, taziyede bulunmuş ve buna teşvik etmiştir.
(a) ÜM’e göre, taziye için belli bir cümle ve şekil yoktur, hale uygun bir şekilde yapılır.
(b) Hanefi Mezhebine göre, Hz. Peygamber’den nakledilen şekilde taziyede bulunmak müstehaptır.
(c) Sevrîye göre, definden sonra taziyede bulunulmaz. Taziye, ülkemizde “başın sağolsun, Allah geride kalanlaraömür versin” gibi sözlerle ifade edilmektedir. Kelimenin sözlük mânâsı “sabrettirmek, sabra teşvik etmektir.” Musibetzedeye sabretmesini; Allah’ın sabrına karşı ecir vereceğini, hepimizin Allah’a ait olduğumuzu ve tekrar O’na döneceğimizi... söylemekle de, bu vazife yerine getirilmiş olur.
Kendisine taziyede bulunulan ölünün yakını da ona karşılık verir ve bilhassa İnnâ Lillâhi ve İnnâ İleyhi Râci’un (Biz, Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz) âyetini okur.
Ölünün yakınlarının -evde veya başka yerde- başsağlığına gelenleri kabul için beklemesi, Hanefî Mezhebine göre, evlâya aykırıdır; Maliki Mezhebine göre, mubahtır; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ise mekruhtur. Yol kenarında veya kilim sererek taziyeye gelenleri kabul bid’attir, yasaktır.
Taziyelerin; mezarlık veya Ölünün kapısı önünde yapmak mekruh ve bid’attir.
ÜM’e göre, yakınları çok acı ve üzüntü duymadıkça, Maliki Mezhebine göre, her durumda definden sonra taziyede bulunmak evlâdır:
Aynı yerde bulunanlar için taziye süresi, üç gündür; üç günden sonra -acıları yenileyeceği için- taziye yapılmaz.
Başka yerde bulunanlar için, belli bir zaman yoktur; müsait bir zamanda taziyede bulunurlar.
Erkek-kadın, büyük-küçük herkese taziyede bulunmak müstehaptır, ancak genç kadınla mümeyyiz olmayan çocuk bundan istisna edilir: Genç kadına, sadece mahremleri taziyede bulunur; mümeyyiz olmayan çocuğa ise taziyede bulunulmaz.
ÜM’e göre bir defa taziyede bulunduktan sonra tekrarı mekruh, Malikî Mezhebine göre, mekruh değildir.
Cahiliye devrinde kocası ölen kadın, bir yıl mağaramsı bir kulübeye kapatılır, kimseyle temas etmez, yıkanmaz, saçlarını taramaz, tırnaklarını kesmez, perişan bir vaziyette bulunurdu. Ölüye bu şekilde yas tutmayı Peygamberimiz yasaklamış, sadece ölenin hatırasına hürmeten yakın akraba için üç gün, kocası ölen için dört ay on gün bir nevi yas tutmayı meşru kılmıştır. Bunlardan birincisi kocanın iznine bağlı olarak caiz, ikincisi ise vaciptir.
(a) Müslüman hür kadınların, vefat iddetinde yas tutmaları, -el-Hasenu’1-Basrî dışındakilere göre- icma ile vaciptir.
(b) Müslüman olmayan kadınlar dışındakilerin yas tutup tutmayacakları ihtilaflıdır:
(1) Malik’e göre, müslüman ve kitabî kadınların -büyük küçük- yas tutması gerekir. Kadın köle, efendisi ölünce yas tutmaz.
(2) Bir başka nakilde- Malik’e ve eş-Şafiî’ye göre, kitabî kadının yas tutması gerekmez.
(3) Ebu Hanife’ye göre, küçük müslüman kadın ile kitabî kadının yas tutması gerekmez.
(4) Bir gruba göre -bu Ebu Hanife’den de nakledilir-, evli kadın köle yas tutmaz.
(a) Malik’e göre, yas sadece ölüm iddetinde tutulur.
(b) Ebu Hanife ve Sevrî’ye göre, bâin talâk iddetinde yas tutmak vaciptir.
(c) eş-Şafîî, boşanan kadının yas tutmasını müstahsen (güzel) bulur, vacip bulmaz.
(a) Erkekleri tahrik edici süslenme, makyaj, saç yaptırma, esans sürünme vb. yasaktır.
(b) Renkli ve yeni elbise giyilmez; Malik, siyah renkli elbise giymeyi mekruh görmez.
(c) Zaruret halinde sürme çekilebilir: Bazı hukukçulara
göre, bunun süslenme şeklinde olmaması,
bazılarına göre ise
Kitap ve sünnet, müslümanları hayatta ve sağlığı yerindeyken ibadet ve hayır yapmaya teşvik etmiş, bunun hastalık halinde veya vasiyetle yapılan hayırdan daha üstün olduğunu bildirmiştir.
Hadislere göre amel defteri ölümle kapanır; ancak açılan çığır, sebep olunan iyilik veya kötülük, devam eden hayırlar bu defterin işlemesini temin eder. Bu gibi hadislere dayanarak, insanın ölümünden sonra da işlediği veya sebep olduğu işlerinden dolayı, fayda veya zarar göreceği ittifakla kabul edilmiştir.
Âyetler insanların ancak kendisinin teiniz niyet’ve ihlasla yaptığı çalışma ve amelin kendisine faydası olduğunu, [535] hadisler ise ebeveyn için çocukların yaptığı ibadetlerin faydalı olduğunu belirtir:
Bir kimse, üzerinde namaz, oruç, zekât, adak, kul borcu gibi borçlar bulunarak âhirete intikal etmişse, geride kalanların -vasiyeti olsun olmasın- bunları eda etmeleriyle borçtan kurtulurmu?
Fukaha, bu bakımdan ibadetleri üçe ayırmıştır:
(1) Bedenî İbadetler: Birer bedenî ibadet olan namaz ve oruç, başkasının yapmasıyla düşmez, sorumluluk devam eder.
(2) Malî İbadetler: Zekât, adak vb. malî ibadet ve borçlar, başkalarının ödemesiyle ödenmiş olur, borç kalkar.
(3) Bedenî Malî İbadetler: Hac gibi, hem bedenî ve hem de malî ibadetleri, birisi ölü adına yaparsa, o borçtan kurtulmuş olur. Ancak mirasçılar, bunu yapmaya mecbur değildir; eş-Şafiî’ye göre vasiyet etmişse mecbur olurlar.
Ahmed b. Hanbel, Evzaî, Ebu Sevr, Nevevî gibi müctehidler ile muhaddislerin çoğuna göre, ölünün yakınlarının, onun borçlu olduğu oruç, hac gibi ibadetleri de kaza etmesi caiz ve sahihtir.
İslâm ulemasının cumhuru, sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve başka âlemdekilerin bundan istifade edeceklerine hükmetmiştir:
“Onlardan sonra gelenler şöyle derler: Rabbimiz bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi yarlığa.” [536] gibi âyetler, diri ve ölü mü’minlere dua edildiğini, edilmesi gerektiğini ifade eden naslar ve cenaze namazı, dua ve istiğfarın ölülere fayda vereceğini ispatlamaktadır.
Bazı sahabîler, ölmüş yakınları adına tasaddukta bulunmalarının, onlara fayda verip vermeyeceğini sormuşlar ve müspet cevap almışlardır. Nakdî sadakanın, cenazenin defin ve teçhizi sırasında ve kabirde verilmesi mekruhtur.
Annesinin öldüğünü ve fakat oruç veya hac borcu bulunduğunu bildirerek, bunu ödeyip ödeyemeyeceğini soran sahabîye, Peygamberimiz,
“Allah’ın borcu ödenmeye daha lâyıktır” cevabını vermiştir.
Bir hadiste, ana-baba için namaz kılmanın, onlara itaat ve vefa olacağı ifade edilmiştir.
Cumhur’a göre, sevabını ölüye bağışlamak için ibadet niyetiyle okunan Kur’ân-ı Kerîm’den hasıl olan sevap, bağışlanan ölünün ruhuna ulaşır; diğer ibadetlerde olduğu gibi, bunun da şartı karşılığında para alınmamasıdır.
eş-Şafiî, farz ibadetlerle dua, istiğfar ve Kur’ân okumadan hasıl olan sevabın ulaşmayacağı görüşünü savunur. Diğer bazı müc-tehidler de ancak evladın veya yakın akrabanın oruç, namaz ve haccının ölünün ruhuna ulaşacağını ileri sürmüşlerdir. Mahmud Şeltut ise, yalnız evladın yapacaklarının ulaşacağını savunur.
En isabetlisi, borç ve mesuliyetlerin düşmesi sözkonusu olmadan bağışlanan sevaptan, müslüman ölülerin istifade edecekleri hükmü olsa gerektir.
Bu arada, yeri gelmişken, ücretle Kur’ân okuma konusuna temas etmek isabetli olur: Ölüye faydası olan ibadetlerimizden biri de, az önce ifade edildiği gibi, Kur’ân okumaktır. Namaz, oruç, hac, zekât, sadaka, dua, sosyal hizmetler, hayırlar ve tesisler, ölü adına yapılacak en iyi hediyeler olduğu halde, bunlar zamanla unutulmuş, yerlerini hatim, devir ve mevlid almıştır. Evet, bir kimse hiçbir maddî karşılık beklemeden ve almadan Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve bunun sevabını ölüye bağışlarsa, Cumhur’a göre yaptığı iş sünnete uygun ve faydalıdır. Fakat, pazarlıklı veya pazarlıksız menfaat karşılığında başkalarına Kur’ân okutmanın, aynı şekilde telakki edilmesine imkân yoktur.
Daha çok gezgin kitapçıların sattığı enam, dua ve bazı ilmihal kitaplarında, “üçüncü, kırkıncı ve elli ikinci geceler”den, bu gecelerde yapılacak dualardan bahsedilmektedir. Ayrıca, halk, muayyen günlerde bazı kabirlerin etrafında toplanmayı, orada yiyip içmeyi, mesire ve dua yapmayı âdet haline getirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde, böyle gün ve gecelerden, bu gecelerde yapılacak dualardan bahsedilmemektedir. Şu halde, bunlar, sonradan uydurulmuş bid’atlerdir, yapılması fayda yerine zarar getirir, bid’atlerin yayılıp yaşamasını, sünnetlerin ölmesini sağlar.
Allah ve rasulünün
tayin ettiği gün ve gecelerden başka bir gün ve geceyi, muayyen bir ibadet için
tayin ve tahsis etmek bid’attir, yasaklanmıştır. Muayyen bir gün ve
Muayyen gün ve gecelerde ölü için evde veya kabir başında toplanmak, yemek, içmek, bu arada oturmak hadislerde ve fıkıh kitaplarında yasaklanmıştır. Ölüm yıldönümü dinî merasimleri de, bu yasaklar içindedir.
Doğmak, doğum zamanı ve yeri mânâsına gelen mevîid kelimesi, önceleri “Hz. Peygamber’in doğum gecesi için” kullanılmış, daha sonra O’nun doğumunu, vasıflarını ve hususiyetlerini işleyen manzumelere de “mevlid kasidesi” veya kısaca “mevlid” denmiştir.
Hz. Peygamber’in doğum gecesi merasim ve şenlik yapma âdeti, hicrî dördüncü asırda Fatımîlerle başlamıştır. Fatımîler, bunun yanında Hz. Alî, Fatma, Hasan, Hüseyin ve halifeleri için de mevlid merasimleri yaparlardı. Mevlid merasimi oradan Mağrib ülkelerine, Arabistan’a ve Osmanlılar’a da intikal etmiştir. III. Murad devrinde, 996 yılında bu merasim resmen teşrifata katılmıştır.
Mevlid geceleri okunan Arapça, Türkçe ve Farsça birçok manzumeler vardır. Arapçada Bânet Suad, Bürde, Hemziyye dışında Cezerî, Heytemî, İbnu’l-Cevzî, Berzenci vb.’nin kaleme aldığı kasideler (mevlid) vardır.
îslâm Ansiklopedisi’nin “mevlid” maddesinde Türkçe onaltı kadar mevlid kasidesi ismen kaydedilmiştir. Bunların içinde, en meşhuru, Süleyman Çelebi’nin 812/1409 yılında yazdığı “Vesiletu’n-Necat” adh kasidesidir. Dili halk tarafından hayli değiştirilmiş olarak günümüzde okunan mevlid de budur.
Hz. Peygamber’in doğum gecesi için merasim yapmak ve bu arada mezkur kasideleri okumanın caiz olup olmadığı tartışılmış, bazıları bunun bid’at olduğunu, birçok münker fiilin işlenmesine sebep olduğunu ileri sürerek mekruh, hatta bazıları haram demişlerdir.
Suyutî (ö. 911/1505), Husnu’l-Mekâsıd Fi Ameli’l-Mevlid adlı eserinde mevlid çevresinde işlenen kötü fiiller önlenirse nıevlid caiz olur demiştir.
Bu münakaşada, sözkonusu olan, Hz. Peygamber’in doğum gecesi yapılan merasim, zikir ve okumadır.
Muayyen gecelerde ve yıldönümlerinde ölünün ruhu için mevlid okutmak yakın zamanlarda, özellikle ülkemizde âdet olmuş bir bid’attir ve birçok mahzurlu tarafları vardır:
(a) Zaman geçtikçe bunun ölüler için yapılması gereken bir ibadet ve merasim olarak telakki edildiği görülmektedir. İslâm’a -onda olmayan- bir ibadet ve merasim katmak, Hz. Peygamber’in şiddetle yasakladığı bid’attir.
(b) Bilhassa evlerde okunan mevlidler dolayısıyla, İslâm’ın yasakladığı bazı fiil ve davranışlar meydana gelmektedir.
(c) Mevlid arasında zikir, dua, Kur’ân okumak gibi ibadetler vardır; fakat bunları profesyonel kişiler para karşılığında yaptıkları için, hem sevap hasıl olmaz, hem de alan ve veren günahkâr olur.
(d) Bu bid’at yaygın hale geldiği için, geçmişler adına yapmamız sünnet olan ibadet ve hayırların yerini almış, onlara mani olmuş, onları unutturmuştur.
Gerek Hz. Peygamber’in doğum gecesi ve gerekse başka zamanlarda, her müslüman mevlid kasidelerinden birini alıp okuyabilir. Bu okuyuştan, ilahî ve peygamberi aşk, feyiz ve bereket hasıl olur. Zaten bunları yazanlar da, “parayla ölülerin ruhuna okunsun” diye değil, herkes okusun, peygamberini tanısın, sevsin, O’na aşkla bağlansın diye yazmışlardır.
Kabir ziyaretinin hükmü ve âdabı az sonra mezarlıklar ve düzeninin incelenmesi sırasında ele alınacaktır.
Ölünün gömülmesi için hazırlanan yere Mezar ve Kabir denir; birçok mezarın bulunduğu yere Mezarlık, Kabristan veya Makbere adı verilir. Büyük insanların, devlet bakanlarının, velilerin vb.’nin gömüldüğü âbide görünüşlü mezarlarsa Kümbet, Türbe, Yatır vb. adlarla anılır. Mezar için kullanılan diğer adlardan bazıları şunlardır:
(1) Mezar: Ziyaretgâh, ziyaret edilen yer,
(2) Makber, kabir, medfen: Ölü gömülen yer,
(3) Darîh: Yerdeki yarık, çukur, tuzak,
(4) Merkad: Uyuma yeri, istirahatgâh,
(5) Hazîre: Ağıl, alçak duvar, duvarla çevrili mescid, cami, medrese ve tekke civarındaki küçük mezarlık,
(6) Türbe, Kümbet: Mezar üzerine yapılan bina,
(7) Yatır: Ermiş kişinin mezarı,
(8) Meşhed: Gömülecek yer.
Doğumla başlayan insan hayatının ölümle bitişi çok önemli beşerî bir hadisedir. Bu hadisenin, bir takım dinî geleneklerin ortaya çıkmasına sebep olmasını tabiî karşılamak gerekir. Vahye dayalı olmayan dinlerde bile, ölümden sonra ruhun yaşadığı inancı vardır. Beka fikri, insanlarda fıtrîdir. İnsanlar sadece öbür alemde ebedî olarak yaşamak inancıyla yetinmemişler, bu dünyada da ölümden sonra kendilerine ait hatıra ve eserlerle, devamlı surette yaşamanın yollarını aramışlardır. Beka denilen ölümsüz (la-yemût) hayât, herkesin candan istediği biricik yaşama tarzıdır. Dünyada ebedî olarak yaşama imkânı elinden alınan insan, bu imkânsızlığı imkân haline getirmek için didinmiş durmuştur. Mısır firavunları, fani dünyada kendilerini ebedîleştirme hayali uğruna, biçare insanlara yapmadıkları işkence bırakmamışlardır. Ehramlar, her şeyden evvel birer zulüm ve işkence abidesidir. Dünyada oturacakları meskene sahip olmayan onbinlerce fakir ve yoksul insan, zalim hükümdarlarının ölümünden sonra ikame edecekleri piramitleri inşa etmek için, geceyi gündüze katarak çalışmışlardır. Irak, Suriye, Filistin, İran-Anadolu ve Avrupa’ya hakim olan hükümdarlar, onların komutanları, zenginler ve asilzadeler bu konuda firavunları örnek almışlar ve bir ölüyü memnun etmek vehmi uğruna, onbinlerce insana hayatı zehir etmişlerdir. Bu devletlerin ve medeniyetlerin yıkılış sebebi, belki de bu haksızlıktır. İnsan bu nevi adaletsizliklere bakınca, ilk nazarda yadırgadığı, Doğu ve Güney Doğu Asya milletlerinin ölünün cesedini ateşte yakma, geleneğinin akla ve tabiata o kadar çok aykırı olmadığını daha iyi anlamaktadır.
İslâm nazarında, dünya hayatının sonu ve âhiret hayatının başlangıcı olan ölüm, çok mühim bir hadisedir. “Kabir, âhiret yolcusunun konakladığı ilk duraktır” [540] Ölünün yüzü öbür âleme, arkası bu dünyaya dönüktür. O âlemde karşılaşacağı sıkıntılardan kurtulmak için, bu dünyadakileri, yardımına ve dualarına muhtaç olan ölümün, bu dünyadakilere ibret olmaktan başka yapacağı bir şey, temin edeceği bir fayda yoktur.
İslâm’dan önce cahiîiye Arapları baba ve atalarının hatırasına değer verir, kendileriyle övünür ve onlardan kalan gelenek ve göreneklere bağlı kalırlardı. Fakat ölülerin heykel ve resimlerini yapmak, mezarlarına görkemli türbeler inşa etmek, ölülerden yardım istemek, ruhlarından medet ummak onlarca bilinen hususlardan değildir. Âhiret fikrine ve inancına sahip olmayan cahiîiye Ar abının, ölülerin ruhundan istimdad etmemesi pek tabiî bir hadisedir. Arapların mezar ve ölü konusundaki sözkonusu basit ve tabiî gelenekleri, İslâm’da devam etmiştir. İslâm devletinin sınırları içinde veya sınır boylarında yaşayan yahudi ve hristiyanlarm veyahut hristiyanlaşmış bulunan Arapların, ölü ve mezar konusundaki gelenekleri çok farklıydı. Masraflı, süslü ve görkemli mezar ve türbeler yapmak bunların gelenekleri arasındaydı. İslâm, bu nevi gelenekleri hoş karşılamamış, bu gibi ananeleri fıtrat dinine aykırı bulmuştur. Yahudi ve hristiyanlarm peygamberlerini putlaştırdıklarına ve mezarlarını mabed haline getirdiklerine şahit olan Habib-i Kibriya, aynı hususlara kendisinin de konu olabileceğinden kaygılanmış ve bu konuda ümmetini uyararak gereken tedbirleri alma ihtiyacını duymuştur.
Kabrin dış şekli üzerinde titizlikle durulmuş, bununla ilgili bazı yasaklar konmuştur:
Mezarın kireçten yapılmasına Tacsîs veya Taksîs; deve hörgücü gibi yüksekçe olmasına Tensîm, zemin seviyesinde veya yere yakın olmasına Tesviye ve Tastîh denmektedir; bunların ilk üçü yasaklanmış, son ikisi ise emredilmiştir:
(a) ÜM’e göre, kabri kireç veya çimento ile sıvamak mekruhtur; -zînet durumu olmadığından- çamurla sıvanabilir.
(b) Maliki Mezhebine göre, -hangi maddeyle olursa olsun- kabri sıvamak mekruhtur.
(c) Ebu Hanife’ye göre, kabri kireçlemek mekruh değildir.
(a) ÜM’e göre, kabir toprağını bir karış yükseltip, deve hörgücü gibi yapmak menduptur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kabrin toprak seviyesinde olması, tesnîmden efdaldir.
(a) ÜM’e göre, kabir üstüne taş, ağaç vb.’nin konulması mekruhtur; iftihar ve övünme maksadıyla konması haramdır, kabrin işaretlenmesi için bir sakıncası yoktur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kabri diğerlerinden ayırmak için işaret konması sünnettir.
(a) Hanefî Mezhebine göre, -izinin gitmesi korkusu olmayınca- kabre yazı yazmak tahrimen mekruhtur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, kabrin başına her çeşit yazının yazılması mekruhtur, ancak âlim ve salih kişilerin adını veya başka bir özelliğini yazmak menduptur.
(c) Maliki Mezhebine göre, kabre âyet yazmak haramdır, isim ve ölüm tarihinin yazılması ise mekruhtur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, kabirlere yazı yazmak mutlak olarak haramdır.
ÜM’e göre, kabrin bulunduğu toprağa göre hüküm değişir:
Kabrin üstüne -zînet ve övünmek maksadı olmaksızın- ev, kubbe, medrese, mescid, oturma bahçesi vb. yapmak mekruhtur; zînet ve övünme gayesi olunca haramdır.
Mülkiyeti kimseye ait olmayan ve gömme için kullanılagelen topraklar Musbele, maliklerinin, defin için vakfettikleri -genel adlandırmaya uygun olarak- Mevkûfe adını alır. Musbele ve mevkûfe topraklar üzerindeki kabirler üstüne bina yapmak, mutlak âîîâda haramdır.
Hanbelî Mezhebine göre, -toprak hangi türden olursa olsun- kabir üzerine bina yapmak, mutlak olarak mekruhtur; ancak musbelede kerahat daha şiddetlidir.
Kabrin yapımı konusuna iki yönden bakmak gerekmektedir:
Umumî kültürü ve dinî bilgisi zayıf kişilerin aklını çeler, mabedle mezarı birbirine karıştırmalarına, mezarda yatanın insanüstü bir varlık olduğuna inanmalarına sebep olur korkusuyla, kabirlerin mescid gibi yapılması ve mescid haline getirilmesi şiddetle yasak edilmiş ve kireç, mermer, taş vb. ile yapılması da aynı sebeple yasaklanmıştır.
İslâm, birçok âyet ve hadiste israfı yasaklamıştır. İsraf, malın lüzumsuz yere ve ölçüsüzce harcanması demektir. Aç, çıplak, ilaçsız, tahsilsiz, işsiz vb. muhtaç müslümanlara yardım etmek varken, binlerce mal ve para sarfederek heybetli, süslü ve masraflı kabirlerin yapılması israf sınırları içine girmektedir.
Müslümanlar kabirlerini yaptırırken daha önce geçen dış şekil ve bu iki esasla ilgili hükümleri gözönünde bulundurmalı, ifrat ve tefritten sakınmalıdır.
Kabir üzerinde bina yapmak, bu binaları mescid ve mabed haline getirmek, buralarda kurban kesmek ve mum yakmak, öbür din mensuplarında görülen ve İslâm cemiyetine geçmesi daima muhtemel olan hususlar olduğundan, Hz. Peygamber, mezarla ilgili konuların sade ve tabiî olmasına özel bir alâka göstermiştir, dikkati çekecek kadar yüksekçe mezarların tesviye edilmeleri için emir vermiştir. [546]
Vehhabîler bu hadise dayanarak mezarlar üzerine yapılan bütün türbeleri yıkmışlar ve Huddâmu’l-Me’âbid (Mabed Yıkanlar) adını almışlardır. Rasulullah, Hz. Ali’ye,
“Rastladığın resimlerin hepsini silecek, karşılaştığın yüksek mezarların tümünü yerle bir edeceksin” diye emir vermişti. Gariptir ki şiiler, Hz. Ali’nin kabri üzerinde büyük bir mabed inşa etmişlerdir.
Kabir ve mezar ziyaretleriyle ilgili olarak bir yığın bâtıl inanç ve hurafeler meydana geldiğinden, Hz. Peygamber, ilk zamanlarda kabir ziyaretlerinden mutlak surette ümmetini alıkoymuştu. Fakat zamanla İslâm esaslarına bağlılık pekişip Allah’tan başkasına ibadet etmek prensibi müslümanlarm gönlüne yerleşince, başlangıçta ortaya konan hükümler yumuşatılmış, kabir ziyaretlerine izin verilmiş, hatta teşvik edilmiştir.
Kabir hakkındaki hükümlerin yumuşatılması, çok az sayıda bazı sahabenin mezarlar üzerine kubbe yapmalarına imkân vermiş oldu. Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in zevcesi Hz. Zeyneb’in kabri üzerine kubbe kurdurtmuştu. [547]
Aynı şekilde Hz. Aişe, kardeşinin kabri üzerine bir kubbe kurdurtmuştu. Fakat sonradan İbn Ömer bunu kaldırtmıştı. Muhammed b. Hanefîye’nin İbn Abbas’ın kabri üzerine bir kubbe kurduğu da rivayet edilmektedir. Hz. Ali’nin torunu Hasan b. Hasanvefat edince, hanımı Fatma, mezarı üzerine kubbe kurdurtmuştu. Fakat bir sene sonra bu kubbe kaldırılmıştır. Rivayete göre, Osman b. Maz’un vefat edince, Rasulullah mezarının başına bir adamın kaldıramayacağı büyüklükte bir taş diktirmişti. Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e ait naaşların bir hücre içerisinde bulunuşu da, kabir üzerine bina yapmayı ve kubbe kurmayı yasaklayan hadislerin hükümlerinin mutlak olmadığını, bu hadislerin umumî olan hükümlerini takyid ve tahsis eden sahabeye ait bir takım tatbikatın bulunduğunu göstermektedir. Kehf sûresinin 31. âyetinde zikri geçen ve birer veli olan ashab-ı kehf in mezarları üstüne türbe ve mescid yapılmış olması da, bu meselede dikkat edilmesi lâzım gelen bir noktadır. Bu gibi naslar İslâm’da türbe mimarîsinin vücud bulmasına ve kabir yapma işinin gelişmesine imkân vermiştir.
Kabir üzerine yapılan bina ve kubbelerle ilgili olmak üzere verilen örnekler, çok ender rastlanan istisnaî hallerdir. Sözkonusu kubbelerle ilgili rivayetlerin bazılarını da, ihtiyatla karşılamak gerekir. Genel olarak sahabe, tâbi’un ve etbeuttabi’în devresinde, mezarların sadece bir karış kadar yükseltilmesi uygun görülmüş, fazla yükseltilmesi veya kabir üzerine bina, kubbe ve mescid yapılması ve mezar için inşaat malzemesinin kullanılması hoş görülmemiştir. Aşere-i Mübeşşere, Muhacir, Ensar için, Bedir, Uhud... gibi yerlerde şehid düşenlerin kabirleri üstüne türbe ve mescid yapmak düşünülmemiştir. En hayırlı çağda yaşamış olan ilk üç neslin bu gibi hususlara önem vermemeleri, oldukça açıktır ve manâlıdır.
Büyük müctehidlerin açıklamalarında ve mezhep imamlarının eserlerinde, konuyla ilgili İslâmî görüş bir kere daha açık ve kesin şekilde ifade edilmiştir. İmam-ı Azam, mezar üzerine bina yapılmasını ve mezarların işaretlenmesini mekruh görmüştür. Diğer müctehid imamlar da, bu esaslara göre açıklama yapmışlardır.
Mezarlıkta esas olan sadelik, tabiîlik ve tevazudur. Süs ve gururu gösteren bir manzaranın, kabristanda bulunmaması icabeder. Hz. Peygamber, kabristanın şehre benzetilmesini yasaklamıştır. Tuğla ve ağaç gibi ümran için kullanılan inşaat malzemesinin, kabir yapımında kullanılması bunun için mekruh sayılmıştır. Sa’d b. Ebi Vakkas, kabrinin, Hz. Peygamber’in kabri gibi, lahid biçiminde ve kerpiçten yapılmasını vasiyet etmişti. Lahid, defince kazmak, dibinin kıble yönüne girmek, bu oyuk kısmı kerpiçle kapatmak şeklinde yapılan kabirdir. Fakat, toprağın elverişli olmadığı yerlerde, kerpiç yerine mertek de kullanılabilir.
Kısaca, müslümanın kabri sade, tabiî ve mütevazı; mezar yapımında kullanılan malzeme basit ve ucuzdur. İslâm kabristanısadeliği, tabiîliği, bakınııhlığı ve intizamıyla örnek durumundadır. İhtişam, debdebe, tantana, tezyinat ve azametten uzak olduğu kadar, bakımsızlık ve intizamsızlıktan da uzaktır. Camide saf oluşturarak Allah’ın huzuruna duran insanlar gibi, mezarlıkta yatan müslümanlar da, görünüş itibarıyla birbirine mutlak surette eşittir. Bu eşitliği bozan imtiyazlar, İslâm’da yoktur.
Eyyub Sultan, Mevlâna ve Hacı Bayram Velî gibi, bütün müslümanların kabulüne mazhar olmuş büyük mürşidler ile Osman Gazi, Orhan Gazi, Yavuz ve Fatih gibi hükümdarlar için yapılan türbeleri istisnaî olarak yasağın ve kerahatin dışında görmek gerekir: Fazilet ve adalet abidesi olan bu insanlar için sonradan yapılmış olan türbeler ahlâkın, fazilet ve adaletin yayılmasını, dinî ve millî şuurun canlı olarak ayakta tutulmasını ve yeni nesillere tanıtılmasını temin eder. Bundan dolayıdır ki, din ve millet düşmanları, İslâm memleketlerini işgal ettikleri zaman ilk iş olarak bu çeşit türbeleri tahrip ederler. Yunanlıların, Osman ve Orhan Gazi türbelerine karşı besledikleri kin ve gayzın ne şekilde tezahür ettiği, Bursa işgal edildiği zaman görülmüştür. En azından, “Düşmanın istemediğini istemek” kaidesi bu çeşit türbelerin meşruiyetini tespit etmeye yeter. Bu vatanın “manevî hakikat sahipleri olan büyük insanlara yapılan türbeleri çok değil, az görmek lâzımdır. Bir memleketi maddeten ve manen fetheden ulema ve ümera için yapılan âbidelerin tenkit konusu edilmesi, kendisine bir bağ bağışlayan babasına evlâdının bir salkım üzümü esirgemesinden daha makul değildir. İslâm’ı ve İslâm tarihim hal diliyle yeni nesillere en veciz şekilde anlatarak dinî ve millî şuuru güçlendiren bu çeşit eserlere saygılı olmak, manevî değerlere bağlı olan herkes için bir borçtur.
Kime ait olursa olsun türbe, mezar ve mezar taşlarının birer kıymetli vesika durumunda olduğu konusunda şüphe yoktur. Tarih ve sanat bakımından, türbe ve mezarların taşıdığı önemi müdrik olanlar, bu çeşit ata yadigârı eserleri tahrip ve imha değil, ihya ederek muhafaza ederler. Yapılan eserleri yıkmak, kültür ve medeniyet düşmanlığının ve en azından cehalet ve taassubun neticesidir. İslâm’ın gelişme ve ilerleme seyrini bilmeyen cahiller, bu konuda talihsizlikle nitelenebilecek teşebbüslerde bulunmuşlardır. Bazı türbelerde, İslâm’ın hoş karşılamadığı bir takım hususların bulunması, bunları yıkma sebebi olamaz. Hz. Peygamber, Hz. Aişe’ye, “Araplar Kabe’yi tamir ederken hatalı temelle attılar, Hz. İbrahim’in temelleri üzerine kurmadılar. Eğer Arapların müslümanlığı yeni olmasaydı Kabe’yi yıkar ve Hz. İbrahim’in temelleri üzerine kurardım.” buyurmuşlardı. Hz. Peygamber’in yapmadığı bu işin, O’ndan sonra yapılmaya kalkışılması, İslâm cemiyeti için,zarar olmuştur. Abdullah b. Zubeyr h. 64’te Kabe’yi Hz. Peygamber’in arzu ettiği şekilde inşa etmiş, h. 74’te Haccac, Kabe’yi yine eski haline getirmiştir. Bir takım sosyal menfaat ve maslahatları gözönünde tutarak, Kabe’nin hatalı inşaat şeklini değiştirmeyen Rasulullah’ın bu hakimane hareket tarzını, türbe ve mezar konusunda yol gösteren bir rehber saymak gerekmektedir.
Tarih boyunca, İslâm memleketlerinde, türbe ve mezar yapılırken daima İslâm’a uygun hareket edildiğini söylemek gülünç olur. Şiilerin tonlarca altın ve gümüş harcayarak Kerbelâ ve Necef’te inşa ettikleri muhteşem ve müzeyyem mescidlerin ve türbelerin, İslâm anlayışına ters düştüğü bir gerçektir. Birer âsâr-ı atîka olan bu gibi eserlerin muhafaza edilmesi lüzumu ve cevazı başka, yenilerinin yapılmasının caiz olmaması daha başkadır. Şehirlerde gecekondu semtlerinde tahtadan, tenekeden ve mukavvadan yapılan sağlığa aykırı köylerde, toprak ve kamıştan yapılan meskenlerde yolsuz, susuz ve ışıksız bir şekilde oturanların bulunduğu bir memlekette, mezarları için onbinlerce, yüzbinlerce, hatta milyonlarca paranın sarfedilmesini caiz görmek asla mümkün değildir. Bu çeşit masraflı mezarlar ne yerin altındakilere, ne de üstündekilere huzur verir. Cemiyet için sadece bir sıkıntı kaynağı olur. Masraflı mezar yapan kişilere İslâm’ın mezar konusundaki talimatı benimsetildiği takdirde, önemli bir meselemiz halledilmiş olacaktır. Ölümden sonra iyi ve devamlı bir hatıra bırakarak yaşamanın ve hayırla yâdedilmenin yolu mezar yapmak değil, hayrat bırakmak ve cemiyet için faydalı olan müesseseler kurmaktır. Şu gökkubbede bakî kalan hoş sadalarını dinlediğimiz büyüklerin yolu budur.
Kabir ve türbelerin, mezarlıkların koruma ve bakımı için şu konulara dikkat etmek gerekir:
(a) Kabir ve mezarlığı güzelce korumak, temiz tutmak ve ağaçlarla donatmak gerekir; planlı yapılarak âhireti hatırlatan bir yer niteliği kazandırılmalıdır.
(b) Mezarlık ne kadar eski olursa olsun korunmalıdır; bir zaruret olmadıkça, kabirlerin başka yere nakledilmesi doğru değildir.
(c) Cenaze gömüldükten sonra açılmamalı ve cenaze çıkarılmamalıdır; kabirlerin üstünden geçilmemelidir.
(d) Mezarlıklarda uyumak, çevresini kirletmek, yeşil otlarını yolmak ve ağaçlarını kesmek mekruhtur; yer açmak gibi sebeplerle ağaç kesilebilir.
(e) Mezar başlarına ağaçlar, çiçekler dikilmelidir; çünkü Peygamberimiz,
“Ağaçların kuruyana dek ölünün kabir azabını azaltacağını” ifade etmiştir; çiçek koymak yerine dikmek daha uygundur.
Yeryüzünde kabirler yapıldığı günden beri buraları, değişik maksatlarla ziyaret edilmiştir. Genel olarak mezarlar, Allah’ın ihsan ve yardımının insanlara en yakın olduğu yerler olarak görülmüştür. Başı darda kalan insanlar, dertlerine deva bulmak için buralara koşmuşlardır. Kâinatta yalnız ve âciz bir halde bulunduklarına inanan kimseler, yalnızlık hissini gidermek ve manen güçlenmek için atalarının bulunduğu mezarlardan meded ummuşlardır. Bilgisi artan insanlar ise kabirleri daha değişik maksatlarla ziyaret etmişlerdir. Kadirbilirlik, sadakat ve vefa mezar, ziyaretinin önemli sebeplerindendir. Annesi için istiğfarda bulunması yasaklanan Rasulullah’ın, onu ziyaret etmesi bu bakımdan önemlidir.
Yeni gelişen İslâmî telakkilerin bozulmasından endişe ettiği için, İslâm’ın doğuşu sırasında Hz. Peygamber, müslümanları kabir ziyaretinden alıkoymuştur. Fakat, zamanla İslâm doktirini ve tevhid akidesi, açık ve kesin bir sistem halini alınca, endişe edilen mahzurlar ortadan kalktığı için kabir ziyaretine müsade edilmiştir. Kabir yapımı ve ziyaretiyle ilgili hükümlerdeki gelişme seyrini, daima dikkate almak gerekmektedir. Kabir ziyaretine izin veren hadisin değişik rivayetlerinde, kabir ziyaretinin gayesi, “ilâne-i kulûb, terkîk-i kuîûb, tezhid-i kulûb ve tezkire,” yani kalpleri yumuşatma, inceltme, dünyada soğutma ve ibret alma olarak gösterilmiştir. Bunların hepsi ölüye değil, diriye ait faydalardır.
Kabir ve türbeler üç maksatla ziyaret edilir:
Ölüye faydalı olmak için kabir ziyaret edilir, içindeki ölü için dua edilir ve Allah’tan af ve mağfiret niyazında bulunulur. Yapılan dua ve istiğfarın, ölüye faydalı olabileceği konusunda, bütün İslâm uleması ittifak halindedir. Bu maksatla, yalnız müslümanlara ait kabirler ziyaret edilir. Aslında, bu çeşit ziyaret ile cenaze namazı sırasında ölüye dua etmek arasında bir fark yoktur.
Kabir ziyareti, kalpleri yumuşatır, rikkate getirir, dünyadan soğutur, âhirete ısındırır. Kabristanda ibret alan insan kin, hırs, tamah gibi huylarını keser veya tamamen terkeder. Âhirete faydası dokunacak iyi amellere ve ibadetlere yönelir. Bu gayeyle, müslüman olmayanların kabirlerini ziyaret etmek bile caizdir. Bu maksat için de, kabir ziyaretinin caiz ve hatta müstehap olduğu konusunda İslâm ulemasının ihtilafı yoktur. İbn Teymiye ve Vehhabîler bile, bu iki ziyaret şeklini tasvib etmişlerdir.
Bu maksatla, kabir ziyaret etmenin caiz olup olmaması çok şiddetli ihtilaflara ve oldukça çetin tartışmalara yol açmıştır. Adına tevessül denen bu şekildeki ziyareti, az sonra ayrı bir başlık altında ele alacağız.
(a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, özellikle perşembe, cuma ve cumartesi günleri, -ibret almak ve âhireti hatırlamak için- ziyaret etmek menduptur.
(b) Şafiî ve Malikî Mezheplerinin racih görüşüne göre, özellikle perşembe günü ikindiden sonra, cumartesi günü güneşin doğmasına kadar ziyaret menduptur.
(a) ÜM’e göre, ziyaret edilen makberenin uzaklığı ve yakınlığı sonucu değiştirmez; hatta ölüleri, özellikle Hz. Peygamber ve salih kişilerin kabirlerini ziyaret için yola çıkmak menduptur.
(b) Hanbelî Mezhebine göre, makbereye, ancak yolculukla ulaşılınca ziyaret mendup değil, mubah olur.
Erkeklerin kabirleri ziyaret etmesinin mendup olduğu ittifakla sabittir; ancak kadınların ziyareti ihtilaflıdır:
(a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, ziyaretleri fitne çıkarmayan, bu ziyaret kendilerini ağlama ve nedbe götürmeyen yaşlı kadınlara menduptur, ziyaretleri belirtilen sonucu doğuran ve fitnesinden endişe edilen kadınların ziyaretleri haramdır.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, fitne veya harama düşme korkusu olmayınca, kadınların ziyareti mekruh, böyle bir korku bulununca haram olur.
Ziyaret sırasında dua ve tazarru, ölülerden ibret almak, onun için Kur’ân okumakla vakit geçirilir. Ziyaretçi, kabri görünce, es-Selâmu Aleykum Ehle’d-Diyar, Mine’l-Mu’minine ve’l-Muslimîn. Ve înna İnşallahu Le Lahikan. Es’elullahe Lena ve Lekumu’l-Âfiyet [550] diyerek selâm verir ve ziyarete başlar. Ziyaret sırasında, sadece ağlamakta bir sakınca yoktur.
Ziyaretin, dinî, hükümlere uygun yapılması çevresinde dönmeyip, taşlarının, eşiğinin, ağacının öpülmemesi; ölüden bir şey istenmemesi gerekir.
Gayri müslimlerin ve din düşmanlarının kabrine, saygı göstermek üzere gitmek caiz değildir. Ama,- sırf seyredip bakmak ve ibret için gidilmesinde bir sakınca yoktur.
Ziyaretçi ve Günü |
Hanefi |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|||
Ziyaretçi |
Erkek |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
||
Kadın |
Fitneli ve gayrı meşru davr. |
Harabı |
Haram |
Haram |
Haram |
||
Fitnesiz ve meşru davranarak |
Genç |
Mendup |
Mekruh |
Mendup |
Mekruh |
||
Yaslı |
Mendup |
Mekruh |
Mendup |
Mekruh |
|||
Efdal Gün |
Perşembe |
Efdal |
İkindiden Sonra efdal |
Efdal |
- |
||
Cuma |
m Efdal |
Efdal |
Efdal |
|
|||
Cumartesi |
Efdal |
Güneş doğana kadar efdal |
Efdal |
- |
|||
Her Gün |
|
|
|
Eşit |
Tablo 56: Kabir Ziyareti
(a) Hanefî Mezhebine göre, bunların ilk ikisi tenzihen, sonuncusu her iki şekliyle tahrimen mekruhtur.
(b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bu gibi işleri yapmak haramdır.
(c) Malikî Mezhebine göre, kabirler üstüne oturmak, uyumak vb. caiz; boşaltım ise haramdır.
(a) ÜM’e göre, zaruret olmadıkça kabirlerin üstünde yürümek mekruhtur.
(b) Malikî Mezhebine göre, yol daha alçak olduğu halde, deve hörgücü gibi sırt şeklindeki kabrin üstünde yürümek mekruhtur, sırt şeklinde olmayan kabrin üstünde yürümek caizdir. Ölüden görülebilecek bir parça kalmayınca, -mezar hörgüç gibi de olsa- yürümek yine caizdir.
Mezarlardan başka yollarda ulu ağaçlara iplikler bağlayıp kimi taşlara itibar edenler, İslâmî bir davranış içerisinde olamazlar.
Kabirlerin yanında mum yakılması ve kurban kesilmesi, cahiliye devri âdetlerindendir. Halk, filan dedeye veya yatıra kurban adadım, “şu işim olursa ona kurban keseceğim” demektedir. Kurban bir ibadettir; ibadet sadece Allah’a yapılır, yatıra, evliyaya kurban kesilmez; bu hareket, şirk değilse bile büyük günahtır, sakınmak gerekir.
Kabule şayan olur niyetiyle, kabir yanında namaz kılmak, kabirlerin üstünde mescid yapmak ve kabir civarını mescid haline getirmek, cahiliye âdetlerinden olduğu ve tevhid inancını zedelediği için yasaklanmıştır.
Bir kimsenin diğerinden yardım istemesi vasıtalı ve vasıtasız olmak üzere ikiye ayrılır: Vasıtasız olanı, çaresizlik ve sıkışma halinde olursa, İstigâse, İstimdâd, İstiâze; normal durumda olursa İstiâne adını alır. Kulun gücü yeteceği işte ondan yardım ve imdat dilemek caizdir; bu durumda da asıl yardımın Allah’tan olduğunu, kulun vasıta bulunduğunu bilmek gerekir. Kulun gücü ve iradesi içinde olmayan şeyleri ondan istemek caiz değildir.
Allah’tan istenecek bir şeye kulu-aracı ve vasıta yapmak Şefaat ve Tevessül kelimeleriyle ifade edilir:
Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın izni ve rızası olmadan hiçbir kimsenin, O’nun katında şefaat edemeyeceği ifade buyurulmuştur[556].
Sahih hadisler kıyamet günü, Şefi’u-1-Umem Efendimizin, Allah’ın izniyle şefaat edeceğini bildirmektedir.
Bu âyet ve hadisler karşısında ümmet, şefaati ittifakla kabul etmiş, ancak mefhumuna farklı görüşler getirmişlerdir:
Bilindiği üzere, halk arasında şefaat, araya ricacı koyarak bir kimsenin diğerine yapmayacağını yaptırmak, yapacağını yaptırmamak isteği mânâsında kullanılır.
Allah’ın hüküm ve kararı, âdil ve kesindir. O’nun hakkında, bu mânâda bir şefaat düşünülemez. İşte selef, böyle düşünerek “şefaat haktır, Allah Teâlâ’nın, kıyamet gününde bazı kullarına tanıyacağı bir meziyettir, imtiyazdır; ancak mânâ ve mahiyetini biz bilemeyiz” demişlerdir.
Sonrakiler ise şefaate, “Allah katında yapılacak şefaat, Zat-ı Kerim’in kabul buyuracağı bir duadır” mânâsını vermiş, bu anlayışı benimsemişlerdir.
Sözlükte tevessül, aracı mânâsında kullanılır. Hukuk deyimi olarak, “kabirde yatanı veya sağ bir insanı, çeşitli şekillerde aracı kılarak, Allah Teâlâ’dan bir şey dilemektir.”
Bilhassa İbn Teymiye’den beri bu mesele üzerinde şiddetli münakaşa ve ihtilaflar olmuş, üzerinde uzun boylu konuşulmuş ve yazılmıştır.
Bir kimse, iyi bir amelini ortaya koyarak, bunu aracı kılarak Allah Teâlâ’dan dilekte bulunabilir:
“Ey İman edenler! Allah’tan sakının, O’na ulaşmaya yol (vesile) arayın, yolunda cihad edin ki kurtulasınız” [557] âyetinin, şahısla tevessül mânâsında ihtilaf edilmiş olmakla birlikte, amelle tevessül mânâ ve hükmünde ittifak edilmiştir.
Bu çeşit tevessülün, sünnette de delil ve örnekleri vardır: Peygamber Efendimiz’in anlattığına göre, üç kişinin sığındığı bir mağaranın ağzını büyük bir kaya kapatmıştı. Her biri en iyi amelini vesile kılarak Allah’a dua etmeye karar verdiler. Birincisi ana ve babasına itaati, ikincisi Allah korkusu ve iffeti, üçüncüsü de kul hakkına riayetiyle alakalı seçkin amellerini vesile kılarak yalvarmışlar ve Allah tarafından kayanın, mağara kapısından çekilmesiyle kurtulmuşlardır.
Şefaat mânâsında tevessülde, araya konan şahıs, isteyen adına dua eder, talepte bulunur:
(1) Hz. Ömer, Peygamberimizin amcası Abbas iletevessül eder,
“Ya Rabbi; kuraklık içinde kalınca Peygamberimizle sana tevessül ederdik, bize yağmur verirdin; şimdi de O’nun amcası ile tevessül ediyoruz, bizi suya kavuştur” derdi ve yağmur yağardı. Burada tevessül, Hz. Abbas’ın dua etmesi, onların da bu duaya katılmaları şeklinde olmaktadır.
(2) Bir defasında, âmâ olan bir zat, Peygamberimize gelmiş ve
“Dua buyur da Allah sıhhat versin” demiştir, Allah Rasulü de ona şöyle demişti:
“İstersen dua edeyim, istersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır” Adam
“Dua buyurmanızı tercih ediyorum” deyince, Hz. Peygamber
“Git, güzelce abdest al ve şöyle dua et,” dedi:
“Allah’ım ben, rahmet peygamberi olan Muhammed Nebi ile sanateveccüh ediyor ve talepte bulunuyorum. Şu ihtiyacım görülsün diye Rabbıma seninle teveccüh ediyorum. Mevlam Hz. Peygamber’in şefaatini kabul eyle.”
(3) Bir hadiste, şöyle buyurulmuştur:
“Bir adam namaz için yola çıkar ve şöyle der: Allah’ın saillerin (ve ihtiyaç talebinde bulunan niyaz sahiplerinin) hakkı için istekte bulunuyorum, şu yürüşümün hakkı için talebte bulunuyorum... Beni cehennemden kurtarmanı ve günahlarımı affetmeni niyaz ediyorum.”
Bu gibi sağlam rivayetler sebebiyle, mezkur tevessül, ulemanın ekseriyetince benimsenmiştir.
Dua manâlı tevessül, vesile kılman şahsın, Allah katındaki değerine dayanarak tevessüldür. Eğer bu-şahıs Habib-i Hûda ise, ekseriyet bunu caiz görmüştür. Az önce geçen ikinci hadis, bunun da örneğidir. Hz. Peygamber ve yakınlarının hayattayken vasıta kılınmaları, Rasulullah’ın âhirette şefaat etmesi haktır, vâkidir.
Vesile kılınan Peygamberimiz’den başkası ise, bazı âlimler bunu da caiz görmüş, bazıları da caiz görmemişlerdir.
(a) Tasavvuf erbabı, bu gibi hususlarda, hiçbir mahzur görmemişler, hatta bunun lüzum ve faydasından bahsetmişlerdir. Onlara göre, resul ve velilerin kabirlerini ziyaret etmenin en önemli gayesi budur. En mühim ve en faydalı kabir ziyaret şekli de budur. Evliyaya dua ederek onlara faydalı olmak veya kabirlerinden ibret alarak istifade etmek, ekseriya türbe ve yatır ziyaretçilerinin aklından geçmez. Bütün türbelere, dergâhlara, âsitânelere, tekkelere, yatırlara ve tarikat ehline hâkim olan anlayış, düşünüş ve inanış budur. Tasavvuftan sağ ya da ölü şeyhlerin yeryüzündeki insanlar için, Allah katında şefaatçi ve yardımcı olacaklar inancı erken başlamıştır. Bütün tarikatlarca makbul bir veli sayılan Ma’ruf Kerhî (ö. h. 200), müridi Seriyyu’s-Sakatî’ye şöyle demiştir: “Allah’a bir ihtiyacın olursa, beni vasıta ve vesile kılarak iste. Allah’tan hacetini bana and içerek dile”, Bağdat sûfileri
“Maruf Kerhî’nin kabrinin her derde deva olduğu tecrübeyle sabittir” diye itikad etmişlerdir. Sûfiler tıpkı diri mürşidler gibi ölü evliyanın ruhlarının sağ insanları terbiye ve irşad ettiklerine, bazı velilerin öldükten sonra da dünyada tasarrufta bulunduklarına, bu âlemdeki nizama ve hadiselere yön verdiklerine itikad ederler. Tasavvufun, bilhassa nakşibendîlerin bu konudaki inançlarını Reşahat’tan takip edelim:
“Şeyh Ebu’l-Hasan Harakâni’nin vefatı (ö. h. 425), Şeyh Bayezid Bistami’nin vefatından (ö. h. 234) bir müddet sonra vâki olup, Şeyh Bayezid’in ona terbiyetleri zahirî ve surî olmayıp, ruhanîdir” Tasavvufta uveysiyet tarîki ve ruhanî nisbet denilen bu inanç, bütün tarikatlar tarafından kabul edilmiştir. Fakat
“Ölü aslandan, diri tilki daha iyidir” diyerek bu hususa fazla değer vermeyen mutasavvıflar da bulunmaktadır. Başı darda kalan bir müridin,
“Yetiş ya pir, destur ya pir” diyerek, uzaklarda bulunan şeyhinden yardım istemesi, mürşidine rabıta yaparak manevî himayesine sığınması da sözkonusu inançla ilgilidir. Denebilir ki, önemli ölçüde tasavvuf bu inançtır. Şeyhlerin ölü olarak evliyanın ruhlarıyla irtibat ve münasebet kurmaları, tarikat silsilelerine verilen önemde de kendisini göstermektedir. Tasavvufta ziyaret, şefaat ve vesile denince, akla gelen budur. Zahir ulemasının devamlı surette yadırgayacağı bir şekilde, mutasavvıfların türbelerine önem vermelerinin, hatta bu gibi yerlere bir çeşit kutsiyet izafe etmelerinin sebebi bu inançtır. Bundan dolayıdır ki, bu inançlarını tenkit edenlere, mutasavvıflar sert tepkiler göstermişlerdir. Şahısla tevessülde geçen hadislerdeki “vesile, tevessül, şefaat ve bihakkı’s-sâilin aleyk” ifadeleri, mutasavvıfların görüş ve hareket tarzlarının mesnedi olarak kullanılmıştır. Fakat bu hadisler, sağ insanların Allah katında vesile ve şefaatçi olabileceklerini göstermektedir. Hz. Peygamber’in kabri varken, sağ olan Hz. Abbas’ın vesile ve şefaatçi kılınması da dikkat çekicidir. Mutasavvıflar, bu konuda ölüleri sağlara kıyas etmişlerse de, bu kıyas eksiktir. Zaten, kıyas eksik olmasaydı, bu meselede ihtilaf bulunmazdı.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve O’nun yanında vesile olacak şeyler arayınız” [558] âyeti de bu konuda sarih değildir. Sûfiler için, kıyasa esas alınan başka bir husus da, dua esnasında ameli vesile ve şefaatçi kılmanın cevazının ittifakla sabit oluşudur. Yağmurlu bir havada mağaraya giren ve mağaranın ağzının yuvarlanan taş tarafından tıkanması sebebiyle burada mahsur kalan üç kişi ihlasla yaptıkları iyi amelleri Allah katında vesile, vasıta ve şefaatçi kılmışlar ve bunun faydasını da görmüşlerdir. Mutasavvıflar, şahısla tevessülü amelle tevessüle kıyas etmek istemişlerdir. Bu ve benzeri naslar, bu meselede, kesin bir hüküm ihtiva etmediğinden, Tekke ile Medrese arasındaki anlaşmazlık devam etmiştir.
(b) Fıkıhçılar, hadis âlimleri ile selefiyeciler, tasavvuffuri bu görüşünü hiçbir zaman kabul etmemiş, daima tenkit konusu yapmıştır. Bunlardan bir kısmı, mutasavvıfları ağır ve sert, diğer kısmı yumuşak ve ölçülü bir biçimde tenkit etmişlerdir. Bu konudaaşırı ve sert hükümler vermekten kaçman Hanefi âlimlerinin görüşü şöyledir:
“Bir adamın dua esnasında: Allah’ın resul, nebi ve velilerin hakkı için dileğimi kabul eyle, falan zatın hürmetine hacetimi yerine getir demesi mekruhtur, hoş bir şey değildir. Zira Hâlık üzerinde mahlukun hakkı yoktur”. İmam-ı Azam’dan sonra günümüze gelinceye kadar bütün Hanefî fıkıh âlimlerinin
“Bu meselede kerahat vardır, bu husus mekruhtur” demeleri, iyi ve hoş bir şey değildir, yapılmaması lâzımdır, selef bunu yapmamıştır, bidattir” manasına gelmektedir. Hanefîler
“Kerahat ve mekruh deyimlerini haram olduğuna İnandıkları, fakat kesin delil bulmadıkları meselelerde kullanırlar” görüşünde olanlar, Ebu Hanife’ye ait görüşleri, sert tutumların delili olarak kullanmışlardır. Malikî, Şafiî ve Hanbelî fıkıh âlimleri de, bu konuda Hanefîler gibi düşünmüşlerdir. Hatta hanbelîler, biraz ileri giderek, bu nevi hususların haram olduğunu dahi ileri sürmüşlerdir. Fakat, umumiyetle fıkıhçı görüş, sûfilerin kabir ziyareti konusundaki kanaat ve tutumlarını küfür ve şirk olarak nitelemekten dikkatle kaçınmış, bu görüş ve tutum sahiplerini kâfir ve müşrik olmakla itham etmekten önemle sakınmıştır.
Kabir ve türbe yapımı ve ziyareti konusunda mutasavvıfları sert tenkit edenlerin başında İbn Teymiye, talebeleri İbn Kesir ile Birgivî, Kadızadeler ve Vehhabîler gelmektedir. Bunlar, genellikle, tasavvufun bu konudaki görüşünü ve tutumunu bid’at, dalâlet, küfür ve şirk saymışlardır. İbn Teymiye’ye göre, kabir ziyaretlerinin bir kısmı şeriata uygun, bir kısmı da aykırıdır. Şer’i olmayan ziyaretler, sonradan çıkmış çirkin bid’atlerdir. Bir müslümanın kabirdeki ölü için -kendisi için değil- dua etmesi ve kabristandan ibret alması, şer’i ziyaretin gayesidir. Bu maksatla kabir ziyaret etmek ve ölü için dua etmek müstehaptır. Ziyaret edilen kabirden ihtiyaçların görülmesi dileğinde bulunmak, ölünün bu konuda vasıta, vesile ve şefaatçi olacağına inanmak, kabul edilmesi daha çok muhtemeldir diye kabir yanında dua etmek bid’attır, şeriate zıttır, şirk cinsinden bir davranıştır. Sahabe bu şekilde ve bu maksatla ne Hz. Peygamber’in kabrini, ne de başka birini ziyaret etmiş değildir. Yeryüzünde ilk defa şirk, salih insanların kabrini ziyaret etmek ve onların ruhlarından yardım istemek suretiyle ortaya çıkmıştır. Nuh (as) kavminin Vedd, Sua’, Yeûs, Yeûk ve Nesr adını verdikleri putlar salih insanların heykelleriydi. [559] Putçuluğun, heykelciliğin ve resimciliğin kökeni ölülerin ruhundan yardım istemektir.
İbn Teymiye’ye göre, ruhundan yardım ve medet taleb etmek maksadıyla, Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret etmek dahi caiz değildir. Bu konuda, şöyle demektedir:
“Dört mezhep imamına göre, Hz. Peygamber’in kabrinin yanına ziyaret maksadıyla varan bir kimse, Rasulullah’a selâm verirken İmam-ı Azam’a göre yüzünü kıbleye çevirmesi, diğer üç imama göre kabre çevirmesi icabeder. Fakat ziyaretçi Allah’a dua edip kendisi için bir şey isteyecekse, dört mezhep imamına göre de hücreye değil, kıbleye yüz çevirmesi gerekir”. İmam Malik, Rasulullah’ın kabrini ziyaret eder, selâm verir, sonra sırtım kabrin duvarına dayar ve kıbleye yönelerek kendisi için dua ederdi. İbn Teymiye’ye göre Rasulullah’ın kabrini ziyaretle ilgili hadislerin hiçbiri sahih değildir, bir kısmı uydurma, bir kısmıysa zayıftır. Onun için, bunların hiçbirine güvenilmez. İbn Teymiye, Rasulullah’ın kabrini, Hz. Âişe’nin hücresinde bulunduğunu, hiçbir sahabenin kolay kolay buraya giremediğini, onun için sonradan ortaya çıkan şekliyle Ravza ziyaretinin ilk asırlarda bilinmediğini ileriye sürmektedir. Ona göre, ihtiyaç arzetmek şefaat dilemek veya orada yapılan duanın daha faziletli olduğuna inanmak maksadıyla, peygamberin kabrini ziyaret etmek bid’atçilerin ve müşriklerin ziyaret şeklidir. [560] İbn Teymiye’nin görüşlerinin, cebren tatbikat sahasına konulmasından Vehhabîlik doğmuştur. Vehhabîliğin kurucusu, yardım ve şefaat istemek gayesiyle Rasulullah’ın kabrinin ziyaret edilmesinin, günah olduğunu söylüyor ve vefat ettikten sonra Hz. Peygamber’in ruhunun kimseye faydası olmadığını anlatmak için,
“Şu elimdeki değneğin faydası var, fakat Rasulullah’ın faydası yoktur” diyordu. Vehhabîler tevhid inancına uymuyor diye, Hicaz’da inşa edilen türbe ve kabir üzerindeki mescidleri yıkmışlar, buralara gidip ölülerin ruhundan yardım, şefaat ve meded talebeden kimselerin katledilmeleri gerektiğini, zira bunların müşrik olduklarını iddia ederek dediklerini kısmen gerçekleştirmişlerdir. Abduh ve Abduhcu cereyan, bu konuda geniş ölçüde İbn Teymiye ve Vehhabîleri takip etmiştir. Mutasavvıfların, Abduh’u neden mahkum ettiklerini anlamak için, bu gibi hususların da gözönünde bulundurulması gerekir. İmamların kabirlerine, sûfilerin, evliyanın mezarlarına verdikleri önemden daha çok ehemmiyet veren Şiîler ile Vehhabîler arasında şiddetli bir düşmanlık vardır.
Başı oldukça kavgalı olup tevessül meselesinde titizlik gösterilen nokta, tevhid inancının korunmasıdır. Bilindiği gibi, dua bir ibadettir ve ibadet, ancak Allah’a yapılır; yardım da -vasıtalı veya vasıtasız- yalnız Allah’tan gelir: “Ancak sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” [561] Tevessülü caiz görmeyenler, şirke sapılmasından korkmuşlar, caiz görenler ise tevessül edenin şirk koşmadığını söylemişlerdir.
Kabir ve kabir ziyareti konusunda bahsedildiği şekilde şiddet göstermenin, hele bunu kesin bir hüküm halinde ortaya koymanın haklı olduğunu söylemeye imkân yoktur. Kul ile Allah arasında bazı hallerde vesile ve vasıtalar koymanın caiz olduğunu gösteren sahih hadisler mevcuttur. [562]
İbn Teymiye, -biraz da muasırlarının davranışları sebebiyle- bu meselede ifrata düşmüştür. Tevhid inancını korumak gibi, iyi ve yüce bir niyeti vardır; bununla me’cur olabilir. Onun karşısındakiler de, zaman zaman sert ve insafsız davranmışlar, neticede İslâm‘ın yasakladığı tefrika doğmuştur.
Bu konuda, mutasavvıfların ve tarikat ehlinin, şunu bilmeleri ve gereğine riayet etmeleri icabeder: Türbe ve kabir yapmak veya buralarda gömülü bulunan ölülerin ruhundan yardım istemek konusunda dayandıkları deliller, açık ve kesin olmaktan uzaktır. Kanaatlerini savunmak veya muhaliflerinin görüşlerini çürütmek için başvurdukları aklî ve naklî delillerin hepsi zannîdir. Zannî delillere dayanarak muhalifleri kâfir, bid’atçi ve sapık olmakla suçlamak, asla caiz değildir. Bu meselede, muhalifleri hoş görmek ve kanaatleriyle başbaşa bırakmak suretiyle, kendi telakkilerinin doğru olduğuna inanmak mutasavvıflar için zaruridir.
Uygulamada, her tevessül edenin şirk koştuğu iddia edilemez. Her üç çeşit tevessülü usulünce kullanan, istediğini Allah’tan isteyen, yardımı ondan bekleyen; ancak kendi aczini, kusurunu, günahını bildiği için bir Allah sevgilisini araya koyan, onun hatırı için isteyen kimseye
“Sen şirk koştun, haram işledin” denemez.
Bu bahiste kelâm, fıkıh ve hadis âlimleri, özellikle selefîye mezhebi mensupları, şu hususları gözönünde bulundurmak zorundadırlar: Mutasavvıfları tenkit etmek veya onlara karşı kendi görüşlerini savunmak için istinad ettikleri aklî ve naklî deliller, kesin ve açık olma özelliğine sahip değildir.
“Mutasavvıflar arasında âdet olan türbe inşaı ve kabir ziyareti, Hz. Peygamber zamanında yoktur, bunlar sonradan çıkan bid’atlerdir” demek, “bu meseledesarih bir nas yoktur” mânâsına gelir. Bu meselede, hükmü açık ve kat’i bir ayet ve hadis olmayınca, delil diye ileri sürülen nasların zandan başka bir şey ifade etmeyeceği aşikârdır. Bu hususta, mutasavvıfları müşriklere kıyas etmek, en azından adalet, insaf ve hakkaniyet ölçülerine sığmaz. Sonradan ortaya çıkan bu meselenin hükmünü, kıyas yoluyla mutasavvıfların anladığı şekilde de, zahir ulemasının anladığı tarzda da anlamak mümkündür. O halde, bu gibi zannî delillere dayanarak mutasavvıflara bid’atçi, sapık ve müşrik demek nasıl caiz olur? Zahir ulemasının bu meselede yapacağı şey, mutasavvıfları hoş görmek ve kanaatleriyle başbaşa bırakmak suretiyle kendi görüşlerinin doğru olduğuna inanmaktır.
Şu çizgide birleşmek mümkündür: Ölüler ile tevessülün, lüzum ve zaruretine dair bir nas yoktur. Bunu inkâr eden, ehli sünnet camiasından çıkmaz. Allah’a ortak koşmadan, O’nun sevdiği bilinen veya zannedilen, ölü yahut diri bir kul vasıta kılınarak Allah’a dua etmek mânâsında bir tevessülü yasaklayan bir nas da yoktur; şu halde bunu yapanlar da kınanamaz. Ancak, türbelerin etrafında toplanan, dede ve tekkelere kurbanlar kesen, adaklar adayan, ellerini kaldırarak ölülerden medet, imdat, şifa... bekleyen kimselerin hatalı hareket ettikleri, imanlarını tehlikeye düşürdükleri bir gerçektir; onlara yolun doğrusunu göstermek mürşidlerin görevidir.
Bugün, ne mutasavvıfların, ne de zahir ulemasının caiz görmesi mümkün olmayan kabir yapma ve mezar ziyaret etme şekilleri de mevcuttur. Kabir ve ölü konusunda şeriata, tabiata ve akla zıt olan bir yığın zararlı gelenekler ortalığı istila etmiştir. İlk defa yapılacak şey, müteşerriler ile mutasavvıfların birbirlerinin kusur ve ayıplarını sergilemeleri değil, el ve işbirliğiyle bahis konusu çirkin bid’atleri ortadan kaldırmalarıdır. İslâm’ın itikad ve ibadet anlayışına uymayan hatalı inanç ve amelleri ortadan kaldırmanın yolu, cebir ve şiddet değildir. Bilgisizlik sebebiyle, bu meselede yanlış bir yol tutanları bid’atçi, sapık ve kâfir diye itham ederek mahkum etmek, hatta hapis ve idam edilmelerinin caiz olduğuna fetva vermek, Vehhabîlerin başlangıçta başvurdukları fevkalade hatalı ve sakıncalı bir usûldür. İslâm’ın metodu bu değildir. Kabir ve ziyaret konusundaki hatalı inanç ve davranış şekillerini bir mücadele konusu olarak değil, bir irşad, telkin, terbiye ve talim konusu olarak görmek gerekir. Din eğitimini yaygınlaştırmak ve genel bilgi seviyesini yükseltmek, bu çeşit bâtıl itikatları ve hurafeleri kaldırmanın en faydalı yoludur. Bu yolun netice vermesi, zamana bağlıdır. Bu, çabuk ve kolay halledilecek bir konu değildir. Yanlış da olsa, belli bir manevî kaynaktan gıda alarak ruhlarını besleyenlerin bu kaynakla irtibatları kesilince, mutlaka doğrumeşru ve sıhhatli başka bir kaynaktan beslenmelerinin sağlanması lâzımdır. Zararlı ve mahzurlu maddelerden gıda alan kimselerin, bu iş yasaklanmadan önce kendilerine faydalı ve sıhhî gıda maddeleri gösterilmez ve temin edilmezse, yasaklama işi başarılı olmaz, tersine lüzumsuz bir huzursuzluk meydana getirir. Başkalarının düşünüş, inanış ve davranış biçimini kesin bir delile dayanmadan ve kat’i bir zaruret bulunmadıkça tenkit konusu yapmaktan sakınmalıdır. Zaruret bulununca da usûlüne göre tenkit edilir. Bir kimsenin en aziz varlığı vicdanî kanaatlerini ve inançlarını, -bunlar yanlış bile olsa- kolay mücadele konusu yapmamalıdır. Bu hususta yapılacak hesap hatası, tehlikelere yol açar, fayda temin etmez, zarara sebep olur. Başkalarını hoş görmek dinî ahkamı bütün teferruatıyla tebliğ etmeye teferruatıyla tebliğ etmek, başkalarını hoş görmeye engel olmamalıdır.
Oruç, bedenî bir ibadettir. Oruç hukuku da, bu bedenî ibadetin hukuki çerçevesini inceler.
Oruç hukuku; oruç kavramı, orucun unsurları, orucun çeşitleri, oruç suç ve cezaları ile Ramazan’da yapılan bir ibadet türü olan i’tikâfı ele alır.
Hukuk bütünü içinde yer alan oruç hukuku, çeşitli hukuk dallarıyla ilişki kurar. Bu hukuk dalları, yine ibadet hukuku içinde yer alan teravih, adak, fitre; kamu hukuku eserleri el-Ahkâmu’s-Sultâniyye’lerin ceza ve hisbe bölümleri; ceza hukuku içinde yer alan keffaretlerdir.
Şeklî hukuk kaynaklarından naslar (âyet ve hadisler); doktrin kaynaklarını meydana getiren ve içtihadı hukuk olarak adlandırılan icma, kıyas, ashabın ve hukukçuların görüşleri, oruç hukuku için de başlıca kaynaklardır.
Genel tefsirler ve hadis eserleri, ahkâm âyet ve hadisleri ile bunların tefsirleri ve şerhleri, genel fıkıh eserleri ve az da olsa oruçla ilgili eserler doktrin kaynakları arasında sayılabilir. Fıkıh ve hadis kitaplarının savm/sıyâm bölümleri bu açıdan önemlidir.
Oruçla ilgili herhangi bir kanunî çalışma bulunduğunu bilmiyoruz.
Oruç, aslında Farsça bir kelime olup, hukuk dilindeki karşılığı, sözlükte “tutmak, susmak, hareketsiz kalmak” manasına gelen Savm (ç. Siyam) kelimesidir. Hukuk deyimi olarak oruç, “İmsakten iftara kadar, başka bir deyişle fecri sadığın doğuşundan güneş batana kadar kişinin kendini özel şartlarla yemekten, içmekten ve cinsî birleşme yapmaktan alıkoyması” demektir. [563]
Modern bir hukukçunun tanımı bundan farklı olmalıdır:
“Oruç, Ramazan ayının her günü ekvator ve sıcak ülkelerde fecirden guruba; yeryüzünün kırkbeşinci enlem dairesinden uzak bölgelerinde, kirkbeşinci derecedekilerin tuttuğu zamana eşit bir zaman kadar, mükellefin kendini yemekten, içmekten ve cinsî birleşme yapmaktan alıkoymasıdır.” [564]
Oruç kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de dokuz yerde geçmektedir. [565] Oruç tutmaya veya -dilimizde olduğu gibi, orucun başlama vaktine İmsak, oruç tutmamaya veya- dilimizde olduğu gibi- orucu bozma vaktine İftar denmektedir.
Kısacası, doktorun tavsiyesine göre veya mecbur oldukları için -disiplin veya başka bir sebeple- oruç tutanlar, bu pratiğe bağlı maddî faydalardan yararlanırlar. Fakat,, buna hiçbir ruhî niyeti katmayanlar, manevî mükafatından istifade edemezler. Müslümanlar Allah’ın emirlerine uymak niyetiyle oruç tutarlar. Şu halde müslümanlar, takvayla hareket ederler ve bu yüzden mükâfatlanırlar. Aynı zamanda, amellerinin fizikî ve maddî faydalarını da kaybetmezler.
(a) Ramazan orucunun sebebi, bu ayın gelmesi veya Ramazan günlerine yetişmektir. Ramazan ayı gelince gerekli şartları taşıyanlar oruç tutmakla mükelleftirler.
(b) Ramazan orucunun kazasının sebebi de, aynı şekilde Ramazan günlerine yetişmektir.
(c) Keffaret oruçlarının sebebi, isyan eseri olarak bir suçu işleyip affını sağlamak isteğidir.
(a) Adak orucunun ve oruca yemin etmek dolayısıyla tutulacak orucun sebebi, yerine getirmeye dair Allah’a karşı verilen sözdür.
(b) Bozulan nafile orucun kazasının sebebi ise, başlanmış bir ibadeti yarım bırakmayıp tamamlama gereğidir.
(c) İ’tikâf orucunun sebebi, bunun adak i’tikâfın sahih olma şartı özelliğini taşımasıdır.
Dinimizce nafile oruçların tutulmasını emreden bir delil yoktur. Çünkü nafile ibadetler, sevap kazanma isteğiyle yapılır.
Ramazan orucu, oruç tutmak için gerekli şartları taşıyanlara farz-ı ‘ayn’dır. Oruç, hicretten birbuçuk yıl sonra Şaban ayının onuncu günü farz kılındı. Farz olduğu Kitap, Sünnet ve İcmayla sabittir:
“Ey İman Edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız diye, size sayılı günlerde farz kılındı, içinizden hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar. Oruca dayanamayanlar, bir fakiri doyuracak kadar fidye verir. Kim gönülden iyilik yaparsa, o iyilik kendisinedir. Oruç tutmanız -eğer bilseniz- sizin için daha hayırlıdır. Ramazan -ki onda Kur’an insanlara yol göstererek, yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak- indirildi. Sizden bu aya yetişen oruç tutsun.” [567]
“İslâm Dini, beş temel üzerine kurulmuştur:
1) Kelime-i şehâdet,
2) Namaz kılmak,
3) Zekat vermek,
4) Haccetmek,
5) Oruç tutmak.” [568]
Orucun farz kılınmasından beri emredildikleri gibi oruç tutan müslümanlar, bir icmaı ümmet meydana getirmişlerdir. [569]
Oruç, herşeyden önce, Allah rızası için tutulur. Mutlak Hakîm olan Allah’ın kullarına emrettiklerinde, hiç şüphesiz gerek fert, gerekse toplumla ilgili birçok fayda vardır, ibadetler yerine getirilirken katlanılan mahrumiyetler, Allah’a kullukta ruhî bir disiplin içindir. Bu sebeple, oruç tutmak da fert ve toplum hayatıyla ilgili bazı faydalar ve bayatın çeşitli güçlüklerine karşı hazırlık sağlar:
(a) İbadetlerde de -diğer bütün hal ve hareketlerde olduğu gibi- niyet çok önemlidir: Kasıtlı olarak adam öldürmenin bütün medeniyetler tarafından nefretle karşılandığını ve bütün dinlerin katili cehenneme mahkûm ettiğini, suçsuz yere mağduren öldürülenin, şehidin cenneti kazanacağını herkes biliyor. Yine herkes, meşru bir sebepten dolayı mütecavize karşı müdafanın da bir vazife olduğunu biliyor. Bir mütecavizi öldüren kimse, dünyada ve cennette bütün mükâfatlara müstehak bir kahraman olarak itibar görür. Bu iki adam öldürme hadisesi arasındaki fark, sadece niyette değil midir? Aynı şekilde, eğer doktorun tavsiyesine göre yemeden içmeden çekinilirse, bu, sırf Allah’ın emirlerine itaat veya O’na ibadet için yemeyi içmeyi terketmiş gibi bir amel sayılmaz. Allah, bizim yaratıcımız, dinimizin koyucusudur. O, bizi öldükten sonra huzuruna kabul edecek, bizden bu dünyadaki yaptıklarımızdan hesap soracaktır.
Bir kimse, Allah’ın emirlerinin bütün sırlarını anlamamış olsa dahi, O’na itaat ederse, afvına mazhar olur. Bir din ve bir vahiy kanunuyla emredilen oruç ibadeti, kendisiyle ilahî afvı beraber sürükler. Bu dünyada ve ahirette hangi fayda Allah’ın ebedî afvını geçebilir? Maddî sebepler, gösteriş veya diğer benzeri duygular, niyetin saflığını giderir. Şu halde orucumuz, yalnızca ve ancak Allah rızası ve emirlerine uymak için yerine getirilmiş olmalıdır.
(b) Denemeler, âmâ kimselerin çoğu kez gören kimselerin hafızasından daha iyi bir hafızaya sahip olduğunu ve bazı duygularının tam olarak görme duyusundan istifade edenlerden daha kuvvetli teşekkül ettiğini gösterir. Başka bir deyişle, eğer bazı kabiliyetler kullanılmaksızın durursa, bunlar başka bir şekilde diğer kabiliyetleri takviyeye yardım edebilir. Bu, ruh ile beden arasındaki ilgilerde de aynıdır: Budanan bir ağacın daha çok yaprak ve meyva vermesi gibi, beden zayıflatılırken ruh takviye edilmiş olur. Kötülük karşısında tahrik edilmiş olan nefis, oruç tutulduğu zaman şeytanın iğvalarma daha çok mukavemet eder. Diğer taraftan oruç, Allah’ı daha fazla düşünmeye, daha fazla iyilik yapmaya ve Mevlâya itaat hazzını tattırmaya sevkeder.
(c) Öğrenciler, eğitim döneminde aylarca devamlı çalışırlar, sonra yaz
tatiline girerler. İşçiler, altı gün çalışır, yedinci günü boş ve istirahatla
geçirirler. İnsanlar bütün gün boyunca bedenî ve ruhî çabalarını harcarlar,
(d) Vahşî hayvanlar dahi oruç tutarlar: Kar yağdığı zaman hiçbir yiyecek madde bulamazlar; bu halde inlerine çekilirler ve hiçbir gıda almadan aylarca uyurlar. Bu kış orucu sonunda ilkbaharın gelmesiyle canlanırlar, daha kuvvetli ve güzel olurlar. Msl. kuşlar yeni tüyler kazanırlar. Ağaçlar bakımından da durum aynıdır: Sonbaharın yapraklarını tamamen dökerler; kış boyunca uyurlar ve hiçbir gıda almazlar. İlkbahar gelince yeni bir canlılık kazanırlar, yeni yapraklar, yeni çiçekler ve meyvalar sağlarlar. Bunların hepsi oruçları sayesindedir.
Böylece soğuk iklim şartlarında oruç tutmanın, sağlık şartlarına aykırı olduğunu söylemenin bir safsata olduğu ortaya çıkar. Bütün hayvanî organlar gibi şüphesiz sindirim cihazı da dinlenmeye muhtaçtır. Oruç bu dinlenme için yegâne makul usûldür. Son zamanlarda bütün Avrupa ülkelerinde bilhassa mazinin rahatsızlıklarını fizikî kapasiteye göre kısa veya uzun vadeli oruç tutturma yoluyla tedavi eden bir tıp ekolü ortaya çıkmıştır.
Makineler ve âletler de istirahate muhtaçtır. Biz bu durumu otomobiller, lokomotifler, uçaklar vb. için de müşahade ediyoruz. Bu sebeple, midenin ve sindirim organlarının da istirahate ihtiyacı olduklarını söylemek akla uygun değil midir?
(e) Oruç tutmak alışkanlığı, askerî yönden de birçok faydalar sağlar: Askerler, kuşatma ve harbin diğer durumlarında yiyecek ve içecek maddelerinin mahrumiyetlerine katlanmak ve müdafaa vazifelerine devam etmek zorundadırlar. Bütün Ramazan ayında oruç tutmak alışkanlığına sahip ve geceleri teravih namazına kendini alıştıranlar, elbette bu idmanları yapmamış olan askerden daha iyi bu felâketlere karşı koymaya kendini hazırlamıştır. Bu sebeple, askerlerini Ramazan’da oruç tutmaktan alıkoyan bir âmir veya kumandan en ahmak adam olacaktır. Bırakın askerleri bizzat siviller bile grev durumlarında bu pratiğin alışkanlığından faydalanabilirler. Çünkü devrimizde çoğu zaman yiyecek satıcılarının, su işçilerinin ve başka satıcılarının grevleriolağandır. Yirmidört saat sokağa çıkma yasağı ve ışık yakma yasağı hiç de istisna olaylardan değildir.
Napolyon’un gıptayla şu sözleri söylediği nakledilir:
“Şayet ordum Türkler’den kurulu olsaydı, kısa zamanda dünyayı fethederdim, zira onlar açlık ve susuzluğa tahammül göstermelerinden ayrı, her zamanki gibi de döğüşürler.”
(f) Sufiler, hayvani tabiatın galeyanının insan ruhunun kemale ermesine engel olduğuna dikkati çekinişlerdir. Bedeni, ruha tabi kılmak için, bedenin kuvvetini kırmak ve ruhunkini çoğaltmak zarurîdir. Bu konuda hiçbir şey açlık, susuzluk, hayvanı arzulardan vazgeçmek, dilin ve kalbin ve diğer organların kontrolü kadar tesirli değildir. Ferdî olarak kemale ermenin işaretlerinden biri de, hayvanı tabiatın akla ve ruha uymasıdır. İnsan tabiatı zaman zaman isyan eder, diğer zamanlardaki tutumu bir uyma halidir, bu itibarla bir kimsenin hayvanî arzularına gem vurmak için şartlarına riayet ederek oruç tutmak gibi bir ibadete ihtiyacı vardır. Bir kimse günah işlerse oruç tutarak keffaret ve riyazetle teselli vesilesi bulur ve ruhunu tasfiye eder. Ayrıca, yememek içmemek meleklerin şanındandır. Bu rejimi kendi kendine yüklenmekle insan gittikçe kendini meleklere benzetir. .
Cahiliye çağında Arap yarımadasında yahudiler ve hanifler oruç tutmaktaydılar. Araplar da bu orucu tutardı, bunun yanında onlar Recep ve Mudar aylarında oruç tutarlardı. Kureyşlilerin, işledikleri günaha keffaret olmak veya atlattıkları bir kıtlık tehlikesine karşı şükran borcunu ödemek için oruç tuttukları da nakledilir.
Oruç âyeti inmezden önce Hz. Peygamber, yahudilerin aşura günü oruç tuttuklarını gören müslümanlara Muharrem’in dokuzuncu ve onuncu günleri oruç tutmalarını emretmiş ve kendisi de bizzat tutmuştur. Daha sonra gelen âyetlerle, oruç, Ramazan ayına mahsus kılınmıştır. Bu âyetin gelişi, hicretin ikinci yılının Şaban ayına rastlar.
İlk oruç âyeti inince
müslümanlar oruca, yahudilerin yaptığı gibi, güneş battıktan sonra başlıyor ve
ertesi gün, gün batana kadar yirmidört saat
İslâmiyet oruçla ilgili bir takım yenilikler getirmiştir:
1) Mükellefler ve İstisnalar Açısından:
(a) Oruç, kendisine tâbi olanlardan belirli zümreye mahsus kılınmamıştır. Msl. Hindularda, Brehmen olmayanlar için oruç zaruri değildir. Parsiler, Zerdüşler’de oruç yalnız önderlere ve din adamlarına farzdır, Yunanlılarda yalnız kadınlar oruç tutar.
(b) İslâm’dan başka umumiyetle bütün diğer dinlerde güneş yılı muteberdir, bu sebeple de oruç mevsiminin değişmesine imkân yoktur, mevsimin sıcaklığı-soğukluğu, günlerin uzunluğu-kısalığı sözkonusu değildir, çeşitli memleketlerde, onların vaziyetlerine göre, oruç, ya çok kolay, yahut çok güç olur. İslâm’da ise oruç kamerî takvim esaslarına göre tutulur. Böylece, mevsimler değiştiği gibi, günler de uzunluk-kısalık bakımından değişir. Her memlekette, her yerde, her mevsime rastlar. Bunun için de, bazan güç, bazan da kolay olur. Böylelikle, insanlar arasında bir dereceye kadar eşitlik sağlanmış olur.
(c) Diğer dinler pek fazla istisna tanımazlarken, İslâmiyet belli şartlarda orucu geçici olarak düşürür.
2) Vakit Açısından:
Haddizatında eski dinlerin ekserisinde oruç günleri, başlangıç ve bitiş itibarıyla kesin olarak tayin ve tespit edilmemiştir. Eski dinlerde oruç hakkında bağlayıcı ve disipline edilmiş kesin hükümlerin bulunmadığı da söylenebilir. Bu bakımdan, çoğu kere, oruç tutulacak günlerin tespiti ve oruç tutulacak gün sayısı, fertlerin inisiyatifine bırakılmıştır. Bundan dolayı da, bazı eski dinlerde, bazı yiyecek maddelerini kısmen yeme, bazılarını da yememek şeklinde bir tespitin olmayışı, ferdin istediği gibi. davranmasına yol açmıştır. Eski dinlerin bazılarında oruç günlerinin bütün bir seneye dağıtıldığı görülmüştür, bu türlü bir tatbikatın istenilen nefis tezkiyesini sağlayamayacağı ise tabiîdir. İslâm ise, gerek senenin belli zamanında ve gerekse günün belli anlarında tutulacak vakti belirlemiştir.
3) Yasaklar Açısından:
Oruçlu bulunulan ânın dışında yeme, içme ve birleşme müslümanlıkta serbesttir, diğer dinlerde ise bu konuyla ilgili çeşitli insan tabiatına aykırı hükümler bulunmaktadır.
Orucun tarafları, oruç alacaklısı ve oruç mükellefidir. Halis Allah hakkı kabul edilen orucu farz kılma yetkisi Yüce Allah’ındır. [572]
Bu konuyu, oruç mükellefi olma şartları ve oruç mükellefliğinin düşmesi başlıkları altında inceleyebiliriz:
Oruç mükellefi olmak için, teklifin genel şartlarının yanısıra, oruçla ilgili özel şartları da taşımak gerekir:
(a) ÜM’e göre, oruç tutmak için, müslüman olmak şarttır. Müslüman olmayanlara oruç farz olmadığı gibi, tuttukları oruçlar da sahih değildir. Çünkü oruç bazı özellikler taşır. Bu sebeple, onların tuttuğu oruç, İslâm Dini’nin istediği manada bir oruç değildir. Ayrıca, kâfirler öncelikle imanla mükelleftirler. Oruç gibi, dinin imana göre ikinci plandaki konularından sorumlu değildirler.
(b) Maliki Mezhebine göre, orucun farz olması için müslüman olmak şart değildir.
Namaz kılmayanları kâfir kabul eden görüşe göre, böylelerinin oruç tutmaları da sahih değildir. Çoğunluğa göre ise, namazayrı, oruç ayrı bir ibadettir; ama, imanı tam ve olgun mü’min, bütün ibadetlerini gereği gibi yerine getirir.
Mürted, tevbe edip İslâm’a dönerse, irtidat günlerindeki oruçtan sorumlu olmaz. Çünkü, doğduğu günden beri kâfirmiş gibi kabul edilir.
Orucun farz olmasının ikinci şartı, akıllı olmaktır. Çünkü, İslam Dini’nin bütün emirleri akıllılar içindir.
Oruç, ergenlik çağına ulaşanlara farz olur. Mümeyyiz de olsa çocuklar oruç tutmakla mükellef değildir; ancak küçük yaşlardan itibaren oruç tutma alışkanlığı ve sevgisi onların gönüllerine yerleştirilmelidir. Zira, alışkanlık kazanmayanlar için oruç ileriki yıllarda ağır bir yük gibidir. Çocuklar oruç tutunca, bu oruç sahih olur.
(a) ÜM’e göre, hissen ve şer’an kudreti olmayanlara oruç farz değildir.:
(1) Şafiî Mezhebine göre âdet gören veya lohusa olan kadınlarla yaşlılara ve iyileşmesi umulmayan hastalara oruç farz değildir.
(2) Malikî Mezhebine göre, oruç tutmaktan âciz kalanlara oruç tutmak farz değildir.
(3) Hanbelî Mezhebine göre, yaşlılarla iyileşmesi umulmayan hastalara oruç farz değildir.
(b) Hanefî Mezhebine göre, orucun farz olması için hissen ve şer’an kudret sahibi olma şeklinde herhangi bir şart aranmaz. Bunun yerine, sıhhatli olma şeklindeki şart aranır. Çünkü oruç tutmak sağlıklı insanlar için farzdır. Yalnız hastalık, imanlı, mütehassıs ve güvenilir doktor veya mükellefin kendisi tarafından ciddî olarak nitelendirilmelidir.
Hanefî ve Caferi Mezheplerine göre, orucun farz olması için, mukim olmak şarttır. Oruç, yolcu olmayıp mukim olanların tutmakla mükellef oldukları bir ibadettir.
Şartlar |
Hanefî |
Safîî |
Malikî |
|
İslam |
Şart |
Şart |
|
|
Akıl |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Büluâ |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Ramazan’ın Gelmesi |
|
|
Şart |
|
Hissen ve Şer’an Kudret |
|
Şart |
Şart |
|
İkamet |
Şart |
|
|
|
Tablo 57: Orucun Farz Olma Şartları
Oruç mükellefliği bazı özürlerle büsbütün, bazılarıyla geçici olarak düşer:
Oruç; kazaya vakit ve imkân bulamama, ölüm ve aklî dengenin bozulması hallerinde büsbütün düşer.
Aşağıda incelenecek olan yolculuk veya hastalık sebebiyle Ramazan orucunu tutamamış olan kimse, bunu tamamen veya birkaç gün de olsa kaza edecek vakit bulamadan vefat edecek olsa, -eğer malı varsa- kazası gereken her gün için Hanefî Mezhebine göre, fidye verilmesini vasiyet etmesi lâzım gelir; eş-Şafiî’ye göre, vasiyet gerekmez. Bu fidye, malının üçte birinden fakirlere verilir. Ramazan orucunu kasıtlı olarak tutmayan kimseye de malı varsa vefatı halinde fidye verilmesini vasiyet etmek bir vecibe olur. Kaza edecek vakit bulamazsa bile, bu son durumdaki kişi için hüküm böyledir. Zira, kendisi için mümkün olan edayı terketmiştir. Vasiyet bulunmadığı takdirde, fidyeyi mirasçılarının vermesigerekmez, isterlerse kendi mallarından verebilirler. Mirasçılar veya başkaları, ölü adına orucu kaza edemezler. Çünkü, bedenî ibadetlerde niyabet geçerli değildir; ancak tuttukları orucun sevabını onlara bağışlayabilirler.
eş-Şafiî’ye göre, böyle bir kimsenin terekesinin tamamından kazaya kalmış oruçlarının fidyesi verilir. Kendisi vasiyet etmiş olsun olmasın durum değişmez. Böyle bir kimse adına velisi oruç tutabilir. Tutulmayan oruçlardan dolayı fidye verilmesi, Ramazan orucuyla bunun kazasına ve adak oruçlarına mahsustur. Yemin vekati keffaretleri için lâzım gelen oruçları tutmaktan âciz kalan kimsenin daha hayattayken fidye vermesi caiz değildir. Fakat bunun için vasiyet etmesi caizdir.
Ölüm sonrasında fiilen oruç tutmak ve mükelleflik sözkonusu olmadığından oruç otomatikman düşmüş olur.
a) Hanefî Mezhebine göre, Ramazan ayında aklî dengenin bozulması halinde, şu hükümler uygulanır:
(a) Bu durum, bütün Ramazan’ı veya son gün zevale kadarki zamanı içine alırsa geçen günler sonradan kaza edilmez.
(b) Aynı durum, belirli günlerde olup daha sonra düzelince, tutulamayan günler kaza edilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, bu duruma kişinin kendisi sebep olursa, kaza gerekir; fakat aklî dengenin bozulması kendiliğinden meydana gelecek olursa, orucu bozduğu günün kazası gerekmez. Bu, ister bütün Ramazan, ister bir gün olsun hüküm aynıdır.
c) Malikî Mezhebine göre, cinnet, bütün bir gün sürerse kaza gerekir, yarım gün ve daha az olunca da kaza gerekir. Bir tam gün veya günün büyük bir kısmında -ister öncesinde kurtulsun, ister kurtulmasın- delirdiğinde ona kaza gerekir. Eğer günün yarısını veya yarısından azını delirir ve böyle geçirirse, her iki durumda da günün öncesinde kurtulmazsa, ona.yine kaza gerekir. Fakat böyle olmazsa, kaza gerekmez.
d) Hanbelî Mezhebine göre, cinnet, tam bir gün sürerse kaza gerekmez; fakat bir günden az olunca kaza gerekir. Bazı imamlar, oruçlarını daha sonra kaza ederler.
Ramazan’m başından sonuna kadar baygın bir halde bulunmuş olan kimse, daha sonra ayılmca, orucu kaza etmekle mükelleftir. Haddizatında, bu nadirdir; bu sebeple ruhsata tâbi olmaz.
e) Caferî Mezhebine göre, deli ve baygın, mazeretli zamanlarının orucunu kaza etmezler.
Özürsüz yere oruç bozmak günahtır ve cezası, kaza veya keffarettir. İslâm Dini -bir kısmını daha önce ele aldığımız gibi-çeşitli ibadet kolaylıklarını oruçta da geçerli kılmıştır. Ramazanda başlanan bir orucu bozmayı veya hiç oruç tutmamayı vacip veya mubah kılan çeşitli özürleri inceleyelim:
Oruç Mükellefleri
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Oruç Farz Olanlar Oruç veya İftar Caiz Olanlar İftar Caiz Olanlar İftar Farz Olanlar
1. Mukim, sağlam ve Kudretli 1. Hasta 1. Şiddetli Açlık veya (Kalkması Umulmayan
2. Yolcu susuzlukla karşılaşanlar Sebeple Oruç Ağır
2. Savaştakiler Gelenler):
3. Ağır İşte Çalışanlar 1. Hamile ve
4. Ziyafet hali Emzikliler
(Nafile Oruç İçin) 2. Mükreh
3. Yokolma haliyle
karşılaşanlar
4. Adetli veya
Lohusalar
5. Yaşlılar
6. Müzmin Hasta
Oruç, Kaza, Fidye, İftar
Oruç veya İftar İşlemi Kazaİftar
Şema 42: Oruç Mükellefleri
Aşağıda sayılacak özürler, orucun bozulmasını, ve tutulmamasını vacip kılar, bu durumda oruç tutulması haram olur:
Hastalık veya başka bir sebeple kendisinin veya bir organının, ya da hayatını sürdürebilmesinin ortadan kalkma ve yokolma korkusu bulununca, oruç tutmak haram olur. Bu durumda orucun derhal bozulması vacip hale gelir. Bu oruç, daha sonra DM’in ortak görüşüyle kaza edilir. Çünkü kişi kendisini kendi eliyle tehlikeye atmayacaktır. [577]
Aylık âdetini görmeye başlayan veya lohusa olan kadının oruç tutması haram olduğundan, derhal orucunu bozması gerekir. Çünkü, zaten tutacağı oruç bâtıl olacaktır. Daha sonra durumu düzelince, ÜM’e göre orucunu kaza etmesi gerekir; ancak âdet günü zannederek orucunu bozan kadın keffaret öder. Şafiî Mezhebine göre, esasen kendisine oruç farz olmadığından kazası gerekmez.
Vücuda zarar vermediği takdirde kadınların aybaşı erteleme hapı kullanarak Ramazan orucu tutmalarında bir sakınca yoktur.
Ölüm veya yaralama, ya da başka bir şekildeki korkulu tehditle ve zorlamayla orucunu bozması istenen sağlıklı ve yolcu olmayan kimsenin bu durumda orucunu bozması, DM’in ortak görüşüyle vaciptir. Karşı konur, ölüm olayı meydana gelirse, oruçlu büyük sevap kazanmış olur. Fakat, hasta ve yolcular, bu durumda sevap kazanmış değil, günaha girmiş olur. Zira onlar, oruç tutup tutmamakta zaten serbesttir.
Bir takım özürler, orucun tamamen düşmesini değil de devam ettikleri sürece tutulmasını mubah kılar:
a) Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Hastalık:
(a) DM’e göre, orucun şartları bölümünde ele alındığı gibi, hastalanan veya iyileşmesinin gecikmesinden, ya da başka bir zarardan korkan kimse orucunu bozabilir. Hatta, tehlikeli olduğunu bile bile oruç tutmak mekruhtur. Hastalığın tehlikeli bir hal alacağı tecrübe, emare ve belirtilerle birlikte, güvenilir bir doktorun teşhisiyle bilinir. Sağlam bir kimse de oruç tutunca ağır bir hastalığın veya başlangıcının gelmesinden korkarsa,orucunu bozabilir ve tutmayabilir. Fakat, basit rahatsızlıkları bahane ederek oruç tutmamak asla doğru değildir. Bunun içindir ki, İslâm Diniyle alay e,den doktorun tavsiyesi veya küçüksünüz, öğrencisiniz gibi asılsız ve tutarsız aldatmaca ve gerekçelerle oruç bazı anlayışsızlara uyularak bozulmaz ve sonraya bırakılmaz.
(b) el-Esamm ve onun görüşün d ekil ere göre, bu ruhsat, oruç tutunca güçlük ve zorluğa düşecek hastalara mahsustur.
(c) Zahirî Mezhebine, Atâ ve İbn Sirin’e göre, oruç tutmamayı mubah kılan hastalık için herhangi bir ölçü yoktur. En basit rahatsızlıklar, msl. parmak ağrısı bile oruç tutmamak için bir sebeptir.
b) Hastanın Oruç Tutması:
(a) Cumhur’a göre, hastalar oruç tutarsa, bu, Ramazan orucu yerine geçer.
(b) Zahirî Mezhebine göre, -nassa aykırı olacağından- bu, Ramazan orucu için geçerli değildir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, yukarıdaki gibi hastalık mazeretine dayanarak oruç tutmak mekruh, orucu bozmak sünnettir.
c) Hastalıkta Tutulmayan Orucun Durumu:
Hastalık halinde tutulmayan oruçlar, daha sonra kaza edilir mi?
(a) Hanefî Mezhebine göre, hastalık halinde tutulamayan oruçlar, daha sonra kaza edilir; iyileşme ümidi yoksa fidye ödenir. İyileşme ümidi olan hastalar, fidye ödemezler. Aynı şekilde, önce iyileşmesi ümid edilmseyip fidye verilen, fakat sonradan iyileşen mükelleflerin sonradan oruçlarını kaza etmesi gerekir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, yaşlılık ve iyileşmesi ümid edilmeyen hastalıktan dolayı oruç tutamayan kimseye, hem oruç farz değildir, hem de daha sonra bu orucu kaza etmek gerekmez. Fakat, iyileşmesi umulmayan hastalıktan kurtulma imkânı olunca, orucun kaza edilmesi gerekir.
(c) Hanbelî Mezhebine göre, yaşlılık veya iyileşme ümidi olmayan hastalık dolayısıyla oruç tutmayanlara fidye gerekir. Fidye ödendikten sonra iyileşince orucun kazası gerekmez; ödenmeden iyileşince kaza gerekir.
a) Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Yolculuk:
(a) DM’e göre, yolculukta oruç bozmanın ve tutmamanın mubah olması için iki şart vardır:
1) Yoculuk yapılan yerin kasru’s-salâta elverişli olması,
2) Yolculuğa fecri sadığın doğuşundan önce başlamak. Bu vakitten sonra başlanan yolculukta orucu tamamlamak gerekir. Şafiî Mezhebi bunlara bir üçüncüsünü ekler: Yolculuğa çıkan kimsenin devamlı seferî olmaması; devamlı seferî olanlara -güç gelmedikçe- oruç bozmak haramdır. Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râheveyh, oruca başladıktan sonra yokluğa başlayanın da orucunu bozabileceğini savunur.
(b) el-Esamm ve onun görüşündekilere göre, bu ruhsat, oruç tutunca güçlük ve zorluğa düşecek bütün yolculara mahsustur.
(c) Zahiri Mezhebine, Atâ ve İbn Sirin’e göre, oruç tutmamayı mubah kılan yolculuk için herhangi bir ölçü yoktur. En basit yolculuklar bile, oruç tutmamak için bir sebeptir,
(d) Sahabe’nin çoğunluğuna ve hukukçuların Cumhur’una göre, yolculuk -ister Ramazan’dan önce, isterse Ramazan’da başlasın- oruç bozmak için bir mazerettir. Fakat Hz. Ali ve İbn Abbas’a ve bazı hukukçulara göre, orucun bozulmasını ve tutulmamasını mubah kılması için yolculuğa Ramazan’dan önce başlamak gerekir.
b) Yolcunun Oruç Tutması:
(a) Cumhur’a göre, yolcu dilerse oruç tutar, dilerse tutmaz; tutarsa orucu Ramazan yerine geçer, tutmazsa bu orucu daha sonra kaza eder: İslâm Dini yolculara oruç tutup tutmamakta bağlayıcı bir hüküm getirmemiştir. Bununla birlikte, kendisine bir zarar vermiyorsa tutması tavsiye edilmiştir. Hanefî ve Şafiî Mezhepleri ile Hâdeviyye’ye göre, bu durumda oruç tutmak menduptur; Maliki Mezhebine göre güçlük yoksa oruç efdaldir; Hanbelî Mezhebine ve İshak b. Râheveyn’e göre, oruç tutmak her durumda mekruhtur, tutmamak sünnettir; Ömer b. Abdilaziz’e göre, kişiye kolay gelen efdaldir.
Yolcunun Ramazan’da başka bir vacip oruca niyeti, Ebu Hanife’ye göre bu vacip oruç için, Ebû Yusuf ile eş-Şeybanî’ye Ramazan için geçerlidir.
(b) Zahirî Mezhebine göre, yolculuk halinde oruç tutmak -âyete aykırı olacağından- esasen caiz değildir, tutmamak vaciptir. Tutulmayan günler daha sonra kaza edilir; bu sebeple, yolcuların Ramazan’da tuttukları oruç bunun için geçerli değildir.
(c) Hz. Ömer ve oğlu Abdullah ile Ebu Hureyre’ye göre de, yolcunun tuttuğu oruç -âyetle daha sonra tutulması emredildiğinden ve Ramazan’da tutulursa vaktinden önce tutulmuş olacağından- Ramazan orucu yerine geçmez.
(d) Caferi Mezhebine göre, yolcular; mendup oruç bile tutamazlar. Yolculuğa zevalden önce çıkılırsa, orucu bozmak gerekir. Zevalden sonra çıkılırsa, oruç devam ettirmelidir. Kendi yerine veya on gün ikamet edeceği yere zevalden önce varırsa ve bir şey de yememişse oruç tutması gerekir, aksi halde ne oruç tutar, ne de tutması sahih olur.
a) Hanefî Mezhebi, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, Hz. Ali ve el-Hasenu’1-Basri’ye göre, hamile veya emzikli kadınlar, ister kendilerine, ister çocuğa oruç tutmanın zararlı olacağından korkarlarsa orucu tutmayıp daha sonra kaza ederler, fidye ödemezler. Sütanneler de bu hükümdedir. Çünkü, her iki durumda da çocuğun bakımı ve sağlığını korumak farzdır.
b) Şafiî Mezhebine göre, hamile ve emzikli kadınların oruç bozması vaciptir. Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine, îbn Ömer ve Mücahid’e göre, yalnız çocuğun zarar göreceğinden korkulursa, daha sonra hem kaza, hem fidye gerekir; diğer durumlarda fidye gerekmez (Her durumda fidye gerekeceği görüşü de bulunmaktadır).
c) Maliki Mezhebine göre, sadece sütanneye oruç tutmayınca fidye ve kaza birlikte gerekir; diğer durumlardaysa sadece kaza gerekir.
d) İbn Abbas, İbn Ömer ve Caferî Mezhebine göre, doğumu yakın hamile ve emzikli kadınlar, oruç tutmayabilirler, oruç yerine fidye öderler. Bu son görüş, peşpeşe hamile kadınlar açısından önemli ölçüde kolaylık sağlar.
e) İbn Ömer ve İbn Abbas’a göre, sadece fidye öderler, kaza etmezler.
f) Bir grup hukukçuya göre, hamile olanlar kaza eder, fidye ödemez; emzikli kadın, hem kaza eder, hem de fidye öder.
g) İbn Hazm’e göre, zarar görmesi halinde oruç tutmamaları vaciptir.
h) İshak b. Raheveyh’e göre, oruç tutmayıp, fakir doyururlar bilahare kaza etmek isterlerse edebilirler.
Şiddetli ve tehlikeli bir şekilde acıkan veya susayan kimse, orucunu bozup daha sonra da kaza eder. Bu durum da, hastalıktaki belirtiler gibi bilinir.
a) ÜM’e ve Caferî Mezhebine göre, bütün bir ay boyunca oruç tutmaya gücü yetmeyecek şekilde ihtiyar ve düşkün olanlar, orucu bırakıp daha sonra imkân bulunca kaza ederler. Kazaya imkân bulunmayınca, her gün için bir fidye verirler. Hasta olup da iyileşme ümidi olmayan kimseler de bu hükümdedir.
b) Maliki Mezhebine göre, bu gibi kimselerin fidye ödemeleri mecburi değildir; ancak müstehaptır.
Ziyafet vermek veya davetli olmak, yalnızca nafile oruç tutanlar için bir özürdür. Gündüz ziyafete çağrılan bir kimse, gitmeyince ev sahibinin kötümser olacağını anlar veya tahmin ederse, nafile orucunu bozabilir; daha sonra bunu kaza eder. Farz veya vacip oruçlar için ziyafet hali özür değildir.
Düşmanla savaş halinde de oruç tutulmaz; ancak, imkân olursa tutulması uygundur. Bu şekilde tutulmayan oruç daha sonra kaza edilir. Nitekim, Mekke’nin fethi sırasında bu şekilde hareket edilmiştir.
Rızık temini için, yahut da esir veya hapiste bulunduklarından ağır işlerde çalışmak mecburiyetinde kalan kimseler, oruç tutarsa bir kısmı hastalanır; oruç tuttukları takdirde hastalanacakları bilinen kimselerin durumu aynen hastalar gibidir. Aynı durumda olan diğer işçiler ise hastalanmayabilirler; fakat bunlara da oruç tutmak çok zor gelir, büyük güçlük çekerler. İşte bu durumda olanlar hakkında iki görüş bulunmaktadır:
a) Oruç Tutmakla Mükelleftirler:
Hanefî Mezhebinin de içinde bulunduğu hukukçuların Cumhur’u, böyle kimselerin oruç tutmakla mükellef olduğu görüşünü benimser; güçlük ve meşakkat oruç tutmamaları için ruhsat sebebi olamaz. Bu durumda olan mükellefler, bu görüşe göre, hastalanacaklarını tahmin etseler bile, hastalanmadan iftar edemezler.
Bu gruptaki hukukçuların bir kısmı, Bakara: 2/184 âyetindeki “...oruca dayanamayanlar bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir” kısmını mensuh kabul etmişlerdir; bir kısmı da “yutîkenuhu” kelimesine “gücü yetmeyen, dayanamayan” manası vermiştir.
b) Oruç Tutmayabilirler, Fidye Öderler:
İkinci gruptaki hukukçular, bu gibi kimselerin oruç tutmayıp her gün için bir fidye ödeyebileceği görüşünü benimser. Bu grubun dayanağı, İbn Abbas’ın âyeti anladığı manadır. O’na göre, âyet mensuh değildir; orucu tutmaya gücü yetmekle beraber çok zorluk çeken kimseler, ayetin kapsamına girer ve oruç yerine fidye öderler. Günümüzde bazı el-Ezher uleması, bu görüşü tercih etmişlerdir. [585]
Oruç bozmayı ve tutmamayı vacip veya mubah kılan özürlerin kalkması halinde, Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, Ramazan ayına saygı ve hürmet olsun diye günün kalan kısmını oruçluymuş gibi yasak fiillerden sakınarak geçirmek gerekir; Maliki Mezhebine göre, sadece ikrah ortadan kalkınca günün kalan bölümünü oruçlu geçirmek vaciptir. Şafiî Mezhebine göre, bütün özürlerin kalkmasında bu şekilde davranmak sünnettir.
Yolcu ve hastalar ile âdet gören ve lohusa olan kadın için, kendilerini oruçlu göstermek gerekmez, ancak kendilerini tanımayanlara karşı yemeleri doğru değildir. Bu gibi durumlarda, gizlice yemek uygundur.
Oruç hukukunda oruçla mükellef olmak için -biraz önce de ele alındığı gibi- kişinin ehliyet şartlarını taşıması gerekir.
Oruç sırf bedenî bir ibadet olduğu için, mükellef orucu bizzat kendisi tutar. Bu konuda, kanunî veya iradî temsil geçerli değildir.
Orucun tutulmasından, orucun farz olma şartlarını taşıyan her mükellef bizzat sorumludur. Orucun tutulması konusunda, üçüncü kişilerin sorumluluğu yoktur.
Bununla birlikte, hukukçular, oruç borcu olduğu halde vefat edenin yerine başkasının oruç tutup tutamayacağı konusunu tartışmıştır:
a) Bir grup hukukçuya göre, hiç kimse başkası için oruç tutamaz.
b) Bir grup hukukçuya göre, velisi onun yerine oruç tutabilir. Bu gruptaki hukukçular velisi dışındakilerin oruç tutup tutamayacaklarını tartışmıştır:
1) Bir gruba göre, yabancı biri, velinin emriyle tutabilir.
2) Öteki gruba göre, yabancı biri, velinin emri olmaksızın kendiliğinden de oruç tutabilir. Muhammed eş-Şeybânî’ye göre, miras alan, miras bırakanın yerine oruç tutabileceğini belirtir.
c) Şafiî Mezhebine göre, hasta olup ölene, oruç farz olmadığından onun adına velisi fidye verir.
d) Ebu Hanife’ye ve Mâlik’e göre, mükellefin gücü yeterse oruç tutar, yetmezse fidye öder.
e) Bir grup hukukçuya göre, velisi, onun adına adak oruçlarını tutabilir, farz orucu tutamaz.
f) Bir gruba göre, vasiyet edince oruç tutulur veya fidye ödenir.
Düşkün bir şekilde ihtiyar olan veya iyileşme ümidi olmayan hastalıktan dolayı oruç tutmayanların oruca bedel olmak üzere yaptıkları malî işleme Fidye (Fidyetu’s-Savm) denir. Fidye için, el-Bakara: 2/184 âyetiyle izin verilmiştir.
İbn Abbas’a göre, bu âyet mensuh değildir; İbn Mes’ud, Muaz b. Cebel ve İbn Ömer’e göre bu ayet mensuhtur. Bu konuda selef, ihtilaf etmiş ve şu görüşler açıklanmıştır:
1) Cumhur’a göre, duyurma, yaşlılık dolayısıyla oruç tutamayan içindir, diğerleri hakkında mensuhtur.
2) Bir gruba göre, doyurma mensuhtur, yaşlının doyurma şeklinde fidye ödemesi gerekmez.
3) İbn Abbas’a göre, yaşlı ve iyileşmesi umulmayan hastalarfidye öderler.
4) Malik’e göre, doyurma fidyesi müstehaptır. [589]
Fidye, sadece Ramazan orucu, bu orucun kazası ve adak oruçlarına mahsustur.
Fidyenin miktarı, her gün için bir fakiri doyuracak olan iki öğün yiyecek miktarıdır. Yani, bir fakir sabahlı akşamlı yiyecek şekilde doyurulmak veya bu tutarda para, ya da mal vermek suretiyle yerine gelmiş olur. Tutulmayan günler için, sadece bir fakire fidye verilebileceği gibi, ayrı ayrı fakirlere veya bir aileye de verilebilir.
Fidye vermeye de gücü yetmeyenler, son imkân ve tercih olarak Allah’tan (c.c.) af ve mağfiret diler.
Oruç borcunun intikali veya oruç borcuna halef olma, oruç mükellefinin ölümü halinde ortaya çıkabilir. Fukahanın ittifakına göre, birer bedeni ibadet olan namaz ile oruç borcu, başkasına intikal etmez, başkasının bu ibadetleri yerine getirmesiyle bu borçlar düşmez, mükellefin şahsî sorumluluğu devam eder. Ölünün borçtan kurtulması açısından farklı bir içtihadı savunan Ahmed b. Hanbel, Evzaî, Ebu Sevr ve Nevevî gibi hukukçular ile muhaddislerin çoğuna göre, ölünün yakınlarının, onun borçlu olduğu oruç, hac gibi ibadetleri de kaza etmesi caiz ve sahihtir. [590]
Caferî Mezhebine göre, tıpkı namaz gibi; oruçta da ölünün tutamadığı oruçları mutlak olarak velinin kaza etmesi gerekir. Hatta, terkedilemeyecek ihtiyata göre, isyan olarak tutmadığı oruçlarda da hüküm böyledir, yalnız bu durumda veliye orucun vacip olmayışı uzak da değildir. Konuya, sevabın ölüye ulaşması açısından da yaklaşan İslâm bilginlerinin Cumhuru, sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve başka âlemdekilerin bundan istifade edeceklerine hükmetmiştir.
Orucun ıskatı da, namazın ıskatı gibidir. Böyle bir kavramsözkonusu değildir.
Orucun rükünlerini, genel rükünler ve özel rükünler şeklinde iki grupta inceleyebiliriz:
Orucun Rükünleri
------------------------------------------
Genel Rükünler Özel Rükün:
1. İmsak Niyet
2. Tutulan Günler
Şema 43: Orucun Rükünleri
Bu başlık altında bütün oruç çeşitleriyle ilgili rükünleri ele almak uygun düşer:
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, orucun rüknü, sadece imsaktir. İmsak, muftırat denen orucu bozan hal ve hareketlerden mükellefin kendini alıkoymasıdır. Bu da Bakara: 2/187 âyetinde belirtildiği gibi, yenen içilen maddelerden ve cinsi birleşmeden kaçınmakla olur.
b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, orucun üç rüknü vardır:
1) İmsak,
2) Niyet,
3) Saim, yani oruçlu kimse.
Hanefî ve Hanbelî Mezhepleri, bu son ikisini orucun dışında iki şart olarak ele alır.
Rükünler |
|
Hanefî |
Şafiî |
|
|
Genel Rükünler |
İmsak |
Rükün |
Rükün |
|
|
Tutulan Günler |
Rükün |
Rükün |
Şart |
Rükün |
|
Saim |
Şart |
Rükün |
Rükün |
Şart |
|
Niyet |
Şart |
Rükün |
|
Şart |
|
Özel Rükün |
Niyet |
Rüku n |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Tablo 58: Oruçların Rükünleri
Orucun ikinci rüknü, tutulan günlerdir ki bunu, oruçların vakti ve süresi olarak anlayabiliriz:
Ramazan orucunun vaktini, genel ve özel zaman dilimlerine göre inceleyebilmemiz, daha yararlı olur:
a) Genel Olarak:
Ramazan orucunun vakti, Ramazan ayıdır. Ramazan ayı sadece bu orucun vaktidir; ancak, yolcuların orucu, Ramazan orucunu tutup tutmamakta serbest olduklarından, niyet ettikleri türe göredir. Şu halde, Ramazan ayında, yolcular dışında kalanların tuttukları her türlü oruç, Ramazan orucu için geçerlidir.
Ramazan’ın başlangıç ve sonu kameri aylara mahsus olan hilali görmekle tespit edilir. Bu sebeple, Ramazan ayı, kameri takvime göre senenin bütün mevsimlerine rastlar. Çünkü, takvim üç yüz elli beş gündür. Kamerî yıllar bu şekilde ilerlerken otuz altı senede bir, yeni bir yıl kazanılır. Ramazan orucu, bu takvime göre bazan yirmi dokuz, bazan ve çok defa otuz gün devam eder.
Üzerinde yaşadığımız yeryuvarlağı her yerde aynı iklime sahip değildir. İnsan yazın aşırı kavurucu sıcaklarında olduğu kadar, kışın aşırı dondurucu soğuklarında da bunalır. Sıcak ve soğuk mevsimler ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. Msl. kış Mekke’de sevimli bir devredir, fakat kutupların yakınlarında (Kanada ve Kuzey Avrupa’da) hiç de böyle değildir. Yaz, kutupların çok yakınlarında en güzel mevsimdir. Ama ekvatorda ve kumlu çöllerin civarında hiç de güzel değildir. İlkbahar ılımlı bir mevsim olabilir, fakat ekvator yakınlarında birçok ülke, msl. Hindistan’ın güneyi bunu bilmezler, çünkü orada ancak üç mevsim bulunur: Kış, yaz ve yağmur mevsimleri. Diğer yandan, Kuzey Amerika’nın ilkbaharı ile Güney Amerika’nın ilkbaharı aynı aylara rastlamaz. Şu halde, sabit bir mevsim, cihanşümul bir dinde bazılarına devamlı faydalar sağlarken, diğerlerine devamlı zorluklar verecek veya bazı bölgelerde oturanlar için bir bakımdan veya başka bir sebeple rahatsız edici olacaktır. Halbuki, oruç mevsimi muntazam bir şekilde değişirse, fayda ve zorluklara nöbetleşe sahip olunacak ve hiç kimse kanun koyucusuna özür beyan edemeyecektir. Bundan başka, bu daimî devir herkesi her mevsimde oruç tutmaya alıştıracaktır. Dondurucu bir kış veya kavurucu bir yaz boyuncayemeden içmeden kendini tutma kabiliyeti ve alışkanlığı mü’minlere sıkıntı günlerinde tahammül gücü verecektir.
Ra-me-da kökünden gelen Ramazan kelimesi, sözlükte “çok ısıtmak, güneşin kumlan çok ısıtması, günün çok sıcak olması” manalarını ifade eder. Aynı zamanda, Allah Teala’nm isimlerinden biri olan Ramazan, üç aylar denen Recep ve Şaban aylarından sonra, Şevval ayından önce gelen ve kendisinde oruç tutmak farz olan kamerî aylardan biridir. Ramazan’ın, sözlük manasıyla da yakından ilgisi vardır; oruç ve ibadet günahları yakıp yoketmektedir.
İslâm tarihi açısından, Ramazan’ın özel bir mana ve önemi vardır:
a) İslâm’ın üzerine kurulduğu beş temelden biri olan oruç bu ayda tutulmaktadır.
b) İslâm’ın esası olan Kur’an bu aydaki kadir gecesinde dünyaya inmiştir. Ayrıca bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesi bu ayın içindedir.
c) Hz. Peygamber’e (s.a.v.) peygamberlik bu ay içinde gelmiştir.
d) Müslümanların ilk zafere ulaştığı Bedir savaşı bu ay içinde yapılmıştır.
e) Ummu’1-Kura (Şehirlerin Anası, Başkent) olan Mekke bu ayda fethedilmiştir.
f) Ramazan’ın son on günü içinde Hz. Peygamber (s.a.s.) i’tikaf yapar, ailesine de yaptırırdı.
g) Ramazan ayı içinde sevaplar ve günahlar katlı olarak artar. Ramazan ayı nasuh tevbesiyle, yani bir daha günah işlememek üzere yapılan tevbeyle, oruca hazırlıkla, ibadetle, Kur’an okumakla, hal ve imkânına göre sadaka vermekle, Allah’ın (c.c.) haram kıldıklarından kaçınmakla, gıybet ve koğuculuktan sakınarak karşılanır. Böylece insan, âdeta melekleşerek maddî varlığını ruhî varlığının emrine sokar. Ramazan ayı içinde bu güzel hasletler daha da kuvvetlenerek içinde binbir hatıranın ve özlemlerin saklı olduğu zaman aralığını gelecek yıllarda da karşılamak için can atar.
Öte yandan, biraz seyahat etmiş olanlar, mevsimlerin her yerde aynı zamanda bir olmadığını bilirler: Ocak ayında sıcaklığın Arjantin’de artı kırk derece iken, Fransa’nın bazı Bölgelerinde eksi kırk derece olduğunu radyo haber veriyor. Mevsimler, ekvatorun iki tarafında birbirinden farklıdır: Kuzey Yarım Küresinde kış iken Güney Yarım Küresinde yazdır. Eğer, İslâmiyet oruç tutmayı farzedelim her senenin Ocak ayında emretseydi, bu durumda, bazı müslümanlar daima kışın, diğerleri de daima yazınoruç tutacaklardı. İslâmiyet oruç tutmayı kışın emretseydi, bazıları Ocak’ta, diğerleri Temmuz’da oruç tutacaklardı. Bu durum, devamlı bir güçlük ve eksikliği gösterecekti. Ocak ayında yirmi dokuz gün Paris’te oruç tutup birkaç saat uçak yolculuğundan sonra Güney Afrika’ya gelinse, büyük karışıklık içinde kalınır. Bu devre orada oruç mevsimi olmadığı için hiçbir cami, bayram şenliği hazırlığı yapmayacaktır. Aynı şekilde aşağıdaki durumda da msl. oruç ayının olmadığı Ocak’ta Güney Afrika’da bir ay geçirmek için Aralık ayının sonunda Paris terkedilse, oruç tutmaktan mükellef kendini tamamen çekebilir. Şubat’ta Paris’e dönse Paris’in bulunduğu Kuzey Yarım Küresinde Temmuz oruç mevsimi olmadığı için Güney Afrika’da veya Güney Amerika’da orucun uygulandığı Temmuz ayında sessizce orucu ihmal etmiş olacaktır.
Başka bir deyişle, hiçbir dünya toplumu, güneş yılına dayalı olarak inananları için güçlüklere sebep olmadan oruç tutamaz. Muhtelif mevsimlerde oruç tutmak fırsatı sağlamamış olmasına rağmen güneş yılına dayalı bir oruç, mahallî bir dine uygun düşse de, muhtelif mevsimlerdeki alışkanlığını veya faydalarını böylece kaybedecektir. Şu halde, kamerî bir takvim, cemiyetin yararına daha çok aklî ve uygun gibi geliyor. Aynı zamanda bu, cihanşümul bir toplum için uygun tek çözüm yolunu teşkil eder. [592]
b) Özel Olarak:
(a) Cumhur’a göre, Ramazan orucunun herhangi bir gününde orucun vakti, “İmsakten iftara kadar, yani fecri sadığın doğuşundan güneş batana kadar olan vakittir.” [593]
(b) İbn Mes’ud ve Huzeyfe’ye göre, beyaz fecirden sonraki kırmızı fecirden itibaren orucun vakti başlar, bitme vakti ilk görüşle aynıdır.
Bu özel vaktin anormal bölgelerde düzenlenmesi, daha önce anormal bölgelerde namazın kılınması bölümünde de ele alındığı gibi, en yakın normal bölgeye göre olur. [594]
Hızlı yolculuklarda da orucun vakti, üzerinden aşılan ülkelere göre değil, yolculuğun başladığı ülkeye göre düzenlenir.
a) Ramazan’ın Başlangıcı:
Ramazan’ın başlangıcını tespit etmek için hilali gözleme, ÜM’e göre farz, Hanbelî Mezhebine göre menduptur. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.),
“Ramazan hilalini görmekle oruç tutunuz; Şevval hil.alini görmekle de iftar ediniz. Hava kapalıysa Şaban ayını otuza tamamlayınız.” [596] buyurmuştur. Başlangıç, havanın kapalı veya açık olma durumuna göre iki şekilde tespit edilir:
(a) Gökyüzü açık ve berrak olunca, birçok kişi tarafından görülerek. Bu kişilerin sayısı, devlet tarafından tespit edilir, kesin bir rakam yoktur.
(b) Gökyüzü açık olmayıp kapalı olduğu zaman akıllı, adil, baliğ ve müslüman olan bir kişinin hilâli görmesi ile Ramazan’ın başlangıcı sabit olur.
Cumhur’a göre, ayın görülmesi herhangi bir ülkede kesinleşince -ayın doğuş yeri ve zamanının farklı olması (ihtilâfu’l-metâlî) veya ülkelerin uzaklığı dikkate alınmadan- bu Ramazan’ın başlangıcı için yeterlidir. Şafiî ve İmamiye Mezhepleri ile İkrime, Ebu Ubeyd, Salim ve İshak’a göre birbirine yakın bölgeler aynı ru’yete, uzak bölgeler kendi görüşlerine tabidir. [597]
b) Yevmi Şek: [598]
i) Tanımı:
Şaban ayının yirmi dokuzuncu günü güneş battıktan sonra havanın bulutlu olması veya ayın gözlendiği halde görülememesi gibi sebeplerle, bu ayın son gününün Ramazan’a mı, yoksa Şaban ayına mı ait olduğu konusunda şüphe uyandıran güne Yevmi Şek (Şüpheli Gün) adı verilmektedir. Çünkü, bu günün her ikisinden birine ait olma ihtimali vardır.
ii) Orucu:
Yevmi Sekte tutulan oruçlar mekruh, sünnet ve bâtıl gibi çeşitli hükümler alır;
(1) Mekruh Oruç:
Tahrimen Mekruh Olanı; Bu günün Ramazan’a ait olduğunu kesinlikle kabul ve kastederek oruç tutmak tahrimen mekruhtur. Bununla birlikte, bu günün Ramazan olduğu anlaşılırsa, oruç Ramazan için geçerlidir; Ramazan değilse nafiledir.
Tenzihen Mekruh Olanı: Bu günde adak orucu tutmak veya farz ile vacibin, ya da nafile ile farzın ikisi arasında bir tercih yapmayarak “Ramazan ise ona, değilse vacip veya nafile oruca” şeklinde niyet ederek oruç tutmak tenzihen mekruhtur. Vacip bir oruç tutulunca o gün Ramazansa oruç Ramazan için, değilse tutulan için geçerlidir.
(2) Mendup Oruç:
Gerek itiyat haline getirilen orucun bu güne rastlaması gerekse nafile oruç tutmaya niyet etmekte bir sakınca yoktur. Tutulan oruç nafile olarak sahihtir.
(3) Bâtıl Oruç:
Yevmi şekte, “Ramazan ise oruçluyum, değilse oruç tutmayacağım” diyerek oruca başlayan kimsenin bu orucu, daha sonra o günün Ramazan olduğu tespit edilmezse bâtıl olur.
Şafiî Mezhebine göre, yevmi sekte oruç tutmak haramdır. Fakat, adak orucu, kaza orucu veya itiyat haline gelmiş oruçların bu günde tutulmasında haramlılk sözkonusu değildir. Ramazan’ı karşılamak için bir-iki gün önceden oruç tutmak da haramdır.
Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre de, bu günde itiyat halindeki nafile oruç tutulabilir. Malikî Mezhebine göre, itiyat haline gelmeyen nafile oruçlar için de hüküm böyledir. Hanbelî Mezhebine göre, itiyat haline gelmeyen nafile orucu tutmak mekruhtur. Tereddütlü şekilde oruç tutulursa veya bu günde kaza, keffaret ya da adak orucu tutulduğunda, bu günün Ramazan olduğu anlaşılırsa, oruçlar ne Ramazan, ne diğerleri için geçerlidir; daha sonra hepsi kaza edilir.
Oruç Türü ve Niyet |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
|
|
Ramazan Orucu |
Tahrimen mekruh. Ramazan ise onun yerine geçer |
Haram, Ramazan ise sahih |
|
|
|
Kaza Orucu |
|
Bu oruçlar tutulduğunda Ramazan olduğu hiçbiri geçerli dışındakiler Hanbelî m.ne edilir. |
|
||
Adak Orucu |
Tenzihen mekruh, Ramazansa, onun yerine geçer |
Sahih, Ramazansa batıl
|
olmaz, adak kaza edilir. göre hepsi kaza |
||
Keffaret Oruçları |
Sahih, Ramazansa batıl
|
|
|||
Nafile Oruçlar |
İtiyat |
Mendup, Ramazansa onun yerine geçer |
Sahih |
Mendup |
Mendup, Ramazansa batıl |
İtiyat olma-yan |
|
Haram |
Mendup |
|
|
Tereddütlü Tutulan Oruçlar |
Ramazan İftar |
Ramazansa sahih, değilse batıl |
|
|
|
Ramazan, vacib veya nafîle |
Tenzihen mekruh |
Şaban’sa, nafile, Ramazansa batıl |
Mekruh, Ramazansa batıl |
Batıl |
Tablo 59: Yevm-i Şek’te Tutulan Oruçlar
Yevm-i Şek’te çevredekilere duyurmaksızın oruç tutmak, bu günde oruca nasıl niyet edileceğini bilenler için efdaldir. Fakat, bu bilgilere sahip olmayanlar hakkında Televvüm denen ihtiyata riayet ederek zeval vaktine kadar muftırattan, sakınıp, Ramazan olduğu anlaşılmazsa yemeye başlamaları efdaldir.
c) Ramazan’ın Sonu:
Ramazan’ın sonu da,
başlangıcında olduğu gibi, ayın gözlenmesine göre hareket edilerek tespit
edilir. Şevval ayının hilali görülünce, Ramazan’a son verilerek bayram yapılır.
Ramazan’ın sonunun tespiti için gözlem, yirmidokuzuncu
Kazaya kalan Ramazan oruçları, bu ay çıktıktan sonra istenildiği günlerde, gününe gün kaza edilir. Yalnız, oruç tutmak yasak olan günlerde kaza orucu tutulmamakla birlikte yevmi şek günü kaza orucu tutulabilir.
Ramazan ayında, geçen yılın Ramazan’ma ait kaza oruçlar tutulmaz.
a) Oruç keffaretinin orucu, bu ay çıktıktan sonra, iki ay aralıksız olarak tutulur. Kazaya kalan bir gün, bu sürenin sonunda yeniden getirilir.
b) Diğer keffaret oruçları da, Ramazan dışında istenildiği zaman tutulabilir.
Vakti belli olmayan adak orucunun istenilen, belli olarak adanmış orucun da belirlenmiş bu zaman içinde tutulması gerekir.
Bozulan nafile oruç, istenildiği zaman kaza edilir.
İ’tikaf orucu, bu ibadetin yapıldığı zamanda tutulur.
Nafile oruçların vakti, tutulduğu günün özelliğine veya tutmaya niyet edilen güne göre değişir. Örnek verelim: Arefe orucu, bu gün gelmeden tutulmaz; eyyamı bîd orucu ayın ortasındaki bu günlerde tutulur.
Nafile oruçların vakitlerini, şema üzerinde geniş olarak ele alalım: [599]
Nafile Oruçların Vakitleri
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Muraggabun Fih Menhiyyun
(teşvik edilen vakitler) (yasaklanan vakitler) (susulan vakitler)
1. Muttefekun Aleyh olanlar: 1. Muttefekun Aleyh olanlar: Muraggabun Fih ve
a- Aşure Günü a- Bayram Günleri Menhiyyun Anh
b- Davud Orucu 2. Muhtelefun Fih olanlar: Vakitler dışında
2. MuhtelefunFih olanlar: a- Teşrik Günleri kalanlar için ayet ve
a- Arefe Günü b- Yevmi Şek hadîslerde bir bilgi yoktur;
b- Şevval’den Altı c- Cuma, Cumartesi G. bunlar hakkındaki hükmü
Gün d- Şaban’ın İkinci Yarısı hukukçular vermiştir.
c- Eyyamı Bid e- Savmı Dehri
f- Ramazan’dan Hemen
Sonraki Altı Gün
g- Ramazan’ı Karşılama
h- Savmı Visal i-Arefe Günü
(Haçtakiler için)
Şema 44: Nafile Oruçların Vakitleri
Bu günlerde tutulan oruçlarla ilgili hükümler orucun çeşitleri incelenirken geniş olarak ele alınacaktır.
Kaide olarak şunu da bilmeliyiz: Deyn orucu olarak nitelendirilen ve belli bir günde tutulması şart olmayan oruçlar, bayram ve teşrik günleri ile yevmi sekte toplam altı gün içinde tutulmazlar. [600]
a) Sahura kalkıp yemek: Sahur yemeğini imsake yakın ve fakat imsakten önce yemek gerekir. Fecrin doğup doğmadığında şüphe edilecek zamana kadar yemeği geciktirmek mekruhtur, imsakten önce yenen yemeğe Sahur, bunun yenmesine Tesahhur adı verilir.
b) İftar vakti gelince, zihnini meşgul etmemesi için, namazdan önce orucu bozmak.
c) İftarda hurma, tatlı veya suyla oruç bozmak. Zeytinle oruç açmak, iştah kesici ve aç karnında sakıncalı olduğundan doğrudeğildir.
d) İftar ederken aşağıdaki dua okunur:
Allahumme leke sumtu, ve ala-rızkıke eftartu, ve aleyhe ter vekkeltu, subhaneke ve bi-hamdik, fe-tekabbel minna, inneke en-te’s-semiu’l-alim. (Allah’ım, senin için oruç tuttum, senin rızkınla orucumu açtım, sana güvendim, bizden kabul et, sen duyarsın, bilirsin).
a) Gereksiz konuşma ve çekişmelerden kaçınmak.
b) Akraba ve fakirleri her zamankinden fazla gözetmek, onlara yardımda bulunmak.
c) İlmi çalışmalar yapmak, Kur’an okumak, hiç değilse okunan Kur’an’ları dinlemek, meal ve tercüme okumak, mümkün olduğu kadar salavat ve dua okumak.
d) İ’tikafa girmek.
Tutulan orucun sahih olması için; usûlüne göre niyet etmek, adetli ve lohusa olmamak ve vaktin müsait olması gerekir:
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, tutulan orucun sahih olması için niyet şarttır. Çünkü, oruç bir ibadettir; ibadetler ise niyetsiz yapılamaz. Niyet, “kalben ve zihnen, âdet olarak değil, ibadet olarak oruç tutma şuur ve bilincidir” Niyeti dille söylemek şart olmayıp sünnettir.
b) Şafiî Mezhebine göre, niyet, şart değil, rükündür.
c) Malikî Mezhebine göre, niyet, hem şart, hem rükündür.
d) Hanefî hukukçu Züfer’e göre, oruç tutmak isteyen -hasta ve yolcu dışındaki- kimseler için Ramazan orucunda niyete ihtiyaç yoktur.
Oruç Türü |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|
Farz Oruçlar |
Ramazan Orucu |
Zevalden önce, mutlak Fecri sadığa kadar ve açıktan yapılır |
|||
Kaza Oruçlar |
Fecri sadığa kadar ve açıktan. |
||||
Keffaret Oruçları |
Fecri sadığa kadar ve açıktan |
||||
Vacip Oruçlar |
Adak Orucu |
Fecri sadık ve açık |
Fecri sadığa kadar ve açık |
||
Bozulan Nafile Orucun Kazası |
Fecri sadık ve açık |
Zeval ve Serbest |
Fecri sadık ve açık |
Bütün Gün ve açık |
|
İ’tikaf |
Adak orucu gibi |
Zeval ve serbest |
Fecri sadık ve açık |
||
Nafile Oruçlar |
Zevalden önce ve açık |
Fecri sadık ve açık |
Bütün gün serbest |
||
Not: Hanefî M.’ne göre muayyen olmayan adak ve oruçların zevalden önce ve mutlak olarak niyet yapılar. |
Tablo 60: Oruçlarda Niyet
Ramazan orucunun niyeti ile diğer oruçların niyeti arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır:
a) Ramazan Orucuna Niyet:
Ramazan orucunda niyetin vakti, Hanefî Mezhebine göre, her gün güneş battıktan sonra başlar ve ertesi günün yansından az öncesine -kaba kuşluk vaktine- kadar devam eder; Şafiî Mezhebine göre, imsak vaktine kadardır. Böylece, her Ramazan gecesinde niyetini yapanın orucunun tam olduğunda icma oluşmuştur,
a) Ramazan orucunda niyet mutlak olarak, yani “Niyet ettim oruç tutmaya” diyerek yapılabildiği gibi, “Ramazan orucunu tutmaya” cümlesi ilave edilerek de yapılabilir; hatta böylesi daha iyidir.
b) Ebu Hanife’ye (Hanefî Mezhebine) göre, Ramazan’da yolcu dışındaki mükelleflerin her türlü oruca niyetleri, Ramazan orucu yerine geçer; ancak, yolcuların niyeti, hangi oruca niyet edildiyse onun yerine geçer. Çünkü, yolcu esasen orucunu tutup tutmamakta serbesttir, tuttuğu orucu açıkça tespit etmesi gerekir. Ebu Yusuf veeş-Şeybani’ye göre, yolcuların Razaman’daki niyetleri -oruç türü ne olursa olsun- Ramazan orucu yerine geçer.
c) Sahura kalkmak, niyet yerine geçer. Niyet ettikten sonra imsakten az önce niyetten vazgeçmekle niyet edilmiş olmaz. Çünkü henüz orucun vakti girmemiştir. Vakti girdikten sonra ise özürsüz olarak niyetten dönülmez. Bu her türlü oruç için böyledir.
Şafiî Mezhebine göre, fecir doğunca uyanan kimsenin kendini yemek içmekten alıkoyması niyet yerine geçer.
d) ÜM’e göre, eş-Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre, Ramazan’da nafile oruca niyet edenin orucu, Ramazan orucu yerine geçmez. [603] Ramazan orucunda her gün için ayrı ayrı niyet yapmak gereklidir; Malikî Mezhebine göre, aralıksız tutulan her gün için niyet etmek şart değildir.
a) Muayyen adak oruçları ile nafile oruçların niyet vakti,Ramazan orucu gibidir.
b) Kaza ve keffaret oruçları ile muayyen olmayan adak oruçları için niyetin vakti, imsake kadardır. Bu vakitten sonraki niyet sahih değildir. Tutulan oruç nafile yerine geçer.
a) Muayyen adak ve nafile oruçlar için mutlak olarak niyet yapılabilir. Fakat orucun çeşidini belirterek niyet yapmak dahaiyidir.
b) Ramazan orucunun kazası, keffaret oruçları ve muayyen olmayan adak oruçları ile diğer oruçlar için, hangi orucun tutulacağı açıkça belirtilerek niyet yapılır.
|
|
||||
|
|
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|
Teklifin Genel Şartları |
|
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
|
|
|
Şart |
Şart |
|
Temyiz |
- |
Siirt |
|
Şart |
|
Oruçla İlgili Şartlar |
Niyet Adet ve Loğusa Olmak |
Şart Şart |
Rükün Şart |
gart Şart |
Şart |
Ramazan’ın |
- |
- |
Şart |
|
|
Vaktin Mü-sait olması |
- |
Şart |
Şart |
|
Tablo 61: Orucun Sahih Olma Şartları
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, aylık âdetini gören veya lohusa olan kadınlara oruç farz olup, tutmaları sahih değildir. Bu durumda, kazaya kalan oruçlar gününe gün tutulur.
b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, âdet gören veya lohusa olan kadınların orucu sahih değildir.
a) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, orucun sahih olması için vaktin oruç tutmaya elverişli olması gerekir:
1) Şafiî Mezhebine göre, oruç tutmak haram olan Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde ve -ilgili yerde açıklandığı gibi- yevmi sekte oruç tutmak sahih değildir. Çünkü bu günler oruç tutmaya elverişli değildir. Kaza orucuyla, yevmi seke rastlayan oruçlar bu gün tutulabilir.
2) Malikî Mezhebine göre, sadece bayram günleri oruç tutmak sahih değildir.
b) Hanefî ve Hanbelî Mezhepleri de, bazı günlerde (msl. Ramazan ve Kurban bayramı ile teşrik günlerinde) oruç tutulamayacağım ifade etmişlerdir; ancak, orucun sahih olma şartlarından biri olarak vaktin müsait olmasını benimsememişlerdir.
Caferî Mezhebine göre, artma veya doğma ihtimali veya korkusu bulunan hastalık ile namazın kısa kılınabileceği uzaklığa yolculuk halinde -hatta kuvvetli oruç bile- sahih olmaz. Ayrıca, nafile orucun sahih olması için vacip türünden oruç borcu olmamalıdır. [604]
Bu çeşit oruçlar hüküm, belli vakti olması ve aralık veya aralıksız tutulabilmesi yönlerinden ele alınabilir; ancak konunun kolayca anlaşılması için birinciyi tercih edecek, ötekileri şemaya bırakacağız:
Her Ramazan ayında, gerekli şartları taşıyanlara oruç tutmak farzı ayındır.
Ramazan orucunu zamanında tutmak farz olduğu gibi, bu süre içerisinde herhangi bir sebeple tutulamayan veya orucun bozulduğu gün olursa, daha sonra gününe gün kaza edilmesi de farzdır,
Kaza orucu, oruç tutmak mubah olan günlerde tutulur. Aşağıdaki günlerde, kaza orucu tutulmaz: [606]
Ramazan günlerinde, sadece Ramazan orucu tutulur. Bu günlerde tutulmaya niyet edilen kaza orucu sahih olmayıp Ramazan orucu tutulmuş olur. Hanefî Mezhebine göre durum böyleyken, ÜM’e göre Ramazan’da kaza orucuna niyetlenildiğinde oruç ne kaza, ne Ramazan yerine geçer, nafileye dönüşür. [607]
Sevinç ve ziyafet günleri olan bayram günlerinde oruç tutmak mekruhtur.
a) ÜM’e göre muayyen, yani günü belli adak orucu günlerinde kaza orucu tutulmaz; ancak, Hanbelî Mezhebine göre, muayyen adak orucu günlerinde kaza orucu tutmakla da borç ödenmiş olur.
b) Hanefî Mezhebine göre muayyen adak orucu günlerinde kaza orucu tutulursa, adak orucu daha sonra kaza edilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, oruç istenildiği zaman kaza edilir. Geciktirilmesinde bir günah yoktur. Kaza orucu olan mükellefin bunu bir an önce kaza etmesi müstehaptır.
b) ÜM’e göre, geçen yıldan kazası olan mükellefin, Ramazan günlerine kaza günleri kadar süre kalınca orucunu hemen tutması vacip olur; Şafiî Mezhebine göre, kasıtlı bozulan orucun kazası fevridir. Kazaya kalan oruçlar tutulmadan bir Ramazan geçerse hem kaza, hem de her gün için bir fidye gerekir; Şafiî Mezhebine göre, fidye her yıl için iki katına çıkar; Maliki ve Şafiî Mezheplerine göre, kaza orucu olan kimsenin nafile oruç tutması mekruhtur.
c) Caferi Mezhebine göre, Ramazan orucunun kazasını, ertesi Ramazan’a kadar geciktirmek caiz değildir. Bütün Ramazan’da veya bazı günlerinde bir özür sebebiyle oruç tutulmaz ve bu özür de gelecek Ramazan’a kadar sürerse, bu sürekli bir hastalık olduğu takdirde kaza borcu düşer, her gün için buğday veya arpadan 750 gr. (bir müdd) fidye ödenir. Özür, hastalık dışında birşey -yolculuk vb.-olursa, kuvvetli olan sadece kaza gerekeceğidir. Ramazan’da oruç tutmayısın sebebi hastalık, ertelemenin sebebi ise başka bir özürolursa veya bunun tersi bir durum olursa da hüküm böyledir; ama özür özellikle yolculuk olduğunda, hem kaza ederek, hem de fidye ödeyerek ihtiyatı terketmemelidir. Ramazan ayını özür dolayısıyla oruç tutmadan geçirir, bu özür sürmezse ve başka bir özür de çıkmadan tembellik eder ertesi Ramazan’a kadar geciktirirse, her gün için bir fidye ödemesi gerekir; Ramazan orucunu kasıtlı terkte ise, her güne iki fidye ödenir.
a) Cumhur’a göre, kaza oruçları toptan ve aralıksız tutulabileceği gibi, aralıklı olarak ayrı ayrı günlerde de tutulabilir.
b) Hz. Ali, Hz. Ömer ve Şa’bî’ye göre, hastalık ve yolculuk gibi mazeretlerle bozulan ve tutulmayan oruçlar, arka arkaya ve aralıksız kaza edilir.
c) Üçüncü gruba göre, kaza oruçlarını aralıklı tutmak gerekir.
Herhangi bir suçu işleyen mükellefin ödemekle yükümlü olduğu cezaların maddî güce göre sıralanmasında oruç tutmak da yer almaktadır:
Keffaret Çeşidi |
Ya |
pılacak İşlem ve Sırası |
||
1 |
2 |
3 |
||
İbadetlerle |
Oruç. K. |
Köle Azadı |
İki Ay Oruç |
Altmış Fakiri |
İlgili K. |
Halk K. |
Üc Gün Oruç |
|
|
|
Yemin K. |
Köle Azadı |
On Fakiri Giydirme ve doyurma |
Üç Gün Oruç |
Beşerî İlişkilerle İlgili |
Zıhar K. |
Köle Azadı |
İki Ay Oruç |
Altmış Fakiri |
Katl K. |
Köle Azadı |
İki Ay Oruç |
|
Tablo 62: Keffaret Çeşitleri ve Ödenmesi
Ramazan’da keffareti gerektiren bir halle karşılaşan mükellefin, Cumhur’a göre hem kaza, hem keffaret; Evza’i’ye göre sadece keffaret ödemesi gerekir: [610]
Ramazan’da keffareti gerektiren bir halle karşılaşan mükellef, bunu üç dereceli olarak öder:
1) Köle azadı; bugünkü dünyada köle kavramı bulunmadığı için ikinci ceza uygulanır.
2) İki ay aralıksız oruç tutmak,
3) Altmış fakiri iki öğün üzerinden doyurmak.
Bu ayların gün sayısı, kamerî takvime göre düzenlenir. Hesap sonucu, kamerî takvim sebebiyle bazan bir gün az çıkabilir. İki ay oruç tuttuktan sonra bir gün de olayın geçtiği gün için kaza orucu tutulur. Çünkü keffaret, oruç tutmamanın değil, başlanmış bir orucu bile bile bozmanın cezasıdır.
Oruç keffaretinin orucu tutulurken oruca hiç ara verilmez. Ne sebeple olursa olsun ara verilirse, tutulan nafile yerine geçer, keffaret orucuna yeniden başlanır. Sadece aşağıdaki sebeplerle oruca ara verilebilir:
a) Ramazan’m girmesi,
b) Bayram ve hastalık günlerinin araya girmesi,
c) Kadınların aylık âdet günleri. Bu durum icma ile iki ay orucun sürekliliğini kesmez.
Hanbelî Mezhebine göre, yolculuk gibi şer’î bir mazeretle ara verilirse, oruca yeniden başlanmaz.
Caferi Mezhebine göre, iki ay peşpeşe oruç tutmak, birinci ay sürekli tuttuktan sonra ikinci aydan bir gün tutmakla gerçekleşebilir; Bundan sonrası, ayrı ayrı günlerde tutulabilir.
Oruç tutmaya gücü yetmeyen mükellef, kendi ev halkı ve nafakası kendisine ait olanlar dışında altmış fakiri doyurur. Bir fakiri doyuracak miktar, bir fidye miktarıdır. Bununla, fakir iki öğün doyurulur veya bunların karşılığı fitre miktarı olarak verilir.
Fakirler toptan doyurulabileceği gibi, ayrı ayrı da doyurulabilir.
ÜM’e ve Sevrî’ye göre bu üç cezanın ödenmesi sayılan sıraya göre yapılır. Maliki ve İmamiye (Caferi) Mezheplerine göre, mükellef serbesttir; fakat doyurma, azad ve oruç şeklindeki sıralamadanefdaldir; [612] Caferî Mezhebine göre, azad-oruç-doyurma sırası efdaldir, haram bir şeyle oruç bozulursa üçünü birden yapmak ihtiyattır.
Bütün bu ceza yollarından birini ödemeye imkânı olmayan kimse, ÜM’e göre, imkân bulduğu veya zengin olduğu zaman ödeme yapar; Hanbelî Mezhebi ve Evza’i’ye göre, ödemenin yapılması gerekli zamanda imkân bulunmazsa -ileride bulsa da-borç düşer.
a) Hanefî Mezhebine göre, aynı veya birkaç Ramazan’da meydana gelen ve henüz ödenmemiş bir veya birkaç Ramazan keffareti için bir tek ödeme yapılır. Keffaret ödendikten sonra ayrı ayrı günlerde meydana gelen durumlar için yeniden ödeme yapılır; fakat aynı gün meydana gelen durumlar için -keffaret ödenmiş olsa bile- yeniden ödeme yapılmaz.
b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, keffareti gerektiren her hal ve hareket için ayrı ödeme yapılır. Aynı günde tekrar eden bir sebep için tek ödeme yeterlidir.
c) Hanbelî Mezhebine göre de, durum Hanefî Mezhebinde olduğu gibidir. Farklı olarak, aynı günde meydana gelen ve ödenmiş sebepten sonrası için ayrı ödeme yapılır.
d) Caferî Mezhebine göre sebebin tekranyla, keffaretin sayısı artmaz ama cinsî birleşmeden dolayı gerektiğinde her sebep için ayrı keffaret ödenmesi ihtiyattır.
Sebep |
Hanefî |
Safıî |
Maliki |
Hanbelî |
Aynı |
Tek ödeme. |
Her Sebep İçin |
Her Sebep İçin |
|
Ramazan |
Ödemeden Sonrası |
Ayrı Ödeme |
Ayrı Ödeme |
Tek Ödeme |
|
Yeniden |
|
|
|
Ayrı |
Ödenmemişse |
Her Ramazan |
Her Ramazan |
|
Ramazan |
Tek Ödeme; |
İçin Aynı |
İçin Aynı |
|
|
Ödenmişse Yeniden
|
Ramazandaki |
Ramazandaki |
|
|
|
Gibi Ödeme |
Gibi Ödeme |
|
|
|
Yapılır |
Yapılır |
|
Aynı Gün |
Tek Ödeme |
Tek Ödeme |
Tek Ödeme |
Ödeme |
|
|
|
|
Yapıldıysa Yeniden |
|
|
|
|
|
Tablo 63: Keffaret Sebebinin Tekrarı
Böylelikle, konuyu aşağıdaki gibi özetleyebiliriz: [614]
a) Hukukçular, bir Ramazan’da keffareti gerektiren bir halle karşılaşıp, keffaret ödedikten sonra, yeniden böyle bir halle karşılaşınca, mükellefin ayrıca ceza ödeyeceğinde ittifak etmişlerdir.
b) Keffareti gerektiren halle bir günde defalarca karşılaşınca, sadece bir keffaret ödeneceği konusunda da ittifak vardır.
c) Ramazan’ın bir gününde keffareti gerektiren halle karşılaşıp, henüz ödeme yapmadan bir başka gün yeniden böyle bir halle karşılaşınca:
1) Malik ve eş-Şafiî’ye göre, her gün için ayrı keffaret ödenir.
2) Hanefî Mezhebine göre, ilki için ödeme yapılmadıysa, ikisi için birlikte keffaret ödenir.
Zıhar keffareti olarak tutulacak oruca ait hükümler, aynen oruç keffaretindeki gibidir. [615]
Hac için ihrama giren kimse, herhangi bir özür sebebiyle saçlarını zamanından önce tıraş ettirirse, üç günlük oruç tutar. [616] Bu oruçta, üç günü de aralıksız tutmak şart değildir; ayrı ayrı günlerde de tutulabilir.
Bir müslümanı veya müslüman ülkede yaşayan gayri müslim vatandaşı kasıtlı olarak değil, hata sonucu öldüren kimse, önce köle azad eder, buna gücü yetmezse oruç keffaretinde olduğu gibi iki ay aralıksız oruç tutar. [617]
Yeminine uymayan kimsenin, ceza olarak önce köle azadı, buna gücü yetmezse on fakiri giydirmek veya doyurmak, bunlara da gücü yetmezse üç gün aralıksız oruç tutması gerekir. [618]
Yemin keffareti orucuna, Hanefî Mezhebine göre, hiçbir şekilde ara verilmez; Şafiî Mezhebine göre, bu oruç ayrı ayrı günlerde de tutulabilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, temettü ve kıran haccı yapanların tuttuğu -aralıklı ya da aralıksız- oruç da farzdır. [619]
b) Maliki Mezhebine göre, temettü ve kıran haccı yapanların kurban bulamayınca tuttukları oruç farzdır; bozulunca kazası gerekir. [620]
Bu oruca Mut’a Orucu da denir.
Muhrimin avlanma sonucu ödeyeceği bedel için gerekli malîkaynak bulunmayınca, mükellef her sadaka tutarına eşit olacak şekilde, bedel ödemek yerine oruç tutar. Bu orucun tutulması farzdır.
Sevindirici bir olayla karşılaşan veya önemli bir tehlikeyi atlatan kimsenin tutmayı adadığı oruç, Hanefî Mezhebine göre vacip, ÜM’e göre farz hükmünü taşır. Bu oruçların, gün belirtildiyse o günde, belirtilmediyse istenildiği gün tutulması gerekir:
a) Herhangi bir vakte kadar tutulacağı adanan orucun o vaktin gelmesinden önce tutulması Ebu Hanife ve Ebu Yusuf a göre caizdir; eş-Şeybani’ye göre caiz değildir. Recep ayında tutulması adanan orucu, Rebiulevvel ayında tutmak bunun örneğidir.
b) “Bir sene oruç tutayım” şeklinde, mutlak olarak yapılan bir adaktan dolayı hilallere göre tam bir sene oruç tutmak gerekir. Aralıksız tutulacağı belirtilmemişse, çeşitli zamanlarda tutulabilir. Aralıksız tutulursa, otuz beş günün kazası gerekir. Bu otuzbeş günün otuzu Ramazan’a, beşi de bayramlara aittir. Böyle bir adakta bulunan kadın, ayrıca âdet günlerine ait oruçları da kaza eder.
Bir sene aralıksız oruç tutulması adanmışsa, Ramazan günlerinin kazası gerekmez, zira seneler, hiçbir zaman Ramazan’sız olmaz.
c) Belli bir ayda oruç tutacağını adayan kimse, herhangi bir sebeple bu orucunu tutamazsa, Ramazan orucunda olduğu gibi, daha sonra bunu kaza eder.
d) Aralıklı tutulacağı adanan oruç, aralıksız olarak tutulabilir. Fakat aralıksız tutulacağı belirtilen oruç böylece tutulur. Ahmed b. Hanbel’e göre, mazeretsiz olarak bozulursa, gününe gün kaza edilir ve yemin keffareti ödenir. [622]
e) “Üzerime oruç vacip olsun” diye adakta bulunan kimseye, yalnız bir gün oruç tutmak gerekir. Miktarını belirtmeksizin, “Birçok günler oruç tutayım” şeklinde adakta bulunan kimsenin, Ebu Hanife’ye göre on, Ebu Yusuf ve eş-Şeybani’ye göre yedi gün oruç tutması gerekir.
f) “Allah Teala için şu gün, msl. perşembe günü oruç tutayım” şeklinde yapılan adak, en yakın perşembe gününe ait kabul edilir. Bu sebeple, yalnız o gün oruç tutulur, her perşembe oruç tutmak gerekmez.
g) Oruç tutmak üzere yaptığı adaktan dolayı kendisine kaza gerekli mükellef, bu kazayı geciktirip, düşkün bir şekilde yaşlanarak veya ağır işçilik sebebiyle tutamazsa, her gün için fidye öder. Fakirliğinden dolayı buna gücü yetmezse, Allah Teala’dan af ve mağfiret diler.
h) Adanan günlerden birinde oruç tutulmazsa, bu orucun kazası gerekir.
i) “Bir ay oruç tutayım” veya “İ’tikaf yapayım” şeklinde adakta bulunan kimse, henüz bir gün geçmeden vefat ederse yukarıdaki hükümler aynen uygulanır. Fidye verilmesini vasiyet etmesi gerekir.
Fakat, hasta olduğu halde böyle bir adakta bulunan kimse, iyileşmeden vefat etse, kendisine herhangi bir şey gerekmez. Arada bir gün olsun iyileşirse, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre bir aylık, Muhammed eş-Şeybani’ye göre yalnızca iyileştiği günler kadar fidye verilmesini vasiyet etmesi gerekir.
a) Hanefî Mezhebine göre, başlandıktan sonra nafile orucu bozmak tahrimen mekruhtur. Bozulunca, nafile orucun daha sonra kaza edilmesi vaciptir.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bozulan ve yarım bırakılan nafile orucu kaza etmek sünnettir.
c) Malikî Mezhebine göre, nafile orucu tamamlamak ve kasıtlı olarak bozunca kaza etmek farzdır.
İ’tikaf yapmayı adayan mükellefin, bu ibadetini oruçlu geçirmesi -adak, i’tikafın sahih olma şartı olduğundan- uygundur. Bu oruç, Hanefî Mezhebine göre vacip; Malikî Mezhebine göre farz; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre sünnettir.
Oruca yemin bir nevi adak kabul edildiğinden vacip hükmünü alır. Bu sebeple, tutulacak oruç da vacip olur.
Oruçlar |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
||||||
Memurun Bih Oruçlar |
Farz Oruçlar |
Ramazan O. |
Farz |
Farz |
Farz |
Farz |
||||
Ramazan O. Kazası |
Farz |
Farz |
Fare |
Farz |
||||||
Keffaret O. |
Farz |
Farz |
Farz |
Farz |
||||||
Temettü O. |
Farz |
Farz |
Farz |
Farz |
||||||
Avlanma Cezasının O. |
Farz |
|
|
|
||||||
Vacip Oruçlar |
Adak Orucu |
Vacip |
Farz |
Farz |
Farz |
|||||
Bozulan Nafilenin Kazası |
Vacip |
Sünnet |
Farz |
Sünnet |
||||||
İ’tikaf O. |
Vacip |
|
Farz |
Sünnet |
||||||
Oruca Yemin |
Vacip |
|
Farz |
Farz |
||||||
Nafile Oruçlar |
Günler Açısından |
Aşure Orucu |
Sünnet |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
||||
Eyyamı Bid O. |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
||||||
Arefe O. |
Bk. Tablo: 6£ |
|||||||||
Pazartesi Perşembe O. |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
||||||
Aylar Açısından |
Şevval O. |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
|||||
Üç Aylar O. |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
||||||
Haram Aylar O. |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
||||||
Menhiyyun ‘Anh- Mekruh Oruçlar |
Tenzihen Mekruh Oruçlar |
Günler Açısından |
Aşure O. |
Mekruh |
— |
— |
... |
|||
Nevruz-Mihrican O. |
Mekruh |
— |
Mekruh |
Mekruh |
||||||
Cuma-Cumartesi O. |
Mekruh |
Mekruh |
— |
Mekruh |
||||||
Şabanın İkinci Yarısında O. |
Mekruh |
Haram |
Mekruh |
Mskruh |
||||||
Ramazanı Karşılama O. |
Mekruh |
Haram |
|
Mekruh |
||||||
Vücuda Zararı Açısından |
Savmı Dehri |
Mekruh |
Mekruh |
Haram |
Mekruh |
|||||
Savmi Visal |
Mekruh |
— |
Haram |
Mekruh |
||||||
Savmı Samt |
Mekruh |
Mekruh |
Mekruh |
Mekruh |
||||||
Yolcunun O. |
Mekruh |
Mekruh |
... |
Mekruh |
||||||
Haçta Arefe ve Terviye O. |
Bk. Tablo: 65 |
|||||||||
Tahrimen Mekruh Oruçlar |
Bayram Günleri O. |
Bk. Tablo: 66 |
||||||||
Kadının izinsiz Nafile O. |
Bk. Tablo: 67 |
|||||||||
Yevmi Şek O. |
Bk. Tablo: 59 |
|||||||||
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tablo 64: Oruç Çeşitleri
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde önemini ifadelendirdiği ve bizzat tutarak bizlere tavsiye ettiği sünnet, müstehap veya mendup da denen oruçları tutmak, bize hem sevap kazandırır, hem de sağlığımız için faydalı olur:
Kamerî ayların ilki olan Muharrem’in onuncu gününü, bir gün öncesiyle, yani dokuzuncu ve onuncu günlerini veya bir gün sonrasıyla, yani onuncu ve onbirinci günlerini oruçlu geçirmek, Hanefî Mezhebine göre sünnet, ÜM’e göre menduptur. Efdal olan, dokuzuncu ve onuncu günleri birlikte tutmaktır.
Her ay içinde üç gün oruç tutmak menduptur. Bunu eyyamı bîd denen, her ayın onüç, ondört ve onbeşinci günlerinde yapmak müstehaptır. Malikî Mezhebine göre, bu orucu eyyamı bîde rastlatmak mekruhtur.
Haçta bulunmayanlara Kurban bayramının birgün öncesi olan Zilhicce’nin dokuzuncu günü oruç tutmak menduptur.
a) Hanefî Mezhebine göre, hacca gidenlerin kendilerine bir zarar gelme endişesi olursa, arefe ve terviye günleri oruç tutmaları mekruhtur; zarar gelmezse müstehaptır.
b) Şafiî Mezhebine göre, haçta bulunanlar, Mekke’de ikamet eder ve oradan gündüzün Arafat’a çıkarlarsa, arefe günü oruç tutmaları caizdir. Misafir, yani Mekke’de ikamet etmeyen hacılara oruç tutmak sünnettir.
c) Malikî Mezhebine göre, hacılara terviye ve arefe günleri oruç tutmak mekruhtur.
d) Hanbelî Mezhebine göre, vakfeyi gündüz yapmayıp
e) Yahya b. Saîd el-Ensarî’ye göre, hacıların arefe günü oruç tutması haramdır.
f) Şafiî’den bir nakile ve Hattâbî’ye göre, duadan alıkoymazsa oruç tutulmasında bir sakınca yoktur.
Hal ve Şartlar |
Hanefi |
Şafii. |
Maliki |
Hanbelî |
||
Hacda Bulunmayanlar İçin |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
Mendup |
||
Hacda |
Her Durumda |
|
|
Mendup |
|
|
Bulu- |
Zararlı Olunca |
Mekruh |
|
|
|
|
nanlar |
Mekke’de |
Arafat’a Gündüz Çıkanlar |
- |
Evlaya aykırı |
. - |
- |
İçin |
Oturanlar |
Arafat’a |
|
Caiz |
|
- |
|
Mekke’de Oturmayanlar |
|
Mekruh |
|
|
|
|
Vakfeyi |
|
|
|
Mendup |
|
|
Vakfeyi Gündüz Yapınca |
|
|
|
Mekruh |
Tablo 65: Arefe Günü Oruç Tutmak
Her haftanın pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu geçirmek, vücuda bir takım faydaları olduğundan menduptur.
Davud Peygamberin (a.s.) tuttuğu şekilde, gücü olanların, günleri bir gün oruçlu, bir gün oruçsuz geçirmeleri menduptur. Bu oruç, nafile oruçların en fazileti isidir.
Ramazan’dan ve bayramdan sonra Şevval ayı içinde altı gün oruç tutmak menduptur:
a) Hanefî Mezhebine göre, bu altı günü, bayram haftasından sonraki üç haftanın her birinde ikişer gün tutmak efdaldir.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, şu orucu, ara vermeden tutmak efdaldir.
c) Maliki Mezhebine göre, bu şartlarla Şevval orucu mekruhtur:
(a) Kendisine uyulan -örnek alınan- biri olmak veya bu orucu tutmasının gerekli olduğuna inanmak,
(b) Ramazan bayramından sonra tutmak,
(c) Aralıksız tutmak,
(d) Oruç tuttuğunu belli etmek. Bunlardan ikincisi dışındakiler olmayınca, oruç tutmak mekruh olmaz. Fakat, ikinci şart bulununca, oruç her durumda mekruhtur.
Ülkemizde üç aylar denen Recep, Şaban ve Ramazan aylarının ilk ikisinde oruç tutmak menduptur. Bu oruçlar, ayların tamamında tutulabileceği gibi, perşembe, cuma ve cumartesi günleri tutulması efdaldir; Hanbelî Mezhebine göre, Recep ayında hiç ara vermeden oruç tutmak mekruhtur.
Haram Aylar (eşhuru hurum) denen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarında oruç tutmak menduptur. Hanefî Mezhebine göre, bunu, üç aylar orucunda olduğu gibi, perşembe, cuma ve cumartesi günleri tutmak efdaldir. Ayrıca, Zilhicce’nin ilk dokuz günü tutulması müstehaptır.
Tenzihen mekruh oruçların bir kısmı günler, bir kısmı da vücuda zararı açısından yasaklanmışlardır:
Muharrem ayının yalnız onuncu günü oruç tutmak, Hanefî Mezhebine göre tenzihen mekruh, ÜM’e göre sadece mekruhtur. Çünkü, bu orucu, bir gün öncesi veya sonrasıyla tutmak sünnettir.
İranlıların ilkbaharda bayram yaptığı ve yılbaşı olarak kutladığı 21 Mart gününe “nevruz günü” denir. ÜM’e göre, kasıtlı olarak bu günde ve yine İranlıların sonbaharda bayram günlerinden biri olan 16 Eylül Mehrican günü oruç tutmak mekruhtur. Çünkü, bu günlerde tutulan oruçla, bir nevi onlara tazim ediliyor demektir. Fakat, itiyat haline gelen oruçlar, bu güne rastlarsa veya birgün öncesi ve sonrasiyla oruç tutmak hiçbir şekilde mekruh olmaz.
Şafiî Mezhebine göre, bu günlerde oruç tutmak kesinlikle mekruh değildir.
a) ÜM’e göre, yalnız cuma veya cumartesi günleri oruç tutmak tenzihen mekruhtur.
b) Maliki Mezhebine göre yalnızca cuma günü oruç tutmak mekruh değildir.
a) DM’e göre, Ramazan’dan önceki ay olan Şaban ayının bütününü oruçlu geçirmeyen kimseye, yalnızca ikinci yarısında nafile oruç tutmak mekruhtur. Bütün ayı oruçlu geçiren veya itiyat orucu bu günlere rastlayan, ya da bu günlerde oruç tutmayı adayan kimsenin tutacağı oruç mekruh değildir.
b) Bir grup hukukçuya göre, Şaban ayının yalnızca ikinci yarısında oruç tutmak caizdir.
a) Cumhur’a göre, kesin olarak belli Ramazan’dan bir veya iki gün önce nafile oruç tutmak mekruhtur. Fakat adanan veya nafile olarak tutulan oruç bu günlere rastlarsa mekruh olmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, bu durumda oruç tutmak haramdır.
c) Maliki Mezhebine göre, bu günlerde oruç tutulması mekruh olmayıp caizdir.
Savmu’1-Ebea de denilen bu oruç türünün hükmü hukukçular arasında ihtilaflıdır.
a) ÜM’e göre, senenin bütün günlerini oruç tutarak geçirmek, vücut için zararlı olduğundan mekruhtur; herhangi bir haktan alıkoymazsa müstehaptır.
b) Malikî Mezhebine ve İbn Huzeyme’ye göre, bu oruç haramdır.
c) İbnu’l Münzir’e göre, bayram ve teşrik günleri de tutulmadığı takdirde, savmı dehrî caizdir.
“Ölüm orucu”, denilen, protesto türünü de bu çerçevede ele almak gerekir. Yemeyi-içmeyi terketmekten dolayı ölmek, Allah’a isyan ve günah bir iş kabul edilmiştir. [639] Ayrıca ölüm orucu, Allah’ın insanlara verdiği hayat emanetini tehlikeye atmak anlamına gelir. Yüce Allah,
“Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” [640] buyurmak suretiyle, insanın hem maddî, hem de manevî varlığını her türlü tehlikeden korumasını emretmiştir. Ciddî bir ölüm orucu, bir çeşit intihar gibi de düşünülebilir. İntihar, dinimizde asla kabul edilmemiştir.
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre,
b) Maliki Mezhebine göre, bu oruç haramdır.
c) İshak ve İbnu’l-Muhzir’e göre, bir güçlük yoksa, seher vaktine kadar oruç tutulabilir.
Hiç konuşmadan ve ibadet sanarak oruç tutmaya çalışmak hem kişinin kendi bünyesine, hem de sosyal ilişkilerin aksamasına zararlı olduğundan tenzihen mekruhtur.
Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, yolculuğa çıkan bir kimsenin, oruç kendisine güç geldiği halde oruç tutmaya zorlanması mekruhtur; Hanbelî Mezhebine göre, her durumda oruç tutması mekruhtur.
Nafile oruçlar incelenirken, az önce bu konu hakkında dabilgi verilmişti.
Aşağıda sayılacağı gün ve şekillerde oruç tutmak tahrimen mekruhtur. Bu günlerde oruç tutulursa bu oruç günahla birlikte sahih olur:
a) Hanefî Mezhebine göre Ramazan bayramının birinci günüyle Kurban bayramının dört günü oruç tutmak tahrimen mekruhtur. Çünkü bu günler sevinç ve ziyafet günleridir. Başlandıktan sonra sonra herhangi bir şekilde oruç bozulursa kaza edilmesi gerekmez. Yalnızca hac mevsiminde kıran ve temettü haccı yapanlar bayram günü oruç tutabilirler.
b) ÜM’e göre bu günlerde oruç tutmak haramdır. Bayramın birinci günü oruç tutmak Malikî Mezhebine göre mekruhtur. Ayrıca Maliki ve Hanbelî Mezhebine göre temettü ve kıran haccı yapanlar kurban yerine oruç tutacaksa bu günlerde tutabilirler.
c) Zahiri Mezhebine göre teşrik günlerinde kesinlikle oruç tutulmaz. [646]
Hal ve Şart |
Hanefi |
Safıî |
Maliki |
Hanbelî |
|
Normal Durumda |
Bayram ve Teşrik Günleri |
Tahrimen Mekruh |
Haranı |
Haram |
Haram |
Kurban Bayramının 4. Günü |
Tahrimen Mekruh |
Haram |
Mekruh |
Haram |
|
Temettü ve Kıran Haccı Yavanlar |
Caiz |
Haram |
Caiz |
Caiz |
Tablo 60: Bayram Günlerinde Oruç
a) Hanefi Mezhebine göre kadının kocasından izinsiz nafile oruç tutması tahrimen mekruhtur. Çünkü kadının aile yuvası içinde yerine getirmesi gerekli vazifeler vardır. Farz ve vacip oruçların tutulmasında kocasından izin almasına gerek yoktur.
b) Şafiî ve Malikî Mezhebine göre kocasından izinsiz veya -açıkça izni olmadığında- razı olacağına dair bilgisi olmayınca kadının oruç tutması haramdır. Fakat kocasının bulunmaması, ihramlı veya i’tikafta bulunması gibi kocanın eşine ihtiyaç duymadığı zamanlarda kadın ondan izinsiz oruç tutabilir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, -ihram, i’tikâr ve hastalık gibi- birleşmelerine engel bir hal olsa bile, kocası yanında bulunan kadının ondan izinsiz oruç tutması haramdır.
Hal ve Şart |
Hanefi |
Safü |
Malikî |
Hanbelî |
|
Kocası Yarandayken |
Tahrimen Mekruh |
|
|
Haram |
|
Kocası Kendisine İhtiyaç Duymayınca |
İhramlı |
Tahrimen Mekruh |
Tutabilir |
Tutabilir |
Haram |
İ’tikafta |
Tahrimen Mekruh |
Tutabilir |
Tutabilir |
Haram |
|
Kocası Yanında Değilken |
Tahrimen Mekruh |
Tutabilir |
Tutabilir |
Haram |
Tablo 67: Kadının Kocasından İzinsiz Orucu
Yevmi Şekte Ramazan niyetiyle oruç tutmak Hanefî Mezhebine göre tahrimen mekruh, ÜM’e göre mekruhtur. [649]
Oruç ceza hukuku, genel ceza hukundan bağımsız bir şekilde pek ele alınmamıştır. Genel fıkıh kitapları, oruç suç ve cezalarından özellikle iki tanesini incelemişlerdir. Bunlardan biri, orucu ihmal edenin (târiku’s-savm), diğeri ise dinden çıkan (mürted) kişinin, iman ve ceza’açısından sorumluluğudur.
Oruç, saf Allah haklarından biri olduğu için, İslâm devletinde kamu haklarından biri olarak düşünülmüş ve usûlüne uygun olarak tutulması, kamu görevlilerinden, muhtesibın yetkileri içerisinde ele alınmıştır. Kamu hukuku kitaplarından el-Ahkâmu’s-Sultâniyye’lerin, Ahkâmul-Cerâim ve Ahkâmu’l Hisbe bölümlerinde, oruç ceza hukukunun teorik ve pratik bazı yönleri üzerinde durulmuştur. Kamu hukukunun başka bir dalı olan Hisbe kitapları da, konuyu muhtesibın görevleri çerçevesinde ele almışlardır.
Oruç cezasını doğuran başlıca olaylar; orucun inkârı, oruçtan kaçınma ve oruçta usulsüzlüktür.
Oruç konusunda, diğer emir ve yasaklardaki gibi, çifte cezasistemi yeğlenmiştir. Bunlar, dünyevî ve uhrevî müeyyidelerden oluşmaktadır.
Uhrevî müeyyideler, müjdeleme ve sakındırma şeklindeki iki unsurdan meydana gelmiştir. Oruç tutanlara uhrevî mükâfat, tutmayanlara ceza vadedilmiştir, orucun farz olduğuna inanıp oruç tutmayanlar, büyük günahlardan birini işlemiş olur, Allah’ın büyük günah işleyenler hakkında belirttiği cezaya hak kazanır; bundan sadece nasûh (bir daha yapmamak üzere) tevbeyle temizlenilir. Dünyevî müeyyideler ise, oruç mükellefi olanları, oruç borcunu usûlüne göre yerine getirmeye yönelten maddî ve zora dayalı yaptırımlardır.
Burada, şunu belirtmeliyiz: Oruçtan kaçınma ve inkâr suçlarında hemen maddî ceza yoluna başvurma doğru değildir. Öncelikle yapılacak iş, insanları din ve oruç konusunda doğru ve sağlam bir şekilde bilgilendirmek ve zaman içinde eğitmektir.
Müslümanlar, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma prensipleri çerçevesinde birbirlerini bilgilendirir ve eğitirler, doğruyu bulup yanlışı bırakırlar. Yapılacak bu ferdî işin yanısıra, klasik dönemdekine benzer tarzda özel kuruluşlarla da bu faaliyeti yürütebilirler.
Klasik dönemde, bir kamu kuruluşu olan Hisbe, oruç suç ve cezaları konusunda görev yapmıştır.
Muhtesib, birinin orucu tutmadığını zannederse, töhmet dolayısıyla onu sorumlu tutmaz, ama öğüt verebilir ve haklarını düşürmesinden ve farzlarını ihlalden dolayı Allah’ın azabından sakındırır. [650]
Orucun inkârı suçunda birleşme halinde, bu kişiler mürted olduklarından, savaş yoluyla doğruya dönmeleri sağlanır.
Oruçtan kaçınma suçunda birleşme halinde ise, mükelleflerin tevbe edip oruç tutması istenir.
Orucun inkârı ve oruçtan kaçınma suçlarının tekrarında da, ilk işlendiklerinde verilen ceza yeniden uygulanır.
Oruçta usulsüzlük suçlarında tekerrür ve birleşme konusu, suçlar ele alınırken işlenecektir.
Oruç suçlarından birini işleyenler pişmanlık duyabilirler. Bu takdirde, tevbe edip kazaya veya keffarete kalan oruçlarını bir an önce tutmak suretiyle, Allah’tan af dilemelidirler. Yüce Allah’ın engin affının onlara da nasip olacağı umulur.
Oruç suçlarından birini işleyen mükellefin ölümü halinde, bu suçla ilgili dünyevî cezalar da düşer, Yüce Allah katındaki uhrevî sorumluluk ise devam eder.
Ağır hastalık ve yaşlılık gibi mücbir sebeplerle oruç tutulmayabilir; tutabilme imkânı olunca tutmaya çalışılır, yoksa fidye ödeme yoluna başvurulur.
Oruç, zarurat-i diniyyedendir. Farz olduğunu bilerek veya hafife alarak orucu terkedenler, icma ile kâfir olur, kendisine mürtedle ilgili hükümler uygulanır. Bu bakımdan, orucu gericilik alâmeti sayanların veya oruç tutanları alaya alanların yanıldıklarım belirtmek, bu konunun önemiyle ilgili olarak onları bilgilendirmek gerekir.
Oruç tutmayan kişi, öldürülmez, Ramazan ayı boyunca ye-mek-içnıekten alıkonur, ta’zir cezası verilir. Oruç tutacağını söylerse, bırakılır ve tutması kendi sorumluluğuna bırakılır. Yeniden yerken görülürse, ta’zir cezası” uygulanır, öldürülmez.
Ahmed b. Hanbel’den, Meymuni’nin rivayetine göre, orucun farz olduğunu kabul edip tutmayanın tevbe etmesi istenir, tevbe etmezse boynu vurulur. Ebu Talib ve Esrem’in rivayetlerine göre ise, orucu, namaz ve zekât gibi kabul etmemiştir.
Muhtesib, oruç tutmayan kişiyi Ramazan’da yerken görürse, hemen cezalandırma yoluna başvurmaz. Durumu net olmadığında, yeme sebebini sorar, çünkü, hasta veya yolcu olabilir. Şüphe işaretleri varsa, durumu sorar. Mazereti kabul edilebilir türdense, onu cezalandırmaz, kendisini töhmete düşürmemesi ve mazeretini başkalarından ayırdedemeyen bilgisizlerin örnek almaması için, gizlice yemesini emreder. Sözünden şüphe duyulursa, yemin ettirilmez, çünkü oruç tutması kendi sorumluluğuna bırakılmıştır. Oruç tutmayan, herhangi bir mazeret söylemezse, durumunu hemen engeller ve onu te’dip eder.
Oruçta usulsüzlük; orucu bozan ve bozmayan hal ve hareketler ile oruçluya mekruh olup olmayan hareketlerden ibarettir.Bunu ayrıca incelemekte yarar görüyoruz.
Orucu bozan hal ve hareketleri, oruca aykırı davranışlar ve bozulan oruç için yapılacak işlemler başlıkları altında inceleyebiliriz:
Oruca aykırı davranışların bir kısmı yeme-içmesiyle, bir kısmı cinsî konularla, bir kısmı da diğer işlerle ilgilidir:
Yeme-içmeyle ilgili aykırılıklar; çeşitli madde ve salgıları yutma, kaçmılamayan ve gıda ilaç niteliği taşımayan maddeleri yutmaktan ibarettir.
a) Hanefi ve Maliki Mezhepleri ile Sevrî ve onların görüşünde olan hukukçularla İmamiye (Caferi) Mezhebine göre, kasıtlı yeme-içmeyle oruç bozulur ve hem kaza, hem de keffaret gerekir.
b) Şafiî, Hanbelî ve Zahirî Mezheplerine göre, bu durumda oruç bozulur, fakat sadece kaza gerekir.
a) ÜM, Caferî Mezhebi, Zeydiye Mezhebi Ata ve Sevri’ye göre, unutarak yeme-içmeyle hiçbir oruç bozulmaz.
b) Maliki Mezhebine göre, unutarak yeme-içme halinde, -orucun rüknü olan imsak bulunmadığından- yalnız farz oruçlar bozulur ve kazası gerekir.
Unutarak yemeye başlayan veya yemekte olan bir oruçluya rastlandığında, orucunu tamamlamaya kudretli görülüyorsa, oruçlu olduğunu hatırlatmamak tahrimen mekruhtur. Fakat yaşlı ve güçsüz bir mükellefe oruçlu olduğunu hatırlatmamak mekruh değildir.
Oruçlu olduğu halde unutarak yemek yiyen birine oruçlusun denildiği halde hiç uyanmayarak yemesine devam ederse oruç bozulur, kaza gerekir.
Uyku halinde yeme-içmeyle oruç bozulur.
Uyuyan birinin boğazına su dökülünce, Hanefi Mezhebine göre bu mükellefin orucu bozulur.
Maliki Mezhebine göre, uyuyan birinin boğazına kasıtlı olarak su döküp, suyun mideye ulaşması halinde dökene keffaret, dökülene kaza gerekir.
a) ÜM’e ve Caferi Mezhebine göre, hatayla olan yeme-içme orucu bozar ve kaza gerekir. Bu sebeple bir kimse oruçlu olduğunu bildiği halde kasıtlı olmaksızın hatayla bir şey yese, içse, msl. abdest alırken içerisine su kaçsa veya ağzına kar veya yağmur damlacıkları düşüp içerisine gitse, oruç bozulup kazası gerekir. Fakat, oruçlu olduğu hatırında olmazsa, bunlardan dolayı oruç bozulmaz.
Ağzın çalkalanmasından sonra ağızda kalan yaşlığın tükürükle beraber yutulması orucu bozmaz. İçeriden burna gelen kanın yutulması halinde de oruç bozulmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, hata yoluyla yeme-içme de unutmagibidir, orucu bozmaz.
Güneş battı zannederek orucunu bozan veya fecir doğmadı zannederek sahur yapan kimseye gereken ceza konusunda, hukukçuların görüşleri değişiktir: [656]
a) DM’e ve Caferi Mezhebine göre, oruç sahih olmayıp kazasıgerekir.
b) Zahirî Mezhebine ve el-Hasenu’1-Basri’ye göre, oruç sahiholup kazası gerekmez.
c) Yalnızca Malik, güneş battı zannederek orucunu bozana hem kaza, hem de keffaret gerekeceği görüşündedir. [657]
a) Hanefî ve Caferi Mezheplerine göre, ikrah halinde yeme içmeyle oruç bozulur ve kazası gerekir.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine ve Züfer’e göre, mükrehin (baskı altında olanın) orucu, unutarak yiyenin orucu gibi bozulmaz.
Çeşitli salgı ve maddeleri yutmak, ağızdan çıkan veya ağıza gelen maddeleri yutmakla olur:
Bir hastalık dolayısıyla ağızdan çıkıp, yine ağıza giren suyla oruç bozulmaz.
Konuşmadan veya başka sebeplerden dolayı tükürükleıslanmış dudakları emmek, -zaruret dolayısıyla- orucu bozmaz.
Dişler arasından veya çıkarılan dişten çıkan kanın orucu bozup bozmaması birkaç şekilde olur:
a) Az olup, içeriye gitmeyen kan -kaçınılması mümkün olmadığından- orucu bozmaz.
b) Çok olmakla birlikte, tükürükten az olan ve tadı bulunmayan kan da orucu bozmaz.
c) Tükürükten fazla veya ona denk kan, içeriye giderse oruç bozulur.
a) Ebu Hanife, eş-Şeybanî ve Maliki Mezhebine göre, balgam yutmak orucu bozmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, balgamı dışarı çıkarıp atmak orucu bozmaz. Fakat, balgam ağızda bir müddet durduktan ve yerleştikten sonra yutulursa oruç bozulur.
c) Hanbelî Mezhebine göre, ağıza gelen balgamı yutmak orucu bozar ve kaza gerekir.
a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, dişler arasında kalan artıklar, az olunca orucu bozmaz, fakat çok olunca bozar. Azlık ve çokluğun ölçüsü nohut tanesine -Malikî Mezhebine göre örfe- göre bilinir: Nohut tanesinden küçük olan artıklar, orucu bozmaz; fakat nohut tanesi kadar olanlar orucu bozar.
b) Şafiî Mezhebine göre, dişlerden çıkarıp atmak mümkün olduğu halde yemek artıklarını -az veya çok- yutmak orucu bozar ve kazayı gerektirir.
c) Hanefî hukukçu Züfer’e göre, dişler arasındaki az veya çok bütün artıkların yutulması orucu bozar.
Ağıza gelen kusmuk, gözyaşı, ter ve abdest suyunu yutmanın orucu bozup bozmadığı hukukçular arasında tartışmalıdır:
Kendiliğinden gelen kusmuk ile kasıtlı getirilen kusmuk ayrı ayrı hükümler alır:
a) Kendiliğinden gelen ve ağız dolusu olmayan kusmuk, yine kendiliğinden içeriye giderse, Cumhur’a göre orucu bozmaz, Maliki Mezhebine göre bozar. Fakat, içeriye kendiliğinden gitmeyip, oruçlu tarafından yutulursa, -imsak bulunmayacağından- Muhammed eş-Şeybani’ye göre orucu bozar; -az olduğundan ve abdesti bozmayacağından- Ebu Yusuf’a göre bozmaz. [661]
b) Kendiliğinden gelen kusmuk yutulmayınca Cumhur’a göre orucu bozmaz, Rebia, İbn Abbas, el-Hasenu’1-Basrî, Malik ve Zeydiye’den Hâdi’ye göre bozar. [662]
a) Kendiliğinden gelen kusmuk ağız dolusu olup, içeriye yine kendiliğinden giderse -abdesti de bozacağından- Ebu Yusufa göre orucu da bozar; Muhammed eş-Şeybani’ye göre -imsak kasıtlı olarak terkedilmediğinden- orucu bozmaz. Fakat, içeriye tamamen veya kısmen oruçlu tarafından gönderilirse, oruç her iki hukukçuya göre bozulur. [663]
b) Maliki Mezhebine göre, kendiliğinden gelen kusmuktan yutulmayınca oruç bozulmaz. [664]
Kasıtlı getirilen kusmuk, Cumhur’a göre orucu bozar. Bu durumda, Ebu Sevr ve Evzaî’ye göre hem kaza, hem de keffaret gerekirken; Şafiî, Maliki ve İmamiye Mezheplerine ve Ahmed b. Hanbel’e göre, yalnızca kaza gerekir. Tavus’a göre, kasıtlı getirilen kusmuk orucu bozmaz.
Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, kasıtlı getirilen kusmuk, ağız dolusu olunca orucu bozar. Çünkü bu hal, hem abdeste, hem de imsake aykırıdır.
Ağız dolusu olmayan kusmuk, içeriye kendiliğinden giderse, -imsake aykırı olacağından- Muhammed eş-Şeybani’ye ve Malikî Mezhebine göre orucu bozar; Ebu Yusufa göre bozmaz. Ağız dolusu olmayan kusmuk, içeriye oruçlu tarafından gönderilirse, Ebu Yusuf ve eş-ŞeybaniJye göre oruç bozulur. [667]
Şafiî Mezhebine göre, oruçlu olduğunu bile bile kendini kusmaya zorlayarak kusanın -kusmuğu az da olsa- orucu bozulur. Kasıtlı ve bilerek geyiren oruçlunun midesindeki salgı boğaza gelecek olursa, oruç bozulur ve kaza gerekir. [668]
Hanbelî Mezhebine göre, ağıza gelen kusmuğu yutmak orucu bozar ve kaza gerekir. [669]
Gözyaşı ve yüz teri bir-iki damla olunca, -kaçınılması imkânsız olduğundan- orucu bozmaz, tuzluluğu bütün ağız içinde hissedilecek derecede çok olur ve oruç hatırdayken yutulursa oruç bozulur.
Abdest alırken ağız ve burun temizliğini yapan kimse, ağız veya burunda kalan suyu yutmanın hükmü tartışılmıştır:
a) Hanefî Mezhebine göre, oruçlu olduğunu hatırlarsa oruç bozulur, hatırlamayınca bozulmaz.
b) İbn Ebi Leyla’ya göre, abdest, farz namaz için alınıyorsa, orucu bozmaz; nafile içinse bozar.
c) eş-Şafiî’ye göre, hiçbir durumda oruç bozulmaz.
d) Bazı hukukçulara göre, temizlik üçten fazla olarak yapılınca orucu bozar. Ahmed b. Hanbel’e göre, onun yeniden tutulması iyi olur.
Yenilmeyen ve kendisinden kaçınmak imkânsız olan maddelerin içeriye gitmesi orucu bozmaz. Bu sebeple, ilaçların tadı, havada dağılan duman, toprak vb.den kalkan toz, uçan sineğin boğaza gitmesi orucu bozmaz. [671] Şafiî Mezhebine göre, içeriye giden sineği, çıkarmak orucu bozar ve kaza gerekir. [672]
Renkli bir ip parçasını defalarca ağza alıp çıkarmak orucu bozmaz. Fakat, oruçlu olduğunu hatırlayan bir kimse ağzına aldığı bir ipin siyah, yeşil, sarı veya kırmızı rengiyle boyanmış olan tükürüğünü yutacak olsa orucu bozulur.
Şafiî Mezhebine göre, oruçlunun midesine ulaşan -az veya çok, büyük veya küçük- her şey şu şartlarla orucu bozar:
1) Yeni müslüman olduğu için orucu bozduğunu bilmemek,
2) Kasıtlı olmak; kendi isteği olmadan herhangi bir maddenin girmesi halinde oruç bozulmaz.
3) Mideye ulaşmasının ağız, burun, kulak, kalbe ulaştıran .yara gibi şer’i yollar olması. [673]
Cinsî konulardaki aykırılıklar; cinsî birleşmenin hazırlayıcıları ve cinsî arzunun giderilmesi başlıkları altında incelenebilir:
a) Hanefî Mezhebine göre, yalnızca öpmek, okşamak ve oynamak orucu bozmaz; bir erkek eşini veya bir kadın kocasını öpüp erkekte atmık, kadında yaşlılık belirirse oruç bozulmuş olur, kazası gerekir. [674] Kadın bu öpme sonunda yaşlılık değil, bir lezzet duyacak olsa, Ebu Yusuf’a göre oruç bozulur; eş-Şeybani’ye göre bozulmaz. Okşama, el tutuşma, boyna sarılma da öpme hükmündedir.
b) Şafiî, Caferî ve Hanbelî Mezheplerine göre, öpme dolayısıyla boşalma olursa oruç bozulur, kaza gerekir. [675]
Yalnızca elle tutmak ve dokunmakla oruç bozulmaz.
Eşini elbisesi üstünden tutarak boşalma yapan mükellef, cildinin sıcaklığını hissetmişse orucu bozıulur; hissetmemişse bozulmaz. Fakat, kadın eşini boşalma oluncaya kadar tutacak olsa, kocasının orucu bozulmaz.
Hanbelî ve Caferi Mezheplerine göre, boşalma olunca, oruç bozulur ve kaza gerekir. [676]
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, cinsî organla, iki yoldan başka herhangi bir yere dokunma sonunda atmık gelmezse oruç bozulmaz; atmık gelirse bozulur, yalnız kaza gerekir. Elle atmık getirmek (mastürbasyon), hayvan ve ölüyle birleşme yapmak da bu hükümdedir.
b) Şafiî Mezhebine göre öpme, dokunma vb. dolayısıyla boşalma olunca oruç bozulur, sadece kaza gerekir.
a) Hanefî Mezhebine göre, -kime olursa olsun- bakma ve düşünme sonunda boşalma olursa oruç bozulmaz. [678]
b) Maliki Mezhebine göre, bakmak ve düşünmekle orucun bozulup keffaretin gerekmesi için,
(a) Bunların aralıksız, uzunca ve devamlı olması,
(b) Bakışını uzatınca boşalma olması,
(c) Boşalmanın bu gibi durumlarda mükellefin âdeti olması şartlarının gerçekleşmesi gerekir. [679] Fakat, sadece bakınca, boşalmayla oruç bozulmaz.
c) Şafiî, Mezhebine göre, bakma ve düşünmeyle boşalma olunca, bu, mükellefin âdetiyse oruç bozulur, değilse bozulmaz. [680]
d) Hanbelî Mezhebine göre, bakışın devamlı olmasından dolayı boşalma olursa oruç bozulur, kaza gerekir. [681]
İhtilam ile oruç bozulmaz:
a) Cumhur’a göre, cünüp olarak oruç tutmak, orucun sahih olmasını -gusül güneş batana kadar geciktirilse bile- zedelemez.
b) Tavus, Urve b. ez-Zubeyr ve Nehaî’ye göre, kasıtlı olarak bu şekilde oruç tutulmaz. Nehâî’ye göre, bu şekilde oruç tamamlanır, daha sonra kaza edilir.
c) Ebu Hureyre’ye göre, cünup olarak oruç tutulmaz.
d) Caferî Mezhebine göre de kasten cünup olarak hem Ramazan, hem de kaza orucu tutulamaz, hatta kaza orucu, kasten olmasa da cünup olarak sabahlamakla bozulur. Ramazan orucunda, cünüplük için fecirden önce gusül yapmanın unutulmasında da kuvvetli olan bozulacağıdır. Gusül veya teyemmüm imkânı olmayanlar ise oruç tutabilirler.
Cinsî arzunun giderilmesini, arzunun tam ve eksik giderilmesi başlıkları altında inceleyebiliriz:
Erkek ve kadının, önden veya arkadan, birleşme yaparak cinsî arzunun tam giderilmesi orucu bozar:
a) Cumhur’a göre, kasıtlı birleşme halinde hem kaza, hem keffaret gerekir
b) Bir grup hukukçuya (bir kavlinde eş-Şafiî’ye) göre, sadece keffaret gerekir. Diğer gruba (Zeydiye’nin Hâdeviye koluna) göre sadece kaza gerekir.
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, unutarak birleşme yapma halinde oruç bozulmaz, hiçbir ceza gerekmez. Zeydiye Mezhebi de bu görüştedir.
Ramazan’da gündüz veya fecir doğarken unutarak birleşme halinde, oruçlu olduğunu hatırlayıp hemen geri çekilince, eş-Şeybânî’ye göre kaza gerekmez. Ebû Yusuf’tan bir rivayete göre fecirde olan için kaza gerekir. Kendini çektikten sonra, yeniden birleşilirse keffaret gerekir; Ebu Hanife’den bir rivayete göre, keffaret gerekmez.
b) Malik’e göre farz orucu bozmaz ve hiçbir ceza gerekmez, nafile orucu bozar ve kazası gerekir.
c) Ahmed b. Hanbel’e ve Zahirî Mezhebine göre, bu durumda, hem kaza, hem keffaret gerekir.
d) Atâ ve es-Sevrî’ye göre, unutarak birleşme halinde oruç bozulur.
a) Hanefî Mezhebine, Sevrî ve Evzâî’ye göre, hata ve ikrah yoluyla birleşme yapılması orucu bozar.
b) eş-Şafiî’ye göre, bu durumda oruç bozulmaz.
a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, kadının birleşmeye teşviki halinde keffaret gerekir.
b) eş-Şafıî ve Davud ez-Zahirî’ye göre, bu durumda keffaret gerekmez.
a) DM’e göre, el ile boşalma (mastürbasyon) halinde, oruç bozulur ve yalnızca kaza gerekir; Hanbelî Mezhebine göre, başkasına yapılsa da hüküm böyledir.
b) İmamiye (Caferi) Mezhebine göre, oruç bozulur, hem kaza, hem de keffaret gerekir.
Hayvanla birleşme halinde Cumhur’a göre boşalma olmazsa oruç bozulmaz, boşalma olursa oruç bozulur ve yalnızca kaza gerekir; ölüyle birleşme halinde de hüküm aynıdır; Caferî Mezhebine göre, boşalma olsun olmasın oruç bozulur.
Sevicilik de orucu bozar ve yalnızca kazayı gerektirir.
Küçüklerle birleşme yapılması halinde, oruç bozulur ve yalnızca kaza gerekir.
Homoseksüellik halinde, Cumhur’a göre, boşalma olunca, oruç bozulur ve sadece kaza gerekir; Caferî Mezhebine göre, boşalma olmasa da oruç bozulur.
Oruçluyken iğne yaptırmanın orucu bozup bozmadığı konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır. Bu olayla karşılaşan mükellefin orucu da, bu görüş ayrılığına göre bozulur veya bozulmaz:
a) Ebu Hanife’ye göre, vücudun neresinden olursa olsun konulan ilaç veya vücuda faydalı maddeler kalbe veya mideye ulaşırsaoruç bozulur. Bu rsasa göre, iğne yaptırmak da bunların benzeridir. Aynı özellikten dolayı, iğne ile de oruç bozulmuş olur, kazası gerekir. Çünkü bu ilaç, diğer şartlar yanında kanın hareketiyle vücuda dağılacak ve orucu bozan bir nitelik kazanacaktır. Zira bu, oruçlunun kendi isteğiyle yapılmakta ve vücuda faydalı olmaktadır. Bu konuda önemli olan, içeriye giden maddedir, yol değildir.
b) Ebu Yusuf ve Muhammed eş-Şeybanî’ye göre vücuttaki tabiî delikler dışından vücuda giren maddeler orucu bozmaz. Çünkü oruç “Tabiî deliklerden bir maddeyi içeriye götürmeden gerçekleşen bir imsak”tir. Sonradan açılan delikle madde içeriye götürülürse oruç bozulmaz. Dolayısıyla, iğne yaptırmak orucu bozmaz.
c) ÜM’e ve İbn Teymiye’ye göre, iğne yaptırmak orucu bozmaz. [692]
İğne ile orucun bozulup bozulmayacağı konusunda, iki şekildefetva verilmiştir:
a) Osmanlılar devrinde Fetvahane-i Âliye [693] ile 1948’de toplanan el-Ezher Üniversitesi Fetva Komisyonu [694] ve çağdaş hukukçu Mahmud Şeltut [695] tarafından verilen fetvalara göre, iğne orucubozmaz.
b) Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyetinin 9.11.1956 gün ve 630 sayılı kararı değişiktir: [696] Bu kararda, tabiî deliklerle yaradan konan ilaçların mide ve kalbe ulaşması halinde orucu bozacağı dikkate alınarak, iğneyle orucun bozulması mide ve kalbe ulaşmasına göre düzenlenmiştir. İğne içindeki maddenin tesiri yalnız deri altında kalıp mide ve kalbe ulaşmamış olursa, orucu bozulmaz. Fakat maddenin mide ve kalbe ulaştığı anlaşılırsa ve bilinirse oruç bozulur ve yalnız kazası gerekir.
İğneyle orucun bozulup bozulmayacağı konusundaki görüşlerin bozar diyeni ihtiyata daha uygundur. Zarurî bir durum olmadıkça, iğneyi iftar sonrasına bırakmak en uygun yoldur. Fakat, zarurî durumlarda iğne yaptırılabilir. Bu durumda oruç, daha sonra -ibadeti sağlama bağlamak ve iç huzurunu sağlamak için- kaza edilirse ihtiyatlı davranılmış olur.
Pilotların ve nefes darlığı çekenlerin kullandığı yapay oksijen gıda ve ilaç niteliği taşımadığı ve bir nevi hava olduğu için orucu bozmaz.
a) Burna akıtılan ilaç ve kulağa damlatılan yağ orucu bozar, kaza gerekir. Kulağa giren veya dökülen su orucu bozmaz.
b) Derinin küçük deliklerinden içeriye giren şeyler orucu bozmaz. Bu sebeple, vücuda sürülen yağ veya yıkanıp soğukluğu içeriye giden su orucu bozmaz. [697]
c) Göze dökülen ilaç ve sürme çekme orucu bozmaz.
d) Kan Aldırmak: [698]
1) Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zahirî, Evzaî ve İshak b. Raheveyh’e göre, kan aldırmak orucu bozar, yalnız kaza gerekir. Atâ’ya göre, bu durumda, hem kaza, hem de keffaret gerekir.
2) Malik, eş-Şafiî ve Sevrî’ye göre, kan aldırmak orucu bozmaz, fakat bu mekruhtur.
3) Hanefî Mezhebine göre, kan aldırmak, ne orucu bozar, ne de mekruhtur.
e) Caferi Mezhebine göre, Allah’a Hz. Peygambere, kuvvetli görüşte imamlara, ihtiyat görüşte peygamberlere ve vasilere iftira atmak da -dinî olsun, dünyevî olsun- orucu bozar ve ihtiyat görüşte keffareti gerektirir. Riya da orucu bozar ve kaza gerekir. [699]
a) Hangi oruç çeşidinde olursa olsun, -zarurî haller dışında-mideye gitmeyecek şekilde yemek vb. tatmak. -Kocası yemeğe düşkün ve titiz- kadınların zarurî halde yemeğin tadına bakması ile aldatılma korkusu bulunan kimselerin alacağı malın tadına bakmasında bir sakınca yoktur; ancak tadılan madde mideye gidince oruç bozulur.
b) Özürsüz olarak herhangi bir şey çiğnemek, özürlü olarak çiğnenen maddelerde bir sakınca yoktur; ancak, çiğnenen maddenin bir kısmı mideye gidince oruç bozulur. Bebeği olanlara yutmamak şartıyla çiğnemelerinde bir sakınca yoktur.
c) Cinsî birleşme veya guslü gerektirmeyecek bir durumun ortaya çıkmayacağından emin olmayan erkeğin eşini öpmesi ve okşaması.
d) Oruçlunun kendini oruç tutamayacak kadar zayıf düşürmesi. Msl. kan aldırmak, bu tür davranışlardandır.
e) Şeker özü bulunmayan sakızı çiğnemek. Bu hüküm tatsız, dağılmayan ve erimeyen sakızlar içindir. Tatlı, dağılan ve eriyen sakızlar orucu bozar. İbadete şüphe katmamak için sakızın mekruh olmayanını bile çiğnememek uygundur.
Şafiî Mezhebine göre, fazilet olduğuna inanarak iftarı geciktirmek mekruhtur.
f) Sürme çekmek, Ahmed b. Hanbel, Sevrî ve İbnu’l-Mübarek’e göre mekruhtur; eş-Şafiî’ye göre caizdir; İbn Şubrume ve İbn Ebî Leylâ’ya göre orucu bozar. [701]
a) Bıyıkları yağlamak, göze sürme çekmek, yüze krem vb. maddeler sürmek,
b) Kendini zayıf düşürmeyecek derecede, msl. kan aldırmak gibi bir davranışta bulunmak,
c) Misvak kullanmak; diş fırçası ile dişlerin temizlenmesi sırasında diş macununun tadını almamaya ve mideye inmemesine dikkat edilmelidir.
Ebu Yusuf’a göre, su ile ıslatılmış misvak; Şafiî Mezhebine göre, zevalden sonra misvakı kullanmak mekruhtur.
d) Ağzı çalkalamak ve burna su çekmek; aşırılık mekruhtur.
e) Gusül yapmak ve serinlemek için yıkanmak, Hanefî Mezhebinin müfta bih görüşüne göre, mekruh değildir. Ebu Hanife’ye göre, harareti azaltmak için ağza ve burna su almak, soğuk suyla yıkanmak mekruhtur.
f) Cinsî birleşme veya guslü gerektirmeyecek bir durumun ortaya çıkmayacağından emin olarak erkeğin eşini öpmesi ve okşaması mekruh değildir.
a) Hanefî Mezhebine göre, başlanmış her türlü orucu özürsüz yere bozmak günahtır. Çünkü, ameli özürsüz yere iptal etmek haramdır.
b) Şafiî Mezhebine göre, yalnızca nafile oruçların özürsüz bozulmasında günahkâr olunmaz.
Ramazan orucunu bozan mükellefe, bozan hale göre kaza veya keffaret gerekir. Keffaret, sadece Ramazan orucuna mahsus bir cezadır.
Ramazan dışındaki oruçlarda uygulanacak ceza, orucun kaza edilmesidir. Ramazan orucunun kazası da, bozulunca uygulanacak ceza yönünden bu gruba girer.
Oruç Bozmanın Cezası
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bütün Oruçlar İçin Gerekli Ceza Bazı Oruçlar İçin Gerekli Ceza
1. Günaha Girmek Ramazan Orucu Ramazan Dışındaki Oruçlar İçin
1. Kaza 1. Kaza
2. Keffaret
Şema 46: Oruç Bozmanın Cezası
Bozulan oruçlar için uygulanacak cezayı, genel olarak ele aldıktan sonra, bunları özel bir incelemeye tâbi tutalım:
Ramazan’da oruçluyken bir mükellefin orucunu bozması halinde, günün kalan kısmını, bu aya bir saygı ve hürmet olmaküzere oruçlu geçirmek gerekir. Ayrıca, oruçlu oldukları için çevresindekilerin düşünce ve inançlarına saygı duyması şarttır. Hal ve hareketin durumuna göre, daha sonra bu orucun kazası veya keffareti gerekir.
a) Ramazan dışındaki keffaret oruçları, kaza oruçları, adak ve nafile oruçlar bozulunca, günün kalan kısmını oruçlu geçirmek şart değildir. Daha sonra, bu oruçlar, usulüne uygun olarak kaza edilir.
b) ÜM’e göre, yevmi sekte hilalin sabit olduğu öğrenilince, günün kalan kısmı oruçluymuş gibi geçirilir; Hanefî Mezhebine göre, bu şart değildir.
c) Maliki Mezhebine göre, Ramazan dışındaki oruçların bozulması halinde, günün kalan kısmını oruçlu geçirmek, duruma ve oruca göre değişir:
1) Muayyen adak orucu bozulunca, günün kalan kısmını oruçlu geçirmek gerekir.
2) Muayyen olmayan adak orucuyla diğer farz oruçlarda ise, durum değişiktir: Ramazan orucunun keffareti ve aralıksız bir ay oruç tutacağını adamak gibi, oruç aralıksız tutulan oruçlardan biriyse ve kasıtlı olarak onu bozduysa, günün kalan kısmını oruçlu geçirmek ve oruca yeni baştan başlamak gerekmez. Fakat sehven bozulduysa, oruçlunun ilk günüyse, günün kalanını oruçlu geçirmek menduptur; ilk gün değilse, kalan kısmı oruçlu geçirmek gerekir.
3) Nafile oruçlar unutarak bozulunca -kazası gerekmeyeceğinden- günün kalan kısmını oruçlu geçirmek gerekir; fakat, oruç kasıtlı olarak bozulursa, -kazası gerekeceğinden- kalan kısmı oruçlu geçirmek gerekmez.
Orucun bozulmasından sonra yapılacak işlemler, keffareti veya kazayı gerektiren hale göre değişir:
a) Cumhur’a göre, Ramazan orucundan başka hiçbir orucun bozulmasından dolayı keffaret gerekmez. Çünkü, bu keffaretin vacip olması, yalnız eda edilen Ramazan orucunu bozmaya mahsustur.
b) Katâde’ye göre, Ramazan orucunun kazasında da keffaret gerekir.
c) Malikî hukukçulardan İbnu’l-Kasım ve Vehb’e göre, bütün oruçlar için, gerektiğinde keffaret ödenir.
d) Caferî Mezhebine göre, Ramazan orucunun kazasında daralmadığı sürece zevalden önce orucu bozmak caizdir. Zevalden sonra ise haramdır, hatta keffaret gerekir. Bu keffaret, on fakiri bir fidye miktarınca doyurmaktır, bu mümkün olmazsa üç gün oruç tutar. Günün kalan kısmını oruçlu geçirmesi gerekmez.
Keffaret oruç tutmamanın değil, Ramazan orucunu bozmanın cezasıdır. Bu sebeple Ramazan’da asla niyet etmeyerek oruç tutmamak durumunda yalnızca kaza gerekir. Fakat hanefî hukukçu Züfer’e göre oruç için sadece imsak yeterlidir, niyet şart değildir. Bu sebeple niyet bulunmasa da yalnız imsak ile oruç tutulmuş olur. Bu durumda kasıtlı olarak oruç bozulursa hem kaza, hem keffaret gerekir.
Keffaret için gerekli şartları, mükellefle ilgili şartlar ve iftar şekliyle ilgili şart şeklinde iki grupta ele alabiliriz.
Bir mükellefe keffaret gerekmesi için, akıllı ve baliğ olması gerekir.
a) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, keffaret gerekmesi için, oruçlunun geceden ve imsake kadar niyet etmiş olması gerekir. Çünkü, orucun sahih olması için niyet şart olduğu gibi, niyeti, geceden yapılması Şafiî Mezhebine göre şarttır. Niyeti geceden yapmadan Ramazan’da orucunu bozan kimse, bu orucunu yalnız kaza eder.
b) Hanbelî Mezhebine göre keffaret için geceden niyetlenmek şart değildir.
c) Ebu Yusuf ve eş-Şeybani’ye göre, niyet bulunmadan imsak veya zevalden sonra oruç bozulsa kaza edilir; fakat, zevalden önce bu şekildeki oruç bozulsa, hem kaza, hem de keffaret gerekir. Çünkü zevalden önce oruca niyet edilebilir.
d) Züfer’e göre, geceden niyetlenmek şart değildir. Zira oruç, niyetsiz de tutulabilir.
Bakara: 2/184-185 âyetine göre, esasen yolcular oruç tutup tutmamakta serbesttir. Bu sebeple, yolculuk halinde orucun bozulması, sadece kazayı gerektirir. Fakat, orucu bozduktan sonra yolculuğa çıkmak keffareti düşürmez. Çünkü, yolculuğa çıktıktan sonra oruç bozmakla, orucu bozduktan sonra yola çıkmak birbirinden farklıdır.
Ramazan’da oruçlu olarak yolculuğa başlamış bir mükellef, unuttuğu bir şeyi almak üzere evine dönüp bir şeyler yedikten sonra tekrar yola çıksa keffaret gerekir. Çünkü; aile yanına dönmekle yolculuktan çıkmış, yemek yediği sırada mukim olmuştur. Fakat, yerleşim merkezinin son evlerini geçtikten sonra bir şey yiyip sonradan evine dönmesi halinde yine yemesi halinde, -tekrar yoluna devam etmese bile- keffaret gerekmez. Çünkü, yemesi ruhsat halinde olmuştur.
Ramazan günü zevalden önce memleketine dönen ve bir şey yememiş olduğu halde oruca niyet edip sonra bilerek bozan kimseye keffaret gerekmez.
ÜM’e göre, Râînazan günü orucu bozmak için ikrahı mülci ile karşılaşsa, mükellef için orucu bozması keffareti gerektirmez; Hanbelî Mezhebine göre bu.durumda da keffaret gerekir. [707]
Zevalden önce ayılıp oruca niyet etmişken sonra orucunu bozan bir deliye keffaret gerekmez.
ÜM’e göre, keffaretin gerekmesi için orucu bozma konusunda mükellefin kendi kasıt ve isteğinin bulunması şart koşulur; Hanbelî Mezhebine göre bu şart gerekmez. [708]
Unutarak bir şey yiyen veya fecir doğmuşken henüz doğmadı zannıyla veya uyku halinde oruca aykırı bir harekette bulunan kimse artık orucunun bozulmuş olduğunu sanarak tekrar kasten yese keffaret gerekmez. Orucunun bu unutmayla bozulmayacağınıbildiği halde orucunu bozsa bile, durum Ebu Hanife’ye göre aynıdır. Çünkü bu hal, orucun bozulma şüphesini aksettirir.
Fecir doğduğu halde henüz doğmadı zannıyla sahur yapılsa veya güneş batmadığı halde battı zannıyla oruç bozulsa yalnız kazagerekir.
Ağız temizliği yaparken boğazına su kaçan veya bir kadına bakan kimse bununla orucun bozulduğunu sanarak Ramazan’da kasıtlı olarak orucunu bozsa, bununla orucun bozulduğunu bilmiyorsa kaza, biliyorsa keffaret gerekir.
Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, Ramazan orucunun bozulmasından dolayı keffaret gerekmesi için, hem sureten, hem de manen iftar meydana gelmelidir. Bu da kasten ve tabiî olarak gıda ve ilaç almak, tat ve zevk almak için yenen-içilen maddeleri kullanmakla olur. [709]
Şeklen oruç bozma yukarıda sayılan üç özelliği (tegazzi, tedavi ve telezzüz; yani gıda, ilaç ve tat) taşıyan maddeleri ağızdan yutmak suretiyle olur.
Bu üç özelliği taşıyan maddelerin mideye ulaşması manen iftar adını alır.
Yalnız sureten veya yalnız, manen oruç bozmak, sadece kazayı gerektirir. Bu sebeple, gıda sayılmayan, vücuda faydası olmayan, yaratılış gereği sevilmeyen ve nefret edilen bir şeyin istekle yenmesi ve içilmesinden veya bir ilacın ağızdan başka bir taraftan içeriye atılmasından dolayı keffaret gerekmez.
Gerek ön, gerek arka yoldan biriyle, kadın ve erkeğin birleşme yapması keffareti gerektirir. Bu durumda, boşalma olması şart değildir. Ebu Hanife’ye göre, arka yoldan cinsî birleşme -haddi gerektirmeyeceğinden- keffareti de gerektirmez. [710]
Cinsî arzu; sevicilik, hayvanlarla birleşme, homoseksüellik, mastürbasyon gibi yanlış yol ve şekillerle eksik olarak giderilirse,yalnızca kaza gerekir. Fakat, Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, ölü ve hayvanla birleşme de keffareti gerektirir. [711] Hanbelî Mezhebine göre, sevicilik de keffareti gerektirir. [712]
Böylelikle, iftar şekliyle ilgili olarak şu ilkeyi benimseyebiliriz: İftarın, her yönüyle -yeme içmede hem sureten, hem manen; cinsi arzunun giderilmesinin, -kadın ve erkeğin ön veya arka yoldan birleşmesiyle- tam olması hem kaza, hem de keffareti; fakat eksik olursa yalnızca kazayı gerektirir.
Gıda, insanın yaratılışı itibarıyla yemeyi arzu ettiği ve yiyebildiği, karnını doyurabileceği maddedir. Ağızdan alman ilaçlar da bu maddeler içine girer:
a) Hanefî Mezhebine göre, şartları gerçekleşmiş bir şekilde yiyerek, içerek veya ilaç kullanarak gıda alınması, hem kaza, hem de keffareti gerektirir.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre -arzu ister tam, ister eksik giderilsin- yalnızca cinsi birleşmeden dolayı keffaret gerekir.
c) Malikî Mezhebine göre, kendi isteğiyle -az veya çok- kusmak keffareti gerektirir. [714] Ayrıca kasıtla, sıvı maddeleri, buhur ve buhur kokusunun, ağız, kulak, göz ve burundan boğaza ulaşması, hem kaza ve hem de keffareti gerektirir; sehven olunca kaza gerekir.
Mükellef ve iftar şekliyle ilgili şartlar, gıda ve ilaçları kullanmanın keffareti gerektirmesi için de aynen geçerlidir.
a) Bile bile yemek, içmek, ilaç ve gıda kullanmak,
b) Ağıza giren yağmur ve kar taneciklerini bilerek ve isteyerek yutmak,
c) Ağız dışından susam tanesi kadar bir yiyecek maddesini yutmak,
d) Sigara içmek, enfiye çekmek,
e) Eroin, esrar, afyon gibi uyuşturucu maddeleri kullanmak,
f) Az miktarda tuz yemek; çok miktarda tuz yemek yalnızca kazayı gerektirir. Çünkü, tuzun azı gıda için alınabilir, çoğu için böyle bir şey sözkonusu olmaz.
g) Çiğ et, içyağı, pastırma yemek,
h) Kötü veya şüpheli bir davranıştan sonra bunun orucu bozmadığını bildiği halde orucu bozmak; msl. gıybet eden kimsenin bu davranışının orucu bozmadığını bildiği halde yemesi içmesi; kan aldırdıktan sonra aynı şekilde orucu bozmak, eşini öptükten sonra bu şekilde yemek içmek keffareti gerektirir[715].
i) Zevk almak için eşinin tükürüğünü emmek.
Haller |
Hanefi |
Sara |
Maliki |
Hanbelî |
||
Yeme-İçme |
Gerektirir |
|
Gerektirir |
|
||
Cinsi |
Ta/n Giderme |
Gerektirir |
Gerektirir |
Gerektirir |
Gerektirir |
|
Arzunun |
Eksik |
Sevicilik |
|
|
|
Gerektirir |
Giderilmesi |
Giderme |
Hayvanlarla Birleşme |
|
Gerektirir |
|
|
|
|
Ölüyle Birleşme |
|
Gerektirir |
|
|
Tablo 68: Keffareti Gerektiren Haller
Cinsî arzunun tam giderilmesiyle orucu bozulan mükellefe keffaret gerekir.
a) Mükellefle İlgili Şartlar:
Bunları, genel ve özel şartlar şeklinde iki grupta toplayabiliriz:
i) Genel Şartlar:
Keffaret için gerekli mükellefle ilgili genel şartlar, cinsî arzunun giderilmesiyle keffaretin gerekmesi için de aynen geçerlidir.
ii) Özel Şartlar:
ii.i) Orucun Sıhhatine İnanmak: [716]
a) Şafiî Mezhebine ve Ebu Hanife’ye göre, unutarak yiyip orucu bozuldu zannederek birleşme yapana yalnızca kaza gerekir.
b) Hanbelî Mezhebine göre, bu durumda keffaret gerekir.
İİ.İİ) Haramhğını Bilmek: [717]
Şafiî Mezhebine göre, cinsî birleşme yapana keffaretin gerekmesi için, bunun haram olduğunu bilmek şarttır.
ii.iii) Müstakillen Yapmak: [718]
Şafiî Mezhebine göre, fiiliyle beraber bir şey yiyip içecek olursa, yalnız kaza gerekir.
ii.iiii) Günahkâr Olmak: [719]
Şafiî Mezhebine göre, msl. çocuk ve yolcular oruç bozmakla günahkâr olmadıklarından, onlara keffaret değil, yalnızca kaza gerekir.
ii.iiiii) Hatalı Olmamak: [720]
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, fecir doğmadı veya
b) Hanbelî Mezhebine göre, bu durumda kaza değil, keffaret gerekir.
ii.iiiiii) Sünnet Kısmının Girmesi: [721]
Şafiî Mezhebine ve Ebu Hanife’ye göre, birleşme halinde keffaretin gerekmesi için haşefenin girmesi gerekir.
ii.iiiiiii) Delirmemek: [722]
Şafiî Mezhebine göre, keffaretin gerekmesi için, birleşmeden sonra mükellefin aklî dengesini kaybetmemesi gerekir.
ii.iiiiiiii) Ramazan’ın Edası Olmak: [723]
Birleşmeyle orucun bozulması halinde keffaretin gerekmesi için, Cumhur’a göre, orucun Ramazan’ın edası olması gerekir; Katâde’ye göre, Ramazan orucunun kazasında, da keffaret gerekir; maliki hukukçulardan İbnu’l-Kasım ile Vehb’e göre, bütün oruçlar için gerektiğinde keffaret ödenir.
b) Birleşme Yapılanla İlgili Şartlar:
i) İnsan olmak: [724]
Hanefi Mezhebine göre, keffaretin gerekmesi için, birleşme yapılanın insan olması gerekir.
ii) Canlı olmak: [725]
Hanefî Mezhebine göre birleşme yapılanın canlı olması gerekir.
iii) Şehvetli olmak: [726]
Hanefi Mezhebine göre, keffaret için, birleşme yapanın şehvetli olması gerekir.
iiii) Fercden -ön veya arkadan- olmak: [727]
Şafiî Mezhebine göre, birleşmenin ön veya arka yollardan biriyle olması gerekir.
Şartlar |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
||||
Mükellefle İlgili Şartlar |
Genel Şartlar |
Akıl ve Buluğ |
Şart |
Ş |
Ş |
Ş |
||
Geceden Niyet |
Ş |
Ş |
-- |
— |
||||
Mazareti Bulunmamak . |
Yolcu |
Ş |
Ş |
Ş |
|
|||
İkrah |
Ş |
Ş |
Ş |
— |
||||
Delilik, Baygınlık |
S |
— |
|
— |
||||
Hata |
Ş |
— |
Ş |
— |
||||
Sonradan Delirmemek |
— |
Ş |
Ş |
|
||||
Kasıt va İstek |
Ş |
Ş |
Ş |
— |
||||
Ramazan’ın Edası |
Ş |
Ş |
Ş |
— |
||||
Özel Şartlar |
Haramlığını Bilmek |
... |
Ş |
Ş |
— |
|||
Müstakillen Yapmak |
... |
Ş |
... |
— |
||||
Günahkar Olmak |
— |
Ş |
— |
— |
||||
Hatalı Olmamak |
Yedikten Sonra |
... |
Ş |
Ş |
... |
|||
Fecir Doğdu Zannı |
— |
Ş |
-- |
— |
||||
Haşefenin Girmesi |
— |
Ş |
— |
— |
||||
Bir |
leşme pılanla ilgili Şartlar |
İnsan Olmak |
Ş |
— |
— |
— |
||
Ya
|
Canlı Olmak |
Ş |
— |
|
— |
|||
|
Şehvetli Olmak |
Ş |
— |
— |
— |
|||
|
Pereden Olmak |
Ş |
|
|
|
|||
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tablo 69: Birleşmede Keffaretin Gerekme Şartları
a) ÜM’e göre, cinsî birleşme halinde, her iki tarafa da keffaret ödemek gerekir.
b) Şafiî Mezhebine ve Evzaî’ye göre, bu durumda, yalnızca birleşme yapan keffaret öder.
Aslında eş-Şafiî’den bu konuda üç rivayet vardır:
1) Sadece erkek keffaret öder. Sahih olan da budur.
2) Her iki taraf da öder.
3) Kadının keffaretini de erkek öder.
a) Hanefî Mezhebine göre, cinsî arzunun eksik giderilmesi halinde yalnızca kaza gerekir.
b) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, bu durumda, ölü ve hayvanla birleşme yapıldığında da keffaret gerekir.
c) Malikî Mezhebine göre, cinsî birleşme dışındaki boşalma hallerinde sadece keffaret gerekir. Bu boşalma, bakma ve düşünmeyle olunca, orucun bozulup keffaret gerekmesi için,
(a) Bunların aralıksız, uzunca ve devamlı olması,
(b) Bakışını uzatınca boşalma olması,
(c) Boşalmanın bu gibi durumlarda mükellefin âdeti olması şartlarının gerçekleşmesi gerekir. Fakat, sadece bakınca boşalma olursa, kaza gerekir. [730]
d) Hanbelî Mezhebine göre, sevicilik de keffareti gerektirir. Bu durumda, boşalma yapan keffaret öder. [731]
Oruç keffaretinin nasıl ödeneceği konusu, keffaret oruçlarını incelerken ele alınmıştır. Keffareti gerektiren şekilde orucu bozulan mükellef, orucu bozduktan sonra oruç bozmanın vacip veya mubah olduğu bir hastalıkla karşılaşır, kadın aylık âdetini görmeye başlar veya lohusa olursa, ya da bayılırsa ÜM’e göre keffaret düşer, Hanbelî Mezhebine göre düşmez. Yalnız hastalığa mükellefin kendisi sebep olmamalıdır. Bile bile oruç bozduktan sonra yolcu olmakla keffaret düşmez. Çünkü, orucu bozduktan sonra yolcu olmakla, yolcu olduktan sonra orucu bozmak başka başkadır; yola çıktıktan sonra oruç bozulabilir.
Kazayı gerektiren hal ve hareketleri kazası gerekli oruç türlerini belirttikten sonra ele almak uygundur:
Herhangi bir sebeple tutulamayan Ramazan orucunun kaza edilmesi de farzdır:
a) Yolculuk ve hastalık mazeretleriyle Ramazan orucunu tutmamış olan mükellef, daha sonra bunları kazaya müsait vakit bulamadan vefat etse, ne kaza, ne de fidye gerekir. Fidye verilmesini vasiyet ederse, bu, malının üçte birinden ödenir.
b) Ramazan’ın başından sonuna kadar baygın halde bulunan kimse, daha sonra ayılınca kazayla mükellef olur; fakat delilik Ramazan’ın sonuna kadar aralıksız sürerse kaza gerekmez. Ayık olunan günler için kaza gerekir.
Maliki Mezhebine göre, delilik de bayılma gibidir, bu durumda da kaza gerekir.
Maliki Mezhebine göre, bozulan her farz orucun kazası gerekir. [733]
Muayyen olmayan adak oruçları, Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre kaza edilir.
Muayyen adak oruçları, Hanefî Mezhebine göre kaza edilir; Malikî Mezhebine göre, muayyen adak oruçları hastalık, hastalık ihtimali, âdet ve lohusalık, bayılma ve delilik gibi hareketlerle bozulunca kazası gerekmez, fakat unutarak bozulunca kaza gerekir.
Bozulan ve yarım bırakılan nafile orucu kaza etmek konusunda, hukukçuların görüşleri değişiktir:
a) Hanefî Mezhebine göre, her ne sebeple olursa olsun bozulan nafile orucu kaza etmek vaciptir. Çünkü, başlanan bir ibadeti yarım bırakmamak gerekir, kaza orucuna fecrin doğuşundan sonra niyet etme halinde oruç kaza için değil, bir nafile olarak sahih olur.
b) Şafiî Mezhebine göre, bozulan nafile orucu mükellef ister kaza eder, ister etmez.
c) Maliki Mezhebine göre, haram bir kasıtla nafile orucu bozma halinde kazası farzdır. [735]
a) Hanefî Mezhebine göre, oruçlunun ne gıda, ne de deva niteliği taşımayan maddeleri yemesi, yalnız kazayı gerektirir; Malikî Mezhebine göre, iftar mazeretsiz olunca keffaret gerekir.[736]
b) Ağza yağmur ve kar tanecikleri girince, kendi isteği olmadan yutmak; kendi isteğiyle olunca keffaret gerektirir.
c) Ağız dolusu kusmak veya ağza gelen bu kusmuğu bile bile yutmak,
d) Dişler arasında kalan ve nohut tanesi kadar bir maddeyi yemek; daha küçükleri orucu bozmaz.
e) Ham ayva veya ceviz gibi henüz yenecek hale gelmemiş meyvaları yemek; pişirilerek veya başka bir işlem yapılarak yenirse keffaret gerekir.
Dinimizce geçerli özürler hastalık, yolculuk, ikrahı mülci, yanılma ve yanlışlıktır.
Gıda ve ilaçları, bu özürlere dayanarak kullanmak, orucu bozup kazayı gerektirir. Unutarak bu maddeler kullanılmışsa, oruç hiçbir şekilde bozulmayıp ne kaza, ne keffaret gerekir:
a) Oruçlu olan kimse, ağır çalışmadan dolayı hasta olmaktan korkarsa, orucunu bozunca kaza etmesi gerekir. Yalnız, çalışmanın gerçekten çok ağır ve korkunun şiddetli olması gerekir. Yoksa, basit durumlar için oruç bozulursa keffaret gerekir.
b) Yolculuğa oruçluyken başlayan kimsenin, yolculuğun başladığı yerden sonra orucunu bozması,
c) Uyuyan bir kimsenin ağzına başka biri tarafından oruç bozacak bir madde atılırsa ve oruçlu bunu yutarsa yalnız kaza gerekir; Malikî Mezhebine göre atana keffaret, yutana kaza gerekir. [737]
d) Gargara yaparken ilaç veya suyun mideye gitmesi,
Başta veya karında bulunan bir yara üzerine sürülen ilaç, sadece yarada kalmayıp mideye veya kalbe giderek bütün vücuda dağıhrsa, oruç bozularak kaza gerekir. [738]
f) Gündüz niyet edilen orucu bozmak,
g) Unutarak veya oruca aykırı işlemi yaptıktan sonra bilerek yemek,
h) İmsak vakti girmedi düşüncesiyle yemek, içmek ve birleşme yapmak, yalnız kazayı gerektirir; ancak bu gibi vakitlerde ihtiyatlı olmak gerekir.
i) Zorla oruç bozmak. Başkasının ciddî bir şekilde ölüm ve yaralama sonucunu doğuracak gibi bir tehditle oruçluyu zorlaması halinde bozulan oruç kaza edilir.
İğne yaptırmanın orucu bozup bozmayacağı, daha önce ele alınmıştı. Bu görüşlerden, orucu bozduğunu savunan görüş kabul edilirse, orucun yalnızca kazası gerekir.
Cinsî arzunun tam olarak giderilmemesi, büyük ahlâksızlık ve cinsî sapıklıklarla olur. Bu tür sapık hareketler, ahlâksızlık örneği olma yanında, orucu da bozar ve yalnız kazayı gerektirir:
a) Hanefî Mezhebine göre, ölüyle birleşme halinde boşalma olunca yalnızca kaza gerekir.
b) Şafiî Mezhebine göre, ölüyle birleşme keffareti gerektirir.
Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, hayvanla birleşme yapmanın hükmü, ölüyle birleşmede olduğu gibidir.
Hanefî Mezhebine göre, elle boşalma halinde, oruç bozulur ve kaza gerekir.
a) Hanefî Mezhebine göre, iki kadının birbirini tatmine çalışması halinde, oruç bozulur ve kazası gerekir.
b) Hanbelî Mezhebine göre, bu durumda, boşalma olan tarafa keffaret gerekir.
Hanefî Mezhebine göre, küçük ve deliyle birleşme halinde, oruç bozulur ve yalnızca kaza gerekir.
Ramazan günü kendini bir çocuğa veya deliye teslim ederek birleşme yapan kadına keffaret gerekir.
Böyle bir durumda boşalma olunca, oruç bozulur ve yalnızca kaza gerekir.
a) Ramazan oruçları dışındaki oruçları bozmak; bu gibi hallerde oruçlar gününe gün kaza edilir.
b) Bütün bir Ramazan’da veya Ramazan içinde birkaç gün, ya da bir gün niyet etmeyip oruç tutmamak, daha sonra gününe gün kaza etmeyi gerektirir. Günah bir iş yapıldığından, ayrıca tevbe etmek gerekir. Hanefî hukukçu Züfer’e göre, hasta ve yolcu olmayanlar niyetsiz de olsalar oruç tutarmış gibi kabul edilir. [743]
c) Keffareti gerektiren halin kazayı mı, keffareti mi gerektireceği konusunda görüş ayrılığı ve şüphe bulunması halinde oruç sadece kaza edilir.
d) Maliki Mezhebine göre, keffareti gerektiren şekilde bozulan her türlü oruç şartlarını taşımayınca kaza edilir. [744]
e) Unuturak yiyip daha sonra -bozuldu zannederek- bilerek orucu bozmak, yalnızca kazayı gerektirir. [745]
f) Akşamdan oruca niyet etmeden yatıp sabahleyin uyanan mükellef orucunu bozarsa, Ebu Hanife’ye göre keffaret gerekmeyip kaza gerekir; Züfer’e göre, keffaret gerekir; Ebu Yusuf ve eş-Şeybani’ye göre, zevalden önce olunca keffaret, sonra olunca kaza gerekir. [746]
Sözlükte “devam etmek” manasına gelen i’tikâf, hukuk deyimi olarak, “Bir mescid veya o hükümdeki yerde ibadet için özel şekilde beklemek ve bulunmak” demektir. İ’tikaf, “özel bir yerde ve zamanda, özel şartlarla ve terk ile yapılan işlem” şeklinde de tanımlanabilir. Bu ibadeti yapan kimseye Mu’tekif veya Akif, yapıldığı yere mu’tekef veya Mu’tekefuh Fih denir.
İ’tikaftaki özel işlemin ne olduğu, hukukçular arasında ihtilaflıdır:
a) Ebu Hanife, eş-Şafiî, Sevrî ve İbnu’l-Kasım’a göre, özel işlem; namaz, Allah’ı zikir ve Kur’an okumak gibi kurbet ve iyi amellerdir.
b) İbn Vehb’e göre, bütün kurbet ve âhiretle ilgili iyi amellerdir.
İkinci görüşe göre mu’tekif cenaze namazı kılar, hasta ziyareti ve ilim tahsili yapabilir. Birinci görüşe göre mu’tekif bu gibi işlemleri yapamaz.
İ’tikâf, önceki semavi dinlerde de bulunmaktadır. [748] Hz. Peygamber, hicretten sonra her sene i’tikafa girerdi. Gerçekten, insanın dünya işlerinden bir an için sıyrılıp Yaratıcısıyla karşı karşıya kalması, ona büyük bir heyecan, samimiyet ve ihlas aşılar.
Hüküm yönünden i’tikâflar, vacip ve sünnet i’tikâflar olmak üzere iki çeşittir:
İ’tikâf yapmayı adayan kimseye, bu sözünü yerine getirmek vaciptir; ayrıca, Hanefî Mezhebine göre, i’tikâfm oruçlu geçirilmesi de vaciptir.
Muayyen olmayan adak i’tikafını, Ebu Hanife ve Malik’e göre, aralıksız yapmak şartken, eş-Şafîî’ye göre şart değildir. [751]
Bu arada, adak i’tikafıyla ilgili olarak aşağıdaki konuların bilinmesi faydalı olur: [752]
a) Bir ay i’tikaf adandığı halde, bundan yalnız gecelere veya gündüzlere niyet edilse, bu niyet sahih olmaz. Çünkü, ay, belli miktardaki gecelerle gündüzlerin toplamından ibaretir. Bu sebeple, böyle bir adamada bir ay geceli gündüzlü i’tikaf yapmak gerekir.
b) Yalnız gündüzleri i’tikaf yapmaya niyet edilmesi
sahihtir. Bu durumda, her gün fecrin doğuşundan önce
mescide girip güneşin batmasından sonra çıkılır; aralıksız yapılmaya niyet
edilmemişse, mükellef bunu istenen günlerde yapar. Bir gün için i’tikaf
adandığı takdirde buna
c) Belli bir Ramazan ayını i’tikafla geçirmek adansa, bu Ramazan’m orucu i’tikaf orucu için de geçerli olur. Bu adağa rağmen, belirtilen Ramazan ayında i’tikaf yapılmayıp başka bir zamanda oruçlu olarak aralıksız bir ay i’tikaf yapılması gerekir. İ’tikaf yapılmayıp diğer bir Ramazan girecek olsa,bu Ramazan ayında yapılacak i’tikaf yeterli olmaz. Çünkü, bu takdirde, kazaya kalan i’tikafın orucu, mükellefin zimmetinde bir borç olmuştur; bu ikinci Ramazan orucuyla borç ödenmiş olmaz.
d) Belli bir ay belirtmeden bir ay i’tikaf adayan mükellef, Ramazan’da bir ay i’tikafta bulunmakla, bu adağını yerine getirmiş olamaz. Çünkü, bu i’tikaf için bir ay oruç tutmayı da adakla kendine gerekli kılmıştır; Ramazan orucu ise, kendisine ayrıca farz olan bir ibadettir.
e) Adadığı i’tikafi yapmadan vefat eden bir mükellef, her günü için bir fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Çünkü, vacip olan bir i’tikaf, orucun alt dalıdır. Bu sebeple, oruçtaki fidye, bu adak borcunda da geçerli olur. Fakir mükellefler ise, Allah’tan (c.c.) af ve mağfiret diler.
a) Hanefî Mezhebine (eş-Şeybani’ye) göre, başlanan sünnet i’tikafi tamamlamak vaciptir; Ebu Hanife ve Ebu Yusufa göre başlanan i’tikâf) tamamlamak gerekmez.
b) Cumhur’a göre, Özürsüz yere kesilen i’tikafların kazası gerekir.
Caferi Mezhebine göre, ahid, yemin ve icare (kiralama) gibi sebeplerle de i’tikâf vacip olur. [754]
İ’tikâfın Çeşitleri
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Vacip İ’tikâf Sünnet i’tikâf
1. Adak İ’tikâfı 1. Ramazan l’ökâfı
2. Başlanan Nafile i’tikâft Tamamlamak 2. Ramazan Dışındaki İ’tikâflar
Şema 47: İtikâfın Çeşitleri
Ramazan’da bilhassa son on gün içinde yapılan i’tikaf, Hanefî Mezhebine göre, sünnet-i kifaye-i müekkede; Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre sünnet-i müekkede; Maliki Mezhebine göre müstehaptır.
Hanefî ve Maliki Mezheplerine göre, Ramazan dışında yapılan i’tikâflar müstehap; Şafiî Mezhebine göre sünnet-i müekkededir.
Çeşitleri |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
|
Vacip İ’tikâf |
Adak İ’tikâfı |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Sünneti Tamam |
Vacip |
|
|
|
|
Sünnet Vtikâf |
Ramazan i’tikafi |
Kifaî Sünnet-i Müekkede |
Sünnet-i Müekkede |
Müstehap |
Sünnet-i Müekkede |
Tablo 70: İ’tikâfın Çeşitleri
İ’tikafın ittifak edilen üç rüknü vardır:
a) Mescid,
b) Mu’tekif,
c) Bekleme.
Niyet Hanefî ve Hanbelî Mezhebine göre şart, Şafiî ve Maliki Mezhebine göre rükündür.
Rükün |
Hanefî. |
Safil |
Maliki |
Hanbelî |
Mescid |
Rükün |
Rükün |
Rükû n |
Rükün |
Mu’tekif |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Bekleme |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Nivet |
Şart |
Rükün |
Rükün |
Şart |
Tablo 71: İ’tikafın Rükünleri
İ’tikaf veya o hükümdeki yerde bir müddet durmak suretiyle yapılır. Bu duruş esnasında az önce belirtilen özel işlem yapılır, bozar davranışlardan sakınılır ve adabına uyulur.
a) Hanefi ve Hanbelî Mezhebine göre i’tikafın en azı sınırsız bir zaman parçasıdır.
b) Şafiî Mezhebine göre subhanellah denilmesinden biraz fazla bir zam i’tikafın en az süresidir.
c) Maliki Mezhebine göre i’tikafın en az süresi bir gün, bir gecedir.
d) Ebu Yusuf’a göre en az süre bir gündür.
İ’tikafın çoğu için bir sınır yoktur; yalnız orucu şart koşanlara göre bütün zaman, şart koşmayanlara göre oruç tutulamayan günler dışındaki zamandır. [756]
a) Ebu Hanife, Malik ve eş-Şafiî’ye göre bir ay i’tikaf yapmayı adayan mu’tekif i’tikafa güneşin batmasından önce girer.
b) Sadece bir gün i’tikaf yapmayı adayan mükellef eş-Şafiî’ye göre i’tikafa fecir doğmazdan önce girer, güneşin batmasından sonra çıkar; Malik’e göre yukarıdaki gibi girer.
c) Züfer ve el-Leys b. eş-Sa’d’a göre her iki i’tikafa da fecrin doğuşundan önce girilir.
d) Ebu Sevr’e göre on gündüz i’tikaf yapmayı adayınca
fecrin doğuşundan önce; on
e) el-Evza’i’ye göre i’tikafa giriş
a) Malik’e göre bayram namazı için Ramazan’m son günü güneş battıktan sonra i’tikaftan çıkabilir; bayram namazında çıkmak müstahsendir.
b) Ebu Hanife ve eş-Şafiî’ye göre i’tikaftan güneş battıktan sonra çıkılır.
c) Sehnun ve İbnu’l-Macişun’a göre eve bayram namazından önce dönmek için i’tikaf bozulur, sonra çıkılır.
a) Allah’a yaklaşma inancıyla susmak. Bilindiği gibi; günah sözleri söylemeyip susmak bir ibadettir. Fakat Allah’a takarrubinancıyla susmak tahrimen mekruhtur; gerekmediğiiçin konuşmamakta bir sakınca yoktur.
b) Mescide satmak için ticaret malı getirmek. Gerekli eşya satın alınabilir, fakat ticaret eşyası mescide getirilmez; ticaret akdi caizdir.
a) Ramazan’ın son on gününde sünnet-i müekkede olan i’tikafı yapmak,
b) Gerektiğinde ve hayır söz konuşmak; kötü ve günah söz konuşmamak,
c) En büyük ve efdal camilerde i’tikafa girmek,
d) İ’tikaf müddetince ibadet edip Kur’an ve hadis okumak, ilim öğrenmek ve öğretmek; peygamberler tarihini okumak,
e) Temiz elbise giyinip güzel kokular sürünmek,
f) Niyeti diliyle de söylemek.
İ’tikafın sahih olma şartlarının bir kısmı i’tikaf yapan kişi, bir kısmı da i’tikâf yapılan yerle ilgilidir:
Mu’tekifle ilgili sahih olma şartlarını, genel ve özel şartlar biçiminde iki grupta ele alabiliriz:
İ’tikafın sahih olması için, müslüman olmak şarttır.
İ’tikaf bir ibadet olduğundan, sahih olması için mükellefin akıllı olması gerekir.
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, kadın, kocası izin vermediği takdirde, -vacip bile olsa- kesinlikle i’tikafa giremez; eşine verdiği izinden koca dönemez.
b) Şafiî Mezhebine göre, kadın, kocasından izin almadan i’tikafa girerse, bu sahihtir; ancak, kadın günahkârdır.
c) Malikî Mezhebi ile İbn Ömer ve İbn Abbas’a göre, kocasının kendisine ihtiyacı varsa, kadının ondan izinsiz i’tikaf yapması caiz değildir; fakat, bozunca kazası yine kocanın iznine bağlıdır.
Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, her ibadet için olduğu gibi, i’tikaf için de niyet şarttır; Şafiî ve Malîki
Mezheplerine göre, niyet rükündür.
Özel şartlar, vacip i’tikaflar için sözkonusudur, sünnet i’tikaflarda özel şart yoktur:
a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, cünüpken yapılan i’tikaf, haram olarak sahih olur. Çünkü, cünüplükten temizlenmek, i’tikafın helal olması için şarttır. Böyle bir durumda, i’tikaftan hemen çıkılır, gusledilir ve aralıksız biçimde i’tikafa dönülür.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bütün i’tikaflar için, cünüplükten temiz olmak şarttır.
a) Hanefi Mezhebine göre, vacip i’tikaf için hayız ve nifastan temizlenmek şarttır. Sünnet i’tikaf için, hayız ve nifastan temizlenmek şart değildir. Fakat, i’tikafa temizlenmeden girmek, -sahih olmakla birlikte- haramdır.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bütün i’tikaflar için, hayız ve nifastan temizlenmek şarttır.
c) Malikî Mezhebine göre, vacip i’tikaf için, hayız ve nifastan temizlenmek şarttır. Durumu düzelince, kadınlar, vacip i’tikafı gününe gün kaza ederler; sünnet i’tikafları niyetlerine göre kaç günse -bu halle karşılaştıkları gün dışında- ona göre tamamlamaları gerekir.
a) Hanefî, Mezhebine ve Malik’e göre, vacip i’tikaflar için, oruçlu olmak şarttır; sünnet olanlar için şart değildir.
b) Şafiî Mezhebi, Hz. Ali ve İbn Mes’ud’a göre, vacip i’tikaflarda da oruç tutmak şart değildir; Şafiî Mezhebine göre müstehaptır, Hz. Ali ve İbn Mes’ud’a göre mu’tekif seçimlidir.
c) Malikî Mezhebine göre, her çeşit i’tikafta oruçlu olmak şarttır.
a) Hanefî Mezhebine göre, erkekler camide, kadınlar ise evde namaz kılmaya -alıştığı ve âdet haline getirdiği yerde i’tikafa girerler; kadınların mescidlerde i’tikaf yapması tenzihen mekruhtur. İçinde cemaatle namaz kılman her mescidde i’tikaf yapılabilir; i’tikafın büyük camilerde yapılması efdaldir. Mescidler efdal olmalarına göre, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa ve büyük mescidler şeklinde sıralanır.
b) Şafiî Mezhebine göre, i’tikaf mescidlerde yapılır. Gerek erkekler, gerekse kadınlar mescid olduğu kabul edilen her yerde i’tikafa girebilir.
c) Malikî Mezhebine göre, mescid dışındaki yerlerle Ka’be’de ve velilerin makamlarında i’tikaf yapmak sahih değildir. İ’tikaf yapılan mescidin, herkese açık ve cuma kılınabilen bir yer olması gerekir.
d) Hanbelî Mezhebine göre, kadın ve erkek için her mescidde i’tikaf sahihtir. Fakat cemaatle kılınması farz bir namazın bulunduğu zamanda yapmak istenince, i’tikafın -mu’tekiflerle bile olsa- cemaatin bulunduğu mescidde yapılması gerekir.
İ’tikafın hangi vasıftaki mescidlerde yapılabileceği az önce de görüldüğü gibi münakaşalıdır: [761]
a) Cumhur’a göre, her mescidde gerekli özelliği taşıyınca i’tikaf yapılabilir.
b) İbn Abbas, İbn Mes’ud, Kerhî ile -bir naklinde- Malik’e göre, i’tikaf, cemaatin toplandığı, yani cuma kılınan camide yapılır.
c) Huzeyfe ve Said b. el-Museyyeb’e göre, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa dışındaki mescidlerde i’tikaf yapılmaz.
Belli bir mescidde i’tikaf yapmayı şart koşan mükellef, bu ibadetini, Cumhur’a göre bir başka mescidde yapabilir; İbn Lubabe’ye göre yapamaz. [762]
İ’tikafın Sahih Olma Şartları
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Mu’tekifle ilgili Şartlar Mu’tekefun Finle ilgili Şart
Genel Şartlar Özel Şartlar (Vacip İ’tikaflar İçin) 1. Mescid
1. İslâm 1. Cünüplükten Temizlik
2. Akıl 2. Hayız ve Nifastan Temizlik
3. Kadının Kocasından 3. Oruçlu Olmak
İzin Alması
4. Niyyet
Şema 48: İtikâfın Sahih Olma Şartları
Şartlar |
Hanefi |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelf |
|
İslâm |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Temyiz |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Mescidde Yapmak |
Erkeğin Mescidde Yapması |
Şart |
... |
Şart |
Şart |
Kadının Evinde Yapması |
Ş. Bunun Dışında Mekruh |
|
Batıl |
|
|
Herkese Açık |
— |
— |
Şart |
— |
|
Cuma Kılınan |
— |
|
Şart |
— |
|
Cemaatle Namaz Kılınan |
Şart |
— |
—. |
|
|
Niyet |
Şart |
Rükün |
Rükün |
Şart |
|
Cünüplük, Adet ve Lohusalıktan Temizlik |
Vacipte Şart |
Şart |
Vacipte Şart |
Şart |
|
Kadının Kocasından İzin Alması |
Şart |
İzinsiz Günahla Sahih |
Şart |
Şart |
|
Oruçlu Olmak |
Vacipte Şart |
— |
Şart |
... |
Tablo 72: İ’tikafın Şartları
İ’tikâfın bozulmasını, i’tikâfı bozan hareketler ve bozulan i’tikâfın hükmü başlıkları altında ele alabiliriz:
İ’tikâfı bozan muhtelif hal ve hareketleri, sırayla inceleyelim:
Mu’tekifin cinsî birleşme yapması haramdır.
DM’e göre, kasıtlı olarak yapılan cinsî birleşme i’tikâfı bozar, Fakat, unutarak birleşme yapmak, ÜM’e göre yine i’tikâfı bozarken, Şafiî Mezhebine göre bozmaz.
Mu’tekif ıbirleşme yapınca, hangi cezanın uygulanacağı ihtilaflıdır:
a) Cumhura göre, hiçbir ceza uygulanmaz.
b) Bir gruba göre, bu durumda, mu’tekifin keffaret ödemesi gerekir.
c) el-Hasenul- Basri’ye göre, Ramazan i’tikafında keffaret ödenir.
d) Mücahid’e göre, mu’tekif iki dinar sadaka verir.
e) Bir gruba göre, önce köle azadı, sonra bedene (kurban) kesmek, en sonra da yirmi ölçek hurma tasadduk etmek gerekir.
f) Caferî Mezhebine göre, vacip i’tikâf cinsî birleşmeyle bozulursa, Ramazan orucu keffareti gerekir. Mendup i’tikâf için ihtiyat da böyledir.
a) ÜM’e göre, öpmek ve okşamak, -boşalma olmadıkça- i’tikâfı bozmaz; ancak, bunlar haramdır.
b) Malikî Mezhebine göre, dudağı öpme i’tikâfı bozar; dokunma ve okşama ise cinsî bir zevk kastedilince veya duyulunca i’tikâfı bozar.
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bunların hiçbiri i’tikâfı bozmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, bakma ve düşünmeyle boşalma olması halinde, bu, mu’tekifin âdetiyse i’tikâf bozulur.
c) Malikî Mezhebine göre, bakma ve düşünme sonucu boşalma i’tikâfı bozar.
a) Hanefî Mezhebine göre, mescidden çıkmakla i’tikafın bozulması, i’tikâfın türüne göre hüküm alır:
1) Vacip İ’tikaflarda: Vacip itikaflarda ne zaman olursa olsun mescidden dışarı çıkmak i’tikafı bozar. Fakat bir özür sebebiyle olan çıkış için, üç çözüm yolu vardır:
(a) Tabiî Özürler: İdrar ve büyük abdest için çıkmak veya ilıtilamdan dolayı gusül yapmak, ya da abdest almak için dışarı çıkmak müddeti, ihtiyacın giderileceği kadarlık zamandır. Gereksiz olarak dışarıda kalınırsa, i’tikaf bozulur.
(b) Dinî Özürler: Hanefî Mezhebine göre, cuma namazı için i’tikaftan çıkıp bu namaz kılındıktan sonra yine i’tikafa dönülür. Bu durum, i’tikafı bozmaz. Şafiî Mezhebine göre, cuma namazı için başka bir mescide gitmek i’tikafı bozar; i’tikaf bir hafta devam edecekse, cuma namazı kılman mescidde yapılmalıdır. Cumaya çıkma vakti ve cumada bulunma süresini, hanefî hukukçular değişik açıklar:
(1) Ebu Hanife’ye göre, cuma için ezan vakti çıkılır ve farzdan önce ve sonra dörder -veya farzdan sonra altı-rekat sünnet kılacak kadar durulur.
(2) eş-Şeybani’ye göre, evinin uzaklığı esastır; bu sebeple, hutbe ve namaza yetişecek kadar zaman önce çıkar. Mescidde cuma için, aynen Ebu Hanife’nin görüşündeki kadar durulur.
(c) Zarurî Özürler: Yıkılma tehlikesi olan bir mescidden çıkınca veya i’tikaf yapılan mescidden zorla çıkarılınca, ya da can ve mal emniyetsizliği gibi durumlar i’tikafı bozmaz.
2) Sünnet İ’tikaflarda: Sünnet i’tikaflarda her ne şekilde olursa olsun mescidden çıkmak i’tikafı bozmaz. Çünkü, i’tikafın bitiş zamanı muayyen değildir, fakat tekrar devam etmek sevap kazanmaya vesile olur. Hastayı ziyaret, cenaze ve cenaze namazı, şahitlikte bulunmak için dışarıya çıkılması da i’tikafı bozar. Hastalıktan dolayı bir miktar dışarı çıkmak da bozucu hallerdendir. Fakat, i’tikaf adanırken, hastaları ziyaret ve. cenaze namazında bulunmak şart koşulursa, bunlar için dışarı çıkmak i’tikafı bozmaz. Mescidden özürsüz yere çıkış, çok kısa bile olsa, Ebu Hanife’ye göre i’tikafı bozarken; Ebu Yusuf ve eş-Şeybani’ye göre yarım günlük çıkış i’tikafı bozar. [766] Kadınların i’tikaf yaptığı odadan özürsüz yere evi içerisine çıkması, aynen yukarıdaki hükümler çerçevesinde i’tikafı bozar.
b) Şafiî Mezhebine göre, çeşitli hükümler vardır:
(a) Aralıksız yapılan i’tikafta, tabiî ve zarurî özürler dolayısıyla mescidden çıkmak, i’tikafı bozmaz. Özürsüz olarakmu’tekifin mescidden çıkması, i’tikafı hükümsüz bırakır. Sayılan özürler bulunmadığı halde, mu’tekif kasıtlı olarak ve bilerek mescidden çıkacak olursa, i’tikaf bozulmuş olur. Unutarak, mükreh olarak veya şer’an makbul bir bilgisizlikle çıkmak i’tikafı bozmaz. Şer’an makbul özürlerle mescidden çıkmak, orucun devamını zedelemez. Bu sebeple, mescide dönüşte yeniden niyetlenmeye ihtiyaç yoktur. Mescid dışında ihtiyaçtan fazla durulmuşsa, geçen zamanı kaza etmek gerekir.
(b) Mutlak adak veya aralıksız yapılması şart koşulmayan ve mendup i’tikaflarda, -özürsüz bile olsa- mescidden çıkmak caizdir. Fakat, bu çıkışla i’tikaf ibadeti kesilmiş olur; tekrar mescide dönülürken niyet yenilenir. Tabiî bir ihtiyacım gidermek için mescidden çıkan mu’tekifin niyeti yenilemesine gerek yoktur.
c) Malikî Mezhebine göre temizlik, küçük boşaltım vb. zarurî ihtiyaçlar için mescidden çıkmak, i’tikafı bozmaz; fakat hasta ziyareti, cuma namazı, şahitlik, cenazenin gömülmesi vb. zarurî ihtiyaç olmadan mescidden çıkmak i’tikafı bozar. Hayız ve nifastan temizlik için mescidden çıkmak da i’tikafı bozmaz.
d) Hanbelî Mezhebine göre gusül, abdest gibi şer’î, boşaltım gibi tabiî ve zarurî ihtiyaç için mescidden çıkmak i’tikafı bozmaz; fakat, zarurî ihtiyacı olmaksızın ve kasıtlı olarak çıkmak i’tikafı bozar; unutarak çıkmak i’tikafı bozmaz. Getireni yoksa yemeğini temin etmek, cuma ve cenaze namazı kılmak için mescidden çıkmak i’tikafı bozmaz.
Özürsüz yere mescidden çıkınca, i’tikaf ne zaman bozulur? [767]
a) eş-Şafiî’ye göre, mescidden çıkınca, i’tikaf hemen bozulur.
b) Ebu Yusuf ve eş-Şeybani’ye göre, yarım günlük çıkış, i’ti-kafı bozar.
c) Üçüncü gruba göre i’tikaf, bir gün süren çıkışla bozulur. Hastalık dolayısıyla ara verilen i’tikafa Ebu Hanife, Malikve eş-Şafiî’ye göre kalınan yerden devam edilir, Sevrî’ye göre yeniden başlanır. [768]
İslâm Bini’nden çıkmakla i’tikaf bozulur:
a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, -dinden çıkan insanı, yeniden dine ısındırmak için- irditadla i’tikafın bozulması halinde kazası istenmez.
b) Şafiî Mezhebine göre, mürted olup, yeniden müslüman olan kimsenin i’tikafı, aralıksız yapılması vacip bir i’tikaf ise, bunu yeniden yapar, fakat aralıklı da yapılabilen i’tikaflar yeniden yapılmaz.
c) Hanbelî Mezhebine göre, irtidat eden kimse yeniden müslüman olunca, başladığı i’tikafını yeniden yapar.
a) Hanefî Mezhebine göre, bir gün devam eden delilik i’tikafı bozar.
b) Şafiî Mezhebine göre, mu’tekifin kendi kusuruyla olan delilik i’tikafı bozar.
c) Malikî Mezhebine göre, orucu bozan delilik i’tikafı da bozar; fakat, i’tikafa kalınan günden devam edilir ve i’tikafın bozulduğu gün kaza edilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, bir gün devam eden baygınlık, i’tikafı bozar ve düzelince i’tikafa yeniden başlanır.
b) Malikî Mezhebine göre, orucu bozan baygınlık, i’tikafı da bozar; fakat, kalman günden i’tikafa devam edilir, bozulan gün kaza edilir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, bayılmayla i’tikaf bozulmaz.
a) Hanefî Mezhebine göre, geceleyin meydana gelen sarhoşluk i’tikafı bozmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, kendi kusuruyla meydana gelen sarhoşluk -gece de olsa- i’tikafı bozar.
c) Malikî Mezhebine göre, geceleyin müskirat (sarhoş edici nesne) kullanmak, -fecirden önce ayılınsa da- i’tikafı bozar ve bozulan i’tikafa yeniden başlanır.
d) Hanbelî Mezhebine göre, sarhoşluk,
a) Hanefî Mezhebine göre, vacip i’tikaf için bu hallerden temizlenmek şart olduğu gibi, aynı zamanda onu bozar; ancak sünnet i’tikaf bu hallerle bozulmaz
b) Şafiî Mezhebine göre, onbeş günden az olan âdet i’tikafı bozar, fazla olanı bozmaz.
c) Malikî Mezhebine göre, âdet ve lohusalık i’tikafı bozar.
d) Hanbelî Mezhebine göre, âdet ve lohusalık i’tikafı bozar. Hali düzelince kadın kaldığı yerden i’tikafa devam eder.
Adet ve lohusalık dolayısıyla i’tikafa ara verilince, yeniden i’tikafa kalınan yerden devam edilir. [769]
Hanbelî Mezhebine göre, -fiilen çıkılmasa da- i’tikaftan çıkmaya niyet onu bozar.
Malikî Mezhebine göre, gündüzün kasıtlı yemek ve içmek i’tikafı bozar. Bu durumda, i’tikafa yeniden başlanır, fakat unutarak meydana gelen yiyip içme için sadece o gün kaza edilir ve i’tikafa devam edilir.
Cumhur’a göre, büyük günah işlemek i’tikafı bozar.
Mu’tekif muhtaç olduğu şeyleri mescidde satın alabilir, mescidi işgal etmeyecek şeyleri oraya getirebilir, mescidde yer içer, mescidin içinde hazırlanmış uygun yer varsa orada abdest alıp gusül yapabilir, böyle yer yoksa dışarı çıkar, abdesti ve yıkanmayı bitirdikten sonra hemen mescide döner.
Mu’tekif -minarenin kapısı içeriden olmasa bile- ezan okumak için minareye çıkabilir.
a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, dinden çıkmak suretiyle bozulan i’tikafın kazası gerekmez. [774]
b) Şafiî Mezhebine göre, aralıksız yapılan i’tikaflar bozulunca yeniden yapılır.
c) Hanbelî Mezhebine göre, irtidatla bozulan i’tikafın müslüman olunca kazası gerekir.
Diğer bozucu hallerle bozulan i’tikafta gün tayin edilmişse bıraktığı andan, gün tayin edilmemişse yeni baştan kaza gerekir. Msl. belli bir ay için yapılan bir i’tikaf sırasında bir gün oruç bozulsa veya mescidden dışarı çıkılsa, yalnız bir günlük i’tikaf için kaza gerekir. Fakat, belli olmayan aralıksız bir ay için adanmış bir i”tikaf sırasında, bu şekilde bir günlük oruç bozulsa veya mescidden çıkılsa, yeniden bir aylık i’tikafa başlamak gerekir.
Cumhur’a göre sünnet i’tikaflar özürsüz yere kesilince, Hanefî Mezhebine göre her durumda kaza edilir; Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre sünnet i’tikafın kazası gerekmez.
[1] Cezîrî, Fame, c. I, s. 405; Kâsânî, BS, c. I, s. 156; Şevkânî, es-Sumûtu'z-zehebiyye, s. 670.
[2] Şafiî, Umm, c. I, s. 154, 246; Ahmed Mesâil, s. 106 (378); İbn Rüşd, BM, c. I, s.110; Mergmânî, Hidâye, c. I, s. 55; İbn Kudâme, Mugnî, c. II, s. 176-177; Cezîrî, Fame, c. I, s. 405-408; Kâsânî, BS, c. I, s. 155-156; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 52 (m. 18), 82.
[3] Cezirî, Fame, c. I, s. 408.
[4] Şafiî, Umm, c. I, s. 155-156; İbn Kudâme, age, c. I, s. 630-632.
[5] Şafiî, Umm, c. I, s. 161-163; Serahsî, age, c. I, s. 166; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 122-123; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 55-56; İbn Kudâme, age, c. II, s. 178-180; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 86-87.
[6] Şafiî. Umm, c. I, s. 156-158; Ahmed, Mesail, s. 112 (399); Kâsânî, BS, c. I, s. 157-158; Serahsî, age, c. I, s. 41-42; İbn Kudûmıı, age, e. II, s. 178-180, 205- 218-219.
[7] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 145; Cezîrî, Fame, c. I, s. 429.
[8] Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 56; Kâsânî, BS, c. I, s. 157.
[9] Cezîrî, Fame, c. I, s. 430; Kâsânî, BS, c. I, s. 142.
[10] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 115.
[11] Şafiî, Umm, c. I, s. 166, 168; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 113; Serahsî, age, c. I, s. 180; Kâsânî, BS, c. I, s. 143-144; Ahmed, Mesâil, a. 110 (394), 113 (403); İbn Kudâme, age, c. II, s. 228.
[12] Şeybânî, Asl, c. I, s. 266; Şafiî, Umm, c. I, s. 164; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 114; İbn Kudâme, age, c, II, s. 198-199, 202-205 Ahmed, age, s. 114 (408); Cezîrî, Fame, c. I, s. 409; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 56; Kâsânî, BS, c. I, s. 140.
[13] Cezîrî, Fame, c. I, s. 413.
[14] Cezîrî, Fame, c. I, s. 418; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 57-58; Kâsânî, BS, c. I, s. 143.
[15] Cezîrî, Fame, c. I, s. 418-419; Tahavî, Muhtasar, s. 31; Şafiî, Umm, c. I, s. 167; Nevevî, Mecmu, s. 155-156; Şevkânî, age, s. 68. Kâsânî, BS, c. I, s. 140, 142, Ahmed, Mesail, s. 109-110 (390-393); İbn Kudâme, age. c. I. s. 227; İbn Kudâme, age, c. II, s. 185-202, 228; Şevkânî, age, s. 68.
[16] Ahmed, Mesâil, s. J09, 110 (391-392); Cezîrî, Fame, c. I, s. 411-412; Şeybânî,Asl, c. I, s. 185;
[17] Cezîrî, Fame, c. I, s. 410-411; Kâsânî, BS, c. I, s. 139, 142; Humeynî, age, s. 86(3).
[18] Cezîrî, Fame, c. I, s. 418; Serahsî, age, c. I, s. 187; Kâsânî, BS, c. I, s,139, 141.
[19] Cezîrî, Fame, c. I, s. 418-419; Kâsânî, BS, c. I, s. 139.
[20] Şeybânî, Asl, c. I, s. 207-208; Bilmen, Büyük islâm İlmihali, s. 145; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 57-58.
[21] Şafiî, Umm, c. VII, s. 197; Cezîrî, Fame, c. I, s. 19.
[22] Cezîrî, Fame, c. I, s. 418.
[23] Şeybânî, Asl, c. I, s. 178-180; Şafiî, Umm, c. I, s. 167; Cezîrî, Fame, c. I, s. 410; Serahsî, age, c. I, s. 180-181; Kâsânî, BS, c. I, s. 139; İbn Kudâme, age, c. II, s.195.
[24] İbn Kudâme, age, c. II, s. 194-195; Cezîrî, Fame, c. I, s. 412.
[25] Cezîrî, Fame, c. I, s. 425.
[26] Ahmed, Mesail, s. 113 (404-406); İbn Rüşd, Bm, c. I, s. 113; Cezîrî, Fame, c. I, s. 427; Serahsî, age, c. I, s. 40 ; Kâsânî, BS, c. I, s. 156; İbn Kudâme, age, c. II, s. 185-193; Humeynî, age, s. 86.
[27] Diğer mezhepler için bkz. Cezîrî, Fame, c. I, s. 420-425; Ahmed, age, s. .114 (410-411); İbn Kudâme, age, c. II, s. 225-228.
[28] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 149; İbn Rüşd, Bm, c. I, s. 121.
[29] Humeynî, age, s. 85.
[30] Bilmen, age, s. 149; Cezîrî, Fame, c. I, s. 420.
[31] Bilmen, age, s. 149.
[32] Bilmen, age, s. 147; Ceziri, Fame, c. I, s. 414; Kasani, BS, c. I, s. 145.
[33] Ceziri, Fame, c. I, s. 415.
[34] Cezîrî, Fame, c. I, s. 427.
[35] Cezîrî, Fame, c. I, s. 426-427.
[36] Bilmen, age, s. 146-147; Cezîrî, Fame, c. I, s. 416-417; Serahsî, age, c. I, s. 193, 210; İbn Kudâme, age, c. II, s. 207-209; Kâsânî, BS, c. I, a. 145-146; Humeynî, Zübdetu'l-Ahkâm, s. 83.
[37] Cezîrî, Fame, c. I, s. 416.
[38] Cezîrî, F Fame, c. I, s. 414; Humeynî, age, s. 87.
[39] Şafn, Umm, ç. I, s. 172-174; İbn Kudâme, age, c. II, s. 231-233; Cezîrî Fame c 1, s. 417-418; Humeynî, age, s. 82-83 (2, 4-5).
[40] Cezîrî, Fame, c. I, s. 426-128; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 58; Kâsânî, BS, c. I, s. 144.
[41] Cezîrî, Fame, c. I, s. 426.
[42] Cezîrî, Fame, c. I, s. 444-446; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 59-60.
[43] Krş. Kâsânî, BS, c. I, s. 226.
[44] Serahsî, age, 169; Şeybânî, Asl, c. I, s. 164-165 Kâsânî, BS, c. I, s. 224; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 59; Ahmed, Mesâil, s. 110-111 (395-398); İbn Kudâme, Mugnî, c. II, s. 102,
[45] Cezîrî, Fame, c. I, s. 448-450; Seybânî, Asl, c. I, s. 173, 180, 253; Serahsî, age, c. I, s. 178-182, 245; Kâsânî, BS, c. I, s. 226-232; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 60-61; İbn Kudâme, Mugnî, c. II, s. 102-104.
[46] Kâsânî, BS, c. I, s. 232.
[47] Şeybânî, Asl, c. I, s.168; Serahsî, age, c. I, s. 172; c. II, s. 115-116; Kâsânî, BS, c. I, s. 227; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 61.
[48] Mergınânî, Hidâye, c. I, s.'60.
[49] Kâsânî, BS, c. I, s. 226.
[50] Ceziri, Fame, c. I, s. 445-446.
[51] Kâsânî, BS, c. I, s. 158-160.
[52] Kâsânî, BS, c. I, s. 158-160. Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 56.
[53] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 114.
[54] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 115.
[55] Humeynî, age, s. 84.
[56] Humeynî, age, s. 84.
[57] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 116.
[58] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 116-117.
[59] İbn Âbidin'in bu konuda şu risalesi vardır: Tenbîhu Zevi'l-Efhâm ata Ahkâmi't-Tehliğ Halfe'l-İmam, Dımaşk 130. (17 s.).
[60] Şafiî, Umm c I s. 177-179; Ceziri, Fame, c. I, s. 437-444; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagir, s. 89-91; Serahsı, age, c. I, s. 35; Kâsânî, BS, c. I, s. 247-248, Ahmed Mesail, s. 106-108 (380-388).
[61] Ahmed, age, s. 106 (379); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 146; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 83 (5-7).
[62] Şeybânî, Asl, c. I, s. 231-234; Serahsî, age, c.I, s. 241.
[63] Şeybanî, Asl, c. I, s. 230-231; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 185-186; Serahsî, age, c. I, s. 241; Kâsânî, BS, c. I, s. 247; Ceziri, Fame, c. I, s. 438-439.
[64] Şafiî, Umm, c. I, s. 177.
[65] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 147.
[66] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 148; Kâsânî, BS, c. I, s. 247.
[67] Şafiî, Umm, c. I, s. 174; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 111-112; İbn Kudâme, age, c. II, s.
[68] Şeybânî, Asl, c. I, s. 171-173; Serahsî, age, c. II, s. 3; Kâsânî, BS, c. I, s. 286-287; Mergınânî, Bidâye, c. I, s. 70-72; İbn Abidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 742-747; Şafiî, Umm, c. I, s. 284; İbn Kudâme, age, c. I, s. 456; Humeynî, age, s. 86 (7).
[69] İbn Kudâme, age, c. II, s. 248.
[70] Tevbe: 9/18.
[71] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 179.
[72] Kâsânî, BS, c. I, s. 245.
[73] Kâsânî, BS, c. I, s. 287; Cezîrî, Fame, c. I, s. 371.
[74] Şafiî, Umm, c. 1, s. 70; Gezîrî, Fame, c. l, s. 388, 390; Mergınânî, Hidâye, c. I, s.78.
[75] İbn Rüşd, BM, c. L s. 144; Cezîrî, Fame, c. I, s. 388; Şeybânî, Asi, c. I, s. 209; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 123; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 78; Kâsânî, BS, c. I, s. 108, 246; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 73.
[76] Şafiî, Umm, c. I, s. 69; Cezîrî, Fame, c. I, s. 388-389.
[77] Şafiî, Umm, c. I, s. 70, 257-261; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 296; Cezîrî, Fame, c. I, s.388-390.
[78] Cezîrî, Fame c. I, s. 388-390; Humeynî, age, s. 73 (1).
[79] Cezîrî, Fame, c. I, s. 391.
[80] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 143; Şevkânî, ed-Derâri'l-Mudiyye, c. I, s. 179-181; Sıddık Hasan Han, er-Ravdatu'n-Nediyye, c. I, s. 131-132.
[81] Şeybânî, Asl, c. I, s. 264; Kâsânî, BS, c. I, s. 135, 246.
[82] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 144; Şafiî, Umm, c. I, s. 78; Kâsânî, ES, c. I, s. 246; Cezîrî, Fame, c. I, s. 396; Humeynî, age, s. 74 (7).
[83] İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, a. 493; Cezîrî, Fame, c. I, s. 491-492.
[84] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 144; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagir, s. 106; Serahsî, age, c. I, s. 244- c II, s. 87-89; Tahâvî, Muhtasar, s. 29; Kâsânî, BS, c. I, s. 247; Nevevî, Mecmu, c. III, s. 75; İbn Kudâme, Mugnî, c. 1, s. 607-613; Şevkânî, es-Sumûtu'z-Zehebiyye, 75; Cezîrî, Fame, c. I, s. 492; Humeynî, age, s. 73 (3). 73-74 (5-6), 8.
[85] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 144.
[86] İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s.44; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 134.
[87] Şeltut-Sayis, Mukarenetu'l-Mezahib, s.42.
[88] Şeybânî, el-Câmiu'sSagir, s. 114; Tahâvî, Muhtasar, s.33-34; Serahsî, age c II s. 129-130; Kâsânî, BS, c. I, s. 126-127; Mergınânî, Hidâye, c. I, s.143-146; Cezîrî Fame, c. I, s. 487. Hanefi Mezhebinin görüşü, şu eserde ele alınıp genişçe işlenmiştir: Ekrem Doğanay, İki Mesele (Sabah Namazının Vakti-Namazların Birleştirilmesi) İstanbul 1983.
[89] İbn Teymiye, Mecmu'atu'r-Resail ve'l-Mesail, c. I-III, s. 250-251.
[90] İbn Teymiye, age, c. I-III, s. 252; San'ani, Subulu's-Selam, c. II, s. 449-451.
[91] Şeltut-Sayis, age, s.45.
[92] Şafiî, Umm, c. I, s. 77; c.VII, s. 205; Nevevi, Mecmu, c. IV, s. 253 vd.; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 136; San'ani, age, c. II, s. 449, 451; Şeltut-Sayis, age, s. 42; Cezîrî, Fame, c I, s. 485-487.
[93] Ahmed, Mesail, s. 116 (417); San'ani, age, c. II, s. 449, 451.
[94] İbn Kudâme, Mugni, c. II, s. 272-273; Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488.
[95] İbn Kudâme, age, c. II, s.273; Şeltut-Sayis, age, s.39.
[96] İbn Teymiye, age, c. I-III, s. 252-253, 264-265; İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, Zadu'l-Mead, çev. Şükrü Özen, İstanbul 1988, c. I, s.454-455; San'ani, age, c. II, s. 451.
[97] İbn Kudâme, age, c. II, s. 271; San'ani, age, c. II, s.451.
[98] Şevkani, Neylu'l-Evtar, c.III,s.245.
[99] Şafiî, Umm, c. I, s. 76; c. VII, s. 205; Şeltut-Sayis, age, s. 30.
[100] İbn Kudâme, age, c. II, s. 274-275.
[101] İbn Kudâme, age, c. II, s. 275-276; Şeltut-Sayis, age, s. 39.
[102] İbn Kudâme, age, c. 2, s. 275; Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488.
[103] Ahmed, Mesail, s. 117 (418); İbn Kudâme, age, c. II, s. 275.
[104] İbn Kudâme, age, c. II, s. 276 ; Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488.
[105] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 136; Şeltut-Sayis, age, s. 39; Cezîrî, Fame, c. I, s. 483-485.
[106] Şeybânî, Asl, c. I, s. 212.
[107] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 136; Cezîrî, Fame c. I, s. 483-485.
[108] İbn Kudâme, age, c. II, s. 276-277; Şeltut-Sayis, age, s. 39; Seyyid Sabık, Fıhhu's-Sünne, c. I. s. 246 ; Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488.
[109] Humeynî, age, s. 24 (1).
[110] Seyyid Sabık, age, c. I, s. 246.
[111] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 137; Şeltut-Sayis, age, s. 39, 43; Cezîrî, Fame, c. I, s. 484.
[112] Şeltut-Sayis, age, s. 39; Seyyid Sabık, age, c. I, s. 246; Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488.
[113] Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488.
[114] Şeltut-Sayis, age, s.39; Seyyid Sabık, age, c. I, s. 246; Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488.
[115] Seyyid Sabık, age, c. I, s. 246.
[116] Şeltut-Sayis, age, s. 39; Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488.
[117] Humeynî, age, s. 46-47; Şehhate, Fıkhu'l-îbâdât, s.21.
[118] San'ani, age, c. II, s. 451.
[119] San'ani, age, c. II, s. 452.
[120] c. II, s. 359.
[121] İbn Kudâme, age, c. II, s. 278; Begavi, Şerhu's-Sunne, c. IV, s. 199; Seyyid Sabık, age, c. I, s. 246.
[122] Şeltut-Sayis, age, s. 44.
İbn Teymiye'nin belirttiğine göre (İbn Teymiye, age, c. I-III, s. 246, 264-265, 272), hastalık ve yağmur dolayısıyla hadarda cem'in meşru kılınmasının illeti, sefer, değil ihtiyaç olduğu için, kısa yolculuklarda da cem yapılabilir. Cem, bir ruhsattır; yağmur, sefer, hac işlemi vb. ile kayıtlanamaz.
[123] İbn Kudâme, age, c. II, s. 278 .
[124] Müslim, no: 705; Ebu Davud, no: 1211; Timizi, no: 187; Nesai, c. II, s. 451. Sıddık Hasan Han (er-Ravdatu'n-Nediyye, c. I, s.74), bu hadisin suri cemden söz ettiğini belirtir.
[125] San'ani, age, c. II, s. 451.
[126] San'ani, age, c. II, s. 451.
[127] Şeltut-Sayis, age, s. 40.
[128] İbn Kudâme, age, c. II, s. 279-281; İbn Teymiye, age, c. I-III, a. 255, 257-258; Cezîrî, Fame, c. I, s. 487-488, 495.
[129] M. Hamidullah, İslam'a Giriş, s. 340-342; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. II, s. 97-98.
[130] Tirmizi, İbn Hanbel.
[131] Hamidullah, İslam'a Giriş, s. 103, 305-309, 339-340, 343-344; Haraidullah, İslam Peygamberi, c. II, s. 95-96 Krş. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 117.
[132] el-Cemâhir, s. 167'de.
[133] Mevlevi, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, s. 40-41; Kazan'lı Şihâbuddîn Hârun b.Bahâüddîn el-Mercânî- bütün görüşleri delilleriyle vererek tahlil etmiş, sonunda bir neticeye varmıştır. Kitabın adı Nâzâratu'l-Hak fî Fardıyyeli'l-Işâ ve-in lem Yegıbi'ş-Şafak'tır. 1870'te Kazan'da basılan bu eser, Hindistan'ın Pehüpol (Bhopal) eyaletinden Sıddık Hasan Han tarafından hicri 1291 yılında özetlenmiş ve bu özet, Stddık Hasan Han'ın Luklatu'l-Aclân (İstanbul 1296) adh eserinin içinde yer almıştır.
[134] Bilmen, Büyük islâm İlmihali, s. 117; İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 374-375; Halebî, Multekâ, c. I, s. 71; Şurunbilali, Merakı'l-Felah, s. 28; Halebî, el-Halebiyyu'sSağîr, s. 115; Mevlevi, age, s. 40-41; el-Lubab, c. I, s. 54.
[135] Molla Hüsrev, Dureru'l-Hukkâm, c. I, s. 52.
[136] Halebî, el-Halebiyyu'l-Kebîr, s. 230; Nesefî, Kenzu'd-Dekaik, s. 9; Şurunbilâlî, age, s. 28.
[137] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 117; İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 375; Halebî, el-Halebiyyu's-Sagîr, s. 115; Halebî, el-Halebiyyu'l-Kebir, s. 230.
[138] Karaman, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, (İstanbul 1988), c. I, s. 95-103.
[139] İbn Abidin, Raddu'l-Muhtar, c. î, s. 375, 878. Krş. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 117.
[140] Mehmed Zihni, Ni'met-i İslâm, c. II, s. 19.
[141] Halebî, el-Halebiyyu's-Sagir, s. 115; Halebî, el-Halebiyyu'l-Kebir, s. 230-232; Halebî, Multekâ, e. I, s. 71.
[142] İbn Âbidin, Raddul-Muhtar, c. I, s. 378.
[143] Hamidullah, İdama Giriş, s. 103, 305-309, 3:19-340, 343-344.
[144] Şeltût, Fetâvâ, s. 144-146.
[145] Bkz. İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtar, c. 1, s. 375-378; Şurunbilâlî, Merakı’l-Fnlâh, s. 28; Nesil Dergisi, c. IV, sa. 45-46, s. 58 v.î bilhassa Hamidullah, İslam'a Giriş, s. 103, 305-309, 339-340, 343-344 ile Hamidullah, İslam Peygamberi, e. II, s. 95-96 ve Şeltût, Fetâvâ, s. 144-146; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 117.
[146] Hamidullah, İslam Peygamberi, c. II, s. 96'da bir makalesine atıfta bulunmaktadır: el-Muslimûn, Cenevre, c. V, s. 455-459.
[147] İnşirah: 94/5.
[148] Bakara: 2/286.
[149] Müslim, Fiten, 52, no: 110
[150] Bkz. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 117; Serahsî, Usûl, c. I, s 100-102.
[151] İbn Kudâme, Mugnî, c. II, s. 70, 73; Cezîrî, Fame, c. I, s. 204; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 88-89.
[152] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 88-89.
[153] Hac: 22/26
[154] Serahsî, Mebsut, c. II, s. 79; Kâsânî, BS, c. I, s. 120-121; Cezîrî, Fame, c. I, s. 204; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 95; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 90.
[155] Şafiî, Umm, c. I, s. 98; Cezirî, Fame, c. I, s. 204; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 88-89.
[156] Cezirî, Fame, c. I, s. 204; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 88-89.
[157] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 296-297.
[158] Hamidullah, age, s. 342.
[159] Kâsânî, BS, c. I, s. 114 vd; İbn Kudâme, Mugnî, c. II, s. 7-8; Cezirî, Fame, c. I, s. 177-179.
[160] Hisbe (İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma) konusunda bkz. İbn Teymiye, Bir İslâm, Kurumu Olarak Hisbe, çev, Vecdi Akyüz, İstanbul 1989; H. Karaman "İslâm'da İçtimaî Terbiye ve Kontrol" (îhtisâb Müessesesi), İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1988, 2. B., c. II, s. 688-714; Y. Z. Kavakçı, Hisbe Teşkilatı, Ankara 1975; Z. Kazıcı, Osmanlılarda îhtisâb Müessesesi, İstanbul 1987.
[161] Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 248-249; Ferrâ, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 292.
[162] Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 83; Ferrâ, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 78.
[163] Mâverdî, age, 243-244; Ferrâ, age, 287-288.
[164] Mâverdî, age, 244; Ferrâ, age, 288.
[165] Mâverdî, age, 244; Ferrâ, age, 288.
[166] Mâverdî, age, 245; Ferrâ, age, 288.
[167] Mâverdî, age, 245; Ferrâ, age, 288.
[168] Mâverdî, age, 245; Ferrâ, age, 288.
[169] Maide: 5/58.
[170] Mâverdî, age, 221-222; Ferrâ, age, 261.
[171] Buharı, Mevâkîtu's-Salât, 37, no: 597; Müslim, Mesâcid, 55 no:684; Ebu Davud,Salât, 2, no: 442.
[172] Şafiî, Umm, c. I, s. 255; Ahmed, Ahkâmu'n-Nisâ, Yay. Abdülkâdir Ahmed Atâ, Beyrut, 1986, s. 63-71; Nevevî, Mecmu, c. III, s. 15-17; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 71: İbn Kudâme, Mugnı, c. II, s. 442-447; Mâverdi, age, 222; Ferrâ, age, 261.
[173] Murselât: 77/48; Kalem: 68/42-43; Müddessir: 74/34-47.
[174] Nisa: 4/116
[175] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 143.
[176] Nisa: 4/116.
[177] Mâverdî, age, 222; Ferrâ, age, 261.
[178] Tâhâ: 20/132.
[179] Mâverdî, age, 244-245; Ferrâ, age, 288.
[180] Mâverdî, age, 245; Ferrâ, age 289
[181] Mâverdî' age, s, 247, Ferrâ, age, s. 292
[182] Mâverdî, age, 247; Ferrâ, age, 292
[183] Cezîrî, Fame, c. I, s. 307; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 62-63.
[184] Cezîrî, Fame, c. I, s. 295.
[185] Cezîrî, Fame, c. I, s. 295, 308-309.
[186] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 62-63.
[187] Şeybânî, Asl, c. I, s. 191-193; Serahsî, age, s. 197; Mebsât, c. I, s. 195; 204-205; İbn Kudâme, Mugnl, c. II, s. 63-67, 77; Cezîrî, Fame, c. I, s. 292, 294.
[188] Serahsî, age, e. II, s. 196-197; Kâsânî, BS, c. I, s. 239; Cezîrî, Fame, c. I, s- 292, 295.
[189] Kâsânî, BS, c. I, s. 239; Cezîrî, Fame, ç. I, s. 309.
[190] Cezîrî, Fame, c. I, s. 306; Humeynî, age, s. 63.
[191] Kâsânî, BS, c. I, s. 127; Cezîrî, Fame, c. I, s. 295.
[192] Cezîrî, Fame, c. I, s. 296.
[193] Cezîrî, Fame, c. I, s. 302.
[194] Cezîrî, Fame, c. I, s. 293.
[195] Cezîrî, Fame, c. I, s. 293, 294.
[196] Cezîrî, Fame, c. I, s. 293.
[197] Humeynî, age, s. 57 (1), 58 (5), 61 (1).
[198] Cezîrî, Fame, c. I, s. 292.
[199] Cezîrî, Fame, c. I, s. 29.3.
[200] Cezîrî, Fame, c. I, s. 294.
[201] Cezîrî, Fame, c. I, s. 296.
[202] Cezîrî, Fame, c. I, s. 293.
[203] Halebî, Multeka, c. I, s. 121.
[204] Cezîrî, Fame, c. I, s. 294.
[205] Humeynî, age, s. 55(1).
[206] Şeybânî, Asi, c. I, s. 196-197; Serahsî, age, c. I, 201; Kasanı, BS, c. I, s. 236, Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 62; Halebî, Multeka, c. I, s. 120
[207] Cezîrî, Fame, c. I, s. 294.
[208] Kâsânî, BS, c. I, s. 237; Cezîrî, Fame, c. I, s. 300-301; Halebî, Multeka, c. I, s. 118.
[209] Cezîrî, Fame, c. I, s. 301-302.
[210] Kâsânî, BS, c. I, s. 238; Cezîrî, Fame, c. I, s. 310.
[211] Kâsânî, BS, c. I, s. 238.
[212] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 217-223; Halebî, el-Halebiyyu's-Sağîr, s. 216-225; el-Halebiyyu'l-Kebîr, s. 475-493; İbn Abidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 659-663.
[213] Cezîrî, Fame, c. I, s. 293.
[214] Şeybânî, Asl, c. I, s. 228; Cezîrî, Fame, c. I, s. 306; Humeynî, age, s. 64.
[215] Serahsî, age, c. I, s. 194; Kâsânî, BS, c. I, s. 241-242; Cezîrî, Fame, c. I, s. 303-306; Humeynî, age, s. 63.
[216] Amel-i Kesîr için bundan başka tanımlar da yapılmıştır. Bkz. Kâsânî, BS, c. I, s. 241; Cezîrî, Fame, c. I, s. 305; Halebî, Multeka, c. I, s. 120.
[217] İbn Abidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 656.
[218] Şeybânî, Asl, c. I, s. 205-206; Serahsî, age, s. 183-186; Kâsânî, BS, c. I, s. 239-240; Şafiî, Umm, c. I, s.170; Nevevî, Mecmu, c. IV, s. 193; Cezîrî, Fame, c. I, s. 296-297, 426-427; Mergınânî, Ihdâye, c. I, s. 57.
[219] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 120; Cezîrî Fame, c. I, s. 308.
[220] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 120.
[221] Cezîrî, Fame, c. I, s. 294.
[222] Cezîrî, Fame, c. I, s. 295.
[223] İbn Rüşd, BM, c. I, a. 122; İbn Kudâme, age, c. II, s. 99-101.
[224] Kâsânî, BS, c. I, s. 227; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 58.
[225] Cezîrî, Fame, c. I, s. 295, 448-150; Kâsânî, BS, c. I, s. 226-232; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 60-61.
[226] Cezîrî, Fame, c. I, s. 298.
[227] Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 93-94; Serahsî, age, c. I, s. 193; Kâsânî, BS, c. I, s. 236; İbn Kudâme, Mugnî, c. II, s. 56-59; Cezîrî, Fame, c. I, s. 301-302; Halebî, Multeka, c. I, s. 119; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 62; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 115.
[228] Kasani, BS, c, I, S. 236. Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 62; Halebî, age, c. I, s. 119
[229] Kasani, BS, c, I, S. 236.
[230] Şeybânî, Asl, c. I, s. 195-196; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagir, s. 93-94; Serahsî, age, c. I, s. 200; Kâsânî, BS, c. I, s. 235; İbn Kudâme, age, c. II, s. 57-58; Cezîrî, Fame, c. I, s. 302-304; Halebî, Multeka, c. I, s. 119.
[231] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 93; Şeybânî, Asi, c. I, s. 166; Serahsî, age, c. I, s. 170; Kâsânî, BS, c. I, s. 233; Şafiî, Umm, c. I, s. 123-126; Ahmed, Mesâil, s. 101 (360-364); İbn Kudâme, age, c. II, s. 61; Cezîrî, Fame, c. I, s. 297-298; Halebî, Multeka, c. I, s. 117; Şevkânî, es-Sumûtu'z-Zehebiyye, s. 60-61; Humeynî, age, s. 63.
[232] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 93; Kâsânî, BS, c. I, s. 233.
[233] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 93.
[234] Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 92; Kâsânî, BS, c. I, s. 234; Cezîrî, Fame, c. I, s, 299-300; İbn Kudâme, Mugnî, c. II, s. 52; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 62; Halebî, age, c. I, s. 118.
[235] Şeybânî, age, s. 92-93; Kâsânî, BS, e. I, s.
[236] Ahmed, Mesâil, s. 100 (356); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 142; Kâsânî, BS, c. I, s. 234; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 61; Halebî, age, c. I, s. 118; Cezîrî, Fame, c. I, s. 299-300.
[237] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 142-143; Kâsânî, BS, c. I, s. 237; Cezîrî, Fame, c. I, s. 305; Halebî, age, c. I, s. 120; Humeynî, age, s. 63.
[238] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 122; Cezîrî, Fame, c. I, s. 305.
[239] Cezîrî, Fame, c. I, s. 304; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s, 93; Halebî, age, c. I, s. 119; Kâsânî, BS, ç. I, s. 235; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 62.
[240] İbn Rüşd, BM, c. İ, s. 142; İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 45; Şeybânî, Asl, c. I, s. 166-167; Serahsî, age, c. I, s. 171; Kâsânî, BS, c. I, s. 237; Ahmed, Mesâil, s. 99-100 (350-352); Cezîrî, Fame, c. I, s. 307-308; Humeynî, age, s. 63.
[241] Cezîıî, Fame, c. I, s. 292.
[242] Şeybânî, Asl, c. I, s. 166; Kâsânî, BS, c. I, s. 241.
[243] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 142.
[244] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 141; Kâsânî, BS, c. I, s. 220; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 59.
[245] Kâsânî, BS, c. I, s. 223; Cezîrî, Fame, c. I, s. 295; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 59.
[246] Cezîrî, Fame, c. I, s. 292.
[247] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 141; Serahsî, age, c. I, s. 190-192; Kâsânî, BS, c. I, s. 241.
[248] Cezîrî, Fame, c. I, s. 294.
[249] Kâsânî, BS, c. I, s. 237.
[250] Cezîrî, Fame, e. I, s. 309.
[251] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 130; Cezîrî, Fame, c. I, s. 471-473; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 70-71.
[252] Kâsânî, BS, c. I, s. 242; İbn Kudâme, age, c. II, s. 61-62; Cezîrî, Fame, c. I, s. 308-309; Halebî, Multeka, c. I, 3. 120; Humeynî, age, s. 63.
[253] Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 100; Kâsânî, BS, c. I, s. 215-220; İbn Kudâme, age, c. II, s. 7-14; Cezîrî, Fame, c. I, s. 274 vd.
[254] Şeybânî, Asl, c. I, s. 199; İbnu'l-Munzir, Kunbu'l-îcma, s. 43; İbn Kudâme, age, c. 2, s. 67-71.
[255] Şeybânî, Asl, c. I, s. 203-205; Kâsânî, BS, c. I, s. 115-116; Cezîrî, Fame, c. I, s.278.
[256] Şeybani, Asl, c. I, s. 199;Serahsi, age, c. I, s. 206; Ceziri, Fame, c. I, s. 279-280.
[257] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 92.
[258] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 92;Şeybani, Asl, c. I, s. 199; Şafii, Umm, c. I, s. 92; Serahsi, age, c. I, s. 206; İbn Kudame, age, c. II, s. 67-71.
[259] Ceziri, Fame, c. I, s. 227.
[260] Cezîrî, Fame, c. I, s. 277.
[261] Humeynî, age, s. 63.
[262] Cezirî, Fame, c. I, s. 176.
[263] Humeynî. Zubdetu’l-Ahkam, s. 45-46.
[264] Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 30-31; Y. V. Yavuz, Cuma Namazı, s. 14-24.
[265] Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, s. 14, 23-27. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Suyuti, Risaletu Nuri’l-Cum’a fi Hasaisi’l-Cum’a, Resail, Beyrut 1970, c. I, s. 188-228.
[266] Burûc: 85/1-3
[267] Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, s. 61-63.
[268] Şafiî, Umm, c. I, s. 188-190-208; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 122-123; Kâsânî, BS, c. I, s. 256-258; İbn Kudâme, age, c. II, s. 301-302; Şevkânî, es-Sumûtu'z-Zehebiyye, s. 76; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 87.
[269] Cum'a: 62/9
[270] Krş. Kâsânî, BS, c. I, s. 257-258.
[271] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 123.
[272] Şafiî; Umm, c. I, s. 192; Cezîrî, Fame, c. I, s. 384; Serahsî, Mebsût, c. II, s. 22; Kâsânî, BS, c. I, s. 258; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; Humeynî, age, s. 89 (1).
[273] Serahsî, age, e. II, s. 22, Kâsânî, BS, c. I, s. 258; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 123; Cezîrî, Fame, c. I, s. 380-384; Humeynî, age, s. 89
[274] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 129; Kâsânî, BS, c. I, s. 259; İbn Kudâme, age, c. II, s. 339-340; Cezîrî, Fame, c. I, s. 380-381, 383-387.
[275] Ahmed, Mesâil, s. 120-121 (434 435, 440), 124 (451), 25 (457); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 123, 125; Kâaânî, BS, c. I, s. 258; Cezîrî, Fame, c. I, s. 382-583; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; İbn Kudâme, age, c. II, s. 329, 338, 340, 341, 359, 362; Şevkânî, es-Sumûtu'z-Zehebiyye, s. 76 (el-Buhru'z-Zehhâr'dan); Huraeynî, age, s. 89 (1); Y. V. Yavuz, Cuma Namazı, s. 82-84.
[276] Şeybânî, Asi, c. I, s. 323; Kâsânî, BS, c. I, s. 258; Y. V. Yavuz, Cuma Namazı, s. 99-101.
[277] Serahsî, age, c. II, s. 22, Kâsânî, BS, c. I, s. 259; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; İbn Kudâme, age, c. II, s. 341; Cezîrî, Fame, c. I, s. 378;
[278] Şeybânî, Asl, c. I, s. 350-354; Şafiî, Umm, c. I, s. 227.
[279] Humeyni, age, s. 87.
[280] Şafiî, Umm, c. L s. 195; Ahmed, Mesâil, s. 122-123, 445); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 130; Kâsânî, BS, c. I, s. 270; İbn Kudâme, age, c. I, s. 297-298; Cezîrî, Fame, c. 1, s. 376-377; Sabunî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkam, c. II, s. 582-583.
[281] Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 111; Serahsî, age, c. II, s. 36; Kâsânî, BS, c. I, s. 270; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 84; Cezîrî, Fame, c. I, s. 401-102; İbn Kudâme, age, c. II, s. 343-345.
[282] İbn Kudâme, age, c. II, s. 362-364; Cezîrî, Fame, c. II, s. 400-401; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 25.
[283] Şafiî, Umm, c. I, s. 194; Ahnıed, Mesâil, s. 125-126 (458-459); İbn Rüşd, BM, c. I, 8. 118, 123; Kâsânî, BS, c. I, s. 268-269; Cezîrî, Fame, c. I, s. 375-376; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; Cezîrî, Fame, c. I, s, 375-376; İbn Kudâme, age, c. II, s. 295; Humeynî, age, s. 89-90. Ahmed b. Hanbel'in bu görüşüne dayanılarak yapılmaya çalışılan bir dînî reform ve eleştirisi için bkz. Şeltût, Fetâvâ, s. 92-95.
[284] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 125-126; Sabunî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, c. II, s. 584.
[285] Ahmed, Mesâil, s, 121.(436-437), 122 (441), 123 (446); Şafiî, Umm, c. I, s. 197; İbn Kudâme, age, c. II, 264-265; Serahsî, age, c. I, s. 157; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 51-61; Şevkânî, es-Sumutu'z-Zehebiyye, s. 78; Humeynî, age, s. 87.
[286] M. Zihni Efendi, Ni'met-i İslâm, İstanbul 1316, c. II, s. 534-535.
[287] Cemaluddin el-Kasımî, Islahul-Mesacid, Beyrut 1390, s. 50.
[288] İbn Abidin, Raddu’l-Muhtar, c. I, s. 596
[289] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 128; Kâsânî, BS, c. I, s. 265, 269; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s, 25; Humeynî, age, s. 87.
[290] Şeybânî, Asl, c. I, s. 315-317; Şafiî, Umm, c. I, s. 207; Serahsî, age, c. II, s. 26, 122. Nadir uygulama örnekleri için bkz. Kâsânî, BS, c. I, s. 265-266.
[291] Şeybânî, Asl, c. I, s. 314; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 125-126; Kâsânî, BS, c. I, s. 262; Humeynî, age, s. 87. Cuma hutbesine ve namazına istihlâf için bkz. İbn Kemal Paşa, Risale fi'l-istihlâf fi’l-Hutbe ve's-Salât fi'l-Cum'a, Resâil, İstanbul 1316, c. I, s. 113-116.
[292] Şafiî, Umm, c. I, s. 201; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 126; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 111; Serahsî, age, c. II, s. 30; Kâsânî, BS, c. I, s. 262-263; İbn Kudâme, age, c. II, s- 304-305, 310; Cezîri, Fame, c. I, s. 389-391; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; Sabunî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, c. II, s. 584-585; Humeynî, age, s. 88 (1).
[293] Humeynî, age, s. 88 (2)
[294] Şafii, Umm, c. I, s. 199-200; Serahsi, age, c. I, s. 27; Kasani, BS, c. I, s. 262; Mergınani, Hidaye, c. I, s. 83; Ceziri, Fame, c. I, s. 391-394.
[295] Şeybânî, Asi, c. I, s. 314, Kâsânî, BS, c. I, s. 263; İbn Kudâme, age, c. II, s. 296, 302-304, 306-310; Cezîrî, Fame, c. I, s. 394-396; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c. 50-51.
[296] Şafii, Umm, c. I, s. 202; Serahrî, age, e. II, s. 29; Kâsânî, BS, c. I, s. 263-266-Cezîrî, Fame, c. I, s. 396-399.
[297] Şeybânî, Asl, c. I, s. 318; Şafiî, Umm, c. I, s. 203-204; Ahmed, Mesâil, s. 123-124 (449-450); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 126; Kâsânî, BS, c. I, s. 263; İbn Kudâme, age, c. II, s. 320-326; Cezîrî, Fame, c. I, s. 398-399; Mergınânî, Hidâye, c. I, c. 84-85; Humeynî, age, s. 89 (7).
[298] Şeybânî, Asl, c. I, s. 319; Serahsî, age, c. II, s. 29; Kâsânî, BS, c. I, s. 263; İbn Kudâme, age, c. s. 319; Cezîrî, Fame, c. I, s. 398-399.
[299] Şafiî, Umm, c. I, s. 198; İbn Kudâme, age, c. II, s. 349-352; Cezirî, Fame, c. I, s. 399400.
[300] Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 44-46.
[301] Cezîrî, Fame, c. I, s. 381.
[302] Cezîrî, Fame, c. I, s. 383; Humeynî, age, s. 87; Krş. Kâsânî, BS, c. I, s. 260-261; Serahsî, age, c. II, s. 120; İbn Kudâme, age, c. II, s. 334-337, 3u konuda, İbn Kemalpaşa, bir risale yazmıştır: Risale fi Salâti'l-Gum'a fi Mevâdı Mute'addide fî Belde Vahide, Resâil, İstanbul 1316, c. II, s. 229-230.
[303] Şafiî, Umm, c. I, s. 139; Cezîrî, Fame, c. I, s. 385.
[304] Cezîrî, Fame, c. I, s. 381, 386.
[305] Cezîrî, Fame, c. I, s. 386; İbn Kudâme, age, c. II, s. 234.
[306] Kasam, BS, c. I, s. 269; Serahsî, age, c. II, s. 25, 120.
[307] İbn Kudârae, age, c. II, s. 332. Cezîrî, Fame, c. I, s. 383, 387.
[308] Cezîrî, Fame, c. I, s. 381.
[309] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 124; Kâsânî, BS, c. I, s. 266-267; Cezîrî, Fame, c. I, s. 387-389.
[310] Şafiî, Umm, c. I, s. 190; Ahmed, Mesâil, s. 121 (438), 124 ( 452), 126-127 (462-464); Serahsî, age, c. 24; Kâsânî, BS, c. I, s. 268; Şafiî, Umm, c. I, s. 190-192; İbn Kuşd, BM, c. I, s. 124; İbn Kudâme, age, c. II, s. 327- 328-329; Cezîrî, Fame, c. I, s 380, 381, 387-389; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 84; İbnu'l-Hacer, Fethu'l-Bârî, c. II, s. 423; Şevkanî, Neylu'l-Evtâr, c. III, s. 46-248; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 39 ve Sabunî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, c. II, s. 585; Humeynî, age, s. 87.
[311] Kâsânî, BS, c. I, s. 268; Cezîrî, Fame, c. I, s. 388, 389; Humeynî, age, s. 89 (2-3).
[312] Kâsânî, BS, c. I, s. 268; Cezîrî, Fame, c. I, s. 387, 388.
[313] Cezîrî, Fame, c. I, s. 389.
[314] Kâsânî, BS, c. I, s. 266; İbn Kudâme, age, c. II, s. 332-334; Cezîrî, Fame, c. I, s. 388-389.
[315] Kâsânî, BS, c. I, s. 266-267; Cezîrî, Fame, c. I, s. 388^89; Mergınânî Hidâye c. I, s. 83.
[316] Cezîrî, Fame, c. I, s. 389.
[317] Cezîrî, Fame, c. I, s. 388.
[318] Şeybânî, Asl, c. I, s. 314; Şafiî, Umm, c. I, s. 190; İbn Rüşd, BM, c. 1, s- 125;331; Serahsî, age, c. II, s. 23; Kâsânî, BS, c. I, s. 259-260; İbn Kudâme, age, c. 11, s. 331; Cezîrî, Fame, c. I, s. 379-380; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 40.
[319] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 129; İbn Kudâme, age, c. 2, s. 337-338.
[320] Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, s.172.
[321] Kâsânî, BS, c. I, s. 260; Cezîrî, Fame, c. I, s. 380-387.
[322] İbn Kudâme, age, c. II, s. 356-358; Cezîrî, Fame, c. I, s. 379, 383.
[323] Ayrıntıları için bkz. Şafiî, Umm, c. I, s. 192; Kâsânî, BS, c. I, s. 261-262- İbn Kudâme, age, c. II, s. 330-331.
[324] Şeybânî, Asi, c. I, s. 326; Serahsî, age, c. II, s. 25, 121; Kâsânî, BS, c. I, s 261; Cezîrî, Fame, c. I, s. 388; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 41-43.
[325] Kâsânî, BS, c. I, s. 262.
[326] Şeybâni, Asl, c. I, s. 326; Şafii, Umm, c. I, s. 192; İbn Kudâme, age, c. II, s. 341.
[327] İbn Kudâme, age, c. II, s. 356-358; Cezîrî, Fame, c. I, s. 379, 383.
[328] Ayrıntıları için bkz. Şafiî, Umm, c. I, s. 192; Kâsânî, BS, c. I, s. 261-262; İbn Kudâme, age, c. II, s. 330-331.
[329] Şeybânî, Asl, c. I, s. 326; Serahsî, age, c. II, s. 25, 121; Kâsânî, BS, c. I, s. 261; Cezîrî, Fame, c. I, s. 388; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 41—43.
[330] Kâsânî, BS, c. I, s. 262.
[331] Şeybânî, Asl, c. I, s. 326; Şafiî, Umm, c. I, s. 192; İbn Kudâme, age, c. II, s.341.
[332] Cezîrî, Fame, c. I. s. 381, 388.
[333] Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 84.
[334] Cezîrî, Fame, c. I, a. 381.
[335] Cezîrî, Fame, c. I, s. 389.
[336] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 125; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 37-38.
[337] Şah Veliyyullah, Huccetullahi'l-Bâliğa, c. II, s. 478'den naklen İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 38.
[338] Karaman, age, s. 39.
[339] Şeybânî, Asi, c. I, s. 328-329; Şafiî, Umm, e. I, s. 193, 205-207; Ahmed, Mesâil, s. 122 (443); Serahsî, age, c. II, s. 35, 118; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 149; Kâsânî, BS, c. I, a. 267; Cezîrî, Fame, c. I, s. 402-403; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 84.
[340] Kâsânî, BS, c. I, s. 269; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83.
[341] Şeybânî, Asl, c. I, s. 325; Ahmed, Mesâil, s. 125 (454); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 118; Serahsî, age, c. II, s. 33; Kâsânî, BS, c. I, s. 268-269; İbn Kudâme, age, c, II, s. 318-319; İbn Kudâme, age, c. II, s. 318-319; Cezîrî, Fame, c. I, s. 375-376, 379, 383; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83.
[342] Şeybânî, Asl, c. I, s. 327; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 110-111; Ahmed, Mesâil, s. 127 (464); Serahsî, age, c. II, s. 33; Kâsânî, BS, c. I, s. 269; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 83; Cezîrî, Fame, c. I, s. 388-390.
[343] Kâsânî, BS, c. I, s. 269.
[344] İbn Kudâme, age, c. II, s. 299-302, 348-349, 352-36; Cezîrî, Fame, c. I, s. 403.
[345] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 129; Kâsânî, BS, c. I, s. 270; İbn Kudâme, age, c. II, s. 345-348; Cezîrî, Fame, c. I, s. 403.
[346] Cezîrî, Fame, c. I; s. 403.
[347] Kâsânî, BS, c.1,8.270.
[348] Şafii, Umm, c. I, s. 140; Kâsânî, BS, c. I, s. 270; İbn Kudâme, age, c. II, s. 159-161; Ceziri, Fame, c. I, s. 235; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 65.
[349] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 158; Kâsânî, BS, c. I, s. 271.
[350] Iün Rüşd, BM, c. I, s. 160-361; Kâsânî, BS, c. I, s. 272; Mergınânî, Hidâye, c. I, s.65; İbn Kudâme, age, c. II, s. 161-164; Cezîrî, Fame, c. I, s. 240.
[351] Şafiî, Umm, c. I, s. 140-141; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 158; Kasam, BS, c. I, s. 271; İbn Kudâme, age, c. II, s. 150-151, 157-159; Cezîrî, Fame, c. I, s. 237, 239; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 66.
[352] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 160; Kâsânî, BS, c. I, s. 274; Cezîrî, Fame, c. I, s. 239.
[353] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 103; Kâsânî, BS, c. I, a. 273; İbn Kudâme, age, c. II, s. 151-154; Cezîrî, Fame, c. I, s. 237-238, 239; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 66.
[354] Cezîrî, Fame, c. I, s. 240.
[355] İbn Kudâme, age, c. II, s. 154-155; Cezîrî, Fame, c. I, s. 238, 239; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 66.
[356] İbn Kudâme, age, c. II, s. 155-156; Fame, c. I, s. 237, 238, 239.
[357] Kâsânî, BS, c. I, s. 274; Cezîrî, Fame, c. I, s. 236, 240.
[358] Krş. İbn Rüşd, BM, c. I, s. 103; Kâsânî, BS, c. I, s. 273; İbn Kudâme, age, c. II, s. 153-154; Cezîrî, Fame, c. I, s. 236-240.
[359] Cezîrî, Fame, c. I, s. 238.
[360] Kâsânî, BS, c. I, s. 274.
[361] Cezîrî, Fame, c. I, s. 239.
[362] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 161.
[363] Şafiî, Umm, c. I, s. 240; Serahsî, age, c. 2, s. 37; Kâsânî, BS, c. I, s. 275; İbn Kudâme, Mugnî, c. II, s. 367-368; Cezîrî, Fame, c. I, s. 344-345; Humeynî, age, s. 75.
[364] Ebu Davud.
[365] Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 113; Şafiî, Umm, c. I, s. 239; Ahmed, Mesâil, 130 (482); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 173; İbn Kudâme, age, c. II, s. 358-359; Şevkâni es-Sumûtu'z-Zehebiyye, s. 79-80.
[366] Şeybânî, Asl, c. I, s. 335; Şafiî, Umm, c. I, s 235, 238-239; Serahsî, age, c. II, İbn Rüşd, BM, c. I, s. 172-173; Kâsânî, BS, c. I, s. 276; Mergınânî, Hidâye, c s. 85;
[367] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 172-173.
[368] Cezîrî, Fame, c. I, s. 349; Humeynî, age, s. 75.
[369] Cezîrî, Fame, c. I, s. 351.
[370] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 173; İbn Kudâme, age, c. II, s. 382-383; Cezîrî, Fame, c. I, s. 245; Kâsânî, BS, c. I, s. 276; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 85-87; Humeynî, age, s. 75.
[371] Şeybânî, Asl, c. II, s. 336-337; Kâsânî, BS, c. I, s. 277; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 86; İbn Kudâme, age, c. II, s. 382-383; Cezîrî, Fame, c. I, s. 346-348.
[372] Şafiî, Umm, c. I, s. 236, 241; Ahmed, Mesâil, s. 127-128 (467-468); İbn Rüşd, BM, c. I s. 172; Serahsî, age, c. II, s. 38; Kâsânî, BS, c. I, s. 277; İbn Kudâme, age, c. II, s. 380-381; Humeynî, age, s. 76
[373] Şeybânî, Asl, c. I, s. 338; Şafiî, Umm, c. I, s. 237; Serahsî, age, c. II, s. 39; İbn Rüşd, BM, c. I, s- 172; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 86; İbn Kudâme, age, c. II, s. 380-381; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, c. III, s. 368.
[374] Şeybani, Asl, c. I, s. 342-343; Şeybani, el- Camiu’l-Kebir, s. 11; Şafii, Umm, c. I, s. 237-238; Serahsi, age, c. II, s. 40, 123; İbn Kudame, age, c. II, s. 391; Cezîrî, Fame, c. I, s. 346.
[375] Şeybânî, Asl, c. I, s. 338; Ahmed, Mesâil, s. 129 (475), 130 (478); Serahsî, age, c. II, s. 39; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 173-174; Kâsânî, BS, c. I, s. 276; İbn Kudâme, age, c. II, s. 390; Cezîrî, Fame, c. I, s. 345, 349; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 86.
[376] Kâsânî, BS, c. I, s. 279.
[377] Şafiî, Umm, c. I, s. 231-235; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 171; Kâsânî, BS, c. I, s. 279-280; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 85-86; İbn Kudâme, age, c. II, s. 368-388.
[378] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 174; Kâsânî, BS, c. I, s. 297; Cezîrî, Fame, c. I, s. 352; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 85.
[379] Kâsânî, BS, c. I, s. 290; Cezîrî, Fame, c. I, s. 371; Mergınânî, Hidâye, c. I, s.68.
[380] Kâsânî, BS, c. I, s. 291.
[381] İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtâr, c. I, s. 721-723.
[382] Kâsânî, BS, c. I, s. 291-293; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 68.
[383] Kâsânî, BS, c. I, s. 293-294; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 68-69; İbn Abidîn, age, c. I, s. 725-727.
[384] Burada sözü edilen birinci ve ikinci iki rekât tabiri, hukuk kitaplarında Şef kelimesiyle karşılanır. Hanefî Mezhebine göre, bu tabirin kullanılması, sadece nafile namazlar için sözkonusu iken, -ilerde ele alınacağı gibi- Malikî Mezhebi'ne göre, yatsı namazından sonra, vitir namazından önce kılman nafile namaz da bu adla anılır.
[385] Cezîrî, Fame, c. I, s. 656, 657, 678; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 275; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 141.
[386] İbn Kudâme, age, c. II, s. 141-142; Cezîrî, Fame, c. I, s. 327, 372.
[387] Kâsânî, BS, c. I, s. 285; Cezîrî, Fame, c. I, s. 331.
[388] Kâsânî, BS, c. I, s. 287.
[389] Kâsânî, BS, c. I, s. 295.
[390] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 164.
[391] Kâsânî, BS, c. I, s. 294; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 164; İbn Kudâme, age, c. 2, s. 123-125; Cezîrî, Fame, c. I, s. 328, 329; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 67.
[392] Kâsânî, BS, c. I, s. 295; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 67.
[393] Kâsânî, BS, c. I, s. 297-299; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 69.
[394] Ceziri, Fame, c. I, s. 327, 330-331.
[395] Kâsânî, BS, c. I, s. 284-288; İbn Kudâme, age, c. II, s. 125-131; Cezîrî, Fame, c. I, s. 326-329; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 66-67; Gazalî, îhyâu Ulâmi'd-Dîn, c. I, s. 193-195.
[396] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 162.
[397] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 164.
[398] İzzuddîn b. Abdisselâm'ın et-Tergîb an Salâti'r-Regâibi'l-Mevdûa adında matbu bir eseri yardır.
[399] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 204; Cezîrî, Fame, c. I, s. 332; İbn Kudâme, age, c. II, s. 131-132; c.I, s. 196-197.
[400] Bilmen, Büyük İslâm ilmihali, s. 204; İbn Kudâme, age, c, II, s. 135-140; Cezîrî, Fame, c. I, s. 335; İbn Abidîn, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 715-716.
[401] Suyûti’nin bu konuda, Mesâbîh fi Salâti't-Terâuîh (Lahor ty. Resâilü Isnâ Aşer) adlı bir eseri vardır.
[402] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 166; Serahsî, age, c. II, s. 145; Kâsânî, BS, c. I, s. 288; Cezîrî, Fame, c. I, s. 340; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 70.
[403] Serahsî, age, c. II, s. 148; Kâsânî, BS, c. I, s. 288; Cezîrî, Fame, d I, s. 342; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 70.
[404] Kâsânî, BS, c. I, s. 290; Cezîrî, Fame, c. I, s. 342.
[405] Serahsî, age, c. II, s. 144; Kâsânî, BS, c. I, s. 288; c. I, s. 166; Cezîrî, Fame, c. I, s. 342.
[406] Kâsânî, BS, c. I, s. 288; Cezîrî, Fame, c. I, s. 341-342.
[407] Serahsi, age, c. II, s. 144; Kâsânî, BS, c. I, s. 288-289; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 70; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 202; İbn Kudâme, age, c. II, s. 168-175.
[408] Cezîrî, Fame, c. I, s. 342-343.
[409] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 205; Gazali, İhya, c. I, s. 202-203; Halebî, el-Halebiyyu'l-Keblr, s. 432-434; İbn Abidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 716-717, 742.
[410] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 205.
[411] Bilmen, age, s. 205; Gazali, îhya, c. I, s. 202; Halebî, el-Halebiyyu'l-Kebîr, s. 432-434.
[412] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 205-206; Halebî, el-Halebiyyu'l-Kebîr, s. 434.
[413] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 165; Bilmen, age, s. 203; İbn Kudâme, age, c. II, s. 135; Cezîrî, Fame, c. I, s. 332; Gazali, İhya, c. I, s. 205.
[414] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 204; Halebî, el-Halebiyyu'l-Kebîr, s. 37; Gazali, İhya, c. I, s. 205.
[415] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 206; Halebî, el-Halebiyyu'l-Kebîr, s. 431-432; Gazali, İhya, c. I, s. 207; İbn Kudâme, age, c. II, s. 132-133; Sabık, Fıkhu's-Sünne, c. I, s. 179.
[416] Şeybânî, Asl, c. I, s. 395; Şafiî, Umm, c. I, s. 242; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 166; Serahsî, age, c. II, s. 74; Kâsânî, BS, c. I, s. 280; İbn Kudâme, age, c. II, s. 426-427; Cezîrî, Fame, c. I, s. 363; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 88; A. Aydemir, "Hz. Peygamber Muhtelif Namazlarda Hangi Sûreleri Okurdu", s. 48.
[417] Cezîrî, Fame, c. I, s. 367.
[418] Şafiî, Umm, c. I, s. 243, 245; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 168; Kâsânî, BS, c. I, s. 282; Cezîrî, Fame, c. I, s. 366; A, Naim-K.Miras, Tecrîd-i Sarih, c. III, s. 425; Humeynî, age, s. 64 (2).
[419] Şafiî, Umm, c. I, s. 245; Serahsî, age, c. II, s. 74; Cezîrî, Fame, c. I, s. 364; A. Naim-Kamil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, c. III, s. 424 vd; Humeynî, age, s. 64 (5).
[420] Şeybânî, Asl, c. I, s. 395-397; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 166; Kâsânî, BS, c. I, s. 280; İbn Kudâme, age, c. II, s. 420, 424, 426; Cezîrî, Fame, c. I, s. 364; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 88.
[421] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 167; Kâsânî, BS, c. I, s, 281; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 88.
[422] Cezîrî, Fame, c. I, s. 366.
[423] Kâsânî, BS, c. I, s. 282.
[424] Şafiî, Umm, c. I, s. 246; Serahsî, age, c. II, s. 75; Kâsânî, BS, c. I, s. 281; Cezîrî, Fame, c. I, s. 364-365; Murgınânî, Hidâye, c. I, s. 88.
[425] Şafiî, Umm, c. I, s. 245; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 168; Kâsânî, BS, c. I, s. 282; İbn Kudâme, age, c. II, s. 425; Cezîrî, Fame, c. I, s. 366.
[426] Şeybânî, Asi, c. I, s. 395; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 169; Serahsî, age, c. II, s. 75-76; Kâsânî, BS, c. I, s. 282; Cezîrî, Fame, c I, s. 367; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 88.
[427] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 207-208; Cezîrî, Fame, c. I, s. 335; Gazali, İhya, c. I, s. 206; İbn Kudâme, age, c. II, s. 133-134.
[428] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 207; Cezîrî, Fame, c. I, s. 335; İUD, c. I, s. 206-207; İbn Kudâme, age, c, II, s. 134; Sabık, Fıkhu's-Sünne, c. I, s. 180.
[429] Şeybânî, Asl, c. I, s. 398; Şafiî, Umm, c. I, s. 246-248; Serahsî, age, c. II, s. 76; İbn Kudâme, age, c. II, s. 430, 439-440; Cezîrî, Fame, c. I, s. 361-362.
[430] Şafiî, Umm, c. I, s. 249; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 171; Cezîrî, Fame, c. I; s. 361-362.
[431] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 170; Kâsânî, BS, c. I, s. 282; Cezîrî, Fame, c. I, s. 358-389; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 88.
[432] Şeybânî, Asi, c. I, s. 398; Şafiî, Umm, c. I, s. 249; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 170; Serahsî, age, c. II, s. 76; Kâsânî, BS, c. I, s. 282-283; Cezîrî, Fame, c. I, s. 358-361; Mergmânî, Hidâye, c. I, s. 88-89; Tahâvî, Muhtasar, s. 37-38.
[433] Şeybanî, Asl, c. I, s. 401-402; Şafiî, Umm, c. I, s. 250; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 170; Kâsânî, BS, c. I, s. 282; Tahâvî, Muhtasar, s. 37-38; İbn Kudâme, age, c. II, s. 433434.
[434] Şeybânî, Asl, c. I, 3. 400; Şafiî, Umm, c. I, s. 251-254; Kâsânî, BS, c. I, s. 284; İbn Kudâme, age, c. II, s. 434-440; Cezîrî, Fame, c. I, s. 362-363.
[435] Şeybânî, Asl, c. I, s. 400-401; Serahsî, age, c. II, s. 77; Kâsânî, BS, c. I, s. 284; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 89; İbn Kudâme, age, c. II, s. 441.
[436] Şeybânî, Asl, c. I, s. 395-396; Şafiî, Umm, c. I, s. 246; Ahmed, Mesâil, s. 133 (492); Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 211; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 169; İbn Kudâme, age, c. II, s. 429; Cezîrî, Fame, c. I, s. 367.
[437] İbn Kudâme, age, c. II, s. 134; Sabık, Fıkhu's-Sunne, c. I, s. 180; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 207.
[438] Bilmen, age, s. 209; İbn Abidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 730.
[439] Bilmen, age, s. 206; Halebî, el-Halebiyyu'l-Kebir, s. 434; Cezîrî, Fame, c. I, s. 334.
[440] Karaman, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 65-68; Karaman, Günlük Hayatımızda Haramlar-Helaller, s. 117-119.
[441] Müslim, No: 2188.
[442] Ahmed, Müsned, 1/3:37
[443] İbn Kudâme, Mugni, c. 11, s. 449-450; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 71-73..
[444] Gazali, İhya, c. IV, s. 449-450; Karaman, age, s. 68-71.
[445] Cum’a: 62/8.
[446] İbn Kudame, age, c. I, s. 450-452; Cezîrî, Fame, c. I, s. 500-501; Karaman, age, s. 73-75; Humeynî, Zubdelu'l-Ahkâm, s. 27.
[447] İbn Kudâme, age, c. II, s. 570-571; Cezîrî, Fame, c. I, s. 502; Şeltut, Fetâvâ, s. Kâsânî, BS, c. I, s. 299 İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, 8- 602; Karaman İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 76.
[448] Karaman, age, s. 76.
[449] Bakara: 2/156
[450] Kasam, BS, c. I, s. 310; İbn Kudâme, age, c. II, s. 547-548; Cezîrî, Fame, e. I, s.533-534; Karaman, age, s. 77-78; Tahâvî, Muhtasar, s. 42.
[451] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 179; Serahsî, age, c. II, s. 58; Kâsânî, BS, c. I, s. 299-300; Cezîrî, Fame, c. I, s. 502.
[452] Şeybânî, Ad, c. 1, s. 367-368, 369, 372; Şafiî, Ümm, c. I, s. 264-266, 268-269; Ahmed Mesâil, s. 136 (502), 141 (524-526); İbn Rüşd, BM, e. I, s. 180; Serahsî, age, c. U, s. 54, 57; Kâsânî, BS, c. I, s. 302-304; İbn Kudâme, age, c. II, s. 522-523; Cezîrî, Fame, c. I, s. 503-504; Humeynî, age, s. 27.
[453] Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 118; Şeybânî, Asl, c. I, s. 370; Serahsî, age, c. II, s.55; Kâsânî, BS, c. I, s. 303-304.
[454] Şeybânî, Asl, c. I, s. 386-389, 392, 394; Ahmed, Mesâil, s. 136 (503-506); Serahsî, age, c. II, s. 69-72; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 180-132; Kâsânî, BS, c. I, s. 304-306; Cezîrî, Fame, c. I, s. 504-506.
[455] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 181.
[456] Cezîrî, Fame, c. I, s. 505-506.
[457] Humeynî, age, s. 28 (4-7),
[458] Şeybânî, Asi, c. I, s. 373-376; Şafiî, Umm, c. I, s. 264-280-281; Ahmed, Mesâil, s. 134-135 (493-497; Serahsî, age, c. II, s. 58-60, 129; Kâsânî, BS, c. I, s. 300; Cezîrî, Fame, c. I, s. 510-513.
[459] Cezîrî, Fame, c. I, s. 506-509.
[460] Kâsânî, BS, c. I, s. 306; Cezîrî, Fame, c. I, s. 513.
[461] Şeybânî, Asi, c. I, s. 389-392; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 117-118; Şafiî, Umm, c. I, s, 266-267, 281; Ahmed, Mesâil, s. 137-138 (507-512); Serahsî, age, c. II, s. 60; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 184; Kâsânî, BS, c. I, s. 306-307; İbn Kudâme, age, c. II, s. 520-522, 528; Cezîrî, Fame, c. I, s. 514, 515; Mergınânî, Hidâye, e. I, s. 91.
[462] Cezîrî, Fame, c. I, a. 515; Mergınânî, Hidaye, c. I, s. 91.
[463] Kâsânî, BS, c. I, s. 307; Cezîrî, Fame, c. I, s. 513-514.
[464] Kâsânî, BS, c. I, s. 308-309; Cezîrî, Fame, c. I, s. 513; Humeynî, age, s. 30 (3).
[465] Kâsânî, BS, c. I, s. 307-308; İbn Kudâme, age, c. II, s. 464, 472; Cezîrî, Fame, c. I, s. 514-516; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 91.
[466] Şeybânî, Asi, c. I, s. 165-366; Serahsî, age, c. I, s. 52; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 185; Kâsânî, BS, c. I, s. 308; İbn Kudâme, age, c. II, s. 537-539; Cezîrî, Fame, c. I, s. 514.
[467] Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, s. 98-100.
[468] Kâsânî, BS, c. I, s. 310-311; Cezîrî, Fame, c. I, s. 516.
[469] Ibıı Rüşd, BM, c. I, s. 190.
[470] Kâsânî, BS, c. I, s. 311.
[471] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 191-192; Kâsânî, BS, c. I, s. 311; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 92-93; Tahâvî, Muhtasar, s. 41.
[472] Şeybânî, el-Camiu's-Saglr, s. 116; Ahmed, Mesail, s. 142 (529); İbn Kudâme, age, c. II, s. 556-557-558; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 190.
[473] Şeybânî, Asl, c. I, s. 368; Ahmed, Mesâil, s. 140 (523); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 191; Tahâvî, Muhtasar, c. I, s. 41; İbn Kudâme, age, c. II, s. 530-536; Şevkânî, es-Sumûtu'z-Zehebiyye, s. 95; Şevkânî, Neylu'1-Evtâr, c. IV, s. 78-82.
[474] Şeybânî, Asl, c. I, s. 364; Ahmed, Mesâil, s. 135 (501); Serahsî, age, c. II, s. 52; İbn Kudâme, age, c. II, s. 559; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 190-191.
[475] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 190-191; İbn Kudâme, age, c. II, s. 558.
[476] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 259.
[477] Şeybânî, Asl, c I, s. 368-369; Şafiî, Umm, c. I, s. 269; Serahsî, age, c. II, s. 54; İbn Kudâme, age, c. II, s. 536-537; Bilmen, age, s, 256-257.
[478] İbn Hazm, el-Muhalla, c. V, s. 169; İbn Kudâme, age, c. II, s. 535; Karaman, age, s. 83-84; Kasanı, BS, c. I, s. 312.
[479] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 191.
[480] Kâsânî, BS, c. I, s. 311.
[481] Karaman, age, s. 84.
[482] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 190-191; İbn Kudâme, age, c. II, s. 556; Şevkânî, es-Sumûtu'z-Zehebiyye, s. 95.
[483] Şeybânî, Asl, c. I, s, 381; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 194; Kâsânî, BS, c. I, s. 315; Cezîrî, Fame, c. I, s. 522; Humeynî, age, s. 32 (4).
[484] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 192; Kâsânî, BS, c. I, s. 192; İbn Kudâme, age, c. II, s. 512-513; Cezîrî, Fame, c. I, s. 522; Karaman, age, s. 85-86.
[485] Şeybânî, Asl, c. I, s. 385; Serahsî, age, c. II, s. 69; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 92.
[486] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 251-252; İbn Kudâme, age, c. II, s. 492; Cezîrî, Fame, c. I, s. 518; Humeynî, age, s. 32 (3).
[487] Şafiî, Umm, c. I, s. 270; Ahmed, Mesâil, s. 139 (518); Serahsî, age, c. II, s. 63-64; İbn Rüşd, BM, e. I, s. 186; Serahsî, age, c. II, s. 63; Kâsânî, BS, c. I, s. 312-313; İbn Kudâme, age, c. II, s. 490-491; Cezîrî, Fame, c. I, s. 519; Humeynî, age, s. 32.
[488] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 187; Kâsânî, BS, c. I, s. 314; Şevkanî, Neylu'l-Evtar, c. IV, s. 67; Karaman, age, s. 83.
[489] İbn Kudâme, age, c. II, s. 492; Cezîrî, Fame, c. 1, s. 519.
[490] İbn Kudâme, age, c. II, s. 487-489; Cezîrî, Fame, c. I, s. 519-520.
[491] İbn Kudâme, age, c. II, s. 486-487; Cezîrî, Fame, c. I, s. 571.
[492] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 187; Kâsânî, BS, c. I, s. 313; İbn Kudârae, age, c. II, s. 485-486; Karaman, age, s. 83.
[493] Şevkanî, Neylu'l-Evtâr; c. IV, s. 66 ve İbn Hazm, el-Muhalla, c. V, s. 129'dan naklen Karaman, age, s. 83.
[494] Ahmed, Mesâil, s. 140 (522); İbn Rüşd, BM, c. I, s. 188; İbn Kudâme, age, c. 2, s. 491-493; Cezîrî, Fame, c. I, s. 521.
[495] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 193; İbn Kudâme, age, c. II, s. 493-494, Serahsî, age, c. II, s. 68-69; Cezîrî, Fame, c. L s. 527; Karaman, age, s. 84-85; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 92.
[496] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 193; İbn Kudâme, age, c. II, s. 494.
[497] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 193; Kâsânî, BS, c. I, s. 316-317; Karaman, age, s. 82;Tahâvî, Muhtasar, s. 42.
[498] Şeybânî, Asl, c. I, s. 379-380; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 115; Şafiî, Umm, c. I, s. 270, 275; Ahmed, Mesâil, s. 138-139 (513-517); Serahsî, age, c. II, s. 63-64-65; Kâsânî, BS, c. I, s. 312-314; Cezîrî, Fame, c. I, s. 517-518; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 92; Tahâvî, Muhtasar, s. 42.
[499] Şeybânî, Asl, c. I, s. 378; Serahsî, age, c. II, s. 62; Kâsânî, BS, c. I, s. 317-318; Cezîrî, Fame, c. I, s. 524; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 91; Tahâvî, Muhtasar, s. 41; Humeynî, age, s. 31.
[500] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 192.
[501] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 188; Kâsânî, BS, c. I, s. 312; Mergınânî, Hidâye, c. I, a. 92; Tahâvî, Muhtasar, s. 42; İbn Kudâme, age, c. II, s. 517-518.
[502] Kâsânî, BS, c. I, s. 313; Cezîrî, Fame, c. I, s. 525; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 92.
[503] Şeybânî, Asl, c. I, s. 381-382; Ahmed, Mesâil, s. 140 (519-520); Serahsî, age, c. II, s. 66; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 189-190; Kâsânî, BS, c. I, s. 314; İbn Kudâme, agef c. II, s. 494-496; Cezîrî, Fame, c. I, s. 526; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 92.
[504] Şeybânî, Asl, c. I, s. 386; Kâsânî, BS, c. I, s. 316.
[505] Şeybânî, Asl, c. I, s. 380-381; Şafiî, Umm, c. I, s. 275; Serahsî, age, c. II, s. 65; İbn Kudâme, age, c. II, s. 560-562; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 188-189; Kâsânî, BS, c. I, s. 315-316.
[506] Şeybânî, Asl, c. I, s. 382; Serahsî, age, c. II, s. 67, 73, 126; Kâsânî, BS, c. I, s. 311; Cezîrî, Fame, c. I, s. 527; Tahâvî, Muhtasar, s. 42.
[507] Şeybânî, Asl, c. I, s. 385-386; Ahmed, Mesâil, s. 140 (521); Serahsî, age, c. II, s. 69; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 190; Mergınânî, Hidâye, c. 1, s. 92; İbn Kudâme, age, c. II, s. 511, 519; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 86; Tahâvî, Muhtasar, s. 42; Humeynî, age, s. 32 (5).
[508] Karaman, İslâm'ın İşığında Günün Meseleleri, s. 86-89.
[509] İbn Kudâme, age, c. 2, s. 492-493; Cezîrî, Fame, c. I, s. 522-523.
[510] Şeybânî, Asl, c. I, s. 383-384; Serahsî, age, c. II, s. 68; Cezîrî, Fame, c. I, s. 523; Kâsânî, BS, c. I, s. 316-317.
[511] İbn Kudâme, age, c. II, s. 473-474.
[512] Cezîrî, Fame, c. I, s. 530.
[513] Şeybânî, Asl, c. I, s. 370-371; Şeybânî, el-Câmiu's-Sagîr, s. 117-118; Şafiî, Umm, c. I, s. 269; Serahsî, age, c. II, s. 56; Kâsânî, BS, c. I, s. 309-310; Cezîrî, Fame, c. I, s. 530-532; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 93.
[514] Kâsânî, BS, c. I, s. 309; Cezîrî, Fame, c. I, s. 530-532.
[515] Reşid Rıza, et-Fetava, c. II, s. 556'dan naklen Karaman age, s. 92.
[516] Serahsî, age, c. II, s. 56; Kâsânî, BS, c. I, s. 310; Cezîrî, Fame, c. I, s. 532;Şeltut, Fetâvâ, s. 216.
[517] Ahmed, Mesâil, s. 142-144 (531-540); Kâsânî, BS, c. I, s. 309-310; Cezîrî, Fame, c. I, s. 532-533; Karaman, age, s. 90-91; FŞ, 215-216.
[518] Şafiî, Umm, c. I, s. 279; Kâsânî, BS, c. I, s. 310; Cezîrî; Fame, c. I, s. 533; Karaman, age, s. 91-92.
[519] Şeybânî, Asl, c. I, s. 371; Kâsânî, BS, c. I, s. 310; İbn Kudâme, age, c. II, s. 479-480; Cezîrî, Fame, c. I, s. 533; Karaman, age, s. 91.
[520] İbn Kudâme, age, c. II, s. 496-499; Cezîrî, Fame, c. I, s. 534; Kâsânî, BS, c. I, s. 318.
[521] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 194; Cezîrî, Fame, c. I, s. 534; Karaman, age, s. 92; Kâsânî, BS, c. I, s. 318.
[522] Maide: 5/31; Murselat: 77/26.
[523] Ahmed, Mesâil, s. 144 (541); İbn Kudâme, age, c. II, s. 554-556; Karaman, age, s. 92.
[524] Şafiî, Umm, c. I, s. 273, 276, 278, 283; Kâsânî, BS, c. I, s. 318-320; Cezîrî, Fame, c. I s. 535; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 93-94.
[525] Cezîrî, Fame, c. I, s. 538.
[526] Kâsânî, BS, c. I, s. 319 ; Cezîrî, Fame, c. I, s. 538.
[527] Cezîrî, Fame, c. I, s. 538-539.
[528] İbn Kudâme, age, c. II, s. 505-506; Karaman, age, s. 95.
[529] Cezîrî, Fame, c. I, s. 500-501; Karaman, age, s. 110-111.
[530] İbn Kudâme, age, c. 2, s. 550-551; Cezîrî, Fame, c. I, s. 539-540; Şeltut, Fetâvâ, s. 216-217; Karaman, age, s. 96-97.
[531] İbn Kudâme, age, c. II, s. 543-547; Cezîrî, Fame, c. I, s. 539; Karaman, age ,s. 96.
[532] İbn Rüşd, BM, c. II, s. 101-102; Şeltût, Fetâvâ, s. 217; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 95-96; Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. I, s. 331.
[533] İddet ve hükümleri için bkz. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, c. I, s. 328-331.
[534] İbn Kudâme, ager c. II, s. 566-570; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 104-109; Şeltût, Fetâvâ, s. 202-203.
[535] Bakara: 2/276; Şems: 91/9-10; Furkan: 25/70; Necm: 53/41.
[536] Haşr: 59/10
[537] Şeltût, Fetâvâ, s. 204-213; Karaman, age, s. 108-109, 113-116.
[538] Şeltut, Fetava, s. 217; Karaman, age, s, 119-120.
[539] Şeltut, Fetava, s. 193; Karaman, age, s. 120-122.
[540] Tirmizi, Zühd: 32.
[541] Şeybânî, Asi, c. I, s. 378; Kâsânî, BS, c. I, s. 320; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 194; İbnKudârae, age, c. II, s. 507; Cezîrî, Fame, c. I, s. 535; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 93.
[542] Serahsî, age, c. II, s. 62; Kâsânî, BS, c. I, s. 320; İbn Kudâme, age, c. II, s. 505;Cezîri, Fame, c. I, s. 535; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 94; Karaman, age, s. 93; Tahâvî, Muhtasar, s. 42.
[543] İbn Kudâme, age, c. II, s. 504-505; Cezîrî, Fame, c. I, s. 535; Karaman, age, s.93.
[544] Kâsânî, BS, c. I, s. 320; Cezîrî, Fame, c. I, s. 535-536.
[545] Kâsânî, BS, c. I, s. 320; Cezîrî, Fame, c. I, s. 536; Uludağ, Nesil Dergisi, c. II, sa. 1, s. 28, 29-31.
Bu konuda Şevkânî'nin bir eseri vardır: Şevkânî, Muhamraed el-Yemânî (ö. 1250) Şerhu's-Sudâr fi Tahrîmi Refil-Kubûr, Beyrut 1970.
[546] Müslim, Cenalz: 31; Ebu Davud, Cenaiz: 68; Tirmizi, Cenaiz: 56; Nesai, Cenaiz:99; Ahmed, Musned: c. I, s. 150.
[547] Buradaki kubbe yapmak yerine kubbe kurmak tabirinin kullanılması, o zaman kubbe kelimesinin şimdiki mânâda olmayışıdır. İbn Esir, kubbeyi "çadır kumaşından mamul küçük ve yuvarlak bir odacıktan ibaret olup Arapların kullandıkları bir çeşittir" şeklinde tarif eder.
[548] Cezîrî, Fame, c. I, s. 549; Şeltût, Fetâvâ, s. 195, 219; S. Uludağ, "Mezar ve Türbe', Nesil Dergisi, c. II, sa. 1, s. 27- 28-29; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 111-112; Kâsânî, BS, c. I, s. 320.
[549] Kâsânî, BS, c. I, s. 320; İbn Kudâme, age, c. II, s. 565-566, 570; Cezîrî, Fame c I, s. 340; Şeltût, Fetâvâ, s. 220-223; Karaman, age,, s. 99.
[550] Müslim, Cenaiz: 35.
[551] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 194; Kâsânî, BS, c. I, s. 320; İbn Kudâme, age, c. II, s. 565; Cezîrî, Fame, c. I, s. 536.
[552] Kâsânî, BS, c. I, s. 320; İbn Kudâme, age, c. II, s. 565; Cezîrî, Fame, c. I, s. 536.
[553] Uludağ, "Kabir ve Türbe Ziyareti", Nesil Dergisi, c. II, sa. 2, s. 19.
[554] Uludağ, "Mezar ve Türbe", Nesil Dergisi, c. II, sa. 1, s. 27; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 111-112.
[555] Kâsânî, BS, c. I, s. 320; Karaman, age, s. 111-112.
[556] Bakara: 2/255; Taha: 20/100; Enbiya: 21/28.
[557] Maide: 5/35.
[558] Maide: 5/35.
[559] Nuh: 71/23.
[560] Bu konuda İbnu'l-Kayyim "Kabir, ölüye dua etmek, kendisine Hak Teâlâ'dan af ve afiyet dilemek ve ibret almak için ziyaret edilir. Bid'atçiler, şeriatın bu konudaki hükümlerini ters çevirmişler, kabir ziyareti sırasında kendilerine dua etmişler, af ve afiyet talebinde bulunmuşlardır. Bazıları, kabir ziyaretini, hac yapma şekline sokmuşlar "menâsiku hacci'l-meşâhid (türbe haccının âdabı)" adıyla, bu konuda eser bile yazmışlardır." demektedir.
[561] Fatiha: 1/4.
[562] Şefaat manalı tevessülde geçen hadisler bunun örneğidir.
[563] Kâsânî, BS, c. II, s. 75
[564] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 103
[565] M. Fuad Abdiilbaki, el-Mu'cemul-Müfehres li-Elfâzi'l-Kur'ani'l-Kerîm, s. 417.
[566] Serahsî, Mebsut, c. III, s. 54.
[567] Bakara: 2/183-185
[568] Buhari, İman: 2/1; Muslim, İman: 19/22; Tirmizî, îman: 3
[569] Kâsânî, BS, c. II, s. 77-90; Cezirî, Fame, c. I, s. 543-548; İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtar, c. III, s. 332; Şeybânî.Asl, c. II, s. 183-184; Tahâvî, Muhtasar, s. 29, 261-262.
[570] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 104-106; Hamidullah, Resulullah Muhammed, s. 253; Hamidullah, "Niçin Oruç Tutarız?", Nesil Dergisi, c. I, sa. 12, s. 28-33; Şah Veliyyullah Dehlevî, Huccetullahi'l-Bâliga, s. 440-443; Şehhâte, Fıkhu'l-İbâdet, s. 351-362. Orucun sosyal ve psikolojik etkileri konusunda bkz. Veysel Uysal, Psiko-Sosyal Açıdan Oruç, Ankara 1994.
[571] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 186, no: 696-698; c. II, s. 102; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 127; Serahsî, age, s. III, s. 89-90; Şeybânî, Asl, c. II, s. 197-200.
[572] Bakara: 2/183-185.
[573] Kâsânî, BS, c. II, s.77-90; Cezirî, Fame, c. I, s. 543-548.
[574] Kâsânî, BS, c. II, 8.102; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 128.
[575] Ahmed, Mesâil, s. 188-189, no: 706-708; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 98 (1); Kâsânî, BS, c. II, s. 89; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 128; Cessas, Ahkâmu'l-Kur'an, c. I, s. 204; Serahsî, age, c. III, s. 87-88; Şeybânî, Asl, c. II, s. 196, 200; Şeybânî, el-Camiu's-Sagîr, s. 138; Krş. İbn Rüşd, BM, c. I, s. 208
[576] Ahmed, Mesâil, s. 192, no: 717; Kâsânî, BS, c. II, s. 94; Cezirî, Fame, c. I, s. 572
[577] Bakara: 2/195
[578] İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 142; Kâsânî, BS, c. II, s. 89, 94; Cezirî, Fame, c. I,s. 575; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 129; Şcybânî, Aslf c. II, s. 184-186.
[579] Kâsânî, BS, c. II, s. 96-97
[580] İbn Kudâme, age, c. III, s. 141, 147; İbn Rüşd, BM, c. T, s. 206; Cezirî, Fame, c. I,s. 572; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 126; Serahsî, age, c. III, s. 137; Şeybânî, el-Camiu's-Sagır, s. 141.
[581] Ahmed, Mesâil, s. 185-186, no: 694-695; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 205-206; Cezirî, Fame, c. I, s. 574; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 96, 97; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 99, 149; Kâsânî, BS, c. II, s. 94-95; Serahsî, age, c. III, s. 142; Şeybânî, Asl, c. II, s. 175, 283.
[582] İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 139; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 209; Kâsânî, BS, c. II, s. 97; Ceziri, Fame, c. I, s. 573; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 127.
[583] Kâsânî, BS, c. II, s. 97; Cezirî, Fame, c. I. s. 576
[584] İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 141; Humeynî, age, s. 97; İbn Rüşd, BM, e. I, s. 210; Kâsânî, BS, c. II, s. 97; Mergmânî, Hidâye, c. I, s. 127; Ceziri, Fame, c. I, s. 576
[585] Seyyid es-Sâbık, Fıkhu's-Sünne, c. I, s. 439; Ahmed eş-Şerbasi, Yes'elûneh, c. II, s. 41; M. Mahmud Hicazı, et-Tefsiru'l-Vadıh. Bakara: 2/184 ayetinin tefsiri.
[586] Bilmen, Büyük İslâm İlmilahi, s. 303; Cezirî, Fame, c. I, s. 577; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 134-135; Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 183-184
[587] Ahmed, Mesâil, s. 186, no: 696-698; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 209; Şeybânî, Asl, c. II, s. 198-199; Serahsî, Usûl, c. I, s. 51.
[588] İbn Kudâme, age, c. III, s. 141; Kâsânî, BS, c. II, s. 105.
[589] San'anî. Subulu's-Selâm, c. II, s. 664-665.
[590] İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 541-542; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, (2.B.) c. I, s. 70.
[591] Kâsânî, BS, c. II, s. 90; Cezirî, Fame, c. I, s. 543; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 216-218.
[592] Hamidullah,- "Niçin Oruç Tutarız?", Nesil Dergisi, c. I, sa. 11, s. 42-43.
[593] Bakara: 2/187.
[594] Şeltut, Fetâvâ, s. 144-146; Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 103.
[595] Geniş bilgi için bkz. İbn Rüşd, BM, c. I, s. 196-200; Kasani, BS, c. II, s. 80-83; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 278-285; Cezirî, Fame, c. I, s. 548-553; İbn Kudâme, Mugni, c- III, s. 86-91; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 119-122.
[596] Buhârî, Savm: 119, no: 1909.
[597] Çeşitli örnekler için bkz. Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 170-176.
[598] Ahmed, Mesâil, s. 180, no: 675; s. 188, no: 704, 705; Kâsânî, BSr c. II, s. 78-79; Cezirî, Fame, c. I, s. 553-554; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 119-120; Serahsî, age, c. III, s. 63; Şeybânî, el-Camiu's-Sagîr, s. 137.
[599] İbn Rüşd, BM, c. 1, s, 216; Kâsânî, BS, c. II, s. 77-79.
[600] Kâsânî, BS, c. II, s. 79-80.
[601] Kâsânî, BS, c. II, s. 105-108; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 129; Cezîrî, Fame, c. I, s. 577.
[602] İbn Rüşd, BM, c. I, s- 203-204; Kâsânî, BS, c. II, s. 83-87; Cezirî, Fame, c. I, s. 543-548; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 91-98; İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 52; Mergınanî, Hidaye, c. I, s. 118; Serahsî, age, c. III, s. 59, 62, 81, 85; Şafiî, Umm, c. II, s. 95; Şeybânî, Asl, c. II, 184-185, 197, 283; Tahâvî, Muhtasar, s. 53.
[603] Ahmed, Mesâil, s. 188, no: 703; Şafiî, Umm, c. II, s. 95.
[604] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 96.
[605] Kâsânî, BS, c. II, s. 75-77; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 195; Cezirî, Fame, c. I, s.558.
[606] Cezirî, Fame, c. I, s. 558; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 150.
[607] ÜM'e göre, Ramazan gününde geçen yılın kazasına niyet edip oruç tutulunca, her ikisi de sahih olmaz; Hanefi Mezhebine göre, yolcu dışında herkesin niyeti Ramazan için geçerli olur (Bkz. Cezirî, Fame, c. I s. 578)
[608] İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 144; Kâsânî, BS, c, II, s. 104; Cezirî, Fame, c. Is.578; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 98-99; Serahsî, age, c. III, s. 77; Krş. İbn Rüşd, BM, c. I, s. 208.
[609] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 208
[610] Kâsânî, BS, c. II, s. 98
[611] Ahmed, Mesâil, s. 189-190, no: 709-710; Cezirî, Fame, c. I, s. 579; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 94 (2), 95 (4); İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 127; Serahsî, age, c. III, s. 71, 902; Şeybânî, Asl, c. II, s. 186-189.
[612] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 213; Cezirî, Fame, c. I, s. 579, Şehhate, Fıkhu'l-İbâdat, s.190
[613] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 94 (2); İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 132-133; Kâsânî, BS, c. II, s. 101; Serahsî, Mebsut, c. III, s. 74; Şafiî, Umm, c. II, s. 99; Şeybânî, Asl, c. II, s. 177.
[614] İbn Kudâme, age, c. III, s. 132-133; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 214
[615] Mücadele: 58/3-4.
[616] Bakara: 2/196.
[617] Nisa: 4/92.
[618] Maide: 5/89.
[619] Kâsânî, BS, c. II, s. 75-77; Şeybânî, Asl, c. II, s. 188.
[620] Cezirî, Fame, c. I, s. 568.
[621] Şeybânî, Asl, c. II, s. 206 208, 257-260, 284-288; Şeybânî, el-Camiu'l-Kebîr, s. 14-15; Şeybânî, el-Camiu's-Sagir, s. 141-143.
[622] Ahmed, Mesâil, s. 193, 721.
[623] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 127; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 143; Serahsî, age, c. III, s. 133-135; Cezirî, Fame, c. I, s. 558; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 127.
[624] Cezirî, Fame, c. I, s. 558.
[625] Cezirî, Fame, c. I, s. 556; İbn Kudâme, age, c. III, s. 174; İbn Teymiye, Iktidâu'S'Sıratı'l-Müstakîm, s. 173.
[626] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 216; Kâsânî, BS, c. II, s. 79; Cezirî, Fame, c. I, s. 556; İbn Kudâme, age, c. III, s. 177.
[627] Kâsânî, BSr c. II, s. 79; Cezirî, Fame, c. I, s. 556; İbn Kudâme, age, c. III, s. 174, 176; San'anî, Subulu's-Selâm, c. II, s. 681.
[628] Kâsânî, BS, c. II, s. 79; Cezirî, Fame, c. I, s. 556.
[629] Kâsânî, BS, c. II, s. 79; Cezirî, Fame, c. I, s. 557.
[630] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 216; Cezirî, Fame, c. I, s. 557; İbn Kudâme, age, c. III, s. 172.
[631] Cezirî, Fame, c. I, s. 557; İbn Kudâme. age, c. III, s. 166-167.
[632] Cezirî, Fame, c. I, s. 557.
[633] Cezirî, Fame, c. I, s. 559.
[634] Cezirî, Fame, c. I, s. 558-559.
[635] İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 169-166; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 217-218; Kâsânî, BS, c. II, s. 79; Cezirî, Fame, c. I, s. 558.
[636] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 218; Ceziri, Fame, c. I, s. 559.
[637] Kâsânî, BS, c. II, s. 78; Cezirî, Fame, c. I, s. 558-559.
[638] Ahmed, Mesâil, s. 180, no: 674; Cezirî, Fame, c. I, s. 559; İbn Kudâme, age, c. III, s. 167.
[639] Damad, Mecmau'l-Enhur, c. II, s. 524.
[640] Bakara: 2/195
[641] Cezirî, Fame, c. I, s. 559.
[642] Kâsânî, BS, c. II, s. 79; Cezirî, Fame, c. I, s. 559.
[643] Cezirî, Fame, c. I, s. 559.
[644] Kâsânî, BS, c.I, s. 79; Cezirî, Fame, c. I, s. 556.
[645] Kâsânî, BS, c. II, s. 78; Cezirî, Fame, c. I, s. 555, 559.
[646] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 217.
[647] Cezirî, Fame, c. I, s. 55.
[648] Kâsânî, BS, c. II, s. 78; Cezirî, Fame, c. I, s. 559.
[649] Şafiî Mezhebine göre zararlı olacağından korkulursa
a) Hastanın,
b) Yolcunun,
c) Gebe veya emzikli kadının,
d) Yaşlı kimselerin oruç tutması mekruhtur. Ölüm tehlikesine veya bir organın telef olmasına yol açacağından korkutursa bu kimselerin oruç tutması haram olur. Adak veya itiyar orucu rastlamayınca yalnızca pazar günü oruç tutmak cuma ve cumartesi günlerinde olduğu gibi mekruhtur. Kaza orucu bulunan kimsenin nafile oruç tutması da mekruhtur (Cezirî, Fame, c. I, 559).
Malikî Mezhebine göre mevlid günü oruç tutmak mekruhtur. Farz bir orucu kazaya kalanın nafile tutması, evsahibinden izinsiz misafirin oruç tutması mekruhtur. Yolcunun oruç tutması, tutmamasından efdaldir; fakat oruç tutmak zor gelirse tutmamak efdal olur (Cezirî, Fame, c. I, s. 559).
[650] Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 248, Ferrâ, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 292.
[651] Maverdî, age, s. 248-249; Ferrâ, age, s. 261-262, 292.
[652] Ahmed, Mesâil, s. 192, no: 719; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 91, 94; İbn Rüşd,BM, c. I, s. 211; Serahsî, Mebsût, c. III, s. 70, 73; Şafiî, Umm, c. II, s. 96, 100; Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 189; Şeybânî, Asl, c. II, s. 177; Tahâvî, Muhtasar, s. 54.
[653] Kâsânî, BS, c. II, s. 90; Cezirî, Fame, c. I, s. 565-566; Merginânî, Hidâye, c. I, s.122.
[654] Kâsânî, BS, c. II, s. 90; Cezirî, Fame, c. I, s. 565-566; Merginânî, Hidâye, c. I, s.122.
[655] Cezirî, Fame, c. I, s. 565-569; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 95; Merginânî,Hidâye, c. I, s. 122.
[656] Ahmed, Mesâil, s. 192, no: 718; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 95; İbn Kudâme,Mugnî, c. III, s. 136; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 200; Kâsânî, BS, c. II, s. 100; Serahsî, Mebsût, c. III, s. 55; Şeybânî, Asl, c. II, s. 163, 181-182.
[657] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 215..
[658] Kâsânî, BS, c. II, s, 91; Cezirî, Fame, c. I, s. 568; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s.92; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 122; Serahsî, age, c. III, s. 98; Şeybânî, Asl, e. II, s. 182, 209.
[659] Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 291;Cezirî, Fame, c. I, s. 563, 567, 569.
[660] Bilmen, age s. 290; Kâsânî, BS, c. II, s. 90; Cezirî, Fame, c I, s. 569; Merginani, Hidâye, c. I, s. Mavsilî, İhtiyar, c. I, 8. 175; Serahsî, age, c. III, s.93
[661] Cezirî, Fame, c. I, s. 569; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 124; Serahsî, age, c. III, s. 56; Şeybânî, Asl, c. II, s. 166, 264-265.
[662] İbn Rüşd, DM, c. I, s. 202; San'anî, Subul'us-Selâm, c. II, s. 661; Şeybânî, Asi, c. II, a. 166; 264-265.
[663] Kâsânî, BS, c. II, s. 92; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 123-124; Şeybânî, Asl, c. II, s.166, 264-265; Şeybânî, el-Camiu's-Sagîr, s, 140-141.
[664] Cezirî, Fame, c. I, s. 567
[665] Ahmed, Mesâil, s. 184, no: 688; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 93-94; İbnKudâme, Mugnî, c. III, s. 117; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 202; Kâsânî, BS, c. II, s. 92, 93; Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 190; Şeybânî, el-Camiu's-Sagîr, s. 141.
[666] Kâsânî, BS, c. II, s. 93; Cezirî, Fame, c. I, s. 563; Merginânî, Hidâye, c. I, s.124; Serahsî, age, c. III, s. 56.
[667] Kâsânî, BS, c. II, s. 93; Ceziri, Fame, c. I, s. 563; Merginânî, Hidâye, c. I, s.124; Serahsî, age, c. III, s. 56; Şeybânî, Asi, c. II, s. 166, 264-265.
[668] Cezirî, Fame, c. I, s. 569.
[669] Cezirî, Fame, c. I, s. 567.
[670] Ahmed, Mesâil, s. 183, no: 684; Kâsânî, BS, c. II, a. 91; Serahsî, age, c. III, s. 66,Şeybânî, Asl, c. II, s. 203.
[671] Kâsânî, BS, c. II, s. 90; Cezirî, Fame, c. I, s. 566, 567, 568; İbn Kudâme, Mugnî,c. III, s. 106; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 123; Serahsî, age, c. III, s. 142; Şeybânî, Asl, c. II, s. 203, 282; c. III, s. 66.
[672] Cezirî, Fame, c. I, s. 569.
[673] Cezirî, Fame, c. I, s. 568.
[674] Kâsânî, BS, c. II, s. 93; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 12.3; Serahsî, age, c. III, s. 58,65; Şeybânî, Asl, c. II, s. 169, 172.
[675] Cezirî, Fame, c. I, s. 568; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 11-113.
[676] Cezirî, Fame, c. I, s. 568; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 92; Şeybânî, el-Camiu's-Sagîr, s. 141.
[677] Cezirî, Fame, c. I, s. 568, 569.
[678] Kâsânî, BS, c. II, s. 91; Cezirî, Fame, c. I, s. 566; Merginânî, Hidâye, c. I, s.122.
[679] Kâsânî, BS, c. II, s. 91; Cezirî, Fame, c. I, s. 562, 567; Serahsî, age, c. III, s. 70;Şeybânî, Asl, c. II, s. 175; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 92; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 111-113.
[680] Cezirî, Fame, c. I, s. 569.
[681] Cezirî, Fame, c. I, s. 568; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 113.
[682] Ahmed, Mesâil, s. 179, no: 669; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 92; İbn Kudâme,Mugnî, c. III, s. 137; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 204; Kâsânî, BS, c. II, s. 92; Cezirî, Fame, c. I, s. 566, 568; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 122; Şeybânî, Asl, c. II, s. 164,173.
[683] Ahmed, age, s, 189-190, no: 709-711; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 210-211; Kâsânî, BS, c.II, s. 90, 98; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 122; Şafiî Umm, c. II, s. 100, 106; Şeybânî, Asl, c. II, a. 173, 292.
[684] Ahmed, Mesâil, s. 191, no: 712; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 212; Kâsânî, BS, c. II, s.90; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 122.
[685] İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 123; Kâsânî, BS, c. II, s. 90; Merginânî, Hidâye,c. I, s. 122; Şeybânî, Asl, c. II, s. 182.
[686] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 213.
[687] Ebu Hanife, arka yoldan birleşmeyi de eksik giderme içerisinde ele alır; haddi de gerektirmeyeceğinden bu durumda sadece kaza gerekir (Merginânî, Hidâye, c. I, s. 124; Kâsânî, BS, c. II, s. 98).
[688] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, Kâsânî, BS, c. II, s. 94; Cezirî, Fame, c. I, s. 568; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 113; Şehhate, Fıkhu'l-lbâdât, 190.
[689] Kâsânî, BS, c. II, s. 94; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 92; Merginânî, Hidâye,c. I; s. 124; Serahsî, age, c. III, s. 79.
[690] İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 124.
[691] Bilmen, Büyük islâm İlmihali, s. 293; Kâsânî, BS, c. II, s. 93; Mavsılî, İhtiyar,c. I, s. 132; Serahsî, Mebsut, e. III, s. 67-68.
[692] Cezirî, Fame, c. I, s. 563; Şehhate, age, s. 191
[693] Bilmen, age, s. 293.
[694] Karaman, "Oruç", Nesil Dergisi, c. III, sa. 34, s, 23; Karaman, İslâm'ınIşığında Günün Meseleleri , (2.B.) c. I, s. 115.
[695] Şeltut, Fetâvâ, s, 136-137.
[696] Akseki, İslâm Dini, s. 208.
[697] Merginânî, Hidâye, c. I, s. 122.
[698] Ahmed, Mesâil, s. 181-183, no: 677-683; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 201-202; Kâsânî, BS, c. II, s. 91; Şeybânî, Asl, c. II, s. 166-167, 205.
[699] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 93, 95.
[700] Bilmen, age, s. 287-288; Kâsânî, BS, c. II, s. 105-108; Cezirî, Fame, c. I, s. 569-570; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 125-126; Şeybânî, Asl, c. II, s. 210-211.
[701] San'anî, Subulu's-Selâm, c. 2, s. 659.
[702] Kâsânî, BS, c, II, s. 94.
[703] Ahmed, Mesâil, s. 184-185, no: 689-691; Cezirî, Fame, c. I, s. 572; Serahsî, age,c. III, s. 57; Şeybânî, Asl, c. II, s. 168-169.
[704] İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 125; Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 99; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 215; Cezirî, Fame, c. I, s. 561, 562, 564; Merginânî, Hidâye, c. I, s-125; Şeybânî, Asl, c. II, s. 178.
[705] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 296; Cezirî, Fame, c. I, a. 561-562
[706] Şeybânî, Asl. c. II, s. 198.
[707] Cezirî, Fame, c. I, s. 561; Şeybânî, Asl, c. II, s. 182.
[708] Cezirî, Fame, c. I, s. 561, 562; Şeybânî, Asl, c. II, s. 175, 177.
[709] Cezirî, Fame, c. I, s. 563, 564; Serahsî, age, c. III, s. 138.
[710] Ahmed, Mesâil, s. 191, no: 714-715; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 124; Şeybânî,Asl, c. II, s. 181.
[711] Cezirî, Fame, c. I, a. 564; Merginânî, Hidâye, c. I s 124
[712] Cezirî, Fame, c. I, s. 562.
[713] Kâsânî; BS, c. II, s. 98; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 124; Serahsî age c III, s. 74.
[714] Cezirî, Fame, c. I, s. 563
[715] Kâsânî, BS, c. II, s. 100; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 130.
[716] Cezirî, Fame, c. I, s. 561, 562; Şeybânî, Asl, c. II, s. 181.
[717] Cezirî, Fame, c. I, s. 561.
[718] Cezîrî, Fame, c. I, s. 561.
[719] Cezîrî, Fame, c. I, s. 561.
[720] Cezirî, Fame, c. I, s. 562; İbn Kudâme, Mugni, c. III, s. 126.
[721] Cezirî, Fame, c. I, s. 561; Şeybânî, Asl, c. II, s. 125.
[722] Cezirî, Fame, c. I, s. 561; İbn Kudâme, Mugnî, c. III, s. 178.
[723] Cezirî, Fame,c. I, s. 561, 562; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 215; Mergınanî, Hidaye, c.I, s. 125; Şeybânî, Asl, c. II, s. 178.
[724] Cezirî, Fame, c. I, s. 560.
[725] Cezirî, Fame, c. I, s. 560
[726] Cezirî, Fame, c. I, s. 560.
[727] Cezirî, Fame, c. I, s. 560, 561, 562.
[728] Kâsânî, BS, c. II, s. 98; Cezirî, Fame, c. I, s. 561, 562; Merginânî, Hidâye, c. I,s. 124; Ncvevî, Mecmu, c. VI, s. 376; Şafiî, Umm, c. II, s. 100.
[729] Cezirî, Fame, c. I, s. 562, 564; Merginânî, Hidâye, c. I, s. 124.
[730] Kâsânî, BS, c. II, s. 91; Cezirî, Fame, c. I, s. 562 567
[731] Cezirî, Fame, c. I, s. 562.
[732] Kâsânî, BS, c. II, s. 100-101; Cezirî, Fame, c. I, s. 562; Serahsî, age, c. III, s. 75;Şeybânî, Asl, c. II, s. 177-178.
[733] Cezirî, Fame, c. I, s. 568.
[734] Cezîrî, Fame, c. I, s. 568.
[735] Cezîrî, Fame, c. I, s. 568.
[736] Kâsânî, BS, c. II, s. 98; Serahsî, age, c. III, s. 93, 98, 138; Şeybânî, Asl, c. II, s.205, 210.
[737] Cezirî, Fame, c. I, s, 566.
[738] Cezirît Fame, c. I, s. 565; Serahsî, age, c. III, s. 67-68; Şeybânî, Asl, c. II, s. 182.
[739] Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 291; Cezirî, Fame, c. I, s. 566.
[740] Bilmen, age, s. 291; Ceziri, Fame, c. I, s. 566; Serahsî, age, c. III, s. 79.
[741] Bilmen, age, s, 291; Cezîrî, Fame, c. I, s. 566.
[742] Bilmen, age, s. 291; Cezîrî, Fame, c. I, s. 566.
[743] Merginânî, Hidâye, c. I, s. 129.
[744] Cezirî, Fame, c. I, s. 568.
[745] Merginânî, Hidâye, c. I, s. 130.
[746] Merginânî, Hidâye, c. I, s. 129; Tahâvî, Muhtasar, s. 57.
[747] Cezirî, Fame, c. I, s. 582; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 220; Serahsî, Mebsut, c. III, s.114-115.
[748] Hacc: 22/26.
[749] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 220; Kâsânî, BS, c. II, s. 108; Cezirî, Fame, c. I, s. 582.
[750] Krş. Kâsânî, BS, c. II, s. 109-112; İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 210, 213, 215, İbnRüşd, BM, c. I, s. 225; Serahsî, age, c. III, s. 116, 122, 123, 124.
[751] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 224.
[752] Kâsânî, BS, c. II, s. 117-118.
[753] Kâsânî, BS, c. II, s. 108; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 224-225; Bilmen, Büyük İslâmİlmihali, s. 328; İbn Abidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 721-723.
[754] Humeynî, Zubdetu'l-Ahhâm, s. 99.
[755] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 221; Cezirî, Fame, c. I, s. 582.
[756] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 221
[757] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 22. Kâsânî, BS, c. II, s. 110
[758] Ceziri, Fame, c. al, s. 588-589; İbn Kudâme, age, c. III, s. 203-205, Mergınani,Hidaye, c. I, s. 133
[759] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 22. Kâsânî, BS, c, II,s. 108; Ceziri, Fame. c. I a 583-584-İbn Kudâme, age, c. III, s. 184-187; Serahsî, Mebsut, c. III, s. 115. Şeybânî Asl c. II, s. 268; Tahavî, Muhtasar, s. 57.
[760] Ahmed, Mesâil, s. 195, no: 729, 196, no:
[761] Cessas, Ahkâmu'l-Kur'an, c. I, s. 285; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 220; Kâsânî, -BS, c-II, s. 113; Serahsî, age, c. III, s. 115.
[762] İbn Rüşd.BM, c. I, s. 220
[763] Cezîrî, Fame, c. I, s. 585-588; İbn Kudâme, age, c. III, s. 191-195; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 224; Kâsânî, BS, c. II, s. 114-117; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 132-133; Serahsî, age, c. III, s. 123; Şeybânî,Asl, c. II, s. 280.
[764] Hanefî Mezhebinin görüşü için krş. Kâsânî, BS, c. II s. 116; İbn Kudâme, age,c. III, s. 196, 197.
[765] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 223; İbn Kudâme, age, c. III, s. 196, 200, 210
[766] Kâsânî, BS, c. II, s. 115; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 133.
[767] İbn Rüşd, BM, C. I, s. 224; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 133.
[768] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 224.
[769] İbn Rüşd, BM, e. I, s. 224-225.
[770] Ceziri, Fame, c. I, s. 588.
[771] Ceziri, Fame, c. I, s. 587.
[772] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 225.
[773] Kâsânî, BS, c. II, s. 117; Ceziri, Fame, c. I, s 588
[774] Enfal: 8/38.
[775] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 328; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 224-225; Kâsânî, BS, c. II, s. 121.