16. BÖLÜM KİŞİ ÜZERİNDEN ALINAN / ÖDENEN ZEKÂT (FİTRE)
Nafakası Mükellefe Ait Olanlar:
1- Hz. Peygamber Devrindeki Yiyecek Maddelerinin Ödemeye Esas Alınması:
2- Galip Veya Temsili Yiyecek Maddelerinin Ödemeye Esas Alınması:
Ödemeye Esas Alınacak Gıda Maddesinin Türü:
Temsili Yiyecek Maddesinin Tespiti:
Fitrenin Sahih Olmasının Şartları:
1- Tahsis Edileceği Kişilerin Sınıflandırılması:
Fitreyi Bölmek Veya Birleştirmek:
5. KISIM ZEKÂTIN ÖDENECEĞİ VE ÖDENMEYECEĞİ YERLER
17. BÖLÜM ZEKÂTIN ÖDENECEĞİ YERLER
BİRİNCİ AYIRIM ŞAHSÎ İHTİYACI DOLAYISIYLA ÖDEME YAPILANLAR
113. Fakirler Ve Miskinler (El-Fukara Ve’l-Mesâkîn)
Fakirin Müslüman, Miskinin Zimmî Muhtaç Olması:
Her İkisinin Fakir Müslüman Olması:
Malî Güçlerinin Karşılaştırılması Açısından:
Hastalık Ve Muhtaçlık Açısından:
Hz. Peygamber Devri Muhtaçları;
Fakirlerin Muhacirler, Miskinlerin Muhacirler Dışında Kalanlar Olması:
2- Zekât Ödenebilen Zenginler:
Ömrü Boyunca Yetecek Kadar Ödemek:
Senelik İhtiyacını Giderecek Kadar Ödemek:
Belli Miktarda Ödeme Yapılması:
114. Boyunduruktan Kurtarılması Gerekenler (Er-Rikâb)
Köle Satın Alınıp Azad Edilmesi:
Köle Azadı Ve Mükâtep Köleye Yardım:
Düşman Elinde Esir Bulunanlar:
Borçlular Arasında Ayırım Yapmayanlar:
Borçlular Arasında Ayırım Yapanlar:
Beklenmedik Felâket Ve Sıkıntılara Uğrayanlar:
Gerçekten İhtiyaç İçinde Bulunmak:
Mubah Ve Taat Bir iş için Borçlanmak:
Ödenmemesinin Hapsi Gerektirmesi:
Müslüman Ve Hür Olmak, Haşimî Olmamak:
Ölü Borçlarının Zekât Geliriyle Ödenmesi:
El-Garim Kavramı içinde Faizsiz ikraz Servisi Kurulması:
116. Yolda Kalanlar (İbnu's-Sebîl)
Kendi Yerinde Malını Kaybeden Veya Alacağını Alamayan Tüccar:
Yolculuk İçin Gerekli Bütün Kolaylıklar:
Memleketine Ulaştıracak Malî Gücünün Bulunmaması:
Yolculuğun Meşru Gayeli Olması:
Yolculuğun Fiilen Başlamış Olması:
Borç Verecek Birinin Bulunmaması:
İKİNCİ AYIRIM KAMU YARARI DOLAYISIYLA ÖDEME YAPILANLAR
117. Zekât Memuru (El-Amilûn Ale'z-Zekât.)
Ödemenin Değerlendirilmesine Göre:
Zekât Alabilmenin Genel Şartlarına Göre:
118 . Kalpleri Kazanılmak İstenenler (el-Muellefetu Kulûbuhum)
1- Kavram, Çeşitleri Ve Zekât Ödenebilmesi:
İslâm'a Meyilli Olmaları Sağlananlar:
Yeni Müslüman Olup, Çevresini Müslüman Yapabileceği Ümid Edilenler:
Yeni Müslüman Olup, İmanı Zayıf Kimseler:
Kuvvetli İman Sahibi Ve Geride Kalanlardan Müslümanları Koruyabilecek Olanlar:
Zekât Ödemeyenlerin Kötülüğünden Koruyacak Kimseler:
119. Allah Yolunda (Fî Sebîlillah)
Kur'an-ı Kerim'de Fî Sebîlillah Kavramı:
Fi Cer Harfiyle Kullanılanlar:
Ara Cer Harfiyle Kullanılanlar:
Zekâtın Ödeme Yeri Olarak Fî Sebîlillah Kavramı:
I. Zengin-Fakîr Ayırımı Yapanlar:
II. Zengin-Fakir Ayırımı Yapmayanlar:
Hacılar Ve Umre Yapanlar İle Hac Yolu:
Zekât Memuru Dışındaki Sınıflar:
Genel Manada Fi Sebîlillah: Bütün Hayır İşleri:
18. BÖLÜM SINIFLARA YAPILACAK ÖDEMEYLE İLGİLİ ESASLAR
120. Ehil Olanları Araştırmak Ve Buna Göre Ödeme Yapmak:
2- Ehil Olmayanlara Ödeme Yapmak:
Fakir Dışındakiler İçin Sahihtir:
Ödemeyi Yapana Göre Hükmün Değişmesi:
Hata Ve Cevazına Göre Sahihtir:
Ehil Olup Olmadığmdaki İttifak Ve İhtilafa Göre Hükmün Değişmesi:
121. Ödemedeki Efdaliyet Ve Öncelikler
122. Ödeme Veya Harcama Bölgesi
1- Ödeme Veya Harcama Bölgesinde Malların Durumu:
2- Artma Ve İhtiyaca Göre Zekâtın Başka Yere Gönderilmesi:
Artan Zekâtın Başka Yere Gönderilmesi:
Bölge Halkının İhtiyacına Rağmen Zekâtın Başka Yere Gönderilmesi:
I. Devletin Göndermesi Ve Ehil Bulunmaması:
II. Uzaklığın Sonucu Değiştirmesi:
III. Belli Oranın Bölgeye Harcanması:
IV. Dinî Yarara Göre Gönderilmesi:
Gönderilmesi Mekruhtur Görüşü:
123. Sınıflar Arasındaki Dağıtım Uygulaması
1- Dağıtımın Mevcut Sınıfların Tümüne Yapılması:
2- Dağıtımın Şarta Bağlı Olarak Yapılması:
3- Dağıtımı Mükellefin Serbestçe Yapabilmesi:
4- Dağıtımın Mevcut Sınıfların İhtiyacına Göre Yapılması:
124. Ödeme İşlemindeki Mekruhlar
19. BÖLÜM ZEKATIN ÖDENMEYECEĞİ YERLER
125. Mükellefin Yakınları Ve Hayır Kurumları
Karı Ve Kocanın Birbirine Zekât Ödemesi:
Kocanın Karısına Zekât Ödemesi:
Karının Kocasına Zekât Ödemesi:
Karı-Koca Ayırımı Yapmayanlar:
I. Fakir Ve Miskin Sınıfı Dışında Bulunan Akraba:
II. Fakir Ve Miskin Sınıfındaki Akraba:
B. Zekâtın Mükellefçe Ödenmesi:
2- Gerçek Kişi Olmayanlar Veya Hayır İşleri:
126. Hz. Peygamber'in Yakınları
1- Haşimoğulları (Beni Haşim, Haşimî):
Sadaka Türüne Göre Hükmün Değişmesi:
Birbirlerine Sadaka Ödemeleri:
Ganimetteki Paylarını Alamayınca Ödeme:
2- Muttaliboğulları (Beni Muttalip):
127. Malî Tasarruf Hakkına Sahip Olmayanlar
128. Din Ve Mezhep Farklılığı Bulunanlar İle Dinî Yaşayışı Zayıf Kimseler
Fitre Ve Nafile Sadaka İle Diğer Malî Yardımlar:
129. İhtiyaç Vasfı Taşımayanlar
Mükelleflik Gerektiren Zenginlik (Nisab-ı Gına):
Zekât Mükellefliğini Gerektiren Zenginlik:
Fitre Ve Kurban Mükellefliğini Gerektiren Zenginlik:
Öteki Malî Mükelleflikleri Gerektiren Zenginlik:
Mükelleflik Gerektirmeyen Zenginlik (Nisab-ı İstiğna):
Zekât Ve Fitre Almayı Önleyen Zenginlik:
II. Nisabın Çeyreğine Sahip Olmak:
IV. Tesriti İctihad Konusudur:
II. Nisabın Çeyreğine Sahip Olmak:
Ödemenin Sınıflara Göre Düzenlenmesi:
2- Zenginlerin Eşi Ve Çocukları:
3- Çalışmaya Gücü Yeten Fakir:
ZEKÂT MEVZUU MALLAR VE ZEKÂTA TÂBİ OLMA ŞARTLARI
Madde 1. Zekât Ve İslâmî Dayanışma:
Madde 4. Zekât Mevzuu Malın Nitelikleri:
Madde 5. Şahsî Ve Ailevî Masrafların İstisna Oluşu:
Madde 6. Nisab Ve Havelân-ı Havl:
Madde 8. Altın, Gümüş Ve Nakitler:
Madde 16. Yerden Çıkarılan Varlıklar:
Madde 17. Ziraî Ürünler Ve Meyvalar:
Madde 22. Ücretler Ve Serbest Meslek Kazançları:
Madde 23. Devlet Ve Kamu Sektörü Malları:
İKİNCİ KISIM ZEKÂTIN HARCANMASI
Madde 25. Sekiz Harcama Kalemi:
Madde 27. Fakirlerin Önceliği:
Madde 29. Zekâtın Ödenmesinin Harcamada Hak Sahipliğinin Şart Olmayışı:
Madde 31. Hak Sahiplerinin Yakınmaları:
Madde 32. Kamuoyu Ve Yargı Denetimi:
İKİNCİ BÖLÜM FAKİRLER VE MİSKİNLER
Madde 34. Çalışamamanın Esasları Ve İspatı:
Madde 36. Fakirlerin Hak Edişleriyle İlgili Tüzükler:
Madde 38. Maaşların Asgarî Sınırı:
Madde 39. Üretim Gereçleri Ve Katılma Payları:
Madde 40. Karz-ı Hasen Ve Üretim Yardımları:
Madde 42. Çalışma İmkânı Sağlanması:
Madde 47. Yardımlar Ve Zararların Tazminatı:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ZEKÂTIN DİĞER HARCAMA KALEMLERİ
Madde 49. Zekât Memurları (el-Âmilün Aleyhâ):
ZEKÂT KURUMU (BEYTUMÂLİ'Z-ZEKÂT)
Madde 57. Kurumun Bütçesi Ve Planı:
Madde 58. İdarî Ve Malî Örgütlenme:
Madde 59. Maliye Ve Muhasebe Denetimi:
Madde 62. Kurumla Yardımlaşma:
Madde 63. Arap Ve İslâm Devletlerindeki Zekât Örgütleri:
Madde 66. Beyanın Tartışılması Ve Zekât Hatalarında Düzeltme:
Madde 68. Uzlaşmazlık Ve Düzeltme:
Madde 72. Şikâyet İnceleme Komisyonları:
Madde 73. Aynî Veya Nakdî Ödeme:
Madde 75. Zekât Alacağının Önceliği:
Madde 78. Vazgeçme Ve Eksiltici Uzlaşma:
BEŞİNCİ KISIM CEZAÎ HÜKÜMLER VE YÜRÜRLÜK
Madde 81.Zekât Borcu Yüzünden Tutuklama:
Madde 82. Zekât Ödemeyenin Cezalandırılması:
Madde 85. Cezanın Azamî Sınırı:
Madde 88. Zekât Mahremiyetinin Korunması:
Madde 89. Yargı Güvenliği Niteliği:
Madde 90. Vergi Ve Resimlerden Muafiyet:
Madde 91. Gayri Müslim Vatandaşlar:
Madde 92. Zekâtın Yürürlükteki Güvenlik Sisteminin Yerini Alması:
Madde 93. Uygulamanın Tedriciliği:
Madde 95. Tüzükler Ve Yönetmelikler:
1. KISIM 1. BÖLÜM HAC VE HUKUK
1. Haccın Hukuk Açısından İncelenmesi
1- Hac Hukukunun, Konusu Ve Sistemi:
2- Hac Hukukunun Diğer Hukuk Dallarıyla ilişkisi:
3- Hac Hukukunun Kaynakları, Uygulanması Ve Yorumu:
3- Haccın Amaçları Ve Fonksiyonları:
Barışçılık, Kardeşlik Ve Dayanışma Prensibi:
Haccın Farz Olmasının Şartları:
Geçinme Ve Yol Masrafı Kudreti:
Erkek Ve Kadınlar İçin Ortak Şartlar:
Kısıtlı Olmamak (Hissi Engel Bulunmamak):
Yalnız Kadınlar için Gerekli Şartlar:
2- Hac Hukukunda Ehliyet Ve Temsil:
Hac Hukukunda Temsil (Niyabeten Veya Bedelen Hac):
Niyabeten Hac İçin Gerekli Şartlar:
II. Gitmeye Engel Devamlı Acizlik Bulunması:
B. Vücutta İyileşmeyecek Hastalık Veya Sakatlık Bulunmak:
IV. Bedelin Masraflarını Karşılamak:
II. Bedel Olmak İçin Ücret Almamak:
IV. Amirin Haccı İçin İhrama Girmek:
Bedelin Haccının Fasid Olması Ve Cinayetleri:
Hac Borcunun intikali Veya Hac Borcuna Haîefiyet:
Başkasının Ölü Adına Haccetmesi;
4. Hac İşlemleri (Menâsikul-Hac)
İhrama Zamanında Ve Yerinde Girmek:
II. İhramın Yerleri (Mikatlar):
B. Mikat İçinde, Harem Dışındakiler İçin:
B. Mîkattan Önce İhrama Girmek:
C. Başka Mikatta İhrama Girmek:
D. Mikatlardan Çeşitli Geçişler:
Yasak İşleri Yapmamak (İhram Yasakları):
I. Giyeceklerle İlgili Yasaklar:
III. Avlanmakla İlgili Yasaklar:
A. Harem'de Avlanmak Ve Ot Koparmak:
IV. Cinsî Konulardaki Yasaklar:
V. Hareket Ve Davranışlardaki Yasaklar:
A. Mescid-İ Haram'ın İçinde Yapmak:
B. Bayramın Birinci Günü Fecirden Sonra Yapmak:
I. Mükellefle İlgili Vacipler:
A. Âdetli, Lohusa Ve Cünüp Olmamak, Abdestli Olmak:
II. Uygulanmasındaki Vacipler:
G. İki Rekât Namaz Kılmak (Tavaf Namazı):
Haccın Farzlarındaki Vacipler:
II. Şavtları Yediye Tamamlamak:
IV. Safadan Başlamak, Merve'de Bitirmek:
II. Akşam Ve Yatsı Namazlarını Birleştirmek:
İşlemler Konusundaki Sıraya Uymak:
I. Şeytan Taşlamak (Remyu'l-Cimâr / Remyu'l-Cemerat):
F. Taşlamanın Vakti Ve Sayısı:
Tıraşla İlgili Vacipler (Halk Ve Taksir):
B. Adet Görmemek Ve Lohusa Olmamak:
C. Hac İşlemlerini Yapmış Olmak:
Haccın Farzlarındaki Sünnetler:
Haccın Vaciplerindeki Sünnetler:
5. Gereklilik Yönünden Haclar:
6. Yapılma Şekli Yönünden Haclar:
1- İfrad Haccı (Haccu'l-Ifrâd):
2- Temettü' Haccı (Haccu't-Temettu):
I. Mikatlerin Çevrelediği Bölgeden Olmamak:
III. Umreden Sonra Mekke'den Ayrılmamak:
II. Umre Ve Haccı Aynı Yıl Yapmak:
Umre Tavafının Çoğunluğunu Hac Aylarında Yapmış Olmak:
3- Kıran Haccı (Haccu'l-Kırân):
İhrama Girifte İlgili Şartlar:
I. Umre Tavafının Çoğunluğunu Yaptıktan Sonra Girmek:
II. Umreyi Bozmadan Önce Hac İhramına Girmek:
Umre Tavafıyla İlgili Şartlar:
I. Umre Tavafının Çoğunluğunu Vakfeden Önce Yapmak:
II. Umre Tavafının Çoğunluğunu Hac Aylarında Yapmak:
Hac Ve Umreyle İlgili Şartlar:
I. Hac Ve Umreyi Bozulmaktan Korumak:
Kurbanın Bulunamaması: Oruç Tutma
4. BÖLÜM HAC SUÇ VE CEZALARI (HAC CEZA HUKUKU)
BİRİNCİ KESİM HAC CEZA HUKUKUNUN İLKELERİ
7. Hac Ceza Hukukunun İlkeleri
3- Hac Suçlarında iştirak, Tekerrür Ve Birleşme:
4- Hac Suçlarında Pişmanlık, Ölüm Ve Mücbir Sebepler:
İKİNCİ KESİM HAC SUÇ VE CEZALARI
BİRİNCİ AYIRIM HACCIN İNKÂRI VE ERTELENMESİ
8. Haccın İnkârı Ve Ertelenmesi
İKİNCİ AYIRIM HACDA USULSÜZLÜK
I. Hedy İle Tahallul Eden Muhsar:
E. Kıran Haccı Ve İhsâr Heydi:
II. Hedy Gerekmeden Tahallul Eden Muhsar:
Aynı Yıl Kaza Ve İmkânı Bulmak:
Aynı Mevsimde Kaza İmkânı Bulamamak:
Kıran Haccı Dışındakilerin Kazası:
10. Hac Ve Umreyle İlgili Cinayetler (Cinâyâtu'1-Hac)
Cinayetlerin Cezalandırılması:
Hac Ve Umreyi Bozmayan Cinayetler Ve Cezaları:
Fidyeyi Gerektiren Cinayetler:
I. Ceza Kurbanı (Hedy) Kesmek:
Hac Ve Umreyi Bozan Cinayetler:
Vakfedeki Vaciplerin Yapılmaması:
Ziyaret Tavafındaki Vaciplerin Yapılmaması:
Kudüm Veya Veda Tavafındaki Vaciplerin Yapılmaması:
Umre Tavafındaki Vaciplerin Terki:
Müzdelife'de Vakfeyi Yapmamak:
Şeytan Taşlamanın Yapılmaması:
3- İhramlının Yasakları İşlemesi:
Kokulu Maddeler Vb. ni Kullanmak:
Vücutla İlgili Yasakların İşlenmesi:
Tıraş Olmak Veya Saçları Kesmek:
Cezayı Gerektiren Fiiller Ve Ceza Türü:
C. Muhrîme Saldıran Hayvanın Öldürülmesi:
A. Kendisinin Avladığını Yemesi:
B. Başkasının Avladığını Yemesi:
Av Hayvanını Yaralama Ve Diğer Cinayetler:
Harem'deki Bitkileri Koparmak:
Cinsî Konulardaki Yasakların İşlenmesi:
A. Birleşmede Unutma Ve Kasıt:
B. Birleşme Suçunda Cezayı Ödeyecek Taraflar:
A. Arafat'ta Vakfeden Önce Birleşme Yapmak:
B. Arafat'ta Vakfeden Sonra Birleşme Yapmak:
I. Tavafın Dört Şavtından Önce Birleşme:
II. Tavafın Dört Şavtından Sonra Birleşme:
Birleşmenin Hazırlayıcılarını Yapmak:
Birleşme Dışındaki Cinayetler:
Vakfe vVe Tavaftan Önce Birleşme:
Vakfe Ve Tavaftan Sonra Birleşmek:
5. BÖLÜM HAC PROGRAMI VE UYGULANMASI
İki Rekât Namaz (İhram Namazı):
1- Mekke'ye Gidiş Günü Ve Sonrası:
Hacer-i Esved'i Yeniden Selâmlama:
2- Terviye (Zilhicce'nin Sekizinci) Günü:
3- Arefe (Zilhicce'nin Dokuzuncu) Günü:
Akşam Ve Yatsı Namazlarını Birlikte Kılma:
Tıraş Veya Saçların Kısaltılması:
İkinci Gün Ve Üçüncü Gün (Mina'da):
IV. Kabe Eşiğinin Öpülmesı Ve Namaz:
2- Peygamberimizin Kabrini Ziyaret:
3- Hz. Ebu Bekr Ve Hz. Ömer'in Kabirlerini Ziyaret:
6. BÖLÜM UMRE KAVRAMI VE UMRE MÜKELLEFLİĞİ
2- Yapılma Şekli Yönünden: İfrad Umresi
21. Umrenin Farzları (Rükünleri):
8. BÖLÜM UMRENİN YAPILMASI VE UMRE YASAKLARI
25. Umre Yasakları (Mu'temirin Yapamayacağı İşlemler)
2- Umredeki Mekruh Hal Ve Hareketler:
1- Me'murun Bih (Buyruk) Kurbanlar:
2- Menhiyyun Anh (Yasak) Kurbanlar:
1. KISIM ME'MURUN BİH (BUYRUK) KURBANLAR
2. BÖLÜM UDHİYE (BAYRAM) KURBANI
İKİNCİ KESİM KURBAN MÜKELLEFLİĞİ
7. Kurbanla Mükellef Olmanın Temeli:
8. Kurbanın Vacip Olma Şartları:
9. Kurban Mükellefliğinin Düşmesi:
1- Kurbanlığın Ölmesi Ve Kaybolması:
ÜÇÜNCÜ KESİM KURBANIN KESİLMESİ
BİRİNCİ AYIRIM TEZKİYE (USÛLÜNE UYGUN KESİM) KAVRAMI
Beden Veya Baş Tarafından Kesmek:
Boğazın Üst Tarafından Kesmek:
Kesim Aletini Beyaz Damara Dayama:
Eli Kaldırmak Ve Kesime Ara Vermek:
Kesim Tamamlanmazdan Önce Eli Kaldırmak:
Kesilen Hayvandan Çıkan Yavrunun Tezkiyesi:
1- Tezkiye Türlerinin Ortak Şartları:
Boğazlamayı Eksiksiz Veya Ona Yakın Yapmak:
Kesim Sırasında Allah'tan Başkasının Adını Anmamak:
Tesmiyeyle Hayvanı Kesme Niyeti:
Allah Adını Başkalarından Ayırmak:
Tesmiyeyle Kesimin Birlikte Yapılması:
I. Ehl-i Kitap Veya Kitabîler:
Kesme Gücü Olmayanlar: Kadın Ve Çocuk:
Aklî Dengesi Yerinde Olmayanlar:
Din Ve Toplum Gözünde Suçlu Olanlar:
2- Tezkiye Türlerinin Özel Şartları:
İhtiyarî Tezkiyeyle İlgili Şartlar:
Kesilecek Hayvanın Tayin Ve Tespiti:
Kesim Anında Canlılık Eserinin Bulunması:
Şartın Uygulanacağı Hayvanlar:
I. Hastalık Dolayısıyla Ölmek Üzere Olanlar:
II. Öldürücü Sebebin Tesiriyle Can Vermek Üzere Olanlar:
Canlılık Eserinin Genel Ölçüsü:
Zarurî Tezkiyeyle İlgili Şartlar:
13. Tezkiyenin Müstehap Ve Mekruhları:
İKİNCİ AYIRIM KESİMİN SAHİH OLMA ŞARTLARI
15. Mudahhiyle İlgili Şartlar:
2- Niyetin Kesime Bitişik Olması:
Ortak Olunan Hayvan Ve Ortakların Sayısı:
Sığır Veya Devenin Yedide Birine Sahip Olmak:
Takarrub Çeşitlerinin Birliği:
4- Kurban Sahibinin Kesime izin Vermesi:
16. Vakitle İlgili Şart: Özel Vaktinde Kesmek
Köylü Ve Şehirlilerin Kesim Vakti:
17. Kurbanlıkla İlgili Şartlar:
Kusurun Mansusa Göre Değerlendirilmesi:
Hukukçuların Kusurları Değerlendirmesi:
Metne Ucu Bulunmayan Veya Sütü Kuruyan:
Mecbub (Tenasül Organı Kesilen):
3- Mükellefin Mülkiyetinde Olması:
ÜÇÜNCÜ AYIRIM KURBAN KESİMİNDEKİ MÜSTEHAP VE MEKRUHLAR:
19. Kesimden Önceki Mendup Ve Mekruhlar:
20. Kesim Sırasındaki Mendup Ve Mekruhlar:
3- Kurbanlıkla İlgili Olanlar:
4- Kesim Vaktiyle İlgili Olanlar:
5- Kesim Aletiyle İlgili Olanlar:
21. Kesimden Sonraki Mendup Ve Mekruhlar:
23. Çeşitleri, Eti Ve Diğer Aksamı
2- Adak Kurbanının Eti Ve Diğer Aksamı:
2. KISIM MENHİYYUN ANH (MEKRUH), MUBAH VE CAİZ KURBANLAR
4. BÖLÜM MENHİYYUN ANH (YASAK) KURBANLAR
5. BÖLÜM MUBAH VE CAİZ KURBANLAR
Çocuklarda Cinsiyet Ayrımı Yapmayanlar:
Çocuklarda Cinsiyet Ayırımı Yapanlar:
28. Kabir Kurbanı Veya Ölü İçin Kesilen Kurban:
1- Vasiyetsiz Kesilen Kabir Kurbanı:
2- Vasiyet Üzerine Kesilen Kabir Kurbanı:
6. KİTAP YEMİN, ADAK VE KEFFARET
1. BÖLÜM YEMİN KAVRAMI VE YEMİN ÇEŞİTLERİ
1- Yemin Etme (Hılf) ve Yemini Bozma (Hıns)
I. Genel Şart: Yemin Sözünün Söylenmesi
A. Mahlûfun Bihle İlgili Şart:
B. Mahlûfun Aleyhle İlgili Şartlar:
Gamûs Yemini (El-Yemînu'1-Gamûs):
Mun'akide Veya Ma'kude Yemini (el-Yemînu'l-Mun'akide):
Vacibi Terk Veya Ma'siyeti Yapma Yemini:
1- Dinen Mukaddes Sayılan Varlıklara Yemin:
2- Şart Ve Ceza Cümlesiyle Yapılan Yemin (Talik Yemini):
Kurbet Olmayanlara Yemin (Talâk Ve İtaka Yemin):
Mahlufun Aleyhle İlgili Şartlar:
II. Varlığının Hakikatte Düşünülebilmesi:
III. Yemin Edilen Talak Ve İtikatla İlgili Şartlar:
II. Şartla Ceza Arasına Engel Girmemesi:
İstikbal İçin Lagv Yemini Yapılması:
Müslümanların Yeminini Kendine Gerekli Kılma:
İtikadı Küfrü Gerektiren Sözlerle Yemin:
Aynı Yeminde Muksemun Bih Olan Sıfatların Tekrarlanması:
Fakirlerin Sayısı Ve Özellikleri:
Fakirlerin Hür Ve Müslüman Olması:
Allah'ın Veya Kulun Fiiline Bağlanması Yönünden:
Allah'ın Fiiline Bağlanan Adak:
Olmasının Veya Olmamasının istenmesi Yönünden:
Olması İstenene Bağlı Adak (Mücâzât Adağı):
Olmaması İstenene Bağlı Adak (Licâc Adağı):
2- Memurun Bih Yönünden Adaklar:
Şartların Geçerli Olduğu Adak Türü:
V. Malî Tasarruf Hakkına Sahip Olmak:
Mali Tasarrufa Bağlı Adakla İlgili Şart:
Adayanın Mülkü Olup Malından Fazla Olmaması
Dinen Varlığının Düşünülebilmesi (Yerine Getirilmesinin imkânsız Olmaması):
II. Adaktan Önce Mükellef Olunan Farz Veya Vacip Olmaması:
III. Vesile Değil, Başlıbaşına Veya Cinsinden Farz Ya da Vacip Bulunan Kurbet Olması:
IV. Dinen Tayin Edilmeyen Kurbet Olması:
I. Menzurun Bihi Söylenen Adak:
B. Adak Sözü Açikça Söylenmeyen:
II. Menzûrun Bihi Söylenmeyen Adak:
14. İbadetlerle İlgili Keffaretler
1- Oruç Keffareti (Keffaretu's-S avm Veya Keffaretu'l-Iftar):
Gerektiren, Hal ve Hareketler:
Keffaret Ödeyecek Mükellefler:
2- Halk (Hacta Tıraş) Keffareti (Keffaretu’l-Halk):
Gerektiren Hal: Zaruret Dolayısıyla Tıraş Olmak
15. Yemin Keffareti (Keffaretu'l-Yemîn):
2- Gerektiren Hal Ve Hareketler İle Keffaretin Ödenmesi:
16. Beşerî İlişkilerle İlgili Keffaretler
1- Zıhar Keffareti (Keffaretu'z-Zıhâr):
A. Sırt Dışındaki Organın Benzetilmesi Veya Ana Dışındakine Benzetmek:
B. Sırtı Söylemeden Benzetme Yapmak:
Birden Çok Kadın Hakkında Zıhâr Yapmak:
Eşi Hakkında Birden Çok Yerde Zıhâr Yapmak:
Bir Yerde Birden Çok Zıhâr Yapmak:
Yüklediği Sorumluluk ve Mahrumiyetleri:
II. İhtilaf Edilen Mahrumiyetler:
II. Oruç Tutarken Cinsî Birleşme:
III. Temlik Ve İbaha Şeklindeki Doyurma:
2- Katil Keffareti (Keffaretu'l-Katl):
Keffaret Gereken Öldürme Çeşitleri:
3. BÖLÜM KEFFARETLERİN ÖDENMESİ
Ödemenin Fevrîliği Ve Ömrîliği:
Ölümden Sonra Keffaret Ödenmesi:
Köle Azadı (İ'tak, Tahrîru Rakabeh):
2- Ödeme Türlerinin Birleştirilmesi:
Sebepleri Ve Cinsleri Aynı Keffaretler:
Sebepleri Ve Cinsleri Ayrı Keffaretler:
3- Ödeme Türlerindeki Sıralama:
İttifakla Uyulması Gerekenler:
Ödeme Türlerinin Farz Olma Şartları:
19. Ödemenin Geçerliliği (Ödemenin Sahih Olma Şartları)
1- Ödemelerin Genel Şartı: Niyet
Rakabe Mülkiyetinin Mukeffire Ait Olması:
Tutulma Şekliyle İlgili Şartlar-:
A. İttifakla Aralıksız Tutulanlar:
B. Aralıksız Tutulması İhtilaflı Olanlar:
Özel Şart: Cinsî Birleşme Yapmamak:
I. Temlikte Fitre Miktarı Olmak:
III. Hür Olmak Veya Mukeffirin Kölesi Olmamak:
Özel Şart: Cinsî Birleşme Yapmamak:
Vecdî Akyüz, 1955'te Kırklareli'nin Üsküp beldesinde doğdu. İlkokulu aynı yerde bitirdi. İmam-Hatip Okulunun orta kısmını Tekirdağ, lise kısmını İstanbul-Fatih İmam-Hatip Lisesi'nde 1974'te tamamladı. Aynı yıl İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'ne girdi, 1978'de mezun oldu.
1979 yılında Kastamonu'nun Azdavay ilçesinde müftü olarak görev yaptı. 1979-84 arasında Tekirdağ, 1984-85 arasında ise İstanbul-Eminönü müftülüklerinde murakıp olarak çalıştı. 1985'te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim görevlisi oldu. 1989'da “doktor”, 1992'de “doçent” unvanını aldı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Eserleri:
1) Telif: Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991, Dergâh Yayınları; Mukayeseli İbadetler İlmihali (İslâm Fıkhında İbadetler), İstanbul 1995, İz Yayıncılık.
2) Tercüme: Siyaset İbn Teymiye, İstanbul 1985, Dergâh Yayınları; Bir İslâm Kurumu Olarak Hisbe / İbn Teymiye, İstanbul 1989, İnsan Yayınları; İslâm Hukuk Felsefesi/Muhammed Tahir b. Asur (Mehmet Erdoğan'la birlikte), İstanbul 1989, İklim Yayınları (2. basımı İz Yayıncılık tarafından yapılacaktır); İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet/Nevin Abdulhâlık Mustafa, İstanbul 1990, İz Yayıncılık; Fârâbî'den Abduh'a Siyasî Düşünce/Huriye Tevfîk Mücahid, İstanbul 1995, İz Yayıncılık; Ayet ve Hadislerle İslâmî Hayat İzzeddin Belik, (ortak çeviri) İstanbul 1992, İklim Yayınları.
3) Edisyon: Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, İstanbul 1994, Beyan Yayınları.
Fıtır, sözlükte “orucu açma (fıtr), yaratılış (fıtrat), yaratılıştaki temizlik, dini kabul edecek aslî temizlik ve din kanunu” manasına gelir. Mecburî sadakalardan biri olan fitre, yaratılışa ve sağlığa şükür nişanesi olarak ödenir. Bu sebeple, hukuk dilinde, “Ramazan'ın sonuna yetişen ve nisap miktarı mala sahip olan hür müslümana vacip olan sadaka”, fitre adını almaktadır. Sadaka-i Fıtır veya çok yaygın adıyla Fitre ya da Fıtra olarak bilinen bu sadaka türünün, diğer isimlerinden bazıları “Zekâtu's-Savm, Zekâtu Ramadan, Zekâtu'l-Ebdân, Zekâtu”l-Fıtr, Zekâtu'r-Re's, Zekâtu'r-Rikâb ve ez-Zekâtu'1-Vâcibe'dir. Böylelikle fitre, Ramazan sonunda orucu açmak ve bayramı karşılamak için meşru kılınmış olmaktadır. [2]
Bir hadiste de belirtildiği gibi, biri oruç tutana, diğeri de fakirlere ait olmak üzere, fitrenin başlıca iki meşru kılınma hikmeti vardır: [3]
1) Oruçlunun, tuttuğu oruca, boş ve çirkin söz ve davranışlardan dolayı karışmış olmasından doğabilecek günah ve kusurları temizlemek bunlardan biridir. Çünkü iyiliklerin yapılması, kötülüklerin yok olması sonucunu doğurur. Bu sebeple fitre, sehiv secdesine benzetilmiştir.
2) Fakirlere bayram günlerinde yardım ve ikramda bulunmak suretiyle ihtiyacını gidermek, müslüman toplumun onların hakkını gözettiğini hissettirir; onları da sevindirerek ideal toplumun dayandığı yardımlaşma esasını gerçekte göstermek fitrenin öbür faydasıdır.
Bir sadaka türü olma ve ödeme yerleri açısından birlik halinde iseler de, zekât ile fitre arasında bazı fakhhklar bulunmaktadır: [4] Fitrenin hükmü vacip, zekâtın ise farzdır; zekâtın kapsamı mallara, fitrenin ise kişilere aittir; fitrenin miktarı zekâta göre çok daha küçük çaptadır; fitrenin ödeneceği belli bir zaman vardır, zekât ise belli bir zamanda değil, takvim yılının dolduğu zamanda ödenir.
Fitre -az önce belirtildiği üzere- sağlığa ve yaratılışa şükür nişanesi olarak ödenmektedir.
Fitre, kesin bir hükme bağlanmadığından, bu konuda hukukçular çok değişik görüşler belirtmektedirler:
1) İçlerinde ÜM, Zahirî Mezhebi, Ebu'l-Aliye, Atâ ve İbn Sirin-'in bulunduğu Cumhur'a göre, fitre ödemek farzdır. [6] 1983-4 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı (m. 4) da, fitreyi zorunlu kılmıştır.
2) Hanefî Mezhebine göre, gerekli şartları taşıyan müslümanlara fitre ödemek vaciptir. Ancak bu vacip, fevrî (hemen) değil, ömrîdir (istenen vakitte ödenebilir). Bununla birlikte, fevrî olduğunu savunan hukukçular da bulunmaktadır. [7]
3) Ebu Ubeyd, bazı zahirî hukukçular ile şafii hukukçu İbnu'l-Leban'a göre, fitre sünnettir. [8]
4) Bazı maliki hukukçulara göre, zekâtın farz kılınmasından sonra, fitre artık neshedilmiştir.
İshak b. Kaheveyh fitrenin farz olduğunda sanki icma buluna makta, İbnu'l-Munzir ise icma vardır demektedir. [9]
Fitre, hicretin ikinci yılı şaban ayında emredilmiş olup, meşru kılınışı zekâttan öncedir. Gerek Hz. Peygamber, gerekse sahabe zekât âyeti indikten sonra ve önce fitreyi devamlı olarak ödediklerinden, bu malî ibadetin en azından sünnet hükmünü alması, fakat muhtemelen vacip olması gerekir.[10]
Fitre, ibadet manası taşıdığından, müslüman olmayanlar onunla mükellef olmazlar. [12]
Ebu Hanife'ye göre, irtidat eden kimse, Ramazan bayramı günü müslüman olursa, fitre ödemesi gerekmez.
1) Hanefi Mezhebine göre, fitre mal tasarrufu ile yapılacaktır; halbuki köleler bu hakka sahip değildir, onun için fitreyle mükellef olmazlar.
2) eş-Şafiî'ye göre, kölelere de fitre ödemek vaciptir, ancak ödemeyi onlar adına efendileri yapar.
3) Ebu Sevr'e göre, kendi malı olduğu takdirde, fitresini bizzat köle öder, efendisi onun adına fitre ödemek zorunda değildir.
1) Hanefi Mezhebi, Re'y mektebi hukukçuları ile İbn Hazm'e göre, fitrenin vacip olması için nisaba malik olmak şarttır.
2) Cumhur'a (Ebu Hureyre, Ebu'l-Aliye, Şa'bî, Atâ, İbn Şirin, Zuhrî, Malik, eş-Şafiî, İbn Mübarek, Ebu Sevr ve Şevkâni'ye) göre, ödenecek miktara gücü yeten herkese bu malî ibadet farzdır, bunun için nisaba malik olmak şart değildir, mükellefin bayram günü 24 saat için kendisine ve ailesine gerekli yiyecek maddelerine sahipolması yeterlidir, bunun fazlasından fıtır sadakası ödenir. [15]
Zenginlik şartının aranmamasmdaki gaye, fitreye muhtaç ve hatta onu olmaya hakkı bile olsa, hem darlıkta ve hem de bollukta müslümanı harcamaya ve vermeye alıştırmak, bir defa da onun elini üstün kılmaktır.
Çağdaş hukukçulardan Mahmud Şeltut ve Yusuf Kardavî, bu son görüşü benimsemektedirler. Zaten fitrenin miktarı da öylesine azdır ki, çoğu müslümanın gücü onu ödemeye yeter. Böylelikle, fitre yoluyla dayanışmanın sadece zenginlerle fakirler arasında değil, fakirle fakir arasında da gerçekleşmesi sağlanarak, genel planda olması emredilmiş olur. [16]
Ancak, Hanefî Mezhebine göre, “Fitrede transfer, asgarî hayat standardı çizgisinin üstündekilerden altındakilere (araya devlet girsin girmesin) doğrudur. Bu bakımdan da fitrenin zekâttan farkı yoktur. Bu özelliği, fitrenin de tam bir sosyal güvenlik müessesesi olması sonucunu doğurmaktadır.” [17]
Fitrede nisabın miktarı, zekâtta olduğu gibi, 20 miskal altın veya 200 dirhem gümüş, ya da bu değerdeki mal veya paradır.
Bu miktarı, önceden de ele alındığı gibi, günümüzde para nisabına göre, yani zekâta tâbi eşyanın ortalamasına göre düzenlemek daha uygundur. [18]
Belirtilen miktardaki malın, asli ihtiyaçlar dışında elde bulunması gerekir. [19] Malın üzerinden bir yıl geçmesi ve nisabın artması veya sabit kalması şart değildir. Nisaba malik kimse, fitre vacip olduktan sonra, bu malı kaybetse veya nisabı eksilse bile, fitre borcu düşmez.
1) eş-Şafiî'ye göre, bir kimsenin hem fitre alması, hem de ödemesinde bir sakınca yoktur.
2) Malik'e göre, fitre ödeyecek kadar imkânı olan kimse de fitre ödemek zorundadır.
3) Ebu Hanife, fakirin fitre ödemesini, gereksiz ve faydasız bulmakta, dinin faydasız bir işi emretmediği, binaenaleyh parasını kendi ihtiyaçlarına harcamasının daha doğru olacağı- görüşünü savunarak, fakirin fitre ödemesinin manasız olacağını belirtmektedir.
Şüphesiz, fakir bir kimsenin hem malî, hem de ibadet yönü elan bir işlemin, hem kendini, hem de ailesini sıkıntı içinde bırakarak uygulanması doğru değildir. Böyle bir durumda, Ebu Hanife’nin görüşü isabetli olsa gerektir. Ama sıkıntı içine girmek sözkonusu değilse, fakiri fitre ödemekten alıkoymak da uygun değildir.
1) Cumhur'a göre, fitre ödemek için akıllı olmak şart değildir, velileri, delilerin mallarından fitreyi ödemezse, kendisi iyileşince ödemekle mükelleftir.
2) Muhammed eş-Şeybânî ve Züfer'e göre, delilerin fitre ödemesi gerekmez, fitreyi, velileri kendi mallarından Öderler, delinin malından öderlerse tazminatını verirler.
1) Cumhur'a göre, malı varsa, fitresini ödemek çocuğa da vaciptir; ancak ödeme işlemi, velisi tarafından ve çocuğun malından yapılır, malı yoksa fitresini ödemek, nafakasını sağlayana aittir.
2) Muhammed ve Züfer'e göre, çocuğun fitresi babasına aittir, babası yoksa mükellef olmazlar, çocuğun malından fitre ödenmesi halinde tazminatı verilir.
3) Bazı hukukçulara göre, çocuklar, fitre ödemezler:
1) Cumhur'a göre, Ramazan'da mazeretli veya mazeretsiz olarak oruç tutmayanlara da, gerekli şartları taşıdığı takdirde fitre ödemek vaciptir.
2) el-Hasenu'1-Basrî ve Sa'id b. el-Müseyyeb'e göre, fitre yalnızca oruç tutanlara vaciptir.
1) Cumhur'a göre, şehir-köy ayırımı sözkonusu olmaksızın, fitre her mükellef tarafından ödenir.
2) Zuhrî, Rebi'a, el-Leys b. Sa'd ve Atâ'ya göre, fitre sadece şehirlerde oturanlar tarafından ödenir.
Şevkânî ve İbn Hazm'in belirttiği gibi, -hadislerde de görüleceği üzere- böyle bir bir ayırım yapmak asla doğru değildir.
Şartları taşıyan mükellefin kendisi adına fıtır sadakası ödemesinin gerekli olduğu icma ile sabittir; [25] ancak kendisi dışındakiler için ödemesi ihtilaflıdır:
1) Cumhur'a göre, cenin için fitre ödenmez; hatta İbnu'l-Munzir, bu konuda icma bulunduğunu nakletmektedir.
2) İbn Hazm'e göre, ana rahminde 120 günü tamamlayan cenin için fitre ödemek gerekir. O, Hz. Osman'ın bu şekilde fitre ödediğini nakleder; ancak Cumhur, bunun vacip olmaya değil, müstehap olmaya delil olabileceğini ifade eder.
3) İbnu'l-Munzir'in belirttiğine göre, İbn Hanbel, cenin için fıtır sadakası verilmesinin iyi olacağını söyler, fakat bunu vacip saymazdı.
1) Cumhur'a göre, malı varsa, fitre ödemek çocuğa da vaciptir; ancak ödeme işlemi velisi tarafından ve çocuğun malından yapılır. Malı yoksa fitresini ödemek nafakasını sağlayana aittir.
2) Muhammed'e göre, çocuğun fitresini ödemek babasına aittir, babası yoksa fitreyle mükellef olmaz. Çocuğun malından fitre ödenmesi halinde, tazminat gerekir.
3) Ebu Hanife'ye göre, fakir olan küçük çocuk için ödeme yapılır. Hatta İbnu'l-Munzir, bu konuda icma bulunduğunu belirtir.
Yetim çocuğun fitresini, vasisi, çocuğun malından öder.
1) Ebu Hanife, Zahirî Mezhebi ve Yusuf Kardavî'ye göre, fitre -kocası olsun olmasın- kadınlara da vaciptir; ödemeyi koca değil, bizzat karının kendisi yapar. Ebu Hanife'ye göre, karının geçindirdiği koca için karı fitre ödemez.
2) ÜM, el-Leys b. Sa'd ve İshak b. Raheveyh'e göre, -nafakası ona bağlı olduğundan- karının fitresini onun adına kocası öder. Nafakası kendine ait olsa da koca, müslüman olmayan karısı için fitre ödemez.
3) İmamiye Mezhebine göre, mükellef, hem kendisi, hem de geçimini sağladıkları için fitre öder.
4) Zeydiye Mezhebine göre, kan, evlilik veya kölelik dolayısıyla nafakası kendine ait olanların fitresi aynı mükellef tarafından ödenir.
İbnu'l-Munzir'in belirttiğine göre, evlenmezden önce kadının fıtır sadakasını kendisinin ödemesi gerekir.
1) İmamiye Mezhebi, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Malik'e göre, kişi, -büyük çocukları vs. dahil- nafakasıyla mükellef bulunduğu kimselerin de fitresini ödemekle mükelleftir.
2) Zeydiye Mezhebine göre, kan evlilik veya kölelik dolayısıyla nafakası kendisine ait olanların fitresi, aynı mükellef tarafından ödenir.
3) Ebu Hanife'ye göre, mükellef eşinin ve büyük çocuklarının izniyle onların mallarından fitrelerini ödeyebilir, izinsiz ödemek zorunda değildir. İzinsiz ödeme yapması halinde, borç düşmüş olur; Muhammed eş-Şeybânî ve Tahâvî'ye göre, izinsiz ödeme halinde tazminat gerekir.
4) Leys b, Sa'd'e göre, ücreti belli işçi için de fitre ödenir. Libya Zekât Kanunu (m. 20) da, fitrenin, mükellef venafakası kendisine olanlar adına ödeneceği şeklinde bir düzenleme yapmıştır.
Günümüzde, eskisinden çok farklı olarak, kalabalık aileler değil, dar aileler daha zengin, daha müreffehtirler. Bu bakımdan fitre yükünün, ailelere dağılışında, gelir ve varlık yönünden bir terslik sözkonusudur. Çizilmiş olan asgarî hayat standardı, eğer aile veya hane halkı genişliğini dikkate alıyorsa -ki alması gereği açıktır-, bu mahzur ortadan kalkmış olur. [30]
1) Hanefî Mezhebine göre, ne köle, ne de onun yerine efendisi, fitre ödemekle mükelleftir.
2) Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre, kölelere de fitre ödemek vaciptir; İbnu'l-Muzir, köleler için zekât ödeneceği konusunda icma bulunduğunu nakleder:
a) Ebu Hanife'ye ve Zeydiye Mezhebine göre, müslüman olsun, kâfir olsun köle için ödemeyi efendisi yapar. Ebu Hanife'ye göre ortak kölede kimse fitre ödemez. Muhammed eş-Şeybânî'ye göre, her ortak ayrı ayrı fitre öder.
b) eş-Şafiî'ye göre, müslüman kölenin fitresi, efendisine aittir. Ortak köle içinde ödenir. Ahmed b. Hanbel'e göre de ortak köle için fitre ödenecektir.
Zimmînin, müslüman kölesi için, fıtır sadakası ödemesi gerekmez.
Önceden de sözedüdiği gibi, fitrede verginin mevzuu kişinin bizzat kendisi, onun sağ oluşudur[32].
Hz. Peygamber devrinde, yiyecek maddeleri belli mallardan ibaretti ve bunlar o gün için galip veya temsilî yiyecek maddelerini meydana getiriyordu.
Hukukçular, hangi tür yiyecek maddeleri üzerinden ve ne miktarda ödeme yapılacağı konusunda, çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır:
1) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, fitre, Hz. Peygamber devrindeki yiyecek maddeleri olan buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma dörtlüsünden biri üzerinden ödenir. Bunlar bulunmazsa, diğer yiyecek maddelerinden ödeme yapılır.
2) İbn Hazm'a göre, yalnızca hurma ve arpa üzerinden fitre ödenebilir.
1) ÜM, Ebu Sa'id el-Hudrî, Ebu'l-Aliye, Ebu'ş-Şa'sa, el-Hasenu'1-Basrî, Cabir b. Zeyd, İshak b. Raheveyh, el-Hadi, el-Kasım, en-Nasır ve el-Müeyyid Billah'a göre, fitre için ödenecek miktar, bütün yiyecek maddeleri üzerinden bir sa'dır (2176 gr.). [34]
2) Hanefî Mezhebi, Dört Halife, Hz. Aişe, Esma bt. Ebi Bekr, Ebu Hureyre, Cabir b. Abdillah, İbn Mes'ud, İbn Abbas, İbnu'z-Zubeyr, İmam Yahya, Ömer b. Abdilaziz, Tavus, Mücahid, Sa'id b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zubeyr, Ebu Seleme b. Abdirrahman, Sa'id b. Cubeyr, Evza'i, el-Leys b. Sa'd, Sevrî, İbn Hazin, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'e göre, buğdaydan ödenecek fitre miktarı yarım, diğerlerinden bir sa'dır.
Yusuf Kardavî, görüşlerin delillerini sunup, tartışmasını yaptıktan sonra, fitre miktarının bir sa' olması gerektiği kanaatine varmaktadır. Bununla birlikte, fiyatı pahalıysa, bu, diğer yiyecek maddelerinin bir sa' fiyatına eşit olunca, ödeme yarım sa' olarak da yapılabilir. Nitekim buğday üzerinde kesinlik bulunmamasının sebebi, bu maddenin Medine'de nadir bulunup fiyatlı olmasıdır.
Bu miktardan fazla fitre ödenebilir mi?
1) Maliki Mezhebine göre, bir sa'dan fazla ödemek şüpheyle değil, kesin olunca mekruh, gerekli miktarı arttırmamak menduptur.
2) Hz. Ali'ye göre, bu, herkesin gücüne göre alabildiğine sınırsızdır.
Yusuf Kardavî de, ikinci görüşü tercih etmektedir. Çünkü bir sa', asgarî ödeme miktarıdır, nafile olarak fazlası elbette ödenebilir; nitekim oruç fidyesinde de durum böyledir. [35]
Tartı ve ölçü bulunmayan yerlerde, dört kocam (müdd: iki elin birleştiği avuç) miktarı ödeme yapılır.
Şafiî ve Malikî Mezhebleri, Hz. Peygamber devrindeki yiyecek maddelerini, o zamanın galip veya temsilî yiyecek maddeleri olarak nitelendirmekte, bunların ta'abbudi ve değişmez olmadığı görüşünü savunmaktadırlar. [37]
1) Şafiî Mezhebine göre, her mükellefin kendi yiyecek maddeleri neler ise, fitrenin de bunlardan ödenmesi gerekir. Böyle bir kimsenin, başka cins yiyecek maddesinden fitre ödemesi mekruhtur. Bu görüş Malik'ten de nakledilmektedir.
2) Malikî Mezhebinin benimsediği görüşe göre, fitrenin her ülkenin galip veya temsilî yiyecek maddelerinden ödenmesi gerekir. [38]
Esasen, her iki görüş, her iki mezhepten de nakledilmektedir.
Birinci görüşün, yani fitrede Hz.Peygamber devri yiyecek maddelerinin esas alınması görüşünün, günümüzde kabul edilmesi çok güçtür. Bu görüşte belirtilen maddeler, belli bir zamana, yani Hz. Peygamber, Râşid Halifeler, ve müctehid imamlar devrine; belli bir yere, yani Medine ve çevresine aittir. Öyleyse bunlar, her devirde, her ülkenin yiyecek maddelerini içine almamaktadır. Bunun yanısıra, günümüzdeki Medine'nin yiyecek maddelerinin, yukarıdaki devre göre çok değişik olduğu da kuşkusuzdur. Hatta buğday bile, bu cinsler içine Emevî halifesi Muaviye tarafından sokulmuştur.
Fitrenin galip veya temsilî yiyecek maddelerinden ödenmesini savunan görüşler, sınırlı maddeleri savunan birinciye göre daha umumî ve akim gerçeklerine daha uygundur:
Fitrede, her ailenin galip yiyecek maddelerinin esas alınması, ilk anda akla yatkın görünmekle beraber, Hz. Peygamber'in uygulamasına aykırı düşmektedir. Zira O'nun uygulaması, her ailenin yiyecek maddesine değil, memleketin galip yiyecek maddelerine göre ödeme yolunda olmuştur. Bu görüşün kabul edilmesinin sakıncalarından biri de, fitre ödeme konusunda bir ülke için umumi bir hüküm koymanın mümkün olmamasıdır. Adeta herkesin kendi şahsına ait bir fitre miktarı kabul edilmiş, dolayısıyla tayin edilme işi de bu durumda kişinin kendi idaresine ve hesabına bırakılmış olacağından, birçok karışıklıklar ve yanılmalar ortaya çıkarak, bu malî mükellefiyet başıboş bırakılmış olacaktır.
Tercih edilebilecek görüş, Mahmud Şeltut, Yusuf Kardavî, Hayreddin Karaman ve Yunus Vehbi Yavuz'un belirttiği gibi, temsilî yiyecek maddelerinden fitre ödenmesi gerektiği, fakat bunun ülke çapında düzenlenmesini savunan görüştür. [39] Bununla birlikte -Yusuf Kardavî'nin belirttiği üzere- her ülkenin temsili yiyecek maddeleri, ülke ortalamasına göre yüksek fiyathysa, ödeme mükellefin kendisinkinden de yapılabilmelidir.
Yiyecek maddelerinin galip, yani en önemli ve en çok kullanılan, kısacası temsili madde olduğu, hangi ölçüye göre tespit edilecektir?
1) Malikî Mezhebi hukukçularının, bu konuda iki görüşü bulunmaktadır: Bir grup -Şafiî Mezhebinde olduğu gibi- ödeme günündeki maddelerin [40] ikinci grup ise Ramazan ayındaki galip yiyecek maddelerinin ödemeye esas alınacağını benimsemektedir.
2) Şafiî Mezhebi ile bir kısım malikî hukukçulara göre, asıl olan ödeme günündeki temsilî yiyecek maddeleridir.
Ülkenin temsilî yiyecek maddelerinin tercih edilmesinden sonra, fitrenin ödenecek miktarı, aynî veya bedel olarak kıymetinin ödenmesine göre değişir:
1) Aynî ödeme yapıldığı takdirde, msl, mükellef ziraatla uğraşıyorsa, ölçü bir sa'dır (2176 gr.). Bunda da esas olan, orta seviyedeki maddelerdir.
2) Ödeme galip yiyecek maddelerinin değeri üzerinden yapılıyorsa, yiyecek maddelerinin orta derecede değer taşıyanı üzerinden fitre ödemek, en uygun yol olsa gerektir. Bunun için de, birmemlekette galip olan bütün yiyecek maddeleri tespit edilerek, hepsinin bir sa' olarak fiyatı tespit edildikten sonra, bunlar toplanıp, ortalamaları alınmak suretiyle eşit duruma getirilmelidir. Bu miktar, Maide: 5/89 âyetinde emredilen yemin keffareti için de ödeme yapılacak miktardır[41].
“Fitre nisbi olarak değil, mutlak miktarlarla belirlenen bir ödemedir. Fitre kazanç gruplarına göre kademeli bir mutlak primdir. Başka bir ifade ile fitre, nisbi olmamakla birlikte müterakkidir. Modern vergileme prensipleri içinde müterakkilik prensibinin [42] çok önemli bir yer tuttuğu ve teoride daima müdafa edildiği ise açık bir gerçektir. Böylece herkesin gücü ölçüsünde ödemesi sağlanmakta, buna karşılık tehlikeye uğrayanlar belli bir asgari hayat standardı çizgisine ulaşıncaya kadar veya bu çizgiye ulaşması için transfer yapılmaktadır. Böylece bu metod sosyal dayanışma için en geçerli ve güçlü bir yoldur. Müterakkiliğin tespitinde çeşitli mal türleri dikkate alınmaktadır. Bunlar kanaatimizce iki bakımdan önem taşımaktadır: Birincisi gelir gruplarının tayininde, temsil edici tüketim maddeleridir. Tüketim kompozisyonu ise, gelire bağlı olarak ve zamana göre; mekâna göre değişmektedir. Msl. Türkiye'de temsil edici tüketim maddeleri, Arabistan için geçerli olmayabildiği gibi, yüz yıl evvel geçerli olan tüketim maddeleri bugün için önemini kaybetmiş olabilir. Fert kendi vicdanında kendi gelir grubunu temsil eden maddeyi kendisi seçmektedir. Bunu seçerken ödeme gücüne göre, en yüksek veya en düşük ödeme yapmaya vesile olacak maddeye bakmaktadır. İkincisi, fitrenin sabit değerli bir ödeme olmasını sağlamaktadır. Fitre ile İslam sosyal güvenlik nizamına getirilen sabit değer esası, son derece önemlidir. Gerçekten elli yıl evvel nakdi olarak verilen fitre ile ne kadar, msl., buğday alınabilmişse, bugün de nakdi olarak verilecek fitre ile o kadar buğday satın alınabilecektir. Buna göre tabir caizse fitrede yılda bir defa uygulanan bir ayarlama -eşel mobil-sistemi mevcuttur. Üstelik bütçe kanunu ile ve katsayı yolu ile parlamento iradesine bağlı olarak yapılan keyfi ayarlama yerine burada gerçek bir ayarlama -fiyatlara göre- sözkonusudur. Bugün ülkemizde, üzerinde durulan bu konunun, çağdışı denilen süre içinde çağ ötesi için halledilmiş olmasına dikkat etmek gerekir.” [43]
1) Hanefî Mezhebi, el-Leys b. Sa'd, Ebu Sevr ve bir nakilde İmam Malik'e göre, -bayramla ilgili bir ibadet olması dolayısıyla tıpkı kurbanda olduğu gibi- Ramazan bayramının birinci günü fecrin doğuşundan itibaren fitre ödemek vacip olur.
2) ÜM, İshak ve Sevrî'ye göre, -oruç artık bitmiş olacağından-fitre Ramazan'ın son günü güneşin batmasından sonra gerekli olur.
3) İbn Hazm'e göre, güneşin beyazlayıp, bayram namazı vaktinin girmesiyle, fitrenin vakti sona erer, daha sonra artık kaza edilir.
Cumhur'a göre, fitreyi bayramın birinci günü, bayram namazından önce ödemek müstehaptır.
Hukukçuların bir kısmına göre, fitrenin peşin ödenmesi caizdir:
1) Zeydiye Mezhebine göre, iki yıl öncesinden de fitre ödenmesi mümkündür.
2) Ebu Hanife ve Kâsânî'ye göre, fitre bütün bir yıl boyunca ödenebilir; çünkü sebebi olan sağlık bulunmaktadır, ayrıca bu, bir nevi zekâttır.
3) eş-Şafiî'ye göre, -sebebi oruç olduğundan- Ramazan'ın başından itibaren ödeme yapılabilir.
4) Bazı hanbelî hukukçulara göre, peşin ödeme ancak Ramazan'ın yarısından sonrasında caizdir.
5) Bazı maliki hukukçulara ve Ahmed b. Hanbel'e göre, peşin ödeme üç gün öncesinden itibaren caiz olur.
6) Malik'e göre, fitrenin bayram sabahı namazdan önce ödenmesi müstehap olmakla birlikte, bir veya iki gün önce ödenmesinde bir sakınca yoktur. Bu görüş, Ebu Hanife ve İbn Hanbel'den de nakledilmektedir.
1) Hanefî hukukçu el-Hasen b. Ziyad ile zahirî hukukçu İbn Hazm'e göre, peşin ödeme asla caiz değildir, ödeme, ancak bayramın birinci günü fecrin doğuşundan sonra yapılabilir.
2) İmamiye Mezhebine göre, Şevval ayının hilali görülmedikçe fitre ödenemez.
Ramazan'da veya Ramazan'ın ikinci yarısında ya da bayrama yakın ödemek suretiyle, fakirin bayramlık ihtiyacını almasını ve hazırlık yapmasını, sevinçli bir bayram yaşamasını sağlamak en uygun çözüm yoludur. [46]
1) Cumhur'a göre, fitre ödemeyi geciktirmek doğru değildir; ancak, ne zaman ödenirse ödensin, kaza olarak değil, eda olarak ödenmiş olur:
a) Hanefî Mezhebine göre, fitrenin gecikmeli olarak ödenmesi mekruh değildir.
b) UM'e göre, fitrenin ödenmesini bayramdan az sonraya geciktirmek mekruhtur, daha sonraya geciktirmek haramdır, hemen kaza edilmesi gerekir.
c) İbn Hazm'e göre, fitreyi, bayram namazından sonraya geciktirmek haramdır.
2) Hanefî hukukçu el-Hasen b. Ziyad'a göre, fitrenin ödenme zamanı, bayramın birinci günüdür; bu günde ödeme yapılmamışsa borç düşer.
3) İbn Şirin, Nehaî ve İbn Hânbel'den, bayramdan sonraya ertelenebileceği ruhsatı nakledilir; fakat evlâ olan, sünnete uymaktır.
1) eş-Şafiî, Malik, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Bekr el-A'meş ile İbn Hazm'e göre, fitre aynî, yani yiyecek maddesi olarak ödenir[48].
2) Hanefî Mezhebine göre, yiyecek maddelerinin yerine, bunların değerlerini para veya başka cins eşya ile de ödemek caizdir. Çünkü fitre ödemekteki gaye, fakirlerin ihtiyacını gidermektir. Bu gaye, yiyecek maddesini ödemekte olduğu gibi, değerini ödeyerek de gerçekleşir. [49]
Ömer b. Abdilaziz, el-Hasenu'1-Basrî ve Atâ'nın, ödemeyi değer olarak yaptıkları nakledilmektedir.
Değer ödenmesi, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, buğday, arpa ve hurmadan her birinin; Muhammed eş-Şeybanî'ye göre, sadece buğdayın değeriyle yapılır.
Günümüzde değer olarak ödeme, -Yusuf Kardavî'nin de belirttiği üzere- ülkenin temsili yiyecek maddesinin ortalamasıyla yapılır. [50] Bunun yanında, bu tür ödemenin, ödeme yerindeki fiyatlara göre bir kişinin, orta derecede bir günlük yiyeceği karşılığı da olabilir; bu son uygulama Maide: 5/89 âyetindeki ölçüye uygun düşmektedir. [51] Karışıklığı ve halkın hangisine göre hareket edeceğini bilemeyip tereddütte kalmasını önlemek maksadıyla, fitreyi mal olarak değil de, para olarak ödeyecek olanlara -ki çoğunluk böyle ödemektedir- ilgili makamın tek rakam ilan etmesi uygun yoldur.
İslâm'ın ilk döneminde, para yerine daha çok mal, değişim aracıydı. Para iktisadının gelişmediği devir için çok haklı olarak sözkonusu olan uygulamayı, aynen benimseyerek, para iktisadının geliştiği günümüz dünyasında da geçerli kabul etmek pek uygun düşmez. [52] Zaten önemli olan, fakirin ihtiyacını karşılamaktır, bu hangisiyle gerçekleşirse, o ödeme türünü seçmek en uygun çözüm yolu olmalıdır[53].
Zekâtta olduğu gibi, fitrenin de rüknü temliktir; yani bir malı fakire vererek dilediği şekilde tasarruf etmesini sağlamaktır[54].
Zekâtın sahih olma şartları, fitre için de aynen geçerlidir; ancak yalnızca müslüman olmak şartı, Ebu Hanife ve Muhammed eş-Şeybanî'ye göre geçersizken, Ebu Yusuf ve eş-Şafıî'ye göre geçerliliğini korur. [55]
Fitre, bir sadaka türü [56] olduğu için, Tevbe: 9/60 âyetinin kapsamına girerek, zekâtın ödeneceği kişilere ve sınıflara ödenir.
Fitrelerin müslüman fakirlere ödenmesi konusunda hukukçular arasında ittifak vardır; ancak gayrimüslimlere yapılacak fitre ödemesi konusunda hukukçular ihtilaflıdırlar: [57]
1) Cumhur'a göre, zekâtın ödenmesinde olduğu gibi, fitrenin de zimmîlere ödenmesi caiz değildir. [58] Bu görüşteki hukukçular arasında, Malik, el-Leys b. Sa'd, eş-Şafîî, Ebu Sevr ve Ahmed b. Haribel bulunmaktadır,
2) Ebu Hanife, Muhammed ve Yusuf Kardavî'ye göre, fitre zimmîlerin fakirlerine de ödenebilir.
1) Cumhur'a göre, fitreyi bütün sınıflara dağıtmak caiz olduğu gibi, sadece fakirlere tahsis etmek de mümkündür.
2) Şafiî Meahebi ile İbn Hazm'e göre, zekâtta olduğu gibi, [60] fitrenin de sekiz sınıfın tamamına aralarında eşit şekilde dağıtılması gerekir. Bu halde -durumları devlete ait olduğundan- zekât memuru ve kalpleri ısındırılacakların payları düşer.
3) Malikî Mezhebine göre, fitrenin yalnızca fakirler sınıfına ödenmesi gerekmektedir. Kalpleri ısındırılacaklar, zekât memuru, borçlu ve fi sebilillah ile İbnu's-sebil fitre için ödeme yeri olamaz. [61]
4) İbnu'l-Kayyım, birer nakilde Malik ve Ahmed b. Hanbel, el-Hadi, el-Kasım, Ebu Talib ve İbn Teymiyye'ye göre, Hz. Peygamber ve sahabe fitreyi sekiz sınıfa dağıtmamış tır. Bu sebeple yalnız fakirler sınıfına da tahsisi mümkündür.
Tercihe şayan görüş, -zekâtta olduğu gibi [62] fitre ödemesinin de durum ve icaplar, ihtiyaç ve yararlara göre düzenlenmesini savunan ilk ve son görüşlerdir. [63] Bununla birlikte, zekât ve fitre toplayan güvenilir kuruluşlar varsa, bu kuruluşlar ikinci görüşe göre uyarak, zekâtın ödenebileceği tüm kişi ve yerlere fitre ödeyebilirler.
1) Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, fitreyi mükellefin bulunduğu, yani fitrenin vacip olduğu yerdekilere ödemek gerekir, başka yerlere gönderilmesi mekruhtur. Bunun da akraba ve yakın komşulara doğru sıralandırılması uygundur.
2) Şafiî Mezhebine göre, Ramazan'm son günü güneşin battığı yerdekilere ödenmesi efdaldir.
3) Hanbelî Mezhebine göre, fitre, Ramazan'ın son günü iftar edilen yerdekilere ödenir.
Bütün bunlara rağmen, ödeme yapılacak fakir bulunmazsa, en yakın yere fitre gönderilebilir. Bu durumda, Maliki Mezhebine göre, gönderme masrafı fitreden değil, mükellefin malından karşılanır.
1) Hukukçuların çoğunluğuna göre, bir mükellef fitresini bir veya birkaç fakire ödeyebileceği gibi, bir grup da sadece bir fakire ödemede bulunabilir.
2) Kimi hukukçulara göre, bir kişinin fitresini birkaç fakire dağıtması ile -aynı durumda başkaları varken- fitreyi -bir tercih sebebi olmaksızın- sadece birine ödemek mekruhtur,
3) Hanefî Mezhebine göre, mükellef ailenin bütün fitrelerini, bir tek fakire ödemek uygundur. Böylece, fakirin ihtiyacı belli oranda giderilmiş olur.
Fitre, zekâtın ödenmeyeceği yerlere ödenmez; bu konudaki hükümler aynen geçerli olur. [67]
1) Öbür bütün mükellefi iki er gibi, ölüm halinde artık fitre ile de mükellef olunmaz; ancak, ödenmeyen fitre borçları zimmettedir, düşmeleri sözkonusu değildir.
2) Malın telef olması halinde de, fitre borcu düşmez. [68]
3) İrtidat halinde, fitre borcu düşer zira fitre, yalnızca müslümanlara bir borçtur. [69]
4) Cumhur'a göre, fitre ödemenin vacip olma zamanının geçmesiyle borç düşmez; hanefı hukukçu el-Hasen b. Ziyad'a göre, fitrenin ödenme zamanı bayramın birinci günüdür, bu günde ödeme yapılmazsa borç düşer. [70]
Zekâtın gider olarak dağıtımında İslâm'ın siyaseti, son derece adaletli ve hikmetlidir. Ortaya çıkan her nizam ve kanunun yeni, daha önce bilinmez hissini veren ve çağımızdaki siyasî ve iktisadî nizamların tekâmül ede ede vardıkları en son şekiller hep ona benzerler.
İnsanlar, cahiliye devrinde ve Avrupa'da karanlık ortaçağda vergilerin, çiftçilerden, zanaatkarlardan, meslek sahiplerinden, tüccarlardan ve rızkını elinin emeği, alnının teri, gecenin uykusuzluğu ve gündüzün yorgunluğu ile kazanan diğer kimselerden ve gümrüklerden nasıl alındığını gayet iyi bilmektedir. Ter, kan ve gözyaşıyla karışık bu mallar, göz kamaştırıcı payitahtında bulunan imparatora, krala, etrafındaki dalkavuk, asker ve adamlarına harcanırdı. Geriye bir şey artarsa, şehri genişletmek, güzelleştirmek ve halkı memnun etmek içindi. Daha da artarsa yüksek cenaplarına en yakın şehirlere gönderilirdi. Bütün bu sırada o, vergilerin toplandığı ve bu malların alındığı emekçi yorgun köylerden, çalışan uzak memleketlerden habersizdi.
İslâm gelince, mal sahiplerini günahlardan temizlemek, muhtaç grupları fakirlik ve ihtiyaç zilletinden kurtarmak için hükümete vergiyi almasını emrettiği gibi, zengin müslümanlara da zekâtı ödemelerini farz kıldı. Böylelikle, sosyal, yardım ve sosyal adalet, cemiyetin bütün fertlerine kadar iletilmiş oldu.
Hz. Peygamber zamanındaki Arabistan'ın hayat şartlarını gözönüne getirirsek, açıklanacak olan sınıfların uygulamada yeni oluşmaya başlayan devletle, yeni doğmaya başlayan İslam topluluğunun bütün istek ve ihtiyaçlarını karşıladığını görmek güç olmaz. Bu harcama yerleri, komşu medenî ülkeler olan Bizans ve İran'da bilinenlerin çok ilerisindedir. Hiç kuşkusuz bunlar, aynı zamanda, herhangi bir devrin ve medeniyetin isteklerini karşılamak üzere, gelişmeye elverişli bir esnekliktedir.
Öbür kanun koyucuları daha ziyade gelir için hükümler koyarken, Kur'an-ı Kerim devlet gelirinin harcanacağı yerler hakkında prensipler ortaya koymuştur. Bu arada Kur'an-ı Kerim, mukaddes kitaplar içinde, devlet giderleri hakkında esas prensipleri koyan ilk kitaptır.
Mekke devrindeki âyetlerde aşağıda sayılacak sınıflardan sadece miskin ile İbnu's-sebil zikredilmiştir. Konu mükemmeliyetine “Mesârifz-Zekât” adı verilerek zekâtın ödeneceği yerleri açıklayan Tevbe: 9/60 âyetiyle ulaşmış ve nihaî olarak açıklanmıştır:
“Sadakalar, yani zekât, sadece
1) (Müslümanlar arasındaki) fakirler,
2) (Gayrimüslimler arasındaki) muhtaçlar,
3) Bu (gelirler) üzerinde çalışan memurlar,
4) Kalpleri kazanılacak kimseler,
5) Boyunduruktan kurtarılması gerekenler,
6) Borca batmış olanlar,
7) Allah yolu,
8) Yolculuğa çıkmış kimseler içindir.
Bunlar, Allah tarafından yüklenmiş bir farzdır; bir mükellefiyettir. Allah, Alimdir, Hakîm'dir.”
Klasik hukukçuların, “Mesârifu'z-Zekât” olarak adlandırdığı bu sınıfların her birine özel fonlar olarak da bakabiliriz. Kimlere ve hangi sınıflara ödeme yapılacağı, “Müslümanlara Muhtaç / Müslümanlar Ona Muhtaç Kişilere” şeklinde formüle edilebilir. [72]
Devlet harcamaları açısından bakıldığında, zekâtla ilgili harcamaların, genel olarak transfer harcamaları içinde yer aldığı düşünülebilir. Fakat zekât memuruna ödenen ücrette olduğu gibi cari harcamalar, fi sebîlillah ve İbnu's-Sebîl'in bazı yorumlarının uygulanması halinde ise, yatırım harcamaları şekline de dönüşebilir.
Âyette fakir ve miskin tabirlerinin birlikte zikredilmesi ve ayrıca Hz. Peygamber'in kendisi tarafından konu hakkında bir açıklama yapılmaması, müfessir ve hukukçuları farklı yorumlara zorlamıştır:
Hz. Ömer gibi büyük bir otoriteye göre, fakir, İslam Topluluğunun fakirleri ve muhtaçları; miskin, -her ne kadar öncekinin benzeri olsa da- İslam ülkesindeki himayeye muhtaç gayrimüslimlerin fakirleridir. İbn Abbas'ın reyini açıkça tekrar eden İkrime ile Taberî, Mücahid ve Hanefî hukukçu Züfer de bu görüştedirler. [74] Bu görüş, İbn Şirin ve Zuhrî'den de nakledilir. [75]
Hz. Ömer ve İkrime'nin tefsir tarzları, lisaniye (dil kaideleri) yoluyla da takviye edilmektedir: Sami dillerde miskin kelimesi, diğer bir ülkeye yerleşip kalmış yabancı mânâsına gelir. Bunu Hammurabi'nin hukuk müdevvenatında açıkça görmek mümkündür. Moşkin ıstılahının mânâsı, bu kanunlarda uzun uzun izah edilmektedir.
Muhammed Hamidullah, ayrıca, Hz. Ebu Bekr'in Hire şehrini fethetmesini müteakip, sulh anlaşmasında aynı tatbikatı yaptığını belirtmektedir. [76]
Kuşkusuz, devlet, İslam ülkesinde yaşayan herkesin geçimini sağlamayı başlıca görev kabul eder; ancak bazı hukukçular zimmîlerin fitre, [77] adak vb. zekât dışındaki gelirlerle desteklenmesi kanaatini taşır. [78] Halbuki farz olan zekât ödenmezken, nafile sadakanın ödenebileceğini kabul etmek doğru olmaz.
eş-Şafiî ve bir nakilde Ebu Yusuf ile Muhammed ve el-Cubbaî'ye göre, fakir ve miskin tabirleri eşmanalıdır. Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden daha fazla hisse ayırmak için fakirleri iki kez zikretmiştir. Çünkü böylece, zekât geliri sekiz sınıf arasında bölüneceğinden, fakirler gelirin dörtte birini elde edeceklerdir.
eş-Şafiî ve Ebu Sevr'e göre, kazanmaya, beden gücüyle iş yapmaya imkânı olanların zekât almaları haramdır. Çünkü böyleleri, malıyla zengin olanlar gibi, kazancıyla zengin kabul edilir. Cumhur'a göre, nisap miktarı malı olmayana zekât ödenebilir. [79]
Bu görüş, maliki hukukçu İbnu'l-Kasım'dan da nakledilmektedir. [80]
1) DM'ten Hanefî ve Maliki Mezheblerine göre, miskin, Şafiî ve Malikî Mezheblerine göre, fakir, miskinden daha kötü durumdadır:
a) Hanefi Mezhebine göre, fakir, miskinden daha iyi durumdadır: Fakir, nisap miktarı [81] veya daha fazla mala sahip olmayan ya da nisaba malik olduğu halde, malı ihtiyacına yetmeyen müslüman demektir. Aslî ihtiyaç sayılan ey, ev eşyası, borcuna yeterli para ile -nisabı assalar bile- nisaba sahip olunmaz. [82] Miskin ise, bir günlük yiyeceğe dahi muhtaç olan, hiçbirmala sahip omayan fakir veya hiçbir mala sahip olmayıp, yiyecek-giyecek ihtiyaçları için dilenmek zorunda kalan müslüman nmhtaçlardır. Bu gibi kimselerin, bir günlük rızkı ve bedenini örtmesi için son çare olarak dilenmesi helaldir, fakat bu miktar temin edilince dilenmeleri haram olur. [83]
b) Şafiî Mezhebine göre, fakir, hiç malı olmayan veya kazancı yarım güne yetecek kadar olan; miskin ise, daha iyi durumdaki kimselerdir. [84]
c) Malikî Mezhebine göre, fakir, yıllık ihtiyacından daha az mala sahip olan; miskin, asla malı bulunmayan müslüman, hür ve haşimî olmayan [85] kimse demektir. [86] Libya Bakanlar Kurulu da, bu görüşü kabul etmiştir. [87]
d) Hanbelî Mezhebine göre, fakir yıllık ihtiyacının yarısı ve daha azını; miskin ise, bundan fazlasını elde eden kimse demektir. [88]
Hanbelî Mezhebi dışındaki ÜM'in görüşünü Yusuf Kardavî, şu şekilde belirtmektedir:
“Fakir, kendisi ve nafakası kendisine ait olanların orta seviyede yiyecek, ev gibi “kifayet” denen zarurî ihtiyaçlarını sağlayacak malı ve helal kazancı olmayan kimse demektir. Msl., on dirhemlik ihtiyaç için bir, iki veya üç dirhem kazanan kimsenin durumu böyledir. Miskin ise, nisap miktarını bulsa da, bir miktar malı ve helal kazancı olup, bu kazancı kifayete az gelen kimse demektir. Msl., ihtiyacı on dirhem olup, kazancı yedi veya sekiz dirhem olan kimse böyledir. Bazıları miskini, yarı kifayetini sağlayan, fakiri ise yarıdan aşağıda kalan olarak tanımlamaktadır. Malikî ve Hanbelî Mezheblerine göre, kifayet, bir yıllık; Şafiî Mezhebine göre, bulunduğu ülkede galip ömre (ömür ortalamasına) göre düzenlenir. [89]
2) İmam Malik'e göre, -Hanefî Mezhebinin tam tersine- miskin, fakirden daha iyi durumda olan kimsedir. [90]
3) Ahmed b. Hanbel'e göre, -miskin dilensin veya dilenmesin-sanatı olup, elli dirhemden az parası veya altını olan kimsedir. [91]
Hatta ona göre, mükellef, kocasının kötü davrandığı ve nafakasını karşılamadığı kızkardeşine, elli dirhem zînet eşyası olduğu takdirde zekât ödeyemez.
Bir nakilde Malik, el-Hasenu'1-Basrî ve Zuhrî'ye göre, fakir, ihtiyaç sahibi olup, istemekten çekinen; miskin ise, zillet içinde olup, dilenen muhtaç kimse demektir. Taberî, İbn Abbas ve Ebu Hanife'nin de bu görüşte olduğu rivayet edilir. [92]
1) Katade'ye göre, fakir muhtaç ve hasta olan; miskin, sağlıklı, fakat muhtaç olan kimsedir. [93]
2) Muhammed Ebu Zehra'nın açıklamasına göre, ne çalışmaya gücü olan ve ne de bir iş tutabilen ihtiyaç sahiplerine fakir denir. Miskin ise, fakir bir hastadır ve böyle bir kimsede ihtiyaç vasıflarından ikisi birden bulunur. Bunlardan biri fakirlik, diğeri de hastalıktır. İkinci vasıf olan hastalık, zekât malında yeni bir durum gerektirir. Bu da onun tedavi edilmesidir. Bu durum âdeta, bu çeşit zekât mallarından, içlerinde hasta fakirlerin tedavi olunacakları hastanelerin inşa edilmesini bir zaruret olduğuna işaret etmektedir. [94]
Fakirleri tedavi etmek için kurulmuş sağlık kurumları, onların eğitimi için kurulan eğitim yuvaları, fakir, yetim, ihtiyar ve düşkünleri barındırmak için kurulmuş bütün hayır kurumlarına yapılan ödemeler, bu görüşe göre, fakirlere ödeme yapmak demektir. Yalnız, bu konuda, ilgili kurumların İslami samimiyet ve hizmet örnekleri gözden asla ırak tutulmamalıdır. [95]
Bazı hukukçulara göre, fakirlerden kastedilen, ashab-ı suffedir. [96]
Dahhak b.Müzahim'e göre, fakirler, Hz. Peygamber devrinde Mekke'den Medine'ye hicret eden müslümanların muhtaçlarıdır; miskin, muhacirler dışındaki muhtaç kimselerdir. [97].
Belirtilen görüşler içinde, herhalde Hz. Ömer'in uygulama alanına koyduğu görüşün tercih edilmesi gerekmektedir. [98] Ancak, zekâtın ruhuna aykırı olmamak kaydıyla, diğer görüşlerin uygulanabilir nitelikte olanlarına da esnek bir şekilde yaklaşılmakdır.
Zekâtın ödeneceği sınıfların incelenişi sırasında daha iyice anlaşılabileceği gibi, Allah yolundaki gazi, [99] zekât memuru, [100] borçlu, [101] yolcu [102] gibi zengin ve fakat ihtiyaç içinde bulunanlara da zekât ödenebilir. Burada sözü edilen fakir ve miskinler, bunlara benzer bir sebeple değil, aslî kimlikleri dolayısıyla muhtaç olanlardır.
Nakit dışındaki -5 deve, 40 koyun gibi- zekât mevzuu mallardan birinin nisabına sahip olup, bu nisap 200 dirhemi (nakit nisabını) [103] bulmuyorsa, zekât ödemenin hükmü ne olacaktır konusunda, Hanefî Mezhebi içinde iki görüş bulunmaktadır: [104]
1) Kimilerine göre, bunların hem zekât alması helaldir, hem bizzat kendileri de zekâtla mükelleftir.
2) Kimilerine göre ise, böyleleri zekâtla mükellef olur, kendilerine zekât ödenmez.
Dikkat edileceği üzere, Hanefî Mezhebi fakirlik ve miskinliği nisaba malik olmaya, ÜM ise kifayet miktarına sahip olmaya göre değerlendirir.
Fakir ve miskin sınıflarına ödenecek zekât miktarını sınırlayanlar bu konuda farklı görüşler ileri sürer:
1) Iraklı ve Horasanlı şafiî hukukçulara göre, fakir ve miskine, muhtaç olmaktan kurtarıp, zenginliğe ulaştıracak kadar ödeme yapılır; bu da geçimine yetecek kadardır. Sanatkâr ve meslek sahibi olana, sanatının ve mesleğinin özelliğine göre geçimini sağlayacak kadar ödenir veya âlet vb. alınır; sanatkâr ve meslek sahibi değilse, ülkede aynı seviyedekilerin yaşayabileceği miktarda ödeme yapılır. Msl., kiraya vereceği, ve geliriyle geçineceği bir taşınmaz mal alabileceği para verilebilir.
2) Ahmed b.Hanbel'in de, ödenecek zekât miktarının ticarethane, sanat âletleri vb. ile fakirin devamlı geçinecek kadar olmasını caiz gördüğü rivayet edilmektedir. [106]
Fakirlere ödenecek zekât miktarı konusundaki, bu görüş, fakire fakirliğini kökünden kesecek, ihtiyaç sebeplerini yok edecek, bir daha zekâta muhtaç etmeyecek kadar ödemeyi amaçlamaktadır. Bu görüşe göre, devlet, mülkiyeti -kısmen veya tamamen- fakirlere ait olmak üzere, zekât gelirinden fabrikalar, ticarî yerler vb. kuruluşlar kurabilir. Böylece, geçimleri tüm olarak sağlanmış olur. Ancak, fakirlere sadece onlar için bir vakıf gibi olmak üzere imkân verilir, bu yerlerin satış ve mülkiyetini devir hakkı tanınmaz. [107]
Galip -ortalama- ömürden uzun yaşayanlara yıllık olarak ödeme yapılır.
Maliki Mezhebine, hanbelî hukukçuların çoğunluğuna ve diğer bazı hukukçulara -msl., Gazalî'ye- göre, fakir ve miskine, hem kendilerinin, hem de nafakası kendisine ait olanların tam bir yıllık ihtiyacını giderecek kadar zekât ödemek gerekir! Yıllık ihtiyaç, her çevre ve mükellefe göre değiştiğinden, belli bir rakamla sınırlanamaz. Nisaptan çok bile olsa, ödeme buna göre yapılır.
İmam Millik, eş-Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre, fakirlere ödenecek zekât miktarı, kesin bir rakama bağlı olmayıp, zamanın şartlarına ve fakirlerin durumuna bağlı olarak, bunun tespit edilmesi, devlet ve ilgililerin içtihadına, yani araştırmaya ve kanaatlerine bağlıdır. [108]
İslâm'da zekâtın hedefinin -zanaat bilmeyen ve iş yapmaya gücü yetmeyen fakire nispetle- kendisine ve ailesine uygun geçim seviyesinin teminat altına alınması ve tam bir sene yetecek mikarın ödenmesi, diğer hak sahiplerine nispetle bu sınıfa daimî ve muntazam bir yardım niteliğini taşır.
Yusuf Kardavî, bu iki görüşten her birinin, çağımızda uygulama alanı bulduğunu belirtir: “Tüccar, çiftçi vb. sanatkâr ve meslek sahibi ve çalışarak geçimini sağlayabilecek kimse olup, meslek ve sanat âleti veya sermayesi olmayanlara -tek başına veya ortak olarak- bir daha muhtaç olmamak üzere, ömrü boyunca yetecek miktarda zekât ödenebilir. Çalışmaya gücü yeten fakirlere mal edinmek üzere, zekât malından fabrika ve atelye kurmak yoluyla bu çağda bunu tatbik etmek mümkündür. Sanatkâr, tüccar ve çiftçi vb. olup, kazanmaya ve kendisini geçindirmeye gücü yeten, fakat sanat âletleri, ticarî sermayesi veya tarlası, sürme ve sulama araçları eksik bu birinci çeşit fakirler yanında, kor, kötürüm, ihtiyar, dul, çocuk vb. çalışmaktan âciz fakirler de vardır. İşte bu gibi çalışıp geçimini sağlama imkânından mahrum olanlara, yıllık ihtiyacını giderecek kadar ödemede bulunulur. Bu son durumdakiler için, malları fuzuli yerlere harcamalarından korkulursa, ödeme aylara taksim edilebilir; nitekim, çağımızda memur maaşları bu şekilde ödenmektedir. Bunun yanısıra, ödeme defaten de yapılabilir.” [109]
1) Hanefî Mezhebine göre, fakir ve miskinlere ödenecek zekât miktarı, nisabı [110] bulmamalıdır; bu miktarda ödeme yapmak mekruhtur, ancak borçlu ve ailesi kalabalık olanlara bu kadar da ödenebilir. [111]
2) Ebu Yusuf’a göre, bir fakire ancak 200 dirhem zekât ödenebilir, bundan fazlası mekruhtur. [112]
3) Züfer'e göre, fakire nisabın altında zekât ödenir; nisabı bulan ödeme caiz değildir ve bu ödemeyle borç yerine getirilmiş olmaz. [113]
4) Sevrî'ye -yakınlara ödenince- Ahmed b. Hanbel'e göre, bir fakire 50 dirhemden fazla ödenmez. Onun devrinde sekiz koyun karşılığı olan bu parayla, bugün bir koyun dahi satın alınamaz. [114] Ahmed b. Hanbel'e göre, borçlu akrabaya veya başkalarına borcu kadar ödenebilir. Ayrıca, ailesi kalabalıksa, her birine ellişer dirhem ödeyebilir.
5) el-Leys b. Sa'd'e göre, çoluk çocuk sahibi bir fakire, bir hizmetçi tutacak kadar zekât ödenebilir. [115]
6) Bazı hukukçulara göre, bu sınıflara yapılacak ödemenin miktarı kırk, diğer bazılarına göre ise bir günlük azık miktarıdır. [116]
1) Hz. Ömer, “verdiğiniz zaman zenginîeştirin” görüşünü benimsemektedir. [117] Hz. Ali'den de,“fakirlerin ihtiyacını giderecek miktarda” zekât ödenmesi görüşü nakledilir. [118]
Ebu Ubeyd ve Atâ da bu görüşlere katılmaktadır: Atâ'ya göre, malın zekâtının bir aileye ödenerek, o ailenin ihtiyaçlarının giderilmesi, en iyi çözüm yoludur. Ebu Ubeyd'e göre, nafile sadakalarda olduğu gibi, farz olan zekâtta da çok miktarda ödeme yapmakta bir mahzur yoktur. [119]
2) Bir nakilde eş-Şafiî'ye göre, fakir ve miskinlere ödenecek zekât miktarının -nisabı aşsa bile- ihtiyaçlarını giderecek kadar olması caizdir. [120]
İbn Hazm'e göre, bu konuda âyet ve hadislerde belli bir sınırlama yoktur, bu sebeple istenildiği kadar ödeme yapılabilir[121].
Yunus Vehbi Yavuz ve Yusuf-Kardavî'ye göre, bu görüşler arasında, her asırda cemiyetin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve iktisadî bakımdan meydana gelmesi muhtemel gelişmeler karşısında sarsılmayacak kuvvetteki Malik, eş-Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e ait görüşü kabul etmek zorundayız. Fakire zekât ödenince, bu miktar, onun ihtiyacını karşılamak ve bir iş sahibi olmasını sağlamalıdır. Bu şekilde olursa, her sene fakirlerin sayısı azalır; cemiyetin sosyal seviyesi yükselir. [122]
Libya Bakanlar Kurulu, zekât gelirinin yarısının fakir ve miskinlere harcanmasını kabul etmiş, onlara yapılacak ödemenin, Libya Sosyal Yardım Cemiyeti tarafından, cemiyete yapılan diğer yardımlarla birlikte gerçekleştirilmesini kararlaştırmıştır. [123] Hiçbir çalışma yapmayarak bir kenara çekilen ve uzlette bulunan kimselere zekât ödenmez. İlmî çalışma yapanlar bir açıdan çalışma gücünden mahrum kabul edilir ve kendilerine zekât ödenir. [124]
Fakir ve miskinler, zekâtın yanısjra, fitre, sadaka ve keffaret ödemelerinden de faydalanırlar, mümkün olduğunca ihtiyaçtan kurtarılırlar.
Boyunduruktan kurtarılması gerekenler (er-Rikâb); köle âzâdı, düşman elinde bulunan esirlerin kurtarılması ve sömürge altındaki müslümanların kurtarılması şeklinde yorumlanmıştır.
Köleliğe giden yolları hemen bütünüyle kapatıp, bu sosyal rahatsızlığın, insanlık dünyasından sayısız yollarla ve tedricen uzaklaştırılması için hükümler getiren ilk hukuk ve din sistemiİslâm'dır. İslâm dini alabildiğine açık kölelik kapılarını kapatmış, insanın köle edilmesini haram kılmış, insanın kendisini, eşini ve çocuğunu satmasını hiçbir şekilde mubah kılmamış, Roma Hukuku'nun çok iyi tanıdığı borcunu ödeyemeyecek durumdaki borçlunun köle edilmesi hükmünü asla benimsememiş, haksız yere savaşanlar arasında esir alınanların köle edilmesini asla benimsememiştir.
İslâm'da köleliğin yegâne kaynağı, mecburi ve bağlayıcı değil, seçmeli ve caiz olarak oldukça dar tutulan, savaştaki esir alma kurumudur. Ancak, bunun işlemesi için, savaşın müslümanlarca haksız yere başlatılmayan meşru bir savaş özelliğini taşıması gerekir. Savaşın meşru olmasıyla, mutlaka bu hüküm yürürlüğe konmaz. Devlet başkanı ve şûra üyeleri, müslümanların yararına görürse, msl., misliyle mukabelenin gerekmesi halinde, harp esirleri köle edilebilir. Şüphesiz, onlara uygulanacak ilk işlem, köle edilmeleri değildir. Esirler karşılıksız, ya da maddî veya manevî karşılıkla serbest bırakıldığı gibi, düşmanla karşılıklı değiştirerek salıverilmesi de mümkündür. [125]
İslâm'ın bir hukuk ve din sistemi olarak, kölelik karşısındaki tutumu, şöylece formüllendirilebilir:
“Kölelik yolu alabildiğine dar, hürriyet yolu alabildiğine geniş; insanlığa armağan edilen kölelik değil, azad ve hürriyettir; İslâm köleliğin kurucusu değil, kaldırıcısıdır.”
İslâm dini, kölelere haklar ve vazifeler vermekten başka, sahiplerine de insanlığın bu talihsiz sınıfına karşı, sevgi ve şefkatle muamele etmesini telkin ve teşvik etmekle de kalmamış, zühd ve takva sahibi müslümanları kendi kölelerini azad etmeleri veya diğer kimselere ait olanların kölelikten kurtarılması için, yardım etmeleri şeklinde emirler de verir. [126] Bunlarla da yetinmeyerek, zekâtın ödeme yerlerinden biri olarak köle azadını da emreder. Zekât işlemlerini devlet yürütüyorsa, onun önemli görevlerinden biri de bu konu olur.
Görüldüğü gibi, İslâm'da o günün sosyal hayatında bir vakıa olan kölelik kurumu, tedricen ortadan kalkma planına bağlı olarak, köleyi istismar edecek olan sermaye sahiplerinin değil, kölenin çıkarmadır. Böylelikle, onlara “köle” diye hitap edilmesini,dövme ve acı vermeyi yasaklamış; yiyecek ve giyecekte efendiyle ortak kılmış, onları kardeş yapmıştır. Esasen İslâm, köleliğin koyucusu olmadığı ve insanların en tabiî hürriyetlerine kavuşmasını en gerçekçi bir mânâda savunduğu için, her fırsatta sosyal hayattan bu talihsiz sınıfın kalkmasını savunur. Bu konuda da, gerek siyasî, gerekse felsefî yönden o ilk olma şerefini taşır. Köle azadını, kurbetlerin (Allah'a olan yakınlıkların) en sevimlisi kılmış, insanın beşer olması sıfatıyla işlediği günahların keffareti için bir çözüm yolu olarak köle azadını seçmiştir. Özellikle zekât gelirinden mükâtep kölelere yardım edilmesini ve böylece hürriyetlerine kavuşmasını sağlamıştır.
Hanefî, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, “rikâb”tan maksat, mükâtep kölelerdir. [127] Bu gibilere, bir an önce hürriyetlerine kavuşması için bir yardım olarak zekât ödenir. Fakat mükateb'in, mükelleften başkasına ait olması gerekir; zira, ona ait olunca, menfaat yine kendisine dönecektir. Şafiî Mezhebi buna üç şart daha eklemektedir:
a) Kitabetin (azad sözleşmesinin) sahih- olması,
b) Kölenin müslüman olması,
c) Borcunu ödeyecek malının bulunmaması.[128]
el-Leys b.Sa'd, Sevrî, Mukatil, Ömer b.Abdilaziz ve bilginlerin çoğunluğu bu görüştedir. [129]
Görüldüğü gibi, ÜM'e mensup hukukçularla onların görüşünü paylaşan bazı otoritelere göre, er-Rikâb, hür'olabilmeleri için azad bedelinin tamamlanmasında, kölelere yardım etmek mânâsına gelir. Bu hukukçular, kölelerin satın alınıp salıverilmesini uygun görmezler; zira satın almakla mülkiyet devredilmiş olur ve malike köle üzerinde sahiplik hakkı verir. Halbuki zekât ödemenin amacı,bu sonucu doğurmak değildir. Bunun içindir ki, bu tabir, mükâttep köleleri ifade eder. [130]
Muhammed Hamidullah'ın açıklamasına göre, Hz. Peygamber, Selman Fârisî'nin mükâbete bedelini ödemesine zekâtıyla yardım etmiştir. [131]
Maliki Mezhebi ile Ahmed b. Hanbel ve İshak'a göre, “rikâb”tan maksat, zekât gelirinden müslüman köle ve cariye satın alıp, hürriyete kavuşturmaktır. Bunun velayeti, müslümanların tümüne aittir, mirasçı olmadan ölürse malı devlete kalır. [132]
İbnu'l Arabî, âyetlerin zahirînin bunu gerektirdiğini, mükâtep kastedilseydi özel adıyla söylenmesi gerektiğini belirterek, bu kavramın köle azadı içinde düşünmekle birlikte, gerçekte “el-Garim” kavramı [133] içinde ele alınabileceğini savunur. [134]
Hz. Osman ve Ömer b. Abdilaziz, zekât geliriyle köleler satın alıp azad etmişlerdir. [135]
İbn Abbas, el-Hasenu'1-Basrî, Sa'id b. Cubeyr, Nehaî ve Zuhri'ye göre, bu tabir, hem köle azadı, hem de mükâtep köleye yardımı içine almaktadır: [136]
1) Nehaî ve Sa'id b. Cubeyr, köle satın alıp azad etmeyi mekruh görürler.
2) Zuhri; Ömer b. Abdilaziz'e yazdığı mektupta, “rikab” payının, bir yarısının köle satın alarak azad etmeye, diğer yarısının da mükâteplere yardıma ait olduğunu belirtmiştir.
Yusuf Kardavî de, bu görüşü kabul eder ve zekât dağıtımını devletin üstlenmesi halinde, Zuhri'nin belirttiği sınırda değil, yarar ve çıkarın gerektirdiği tarzda hareket edilmesi gerektiğini belirtir.
1) Konuyla ilgili yazılı vesikalara, Ömer b.Abdilaziz'in uygulamasında rastlamaktayız: Devlet hazinesinden olmak üzere, halife Ömer b.Abdilaziz kendi kumandanlarına kadın-erkek, hür-köle, müslim gayrimüslim ayırımı., yapmaksızın, harp esirlerinin fidye-i necatı ödenmek suretiyle satın alınıp düşman elinden kurtarılmasını birçok defalar emredip hatırlatmıştır. [138]
2) Ahmed b.Hanbel ile maliki, hukukçulardan İbn Habib ve İbnu'l-Arabî'ye göre de, düşman elindeki müslüman esirlere bu pay harcanabilir. [139]
3) Muhammed Hamidullah, Yusuf Kardavî ve Muhammed Ebu Zehra da bu görüşü benimsemektedirler. [140]
1983-4 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı (m. 32), “rikab” payının, İslâmî bir savaşta esir edilenlerin kurtarılmasına harcanmasını öngörmüştür.
Mükellefin münferiden ödemesi halinde, belki köle ve esir azadı güç gibi görünebilir. Fakat konuya birkaç mükellef veya vazifeyi büsbütün devletin üstlenmesi açısından bakınca, köle ve esir azadının zekât geliriyle daha verimli bir şekilde işletilmesinin mümkün olabileceğini düşünebiliriz.
M. A. Mannan, günümüzde kölelik kalktığından, hapse girenlerin, hür olmayanlar kategorisine sokulabileceğini ve böylelikle onların masum ev halkının zekât gelirinden pay alabileceğini belirtir. [141] Gerçekten de, haksız yere hapiste olduğuna inanılan kişilere ya da ailesi güç durumda kalan mahpus kişilerin ailesine zekât ödenmelidir. Nitekim Ömer b. Abdilaziz, “miskinler” fonundan olmak üzere, mahpuslara zekât ödemiştir. [142]
Reşid Rıza, “rikab” payının, fertlerin hürriyete kavuşturulması durumu olmayınca, sömürge milletlerin kölelikten kurtarılması için harcanabileceği görüşünü ileri sürmektedir. [143]
Onunla aynı görüşü paylaşan Ezher'in eski rektörlerinden Mahmud Şeltut, konuyu şöyle açıklar:
“Fertlerin köle edilmesi artık tarihe karışmıştır. Ancak, onun yerini de birinciden daha tehlikeli olan, fikirlerinde, mallarında, idaresinde, ülkesindeki hürriyetinde milletlerin köle edilmesi almıştır. Çünkü fertlerin köleliliği, onların ölmesiyle sona erer, ama milletlerin köleliği nesiller boyu sürer. Öyleyse, insanları bu kölelikten kurtarıp, hürriyete kavuşturmak için sadece zekâtla yetinilmez, bu uğurda bütün mal ve gücü harcamak gerekir.” [144]
Yusuf Kardavî ise, böyle bir görüşü benimsemenin, kelimelerin asli medlulünü ortadan kaldıracağını belirterek, milletlerin kölelikten kurtulması için fî sebîlillah [145] kaleminden ve devletin diğer gelirlerinden harcama yapmak gerektiğini benimser[146].
1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 37), zekâtın harcama kalemlerini yedi tane olarak benimsemiş, bu kalemler arasında yer alması gereken “rikab” kalemini ilga etmiştir. Halbuki, bu kalem kanun metninde yer almalı, yorumu konusu alt mevzuata bırakılmalıydı.
Bu kalem için yapılacak ödeme, her çağın ihtiyaçları ve cemiyetin şartlarına göre değişik olur; ancak eş-Şafiî'ye göre, -genel görüşünün bir sonucu olarak- toplam gelirin sekizde biri ödenir, bundan fazlası için ödeme diğer gelirlerden yapılır.
Borçlular (el-Gârimîn) kavramı; borçlular ile beklenmedik felaket ve sıkıntılara uğrayanlar şeklinde yorumlanmıştır:
Roma Hukuku'nun “Hür borçlunun köle edilmesi, kölenin öldürülmesi” kanunu, İslâm tarafından kabul edilmemiştir:
Hanefî ve Maliki Mezheblerine göre, bütün berçlular aynı statüde ele alınmalıdır:-
1) Hanefî Mezhebine göre, borcundan fazla olarak nisap mikan [147] mala ya da paraya sahip olamayan veya nisap miktarı malıolmayp, kendisinin başkasında malı olup da alma imkânı bulunmayan kimse borçlu kabul edilir. Bu gibi, ihtiyaç içinde kıvranıp duran, hatta belli ölçüde hürriyetini kaybeden insana zekât ödenmesi gerekir. Borçluya borcunu ödemesi için ödeme yapmak, fakire zekât ödemekten efdaldir. Sağ borçlunun borcu, mükellef tarafından alacaklısına borçlunun izniyle ödenebilir.
Sözlükte el-Garim, borçlu mânâsına gelir. Aynı kökten gelen el-Garîm ise, alacaklı mânâsmdadır, ancak bu kelime bazan borçlu için de kullanılabilir. İbnu'l-Humam, el-Garîm'i, nisap miktarı malı olmayıp, başkasında alacağı olan, fakat bunu alamayan kimse olarak anlamaktaysa da, Yusuf Kardavî'ye göre, bu doğru değildir, zira, aslında böyleleri doğrudan fakir sınıfına girer. [148]
2) Malikî Mezhebine göre, borcunu ödeyecek mala sahip olmayan kimseye el-Garim denir. Bu gibilerin borcu, -ölümünden sonra bile olsa- zekâttan ödenebilir. Önemli olan hür ve müslüman olmak, haşimî olmamak, kötü bir iş için -tevbe etmedikçe- borçlanmamış olmak, kul borcu olması şartlarının gerçekleşmesidir.
Şafiî ve Hanbelî Mezhebleri, borçluları birkaç şekilde ele alırlar: [149]
1) Şafiî Mezhebine göre, borçlular üç çeşittir:
a) Hasımların Arasını Düzeltmek İçin Borçlananlar: Bu gibilere zengin de olsa zekât ödenir.
b) Kendisini Düzeltmesi İçin Borçlananlar: Borcun mubah yolda veya -tevbe etmek şartıyla- mubah olmayan yolda harcaması için ödenir.
c) Başkasına Tazminat Borcu Dolayısıyla Borçlanan: Borçlu ve tazminat ödeyecek sıkıntıdaysa, bu gibilere de zekât ödenebilir.
2) Hanbelî Mezhebine göre de, borçlular Şafiî Mezhebinde olduğu gibi, ilk iki çeşit olarak benimsenir.
Yusuf Kardavî, yetim yuvaları, fakir hastalara hizmet veren kuruluşlar, cami ve okul yapımı gibi toplumda barış unsuru olan meşru ve faydalı sosyal işler için çalışanlara da bu tefsir içinde zekât ödenebileceğini belirtir. Çünkü bu gibi sosyal hizmetler, cemiyete yöneliktir. Bu sebeple, onlara yine ammeye ait olan zekât gelirinden ödeme yapılabilmelidir. [150]
Libya Bakanlar Kurulu, el-Gârimîn'i, “Aşırı gitmeksiizin mubah veya taat bir iş için borçlanıp, bu borcunu ödeyemeyenler” şeklinde yorumlamış ve ödemenin Maliye Bakanlığınca yapılacağını kararlaştırmıştır. [151]
Müfessirlerden Mücahid, şu üç kişinin de el-Garim kapsamına gireceğini belirtir:
1) Su baskınına uğrayan,
2) Yangına uğrayan,
3) Ailesi kalabalık olduğu halde, malı bulunmayıp bunun için borçlanan.
Mücahid'in bu açıklaması, el-Garim kavramının, uygulama alanında, bir sosyal sigorta -üstelik karşılıksız ve ihtiyacı giderecek miktarda- olduğunu gösterir. [152] Bu büyük âlimin görüşü, belki de Hz. Peygamber'in diyet ödeme imkânı olmayanlar adına, aynı kabilenin zekât gelirinden ödeme yapmasına dayanıyordur. [153]
Uygulamada el-Garim tabiri, klasik zamanların âdetlerine göre, geniş bir alana sahip olup, su ve sel baskını, zelzele, yangın, kuraklık vb. felaketlere uğrayanlarla, kasıtlı olmaksızın (sözgelimi kaza kurşunuyla veya trafik kazasında) bir kimseyi öldürme ve bu yüzden kan diyeti ödemeye mecbur olma gibi kazalara maruz kalan kimseleri, borçlarını ödeme vasıtalarından mahrum olarak borca batmış başka kimseleri ifade edecek şekilde tefsir edilmiştir ve zekât geliri bu sınıfa harcanmıştır. Bu sınıfın, az önce geçen fakir ve miskin sınıfıyla hiçbir ilgisi yoktur. Tabiî olmayan hal ve şartlar dolayısıyla, telafisi kudretlerinin dışında kalan ıztıraplara maruz kalmış, müreffeh bir hayat süren ve fakat geçici bazı güçlüklere düşmüş zenginlerle ilgilidir. Yani, beklenmedik bir zamanda beklenmedik bir şekilde ağır malî yük altına girenlerdir. Onlara muhtaç oldukları nakit verilir veya ileride vaziyetlerini düzeltmelerini müteakip ödenmek üzere ikrazda bulunulur Kan diyetini ödeme imkanı bulamayanlara zekât ödenmesi, Hz. Peygamber'in de birçok hallerde uygulamasıyla sabittir. [154]
Hanefî Mezhebine göre, borçlulara zekât ödenebilmesi için ihtiyaç dışında herhangi bir şart aranmazken, Şafiî ve Maliki Mez-heblerine göre bir takım şartlar aranır:
Borçlu ödeyeceği borç için gerçekten ihtiyaç içinde bulunmalıdır. Bu sebeple, nakit veya ticaret malıyla borcunu tamamen ödemeye gücü yeten kimseye zekât ödenmez. Ancak, bu şartın, borçlu elinde hiçbir malın bulunmaması şeklinde anlaşılmaması gerekir. Çünkü aslî ihtiyaçlar [156] bu gibi durumlarda da mal varlığından kabul edilmez.
Maliki Mezhebi bunu şöyle açıklamaktadır:
“Borçlu bütün nakdi kaynaklarını kullanarak, borçlarını ödemeye teşebbüs etmek suretiyle, iyi niyetini göstermiş ve mümkün olan iktisadî çarelere başvurarak, mütevazi bir hayat sürerek, borçlarını ödemeye çalışmış olmalıdır.”
İçki, zina, kumar vb. ile nafakasında israf ederek borçlananlara zekât ödenmez. Fakat tevbe ettikleri takdirde, böylelerine zekât ödenebilir. Bazı hukukçular, bu durumda, iyi halini gösteren bir zamanın geçmesini şart koşar; bir kısmına göre ise -zaman kısa da olsa- ödeyenin tevbekâr borçlu hakkındaki zannı galibi yeterlidir.
Libya Bakanlar Kurulu, el-Gârimî'ne zekât ödenebilmesi için, borçlunun, mubah veya taat bir iş için aşırı gitmeden borçlanmasını ve bunu ödemekten âciz olunmasını şart koşmuştur.
Borçluya zekât ödenebilmesi için, borcun vadesinin gelmesi gerekir. Vadesi gelmeyen borçlar konusunda, şafiî hukukçuların görüşleri aşağıdaki gibidir:
1) Bir gruba göre, âyetin umumi mânâsına girdiği için zekât ödenebilir.
2) Bir gruba göre, şu anda muhtaç olmadığı için ona zekât ödenmez.
3) Üçüncü gruba göre, vadenin gelmesiyle zekâtın ödenmesi aynı yıla aitse ödeme yapılabilir.
Yusuf Kardavî bu üç görüşün zekât gelirine ve diğer sınıflardaki hak sahiplerinin sayısına ve ihtiyaçlarına göre uygulama alanına girebileceğini belirtir: Gelir çok, ihtiyaç sahipleri azsa birinci; gelir az, ihtiyaçları çoksa ikinci; gelir ve ihtiyaç sahipleri orta seviyede olursa üçüncü görüş uygulanır. İkincinin uygulanmasında, vadesi gelen borçlar, diğerlerine tercih edilir. [157]
Borçluya zekât ödenmesi için, borcun, ödenmemesi halindehapis cezasını gerektirmesi lâzımdır. Oğlun babasına borcu, malî gücü yetmeyenin borcu, bu tür borçlara girer. Zekât ve keffaret borcu Hanefî Mezhebine göre kul borcuna girerken; [158] Maliki Mezhebine göre onlar içine girmez.
Maliki Mezhebine göre, borçluya zekât ödenebilmesi için, kendisinin müslüman ve hür olması, Haşimoğullarından [159] olmaması gerekir.
Borçlulara ödeme, ihtiyacı kadar yapılır. Kendisine zekât ödendiği halde, borcunu zekât veya başka gelirden ödemeyen, alacaklının bağışladığı ya da başkasının ödediği borçlulara ödenen zekât geri alınabilir.
Ahmed b. Hanbel'e göre, zekât ehli olan borçlu akrabaya borcunu karşılayacak kadar zekât ödenebilir. Ona göre, beşyüz dirhemi olup, bin dirhem borcu bulunan, borcunu ödemedikçe, zekât alamaz.
Libya Bakanlar Kurulu, el-Gârimîn payının, toplam gelirin % 10'u olacağını kararlaştırmıştır. [161]
1) Hanefî Mezhebine (Ebu Hanife), Saymerî, Neha'i ve Ahmed b. Hanbel'e göre, ölünün borçlan zekâttan ödenmez.
2) Maliki ve Ca'ferî Mezhebleri ile Ebu Sevr'e göre, el-Garim tabiri, ölü veya diri bütün borçluları içine aldığından, zekât geliriyle ölünün borçları da ödenebilir; hatta bu çeşit borçlar öncelikle ödenmelidir.
eş-Şafiî'den her iki görüş de nakledilmektedir. İbn Teymiyye ve Yusuf Kardavî, ikinci görüşü benimseyerek, ölünün borçlarının zekât geliriyle ödenebileceğini savunurlar. [163]
Hz. Ömer, ödeme konusunda lüzumlu teminatı haiz ve geçici bir zaman için ihtiyaç içine düşmüş olanlara devlet hazinesinden yardım olarak, faizsiz ve taksitle ödenmek üzere borç vermek için bir servis kurarak çığır açmıştır.
Şahsî ihtiyaçları için bizzat kendisinin de buradan borç aldığı olurdu. Aynı halife muayyen bir süre için devlet hazinesinden tüccarlara borç verirdi. Devlet de bu ticaretten meydana gelen kârın belli bir yüzdesine katılırdı. Bu katılma, yalnız kâra değil, muhtemel zararlara da şamildi. [164]
Muhammed Hamidullah, Muhammed Ebu Zehra, Abdulvehhab Hallaf, Abdurrahman Hasen ve Yusuf Kardavî, Hz. Ömer'in bu uygulamasına bakarak, faizsiz borç verecek bir servisin kurulmasını savunurlar. [165]
Buna karşılık, İslâm'da sosyal güvenlik konusunu araştıran Faruk Beşer, müteşebbisin ancak borçlandıktan sonra kredi talebinde bulunabileceğini söyleyerek, karz-ı hasen servisi kurulamayacağını belirtir. [166]
Kanaatimizce, zekât gelirinin durumu ve ülke gerçeklerinin incelenmesiyle orta bir çözüm yolu bulunabilir.
Görüldüğü gibi el-Garim kavramının geniş bir uygulama alanı ve amacı vardır; bu da en başta namuslu, dürüst ve iyi niyetli borçluyu korumaktır.
Yolda kalanlar (İbnu's-sebîl) kavramı; yolda kalanlar, kendi yerinde malını kaybedenler ya da alacağını alamayan tüccarlar, dilenciler, buluntu çocuklar ve yolculuk için gerekli bütün kolaylıklar şeklinde yorumlanmıştır:
İslâm dini, rızık ve geçimin sağlanması,[167] ilmî çalışma ve incelemeler, [168] Allah yolunda cihad [169] ve cihanşümul olan hacla ilgili seyahatleri [170] meşru kılmış, hatta teşvik etmiştir. Yolculuğa çıkan kimsenin malî güçlükle karşılaşması muhtemeldir. Bu sebeple, Kur’an-ı Kerim “yol oğlu” mânâsına gelen İbnu's-Sebîl kavramını “yolda kalanlar” mânâsına sekiz defa tekrarlar: Mekke devrinde inen âyetlerde [171] İbnu's-sebîl'e hakkının verilmesinden söz edilmektedir. Medine devri âyetlerinde İbnu's-sebil'e yapılan ödemeler, infak [172] ve ihsan [173] olarak değerlendirilmekte, ganimet ,[174] fey [175] ve zekât [176] gelirlerinden kendisine pay ayırılması emredilmektedir. Bu sosyal dayanışma yolu, din ve hukuk sistemlerinin önceden tanımadığı bir yoldur.
Klasik hukukçuların birinci tefsirine göre, İbnu's-sebîl, yolda kalanlar mânâsına gelir. Kendi yerinde zengin de olsa, yolculuktayken, kendisinde bir mal veya para kalmayan garip kimseye böylece zekâttan bir pay ayrılmış olur. [177]
Libya Bakanlar Kurulu, İbnu's-sebîl'i, “mubah ve taat bir iş ve maksat için zekât bölgesinde muhtaç düşen yolcu” şeklinde yorumlamıştır. [178]
Bazı Hanefî hukukçulara göre, kendi yerinde olduğu halde, malını kaybederek veya alacağını alamayarak muhtaç duruma düşen kimse de yolda kalmış hükmüne girer. [179]
Kimi hanbelî hukukçulara göre, İbnu's-sebîl, dilenciler mânâsına gelir. [180]
Reşid Rıza, lakîtlerin (istenmeyen ve terkedilmiş buluntu çocukların)de, İbnu's-sebîl kavramı içine girebileceğini ileri sürerken, [181] Yusuf Kardavî'ye göre bu tabirin içine girmese bile, mutlaka fakir ve miskin sınıfı içinde ele alınırlar. [182]
Çağdaş hukukçu ve iktisatçılardan Muhammed Hamidullah,
M. A. Mannan ve S.A.Sıddıki'ye göre, bu tabirden maksat, yolculuk için gerekli bütün kolaylıklardır. Bunlar, İbnu's-sebîl kavramının sadece yukarıda belirtilenleri içine almadığını, bunun çok daha geniş kapsamlı olacağını ve turistik trafiği ve faaliyeti de içine alacağını belirtirler. Çünkü bu deyim, -vatandaş olsun, yabancı olsun- kendi yerinden uzak düşmüşler, yalnız yolculuklarını tamamlamak için gerekli yardım ihtiyacını değil; yol, köprü, han, otel, lokanta vb. yapım ve onarım faaliyetleri ile, sıhhat, konfor, yolemniyeti, özetle her türlü istirahat sebepleri, elde olan imkânlara göre onlara bedava bir misafirlik yaptırıcı ve gezginlere kolaylık sağlayıcı, bir mfinâda turistik faaliyetleri içine alır. Kısaca, ülkede haberleşmeyi ve trafik kolaylığını sağlayan faaliyetler bu kavramın uygulama alanına girer. [183]
Aslında, haberleşmenin güç, seyahatlerin rahatsız edici ve tehlikeli olduğu çağlarda, İslâm dünyasında seyrüseferi en geniş çapta ele almak Ve yolcuların güvenliğini sağlamak konusunda bu tabirin uygulanmam devlete sorumluluk yüklüyordu. Böylece, bir İslâm devletinde, herhangi bir kimse, hiçbir özel tedarike ihtiyaç duymadan, ülkenin bir ucundan, öbür ucuna seyahat edebiliyordu.
Müfessir Meragî, çağımızda İbnu's-sebîl kavramı içerisine girecek kimse buiunmadığını ileri sürerse de, -Yusuf Kardavî'nin belirttiği gibi- eskiye göre günümüzde çok çeşitli ve değişik şekillerde, bu tabir içerisinde ele alınabilecek kimseler bulunmaktadır. [184]
Yolda kalan kimseye zekât ödenebilmesi için, kendisinin memleketine uluştıracak malî gücünün bulunmaması, böylelikle muhtaç duruma düşmüş olması gerekir. .
Hanefî Mezhebine göre, böyle bir şart aranmazken, ÜM'e göre, yolda kalana zekât ödenebilmesi için yolculuğunun sahih ve meşru gayeli olması gerekir, Libya Bakanlar Kurulu da ÜM'in görüşünü benimsemiştir; lîanbelî Mezhebi yolculuktaki gayesi meşru olmayanların tevbe etmesi halinde onlara zekât ödenebileceği görüşündedir.
Meşru gayeli yolculuk, gezi veya taat yolculuklarıdır. Bununla birlikte, birinci ve ikincilerde hukukçuların farklı görüşleri bulunmaktadır:
1) Birinci çeşit yolculuklarda, Maliki ve Hanbelî Mezheblerine göre, yolda kalana zekât ödenebilirken, bazı şafii hukukçulara göre ödenmez.
2) İkinci çeşit yolculuklarda da, bazı şafii hukukçulara göre zekât ödenebilirken, diğer bazılarına göre ödenmez.
Cumhur'a göre, yolculuğa niyet edip henüz yola çıkmayanazekât ödenmez; eş-Şafiî'ye göre ödenebilir.
Maliki Mezhebine ve bazı şafii hukukçulara göre, yolda kalana zekât ödenebilmesi için, yolculuk sırasında borç verecek birinin bulunmaması gerekir. Fakat her iki mezhebe mensup İbnu'l-Arabî, Kurtubî, Nevevî gibi bazı hukukçular, bu şartı gereksiz bularak benimsemezler.
Yolda kalmışlara, dönüş ve çeşitli masraflar için memleketine dönmesini sağlayacak kadar ödeme yapılır. İkamet süresi konusunda Şafiî Mezhebi kasru's-salâtı (yolculukta kısa kılınacak namaz uzaklığını) esas alarak gidiş ve dönüş günleri dışında dört gün kalınca zekât ödeneceği, fazlasında ödenmeyeceği görüşünü benimser; ancak bazı şafiî hukukçulara göre süre uzun da olsa zekât ödenebilir. [189]
Hanefî Mezhebine göre, yolda kalanlar, ihtiyacı kadar zekât alabilir; daha fazlasını almak helal değildir. Fakat mümkünse, bu gibilerin borç alması, zekât almaktan daha iyidir. [190]
Yolda kalanların vb.nin daha sonra malını elde etmesi halinde, Hanefî Mezhebine göre aldıkları zekâtı geri vermesi veya başkasına tasadduk etmesi gerekmez; Şafiî Mezhebine göre bu zekât geri verilir. Yusuf Kardavî'ye göre, birinci görüşün tercih edilmesi gerekmekle birlikte, faydası din ve topluma ait seyahatler için ikinci görüş uygulanabilir. [191]
Libya Bakanlar Kurulu, İbnu's-sebîl payının, el-Muellefetu Kulûbuhum ve fî sebîlillah paylarıyla birlikte, toplam gelirin % 30'u olduğunu, bunun da İslâm Davet Teşkilatı'nca harcanacağını ve bunun için, zekât idaresince gelirin bu kısmının, ilgili teşkilata gönderilmesini kararlaştırmıştır. [192]
el-Âmilûn ale'z-Zekât tabiri, zekât memuru veya devlet memurları şeklinde yorumlanmıştır:
Hz. Peygamber ve ilk iki halife devrinde, bütün zekât gelirini tahsil etmekle; Hz. Osman devrinden itibaren de sadece açık malların [193] zekâtını tahsil etmekle görevlendirilen hususi memurlara “Amil, Sa'î, Âşir, Musaddık ve Tahsildar” unvanları verilmiştir. [194] Günümüze uygun bir söyleyişle, bu pay, zekât gelirinin tarh, tahsil, koruma, harcanma vb. işleri için istihdam edilen bütün memurların maaş ve emekliliklerini içine alır. [195]
Muhammed Ebu Zehra'ya göre, zekât memurunun, zekâta hak kazananlar sınıfında ele alınması, zekâtın diğer gelirlerden ayrı olarak bizatihi bir gelir olmasının lüzumuna işaret etmektedir. [196] Gerçekten, zekât işlerinde çalışanlara, yine zekât gelirinden ücret ödenmesi, onun bir müessese olarak kurulduğunu ve her cephesiyle gelişmeye ve genişlemeye elverişli bulunduğunu gösterir. Bunun aksine, zekât üzerinde çalışacaklara ondan bir pay ayrılmamış olsaydı, bu takdirde, zekât müesseseleşemez, dolayısıyla toplumdaki fonksiyonunu yerine getiremeyerek, kendisinden büyük ölçüde iktisadî bir fayda sağlanamazdı. [197]
1) Muhammed Hamidullah'a göre, “el-Amil” kavramı, bütün devlet memurlarını içine alır. İbazîler de bu görüşü savunmaktadırlar.
2) Hukukçuların çoğunluğu, “fî sebîlillah [199] kapsamına girmedikçe, bunların maaşlarının diğer gelirlerden ödenmesi gerektiği görüşündedir.
Maliki Mezhebi, zekât memurunun tayin edilmesinde, aşağıdaki noktalara dikkat edilmesi gerektiğini benimsemektedir:
a) Adaletli, doğru sözlü ve güvenilir olmak,
b) Zekâtla ilgili hükümleri iyi bilmek,
c) Kâfir ve fasık (günah işleyen biri) olmamak. Bu işe lâyık olmayanlar, msl., fasıklar veya Haşimoğullarından [200] biri tayin edilirse, emeklerinin karşılığı, zekât gelirinden değil, devletin diğer gelirlerinden ödenir. [201]
Günümüzde, zekât memurunun tayin edilmesi, çalıştırılması, emekliliği vb. için çeşitli uygulama örnekleri dikkate alınarak, özel bir görev, çalışma ve ücret statüsü tespit edilebilir. [202] Bu statünün tespitinde, öncelikle Hz. Peygamber'in ve râşid halifelerinin uygulaması gözönünde bulundurulmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber, vergi tahsildarları vazifesinden dönünce kendilerini kabul eder ve gördükleri vazife hakkında bilgi alırdı. Bunlardan hesap sorar, tahsil ettiği vergilerin miktarını, verildiyse hediye alıp almadıklarını öğrenirdi. [203] Aynı usule, ilk iki halife de devam etmiş, tahsil edilen vergilerin muhasebesini memurlardan istemişlerdir. [204] Hatta Hz. Ömer devrinde, tayin edilen vergi memurları, vazifeye başlamadan önce, mal beyanına tâbi tutulur ve işin sona ermesi sırasındaki mal durumuyla, bu beyandaki durumu karşılaştırılır, gayri meşru bir fazlalığa rastlanırsa, buna elkonurdu. Hz. Ömerdevrinde vergi teşkilatı, daha gelişmiş esaslara bağlanmış, yabancı mütehassıslar kullanıldığı gibi, eyaletlerdeki vergi memurları üzerinde murakabe vazifesi gören memurlar dahi tayin edilmiştir. [205]
Zekât memurlarının ücret statüsü, ücret alabilme şartları ve ücretin miktarı açılarından ele alınabilir:
Zekât memuruna ödenecek olan maaşa, hukukçular iki açıdan bakmaktadırlar.
1) Ücret: Bu görüştekilere göre, -zengin de olsa- zekât memuruna maaş ödenir. Mükellef, zekâtı, devlet başkanı veya fakirlere ödeyince memurun payı düşer.
2) Sadaka: Bu görüştekiîere göre, Haşimoğullarına [206] ve gayrimüslimlere [207] zekât ödenmez.
Maliki Mezhebine göre, zekât memuruna zekât ödeyebilmek için, onun hür ve müslüman olması, Haşimoğullarından olmaması şarttır. [208]
Haşimoğulları, esasında zekât memuru olarak istihdam edilemez; çünkü bunlara ödenecek ücret, bir yerde zekâtın kendisidir. Halbuki onlar, zekât almaya haklı kılınmamıştır. [209]
Bütün bunlara rağmen, böyle bir işte istihdam edilince, eş-Şafiî'ye göre, emeklerinin karşılığı zekât gelirinden, Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, devletin diğer gelirlerinden ödenir. [210]
Hz. Peygamber devrinde zekât memurlarına verilen maaş arını kesin olarak bilememekteyiz. Bunun bir devlet memurunun sahip olacağı azami hayat seviyesinden daha fazla olamayacağı ifade edilmektedir. [211]
Hz. Peygamber devrine ait kesin bir uygulama örneği bulunmaması sebebiyle, hukukçular zekât memuruna ödenecek maaş miktarı konusunda farklı görüşler belirtmektedirler: [212]
1) Mücahid, Dahhak ve eş-Şafiî'ye göre, maaş miktarı, toplam geliri sekizde biridir; eş-Şafiî'ye göre, bundan fazlası için ücretin ödenmesi, zekât dışındaki gelirlerden sağlanır.
2) İbn Ömer, Malik ve Ebu Hanife'ye göre, çalıştıkları kadar ücret ödenir; bu, asla toplam gelirin yansını aşmaz.
3) Zekât memuruna devlet hazinesinden çalıştıkları kadar ücret ödenir.
4) Toplam gelirin dörtte üçüne, hatta sınırsız olarak tümüne' çıkaran görüşler de bulunmaktadır.
5) Şafiî Mezhebine göre, ecr-i misi ödenir: Ödeme bundan fazla olunca, bir nakilde diğer paylardan, öbür nakilde devletin diğer gelirlerinden ödenir. İbn Ömer ve İbn Zeyd'in de bu görüşte oldukları nakledilir.
Bu görüşler ışığında denebilir ki, zekât memurlarının hizmetleri için, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar, zekât malından bir hisse verilir. Zekât memurlarının bu hisseyi alması için, fakir olması şart değildir.
Libya Bakanlar Kurulu, zekât memurlarına toplam gelirin % 10'u oranında ödeme yapılacağını kararlaştırmıştır. Ayrıca, devlet memurlarına ve gönüllü çalışanlara bir ödeme yapılmayacağı esası benimsenmiştir. [213]
1983-4 tarihli Mısır zekât kanun tasarısı (m. 30), “âmilûn” kalemine ayrılacak payın, toplam zekât gelirinin %12.5'unu geçmemesini öngörmüştür.
Zekât memurlarına, zekât gelirinden ödenecek maaşlar, her halükârda toplam gelirin yarısını aşmamalı ve gelirin verimsiz olmasına müsade edilmemelidir. [214]
Ödenecek zekâtla kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen kimseler, müslüman veya gayrimüslim olmak üzere, iki kolda ele alınır. [215]
İslâm dinine girmelerini sağlamak maksadıyla, İslâm'a meyilli olanlara ödeme yapılabilir.
Müslümanlara kötülük yapmaktan uzak olmalarını sağlamak maksadıyla, bu gibi kimselerin kalpleri kazanılır.
1) el-Hasenu'1-Basrî, Ebu Sevr, Alımed, bazı hanbelî hukukçular (mal. Ebu Ya'la el-Ferra) ile bazı maliki hukukçular (msl. Kurtubi), Fahruddin Razı ve Katade'ye göre, bu gibi kimselere zekât ödenebilir.
Kurtubî'ye göre, kâfire zekât ödemek, bir çeşit cihaddır. Çünkü müşrikler üç sınıftırlar:
1) Küfründen delillerle dönenler,
2) Savaşla ve zorla dönenler,
3) İhsan, iyilik, hediye ve malî yardımla dönenler. Müslüman devlet başkanı, küfründen döndürmek için her müşrike uygun metodu seçer ve onlara, bu faaliyet içinde zekât da ödeyebilir. [216]
Ebu Ya'lâ Ferra'ya göre, mü'min-müşrik ayırımı yapılmaksızın, bütün kalbi kazanılacak kimselere zekât ödenebilir. Maverdîise, rnü'min olanlara zekât, diğerlerine öbür gelirlerden ödeme yapılmasını uygun görür. [217]
2) Hukukçuların çoğunluğuna (Hanefi ve Şafiî Mezhebleri bunlar içindedir) göre, bu çeşit ödeme yalnız Hz. Peygamber devrine mahsustur; bunun için artık böylelerine zekât ödenmez.
Yeni müslüman olup kavmi veya mensup olduğu sosyal çevre içinde şerefli ve itibarlı bir yeri olan ve kendi ailesini ve çevresini İslâm dinine girmeye ikna edeceği ümid edilen kimselere zekât ödenebilir.
Yeni müslüman olup, imanı zayıf olan kimselerin imanlarını kuvvetlendirmek için, kendilerine zekât ödenir.
Kendileri müslüman olunca, geride kalan kâfirlerin kötülüklerinden müslümanları koruyacak olan kuvvetli iman sahiplerine de zekât ödenebilir.
Zekât ödemeyenlerin şerrinden müslümanîarı koruyacak olan kimselerin de kalpleri kazanılır.
Libya Bakanlar Kurulu, el-Mu'ellefetu Kulûbuhum'u, “İslâm'a yeni girenler, kalpleri İslâm'a fayda sağlaması veya kendilerinden zararın uzaklaştırılması umulandır” şeklinde yorumlamış. [218]
1) Hanefi hukukçuların çoğunluğu, Şa'bî, birer nakilde el-Hasenu'l-Basrî, eş-Şafiî ve Malik'e göre, bunlara da zekât ödenmez:
a) Hanefî Mezhebine göre, Hz. Peygamber devrinden sonra -müslüman veya gayrimüslim- bütün kalpleri kazanılacakların payı düşmüştür.
b) Selef bilginlerinin çoğu ile sonraki şafii hukukçulardan bir grup da bu görüştedir.
Bu görüş, Hz. Peygamberin dünya hayatına veda etmesinden sonra, bu gibi, kimselerin Hz. Ebu Bekr devrinde zekâttaki paylarının yenilenmesini istemeleri üzerine, Hz. Ömer'in içtihadıyla, İslâm'ın artık güç ve kuvvet kazandığı ve onların yardımına ihtiyacı olmadığını ileri sürerek, isteklerini şiddetle reddetmesi ve bunu önce zamanın halifesi Hz. Ebu Bekr'in, sonra da sahabenin benimsemesine, böylece âyeti nesheden icma meydana gelmesine göre yapılan uygulamaya dayanır. Bu sebeple, artık onlara zekât ödenmez. [219]
2) eş-Şafiî ve ilk şafîi hukukçular, Vahidî, Zuhrî ile Hanbelî, Ca'feri ve Zeydiye Mezhebleri ile Ebu Ca'fer el-Bakır ve bir kavlinde Malik'e göre, kalpleri kazanılacak kimselerin payı, nesh ve tebdile uğramamıştır; onlara her zaman zekât ödenebilir. İbn Rüşd, Ebu Hanife'nin de bu görüşte olduğunu bildirir. [220]
Maliki Mezhebi ve İbazîler konuya değişik bir açıdan bakarak, İslâm'ın ihtiyaç duymasına göre onlara zekât ödenebileceği görüşünü benimser; Nedvî de bu görüşe katılmaktadır. Son görüşe katılarak, konu şöylece açıklanabilir: Kalpleri kazanılacaklara zekât ödenmesi, az çok gizliliği gerektiren bazı devlet ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Hele çağdaş kamu maliyesinin “örtülü ödenek” (tahsisat-ı mesture) kavramını ve uygulamasını gözönüne alırsak, konunun önemini daha iyi kavrarız: Hz. Peygamber, zekât gelirini bu sınıfa öderken, ruhi-manevi meselelere pek ilgi duymayan kabile başkanlarını kendine taraftar olarak kazanma işinde kullanıyordu. Bazı Hanefî hukukçuları, anılan âyetin bu son kısmının yukarıda belirtildiği gibi, Hz. Ebubekr devrinde Hz. Ömer tarafından nesh ve ilga edildiğini, öyleki o devirde herkesin onunla aynı görüşte olduğunu iddia etmektedirler.
Bu konuda, iki rivayet bulunmaktadır:
1) Hz. Peygamber, bu neviden bazı ödemelerin Uyeyne b. Hısn gibi bazı kimselere yapılmasına müsade ediyordu. Hz. Ebu Bekr debunları bir süre devam ettirdi. Hz. Ömer ise İslâm'ın Uyeyne gibilerin dostluğunu kazanmaya ihtiyacı olmadığını söyleyerek bu ödeıieleri durdurdu. [221]
2) Medine'de devlet muhasebe işlerinde çalışan ve İslâm'ı kabul etmiş bazı eski gayrimüslimlerin kalplerini kazanmak maksadıyla, onlara bir şeyler ödenmesi teklif edildiğinde, Hz. Ömer, öfkelendi ve:
“Maddî kazanç için ihtida edenlere İslâm'ın ihtiyacı yoktur” dedi.
Her ne olursa olsun, Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekr tarafından bir süre tatbik edilmiş bir âyetin, Hz. Ömer tarafından lağvedilip, neshedilebilme durumunda olduğunu kabul etmek herhalde uygunsuz düşer. Zira, vahiy tamamlandıktan sonra nesh imkânsızdır. Ayrıca nesh, nasibin en azından mensulı kadar kuvvetli olmasıyla gerçekleşir. Aynı hükmü, bir başka sınıfa da uygulayabiliriz: İhtiyaç olmaması dolayısıyla sekiz sınıftan herhangi birinin, msl., devletin üstlenmesinden dolayı zekât memurunun payı düşerse, bu hiçbir zaman nesh ve tebdil manası taşımaz. Hanefî Mezhebinin bu görüşünün nesh kaidelerine uygun olmadığını gördükten sonra, sahabî kavliyle kıyasın terkedilmeyeceğini savunduklarından İbn Kudame'nin sorusunu onlara karşı tekrarlamak gerekir:
“Sahabi kavliyle kıyas terkedilmediğine göre, âyet ve hadis nasıl terkedilir?” [222]
Ayrıca böyle bir görüşün ileri sürülmesi, devlet ihtiyaç ve siyasetindeki derin sebepleri ve Hz. Ömer'in bu hareketinin manasını anlaşılmaz hale getirir. Oysa burada sözkonusu olan muhakkak ki, Hz. Ömer'in kendisine devlet harcamalarından bir ödemede bulunmayı reddettiği muayyen bir şahıstır. O, bu hareketiyle, bu ödemeyi, bundan böyle asla kimseye yapmayacağını söylemek istememiştir. Belki sebepleri bulunduğu zaman, ödemekten menetmemiş, fonksiyonunu yitirdiği ya da tamamladığı, diğer sınıflar zekâta daha layık olduğu için yasaklamıştır.
Şu halde, kalpleri kazanılacak kimselere zekât ödenmesi, gerek siyasî maksatlarla, gerekse dine adam kazanma konularında devlet için bir örtülü ödenek harcamasıdır. [223]
Taberî'nin açıklamasına göre, Allah, zekâtı iki gaye için emretmiştir:
1) İslâm'a yardım etmek ve onu kuvvetlendirmek,
2) Müslümanlar arasındaki fakirlerin yardımına koşmak, İslâm'a yardım etme ve onun davalarını kuvvetlendirmeye taalluk eden hususlarda, fakirlere olduğu kadar zenginlere de zekât ödenecektir. Zira bu halde, gelirden faydalanmada, sadece ihtiyaçları gözetilerek ödeme yapılmamakta, nihaî olarak İslâm'a yardım nazarı itibara alınmaktadır. Kalpleri kazanılacak kimselere, zengin de olsalar, İslâm davasının ıslah ve iyileşmesi, onu kuvvetlendirme ve ona yardım etme gayesiyle yapılan ödemeler de bu türdendir. [224]
Muhammed Ebu Zehra, bu sınıfla ilgili harcamanın, İslama davet uğrunda ve İslâm'ın büyük hakikatlerinin yayılmasını sağlama yolunda yapılması şeklindeki görüşünü, önceki açıklamalarından ilhamla ileri sürmüş olması gerekir. [225] Zaten günümüzde İslâm'ı kabul edenlerin sayısı az değildir. Şu halde günümüzde bu pay, bazı devletlerin, müslüman devletlerin safına katılması, bazı cemiyet, dernek ve kuruluşlara İslâm'ı sevdirmek, İslâm'ı ve İslâm ülkelerini savunacak yayınevi, radyo-TV gibi basın ve yayın kurumlarıyla, yazar, sanatçı vb. ne, üniversite öğrencilerine, doktora, mastır vb. ihtisas yapanlara aynı gaye için harcanabilir. İslâm'ı tanıtma, sevdirme, savunma ve ona adam kazanma mücadelesini, sadece zekâtla değil, diğer gelirlerle de büyük bir titizlikle sürdürmek gerekir. Hatta hürriyeti için savaş veren müslümanlara bile, bu paydan ödeme yapılmalıdır. [226]Sonuç olarak, zekât ödenecek yerlerden birisi de, kalpleri kazanılacak kimselerdir. Bu konuyu bildiren âyeti nesheden (yürürlükten kaldıran) başka bir âyet veya hadis bulunmadığına göre, durum ve şartlara bağlı olarak, her devirde onlara zekât ödemek caiz olmak bir yana, hatta yerine göre vaciptir. Gerek Hz. Peygamber'in uygulaması, gerekse İslam hukuk felsefesinin temel kaideleri, bizi bu hükmü vermek mecburiyetinde bırakır. Kalpleri kazanılacaklara ödeme yapmak, müslümanîarın bir soğuk harp vasıtasıdır, her devirde uygulanmalıdır. Hakikaten, çağdaş kamu maliyesindeki örtülü ödenek kavramıyla, sapık fikirlerin savunulması için yapılan ve müslümanların kendilerinin kullanması gereken mücadele metoduyla, bu fikri benimseyenlerin, planlı ve metodlu faaliyetleri karşısında, özellikle gelişmiş ülkelerin, gelişmekte veya azgelişmiş ülkeleri bu yolla nasıl sömürdükleri bilinençağımızda, kalpleri kazanılacaklar kurumunu en tesirli bir şekilde işletmek zorundayız. [227]
Bu sınıfa ödenecek zekât miktarı, ihtâyaçlara ve her cemiyetin ve çağın durumuna bağlı olarak değişiktir.
Libya Bakanlar Kurulu, kalpleri kazanılacaklara ödenecek zekât miktarının, fî sebîlillah ve İbnu's-sebîl ile birlikte, toplam gelirin % 30'u olmasına karar vermiştir. [228]
Kalpleri kazanılacaklar sınıfına yapılacak ödemenin, devlet tarafından gerçekleştirilmesi şüphesiz isabetli yoldur. Ancak, -Yusuf Kardavı'nin düşündüğünün aksine- bunun mutlaka devletçe yapılması istenmemelidir. Bu faaliyeti, bazı derneklerle, oldukça zengin müslümanlar da yürütebilirler. Yalnız böyle bir ödeme sonrasında, insanî zaaflardan mümkün olduğunca uzak durulmalıdır. Yoksa kaş yapayım derken, göz çıkarılmış olur.
Libya Bakanlar Kurulu, kalpleri kazanılacaklar sınıfına zekât ödemesinin, İslâm Davet Teşkilatı'nca yapılacağını ve zekât idaresince tahsil edilen zekâtın her yıl bu kuruluşa gönderilmesini kararlaştırmıştır. Ayrıca, fî sebîlillah ve İbnu's-sebîl harcamaları da bu kuruluş aracılığıyla yapılır. [229]
Sözlük manası itibarıyla “Sebîlullah”, “Allah'ın rıza ve sevabına ulaştıran yol” demektir. Fakat çoğu kez, cihad manasına geldiğinden, sanki sadece bu manada pullanılmış gibidir. “Sebilu't-Tagût” için, mensupları, olanca güç ve malını sarfaderken, “Sebilullah” mensuplarının da boş durmayıp, hem genel plânda infak etmeleri teşvik edilmiş, hem de zekâtla bu yolda harcama yapmaları farz kılınmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de altmışın üzerinde tekrar edilen ve zıddı “Sebilu't-Tagût” olan “Sebilullah” tabiri, “fî” ve “an” olmak üzere iki cer harfiyle (edatla) biriike kullanılır: [230]
Fi cer harfiyle kullanılanların sayısı otuzbeş civarındadır. Bunların tekrarlanması, birkaç fiilden sonra olmaktadır:
a) İnfak: Bu köke bitişik olarak kullanılan sebîlillah tâbiri, mutlaka cihad manasına gelmeyip, genel ve özel olmak üzere iki manada kullanılır:
aa) Genel Manada: Bu manada “infak fî sebîlillah”, bütün iyilik, taat ve hayır yollarını içine alır[231].
ab) Özel Manada: Özel manâsıyla “infak fî sebîlillah”, Allah'ın dinine yardım ve onu zafere ulaştırmak, düşmanlarıyla savaşmak, Allah'ın davetini (dinini) yeryüzünde yükseltmek ve yüceltmek, yüce tutmak ve hakim kılmak, yani cihad etmek demektir. Bu manadaki “infak fî sebîlillah”, çoğunlukla cihad ve kıtal köklerinden sonra gelir. [232]
b) Hicret: Bu gibi âyetlere, başlıca Bakara: 2/218, Nisa: 4/89-100 âyetleri örnek olmaktadırlar.
c) Cihad: Yine Bakara: 2/218, Enfal: 8/72-74 âyetleri bunların örneğidir.
d) Kıtal ve Katl: Bunlara Bakara: 2/54-190-244-246 ve Alu İmran: 3/13-157-167-169 ile Nisa: 4/74-75 örnek olarak zikredilebilir.
e) Mahmasa, Darp ve Diğer Kökler: Bakara: 2/273, Nisa: 4/94, et-Tevbe: 9/120 âyetleri de bu çeşit kullanışa aittir.
An cer harfiyle kullanılanların sayısı otuzüç olup, iki kökten gelen kelimelerle bulunur:
1) Önlemek, engel olmak manasına gelen es-Sadd kökü. [233]
2) Sapıtmak manasındaki el-Idlâl kökü. [234]
Özel manada fi sebîlillah kavramı, gazi ve mücahid, hacılar ve umre yapanlar ile hac yolu, zekât memuru dışındaki sınıflar ve ilim tahsili yapanlar şeklinde yorumlanmıştır:
Cumhur'a göre (DM bunlar içindedir), bu tabir, Allah yolunda cihad yapanlar ile gaziler manasına gelir. Ancak, bu görüşü savunan hukukçular, kendi aralarında küçük görüş ayrılığına düşmektedirler: [235]
1) Hanefî Mezhebine (Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a) göre, zekât,, gaziler sınıfınan fakirlerine ödenir, zenginlerine ödenmez. [236]
2) Hanbelî Mezhebi, şafiî hukukçular Nevevî, Gazali ve İbn Kesîr'e göre, bu tabirden maksat, devlet bütçesinden maaş almayan gazilerdir. [237]
Şafiî ve Malikî Mezhebine göre, gazilerin hem zenginlerine, hem de fakirlerine ödenebilir: [238]
1) Malikî Mezhebîerine göre, mücahide zekât. Ödenmesi için, hür ve müslüman olması, haşimî olmaması gerekir. Casuslar da bu sınıf içinde ele alınır; casus müslüman olunca, hür olması ve haşimî olmaması; gayrimüslim olunca hür olması şarttır. [239]
Malikî hukukçu İbn Beşir'den şehir çevresindeki sur veya ulaşım aracına harcanmayacağı görüşü nakledilir; İbn Abdilhakem, İbn Abdisselam ve Lahmî'ye göre, zekât bunlara da harcanabilir. [240]
2) Şafiî hukukçular, devlet gelirleri savunma harcamalarına yetersiz kalınca, zekât gelirinin bu kaleminden harcama yapılıp yapılmayacağını tartışmışlar ve yapılamayacağı sonucuna vararak, bu harcamanın bütün müslümanların yardımıyla olacağını belirtmişlerdir. [241]
Çağdaş bir hukukçunun söyleşiyle, bu görüşe göre, bu tabirden maksat, personel ve techizatıyla birlikte askerî harcamalardır.
Muhammed Ebu Zehra ve Yusuf Kardavî de, bu görüşe katılmaktadırlar.
Libya'da 14 Şevval 1392'de yayınlanan zekât tüzüğü, fi sebilillah'ı bütün çeşitleriyle cihad ve müslümanların umumî menfaati bulunan herşeyi içerdiğini benimsemiştir. [242]
1) İbn Abbas, İbn Ömer, Ahmed b. Hanbel ve el-Hasenu'1-Bas-rî'ye göre, bu tabirden maksat, hacılar ve umre yapanlarla hac yolunda bulunanlardır[243].
2) Muhammed eş-Şeybanî'ye göre, bu tabirden, yolda kalan hacı kasteldilmektedir[244].
Bazı hukukçulara göre, fi sebîlillah tabirinden maksat, zekât memuru dışında kalan sınıflardır. [245]
Bazı hanefî hukukçulara göre, bu tabirden maksat, Hz. Peygamber'in ashab-ı suffesi gibi, kendini ilme verenlerdir. [246]
Enes b. Malik, el-Hasenu'1-Basrî, Kâsânî, İmamiye ve Zeydiye Mezhebleri, Sıddık Hasen Han, Cemaluddin Kasımı, Reşid Rıza,Mahmud Şeltut Muhammed Hamidullah, M. Haseneyn Mahluf ve Elmalılı'ya göre, Allah rızası için yapılan bütün hayır işleri, bu tabirin içine girer. [247]
Bu tabir, uygulamada, dul kadınlara ve yetimlere yapılan bağışlar, hastane ve camilere verilen hediyeler, mektep ve mektebe gidenlere yapılan bağışlar, iyilik ve hayırlar, silahlandırma, memleket topraklarının savunulması için yapılan tesisler vb. din ve devletin yaşamasını sürdüren her türlü iyilik ve hayrat işlerini ve İslâm'ın müdafasını ihtiva etmiştir.
Reşid Rıza ve Mahmud Şeltut'a göre, bahis konumuz olan Allah yolunda sınıfı için “yalnız şunlardır, şunlar değildir” şeklinde mütala yürütmek yüzde yüz isabet kaydeden bir görüş olmaktan uzaktır. Müctehid ve müfessirlerin bu sınıfa verdikleri hususî ve kayıtlı manalar da bu hükme girmekle beraber, bu sınıf yalnız bunlardan ibaret değildir. Allah yolunda sınıfının tayini hususunda Yüce Allah'ın beyanından ileri gitmeyerek, onu geniş manası ile ele almak, daha isabetli olacaktır. Allah yolunda sınıfına, Allah yolunda olan her şey girmelidir. Yalnız, zamanın şartlarını gözönünde tutarak, Allah yolunda yapılacak hizmetlerin derecelerine göre, bir değerlendirme yapmak daha uygundur. İslâm dininin yücelmesi için yapılacak bütün savaşlar, İslâm inancının zayıf olduğu devirlerde diğerlerine göre öncelik taşır. Gaziler, mücahitler, hacılar ve hac yolu, ilim tahsil edenler, ilmî araştırma yapanlar, ilmî araştırma müesseseleri hep bu sınıfa girer; fakat bu sınıf yalnızca bunlardan ibaret değildir. Harpler, cereyan ettikleri devirlere göre, değişme istidadı gösterirler. Bunun yanında, yapılan savaşlar, Allah rızasından başka hedeflere de yönelebilir veya uzun zaman meydan savaşları yapılmayabilir. İşte, fî sebîlillah tabiri, geniş manasıyla uygulamaya konmalı, msl., çağın fikir savaşından İslâm galip çıkarılmaya çalışılmalıdır, onun hukukî, iktisadî, içtimaî, ahlakî vb. bütün cemiyeti kucaklayan ilkelerini gün-yüzüne çıkarmak gerekir; bütün dillerde İslâm'ı tanıtıcı yayın yapmak da bu tür faaliyetlerdendir. [248]
Mahmud Şeltut, cami yapımına zekât ödenmesi için, gerçekten yapıma ihtiyaç bulunması gerektiğini belirtir; bu olmazsa, başka yere ödemek evladır. [249]
Mahmud Ahmed'in değerlendirmesine göre, fî sebîlillah, “paraya ihtiyaç duyulan kutsî sebepler” dir. Bu, anî ihtiyaçlarda yedek akçe manasına gelmeli ve normal zamanlarda İslâm'ın tebliği kabul edilmelidir. [250]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, konuyu şöyle açıklar:
“Yukarıdan beri sayılan sınıflara yapılan ödemeler, Allah yolunda olacağından, fî sebîlillah tabirini de Allah yolunda yapılan bütün işler olarak anlarsak durum “fisebîlillah fî sebîlillah” olacaktır. Bu tabir, Allah için özel bir ibadette bulunanların vasfını anlatır. Sadaka kavramının üç unsurundan biri olan fakirlik ve ihtiyaç unsuruyla da bunların fakirleri, ödeme yeri olur. Fî sebîlillah tabirinden anlaşılan aslî ve kesin mana, i'lây-ı kelimetullah yolundaki mücahidlerdir, diğer hayır işleri ancak bir ihtimali manadır. Bununla birlikte, bu tabirden, önce cihad, sonra hac, üçüncü olarak da Allah için ilim tahsili de anlaşılabilir.” [251]
Yusuf Kardavî ise, fî sebîlillah tabirinin diğer konularda, geniş bir mana ifade edeceğini ve fakat zekâtın ödeme yeri olarak, böyle bir manayı ifade etmeyip, Cumhur'un görüşünün günümüzdeki tefsirinin bütün şekil ve metodlarıyla cihad olduğu, msl., işgal altındaki müslüman toprakların hürriyete kavuşması, İslâm'ın yeniden bütün yönleriyle ve kurumlarıyla tanıtılması olduğu kanaatini taşır. [252]
Zeydiye Mezhebine göre, -fakire diğer gelirlerden harcandığı gibi sekiz sınıfın artan gelirlerine benzer şekilde- bu sınıfın payından artan gelir kamu yararı için harcanır; ancak bu durumda muhtaç fakirlerin bulunmaması gerekir. Kimi zeydî hukukçular, bu hareket tarzının mecburi değil, müstehap olduğu görüşündedir. [253]
Libya Bakanlar Kurulu, fî sebîlillah payının, kalpleri kazanılacak ve İbnu's-sebîl paylarıyla birlikte, toplam gelirin % 30'u olacağını ve harcamanın İslâm Davet Teşkilatı'nca yapılacağını, onun için zekât idaresinin her yıl bu payı ilgili kuruluşa göndereceğini, fî sebîlillah'ın da “bütün çeşitleriyle cihad ve müslümanlara umumî yarar sağlayan herşey” manasına geleceğini kararlaştırmıştır. [254]
Gerek özel, gerekse genel anlamda fî sebîlillah kavramıyla ilgili bu açıklamalar ışığında, imkân ve önceliklere göre, hayatî öneme sahip bu hizmetlerin tamamının veya bazılarının zekât geliriyle karşılanması konusunda, şu faaliyet ve projeler gerçekleştirilebilir: [255]
a) İslâm dünyasını savunma hazırlığı: Bu çerçevede olmak üzere, dünyanın çeşitli bölgelerindeki müslüman ülke ve toplulukların gayri müslim yönetimlerden kurtarılması düşünülebilir.
b) İslâm dinini tanıtıcı ve yayıcı faaliyetler: Bu maksatla, davetçi ve tebliğci yetiştirilir, bunların yetiştiği eğitim, öğretim ve diğer faaliyetleri yürüten İslâmî merkezler kurulur.
c) İletişim (medya) faaliyetleri; Gazete, dergi, kitap basım-yayımı ve televizyon-sinema-video faaliyetleri bu çerçevede ele alınabilir. Çeşitli kitaplar yabancı dillere, bazı yabancı dillerdeki yayımlar da müslüman ülkelerin dillerine çevirilebilir.
d) İslâm'ın yüceliğini, prensiplerini ve medeniyetini tanıtıcı faaliyetler: İslâm karşıtı ideoloji ve fikirlerle mücadele ve İslâmî prensiplerin yaşatılmasını sağlayıcı faaliyetler bu çerçevede ele alınır.
e) Müslümanların açlık, kuraklık, sel, bulaşıcı hastalıklar, savaş yıkıntıları ve geri kalmışlıktan kurtarılması.
f) Sağlık hizmetleri: Hastane, ilaç fabrikaları, eczane vb. kuruluşlar ile koruyucu sağlık hizmetleri ve sağlık bilincinin yerleştirilmesi faaliyetleri bu çerçevede düşünülebilir.
g) Kimsesiz çocuk ve yaşlıların barındığı konut ve kuruluşların yapılması ve işletilmesi.
h) Mesken hizmetleri: Evsizlere mesken temini ve çeşitli etkenlerle ortaya çıkan göç hareketleri için beslenme ve sağlık faaliyetleri bu çerçevede düşünülebilir.
i) Meslek ve sanat eğitim ve öğretimi yapan merkezler kurulması.
Bunlardan son dördü, fakir ve miskin kalemleri, diğer bazıları ise İbnu's-sebîl, el-mu'ellefetu kulübünüm ve rikab kalemleriyle de ilgilidir. Böylece, zekâtın harcanmasıyla ilgili kalemler için gidilecek örgütlenmede, fakir ve miskinler dışında, dar gelirli, güçsüz ve korunmaya muhtaç kişiler daima ön plânda yer almış olur. Bütün bir millî toplumun müşterek ihtiyaçları da karşılanır. Bunun için, milletlerarası örgütlenmeye ve işbirliğine de gitmek zarureti vardır. Muhtelif İslâm ülkelerindeki zekât kuruluşları, bu işbirliğini gerçekleştirmek ve katılma şartlarım hazırlamak için çalışmalıdırlar.
En kısa ve kesin söyleşiyle, Tevbe: 9/60 âyetindeki sınıfları belirten tabirler, zekâtın özünü, kuruluş ve işleyişini, hedef ve gayelerini içine alır: el-Amilune Aleyha tabiri, zekâtın bir kurum olarak ortaya çıkmasını ve faaliyet göstermesini; el-Muellefetu kulûbuhum tabiri, İslâm'ın ve zekât kurumunun her devre göre değişen metodlar kullanarak propaganda vb. ile ayakta durmasını ve korunmasını sağlamak; el-Fukara ve'1-Mesâkîn, el-Garimîn, er-Rikab İbnu's-Sebil ile fi sebîlillah tabirleri, zekâtın hedef ve gayelerini açıklar. Böylece zekât, tam manasıyla, cemiyet içinde yaşayan zengin ve varlıklı kimselerle, muhtaç ve yoksullar arasındaki gelir dağılımının korkunç farkını kapatmak veya en aza indirmek için sosyal adaleti sağlayan önemli bir din, hukuk, ahlk, maliye ve iktisat kurumu niteliği kazanmaktadır.
Bu sınıfa yapılacak ödemenin miktarı, her bölge ve çağın şartlarına göre değişir.
Zekât öderken, kendisine ödeme yapılan kimselerin, buna ehil olup olmadıklarını araştırmak gerekir. Zira, zekâtın gayelerinden biri de, muhtaçları bu durumlarından kurtarmaktır. O halde, muhtaç olmayan, hele sayılan sınıflardan birine girmeyen kimseye zekâtı ödemek, onun sahih olmasına da tesir eder. Böyle bir şüpheden kurtulmak için, ehil olanı bilmek ve bulmak gereklidir.
Kendisine zekât ödenecek kimsenin, zekâtın ödendiği anda, buna ehil olmalıdır. Bu özelliğin daha sonra ortadan kalkması, zekâtın sahih olmasını önlemez. Zaten, zekâtın amaçlarından biri de, kişiyi ve toplumu muhtaç halden kurtarmaktır.
Şafiî Mezhebine ve Ebu Yusuf’a göre, ehil olmayana zekât ödeme, borcu düşürmez. Bu sebeple, hatası ortaya çıktığında, mükellefin yeniden ödeme yapması şarttır.
Ebu Hanife, Muhammed eş-Şeybânî ve Ebu Ubeyd'e göre, -hatası anlaşılsa da- zekât ödendiğinde, artık geçerlilik kazanır, yeniden ödeme yapmak gerekmez.
Hanbelî Mezhebine göre, fakir zannederek zengine ödeme yapılır ve bu daha sonra anlaşılırsa, caiz olacağı ve olmayacağı görüşlerinin ikisi de nakledilir; ödeme yapılan kimsenin, köle, kâfir, haşimî veya zekât ödenmeyen akraba olduğu anlaşılırsa, ödeme sahihtir. Hak sahibi zannederek ödeme yapılan kimsenin, böyle biri olmadığı anlaşılırsa, ödeme sahih olmaz, mükellef zekâtını geri alır. [257]
Maliki Mezhebine göre, ödemeyi mükellefin bizzat kendisiveya devletin yapmasına bakarak hüküm değişir:
a) Mükellefçe Yapılan Ödeme: Mükellefçe araştırmak suretiyle ehil zannederek, ehil olmayana ödeme yapıldığında, ödenen mal tüketilmediyse veya tüketilse de bedel olarak geri alabilmek mümkünse, geri alınır. Ödenen mal, semavî (elde olmayan ve önlenemeyen) bir sebeple tüketilirse, alanın mükellefi aldatıp aldatmadığı esas alınır; aldattıysa, alanın zekâtı geri vermesi şarttır, aldatmadıysa geri vermek veya bedelini ödemek gerekmez, bu durumda mükellefin yeniden ödeme yapması gerekir.
b) Devletçe Ödeme Yapılması: Ödemeyi hak sahiplerine bizzat devlet yapıyorsa, araştırma sonucu ehil olmayana ödeme yapıldığında, mükellefin ödemesinde olduğu gibi, tüketilmeyen malın kendisi, tüketilenin bedeli geri alınır; ancak bazı maliki hukukçular, devlet içtihadının teftiş edilemeyip, kesin olacağını, bu sebeple ödenen zekâtın geri alınamayacağını savunur.
Hanefî Mezhebi, konuya ödemenin hata ve cevazına göre sahih olması açısından bakar:
1) Hatası Anlaşılana Kadar Caiz Ödeme: Ödeme anında ehil olduğu tahmin edilen kimsenin, daha sonra kesinlikle ehil olmadığı anlaşılırsa, zekât sahih olmaz, verilen geri alınmaz, nafile sadaka olur, yeniden ödeme yapılır.
2) Caiz Olduğu Anlaşılana Kadar Fasid Ödeme: Ödeme sırasında, halinden şüphelendiği halde, araştırma yapmadan zekât ödendiğinde, sonradan kesinlikle ehil olduğu anlaşılana kadar rideme fasiddir.
3) Ehil Olup Olmamasına Göre Caiz veya Fasid Ödeme:
a) Ehil olduğundan şüphelenip, araştırma yaptıktan ve ödemeden sonra, bunun isabetli olduğu anlaşılırsa veya araştırma yapmayıp, kendisine ehil olup olmadığı sorulduğunda, buna göre ödeme yapılırsa, yapılan ödeme caizdir.
b) Fakirlerin içinde ve kılığında gördüğünde, sonradan ehil olduğu anlaşılırsa veya hiç anlaşılmazsa, ödeme caizdir; ehil olmadığı anlaşılırsa, Ebu Hanife ve Muhammed eş-Şeybânî'ye göre ödeme caizdir, yeniden ödeme yapılmaz; Ebu Yusuf, Tahâvî ve eş-Şafiî'ye göre, bu ödeme caiz olmayıp, yeniden zekât ödenir. Hatalı ödeme halinde, ödenen zekât harbîden (düşman gayrimüslim ülke vatandaşından) geri alınmaz; haşimî olandan geri alınıp alınmayacağı konusunda her iki görüş de vardır; zenginin çocuğundan ise geri alınır. Geri alınmayan zekâtın, gönül hoşluğuyla tüketilmesi ihtilaflıdır; bu şekilde tüketilmeyince, tasadduk edilmesi veya ödeyene iadesi uygundur görüşünü savunan hukukçular da bulunmaktadır. [258]
Zeydiye Mezhebine göre, -haramlığını bilsin bilmesin, ehil olduğunu zannetsin veya zannetmesin- icma ile veya kendi mezhebinde ehil olmayan kimseye yapılan ödeme sahih olmaz, yeniden zekât ödenir. İcma ile zekât ödenmeyecek olanlar kâfir, usul ve furu, icma edilen derecedeki zengindir. Ehil olup olmadığı genel plânda bütün hukukçular arasında ihtilaflı, özel plânda mezhebince kendisine ödeme yapılması caiz değilse ve ehil olmadığını da bilirse, yeniden ödeme yapmak gerekir. Fakat bu kimseye ödeme yapmanın haram olduğunu veya mezhebinin görüşünü bilmediği ya da ehil olduğunu zannettiği takdirde, yeniden zekât ödenmez.
Yusuf Kardavî, bütün bu görüşleri açıkladıktan sonra, tercih ettiği uygulama şeklini şöylece açıklar:
“Mükellef, ehil olup olmadığmı araştırır, buna rağmen hata yaparsa, mazeretli sayılır, yeniden ödeme yapmaz. Fakat araştırma yapmaz, ödeme yaptığı kimsenin durumuna aldırış etmez ve daha sonra hatası ortaya çıkarsa, yeniden zekât ödenmesi gerekir. Her iki durumda da ödeme, yapılan ve kesin olarak ehil olmayan kimsenin, zekâtı aynen veya bedelen geri vermesi gerekir. Çünkü onun tükettiği bir hak veya emek karşılığı değildir. Ödemeyi devlet yapınca, zekât geri alınır, bu durumda, devlet başkanının tazminat ödemesi gerekmez.”
İslâmî talimatın güzelce sunulmamasmdan ve bu talimatın kötü tatbik edilmesinden dolayı, birçok insan zekâta hak sahibi olanları, fakir ve miskinleri tembeller, dilenciliği meslek edinenler, fakr u zaruret gösterenler, kalabalık yerlerde, cami kapılarında ve diğer yerlerde gelene geçene el avuç açanlar olduklarını zannetmişlerdir. Herhalde miskinin bu tipi, eski zamanlardan beri, hatta Peygamberimiz zamanında bile bazılarının zihinlerinde böylece modelleşmiş olmalı ki, Hz. Peygamber haklı olarak, cemiyetin yardımına hak kazanmış olan ve birçoklarının tanımadıkları hakikî ihtiyaç sahiplerine karşı insanları uyarmış ve
“Bir-iki hurma, bir-iki lokmanın savdığı miskin değildir. Asıl miskin, iffet sahibi ve alicenap olan kimsedir. Siz isterseniz
“Onlar insanlardan yüzsüzlük edip de bir şey istemezler” [259] âyetini okuyunuz. Miskin kendisini kurtaracak bir zengin bulamayan, bilinmediği için sadaka verilmeyen ve kalkıp da dilenmeyen kimsedir” buyurmuş ve dikkatleri böyleleri üzerine çekmiştir. Bu tip insanlar, zamanın musibetine duçar olan, acizliğin kendilerini altettiği, malı az olup da ailesi çok olan veya işlerinin geliri makul ihtiyaçlarını karşılamayan nice iffetli ev ve aile sahipleridir. İşte bunlar ve benzerleri, yardım yapılmaya en lâyık olan insanlardır.
1) Nisap miktarında [260] olmayan zekâtı, zekâtın ödeneceği sınıflardan yalnızca bir kişiye ödemek efdaldir. Tek kişiye nisap miktarı veya daha fazla zekât ödemek, Hanefî Mezhebine göre kerahatle sahihtir, ancak ödenen kişi borçlu olursa [261] zekât nisaptan fazla bile olsa- borcunu ödeyeceği kadar zekât ödenir. Kalabalık aile sahibi olunca da durum böyledir, fakat bu durumda ödenen zekât aile fertlerine bölündüğünde, her birine nisap miktarından fazla pay düşmemelidir. [262]
2) Zekâtı, öncelikle akrabaya ödemek efdaldir. Akraba arasında gözetilecek efdaliyet ve öncelik sırası, mükellefin,
a) Erkek ve kızkardeşleri,
b) Bunların çocukları ve amcalar,
c) Halalar,
d) Amca ve hala çocukları,
e) Dayı ve teyzeler,
f) Dayı ve teyze çocukları,
g) Zevi'l-erham denen diğer akraba şeklindedir. [263]
Nehaî ve el-Hasenu'1-Basrî de bu görüştedir. Ebu Ubeyd ise, bu görüşün, ancak mükellefin zekâtı doğrudan fakirlere ödemesi halinde geçerli olacağını, devletin ödemesi halinde geçerli olamayacağını belirtir. [264] Ancak, zekât devletçe de ödense, mükellefin ödeyeceği zekâtın belli bir yüzdesi, bu gibi akrabaya ödenmek üzere kendisine bırakılarak bu konuya bir çözüm şekli bulunabilir. [265]
Akrabadan sonra efdaliyet sırası, fakir komşu ve meslektaşlarındır. Bunlardan itibaren, halka halka uzağa doğru gelişme gösterir.
3) Zekâtı, öncelikle zekât mevzuu malların bulunduğu yerdeki hak sahiplerine ödemek gerekir. [266]
4) Aldığı parayı günah ve israf yolunda harcayarak, kötüye kullanacak kimselere ödememek gerekir. [267]
5) Fakirlerin işine yarayacak şekilde zekâtı mal veya para olarak ödemek efdaldir. [268]
6) Borçluları, borçsuzlara tercih etmek gerekir. [269]
Devlet tarafından zekâtın harcanmasıyla ilgili olarak şu prensipler benimsenebilir: [270]
a) Zekât, yalnızca Tevbe, 9/60 âyetindeki kalemlere harcanır ödenir.
b) Bu âyette yer alan tabirlerin kapsamı, yetkili bilginler veya özellikle şûra ehli tarafından belirlenir.
c) Zekât geliri çok ve bütün kalemlere yeterli olunca, haklı bir sebep bulunmadan hiçbir kalem zekâttan yoksun bırakılmaz.
d) Zekât gelirinin her yıl ve her durumda bütün kalemlere yapılması zorunlu değildir, öncelik fakir ve miskinlerindir.
e) Zekât gelirinin dağıtım şekli, her yıl şartlara göre değişiklik gösterir.
f) Zekât gelirinin belli bir döneme göre, plânlı bir şekilde harcanması gerekir.
1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 35/2), zekât gelirinin üretime tahsisini benimsemiştir.
1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı, zekât gelirinin fakirlere, miskinlere ve orduyu güçlendirmek, zahire ve silah fabrikaları kurmak üzere silahlı kuvvetlere harcanmasını öngörmüştür. Halbuki zekâtla ilgili kanunî bir düzenleme, Tevbe, 9/60 âyetinde sayılan kalemlerden hiçbirini dışarıda bırakmaz. Yorum ve uygulama ise, şûra ehlinin kararlarına göre zekât kuruluşunca yapılır. [271]
Önceki çağlarda kendilerinden alınan vergiler, mükellefin bulunduğu bölgede harcanmaz, kral ve imparatorların şahsî ihtiyaçları için merkeze gönderilirdi. Bunlar da kendi saltanatları uğrunda harcadıktan sonra, bir kısmını çevresindekilere ve başkente, bazan da yakın kentlere harcarlardı. İslâm bu şekildeki bir uygulamaya da son vermiştir. Hz. Peygamber ve halifeleri, çevreye gönderdikleri zekât memurlarına, “zenginlerinden alıp fakirlerine harcamak” [272] üzere emir verirlerdi. Bu uygulamalar içinde, artan gelirin diğer muhtaç bölgelere gönderilmesi de bulunmaktadır. Adil devlet başkanları, bu tür uygulamaları devam ettirdiler ve hukukçular da konu üzerinde önemle durdular:
Hayvan ve zirai ürünler ittifakla tahsil edildiği veya bulunduğu, fitre ise mükellefin bulunduğu bölgedeki [274] hak sahiplerine ödenir.
Nakit vb.nin zekâtı, malın mı, yoksa mükellefin mi bulunduğu bölgedekilere ödeneceği konusunda hukukçular ihtilaflıdır; ancak çoğunluğa göre, mükellef değil, mal esas alınır ve buna göre ödeme ve harcama yapılır.
1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 38), zekât gelirinin tahsil edildiği yerde harcanmasını öngörmüştür. [275]
Fakir ve miskin sınıflarına yapılacak harcamalarda böyle bir kuralın benimsenmesi isabetlidir. Kamu yararının bulunduğu kalemler için ise, merkezî düzenlemeye ihtiyaç vardır. Bu yüzden, zekât tahsil birimleri için, belli oranın mahallinde harcanması, bir kısmının ise merkez teşkilatına gönderilmesiyle ilgili düzenleme yapmak gerekir.
Zekât, kaide olarak malın bulunduğu bölgedeki hak sahiplerine ödenir. Bu kaidenin tamamlayıcısı ve ortaya çıkardığı ikinci kaideye göre, malın bulunduğuu bölgedeki hak sahipleri tamamen veya kısmen bulunmaz veya muhtaç olmazlarsa, artan gelir, devlet başkanı- veya en yakın muhtaç bölgeye gönderilir. Bu hüküm, icma ile sabittir. Şöyleki: Zekâtın, tahsil edildiği şehirdeki hak sahiplerine dağıtılması, ittifak edilen bir kaide olduğu gibi, hak sahibi sınıfların yokluğu yahut azlığı ve zekât malının çokluğu sebebiyle o şehir halkı zekâta muhtaç değilse, başkalarına veya ihtiyaca göre tasarruf etmesi için devlet başkanına veya en yakın muhtaç yere göndermek, üzerinde ittifak edilen konulardandır.
Nitekim, bu konuda Ebu Ubeyd şu bilgiyi verir:
“Bugün ulema, şunda birleşirler: Bir yer halkı, içlerinde ihtiyaç sahibi bulundukça -hatta zekât bütünüyle onlarda tüketilse, daha da önemlisi zekât memuru eli boş dönse bile- kendi zekâtlarında herkesten önce hak sahibidir. Bu şekildeki sünnet uygulaması, komşuluk hürmeti ve evlerinin zenginlerin evlerine daha yakın olması sebebiyle teşekkül etmiştir.” [276]
Bölge halkının ihtiyacına rağmen zekâtın başka yere gönderilmesi konusunda, gönderilebilir ve gönderilmesi mekruhtur şeklinde iki görüş ortaya çıkmıştır.
Zekâtın şartlı olarak başka yere gönderilmesi konusuna, devletin göndermesi ve ehil bulunması ile göndermemenin efdal olması görüşleri ileri sürülmüştür:
Şafiî Mezhebine göre, zekâtın, mükellefçe malın bulunduğu yerden başka bölgeye gönderilmesi caiz değildir, bu yerde ödenmesi ve harcanması vaciptir. Bu yer de, takvim yılının tamamlandığı sırada malın bulunduğu yerdir. Fakat hak sahibi bulunmayınca, zekât başka yere gönderilebilir; hak sahibi bulunmasına rağmen, zekât başka yere gönderilirse, ödeme bazı hukukçulara göre geçerli olur, ancak bu günahtır; bazı hukukçulara göre ise ödeme geçersizdir. Devlet tahsil ettiği zekâtı, dilediği yerde harcamakta serbesttir. Nitekim Ömer b. Abdilaziz, adaleti göstermek üzere bir bölgeden gönderilen zekâtı başka bir yere iade etmiştir ki, bu asla icmaa aykırı değildir. Bunun dışında, uzak veya yakın başka yere gönderilmez. [277]
Maliki Mezhebine göre, zekât, mala nerede farz olduysa, ödeme orada yapılır. Yolcu olabilmek için gerekli uzaklığa (81 km.ye) kadar gönderilebilir. Bundan öteye gönderilmesi ise, caizdeğildir. Zekâtın başka bir yere nakli, sadece nakledilecek yerdekilerin zekât mevzuu malların bulunduğu yerdekilerden daha muhtaç olması halinde ve sadece fazla olarak elde kalan zekât malıyla olur. Hatta gönderilen yerdekiler, daha muhtaçsa, bu durumda gelirin tamamını oraya göndermek menduptur. Tamamını göndermek veya malın bulunduğu bölgede dağıtmak, ödeme için geçerlidir. Zekâtın, malın bulunduğu yerdeki hak sahiplerine ödenmeyip, onlar kadar muhtaç olmayan bölgeye gönderilmesi, iki hüküm alır:
a) Her iki bölge fakirleri, ihtiyaç yönünden eşitse, göndermek caiz değildir; ancak, gönderilirse ödeme geçerlidir.
b) Gönderilen bölge fakirleri, malın bulunduğu bölgedeki fakirlerden daha iyi durumdaysa, ödemesinin geçerli olup olmaması konusunda her iki görüş de bulunmaktadır; İbn Rüşd, geçerli olacağını benimser, zira zekât hak sahibi olanlara harcanmıştır. [278]
Haricîlerin bir grubu olan İbazîlere göre, tahsil edilen zekâtın üçte biri veya yansının, bu bölgeye, kalanın da müslüman devletin yükselmesi için harcanması konusunda her iki görüş de bulunmaktadır. Bütününe ihtiyaç duyulunca, hepsi tahsil olunur, onların haline uygunu verilir. Muhtaç olmayan bölgelerin zekâtı, başka yere gönderilir. Bu durumda da en yakın bölgeyi seçmek gerekir. [279]
İbn Teymiye, zekâtın yolcu olabilmek için gerekli uzaklığa gönderilmesinin, şer'i bir delile dayanmadığını belirterek, şer'i bir yarar dolayısıyla zekât vb.nin başka yere gönderilebileceğini benimser. [280]
Hanbelî Mezhebine göre de, zekât, 81 km.den az uzaklıktaki yerlere gönderilebilir, fakat efdal olan zekât mevzuu malların bulunduğu yerdeki fakirlere dağıtmaktır. Zekâtı bu uzaklıktan öteye göndermek, haramdır; bununla birlikte zekât borcu ödenmiş olur. [281]
1) Hanefi Mezhebine göre, zekâtı, aslında -mükellef ayrı, mal ayrı yerde olsa bile- zekât mevzuu malların bulunduğu yerdeki fakirlere ve hak sahiplerine ödemek gerekir. Yıl sonunda, zekâtı, başka yerlerdeki fakirlere göndermek mekruhtur. Bununla birlikte, zekâtın gönderildiği kimseler, akrabadan olunca, malın bulunduğu yerdekilerden daha muhtaç durumdaysa, gönderilmesi müslümanlara yarar sağlıyorsa, dar-ı harpten dar-ı İslama gönde-rince, bilgin veya talebeye gönderilince, daha takva sahibi, daha salih ve müslümanlara faydalı birine gönderince, ayrıca zekâtı erken ödeyince mekruh olmaz. [282]
2) Nehaî ve el-Hasenu'1-Basrî'ye göre de, mükellef bizzat ödeme yaptığında, zekât akrabaya gönderilebilir. Ebu Ubeyd, bunun mükellefçe ödeme halinde ve yalnızca akrabası ile köleleri hakkında caiz olup, devletin tahsil edip Ödemesi halinde caiz olmadığını özellikle belirtir. [283]
3) Zeydiye Mezhebine göre, kendi bölgesinde fakir varken -ister mükellef, ister devletçe- başka bölgeye zekât göndermek mekruhtur. Ancak, -akraba ve muhtaç olma gibi- daha üstün bir gaye için gönderilmesi mekruh olmaz, hatta efdal olur. [284]
Ahmed b. Hanbel'e göre, zekât, farz olduğu yerde ödenir, başka yere gönderilemez. [285]
Bu görüşleri belirttikten sonra Yusuf Kardavî, şu görüşü benimser:
“İlke olarak zekât, kendi iç problemlerini ve sıkıntılarını ortadan kaldırmak için, malın tahsil edildiği yerde harcanmalıdır. Çünkü bu bölgedeki hak sahipleri, diğer bölgelerdeki hak sahiplerinden, buna daha lâyıktır. Ancak, -Malik'in belirttiği gibi-muhtaç başka bir bölgeye de, şûra ve ictihad ehlinin görüşü alınarak zekât gönderilebilir. Hatta müfessir Kurtubî, Tefsir'inde
“Bazı bilginlerin fakir ve miskinlerin payı malın bulunduğu yerde harcanır, diğerleri ise devlet başkanının içtihadıyla başka yerlere gönderilir” görüşünde olduklarını nakleder. [286] Bu konuda şu yol izlenir:
“İhtiyaçlar her bölgeye göre değişiktir. Aciliyet ve ihtiyacınşiddetine göre hareket edilerek bu gibi yerlere öncelik verilir. Ayrıca, gelirin bütünü değil, bir kısmı gönderilmelidir, ihtiyaç sahipleri gözetilir ve ihtiyaçlar tümüyle giderilirse bütünü de gönderilebilir.” Mükellef de -Hanefî Mezhebinin görüşünde olduğu gibi- dinî bir yarar görünce, zekâtını başka bir yere gönderebilir. Eğer zekât memuru bilmeden zekâtı, halkının muhtaç olduğu şehirden başka bir şehre naklederse, hükümet bunu, onlara geri gönderir. Nitekim Ömer b, Abdilaziz böyle yapmış ve Saî'd b. el-Museyyeb de böyle fetva vermiştir.” [287]
Muhammed Ebu Zehra da, zekâtı, ilke olarak, zekât mevzuu malların bulunduğu yerde dağıtmak gerektiğini, bu yerin ihtiyaç fazlası olmadığı sürece diğer yerlere zekât gönderilmemesini, zekâtın ödeneceği bütün sınıflardan artan zekât gelirinin fi sebilillah [288] kavramının muhteva ve yorumuna göre harcanacağını belirtir. [289]
Libya Bakanlar Kurulu, fakir ve miskinlere ait payın, belirli zekât idare birimindekilere harcanıp, başka birine gönderilemeye-ceğini, ancak fakir ve miskinin bulunmayışı veya komşu birimde daha muhtaç fakir ve miskinlerin bulunması halinde gönderilebileceğini, gönderme işleminin Zekât İşleri Genel Müdürü'nün teklifi ve Maliye Bakanı'nın onayıyla mümkün olabileceğini kararlaştırmıştır. Yine, Libya Bakanlar Kurulu, her zekât idare biriminin kendi bünyesindeki zekât memurlarına ödenmek üzere, gelirin % 10'unu kendisinde tevkif edileceğini ve ödemenin Maliye Bakanlığı'nca yapılmasına karar vermiştir. [290]
Şafiî Mezhebi ile İkrime, Ömer b. Abdilaziz, Zuhrî ve Davud ez-Zahirî'ye göre, ödenecek zekât miktarı, mevcut sınıfların bütününe eşit oranda dağıtılır. Sekiz sınıftan mevcut olmayan birine düşen pay, adil bir biçimde diğer sınıflar arasında bölüştürülür. Maliki hukukçu Esbağ bunu müstehap görür. Bu görüşü savunanlardan Zuhrî'ye göre, sayıca ve ihtiyaç açısından daha kötü durumda olanlar, diğerlerine tercih edilmelidir. [291]
1983-4 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı (m. 27-28), zekât gelirinin, sekiz sınfa eşit oranda harcanmasını, artan kısmın diğer kalemlere aktarılmasını öngörmüştür. [292]
Şafiî Mezhebine atfen, şu görüş de nakledilir:
“Dağıtımı devlet yapıyorsa, bütün sınıflara; mükellef kendi yapıyorsa bulunduğu yerdeki her sınıftan üç kişiye dağıtmak gerekir.” Bu görüş, Ahmed b. Hanbel ile hanbelî hukukçu Ebu Bekr'den de nakledilir, ancak onlar zekât memuru için bir kişiye ödeme yapılır görüşünü benimsemektedirler. [293]
Şafiî hukukçu Maverdî, sınıflar arasındaki dağıtım uygulamasıyla ilgili açıklamayı şu şekilde yapmaktadır[294]:
1) Zekât geliri, sınıflar arasında dağıtıldıktan, her sınıf kendi payına düşeni altıktan sonra, zekâtın ödenme yeri olmaktan çıkar; artık herhangi bir hak iddia etmesi ve zekât alması haramdır.
2) Sınıflar paylarını tam olarak almamışlarsa, zekâtın ödenme yeri olmakta devam ederler; denge gelecek dönemdeki zekâttan sağlanır.
3) Bazı sınıfların payları yetersiz, bazılarınınki de ihtiyaçtan fazlaysa, payı fazla olanların fazlalığı, öteki sınıfın eksikliğini gidermek için dağıtılır. Birinciler zekâtın ödenme yeri olmakta devam ederken, ikinciler bu vasfı kaybeder.
4) Bütün sınıfların payları ihtiyaçlarından fazla geliyorsa, bu fazlalık, en yakın şehirdeki sınıflara gönderilir.
Libya Bakanlar Kurulu, daha değişik bir görüşle, toplam geliri, çeşitli paylara bölmüş ve bunun, fakir ve miskinler için % 50, zekât memurları için % 10, kalpleri kazanılacaklar, fi sebîlillah ve İbnu's-sebîl için % 30, son olarak borçlular için % 10 olduğunu kararlaştırmıştır. [295]
1) Nehaî ve Atâ'ya göre, zekât, mükellef tarafından ödeniyorsa, zekât mevzuu malların durumuna bakılır:
a) Malın mevcut sınıflara dağıtımıyla, bunlara normal seviyede bir fayda sağlayacak derecede çok olursa, zekâtın bütün sınıflara dağıtılması gerekir.
b) Sınıfların hepsine bölündüğü takdirde, onlara bir fayda sağlamayacak kadar az ise, bu takdirde zekâtı duruma göre bir veya birkaç sınıfa ödemek caizdir. [296]
2) Ebu Sevr'e göre, zekâtı, devlet dağıtıyorsa, mutlaka bütün sınıflara da dağıtması gerekir, mükellef tarafından zekât tek bir sınıfa da ödenebilir. [297]
Hanefî, Maliki ve Hanbelî Mezheblerine, Hz. Ömer, İbn Abbas, Huzeyfe, İbn Ömer, Ebu'l-Aliye, Sa'id b. Cubeyr, Meymun b. Mihran, Dahhak, birer nakilde Ahmed b. Hanbel ve Atâ, Hz. Ali, el-Hasenu'l-Basrî, Şa'bî ve Sevrî'ye göre, mükellef zekâtını bütün sınıflara veya bu sınıfların yalnızca bir kısmına, bir sınıfın içinde dilediği kimselere, hatta tümüne ödemekte serbesttir. Hangi sınıfa öderse ödesin, mükellef borçtan kurtulmuş olur. [298]
Malik'e göre, hangi devirde olursa olsun, mükellef veya devlet tarafından zekât ödenirken, mevcut sınıflar hakkında araştırma yaparak, bunlar arasında en çok önem taşıyan sınıfı ve bir sınıf içinde en çok yardıma muhtaç olanı tespit ve tercih etmek gerekir. Hanefî hukukçu Tahâvî, Ebu Ubeyd ve Sıddık Hasen Han da, bu görüşü benimsemektedirler. [299]
Reşid Rıza ve Yunus Vehbi Yavuz'a göre, dördüncü ve son görüş, toplumun yararına uygun düştüğünden, tercih edilmelidir. [300]
Yusuf Kardavî'ye göre ise, görüşler içinde, en iyileri Nehaî, Ebu Sevr ve Malik'in görüşleridir; ancak, çeşitli hal ve şartlara göre, görüşlerin hepsinin uygulanma şans ve imkânı vardır: [301]
1) Malın çok olması ve bütün sınıfların bulunup, ihtiyaçlarının eşit veya birbirine yakın olması halinde, dağıtım bütün sınıflara uygulanır. İstihkak sebebi ve ihtiyacın varlığı devam ettiği sürece, hiçbir sınıf zekâttan mahrum edilemez. Böylece, eş-Şafiî'nin görüşü uygulanmış olur.
2) Sekiz sınıftan fiilen bulunanlara zekât dağıtılırken, ödeme miktarını eşit bir şekilde uygulamak şart değildir. Dağıtım ve miktar, sayı ve ihtiyaca göre değişebilir. Bu durumda, İmam Malik ve Zuhrî'nin görüşleri uygulanmış olur.
3) Zekât gelirinin tümü, tahsisi gerektiren sebep bulununca bazı sınıflara dağıtılabilir.
4) Dağıtımda göz önünde tutulacak ilk sınıf, fakir ve miskinler sınıfıdır. Fakat geçici zaruri dönemde fakir ve miskinler sınıfına, diğerleri tercih edilebilir.
5) Zekât memurlarına ödenecek miktar için, eş-Şafiî'nin görüşü uygulanarak, toplam ödeme, gelirin sekizde birini geçmez.
6) Nehaî ve Ebu Sevr'in, hatta Ebu Hanife'nin görüşüne göre, zekât malı ve geliri az olduğunda, ödeme ve dağıtım, bir tek kişiye bile yapılabilir. Bununla birlikte, diğer sınıfların ihtiyacı da önemliyse, onlara da ödeme yapılır.
1) Bir fakire, bir defada nisap miktarı [302] ve daha fazla zekât ödenmesi caizse de, bu Hanefî Mezhebine göre mekruhtur; ancak, borcu bulunana ve kalabalık aile sahibi olana bu miktar ödenebilir Züfer'e göre, nisap miktarı mala sahip olana zekât ödemekle borç düşmez. [303]
2) Zekât mevzuu malların bulunduğu yerden başka yere zekât göndermek, Hanefi Mezhebine göre mekruhtur; ancak, akrabayaveya daha muhtaç iyi kimselere göndermek mekruh değildir. [304] Aynı şekilde, farz olma zamanından önce başka yere zekât göndermek de mekruh değildir. [305]
3) Zekâtın ödeneceği sınıflardan, zekâta ehil ve hak kazanan biri bulunmadığında, bu pay düşürülemez ver zekât, geriye kalan sınıflara ödenir. Msl. azad edilmek üzere satın alınacak köle bulunmadığında, bu pay, diğer sınıflara ayrılır. Bu ayırma işlemi, bir düşürme değil, aksine hak sahibi biri bulunmadığı için, böyle tatbik edilmesinde zaruret bulunan bir iştir. Nitekim Hz. Ömer'in kalpleri kazanılacaklar sınıfı için yaptığı uygulama da bu tarzda olmuştur. [306]
Karı-koca ve diğer yakın veya uzak akrabaya zekât ödenip ödenmeyeceği konuları, hukukçular arasında tartışılmıştır:
Karı ve kocanın birbirine zekât ödemesi, karı-koca arasında ayırım yapıp yapmamaya göre ele alınmıştır:
DM'e göre, koca, karısına zekât ödeyemez. Hatta İbnu'1-Munzir, kocanın karısına zekât ödeyemeyeceği konusunda icma bulunduğunu nakletmektedir. [308]
Ebu Hanife, Zahirî ve Şafiî Mezhebleri, Şevkânî, Sevrî, bir nakilde malik, Ahmed b. Hanbel, zeydî hukukçular el-Hadî, en-Nasır ve el-Mueyyid Billah'a göre, karı, fakir olan kocasına zekâtödeyebilir. Çünkü kadın, kocasının malıyla zengin sayılmaz, erkek karısından nafaka alamaz.
Ebu Yusuf ile Muhammed eş-Şeybanî'ye göre, karı, kocasına zekât ödeyebilir.
Tahâvî ile Şafiî ve Hanbelî Mezhebleri, karı-koca arasında bir ayırım yapmaksızın, birbirlerine zekât ödeyemeyecekleri görüşündedir. Zira aralarında bir menfaat bağı bulunmaktadır.
Nafile sadakalar, karı-koca arasında karşılıklı olarak ödenebilir; hatta böyle bir işlem efdaldir. [309]
Zekât ödeme açısından akrabayı, uzak ve yakın akraba sekinde iki grupta ele almak uygundur:
Nafakası zekât mükellefine gerekmeyecek şekilde uzak olan ıkrabaya -hangi sınıfa girerse girsin- zekât ödenebilir.
Fakir ve miskin dışındaki sınıflarda bulunan akrabaya -haksahibi olduğu takdirde- zekât ödenebilir.
Yusuf Kardavî, kalpleri kazanılacaklar sınıfına yapılacak demenin devlete ait olmasını benimsediğinden, [311] bu sınıftaki ak-abaya da zekât ödenemeyeceğini savunur.
Zekâtın devletçe ödenmesi halinde, -ödeyen memur akraba olun olmasın- ihtiyaç içinde ve hak sahibi olan akrabaya zekât ödenir.
Zekâtın, bizzat mükellef tarafından ödenmesi halinde, kimlere zekât ödenmeyeceği, yakınlık derecesine göre değişir:
a) Usul Ve Furu:
1) Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, mükellef, zekâtını usul ve furuuna ödeyemez. Usul, kişinin babası, dedesi, anası ve ninesi; furu da oğlu, kızı, bunların çocukları ve torunlarıdır. Çünkü bu gibi yakınlarına mükellef zaten bakmak zorundadır; ayrıca zekât ödemek gerekmez. Bunun yanında zekâtın sahih olması için gerekli olan mülkiyetin devri, [312] bu durumda sözkonusu değildir. Bunun için, usul ve furudan olmasa bile, msl., “Bir akrabanın nafakasıyla, bir akrabayı mecbur etmek” şeklindeki mahkeme hükmünün icrası, zekâtın edası mânâsına gelmez. Fakat onlara nafile sadaka ödemek, sadaka ve akrabaya bağlılık (sıla) sevabı kazandırır. Usul ve furu dışındaki akrabaya zekât ödemek efdaldir. [313] Şafiî Mezhebine göre, borçlu oîan usul ve furua zekât ödenebilir.
İbnu'l-Munzir, mükellefin nafakaya mecbur edilebilmesi halinde anne-babaya [314] (Nevevî de bu görüşe katılır), zeydî hukukçu Yahya b. el-Murtaza usul ve furua zekât ödenmeyeceği konusunda icma bulunduğunu nakleder.
2) İbn Teymiye'ye göre, ne kadar yukarı çıkılırsa çıkılsın usule, ne kadar aşağı inilirse inilsin furua, masraflarını karşılamayacak durumda fakirse ve mükellef de nafakalarını sağ-layamıyorsa, zekât ödenebilir. Çünkü buna engel bir durum yoktur. Bu görüş, aynı zamanda Hanbelî Mezhebi içinde nakledilen görüşlerden biridir. [315]
3) Bazı sonraki zeydî hukukçulara göre, usul, furu ve zevi'1-erham sınıfındaki akrabaya zekât ödenebilir.
4) Bir nakilde Malik'e göre, usul ve furua zekât ödenebilir.
5) Bir nakilde Muhammed eş-Şeybanî ve şiî hukukçu Ebu'l-Abbas'a göre, ana-babaya zekât ödenebilir.
6) Hanbelî Mezhebine göre, kalpleri kazanılacaklar, zekât memuru, gazi, mükâtep köle, İbnu's-sebil (yolcu) ve borçlu sınıfındaki usul ve furua zekât ödenebilir. [316]
b) Öteki Yakın Akraba: [317]
1) Sa'id b. Cubeyr, bir nakilde el-Hasenu'1-Basrî ve Atâ'ya göre, aynı ailede yaşayanlara zekât ödenemez, diğerlerine ödenebilir.
2) Abdurrahman ve Abdullah b. Davud'a göre, nafakası için mahkeme kararı olanlara zekât ödenebilir, ancak bu mekruhtur.
3) Malik, eş-Şafiî, bir nakilde Ahmed b.Hanbel, Zeyd b. Ali, el-Hadi, .el-Kasım, en-Nasır ve el-Mueyyid Billah'a göre, dinen nafakası gerekenlere zekât ödenmez:
a) Zeyd b. Ali ve Ahmed b.Hanbel'e göre, nafaka, miras bırakan için varise gerekir.
b) eş-Şafiî'ye göre, sadece usul ve furua nafaka gerekir.
c) Malik'e göre, kendi babasıyla, soyundan gelen erkekler için buluğ, kızlar için evlilik çağma kadar çocuklarına, çocuğa fakir ana-babasına, kocaya karısına ve bir hizmetçisine dinen nafaka ödemesi gerekir. Bu durumda, ana-baba ve çocuklar dışındaki akrabaya zekât ödenebilir.
4) Çoğunluğa (Hanefi Mezhebi, İmam Yahya, zahir rivayette Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas, Sa'id b. el-Museyyeb, Nehaî, el-Hasenu'l-Basrî, Dahhak, Mücahid, Ebu Ubeyd, Şevkâni ve Yusuf Kardavî'ye) göre, ana-baba ve çocuklar dışındaki muhtaç akrabaya zekât ödenebilir.
Bu görüştekilerden bazısına göre, nafaka mecburi değil, iyilik ve akraba bağlılığı açısından gönüllüdür; Hanefî Mezhebine göre, nafaka mecburidir, ama bu, zekât ödemeye engel olmaz.
Karının ve çocukların nafakası, kocaya ve babaya aittir. Yusuf Kardavî'ye göre, bunlar dışındaki akraba için zekât dışında gelir bulunmaz ve zekât tahsil ve harcama eylemlerini devlet üstlenmezse, zengin akrabanın yoksul akrabalarının nafakasını sağlaması gerekir. Bu durumda, nafakasının bir kısmını zekât ödeyerek de sağlayabilir.
5) Bazı zeydî hukukçulara göre, furu ve zevi'l-erham sınıfındaki akrabaya zekât ödenebilir.
Hanefî hukukçular ve Ahmed b. Hanbel, cami, okul, çeşme, yol, köprü, ölü borçlarını ödeme [318] ve hayır yolu ve kurumlarına zekât ödenmesini uygun görmez. Çünkü bu gibi kurum ve yerler, hukukî yönden gerçek kişi olmadıklarından, zekâtın rüknü olan temlik gerçekleşemez. [319]
Muhammed Hamidullah ve Muhammed Ebu Zehra'ya göre, kurumlara zekât ödeyebilmek mümkündür. [320]
Zekât, hayır kurumu olarak değil ve fakat zekât dağıtımını üzerine alarak faaliyet yapan vakıf ve derneklere ödenebilir. Zira onların verecekleri makbuzlar, birer temlik işaretidir. Bütün bunlara rağmen, hayır yolları ve kurumları, fî sebîlillah kavramının yorumu içinde düşünülebilir.
İslâm'dan evvelki zamanlarda devletin geliri, devlet yahut kabile başkanının şahsî malı sayılırdı. Fakat Hz. Peygamber, devlet geliri olan zekâtın, hukukçuların konuyla ilgili görüşlerinde inceleneceği gibi, yalnız kendisi için değil, akraba ve kardeş çocukları olan Beni Haşim (Haşimoğulları) ve Beni Muttalib (Muttaliboğulları) için de haram olduğunu ilan etti. İslâm'ın bu iftihar edilecek geleneği, peşinen, muhtemel ahlâksızlığı önlemiştir: [321]
Cumhur'a göre, -ganimetteki payları olan humustan (1/5’1 ik paydan) mahrum kalsalar bile- Haşimoğullarına zekât ödenemez.
İbn Kudame ve şiî hukukçu Ebu Talib, zekâtın, Haşimoğullarına ödenmeyeceği konusunda ihtilaf bulunmadığını; İbn Reslân ise, bu konuda icma olduğunu nakleder.
Zeydiye Mezhebine göre, Haşimoğulları için, leş yemek, zekât malı yemekten önce gelir. Leş yemek zararlı olursa, haşimî zekât malını ödünç alır, imkân bulunca geri öder.
Burada, hemen hatırlatmak yerinde olur: Maliki Mezhebi içinde, Haşimoğullarına zekât ödeme konusunda dört görüş bulunmaktadır: Mutlak caiz; mutlak yasak; nafile sadaka caiz, farz sadaka caiz değil; farz sadaka caiz, nafile sadaka caiz değildir. Bu görüşlerden üçüncüsü Hanefî, Şafiî ve Ca'feri Mezhebleri ile Hanbelî Mezhebinin çoğunluğunun görüşü; dördüncüsü Ebu Hanife'nin katıldığı görüştür. [323]
1) Taberî'nin zikrettiğine göre, Ebu Hanife'den, Haşimoğullarına zekât ödenebileceği görüşü nakledilir, Şeyhzade Abdurrahman ise, Ebu Hanife ve Muhammed eş-Şeybanî'nin, bütün sadaka çeşitlerinin onlara ödenebileceği görüşünde olduğunu belirtir. Tahâvî ve Kuhistanî de, bu son görüşe katılmaktadırlar. [324]
2) Malikî Mezhebi içindeki görüşlerden birine göre, Haşimoğullarına zekât ödenebilir.
1) Malikî Mezhebi içindeki üçüncü görüşe göre, Haşimoğullarına nafile sadaka ödenebilir; farz sadaka, yani zekât ödenemez. Bu görüşe Hanefî, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerinin çoğunluğu ile Caferî Mezhebi de katılmaktadır.
2) Ebu Hanife'nin de katıldığı Malikî Mezhebi içindeki dördüncü görüşe göre, onlara farz sadaka ödenebilir, nafile ödenemez.
Birer nakilde Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, Haşimoğullarının birbirleri arasında zekât ödemeleri caizdir. Zeydiye Mezhebinden Zeyd b. Ali, el-Murtaza ve Ebu'l-Abbas da aynı görüşü paylaşır. Bu görüş, İbnu'1-Hadi ve el-Kasımu'l-Iyaniıden de nakledilir.
İbn Teymiyve ile Caferi Mezhebine göre, Haşimoğullarının birbirine zekât ödemesi caizdir.
1) Tahâvî'nin zikrettiğine göre, Ebu Hanife'den, ganimetteki zevi'l kurba payından mahrum edilince, ihtiyaçtan kurtulmaları için onlara zekât ödenebileceği görüşü nakledilir. Malikî hukukçu Ebherî ile bazı şafiî hukukçular da bu görüştedir. Hanefî Mezhebinin görüşü de budur.
2) Bazı malikî hukukçulara -msl., Ebherî'ye göre, humustan mahrum kalınca, Haşimoğullarına zekât ödenebilir; hatta bu durumda onlara ödeme yapmak, başkalarına yapmaktan efdaldir. Bu görüşü benimseyenlerin bir kısmı, ödeme yapabilmek için, zaruret bulunmasını şart koşar; bazılarına göre ise, akrabalık zayıflamıştır, zimmî, kâfir ve günah işleyene ödemektense, onlara ödeme yapmak daha uygundur.
Humustan mahrum kalınca, kendilerine zekât ödenebileceği görüşü Malikî Mezhebinin görüşü olarak da zikredilir. [325]
3) İbn Teymiyye ile hanbelî hukukçu Kadı Ya'kubi ve Caferî Mezhebine göre de, humustan mahrum kalınca, Haşimoğullarına zekât ödemek caizdir.
Hatırlanacağı gibi Cumhur'a göre, humustan mahrum kalsalar da haşimîlere zekât ödenmez.
Şafiî Mezhebine göre, zekât memuru olarak çalıştıklarında, emeklerinin karşılığı zekâttan ödenebilir.
Şafiî hukukçu Ebu Sa'id el-Istahrî'ye göre, humustan mahrum kaldıklarından, haşimîlere zekât ödemek vaciptir; Muhammed b.Yahya da bu şekilde fetva vermiştir.
Haşimoğulları yanında, onların azatlılarına da zekât ödenmez. Zekât alamayacak haşimoğulları, Hz. Peygamber'in amcaları Abbas ile Haris ve Hz. Ali ile kardeşleri Akîl ve Ca'fer'in soyundan gelenlerdir. Ebu Leheb'in soyu, Hz. Peygamber'in sağlığında müslüman olmadığı için, bunlar arasına girmemiştir.
Yusuf Kardavî, günümüzde, Hz. Peygamber'in yakınlarına humustan mahrum edildiklerinden, zekât ödenebileceği görüşünün tercih edilmesini savunur:
a) Zekâtın onlara haram kılınmasını, şereflerine bağlamak doğru değildir, bu kuvvetli bir delile dayanmaz. Bunun, İslâm'ı müdafa ve zafere ulaştırmaya bağlanması uygundur. Öyleyse, humusun bulunmaması, diktatörlerin hakimiyeti gibi herhangi bir sebeple zev'l-kurba payı düşünce, zekâtın haram kılınmaması gerekir. Çünkü böyle bir durumda onlara verilen meziyet, kendilerine zararlı hale gelecektir.
Konuyu açıklığa kavuşturmak için, ganimetlerin beşte birinin (humus'un) harcama yeri olan zevi'l-kurba kavramını incelemek uygun düşer: [326]
1) eş-Şafiî'ye göre, humus, âyette geçen bütün sınıflara dağıtılır.
2) Bir gruba göre, dört tane beşte bire ayrılır.
3) Bazılarına göre, Hz. Peygamber ve zevi'l-kurba payları, onların vefatıyla düşmüştür.
4) Malik ve hukukçuların çoğunluğuna göre, humus, fey' kabul edilir. [327]
Hz. Peygamber ve zevi'l-kurba vefat ettiğine göre, onların payı kime ödenecektir?
1) Humus'ta payı olan diğer sınıflara,
2) Ordunun kalanına,
3) Hz. Peygamber'in payı devlet başkanına, zevi'l-kurba payı onun yakınlarına,
4) Ordunun silah ve teçhizatına,
5) Hz. Peygamber'in yakınları payı, yine onlara ödenir, şeklinde beş görüş bulunmaktadır.
b) Hz. Peygamber'in yakınlarına zekâtı yasaklayan hadislerin, bu konudaki hükme delâletleri kesin değildir:
1) “Sadaka, Âl-i Muhammed'e yakışmaz” ifadesi, tenzihan mekruh olmayı ve bu sevimsiz işi yapmaktan uzak olmayı gerektirir. Bu hadise rağmen, DM hukukçularının çoğunluğu, Haşimoğullarının zekât memuru sıfatıyla emeklerinin karşılığını alabileceğini belirtmiştir. [328] Bu açıklamaların ışığında, onlara zekât ödenmesinin yasaklanışı, nesep şerefinden değil, töhmet ve iftirayı önlemek, örnek bir uygulama göstermek içindir. Yasaklama nesep şerefi için olsaydı, azatlıları, bu yasağın içine girmezdi.
2) “Bize sadaka helal değildir” ifadesiyle Hz. Peygamber, bunun devlet başkanına yasak olduğunu belirtir. Çünkü tahsil edilen mallar, şahsî değil, bütün müslümanların malıdır.
3) Hadislerde geçen “Alu Muhammed” tabirinin de açıklığa kavuşması gerekir: Alu Muhammed kavramı, kapsamı itibarıyla, âyetlerde geçen Alu İbrahim, [329] Alu İmran [330] Alu Fir'avn [331] gibidir. Bu âyetlerdeki Alu İbrahim tabirinden İsmail, İshak, Ya'kup ve Esbat; Alu İmran tabirinden Meryem ve oğlu İsa anlaşılır; yoksa bunlardan kastedilen kıyamete kadar gelecek nesilleri değildir. Âlu Firavn tabirinden de kendisi, ailesi ve ona yakın insanlar anlaşılır. Hadislerde geçen Alu Muhammed'in de eşleri, çocukları, torunları ve ona en yakın insanlar olduğunu ve bu hükmün Hz. Peygamber'in hayatı için sözkonusu olduğunu anlamak gerekir.
Buharı de, bu konuda senedi sahih bir hadis bulunmadığından, başlığa zayıflık ve şüpheyi gösteren bir ifade koymuştur: “Babu Ma-Yuzkeru fı's-Sadakat li'n-Nebi ve Âlih” (Hz. Peygamber ve ailesine sadaka ödeme konusunda söylenenler bölümü).
c) En önemli bir fariza olan zekât konusunda ödemenin Hz. Peygamber'in yakınlarına yapılmayacağıyla ilgili olarak icma da bulunmamaktadır.
d) İslâmî hükümlerin hiçbirinde Hz. Peygamber'in diğer yakınları diğer insanlardan ayrı bir hükme tâbi tutulmamış, bütünü eşit kabul edilmiştir.
e) Yasaklamanın hikmeti-i teşriiyesi de, bunun, Hz. Peygamber ve yakınlarının sağlıkları için sözkonusu olduğunu gösterir. Çünkü ödemelerde bir minnet ve zillet, töhmet ve şüphe, istismar sözkonusu olabilir. Yasaklamayla peşinen muhtemel bir ahlâksızlık önlenmiş olur. Ama onların vefatından sonra, böyle bir yasağa gerek yoktur. Bir an için onlara zekât ödenmeyeceğini düşünürsek, fakirlik ve ihtiyaç hallerinde ne yapacaklardır? Fakirlik ve ihtiyaç dolayısıyla kendi başlarına bırakılmaları onlara verilen şerefi mi gösterir?
ÜM'e göre Muttalipoğullarma zekât ödenebilirken, Şafiî Mezhebine göre onlara ve azatlılarına da zekât ödenemez.
1) ÜM'e göre, mükâtep dışındaki kölelere zekât ödenmez. Çünkü ödenecek kişinin hürriyetinin tam olması gerekir; ancak, zekât memuru olunca, Şafiî Mezhebine göre kölelere zekât ödenebilir.
2) Maliki Mezhebine göre de, kölelere zekât ödenemez, ancak satın alınıp azad edilirler.
ÜM'e göre, reşit olmayanlara zekât ödenebilirken, Şafiî Mezhebine göre akıllı, baliğ ve tasarrufu düzgün olmayanlara zekât ödenemez. [334]
Müslümanlarla savaşan kâfir; Allah'ın varlığını, peygamberlik ve ahireti inkar eden mülhid ile mürtedlere zekât ödenmez. Birincisine zekât ödenmeyeceği konusunda icma bulunmaktadır[335].
Müslüman ülkede yaşayan gayr-ı müslim (zimmî) fakirlere zekât ödenebilir mi? Bunu sadaka ve yardım çeşitlerine göre incelemek uygundur.
1) Ebu Hanife ve Muhammed'e göre, zimmîlere nafile sadaka, fitre adak ve keffaret verilebilir; ancak müslüman fakirlere vermek efdaldir,
2) Bir nakilde Ebu Yusuf’a, Züfer, Tahâvî ve eş-Şafiî'ye göre, zimrrîlere, nafile sadaka, fitre, zekât ve yemin keffareti verilemez.
Ebu Ubeyd, bazı sahabe ve tabiînin, fitrelerini, hıristiyan papazlarına ödediğini nakletmektedir. [337]
1) Cumhur'a göre, gayri müslimlere zekât ödenemez; çünkü zekât, müslüman fakirlerin hakkıdır. Ayrıca, aslında, zekâtla mükellef olmadıklarından dolayı, müslümanlara mahsus dinî-içtimaî ve malî yardımlaşmadan faydalanmaya da hakları yoktur.
İbnu'l-Munzir, bu konuda kalpleri kazanılacaklar dışındakiler için icma bulunduğunu nakleder.
Yusuf Kardavî, bu konuda icma bulunduğunu iddia etmenin doğru olmayacağını belirtmektedir. Zira İbn Şirin ve Zuhrî, Züfer, İkrime ve Hz. Ömer zimmî fakirlere zekât ödenebileceğini benimsemektedir.
2) Hukukçuların bir kısmına göre, zimmî fakir ve muhtaçlara zekât, bazı şartlarla ödenebilir:
a) Ubeydullah b. el-Hasen ve bazı ibazî hukukçulara göre, müslüman hak sahibi bulunmayınca, onlara ödeme yapılabilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, zimmîlere zekât memuru oldukları takdirde emeklerin karşılığı ödenebilir.
c) Hz. Ömer, İkrime, Züfer ve onlar gibi düşünenlere göre, miskin sınıfına giren zimmîlere zekât ödenebilir. [339]
Muhammed Ebu Zehra, Abdulvehhab Hallaf ve Abdurrahman Hasen'e göre, âciz olan zimmî fakirlere, zekât Ödenebilir;kuvvetli olanlara -kendilerinden cizye alınıp zekât ödenmesi makul olmayacağından- ödenmez. [340]
d) Kimi hukukçulara göre, kalpleri kazanılacaklar sınıfında olan zimmîlere, zekât ödenebilir: Cumhur'a göre, kalpleri kazanılacaklar sınıfındaki gayri müslimlere de zekât ödenebilir. Bunlardan el-Hasenu'1-Basrî, Ebu Sevr, Ahmed, bazı maliki hukukçular (msl. Kurtubî) ile bazı hanbelî hukukçular (msl., Ebu Ya'la el-Ferra), Fahruddin er-Razî ve Katade'ye göre, bunlara zekât ödemek mümkündür.
Yusuf Kardavî, gayri müslim azınlıklara zekât ödenip ödenmeyeceği ile ilgili görüşleri sıraladıktan sonra, zekâtın, öncelikle müslümanlara ödenmesi gerektiğini belirtir. Bununla birlikte, gelir ve mal çok olur ve müslüman fakirlere zarar verilmezse, gayri müslimlere zekât ödenmesini engelleyecek bir delil de yoktur.
Yusuf Kardavî ve onun gibi düşünen Abdulkerim Zeydan'a göre, zimmîlerden yine kendilerine ayrı bir kuruluşla sarfetmek üzere, zekâta benzer bir vergi tahsil edilebilir. [341] Bu düşünce, kurumlaştırmak suretiyle, verimli ve yararlı bir şekilde pekâlâ gerçekleştirilebilir. Her vatandaş, İslâm devletinin koruması altında bulunma hakkına sahiptir.
1) Ehl-i sünnet'e göre, -bid'ati küfrü gerektirmedikçe- kıble ehli olan her müslümana zekât ödenebilir.
2) Ca'feri (İmamiye) Mezhebine göre, zekât isna aşeriye (oniki imam) şiasından olmayanlara ödenmez. Bu şart, sadece kalpleri kazanılacaklar sınıfı için aranmaz. Bazı Caferi hukukçulara göre, nafile sadaka için, isna aşeriye şiasından olmak gerekir.
Yusuf Kardavî, “İmam Ca'fer Sadık'tan nakledilen sözü, hem sadaka ve zekât, hem de müslümanlar için umumî olarak anlamak mümkündür” diyerek, İmam Cafer'in mezhep görüşü olarak belirtilenle ilgisi olmadığını belirtmektedir.
3) İbazîler arasında, üç görüş bulunmaktadır:
a) Bazısına göre, fakir olduğu bilinir, fakat mezhebi benimseyip benimsemediği bilinmezse ödenebilir.
b) Bazısına göre, muhalif de olsa ödenebilir; bunların bir kısmı kendileri içinde yaşaması gerektiğini ileri sürer.
c) Üçüncü gruba göre, mükellefin akrabası olunca ödenebilir.
Başka bir görüş de nakledilmektedir: Sahih olan görüş, ibazî olmayana ödenmeyeceğidir. Böyle biri bulunmazsa, zekât, hali bilinmeyene ödenir. Bundan sonra sırayla, kendi mezhebine göre, takva sahibi olana ödeme yapılır. Bu durumda sırayla, ibazîler aleyhinde bulunmayanlar, az bulunanlar, çok bulunanlar, hıristiyanlar, sabiîler, yahudiler, ateşperestler ve putperestlere ödeme yapılır. Bütün bu ödeme durumları imkânsızlık, âni ölüm korkusu hallerinde mümkündür.
4) Zeydiye Mezhebi hukukçularından Zeyd b. Ali, el-Hadi, el-Kasım ve en-Nasır'a göre, kaderiye, mürcie, hariciye mensuplarına ve Âlu Muhammed'e savaş açanlara zekât ödenmez.
Seleften bir grup ve el-Mueyyid Billah ile İmam Yahya'ya göre, diğer mezhep mensuplarına da zekât ödenebilir.
Zeydiye Mezhebine göre, -zenginler gibi- fasıklara da zekât ödenmez; onların da zekât alması haramdır.
1) Cumhur'a göre, müslüman olduğu sürece, halini düzeltmek ve insanlık şerefine hürmet için, ondan alındığı gibi, zekât günahkâr müslümanlara da ödenebilir. Zekâtı, fısk ve günaha yardım için almadıkça, ona ödeme yapılır, fakat bir günah -msl., şarap içmek- için ona zekât ödenmez. Çünkü Allah'ın malıyla, O'na isyana yardım edilmez. Bu konuda, zanm galiple hareket edilir.
Bazı maliki hukukçularla, ibazîler ve Caferî Mezhebine göre, ödenen zekâtla fısk ve günah işlemedikçe, günah işleyenlere zekât ödenebilir.
2) İbn Teymiye'ye, bid'at ehli ve namaz kılmayanlara zekât ödenmesi sorulunca, “Zekâtın fakir, miskin, borçlu ve diğerlerinin dindar olanlarına ödenmesi için araştırma yapılmalıdır; bid'at ve fücurunu acır vuran, cezaya lâyıktır, ona yardım edilmez. Namaz kılmayana, namaz kılması emredilir, namaz kılıyorum derse zekât ödenir, aksi haîde tevbe edip namaz kılana kadar ona zekât ödenmez” cevabını vermiştir. [344]
3) Yusuf Kardavî'ye göre, fısk u fücuru ve günahı ile müslümanlara zarar vermedikçe, günahkâra zekât ödenebilir. Fakat fıskını açığa vurarak veya benzeri şekillerde cemiyete zararlı olanlara, bunlara son verip tevbe etmedikçe zekât ödenmez. Bununla birlikte, müslümanlara zararı dokunsa bile, ailesi bulunan günahkârlara zekât ödenebilir.
4) Reşid Rıza'ya göre, günah işleyenlere zekât ödenmez. Zekât öncelikle, inancı ve yaşayışı sağlam müslümanlara ödenebilir. Bu, hiç günah işlemeyenlere zekât ödenir mânâsına gelmez. Çünkü müslüman günah işleyebilir, ama tevbe kapısı da her zaman açıktır. Bütün bunlara rağmen, ödenecek zekât, inanç ve yaşayışını düzelteceklere, kalpleri kazanılacaklar payından ödenebilir. [345]
Zenginler ile onların eş ve çocuklarına, ihtiyaç vasfı taşımayışları açısından zekât ödenip ödenmeyeceği tartışmalıdır:
Zenginliği, mükelleflik gerektirip gerektirmeyişine göre ele almak uygun olmalıdır:
Zekâtın farz olma şartları ele alınırken, “aslî ihtiyaçlar dışındaki artıcı mallardan nisap miktarına sahiplik” [347] şeklinde incelenen zenginlik (Nisab-ı Gına), böyle bir mükellefliği gerektirmesi yanında, sadaka alınmasını da haram hükmüyle önler.
Zekâta tâbi olmayan ihtiyaçtan fazla malların zekât nisabını bulan miktarı, fitre ve kurban mükellefliğini gerektirir. Aynı zamanda, böyle birinin sadaka alması da haramdır. Zekâta tâbi olmayan malların varlığı ve yokluğu, zekât açısından eşit durumdadır. el-Hasenu'1-Basrî'nin belirttiğine göre, bu gibi lâzım (ihtiyacı giderecek) eşyası olanlara zekât ödenebilir. [348] Şu halde ihtiyaç miktarı, lazım olan eşyaya göre tespit edilir.
Hac, keffaret ve diyet gibi zekât, fitre ve kurban dışında kalan mali mükellefliklerde zenginliğin ölçüsü, her birine göre değişiktir. Burada, bu konunun ayrıntılarına girmeyerek, ilgili alanlarına bırakıyoruz.
Nisap, kendisine zekât farz olanla, zekât almaya hakkı olan arasında ayırıcı bir çizgidir.
Dinen bir müslümanın başkasından yardım istemesi için konmuş ölçü, Nisab-ı İstiğna adını alır. Bu ölçü, nisab-ı gına'dan daha az olup, böyleleri başkalarından yardım isteyemezler; bunun hedefi dilenciliği önlemektir:
Hanefî Mezhebi, konuya iki şekilde bakmaktadır:
1) Zekât mevzuu mallardan herhangi birinin nisabına sahip olup zekât öderler, fakat alamazlar. Bazı hukukçulara göre, muteber olan -kendi cinsinde nisabı bulsun veya bulmasın, hangi zekât mevzuu mallardan olursa olsun- nakit nisabıdır. Bu son görüşe göre, kırk koyunu olup, değeri nakit nisabını bulmazsa, bunların sahibi zengin sayılmaz.
2) Aslî ihtiyaçlardan olan fazla malların değeri 200 dirhemi bulanlar, zekât vb.ni alamazlar. [349]
Evi, dükkanı tarlası veya bağı olan kimsenin bunlardan elde ettiği geliri, kendisinin ve ailesinin ihtiyacına yetmiyorsa, Muhammed ve Züfer'e göre zekât alabilir; Ebu Yusuf’a göre, bunların zekât alması helal değildir. Fakat nisaba ulaşan yiyecek maddesi bulunan kimsenin bu azığı bir ay için yeterliyse, sadaka alabilir; bir yıl için yeterliyse bazı hukukçulara göre alamaz, bazılarına göre alabilir. Bir yıl için yetmezse Muhammed eş-Şeybanî'ye göre alır, fetva da bu şekilde verilmiştir; Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre alması helal değildir. [350]
Hz. Ali, İbn Mes'ud, Sevrî, İbnu'l-Mubarek ve İshak ile bir nakilde Ahmed, Malik ve Şevkâni'ye göre, elli dirhem, yani nisabın çeyreğine sahip olanların zekât alması haramdır. Malik'e göre bunlara zekât verilmesi de mubah değildir. [351] Hz. Peygamber'in bu şekildeki hadisleri kerahate veya kifayetin 50 dirhem olduğu zamana yorumlanmıştır.
ÜM'e göre, kifayetini (kendisi, ailesi ve nafakası kendisine ait olanların geçimi ve ihtiyacı için gerekli kazancı ve malı) sağlayan kimse zengindir. Muhtaç olmayana -hiçbir malı olmasa da-sadaka haramdır; muhtaç olanın, -nisaba malik olsa da- sadaka alması helaldir.
Yusuf Kardavî de bu son görüşü tercih etmektedir.
Bu görüşe göre, işçi ve memurların -genellikle- ilk sınıfa girmesi gerekir.
eş-Şafiî'ye göre, çok malı olup, kazancı olmayanın ihtiyacı önemli olduğu için, sadaka alması caizdir. Böylece, zekât alacaklar, sadece herşeyden yoksun eli bomboş olanlar değildir; bazı şeylere sahip olan ve fakat tam yetecek kadarını sağlamayanlar da zekât alabilir. Kazanmaya gücü olan herkes, kendi kendini geçindirmek için dinen çalışmakla mükelleftir. Çocukluk, kadınlık, bunaklık, ihtiyarlık, düşkünlük ve hastalık gibi elde olmayan zayıflıklarla âciz olan yahut kudretli olup da kendisine lâyık helal bir kazanç bulamayan, ya da bulup da kazancı kendisine ve ailesine yetişmeyen veyahut ancak bir kısmına yetişen kimseler içinzekât almak caizdir. Bunlar, İslâm'ın adaletle ihsanı ve rahmeti birleştirici en saf talimatıdır.
İbn Rüşd'ün belirttiğine göre, İmam Malik, zenginliğin ölçüsünün, ictihadla tespit edileceği görüşündedir. [353]
Bu açıklamalar ışığında, gelir getiren evi ve dükkânı vb. bulunan kimsenin bu geliri, kendisinin ve ailesinin ihtiyacına yetmezse, Muhammed eş-Şeybanî, Züfer, Şafiî ve Malikî Mezhebleri ile Ahmed'e göre, zekât alabilir; Ebu Yusuf’a göre alamaz. [354]
Bir günlük rızkı, setr-i avreti sağlayacak kadar giyeceği olan kimseye hiçbir malî mükelleflik yüklenmez. Böylelerine dilenmek haramdır; ancak, yukarıdaki durumunu sağlayacak kadarı için dilenmesi farzdır, sadaka alması haram değildir.
Zekât vb.ni almaya engel zenginliği benimseyenlerin, dilenmeyi önleyen zenginlik konusundaki görüşleri de budur.
Az sonra ele alınacağı gibi, eş-Şafii’ye göre, fakir olup çalışabilen kimse de zengin sayılmaktadır; bunlar sadaka alamazlar ve dilenemezler.
Şah Veliyyullah Dehlevî, bu görüşlerden her birine uygulama şansı tanıyarak konuyla ilgili hadislerin çelişki göstermediğini savunur. Sanat ve meslek erbabı için ikinci görüş, hamallık, odunculuk vb. için birinci görüş uygulanabilir.
Bu görüşler ışığında, şunu söylemek mümkündür: Muztar durumda kalmadan, zarurî bir ihtiyaç sahibi bulunmadan, sırf geçim vasıtası olmak üzere devamlı bir meslek olarak dilenmek, başkalarına el açmak kesinlikle haramdır. Ancak, zaruret durumuna düşen kimselerin, kendilerini ve çocuklarını, gelmesi muhtemel bir tehlikeden kurtarmak amacıyla, yetecek kadar dilenmesinde mahzur yoktur. Hatta açlıktan veya rahatsızlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelip, parasızlık sebebiyle bu tehlikeyi önleyemeyenler, istemedikleri halde cana kıyma mesuliyeti altına girerler. Böyle anlarda istemek vaciptir. Fakat dilencilik, kesinlikle haramdır, bunlara yardım etmek de haramdır.
Kâsânî, konuyu şöyle özetlemektedir;
“Zenginlik, üç çeşittir:
1) Zekât ödemeyi gerektiren zenginlik,
2) Zekât ödemeyi gerektirmeyip, sadaka almayı haram kılan zenginlik,
3) Sadaka almayı ve dilenmeyi haram kılan zenginlik.”[356]
Bu sonuncusu, ikincisinden daha alt ölçüdedir.
Zenginlere zekât ödenmesi konusu, ödenir ve ödenmez şeklinde iki kolda ele alınmıştır:
Zenginlere fakir ve miskin payından ittifakla zekât ödenmez; Hanefi Mezhebine göre, keffaret, adak ve fitre de bu hükümdedir. Fakat zengin bir kimseye -hediye, hibe ve ihsan olacağından- nafile sadaka verilebilir.
1) Hanefi Mezhebine göre, fî sebîlillah kapsamındaki [358] ve amme menfaati için borçlanan zenginlere [359] zekât ödenmez, zekât memurlarına [360] ödenir.
2) Cumhur'a göre, böyle bir durum olsaydı, sadece fakir ve miskin sınıfı zikredilecek, diğer altı sınıf açıklanmayacaktı. Bu sebeple, zekât memuru, yolcu, [361] maaşı olmayan gazi [362] ve amme için borçlanan zenginlere zekât ödenebilir.
Maliki mezhebine mensup İbnu'l-Kasım'a göre, zenginlere asla zekât ödenemez.
Zenginlere zekât ödenebilmesiyle ilgili açıklamaların ışığında, Hanefî Mezhebine göre, babası zengin çocuğa zekât ödenmez, bazı şafii hukukçulara göre ödenebilir.
Kadın, kocasının zenginliğiyle zengin sayılır. Bu sebeple, ona zekât ödenmez: Hanefi Mezhebi ve bazı şafıî hukukçulara göre, kocası zengin kadına zekât ödenir. Ebu Yusuf ve bazı şafıî hukukçulara göre, ödenmez; şafiî hukukçular, genel bir kaide benimser: “Nafakası zengine ait eş, çocuk ve akrabaya zekât ödenmez”, aynı kaideyi Maliki Mezhebi de benimser, ancak onlar dava veya hüküm imkânsızlığında ödeneceğini savunurlar. [363]
Yusuf Kardavî, eş ve çocuğun koca veya babasının zenginliğiyle zengin sayılacağını benimseyerek, onlara zekât ödenmeyeceği görüşünü savunur, ancak diğer akrabalara zekât ödenebilir. Devlet, bunu gelirleri, zekât ve nafakayla sağlamalıdır. [364]
Fizik olarak kuvvetli ve organları kusursuz olan kimselerin, bizzat çalışıp geçimlerini sağlamaları şarttır: [365]
1) Hanefi Mezhebine göre, çalışmaya gücü yeten fakir, zekât alabilir; ancak, bu doğru değildir, geçimini sağlayanın almaması evlâdır.
2) Ebu Ubeyd'e göre, bu konuda aydınlatmada bulunup öğüt verdikten sonra ödeme yapılır; iş bulamayana ve rızkını sağlayamayana da zekât ödenir.
3) Şafiî ve Hanbelî Mezhebleri ile maliki hukukçu Yahya b. Umere göre, çalışıp kazanmaya gücü yetene, fakir ve miskin payından zekât ödemek caiz değildir. Ancak, kuvvetli olup iş bulamayanlar mazeretlidir, onlara ödenebilir.
Yusuf Kardavî de, “Beş şartla çalışmaya gücü yetene zekât almak haramdır” görüşünü benimser:
1) Kazanacağı bir iş bulmak,
2) İşin dinen helal olması,
3) Bu işte çalışmak için normal dayanma gücüne sahip olmak,
4) İşin, benzerleri gibi sosyal itibar ve çevre şartlarına uygun iş olması,
5) Kendisi ve ailesine yetecek kadar kazanç sağlaması.
1. Zekât, dinin bir rüknüdür, yürürlükte olan bir ibadettir, daimî bir malî farizadır, İslâmî sosyal dayanışmayı gerçekleştirmenin en önemli aracıdır.
2. Bu kanun ve ona dayanarak çıkarılacak tüzükler, zekât hükümlerini belirtir. Devlet, bu hükümlerin yürürlük kazanmasını sağlar.
1. Bu kanuna göre zekât konusu olan nisab miktarı herhangi bir mala malik olan ve Mısırlı veya Mısır'da oturan müslümanlar, zekât mükellefidir.
2. Mal, maliki -çocuk ve deli gibi- reşid olmasa bile, zekât mevzuudur. Reşid olmayanların malındaki zekât borcu, velisi tarafından ödenir.
3. Malın maliki şirket veya başka bir tüzel kişi olursa, bu mal, bu kanunda gösterilen hükümlere göre zekât mevzuu olur ve şirket, gerçek kişi gibi kabul edilir. Tüzel kişinin zekât borcu, her durumda çifte zekâta meydan verilmemek şartıyla, müdürü veya herhangi bir sorumlusu tarafından ödenir.
Zekât, bu kanunda açıklanan şartlarla, aşağıdaki mallar ödenir:
a) Altın, gümüş ve bütün nakitler ile nakdin yerini tutan veya nakitle değerlendirilen kıymetli evrak ve alacaklar,
b) Ticaret malları,
c) Hayvanı servet,
d) Madenler ve yerden çıkarılan diğer mallar,
e) Aşağıdaki gelirler:
1- Zira ürünler ve meyvalara,
2- (Satım dışındaki) diğer ticaret işleri,
3- Sanayi ürünleri ve hayvanı ürünler,
4- Gelir getirmek için hazırlanan gayrimenkuller ve diğer mallar,
5- Ücretler ve serbest meslek kazançları.
Zekât mevzuu olması için malda aşağıdaki şartlar aranır:
a) Malikinin malı olması,
b) Bizzat namı (üretken) olması veya sahibinin fiiliyle nemalanabilir olması,
c) Malikinin ve geçimini sağladıklarının aslî ihtiyaçlarından fazla olması ve şahsî kullanımına ait bulunmaması,
d) Nisabı bulması; bu, altıncı maddede açıklanan şekilde olur,
e) Havelân-ı havli (takvim yılını) doldurması; bu şartın arandığı mallar, bu kanunun üçüncü madesinin d ve e fıkralarında açıklananlar dışında kalan mallardır.
f) Malikin zimmetinde malı kaplayan veya nisabı eksilten borç bulunmaması,
g) Malin Mısır'da bulunması; mal, Mısır dışında bulunursa, ancak Mısırlı veya Mısır'da oturan yabancı ülke vatandaşı bir müslümanın malı olursa ve zekâtı ödenmemişse, zekât mevzuu olur.
1. Malın zekât mevzuu olması için, mükellef ve ailesi için, bir yıl boyunca gerekli olan -yiyecek, içecek, giyecek, mesken, ilaç, binit, meslek ve sanat âletleri ve mensupları için ilmî kitaplar gibi-zarurî ihtiyaçlardan fazla olması şarttır.
2. Zekât mevzuu malların her grubu için belirtilen zarurî ihtiyaçlara karşılık olarak ayrılacak şahsî ve ailevî masrafların miktarını tüzük belirler.
1. Malın zekât mevzuu olması için, nisaba ulaşması veya onu geçmesi şarttır. Bu şart, bütün yıl için geçerli olur.
2. Yıl (takvim yılı), her hicrî yılın Recep ayı sonunda biten oniki kamerî aydır.
3. Maldan elde edilen yavru, kâr veya iradın takvim yılı, aslınınkiyle aynıdır.
4. Mal, yıl içinde nisab miktarının altına düşerse, takvim yılı şartı geçerliliğini kaybeder. Bundan sonra nisabı bulursa, takvim yılı da nisabı bulduğu tarihten itibaren yeniden başlar.
5. Üçüncü maddenin d ve e fıkralarında belirtilen mallarda takvim yılı şartı aranmaz.
1. Altının nisabı, 85 gr. saf altındır.
2. Nakitlerde ve nakit yerine geçen veya nakitle değerlendirilen kıymetli evrakta, nakdi mevduatta ve alacaklarda da nisab, altın nisabıdır.
3. Nisab, devede beş, sığırda otuz, davarda ise kırktır.
4. Nisab, ölçülen ziraî ürünlerde ve meyvalarda elli kiledir (beş vesk), tartılan ürünlerde ise beş kantar veya altın nisabıdır. Bu, tüzüğün belirteceği ayrıntıya göre düzenlenir.
5. Gayrimenkul, sermaye iradı, sanayi ürünleri, hayvanı ürünler, ücret ve kazançlar ile üçüncü maddenin e fıkrasında belirtilen ticari işlerden elde edilen gelirlerde nisap, altın nisabıdır.
6. Bunlar dışındaki mallarda da, altın nisabı esastır.
1. Altın ve gümüş, altın ve gümüş nakitler, nakit yerine kullanılan veya nakitle değerlendirilen millî veya yabancı kıymetli evrak, senet, malî değeri bulunan belgeler, çekler ve diğer evrak, bankalarda ve tasarruf sandıklarında, şirketlerde veya kişilerde bulunan nakdî mevduat veya diğer saklı paralar zekât mevzuudur.
2. Bütün bunlarda nisab, altın nisabıdır.
3. Zekâtın oranı, zekât mevzuu malın % 2.5'udur (kırkta biri).
Tahsili umulan -ister senetle, isterse başka bir yolla- sabit alacaklar zekât mevzuudur.
1. Malikinin durumuyla uygunluk gösterip mutad sınırı aşmadığı takdirde, zînet amaçlı eşya ve diğer mallar, zekât mevzuu değildir.
2. Zînet eşyası hazine, iddihar, ticaret veya zekâttan kaçırmak için edinilir veya yukarıda belirtilen değeri aşar yahut kullanımı ve edinimi haram eşya olursa, ister altın ve gümüş olsun, isterse platin, elmas, inci veya başkası olsun, zekât mevzuudur. Hepsinde nisab, altın nisabına göre belirlenir. Zekâtın oranı, malın % 2.5'udur.
1. Zekât, ticarî malların sermayeleri için ödenir. Bu hesap, ticarî kâr ve eşyanın değerlendirilmesiyle olur. Tacirin sahip olduğu nakit ile ticarete ayrılan varlık ve tahsili umulan alacaklar da bunlara eklenir. Ticarî borçlar ile zarurî ihtiyaçlar (şahsî ve ailevî masraflar) matrahtan düşülür. Kalan, altın nisabını bulur veya geçerse ve havelân-ı havl şartını da taşırsa, zekâtı ödenir.
2. Ticaret mallarında zekâtın oranı, zekât mevzuu malın % 2.5'udur.
3. Menkul eşya alım-satımı yapan şirketler de, tacir kişiler gibi kabul edilir. Sermaye, zekât mevzu olur. Bundan sonra, ortakların hisse ve payları zekât tahsil edilmez.
1. Deve, sığır (manda dahil) ve davar (keçi dahil) zekât mevzuudur. Nisabı bulduğu ve havelân-ı havl şartını taşıdığı takdirde, ister saime olsun, ister evde bakılsın, ister çalıştırılsın, isterse çalıştırılmasın zekât ödenir.
2. Bunun dışındaki -at vb. diğer- hayvanlar, nema, gelir veya ticaret için elde bulundurulursa, zekât mevzuu olur. Zekâtın oranı, değerinin % 2.5'udur.
1. Develerin sayısı beşi bulur ve havelân-ı havl şartını taşırsa, bir şât (koyun veya keçi) ödenir.
2. Deve sayısı onu bulursa, iki şât ödenir. Bu şekilde, her beş devede bir şât ödenir.
3. Deve sayısı yirmibeşi bulursa bir bint mehâd (iki yaşına basmış deve) ödenir.
4. Deve sayısı otuzaltıyı bulursa, bir bint lebûn (üç yaşına basmış deve) ödenir.
5. Deve sayısı kırkaltıyı bulursa, bir hıkka (dört yaşına basmış deve) ödenir.
6. Deve sayısı altmışbiri bulursa, bir cezaa (beş yaşına basmış deve) ödenir.
7. Deve sayısı, yetmiş altıyı bulursa, iki bint lebûn ödenir.
8. Deve sayısı doksanbiri bulursa, iki hıkka ödenir.
9. Deve sayısı yüzyirmibiri bulursa, üç bint lebûn veya iki hıkka ödenir.
10. Deve sayısı yüzotuzu bulursa, her kırkta bir bint lebûn, her ellide bir hıkka ödenir.
11. Ödenecek miktardaki farklılaşma onar onar olur. İki sayı arası için zekât ödenmez.
1. Sığır sayısı otuzu bulur ve havelân-ı havli doldurursa, bir tebî (bir yaşında sığır) ödenir. Bu miktar, otuz dokuza kadar değişmez.
2. Sığır sayısı kırkı bulursa, bir musinne (iki yaşında sığır) ödenir. Bu miktar, elli dokuza kadar aynen kalır.
3. Sığır sayısı altmışı bulursa, iki tebî ödenir.
4. Bundan sonra her otuzda bir tebî, her kırkta bir musinne ödenir. İki sayı arası için zekât ödenmez.
1. Davar sayısı kırkı bulur ve havelân-ı havli doldurursa, bir şat (koyun veya keçi) ödenir.
2. Davar sayısı kırkı aşarsa, yüzyirmiye kadar bir şey ödenmez.
3. Davar sayısı yüzyirmibire ulaşırsa, iki şât ödenir. İkiyüze kadar başka bir şey ödenmez.
4. Davar sayısı ikiyüzbiri bulursa, üç şât ödenir.
5. Davar sayısı dörtyüzü bulursa, dört şât ödenir.
6. Bundan sonrasında her yüzde bir şât ödenir. İki sayı arası için zekât ödenmez.
1. Yerden çıkarılan -içlerinde petrolün ve taş işletmeleri ürünlerinin de yer aldığı- madenler ile deniz, göl ve ırmaklardan elde edilen canlı veya cansız varlıklar zekât mevzuudur.
2. Elde edilen varlığın yıllık değerinin altın nisabını bulması şarttır. Zekât, varlığın elde edildiği anda ödenir, havelân-ı havl şartı aranmaz.
3. Zekâtın oranı, elde edilen varlığın % 2.5'udur.
1. Topraktan elde edilen her çeşit ziraî ürün, meyva, sebze, çiçek vb. zekât mevzuudur. Mahsulün nisabı bulması şarttır,
2. Meyva veya mahsulün değerinden, bu kanunun beşinci maddesinde gösterilen şahsî ve ailevî masraflar istisna edilir, zekât kalan mal üzerinden ödenir.
3. Zekâtın oranı, âletle sulanmayan toprakta % 10, âletle sulanan toprakta ise % 5'tir.
4. Toprağı bizzat işleyen malik, -zekât mükellefidir. Toprak kiraya verilmişse, malik kira gelirinden ücret ve masrafları düştükten sonra safı gelir üzerinden % 5, kirayla işleten ise (toprağın âletle sulanıp sulanmamasına göre) % 5 veya % 10 oranında zekât öder.
5. Toprak müzaraa yoluyla işletilirse, malik ve işletici geliri bölüşür. Zekât borcu, herbirinin hak ettiği gelir oranında aralarında paylaştırılır.
Bu kanunun onbirinci maddesinde sayılanlar dışında ..kalan taşıma, otel, seyahat, sigorta, banka, komisyon, sözleşme, av ve sair ticarî işleri ypan kuruluş ve şirketlerin yıllık iradı, altın nisabını bulursa, üretim masrafları ile şahsî ve ailevî masraflar düşüldükten sonra safî gelirden %10, bu miktar bilinmezse toplam gelir üzerinden % 5 oranında zekât ödenir.
Fabrikalarda elde edilen gelir, bir yıl içinde altın nisabını bulursa, üretim masrafları ile şahsî ve ailevî masraflar düşüldükten sonra safî gelir üzerinden % 10, safî gelir bilinmezse toplam gelir üzerinden % 5 oranında zekât ödenir.
Yumurta, süt, bal, ipek gibi hayvanı ürünler, bir yılda altın nisabını bulursa, zekât mevzuu olur. Zekâtın oranı, üretim masrafları ile şahsî ve ailevî masraflar düşüldükten sonra safı gelir üzerinden % 10, safi gelir bilinmezse toplam gelir üzerinden % 5'tir.
1. İcar ve gelir getirmek üzere hazırlanmış apartman ve sair yerlerden elde edilen gelir, yıllık olarak altın nisabını bulursa, zekât mevzuu olur.
2. Zekâtın oranı, bina malikince (bina masrafları ile şahsî ve ailevî masraflar düşüldükten sonra) safi gelir üzerinden % 10, safi gelir bölünmezse toplam gelir üzerinden % 5'tir.
3. Belirtilen binaların işleticisi kiracı ise, bina maliki iradın % 5'i oranında, kiracı ise geliri için yukarıdaki (2.) fıkrada belirlenen oranda zekât öder.
1. Ücretler ve serbest meslek kazançları zekât mevzuudur. Zekât mevzuu olmaları için, yıllık kazancın altın nisabını bulması ve sahibinin aslî ihtiyaçlarından fazla olması şarttır.
2. Zekâtın oranı, kazanç için yapılan masraflar ile şahsî ve ailevî masraflar düşüldükten sonra, safî kazancın % 2.5'udur.
1. Devlet malları, kamu kuruluşlarının ve kamuya hizmet veren derneklerin malları zekât mevzuu değildir.
2. Kamu sektörü şirketleri ve kuruluşlarının sermayeleri ve gelirleri, zekât mevzuudur. Bu konuda, bu kanunun ve ona dayanarak çıkarılacak tüzüğün hükümleri geçerli olur. Kamu sektörü şirket ve kuruluşları, tıpkı özel sektör şirket ve kuruluşları gibi kabul edilir.
1. Hangi türden olursa olsun ve hangi kamu hizmetine harcanırsa harcansın vergiler, zekât yerine geçmez ve zekâtın ödenmesinin farz oluşunu önlemez.
2. Herhangi bir mal veya gelir için ödenen zekâtın miktarı, bu mal veya gelir için tahsil edilen vergi yüklerinden veya genel gelir vergisi yükünden düşülür.
3. Yürürlükteki vergi mevzuatı gözden geçirilir. Bunun amacı, zekât gelirinin gereksiz kıldığı bazı vergiler ile harcanmasını zekât gelirinin üstlendiği diğer bazı vergi gruplarını kaldırmaktır.
1. Sekiz harcama yeri (kalemi) şunlardır: Fakirler, miskinler, zekât çalışanları, müellefe-i kulûb, rikâb, gârimûn, fî sebîlillah ve İbnu's-sebîl.
2. Tahsil edilen zekât geliri, bu sayılan yerlere harcanır. Bunların dışında herhangi bir yere zekât gelirinden harcama yapılamaz.
1. Mallar şartlara ve kamu yararına göre, uygun harcama yerlerine tahsis edilir. Bu dağıtımda, her yıl tahsil edilen gelirden sekiz harcama yerine de pay ayrılması prensibi benimsenmez.
2. Tahsisat yolu ve oranı, gelirin değişmesine ve durumun şartlarına bağlı olarak, önem ve öncelik sırası da gözönünde tutularak, yıldan yıla değişebilir.
3. Gelir çok ve bütün harcama yerlerine yetecek kadarsa, sekiz harcama yerinden herhangi birisi -gereksiz olarak- payından mahrum bırakılamaz.
Harcamada öncelik, fakirlerin ve miskinlerindir. Bütçe, herhangi bir yıl, önceliğin başka bir harcama yerine verilmesini gerektiren zorunlu ve istisnaî durumlar bulunmadığı sürece, fakirlerin ve miskinlerin ihtiyacını karşılamak için yeterli ödeneklerden onları yoksun bırakmamalıdır.
Zekât bütçesi, her yıl, bütçe yılı içinde doğrudan harcama yerlerine aktarılacak miktarlar ile zekât menfaatlerine ve malî-ictimaî nitelikli üretim programlarına hizmet için yapılan programlara ayrılan miktarları belirler.
1. Bu kısımda belirtilen zekât menfaat veya hizmetçilerinden birine hak kazanmak için, daha önce malından zekât ödemiş olma şartı aranmaz.
2. Hak sahibi daha önce zekât ödemişse, hak ettiği ödeme miktarı, ödemiş olduğu zekatla değil, ihtiyacı ölçüsünde belirlenir.
1. Bu kısımda belirtilen zekâtın harcama yerleri (İslâmî sosyal dayanışma menfaat ve hizmetleri) konusunda, bunlarla ilgili hükümleri açıklayan ve hak ediş şartlarını, harcama esaslarını ölçüsünü ve miktarını belirleyen tüzükler çıkarılır.
2. Bu tüzüklerde, hak ediş şartları bir araya geldiği takdirde, birden çok menfaat veya hizmetten yararlanılabileceği dikkate alınır.
1. Zekât menfaat veya hizmetlerinden birinde hak sahibi olduğu düşüncesindeki her müslüman vatandaş, bu menfaat veya hizmetin kendisine sağlanmasını veya sunulmasını isteyebilir.
2. Talebine başvurudan itibaren otuz gün içinde cevap verilmezse veya hak ettiğinden daha az menfaat veya hizmet sağlanması kararlaştırılırsa, bu kanunun 72. maddesinde açıklanan özel “Şikâyet Komisyonu”na başvurabilir.
3. Komisyon şikâyeti incelemek ve ilgili zekât kuruluşunun cevabını dinlemek, bunun sonucunda, şikâyetçinin hak sahibi olduğuna ya da talebinin reddine dair karar vermek zorundadır.
4. Her ilgili kişinin, komisyonun kararma karşı, mahkemesinde temyiz hakkı vardır. Şikâyet ve temyiz konusunda, 72. maddenin ve orada gösterilen tüzüğün hükümleri uygulanır.
1. Zekât ödeyen veya zekât gelirinde hak sahibi olan herhangi bir kişi, zekât geliri olan birmalın, zekâtın şer'î harcama yerleri dışına veya bu kanunla ve ona dayanarak çıkarılan tüzüklerle belirlenen menfaat ve hizmet hükümlerine aykırı bir şekilde harcandığını yahut tahsilde bir kusur olduğunu görürse, bu kanunun 72. maddesinde gösterilen özel “Şikâyet Komisyonu” nezdinde itirazda bulunabilir.
2. Her ilgili kişi, komisyonun kararını idare mahkemesinde temyiz edebilir.
3. İtiraz ve temyiz konusunda, bu kanunun 72. maddesinde ve orada gösterilen tüzükteki hükümler uygulanır.
Zekât gelirinde hak sahibi fakir ye miskin olmak için, aşağıdaki şartlar bulunmalıdır:
a) Müslüman olmak,
b) Nisabı bulan ve kendisi ile bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin zarurî ihtiyaçlarından fazla malı bulunmamak,
c) Kendisinin veya bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin geçimini sağlayan kazanç, gelir, nafaka hakkı veya iradı bulunmamak; bunun sebebi, tembellik ve rızkını sağlamaya çalışmama olmamalıdır.
d) Aşağıdaki gruplardan birine mensup olmak:
1. Yetim ve buluntu çocuklar,
2. Dul ve boşanmış kadınlar,
3. Yaşlılar,
4. Hasta ve boşanmış kadınlar,
5. İş kazasına uğrayan veya meslek hastalığına yakalananlar.
6. Tamamen veya kısmen ya da geçici olarak aciz (çalışamayacak durumda) olanlar,
7. Özürlü ve sakatlar,
8. Hamile, doğum yapmak üzere veya yapmış kadınlar,
9. Kendileri veya aile fertleri hapiste olanlar,
10. Kayıp veya esirlerin aileleri,
11. Çalışamayanlar,
12. Kendilerinin ve bakmakla yükümlü olduklarının ihtiyacını gidermeye gelirleri yetmeyen zekât memurları.
13. Aile yüklerini karşılamaya muhtaç olanlar,
14. Yararı ve yükselmesi umulan öğrenciler,
15. Teknik meslek veya yararlı sanat eğitimi görmek isteyenler,
16. Uygun meskeni bulunmayanlar,
17. Yeterli maddi imkân bulamayan evlenmeye aday kız ve erkekler,
18. Kaza veya afete uğrayıp muhtaç düşen ve başka bir kaynak veya gelirle bu kaza ve âfeti atlatamayanlar.
Kişinin kazanç sağlamayacak durumda oluşuna dair değerlendirme yapmak için aşağıdaki kurallara uyulur:
a) Çalışmaktan büsbütün âciz olma şartı aranmaz. İş bulamayan kazanç sağlayabilecek kişi zekât alabilir, çünkü böylesi aciz hükmündedir. Çalışıp yeterli gelir sağlayanlar, ihtiyaçları ölçüsünde zekât alabilirler.
b) İhtiyacını sağlayacak geliri olmayanlar, fakir kabul edilir. Böylelerine ihtiyacı ölçüsünde zekât ödenir, malını satmaya zorlanmazlar.
c) Kazanç olarak değerlendirilecek gelir, kişinin durumuna ve şahsiyetine yakışan nitelikte olandır. Bu nitelikte olmayan kazanç, yok hükmündedir. Bedenî çalışmayla kazanç sağlama alışkanlığı olmayan ilim adamı, edebiyatçı ve benzerleri, uygun bir iş buluncaya kadar fakir ve miskin payından zekât alabilir.
d) Çalışmaya gücü yetip, ilim tahsili dolayısıyla buna imkân bulamayan, tahsili devam eden ve müslümanlara yararlı olacağı umulanlar, zekât alabilirler, kitaplarını veya öğrenim araçlarını satmaya zorlanmazlar.
e) Hak ediş şartlarının bulunup bulunmadığı; ilgiliye sormak, şahsî ve ailevî evrakından bilgi almak, özel idare ve iş kuruluşları nezdinde araştırmak ve duruma göre bilirkişi ve tanıkları dinlemek suretiyle, sosyal araştırma yoluyla gerçekleştirilir.
Zekât, hak sahibi fakirin -veya miskinin- kendisinin veya bakmakla yükümlü olduklarının insanlık şerefini koruyacak uygun insanî bir seviyede yaşamak için gerekli ihtiyaçları karşılar.
Hak ettiği menfaat ve hizmetler, aşağıdaki maddelerde düzenlenenlere göre belirlenir.
Bu kanuna dayanarak çıkarılacak tüzükler, aşağıdaki şartları gözetmek kaydıyla, bu tüzüklerin hükümlerine uygun olarak fakir ve miskinlerin hak ettiği menfaat ve hizmetlerin belirlenme esaslarını içerir:
a) Sağlanan menfaat ve hizmetlerin amacı, yoksulluğu ortadan kalkıncaya kadar kişiyi zenginleştirmektir.
b) İhtiyaç ölçüsünde ödeme yapılır, hak ediş sebepleri bulunduğu takdirde birden çok menfaat ve hizmetten yararlanılabilir.
c) Zekâtın tahsil edildiği yerdeki hak sahiplerine harcama önceliği ve merkez teşkilâtı ile taşra teşkilatının uyumu içinde zekâtın başka yerde harcanma esasları gözetilir.
1. Yaşlılık, hastalık, özür ve sakatlık, geçimi sağlayanın kaybedilmesi veya başka bir sebeple tamamen geçimini sağlamaktan âciz olana tam bir aylık bağlanır.
2. Kazanma gücünü eksiltici kısmen acizlik durumunda, tam maaşa kıyasla acizlik derecesine göre değişen bir maaş bağlanır.
3. Çalıştığı halde kazancı yetmeyen fakire, kazancı ve tam maaşa kıyasla belirlenen kısmî bir aylık maaş bağlanır.
4. Maaş, kazanmaktan acizlik devam ettikçe ödenir. Acizlik -yetimin kazanmaya gücü yeterek bulûğa ermesi veya dulların evlenmesiyle- kalkarsa, maaş ödemesi durdurulur. Tam acizlik -hastanın durumunun iyileşmesi gibi- kısmî acizliğe veya kısmî acizlik tam acizliğe dönüşürse, hak edilen maaş yeni acizlik durumuna göre belirlenir.
5. Kazanmaktan acizlik -hastalık, kaza, işsizlik vb. sebebiyle-geçici olursa, acizlik sebebi ortadan kalkıncaya kadar geçici nitelikte aylık yardım hak kazanılır.
Bu kanunun uygulanması için çıkarılacak maaş tüzüğü, aylık tam maaş elli Mısır cüneyhinden az olmamak kaydıyla, her durumda ödenecek maaş ve yardımın miktarını belirler. Asgarî sınır olan bu miktara, eş veya eşler için aylık yirmi Mısır cüneyhi,bakmakla yükümlü olunan çocuklar için de aylık yirmi Mısır cüneyhi eklenir.
Çalışıp kazanmaya ve kendisi ile ailesinin geçimini sağlamaya gücü yeten fakir ve miskine, iyi yaptığı iş veya meslekle ilgili çalışma araçları, bakacağı hayvanlar, kişi veya eşya taşıyacak araba, avcılık için kayık veya katılma payı, bir çiflik veya toprak ya da atölye veya fabrika hissesi gibi çalışma ve üretim gereçleri veya katılma payları verilir.
Bütün bu durumlarda, iş ve üretimdeki ciddiyetini sağlama alan ve kendisine tahsis edilen araç ve gereçleri korumayı sağlayan ihtiyat tedbirleri alınır.
Tüzük, hak sahibinin ihtiyacı yardım veya borç talebini gerektirdiği sürece, iş ve üretime yardımcı olmak ve faizli krediden kurtarmak için üretim yardımları ve karz-ı hasen hizmetleriyle ilgili düzeni belirler.
1. Tüzük, hak sahiplerine, aşağıdaki kültür ve eğitimle ilgili hizmetlerin sağlanmasını düzenler:
a) Okuma-yazma öğretimi,
b) Genel kültürün yaygınlaştırılması,
c) Çocukların ve gençlerin İslâmî terbiyesi,
d) Kur'ân'ın ezberlenmesi,
e) İster gençlerden ve büyüklerden, isterse genç kızlardan ve yetişkin kadınlardan olsun, kalifiye (nitelikli) eleman yetiştirici meslek ve sanat öğretimi,
f) Üretici ailelerin korunması, desteklenmesi ve ürünlerinin pazarlanması.
2. Tüzük, ayrıca hangi seviyede olursa olsun çalışkan, yararı ve yükselmesi umulan fakir öğrencilere sağlanacak yardımların ödenme esaslarını da belirler.
1. Zekât kuruluşunun uygun işlere girmesini ve kendilerine uygun çalışma fırsatlarını sağlamaya çalışması, işsizlerin hakkıdır.
2. Bu, fiilî kudretiyle uygunluk göstermeyen işlerde çalışanları kapsar.
1. İster hasta, âciz, yatalak, özürlü ve sakat veya yaşlı, isterse hamile, doğum yapmak üzere ya da yapmış kadın olsunlar, fakir hak sahiplerine ve bakmakla yükümlü oldukları çocuk ve aile fertlerine muayene, tedavi, ilaç, bakım ve yardımcı cihazların da içinde bulunduğu kaliteli ve aktif sağlık hizmetleri karşılıksız olarak verilir.
2. Zekât sistemi, fakirlere verilen sağlık hizmetlerindeki kusurları tamamlar ve bu konuda devlet kuruluşlarının verdiği hizmetlerle koordinasyonu sağlar.
1. insan şeref ve haysiyetini koruyan ve uygun geçim seviyesini sağlayan uygun ailevî şartlar bulunmadığı takdirde, çocuk, kız, kadın ve yaşlı ihtiyaç sahiplerini korumak üzere sosyal hizmetler verilir.
2. Tüzük, evlerinde oturan ve zarurî hizmetleri verecek kişileri bulamayan yaşlı, yatalak, özürlü ve sakat kişilere verilecek mesken hizmetini düzenler.
1. Zekât sistemi, ister ekonomik meskenler inşa edip maliyetine veya daha aşağısına satmak, düşük ve uygun bir ücretle kiralamak veya satın almak, oturmak ya da kiralamak üzere kolay ödeme şartlarıyla borç vermek suretiyle olsun, meskene muhtaç olanların ihtiyacını karşılamaya çalışır.
2. Tüzük, bu konudaki öncelik sistemini düzenler. Devlet, -bedelsiz olarak- belirtilen iskân programı için gerekli toprağı tahsis eder.
Eşi bulunmayıp evlenmek isteyen muhtaç erkeklere mehir ödeneği, kadınlara çeyiz ödeneği verilir. Tüzük, bu Ödeneğin sınırlarını ve şartlarını belirler.
Tüzük şu hükümleri düzenler:
1. Hamile ve doğum yapan kadınlar, mahpusların aile fertleri, kayıp ve esirlerin ailelerinin hak ettiği yardımların hükümleri,
2. Muhtaç duruma düşüren felâket, musibet ve âfete düşenlerin zarar bedellerinin ödenme sistemi.
1. Fakir veya miskinin ya da bakmakla yükümlü olduğu fertlerden birinin vefatı halinde kefen, teçhiz ve defin yardımı yapılır.
2. Özel kabirleri bulunmayan fakir ve miskin ölülerinin defni için yeterli kabir hazırlanır.
1. İster zekât işlerinde uzman ya da müsteşar olarak çalışsınlar, isterse bilinçlendirme, yorumlama, araştırma, tarh, tahsil, dağıtım ve harcama veya maliye, muhasebe, idarî işlerle yahut sosyal araştırmayı yürütsünler, zekât işlerinde bedelli olarak çalışanlara zekât gelirinden ödeme yapılır.
2. Zekât işlerinde çalışanlara yapılacak ödemenin, yıllık zekât gelirinin sekizde birini (% 12.5) geçmemesine dikkat edilir.
Müeîlefe-i kulûb payından aşağıdaki kalemlere ödeme yapılır.
a) İslâmî daveti yaymak, inanç ve hukukunu tanıtmak ve sağlam İslâmî terbiyeyle ilgilenmek suretiyle, insanların kalbini İslama ısındırmak ve dine mensup olma ruhunu geliştirmek,
b) Laiklik akımıyla, kültürel ve kimlik çözülmeyle, komünist yayılmayla, Siyonist ve sömürgeci misyonerlik mücadele,
c) Bazı Asya ve Afrika ülkelerindeki yeni müslüman olmuş veya inançlarından dolayı korku içinde olanlara yardım etmek, davetçiler, yayınlar, para ve hizmetlerle desteklemek,
d) Müslümanlara yardım etmek veya müslümanlara yapılan baskıyı önlemek üzere, gayri müslim bile olsalar, fakir ve nüfuz sahibi grupların kalbini kazanmak.
Zekât gelirinden bütün şekil ve türleriyle sömürgeciler karşısındaki mücadelesinde müslüman halkların ve İslâmî olmayan hükümetlerin azgınlığından ve zulmünden kurtulma mücadelesinde müslüman azınlıkların hürriyet ve izzetini gerçekleştirme yolunda ve müslüman esirlerin hürriyetine kavuşturulması uğrunda harcama yapılır.
Zekât gelirinden, gârimûna, harcama yapılır. Gârimûn, ihtilaflı kişilerin arasını bulmak veya başka meşru sebeplerle malî yük altına girme, felâket, âfet, ticarette ve işlerinde kesatlık, karz-ı hasen verip ödünç alandan tahsil edememe gibi sebeplerle borçlu olup ödeme güçlüğü içindeki kişilerdir.
Zekât gelirinden, İslâm dininin şerefini ve İslâm ümmetinin izzetini, maddî ve manevti durumu koruyan genel şer'î alanlara harcama yapılır. Fî Sebîlillah, sözgelimi aşağıdaki genel hizmetleri kapsar:
1) Allah yolunda cihad, müslümanların toprağını ve dayanaklarını korumak ve işgal altındaki müslüman toprakları geri almak için mücadele verenlerin cihadına destek olmak üzere İslâm toprağını savunak hazırlığına katılma,
2) Gayri İslâmî bölgelerdeki hakları alman ve dinî baskıya ugrayan müslüman azınlıkların cihadını destekleme,
3) Bu gibi bögelerdeki müslümanlara Kur'ân ve dinî hükümleri öğretecek heyetler gönderme,
4) Cami, okul, tedavi merkezi, İslâmî kütüphane, konferans ve davet salonu, topluma iyilik ve hizmet birimi içeren İslâmî merkezler kurma; içeride ve dışarıda bu merkezleri kurmak için bir plan hazırlanır.
5. İslamin yayılma hareketini destekleme; bu, ciddi ve sağlam İslâmî kitaplar, Arapça veya başka dillerde yayınlamak suretiyle olur.
6. Geçim seviyesi yolculuk sınırına veya altına düştüğü ve açlık, veba, savaş, sel, kuraklık vb. musibet ve âfetlerle karşılaştığı takdirde İslâm devletlerindeki halklara yardım etme.
1. İbnu's-Sebîl kaleminden yolcu, yolda kalmış ya da geçici veya arızî olarak ikamet eden kişilerden olduğu takdirde, memleketinden uzak düşmüş müslümana ödeme yapılır. Bu ödeme, dinî, ilmî ve millî görevini veya memleketinden meşru bir iş için çıkıp malî güçlüklerle karşılaşanların bu işini tamamlamak üzere paraya ihtiyacı sabit olunca yapılır. İbnu's-Sebîl kaleminden, baskı, savaş, iktisadî veya siyasî bunalımlardan kaçmak yüzünden memleketinden ayrılan mültecilere de ödeme yapılır.
2. İbnu's-Sebîl'e yapılacak ödeme, yardım şeklindedir. Memleketine dönünce veya malî imkân bulunca ödemek üzere ödünç olarak da gerçekleştirilebilir.
Zekât işlerini yürütmek üzere, Zekât Kurumu adında bir kamu kurumu kurulur. Bu kurumun müstakil bir kamu tüzel kişiliği ve devlet bütçesinden bağımsız bir bütçesi bulunur. Kurumu ilim ve din işleri ile zekât alanında uzman ondan az olmayan, yirmiyi geçmeyen bir idare meclisi yürütür. İdare meclisi üyeleri, bakanlar kurulunca tayin edilir.
Sözü edilen kurum, aşağıdaki işlerden sorumludur:
1. Bu kanunun ve ona dayanarak çıkarılan tüzüklerin hükümleri ışığında zekât hükümleri konusunda aydınlatma ve vatandaşları zekâtın esasları ve inanç, ibadet ve sair dinî hükümlerle ilişkisi konusunda bilgilendirme, zekât mevzu malları, hesaplanma kaidelerini açıklama ve bu konuda objektif doğru tanıtmada bulunma.
2. Kurumun fıkhi, mevzuatla ilgili, sosyal, iktisadî ve malî alanlarda zekât konusunda ilmî araştırmalar yapan bir merkezi olur.
3. Kurum, ister zekâtın tarh, tahakkuk ve tahsiliyle ilgili, isterse zekâtın harcanma kalemleri, menfaatler, hizmetler, idarî, malî, üretim ve hesaplama konusundaki düzenlemelerle ilgili tüzükler olsun, bu kanunun yürütülmesi için gerekli tüzük tasarılarını hazırlar.
4. Verdikleri beyannamelere göre, gönüllü olarak ödeme yapanlardan zekât ödemelerini kabul eder.
5. Ödenecek zekât miktarını belirler ve zekât mükellefi olup gönüllü ödemeyenlerden zorla tahsil eder.
6. Fakirlik ve muhtaçlığı çeşitli sebepleriyle açık bir biçimde belirlemek üzere, köy ve kentler kapsamlı bir sosyal taramaya alınır. Bu konuda, daha önce yapılmış incelemelerden de yararlanılır.
7. Bu kanun ve tüzüklerinin hükümleri çerçevesinde, zekât gelirinden, öncelik ve önem sırası gözetilerek, şer'î harcama kalemlerine harcama yapmak.
8. Tahsil edilen zekât mallarının idaresi ve korunması, tahsilinden hemen sonra harcanmasını gerektirmeyecek olanların üretime yatırılması. Bu, kısa, orta ve uzun vadeli yatırımlarla ilgili bir siyaset izlenerek yapılır. Yatırım, kâr ve nema yoluyla zekât mallarına uygun bir gelir sağlayacak biçimde olur. Zekât sistemiyle, yararlananlara faydalı hizmetler ve işsizlere işyerleri hazırlanır, toplumun ve ümmetin topyekün kalkınmasına katılınır.
1. Kurum, her yıl, zekât gelir ve giderleriyle ilgili bütçe hazırlar.
2. Beklenen gelir ve giderler ile üretim durumunun dikkate alındığı gelecek beş yıl için İslâmî-zekât merkezli sosyal dayanışma planı da hazırlar.
3. İslâmî genel yararı izlemek ve kanun, İslâm hukukunun temellerine ve prensiplerine bağlı kalmak kaydıyla, bu plan, -imkânlar ölçüsünde- devletin iktisadî ve sosyal kalkınma genel planıyla paralellik gösterir.
1. Kurum, idare, maliye ve muhasebe örgütlenmesini yapar.
2. Bu örgütlenme, merkezdeki daire ve kısımlar, vilayetlerdeki şubeler ve diğer mahalli idare birimlerindeki büroların kurulması ile bütün bunların görev ve sorumluluklarını belirlenmesi anlamına gelir.
3. Her zekat menfaati için özel bir hesap açılır, her şube ve büronun hesabı ayrı yürütülür.
4. Kurum, herhangi bir vergi veya resime tâbi değildir.
1. Kurum, malî denetim ve gelir, gider, muhasebe ve maliye işlerinin iç kontrolü için bir organ kurar.
2. Bu organ, kurumun merkez muhasebe divanının kurumun maliye ve muhasebesini denetleme görevlerini engellemez.
3. Merkez muhasebe organının kurumun maliye ve muhasebesiyle ilgili raporunun bir örneği millet meclisine, bakanlar kuruluna ve kurumun idare meclisine sunulur.
1. Dindar ve uzman, zekât, sosyal dayanışma, hukuk, iktisat ve kamu maliyesi alanlarında ilmî uzmanlık sahibi müslüman bilginlerden bir şûra heyeti kurulur. Bu konuyla ilgili olarak bir bakanlar kurulu kararı alınır.
2. Bu heyet, zekât gelir ve giderleriyle ilgili önemli işlerde kuruma görüş açıklar, yorum tüzükleri, gelir ve gider ile bu kanunu yürütmek için gerekli diğer tüzük tasarılarını hazırlar.
3. Kurum, ancak konuyu ikinci kez arz ettikten ve muhalefet sebeplerini yazılı olarak açıkladıktan sonra, şûra heyetinin görüşünü kabul etmeyebilir.
1. Kurum görevlerine, tayin veya nakil yolula gelinir. Kurum çalışanları, her durumda dindar, güvenilir ve uzman kişilerden olmalıdır. Göreve ilk tayin için, öğretim ehliyeti yeterli değildir. Bilakis, kuruma bağlı bir enstitüde zekâtın teorik ve pratik meselelerini ve genel olarak İslâm'ın hükümlerini içeren bir program uygulanan ve tüzüklerce altı aydan az olmayacağı belirlenen bir eğitim ve öğrenim devresi başarıyla tamamlanmış olma şartı aranır.
2. Bu kanunun çıkmasından, idarî giderlerini karşılayabilecek ölçüde zekât gelirine ulaşıncaya kadarlık süre içindeki kurum personelinin maaşları devlet bütçesinden karşılanır. Bu geçiş dönemi, iki yılı aşamaz.
Sosyal işler ve sigortalar bakanlığı ile bağlı heyetlerinin, -her biri kendi görev sınırları içinde- diğer bakanlıkların, menkul ve gayrimenkul sermaye vergileri kuruluşlarının, üniversite ve enstitülerdeki sosyal araştırma merkezlerinin sosyal hizmet ve sosyal dayanışma kısımlarının, zekât kurumuyla yardımlaşması ve istediği açıklama, bilgi ve görev alanına giren araştırmalarla desteklemesi gerekir.
1. Kurum, Arap ve İslâm devletlerindeki zekât işlerini yürüten kurum, heyet ve sandıklarla yardımlaşır ve onlarla koordineli olarak faaliyet yapar. Bu yardımlaşma ve koordinasyon bakanlar kurulunun kabul ettiği ölçüde olur.
2. Yardımlaşma ve koordinasyon araçlarından birisi, Arap ve İslâm dünyasındaki zekât kurum (heyet ve sandıkları) için merkez birlik kurulmasıdır.
Yardımlaşma ve koordinasyon, özellikle zekat gelirinden ülke dışında diğer devletlerdeki müslüman fakirlere, fî sebîlillah ve müellefe-i kulûb kalemlerine yapılacak harcamayı kapsar.
1. Her zekât mükellefinin, her yıl Ramazan ayının başında, kuruma, zekâtın farz olduğu mal ve gelirlerini, her birinin değerini, ödemesi gereken zekât miktarını ve bu kanuna göre hazırlanacak tüzüğün gösterdiği örneğe uygun diğer açıklamaları yaptığı bir beyanname vermesi gerekir.
2. Mükellef, beyanname verdiği sırada, bu beyannamede bildirdiği zekât miktarını ödemek zorundadır.
3. Ziraî ürün ve meyvalar ile maden ve yerden çıkarılan varlıklarla ilgili beyanname ise, hasat, toplama ve istihsal tarihinden itibaren bir ay içinde verilir.
1. Verilen beyannamenin doğruluğunda şüphe uyandıracak kuvvetli deliller bulunmadığı takdirde, kurum bu beyannameye güven duyar ve bu kanunun hükümlerine uygun olarak ödenecek zekâtı tarh eder.
2. Beyanname veren kişi zekâtı ödeyince kurum teşekkür eder ve göndereceği yazıyla hayır duada bulunur.
Kurum nezdinde verilen beyannamenin doğruluğunda şüphe uyandıran kuvvetli deliller varsa veya belirlenen zekât miktarı bu kanunun hükümlerine uygun değilse, kurum, beyannameyi tartışmak ve zekât miktarının tahakkuku için gerekli beyan ve delilleri istemek üzere mükellefi davet edebilir.
1. Taraftar, ödenmesi gereken zekât miktarının belirlenmesinde ittifak ederse, durum bir tutanakla belirlenir. Ve kurumun özel bölümünün güveninden sonra bu tutanakta ittifak edilen miktar nihaî kabul edilir.
2. İttifak, beyan edilen miktarın, ödenmesi gereken zekât miktarından daha az olduğu noktasmdaysa, mükellefin tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde bu farkı ödemesi istenir.
Kurumun yaptığı inceleme sonucunda, ödenmesi gereken zekât miktarının, mükellef tarafından beyan edilen miktardan daha fazla olduğu anlaşılır ve ödenecek zekât miktarında uzlaşma sağlanamazsa, kurum, ödenecek miktarı re'sen tarh eder ve kararı mükellefe bildirir.
Zekât kurumunun yaptığı incelemeler, beyanda bulunmayan bir mükellefe zekâtın farz olduğu veya mükellefin farz olan zekâtı ödemediği anlaşılırsa, ödeyeceği zekât miktarı tarh ve tahakkuk ettirilir ve karar, mükellefe bildirilir.
Mükellefin, malını idare etmesini engelleyen bir durumu ortaya çıkar veya ülke sınırları içinde ikamet etmezse, mallarının idaresini yürüten kişi, bu kanun hükümlerine göre doğacak hak ve borçlarda onun naibi kabul edilir.
1. Her durumda zekât,-doğrudan kuruma veya bunun için belirlediği banka hesabına ödenir, başka herhangi bir yere ödenmez.
Nihai olarak farz olan her zekât borcu, gönüllü olarak ödenmediği takdirde, kurum tarafından cebren tahsil edilir.
1. Mükellef, kurumun kararlarına karşı, kuruma bağlı şikâyet inceleme komisyonlarından birine başvurabilir. Başvuru, kararın kendisine tebliğinden itibaren otuz gün içinde yapılır.
2. Her komisyon, Adalet Bakanlığı'nın başkan olarak tayin ettiği bir hâkim ile bir din bilgini ve zekât maliye ve muhasebesinde uzman bir kamu görevlisinden oluşur.
3. Komisyonların görev yeri, her komisyon mahallî idare birimlerini kapsayacak biçimde belirlenir.
4. Bu kanuna dayanılarak hazırlanacak tüzük, başvuru ve incelenip karara bağlanma usûlünü gösterir.
5. Komisyonun şikâyet konusundaki kararı, kesindir. Ancak bu karara karşı, idare mahkemesinde temyiz hakkı vardır. Bu mahkeme, yürütmeyi durdurma kararı almadıkça, komisyon kararı yürürlükte olur.
6. Şikâyet ve temyiz davası vergi ve resime tâbi değildir.
Zekât, farz olan malın kendinden ödenir. Farz oluş vaktindeki değeriyle nakden de ödenebilir.
Zekât gönüllü olarak ödenmezse, idarî haciz yoluyla cebren tahsil edilir.
Zekât, borçlunun zimmetine farz olur. Zekât borcunun, farz ve borçlunun bütün mallarına önceliği vardır ve mirasçının alacakları gibi özel alacaklara, vergi ve resim gibi kamu alacaklarına karşı önceliği vardır.
Zekât alacağı, zekâtın farz olduğu veya borçlunun diğer bütün mallarındaki öteki haklardan öncelikli olarak tahsil edilir.
Zekât farz olduktan sonra, ödemenin geciktirilmesiyle veya ne kadar uzarsa uzasın sürenin geçmesiyle zekât borcu zamanaşımına uğramaz.
1. Zekât, farz oluşundan hemen sonra ödenir. Ancak, mükellef ödeme imkânı bulamadığı takdirde, imkân buluncaya kadar ödemeyi erteleyebilir.
2. Mükellef ödeme imkânı bulur da ödeme yapmaz ve kusurlu davranarak zekât ödeyeceği malı telef olursa, zekât borcu zimmetinde devam eder, malın telefıyle düşmez.
Hiçbir şekilde zekât alacağından vazgeçme veya eksiltecek biçimde uzlaşma sözkonusu olamaz.
Zekâttan kaçmak amacıyla, satımı veya başta bir tasarrufta bulunmakla zekât düşmez.
Zekât borcu olduğu halde ölen mükellefin mahndaki zekât borcu devam eder. Zekât borcu, zekâtın farz olduğu maldan veya terekenin diğer kısmından ödenir. Bütün alacaklıların, vasiyet edilenlerin ve mirasçılarının haklarından önceliklidir.
1. Kurum -nihaî olarak- zekât borcunu tahakkuk ettirir ve mükellef de ödemek için yeterli malı bulunduğu halde bu borcu ödemekten ısrarla kaçınırsa, mükellefin ikamet yerindeki ceza mahkemesi hakiminden Allah hakkı borcunu ödemeye zorlamak üzere mükellef hakkında emri çıkarmasını talep eder. Bu tutuklama süresi, iki haftayı geçmemek üzere hâkim tarafından belirlenir.
2. Tutuklama süresi, toplam süre iki ayı geçmemek üzere, nihaî olarak belirlenen zekât borcunu ödeyinceye kadar aynı süre yenilenerek veya benzer yeni süreler belirlenerek uzatılabilir.
3. Zekat mükellefi, tüzel kişi ise, genel müdürü veya herhangi bir sorumlusu; ülke sınırları içinde oturmayan biri ise, malını idare eden kişi; reşit olmayan biri olursa velisi tutuklanır.
1. Zekât kaçakçısı, ödemesi gerekli zekât borcuna ilâveten, ödeyeceği zekât miktarının iki katını geçmeyen malî cezaya çarptırılır.
2. Aşağıdaki mükellefler, zekât kaçakçısı kabul edilir:
a) Farz olan zekâtı ödemekten kaçırmak amacıyla, bu kanunun 64. maddesinde belirtilen beyannameyi belirlenen süre içinde vermeyenler,
b) Ödenecek zekât miktarını eksiltebilecek biçimde beyanlarında veya vereceği belgelerde kasten yanlış açıklamalarda bulunanlar,
c) Mallarının tamamının veya bir kısmının farz zekâtın kapsamına girmesini önlemek gayesiyle gayri meşru yollara sapanlar,
d) Kesin olarak belirlendikten sonra, zekâtı ödemekten kasten kaçınanlar.
1. Yukarıdaki maddede belirtilen kamu davası, ancak kurum genel müdürünün talebi üzerine açılır.
2. Zekât kaçakçısı, borcunu ödediği takdirde kamu davası geri alınabilir. Bu durumda, kurum tarafından, mükellef -zekât borcundan ayrı olarak- ödeyeceği miktarın yarısını geçmeyen bir cezaya çarptırılır. Bu ceza geliri, zekât gelirine aktarılır.
Bu kanunun 64. maddesinde gösterilen beyannameyi mazeretsiz olarak geciktirenler, on cüneyhten az, ikyüz cüneyhten fazla olmamak kaydıyla malî cezaya çarptırılır. Bu ceza geliri, zekât gelirlerine aktarılır.
1. Zekâtla ilgili cezalara, ceza kanununda veya diğer kanunlarda gösterilenleri geçemez.
2. Zekât gelirinin korunması için, kamu malının korunması kanunu ile ceza kanununun hükümleri aynen geçerli kılınır.
Hiçbir resmi daire, heyet, kamu kuruluşu, şirket veya müessesenin, kendisinde bulunan ve bu kanun hükümleri uyarınca incelenmesi istenen belge ve evrakı kurum görevlilerinin incelemesine sunmaktan kaçınamaz.
Noterlikler, yapılan akid veya tasarruf hangi türden olursa olsun, bunları kuruma bildirmek zorundadırlar. Bu bildirim, akid veya tasarruf üçbin cüneyhi geçtiği takdirde, yapılma tarihînden itibaren iki hafta içinde olur.
1. Vazifesi gereğince, zekâtın belirlenmesi, beyannamenin kabulü, tahsil, harcama, zekâtla ilgili beyanlar veya şikayetlerin incelenmesi konusunda bilgisi bulunanlar görevin sırlarını ifşa edemezler.
2. Sırların ifşa edilmesi halinde, ceza kanunundaki görev mesleğin sırlarını ifşa etme cezasıyla ilgili hükümler uygulanır.
Kurum genel müdürünün kararıyla belirlenen kurum personeli, bu kanunun hükümlerine karşı herhangi bir aykırılığı ortaya koyma konusunda yargı güvenliği personeli sıfatını taşır.
1. Bu kanunun ikinci kısmındaki hükümlere uygun olarak zekât gelirinden, harcama kalemlerine giren kişi, grup veya yere verilen menfaat, hizmet ve diğer işler vergi resimden muaftır.
2. Kurumun malları, kazançları, gelirleri, faaliyetleri, üretim işlemleri, yaptığı akitler ve zekâtın gayesi çerçevesindeki ithalat da vergi ve resime tâbi değildir.
Gayri müslim vatandaşların sosyal dayanışması konusunda özel bir kanun hazırlanır. Gayri müslim vatandaşlara ya zekât kanunu hükümleri uygulanarak, müsîüman vatandaşların ödeyeceği miktarda ödeme yaparlar ve bu kanunun bütün hükümlerinden yararlanırlar, ya da onlar için giderlerini karşılayacak bir vergi ödemek ve bunun sağlayacağı menfaat ve hizmetlerden yararlanmak şartıyla bu kanunla belirlenen sisteme karşılık olarak geniş kapsamlı özel bir sosyal dayanışma sandığı kurulur. Bütün durumlarda, yük, menfaat ve hizmet konularında gayri müslim vatandaşlar ile müslüman vatandaşlar arasında eşitliğe riayet edilir.
1. Bu kanunun hükümlerine göre -müslüman- fakir ve miskinlere sağlanan menfaat ve hizmetler, 1977 tarih ve 30 sayılı kanunla kabul edilmiş sosyal dayanışma sisteminden yararlananlara yapılan genel yardımların yerini alır.
2. Ayrıca, belirtilen zekât menfaat ve hizmetler sistemi, başka bir sigorta sisteminden yararlanmayan çalışanların sigortasıyla ilgili 1975 tarih ve 112 sayılı kanuna göre sigortalı olanlar için belırlenen maaş ve yardımlar sisteminin yerini de alır. Son kanundan yararlananlar, zekât kanununu kendilerine uygulandığı tarihten itibaren sigorta ödemelerinden muaf olurlar.
3. Belirtilen iki kanuna göre yapılan maaş ve yardım ödemeleri, bu kanun hükümlerine göre karşılık tutulan zekât menfaatlerinin sağlanması tarihinden itibaren durdurulur.
4. Kurum, zekâtın tahsil ve harcanmasıyla İlgili bütün konularda Nasır Sosyal Bankası'nın yerini alır.
1. Kurumun hazırlığı ve teklifi üzerine, Bakanlar Kurulu tarafından, bu kanun hükümlerini tedricen yürütmek için gerekli geçiş dönemi tedbirleri alınır. Geçiş dönemi, kanunun yayınlanmasından sonra, kanunu tanıtma, hükümlerini anlatma ve uygulanması, kurum örgütlenmesinin bitmesi şube ve bürolarının kurulmasını gerçekleştirme, ödeyenlerden gönüllü olarak zekâtı kabul etme ve zekât borcu doğan bazı mal ve gelirlerden zekâtı cebren tahsil etmek için gerekli tüzük tasarılarını hazırlamakla başlar. Bu dönem, zekât borcunun doğduğu bütün mal ve gelir çeşitlerinden ve bütün ülkede zekâtın cebren tahsil edildiği döneme geçişle sona erer.
2. Geçiş dönemi, hiçbir şekilde, bu kanunun yayın tarihinden itibaren -en çok- iki yılı aşmamalıdır. Bu süre içerisinde, bu kanunda belirtilen bütün tüzük, yönetmelik ve kararların çıkarılması tamamlanmalıdır, geçiş dönemi bitmeden önce bütün tüzük, yönetmelik ve kararların bu kanun hükümleriyle birlikte, bütün illerde zekâtın cebren tahsili ve şer'î kalemlere harcanmasının yürürlük kazanmasının yerine geçmesi bitmelidir.
Bu kanun veya tüzük hükümlerinin uygulanması konusunda kurum (veya beytülmal) tabirinden, kurumun veya beytülmalin merkez teşkilâtı veya özel dairesi ya da özel bürosu kastedilir. Bu, metinler, karineler ve kurumun idarî ve malî örgütlenmesi tüzüğündeki görev dağılımına göre belirlenir.
Bakanlar kurulu kararıyla, uygulama tüzüğü, tahsil ve harcama tüzüğü, idarî ve malî örgütlenme tüzüğü, yatırım tüzüğü ve bu kanunu uygulanması için gerekli sair tüzükler hazırlanır. Bu tüzüklerin hazırlanması, kurumun hazırlaması ve teklifi üzerine olur.
Her bakan, kendi göreviyle ilgili alanda, resmi gazetede yayınlanması tarihinden itibaren bu kanun hükümlerini yürütür ve uygular.
Hac, karma nitelikte bir ibadettir; yani, hem bedenle, hem de malla yapılan bir ibadettir. Hac hukuku da, bu karma ibadetin hukukî çerçevesini inceler.
Hac hukuku; hac kavramı, haccın unsurları, haccın çeşitleri, hac suç ve cezaları ile hac ibadetiyle yakın ilişkisi bulunan umreyi ele alır.
Hukuk bütünü içinde yer alan hac hukuku, çeşitli hukuk dallarıyla ilişki kurar. Bu hukuk dalları, daha çok, yine ibadet hukuku içinde yer alan kurban ve keffarettir. Ayrıca, temsil açısından medenî hukukla da ilişki içindedir. Çeşitli durumlarla ilgili olarak, başka hukuk dallarıyla da ilişki kurabilir.
Şeklî hukuk kaynaklarından naslar (âyet ve hadisler); doktrin kaynaklarını meydana getiren ve ictihadî hukuk olarak adlandırılan icma, kıyas, ashabın ve hukukçuların görüşleri, hac hukuku içinde başlıca kaynaklardır.
Genel tefsirler ve hadis eserleri, ahkâm âyet ve hadisleri ile bunların tefsirleri ve şerhleri, genel fıkıh eserleri ve hacla ilgili eserler, doktrin kaynakları arasında sayılabilir. Fıkıh ve hadis kitaplarının hac/menâsiku'1-hac bölümleri bu açıdan önemlidir.
Hac konusunda herhangi bir kanunlaştırma çalışması bulunduğunu bilmiyoruz.
Sözlükte hac kelimesi hem (rabbe) yönelmek (ziyaret ve seyahat etmek), hem de bir şeye (hac konusuna göre, benliğimize) hakim olmak için gayret sarfetmek gibi manalara gelir. Bir müslümanın dinî vecibelerinden üçüncüsü olan hac, akıllı ve baliğ erkek ve kadın her müslümanın ömründe bir defa Mekke'ye gitmesi ve orada Allah'ın (c.c.) iradesinde kendisini yoketmek (fena) için gayret sarfetmesi demektir. Hukuk dilinde hac, “Özel zamanda hac işlemlerini gerekli yerlerde özel bir şekilde yapmak” olarak tanımlanır. Hacca giden müslümana hacı (c. Huccac) adı verilir.
Haccın farz olmasının sebebi Ka'be-i Muazzama'nın (Beytullah, Mecsid-i Haram) bulunmasıdır. Hac, bu mukaddes yeri ziyaret etmek için farz kılınmıştır. Bu sebep tekerrür etmediği için, haccın farz olması da tekerrür etmez. Mükellef olan bir kim. nin ömründe bir defa haccetmesiyle bu farz yerine getirilmiş olur. Hatta akıllı ve baliğ olan bir müslüman fakirliği sırasında yürüyerek haccetmiş olsa, daha sonra zengin olunca yeniden haccetmesi gerekmez.
Cumhura göre, gerekli şartları taşıyan her müslümana ömründe bir defa olmak üzere haccetmek farzı ayındır. Bu farzı, şartları gerçekleşince hemen mi yapmak gerekir, yani fevrî midir; yoksa daha sonra da yapılabilir mi, yani ömrî midir? [368]
a) ÜM ve Ebu Yusuf’a göre, şartları gerçekleşince hemen hacca gitmek gerekir, yani hac fevridir; bu şekilde hacca gitmeyenler günahkâr olur.
b) Şafiî Mezhebine ve eş-Şeybani'ye göre, hac ibadeti ömrîdir. Bu sebeple, Şafiî Mezhebine göre geciktiren iki şartla günahkâr olmaz:
1) Haccın Kaçmasından Korkmamak: Yaşının büyüklüğü, ulaşmaktan aciz olma veya malının yok olması gibi sebeplerle haccın kaçmasından korkmamak gerekir. Bu gibi durumlar yoksa geciktirmek günahtır, hac fevrî olarak yapılır.
2) Daha Sonra Yapma Azmi Taşımak: Böyle bir azim ve niyet bulunmazsa geciktirmekle günahkâr olunur.
Haccın farz olduğu Kitap, sünnet ve kınayla sabittir:
“Hacca bir (imkân ve) yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beytullah'ı ziyaret etmeleri insanlar üzerinde bir Allah (c.c.) hakkıdır.” [369]
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:
“İslâm beş temel üzerine kurulmuştur;
1) Kelimei Şehadet
2) Namaz kılmak,
3) Zekât vermek,
4) Haccetmek,
5) Oruç tutmak.” [370]
Haccın farz kılındığı günden beri bütün müslümanlarca haccın farz olduğunun kabulü ve uygulaması bir icma-ı ümmet meydana getirmiştir.
Hac hicretten dokuz yıl sonra farz kılınmıştır. Bu yıl ve ilk haccı, Hz. Ebubekir yaptırmıştır. Peygamberimiz (s.a.v.), ilk kez hicretin onuncu yılında haccetmiştir. [371]
Haccın yapılmasındaki çeşitli usul ve adap, insanın Kadim ve Kerim olan Mabud'una yapacağı tazimlerin, göstereceği kulluk vaziyetinin, arzedeceği ihtiyaç ve iftikar tarzının en mükemmel şeklini içine alır. Hacca giden bir müslüman, Allah'a (c.c.) karşı acizlik ifadesini takınır, zengin-fakir, güçlü-güçsüz, aynı kıyafet içinde, aynı mahrumiyetleri tadarak, kuvvetli bir ruh eğitimine tâbi tutulmuş olur.
Bütün müslümanların kıblesi olan ve İbrahim (a.s.) gibi büyük bir peygamberin makamını içine âlân, Beytullah olarak anılan muazzam bir mabette yapılacak ibadet ve taatm ulviyetine, vesile olacağı ecir ve sevaba son yoktur.
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) içinde doğup büyüdüğü, İslam güneşinin ilk doğmaya başladığı, Sahabe'nin yaşadığı ve İslamiyet'in binlerce mukaddes hatırasını sinesinde saklayan mübarek bir beldeyi ziyaretteki feyiz ve bereket, her türlü tasavvurun üstündedir. Böylece, dinî hisler kuvvetlenir, samimiyet artar.
Seyahatin sağlık, sosyal ve fikri açıdan da faydalarını takdir eden milletler, dinen mecbur olmadıkları halde birçok sıkıntılara katlanarak dünyanın çeşitli yerlerini gezerler. İslâmiyet ise, en faydalı bir seyahata bir kutsiyet, bir mecburiyet vermiş, müslümanları böyle bir seyahatin sonsuz feyizlerinden faydalandırmak istemiştir.
Hac vesilesiyle Allah'ın (c.c.) kendisine verdiği vücut sağlığı, mal zenginliği gibi dünya nimetlerinin şükrünü yerine getirmiş olur. Böylece, bu nimetler, kendisini azdıracak yerde, Allah'a (c.c.) yaklaştırmış olur.
Hac, müslümanları adeta askerî bir disiplin gibi, aynı zamanda, aynı işleri yapmaya, uzun yolculukların zorluklarına katlanmaya alıştırır. Kraldan dilenciye kadar istisnasız herkes en büyük tevazuu, en sıkı bir nefis feragatini gösterir; tıraş, evlilik münasebetleri, hatta kaşınma bile terkedilir. Bu durum birkaç gün süren hac esnasında devam eder.
Dünyanın her yanından gelen müslümanlarla tanışılır, görgü ve bilgiler artar. Birbirlerine karşı yardımlaşma imkânları doğar.
Müslümanların ömürleri boyunca unutamayacakları dinî hatıralar bırakır. Bu hatıralar, hayatın her gününde hacıları tesiri altına alarak, daima iyi bir İnsan olmalarını sağlar.
Dünyanın her yanından gelen müslümanİar, bütün dünyaya dil, ırk, renk, millet farklarının insanî eşitliğe, birlik ve kardeşliğe engel olmadığını açıkça gösterirler. Böylece, müslümanların dünya çapındaki kardeşliği bizatihi orada en parlak bir şekilde tezahür eder. Mü'minler ırk, dil, doğum yeri, hatta sınıf farkı olmaksızın oraya gitmek ve orada bir kardeşlik eşitliği ve ruhu içinde birbirleriyle kaynaşmak mecburiyetini hissederler:
Çölde beraber kamp kurarlar, dinî vazifelerini hep beraber yaparlar, birçok günler muayyen saatlerde yürürler, dururlar ve geceyi çadır altında açık ordugâhta beraber geçirirler -ve bütün bunlar günde beş vakit namazdan fazla olarak- Allah'ın (c.c.) askerlerini bir disiplin hayatı içinde yetiştirir.
Hac sırasında Rahmet dağından her sene İslâm'ın insan haklarını içine alan veda hutbesi okunarak dinletilir.
Halife Hz. Ömer (r.a.), hac müessesine pek hayırlı idarî yön verdi. Zira bu, onun için kumandanlarıyla, valileriyle birlikte memleket meselelerini konuşmak için olduğu gibi, tasarlanan mühim projeler hakkında halkın fikrini almak için de mühim bir fırsattı.
Namaz, mademki Allah'ın huzuruna miraç etmekten ibarettir, o halde Allah'ın Evini haccetmek de, itaat ve emirlere uymada (biat) en yüksek mertebeyi teşkil eder.
Haçta, hangi işlemlerin nasıl yapılacağı, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından belirlenmiştir; bu işlemlere yenileri ilave edilemez.
Hac işlemleri, her mükellefin çabucak öğrenebileceği ve yapabileceği kadar kolaydır. Malî imkânı olan herkes için uygundur.
Hac, her renkten müslümanın biraraya gelmesiyle eda edilen bir ibadettir. Haccın bu özelliği, müslümanlar arasında barış, kardeşlik ve dayanışma duygularının hayata geçmesi için uygun ortamlar hazırlar. Hacı adayı, hem kendisiyle, hem de başkalarıyla barış, kardeşlik ve dayanışma içinde olmak zorundadır.
Haccın unsurları; haccın tarafları ile hac işlemleri olmak üzere iki grupta ele alınabilir.
Hac, saf Allah haklarından biridir. Bu yüzden, hac, gerekli şartları taşıyan mükellefler tarafından Allah rızası için yapılır.
Hac mükellefi olmak için, haccın farz olmasının ve edasının şartlarını taşımak gerekir.
Haccın farz olması için, bir takım şartların gerçekleşmesi gerekir. Bu şartların, bölgedeki hacı adaylarının gittiği zamanda bulunması gerekmektedir. [373]
Haccın farz olma şartlarını, teklifin genel şartları ve hacla ilgili şartlar şeklinde iki öbekte ele alabiliriz:
Teklifin genel şartlan; İslâm, bulûğ ve akıldır:
a) ÜM'e göre, bir kimseye haccın farz olması için, müslüman olmak şarttır. Çünkü müslüman olmayanlar, önce iman etmekle mükelleftirler; imana göre ikinci derecede kalan ibadetlerle mükellef değildirler.
b) Maliki Mezhebine göre, müslüman olmak haccın sahih olma şartıdır.
Mükellef |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
Aslî Kâfir |
— |
— |
Farz |
— |
Mürted |
— |
Farz |
Farz |
— |
Tablo 101: Haccın Farz Olmasında müslümanlık
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, yeniden müslüman olan mürtede haccetmek farz değildir; ama daha önce haccettiyseyeniden haccetmesi gerekir.
b) Şafiî Mezhebine göre mürtede hac farzdır, ancak yaptığı hac sahih değildir. Fakat müslüman olup haccetmeden ölürse, terekesinden onun adına haccedilir.
c) Maliki Mezhebine göre de, mürtede hac farzdır, fakat yaptığı hac sahih olmaz.
Ergenlik çağına ulaşmamış çocuklara hac farz değildir; yaptıkları hac sahih olmaz. Çocuğuyla hacca gidenlerin onlara hac işlemlerini yaptırması gerekir.
Akıllı olmayanlara hac farz olmadığı gibi, onların yaptıkları hac sahih de değildir.
Yol masrafı kudreti, Cumhur'a göre şartken, Malik’e göre şart değildir:
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bir kimsenin, kendisinin ve ailesinin geçinmesi için zaruri ihtiyaçlarından fazla olarak hacca gidiş dönüş için yeterli yol ve yiyecek masrafını karşılayacak bir maddî imkana sahip olması gerekir. Zaruri ihtiyaçlar, genel olarak bakmakla mükellef olunan kimselerin nafakası, ev için gerekli olan eşya ve malzeme ile ödenecek borçlardan ibarettir.
b) Ebu Yusuf’a göre, haccı yapıp döndükten bir ay sonraya kadar geçim masraflarının karşılanmış olması gerekir.
Mekke ve 90 km. uzağındaki çevresindekiler için yol masrafı kudreti şartı aranmaz. Çünkü onlar, yürüyerek de haccedebilirler. Caferî Mezhebine göre, Mekke'de ve 86.4 km. çevresinde oturanlar, kıran veya temettü haccı yapmak zorundadır, zahir olan, temettü haccıdır.
Haram malla yapılan hac, Cumhur'a göre sahihtir, ancak bunun günahı kendinde kalır; Ahmed b. Hanbei'e göre haram malla yapılan hac sahih değildir. [375]
Yukarıda da belirtildiği gibi, geçinme ve yol masrafı kudretinin bölgedeki hacı adaylarının gideceği zamanda bulunması gerekir.
Geçinme ve yol masrafı normal ölçülere göre hesaplanır. Bu kudrete sahip olmayanların, malî gücünü zorlayarak hacca gitmesi farz değildir.
c) Malikî Mezhebine göre, geçinme ve yol masrafı kudreti şart değildir. Bu konuda, Mekke'ye gidip hac eylemlerini yerine getirmeye imkân bulunması yeterlidir. Bu sebeple, fazla güçlük bulunmaksızın yayan olarak veya kiralanarak temin edilen bir binekle hacca gitmeye ve nafakasını sanatıyla yolda günden güne elde etmeye gücü yeten bir müslümana -canı ve malı hakkında bir tehlike yoksa- hac farz olur. Yurdunda kendisinin ve ailesinin nafakaları için herhangi bir şey bırakıp bırakmaması önemli değildir. Fakat bu, yok olacakları derecede değildir. Bu durumda hacla mükellef olunmaz.
Hanefî ve Şafiî Mezhepleri ile Züfer'e göre, hac vazifesini yerine getirmek için, yeterli zamanın bulunması gerekir. Bunun için, kendisine hac farz olduğu halde haccetmek için müsait bir vakit bulamadan vefat eden kimse, hac ibadetinden sorumlu değildir. Bu zaman, Hanefî Mezhebine göre hacı adayının bulunduğubölgedeki hacca gidiş tarihidir; Şafiî Mezhebine göre bu zaman, Şevval ayının başından Zilhiccenin onuna kadar devam eder.
Haccın farz olması için, köle olmayıp hür olmak şarttır. Günümüzde bu şart, her bakımdan serbestçe karar verebilecek durumda olmak şeklinde anlaşılmalıdır. Nitekim hacı adayı olacak kişinin ülkesi veya Suudî Arabistan hükümetinin hac kotası koyması gibi durumlar buna örnek olarak gösterilebilir.
Hanefî Mezhebine göre, darı harpte gayri müslimlere ait bir ülkede bulunup ihtida eden kimse, haccın farz olduğunu bilmedikçe hac ile mükellef olmaz. Fakat İslâm ülkesinde böyle bir bilgisizlik mazeret olamaz. Bu sebeple, İslâm yurdunda bulunan bir gayri müslim, haccın farz olduğunu bilsin veya bilmesin ihtida edip gerekli şartlan taşıyınca hacla mükellef olur.
Haccın farz olma şartlarını taşıyan mükellef, aynı zamanda haccın edasının erkek ve kadınlar için ortak şartları, kadın mükelleflerin de kendileri için gerekli özel şartları da taşıması gerekir:
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, haccetmek için, vücudun sağlam ve sağlıklı olması şarttır. Yerinden kalkamayan, felçli veya yola dayanamayacak şekilde yaşlı olan kimselere hac farz değildir. Bu gibi kimselere, başka birini hacca göndermeleri de gerekmez; ancak, vücudu sağlamken kendisine hac farz olan kimselerin hacca gitmeyip sonradan vücut sağlığını kaybetmeleri halinde başka birini kendileri adına hac yapması için göndermeleri gerekir.
Kör ve kötürüm olanla i da bu halleriyle hac farz değildir. Ebu Yusuf, eş-Şeybanî, Hanbelî ve Şafiî Mezheplerine göre, kendisine rehberlik edecek kimsesi bulunan körler de diğer şartları taşıyınca hacla mükellef olur; bu durumda, kendileri gitmezse, niyabeten haccettirmeleri gerekir.
b) Hanbelî Mezhebine göre, vücut sağlamlığı olmayan kimseler niyabeten haccettirir.
Kara, hava veya deniz yollarıyla hacca gitmek için yolun emniyetli olması gerekir; yol emniyeti bulunmadıkça, haccetmek farz ulmaz.
Hacca gidebilmek için, kısıtlı olmamak şarttır. Bu sebeple, hapiste olan veya hacca gitmeleri devletçe önlenen veya yasaklanan kimselere hac da farz değildir.
a) Hanefî Mezhebine göre, Mekke'den doksan km., uzakta olan ister genç, ister yaşlı bir kadının, yanında kocası veya mahremi bulunmadıkça, hacca gitmesi farz değildir. Bu uzaklıktan az olan yerlerdeki kadınlar için, koca veya mahremin bulunması şart değildir.
Mahrem; bir kadının kan, evlilik veya süt akrabalığı dolayısıyla asla evlenemeyeceği erkeklerdir. Kadınla birlikte hacca gidecek erkeğin güvenilir, akıllı ve baliğ olması gerekir; müslüman olmak şart değildir, ancak mecusî olamaz. [379]
Mahrem bulununca, Hanefî Mezhebine göre, koca, esininin farz hacca gitmesini önleyemezken, eş-Şafiî'ye göre önleyebilir. [380]
Yanında kocası veya mahremi olmadan hacca gitmeye niyet edilemez; ancak, bu şekilde hacca giden kadının hacı sahihtir. Çünkü bu haccın sahih olma şartı değildir.
b) Şafiî Mezhebine göre, -uzaklık sözkonusu olmadan- farz olan hacca gidecek kadın, güvenilir iki ve daha fazla kadından meydana gelen toplulukla hacca gidebilir; nafile hacca gidiyorsa, koca veya mahremin bulunması şarttır.
c) Maliki Mezhebine göre kadın, kocasj, mahremi veya güvenilir kadınlarla -uzaklık sözkonusu olmadan- hac yapabilir. Bu konudaki uzaklık, kadına güç gelen mesafedir,
d) Hanbelî Mezhebine göre, uzaklık sözkonusu olmadan hacca gidebilmek için, koca veya mahremin bulunması şarttır.
Mahremin hacca gitmesi halinde masraflar kadına ait olur. [381]
e) Caferî Mezhebine göre, hacca gitme gücü bulunan kadının, farz haçta kocasından izin alması gerekmez, mendub haçta ise izin alması şarttır. Farz hacca gitmeyi, kocanın engellemesi caiz değildir. Evli olsun olmasın, kendisine ve namusuna güvenen kadının, hac yolunda mahreminin bulunması şart değildir. Kendine güven olmazsa, mahrem veya ücretle tutsa bile güvendiği birinin bulunması şarttır. Güven olmayınca, hac kudreti yok sayılır.
Kocasından boşanmış veya kocası ölmüş bir kadının, dul kaldığı tarihten itibaren dört buçuk ay geçmesi şarttır. Bu vakit geçmeden, kadın başkasıyla da evlenemez. Hatta yola çıktıktan sonra Mekke'ye doksan km. kala -kocasının o sırada ölmesi gibi bir sebeple- iddet beklemesi gereken kadın, bu süre bitmedikçe oradan çıkmaması gerekir.
Bu şart Hanefî ve Maliki Mezheplerine göre gereklidir: Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, iddetin bitmiş olması şartı aranmaz. Bununla birlikte, ilk iki mezhebe göre de iddet bitmeden yapılan hac sahihtir.
Hac hukukunda, hacla mükellef olmak için, -biraz önce de ele alındığı gibi- kişinin akıl ve bulûğ gibi ehliyet şartlarını taşıması gerekir. Bazı hac işlemlerini yapmakla veya ceza mükellefi olmakla ilgili ehliyet konuları, ilgili yerlerde ele alınacaktır.
Hac mükellefi olmak için gerekli şartları taşıyıp, ölmek izere bulunan kimse vasiyet ederek veya körlük, ihtiyarlık, sakatlık gibi bizzat kendisinin hacca gitmesine engel bir durum ortaya çıkan kimse, yerine bir başkasını göndererek hac borcunu yerine getirir. Bu şekilde, hacca başka birini göndermeye, İhcâc, Niyabeten Hac veya Bedelen Hac; hacca gönderene Amir, Menûb, Mahcûcun Anh, Munîbveya Mustenîb gönderilene Bedel veya Nâib; bu hacca Niyabeten Hac veya Bedelen Hac adı verilir:
a) ÜM'e göre, niyabeten hac yapmak caizdir:
(1) Şafiî Mezhebine göre, farz olan haccı yaptıktan sonra ölen ve kendisi adına nafile hac yapılmak istenen kimsenin, mutlaka vasiyet etmiş olması gerekir.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, naibin ölü adına yaptığı hac veya umre sahihtir, bu durumda velinin izni olması gerekmez, naibin ölü adına niyeti yeterlidir.
(3) Hanefî Mezhebine göre, nafile hac için, sağlam mükellef yerine bedel gönderilebilir.
b) Malikî Mezhebine göre, -bedenî ibadet olma yönü kuvvetli olduğundan- farz olan hac, niyabeten yapılamaz; nafile hac için niyabet, kerahatle caizdir. Bu mezhebe göre, bizzat hac yapmaktan aciz kalan kimseden hac borcu düşer, nâib göndermesi gerekmez.
eş-Şeybani'ye göre, niyabeten hac yapılması halinde hac naibe, sevap ise âmire aittir. [383]
Niyabeten haccın geçerli olması için, gönderen ve gönderilenle ilgili ayrı ayrı ve ortak bazı şartlar aranır:
Hacca gitmesi farz olmayan kimse, bedel gönderemez. Bu şekilde yapılan hac, nafile yerine geçer, farz ödenmiş olmaz.
Hac için gerekli şartları taşıyan, fakat ölüm döşeğinde bulunan bir kimsenin bedel gönderilmesini vasiyet etmesi gerekir:
a) Bu vasiyette, gerekli mal ve para tayin edilmişse, bu parayla ve vasiyet ettiği şekilde bir bedel gönderilir.
b) Mal ve para belirtilmemişse, malının üçte birinin yeterli olması halinde, bedel bununla gönderilir. Para yeterli değilse, yeterli olacak bir yerden bedel gönderilir. Bu şekilde de para yetersiz kalınca, vasiyet hükümsüz kalır.
c) Kesin bir şekilde isim belirtilirse, o kişiden başkası hacca gidemez. Bedel ölünce bile, yerine başkası âmir için hacca gönderilemez.
d) Kesin bir şekilde isim belirtilmezse, bedel gönderilecek kişiyi mirasçılar tayin eder.
e) isim belirtilmediği halde, bedel olacak kişi vefat ederse, yerine başkası gönderilir.
Hacla mükellef olan kimse, hemen mükellef olduğu sene hac için yola çıkıp, daha haccetmeden vefat ederse, hac için vasiyet etmesi gerekmez, niyetinin karşılığını görür. Fakat haccını geciktirmişse, vasiyet etmesi gerekir, etmediği takdirde günahkâr olur, mirasçılar onun adına haccedebilir; eş-Şafiî'ye göre, vasiyet olsun olmasın, terekeden hacca yetecek miktar alınır ve bir naibe haccettirilir. [385]
Şafiî Mezhebine göre, acizlik dolayısıyla hacca gidemeyen kimse başkasını ücretle tutup veya masraflarını karşılayarak bede-len hac yaptırabilir. Acizlik, ya iyileşmesi imkânsız olan müzmin bir hastalıktan veya yaşlılıktan dolayı meydana gelir. Fakat bu, iki âdil (güvenilir) doktorun veya mükellefin kendi tecrübesiyle bilinir. Acizlik, belirtilen sebeplerle binek üzerinde duranfayacak güçsüzlük veya tâbi olarak mükellefin dayanamayacağı şiddetli bir sıkıntıdır, işte bu gibi durumlarda, eğer hac kendisine farz olduktan sonraysa fevrî olarak, farz olmazdan önce veya farz olduğu sırada, ya da farz olduktan sonra meydana gelirse ömrî olarak niya-beten hac yaptırmak gerekir. Fakat her türlü acizlikte, mükellefin bulunduğu yerle Mekke arası kasru's-salât için gerekli uzaklıkta bulunmalıdır. Mekke'de bulunanlarla belirtilen uzaklıkta bulunmayanların bizzat haccetmesi gerekir. Bu durumda olanlar da, aşırı derecede aciz olurlar ve bundan dolayı haccedemezlerse, naib gönderebilirler, naib ölümden sonra da gönderilebilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, hacca bedel gönderebilmek için gerekli diğer şartları taşıyan âmirin vücudunda körlük, sakatlık, ihtiyarlık gibi hacca gitmeye engel bir durumun bulunması gerekir. Ayrıca, bu hastalık ve sakatlığın geçici olmayıp iyileşme ümidi olmayacak şekilde olması da şarttır. Hac yapıldıktan sonra bu şekildeki bir kimse iyileşse bile, haccı sahihtir ve borç ödenmiş olur.
b) Şafiî Mezhebine göre, diriler için amir göndermek caiz olduğu gibi, ölüler için de niyabe'ten hac yaptırılabilir. Şartlarını taşıdığı halde hacca gitmeyen ve ölen kimsenin vasisir n, mirasçılarının, bunlar yoksa hakimin terekesinden gerekli miktarı ayırarak bu haccını yaptırması gerekir. Fakat ölenin malı bulunmazsa, sayılan kimselere naib göndermek mecburi değildir. Ancak, mirasçılardan veya yabancı biri bizzat veya niyabeten onun adına hac yapabilir. Bu durumda, ölünün mürted olmaması ve farz veya vacip hac veya umre borcu bulunması gerekir. Farz veya vacip hac veya umresi yoksa terekesinden haccettirilmez.
c) Malikî Mezhebine göre, hac yapılmasını vasiyet etmek mekruhtur. Fakat vasiyet yapılınca bu, malının üçte biriyle yerine getirilir. Başka bir vasiyet bulunur ve mal ikisinden birine yeterse hac vasiyeti iptal edilir, diğeri yerine getirilir. Hac vasiyeti için ayrılan para veya mal, herhangi bir sebeple yetersiz kalırsa, imkanlar ölçüsünde naib gönderilir; vasiyet malı yetersiz kalınca, vasiyet de hükümsüz kalır.
d) Hanbelî Mezhebine göre, -özürlü veya özürsüz- farz haccı veya umreyi yapmadan ölen kimsenin -vasiyet etmese bile- malından gerekli pay ayrılır ve bir naib gönderilir. Bu naibin, mükellefin öldüğü yerden değil, kendisine haccın farz olduğu yerden olması gerekir, fakat naib kasru's-salât (90 km) uzaklığmdaki bir yerden de olabilir. Başka birinin -velisinin izni olmasa bile- ölü adına yaptığı hac mükelleften borcu düşürür.
Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre, kör ve yatalak durumundaki âmirler iyileşince niyabeten hac sahih olurken bu Yusuf’a göre hac yapıldıktan sonra ortadan kalkan her türlü mazeret ve hastalık hacca tesir etmez. Şafiî Mezhebine göre, iyileşmesi umulmayan âmirin naibi haccı tamamladıktan sonra iyileşmesi halinde, bizzat kendisinin haccetmesi gerekir. Naibin yaptığı hac kendisine ait olur, ücret alamaz, verilen geri alınır.
Amir kendi adına hac yapması için, bedele hac emri vermesi gerekir. Amirin emri ve isteği olmadan onun adına hac yapılmaz. Fakat mirasçı, miras bırakan adına onun emri olmadan haccedebilir.
Başkası adına hacca gidecek bedelin hac işlemleriyle ilgili masrafları âmir tarafından karşılanır. Kendi malıyla hacca giden bir kimsenin, bu haccım bedel göndermeyi vasiyet eden birine bağışlaması vasiyet eden için sahih değildir. Aynı şekilde, kendi malıyla haccedilmesini vasiyet edip ölen kimse için mirasçısı onun adına kendi malıyla hacca giderse, bu hac, vasiyet edilen hac için sahih olmaz.
Bedel olarak hacca gidecek kimse, kalben ve diliyle gönderen için “filan adına ihrama ve telbiyeye niyet ettim” demesi gerekir. Bedel kendi için niyet ederse, âmirin haccı sahih olmaz.
a) Hanefî Mezhebine göre, bedel olacak kimsenin, hac işlemlerini yerine getirme ve barınma-tabiî ihtiyaçlarını gidermeyle ilgili her türlü masrafı amir tarafından karşılanır. Fakat bedel, bu masraflar dışında bedel olabilmek için ayrıca ücret alamaz. Hacca gitmek için masraf dışında bir ücret şart koşulmuşsa yapılan hac amir için değil, naib için sahih olur. Çünkü ibadetler, ücretle yapılmaz.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, hac niyabeti ve ücreti kabul eden ibadetlerdendir. Şafiî Mezhebine göre, niyabet için yapılacak ücret akdinin sahih olması için, şu şartların gerçekleşmesi gerekir:
(a) Amir ve naibin, farz ve nafile her türlü işlemlerini bilmek. Bedel sünnetlerden birini yapmazsa, bu sünnetin payı olan para geri alınır.
(b) Bedelin hac işlemlerini yapmaya başlama kudreti bulunması. Herhangi bir mazereti bulunan kimseyi naib göndermek sahih değildir.
Bedel olacak kimse kendisini hacca gönderenin hangi haccı yapacağına dair olan şartlarını aynen yerine getirir. Amirin istediği şekilde hac yapmayan bedel, yaptığı masrafı âmirine geri öder; Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre ödemez. [386] Kendi parasından karşılayarak bedel, kendi için umre yapabilir.
Şafiî Mezhebine göre, âmirin belirttiği mikata ihrama girmek gerekir, fakat mikat belirtilmemişse naib dilediğinde ihrama girebilir.
Bedel, yalnız amirin haccı için ihrama girmelidir. Gerek kendisi, gerek iki amir için hacca gitmesi caiz değildir. Hem amir, hem de kendisi için veya iki amir için ihrama girerse, yapılan hac âmir adına sahih olmaz. İki amirden yalnız biri adına yapılan hac, onun adına sahih olur. Hangisi adına hac yaptığını açıkça belirtmezse, Ebu Yusuf’a göre niyabet sahih olmaz, hac kendisi için nafile olarak sahih olur; Ebu Hanife'ye göre yapılacak hac bunlardan biri için yapılabilir. [387]
Bedel, âmir adına yapacağı hacca bizzat kendisi gider. Fakat kendisine, “dilediğini yap veya bir mazeretle karşılaşınca başka birini gönderebilirsin” denirse, bizzat gitmediği takdirde, onun tayin ettiği ikinci bedelin haccı amir adına sahih olur. Aksi halde, izin yoksa yapılan hac, âmir adına sahih olmaz ve bedel parayı amirine geri verir.
Şafiî Mezhebine göre, bedelin güvenilir biri olması şarttır.
Şafiî Mezhebine göre, bedelin farz haccı yapmış olması gerekir; Cumhur'a göre, böyle bir şart aranmaz.
Caferi Mezhebine göre, kendisine hac farz olup eda imkânı da bulan mükellef, karşılıksız veya ücretle başkası adına haccedemez, nafile hac da yapamaz. [388]
Amirin ve bedel olacak kimsenin yapacağı haccın sahih olması için, akıl ve müslüman olmak şarttır.
Hac işlemlerinde mümeyyiz olmayanın başkası adına hacca gitmesi caiz değildir. Fakat mürahik (büluğ yaşına yakın çağdaki çocuk) bedel olabilir.
Bedelin hareket ve davranışlarıyla haccının fasid olması veya cinayet işlemesi halinde, aşağıdaki gibi hareket edilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, haccın fasid olması, iki şekilde gerçekleşir:
(1) Arafat'ta vakfeden önce: Bedelin haccı, vakfeden önce fasid olursa, hac işlemlerini tamamlaması ve âmirin parasını geri vermesi gerekir. Çünkü en önemli rükün yapılmamıştır. Haccı da gelecek yıl naib kendi parasıyla kaza eder.
(2) Arafat'ta vakfeden sonra: Bedelin haccı vakfeden sonra fasid olursa, parayı geri vermek gerekmez. Çünkü en büyük rükün olan vakfe yerine getirilmiştir. Ziyaret tavafı ve diğer işlemler yapılarak geri dönülür.
b) Şafiî Mezhebine göre, naibin haccı fasid olunca, yine kendisinin kaza etmesi gerekir, aldığı ücreti de geri verir. Gelecek yıl iki kaza haccı için kendisi gidebildiği gibi, başka birini naib olarak hacca gönderebilir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, kendi kusuruyla haccı kaçıran -kusuru olmazsa parayı alır- veya bozan naibe, haccı kaza etmesi ve aldığı parayı geri vermesi gerekir. Naib yolda hastalanır ve dönerse, dönüş masrafını alır.
a) Hacca bedel olarak giden bir kimse cinayet işlerse, -buna kendisi sebep olduğu için- cezası yine kendisi tarafından ödenir.
b) Bedel ihsar durumuyla karşılaşırsa, kesilmesi gerekli hedy kurbanı, Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre amirin kendi parasıyla kesilir, çünkü bedelin bir suçu yoktur; Ebu Yusuf’a göre, hedy naibe düşer.
a) Kendisine hac farz olmamış kimseler, yanında mahremi olan kadınlar ve kendi adına daha önce hac yapmamış olanlar, bedel olarak hacca gidebilir. Ancak, hacca bedel olarak gönderilecek kişinin, daha önce kendi adına haccetmiş biri olması efdaldir. Şafiî Mezhebine göre, az önce de zikredildiği gibi bu şarttır. Hanbelî Mezhebine göre, naibin farz haccı yapmış olması şart olduğu gibi, kendisinde kaza veya adak haccının bulunmaması gerekir. Şayet böyle biri naib olarak hac yapmışsa, hac amir adına sahih olmaz ve para geri alınır. Umrede de bu şartlar aranır.
Kadınlar da bedel olabilir; ancak, bazı hac işlemlerini, msl., remel ve herveleyi yapmayacaklarından, bir eksiklik bulunduğu için mekruhtur.
b) Bedel, âmirin parasını ne çok sıkı, ne de aşırı bir şekilde harcamayarak orta yolu tutar. Artan parayı amirine iade eder. Amiri, hacca giderken veya döndükten sonra artan parayı bedele bağışlayabilir.
c) Bedele verilen para kaybolur veya biterse, kendi parasını harcayan bedel hakkında şöylece hareket edilir:
(1) Kendi kusuru veya aşırı gitmesiyle bu durumla karşılaşırsa, âmirden veya yoksa terekesinden bu parayı alamaz. Fakat kusuru ve aşırı gitmesi yoksa alabilir.
(2) Amir veya mirasçıları tarafından, “para yetmezse borç al, öderiz” denirse, bedel bu parayı alabilir.
d) Bir kimse anası-babası için onların emri olmadan hacca gidebilir. Bu, niyabeten hac olmayıp, kendi ibadetinin sevabını onlara bağışlamak olur.
e) Amirin vasiyet etmiş olduğu mal, müsaitse vatanından haccedilmelidir, aksi takdirde müsait bulunacağı yerden haccedilir.
f) Bizzat veya niyabeten haccetmek üzere yola çıkan kimse, yolda vefat edip tarafından haccedilmesi vasiyet edilmiş olursa, Ebu Hanife'ye göre memleketinden, Ebu Yusuf ve Muhammed eş-Şeybanî'ye göre vefat ettiği yerden haccettirilir.
Haccın yapılmasından, haccın farz olma şartlarını taşıyan her mükellef bizzat sorumludur. Haccın yapılması konusunda üçüncü kişilerin sorumluluğu yoktur. Bizzat hac yapma imkânından yoksun olanlar, yukarıda açıklandığı şekilde bedel haccı yaptırırlar.
Hac borcunun intikali veya hac borcuna halefiyet, hac mükellefinin ölümü halinde ortaya çıkar. Bu durumda, hac mükellefinin vasiyetli veya vasiyetsiz ölümüne göre, şu hükümler geçerli olur: [390]
Hacla mükellef olan kimse, hemen mükellef olduğu sene, hac için yola çıkıp daha haccetmeden vefat ederse, hac için vasiyet etmesi gerekmez, niyetinin karşılığını görür. Fakat haccını geciktirmişse, vasiyet etmesi gerekir, etmezse günahkâr olur, mirasçılar onun adına haccedebilir; eş-Şafiî'ye göre, terekeden hacca yetecek miktar alınır ve bir naibe haccettirilir; hac borcu, kul borcundan önceliklidir.
Caferi Mezhebine göre, ister temettü, kıran ve ifrad haccı olsun, isterse umre olsun, vasiyet edilmediyse terekenin aslından hac yaptırılır.
Bir kimsenin, malının üçte birinden hac için vasiyet ettiği paru, birkaç hacca yeterli olunca, eğer bir defa haccedilmesini vasiyet etmişse bir defa haccettirilir, artan mal mirasçılarına verilir. Fakat böyle bir hac yapılmasını açıkça söylememişse, bu paranın yeterliliğine göre, bir senede veya birkaç senede birkaç hac yaptırılır. Bu konuda, vasi, dilediğini seçer. Fakat bir senede yapılması efdaldır.
Mirasçılar terekeyi bölüşüp, hac için gerekli vasiyet miktarını ayırdıktan sonra, ayrılan mal vasinin veya naibin elinde yola kolunca, Ebu Hanife'ye göre miras bölüşümü iptal edilir, hac için gerekli para ayrıldıktan sonra yeni bir taksim yapılır. Ebu Yusuf’a göre, taksim iptal edilmez. Ancak hac için yeterli mal kalmışsa bununla haccedilir, kalmadıysa vasiyet düşer. eş-Şeybanî'ye göre, hac için ayrılan miktar kaybolursa, vasiyet düşer.
Ölünün borçtan kurtulması açısından farklı bir içtihadı savunan Ahmed b. Hanbel, Evzaî, Ebu Sevr, Tahâvî ve Nevevî gibi hukukçular ile muhaddislerin çoğuna göre, ölünün yakınlarının, onun borçlu olduğu oruç, hac gibi ibadetleri de kaza etmesi caiz ve sahihtir. [392] Konuya, sevabın ölüye ulaşması açısından da yaklaşan İslâm bilginlerinin Cumhur'u, sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve başka âlemdekilerin bundan istifade edeceklerine hükmetmiştir.
Hac mükellefliği, sadece ölümle düşer; farz olduktan sonra malın telef olması, mükellefliği düşürmez.
Haccın farz, vacip ve sünnet her türlü işlemine Nusuk (ç. Menasik) veya Menasiku'l-Hac denir:
Haccın üç farzı vardır:
1) İhrama girmek,
2) Arafat'ta vakfe,
3) Ziyaret tavafı.
Bunlardan son ikisi, aynı zamanda haccın rükünleridir.
Haccın farzları
---------------------------------------------------------------------
İhrama girmek. Arafat'la vakfe Ziyaret tavafı.
(niyet-telbiye) (bir süre durmak) (4 şart)
Şema 51: Haccın Farzları
İşlem |
|
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
İhrama |
Girmek |
Farz/Şart |
F/Rükün |
F/R |
F/R |
Arafat'ta |
Vakfe |
F/R |
F/R |
F/R |
F/R |
Ziyaret |
Dört şart |
F/R |
F/R |
F/R |
F/R |
Tavafı |
Üç şavt |
Vacip |
F |
F |
F |
Sa'y |
|
Vacip |
F/R |
F/R |
F/R |
Tablo 103: Haccın Farzları
Sözlükte “haram kılmak” manasına gelen ihram, hac işlemi olarak “Hac veya umreye başlamaya niyet eden kimsenin, bu iki işlem dışında olduğunda helal olan hal ve hareketleri kendine haram kılması” demektir. İhrama giren kimseye Muhrim, ihrama girişe göre yapılma şekli açısından hac ve umrelere ise Muhremun Bih adı verilir.
İhrama girecek kimse, abdest alır veya -efdal olan- gusül yapar, izar ve rida denen hac elbisesini giyer. Bu özel elbiseye koku sürer (kokunun eseri kalıyorsa sürülmesi eş-Şeybani, Malik ve eş-Şafiî'ye göre mekruhtur), iki rekat namaz kılar. Namazdan sonra,
“Allah’ım hac yapmak istiyorum. Haccı bana kolaylaştır ve yaptığım haccı kabul et” diye dua eder. Namazın sonrasında telbiyeye başlar. Böylece, ihrama girilmiş olur.
Hanefî ve Maliki Mezheplerine göre, ihrama girerken niyet etmek, onun bir rüknüdür. Hac veya umreye niyet ettikten sonra, telbiyeye başlanır.
İhram niyetiyle telbiye yapıp hac veya umreden birine niyet etmeyen kimse, tavaf yapmadıkça dilediğine devam eder, fakat tavaf yapınca niyet hac için kesinleşir. [393]
Niyet, “Allah’ım haccetmek istiyorum, haccı bana kolaylaştır ve yaptığım haccı kabul et” şeklinde yapılır. [394]
Telbiye, hacı adayının ihrama girerken ve hac işlemlerini yaparken söylediği aşağıdaki sözlerdir: .
“Lebbeyk. Allahumme Lebbeyk. Lebbeyke La Şerike Leke Lebbeyk. İnne'l-Hamde ve'n-Ni'mete Leke ve'l-Mulke La Şerike Leh” (Allah’ım! Senin emrine her zaman itaat ederim. Senin ortağın yoktur. Davetine daima saf kalblilik ve doğrulukla uyarım. Şüphesiz ki, hamd de, nimet de sana mahsustur, mülk de senindir. Senin ortağın yoktur, Allah’ım!)
Bu sözleri söylemek, Cumhur'a göre müstehap, Zahirî Mezhebine göre vaciptir; Ebu Hanife'ye göre, bunlar yerine geçen başka sözler de söylenebilir.
Bu sözlere ilave yapmak Hanefî Mezhebine göre caiz, eş-Şafiî'ye göre caiz değildir.
Telbiyeyi yüksek sesle yapmak, Cumhur'a göre müstehap, Zahiri Mezhebine göre vaciptir.
Telbiye, Hanefî Mezhebine göre ihramın rüknüdür; eş-Şafiî ve Malik'e göre telbiyesiz de ihrama girilebilir. [396]
Her farz namazdan sonra ve iniş çıkışlarda bol bol telbiye yapılır. Telbiye ve niyet, ikisi birlikte yapılmalıdır.
Ebu Hanife, eş-Şafiî, es-Sevrî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh, Ebu Sevr, Davud ez-Zahirî, İbn Ebi Leyla, Ebu Ubeyd ve et-Taberî'ye göre, telbiyeye akabe cemrelerinde taşlama yapınca; Malik'e göre, arefe günü güneş batınca, bir gruba göre ilk cemreyi görünce son verilir. [397]
Rükün |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
Niyet |
Rükün |
— |
Rükün |
— |
Telbiye |
— |
Sünnet |
Sünnet |
Rükün |
Tablo 103: İhramın Rükünleri
İhramın zamanında ve yerinde girmek ile bazı yasak işleri yapmamak şeklinde iki tane vacibi vardır:
a) İbn Abbas'a göre, ihrama, hac aylarında girmek sünnettir.
b) eş-Şafiî'ye göre, mutlaka hac aylarında ihrama girilir. Bundan önce girilirse, -vaktinden önce namaz gibi- sahih olmaz ve ihram umre için geçerli olur.
c) Ahmed b. Hanbel’e göre, ihramın zamanı, hac ayları denen Şevval ve Zilkade aylarıyla Zilhicce'nin ilk dokuz günüdür; bu zamandan önce ihrama girmek mekruhtur.
d) Ebu Hanife ve Malik'e göre, umrede olduğu gibi, haçta da bütün yıl ihrama girilebilir.
Çeşitli yönlerden gelen hacı adayları için ayrı ayrı ihrama girilecek yerler vardır. Bu yerlere Mikat (ç. Mevakit) adı verilir: [399]
a) Cuhfe:
Türkiye, Mısır, Suriye, Fas ve civarının mikatı, Cuhfe'dir. Cufe, Mekke ile Medine arasında bir yerdir. Buna yakın Rabiğ köyünde de ihrama girilebilir.
b) Zatu Irk:
Mekke'den az uzakta bir koy olup Irak ve civarından gelenlerin ihrama girecekleri yerdir.
c) Rabiğ:
Cuhfe yakınlarında bir yer olup Süveyş istikametinden gelenler bu hizada ihrama girer. Deniz yoluyla Süveyş'ten geçen her ülkenin hacı adayları Kurada muhrim olur.
d) Yelemlem:
Mekke'den biraz uzaktaki Tehâme dağlarından birinin adı olan Yelemlem, Yemen ve Hindistan'dan gelenlerin mikatıdır.
e) Kam:
Arafat'ta bir yer olup Karnu'l-Menazil adını alan bu yerde, Necid yönünden gelenler ihrama girer.
f) Zu'l-Huleyfe:
Medine'den Mekke'ye giderken Beni Ceşm veya Aban Ali denen bir yer olup Medinelilerin mikatıdır. Bu, Mekke'den en uzak inikattır.
g) Cidde:
Geliş yönüne göre Cidde de mikattır.
Deniz veya hava yoluyla hacca gidenler, geliş istikameti olan yer hizasında ihrama girer.
Bu yerlerde ihrama girmeyenler, vakit müsaitse geri dönerek ihrama girer. Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, bu yerlerde ihrama girmeyenler günahkâr olur. Hanefî ve Maliki Mezheplerine göre, bu yerlerden sonra ikinci bir mikat daha varsa, orada da ihrama girilebilir; fakat efdal olan birincide girmektir. Bu gibi durumlarda Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre gerekli yerde ihrama girmeyince, Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre önde bir mikat daha bulunmayınca, dem (ceza kurbanı) gerekir, ikinci mikat varsa hiçbir ceza gerekmez.
Mikatlarda oturanlar, Hıll denilen Harem bölgesinin dışında ihrama girer. Mikatların çevrelediği bölge içinde oturanlar evlerinden evleriyle Harem arasından ihrama girerler. Ebu Hanife, eş-Şafiî ve Sevrî'ye göre, bu gibilerin evlerinden ihrama girmesi efdal, mikatlardan girmesi ruhsattır; Malik, İshak b. Raheveyn ve Ahmed b. Hanbel'e göre, mikatlardan ihrama girmek efdaldir. Fakat bunlar Hıll'e çıkarsa ihrama afakîler gibi girer. Harem bölgesinde oturanlar, Hıll'e kadar ihrama girebilirler, ama Hıll'e çıkınca âfâkî hükmüne tâbi olurlar. [401]
Mekke ve Harem bölgesinde oturanlar, -ister yerli, ister yabancı olsun- oturdukları yerde veya Mekke'de ihrama girerler: Hac ihramında mikat Harem, umre ihramında ise Hıll'dir, yani Harem bölgesinin dışıdır. Mekkeli hacı adayı mikatı terkederse dem gerekir. Mekke'de bulunan afakîler de Mekkeli hükmüne tâbi olur.
a) Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, ikinci bir mikat daha varsa orada da ihrama girilebilir; fakat efdal olan birincide girmektir, ikinci bir mikat bulunmayınca, bir dem gerekir. Fakat henüz hiçbir hac işlemi yapmadan mikata dönüp oradan ihrama girince eş-Şeybanî ve eş-Şafii’ye göre dem düşer; Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Züfer'e göre ceza hiçbir zaman düşmez. Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre de, mikatı ihramsız geçene dem gerekir, aynı zamanda bu kişi günahkâr da olur.
b) Bir grup hukukçuya göre, mikatı ihramsız geçince Ebu Hanife'ye göre telbiye yaparak geri dönülürse dem düşer, telbiye yapılmaz ve umre tavafı yapılırsa dem gerekir; Ebu Yusuf ve eş-Şeybani'ye göre dönmekle dem düşer; Züfer'e göre ceza asla düşmez. [404]
Hanefi Mezhebine ve İbn Mes'ud'a göre, inikattan önce ihrama girmek caizdir, hatta efdaldir; Ebu Hanife'ye göre, herhangi bir yasağı işlemekten emin olunca önceden girmek efdaldir; eş-Şafiî'ye göre ihrama mikatta girmek efdaldir.
Kendi yöresiyle ilgili mikatta ihrama girmeyene, Malik'e göre dem gerekirken, Hanefî Mezhebine göre hiçbir ceza gerekmez, fakat bu mekruhtur.
Çeşitli gayelerle inikatlardan geçenler ihrama girer mi, yoksa ihrama girmek gerekmez mi?
a) Hanefî Mezhebine ve Malik'e göre, hangi gayeyle olursa olsun inikatlardan geçenler, mutlaka ihrama girerler. Hanefî Mezhebine göre, inikatların çevrelediği bölgede oturanlar, hac ve umre dışındaki sebeplerle ihrama girmeleri şart değildir.
b) İçlerinde eş-Şafiî'nin de bulunduğu bir gruba göre, Mekkeli olmayanlar dışındakiler, sadece hac ve umre için ihrama girerler.
İhrama giren kimsenin, beş grupta incelenen yasakları işlememesi gerekir:
Kadınların ihramı, her zaman giydikleri elbisedir. Bu sebeple, dikişli elbise, eldiven ve ayakkabı giymeleri sakıncalı değildir. Erkekler için aşağıdaki yasaklar vardır:
a) Rida ve izardan başka her zaman giyilen dikişli elbiseleri giymek yasaktır. İzar bulamayanlar pantolon giyebilir, bu durumda Hanefî Mezhebine göre fidye gerekirken, Şafiî Mezhebine göre gerekmez. [410]
b) İzarın iki ucunu birbirine dikmek; iğneyle tutturmak mekruhtur.
c) Başı örtecek şekilde sarık, takke, bere gibi bir şey giymek, Hanefi Mezhebine göre yasaktır; eş-Şafii’ye göre baş örtülebilir. Gölgelenmek için şemsiye kullanılabilir.
d) Kokulu madde sürülmüş elbise giymek. Bu kadınlar için de geçerlidir.
e) Eldiven giymek: eş-Şafiî'ye göre eldiven giymek caiz değildir; Malik'e göre kadınlar da eldiven giyemez, giyerse fidye öder; Sevrî'ye göre eldiven giyilebilir. [411]
f) Kapalı mest ve ayakkabı giymek.
g) Erkeğin yüzünü örtmesi, Hanefi ve Maliki Mezheplerine göre haramdır; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre haram değildir. [412]
a) Saçları tıraş etmek, vücudun herhangi bir yerinden kıl koparmak, tırnakları kesmek,
b) Vücuda veya elbiseye koku sürmek. Eseri kalmayan kokulu maddeleri ihramdan önce kullanmak İmam Malik, Hz. Ömer, Hz.Osman ve İbn Ömer ve Zeydiye'nin Hâdeviye koluna göre mekruh; Ebu Hanife, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Sevrî ve Davud ez-Zahirî'ye göre caizdir. [413]
Hanefi ve Maliki Mezheplerine göre, kokulu maddeleri koklamak mekruhtur; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, kasıtlı olarak koklanirsa haram, kasıt olmayınca haram değildir. [414]
c) Kokulu olmasa bile süslenmek gayesiyle saçları ve bıyıkları yağlamak,
d) Herhangi bir yere kına yakmak Hanefi ve Maliki Mezheb-lerine göre caiz değildir; Şafiî Mezhebine göre ihramlı kadınların kına yakması mekruhtur, vefat iddeti bekleniyorsa haramdır, erkeklere el ve ayaklar dışında kına caizdir; Hanbelî Mezhebine göre, kına yakmak ihramlıya haram değildir.
İhramlının yıkanmasında, yüzük ve saat kullanmasında bir sakınca yoktur. Durması zararlı kıl koparılabilir, ancak bu durumda fidye gerekir.
Cumhur'a göre, yıkanmakta bir zarar yoktur; Malik'e göre, cünüp olmayanın yıkanması mekruhtur. [415]
Hac ibadetini yerine getirirken, muhrimin her çeşit eti yenen ve yenmeyen av hayvanını avlaması, öldürmesi, avcıya yardım etmesi, hayvanı göstermesi, yol göstermesi, hayvanları av için ürkütmesi, yumurtalarını kırması, kanatlarını veya başka bir yerini kırması yasaktır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de
“Ey iman edenler! İhramlıyken av hayvanlarını öldürmeyiniz” [416] şeklinde emir vardır.
Mekke ve Harem bölgesinde ister ihramb, ister ihramsız olan herkesin avlanması, avlanana işaretle de olsa yardım etmesi ve ot koparması haramdır. Harem bölgesinde yer alan ağaçları, otları ve bitkileri koparmak, kesmek, budamak, telef etmek de haramdır. Zaruri bir durum olmadan çiğnemek yasaktır. Çadır kurmak gibi kaçınılmaz sebeplerle otlar çiğnenebilir. Harem'deki kuru ve kırık bitkileri kesmek ve kullanmakta da bir sakınca yoktur.
İhramlı olmayan birinin avladığı hayvanın etini yemek konusunda hukukçular üç gruptur: [418]
a) Ebu Hanife, Hz. Ömer ve ez-Zubeyr b. Avvam'a göre yenebilir.
b) İbn Abbas, Sevrî, Hz. Ali ve Zeydiye'nin Hâdeviye koluna göre yenmez.
c) Malik'e göre, ihramlı kişi için avlanan hayvanın eti yenmez, diğerleri yenebilir.
Fakat zaruret halinde durum ne olacaktır? [419]
a) Ebu Hanife, Malik, Sevrî ve Züfer'e göre, zaruret halinde meyte (murdar) ve domuz eti yenir, fakat av eti yenmez.
b) Ebu Yusuf’a göre, zaruret halinde av eti yenebilir.
Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, karada yaşayan vahşi hayvanlardan olup eti yenenleri avlamak, işaret veya göstermek haramdır, eti yenmeyenleri avlamak ve öldürmek caizdir; Hanefî ve Maliki Mezheplerine göre, bu son çeşit hayvanları avlamak da haramdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'de de hacılara avlanmayı yasak etmiştir.
İmam Malik, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve el-Hadî'ye göre, Medine haremdir, burada avlanmak Mekke haremindeki hükümleri alır.
Ebu Hanife ve Zeyd b.Ali'ye göre, Medine, harem sayılmaz.
eş-Şafiî ve Yahya'ya göre, Taifteki Vecc vadisinde de avlanılmaz ve ağaçlarına dokunulmaz; çoğunluk bu görüşte değildir.
İhramlı kimselere bu yasaklar, kara avcılığı için geçerlidir. Deniz avcılığı ve balık tutmak bu yasakların içine girmez. [420]
Koyun, keçi, sığır, deve, tavuk gibi evcil hayvanların ihramlı tarafından kesilmesinde bir sakınca yoktur. Aynı şekilde, ister Harem bölgesinde, ister bunun dışında olsun ihramlı veya ihramsız herkesin, tehlike halinde karga, fare, kuduz veya azgın köpek, akrep, yılan ve pars hayvanları öldürmesinde bir sakınca yoktur.
Cinsî konulardaki yasaklarla bundan sonra incelenecek hareket ve davranışlardaki yasaklar.
“Kim hac aylarında ihrama girerse, artık hac işlemleri yapılırken rafes, füsuk ve cidal yoktur” [421] âyetiyle sabittir. Bu âyette geçen Rafes tabiri cinsî konular, yani birleşme, öpüşme, oynaşma ve fuhuş sözler konuşma gibi hareketlerin ihramlıya yasak olduğunu bildirir:
ÜM'e ve el-Leys b. es-Sa'd, Evzaî, Hz. Ömer, Hz. AH, Zeyd b. Sabit ile İbn Ömer'e göre, muhrimin nikah akdi yapması haramdır ve yapılan akit bâtıl olur; Hanefî Mezhebi ile Sevrî'ye göre, ihramayken nikah akdi yapılabilir, fakat birleşme yapılamaz. [422]
Az önce belirtilen Bakara:2/197 âyetine göre, ihramlıya Füsuk ve Cidal de yasaktır: [423]
Füsuk; Allah'a itaatten çıkmak, kötü davranışlarda bulunmak manasına gelir. Aslında bu tarz hareket, herkes için ve her zaman haramdır ve günahtır. Muhrimin itaat ve ibadeti bırakarak günah işlemesi, diğer zamanlardakine oranla daha büyük bir sorumluluğa sebeptir.
Kavga etmek, tartışmak, sövmek ve münakaşa etmek gibi anormal davranışlardır. Halbuki ihramlı bir kimse, hac ibadeti sırasında bencilliği bırakıp her zamankinden daha fazla ahlâklı, edepli, hoş ve doğru sözlü, sabırlı ve başkalarının hakkına saygılı olmalıdır.
Her ne sebeple olursa olsun, inikatlardan geçince mutlaka ihrama girmek gerekir. İhramsız geçilince ikinci mikat varsa orada, yoksa geri dönerek ilk mikatta ihrama girilir. Böylece hareket edilmezse dem gerekecektir.
a) Gusül yapmak: Cumhur'a göre gusül sünnettir, Zahirî Mezhebine göre vaciptir. Ebu Hanife ve Sevrî'ye göre abdest almakla da sünnet yerine getirilmiş olur; ancak, efdal olan gusüldür. Su bulunmayınca teyemmüm yapmak gerekmez. Bu sırada tıraş olmak ve tırnakları kesmek de müstehaptır. [424]
b) Güzel kokular sürünmek: İhram elbisesine ve vücuda ihrama girmezden önce -daha sonra eseri kalmayan- güzel kokular sürülebilir.
c) Özel elbiseyi giymek: Hac için izar ve rida denen kısımlardan meydana gelen özel bir elbiseyi giymek sünnettir. İzar, belden dizkapağına kadar uzanan dikişsiz bir etektir. Rida ise, göğüs, sırt ve omuzları örten dikişsiz bir peştemal gibidir. İzar ve ridanın yeni, beyaz ve temiz olmasına dikkat etmek gerekir. Zira ihram elbisesinin bu şekilde olması sünnettir.
d) İki rekat namaz kılmak (İhram Namazı): İhram elbisesini giydikten sonra -ihramın sünneti niyetiyle- iki rekat namaz kılıdır. İlk rekatte Fatiha'dan sonra el-Kâfirun, ikinci rekatta el-İhlâs sûresi okunur. Namazdan sonra, dil ve kalple haccın kolaylık ve kabulüne dair niyet yapılır, dua edilir. Bu namaz kılınmayınca, farz namaz onun yerine geçer.
e) Telbiye yapmak: Dua edildikten sonra, bol bol telbiye yapılır, rialavât okunur. Telbiye her farz namazdan sonra, her yokuş çıkış ve inişte, her yoku topluluğuna raslayınca, seher vakti orta sesle bol bol tekrar edilir.
a) Gusül yapmak. Maliki Mezhebine göre bu, temizlenme için değil, tavaf içindir; bu sebeple, adetli ve lohusa kadınlar gusledemezler.
b) Gündüz girmeye çalışmak,
c) Mekke'ye girişin kuzey taraftan ve Beytullah'a yönelerek olması,
d) Mekke'ye girince ilk olarak Mescid-i Haram'a uğramak,
e) Beytullah'ı görünce tekbir ve tehlil getirerek dua etmek,
f) Duadan sonra Arafat'ta vakfe yapmazdan önce kudüm tavafı yapmak. Mekke'de bulundukça, bol bol nafile tavaf yapılır.
İhramdan, hac işlemleri yapılıp kurban bayramı günlerinde tıraş olduktan sonra çıkılır. İhramdan çıkmaya, Tahallul adı verilir.
|
Ebû Hanife |
Ebû Yusuf |
eş-Şeybanî |
Züfer |
Zaman (bayram günleri |
Vacip |
— |
— |
Vacip |
Yer (Harem) |
Vacip |
— |
Vacip |
— |
Tablo 104: İhramdan Çıkış
Vakfe, sözlük manasıyla “durmak, duruş” demektir. Hac deyimi olarak vakfe, “Mekke yanındaki Arafat dağında bir müddet durmaya verilen addır.” Arafat'ta vakfe, haccın birinci ve belli zamanı olan rüknüdür. Bu sebeple, vakfe terkedilirse hac bâtıl olur.
Arafat'ta vakfenin haccın bir rüknü olduğu, “Arafat'tan indiğinizde, Allah'ı Meş'ar-i Haram olan Müzdelife'de anın” [426] âyetiyle sabittir.
Cennet'ten kovulduklarından sonra dünyaya düşüşlerinde Hz. Adem'le Hz. Havva birbirinin izini kaybetmişlerdi. Uzun aramalardan sonra Allah'ın lütfuyla nihayet Arafat'ta birbirlerine rastladılar ve buluştular. Cennet'te iken işledikleri günahtan doğan pişmanlıklarını ifadeyle Allah'a şükranlarını arzettiler. Onların birer torunu olarak bize pek tabiî olarak yakışan, bizim de af diîememizdir. Zaten, haccın farz kılınmasından beri şükran makamında, Hz. Adem ve Hz. Havva'nın nesilleri Allah'a yönelirler, geçmişteki kusurlarının affını niyaz ve gelecekte yardımına dua etmek maksadıyla kendilerini unutmak ve ilahî huzurda yokoîmak için bir gayret sarfederler.
Vakfenin vaktinde yapılması, DM'e göre de şarttır. Bu şart dışında, Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ibadete ehil olmak da gerekir, Malikî Mezhebi vakfeyi kendi iradesiyle yapmak şartını da benimser. Ahmed b. Hanbel'e göre, vakfe sırasında baygın olan, gelecek yıl haccı kaza eder. [427]
Şart |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|
Vaktinde Yapmak |
Şart |
Ş |
|
Ş |
|
İbadete Ehil Olmak |
Deli |
— |
Ş |
— |
Ş |
Sarhoş |
|
|
— |
|
|
Baygın |
— |
|
|
Ş |
|
Kendi İradesi |
— |
— |
— |
|
Tablo 105: Arafat'ta Vakfenin Şartları
Vakfenin yapılacağı yer, Arafat dağıdır; Bu yer dışında yapılan vakfeler hac işlemi olarak sahih olmaz.
Arafat'ta, Batnu Arene denen yerde, Hanefî Mezhebi’ye eş-Şafîî'ye göre vakfe yapılmaz, yapılırsa bu, vakfe yerine geçmez; Malik'e göre burada vakfe yapılırsa dem gerekir. [428]
Vakfenin yapılması için zaruri vakit, “Zilhicce ayının dokuzuncu günü (kurban bayramının arefe günü) zevalden başlayıp, bayramın birinci günü fecri sadığın doğuşuna kadar devam eden” süredir. Henüz güneş batmadan Arafat'tan ayrılan dem keser.
Hanefî Mezhebine göre, vakfe için niyet, uykulu veya uyanık olmak vb. durumlar önemli değildir; bu süre içersinde Arafat'ta bulunanların bu duruşu vakfe için sahih olur. Şafiî Mezhebine göre, ibadete ehil olmak şarttır. [429]
Vakfenin farz olan süresi, yapılacağı zaman içinde, çok az da olsa bir müddet Arafat'ta bulunmaktır.
Farz Hanefî Şafiî Malikî Hanbeliş
-------------------------------------------------------------
Mutlak duruş Farz Farz Farz
Tablo 106: Arafat'ta Vakfenin Farzı
Arefe günü zevalden aynı gün güneş batana kadar olan süre içerisinde bulunmak, Hanefî Mezhebine göre vacip, eş-Şafıî'ye göre sünnettir. Güneş batana kadar Arafat'ta bulunanlar, vacip süreye yetişmiş olur. Güneşin batışından sonra Arafat'a gelenler, vacip süreyi kaçırmış olduklarından -hac sahili olup- bir dem keserler. Güneş batmadan ayrılanlar da, vacibi terkettiklerinden bir dem keserler.
Malik'e göre, zevalden sonra vakfe yapıp, güneşin batmasından önce Arafat'tan ayrılan kimse, eğer fecir doğana kadar yeniden vakfe yapmazsa, haccını iptal etmiş olur, gelecek yıl kaza eder; Cumhur'a göre hac tamdır.
Vakfeye güneş batana kadar yetişmek ve güneşin batışını beklemek, vakfenin vacibidir.
Vacip |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
Güneş batana kadar |
Vacip |
Sünnet |
Vacip |
Vacip |
Güneşin batışını beklemek |
Vacip |
|
Vacip |
|
Tablo 107: Vakfenin Vacipleri
a) Gusül yapmak ve abdestli bulunmak,
b) İmamın iki hutbe okuması,
c)
(1) Namazı Arafat hutbesini okuyan imamın arkasında ve cemaatle kılmak; yalnız başına kılanlar, bu namazları, Ebu Hanife'ye göre birleştiremez, Ebu Yusuf ve eş-Şeybani'ye göre birleştirebilir.
(2) Hac niyetiyle ihramlı bulunmak,
(3) Arefe günü bizzat Arafat'ta bulunmak.
Ebu Hanife'ye göre, her iki namazda da imam bulunmalıdır; Züfer'e göre, sadece ikindiyi imamın kıldırması yeterlidir. [433]
(1)
(a) Malik'e göre, hutbeden bir miktar okuyunca, bu sırada ezan da okunur.
(b) eş-Şafiî'ye göre, imam ikinci hutbeye başladığı anda ezan okunur.
(c) Ebu Hanife ve Ebu Sevr'e göre, cuma hutbesinde olduğu gibi, önce ezan, sonra hutbe okunur.
(2) İkisi birarada kılınan
(a) Malik'e göre, normal zamanlarda olduğu gibi, iki ezan ve iki kaamet vardır.
(b) Ebu Hanife, eş-Şafiî, Sevrî ve Ebu Sevr'e göre, bir ezan ve iki kaamet okunur.
(c) Ahmed b. Hanbel'e göre, sadece iki kaamet okunur.
Arefe günıi bu şekilde
kılınan namazlardan
(3) Cem'u't-Te'hîr (sonraki namaz vaktinde kılma) şeklindeki bu namazlar, imam yolcu olunca kısa olarak kılınır. Fakat imam Mekkeli olunca durum ne olacaktır? [436]
(a) Malik ve Evzaî'ye göre -İmam Mekkeli olsun veya olmasın- namazı kısa kılmak sünnettir.
(b) Ebu Hanife, Sevrî, eş-Şafıî ve Davud ez-Zahirî'ye göre, Mina ve Mekkeli imamın namazı kısa kılması caiz değildir.
(c) Ebu Hanife'ye göre, hac emîri Mina ve Arafat'ta kasru's-salât'ı uygulamayanlardansa, rastlayan cuma namazını orda bulunanlara kıldırır.
(d) Ebu Sevr ve Ahmed b. Hanbel'e göre, Mekke valisi
olunca,
(e) Vakfeyi namazdan sonra yapmak,
(f) Oruçlu olmamak, imama yakın bulunmak, dünya düşüncelerinden uzaklaşmak,
(g) Binek üzerinde durmak,
(h) Cebel-i Rahnıet'teki kara taşların yanında durmak,
(i) Elleri açık olarak kaldırıp huşu ve ihlasla hamd, tekbir, tehlil ve salavâtı bol bol okuyup dilediği gibi dua etmek,
(j) Tclbiye yapmak; kendisi, annesi-babası, bütün mü'minler için bol bol istiğfar etmek,
(k) Güneş batmadan önce dilediği gibi gizlice dua etmek.
Hac için Mekke'ye gelenlerin Ka'be çevresinde usulüne uygun olarak yedi defa dönmelerine Ziyaret Tavafı veya Tavafu'l ifada denir. Bu tavaf, haccın rükünlerinden ikincisi olup, terki halinde hac bâtıl olur.
Ziyaret tavafının yapılması Kitap, sünnet ve icmaı ümmetle sabittir:
“Sonra tıraş olup, tırnaklarını kesip kirlerini temizlesinler. Adaklarını yerine getirsinler; Beyt-i Atik'i (Kabe'yi) tavaf etsinler.” [438]
Peygamberimizin bu konuda birçok hadisi vardır. Ayrıca ziyaret tavafının farz olduğuna dair icmaı ümmet de bulunmaktadır.
Yeryüzünde insanlar tarafından Allah'a ve Allah'ın birliğine inanan din tarafından Allah'a ithaf edilen en eski mabed, Hz. İbrahim'in (a.s.) Mekke'de inşa etmiş olduğu mabettir. [439] Eğer geriye Hz. İbrahim'e kadar gidilseydi -ki İslâmî rivayete göre Hz. İbrahim, Hz. Adem tarafından ilk defa yapılan mabedi yenilemekten başka bir şey yapmamıştı-, bu mabedin Kudüs'te Hz. Süleyman (a.s.) tarafından bina edilen mabedden daha da eski olduğu görülürdü. Mekke'deki Ka'be'den, hala rağbet gören ve muteber olan daha eski mabed yoktur. Hz. İbrahim'in dinî geleneklerinin mirasçısı olan İslâmiyet mü'minlere hayatlarında hiç olmazsa bir defa Allah'ın Evi Ka'be'yi, yani her mü'minin günde beş defa ibadetlerinde yöneldiği noktayı, ziyaret etmelerini emretmiştir.
Bu binanın inşasında, henüz pek gençken babasıyla birlikte çalışıp O'na yardım eden İsmail, bu mabedin baş dinadamı olmuş ve bunun neticesi olarak da bu küçük bölgenin hakimi durumuna gelmiştir. Ka'be Haccı daha sonraki asırlarda birçok putperestlikle ilgili hurafe ve dolaplarla karıştırılmış da olsa, İslâm'ın ortaya çıkışına kadar, Arap Yarımadasında gitgide artan sayıda kabileleri kendine çekerek devam etmiştir.
Allah'ın Evini (Beytullah) ziyaret, dinler tarihinde hemen hemen yegâne olarak İslâm'da vardır. Hac dediğimiz müesseseye İslâm'dan farklı bir şekilde bütün büyük dinlerde ve hatta birçok bölgelerde fiilen raslarız. Bu dinlerdeki mecburi olmamakla beraber, övülmeye lâyık bir dinî hareket olarak konulmuştur. Sadece İslâm dinindedir ki bu, bütün müslümanlara, erkek olsun, kadın olsun hayatta bir kere olmak üzere mecburi bir vazife olarak konmuştur. Diğer dinlerde bu saygı, ulu bir kimsenin mezarı, bir büyük nehrin kaynağı, iki nehrin birleşip kaynaştığı nokta vb. insanı hayret ve dehşete düşürecek şekilde, zühd ve takva sahiplerinden ziyade turistik bir akımı çeken bir tabiat harikasına müteveccihtir. İslâm'daysa, Hac yeri Mekke'de olup her şeyden münezzeh tek Allah'ın adını yadeden Ka'be yahut Beytullah denen binadır. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) kabri, Medine'de olup, bizzat Hac ibadetinin tamamlanması ile hiçbir ilişiği yoktur.
Kabe sözlük manasıyla hem “kare”, hem de “daire” şekline işaret eder. Gerçekten de Ka'be'nin kuşbakışı görünüşü her iki manayı da içine alacak şekildedir. Dendiğine göre bu, aynı zamanda bir “Kalp” şeklini de- temsil etmektedir. Bir hadis-i kutside tespit edilen Allah'ın (c.c.) bir sözüne göre, “Ne benim cennetlerim ve ne enim mülküm Beni içine alıp saklayamaz ve fakat bir mü'min müslümanın kalbi Beni içine sığdırabilir.” Bu duruma göre Beytullah (Kabe) yapısı, “Kalp” şeklinden başka diğer bir şekle daha uygun düşemez. İnsanin huşu ile kalbini titreten bir husus, bizzat bu Ka'be kelimesinin hem kare, hem yuvarlak manalarının her ikisini birden taşımasıdır.
Çeşitli topoğrafik bilgilerden bahseden Kur'an-ı Kerim, Mekke'yi bütünüyle Harem ıstılahıyla, yani “korunan, sakınılan yer” olarak adlandırmaktadır[440]. Ka'be'nin inşa edildiği düzlük, Beke [441] diye adlandırılmaktadır: “Sırf insanların istifade ve hayrına (inşa edilen dünyada vahdaniyete ithaf edilmiş) ilk ev, Bekke'de bulunandır ki takdir edilmiştir ve alemler için bir hidayet ve istikamettir.” Bizzat Mabed için Kur'an-ı Kerim çeşitli isimler vermektedir: Kabe, el-Beyt, el-Beytul-Haram (mukaddes ve korunulan, sakınılan ev), Beytu'1-Atik (eski yahut şanlı), el-Mecsidu'1-Haram (mukaddes secde yeri, mukaddes cami). Aynı şekilde Kur'an, Mabed'in birkaç adım ötesinde yükselen Safa ve Merve adlı iki tepeden de bahseder. [442]
Duvarların yüzü gerçekte Kuzey-Güney ve Doğu-Batı yönlerine değil, Kuzey-Doğu, Güney-Batı ve Kuzey-Batı, Güney-Doğu istikametlerine bakmaktadır.
Ka'be'nin köşelerinden birinde, bina kapısının sol tarafına isabet eden köşede siyah renkli bir taş, yani Hacer-i Esved bulunur; bu, yapının diğer taşlarından rengiyle ayrılır ve tavaf esnasında başlangıç noktasını işaret için kullanılır. Karşıdan bakıldığında içerlek çukurumsu bir şekildedir ki hacılar buraya ellerini sürerler, bir hürmet öpücüğü kondururlar. [443]
Esasında Beytullah'ı ziyaret, kendi kendini izah eder: Allah'a itaatini ispat etmek için bir mü'min oraya hürmet ve tevazuyla gider. Bağlılığa, aşk ve muhabbete konu olan, hakkında kendisini feda etmeye hazır olduğunu göstermek için onu tavaf etmek çok eski bir âdettir. Haccın gitgide artan ve doruğa ulaşan hislerinin yaşandığı tavaf, gerçekten de bunu düşünüp tefekkür eden bir kimse için pek ilhamkâr bir hac jestidir. Allah'a atfedilen isim ve sıfatlardan hiçbiri; Rabb ile insan arasındaki münasebeti O'na Melik (Hükümdar), insana abd (köle, kul) demekten daha iyi izah edemez. Başka bir deyişle bu, karşılıklı ilgiyi insanların dilinde ifade edecek bir kelime yoktur. Şayet Allah (c.c), bizim Efendimiz [444] ise, muhakkakki O, sadece Hazinelere [445]değil, aynı zamanda Ordulara [446] ve bir Taht'a [447] değil aynı zamanda bir Hükümdarlık Ülkesine [448] de sahip olacaktır. Geniş bir ülkenin Başşehri de bulunur. Kur'an-ı Kerim'de Mekke'nin diğer adı Ummu'1-Kura, [449] yani Ana Şehir (Metropolis) olarak gösterilmiştir. Bir Başşehir'deyse hükümdarın Sarayı [450] bulunur. İnsanlar arasında bilinir ki bir Devlet Başkanına tazim etmek ve onun emirlerine tâbi olunacağını bizzat kendisine ifade etmek (biat) zarureti vardır. Eğer bir kul bağlılığını kontrol etmek isterse, kraliyet sarayına gitmeli ve orada şahsen bağlılık biatini yapmalıdır. İşte bu biat akdini tamamlamak üzere bütün tebaa (müslümanlar) Beytullah'a giderler ve bağlılıklarını arzederler.
Pratik önemi, tavafın başlangıç ve bitim noktasını göstermek olan el-Haceru'1-Esved hakkında, Hz. Peyganıber'in bir hadisinde, “Hacer-i Esved, yeryüzünde Allah'ın sağ elidir” şeklinde ifade ettiği bir maksada yönelik temsili bir manası vardır. Buna göre, bir müslüman sağ elini, Allah'ın (haşa) sağ elini sembolize eden şey üzerine koyar ve her çeşit düşmana karşı onu korumak ve savunmak üzere Beytullah'ı tavaf etmeye başlar. Yedi defa Ka'be çevresinde döner. Yedi sayısı, sonsuzluk ve ebedîliği temsil etmektedir. Gözlerin idrak edemediği Allah'ın sağ eli, temsili bir şekilde görünen Hacer-i Esved olmalıdır.
Birçok yanlış anlaşılmalar olduğu için, Hacer-i Esved'in bilhassa zikri gerekir: O bir göktaşı değil, bir siyah taştır. Tatbikî ehemmiyeti, tavafın başlangıç noktasını gösterir, rengi dolayısıyla binada iyice göze çarpar. İkincisi, bu taşa tapılmamaktadır; hiçbir müslüman bu taş istikametinde secde yapmaz. Secde, Ka'be binasının herhangi bir kısmına ve her kısmına yapılır. Daha ziyade, Hacer-i Esved'den başka taraflara dönülmektedir. [451]
Ziyaret tavafının şartlarını, öncesindeki ve yapılmasındaki şartlar şeklinde ele alabiliriz:
Hanefî Mezhebine göre, ziyaret tavafını yapmak için ihramlı olmak gerekir.
Hanefî Mezhebine göre, tavaftan önce, vakfeyi yapmış olmak gerekir.
ÜM'e göre tavafa niyet şart, Malikî Mezhebine göre vaciptir. Bunlar dışında ÜM'e göre setr-i avret, hades ve necaset temizliği ilave edilir, Hanefî Mezhebine göre bunlar vaciptir; ayrıca Hanbelî Mezhebi, vaktin girmesini de şart koşmaktadır.
Tavafı, Mescid-i Haram'ın içinde yapmak, DM'e göre de şarttır. Bu yerin dışından ve başka binaların çevresinden yapılan dönüşler tavaf yerine geçmez.
Tavafı, bayramın birinci günü fecri sadık doğduktan sonra uygun bir zamanda yapmak, Hanefî Mezhebine göre şarttır. Esasen, tavafın belli bir vakti yoktur. Yalnız bayram günleri içinde yapılması vaciptir. Tavaf yapılmadıkça ihramdan çıkılmaz.
Bu iki şarttan başka, ÜM Beytullah'ı sola almayı, yedi şavt (tur) olmasını ve Ka'be duvarına sürtünülmemesini şart kabul ederken, Hanefî Mezhebi bunları vacip olarak ele alır. Hacer-i Esved'den başlamak ve bitirmek, Hanefî Mezhebine göre vacip, Şafiî Mezhebine göre şarttır. Başka işle ilgilenmemek, Malikî Mezhebine, aralıksız yapmak Maiikî ve Hanbelî Mezheplerine göre şarttır.
Şartlar |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|
|
İhramlı Olmak |
Şart |
Şart |
Şart |
|
|
Vakfeyi Yapmak |
Şart |
— |
— |
— |
Öncesindeki |
Niyet |
Şart |
Şart |
Vacip |
Şart |
Şartlar |
Setri Avret |
Vacip |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Hades ve Ne-casettenTem. |
Vacip |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Vaktin Girmesi |
— |
— |
— |
Şart |
|
Mescid-i S. |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Bayramda Fecir Sonrası |
Şart |
|
|
— |
|
Hacer-i Esved |
Vacip |
Şart |
— |
— |
Yapılmasındaki |
Teyamun |
Vacip |
Şart |
Şart |
Şart |
Şartlar |
Yedi Şavt |
Vacip |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Kabe Duvarına Sür-tünmemek |
Vacip |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Başka işle İlgilenmemek |
|
Şart |
Vacip |
Şart |
|
Aralıksız |
Sünnet |
Sünnet |
V/Ş |
Şart |
Tablo 108: Ziyaret Tavafının Şartları
Tavaf, Mescid-i Haram'ın içinde olmak şartıyla, Ka'be'nin çevresinde yapılır. [452] Bu yerin dışında Ka'be'yi tavaf etmek, sahih değildir. Ayrıca Mescid-i Haram'daki Hatim veya Hıcr denen yerin dışından tavaf yapılır.
a) Hanefî Mezhebine göre, ziyaret tavafı, vakfe yapıldıktan ve bayram günü fecir doğduktan sonra bütün ömür boyunca istenildiği zaman yapılır. Bayram günlerinde yapılması ise vaciptir.
Ebu Hanife'ye göre, bu vakitten sonraya bırakınca dem gerekir; eş-Şafîî, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre gerekmez. [453]
b) Şafiî Mezhebine göre, ziyaret tavafının vakti, bayram gecesinin yarısında -efdal olan vakit bayramın birinci günü- başlar ve istenildiği vakte kadar devam eder; fakat bu tavaf yapılmadıkça cinsî birleşme yapılamaz.
c) Malikî Mezhebine göre, ziyaret tavafının vakti bayram günü başlar, Zilhicce'nin sonuna kadar devam eder. Geciktirilmesinde -hac sahih olmakla birlikte- dem gerekir, bayramdan önce tavaf yapılmaz.
d) Hanbelî Mezhebine göre, ziyaret tavafının vakti,
bayram günü
a) Hz. Ömer ve Ebu Said el-Hudrî'ye göre, güneşin doğuşu ve batışı sırasında tavaf yapılmaz.
b) Said b. Cubeyr ve Mücahid'e göre,
c) eş-Şafiî'ye göre, tavaf bütün vakitlerde yapılabilir.
Tavaf, Ka'be'nin çevresinde dönerek yapılır:
1) Hacer-i Esved denen taşın yanından tavafa başlanır.
2) Ka'be sol tarafa alınarak sağa ve kapıya doğru gidilerek tekrar başlama noktasına gelince, Ka'be'nin çevresi bir defa dönülmüş olur. Ka'be çevresinde bu bir defalık dönüşe Şavt adı verilir.
3) Tavaf, bu şekildeki dönüşlerle dördü farz, üçü vacip olmak üzere yedi şavttan meydana gelir.
Tavafı dört şavt yapmak, ÜM'e göre farzdır, Şafiî Mezhebine göre ise şavtların yedisi de farzdır; şavtları yediye tamamlamak Hanefî Mezhebinde vacip, Malikî ve Hanbelî Mezhebinde şarttır. [456]
Ziyaret tavafının vaciplerini, mükellefle ilgili vacipler ve tavaf sırasındaki vacipler şeklinde iki öbekte ele alabiliriz:
a) Hanefî Mezhebine göre, cünüp olarak tavaf yapılmaz. Bu şekilde tavaf yapınca, deve veya sığır kesmek ve ayrıca yeniden tavaf yapmak gerekir. Cünüplükten ve abdestsizlikten temizlenerek, tavaf yeniden yapılırsa ceza düşer. Abdestsiz olarak tavaf yapılınca, dem kesmek gerekir.
b) ÜM'e göre, bunlar tavafın şartıdır, bu sebeple temizlik yapılmadıkça tavaf yapılamaz, yapılan tavaf sahih olmaz.
c) Ebu Sevr'e göre, abdestsiz olduğunu bilmeden tavaf yapılırsa bu sahih olur, fakat bilerek sahih olmaz.
Namazda örtülmesi gereken yerlerin, tavafta da örtülmesi gerekir. Bu yerlerden birinin dörtte biri açılırsa, vacip terkedilmiş olacağından tavafın iadesi gerekir, iade edilmezse kurban kesilir. Dörtte birinden az olarak açık şekilde tavaf yapılması sahihtir. Hanefî Mezhebi dışındaki ÜM'e göre, setri avret şarttır.
a) Hanefî Mezhebine göre, vakfe yapıldıktan sonra ziyaret tavafı bütün ömür boyunca istenildiği zaman yapılabilir. Fakat bayram günleri içinde yapılması vaciptir. Geciktirilirse, dem kesmek ve ileriki yıllarda yine bayram günleri içinde tavaf yapmak gerekir.
b) ÜM'e göre, tavafın bayram günleri içinde yapılması şarttır.
a) Hanefî Mezhebine göre, tavafı Ka'be'nin bir kenarında ve altın oluğun bulunduğu yerde yarım ay şeklindeki Hatim veya Hıcr, ya da Hıcru'l-Ka'be denen yerin dışından yapmak gerekir. Burası, Ka'be'den sayıldığı için, tavafı bu kısmın dışında yapmak vaciptir; Hatim'de tavaf yapılırsa, iadesi veya iade edilmezse kurban kesmek gerekir.
b) Cumhur'a göre, ziyaret tavafının sahih olması için;t avafı Hatîm'in dışından yapmak şarttır.
Ziyaret tavafının başlama noktası, Hacer-i Esved'dir: ÜM'e göre, tavafa buradan başlamak şarttır; Hanefî Mezhebine göre, tavafa Hacer-i Esved'den başlamak vaciptir, buradan başlanmazsa kurban kesmek gerekir.
Tavafa Haeer-i Esved'den başlayıp Ka'be'yi sol tarafa alarak yapmaya Teyâmun denir. Aksi yönde tavaf yapılması halinde, iade etmek veya dem kesmek gerekir.
Gücü yeten kimselere yürüyerek tavaf etmek, Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre vacip; Hanbelî Mezhebine göre şart; Şafiî Mezhebine göre sünnettir. Gücü yettiği halde bir araca binilerek tavaf yapılırsa, iadesi veya dem gerekir; yürümeye gücü yetmeyenlerin tavafı bir araca binmek suretiyle olur.
Hanefî Mezhebine göre, ziyaret tavafının dört şavtı farz olduğu için, daha az yapılması halinde tavaf sahih olmaz, tavaftaki şavtları yediye tamamlamak ise vaciptir, dörtten sonrasını yapmayanlar kurban keserler; ÜM'e göre, tavafların yedi şavt yapılması şarttır.
Her çeşit tavaf bittikten sonra, Hanefî ve Maliki Mezhepleri ile el-Hâdî'ye göre, iki rekat namaz kılmak vaciptir; Cumhur'a göre sünnettir. Bu namaz kendi memleketine dönünce kılınabildiği gibi, efdal olan şekliyle Ka'be'de ve hemen de kılınabilir. Ka'be'de efdal olan kılınma yeri Makam, Mizab'ın altı, Hıcr'in Beytullah'a yakın yeri, şeklindeki sıradır. Birinci rekatte el-Kâfirun, ikinci rekatte el-İhlâs sûreleri okunur, namazdan sonra istilâm (Hacer-i Esved'i selâmlama) yapılır.
a) Iztıbâ Yapmak: Tavafa başlamazdan önce ridanın bir ucunu sağ koltuk altına alıp, öbür ucunu sol omuz üstünden atmaya Iztıba denir.
b) Remel Yapmak: Tavafın ilk üç şavtında kısa adımlarla ve omuzları silkerek, çalımlı ve gösterişli yürümeye Remel adı verilir. Ebu Hanife, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh, Ebu Sevr ve İbn Abbas'a göre, remel sünnettir. [465] Remel, sadece erkekler içindir.
eş-Şafiî'ye göre, Mekkeli olsun veya olmasın -arefe gününden öncesiyle sa'y arasındaki tavaflarda- Remel sünnettir. Malik'e göre müstehaptır; İbn Ömer'e göre, Mekkeliler remel yapmaz. [466] Hanefî Mezhebine göre, kendisinden sonra sa'y bulunan tavaflarda, remel yapmak sünnettir.
c) Hacer-i Esved'i Öpmek veya İstilâm (Selamlama): Her Şavtın sonunda mümkünse Hacer-i Esved'i öpmek veya el ile dokunmak sünnettir, mümkün değilse ona doğru eller kaldırılıp, öpülür gibi işaret yapılır. Bu işarete İstilâm denir. İstilâm sırasında tekbir, tehlil, hamd ve salavât okunur. Tavaf istilâm ile bitirilir. Kadınlar istilâm yapmaz. Rükn-i Yemani'de istilâm yapılır.
d) Tavafın bütün şavtlarını birbiri ardına aralıksız yapmak,
e) Tavaftan sonra kılınan iki rekat namazdan sonra Makam-ı İbrahim'in arkasında dünya ve ahirette muhtaç olduğumuz haller için dua etmek,
f) Namazdan sonra Safa tepesine çıkmazdan önce, Zemzem kuyusuna gidifjibir miktar içmek ve dökünmek müstehaptır.
Haccın bazı vacipleri; bizzat farz işlemlerin kendi vacipleri olarak kabul edilir:
a) İhrama inikatlarda girmek,
b) Yasaklarından kaçınmak.
Bu işlem sırasındaki vacip, vakfeye güneş batana kadar yetişmek ve güneşin batmasını beklemektir.
a) Hadesten ve necasetten temizlik,
b) Setr-i avret,
c) Bayram günleri içinde yapmak,
d) Hatîm'in dışında tavaf etmek,
e) Hacer-i Esved'den başlamak,
f) Teyâmun,
g) Yürüyerek yapmak,
h) Yedi şavta tamamlamak,
i) İki rekat namaz kılmak,
Ka'be'nin yakınında bulunan Safa ve Merve tepeleri arasında usulüne uygun olara gidip gelme işlemine Sa'y adı verilir. Merve-'ye dört, Safa'ya üç defa gidilir; Safa ve Merve tepeleri arasındaki gidip gelinen alana Mes'a denmektedir. Bugün Safa ile Merve arasındaki Mes'a denen alanda iki tarafta dükkânlar bulunur.
Sa'y, Hanefî Mezhebi ve Sevrî'ye göre, vaciptir ve tavaftan -kudüm veya ziyaret tavafından- önce yapılır; ÜM, İbn Ömer, Cabir, Hz. Aişe ve İshak b. Raheveyh'e göre vacip değil, farz ve rükündür, yapılmamasında hac bâtıl olur; İbn Abbas ve Enes b. Malik'e göre sa'y sünnettir. [468]
Sa'yetmenin vacip olduğu, “Şüphesiz Safa ile Merve, Allah'ın varlığını ve birliğini) gösteren nişanelerindendir. Kim Kabe'yi hacceder veya umre yaparsa, bu ikisini tavaf etmesinde bir beis yoktur.” [469] Ayetiyle sabittir.
Kur'an ve Tevrat her ikisi de, Peygamber İbrahim'in (Hz. İsa'dan yaklaşık onsekiz asır önce yaşamıştır) İsmail ve İshak adında iki oğlunun dünyaya gelmiş bulunduğunu yazarlar. Bugün elde bulunan bu Tevrat, sadece İshak soyunun tarihini nakleden bir kitap olarak, babaları İbrahim Peygamber'in defnedilmesi esnasında İshak ile birlikte onun da bulunduğunu zikrettikten sonra, artık İsmail'den bahsetmez. Kur'an, İsmail soyundan gelen bir Peygambere vahyedilmiş olması dolayısıyla, bu bahiste ondan söz açmaya değer daha fazla bilgi verir. Eski devirlerde Allah'a şükür ifadesi olarak, ister ehli hayvanların çoğalması ile ilgili olsun, ister zirai ürün turfandalıklarının devşirilmesiyle ilgili olsun, her ilk elde edilen veya doğan şey Tanrı'ya takdim olunurdu. Hatta insanın ilk doğan çocuğu, Allah adına kurban edilirdi. [470] Daha sonra doğan ilk çocukların kurban edilmesinin yerini alan bir diyet, müessesesi gelmiştir. [471] Fakat arkeolojik araştırmalar göstermektedir ki yeni doğan ilk çocuklar başlangıçta hakikaten kurban olarak ölüme terkedilmişlerdir. Hz. İbrahim de, yaşlılık çağındayken nihayet bir oğlu dünyaya geldiğinde bunu yapacaktı. Allah tarafından konmuş ve fakat artık unutulmuş bu dinî vecibeyi bir hak rüya sonucu hatırlayınca, bir tereddüt ve mırıldanmaya kapılmaksızin derhal yerine getirmek üzere harekete geçmiştir. Allah onun bu zühd ve takvasından o kadar hoşnut oldu ki, bir mucize oğulun hayatını kurtarmakla kalmadı, aynı zamanda bir mükâfat olarak Hz. İbrahim'e ikinci bir oğulun, yani İshak'ın dünyaya geleceği müjdesini verdi. [472] Pek tabiidir ki bir koyun kurban edilmesi şeklinde bir diyet, İslâm öncesi Arapları, yani ilk doğan oğul olan İsmail soyundan gelenler arasında devam etmiş ve pek tabiidir ki İshak soyunda, yani Yahudilerde görülmemiştir.
İbrahim Peygamber, kundaktaki oğlu İsmail'i, anası Hâcer ile birlikte, sonradan Mekke diye anılan ve bu ıssız ve kimsesiz çöllük diyarda yaşamayı mümkün kılan Zemzem kaynak suyu civarına getirip bırakmış ve diğer oğlu İshak'ı Sâre adını taşıyan anasıyla birlikte Filistin'de tutmuştur. Hz. İbrahim, bir zaman sonrada, bir zaman burada kalmak şeklinde vaktini iki memleket arasında geçiriyordu. İşte İbrahim Peygamber, burada bulduğu Ka'be'nin yapısını yenilemiş ve böylece tek olan Allah'a ithaf ettiği, Beytullah için hac müesesesini kurmuştur. [473] İlk doğan oğlunu doğar doğmaz anası Hacerle birlikte alıp Filistin'den Mekke çöllerine getirip, onları Allah'a emanet etme olayı -Mina'daki şeytan taşlama ve kurban kesme işlemlerinde zikredileceği gibi- Hz. İbrahim'in kurban olayından önce meydana gelmiştir. Oğlu Hz. İsmail'i anası Hacer'le birlikte Filistin'den alıp Mekke'ye bırakmak da Allah'a bağlılık ve sadakatin bir diğer delilidir. Çünkü Allah Teala, bu bölgeyi ve ıssız çölü, Beyt-i Atik'in bina ve inşası için ve oturulur hale getirmek istiyordu. [474] Hz. İbrahim buradan ayrılmak istediğinde Hacer,
“Bizi bu yoksul, ıssız ve kimsesiz yerde bırakıp nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda, Allah'ın emrini yerine getirmekten alıkoyacağı endişesiyle ona bakmadı. Bir cevap alamayınca, Hacer yeniden
“Ey İbrahim! Bunu Allah (c.c.) mı emretti?” diye sordu. Hz. İbrahim
“Evet” cevabını verdi. Bunun üzerine Hacer,
“Öyleyse Allah (c.c.) bizi sıkıntıya düşürmez” dedi. Buradan ayrılan Hz. İbrahim, kendisinin onları görüp, ana ve çocuğun görmediği bir yere geldiğinde, şöylece dua etti:
“Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl, halkından, Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır.” Allah'ın emrine uyarak ana ve çocuğunu Mekke'ye yerleştiren Hz. İbrahim, çölleri aşarak ilk yurdu olan Filistin'e geldi. Ana Hacer ve oğul İsmail, baba Hz. İbrahim'in yanlarında bıraktığı su ve yiyecekleri kullanıyorlardı. Mekke'nin ıssız çöllerine bırakıldıktan kısa bir zaman sonra ana ile oğlun yanlarındaki azıklar tükenmiş, bebek susuzluktan yokolma tehlikesiyle başbaşa kalmış ve bağırıp ağlamaya başlamıştı. Ana ise merhamet ve şefkat duyguları içinde, ümidini kaybetmeden oraya buraya, sağa sola koşuşuyor, etrafı gözeterek su bulmaya çalışıyordu. Safa'yı en yakın dağ olarak gördü, kalktı oraya gitti. Çevresini gözleyerek başka birinin onlara bakıp bakmadığını kontrol etti. Fakat kimse onları gözlemiyordu. Safa'dan inerek Merve'ye doğru gayretle koşmaya başladı. Hervele (koşmaya yakın yürüyüş) ile Safa ve Merve arasında yedi defa koştu! Buna bir hac işlemi olarak Sa'y denir. Yokolma tehlikesiyle başbaşa kaldı, gücü kuvveti de kalmamıştı. Uzaktan bir ses duydu. Sesin geldiği yana baktı. Zemzem'in yanında güzel yaratılışlı bir adam gördü. İnsan zannederek ona doğru hızla gitti. Ne görsün ki bu bir insan değil, Yüce Allah'ın meleklerinden biri. Melek kanadıyla yere vurdu. İşte o zaman Allah onlara birdenbire patlayıp taşan Zemzem su kaynağını lütfedip nasip etti ve çöldeki hayat kurtuldu. Sonra melek, Hacer'e,
“Yok olacaksın diye korkma! Burada bir ev var; yakında beşikteki bu çocuk ve babası onu inşa edecek, Allah kendi ehlini asla yoketmez.” dedi. İşte bugün, müslümanların bir hac işlemi olarak Safa ile Merve arasındaki koşuşmaları (sa'y), Hacer'in o gün çocuğuna karşı gösterdiği, Allah'ın (c.c.) yaratıklarına karşı sahip olduğu merhamet ve sevgiyi sembolize eden “analık, şefkat ve merhametini” yad edip yaşatmak gayesine yöneliktir. [475]
Kur'an-ı Kerim'in verdiği topoğrafik bilgiler arasında, Safa ve Merve tepeleri de bulunmaktadır. [476]
Sa'yirı vakti, esasen ziyaret tavafından sonra ve bayram günleridir. Ancak kudüm tavafından sonra da yapılabilir. Belirtilen vakit içinde yapılmadığı takdirde, Mekke'deyken sa'yedilir ve hiçbir ceza gerekmez, memlekete dönülmüşse terkedildiği için dem gerekir; fakat istenirse yeni ihramla Mekke'ye dönülerek yapılabilir, bu takdirde ceza düşer.
Sa'yin rüknü, Safa ile Merve arasında bulunmaktır.
Sa'yi bizzat yürüyerek yapmak, Hanefî Mezhebine göre vacip, ÜM'e göre şarttır. Yürüyemeyecek durumda olanlar bir arabayla da sa'yedebilirler. Gücü yettiği halde araba ile sa'yedenlere iade etmek veya dem gerekir.
Dört şavttan sonrasını terkedenler, her şavt için bir sadaka verirler. Tahâvî ve el-Hasen b. Ziyad'ın naklinde Ebu Hanife'ye göre, her tepeye yedi gidiş, toplam ondört şavt olmalıdır. [480]
Cumhur'a göre sa'y, tavaftan sonra yapılır. Tavaftan önce yapılırsa, yeniden sa'yedilir. Tavaftan önce sa'yedilir ve bunu unutarak Mekke'den, çıktıktan sonra hac ve umrede birleşme yapıyorsa haccın kazası ve hedy, umre yapılıyorsa umrenin kazası gerekir; Sevrî'ye göre hiçbir ceza gerekmez; Ebu Hanife'ye göre, Mekke'den çıkınca dönülmez, fakat dem gerekir.
Hac için yapılan sa'y, kudüm veya ziyaret, umre için yapılan sa'y ise umre tavafından sonra yapılır.
Merve'den başlayıp Safa'da bitirince, bir şavt iade edilir, böylece Safa'dan başlanmış olur. [482]
a) İhramlı olmak,
b) Sa'ye, Safa tepesinden başlamak ve Merve tepesinde bitirmek. Safa'dan Merve'ye karşılıklı gidiş gelişlerin her birine Şavt adı verilir. Hanefî hukukçu Tahâvî, iki tepe arasındaki gidiş-dönüşü bir şavt kabul eder. [483]
c) Tavaftan sonra yapmak,
d) En az dört şavt yapmak; dörtten az yapılırsa dem kesilir.
Şart |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
İhramlı Olmak |
Şart |
— |
— |
— |
Safadan Başlamak |
V/Ş |
Şart |
Şart |
Şart |
Tavaftan Sonra Yapmak |
V/Ş |
Şart |
Şart |
Şart |
Dört Şavt Yapmak |
Şart |
Şart |
Şart |
— |
Yedi Şavt |
Vacip |
Şart |
Şart |
Şart |
Niyet |
Vacip |
V |
Şart |
Şart |
Akıl |
_ |
— |
— |
Şart |
Aralıksızca |
Sünnet |
Şart |
Şart |
Şart |
Bizzat Yürüme t |
Vacip |
Şart |
Vacip |
Şart |
Mesafeyi Tam Almak |
— |
— |
___ |
Şart |
Tablo 109: Sa'yin Şartları
a) Tavaf yaptıktan sonra ara vermeyip hemen sa'yetmek,
b) Hadesten temizlik; âdet gören ve lohusalı kadınların sa'yi sahihtir.
c) Sa'yederken Safa ve Merve tepelerine yükselmek,
d) İki yeşil direk arasında Hervele denen koşmayla yürüme arasında hızlı ve çalımlı yürüyüş yapmak,
e) Tekbir, tehlil, salavât getirmek, dua etmek, dua sırasında elleri göğe kaldırmak,
f) Her iki tepeye çıkınca Ka'be'ye doğru dönmek,
h) Tavaftan sonra sa'y için Safa tarafındaki Benî Mahzum kapısından sol ayakla çıkmak,
i) Sa'yederken dünya düşüncelerini unutmak.
Müzdelife'de vakfe, haccın aslî vacip işlemlerinden biridir. Geceyi burada geçirmek (Müzdelife'de gecelemek), Hanefî Mezhebine göre. sünnet; ÜM'e göre vacip; Evzaî'ye göre farzdır, gecelemeyen haccını kaza eder ve hedy keser; İbn Abbas ve eş-Şafiî'ye göre, Müzdelifde vakfe haccın rükünlerinden biridir. [486]
Mekke ile Arafat arasındaki bir yer olan Müzdelife'nin, -Munser vadisi dışında- her tarafında vakfe yapılabilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, Müzdelife'de yapılacak vakfenin zamanı, bayramın birinci günü fecri sadıkla güneşin doğması arasındaki vakittir. Bu, vakfenin vacibidir; mazeretsiz terkedilirse, dem gerekir. Bu vakitte yapılması Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre de vacip, Malikî Mezhebine göre şarttır.
b) Şafiî Mezhebine göre, Müzdelife'de vakfenin zamanı Arafat'ta vakfeden sonra bayram gecesi yarısında başlar. Bu vakitte Müzdelife'de bulunmayan, dem keser.
Müzdelife'de vakfede
efdal olan,
Arafat'ta vakfeden
sonraki Müzdelife'de vakfe, bayram gecesi burada geçirilerek;
Müzdelife'de vakfenin rüknü, Müzdelife'de bulunmaktır.
Müzdelife'deki vakfeyi, yukarıda açıklanan zamanda yapmak, onun aynı zamanda vacibidir.
Kurban bayramının
arefesinde Arafat'ta vakfeden sonra güneşin batması beklenir;
Hanefi Mezhebine göre, bu şekilde namaz kılmanın üç şartı vardır:
1) Hac için ilıramlı olmak,
2) Müzdelife'de bulunmak,
3)
Bu namazlar, Hanefî
Mezhebine göre, bir ezan ve bir kaametle; Züfer'e göre, bir ezan ve iki
kaametle kılınır. Arafat'taki
İkisi birarada
kılınacak
a) Cumhur'a göre, arefe günü güneş battıktan sonra Arafat'tan ayrılarak bütün geceyi Müzdelife'de geçirmek sünnetken Evzaî ve eş-Şafiî'ye göre farzdır.
b) Müzdelife'deyken
c) Namaz kılındıktan sonra, Müzdelife'de Meş'ar-i Haram'da ortalık aydmlanıncaya kadar dua etmek, tekbir, tehlil, ve tel-biye okumak.
Müzdelife'de vakfe yapıldıkan sonra, Mina'ya gidilir. Mina, Mekke ile Müzdelife arasında bir yerdir. Hanbelî ve Şafiî Mezheplerine göre Mina'da gecelemek vacip; Hanefî Mezhebine göre sünnettir. Mina'da şu gibi vacipler vardır:
Hanefî ve Maliki Mezheplerine göre, Mina'da yapılacak işlemler konusundaki sıraya uymak vaciptir; Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre sünnettir. Önce cemrelerle ilgili işlemler yapılır; sonra kurban kesilir; daha sonra da tıraş olunur.
Cemrelerde üç tane vacip vardır:
1) Şeytan taşlamak,
2) Akabe cemresini tıraştan önce taşlamak,
3) Cemreleri ertesi güne bırakmamak.
Manevî cedlerimizden biri de, Allah sevgisini diğer bütün şeylerin üstünde tutan Hz. İbrahim'dir. Allah (c.c.) onu imtihandan geçirmek istedi ve ondan, artık büyümüş olan ve ilk doğan o sırada yegâne oğlu İsmail'i kurban etmesini istedi. Hz. İbrahim hiç tereddüt göstermeden bunu yerine getirmeye kalktı. Oğlu İsmail'i münasip bir yere doğru götürürken şeytan kılık değiştirmiş olarak ona göründü ve bu işten saptırmak istedi. Ancak İbrahim Peygamber, onun gerçek yüzünü tanıdı ve taşlar atmak suretiyle kovdu. Birkaç adım sonra şeytan bu defa ayrı bir kılıkta çocuğun annesi Hacer'e göründü ve onu kandırmak istediyse de anne de ona taş atmıştı. Sonunda bir diğer kılıkta oğula görünüp bu defa onu bu işten saptırmak istedi. Bu teşebbüsünden de yediği taşlardan başka bir sonuç alamadı. Bundan sonra Hz. İbrahim keskin bıçağını İsmail'in boynuna dayadı: Bir de ne görsün; önünde can çekişip çırpman bir koyun değil mi? Oğluysa oracıkta ayakta ve sapasağlam duruyor. Allah bir mucizeyle Cebrail'i göndermiş ve bu işe memur etmişti. Bu olaydan sonra Hz. İbrahim, Halilullah (Allah Sevgilisi) lakabını kazandı ve oğlunun diyeti olarak koyun kurban etmesi kendisine emredildi. Hz. İbrahim ve onu takip eden diğerleri, bu rüknü yerine getirdiler ve dörtbin sene sonra İslâm dini içinde de, Şeytan taşlama, Mina'da kurbanlar kesme şeklinde bu rükün devam etmiştir. İbrahim Peygamberin bu şekilde Allah'ın üstünlüğünü ispat etmesinin bir mükâfatı olmak üzere ikinci oğlu İshak dünyaya gelmiştir. [489]
Şeytan taşlama işlemi, şeytanın iğvalarına (günah işleme teşviklerine) karşı bir karar mahiyetinde sembolik olarak tekrar edilir.
Yeterli ve belli sayıdaki taşları özel zamanda, Özel yerlere atmaya Şeytan Taşlama veya Remyu'l-Cimar denir:
Şeytan taşlama işlemi, vaciptir. Vacip olduğu, Peygamberimizin (s.a.s.) fiilî sünneti ve icmayla sabittir.
Akabe cemresine ilk taş atılınca, Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre telbiyeye son verilir; bu anda telbiyelere cevap verilmiş olur. Maliki Mezhebine göre, arefe gününün zevalinden itibaren telbiyeye son verilir. Çünkü o gün, Arafat'ta vakfe yapmakla en büyük rükün yerine gelmiş, dolayısıyla telbiyeye cevap verilmiş olur.
Taşlama işlemini, hacı adayı yerine vekili de yapabilir,
Mina'ya gelinince, Cemre denen yerlerde şeytan taşlanır. Sözlükte cemre, “teyemmüm edilecek taş, toprak parçası veya taş yığını” manasına gelir. Hac işlemlerinden birinin yapıldığı yer olarak cemre, “kurban bayramı günlerinde Mina'da bulunan taş kümelerine Müzdelife'den toplanan yedi küçük taşın atıldığı yer” demektir.
Mina'da üç tane cemre vardır:
1) Akabe cemresi (Cemretu'l-Akabe),
2) Orta cemre (el-Cemretu'l-Vusta),
3) Küçük cemre (el-Cemretu's-Suğra veya el-Cemretu'l-Ula).
a) Fırlatarak Atmak:
Şeytan taşlamada, taşlan fırlatarak atmak şarttır. Hastalık sebebiyle taş' atamayacak olan mükelef için başkası taşlama yapabilir. Fakat bu kimsenin kendisi için taşlama yapmış olması gerekir.
b) Taş ve Toprak Cinsi Olması;
Atılacak taşların, taş ve toprak cinsinden olması gerekir.
c) Her Cemreye Yedi Taş Atmak:
Taşlamanın sahih olma şartlarından birisi de, her cemreye yedi taş atılmasıdır.
d) Cemreye veya Yakınına Düşürmek:
Atılan taşlar, cemrenin kendisine veya çok yakınına düşmelidir.
Şartlar |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
|
Fırlatmak |
Şart |
Şart |
— |
Şart |
|
Taş- Toprak |
Cinsi |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
Yedi Taş |
Atmak |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
Cemreye Taşı |
Kendisine |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
Düşürmek |
Yakınına |
Şart |
_ |
_ |
— |
Teker Teker |
Atmak |
Şart |
Şart |
_. |
Şart |
Tertibe |
Uymak |
Sünnet |
Şart |
Şart |
Vacip |
Orta Boyda |
Taş |
— |
_ |
Şart |
Şart |
Elle |
Atmak |
Şart |
Şart |
Şart |
Şart |
Tablo 110: Taşlamanın Sahih Olma Şartları
a) Şeytan taşlayanla cemre arasında 3.5 metre kadar uzaklığın bulunması,
b) Taşları aralıksız ve birbiri ardına atmak,
c) Önce küçük, sonra orta, daha sonra da akabe cemresini taşlamak,
d) Her cemre arasında bir müddet durmak,
e) Her taşı atarken Bismillahî Allahu Ekber demek.
Şeytan taşlama, dört gün sürer; bayramın dördüncü günü güneş batınca, taşlamanın vakti de bitmiş olur. Bu zamana kadar taşlama yapmayan mükellefler, kurban keser. Her gün şu işlemler yapılır:
a) Bayramın Birinci Günü:
Bu gün, sadece akabe
cemresi taşlanır; ikinci gün fecir doğana kadar akabe cemresi taşlanabilir.
Güneşin doğmasıyla
Ebu Hanife'ye göre vakit güneş batana, Ebu Yusuf’a göre zevale kadar sürer. [491]
Maliki Mezhebine göre, bayramın birinci günü akabe cemresinin taşlama vakti, fecrin doğmasıyla başlar; zevale kadar yapılması mendup, geciktirilmesi mekruhtur; güneş batmazdan önce taşlama yapana dem müstehaptır. [492]
Akabe cemresindeki
taşlamanın geciktirilmesinden dolayı Malik'e göre dem; Ebu Hanife'ye göre,
b) Bayramın İkinci Günü:
İkinci günde, önce küçük, sonra orta, daha sonra da akabe cemresine yedişer taş atılır. Bu cemrelere taş atmanın vakti, öğleyin başlar, ertesi gün fecir doğana kadar devam eder. Sevrî'ye göre, güneşin doğması esastır. [494] Her cemreyle ilgili taşlamayı bitirdikten sonra yirmi dakika durmak, sonra diğerlerine geçmek sünnettir. Taşlamayı zevalden önce yapmak sahih değildir; zeval-, den güneş batana kadar taşlama yapılması sünnet, geceleyin atmak mekruhtur. [495]
c) Bayramın Üçüncü Günü:
Üçüncü günde, ikinci günde' yapılan işlemler aynen tekrarlanır, her cemreye sırayla yedişer taş atılır. Bu günde müstehap olan vakit, zevalden sonrasıdır; zevalden önce taşlama yapılması, Ebu Hanife'ye göre caizdir, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre caiz değildir. [496]
Üçüncü gün taşlama bittikten sonra, Mina'dan Mekke'ye gidilebilir. Buna, Birinci Nefir adı verilir.
d) Bayramın Dördüncü Günü:
Bayramın dördüncü günü fecir doğana kadar Mina'yı terketmeyenler, dördüncü günde de ikinci ve üçüncü gündeki gibi cemreleri taşlamaları vacip olur. Bu güne ait taşlamayı, fecir doğduktan sonra, fakat zevalden önce yapmak Ebu Hanife'ye göre caizken, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre caiz değildir. [497]
Dördüncü günü Mina'da kalanlar, cemreleri taşladıktan sonra Mina'dan Mekke'ye dönerler. Bu dönüşe de İkinci Nefir denir.
Taşlamanın gün içindeki başlama vakti tartışmalıdır:
a) Hanefi Mezhebine göre, taşlama, mutlaka fecirden sonra yapılır.
b) Şafiî Mezhebine göre, şeytan taşlamanın vakti, bayram gecesinin yarısından başlar, teşrik günlerinin sonuna kadar devam eder.
c) Maliki Mezhebine göre, teşrik günlerindeki
taşlamaların vakti, her gün zevalden güneş batana kadarki zamandır. Taşlamayı
zevalden önce yapmak sahih değildir; iade edilmezse dem gerekir; her gün
d) Hanbelî Mezhebine göre, taşlama,
Arafat'ta vakfe yaptıktan sonra
e) Zeydiye Mezhebinin Hâdeviye koluna göre, gücü yeten,
fecrin doğuşundan sonra taşlar, mazereti bulunanlar
f) Sevrî ve Nehaî'ye göre, gücü yetenler, güneş doğduktan sonra taşlama yaparlar.
Teşrik günlerinde remyu'l-cimar işlemini yapmayanlara, daha sonra bunu yapmaları gerekmez: [498]
a) Malik'e göre, taşlamanın bütününü veya bazısını, ya da birini terkedene dem gerekir.
b) Ebu Hanife'ye göre, bütünü veya sadece akabe cemresindeki taşlama terkedilirse dem; bir veya daha fazla cemre terkedilirse, her biri için bir fitre gerekir.
c) eş-Şafiî'ye göre, biri için bir, ikisi için iki müd buğday tasadduk etmek, üçü için dem kesmek gerekir.
d) Sevrî de eş-Şafiî'nin görüşündedir; ancak Sevrî'ye göre, dördüncüde dem gerekir.
e) Zahirî Mezhebine göre, cemrelerin terke dil meşinden dolayı hiçbir ceza gerekmez.
Kıran ve temettü haca yapanların kurban kesmesi vaciptir; ifrad haccı yapanlara bu kurban vacip değildir; ancak isterlerse nafile olarak kesebilirler.
Hacıların ihramdan çıkmaları için -kurban gerekmiyorsa- şeytan taşlamadan sonra tıraş olması (halk) veya saçlarım kısaltması (taksir), Hanefî Mezhebine göre vaciptir; eş-Şafiî'ye göre vacip değildir, ona göre hacda taşlama, umrede sa'y ile ihramdan çıkılır. [499]
Kadınlar saçlarını yalnız uçlarından biraz keserler; saçları olmayanlar, başlarının üstünde tıraş aletini gezdirir.
Halkta, efdal olan miktar, bütün başı tıraş etmektir; başın en az dörtte birinin tıraş edilmesi gerekir, daha azı caiz değildir; taksirde ise miktar, parmak ucu olarak takdir edilir.
Halk ve taksirin vacip olduğu,
“And olsun ki Allah, Peygamberin rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder. Ey İnananlar! Siz, Allah dilerse, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz.” [500] âyetiyle sabittir.
a) Hanefî Mezhebine göre, ihramdan çıkabilmek için, bayram günlerinde ve Harem bölgesinde tıraş olmak vaciptir. Bu günlerde tıraş olmadıkça ihramdan çıkılmaz; Harem bölgesi dışında tıraş olunursa kurban kesmek gerekir.
b) Ebu Yusuf’a göre, tıraş için belli bir zaman ve yer yoktur; eş-Şeybani'ye göre belli yer vardır, fakat zaman yoktur; Züfer'e göre belli zaman vardır, yer yoktur; Ebu Hanife'ye göre, hem belli zaman ve hem de yer vardır. Tıraş bayram günlerinden sonra ve Harem dışında yapılınca, Ebu Hanife'ye göre dem gerekir; Ebu Yusuf’a göre dem gerekmez; eş-Şeybani'ye göre Harem, Züfer'e göre bayram günleri dışında tıraş olunduğu için dem gerekir.[501]
İmam Malike göre, akabe cemresini taşlamazdan önce tıraş olana fidye gerekir; eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zahirî ve Ebu Sevr'e göre, hiçbir ceza gerekmez. Fakat akabe cemresini taşladıktan sonra, kurbandan önce tıraş olana, Malik'e göre hiçbir ceza gerekmez; Ebu Hanife'ye göre, taşlamadan veya kurbandan rnce tıraş olana dem, -kıran haccı yapıyorsa iki dem- gerekir; Züfer'e göre, kıran haccı yapana üç dem gerekir. Taşlama yapmadan önce kurban kesene hiçbir ceza gerekmez; eş-Şafiî'ye göre, taşlamadan ve tıraştan önce ifada tavafı yapana iade etmek gerekmez; Evzaî'ye göre, akabe cemresini taşlamadan önce ifâda tavafı yapıp cinsi birleşmede bulunana dem gerekir. [502]
Tıraş olan kimse artık ihramdan çıkmış olur. Tıraş olarak ihramdan çıkmaya Tahallul, herhangi bir işlemin ihramdan çıkışı sağlamasına Tahlil, bu işlemi yapan Muhallil adı verilir. Tıraş olup ihramdan çıkma iki devrede olur:
Tıraş olarak ihramdan çıkan kimseye, Hanefî Mezhebine göre birleşme dışında ihramın bütün yasakları serbest olur. Buna, Birinci Tahallul denir. Malik'e göre, kokulu maddeler de helal olmaz; el-Leys b. es-Sa'd'a göre, kadın ve av helal olmaz. [503]
Tıraştan sonra, Ka'be'ye giderek veda tavafı yapılır; böylece cinsî birleşme de hacıya artık helal olur. Buna İkinci Tahallul denmektedir. [504]
Şu halde tıraşla, ilgili üç vacip vardır:
1) Tıraş olmak veya saçları kısaltmak,
2) Tıraşı bayram günlerinde yapmak,
3) Tıraşı Harem bölgesi içinde yapmak.
Bütün hac işlemleri yapıldıktan sonra, Mina'dan Mekke'ye gidilir. Bu sırada, Mekke'den ayrılacak olanların yapması gereken tavafa, Veda Tavafı veya Tavafu's-Sader denir. Hanefî Mezhebine göre, veda tavafı vaciptir; vacip olduğu sünnet ve icmayla sabittir; eş-Şafiî ve en-Nâsır'a göre, veda tavafı sünnettir.
Veda tavafının şartlarını, vacip olma şartları ve sahih olma şartı (niyet) şeklinde iki örnekte ele alabiliriz:
Veda tavafını yapmak, Mekkeli olmayanlara, hukukî deyimiyle afakîlere vaciptir. Bilindiği gibi, Mekkeli olmayan hacılara Afakî denmektedir.
Ebu Yusuf, Mekkelilerin veda tavafı yapmasını müstehap görür. Çünkü ona göre veda tavafı, hac işlemlerinin sona erdirmek için yapılır.
Afakî biri Mekke'de yerleşmeye niyet ederse, bu niyet, birinci nefirden önce olduğunda, veda tavafı düşer; fakat birinci nefirden sonra olursa, Ebu Hanife'ye göre veda tavafı yapılır, Ebu Yusuf’a göre başlanmadıysa düşer.
Adet gören veya lohusa olan kadınlara, veda tavafı vacip olmadığı gibi. Bunların dem kesmeleri de gerekmez.
Veda tavafını yapmanın vacip olması için, hac işlemlerini yapmış olmak gerekir. Sadece umre yapanlara veda tavafı vacip değildir. .
Veda tavafı da bir ibadet olduğundan, sahih olması için niyet etmek şarttır. Niyette, tavafın türünü belirtmek gerekmez.
Veda tavafı için, hadesten ve cünüplükten temizlenmek şart değildir. Fakat bu hallerde yapılan tavafı iade temek gerekir: Cünüp olarak yapılan veda tavafı iade edilmezse dem gerekir; abdestsiz olarak yapılan veda tavafı içinse sadaka gerekir. Aynı şekilde setr-i avret de sahih olma şartı değildir; ancak, namaz sahih olmayacak kadar bir zaman açık olarak tavaf yapılırsa tavaf caizdir, fakat dem gerekir. Necasetten temizlenmemek mekruhtur, ceza gerekmez.
Veda tavafı için, belli bir zaman yoktur; ziyaret tavafından sonra yapılan bütün tavaflar, veda tavafı sayılır. Bununla birlikte, veda tavafının Mekke'den ayrılırken yapılması daha uygundur. Veda tavafı da, aynen ziyaret tavafı gibi yapılır.
Veda tavafı yapıldıktan sonra Mekke'de ikamet halinde, bir gruba göre eşya almak veya cemaatle namaz kılmak için kalındıysa veda tavafı iade edilmez; başka bir gruba göre, hastalığın tedavisi vb. için kalınırsa, yeniden veda tavafı yapılır; Ebu Hanife'ye göre, iki ay da kalınsa yeniden veda tavafı yapmak gerekmez.
Yerinde belirtileceği gibi, haccın vaciplerinin terdekilmesi halinde hac sahihtir; ancak, etini Mekkeliler yemek üzere bir kurban kesmek gerekir; vacip işlem yeniden yapılırsa, bu ceza düşer.
İşlemler |
|
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
|
İhramdakiler |
Mikat |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
|
Yasaklar |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
||
Telbiye |
Sünnet |
Sünnet |
Vacip |
Sünnet |
||
Vakfedekiler |
|
Güneş Batana Kadar |
Vacip |
|
|
Vacip |
|
|
Batınca Biraz Durmak |
Vacip |
|
|
|
|
Mükel-lef |
Cünüplük, Adet ve Loh., Abd., |
Varip |
Şart |
Şart, |
Şart |
|
Setr-i Avret |
Vacip |
|
|
|
|
|
|
Bayram Günleri |
Vacip |
Şart |
Zilhicce'de Vacip |
İlk Gün Sünnet |
|
Hatım'ın Dışında |
Vacip |
Şart |
Şart |
Şart |
|
Tavaftaki Vacipler
|
Hacer-i Esved'den Başlamak |
Vacip |
Şart |
Vacip |
Şart |
|
|
Tayamun |
Vacip |
Şart |
|
|
|
|
Bizzat Yürümek |
Vacip |
Sünnet |
Vacip |
Şart |
|
|
Yedi Şavt |
Vacip |
Farz |
Şart |
Şart |
|
|
Tavaf N. |
Vacip |
Sünnet |
Vacip |
Sünnet. |
|
|
Akabe Cemresin'den Sonra |
Sünnet |
Sünnet |
Vacip |
Sünnet |
|
|
|
Sa'y |
Vacip |
Rükün |
Rük ü n |
Rükün |
|
|
Tavaftan Sonra |
Vacip |
Şart |
Şart. |
Şart |
Sa'y ve Ona Bağlı İşlemler |
|
Safa'dan Başlamak |
Vacip |
Şart |
Şart |
|
|
|
Yedi Savt |
Vacip |
Şart |
Şart |
Şart |
|
|
Bizzat Yürümek |
Vacip |
Sünnet |
Şart |
Şart |
|
|
Vakfe |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Müzdelife'de |
|
Zamanı |
Vacip |
|
|
|
Vakfe |
|
Namazları Birleştirmek. |
Vacip |
Sün. |
Sün. |
Sün. |
|
Teşrik Mina'da Sıraya |
Geceleri Gecelemek Uymak |
Sun. Vacip |
Vacip Sünnet |
Vacip Vacip |
Vacip Sünnet |
|
|
Tıraştan Önce Akabe |
Vacip |
|
Vacip |
|
|
Cemreler |
Geciktirmek |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Mîna |
|
Taşlamak |
Vacip |
Vacip |
Vacip |
Vaci p |
|
|
Kıran-Temettü Kurbanı |
Vacip |
|
Vacip |
|
Kurban |
Bavram Günleri |
Vacip |
|
|
|
|
|
Haram |
Vacip |
|
|
|
|
|
Haik ve |
Taksir |
Vacip |
Rükün |
Vacip |
Vacip |
Tıraş |
Bayranı |
Günü |
Vacip |
Sün. |
Sün. |
Sün. |
|
larem'ıle |
Vacip |
Sün. |
Sün. |
Sün. |
|
Veda |
Tavafı |
(Afakilere) |
Vacip |
Vacip |
Müstehap |
Vacip |
Tablo 111: Haccın Vacipleri
Haccın farzları olan ihram, Arafat'ta vakfe ve ziyaret tavafını incelerken, onlarla ilgili sünnetler de incelenmişti.
Haccın vacipleri olan Sa'y, Müzdelife'de vakfe ve veda tavafıyla ilgili sünnetler de, ilgili bölümlerde incelenmiştir. Yalnız burada, Mina'daki sünnetleri inceleyeceğiz:
a) Terviye günü Mina'da olmak: Hacı adayları, kurban bayramından
iki gün öncesi olan Terviye günü de denen Zilhicce'nin sekizinci günü güneş doğduktan
sonra, Mekke'den ayrılır ve Mina'ya giderler. Ertesi gün, yani arefe günü
b) Teşrik günlerinde Mina'da gecelemek,
c) Şeytan taşlaması sırasındaki sünnetleri uygulamak,
d) Mina'dan Mekke'ye giderken Muhassab denen yerde inip biraz dolaşmak. Buna, Tahsîb denir.
Haccın, yukarıda sayılanlar dışında, biri kudüm tavafı, diğeri çeşitli yerlerde hutbe okumak şeklinde iki temel sünneti daha vardır:
Mekkeli olmayan kimselerin Mekke'ye geldiklerinde, UM'e göre yapması sünnet, Maliki Mezhebine göre vacip olan tavafa, Kudüm Tavafı veya Tavafu't-Tahiyye denir.
Kudüm tavafını yapmak için,
1) Mekkeli olmamak,
2) Umre veya temettü haccı dışındaki hac reşitlerine niyet etmek.
3) Doğrudan Mekke'ye gitmek şartlarının gerçekleşmesi gerekir. Mekke'ye uğramadan Arafat'a gidenler, kudüm tavafı yapmazlar. Çünkü kudüm tavafı, vakfeden önce yapılır.
Kudüm tavafını, Mekke'ye gelindiği anda hemen yapmak gerekir. Bu tavaf da, aynen ziyaret tavafı gibi yapılır.
Hac işlemlerinin nasıl yapılacağını anlatan hutbeler, üç yerde okunur:
Zilhicce'nin yedinci günü, hacı adaylarına, hac işlemlerinin nasıl yapılacağı; özellikle Mina, Arafat ve Ka'be'deki işlemler anlatılır ve öğretilir.
Arafat'ta okunacak
hutbe, arefe günü namazdan önce okunur. Bu günde,
Zilhicce'nin onbirinci, bayramın ikinci günü, Mina'da yine bir hutbe okunur.
Züfer'e göre, bu hutbeler Zilhicce'nin yedinci, sekizinci ve dokuzuncu günleri okunur. [508]
Haccın farzları, vacipleri ve sünnetleri yanında, uyulması gereken bazı adabı da vardır:
a) Helal malla haccetmek. Haram yolla kazanılan parayı hac için kullanmak haramdır.
b) Hac yolculuğuna çıkmadan önce kul haklarını ve borçlarını ödemek,
c) Günahlardan tevbe etmek ve kazaya kalan ibadetleri yerine getirmek,
d) Gösteriş ve riyadan uzak durarak samimi, ağırbaşlı ve alçak gönüllü bir şekilde hareket etmek,
e) Hac yolculuğu ve işlemleri için gerekli bilgileri edinmek, tecrübeli kimselerden fikir almak,
f) Arkadaşlarını iyi seçip yolda çekişme, dövüşme ve her türlü sevimsiz hareketlerden kaçınmak,
g) Hac yolculuğuna ay başında ve pazartesi veya perşembe günü sabahleyin çıkmak,
h) Aile ve dost çevresini ziyaret edip vedalaşmak,
i) Hac yolculuğuna başlarken ve dönünce evinde iki rekat namaz kılmak, dua etmek.
Sözlükte, “ziyaret etmek, bir şeyin çevresinde dönüp dolaşmak” manasına gelen tavaf hac ve umre işlemi olarak, “Ka'be'nin çevresinde usulüne uygun olarak yedi defa dönmek” demektir. Tavaf yapan kimseye Tâif, tavaf yapılan yere Metâf denir.
Bilindiği gibi, tavafın başlama noktası Hacer-i Esved'dir; yine aynı noktaya gelerek yapılan bir defalık dönüşe Şavt adı verilir. Şavt, aynı zamanda sa'y için, Safa veya Merve tepelerinden birine olan her gidişe de denir.
Tavaf çeşitlerinin yapılması, bütününde aynıdır: Tavafa, Hacer-i Esved'den başlanır; Ka'be sola alınarak tekrar aynı noktaya gelince, bir devir yapılmış olur (şavt). Yedi defa bu şekilde devir yapılınca, tam manasıyla bir tavaf yapılması gerçekleştirilir.
Hacer-i Esved'in önünde, gerek tavafa başlarken, gerekse daha sonraki şartlarda namaza durur gibi tekbir ve tehlille bu mübarek taşa eller kaldırılıp sürülür ve mümkünse öpülür, bunlar mümkün olmadığı takdirde karşıdan istilâm denen el sürme işareti yapılır. Bu, bir nevi Allah Teala ile ibadet ve taat konusunda ahidleşme demektir.
Tavaf yapılırken, bol bol tekbir, tehlil ve salavât getirilir; yedi şavtı arka arkaya yapmak şart değildir, herhangi bir iş için tavafa ara verilip daha sonra yeniden yapılabilir; tavafta kadınlarla erkeklerin aynı hizada bulunması onu bozmaz, ancak kadınlar mümkün olduğu kadar kenar tarafta tavaf yapmalıdırlar.
Hüküm yönünden tavaflar; farz, vacip ve sünnet tavaflar olmak üzere üç çeşittir.
Farz tavaflar iki tanedir; biri, haccın farz tavafı olan ziyaret tavafı, öteki ise umre tavafıdır:
Haccın rükünlerinden biri olan ve Arafat'ta vakfeden sonra yapılan tavafa Ziyaret Tavafı, Tavafu'l-İfâda veya Tavafu Yevmi'n-Nahr denir.
Ziyaret tavafı, haccın rükünlerinden ikincisidir: Bu tavafın, Hanefî Mezhebine göre dört şavtı farz, üç şavtı vaciptir; ÜM'e göre, yedi şavtın hepsi de farzdır.
Umre için Mekke'ye gelenlerin yaptıkları ve umrenin iki rüknünden biri olan farz tavafa Umre Tavafı adı verilir.
Hanefî Mezhebine göre, umre tavafının en az dört şavtını yapmak farz, üç şavtıysa vaciptir.
Tavafın Çeşitleri
----------------------------------------------------------------------------
Farz Tavaflar. Vacip Tavaf. Sünnet Tavaflar
1) Ziyaret Tavafı. 1) Veda Tavafı. 1) Kudüm Tavafı
1) Veda Tavafı. 2) Tatavvu Tavaf
2) Umre Tavafı
Şema 52: Tavafın Çeşitleri
Hac işlemleri yapılırken, Mina'dan Mekke'ye inilince yapılan son tavafa Veda Tavafı veya Tavafu's-Sader denir. Aslında, ziyaret tavafından sonra yapılan her tavaf, veda tavafı sayılır.
Veda tavafını yapmak, Hanefî Mezhebine göre vacip; ÜM'e göre sünnettir, bununla birlikte Şafiî hukukçulardan vacip olduğunu benimseyenler de bulunmaktadır. Bilindiği gibi, veda tavafı, afakîler için sözkonusudur.
Mekke'ye mikatlar dışından gelenlerin, yani afakîlerin yaptıkları tavafa Kudüm Tavafı veya Tavafu'l-Lika, Tavafu't-Tahiyye denir.
Kudüm tavafını yapmak, Hanefî Mezhebine göre sünnet, Ma-likî Mezhebine göre vaciptir.
Mekke'ye gelenlerin veya orada bulunanları zaman zaman nafile olarak yaptıkları tavafa Tatavvu Tavaf adı verilir. Bu tavaf, afakîler için nafile namaz kılmaktan efdaldir.
|
Farz |
Tavaflar |
Vacip T. |
Sünet |
Tavaflar |
Zaman ve Mevsim |
Ziyaret |
Umre |
Veda |
Kudüm |
Tatavvu |
Hac Mevsimi |
Yapılır |
— |
Yapılır |
Yapılır |
Yapıhr |
Umre Zamanı |
— |
Yapılır |
— |
Yapılır |
Yapılır |
Diğer Zamanlar |
|
|
— |
Yapılır |
Yapılır |
Tablo 112: Tavafların Yapılma Zamanı
a) Ziyaret ve veda tavafı, sadece hac işlemleri; umre tavafıysa, sadece umre işlemleri içinde yapılır.
b) Kudüm ve tatavvu tavafları, hem her ikisi için yapılır, hem de hac ve umre dışındaki zamanlarda da yapılabilir.
Sıra |
Farz Tavaflar |
Vacip Tavaf |
Sünnet |
Tavaflar |
1 |
Ziyaret |
Umre |
Kudüm |
Tatavvu |
2 |
İfâda |
— |
Lika |
_ |
3 |
Yevmu'n-Nahr |
— |
Tahiyye |
— |
Tablo 113: Tavafların isimleri |
a) Ziyaret tavafı haccın; umre tavafıysa umrenin farzıdır.
b) Veda tavafının yapılması, haccın vaciplerindendir.
c) Kudüm ve tatavvu tavaflarının yapılması ise sünnettir.
Hac ve umre, yapılmasının gerekliliği ve şekli yönünden ele alınmak üzere birkaç çeşittir:
Gerekli şartları taşıyan müslümanların ömründe bir defa yapmakla mükellef oldukları hac Farz Hac'tır. Buna, Haccetu'l-İslâm da denir.
Yapılması adanan veya başlanmışken bozulan ya da yarım bırakılan nafile haccı kaza etmek Vacip Hac adını alır.
Ahmed b.Hanbel'e göre, farz haccını yapmadan, adak haccı yapılmaz. Herhangi bir sebeple adak haccını yapamayan, bedelini yoksullara verebilir. [509]
Farz haccı yerine getiren bir kimsenin, ikinci veya sonraki yaptığı, ya da henüz buluğa ermeyenlerin yaptığı hac, Nafile Hac adını almaktadır.
Caferi Mezhebine göre, haccın farz olma şartlarını taşımayanların ve farz haccı yapmış olanların, imkân bulunca haccetmeleri müstehaptır. Haccın her yıl yapılması aslında müstehaptır.
Hatta beş yıl aralıksız terki, mekruhtur. Mekke'den ayrılırken dönüşe niyet müstehaptır. [510]
Haccın Çeşitler
----------------------------------------------------------
Gereklilik yönünden. Yapılma şekli yönünden
1) Farz Hac 1) İfrad Haca
2) Vacip Hac 2) Temmtu Haca
3) Nafile Hac 3) Kıran Haca
Şema 53: Haccın Çeşitleri
Yapılma şekli yönünden haclar; ifrâd haccı, temettü haccı ve kıran haccı çeşitlerine ayrılır:
Yalnız hac işlemlerini yapmaya İfrâd Haccı (Haccu'l-İfrâd), bu haccı yapan kimseye de Mufrid denir.
Hacı adayı ihrama girerken, umre işlemlerini katmayıp, yalnızca haccetmeye niyet ederek ve sadece hac işlemlerini yaparak gerçekleşir. İfrad haccında, şükür kurbanı kesmek vacip değildir.
Hacı adayının aynı mevsimde ve daha memleketine dönmeden, hem hac, hem de umre için ayrı ayrı ihrama girerek, umre ve hac yapması Temettü Haccı (Haccu't-Temettu, Haccu'l-Mut'a) adını alır. Temettü Haccı yapan kimseye Mutemetti' denir.
el-Hasenu’l-Basrî'ye göre, hac adaylarında yapılan umre de temettü adını alır; Tavus'a göre, hac ayları dışında umre yapıp, haccedene kadar Mekke'de bulunan ve aynı yıl hacceden kimse Mutemetti' olur; İbnu'z-Zubeyr ise, temettu'u, muhsarın diğer hac işlemlerini tamamlayıp, gelecek yıl haccı kaza etmesi olarak anlar. [511]
Temettü hacciyla ilgili şartları; Mekke'yle ilgili şartlar ve ihramla ilgili şartlar şeklinde ele alabiliriz:
a) Hanefî Mezhebine ve îbn Abbas'a göre, mikatlerin çevrelediği bölgeden olmamak gerekir; [512] Mekkeliler umre yapamaz. Temettü haccı yapan Mekkeli, cinayet demi keser.
b) ÜM'e göre, Mekkeliler, temettü haccı yapabilir, fakat hedy ve oruç gerekmez.
c) Malik'e göre, Mekkelilerin temettü haccı yapması mekruhtur.
el-Bakara: 2/198 âyetinde geçen Hadırû'l-Mescidi'l-Haram tabiri değişik tefsir edilir: [513]
a) Malik'e göre, bunlar, çevresiyle birlikte Mekkelilerdir.
b) Ebu Hanife'ye göre, mikatlerle Mekke arasındakiler bu adı alır.
c) eş-Şafiî'ye göre, Mekke ile mikatler arasında kasru's-salâtı gerektiren (90 km) uzaklıktakilerin aldığı isim budur.
d) Zahirî Mezhebine göre, Harem'de oturanlar, âyetten kasdedilenlerdir.
e) Sevrî'ye göre, bu tabir, sadece Mekkelileri ifade eder.
Mekke'de ihramsız bulunurken, hac aylarının girmemesi gerekir.
Temettü haccı yapabilmek için, umreden sonra Mekke'den ayrılmamış olmak gerekir.
Temettü haccının şartlarından biri de, umre ve haccı bozmamaktır.
Kıran veya temettü haceını usulsüz yapmaya başlayıp, umreye son vermek gerektiğinde, umre yapılmazsa -talıallul zamanından önce yapıldığı için- dem ve -başlamakla vacip olduğundan- umrenin kazası gerekir; hacca son vermek gerektiğinde, hac yapılmazsa, dem ve hac ile umrenin kazası gerekir. Hac veya umreden birini bırakmak gerektiği halde, bırakılmayıp, devam edilmesi halinde keffaret demi gerekir. [514]
Temettü haccı yapabilmek için, umre ile haccın aynı yılın hac ayları içinde yapılması gerekir.
a) Malik ve eş-Şafiî'ye göre, hac aylan dışında ihrama giren kimse, hac aylarında tahallul ettiyse Mutemeti'dir.
b) Sevrî ve eş-Şaflî'ye göre, umre tavafının bütününün Şevval ayı içinde yapılması gerekir.
c) Ebu Hanife'ye göre, dört şavtm Şevval ayı içinde yapılmış olması gereklidir.
d) Ebu Sevr'e göre, hac ayları dışında ihrama girince mutemetti' olunmaz.
Temettü' haccı yapabilmek için, umreyi yaptıktan sonra, kendi memleketine gitmek için, Mekke'den ayrılmamak gerekir. Ayrılınca, Hanefî Mezhebine göre mutemetti olunmazken, eş-Şafiî'ye göre olunur. [516]
Kendi memleketinden başka yere gitmekle temettü' haccına bir zarar gelmez, ancak bir ceza kurbanı kesmek gerekir. Tavus'a göre Mekkeli olup Mekke dışından temettü haccı yapınca bir hedy gerekir. [517]
Temettü' haccı yapabilmek için, önce umre, sonra hac için ihrama girmek gerekir.
Hac ihramı giyip, sonra bunu temettü için umreye dönüştürmek, Cumhur'a göre mekruh; İbn Abbas, Ahmed b.Hanbel ve Davud a göre caizdir. [518]
a) Hacı adayı mikate gelince, önce umre için ihrama girer, Mekke'ye giderek, umre işlemlerini tamamlar, bu işlemler bitince, yerine yurduna dönmeden, Mekke'de hac işlemlerinin yapılma zamanını bekler. Temettü haccı yapacak kimse, umreyi bitirdikten sonra, arzu ederse, tıraş olarak ihramdan çıkabilir, Zilhicce'nin dokuzuncu günü ise ihrama girilir.
b) Hac işlemlerinin yapılma zamanı gelince, tekrar hac için ihrama girer. İfrad haccında olduğu gibi, hac işlemlerini tamamlar. Bu şekilde, temettü' haccı yapılmış olur.
Temettü' haccı yapanlara, bu yüksek şerefe erdiği için, şükür hedyi kesmek (demu't-temettu ) vaciptir. Bunu açıklayan el-Bakara: 2/196 âyetindeki hedy kelimesi, Cumhur'a göre koyun; İbn Ömer'e göre hem bedene, hem de koyun için kullanılır. [519] Bu âyetteki hedy veya oruç işlemleri, belirtilen sıraya göre yerine getirilir.
Mutemetti, Hanefî Mezhebine göre, hedyi, kurban bayramından önce kesemez; Şafiî Mezhebine göre, hac ihramından önce ihrama girdiyse ve umreyi de yaptıysa hedy kurbanını kesebilir. [520]
Oruç tutması gereken temettü hacısı, eski görüşünde Ebu Hanife'ye ve yeni görüşünde eş-Şafiî'ye göre, teşrik günlerinde oruç tutamaz; öteki görüşünde Ebu Hanife'ye, eski görüşünde eş-Şafiî'ye ve Malike göre tutabilir. [521]
Yapılma şekli yönünden haclar
--------------------------------------
Yalnız hac = Îfrad Haccı
Umre + hac = Temmttu Haccı
(ayrı ihramla)
Umre + hac = Kıran Haccı
(aynı İhramla)
Şema 54: Yapılma Şekli Yönünden Haclar
Aynı ihram ile hem umre, hem de hac yapmaya Kıran Haccı; bu şekilde hacceden kimseye Kârin adı verilir. Bu hac, umre yapıldıktan sonra yerine getirilir. Önce hac için niyet edip, ihrama girdikten sonra, henüz kudüm tavafını yapmazdan önce, umre için de niyet edilirse, bu, isaetle sahihtir. Fakat kudüm tavafını yaptıktan sonra, umreye niyet edilirse, bu geciktirmeden dolayı, bir hedy gerekir.
Kârin, Mekke'ye gidip umre işlemlerini yapmazdan önce, Arafat'a çıkarsa, umreyi iptal etmiş olur; bu durumda, şükür hedyi gerekmez, fakat umreyi iptal ettiği için, bir dem ve umrenin kazası gerekir. [523]
Kıran baççının yapılmasını, şartları ve şekli açılarından incelememiz mümkündür:
Kıran haccının yapılabilmesi için, ihrama girişle, umre tavafıyla, hac ve umreyle ilgili şartlar yanında, Mekkeli olmama şartı da aranır:
Hac için ihrama, umre tavafının bütünün veya dört şavtını yapmadan girmek şarttır, umre tavafının bütünü veya dört şavtı yapılırsa kârin olunmaz. Bu durumda, eğer umre tavafının çoğunluğu hac aylarında yapıldıysa, temettü' haccı yapılmış olunur, aksi haîde, ne kârin, ne de mutemetti' olunur.
Kıran haccı yapabilmek için, umreyi bozmazdan önce, hac ihramına girmek gerekir.
Arafat'ta vakfe yapmadan önce, umre tavafının bütününü veya dört şavtını yapmış olmak gerekir. Bu olmazsa, umre ve kıran haccı bâtıl olur. Umre için gerekli olan hedy düşer. Umre tavafının dört şavtı yapıldıysa, ziyaret tavafından önce kalanı tamamlanır.
Umre tavafının bütününün veya dört şavtını hac aylarında yapmak şarttır. Tavafın dört şavtı hac aylarından önce yapılırsa, kârin olunmaz.
Hac ve umreyi bozulmaktan korumak gerekir. Msl., vakfeden veya umre tavafını yapmazdan önce cinsî birleşme yapmakla kıran haccı bâtıl olur, hedy düşer.
Mekkeli olanlar hac ayları girmezden önce Mekke'den ayrı- kıran haccı yapabilirler; eş-Şafiî'ye göre, Mekkeliler ayrılmadan da kıran haccı yapabilir. Kıran haccı yapan Mekkeli, etini yiyemeyeceği bir cinayet (ceza) demi keser[524].
a) Hacı adayı, mikatte veya daha önce ihrama girer, ihrama girerken hem umreye, hem de hacca niyet eder ve kabulü için dua eder.
b) Bu niyetle ihrama girdikten sonra, Mekke'ye giderek, umre ve sa'yedilerek umre işlemleri tamamlanır.
c) Umre işlemleri bitince, hac işlemlerinin zamanına kadar ihramdan çıkmadan beklenir.
d) Hac işlemlerinin zamanı gelince, bunlar da tamamlanarak kıran haccı yapılmış olur.
Şafiî ve Hanbeli Mezheplerine göre, kârin, sadece hac için gerekli olan ziyaret tavafını ve sa'yi yapar. [525]
a) Kıran haccı yapanın, umre ile hac arasında tahallul etmesi yasaktır. Bu ikisi arasında tıraş olunmaz; bayram günü tıraş olunur ve ihramdan çıkılır. Böylece tahallul, kurbanla değil, tıraş olmakla gerçekleşir. [526]
b) Kıran haccında umre işlemleri bittikten sonra, hac zamanına kadar kendi memleketine dönmek yasak değildir. Çünkü nerede olunursa olunsun bu zaman içinde ihramlı olarak beklenecektir.
Kıran haccında da, temettü' haccında olduğu gibi şükür kurbanı kesmek vaciptir. Bu kurban, akabe cemresini taşladıktan sonra, tıraştan önce kesilir.
Şükür hedyi olarak kesilecek bir kurban bulunmazsa, hac ayları içinde ve umre ihramından sonra üç gün, haçtan sonra da yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutulur:
Kurbanlık hayvan bulmak mümkün olmadığı takdirde, önce, üç gün oruç tutulur. Bu orucun, aralıksız tutulması iyidir. Orucun hac ayları içinde ve umre ihramından sonra -hac için ihrama girmese bile- olması lâzımdır. Bundan önce oruç tutmak sahih olmaz. Üç günlük orucun Zilhicce'nİn ilk on gününde tutulması konusunda ittifak, daha sonrasındaysa ihtilaf vardır: [527]
a) Hanefî Mezhebine ve Malik'e göre, bu orucu, bayrama üç gün kala (Zilhicce'nin yedi, sekiz ve dokuzuncu günleri) aralıksız tutmak efdaldir. [528]
b) Şafiî Mezhebine göre, bu üç günlük oruç, hac için ihrama girince tutulur, müstehap olan Zilhiccenin ilk on günü içinde tutulmasıdır, bayram günleri tutulması caiz değildir.
c) Bazı hukukçulara göre, bayramdan önce üç gün oruç tutmayanlar, bayram günleri de tutarlar.
Üç günlük orucun hacca başlamazdan önce ve fakat umre işlemlerini yaparken tutulması, Malik'e göre caiz değilken, Ebu Ha-nife'ye göre caizdir. Fakat Mina'dayken tutulması, Malik'e göre caiz, Ebu Hanife'ye göre caiz değildir[529].
Üç ünlük oruç bayrama kadar tutulmazsa, Hanefî Mezhebine göre oruç düşer ve artık hedy gerekir. Hedy bulunmazsa tahallul edilir; fakat bu durumda, biri kıran veya temettü için vacip olan, diğeri ise hedy kesmeden önce ihramdan çıkmanın cezası olan iki hedy gerekir; eş-Şafiî'ye göre, yalnız orucun kazası; Malik'e göre, hac ayları içinde orucun tutulması gerekir. [530]
Hac işlemleri bittikten sonra, yedi gün daha oruç tutulur. Bu oruçta da efdal olan, aralıksız tutulmasıdır. Yedi günlük bölümün, bayram günlerinden sonra tutulması gerekir. Bu orucun, aile yanına dönünce tutulmasında hukukçuların görüşlerinde ittifak, fakat yolda tutulmasında ihtilaf bulunmaktadır: [531]
a) Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, yolda tutulması caizdir.
b) eş-Şafiî'ye göre, yedi günlük orucun yolda tutulması caiz değildir, hacı memleket ve ailesine dönünce tutulması gerekir. Mekke'de ikamet edilirse, aileye dönmeden de tutulabilir.
Orucun ilk bölümüne başlamazdan önce hedy bulunursa, oruca, lüzum kalmaz; fakat oruca başlayıp, henüz bitirmeden hedy bulunursa nasıl hareket edilecektir? [532]
a) Malik ve eş-Şafiî'ye göre, oruca başlayınca, ceza türü de oruç olarak kesinleşir. Bu sebeple, oruç tutarken hedy bulunsa bile gerekli olan, orucu tamamlamaktır.
b) Ebu Hanife'ye göre, üç günlük oruçta hedy bulunursa, hedy kesilir; fakat yedi günlük oruçta hedy bulunsa da artık oruç tutmak gerekir. Üç günlük oruç tutulduğu halde veya tutulurken bayram günlerinde ihramdan çıkılmayıp hedy bulunursa, oruç düşer, hedy gerekir.
Yapılma şekli yönünden hacların efdaliyet sırası aşağıdaki tabloda gösterilmiştir: [533]
Hac türü |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
İfrad Haccı |
1 |
1 |
1 |
1 |
Kıran Haccı |
2 |
3 |
2 |
2 |
Temettü Haccı |
3 |
2 |
3 |
3 |
Tablo 114: Yapılma şekli yönünden hacların efdali
Hac ceza hukuku, genel ceza hukukundan bağımsız bir şekilde ele alınmamıştır. Genel fıkıh kitapları, hac suç ve cezalarını oldukça ayrıntılı bir şekilde incelemişlerdir.
Hac cezasını doğuran olaylar; haccın inkârı ve haçta usulsüzlüktür.
Her emir ve yasakta olduğu gibi, hac konusunda da çifte ceza sistemi yeğlenmiştir. Bunlar, uhrevî ve dünyevî müeyyidelerdir.
Uhrevî müeyyideler, müjdeleme ve sakındırma şeklindeki iki unsurdan oluşmaktadır. Hac yapanlara uhrevî mükâfat, yapmayanlara da ceza vadedilmiştir.
Dünyevî müeyyideler ise, hac mükellefi olanları, hac borcunu usûlüne göre yapmaya yönelten maddî yaptırımlardır.
Klasik dönemde, Dîvânu'l-Mezâlim'in görevlerinden birisi de cuma, bayram, hac ve cihad gibi açık ibadetlerde kusur ve şartların ihlalini gözetmek ve düzeltilmesini sağlamaktır. [534] Ayrıca, Hac Emirliği görevi, hac yolculuğunu yönetmek ve haccın usûlüne uygun yapılışını sağlamak için ihdas edilmiştir. Hac Emirliği, kamu hukuku eserleri olan el-Ahkâmu's-Sultâniyye'lerde geniş bir şekilde ele alınmışır.
Hac suçlarında iştirak, tererrür ve birleşme konularını, hac suçları incelenirken ele alacağız.
Hac suçlarından birini işleyen mükellefin ölümü halinde, bu suçla ilgili dünyevî ceza düşer, uhrevî sorumluluk ise devam eder.
İksâr ve fevât denilen mücbir sebeplerle haccın yapılamaması veya hac cinayetlerinin (suçlarının) işlenmesi halinde, hangi hükümlerin geçerli olacağını, haçta usulsüzlük konusunu işlerken ele alacağız.
Hac, zarurat-ı diniyedendir. Farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar, mürtedle ilgili hükümlere muhatap olur.
Farz olma şartlarını taşıdığı halde, haccını erteleyen mükellef öldürülmez, ona had cezası uygulanmaz. Çünkü, eş-Şafiî'ye göre hac, güç yetirme ve ölüm arasında yapılabilen bir ibadettir, bu yüzden geciktirilmesi sözkonusu değildir; Kbu Hanife ve Ahmed'e göre hac, fevrî (farz olma şartlarını taşıyınca hemen yapılması gereken) bir ibadettir. Ertelenme durumu sözkonusudur, ama bu yüzden ceza uygulanmaz. Çünkü ölümden sonra da bedel hacı göndermek suretiyle edası mümkündür. Şayet mükellef haccın edasından önce ölürse, malından ödeyerek bir bedele hac yaptırılabilir.
Haccı bozan hal ve hareketler, haçta usulsüzlük suçunu oluştururlar. Bu hal ve hareketler, ikiye ayrılır:
1) Rüknü Kaçırmak: Bu, ihsar ve fevat durumlarıdır.
2) Bozan İşlemleri Yapmak: Hac ve umrede, onları bozan işlem, belli bir zamanda cinsî birleşme yapmaktır. Bunun yanısıra haccı bozmamakla birlikte, ruhuna ve şekline uygun düşmeyen haller de vardır Bunların hepsine birden Cinayet adı verilir.
Sözlükte, “önlemek, alıkoymak, men” manasına gelen ihsar, hac deyimi olarak, “İhrama giren mükellefin haccın rükünlerini, yani vakfe ile ziyaret tavafını yapmazdan önce, ihramın gerektirdiği işlemleri yapmasının önlenmesi” demektir. Bu halle karşılaşan kimseye, Muhsar adı verilir. Hanefî Mezhebi dışındaki ÜM, bu tanıma, sadece rükünleri değil, bütün hac işlemlerini yapmaktan alıkonmayi ekler.
a) Hanefî Mezhebine göre, hastalık, düşman vb. vakfeye ve ziyaret tavafına engel olan her çeşit hal, ihsâr sebebi olabilir.
b) ÜM'e ve Zeydiye'nin Hâdeviye koluna göre, sadece düşmanın bulunması ihsar sebebidir:
1) Maliki Mezhebine göre, ihsâr için üç şart vardır:
(1) İhramdan önce böyle bir halle karşılaşacağını bilmemek,
(2) Haccın kaçırılmasından önce sebebin kalkacağından ümidi kesmek,
(3) İhrama girince, haccı yapmaya müsait bir zaman bulunması.
2) eş-Şafiî'ye göre, ihram niyetinde tahallulu şart koşmuşsa, hasta ihranıh, ihramdan çıkabilir.
3) Ahmed b. Hanbel'e göre, sultanın (devletin) yolundan alıkoyduğu nafakasız ihramlı, Beytullah'ı tavaf edinceye kadar ihramdan çıkmaz.
eş-Şafîî, sahabe ve tabiînden bir grup ile Ahmed b.Hanbel ve İshak'a göre, şartlı olarak ihrama girince, hasta olunan yerde ihramdan çıkılabilir, bu durumda hedy kurbanı vb. gerekmez; hastalığı ihsâr sebebi sayanlara göre, muhsar olunur ve onunla ilgili hükümler uygulanır.
c) Bir gruba göre, ihsâr, sadece Hz.Peygamber'e mahsus bir durumdur, ümmeti için sözkonusu değildir.
d) Bir gruba göre, sadece Rasulullah gibi, sadece kâfir düşman ihsâr yapabilir.
e) Başka bir gruba göre, kâfir veya isyankâr her düşmanın ihsârı etkilidir.
İhsârın, biri ihramdan çıkmak, öteki hac veya umreyi kaza etmekten ibaret iki sonucu vardır:
Muhsarın kurban keserek ihramdan çıkmasını, hedyle tahal-lul edip etmemesine göre iki kolda ele alabiliriz. [538]
İhramın gereğini yerine getirmekten kul hakkı değil, Allah hakkı olarak önlenen muhsara, tahallul etmesi için ayrıntılarını aşağıda inceleyeceğimiz gibi hukukçuların görüşlerine göre hedy kesmek gerekir. Bunu keserek, ihramdan çıkar:
a) Hanefî Mezhebine göre, muhsarın ihramdan çıkması için, öncelikle Harem'de bir kurban kesmesi gerekir. Bu kurbanı kendisinin kesmesi mümkün değilse, hayvanı veya tutarı parayı Harem'e gönderir. [539]
Hedy veya bedeli bulunmayınca Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre, oruç, ihsar hedyi için bedel olamaz, bu durumda Harem'de hedy onun adına kesilene kadar ihrâmh olarak bekler veya Mekke'ye giderek umre işlemlerini yapar ve böylece tahallul eder. Atâ b. Ebi Rebah ve -bir kavlinde- Ebu Yusuf’a göre, hedyin fiyatı tespit edilir ve bu değerde sadaka verilir, bu da mümkün olmazsa her fitre miktarı için bir gün oruç tutulur; eş-Şafifye göre de, ihsâr hedyi için bedel ödenir, ancak bedelin temettü orucu gibi mi, yoksa sadaka olarak mı ödeneceği, sadakanın da oruca dönüştürülmesi konusunda kesin görüş tespit edilememiştir. [540]
b) Şafiî Mezhebine göre, hac işlemlerini yapmaktan alıkonan kimse, ihramdan çıkacak olursa, -ister Hıll'de, ister Harem'de bulunsun- alıkonduğu yerde bir koyun keser veya Harem'e gönderir; koyun bulamazsa, tutarını fakirlere dağıtır; bunun için de parası bulunmayan kimse, her fitre bedeli için bir gün oruç tutar ve tıraş olarak ihramdan çıkar. Nafile hac için ihrama giren kimse muhsar olursa, bundan dolayı kaza gerekmez.
c) Maliki Mezhebine göre, muhrimin yanında hedy varsa -onu Harem'e gönderme imkânı bulunmayınca- bulunduğu yerde keser, fakat imkân varsa Harem'e gönderir. Yanında hedy bulunmayan muhsara, hedy kesmek gerekmez.
Vakfeyi yapıp diğer işlemlerden alıkonan kimse, ziyaret tavafını ve sa'yi yaparak ihramdan çıkar. Bu durumda, Müzdelife'ye inmek, taşlama ve Mina'da geceleme gibi işlemlerin yapılmasına kadar muhsar kalırsa, bir tek hedy gerekir.
d) Hanbelî Mezhebine göre de, -Arafat'ta vakfeden önce veya sonra- muhsar olan kimse kurban keser, ancak kurbana imkân bulamazsa ihramdan çıkmak için on gün oruç tutar. Vakfeyi yapıp tavafı yapmaktan ahkonan mükellef, önce tavafı ve yapmadıysa sa'yi de yaparak ihramdan çıkar. Haccın vaciplerinden birini yapmaktan ahkonan kimseye de bir dem gerekir.
e) Bir grup hukukçuya göre, ihrama girerken ihsârla karşılaştığı takdirde, hedy kesme şartı koşuîmadıysa, tahallul, halk ile olur, şart koşulduysa hedy ile gerçekleşir.
Ihsâr için, Cumhur'a göre her çeşit kurbanlık hayvan kesilebilir; İbn Ömer'e göre bedene kesmek şarttır.
Kurban, Cumhur'a göre ihsâr olunan yerde; Hanefî Mezhebine göre Harem'de kesilir; İbn Abbas'a göre, Harem'e göndermek mümkünse gönderilir, bu mümkün değilse ihsâr olunan yerde kesilir.
Hac ihsârı dolayısıyla kesilecek hedy, Ebu Hanife'ye göre bayramdan önce de kesilebilir; Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre, ihsâr neciyi bu vakitte kesilemez, onun kesilme vakti sadece bayram günleridir. Umre ihsan dolayısıyla kesilecek kurbansa, her zaman kesilebilir.
Hedy ile tahallul edecek muhsar, hedyi veya bedelini göndererek kestirir. Kesim için herhangi bir gün belirlenir; bu gün gelince hedy kesilir, kesimden önce tıraş olunmaz ve ihramhya yasak diğer işler yapılmaz, bu yasaklar işlendiği takdirde muhsar olmayınca gereken ceza işlerliğini aynen korur, hatta hedyin kesilmediğinin daha sonra anlaşılması halinde de durum böyledir.
Muhrim, kıran haccına niyet etmişse, Hanefî Mezhebine göre biri hac, diğeri umre için Mekke Harem'inde kesilmek üzere iki kurban gönderir; eş-Şâfiî'ye göre sadece bir hedy kesilir.
Kul haklarından biri dolayısıyla ihramın gereğini yerine ge-tiremeyip muhsar olma durumu, kocasından izinsiz ihrama giren kadın ile efendisinden izinsiz ihrama giren köle için sözkonusudur. Bu gibi kimselerin tahallulu, koca veya efendi tarafından ihramlıya yasak işlerden birinin yapılmasıyla olur. Hac veya umre, daha sonra kaza edilir.
a) Ebu Yusuf (Hanefî Mezhebi) ve eş-Şafiî'ye göre muhsar, kurbanın kesilmesi için tespit ettiği vakit veya kesilme haberi gelince tıraş olarak ihramdan çıkar, kesilmeden tıraş olamaz ve ihramdan çıkamaz.
b) Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre, ihsâr dolayısıyla ihramdan çıkmak için tıraş olmak şart değildir.
c) Maliki Mezhebine göre, ihsâr dolayısıyla ihramdan çıkmak için tıraş olmak sünnettir.
d) Bir kavlinde- Ebu Yusuf’a göre, tıraş olmak gerekir, ancak tıraş olmayınca hiçbir ceza da gerekmez.
a) Hac veya umre yapması önlenen muhrim, gönderdiği kurbanla tahallul ettikten sonra, aynı mevsimde hacca veya umreye imkân bulursa, hac veya umreye bedel olarak bunları yerine getirmesi gerekir. Bunları yerine getirmedikçe ihramdan çıkılamaz.
b) Kurbanlığı, Harem'e gönderdikten sonra ihsârın kalkması halinde üç durum ortaya çıkar.
(1) Hem ihramlıyken yapılması gerekli işlemleri yerine getirmeye, hem de kurbana yetişmeye imkân bulunursa, gerekli işlemler yapılmaya çalışılır, kurban hakkında dilenen yapılır.
(2) Bu iki halden gerekli işlemleri yapmaya veya kurbana yetişme imkânı bulununca, kurbana yetişirse asıl yapılması gerekli işlemleri kaçırmış olacağından -Harem'e gitmesi- gereksizdir. Umre yaparak ihramdan çıkar. Fakat hac işlemlerini yapmaya imkân bulununca, onları tamamlar veya ihramdan çıkar.
(3) Ne hac işlemlerine, ne de kurbana imkân bulunmayınca ihramdan çıkılır; bu, umre yaparak da olabilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, hac veya umreyi aynı yıl içinde kazaya imkân bulamayan muhsar onları gelecek yıl aşağıdaki gibi kaza eder:
(1) Farz hac veya vacip umre ihramındayken muhsar olan. mükellef, haccını veya umresini müsait bir zamanda kaza eder.
Ebu Hanife'ye göre, hac ihramında olunca, bir hac ve umre kaza edilir. [548]
(2) Kıran haccına niyet edip muhsar olan mükellef, bir hac ile iki umre kaza eder.
b) Malik'e göre, muhsarın hac veya umreyi kaza etmesi gerekmez.
c) Üçüncü gruba göre, haccı kaza etmek gerekir; umre kaza edilmez.
Arafat'ta vakfeyi yaptıktan sonra ziyaret tavafından veya diğer hac işlemlerinden alıkonan mükellef, Hanefî Mezhebine göre muhsar olmaz; ÜM'e göre olur. Çünkü bu durumda, Hanefî Mezhebine göre, haccı tamamlama imkânı vardır, kaçırılmasından korkulmaz, ziyaret tavafı her zaman yapılabilir.
Tersine, Arafat'ta vakfeyi yapmaktan alıkonup yalnız ziyaret tavafı yapılsa, yine muhsar olunmaz. Çünkü bu takdirde, az sonra ele alınacak olan fevât gerçekleşmiş olur. Bu tavafı, sa'yi ve tıraşı yaptıktan sonra ihramdan çıkılır. Buna bedel olan kurban kesilmez.
Baştan beri anlatılan hükümler, Hanefî Mezhebine göre her -urlu ihsâr sebebi; ÜM'e göre, sadece düşman dolayısıyla ihsar için geçerlidir. Hastalık dolayısıyla muhsar olmaya gelince, bu durumda, Şafiî Mezhebine, İbn Abbas ve Hz. Aişe'ye göre umre işlemleri yapılır, hac kaza edilir; diğer hukukçulara göre gerekmez.
Hastalık dolayısıyla muhsar olana Cumhur'a göre hedy gerekirken, Davud ez-Zahirî ve Ebu Sevr'e göre gerekmez. [549]
Sözlükte “kaçırmak” manasına gelen fevât, hac deyimi olarak “Arafat'ta vakfenin zamanını kaçırmak” demektir. Bayramın birinci günü fecir doğduktan sonra Arafat'a gelinince, fevât gerçekleşmiş olur. [551]
Fevât haliyle karşılaşan mükellefin, tavaf ve sa'yederek umre işlemlerini tamamlaması gerekir:
a) Şafiî Mezhebine göre, bu umre, yapılması gerekli umre yerine geçmezken, Hanbelî Mezhebine göre geçerli olur.
b) Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre, ihram, hac ihramı olarak kalır; Ebu Yusuf’a göre ihram, umre ihramına dönüşür.
c) Hanefî Mezhebine göre hac, kıran haccı olunca, iki tavaf ve iki sa'y yapılır.
d) Zeydiye Mezhebinin Hâdeviye koluna göre, hac ihranııyla umre yaparak tahallul edilir ve fevât dolayısıyla dem kesilir.
e) Bazı hukukçulara göre, yeni bir ihramla umre yapılır.
Malik, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Sevrî, Zeydiye'nin Hâdeviye kolu ve Ebu Sevr'e göre, bu durumda hedy gerekirken, Ebu Hanife'ye göre gerekmez. Şafiî Mezhebine göre, yalnızca hacca veya kıran haccına niyet edilmişse, dem kesilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, umre işlemleri tamamlandıktan sonra tıraş olunarak ihramdan çıkılır; bununla birlikte, tıraş olmadan ihramdan çıkılırsa hiçbir ceza gerekmez.
Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre, umre işlemlerini yaptıktan sonra tahallul için tıraş olmak şart değildir. [553]
b) Cumhur'a göre, gelecek yıla kadar ihramlı olarak kalınmaz; ancak, İmam Malik buna cevaz vermiştir. [554]
a) Hanefî ve Maliki Mezheblerine göre, fevâtla karşılaşan mükellef, daha sonraki yıllarda haccını kaza eder, başka bir şey gerekmez, niyet ederek ihramdan çıkar.
b) Şafiî Mezhebine göre, umre işlemleri (tavaf ve sa'y) yapılır, fakat bu yapılması gerekli umre yerine geçmez, gelecek yıl fevrî olarak kaza etmesi gerekir. Kaçırılan hac nafile bile olsa kaza edilir; temettü kurbanı gibi bir kurban kesilir ve bu kurban, kaza edilen senede kesilir, haccın kaçırıldığı sene kesilmesi caiz değildir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, -nafile bile olsa- hac kaza edilir ve kaza sırasında kurban gerekir, kurban kesmek imkânsız olursa temettü haccı yapan gibi oruç tutulur.
a) Hanefî Mezhebine göre, kıran haccına niyetli olan mükellef, fevât halinde bir hac kaza eder, tıraş olduktan sonra ihramdan çıkar.
b) Şafiî Mezhebine göre, fevât halinde, biri kaçırılan hac, diğeri kıran haccı, bir başkası da kaza ederken kesilmek üzere üç kurban kesmek gerekir.
c) eş-Şafiî ve Malik'e göre, yalnızca kıran haccı kaza edilirken, Ebu Hanife'ye göre ifrad haccı da kaza edilir, zira bu mükellef umresini yapmıştır. [556]
Sözlükte, “yasağı ve suçu işlemek” manasına gelen cinayet, hac ve umre konusunda, “ihramlının kendine yasak olan hal ve hareketleri işlemesi veya yapılması gerekeni yapmamasına” denir. Bu suçları işleme, bir cezayı gerektirir. Kasıtlı işlenen suçlarda, cezayı çekmekle günahtan kurtulunmaz. Bu sebeple, hac ve umreyle ilgili suçları -kasıtlı veya unutarak- mümkün olduğu kadar işlememeye çalışmak gerekir.
Şafiî Mezhebine göre, hata ile unutma durumları cezayı gerektirmez. [557]
Cinayetin tanımında ele alındığı gibi, hacla ilgili işlenen suçlar bir “ceza”yı gerektirir. Cinayetleri, genel planda ele alırsak, cezalandırılma konusunu dört ana kolda inceleyebiliriz:
1) Ceza türü,
2) Ceza mükellefi,
3) Cezayı gerektiren fiil,
4) Cezanın ödenme yeri.
Bunları, yani hangi cezayı, kimin, hangi fiilden dolayı ve nerede ödeyeceği ilkelerini, aşağıda hac işlemlerine göre sıralayacağımızdan, her zaman için hatırda tutmak gerekir.
Sayılan hal ve hareketler için yerine getirilecek cezaî işleme Hac Keffareti de denir. [558]
Burada, hac ve umreyle ilgili cinayetlerin ceza türüne göre sınıflandırılması da faydalı olur:
Hac ve umreyle ilgili cinayetlerin bir kısmı, hac ve umreyi bozmayıp, genel planda fidye ve av bedelini ödemeyi gerektirir; bir kısmı da, hac ve umreyi bozar.
Cinâyetü'1-Hac ve Cezalandırılması
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ceza Mükellefi. Ceza Türü. Cezayı gerektiren fiiller. Cezanın ödenme yeri
---------------------------------------------------
Hac ve umreyi bozmayan cinayetler. Hac ve umreyi bozan cinayetler
Şema 55: Cinâyetü'1-Hac ve Cezalandırılması
Hac ve umreyi bozmayan cinayetlerin bir kısmı hedy kesmek, sadaka vermek ve oruç tutmak gibi, fidye ödemeyi gerektirirken, bir kısmı da av bedelini ödemeyi gerektirir:
İleride geniş olarak ele alınacağı gibi, bazı hal ve hareketler, genellikle vaciplerin terki, ceza kurbanı kesmeyi gerektirir. Bu kurban, suça göre bazan dem, bazan da bedene olur.
Çeşitli suçların işlenmesi de, bir fitre miktarı sadaka ödemeyi gerektirir.
Sadaka miktarı, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre fitre miktarıdır; eş-Şeybani'ye göre koyuna kıyaslanır: Organın msl., dörtte birine kokulu madde sürüldüyse, sadakanın miktarı da, koyunun dörtte biri kadardır. [559]
Sadaka öderken, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre temlik (vermek) ve ibaha (evinde doyurmak) caizken, eş-Şeybanî'ye göre ibaha caiz değildir. [560]
Sadaka veremeyecek malî durumda olanlar her sadaka miktarı için bir gün oruç tutarlar.
Avla ilgili yasakları işleyen mükellefler, bazı durumlarda avın bedelini sahibine veya sahibi yoksa fakirlere öder. Temel kaide şudur: Bütününün yapılmamasında dem gereken işlemlerin çoğunluğunda da dem, yarısından azındaysa sadaka gerekir. [561]
Ceza ehliyeti açısından çocuğun hacciyla ilgili şu küçük ayrıntıyı zikretmeliyiz: [562]
a) Hanefî Mezhebine göre, çocuk, ihram yasaklarından birini işler veya farz ya da vaciplerden birini terkederse, hiçbir ceza gerekmez; çünkü ehliyeti yoktur, ayrıca öğrenme amacı taşır.
b) Şafiî Mezhebine göre, çocuk, bu gibi cinayetlerden dolayı ceza öder. İhrama velisinin izniyle girmişse, fidye, velinin malından ödenir; izinsiz girmişse, çocuğun malından ödenir.
Arafat'ta vakfe yapmazdan önce cinsî birleşme yapmak haccı, tavaftan öncekiyse umreyi bozar.
Bozulan farz hac, daha sonra kaza edilir. Kaza ederken, Cumhur'a göre hedy kurbanı gerekir; şazz bir görüşe göre gerekmez.
Bozulan nafile hac, Cumhur'a göre kaza edilir ve hedy kurbanı da kaza ederken kesilir; şazz bir görüşe göre ne kaza gerekir, ne hedy kesilir. [563]
Vaciplerden birinin terki halinde, hac ve umre fasid olmaz; ancak, özürsüz olarak vacipleri yapmayanlar günahkâr olur. Vacibi terk etmenin cezası, genel olarak dem kesmektir. Ayrıntılarını aşağıdaki gibi inceleyelim:
İhramdaki vacipler, hatırlanacağı gibi yasaklardan kaçınmak ve ihrama mikatlarda girmektir. Yasakların işlenmesiyle ilgili cezaları az sonra ele alınacaktır; ihrama inikatlarda girmemenin cezası şudur:
Mikatları ihramsız geçmek günahtır: [565]
1) Bir grup hukukçuya göre, mikatların ihramsız geçilmesinden dolayı, hiçbir ceza gerekmez.
2) Malik'e göre, geri dönülse bile dem gerekir.
3) Ebu Yusuf, eş-Şeybanî ve Sevrî'ye göre -ki bu görüş Hanefî Mezhebinin görüşüdür- geri dönerek ihrama mikattan girmek gerekir. Hac işlemlerine başlamadan geri dönülür ve ihrama girilirse, hiç bir ceza gerekmez; dönülmezse dem gerekir; işlemlere başlandıktan sonra dönünce de dem gerekir. Mazeret dolayısıyla geri dönmeyip bulunduğu yerde ihrama girenlere hiç bir ceza gerekmez.
4) Ebu Hanife'ye göre, mikata telbiye yaparak dönülürse, dem gerekmez; fakat telbiye yapmaksızın dönülürse, dem gerekir.
a) Vakfeye arefe günü güneş batana kadar yetişemeyenler vacip süreyi kaçırdıklarından, Hanefî Mezhebine göre dem kesmeleri gerekir; eş-Şafiî'ye göre gerekmez. [566]
b) Vakfeden güneş batmadan önce ayrılanlar, Ebu Hanife (Hanefî Mezhebi) ve Sevrfye göre, dem keser. eş-Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre, geri dönüp güneş battıktan sonra ayrılınca dem gerekmez, fakat bayram gecesi fecir doğana kadar geri dönülmezse dem gerekir. [567] Züfer'e göre, geri dönmekle dem düşmez. [568]
c) Müzdelife'de
a) Ziyaret tavafını cünüp veya adetli, ya da lohusa olarak yapan mükellefin hacci, fasid olmaz. Ceza olarak bedene keser ve ayrıca tavafı yeniden yapar. Fakat bayram günleri içinde tavaf yeniden yapılırsa, ceza düşer. [569]
b) Abdestsiz olarak yapılan ziyaret tavafı için, dem kesilir. [570]
c) Tavaf yapılırken örtülmesi gereken yerlerin dörtte birinin açılması halinde tavaf yeniden yapılır, yapılmazsa dem gerekir.
d) Tavaf, vakfenin yapıldığı bayram günleri içinde hemen yapılmayıp gelecek yıllarda yapılırsa, dem gerekir.
e) Hatîm denen yerde tavaf yapılırsa, Mekke'deyken iadesi, iade mümkün olmazsa dem gerekir. [571]
f) Hacer-i Esved'den başlamayarak tavaf yapılırsa, dem gerekir.
g) Ka'be sola alınmadan tavaf yapılmaması halinde de, dem gerekir.
h) Hanefî Mezhebine göre, yürümeye gücü yetenlerin binek olarak tavaf yapmaları halinde, dem gerekir; Malik'e göre, yürümekten âciz olunsa da tavaf iade edilir, fakat memleketine dönünce artık iade edilmeyip, dem gerekir; eş-Şafiî'ye göre, hiçbir ceza gerekmediği gibi, binek olarak tavaf yapmak da caizdir. [572]
i) Ziyaret tavafını geciktirene, Ebu Hanife'ye göre dem gerekirken, Ebu Yusuf ve Muhammed eş-Şeybânî'ye göre ceza gerekmez. [573]
j) Tavafın ilk üç şavtında remel yapılmazsa İbn Abbas, eş-Şafiî Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Sevr'e göre, dem gerekir. [574]
k) Tavafın eksik şavtlarını Mekke'deyken tamamlamak gerekir; memleketine dönünce,
(a) Hanefî Mezhebine göre şavtları dörtten yediye tamamlamayanlar dem keser,
(b) Bir grup hukukçuya göre, tavaf iade edilir, demle eksiklik giderilmez. Bu son görüş, ÜM'in görüşüdür.
1) Tavaf namazını terkedip mekleketine dönene, Malik'e göre dem; Sevrî'ye göre Harem'de oldukça kılmak; Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre istenilen yerde kılmak gerekir. [575]
a) Cünüp olarak kudüm veya veda tavafı yapılırsa, dem gerekir.
b) Bu iki tavaf abdestsiz yapılırsa, Hanefî Mezhebine göre sadaka gerekir; eş-Şafiî'ye göre, bu durumda tavaf yapılmış olmaz. [576]
c) Veda tavafını veya dört şavtını terkedenlere, mikata ulaşmadan dönüp iade etmeyince, Ebu Hanife (Hanefî Mezhebi) ve Sevrî'ye göre dem gerekirken, Malik'e göre hiçbir ceza gerekmez, ancak Mekke'ye yakın olunca dönülür ve iade edilir. [577]
d) Veda tavafının üç şavtını terkedenlere, Hanefî Mezhebine göre, sadaka gerekir. [578]
e) Teşrik günleri dışında yapılan veda tavafı için, dem gerekir. [579]
Cünüp veya abdestsiz olarak yapılan umre tavafı, Mekke'deyken iade edilir; iade edilmezse dem gerekir. Sevrî'ye göre, umrede de veda tavafı vaciptir, yapılmazsa dem gerekir. [580]
a) Hac sa'yini yapmayana, dem gerekir.
b) Yürümeye gücü yetenlerin binek olarak sa'yetmeleri halinde, dem kesmeleri gerekir.
c) Sa'yi yedi şavttan az yapanlar, her şavt için bir sadaka öder.
d) Umre sa'yini abdestsiz olarak yapana, Mekke'deyken iade, edilmeyince dem gerekir.
Mazeretsiz olarak Müzdelife'de vakfeyi yapmayanlara, dem gerekir; yaşlılık veya hastalık gibi mazeretler dolayısıyla bu vakfeyi yapmayanlara, hiçbir ceza gerekmez.
a) Şeytan taşlamanın tamamını veya bir günlüğünü yapmayanlara, dem gerekir.
b) Bir günlük taşlamada yediden az olarak atılan her taş için, bir sadaka ödenir.
Tıraş hac ihramında, Ebu Hanife'ye göre hem zaman, hem mekan; eş-Şeybanî'ye göre yalnızca mekan; Züfer'e göre yalnızca zamanla kayıtlıyken, Ebu Yusuf’a göre hiçbirisiyle kayıtlı değildir: Harem bölgesinde tıraş olmayanlara, Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre dem gerekirken Ebu Yusuf ve Züfer'e göre ceza gerekmez. Tıraşı bayramdan sonra olanlara, Ebu Hanife'ye göre dem gerekir; Ebu Yusuf ve eş-Şeybani'ye göre ceza gerekmez.
Muhrimin yasakları işlemesi halinde ödeyeceği ceza konusunda, ana ilke şudur:
a) Mazeretsiz olarak yasağı tam işleme halinde dem, eksik işleme halindeyse sadaka cezası; bir mazeret dolayısıyla yasağı işleme halinde fidye olarak adlandırılan oruç, sadaka ve dem cezalarından biri seçilerek ödenir. [585]
b) Yasağın aynı yerde işlenmesi halinde, -suç türü aynı olacağından- yalnızca bir ceza; ayrı ayrı yerlerde işlenen yasakların her biri için Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre ayrı ceza gerekir. eş-Şeybanî'ye göre, birinci için ödendiyse ikinci için bir keffaret daha gerekir; ama birinci henüz ödenmediyse bütünü için bir ceza gerekir. [586]
a) Tam bir gündüz veya
b) Yüzünü örten kadın bir dem keserken, yüzünün dörtte birinden azını örten erkek Hanefî Mezhebine göre sadaka öder, eş-Şafiî'ye göre ceza ödemez. [588]
c) Elbise bir gündüz veya geceden az olarak giyilirse, sadaka ödemek gerekir. [589]
Hanefi Mezhebine göre, muhrimin elbiseyi kendinin giymesi veya başkasının giydirmesi ile unutma ve kasıt veya istek ve zorlama bulunarak ile giyme arasında farklılık yoktur, hepsi aynı hükmü alır; eş-Şafiî'ye göre başkasının giydirdiğini bilmeyince ve unutmayla ikrah hallerinde ceza gerekmez. [590]
Muhrim, bir yerine birden çok elbise giyerse, yalnızca bir dem gerekir. Mecburi olarak bir yerine iki elbise giyen kimseye de, yalnızca bir tek keffaret gerekir; ancak zaruret kalktığında giymeye tam bir gün devam edilirse, iki keffaret gerekir.
Aralıksız olarak
yalnız gündüz veya
d) Ayakkabı veya terlik bulunduğu halde üstü açık olan mestleri giyme, Malik'e göre fidye gerektirirken, Ebu Hanife'ye göre gerektirmez, eş-Şafiî'den her iki görüş de nakledilmiştir. [592]
Zaruret dolayısıyla elbise veya ayakkabı giyenler, dilediği keffaret türünü öderler. [593]
a) Vücudun bir organının tamamına koku süren, dem keser ve kokuyu giderir. Koku ayrı ayrı yerlere sürülmüşse, her defa için ayrı bir ceza gerekir. [594] eş-Şafiî'ye göre, kokulu madde sürülen yerin tam bir organ olmasına bakılmaksızın, azında da, çoğunda da dem gerekir. [595]
b) İhram elbisesine bir karıştan fazla koku süren
mükellef, bu şekilde bir gündüz veya
c) Yukarıdaki maddede açıklandığı şekilde koku sürülen yer bir karıştan az olur, ya da bir gündüz veya geceden az bir süre böylece durursa, sadaka ödenir. [597]
Sadaka miktarı, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre fitre miktarıdır; eş-Şeybanî'ye göre koyuna kıyaslanır. Msl., organın dörtte birine kokulu madde sürüldüyse, sadakanın miktarı da, koyunun dörtte biri kadardır. [598]
d) Başına veya sakalına kına yakan mükellef, dem keser. [599] Eline kına yakan kadın, tamamına yaktıysa dem, keser azına yaktıysa sadaka cezasını öder. [600]
e) Çeşitli konular: [601]
(1) Çeşitli organlara koku sürüldüğünde, koku sürülen yerler bir bütün olarak düşünülür: Bütünü bir organ miktarı olursa dem, daha az olursa sadaka gerekir.
(2) Bütün organlara kokulu madde sürüldüğünde, sürme işlemi aynı yerde olursa -suçun cinsi aynı olacağından- yalnızca bir dem gerekir. Fakat ayrı ayrı yerlerde sürüldüyse Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, her yer için ayrı keffaret gerekirken, eş-Şeybanî'ye göre birinci için keffaret ödendiyse bir keffaret daha gerekir, ödenmediyse yalnızca bir dem kesilir.
f) Kokulu maddeleri koklayınca, Hanefi Mezhebine göre hiçbir ceza gerekmez; eş-Şafiî'ye göre, fidye gerekir. [602]
Hanefi Mezhebine göre, kokulu maddeleri kullanan mükellefin bunu bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek kullanması cezaya tesir etmez; eş-Şafiî'ye göre unutma ve ikrah hallerinde ceza gerekmez. [603]
Vücutla ilgili yasaklar; tıraş olmak ve saçları kesmek, tırnakları kesmek, yıkanmak ve parazitleri öldürmekten ibarettir:
a) Saç veya sakalın en az dörtte biri tıraş edilirse, dem gerekir. Malik'e göre hepsinin tıraş edilmesi, eş-Şafiî'ye göre -az veya çok- sadece tıraş edilmesi halinde, dem kesilir. [604]
b) Başka ihramlı birinin saç veya sakalını kesen kimseye, Hanefî Mezhebine göre sadaka, kesilene dem gerekir; eş-Şafiî ve Malik'e göre, kesene ceza gerekmez. [605]
c) Dörtte birden az olarak tıraş edilen saç ve sakal için, sadaka ödemek gerekir. [606]
d) Abdest alırken veya kaşınırken düşürülen her kıl için, ayrı ayrı sadaka verilir. [607]
e) Bıyıklarını kesene, sadaka ödemek gerekir. [608]
f) Etek, koltuk ve sakal tıraşı yapılacak yerler dışında vücudun herhangi bir yeri tıraş edilirse, Cumhur'a göre, fidye gerekir; Zahirî Mezhebine göre hiçbir ceza gerekmez. Ebu Hanife'ye göre dem kesilir, eş-Şeybanî'ye göre sadaka gerekir. Boyun tıraş edilirse, dem kesilir. [609]
g) Baştan veya cesedden kıl koparınca,
(a) Malik'e göre, az olunca ceza gerekmez;
(b) el-Hasenu'1-Basri, eş-Şafiî ve Ebu Sevr'e göre bir kıl için bir, ikisi için iki müd ödenir, üç olunca dem gerekir. [610]
h) Koltuk tıraşında her ikisini veya birinin tamamını tıraş edince dem, birinin çoğunluğunu tıraş edince sadaka gerekir. [611]
a) Ebu Hanife, Malik, Sevrî ve el-Leys b. es-Sa'd'a göre, kasıt veya unutma farksızdır.
b) eş-Şafiî'ye ve Zahirî Mezhebine göre, unutarak tıraş olana, ceza gerekmez.
c) Ahmed b. Hanbel'e göre, hükmü bilmeyenler, taşlamadan önce tıraş olurlarsa, bir ceza gerekmez.
Zaruret dolayısıyla tıraş olana ceza gerekeceği ittifakla sabittir. Fakat zaruret olmaksızın tıraş olana, Malik'e göre âyette belirtilen cezalardan biri; Ebu Hanife ve eş-Şafîî'ye göre dem gerekir:
Bakara: 2/196 âyetindeki ceza türlerinin tahyîr üzere, yani seçmeli olduğu icmayla sabittir. Cumhur'a göre, it'am (doyurma) kavramı altı fakiri, kurban en azından koyunu ifade eder; el-Ha-senu'l-Basrî, İkrime ve Nafı'a göre, it'am, on fakir içindir, oruç on gündür.
a) Hanefî Mezhebine, Malik ve eş-Şafiî'ye göre, doyurma miktarı iki müddür.
b) Sevrî ve -bir nakilde- Ebu Hanife'ye göre, buğdayda yarım sa'; hurma, arpa ve kuru üzümde bir sa' (fitre) miktarı doyurmak gerekir.
Hastalık dolayısıyla veya başta bulunan ve eziyet veren hayvan gibi bir zaruret dolayısıyla başını tıraş edene, açıklandığı gibi fidye gerekir: Bu hastalık, İbn Abbas'a göre, başta yara, acı ve bit olması; Atâ'ya göre, acı, eziyet, bit vb. bulunmasıdır; Cumhur'a göre, muhrimin dikişli elbise giymesi ve başını tıraş etmekten alıkoyan her durum için fidye gerekir. [615]
a) Ebu Hanife ve eş-Şafîî'ye göre, dem ve doyurma cezaları Mekke'de, oruç istenilen yerde yerine getirilir.
b) Hanefî Mezhebine, Malik ve Mücahid'e göre, her üç fidye türü de, istenilen yerde yerine getirilir.
c) İbn Abbas ve -bir kavlinde- Ebu Hanife'ye göre, dem Mekke'de kesilir, doyurma ve oruç istenilen yerde yerine getirilir.
a) Bir grup hukukçuya göre, tırnakların kesilmesinden dolayı, hiçbir ceza gerekmez.
b) İçlerinde Hanefî Mezhebinin de bulunduğu diğer gruba göre, el ve ayaklardaki tırnakların bütünü veya bir elin, ya da bir ayağın tırnaklarının bütünü kesilirse, dem gerekir.
a) Sadece bir tırnağını kesene, eş-Şafiî ve Ebu Sevr'e göre bir fakiri doyurma, iki tırnağı kesince iki fakiri doyurma, üç tırnağı kesince dem gerekir.
b) Kavillerinin birinde Ebu Hanife'ye göre, tırnakların bütününü kesmedikçe ceza gerekmez.
c) Muhammed b. Hazm'e göre, muhrirn, bıyık ve tırnağını kesebilir, fidye sadece zaruret dolayısıyla başını tıraş edene gerekir.
d) Bir elinde beş tırnaktan az veya el ve ayaklarda ayrı ayrı parmaklarından kesilen her tırnak için, sadaka verilir; Züfer'e göre, eş-Şafiî ve Ebu Sevr'in görüşünde olduğu gibi, üç tırnak kesene; eş-Şeybanî'ye göre iki el veya ayaktan toplam beş tırnak kesene dem gerekir.
e) El veya ayaklarından beş tırnak kesene, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre sadaka, eş-Şeybanî'ye göre dem gerekir.
Başka ihramlı birinin tırnağını kesen kimseye, tıraş konusunda olduğu gibi, Hanefî Mezhebine göre sadaka, kesilene ise dem gerekir; eş-Şafiî ve Malik'e göre, kesene ceza gerekmez.
Kopan tırnağın kesilmesi, cezayı gerektirmez.
Hamama girmek, hukukçuların çoğunluğuna göre mubahtır; Malik'e göre fidye gerektirir.
Üzerinde bulunan bit, vb. parazitleri öldürmek veya atmak, ihramlı için arzu ettiği kadar sadaka vermeyi gerektirir. Aslında bu, bir ceza değil, iyilik için bir sebeptir. Hac için ihramlı olmayınca, bu gibi parazitler yokedilir.
Avlanmayla ilgili cinayetler; av hayvanı öldürmek veya yaralamakla gerçekleşir:
a) Hanefi Mezhebine göre, adaletli ve güvenilir iki kişi hayvanın öldürüldüğü yerdeki kıymetini takdir eder:
(1) Av hayvanının değeri bir kurban kadar ediyorsa, bir kurban alınır. Harem bölgesinde kesilir.
(2) Bu değerle kurban alınmazsa, aynı parayla her fakire en az bir fitre miktarı olmak üzere sadaka verilir.
(3) Sadaka da verilmezse, her fitre tutarı için, bir gün oruç tutulur. Bu ceza, el-Maide: 5/95 âyetiyle sabittir.
eş-Şeybanî ve eş-Şafiî'ye göre, hakemlerin takdiri esastır, buna göre ceza türü seçilir. [622]
b) Eti yenmeyen av hayvanını öldürünce, Hanefî Mezhebine göre ceza gerekirken, eş-Şaüî'ye göre gerekmez. [623]
c) Hem karada, hem denizde yaşayan hayvanlar Cumhur'a göre çoğunlukla yaşadığı ve doğduğu yere göre kara veya deniz hayvanı kabul edilir. [624]
d) Deniz kuşları, Cumhur'a göre kara hayvanıdır, Atâ'ya göre ekseriyetle yaşadığı yere göre hüküm alır. [625]
e) Karga, akrep, yılan, fare, kurt, kuduz ve azgın köpek ile pars gibi hayvanları öldürmek yasak değildir. [626]
İhramlı biri ile ihramsız birinin cinayetleri, birbirinden farklı sonuçlar doğurur:
Cumhur'a göre, av hayvanını bilerek-bilmeyerek, yanlışlıkla veya unutarak her ne şekilde olursa olsun öldürmenin cezası vardır; Zahirî Mezhebine ve İbn Abbas'a göre, hatayla öldürme halinde ceza gerekmez.
Muztar durumda kalan, av hayvanını öldürebilir ve etini yiyebilir, cezasını da öder.
a) Malik ve Sevrî'ye göre, ihramlı bir topluluk, herhangi bir av hayvanını öldürürse, her birine ayrı ayrı ceza gerekir.
b) eş-Şafîî ve Ahmed b.Hanbel'e göre, hepsine bir ceza ödemek gerekir. Ahmed b. Hanbel'e göre, ayrıca, öldürülen av hayvanını gösteren kişi de keffaret öder.
c) Ebu Hanife’ye göre, ihramblarm hepsine ayrı ayrı, ihramlı olmayanların hepsine birden yalnızca bir tek ceza gerekir.
Muhrime saldıran hayvanı öldürme halinde, Hanefi Mezhebine göre ceza gerekmez; Züfer'e göre gerekir.
Av hayvanını öldürüp yiyene, Cumhur'a göre tek, Atâ'ya göre iki ceza gerekir.
Hanefî Mezhebine göre, muhrimin kestiği hayvan murdardır, yenmez; eş-Şafiî'ye göre, muhrimin başkasına kestiği helaldir.
İhramlı olmayanın avladığını yemek, muhrime helaldir; Malik ve Ahmed b.Hanbel'e göre muhrim için avlanan hayvanın eti helal değildir; Hz.Aişe ve İbn Ömer'e göre, av etini yemek her durumda mekruhtur.
Harem'de av hayvanını öldürmek haramdır; ihramlı olmayan biri böyle bir durumda, Cumhur'a göre hayvanın bedelini sadaka olarak öder; Zahirî Mezhebine ve Ahmed b. Hanbel'e göre, bu durumdaki bir kimseye, ceza gerekmez. İki kişi ortaklaşa öldürürlerse, cezayı paylaşırlar.
a) İhramlıyken avlanmayı yasaklayan âyet, Ebu Hanife ve Malik'e göre tertip (zorunlu bir sıra), Hanefî Mezhebi ve Züfer'e göre tahyîr (seçimlilik) ifade eder. [633]
b) Cumhur'a göre, hayvanın misli ödenir; Ebu Hanife'ye göre, kıymetini veya mislini ödeme konusunda mükellef dilediğini seçer. [634]
c) Hanefî Mezhebine göre her iki, Malik ve eş-Şafn'ye göre her müd için, bir gün oruç tutulur. [635]
d) Avı öldürenlerden biri, Malik'e göre hakem olamaz; eş-Şafiî'ye göre olabilir; Hanefî Mezhebi içinde her iki görüşü benimseyen hukukçular bulunmaktadır. [636]
Av hayvanının öldürme dolayısıyla yerine getirilecek doyurma işleminin yeri, İmam Malik'e göre avın öldürüldüğü yerdir; eş-Şafii’ye göre Mekke fakirleridir; Ebu Hanife'ye göre serbesttir. [637]
a) Harem'deki hayvanlardan birini yaralayıp iyileştikten sonra bu yaranın izi kalacak şekildeyse, yaranın şiddetine göre takdir edilecek miktarda avın bedelini ödemek gerekir. Önemsiz yaralar için, hiçbir ceza gerekmez.
b) Hayvanın aldığı yara, kendini koruyamayacak şekildeyse, bedeli ödenir.
c) Takdir edilen av bedeli, bir kurban miktarı olursa, cinayeti işleyen mükellef, ister kurban keser, ister sadaka verir, isterse oruç tutar.
d) Yumurtaları kırılan -hatta Ebu Hanife'ye göre içinden ölü yavru bile çıksa, Ebu Sevr'e göre canlı yavru çıkınca-, sütü ziyan edilen hayvanlar için bunların tutarınca sadaka ödenir. [638]
Harem'deki bitkileri koparmanın hükmü tartışmalıdır:
a) Malik'e göre, bunun için hiçbir ceza gerekmez.
b) eş-Şafiî'ye göre, ceza gerekir. Büyük olanlarda sığır, diğerlerinde koyun kesilir.
c) Ebu Hanife'ye göre, herhangi bir kimsenin kendi ektiği ve diktiğinde ceza gerekmez, fakat kendiliğinden biten bitkilerde kıymetince sadaka ödenir.
Cinsî konulardaki yasaklar; cinsî birleşme veya hazırlayıcılarını yapmakla çiğnenmiş olur:
Hac ihramında birleşme ile umre ihramında birleşme, birbirinden farklı hükümler alır:
Hac ihramında cinsî birleşme suçunun işlenmesini, ceza mükellefi ve cezayı gerektiren fiiller açısından inceleyebiliriz:
Hanefî Mezhebine ve Malik'e göre, unutarak veya kasıtlı birleşme arasında hüküm yönünden bir fark yoktur; eş-Şafiî'ye göre, unutma halinde hac bozulmaz ve keffaret gerekmez.
a) Malik'e göre, kadın kendi isteğiyle birleşme yaparsa, ona da hedy gerekir; fakat erkeğin zorlamasıyla yapınca erkeğe iki hedy gerekir.
b) eş-Şafiî'ye göre, hedy, sadece erkeğe ve bir tane gerekir.
c) Hanefî Mezhebine göre, her ikisine de hedy gerekir.
a) Malik'e göre, birden fazla birleşme yapana, sadece bir ceza gerekir.
b) Ebu Hanife'ye göre, aynı yerde birleşmenin tekrar edilmesi halinde sadece bir, ayrı ayrı yerlerdeki birleşmelerin her biri için ayrı hedy gerekir.
c) Muhammed eş-Şeybanî'ye göre, ilk birleşme için hedy kesmedikçe bütün birleşmeler için sadece bir hedy gerekir.
d) eş-Şafiî'den her üç görüş de nakledilmiştir, ancak meşhur olanı Malik'in görüşü gibidir.
Bu durumda, -boşalma olmasa bile- cinsî birleşme yapan mükellefin haccı fasid olur. Ayrıca, hac bozuldu diye yarıtn bırakıl-mayarak, diğer hac işlemlerini tamamlamak, gelecek yıllarda haccı kaza etmek ve kaza ederken Hanefî, Mezhebine göre dem, eş-Şafiî'ye göre bedene kesmek gerekir.
Böylece, birleşmenin haccı bozması için iki şart vardır: [644]
a) Arafat'ta Vakfeden önce Olmak:
Cinsî birleşmenin haccı bozması için gerekli ilk şart, Hanefî Mezhebine göre birleşmeyi Arafat'ta vakfeden önce yapmaktır; eş-Şafiî'ye göre, böyle bir şart sözkonusu değildir.
b) Önden Olmak:
Birleşmenin haccı bozması için, önden olması şarttır. Arka yoldan birleşme yapınca, Ebu -Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre hac yine bozulur, Ebu Hanife'den bozulur ve bozulmaz diye iki görüş nakledilmiştir. eş-Şafiî'ye göre, ancak haddi gerektiren birleşme, sonucu haccı bozar. Malik'e göre, her türlü boşalma haccı bozar. Ahmed b.Hanbel'e göre, fere dışından birleşip boşalma olursa, hac bozulur; boşalma olmazsa, bedene gerekir.
Şafiî Mezhebine göre, lutîlik (homoseksüellik) ve hayvanla birleşme halinde, hac bozulur; Hanefî Mezhebi içinde her bir suç ayrı ayrı ele alınır. Lutîlik konusunda, Ebu Hanife'den bozulur ve bozulmaz görüşlerinin her ikisi de nakledilir; Ebu Yusuf ile eş-Şeybanî'ye göre, bu suç, hacci bozar. Hayvanla birleşme ise, haccı bozmaz, boşalma olmazsa bir şey gerekmez, olunca keffaret gerekir.
a) Birinci Tahallulden Önce Birleşme: [645]
Arafat'ta vakfeden sonra, akabe cemresini taşlamazdan önce cinsî birleşme yapanın haccı, Malik ve eş-Şafiî'ye göre bozulur, kaza ve hedy gerekir; Ebu Hanife (Hanefî Mezhebi), Sevrî, -birer kavillerinde- eş-Şafiî ve Malik'e göre, hac bozulmaz, fakat bedene gerekir.
b) Vakfeden Sonra, Ziyaret Tavafından Önce Birleşme: [646]
Vakfeden sonra, ifâda tavafından önce birleşme yapmakla, Cumhur'a göre hac bozulmaz, fakat hedy gerekir; İbn Ömer ve bir grup hukukçuya göre, hac bozulur.
c) Birinci Tahallulden Sonra Birleşme: [647]
Birinci tahallulden sonra birleşme yapmak, Hanefî Mezhebine göre haccı bozmaz, fakat dem gerekir.
Arafat'ta vakfeden sonra birleşme yapan mükellef, yeniden birleşme yaptığında, eğer aynı yerdeyse yalnızca bir bedene keser. Fakat ayrı ayrı yerlerde birleşme yaptıysa, Ebu Hanife ve Ebu Yusu-fa göre, birinci için bedene, ikinci ve sonrası için koyun keser; eş-Şeybanî'ye göre, birinci için bedene kestiyse, ikinci için koyun keser, birinci için bedene kesmediyse her ikisi için bir bedene keser. Arafat'ta vakfeden sonraki ikinci birleşme, ihramı hükümsüz bırakmak ve tahallul için yapıldıysa, -ayrı ayrı yerlerde yapılsa bile-yalnızca bir keffaret gerekir. [648]
Bozulan haccın kazası için, karı-kocanın ayrı ayrı yollardan mı gitmesi gerektiği tartışılmıştır: [649]
a) Cumhur'a göre, haccı kaza ederken, karı-koca ayrı ayrı yollardan giderler:
(1) Malik'e göre, yolun ayrılması, hemen evden çıkınca başlar.
(2) Züfer ve -bir başka kavlinde- Malik'e göre, ihrama girilen yerden itibaren yollar ayrılır.
(3) eş-Şafiî'ye göre, birleşme yapılan yere gelince, yolları ayrılır.
b) Hanefî Mezhebine göre, haccın kaza edilmesi sırasında kan ile kocanın yollarının ayrılması gerekmez.
Umre ihramına giren mükellef, en az dört şavt tavaf etmeden birleşme yaparsa, umre fasid olur; Hanefî Mezhebine göre dem, eş-Şafiî'ye göre bedene kesilir. Ayrıca, umre işlemleri tamamlanır ve daha sonra yeniden umre yapılır.
Tavaf dört şavt yapıldıysa, umre bozulmaz; fakat Hanefî Mezhebine göre dem, eş-Şafiî'ye göre bedene gerekir.
Kadına şehvetle dokunmak, öpmek veya çıplak olarak dokunmaktan dolayı dem gerekir.
Şehvetle bakarak veya düşünerek boşalma olursa, Hanefî Mezhebine göre hiçbir ceza gerekmez; eş-Şafiî'ye göre, boşalma olunca ihram fasid olur. İhramın fasid olması, dokunma ve öpme halinde boşalma olunca da geçerlidir.
Cinayetler konusunda, kıran haccı ile diğer hac ve umre çeşitleri arasında, birkaç farklılık vardır:
Kıran haccı yapanlar, taşlama ve veda tavafı dışındaki suçları işlediklerinde, Hanefî Mezhebine göre biri hac, diğeri umre için olmak üzere iki kat ceza öderler; eş-Şafiî'ye göre, yalnızca bir dem gerekir.
Kıran haccı yapıp, sadece şeytan taşlama veya veda tavafını yapmayan mükellefler, birer ceza öder.
Tıraşı kurbandan önce olan mükellefe, Ebu Hanife'ye göre iki, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre bir dem gerekir. [655]
Kıran haccı yapan mükellef, Arafat'ta vakfe ve umre tavafından önce birleşme yaparsa, hem hac, hem umre bozulur. Her biri için dem ve kalan işlemleri tamamlamak gerekir; bu durumda şükür hedyi düşer. Şükür hedyinin düşmesi konusunda ilke şudur: Hac ve umre veya ikisinden biri bozulursa, dem düşer. Çünkü şükür hedyi, iki ihramı birleştirme dolayısıyla kesilir. Böyle bir durumdaysa, iki ihramı birleştirme sözkonusu olmaz.
Umre tavafı ve Arafat'ta vakfeden sonra birleşme yapan mükellefin, hac ve umresi bozulmaz; ancak, bu durumda bir bedene ile bir koyun kesmek gerekir; şükür hedyi düşmez.
Birden fazla yapılan birleşmeler, ifrad haccında olduğu gibi hüküm alır. İkinciyi tıraştan sonra, fakat ziyaret tavafından önce yapan mükellef, bir bedene ile bir dem keser.
Sözlükte, “hediye” manasına gelen hedy, hac deyimi olarak, “Harem'e hediye edilen hayvan” demektir. Hedy kesene Muhdî denir. Hedy aşağıdaki sebepler dolayısıyla kesilir:
a) Allah rızası için nafile olarak,
b) Temettü ve kıran haccı yapmaktan dolayı şükür olarak,
c) Cinayetler konusunda ele alındığı gibi, kurban kesmeyi gerektiren cinayetler dolayısıyla ceza olarak,
d) Ka'be'de kesmek üzere adayarak.
Sadece kurban olabilecek havyanlar, yani deve, sığır, koyun ve keçi, hedy olarak kesilebilir. Cumhur'a göre deve ile sığır, eş-Şafiî'ye göre yalnızca deveye Bedene; koyun ile keçiye Dem adı verilir. Kurban bayramında vacip olarak kesilecek hayvanlarda aranan şartlar, hedy kurbanı için de geçerlidir.
Cumhur'a göre, hedy olarak kesilecek hayvanın yük ve binmekten korunması gerekir; Zahirî Mezhebine göre, -zaruret olsun veya olmasın- hedy hayvanına binilebilir. Aynı şekilde, sütünün de korunması ve kullanılmaması gerekir. Hanefî Mezhebine göre, sütü kullanılan veya değeri eksilen hedy için, süt veya eksilen değeri tutarınca sadaka verilir.
Hedy olacak hayvan, işaret olmak üzere boyanabilir; herhangi bir şey asılabilir: Konacak işaretin, Malik'e göre, hayvanın sol tarafında olması, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Sevr'e göre sağ tarafa konması müstehaptır. Ebu Hanife'ye göre, hedy hayvanına işaret konmaz.
Hedy hayvanının Mekke'ye götürülmesi, aşağıdaki gibidir:
a) Malik, İbn Ömer ve eî-Leys b. es-Sa’d'a göre, hedy kurbanını, Hıll bölgesinden almak sünnettir. Bu sebeple, Mekke'de hedy alıp hayvanı Hıll bölgesinden Mekke'ye götürmeyen kimse, onu Arafat'ta durdurur, durdurmazsa bedel öder; fakat hayvanı Hıll'den götürürse, Arafat'ta durdurması müstehap olur.
b) eş-Şafiî, Ebu Sevr ve Sevrî'ye göre, hedy kurbanını Arafat'ta vakfe yapar gibi durdurmak sünnettir, fakat bu şekilde hayvanı durdurmayana ceza gerekmez.
c) Ebu Hanife'ye göre, hedy hayvanını Arafat'ta durdurmak sünnet değildir.
Hedy kurbanı; bazan nafile, bazan da vacip olarak kesilir ve buna göre ad alır:
Hac ve umre yapan kimselerin, Allah rızası için nafile olarak kestikleri kurbana Tatavvu Hedyi denir. Bu çeşit hedyİn, hem etinden yenir, hem de sadaka olarak dağıtılabilir,
Tatavvu olarak Ka'be'ye gönderilen hedy, yolda çalınsa veya telef olsa, yerine başkasını alıp göndermek gerekmez. Vacip olarak gönderilmiş olunca, yerine başkasını almak gerekir. Hayvanın kusuru çok olduğu zaman da böyledir. Sahibi fakir olan vacip hedy, çok kusurlu olunca bile sahihtir. Harem'de kesilip henüz eti tasadduk edilmeden çalınan kurban için, yenisini almak gerekmez.
Hedy Kurbanı
----------------------------------------
Tatavvu Heydi. Vacip Hedy
1) Şükür Hedyi
2) Ceza Hedyi
3) Adak Hedyi
Şema 56: Hedy Kurbanı
Karan ve temettü haca yapanların kesmesi vacip olan hedy, Şükür Hedyi adım alır. Bu kurbanı kesmenin vacip olduğu, “Kim hac ile umreyi birlikte yaparsa kolayına gelen bir kurban (kesmesi) gerekir) Kurban bulamayan hac esnasında üç gün ve -döndüğünüzde yedi gün- ki o tam on gündür oruç tutmak gerekir.” [658] Ayetiyle sabittir.
Hanefî Mezhebine göre, bu kurbanın eti yenebilir; eş-Şafiî'ye göre, -keffaret için olduğundan- yenmez. [659]
Cinsî birleşmede, Malik ve Ebu Hanife'ye göre koyun; eş-Şafîî'ye göre bedene gerekir, bulunmayınca değeri biçilir ve bu değerde sadaka verilir, bu da mümkün değilse her müd için bir gün oruç tutulur; bu durumlarda doyurma ve hedy Mekke ve Mina'da, oruç ise istenilen yerde yerine getirilir. [660]
İmam Malik'e göre birleşme, tıraş ve ihsar gibi ihrama eksiklik getiren haller için hedy bulunmazsa, üç gün hac sırasında, yedi gün de memleketine dönünce oruç tutulur, doyurma bir ceza türü olamaz. [661] İhsar hedyi paraya dönüştürülemez, mutlaka kurban kesilir.
Hac ve umreyle ilgili cinayetlerden kurban kesmeyi gerektiren birini yapan veya muhsar olan kimsenin keseceği hedy Ceza Hedyi adını alır.
Hanefi Mezhebine göıv, bu tür kurbanın etinden, sahibiyle eşinin, usul ve fürunun, zenginlerin yemesi haramdır; mutlaka fakirlere verilmesi gerekir, yenirse değeri tasadduk edilir.
Cumhur'a göre, ceza hedyi kesmesi gereken en çok yedi koyun kesecek kişi, bir bedene (sığır veya deve) kesiminde ortak olabilir; Zeydiye Mezhebine ve Züfer'e göre, on kişi ortak olabilir.
Ka'be'de kesmek üzere adanan hedy kurbanı da Adak Hedyi otarak adlandırılır. Adak hedyinden sahibi fakir de olsa yiyemez.
Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, tatavvu hedyin etinden yenebilir, vacip hedyin eti yenmez, tamamı tasadduk edilir. Tatavvu hedyin, deri ve yağından faydalanılabilir.
Malik'e göre, av cezası, adak ve fidye için kesilecek hedyler dışındakilerin eti yenebilir.
Hac çeşitleri veya ceza dolayısıyla kesilecek kurbanlarda ortaklık mümkündür. Sözgelimi, temettü, ihsâr veya ceza hedyi kesecekler, bunu ortak olarak gerçekleştirebilirler.
Hedy kurbanlarının kesim yeri ve zamanı, türlerine göre farklılık gösterir:
a) Hanefî Mezhebine göre, tatavvu hedyi, kurban bayramının birinci günü namaz kılındıktan sonra teşrik günlerinde kesilir, başka zaman kesilmez.
b) Şafiî Mezhebine göre, tatavvu hedyin kesilme vakti, udhiye (bayram) kurbanında olduğu gibidir.
a) Hanefî Mezhebine göre, vacip şükür hedyinin kesilme vakti, tatavvu hedydeki gibidir; ancak kesim akabe cemresinden sonra olur. Bu günlerden sonra kesilirse, gecikme dolayısıyla bir hedy daha kesilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, şükür hedyinin kesim vakti, ihrama girişten itibaren başlar. Sonu için belli bir vakit yoktur.
a) Hanefî Mezhebine göre, ceza hedyinin kesimi için belli bir vakit yoktur; her zaman kesilebilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, yasak işlemden sonraki kurbanın vakti bundan sonrasıdır; fevât dolayısıyla kesilecek kurbanın vaktiyse, kaza zamanıdır.
Hac ihsârı dolayısıyla kesilecek hedy, Ebu Hanife'ye göre bayramdan önce de kesilebilir; Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre, ihsâr hedyi, bu vakitte kesilemez, onun kesilme vakti sadece bayram günleridir. Umre ihsan dolayısıyla kesilecek kurbansa, her zaman kesilebilir. [662]
a) Hanefî Mezhebine göre, adak hedyi de, tatavvu hedyinin kesildiği zamanda kesilir.
b) Şafiî Mezhebine göre de, adak hedyinin kesim vakti, tatavvuda olduğu gibidir; ancak, vakti kaçırılırsa, ceza olarak bir tane daha kesilir.
Maliki Mezhebine göre, her çeşit hedy kurbanının kesim vakti, bayram günü başlar, fakat akabe cemresinden sonra kesilmesi efdaldir.
Hanbelî Mezhebine göre, her çeşit hedyin kesim vakti, bayramın ilk üç günüdür; bundan önce hedy kesilmez. Fakat bu günlerden sonraya bırakılması halinde, tatavvu hedyi düşer, vacip olan hedy kaza olarak kesilir.
Esasen hedy kurbanlarının kesim yeri, Harem'dir; mutlaka Mina'da kesilmeleri gerekmez:
Ihsârdan dolayı kesilmesi gerekli kurban dışındakilerin hepsi, Harem'de kesilir; ihsâr hedyi ise, Kabe civarındaki mezbahada kesilir.
İhsâr dışındaki hedy kurbanlarını -bayram günlerinde kesilecekse- Mina'da kesmek sünnettir; başka zamanda Mekke'de kesmek efdaldir. Adak hedyinin kesilmesi için, belli bir yer yoktur. Bununla birlikte, bugün bütün kurbanlar, Kabe yakınındaki mezbahada kesilir.
Kabe'de ve Mescid-i Haram'da kurban kesilmez: [663]
a) Malik'e göre, hedy kurbanının kesileceği yer Mekke'dir, Harem'de kesilmez.
b) Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre, hedy kurbanlarını, Harem bölgesinde ve fakat Mekke dışında kesmek yeterlidir.
c) Taberî'ye göre, kıran ve av dolayısıyla gerekli hedyin dışında kalanları muhdî, dilediği yerde kesebilir; fakat bu ikisi Harem’de kesilir.
Hedy kurbanlarının etlerinin, modern yöntemlerle uzun süre saklanarak, gerekli yerlere sarfı sağlanmalıdır. Çünkü hedyde önemli olan, “kanın akıtılması”dır. [664]
Konuya girmeden önce, çeşitli yerlerde bilinmesi gerekli olan Hac aylarının neler olduğunu görelim: [665]
a) Cumhur'a (ÜM, İbn Abbas, eş-Şa'bî ve en-Neha'î'ye) göre, Hac Ayları, Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce'nin ilk on günüdür,
b) Maliki Mezhebi ile İbn Ömer, İbn Mes'ud, Atâ ve Mücahid'e göre Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır.
Şimdi de, hac mevsiminin başından sonuna kadar hangi işlemin, ne zaman ve nerede yapılacağını inceleyelim:
Dostlarıyla vedalaştıktan sonra, yola çıkacak olan hacı adayı, evinde iki rekât namaz kılar. Yola çıkarak, kafilesiyle birlikte Mikat'a gider.
Mikata gidilince, yıkanılır veya abdest alınır, giderilmesi gereken fazla tüyler giderilir, tırnaklar kesilir.
Mikata gelindiğinde, genel temizlikten sonra, normal elbiseler çıkarılır, rida ve izardan meydana gelen ihram elbisesi giyilir. Baş açık bulundurulur -gölgelenmek için şemsiye bulundurulabilir-, üstü açık topukları kısa ayakkabı giyilir. Güzel kokular sürülür.
İhram elbisesi giyildikten sonra, ihram için iki rekat namaz kılınır.
İki rekât namaz kılındıktan sonra, “Yarabbi! Haccetmek istiyorum, onu bana kolay kıl ve kabul et “ diye, niyet ve dua yapar.
Niyet ve duadan sonra, “Lebbeyk, Allahumme Lebbeyk. Lebbeyke La Şerike leke Lebbeyk. İnne'l-Hamde ve'n-Ni'mete Leke ve'l-Mulke La Şerike Lek” diye telbiyede bulunulur.
Böylelikle, ihrama girilmiş olur ve artık onunla ilgili yasaklar da, tahallule (ihramdan çıkışa) kadar, sıkı bir disiplin içinde uygulanır.
Mikatta ihrama girildikten sonra yola devam edilerek, Mekke'ye gidilir:
Mekke'ye gidince, ilk iş, gusül yapmak veya abdest almaktır. Bu temizlik, inikattaki gibi, genel manada bir temizlik değildir. Çünkü tırnak kesme, tıraş olma gibi ihram yasakları uygulandığından, genel bir temizlik yapılamaz.
Mekke'ye gidilince, temizlikten sonra, Bâbu's-Selâm'dan Mescid-i Haram'a girilir. Kabe görününce telbiye, tekbir, tehlîl ve salavât okunarak, Allahumme Zid Beyteke Teşrîfen ve Ta'zîmen ve Tekrimen ve Mehâbeten “ ( Allah’ım, evine karşı saygıyı ve sevgiyi arttır) şeklinde dua edilir.
Mescid-i Haram'a gidince Hacer-i Esved'e yaklaşılarak, tekbir alınır, selâmlanır, mümkünse kimseye eziyet etmeden öpülür veya elle meshedilir.
Hacer-i Esved selâmlandıktan sonra, ilk iş olarak, kudüm tavafı yapılır. Kudüm tavafının ilk üç şavtında, ıztıbâ ve remel uygulanır.
Kudüm tavafı yapılınca, Makam-ı İbrahim'de iki rekât namaz kılınır. Makam, kalabalık olunca, Harem-i Şerifin başka bir yerinde namaz kılmabilir.
Kudüm tavafını yaptıktan ve Makam-ı İbrahim'de iki rekât namaz kıldıktan sonra, Hacer-i Esved yeniden selâmlanır.
Mescid-i Haram'da, yukarıdaki işlemler yapıldıktan sonra, Safa tepesine Kabe görününceye kadar çıkılır; tekbir, tehlîl, telbiye ve salavât okunur. Safa'dan Merve'ye sa'y için gidilir; iki yeşil direk arasında hervele yapılır, yani hızlı yürünür. Merve'ye de Safa'da olduğu gibi çıkılır ve orada yapılan işlemler tekrarlanır. Hızlı yürürken “Allahummegfir verham ve tecavez amma ta'lem. Feinneke Ente Aliyyu'l-Azim “ (Allah’ım! Affet ve merhamet eyle! Sen, ulu ve yücesin.) diye dua edilir. Sa'y'in, ara vermeden yapılması efdaldir.
Sa'y yapıldıktan sonra, Mekke'de terviye'gününe kadar, bol bol nafile tavaf yapılır. Nafile tavaflar, afakîler için nafile namaz kılmaktan efdaldir.
Mekke'de, terviye
gününe kadar durulur, bu gün
Mina'ya gelince, arefe
günü
Terviye günü
Arafat'ta
Arafat'tan
Müzdelife'ye inince,
Müzdelife'de Meş'ar-i Haram denen yerde gecelenir; taşlamalar için yetmiş tane küçük taş toplanır, taşların yıkanması iyi olur.
Bayram sabahı,
Bayramın birinci günü, Mina'ya gelince, öğleye kadar akabe cemresi taşlanır; cemreye yedi taş atılır; taşlar sağ elin şehadet parmağıyla baş parmağın uçları arasında tutularak atılır; her atışta tekbir alınır.
Bayramın birinci günü, ifrad haccı yapanlar, isterlerse kurban kesebilirler; temettü ve kıran haccı yapanlar, vacip şükür hedylerini bu gün keserler.
Akabe cemresi taşlanıp kurban kesildikten sonra, tıraş olunur veya saçlar kısaltılır. Böylece, birinci tahallul gerçekleşmiş olur, bundan sonra cinsî birleşme dışında ihramın bütün yasakları serbest olur.
Tıraş olduktan sonra, aynı gün veya daha sonra Mekke'ye gidilir.
Mina'dan Mekke'ye dönülmüşse -ki bu günde dönmek efdaldir-, farz olan ziyaret tavafı yapılır; böylelikle ikinci tahallul de gerçekleşerek, ihramın bütün yasakları serbest hale gelir.
Ziyaret tavafından sonra, geri kalan taşlamalar için tekrar Mina'ya dönülür ve üç gün orada kalınır.
Her iki gün, zevalden sonra küçük, orta ve akabe cemreleri taşlanır; ilk ikisindeki taşlama yaya olarak, akabe cemresi binek olarak taşlanır ve hepsine yedişer taş atılır. Taşlamadan sonra kendisi, anası-babası için dua ve istiğfarda bulunulur.
Dördüncü gün yine Mina'da kalınırsa, her üç cemre zeval vaktinden sonra olması şart koşulmaksızm, yukarıdaki gibi taşlanır.
Mina'dan Mekke'ye üçüncü gün veya bir gün daha kalınırsa dördüncü gün dönülür. Dönerken, Muhassab denen yerde inip biraz dolaşılır ve dinlenilir. Muhassab'da dinlendikten sonra Mekke'ye gitmeye devam edilir:
Mina'dan Mekke'ye dönünce, Mescid-i Haram'a gidilir:
Mekke'ye gidince, afakîler veda tavafı yaparlar. Bu tavafın yapılması afakîler için vaciptir.
Veda tavafından sonra, iki rekât namaz kılınır.
Zemzem kuyusuna gidilerek, kana kana içilir, mümkünse vücuda da dökülür. İçerken, “Allahumme İnni Es'eluke İlmen Nafi'an ve Rızkan Vasi'an ve Şafaen min Külli dain “ (Allah’ım! Senden yararlı bir bilgi, geniş bir rızık ve her derde şifa diliyorum) diye dua edilir.
Zemzem suyu içildikten sonra Ka'be'nin en yüksek eşiği öpülür ve mümkünse içinde iki rekât namaz kılınır, duvarına yüz sürülüp Allah'a hamd edilir istiğfarda bulunulur.
Ka'be eşiğinden sonra, tekbir ve tehlil getirerek Mültezem'e gidilir, yüz ve göğüs dayanır, Ka'be'nin örtüsüne yapışarak dua edilir. Bundan sonra, Mekke'de kalınmayacaksa yüzü Kabe tarafından çevirmeyerek, ayrılıktan ileri gelen bir hüzünle ağlaya ağlaya veya ağlar gibi bir vaziyet alarak arka arka çekilir, Hârem-i Şeriften çıkılır, dilenen gün memleketine dönülür.
Hac işlemlerini bitirerek Mekke'den ayrılan hacılar, Medine'ye giderler. İslâm Dini'nin ortaya çıktığı Mekke'den Medine'ye göç edilince, burada, önemli olaylar meydana gelmiştir. Peygamberimizin hicretinden sonra meydana gelen bu olayların cereyan ettiği yerleri ve en başta Peygamberimiz olmak üzere İslâm ulularının türbe ve kabirleri ziyaret edilir:
a) Medine ve çevresindeki büyük insanların kabirlerini ziyarete yönelen bir kimse, yol boyunca, bol bol salavât getirir. Medine'ye girmezden önce ve girdikten sonra yıkanılır, güzel ve temiz elbiseler giyilir, kokular sürülür.
b) Kente girince, hacı, hem kendisi, hem de Medineliler için dua eder:
c) Girişte ilk olarak Mescid-i Nebevi'ye gidilir: Salavât getirilir ve halis bir mü'min olabilmek için dua edilir; minberin yanında sağ köşede durarak iki rekat namaz kılınır; namazdan sonra, bu nimetlere kavuşmaktan dolayı şükür secdesi yapılır ve istenilen şekilde dua edilir.
Mescid-i Nebevi'de iki rekât namaz kılındıktan ve dua edildikten sonra, Peygamberimizin kabri (Ravza-i Mutahhara) ziyaret edilir: ,
a) Önce içeriye ayakları tarafından girilir, kabrin baş tarafına gidilerek, iyice yaklaşmadan, namazdaymış gibi durulur. Bir süre böylece durduktan sonra, selâm verilir ve Peygamberimizin elçiliğine ve Allah'ın emrini tebliğ ettiğine dair şehadet getirerek, ahiret şefaat için dua edilir.
b) Dua bittikten sonra, Peygamberimizin göğsü hizasında durarak, istenilen şekilde salavât getirilir, emanetler selamlar arzedilir.
Peygamber Efendimizin kabri ziyaret edildikten sonra, önce Hz. Ebu Bekr ve Hz.Ömer'in kabirleri ziyaret edilir:
a) Kabirlerin baş hizasında durulur ve selâm vererek, onlar için dua edilir,
b) Daha sonra anne-baba, bütün müslümanlar için dua edilir,
c) İki kabrin ziyaret edilmesinden sonra, yine Peygamberimizin kabrine gidilir ve dua edilir, minberle kabir arasındaki direğin yanına gidilerek salavât getirilir ve istenen şekilde dua ve tevbe edilir, nafile namaz kılınır. Daha sonra Hannâne direği yanında, namaz kılınır, salât-u selamda bulunulur
Peygamberimizin ve O'nun yanında yatan ilk iki halifenin kabirleri ziyaret edildikten sonra, Hz. Abbas, Hz. Hasan, Zeynelabidin Muhammed Bakır ve Ca'fer Sadık'ın yattığı Bakiî Mezarlığı ziyaret edilir; Fatımatu'z-Zehra Mescidinde namaz kılınır. Ayrıca, burada Hz. Osman, Peygamberimizin oğlu İbrahim, O'nun zevcelerinin, halası Safiye'nin ve daha birçok sahabe ile İmam Malik ve Nafi' gibi büyük tabiînin kabirleri ziyaret edilir.
Bakî mezarlığı ziyaret edildikten sonra -özellikle perşembe günü- Uhud Şehidliği ziyaret edilir. Bu şehitlikte yatan birçok sahabi yanında, özellikle Hz. Hamza bulunmaktadır. Kur'an okunarak ve dua edilerek buradan ayrılınır.
Uhud Şehidliği ziyaret edildikten sonra -özellikle cumartesi günü- Mescid-i Küba ziyaret edilir, iki rekât namaz kılınır, kapı yanındaki Eriş kuyusundan su içilir. Bundan sonra Seli dağının bir parçası olan Mescid-i Feth ziyaret edilir.
Medine'de kalınan müddet içinde, Mescid-i Nebevi bol bol ziyaret edilerek, salavât getirilir. Medine'den ayrılırken Mescid-i Nebevi'de iki rekat veda namazı kılınır; Peygamberimizin kabrine gidilerek istenilen şekilde dua edilir.
Sözlükte, “ziyaret etmek” manasına gelen umre, hukuk dilinde “Ka'be'yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında sa'y etmek” demektir. Umre yapan kimseye Mu'temir adı verilir.
Farz olan hacca Haccı Ekber (büyük hac) dendiği gibi, umreye de Haccı Asgar (küçük hac) denir. Cuma gününe raslayan hacca da Haccı Ekber denmektedir.
Hac ile umre arasında hüküm, vakit, işlemler ve mikat (ihrama giriş yeri) açısından farklılıklar bulunmaktadır:
a) Hac farz, umre ise Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre sünneti müekkede, Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre farzı ayındır.
b) Umrenin belli bir vakti olmadığından kaçırılması sözkonusu değildir. Haccın ise belli bir zamanı vardır; bu da Arafat'ta vakfenin zamanıdır.
c) Umre için, haçta olduğu gibi Arafat'ta vakfe, Müzdelife'ye inmek, şeytan taşlamak, ÜM'e göre iki namazı birleştirmek, kudüm tavafı, hutbe gibi işlemler yoktur.
d) Hac için ihrama giriş yeri ile umreninki farklıdır: Mekkeliler için hac mikatı Harem, umre mikatı Hıll'dır.
e) Umre'nin bozulmasından veya cünüp olarak tavaf yapılmasından dolayı bedene gerekmez.
a) Hanefî, Caferi ve Malikî Mezhepleri ile İbn Mes'ud, Cabir b. Abdillah Davud ez-Zahirî ve Zeydiye'nin Hâdeviye koluna göre, umre, sünneti müekkededir.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezhepleri ile Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Ebu Ubeyd ve Sevrî' ile el-Evza'i'ye göre ömürde bir defa umre yapılması farzı ayındır. Umrenin farz olması Şafiî Mezhebine göre Ömrî, Hanbelî Mezhebine göre fevridir.
Çok umre yapmak menduptur. Umre, bilhassa Ramazan'da yapılır.
ÜM'e göre, aynı yıl içinde birkaç umre yapılabilir.
Malikî Mezhebine göre, bir yılda iki umre yapmak mekruhtur; Mekkeliler birden fazla umre yapabilir.
Bir yıl umre yapıp, ertesi yıl yeniden yapmak menduptur. Umrenin yapılması için, mutlaka Ramazan'ı seçmek gerekmez. [667]
Umrenin delili, “Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın” [668] âyetidir.
Konu |
Hanefî |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
Genel |
Sünnet-i Müekkede |
— |
Sünnet-i Müekkede |
— |
Omrî oluşu |
— |
Farz-ı Ayın |
— |
— |
Fevrî oluşu |
— |
— |
— |
Farz-ı Ayın |
Tablo 115: Umrenin hükmü
Umrenin şartları, vakit açısından aynen haccın şartları gibidir. Umre için belli bir vakit olmadığından, bu şart aranmaz.
Umrenin çeşitlerini; gereklilik ve yapılma şekli yönlerinden incelemek mümkün görünmektedir:
Yapılması adanan veya başlanılmış bir umreyi yarım bırakmayıp kaza etmek Vacip Umre adını alır.
Ömründe bir defa umre yapmak, Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre sünneti müekkede, Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre farzı ayındır.
Umrenin Çeşitleri
------------------------------------------------------------
Gereklilik Yönünden. Yapılma Şekli Yönünden
1) Vacip Umre. 1) İfrad Umresi
2) Sünnet Umre
Şema 57: Umrenin Çeşitleri
Hac yapmadan yalnızca umre yapmak İfrad Umresi (el-Umretu'l-Mufrede), temettü-haccıyla birlikte yapılan umre ise Temettü Umresi (Umretu't-Temettu) adını alır.
Umre işlemlerini; umrenin farzları, vacipleri ve sünnetleri şeklinde ele alabiliriz:
Umre yapacak mükellef de, aynen hacda olduğu gibi, ihrama girer:
Umrenin belli bir zamanı yoktur. Bu sebeple, hac ihramında ele alınan mekruh vakitler dışında, istenildiği zaman ihrama girilir. Bu mekruh vakitlerde ihrama girilirse kurban kesmek gerekir:
a) Hanefî Mezhebine göre, aşağıdaki zamanlarda ihrama girmek mekruhtur:
(1) Arefe günü zevalden önce veya sonra ihrama girmek tahrimen mekruhtur.
(2) Kurban bayramının birinci günüyle teşri günleri, yani bayram günleri ihrama girmek mekruhtur. Bu durumda, umre kesilir ve dem gerekir.
(3) Mekkelilerin hac aylarında ihrama girmesi mekruhtur. Bu sene haccetmek isteyen Mekkeliler, hac aylarında umre için ihrama girmezler. Girerlerse, umreyi tamamladan bırakmaları ve daha sonra kaza etmeleri; bıraktıkları için de dem gerekir. Bu şekilde umre tamamlanacak olursa, günahla sahih olur; ancak, bir dem gerekir.
Umre ihramına giren Mekkeli, tavafın bir şavtını yaptıktan sonra hac için ihrama girerse, Ebu Hanife'ye göre haccını kesmiş olur ve bundan dolayı dem ve hac ile umrenin kazası; Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre umre kesilmiş olur ve umrenin kazasıyla dem gerekir.
(4) Bir umreye niyet edip başladıktan sonra henüz bitirmeden ikinci bir umreye niyet edip ihrama girmek mekruhtur. Bu durumda, ikinci umre bırakılır, bırakılmazsa kendiliğinden terkedilmiş sayılır ve daha sonra kazası ve dem kesmek gerekir:
Başlanan birinci umre, tavaf ve sa'y yapılarak henüz tıraş olmadan önce tamamlanmak üzereyken, ikinci umreye niyet edilerek ihrama girilecek olursa, bu durumda ikinci umre de tamamlanır, iki ihram birleştirildiğinden bir dem gerekir. Birinci bitirilmeden kurban kesilirse, yeniden dem gerekir.
Hacca niyet edip ihrama giren kimse, henüz kudüm tavafım yapmadan umreye niyet edip ihrama girecek olursa, her ikisini de tamamlamak gerekir. Bilindiği gibi, bu hareket tarzına kıran haccı denir; ancak bu mükellef günahkâr sayılır. Çünkü bu durumda sünnet olan, her ikisine birden niyet etmek veya önce umre, sonra hac için ihrama girmektir. Bu şekilde yapılan haçtan dolayı da şükür hedyi kesilir.
Umre ve hacca niyet ederek ihrama girdikten sonra henüz umre işlemlerini yapmadan önce Arafat'a çıkıp hac için vakfe yapılırsa, bu durumda umre, hükümsüz kalmış olur. Aynı Bu terkten dolayı da dem gerekir ve urnre daha sonra kaza edilir. Umre terkedilmeyip hac ve umre birlikte yapılacak olursa, bir dem gerekir.
b) Şafiî Mezhebine göre, umre, bütün vakitlerde yapılabilir. Fakat hacca niyet ederek ihrama giren kimse, bu durumda umreye niyet etmesi sahih değildir; niyet etse bile, umre için ihrama girmiş olmaz. İki hac veya iki umre için ihrama girilirse yalnız biri geçerli olur. [671]
c) Maliki Mezhebine göre, hac veya umre için ihrama giren kimsenin, bunlara ait işlemleri henüz bitirmeden başka bir umreye niyet ederek ihrama girmesi sahih olmaz. Hac veya umre 'işlemlerinin bitirilmesinden maksat; vakfe, tavaf, sa'y ve bayramın dördüncü günü şeytan taşlamanın bitirilmesi veya dördüncü gün taşlama yapılmadan zevalden sonra taşlama vaktinin geçmesidir. İhrama girmeyi, güneşin batışından sonraya bırakmak menduptur. Taşlama vakti geçtikten sonra ve güneş batmadan önce ihrama girmek kerahatle sahihtir; fakat bu durumda güneş batmadan hiçbir umre işlemini yapmamak gerekir, yapılırsa batıştan sonra iade edilir. Arefe ve teşrik günleri ihrama girmek, mekruh değildir. İki hac veya iki umre için ihrama girince, ikinciler hükümsüz kalır. Önce hac, sonra umre için ihrama girilirse, umre hükümsüz kalır.
d) Harıbelî Mezhebine göre, umre için bütün sene ihrama girilebilir; ancak, hac için ihrama girip, sonra umre için ihrama girilirse, umre ihramı sahih olmadığı gibi, kıran haccı da yapılmış olmaz, ikinci ihramdan dolayı da hiçbir ceza gerekmez. İki umre veya iki hac için ihrama girilirse, biri geçerli, diğeri hükümsüz kalır.
Ebu Hanife'ye göre, umre ihramında Harem'e girince, eş-Şafiî'ye göre tavafa başlayınca; Hanefî Mezhebine göre tavafın ilk şavtında istilâm yapınca; İmam Malik’e göre ihrama Medine'den girildiyse Harem'e girince, Mekke'den girilirse Beytullah'ı görünce telbiyeye son verilir. [672]
Umre ihramında tahallul, Cumhur'a göre tavaf ve sa'yden; İbn Abbas'a göre tavaftan; Ebu Hanife'ye göre tıraştan sonra olur. [673]
Mekkeliler içiri umre ihramına giriş yeri Hıll'dir. Bilindiği gibi Hıll, Harem dışında kalan bölgedir. Hıll bölgesinin umre için ihrama girilince efdal yeri, Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, önce Ten'im, sonra Ci'rane; Şafiî ve Maliki Mezhebine göre Ci'rane'dir. Ci'râne Mekke ile taif arasındadır, Ten'im ise Mescidu Aişe denen yerdir.
Umre yapacak Mekkeli, bu yere gider ve ihrama girer. Mekkeli Hıll'e gitmeden umre için Harem'de ihrama girerse, bu sahihtir; ancak, mikatın terkinden dolayı dem gerekir; Malikî Mezhebine göre, dem gerekmez, fakat tavaf ve sa'y yapmazdan önce Hıll'e gidilir, tavaf ve sa'y yapılırsa, Hıll'e çıktıktan sonra yeniden yapılır.
Tavaf ve sa'y etmezden önce Hıll'e çıkılır ve ihrama girilirse, DM'e göre de hiçbir ceza gerekmez.
Mekkeli olmayanların umre için ihrama giriş yeri, hac ihramında olduğu gibidir.
Umrenin bir rüknü olan tavaf, aynen ziyaret tavafı gibi yapılır.
Rükün İşlem |
Hanefi |
Şafiî |
Malikî |
Hanbelî |
İkram |
Şart |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Tavaf |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Sa'y |
Vacip |
Rükün |
Rükün |
Rükün |
Saçları Tıraş |
Vacip |
Rükün |
Vacip |
Vacip |
Tertibi Gözetmek |
— |
Rükün |
— |
— |
Tablo 116: Umrenin Rükünleri
Haccın vacipleri, aynı zamanda umrenin de vacibidir.
Hac işlemlerinde olduğu gibi, umre yaparken de Safa ile Merve arasında sa'yetmek vaciptir. Sa'yin yapılma şekli, aynen hac işlemlerinde ele alındığı gibidir.
Hac ihramından çıkmak için tıraş olmak veya saçları kesmek vacip olduğu gibi, umre ihramından çıkmak için de halk ve taksir (tıraş ve saçları kısaltma) vaciptir.
Sevrî'ye göre, umrenin vaciplerinden biri de, veda tavafıdır; yapmayanlar dem keser.
Umrenin sünnetleri ve edepleri, haccm sa'yinden sonuna kadarki gibidir.
Umrenin belli bir vakti yoktur, istenildiği zaman yapılabilir; ancak, Ramazan'da yapılması sünnettir:
a) Hukukçuların çoğunluğuna göre, umre, bütün sene yapılabilir.
b) Hanefî Mezhebine göre, arefe günüyle kurban bayramının dört gününde yapılması sahih olmakla birlikte mekruhtur; Ebu Yusuf’a göre, arefe günü zevalden önce umre yapmak mekruh değildir.
Önce, mikatte umreye niyet edilerek ihrama girilir; yolda, kesme zamanı gelene kadar telbiyeye devam eder. Mekke'ye gidilerek, ziyaret tavafında olduğu gibi, umre tavafı yapılır. Tavaftan sonra sa'yedilir. Sa'y işlemi de bittikten sonra, tıraş olunarak ihramdan çıkılır.
Umre için ihrama giren kimsenin de tavafı yapmaktan önlenmesi halinde, bu durum haçta olduğu gibi, ihsâr adını alır. Fakat İmam Malik ve onun görüşündeki bazı hukukçulara göre, -belli kır vakti olmadığından- umre için ihsâr sözkonusu değildir.
Bu şekilde, yalnız umre için ihrama giren bir mükellefin, umrenin rükün ve vacibi olan tavaf ile sa'yi yapması önlenmiş olsa, ihramdan çıkmak için Harem'e bir kurban gönderir ve bu umre ilerki yıllarda imkân bulununca kaza edilir.
a) ÜM'e göre, haccı bozan hal ve hareketler, umreyi de bozar:
(1) Tavafın tamamından veya dört şavtından önce cinsî birleşme yapmak, tavafı bozar. Bu durumda, diğer umre işlemleri tamamlanır, umre daha sonra kaza edilir, kaza ederken ceza olarak Hanefî Mezhebine göre koyun, eş-Şafıî'ye göre bedene kesilir.
(2) Tavafın dört şavtını veya tamamım yaptıktan sonra, fakat sa'yden önce veya tavaf ve sa'yden sonra, tıraştan önee birleşme yapmak umreyi bozmaz, ancak ihramlıyken birleşme yapıldığından dem gerekir.
b) Maliki Mezhebine göre, sa'yi tamamen yapmadan önce cinsî birleşme yapmak umreyi bozar ve bu durumda, umreyi fevrî olarak tamamlamak ve kaza etmek, bozduğu için bir, kaza zamanım geciktirdiği için de bir toplam iki hedy kesmek gerekir. Fakat sa'yden sonra, tıraştan önce cinsî birleşme yapmak umreyi bozmaz, bu durumda sadece dem gerekir.
Umredeki mekruh hal ve hareketler, aynen haçtaki mekruh hal ve hareketlerdir.
Kurban (ç. Karabîn) sözlükte, “yaklaşmak” manasına gelir. Hukuk dilinde, bu sözlük manasına uygun olarak, “Allah'a yaklaşmak için kesilen hayvan” manasına kullanılır. [679]
Kur'an-ı Kerim'de “mensek”, [680] “nüsük” [681] ve “zibh” [682] kelimeleri, bazan kurban manaca gelmektedir. Kurban kelimesi, geniş manada bütün kurban çeşitlerini, dar manada ise sadece udhiye (bayram) kurbanını içine alır.
Kurbanları emredilmesi, yasaklanması ve caiz olması yönlerinden üçe ayırabiliriz:
Me'murun bih kurbanlar, ilk planda sabit hükümlü olması yönünden ele alınır:
1) Udhiye kurbanı,
2) Adak kurbanı.
Şartlarını taşıyanlara udhiye kesmek vaciptir; yolcunun kestiği ile adağı ve satın alması olmayan fakirin kestiği ise nafile udhiyedir.
Değişken hükümlü me'murun bih kurban, kendi arasında alt bölümlere ayrılan hedy kurbanıdır:
1) Tatavvu Hedy,
2) Vacip Hedy:
(a) Şükür Hedyi,
(b) Ceza Hedyi,
(c) Adak Hedyi.
Bir başka açıdan me'murun bih kurbanlar, vacip ve nafile olmak üzere ikiye ayrılır:
1) Vacip Kurban:
(a) Uhdiye (bayram) Kurbanı,
(b) Adak Kurbanı,
(c) Şükür Hedyi,
(d) Ceza Hedyi
2) Nafile Kurban:
(a) Tatavvu Hedyi,
(b) Adağı ve satın alması olmayan fakirin udhiye kurbanı.
Kurban
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Me'murun bih (buyruk) K. Mubah ve Caiz K. Menhiyyun Anh (yasak) K.
1. Akîka K. 1. Fera K.
2. Kabir (Ölü) K. 2. Atıre K.
Sabit Hükümlü K. Değişken Hükümlü K.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
1. Udhiye (bayram) K. 1. Tatavvu Hedyi (Hedy K.)
2. Adak K. 2. Vacip Hedy
a) Şükür Hedyi
b) Ceza Hedyi
c) Adak Hedyi
Vacip K. Nafile K.
--------------------------------------------------------------------------------------
1. Udhiye K. 1. Tatavvu Hedyi
2. Adak K.
3. Şükür Hedyi
4. Ceza Hedyi
5. Adak Hedyi
Şema 58: Kurban çeşitleri
Menhiyyun anh kurbanların hükmü mekruh olup iki tanedir:
1) Fera’ Kurbanı.
2) Atîre Kurbanı.
Kurban, İslâm Ümmeti dışındaki ümmetlere de Allah'ın meşru kıldığı bir ibadettir. [684] Kurbanın tarihçesini, ta Hz. Adem'in oğulları Kabil ile Habil'e kadar götürmek mümkündür. [685]
Araplar'da uluhiyete tediye edilen, muayyen bir vergi mahiyetini arzeden yegâne kurban Fera' kurbanıdır. Bu ilk doğan yavruların kurbanıdır. Özellikle recep ayında ilk on gününde büyük putların mabedleri ziyaret edilir ve onlara takarrub için kurban kesilirdi.
Bazı kaynaklar, çok
eski zamanlarda Arapların insan kurban ettiklerini nakletmektedir. Cahiliye
devrinde Arapların,
İslâm'dan önceki Araplar nazarında geyik, noksan ve değersiz bir hayvan olduğu için, cimri bir kişi kurban keseceğinde koyun yerine geyiği tercih ederdi.
Cahiliye devrinde Araplar özellikle Recep ayında putları için koyun keserdi, buna Atîre adı verilirdi. [686]
İslâm'da kurban kesme geleneği, daha dar çerçeve içinde ele alınırsa, Hz. İbrahim'e kadar uzanır. [687]
İslâmiyet puta kurban kesmek şöyle dursun, onlar için kesilmiş hayvanların yenmesini bile haram kılmıştır. [688] Aynı âyete kanın da haram kılındığı belirtilmektedir. Çünkü müşrikler, kanı bağırsağa doldurup, pişirir ve yerlerdi. Özellikle devetüyü ile kandan yapılan ılhız adını alan yemek daha makbuldü. Bundan başka, müşriklik devrinden kalma şerîta adını alan hayvanın etini de yemek haram kılınmıştır. Boğazına bıçak vurulmuş gibi olup, damarları kesilmemiş ve kanı akmamış olduğundan bu da haram edilmiştir. Çünkü cahiliye devrinde koyunun boğazında bıçak gezdirilir, azıcık kesilir ve bunu da tezkiye olarak adlandırırlardı. Herhangi bir sebeple de ölse daha önce boğazlanmıştı diyerek bu hayvanı yerlerdi.
Kurban kesmek; zekat, bayram namazları ve fitreyle birlikte hicretin ikinci yılı meşru kılınmıştır.
İnsanlık tarihinde böyle bir seyir gösteren kurban vakıasına tepki gösteren millet ve fertler de bulunmaktadır. Bu anlayıştakilere göre kurban, İnsanlığın geçmiş olduğu ilk çağlarda bize miras bıraktığı eski, en ağır, sökülmesi en zor hatadır. Ancak yapılan araştırmalara göre, kurban kesmeyen milletlerin spor ve eğlenceleri hemen bütünüyle kanlıdır. Yani onlar, insanın derinliklerindeki kan akıtma güdüsünü başka yollarla tatmin etmektedirler. [689]
Memurun bih (buyruk) kurbanların bir kısmı, sabit hükümlüdür. Bu çeşit kurbanlar; udhiye (bayram) kurbanı ile adak kurbanıdır.
Değişken hükümlü kurbanlar, hedy kurbanlarıdır. Hedy kurbanları, daha çok hac ile ilgilidir; bu sebeple ilgili yerde ele alındığından burada tekrarı faydasızdır. Ancak hedy kurbanlarının bazan vacip, bazan da nafile olarak kesildiklerini, vaciplerin şükür, ceza ve adak hedyi olduklarını, nafilenin ise tatavvu hedyi olduğunu hatırlamak uygun düşer.
Eyyam-ı Nahir'de (kurban bayramı günlerinde) Allah'a yaklaşmak için, ibadet niyetiyle kesilen özel hayvanlara Udhiye, bu hayvanları kesmeye Tadhiye, kesene de Mudahhî denir. [690] Bu kurbana udhiye denmesinin sebebi, bayramın birinci günü bayram namazından sonra, genellikle udhiye denen kuşluk vaktinde kesilmesidir.
Dahiyye (ç. Dahâyâ), Udhiye (ç. Edâhi) kavramları da aynı manayı içine alır. Türkçemizde udhiye, için sadece kurban kavramı kullanılır. Böylece, kurban deyince, dilimizde, diğer türleri bir yana bırakarak, sadece udhiye kurbanı anlaşılır.
Udhiye kurbanı, hayat nimetine şükür, Allah'ın bu günlerde oğluna bedel olarak koç kesme emrini yerine getiren İbrahim (as) peygamberin mirasını diriltmek, sırata binit hazırlamak, günahların affı, hataların yokedilmesi için kesilir.
el-Hac: 22/34 âyetinde, her ümmete kurban kesmenin meşru kılındığı, bunun sebebinin de Allah adının anılması olduğu belirtilir. Bu da göstermektedir ki kurban, Allah'ın hatırlanması ve O'nun rızasının kazanılması için emrolunmuştur. Sayısız nimetlere bir şükür vesilesi ve Allah rızasının kazanılması için kurban bir fırsattır. Nitekim, el-Kevser: 108/1-2 âyetlerinde, kevser nimetine bir şükrane olarak kurban kesilmesi istenmektedir.
Hakikatte, kesilen kurbanın, ne eti, ne de kanı Allah'a lâzım değildir. Allah bu vesile ile sadece mü'minlerin, takvalarına, ta-karrub (yakınlaşma) hislerine bakmaktadır. Nitekim bir âyette de “Kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a, ancak sizin takvanız ulaşır. Size olan hidâyetine karşı, Allah'ı büyük tanımanız içindir ki, O, bunları böylece size ram etmiştir. Ha-bibim! İyilik yapanları müjdele.” [691] buyrularak bütün açıklığıyla ifade edilmiştir.
es-Saffat: 37/102-109 âyetlerinde de kurban kesmek, sırf Allah rızası için emredilmiştir. Bu emre itaatin mükafatlandırılacağı da vadedilmiştir. Ayrıca, İsmail (a.s.) peygamberin hatırası bizlere ibret olarak bırakılmış ve böylelikle babası Hz.İbrahim ve oğlu Hz.İsmail'in iyi bir nam ile anılması sağlanmıştır.
Her yıl müslümanlar tarafından binlerce kurban kesilmektedir. Bu, bir müslümanın Allah'a ibadet ve O'nun emrine sarılmak için her şeyi feda edebileceğinin bir sembolüdür. Bu, âdeta Allah uğruna kan akıtmaktan çekinmeyeceğimizin bir ifadesi halini almıştır.
İslâm'ın koyduğu bu hüküm, bir vahşet değil, tersine bir hikmettir. Bir yıl boyunca pek çok sıkıntılar çekmiş, belki de ağzına et lokması koymamış bir fakir, böylece Allah için çekilen ziyafetten faydalanıyor, seviniyor, protein ihtiyacını karşılıyor. Kendi keyif ve adi zevkleri için binlerce cana kıyan kimselerin, Allah'a ibadet maksadıyla kesilen kurbanlar için bir vahşettir şeklindeki nitelendirmeleri, kendilerini unutup kusuru başkalarında arama haysiyetsizliğindendir.
Udhiye kurbanları, mükelleflerin yerine getirme mecburiyeti yönünden, ikiye ayrılır:
Udhiye kurbanını kesmek için gerekli şartları taşıyan mükelleflerin kestiği bu kurban Vacip Udhiye adını alır.
Yolcu ile idhiye için adağı ve satın alması bulunmayan fakirin kestiği kurban -vacip olma sebep ve şartları buluhmadığından-Nafile Udhiye olarak adlandırılır.
Kurbanın vacip olmasının sebebi vakittir. Vakit tekrar ettikçe, yani bir müslüman şartlarını taşıdığı halde, ömrü boyunca kurban bayramına ulaştıkça, kendisine kurban kesmenin vacip olması da tekrar eder.
Kan akıtma, kurbanın rüknüdür. Bu sebeple, kesilen kurbanın sahih olabilmesi ve etinin yenebilmesi için, kan akıtma olmadan herhangi bir şekilde öldürülmemesi gerekir.
Kan akıtmak, illeti akılla anlaşılmaz olduğundan, bunun yerine başkası, msl., aynını veya değerini tasadduk, udhiye yerine geçmez. Fitrede durum farklıdır, çünkü onun illeti akılla anlaşılır. Bu da fakiri muhtaçlıktan kurtarmaktır. Bilindiği gibi, bu konuda ilke şudur: Farz veya vacip, belli bir fiile bağlıysa, başkası onun yerine geçmez, fakat mala bağlıysa geçebilir. Namaz, oruç vb. birincinin, zekât, fitre vb. ikincinin örneğidir. Birincilerde niyabet geçerli olmazken, ikinciler için niyabet sözkonusudur.
Hanefî Mezhebine, Malik, Evzaî, el-Leys b. es-Sa'd, Neha', Nevevî ve -bir nakilde-Ebu Yusuf’a göre, gerekli şartları taşıyanlara kurban kesmek vaciptir. Hanefî Mezhebi bunu sünneti aynı müekkede olarak ifade eder.
Kurbanın vacip olduğu kitap, sünnet ve icma ile sabittir: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” [695] âyetinde geçen “inhar” emri, iki manaya gelir:
a- Kurban kesmek,
b- Namazda elleri bağlamak.
Hemen anlaşılabileceği gibi, bu emrin namaza delâleti zannî, hükme delâleti ise kat'idir. Bu niteliği taşıyan hü-kümse, vacip adını almaktadır. “Inhar” emrinin öncesindeki namaz, bayram namazları; nahr ise kurban demektir. [696]
Bir hadiste de, “Kurbanlarınızı büyük kesiniz. Şüphesiz onlar sıratta sizin bineklerinizdir.” buyrulmaktadır. Benzur hadisler yanında, Hz. Peygamberin de bizzat kurban kestiği nakledilir. Hatta bir hadiste, “Hali vakti müsait olup da kurban kesmeyen mescidimize yaklaşmasın” [697] şeklinde kesmeyenlere karşı sert ifadeler kullanılmaktadır.
Hicretin ikinci yılından bugüne kadar bütün müslümanlann kurban kesmeleri, bir icmaı ümmet meydana getirmiştir.
a) Maliki ve Hanbelî Mezhebleri ile hanefî hukukçulardan Ebu Yusuf, İshak b. Raheveyh, Ebu Sevr, Muzenî, Sevrî, ve Davud ez-Zahirî'ye göre, kurban kesmek sünneti müekkededir. Sahabeden Ebu Bekir, Ömer, İbn Mes'ud, İbn Abbas ve Bilal; tabiînden Said b. el-Museyyeb, Alkame ve Atâ da bu görüştedir.
b) Şafiî Mezhebine göre, yalnız bir kimse için sünneti aynı müekkede, -nafakaları aynı- bir veya birkaç ev halkı için sünneti kifayei müekkededir.
UM'e göre, hacılar, Mina'da kurban keserken, Malikî Mezhebine göre kesmeyebilir. [698]
Bir ibadet olmasından dolayı kurban, yalnız müslümanlara vaciptir. Her ne kadar İslâm dışındaki dinlerde de kurban kesme âdeti varsa da, müslüman olmayanların kestikleri hayvanlar, Allah katında makbul değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in nitelendirmesiyle “o bir fısktır. ” [699]
Bu sebeple, kurban kesmek için, kesenin müslüman olması şartı aranır. Kafirlerin yapacağı en büyük ibadet, iman etmektir.
a) Ebu Hanife, Ebu Yusuf ile Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre, kurbanla mükellef olmak için baliğ olmak şart değildir. Küçük, zenginse velisinin veya vasisinin onun adına kurban kesmesi vaciptir; ancak bu durumda kurbanın eti ve diğer aksamı tâsadduk edilmez, yenir, stoklanır, aynından faydalanılacak bir maddeyle değiştirilir.
b) Muhammed eş-Şeybanî ve Züfer'e göre, baliğ olmayanlara kurban kesmek vacip değildir. Meşhur hanefî hukukçu Serahsî de bu görüştedir. [701]
c) Şafiî Mezhebine göre, kurban kesecek kimsenin, akıllı ve baliğ olması gerekir.
Delilik ve bayılma hallerinde hüküm, bayram günlerine göre düzenlenir: Bayram günleri içinde rahatsızlık devam ederse, kurban vacip olmaz, etmezse vacip olur. Bununla birlikte, delilik ve bayılmanın, ne zaman olursa olsun mükellefliği önleyemeyeceği görüşü de nakledilir.
Kurban mükellefliği konusundaki bu görüş ayrılığının uygulanması, fitre ve haçta olduğu gibidir.
a) Hanefi Mezhebine göre, kendisine fitre ödemek vacip olan mükelleflerin kurban kesmesi de vaciptir.
b) Şafiî Mezhebine ve İmam Malik'e göre, zenginlik şart olmayıp, sadece eyyamı teşrik ve bayram günleri için normal ihtiyacından fazla olarak bir kurban bedeline sahip olanlar, kurban kesmeye muktedir sayılır.
c) Maliki Mezhebine göre zaruri bir iş için bedeline muhtaçsa, mükellef kurban kesmez, değilse keser, borç alıp da kesebilir. Borç alıp kesmeyeceği görüşü de nakledilir.
d) Hanbelî Mezhebine göre, -ödemeye gücü yetecek şekilde-ödünç parayla da olsa kurban almaya gücü yetenler kurban kesmeye muktedir sayılır.
Seferi olan kimsenin kurbanı bulup kesmek, gereği gibi dağıtmak, bütün bunlar yanında malî sıkıntıya düşmek gibi, birçok zorluk ve güçlükle karşılaşması muhtemeldir: Hanefî Mezhebine göre, zorluk ve sıkıntıları ortadan kaldırmak için -diğer malî ibadetlerden bir istisna olarak- yolculara kurban kesmek vacip değildir; ancak, nafile olarak kesmesi caizdir.
Udhiye için -gerek bayram günlerinden önce ve gerekse daha sona ermeden bu günlerde- kurban satın aldıktan sonra yolculuğa çıkanların kesme durumları ne olacaktır? [704]
a) Muhammed eş-Şeybanî'den nakledildiğine göre, bunu kesmeyip satabilir.
b) Bazı hukukçular ise, bu konuda alanın zengin veya fakir olmasına göre hükmün değişeceği görüşündedir: Zengin olan kesmek zorunda değildir, hayvanı satabilir; fakir olan ise -bu bir nevi adak olduğundan- kurbanı kesmek zorundadır.
Mekkeli hacılar, ÜM'e göre kurban keserken, Maliki Mezhebine göre bunların kurban kesmesi gerekmez. [705]
Kurban, eyyam-ı nahir denen, kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde vacip olur: Bu günler gelmezden önce kurban kesmek vacip değildir:
a) Hanefi Mezhebine göre, vakit, kurban bayramının birinci günü fecri sadığın doğusuyla girer ve üçüncü gün güneşin batmasına kadar devam eder. Bu vakit, namazda olduğu gibi geniştir: Hangi vakitte kesilir veya vakit sona ererse, vacip olması da buna göre kesinleşir ve artık zimmete borç olarak geçer.
b) Şafiî Mezhebine göre, kurbanın vakti, bayramın birinci günü güneş doğduktan ve iki rekât namazla iki hutbe okunacak kadar zaman geçtikten sonra başlar, üçüncü günün sonuna kadar devam eder; ancak, kesimin güneşin yükselmesine kadar geciktirilmesi efdaldir.
c) Malikî Mezhebine göre, kurbanın vakti, bayramın birinci günü, imam için namazdan, sonra hutbeyi bitirince veya -kesmese bile- kesecek kadarlık zaman geçince, imam olmayanlar için imamın kesmesinden sonra başlar, üçüncü gün sona erer. Kesim, ikinci gün yapılacaksa, birinci gündeki kadar beklenmez, fecirden sonra kesilir. İmamdan önce kesenin kurbanı sahih olmayıp, yeniden kesmek gerekir; ancak kasıtlı olmayınca yenisi gerekmez. Zevale kadar beklendiği halde, imam hâlâ kesmediyse, artık daha fazla beklenmeyip, kurban kesilir.
d) Hanbelî Mezhebine göre, udhiyenin vakti, birinci gün bayram namazından sonra başlar, hutbeden önce de kesilebilir, fakat efdal olan sonra kesmektir. Birçok yerde bayram namazı kılmıyorsa, bütününü beklemek gerekmeyip, sadece birinin bitirmesi kesimin başlangıcı için yeterli olur. Bayram namazını kılmayanlar için vaktin başlangıcı, bayram namazını kılacak kadarlık bir sürenin geçmesinden sonradır. Son kesim vakti, bayramın üçüncü günüdür.
e) eş-Şafiî ve Evzaî'ye göre, bayramın dördüncü günü de kurban kesilebilir.
Kölelere kurban kesmek vacip değildir. Çünkü kurban kesmek malî bir mükellefiyettir, halbuki köle -mükâtep veya ticarete izinli bile olsa- kendisi mülkiyet konusudur.
İslâm, hürriyet, ikamet ve zenginlik şartlarını, bütün vakit içinde bulunması şart olmayıp, sadece vaktin sonunda bulunması udhiyenin vacip olması için yeterlidir.
Ebu Hanife, ferdî mülkiyeti esas kabul ettiğinden, sayılan şartları taşıyıp zengin sayılacak kadar mala sahip olan herkes, -bir hane içinde yaşasalar bile- kurban kesmekle mükelleftir. [708] Malik eş-Şafîî ve Şevkanîye göre, bir koyun yaînız bir aile için de kesilebilir. [709]
Kurban mükellefliğinin düşmesi; kurbanlığın ölmesi ya da, kaybolması veya mükellefin ölümü hallerinde sözkonusu olabilir:
a) Zengin bir kimsenin aldığı kurban ölürse, yerine başkasını alması gerekir.
b) Fakirin aldığı kurban ölürse, yerine yenisini almak gerekmez.
a) Zengin bir kimsenin kaybolan ilk kurbanı bulunduğunda, aldığı ikinci kurbanı kestiyse, ilkini de kesmesi gerekmez. Fakat ikinci olarak aldığını henüz kesmeden, birinci bulunursa, hakkında herhangi bir kurbanı kesmek vacip olduğundan dilediğini keser. İkinci de kesilmeden eyyam-i nahir geçerse ve birinci bulunursa, daha fiyatlı olanın farkı da tasadduk edilir; Ebu Yusuf’a göre, birinci kurbanı kesmek şarttır, çünkü o vakfı gibidir.
b) Fakirin birinci kurbanı kaybolduğunda, ikinci bir kurban aldıysa, bunu kessin veya kesmesin, ikisini de kesmek zorundadır. Çünkü borç ilk kurbanlıkla taayyün etmiş olup, ikinciyi almaya mecbur değildir. İkinciyi alınca, ikinci bir borç altına girmiş olur. Çünkü fakirin bu borcu adak gibidir; ikinci bir kurban gerekmez.
c) Kaybolan kurban yerine yenisi alındığı halde, kesmeden eyyamı nahir geçse ve sonra ikinci bulunsa, hayvanların her ikisi de kesilmez; değerli olanı zengin sahibi tarafından tasadduk edilir.
d) Adak kurbanı ölür veya kaybolursa, hem zenginden, hem fakirden borç düşer, yenisini almak gerekmez.
Öteki ibadetler gibi, ölüm halinde, kurban mükellefliği de düşer. Ancak, vasiyet halinde ölü adına kurban kesilebilir. Bu durumda, vasiyet miktarı yetersiz kalınca, yettiği kadarıyla kurban kesilir. Ahmed b.Hanbel'e göre, satın alınan, kurban olarak belirlenmişse, bu hayvan kurban olarak kesilir. [711]
Tezkiye ve zekât, sözlükte “kesmek, boğazlamak” [712] manasına gelirken, hukuk dilinde “Dinî kesim şekline verilen addır.” Etinin yenmesi ve kesilen her hayvanın helal olması için, bu kesim şeklinin uygulanması şarttır. “Zebh” kavramı da aynı manaya gelir. Bu sebeple, boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana Zebîha (ç. Zebaih) adı verilir. [713]
Hayvanı, boğazın çeneye bitişen yeriyle göğse bitişen yeri arasında herhangi bir yerinden kesmek İhtiyarî Tezkiye olarak adlandırılır. Bu kesim şekli hayvanın “evdac” denen dört organını keserek gerçekleşir:
a) Nefes borusu (hulkum),
b) Yemek borusu (meri),
c-d) Boynun iki yanında bulunan iki şahdamar. İşte bunların tamamen kesilmesiyle, tezkiyesi tamamlanan hayvanın, kurban olması ve etinin yenmesi sahih olur.
Tezkiye
----------------------------------------------------
İhtiyarî Tezkiye Zarurî Tezkiye
(boğazı keserek) (av hayvanlarında)
Şema 59: Tezkiye
Kesilecek bir hayvanın vücudunun herhangi bir yerinde açılacak yara ile kanın akmasını ve bu şekilde ölmesini sağlamak Zarurî Tezkiye adını alır. Bu tezkiye türü, daha çok av hayvanlarında uygulanır. Fakat evcil hayvanlar yabanileştiği veya tutup kesmek mümkün olmadığı takdirde, ya da kuyuya düştüğünde, ÜM'e göre böyle bir tezkiye ile (ölümünün bu yaralamadan olduğunu bilerek) öldürüldükten sonra eti yenir; Maliki Mezhebine göre, -zaruret dışında- yenmez. [715] Herhangi bir kimse üzerine saldıran hayvan, bu kimse tarafından böylece kanı akacak şekilde öldürülmüşse, bu hayvanın etinin de yenmesi caizdir. [716]
Tezkiyenin rüknü, çeşitlerine göre değişiktir:
a) İhtiyarî tezkiyenin rüknü, kudret ânında zebh veya nahrdir. Zebh, hayvanı boynun çeneye; nahr ise boynun göğse yakın yerinden kesilmesidir. Çok uzun ayaklı hayvanların, msl., develerin ve zürafalarm nahr, diğerlerininse zebh şeklinde kesilmesi sünnettir. [718] Sığırda her iki şekil de uygulanabilir. Bu kesim türlerinden birini öbürü yerine uygulamak, doğru değildir:
(1) eş-Şafiî, Ebu Hanife ve Sevrî'ye göre, bu kesim şekillerini tersine uygulamak mekruh değil, caizdir.
(2) Hanefî Mezhebine ve malikî hukukçu Eşheb'e göre, mekruhtur, et yenir.
(3) Malikî Mezhebine göre, zebh ve nahr şeklindeki kesim şekillerini -ihtiyarî durumlarda- ilgili hayvanlara uygulamak vaciptir, uygulanmazsa etini yemek haramdır; zaruret halinde uygulama tersine de yapılabilir.
(4) İbn Bukeyr'e göre, bu durumda deve yenir, koyun yenmez.
Zaruret ânında bu iki kesim şekli, bütün hukukçulara göre, tersine olarak uygulanabilir.
b) Zarurî tezkiyenin rüknü, neresinden olursa olsun av hayvanını veya o manadaki hayvanı yaralamaktır.
a) Hanefi Mezhebi içinde müfta bih olan Ebu Yusuf’un görüşüne göre, nefes borusuyla birlikte damarlardan biri kesilince kurban sahihtir, etinin yenmesi helaldir.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, tamamını kesmek gerekir, ancak nefes ve yemek borularının kesilmesi de yeterlidir.
c) Malikî Mezhebine göre, enaz iki şahdamar ve nefes borusunun kesilmesi gerekir.
d) Ebu Hanife'ye göre, bu dört organın üçü kesilince tezkiye gerçekleşmiş olur.
e) Muhammed eş-Şeybanî'ye göre, dört organın her birinin çoğunluğunun kesilmesi yeterlidir.
f) Malik'ten hepsinin kesilmesi nakledilirse de, meşhur olan görüşü, Hanefî Mezhebininki gibidir.
Tezkiyeyi uygularken hayvanın beden veya baş tarafından kesilmesi, Maliki Mezhebi içinde ihtilaflıdır:
a) İmam Malik ve İbnu'l-Kasım'a göre, bedene doğru kesildiği takdirde hayvanın eti yenmez.
b) Eşheb, İbn Abdilhakem ve İbn Vehb'e göre, bu şekilde de kesilse, hayvanın eti yenir.
a) Maliki Mezhebine, Zuhrî ve Said b. el-Museyyeb'e göre, boynun üst tarafından kesmek caiz değildir.
b) Ebu Hanife, eş-Şafiî, Ebu Sevr, İshak b. Raheveyh, İbn Ömer, Hz. Ali ve İmran b. el-Husayn'a göre, bu çeşit kesim caizdir.
Malikî Mezhebi içinde, kesim âletini hayvanın beyaz damarına dayama konusunda, ihtilaf bulunmaktadır:
a) İmam Malik'e göre, bu hareket tarzı mekruhtur.
b) Îbnu'l-Macişün'a göre, kasıtlı olunca et yenmez, bilmeyerek ve unutarak olursa yenir.
Malikî Mezhebine göre, kendi isteğiyle kesim tamamlanmazdan önce eli kaldırmak, uzun sürerse caiz değildir; hemen geri getirirse, İbn Habib'e göre et yenir, Sahnun'a göre yenmez.
Şafiî Mezhebine göre, kesimin bir defada olması gerekir. Bu sebeple, kesime ara verilirse, ikinci fiille birinci fiil arasında örfe göre uzunca bir zaman bulunursa, ikinciye başlarken hayvanda bir canlılık eserinin bulunması şarttır; iki fiil arası uzun olmazsa ve buna ihtiyaç bulunursa, canlılık eserinin bulunması şart koşulmaz.
Kesilen hayvandan canlı olarak yavru çıkarsa, Hanefî Mezhebine ve Zeydiye'nin Hâdeviye koluna göre, ayrıca tezkiye yapılır ve etinin yenmesi helal olur; kesimden önce yavru ölürse eti yenmez. Cumhur'a göre, ananın tezkiyesi, yavru için de geçerlidir.
a) Ebu Hanife, Züfer ve el-Hasen b. Ziyad'a göre, bu çeşit yavru yenmez.
b) Ebu Yusuf, eş-Şeybanî ve eş-Şafiî'ye göre, ananın tezkiyesi yavrunun da tezkiyesi olduğundan, yavrunun eti tezkiye yapılmadan yenir.
Oluşumu eksik bir yavrunun eti yenmez.
Ölen bir koyunun memelerinden çıkan süt, Ebu Hanife'ye göre kullanılabilir; Ebu Yusuf, eş-Şeybanî ve eş-Şafiî'ye göre yenmez. [726]
Hayvanın acı çekmeden ölmesini sağlamak için, tezkiyede bazı şartlar aranır:
Kesim âletleri, kesici ve parçalayıcı olmak üzere, ikiye ayrılır.
Gerek zebh, gerek nahr şeklinde olsun kesim, kanı akıtacak ve kesilmesi gereken yerleri kesecek şekilde keskin bir âletle yapılır; bunun demir, ağaç, taş vb. olması mümkündür, ancak önemli olan keskinliktir. Bu sebeple, kesici aletlerin keskin (hadîde) olanlarıyla yapılan kesim caizdir; fakat keskin olmayan (kelîle) âletlerle yapılan kesim, Şafiî Mezhebine göre caiz değilken, Hanefi Mezhebine göre kerahatle caizdir.
Parçalayıcı âletlerle yapılan kesimde, boğma ve parçalama bulunduğu için, kesimin onlarla yapılması haramdır; böylelikle kesilen hayvanların etleri yenmez.
Tezkiyenin rükünleri incelenirken, organların kesilecek miktarı konusunda eksiksiz veya ona yakın uygulamanın nasıl yapılacağı da açıklanmıştır.
Kesim sırasında, Allah'tan başkasının adını anmamak ve O'ndan başkası için kurban olarak kesmemek şarttır. Cahiliye devrindeki gibi, tanrı ve putlara kesim anında adlarıyla yüksek sesle anarak veya dikili taşlara kurban kesme yasaklanmıştır.
Kurban veya eti yenecek hayvanı keserken Allah adını anmaya Tesmiye adı verilir.
a) Zahiri Mezhebi, İbn Ömer, Şa'bî ve İbn Sirin'e göre, tesmiye farzdır, unutulması halinde et yenmez. Malik de bu görüştedir.
b) ÜM'e ve Sevrî'ye göre de, tesmiye farzdır, fakat unutulması halinde et yenir. Hanefî Mezhebine göre, kasıtlı terkinde kurban sahih olmaz ve eti yenmez.
Tesmiyenin farz olduğunun delili “Allah adı anılmadan kesilen hayvanları yemeyin.” [729] âyetidir,
Şafiî Mezhebi, İbn Abbas ve Ebu Hureyre'ye göre, tesmiye, sünnet-i müekkededir. Şafiî Mezhebine göre, tesmiyenin terki mekruhtur, Allah adıyla birlikte başkası da anılırsa, msl. Bismillah ve İsmi Muhammed denirse, bundan kasıt şirk koşmak olunca hareket küfürdür, kesilen hayvan yenmez; kasıt şirk değilse yenir, ancak bu mekruhtur.
Tesmiyeni rüknü, Allah'ın (c.c.) isimlerinden biriyle yapılmasıdır. Bu sebeple tesmiye, sadece Allah, Allahu Ekber, Allahu A'zam, Allahu Eceli, Allahu'r-Rahman vb. Cenabı Hakkın isimlerinden biriyle yapılır. Allahummegfîrlî, Subhanellah gibi, dua manası ifade eden cümlelerle yapılmaz. Müstehap olan, Bismillahi Allahu Ekber demektir.
Tesmiye, başka dillerde de yapılabilir. Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre tesbih, tehlîl ve tahmîd ile tesmiye yapılabilirken, Ebu Yusuf’a göre Allah'ın isimlerinden birini zikretmek şarttır.
Tesmiye, hayvanı keserken, kesen kişi tarafından yapılır; avlanma sırasında tesmiye, avcı kurşunu atarken, av için köpeği salarken yapılır.
a) Hanefî Mezhebine göre, tesmiyeyle hayvanı kesme niyeti taşımak şarttır. Bu niyetle olmayan, msl., bir işe başlamak için yapılan tesmiye ile kesilen hayvanın eti helal değildir.
b) Hanbelî Mezhebine göre, tesmiye hangi hayvan için yapıldıysa, sadece o kesilir ve onun eti yenir.
Tesmiye sırasında, Allah'ın adını başkalarından ayırmak gerekir. Bu sebeple, msl., Bismillahi ve Bismirrasuli demek, tesmiye yerine geçmez.
a) Hanefî Mezhebine göre, tesmiyenin halis bir zikir olması gerekir. Bu sebeple, dua manası taşıyan zikirler, tesmiye yerine geçmez.
b) Hanbelî Mezhebine göre, Bismillah denir, Allahu Ekber demek sünnettir.
Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, tesmiyenin, bakana uzun gelmeyecek bir zaman içinde, kesimle birlikte yapılması gerekir.
a) Cumhur'a göre, ihtiyarî tezkiyede tesmiyenin zamanı kesim, zarurî tezkiyede ise isabet değil, atım ve hayvanı gönderme ânıdır. Çok az bir zaman farka da, bunun yerine geçer.
b) Bazı hukukçulara göre, tesmiyenin zebh ânında yapılması şart değildir, yeme ânında da tesmiye, aynı fişi yerine getirir.
İslâm, erkek olmak, akıllı ve baliğ olmak, namazı terketmemek şartlarını taşıyanların tezkiyesi ittifakla caizdir.
Putperest ve müşriklerin tezkiyesi de, ittifakla caiz değildir. [735]
Yukarıda sayılan iki grup dışındaki kişilerin tezkiyelerinin sahih olup olmayışı, çok tartışılmıştır:
Yahudi ve hıristiyanlar gibi, aslında bir hak dine ve peygambere bağlıyken, zaman içinde bu hak dinden uzaklaşan ve Son Peygamber'e bağlanmayanlar, temelinden hak dine inanmış, müşrik ve putperestlerden farklı tutulmuş, onların yiyecekleri müslümanlara da helal kılınmıştır; ancak domuz eti, şarap, meyte gibi aslı haram yiyeceklerin haramlığı devam eder. [736] Bu sebeple, kurbanlık veya eti yenecek hayvanların yenebilmesi için,, kesenin müslüman veya kitabî olması şarttır. Böyle bir şartın aranmasından maksat, Allah adının anılmasıdır. Kitabî olmayanlar, hayvanı keserken Allah adını anmayacakları için, bunların kestikleri, msl., putperestler ve diğer dinlere mensup kimselerle dinsizlerin kestiği hayvanların eti yenmez, haramdır. [737]
Kurban niyetiyle kesilecek hayvanı, -kitabî de olsa- müslüman olmayana kestirmek mekruhtur.
a) Asıl Kitabîler:
Asıl olarak kitabî kavramı, yahudiler ve hıristiyaniar için kullanılır. Bunlar dışında kalanların kitabî sayılması, -az sonra görüleceği gibi- ihtilaflıdır.
b) Katma Kitabîler:
1- Mecusîler: [739]
(a) Cumhur'a göre, mecusîler, müşrik sayılır ve kestikleri yenmez.
(b) İbn Hazm'e göre, mecusîler de ehli kitap içerisinde yer alır.
Dinler tarihi mütehassıslarından bir başka biri olan el-Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Fırak adlı kitabında, mecusîlerin Zerdüşt'ü peygamber olarak tanıdıklarını belirtir. Eski kültürleri iyi bilen bazı çağdaş bilginler, msl. Mevlana Ebu'l-Ke-lam Azad, bu görüşün doğruluğunu desteklemektedirler.
2- Sabiîler: [740]
(a) Cumhur'a göre, sabiîler, kitabî değildir.
(b) Ebu Hanife, sabiîleri de kitabî kavramı içerisinde ele alır.
3- Budist ve Brahmanistler:
Bazı çağdaş bilginler, putperest diğer mecusîlerin, msl., budist ve brahmanistlerin de kitabî kavramı içerisinde yer alması gerektiği görüşündedir. [741]
4- Samirîler: [742]
Hanefî Mezhebine göre, samirîler, yahudilerden kabul edilir ve böylece kitabî kavramı içerisinde ele alınır.
a) Kestiği İttifakla Yenenler: [743]
Mürted ve Benî Tağleb hıristiyam olmayan, kendileri için kesen, tesmiyeyi terketmedikleri bilinen, kitaplarında haram olmayan veya kendilerinin haram kılmadığı bir hayvanı kesen kitabîlerin bu kestikleri ittifakla yenir.
b) Kestiğinin Yenmesi İhtilaflı Olanlar:
1- Müslümana Niyabeten Kesenler: [744]
(a) İmam Malik'ten, caiz olup olmadığı konusunda her iki görüş de nakledilir. Ancak meşhur olan görüşüne göre, udhiye için caiz olmadığı, et için caiz olduğudur.
(b) Cumhur'a göre, müslüman yerine kesim yapan kitabînin kestiği yenir, ancak onlara kestirmek mekruhtur.
2- Ebeveyninden Biri Kitabî Olanlar: [745]
Kitabî biri, mensuplarının kestiği yenmeyen dinlerden birine girerse, bu durumda onun kestiği de yenmez. Ana veya babasından biri kitabî olup, diğeri olmayanın kestiği yenir mi?
(a) Hanefî Mezhebine göre, hangisi kitabî olursa olsun yenir.
(b) eş-Şafiî ise Hanefî Mezhebinin tam tersini düşünerek yenmez görüşünü savunur.
(c) Malik'e göre, babası kitabî olursa kestiği yenir.
3- Tesmiyeyi Yapıp Yapmadığı Bilinmeyenler: [746]
Cumhur'a göre, tesmiyeyi terkedip terketmediği bilinmeyenlerin kestikleri yenir; bazı hukukçulara göre yenmez.
4- Beni Tağleb (Arap) Hıristiyanları: [747]
Cumhur'a göre, Arap hıristiyanlarının kestikleri yenirken; -birer nakilde- Hz. Ali ve eş-Şafiî'ye göre yenmez.
5- Allah'tan Başkasını Ananlar: [748]
Kesim sırasında Allah'tan başkasının adını, msl., Mesih ve Yehuda'yı andığı duyulmayanların kestiği yenir. Fakat Allah'tan başkasını andığı duyulanların kestiği ne olacaktır? Cumhur'a göre, bunların kestiğini yemek haramken, Hz. Ali'ye göre -âyetin mutlaklığından dolayı- mubahtır.
6- Kilise ve Bayramlar için Kesenler: [749]
Malik'e göre, kilise ve bayramlar için kitabîlerin kestiklerini yemek mekruh iken, malikî hukukçu Eşheb'e göre mübâh, eş-Şafıî'ye göre haramdır.
7- Kitaplarında Haram Kılınan Hayvanı Kesenler: [750]
Maliki Mezhebinin meşhur görüşüne göre, kitaplarında haram kılınan hayvanları kesince, bunları yemek caiz değildir:
(a) İbn Vehb ve İbn Abdilhakem'e göre, bu şekildeki hayvanların etlerini yemek caizdir.
(b) İbnu'l-Kasım'a göre, böylelerinin kestiğini yemek caiz değildir.
(c) Eşheb'e göre, kendilerinin haram kıldığı mubah, Allah tarafından haram kılınanlar ise haramdır.
(d) Bazılarını göre, bu şekilde kesilen hayvanların etlerini yemek mekruhtur.
8- Kesim Şekli Müslümanlara Benzemeyenler: [751]
(a) Cumhur'a göre, kitabîlerin boğazlama şeklinin müslümanlarınki gibi olması, yani kesimin keskin bir aletle yapılması vb. gerekir.
(b) Bazı malikî hukukçulara göre, kitabîlerin kesim şeklinin bizimkine benzemesi şart değildir; önemli olan, yaptıkları kesimin, kendi dinlerine göre muteber olup olmadığıdır. Bu görüşü savunanlardan biri olan Kadı İbnu'l-Arabî, ilgili âyetin tefsirinde şöyle açıklama yapmaktadır:
“Avın ve kitabîlerin yiyeceklerinin, Allah'ın helal kıldığı temiz yiyecekler olduğuna ve bunların mutlak olarak helal olduğuna bu âyet kesin delildir. Allah Teâlâ şüpheleri ve zihinlere gelen, uzun uzadıya sözü gerektiren bozuk itiraz ve düşünceleri silmek için bunu tekrarlamıştır.
“Tavuğun boynunu bükerek onu öldüren, sonra pişiren hıristiyanın bu yiyeceği yenir mi veya yiyecek olarak ondan alınabilir mi?” diye bana sordular; şöyle dedim:
Yenir, çünkü bu onun, papazlarının ve din adamlarının yiyeceğidir; bu bize göre uygun bir boğazlama değilse de, Allah onların yiyeceklerini bize mutlak olarak mubah kılmıştır. Allah'ın haramdır dedikleri dışında neyi helal bilirlerse o bize de helaldir. Bilginlerimiz,
“Onlar kadınlarını bize verirler evleniriz de, nasıl olur kestiklerini yemeyelim? Halbuki helallik ve haramlıkta yiyecekler daha alt derecede kalır” demektedirler. Onların tezkiye kabul edilmeyecek şekilde, msl., boğarak, kafasını parçalayarak (yani tezkiye maksadı taşımaksızın öldürmeleri haramdır, murdardır) görüşüyle ikisi arasında bir çelişki yoktur: Maksad, onlarca tezkiye edilmiş kabul edilenlerin yenmesi -her ne kadar sahih tezkiye değilse de- bizce de helaldir; tezkiye edilmiş görebildikleri bize de helal değildir. Onlarla tezkiye konusundaki ortak anlayış, yenmesini helal kılmak için hayvanın canını gidermek maksadıdır.”
Bu görüşü benimseyenlere göre, müslümanlarea yenmesi helal olan hayvanları kitap ehli kafirler kesmiş veya başka bir yolla öldürmüşlerse, bakılır: Eğer bu öldürme şekli, onların dinine göre uygun ise, böyle öldürülmüş bir hayvanı yiyorlarsa, bunu müslümanlar da yiyebilir; dinlerine göre yenmezse müslümanlar da yiyemez. Bu durumda, elektrikli âletlerle kesilen hayvanların etleri yenir.
Müslüman veya kitabîlerin kestikleri konusunda -tezkiyesi nasıl oldu, şartların bütünü bulundu mu, Allah adı anıldı mı gibi sorulara yer vermeksizin- ilke şudur: [752] İster -cahil veya fasık- müslüman, ister kitabî olsun, bizden bilemeyeceğimiz şekilde uzak olan durumlarda kesilenlerin helal olarak yenmesidir. Buhari'de rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber'e (sav),
“Bir topluluk bize et getiriyor, Allah adını anıp anmadıklarını bilmiyoruz?” diye sorunca, O
“Siz onu yerken Allah adını anın ve yeyin” diye cevap verdi. Bilginler bu hadis hakkında “Fiiller ve tasarruflar, sahih veya bâtıl olması aleyhinde delil bulunana kadar sahih ve salim olduğuna yorumlanır” görüşünü belirtirler.
İbn Rüşd de, ilgili görüşleri naklettikten sonra, haram kılma konusunda Allah'ın veya kendilerinin haram kılması ayırımı yapmanın doğru olmayacağını, kitabîlerin kestiklerinin mutlak olarak yeneceğini, yenmezse ilgili âyetin helâl kılma hükmünün kalkması gerektiğini belirtir. [753]
a) Cumhur'a göre, sabiîler kitabî olmadıklarından kestikleri yenmez.
b) Ebu Hanife'ye göre, sabiîler de kitabî sayıldıklarından kestikleri yenir.
a) Cumhur'a göre, -müşrik olduklarından- mecusîlerin kestiği yenmez.
b) İbn Hazm'e göre, mecusîler de kitabîler içerisinde yer aldıklarından kestikleri yenir.
a) Cumhur'a göre, mürtedlerin kestikleri yenmez.
b) İshak b. Raheveyh'e göre, mürtedlerin kestiklerini yemek caizdir.
c) Sevrî'ye göre ise, mürtedlerin kestiklerini yemek mekruhtur.
Mürahik (buluğ yaşına yakın) mürtedlerin kestiği, Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre yenmezken, Ebu Yusuf’a göre yenir.
Dinsizlerin, msl., dürzîler ve komünistlerin kestikleri yenmez, helal değildir.
a) Cumhur'a göre, kadın ve çocuğun kestiği yenir, yenmesi mekruh değildir.
b) Hanefî Mezhebine göre, kesmeye aklı erer ve gücü yeterse, çocuğun kestiğini yemek caizdir.
c) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, mümeyyiz olmayan çocuğun kestiğini yemek sahih değildir.
d) Ebu'l-Mus'ab'a göre, kesme gücünden yoksun olanların kestiklerini yemek mekruhtur.
a) Hanefî Mezhebine ve Malik'e göre, kurban vejfâ eti yenecek hayvanı kesen kimsenin, akıllı olması ve sarhoş olnlaması gerekir. Çünkü bunlar, Allah adını anmayabilirler. Fakat Hanefî Mezhebine göre, aklı erer ve gücü yeterse, sarhoşun kestiği yenebilir.
b) eş-Şafîî'ye göre, eti yenecek hayvanı kesecek kimsenin, akıllı olması ve sarhoş olmaması şart değildir.
c) Şafiî Mezhebine göre, deli ve sarhoşların kestiklerini yemek helal değildir.
d) Hanbelî Mezhebine göre, kesim yapacak kimsenin, deli ve sarhoş olmaması şarttır.
Deli için geçerli olan hükümler, sarhoş için de sözkonusudur.
a) Bazı hukukçulara göre, namaz kılmayan müslümanların kestiği hayvanların eti yenmez.
b) Hanbeli Mezhebine göre, fâsık da olsa müslümanın kestiği yenir.
a) Cumhur'a göre, hırsız ve gâsıplarm kestiklerini yemek caizdir.
b) Davud ez-Zahirî Ahmed b.Hanbel ve İshak b. Raheveyh'e göre, bunların kestiklerini yemek caiz değildir.
İhtiyarî tezkiyede Allah'ı anmak, belli bir hayvana dair olacağından, hangi hayvanın kesileceğini tayin ve tespit etmek gerekir. Bu sebeple, ardarda iki hayvan kesen kimse, birinci için yaptığı tesmiyeyi yeterli görürse, ikincinin eti yenmez, her biri için ayrı ayrı tesmiye yapmak gerekir.
Zarurî tezkiyedeyse, tezkiye hayvana değil, atım ve göndermeye yapıldığından, tayin ve tespit şartı aranmaz.
Kesim anında hayvanda canlılık eserinin bulunması şarttır:
a) Cumhur'a göre, canlılık eseri bulununca, tezkiye uygulanır: Ebu Hureyre'ye göre hareket bulunması gerekir. Şafiî Mezhebi ve Zeyd b. Sabit'e göre hareket gerekmez (Şafiî Mezhebine göre, açlık durumunda da aynı hüküm uygulanır). Said b. el-Museyyeb, Zeyd b. Eşlem ve Muhammed b. el-Mevvaz'a göre göz yumma, kuyruğunu oynatma ve ayağını tepme; İbn Habib'e göre, bu üçüne ek olarak solunum yapma şartları aranır.
b) Meşhur olmayan nakilde- Malik'e göre, bu durumdaki hayvanlara tezkiye uygulanamaz.
Yuvarlanma, süsme, boğma ve yırtıcı hayvanın taarruzu gibi öldürücü sebepler ve fakat öldürücü bir maddenin vurmamasından dolayı yaşadığı tahmin edilen hayvanlara tezkiye uygulanır.
Öldürücü bir sebep vb.'den dolayı yaşama ümidi olmayan hayvanlar için aşağıdaki gibi hareket edilir:
a) Ebu Hanife, eş-Şafiî, Zuhrî ve İbn Abbas'a göre, bu durumdaki hayvanlara tezkiye uygulanabilir.
b) Bir grup hukukçuya göre, böyle bir hayvana tezkiye uygulanmaz.
c) İmam Malik'ten her iki görüş nakîedilirse de, meşhur olan uygulanmadığı görüşüdür.
a) Ebu Hanife'ye göre, ölmek üzere bulunan bir hayvanda, kesim anı için belli bir canlılık eseri ölçüsü yoktur.
b) Ebu Yusuf, Muhammed eş-Şeybanî ve Şafiî Mezhebine göre, belli bir canlılık eserinin bulunması gerekir:
(1) Ebu Yusuf’a göre, bu durumda, hayvanın yaşayamayacağını bilerek kesmekle et yenmez, bu durumuyla hayvanın yaşayacağı bilinirse kesilir ve yenir (Yarım günden fazla yaşaması gerektiği şartını benimsediği de nakledilir).
(2) Muhammed eş-Şeybanîye göre, canlılığı kesimden sonraki zamana kadar veya daha az sürerse yenmez; bundan fazlaysa yenir.
(3) Şafiî Mezhebine göre, hayvanda kanın fışkırarak akması, şiddetli bir hareket gibi ihtiyarî hareket bulunması gerekir.
Bunlar av hayvanları için sözkonusudur. Gerek avcı gerek yardımcı hayvanla ilgili bir kısım şartlar bulunmaktadır. [765]
a) Kesimi, gündüz yapmak müstehap,
b) Kesimi, demirden olan keskin aletlerle yapmak müstehap, keskin olmayanlarla yapmak mekruhtur,
c) Kesimi, süratli yapmak müstehap, ağır davranmak mekruhtur,
d) Uzun ayaklı ve boyunlu hayvanlarda nahr, diğerlerinde zebh şeklindeki kesimi uygulamak sünnet, tersini yapmak mekruhtur,
e) Kesimi, hayvanın boğazının üst yanından değil, alt yanından yapmak müstehap, tersi mekruhtur,
f) Bütün evdacı kesmek müstehap, bir kısmını kesmek müstehap, tersi mekruhtur,
h) Kesenin ve hayvanın kıbleye dönük olması: Kesim sırasında kıbleye dönmek bir gruba göre müstehap, bir gruba göre mubah ve caiz, bir gruba göre vacip, bir gruba göre ise mekruhtur. [767]
i) Kesim sırasında “Allah'ım, filancadan kabul et” diye dua etmek mekruhtur. Çünkü dua, kesim öncesi veya sonrasında yapılır.
j) Kesimden sonra, hayvan soğumadan boğazını tamamen kesmek ve yüzmeye başlamak mekruhtur,
k) Hayvanı kesim yerine ayaklarını çekerek götürmek mekruhtur,
1) Hayvana sıkıntı vermek ve bıçağı gözü önünde bilemek mekruhtur.
Sünnet üzere yapılacak kesim uygulaması, aşağıdaki gibidir: [768]
a) Keskin ve büyük bir bıçak hazırlanarak, kurbanın gözünden uzak bir yere konur,
b) Hayvanın ayakları ve yüzü kıbleye gelecek şekilde, sol yanı üzerine yatırılır. Sağ arka ayağı dışındakiler bağlanır. Bu sırada -varsa- diğer kurbanlıkların bu anı seyretmemesi sağlanır.
c) Hayvan yatırıldıktan sonra, şu dualar okunur:
(1) “Allahumme, Hazâ Minke ve İleyke.” (Allah’ım, bu sendendir ve yine sanadır).
(2) “İnni Veccehtu Vechiye lillezî Fatara's-Semâvâti ve'l-Arda Hanîfen. Vemâ Ene mine'l-Muşrikîn.” (Şüphesiz, Allah'ı bir tanıyan olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allah'a yönelttim.) [769]
(3) “İrine Salâtî ve Nusukî ve Mahyâye ve Memâtî lillâhi Rabbi'l-Alemîn. Lâ Şerike leh.” (Şüphesiz, benim namazım da, ibadetlerim de kurbanım da, hayatım da, ölümüm de hiçbir ortağı olmayan âlemlerin Rabbı Allah'ındır.) [770]
d) Dualar okunduktan sonra tekbir getirilir ve Bismillahi Allahu Ekber denerek hayvan kesilir,
e) Hayvan böylece kesildikten sonra tamamen ölünce ve sükûnet buluncaya kadar beklenir. Tamamen ölmeden yüzmeye başlamak, omuriliğe bıçak saplamak vb. azap verici davranışlarda bulunmak mekruhtur.
Kurbanın sahih olması için mudahhi'nin (kesenin) niyeti, takarrub ilallah (Allah'a yakınlaşma) olmalıdır. Bunun dışındaki niyetlerle kesilen hayvanlar, kurban yerine geçmez. Niyetin, aslında kalple yapılması gerekir; ancak dille de yapmak uygun olur.
Namazda olduğu gibi, kurban keserken de niyetin kesme işlemiyle birlikte olması gerekir; bu şart, ancak zaruret halinde, msl., kesime başlayınca düşer.
Ortakların hepsi müslüman olmalıdır.
Koyun ve keçi, ancak bir kişi için kurban edilebilir. Değeri ne kadar yüksek olursa olsun, birden fazla kişi tarafından ortaklaşa kesilemez.
a) Cumhur'a göre, deve ve sığır, yedi kişiye kadar ortaklar arasında kurban edilebilir. Bir kişi, kendi başına kesmek üzere aldığı sığır ve deveye, sonradan altı veya daha az sayıda kişiyi ortak edebilir; ancak, bu hareket tarzı mekruhtur. Yalnız, fakir, bu durumda hiç kimseyi ortak edemez. Çünkü onun bu hayvanı artık adak gibidir.
b) Maliki Mezhebine göre, ortaklık bedelde değil, sevapta olabilir. Bu da nafakası ayrı olana ve aynı evde oturanlara sahihtir. Bir deve ve sığır, yedi kişiden fazla da olsalar, bir ev halkı için caiz değildir; hedy kurbanları da böyledir, koyun da aynı hükmü alır.
c) Ebu Hanife ve Sevrî'ye göre, ortaklık mekruhtur.
Her ortağın kurbanlık sığır veya devenin en az yedide birine sahip olması,
Kölenin niyeti sattih olmadığından, ortak olması da sahih değildir.
a) Hanefî Mezhebine göre udhiye kurbanı, şükür hedyi, ihsar ve av cezasına ait hedyler vb.'de her ortağın niyeti kurban, hedy, keffaret gibi takarrub ilallah (Allah'a ibadet) olmalıdır. Ortakların, birinin niyeti et, diğeri bambaşka bir gaye, bir diğeri de takarrub için kesmek üzere ortak olması halinde, hepsinin kestiği bâtıl olur:
b) eş-Şafiî'ye göre, her ortağın niyetinin takarrub olması şart değildir.
a) Hanefi Mezhebine göre, ortak olarak kesilecek kurbanlarda her ortağın niyetinin aynı, msl., hepsininki udhiye ve hepsininki şükür hedyi olması şart değildir.
b) Hanefî hukukçu Züfer'e göre, ortaklardaki niyetlerin hep aynı çeşit takarrub olması gerekir.
Ebu Yusuf’a göre, ortaklaşa kesilen kurbanlarda etlerin tartılarak bölüşülmesi gerekir; zaruret halleri dışında, etleri tahmine göre bölüşmek, caiz değildir. [774]
Kesen başkası olunca, kurban sahibinin açık veya delâlet yollu izninin bulunması gerekir. Gasbedilen kurbanlığın kesilmesi, bu şart dolayısıyla da sahih değildir.
Tesmiye, tezkiyenin sahih olma şartlarını incelerken genişçe ele alınmıştı.
Udhiye kurbanının sahih olması için, özel vaktinde, yani eyyamı nahir veya kurban bayramı günleri denen Zilhicce ayının on, onbir ve onikinci günlerinde kesilmesi gerekir.
a) Şehirliler kurbanlarını, bayram namazından sonra keserler:
(1) Namazdan önce kesim ittifakla caiz değildir.
(2) Namazdan sonra, imamdan önce kesmek ihtilaflıdır: Malik'e göre bu durumda kurban kesmek caiz değilken, Ebu Hanife ve Sevrî'ye göre caizdir. İmamdan önce kurban kesilmeyeceği görüşü, bazı hanefî hukukçularından da nakledilir.
b) İmam olmayan köylerin kurban kesme durumları, aşağıdaki gibidir:
(1) Malik'e göre, en yakın imamın kesmesi beklenir.
(2) eş-Şafiî'ye göre, namaz ve hutbe kadar beklenir, sonra kesilir.
(3) Ebu Hanife'ye göre, önemli olan fecirden sonra kesmektir.
(4) Bir gruba göre, köylerde, güneşin doğmasından sonra kurbanı kesmek gerekir.
c) Kurbanı musallada (bayram namazı kılınan özel yerde) kesmek gerektiğinde, imamı beklenir mi? [776]
Maliki hukukçuların bir kısmına göre, musallada kesilince, imamın buradan ayrılması beklenir ve kurban öylece kesilir; bir kısmına göre ise, imamın ayrılmasını beklemek gerekmez.
İmam Malik'e göre,
bayramın birinci günü
Hanefî ve Şafiî
Mezheplerine göre, kurbanın
Hanbelî Mezhebine
göre, kurban
a) DM'e ve Zeydiye'nin Hâdeviye koluna göre, kurbanın son kesim vakti, bayramın üçüncü günü güneşin batmasıyla biter.
b) eş-Şafiî ve Evzaî'ye göre, dördüncü günde de kurban kesilebilir.
c) Bir grup hukukçuya göre, sadece bayramın birinci günü kurban kesilir.
d) Şâz bir görüşe göre, Zilhiccenin son gününe kadar kurban kesilebilir.
Kurban, belirtilen vakit içinde kesilmeyince, borç düşmeyip zimmette kalır; ancak, kurbanın kesilmesi caiz değildir. Kan akıtmak, artık tasadduka dönüşür:
a) Zengin kimse, kurbanlık hayvanı satın aldıysa, onu canlı veya bedel olarak, satın almadıysa, bedel olarak tasadduk eder. Hayvanın hiçbir şeyinden faydalanamaz, etinden yiyemez. Bununla birlikte, kurbanlık kesilirse, aynı hükümlere uyularak, yemeden ve noksanlık getirmeden tasadduk edilir, bunlara uyulmazsa değerleri ödenir.
b) Fakir kimse ise, kurbanı canlı olarak tasadduk etmek zorundadır, ondan hiçbir şekilde faydalanamaz.
Kurbanlık olacak hayvanın; özel nitelikteki ve kusursuz hayvanlardan olması şarttır:
Kurban edilecek hayvanların; belli cinste ve yaşta olması gerekir:
Kurbanlık hayvanlar deve, sığır, koyun ve keçidir. Bunlar dışındaki evcil hayvanlar kurban olmazlar.
a) Hanefî Mezhebine göre, evcil ile yabani arasında meydana gelen melez hayvanlarda, hayvanın anası esas alınır, anasının evcil olup olmamasına göre kurban olur veya olmaz.
b) ÜM'e göre, bu şekildeki hayvanlar kurban olmazlar.
a) Cumhur'a göre, her çeşit yabanî hayvan kurbanlık olarak kesilmez.
b) el-Hasen b. Salih'e göre, vahşî sığır yedi, yaban eşeği bir kişi için kurban olabilir.
Kurban edilecek devenin beş, sığırın iki, koyun ve keçinin bir yaşını bitirip, bir üst yaşa girmiş olması gerekir.
Koyun cinsi hakkında ileri sürülen görüşler yüç grupta toplanır:
a) Cumhur'a göre, koyun, bir yaşını bitirmese de kurban olabilir:
(1) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, altı aylık kuzu kurban olabilir.
(2) ez-Za'feranî'ye göre, kuzunun yedi aylık olması şarttır.
(3) Veki'a göre, altı veya yedi aylık olması gerekir.
(4) Bazılarına göre, kuzunun anası-babası genç ise altı aylık, yaşlı ise sekiz aylık olması gerekir.
(5) Bazı hukukçulara göre, enaz on aylık olması şarttır.
(6) Hanefî Mezhebi içindeki müfta bih görüşe göre, kaç aylık olduğuna bakılmaksızın, cüsse itibarıyla büyük ve gösteriş-liyse kurban edilebilir. Bu durumda, altı ayı doldurması şartı da aranır.
(7) Şafiî hukukçulardan Abbâdî'ye göre, yaşına basınca nasıl kurban edilebilirse, yaşına basmadan dişi düşerse de kurban edilebilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, koyun bir yaşını bitirip, ikinci yaşma girmesi şarttır. Aynı görüş, İbn Ömer ve Zuhrî'den de nakledilir.
c) Bir grup hukukçuya göre, koyunun kurban olabilmesi için, iki yaşına girmesi şarttır.
Keçinin kurban olabilecek yaşıyla ilgili iki görüş bulunmaktadır:
a) Cumhur'a göre, dişi düşmemiş, yaşına basmamış bir keçinin (çepiş) kurban olması caiz değildir; hatta bu konuda icma bulunduğu nakledilir.
W, Atâ ve Evzaî'den, çepişin de kurban olabileceği nakledilir; ancak bu görüşü, yaşlısını bulamayanlar için öne sürebilecekleri muhtemeldir.
Yaratıcısına bir kurbet olarak kesilecek kurbanın her yönüyle kusursuz ve mükemmel olması gerekir. Kurbanlık hayvanlardaki kusurları, mansus (sünnette belirtilmiş) olup olmamasına göre, iki sınfta ele almak gerekir:
Kaçınmak gereken ve az olduğu takdirde kusur sayılmadi-ğında ittifak edilen dört kusur vardır:
1. Arca': Hanefî Mezhebine göre, kesileceği yere gidemeyecek derecede topal; ÜM'e göre, kıra giderken diğerlerinin geçtiği hayvan.
2. Ağır hasta (merîda),
3. Acfa': Kemiklerinde ilik kalmamış derecede topal hayvan; dört adım atabilirse kusur az sayılır.
4. Avra': Bir gözü gitmiş.
Bu çeşit hayvanların kurban olarak kesilmesi, ittifakla caiz değildir.
Hadislerde belirtilmeyen kusurların, kurbanlık hayvana etkisi, hukukçular arasında çeşitli şekillerde ele alınmıştır:
a) Cumhur'a göre, kusuru mansustan çok olan hayvanlar, udhiye olarak sahih olmazlar.
b) Zahirî Mezhebine göre, -mansus olmadığından- bu durumda kesilen hayvan udhiye olarak sahih olur.
a) Malik'e göre, kusuru mansusa eşit oîan hayvanlar, udhiye olarak kesilemezler.
b) Maliki hukukçulardan İbnu'l-Kassar ve Bağdatlı olanlarına göre, -kaçınmak müstehap olmakla birlikte- kesilmesi sahihtir.
c) Zahirî Mezhebine göre, kaçınmak müstehap olmadığı gibi, kurban da sahihtir.
ÜM'e göre, amyâ olan hayvanlar, kurban olarak kesilmezler; hatta Şafiî Mezhebine göre, bu veya iki gözünde beyazlık (katarakt) çok olan hayvanlar da sahih değildir. Bu görüşteki diğer iki mezhep, Hanefî ve Hanbelî Mezhebidir. Körlüğün tespiti için ölçü, gözbebeğinin gitmesidir.
Ames denen ve gözün yaşarmasından dolayı görmeyen hayvanların bu kusuru bir zarar vermez.
a) Hanefî Mezhebine göre, sürüye gitmediği takdirde, kurban olarak kesilmez.
b) Şafiî Mezhebine göre, kıra gitmeyip geri dönen hayvan, kurban olmaz.
c) Malikî Mezhebine göre, devamlı olarak bu şekildeyse caiz değil, bazan bu haldeyse caizdir.
a) Hanefî Mezhebine göre, uyuzluk, semizse az, zayıfsa çok kusur sayılır ve kurban olmaz.
b) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, -az bile olsa- uyuzluk çok kusur sayılır.
c) Hanbelî Mezhebine göre, eti bozarsa uyuzluk çok kusur kabul edilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, kulağın biri olmayınca kesilebilir, yarısı kopuk ise çok kusur sayılır.
b) Şafiî Mezhebine göre, az veya çok kulağı olmayan hayvan, çok kusurlu kabul edilir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, çoğunluğu olmayınca, kusur çok sayılır.
d) Malikî Mezhebine göre, üçte biri kopuksa kusur az, fazlası çok kusur kabul edilir.
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, kuyruğun yarısı gitmişse kusur çok, bundan azı ise az kusur sayılır. Şafiî Mezhebine göre, kuyruğu küçükken kopan veya kuyruksuz doğan hayvanlar kusursuz sayılır.
b) Maîikî Mezhebine göre, doğuştan olunca, caiz değildir; sonradan olunca üçte biri gitmişse kusur çok sayılır.
c) Hanbelî Mezhebine göre, kuyruksuz veya kuyruğu kesik hayvanlar, kurban olarak kesilebilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, böyle bir durum, kurbanın sahih olmasına engel değildir, önemli olan yarısının gitmemesidir.
b) Şafiî Mezhebine göre, bu gibi hayvanlar az kusurludur.
c) Malikî Mezhebine göre üçte birden sonrası çok, azı az kusur sayılır.
d) Hanbelî Mezhebine göre, bu gibi hayvanların kesilmesi kerahatle caizdir.
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, burmalar, kurban olarak sahihtir.
b) Şafiî Mezhebine göre, eti yenen hayvanların küçükken ve normal bir zamanda burulması halinde, bu durumları az kusur sayılır.
a) Hanefî Mezhebine göre, kırık, iliğe kadar ulaşmışsa, kusur çok olur.
b) Şafiî Mezhebine göre, -az veya çok olsun- kırık, etine bir noksanlık vermezse, az kusurlu kabul edilir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, çoğunluğu ve kabuğu gitmişse, çok kusurlu kabul edilir.
Hanefî, Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, doğuştan boynuzsuz hayvanlar, az kusurlu sayılır kurban olarak kesilebilir.
Şafiî Mezhebine göre, doğuştan- dişsiz hayvanlar, kurban olarak kesilebilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, çoğunluğu bulunursa, kusur az kabul edilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, tamamı gitmişse çok, bir kısmı gitmişse ve bu yem yemesine engelse, kusur yine çok sayılır.
c) Malikî Mezhebine göre, iki ve daha fazla dişi düşünce, hayvan çok kusurlu kabul edilir.
d) Hanbelî Mezhebine göre, dişlerin hepsi giderse, kusur çok olur.
a) Hanefî Mezhebi ile Malik ve eş-Şafîî'ye göre, doğuştan kulaksız hayvanlar, çok kusurludur.
b) Ebû Hanife'ye göre, bu tür hayvanlar az kusurludur.
c) Hanbelî Mezhebine göre, doğuştan kulaksız hayvanlar, kurban olarak kesilebilir.
a) Hanefî Mezhebine göre, meme ucu bulunmayan hayvanlar çok kusurludur.
b) Hanbelî Mezhebine göre, meme ucu kuruyan hayvanlar çok kusurlu kabul edilir.
c) Malikî Mezhebine göre, bu çeşit hayvanlar çok kusurludur.
Hanefî Mezhebine göre bu çeşit hayvanlar kurban olarak kesilebilirken, Malikî Mezhebine göre kesilemez.
Hanbelî Mezhebine göre, bu çeşit hayvanların kurban olarak kesilmesi sahih değildir.
a) Hanefî Mezhebine göre, bu şekildeki hayvanların kusuru doğuştansa, çok kusurlu kabul edüir.
b) Şafiî Mezhebine göre, doğuştan bu şekilde olursa kurban olabilir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, çoğu gitmişse, kesilmesi caiz değildir.
Maliki Mezhebine göre organları kırık hayvanlar kurban olarak kesilemezler.
Maliki Mezhebine göre, bekma hayvanların kurban olması sahih değildir.
Hanefî Mezhebine göre, devamlı pislik yiyen hayvanların, hem kurban, hem de eti yenmek için kesilmesi sahih değildir. Bu sebeple, deve ve sığır bu durumda on, koyun ve keçi dört gün ayrı bir yere kapanarak pislik yemesi önlenir.
Çok kusurlar, kurbanlık alındıktan sonra meydana gelirse, Hanefî Mezhebine göre zengin kimsenin yenisini alması gerekirken, ÜM'e göre gerekmez; fakir kimse ise, hiçbir şekilde yenisini almaz. [785]
Kurban olarak kesilecek hayvanın, mükellefin mülkiyetinde bulunması şarttır:
a) Gasbedilen hayvan kesildiğinde, ne gasbeden, ne de mükellef için geçerlidir. Fakat Hanefî Mezhebine göre, gasbeden, bedelini tazmin eder ve sahibi de ona bırakırsa, kurban gasbeden için caizdir, sahibi değerini tasadduk eder; eş-Şafiî ve Züfer'e göre caiz değildir.
b) Vedia ve ariyet ile icare (kiralama) halinde, hayvanı sahibi değil, elinde bulunan keser ve sahibi değerini alma yolunu seçerek razı olursa kurban, kesen için sahih olmaz.
c) Rehin bırakılan kurbanlığın, mürtehin (rehin alan) tarafından kesilmesi caizdir. Fakat bazı hukukçular, borçla rehinin değeri eşit olursa caiz, rehin borçtan fazla olursa caiz olmadığı görüşünü benimser.
d) Fasid alım-satımla alınan hayvanın müşteri tarafından kesilmesi caizdir. Bu durumda satıcı, ister canlı olarak değerini, isterse kesilmiş olarak hayvanı alır. Hayvan kesilmiş olarak alınırsa, müşteri kesilmiş değerini tasadduk eder. Fasid hibe ile maraz-ı mevt halindeki borçlunun hibesi halinde de bu hüküm uygulanır.
Fakat bu durumlar, avlanma, halk (tıraş) keffareti veya etin tasadduku vacip kurbanlarda olunca, tasadduk şarttır.
a) ÜM'e göre, udhiye kurbanını kesen kimsenin müslüman olması şart değildir.
b) Maliki Mezhebine göre, udhiyeyi kesecek olan kimsenin müslüman olması gerekir. Kesen müslüman olmazsa, udhiye sahih değildir, fakat hayvan, kurban değil, et niyetine yenebilir.
a) Kesimden birkaç gün önce kurbanlığın bağlanıp, takarrub için hazırlanması ve ona özen gösterilmesi, işaret konulması,
b) Kurbanlığı kesim yerine sert, yağını çekerek getirmeyip, güzelce ve hayvana eziyet vermeden ulaştırmak,
c) Udhiye olarak alınan koyunun yününün kırkılması, sütünün sağılması mekruhtur. Çünkü kurbanlığın bizatihi kendisi kurbet içindir, bu sebeple kesim öncesinde onun herhangi bir yerinden faydalanılamaz. Süt, yün vb.'den faydalanan, bunları veya değerlerini tasadduk etmelidir. Bazı hanefî hukukçular, bu hükmün, adak kurbanı ile fakir kimsenin satın aldığı kurbanlar için geçerli olduğu görüşündedir.
d) Kurbanlığın satılması, Ebu Hanife ve Muhammed eş-Şeybani’ye göre -mekruh ise de- caizdir; Ebu Yusuf’a göre -artık vakıf hükmünde olduğundan- caiz değildir. Satılan kurbanlığın yerine, aynı değerdekini veya daha fiyatlısını almak gerekir.
e) Kurbanlık olarak satın alınan hayvan yavrularsa, yavru da anasıyla birlikte kesilir; kesilmeyip satılır veya elde tutulursa bedeli tasadduk edilir. Bununla birlikte, tasaddukun sadece fakirin satın aldığı udlıiye kurbanı için gerekli olduğunu savunan hanefî hukukçular da bulunmaktadır.
f) Udhiye kurbanına binmek, yük taşıtmak ve çalıştırmak mekruhtur; değerine bir noksanlık gelmedikçe, herhangi bir işlem gerekmez, ancak bunlar sebebiyle değerine noksanlık gelirse, bu noksanlık tutannca sadaka ödenir. Kurbanlıklar, bu işler için kira ile kullanılırsa, hem gelir, hem de değerine gelen noksanlık kadar sadaka ödenir.
a) Koyun ve sığırda zebh, devede nahr şeklindeki kesim müstehaptır, bunun aksi mekruhtur.
b) Dört damarın kesilmesi müstehaptır.
c) Zebh kesim şeklinin kafa tarafından değil, hulkumdan olması müstehaptır.
a) İyice bilir veya gücü yeterse, kurbanı bizzat kesmek, iyi yapamıyor ve gücü yetmiyorsa bilen başka birine kestirmek,
b) Gücü yetmeyenin müslümanı vekil yapması müstehap, kitabîyi vekil seçmesi ise mekruhtur,
c) Kesim anında mükellefin bizzat bulunması,
d) Tesmiyeden önce veya sonra dua etmek müstehap, duayı tesmiye anında yapmak mekruhtur; zira duayı tesmiyeden ayrı yapmak ayrıca müstehaptır,
a) Daha semiz, daha güzel ve daha büyük hayvanları kurban etmek,
b) Koyun cinsinin efdali beyaz, büyük boynuzlu ve burma olanlarıdır,
c) Koyun kesmek, değeri veya eti eşit olduğu takdirde, deve veya sığırın yedide birine ortak olmaktan efdaldir,
d) Koç kesmek, eti veya değeri eşit olunca, koyundan efdaldir,
e) Değeri eşit olduğu takdirde keçi tekeden, dişi deve erkeğinden, inek öküzden ve boğadan efdaldir,
f) Fazla sevap kazanmak için, hayvanın en değerlisini, eti en çok olanını ve fiyatı en yüksek olanını almak menduptur. Başından borcu savmak için, en zayıfını ve ucuzunu almaya çabalamak mekruhtur.
g) Kurban sahibinin, kurban kesildiği gün ilk yemeğini kurbanın ciğerinden yemesi menduptur,
h) Kesim sırasında, hayvanı kıbleye çevirmek menduptur,
i) İmam Malik'e göre, udhiyede- efdal olan koç, sığır, deve şeklindeki sıralamadır, hedy kurbanlarında tersi efdaldir, burma daha semizse onu kesmek diğerlerinden efdaldir; eş-Şafiî, Eşheb ve İbn Şa'ban'a göre deve, sığır, koyun şeklindeki sıralama efdaldir; Hanbelî Mezhebine göre efdaliyet sırası, bu son görüşteki gibidir.
Hayvanı keserken, keskin ve büyük bıçak kullanmak ve azap vermemek menduptur.
Hayvanı keserken, keskin ve büyük bıçak kullanmak ve azapsız kesmek menduptur.
a) Kesimden sonra, hayvanın bütün organlarının sakinleşmesine ve soğumasına, canlılığın bütün cesette sona ermesine kadar beklemek müstehap, bundan önce yüzmek vb. mekruhtur,
b) Mükellefin ve aile halkının kurban etinden yemesi Hanefî Mezhebine göre müstehaptır; İmam Malik'e göre hem yemek, hem tasadduk gerekir, sadece biri caiz değildir; İbnu'l-Mevvaz'e göre, mükellef ikisinden birini uygulayabilir. [789]
c) Efdal olan, kesilen kurbanın üçte birini kendi evinde yemek, üçte birini akraba ve dostlara dağıtmak, kalan üçte birini de fakir fukaraya dağıtmak menduptur; Zahirî Mezhebine göre, bu hareket tarzı şarttır. [790]
d) Kurban etinin bütünüyle tasadduku caiz olduğu gibi, tamamının ev halkı için saklanması da caizdir, ancak efdal olan yedirme ve tasadduktur. Bununla birlikte, kendi aile üyeleri kalabalık ve orta halli kimselerin, kurbanlığı tamamen kendilerine saklaması menduptur. [791]
e) Kasaba veya kesene, kurban etini ücret olarak vermek helal değildir. Kurbanı kesen fakir olursa da aynı hüküm uygulanır.
f) Kurban etlerinin satılması caiz değildir; deri vb.'nin satılması konusundaki hükümler, aşağıdaki gibidir: [792]
(1) Cumhur'a göre, derilerin satılması caiz değildir.
(2) Ebu Hanife'ye göre, sahibi kurban derisini evde kullanabilir. Deri vb. aynı kalabilecek şekilde kendisinden faydalanılan, yani tüketim malı olmayan maddelerle satış suretiyle değiştirilebilir, ancak kendisinden faydalanılamayan para vb. karşılığında satılması helal değildir. Buna rağmen satış yapıldıysa, bu satış, Ebu Yusuf’a göre nafiz (geçerli) değilken; Ebu Hanife ve Muhammed eş-Şeybanî'ye göre nafizdir, bedelin tasadduku gerekir.
Kurbanın derisi ve diğer' aksamı dağıtılacağı zaman, ilkin bunlar fakirlere yerilir. İstifadesi daha çok olursa, İmam Hatip Liseleri, ilmî dernek ve vakıflar vb. din ve millet yararına çalışan güvenilir kurumlara da verilebilir. Yapılan yardımları kötü yolda kullanan veya kurbana inanmadığı halde et ve derisi gibi kısımlarından faydalanarak, hatta bazan müslümanlığın aleyhinde çalışan kurum ve kişilere, bu kısımları vermek asla doğru değildir. Bu gibi kurumlara yapılacak yardımlarla, onların günahına ve suçuna ortak olunacağı gözden uzak tutulmamalıdır.
Kurban etleri, müslüman olmayanlara da tasadduk edilebilir.
Adak kurbanı, -adağın genel tanımına uygun olarak- kendisine vacip olmayan bir hayvanı kesmeyi, mükellefin kendiliğinden vacip kıldığı kurbandır. Çünkü cinsinde vacip bulunmaktadır: Bunlar, şükür ve ihsâr hedyi ile udhiye kurbanlarıdır.
Kendisine kurban vacip olmayan fakirin, kurban bayramında kesmek üzere aldığı kurban da Hanefî Mezhebine göre adak kurbanı gibi vacip hükmünü alır. eş-Şafiî ile Hanefî hukukçu ez-Za'feranî'ye göre, fakirin udhiye (bayram) için aldığı kurbanı kesmek vacip değildir; zengin kimsenin satın aldığı ise, ittifakla vacip olmaz.
Şartlan gerçekleştiğinde, adak kurbanını kesmek -hem zengine, hem fakire- vaciptir.
Adağın genel şartları, adak kurbanı için de aynen geçerli olur. [793]
Adak kurbanları, adağın genel teorisine bağlı olarak ele alınır. Buna göre, belirtilen cins, zaman, nitelik ve yerle ilgili adak sözlerine bağlı kalınarak, adak kurbanı kesilir.
Adak kurbanının etinden ve diğer kısımlarından, adak sahibi, karısı, annesi-babası, dedeleri, çocukları ve torunları yiyemezler; tamamının tasadduk edilmesi gerekir. Faydalanılan kısmın değerinin tasadduk edilmesi şarttır. [794]
Adak kurbanının kesilmesi için, udhiye kurbanında anlatılan hükümler aynen uygulanır.
Deve, koyun ve keçinin ilk yavrularına Fera' (ç. Furu' veya Fira') adı verilmektedir. Cahiliye devrinde, bu hayvanların ilk yavruları, putlar önünde kurban edilirdi. Başlangıçta yasak edilmeyen bu çeşit kurban, daha sonra neshedildi ve yasaklandı.
Cahiliye devrinde, Recep ayma saygı olsun diye putlar önünde kesilen koyuna Atîre (ç. Atair) denir. Recep ayına gösterilen bu saygının sebebi, haram ayların ilki olmasındandır. İslâm'ın ilk yıllarında, buna benzer şekilde Recep ayında Allah için kurban kesmek caizdi, daha sonra ise yasaklandı.
Gerek fera' ve gerekse atîre kurbanlarının kesilmesi mekruhtur.
Büyük hanefî hukukçu el-Kâsânî, ehli beytin putlar için koyun kestiklerini, onu hem yediklerini ve hem de yedirdiklerini, buna Recebiye dendiğini belirtir.
Bu kurbanın, İslâm'ın ilk yıllarında meşru kılınan atîre kurbanı olması mümkündür.
Sözlükte, “yeni doğan çocuğun veya yavrunun başında bulunan ana tüyüne akîka (ç.akaik) adı verilir. [798] İşte bu mânâya uygun olan yeni doğan çocuğundan dolayı, tüylerini kesip, adını verdikten sonra Allah'a bir şükür vesilesi ve nişanesi olsun diye kesilen kurbana da Akîka Kurbanı denmektedir. Aynı kelime, ana-babaya asi olmak ve karşı gelmek mânâsına gelen “ukuk” kelimesinden türemiş es-sıfatu'1-muşebbeheye benzediğinden, akîka yerine Nesîke demek daha uygundur ve doğrudur.
Yeni doğan çocuk için kurban kesme âdeti, cahiliye devrindeki Araplarda da vardır. Fakat onlar akîkayı, yalnız erkek çocukları için keserdi. Kız çocukları olduğu, zaman, fena halde sinirlenirler, hatta bazı kabileler onları diri diri toprağa gömerlerdi. [799] Erkek çocukların doğumunun yedinci günü, başını tıraş ederler ve kurban keserler, bu kurbanın kanından da çocuğun başına sürerlerdi. Zaten akîka kurbanı da, adını bu tüylerden almaktadır.
Hz. Peygamber (sav) cömertlik çağrısına uyup, cimriliği reddetmek, hıristiyanların vaftizine karşılık bir fiilin, lıaniflerce de benimsenmesini istihbab, hac sırasında yapılan tıraş ve kurban işlerine benzeyerek millet-i İbrahim'e mensup olunduğunun ilan edilmesi hikmetleriyle, bu âdeti benimseyerek kız çocuklarına da uygulanmasını sağlamıştır. [800] Çocuğun başına sürülen kan âdetini kaldırmış, yerine safran sürmeyi yerleştirmiştir. Ayrıca, kesilen tüylerin ağırlığınca altın veya gümüş tasadduk etme âdetini getirmiştir. Günümüzde çeşitli sebeplerle kesilen kurbanların kanından sürme, bu cahiliye âdetinin yeniden canlanmasıdır.
Akîka kurbanının hükmü konusunda, bazı hukukçular çocuklar arasında cinsiyet ayırımı yaparken, bazıları böyle bir ayırım yapmaz:
Akîka kurbanının kesilmesinde, çocuklar arasında cinsiyet ayırımı yapmayan hukukçular, kesim zamanında sınırlama açısından iki grupta ele alınabilirler:
Cumhur'a göre, akîka kesmek sünnettir (te'kidli müstehap); ancak terkiyle, günah işlenmiş olmaz. Mirasta ve şahitlikte olduğu gibi, bunda da erkeğe iki, kıza bir koyun kesilir. Malikî Mezhebine göre, her ikisi için de birer tane kesilir.
Zahirî Mezhebine göre, akîka kurbanı kesmek vaciptir; ister erkek, ister kız olsun, bir koyun kesilir.
Hanefî Mezhebinin tercih edilen görüşüne göre, akîka kesmek mubahtır. Bazı hanefî hukukçular mendup, bazıları da mekruh olduğunu ileri sürmektedir. el-Kâsânî, bu durumu şöyle açıklar: Akîka cahiliye devrinin faziletlerindendir, kurban emri gelince neshedilmiştir, bundan sonra kesilmesi mekruhtur, fakat nafile oruç ve sadaka bunun gibi değildir, zira onlar cahiliye devrinin birer fazileti değil, farzlarından biriydi, bu sebeple yerine getirilmemesinden dolayı udhiye diğerlerinin müeyyidesini kaldırmıştır.
Bazı hukukçulara göre, akîka kesmek vaciptir, ancak bu ilk yedi gün için sözkonusu olup, sonrası için vacip olduğundan söz edilemez.
el-Hasenu'1-Basrî ve Katade'ye göre, akîka, erkekler için kesilir, kız çocuğu için kesilmez.
Bir grup hukukçu, büyükler için de akika kurbanı kesilebileceği görüşündedir. [802]
Akîka olarak kesilecek hayvanların cinsleri ve yaşları, aynen udhiye kurbanında olduğu gibidir; ancak Malik, hedydeki fazilet sırasını tercih etmektedir.
a) Malik'e göre, hem erkek, hem kız için birer tane kesilir.
b) eş-Şafiî, Ebu Sevr, Davud ez-Zahirî ve Ahmed b. Hanbel'e göre, erkek için iki, kız için bir koyun kesilir.
a) Cumhur'a göre, akîka kurbanı, doğumun yedinci günü ke silir. Malik'e göre, doğum gündüz olunca bu gün hesaba katılmaz İbnu'l-Macişun'a göre katılır.
b) Bazı hukukçular, akîkamn, doğumun onbeşinci ve yirminci günlerinde kesileceği görüşündedir. Yirmibeşinci günde ke silebileceği görüşü de vardır.
Akîka kurbanının
Akîkayı kesen kimse ve aile üyeleri, udhiyede olduğu gibi kurbanın etinden yiyebilir, başkalarına da yedirebilir, tasadduk edebilir. Kemikler eklemlerden ayrılır; âdet olarak budu ebeye verilir.
a) Cumhur'a göre, kesilen akîka kurbanının kanından çocuğa sürülmez.
b) el-Hasenu'1-Basrî ve Katade'ye göre, kandan çocuğa sürülebilir.
Akîkanın kesildiği gün, çocuğun saçı tıraş edilir, ağırlığınca altın veya gümüş tasadduk edilir, bu günde adı konur.
Kabir kurbanının hükmünü, vasiyetli veya vasiyetsiz olmasına göre ele alabiliriz:
a) Hanefî Mezhebine göre, ölü için kurban kesmek caizdir.
b) Şafiî Mezhebine göre, ölü için kurban kesmek, sünnet değildir; bazı şafiî hukukçulara göre, bu şekilde kurban kesmek sahihtir.
Kabir kurbanında da, udhiye (bayram) kurbanının şartları aranır. Kendi arzusu ile kurban keserek sevabını ölüye bağışlamak isteyen kimse, bunu yılın herhangi bir gününde kesebilir; ancak arefe günü kesilmesi efdaldir. Zira arefe günü kesilince etler fakir-fukaraya dağıtılacak ve onların daha bayram gelmeden sevinmesi sağlanacaktır. Fakirler nasıl olsa kurban bayramında kesilen kurbanlardan faydalanacaktır. Halbuki, arefe günü fakirlerin bu şekilde bayramı sevinçli olarak karşılamasından doğacak sevap da büyük olacaktır. Bu konuda, Fetva Emîni Hacı Nuri Efendinin Şeyhülislamlığı zamanında verilen fetva da arefe gününü tercih etmektedir. .
Kabir kurbanının bayram günleri kesileceği görüşü de bulunmaktadır. Bununla birlikte, bu görüşe göre, kurban niyetiyle kesilecekse bayram günleri, sadaka olarak kesilecekse istenilen günde kesilebilir. [805]
Vasiyetsiz olarak kesilecek kabir kurbanının etinden sahibi ve ailesi yiyebilir.
Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, müteveffanın vasiyeti üzerine kurban kesilebilir.
Ölmeden önce, bir kimse kurban kesilmesini vasiyet etse ve ölse, mirasçıları tarafından kesilecek kurban, mutlaka bayram günlerinde kesilmelidir. Çünkü bu durumda, vasiyet edilen kurban kelimesine özel vakit şartı girmiş olacaktır.
Vasiyet üzerine kesilen kurbandan, mirasçılar faydalanamazlar, tamamının tasadduk edilmesi gerekir.
Ölünün vasiyeti olmadan onun parası ve malıyla kesilen kurban da vasiyet ile kesilmiş gibidir.
Yemin (ç, Eyman) sözlükte, “el, kuvvet ve and, kasem” manalarına gelir. Hukuk dilindeyse yemin, “Bir işi yapmak veya yapmamak konusunda kararlılığa veya iddiaya kuvvet kazandırmak için özel sözlerle yapılan akiddir.” [806]
Yemine Hılf veya Half; yemin edene Hâlif; yemini tutmaya Berr, yeminini tutana Bârr; yemini bozmaya veya gerçeğe aykırı yemin etmeye Hıns, bu şekilde hareket eden kimseye de Hânis adı verilir. Yemin yapılan konu, Mahlûfun Aleyh veya Muksemun Aleyh, kendisiyle yemin edilen söz de Mahlûfun Bih veya Muksemun Bih adını alır. [807]
|
YEMİN TABİRLERİ |
||
Yemin Etme |
Yemine Devam |
Yemini Bozma |
Bozmanın Sonucu |
Hılf |
Berr |
Hıns |
Keffaret |
Halip |
Bârr |
Hanîs |
Tekfir |
Mahlufun |
|
|
Mukeffır |
Aleyh |
|
|
|
(Muksemun |
|
|
|
Aleyh) |
|
|
|
(Muksemun |
|
|
|
Bih) |
|
|
|
Şema 60: Yemin Tabirleri
Yemin etmenin sebebi, kişinin karşısındakine doğru söylediğini kabul ettirmek, bir işi yapma veya yapmama konusunda kendisine veya başkasına gayret vermektir.
Allah'ın isim veya sıfatlarıyla yapılan yeminlere, Allah'a Yemin adı verilir:
a) Bir grup hukukçuya göre, Allah'a bile yemin edilmez, yemin asla meşru sayılmaz.
b) Cumhur'a göre, Allah'a yemin etmek caizdir, O'ndan başkasına yemin eden ise asidir:
(1) Hanefî Mezhebine göre, Allah'ın isim ve sıfatlarından biriyle yemin esasen caizdir, ancak evlâ olan çok yemin etmemektir.
(2) Şafiî Mezhebine göre, yemin etmek esasında mekruhtur. Bir insanın kurtarılması gibi bir vacibe bağlı olunca yemin vacip, ma'siyet içinse haramdır. Bir taatin yapılmasına veya mekruhun terkine, hakimin huzurunda doğrulukla, pekiştirmeye ihtiyaç duyulan bir konuda veya bir işin önemini anlatmak için yemin etmek mekruh değil mubahtır. Mendubun yapılması ve mekruhun terki için yemin ise menduptur.
(3) Maliki Mezhebine göre, -istenilmese de- Allah'ın isim veya sıfatlarından biriyle yemin esasında caizdir. Her ne kadar seleften sonra zaruret olmaksızın yemin bid'atse de, dinî işlerden birinin önemini belirtmek veya onu teşvik, mahzurdan nefret ettirmek müstehaptır.
(4) Hanbelî Mezhebine göre, yemin, bazan vaciptir, bazan haramdır, mekruhun yapılması veya mendubun terki ve alış-veriş için yemin mekruh, iki hasmı barıştırmak, kin veya kötülüğü kaldırmak gibi bir maslahat için yemin ise menduptur. Taatin yapılması veya ma'siyetin terki için yemin mendup değildir. Mubahın terki veya yapılması, ya da doğru veya doğru zannettiği konu ile taatin yapılması ve ma'siyetin terki için yemin mubahtır.
Yemin konusu (Muksemun Aleyh) ve kendisine yemin edilen varlıktan (Muksemun Bih) meydana gelen özel yemin sözü yeminin rüknüdür.
Yeminin Rüknü
----------------------------------------------------------------------------
Muksemun (Mahlufun) Bih. Muksemun (Mahlufun) Aleyh
(Vallahi) (Yarın gideceğim)
Şema 61: Yeminin Rüknü
Yeminin şartları; yemin edenle ilgili şartlar ve yeminin rüknüyle ilgili şartlar şeklinde incelenebilir:
Yeminin sahih olması için, hâlifin akıllı ve baliğ olması gerekir. Bu sebeple, deli ve çocuğun yemini ve adağı sahih olmaz. Ancak, sarhoş edici maddeleri bilerek kullanıp sarhoş olanın yemini ayık gibi geçerlidir.
a) Hanefi Mezhebine göre, yeminin sahih olması için, yemin edenin'müslüman olması şarttır.
b) ÜM'e ve eş-Şafiî'ye göre, hâlifin müslüman olması şart değildir; eş-Şafiî'ye göre, küfür halinde edilen yeminde hânis olunca keffaret oruçla değil, malla ödenir.
a) Hanefi Mezhebine göre, -feshedilmeye ihtimali bulunmayan bir tasarruf olduğundan, adak, azad ve talâk gibi- yeminde de ikrahın bulunmaması şart değildir. Mahlûfun aleyhi ikrah yoluyla hâlif değil de başkası yapınca hânis olunmaz.
b) ÜM'e göre, yeminin sahih olması için, ikrah bulunmaması gerekir; Maliki Mezhebine göre, ikrah halinde yemin in'ikad etmez. İn'ikad eden yemin, ya bir işi yapmaya (ki buna yemin-i hıns denir) veya terke (buna da yemin-i berr denir) aittir: Berr sözüyle hınsa zorlanınca keffaret gerekmez, ancak bu işi zararsızca yapabilmek mümkünken yapılmadığı takdirde keffaret gerekli olur. Hıns sözüyle hınsa zorlanınca -ki bu bir işi yapmamaya yemindir-hüküm ihtilaflıdır:
Meşhur görüşe göre, hânis olunur ve keffaret gerekir, bazılarına göre hânis olunmaz.
Hanefi Mezhebine göre, ister ciddî, isterse şaka yollu yapılsın yemin her durumda sahihtir; ÜM'e göre yeminin kasıtla yapılması gerekir.
Yeminin sahih olması için, hür olmak şart değildir; köle yemin eder de hânis olursa keffareti mal ile değil, oruçla öder.
Yeminin sahih olması için, onun rüknü olan yemin sözünün söylenmesi gerekir, kalpten geçirmek yemin yerine geçmez.
Allah'ın İsim veya Sıfatlarından biri olması
a) Allah'ın İsim ve Sıfatlarıyla Yemin Edilmesi:
DM'e göre, Allah'ın isim veya sıfatlarından biriyle yemin edilebilir:
(a) Hanefi Mezhebine göre, muksemun bih, isim veya sıfat olabilir:
(1) İsim olması:
a. Mezkur isim:
Allah'ın özel veya yemin niyetiyle -kerim, rahim, hakim, âlim gibi- O'ndan başkası için de kullanılabilen isimleri açık veya kinaye yoluyla yemin için kullanılabilir.
b. Mahzuf (Söylenmeyen) İsim:
“Yemin ederim, şehadet ederim” sözleri, Hanefi Mezhebine göre yemindir, eş-Şafiî ve Züfer'e göre yemin değildir, İmam Malik'e göre, bunlarla Allah kastedilirse yemin olurlar.” Adağım olsun, yeminim olsun” sözleri de yemin kabul edilir, Züfer'e göre, “yeminim olsun” sözü, yemin sayılmaz. Daha sonra tekrar belirtileceği gibi Kur'ân'a, Mushafa, sûreye, Allah'ın dinine, taatine, şerîatlerine, peygamberlere, meleklerine, arşına” yemin yapılmaz. Bazı hukukçulara göre “peygamberlere” yemin yapılabilir. Hacer-i esved, yer, gök, ay ve güneşe de yemin edilmez.
2) Sıfat Olması:
Allah'ın sıfatları üç çeşittir:
a-b. Sadece Allah için veya hem O'nun, hem de başkaları için eşit seviyede kullanılanlarla yemin edilebilir.
c. Hem Allah için, hem de O'ndan başkası için kullanılıp, daha çok bu son durumdakiler için kullanılan sıfatlarla yemin olmaz. Bazı hukukçular, yemin edilecek sözü, “insanların, dinin yasaklamadığı, ama yemin olarak kullandıkları sözler yemindir, böyle olmayanlar yemin değildir” şeklinde belirtirler. Buna göre, “izzetullah, azametullah, celalullah, kibriyası, kudreti, iradesi, rızası, muhabbeti, kelamı” gibi sözlerle yemin edilebilir. “Allah'ın rahmeti, gazabı” sözleriyle ise, yemin edilmez. Bazı Iraklı hanefi hukukçular, Allah'ın sıfatlarını zatî ve fiilî olmak üzere ikiye ayırır: Allah için bulunmaması düşünülemeyenler -msl., ilim, kudret vb. ispat edilip nefyedilemeyenler- zatî, böyle olmayanlar -msl., tekvin, rızık- ise fiilî sıfattır; zatî sıfatlar ezelî, fiilî sıfatlar ise hadistir. Zatî sıfatlarla yemin, Allah'a yemindir; fiilî sıfatlarla yemin edilmez. Zatî sıfatların ezelî, fiilî sıfatların hadis olduğu, Mu'tezile ve Eş'ariye'nin görüşüdür: Mu'tezile konuyu az önceki gibi açıklarken, Eş'ariye, bulunmamasını düşünmek Allah için eksiklik ise bu sıfat zatî, eksiklik değilse fiilîdir, Matüridiye'ye göre ise Allah'ın bütün sıfatları ezelîdir.
(b) Şafiî Mezhebine göre, dört sözle yemin in'ikad eder (gerçekleşmiş olur):
(1) Allah'a mahsus olan -türemiş olsun olmasın, güzel isimlerinden veya başkasından olsun- isim veya sıfatla,
(2) Rahîm, Râzık, Rab, Hâlık gibi yaratıklarla izafet olmayan sözler ki bunlar hem Allah ve hem de başkası için kullanılıp, daha çok Allah için kullanılırlar.
(3) Allah'a ve başkasına eşit şekilde kullanılan isim: Âlim, Mevcut, Hayy. Bu ilk üç şekildeki sözlerle yemin kastedilince yemin in'ikad eder, aksi halde etmez: yemin kastedilir veya mutlak olursa, hepsiyle de yemin in'ikad etmiş olur; yemin kastedilmezse, hiçbiri ile yemin in'ikad etmez, ancak talâk, itak ve îla gerçekleşir. Allah'ın veya başkasının kastedilmesine göre de hüküm değişir: Allah kastedilirse, bütününde yemin in'ikad eder; Allah'tan başkası kastedilirse, ilkinde yemin in'ikad ederken, son iki sözlerle in'ikat etmez; hiçbir şey kastedilmezse, ilk ikisiyle yemin in'ikad eder, sonuncuda ancak Allah kastedilince in'ikad eder.
(4) İlim, kudret, izzet, kelâm, dileme, hak, azamet gibi zatî sıfatlarla. Halk, rızık gibi fiilî sıfatlarla yemin yapılmaz. Sıfat-ı selbiye ile yemin ihtilaflıdır. Sıfatla, sözün” muhtemel olduğu başka bir mana kastedilirse, yemin in'ikad etmez. “Allah'ın kitabı, yeminullah, Kur'ân, Mushaf, Tevrat, İncil” sözleriyle de yemin in'ikad eder.
(c) Maliki Mezhebine göre, muksemun bihin Allah'ın -ister zatı (msl. Allah), ister hem zatı, hem sıfatı için olsun (msl. Rahman, Kahir..), ve vücud gibi zatî, kudret, hayat gibi sıfat-ı maaniden biri olsun- güzel isimlerinden biri olması gerekir. Kıdem, beka, vahdaniyet gibi sıfat-ı selbiye ile yemin edilebilmesi ihtilaflıdır: Bunları hakikaten sıfat kabul edenlere göre, yemin edilebilir, itibari kabul edenlere göre edilmez. Fiilî sıfatlarla, yemin in'ikad etmez. “Kur'ân, Mushaf, kefaleti, iradesi, azameti, emaneti, ahdi” sözleriyle de yemin edilebilir. “Allah kefildir, bilir” sözleriyle de yemin kastedilirse, yemin in'ikad eder.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, yemin, iki şekilde in'ikad eder:
(1) Allah'ın ismiyle. Allah'tan başkası için de kullanılıp, çoğunlukla Allah için kullanılan Azîm, Rahîm, Rab, Mevlâ gibi isimlerle Allah kastedilir veya hiçbir şey kastedilmezse, yemin in'ikad eder. Allah'tan başkasına niyet edilirse in'ikad etmez. Allah içi kullanılmayıp, O'nun için de kullanılması muhtemel şey, mevcud, hayy, âlim, mü'min gibi sözlerle, Allah'a niyet edilirse yemin in'ikad eder, aksi halde yemin edilmiş olmaz. Hakkıillah, abdullah gibi Allah kelimesiyle izafet (isim tamlaması) meydana getiren sözlerle yemin in'ikad etmiş olur, ancak bunlarla yemin -bazılarınca tahrimen, diğerlerince tenzihen- mekruhtur.
(2) Allah'ın sıfatlarından biriyle, “Allah'ın kelamı” sözüyle de sıfatı kastedilirse yemin in'ikad etmiş olur. Mushafa yemin ise kerahatsiz olarak in'ikad eder, aynı şekilde “Kur'ân, sûre, âyet veya Kur'ân hakkına,-Tevrat, Zebur, Suhuf sözleriyle -yemine niyet edilse de- in'ikad etmez.
h) Allah'ın Sıfatlarıyla Yemin Edilememesi:
İbn Rüşd'ün naklettiğine bakılırsa, maliki hukukçu İbnu'l-Mevvaz'a göre, Allah'ın sıfat ve fiilleriyle yemin edilmez; yine onun belirttiğine göre, bu Zahirî Mezhebinin görüşüne de benzemektedir.
a) Yemin Anında Varlığının Düşünülebilmesi:
(a) Hanefî Mezhebine (Ebu Hanife, Muhammed eş-Şeybanî ve Züfer'e) göre, yemin ânında mahlûfun aleyhin hakikaten varlığının düşünülebilmesi gerekir. Bu, aynı zamanda istikbale ait yeminin in'ikad ve devam şartıdır. Ebu Yusuf’a göre, böyle bir şart aranmaz, şart olan yeminin istikbale ait olmasıdır. Mahlufun aleyhin varlığının âdeten düşünülebilmesi Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre şart olmayıp, Züfer'e göre şarttır.
Yeminin in'ikadından sonra, mahlûfun aleyhin ortadan kalkması halinde, onun muvakkat veya mutlak olması ile ispat veya nefy için olması gözönünde bulundurulur:
(1) Mutlak Mahlûfun Aleyh:
(a) İspat için Olması:
Mahlûfun aleyh mutlak olur ve ispat içinse -msl. “vallahi bu ekmeği yiyeceğim” şeklinde- hâlif ve mahlûfun aleyh bulundukça, hânis olunmaz, ikisinden biri yok olunca, hânis olunur, bu son durumda mahlûfun aleyhin ortadan kalkması ânında, hâniste ise hayatının son parçasında hıns gerçekleşir.
(b) Nefy İçin Olması:
Msl. “vallahi şu ekmeği yemeyeceğim, bu kaptaki suyu içmeyeceğim” şeklinde, yapmamak için edilen yeminlerde su veya ekmekten biri ortadan kalkmadıkça hânis olunmaz.
(2) Muvakkat Mahlûfun Aleyh:
aa- İspat İçin Olması: Mahlûfun aleyh, nas yolu ile yani hâlif in belirtmesiyle muvakkat olur ve ispat içinse -msl. “vallahi bu ekmeği bugün yiyeceğim” şeklindeyse-, hâlif ve mahlûfun aleyh ile vakit ortada bulunmaya devam ettikçe hânis olunmaz; hâlif ve mahlûfun aleyh bulunup vakit geçtiyse hânis olunur; vakit içinde hâlif yokolur, mahlûfun aleyh bulunur ve vakit geçtiyse hânis olunmaz; mahlûfun aleyh yok olur, hâlif bulunur ve vakit devam ederse, Ebu Hanife ve Muhammed eş-Şeybânî'ye göre yemin batıl olur, Ebu Yusuf ve Züfer'e göre bâtıl olmaz, hânis olunur, Ebu Yusuftan hemen mi, yoksa güneş batımında mı hânis olunacağı görüşlerinin ikisi de nakledilirse de ilki sahihtir.
bb- Nefy İçin Olması: Vakit geçince, halif ve mahlûfun aleyh bulunursa hânis olunmaz, mahlûfun aleyh vakit içinde yapılınca hânis olunur.
(b) Delâlet Yoluyla Muvakkat (Yemînu'l-Fevr ): Yemin, nas yoluyla mutlak olur ve fakat durum, onu -bir söze cevap veya bir emir üzerine olacak şekilde- hemen kayıtlamaya delâlet ederse - msl., birinin “gel, benimle ye” deyip “vallahi yemeyeceğim” cevabını vererek onunla yemez ve eve dönüp yerse, istihsan yoluyla hanis olunmaz, Züfer'in benimsediği kıyas yoluna göre hânis olunur.
(b) DM'e göre, mahlûfun aleyhin aklen ve âdeten veya sadece âdeten meydana gelmesi zaruri bir iş olmaması gerekir. Msl., “vallahi güneş doğudan doğar, ben öleceğim; cisim yer kaplar, göğe çıkacağım” şeklindeki yeminler, bunun örneğidir ve in'ikad etmezler. Bunlar dışındaki yeminler, in'ikad eder:
(1) Aklen ve âdeten mümkün olması,
(2) Âdeten imkânsız olması. Bu gibi yeminlerde, sadece yemin etmekle hânis olunur; (Hanefi Mezhebine göre böyle bir yeminde -yemin belli bir vakitle kayıtlanmadıysa hemen, kayıtlandıysa bu vakit geçince hânis olunur).
(3) Aklen ve âdeten olmayacak işlerden -msl., “filanın ölümüyle hayatını birleştireceğim” şeklinde- olması halinde, hemen yemin edince hanis olunur.
(4) Dinen olması -msl. “öğleyi kılacağım” veya olmaması -msl., şarap içeceğim- zarurî ise mun'akide yeminine girer.
(a) Hanefi Mezhebine göre, her çeşit yeminde, her çeşit istisnanın bulunmaması gerekir, ancak talâk konusunda istisna Allah ile yemin eden kişi arasındakinde hüküm ifade eder, kazada -mahkemede- faydası olmaz. İstisnanın sahih olması için, dört şart aranır:
(1) Kendisinin duyacağı şekilde söylemek; dilsizler için bu şart değildir, onların istisnaları sahihtir,
(2) İstisna ile müstesna minhin (kendisinden istisna yapılan) bitişik olması; zaruretsiz olarak ara verilirse istisna hüküm ifade etmez, zaruret dolayısıyla ara verince istisna sahihtir. İstisnada kasıt aranmaz,
(3) Müstesnanın, müstesna minhten fazla olması,
(4) İkisinin eşit olması. “Gücün yeterse” şeklinde istisna yapılır ve bununla yapma gücü kastedilirse, hiçbir zaman hânis olunmaz; âlet, sebep, organların bulunması gibi sebeplere gücün yetmesi kastedilir ve bu güç onda bulunur da yapılmazsa, hânis olunur.
(b) Şafiî Mezhebine göre, istisna, beş şartla bütün yemin ve akidlerde hüküm ifade eder:
(1) Müstesna ile müstesna minhin örfte bir söz sayılacak şekilde bitişik olması; nefes, yorgunluk, ses kesilmesi, az bir öksürükle ara verilmesi zarar vermez.
(2) İstisna ile yemin hükmünün kaldırılmasını kastetmek,
(3) İstisnaya yemin bitmezden önce niyetlenmek,
(4) İstisnanın müstesna minhi kaplaması,
(5) Kendi duyacağı şekilde söylemek.
(c) Maliki Mezhebine göre, inşallah istisnası veya edatlarla yapılan istisnanın hükümleri farklıdır:
(1) İnşaallah İstisnası: İnşaallah istisnası, Allah'a yeminle müphem adakta hüküm ifade eder ve yemin in'ikad etmez, keffaret gerekmez, ancak talâkla ilgili böyle bir yeminde talâk gerçekleşir. Allah'ın iradesiyle, kazasıyla ve kaderiyle yapılan istisnalar ihtilaflıdır; bazılarınca bu inşaallah istisnası gibidir, ezhar görüş de budur; diğer bazılarınca böyle bir istisna, yemini önlemez.
(2) Edatlarla İstisna: Bu çeşit istisna, her çeşit yeminde -talâk ve itak bile olsa- istisna edilen kısım için hüküm ifade eder. Şart, sıfat ve gaye ile kayıtlama da edatla istisna gibidir. İstisna -istikbale veya geçmişe ait olsun, mun'akide veya gamûs olsun- hüküm ifade eder ve yemine engel olur; gamûs yemininde hüküm ifade etmesi, günahın kalkması demektir. İstisnanın sahih olması için, beş şart aranır:
1. İstisna ile müstesna minhin birleşmesi; ancak öksürme, aksırma vb. kaçınılması imkânsız hallerde bitişik olma şartı aranmaz, selâm almak, hatırlamak için susmak vb. inde ise şarttır.
2. İstisna ile söylenmesi sırasında veya başında yemini iptal maksadı taşıması; söylendikten sonrası ise ihtilaflıdır: Meşhur görüşe göre, istisna bitişik olunca hüküm ifade eder; başka bir görüşe göre, yemindeki istisnayı ikiye ayırmak gerekir. Sayıda istisna yapılınca, yemin söylenmezden önce niyetin ortaya çıkmasıyla tesirli olur. Umumun tahsisi veya muti akın takyidiyle istisna yemin sözüne bitişik olunca hükme tesir eder. İstisna ile yeminin iptali değil de, teberrüken söylenmesi kastedilir veya hiçbir şey kastedilmezse hüküm ifade etmez.
3. İstisnayı söyleme maksadı taşıyıp, dil sürçmesiyle söylememek,
4. Gizlice de -msl- dil hareketiyle de- olsa istisnanın söylenmesi. Başkasının hakkına ait bir konuda istisna söylenmez, zira o hak sahibi istisnaya razı olmaz.
5. İkinci defa istisna ettiğini birinci defa istisna etmemesi. Birincide içine almasına niyet edilir, sonra çıkarılırsa istisna hüküm ifade etmez, bilakis yeminden önce çıkarmaya niyet gerekir. Msl., daha söylemezden önce eşini dışarıda bırakarak “şunu yaparsam her helal bana haramdır” der ve sonra mahlûfun aleyhi yaparsa, eş hakkında hiçbir şey gerekmez, fakat eşini de bunun içinde düşününce istisna hüküm ifade etmez. Bu konuya, Muhâşât meselesi denir. Zira eş, yemin dışında bırakılmış olur, o yemin dışında bırakılınca da yemin lagv -hükümsüz- olur.
(d) Hanbelî Mezhebine göre, istisna, -Allah'a yemin, adak, zıhar gibi- keffaret gereken her yeminde hüküm ifade eder, talâkta ise etmez. Allah'ın iradesiyle yapılan istisna, onunla meşiyyet kastedilirse inşallah istisnası gibidir, Allah sevgisi veya emri kastedilirse hüküm ifade etmez. İnşallah veya Allah'ın iradesi istisnalarıyla ta'lik (şarta- bağlama) değil, mahlûfun aleyhin gerçekleştirilmesi kastedilirse, yine hüküm ifade etmezler. İstisnanın sahih olması için, bazı şartlar vardır:
(1) Müstesna minhe bitişik olması; az bir ara zarar vermez.
(2) İstisnayı mazlum olmaksızın bizzat ve açıktan söylemesi,
(3) Müstesna minhi söylemezden önce istisna maksadı taşıması.
(e) Tabi'undan bazılarına göre, bulunduğu yerden ayrılmadıkça, hâlif istisna yapabilir.
(f) İbn Abbas'a göre, her zaman istisna yapılabilir.
Yeminin Şartları
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hâlifle İlgili Şartlar. Rükünle İlgili Şartlar
1) İslâm ----------------------------------------------------------------------------------------------
2) Akıl-Büluğ Genel Şartlar (Yemin Sözünün Söylenmesi) Özel Şartlar
Mahlûfun Bihle İlgili Şartlar Mahlûfun Aleyhle İlgili Şartlar
-----------------------------------------------------------------------------------------------
(Allah'ın isim veya sıfatlarıyla yapılması) 1) Yemin anında varlığının
düşünülmesi
2) İstisna bulunmaması
Şema 62: Yeminin Şartları
a) Hanefi Mezhebine göre, yemin, bir ma'siyeti yapmaya aitse, hânis olmak farzdır; ma'siyeti terke aitse, hânis olmayıp bârr olmak farzdır, terkine aitse hânis olmak farz olur, vacip terkedilmez. Olmaması olmasından evlâ veya yapılması ile yapılmaması eşitse, hüküm ihtilaflıdır:
(1) Bazılarına göre, ilk durumda hıns, ikinci ve üçüncüde berr evlâdır,
(2) Bazılarınca, hangi durumdaolursa olsun, yeminde bârr olmak gerekir. Yeminde hıns, ancak vakitle kayıtlanınca söz-konusu olur, yoksa hayatın sonuna kadar hanis olunmaz. Böyle bir durumda, yemin keffareti vasiyet edilir, mahlûfun aleyh bundan önce yok olursa keffaret ödenir.
b) Şafiî Mezhebine göre, hınsla ilgili beş hüküm bulunmaktadır:
(1) Vacip Hıns: Ma'siyetin (günahın) yapılması, vacibin terki için yeminde hms vaciptir.
(2) Haram Hıns: Vacibi yapma, ma'siyetin terki için yemin yapıldığında hıns haramdır, berr farzdır.
(3) Mend'ip Hıns: Mendubun yapılması, mekruhun terki için yapılan yeminde hıns menduptur.
(4) Mekruh Hıns: Mendubun terki, mekruhun yapılmasına ait yeminde hıns mekruhtur.
(5) Evlâya Aykırı Hıns: Mubahın yapılması veya terki için yemin edildiğinde, berr evlâdır, hıns ise evlâya aykırı davranıştır.
c) Maliki Mezhebine göre, yemin mubah olunca, hıns da mubah olur, keffaret gerekir, ancak hayırlı olan hıns ise, hms da hayırlı olur. Vacibin terki veya ma'siyetin yapılması için yemin edince, hms vaciptir, tersi durumlarda da haramdır.
d) Hanbelî Mezhebine göre, yemin, ma'siyet işlemek veya vacibi terk içinse hıns vaciptir, tersi durumda berr vacip, hıns haramdır; mendubun yapılması veya mekruhun terki için olunca, berr mendup, tersi durumda berr mekruh, hıns mendup olur. Mubahın terki veya yapılması için yapılan yeminde, hıns veya berr mubahtır, ancak berr evlâdır.
Hıns (yemini bozma), yemine aykırı hareketle gerçekleşmiş olur:
Yemin İn'ikad ettikten sonra, ona aykırı hareket etmek, ittifakla hinsin gerçekleşmesini sağlar.
a) İmam Malik'e göre, “bir şey yapmamaya yemin edip bir kısmını yapınca”, bu, bir fiil içinse, bütününü yapmadıkça hms gerçekleşmez, terk içinse kısmen de olsa hıns gerçekleşir. İbn Rüşd, bunu ihtiyat olarak yorumlamaktadır.
b) Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre, -terk veya fiil olsa da- çoğunluk yapılmadıkça, hıns gerçekleşmez.
a) Hanefi Mezhebine ve İmam Malik'e göre, hıns konusunda, ikrah ile kasıt arasında bir fark yoktur.
b) eş-Şafiî'ye göre, unutma ve ikrah halinde, hıns gerçekleşmez.
c) Maliki Mezhebine göre, ikrah ile hınsın gerçekleşmemesi için altı şart bulunmaktadır:
(1) Yemin sırasında yapmaya ait bir iş olduğunu bilmemek,
(2) Başkasının kendisine ikrah yapmasını emretmemek,
(3) Hâlifin kendisinin zorlattığı bir şahıs için yemin etmiş olmaması,
(4) İkrahın -devletçe hapis, borcu ödemeye zorlama gibi sebeplerle- şer'i olmaması,
(5) Yeminin “isteyerek veya istemeyerek yapmam” şeklinde olmaması,
(6) İkrahın kalkmasından sonra yapmamak. Yemin unutma ile kayıtlanmadıkça, unutmayla da bozulur, hata ve bilgisizlik de bu hükümdedir.
a) Hanefi Mezhebine göre, inandığı veya doğru söylediğini zannettiği konuda yemin edip, yalan söylediği ortaya çıkan veya dil sürçmesiyle yapılan yemin lagv yeminidir. Lagv yemini mazi ve hale ait zamanı içine alır.
b) Şafiî Mezhebine göçe, dil sürçmesi, -hal veya istikbale ait olsa da- hitap ve konuşma sırasında yaygın dil alışkanlığı dolayısıyla lüzumuna inanmaksızın yapılan yemindir.
İmam Malik, el-Muvatta'ında, Hz. Âişe'den dil alışkanlığı dolayısıyla yapılan yeminin lagv yemini olduğunu nakleder.
c) Maliki Mezhebine göre, yemin sırasında kesinlikle veya zann-ı galiple doğru olduğunu bildiği konuda yemin edip, tersi çıkan bu yemin lagv yeminidir.
d) Hanbeli Mezhebine göre, dil alışkanlığıyla (istikbale ait de olabilir), doğru söylediğini zannedip yalan yere yapılan yemindir.
e) el-Hasen b. Ebi'l-Hasen, Katâde ve Mücahid ile Nehaî'ye göre, konunun kesinlikle kendisinin bildiği gibi olduğunu zannedip yemin ettikten sonra tersi çıkan yemin, lagv yeminidir.
f) Maliki hukukçu İsmail el-Kadî'ye göre, lagv yemini gazap halindeyken yapılan yemindir.
g) İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, ma'siyet (günah) hakkında yapılan yemin lagv yemini adını alır.
h) Bir gruba göre, şer'an mubah olan bir nesneyi yememeye yemin lagv yeminidir.
a) Hanefi ve Şafiî Mezheplerine göre, Allah'a yapılan lagv yemini için, ne keffaret gerekir, ne de tevbe edilir. Talâk, itak vb. Allah'tan başkasına yapılan bu çeşit yeminlerde, mahlûfun aleyh yerine getirilir.
b) Maliki Mezhebi içinde, Allah'a ait lagv yemini hakkında iki görüş bulunmaktadır:
(1) Mazi ve hale ait lagv yemini, için keffaret ödenmez, istikbale ait lagv yemini ise olmaz.
(2) Bazı maliki hukukçulara göre, istikbale ait lagv yemini için keffaret ödenir. Talâk, azat, sadaka vb.'ne yeminin gereği yerine getirilir.
c) Hanbeli Mezhebine göre, lagv yemini için keffaret ödenmediği gibi, günahkâr da olunmaz. Adak ve zıhara ait böyle bir yemin, herhangi bir sonuç doğurmaz, talâk ve itaka aitse bunlar gerçekleşir.
a) Hanefi Mezhebine göre, mazi veya hale ait bir konuda, olumlu veya olumsuz bir cümleyle, terk veya fiil için kasıtlı olarak yalan yere -msl., yaptığını bildiği halde yapmadım şeklinde- yapılan yemin Gamûs Yemini adını alır.
b) Malikî Mezhebine göre, gamûs yemini üç çeşittir:
(1) Yalan Yere Yapılan: Kasıtlı olarak yalan yere yapılan gamûs yemini için keffaret ödenmez, tevbe edilir ve güç yettiğince oruç, sadaka vb. ile Allah'a yaklaşılır.
(2, 3) Şüphe veya Zayıf Zanla Yapılan: Yalancılığı ortaya çıkarsa veya çıkmazsa günahkâr olunur, doğruluğu ortaya çıkarsa bazılarınca yeminde bârr olunur, günahkâr olunmaz, diğer bazılarınca günahkâr olunur, tevbe gerekir. Mahlûfun aleyh maziye aitse, ittifakla keffaret gerekmez; meydana gelmesi mümkün olmayana bağlı veya bunu bildiği halde bulunmayan mahlûfun aleyhte bazılarınca keffaret gerekmez, bazılarınca gerekir. Mahlûfun aleyh, hal ve istikbale ait olunca, gamûs yemini olmaz.
c) Hanbelî Mezhebine göre, geçmişe ait bir konuda bilerek ve kasıtla yalan yere yapılan yemin gamûs yeminidir.
a) Hanefi ve Hanbelî Mezheplerine göre, gamûs yemini için keffaret ödenmez, ancak hâlif günahkâr olup, tevbe etmesi gerekir. Hatta Ebu Mansur el-Matüridî, bu şekilde yemin edenin kıyas yoluyla tekfir edileceğini belirtir; bazılarına göre, gamûs yemini yapmak büyük günahtır; bazılarınca bir hakkı önlemek, suçsuzu suçlu göstermek gibi bir sebeple yapılınca büyük günah, diğer durumlarda küçük günahtır. Şüphesiz gamûs yeminiyle bir kul hakkı çiğnendiyse, ayrıca ondan da helallik dilemek gerekir.
b) Şafiî Mezhebine göre, gamûs yemini için de keffaret ödenir.
c) Maliki Mezhebine göre, tanımda belirtilen hükümlere uygun olarak hareket edilir.
Yemin Çeşidi |
Hanefî |
Şafiî |
Maliki |
Hanbelî |
Lagv Y. |
mazi-hal |
mazi-hal-istikbal |
mazi |
mazi-hal-istikbal |
Gamûs Y. |
mazi-hal |
_ |
mazi |
mazı |
Mun'akide Y. |
istikbal |
mazi-hal-istikbal |
— |
istikbal |
Tablo 117: Yeminlerin İşine Göre Zaman
a) Hanefi Mezhebine göre, Allah'ın isim veya sıfatlarıyla mümkün ve geleceğe ait bir konuda olumlu veya olumsuz olarak yapılan -msl., “vallahi şunu yapmayacağım” şeklindeki- yemine, Mun'akide Yemini adı verilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, -az önce açıklanan şartlarla- mahlûfun aleyhin gerçekleştirilmesi için Allah'ın adı veya sıfatlarıyla yapılan yemin mun'akide yeminidir. Lagv ve mun'akide yeminleri, mazi ve istikbale ait olabilir.
c) Hanbelî Mezhebine göre, geleceğe ait bir konuda yapmak veya yapmamak için yapılan yemindir. Mahlûfun aleyh muhal olsa da, yemin in'ikad eder.
Ma'kude yemininin hükmü, konusuna göre değişir:
Bu çeşit yemin, yerine getirilir, yerine getirilmemesi de caizdir, ancak günah işlenmiş olur ve keffaret gerekir.
a) Cumhur'a göre, önce tevbe ve istiğfar gerekir, sonra hânis olunur ve keffaret ödenir.
b) Şa'bî'ye göre, bizzat hânis olmak gerekliyse de, keffaret ödemek gerekmez.
Efdal olan, yemin için keffaret ödeyip bunları yerine getirmektir.
Efdal olan, yemini yerine getirmekse de, hâlif isterse hânis olup keffaret de ödeyebilir.
Yemin Türleri
------------------------------------------------------------------------------------------------------
Allah'a Yemin (Kasem) Allah'tan Başkasına Yemin
---------------------------------------------------------- -------------------------------------------------------------
Hanefi-Hanbelî. Şafiî Maliki Dinen mukaddes, Şart ve ceza cümlesiyle
1) Lagv Y. 1) Lagv Y. 1) Lagv Y. varlıklara yemin. yapılan Y.
2) Gamûs Y. 2) Mun'akide Y. 2) Gamûs Y. 1) Kurbete Y.
3) Mun'akide Y. 2) Kurbet olmayanlara yemin
(Talak ve ikaka yemin)
Şema 63: Yemin Türleri
a) Cumhur'a göre, atalara, oğullara, peygamberlere, meleklere, namaz oruç vb; diğer dinî emirlere, Kabe'ye, Harem'e, Zemzem, Kabir, Minber vb.'ne yemin edilmez:
(1) Bu görüşü benimseyenlerin çoğunluğuna göre, bunlarla yemin edildiği takdirde keffaret ödenmez:
(a) Hanefi Mezhebine göre, peygamber ve meleklere vb.'ne yeminle, Allah'a başkasını ortak koşma maksadı taşınırsa, bu şirktir, hafife almak maksadı taşınırsa küfürdür.
(b) Şafiî Mezhebine göre, şirk veya küfür olmayınca, Allah'tan başkasına yemin mekruh olur.
(c) Maliki Mezhebi içinde, dinen büyük kabul, edilen varlıklara yemin konusunda, iki görüş bulunmaktadır: Haramdır ve mekruhtur; ancak, meşhur görüş, haram olmasıdır.
Dinen büyük kabul edilmeyen nesnelere yemin, ta'zim kastedince küfür, böyle bir kasıt olmayınca haramdır.
(2) Zahirî Mezhebine göre de, bunlarla yemin edilmez, ancak edilince keffaret gerekir.
b) Bazı hanefi hukukçulara göre, peygamberlere yemin edilebilir.
Namaz, oruç, umre, hedy, azat, sadaka vb.'ne yapılan yemin Kurbetlere Yemin adını alır. “Şunu yaparsam, namaz kılayım” şeklindeki yemin, bunun örneğidir. Bu çeşit yeminin yerine getirilmesi veya keffaret ödenmesi gerektiği ihtilaflıdır.
Talâk (boşama) ve itaka (köle azadına) yapılan yemin de, şart ve ceza cümlesiyle yapılan yeminin ikinci türünü meydana getirir:
a) Hanefî Mezhebine göre, hâlif, bununla doğruluğunu vesikalandırırsa kerahatsiz olarak caizdir, gayesi bu olmaz veya geçmişe ait yemin olunca mekruhtur.
b) Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, talâk ve itaka yemin mekruhtur.
Talâk ve itaka yapılan yenlinin rüknü, şart ve cezanın söylenmesidir.
Talâk ve itakm caiz olmasıyla ilgili şartlar, onlara yeminin de in'ikad şartıdır.
Şimdiki zamana ait şart bulununca, talâk ve itak hemen gerçekleşir.
Yeminin sahih olması için, -Allah'a yeminde olduğu gibi- mahlûfun aleyhin varlığını âdeten değil, hakikatte düşünmek gerekir, aksi halde yemin in'ikad etmez.
Mülkiyetin devamının, mülk veya mülk sebebine izafe edilmesi gerekir.
Allah'a yeminde olduğu gibi, bu çeşit yeminlerde de istisna bulunmaması gerekir.
Şartla ceza arasına, yemin olmasını önleyecek bir halin girmemesi gerekir.
Şartın bulunması halinde, talâk ve itak gerçekleşmiş olur.
Yemin keffareti ödemeyi gerektiren yeminle ilgili haller; yemini bozma, istikbal için lagv yemini yapılması ve yemin sözüdür:
a) ÜM'e göre, mun'akide yemininin bozulması halinde, keffaret ödemek gerekli olur.
b) Malikî Mezhebine göre, yemin-i berr veya yemin-i hıns şeklinde yapılan mun'akide yemininde hânis olunca kefaret ödenir. Belli bir vakitle kayıtlanan bu son şekildeki yeminde, bu vaktin geçmesinden sonra vakit mutlaksa, ölümle hânis olunur ve keffaret ödenir.
Cumhur'a göre ğamûs yemini için keffaret ödenmezken, Şafiî Mezhebi ile bir gruba göre bu çeşit yemin bozulması halinde de keffaret ödenir.
Bâzı maliki hukukçulara göre istikbale ait lagv yemini için de keffaret ödenirken, Cumhur'a göre bu yeminler için keffaret gerekmez.
a) Hanefi ve Maliki Mezheplerine göre, “yemin olsun, Allah'a yeminim olsun” gibi sözlerde de hânis olunca keffaret gerekir.
b) Şafiî Mezhebine göre, böyle sözler, hükümsüz kalır ve onlar için keffaret ödenmez.
c) Hanbelî Mezhebine göre, yapmadığı halde “şunu yaptımsa, yeminim olsun” veya “malım fakirlerin olsun” denirse, yemin keffareti ödenir.
Hanbelî Mezhebine göre, yemine niyet ederek “şunu yaparsam, müslümanlarm yemini bana gerekli olsun” denir ve bu iş yapılmazsa, yemin keffareti ödenir; bu sözle namaz, zıhar veya adağa niyet edilirse, bunlar, yerine getirilir.
a) Hanefi Mezhebine göre, herhangi bir şeye niyet etmeden müphem adakta bulunulur ve hânis olunursa, -sanki kefaret adanmış gibi- yemin keffareti ödenir.
b) Şafiî Mezhebine göre, böyle bir durumda herhangi bir kurbet yerine getirilir veya yemin keffareti ödenir; “Allah hastamı iyileştirirse, adağım olsun” deyince, herhangi bir kurbet yapılır.
c) Malikî Mezhebine göre, müphem adak yapılır ve hânis olunursa, yemin keffareti ödenir,
d) Hanbelî Mezhebine göre, “adağım olsun, Allah için adağım olsun” “şunu yaparsam” densin denmesin- şeklindeki adaklarda belli bir şeye niyet edilmezse, yemin keffareti gerekir, belli bir konuya niyet edilirse adak yerine getirilir.
Şafiî Mezhebi içinde, “filanla konuşursam adağım olsun” seklindeki licâc adağında bulunulur ve onunla konuşulursa, üç çözüm yolu bulunmaktadır:
1) Adak yerine getirilir,
2) Yemin keffareti ödenir,
3) Mükellef ister adağı yerine getirir, isterse keffaret öder, ez-har görüş de budur. Kurbet olmayanı kendine gerekli kılınca, -msl. “şunu yaparsam adağım olsun” deyince- yemin keffareti ödenir. “
Şuraya girersem, adak veya yemin keffaretim olsun” deyince de keffaret ödenir.
a) Cumhur'a göre, ma'siyet adağında bulunma halinde, herhangi bir şey gerekmez.
b) Ebu Hanife, Sevrî ve Kûfelilere göre, bu konuda ma'siyeti işlemek değil, yemin keffareti ödemek gerekli olur.
a) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, helali haram kılma halinde, yemin keffareti ödenir:
(1) Hanefi Mezhebine göre, msl., “bu yemek, bana haram olsun” denir ve yenirse, yemin keffareti ödenir; “şu yemeği yersem, bana haram olsun” denir ve yenirse veya haram yeniden haram kılınırsa keffaret gerekmez, ancak son durumda yemine niyet edince keffaret gerekli olur.
“Bütün helaller, müslümanlarm helalleri bana haramdır” denince, -müfta bih görüşe göre- bu mükellefin eşi varsa, bâin talâk gerçekleşmiş olur, eşi yoksa yemin in'ikad eder ve -yeme içmeyle de olsa- istikbale ait yemin kastedilirse hanis olunca keffaret gerekir.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, eşi olmayınca, eşi dışında helalin mükellefçe kendine haram kılınması halinde, yemin keffareti ödenir, eşi olunca bu haramdır; diğer helallerin haram kılınması için de yemin keffareti ödenir.
b) Şafiî, Maliki ve Zahirî Mezheplerine göre, böyle bir durumda kesinlikle hiçbir ceza gerekmez.
c) İmam Malik ve eş-Şafiî'ye göre, bu, yemin sayılmaz ve eşi hakkında zıhar yapma dışındakilerde hiçbir şey gerekmez.
a) Hanefi ve Hanbelî Mezheplerine göre, itikadı küfrü gerektiren özel sözleri yemin olarak söylemek, istihsan yoluyla yemin sayılır ve keffaret gerekli olur:
(1) Hanefi Mezhebine göre, “şunu yaparsam, Allah'tan, Peygamberden, Kur'ân'dan, İslâm, namaz, oruçtan beriyimdir” denerek yemin edilir ve hânis olunursa, keffaret gerekir. Aynı şekilde, şunu yaparsam yahudiyim, hıristiyanım...” deyince, şart yerine geldiğinde, yemin istikbale ait olursa, keffaret gerekir. Böyle bir durumda hâlif, bunun yemin olduğuna inanırsa mürted olmaz, fakat bununla mürted olduğuna inanırsa, -küfre rıza göstermiş olacağından- mürted olur.
“Orucum yahudilerindir” denir ve bununla kurbete niyet edilirse, yemin keffareti ödenir. Böyle bir söz, geçmişe aitse, gamûs yemini olur; Muhammed b. Mukatil er-Razî'ye göre, bu şekilde yemin eden kâfir olur, Ebu Yusuf, İbn Suca ve onların görüşünü sahih olarak nitelendiren Kâsânî'ye göre kâfir olunmaz.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, “şunu yaparsa yahudidir, hıristiyandır...” gibi hallerde, mahlûfun aleyh yapılırsa, yemin keffareti ödenir; ancak, bazılarınca keffaret ödenmediği gibi hâlif tekfir de olunmaz, fakat haram işlenmiş olur, tevbe gerekir.
b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, bu gibi sözler, kıyas yoluyla yemin olmadıkları için, keffaret ödenmez:
(1) Şafiî Mezhebine göre, bu sözler hükümsüzdür, ancak onlarla küfre rıza gösterilirse mükellef tekfir olunur, diğer durumlarda kelime-i tevhid ve tevbe gerekli olur.
(2) Malikî Mezhebine göre, bu çeşit sözler için kefaret ödenmez, ancak bunlarla yemin haramdır, yemin dışındaki konular için -eğlence yoluyla da olsa- böyle bir söz söylenince- mürted olunur.
a) Cumhur'a göre, herhangi bir nesneye kasem olmayıp, sadece bir şartın gerçekliğini anlatmak için -msl. “şunu yaparsan, Beytullah'a gideyim, kölem hür olsun, eşim boş olsun” şeklinde- yapılan yeminlerin, kurbet olunca ittifakla yerine getirilmesi gerekir, talâk ve itak gibi kulun kendine borç kıldıklarında dinen gerekli olur; bunlar için keffaret ödenip ödenmemesi ise ihtilaflıdır; bunu yemin kabul edenlere göre keffaret gerekirken, yemin kabul etmeyenlere göre gerekmez:
(1) İmam Malik'e göre, keffaret gerekmez, yemin edilen, yapılmayınca günahkâr olunur.
(2) eş-Şafiî, Ahmed b.Hanbel ve Ebu Ubeyd'e göre, talâk ve itak dışındakilerinde keffaret ödenir. Bu görüş, Hz. Aişe'den de nakledilir.
(3) Ebu Sevr'e göre, itaka yemin eden keffaret öder.
b) Zahirî Mezhebine göre, bunların -icma ile gerekli olanları dışındakilerin- yerine getirilmesi gerekmediği gibi, kefaret de ödenmez.
Bir yeminde, çeşitli konulara göre yemin edilince tek, aynı konudaki çeşitli yeminlerde yemin sayısınca keffaret ödeneceği ittifakla sabittir; belli bir konu hakkında defalarca yemin edilince, ödenecek keffaret sayısı ihtilaflıdır:
a) İmam Malik'e göre, bununla pekiştirme kastedilirse, tek keffaret ödenir.
b) Bir gruba göre, her yemine ayrı keffaret ödenir.
c) Bir gruba göre, tagliz (pekiştirme) kastedince yemin sayısınca, bu olmayınca sadece bir keffaret ödenir.
d) Hanefi Mezhebine göre, konuyu iki şekilde ele almak gerekir:
1) Muksemun Bihi Tekrarlayıp Muksemun Aleyhi Sonra Söylemek: Muksemun bih söylenir, muksemun aleyhi söylemeden muksemun bih tekrarlanıp sonra muksemun aleyh söylenirse ve muksemun bihler arasında bağ edatı bulunursa -msl. “vallahi, verrahmani şunu yapmadım” denirse-, eş-Şeybanî ve -birer nakilde- Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre bu iki yemin olur, bir başka nakilde Ebu Hanife ile Ebu Yusuf ve Züfer'e göre bu bir yemindir.
2) Muksemun Bih ve Muksemun Aleyhi Birlikte Tekrarlamak: Msl. “vallahi şunu yapmayacağım, vallahi şunu yapmayacağım” şeklinde, muksemun bih ve muksemun aleyhi iki defa söylemekle -bağ edatıyla olsun olmasın, ayrı ve aynı yerde yapılsın yapılmasın- iki defa yemin edilmiş olur.
Tekrarlama |
EbÛ Hanife |
Ebû Yusuf |
eş-Şeybanî |
Züfer |
|
Muksemun bihi tekrarlayıp sonra |
Muksemun bih + Muksemun bih + Muksemun aleyh (bağsız) |
tek yemin |
tek yemin |
tek yemin |
tek yemin |
Muksemun aleyhi söylemek |
Meksemun bih + baş edat + muksemun bih + muksemun aleyh (bağlı) |
İki yemin |
iki yemin |
iki yemin |
tek yemin |
İkisinin birlikte tekrarlanması |
|
iki yemin |
iki yemin |
iki yemin |
iki yemin |
Tablo 118: Yeminin bütününe göre keffaretin çoğalması
Bir yeminde, Allah'ın sıfatlan birden fazla olarak tekrar edilirse, ödenecek keffaret sayısı ihtilaflıdır:
a) İmam Malik'e göre, -Alîm, Semî, Hakîm vb.- her sıfat için ayrıca keffaret ödenir.
b) Bir gruba göre, yemin sözünde söylenince bütünü bir söz kabul edilirse, yalnızca bir keffaret ödenir.
a) Hanefi Mezhebi içinde, yeminlerin çoğalması hâlinde kef-faretlerin sayısıyla ilgili iki görüş bulunmaktadır:
(1) Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, her yemin için ayrı keffaret ödenir.
(2) eş-Şeybanî'ye göre yemin keffaretleri çoğalınca, bir keffaretle hepsi ödenmiş olur. Muhtar görüş de budur.
b) Şafiî Mezhebine göre, yemin keffareti, kasame yemini ile dört yeminin ve -gamûs yemini için, çoğalan sayıda keffaret ödenir.
c) Malikî Mezhebine göre, hüküm ayrıntılıdır:
(1) Yeminle, hinsin tekrarı kastedilirse, keffaret sayısı da artar,
(2) Hinsin tekrarının sadece sözden değil de örften alınmış olması -msl., bir daha vitri terketmeyeceği şeklindeyse- keffaret sayısı da artar,
(3) Aynı konudaki yemini tekrar edip, keffaretin de çoğalmasına niyet; pekiştirme kastedilirse keffaretler çoğalmaz; çeşitli konulardaki yeminlerde ise -msl. “vallahi yemeyeceğim, içmeyeceğim...”- keffaret çoğalır, ancak yeminin yeniden yapılması kastedilirse meşhur görüşe göre çoğalmaz.
(4) Çoklu olarak tekrarı gösteren sözle yemin -msl. “şunu yaparsam, yeminler veya keffaretler olsun”- edince, -fazlasına niyet edilmediyse- üç keffaret gerekir.
(5) Yemin sözünün, dilin yapısı gereğine bağlı olarak tekrarı göstermesi halinde de, keffaret sayısı artar.
d) Hanbelî Mezhebine göre, yemin tekrar edildiğinde, birincinin keffareti ile ikincininki aynı cinsten olursa -msl. “vallahi yemeyeceğim, içmeyeceğim, giymeyeceğim” şeklindeyse- ve adağa yemin edildiğinde yemin tekrarlanırsa, bir keffaret ödenir; ayrı cinsten ise-msl., biri “Allah'a yemin ederim,” öteki “zıharsa”- ayrı ayrı keffaret ödenir. Sebebi aynı olay için yemini tekrarlayana bir keffaret gerekir.
a) Bir grup hukukçuya göre, keffaret ödenmesi, daha yemin akdinde farz olur.
b) Cumhur'a göre, keffaret, hmstan sonra farz olur:
(1) Hanefi Mezhebine göre, keffaret, hınstan sonra ödenir. Önce ödenmesi kesinlikle sahih olmaz. Hınstan önce fakirlere yapılan ödeme, geri alınmaz. Keffaret, hınsla birlikte fevrî olarak farz olur, geciktirilmesi günahtır, ancak ölümle düşer.
(2) Şafiî Mezhebine göre, keffaretin sebebi yemin veya hınstır: Oruç cezasıyla ödenen keffaret olmayınca, hınstan önce ödenebilir, orucun önceden tutulması ise caiz değildir. Yemin keffareti önceden ödenir ve fakat hanis olunmazsa, geri alma şartı koşulur veya fakir bunu bilirse verilen geri alınabilir, yoksa alınmaz. Kısaca, mal ile ödenecek keffareti, hınstan önce ödemek -haramsa da- caizdir.
(3) Maliki Mezhebine göre, keffareti -her gerektiren sebepte- hınstan önce ödemek de caizdir; söz berr ile olunca, Malik'e göre önceden ödenebilirse de, müstehap olan hınstan sonra ödemektir, vakitle kayıtlı hıns sözünde de hüküm bunun gibidir, vakit geçince ödeme yapmak müstehaptır. Keffaret, hınsla fevrî olarak gerekli olur, vacip olma şartı yemin, sebebi ise hınstır.
İmam Malik'ten, Hanefi Mezhebinin görüşü gibi olanı da nakledilir,
(4) Hanbelî Mezhebine göre, yemin ve adak keffaretleri, hınsla fevrî olarak gerekli olur. Hâlif, -her ne kadar haramsa da- hınstan önce de keffaret ödeyebilir.
a) Cumhur'a göre, doyurma, giydirme ve azad için sıraya uymak şart değildir, mükellef dilediğini seçer, bundan sonra mecburen oruç tutarak keffaret ödenir.
b) -Bir nakilde- İbn Ömer'e göre, galiz yeminde azad veya giydirme, galiz olmayanda doyurma cezası uygulanır.
Ödeme gücünde, Hanefi ve Malikî Mezheplerine göre ödeme zamanı, eş-Şafiî'ye göre yemini bozma zamanı esastır.
Yemin keffaretinin ödenme türleri; doyurma, giydirme, köle azadı ve oruçtur:
a) Hanefi Mezhebine göre, fitre miktarına eşit olan, bir sa' (1040 dirhem) buğday, yarım sa' arpa veya hurma, ya da bunların değeri ödenir. Sabahlı-akşamlı doyurma da bunun yerine geçer.
b) Şafiî Mezhebine, İbnu'l-Kasım ve Medinelilere göre, her fakire Hz. Peygamber'in mudduyle bir mudd (1.3 rıtl, Rıtl=128, 6 dirhem) buğday ödenir; Şafiî Mezhebine göre, fitredeki gibi, galip yiyecek maddesi ödemede esastır, ayrıca her fakire tam bir mudd ödeme yapılır.
c) Malik'e göre, mudd, sadece şehirdekilere mahsustur, diğer yerlerde oturanlar, fitredeki gibi, nafakalarına uygun orta seviyede ödeme yaparlar. İbn Rüşd, bunda ülke çapındaki orta seviyenin esas alınacağını belirtir; mutemed görüş de budur.
d) Hanbelî Mezhebine göre, -küçük de olsalar- hür ve müslüman on fakiri bir mudd (ki bir mudd, 1.3 rıth-ırakî, bir rıtl-ı ırakî de 128 dirhemdir) buğday veya yarım sa' hurma, arpa, kuru üzüm veya donmuş sütle doyurmak gerekir. Fakirleri, ekmek veya ayıplı buğdayla doyurmak caiz değildir.
e) Malikî Mezhebine göre, hisselerini tam vererek her
fakire fitre mallarından orta seviyede iki el dolusu olan bir mudd vermek
gerekir Râcih görüşe göre, katıksız ekmek de verilebilir. Fakirler, -aralıklı da olsa, ancak bazıları
yakın olmalarını şart koşar- iki öğün
-msl., öğle-akşam, iki
a) Malikî Mezhebine ve eş-Şafiî'ye göre, mutlaka ayrı ayrı on fakiri doyurmak gerekir; doyurmanın aynı fakire on gün on muddle yapılması caiz değildir.
b) Hanefî Mezhebine göre, bir fakiri, on gün doyurmakla da keffaret ödenmiş olur; keffareti bir fakire bir günde bir veya on ayrı defada ödememek gerekir. Sabahlı-akşamlı veya değerinin bir gün için yalnız bir fakire uygulanması ve ayrıca her gün için iki öğün doyurmak şarttır, bazılarınca son şart geçerli değildir. Fakirler içinde çocuk ve karnı tok bulunmaması da gereklidir. Arpa ve darı ekmeği verince, yanında katık da bulundurulması şarttır, buğday ekmeğinde ise müstehaptır.
c) Maliki ve Hanbelî Mezheplerine göre, fakirlerin, keffaret ödeyenin usul ve furuu ile nafakası kendine ait kişilerden olmaması gerekir.
a) Ebu Hanife'ye göre keffaret, nafile sadakaya benzediğinden ve efendisi nafakasını sağlayamayınca malî yardım yapılabileceğinden, fakirlerin müslüman ve hür olması şart değildir.
b) ÜM'e göre, keffaret, zekâta benzediğinden ve köleyi efendisinin bakmaması halinde satması gerektiğinden, fakirlerin müslüman ve hür olması gerekir.
a) Hanefi Mezhebine göre, fakirlere verilecek elbisenin, orta hallilerin giymesine elverişli ve üç ayın üstünde kullanılabilecek şekilde kuvvetli olması ve bedenin çoğunluğunu örtmesi (değeri doyurma değerine eşitse, bütün bir elbise de yeterlidir) gerekir. Kısacası, gerek doyurmada, gerekse giydirmede, fakirlerin zekât alabilecek özellikleri taşıması gerekir, farklı olarak keffaret zimmîlere de ödenebilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, giyilmesi âdet olup elbise olarak adlandırılan ve giyilecek şekilde kuvvetli elbise -msl. gömlek, sarık, baş örtüsü- giydirmek gerekir. Eldiven, mest ve ayakkabı olarak ödeme yapılamaz.
c) Maliki Mezhebine göre, orta seviyedeki elbisenin erkek için bütün bedeni örter bir elbise veya namaz için yeterli boygömleği olması gerekir, bu vasfı taşımayanlar ile sarık vb. yeterli olmaz; kadın için vücudu örten gömlek ve başörtüsü olması gereklidir.
d) Hanbeli Mezhebine göre, elbisenin, namazdaki setr-i avreti sağlayacak kadar ve kuvvetli olması şarttır.
a) Hanefi Mezhebine göre, mukeffirin (kefaret ödeyenin) mülkünde olmayan tam kölenin azad edilmesi gereklidir, kölenin müslüman olması şart değildir.
b) ÜM'e göre, ayıbı bulunmayan müslüman bir köle azad etmek şarttır. .
Yemin için, ilk üç ödemeye güç yetmeyince, üç gün oruç tutulur:
a) Hanefi Mezhebine göre, orucun aralıksız olarak tutulması şarttır. Ödeme gücünde de, -az önce geçtiği gibi- hıns değil, ödeme zamanı esastır: Oruca başlanır ve henüz tamamlamadan ödeme gücü bulunursa, oruç yeterli olmaz, güç yeten ödeme yapılır.
b) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, keffaret niyetiyle -ezhar görüşte aralıksız da olsa- üç gün oruç tutulur, aralıklı olması önemli değildir.
c) Hanbeli Mezhebine göre, âdet vb. ara verdirecek özrün bulunmaması halinde, oruç aralıksız tutulur. Ticaret malı, ev eşyası ve kadının zînet eşyası, ödeme gücünde esas alınmaz.
a) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, beş fakirin giydirilip, beşinin doyurulması caiz değildir, ceza ya giydirme veya doyurma olarak uygulanır.
b) Hanbelî Mezhebine göre, bazı fakirler doyurma, diğerleri de giydirilmek suretiyle de keffaret ödenebilir, ayrıca doyurma ayrı cinsteki yiyeceklerle de yapılabilir.
Dilimizdeki karşılığı “adak” olan Nezir (ç. Nuzûr), sözlükte “bir şeyi kendine gerekli kılmak” [843] manasına gelir. Hukuk dilinde ise, “Allah tarafından emrolunmamış bir işi, O'na ta'zim için mükellefin kendisine vacip kılması” demektir. Adakta bulunan mükellefe Nâzir, adanan ibadete Menzur veya Menzûrun Bih adı verilir. [844]
Sırf Allah rızası için ibadet edilecek konuları adamak makbuldür. Dünyevî bir maksadın gerçekleşmesi için adakta bulunmak, uygun ve doğru değildir. Fakat hangi gaye ile yapılırsa yapılsın, adakları yerine getirmek gereklidir.
Kulun kendine vacip kıldığı işler, sözle (adak) veya fiille (nafileye başlama) vacip kıldıkları olmak üzere ikiye ayrılır.
İslâm dininden önce, Araplar arasında bir dileğin yerine gelmesi için tanrı olarak inanılan her varlığa adak sunulur, buna da Nezir denirdi. [846] Nezirde bulunan kimseler, nezir süresince kendilerini bazı şeylerden yoksun bırakır: Güzel koku sürünmek, yağ ve et yemek, içki içmek, eğlenmek, kadınlara yaklaşmak gibi eylemler yasak sayılırdı. Nezir, ayrıca hacca gitme, kurban kesme, birine bir şey verme türünde de olurdu. Ölüm halinde olan bir kimsenin öcünü almayı kabilesine veya bir yakınına bırakması da, nezir olarak değerlendirilirdi. Ancak, bu gibi nezirler, ölenin yakınlarına keffaret ödemekle bozulabilirdi.
Adak, geçmişte olduğu gibi, bugün de birçok dinin mensupları tarafından yapılagelmektedir.
Nezre girmiş olan bir yahudi, şarap ve her türlü mayalı içki içmeye ve saçlarım da uzatmaya ahdederdi. Yasakların öngördüğü geçici nezirden başka, sürekli bir nezir de vardı. Kimi zaman yetişkin yahudiler bunu yüklenir, kimi zaman da çocuklarını bu ahdi yüklenmeye mecbur ederlerdi.
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Meryem'in oruç tutmayı adadığı anlatılır. [847] Böylece adak, eskiden beri Allah'a yakınlaşma yollarından biri olarak karşımıza çıkar.
İslâm dini de adağı, Allah'a yaklaşma ve tâat yolu olarak tanımıştır Allah'tan başkası ve ma'siyet için yapılan adak, bâtıl ve haramdır; böylesi adağa vefa gerekmez, yapan sevap kazanmaz.
Adak çeşitlerini, söz yönünden ve menzûrun bih yönünden olmak üzere iki başlıkta ele alabiliriz:
Herhangi bir şart koşmaksızın, başka bir deyişle haber cümlesi ile yapılan adağa Mutlak Adak adı verilir:
“Allah için haccetmek adağım olsun” şeklinde yapılan mutlak adak Adak Sözü Söylenen Adak adını alır.
“Allah için haccedeyim” şeklinde yapılan mutlak adak da, Adak Sözü Açıkça Söylenmeyen Adak olarak isimlendirilir.
“Allah için adağım olsun” şeklindeki mutlak adak, Memurun Bihi Söylenmeyen Adak adını alır.
“Şu olursa Allah için şu adağım olsun” şeklinde herhangi bir şart ileri sürülerek yapılan adak, Mukayyet veya Muallak Adak adını alır:
Bazı muallak adakların gerçekleşmesi, “hastam iyileşirse, şunu yapmak adağım olsun” şeklinde, Allah'ın fiiline bağlanır.
Bazıları da, “şunu yaparsam, şu adağım olsun” şeklinde, kulun fiiline bağlanır. Hukukçuların bir kısmı, bunu yemin kabul ederse de, İbn Rüşd bunun yemin değil, bir adak türü olduğunu belirtir.
Mukayyet adakların bir kısmı, “hastam iyileşirse, Allah'a şu adağım olsun” şeklinde, nâzir için olması istenen bir şarta -hastalığın iyileşmesine- bağlıdır. Şafiî Mezhebi, bu çeşit adağa Mücazat Adağı adını verir.
“Şu eve girersem veya sununla konuşursam, şu adağım olsun” şeklindeki adağı, Şafiî ve Hanbelî Mezhepleri, Licâc veya Hısâm Adağı olarak adlandırır.
Namaz, oruç, sadaka vb. ibadet cinsinden konuları içeren adaklar, Kurbet Adağı adını alır. Bu çeşit adağa, Tâat veya Teberrur Adağı da denir.
Yapılması haram veya mekruh kabul edilen bir ibadet ve işin yapılması için olan adağa, Ma'siyet Adağı adı verilir. Şunu hemen belirtmek yerinde olur: Hukukçular ma'siyet adağı tabirini, genellikle haram konusundaki adaklar için kullanır.
Dinen yapılması veya yapılmaması mubah konulardaki adaklar ise, bu aslî hükme bağlı olarak Mubah Adak adını alır.
Menzûrun Bih yönünden adaklar, bir ibadet ve işin yapılmasına veya terkine aittir.
Ada
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Söz Yönünden Muhteva Yönünden
Mutlak “Haber Olan” -------------------------------------------------
--------------------------------------- Kurbet. Masiyet. Mekruh. Mubah.
Menzûrun Bihi. Menzûrun Bih -------------------------------------
Söylenen Söylenmeyen. Terk. İşleme.
“Allah için hac “Allah için ---------------------------------------------------------
adağım olsun” adağım olsun” Masiyet Muhtevalı. Mubah Muh. Kurbet Muh.
---------------------------------------------- 1) Haram
Adak sözü açıkça Söylenmeyen 2) Mekruh
söylenen Allah için -----------------
“Allah için haccetmek haccedeyim” Aslî (doğrudan) Teberrur A., Arızî (dolaylı)
adağım olsun”
-----------------------------------------------------------------------------
Mukayyet “Şartlı Olan” “Şu olursa, Allah için şu adağım olsun”
1 Allah'ın Fiiline |
Mükellefin Fiiline |
|
Bağlanan |
Bağlanan |
|
“Hastam iyileşirse |
“Şunu yaparsam, |
|
şunu yapmak |
şu adağım olsun” |
|
adağım olsun” |
|
|
|
(Yemin diyenler) |
|
|
İbn Rüşd bunun |
|
|
yemin değil, bir |
|
|
adak türü olduğunu |
|
Allah'ın veya Olmasının Olmamasının |
belirtir. |
|
Vlükellefm Fiiline İstenmesi Y. |
|
|
Bağlı Y. |
|
|
Olması İstemen |
Olmamasını İsteyen |
|
(Mücâzât) |
(Licâc Hisavî) |
|
Şema 64: Adak |
|
|
|
|
|
a) Hanefi Mezhebine göre, gerekli şartları taşıyacak şekilde adakta bulunmak, meşru bir kurbettir.
b) Şafiî Mezhebine göre, teberrur adağında bulunmak kurbettir, licâc adağı ise mekruhtur.
c) Malikî Mezhebine göre, mutlak adak menduptur, yerine getirilmesi ise farzdır. Şartın yerine gelmesinde kulun rolü olmayan muallak -gelecekte, msl. iyileşme halinde, yapmak üzere yapılan- adak, bazı malikî hukukçularca mekruh, bazılarınca caizdir, bu hüküm adağın kaza ve kaderi değiştireceğine inanmayıncadır, maksatm meydana gelmesi için fayda sağladığına inanarak adakta bulunmak haram hükmünü alır. Şart, kulun fiiline bağlanarak, mekruh konuda adakta bulunmak mekruhtur, ancak adakta bulununca yerine getirmek gerekir. Güç yetmiyen bir işi adamak haramdır.
d) Hanbelî Mezhebine göre, -ibadet bile olsa- adakta bulunmak mekruhtur. Adak, kaza ve kaderi değiştirmez, adayan için kaza ve kader dışında bir olay meydana gelmez. Adak yapınca, yerine getirilmesi vaciptir.
Adağın rüknü, “adağa delâlet eden sözdür” ki, bu da “Allah için bana şu borç olsun, bu hedyim olsun, bu sadaka olsun...” gibi sözlerle gerçekleştirilir.
a) Üm'e göre, sayılacak şartlar, bütün adak çeşitleri için geçerli kılınır.
b) Şafiî Mezhebine göre, bu şartlar, yalnız teberrur adağı için sözkonusudur. Licâc adağında, yerine getirmek veya keffaret ödemek konusunda mükellef seçimlidir.
Adağın sahih olma şartlarını; nâzirle ilgili şartlar, menzûrun bihle ilgili şartlar ve adağın rüknüyle ilgili şartlar şeklinde üç başlık altında inceleyebiliriz:
Adağın mükellefiyet doğurması için, nâzirin akıllı olması gereklidir:
Hanefî ve Malikî Mezheplerine göre, adağın sahih olması için, nâzirin baliğ olması şarttır; Maliki Mezhebine göre, önceden yapılan adakların, baliğ olunca yerine getirilmesi mütehaptir.
a) Hanefî Mezhebine göre, adak İslâmî bir vecibe olduğundan -kurbet olduğundan-, yalnız müslümanlara mahsustur. Bu sebeple, müslüman olmayanların adakları, muteber değildir ve mükellefiyet doğurmaz.
b) Şafiî Mezhebine göre, müslüman olma şartı, teberrur adağı için aranır, licâc adağında böyle bir şart aranmaz.
c) Maliki Mezhebine göre de, adağın sahih olması için, müslüman olmak şarttır, kâfirlerin müslüman olunca önceden yaptığı adağı yerine getirmesi menduptur.
a) Hanefi Mezhebine göre, adağın sahih olması için, ikrah bulunmaması şart değildir.
b) Şafiî ve Hanbeli Mezheplerine göre, yeminde olduğu gibi, adakta da ikrah bulunmaması şarttır.
Şafiî Mezhebine göre çocuk, deli ve sefihlik dolayısıyla hacr altına alınanların adağı sahih olmaz. Bu sonuncusunun malî tasarrufu için yaptığı adak geçerli olmaz; namaz, oruç gibi bedenî kurbetleri ise sahihtir. İflas dolayısıyla hacr altına alınan mükellefin, aynî-malî kurbetlerle ilgili adağı sahih olmazken, zimmetteki malî kurbetlerin adanması sahihtir.
Adağın sahih olması için, hür olmak şart değildir: Köle adakta bulununca, namaz, oruç ve bedenî kurbetler hemen vacip olurken, itak, doyurma vb. malî kurbeler, azaddan sonra vacip olurlar.
Hanefî Mezhebine göre, menzûrun bih, malî harcama ise, bunun adak sırasında nâzirin mülkü olması, ya da adağın mülke veya mülkiyet sebebine bağlanması gerekir. Bu sebeple, adak sırasında elde olmayan mal, sadaka olarak harcanmaz, ancak “gelecekte kazandığım veya satın aldığım -sadaka ve hedy olarak-adağımdır” şeklinde adakta bulunmak sahihtir; eş-Şafiî'ye göre, böyle bir adakta bulunmak sahih olmaz. 1000 TL., adadığı halde, 100 TL.'ye sahip olanın adağı ise, sadece 100 TL., için geçerli olur, fazlasında geçerli olmaz.
Hanefî Mezhebine göre,
menzûrun bihin dinen varlığının düşünülebilmesi, başka bir ifadeyle
yerine getirilmesinin imkânsız olmaması
şarttır. Bu şekilde olmayan -msl.,
Hanefî Mezhebine göre, adağın sahih olma şartlarından biri de, konusunun kurbet olmasıdır. Kurbet olmayan bir şeyin -msl. günah işleme, yeme -içme, cinsî birleşme, boşama vb.'ni- adamak mükellefiyet doğurmaz. Bu sebeple, haddizatında bir ma'siyet -msl., öldürme, şarap içme...- adanamaz; ancak, böyle bir adakta bulununca yemin keffareti ödenir. Esasen meşru iken başka bir sebepten dolayı yasaklanmış olan bir işi adamak sahihtir. Msl. “şu işim olursa, kendimi Hak yolunda kurban edeyim” şeklinde yapılan adak sahih olmaz. Fakat Ramazan bayramının birinci, kurban bayramının dört gününde oruç tutmayı adayınca, bu, sahih' olur. Yalnız oruç, bu günlerde tutulmaz, başka günlerde kaza edilir, buna rağmen tutulursa borç ödenmiş olur.
a) Hanefî Mezhebine göre, adağın zaten yapılması gerekli farz veya vacip olmaması gerekir. Zira farz veya vacibin yeniden farz veya vacip kılınması sözkonusu olamaz.
b) Maliki Mezhebine göre, menzûrun bihin adak dışındakiyle vacip olmayan bir kurbet olması gerekir. Haram, mekruh ve mubahın adanması ise sahih olmaz.
a) Hanefî Mezhebine göre, hasta ziyareti, cenazeyi uğurlama, abdest, gusül, camiye giriş, Mushafa dokunma, ezan, cami ve zaviye yapmak, tesbih, namaz sonrasında dua yapmak vb. kurbet olup, bu vasfı doğrudan değil, ibadete vesile ve sebep olarak kazandıklarından adanamaz. Oruç, namaz, hac, umre, ihram, azad, bedene, hedy, i'tikaf, tekbir, Hz. Peygamber'e salât vb., ise, başlıbaşına ibadet olduğundan adağın başlıca konularıdır.
Bazı hanefî hukukçular, bunu “farzlarda benzeri bulunan adanabilir” şeklinde ifade ederler. Bu sebeple namaz, oruç, zekât vb.'nin farz türü, itikafın da vakfe şeklinde farz türü bulunduğundan onlarla adak yapılabilir.
Kurban bayramı ve teşrik günlerinde oruç tutmayı adamak sahihtir, ancak az önce geçtiği gibi, oruç bu günlerde tutulmayıp kaza edilir; Züfer ve eş-Şafiî'ye göre böyle bir adak sahih olmaz.
b) ÜM'e göre, kurbetin başlıbaşına veya vesile olması şartı aranmaz.
Şafiî Mezhebine göre, adağın -belli bir sûre okumak, namaz kıraatini uzatmak gibi- nafile veya -cenaze namazı, beş vakit namaz için cemaat, ya da cemaatla kılınması mesnûn nafile namazlar gibi- farzı kifâye olsa da, dinen tespit edilmemiş bir kurbet olması gerekir. Haram, mekruh ve mubah konularındaki adaklarla ilgili hükümler ise şöyledir:
1) Haramı Adamak: Haramı adamak ma'siyet olacağından sahih değildir. Bu konuda adağın bizzat -öldürmek gibi- veya dolayısıyla -filanı öldürürsem namaz kılayım gibi- ma'siyet olması, bir fiil veya terk olması sonucu değiştirmez. Bu konulardaki adaklar ile mekruh vakitlerde namaz kılmayı adamak, in'ikad etmez.
2) Mekruhu Adamak:
(a) Doğrudan Mekruhun Adanması: Namazda dönmek gibi bir adakta bulunmak, bazılarınca in'ikad etmez ve yerine getirilmesi gerekmez; bazılarınca in'ikad eder ve yerine getirilir; râcih olan ilk görüştür.
(b) Dolayısıyla Mekruhun Adanması: Cuma ya da cumartesi, pazar günü oruç tutmayı adamak, sahihtir ve böyle bir adak in'ikad eder.
3) Mubahı Adamak:
(a) Yememek, İçmemek, Yürümemek: Bazılarınca bu şekildeki adaklar yerine getirilmezse yemin keffareti gerekir, diğer bazılarınca -râcih görüş de budur- adak in'ikad etmez ve hiçbir şey gerekmez.
(b) Teşvik, Önleme, Haberin Doğruluğu veya Allah'a izafe
Edilen Konudakiler: Bu gibi durumlarda, ya adağın yerine getirilmesi, ya da yemin
keffareti ödemek gerekir. Dinen tespit edilen konudaki -msl.,
Hanefi Mezhebine göre, adak sözlerinde istisna bulunmaması gerekir, istisna bulunması adağın o kısmını iptal eder.
Hanbelî Mezhebine göre, dilsiz dışındakilerin yapacağı adağın sözle yapılması gerekir dilsizlerin anlaşılan işaretle adakta bulunması sahihtir.
Maliki Mezhebine mensup hukukçular, niyetle adağın gerekli olup olmamasında ihtilaflıdır: Bazılarınca söz şart olmayıp, niyetle de adak gerekli olur; mutemed görüşe göre, mutlaka sözlü olması gerekir, ancak adak için belli bir söz bulunmayıp, ona işaret her sözle yapılabilir.
Adağın hükmü konusunu, adağın söz yönünden türleri ile menzurun bih yönünden adakları inceleyerek ele alabiliriz:
Söz yönünden adaklar, mutlak adaklar ve mukayyet adaklar şeklinde iki gruba ayrılır:
Mutlak adakları, genel ve özel hükümleri çerçevesinde inceleyebiliriz:
a) Hanefî Mezhebine göre, mutlak adak zaman ve mekân, para ve fakirle kayıtlanmaz. Msl. “şu parayı cuma günü filan fakire tasadduk etmek” adanınca, perşembe veya cumartesi günleri başka parayı baş ca fakire ödemek caizdir; yine i'tikaf veya oruç için belli bir ay, hac için belli bir sene tayin edince, ilk ikisi önceki ayda, hac önceki yılda yerine getirilebilir.
b) Bazı şafiî hukukçulara göre, mutlak adakta bulunmak caiz değildir.
a) Cumhur'a göre, rıza halinde yapılan ve -menzurun bihi söylensin söylenmesin- adak sözü söylenince, kurbetler konusundaki adaklar yerine getirilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, licâc -çekişme ve mücadele, gazap anında yapılan- değil, rıza halinde yapılan adak yerine getirilir.
c) Malik'e göre, her durumda yapılan adağm, yerine getirilmesi gerekir.
a) Cumhur'a göre, niyet ve adak sözünün bulunması şarttır.
b) Said b. el-Müseyyeb'e göre, niyeti bulunduktan sonra, adak sözünü söylemek şart değildir.
a) Hz. Ali ve İbn Abbas ile Hanefî Mezhebine göre, belli konuda yapılan -mutlak veya mukayyet- her çeşit adağı yerine getirmek vaciptir. [855] Bunların keffaret ödemek suretiyle yerine getirilmesi caiz değildir.
b) Hz. “Ömer, İbn Ömer, Aişe ve Hafsa'ya göre, böyle bir adak için, yemin keffareti ödenir.
Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'den bir nakle göre, onlar ilk görüşlerinden vazgeçmiş ve yemin keffareti ödenebileceğini kabul etmişlerdir.
Bu çeşit adakta bulunmak ittifakla mümkündür: Şafiî Mezhebine göre, adağın sebebini belirtmeksizin “namaz kılayım, oruç tutayım” şeklinde yapılan adağın, ömrî olarak yerine getirilmesi farzdır.
a) Bir gruba göre, menzûrun bihi söylenmeyen adak için, zıhâr keffareti ödenir.
b) Cumhur'a göre, böyle bir adak için, yemin keffareti ödenir:
(1) Hanefi Mezhebine göre, “adağım olsun yalan söylemeyeyim veya adağım olsun filan yere gitmeyeyim” gibi sözler, “ahdim olsun” gibi birer yemin sayılır, sanki keffaret adanmış olur. Bu sebeple, yalan söylense veya o yere gidilse, yemin keffareti gerekir.” Adağım olsun” sözleri ve oruç, sadaka, hac gibi bir mana kastedilmedikçe yemin sayılır. Menzûrun bihi belli olmayan adakta bulununca -şarta bağlı olsun olmasın-, herhangi bir şeye niyet edildiyse, onun yerine getirilmesi vaciptir. Msl. “şu adağım olsun, şunu yaparsam Allah için adağım olsun” şeklinde adakta bulunulur ve bu sırada namaz, oruç, hac veya umreye niyet edince, onun yerine getirilmesi gerekir, yemin keffareti ödenmez. Ancak, adak sırasında herhangi bir niyet taşınmazsa, -bu çeşit adağa Müphem Adak denir- hânis olunarak yemin keffareti ödenir. Bu son çeşit adak türü olan adakta oruca niyet edilir, fakat sayısı belirtilmezse, üç gün oruç tutulur, doyurmaya niyet edilirse on fakir doyurulur, ancak sayı ve miktar belirtilirse emredildikleri farz türündeki benzerinin enazına göre -msl., bir gün oruç, yarım sa' sadaka, iki rekât namaz- yerine getirilir. Vakti belli adakta, menzûrun bihin bulunması çeşitli şekillerde olur. Hatırına yemin ve adak gelmez veya adağa niyet edip yemine niyeti olmaması halinde, bu, icmayla adak olur. Adağa niyet etmeyip yemine niyet edince, ittifakla yemin olur; yemine niyet edip, hatırına adak gelmez veya hem yemin hem adağa niyet edince, Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre hem yemin, hem adak olur, Ebu Yusuf’a göre yalnız yemin olur.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, hiçbir şeye niyet etmeksizin “adağım olsun, Allah için adağım olsun veya şunu yaparsam, söylemezsem” şeklindeki adaklar için, yemin keffareti ödenir.
1) Kurbet olan mukayyet adak, icma ile yerine getirilir.
2) Hanefî Mezhebine göre, muallak adak sadece vakitle kayıtlanır; fakir, para ve yer ile kayıtlanmaz. Bu sebeple, başka parayı başka fakire vermek caizdir, ancak kayıtlanan vakitte yerine getirilmesi ise şarttır.
“Bir ay oruç tutayım” şeklinde, belirsiz vakte bağlanan adağın vacip olma şekli, mutlak adak gibidir: el-Kerhf-nin nakline göre, bu fevrî olarak; İbn Suca' el-Belhî'nin nakline göre, ömrî olarak yerine getirilir, Maveraunnehr'li hanefî hukukçular da bu son görüşe katılır. İhtilaf, haçtaki ihtilafa göre düzenlenir: Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre hac fevrî, eş-Şeybanî'ye göre ömrî olarak farzdır. Böyle bir oruç adağı, aralıklı olarak da yerine getirilebilirken, i'tikâfa ara verilmez. Belli vakte bağlanan adak, bu vakitte fevrî olarak yerine getirilir, özürsüz olarak geciktirilmez. Böyle bir oruç adağında, -aralıksız tutulması adanmadıkça- sadece orucun bozulduğu gün kaza edilir, yeniden tutmaya başlanmaz.
a) Hanefî Mezhebine göre, bu çeşit adak bağlandığı şart gerçekleşince yerine getirilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, belli bir vakitle kayıtlanmadıysa, mücâzât adağının ömrî olarak yerine getirilmesi farzdır.
a) Hanefî Mezhebine göre, licâc adağının bağlandığı şartın ma'siyet veya tâat olması önemli değildir. Sahih görüşe göre, nâzir ister adağı yerine getirir, isterse yemin keffareti öder; bazı hukukçulara göre, kesinlikle adak yerine getirilir.
b) Şafiî Mezhebine göre, olması istenmeyen bir şarta bağlı adak, istenirse adak konusuyla, istenirse yemin keffaretiyle yerine getirilir: Licâc adakları üçe ayrılır:
(1) Ödemek Gayesiyle Yapılan: Bu adağın bir kısmı, “filanla konuşursam, şu adağım olsun” veya “filanca şunu yaparsa, şu adağım olsun” şeklinde, kendini veya başkasın! herhangi bir işten önlemek gayesiyle yapılır.
(2) Teşvik İçin Yapılan: Licâc adağının bir kısmı da, kendini veya başkasını herhangi bir işe teşvik için yapılır.
(3) Haberin Gerçek Olduğu Maksadıyla Yapılan: Licâc adağının bir kısmı da, bir haberin gerçekleşmesi maksadıyla, -msl. “iş dediğim gibi değilse veya adağım olsun filanca şöyle dedi” şeklinde- yapılır.
c) Maliki Mezhebinin meşhur görüşüne göre, gazap halinde yapılan adak, -ister bir kurbet için, isterse kendini bir fiili yapmaktan önlemek, cezalandırmak veya mecbur kılmak için yapılsın-yerine getirilmesi gerekir. Bazılarınca, licac adağında mükellef, ister yemin keffareti öder, isterse adağı yerine getirir.
d) Hanbelî Mezhebine göre, adağı, adayanı bundan önlemeyi, teşviki veya bir haberin doğruluğunu tasdik için yaptıysa, şart gerçekleşince yerine getirme veya yemin keffareti ödeme konusunda mükellef seçimlidir.
a) Hanefî Mezhebine göre gerekli şartları taşıyınca, Şafiî Mezhebine göre şartları taşıyınca ve rıza halinde yapılınca, teberrur adağının yerine getirilmesi gerekir.
b) Maliki Mezhebine göre, rıza halinde yapılan tâat adaklarının, sadece yapılması kesinlikle istenmeyen -sünnet, rag'be ve mendup gibi- bir iş olup, oruç, sadaka gibi devamlı bir kurbet olması şartıyla yerine getirilmesi gerekir, nikah ve hibe gibi bazan kurbet, bazan kurbet olmayan işlerin adanması halinde yerine getirilmesi gerekmez. Aynı şekilde, zaten farz olan bir kurbet de adanamaz. Bu çeşide giren mutlak adak müstehaptır.
c) Hanbelî Mezhebine göre, nafile konulardaki teberrur adakları -ister doğrudan “Allah için oruç tutayım” şeklinde mutlak, isterse “hastama Allah şifa verirse, malımı kurtarırsa Allah için şunu yapayım” şeklinde muallak olsun-, sahihtir ve in'ikad eder. Bu şekildeki adaklar, üç çeşittir:
(1) Nimete erişme veya belânın uzaklaşması için yapılan adak,
(2) Şartsız olarak -msl., doğrudan “Allah için oruç tutayım, namaz kılayım” şeklinde- yapılan adak.
(3) Köle azadı, hasta ziyareti vb. vacip bulunmayan konudaki
adak. Bu son çeşitteki şartı taşımayan
a) Cumhur'a göre, ma'siyet adağında hiçbir şey gerekmez:
(1) Maliki Mezhebine göre, haram bir işin yapılmasını adamak haramdır. Bayram günü oruç gibi dolayısıyla haram adak üç çeşittir:
(a) Adayanın haram olduğunu bildiği: bu durumda adak türündeki tâatin yerine getirilmesi müstehaptır,
(b) Haram olduğunu bilmediği: Böyle bir adak için kaza gerekmediği gibi, müstehap da değildir,
(c) Orucun caiz olmasını diğer günlerdeki gibi zannetme: bazılarınca oruç kaza edilir, diğer bazılarınca edilmez.
(2) Şafiî Mezhebine göre, böyle bir adak yerine getirilmez.
b) Bir gruba göre, yemin keffareti ödenir:
(1) Ebu Hanife, Sevrî ve Kûfelilere göre, bu konuda ma'siyeti işlemek değil, yemin keffareti ödemek gerekli olur.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, şarap içme, âdet ve lohusa, bayram ve teşrik günlerinde oruç tutma şeklindeki ma'siyet muhtevalı adaklar yerine getirilmez, oruç başka günlerde kaza edilir ve yemin keffareti ödenir. Bütün bunlara rağmen, adak yerine getirilirse, günah işlenmiş olur, keffaret gerekmez.
(3) Hanefî Mezhebine göre, adak haddizatında bir ma'siyet -msl., öldürme, şarap içme- olmamalıdır. Böyle bir adakta bulununca, yemin keffareti ödenir. Esasen meşru iken başka bir sebepten dolayı yasaklanmış olan bir kurbeti adamak sahihtir: Msl. “şu işim olursa, kendimi Hak yolunda kurban edeyim” şeklinde yapılan adak sahih olmaz. Fakat Ramazan bayramının birinci, kurban bayramının dört gününde oruç tutmayı adamak sahihtir. Yalnız, bu günlerde oruç tutulmaz, başka günlerde kaza edilir, tutulunca borç ödenmiş olur.
“Bir ya da üç rekât veya abdestsiz iki rekât namaz kılayım” şeklindeki adaklarda, birinci ve üçüncü için iki, ikinci için dört rekât namaz kılınır.
a) Hanefî Mezhebine göre, mekruhun adanmasıyla ilgili hüküm, az önce geçen haram adakta açıklandı.
b) Şafiî Mezhebine göre, mekruh adağı iki şekilde ele almak gerekir:
(1) Doğrudan Mekruhun Adanması: Namazda dönmek gibi bir adakta bulunmak, bazılarınca in'ikad etmez ve yerine getirilmesi gerekmez; bazılarınca in'ikad eder ve yerine getirilir; râcih olan ilk görüştür.
(2) Dolaylı Mekruhun Adanması: Cuma ya da cumartesi, pazar günü oruç tutmayı adamak sahihtir ve böyle bir adak in'ikad eder.
c) Maliki Mezhebine göre, mekruh konuda adakta bulunmak da mekruhtur. Sadece kurban bayramının dördüncü günü orucu ile zamanından veya yerinden önce hac ihramına girmeyi adamak, -her ne kadar mekruh ise de- yerine getirilir.
d) Hanbeli Mezhebine göre boşanma, soğan-sarmısak yeme, sünneti terketme vb. mekruh adaklarda, yemin keffareti ödemek müsteaptır; bununla birlikte adak yerine getirilirse, keffaret ödenmez.
a) Hanefî ve Şafiî Mezheplerine göre, mubah adak çeşidi bulunmaz:
(1) Hanefi Mezhebine göre, adağın cinsinden bir farz veya vacibin bulunması gerekir.
(2) Şafiî Mezhebine göre, bunlarla ilgili konuya bakarak hüküm değişir:
(a) Yememek, İçmemek, Yürümemek: Bazılarınca, bu şekildeki adaklar yerine getirilmezse, yemin keffareti gerekir; diğer bazılarınca -racih görüş de budur-, adak in'ikad etmez ve hiçbir şey gerekmez.
(b) Teşvik, Önleme, Haberin Doğruluğu veya Allah'a İzafe Edilen Konudakiler: Bu gibi durumlarda, ya adağın yerine getirilmesi, ya da yemin keffareti ödenmesi gerekir.
b) Maliki ve Hanbeli Mezheplerine göre, adağın çeşitlerinden biri de mubah adaktır:
(1) Malikî Mezhebine göre, mubah adak yeme, içme gibi mubah konularda olur ve ona uymak gerekmez.
(2) Hanbelî Mezhebine göre, “Allah için elbiseyi giymeyeyim, bineğime binmeyeyim” şeklinde yapılan mubah adaklarda mükellef, ya bunu yerine getirir veya yemin keffareti öder.
Vacip hükmünün sabit olması için, adağın mutlak, şarta bağlı, yer veya zamanla kayıtlı olup olmamasına, menzûrun bihin namaz, oruç gibi beüenî, sadaka gibi malî kurbet olup olmamasına göre değişir:
1) Adak mutlak olup, şart, zaman ve yerle kayıtlı değilse vacip olma vakti, adakta bulunma vaktidir. Hemen yerine getirilir.
2) Adak muallak olursa, şartın gerçekleşme vakti, adağın vacip olma vaktidir. Bu durumda, şarttan önce yerine getirilen adak, borç olarak değil, nafile olarak yerine getirilmiş olur.
3) Adak yerle kayıtlı -msl. “şu yerde namaz kılmak, sadaka vermek adağım olsun” şeklinde- olursa Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve eş-Şeybanî'ye göre başka yerde yerine getirilmesi caizdir; Züfer'e göre, mutlaka bu yerde yerine getirilmesi gerekir.
4) Zamanla kayıtlı olursa, hüküm namaz ve oruç veya sadaka olmaya göre değişir. Sadaka konusundaki adağın vacip olma vakti, adağın yapıldığı vakittir, bu sebeple vaktinden önce de ödenebilir. Namaz ve oruç konusundaki adağın vacip olma vakti, Ebu Yusuf’a göre adağın yapıldığı vakittir, bu sebeple vaktinden önce de yerine getirilebilir, eş-Şeybanî'ye göre kayıtlanan vaktin gelmesi adağın vacip olma vaktidir.
Belli vakti olan adaklarda da, namazdaki esaslar dikkate alınır ve vacip olma vakti, ya yerine getirmeye başlama veya vaktin sonudur. Belli vakti olmayanlar için de, Ramazan orucunun kazası, keffaret vb. dikkate alınır veya başlamayla veya ömrün sonunda yerine getirmeye müsait vakitle vacip olur.
Sözlükte “mahvetme, yoketme ve giderme” manalarına gelen keffaret kelimesi, [862] dinî metinlerde geniş ve dar manada olmak üzere iki şekilde kullanılır: [863]
Genel manasıyla keffaret, belli bir günah ve vesileye bağlı değildir. Bu manasıyla o,
1) Sevilmeyen hale sabır, msl. mal, beden ve çocuklarla ilgili musibetlere karşı sabretmek,
2) İyilikler; kötülükten sonra yapılan iyilikler [864] demektir.
Hud: 11/14 ve el-Furkan: 25/70 âyetlerindeki gibi, genel manada keffarete Tekfîru'z-Zunûh adı verilir.
Özel manasıyla keffaret, “Ayet ve sahih hadislerde belirtilen belli günahlar için, belli kurtuluş vesileleri bulunan” çeşittir.
Keffaretin hukuk dilindeki tanımı, “İşlenen bazı günah, kusur ve suçlardan dolayı, Allah Teâlâ'nın bunları affetmesi için yapılan belli işlemlerdir.” biçiminde yapılabilir.
Hukuk dilinde keffaret denince, geniş manada olanı değil, dar manada olanı kasdedilir ve anlaşılır.
Keffaret ödemeye Tekfir, ödeyen mükellefe Mükeffir adı verilir. Keffaretler ukubet (ceza) manası taşıyan ibadetlerdendir. [865]
Keffareti gerektiren suçlara dikkat edilirse, bir yönden yasak, bir yönden de mubah oldukları görülür. Demek ki keffaret, ya yasağın işlenmesi veya mubahın haram kılınması sonucunda gerekli olur.
Dinî ibadetler, kişiyi mesut ve bahtiyar, toplumu müreffeh kılacak hikmet ve manalarla doludur. İnsanlar bazan şehvet ve sinirlerine hakim olamayıp iyilik ve hayra aykırı olarak, günah ve kötülük işleyebilir. Bundan uzak bulunmak, ancak Allah'ın korumasıyla olur. İşte böyle durumlarda, kendini geçmişin günah kirinden temizlemek, sonraki kötülüğe ve günaha karşı korunmasını kuvvetlendirerek, düştüğüne ilaç bulunması, Allah'ın mü'minlere rahmetindendir. Mü'min bu koruyucu ve sancı ilaçlara karşı uyanık olur, onların gösterdiğine uyarsa, Allah'a tertemiz, kendi O'ndan razı, Allah da ondan razı olarak yönelir; Allah Teâlâ da affedici ve kerîm, gafur ve rahîm isimleriyle kuluna yönelir. Bu gibi günahlara ve onlardan korunmaya ilaç, hal ve çarelere Keffaret (ç. Keffaret) adı verilir.
Keffaretlerin mânâ ve önemini, bizzat onların çeşitlerine ve ödeme türlerine bakarak daha iyi kavrayabiliriz:
a) Keffaretlerin meşru kılınmasının hikmeti, müslümanın, Rabbi'yleolan manevî-ruhî ilişkilerini, sarsıntısız yürütmek, günah ve isyan halinde, Allah'tan ümidini kesip, O'ndan ve O'nun emirlerinden uzaklaşmamasını sağlamaktır. Hiç şüphesiz, bir günah işledikten sonra, insanın gönlü, huzur bulmak için, onu yokedecek bir şeyi feda etsin, ondan temizlenmek için, gönülle, sevinçle, istekle temizlenmesi için mali fedakârlık yapsın ister. Bunun içindir ki ilâhî hikmet, -her nasılsa- mü'mine işlediği günahı örtmek, onun eserlerini yoketmek için, keffaretin meşru kılınmasını gerektirmiştir. Böylelikle kul, Rabbine saf, kalbi huzurla dolu olarak dönmüş olur; günah, kulun boynunda, kul ile Rabb'i arasındaki ilişkileri sarsıcı bir özellik olmaktan çıkar. Kulun hiçbir şey yapmamasıyla da günahın yokedilmesi, Yüce Allah'ın rahmet ve mağfiretinden olabilirdi; ancak, günahı yokederken, Allah yolunda harcama yaparak, kalbini ve nefsini saflaştırmak, onu iyilik, malî yardım ve tâate yöneltmek için bazı ödeme yollarını emretmiştir.
b) Ödeme türlerine genel bir bakışla, onların, toplumun çeşitli katlarını kucaklayan üç hal olduğu görülür:
(1) Köle azadı,
(2) Oruç,
(3) Fakirlere iyilik.
Bu gibi üç ödeme türünün her birinin iyilik, hayır ve yücelik gibi birçok sosyal faydalar sağladığında, insanlar arasında acıma ve yardımlaşmayı gerçekleştiren sosyal dayanışmayı sağladığında şüphe yoktur.
Köle azadı, hürriyete açılan kapıların en genişidir. Keffaretlerin hemen bütününde ilk sırayı alan bu ödeme türü, topluma bir üye kazandırmak, kölelik ölüm, hürriyet hayat olduğuna göre, ölümden sonra onları diriltmek ve yaratılıştan hak sahibi olunan bu en değerli varlığı-diğer zekât, karşılıksız salma, iyi davranmaya teşvik gibi çeşitli sebepler yanında -keffaretlerle de onlara bağışlamak gayesini güder. Köle azadının -keffaret eğer hata yoluyla öldürme keffaretiyse- başka bir manası daha vardır: Ölenle bir üyesini kaybeden toplum, hürriyetine kavuşan bir köleyle, kaybını telafi edecektir.
Oruç şeklindeki ödeme türünün nefsi nasıl terbiye ettiği, ahlâkı nasıl sağlamlaştırdığı, sabra nasıl alıştırdığı, sıkıntı ve belâlara karşı iradeyi nasıl hakimiyete aldırdığı, acıların nasıl kuvvetle karşılanmasını öğrettiği açıktır.
Fakirlere -yedirme ve giydirme şeklindeki- iyiliklere gelince, bunlar İslâm'ın istediklerinin en önemlilerindendir. Çeşitli sûrelerde, bu iyilikler teşvik edilmiş, hemen hiçbir sûre, fakirlere iyilik yapılmasını emreden âyetlerden uzak tutulmamıştır. Hz. Peygamber'in bizzat kendisi ve öğretimi, fakirleri doyurma ve giydirmeye teşvik örnekleriyle doludur. Bu özelliğinden dolayıdır ki, hayatında hiçbir zaman zekât ödememiş, vefatından sonra da miras bırakmamıştır. Bir hurmayla da olsa iyilik yapılmasını emreden Peygamberimizin, Ebu Musa'l-Eş'arî ile yaptığı bir konuşma bunun en açık örneklerinden biridir: “Eş'arîler savaşa girerler veya şehirde ailelerinin yiyecekleri azalırsa, yanlarında bulunanları bir araya toplar, sonra topladıklarını eşit bir şekilde bölüşürler. Onlar benden, ben de onlardanım.” Bu hadis, aynı zamanda sahabenin, Rasulullah'm emirlerini nasıl yerine getirdiklerinin unutulmaz örneğidir.
Hangi hallerin yemin keffaretini gerektirdiği bu özel bölümden incelenebilir.
Keffaretler, ilgili olduğu konu veya ödeme sırasındaki seçmelilik, ya da bağlayıcılık yönlerinden ele alınabilir; ilkini benimseyerek ele alınmaları, daha uygun düşer:
Ramazan'da keffareti gerektiren bir halle karşılaşan mükellefin, Cumhur'a göre hem kaza, hem keffaret; Evzaî'ye sadece keffaret ödemesi gerekir. [867] İşte oruç için ödenen bu keffarete Oruç Keffareti denir.
Cumhur'a göre, yalnızca Ramazan orucunun edası; Katâde'ye göre Ramazan orucunun hem edası, hem kazası; maliki hukukçularından Îbnu'l-Kasım ve Vehb'e göre, bütün oruçlar için ödenen oruç keffaretini gerektiren haller, oruçlunun yapamayacağı işlemler incelenirken ele alındı.
a) Hanefî Mezhebine göre, aynı veya birkaç Ramazan'da meydana gelen ve henüz ödenmemiş bir veya birkaç Ramazan keffareti için, bir tek ödeme yapılır. Keffaret ödendikten sonra ayrı ayrı günlerde meydana gelen hal için, yeniden ödeme yapılır; fakat aynı gün meydana gelen hal için, -keffaret ödenmiş olsa bile- yeniden ödeme yapılmaz.
b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, keffareti gerektiren her hal ve hareket için, ayrı ödeme yapılır. Aynı günde tekrar eden bir hal için, tek ödeme yeterlidir.
c) Hanbeli Mezhebine göre de durum, Hanefî Mezhebinde olduğu gibidir. Farklı olarak aynı günde meydana gelen ve ödenmiş halden sonrası için ayrı ödeme yapılır.
Böylelikle konuyu aşağdaki gibi özetleyebiliriz: [870]
a) Hukukçular, bir Ramazan'da keffareti gerektiren bir halle karşılaşıp, keffaret ödedikten sonra, yeniden böyle bir halle karşılaşınca, ayrıca ceza ödeneceğinde ittifak etmişlerdir.
b) Keffareti gerektiren halle bir günde defalarca karşılaşınca, sadece bir keffaret ödeneceği konusu da ittifakla sabittir.
c) Ramazan'ın bir gününde, keffareti gerektiren halle karşılaşıp, henüz ödeme yapmadan, bir başka gün, yeniden böyle bir halle karşılaşınca,
(1) Malikî ve Şafiî Mezheplerine göre, her gün için yeniden keffaret ödenir,
(2) Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre, ilki için ödeme yapılmadıysa, ikisi için birlikte keffaret ödenir.
Uzun olduğundan tekrarı faydasız olan bu konu, oruçlunun yapamayacağı işlemler arasında ele alındı.
Keffareti gerektiren şekilde orucu bozulan mükellef, orucu bozduktan sonra, oruç bozmanın vacip veya mubah olduğu bir hastalıkla karşılaşır, kadın aylık âdetini görmeye başlar veya lohusa olursa, ya da bayılınca, ÜM'e göre keffaret düşer; Hanbelî Mezhebine göre düşmez. Yalnız, hastalığa mükellefin kendisi sebep olmamalıdir. Bile bile oruç bozduktan sonra yolcu o inakla keffaret düşmez. Çünkü orucu bozduktan sonra yolcu olmakla, yolcu olduktan sonra orucu bozmak, başka başkadır; yola çatıktan sonra oruç bozulabilir.
Günümüz dünyasında ferdî kölelik kalmadığı için, oruç keffaretinde ikinci ceza türü uygulanır.
İki ay olarak tutulacak orucun gün sayısı, kamerî takvime göre düzenlenir; hesap sonucu, kamerî takvim sebebiyle, bazen, bir gün az çıkabilir.
İki ay oruç tuttuktan sonra, bir gün de, olayın geçtiği gün için kaza orucu tutulur.
Oruç keffaretinin orucu tutulurken, oruca,-hiç ara verilmez. Ne sebeple olursa olsun, ara verilirse, tutulan, nafile yerine geçer, keffaret orucuna yeniden başlanır. Sadece şu sebeplerle oruca ara verilebilir:
(1) Ramazan'ın girmesi,
(2) Bayram ve hastalık günlerinin araya girmesi,
(3) Kadınların âdet günleri,
Hanbelî Mezhebine göre, yolculuk gibi şer'i bir özürle ara verilirse, oruca, yeniden başlanmaz.
Oruç tutmaya gücü yetmeyen mükellef, kendi ev halkı ve nafakası kendisine ait olanlar dışında, altmış fakiri doyurur.
a) Hanefî Mezhebine göre, fakirleri doyuracak miktar, her biri için, Hz, Peygamber'in müddüyle iki müdd veya buna denk yarım sa'dır. Bir fakiri doyuracak miktar, bir fidye miktardır, bununla fakir iki öğün doyurulur veya bunların karşılığı fitre miktarı olarak verilir.
Fakirler toptan doyurulabiîeceği gibi, ayrı ayrı da doyurulabilir.
b) Şafiî ve Maliki Mezheplerine göre, bir fakiri doyuracak miktar, Hz. Peygamber'in müddüyle bir müddür.
a) ÜM'e, Kûfe'lilere ve Sevrî'ye göre, bu üç cezanın ödenmesinde köle azadı, iki ay oruç, altmış fakiri doyurmak sırasına uyulur.
b) Malikî ve İmamiye Mezheplerine göre, bu sıraya uymak şart değildir; ancak Malikî Mezhebine göre doyurma, azad ve oruç şeklindeki sıralama efdaldir.
a) ÜM'e göre, bütün bu ödeme yollarından birini ödemeye imkânı olmayan kimse, imkân bulduğu veya zengin olduğu zaman ödeme yapar.
b) Hanbeli Mezhebine ve Evzaî'ye göre, ödemenin yapılması gerekli zamanda imkân bulunmazsa, -ilerde bulsa da- borç düşer.
Hac için ihrama giren mükellefin, bir mazeret dolayısıyla, saçlarım, vaktinden önce tıraş etmesi halinde üç günlük oruç tutarak ödeyeceği keffaret Halk Keffareti adını alır.
Hastalık dolayısıyla veya başta bulunan ve eziyet veren hayvan gibi bir zaruret dolayısıyla başını tıraş edene ceza gerekmesi için, bu hastalık İbn Abbas'a göre başta yara, acı ve bit olması; Atâ'ya göre acı, eziyet, bit vb. bulunması; Cumhura göre muhrimin dikişli elbise giymesi ve başını tıraş etmekten alıkoyan her durumdur. [875]
Zaruret dolayısıyla başını tıraş edene keffaret gerektiğinde hukukçular ittifak etmişlerdir. Zaruretsiz olana gelince, Malik'e göre aynı fidye gerekir, Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre zaruretsiz olarak tıraş olana sadece dem gerekir.
a) Ebu Hanife, Malik, Sevrî ve el-Leys'e göre, kasıt veya unutma arasında herhangi bir farklılık bulunmamaktadır.
b) Zahirî Mezhebi ve -bir kavlinde- eş-Şafiî'ye göre, unutarak tıraş olana keffaret gerekmez.
el-Bakara: 2/196 âyetindeki ceza türlerinin seçmeli olduğu icmayla sabittir:
Cumhur'a göre altı, el-Hasenu'1-Basrî, İkrime ve Nafi'a göre on fakir doyurulur; Malikî, Şafiî ve Hanefî Mezheplerine göre, her fakire Hz. Peygamber'in mudduyla bir mudd, Sevrî ve -bir nakilde-Ebu Hanife'ye göre, bir fitre miktarı ödeme yapılır.
Cumhur'a göre, bunun için koyun kurban edilir.
el-Hasenu'1-Basrî, İkrime ve Nafi'a göre, halk keffareti için tutulacak orucun süresi on, Cumhur'a göre üç gündür.
a) Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre, dem ve doyurma Mekke'de, oruç istenilen yerde yerine getirilir.
b) Malik ve Mücahid'e göre, her üçü de istenilen yerde uygulanır.
c) İbn Abbas ve -bir kavlinde- Ebu Hanife'ye göre, dem Mekke'de kesilir, doyurma ve oruç istenilen yerde yerine getirilir.
Gerektiren bir sebep dolayısıyla ödenecek olan yeminlerin ortaya çıkardığı keffarete Yemin Keffareti adı verilir.
Bu iki konu, az önce yemini incelerken ele alındı Hangi hallerin yemin keffaretini gerektirdiği, bu özel bölümden [880] incelenebilir.
Keffaret Çeşitleri
-----------------------------------------------------
İbadete İ. K. Beşeri İlişkileri İ. K.
1) Oruç Kefareti. 1) Zıhar K.
2) Halk Kefareti. 2) Kat. K.
3) Yemin Kefareti.
Bağlayıcı |
Seçmeli |
Bazan Bağlayıcı |
(Ta'yinî) K. |
(Tahyirî) K. |
Seçmeli K. |
1) Kaü K. |
1) Halk K. |
1) Yemin K. |
2) Zıhar K. |
|
|
3) Oruç K. |
|
|
Şema 64: Keffaret Çeşitleri
Keffaret |
Çeşidi |
Yapılacak |
İşlem ve |
Sırası |
1 |
2 |
3 |
||
İbadetlerle |
Oruç K. |
Köle azadı |
İki ay oruç |
60 fakiri doyurmak |
ilgili |
Halk K. |
3 gün oruç |
— |
— |
Keffaretler |
Yemin K. |
Köle azadı |
10 fakiri giydirme veya doyurma |
3 gün oruç |
Beşerî ilişkilerle ilgili |
Zıhar K. |
Köle azadı |
iki ay oruç |
60 fakiri doyurmak |
keffaretler |
Katl K. |
Köle azadı |
iki ay oruç |
— |
Tablo 119: Keffaret Çeşitleri ve Ödenmesi
Kocanın karısını, neseb, süt veya evlilik dolayısıyla, kendisiyle evlenmesi ebediyen haram olan bir kadının, tamamına veya kendisine bakılması caiz olmayan bir organına benzetmesi Zıhâr, bunu yapan kişi Müzahir, yapılan kadın Muzâherun Biha, bunun için ödenecek keffaret de Zıhâr Keffareti (Keffaretu'z-Zıhâr) adını alır. [881]
Cahiliye devrinde çok yapılan, boşanma sonucunu doğuran ve helali harama benzetmek olacağından zıhar, İslâm'da hoş görülmemiştir, boşanma hükmü tanınmamış, sadece birleşme haram kabul edilmiştir. Bu sebeple, zıhar yapan kimse keffaret ödemedikçe, eşiyle, cinsî birleşme yapamaz. Karı-koca ilişkilerinin yeniden başlaması için, müzahirin keffaret ödemesi gerekir. [882]
Zıhâr keffaretinin gerekmesi konusunu; gerektiren sözler, keffaretin gerekme şartları ve gerektiren halin tekrarı başlıkları altında inceleyebiliriz:
Zıhâr keffareti ödemeyi gerektiren sözler, bazan erkekler, ba-zan da kadınlar tarafından söylenir:
“Sen, bana, annemin sırtı gibisin” denince, bütün hukukçulara göre keffaret ödemek gerekir.
Sırt dışında bir organı veya ana dışında ebediyen evlenmek haram olanlardan birinin sırtını söylemek, Malik'e göre zıhârdır; bir grup hukukçuya göre, zıhâr değildir; Ebu Hanife'ye göre, bakılması haram olan her organın söylenmesi zıhârdır.
“O, bana anam gibidir” deyip, “sırtı”ı söylememek, İmam Malik'e göre yine zıhârdır; Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre niyete göre hüküm değişik olur.
Eşini başkasına benzetmek, İmam Malik'e göre zıhârdır, malikî hukukçu İbnu'l-Macişun'a göre zıhâr değildir.
Kadının kocası için zıhâr yapması, Cumhur'a göre mümkün değildir; bir grupa göre, yemin keffareti gerekir; -bir nakilde- Ahmed b. Hanbel'e göre, zıhâr keffareti gerektir.
a) Cumhur'a göre, keffaret dönüşten sonra gerekir:
(1) Bir nakilde- İmam Malik'e göre, dönüş, birleşme niyetiyle gerçekleşir.
(2) Ebu Hanife, Malik ve Ahmed b.Hanbel'e göre, dönüş, sadece birleşmeye ve dokunmaya niyetle gerçekleşir.
(3) Zayıf nakilde- İmam Malik ve Ahmed b.Hanbel'e göre, bizzat birleşmeyle, zihârdan dönülmüş olur.
(4) eş-Şafiî'ye göre, imsakın kendisi dönüştür; boşanma için gerekli zaman geçtiği halde, boşanmayınca dönülmüş olur.
(5) Zahirî Mezhebine göre, zıhâr sözünü ikinci defa söylemek, dönüş demektir. Bunu yapmadıkça, zihârdan dönülmüş olmaz ve keffaret gerekmez.
b) Mücahid ve Tavus'a göre, dönüşten önce de keffaret gerekir.
Bir kelimeyle birden çok kadın hakkında zıhar yapınca, Malik'e göre sadece bir keffaret ödenir; Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre kadın sayısına göre ödeme yapılır.
a) Malik, Evzaî, Ahmed b.Hanbel ve İshak'a göre, sadece bir keffaret gerekir; bir defa zıhâr yaptıktan sonra keffaret ödeyip, tekrar zıhâr yaparsa, ikinci bir keffaret ödenir.
b) Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre, her biri için ayrı keffaret ödenir.
c) Yahya b. Sa'id, -bir veya birkaç yerde de olsa- zıhâr sayısı kadar keffaret ödenmesini savunur.
a) Malik'e göre, sadece bir keffaret gerekir.
b) Ebu Hanife'ye göre, mükellefin niyetine bakılır: Pekiştirme niyeti olunca bir, yeni bir zıhâr içinse sayısınca keffaret ödenir.
c) Yahya b. Sa'id'e göre, -bir veya birkaç yerde de olsa- zıhâr sayısınca keffaret ödenir.
Zıhâr sözlerini söylemek, bazı sorumluluklar yükler ve mahrumiyetlere yol açar:
Zıhâr sözlerinin doğurduğu mahremiyetlerin bir kısmında ittifak, diğerlerinde ihtilaf vardır:
Bütün hukukçulara göre, zıhâr yapan kimsenin keffaret ödeyene kadar, eşiyle cinsî birleşme yapması yasaktır.
a) Cumhur'a göre, cinsî birleşme haram olduğu gibi, ona benzer dokunma, öpme, yüz ve elleri dışında vücudunun diğer yerlerine şehvetle bakmak da haramdır; Ebu Hanife, birleşme organına bakmayı mekruh görür.
b) eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Sevrî'ye göre, sadece cinsî birleşme haramdır, başka bir yasak yoktur.
a) Malik, Ebu Hanife, eş-Şafiî, Evzaî, Ahmed b.Hanbel, İshak, Ebu Sevr, Davud ez-Zahirî, Taberî ve Ebu Ubeyd'e göre, bu durumda sadece bir keffaret gerekir.
b) Bir gruba göre, -biri birleşme niyeti, diğeri birleşme için olmak üzere- iki keffaret gereklidir. Bu görüş İbn Ömer, Amr b. el-As, Kubeysa b. Zu'eyb, Said b. Cubeyr, İbn Şihâb ez-Zuhrî'den nakledilir.
c) Bir gruba göre, -birleşmeyle keffaret vakti çıktığından- hiçbir ceza gerekmez.
d) İbn Hazm'e göre, ödeme türü doyurma olana, bundan önce birleşme haram değildir; birleşmenin haram olması azad ve oruç için sözkonusudur.
Zıhâr yapılması halinde, müzahirin keffaret ödemesi gerekir.
Zıhâr keffaretinin ödenmesi konusunu, ödeme türleri ve sıraya uyma başlıkları altında ele alabiliriz:
Zıhâr keffareti; köle azadı, iki ay oruç ve doyurma şeklinde ödenir:
Putperest ve mürted dışındaki kölelerin, keffaret olmak üzere azad edilmesi ihtilaflıdır:
a) Malik ve eş-Şafiî'ye göre, kölenin mutlaka müslüman olması gerekir.
b) Ebu Hanife'ye göre, azad edilecek kölenin müslüman olması şart değildir; bu görüşü benimseyen, Atâ, Nehaî, Sevrî ve Ebu Sevr'e göre mudebbere (azadı ölümden sonraya bırakılmış), ummu veled (efendisinden çocuk doğurmuş) ve bedelinin bir kısmı ödeyen mükâtep (azad bedelini kendi çalışmasıyla ödeyen) köle, keffaret-ler için azad edilmez.
c) Ahmed b. Hanbel'den, her iki görüş de nakledilmektedir.
a) Cumhur'a göre, azad edilecek kölenin ayıplı olmaması şarttır: Kör, el ve ayakları kesik olanlar ittifakla sahih olmaz; bir eli kesik Ebu Hanife'ye göre olabilir, İmam Malik ve eş-Şafiî'ye göre olmaz; şaşı köle, İmam Malik'e göre geçerli olmazken, Abdulmelik'e göre olur; iki kulağı kesik köle İmam Malik'e göre olmaz Şafiî Mezhebine göre olur; sağır hakkında, Maliki Mezhebi içinde her iki görüş de benimsenmektedir; dilsiz, İmam Malik'e göre olmaz, eş-Şafiî'den her iki görüş de nakledilir; deli, sahih olmaz; küçük, Cumhur'a göre olur, bazı mütekaddimîn hukukçulara göre olmaz; topal kölenin bu topallığı az olursa Maliki Mezhebine göre sahihtir.
b) Bir grup hukukçuya göre, kölenin ayıplı olması keffaretin sahih olmasına engel değildir.
Zıhâr keffareti için tutalacafe oruç, tıpkı oruç keffaretinin orucu gibi, iki ay ve aralıksız tutulur. Ramazan'ın girmesi, bayram ve hastalık günlerinin girmesi ve kadınların âdet gürleri dışında ara verince oruç yeniden başlanarak tutulur; Hanbelî Mezhebine göre, yolculuk gibi şer'î bir özürle ara verilirse, oruca, yeniden başlanmaz.
a) Malik, Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve Zahirî Mezhebine göre, her durumda, oruç tutarken cinsî birleşme halinde oruca yeniden başlanır.
b) Ebu Hanife'ye göre, kasıtlı birleşme halinde oruca ara verilmiş olur, bu sebeple; yeniden başlamak gerekir.
c) eş-Şafıî'ye göre, hiçbir şekilde oruca yeniden başlanmaz.
a) Malik, eş-Şafıi ve Ahmed b.Hanbel'e göre, mutlaka altmış fakirin doyurulması gerekir.
b) Hanefi Mezhebine göre, bir kişi de altmış gün doyurulabilir.
a) İmam Malik'e göre, her fakir için doyurma miktarı, Hz. Peygamber'in müddüyle iki müddür.
b) Ata, Evzaî ve eş-Şafi'i'ye göre, her fakir için doyurma miktarı bir müddür.
c) Hanefî Mezhebine göre, her fakir için, bir fitre miktarıdır.
a) Hanefi Mezhebine göre, doyurma için, her ikisi de caizdir; ikisini birlikte uygulamak da aynen bu şekilde caizdir.
b) eş-Şafiî ve Ahmed b.Hanbel'e göre, doyurmanın mutlaka temlik şeklinde olması gerekir.
Doyurma şeklindeki ceza türü bitmeden, ÜM'e ve Zahirî Mezhebine göre birleşme yapılabilirken, Malik'e göre yapılmaz. [893]
Zıhâr keffareti ödenirken köle azadı, iki ay oruç ve altmış fakiri doyurma şeklindeki sıraya uymak, icmayla sabittir.
Sıraya uymak için gerekli kudretin, Hanefi Mezhebine göre ödeme zamanı, Hanbeli Mezhebine göre vacip olma zamanında bulunması gerekir; Zahirî Mezhebine göre ise oruç tutmaktan âciz kalan, doyurma ve azad cezalarını uygulayamaz, imkân bulursa kendisi, bulunmazsa velisi oruç tutar. [895]
Cumhur'a göre, öldürmeler amden, hataen ve amde benzer; İmam Malik'e göre, sadece ilk ikisi olmak üzere birkaç çeşittir:
Ölüme götüren bir âletle meydana gelen öldürme olayı Amden Katl (taammüden cinayet) adını alır.
Müşrik veya kuşu öldürmeye kastetme sırasında, müslümanın öldürülmesi Fiilde Hataen Öldürme olarak adlandılır.
Öldürme Çeşitleri
-------------------------------------------------------------------------
Amden öldürme. Hataen öldürme. Amde Benzer Öldürme
1) Fiilde hata
2) Kasıtta hata
Şema 65: Öldürme Çeşitleri
Müşrik birinin öldürüldüğü sanılarak, sonradan, öldürülenin müslüman olduğunun anlaşılması halinde, bu öldürme Kasıtta Hataen öldürme adını alır.
Normal şartlarda öldürücü olmayan bir maddenin vurulmasıyla veya küçük taşların atılmasıyla meydana gelen ölüme Amde Benzer Öldürme denir. Çünkü bu çeşit öldürmede, öldürme işleminde hata, vurmada kasıt vardır.
a) eş-Şafiî ve Malik'e göre, amden öldürme olayında da, hem büyüklere, hem de çocuklara ve delilere keffaret ödemek gerekir.
b) Ebu Hanife, Sevrî ve İbnu'l-Munzir'e göre, bu çeşit öldürme için, keffaret ödenmez.
Hataen öldürmenin cezası olarak, ittifakla keffaret ve diyet ödenmelidir.
İşte bir müslümanı veya müslüman ülkede yaşayan gayri müslim azınlık (zimmî) vatandaşı, kasıtlı olarak değil, hata sonucu öldüren kimsenin ödeyeceği keffarete Kati Keffareti (Keffaretu'1-Katl) denir. [897]
Katl keffaretinin ödenmesi konusunu; ödeme türleri ve sıraya uyma başlıkları altında incelememiz mümkündür:
a) İbn Abbas ve el-Hasenu'1-Basrî'ye göre, namaz kılan ve oruç tutan köleler, azada elverişlidir.
b) Ebu Hanife, Malik ve eş-Şafiî'ye göre, anne-babasmdan biri müslüman olunca, çocuk veya erkeğin azadı sahihtir.
Katl keffareti için tutulacak oruç, aynen oruç keffaretinin orucu gibi tutulur.
Katl keffaretini ödemek için, köle azadı ve iki ay oruç şeklindeki sıraya uymak mecburidir.
Gerektiren haller gerçekleşince, bütün keffaretlerin ödenmesi farzdır.
Keffaretlerin çeşitleri ele alınırken, hangi hallerde ödenmelerinin gerektiği de ele alınmıştı.
Keffaretlerin ödenmesi; farz olma vakti, ödemenin ömrîliği-fevrîliği ve ölümden sonraki sorumluluk başlıkları altında incelenebilir:
Yemin dışındaki keffaretlerin ödenmesinin farz olma zamanı, gerektiren halin meydana gelmesinden hemen sonrasıdır.
a) Hanefî Mezhebine göre, keffaret, yeminin bozulmasından hemen sonra ödenir, geciktirilmesi günahtır.
b) ÜM'e göre, keffaret, yeminden dönmezden önce de ödenebilir, ancak bu, mal olarak ödeme yapıldığı takdirde geçerlidir.
Keffaretleri ödemek fevrî değil, ömrîdir; yani, geniş zamanlı olarak ödenir. Kendileri için belli bir vakit tayin edilmediğinden, eldeki ilk imkândan sonraya geciktirilmeyle bile günahkâr olunmadığı gibi, kaza olarak değil, eda olarak ödenmiş olur.
Keffaretlerin ödenmesi mükeffirin, fiilen tayini ve ömrün sonunda fevrî hale gelir, yani hemen ödenmesi gerekir. Keffareti geciktirip, ödemeden ölen mükellef günahkâr olur.
a) Keffaretin ödenmesini vasiyet etmişse, mükellefin terike-sinden, bu borç alınmaz, dünyevî hükümler açısından borç düşer, Fakat mirasçılar, onun adına terekeden bağışta bulunursa, bu hareket tarzı, giydirmek ve yedirmek için caizdir; yalnız, buna mecbur edilemezler. Mirasçılar, ölen adına keffaret ödemek için -niyabet caiz olmadığından- köle azad edemezler ve oruç tutamazlar.
b) Keffaret ödenmesini vasiyet eden mükellef için, terekenin üçte birinden -malın yeterliliğine göre- ödeme şekillerinin hepsi uygulanabilir; yalnızca oruç tutulamaz, fidye ödenemez, çünkü fidye, zaten, kendisi bedeldir, bir başkasına bedel olamaz.
Halk keffareti dışında, bütün keffaret çeşitlerinde ilk ödeme türü, köle azadıdır. Çeşitli sebeplerle, kölelik sınıfının ortadan kalkması için emir ve tavsiyelerde bulunan İslâm Dini, keffaretler konusunda da aynı yolu izlemiştir.
İki aylık oruç şeklindeki keffaret ödeme türü; oruç, zıhar ve kati keffaretlerinde ikinci derecedeki ödeme türüdür.
Üç gün oruç tutmak suretiyle ödenecek keffaret çeşitleri; halk (haçta tıraş) ve yemin keffaretleridir. Bu ödeme türü, halk keffaretinde ilk ve tek sıradadır, yemin keffaretinde üçüncü derecededir.
Altmış fakiri doyurma, oruç ve zıhar keffaretlerinde üçüncü derecedeki ödeme türüdür.
On fakiri doyurmak suretiyle ödenecek keffaret, yemin keffaretidir. Bu da, yemin keffaretinin ikinci derecedeki ödeme türüdür.
On fakiri giydirmek, yemin keffaretinin ikinci derecedeki ödeme türlerinden biridir.
Kefaret Ödeme Türleri
----------------------------------------------------------------------------
Köle Azadı. Oruç. Doyurma Giydirme
1) İki Aylık Oruç. 1) 60 Fakiri
2) Üç Günlük Oruç. Doyurma
2) 10 Fakiri Doyurma
Şema 66: Keffaret Ödeme Türleri
Sebepleri ve cinsleri aynı olan keffaretler ile ayrı olan keffaretler, birbirinden farklı hükümler alır:
Sebepleri aynı keffaretler için, msl., iki zıhar ve iki kati keffareti için, Hanefî Mezhebine ve eş-Şafiî'ye göre, tek ödeme yapılabilir; Züfer'e göre yapılmaz.
Sebepleri aynı iki keffaret için, gerekli sayıdaki fakirleri doyurma, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre yalnız biri için, eş-Şeybani'ye göre her ikisi için geçerliyken, Züfer'e göre hiçbiri için geçerli değildir.
Sebepleri ayrı keffaretler, msl., zıhar ve kati keffaretleri için, aynı ödeme türünü uygulamak, hiçbirini borçtan düşürmez. Çünkü ödeme şekilleri ve miktarları, birbirinden farklıdır.
Cinsleri ayrı keffaretlerde, ödeme türlerinden doyurmayı seçmek caizdir.
Keffaretlerin ödenme türlerindeki sıralama konusunu; sıraya uyma, ödeme türlerinin farz olma şartları, ödeme kudreti ve imkânsızlığı başlıkları altında ele alabiliriz:
Zıhar ve katl keffaretlerin deki sıraya göre ödeme yapmak, icmayla mecburidir.
a) UM, diğer Kûfeliler ve Sevrî'ye göre, oruç keffaretindeki sıralamaya uymak mecburidir.
b) Maliki ve İmamiye Mezheplerine göre, oruç keffaretindeki sıralamaya uymak şart değildir; ancak Maliki Mezhebine göre doyurma, azad ve oruç şeklindeki sıralama efdaldir.
a) Cumhur'a göre, yemin keffaretini öderken, doyurma, giydirme ve köle azadı türlerinden biri seçilebilir; bu üçünden aciz kalınca, oruç tutulur.
b) İbn Ömer'e göre, yemin galiz olunca, köle azadı ve giydirme; galiz olmayınca doyurma türünün seçilmesi uygundur.
c) Hanefî Mezhebine göre, sıraya uymak şarttır.
Sıraya Uyma Yönünden Kefaretler
----------------------------------------------------------------------
Bağlayıcı Kef. (Tayini) Seçmeli Kef. Bazan Bağlayıcı
1) Oruç K. ( Tahyirî K.) Bazan Seçmeli K.
2) Zıhar K. 1) Halk K. 1) Yemin K.
3) Katl K.
Şema 67: Sıraya Uyma Yönünden Keffaretler
Keffaret çeşitlerinde, sayılan tür ve sırayla ödeme kudretine sahip olmak gerekir:
a) Oruç, zıhar ve kati keffaretler inin ödenmesinde, köle azadına güç yetirememek, oruç tutmanın şartıdır.
b) Yemin keffaretinde, köle azadından aciz olmak, doyurma ve giydirmenin şartıdır.
Oruç ve zıhar keffaretlerinde, oruç tutmaktan aciz olmak, altmış fakiri doyurmanın şartıdır.
Yemin keffareti için ödeme gücünde esas olan, Hanefî Mezhebine göre ödeme zamanı, eş-Şafiî'ye göre ise, yemini bozma zamanıdır.
Sıraya uymak için gerekli kudretin, Hanefî Mezhebine göre ödeme zamanında, Hanbelî Mezhebine göre ise vacip olma zamanında olması gerekir. Zahirî Mezhebine göre oruç tutmaktan aciz kalan, doyurma ve azad cezalarını uygulayamaz, imkan bulursa kendisi, bulmazsa velisi oruç tutar.
a) ÜM'e göre, oruç keffaretinde ödeme türlerinden birini yerine getirmeye imkân bulamayan kimse, imkân bulduğu veya zengin olduğu zaman ödeme yapar.
b) Hanbelî Mezhebine ve Evzaî'ye göre, ödemenin yapılması gerekli zamanda imkân bulunmazsa -ilerde bulsa da- borç düşer.
Keffaretler, ibadet manası taşıdıklarından, niyetsiz ödenemezler. Çünkü niyetsiz yapılacak ödeme, keffaret olabildiği gibi, bir başkası da olabilir. Bu sebeple ödeme niyeti yapılarak, ödeme konusu, açıklığa kavuşmuş olur.
Keffaretlerde ödeme niyeti, ödeme fiiliyle birlikte olmalıdır. Zaten, niyetin şart olma gayesi de keffaretleri, diğer konulardan ayırmaktır.
Keffaretlerin köle azadı, oruç tutma, doyurma ve giydirme türlerinin, birbirlerinden farklı sahih olma şartları vardır:
Köle azadının sahih olması için, genel ve özel bazı şartlar aranır:
Köle, azad edilince, rakabe mülkiyeti, başkasına değil, mukeffire ait olacaktır. Aynı zamanda, rakabe mülkiyeti, yalnızca kendisine ait olup, başkası ona ortak olmayacaktır.
Ödenecek keffaretin sahih olması için, kölenin, kölelik vasfının tam olması gerekir. Mudebber, ummu'l-veled gibi başka sebeplerle azad edilmeleri muhtemel olan köleleri azad etmek caiz değildir; böylece mutlak köleye azad edilme imkânı bahşedilmiş olur. Mükâtep köle, -bedeli için ödemede bulunmadıysa- Hanefî Mezhebine göre, azad edilebilir; eş-Şafiî ve Züfer'e göre azad edilemez.
a) Cumhur'a göre, azad edilecek kölenin, efendisine menfaat sağlayacak organlarının özür ve kusurlardan uzak bulunması gerekir: Kör, el ve ayakları kesik olanlar, ittifakla sahih olmaz; bir eli kesik, Ebu Hanife'ye göre olur, eş-Şafiî ve Malik'e göre olmaz; şaşı, Malik'e göre olmazken, Malikî hukukçu Abdulmelik'e göre olur. İki kulağı kesik Malik'e göre olmaz. Şafiî Mezhebine göre olur; sağır hakkında, Malikî Mezhebi içinde her iki görüş de benimsenmektedir. Dilsiz, Malik'e göre olmaz. eş-Şafiî’den her iki görüş de nakledilir; deli, sahih olmaz; küçük, Cumhur'a göre olur. Bazı mütekaddimin hukukçulara göre olmaz; topal kölenin, bu topallığı az olursa, Malikî Mezhebine göre sahihtir.
b) Bir grup hukukçaya göre, kölenin ayıplı olması, keffaretin sahih olmasına engel değildir.
Köleyi azad edince, karşılığında bir menfaat beklenilmemesi, mülkiyetten çıkıp, tamamen hür olması gerekir. Bu şartın önemi köle azad edilince, velayetinin hukuken azad edenin olacağı kaidesinin, keffaretlerde geçerli olmadığı dikkate alınınca anlaşılır.
a) Hanefî Mezhebine göre, yalnızca kati keffareti için azad edilecek kölenin müslüman olması gerekir.
b) eş-Şafifye göre, bütün keffaret çeşitlerinde olduğu gibi, kati keffaretinde azad edilecek kölenin müslüman olması şarttır.
Bu iki görüşe göre, anne-babasından biri müslüman olunca, çocuk veya erkeğin azadı sahihtir.
c) İbn Abbas ve el-Hasenu'1-Basri’ye göre, sadece namaz kılan ve oruç tutan köleler azada elverişlidir.
Zıhâr keffaretinde -yukarıdaki genel şartlara ek olarak- müzahirin, eşiyle birleşme yapmadan önce, kölenin tam azad edilmesi gerekir. Böylece, kölenin azad edilmesi de, garanti altına alınmış olur.
Keffaret orucu tutmanın genel ve özeî sahih olma şartları vardır:
Orucun genel şartlarını; orucun miktarıyla ilgili şartlar ve tutulma şekliyle ilgili şartlar şeklinde ele alabiliriz:
Yemin ve halk keffaretlerinde orucun tutulacak miktarı üç gündür.
Oruç, zıhar ve kati keffaretlerinde orucun süresi, iki kameri aydır.
Keffaret oruçlarında geceden niyetlenmek şarttır; gündüz yapılan niyetle keffaret orucu tutulmaz.
Oruç, zıhar ve kati keffaretlerine ait oruçları, aralıksız tutmak, hukukçular arasında ihtilafsız olarak şarttır. Ne sebeple olursa olsun ara verilirse, tutulan, nafile yerine geçer, keffaret orucuna yeniden başlanır. Sadece şu sebeplerle ara verilebilir:
1) Ramazan girince,
2) Bayram ve hastalık günlerinin araya girmesi,
3) Kadınların âdet günleri.
Hanbelî Mezhebine göre, yolculuk gibi şer'i bir özürle ara verilirse, oruca yeniden başlanmaz.
a) Şafiî Mezhebine ve Malik'e göre, yemin için tutulacak orucu, aralıksız tutmak müstehapsa da, şart değildir.
b) Hanefî Mezhebine, İbn Abbas, Mücahid, Sevrî, Muzenî, -birer kavillerinde- eş-Şafiî ve Malik'e göre, bu orucu, mükellefler hiçbir mazeretle ara vermeden tutacaktır.
Oruçla keffaretin caiz olması için, bu oruç süresince, aczin devam etmesi gerekir.
Adet görme, yemin keffaretinde ara vermek için mazeret değildir; ancak öteki keffaretlerde âdet sebebiyle oruca ara verilebilir.
a) Malik, Sevrî, Ahmed b.Hanbel ve Zahirî Mezhebine göre, her durumda oruç tutarken cinsî birleşme halinde, oruca yeniden başlanır.
b) Ebu Hanife'ye göre, kasıtlı birleşme halinde oruca ara verilmiş olur, bu sebeple oruca yeniden başlamak gerekir.
c) eş-Şafiî'ye göre, hiçbir şekilde oruca yeniden başlanmaz.
d) Ebu Yusuf ve -bir nakilde- eş-Şafiî'ye göre, oruç bozulmadıysa, kalınan yerden devanı edilmesi gerekir.
Keffaret ödemek amacıyla yapılacak doyurma işleminin sahih olması için, genel ve özel bazı şartların bulunması gerekir:
a) Hanefî Mezhebine, Hz. Ali, Muhammed b. Kâ'b, el-Kasım, Salim, Şa'bî, Nehaî, Katade, Malik, Sevrî ve Evzaî'ye göre, yemin keffaretinde ödeme türlerinden biri olan doyurmada, temlik ve ibaha caizdir; her ikisi birlikte uygulanabilir.
b) eş-Şeybanî, eş-Şafiî, el-Hakem, Ahmed b.Hanbel ve Said b. Cubeyr'e göre, doyurma olarak gerçekleşecek ödeme türünde, sadece temlik caizdir. eş-Şafiî, temliki, fitreye tâbi mal olarak anlar ve kıyam ödemesine izin vermez.
Fakire doyacağı kadar yiyecek veya para vermek Temlik; evinde veya başka yerde yedirmek İbaha adını alır.
Altmış fakirin doyurulması, oruç ve zıhar keffaretlerinde üçüncü; on fakiri doyurmak da yemin keffaretinde ikinci derecedeki bir ödeme türüdür. Şafiî Mezhebine göre şeklen gerekli sayıya uymak şartken, Hanefî Mezhebine göre şart değildir. Bu sebeple, Hanefî Mezhebine göre, bir defada gerekli sayıdaki fakir doyurulabileceği gibi, gerekli miktar, bir defada, yalnızca bir fakire de verilebilir.
Temlikte fitre miktarı ile ibahada iki öğün olması şart koşulur:
a) Hanefî Mezhebine göre, fakirleri doyuracak miktar, her biri için, Hz. Peyganıber'in müddüyle iki müdd veya buna denk yarım sa'dır. Bir fakiri doyuracak miktar, bir fidye veya başka bir deyişle bir fitre miktarıdır. Bununla, fakir iki öğün doyurulur veya bunların karşılığı fitre miktarı olarak verilebilir.
b) Şafiî ve Malikî Mezheplerine göre, bir fakiri doyuracak miktar, Hz. Peygamber'in müddüyle bir müddür.
a) Malik, eş-Şafiî, malikî hukukçu İbnu'l-Kasım ve Medinelilere göre, bir müdd ödeme yapılır; ancak İmam Malik bunu, sadece Medine'liler için geçerli görür, diğer şehirlerdekilerin orta seviyede ödeme yapması gerekir.
b) Hanefî Mezhebine göre, ödeme miktarı, bir fitre miktarıdır; bu da iki öğün için gerçekleştirilir.
a) Malik'e göre, her fakir için doyurma miktarı, Hz. Peygamber'in müddüyle iki müddür.
b) Ata, Evza'î ve eş-Şafiî'ye göre, her fakir için doyurma miktarı, bir müddür.
a) Hukukçuların çoğunluğuna göre, ibaha yoluyla yapılacak doyurmanın, iki öğün olması gerekir. Çünkü mukeffir, evinde ailesini de bu şekilde doyurur[915].
b) İbn Sîrîn, Cabir b. Zeyd, Mekhul, Tavus ve Şa'bî'ye göre, doyurmanın ibaha yoluyla olması halinde miktar, sadece bir öğündür.
Doyurma türüyle yapılacak ödemelerde, doyurulacak kimsenin fakir olması gerekir.
İbaha yoluyla ödeme halinde, doyurmanın, buluğa ermiş veya mürahik kimselere uygulanması gerekmektedir.
a) İmam Malik ve eş-Şafiî'ye göre, fakirlerin hür olması şarttır.
b) Ebu Hanife'ye göre, fakirlerin hür olması gerekmez; ancak, doyurulacak kimsenin mukeffirin olmaması şarttır.
Menfaatin kendisine dönme ihtimalini ortadan kaldırmak için, mukeffir, doyurma işlemini, usul ve fürûuna uygulamamalıdır.
Zekât konusunda ele alındığı gibi, doyurma işleminde, doyurulacak kimselerin, Haşimoğullarından biri olmaması gerekir.
Menfaati kendisine dönebileceğinden, mukeffirin, doyurma eylemini eşinden başkasına yapması gerekir.
Doyurma türündeki keffaret ödemesinde, doyurulacak kimseler, ittifakla gayri müslim ülkenin müslüman olmayan vatandaşı olmamalıdır.
Doyurma işlemi, Ebu Hanife ve eş-Şeybanî'ye göre zimmîlere uygulanabilirken, Ebu Yusuf’a göre uygulanamaz.
Doyurma şeklindeki ceza türü bitmeden, ÜM ve Zahirî Mezhebine göre cinsî birleşme yapılabilirken, Malik'e göre yapılamaz.
Sadece yemin keffaretinin ödeme türlerinden biri olan giydirme için de, bazı şartların gerçekleşmesi gerekir:
a) Hanefî Mezhebi (Muhammed eş-Şeybani) ve Malik'e göre, giydirme türüyle ödeme yapıldığında, elbisenin namaz sahih olacak (yani setr-i avret sağlayacak) kadar olması gerekir.
b) Ebu Hanife ve eş-Şafıî'ye göre gömlek, pantolon gibi kendisine elbise denen miktar esastır.
c) Ebu Yusuf’a göre, sarık ve pantolon elbise yerine geçmez.
Doyurmanın aksine, giydirmede, temlik şarttır; Hanefî Mezhebine göre, giydirme yerine bedeli de verilebilir; eş-Şafiî'ye göre, bedel verilemez.
Beş fakire bedeli, beş fakire de elbise verilmesi halinde, Hanefî Mezhebine göre keffaret ödenmiş olur.
Giydirme türündeki ödemede, giydirilecek kimselerin, doyurulacak kimselerdeki vasıfları taşıması gerekir.
Keffaret Ödemenin Sahih Olma Şartları
Ödemelerin Genel Şartı: |
Ödeme Türlerinin |
||
|
|
Şartları |
|
1) Niyet |
|
|
|
Köle Azadı
|
Oruç Tutmak |
|
|
Genel Şartlar |
Özel Şartlar - |
Genel Şartlar. Özel Şart |
|
1. Rakabe Mülkiyetinin |
1. Müslüman |
1. Miktarıyla 1. Birleşme |
|
Mükeffire Ait |
Olmak |
İlgili Şart Yapmamak |
|
Olması |
2. Kölenin Tam |
a- Üç Gün Tutmak |
|
2. Köleliğin Tam Olması |
Azadı |
b- İki Ay Tutmak |
|
|
|
2. Şekliyle İlgili Şart |
|
3. Organlarının Tam |
|
a- Geceden Niyetlenmek |
|
Olması |
|
b- Aralıksız Tutmak |
|
4. Azadın Karşılıksız |
|
|
|
Olması |
|
|
Doyurma Giydirme
1. Şekli: Temlik veya Ibahe 1. Setri Avreti Sağlamak
2. Miktarı: 2. Temlik
a) Temlikte Fitre Miktarı 3. Giydirilecek Kimseler
b) İbahada îki Öğün
3. Doyurulacak kimseler
a) Fakir Olmak
b) Baliğ Olmak
c) Mükeffırin Kölesi Olmamak
d) Usul ve Füruu Olmamak
e) Haşimi Olmamak
f) Karı-Koca Olmamak
g) Harbi Olmamak
Şema 68: Keffaret Ödemenin Sahih Olma Şartları
1. Abdulbaki, Muhammed Fuad / El-Mucemu'l-Mufehres Li-Elfazi'l-Kur'âni'l-Kerîm, Beyrut 1945.
2. Abdullah, Haşim Cemil / Fıkhu'l-İmam Sa'id b. El-Museyyeb, Bağdat 1974.
3. Abdullah, Osman Huseyn / Ez-Zekât, Ed-Damânu'l-İctimaiyyu'l-İslâmî, Kahire 1989.
4. Ahmed, Mahmud / İslam İktisadı, Çev. Yusuf Ziya Kavakçı İstanbul 1975.
5. Ahmed b. Hanbel / Müsned, Yay. A. M. Şakir, Kahire 1949.
6. Ahmed b.Hanbel / Mesâil, Yay. Zuheyr Eş-Şâvîş, Beyrut 1988, 3; B.
7. Akdeniz, Sabri / “Mübarek Ramazan Üzerine Düşünceler,” İslâm Medeniyeti Dergisi, sa.16, s.33-35.
8. Akseki, Ahmed Hamdi / İslâm Dini, Ankara 1977.
9. Akyüz, Vecdi / Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi (Emevîlerin Kuruluş Devrinde İslâm Kamu Hukuku), İstanbul 1991.
10. Akyüz, Vecdi (Editör) / Bütün Yönleriyle Asrı Saadette İslâm, İstanbul 1994.
11.Alaybek, A. / Batı Vergi Politikasında Yeni Eğilim Ve Akımlar, İstanbul 1965.
12. Ali, Salih Âhmed / Et-Tanzîmâfu'l-İctima'iyye Ve'l-İktisadiyye Fi'l-Basra Fil-Karnil-Evveli'l-Hicrî, Beyrut 1969.
13. Âlu'ş-Şeyh, Nura bt. Abdulmelik b. İbrahim /El-Hayatu'ı İctima'iyye Ve'l İktisâdiyye, Fi'l-Medineti'l-Munevvere Fi Sadri'l İslâm, Cidde 1983.
14. Arafe, Muhammed El-Hadi-Er-Rabıti, Ali Mes'ud / Ez-Zekât Fi'l-Cumhuriyyeti'l-Arabiyyeti'l-Lîbiyye, Tarablus Ty.
15. Askalani, İbn Hacer / Bulûgu'l-Meram, Selamet Yolları, Çev. Ahmed Davudoğlu, İstanbul Ty.
16. Atar, Fahreddin / İslam Adliye Teşkilatı, Ankara 1979.
17. Atar, Fahreddin/ “İslam Hukukunda Vergiler Ve Zekât”, Diyanet Dergisi, C.XVIII, Sa.4, S. 226 242.
18. Atar, Fahrettin / “İfta Teşkilatının Ortaya Çıkışı.” Mü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sa.3 (İstanbul 1985), S. 19-48.
19. Atay, Hüseyin-Kutluay, Yaşar/Kur'an-ı Kerim Ve Türkçe Anlamı, Ankara 1978.
20. Atay, Hüseyin / “Kurban Bayramı Ve Felsefesi,” AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.XVII ( Ankara 1969), S.280 Vd.
21. Ateş, Ali Osman / Sünnetin Kabul Veya Reddettiği Câhiliyye Ve Ehl-i Kitâb Örf Ve Adetleri İzmir 1989
(Yayımlanmamış Doktora Tezi).
22. Ay, Mehmet Emin / “Aile Ortamında Yerine Getirilen İbadetlerin Çocuk Üzerindeki Etkileri,” Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, sa.1 (İstanbul 19944), s.163-170.
23. Aydemir, Abdullah / “Hz.Peygamber Muhtelif Namazlarda Hangi Sureleri Okurdu?” Diyanet Dergisi, c.XVI, sa.6, s.371-83; c.XVII, sa.1, S.44-59.
24. Aydemir, Abdullah / “İstiâze” Diyanet Dergisi, c.10, sa.104-5, s.41 vd.
25. Aydemir, Abdullah / “Besmele,”, Diyanet Dergisi, c.X, sa. 106-107, s.82 vd.
26. Aydemir, Abdullah / “Kur’an'a Dokunma”, Diyanet Dergisi, c.X, sa.114-115, s.385 vd.
27. El-Azzuzi, M. El-Arabi / Kur'an-ı Kerim Fihristi, İstanbul 1979, 2.b.
28. Bararî, Raşid / Haletu'l-Mısri'l-İktisadiyye Fi Ehli'l-Fatımiyye, Mısır 1948.
29. Barkan, Ömer Lutfi / “Öşür”, İA, IX/7482-488.
30. Baktır, Mustafa / İslam Hukukunda Zaruret Hali, Ankara ty.
31. Baltacı, Cahit / “İslâm Medeniyetinde Cami”, Mü İlahiyat Fakültesi Dergisi, sa.3 (İstanbul 1985), s.225-41.
32. Bayraklı, Bayraktar / “Kur'an-ı Kerimde Din Adamı Kavramı”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, sa.1 (İstanbul 19944), S, 147-162.
33. Bayraktar, Mehmet / İslâm İbadet Fenomenolojisi, Ankara 1987.
34. Benna, Mahmud Atıf / Nizamu'z-Zekât Ve'd-Darâib Fi'l-Memleketi'l-Arabiyyeti's-Suûdiyye, Riyad 1983.
35. Bigi, Musa Carullah / Uzun Günlerde Oruç, Sadeleştiren: Yusuf Uralgiray, Ankara 1975.
36. Bijörkman/ “İslâmiyette Sermayenin Zuhuru Ve Tedavi İle Vaz'ı,” Türk Hukuk Ve İktisat Tarihi Mecmuası, II (1939), 73 vd.
37. Bilge, Necip / Hukuk Başlangıcı, Ankara 19.79.
38. Bilgi, Musa Carullah / Zekat, Petrograd, 1916.
39. Bilmen, Ömer Nasuhi / Büyük İslâm İlmihali, İstanbul ty.
40. Bilmen, Ömer Nasuhi / Hukuk-ı İslâmiye Ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu (Hfk),İstanbul 1986.
41. Budda, Hilmi Ömer / “Sami Dinlerde Kurban”, Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Yıl:1928, sa.VIII, s.32 vd.
42. Buharî, Muhammed b. İsmail / Sahih, İstanbul 1325.
43. Buhl, Fr./Amiskin”, İA, VIII/373.
44. Bulaç, Ali/ “Zekâtın Ekonomiye Katkısı”, Düşünce Dergisi, Yıl: 1978, sa.3-4 s.33-39.
45. Bulutoğlu, Kenan/Türk Vergi Sistemi, İstanbul 1976, 5. B.
46. Capet, M. / Vergi Kaçakçılığı, Çev. C. Erçoklu-Ankara 1954.
47. Canan, İbrahim / Hz.Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, Ankara 1980.
48. Cerrahoğlu, İsmail / “Kur'an-ı Kerim'de Oruç”, Diyanet Dergisi, c.IX, sa.100-101, Ankara 1970.
49. Ceziri, Abdurrahman / El-Fıkh Ale'l-Mezahibi'l-Erba'a Cezîrî, Fame, Mısır 1939, 3. b.
50. Cessas, Ebu Bekr Er-Razi Muhammed b. Ali /Ahkâmu'l-Kur'ân, İstanbul 1321 h.
51. Challaye, Felicien / Dinler Tarihi, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul 1960.
52. Cilacı, Osman / İlahî Dinlerde Oruç, Hac Ve Kurban, İzmir 1980.
53. Cilacı, Osman / “İlâhî Dinlerde Kurban”, Diyanet Dergisi, c.XVIII, sa.5, s.270-291; sa.6, s.360-71.
54. Cilacı, Osman / “Semavi Dinlerde Oruç”, Diyanet Dergisi, c.XVII, sa.3-4, s.192-208.
55. El-Cuburi, Abdullah Muhammed / Fıkhu'l-İmami'l-Evza'i, Bağdad 1977.
56. El-Curcani, Seyyid Şerif / Ta'rîfât, İstanbul 1308 H.
57. Çağan, Nami / Vergilendirme Yetkisi, İstanbul 1982.
58. Çağatay, Neşet / “Osmanlı İmparatorluğunda Reayadan Alınan Vergi Ve Resimler”, AÜ Dil, Tarih Ve Coğrafya Fakültesi D. (1947), 483-511.
59. Çaycık, B. / Vergi Sistemimizde Koruma Ve Teşvik Esasları, İstanbul 1968.
60. Çelebioğlu, Amil / “Süleyman Nahifi'nin Faziletu's-Savm Adlı Eseri”, Diyanet Dergisi, c.X, sa.112-113, s.342 vd.
61. Çelikkaya Hasan / Din Sosyolojisi Açısından Âyetlerin İniş Sebepleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara 1982.
62. Damad, Şeyhzade Abdurrahman b. Muhammed/Mecma'u'l-Enhur Şerh Multeka'l-Ebhur, İstanbul 1309-1310.
63. Danişmend, İsmail Hami / İzahlı İslâm Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1960.
64. Daryal, Ali Murat / Kurban Kesmenin Pskolojik Temelleri, İstanbul 1994, 2.b.
65. Daryal, Ali Murat / Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, İstanbul 1994.
66. Daryal, Ali Murat / “Kurban Kesmenin Metafizik Temelleri”, İslâm Medeniyeti Dergisi, sa.27.
67. Daryal, Ali Murat / “Cami Sosyolojisi Ve Psikolojisi Üzerine “, İslâm Medeniyeti Dergisi, sa.23, s.14 vd. sa.24, s.24-27.
68. Daryal, Ali Murat / “Okul-Cami”, İslam Medeniyeti Dergisi, sa. 19, s. 18-19.
69. Daryal, Ali Murat / “İbadet Ve Fayda”, İslam Medeniyeti Dergisi, sa.25, s.29-31.
70. Debbağoğlu, Ahmet / İslam İktisadına Giriş, İstanbul 1979.
71. Debbağoğlu, Ahmet / “İslâm Ziraî İktisat Ve Vergileme Nizamının Esasları,” Hareket D., IX (1974), 102, 103, 106, 107.
72. Debbağoğlu, Ahmet / “İslâm'da Para Ve Maliye Siyasetlerinin Bazı Meseleleri,” Hareket D. 15 (Mayıs 1980), 16-21.
73. Debusi, Ebu Zeyd / El-Esrar Fi'l-Usul Ve'l-Furu (Esrar), Murat Molla Küt, No: 750-751.
74. Demir, Fahri / “Vergi Ve Zekât,” Diyanet D., XVIII/3-4, 224 vd.
75. Dennet, Daniel C. Jr./Conversion And The Poll Tax İn Early İslâm, Cambridge 1950. (El-Cizye Ve'1-İslâm, Çev. F. F. Cadullah, Beyrut 1960.)
76. Dikmen, Orhan/Asgari Geçim İndirimi, İstanbul 1956.
77. Dikmen, Orhan/Maliye Dersleri, İstanbul 1972.
78. Doğrul, Ömer Rıza / Yeryüzündeki Dinler Tarihi, İstanbul 1963.
79. Draz, M. Abdullah / İslam'ın İnsana Verdiği Değer, Çev. Nureddin Demir, 1983.
80. Durkheim, Emile / Din Hayatının İbtidai Şekilleri, Çev. Hüseyin Caihd Yalçın, İstanbul 1923.
81. Duverger, Maurice / Finances Publiques, Paris 1963.
82. Duverger, Maurice / İnstitutions Financieres, Paris 1956.
83. Ebu Davud, Süleyman El-Üş'as / Sünen, Humus 1388/1969.
84. Ebu Hanife, Numan b. Sabit / İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, Çev. Mustafa Öz, İstanbul 1992, 2. B.
85. Ebu Ubeyd, El-Kasım b. Selam / El-Emval, Yay. Muhammed Halil Herr As, -Beyrut 1986.
86. Ebu Ya'la El-Ferra, Muhammed b. El-Huseyn, El-Ahkâmu's-Sultâniyye, Yayınlayan: M. H. El-Faki, Kahire 1966.
87. Ebu Yusuf, Ya'kub b. İbrahim / Kitabu'l-Harac, Kahire 1352 (Kitabu'l-Harac, Çev. Ali Özek, İstanbul 1972).
88. Ebu Zehra, Muhammed / İslâm'da Sosyal Dayanışma, Çev. Ethem Ruhi Fığlah-Osman Eskicioğlu, İstanbul 1969, 2. B.
89. Ebu Zehra, Muhammed-Şekerci, Osman / Uygulamalı Zekât Hukuku (Zekât Hukuku), İstanbul 1978.
90. Eliade, Mircea / Dinin Anlamı Ve Sosyal Fonksiyonu, Çev. Mehmet Aydın, Ankara 1990.
91. Erginay, Akif / Kamu Maliyesi, Ankara 1983, 9. B.
92. Erginay, Akif / Vergi Hukuku, Ankara 1982, 10. B.
93. Ergun, Tevfik / “Pusula İle Kıble Tayini”, Diyanet Dergisi, c.XIII, sa.3, s.131 vd.
94. Erkal, Mehmet / “Amil”, İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, 1/207-210.
95. Erkal, Mehmet / “Kuzeyde Yatsı Namazı”, Nesil Dergisi, c.IV, sa.45-46, s.58.
96. Erkal, Mehmet / “İslâmın İlk Devirlerinde Para Ve Zekât Nisabının Hesaplanması”, M.Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sa.3 (İstanbul 1985), s.79-101.
97. Erkal, Mehmet / “Beytülmâl”, Mü İlahiyat Fakültesi Dergisi, sa.4 (İstanbul 1986), s.9-22 (Arapça).
98. Erkal, Mehmed / İskâm Vergi Hukuku (Hulef-i Râşidîn Ve Emevîler Devri), Erzurum, 1981 (Yayınlanmamış Doktora Tezi).
99. Fazlurrahman / İslâmiyet Ve İktisadi Adalet Meselesi, Çev. Yusuf Ziya Kavakçı, Ankara 1976.
100. Fazlurrahman / İslâm, Çev. Mehmet Dağ-Muhmet Aydın, İstanbul 1981.
101. Fayda, Mustafa / “Hz. Ömer Ve. Ticaret Malları Vergisi Veya Uşûr,” AÜ İlahiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü D., XXV (1981), 169-178.
102. Fayda, Mustafa / Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, İstanbul 1989.
103. Feyizli, Tahsin / İslam'da Ve Diğer İnanç Sistemlerinde Oruç- Kurban, İstanbul 1988.
104. Fığlalı, Ethem Ruhi / Çağımızda İtikadhi İslâm Mezhepleri, Ankara 1986.
105. Freud, J. / “Weber'in Din Sosyolojisi”, Çev. Ünver Günay, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sa?3 (Kayseri 1986), S.323-51.
106. Freyer, Hans / Din Sosyolojisi, Çev. Turgut Kalpsüz, Ankara 1964.
107. Fuad, İhrahim / El-Mevâridu'l-Mâliyye Fi'l-İslâm, Kahire 1972.
108. Gazzali, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed / İhya'u Ulumi'd- Din, Beyrut ty,
109. Günay, Ünver / Din Sosyolojisi Dersleri, Kayseri 1993.
110. Günay, Ünver / Erzurum Kenti Ve Çevre Köylerinde Dinî Hayat, Erzurum 1978 (Yayımlanmamış Doçentlik Tezi).
111. Günay, Ünver/ “Max Weber'in Din Sosyolojisindeki Yeri Ve Önemi”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi, sa.5 (Kayseri 1988), s. 1-10.
112. Günenç, Halil / Büyük Şafii İlmihali, İstanbul 1988.
113. El-Halebi, İbrahim / Muhtasaru Gunyeti'l-Mumteli (El-Halebiyyu's-Sagîr), İstanbul 1289.
114. El-Halebi, İbrahim / Şerhu Gunyeti'l-Musallî (Eş-Şerhu'1-Kebîr Veya El-Halebiyyu'ı-Kebîr), İstanbul 1295.
115. El-Halidî, Mahmud / Zekâtu'n-Nukûdi'l-Verikıyye-Ti'l- Muasıra, Beyrut 1985 (Risale).
116. Hallaf, Abdulvebbab / Es-Sîyasetu'ş-Şer'iyye (Nizamu'd-Devleti'l-İslâmiyye Fi'ş-Şu'ûni'd-Dustûriyye Ve'l-Hârciciyye Ve'l-Mâliyye), Kahire 1376.
117. Hamidullah, Muhammed / “Hz. Peygamber Zamanında Bütçe Esasları Ve Vergi Tahsili”, İslâm M.,7, 9, 10.
118. Hamidullah, Muhammed / İslâm'da Devlet İdaresi, Çev. Kemal Kuşçu, İstanbul 1962.
119. Hamidullah, Muhammed / İslam'a Giriş, Çev. Kemal Kuşçu, İstanbul 1973 3.B.
120. Hamidullah, Muhammed / İslam'm Hukuk İlmine Yardımları, Der. Salih Tuğ, İstanbul 1962.
121. Hamidullah, Muhammed / İslam Peygamberi, Çev. M. Said Mutlu-Salih Tuğ, İstanbul 1969.
122. Hamidullah, Muhammed / İslam Hukuku Etüdleri, İstanbul 1984.
123. Hamidullah, Muhammed / Modern İktisat Ve İslâm, Çev. Salih Tuğ-Yusuf Ziya Kavakçı, İstanbul 1969, 2.B
124. Hamidullah, Muhammed /Rasulullah Muhammed, Çev. Salih Tuğ-İstanbul 1973.
125. Hamidullah, Muhammed / “Niçin Oruç Tutuyoruz?”, Çev. Emrullah Yüksel Nesil Dergisi, sa.1l (İstanbul 1977), s.38-43 (Aynı Makale: Ramazan Orucunun Hikmeti, İslâm Medeniyeti Dergisi, sa.5, s.7 vd.).
126. Hamidullah, Muhammed / “Yeryüzündeki İbadet Şekilleri”, Düşünce Dergisi, Yıl:1978, sa. 3-4, s.48-51.
127. Harputi, Abdüllatif / “Astronomi Ve Din”, Çev. Bekir Kanga, Diyanet Dergisi, c.XIII, sa.6, s.343 vd.
128. Hasen, Abdurrahman / El-Mevaridu'l-Maliyye Fi'l-İslâm, Kahire 1961.
129. El-Hatîb, Abdulkerim / Es-Siyasetu'l-Maliyye Fi'l-İslâm, Beyrut 1975, 2,B.
130. Heffening / “Sarf”, İA, X/215-216.
131. Hıraki, Ebu'l-Kasım Umer b. El-Huseyn b. Abdillah b. Ahmed / Ez-Muhtasar, Beyrut 1972.
132. Hıraşi, Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah b. Ali / El-Hıraşî Âlâ Muhtasarı Halil, Beyrut 1972.
133. Hitti, K.P. / Siyasi Ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980.
134. El-Huseyni, Ahmed / Behcetu'l-Muştak Fi Hükmi Zekâti'l-Evrak, ? ty.
135. İbn Abidin, Muhammed Emin / Raddu'l-Muhtar Ale'd-Durri'l-Muhtar, Beyrut 1323, İstanbul 1294.
136. İbnu'l-Arabi, Ebu Bekr Muhammed Abdullah /Ahkâmu'l-Kur'an, Beyrut 1972.
137. İbn Aşur, Muhammed Et-Tahir / İslam Hukuk Felsefesi, Çev. Vecdi Akyüz-Mehmet Erdoğan, İstanbul 1988.
138. İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b.Hazm / El-Muhallâ, Yay. A. Şakir-M. Munir, Kahire 1347-1352.
139. İbn Kudame, Muhammed b.Abdillah / Mugnî, Kahire Ty.
140. İbn Rüşd, Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed /Bidayetu'l-Muctehid Ve Nihayetu'l-Muktesıd, (İbn Rüşd, BM), İstanbul 1333 H.(Bidayetu'l-Müctehid, Çev. Ahmet Meylani, İstanbul 1991).
141. İbn Rüşd, Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed /Kitabu'l-Mukaddimati'l-Mumehhidat, Beyrut ty.
142. İbn Mace, Muhammed b. Yezid/Sünen, Yay. M. Fuad Abdulbaki, Mısır 1954.
143. İbn Manzur, Ebu'1-Fadl Cemaluddin Muhammed b.Mukerrem El-Hrîkî / Lisanu'l-Arab, Mısır 1300.
144. İbn Receb, Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ahmed El-Hanbeli / Ez- İstihrac Li-Ahkâmi'l-Harac, Yay. Abdullah Sıddik, Mısır 1934 2.B.
145. İbn Teymiye, Takiyyuddin Ahmed b. Abdilhalim b. Abdisselam / Es-Siyasetu'ş-Şer'iyye Fi İslahi'r-Ra'î Ve'r-Ra'iyye, Yay. Muhammed El-Mubarek, Beyrut 1966, Siyaset, Çev. Vecdî Akyüz, İstanbul 1985.
146. İbn Teymiye, Takiyyuddin Ahmed / Bir İslam Kurumu Olarak Hisbe, Çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1989.
147. İbn Zünceveyh/Kitabu'l-Emval, Süleymaniye Küt. No: 141 (Fotokopi); Yay. Şakir Zîb Feyyaz, Riyad 1406/1986.
148. İbnu'l-Munzir, Ebu Bekr Muhammed b. İbrahim/Kitabu'l-İcma / Yay. Abdulkadir Şener, Ankara 1983.
149. İçtihadı, Ebu'1-Kasım / Hulefa-i Raşidin Devrinde İslâm İktisadiyatı Tarihi, Ankara 1958.
150. İnalcık, Halil / “İslam Arazi Ve Vergi Sisteminin Teşekkülü Ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukayesesi”, AÜ İlahiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü D., 1 (1959).
151. İnan, Abdulkadir / Eski Türk Dini, Ankara 1976, 1.B.
152. İzutsu, Toshihiko / Kur'an'da Dinî Ve Ahlâkî Kavramlar Çev. Selahattin Ayaz, İstanbul ty.
153. Kafesoğlu, İbrahim / Eski Türk Dini, Ankara 1980.
154. Kahraman, Ahmet / Dinler Tarihi, İstanbul 1971, 3.B.
155. Karakoç, Sezai / İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü, İstanbul 1976, 3.B.
156. Karaman, Hayreddin / İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1978, 1982.
157. Karaman, Hayreddin / Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1974, I.B.; 1983.
158. Karaman, Hayreddin / Günlük Hayatımızda Haramlar Helaller, İstanbul 1979.
159. Karaman, Hayreddin / İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 1975.
160. Karaman, Hayreddin / İslâm Hukukunda Mezhepler, İstanbul 1971.
161. Karaman, Hayreddin / İslâm Hukukunda İctihad, Ankara 1975.
162. Karaman, Hayreddin / Modern Problemler Karşısında İslâm Hukuku, İstanbul 1972.
163. Karaman, Hayreddin / Fıkıh Usulü, İstanbul 1971, 5.B.
164. Karaman, Hayreddin / “Bid'at Ve Yenilik”, Nesil Dergisi, c.1, sa.3, s.9-17; sa.6, s.28-9.
165. Karaman, Hayreddin / “Ramazan İbadeti”, Nesil Dergisi, sa.34, s.18-23.
166. Kardavi, Yusuf / Fıkhu'z-Zekât, Beyrut 1980, 4.B.
167. Kardavi, Yusuf / Fakirlik Problemi Karşısında İslâm (Fakirlik Problemi), Çev. A. Öztürk, Ankara 1975.
168. Kardavi, Yusuf / El-Halâl Ve'l-Haram Fi'l-İslâm, Beyrut 1967, I 4.B.
169. Kardavi, Yusuf / İbadet, Çev. Hüsamettin Cemal, Trabzon 1986.
170. Kâsânî, Alauddin Ebu Bekr b. Mes'ud/ Beda'i'u's-Sana'i' Fi Tertibi'ş-Şera'i' Kâsânî, BS, Beyrut 1974, 2.B.
171. Katip Çelebi / Düsturu'l-Amel Fi Islahi'l-Halel, İstanbul 1280.
172. Kavakçı, Yusuf Ziya / Karahanlılar Devrinde İslâm Hukukçuları, Ankara 1976.
173. Kazıcı, Ziya / Osmanlı Vergi Sistemi, İstanbul 1977.
174. Kehrer, G. / Din Sosyolojisi, Çev. S.Yüksel, İstanbul 1992.
175. Kettani, Ahdulhayy / Et-Teratibu'l-İdariyye, Rabat 1346 (El-Terâtîbu'l-İdâriyye, Çev. Ahmet Özel, İstanbul 1990).
176. Köktaş, M. Emin / Türkiye'de Dinî Hayat-İzmir Örneği, İstanbul 1993.
177. Köprülü, M. Fuad /”Amil”, İA, 1/402-404; Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, 109-111.
178. Kudame b. Ca'fer / El-Harac Ve Sınai Atu'l-Kitabe, Yayınlayan: M. H. Ez-Zubeydî, Bağdad 1979.
179. Kuraşi, Yahya b. Adem / Kitabu'l-Harac, Yay. Ahmed Muhammed Şakir, Kahire 1949.
180. Kurtkan, Amiran / Din Sosyolojisi, İstanbul 1985.
181. Kurtoğlu, Serda / İslâm Hukuku Dersleri, İstanbul 1967.
182. Kuzgun, Şaban / İslâm Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim Ve Haniflik, Ankara 1985.
183. Küçük, Abdurrahman-Tümer, Günay / Dinler Tarihi, Ankara 1988.
184.
185. Lokkegaard / İslamic Taxation İn The Classical Period, Copenhagen 1950.
186. Mahluf, M. Haseneyn / Et-Tibyan Fi Zekâti'l-Esman, Mısır 1344.
187. Makdisi, Şemsuddin Ebu'l Ferec Abdurrahman b. Ebu Umer Muhammed b. Ahmed b. Kudame / Eş-Şerhu'l-Kebir Âlâ Metni'l-Mukni,' Beyrut 1972.
188. Malik, b. Enes / Muvatta, Yay. M. Fuad Abdulbaki, Kahire 1951 (Muvatta, Çev. Durak Pusmaz-Vecdi Akyüz Ve Başkaları, İstanbul 1994).
189. Mannan, M. A. / İslâm Ekonomisi, Çev. Bahri Zengin-Tevfik Ömeroğlu, İstanbul Ty. 2.B.
190. Mardin, Ebulula / Abeytülmal”, İA, 11/591-593.
191. Maverdi, Ebu'l-Hasen Ali b. Muhammed / El-Ahkâmu's-Sultaniyye Ve Velâyâtu'd-Diniyye, Kahire 1973, 3.B.
192. Mavsıli, Abdullah b. Mahmud / El-İhtiyar Li-Ta'lili'l-Muhtar, Kahire 1951.
193. Merdavî, Alauddin Ebu'l-Hasen Ali b. Suleyman / El-İnsaf Fi Ma'rifeti'r-Racih Mine'l-Hılâf Ala Mezhebi'l-İmami'l-Mubeccel Ahmed b. Hanbel, Kahire 1955.
194. Mergınani, Burhanuddin / Ez-Hidaye Şerhu Bidayeti'l-Mubtedi', Kahire ty.
195. Mez, A. / “Orta Zamn Türk-İslâm Dünyasında Maliye,” Çev. Cemal Köprülü Ülkü M., (1937), 47, 48, 49.
196. Molla Hüsrev, Muhammed Ferâmûz / Dureru'l-Hukkâm Şerhu Gureri'l-Ahkâm, İstanbul 1318 h.
197. Mugniye, Muhammed Cevad / Fıkhu'l-İmam Ca'feri's-Sadık, Beyrut 1956-1966.
198. Muhammed, Kutb İbrahim / Es-Siyasetu'l-Mâliyye Li'r-Rasul, Kahire 1988.
199. Muhammed, Kutb İbrahim / Es-Siyasetu'l-Mâliyys Li-Ömer b. El-Hattâb, Kahire 1984.
200. Muhammed, Kutb İbrahim / Es-Siyasetu'l-Mâliyye Li-Osman b. Affan, Kahire 1986.
201. Mustafa, Nevin Abdulhâlık / İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1990.
202. Müslim, Ebu'l-Huseyn Müslim b. El-Haccac / Sahih, Yay. M. Fuad Abdulbaki, Mısır 1955.
203. Nazmi Ef / Nazar-ı İslâm'da Zenginliğin Mevkii, İstanbul 1921.
204. Nedvi, Ebu'l-Hasen Ali / Dört Rükün, Çev. İsmet Ersöz, İstanbul 1977.
205. Nesai, Ahmed b. Ali / Sünen, Kahire 1930.
206. Nesefi, Ebu'l-Berakât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud / Kenzu'd-Deka'ik, Yay. İbrahim El-Ezheri, Mısır ty.
207. Neumark, F. / Türkiye'de Ve Yabancı Memleketlerde Gelir Vergisi (Teori-Pratik), İstanbul 1946.
208. Neumark, F. / Maliyeye Dair Tetkikler, İstanbul 1950.
209. Nevavi, Abdulhalık / En-Nizamu'l-Mali Fi'l-Lslâm, Mısır 1971.
210. Nevevi, Ebu Zekeriyye Yahya b. Şeref / El-Minhac, Mısır 1958.
211. Nevevi, Ebu Zekeriya Yahya b. Şeref / El-Ezkâr Min Kelâmı Seyyidi'l-Ebrâr, Kahire ty.
212. Olgun, Tahir / Müslümanlıkta İbadet Tarihi, İstanbul 1963, 2.B.
213. Öncel, M. / Gider Vergileri, Ankara 196.
214. Öncel, M. / Kurumlar Vergisi Açısından Sermaye Şirketlerinde Örtülü Kazanç Ve Örtülü Sermaye, Ankara 1978.
215. Özek, Ali-Karaman, Hayreddin-Aydın, Mehmet Akif-Erkal, Mehmet / İbadet Ve Müessese Olarak Zekât, İstanbul 1984.
216. Öztürk, Yaşar Nuri / Kur'an Ve Sünnet Açısından Tasavvuf, İstanbul 1980.
217. Öztürk, Yaşar Nuri / Din Ve Fıtrat, İstanbul 1990.
218. Öztürk, Yaşar Nuri / Kur'andaki İslâm, İstanbul 1994.
219. Pelin, İ. F. / Finans İlmi Ve Finansal Kanunlar, İstanbul 1945.
220. Rahbî, Abdulaziz b. Muhammed / Fıkhu'l-Mulûk Ve Miftâhur-Ritâc, Yayınlayan: A. U. El-Kubeyi, Bağdad 1973-1975.
221. Remli, Muhammed b. Ebi'l-Abbas Ahmed b. Hamza b. Şihabiddin / Nihayetu'l-Muhtac, Mısır 1967.
222. Er-Reyis, Muhammed Dıya'uddin /Ez-Harac Ve'n-Nuzumu'l-Maliyye Li'd-Devleti'l-İslâmiyye, Kahire 1969, 3. B.
223. Sabık, Seyyid / Fıkhu's-Sünnet, Kahire Ty.
224. Es-Sabuni, Muhammed Ali / Revâiu'l-Beyan Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, Beyrut 1971.
225. Sadak, Bekir / “Libya Zekâtı Kanunlaştırdı”, Sönmez Dergisi, Yıl:8, sa.74-75, s.19-20. '
226. Salih, Muhammed Emin / En-Nuzumu'l-İktisâdiyye Fi Mısr Ve'ş- Şâm Fi Sadri'l-İslâm, Kahire 1971.
227. San'ani, Muhammed b.İsmail El-Emîr El-Yemenî / Subulu's-Selâm Şerhu Bulûgi'l-Merâm, Kahire ty.
228. Savi, Ahmed b. Muhammed / El-Haşiye Ale'd-Derdir, Kahire 1119 H.
229. Sayis, Muhammed Ali / Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, Kahire 1953.
230. Schacht, Joseph / İslâm Hukukuna Giriş, Çev. M. Dağ-Abdülkadir Şener, Ankara, 1977.
231. Selçuk, Mualla / Çocuğun Eğitiminde Dinî Motifler, Ankara 1990.
232. Serahsi, Şemsuddin / El-Mebsut, Mısır 1324 H.
233. Serahsi, Ebu Bekr Muhammed b.Ahmed b. Ebî Sehl / Usûl Yay. Ebu'1-Vefa El-Efgânî, Beyrut 1973.
234. Seyyidulehl, Abdulaziz / Felsefetu'z-Zekât Inde'l-Muslimîn, Beyrut.
235. Sezer, Baykan / Toplum Farklılaşmaları Ve Din Olayı, İstanbul 1981.
236. Es-Sıddîk, Yusuf / Kitabu'z-Zekât, Mısır 1921.
237. Sıddık Hasan Han / Er-Ravdatu'n-Nediyye Fi Şerhi'd-Dureri'l-Behiyye, Kahire ty.
238. Sıddıkı, S. A. / İslâm Devletinde Mali Yapı, Çev. Rasim Özdenören, İstanbul 1972.
239. Sırrı, Süleyman / Kitabu'z-Zekât, İstanbul 1329.
240. Sibai, Mustafa / İslâm Sosyalizmi, Çev. A. Niyazoğlu, İstanbul 1975.
242. Şafak, Ali / İslâm Arazi Hukuku Ve Tatbikatı, İstanbul 1977.
243. Şafak, Ali / İslam Ceza Hukuku, Erzurum 1977.
244. Şafak, Ali / “Altın Ve Gümüş Fiatları Karşısında Zekât, Sadaka-i Fıtır Ve Kurbanın Durumu”, İslâm Medeniyeti Dergisi. 8/18-22.
245. Şafak, Ali / “Zekât Muvacehesinde Borç Ve Alacakların Durumu,” İslâm Medeniyeti D., 11/15 Vd.
246. Şafak, Ali / “Ramazan Orucu Ve Suçlar Üzerindeki Müsbet Tesirleri”, Diyanet Dergisi, c.X, sa. 112-113, s.326 vd.
247. Şafii, Muhammed b.İdris / Kitabu'l-Umm, Beyrut ty.
248. Şah Veliyyullah Dihlevi / Huccetullahi'l-Bâliga, Yay. Seyyid Sabık, Kahire'1966 ( Huccetullahi'l-Bâliga, Çev. Mehmet Erdoğan, İstanbul 1994).
249. Şanver, S. / Maliye Politikası (Amaçlar-Araçlar) Ve Çağdaş Gelir Vergisi Ve Kurumlar, 1972. .
250. Şeltut, Muhammed Mahmud / el-Fetava, Beyrut 1975, 8.B.
251. Şentürk, Lütfi / “Iskat-ı Salât,” Diyanet Dergisi, c. XV, sa. 5-6, s.338-340.
252. Şehhate, Abdullah Mahmud / Fıkhu'l-İbâdât, Kahire 1975.
253. Şerbini, Muhammed b. Ahmed / Mugni'l-Muhtac, Mısır 1958.
254. Şevkânî, Muhammed b.Ali / Neylu'l-Evtâr Fi Şerhi Munteka'l-Ahhâr Kahire 1952, 2.B.
255. Şevkânî, Muhammed b.Ali / Es-Sumûtu'z-Zehebiyye, El-Hâviyeli'd-Dureri'l-Behiyye, Yay. İbrahim Bâhasen Abdul Mecid-İsmail b. Ali El-Ekva', Beyrut 1990.
256. Şevkânî, Muhammed b. Ali / Ed-Derâri'l-Mudıyye Şerhu'd-Dureri'l-Behiyye, Beyrut 1986.
257. Şeybani, Muhammed b.Hasan / Kitabu'l-Asl, Yay. Ebu'1-Vefa El-Efganî, Beyrut 1990.
258. Şeybani, Muhammed b.Hasan / El-Camiu'l-Kebîr, Yay. Alemu'l-Kutub, Beyrut 1986.
259. Şeybani, Muhammed b. Hasan / El-Camiu's-Sagir, Yay. Ebu'l-Vefa El-Efganî, Beyrut 1399, 2.B.
260. Eş-Şurunbilali, Ebu'l-İhlâs Hasen b.Ammâr / Merakı'l-Feiâh Şerhu Nuri'1-İzah, Mısır ty.
261. Tabakoğlu, Ahmet / Türk İktisat Tarihi, İstanbul 1987.
262. Tabbara, Abdulfettah / Ruku'd-Dini'l-İslâmî, Beyrut 1965, 9.B.
263. Taplamacıoğlu, Mehmet / Din Sosyolojisi, Ankara 1975.
264. Tahavi, Ahmed b. Muhammed / El-Muhtasar, Yay. Ebu'1-Vefa El-Efgani, Kahire 1380 H.
265. Tanci, Muhammed / “Oruç Ve Kur'an,” İslâm Medeniyeti Dergisi, sa.5, s. 14.
266. Tanyu, Hikmet / Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara 1975.
267. Topaloğlu, Bekir / İslâm'da Kadın, İstanbul 1975, 6.B.
268. Topaloğlu, Bekir / “İslâm'da Mezheplere Ayrılmanın Hükmü”, Nesil Dergisi, sa.1, s.18-21.
269. Tosun, Öztekin /Hileli Vergi Suçları, İstanbul 1962.
270. Tuğ, Salih / İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı (İslâmVergi Hukuku), Ankara 1962.
271. Tuğ, Salih / İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969.
272. Tuğ, Salih / “Zekâtın Yeniden Merkezileştirilmesi,” İslâm Medeniyeti, III/28-30-33.
273. Tuğ, Salih / İslâm Vergi Hukukunun Tekevvünü,” İslâm Medeniyeti D., 1/25-30.
274. Tuncer, S. / Çifte Vergileme Ve Milletlerarası Vergr Anlaşmaları, Ankara 1974.
275. Turgay, R. / Gelir Vergisi Kanunu Ve Tatbikatı, İstanbul 1976.
276. Turgay, R. / Vergi Usul Kanunu Ve Tatbikatı, İstanbul 1977.
277. Uludağ, Süleyman / “Mezar Ve Türbe “, Nesil Dergisi, sa.1l, s.20; sa.12, s.28-33; sa.13, s.25-32.
278. Uysal, Veysel / Psiko-Sosyal Açıdan Oruç, Ankara 1994.
279. Wach, J. / Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, Kayseri 1990.
280. Wach, J. / Din Sosyolojisine Giriş, Çev. B. İnandı, Ankara 1987.
281. Weir, T.H. / “Sadaka,” İA, X/22-24.
282. Yaşa, Memduh / Kamu Maliyesine Giriş, İs. 1973.
283. Yavuz, Yunus Vehbi / İslâm'da Zekât Müessesesi, İstanbul 1974, 3.B.
284. Yavuz, Yunus Vehbi / “Gelir Getiren Bina Sanayi Tesisi Ve Nakliye Araçlarının Zekâtı,” Hareket D., 16-17 (Haziran-Temmuz 1980), 28-32; 18-19 (Ağustos-Eylül 1980), 11-18.
285. Yazgan, Turan / Sosyal Güvenlik Açısından Zekât, İstanbul 1987.
286. Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi / Hak Dini Kur'ân. Dili, İstanbul 1950 2. B?
287. Yayın, T. / Uluslararası Çifte Vergilemeyi Önleme Anlaşmaları Ve Bunların Ortaya Çıkardığı Sorunlar, Ankara 1969.
288. Yeğin, Munip (Ve Diğerleri) / “İslâmî Oruç Üzerinde Biyokimyasal Bir Araştırma”, Diş Hekimliği Fakültesi Yıllığı, sa. IV, Erzurum 1983.
289. Yeprem, M.Saim / İbadetlerimiz, Ankara ty.
290. Yeprem, M.Saim-Karaçizmeli, M.Talat / Hac Rehberi Ve Kurban Hükümleri, Ankara ty.
291. Yeprem, M. Saim / “Namaz Vakitleri”, Nesil Dergisi, sa.39-41, s.64-67.
292. Yeniçeri, Celal / İslâm'da Devlet Bütçesi, İstanbul 1984.
293. Yeniçeri, Celal / İslâm İktisadının Esasları, İstanbul 1980.
294. Yücel, Necmi / Tatbikatta Vergi Cezaları, İstanbul 1955.
295. Yeprem, M. Saim / İbadetlerimiz (Oruç Ve Zekât), Ankara ty.
296. Zebidi, Murtaza / Tecrid-i Sarih Tercümesi Ve Şerhi, Çev. Ahmed Naim-Kamil Miras, Ankara (Değişik Tarihler).
297. Zeydan, Abdülkerim / İslâm Hukukuna Giriş, Çev. Ali Şafak, İstanbul Ty.
298. Zeydan, Abdülkerim / İslâm'da Ferd Ve Devlet, Çev. Cemal Arzu, İstanbul 1978.
299. Zihni, Mehmed / Ni'met-i İslâm, İstanbul ty.
300. Zihni, Hacı Mehmed / Kitabü'z-Zekât (Nimet-i İslâm), İstanbul 1329, 2.B.
301. Zurkani, Ebu Abdillah Muhammed b. Abdilbaki b. Yusuf / Şerhu'l-Muvatta, Mısır 1961.
[1] Bkz. yukarıda 10 4 3.
[2] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 253; Kâsânî, BS, c. II, s. 69; Şafiî, Umm, c. II, s. 62-65.
[3] Kardavî, FZ, c. II, s. 921-922; Şeltut, Fetâvâ, s. 155-156; Karaman, îslamınIşığında Günün Meseleleri, c. II, s. 111-112
[4] Bkz. yukarıda 4.
[5] Damad, Mecmau'l-Enhur, c.I.s. 226; İbn Rüşd, BM, c.I, s. 253; Kardavî, FZ, c. II, ş. 918-920; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 115; Serahsî, Mebsut, c. III, s. 101; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 64; Yavuz, İZM, s. 280.
[6] LZK, m. 20.
[7] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 253; Kâsânî, BS, c.II, s. 69.
[8] Bu görüşün tenkidi için bkz. Kardavî, FZ, c. II, s. 920-921.
[9] İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 32; Kardavî, FZ, c. II, s. 920.
[10] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 191; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s.64; Yavuz, İZM, s. 281.
[11] Kardavî, FZ, c. II, s. 928; Kâsânî, BS, c. II, s. 69; Şeybanî, Asl, c. II, s. 224.
[12] LZK, m. 20.
[13] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254.
[14] Cezîrî, Fame, c. I, s. 627-629; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254; Kardavî, FZ, c.2, s.928; Şeybanî, Asl, c. III, s. 102, 111, c. II, s. 215, 220; Şafiî, Umm, c. II, s. 64.
[15] LZK, m. 20.
[16] Kardavî, FZ, c. II, s. 930; Şeltut, age, s. 156.
[17] Yazgan, Turan: Sosyal Güvenlik Açısından Zekât, s. 55.
[18] Bkz. yukarıda 25 2 3 2 2.3 ve 4, aşağıda 129 1 1 1 2.
[19] Bkz. yukarıda 25 3.
[20] Yavuz, İZM, s. 298.
[21] Bilmen,. Büyük İslâm İlmihali, s. 361-362; Şeybanî, Asl, c. II, s. 225.
[22] Bilmen, age, s. 361-362; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254; Kardavî, FZ, c. II, s. 926.
[23] Kardavî, FZ, c. II, s. 926; Kâsânî, BS, c. 2, s. 79.
[24] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 253-254; Kardavî, FZ, c. II, s 924-925.
[25] İbnu'l-Munzir, age, s. 32.
[26] Ahraed b. Hanbel, Mesâil, s. 170, no: 644; İbnu'l-Munzir, age, s. 32-33: Kardavî, FZ, c. II. 927.
[27] İbnu'l-Munzir, age, s. 32; Kardavî, FZ, c. II, s. 926; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254; Serahsî, age, c. III, s. 104; Şeybanî, Asl, c. III, s. 214-216.
[28] Cezîrî, Fame, c. I, s. 628, 629; Damad, age, c. I, s. 227; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254; İbnu'l-Munzir, age, s. 32; Kardavî, FZ, c. II, s. 925-926, 930; Kâsânî, BS, c. II, s. 70; Serahsî, age, c. III, s. 105.
[29] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 168, no: 632, 637; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254; İbnul-Munzir, age, s. 32; Kardavî, FZ, c. II, s. 926; Kâsânî, BS, c. II, s. 70-72, Mergınânî, age, c. I, s. 115; Serahsî, age, c. II, s. 105; Şafiî, Umm, c. II, s. 63; Şeybanî, Asl, c. II, s. 219-221.
[30] Yazgan, T. : Sosyal Güvenlik Açısından Zekât, s. 55.
[31] Ahmed b. Hanbel, age, s.168-170; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254; İbnu'l-Munzir, âge, s. 32; Kâsânî, BS, c. II, s. 70-72; Mergınânî, age, c. I, s. 115; Serahsî, age, c. 3, s. 105; Şafiî, Umm, c. 2, s. 63; Şeybanî, Asl, c. II, s. 212-214, 225, 229.
[32] Bkz. yukarıda 10 4 3,
[33] Ahmed b. Hanbel, age, s. 169-170, no: 638-643; Cezîrî, ame c. I, s. 628; Damad, age, c. I, s. 229; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254; Kardavî, FZ, c. II, s. 946; Kâsânî, BS, c. II, s. 72-73; Mergınânî, age, c. I, s. 116; Serahsî, age, c. III, s. 107, 112; Şeybanî, Asl, c. II, s. 227; Yavuz, İZM, s 290
[34] Bkz. yukarıda 81 2 12 2.
[35] Bakara: 2/184. Ayrıca bkz.Kardavî, FZ, c. II, s. 940.
[36] Cezîrî, Fame, c. I, s. 628; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 254; Kardavî, FZ, c. II, s. 944-951; Şafiî, Umm, c. II, s. 66-68, 69-70; Yavuz, İZM, s. 292
[37] LZK, m. 20.
[38] LZK, m. 20.
[39] LZK, m. 20.
[40] LZK, m. 20.
[41] Bu açıklama ve 1976-1977 yılı için İstanbul fitre miktarı konusunda bkz. Yavuz, İZM, s. 296.
[42] Bkz. yukarıda 10 5 2.
[43] Yazgan, T.: Sosyal Güvenlik Açısından Zekâttrs. 55-57.
[44] Cezîrî, Fame, c. I, s. 627; Damad, age, c. I, s. 228; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 256; Kardavî, FZ, c. II, s. 952, 954; Kâsânî, BS, c. II, s. 74; Mergınânî, age, c. I, s. 117; Serahsî, age, c. III, s. 108; Şafiî, Umm, c. II, s. 70; Şeybanî, Asl, c. II, s. 218-219.
[45] Ahmed b. Hanbel, age, s. 171, no: 647-615; Damad, age, c. I, s. 228; Debusî, Esrar, c. I, v. 113-b; Kardavî, FZ, c. II, s. 954-955; Cezîrî, Fame, c. I, s. 627; Kâsânî, BS, c. II, s. 74; Şehhatü, Fıkhu'l-İbâdût, s. 145; Yavuz, ÎZM, s. 281-2.
[46] Kardavî, FZ, c. II, s. 955; Şeltut, age, s. 157.
[47] Cezirî' Fame, c- L s- 628-630; Damad, age, c. I, s. 229; Kâsanî, BS, c. II, s. 74 Mergınânî, age, c- I. s- 115, Serahsî, age, c. III, s. 110; Şeybanî, Asl, c. II, s.223-224.
[48] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 171, no: 647; Cezîrî, Fame, c. I, s. 629; Kardavî, FZ, c. II, s. 948; Yavuz, İZM, s. 288.
[49] Cezîrî, Fame, c. 1, s. 627; Damad, age, c. I, s. 229; Kardavî, FZ, c. II, s. 948-950; Mergınânî, age, c. I, s. 115; Serahsî, age, c. III, s. 107; Tuğ, age, s. 64.
[50] Kardavî, FZ, c. II, s. 950.
[51] Karaman, age, c. II, s. 113.
[52] Kardavî, FZ, c. II, s. 950-951; Yavuz, İZM, s. 289-290.
[53] Şeltut, age, s. 156.
[54] Bkz. yukarıda 48 1
[55] Bkz. yukarıda 48 2.
[56] Bkz. yukarıda 4.
[57] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 171, no: 652; Bilmen, age, s. 364; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 256; Kardavî, FZ, c. II, s. 957; Kâsânî, BS, c. II, s. 74.
[58] Bkz. aşağıda 113 I 1.
[59] Ahmed b. Hanbel, age, s. 170, no: 645-646; Kardavî, FZ, c.II, s. 957; Serahsî, age, c. III, s. 107; Yavuz, İZM, s. 300.
[60] Bkz. aşağıda 123 1.
[61] Bkz. aşağıda 115 11, 117 1.1, 118 1 ve 119 1.
[62] Bkz. aşağıda 123 4.
[63] Kardavî, FZ, c. II, s. 958; Yavuz, İZM, s. 301.
[64] Kardavî, FZ, c. II, s. 959; Kâsânî, BS, c. II, s. 75; Şeltut, age, s. 157; Şeybanî, Asl, c. II, s. 216-217.
[65] Kardavî, FZ, c. II, s. 959; Kâsânî, BS, c. II, s, 75; Yavuz, İZM, s. 301.
[66] Kardavî, FZ, c. II, s. 959.
[67] Bkz. aşağıda 125-129.
[68] Kâsânî, BS, c. II, s. 22, 69, 74, 75; Şafiî, Umm, c. II, s. 68-69; Tahâvî, Muhtasar, s. 52.
[69] Bkz. yukarıda 107 3 1.
[70] Cezîrî, Fame, c. I, s. 628-630; Damad, age, c. I, s. 229; Kâsânîf BS, c. II, s. 74; Mergınânî, age, c. I, s. 115.
[71] Gider olarak zekâtın incelenmesi, esas itibarıyla Kamu Maliyesi'nin inceleme alanına girer. Ancak, İslam hukukunda bu konular genişçe ele alındığı için, bu geleneğe uyularak konunun burada kısaca işlenmesi uygun görüldü.
[72] İbn Kudame, Mugni, c. VI, s. 470; Kardavî, FZ, c. II, s. 643. Mesârifu'z-Zekât'ın klasik uygulamaları için bkz. Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 194-234.
[73] Dinler ve fakirlik konusu için bkz. Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 11-51; Sibai,M.: İslâm Sosyalizmi, s. 65-90; İslamda sosyal güvenlik konusunda bkz. Beşer, Faruk: İslâm'da Sosyal Güvenlik, Ankara 1987; Sibai, İslâm Sosyalizmi, s. 240-243; Yazgan, Turan: Sosyal Güvenlik Açısından Zekât ve Fitre, İstanbul 1987; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, (İstanbul 1969).
[74] Cezîrî, Fame, c. I, s. 624; Debusî, Esrar, c. 1, v. 127-b; Fayda, Mustafa: Hz.Ömer Zamanında Gayri Müslimler, s. 168; Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, s. 267; Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 114-115, 197; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 220-221; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 174; Serahsî, age, c. III, s. 19; Şeybanî, Asl, c. II, s. 158; Yavuz, İZM, s. 340; Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 392.
[75] Sayis, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, c. II, s. 35.
[76] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s,. 221; Hamidullah, Vesaik, s. 380-381, no: 291.
[77] Bkz. yukarıda 111 1.
[78] Ebu Zehra, age, s. 151; Sıddıki, age, s. 175.
[79] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 252; Kâsânî, BS, c. II, s. 48; Sayis, age, c. II, s. 34.
[80] Kardavî, FZ, c. II, s. 544.
[81] Bkz. yukarıda 25 2.
[82] Bkz, yukarıda 25 3, 17 5 1, aşağıda 129 112 11.
[83] Bilmen, HFK, c. IV, s. 116; Cezîrî, Fame, c. I, s. 621; Damad, age, c. I, s. 220,223; Kardavî, FZ, c. II, s. 547; Kâsânî, BS, c. II, s. 43; Maverdî, el~Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 122; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 112; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 252.
[84] Cezîrî, Fame, c. I, s. 625; Maverdi, age, s. 122.
[85] Bkz. aşağıda 126 1.
[86] Cezîrî, Fame, c. I, s. 622-623.
[87] Arafe, ez-Zekât fi'l-Cumhuriyyeti'l-Arabiyyeti'l-Lîbiyye, s. 74.
[88] Cezîrî, Fame, c.I, s. 624.
[89] Kardavî, FZ, c. II, s. 547-548.
[90] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 252.
[91] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 153, no: 566, 567, 568, s. 154, no: 570, 572, s. 155, no:575; Bilmen, HFK, c. IV, s. 117; Yavuz, İZM, s. 341.
[92] Kardavî, FZ, c. II, s. 43; Yavuz, İZM, s. 339.
[93] Kâsânî, BS, c. II, s. 43; Yavuz, İZM, s. 339.
[94] Ebu Zehra, age, s. 175.
[95] Bkz. aşağıda 119 1 2 2.
[96] Yavuz, İZM, s. 339.
[97] Yavuz, İZM, s. 339.
[98] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 220-221; Yavuz, İZM, s. 344.
[99] Bkz. aşağda 119 F 2 A a.
[100] Bkz. aşağıda 117 1 1.
[101] Bkz. aşağıda 115 1 1.
[102] Bkz. aşağıda 116 1 1.
[103] Bkz. yukarıda 61 2 1.
[104] Daraad, Mecmau'l-Enhur, c. I, s. 220, 223; Kardavî, FZ, c. II, s. 547.
[105] Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 127-128; Kardavî, FZ, c. II, s. 564A-565; Gazzali, İhya, c. I, s. 224-225; Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 393-399.
[106] Kardavî, FZ, c. II, s. 566; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 128.
[107] Kardavî, FZ, c. II, s. 567.
[108] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 252; Yavuz, İZM, s. 411.
[109] Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 134; Kardavî, FZ, c. II, s. 571.
[110] Bkz. yukarıda 25 1 2 3.
[111] Damad, age, c. I, s. 225; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 252; Kâsânî, BS, c. II, s. 48,49;Maverdî, age, s. 122; Yavuz, İZM, s. 410.
[112] Sayis, age, c. II, s. 35; Yavuz, ÎZM, s. 410.
[113] Kâsânî, BS, c.II,s.48.
[114] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 150, no: 554, 555, s. 153, no: 566, 567; İbn Rüşd, BM, . c. I, s. 252; Sayis, age, c. II, s. 35; Yavuz, İZM, s. 410.
[115] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 252; Yavuz, İZM, s. 410.
[116] Kardavî, FZ, c. II, s. 572.
[117] Gazzali, İhya, c. I, s. 224-225; Kardavî, FZ, c. II, s. 566-567.
[118] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 114 (İbn Hazm, Muhallâ, c. 6, s. 158'den).
[119] Ebu Ubeyd, Emval, s. 560-561; Yavuz, İZM, s. 411.
[120] Sayis. age, c. II, s. 35; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 129-130.
[121] Kardavî, FZ, c. II, s. 572.
[122] Yavuz, İZM, s. 411; Kardavî, FZ, c. II, s.572.
[123] Arafe, age, s. 74, 80.
[124] Kardavî, FZ, c. II, s. 560-561.
[125] Kıtal: 9/4.
[126] Köle azadının en iyi sadaka olduğu konusunda bkz. Nisa: 4/92; yemin keffaretinde köle azadı için bkz. Maide: 5; 89; zıhar keffaretinde köle azadı için bkz. Mücadele: 58/3; mükâtep için bkz. Nur: 24/34. Geniş bilgi için bkz. Hamidullah, Rasulullah Muhammed, s. 254-257. Hamedullah, "Abd", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 57; Vecdi Akyüz-Nihat Engin, "Asr-ı Saadet'te Kölelik ve Cariyelik " Vecdi Akyüz (editör), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, İstanbul 1994, c.I, s. 491-512.
[127] Mükâtep Köle: Bir bedel karşılığında azad edilmek üzere efendisiyleanlaşma yapmış köle ve cariyedir. Böyle bir istek olunca, efendisinin bunu reddetmeye hakkı yoktur. Gerekli ücreti kazanıp, temin edebilmesi için köle önceden kendi nam ve hesabına çalışıp, para kazanmak müsadesi alır. Hatta bu zaman zarfında zekât ödemekten tamamen muaf tutulur, (bkz. yukarıda 17. 3). Efendisi böyle bir azad isteğine hayır demeye kalkınca, köle mahkeme kararıyla hakkını alır: Nur: 24/33.
[128] Bilmen, HFK, c. IV, s. 117; Cezîrî, Fame, c. I, s. 625; Hamidullah, İslâm'aGiriş, s. 115, 196; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 225; İbn Rüşd, BM, c.I, s. 252; Kâsânî, BS, c. II, s. 45; Maverdi, age, s. 123; Mergınânî, age, c. I, s. 112-113; Şeybanî, Asl, c. II, s. 97; Tahâvî, Muhtasar, s. 52.
[129] Kardavî, FZ, c. II, s. 616; Sayis, age, c. II, s. 39; Yavuz, İZM, s. 371.
[130] Kâsânî, BS, c. II, s. 45; Sıddıki, age, s. 138.
[131] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. I, s. 454; Hamidullah, Vesaik, s. 278-279.Ayrıca bkz. Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 212-213.
[132] Bilmen, HFK, c. IV, s. 117; Cezîrî, Fame, c. I, s. 623; Kardavî, FZ, c. II, s. 617;Kâsânî, BS, c. II, s. 39. Maverdî, age, 123; Mergınânî, age, c. I, s. 113; Sayis, age, c. II, s. 39; Yavuz, İZM, s. 372.
[133] Bkz. aşağıda 115.
[134] İbnu’l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. II, s. 955; Kardavî, FZ, c. II, s. 617.
[135] Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 213.
[136] Kardavî, FZ, c. II, s. 617-618.
[137] Ebu Zehra, age, s. 176; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 225; Sayis, age,c. II, s. 39.
[138] Hamidullah, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 92; Hamidullah, İslâm Peygamberi,c. II, s. 225. Hamidullah, bu hususta İbn Sa'd'ın Tabakat'ında (c. 5, s. 272) müşahhas misaller bulunduğunu belirtir.
[139] Kardavî, FZ, c. 2, s. 620.
[140] Ebu Zehra, age, s. 176; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 225; Kardavî,FZ, c. II, s. 620.
[141] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 397.
[142] Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 199.
[143] Reşid Rıda, el-Menar, c. x, s. 598'den Kardavî, FZ, c. II, s. 620.
[144] Kardavî, FZ, c. II, s. 620.
[145] Bkz. aşağıda 119.
[146] Kardavî, FZ, c. II, s. 621.
[147] Bkz. yukarıda 25 II 3.
[148] Kardavî, FZ, c. II, s. 622; Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 214-223.
[149] Cezîrî, Fame, c. I, s. 625; Maverdî, age, s. 123; Mergınânî, age, c. II, s. 112.
[150] Kardavî, FZ, c. II, s. 630.
[151] Arafe, age, s. 75.
[152] Kardavî, FZ, c. II, s. 623; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 225-226.
[153] Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 384-385 (Fahruddin Razî, Tefsir, c. 4, s.476'dan).
[154] Ebu Zehra, age, s. 176-177; Hamidullah, İslâm'a Giriş, s.199; Hamidullah,İslâm Peygamberi, c. I, s. 131 ve c. II, s. 225-226; Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm, s. 19; Kardavî, FZ, c. II, s. 623-624; Şayia, age, s. c. II, s. 41; Yeniçeri, age, s. 281.
[155] Cezîrî, Fame, c. I, s. 623; Kardavî, FZ, c. II, s. 625; Sıddıki, age, s. 179;Şehhate, Fıhhu'l-İbâdât, s. 149; Tabbara, Râhud-Dînil-İslâmî, s. 341.
[156] Bkz. yukarıda 25 3.
[157] Kardavî, FZ, c. II, s. 625-626.
[158] Bkz. yukarıda 17 5 1 1 1 I.
[159] Bkz. aşağıda 126 1.
[160] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 150, no: 554, 555, s. 154, no: 569; İbn Rüşd, BM, c. I,s. 252; Kardavî, FZ, c. II, s. 626.
[161] Arafe, age, s. 75.
[162] Kardavî, FZ, c. II, s. 632-633; Kâsânî, BS, c. II, s. 39; Şeybanî, Asl, c. II, s. 96-97.
[163] İbn Teymiyye, el-Fetava, c.l, s. 299'dan Kardavî, FZ, c. 2, s. 633.
[164] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 199; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s.225-226; Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm, s. 19.
[165] Hamidullah,. İslâm Peygamberi, c. II, s. 225-226; Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm, s. 19; Kardavî, FZ, c. II, s. 634.
[166] Beşer, Faruk: İslâm'da Sosyal Güvenlik, (Ankara 1987), s. 122.
[167] Mülk: 67/15; Müzemmil: 73/20.
[168] Ankebut: 29/20; Alu İmran: 3/138; el-Hacc: 22/46.
[169] Tevbe: 9/4142-121.
[170] Alu İmran: 3/97; Hacc: 22/37-38.
[171] İsra: 17/26; Rum: 30/38.
[172] Bakara: 2/315.
[173] Nisa: 4/36.
[174] el-Enfal: 8/41.
[175] Haşr: 59/8
[176] Tevbe: 9/60.
[177] Bilmen, HFK, c. IV, s. 116; Cezîrî, Fame, c. I, s. 621, 626; Ebu Zehra, age, s 178; Kâsânî, BS, c. II, s. 46; Maverdî, age, s. 123; Mergınânî, age, c. I, s. 112; Sıddıki, age, s. 182; Tabavî, Muhtasar, s. 52.
[178] Arak, age, s. 75.
[179] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 358; Kardavî, FZ, c. II, s. 683; Sıddıki, age, s. 182.
[180] Kardavî, FZ, c. II, s. 684.
[181] Reşid Rıza, Menar, c. 5, s. 94'ten Kardavî, FZ, c. II, s. 685.
[182] Bkz. yukarıda 113.
[183] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 116-117, 200; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 412; Sıddıki, age, 182
[184] Meragî, Tefsir, c. 28 Haşr; 59/6 âyetinin tefsirinden Kardavî, FZ, c. II, s. 682.
[185] Kardavî, FZ, c. II, s 678-680.
[186] Cezîrî, Fame, c. I s. 62g, 624, 626; Maverdî, age, s. 123; Siddıki, age, s. 183.
[187] Kâsânî, BS, c. II, s. 46; Mergınânî, age, c. 1, s. 112.
[188] Cezîrî, Fame, c. I, s. 623; Sıddıki, age, s. 183.
[189] Cezîrî, Fame, c. I, s. 621, 626; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 252; Kardavî, FZ, c. 680-681; Maverdî, age, s. 123; Mergınânî, age, c. I, s 112.
[190] Kâsânî, BS, c.H, s. 46; Mergınânî, age, c. I, s. 112.
[191] Arafe, age, s, 75,'80.
[192] Kardavî, FZ, c. II, s. 675-678
[193] Bkz. yukarıda 43.
[194] Bilmen, HFK, C. IV, s. 76-78; Kâsânî, BS, c. II, s. 35, 44; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 82.
[195] Hamidullah, İslâm''a Giriş, s. 198; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 221-222; Kardavî, FZ, c. 2, s. 579.
[196] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışına, s. 175; Kardavî, FZ, c. II, s. 579.
[197] Yavuz, İZM,8.351.
[198] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 221; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 251; Kardavî, FZ, c. II, s. 593.
[199] Bkz. aşağıda 119.
[200] Bkz. aşağıda 126 1.
[201] Cezîrî, FAME, c. I, s. 623.
[202] Bkz. Kardavî, FZ, c. II, s. 580-583.
[203] Buharî: Zekât, 67; Kettani, et-Terâtîbu'-İdâriyye, c. I, s. 236-237; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 82.
[204] Kettani, age, c. T, s. 237-238; Tuğ, age, s. 82.
[205] Kettani, age, c. I, s. 267; Tuğ, age, s. 82-83. İslâm'ın ilk yıllarında zekât -memurlarının statüsü için bkz. Kardavî, FZ, c. II, s. 580-589; Tuğ, age, s. 75- Kettanî, age, c. II, s. 236-237
[206] Bkz. aşağıda 126 1.
[207] Bkz. Yukarıda 113 1 ve aşağıda 128 1.
[208] Ceziri, Fame. C. I, s. 623.
[209] Kasani, BS, c. II, s. 44; Merg»nânî. age, c. I, s. 112; Sıddıki, age, s. 176.
[210] Ceziri, Fame, c. I, s. 623; Kâsânî, BS, c. 2, s. 44; Yavuz, İZM, s. 348.
[211] Kettani, age. c. I, s. 240-246; Şafii, Umm, c. I, s. 61; Tuğ, age, s. 81.
[212] Ceziri, Fame, c. I, s. 625; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 253; Kasani, BS, c. II, s. 44; Malik: Zekat, 29; Maverdi, age, s. 123; Sayis. Age, c. II, s. 36; Şeybani, Asl, c. II, s. 155; Şeybani, el-Camiu’s-Sagir, s. 124; Tahavi, Muhtasar, s. 52.
[213] Arafe, age, s. 74.
[214] Sıddıki, age, s. 176.
[215] Bilmen, HFK, c. IV, 8. 117; Cessas, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 123; Cezîrî, Fame, c. I, s. 624-625; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c.II, s. 223; Elmalı, Hak Dini Kur'ân Dili, c.IV, s. 2577-2578; Kardavî, FZ, c. II, s. 624-625; Kâsânî, BS, c. II, s. 45; Maverdî, age, s. 123; Sayis, age, c. II, s. 38-39; Serahsî, age, c. III, s. 9 Şeybanî, Asl, c, II, s. 155-156; Şehhate, Fıkhu'l-İbadât, s. 148.
[216] Kurtubî, Tefsir, c. 8, s, 179'dan Kardavî, FZ, c. II, s. 598.
[217] Ebu Ya'lâ el-Ferra: eL-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 132; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 223; Maverdî, age, s. 123.
[218] Arafe, age, s. 75.
[219] Bilmen, HFK, c. IV, s. 117; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 222; Kardavî, FZ, c. II, s. 599; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 251; Kâsânî, BS, c. II, s. 45; Mergınânî, age, c. I, s. 113; Tahâvî, age, s. 52; Yavuz, İZM, s. 357.
[220] Ceziri, Fame, c. I, s. 623; Elmalı, age, c. IV, s. 2577; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 251; Kardavî, FZ, c. II, s. 598-599; Kâsânî, BS, c. II, s. 45; Yavuz, İZM, s. 364-365.
[221] Cessas, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 124; Yavuz, İZM, s. 357.
[222] İbn Kudame, Mugnî, c. II, s. 666; Kardavî, FZ, c. II, s. 605-606.
[223] Geniş bilgi için bkz. Cessas, age, c. III, s. 124; Ebu Zehra, age, s. 179-180; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 252; Kardavî, II, s. 594-611; Kâsânî, BS, c. II, s. 45; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, a. 222; Şeltut, Fetâva, s. 117; Yavuz, İZM, s. 360-369.
[224] Taberi, Tefsir, c. 10, s. lll'den Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 222-223 ve Kardavî, FZ, c. II, s. 607.
[225] Ebu Zehra, age, s. 176; Şehhate, age, s. 148.
[226] İAK, m.5. Kardavî, FZ, c. II, s. 1124; Şeltut, age, s. 117.
[227] Kardavî, FZ, c. II, s. 1124; Şeltut, age, s. 117.
[228] Arafe, age, s. 75.
[229] Arafe, age, s. 80-81.
[230] Abdulbaki, M. Fuad: el-Mu'cemu'l-Mufehres Li-Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim, s.341-34; Kardavî, FZ, c. II, s. 652.
[231] Bakara: 2/261; Tevbe: 9/34
[232] Bakara: 2/195; Enfal: 8/72-60; el-Hadid: 57/106.
[233] Bakara: 2/217; Alu İmran: 3/99; Nisa: 4/167; A'raf: 7/45; Enfal: 8; 36-47.
[234] En'am: 6/116; Hacc: 22/9; Ahzab: 38/26.
[235] DM'in birleştiği ve ayrıldığı noktalar için bkz. Kardavî, FZ, c. II, s. 639, 641, 643-644.
[236] Kâsânî, BS, c. II, s. 46; Mergınânî, age, c. I, s. 112; Tahâvî, Muhtasar, s. 52.
[237] Cezîrî, Fame, c. I, s. 624; Gazali, İhya, c. I, s. 252; Kardavî, FZ, c. II, s. 640-642.
[238] Cezîrî, Fame, c. I, s. 623; Kâsânî, BS, c. II, s. 46; Maverdî, age, s. 123; Yavuz, İZM, 384.
[239] Cezîrî, Fame, c. I, s. 623; Kardavî, FZ, c. II, s. 638.
[240] Kardavî, FZ, c. II, s. 638-639.
[241] Kardavî, FZ, c. II, s. 641.
[242] Abdullah, Zekât, s. 140.
[243] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 151, no: 561; Cessas, Ahkîmu'l-Kur'an, c'. III, s. 127; Kâsânî, BS, c. II, s. 46; Mergınâni, age, c., I, s. 112.
[244] Kardavî, FZ, c. II, s. 636; Kâsânî, BS, c. II, s. 46;.Krş. Şeybanî, Asl, c. II, s. 97.
[245] Sıddıki, age, s. 180.
[246] Elmalı, age, c. IV, s. 2579; Kardavî, FZ, c. II, s. 636. Suffa ashabı konusunda geniş bilgi için bkz. Akif Köten, " Asr-ı Saadette Suffa Ashabı" Vecdi Akyüz (editör), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet'te İslam, İstanbul 1994, c,IV,s.379-415,
[247] Elmalı, age, c. IV, s. 2580; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 227; Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 116; Kardavî, FZ, c. II, s. 644-650; Kâsânî, BS, ç. II, s. 45, 46-47; Siddıki, age, s. 180; Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 151; Yavuz, İZM, s. 392-393.
[248] Kardavî, FZ, c. II, s. 648-649; Yavuz, İZM, s. 399.
[249] Şeltut, age, s. 128-129
[250] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 133.
[251] Elmalılı, age, c. IV, s. 2578-2580.
[252] Kardavî, FZ, c. II, s. 650-651, 655-669. Başka bazı uygulama tasarıları için bkz. Kardavî, Çağdaş Problemlere Fetvalar (İstanbul 1986), s. 317-326.
[253] Kardavî, FZ; c. II, s. 647.
[254] Arafe, age, s. 75, 80.
[255] Krş. Abdullah, Zekât, s. 140-142.
[256] Kardavî, FZ, c. I, s. 740; Şeybanî, Asl, c. II, s. 129; Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 412-417.
[257] Cezîrî, Fame, c. I, s. 624.
[258] Bilmen, HFK, c. IV, s. 119; Kardavî, FZ, c. II, s. 740-744; Kâsânî, BS, c. II, s. 50; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 114; Serahsî, age, c. III, s. II, 36; Şafiî, Umm, c. II, s. 72; Şeybanî, Asl, c. II, s. 129-130; Tahâvî, Muhtasar, s. 53.
[259] Bakara: 2/273.
[260] Bkz. yukarıda 25 II 3.
[261] Bkz. yukarıda 115 I 1.
[262] Cezîrî, Fame, c. I, s. 621-622.
[263] Ahmed b. Hanbel, Mesail, s. 148-149 (no: 550-551); Bilmen, Büyük İslâmİlmihali, s. 360; Cezîrî, Fame, c. I, s. 622.
[264] Ebu Ubeyd, Emval, s. 578-579, no: 1475-1476; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 142.
[265] Bkz. yukarıda. 1 2 2-3.
[266] Bkz. aşağıda 122.
[267] Bkz. aşağıda 128 3.
[268] Bkz. yukarıda 45.
[269] Bkz. yukarıda 115 1 1.
[270] Abdullah, Zekat, s. 117-119, 230-231 (Zekât Kanunu Tasarısı, m. 25-28).
[271] Abdullah, age, s. 202-203.
[272] Buharı: Zekât, 1; Nesaî: Zekât, 1.
[273] Kardavî, FZ, c. II, s. 809-813; Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 44 Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 155, 157, 390.
[274] Bkz. yukarıda 111 2 2.
[275] Abdullah, Zekât, s. 212.
[276] Ebu Ubeyd, age, s. 589, no: 1911; Kardavî, FZ, c. II, s. 812.
[277] Bilmen, HFK, c. IV, s. 118; Cezîrî, Fame, c. I, s. 626; Kardavî, FZ, c. II, s. 814, 819; Maverdî, age, s. 124.
[278] Cezîrî, Fame, c. I, s. 624; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 143; Kardavî, FZ, c.II, s-814-815.
[279] Kardavî, FZ, c. II, s. 815.
[280] İbn Teymiyye, el-İhtiyaratu'l-İlmiyye, s. 59'dan Kardavî, FZ, c. II, s. 818.
[281] Bilmen, HFK, c. IV, s. 118; Cezîrî, Fame, c. I, s. 624-625; Kardavî, FZ, c. II, s.814.
[282] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 360; Bilmen, HFK, c. IV, s. 117; Cezîrî, Fame, c. I, s. 622; Mergınânî, Hidaye, c. I, s. 115. Serahaî, age, c. 3, s. 18.
[283] Ebu Ubeyd, Emval, s. 578-579, no: 1475-1476; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 142;Kardavî, KZ, c. II, s. 813.
[284] Kardavî, FZ, c. II, s. 815.
[285] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 150, no: 554, 556, 557.
[286] Kardavî, FZ, c. II, a. 817.
[287] Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 142; Kardavî, FZ, c. II, s. 812-813.
[288] Bkz. yukarıda 119.
[289] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 180.
[290] Arafe, age, s. 75, 81.
[291] Bilmen, HFK, c. IV, s. 117; Cezîrî, Fame, c. I, s. 626; Ebu Zehra, age, s. 178, İbn Rüşd, BM, c. I, s, 250; Kardavî, FZ, c. II, s. 686-688; Maverdî, age, s. 122; Şa'fiî, Umm, c. II, s. 77; Yavuz, İZM, s. 404.
[292] Abdullah, Zekât, s. 117-118, 204.
[293] Cezîrî, Fame, c. I, s. 626; Debusî, Esrar, c. I, s. 128-b; Kardavî, FZ, c. II, s. 686-687; Kâsânî, BS, c. II, s. 46; Mergınânî, age, c. I, s. 113; Şafiî, Umm, c. II, s. 78.
[294] Maverdî, age, s. 123-124.
[295] Arafe, age. 74-75, 80-81.
[296] Kardavî, FZ, c. II, s. 688; Sayis, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, c. III, s. 32; Yavuz, İZM, s. 405.
[297] Kardavî, FZ, c. II, s. 688; Yavuz, İZM, s. 405.
[298] Bilmen, HFK, c. IV, s. 117; Cezîrî, FAME, c. I, s. 621, 624; Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, s. 139-140; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 250; Kardavî, FZ, c. II, s. 688; Mergınânî, age, c. I, s. 113; Sayis, age, c. III, s. 32; Sıddıki, age, s. 183; Yavuz, İZM, s. 406.
[299] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 250; Kardavî, FZ, c. II, s. 687-692; Malik: Zekât, 29; Yavuz, İZM, &. 407; Tahâvî, Muhtasar, s. 52.
[300] Yavuz, İZM, s. 409.
[301] Kardavî, FZ, c. II, s. 689-692-694; Ayrıca bkz.Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 284-287.
[302] Bkz. yukarıda 25 2 3.
[303] Bilmen, HFK, c. IV, s. 117; Damad, Mecmau'l-Enhur, c. I, s. 225; Kâsânâ, BS, c. II, s. 48-49; Mergınânî, age, c. I, s. 114; Şeybanî, el-Camiu's-Sagîr, s. 123.
[304] Bkz. yukarıda 122 2 2 2.
[305] Mergınânî, age, c. I, s, 114. Ayrıca bkz. yukarıda 122 2 2 2.
[306] Ebu Zehra, age, s. 179-180. Ayrıca bkz. Yukarıda 118 1.
[307] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 149, no: 551, 553; Bilmen, HFK, c. IV, s. 118; Cezîrî, Fame, c. I, s. 622-624; Kardavî, FZ, c. II, s. 719-721; Kâsânî, BS, c. II, s. 48, 49; Maverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 124; Mergınânî, Hidâye, c. I; s. 113; Debusî, Esrar c. I; s. 128-a; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 185; Şeybanî, Asl, c II, s. 128-129; Tahâvî, Muhtasar, s. 53
[308] İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 33; Kardavî, FZ, c. II, s. 719; Şeybanî, Asl, c. II, s. 128-129.
[309] Kâsânî, BS, c. II, s. 50
[310] Ahraed b. Hanbel, age, s. 149, no: 551, 553; Kardavî, FZ, c. II, s. 716-719-Kâsânî, BS, c. II, s. 39-40; Şeybanî, Asl, c. II, s. 128.
[311] Bkz. yukarıda 118. 3.
[312] Bkz. yukarıda 48 1.
[313] Cezîrî, Fame, c. I, s. 622, 626; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 180; Kâsânî, BS, c.II,s. 49; Maverdî, age, s. 124; Mergınânî, age, c. I, s. 113; Tahâvî, age, s. 53.
[314] İbnu'l-Munzir, age, s. 33.
[315] İbn Teymiye, el-İhtiyârâtu'l-İlmiyye, s. 61-62'den Kardavî, FZ, c. II, s. 719.
[316] Cezîrî, Fame, c. I, s. 624.
[317] Ebu Ubeyd, age, s. 578-579, no: 1475-1476; Kardavî, FZ, c. II, s. 721-728.
[318] Bkz. yukarıda 115 2 3 1. Ayrıca bkz.Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 151, no: 558, 559; Kâsânî, BS, c. II, s. 39; Şeybanî, Asl, c. II, s. 96-97.
[319] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 359; Cezîrî, Fame, c. 1, s. 622; Mergınânî, age, c. 1, s. 113; Şeybanî, Asl, c.II.s. 96-97.
[320] Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 151.
[321] Hamidullah, İslâm Hukuk İlmine Yardımları, s. 62; Hamidullah', İslâm Peygamberi, c. II, s. 230; Kardavî, FZ, c. II, s. 728-729; Sıddıki, age, s. 186. Konuyla ilgili hadisler için bkz. Müslim; Zekât, 167; Ahmed: Müsned, IV/166; Ebu Ubeyd, Emval, H. No: 516,
[322] Cezîrî, Fame, c. I, s. 622, 626; Kardavî, FZ, c. II, s. 728-739; Kâsânî, BS, c.II, s. 49; Maverdî, age, s. 124; Mergınânî, age, c. I, s. 114; Tahâvî, age, s. 52.
[323] Daraad, Mecmau'l-Enhur, c. I, s. 224.
[324] Damad, age, c. I, s. 224; Tahâvî, age, s. 52.
[325] Bilmen, HFK, c. rV, s. 118; Cezîrî, Fame, c. I, s. 622, 623.
[326] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 315; Kardavî, FZ, c. II, s. 733.
[327] Enfal: 8/41; Haşr: 59/7.
[328] Bkz. yukarıda 117 2 1.
[329] Alu İmran: 3/33.
[330] Alu İmran: 3/33.
[331] Bakara: 2/50.
[332] Cezîrî, Fame, c. I, s. 622, 623, 626; Maverdî, age, s. 124.
[333] Cezîrî, Fame, c. I, s. 623, 624, 626; Kardavî, FZ, c.II, s. 617; Kâsânî, BS, c. II, s. 47; Maverdî, age, s. 124; Mergınânî, age, c. 1, s. 113; Sayis, age, c. III, s. 39; Şeybanî, Asl, c. II, s. 96-97. bkz. yukarıda 1X4 1 1.
[334] Cezîrî, Fame, c. I, s. 626.
[335] Kardavî, FZ, c. II, s. 702.
[336] Kardavî, FZ, c. II, s. 702-704; Kâsânî, BS, c. II, s. 49; Maverdî, age, s. 124;Mergınânî, age, c. I, s. 113; Serahsî, age, c. III, s. 111; Fame, , c. II, s. 61; Şeybanî, el-Camiu's-Sagîr, s. 123; Tahâvî, age, s. 52.
[337] Ebu Ubeyd, age, s. 604-606, no: 1986-1998; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c.II, s. 231; Kardavî, age c. II, s. 704.
[338] Cezîrî, Fame, c. I, s. 624, 626; İbnu'l-Munzir, age, s. 33; Kardavî, FZ, c. 11, s. 705-708; Kâsânî, BS, c. 2, s. 49; Maverdî, age, s. 124; Mergınânî, age, c. 1, s. 113; Şeybanî, Asl, c. 2, s. 96-97; Şeybanî, el-Camiu's-Sagîr, s. 123; Tahâvî, age, s. 52.
[339] Cezîrî, Fame, c. I, s. 624; Debusî, Esrar, c. I, v. 127-b. bkz. yukarıda 113 1 1-
[340] Kardavî, FZ, c. II, s. 706-707. Krş. 17 1 2 2 1.
[341] Kardavî, FZ, c. I, s. 98-104; Zeydan, Ahkâmu'z-Ziınmiyyin vel-Muste'menîn, s149. bkz. yukarıda 17 1 1 2 2 A.
[342] Kardavî, FZ, e. II, s. 712-715.
[343] Ebu Zehra-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 1, 108-110; Kardavî, FZ, c. II, s. 708-712.
[344] İbn Teymiyye, el-Fetava, c. 25, s. 87, 89 ile el-İhtiyaratu'1-İImiyye, s. 61'den Kardavî, FZ, c. II, s. 710.
[345] Reşid Rıza, el-Menar, c. 10, s. 596-597'den Kardavî, FZ, c. II, s. 711-712.
[346] Yavuz, İZM, s. 167, 330-336; Kâsânî, BS, c. II, s. 48; Şeybanî, Asl, c. II, s. 82-8'-
[347] Bkz. yukarıda 25 1, 2, 3 ve 4.
[348] Kâsânî, BS, c. II, s. 48. bkz. yukarıda 107 3 3 2.
[349] Damad, age, c. I, s. 220, 223; Kardavî, FZ, c. II, s. 552-554; Kâsânî, BS, c. II, s.48.
[350] Kardavî, FZ, c. II, s. 553-554.
[351] Kardavî, FZ, c. II, s. 550; Kâsânî, BS, c. II, s. 48.
[352] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 251; Kardavî, FZ, c. II, s. 554-556; Kâsânî, BS, c. II, s. 48.
[353] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 251.
[354] Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 121.
[355] Yavuz, İZM, s. 65, 330-336; Kâsânî, BS, c. II, s. 49; Kardavî, FZ, c. II, s. 892-894.
[356] Kâsânî, BS, c. II, s. 47-48; Krş. Kardavî, FZ, c.II, s. 550 (d.n.3), 892-894.
[357] Bilmen, HFK, c. IV, s. 118; Cezîrî, Fame, c. I, s. 622; Debusî, Esrar, c. I, v. 127-b; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 251; Kardavî, FZ, c. I, s. 696-697; Kâsânî, BS, c. II, s. 47; Mergınânî, age, c. I, s. 113-114; Tahâvî, age, s. 52. bkz. yukarıda 113 2.
[358] Bkz. yukarıda 119 1 2 1.1.
[359] Bkz. yukarıda 115 1.1 2.
[360] Bkz. yukarıda 117 1 1.
[361] Bkz. yukarıda 116 1 1.
[362] Bkz. yukarıda 119 1 1.
[363] Kardavî, FZ, e. II, s. 698.
[364] Kardavî, FZ, c, II, s. 698-699.
[365] Ebu Ubeyd, age, s. 553-4, no: 1755, 1760; Damad, age, e. I, s. 220; Kardavî, FZ, c.II, s. 555-559, 700-701; Kâsânî, BS, c. II, s. 48.
[366] Bu zekât kanunu tasarısı, Mısır'h hukukçu Osman Huseyn Abdullah tarafından hazırlanmıştır. Libya Zekât Kanunu ile Sudan Zekât Kanunu tasarılarından esinlenmiştir. Osman Huseyn Abdullah, zekâtla hem teorik, hem de pratik olarak ilgilenmektedir.
[367] Serahsî, Mabsut, c. IV, s. 2.
[368] Cezîrî, Fame, c. I, s. 631-632; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 259; Kâsânî, BS, c. II, s.119; Mergınânî, Hidaye, ç. I, s. 133; Serahsî, Mebsut, c. IV, s. 163-164; Şafiî, Umm, c. II, s. 118, 120.
[369] Ali İmran: 3/97.
[370] Buharı: İman, 2/1; Müslim: İman, 19/22; Tirmizî; İman: 3.
[371] Yahudilik, Hıristiyanlık ve Cahiliye devri Araplarında hac için bkz. Ali Osman Ateş, Sünnetin Kabul veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri (İzmir 1989), s. 95-157; Ateş, Ali Osman, "Asr-ı Saadette Dinler ve Gelenekler", Vecdi Akyüz (editör), Bütün Yönleriyle Asrı Saadette İslam, (İstanbul 1994), c. II, s. 212-214, 230-240, 281, 295-296.
[372] Cezîrî, Fame, c. I, s. 632-636; İbn Kudame, Mugnı, c. III, s. 218-223, 248-249;Kâsânî, BS , c. II, a. 120 vd.; Serahsî, age, c. IV, s. 2; Şafiî, Umm , c. II, s. 109-110; Tahâvî, Muhtasar , s. 261.
[373] Kâsânî, BS, c. II, s. 125.
[374] Ahmed b.Hanbel, Mesâil, s. 197, no:735-736; Kâsânî, BS, c. II, s. 122; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 140; Şafiî, Umm, c. II, s. 113, 116.
[375] Ahmed b.Hanbel, age, s. 232, no: 869-870.
[376] Mergınânî, age, c. I, s. 136; Şafiî, Umm, c. II, s. 110-112, 117.
[377] Kâsânî, BS, c. II, s. 121.
[378] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 102 (1, 2); İbn Kudame, age, c. III, s. 236-240; İbnRüşd, BM, c. I, s. 260; Mergınânî, age, c. I, s. 135; Serahsî, age, c. IV, s. 110-112, 163; Şafiî, Umm, c. II, s. 117; Şeybânî, Asl, c. II, s. 514.
[379] Kâsânî, BS, c. II, s. 124; Mergınânî, age, c. I s. 135.
[380] Kâsânî, BS, c. II, s. 124; Mergınânî, age, c. I, s. 135; Şeybânî, Asl, c. II, s. 427-428.
[381] Mergınânî, age, c. I, s. 135.
[382] Ahmed b. Hanbel, age, s. 236, no: 882; İbn Kudame, age, c. III, s. 227-234; Kâsânî, BS, c. II, s. 2.12-216; Serahsî, age, c. IV, s. 152; Şafiî, Umm, c. II, s. 121; Şeybânî, Asl, c. II, s. 416-429.
[383] Kâsânî, BS, c. II, s. 212.
[384] Ahmed b. Hanbel, age, s. 236-237, no:881-884; Cezîrî, Fame, c. I, s. 707-711; İbn Kudame, age, c. III, s. 245; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 258; Serahsî, age, c. IV, s. 151, 156; Şafii, Umm, c. II, s. 113, 123, 124, 126; Şeybânî, Asl, c. II, s. 505.
[385] İbn Kudame, age, c. III, s. 241-244; Kâsânî, BS, c. II, s. 221; Serahsî, age, c. IV, s. 162, 164; Şafiî, Umm, c. II, s. 121-125, 126; Tahâvî, Muhtasar, s. 59.
[386] Kâsânî, BS, c. II, s. 214.
[387] Kâsânî, BS, c. II, s. 214-215.
[388] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 102 (4).
[389] Mergınânî, age, c. I, s. 184; Serahsî, age, e. IV, s. 155-156.
[390] Kâsânî, BS, c. I, s. 221-223.
[391] Humeynî, age, s. 102 (3); İbn Kudame, age, c. III, s. 244; Kâsânî, BS, c. II, s. 221; Serahsî, age, c. IV, s. 162; Şafiî, Umm, c. II, s. 125, 126. 128; Şeybânî, Asl, c. II, s. 417; Tahâvî, Muhtasar, s. 59.
[392] Ahmed b. Hanbel, age, s. 236, no: 881; İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtar, c. I, s. 541-542; İbn Kudame, age, c. III, s. 245; Şevkânî, Neylu'-Evtâr, c. IV, s. 248; Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri (2. B. ), c. I, s. 701; Serahsî, age, c. IV, s. 162, 164; Şafiî, Umm, c. II, s. 115; Şeybanî, Asl, c. Iî, s. 425-426; Tahâvî, Muhtasar, s. 59.
[393] Kâsânî, BS, c. II, s. 163.
[394] İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 281-285; Kâsânî, BS, c. II, s. 161; Mergınânı, age, c I, s. 137.
[395] Ahroed b. Hanbel, Mesail, S. 215-216, no: 703-706; İbn Kudame, Mugnî, c. 111, s. 288-291; Mergınanî, Hidaye, c. II, s. 136-137; Serahsî, Mebsut, c. IV, s. 5-6, 8; Şafiî, Umm, c. II, s. 155-157; Şeybânî, Asl, c. II, s. 451-457.
[396] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 272; Mergınanî, age, c. I, s. 138; Şafiî, Umm, c. II, s. 15/-
[397] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 273; Mergınânî, age, c. I, s. 147.
[398] Kâsânî, BS. c. II, s. 160.
[399] İbn Kudame, age, c. III, s. 262; Kâsânî, BS, c. II, s. 163-167; Şafiî, Umm, c. II, s. 137-140, 142-145.
[400] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 262; Mergınânî, age, , c. 1, s. 136.
[401] Kâsânî, BS, c. II, s. 166.
[402] Ahmed b. Hanbel, age, s. 223, no: 837; İbn Kudame, age, c. III, s. 259; Kâsânî, BS, c. II, s. 167; Mergınânî, age, c. I, s. 136.
[403] Ahmed b. Hanbel, age, s. 198, no: 739-740; İbn Kudame, age, c. III, s. 266, 269, 474; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 262; Kâsânî, BS, c. II, s. 165; Serahsî, age, c. IV, s. 59, 167, 170.
[404] Mergınânî, age, c. I, s. 176-178.
[405] İbn Kudame, age, c. III, s. '264; Kâsânî, BS, c. II, s. 164; Mergınânî, age, c. I, s. 136.
[406] İbn Kudame, age, c. III, s. 262-263, 270; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 262; Kâsânî, BS, c.II, s. 165.
[407] İbn Kudame, age, c. III, s. 268; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 262; Kâsânî, BS, c. II, s. 164; Mergınânî, age, c. I, s. 136; Serahsî, age, c. IV, s. 174; Şafiî, Umm, c. II, s. 140-142; Şeybânî, Asl, c. II, s. 431, 432.
[408] Ahmed b. Hanbel, age, s. 204-205, no: 759-763; İbn Kudame, age, c. III, s. 255; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 263; İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, c. I, s. 143; Serahsî, age, c. IV, s. 7.
[409] İbn Kudame, age, c. III, s. 297-304; Mergınânî, age, c. I, s. 198; Şafiî, Umm, c. II, s. 147-151.
[410] Serahsî age c IV, s. 126; Şafiî, Umm, c. II, s. 147; Tahâvî, age, s. 68.
[411] İbn Kudame, age, c III, s. 329; Kâsânî, BS, c. II, s. 186; Serahsî, age, c. IV, s. 128; Şafiî, Umm, c. II, s. 148.
[412] Kâsânî, BS, c. II, s. 185; Mergınânî, age, c. I, s. 138.
[413] Ahmed b. Hanbel. age, s. 203, no: 755-756; BM, c. I, s. 265; Şafii, Umm, c. Ii, s. 151.
[414] Kâsânî, BS, c. II, s. 191; Şeybânî, Asl, c. II, s. 397.
[415] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 265; Şafiî, Umm, c. II, s. 145-146.
[416] el-Maide: 5/95.
[417] İbn Kudame, age, c. III, s. .309; Mergınânî, age, c. I, s. 1.38; Şafiî, Umm, c. II, s. 181..
[418] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 266; San'anî, Subulu's-Selâm, c. II, s. 718.
[419] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 267.
[420] el-Maide: 5/96.
[421] el-Bakara: 2/197.
[422] Ahmed b. Hanbel, age, s. 235, no: 877-880; İbn Kudame, age, c. III, s. c. III, BM, c. I, s. 267; Serahsî, age, c. W, s. 191.
[423] Ahmed b. Hanbel, age, s. 200, no: 746; Mergınânî, age, c. I, s. 138.
[424] İbn Kudame, age, c. III, s. 292; Şafiî, Umm, c. II, s. 145.
[425] Kâsânî, BS c II s 125-127; Cezîrî, Fame, c. I, s. 661-664; Serahsî, age, c. IV, s.17.
[426] el-Bakara: 2/198.
[427] Ahmed b. Hanbel, age, s. 238, no: 886-888.
[428] İbn Rüşd, BM, c. I, s, 30.3; Mergınânî, age, c. I, s. 144; Kâsânî, BS, c. II, s. 125.
[429] İbn Kudame, age, c. III, s. 415; Mergınânî, age, c. I, s. 151; Serahsî, age, c. IV, s. 156; Şafiî, Umm, c. II, s. 166.
[430] Ahmed b. Hanbel, age, s. 239, no:890; Kâsânî, BS, c. II, s. 126; Mergınânî, age, c I, s, 151; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 281; Serahsî, age, c. IV, s. 55.
[431] Krş. Cezîrî, Fame, c. I, a. 661-664.
[432] Mergınânî, age, c. I, s. 144.
[433] Mergınânî, age, c. I, s. 144.
[434] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 280.
[435] İbn Rüsd, BM, c. I, s. 280; Mergınânî, age, c. I, s. 143.
[436] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 280-281.
[437] Cezîrî, Fame, c. I, s. 652-655; İbn Kudame, age, c. III, s. 464; Mergınânî, age, 1, s. 148-149; Serahsî, age, c. IV, s. 22.
[438] el-Hacc: 22/29.
[439] el-Bakara: 2/124-128; Ali İmran: 3/96.
[440] el-Kasas: 28/57; el-Ankebut: 29/67.
[441] Al-i İmran: 3/96.
[442] el-Bakara: 2/125, 158; el-Maide: 5/2, 95; el-Hacc: 22/29; el-Feth: 48/25.
[443] Bu açıklamalar için bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. II, s. Hamidullah, Hasulullah Muhammed, s. 40-41, 159-160. Ayrıca Krş. Tecrid-i Sarih, c. VI, s. 13-19.
[444] Melikimiz: el-Cum'a: 62/1
[445] el-Munafikun: 63/7
[446] el-Feth: 48/4
[447] et-Tevbe: 9/129
[448] el-Bakara: 2/107
[449] el-En'am: 6/92
[450] Beytullah, el-Beytu'1-haram: el-Maide: 5/97
[451] Hamidullah, İslama Giriş, s. 108-109; Hamidullah, Rasulullah Muhammed, s. 40-41, 159-160.
[452] Ka'be-i Muazzama, Harem-i Şerif veya Mescid-i Haram denen büyük bir caminin ortasında bulunur. Çevresinde kubbeler bulunup kalan kısmı açık olan bu yapının yedi minaresi birçok kapıları ve içinde minberi, zemzem kuyusu ve ibrahim Peygamber'in (a. s.) makamı vardır.
[453] Kâsanî, BS, c. II, s. 132.
[454] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 276.
[455] Mergınânî, age, c. I, s. 140; Şafiî, Umm, c. II, s. 170-178.
[456] Kâsânî, BS, c. II, s. 132.
[457] Ahmed b. Hanbel, age, s. 211, no:784-786; Kâsânî, BS, c. II, s. 129; İbn Rüşd BM c. I, s. 276; Surahsî, age, c. IV, s. 38-41, 56; Şafiî, Umm, c. II, s. 178.
[458] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 267; Kâsânî, BS, c. II, s. 131; Mergınânî, age, c. î, s. 14.0; Serahsî, age, c. IV, s. 11; Şafiî, Umm, c. II, s. 177.
[459] Kâsânî, BS, c. II, s. 130; Serahsî, age, c, IV, s. 44; Şafiî, Umm, c. II, s. 170.
[460] Krş. Kâsânî, BS, c. II, s. 130-131.
[461] Kâsanî, BS, c. II, s. 130; Serahsî, age, c. IV, s. 44; Şafiî, Umm, c. II, s. 174-175.
[462] Kâsânî, BS, c. II, s. 132; Serahsî, age, c. IV, s. 42-43.
[463] Ahmed b. Hanbel, age, s. 212-213, no: 788-792; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 132, 275; Serahsî, age, c. IV, 12; Şafiî, Umm, c. II, s. 175-176; Şevkânî, es-Sumûtu'z-Zehebİyye, s. 138.
[464] Cezîrî, Fame, c. I, s. 655-658 58; Mergınânî, age, c. I, s. 140; Şafiî, Umm, c. II, s. 170-177.
[465] Müslim: Hac, 39/240
[466] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 275; Serahsî, age, c. IV, s. 10-11.
[467] Cezîrî, Fame, c. I, s. 659-661; Mergınânî, age, c. I, s. 142.
[468] Cessas, Ahkâmu'l-Kur'an, c. I, s. 111; Îbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, c. I, s. 47; Kâsânî, BS, c. II, s. 133; Mergınânî, Hidaye, c. I, s. 142.
[469] el-Bakara: 2/158.
[470] Bu konuda Tevrat'ta malumat vakdir: Çıkış, XIII, 2 ve 12; Hezzekiel, XX, 26.
[471] Çıkış, XXXIV, 19-20.
[472] es-Saffat: 37/112.
[473] Al-i İmran, 3/96.
[474] el-Bakara: 2/126; es-Saffat: 37/112.
[475] Hamidullah, Rasulullah Muhammed, s. 18-19, 161-162.
[476] Maide: 5/2-95; Bakara: 2/125-158; Hac: 22/29; Fetih: 48/25.
[477] Kâsânî, BS, c. II, s. 135.
[478] Kâsânî, BS, c. II, s. 134.
[479] Kâsânî, BS, c. II, s. 134.
[480] Serahsî, age, c. IV, s. 13-14.
[481] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 279; Serahsî, age, c. IV, s. 5.
[482] Kâsânî, BS, c. II, s. 134; Serahsî, nge, c. IV, s. 44, 50.
[483] Kâsânî, BS, c. II, s. 134.
[484] Krş. Cezîrî, Fame, c. I, s. 659-661; Serahsî, age, c. IV, s. 51.
[485] İbn Rüşd, BM, c.I, s. 282-283; Cezîrî, Fame, c. I, s. 666.
[486] İbn Kudame, age, c. III, s. 421; Kâsânî, BS, c. II, s. 135; Mergınânî, age, c. I, s-146; Serahsî, age, c. IV, s. 19, 63.
[487] Kâsânî, BS, c. II, s. 136.
[488] Cezîrî, Fame, c. I, a. ; Mergınanî, age, c. ı, s. 145-146; Serahsî, age, c- IV, s. 62; Şeybânî, Asl, c. II, s. 352.
[489] Hamidullah, Rasululllah Muhammed, s. 161
[490] Serahsî, age, c. IV, s. 67. Kış. Cezîrî, Fame, c. I, s. 665.
[491] İbn Kudame, age, c. IIIV s. 428, 452; Kâsânî, BS, c. II, s. 137; Mergınânî, age, c. I, s. 150; Serahsî, age, c. IV, s. 19-20, 28, 68.
[492] Cezîrî, Fame, c. I, s.668.
[493] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 283; Kâsânî, BS, c. II, s. 139; Mergınânî, age,, c. I, s. 150
[494] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 28.3; Kâsânî, BS, c. II, s. 137.
[495] Kâsânî, BS, c. II, s. 137.
[496] Kâsânî, BS, c. II, s. 138; Serahsî, age, c. IV, s. 68.
[497] Mergınânî, age, c. I, s. 149.
[498] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 285; Kâsânî, BS, c. II, s. 139; Serahsî, age, c. IV, s. 65.
[499] İbn Kudame, age, c. III, .s. 434; Kâsânî, BS, c. II, s. 140; Serahsî, age, c. IV, s. 21, 70.
[500] el-Feth: 48/27.
[501] Kâsânî, BS, e. I, s. 141, 142; Serahsî, age, c. IV, s. 70, 71.
[502] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 284.
[503] İbn Kudame, age, c. III, s. 438; Kâsânî, BS, c. II, s. 142; Mergınânî, age, c. I, s. 148; Serahsî, age, c. IV, s, 22, 72.
[504] Bazı hukukçular tahallulu büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayırmaktadır: Ziyaret tavafının yapılmasıyla büyük, akabe cemresinin taşlanmasıyla küçük tahallul gerçekleşmiş olur, bkz. İbn Rüşd, BM, c. I, s. 285.
[505] Kâsânî, BS, c. II, s. 142-143; San'anî, Subulu's-Selâm, c. II, s. 759; Serahsî, age, c. rv, s. 24, 34.
[506] Bilmen, Büyük Ulam İlmihali, s. 379-383; Cezîrî, Fame, c. I, s. 669-672; Kâsânî, BS, c. II, s. 143-160.
[507] Mergınânî, age, c. I, s. 143; Serahsî, age, c. IV, s. 53.
[508] Mergınânî, age, c. I, s. 142.
[509] Ahmed b. Hanbel, age, s. 220, no: 825-826, 223, no: 839.
[510] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 103.
[511] Ahmed b.Hanbel, age, s. 201-202, no: 747-751; İbn Rüşd, BM. c. I, s. 267, 268, 269; Şeybanî, Asl, c. II, s. 321-322.
[512] el-Bakara:2/198.
[513] Cessas, Ahkâmu'l-Kur'an, c. I, s. 289; İbn Kudame, age. c. III, s. 473, İbn Rüşd, BM, c I, s. 268; Kâsânî, BS, c. II, s. 169; Kurtubî, Tefsir, c. II, s. 404, Tahâ Muhtasar, s. 60.
[514] Kâsânî, BS, c. II, s. 170.
[515] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 269.
[516] Kâsânî, BS, c. II, s. 170.
[517] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 269; Kâsânî, BS, c II, s. 169.
[518] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 269.
[519] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 298; Şafiî, Umm, c. II, a. 189.
[520] Cessâs, age, c. I, s. 294; Nevevî, Mecmu, c. IV, s. 178-179.
[521] Cessâs, age, c. I, s. 195; Sehnun, Müdevvene, c. I, s. 389; Taberî, Tefsir, c. II, s. 249-250; Tahâvî, Muhtasar, s. 66.
[522] Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 387; Cezîrî, Fame, c. I, s. 688-696; Serahsî, age, c. IV, s. 25-28; Şeybanî, Asl, c. II, 3. 317-320, 442-451.
[523] Mergınânî, age, c. I, s. 155-156.
[524] Kâsânî, BS, c. II, s. 169; Tahâvî, Muhtasar, s. 60.
[525] Mergınânî, age, c . I, s. 154.
[526] Mergınânî, age, c. I, s. 154.
[527] İbn Rüşd, BM,c.II, s. 298.
[528] Kâsânî, BS, c. II, s. 173.
[529] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 298.
[530] Kâsânî, BS, c. II, s. 173; Mergınânî, age, c. I, s. 155.
[531] Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'an, c. I, s. 347; Kâsânî, BS, c. II, s. 174; İbn Rüşd, BM, s. I, s. 298; Taberî, Tefsir, c. II, s. 252.
[532] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 298; Kâsânî, BS, c. II, s. 174.
[533] Serahsî, age, c IV, s. 25-26; Tahâvî, Muhtasar, s. 61.
[534] Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 83; Ferrâ, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 78.
[535] Mâverdî, age, s. 223; Ferrâ, age, s. 262.
[536] Bilmen, age, s. 400-402; Cezîrî, Fame, c. I, s. 701; İbn Kudame, age, c. III, s. 356-363; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 286-289; Mergınânî, age, , c. I, s. 180-182; Serahsî, age, c. IV, s. 106, 110-112; Şafiî, Umm, c. II, s. 158-163; Şeybanî, Asl, c. II, s. 386-393.
[537] Ahmed b. Hanbel, age, s. 242, no: 898; Cessâs, age, c. I, s. 315; Kâsânî, BS, c. II, s. 175; San'anî, Subulu's-Selâın, c. II, s. 762; Serahsî, age, c. IV, s. 108; Şafiî, Umm, c. II, s. 16.3, 219; Şeybanî, Asl, c. II, s. 386-387.
[538] Kâsânî, BS, c. II, s. 177-178; Serahsî, age, c. IV, s. 107, 113-114.
[539] el-Bakara: 2/196. Cessâs, age, c. I, s. 321; Şafiî, Umm, c. II, s. 169; Şeybanî, Asl, c. II, s. 386.
[540] Kâsânî, BS, c. II, s. 180; Şafiî, Umm, c. II, s. ^69.
[541] Cessas, age, c. I, s. 321; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 287; Şeybanî, Asl, c. II, s. 390.
[542] Cessâs, age, c. I, s. 321; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 287; Kâsânî, BS, c. II, s. 179.
[543] Kâsânî, BS, c. II, s. 180; Mergınânî, age, , c. I, s. 181, 186.
[544] Kâsânî, BS, c. II, s. 179; Serahsî, age, c. IV, s. 109, 113.
[545] Kâsânî, BS, c. II, s. 181-182; Serahsî, age, c. IV, s. 111-113.
[546] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 287; Kâsânî, BS, c. II, s. 180; Serahsî, age, c. IV, s. 71; Şeybanî, Asl, c. II, s. 360-361.
[547] Kâsânî, BS, c. II, s. 183; Mergınânî, age, c. I, s. 181.
[548] İbn Rüşd, BM, e. I, s. 287.
[549] İbn Rüşd, BM, c; I, s. 288.
[550] Ahmed b. Hanbel, age, s. 217, no: 811; İbn Kudame, age, c. III, s. 464; Kâsânı, BS, c. II, s. 220; Mergınânî, age, , c. I, s. 182; Serahsî, age, c. IV, s. 174; Şeybanî, Asl, c. II, s. 435.
[551] İbn Rüşd, BM, c . I, s. 300; Kâsânî, BS, c. II, s. 220; Şeybanî, Asl, c. II, s. 436.
[552] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 300; San'anî, Subulu's-Selâm, c. II, a. 765.
[553] Mergınânî, age, , c. I, s. 180.
[554] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 301.
[555] İbn Kudame, age, c. III, s. 529; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 220; Mergınânî, age, c. I, s. 182; Şeybanî, II, c II, s. 436-437.
[556] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 300-301; Serahsî, age, c. IV, s. 174; Şeybanî, Asl, c. II, s. 438.
[557] Mergınânî, age, c. I, s. 165.
[558] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 301.
[559] Kâsânî, BS, c. II, s. 189.
[560] Kâsânî, BS, c. II, s. 187.
[561] Kâsânî, BS, c. II, s. 134.
[562] Serahsî, age, c. IV, s. 69; Şafiî, Umm, c. II, s. 111; Şeybânî, Asl, c. II, s. 359.
[563] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 298.
[564] Haccın çeşitli işlemlerine göre cinayetler ve cezalan konusunda bkz. Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 390-395; Cezîrî, Fame, c. I, s. 672-683; Mergınanî, age, c. I, s. 160-176.
[565] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 301; Serahsî, age, c. IV, s. 59, 167: Şeybânî, Asl, c. II, s. 433, 441.
[566] Kâsânî, BS, c. II, s. 127.
[567] İbn Kudame, age, c. III, s. 526; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 303; Şeybânî, Asl, c. II, s. 34&S47.
[568] Kâsânî, BS, c. II, s. 127; Mergınânî, age, c. I, s. 167; Serahsî, age, c. IV, s. 55.
[569] Mergınânî, age, , c. I, s. 165, 185; Serahsî, age, c. IV, s. 37-38; Şeybânî, Asl, c. II, s. 330-331.
[570] Merginânî, age, , c. ı, s. 165; Şeybânî, Asl, c. II, s. 331.
[571] Mergınânî, age, , c. î, s. 166; Serahsî, age, c. IV, 8. 46; Şeybânî, Asl, c. II, s. 336.
[572] İbn Rüşd, BM, c. ı, s, 168; Şeybânî, Asl, c. II, s, 335-336, 341.
[573] Mergınânî, age, , c. I, s. 168; Şeybânî, Asl, c. II, s, 331-333.
[574] İbn Rüşd, BM, c. I, a. 302; Serahsî, age, c. IV, s. 46.
[575] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 302.
[576] Mergınânî, age, c. I, s. 166; Şeybânî, Asl, c. II, s. 331.
[577] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 302; Şeybânî, Asl, c. II, s. 331.
[578] Mergınânî, age, c. I, s. 166.
[579] Mergınânî, age, c. I, s. 167.
[580] Mergınânî, age, c. I, s. 167; San'anî, Subulu's-Selâm, c. II, s. 759; Serahsî, age, c. IV. s. 40.
[581] Serahsî, age, c. IV, s. 46, 50; Şeybanî, Asl, c. II, s- 342.
[582] Serahsî, age, c. IV, s. 63-64; Şeybanî, age, c. II, s. 354.
[583] İbn Kudame, age, c. III, s. 491; Mergınânî, age, c. I, s. 168; Serahsî, age, c. IV, s. 65; Şeybânî, Asl, c. II, s. 355.
[584] İbn Kudame, age, c. III, s. 390, 492-497; Mergınânî, age, c. ı, s. 128; Serahsî, age, c IV, s. 70,73,74.
[585] Kâsânî, BS, c. II, s. 186; Şeybânî, Asl, c. II, s. 365.
[586] Kâsânî, BS, c. II, s. 190, 195; Şeybânî, Asl, c. II, s. 365.
[587] Kâsânî, BS, c. II, s. 187; Mergınânî, age, c. I, s. 161; Serahsî, age, c. IV, s. 126; Şafiî, Umm, c. II, s. 147; Şeybânî, Asl, c. II, s. 401; Tahâvî, Muhtasar, st 68.
[588] İbn Kudame, age, c. III, s. 325; Kâsânî, BS, c. II, s. 187; Serahsî, age, c. IV, s. 130; Şeybânî, Asl, c. II, s. 402.
[589] Kâsânî, BS, c. II, s. 186-187; Mergınânî, age, c. I, s. 161; Serahsî, age, c. IV, s. 77, 122, 125; Şeybânî, Asl, c. II, s. 401; Tahâvî, Muhtasar, s. 68
[590] Kâsânî, BS, c. II, s. 188; Serahsî, age, c. IV, s. 129; Şafiî, Umm, c, II, ş. 152.
[591] Kâsânî, BS, c. II, s. 189.
[592] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 302; Serahsî, age, c. IV, s. 129;
[593] Şeybânî, Asl, C. II, s. 402-403.
[594] Mergınânî, age, c. I, s. 160; Serahsî, age, c. IV, s. 122; Şafiî, Umm, c. II, s. 147; Şeybânî, Asl, c. II, s. 397; Tahâvî, Muhtasar, s. 70.
[595] Kâsânî, BS, c. II, s. 189; Şafiî, Umm, c. II, s. 152.
[596] Kâsânî, BS, c. II, s. 189.
[597] Mergınânî, age, c. 1, s. 160; Serahsî, age, c. IV, s. 122; Şeybânî, Asl, c. II, s. 400.
[598] Kâsânî, BS, c. II, s. 189.
[599] Mergınânî, age, c. I, s. 160; Kâsânî, BS, c. II, s. 191; Şeybânî, Asl, c. II, s. 399-400.
[600] Kâsânî, BS, c. II, s. 192; Serahsî, age, c. IV, s. 125; Şeybânî, Asl, c. II, s, 399-400.
[601] Kâsânî, BS, c. II, s. 190; Serahsî, age, c. IV, s. 122.
[602] İbn Kudame, age, c III, s. 323; Kâsânî, BS, c. II, s. 191; Serahsî, age, c. IV, s. 123.
[603] Kâsânî, BS, c. II, s. 192.
[604] Kâsânî, BS, c. II, s. 192; Mergınânî, age, c. I, s. 161; Serahsî, age, c. IV, s. 73; Şeybânî, Asl, c. II, s. 361.
[605] Kâsânî, BS, c. II, s. 193; Mergınânî, age, c. I, s. 162; Şeybânî, Asl, c. II, s. 361.
[606] Kâsânî, BS, c. II, s. 192; Mergınânî, age, , c. I, s. 161.
[607] Kâsânî, BS, c. II, s. 193; Şeybânî, Asl, c. II, s. 361.
[608] Kâsânî, BS, c. II, s. 193.
[609] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 296.
[610] İbn Rüşd, BM, c. 1, s. 296; Şeybânî, Asl, c. II, s. 361-362.
[611] Kâsânî, BS, c. II, s. 193; Şeybânî, Asl, c. II, s. 361.
[612] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 234, no: 786; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 295; Kâsânî, BS, c II, s. 194
[613] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 295; Kâsânî, BS, c. II, s. 92; Serahsî, age, c. IV, s. 74; Şeybânî, Asl, c. II, s. 362.
[614] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 296; Şeybânî, Asl, c. II, s. 362.
[615] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 296; Serahsî, age, c. IV, s. 74.
[616] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 296-297; Şeybânî, Asl, c. II, s. 362-363.
[617] İbn Kudame, age, c. III, s. 498; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 296; Kâsânî, BS, c. II, s. 194; Mergınânî, age, c. I, s. 162-163; Serahsî, age, c. IV, s. 77; Şeybânî, Asl, c. II, s. 364.
[618] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 296; Kâsânî, BS, c. II, s. 194; Mergınânî, age, c. I, s. 163; Serahsî, age, c. IV, s. 77-78; Şeybânî, Asl, c. II, s. 364-365.
[619] Kâsânî, BS, c. II, s. 195; Şeybânî, Asl, c. II, s. 361.
[620] Kâsânî, BS, c. II, s. 195; Mergınânî, age, c. I, S. 16.3
[621] İbn Rüşd BM, c. I, s. 302; Mergınânî, age, c. I, s. 139; Serahsî, age, c. Şafiî, Umm, c. II, s. 205; Şeybânî, Asl, c. II, s. 399.
[622] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 208209, no: 775, 776, 778; İbn Kudame, age, c. III, s. 519-522; Mergınânî, age, c. I, s. 169-170; Serahsî, age, c. IV, s. 82-83, 97; Şafiî, Umnt, c. II, s. 184-185, 187-188; Şeybânî, Asl, c. II, s. 367-369; Tahâvî, Muhtasar, s. 70-71.
[623] Mergınânî, age, c. I, s. 172; Serahsî, age, c. IV, s. 90-92; Şafiî, Umm, c. II, s. 182, 208.
[624] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 294.
[625] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 294.
[626] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 206, no: 764; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 293; Serahsî, age, c. IV, s. 90-92, 94; Şafn, Umm, c. II, s. 182.
[627] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 209, no: 776; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 289; Serahsî, age, c. IV, s. 104-105; Şafiî, Umm, c. II, s. 182.
[628] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 208, no: 773; İbn Kudame, age, c. III, s. 310, 523; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 289; Mergınânî, age, c. I, s. 176; Serahsî, age, c IV, s. 79, 80-81, 96, 189; Şeybânî, Asl, c. II, s. 365; Tahâvî, Muhtasar, s. 71.
[629] Mergınânî, age, c. I, s. 173; Serahsî, age, c. IV, s. 88, 105; Şeybânî, Asl, c. II, s. 372
[630] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 290; Serahsî, age, c. IV, s. 85; Şeybânî, Asl, c. II, s. 369.
[631] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 207, no: 769, 770, s. 208, no: 772; Mergınânî, age, c. I, s. 173; Serahsî, age, c. IV, s. 85, 88; Şeybânî, Asl, c. II, s. 369.
[632] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 208, no: 774; İbn Kudame, age, c. III s. 344; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 290; Mergınânî, age, c. I, s. 174; Serahsî, age, c. IV, s. 82, 85, 87, 97; Şeybânî, Asl, c. II, s. 366.;
[633] İbn Kudame, age, c. III, s. 517; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 289; Mergınânî, age, c. I, s. 170; Şafiî, Umm, c. II, s. 185.
[634] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 289.
[635] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 289; Şafiî, Umm, c. II, s. 185.
[636] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 289.
[637] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 290.
[638] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 293; Mergınânî, age, c. ı, s. 171; Serahsî, age, c. IV, s. 87, 93; Şafiî, Umm, c. II, s. 191; Ştiybânî, Asl, c. II, s. 370, 380;
[639] İbn Kudame, age, c. III, s. 349; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 294; Mergınânî, age, c. I, s. 175; Serahsî, age, c. IV, s. 103; Şafiî, Umm, c. II, s. 208; Şeybânî, Asl, c. II, s. 383,384.
[640] İbn Kudame, age, c. III, s. 340; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 300; Kâsânî, BS, c. II, s. 195; Mergınânî, age, c. 1, s. 165; Serahsî, age, c. IV, s. 121; Şafiî, Umm, c. II, s. 218; Şeybânî, Asl c. II, s. 395.
[641] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 300; Kâsânî, BS, c. II, s. 217; Serahsî, age, c. IV, s. 119, 121; Şafiî, Ûmm, c. II, s. 218; Tahâvî, Muhtasar, s. 67.
[642] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 299-300; Kâsânî, BS, c. II, s. 217-218; Serahsî, age, c. IV, s. 119; Şeybânî, Asl, c. II, s. 365, 394.
[643] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 299; Kâsânî, BS, c. II, s. 217; Mergınânî, age, c. I, s. 164; Serahsî, age, c. IV, s. 117; Şeybânî, Asl, c. II, s. 350, 393;
[644] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 242, no: 897; İbn Kudame, age, c. III, s. 334-337, 364; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 299; Kâsânî, BS, c. II, s. 217-218; Serahsî, age, c. IV, s. 57, 120; Şafiî, Umm, c. II, s. 218; Şeybânî, Asl, c. II, s. 395.
[645] İbn Kudame, age, c. III, s. 485; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 299; Mergınânî, âge, c. I, s. 164; Serahsî, age, c. IV, s. 119; Şafiî, Umm, c. II, s. 218; Şeybânî, Asl, c. II, s. 350,394.
[646] İbn Rüşd, BM, c. 1, s. 299; Serahsî, age, c. IV, s. 119
[647] İbn Kudame, age, c. III, s. 487; Mergınânî, age, c. I, s. 165; Serahsî, age, c. IV, s. 52, 120; Şeybânî, Asl, c. II, s. 394.
[648] Kâsânî, BS, c. II, s. 218; Şeybânî, Asl, c. II, s. 394.
[649] İbn Rüşd, BM, c I, s. 300; Kâsânî, BS, c. II, s. 218; Mergınânî, age, c. I, s. 164.
[650] İbn Kudame, age, c. III, s. 486; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 299; Mergınânî, age, c. I, s. 165; Şeybânî, Asl, c. II, s. 335, 395.
[651] Mergınânî, age, c. ı, s. 165; Serahsî, age, c. IV, s. 119; Şeybânî, Asl, c. II, s. 335,395.
[652] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 242, no: 897; İbn Kudame, age, c. III, s. 338; Kâsânî, BS, c. II, s. 195; Mergınânî, age, c. I, s. 164; Serahsî, age, c. IV, s. 119; Şeybânî, Asl, c. II, s. 395.
[653] İbn Kudame, age, c. III, s. 339-340; Kâsânî, BS, c. II, s. 195; Mergınânî, age, c. I. s. 164; Serahsî, age, c. IV, s. 120; Şeybânî, Asl, c. II, s. 395.
[654] Kâsânî, BS, c. II, s. 189; Mergınânî, age, c. I, s. 176; Serahsî, age, c. IV, s. 81; Şeybânî, Asl, c. II, s. 362, 364; Tahâvî, Muhtasar, s. 71.
[655] Mergınânî, age, c. I, s. 169; Serahsî, age, c. IV, s. 74.
[656] Kâsânî, BS, c. II, s. 218-219; Serahsî, age, c. IV, s. 56, 119; Şeybânî, Asl, c. II, s. 349-350.
[657] Bilmen, age, s. 388-389; İbn Rüşd, BM, c. I, s, 303; Cezîrî, Fame, c. I, s. 696-701; Mergınânî, age, c. I, s. 185-188; Serahsî, age, c. IV, s. 76, 100; Şeybânî, Asl, c. II, s. 363-364, 404-417.
[658] el-Bakara: 2/196.
[659] Kâsânî, BS, c. II, s. 174.
[660] İbn Rüşd, DM, c. I, s. 300.
[661] İbn Kudame, age, c. III, s. 476; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 300.
[662] Kâsânî, BS, c. II, s. 180; Mergınânî, age, c. I, s. 181, 186.
[663] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 305.
[664] Şeltut, Fetevâ, s. 174-175.
[665] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 262; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 159.
[666] Humeynî, Zubdetu'l-Ahkâm, s. 103; İbn Kudame, age, c. III, s. 223-226; İbn Rüşd, BM, c. 1, s. 260; Kâsânî, BS, c. I, s. 226; Cezîrî, Fame, c. I, s. 683; Mergınânî, age, c. I, s. 183; Şafiî, Umm, c. II, s. 132; Tahâvî, Muhtasar, s. 59.
[667] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 263.
[668] el-Bakara: 2/196.
[669] Kâsânî, BS, c. I, s. 227; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 263; Mergınânî, age, c. I, s. 182.
[670] Cezîrî, Fame, c. I, s. 685-686; Mergınânî, age, c. I, s. 178-180
[671] Şafiî, Umm, c. II, s. 134-135.
[672] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 274; Kâsânî, BS, c. I, s. 227; Mergınânî, age, c. I, s. 156.
[673] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 299; Mergınânî, age, c. I, s. 156; Serahsî, age, c. IV, a. 30.
[674] Cezîrî, Fame, c. I, s. 685-687; Kâsânî, BS, c. I, s. 227; Serahsî, age, c. IV, s. dO.
[675] Kâsânî, BS, c. I, s. 227; San'anî, Subulu's-Selâm, c. II, s. 759; Serahsî, age, c. IV, s. 35.
[676] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 263; Kâsânî, BS, c. I, s. 227; Mergınânî, age, c. I, s. 182.
[677] Kâsânî, BS, c. I, s. 177; Mergınânî, age, c. I, s. 181.
[678] Cezîrî, Fame, c. I, s. 687; Kâsânî, BS, c. I, s. 228; Serahsî, age, c. IV, s. 121.
[679] Damad, Mecmau'l-Enhur, c. II, s. 516; Ebyârî, el-Mu'cemu'l-Vasît, c. II, s. 730.
[680] el-Hacc: 22/34.
[681] el-En'am: 6/162.
[682] es-Saffat: 37/102.
[683] Maveraunnehrli Hanefi hukukçu el-Kâsânî kurbanın iki çeşit olduğunu bildirir:
1) Vacip Kurban
2) Nafile Kurban.
Vacip kurban da üçe ayrılır:
a) Hem fakire, hem de zengine vacip olan kurban (Adak kurbanı),
b) Sadece fakire vacip olan kurban (Udhiye için fakirin salın aldığı kurban).
c) Yalnızca zengine vacip kurban (Udhiye Kurbanı), (Bkz.Kâsânî, BS, c. V, s. 61).
[684] el-Hacc: 22/34.
[685] el-Maide: 5/27. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta kurban için bkz. Ateş, Ali Osman, Sünnetin Kabul veya Reddettiği Cahiliye, ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri (İzmir 1909), s. 158-175; Ateş, Ali Osman, "Asr-ı Saadette Dinler ve Gelenekler", Vecdi Akyüz (Editör), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm , (İstanbul 1994), c. II, s. 283, 289.
[686] Ateş, age, s. 175-189; Ateş, agm, c. II, s. 214, 240-241.
[687] Mevlevi, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, s. 22-23.
[688] el-Maide: 5/3.
[689] Bu konu için bkz. Ali Murat Daryal, Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri, istanbul 1994, 2. B.
[690] Damad, age,c. II, s. 516; Ebyârî, el-Mu'cemu'l-Vasît, c. II, s. 730.
[691] el-Hacc: 22/37.
[692] Cezîrî, Fame, c. I, s. 716; İbn Riişd, BM, c, I, s. 347-348; Kâsânî, BS, c. V, s. 62-63; Damad, age, c. II, s. 516.
[693] Kâsânî, BS, c. V, S. 66-67.
[694] Cezîrî, Fame, c. I, s. 716; Damad, age, c. II, s. 516; İbn Rüşd, BM, c. J,V. 347-348; Kâsânî, BS, c. V, s. 62; Mergınânî, age, c. I, s. 70; Serahsî, age, c. XIII, s. 8; Şafiî, Umm, c. II, s. 221; Zebîdî, Tecrid-i Sarih, c. III, s. 170, c. XII, s. 32-33.
[695] el-Kevser: 108/2.
[696] Başka tefsirler için bkz. Kâsânî, BS, c. V, s. 62. 19.
[697] Hamidullah, İslam Peygamberi, c. II, s. 231'den naklen İbn Hanbel. Müsned, c. II, s. 321.
[698] Cezîrî, Fame, c. I, s. 715.
[699] el-En'am: 6/121.
[700] Cezîrî, Fame, c. I, s. 717; Kâsânî, BS, c. V, s. 64; Mergınânî, age, c. IV, s. 71; Ayrıca Krş. Kâsânî, BS, c. V, s. 64.
[701] Ahmet Hamdi Akseki, İslım Dini, s. 222; Serahsî, el-Mebsut, c. XII, s. 12.
[702] Cezîrî, Fame, c. I, s. 715, 716, 717; Damad, age, c. II, s. 51; Kâsânî, BS, c. V, s. 64; Mergınânî, age, c. IV, s. 71; Yavuz, İslam'da Zekat Müessesesi, s. 312.
[703] Damad, age, c. II, s. 516; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 348; Kâsânî, BS, c. V, s. 63.
[704] Kâsânî, BS, c. V, s. 63-64.
[705] Cezîrî, Fame, c. I, s. 717; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 347; Kâsânî, BS, c. V, s. 63.
[706] Cezîrî, Fame, c. I, s. 720-721; Damad, age, c. II, s. 518; Kâsânî, BS, c. V, s. 65; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 353-354; Mergınânî, age, c. IV, s. 72-73.
[707] Kâsânî, BS, c. V, s. 63.
[708] Damad, age, c. II, s. 517; Kâsânî, BS, c. V, s. 64-65. Küçük çocuklar için kesilmesi konusunda her iki görüş de nakledilir.
[709] Ahmed b.Hanbel, Mesail, s. 262, no: 971; Mergınânî, age, c. IV, s. 71-72; Serahsi, age, c. XII, s. 13-14; Şafiî, Umm, c. II, s. 186; Şevkanî Neylu'l-Evtar, c.IV, s. 352;Yavuz, age, s. 320 .
[710] Ahmed b.Hanbel, age, s. 266, no: 986; Cezîrî, Fame, c. I, s. 720; Kâsânî, BS, c.V, s. 66, 68; Mergınânî, age, c. TV, s. 73.
[711] Kâsânî, BS, c. V, s. 68.
[712] Ebyârî, el-Mu'cemu'l-Vasît, c. I, s. 314.
[713] Damad, age, c. II, s. 507; Ebyârî, el-Mu'cemu'l-Vasît, c. I, s. 314.
[714] Cezîrî, Fame, c. I, s. 725-726; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 372; Mergınânî, age, c. IV, s. 62; Şafiî, Umm, c. II, s. 236-237.
[715] Cezîrî, Fame, c. I, s. 725-726, 728, 730, 731; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 368; Mergınânî, age, c. IV, s. 66; Kâsânî, BS, c. V, s. 63; Damad, age, c. II, s. 512.
[716] Cezîrî, Fame, c. I, s. 725-726; Kâsânî, BS, c. V, s. 44.
[717] Kâsânî, BS, c. V, s. 40-41, 43.
[718] es-Saffat: 37/107; el-Bakara: 2/67.
[719] Ahmed b.Hanbel, age, s. 264, no: 977; Cezîrî, Fame, c. I, s. 728, 727, 730; Damad, age, c. II, s. 511; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 361; Kâsânî, BS, c. V, s. 41; Mergınânî, age, c. IV, s. 64-65; Serahsî, age, c. XII, s. 2-3; Şafiî, Umm, c. II, s. 236-237.
[720] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 361.
[721] Cezîrî, Fame, c. I, s. 728; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 362.
[722] İbn Rüşd, BM, c. I, 362.
[723] Cezîrî, Fame, c. I, s. 727; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 36.
[724] Cezîrî, Fame, c. I, s. 729.
[725] Ahmed b.Hanbel, age, s. 265, no: 982; Cezîrî, Fame, c. I, s. 726; Kâsâni, BS, c.V, s. 42; Serahsî, age, c. XII, s. 6; Şafiî, Umm, c. II, s. 233; Şevkanî, es-Sumutu z-Zehebiyye, s. 242.
[726] Kâsânî, BS, c. V, s. 43.
[727] Cezîrî, Fame, c. I, s. 727, 729, 730-731; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 362-363; Kâsânî, BS, c. V, s. 42; Mergınânî, age, c. IV, s. 63; Serahsî, age, c. XII, s. 2; Şafiî, Umm, c. II, s. 236.
[728] Ahmed b.Hanbel, age, s. 263, no:974-975; Cezîrî, Fame, c. I, s. 722, 729, 730; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 363-364; Kâsânî, BS, c. V, s. 46; Mergınânî, age, c. IV, s. 63; Serahsî, age, c. XII, s. 236; Şafiî, Umm, c. II, s. 227, 234.
[729] el-En'am: 6/118, 121.
[730] Kâsânî, BS, c.V, s. 48.
[731] Cezîrî, Fame, c. I, s. 726, 730; Kâsânî, BS, c. V, s. 48.
[732] Kâsânî, BS, c. V, s. 48-49; Kardavî, el-Halâl ve'l-Haram fi’l-İslâm, s. 52; Şafiî, Umm, c. II, s. 227.
[733] Cezîrî, Fame, c. I, s. 727, 729; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 365; Kâsânî, BS, c. V, s. 45; Şafiî, Umm, c. II, s. 240.
[734] Cezîrî Fame, c. I, s. 727, 729; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 365; Kâseni, BS, c. V, a. 41
[735] el-Bakara: 2/173; el-Maide: 5/3; el-En'am: 6/145; en-Nahl: 16/115
[736] el-Maide: 5/5.
[737] Cezîrî, Fame, c. I, s. 726; Damad, age, c. II, s. 508; Mcrgınâm, age, c. IV, s. 62-72.
[738] Cezîrî, Fame, c. I, s. 726; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 366-367; Karaman, Gün ük Hayatımızda Helaller-Haramlar, s. 38; Kardâvî, age, s. 56-57; Kâsânî, BS, c. V, s. 4546.
[739] İbn Hazm, Muhatla, c. V, s. 456'dan naklen Kardâvî, age, s. 56; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 367.
[740] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 367; Kardâvî, age, s. 56; Kâsânî, BS, c. V, s. 46. Sabiîler hakkında geniş bilgi için bkz. Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, s. 56-58.
[741] R. Rıza, el-Menar, c. VI, "Taâmullezine Utu'l-Kitab" âyetinin tefsirinden naklen Kardâvî, age, s. 57.
[742] Cezîrî, Fame, c. I, s. 726
[743] Cezîrî, Fame, c. 1, s. 726, 727, 729; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 365; Kâsânî, BS, c. V, s. 45-46; Şafiî, Umm, c. II, s. 231.
[744] Cezîrî, Fame, c. I, s. 721; İbn Rüşd, BM; c. I, s. 365.
[745] Kâsânî, BS, c. V, s. 46; Şafiî, Umm, c. II, s. 233.
[746] Cezîrî, Fame, c. I, s. 730; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 366; Kâsânî, BS, c. V, s. 46.
[747] Cezîrî, Fame, c. I, s. 730; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 365; Kâsânî, BS, c. V, s. 45; Şafiî, Umm, c. 11, s. 232.
[748] Çezîrî, Fame, c. I, s. 727, 730; Kardâvî, age, s. 55; Kâsânî, BS, c. V, s. 46.
[749] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 366; Kardâvî, age, s. 55.
[750] Cezîrî, Fame, c. I, s. 727, 730; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 366.
[751] Karaman, age, s. 39; Kardâvî, age, s, 55-56.
[752] Kardâvî, age, s. 57.
[753] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 367.
[754] Cezîrî, Fame, c. I, s. 726; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 367; Kardâvî, age, s. 56; Kâsânî, BS, c.V, s. 46.
[755] Ahmed b.Hanbel, Mesâil, s. 264, no:978-979; Cezîrî, Fame,, c. I, s. 726* 729, 730; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 367; Kâsânî, BS, c. V, s. 45; İbn Hazm, el-Muhallâ, c. V, s. 459'dan naklen Kardâvî, age, s. 56; Serahsî, age, c. XII, s. 18.
[756] Cezîrî, Fame, c. I, s. 726, 730; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 366; Kâsânî, BS, c. V, s. 45; Mergınânî, age, c. IV, s. 62.
[757] Cezîrî, Fame, c. I, s. 726, 730; Kardâvî, age, s. 56.
[758] Ahmed b.Hanbel, Mesad, s. 267, no: 988-989; Cezîrî, Fame, c. I, s. 727, 729, 730; İbn Rüşd, BM, c. I, a. 367; Kâsânî, BS, c. V, s. 45.
[759] Cezîrî, Fame, c. I, s. 729, 730; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 367; Kâsânî, BS, c. V, s. 45; Mergınânî, age, c. IV, s. 62.
[760] Cezîrî, Fame, c. I, s. 730; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 367.
[761] Ahmed b. Hanbel, Mesad, 8..263, no: 976; İbn Rüşd, BM, c. I, ,s. 367.
[762] Kâsânî, BS, c. V, s. 50-51.
[763] Cezîrî, Fame, c. I, s. 728-729; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 358-359.
[764] Cezîrî, Fame, c. I, s. 728, 729; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 356-357.
[765] Bu şartların geniş açıklaması için bkz. Cezîrî, Fame, c. I, s. 726-731; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 372-375; Kâsânî, BS, c. V, s. 92-59; Kardâvî, age, s. 57-60; Karaman, age, s. 40-41.
[766] Kâsânî, BS, c. V, s. 60-61.
[767] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 364.
[768] Tirmizî, Sünen h.
[769] En'am: 6/79.
[770] En'am: 6/ 162.
[771] Kâsânî, BS, c. V, s. 71.
[772] Kâsânî, BS, c. V, s 72
[773] Ceziri, Fame, c. I, s. 721, 722; Damad, age, c. II, s. 517, 520-521; Kasani, BS, c. V, s. 71-72; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 851-352; Mergınani, age, c. IV, s. 71, 75; Serahsi, age, c. XII, s. 11-13.
[774] Kâsânî, BS, c. V, s. 67.
[775] Cezîrî, Fame, c. I, s. 720; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 353-354; Kâsânî, BS c V s 73-75; Serahsî, age, c. XII, s. 9.
[776] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 354.
[777] Cezîrî, Fame, c. I, s. 721; Damad, age, c. II, s. 519; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 354; Serahsî, age, c. XII, s. 19.
[778] Cezîrî, Fame, c. I, s. 720-721; Damad, age, c. II, s 518; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 354; Kâsânî, BS, c. V, s. 65; Mergınânî, age, c. I, s. 72-73.
[779] Cezîrî, Fame, c. i, s, 720-721; Kâsânî, BS, c. V, s. 66, 68; Mergınânî, age, c. I, s. 73.
[780] Cezîrî, Fame, c. 1, s. 722; Damad, age, c. II, s. 516-517; Kâsânî, BS, c. V, s. 69; Serahsî, age, c. XII, s. 9.
[781] Cezîrî, Fame, c. I, s. 719-720; Serahsî, age, c. XII, s. 17.
[782] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 349.
[783] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 267, no: 990; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 351-352; Kâsânî, BS, c. V, s. 70; Mergınânî, age, c. IV, s. 71; Serahsî, age, c. XII, s. 9-11; Zebîdî, Tecrid-i Sarih, c. V, s. 169-170. Ayrıca krş. Kâsânî, BS, c. Vf s. 70
[784] Cezîrî, Fame, c. I, s. 517-520; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 349-351; Kâsânî, BS, c. V, s. 75-76; Serahsî, age, c. XII, s. 11, 15.
[785] Cezîrî, Fame, c. I, s. 717-718, 718-720; Kâsânî, BS, c. V, s. 76; Mergınânî, age, c IV, s. 74. Çeşitli görüşler için bkz. İbn Rüşd, BM, c. I, s. 349-350.
[786] Kâsânî, BS, c. V, s. 76-78.
[787] Cezîrî, Fame, c. I, s. 721.
[788] Ahraed b.Hanbel, Mesâil, s. 262, no: 972; Cezîrî, Fame, c. I, s. 722-725; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 348, 355; Kâsânî, BS, c. V, s. 78-81.
[789] Kurban etlerinin yenip yenmemesi konusunu biraz açalım.
1. Yenip Yenmemesinde İttifak Olanlar:
a. Mükellefin Etini Yemesi Caiz Kurban:
Udhiye (bayram) kurbanının etinden, hem sahibi, hem de aile halkı yiyebilir.
b. Mükellefin Etini Yiyemediği Kurbanlar:
İhsar, av ve ceza hedyi ile adak kurbanlarından mükellef ve ailesi yiyemez. Kurban bayramının geçmesiyle udhiye (bayram kurbanının eti), kesiminden önce doğan yavru ve mükellefin yakını veya sevdiği ölü adına onun emriyle kesilen kurbanlar da sahibi tarafından yenmez.
2. Yenip Yenmemesi İhtilaflı Olanlar:
Hanefî Mezhebine göre, şükür hedyinin etinden sahibi yiyebilir, eş-Şafiî'ye göre yiyemez. Sahibinin etinden yemesi caiz kurbanın et ve diğer aksamının kesimden sonra tasadduku vacip değilken, sahibinin yemesi caiz olmayan kurbanların bu kısımlarının tasadduku vaciptir. Kesiminden sonra etin kaybolması ve telefi halinde, her iki tür için de tazminat ödenmez; fakat tüketim mükellef tarafından olursa, birinci için değerini tasadduk gerekmezken, ikinci için gerekir. Kurbanlık hayvanların satılması halinde, satış nafizdir (geçerlidir), ancak bedelin tasadduku gerekir.
[790] Ahmod b. Hanbel, Mesûil, s. 262, no:970; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 355.
[791] Mergınânî, age, c. IV, s. 76; İbn Mace, Sünen, H. No: 3159; Müslim, el-Edahi, s. 5. Hukukçuların bir kısmı el-Hacc: 2.2/36 ile 28 âyetlerini bu konuya delil olarak göstermektedirler.
[792] Kâsânî, BS, c. V, s. 62, 64.
[793] Adağın şartları için bkz. Cezîrî, Fame, c. II, s. 140-146; Kâsânî, BS, c. V, s. 81 vd. Adak konusu, biraz ileride Kitap 6, Kısım 2 bölümünde özel bir konu olarak genişçe ele alınacaktır.
[794] Kâsânî, BS, c. V, s. 68
[795] Cezîrî, Fame, c. I, s. 724; Kâsânî, BS, c. V, s. 69; Yavuz, İslam'da Zekât Müessesesi, s. 329; Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercümesi, III., s. 355; Ebyârî, el-Mucemu'l-Vasît, c. II, s. 690; Zebîdî, Tecrid-i Sarih, c. XI, s. 404, H. No: 1872; Mergınânî, age, c. IV, s. 71.
[796] Aynı kaynaklara ilaveten bkz. Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercümesi, c. II, s. 520; Ebyârî, age, c. I, s. 329; c. II, s. 588.
[797] Kâsânî, BS, c. V, s. 69.
[798] Kâsânî, BS, c. V, s. 69; Ebyârî, age, c. II, s. 622.
[799] en-Nahl: 16/58.
[800] Canan, Hz. Peygamber'iu Sünnetinde Terbiye, s. 86.
[801] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 375-376; Kâsânî, BS, c. V, s. 69; Zebîdî, Tecrid-i Sarih, c. XI, s. 403, H. No: 1871; Canan, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s. 87.
[802] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 376.
[803] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s.267, no;891; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 376-377.
[804] Bilmen, Büyük Kelâm İlmihali, s. 414; Cezîrî, Fame, c. I, s. 724; M. Saim Yeprem, Hac Rehberi ve Kurban Hükümleri, s. 187.
[805] Ahmed Hamdi Akseki, İslâm Dini, s. 224.
[806] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 307; Bilmen, HFK, c. VIII, s. 121; Cezîrî, Fame, c. II, s. 56; Damad, Mecmau'l-Enhur, c. I, s. 546.
[807] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 308; Bilmen, HFK, c. VIII, s. 121.
[808] Cezîrî, Fame, c. II, s. 56-58; Damad, age, c. I, s. 547 İbn Rüşd, BM, c. I, s. 330, 332; Kâsânî, BS, c. III, s. 5.
[809] Damad, age, c. I, s. 547; Kâsânî, BS, c. III, s. 5.
[810] Cezîrî, Fame, c. II, s. 62, 70; Damad, age, c. I, s. 547-549; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 333-335; Kâsânî, BS, c. III, s. 10-15; Mergınânî, Hidâye, c. II, s. 72-73; Serahsî, Mebsut, c.VIII, s.l05,131-134,146.
[811] Cezîrî, Fame, c. II, s. 56-58.
[812] Cezîrî, Fame, c. II, s. 56-58; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 336-337; Serahsî, age, c.VIIÎ,s.l26.
[813] Bilmen, HFK, c. VIII, s. 121; Cezîrî, Fame, C. II, s. 58-62; Daroad, age, c. I, s. 548-549; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 330-331; Kâsânî, BS, c. III, s. 2-5; Mergınânî, age, e. II, s. 72; Serahsî, age, c.VIII, s. l29-130.
[814] Bilmen, HFK, c. VIII, s. 121; Damad, age, c. I, s. 547; Kâsânî, BS, c. III, s. 15-18; Mergınânî, age, c. II, s. 72; Serahsî, age, c.VIII, s. 1227; Şafiî, Umm, c. VII, s. 61.
[815] Cezîrî, Fame, c, II, s. 59; Damad, age, c. I, .s. 548; Kâsânî, BS, c. III, s. 15-18; Mergınânî, age, c. II, s. 72.
[816] Cezîrî, Fame, c. II, s. 74-75; Kâsânî, BS, c. III, s. 21 vd.
[817] Cezîrî, Fame, c. II, s. 75.
[818] Kâsânî, BS, c. III, s. 21.
[819] Kâsânî. BS, c. III, s. 26-30.
[820] Kâsânî, BS, c. III, s. 30.
[821] Cezîrî, Fame, e. II. s. 76, 77-78, 79; Damad, age, c. I, s. 548; Mergınânî, age, c. II,s. 72.
[822] Cezîrî, Fame, c. II, s. 79; İbn Rüşd, BM, C. I, s. 331.
[823] Cezîrî, Fame,, c. II, s. 58-62.
[824] Ceziri Fame, c. II, s. 77, 78, 79; Damad, age, c. I, s. 553; Mergınani, age, c. II, s. 73-74.
[825] Cezîrî, Fame, c. II, s. 77.
[826] Cezîrî, Fame, c. II, s. 76, 77, 78- Mergınânî, age, c. II, s. 74.
[827] Cezîrî, Fame, c. II, s. 79.
[828] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 343-344.
[829] Bilmen, HFK, c. II, s. 309; Cezîrî, Fame, c. II, s. 68, 77, 78; Damad, age, c. I, s. 554-555; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 343-344; Mergınânî, age, c. II, s. 75.
[830] Cezîrî, Fame, c, II, s. 77, 78, 78-79; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 332; Kâsânî, BS, c III, s. 8; Serahsî, age, c. VIII, s. 134.
[831] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 332-333.
[832] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 340-341; Kâsânî, BS, c. III, s. 9-10; Serahsî, age, c. VIII, s. 157.
[833] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 310; Cezîrî, Fame, c. II, s. 85-87.
[834] Cezîrî, Fame, c. II, s. 84-85; Damad, age, c. I, s. 550; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 340; Kâsânî, BS, c. III, s. 18-19; Mergınânî, age, c. II, s. 75.
[835] Bilmen, HFK, c. Tl, s. 308; Cezirî, Fame, c. II, s. 79-80; Damad, age, d. I, s. 549; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 338; Mergınânî, age, c. II, s. 74; Şafiî, Umm, c. V, s. 66.
[836] Cezîrî, Fame, c. II, s. 80, 81, 82-83; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 338, 339; Serahsî, age, c. VIII, 8. 149.
[837] Cezîrî, Fame, c. II, s. 80, 82, 83; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 339; Serahsî, age, c. VM, s. 150.
[838] Cezîrî, Fame, c. II, s. 82, 83, 84; İbn Rüsd, BM, c. I, s. 339-340; Serahsî, age, c. VIII, s. 150.
[839] Cezîrî, Fame, c. II, s. 80-81; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 339.
[840] Cezîrî, Fame, c. II, s. 81-84; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 340; Serahsî, age, c. VIII, s. 144; Şafiî, Umm, c. V, s. 281; c. VII, s. 66.
[841] Cezîrî, Fame, c. II, s. 81, 83; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 339; Serahsî, age, c. Vlll, s. 151-154.
[842] Cezîrî, Fame, c. II, s. 82, 83, 84.
[843] Ebyârî, el-Mu'cemu't-Vasit, c. II, s. 919.
[844] Bilmen, Büyük İdam İlmihali, s. 318; Cezîrî, Fame, c. II, s. 139.
[845] Şeltut, Fetâvâ, s. 240; Meydan Larousse, c. IX, s. 329.
[846] el-En'am: 6/136.
[847] Ali İmran: 3/35; Meryem: 19/26.
[848] Cezîrî, Fame, c. II, s. 140-146; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 341-342.
[849] Cezîrî, Fame, c. II, s. 139-140.
[850] Kâsânî, BS, c. V, s. 81.
[851] Ceziri, Fame, c. II, s. 141.
[852] Cezîrî, Fame, c. II, s. 141, 143, 144, 145-146; Kâsânî, BS, c. V, a. 81-91.
[853] Cezîrî, Fame, c. II, s. 144; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 342-343.
[854] Kâsânî, BS, c. V, s. 90-92.
[855] el-İsra: 17/34; en-Nahl: 16/91; el-Maide: 5/1.
[856] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 333.
[857] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 318; Cezîrî, Fame, c. II, s. 78; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 344; Kâsânî, BS, c. V, s. 7, 92; Mergınânî, Hidâye, c. II, s. 74.
[858] Cezîrî, Fame, c. II, s. 143; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 343-344.
[859] Cezîrî, Fame, c. II, s. 142-143.
[860] Cezîrî, Fame, c. II, s. 142-143.
[861] Kâsânî, BS, c. V, s. 93-94.
[862] Ebyârî, el-Mu'cemu'l-Vasît, c. II, s, 798.
[863] Bilmen, HFK, c. II, s. 19; Şeltut, Fetâvâ, s. 244-245.
[864] Bakara: 2/271
[865] Bilmen, HFK, c. II, s. 19.
[866] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 304; Kâsânî, BS, c. V, s. 96-98.
[867] Kâsânî, BS, c. II, s. 98.
[868] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 215; Kâsânî, BS, c. II, s.101.
[869] Kâsânî, BS, e. II, s. 101.
[870] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 214.
[871] Cezîrî, Fame, c. I, s. 562; Kâsânî, BS, c. II, s. 100-101.
[872] İbn Rüşd, BM, c. I. s. 214.
[873] Cezîrî, Fame, c. I, s. 579; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 213; Şehhate, Fıkhul-îbâdât, s. 190.
[874] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 214.
[875] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 296.
[876] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 295; Kâsânî, BS, c. II, s. 192.
[877] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 295; Kâsânî, BS, c. II, s. 194.
[878] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 295-296.
[879] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 296-297.
[880] Kitap 6, Kısım 1, Bolüm 2.
[881] el-Mücadele: 58/1-2. Ayrıca bkz. Bilmen, HFK, c. II, s. 17, 310; Bilmen, HFK, c II, s. 310-324.
[882] el-Mücadele: 58/3. Ayrıca bkz. Bilmen, HFK, c. II, s. 318-319.
[883] İbn Rüşd, BM, c. II, s. 87, 90; Şafiî, Umm, c. V, s. 277-278; Şeybânî, el-Camiu's-Sagîr, s. 22.
[884] Bilmen, HFK, c. II, a. 29-323; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 87; Şafiî, Umm, c. V, s. 279.
[885] Bilmen, HFK, c. II, s. 316-317; Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'an, c. III, s. 420; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 94-95.
[886] Bilmen, HFK, c. II, s. 316-31; Cessâs, age, c. III, s. 423; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 90.
[887] Bilmen, HFK, c. II, s. 317; Cessâs, age, c. III, s. 420; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 94-95.
[888] Bilmen, HFK, c. II, s. 319-320; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 92; Serahsî, Mebsut, c. VII, s- 2; Şafiî, Umm, c. V, s. 280-282; c. VII, s. 60; Şeybânî, age, s. 223; Tahâvî, Muhtasar, s. 213.
[889] Bilmen, HFK, c. II, s. 321-322; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 92; Şafiî, Umm, c V s 283; Şeyhânî, Asl, s. 186.
[890] Bilmen, HFK, c. II, s. 320; Cessâs, age, c. III, s. 425; Şafiî, Umm, c. V, s. 284.
[891] Bilmen, HFK, c. II, s. 320; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 94; Şafiî, Umm, c V s 284
[892] Bilmen, HFK, c. II, s. 319-320.
[893] Bilmen, HFK, c. II, s. 321-322.
[894] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 92; Şafiî, Umm, c. V, s. 285.
[895] Bilmen, HFK, c. II, s. 320-321.
[896] Mavsılî, İhtiyar, c. III, s. 157; Sabunî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, c. I, s. 498-502; Serahsî, age, c. XXVI, s. 67.
[897] en-Nisa: 4/92.
[898] Kâsânî, BS, c. V, s. 96-97.
[899] Cezîrî, Fame, c. II, s. 84; Damad, age, c. I, s. 550; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 340; Mergınânî, age, c. II, s. 75.
[900] Kâsânî, BS, c. V, s. 96.
[901] Kâsânî, BS, c. V, s. 96.
[902] Kâsânî, BS, c.V, s. 99-100.
[903] Ceziri, Fame, c. I, s. 579; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 213; Şehhate, Fıkhu’l-İbâdât, s. 190.
[904] Bilmen, HFK, c. II, s. 308; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 338; Mergınânî, age, c. II, s. 74.
[905] Kâsânî, BS, c. V, s. 97-98.
[906] Bilmen, HFK, c. II, s. 308; Daraad, age, c. I s 549
[907] Bilmen, HFK, c. II, s. 320-321.
[908] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 214.
[909] İbn Rüşd, EM, c. V, s. 99-112.
[910] Bilmen, HFK, c. II, s. 308; Cezîrî, Fame, c. ft, s. 81; Damad, age, c. I, s. 550; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 339.
[911] Bilmen, HFK, c. II, s. 321-022; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 92.
[912] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 214.
[913] Bilmen, HFK, c. II, s. 308; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 339.
[914] Bilmen, HFK, c. II, s. 320; İbn Rüşd, BM, c. II, s. 94.
[915] Meryem: 19/26.
[916] Bilmen, HFK, c. II, s. 321-322.
[917] Bilmen, HFK, c. II, s. 308; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 339.