NAMAZI
BOZAN VE NAMAZDA MEKRUH OLAN ŞEYLER
METİN
Vesileyi beyân
ettikten sonra bu bahis artık maksada giriştir. Hiç bir peygamberin şeriatı
namazdan hâli kalmamıştır. Namaz Kâ'be vasıtasiyle İbâdet olduğu için mertebesi
imandan aşağıdadır. O imandan değil, imanın furuundan sayılır. (namazın
Arabçası salattır.) Salat lügatta : Dua mânâsına gelir.
Sonra şer'an:
Malum fiiller mânâsına nakl edilmiştir. Zahir olan bu (nakil) dir. Çünkü namaz,
okumak bilmeyen kimsede, dilsizde, duasız da mevcuttur. Namaz her mükellefe
bil'icma farzı ayındır. Hicretten bir buçuk sene evvel ramazanın on yedinci
cumartesi akşamı İsrâ gecesinde farz kılınmıştır. Daha evvel biri güneş
doğmazdan önce, diğeri batmazdan önce olmak üzere iki vakit namaz vardı.
Şumunnî.
İZAH
Namazın aslı her
peygamberin şeriatında vardır. Sabah namazının Adem aleyhisselama, öğlenin
Davud aleyhisselâma, ikindinin Süleyman aleyhisselâma, akşamın Yakup
aleyhisselama. yatsının Yunus aleyhisselâma farz kılındığı, bu ümmete hepsinin
toptan meşru olduğu söylenir. Başka söyleyenler de vardır.
Namazın Kâbe
vasitasiyle ibâdet olması, kulun cismi ile kâbeye dönmesi vasıtasiyle demektir.
Namaz ancak bütün şartları bir arada bulunduğu zaman ibâdet olduğu halde Şârih,
neden hassaten Kâbe vasıtasını zikretti? Bir düşün! T.
Şöyle
denilebilir: Namaz Kâbe'yi ta'zim vasıtasiyle ibâdet olmuştur. ALLAH Taâlâ
Kâbe'ye dönmeyi ona ta'zim için emir etmiştir. Kâbe'yi tazim vasıtasiyle de
ALLAH'ı ta'zim hâsıl olur. Bunu üstadımız ifâde etmiştir. Namazın mertebesi
imandan aşağıdır. Çünkü iman vasıtasız ibadettir. Namaz imandan değil, onun
furûlarındandır. Bu sözden maksat namazın fiil itibariyle imanın fer'î olmasıdır.
Yoksa hükmü itibariyle yanı farz olmasına bakarak imandandır. Çünkü Peygamber
(s.a.v.)'in getirdiklerini tasdik cümlesindendir. T.
Şârih, Buharî ve
başkaları gibi «ameller imandandır.» diyenlerin hilâfına işâret etmiştir.
Salât lügatta dua
mânâsına gelir. Yani hakikî lügat mânâsı budur. Cumhurun kavli de budur.
Cevherî ve diğer lügat uleması bu mânâya cezm etmişlerdir. Çünkü şeriat
gelmezden önce Arabların dilinde şâyî olan mânâ bu idi. Sonra şeriat, erkân-ı
mahsusa mânâsına nakletti. Bazıları, «Salât kelimesi çantıları sallamak
mânâsında hakikat, erkân-ı mahsusa mânâsında lügavî mecâzdır. Zira namaz kılan
kimse rukû ve secdelerinde çantılarını sallar. Dua mânâsında ikinci bir
mertebede istiarey-i tasrihiyedir ve dua eden kimseyi gösterdiği huşû hususunda
rukû ve secde edene benzeterek yapılmıştır.» demişlerdir. Tamamı «Nehir»dedir.
Usul-i fıkıh
uleması (namaz ve oruç mânâlarına gelen) salât ve savm gibi şer'î mânâlara
delâlet eden sözler hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu kelimeler lügat mânâlarından
alınıp şer'î hakikatlara nakledilmişler midir? Yani aslî mânâlarına itibar
kalmamış mıdır? Yoksa aslî mânaları itibarda kalmak şartiyle bu mânâlara
birtakım şer'î kayıtlar mı ziyâde edilmiştir? Bazıları birinci kavli, yani
şer'î hakikatlara nakledildiklerini tercih etmişlerdir. «Gâye» sahibi bu kavli
daha yerinde bulmuş ve ta'lil ederek, «Çünkü namaz okumak bilmeyen kimsede
duasız da mevcuttur.» demiştir. Birtakımları ikinciyi, yani aslî mânâlarının
itibarda kaldığını namaz da dua mânâsına yalnız erkân-ı mahsusa mânâsı ziyade
edildiğini söylemişlerdir. Bu takdirde mecâzen cüz'ü zikirle kül kasdedilmiş
demektir. Nitekim «Nehir»de böyle denilmiştir.
NAMAZDAN murad,
beş vaktin farzlarıdır. Bunlar her mükellefe farz-ı ayın, yani bizzat kendisine
farzdır. Farz-ı ayın denilmesi bundandır. Farz-ı kifâye böyle değildir. Çünkü o
toptan mükelleflere kifâyet yolu ile farz olur. Şu mânâya ki: İçlerinden biri
veya birkaçı yaparsa ötekilerden borç sâkıt olur. Hiç biri yapmazsa hepsi
günahkâr olurlar.
Mükelleften murad,
akil bâliğ olan müslümandır. Velev ki kadın veya köle olsun. Bilicmâ tâbirinden
maksat, kitab ve sünnetle sabit olmuştur demektir.
Namaz, İsrâ
gecesinde (yani peygamber (s.a.v.)'in göklere çıktığı gecede) farz olmuştur.
Bunu İsmail Nablusî dahi «Ahkâm» nâmındaki kitapta nakletmiş; sonra şunları
söylemiştir:
«Şeyh Muhammed
Bekrî'nin - ALLAH bereketlerinden bizi müstefid kılsın - «Er-Ravzatü'z-Zehra»
adlı eserinde anlattıklarının hulâsası şudur:
Ulema İsrâ
hâdisesinin Peygamber (s.a.v)'in gönderilmesinden sonra olduğuna ittifak etmiş;
hangi sene olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları hicretten bir sene evvel
olduğunu söylemişlerdir. İbni Hazm buna ittifak ve icmâ vuku bulduğunu
nakletmiştir. Birtakımları hicretten beş sene önce olduğunu bildirmişlerdir.
Sonra hangi ayda vuku bulduğunda dahi ihtilaf etmişlerdir. İbni Esîr ve
«Fetevâ» adlı eserinde Nevevî, Rabi-ulevvel'de olduğuna kat'iyetle hüküm
etmişlerdir. Nevevî, Rabiulevvel'in yirmi yedinci gecesi vâki olduğunu söyler.
Bazıları, Rabiulâhir, bazıları da Recep ayında vuku bulduğunu söylemişlerdir.
Nevevî, «Ravza»
adlı eserinde Râfiî'ye uyarak buna cezm etmiştir. Şevvalde olduğunu söyleyenler
de vardır. Hafız Abdülganî «El-makdis-i Sîret» nâmındaki eserinde Receb'in
yirmiyedinci gecesinde olduğuna kat'i olarak hükmetmiştir. Şehirler uleması
bunu tercih etmişlerdir».
METİN
(Namaz, mükellef
olanlara farzdır). Velev ki namaz için sopa ile değil de el ile çocuğu dövmek
vacip olsun. Çünkü Peygamber (s.a.v.). «Çocuklarınız yedi yaşına vardıklarında
onlara namazı emir edin. On yaşına vardıklarında namaz için onları dövün!»
buyurmuştur.
Ben derim ki:
Sahih kavle göre oruç da namaz gibidir. Nitekim Kuhistânî'nin Oruç Bahsinde
«Zâhidî»ye nisbet edilerek böyle denilmiştir:
«İhtiyar»ın Haram
Bahsinde, «Çocuğa oruç ve namaz emir edilir. İçki içmek yasaklanır. Tâ kî hayra
alışsın, kötülüğü terk etsin.» denilmiştir.
Namazı inkâr eden
kâfir olur. Çünkü kat'î delil ile sabittir. Umursamayarak, yani tenbelliğinden
dolayı kasten terk eden fâsık olur. Ve namaz kılıncaya kadar hapis edilir.
Çünkü bir insan kul hakkı için bile hapis edilir. O halde ALLAH Taâlâ'nın hakkı
için hapis edilmesi. Evleviyette kalır. Bazıları kan akıncaya kadar
dövüleceğini söylemişlerdir. İmam Şâfiî'ye göre bir tek namazdan dolayı haddı
şer'î (ceza) olmak üzere öldürülür. Bazıları kâfir olduğu için öldürüleceğini
söylemişlerdir.
İZAH
«Velev ki namaz
için çocuğu dövmek vacip olsun.» sözü «Namaz her mükellefe farz-ı ayındır.»
ifadesinden anlaşılan mefhum muhalif üzerine yapılmış bir mübâlağadır. Ve sanki
şöyle demiştir: Mükellef olmayana namaz farz değildir. Velev ki on yaşındaki
çocuğu dövmek velisine farz olsun. Bu da namaz kılmayı ahlâk edinsin ve ona
alışsın diyedir. Yoksa çocuğa farz olduğu için değildir. Bunu Tahtâvî
söylemiştir. Hadîsten anlaşılan mânâ yedi yaşındaki çocuğu dövmek vacip olduğu
gibi, namazı emir etmenin de vacip olmasıdır. Yine hadîsten anlaşıldığına göre
buradaki vacip sözü farz mânâsına değil, ıstılahî vacip manâsınadır. Çünkü
hadîs (kat'î değil) zannî hüküm ifâde eder.
Çocuk el ile
dövülecek ve üç tokattan fazla vurulmayacaktır. Hocanın da talebesine üç
tokattan fazla vurmaya hakkı yoktur. Peygamber (s.a.v.) muallimlik yapan
Mirdâs'e, «Sakın üç tokattan fazla vurma! zira üçten fazla vurursan ALLAH
senden kısas alır.» buyurmuştur. Bundan anlaşılan namazdan başka bir şeyi için
dahi sopa ile dövmemektir.
Şârih'in
zikrettiği hadîs, mutlak dövmenin delilidir.
Sopa ile
dövmemeye gelince: Sopa ile dövmek mükellefin cinayeti hakkında varid olmuştur.
H.
Metindeki hadîsin
tamamı şöyledir: «Ve yataklarda onları ayırın!». Bu Hadîs-i şerifi Ebu Davud
ile Tirmizi rivâyet etmişlerdir. Onlardaki lâfzı şudur: «Çocuğa yedi yaşında
namazı öğretin! On yaşında namaz için onu dövün!». Tirmizi. Bu hadîs hasen
sahihtir.» demiştir. Onu İbni Hüzeyme, Hâkim ve Beyhakî sahih bulmuşlardır.
«İsmail».
Anlaşılan
dövmenin vacip olması yedi ve on yaşını bitirip sekize ve onbire bastığı
zamandır. Nitekim ulema çocuğun terbiye müddeti hakkında da aynı şeyi
söylemişlerdir. Şârih'in «Oruç da namaz gibidir.» sözünden muradı çocuğa bütün
emir edilen şeyleri emir, yasak edilenleri yasak edilmesi lâzım geldiğini
anlatmaktır. H.
Ben derim ki:
«Ahkâm-ı Saffârda açıklandığına göre çocuğa cimâ ettiği zaman yıkanması,
abdestsiz kıldığı namazı tekrar kılması emir olunur. Orucunu bozarsa kaza
etmesi emir edilmez. Çünkü bunda ona meşekkat vardır.
«ALLAH Taâlâ'nın
hakkı için hapis edilmesi evleviyette kalır» sözüne karşı. «ALLAH'ın hakkı
müsamahaya ibtina eder.» denilemez. Çünkü İslâmın rükünlerinin hiç birinde
müsamaha yoktur.
Kan akıncaya
kadar dövülür diyen Mahbubî'dir. Bunu Halebî «Mineh»ten nakletmiştir.
«Hilye»nin ifâdesinden anlaşılan mezhebin bu olduğudur. Zira şöyle demiştir:
«Aralarında Zührî de bulunan birtakım ulema öldürülmeyeceğini, fakat ta'zir
(te'dip) edileceğini ve ölünceye yahut tövbe edinceye kadar hapis edileceğini
söylemişlerdir». İmam Şâfiî'ye göre tenbellikten dolayı kasten bir tek namaz
bırakan kimse hadd-ı şer'i olmak üzere öldürülür. İmam Malik ile İmam Ahmed'in
mezhepleri de budur. İmam Ahmed'den bir rivâyete göre kâfir olduğu için
öldürülür. Hanbelîlerin cumhuruna göre muhtar olan kavil budur. «Hilye» de bu
mesele uzun uzadıya izah olunmuştur.
METİN
Namaz kılan bir
kimsenin Müslüman olduğuna dört şartla hüküm edilir. Bunlar:
Vakit içinde
imama uymak, Cemaatla namaz kılmak, Ve o namazı tamamlamaktır. Vakit içinde
ezan okumak, Tilâvet secdesi yapmak veya kırda otlayan hayvanlarının zekâtını
vermekle dahi MüSlüman olur. Vakit çıktıktan sonra namaz kılar veya namazı
yalnız başına kılarsa yahut imam olur veya namazı bozar yahud başka ibadetleri
yaparsa müslüman olmaz. Çünkü bunlar bizim şeriatımıza mahsus değillerdir.
İZAH
Bir kâfir
cemaatle namaz kılarsa bize göre Müslüman olduğuna hükm edilir. Şâfiî buna
muhaliftir. Çünkü cemâatle namaz kılmak bu ümmete mahsustur. Yalnız başına
namaz kılmak başka ümmetlerde de vardı. Rasûlüllah Sallallahu aleyhi ve sellem,
«Her kim bizim kıldığımız namazı kılar ve kıblemize dönerse o bizdendir.»
buyurmuştur. Ulema bundan murad. bizim hususî şekilde kıldığımız cemaatle namaz
olduğunu söylemişlerdir. «Dürer».
Bu cümle Buhari
ve diğer hadîs imamlarının rivâyet ettikleri uzun bir hadîsin bir kısmıdır.
Yalnız Buharî «o bizdendir.» yerine «Müslüman odur.» demiştir. «İsmail».
İmam Tarsusî
«Enfeu'l-Vasâil» nâmındaki eserinde namazın mescitte olmasını kaydetmiştir.
Buna göre şartlar beş olursa da «Dürerü'l-Buhar» şerhinde «mescitte veya başka
bir yerde» denilmiştir.
Birinci şart:
namazın vakit içinde kılınmasıdır. Çünkü bu namaz müminlerin kâmil namazıdır.
Zâhirine bakılırsa namazın bir rekâtına yetişmiş olsa kâfi değildir. Çünkü bu
namaz edâ dahi olsa kâmil değildir. Binaenaleyh «vakit içinde» kaydından murad
sâdece eda değil, ondan daha hususî olan kâmil edâdır.
İkinci şart:
Cemâattır.
Üçüncü şart:
İmama uymasıdır. Tahtavî diyor ki: «Çünkü tamamlamak müminlerin yoluna tâbi
olduğuna delâlet eder. İmam olursa iş değişir. Çünkü yalnız kılmaya niyet etmiş
olması ihtimali vardır. Bu takdirde cemaat yoktur.
Ben de derim ki:
Mezkûr ihtimal imama uyduğu zaman dahi mevcuttur. En iyisi matbu'dur. Tâbi'
değildir. İmama uyan ise ona tâbi'dir;
onun hükümlerini
iltizam etmiştir: demelidir.
Dördüncü şart:
Kıldığı namazı tamamlamasıdır. İmama uyarak tekbir alır da sonra namazını
bozarsa Müslüman olmuş sayılmaz. Bunu «Vehbâniye» şârihi «Mültekâ»dan naklen
söylemiştir.
«Vakit içinde
ezan okumak ilh...» cümlesiyle Şârih namaz meselesini anlatınca kâfiri Müslüman
saydıran fiilleri tamamlamak istemiş ve bunları şöyle sıralamıştır: Bunlardan
biri vakit içinde ezan okumaktır. Çünkü ezan dinimizin hasâisinden ve
şeriatımızın şiârlarındandır. Onun içindir ki «Müneh» sahibi «Bahır»a uyarak
ezanın mescitte okunmasını şart koşmuştur. O kimseye Müslüman hükmü verilmesi
iki şehadeti ezanın içinde getirdiği için değildir, ki kavlen Müslüman olmuş sayılsın.
Zira bu takdirde ezanın vakit içinde okunmasiyle vakit dışında okunması
arasında fark yoktur. Ona Müslüman hükmü verilmesi fiilen müslüman olduğu
içindir. Bundan dolayı İbni Şıhne şunları söylemiştir:
«Vakit içinde
ezan okumakla müslüman olduğuna hüküm verilir. Velev ki Peygamberimizin yalnız
Arablara gönderildiğine inanan İsevîlerden olsun Çünkü kâfiri Müslüman yapan
şeyler, biri fiil diğeri kavil olmak üzere iki kısımdır.
İsfehanlı yahudi
Îseviye mensup olanlar mânâsınadır..
Kavil: İki
şehâdeti getirmektir. Ulemamız bu hususta tafsilât vermişlerdir. Çünkü şüphe
yeridir. İsevî olup olmaması ihtimali de vardır. Onun için şöyle demişlerdir:
İseviye ise iki şehâdetle birlikte mutlaka dininden ayrıldığını bildirmesi
lazımdır. Çünkü îsevî Peygamber (s.a.v.)'in yalnız Arablara Peygamber
gönderildiğine itikad eder. İhtimal bu sözle onu kasdetmiştir. îseviyeden
başkası öyle değildir. O, dininden ayrıldığını 'bildirmeye muhtaç değildir.
Fiile gelince:
Ulemamızın sözleri bu hususta îsevi ile başkası arasında fark olmadığını
gösteriyor. Nitekim bunu İmam Tarsusî de tahkik etmiştir. «İbni Vehbâ'nın
anladığı bunun hilâfınadır.» Bundan sonra yine İbni Şıhne şöyle demiştir:
«Vakit dışında ezan okuyana gelince: îsevî okursa Müslüman olmuş sayılmaz. Zira
ezan kavil cinsindendir. Binaenaleyh dininden ayrıldığını mutlaka söylemesi
lazımdır.»
Ben derim ki:
İsevî olmayan birinin ezan okuması dahi kendisini Müslüman yapmaz. Zira İbni
Şıhne'nin bu sözden önce «Gâye» ve diğer kitaplardan naklettiğine göre bu kâfir
vakit dışında ezan okursa bununla Müslüman olmaz. Çünkü müslümanlıkla alay
etmiş olur. Bundan şu neticeye varılır: Vakit içinde ezan okumak fiilen
Müslüman olmaktır. Bu hususta bir kâfirle başka kâfir arasında fark yoktur.
Vakit dışında ezan okumak kavlen Müslüman olmaktır. Lâkın alay etmiş olmak
ihtimali bulunduğundan, bununla kâfir müslüman olmaz. Bununla birlikte okuyan
İsevî ise şartının bulunmaması da ilâve edilir. Şart, dininden ayrıldığını
bildirmesidir. Bu izahı ganimet bil! Şimdi vakit içinde okuduğu ezana devam
şart mıdır, yoksa bir defa okuması yeter mi meselesi kalır ki, onun hakkında
ileride söz edeceğiz.
Secde âyetini
dinledikten sonra tilâvet secdesi yapmakla kâfir Müslüman olur. «Bezzâziyye».
Çünkü bu secde bizim şeriatımızın hasaisındandır. Taâlâ Hazretleri, kâfirlerin
Kur'an okunduğu zaman secde etmediklerini haber vermişlerdir
Zekât vermekle
Müslüman olmayı Tarsusi, «Nazmü'l-Fevâid» adlı eserinde «Develerin zekâtını
verirse» diye kayıtlamıştır. Fakat İbni Vehban kendisine şöyle itiraz etmiştir:
«Bunun bir hususiyeti yoktur. «Hılye»de, Kâfir oruç tutsa yahud hac etse veya
zekât verse zâhir rivâyete göre Müslüman olduğuna hüküm verilmez denilmiştir».
İbni Şıhne iie «Nehir» sahibi de bunu kabul etmişlerdir. Bundan anlaşılır ki,
Şârih'in söylediği zahir rivâyete dahi muhaliftir.
Yalnız başına
namaz kılmakla kâfir Müslüman olmaz. Çünkü bu bizim şeriatımıza mahsus
değildir. Bunu İbni Şıhne «Mültekâ»dan nakletmiştir. «Zâhîre»de bildirildiğine
göre bu kavil İmam A'zam'ındır. Ulemamızdan bazıları İmam A'zam'ın kavlini ezan
ve ikametsiz olarak yalnız kılarsa mânâsına hamletmişlerdir. Bu takdirde
bilittifak Müslüman olduğuna hüküm edilmez. İmameyn'in kavlini, ezan ve
ikametle yalnız kılarsa mânâsına hamletmişlerdir. Bu takdirde bilittifak
Müslüman olduğuna hükmedilir. Zira bu bizim şeriatımıza mahsustur. Bu suretle
meselede hilâf olmadığını göstermişlerdir.
Ben derim ki:
Lâkin bu birleştirme söz götürür. Çünkü İbni Şıhne'nin «Kâfi» sahibinden
naklettiğine göre ibâdetin en mükemmel surette yapılması mutlaka lâzımdır ki,
şeriatımıza mahsus olduğu anlaşılsın. Malûm olduğu vecihle yalnız kılmak
noksanlıktır. «Bahır»ın Teyemmüm Babında bildirildiğine göre esas şudur: Kâfir,
bir ibâdet yaparsa bakılır. Bu ibadet diğer dinlerde varsa onunla Müslüman
olmaz. Yalnız başına namaz kılmak, oruç tutmak, kâmil olmayan hac yapmak ve
sadaka vermek böyledir. Bizim şeriatımıza mahsus olan bir ibâdet yaparsa yine
bakılır. Teyemmüm gibi vasıta ibadetlerden ise, onunla Müslüman olmaz. Maksat
olan ibadetlerden yahud cemaatle namaz, kâmil hac, mescidde ezan okumak ve
Kur'an okumak gibi dinin şiarlarından ise onunla Müslüman olur. «Muhit» ve
diğer kitaplarda buna işaret edilmiştir.
Ben derim ki:
«Hâniye»de beyan olunduğuna göre hac etmekle zâhir rivâyete göre Müslüman
olduğuna hüküm verilmez. Nitekim yukarıda geçti. Sonra «Hâniye» sahibi şöyle
demiştir: «Rivâyet olunmuştur ki, Müslümanların yaptığı şekilde hac ederse
Müslüman olur. Telbiyeyi getirirde ibâdet yerlerine gitmez, yahud ibâdet
yerlerine gider de telbiye getirmezse Müslüman olmaz». Anlaşılıyor ki, bu
rivâyet zâhir rivâyetten başkadır. «Vahbâniye» sâhibi onun zaif olduğuna işaret
etmiştir. Aşağıdaki manzumenin mutlak ifadesi dahi buna işaret etmektedir.
Bunun vechi şu olsa gerektir: Hac başka şeriatlarda mevcuttur. Hatta cahiliyet
devri halkı hac ederlerdi. Lâkin şöyle denilebilir: Bu, hususî şekildeki hac
bizim şeriatımızdan başkasında yoktur. Binaenaleyh hac da kendisinde yukarıda
geçen dört şart bulunan namaz gibi olur. Zira kâmil şekilde namaz bizim
şeriatımıza mahsustur. Kâmil hac da öyledir. Aksi takdirde aralarında ne fark
olabilir? öyle anlaşılıyor ki ikinci rivâyet zâhir rivâyetin tefsiri olarak
kabul edilir de ondan murad kâmil olmayan hacdır denilirse iki rivâyet arasında
hiç bir zıddıyet yoktur. Teemmül et!
Şeyh Kâsım'ın
«Fetevâ»sında Ebu'l-Leys'in «Hulâsatü'n-Nevâzil» adlı eserinden naklen, «Kezâ
bir kimse kâfiri Kur'an öğrenirken veya okurken görse bununla o kâfir Müslüman
olmaz.» deniliyor.
Ben derim ki: Bu
söz «Bahır»daki, «Çünkü ulema, kâfir Kur'an okumaktan men edilmez. Olur ki,
hidâyete erer.» ibâresinden daha açıktır. Anla!
METİN
Bunları «Nehir»
sahibi nazma çekerek şöyle demiştir: «Kâfir vakit içinde imama uyarak ve
namazını tamamlayarak kılarsa Müslüman olur. Namazını bozarsa Müslüman olmaz.
Keza aşikâr olarak ezan okur yahud kırda gezen hayvanlarının zekâtını verirse
secde etmesi gibi temizlenir. Müslüman olur. Yalnız başına namaz kılmakla
Müslüman olmadığı gibi zekât, oruç ve hac ile dahi Müslüman olmayacağını ilâve
et!».
İZAH
«Nehir» sahibi
bunları Kaza Namazları Babından az önce söylemiştir. Sonra benim «Nehir»de
gördüğüm, bu beytten başkadır. Orada «Aşikâr olarak ezan okur; yahud kırda
gezen hayvanlarının zekâtını verirse» beytinin yerine, «Yahud onun içinde
geleni ilân ederek ezan okur; veya küllünü dinleyerek secde ederse...»
denilmiştir. (Bu beyitteki «küllünü» tâbirlerinden birincisi ile vakit, ikinci
«küllünü» ile ALLAH'tan gelen Kur'an kast edilmiştir). Bu beyt daha güzeldir.
Çünkü ezanın vakit içinde okunmasını şart koşuyor. «Onun içinde» ifâdesindeki
«o» zamiri vakte aittir. Secdeden muradın tilâvet secdesi olduğu açıklanıyor:
zekât meselesi bahis mevzuu edilmiyor. Zira biliyorsun ki, bu mesele zâhir
rivâyete aykırıdır. Tarsusî onu zikrettiği için «Nehir» sahibi kendisine itiraz
etmiş ve, «Bu meseleyi ondan başka kimsenin andığını görmedim.» Bilâkis
«Hâniye»de, «Zâhir rivâyete göre zekât vermekle Müslüman olduğuna hüküm
verilmez.» «ibâresi vardır.» demiştir.
«İlan ederek»
sözünden murad, Müslüman olduğuna şahidliği kabul edilecek kimselerin işitmesidir.
Minarede yahud yüksek bir yerde okuyup da birçok kimselerin işitmesi değildir.
Onun için ezanı seferde bile okusa sahih olur. Nitekim «Bezzâziyye»nin
siyerinde şöyle denilmiştir. «Seferde olsun, evinde, yerinde olsun zimmînin
ezan okuyup müezzinlik yaptığına şahidlik ederlerse Müslüman olur. Onu mescidde
müezzinlik yaparken işittik derlerse Müslüman sayılmaz. O, müezzindir, demeleri
gerekir. Çünkü bu onun âdeti olur ve bununla Müslüman olmuş sayılır. Bu sözü
«Vehbâniye» şârihi İmam Muhammed'e nisbet etmiştir. Sonra bunun zâhirinden
anlaşılan mânâ, müezzinliğin mutlaka o kimsenin âdeti olmasıdır. Lâkin «Bahır»
sahibi Ezan bahsinde. «Bunun Hıristiyanlar hakkında olması gerekir.
Başkalarının bizzat ezanı okumakla Müslüman olması icap eder.» diyor.
Ben derim ki: Ama
biliyorsun, fiil ile Müslüman olmakta bir kâfirle diğeri arasında fark yoktur.
İbni Vehbân'ın anladığı buna aykırıdır. Şu halde ya vakit içinde ezan okumanın
Müslümanlığı kabul mânâsına gelmesi için, onun sözünün kayıt sayılması, yahud
bunun yalnız İmam Muhammed'den bir rivâyet olduğunu kabul etmek lazım gelir.
Teemmül et ve araştır!
«Secde etmesi
gibidir.» ifâdesinden murad, tilavet secdesidir. H. Şârih'in, «Zekâtla dahi
Müslüman olmayacağını ilâve et» sözünden maksatları kırda gezen hayvanlardan
başka malların zekâtıdır. «Nehir»den bizim naklettiğimiz beyte göre ise maksût
bütün nevileriyle zekâttır. Nitekim «Hâniye»nin zâhir rivâyeden mutlak olarak
rivâyet etmesi de bunu gerektirir.
METİN
Namaz sırf bedeni
bir ibâdettir. Onda asla niyabet (bedel) yoktur. Yani onda hacda sahih olduğu
gibi bedenle niyâbet, ve oruçda pîr-ı fâniye fidye ile sahih olduğu gibi mal
ile niyâbet sahih olmaz. Çünkü fidye, ancak şeriat sahibinin izniyle câiz olur.
Burada böyle bir izin yoktur.
N A M A Z I N
sebebi: Peş peşe gelen nimetler, sonra hitab, sonra vakittir. Yani edâ ilk
cüz'ü bitişirse namazın sebebi vaktin ilk cüz'ü, bitişmezse edanın bitiştiği
herhangi bir cüz'üdür. Edâ hiçbir cüz'e yetişmezse sebep vaktin son cüz'üdür.
Velev ki vakit nâkıs olsun. Hatta vaktin sonunda ayılan deli ile baygına,
temizlenen hayızlı ile nifaslıya, bâliğ olan sabiye ve Müslüman olan mürtede o
namaz farz olur. Velev ki sabi ile mürted vaktin başında o namazı kılmış
olsunlar.
İZAH
Namaz sırf bedenî
bir ibâdettir. Zekât bunun hilâfına olarak sırf malî hac ise mürekkep, yani hem
bedenî hem malîdir. Çünkü onda bedenle amel ve mal sarfı vardır. Namazda
niyâbet yoktur. (birinin yerine başkası namaz kılamaz). Çünkü bedenî ibâdetten
maksad, bedeni yormak, kötülüğü emir eden nefsi kahr etmektir. Bu, başkasının
yapmasıyla olmaz. Mali ibâdet böyle değildir. Onda mutlak sûrette niyâbet
geçerlidir. Yani ihtiyarî halde olsun iztırarî ve mecburî halde olsun câizdir.
Zira nâibin yapmasiyle zekâttan maksat olan fakiri kayırma ve malı azaltma fiili
hâsıl olmaktadır. Hacda da meşakkat mânâsına bakarak âciz halinde malı azaltmak
suretiyle niyâbet câizdir. Bedeni yormaya bakarak ihtiyarî halde câiz değildir.
Nitekim Başkası Nâmına Hac Babında izah edilmiştir.
Malûmun olsun ki
oruçta şeyh-i fanînin (çok ihtiyar kimsenin) fidye vermesinin sahih olabilmesi
için aczin ölünceye kadar devam etmesi şarttır. Ölmeden kazaya imkân bulursa
kaza etmesi lâzım gelir. Nitekim Oruç Bahsinde gelecektir. H.
«Çünkü fidye
ancak şeriat sahibinin izniyle caizdir.» cümlesi, namazda malı ile niyâbet
geçmediğini ta'lildir. Bu sözde namazla oruç arasında fark bulunduğuna işâret
vardır. Zira ikisi de sırf bedeni birer ibadettir. Ama oruçta çok ihtiyar
kimsenin fidye vermesi sahih, namazda sahih değildir. Farkın vechi şudur: Oruçta
fidyeyi biz kıyasa muhalif olduğu halde âyetin nassına tâbi olarak isbat ettik.
Onun için usul-û fıkıh uleması buna «akıl ermeyen misl ile kaza» demişlerdir.
Çünkü akla yatan kaza, bir şeyi kendi misli ile ödemektir. Bunu namazda isbat
edemedik. Zira nass yoktur. Eğer, «Namazı kazadan âciz kalan bir kimse fidye
ile ödenmesini vasiyet ederse siz de fidye vermenin vacip olduğunu
söylüyorsunuz. işte nass olmadığı halde mal ile niyâbeti kabul ediyorsunuz
demektir. Bu, oruca kıyasla olamaz. Çünkü kıyasa muhalif bir şeye başkası kıyas
edilemez» dersen ben şöyle cevap veririm: Orucda fidyenin sabit olması iki
ihtimalden hâli değildir. Ya aczle illetlendirilmiş; ya illetlendirilmemiştir.
İlletlendirilmişse namazı ona kıyas etmek sahihtir. Çünkü illet her ikisinde
mevcuttur. İlletlendirilmemişse kıyas doğru değildir. İllet hakkında şüphe
hâsıl olunca bizde ihtiyaten «Namazda fidye vaciptir. Ancak bu fidye namazı
ödemezse en azından bir hayır olur ve bir kötülüğü siler.» demişizdir.
Binaenaleyh
vacibtir demek daha ihtiyatlıdır. Onun için İmam Muhammed, «Ona yeter inşallah»
demiştir. Bunu kıyas yolu ile söylemiş olsa inşallah deyip Allah'ın dilemesine
havale etmezdi. Nitekim kıyasla sabit olan hükümlerde usûl budur. Bu
söylediklerim, Şârih'in «Menâr» şerhi üzerine yazdığım derkenarda
anlattıklarımın hulâsasıdır.
Namazın hakiki
sebebi: Kula peşi peşine verilen nimetlerdir. Çünkü nimeti verene teşekkür
etmek hem şer'an, hem aklen vacibtir. Nimetlerin verilmesi vakit içinde
olduğundan vakit Allah tarafından ve onun emriyle sebep yapılmıştır.
Taâlâ hazretleri,
«Namazı güneşin zeval vaktinde kıl!» buyurarak vakti. namazın vücubuna sebep
anlaşılmaktadır.
Vaktin sonunda
Müslüman olan mürted hakkında dahi tahrime sığacak kadar zaman bulunması
lâzımdır. Aslî kâfirin hükmü de mürted gibidir. Şârih'in hassaten mürtedi
zikretmesi «Velev ki vaktin başında o namazı kılmış olsunlar.» diyebilmek
içindir. Mürted hakkında bu namazın sureti şöyledir: Vaktin evvelinde
Müslümandır. Farzı kılar; sonra mürted olur. (Dinden döner) daha sonra vaktin
sonunda tekrar Müslüman olur. H.
Mürtedle sabînin
o halleriyle vaktin evvelinde kıldıkları namaz kendilerinden farzı ıskat etmez.
Zira sabinin kıldığı namaz nâfile olur. Mürtedin namazı ise dininden dönmekle
hükümsüz kalır. H.
«Bahır» nam
kitapta «Hulâsa»dan naklen şöyle denilmektedir: «Bir çocuk yatsı namazını kılar
da sonra ihtilâm olur ve sabah namazına kadar uyanamazsa yatsıyı tekrar kılması
icap eder. Muhtar olan kavil budur. Sabah namazından önce uyanırsa yatsıyı
bilittifak kaza eder. Bu bir vakıadır. İmam Muhammed, bunu Ebu Hanîfe'ye
sormuş; o da söylediğimiz şekilde cevap vermiştir».
METİN
Vakit çıktıktan
sonra sebep bütün vakte izâfe olunur. Tâ ki vacip kemal sıfatiyle sâbit olsun.
Asıl olan zaten budur. Ve deli ile sairlerine namazlarını kâmil vakitte kaza
etmeleri lâzım gelir. Sahih olan kavil budur. Sabah namazının vakti tan yerinin
başından başlayarak güneşin doğmasından az önceye kadardır. Tan yeri ufukta
yayılan beyazlıktır. Uzunluğuna görünen beyazlık değildir. Musannıf'ın evvelâ sabah
namazının vaktini bildirmesi, başında ve sonunda hilâf olmadığı içindir. Sabah
namazını ilk kılan Adem Aleyhisselâm'dır. Beş vakit namazdan ilk farz oton da
sabah namazıdır. İmam Muhammed öğle namazını başa almıştır. Çünkü öğle namazı
ilk ortaya çıkan ve ilk beyan edilen namazdır. Vücup edanın keyfiyeti bilmeye
bağlı olduğu aşikârdır. Bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz (s.a.v.) Esrâ
gecesinin sabahında sabah namazını kaza etmemiştir. Sonra acaba peygamber
gönderilmezden evvel bir peygamberin şeriatiyle ibâdet eder mi idi? Bize göre
muhtar kavil, etmediğidir. O sahih keşifle İbrahim aleyhisselâmın ve diğer
peygamberlerin şeriatlarından kendine zahir olan hükümle amel ederdi. Hirâ
dağında ibâdet ettiği doğrudur. «Bahır».
İZAH
Namaz kılmadan
vakit çıkarsa kazasına sebep bütün vakit olur. Çünkü sebebi bütün vakte izâfe
etmez de vaktin son cüz'ü alettayin sebeptir, dersen ikindide olduğu gibi bazı
suretler de farzın noksan sıfatiyle sabit olması lâzım gelir.
«Asıl olan zaten
budur.» cümlesinden murad, asıl olan, farzın kemal sıfatiyle sübutudur ki, o da
sebebin bütün vakit olmasına ibtina eder demektir. T.
şârih'in. «Sahih
olan budur.» dediği kavlin mukabili şudur: Bazıları, «Deli ve benzeri nâkıs
vakitte ayılır; kadın nâkıs vakitte hayızdan temizlenir. mürted nâkıs vakitte
Müslüman olursa onlar hakkında bu nâkıs vakit sebep olur. Çünkü sebebi bütün
vakte izâfe etmek imkânsızdır. Bütün vakitte bunlar da ehliyet yoktu.
Binaenaleyh böylelerin namazlarını başka bir nâkıs vakitte kaza etmeleri
câizdir. Onların namazları nâkıs olarak farz olmuştur. Nâkıs olarak da kaza
edilebilir.» demişlerse de sahih kavle göre bu câiz değildir. Çünkü haddi
zatında vakitte bir noksanlık yoktur. Noksanlık o vakitte edâ etmekten doğar.
Zira güneşe tapanlara benzer. Nitekim «Tahrir» sahibi bunu tahkik etmiştir.
Tamamı ileride gelecektir.
Sabah namazını
ilk defa Adem aleyhisselâm cennetten çıktıktan sonra kılmıştır. Yeryüzüne
inince gece olmuş; Hazreti Adem daha önce böyle bir şey görmediği için korkmuş.
Sabah aydınlanınca Allah'a şükür için iki rekât namaz kılmış. Musannıf buna
ehemmiyet vererek işe sabah namazından başlamıştır.
Rahmetî, «Zâhire
göre ilk farz kılınan namaz yatsıdır. Çünkü farz olmak vaktin sonu ile tahakkuk
eder. Halbuki Esrâ hadisesi geceleyin olmuştu.» diyor.
Öğle namazının
ilk ortaya çıkan ve ilk beyan edilen namaz olması, Cebrail aleyhisselam ertesi
gün öğle namazında gelerek Peygamber (s.a.v.)e imam olduğu içindir. Sabah
namazında imam olması başka bir günde idi. Bu meselede iki rivayet vardır.
Bunların daha meşhur olanına göre imam olmaya öğle namazında başlamıştır.
Nitekim «Ebu's-Suûd»da da böyledir.
«Vücup, edânın
keyfiyeti bilmeye bağlı olduğu âşikardır». Yani edânın farz olması onu nasıl
yapacağını bilmeye bağlıdır. Bu cümle mukadder bir sualin cevabıdır.
Sual şudur:
Sabah namazı beş
vaktin içinde ilk farz kılınan namaz ise Peygamber (s.a.v.) Esrâ gecesi
kendisine farz kılınan bu namazı ertesi sabah neden terk etti?
Cevap: Bu namaz
farz da olsa nasıl edâ edeceğini bilmeden kılması farz değildir. Çünkü mücmel
bir söz beyan edilmeden önce derhal onun hak olduğuna itikad etmesi hususunda
imtihan mânâsı ifâde eder. O sözle amel, mânâ beyan edildikten sonra farz olur.
Nitekim bunu usul-i fıkıh uleması izah etmişlerdir. Binaenaleyh farz olmakla
hemen edâsı lâzım gelmez. Bunun benzeri özürlü kimsenin orucudur. Özürlüye oruç
farzdır; fakat edâsı farz değildir. Bazıları bu suale, «Peygamber (s.a.v.)
uyuyordu. Uyuyan kimseye farz olan bir şey yoktur.» diye cevap vermişlerse de
«Nehir» sahibi, «Bu cevap reddedilmiştir. Çünkü uyku gibi bir şeyle özürlü
bulunan kimseye kaza lâzım geldiğine icmâ' vardır.» demiştir.
FER'i BİR MESELE:
Uyuyan kimsenin vaktin evvelinde uyanması icap etmez. Vakit daralınca uyanması
vacibtir. Bunu «Eşbah» şerhinde Bîrî, «Bedâyî»den, o da usul kitaplarından
nakletmiştir. Bîrî, «Biz bunu furû kitaplarında görmedik. Bunu ganimet bil!»
demiştir.
Ben derim ki: Bu
ifâde söz götürür. Çünkü ulema uyuyan kimseye edâ varz olmadığını ittifakla
açıklamışlardır. Şu halde uyanması nasıl farz olabilir? Müslim «Mola»
kıssasında Ebu Katâde'den şu hadîsi rivâyet etmiştir: «Peygamber (s.a.v.),
uykuda tefrit yoktur. Tefrit ancak namazı diğerinin vakti girinceye kadar
geciktirmendir, buyurdular».
Kitabımızın asıl
nüshasında uyanmak yerine «uyandırmak» denilmiştir. (Yani uyanması icap etmez
değil, uyandırmak icap etmek ilh... şeklindedir.) Yeminler Bahsinde göreceğiz
ki, bir kimse, hiçbir namazı vaktinden geçirmeyeceğine yemin eder de uyur ve
sonra kaza ederse yemininin bozulmadığı söylenmiştir. Bunu Bâkânî beğenmiştir.
Lâkin «Bezzâziyye»de şöyle deniliyor: «Sahih olan şudur: Bu adam vakit girmeden
uyumuş da vakit çıktıktan sonra uyanmışsa yemini bozulmaz. Vakit girdikten
sonra uyumuşsa bozulur». Bu ibâre o kimsenin vakit girmeden uyumakla namazı
geciktirmemiş olmasını iktiza eder. Buna göre günahkâr olmaz. Günahkâr
olmayınca uyanması da vacip değildir. Çünkü vacip olsa namazı geciktirmiş
sayılır ve günahkâr olurdu. Vakit girdikten sonra uyuması böyle değildir.
Bîri'nin söylediklerini buna hamletmek mümkündür.
Hanefîlerce
muhtar olan kavle göre Peygamber (s.a.v.), peygamber olarak gönderilmezden önce
hiçbir peygamberin şeriatiyle amel etmemiştir.
Ekmelî'nin
«Tahrir»inde bu söz ulemamızın muhakkiklerine nisbet edilmiştir. Ekmelî şöyle
diyor: «Çünkü Rasulullah (s.a.v.) peygamber olmazdan evvel nübüvvet makamında
olup hiç bir peygamberin ümmetinden değildi...» Bu sözü «Nehir» sahibi dahi
cumhur-u ulemaya nisbet etmiştir. Muhakkik İbni Hümâm «Tahrir» nâmındaki
eserinde Peygamberimizin şeriat olduğu sabit şeylerle ibâdet ettiğini söylemiş.
yani hassaten bir şeriatı iltizam etmiş değildi. Kendisi de onların kavminden
değildi, demek istemiştir. Meselenin tamamını Taharet Bahsinin başlarında
anlatmıştık.
HİRÂ: Mekke'ye üç
mil mesafede bulunan bir dağdır. «Mevahib-i. Ledüniyye» de şöyle deniliyor:
«İbni İshak ve başkalarının rivâyetine göre Peygamber (s.a.v.) her sene Hira
dağına çıkar; bir ay orada ibadet ederdi. Bence bu ibâdet insanlardan
uzaklaşma, sırf ALLAH'a yönelme ve tefekkür nevilere şâmildi. Bazen ulemadan
rivâyet olunduğuna göre ise Hirâda onun ibâdeti tefekkürden ibâretti».
Kısaltarak alınmıştır.
Tanyeri, ufukta
yayılan beyazlıktır. Buna delil Müslim ile Tirmizî'nin rivâyet ettikleri ve
lâfzı Tirmizi'ye ait olan şu hadîstir: «Sakın Bilâl'ın ezanı ve uzunluğuna görünen
fecir sizi sahur yemeğinden men etmesin. Lâkin ufukta yayılan fecir manidir».
Şu halde muteber olan fecr-i sâdıktır. Fecr sâdık: Ufukta yayılan, yani ziyası
gökyüzüne dağılan fecrdir. Fecr-i kâzib, muteber değildir. Fecri kâzib,
gökyüzünde kurd kuyruğu gibi uzayan fecirdir. Ondan sonra yine karanlık basar.
FAİDE: Allâme
şeyh Halil el-Kâmilî, Dağıstânî Ali Efendi'nin «Usturlap» risâlesi üzerine
yazdığı derkenarda iki fecir ve kezâ iki şafak arasında sadece üç derece fark
olduğunu söylemiştir.
İki şafaktan
murad, kızıllık ile beyazlıktır.
METİN
Öğlenin vakti
güneşin zevalinden yani gökyüzünün ortasından batıya meylettiği zamanda
gölgenin iki misli olduğu ana kadardır. İmam A'zam'dan bir rivâyete göre' bir
misli oluncaya kadardır ki, İmameyn ile Züfer'in ve eimme-i selâsenin kavilleri
de budur. İmam Tahavî, «Biz bununla amel ederiz.» demiştir. Gurerü'l-Ezkâr da,
«Amel edilen kavil budur.» denilmiş; «Burhan» sahibi dahi, «En makbul kavil
budur. Çünkü Cibril beyan etmiştir. Bu babta nass odur.» demiştir. «Feyz» nam
kitapta, «Bugün bununla amel olunmaktadır. Ve bununla fetva verilir.»
deniliyor.
Zeval anındaki
gölge bunda dahil değildir. Bundan murad, eşyanın zevâlden az önceki
gölgeleridir. Bu gölge zaman ve mekâna göre değişir. Bir kimse yere dikecek bir
şey bulamazsa kendi boyu ile ölçer. Bir boy kendi ayağı ile altı buçuk ayaktır.
Ayak, baş parmağının ucundan başlayarak ölçülür.
İZAH
Öğlenin vakti
güneşin zevalinden gölgenin iki misli olduğu ana kadardır. İmam A'zam'dan gelen
zahir rivâyet budur. «Bedâyi», «Muhit» ve «Yenâbî» sahipleri, «Sâhih olan
budur.» demişlerdir. «Gıyaniye»de, «Muhtar olan budur». İmam Mahbûbî de bu
kavli tercih etmiştir. Kâsım'ın «sahihtir» sözünü Nesefî ile Sadrı'ş-Şeria buna
yormuşlardır. Metin sahipleri ve şârihler bunu tercih ve kabul etmişlerdir.
Tahâvî'nin «Biz. İmameyn'in kavli ile amel ederiz.» sözü mezhebin bu olduğuna
delâlet etmez. «Feyz» sahibinin, «İkindi ile yatsıda İmameyn'in kavli ile fetva
verilir.» sözü yalnız yatsıda kabul edilir. Ve itirazdan hâli değildir. Meselenin
tamamı «Bahır»dadır. İmam A'zam'dan bir rivayete göre de eşyanın gölgesi bir
misli olunca öğlenin vakti çıkar; fakat iki misli olmadıkça ikindinin vakti
girmez. Bunu Zeyleî ve başkaları söylemişlerdir. Şu halde bir misli ile iki
misli arasında muhmel vakit var demektir. «Burhan» sahibinin, «Bu babta nass
odur.» Yani Cibril'in beyanıdır, sözüne karşı şöyle denilir: Deliller
müsavidir. İmam A'zam'ın delilinin zaif olduğu meydana çıkmış değildir. Bilakis
onun delilleri de kuvvetlidir. Nitekim mufassal kitaplara ve «Münye» şerhine
müracaat edilirse anlaşılır. Her «Bahır» da şöyle denilmiştir:
«İmam A'zam'ın
kavlinden İmameyn'in yahud onlardan birinin kavline geçilemez. Ancak delilinin
zaifliği, yahud «Muzaraa»da olduğu gibi teamülün onun aksine olması hallerinde
zaruretten dolayı geçilebilir. Velev ki ulema fetvânın İmameyn kavline göre
olduğunu açıklasınlar. Nitekim burada da öyledir». «Bugün bununla amel
olunmaktadır.» ifadesiyle birçok memleketlerde denilmek istenmiştir. En iyisi
«Sirâc»ın Şeyhu'l -İslâm'dan naklettiği şu sözdür: «İhtiyat, öğleyi gölge bir
misli oluncaya kadar geciktirmemek, ikindiyi de iki misli olmadan kılmamaktır.
Tâ ki bu iki namazı bilittifak vakitlerinde edâ etmiş olsun. Düşün!
İkindiyi gölgenin
iki misli olduğu zamana geciktirmekten cemaate yetişememek lâzım gelirse
geciktirmek mi evlâ olur geciktirmemek mi? Zâhire göre geciktirmek evlâdır.
Hatta İmam A'zam'ın kavlini tercih gerektiğine inanan kimse için bu lâzımdır.
Teemmül et!
Bilâhare «Münye»
şerhinin sonunda bazı fetva kitaplarından naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bir
kimse mahallesinin imamı ise yatsıyı beyaz şafak kayıp olmadan kılar. Efdal
olan yalnız başına kılarsa onu beyazlıktan sonra kılmaktır.»
Zeval anındaki
gölge uzunluk kısalmak veya tamamen bulunmamak hususlarında zaman ve mekâna
göre değişir. Nitekim bunu Halebî izah etmiştir.
Şârih, «Yere
dikecek bir şey bulamazsa» sözüyle dikecek değnek bulunduğu takdirde zevalden
önce onu yere dikmesi gerektiğine işâret etmiştir. Değneği diktiğinde gölgenin
ona doğru dönmesini bekler. Gölge artmaya başlayınca artmazdan önceki miktarını
beller. İşte zevâl gölgesi budur. H.
İmam Muhammed'den
bir rivâyete göre kıbleye karşı ayakta durur. Güneş sol kaşının üzerinde ise
henüz zeval yoktur. Sağ kaşının üzerine gelince zeval olmuştur. «Miftah» sahibi
bu kavli «İzah» nam kitaba nisbet ederek şöyle demiştir: «Bu kavil ile amel
«Mebsut»tan naklettiğimiz değnek dikmek işinden daha kolaydır». «İsmail».
Gölgeyi kendi
boyu ile ölçmek şöyle olur: Düz bir yerde başı açık ve yalın ayak güneşe yahud
kendi gölgesine karşı ayakta durur; ve yukarıda geçtiği şekilde zeval gölgesini
tesbit eder. Vaktin sonunda tekrar ayakta durarak oradakilerden birine
gölgesinin bittiği yere bir nişan dikmesini söyler. Gölgenin uzunluğu zeval
gölgesinden ayrı olarak bu yönün iki veya bir misli olmuşsa öğlenin vakti
çıkmış; ikindinin vakti girmiştir. Nişan dikilmezse onun yerine kendi ayağı ile
altı buçuk ayak yer ölçer. Yedi ayak yer ölçer diyenler de vardır.
«Ayak, baş
parmağının ucundan başlayarak ölçülür.» sözü ile Şârih, iki kavlin arası
bulunduğuna işaret etmiştir. Çünkü ulemadan bazıları, «Her insanın boyu kendi
ayağı ile altı buçuk ayak uzunluğundadır.» demişlerdir. Tahtavî umumiyetle
ulemanın yedi ayak dediklerini söylemiştir. Zâhidî, «Bunların orasını bulmak
mümkündür. Yedi ayak, bacak tarafından, altı bucuk ayak ise baş parmağın
ucundan başlanarak ölçülür. Taâlâ da buna işaret etmiştir.» diyor. «Hilye».
Ben derim ki:
Bunun izahı şöyledir: Ayakta duran bir kimse sol ayağının üzerine basar. Sonra
sağ ayağını ileri atarak onun topuğunu sol ayağının baş parmağının ucuna koyar.
Sonra aynı şekilde sol ayağını ileri atar ve altı defa tekrarlar. Eğer bacak
tarafından yani ilk defa üzerine bastığı sol ayağının ökçe tarafından saymaya
başlarsa yedi ayak olur. Başparmağının ucundan başlarsa altıbuçuk ayak olur.
Vechi şudur: Maksat boyun uzunluğunu ölçmektir. Buna yüz tarafından başlanırsa
başlangıç noktası ayağın yarısı, başın arkasından başlanırsa başlangıç noktası
ökçenin kenarı olur. Birinci şekli itibara alan kimse üzerinde durduğu ayağın
yarısını, ikinciyi itibara alan mezkûr ayağın tamamını gözönüne alır. Bu ayak
yedi olarak takdir edilmiştir. Hangisini itibara alırsa alsın maksat birdir.
Bizim bu söylediklerimiz «Mikât» kitaplarından birinde gördüklerime uygundur.
Gördüklerimin hulâsası şudur:
O kimse üzerinde
durduğu ayağın bütününü hesap ederse yedi ayak; yarısını hesap ederse altı
buçuk ayak olur. Anla!
METİN
İkindinin vakti
gölgenin iki misli olmasından güneşin batmasına az kalıncaya kadardır. Güneş
batar da sonra tekrar görünürse vakit avdet eder mi? Zâhire göre evet avdet
eder. Mezhebimize göre orta namaz ikindidir. Akşam namazının vakti güneşin
batmasından şafak kayıp oluncaya kadardır. İmameyn'e göre şafak kızıllıktır.
Eimme-i selâse'nin kavilleri de budur. İmam A'zam dahi bu kavle dönmüştür.
Nitekim «Mecmâ» şerhlerinde ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir.
Yatsı ile vitir
namazının vakti şafakın kayıp olmasından sabaha kadardır. Lâkin vitir namazını
yatsıdan önce kılmak sahih olmaz. Meğer ki unutarak kılmış ola. Zira tertip
vacibtir. İmam A'zam'a göre yatsı ile vitirin ikiside farzdır.
İZAH
Şârih'in, «Zâhire
göre evet avdet eder.» sözü «Nehir» sahibinin yaptığı bir incelemedir ve şöyle
demiştir: «Şâfiîlerin bildirdiklerine göre vakit geri döner. Çünkü Peygamber
(s.a.v.), Hazret-i Ali'nin dizinde uyumuş ve güneş batmıştı. Uyandığında AIi
ikindinin vaktini geçirdiğini söyleyince, Ya Rabbî! O senin ve Rasulünün
taatında idi. Güneşi ona iade et! diye dua etmiş. Bunun üzerine güneş geriye
dönerek Hazret-i Ali ikindiyi kılmıştı. Vak'a Hayber'de geçmişti. Bu hadîsi
Tahavî ve Kaadî lyâz sahihlemiş; içlerinde Taberânî de bulunan bir cemaat onu
güzel bir isnatla tahriç etmişlerdir. İbni Cevzî gibi onu uydurma sayanlar hata
etmişlerdir. Bizim kaidelerimiz bunu reddetmez».
Halebî diyor ki:
«Bu iş, Allah'ın dirilttiği ölüye benzer gibidir. Dirilen ölü vârislerinin
eline geçen malından kalanı alır. Ve kendisine diri hükmü verilir. Acaba bu.
kıyametin büyük alâmetlerinden biri olan güneşin batıdan doğmasına da şâmil
midir? Bir düşün!
Tahtavî diyor ki:
«Anlaşıldığına göre ona bu hüküm verilemez. Çünkü güneş .battığı anda tekrar
doğarsa bu hüküm ancak o zaman sabit olur. Nitekim hadîsteki vak'a da böyle
olmuştur. Güneşin batıdan doğması ise tamamen bir gece geçtikten sonra
olacaktır».
Ben derim ki: Şu
da var: Şeyh İsmail Nablusî, «Nehir» sahibinin Şâfiilere uyarak yaptığı
incelemeyi reddetmiş ve şunları söylemiştir: «Şafağın kaybolmasiyle ikindi
namazı kazaya kalır. Güneşin geriye dönmesi onu edâya çeviremez. Hadîste
bildirilen Vak'a Hazret-i Ali'ye mahsustur. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.)'in, o
senin ve Rasulunün taatında idi, buyurması da*bunu ifâde eder».
Ben derim ki:
Birinci kavli, yani güneş tekrar geri dönerse vakit de avdet eder diyenlerin
sözüne göre güneş geri dönmeden iftar edenlerin orucu bozulmak lâzım geldiği
gibi vaktin dönmesini kabul edersek güneşin geri dönmesiyle herkesin kıldığı
akşam namazının da bâtıl olması icap eder, Allahü â'lem.
Üç imamımızdan
nakledildiğine göre orta namaz ikindidir. Tirmizî ve başkaları eshab-ı kiramın
umumu ile sair ulemadan ekseriyetin kavlı bu olduğunu söylemişlerdir. İkindiye
orta namaz denilmesi iki gündüz namazı ile iki gece namazının ortasında
bulunduğu içindir. Bu kavli sahih hadîslerle istidlâlin tamamı «Hılye»nin baş
tarafındadır. Halebî, «Bu kavil «Vahbaniye» ve şerhinde zikredilen yirmi üç
kavilden biridir.» diyor.
Şafak meselesinde
İmam A'zam, İmameyn'in kavline dönmüştür. İmameyn'in kavli İmam Azam'dan da
rivâyet olunmuştur. «Mecmâ» sahibi fetvânın bu rivâyete göre olduğunu
açıklamış; fakat «Fetih»te bu söz reddedilerek, «Buna ne rivayet müsaittir ne
dirayet! ilh...» denilmiştir.
«Fetih» sahibinin
tilmîzi allâme Kâsım «Tashihü'l-Kudûrî»de «İmam A'zam'ın döndüğü sabit
olmamıştır; çünkü üç imamımızdan bu güne gelinceye kadar bütün ulema bu iki
kavli rivayet edegelmişlerdir. Eshâb-ı kiramın umumu bunun hilâfiyle amel
etmişlerdir. İddiası rivayetin aksinedir.» diyor. «ihtiyar»da, «şafak
beyazlıktır, deniliyor» ve bu kavil Hazret-i Ebu Bekir'le Muaz b. Cebel ve Aişe
(r.a.) hazeratının mezhebi olduğu bildiriliyor.
Ben derim ki:
Bunu Abdürrezzak, Ebu Hureyre ve Ömer b. Abdül'-aziz' den de rivâyet etmiştir.
Beyhakî kızıl
şafakı İbni Ömer'den başka kimseden rivayet etmemiştir. Tamamı «İhtiyar»dadır.
Haberler ve eserler birbirine zıd düşünce akşam namazının vakti şüphe ile
çıkmaz. Nitekim «Hidâye» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Böylece İmam
A'zam'ın kavli esah olduğu sübût bulur...
«Bahır» sahibi de
bu yoldan yürümüş ve bu kavli evvelce kendisinden naklettiğimiz şu sözüyle
te'yit etmiştir: «İmam A'zam'ın kavlinden ya delilinin zayıflığı yahud hilâfına
teamül bulunmak gibi bir zaruretten başka hiç bir suretle vazgeçilemez. Lâkin
bugün bilumum memleketlerde teâmül İmameyn'in kavline göredir». «Nehir» sahibi
dahi «Nikâye», «Vikâye», «Dürer», «Islah», Durerü'l-Bihar», «İmdâd», «Mevahip»,
«Şerh-i Burhan» ve diğer kitapların sahiplerine uyarak onu te'yit etmiştir. Bu
zevat fetvanın İmam A'zam kavline göre olduğunu açıklamışlardır. «Sirac»ta,
«İmameyn' in kavli daha kolaylık, İmam A'zam'ın kavli ise daha ihtiyattır».
deniliyor. Allahu Â'lem.
T E N B İ H: Az
yukarıda arzettik ki, iki şafak arasında uç derecelik fark vardır. Nitekim iki
fecir arasındaki fark da budur. Bellenmelidir.
Şârih'in «Lâkin
vitir namazını yatsıdan önce kılmak sahih olmaz.» sözü mukadder bir suale
cevabtır. Sual şudur:
Vakit girdikten
sonra vitiri evvel kılmak neden câiz olmasın? O da bu cevabı vermiştir. Çünkü
vitirin evvel kılınması vakit girmedi diye değil, tertip lâzım olduğu için câiz
değildir. Bu cevap İmam A'zam'ın kavline göredir. İmameyn'in kavline göre vitir
yatsıya tâbi olduğu için evvel kılınamaz. Bu hilâfın eseri şurada kendini
gösterir: Bir kimse unutarak vitiri yatsıdan önce kılar da sonra onu abdestsiz
kıldığını hatırlarsa İmam A'zam'a göre tekrar kılmaz. İmameyn'e göre kılar.
«Nehir», Şarih üçüncü ıskat eden şekli söylememiştir. O da kaza namazlarının
altı olmasıdır. Araştırmalıdır.
İmam A'zam'a göre
yatsı ile vitirin ikisi de farzdır, ancak yatsı kat'î farz, vitir amelî
farzdır. Bu cümle metindeki iki hükmün ta'lilidir. Birinci hüküm vitir ve
yatsının şafakla sabah namazı arasında kılınması ve bu vaktin her ikisi için
vakit olması, ikinci hüküm, vitiri yatsıdan evvel kıllarsa, unutarak kıldığı
takdirde tertibin sâkıt olması, kasden kılarsa mevkuf bâtıl olmasıdır.
Tafsilâtı Kaza Namazları Bahsinde gelecektir, H.
METİN
Kutublarda olduğu
gibi yatsı ile vitirin vakti bulunmayan yerlerde yaşayan kimse bunların her
ikisi ile mükelleftir. Meselâ, Bulgar'da böyledir. Çünkü orada şafak kayıp
olmadan fecir doğar. Bu, kışın kırk gününde olur. Şu halde yatsı ile vitir için
vakit takdir eder. (Ayırır) ama vakit bulunmadığı için kazaya diye niyetlenmez.
«Burhan-ı Kebîr» sahibi bununla fetva vermiştir. Kemâl, bunu tercih etmiş; İbni
Şıhne de «EIgâz» adlı eserinde ona tâbi olmuş ve bu kavli sahih bulmuştur.
Musannıf da mezhebin bu olduğunu zannetmiştir.
İZAH
Bulgar: Şimâlde
Rusların karanlık ve pek soğuk bir şehridir. «Çünkü orada şafak kayıp olmadan
fecir doğar.» ifadesi orada yalnız yatsı ile vitirin vakti bulunmamasını iktiza
eder. Halbuki öyle değildir. Orada sabah namazının da vakti yoktur. Zira sabah
namazının vakti fecrin doğmasiyle başlar. Fecrin doğması ise daha evvel
karanlık bulunmasını gerektirir. Halbuki şafak mevcud oldukça karanlık yoktur.
Bunu Halebî söylemiştir.
Ben derim ki:
Mezhep ulemasının aralarında hilâf yalnız yatsı ile vitrin farz olup olmaması
hususunda nakledilmiştir. Bu surette hiç birinin sabah namazı kaza edilir,
dediğini görmedik. Onların ibârelerinde göze çarpan buna fecir adını
vermeleridir. Çünkü onlara göre fecir, yukarıda geçen sahih hadîse muvafık
olarak ufukta yayılan beyazlığın ismidir. Ondan önce karanlık bulunması şart
değildir. Şu da var ki biz burada karanlık bulunmadığını teslim etmiyoruz.
Sonra Tahtavî'nin de bunun gibi şeyler söylediğini gördüm.
«Bu, kışın kırk
gününde olur.» ifâdesi yanlıştır. Doğrusu «yazın kırk gününde olur.»
şeklindedir. Nitekim «Bakanî»de de böyle denilmiştir. «Bahır» ve diğer
kitapların ibâreleri, «Senenin en kısa gecelerindedir.» tarzındadır. Meselenin
tamamı «Hılye»dedir. Nehir sahibinin «Senenin en kısa günlerindedir.» demesi
bir kalem hatasıdır. Şârihi yanıltan da odur.
«Şu halde yatsı
ile vitir için vakit takdir eder.» ifadesi sırf metinden ibaret olan nüshalarda
mevcud, «Mineh»de mevcud değildir. Ondan önce «Feyz» sahibinden başkasının bir
ifâdeyi zikretmediğini görmedim. «Feyz» sahibi şöyle demiştir:
«Şafak kayıp
olmadan fecir doğan bir yerde bulunurlarsa kendilerine yatsı namazı farz olmaz.
Çünkü sebep yoktur. Bazıları, farz olur ve vakti takdir eder, demişlerdir».
Şimdi söz takdirin mânâsındadır.
«Feyz»in
ibâresinden öyle anlaşılıyor ki, murad yatsının kazası, vücubuna sebep olan
vakit mevcud takdir edilmekle olur, demektir. Nitekim aşağıda geleceği vecihle
deccalin günlerinde de vaktin mevcudiyeti takdir edilecektir. Çünkü sebepsiz
farz olmaz. Şu halde «vakit takdir edilir.» demesi birinci kavildeki «sebep
bulunmadığı için» ifâdesine cevap olur. Hulâsası şudur:
Biz hakikî
sebebin bulunması lüzumunu kabul etmiyoruz. Sebebin takdiri kâfidir. Nitekim
deccalin günlerinde de takdir edilecektir. Buradaki takdirden murad Şâfiilerin
söylediği de olabilir. Onlara göre kutublarda yaşayanların hakkında yatsının
vakti, bulundukları yere en yakın memlekette şafak kayıp olacak kadar takdir
edilir. Birinci mânâ daha açıktır. Nitekim «Fetih» sahibinin aşağıdaki
sözlerinden de anlayacaksın. O bu meseleyi deccal günleri meselesine ilhak
etmiştir. Bir de bu mesele hakkında ulemamızdan üç zat arasında ihtilâf
nakletmişlerdir. Bunlar Bakâli, Hulvanî ve Burhan-ı Kebîr'dir. Bakâlî farz
olmadığına fetva vermiştir. Hulvanî vaktiyle kaza lâzım geldiğine fetva
verirmiş, sonra Bakâlî'ye birini göndererek beş namazdan birini icra etmeyen
kâfir olur mu? diye sormuş. Bakâlî soran zata, elleri ayakları kesik olan bir
kimse için abdestin farzları kaçtır? demiş. Üçtür; çünkü diğerlerine mahal
yoktur; cevabını verince Bakâlî, «İşte namaz da öyledir» demiş. Hulvânî bu sözü
duyunca beğenmiş ve Bakâlî'nin sözüne dönerek kaza lâzım değildir, demekle
başlamış. Burhan-ı Kebîr'e gelince: O, farz olduğuna kâildir. Lâkin Zahiriyye
ve diğer kitaplarda sahih kavle kazaya niyet edilmeyeceği bildirilmiştir. Zira
edânın vakti yoktur. Zeyleî buna itiraz ederek şunları söylemiştir: «Sebep
bulunmadan farz olmak düşünülemez. Bir de o kimse kazaya niyet etmezse
bizzarure edâ olur. Edâ ise vaktin farzıdır. Buna hiçbir kimse kail olmamıştır.
Çünkü fecir doğduktan sonra yatsının vakti bilittifak kalmaz». Şu da var ki,
kutup memleketlerinin bazılarında güneş batar batmaz fecir doğar. Nitekim
«Zeyleî» ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Binaenaleyh fecirden önce edâya
elverişli bir vakit yoktur. Bunu öğrendikten sonra anlarsın ki. farzdır
diyenler, kaza suretiyle farz olduğunu söylemişlerdir. Eda suretiyle farzdır
dememişlerdir.
Yaşadıkları yere
en yakın olanına itibar edilse, kendilerine yatsı için itibar ettiğimiz vaktin
hakikat olması, bu vakitte kılınan yatsının edâ sayılması lâzım gelir. Halbuki
ulemamızdan vücûba kâil olanlar bunun kaza olacağını açıklamışlardır. Edânın
vakti yoktur. Kezâ orada yaşayanların fecrini, kendilerine en yakın yerde şafak
kayıp olacak kadar farzedersek onlar hakkında yatsı ve sabah namazlarının
vakitlerinin birleşmesi yahud vakit yalnız yatsınındır dersek fecir doğmakla
sabah namazının girmemesi ve yatsının gündüz namazı olması, vaktinin ancak
fecir doğduktan sonra girmesi lâzım gelir. Bu, sabah namazının vaktinin ancak
onların güneşi doğduktan sonra girmesine de müeddî olur. Bunların hiçbirini
akıl kabul etmez. Binaenaleyh aksini isbat edecek bir naklî delil bulunmadıkça
takdirin mânâsı hususunda bizim söylediklerimiz aynen kabul edilir. Şâfiîlerin
mezhebi bizim mezhebimiz aleyhine hüküm veremez'. Sonra «Hılye»de gördüm ki
Şâfiîlerin kavlini zikretmiş ve ona itirazda bulunarak, «Deccal hadîsinin
zâhiri hassatan o belde hakkında takdir yapılacağını ifâde ediyor. Çünkü vakit
birçok memleketlere göre değişir.» demiştir. Bu da bizim söylediklerimizi
te'yit eder. Hamd Allah'a mahsustur. Anla!
Şârih'in «kazaya
diye niyetlenmez.» sözüne «Zeyleî»nin itiraz ettiğini az yukarıda gördük.
Binaenaleyh «Burhân-ı Kebîr'in sözünü kaza vacibtir mânâsına hamletmek tayin
eder. Nitekim Hulvanî de buna kâildi. Şöyle de denilebilir: Edâ ve kazâ
olmasına mâni yoktur. Zaten ulemadan bazıları. «Vaktin bir kısmında kılınan eda
bir kısmındaki kaza olur.» demişlerdir. Lâkin «Muhit» ve diğer kitaplarda
bildirildiğine göre namazın bir kısmı vaktin içinde. bir kısmı dışında
kılınırsa vakit içindeki edâ, dışındakine kaza denilir. Bu, her cüz'ün
yapıldığı zamana göre olur. Anla!
METİN
Bazıları
kutuplarda yaşayanların yatsı ve vitirle mükellef olmadıklarını söylemişlerdir.
Çünkü sebepleri yoktur. «Kenz». «Dürer» ve «Mültekâ sahipleri buna cezmen kâil
olmuşlardır. Bakâlî bununla fetva vermiş; Hulvanî ile Merginânî de ona
uymuşlardır. Şurunbulâlî ile Halebî dahi bunu tercih ederek sözü uzatmış ve
Kemâl'in sözlerini reddetmişlerdir.
Ben derim ki:
Kemâl'in söylediklerine deccal hadîsi müsaid değildir. Çünkü meselâ, üç yüz
öğleden fazlası bile zevalden önce farz olsa bizim meselemiz gibi değildir.
Zira deccal hadîsinde mevcud olmayan zaman değil, alâmettir. Meselemizde ise
her ikisi (yani hem alâmet hem zaman) yoktur.
İZAH
Kemâl'in
söyledikleri şunlardır: «Yatsı için vakit olmayan yerlerde yaşayanlar için
Bakâlî yatsının farz olmadığına fetva vermiştir. Çünkü sebep yoktur. Nitekim
elleri dirseklerinden kesilmiş olan kimseye abdestte ellerini yıkamak farz
değildir.
Düşünen bir kimse
farz yerinin bulunmaması ile uydurma sebep bulunmaması arasında fark olduğunda
şüphe etmez. Uydurma sebep haddi zatında sabit olan gizli vücube alâmet
yapılmıştır. Kezâ düşünen bir kimse bir şeyi bildiren birçok deliller
olabileceğinde de şüphe etmez. Bir şeye delil bulunmaması o şeyin yokluğuna
delâlet etmez. Çünkü başka bir delil bulunması câizdir. Burada başka delil
bulunmuştur. O da İsrâ hadislerinin ittifak ettiği beş namazdır.
Allah Taâlâ
evvelâ elli namaz emir etmiş; sonra bu iş bütün beldeler halkı için umumî bir
şeriat olmak üzere beşte karar kılmıştır. Bu hususta hiçbir belde ile diğeri
arasında fark yoktur. Bir deli! de deccal hadîsidir.
Deccal hadîsi
şudur: Peygamber (s.a.v.) deccali andı. Biz onun yeryüzünde ne kadar kalacağını
sorduk. Kırk gün kalacak. Bir gün bir sene kadar, bir gün bir ay kadar, bir gün
bir hafta kadar, sâir günleri de sizin günleriniz kadar olacak, buyurdular.
Biz, ya Rasulallah! Bir sene kadar olacak o günde bize bir günün namazı yetecek
mi? diye sorduk, Hayır, o gün için miktar ayırın! buyurdular. Bu hadîsi Müslim
rivâyet etmiştir. Hadîsi şerif gölge bir misli veya iki misli olmazdan önce
üçyüzden fazla ikindi namazının farz olduğunu bildirmiştir. Diğerlerini de ona
kıyas et! Bundan anlıyoruz ki, haddi zatında farz olan umumi şekilde beş
namazdır. Ancak onları bu vakitlere tevzî şekli vaktin bulunmasına bağlıdır.
Vakit yok diye vücub da ortadan kalkmaz. Keza Peygamber (s.a.v.). «Beş namaz ki
ALLAH onları kullara forz kılmıştır» buyurmuştur.
Burhan-ı
Halebî'nin «Münye» şerhinde söyledikleri de şunlardır: «Cevaben şöyle
demelidir: Namaz işi beş vakit olacağında karar kıldığı gibi vücub işi de onun
birtakım sebep ve şartları olacağında karar kılmıştır. Bunlar bulunmadıkça
vücub yoktur. Eğer sen, «Umumî bir şeriat olmak üzere ilh...» sözünden her
kimde sebep ve şartları bulunursa ona şâmildir mânâsını kasdettin ise kabul
ederiz. Ama bunun sana bir faydası yoktur. Çünkü bahsettiğimiz kimseler
hakkında bu sebep ve şartların bazısı yoktur. Mutlak surette her Allah'ın
gününde her mükellefe teker teker âmm ve şâmildir mânâsını kasdettin ise bâtıl
olduğu meydandadır. Zira hayızlı bir kadın güneş doğduktan sonra temizlenirse o
gün kendisine ancak dört vakit namaz farz olur. Öğlenin vakti çıktıktan sonra
temizlenirse o gün kendisine yalnız üç vakit namaz farz olur. Diğer vaktiler de
böyle hesap edilir. Günün azında veya çoğunda temizlenirse bir gün bir gecenin
bütün namazlarını kaza etmesi lâzım gelir. Çünkü namazlar her mükellefe beş
olarak farz kılınmıştır diyen tek kimse yoktur.
Şâyed, hayızlı
hakkında vücub ertelenmiştir. Çünkü şartı yoktur. Vücubun şartı hayızdan temiz
bulunmasıdır, dersen biz de deriz ki: Bu kimseler hakkında da vücub
ertelenmiştir. Çünkü şart ve sebebi yoktur. Bundan murad vakittir. Bundan daha
açık olmak üzere kâfirin Müslüman olmasını söyleyebiliriz. Kâfir, günün az veya
çok kısmı geçtikten sonra Müslüman olursa o günün bütün namazlarını kılması
icap eder. Çünkü namazlar her mükellefe beş olarak farz kılınmıştır; diyen tek
bir kimse yoktur. Halbuki şartın. yani İslâmiyetin bulunmaması kendi taksiri
neticesidir. Ötekilerde böyle bir taksir yoktur.
Bu meseleyi
deccal hadîsindekine kıyas etmek doğru değildir. Çünkü sebep vâz etmek
hususunda kıyasın te'siri yoktur. Teslim etsek bile bu ancak kıyasa muhalif
olmayan yerlerde câizdir. Hadîs-i şerif kıyasa muhaliftir.
Şeyh
Ekmele'd-Din'in «Muşârik» şerhinde naklettiğine göre Kaadî lyâz, «Bu hüküm o
zamana mahsustur. Şeriat sahibi onu bize beyan buyurmuştur. Bu hususta kendi
içtihadımıza bırakılsa idik o günde namaz, maruf vakitlerinde kılınır ve beş
namazla iktifa ederdik» demiştir. Kıyas teslim edilse bile mutlaka iki hükmün
birbirine müsavî olmaları lâzımdır. Burada müsavilik yoktur. Çünkü
bahsettiğimiz meselede yatsı için ayrılacak hususi zaman yoktur. Hadîsten
anlaşılan ise her namaz için hususî vakit takdir edilmesidir. Öyle ki o vakit
başka namaz için vakit sayılmayacaktır. Hatta o namaz için ayrılan vakit
geçmedikçe sonraki namazın vakti girmeyecektir. Şayet ayrılan vakit geçer de
namazını kılmazsa sair günlerde olduğu gibi namaz kazaya kalacaktır. Sanki
zevâl, gölgenin bir veya iki misli oluşu, güneşin batması, şafağın kayıp olması
ve fecrin doğması bu zamanın cüzleri içinde şeriatın hükmiyle takdiren
mevcuttur. Burada ise öyle değildir. Zira kutuplarda yaşayanlar hakkında zaman
ya akşam namazının vaktidir. Yahud bilittifak sabah namazının vaktidir. Şu
halde kıyas nasıl sahih olabilir? Bu söylediklerimizden anlaşılır ki, elleri
dirseklerinden ve ayakları topuklarından kesilmiş bulunan kimse ile bu
meselenin arasında farz yoktur. Nitekim Bakâlî de bunu söylemiştir. Onun için
İmam Hulvanî kendisini tasdik etmiş ve onun sözüne dönmüştür. Halbuki bu
hususta onun muhalifi idi. Doğrusu insaf göstermiştir. Çünkü el ve ayaklarda
yıkamanın hükmü, şartı bulunmadığı için kalkmıştır. Mahaller, şartlar demektir.
Burada dahi namaz şartı hatta sebebi de bulunmadığı için farz değildir. Yıkamak
farz olmak için dirseklerden koltuklara kadar ve ayaklarda topuklardan yukarı
ayak miktarı bir kısmın halef olduğunu gösteren bir delil nasıl yoksa, bu
meselede de akşam namazının veya sabahın yahud her ikisinin vakitlerinden bir
cüz'ün yatsı vaktine halef olduğunu gösteren delil yoktur.
Namaz
mükelleflere nasıl bil'icmâ' beş vakit farz ise abdestin farzları da
mükelleflere bil'icmâ dörtten az değildir. Lâkin bütün bunlarda vücubun şart ve
sebeplerinin hepsi bulunmak mutlaka lâzımdır. İnsaflı olan düşünmelidir.
Muvaffakiyet ALLAH'dandır». Burhan-ı Halebî'nin sözü burada biter.
Hâşiye sahibi
Halebî'nin sözlerini bozarak kendisine hücum etmiş ve uzun bir müdafaa ile
Kemâl b. Hümâm'a yardım etmiştir. Bu cümleden olmak üzere şunları söylemiştir:
«Bizim yaptığımız kıyas kabilinden değil, delâlet yoluyla ilhak kabilindendir.
Burhan-ı Halebî'nin. «Bahis mevzuumuz meselede yatsı namazı için takdir
edilecek hususî bir vakit yoktur.» sözünü kabul etmiyoruz. Çünkü vakit takdir
eden kimse her namaz için ona mahsus bir vakit ayırır. O vakte başka namaz
iştirak etmez».
Ben derim ki:
Şüphesiz ulemamızdan farzdır diyenler bu namaz için, içinde kılarsa edâ,
dışında kılarsa kaza sayılacak şekilde hususî bir vakit tayin etmemişlerdir.
Nitekim deccâl günlerinde böyle vakit vardır. Hulvanî bu namazın kaza suretiyle
farz olduğunu, Burhan-ı Kebîr ise edâya vakit olmadığı için kazaya niyet
edilemeyeceğini söylemiştir. «Fetih» sahibi de bunu söylemiştir. Şu halde
ortada müsavilik yokken delâlet yoluyla ilhak nereden çıkıyor. Eğer ilhak
yoluyla veya kıyasla olsa idi namaz için ona has bir vakit ayırırlar; o vakitte
kılınan namaz edâ olurdu. Onlar vakti ancak fecirden sonra kılınması farz olsun
diye mevcut takdir etmişlerdir. Takdirin mânâsı, bildiğin gibi Şâfiilerin
söyledikleri de değildir, Aksi takdirde o vakitte kılması edâ olmak icâp eder.
Biliyorsun ki Zeylei, «Edâ olduğunu söyleyen yoktur. Çünkü fecirden sonra yatsı
için vakit kalmaz.» demişti. Kemâl b. Hümâm namına verilecek en iyi cevap, «O
deccal hadîsini meselemizi kıyas etmek yahut delâlet yoluyla ona ilhak için
değil, beş vakit namazın farz olduğuna delil olmak üzere zikretmiştir. Velev ki
umumî şekilde farz olmasına sebep bulunmasın!» demektir.
Şunu da
söyleyelim ki, Kemâl b. Hümâm'ın söylediklerini iki tilmîzi İbni Emîr Hâcc ile
Şeyh Kâsım ikrar ve tasdik etmişlerdir. Hâsılı bu meselede iki sahih kavil
vardır. Farzdır sözü müctehid bir zatın kavliyle de teyit edilmektedir. Bu zat
İmam Şâfiî Hazretleri'dir. Nitekim «Hilye»de nakledilmiştir.
Esnevî «Hadîsdeki
birinci gün (bir sene kadar olan gün) namaz vakitleri babında söylenenlerden
istisna edilir. Ondan sonraki iki güne kıyas yapılır.» demiştir. Remlî «Minhâc»
şerhinde bunun bir müddet güneş batmayan yerlerde de tatbik edileceğini
söylemiştir. «İmdâdü'l-Fetah» sahibi de şunları söylüyor:
« Ben derim ki:
Kezâ oruç, zekât, hac. iddet ve alışveriş, selem, icâre gibi bütün vakitle
sınırlı şeyler de vakit takdir edilir. İlk güne dikkat edilir ve dört mevsimin
her biri günlerinin uzunluğuna kısalığına göre takdir edilir. Şâfiî kitaplarında
böyle denilmektedir. Biz de buna kailiz. Çünkü takdirin aslı namazlar hakkında
bilittifak kabul edilmiştir».
T E N B İ H:
Merfû bir hadîste beyan edildiğine göre (kıyâmete yakın) güneş battığı yerden
doğunca gökyüzünün ortasına kadar yükselip sonra geri dönecek ve tekrar doğu
tarafından doğacaktır. Şâfiîlerden Remlî, «Minhâc» şerhinde şöyle diyor «Bundan
anlaşılır ki, geri dönmesiyle öğlenin vakti girer. Çünkü bu dönüş zeval
mesabesindedir. Her şeyin gölgesi bir misli oldu mu ikindinin, batmakla da
akşamın vakti girer. Bu hadîsde beyan buyurulduğuna göre güneşin batıdan
doğacağı gece üç gece uzunluğunda olacak ancak insanlar bunun farkına
varamayacağı için geçtikten sonra anlaşılacak. İşte o zaman yukarıda geçenlere
kıyas yapılacak, yani beş vakit namazın kazası lâzım gelecektir. Çünkü fazlalık
iki gecedir. Bu iki gece bir günle bir gece yerine tutulacaktır, bir günle bir
gecede ise beş vakit namaz vardır».
«Çünkü üç yüz
öğleden fazlası bile zevalden önce farz olsa bizim meselemiz gibi değildir.»
cümlesi, «Kemâl'in söylediklerine deccal hadîsi müsaid değildir.» sözünün
illetidir. Ama buna şöyle itiraz edilir: Hadîsde bildirilen bir günün bir sene
kadar olmasıdır. O günün zevalden öncesi yarım sene kadar olur ki bu müddette
öğle namazı üç yüz kere tekerrür etmez. Münasip olan Kemâl'in yaptığı gibi üç
yüz ikindiden fazlası gölge bir misli veya iki misli olmazdan önce farz olsa
bile, demektir. Lâkin bu söz gölge iki misli olduğu takdirde açıktır. Çünkü
günün altıda birinin beşine yakındır. Fakat bir misli olursa açık değildir. En
açık ifâde «Şurunbulâliyye» de ki şu ibâredir: Velev ki fecir doğmadan üç
yüzden fazla yatsı vâcip olsun. Şârih'in meselâ tâbirini kullanması, sabah,
ikindi. akşam ve yatsı ile vitirin de öyle olduğunu anlatmak içindir. H.
Deccal hadisinde
yalnız alâmet yoktur. Kutuplar meselesinde ise hem alâmet hem zaman yoktur.
Alâmet, fecirden önce şafağın kayıp olmasıdır. Zaman da içersine namazın edâsı
sığacak alâmetli zamandır. Bu zaman şu zaruretten dolayı yoktur: Fecirden
önceki zaman akşam namazının vaktidir. Fecirden sonraki ise sabah namazına
mahsustur. Binaenaleyh yatsıya has zaman yoktur. Bittabi' maksat zaman aslından
yoktur, demek değildir. Evet, burada vakit takdir edilir, dersen zaman takdiren
mevcud olur. Nitekim deccalin gününde de böyledir. Bu takdirde Kemal b. Hümâm'a
itiraz varit olmaz. Allahu a'lem.
T E T İ M M E:
Ulemamızdan kutuplarda yaşayanların orucundan bahseden görmedim. Orada fecir
güneş batar batmaz doğarsa yahud güneş battıktan biraz sonra doğar, fakat
oruçlunun sahur yemeği için vakit kalmazsa hüküm ne olacaktır? Orada yaşayanlar
aralıksız oruç tutacaktır, denilemez. Zira bu, onların helâkine sebep olur.
Oruç onlara farzdır dersek. vakit takdirini kabul etmek lâzım gelir. Acaba
onların geceleri Şâfiîlerin bu meselede de dedikleri gibi oraya en yakın
beldenin gecesine göre mi takdir edilir. Yoksa yiyip içecek kadar bir zaman mı
ayrılır; yahut onlara edâ değil de yalnız kaza mı lâzım gelir? Bunların her
biri birer ihtimaldir. Burada oruç onlara aslından farz değildir demek mümkün
değildir. Gerçi bazıları onlara yatsı namazı farz değildir. demişlerdir. Fakat
buna kail olanlarca yatsının farz olmamasının illeti, sebebinin bulunmamasıdır.
Oruçta sebep mevcuttur. O da ramazan ayının bir cüz'üne erişmek ve her gün fecrin
doğmasıdır. Benim hatırıma gelen budur. Allahu a'Iem.
METİN
Erkek için
müstehap olan, sabah namazına ortalık ağardıktan sonra başlamak, aydınlıkta
bitirmektir. Muhtar olan kavil budur. Aydınlığın sınırı kırktan almışa kadar,
âyet okuyarak namazı kılmaya ve bozulursa abdest alarak aynı şekilde
tekrarlamaya yetecek kadar olmaktır. Bazıları, «Namazı çok aydınlığa
geciktirir. Çünkü bozulması mevhum bir şeydir.» demişlerdir, Bundan yalnız
Müzdelife'de ki hacılar müstesnâdır. Onlar için alaca karanlıkta kılmak
efdaldir. Nitekim kadının mutlak surette alacakaranlıkta kılması daha
faziletlidir. Sabah namazından başkaları için kadına efdal olan, cemaatın
dağılmasını beklemektir.
Yaz mevsiminde
öğleyi gölgede yürüyecek derecede geciktirmek mutlak surette müstehabtır.
«Mecmâ» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Yani sıcağın şiddeti,
beldenin sıcaklığı ve cemaata yetişmek istemek gibi şeyler şart koşulmamıştır.
«Cevhere» ve diğer bazı kitaplarda bunlar şart koşulmuşsa da itirazdan hâli
değildir.
İZAH
Sabah namazının
sünneti erken veya geç kılınacağı hususunda iki kavil vardır. Nitekim Şârih de
beyan edecektir. T. Ortalığın aydınlamasına Arabcada isfar denir. Eimme-i
Selâse, isfâra muhaliftir (Onlara göre sabah namazını alacakaranlıkta kılmak
müstehabtır). Bizim delilimiz şu hadîs-i şeriftir: «Sabah namazını aydınlık
zamanına bırakmak; çünkü bunun sevabı daha büyüktür». Bu hadîsi Tirmizi rivâyet
etmiş ve hasen olduğunu söylemiştir. Tahavî dahi sahih bir isnadla şu hadîsi
rivâyet etmiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.)ın eshabı sabah namazını aydınlık
zamanıda kılmaya ittifak ettikleri kadar hiçbir şeyde ittifak etmemişlerdir».
Tamamı «Münye» şerhi ile diğer kitaplardadır. Bazıları ortalık cidden
aydınlayıncaya kadar geciktirmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir. «Bahır» nam
kitapta, «Kenz'in mutlak sözünden anlaşılan budur. Lâkın güneşin doğup
doğmadığında şüphe edilecek derecede geciktirmemelidir.» deniliyor. Fakat
Kuhistânî'de, «Esah olan birinci kavildir.» denilmiştir. H.
Kadının mutlak
surette yani Müzdelife'de olmasa bile sabah namazını alacakaranlıkta kılması
efdaldir. Çünkü kadının hâli tesettür üzerine bina edilmiştir. Tesettür
karanlıkta daha mükemmel olur. Şârih öğleyi geciktirme meselesinde güz
mevsiminin de yaz hükmünde olduğunu ileride söyleyecek; biz de ona muhalif
söyleyenleri bildireceğiz. «Gölgede yürüyecek derecede» geciktirmenin hududu
hakkında «Bahır», «Nehir» ve diğer kitaplarda şöyle denilmiştir: «Bunun hududu
gölge bir misli olmadan kılmaktır. Evlâ olan budur. Çünkü şehir duvarları
yüksek oldukları için gölge onlar da çabuk zuhur eder». H.
Şöyle de
denilebilir: Gölgede yürümeyi itibara almak bu müstehap vaktin evvelini beyan
içindir. «Bahır» ve diğer kitaplarda ise sonunu beyan için olduğu
bildirilmiştir. Tahtavî'nin Hamavî'den onun da Hızâne'den naklen bildirdiğine
göre öğlede mekruh vakit ihtilâf haddine girendir. Bir kimse öğleyi her şeyin
gölgesi bir misli oluncaya kadar geciktirirse ihtilâf haddine girmiş olur.
Sıcağın şiddeti
vesairenin şart koşulmaması «mutlak» sözünün tefsiridir. İbni Meleğ'in «Mecmâ»
şerhindeki ibâresi. «Yani ister öğleyi yalnız kılsın ister cemaatla edâ etsin»
şeklindedir. Demek istiyorki, bu hususta Buharî şu hadîsi rivâyet etmiştir:
«Soğuk şiddetli oldu mu Peygamber (s.a.v.) namazı erken kılar; sıcak şiddetli
olursa serinlik zamanına geciktirirdi». Bu namazdan murad öğledir. Bir de
Rasülullah (s.a.v). «Muhakkak ki sıcağın şiddeti cehennemin kükremesindendir.
Binaenaleyh sıcak şiddetlendi ml namazı serinliğe bırakın!» buyurmuştur. Hadîs
muttefekun aleyhdir. Bu hadîste tafsilât yoktur. Meselenin tamamı Zeyleî ve
diğer kitaplardadır. «Cevhere» ve «Sirâc» gibi bazı kitaplarda şöyle
denilmiştir: Namazı serinlik zamanına geciktirmek ancak üç şartla müstehap
olur. Bunlar mescidde cemaatla kılmak, sıcak memlekette bulunmak ve sıcağın
şiddetli zamanında olmaktır. İmam Şâfiî, «Evinde kılarsa erken davranır;
mescidde cemaatla kılarsa geciktirir, demiştir». Fakat «Hâşiye» sahibi buna
itiraz etmiş ve şunları söylemiştir:
«Bir kimse namazı
daima vaktinin evvelinde kılan bir cemâatın içinde bulunsa o kimseye namazı
te'hir müstehabtır dersek cemâatı terk etmesi lâzım gelir. Halbuki meşhur kavle
göre cemâatı terk eden kimse muâheze olunur. Kaideler de buna aykırıdır.
Delili, ulemanın yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmayı mekruh saymalarıdır.
Bunun illeti cemaatı azaltmak olduğunu söylemişlerdir. O halde meselemizde
geciktirmenin haram olması icap eder. Çünkü cemaatı kaçıracağı muhakkaktır».
Bazıları bu sözü
Mûsa Trablusî'nin «Kenz» şerhinden de nakletmişlerdir. Şeyh Mûsa şöyle
demiştir: «Şunu da ilâve edelim ki, «Bahır» sahibi evvelce; bir kimse
elbisesinde dirhem miktarı necaset varken namaza başlasa da cemaata
yetişemeyeceğinden korksa o namaza devam eder; demişti.» Yani o necâseti
gidermek sünnet veya vacip iken temizlemeye çalışmayıp cemaata yetişmek için
caba gösterecektir; demek istemiştir.
Ben derim ki:
Şöyle cevap verilebilir: «Bahır» sahibinin, «Cemaatle yahud yalnız kılması fark
etmez.» sözünün mânâsı, o kimseye geciktirmek mendup olur. İster cemaatle
kılmak istesin, ister yalnız, demektir. Yoksa bu sözde cemaatı kaçıracağından
korksa bile namazı te'hir eder mânâsını gerektiren bir şey yoktur. Nitekim bu
âşikardır. Şu halde «Cevhere» ve «Sirac»daki itiraz yerindedir. Zira saydıkları
üç şart Şâfiîlerin mezhebidir. Bunu onlar kitaplarında açıklamışlardır. Evet,
«Hidâye» şârihleri ile başkaları teyemmüm babında şunu söylemişlerdir:
«Namazı vaktinin
evvelinde kılmak efdaldir. Meğer ki geciktirme, cemaatı çoğaltmak gibi ancak
te'hirle elde edilebilecek bir fazilet tazammun etsin! Bu sebeptendir ki,
kadınlara namazı vaktinin evvelinde kılmak evlâdır. Çünkü onlar cemaate
çıkmazlar. Şemsü'l-Eimme ile Fahru'l-İslâm'ın «Mebsut»larında da böyle
denilmiştir».
METİN
Cuma namazı gerek
aslen, gerekse yaz ve kış müstehap zamanı itibariyle öğle gibidir. Çünkü o
öğlenin halefidir. Nâfilelere vakit bırakmak için ikindiyi yaz ve kış güneşin
ziyası değişmezden önceye kadar geciktirmek müstehabtır. Esah kavle göre bu
değişme sıcağın göze dokunmamasiyle anlaşılır.
Yatsıyı da
gecenin üçte birine geciktirmek müstehaptır. Bunu «Hâniye» ve diğer kitaplar
«kışın» diye kayıtlamışlardır. Yazın ise vaktin evvelinde kılmak evlâdır. Bir
kimse yatsıyı gece yarısından sonraya bırakırsa mekruh olur. Çünkü bu cemâatı
azaltır. Gece yarısına te'hir etmek ise mubahtır. İkindiyi güneş sararıncaya
kadar geciktirmek, akşam namazını yıldızların göründüğü. yani çoğaldığı zamana
bırakmak kerâhet-i tahrimiyye ile mekruhtur. Meğer ki yolculuk ve yemekte
bulunmak gibi bir özrü olsun. Mekruh olan fiil değil, gecikmedir. Zira fiil emir
olunmuştur. İkindiye güneş değişmeden başlar da değişinceye kadar uzatırsa
mekruh olmaz. Zira hem namaza yönelmek hem de aynı zamanda kerahetten kaçınmak
imkânsızdır. Binaenaleyh bu gecikme affolunmuştur.
İZAH
«El-Eşbah» adlı
kitapta cuma namazını serinlik vaktine geciktirmenin sünnet olmadığı
bildirilmiştir. «Camiu'l-Fetâvâ»da ise şöyle denilmektedir: «Bazıları cuma
namazını serinlik zamanına kadar geciktirmenin meşrû olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü cuma namazı öğlenin vaktinde kılınır ve onun yerini tutar. Fakat cumhur-u
ulema bunun meşrû olmadığına kaildirler. Zira cuma namazı büyük cemaatla
kılınır. Geciktirme güçlüğe sebep olur. Öğle namazı böyle değildir. Halkın her
yönden aslına uyması şart değildir».
Yalnız burada
ikinci bir kavil daha vardır ki, meşhur olan odur. Mezkûr kavil cuma namazının
öğleden daha kuvvetli ve müstakil bir farz olmasıdır. Nâfile namazlara vakit
bırakmak için ikindiyi yaz ve kış te'hir müstehaptır. Çünkü ikindinin farzından
sonra nâfile kılmak mekruhtur. İmam Tahavî, te'hir edilip edilmeyeceğine dair
rivâyetleri sıraladıktan sonra şunları söylemiştir:
Biz bu eserlerin
sahih kabul edilenlerinde ikindinin te'hirine delâletten başka bir şey
görmedik. Vaktin evvelinde kılınacağını gösteren bir delil de bulamadık; bulsak
bile hemen başka bir delil ona karşı çıkıyor. Bu sebeple te'hiri müstehap
gördük. Delilden sarf-ı nazar etmiş olsa idik, bütün namazları vakitlerinin
evvelinde kılmak daha faziletli olurdu. Lâkin Rasûlüllah (s.a.v.) den rivâyet
olunan ve tevatür derecesini bulan haberlere tâbi olmak evlâdır. Gerçekten onun
eshabından buna delâlet eden haberler rivâyet olunmuştur...», Tamamı
«Hılye»dedir.
Esah kavle göre
güneşin değiştiği, sıcağın göze dokunmamasiyle bilinir. «Hidâye» ve diğer
kitaplarda bu kavil sahih kabul edilmiştir. «Zahînyye»de ise şöyle denilmiştir:
«Güneşe uzun zaman bakabilirse ziyâsı değişmiş demektir. Fetvâ buna göredir.
«Nisâb» ve diğer kitaplarda. «biz bununla amel ederiz», denilmiştir. Üç
imamımızın, Belh ulemasının ve diğerlerinin kavilleri de budur. «Fetevây-ı
Sofiye'de de böyle denilmiştir. Aynı eserde şu da vardır: Ama mesbuk
yetişemediği rekâtları kaza edemeyecek kadar geciktirmemek icab eder». Bazıları
değişme haddinin güneş kavuşmasına bir mızraktan az kalması olduğunu,
birtakımları da duvarlara vuran ziyânın değişmesi olduğunu söylemişlerdir.
Nitekim «Cevhere»de de böyle denilmiştir.
Musannıf burada
yatsının gecenin üçte birine te'hir edileceğini mutlak olarak söylemiştir.
«Hıdâye»den anlaşıldığına göre bu mesele cemaatı kaçıracağından korkmamakla
kayıtlıdır. Bulutlu gün meselesinde Musannıf'ın sözünden de anlaşılacaktır.
«Kenz», «Muhtar»,
«Hulâsa» ve diğer kitaplarda da Musannıf'ın yaptığı gibi «yatsıyı gecenin üçte
birine geciktirmek müstehabtır.» denilmiştir.
Kudurî ise, «Üçte
birinden önceye geciktirmek» ibâresini kullanmıştır. Bunlar iki rivâyettir.
Nitekim «Şurunbulâlîyye»de de «Burhan»dan naklen aynı şey söylenmiştir.
Binaenaleyh «Bahır»ın veya «Dürer»in sözleriyle ara bulmaya hâcet yoktur.
Yatsıyı gece
yarısından sonraya bırakmak Musannıfa göre kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur.
«Hılye»den nakledeceğimize göre ise kerahet-i tenzihiyye ile mekruhtur. Daha
makul olanı da budur. «Çünkü bu cemâatı azaltır.» ifâdesinden anlaşılıyor ki,
yatsıyı evinde kılan gece yarısından sonraya bırakabilir. Zira onun hakkında
cemaat yoktur. Düşün!
Remlî, yani
sonraya bırakırsa mekruh olmaz. Gece yansına bırakmak ise mubahtır. Çünkü
mendup olduğunu bildiren delil ile yasak ve kerahet delili çelişki halindedir.
Mendup delili gece muhabbetini kesmektir. Kerahet delili ise cemaatı
azaltmaktır. Bu deliller birbirine zıd olunca te'hir mubah kalır. Nitekim bunu
«Hidâye» ve diğer kitaplar da kaydetmişlerdir.
Ben derim ki:
Lâkin «Hilye»de «Hızâne»den naklen gece yarısına kadar te'hirin müstehap olduğu
bildirilmiştir. «Hılye» sahibi bu kavlin daha yerinde olduğunu söylemiş ve,
«Çünkü sahih hadîsler buna delâlet etmektedir.» diyerek onları sıralamıştır.
Aynı zamanda bu kavli eshab ve tâbiînden ve diğer ulemadan birçok zevatın
tercih ettiklerini Tirmizî'nin de aynı şeyi söylediğini bildirmiştir.
TENBİH: Yukarıda
işaret ettik ki, yatsıyı geciktirmenin müstehap olmasına illet yasak edilen
gece sohbetini kesmektir. Bundan murad, yatsıyı kıldıktan sonra oturup muhabbet
etmektir. «Burhan»da şöyle deniliyor: «Yatsıdan önce uyumak ve kıldıktan sonra
konuşmak mekruhtur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bunların ikisini de yasak
etmiştir. Meğer ki, hayırlı bir Iş hakkında söz edile. Rasulullah (s.a.v.),
«Namazdan sonra - yani yatsıdan sonra - gece sohbeti yalnız iki kişiden birine
câizdir. Ya namaz kılana yahud yolcuya, «bir rivâyette» yahud gerdeğe girene»
buyurmuştur. Tahâvî, «Yatsıdan önce uyumak, vaktini kaçırmaktan yahud cemaatı
kaçırmaktan korkana mekruhtur. Kendisini uyandıracak birini tâyin ederse
uyuması mubah olur.» diyor.
Zeyleî de şunları
söylemiştir: «Yatsıdan sonra konuşmak ancak faydasız lâf etmeye veya sabah
namazını yahud âdet edinen kimsenin gece namazını kaçırmasına sebep olacağı
için mekruhtur. Mühim bir hâcetten dolayı olursa mekruh değildir. Kur'an
okumak, zikirde bulunmak, sulehanın hikâyelerini anlatmak, fıkıh okumak ve
misafirle konuşmak da öyledir». Bundaki mânâ, o günün amel defterine ibâdetle
başladığı gibi ibâdetle bitirmektir. Tâ ki aradaki hatalar affolunsun. Onun
için sabah namazından önce konuşmak mekruhtur. Tamamı «İmdâd» nam eserdedir.
Zeyleî'nın sözünden anlaşılır ki, ihtiyaçtan dolayı olursa konuşmak mekruh
değildir. Velev ki sabah namazını kaçıracağından korksun. Zira uykuda tefrit
yoktur. Tefrit ancak namazı vaktinden çıkarmaktadır. Nite" kim Müslim'in
hadisinde beyan buyurulmuştur. Evet, sabah namazını kaçıracağını aklı keserse
konuşmak helâl olmaz. Zira tefrittir.
Akşam namazını
yıldızların çoğaldığı zamana bırakmak mekruhtur. Esah kavil budur. Bir
rivayette şafak kayıp olmadıkça mekruh değildir. «Bahır».
Şafaktan murad
kızıllıktır. Çünkü ihtilâflı vakit kızıl şafaktır. O zamanda kılmak şübheli
namaz olur. «Hılye»de bu hususta söz edildikten sonra şöyle anlaşılmıştır:
«Anlaşılan sünnet vecih, akşam namazını derhal kılmaktır. Ondan sonra yıldızlar
çoğalıncaya kadar mubahtır. Ama özürsüz mekruhtur».
Ben derim ki:
Mekruhtan murad kerahet-i tahrimiyyedir. Anlaşılıyor ki. «Hilye» sahibi mubah
kelimesinden memnu' olmayan mânâsını kasdetmiştir. Bu, kerahet-i tenzihiyyeye
aykırı değildir. Tamamı az sonra gelecektir. Yine Hılye'de, «Yıldızların
çoğalmasından murad, büyük küçük hepsinin görünmesi, görünmeyen yıldız
kalmamasıdır.» deniliyor.
Musannıf'ın
«kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur.» sözü ikindi, akşam ve yatsıya şâmildir.
«Bahır» sahibi dahi «Kınye»den naklen böyle demiştir. Lâkin «Hılye»de,
«Tahavî'nin sözü yatsıyı geciktirmekteki kerahetin tenzihî olduğuna işâret
ediyor en mâkulü de budur.» denilmektedir. «Meğer ki yolculuk ve yemekte
bulunmak gibi bir özrü olsun.» cümlesindeki özür de zâhire göre yukarıdaki üç
vakte şâmil ise de «İmdâd» sahibi. «Mi'rac»tan naklen ikindinin güneş
sararıncaya kadar gecikdirilmesinin hastalık ve yolculuk sebebiyle mubah
olmadığını söylemiştir. «Hılye»de de buna benzer sözler vardır. «İmdâd» ve
diğer kitaplarda istisna yalnız akşam namazı hakkında yapılmıştır İbâresi,
«Ancak yolculuk, hastalık, sofranın hazır olması ve bulutlu hava gibi bir özür
bulunursa o başka.» şeklindedir.
Ben derim ki: Hac
kafilesinde olan kimsenin yatsıyı geciktirmesinde dahi kerahet olmamak gerekir.
Sonra yolcu ile hastanın akşamla yatsıyı fiilen beraber kılmak için akşam
namazını geciktirmeye hakkı vardır. Nitekim «Hılye»de ve diğer kitaplarda beyan
edilmiştir. Yani akşam namazını vaktinin sonunda, yatsıyı vaktinin evvelinde
kılmak suretiyle cemi yapabilir. Rasulullah (s.a.v.)in seferde bu iki namazı
bir arada kıldığını bildiren rivayet bu mânâya hamledilmiştir. Nitekim ileride
gelecektir. Namaz vaktinde yemekte bulunmak bir özürdür. Zira nefsin arzu
ettiği bir yemek hazır iken namaz kılmak mekruhtur.
Bir de Buharî ile
Müslim'in rivayet ettikleri şu hadîs vardır: «Namaz vakti gelir; akşam yemeği
de hazır bulunursa işe yemekten başlayın!».
METİN
Uyanacağına
güvenen kimsenin vitir namazını gecenin sonuna te'hir etmesi müstehaptır. Aksi
takdirde uyumazdan önce kılar. Vitiri gecenin evvelinde kıldığı halde sonra
uyanır da nafileleri kılarsa efdal olanı kaçırmış olur. Kışın öğleyi vaktinin
evvelinde kılmak müstehaptır. İlkyaz kışa, güz de yaza ilhak edilir. Bulutlu
günde ikindi ile yatsıyı vaktin evvelinde kılmak müstehaptır. İlkyaz kışa, güz
de yaza ilhak edilir. Bulutlu günde ikindi ile yatsıyı vaktin evvelinde,
kılmak, akşam namazını ise mutlak surette vaktinin evvelinde kılmak
müstehaptır. Onu iki rekât kılacak kadar geciktirmek tenzihen mekruhtur. İkindi
ile yatsıdan başka namazları ise bulutlu günde te'hir etmek müstehap olur. Bu
hüküm kışı çok ve namaz vakitlerine riâyet az olan yerlere göredir. Bizim
memleketimizde ise birinci hüküm dikkate alınır. Gerek ta'cil gerekse te'hir
yönünden ezanın hükmü de namaz gibidir.
İZAH
Vitir namazını
te'hirin müstehap olduğuna delil Peygamber (s.a.v.)'in şu hadîsidir: «Her kîm
vitir namazını gecenin sonunda kılamayacağından korkarsa başında kılsın! Ama
her kim gecenin sonunda kalkacağını umarsa vitiri geceni sonunda kılsın! Çünkü
gecenin sonunda kılınan namaz şahidlidir. Bu daha faziletlidir». Hadîs-i şerifi
Müslim, Tirmizî ve başkaları rivâyet etmişlerdir. Tamamı «Hılye»dedir. Buharî
ile Müslim'in rivayet ettikleri bir hadîste, «Son namazınızı vitir yapın!» buyurulmuştur.
Bu emir üst tarafının delaletiyle nedip (yani mendup olduğunu bildirmek)
içindir. «Bahır».
Bir kimse
uyumazdan önce vitiri kılar da biraz uyuduktan sonra kalkarak nafile namazları
kılarsa bu yaptığında kerahet yoktur. Bilâkis menduptur. Vitiri kaza etmez.
Ancak sahihayn hadîsinin ifade ettiği efdâl şekli elden kaçırmıştır. «İmdâd».
Burada, «Uyanacağına güvenemeyen bir kimse hakkında vaktin evvelinde kılmak
efdaldir. Nitekim «Hâniye»de de böyle denilmiştir. Uyandıktan sonra nafile
namazlarını kılar. Efdal şekli de kaçırmış olmaz?» şeklinde bir itiraz varid
olamaz. Çünkü yukarıdaki hadîsdeki efdalden murad, vitirle bitirilen namaza
terettüp eden efdaliyettir. Bu, elden gitmiştir. O kimsenin elde ettiği
efdaliyet ise te'hir sebebiyle vaktini geçireceğinden korktuğu için vaktin
evvelinde kılması efdaliyetidir.
«İlkyaz kışa, yaz
da güze katılır.» cümlesini «Bahır» sahibi söylemiş ve inceleme yaparak, «Ben
bunu bir yerde görmedim.» demişse de «İmdâd» sahibi kendisine itiraz etmiş ve
«Mecmaa'r-Rivâyat»ta, «İlkyazla güzde de öyledir. Güneş zevâle erdiğinde hemen
kılınır.» denilmiştir. Binaenaleyh «Bahr»ın sözü menkule muhaliftir.» demiştir.
Bulutlu günde ikindinin vakit evvelinde kılınması kerâhet zamanına kalmaması
için yatsının acele edilmesi ise yağmur ve çamur ihtimaliyle cemaat azalmasın
diyedir. İmam Hasan'ın Ebu Hanîfe'den rivayetine göre bütün vakitlerde bir
parça te'hir menduptur. Etkânî bu kavli tercih etmiş; «Mecmâ» şerhiyle,
«Dürerü'l-Bihar» ve «Ziyâ»da bunun daha ihtiyat olduğu bildirmiştir. Çünkü
vakit çıktıktan sonra namazın kılınması câiz, fakat vakit girmeden kılınması
câiz değildir. Yani vaktin evvelinde kılarsa vakit girmeden kılmış olmak
ihtimali vardır. Buna şöyle cevap verilebilir:
Acele etmekten
murad, vaktin girdiğini anladıktan sonra biraz geciktirmektir. Onun için
«Hılye»de, «Müstehap olan, ikindi ile yatsıyı yağmurlu günde müstehap
vakitlerinden önce kılmaktır.» denilmiştir.
«Akşam namazını
iki rekât namaz kılacak kadar geciktirmek tenzihen mekruhtur.» cümlesi acele
kılmaktan murad ezanla ikametin arasını oturmadan yahud duraklama yapmadan
ayırmak olduğunu ifâde eder. Ve «Kınye»deki «Azıcık te'hir ederse bu
müstesnâdır» sözünün iki rekâttan az'a hamledildiğini, fazlasının yani
yıldızlar görününceye kadar geciktirmenin tenzihen mekruh, daha sonraya
te'hirin tahrimen mekruh olduğunu, bundan yalnız özürlünün müstesnâ
tutulacağını bildirir. Nitekim yukarıda geçmişti. «Münye» şerhinde şöyle
denilmiştir:
«Haberler akşam
namazını yıldızlar çıkıncaya kadar geciktirmenin mekruh olmasını iktiza ediyor.
Daha öncesi için bir şey denilmemiştir. Binaenaleyh acele kılmak müstehap
olsada bu (bir parça gecikme) mubahtır». «Hılye»den naklettiğimiz de bunun
gibidir. Gerçi «Nehir»de, «Hılye»nin söyledikleri esahın hilâfınadır. Esah
kavli «Mübtegâ» sahibi şöyle beyan etmiştir: Bir rivayette akşam namazını
geciktirmek mekruhtur. Başka bir rivayette şafak kayıp olmazdan önceye kadar
geciktirmek mekruh değildir. Esah kavil birincisidir. Meğer ki bir özürden
dolayı geciktirmiş olsun.» denilmişse de söz götürür. Çünkü anlaşıldığına göre
esah tabirinden murad, yıldızlar görününceye yahud şafak kayıp oluncaya kadar
geciktirmektir. Bu, daha önceki geciktirmenin tenzihen mekruh olmasına aykırı
değildir. O kimse müstehap olan aceleyi terk etmiştir.
Bulutlu günde ikindi
ile yatsıdan başka namazları te'hir etmek müstehabtır. Sabah namazı sair
günlerdeki kadar geciktirilir. Öğle ile akşam mekruh vakte varmayacağını bilmek
şartiyle biraz geciktirilir. Nitekim «İmdâd» nam kitapta da böyle denilmiştir.
«Nehir»de şöyle denilmiştir: «Sabah namazının geciktirilmesi cemaatı çoğaltmak
içindir. Diğerleri ise vakit girmeden kılmış olmak korkusuyla geciktirilirler».
Namaz vakitlerine riayet az» olmaktan murad, güneşin görünmemesi ve namaz
vakitlerini fülkî saatlerle tesbit etmek gibi şeylerdir. T.
Birinci hükümden
murad da, ikindiyi mutlak surette te'hir, yatsıyı gecenin üçte birine kadar
geciktirmek, kışın öğleyi vakti girince hemen kılmak vesairedir.
Ebu's-Suûd, «Bu
bahis Aynî'nindir.» demiş; «Nehir» sahibi de onu tasdik etmiştir. T.
T E T İ M M E:
Namazın sahih olması için vaktin girmesi ve girdiğine itimad etmek şarttır.
Nitekim «Nuru'l-İzah» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Bir kimse
ibâdet vaktinin girdiğinde şüphe ederek o ibâdeti yapar da sonra vakit içinde
yaptığı anlaşılırsa câiz olmaz. «El-Eşbah»ın Niyet Bahsinde de böyle
denilmektedir. Bu hususta âdil olmak şartiyle bir kişinin ezanı kâfidir. Aksi
takdirde araştırır ve kalbinin kanaatına göre hareket eder. Çünkü imamlarımız
diyanet hususunda âdil bir kimsenin sözü kabul edileceğini söylemişlerdir.
Kıblenin hangi
tarafta olduğunu, bir şeyin temizliğini, pisliğini, helâl veya haram olduğunu
haber vermek bu kabildendir. Hatta güvenilir bir kimse köle, câriye veya kâzif
cezasına çarpmış bile olsa da suyun pis, yahud yemeğin helâl veya haram
olduğunu haber verse. kabul edilir. Fâsık yahud hali bilinmeyen biri haber
verirse doğru söyleyip söylemediği hususunda kendi reyini hakem yapar ve onunla
amel eder. Zira kalbin kanaat getirmesi yüzde yüz bilmek gibidir. Zimmî'nin
haberi böyle değildir. O kabul edilmez. Esah kavle göre aklı eren çocukla bunak
da zımmî gibidir. Şüphesiz ki vaktin girdiğini haber vermek ibâdetlerdendir. Şu
halde tafsilât onda da geçerlidir. Allahu a'lem.
Sonra «El-Kavlü
Limen» adlı kitapta «Muînü'l-Hükkâm»dan naklen şöyle denildiğini gördüm:
«Müezzin âkil bâliğ, vakitleri bilir. Müslüman ve erkek ise vaktin girdiğini
haber vermesi kâfidir. Onun sözüne itimad olunur».
Kuhistanî'nin
Oruç Bahsinde ise, «İftara gelince: O bir kişinin sözü ile değil, iki kişinin
sözü ile câiz olur. Cevabın zâhiri şudur ki, bir kişi âdil olur ve onu tasdik
ederse sözünü kabul de bir beis yoktur ilah...» denilmiştir.
Ezanın hükmü
namaz gibidir. Çünkü ezan namaz için sünnettir. Binaenaleyh ona tâbidir.
METİN
Güneş doğarken
namaz kılmak velev kaza, vacip, nâfile veya cenaze namazı yahud tilavet ve
sehiv secdesi olsun mutlak surette kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur. Zaten
câiz olmayan her şey mekruhtur. Şükür secdesi mekruh değildir. «Kınye».
Bundan yalnız
avam takımı müstesnâdır. Onlar güneş doğarken namaz kılmaktan men edilmezler.
Çünkü (men edilirlerse) namazı bırakırlar. Bazı müctehidlere göre câiz olan edâ
terkten evlâdır. Nitekim «Kınye» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir.
Bunlar güneş istiva halinde (yani gökyüzünün tam ortasında) iken de mekruhtur.
Yalnız Ebu Yûsuf'un sahih kabul edilen ve mutemed olan kavline göre cuma günü
müstesnâdır. «Eşbâh»da da böyle denilmiştir. Halebî. Hâviden fetevânın buna
göre olduğunu nakletmiştir.
İZAH
Buradaki kerahet
tâbirine itiraz edilmiş ve, «Bu vakitlerde bazı namazlar sahih olmaz.
Binaenaleyh kerâhet tâbirini kullanmak münâsip değildir.» denilmiştir. Bu
itiraza «Münye» şerhinde «Fetih» sahibine uyularak iki cevap verilmiştir.
«Münye» şârihi
şöyle demiştir: «Burada kerahet, lügat mânâsiyle kullanılmıştır. O halde câiz
olmayan, yapılmaması istenilen şeylere şâmildir. Yahud örfü mânâsiyle
kullanılmıştır. Ve maksat kerâhet-i tahrimiyyedir. Çünkü bilindiği gibi sübutu
zannî olan ve gerektirdiği mânâdan değiştirilmeyen nehiy (yasak) kerahet-i
tahrimiyye ifâde eder. Nehyin sübûtu kat'î olursa haram mânâsı ifâde eder.
Derece itibariyle bu nehiy farzın mukabilidir. Kerahet-i tahrimiyye vacibin,
kerâhet-i tenzihiyye de mendubun mukabilidirler. Buradaki nehiy sübûtu zannî
olan kısımdandır. Binaenaleyh onunla kerahet-i tahrimiyye sabit olur. Bu nehy
vaktin noksanlığından ileri gelirse sebebi kâmil olan ibâdetin sahih olmasına
mânidir. Vaktin noksanlığından ileri gelmezse isâet (nankörlük) ile birlikte
sahih olmayı ifâde eder. Şârih her iki cevaba işârette bulunmuş; ikinci cevabı
birinciye tercih etmiştir.
Cenâze namazı,
cenaze o vakitte hazır olursa, tilâvet secdesi de secde âyeti o vakitte
okunursa mekruhtur. Aksi takdirde kerahet yoktur. Nitekim Şârih bunu
söyleyecektir.
Bir kimse sabah
namazında yanılır da güneş doğar yahud ikindiden sonra kaza namazı kılarken
selâm verir vermez güneş kızarırsa secde-i sehiv sâkıt olur. Çünkü secde-i
sehiv namazda meydana gelen eksikliği tamamlamak için meşru olmuştur. Ve kaza
mesabesindedir. Namaz kâmil olarak vacip olmuştur, nâkıs olarak ödenemez.
«Hılye».
Şükür secdesi
mekruh değildir. Bu cümle yerinde zikredilmemiştir. Münasip olan onu
Musannıf'ın biraz sonraki «Tilâvet secdesi» sözünden sonraya bırakmaktı. Zira
«Kınye»nin ibâresi şöyledir: «Nafile namaz kılmak mekruh olan vakitte kılınan
namazdan sonra şükür secdesi yapmak mekruhtur. Başka vakitlerde mekruh
değildir». «Nehir»de de şöyle deniliyor: «Geçen bir nimete şükür secdesi yapmak
ulemanın, çünkü namaz kâmil olarak vacip olmuştur, sözünden alınarak sahih
olmak gerekir. Bu secde ise vacip olmamıştır». «Kınye» ile «Nehir» sahibinin
sözlerinden şu netice hâsıl olur:
Şükür secdesi
kerahetle sahihdir. Yani bu secde nâfile namaz hükmündedir. «Nehir» sahibi
sonra şunları söylemiştir: «Namazdan sonra yaptığı secde ise bilittifak
mekruhtur. Çünkü avam takımı onun vacip veya sünnet olduğunu sanırlar. «Yani
böyle bir inanca sebep olan her şey mekruhtur», demek istiyor.
Güneş doğduktan
sonra göz kamaşmadan yüzüne bakılabildiği müddetçe aynıdır. Nitekim batması
hakkında do esah kavlin bu olduğunu söylemiştik. «Halebî» bunun «Bahır»da da
böyle kaydedildiğini söyler.
Ben derim ki:
Ulemanın İmam Muhammed'in «Asıl» namındaki kitabından nakl ettiklerini sahihi
kabul etmek gerekir. İmam Muhammed, «Güneş bir mızrak boyu yükselmedikçe doğma
hükmündedir.» demiştir. Zira metin sahipleri bayram namazı hakkında bu kavle
göre amel etmiş; bir mızrak boyu yükselmeyi bayram namazı vaktinin evveli
saymışlardır. Onun için burada «Feyz» ve «Nuru'l-izah» sahipleri bunu kat'î lisanla
söylemişlerdir. «Bundan yalnız avam takımı müstesnadır.» Cümlesindeki müstesnâ
munkatı'dır. Yani avam takımı bunu yapmaktan men edilmezler. Yoksa bize göre
hüküm yine namazın sahih olmamasıdır; demektir. Bittabi namazdan murad sabah
namazıdır. Bazı müctehidlerden maksat imam Şâfiî'dir. «Bazı müctehidlere göre
câiz olan edâ terkden evlâdır.» sözünü «Musaffâ» sahibi İmam Hamid ed-Dîne
nisbet etmiştir. O da şeyhi İmam Mahbûbî'den nakletmiştir. Şemsü'l-Eimme
Hulvânî'ye dahi nisbet etmiştir.
«Kınye» sahibi
ise Hulvânî ile Nesefîye nisbet etmektedir. Bu suretle «Kınye» sahibi
hakkındaki söylenti ortadan kalkmıştır. Söylenti şudur: «Kınye sahibi bu sözü
Mütezile'nin mezhebine istinaden söylemiştir. Mutezile taifesine göre avamdan
biri her mezhepten dilediğini alabilir». Bizce sahih olan kavil şudur ki, hak
birdir. Ruhsat aramak fâsıklıktır.
Musannıf'ın
istiva tâbirini kullanması «zevâl vakti» demekten daha güzeldir. Çünkü zevâl
vaktinde namaz kılmak bilittifak mekruh değildir. Bunu «Hılye»den naklen
«Bahır» sahibi söylemiştir. Yani zevâl ile öğlenin vakti girer. Nitekim evvelce
geçmişti. Bercendi'nin «Nikâye» şerhinde şöyle denilmiştir: «Fukahanın
ibârelerinde, mekruh vakit, günün yarısından güneşin zevâline kadardır» cümlesi
vardır. Şüphesiz güneşin zevâli günün yarısından sonra fasılasız olarak başlar.
Bu kadarcık bir
zamanda namazın edâsı mümkün değildir. İhtimâl maksat namazın bir cüz'ü bu
vakte rastlarsa câiz olmaz demektir. Yahud günden murad şer'an muteber olan
gündür ki, sabahın doğmasından güneşin batmasına kadar devam eder. Buna göre
günün yarısı zevalden hesaba katılır bir zaman önce olur. «İsmâil», «Nuh» ve
«Hamavî».
«Kınye» de şöyle
deniliyor: «Zevâl vaktindeki kerahet zamanı hakkında ihtilâf edilmiştir.
Birtakımları günün yarısından zeval vaktine kadar olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü Hazreti Ebu Said, «Peygamber (s.a.v.) günün yarısından güneşin zevaline
kadar namaz kılmayı yasak etti» demiştir.
Rükneddin
Sabbaği, «Bu ne güzel şey! Çünkü bu vakitte namazı yasak etmek için de
kılınması tasavvura dayanır» diyor. Kuhistânî de, kerâhet vaktinden murad örfî
günün yarılandığı zamandır sözü Mâverâ (Batı Türkistan) ulemâsına, şer'î günün
yarılanmasıdır. Bundan murad, kuşluk zamanından zevâle kadardır sözü de Harezm
ulemasına nisbet olunmuştur».
Cuma gününün
kerahet vaktinden müstesna olduğunu bildiren hadîsi, İmam Şâfiî Müsned'inde
rivayet etmiştir. Hadîs şudur: «Rasulullah (s.a.v.) günün yarısından güneş
zevâle erinceye kadar namaz kılmayı yasak etti. Yalnız cuma günü müstesnâ!».
Hafız ibn-i Hacer
bu hadîsin isnâdında inkıtâ (kesiklik) olduğunu söylemiş; fakat Beyhakî onun
birtakım zaif şahidleri bulunduğunu, bunlar katılınca hadîs kuvvetlendiğini
bildirmiştir. Hanefîlerden cuma gününün müstesnâ olduğunu söyleyen İmam Ebu
Yûsuf'tur. Şârih bu kavlin sahih ve mutemed kabul edildiğini söylemişse de
kendisine itiraz edilmiş ve, «Bütün metinler ve şerhler bunun hilâfınadır.»
denilmiştir. Halebî ibn-i Emîr Hâc, Hâvî Kutsi'den naklen Fetvânın buna göre
olduğunu söylemiştir. Nitekim bunu ben de gördüm.
Lâkin «Hidâye»
şârihleri İmam A'zam'ın kavlini daha makbul görmüşlerdir. Onlar mezkûr hadîse,
istiva zamanında namazı yasak eden hadîslerle cevap vermişlerdir. Zira o zaman
namaz kılmak haramdır. «Fetih» sahibi mutlakî mukîde hamletmek suretiyle cevap
vermiştir. Anlaşılan o, İmam Ebu Yûsuf'un kavlini tercih etmiştir. «Bahr»da
bildirildiğine göre «Hılye» sahibi Halebî de ona uymuştur. Lâkin «Münye» şerhi
ile «İmdâd»da buna itimad edilmemiştir. Şu da var ki usul-i fıkıh kitaplarından
bilindiği vecihle bu mesele mutlakın mukayyed üzerine hamledildiği yerlerden
değildir. Bir de Nehî (yasaklama) hadîsini Müslim ve başkaları rivayet
etmişlerdir. Sahih olması, imamların onunla amel'e ittifak etmesi ve
yasaklaması dolayısiyle o tercih olunur. Onun için ulemamız kerahet vaktinde
abdestin sünnetini, tahiyye-i mescid namazını, iki rekât tavaf namazını ve
benzerlerini menetmişlerdir. Zira bir şeyin haram olduğunu gösteren delil,
mubah olduğunu bildiren delile tercih edilir.
TENBİH: Bu
söylediklerimizden anlaşılır ki, bize göre kerâhet vakitlerinde namaz kılmak
memnudur. Şâfiî'lerin sahih olan «Ey Abdimenâf oğulları! Bu beytte gece ile
gündüzün hangi saatında dilerse namaz kılan ve tavaf eden bir kimseyi men
etmeyin!» hadîs-i şerifi ile istidlâl ederek, Mekke'nin hareminde mekruh vakitlerde
namaz kılmak mubahtır, dediklerini gerçi ben görmedim ama bu hadîs bize göre
kerâhet vakitlerinde olmamakla kayıtlıdır. Biliyorsun ki, ulemamız kerahet
vakitlerinde Kâbe'de iki rekât tavaf namazını bile câiz görmemişlerdir. Velev
ki bu vakitlerde nefis tarafı câiz görmüş olsunlar. İmam Malik buna muhaliftir.
Nitekim «Lübâb» şerhinde bu açıklanmıştır.
Sonra meselenin
bize göre hükmünü gördüm. «Ziyâ»da şöyle deniliyor: Ulemamız bu kerâhet
vakitlerinde Mekke'de ve başka yerlerde namaz kılmanın memnû' olduğunu
söylemişlerdir». «Bedâyi»de de şunu gördüm: «Nehyin Mekke'den başka yerler
hakkında olduğunu bildiren rivayet şâzdır. Meşhurun karşısında kabul edilemez.
Kezâ cuma gününü istisnâ eden rivayet de garibdir. Onunla meşhuru tahsis câiz
değildir».
METİN
Güneş batarken
dahi namaz ve emsâli mekruhtur. Yalnız o günün ikindisi müstesnadır. Onu kılmak
mekruh değildir. Çünkü vacip olduğu şekilde edâ edilmiş olur. Sabah namazı öyle
değildir. Hadîsler birbirleriyle çelişmiş ve sukût etmişlerdir. Nitekim bunu
Sadrı'ş-Şeria izah etmiştir. Kerâhet vaktinde başlanan namaz kerâhet-i
tahrimiyye ile mün'akit olur.
İZAH
«Güneş batarken»
ifâdesiyle Musannıf güneşin kızarmasını kasdetmiştir. Nitekim «Hâniye» nam
kitapta bu açıklanmış ve, «güneş kızarıp batıncaya kadar.» denilmiştir. «Bahır»
ve «Kuhistânî».
«Yalnız o günün
ikindisi müstesnâ» diye kayıtlaması güneşin ziyâsı değiştiği zaman dünkü
ikindiyi kılmak câiz olmadığındandır. Zira dünkü ikindi zimmette kâmil olarak
sübût bulmuştur. Onun hakkında sebep yukarıda geçtiği vecihle bütün vakittir. O
günün ikindisini güneş kavuşurken kılmak mekruh değildir. Çünkü bir şeyin
yapılması emir edildiği halde mekruh olması doğru değildir. Ama bazıları bu
edânın da mekruh olduğunu söylemişlerdir. «Kâfi», «Nesefî».
Hâsılı ulema
kerâhetin yalnız geciktirmede mi yoksa hem geciktirmede hem de edâ'da mı olduğu
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları yalnız geciktirmede olduğunu
söylemişlerdir. «Muhit» ve «İzah» sahipleri bu kavli ulemamıza nisbet
etmişlerdir. Birtakımları hem geciktirmede hem de eda da olduğuna kâildirler.
«Tahavî Şerhi», «Tuhfe», «Bedayî» ve «Hâvî» sahipleri ve başkaları bu yoldan
yürüyerek hilâf zikretmeksizin mezhebin bu olduğunu söylemişlerdir. En akla
yatanı da budur. Çünkü Müslim ve başkaları Enes radıyellahuanhdan şu hadîsi
rivayet etmişlerdir:
«Ben Rasulullah
(s.a.v.)'i, münâfıkın namazı şudur ki, oturur güneşi gözetir. Güneş, şeytanın
iki boynuzu arasına girdi mi kalkar dört defa yeri gagalar. Bu dört rekâtta
ALLAH'ı pek az anar buyururken işittim».
Bunu «Hılye»
sahibi bildirmiş; «Bahır» sahibi de ona tâbi olmuştur.
Görülüyor ki,
Şârih'in söyledikleri birinci kavle göre geçerlidir. İkinciye göre geçerli
değildir. Anla! «Kınye» sahibi, «Namazı kılan kıraatın sünnetini de yerine
getirir. Çünkü kerâhet vaktinde değil, geciktirmededir.» diyor. «Çünkü vacib
olduğu şekilde edâ edilmiş olur.» cümlesinin izahı şudur: Namazın sebebi ondan
önceki vakit cüz'üdür. Burada o cüz'ü nâkıstır (eksiktir). Şu halde namaz nâkıs
vacip olmuştur; nâkıs olarak da edâ edilir. Dünkü ikindi ise kâmil olarak vacip
olmuştur. Vaktin hiç bir cüz'üne yetişmediği için onun hakkında bütün vakit
sebep olmuştur. Lâkin ehl-i tahkik ulemanın kabul ettikleri kavil, haddi
zatında o cüz'ü de noksanlık olmamasıdır. Noksanlık o cüz'ü edâ edilen namazdadır.
Çünkü güneşe
tapanların yaptıklarına benzer. Ama edâ o cüz'ü de vacip olduğu için bu
noksanlığı da yüklenir. Namazı o nâkıs cüz'ü de edâ etmeyince, vakitte esasen
noksanlık olmadığından namazın kâmil olarak kazası vacip olur. Onun için sahih
kavle göre nâkıs vakitte bülûğa eren veya Müslüman olan bir kimse namazını o
vakitte kılmazsa kâmil vakitte kaza etmesi vacip olur. Nitekim evvelce de
geçmişti.
Hâsılı «Fetih»te
de beyan olunduğu vecihle vaktin nâkıs olmasının mânâsı, o vakte yetişen namaz
rükünlerinin nâkıs olmasıdır. Bunlar küffara benzemeyi istilzam ederler. Şu
halde vakitte noksanlık yoktur. O da sâir vakitler gibidir. Noksanlık ancak
namaz rükünlerindedir. Binaenaleyh kâmil olarak vacip olan bir namaz böyle bir
vakitte edâ edilemez. Bu söylediklerimiz dahi «kerâhet hem geciktirmede hem
edâdadır.» diyenlerin kavlini te'yid eder. Şârih'in söyledikleri bunun hilâfına
bir yoldur.
Sabah namazı
böyle değildir. Çünkü güneş doğarken o günün sabah namazı kılınamaz. Sabah
namazının bütün vakti kâmildir. O kâmil olarak vacip olur. Ve fesat vakti olan
güneş doğmasiyle bozulur. «Bahır»da şöyle deniliyor:
«Hadîs
ulemasından bir cemaat Ebu Hüreyre'den şu hadîsi rivayet etmişlerdir:
Rasulüllah (s.a.v.), «Bir kimse güneş batmazdan önce ikindinin bir rekâtına
yetişirse ikindiye yetişmiş demektir. Ve her kim güneş doğmazdan önce sabah
namazının bir rekâtına yetişirse sabah namazına yetişmiş demektir», buyurdular.
Siz bu hadîse ne dersiniz? şeklinde bir sual vârid olursa şöyle cevap verilir:
Bu hadîsle üç kerâhet vaktinde namaz kılmayı yasaklayan hadîs taaruz edince biz
kıyasa müracaat ettik. Nitekim taaruz halinde hüküm budur. Neticede bu hadîsin
hükmünü ikindi namazı hakkında, yasak hükmünü de sabah namazı hakkında tercih
ettik. «Nihâye» şerhinde de böyle denilmiştir».
Şu da var ki İmam
Tahavî, «Bu hadîs. yasak eden naslarla nesh edilmiştir.» demiş; ikindinin de
sabah namazı gibi bâtıl olduğunu iddia etmiş ve, «Aksi takdirde hadîsin bir
kısmiyle amel edip bir kısmına sırf sabah namazında nâkıs kâmilin üzerine gelmiştir.
O günün ikindisi öyle değildir, sözüyle terk etmiş olmamız lâzım gelir. Halbuki
noksanlık ikindiye başında. sabah namazına sonunda ârız olmuştur. Binaenaleyh
her iki vakitte namaz bâtıl olur.» demiştir. «Burhan» sahibi buna şöyle cevap
vermiştir: «Bu vakit ikindinin farz olmasına sebeptir. Hatta o vakitte Müslüman
olan veya bülûğa eren kimseye namaz farz olur. Namazın vücûbuna sebep olsun da
o vakitte edâ sahih olmasın mümkün değildir». Tamamı «Nuh» hâşiyesindedir.
«Kerâhet vaktinde
başlanan namaz kerâhet-i tahrimiyye ile mün'akit, yani kılınmış olur».
Mekruhtur sözü hakikaten mekruh ile memnû fiillere şâmil olduğu için Musannıf
mücmel bıraktığı yeri izah maksadiyle bu cümleyi getirmiştir. T.
Malumun olsun ki,
namaz ismi verilen ibâdet velev ki mecazen namaz denilsin; ya farz ya vacip
yahud nâfile olur.
Farz ya amelî ya
kat'îdir. Amelî farz vitir namazıdır. Kat'î olan farz ya farz-ı kifâye ya
farz-ı ayındır: Farz-ı kifâye cenâze namazı, farz-ı ayın ise beş vaktin
farzları ile cuma namazı ve namaz secdeleridir.
Vacip; ya vacip
liaynihî yahud vacip ligayrihîdir. Vacip liaynihî (yani zatî için vacip olan
ibâdet) vücûbî kavlin fiiline bağlı olmayan vaciptir. Vacip ligayrihî (başkası
için vacip) vücubu kavlin fiiline bağlı olandır. Vacip liaynihî vitir
namazıdır. Buna vacip denildiği gibi farz-ı amelî de denilir. Bayram namazları
ile tilâvet secdesi de böyledir. Vacip ligayrihî sehiv secdesi, iki rekât tavaf
namazı bozulan nâfileyi kaza ve nazir edilen şeylerdir.
Nâfile, sünnet-i
müekkede ve sünnet-i gayrimüekkede olmak üzere iki kısımdır.
Mekruh vakitler
de iki kısımdır. Birincisi: güneş doğarken. istivâ halinde iken ve batarkendir.
İkincisi: Sabah namazından güneş doğuncaya ve ikindi namazından güneş batıncaya
kadardır. Birinci nevi mekruh vakitlerde söylediğimiz namazlardan hiçbiri
mün'akit olmaz. Mekruh vakit namazda iken gelirse namaz bâtıl olur. Bundan
yalnız o vakitte hazır olan cenazenin namazı, o vakitte okunan secde âyetinin
secdesi, o günün ikindi namazı, o vakitte yapılacağı şart koşulmuş nâfile ve
nezirle o vakitte başlanıp bozulan namazın kazâsı müstesnâdır. Bu altı şeyden
birincisi kerâhet vakitlerinde hiç bir kerâhetsiz câiz, ikincisi kerâhet-i
tenzihiyye ile üçüncüsü kerahet-i tahrimiyye ile câizdir. Geri kalanları da
öyledir. Yalnız namazı bozup kerâhetsiz vakitte kazası vacip olur.
İkinci nevi
kerâhet vaktinde bütün namazlar kerâhetsiz olarak câizdir. Ancak nafile ile
vacip ligayrihî olan namaz kerâhetle mün'akit olur. Ve bozarak kerâhetsiz
vakitte kazası tâzım gelir. Bu cümleler az değiştirme ile «Halebî»den
alınmıştır.
METİN
Farz ve farza
mülhak olan liaynihî vacip vitir gibi namazlarla kâmil vakitte okunan secde
âyetinin secdesi ve önceden hazırlanmış cenazenin namazı kerâhet vaktinde
mün'akit olmaz. Çünkü kâmil şekilde farz olmuştur. Nâkıs olarak edâ edilemez.
Secde ile cenaze namazı kerâhet vaktinde farz olursa bunları edâ tahrimen
mekruh olmaz.
«Tuhfe»de, «Efdal
olan cenazeyi geciktirmemektir.» denilmiştir. Kerâhet vaktinde başlanan nafile
namazı ve kerâhet^vaktinde ifâsı şart kılınan nezri kerâhet vaktinde edâ etmek,
kezâ kerâhet vaktinde başlanıp da bozulan namazı-nâkıs vacip olduğu
için-kerâhet zamanında kılmak kerâhetle sahihdir. Sonra zahir rivayete göre bu
namazı bozarak kâmil vakitte kaza etmek vaciptir. Nitekim «Bahır»da da böyle
denilmiştir. Yine «Bahır»da Buğye'den naklen, «Kerâhet vaktinde Peygamber
(s.a.v.)'e salâvat getirmek Kur'an okumaktan efdaldir.» denilmiştir. Bu
herhalde kıraat, namazın rükünlerinden olduğu içindir. Binaenaleyh evlâ olan,
namazın rüknünü terk etmektir.
İZAH
«Mun'akit olmaz»
sözü ile Musannıf «Hâniye»nin ibâresine işaret etmiştir. «Hâniye»nin Abdesti
Bozan Şeyler Bahsinde şöyle denilmiştir: «Güneş doğarken veya batarken o günün
ikindisinden başka farz bir namaza başlarsa namaza girmiş olmaz. Kahkaha ile
gülmekle abdesti de bozulmaz. Nâfile namaza başlaması böyle değildir». Liaynihî
kaydı doğru değildir. Çünkü ligayrihî vacip olan namazın bu vakitlerde mün'akit
olacağını iktiza eder. Halbuki böyle değildir. Zira böyle olmadığı «Bahır»,
«Kuhistânî» ve «Nehir»de açıklanmıştır. Nuru'l-İzah»ın ifâdesi buna muhâliftir.
Bunu Halebî söylemiştir.
Cenâze namazı
hakkında, «Bu namaz kerâhetle beraber sahih olur. Nitekim Üsbücâî'den naklen
«Bahır»da da böyle denilmiştir. «Nehir» sahibi dahi bunu tasdik etmiştir.»
denilebilir.
Ben derim ki:
Lâkin muvâfık olanı Musannıf'ın söylediğidir. Nitekim aşağıdaki ta'lilden
anlaşılacaktır. «Kenz», «Mültekâ» ve «Zeyleî»nin ibâreleri bunu gösterdiği gibi
«Vafî», «Şerhu'l-Mucî», «Nikâye» ve diğer kitaplarda açıkça bildirmiştir.
«Bunları edâ tahrimen mekruh olmaz.» sözü kerâhet-i tenzihiyye ile mekruh
olduğunu bildirir.
Tuhfe'nin ifadesi
bu sözü mefhum muhâlifini düzeltmek kabilindendir. Zira cenâzede efdal olan
geciktirmemek olunca asla kerâhet yoktur. Tuhfe'nin bu sözünü «Bahır», «Nehir»,
«Fetih» ve «Mi'rac» sahipleri tasdik etmişlerdir. Delilleri. «Üç şey
geciktirilmez. Onlardan biri de hazır olan cenazedir.» hadîsidir. «Münye»
şerhinde şöyle deniliyor: «Cenaze namazı ile tilâvet secdesi arasında fark
meydandadır. Zira cenazede acele mutlak surette matlubtur. Meğer ki bir mâni
buluna. Cenazenin mubah vakitte hazır olması mekruh vakitte namazını kılmaya
mânidir. Ama mekruh vakitte hazır olması böyle değildir. Tilâvet secdesi de
bunun hilâfınadır. Çünkü tilâvet secdesinde mutlak surette acele müstehap
değildir». Yani yalnız mubah vakitte müstehabtır. Binaenaleyh tilâvet secdesine
kerâhet-i tenzihiyye sabit olur; cenaze namazında sabit olmaz.
Halebî'nin
beyânına göre «Kerâhet vaktinde başlanan nafile namazı» cümlesi sırf tekrardan
ibarettir. Çünkü Musannıf az yukarıda «Kerâhet vaktinde başlanan namaz
kerâhet-i tahrimiyye ile mün'akit olur.» demişti. Buna şöyle cevap verilebilir:
Burada maksad nâfilenin kerâhet vaktinde edâsının kerâhetle sahih olduğunu ve
bununla borçdan kurtulduğunu anlatmaktır. Yukarıda ise aslen mün'akit ve namaz
başlamanın sahih olduğunu, hatta o namazda kahkaha ile gülse abdesti
bozulacağını bildirmiştir. Farz böyle değildir. Nitekim Hâniye'den naklen
yukarıda arz ettik.
Kerâhet
vakitlerinden birinde izah etmeyi adayan bir kimse nezrini o vakitte edâ ederse
kerâhetle sahih olur. Fakat mutlak olarak nezir yaparsa kerâhet vaktinde edâsı
sahih değildir. Üç kerâhet vaktinden birinde dua ve tesbihde bulunmak da
salâvat getirmek gibidir. Bagiye'den naklen «Bahır»da da böyle denilmiştir.
METİN
Tahiyyetü'l
mescid bile olsa kasten nâfile namaz kılmak ligayrihi vacip olan adak ve iki
rekât tavaf namazı gibi şeylerin hepsi ve sehiv secdeleri dahi mekruhtur.
Vacip ligayrihi
(Başkası sebebiyle vacip olan demektir ki) vücubu kulun fiiline bağlı olan
ibâdettir (diye tarif edilir). Müstehap veya mekruh vakitte başlayıp da sonra
bozduğu nafile bir namazı - velev ki sabah namazının sünneti olsun - sabah
namazının ve ikindinin farzından sonra kılmak Arafat'ta toptan kılındığı halde
bile mekruhtur.
İZAH
Musannıf burada
kerâhet vakitlerinin ikinci nevine ve bu nevide mekruh olan ibâdetleri beyâna
başlamaktadır. Buradaki kerâhetten murad da kerâhet-i tahrimiyyedir. Nitekim
«Hılye»de açıklanmıştır. Onun için «Hâniye» ve «Hulâsa»da «câiz değildir.»
ifâdesi kullanılmıştır. Tabiî maksat bunların sahih olmaması değil, helâl
olmamasıdır. «Kasten» tâbiri ihtirazî bir kayıttır. Şârih bu kayıtla şundan
ihtiraz etmiştir: Bir kimse gecenin sonunda nâfile namaz kılar da bir rekât
kıldıktan sonra fecir doğarsa efdal olan o namazı tamamlamasıdır. Çünkü ikinci
rekâtın fecir doğduktan sonra kılması kasdi değildir. Ama bu iki rekat esah
kavle göre sabah namazının sünneti yerine geçmez. «Tahiyyetü'l-mescid bile
olsa» sözüyle de sebepli ve sebepsiz namazlar arasında fark olmadığına işâret
etmiştir. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir. Beş vaktin müekked sünnetleri
ile tahiyyetü'l-mescid gibi sebepli namazlarda İmam Şâfiî buna muhaliftir. T.
Tahtâvî diyor ki:
«Vacip ligayrihiyi tarif ederken kulun fiiline nasıl bağlı olduğunu göstermek
daha iyi olurdu. Meselâ, adak adamaya, iki rekât tavaf namazı tavafa, sehiv
secdeleri kuldan gelen vacibi terk işine bağlıdır». Fakat Tahtâvîye tilâvet
secdesiyle itiraz olunur. Çünkü bu secdenin vâcip olması âyetin okunmasına
bağlıdır. Bu itiraza «Fetih» sahibi şöyle cevap vermiştir: «Tahkika göre
tilâvet secdesinin vacip olması, işitmeye bağlıdır. Dinlemeye ve okumaya bağlı
değildir. İşitmek ise mükellefin fiîli değil, o kimsede yaradılışından mevcud
bir vasıftır. Adamak, tavaf ve namaza başlamak böyle değildir. Zira bunlar
kulun fiilidir». «Münye» şerhinde şöyle denilmiştir: «Lâkin sahih kavle göre
okuyan hakkında secdenin vacip olmasına sebep işitmek değil, okumaktır. Aksi
takdirde sağır kimseye okumakla secde vacip olmaması gerekirdi». «Bahır» da da
buna benzer sözler vardır. Şöyle de cevap verilebilir:
Sücûd kulun fiili
i!e olsa da bunun aslı nâfile ibâdet değildir. Çünkü secde ile nâfile ibâdet
yapmak meşru olmamıştır. Binaenaleyh secde, kulun iltizamı ile değil, Allah
Taâlâ'nın vâcip kılmasiyle vâcip olmuştur. Meselenin tamamı «Münye»
şerhindedir.
Zâhire göre iki
rekât tavaf namazı bu mekruh vakitte de olsa mekruhtur mânâsı anlaşılıyorsa da
ben bunu açık olarak bir yerde görmedim. Ama Tâhâvî'nin «Âsâr» şerhinde Muâz b.
Afrâ'dan rivayet ettiği şu hadîs buna delâlet etmektedir: «Muâz ikîndiden yahud
sabah namazından sonra tavaf etti; fakat namaz kılmadı. Kendisine bunun sebebi
sorulunca: Rasulullah (s.a.v.) sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar ve
ikindiden sonra güneş batıncaya kadar namaz kılmayı yasak etti; dedi». Sonra
«Hılye»de ve «Lübab» şerhinde açıkça beyan edildiğini gördüm.
Sehiv
secdelerinin mekruh olması meselesinde Şârih «Müctebâ» sahibine tâbi olmuştur.
Ben bunun mânâsını anlayamadım. Acaba mutlak surette mekruh mudur; yoksa
kerâhet bazı namazlara mı mahsustur? Çünkü sabah namazını veya ikindiyi kılıp
da yanılan bir kimsenin secde-i sehiv yapmasının, keza bu iki namazdan sonra
kaza nam.azı kılarak yanılanın secde-i sehiv yapmasının mekruh olmasına bir
sebep yoktur. öyle ya, bu namazı kılmak helâl olur da aynı namazda vacip olan
secde-i sehiv nasıl helâl olmaz! ihtimal Şârih, ikinci nevi kerâhet vakitlerini
birincileriyle karıştırmıştır. Çünkü secde-i sehvi birinci nevide zikretmek
doğrudur. Bu yukarıda geçti. Fakat burada zikredilmesi doğru değildir, meğer ki
bazı namazlara mahsus olduğu söylene. Bu nevide mekruh olan onlardır. Meselâ,
nâfile namazla vacip ligayrihi böyledir. Bu namazları kılmak mekruh olduğu
gibi, onlarda yapılan secde-i sehivler de mekruhtur. Sonra Rahmetî'nin buna
yanlıştır diye cezm ettiğini gördüm. Teemmül et ve araştır!
Sabah namazının
farzından sonra güneşin doğmasına az kalıncaya kadar ve ikindinin farzından
sonra güneşin rengi değişmesine az bir zaman kalıncaya kadar nâfile namaz
kılmak mekruhtur. «Zeyleî» şöyle diyor: «İkindiden sonra demekten murad güneşin
rengi değişmezden önceki zamandır. Değiştikten sonra ise kaza namazı dahi
kılınmaz. Velev ki ikindinin farzını kılmazdan önce olsun».
METİN
Bu vakitlerde
vitir bile olsa kaza namazı kılmak, tilâvet secdesi yapmak ve cenaze namazı
kılmak mekruh değildir. Farz veya vacip liaynihi değil de nâfile veya vacip
ligayrihinin kerâhet yönünden hükmü, fecir doğduktan sonra sabah namazının
sünnetinden başka namazla, akşam namazından önce kılınan namaz hakkında da
böyledir. Zira sabahleyin vakit takdiren namazla doludur. Hatta bir kimse
nafile namaza diye niyetlense hiç tayin etmeksizin sabah namazının sünneti
olur.
Akşam namazını
ise pek az zaman müstesna olmak üzere geciktirmek mekruhtur. İmam herhangi bir
hutbe okumak için ve odasından çıkarken yahud odası yoksa minbere çıkmak için
ayağa kalkarken (hutbe okurken ve namaz kılarken) namazı tamam oluncaya kadar
nâfile namaz kılmanın hükmü de budur. Hutbenin on yerde okunacağı az sonra
gelecektir.
İZAH
Şârih'in kaza
namazlarına vitiri de katması imam A'zam'a göre vacip olduğu içindir. Onun
bulunmamasiyle cevaz da ortadan kalkar ki amelî farzın mânâsı budur. İmameyn'in
kavline göre vitir namazı diğer sünnetlere uymayan bir sünnettir. Onun için
oturarak kılınmaz.
«Kınye» sahibi,
«Vitir namazı fecirden sonra bilittifak kaza olur. Diğer sünnetler böyle
değildir.» demiştir.
Tilâvet secdesi
Allah'ın vacip kılmasiyle vacip olduğundan nâfile mânâsında değildir. «Zira
sabahleyin vakit takdiren namazla doludur.» cümlesiyle bir itiraza cevap
verilmiştir. İtiraz şudur:
Rasûlüllah
(s.a.v.); «İkindiden sonra güneş kovuşuncaya kadar; sabah namazından sonra
güneş doğuncaya kadar namaz kılınmaz.» buyurmuştur. Bu hadîsi Buhari ile Müslim
rivayet etmişlerdir. Hadîs-i şerif nâfileye ve diğer namazlara şâmil midir?
Cevap: Buradaki yasaklama vakitte noksanlık bulunduğu için değil. vakit farzla
dolu imiş gibi olsun diyedir, Binaenaleyh nâfile ile evvelce nâfile iken ârızî
bir sebeple vücûbu sâbit olan nâfileye mülhak ibâdetler câiz değildir.
Farzlarla farz mânâsında olanlar câizdir. Üç kerâhet vaktindeki yasaklama böyle
değildir. O, vakitte bulunan bir mânâdan dolayıdır. Bu mânâ onun şeytana mensup
olmasıdır. O hem farzlara hem nâfilelere te'sir eder. Meselenin tamamı «Hidâye»
şerhlerindedir.
Maksat vaktin
takdiren farzla dolu imiş gibi sayılması olunca sabah namazının sünneti de
farzına tâbi olduğundan tayin edilmeden kılınan nâfile sabah namazının sünneti
olur. Tâ ki o kimse yasak edilen bir namaz kılmış olmasın. Teemmül eyle!
Çünkü sahih ve
mutemed kavle göre beş vaktin revatip adı verilen sünnetlerinde tayin şart
değildir. Onlara nâfile diye niyetlenmek câiz olduğu gibi, mutlak olarak namaza
diye niyetlenmek de sahih olur. Bir kimse gece zanniyle iki rekât teheccüt
namazı kılar da fecirden sonra kıldığı anlaşılırsa sahih kavle göre bu iki
rekât sabah namazının sünneti yerine geçer. Başka sünnet kılmaz; çünkü
mekruhtur. «Eşbah».
Ulemanın
ekserisine göre akşam namazından önce nâfile namaz kılmak mekruhtur. Bizim
ulemamızla İmam Mâlik ve bir kavlinde İmam Şâfiî bunlardandır. Çünkü sahihaynda
ve diğer hadîs kitaplarında Peygamber (s.a.v.)'in eshabiyle birlikte akşam
namazını güneş batar batmaz kılmaya devam buyurduğu sabit olmuştur.
İbn-i Ömer (r.a.)
da, «Ben Rasûlüllah (s.a.v.) devrinde bu iki rekâtı kılan kimse görmedim.»
demiştir. Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiş, fakat onun hakkında bir şey
söylememiştir. Münzirî'de «Muhtasar»ında rivâyet etmiştir. İsnâdı güzeldir.
İmam Muhammed, Ebu Hanîfe'den o da Hammâd'dan naklen rivâyet etmiştir ki,
Hammad, İbrahim Nehâî'ye akşam namazının farzından önce nâfile namaz kılınıp
kılınmayacağını sormuş; İbrahim Nehai kendisini bundan men etmiş ve,
«Rasûlüllah (s.a.v.), Ebu Bekir ve Ömer bunu kılmazlardı.» demiştir.
Kaadı Ebu Bekir
b. Arabî, «Bu namaz hakkında eshab ihtilâf etmişler; onlardan sonra bunu kimse
kılmamıştır.» demiştir. Bu söz sahabenin kıldıklarını ve Peygamber (s.a.v.)'in
emir buyurduğunu bildiren rivâyete aykırıdır. Zira ulema merfu bir hadîsle amel
etmekten vazgeçerse o hadîsle amel câiz olmaz. Çünkü bu, onun zaif olduğuna
delildir. Mesele eshab arasında şöhret bulsa İbni Ömer Hazretleri'ne de gizli
kalmazdı. Yahud bu emir akşam namazının acele kılınması emrinden önce idi
mânâsına hamledilir. Meselenin tamamı «Münye» şerhleri ile diğer kitaplardadır.
«Akşam namazını ise pek az zaman müstesna olmak üzere geciktirmek mekruhtur.»
cümlesi bu az zamanın iki rekât namaz sığmayacak bir oturuş kadar olacağını
ifâde etmektedir. Bundan fazlasının yıldızlar görününceye kadara vardırmamak
şartiyle tenzihen mekruh olduğunu söylemiştik. «Fetih»te beyân olunduğuna göre
akşam namazından önce iki rekât nâfileye cevaz verilse az zamanı geçmemek
şartiyle kılınması mubah olur. «Hılye» ve «Bahır» sahipleri de bu sözü tasdik etmişlerdir.
«Fetih» sahibi Vitir ve Nâfileler Bâbında bu meseleyi uzun uzadıya tahkik
etmiştir.
T E N B İ H: Bu
vakitte kaza namazı, cenâze namazı ve tilâvet secdesi kerâhetsiz câizdir.
Evvelâ akşam namazından başlanır; sonra cenâze namazı, daha sonra akşamın
sünneti kılınır. İhtimal bu efdal olan şekli beyan içindir. «Hılye»de, «Fetva,
cenâze namazının cumanın sünnetinden sonraya bırakılacağına dairdir.»
deniliyor. Şu halde cenaze namazı akşamın sünnetinden sonraya bırakılacak
demektir. Çünkü akşamın sünneti cumanın sünnetinden daha kuvvetlidir. «Bahır».
«Elhâv'il-Kudsî» nam kitapta açıklandığına göre bu vakitte nezir namazı,
bozulan namazın kozası ve tertip sahibi olmayan kimsenin kaza namazı kılması
mekruhtur. Bu kayıt güzeldir. Geriye iki rekât tavaf namazı kalır ki, o da
mekruhtur. Nitekim «Hılye»de açıklanmıştır. Musannıf'ın sözünden de
anlaşılmaktadır. Zira «Akşam namazından önce ilh...» cümlesini sabah namazı
üzerine atfetmiştir. Binaenaleyh sabah namazında mekruh olan şeylerin hepsi
akşam namazında da mekruhtur. Evet, «Lübâb» şerhinde açıklandığına göre bir
kimse ikindi namazından sonra tavaf ederse, iki rekât tavaf namazını akşamın
sünnetinden evvel kılar. Nitekim cenaze namazını da akşamın sünnetinden evvel
kılardı.
İmam, minbere
çıkarken nâfile kılmak Buhârî ile Müslim'in ve diğer hadîs imamlarının rivayet
ettikleri şu hadîsten dolayı mekruhtur: «İmam hutbe okurken arkadaşına sus
dersen bâtıl konuşmuş olursun!». Rasûlüllah (s.a.v.) farz olduğu halde iyiliği
emir etmeyi bile yasak etti ise nâfileye ne kalır!
İbni Battal'ın
dediği gibi Cumhur'un kavli budur.
Bizim
imamlarımızla İmam Malik de bunlar meyanındadır. İbni Ebî Şeybe bu kavli Ömer,
Osman, Ali ve İbni Abbas hazeratı ile tâbiînden rivayet etmiştir. Gerçi cevaz
bildiren rivayet de varsa da haram kılınmazdan öncesine hamledilmiştir.
Binaenaleyh memnu deliline muaraza edemez. Bu babtaki delillerin tamamı «Münye»
şerhleriyle diğer kitaplardadır. Kitabımızda bu cümlede yukarıya âtıf edildiği
için orada mekruh olanlar burada da mekruhtur. Nitekim az evvel arz etmiştik.
Şârih, hutbe
hakkında «herhangi bir» tâbirini kullanarak sözü umumileştirmiştir. Şu halde
hutbeden önce ve sonraya şâmildir. Bu hususta hatibin hutbeyi bitirmiş veya
bitirmemiş olmasının bir farkı yoktur. «Bahır»
Hutbenin on yerde
okunacağı Bayramlar Bahsinde gelecektir. Bunlar cuma hutbesiyle, iki bayram
hutbesi, üç hac hutbesi, hatim, nikâh, yağmur duası ve güneş tutulması
hutbeleridir. Maksat, meşrû olan hutbeleri bir arada saymaktır. Aksi halde
güneş tutulması hutbesi Şâfiî'nin mezhebidir. Zâhire bakılırsa İmam A'zam'a
göre bu hutbe esnasında nâfile kılmak mekruh değildir. Çünkü ona göre güneş
tutulduğunda hutbe okumak meşru değildir. «Hılye»de. bu açıklanmıştır. Kezâ
yağmur duası hutbesi İmameyn'e göre meşrudur. Onun hakkında da aynı şey
söylenebilir. Mamafih Kuhıstânî'nin rivayetiyle cevap da verilebilir. Kuhistânî
güneş tutulma hutbesinin meşru olduğuna dair İmam A'zam'dan bir rivayet
nakletmiştir. İhtimal «Hâniye» sahibi gibiler bu rivayete meylederek onu da
anmışlardır. Bu suretle hutbe sayısı bize göre de on olur. Şüphesiz ki Şârih'in
«odasından çıkarken; ayağa kalkarken» sözleri yerine göre kullanılacak
kayıtlardır. Bu nikâhla Kur'an hatmi hutbelerinden başkalarında olur. Bütün
hutbelerde nâfile kılmanın mekruh olması, vacip olan hutbe dinleme işi elden
gittiği içindir. Nitekim bu cihet «Müctebâ»da açıklanmıştır.
METİN
Kaza namazı böyle
değildir. Onu bu vakitlerde kılmak mekruh değildir. Musannıf cumada hutbe
halinde mekruh olmayan kaza namazını tertibi vacip olan namaz diye kayıtlamıştır.
Böyle değilse mekruh olur. Bu sûretle «Nihâye» ve «Sadrı'ş-Şeria»nın sözleri
birleştirilmiş olur. Kezâ farz namaza ikamet getirilen yerde yani mezhebinin
imamının kıldırdığı yerde nâfile namaz kılmak mekruhtur.
Delil, «Cemaatla
namaza ikamet getîrildiği vakit farz namazından başka namaz yoktur» hadîsidir
Bundan yalnız cemaate teşehhüdünde olsun yetişemeyeceğinden korkmayan kimsenin
sabah namazının sünnetini kılması müstesnadır. Yetişemeyeceğinden korkarsa
sünneti aslından terk eder. Bu hususta söylenen çareler makbul değildir. Vakit
daraldığı zaman dahi vaktin farzı olmayan bir namazı kılmak mekruhtur. Bayram
namazlarından önce nâfile namaz kılmak mutlak surette mekruhtur. Bayram
namazlarından sonra ise mescidde mekruh. evde esah kavle göre mekruh değildir.
Arafat'ta ve Müzdelife'de cem edilen (toptan kılınan) namazların arasında ve
kezâ bu iki namazdan sonra nâfile kılmak mekruhtur. Nitekim evvelce geçmişti.
İZAH
Nihâye» ve
«Sadrı's-Şeria»nın sözleri birbirine zıddır. «Sadrı'ş-Şeria» kaza namazı bu
vakitlerde mekruhtur, demiş; «Nihâye» sahibi ise mekruh olmadığını söylemiştir.
Musannıf merhum, farz namazı mutlak zikretmiştir. Halbuki «Hâniye» ve «Hulâsa»
sahipleri onu cuma günü diye kayıtlamışlardır. «Fetih» sahibi ve diğer şârihler
de bunu tasdik etmişlerdir.
«Münye» şârihi
dahi bu zevâta tâbi olarak şöyle demiştir:
«Cumadan başka
günlerde ise imam namaza başlamadıkça mücerred ikamet getirmekle mekruh olmaz.
imama birinci rekâtta yetişeceğini bilmesi ve perde bulunmadığı halde
safdakilere karışmaması da şarttır. Cuma ile diğer namazlar arasında fark,
cumada cemaatın kalabalık olması ve ekseriya safdakilere karışmadan kılması
mümkün olmamasıdır». Kısaltılarak alınmıştır. Farza Yetişme Babında da
gelecektir.
«Yani mezhebinin
imamının kıldırdığı yerde ilh...» sözü bir mescidde cemaatın tekrarı mekruh
olmadığına göredir. Şârih, Ezan ve İmamlık Bahsinde bunun aksini söyleyecektir.
Ulemadan bir
cemaat Mekke ve Medine'de ve diğer yerlerde görülen ayrı imamlar arkasında ayrı
cemaatlar teşkil edilmesini kerih görerek risâleler yazmış; ilk imamla kılmanın
daha faziletli olduğunu açıklamışlardır. Onlardan biri de «Mensih» müellifi
meşhur allâme Rahmetullah Sindidir ki ehl-i tahkikten Kemâl b. Humâm'ın
tilmîzidir. Allâme Hayreddîn Remlî'nin İmamlık Babında bu zattan rivayet
ettiğine göre ulemamızdan bazıları (551) tarihinde bunu red ve inkâr
etmişlerdir. Şerif Gaznevî bunlardandır. Malikîlerden bir zat do (550)
tarihinde bunun dört mezhebe göre câiz olmadığına fetvâ vermiştir.
Rahmetullah
Sindî, mezhebimiz ulemasından bir cemâatın dahi bunu reddettiklerini
nakletmiştir. Lâkin «Eşbah» şârihi allâme İbrahim Bîri «El-AkvaIü'l-Merdiyye»
adlı bir risâle te'lif ederek namazın câiz, fakat muhalif mezhebin imamına
uymanın mekruh olduğunu açıklamıştır. Çünkü muhâlif mezhebin imamı hilâf
yerlerine riâyet etse bile kendisine uyanın mezhebince mekruh olan şeyleri terk
etmez.
Besmele ve âmini
aşikâr söylemesi. eğilip doğrulurken ellerini kaldırması, istirahat celsesi
yapması (secdelerden sonra hafifçe oturması) ilk oturuşta salâvat dualarını
okuması, sol tarafa selâm vermeyi sünnet sayması vesaire bunlardandır ki, bize
göre namazın yeniden kılınmasını icap eder; yahud iâdesi müstehap olur. Kezâ
allâme Aliyyü'l-Kaarî de «El-İhtîdâ fil-İktidâ» namında bir risâle te'lif ederek
namazın câiz olduğunu isbat eylemiş; lâkin imam namazın yalnız rükün ve
şartlarına riâyet etmek şartiyle muhalif mezhebin imamına uymakta bir kerâhet
olmadığını bildirmiştir. Meselenin tamamı inşallah İmamlık Babında gelecektir.
Şârih'in delil olarak zikrettiği hadîsi Müslim ve diğer hadîs imamları rivâyet
etmişlerdir. Tahtâvî. «Bunun umumundan yalnız tertip vacip olan koza namazı
müstesnâdır. Bu namaz ikamet getirilirken de kılınır.» demiştîr.
Sabah namazının
sünneti kılınabileceğine delil, Tahavi ve başkalarının İbni Mes'ud'dan rivayet
ettikleri eserdir.
İbni Mes'ud
(r.a.), mescide girmiş. Namaza ikamet getirilmiş imiş. kendisi mescidde bir
direğe karşı durarak iki rekat sünneti kılmış. Bu hâdise Huzeyfe ile Ebu
Musâ'nın huzurunda olmuş, Ömer. Ebud-Derdâ, İbni Abbâs ve İbni Ömer (r.a.)
hazerâtından do bunun gibi vak'alar rivâyet olunmuştur. Hâfız Tahâvî «Âsâr»
şerhinde bunu sened olarak rivayet etmiştir. «Münye» şerhinde bunun misli
Hasan-ı Basri, Mesruk ve Şâ'bîden rivâyet olunmuştur.
Cemâate sabah
namazının teşehhüdünde yetişeceğini aklı kesen sünneti kılar. Şârih burada
Musannıfın ve «Bahır»a uyarak Şurunbulâlî'nin itimad ettiği kavlı tercih
etmiştir. Lâkin «Nehir» sahibi bu kavli zaif bulmuş; «Zâhir» mezhebi tercih
etmiştir. «Zâhir» mezhep, bir rekâtına yetişeceğini bilmedikçe sünneti
kılamamasıdır. Bu mesele Farza Yetişme Babında gelecektir. H.
Ben derim ki: Biz
orada Musannıf'ın itimad ettiği kavli Kemâl b. Humâm'ın ve başkalarının
kuvvetli bulduklarını bildireceğiz. Cemaate yetişemeyeceğinden korkan kimse
sünneti aslından terk eder. Yani güneş doğmadan veya doğduktan sonra onu kaza
etmez. Zira sabah namazının sünneti ancak farzı ile beraber kazaya kalır da o
gün zevalden önce kılınırsa kaza edilir. H.
Bu hususta
söylenen çareler makbul değildir (Çareye hile-i şer'iyye derler). Çâre yâ
sünnete niyet ederek güneş doğmadan bozmaktır, yahud sünnete niyet edip onu
bozmadan farza başlamaktır. Sonra güneş doğmadan sünneti kaza eder. Bu iki
vecihle reddedilir.
Birincisi: Namazı
bozmak için başlamayı emir etmek şer'an çirkindir. Burada her iki şekilde
bozmak vardır.
İkincisi: Bunda
vacip ligayrihiyi sabah namazı vaktinde icra vardır ki, evvelce geçtiği vecihle
bu mekruhtur. H.
Vakit daraldığı
zaman dahi vaktin farzı olmayan bir namazı kılmak mekruhtur. Bu kerâhet nafile,
vacip ve kaza namazlarına şâmildir. Velev ki aralarında tertip olsun. Vakitten
murad da kâmil olan müstehap vakittir. Zira Kaza Namazları Babında görüleceği
vecihle tertip, müstehap vaktin daralmasiyle sâkıt olur. Şârih, «Kezâ müstehap
vakit daralınca vakit namazından başkası mekruh olur.» dese daha iyi olurdu.
Bunu Halebî söylemiştir.
TENBİH: Şârihin
el yazısı ile «Hazâin»in derkenarında şunu gördüm: «Bir kimse vaktin çokluğunu
zannederek nâfile namaza niyetlenir de sonradan iki rekâtı tamamladığı takdirde
farzı kaçıracağı anlaşılırsa o namazı bozmaz. Nitekim nâfileye niyetlenir de
hatip minbere çıkarsa bozmazdı. «Münye» şerhinin sonunda böyle denilmiştir.»
Teemmül eyle!
Bayram
namazlarından önce nâfile namaz kılmak mutlak surette yani evde olsun mescidde
olsun mekruhtur. H.
Bayram
namazlarından sonra ise mescidde mekruh, evde esah kavle göre mekruh değildir.
«Esah» tâbiri ile Şârih, «Evde mutlak surette yani bayram namazından önce olsun
sonra olsun câizdir.» diyenlerle, «Bayram namazından sonra mutlak surette yani
mescidde olsun evde olsun mekruh değildir.» diyenlere red cevabı vermiştir. H.
Arafat'ta ikindi
ile öğle bir arada öğle zamanında kılınır. Buna cemi takdim derler.
Müzdelife'de ise akşamla yatsı beraberce yatsı zamanında kılınır. Buna do cemi
te'hir denir. «Ve keza bu iki namazdan sonra» ifâdesi cemi takdimle cemi
te'hiri iham ediyorsa da maksat yalnız Arafat'taki cemidir. Müzdelife'deki
cumadan sonra nâfile kılmak mekruh değildir. Rahmetî'nin beyânından
anlaşıldığına göre Müzdelife'de akşamla yatsı namazları birlikte kılındıktan
sonra nâfile kılmanın mekruh olup olmaması hususunda ulemamız arasında hilâf
bulunduğu sabit olmuştur. Lâkin «Lübâb» şerhinde kat'î dille ifâde edildiğine
göre akşamla yatsı birlikte kılındıktan sonra bu namazların sünnetleri ile
vitir namazı da kılınır. «Lübâb» Şârihi, «Nitekim bunu Mevlânâ Abdurrahman
Câmı' «Mensik» adlı eserinde açıkça beyan etmiştir. Teemmül eyle!» demiştir.
METİN
Büyük ve küçük
abdesti yahud bunlardan biri veya yellenme sıkıştırırken ve canının çektiği
yemek hazır olmuşken namaz kılmak mekruh olduğu gibi namaz fiillerinden zihnini
meşgul edecek ve namazın huşuğunu bozacak her ne olursa olsun mekruhtur. Bunlar
otuz küsûr vakittir.
Kâbenin üzeri,
yol, çöplük, salhane, kabristan, evinde yıkandığı yer, hamam, yirim içi, deve,
koyun ve sığır ağılı gibi yerlerde de namaz kılmak mekruhtur.
İZAH
Canının çektiği
yemek ifâdesinden anlaşılıyor ki canı çekmezse yemeğin hazır olması i!e namaz
kılmak mekruh değildir. Tahtavî, «Zâhir olan da budur.» demiştir. Musannıf'ın
burada hassaten yemekle zihni meşgul eden şeyden bahsetmesi ikisi de hassaten
hadîslerde beyan buyurulduğu içindir. Bunu Halebî söylemiştir. Anla!
Burada otuz
küsûrdan murad otuz üç vakittir ki şunlardır:
Güneş doğarken,
üstüva halinde iken, batarken, sabah namazından veya ikindiden sonra, sabah
namazından veya akşam namazından evvel, on hutbenin okunduğu zamanlar, farz
namaz kılınırken, farzın vakti daraldığı zaman, bayram namazından evvel, bayram
namazından sonra mescidde namaz kılmak, kurban bayramı namazından evvel ve
sonra mescidde kılmak, Arafat'ta cemi takdim esnâsında, Müzdelife'de cemi
te'hir yapıldıktan sonra, büyük ve küçük abdest sıkıştırdığı vakit, bunlardan
biri sıkıştırdığında, yellenme sıkıştırdığında, canının çektiği yemek hazır
olduğunda, zihnini meşgul edecek bir şey bulunduğunda, yalnız yatsıyı edâ için
gece yarısından sonrası ve yalnız akşam namazını edâ için yıldızların göründüğü
zamandır.
Bilmelisin ki ilk
üç vakitte namaz kılmaktan nehi buyurulması vakitteki bir mânâdan ileri
geldiğini evvelce arz etmiştik. Bunun farz ve nâfilede tesiri vardır.
Diğerlerinde başka bir mânâdan dolayı yasak edilmiştir. Bunun nâfilelerde
tesiri vardır. Farzlarla, farz mânâsına gelenlerde tesiri yoktur. «inâye» ve
diğer kitaplarda bu açıklanmıştır. Lâkin diğerlerinde yasaklamanın nâfilelerde
tesiri olduğu ancak hassaten vakit namazına müteallik etmediği zaman anlaşılır.
Nitekim son iki vakitte böyledir. Bu iki vakitte mekruh olan sâdece vakit
namazıdır. Başkaları cemaatı azaltır. Akşam namazını yıldızların göründüğü
zamana geciktirmek ise Yahudilere benzemektir. Nitekim ulema bunu açıklamıştır.
Bu hüküm bu iki vakte mahsustur.
Yukarıda arz
etmiştik ki, sahih kavle göre haddi zatında vakitte kerahet yoktur. En makulu
«Bahır» sahibinin «Hılye»ye te'ban tahkik ettiği gibi kerahetin geciktirme ile
edâda olması yalnız geciktirmede olmasıdır. Anla!
Şârih, zaman
itibariyle keraheti anlattıktan sonra mekân itibariyle keraheti münâsebet
düştüğü için getirmiştir. Yoksa mekân itibariyle kerahetin yeri namazın
mekruhlarıdır.
Kâbe'nin üzerinde
namaz kılmak, emir olunan tazime aykırı düştüğü için, yolda namaz kılmak, gelip
geçenlere mâni olduğu ve yolu hedefinden başka hususta meşgul ettiği içindir.
Zira yol yürümek için ammenin hakkıdır. Bir de İbni Mâce ile Tirmizî'nin ibni
Ömer'den rivayet ettikleri bir hadiste. «Rasûlüllah (s.a.v.) yedi yerde namaz
kılmayı yasak etti. Bunlar: çöplük, salhane, kabristan, yol çatırığı, hamam,
deve ve ağılları ve Beytullah'ın (Kâbe'nin) üzeridir.» denilmiştir.
Kabristanda namaz
kılmanın neden mekruh olduğu ihtilaflıdır. Bazıları, «Çünkü orada ölülerin
kemikleri ve bedenlerinden akan sarı su vardır. Bu ise pistir.» demişlerdir.
Ama söz götürür. Zira bize göre istihâle (yani hakikatın değişmesi)
temizleyicidir. Birtakımları, puta tapmanın aslı sülehâ'nın kabirlerini mescid
yapmaktır» demiş; daha başkaları bunun Yahudilere benzemek olduğunu
söylemişlerdir. «Haniye» sahibi bu kavli tercih etmiştir. Namaz kılmak için
hazırlanmış yen bulunursa kabristanda namaz kılmak mekruh olmaz. Yalnız
«Hâniye» de beyan edildiği vecihle hazırlanan yerde kabir ve pislik bulunmamak
ve kıblesi kabre karşı gelmemek lazımdır. «Hılye».
Hamamda namaz
kılmak iki mânâya mekruhtur. Birincisi kir sularının döküldüğü yer olduğu için,
ikincisi de şeytanların evi olduğundandır. Birinci mânâya göre hamamın bir
tarafı yıkanırsa orada namaz kılmak mekruh olmaz. İkinciye göre mekruh olur.
Evlâ olan do budur. Çünkü hadîs mutlaktır. Meğer ki vaktin çıkacağından korkmak
gibi bir özür ola. «İmdâd»
Lâkin «Feyiz»de
bildirildiğine göre Müftabih olan kavil kerahet. bulunmamasıdır. Hamamın
dışında yani hamamcının oturduğu yerde namaz kılmak hususunda ise «Hâniye»de,
«Bunda bir beis yoktur.» denilmiş; «Hılye»de, «Dışındaki kerahet dahi ikinci
mânânın teferruatındandır.» deniliyor. Yine «Hılye»de beyan olunduğuna göre
hamam terk edilmiş olsa söylendiğine göre eski hâli gözönünde bulundurularak
kerahetin kalması muhtemel olduğu gibi kalmaması ihtimali de vardır. Zira
şeytanın hamama dadanması, orada avret yerleri açıldığı ve benzeri haller
görüldüğü içindir. Birinci ihtimal daha makûldür.
Hamama su
verilmeyerek kullanılmaz hâle gelse kerahetin kalmaması daha münasip o!ur.
Çünkü hammam hamimden alınma bir kelimedir. Hamim, sıcak su demektir. Orada
böyle bir su kalmamıştır. Şu hale göre bir kimse evini hamam şeklinde yapmış
olsa orada namaz kılmak mekruh olmaz.
TENBİH: Hamamın
şeytanların yeri olmakla ta'lil edilmesinden kâfirlerin ibâdethanelerinde namaz
kılmanın mekruh olduğu hükmü çıkarılır. Zira onlar da şeytanların sığındığı
yerlerdir. Nitekim bunu Şâfiî'ler açıklamışlardır. Onların söylediklerinden
bizim için de hüküm alınır.
Tatarhâniye'de,
«Müslümanın havraya ve kiliseye girmesi mekruhtur. Ama girmeye hakkı olmaması
yönünden değil, orası şeytanların toplandığı yer olduğu için mekruhtur.»
denilmiştir. «Bahır» sahibi, «Zâhire göre bu kerahet, tahrimiyyedir. Zira
mutlak olarak kerahet denince kerahet-i tahrimiyye kastedilir. Ben Yahudilerle
birlikte havraya devam eden bir Müslüman ta'zir olunacağına fetvâ verdim.»
diyor. Girmek mekruh olunca içinde namaz kılmanın keraheti evleviyette kalır.
Oraya namaz kılmak için girenin cehli bununla meydana çıkar.
Yirim içinde yani
dere gibi çukur yerde namaz kılmak mekruhtur. Zira ekseriyetle sellerin
getirdiği veya insanlar tarafından atılan pisliklerden hâli kalmaz.
Deve ve koyun
ağılı olan yerlerde namaz kılmak mekruhtur. İsmâil Nablusî'nin «Ahkâm» adlı
eserinde dahi «Hazâne»den naklen böyle denilmiştir. Nablusî bundan sonra
«Mültekat»tan şunu nakletmiştir: «Koyun ağılları pislikten uzak olursa,
içlerinde namaz kılmak mekruh olmaz».
Hılye'de
deniliyor ki: Peygamber (s.a.v.), «koyun ağıllarında namaz kılın ama deve
iğreklerinde namaz kılmayın»! buyurmuştur: Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve
hasen sahih olduğunu söylemiştir. Ebu Davud da şu hadîsi rivayet etmiştir:
Rasûlüllah (s.a.v.)'e develerin çöktüğü yerlerde namaz kılınıp kılınmayacağı
soruldu da. «Develerin çöktüğü yerlerde namaz kılmayın! Çünkü develer
şeytanlardandır» buyurdu. Koyun ağıllarında namaz soruldu: «Oralarda namaz
kılın! Zira onlar bereketten yaratılmışlardır» buyurdular. Bu hadîsi Müslim
kısaca rivayet etmiştir». Anlaşılıyor ki develerin şeytanlardan olmasının
mânâsı onlara benzer sıfatta ürkek ve eziyetçi yaratılmalarıdır. Şâfiî'lerden
birinin dediği gibi namaz kılan kimse onların ürkerek namazını bozduracağından
emin olamaz. Yani aklı meşgul kalır. Bilhassa secde halinde bu daha da çok
olur. Bununla develer koyunlardan ayrılır. Ta'lilden anlaşıldığına göre develer
yokken temiz olan ağıllarında namaz kılmak mekruh değildir.
TENBİH: Bazıları,
«Çünkü develer şeytanlardan yaratılmıştır.» tâ'lilini Peygamber (s.a.v.)'in
nâfile namazını devesinin üzerinde kılması karşısında müşkil saymışlardır.
Birtakımları bir deve ile sürü halindeki develerin arasında fark görmüşlerdir.
Zira sürü halindeki develer tabiatları icabı ürkerek kalbi
heyecanlandırabilirler. Üzerine binilen deve böyle değildir.
Ben ulemamızdan
sığırı zikreden görmedim. Evet. Şafiî'lerden biri sığırın da koyun gibi
olduğunu söylemiş fakat bazıları buna muhalefet etmiştir.
METİN
«Kâfi» sahibi
şunları da ziyade etmiştir: Hayvan bağlanan yerlerde âhırda, değirmende, helâda
ve helâ üzerinde. sel çukurunda, gasb edilmiş yahud başkasına aid ekilmiş veya
sürülmüş yerde ve geçenlere mâni olacak sütre olmaksızın ovada namaz kılmak
mekruhtur. Yatsıdan evvel uyumak, yatsıdan sonra mubah sözlerle konuşmak. fecir
doğduktan sabah namazını kılıncaya kadar konuşmak da mekruhtur. Ondan sonra
işine gitmekte beis yoktur. Bazıları güneş doğuncaya kadar, birtakımları bir
mızrak boyu yükselinceye kadar konuşmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.
«Feyz».
İZAH
Değirmende namaz
kılmanın mekruh olması herhalde gürültüsü zihni meşgul ettiği için olacaktır.
Gasb edilmiş
dedikten sonra «başkasına aid» demeye hacet yoktur. Çünkü gasb başkasının
olmayı gerektirir. Meğer ki izinsiz namaz kastedilmiş olsun. Velev ki gasb
etmiş olmasın. Bunu Ebu's-Suud söylemiştir.
Hâvi Kudsî'sin
ibâresi şöyledir: «Gasb edilen yerde de mekruhtur. Bir kimse Müslümanla kâfirin
yerlerinden birinde namaz kılmaya mecbur kalsa ekilmemiş olmak şartiyle
Müslümanın yerinde kılar. Yer ekilmiş. yahud kâfirin mülkü ise yolda kılar».
Yani yolda onun da hakkı vardır. Nitekim Muhtaratü'n-Nevazil nam eserde de
böyle denilmiştir. Aynı eserde şu da vardır: «Başkasının yeri ekilmiş veya
sürülmüşse orada namaz kılmak mekruhtur. Ancak aralarında dostluk varsa yahud
sahibinin darılmayacağını tahmin ederse bir beis yoktur».
T E N B İ H:
Seyyîdî Ahdülganî babası Şeyh İsmâil eseri «Ahkâm» dan şunu naklediyor:
«Başkasının yeri duvar veya avlu ile çevrilmişse oraya inmek memnudur.
Çevrilmemişse bu hususta muteber olan örftür». Seyyidî Ahdülganî sözüne şöyle
devam etmektedir: «Yani rahatı olup olmamak hususunda halkın âdeti muteberdir
demek istiyor. Binaenaleyh bahar günlerinde Dımaşk'taki vâdî bahçelerine
sahiplerinin izni olmaksızın girmek câiz değildir. Avamın yaptıkları duvar
yığma, tel koparma gibi işler çirkin ve haramdır. Halebî'nin Münye» şerhinde
şöyle denilmiştir: Bir kimse gasp edilen yere mescid yapsa içinde namaz
kılmakta bir beis yoktur. «Vâkıat»ta ise. bir kimse şehrin surları üzerine
mescid yaparsa orada namaz kılmamak gerekir; çünkü âmmenin hakkıdır. Gasp
yerine yapılan mescid gibi oda sırf ALLAH rızası için değildir, denilmiştir».
Ahdülgani sonra
şunları ilâve etmiştir: Dımaşktaki Süleymaniye Medresesi Sultan Nureddin
Şehîd'in Dımaşk halkının şehâdetleri ile yolculara vakıf ettiği çayıra
kurulmuştur. Vakıf şöhret bulmakla sabit olur. Bu medresenin kuruluşunda yeri
vakıf eden zatın şartına muhalif edilmiştir. Halbuki vakfın şartı şâfiin nassı
gibidir. Binaenaleyh orada namaz kılmak bir kavle göre kerahet-i tahrimiyye ile
mekruh, başka bir kavle göre hiç sahih değildir. Nitekim bunu «Camiu'l-Fetâvâ»
sahibi nakletmiştir. Medresenin suyu da sahibi bir dereden alınmıştır. Emevî
Camîindeki Yemenliler hücresi de bu kabildendir. Bunlar şaşılacak şeylerdir!».
METİN
Yolculuk ve
yağmur gibi bir özürden dolayı iki farzı bir vakitte beraber kılmak caiz
değildir. Şâfiî buna muhâliftir. Ama onun rivayet ettiği hadîsler vakit
itibariyle değil, fiilen beraber kılınacağına hamledilmişlerdir. İki farzı
beraber kılarsa farzı vaktinden evvel kıldığı takdirde fâsid olur. Aksini
yaparsa yani farzı vaktinden sonraya bırakırsa kaza suretiyle sahih olsa bile
haramdır. İki farzı bir vakitte beraber kılmak yalnız Arafat'ta ve Müzdelife'de
hacılara câizdir. Nitekim gelecektir. Zaruret zamanında taklitte (muhalif
mezhebin imamına uymakta) beis yoktur. Ancak o imamın icap ettirdiği her şeyi
benimseyip ifâ etmesi şarttır. Zira görmüştük ki, karma hüküm bilittifak
bâtıldır.
İZAH
İmam Şâfiî'nin
rivayet ettiği hadîsler geciktirmeye ve vaktinden önce niyetlenmeye delâlet
ederler. Meselâ Enes hadîsinde, «Peygamber (s.a.v.) acele yola çıkmak isterse
öğle namazını ikindi vaktine geciktirir; ikisini beraber kılardı. Akşam
namazını geciktirir ve yatsı ile beraber kılardı.» denilmiştir.
İbni Mes'ud'dan
da böyle bir rivayet vardır. Vaktinden önce kılınacağına delâlet eden Hazret-i
Muaz'dan naklen Ebu't-Tufeyl'in rivayet ettiği hadîsten başka açık hadîs
yoktur. Mezkûr hadîste şöyle denilmektedir: «Peygamber (s.a.v.) Tebük gazâsında
güneş zevâle ermeden yola çıkarsa öğleyi ikindi vaktine geciktirir; ikisini
beraber kılardı. Güneş zevâle erdikten sonra yola çıkarsa öğle ile ikindiyi
kılar; sonra yola çıkardı. Güneş batmadan yola çıkarsa akşam namazını
geciktirerek yatsı ile beraber kılardı. Güneş battıktan sonra çıkarsa yatsıyı
öne alır ve onu akşamla birlikte kılardı», Şâfii'nin rivayet ettiği hadîslerden
geciktirme bildirenler, iki namazı fiilen bir arada kıldığına
hamledilmişlerdir.
Yani Rasûlüllah
(s.a.v.), birinci namazı vakîinin sonunda, ikinci namazı vaktinin evvelinde
kılmıştır. Ravinin birinci namazın vakti çıktığını bildiren sözü de mecaza
hamledilir. Yahud vakit çıktı sanmıştır. ibn-i Ömer'den sahih olarak rivayet
edilen şu hadîs de bu te'vile delâlet eder: «İbni Ömer (r.a.), şafağın sonunda
yoldan geldi de evvelâ akşam namazını kıldı sonra şafak kayıp olduğunda yatsıyı
edâ etti ve, Rasûlüllah (s.a.v.) yola acele ettiği zaman böyle yapardı. dedi».
Hadisin bir rivayetinde, «Sonra bekledi şafak kayıp olunca yatsıyı kıldı.»
denilmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.), «Uykuda tefrit yoktur; tefrit uyanıkkendir.
Namazı başka namazın vaktine geciktirirsin.» buyurmuşken bunu kendisi nasıl
yapar! Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Ve bunu seferde söylemiştir. Yine
Müslim'in ibni Abbas'tan rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Medine'de öğle ile
ikindiyi ve akşamla yatsıyı korku ve yağmur olmadığı halde ümmetine güçlük
çıkarmamak için beraber kılmıştır. Bir rivayette, «Yolculuk olmadığı halde»
denilmiştir.
İmam Şâfiî
özürsüz iki namazı beraber kılmayı câiz görmemektedir. Bu hadise kendisi ne
cevap verirse bizim cevabımız da o olacaktır. Namazı vaktinden önce kıldığını
gösteren Ebu't-Tufeyl hadîsine gelince: Tirmizî onun garip olduğunu söylemiş;
Hâkim ise, «Bu hadîs uydurmadır.» demiştir. Ebu Dâvud namazın vaktinden evvel
kılınacağını bildiren sâbit hadîs olmadığını söylemiştir. iki namazın bir
vakitte kılınacağını söyleyen kimseyi Hazret-i Âişe reddetmiştir. Buharî ile Müslim'de
İbni Mes'ud'dan şu hadîs rivayet olunmuştur: «Kendinden başka ilâh olmayan
Allah'a yemin ederim ki, Rasûlüllah (s.a.v.) hiç bir namazı vaktinin dışında
kılmamıştır. Ancak iki namaz müstesnâ! Arafat'ta öğle ile ikindiyi birlikte,
Müzdelife'de de akşamla yatsıyı birlikte kıldı». Vakitleri tâyin hususunda
vârid olan âyetlerle hadîsler bu babta kâfidir. Bahsin tamamı «Zeyleî» ve
«Münye» şerhi gibi mufassal kitaplardadır.
(Arafat'taki
toptan namaza cemi takdim, Müzdelife'dekine cemi te'hir denildiğini evvelce arz
etmiştik), Arafat'taki cemide ihram, hac emîri ve her iki namazın cemaatle
kılınması şarttır. Bunlar Müzdelife'deki cemide şart değildir. T.
Ben derim ki: Bu
babtaki iki kavlin birine göre ihram şarttır. «Zarûret zamanında muhalif
mezhebin imamına uymakta beis yoktur.» sözü zaruret yoksa câiz değildir,
mânâsını ifâde ediyor. Buradaki iki kavlin biri budur. Fakat muhtar olan kavil
mutlak surette câiz olmasıdır. şu da var ki zarûret zamanında taklide hacet de
yoktur. Nitekim bazıları Mızmirat'ın beyânına istinâd ederek, «Yolcu,
hırsızlardan veya yol kesenlerden korkar da arkadaşları kendisini beklemezse
namazı geciktirebilir. Çünkü mazurdur. Bu özürle yürürken ima ederek kılsa câiz
olur.» demişlerdir. Lâkin anlaşılıyor ki Şârih, zaruretten bir nevi meşekkatli
olan manasını kasdetmiştir. Teemmül et!
İmam Şâfiî cemi
takdim için üç şeyi şart koşmuştur.
1- Birinci vaktin
namazını evvela kılmak,
2- O namazdan
çıkmadan cemi niyet etmiş olmak,
3- Ve örfen
fasıla sayılacak bir şeyle iki namazı birbirinden ayırmamak. Cemi te'hir için
ise birincinin vakti çıkmadan cem'e niyet etmekten başka şart koşmamıştır.
«Nehir». Keza namazda cemaat bile olsa fâtihayı okumayı, tenâsül uzvuna yahud
yabancı bir kadına dokunmakla abdest tazelemeyi de şart koşmuş, bu işe bağlı
bütün şart ve rükünleri ilâve etmiştir. Allah'u âlem.
METİN
Ezan lügatta
bildirmek mânâsına gelir. şeriatta ise: Hususî şekilde böyle yani hususî
sözlerle hususî bir bildirmedir. Tarif geçmiş namazlarla, hatibin huzurunda
okunan ezanlara da şâmil olsun diye musannıf «vaktin girdiğini bildirmektir.»
dememiştir. Ezanın ilk sebebi Esrâ gecesinde Cebrâil aleyhisselamın ezan
okuması ve peygamber (s.a.v.)'e imam olduğunda ikâmet getirmesidir. Sonra
Abdullah b. Zeyd'in hicretin ilk yılında rüyâsında gökten inen meleğin ezan
okuduğunu görmesidir. Acaba bu melek Cebrail mi idi? Cibril olduğunu
söyleyenler olduğu gibi olmadığını söyleyenler de vardır. Ezanın devam
itibariyle sebebi vaktin girmesidir.
İZAH
Evvelce geçtiği
vecihle vakit namazın sebebi olduğundan musannıf evvela onu anlatmış;
arkasından ezanı getirmiştir. Çünkü ezan vaktin girdiğini ilândan ibarettir.
Hususî şekilde ki ezandan murad: Sesini uzatarak okumak, Minârede dönmek, sağa
sola bakmak, tercî ve lahn yapmamak gibi şeylerdir ki bunlar ezanın aşağıda
görülecek hükümleridir. «Hususî sözler» kaydı ile musannıf Farsça ezan okumanın
sahih olmadığına işaret etmiştir. Velev ki bu sözlerin ezan olduğu bilinsin. En
makul ve esah olan budur. Nitekim «Sirac»da da böyle denilmiştir. Ezan hususî
bir ilândır. Yani namaz vaktini bildirir. «Dürer»de, «Ezan, hususî sözlere
verilen isimdir.» denilmiştir. Yani müsebbibe sebep adını vermek kabilinden
kendileriyle ilân yapılan sözlerdir. «İsmail».
Musannıf'ın ezanı
«hususî sözlerdir.» diye tarif etmemesi namaz ezanını murad ettiği içindir.
«Hususî sözlerdir.» diye tarif etse idi yeni doğan çocuğa okunan ezanla
benzerleri de tarife dahil olurdu. Ezanın ilk sebebi Cebrail aleyhisselamın
okumasıdır.
Şubramilsî'nin
«Minhâc» hâşiyesinde İbni Hâcer'in «Buharî» şerhinden naklen şöyle deniliyor:
«Ezanın hicretten evvel Mekke'de meşru olduğunu bildiren hadîsler vârid
olmuştur. Onlardan biri Teberânînin rivayet ettiği şu hadistir: «Peygamber
(s.a.v.), göklere çıkarıldığı gece Allah ona ezanı vahiy buyurdu. Onu indirdiğinde
Bilâl'e öğretti». Darekutnî de Enes'den şu hadîsi rivayet etmiştir: Namaz farz
olunca Cebrail, Peygamber (s.a.v.)'e ezan okumasını emir etti». Bezzâr ve
diğerleri Hazret-i Ali'den şu hadîsi tahriç etmişlerdir: «ALLAH Rasûlüne ezanı
öğretmeyi dileyince Cebrâil, Burak denilen hayvanla ona geldi. O bu hayvana
bindi. Cebrail, Allahu ekber Allahu ekber dedi...». Hadisin sonunda, «Sonra
melek elinden tuttu. Ve gök ehline imam oldu.» cümlesi vardır. Doğrusu bu
hadîslerden hiç biri sahih değildir».
«Fethü'l-Kadîr»
sâhibi «Bezâr» hadîsini ele almış sonra, «Bu hadîs garibtir ve sahih habere
aykırıdır. Sahih haber Müslim'de bildirildiğine göre ezanın Medine'de
başlamasıdır. Müslümanlar Medine'ye geldiklerinde toplanıp namaz için vakit
tayin ederlerdi. Namaz için kimse ezan okumazdı. Bu hususta konuştular.
Bazıları bayrak dikelim; dediler ilh...» demiştir.
«Fethü'l-Kadîr»
sâhibi Abdullah b. Zeyd, kıssasını «Sirac»dan naklen tamamen ve isnadlariyle
nakletmiştir. Bu kıssada aynı rüyayı o gece Hazreti Ömer'in de gördüğü
bildirilmektedir. Ezanın rüya ile isbatı müşkil görülmüş ve «Peygamberlerden
başkasının rüyası üzerine şer'î hüküm kurulamaz.» denilmişse de buna şöyle
cevap verilmiştir: «İhtimal bu rüya ile birlikte vahiy de gelmiştir». «Minhac»
hâşiyesinde Hâfız İbni Hâcer'den naklen şöyle deniliyor: «Bunu Abdurrezzâk ile
Ebu Davud'un «Murasil»inde rivayet ettiği şu haber te'yid eyler: Hazret-i Ömer
ezan rüyasını görünce haber vermek için Peygamber (s.a.v.)'e geldi. Fakat bu
hususta vahîyi gelmiş buldu. Onu Bilâl'in ezanından başka şaşırtan şey olmadı.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), «Bu hususta vahîy seni geçti.» buyurdu.
Bundan sonra hâşiye sahibi şunları söylemiştir: «Cibril'in Peygamber (s.a.v.)'e
ezanı öğretmek istediği zaman burakla gelmesi sahih takdir edilse bile câiz ki
o yerde okuması için öğretmiştir. Bundan onun yerde yaşayanlar için meşru
olması lazım gelmez».
Ezanın devam ve
bekâ itibariyle sebebi vaktin girmesidir. Yani vakit yenilendikçe ezan da
yeniden okunur.
METİN
Erkekler için
yüksek bir yerde ezan okumak sünneti müekkededir. Ve günaha girme hususunda
vacip gibidir. Beş vaktin farzları için vaktinde okunur; velev ki kazası için
olsun. Çünkü ezan namazın sünnetidir. Hatta okunması serinlik vaktine
bırakılır. Vaktin sünneti değildir. Beş vakitten başka bayram namazı gibi
namazlar için ezan sünnet değildir.
İZAH
Kadınlar için
ezan ve ikamet mekruhtur. Çünkü Enes ve İbni Ömer hazeratından bunların
kadınlara mekruh olduğu rivayet edilmiştir. Bir de onların halleri tesettür
üzerine kurulmuştur. Seslerini yükseltmeleri haramdır. «İmdâd».
Anlaşıldığına
göre çocuk namaz kılmak isterse bâliğ kimseler gibi onun da ezan okuması
sünnettir. Velev ki başkası için okuduğu ezanın mekruh olduğu hususunda söz
edilmiş olsun. Nitekim gelecektir. Anla!
Ezanın yüksek
yerde okunması hususunda «Kınye»de şöyle deniliyor: «Ezanı yüksek yerde okumak
ikameti ise yerde getirmek sünnettir. Akşam ezanı hususunda ulema ihtilâf
etmişlerdir. Zahire bakılırsa akşam ezanını dahi yüksek yerde okumak sünnettir.
Nitekim gelecektir. «Sirac» ta şu cümleler vardır: Müezzine gereken, komşulara
daha güzel işittirecek bir yerde ezan okumak ve sesini yükseltmektir. Ama
nefsini zorlamamalıdır. Çünkü bu ona zarar verir». «Bahır».
Ben derim ki:
Anlaşılan bu mahle müezzin hakkındadır. Ama ezanı kendine yahud hazır cemaate
okursa makul olanı yüksek yerde okumanın sünnet olmamasıdır. Zira buna hâcet
yoktur. Teemmül et!
Günah hususunda
ezan vacip gibidir. Hatta bazıları ona vacip demişlerdir. Çünkü İmam Muhammed,
«Bir belde halkı ezanı okumamak için ittifak etse ezan için onlarla harp
ederim. Onu bir kişi terk etse kendisini döver ve hapis ederim». demiştir.
Ekser ulema ezanın sünnet olduğunu tercih etmişlerdir. Ezan için harp edilmesi,
dinin alâmetlerin den olduğu içindir. Dinin nişanı sayılan bir şeyi terk etmek
açık açık dinle alay olur «Mi'rac» ve diğer kitaplarda şöyle deniliyor: «Ezan
hakkındaki her iki kavil birbirlerine yakındırlar. Çünkü terkinden dolayı
günaha girmek hususunda sünnet-i müekkede de vâcip gibidir. «Nehir»de, «Velev
ki şüphe veren ibâre ile ifâde edilmiş olsun.» deniliyor. «Fetih»te ezanın
vacip olduğuna, «Bir defa olsun bırakılmamış olması vacip olduğuna delildir.»
denilerek istidlâl edilmiştir. «Fetih» sahibi sözüne devamla şöyle demiştir:
«Vacip kifâye olduğu da açık değildir. Öyle olsa bir belde halkı ezanı okumamak
için ittifak edince başka belde halkının okumalariyle günahkâr olmamaları lâzım
gelirdi».
«Bahır» sahibi
ezanın her belde halkına nisbetle sünnet-i kifaye olmasını daha uygun
görmüştür. Şu mânâya ki, bir beldede ezan okundu mu o belde halkı ile harp
etmek sâkıt olur.
«Bahır» sahibi,
«Ezan bu mânâya sünnet-i kifaye olmasa idi herkes hakkında sünnet olurdu.
Halbuki öyle değildir. Çünkü mahalle ezanı bize kâfidir. Nitekim gelecektir.»
diyor. Nehir sahibi de şunları söylemiştir: «Bir beldenin Mısır gibi etrafı
geniş olursa hükmünün ne olacağım görmedim. Anlaşılan şudur ki, her mahalle
halkı -velev başka mahalledeki- ezanı işitirlerse günah kendilerinden sâkıt
olur. İşitmezlerse sâkıt olmaz».
Ezan beş vaktin
farzları için sünnettir. Bunda cuma da dahildir. «Bahır». Sefer ve hazar
halleriyle yalnız ve cemaat hallerinede şâmildir. «Mevahibü'r-Rahman, ile
«Nuru'l-İzah»da, «Velev ki yalnız kılsın. Ve kıldığı edâ veya kaza olsun.
Kendisi ister evinde ister sefer de bulunsun.» denilmiştir. Lâkin şehirde
evinde kılan kimsenin ezanı terk etmesi mekruh değildir. Zira mahallenin ezanı
ona kâfidir. Nitekim gelecektir.
«İmdâd, nam
eserde, «Onu mendup olarak okur.» deniliyor. Meselenin tamamı gelecektir. Anla!
Bundan özür sahibi için şehirde cuma günü öğle ezanını okumakla mescidde kaza
namazları kılan kimsenin ezanı müstesnâdır. Nitekim Musannıf bunu
söyleyecektir. «Hatta okunması serinlik vaktine bırakılır.» ifâdesinden daha
şümûllüsü namaz vakitlerinde geçen» ezanın gerek acele gerekse gecikme ile
okunması hususunda hükmü namaz gibidir.» sözüdür. Nuh Efendi diyor ki:
«Mücteba» da «Mücerret»ten naklen şöyle denilmiştir: «Ebu Hanîfe, sabah namazı
için fecir doğduktan sonra, öğle de kış günü güneş zevale erdiği zaman, yaz günü
serinlik zamanında ezan okunur. İkindi de güneşin değişeceğinden korkmadıkça
geciktirebilir. Yatsıda beyazlık kayıp olduktan biraz sonraya geciktirir;
demiştir».
Kuhistânî bundan
sonra şunu söylemiştir: «İhtimal murad müstehap vakti beyan etmektir. Yoksa
cevaz vakti bütün vakittir».
Hulâsası şudur:
Ezanla namaz arasında peş peşe devam lâzım değil, sadece efdaldir. Vaktin
evvelinde ezan okuyup sonunda namaz kılsa, sünneti icra etmiş olur. Teemmül
eyle!
Beş vakit
namazdan başka namaz için ezan okumak sünnet değildir. Yoksa yeni doğan çocuğa
ezan okumak menduptur.
Hayreddin Remlî
«Bahır» hâşiyesinde şunları söylüyor: «Şâfiî kitaplarında gördüm ki, ezan
namazdan başka şeyler için de sünnettir. Doğan çocuğa, kuruntuluya, sar'alıya,
efkârlıya. kötü huylu insan veya hayvana, asker kalabalığına ve yangın ânında
ezan okumak böyledir. Bazıları ölüyü kabre indirirken de dünyaya gelişe kıyasen
ezan okunacağını söylemişlerse de bunu ibni Hâcer «Ubâb şerhinde reddetmiştir.
Cinler azgınlaşıp musallat olduğu zaman dahi ezan okunur denilmiştir. Çünkü bu
babta sahih haber vardır.
Ben derim ki: Bu
bize göre de ihtimalden uzak sayılmaz.» Yani bir şey hakkında çelişkisiz sahih
haber varid olursa o haber müctehidin mezhebidir. Velev ki nassan bildirilmiş
olmasın. Zira Hâfız İbni Abdü'I-Berr ile İmam Şâ'rânî dört mezhep imamının her
birinden «hadîs sahih ise benim mezhebimdir», dediğini rivayet etmişlerdir.
Şuda var ki, amellerin faziletleri hususunda zaif hadîsle amel dahi câizdir.
Nitekim Taharet Bahsinin başında geçmişti. İbni Hacer «Tuhfe» adlı eserinde
yolcunun ardından ezan ve ikamet getirilmesini ilâve etmiştir. Medenî de şunu
söylemiştir:
«Ben derim ki:
Şır'atü'I-İslâm insandan hâli bir çölde yolunu şaşıran için ezanı da ziyâde
etmiştir. Molla Aliyyü'l-Kârî «Müşkât» şerhinde şunu kaydetmiştir: «Derler ki,
kuruntulu bir kimsenin birine emir ederek kulağına ezan okutturması sünnettir.
Çünkü bu, kuruntuyu giderir. Hazret-i AIi'den de böyle nakledilmiştir (r.a.)».
Aliyyü'l-Kârî bu babta varid olan hadîsleri de rivayet etmiştir. Ona müracaat
eyle!
Bayram namazı
için ezan sünnet olmadığı gibi vitir, cenâze, küsûf, istiska ve teravih
namazlariyle beş vaktin sünnetleri için de sünnet değildir. Çünkü sünnet
namazlar farzlara bağlıdır.
Vitir namazı İmam
A'zam'a göre vacip ise de yatsının vaktinde eda edilir. Ve yatsının ezanı ile
yetinilir. Ama sahih kavle göre bu ezan ikisi içinde sayıldığından değildir.
Nitekim bunu «Zeyleî» de söylemiştir. AnIa! Lâkin bu tâ'lilde kusur vardır.
Çünkü bayram ve emsâli gibi farzlara tâbi olmayan namazlar için ezanın sünnet
olmasını iktiza eder. Münasip olanı sünnette vârid olmamıştır diye ta'lil
etmektir. Teemmül et!
METİN
Bir kısmı vakit
girmeden okunan ezan tekrarlanır. İkamette öyledir. İmam Ebu Yûsuf sabah
ezanında buna muhaliftir. Ezana dört tekbirle başlanır. İmam Ebu Yûsuf'tan bir
rivayete göre iki tekbirle başlanır. Allâhu ekberin [râ] sı üstün okunur. Avam
takımı onu zamme ile okurlar. «Ravda».
Lâkin «Tılbe»de
bildirildiğine göre RasûlüIIah (s.a.v.) in, «Ezan cezmdir.» hadîsinden mânâsı meddi
kesilmiştir. Binaenaleyh (uzatarak) Allah Âkber deme! Çünkü bu sualdir. Ve
şer'î bir hatadır. Yahud sonunun harekesi durmak için kesilmiştir. Refi' ile
durulmaz. Çünkü lügat itibariyle hatadır, demektir. Bu cümle «Fetevâyı
Sayrafiye»nin otuz altıncı babından alınmıştır.
İZAH
Bir kısmı vakit
girmeden okunan ezan tekrarlanınca tamamı vakit girmeden okunan ezan
evleviyetle tekrarlanır. Musannıf bir kısmını söylememiş olsa bunun bahsimizden
hariç kaldığı ve hem edilirdi. Bunu zikretmekle Musannıf tahsisi değil, tamimi
kasdetmiştir.
İkamet de vakit
girmeden yapılırsa ezan gibi tekrarlanır. Fakat vakit girdikten sonra ikametle
namazın arası uzamaması yahud yemek gibi ikisinin arasını kesen bir şey
bulunmamak şartiyle tekrarlanmaz. şârih bunu fer'î meselelerde söyleyecektir.
İmam Ebu Yûsuf
sabah ezanının gece yarısından sonra okunmasını câiz görmüştür. H.
Yine Ebu
Yûsuf'tan rivayet olunduğuna göre ezanın başında da diğer kelimelerinde olduğu
gibi tekbir alınır. Ve ona göre ezan onüç cümleden ibâret olur. Bu kavil İmam
Muhammed'le İmam Hasan'dan ve İmam Malik'ten dahi rivayet olunmuştur.
Şârih'in, «AIIahu
ekber'in [râ] sı üstün okunur.» cümlesinden «Ezanda tercih yoktur.» sözüne
kadar devam eden ifâdesinin kendi yazısı ile ilk nüshasının derkenarına katıldığı
nakledilmiştir. Hafîd Heravî'nin «Mecmua»sında şu izahat vardır:
«Fâide:
«Ravzatü'l-Ulemâ»da bildirildiğine göre İbni Enbarî şunları söylemiştir: «Avam
takımı ekberin [râ] sı zamme ile okurlar». Müberred, «Ezanın kesinti yerlerinde
durularak okunageldiği işitilmiştir», demiştir, Ekber kelimesinde asıl olan
[râ] nın sakin okunmasıdır. Ama ismillâhın elifinin harekesi [râ] ya
çevrilmiştir. Nitekim «Eliflâm mim» terkibinde de öyledir. «Müftî» nâm eserde
beyan edildiğine göre [râ] nın harekesi üstündür. Velev ki durmak niyetiyle
vasıl edilsin. Sonra bazıları bu harekenin iki sakinin bir araya gelmesinden
doğduğunu, ismüllâhın kalın okunmasını sağlamak için esere hareke verilmediğini
söylemiş; bir takımları hemzenin harekesi nakil edildiğini iddia etmişlerdir.
Bütün bunlar hakikat dairesinin dışına çıkmaktır. Doğrusu [râ] nın harekesi
irap zammesidir. Cümle ortasında vasıl hemzesi sabit değildir ki, harekesi
nakledilsin! Hâsılı ezanla «Eliflâm mim» arasındaki fark açıktır. Çünkü
«Eliflâm mim» nın aslen irap harekesi yoktur.
Ezan
kelimelerinin ise irâbları vardır. Şu kadar var ki bu kelimeler durarak
okunagelmiştir».
«İmdâd» nam
eserde şöyle denilmiştir: Tekbirde [râ] cezimle okunur. «Zeyleî» «Yani durarak
okunur. Lâkin ezanda hakikaten durulur; ikamette ise durmak niyet edilir;
demiştir». Yani aceleyi kasdetmiştir. Bu, İbrahim Nekâî'den hem kendisine
mevkuf, hem peygamber (s.a.v.),e merfu olarak rivayet olunmuştur. Rasul-i Ekrem
(s.a.v.), «Ezan cezimdir; ikamet cezimdir; tekbir de cezimdir.» buyurmuştur.
Ben derim ki:
Hâsılı ezanda ikinci tekbirin [râ] sı sâkindir. Çünkü hakikatte durulur. Ötre
ile okunması hatadır. Her iki tekbirin birincisi ile ikametin bütün
tekbirlerinde bazılarına göre [râ] durmak niyetiyle üstün okunur. Bazıları îrap
verilerek zamme ile okunacağını, birtakımları da hareketsiz olarak sâkin
okunacağını söylemişlerdir.
İmdâd, Zeyleî,
Bedâî ve Şâfiî'lerden bir cemâatın sözlerinden anlaşılan budur ama makul olan
îrabtır. Sebebi Şârih'in «Tılbe»den naklettiği mânâ ile bizim arz
ettiklerimizdir. Bir de Cerrahînin «Meşhur Hadîsler»,nam eserinde şöyle
deniliyor: «Bu hadîs, Suyûtî'ye soruldu da hafız ibni Hacer'in dediği gibi o da
sabit değildir; o ancak İbrahim Nehaî'nin sözüdür dedi. Bu sözün manâsı,
aralarında Râfî'i ile ibni Esîr'in de bulunduğu bir cemaatın dedikleri gibi
uzatılmaz demektir.
Muhibb-ı Taberî
garâbet göstererek, «Bu sözün mânâsı uzatılmaz ve sonu îrap edilmez demektir.»
şeklinde mutalâa yürütmüştür. Bu îrap edilmez sözü birkaç vecihle
reddedilmiştir.
Birincisi:
Nehaî'den rivayet eden ravînin tefsirine aykırıdır. Onun tefsirine dönmek daha
evlâdır. Nitekim usul-i fıkıhda karar kılmış bir kâidedir.
İkincisi: Hadîs
ve fıkıh ulemasının tefsirlerine aykırıdır.
Üçüncüsü: İrap
harekesinin atılmasına cezm denilmesidir. Halbuki ilk asırda bu malûm ve meşhur
değildi. O sonradan çıkma bir ıstılahtır. Binaenaleyh ona hamletmek doğru
olamaz». Bu hususta ki sözün tamamı aynı eserdedir. Ona müracaat edebilirsin.
Şu da var ki
nahiv ulemasının sonradan kabul ettikleri istılaha göre cezim yalnız îrap
harekesini atmaktan ibarettir. Mutlak surette harekeyi atmak değildir. Sonra
Seyyidî Abdülgânî'nın bu mesele hakkında bir risâle yazdığını ve bu risâlede
birçok nakiller yaptığını gördüm. Hülâsası şudur:
Ezanda sünnet
birinci Allahu Ekberin [râ] sını sâkin okumak, yahud onu ikinci Allahu ekbere
eklemektir. Sâkin okunursa kâfidir. Eklenirse sakin okumayı niyet ederek [râ]
ya üstün hareke verilir. Zamme hareke verilirse sünnete aykırı hareket edilmiş
olur. Çünkü birinci ekberin üzerinde durmak istenmesi onu asaleten sâkinmiş
gibi yapmıştır. Bu sebeple üstün hareke verilir.
METİN
Ezanda tercî' ve
fahn yoktur, tercî mekruhtur. Mültekâ, lahn yani kelimelerini bozarak tegannî
yapmak ve bunu dinlemek tıpkı Kur'an'da teganni yapmak gibi helâl değildir. Ama
kelimelerini bozmadan teganni yapmak güzeldir. Bazıları Hay'alelerde teganni
yapmakta beis yoktur, demişlerdir. Ezanda her iki cümle arasında susularak
mühlet verilir. Bunu terk etmek mekruhtur. Tekrarlanması mendup olur. Kıbleye
sırt çevirmiş olmamak için yalnız hayyale'ssalah ile hayyale'l-felâhda sağa ve
sola dönülür. Velev ki okuyan kimse yalnız olsun veya doğan çocuğa okusun.
Çünkü bu mutlak surette ezanın sünnetidir. İkamette dahi mutlak olarak sağa
sola döner. Bazıları, «Yer genişse döner» demişlerdir. Minare genişse ezanı
dönerek okur. Ve başını dışarı çıkarır. Sabah ezanında Hayyale'l-felah'dan
sonra mendup olarak iki defa Essalât-ü hayrun mine'n-nevm der. Çünkü uyku
zamanıdır. Müezzin iki parmağını mendup olarak kulaklarının deliklerine koyar.
Böyle yapmadan ezan okuması iyidir. Fakat böyle yaparak okuması daha iyidir.
İZAH
Tercî' - iki
şehâdeti evvelâ alçak sesle, sonra dönerek yüksek sesle okumaktır. Bu
mekruhtur. Çünkü bütün rivayetler Hazret-i Bilâl'in tercî' yapmadığında ittifâk
etmişlerdir. Tercî' yapmıştır rivayeti sahih değildir. Bir de gökten inen
meleğin ezanını bildiren rivayetlerin hiç birinde tercî' yoktur.
Ebu Davud'un
«Sünen'inde ibni Ömer'den şu hadîs rivayet olunmuştur: «Rasûlüllah (s.a.v.)
zamanında ezan ancak ikişer ikişer, ikamet ise birer birer okunurdu ilh...». Bu
hadîsi ibni Hüzeyme ile ibni Hibban da rivayet etmişlerdir. ibni Cevzî
istinadının sahih olduğunu söylemiştir. Gerçi Ebu Mahzûre'nin ezanında tercih
bulunduğu rivâyet olunmuşsa da Taberanî'nin Ebu Mahzûre'den rivayet ettiği şu
hadîs ona muhaliftir: «Bana Rasûlüllah (s.a.v.) ezanı kelime kelime öğretti.
Allahu Ekber Allahu Ekber ilh...». Bu hadîsde Hazreti Ebu Mahzûre terci'den
bahsetmemiştir. Şu halde yukarıda söylediklerimiz muaruhsuz kalır. Meselenin
tamamı «Fetih» ve diğer kitaplardadır. Tercî' için «Mültekâ»da mekruhtur
denildiği gibi «Kuhistânî»de de mekruh denilmiştir.
«Bahır»ın sözü
buna muhaliftir. Orada, «Ulemanın sözlerinden anlaşılıyor ki, tercî' sünnet
veya mekruh değil, mubahtır.» denilmektedir. «Nehir» sahibi diyor ki:
«Anlaşılan tercî' yapmak evlânın hilâfıdır. Teganni mânâsına terci' ise ezanda
helâl değildir». Şu halde mezkûr kerahet, kerahet-i tenzihiyyedir. (Teganni
şarkı söylemektir). Ezanın kelimelerini bozmaktan murad, kelimelerin başına
veya sonuna hareke veya harf ziyade etmek ve uzatmak gibi şeylerdir.
Kuhistânî,
kelimeleri bozmadan teganni yapmak güzeldir. Zira sesi güzelleştirmek matlup ve
makbuldür. Teganni ile ses güzelliği arasında telazüm yoktur (Yani sesi güzel
olanın teganni yapması lâzım gelmez).
«Bahır» ve
Fetih». (Hay'ala kelimesi Hayya alas-salât ve hayya ala'l-Felah'ın
kısaltmasıdır). Hay'alelerde tegannî yapmakta bir beis yoktur. Çünkü bunlar
zikir değildir, diyen Hulvanîdir. Hulvanî'nin «beis yoktur» tâbirini
kullanması, yapılmaması evlâ olduğunu gösterir.
Ezanda ikişer
cümle okunarak biraz susmak suretiyle mühlet verilir. Bu mühlet icabet sığacak
kadardır (îcâbet: Ezanı dinleyen kimsenin müezzin okuduklarını
tekrarlamasıdır). Birer cümle okuyarak susmak doğru değildir. Nitekim bunu
«İmdâd» sahibi hadîsden alarak beyan etmiş; «Tatarhâniyye» sahibi de aynı şeyi
söylemiştir. İkişer cümle okuyup susmazsa, ezanı yeniden okuması mendup olur.
Sağa sola
dönmekten murad, yalnız yüzünü çevirmektir. Göğsünü ve ayaklarını çevirmek
değildir. «Kuhistânî» ve «Nehîr». Burada Musannıf lef ve neşiri mürettep
yapmıştır. Maksadı, hayya ale's-salah da sağa, hayya ale'l-felahda sola
dönülür, demektir. «Kuhistânî»de «Münye»den naklen «esah olan budur.» denilmiş;
«Bahır» ve «Tebyin»de ise «sahih olan budur.» ibâresi kullanılmıştır. Merv
uleması her çift cümlede sağa ve sola bakılacağını söylemişlerdir. Bu,
Kuhistânî'de de bildirilmiştir. H.
«Fetih» sahibi,
«İkinci kavil daha güzel.» demişse de Remlî, «Bu, seleften nakledilen sahih
rivayete aykırıdır.» diyerek bunu reddetmiştir. Şârih «velev ki okuyan kimse
yalnız olsun.» ifâdesiyle Hulvânî'nin sözünü reddetmiştir. Hulvânî, «yalnız
olan kimse sağa sola dönmez; çünkü buna hâcet yoktur.» demişti. H.
«Bahır»da ise
«Sirac»tan» naklen bunun ezanın sünnetlerinden olduğu, binaenaleyh yalnız olan
kimsenin de bu sünnetlerden birini hâleldar etmemesi gerektiği kaydedilmiştir.
Hatta ulema yeni doğan çocuğa ezan okuyan kimsenin de sağa sola dönmesi
gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü dönmek mutlak surette ezanın sünnetidir. Bu
hususta yalnız olsun olmasın, doğan çocuk için veya başka bir maksatla okunsun
fark etmez. T.
Minâre genişse
ezanı dönerek okur. Yani ayaklarını yerden kaldırmadan yüzünü çevirmekle ilân
tam olmuyorsa minârenin içinde dönerek okur. Peygamber (s.a.v.) zamanında
minâre yoktu. «Bahır».
Ben derim ki:
Şeyh İsmail'in şerhinde Suyûtî'nin «Evâil» adlı eserinden naklen şöyle
deniliyor: «Ezan için Mısır'ın minâresine ilk çıkan Şurahbil b. Âmir
el-Muradî'dir. Seleme, Muâviye'nin emri ile ezan için minâreler yapmıştır.
Ondan önce minâreler yoktu. İbni Said, Zeyd b. Sabit'in annesine isnadla
şunları söylemiştir: «Mescidin etrafında en yüksek ev benim evim idi. Bilâl
onun üzerinde ezan okuyordu. Bunu ilk ezandan başlayarak Rasulüllah (s.a.v.),
mescidini bina edinceye kadar devam ettirdi. Ondan sonra artık ezanı mescidin
üzerinde okumaya başladı. Mescidin üzerinde kendisine yüksekçe bir yer
yapılmıştı». «Başını dışarı çıkarır.» cümlesinden maksad, minâre pencereli ise
Hayyale's salat'a geldiğinde başını minarenin sağ penceresinden,
HayyaIe'I-felâh'a geldiğinde de sol penceresinden çıkarır demektir. «Dürer».
Ama Rum ili minâreleri gibilerde yan taraf pencere hükmündedir. «İsmail».
Sabah ezanında
hayyale'l-Falah'dan sonra iki defa essalat-ü Hayrun mine'n-nevm demek
mendubtur. Musannıf bununla, «Essalat-ü hayrun mine'n-nevm» in yeri tamamen
ezan bittikten sonradır.» diyenlerin sözünü reddetmiştir.
«Bahır» sahibinin
Müstesfâdan naklen bildirildiğine göre Fazlı'nın tercih ettiği kavil budur
(Essalat-ü hayrun mine'n-nevm: Namaz uykudan daha hayırlıdır demektir).
Uyku namaza
hayrın aslında ortaktır. Çünkü bazen uyku ibâdet olur. Mesela, bir taatı ifâya
yahud bir musîbeti terk etmeye vesile olduğu zaman böyledir. Yahud uyku
dünyada, namaz ise âhirette rahat olduğu için namaz efdal olmuştur. «Bahır».
Müezzinin
parmaklarını kulak deliklerine koyması menduptur. Zira Peygamber (s.a.v.) Bilâl
(r.a.),a, «Parmaklarını kulaklarına koy; çünkü bu sesini daha yükseltir.»
buyurmuştur. Ellerini kulaklarına koyarsa daha iyi eder. Zira Ebu Mahzûre
(r.a.) dört parmağını bir araya toplayarak kulaklarına koymuştur.
İmam A'zam'dan
rivayet olunduğuna göre bunu yalnız bir eli ile yapması da aynı hükümdedir.
Bunu «İmdâd» ile «Kuhistânî» Tühfe»den nakletmişlerdir. Mezkûr hadîsteki emir
nedip mânâsınadır. Bunu ta'lil karinesi ile anlıyoruz. Onun için ellerini
kulaklarına koymasa iyidir. Ama koyarak daha iyi olur. Sünneti terk etmek nasıl
iyi olur? denilirse şöyle cevap veririz:
Ellerini
kulaklarına koyarak okumak daha iyidir. Daha iyiyi terk ederse ezan iyi olarak
kalır. «Kâfiye»de de böyle denilmiştir. Anla!
METİN
Yukarıda geçen
hususatta ikamet de ezan gibidir. Lâkin ikamet ve keza imamlık ezandan
efdaldir. «Fetih».
İkamet getiren
kimse iki parmağını kulaklarına koymaz. Çünkü ikamet daha alçak sesle yapılır.
Îkamet sür'atli yapılır. Onu da (ezan gibi) ağır ağır okuyarak yapsa esah kavle
göre tekrarlamaz. İkametin Hayyale'l-felahdan sonra iki defa kad-kâmeti'ssalât
denir. Eimme-i selâsey'e göre ikamet tek cümleler halinde yapılır. Vasıta üzerinde
olmayan kimse ezan ve ikameti kıbleye karşı okur. Kıbleye dönmemek tenzihen
mekruh olur. Gerek ezanda gerekse ikamette bir sonraki cümleyi evvel okusa
yalnız evvel okuduğunu tekrarlar. Ezan ve ikamet esnasında asla konuşmaz. Velev
ki selâm almak olsun. Konuşursa yeniden başlayarak okur.
İZAH
Şârih'in
«yukarıda gecen hususatta» diye kayıtlaması kendisine itiraz edilerek,
«Yolcunun ikameti terk etmesi mekruhtur; ama ezanı terk etmesi mekruh değildir.
Kadın ikamet getirir fakat ezan okumaz. Ezan ikametten daha kuvvetli
sünnettir.» denilmemesi içindir. Nitekim gelecektir. Yukarıda geçen hususattan
maksadı ezanın metinde geçen on hükmüdür ki şunlardır:
1 - Ezan, farzlar
için sünnettir.
2 - Vaktinden
önce okunursa tekrarlanır.
3 - Ezana dört
tekbirle başlanır,
4 - Ezanda tercî'
yoktur.
5 - Lahn yoktur,
6 - Ezan ağır
ağır okunur,
7 - Hay'alelerde
sağa sola dönülür.
8 - Minârede
dönerek okunur.
9 - Sabah
ezanında essalat-ü Hayrun mine'n-nevm ziyade edilir,
10 - Ezanda
parmaklar kulaklara konur. Sonra bu on hükümden üçünü istisna etmiştir. Bu üç
şey ikamette yoktur. Ezandaki ağır okumanın yerine ikamette sür'atle okumayı,
es-SaIat-ü hayrun mine'nnevm yerine ikamette kaddkâmeti's-salatı'yı koymuş bir
de ikamette parmaklarını kulaklarına koymak olmadığını söylemiştir. Geri kalan
yedi hüküm oralarında müşterektir. Bir de minârede dönerek okumakla itiraz
edilebilir. Çünkü ikamet dönerek yapılmaz.
Hâsılı ikamet
geçen dört yerde ezana uymaz. Diğer bazı yerlerde dahi uymaz. Bunlar ayrı
yerlerde gelecektir. Lâkin ikamet ezandan efdaldir. Bunu «Bahır» sahibi
«Hulâsa»dan nakletmiş; hilâf zikretmemiştir. «Fetih»te dahi Zahîrü'd-Din'in
hâşiyeler de «Mebsut»tan naklen ikametin ezandan daha kuvvetli olduğunu
açıkladığı bildirilmektedir. Yani çünkü bazı yerlerde ezan sâkıt olur; fakat
ikamet sâkıt olmaz demek istemiştir. Nitekim yolcu hakkında, kaza namazlarının
birinciden sonrakileri ile Arafat'ta birlikte kılınan iki namazın ikincisi
hakkında ezan sâkıttır. Şârih'in «ve kezâ imamlık ezandan efdaldir», sözünü
«Fetih» sahibi Peygamber (s.a.v.)'in buna devam buyurmasiyle ta'lil etmiştir.
Hulefa-i Râşidîn dahi imamla devam etmişlerdir.
Hazreti Ömer'in
«Halifelik olmasa müezzinlik yapardım», sözü müezzinliğin imamlıktan efdal
olmasını gerektirmez. Onun muradı, İmamlıkla birlikte müezzinlik de yapardım,
demektir. Yoksa imamlığı bırakarak müezzin olurdum demek istememiştir. Şu halde
bu söz, efdal olan, imamın aynı zamanda müezzin de olmasıdır; mânâsını ifâde
eder. Bizim mezhebimiz budur. Ebu Hanîfe'nin kavli bu idi.
Ben derim ki:
Şâfiîlerce sahih kabul edilen iki kavilden biri budur. İkinci kavle göre ezan
daha faziletlidir. Şimdi ezanla ikamet faziletçe müsavidirler, diyenlerin kavli
kalmıştır. «Sirac»ta üç kişi birden şunu nakletmişlerdir: «İmamlığın ezan
okumaktan efdal olduğuna delalet eden değil, imamlığın ikametten de faziletli
olduğunu gösterir. Zira âdet müezzinin ikamet getirmesidir. Anla!»
T E N B İ H:
İkametin ezandan efdal olması ona vacip diyenlerin kavline göre ikametin vacip
olmasını gerektirir. Ama ben buna açıkça vacibtir diyen görmedim. Meğer ki
şöyle denilsin: Ezana vacibtir denilmesi onun dinin şeâirinden olmasına
bakaraktır. İkamet öyle değildir. Şu da var ki, bazen sünnet vacibten daha
faziletli olur. Nitekim Taharet Bahsinin başında geçmişti. Teemmül eyle! Sonra
gördüm ki, «Bedâî» sahibi ezanla ikameti namazın vâciblerinden saymış.
Bir kimse ikameti
de ezan gibi ağır ağır okuyarak getirse esah kavle göre yeniden ikamet
getirmez. Ama ezan bunun hilâfınadır. Yani ezanı sür'atle okursa tekrarlaması
mendup olur. Nitekim yukarıda geçmişti. Çünkü ezanın tekrarı meşrudur. Meselâ,
cuma gününde tekrar edilir. Fakat ikamet öyle değildir. Bu izaha göre
«Hâniye»deki «ikameti tekrarlar.» sözü esahın hilâfınadır. Meselenin tamamı
«Nehir»de dir.
Üç mezhebin
imamlarına göre ikamet tek cümleler halinde yapılır. Delilleri Buharî'nin
rivayet ettiği, «Bilâl'e ezanı çift, ikameti tek okuması emir olundu.»
hadîsidir. Bize göre bu hadîs ikamette sür'at göstererek sesini iki cümlede bir
salma mânâsına hamledilmiş; ihtimal götürmeyen naslarla hadîsin arası bu
şekilde bulunmuştur. Tahavî diyor ki: «Eserler tevatür derecesini bulmuştur ki,
Bilâl ölünceye kadar ikameti her cümleyi ikişer okuyarak getirmiştir».
Meselenin tamamı «Bahır»la diğer kitaplardadır.
Vasıta üzerinde
olmayan kimse ezan ve ikameti kıbleye karşı dönerek okur, ancak
hayyale's-salatta sağa, hayyaale'l-felahta sola bakar. «İmdâd»ın ibâresi
şöyledir: «Meğer ki vasıta üzerindeki kimse yolcu ola. Çünkü yürüme zarureti
vardır. Zira Bilâl vasıta üzerinde ezan okumuş; sonra inerek yerde ikamet
getirmiştir. Zâhir rivayete göre evinde olan kimsenin vasıta üzerinde ezan
okuması mekruhtur. Ebu Yûsuf'tan bir rivayete göre bunda bir beis yoktur.
Nitekim «Bedâyi»de böyle denilmiştir».
Kıbleye dönmemek
tenzihen mekruhtur. Çünkü «Muhit» sahibi, «En iyisi kıbleye dönmektir.»
demiştir. «Bahır» ve «Nehir».
Ezan ve ikamette
bir sonraki cümleyi evvel okusa meselâ, hayyaale'l-felahı, hayyaale's-salat'tan
önce söylerse yalnız o cümleyi tekrarlar. Ezanı yeniden okumaya hâcet yoktur.
Ezan ve ikamet
esnasında konuşulmaz. Velev ki selâm almak, aksırana yerhamükellah demek gibi
sözlerle olsun. Bunu içinden de söyleyemez; sahih kavle göre bitirdikten sonra
da söyleyemez. «Sirac» ve diğer kitaplarda böyle denilmektedir.
«Nehir» sahibi,
«Öksürmek de konuşmaktan ma'duttur. Meğer ki sesini düzeltmek için öksürmüş
ola!» demiştir. Konuşursa yeniden okur, bundan ancak konuştuğu sözün az olması
müstesnâdır. «Hâniye».
METİN
Bütün namazlarda
ezanla ikamet arasında herkes için âdetine göre tesvip yapar. Ve ezanla ikamet
arasında mendup vakte riâyet ederek cemaate devam edenler gelecek kadar oturur.
Yalnız akşam namazında oturmayıp üç kısa âyet okuyacak kadar ayakta susar.
(Beklemeden) namazı eğlemek bilittifak mekruhtur.
FAİDE: Ezandan
sonra salât ve selâm getirmek evvela 781 senesi Rabiulâhır ayının pazartesi
gecesi yatsı namazında; sonra cuma günü çıkmış. On sene sonra akşamdan maada
bütün namazlarda, daha sonra akşam namazında iki defa olmak üzere zuhur
etmiştir. Bu güzel bir bid'attır. Ezan ve ikamet kaza namazları için de
sünnettir. Cemaatla kılınır veya sahrada olursa sesini yükselterek okur. Evinde
yalnız başına kılarsa yüksek sesle okumaz.
İZAH
Tesvip: Bir defa
ilândan sonra tekrar dönüp ilân etmektir. «Dürer». Tesvibi müezzin yapar, diye
kayıtlanması «Kınye»de «Mültekat»tan naklen, «Müezzinden başka hiçbir kimsenin
ilim ve mertebece kendinden büyüğüne namaz vakti geldi demesi yakışmaz. Çünkü
bu kendini beğenmek olur.» denildiği içindir. «Bahır».
Ben derim ki: Bu,
İmam Ebu Yûsuf'un kavline göre hükümdar ve emsaline yapılan tesvibe mahsustur.
Anla!
Ezanla ikamet
arasında oturmayı İmam Hasan'ın rivayeti şöyle tefsir edilmişti: «Ezandan sonra
yirmi âyet okunacak kadar durur; sonra tesvip yapar. Sonra yine o kadar durur
ve ikamet getirir». «Bahır».
Tesvip bütün
namazlarda yapılır. Çünkü din işlerinde gevşeklik zuhur etmiştir. «İnâye»
sahibi diyor ki: «Sonra gelen ulema âdetlerine göre bütün namazlarda ezanla
ikamet arasında tesvibini icad etmişlerdir. Bundan yalnız birinciyi yani
aslı-ki sabah namazının tesvibidir-bırakmak şartiyle akşam namazını istisna
etmişlerdir. Müslümanların iyi gördüğü şey Allah indinde daha iyidir». Tesvip
herkese yapılır. İmam Ebu Yûsuf onu yalnız hâkim, müftü ve öğretmen gibi âmme
işleriyle uğraşanlara tahsis etmiştir. Kâdıhan ve başkaları bu kavli tercih
etmişlerdir. «Nehir». Ve herkese âdetlerine göre kimi öksürmekle, kimi kamet
veya es-Salat es-Salat demekle yapılır. «Nehir»in «Müçtebâ»dan nakline göre bir
yer halkı buna muhalif ilân icad etseler câiz olur. Tesvibten yalnız akşam
namazı müstesnâdır. «Dürer»de şöyle denilmiştir: «Bu istisna oturup tesvip
yapar sözündendir. Çünkü tesvip cemaate ilân içindir. Akşam namazında vakit dar
olduğu için cemaat hazırdır». «Nehir» sahibi buna itiraz ile, «Bu söz tesvib
bütün namazlarda herkes için yapılır dâvâsına aykırıdır.» demiştir.
İsmail Nablusî
ise, «Halbuki öyle değildir. Çünkü «İnâye»den naklen yukarıda geçtiği vecihle
akşam namazında tesvip istisna edilmiştir. «Gürerü'l-Ezkâr», «Nihâye»,
«Bercendî», «İbni Melek» ve diğer kitaplarda bu, kat'î dille ifâde edilmiştir.»
diyor.
Ben derim ki:
Şöyle denilebilir: «Dürer»deki ifâde İmam Hasan'ın yukarıda zikrettiğimiz
rivayetine göredir. Yani müezzin yirmi âyet okuyacak kadar durup sonra tesvib
yapacaktır. Ama akşam namazında fâsıla vermeden tesvip yaparsa zâhire göre bir
mâni yoktur. «Nehir»in ibâresi buna hamlolunur. Tedebbür eyle!
Akşam namazında
üç kısa âyet okuyacak kadar ayakta susmak İmam A'zam'a göredir. İmameyn'e göre
hatibin minberde oturması gibi bir oturuşla fâsıla verir. Hilâf,
efdaliyettedir. Otursa İmam A'zam'a göre mekruh olmaz. İkamet için ezan okuduğu
yerden çekilmek müstehaptır. Bu cihet ittifâkîdir. Tamamı «Bahır»dadır.
Ezandan sonra
salât getirmenin evvelâ (781) yılında icad edildiğini «Nehir» sahibi de
Suyûtî'nin «Hüsnü'l-Muhadara» adlı eserinden naklen bildirmiş; sonra Sahavî'nin
«el-Kavlü-Bedî»inden bunun (791) tarihinde Sultan Nâsır Salahaddîn'in emriyle
başladığını nakletmiştir.
«Daha sonra akşam
namazında iki defa olmak üzere zuhur etmiştir.» ifâdesi «Hazâin»de de
açıklanmıştır. Lâkin «Nehir» sahibi onu nakletmemiştir. Başka yerde de
görmedim. Galiba bu âdet Şârih zamanında mevcud imiş. Yahud bundan murad, cuma
ve pazartesi geceleri akşam ezanının akabinde yapılan ve sonra akşamla yatsı
arasında tekrarlanan salât olacaktır. Dımaşk'ta buna tezkir derler ki, cuma
günü öğle ezanından önce okunan salât gibidir. Ulemadan bunu zikir eden dahi
görmedim.
Bu güzel bir
bid'attır. «Nehir» sahibi «el-Kavlü'l-Bedî»den naklen bu babtaki kavillerin
doğrusu onun güzel bir bid'at olmasıdır. Malikîlerden biri müezzinlerin gecenin
son üçte birinde yaptıkları tesbih hakkında da hilâf olduğunu, fakat
bazılarının bunu reddettiğini söylemiştir. Ama söz götürür.» demiştir.
Kısaltılarak alınmıştır.
Diğer FAİDE:
Suyûtî'nin beyanına göre ilk defâ iki ezanı birden icad eden Ümeyye
oğullarıdır. Remliî «Bahır» hâşiyesinde şöyle diyor: «Bizim memlekette cemaat
ezanî adı verilen ezan hakkında açık bir söz göremedim. Güzel bid'at mıdır;
çirkin bid'at mı bilemiyorum». Şâfiî'ler onu hatibin huzurundaki ezan saymış;
müstehap veya mekruh olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
İLK ezana
gelince: «Nihâye»de açıklandığına göre o öteden beri nakledilegelen ezandır
«Nihâye» sâhibi «Müezzinler ilk ezanı okudukları zaman halk alışverişi
bırakır.» cümlesini izah ederken şunları söylemiştir: «Sözü âdet mevkiine
koymak için müezzinleri cemi sigası ile zikretmiştir. Zira öteden beri
söylenegelen rivayet, seslerini büyük camiin etrafındakilere duyurabilmek için
toplu halde ezan okumalarıdır. Bu ifâdede bunun mekruh olmadığına delil vardır.
Çünkü nesilden nesile söylenegelen şey mekruh olmaz. Biz hatîbin huzurunda
okunan ezan hakkında da aynı şeyi söyleriz. O da güzel bid'attır. Zira
mü'minlerin güzel gördüğü şey güzeldir.» Kısaltarak alınmıştır.
Ben derim ki: Bu
meseleyi Seyyidî Abdülgânî de «Nihâye»den alarak böylece zikretmiş; sonra,
«Cumanın bir hususiyeti yoktur. Çünkü beş farz da ilâna muhtaçtır.» demiştir.
Ezan ve ikamet
kaza namazları için de sünnettir. Buradaki «cemâatla kılınırsa» ifâdesinden
murad mescidden başka yerdeki cemâattır. Buna karine az aşağıda «mescidde kaza
namazı için ezan okumaz.» sözüdür. Sonra bu cümüle «sesini yükselterek»
ifâdesinin kaydıdir. «Bahır» sahibi bunu inceleyerek anlatmış, «Ama bunu
imamlarımızın sözlerinde görmedim.» demiştir. «Bahır» sahibi ovada yalnız
başına namaz kılan kimsenin ezan okurken sesini yükseltmesine şu sahih hadîsle
istidlâl etmiştir: «Koyunlarının içinde veya bâdiyende isen namaz için ezan
okuduğunda sesîni yükselt! Çünkü müezzinin sesini duyan hiçbir ins ve cin ve
topaç yoktur ki kıyâmet gününde ona şahidlik etmesin!». Nehir sahibi de onu
tasdik etmiştir.
Ben derim ki:
Kuhistânî'nin söyledikleri buna aykırıdır. O, «Halka bildirmek için ezanı
aşikâr okumak lâzımdır. Ama kendisi için okursa sesini kısar. Çünkü şeriatta
asıl olan budur. Nitekim «Keşfü'l-Menâr»da da böyledir.» diyor. Şu da var ki,
onun istidlâl ettiği hadîs evinde yalnız kılan kimsenin de kıyâmet gününde
şahidlerini çoğaltmak için sesini yükseltmesini ifâde eder. Ancak şöyle
denilirse o başka: Maksat, sesi fazla yükseltmektir. Evinde ezan okuyan kimse
sesini o kadar yükseltemez. O, kendi işiteceğinden biraz fazla seslenir.
Kuhistânî'nin sözü de buna hamledilir. Teemmül buyurula!
METİN
Kezâ kazâ
namazlarının birincisi için ezan ve ikamet sünnettir. Geri kalanları için bir
yerde kılarsa ezan okumakta muhayyerdir. Okunması evlâdır. Ama her biri için
ikamet getirir. Bozulan namaz için ezan ve ikamet yoktur. Kadınların kıldığı
edâ ve kaza namazlarında - velev ki köle ve çocuklar cemaati gibi cemaat
halinde olsunlar - ezan ve ikamet sünnet değildir. Cuma günü şehirde kılınan
öğle namazı için ezan ve ikamet sünnet olmadığı gibi mescidde kılınan kaza
namazları için de sünnet değildir. Çünkü bunda kargaşalığa ve yanıltmaya sebep
olmak vardır. Kaza namazlarını mescidde kılmak mekruhtur. Zira namazı
geciktirmek günahtır. Bunu meydana çıkarmamalıdır. «Bezzâziye».
İZAH
Geri kalan kaza
namazlarını bir yerde kılarsa ezan okumakta muhayyerdir. Ayrı ayrı yerlerde
kılarsa bakılır, bir mecliste birden fazla kaza namazı kıldığı takdirde hüküm
yine böyledir. Aksi takdirde her namaz için ayrı ezan ve ikamet getirir. Her
kaza namazı için ayrı ezan ve ikamet evladır. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v.)'in
Hendek harbinde kazaya kalan namazlarını ezan ve ikametle kılıp kılmadığı
hususunda rivayetler muhteliftir.
Bazılarında,
«Bilâl'e emir buyurdu da her namaz için ezan okudu ve kamet getirdi.» denilmiş;
bazılarında ilk namazdan sonra sâdece ikametle yetindiği bildirilmiştir.
Ziyâdeyi bildiren rivayetle bilhassa ibâdet babında amel etmek evlâdır. Tamamı
«İmdâd» nam kitaptadır. Kaza namazlarını kılarken ikamet hususunda muhayyerlik
yoktur. İkameti terk etmek mekruhtur. Nitekim «Nuru'I-İzah»da da böyle
denilmiştir.
TETİMME: Cemi'
suretiyle kılınan namazlarda görüleceği vecihle Arafat'taki cemide bir ezan
okunur iki ikamet getirilir. Müzdelife'deki cemide ise bir ezan ve bir ikametle
iktifa edilir. Tahtâvî, Müzdelife'dekinin de Arafat'taki gibi olduğunu kabul
etmiş; Kemâl bin Humâm da bunu tercih etmiştir. Nitekim inşallah babında
gelecektir. Şimdi bir kimse bir kaza namazı ile edâ namazını birlikte kılarsa
meselesi kalır, bunu bir yerde görmedim. Bana öyle geliyor ki, iki ezan ve iki
ikamet lâzım gelecektir. Bununla Müzdelife'deki cemi arasındaki fark
meydandadır. Bozulan namaz, vakit içinde tekrarlanırsa ezan ve ikamet gerekmez.
Vakit içinde kılınmazsa kaza namazı olur. T.
«Müctebâ»da şöyle
deniliyor: «Bir cemaat mescidde kıldıkları namazın fâsid olduğunu vakit içinde
hatırlayarak onu vakit içinde cemaatle kaza ederlerse ezan ve ikameti tekrarlamazlar.
Vakit çıktıktan sonra kaza ederlerse onu başka bir mescidde ezan ve ikametle
kılarlar». Lâkin araya uzun fâsıla girerse ikâmetin tekrarlanacağı ileride
gelecektir.
Şârih «Velev ki
köle ve çocuklar cemaati gibi cemaat halinde olsunlar» sözünü «Feth'in şu
ifâdesinden almıştır: «Zira kadınlara cemaat olmak meşru iken Hazret-i Âişe
onlara, ezansız ikametsiz imam olmuştur. Bu yalnız kılanın da böyle olmasını
iktiza eder. Çünkü ezanla ikameti terk etmek cemaat meşru olduğu halde sünnet
olunca yalnız kıldığı halde sünnet olması evleviyette kalır».
Ben derim ki:
«Sirac»daki ifâdenin zâhiri de budur. Şârihin. «Velev ki yalnız başına kılsın»
demesi daha iyi olurdu. Zira şimdi kadınların cemaat teşkil etmeleri meşru
değildir. Anla!
Köle ve
çocukların cemaat olması meşru değildir. Binaenaleyh o cemaatta ezan ve ikamet
de meşru olmaz. Nitekim «Bahır» sahibinin «Zeylei»den naklen bildirdiğine göre
onun akabinde teşrik tekbiri de meşru değildir. Cuma günü şehirde kılınan öğle
namazı özürlüye özürsüze şâmildir. «Zeyleî». Köylerde ise h;ç bir surette
mekruh değildir. «Zahriyye» sahibi, yani başka yerde cuma namazı edâ edilmezden
önce olsun sonra olsun köyde mekruh değildir. Zira, «Cuma namazı edâ edildikten
sonra şehirde mekruh değildir diyenler olmuştur.» demiştir.
Kargaşalığa sebep
olmak ezan cemaat için okunursa düşünülebilir. Yalnız kılar da kendi işiteceği
kadar ezan okursa kargaşalık olamaz. T.
«İmdâd»ta
bildirildiğine göre namazı vaktinden geciktirmek âmmeyi alâkadar eden bir
sebepden ileri gelmişse mescidde ezan okumak mekruh olmaz. Zira illet yoktur.
Nitekim Peygamber (s.a.v.) mola gecesînde böyle yapmıştır. Lâkin mola gecesi
sahrada idi; mescidde değildi. «Zira namazı geciktirmek günahtır.» sözü dahi
yalnız kılarken değil, cemaat halinde düşünülebilir. T.
Yani yalnız kılan
ezanını alçak sesle okûr. Nitekim Kuhistanî'den naklen arzetmiştik. Şunu da
bilmeli ki, geciktirme âmmeyi alâkadar eden bir sebeple olursa bunu cemaatın
yapması da mekruh olmaz. Çünkü bu gecikme günah değildir. Şu da var: Ta'lilden
anlaşıldığına göre mekruh olan, mescidden başka yerde bile olsa bilindiği halde
kazâ edilmesidir. Nitekim «Minâh» sahibi bunu Geçmiş Namazların Kazası Babında
anlatmıştır.
METİN
Bülûğa yaklaşmış
çocuğun, kölenin, âmânın, piçin ve bedevînin ezanı kerahetsiz câizdir, Ama
hususî hidmedkâr gibi kölenin ezanı da izinsiz helâl değildir. Ezan okuyan
kimse ancak sünneti ve namaz vakitlerini bilirse müezzinler sevabına müstehak
olur. Velev ki sevabına okuyanlardan olmasın. «Bahır».
Cünüp kimsenin
ezan ve ikameti, abdestsizin ikâmeti mekruhtur. Ezanı mezhebe göre mekruh
değildir. Kadının, hünsânın ve âlim bile olsa fâsıkın ezanı da mekruhtur. Lâkin
imamlığı ve ezanı takvâ sahibi cahilinkinden evlâdır. Mubah bir şey sebebiyle
de olsa sarhoşun, bunağın, akıl etmeyen küçük çocuğun ve oturan kimsenin ezan
okumaları dahi mekruhtur. Ancak kendisi için oturarak okumak câizdir. Vâsıta
üzerinde bulunan kimsenin ezanı da mekruhtur. Meğer ki yolcu ola!
ÎZAH
«Kerahetsiz
câizdir.» sözünden murad, kerahet-i tahrimiyye ile mekruh değildir, demektir.
Yoksa kerahet-ı tenzihiyye sabittir. Zira «Bahır» da «Hulâsa»dan naklen,
«Başkaları bunlardan evlâdır.» denilmiştir.
Ben derim ki:
Tahâret Bahsinin başında evlânın hilâfını yapmak mekruh mudur değil midir,
bahsetmiştik. Oraya müracaat eyle! (Bülûğa yaklaşan çocuğa sabîi mürâhik
denir). Burada bülûğa yaklaşan çocuktan murad, aklı eren çocuktur. Velev ki
bülûğa yaklaşmış olmasın. Nitekim «Bahır» ve diğer kitapların ifâdelerinden
anlaşılan da budur. Bazıları mekruh olduğunu söylemişlerse de bu kavil zâhir
rivayete aykırıdır. «İmdâd» ve diğer kıtalarda da böyle denilmiştir. Şu halde
onu ezan vazifesine kabul sahih olur. «Bahır». Köle ile âmânın ezanı mekruh
değildir. Çünkü dîne ait işlerde bunların sözleri makbuldur; mülzimdir.
Binaenaleyh bu sözle ilân hâsıl olur. Fâsık böyle değildir. «Zeyleî».
Ben derim ki:
Buna göre çocuğa itiraz olunur. Çünkü çocuğun sözü dîne aid işlerde sahih kavle
göre makbul değildir. Nitekim bu babtan önce arzetmiştik. Bunun müktezası fâsık
gibi çocuğun sözü ile de ilân hâsıl olmamaktır. Teemmül et! Bu hususta sözün
tamamı gelecektir.
Kölenin ezanı
meselesini «Bahır» sahibi inceleyerek zikretmiş ve şunları söylemiştir:
«Köle kendisi
için ezan okursa sahibinin iznine muhtaç olmaması icap eder. Ama cemaate
müezzin olmak isterse ancak sahibinin izniyle câiz olur. Çünkü bunda sahibinin
hizmetine zarar vardır. Müezzin vakitlere riayet etmek mecburiyetindedir. Bunu
ulemanın sözleri arasında göremedim».
Hususî hizmetkâr
meselesini «Nehir» sahibi bahis mevzuu yapmıştır. O şöyle demektedir: «Hususî
hizmetkârın da böyle olması ve ezan okuması ancak patronunun izniyle helâl
olması gerekir».
Ben derim ki:
Hatta hususî hizmetkârın nâfileleri edâ etmeye hakkı olmadığını ulema ittifakla
açıklamış; sünnetler hakkında ihtilâf etmişlerdir. Nitekim bunu İcâreler
Bahsinde inşallah beyan edeceğiz. Bu da «Bahır» sahibinin incelemesini te'yid
eder. Zira kölenin hem geliri, hem kendisi başkasının mülküdür. Hidmedkâr öyle
değildir.
Âmânın ezanına
Abdullah b. Ummü Mektûm'un müezzinliği ile itiraz olunamaz. Gerçi o da âmâ idi;
fakat yanında vakitleri bildirecek adamı bulunurdu. Hâl böyle olursa görenle
görmeyenin müezzinliği de müsavî olur. Bunu Şeyhu'l-İslâm söylemiştir.
Bu mesele âmânın
ezanında kerâhet sabit olduğuna göredir. Bu hususta evvelce söz geçmişti.
Geçmese idi itiraz varid olmazdı. Ezan okuyan kimsenin sünneti bilmesinden
murad, ezanın sünnetini ve yukarıda beyan edildiği vecihle matlup olan
vakitlerini bilmesidir. «Velev ki sevabına okuyanlardan olmasın» sözü «Feth»in
ibâresine red cevabıdır. Orada şöyle denilmiştir: «Müezzin namaz vakitlerini
bilmezse müezzinler sevabına müstehak olamaz. Nitekim «Hâniye»de de böyle
denilmektedir. Binaenaleyh ücret alırsa evleviyetle sevabı hak edemez».
«Nehir» sahibi
«Bahır»a uyarak bunu reddetmiş ve şunları söylemiştir: «Cahilin ezanında helâke
mâruz bırakan bir cehâlet vardır. Sevabına okumayanın hâli böyle değildir. Şu
da var ki, imamlık ve müezzinlik için ücret almanın helâl olmaması mütekaddimîn
denilen eski ulemanın reyidir. İcâreler Bahsinde görüleceği vecihle sonraki
ulema bunu câiz görmüşlerdir».
Ben derim ki:
Zaruret sebebiyle alınan ücretin helâl olmasından sevap hâsıl olması da lâzım
gelmez. Bâhusus ücret olmasa müezzinliği yapmayacak kimselerden ise o kimsenin
ameli dünya için olur ki, riyadır. Çünkü yaptığının ALLAH rızası için olmasını
hesap etmemiştir. Sevâbına okuyan câhil bu sevaba nâil olmazsa bunun nail
olamaması evleviyette kalır. Nasıl nâil olabilir ki, birçok hadîslerde sevabına
okumak kaydı vârid olmuştur. Onlardan biri Taberânî'nin rivayet ettiği şu
hadistir: «Üç kimse kıyâmet gününde miskden tepeler üzerinde olacak; büyük
korku onları ürkütmeyecek; insanlar korktuğu zaman onlar korkmayacaktır:
Birincisi:
Kur'anı öğreten ve bu işi ALLAH rızasını ve Allah'ın ihsânını dileyerek yapan;
İkincisi: Her
günle gecede beş vakit namaz için ezan okuyup bununla Allah'ın rizâsını ve
Allah'ın ihsânını dileyen kimse,
Üçüncüsü:
Kendisini dünya köleliği Rabbinin tâattan men edemeyen köledir» Evet şöyle
denilebilir:
Bir kimsenin
maksadı Allah'ın rızâsı olur, fakat vakitlere dikkat edip bu işle meşgul
olurken kendisinin ve çoluk çocuğunun nafakasını yeteri kadar kazanamadığı için
- geçim derdi bu şerefli vazifeye mâni olmasın diye - ücret alır; böyle olmasa
ücret almazsa mezkûr sevabı o da kazanır. Hatta ezanla rızık kazancını beraber
yürüttüğü için iki ibâdeti bir araya getirmiş olur. Ameller ancak niyetlere
göredir. Cünüp kimsenin ezanı mekruhtur. Çünkü kendinin yapmadığı işe
başkalarını çağırmış olur. İkameti evleviyetle mekruhtur. «Hâniye»de
açıklandığına göre ezan ve ikamet hususunda en ağır hadeslereden temiz bulunmak
icap eder. Bu gösterir ki, buradaki kerahet, kerahet-i tahrimiyyedir. «Bahır».
Fâsıkın imamlığı
takvâ sahibi câhilin imamlığından evlâdır. Bu cihet nassan tesbit edilmiştir.
Ezânînin evlâ olmasını ise «Nehir» sahibi inceleme neticesi ilhak etmiştir.
Takvâ sahibi câhil, ehl-i takva âlim bulunmadığı zaman bahis mevzuu olabilir.
Mubah bir şeyle
sarhoş olmanın misali, boğazında kalan lokmayı geçirmek için bir yudum içki
içmektir. Şârih bu sözle sarhoşluktan fâsıkIık lâzım gelmediğine işaret
etmiştir. Binaenaleyh sözde tekrar yoktur. Hüküm itibariyle deli de bunak
gibidir. H.
METİN
Cünüp kimsenin
okuduğu ezanın tekrarlanması menduptur. Vacip olduğunu söyleyenler de vardır.
İkameti tekrarlanmaz. Çünkü ezanın tekrarı cumada meşrudur. Fakat ikametin
tekrarı meşru olmamıştır. Kezâ kadının, delinin. bunağın, sarhoşun ve aklı
ermeyen çocuğun okuduğu ezan dahi tekrar edilir. Bunların ikametleri yukarıda
geçen sebepten dolayı tekrarlanmaz.
Müezzin ölür,
bayılır, dili tutulur veya zihni tutulur da okuyacağını unutur ve hatırlatacak
kimse de bulunmazsa kezâ abdesti bozulduğu için abdest tazelemeye giderse ezan
ve ikametin yenilenmesi icap eder. «Hulâsa».
Lâkin «Sirac»ta
mendup olur.» ifâdesi kullanılmış; Musannıf ise delinin, bunağın ve aklı
ermeyen küçük çocuğun ezanlarının sahih olmadığına kat'î olarak hüküm
vermiştir.
Ben derim ki:
Kâfir ile fâsık da bunlar gibidir. Çünkü dîni hususunda fâsıkın sözü kabul
edilmez.
İZAH
Cünübün tekrarı
gereken ezanına Kuhistânî fâcir, binek giden, oturan, yürüyen ve kıbleden dönen
kimselerin ezanını da ilâve etmiştir. İâdesi vacip olmasının sebebini her biri
hakkında yaptığının sayılmaması, mendup olmasının illetinin ise sayılması
olduğunu, yalnız noksanı bulunduğunu söylemiş «Esah olan budur. Nitekim
Timurtâşîde de böyledir.» denilmiştir.
«Yukarıda geçen
sebepten dolayı» ifâdesinden murad, az yukarıda geçen «Çünkü ezanın tekrarı
meşrudur.» cümlesidir. Şârih'in «müezzin ölürse ilh...» diyerek müezzinden
bahsetmesi, ikamet getirenden bahsetmemesi, şer'an ikameti de müezzin yaptığı
içindir. Nitekim gelecektir. Anla!
Abdest tazelemeye
gidenin başladığı ezan veya ikameti tamamlayıp sonra abdest alması evlâdır.
Çünkü bunlara abdestsiz olarak başlamak câizdir. Başlananın üzerine bina
etmenin câiz olması evleviyette kalır. «Bedâî».
Burada
«Hulâsa»dan nakledilen müezzinin ölmesi vesâire «Hâniye» de de mevcuttur.
«Fetih» sahibi diyor ki: «İcap eder sözü vücup mânâsına hamledilirse bizzat
ezanla başladıktan sonra yenilenen ezan arasında fark yapmaya ihtiyaç hâsıl
olur. Ezanın kendisi sünnettir. (Yenilenmesi ise vacip olmuş olur). Ama burada
şöyle denilebilir: Ezana başlar da sonra keserse, işitenler yanılarak kesdi
sanırlar ve doğru ezanın okunmasını beklerler. Böylelikle bazen namazın vakti
de geçebilir. Şu kadar var ki bu, cünüp müstesnâ olmak üzere ezanları iade
edilen kimseler hakkında tekrarın vâcip olmasını iktiza eder. Yani bu
kimselerin sözlerine itimat yoktur; tekrar onun için vacip olur. Bunlar hakkında
biri, halk bunların halini bilirse tekrar vacip olur; bilmezse müstehaptır.
Ezan muteber ve sünnet vecih ile yerine getirilmiş olur; dese reddedilemez.
«Hulâsa»da zikredilen beş kimse hakkında bunun aksi varittir».
Ben derim ki:
Anladığıma göre vücubtan murad, sünneti yerine getirmenin lüzumudur. Maksat
müezzinin ezanı tamamlamasına mani bir hal zuhur eder de başkası ezan okursa
ezanı yeni baştan okuması lâzım gelir, demektir. Ezanı sünnet vecihle okumak
böyle olur. Yarıda kalan ezanı tamamlarsa sahih olmaz. Onun için «Hâniye»de,
«Müezzin ezanı tamamlamaktan âciz kalırsa başkası onu yeniden okur.»
denilmiştir.
Musannıf'ın
burada kat'î olarak hüküm vermesine sebep «Bahır» sahibinin incelemesidir.
«Bahır» sahibi «Çünkü deli ile bunak gibi aklı ermeyen küçük çocuğun ezanı da
sahih değildir.» demiş; Musannıf da bunu tercih ederek kat'i konuşmuştur.
«Münye» şerhinin ifâdesi de bunu te'yid etmektedir. Orada şöyle denilmiştir:
«Sarhoşun, aklı
ermeyen çocuğun ve delinin okuduğu ezanı tekrarlamak icap eder. Zira bunların
sözlerine îtimad edilmediği için maksad hâsıl olamaz.»
Fâsıkı burada
saymak münasip değildir. Çünkü «Bahır» sahibi okul ve İslâmı sıhhatinin şartı,
adâlet, erkeklik ve temizliği de kemâlinin şartı olarak zikretmiştir. O şöyle
demektedir:
«Şu halde
fâsıkın, kadının ve cünüp kimsenin ezanı sahihdir. Ama fâsikın haberinin
kabulüne ve o habere itimad meselesine bakarak ezanının sahih olmaması
gerekir». Yani fâsıkın sözü dinî hususatta kabul edilemez. Binaenaleyh ilân
bulunmamıştır demek istiyor. Nitekim bunu Zeyleî de söylemiştir ki, hulâsası
şudur: Fâsıkın ezanı sahihtir. Velev ki onunla itân hâsıl olmasın. Yani vaktin
girdiğini haber veren sözüne itimad edilemez. Kâfirle aklı ermeyen çocuk böyle
değildir. Onların ezanı asla sahih değildir. Şu halde şârihin kâfirle fâsıkı
müsavi tutması münasip değildir. Sonra bilmiş ol ki, «El-Hâvil Kudsî» sahibi
müezzinliğin sünnetlerinden olmak üzere müezzinin aklı başında, sahih,
sünnetleri, vakitleri bilir, devamlı, ALLAH için çalışır, güvenilir, abdest
alır ve kıbleye döner bir kimse olmasını söylemiştir.
«İmdâd» nam
eserde dahi buna benzer şeyler söylenmiştir. Bunun müktezası şudur ki, ezan
sahih olmak için akıl şart değildir, deli, bunak ve sarhoş gibi akılsızların
ezanı sahihdir. Nitekim fâsıkın, kadının ve cünüp kimsenin ezanı da sahihdir.
«Bedâyi»nin ibâresi de buna delâlet eder. Orada, «Deli ile sarhoşun ezanı
mekruhtur. En iyisi zâhir rivayeye göre onu tekrar etmektir. Kadının ve aklı
eren çocuğun ezanı da mekruhtur. Ama kâfidir. Maksad hâsıl olduğu için tekrar
edilmez. Maksad itândır. İmam A'zam'dan rivayet olunduğuna göre kadının okuduğu
ezanı tekrarlamak müstehabtır.» denilmiştir. Zeyleî bu rivayeti tercih
etmiştir. Yine «Bedâyi»de bildirildiğine göre aklı ermeyen küçük çocuğun
okuduğu ezan kâfi değildir. Tekrarlanır. Zira akıllı olmayandan sadır olan
sözlerle iltifat edilmez. Bunlar kuş sesi gibîdirler. Böylece Musannıf'ın
«Bahır» sahibine uyarak kat'î dille, «Aklı olmayan deli, bunak ve sarhoş gibi
kimselerin ezanı sahih değildir.» demesi, Hâvi ile Bedâyî'in, «Aklı ermeyen
çocuktan maada hepsinin ezanları sahihdir.» sözüne aykırı düşmüştür. Bunların
aralarını bulmak için benim hatırıma gelen şudur: Şeriatta ezandan asıl maksat,
namaz vakitlerinin girdiğini bildirmektir. Bilâhare her beldede ve geniş memleketlerin
her yerinde İslâmın şeâirinden (nişanlarından) olmuştur. Nitekim evvelce
geçmişti. Şu halde vaktin girdiğinin ilân olmasına ve müezzinin sözünün kabul
edileceğine bakarak Müslüman, âkıl bâliğ ve adaletli olması lâzımdır. Bu babtan
önce Muînü'l-Hükkâm'dan şunu nakletmiştik:
«Müezzin âkıl
bâliğ, vakitleri bilir, müslüman, erkek ve sözüne güvenilir olmak şartiyle
vaktin girdiğini haber vermesi kâfidir». Anlaşılıyor ki, «erkek» demesi bir
kayıt ihtirazı değildir. Çünkü kadının haberi de kabul edilir. Öyle ise şöyle
demek gerekir:
Müezzinde bu
sıfatlar bulunursa ezanı sahihtir; Bulunmazsa vaktin girdiğine dair itimad
hususunda ezanı sahih değildir. Yine bu baptan önce arzetmiştik ki, fâsık ile
hâli belli olmayan kimsenin doğru söyleyip söylemediğî hususunda herkes kendi
reyinî hakem yapar ve ona göre amel eder. Kâfir, çocuk ve bunağın haberi böyle
değildir. O asla kabul edilemez.
Ama belde
halkından günahı gîderen şiârı yerine getirmeye bakarak aklı ermeyen çocuktan
maada hepsinin ezanları sahihtir. Çünkü çocuğu işiten ezan okuduğunu bilmez;
oynuyor zanneder. Aklı eren çocuk böyle değildir. O erkeklere yakındır. Onun
için Şârih «sabii mürâhik» tâbirini kullanmıştır. Kadın da öyledir. Zira bazı
erkeklerin sesleri sabii mürâhik ile kadının sesine benzerler. Bülûğa yaklaşan
(sabiî mürâhik) veya kadın ezan okur da birisî işîtirse ona itimat eder. Deli,
bunak ve sarhoş da öyledir. Çünkü o da bir erkektir. Meşrû şekilde ezan okudu
mu bununla şeair yerini bulmuş olur. Onu halini bilmeyen bir kimse işitirse müezzin
zan eder. Kâfir de öyledir. Şu halde bu cihete bakarak mezkûr şartların hepsi
kemâl şartı olur. Zira kâmil müezzin, ezaniyle dinin bir alâmeti yerine
getirilen ve ilân hâsıl olan kimsedir. Binaenaleyh evvelce Kuhistânî'den
naklettiğimiz vecihle esah kavle göre hepsînin ezanları mendup olmak üzere
tekrarlanır.
Sonra öyle
anlaşılıyor ki, tekrarlama ancak tayinli müezzinin ezanı hakkında bahis
mevzuudur. Namaz vaktinin girdiğini bilen bir cemaat gelir de onlar için bir
fasık veya aklı eren çocuk ezan okursa mekruh olmaz ve asla tekrarlanmaz. Çünkü
maksat hâsıl olmuştur.
TENBİH: Buraya
kadar anlattıklarımızdan şu çıkar:
Âdil olmayan bir
kimsenin sözü ile ilân hâsıl olmaz: onun sözü makbul değildir. İmamın arkasında
onun sesini cemaate ulaştıran kimse fâsık olursa kendisine İtimat câiz
değildir. Nitekim Şâfiî'Ierden biri buna tenbih etmiştir. Bu inceliğe dikkat
et. Allahu a'lem.
METİN
Yolcunun yalnız
bile kılsa ezan ve ikametin ikisini birden terk etmesi mekruh olduğu gibi yol
arkadaşları hazır olduğu için yalnız ikameti terk etmesi de öyledir. Ezanı terk
etmek mekruh değildir. Şehirdeki evinde namaz kılan cemaatle bile olsa bunun
hilâfınadır. Yahud mescidi bulunan bir köyde kılarsa ezan ve ikameti terk etmek
mekruh olmaz. Çünkü mahallenin ezanı ona kâfidir. İçinde cemaatla namaz
kılınmış olan bir mescidde ezan ve ikameti terk etmek de öyledir, Hatta ikisini
birden yapmak mekruh olur. Bir mescidde cemaati tekrar etmek dahi mekruhtur.
Meğer ki yol üzerindeki bir mescidde ola. Bu takdirde orada cemaatı tekrarlamakta
beis yoktur. «Cevhere».
Müezzin yokken
ikameti ezan okuyandan başkası yapsa mutlak surette mekruh olmaz. Müezzin orada
iken yaparsa üzüldüğü takdirde mekruhtur. Nitekim ikamet getirirken yürümesi de
mekruhtur.
İZAH
Yolcu tâbiri,
şer'an olsun lügaten olsun yolcu denilen kimseye şâmildir. Nitekim «Ebu's-Suud»
da dahi böyle denilmiştir. T.
Yolcu yalnız bile
kısa ezan ve ikameti getirmelidir. İkisini birden terk etmesi mekruhtur. Çünkü
ezan okuyup ikamet getirirse arkasında gözlerinin görmediği ALLAH kulları namaz
kılar. Bunu Abdurrezzâk rivayet etmiştir. Bu ve emsâlinden anlaşılır ki,
ezandan maksad sadece bildirmek değildir. Onda hem bildirmek, hem de bu zikirle
ALLAH'ın zikrini ve dinim yeryüzüne yaymak, ins ve cinden olup kırlarda
şahıslarını görmediği kullarına namaz vaktini hatırlatmak vardır. «Fetih».
Şârih'in «yalnız
bile kılsa» sözünde o kimseye her yönden imam hükmü verilemeyeceğine işaret
vardır. Onun için «Tatarhâniye»de «Fetevây-ı Attabiye»den naklen şöyle
denilmiştir: «Bir kimse ovada yalnız kıldığı halde ezan okur, ikamet getirirse
tesbih ve tahmidin ikisini de yapmak ve kezâ gizli ve aşikâr okumak
hususlarında kendisine yalnız kılan hükmü verilir».
«Ezanı terk etmek
mekruh değildir.» sözünden anlaşılan, isaet (edebsizlik) sayılacak kerahetin
bulunmamasıdır. Yoksa «Kenz»de bundan sonra ezanın yolcu ile şehirdeki evinde
kılana mendup olduğu açıklanmıştır. «Bahır»da bunun illeti beyan edilirken, «Tâ
ki edâ cemaat şeklinde olsun.» denilmiştir. Bir de biliyorsun ki, ezandan
maksat sadece vakti bildirmek değildir.
Şehirdeki evinde
namaz kılan kimse cemaatle bile olsa ezan ve ikameti terk etmesi mekruh olmaz.
Ebu Hanîfe'den bir rivayete gör cemaatle kılanlar .başkalarının ezaniyle iktifa
ederlerse kâfi gelirse de isaet etmiş olurlar. Bu rivayette bir kişi ile cemaat
arasında fark yapılmıştır. «Bahır».
Şehirdeki evinden
maksad, şehre bağlı olan hane, bağ ve bahçe gibi şeylerdir. Kuhistânî
«Tefârik»te şöyle deniliyor:
«Bağda veya
çiftlikte ise yakın olmak şartiyle o köyün veya beldenin ezanı ile iktifa eder,
yakın değilse iktifa edemez. Yakınlığın hududu o köyde okunan ezanın kulağına
gelmesidir. «İsmail». Anlaşılan fiilen işitmesi şart değildir. Teemmül eyle!
Mescidi bulunan
köyden murad, ezan ve ikameti getirilen mesciddir. Aksi takdirde hükmü yolcu
gibi olur. «Sadrı'ş-Şeria».
Bir kimsenin
mahallesi mescidinde okunan ezanla getirilen ikamet kendi ezan ve ikameti
gibidir. Çünkü müezzin bütün o yer halkının nâibidir. Nitekim İbni Mes'ud
Hazretleri, AIkâme ile Esved'e ezan ve ikametsiz olarak namaz kıldırdığı zaman,
«Mahallenin ezanı bize yeter.» diyerek buna işaret etmiştir. Bu hadîsi rivayet
edenlerden biride Sıbl-ı ibn-i el-Cevzî'dir. «Fetih».
İbni Mes'ud
(r.a.)'ın sözünden o kimsenin hükmen ezan ve ikametle kılmış gibi olacağı
anlaşılmaktadır. Yolcu öyle değildir. O, hem hakikaten hem de hükmen ezansız
ikametsiz kılmıştır. Çünkü bulunduğu yerde o namaz için asla ezan okunmamıştır.
«Kâfi». Zâhirine bakılırsa vaktin sonunda bile olsa mahalle mescidinin ezan ve
ikameti evinde kılana kâfidir. Teemmül et!
«Kenz»in yolcu
ile şehirde evinde kılan kimseye ezanın mendup olduğunu açıkladığını gördün. Şu
halde mahalle ezanının kâfi gelmesinden maksad, günaha sokan kerahetin
bulunmamasıdır. «Bahır» sahibi diyor ki: «Bunun mefhumu, mahallede ezan
okumazlarsa, evinde kılanın da ezan ve ikameti terk etmesi mekruh olur,
demektir». Müctebâ sahibi bunu açıklamış ve, «Yolculardan bazısı ezan okursa
ötekilerden de borç sâkıt olur.» demiştir. Nitekim bu meydandadır. Bir mescidde
cemaatı tekrarlamak da mekruhtur. Çünkü Abdürrahman b. Ebî Bekir'in babasından
rivayetine göre Rasulullah (s.a.v.) ensârın aralarını bulmak için evinden
çıkmıştı. Döndüğünde mescidde cemaatle namazın kılındığını gördü. Bunun üzerine
zevcelerinden birinin evine girdi. Ve aile efradını toplayarak onlara namazı
cemaatle kıldırdı. Bir mescidde cemaatın tekrarı mekruh olmasa Peygamber
(s.a.v.) namazı mescidde kılardı. Hazret-i Enes'den rivayet olunduğuna göre
Rasûlüllah (s.a.v.)'in eshabı cemaate yetişemediler mi mescidde teker teker
kılarlardı. Bir de tekrar cemaatın azalmasına sebep olur. Zira halk cemaate
yetişemeyeceklerini anlayınca acele ederek çoğalırlar; geriye kalmazlar.
«Bedâyî».
Şu halde birkaç
kimse cemaat mescidine namaz kılındıktan sonra girseler namazlarını yalnız
başlarına kılarlar. Zâhir rivayet budur. «Zahiriyye». «Münye» şerhinin sonunda
şu cümleler vardır: «Ebu Hanîfe'den nakledildiğine göre cemaat üç kişiden fazla
olursa tekrar mekruhtur. Fazla olmazsa mekruh değildir. Ebu Yûsuf'tan bir
rivâyete göre ise birinci cemaat şeklinde durmazlarsa mekruh değildir. Aksi
takdirde mekruh olur. Sahih olan da budur.
Mihraptan
çekilmekle şekil değişmiş olur. Bezzâziyyede de böyle denilmiştir.» Tatarhânîye
de Valvalciye'den naklen, «Biz bununla amel ederiz.» denilmektedir. İmamlık
Babında inşallah bu mesele hakkında daha fazla söz edilecektir.
Yol üzerindeki
mescidden maksat, tâyin edilmiş imam ve müezzini olmayandır. Böyle bir mescidde
ezan ve ikametle cemaatın tekrarlanması mekruh değildir. Hatta efdaldir.
«Hâniye»
Binaenaleyh evlâ
olan buradaki «beis yoktur.» tâbirini atmaktır. AnIa! Şârih bu tâbiri
Cevhere'den naklettiğini söylüyorsa da ben onu Cevhere'de göremedim. Onu yalnız
«Sirâc» sahibi zikretmiştir.
Müezzin yokken
ikameti ezan okuyandan başkası yapsa mutlak surette yani hoşnud olsun olmasın
kerahet yoktur. Hoşnud olmadığı, rıza göstermemekle anlaşılır. Hâherzâde bunu
tercih etmiştir. «Dürer» ve «Hâniye» sahipleri de bu yoldan yürümüşlerdir.
Lâkin «Hulâsa»da şöyle denilmiştir: «Razı olmazsa mekruhtur. Rivayetin cevabı,
mutlak surette beis yoktur şeklindedir».
Ben derim ki:
İmam Tahâvî «Mecmeul-Âsâr» adlı eserinde bunu üç imamımıza nisbet ederek
açıklamıştır. Lâkin efdal olan ikameti de ezan okuyan kimsenin yapmasıdır.
Çünkü hadis-i şerifte, «Ezanı kim okursa ikameti de o yapar.» buyurulmuştur,
tamamı Nuh Efendi» hâşiyesindedir.
Müezzinin ikamet
getirirken yürümesi de mekruhtur. Bunu «Ravzatü'n Natıfî» sahibi söylemiştir.
Ulema, ikameti bitirirken yani kad-kameti's-salah derken yürümekte ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları yürüyerek tamamlayacağını söylemiş; birtakımları müezzin
imam olsun, başkası olsun bulunduğu yerde tamamlar; demişlerdir. Esah olan da
budur. Nitekim «Bedâyî»de de böyledir. «Sirac» sahibi hilâfı sadece imam,
müezzinlik yaptığı zamana mahsus bırakmıştır. Başkası müezzinlik yaparsa
hilâfsız başladığı yerde bitirir. «Nehir».
METİN
Ezanı işiten
kimsenin cünüp bile olsa müezzine icabet etmesi vaciptir. Hulvânî mendup
olduğunu söylemiş; «vacip olan yürüyerek icabettir» demiştir. Hayızlı, nifaslı
ve hutbe dinleyen kimselerin ve kezâ cenaze namazında, cimâ halinde, helâda,
yemekte bulunanların, ilim öğretenlerin ve öğrenenlerin icâbet etmeleri
gerekmez. Kur'an okumak bunun hilâfınadır.
İcabet, sünnet
vecihle okunan ezanı işitince dili ile müezzinin söylediklerini söylemekle
olur. Sünnet vechile ezandan murad, kelimelerini bozmadan Arabça okunandır.
Ezan tekrarlanırsa birinci müezzine icâbet eder.
İZAH
Ezanı işiten
kimsenin müezzine icabet etmesi (Yani cevap vermesi) vaciptir. Hulvânî, «Dil
ile icabet menduptur. Vacip olan icabet yürüyerek camie gitmektir.» demişse de
«Nehir» sahibi bunu müşkil sayarak şunları söylemiştir: «Hulvânî'nin yürüyerek
icabet etmek vacibtir, sözü müşkildir. Çünkü buna göre o kimseye namazın edâsı
vaktin evvelinde ve mescidde vacip olur. Zira namazsız mescide gitmeyi vacip
kılmanın bir mânâsı yoktur. Anlaşılıyor ki, «Müctebâ»nın Şehadetler Bahsindeki,
(Bir kimse ezanı işitir de ikamet getirilmesini evinde beklerse şahidliği kabul
edilmez). sözü Hulvânî'nin kavline göre kaydedilmiştir. Ben bunu üstadımız kardeşimden
sordum , ama bir cevap vermedi».
Kardeşi Zeyn
b.Nüceymi Kasdetmiştir «Bahır»nam eserin müellifi bu zattır.
Ben derim ki:
Muvaffakiyet Allah'dandır. İmam Hulvânî'nin söylediği selef zamanındaki âdete
göredir. Onlar cemaatla namazı bir defa kılar; tekrar etmezlerdi. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.) ile ondan sonraki halifeler zamanında da âdet bu idi.
Biliyorsun ki, zâhir rivayeye göre cemaatın tekrarı mekruhtur. Yalnız İmam
A'zam'la İmam Ebu Yûsuf'tan bir rivayete göre mekruh değildir. Bunu az yukarıda
arz etmiştik. İleride göreceğiz ki mezhep ulemasına göre cemaatın vacip olduğu
tercih edilmiştir. Cemaatı kaçıran kimse bilittifak günahkâr olur. O halde
yürüyerek icabet, namazı vaktinin evvelinde yahud mescidde kılmak için değil,
cemaatle kılmak için vacibtir. Aksi takdirde ya cemaatı tamamiyle kaçırmak
yahud başka cemaat bulunmak şartıyle aynı mescidde tekrarlamak lâzım gelir ki,
bunların ikisi de mekruhtur. İşte Hulvânî bunun için yürüyerek icabet vacibtir
demiştir. O kimsenin evinde ailesi efradı ile cemaat teşkil etmesi mümkündür.
Binaenaleyh kendisine iki mahzurdan biri lâzım gelmez? denilirse şöyle cevap
veririz:
İmam Hulvânî'nin
mezhebine göre o şahıs bununla cemaat sevabına nail olamaz. Yaptığı iş özrü
bulunmadığı halde bid'at ve mekruh olur. Evet, gördük ki sahih kavle göre ilk
cemaat şeklinde olmamak şartiyle cemaatın tekrarı mekruh değildir. İmamlık
Bahsinde geleceği vecihle esah kavle göre bir kimse ailesi efradı ile cemaat
teşkil etse mekruh olmaz; cemaat fazîletine nâil olur. Ama mescidin cemaatı
daha fazîletlidir. Bu biricik izahı ganimet bil! Az ilerde biraz daha ziyâdesi
gelecektir.
«Ezanı işiten
kimsenin icabet etmesi vacibtir»; sözünden sağırlık veya uzaklık sebebiyle
işitmeyene icabet lâzım gelmediği anlaşılıyor. Aşağıda gelecek, «Müezzini
işittiğiniz vakit siz de onun dediğini deyin!» hadîsinden anlaşılan da budur.
Çünkü icabetin lüzumunu işitmeye bağlamıştır. Şâfiilerden biri zâhir mânâ budur
diye açıklamış ve ezanın bir kısmını işiten kimsenin tamamını okumak suretiyle
icabet edeceğini söylemiştir.
Ezanı işiten
kimse cünüp bile olsa icabet edecektir. Çünkü müezzine icabet etmek ezan
değildir. Bunu« Hulâsa»dan naklen «Bahır» sahibi kaydetmiştir. Hayız ve nifâslı
kadınlar ise icabet etmezler. Zira fiilen icabete ehil değillerdir. Binaenaleyh
kavil ile icabete de ehliyetleri yoktur. «İmdâd».
Yani bunlar cünüp
gibi değillerdir. Çünkü cünüp kimse namazla mükelleftir. Bir de onun hadesi
hayız ve nifastan daha hafiftir. Zira onu derhal gidermek mümkündür.
İlim öğretmekten
murad anlaşılıyor ki şer'i ilimdir. Onun için «Cevhere»de «fıkıh okumak» tâbiri
kullanılmıştır. «Kur'an okumak bunun hilâfınadır.» cümlesinden sonra
«Cevhere»de, «Çünkü o elden kaçmaz.» denilmiştir. Galiba bununla okumayı
tekrarlamak ancak ecir kazanmak içindir. Bu ise icabetle elden kaçmaz. Öğrenmek
bunun gibi değildir.» denilmek istenmiştir. Bu izaha göre bir kimse öğretmek
veya öğrenmek için okusa okumayı kesmez. «Saihanî».
T E N B İ H:
Acaba bu söylediklerimizi bitirdikten sonra icabet lazım mıdır değil midir?
Aradan fazla vakit geçmemişse evet, fazla vakit geçmişse hayır diye cevap
vermek gerekir. Bu cevap aşağıdaki beyandan alınır. Lâkin «Feyz»de
açıklandığına göre bir kimse ezan okuyana yahud namaz kılana veya Kur'an yahud
hutbe okuyana selâm verse İmam A'zam' dan bir rivayete göre bitirdikten sonra
selâmı alması lâzım gelmez. Sâdece içinden alır. İmam Muhammed'den bir rivayete
göre bitirdikten sonra selâmı alır. İmam Ebu Yûsuf'tan bir rivayete göre mutlak
surette selâmı almaz. Sahih olan kavil budur. Büyük abdestini bozan kimsenin
mutlak surette selâm alması lâzım gelmediğine ulema ittifak etmişlerdir.
Teemmül et!
Ezanı işiten dili
ile müezzinin söylediklerini tekrarlayacak fakat bağırıp çağırmayacaktır.
Sünnet vecihle okunan ezandan bütünü kastedildiği anlaşılıyor. Ezanın bazı
kelimeleri Arabça olmaz yahud bozarak okunursa kalanlarını dinleyene icabet
vacip olmaz. Çünkü bu takdirde ezan sünnet vecihle okunmuş değildir. Nitekim
ezanın bütün kelimeleri Arabça olmasa yahud vakitten önce okunsa veya okuyan
cünüp yahud kadın olsa yine hüküm budur. İhtimal maksat bazı kelimelerinin
sünnet vecihle okunmasıdır. Bu takdirde sünnet vecihle okunanlara icabet eder;
kalanlarına etmez. Fakat bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü ezanı kulak vererek
dinlemeyi gerektirir. «Bahır»da beyan olunduğuna göre ulema ezanı lahn yaparak
(bozarak) okuyan müezzini dinlemenin helâl olmadığını açıklamışlardır. Kur'anı
bu şekilde okuyanı dinlemek de öyledir.
Evvelce
arzetmiştik ki, Farsça ezan sahih değildir; esah kavle göre isterse ezan olduğu
bilinsin. Şimdi namazdan başka bir husus için meselâ, yeni doğan çocuk için
okunan ezana icabet edilir mi edilmez mi meselesi kalır. Bunu imamlarımızın
kavli olarak bir yerde görmedim. Zâhire bakılırsa evet icâbet edilir. Onun
hay'alelerinde sağa sola bakılır. Nasılki yukarıda geçmişti. Hadîsden anlaşılan
da budur. Acaba Şâfiî bir kimsenin tercî' yaptığını işitirse onlarca sünnettir
diye ona icâbet eder mi? Bunda tereddüt olunur. Nitekim Şâfiîlerden bazıları
ikameti çift cümlelerle getiren Hanefî'ye icabet hususunda tereddüt
etmişlerdir. Bazıları da ziyadeye icabet edilmemesini daha münâsip
görmüşlerdir.
Nitekim ezana bir
tekbir ziyâde edilse hüküm budur. Lâkin bunu ziyadeye kıyas etmek söz götürür.
Çünkü ziyadeye icabet lazımdır, diyen yoktur. Bahsettiğimiz mesele ise böyle
değildir. Onun üzerinde içtihad edilmiştir. Teemmül et!
Ezan birbiri
ardınca okunmak suretiyle tekrarlanırsa mahallesi mescidinin müezzini olsun
olmasın birinciye icabet edilir. Birçok yerlerde okunan ezanları bir anda
işitirse hükmünün ne olacağı az ileride gelecektir. Birinciye icabet lâzım
geldiğini «Bahır» sahibi «Fetih»den bir inceleme olarak nakletmiştir. Yine
«Bahır»da «Tefarik»ten nakledilen şu cümlede aynı mânâyı ifâde eder:
«Mescidde birden
fazla müezzin bulunur da arka arkaya ezan okurlarsa hürmet birinciyedir». Lâkin
bu söz icabetin yürümekle yapılmasına yahud ezanın bir mescidde tekrar
edilmesine göre söylenmiş olabilir. Ezan bir mescidde tekrarlanırsa ikincinin
sünnet olmaması gerekir. Muhtelif yerlerden gelen ezan sesleri böyle değildir.
Teemmül eyle!
Bana öyle geliyor
ki bunların her birine sözle icabet gerekir. Çünkü sebep - ki işitmektir -
birden fazladır. Nitekim Şâfiîlerden bazıları buna itimad etmişlerdir.
METİN
Yalnız hay'aleler
müstesnâdır. Onlar da havkalele yapar. Bir de es-Salat-ü hayrü'n-minen-nevm»i
işitince «sadekte ve yerirte» der. Ezanı işitince ayağa kalkmak menduptur.
«Bezzâziyye».
Ezan bitinceye
kadar ayakta duracak mı yoksa oturacak mıdır, bunu söylememiştir. Ezan
bitinceye kadar icabet etmezse hüküm ne olacaktır? Ben bunu bir yerde görmedim.
Ama fâsıla kısa sürerse icabeti sonradan eklemek gerekir. Ezan bitince
Rasulullah'a (s.a.v.)'e vesile duası okur.
İZAH
(Hayalelerden
murad, hayya ale's-salah ve hayya ale'l-felah cümleleridir. Hay'ale bir
kısaltmadır). Havkalele: Lâ havle velâ kuvvete illâ billah demektir (Yani
havkalele de bu cümlenin kısaltılmış şeklidir. «Güç ve kuvvet ancak Allah'a
mahsustur», mânâsına gelir). «Ümredü'l-Müftî» nâm kitapta «Mâşâ ellah-ü kân»
«Allah'ın dilediği olur.» cümlesi de ziyâde edilmiştir. «Kâfi» sahibi «Havkabe
ile bunu söylemek arasında muhayyerdir.» demiş; «Muhit» sahibi ise ayırarak
hayya-ale's-salah'ın yerinde havklayı hayya ale'l-felah»ın yerinde de maşâallah
kân-ı söyleyeceğini bildirmiştir. «İsmail».
«Nuh Efendî'nin
beyanına göre muhtar olan kavil birincidir. Sonra havkalayı okumak her ne kadar
Peygamber (s.a.v.)'in «Müezzinin dediğini deyin!» emrinin zâhirine aykırı düşse
de bu babta mezkûr emri açıklayan hadîs vârid olmuştur. Hadîsi Müslim rivâyet
etmiştir. «Fetih» sahibi hadîslerle amel ederek her iki cümlenin okunacağını
söylemiştir.
«Sadekte ve
berert» cümlesi sadekte ve bererte» şeklinde de rivayet olunmuştur. Doğru
söyledin ve çok hayır sahibi oldun mânâsına gelir. İsmail Nablusî, «Tahtavî»
şerhinden naklen, «Ve bilhakkı natekte» hakkı söyledin, cümlesini de ziyâde
etmiştir. Şârih'in burada «Bezzaziyye»den naklettiklerim «Nehir» sahibi de
nakletmiştir. Ama bunları «Nehir»de görmedim. Başka nüshasına müracaat
etmelidir. Evet orada şunu gördüm: «Bir kimse yürürken ezan okunduğunu işitirse
efdal olan icabet için durmasıdır. Tâ ki ezan bir yerde olmuş olsun». Ezan
bitinceye kadar ayakta durup durmamak meselesini «Nehir» sahibi bahis mevzuu
etmiştir.
Ben derim ki:
Ayağa kalkmaktan murad ihtimal ki, yürüyerek icabet etmektir. Gerçekten Suyûtî
«Hılye»de Ebû Nuayım'dan, senedinde söz edilen bir hadîs rivayet etmiştir ki,
bu hadîste, «Ezanı işittiğiniz vakit ayağa kalkın! Çünkü o ALLAH'dan gelen bir
emirdir.» buyurulmuştur. «Hılye» şârihi Münâvî bu hadîsi, «Yani namaza gidin, yahud
ezandan murad ikamettir.» şeklinde izah etmiştir.
Ezan bitinceye
kadar icabet etmezse hüküm ne olacaktır? meselesini «Bahır» sahibi incelemiş;
İbni Hâcer de Minhâc» şerhinde şöyle açıklamıştır: «Ezan bitinceye kadar susar
da sonra araya uzun fâsıla girmeden icâbet ederse icâbetin asıl sünneti olarak
kâfidir. Nitekim anlaşılan da budur». Bundan anlaşılıyor ki, icabet eden kimse
müezzini geçmeyecek, bilakis her cümlede onu takip edecektir. «Fetih» sahibi.
«Ömer b. Ebî Ümâme hadîsinde bu nâssan bildirilmiştir.» diyor.
Ben derim ki,
Bundan anlaşıldığına göre beraber söylemesi kâfi değildir. Çünkü cevap sözden
sonra verilir. Cemâatın imama uyması bunun gibi değildir.
Rasûlüllah
(s.a.v.)'e vesîle duası; salât ve selâmdan önce okunur. Çünkü Müslim'in ve başkalarının
rivayet ettiği bir hadîste, «Müezzini işittiğiniz vakit onun dediği gibi deyin;
sonra bana salâvat getirin! Çünkü bana bir salâvat getirene ALLAH onun
sebebiyle on kere salâvat eyler. Sonra benim için vesîleyi isteyin! Zira o
cennette bir makam olup ancak ALLAH'ın mümin kullarından birine yaraşır. O
kulda ben olmak isterim. İmdi her kim benim için ALLAH'dan vesileyi isterse o
kimseye şefâatım helâl olur.» buyurulmuştur. (ALLAH'ın salât etmesinden murad.
afv ve mağfiret buyurmasıdır). Buharî ve başkaları da şu^hadîsi rivayet
etmişlerdir: Bir kimse ezanı işittiğinde:
Yani «Yarabbi! ey
şu tam dâvetin ve hazırlanan namazın Rabbi! Muhammed'e vesileyi ve fazîlet ver!
Onu vaad ettiğin övülen makama gönder!)» derse o kimseye kıyâmet gününde
şefaatım helâl olur».
Beyhaki bu
hadîsin sonuna. (Çünkü sen sözünden dönmezsin!) cümlesini de ziyade etmiştir.
Tamamı «İmdâd» ve «Fetih» nam kitaplardadır. İbni Hâcer «Minhâc» şerhinde:
vedderecete errefîate (yüksek dereceyide) cümlesiyle duanın sonundaki: ya
erhamerrahimin (acıyanların acıyanı) ziyadesinin asılları yoktur.» demiştir.
T E T İ M M E:
İki şehâdetten birinciyi işitince: Sallallahu aleyke ya Rasulallah (Allah sana
salât eylesin yâ Rasulellah), ikinciyi işitince, Garret ayni bike ya Rasulallah
(Seninle mes'ud oldum yâ Rasulellah!) demek müstehaptır. Sonra her iki baş
parmağının tırnaklarını gözleri üzerine koyarak, Allahümme mettı'ni bissem'ı
vel basar (Yarabbî beni işitmekle ve görmekle faydalandır)! derse Peygamber (s.
a.v.) cennete doğru o kimsenin delili olur. «Kenzü'l-İbâd» nam eserde de böyle
denilmiştir. «Kuhistânî» Bir benzeri de «Fetevâ-ı Sofiye»dedir.
«Kitabü'l-Firdevs»de
ise «her iki başparmağının» ifâdesinden önce, «Ezanda Eşhedü enne Muhammed'en
Rasûlellah cümlesini işitince, Allahümme mettı'ni bissem'ı vel basar derse,
onun önderi ve cennet saflarına koyanı ben olurum, buyurdu.» denilmektedir.
Tamamı Sehâvînin «Makâsıd-ı Hasene»sinden naklen Remlî'nin «Bahır»
hâşiyelerindedir. Bunu Cerrahî dahi bahis mevzuu etmiş ve sözü hayli uzattıktan
sonra, «Merfu hadîslerde bütün bunlardan hiçbir şey sabit olmamıştır.»
demiştir. Bazılarının naklettiğine göre Kuhistânî kendi nüshasının kenarına.
«Bu, ezana mahsustur. İkamette ise tamamen araştırılıp incelendikten sonra
böyle bir şey bulunamamıştır.» ibâresini yazmıştır.
METİN
Bir kimse ezanı
işittiği anda mescidde bulunursa ona icabet lazım değildir. Mescidin dışında
ise yürüyerek icabette bulunur. Yürümekle değil de, dil ile icabet yaparsa
icabette bulunmuş sayılmaz. Bu izahat istenilen icabetin dili ile değil,
yürümesiyle olacağına binaendir. Nitekim Hulvânî'nin kavli de budur. Buna göre
evinde Kur'an okuyorsa okumayı keserek ezan kendi mahallesinin mescidinde
okunduğu takdirde yürümekle icabet eder. Nitekim gelecektir. Mescidde okuyorsa
okumayı kesmek icap etmez. Çünkü oraya gelmekle icabetini yapmıştır. Bu,
Hulvânî'nin kavline göre bir fer'î meseledir. Bize göre ise okumayı keserek
mutlak surette dili ili icabette bulunur. Anlaşılan dil ile icabet vacibtir.
Çünkü, «Müezzini işittiğiniz vakit sizde onun dediği gibi deyin!» hadîsindeki
emir zâhire göre vücûp bildirir. Nitekim bunu «Bahır» sâhibi izah etmiş;
Musannıf da tasdik ve kabul eylemiştir.
«Nehir» sahibi
dahi bunu takviye ederek «Muhît» ve diğer kitaplardan şöyle nakilde
bulunmuştur:
«Birinci kavle
göre selâm alıp vermez; Kur'an okumaz. Bil'akis okumayı keserek icabette
bulunur. İcabetten başka bir şeyle meşgul olmaz. Hatibin huzurundaki ezanda
bilittifak dili ile icabet etmemesi ve cuma günü ilk ezanda bilittifak
yürüyerek icabet etmesi gerekir. Çünkü cumaya gitmek nassan farzdır».
Tatarhâniyye'de: «Yalnız mahallesinin mescidinde okunan ezana icabet eder.»
deniliyor. Zâhîruddîn'e, «Bir kimse bir anda ayrı ayrı yerlerden ezan işitse ne
yapması icap eder?» diye sorulmuş da, «Kendi mescidinin ezanına fiilen icabet
etmesi» cevabını vermiştir.
İZAH
Anlaşılan dil ile
icâbet vacibtir, sözünü «Fethü'l-Kadîr» sahibi de söylemiş; «Çünkü emri vücûp
ifâde etmekten değiştirecek bir karine görülmemiştir.» şeklinde ta'lil
yapmıştır. Fakat «Münye» şârihi kendisine itiraz ederek hadîsin sonundaki
«Sonra bana salâvat getirin! Zira bana bir salâvat getirene Allah on salavât
eyler» cümlesiyle münakaşada bulunmuş ve «Çünkü böyle savaba teşvik eden
hadîsler ekseriyetle müstehap mânâsında kullanılır.» demiştir.
Ben derim ki: Bu,
söz götürür. Çünkü söylediği hadîs ancak salâvat ve vesile hakkındadır. Vacip
olduğu iddia edilen icabet hakkında değildir. Nazımdan kıran hükümde kıranı
icap etmez. Nitekim usuli fıkıhta karar kılmış bir kâidedir (Yani iki şeyin
beraber söylenmesi hükümlerinin bir olmasını gerektirmez). Evet. İmam Ebu
Ca'fer Tahâvî «Şerhu'l-Âsâr» adlı kitabında Abdullah (r.a.)a varan bir senedle
şu hadîsi tahric etmiştir: «Seferlerinin birinde Rasûlüllah (s.a.v.) ile
beraber idik. derken Allah'u ekber Allah'u ekber diye bir haykıran duydu. Bunun
üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) «Fıtrat üzere» dedi. Adam «Eşhedü enlâ ilâhe
illallah» dedi. Rasûlüllah (s.a.v.)da, «Cehennemden çıktı, buyurdu». Biz hemen
adamın yanına koştuk, baktık ki, koyun sahibi bir kimse Emiş; namaz vakti geldiği
için bu şekilde ezan okumuş».
Tahâvî, «İşte
Rasûlüllah (s.a.v.), O ezan okuyanın söylediğinden başkasını söylemiştir. Bu da
gösterir ki, emir müstehap ve mendup olduğunu bildirmek içindir. Nitekim
namazlardan sonra dua etmeyi emir buyurması ve emsali de böyledir.» diyor.» Bu
emri vücûp mânâsı ifâde etmekten değiştiren bir karinedir. Ulemamızdan bir
cemaatın açıkladıkları bununla te'yid edilir. Onlar dil ile icabetin vacip
olmayı müstehap olduğûnu söylemişlerdir. Hulvânî'nin kavlini tercih hususunda bu
açıktır. «Hâriye» ve «Feyz» sahipleri de bu kavli tercih etmişlerdîr.
Rasûlüllah (s.a. v.)'in, «Ezanı işittin mi ALLAH'ın davetcisine icabet et!»,
bir rivayette, «İcâbet et! Ağırbaşlılığı da elden bırakma!» buyurması da buna
delâlet eder.
Cemaatın vacip
olduğunu gösteren deliller bu kavli tercihe kâfidir. Zira biliyorsun ki
Hulvânî'nin sözü icabetin cemaat kastiyle yapılmasına ibtina eder. Burada kaydı
gereken şudur ki, dil ile icabet müstehap, cemaatı kaçırmak tehlikesi varsa
yürüyerek icabet vacibtir. Aksi halde yani mescidde veya evinde ikinci bir
cemaat teşkil etmek mümkünse vacip değil, vaktin evveline ve mescidde tekrarsız
olarak cemaatı çoğaltmaya riâyet için icabet müstehap olur. Benim anladığım
budur.
«Birinci kavle
göre ilh...» cümlesinden murad. dil ile icabet vacibtir, diyenlerin sözüdür.
«Selâm alıp vermez» cümlesini ben «Nehir»de göremedim. Onu ben «Bahır»da
gördüm. «Mi'rac» sahibi diyor ki: «Tühfe»de bildirildiğine göre ezanı işiten
kimsenin konuşmaması, ezan ve ikamet halinde bir şeyle meşgûl olmaması, selâm
dahi vermemesi gerekir. Çünkü bunların hepsi ezanın nazmını bozar».
Ben derim ki:
Bundan anlaşıldığına göre «selâm almaz.» sözü vücûp için değildir. Bu her iki
kavle teferu eden bir meseledir. Böyle olmasa bunun ikamette de vacip olması
lazım gelir. Halbuki ikamette söylenenlerin vacip olması şöyle dursun, icabetin
aslı müstehaptır. Nitekim gelecektir. Zira icabete aykırı değildir. Meselâ,
icabet edip sonra müezzinin nefeslendiği anlarda selâm alması veya selâm
vermesi mümkündür. Ama bunu yapmamalıdır. Çünkü nazmı bozar. Meşru olan icabet,
içine başka şey karışmayan icabettir. Herhalde biz icabete aykırı değildir,
yahud vacip değildir, desek de selâm almanın vacip olmaması o halde iken ona
selâm vermek meşru olmadığındandır. Nitekim Kur'an ve ezan okuyana selam vermek
de meşrû değildir. Onun için selamı almak da vacip olmamıştır.
«Tatarhâniyye»
yalnız mahallesinin mescidinde okunan ezana icabet eder. deniliyor.» ifâdesi
Hulvanînin kavline göre teferru eden bir meseledir. Yani yürüyerek icabet eder
demektir. Şârih'in «nitekim gelecektir.» diyerek işâret ettiği budur. T.
Zâhiruddin'in
cevâbı hakkında «Fetih» sahibi şunları söylemiştir: «Bu bizim bahsettiğimize
dahil bir şey değildir. Zira soran kimsenin maksadı, hangi müezzine müstehap, yahud
vacip olarak dil ile icabet yapılır? demektir. Cevaben: İster kendi mahallesi
mescidinin, ister başka mescidin müezzini olsun ilk işittiğine icabet eder
demek gerekir. Bütün müezzinleri birden işitirse mahallesi müezzinini itibar
ederek icabet yapar. Onu itibar etmese de câizdir. Yalnız evlâ olan muhalefet
etmiş sayılır». Kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Anlaşıldığına göre İmam Zâhîruddîn'in bu söz dönmesi (edebiyatta ki) üslûp
hakîm kabilindendir. Hulvânî'nin kavline meyletmiştir. Sonra Rahmetî'nin de bu
şekilde cevap verdiğini gördüm.
METİN
Ezanda olduğu
gibi ikamette de bilittifak mendup olarak icâbet eder. Müezzin
Kad-kameti's-Salat deyince, «Ekâmehâllâhu ve Edâmehâ» «Allah onu kaim ve daim
kılsın» der. Bazıları ikamete icabet edilmeyeceğini söylemişlerdir. Şumunnî
buna kat'iyetle kâil olmuştur.
F E R'İ
Meseleler: Bir kimse namazın sünnetini; ikamet getirildikten sonra kılsa yahud
imam ikamet getirildikten sonra gelse, ikameti tekrar lâzım gelmez.
«Bezzaziyye». Fâsıla uzun sürer; yahud yemek gibi bölücü sayılan bir şey
bulunursa ikametin tekrarlanması gerekir. Bir kimse mescidde müezzin ikamet
getirirken girerse imam mihrâba geçinceye kadar oturur.
Mahalle muhtarı
kötü huylu değil ise vakit geniş olduğu zaman kendisini beklemek gerekmez. Bir
kişinin iki mescidde müezzin olması mekruhtur. Ezan ve ikamet hususunda
mütevelli olmak hakkı mutlak surette mescidi yaptırana aittir. Âdil olmak
şartiyle imamlık hususunda da öyledir. İmamın aynı zamanda müezzin de olması
efdaldir. «Ziyâ» nam eserde bildirildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) seferde
bizzat kendisi ezan okumuş, ikamet getirmiş ve öğle namazını kıldırmıştır. Biz
bunu «Hazâin» adlı eserimizde tahkik ettik.
İZAH
İkamete
bilittifak mendup olmak üzere icabet edilir. Yani icabet eder, diyenler bunun
mendup olduğuna ittifak etmişlerdir. Vacip olduğunu söyleyen bulunmamıştır.
Ezanda ise vacip olduğunu söyleyenler vardır. Binaenaleyh bu söz Musannıfın
«bazıları ikamete icabet edilmeyeceğini söylemişlerdir.» ifâdesine aykırı
değildir. Anla! «Ekamehâ ilh...» cümlesini Ebu Davud biraz ziyade ile,
«EkâmehâIIahu ve Edâmehâ mâdameti's-semâ-vâtü ve'l-ardu vecealenî min salihî
ehlihâ», (Allah onu yerle gökler devam ettiği müddetçe kaim ve daim kılsın!
Beni de yararlı ehlinden eylesin» şeklinde rivayet etmiştir.
Şumunnî ikamete
icabet lâzım gelmediğine kat'iyetle kâil olmuş, «ikâmeti işiten icabet etmez.
Dua ile meşgul olmasında bir beis yoktur.» demiştir. Ama onun sözünü vacip
değildir, mânâsına hamletmek mümkündür. Buna delil «Hulâsa» sahibinin, «Ona
ikametin icabeti vacip değildir.» sözüdür. Yahud maksadı, «Kad-kâmeti's- Salat»
denildiğini işittiği vakit onu aynen söyleyerek icabeti gerekmez, demektir.
Bunu Şeyh İsmail söylemiştir. Fasıla uzun sürerse ikametin tekrarı gerektiğini
«Nehir» sahibi incelemiştir.
Ben derim ki:
«Münye» şerhinin sonunda şöyle denilmiştir:
«Müezzin ikamet
getirse de imam sabah namazının iki rekât sünnetini kılmamış bulunsa onları
kılar; ikamet de tekrar edilmez. Çünkü çok konuşmak veya çok meşgul olmak gibi
tilâvet secdesinde meclisi kesen bir bulucu bulunmazsa ikametin tekrarı meşru
değildir».
Müezzin ikamet
getirirken mescide giren kimse imam mihraba geçinceye kadar oturur. Ayakta
beklemesi mekruhtur. Oturur; müezzin hayya alel felah cümlesine varınca kalkar.
Bunu «Müzmerat»tan naklen «Hindi»ye sahibi beyan etmiştir. Bir kişinin iki
mescidde müezzin olması mekruhtur. Çünkü birinci mescidde namaz kıldıktan sonra
ikinci mescidde okuyacağı ezanı nâfile olur. E^anda nâfile meşru olmamıştır.
Bir de ezan farz namaz için meşru olmuştur. Bu şahsın ikinci mescidde kıldığı
namaz ise nâfile olur. Binaenaleyh kendisinin yardımcı olmadığı farz bir namaza
halkı davet etmesi yakışmaz. «Bedâyi».
Ezan ve ikâmet
hususunda mütevelli olmak hakkı mutlak surette mescidi yaptırana aittir. Yani
âdil olsun olmasın hak onundur. «Eba»da, mescidi yaptıranın çocukları ve
akrabası başkalarından evladır.» denilmektedir. Vakıf Bahsinde görüleceği
vecihle cemaat, müezzin ve imam tayin ederler de mescid sahibinin tayin
ettiğinden daha elverişli çıkarsa vazifeyi onun görmesi evlâdır. Bunu «Fetih»
sahibi «Nevazil»den naklen bildirmiş ve tasdik etmiştir. «Medeni».
İmamın aynı
zamanda müezzin de olması efdaldir. Delili Hazret-i Ömer (r.a.)'ın, «Halifelik
vazifesi olmasa müezzin olurdum.» sözüdür. Evvelce de beyan ettiğimiz vecihle
bu sözden maksad, imamlıkla beraber müezzin de olurdum demektir. «Sirac»da.
«Ebu Hanîfe ezan ve ikameti kendisi yapardı.» deniliyor.
«Şârih»
«Hazâin»de yaptığı tahkikte buradaki sözünden sonra şunları söylemiştir:
«Su da var ki
ibni Hacer'in «Buharî» şerhinde deniliyor ki: Çok sorulan suallerden biri de
Peygamber (s.a.v.)'in bizzat ezan okuyup okumadığıdır Gerçekten Tirmizînin
rivayet ettiği bir hadiste, «Rasûlüllah (s.a.v) bir seferde ezan okudu ve
eshabına namaz kıldırdı.» denilmektedir Nevevî bunu kafî olarak kabul etmiş ve
kuvvetli bulmuştur. Lâkin imam Ahmed'in «Müsned»inde bu yoldan gelen bir
rivayette. «Bilâl'e emretti 0 da ezan okudu.» denilmiştir. Bundan anlaşılıyor
ki, Tirmizî'nin rivayetinde kısaltma vardır. Onun «ezan okudu.» demesinin
manası Bire emir etti demektir. Nitekim. «Halîfe fulan âlime şu kadar hediye
verdi » denilir. Halbuki verme işini bizzat halife değil başkası vermiştir.
METİN
Namazın şartları
üç nevidir.
Birincisi: Niyet,
tahrime, vakit ve hutbe gibi in'ikâdının şartı.
İkincisi:
Temizlik, avret yerini örtmek ve kıbleye dönmek gibi devâminin şartı.
Üçüncüsü: Devam
ve bekâsının şartıdır. Bunda namazın başlamasından öncelik veya beraberlik şart
değildir. Bu da (namazda Kur'an) okumaktır. Çünkü okumak haddi zatında rükün,
başkası hakkında şarttır. Zira Kur'an okumak takdiren bütün rükünlerde
mevcuttur. Onun için okumak bilmeyen bir kimseyi imamın kendi yerine geçirmesi
câiz değildir.
Sonra lügatta
şart, daimî alâmet mânâsına gelir. Şeriatta ise, bir şeyin kendisine bağlı
bulunduğu, fakat içinde dahil olmadığı nesnedir.
İZAH
Namazın
şartlarından murad, câiz ve sahih olmasının şartlarıdır. Teklif, kudret ve
vakit gibi farz olmasının şartları ve kezâ kudret, fiil ile beraberlik gibi
vücudunun şartları değildir.
Bir de murad;
şer'î olan şartlardır. İlim için hayat gibi aklî ve boşanmanın bağlandığı eve
girmek gibi yapma şartlar değildir.
Namazın şartları
üç nevidir. «Sirâc» sahibi bunu böyle anlatmıştır ki, şöyle açıklanır:
İn'ikadının (bağlanmasının, kurulmuş olmasının) şartı, namazdan önce ve
başında, yahud namazla birlikte bulunması gereken şarttır. Namazın sonuna kadar
devam edip etmemesi hükmen birdir. Vakit ve hutbe namazdan önceki niyet ve
tahrime namazla birlikte olan şartlardır.
Devam şartı:
Namazın başından sonuna kadar devam üzere bulunması gereken şarttır.
Bekâ ve devam
şartını, «Sirâc» sahibi «Devam hâlinde iken bulunması gereken, fakat önce veya
beraber bulunması icap etmeyen şarttır.» diye tefsir etmiştir. Yani bunda bazen
öncelik ve beraberlik bulunur bazen bulunmaz, demek istemiştir. Şüphesiz ki bu
kısımlar iç içedir. Aralarında umum ve hususî mutlak vardır. Temizlik, avret
yerini örtmek ve kıbleye dönmekte beraber bulunurlar. Çünkü bunların namaz
başında bulunmaları şart koşulunca namazın in'ikadının da şartları olurlar.
Namazının devamının da şartıdırlar. Zira devamları şart kılınmıştır.
Bekâ hâlinde
bulunmaları şart koşulduğuna göre bekâsının da şartıdırlar. Sabah. cuma ve
bayram namazlarına nisbetle vakit içinde de bir arada bulunurlar. Zira mezkûr
namazların başında, sonunda ve devam hâlinde bulunmaları şarttır. Hatta namaz
tamam olmadan vakit çıkarsa namaz bâtıl olur. İn'ikad şartı devam şartından ve
diğer namazlara nisbetle vakit içinde devam şartından ayrılır. Çünkü bu yalnız
namazın mün'akit olmasının şartıdır. Devamı ve bekâ halinde mevcud olması şart
değildir. Bekâ şartı kırâatta ayrılır. Çünkü bu şart kırâat esnasında ortaya
çıkar ve bitinceye kadar devam eder. Son oturuş gibi tekerrür etmeyen bir
fiilde tertibe riâyet de bunun gibidir. Hatta bir namaz veya tilâvet secdesini
hatırlayarak oturduktan sonra yapsa tekrar etmesi lâzım gelir.
«Çünkü okumak
haddi zâtında yani kendisi hakkında rükün, başkası hakkında şarttır». İfâdesini
Kuhistâni de söylemişse de buna itiraz olunmuş ve «Rükün bir şeyin hakikatında
dahildir. Şart ise dâhil değildir. Bunların aralarında zıdlık vardır. Başkası
hakkında şart olması sebebiyle tahsise de imkân yoktur. Çünkü yalnız kıraat
değil, bütün rükünler takdiren diğer rükünler de mevcuttur.» denilmiştir. Evet,
ulema rüknü. biri aslî diğeri zâid (ziyade) olmak üzere iki kısma
ayırmışlardır. Zâid rükun bazan zaruret olmadığı halde sükût eden rükundur.
Buna misal olarak kıraatı göstermişlerdir. Çünkü kıraat imama uyan kimseden
sâkıttır. Binaenaleyh buna bazı hallerde aslî rükün, bazı hallerde de zâid
rükün adını vermişlerdir. Çünkü namaz itibarî bir mahiyettir. Öyle olunca Şârih
Hazretleri onu bazen birtakım rükünlerle, bazen de onlardan daha azı ile
itibara alması câizdir.
Okumak bilmeyen
bir kimseyi teşehhüdde bile olsa imam kendi yerine geçiremez. Çünkü onda şart
mevcud değildir. Burada «şart imama uyanda da yoktur.» denilmez. Zira onda
hükmen şart mevcuddur. İmamın okuması onun için de kıraat yerine geçer. T.
Şart kelimesi
rânın sükûnüyle okunacaktır. Cemi şurut gelir. Şaratın cem'i ise eşrâttır.
Şartı Kamûs sahibi, «Bir şeyi ilzam ve alışveriş gibi şeylerde iltizamdır»,
diye tefsir etmiş; Şaratın ise alâmet mânâsına geldiğini söylemiştir. Bu izâhın
muktezâsı şart kelimesini lügaten alâmet diye tefsir etmemektir. Sıhahtan
anlaşılan da budur. Halbuki fıkıh kitaplarında lügatlardan nakledilen bunun
aksidir. Herhalde fukaha, kelimenin bu şekilde izâhını görmüş olacaklardır.
Bazıları şerâit tabirini kullanmışsa da buna da «şerâit şeritanın cemidir.» diye
itiraz olunmuştur. Şeriatta, «Kulağı yarık deve» demektir. «Nehir» sahibi
burada vehme kapılarak, «Şurut, lügatta alâmet mânâsına gelen şarâtın cemidir.»
demiştir. Bundan sakınmalısın! Şeriatta şart, bir şeyin kendisine bağlı
bulunduğu fakat içinde dahil olmadığı nesnedir. Bilmiş ol ki, bir şeye bağlı
olan nesne o şeyin hakikatında dahil ise ona rükün derler. Namazda rükû
böyledir. Hakikatında dahil değilse ya o şeye tesir eder ya etmez. Tesir ederse
ona illet denir. Cinsî münâsebetin helâl olması için nikâh akdi böyledir. Tesir
etmezse ya bazı suretlerde ona ulaştırır yahud ulaştırmaz. Ulaştırırsa ona
sebep derler. Vakit böyledir. Ulaştırmazsa ya o şey buna bağlıdır. Yahud
değildir. Bağlı ise ona şart, değilse alâmet denir. şarta misal namaz için alınan
abdest, alâmete misal de ezandır. Nitekim bunu Bercendî de izah etmiştir.
Binaenaleyh Şârihin şartı tarif ederken, «O şeye tesir etmeyen ve bazı hallerde
ona ulaştırmayan» ibâresini de ilâve etmesi gerekirdi. «İsmail».
METİN
Namazın şartlan
altıdır:
Birincisi:
Bedenini, yani cesedini hadesten temizlemektir. Çünkü kollar, bacaklar cesede
dahildir. Bedene dahil değildir. Bu bellenmelidir. Hadesten murad her iki
nevidir (yani abdestsizlik ve cünüblüktür). Musannıf'ın söze bundan başlaması
daha galiz olduğu içindir.
İkincisi: Her iki
nevi ile (gâliz ve hafif) namaza mâni necasetten cesedi temizlemektir.
Üçüncüsü:
Elbisesini ve namaz kılacağı yeri ikinciden, yani necasetten temizlemektir.
Çünkü Taâla Hazretleri, «Elbiseni temizle!» buyurmuştur. (Elbiseyi temizlemek
lazım gelince) bedenini ve namaz kılacağı yeri temizlemek evleviyetle lâzımdır.
Çünkü bunlar namaz kılan kimseden hiç ayrılmazlar (elbisesiz namaz ise bazı
hallerde câizdir).
Namaz kılanın
üzerinde onun hareketiyle hareket eden yahud yüklenmiş sayılacak bir şey
bulunması da elbise gibidir. Meselâ kucağında çocuk olur da çocuğun üzerinde
kendi kendine tutunamayan necaset bulunursa namaza mânidir. Böyle olmazsa mâni
değildir. Esah kavle göre cünüb ve ağzı bağlı köpek böyledir.
Namaz kılacağı
yerden murad, ayaklarının yahud birini kaldırırsa tek ayağının yeri ile esah
kavle göre bilittifak secde edeceği yerdir. Zâhir rivayete göre ellerinin ve
dizlerinin yeri değildir, Meğer ki ellerinin üzerine secde etsin. Nitekim
gelecektir.
İZAH
Fıkıh âlimi Kuhistânî
namazın şartlarının on'dan fazla olduğunu söylemiştir. Zira evvelce görüldüğü
vecihle namazda kıraat ve kıraatın rukûdan, rukûun secdeden evvel yapılması,
imamla cemâatın duracakları yere dikkat edilmesi, tertip sahibinin kalmış
namazı olduğunu hatırlamaması ve kadınla yan yana durmamak da birer şarttır.
Ben derim ki:
Kezâ şartlardan biri de vakittir. Nitekim evvelce geçti. «İmdâd» sâhibi şöyle
diyor: «Kudûrî», «Muhtar», «Hidâye» ve «Kenz» gibi birçok mûteber kitaplarda
vakit zikredilmemiştir. Halbuki bu kitaplarda vakit Namaz Bahsinin başında
zikredilmiştir. Onu burada da zikretmeli idiler. Tâ ki öğrenci onun şartlardan
olduğuna dikkat etsin. Nitekim ebu'l-Leys'in «Mukaddime»si ile
Münyetü'l-Musallî»de de böyle denilmiştir. Vaktin girdiğine itikad etmek de
şarttır. Şüphe ederse namazı sahih olmaz. Velev ki sonra vaktin girmiş olduğu
anlaşılsın». («Çünkü kollar, bacaklar cesede dahildir ilah...» sözü ile Şârih
beden ve cesed kelimelerinin arasında mânâca fark olduğunu göstermek
istemiştir).
Beden: Vücudun
kollarla ayaklardan ve baştan geri kalan kısmıdır.
Cesed ise bunlar
dahil olmak üzere bütün vücûda şâmildir.
Hades necasetten
daha galiz (ağır) dır. Çünkü necâsetin azı afv edildiği halde hadesin azı afv
edilmemiştir. Tahtavî diyor ki: «Hadesle necâsetten birine yetecek suyu
necâsete sarf edip onun ile necâsetin yıkanması her iki temizliği elde etmek
içindir. Necâsette temizlik su ile, hadesde ise toprakladır».
Musannıf merhum.
elbise ile bedene giyilen şeyleri kasdetmiştir. Binaenaleyh külâh, mest ve
ayakkabı elbisede dahildir. Bunu «Hamavî» den naklen Tahtavî söylemiştir. Namaz
kılan kimsenin üzerinde ona bitişik ve onun hareketiyle hareket eden bir şey
bulunması da elbise gibidir. Meselâ, bir tarafı boynuna sarılı, öbür tarafı
namaza mâni olacak derecede pislenmiş bir mendil bulunur da namaz
hareketleriyle mendilin pis tarafı hareket ederse namaza mânidir. Hareket
etmezse mâni değildir. Ama bedenine bitişik olmazsa böyle değildir. Meselâ, bir
tarafı pis, fakat ayaklarının yeri ile secde yeri temiz olan bir seccade mutlak
surette namaza mâni değildir. Bunu Halebî «Şurunbulâlîyye»den naklen
bildirmiştir.
Pis tavan,
gölgelik ve çadır gibi şeyler namaz kılan kimse doğruldukça başı pis yere
dokunacak şekilde ise pisliği yüklenmiş hükmünde olur ve necâset kendi kendine
durursa namaza mâm değildir. Çünkü o zaman necaseti yüklenmek namaz kılana
değil o şeye nisbet edilir. Burada cünüp meselesi misal değil, bir benzer
olarak zikredilmiştir. Çünkü cünüplük de taşınan şeye nisbet edilir. Namaz
kılana nisbet edilmez. Bu mesele misâl olarak zikredilse idi, cünübün kendi
kendine tutunur olması şart kılınmak lâzım gelirdi. Meselâ, kötürüm olmaması
gerekirdi. Halbuki hakikatta cünüb, necis değildir. Namaz kılan kimse cünüp
birim alsa mutlak surette namazına mâm değildir. Zira onun pisliği hükmendir.
Anla!
Şârih burada
köpek hakkında, «Ağzından namaza mâni bir şey akmayan köpek» de ise daha iyi
olurdu. Zira ağzından hiçbir şey akmadığını bilse yahud namaza mâni olan
miktardan az bir şey aksa ağzını bağlamamış bile olsa namaz bâtıl olmaz. Bunu
Halebî söylemiştir. Biz bu sözün bir benzerini Kuyu Bahsinde az önce «Hılye»den
naklen arz etmiştik. «Bahır»da Zahiriye»den nakledilen şu ibâre de onu te'yid
etmektedir: «Namaz kılan kimsenin üzerine elbisesi pis bir çocuk oturur da
kendi kendine tutunursa yahud pis bir güvercin konarsa namazı câizdir Çünkü
namaz kılanın üzerindeki çocuk veya güvercin pisliği kullanmış tır. Binaenaleyh
namaz kılan pisliği yüklenmiş olmaz».
Ben derim ki:
Köpek meselesi iki sahih kavlin tercih edilenine ibtina etmektir. Bu kavil
köpeğin ayni necis olmayıp bedeninin dış tarafının - domuz hariç - diğer
hayvanlar gibi temiz olmasıdır. Şu halde o ancak ölürse pis olur. Bedeninin iç
kısmının pisliği ise mâdeninde yani kendi yerindedir. Binaenaleyh onun hükmü
yoktur. Nitekim namaz kılan kimsenin içindeki pisliğin de hükmü yoktur. Bir
kimse üzerinde içi kan olmuş bozuk bir yumurta bulunduğu halde namaz kılsa câiz
olur. Zira pislik mâdenindedir. Bir şey mâdeninde (kendi yerinde) bulunduğu
müddetçe ona pis hükmü verilemez. Ama içinde sidik bulunan kapalı bir şişeyi
üzerinde bulundurarak namaz kılmak câiz değildir. Çünkü sidik mâdeninde
değildir. Nitekim Muhit»ten naklen «Bahır»da da böyle denilmiştir.
Şârihin burada
«esah kavle göre» tâbirini kullanması «mutlak surette namaz câiz değildir»,
diyenlerin sözünü reddetmek içindir. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir. Bu
söz herhalde köpeğin aynı necistir, kavline ibtinâ etmektedir. H.
Namaz kılacağı
yeri necasetten temizlemek şarttır. Ama esah kavle göre seccadenin kenarındaki
necâset namaza mâni değildir. Velevki seccade küçük olsun. Seccade ince olur da
onu pis yere yayarsa avret yerini örtmeye yarayacak cinsden olmak şartiyle
namaz câizdir. Nitekim «Hulasâ»dan naklen «Bahır»da da böyle denilmiştir.
«Kınye»de şöyle deniliyor: «Altındakini gösteren cam üzerinde namaz kılsa bütün
ulema câiz olduğunu söylemişlerdir.» Kiremit, tuğla veya kalın tahta yahud
dikişli dikişsiz elbise üzerinde namaz kılarsa câiz olup olmayacağı inşallah
Namazı Bozan şeyler Bâbında gelecektir.
Namaz kılacağı
yerden murad, bütün rivayetlerin ittifakiyle ayaklarının yeridir. «Bahır». Bu
gösteriyor ki secde ettiği vakit elbisesinin kenarları pis yere düşse zarar
etmez. Esah kavle göre secde edeceği yeri temizlemek bilittifak şarttır.
İmam A'zam'dan
bir rivayete göre secde yerinin temiz olması şart değildir. Yani yalnız burnun
üzerinde secde etmek kâfidir. Rivayete göre burnun secde edeceği yeri
temizlemek şart değildir. Çünkü bu bir dirhemden azdır. Nitekim «Münye»
şerhinde de böyle denilmiştir. Lâkin pis bir şey üzerine secde ederse tarafeyne
göre namaz fâsid olur. Ebu Yusuf'a göre ise secde fâsid olur. Temiz bir şey
üzerine secdeyi tekrarlarsa ona göre namaz sahih olur. İmam A'zam'la Muhammed'e
göre sahih olmaz. Buradaki esah kavil zâhir rivayedir. Nitekim «Hılye»de de
böyle denilmiştir. Zâhir rivayete göre ellerinin ve dizlerinin yerini
temizlemek şart değildir. «Bahır»da da böyle denilmiştir. Lâkin
«Münyetü'l-Muslî»de bildirildiğine göre «el-Uyûn» nâm eserde, «Bu rivayet
şâzzdır.» denilmiştir. «Bahır»da, «Ebu'l-Leys o kimsenin namazının fâsid
olacağını tercih etmiş; «Uyûn» sahibi de bunu sahih bulmuştur.» deniliyor.
«Nehir» sahibi «Münâsip olan budur. Çünkü umumiyetle metinlerde mutlak olarak
beyan edilmiştir.» demiş ve bunu «Hâniye»nin sözü ile te'yid etmiştir.
Ben derim ki;
«Mevâhip» metninde, «Nuru'l-İzah»ta, «Münye»de ve diğer kitaplarda bu kavil
sahih kabul edilmiştir. Binaenaleyh itimad onadır. «Münye» şerhinde «Sahih olan
budur. Çünkü bir uzvun pisliğe temas etmesi o necâseti yüklenmek gibidir. Velev
ki o uzvu yere koymak farz olmasın.» denilmektedir. Ellerinin üzerine secde
ederse altının temiz olması şarttır. Fakat bu temizlik ellerinin yeri olduğu
için değil, secde yeri olduğu için lazımdır. T. Yanı nasıl ki yeninin üzerine
secde eder de altında necaset bulunursa altının temizlenmesi şart olduğu gibi
burada temizlik şarttır.
METİN
Dördüncüsü: Avret
yerini örtmektir. Avret yerini örtmenin farz olması umumîdir. Sahih kavle göre
velev ki tenha bir yerde bulunsun. Ancak sahih bir maksaddan dolayı açmak
câizdir. Namazdan başka bir yerlerde pis elbise giyebilir.
Erkek için avret
yeri göbeğinin altından diz kapağının altına kadardır. İmam Ahmed'e göre iki
omzundan birini örtmek de şarttır. İmam Malik'ten bir rivayete göre ise avret
yeri sâdece ön ve arttır. Erkeğin avret yeri cariyenin de avret yeridir. Velev
ki hünsâ yahud müdebbere, mekâtebe veya ümmü veled olsun
Yalnız cariyenin
sırtı ile karnı da avret yeridir. Yan tarafı ise sırtı ile karnına tâbidir.
Sahibi cariyeyi namaz kılarken âzad ederse, imkân bulur bulmaz örtündüğü
takdirde namazı sahihtir. Aksi takdirde namazı sahih olmaz. Mezhebe göre âzad
edildiğini bilip bilmemesi fark etmez. Bir kimse cariyesine, «Sahih bir namaz
kılarsan o namazdan önce hür ol!» der de cariye namazı baş örtüsüz kılarsa
öncelik şartının hükümsüz kalması ve azadlığının vâki olması gerekir. Nitekim
ulema döner talâkta da bunu tercih etmişlerdir.
İZAH
Giyilmesi helâl
olmayan ipek elbise gibi bir şeyle bile olsa avret yerini örtmek şarttır. Velev
ki özürsüz günah olsun. Nitekim gasb edilen yerde namaz kılmak da böyledir.
Musannıf örtünmenin ve örten şeyin şartlarını ileride söyleyecektir. Avret
yerini örtmenin farz olması namaz içine ve dışına şâmildir. Namaz dışında halk
huzurunda örtünmek bilittifak farzdır. Tenha yerde ise sahih kavle göre
farzdır. Ama tenha yerde namazını çıplak olarak kılar yahud temiz elbisesi
varken karanlık bir evde çıplak kılarsa bilittifak câiz olmaz. Nitekim
«Bahır»da da böyle denilmiştir. Sonra anlaşılıyor ki, namaz dışında tenhada
örtmesi icap eden yerden murad sâdece göbekle dizlerin arasıdır. Hatta kadının
bundan maada yerlerini örtmesi farz değildir. Velev ki avret olsun. «Kınye»nin
Kerâhiyet Babındaki şu sözü buna delâlet eder: «Garibü'r-Rivayette de
bildirildiğine göre kadına evinde yalnız iken başını açmaya ruhsat verilmiştir.
Onun için evlâ olan, mahremlerinin yanında ince ve altındakini belli eden bir
baş örtüsü sarmaktır». Lâkin bu, mahremlerin bakması helâl olan yerler hakkında
açıktır. Karnı ve sırtı gibi onların bakması da helâl olmayan yerleri tenhada
örtmenin farz olup olmadığı söz götürür. Mutlak ifâde edilmesinden anlaşılan
farz olmasıdır. Düşün!
Sahih kavle göre
tenhada bile örtünmek farzdır. Çünkü ALLAH Taâlâ örtülen örtülmeyen her şeyi
görür ama örtünmeyenin edepsizliğini, örtünenin edep ve terbiyesini de görür.
İşte imkân bulununca bu edebe riayet farzdır.
Zeyleî
«Umumiyetle fukaha bir kimsenin kendinden örtünmesini şart koşmamışlardır.»
demişse de bu, namaz hakkındadır. beyânı Musannıf'ın bu meseleyi bahis mevzuu
ettiğinde gelecektir. Oradakinin burada ki hilâfın tashihi olmadığı
görülecektir, Anla!
Sahih bir
maksaddan dolayı avret yerini açmak helâya oturmak ve taharetlenmek gibi
yerlerde olur. Yalnız başına yıkanmak için soyunmak hususunda «Kınye»de
birtakım kaviller nakledilmiştir ki, bunların bazılarına göre yıkanmak için
çıplak kalmak mekruh, bazılarına göre inşallah ma'zur, bir kavle göre beis yok,
diğer bir kavle göre az müddet de olursa câiz; başka bir kavle göre küçük hamam
odasında câizdir.
«Namazdan başka
yerlerde pis elbise giyebilir.» cümlesini «Bahır» sahibi «Mebsut»tan nakletmiş;
sonra «Buğıye»de bu meselede hilâf zikredildiğini söylemiştir.
Tahtavî diyor ki:
«Elbiseye pislik bulaştırmanın hükmünden bahis etmemiştir. Zâhire göre bu
mekruhtur. Çünkü fâidesi olmayan bir şeyle meşgul olmaktır. Elbiseyi pisleyince
haramdır. Halebî'nin bu babta ki sözüne itimad edilmez». İstinca Bahsinde
gördük ki, kıymeti olan bir bez parçası ile taharetlenmek mekruhtur. O halde
elbise ile taharetlenmek evleviyetle mekruh olur. Hacet yokken elbiseye pislik
bulaştırmak ise daha fazla evleviyetle mekruhtur.
Erkeğin avret
yeri göbeğinin altından diz kapağının altına kadardır. Hür ve câriye kadınla
çocuğun avret yerleri daha sonra gelecektir. Göbeğin altından murad, göbekten
geçerek bedeni kuşak gibi saran ve bulunduğu yerden her tarafa aynı uzaklıkta
bulunan çizginin altıdır. Bercendî»de böyle denilmiştir. Şu halde göbek,
avretten değildir. «Dürer», diz avrettendir. Çünkü Dârekutnî'nin rivayetinde,
«Göbekten aşağısı dize kadar avrettendir.» buyurulmuştur. Lâkin bu hadîs
ihtimallidir. İhtiyat, dizi avretten saymaktadır. Bir de Hazret-i AIi (r.a.)
hadîsi vardır ki: «Rasûlüllah (s.a.v.), diz avrettendir, buyurdu.» demiştir.
Tamamı «Münye» şerhindedir.
İmam Ahmed'e göre
farz namazda iki omuzundan birini örtmek de şarttır. Çünkü Sahihayn'ın rivayet
ettiği bir hadîste, «Erkek, bir kısmı omuzunda olmaksızın bir elbise içinde
namaz kılamaz.» buyurulmuştur. Bize göre omuzları örtmek müstehabtır. Hunsây-ı
müşkilin köle olanı câriye. hür olanı hür kadın hükmündedir.
Karın: İnsanın ön
tarafından yumuşak olan yerdir. Sırt arka taraftan onun mukabilidir. «Hazâin»de
böyle denilmiştir.
Rahmetî, «Sırt,
göğsün altından göbeğe kadar karnın mukâbil tarafıdır. Bunu «Cevhere»
açıklamıştır. Yani göğsün mukabil tarafına düşen sırt kısmı avretten değildir.»
demiştir. Bu sözün muktezası göğüsle arka taraftan göğsün hizâsına gelen
kısmının ve memelerin de avret yeri olmamasıdır. İleride Haram ve Helâl
Bahsinde görüleceği vecihle bir kimse mahremi olan kadının neresine bakabilirse
başkasının cariyesinin de orasına bakması câizdir. Şüphesiz ki mahreminin
göğsüne ve memesine bakabilir. Binaenaleyh bu yerler mahreminde olsun cariyede
olsun avret sayılmazlar. Bunun müktezâsı namazda da avret olmamasıdır. Lâkin
«Tatarhâniyye»de, «câriye başı açık namaz kılarsa bilittifak câiz olur. Fakat
göğsü ve memeleri açık olarak kılarsa ekser ulemamıza göre câiz olmaz.»
denilmiştir. Şöyle de denilebilir: Cariyenin göğsü namazda avret, namaz dışında
avret değildir. Lâkin bu söz bilumum kitaplarda zikredilene muhaliftir,
Kitaplarda yalnız karınla sırt zikredilmiştir. Bunların da tefsiri yukarıda
geçti. Göğüs, karınla sırttan başkadır. Binaenaleyh mutemed kavlin «mutlak
surette göğüs avret değildir.» şeklinde olması gerekir.
Câriyenin yan
tarafı sırtı ile karnına tâbidir. «Kınye» sahibi, «Yan taraf karna bağlıdır.»
dedikten sonra rumuz yaparak, «En güzeli karın tarafının karına, sırt tarafının
da sırta tâbi olmasıdır.» demiştir. «İmkân bulur bulmaz» tâbirinden murad, derhal,
yani az bir amel ile bir rükün edâ etmeden demektir. Şârih'in örtünmeyi imkân
bulmakla kayıtlaması, örtünmekten âciz kalırsa namazı bâtıl olmayacağı içindir.
Nitekim «Bahır» da da beyan edilmiştir. İmkân bulur bulmaz derhal örtünmez de
çok amel ile yahud bir rûkün eda ettikten sonra örterse namazı sahih olmaz.
«Bahır».
«Mezhebe göre
âzâd edildiğini bilip bilmemesi fark etmez.» sözü Zeyleî'ye reddiyedir. Zeyle'i
«Zahireye»ye uyarak namazın bozulmasını «âzâd edildiğini bildikten sonra bir
rükün edâ ederse» diye kayıtlamıştır. Zira mezhebin fer'î meselelerinden buna
benzeyenlerin birçoğu bilmenin şart olmadığını göstermektedir. Nitekim bunu
«Bahır» sahibi izah etmiştir. Bundan sonraki meseleyi inceleyen ve «âzâdlığın
vâki olması gerekir.» diyen de «Bahır» sahibidir. Kardeşi olan «Nehir» sahibi
de kendisini tasdik etmiştir. (Döner talâk diye tercüme ettiğimiz) Devr-i
talâktan murad, bir kimsenin, karısına, «Seni boşarsam ondan önce üç defa
boşsun!» demesidir. Bu adam karısını bir defa boşadı mı şart bulunmuş olur ve
karısı bu talâktan önce üç defa boş düşer. Ama bir talâktan önce üç talâkın
vâki olması bir talâkın vâki olmamasını iktiza eder. Binaenaleyh onun vâki
olduğunu söylemek bâtıldır. Öncelik kaydını yok hesap edince bu adam, «Seni
boşarsam sen üç defa boşsun.» demiş gibi olur ve boşadığı zaman bir talâk
fiilen boşamakla üç talâkın ikisi de ta'lik suretiyle vâki olur. H.
METİN
Hür kadın için
hünsâ bile olsa avret yeri bütün bedenidir. Hatta esah kavle göre sarkan
saçları da avrettir. Bundan yalnız yüz ve avuçlar müstesnadır. Avuçların arkası
mezhebe göre avrettir. Mutemed kavle göre ayaklar da müstesna olduğu gibi
tercih edilen kavle göre sesi. tercih edilmeyen kavle göre kolları dahi
müstesnadır.
İZAH
Sarkan saçlardan
murad, kulaklarını geçenlerdir. Bununla kayıt etmesi, başın üzerinde olan
saçlar hakkında ihtilâf olmadığındandır. Sarkan saçlar esah kavle göre
avrettir. «Hidâye», «Muhit», «Kâfi» ve diğer kitaplarda bu kavil sahih
bulunmuş; «Hâniye» sahibi ise bakmanın haram olduğunu kabul etmekle beraber,
bunun hilâfını sahih bulmuştur. «Muntekâ»nın rivayeti de budur. «Sadrı'ş-Şehîd»
dahi bunu tercih etmiştir. Birinci kavil daha sahih ve ihtiyattır. Nitekim
«Hılye»de dahi Fahru'l-İslâm'ın «Câmî» şerhinden böyle nakledilmiş, «Mi'rac»ta,
«Fetvâ buna göredir.» denilmiştir.
Avuçların arkası
mezhebe göre avrettir. «Mirâcü'd-Dirâye»de şöyle deniliyor: «Buna itiraz
edilmiş ve avucu istisnâ etmek avucun arkasının avret olduğuna delâlet etmez.
Çünkü lügatta avuç elin hem içine hem dışına şâmildir. Onun için de avucun dışı
denilir; şeklinde mutalâa yürütülmüşse de buna cevaben, örf ve âdette avuç elin
sırtına şâmil değildir; denilmiştir». Bundan anlaşılıyor ki, bu fer'î mesele
lügata değil örf ve adette kullanılmaya binâ edilmiştir. Anla!
Buradaki «mezhebe
göre» tâbirinden maksad, Zâhir rivâyedir. Kâdıhân'ın «Muhtelifât»ı ile diğer
kitaplarda avuçların avret olmadığı bildirilmektedir. «Münye» şerhinde bu kavil
üç vecihle te'yid edilmiş ve, «Zâhir rivayet olmasa da esah kavil budur.»
denilmiştir. «Hılye» sahibi dahi bunu te'yid etmiş ve «Muhid» sahibi ile «Câmi»
şerhinde Kâdıhan'ın da bunu tercih ettiklerini söylemiştir. «İmdâd» nam
eserinde Şurunbulâli dahi buna itimad etmiştir. Ayaklar hakkında üç sahih kavil
vardır. Bunların mutemed olanına göre ayaklar da avret olmaktan müstesnadır.
İkinci kavle göre mutlak surette avret, üçüncü kavle göre namaz dışında avret,
namaz içinde avret değildir.
Ben derim ki:
Musannıf ayakların üstünden bahsetmemiştir. Kuhistânî'de «Hulâsa»dan naklen,
«Ayağın altı hakkında rivayetler muhteliftir.» denilmiştir. Bundan anlaşılan
üstünde ihtilâf olmamasıdır. Sonra ehl-i tahkîk ulemadan Kemal b. Hümâm'ın
«Zâde'l-Fakîr» adlı mukaddimesinde gördüm ki, ayağın dörtte birinin açılmasının
namaza mâm olduğunu sahih kabul ettikten sonra, «Ayağın üstü açılsa namazı
bozulmaz.» demiş, bu kavli Musannıf Timurtâşî «iânetü'l-Fakîr» adlı şerhinde
«Hulâsa»ya nisbet etmiş; sonra «Hulâsa»dan o da «Muhid»den naklen ayağın altı
hakkında iki rivayet olduğunu, bunların esah olanına göre avret sayıldığını
söylemiş ve şunları ilâve etmiştir:
Ben derim ki:
«Hulâsânın sözünden anlaşılıyor ki, hilâf, sâdece ayağın altı hakkındadır. Üstü
hilâfsız avrettir. Onun için Musannıf, açılmakla namaz bozulmayacağına
katiyetle hüküm vermiştir. Lâkin allâme Kâsım'ın sözünde hilâfın bunda da
mevcud olduğuna işâret vardır. Çünkü bunu naklettikten sonra şöyle demiştir:
«Sahih olan şudur ki, ayağın dörtte birinin açılması namaza mânidir. Zira
ayağın üstü gösterilmesi yasak olan zînet yeridir. Taâlâ Hazretleri, «Kadınlar
gizledikleri zînetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar!»
buyurmuştur». Musannıf'ın sözü burada sona erer.
Tercih edilen
kavle göre kadının sesi avret değildir. H. «Bahır»da «Hılye»den naklen, «En
münâsibi budur.» denilmiş; «Nehir»de ise, «İtimada şayan budur.» ifâdesi
kullanılmıştır. Bu kavlin mukabili kadın sesinin avret olmasıdır. «Nevâzil»
adlı kitapta, «Kadının sesi avrettir. Onun Kur'anı kadından öğrenmesi daha
makbuldür. Bundan dolayıdır ki Peygamber (s.a.v.). «Tesbih erkeklere, el
çarpmak ise kadınlara mahsustur»; buyurmuştur. Erkeğin onun sesini işitmesi
doğru değildir.» deniliyor.
«Kâfi» nâm
kitapta ise, «Kadın aşikâre telbiye yapamaz. Çünkü sesi avrettir.» denilmiştir.
«Bahır»da
bildirildiğine göre «Muhit»in Ezan Bâbında bu kavil tercih edilmiştir. «Fetih»
sahibi diyor ki: «Bu kavle göre kadın namazda Kur'anı aşikâr okusa namazı
bozulur, denilirse yerinde olur. Onun için Peygamber (s.a.v.), İmamın
yanıldığını bildirmek için kadının sesle tesbih getirmesini men etmiş; ona el
çarpmayı tavsiye buyurmuştur.» Burhan Halebî «Münyetü'l-Kebîr» şerhinde onu
tasdik ettiği gibi İmdâd» sahibi dahi bu sözü kabul etmiştir. İmam Ebu'l-Abbâs
Kurtubî, şarkı dinlemek hakkındaki kitabında şunları söylemiştir:
«Zekâsı kıt
olanlar zannetmesinler ki biz kadının sesi avrettir, demekle konuşmasını
kastediyoruz! Bu anlayış doğru değildir. Biz ecnebi erkeklerin hâcet mes ederse
kadınlarla konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadınların yüksek sesle
konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve aruza göre okumalarını
câiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve
şehvetlerini harekete getirmek vardır. Kadının ezan okuması bundan dolayı câiz
olmamıştır».
Kadının
kollarının avret yeri olmaktan istisna edilmesi tercih edilmeyen bir kavildir.
«Mi'rac» nam kitapta «Mebsûttan» naklen şöyle denilmiştir: «Kadının kolları
hakkında iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre kollar avrettir».
«Bahır» sahibi
diyor ki: Bazıları kollarının namazda avret olduğunu. namaz dışında avret
sayılmadığını sahih bulmuşlardır. Ama mezhep, metinlerde bildirilendir. Çünkü
zâhir rivayedir».
METİN
Genç kadının
erkeklerin arasında yüzünü açması men edilir; fakat bu avret olduğu için değil,
fitneden korkulduğu içindir. Nitekim erkeğin de kadının yüzüne dokunması men
edilir. Velev ki şehvetten emin olsun. Çünkü bu, bakmaktan daha ağırdır. Onun
içindir ki, dokunmakla hürmet-i musâhere sabit olur. Nitekim Memnu Olan şeyler
Bahsinde gelecektir. Kadının yüzüne şehvetle bakmak câiz değildir. Nasıl ki
emredin yüzüde öyledir. Zira şehvetten şüphelendiği vakit kadının ve emredin
yüzüne bakmak haram olur. Ama şehvetsiz ise güzel bile olsa bakması mubahtır.
Nitekim Kemâl de buna itimad etmiş, «Bakmanın helâl olması hem şehvet korkusu
bulunmamasına hem de bakılan yerin avret olmamasına bağlıdır.» demiştir.
«Sirâc» nam eserde, «Pek küçük çocuğun avreti yoktur. Sonra şehvet derecesine
gelmedikçe avreti önü ile ardından ibârettir, sonra on yaşına kadar avreti
galîza daha sonra bâli'lerin avreti gibi olur.» denilmektedir. Eşbah'da. «Oğlan,
kadınların yanına yalnız onbeş yaşına kadar girebilir.» deniliyor.
İZAH
Kadının yüzü
avret olmamakla beraber genç kadının erkekler arasında yüzünü açması men
edilir. Bunun sebebi fitne fucûr korkusu yahut şehvet endişesidir. Mana şudur:
Erkekler yüzünü görürde fitne çıkar korkusuyla genç kadına yüzünü açması men
edilir. Çünkü yüzünü açarsa bazen ona şehvetle bakanlar bulunabilir. Nitekim
erkeğin de kadının yüzüne dokunması men edilir... Şârih Haram-Mubah Bahsinde
şöyle diyecektir: «Bu hüküm genç kadın hakkındadır. Şehvetlenilmeyen ihtiyar
kadına gelince: Onunla musafaha yapmakta ve emin olmak şartiyle eline
dokunmakta bir beis yoktur». Sonra burada münasip olan şey, dokunmak meselesini
bakmak meselesinden sonra zikrederek: «Yüze bakmak da dokunmak gibi câiz
değildir. Velev ki şehvetten emin olsun...» demekti. Çünkü bakmakla dokunmak
erkeğe men edilen şeylerdir. Bizim sözümüz ise kadına men edilen şeyler
hakkındadır. Şehvetle bir kadına dokunmakla hürmet-i musâhere sabit olur
(Yerinde görüleceği vecihle, hürmet-i musahere damat olmak sebebiyle meydana
gelen akrabalıktır. Kayınvalidenin anneliği bu kabildendir). Ama fercin iç
kısmı müstesnâ olmak üzere bakmakla mutlak surette hürmet-i musâhere sabit
olmaz. T.
Kadının yüzüne
şehvetle bakmak câiz değildir. Bundan yalnız hâkim şâhid ve evlenmek isteyen
kimse gibi hâcet sahipleri müstesnadır. Hâkim, hüküm vermek için, şâhid de
aleyhine veya lehinde şâhidlik yapmamak için yüzünü görmek
mecburiyetindedirler. Binaenaleyh böyleleri şehvetle bile olsa, kadının yüzüne bakabildikleri
gibi, evlenecek kimse dahi şehvetle de olsa o niyetle değil de, sünnet
niyetiyle bakabilir. Kezâ cariyeyi satın almak isteyenle tedavî etmek isteyen
kimse zaruret miktarınca hastalığın yerine bakabilir. Nitekim Haram ve Mubah
Bahsinde gelecektir. Şehvetle diye kayıtlanması, şehvetsiz câiz olacağını ifâde
ederse de, Horam ve Mubah Bahsinde görüleceği vecihle bu mesele zaruretle
kayıtlıdır. Bundan anlaşılıyor ki, hacet yokken bakmak mekruhtur.
«Tatarhâniyye»de de «Kerhî» şerhinde şöyle deniliyor:
«Hür olan ecnebî
bir kadının yüzüne bakmak haram değildir. Lâkin hâcet yokken bakmak mekruhtur».
Ben buradaki
şehvetin açıklamasını görmedim. Musaheret Bahsinde şehvet şöyle izah
edilmiştir: Tenasül âleti kalkan kimsenin şehveti âletinin kalkmasiyle; zaten
kalkmış ise daha ziyadeleşmesiyle, kadının ve geciken ihtiyarın şehveti
kalbinin meyli ile bilinir. Mollâ Miskîn' Haram Bahsindeki ifadesinden
anlaşılan mutlak surette kalbinin meyletmesidir. Burada bu daha münasip olsa
gerektir. T.
Ben derim ki: Seyyidî
Abdülganî'nin «el-Kavlü'l-Muteber fi beyanı'-beyan Nazar» adlı eserindeki şu
sözleri de bunu te'yid eder: «Haram hükmüne illet olan şehvetin izahı şudur:
Şehvet insanın lezzet duyduğu şeye kalbinin hareket ve tabiatının
meyletmesidir. Bu meyil artarsa çok defa tenâsül âleti de kalkar. Şehvetsizlik
ise bundan hiçbir şeye kalbi hareket etmemesi ve tıpkı kendi güzel yüzlü
oğluna, güzel yüzlü kızına bakmış gibi olmasıdır». Bu baptaki sözün tamamı
Haram ve Mubah Bahsinde gelecektir. Emred, bıyıkları terlemiş. sakalı bitmemiş
oğlandır. «el-Mültekat» nam kitapta şöyle demliyor: «Oğlan erkeklik çağına
varır da yüzü güzel olmazsa erkek hükmünde, yüzü güzel olursa kadın
hükmündedir. Ve başından ayağına kadar avrettir. İmam ebu'l-Kâsım, «Yani ona
şehvetle bakmak helâl olmaz. Ama şehvetsiz olmak şartiyle onunla bir arada
kalmak ve yüzüne bakmakta beis yoktur. Onun için de peçe takınması emir
olunmamıştır, diyor».
Ben derim ki: Bu,
iki yandan zülüfleri biten erkeğe de şâmildir. Hatta bazı sapıklar böylesini
zülüfsüz emrede tercih ederler. Anlaşılıyor ki bıyığın terlemesi ve erkekler
çağına ulaşması kayd değil emredliğin son hududunu beyândır. Emredlik yaşça
bülûğa erip kadınlar kendisinden şehvetlenmekle başlar. Yahud emred küçük bir
kız farzedilse erkeklerin kendisinden şehvetlenmesiyle başlar.
Güzel yüzlü
olmaktan murad, yüzüne bakan kimsenin tabiatına göre güzel olmaktır. Velev ki
rengi siyah olsun. Çünkü güzellik tabiatlara göre değişir. Kadının yüzünü
emredin yüzüne benzetmesinden anlaşılıyor ki, emredin yüzüne şehvetle bakmak
daha büyük günahtır. Zira bundan gelecek fitne korkusu kadından gelecek
korkudan daha büyüktür. Bir de emredden faydalanmak hiçbir halde helâl
değildir. Kadın böyle değildir. Nitekim ulema bunu zina ve livâta da beyan
etmişlerdir. Onun içindir ki, selef ulema, emredlerden nefret ettirmek
hususunda büyük çaba göstermiş; emredlere «kokuşmuşlar» adını vermişlerdir.
Çünkü insanlar şer'an bunlardan tiksinirler. İbni Kattan şöyle demiştir:
«Sakalsız bir
kimseye lezzet duymak ve güzelliklerinden gözünü faydalandırmak maksadiyle
bakmanın haram olduğuna ulema ittifak etmişlerdir. Bakan kimse fitneden emin
olmak şartıyle lezzet duymak kasdı bulunmaksızın bakmanın da câiz olduğuna
ittifak etmişlerdir».
Pek küçük oğlanın
ve kezâ kız çocuğunun avreti yoktur. Nitekim «Sirac»da da böyle denilmiştir.
Binaenaleyh bunlara bakmak ve dokunmak mubahtır. Bunu «Mi'rac» sahibi de
kaydetmiştir. Halebî diyor ki: «Bunu üstadımız dört yaşla ve daha azla tefsir
etmişlerdir. Ama kime nisbet ettiğini bilmiyorum.»
Ben derim ki: Bu
hüküm «şurunbulâliyye»nin Cenaze Bahsinden alınabilir. Orada şöyle denilmiştir:
«Küçük oğlan ve kız şehvet çağına varmadıkça onları erkek ve kadınlar
yıkayabilirler. «Asıl»da (İmam Muhammed) bunu konuşmaya başlamazdan önce diye
takdir etmiştir». «On yaşına kadar avret galiza» olur, cümlesinden murad,
bazılarına göre dübürle etrafındaki kotanaklar - budlar - ve ön tarafla onun
etrafı itibara alınır, demektir. Yani büyük insanın avret galizasında ne
itibara alınırsa onda da aynı şey itibara alınır. İhtimal ön ve ard bundan önce
avret-i hafifedirler. Şu halde onlara şehvet yaşına varmadan bakmak o yaşa
vardıktan sonra bakmaktan daha hafif olur. Bu kaydedilmelidir. T.
Çocuğun on
yaşından sonra avreti baliğ kimselerin avreti gibi olur. «Nehir»de, «Yedi
yaşını itibara almak lâzım gelirdi. Çünkü çocuklara bu yaşta namaz emir
olunur.» denilmiştir.
Ben derim ki:
Haram Bahsinde geleceği vecihle cariye şehvet cağına erişince göbeğiyle
dizlerinin arasını örten bir peştamal içinde satışa arzedilemez. Çünkü sırtı
karnı avrettir. Şehvet haddine vardıktan sonra ulema ona bâliğ hükmünü
vermişlerdir. Yalnız şehvetin sınırını takdir hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Bazıları bunun yedi, bazıları da dokuz yaş olduğunu söylemişlerdir. İmamlık
Babında görüleceği vecihle yaşı itibara almak yoktur. Sahih kabul edilen kavil
budur. Muteber olan cinsî münâsebete yarayışlı iri yarı ve gelişmiş olmasıdır.
Burada nazarı itibara alınması münasip olan da budur. Tedebbür eyle!
On beş yaş
meselesinde gaye hesapta dahil değildir. Aksi takdirde (yani gaye hesapta dahil
sayılırsa) çocuk yaşla bülûğa ermiş olur. Ve kadınlara bakması, yanlarına
girmesi helâl olmaz. Çünkü mükellef olmuştur ve ihtilâm olmakla bülûğa ermiş
gibidir.
T E T İ M M E:
Haram Bahsinde görülecektir ki zimmî kadın esah kavle göre ecnebi erkek
gibidir; Müslüman kadının bedenine bakamaz. Bedenden ayrılmazdan önce bakılması
câiz olmayan uzva bedenden ayrıldıktan sonra bakmak dahi câiz değildir. Koltuk
kılları, başının sacı ölü hür kadının kol ve bacak kemikleri ile ayak tırnakları
bakılması câiz olmayan şeylerdendir. El tırnaklarına bakmak caizdir. Ecnebi bir
kadının çarşafına şehvetle bakmak da haramdır. Bu bahse taallûk eden faydaların
tamamı orada gelecektir.
METİN
Avret-i galizadan
yahud mu'temed kavle göre avret-i hafifeden bir uzvun dörtte birinin kendi
fiili ile olmamak şartiyle bir rükün eda edecek kadar açılması namaza. hatta
namazın mün'akit olmasına mânidir. Avret-i galiza ön ve ard ile etraflarıdır.
Avret-i hafife erkeğin olsun kadının olsun geri kalan yerleridir. Açılma bir
uzuvda olursa cüzü hesabiyle. bir uzuvda değilse mesaha itibariyle toplanır.
Kulak gibi en küçük bir cüzün dörtte birini bulursa namaza mâni olur.
İZAH
Avret yerlerinden
bir uzvun dörtte birinin bir rükün edâ edecek kadar açılması namaza başlamaya
da devamına da mânidir. H.
Bir rükünden
maksat, sünnetiyle bir rükün demektir. Bunu «Münye» sahibi söylemiştir. «Münye
şârihi bir rüknün üç tesbih miktarı olduğunu bildirmiştir ki, herhalde bununla
kayıtlaması rüknü ihtiyaten en kısa olanına hamletmek içindir. Yoksa son oturuş
ve sünnet vecihle Kur'an okumaya şâmil olan kıyam bu miktardan fazladır. Sonra
Şârih'in söylediği Ebu Yûsuf'un kavlidir. İmam Muhammed hakikaten bir rüknün
edasını nazarı itibara almıştır. Birinci kavil ihtiyat için tercih edilmiştir.
Nitekim «Münye» şerhinde de böyle denilmiştir. Şârih, bir uzvun dörtte birinin
bir rükün, eda edilecek miktardan daha az açılmasından ihtiraz etmiştir. Bu
kadarcık açılma bilittifak namazı bozmaz. Çünkü az zamanda çok açılmak ve çok
zamanda az açılmak affedilmiştir. Şârih, bir uzuv açık olduğu halde bir rükün
edâ etmekten de ihtiraz eylemiştir. Çünkü bununla bilittifak namaz bozulur.
Halebî şöyle
diyor: «Bilmiş ol ki, bu tafsilât namaz esnasında meydana gelen açılma
hakkındadır. Ama namaza başlarken açılırsa mutlak surette namazın mün'akit
olmasına bilittifak mânidir. Elverir ki açılan yer bir uzvun dörtte biri
olsun».
«Mu'temed kavle
göre» ifâdesiyle Şârih, Kerhîye red cevabı vermiştir. Kerhî, «Avret-i galizada
namaza mâni olan miktar, necâset-i galizaya kıyâsen bir dirhemden fazlasıdır.»
demiştir.
Uzvun dörtte
birinin açılması kendi fiili ile olursa ulemaya göre namaz derhal bozulur.
«Kınye».
Halebî diyor.ki:
Yani bir rüknü edâdan az bile olsa demek istemişlerdir». «Hâniye»de şöyle
denilmiştir: «İmama uyan bir kimse kalabalık içinde imamın önüne yahud kadınlar
safının içine veya pis bir yere atılırsa yahud kendisini kıbleden çevirirler
veya gömleğini çıkarırlar yahud elbisesi kendiliğinden düşerse yahud avret yeri
açılırsa, bunlardan herhangi birisini kasden yaptığı takdirde namazı bozulur.
Velev kî az olsun. Aksi halde bir rükün eda ederse yine namazı bozulur. Bir
rükün eda etmezse bir özürden dolayı durduğu takdirde bütün imamlarımızın
kavillerine göre namazı bozulmaz. Özürsüz durursa İmam Muhammed'den nakledilen
zâhir rivayete göre bozulur». Lâkin yine «Hâniye»de kendi filli olmamasının
şart koşulmadığına delâlet eden sözler vardır. Çünkü şöyle denilmiştir: «Pis
bir yere çekilirse necasetin üzerinde namazı câiz olacak en az rükün miktarı durmadığı
takdirde namazı câizdir. Durursa câiz değildir». Minyetü'l-Müsallî»de de şöyle
denilmiştir: «Kezâ üzerlerinde namaza mâni pislik bulunan ayakkabılarını
kaldırır da onlarla bir rükün edâ ederse namazı bozulur». «Zahire» ile «Bedâyi»
ve diğer kitaplardan naklen «Hılye»de dahi bunun gibi sözler vardır. Orada, «En
muvafık olanı kast varsa namazın bozulmasıdır. Bundan ancak kayıp olur
korkusuyla ayakkabılarını bir rükün eda etmemek şartiyle kaldırmak gibi bir
hacet müstesnadır. Meselenin tamamı «Bahır» üzerine yazdığımız derkenardadır.»
denilmektedir
Avret-i galiza
ile avret-i hafife arasında fark yalnız avret-i galizaya bakmanın daha şiddetle
haram olmasında görülür. «Zahîriye»de şöyle deniliyor: «Avretin dizdeki hükmü
uyluktaki hükmünden daha hafiftir. Bir kimse birinin dizi açık olduğunu görürse
ona hafifçe ihtarda bulunur. İnad ederse münâkaşaya girişmez. Uylukta azarlar;
fakat inad ederse dövmez. Necaset yolunda inad ettiğini görürse döver».
«Bahır» sahibi
diyor ki: «Bu söz her Müslümanın dövmek suretiyle tâzire hakkı olduğunu
gösterir. Çünkü «Zahîriye» sahibi bu işi hâkim yapar diye kayıtlamamıştır.
TETİMME: Erkeğin
avret uzuvları sekizdir. Birincisi tenâsül uzvu ve etrafı; ikincisi hayalariyle
etrafları; üçüncüsü, dübür ve etrafı; dördüncüsü; budlar; beşincisi ve
altıncısı uyluklarla dizler; yedincisi, göbekle kasık arası ve iki taraftan
bunun hizası sekizincisi sırt ve karındır.
Cariyenin avret
uzuvları da sekizdir. Bunlar uyluklarla dizler, budlar, ön ve etrafı, ard ve
etrafı, karın ve her iki taraftan karınla sırta bitişen yerlerdir.
Hür kadında bu
sekiz uzuvdan maada on altı avret uzvu daha vardır. Bunlar topuklarla birlikte
baldırlar; memeler, kulaklar, dirseklerle birlikte bazular, bileklerle birlikte
kollar, göğüs, baş, boğaz ve avuçların sırtıdır. Bunlara omuzları da ilâve
etmek ve omuzları sırtla birlikte bir uzuv saymak lâzım gelir. Şu delil ile ki,
ulema cariyenin sırtını avret saymış; omuzlarını saymamışlardır. Kezâ bir
rivayette ayakların altı da avrettir ve esah rivayet de budur. Böylece avret
uzuvları yirmi sekiz olur. Halebî bunu böyle tesbit etmiştir.
Ben derim ki:
«Tatarhâniyye»den naklen evvelce arzettiğimize göre câriyenin göğsü ve memeleri
avrettir. «Kınye»den dahi naklettiğimize göre bu husustaki iki kavilden biri
mucibince câriyenin yanları müstakil avrettir.
Şu halde
cariyenin uzuvlarına mezkûr sekizin üzerine beş daha ilâve edilir. Ve avret
uzuvları onüç olur. ALLAHu a'lem.
Açılma bir uzuvda
olursa cüzü hesabiyle toplanır. Cüzden murad hesabta ıstılah edinilen
kesirlerdir ki yarım, çeyrek, üçte bir vesâireden ibârettir. Misali şudur:
Namaz kılan kimsenin bir uyluğunun sekizde biri diğer uyluğunun da sekizde biri
açılsa hesap edilerek iki sekizde bir toplanır ve dörtte bir hâsıl olur. Bu
namaza mânidir. Fakat bir uyluğunun sekizde biri diğer uyluğunun sekizde
birinin yarısı açılırsa namaza mâni olmaz. H.
Açılma bir uzuvda
değilse mesaha itibariyle toplanır. Toplanan miktar açılan uzuvların en
küçüğünün dörtte birini bulursa namaza manı olur. Meselâ, kadının uyluğundan
sekizde birinin yarısı, kulağından da sekizde birinin yarısı açılsa mesaha
itibariyle ikisinin toplamı - açılan iki uzvun küçüğü olan - kulağın dörtte
birinden fazla olur. Bu tafsilatı İbni Melek «Mecma» şerhinde «Ziyâdât»ın
ifâdesine uygun olarak zikretmiştir.
«Bahır» sahibinin
«Bu, delili olmayan bir tafsildir.» sözü makbul değildir. Nitekim «Nehir»
sahibi bunu tahkik etmiştir. H.
Ben derim ki:
«Kınye», «Hılye», «Vehbâniyye» şerhi, «İmdâd» ve Musannıf'ın «Zâdü'l-Fakîr»
şerhinde bu tafsilâta - yeni açılan uzuvlardan en küçüğünün dörtte biri
hesâbına - göre hareket edilmiştir. Zeyleî. buna muhaliftir. «Fetih» ve «Bahır»
sahipleri dahi ona uymuşlarsa da Tedebbür eyle! Biz bunu «Bahır» üzerine
yazdığımız derkenarda izah ettik.
METİN
Şart, avret yerim
kendisinden değil, başkasından örtmektir. Velev ki karanlık yerde olduğu gibi
hükmen görünsün. Bununla fetva yerilir. Bir kimse avret yerini yaka kenarından
görse mekruh olmakla beraber namaz bozulmaz. Altındakini göstermeyen bir örtü
bulamayan kimse oturarak namaz kılar ve namazda oturduğu gibi oturur. Örtünün
vücuda yapışması ve vücudun şeklini alması zarar etmez. Velev ki ipek yahud
namazın sonuna kadar kalacak çamur veya bulanık su olsun. Başkasını bulduğu
takdirde temiz sudan örtü olmaz. Acaba (örtü nâmına) karanlık kâfi midir?
«Mecmeu'l-Enhur» sahibi bunu inceleyerek, «Evet, mecbur kalınca kâfidir.
İhtiyarî hallerde câiz değildir.» demiştir.
İZAH
Şart, avret
yerini başkasından örtmektir. Yani başkası etraftan bakınca görememelidir.
Altdan bakmaması şart değildir. Karanlık ve tenha yerde avret mahalli hükmen
görünür. Binaenaleyh o gibi yerlerde de örtülmesi şarttır. Şârih'in «Bununla
fetva verilir.» diye açıklaması Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf'dan namazın
bozulmadığı nassan rivayet olunduğu içindir. Nitekim «Münye» ve diğer
kitaplarda beyan edilmiştir. Avret yerini gömleğinin yakasından görse mekruh
olmakla beraber namazı bozulmaz. Bumdaki görmek, hükmen görmeye de şâmildir.
Bakmış olsa, görebilecekse hükmen görmüş sayılır.
«Sirâc» sahibi
diyor ki: «Gömleğini iliklemesi lâzımdır. Çünkü Seleme bin Ekve'den rivayet
olunduğuna göre şöyle demiştir: Yâ Rasûlallah! Ben bir gömlek içinde namaz
kılıyorum, dedim. «Onu bir dikenle de olsa ilikle», buyurdular. Bahır. Bu emrin
ifâde ettiği mânâ vücûbtur. Terki kerâheti gerektirir. İmam A'zam'la Ebu
Yûsuf'un namazı bozulmaz, demeleri buna aykırı değildir. Binaenaleyh tercih
edilen kavil bu olmuştur. Nitekim «Münye» şerhinde bildirilmiştir. Tamamı
«Bahır» üzerine yazdığımız derkenardadır.
Altını
göstermeyen örtüden murad, cildinin rengi görülmemektir. Bununla ince ve cam
gibi şeffaf örtüden ihtiraz olunmuştur. Böyle bir elbise bulamayan kimse
oturarak namaz kılar ve namazda oturduğu gibi oturur. Münyetü'l-Musallî'de de
böyle denilmiştir. «Bahır» sahibi diyor ki: «Şu halde erkekle kadının
oturuşları farklı olacaktır. Erkek sol ayağını yere döşeyerek üzerine oturur.
Kadın ise sol çantısı üzerine oturarak ayaklarını sağ taraftan çıkarır».
Örtü (veya
elbise)nin vücuda meselâ budlara yapışması vücudun şeklini alması zarar etmez.
Bu hususta «Münye» şerhinin ibâresi şöyledir: «Ama örtü kalın olur da ondan
cildin rengi görülmez, ancak uzva yapışır da onun şeklini alırsa, uzvun bu
şekilde görülmesi namazın cevâzına mâni olmamak gerekir. Çünkü örtünme
mevcuttur. Tahtavî, «Uzvun şeklini alan bu kısma bakmak mutlak surette
haramdır; yoksa şehvet bulunursa mı haram olur Bir düşün!», diyor».
Ben derim ki:
Bunun üzerinde Haram Bahsinde söz edeceğiz. Orada ulemanın sözlerinden
anlaşılan birincisidir (Yani mutlak surette haram olmasıdır).
Örtünün her şeyden
olacağını göstermek için Şârih, Velev ki ipek olsun» demiştir. «İmdâd» sahibi,
«Çünkü bu halde örtünmenin farz oluşu ipek giymenin haram olmasından daha
kuvvetlidir.» diyor. Örtü bulamayan kimsenin temiz su içine girerek onunla
örtünmesi icap eder. Bu, herhalde açılmayı azalttığı için olacaktır. H.
Ben derim ki:
Bundan şu da anlaşılır: Örtünecek bir şey bulursa bulanık suda dahi namaz câiz
değildir. Halbuki «Sirac» ve «Bahır» sahiplerinin sözlerinden mutlak surette
câiz olacağı anlaşılıyor. Sonra «Nehir» sahibinin bunu açıkladığını gördüm.
Şöyle diyor:
«Temiz su ile
bulanık su arasında fark yapılması o kimsenin elbisesi olduğunu gösteriyor.
Çünkü elbisesi olmayan hakkında berrak su ile bulanık su musavidir». Lâkîn
berrak su ile bulanık su müsavidir demesi söz götürür. Çünkü başka örtü bulmak
imkânı varken bulanık su ile örtünmek câiz olunca bu su hakikî örtü olmuş olur.
Binaenaleyh başkası bulunmadığı zaman onunla örtünmek alettâyin lâzım gelir.
Zira berrak su örtücü değildir. örtücü olsa câiz zamanından başka yerlerde de
câiz olması icap ederdi.
Şu da var ki,
«Bahır»da bildirildiğine göre suda cenaze namazından başka namaz tasviri doğru
değildir. Bunun illetini «Nehir» sahibi şöyle anlatmıştır: «O kimsenin elbisesi
bulunur do bulanık suda namaz kılarsa farz için îmâ yapması câiz değildir».
Yani suyun dışında elbisesini giyerek rükû ve sücûdiyle namaz kılmaya kudreti
olduğu için câiz değildir, demek istemiştir. Lâkin Şeyh İsmail Nablusî, «Benim
her iki kavil hakkında âyrı görüşüm var. Çünkü bulanık suda bedenin menfezleri
tıkandığı zaman bir şey çıkmayacak surette rükûu ve sücûdu ile namazın tasviri
mümkündür. Hatta boğulan bir kimseyi çıkarmak için dalgıç yaptığı bundan da
fazladır.» diyor.
Ben derim ki:
Bunu mümkün farz edersek şöyle itiraz edilebilir: Bu, örtü sayılmaz. Zira bu
adam secde edip su bedeninin üzerine çıkınca örtülmüş olmaz; her tarafı kapalı
bir çadırın içinde çıplak namaz kılmış gibi olur. Yahud karanlık bir yerde veya
çuval gibi bir şeyin içine girerek namaz kılmış gibi olur ki, Zâhire göre
namazı sahih değildir. Başını çuvaldan çıkararak kılarsa hüküm değişir. Çünkü
bu surette örtünmüş olur. Nitekim bulanık suyun içinde durarak başını dışarıda
bıraksa ve cenaze namazı kılsa câizdir. Sonra «Hâvî»nin Kerahiyet ve İstihsan
Bahsinde şöyle denildiğim gördüm: «Hasta bir kimse başını yorganın altından
çıkarmazsa namazı câiz değildir. Çünkü çıplak hükmündedir». Yani yorgan altında
avret yeri acık olarak imâ ile namaz kılarsa sahih olmaz. Zira avret yeri
açıktır, demek istiyor. Bu da çuval meselesinde söylediklerimizi te'yid eder.
Hamd Allah'a mahsustur.
Hâsılı şart,
namaz kılanı değil, namaz kılanın avret yerini örtmektir. Tenhada, karanlıkta
veya çadırda çıplak olarak gizlenen kimsenin kendisi örtülmüş, fakat avret yeri
açıktır. Buna örtünmüş denilmez. Bulanık suya dalan da bunun gibidir. Teemmül
et!
«Acaba örtü
nâmına karanlık kâfi midir?». Bu sözün bir semeresi görülmemektedir. Çünkü örtü
bulunmayınca karanlıkta da aydınlıkta da namaz kılabilir. İhtimal Şârih'in
bundan maksadı «Bahır»ın şu ibâresidir: «Efdal olan, evde veya ovada, gece veya
gündüz çıplak namaz kılan kimsenin oturarak kılmasıdır. Ulemadan bazıları bunu
gündüze tahsis etmişlerdir. Geceleyin ise ayakta kılar: çünkü gecenin karanlığı
onun avret yerini örter, demişlerse de bu söz reddedilerek, ona itibar yoktur.
denilmiş. Birtakımları da ihtiyarî hal ile ızdırârî (mecburî) hal arasında fark
olduğunu söyleyerek reddetmişlerdir». T.
METİN
Bazıları
(oturarak kılarken) ayaklarını uzatacağını da söylemişlerdir. Bu şahıs rükû ve
sücûdu imâ ile yapar. İmâ ile kılması oturarak rükû ve sücudla kılmasından kezâ
ayakta imâ ile yahud rükû ve sücûdla kılmasından efdaldir. Çünkü örtünmek
rükunleri edâ etmekten daha mühimdir. O kimseye velev emaneten bir elbise
verilirse örtünmeye kudreti sâbit olur. Esah olan kavil budur. Biri elbise
vermeyi vaad ederse vaktin çıkacağından korkmadığı müddetçe onu bekler. En açık
kavil budur. Nasıl ki, su, elbise ve temiz yer bulacağını ümid eden kimse de
böyle yapar. Acaba elbiseyi geçer fiyatla satın alması lazım mıdır? Evet,
alması gerekir. Bir kimse her tarafı pis bir örtü bulur fakat pisliği
tabaklanmamış ölü hayvan derisi gibi kendinden değilse namazda bilittifak
onunla örtünemez; namaz dışında örtünür. Bunu Vânî söylemiştir.
İZAH
Oturarak kılarken
ayaklarını uzatırsa ellerini de avret galîzanın üzerine koyar. Ama birinci
kavil daha evlâdır. Çünkü örtünmeyi daha çok sağlar. Hem ikinci kavilde ayaklan
kıbleye karşı uzatmak vardır. Bahır ve Hılye.
Lâkin
«el-Münyetü'l-Kebîr» şerhinde ikinci kavlin evlâ olduğu bildirilmektedir.
Çünkü. onda örtmek daha çoktur. «Hidâye» şerhleriyle diğer kitaplarda
zikredilen de odur.
Ben derim ki:
Doğrusu da odur. Zira namazın teşehhüdünde olduğu gibi mak'adını ayaklarının
üstüne koyan kimsenin avreti galîzası rükû ile sücûd için imâ yaparken yere
oturandan daha çok meydana çıkar. Nitekim bu görülen bir şeydir. Bağdaş kurarak
otursa ön tarafı meydana çıkar. Onun için ulema ayaklarını kıbleye karşı
uzatmasını zararsız saymışlardır. Binaenaleyh «Hidâye» şârihleri ile «Zahîre»,
«Sirâc». «Dürer», «Tebyîn» ve «Nuru'l-İzâh» gibi diğer kitapların sahiplerinin
bu kavli tercih etmeleri çok görülmemelidir. Şüphesiz ki buradaki hilâf
evleviyet hak.kındadır. Buna «Nehir» sahibi tenbihte bulunmuştur.
Ayakta imâ
meselesini Kuhistânî ve «Bahır» sahibi de nakletmişlerdir. «Bahır» sahibi,
«Hidâye'den anlaşılan, câiz olmamasıdır.» demiş. Sonra bu bahsi inceleyerek
«Hidâye»nin sözünü tercih etmiştir. Yine «Bahır» da. «Bunun faziletçe rükûlu ve
sücûdlu kıyâmdan aşağı olması gerektir. Çünkü sahih olup olmadığında ihtilâf
edilmiştir. Velev ki rükûlu sücûdlu kıyâmda avret yeri daha çok örtülsün.»
denilmektedir.
Örtünmek
rükünleri edâ etmekten daha mühimdir. Çünkü örtünmek namazın hem içinde hem
dışında farzdır. Rükünler ise yalnız namazda farzdırlar. Onların da bedelini
ifâ etmiştir. Ayakta kılmak câizdir. Zira burada örtünme farzını terk etse de
üç rüknü tam edâ vardır. Bedâyî.
Üç rükünden
murad, kıyâm, rükû ve sücûddur. Zâhire göre ayakta imâ câiz değildir. Çünkü
bunda üç rüknü tamamlamaksızın örtünme farzını terk etmek vardır. «Bahır» ve
«Hılye» sahiplerinin yukarıda geçen «Hidâye» kavlini tercih etmeleri bundan
ileri gelmiştir. Elbise meselesinde «Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir:
«Yanında elbiseli biri bulunursa ondan elbise ister, Vermezse çıplak kılar.
Namaz esnasında elbise bulursa namazı yeniden kılar». Bundan anlaşılıyor ki,
istemek lâzımdır. Lâkin bunu teyemmümde olduğu gibi zann-ı galibine göre
vereceğine kalbi yatarsa diye kayıtlamak gerekir. Elbise vaad edeni bekleme
meselesi, «el-Münyetü's-Sağîr» adlı kitabın şerhinde de böyledir. Teyemmüm
Bahsinde «Fetih»ten ve diğer kitaplardan naklen demiştik ki: Birisi kova yahud
elbise getirmeyi vaad ederse vaktin çıkacağından korkmadıkça namazı geciktirmek
İmam A'zam'a göre müstehap, İmameyn'e göre vaktin çıkacağından korksa bile
vacibtir. Nitekim su getirmeyi vaad etse bilittifak bekler. Ulemanın
sözlerinden İmam A'zam'ın kavlini tercih ettikleri anlaşıldığını da
arzetmiştik. «Münye» sâhibi buna kat'i olarak hüküm vermiştir. Yine orada suyu
bulmayı ümid eden kimsenin namazını müstehap vaktin sonuna geciktirmesinin
mendup olduğunu da söylemiştik. Bu kıyas. değil, bir benzerlik örneğidir. Onun
için elbise meselesini vaad edilen su meselesine benzetmeli ve vakit geçse bile
beklemek vacip olmalı idi, şeklinde bir itiraz varid olamaz. Anla!
Elbise ve temiz
yer bulacağını ümid eden kimse meselesinde «Kınye»de şöyle denilmiştir: «Elbise
bulacağını ümid ederse vaktin çıkacağından korkmadıkça namazı geciktirir.
Nitekim yerin temizliğini ümid etmesi de böyledir». Yani nasıl ki, bir kimse
meselâ pis bir yerde kapalı olur da oradan çıkacağını kuvvetle ümid ederse,
vaktin çıkacağından korkmadıkça namazını geciktirir. Anlaşılan bu geciktirme
dahi geçen benzerleri gibi müstehaptır.
Buradaki «Evet
alması gerekir» ifâdesi suya kıyasen söylenmiştir. İncelemeyi yapan «Bahır»
sahibidir. «Nehir» sahibi de ona tâbi olmuştur. O, bu meseleyi ulemanın bahis
mevzuu etmediklerini söylemiştir.
Ben derim ki: Biz
bu meseleyi «Sirac»dan nakledilmiş olarak arzetmiş ve burada iki kavil olduğunu
bildirmiştik. «Mevâhibü'r-Rahman'ın» Teyemmüm Bahsinde şöyle denilmiştir:
«Nafakasından fazla parası varsa suyu ve elbiseyi emsâlinin fiyatiyle satın
alması vacibtir. Gabin-i fâhişe (fazla aldanmakla) satın olması icap etmez.
Hamd Allah'a mahsustur.
Pisliği kendinden
olmayan örtüden murad, sidik ve kan gibi ârızî şeylerle pislenendir. Nitekim
«Nehir»de de böyle denilmiştir. Ancak ölü hayvan derisinin kendinden pis olması
söz götürür. Çünkü onun pisliği ölüm sebebiyle ârızî pisliktir. Teemmül et!
Böyle bir örtü
ile namazda örtünemez. Zira pisliği su ile giderilmediği için daha galizdir.
Bahır.
Namaz dışında
örtünür. Zâhirine bakılırsa başkasını bulamamak şartiyle onunla örtünmek
vaciptir. Babın evvelinde görmüştük ki, namazdan başka yerlerde pis elbise
giymek câizdir.
METİN
Dörtte birinden
daha azı temiz bir örtü bulursa onun içinde kıyam. rükû ve sücûdu ile namaz
kılması mendup olur. Yukarıda geçtiği vecihle çıplak olarak imâ etmesi de
câizdir. İmam Muhammed o örtüyü kullanmayı vacip saymıştır. «Esrar» sahibi bu
kavli beğenmiştir. Eimme-i Selâse'nin kavilleri de budur. Örtünün dörtte biri
temiz ise onunla namaz kılması vâcip olur. Çünkü dörtte bir, bütün gibidir. Bu
hüküm pisliği giderecek veya azaltacak bir şey bulamadığına göredir. Binaenaleyh
iki elbisesinden hangisinin pisliği daha azsa onu giymek icap eder. Kâide
şudur:
Bir kimse iki
beliyyeye mâruz kalırsa her ikisi müsavî oldukları takdirde muhayyer bırakılır.
Birbirinden farklı iseler hafif olanını tercih eder.
Bâliğ, hür kadın
bedenim ve başının dörtte birini örtecek bir şey bulursa onunla bedenini ve
başını örtmesi icap eder. Başını örtmezse namazı tekrar kılar.
Mürahika (bülûğa
yaklaşan kız) böyle değildir. Çünkü örtünmek cariyelik özrü ile sâkıt olunca
çocukluk özrü ile evleviyetle sâkıt olur. Başının dörtte birinden azını örterse
onu örtünmesi vacip değil mendup olur. Lâkin «Mükellef, avret yerinin bir
kısmını örtecek bir şey bulursa onu kullanması vacip olur.» cümlesini Kemâl
söylemiş; Halebî de «Velev ki az olsun.» ifâdesini ziyade etmiştir ki bu, onun
mutlak surette vacip olmasını îktiza eder. Teemmül et!
İZAH
«Esrar» sahibi
İmam Muhammed'in kavlini beğenmiştir. Fakat «Fetih» sahibi bu hususta kendisine
karşı çıkmıştır. Dörtte bir bazı yerlerde bütününün yerini tutar. Meselâ,
İhramlının başını tıraş ederken dörtte bin ile yetinmesi ve avret yerinin
açılması meselelerinde böyledir. Pisliği giderecek veya azaltacak bir şey
bulamazsa hüküm budur. Bulursa her iki surette o şeyi kullanması icap eder.
Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir.
«İki elbisesinden
hangisinin pisliği daha azsa onu giymek icap eder». Bu cümleyi Şârih. «Nehir»
sahibine uyarak zikretmiştir. Ama mesele böyle mutlak değildir. Çünkü «Hılye»de
şöyle denilmiştir:
«Her iki
elbisedeki pislik, galîz necaset olursa her birinde dörtte bir miktarını
bulmadıkça ulema o kimsenin muhayyer olacağını söylemişlerdir. Namazı daha az
pis olanın içinde kılmak müstehabtır. Pislik, elbiselerin yalnız birinde dörtte
bir miktarını bulursa öteki elbise içinde namaz kılmak taayyün eder. Her iki
elbisede pislik dörtte bir miktarından fazla olur, fakat dörtte üç miktarını
bulmazsa muhayyer kalır. Birinde bu miktarları bulur; ötekini ise tamamen
kaplarsa dörtte biri pis olanla namaz kılmak taayyün eder. Bulaşan pislik hafif
necâset olursa ne hüküm verildiğini görmedim. Evvelce gecen beyanatın
müktezası, birinin dörtte üç miktarından fazlası veya tamamen pis olmadıkça
muhayyer bırakılmasıdır. Aksi takdirde dörtte biri veya fazlası temiz olan
elbise ile kılması teayyün eder». Halebî de «Hindiye», «Zeyleî» ve «Hulâsa»dan
naklen buna benzer şeyler söylemiştir.
Beliyye: Belâ,
musîbet ve imtihan mânâlarına gelir. Bir kimse iki şeyden birini yapmak zorunda
kalsa bakılır: O iki şey pisliğin miktarında denk olmasalar bile namaza mâni
olmaları hususunda mûsavi iseler o kimse muhayyerdir. Birbirinden farklı
iseler, meselâ yerindeki pislik namaza mâni olacak kadar, diğerindeki daha az
ise yahud her ikisinde namaza mâni olacak kadar pislik mevcud fakat birinde bir
tercih sebebi bulunarak onu bütün mânâsına koyarsa - ki dörtte birin temizliği
veya pisliği böyledir -, hafif olanını tercih eder. Bu izahatla kâide
söylediğimiz fer'î meselelere tatbik edilmiş olur. İki şeyin her birinde pislik
dirhem miktarından fazla olur da dörtte bire varmazsa o kimse muhayyer olur.
Velev ki birinde daha fazla olsun. Çünkü namaza mâni olmakta müsavidirler.
Tercih edecek bir şey de yoktur. Birinin dörtte birini bulursa iş değişir.
Çünkü o tercih edilir; ulema dörtte biri bütün yerine saymışlardır.
Diğerlerinin izâhı anlattıklarımızdan bellidir. Anla!
Hafif olanı
tercihin benzeri yaralı meselesidir. Yaralı kimse secde ettiği takdirde yarası
akar, aksi halde akmazsa oturarak namazını imâ ile kılar, çünkü secdeyi terk
etmek hadesle namaz kılmaktan ehvendir. Hayvan üzerinde nâfile namaz kılarken
secdeyi isteyerek terk etmek câizdir. Zeyleî.
Şârih bülûğa
yaklaşan kızdan başını örtmesinin sâkıt olduğunu ta'lil için, «Çünkü örtünmek
cariyelik özrü ile sâkıt olunca çocukluk özrü ile evleviyetle sâkıt olur.»
diyorsa da bunu Rasûlüllah (s.a.v.)'in, «Hâiz çağına varan kız baş örtüsüz
namaz kılamaz.» hadis-i şerifiyle ta'lil etmek daha yerinde olur. Çünkü
Şârih'in ta'lilinden anlaşıldığına göre omuzlarla baldırlar gibi cariyelik özrü
ile hükümden sâkıt olan şeyler, çocukluk özrü ile de sâkıt olur. Halbuki öyle
değildir. Bunu Halebî söylemiştir. Teemmül et!
Usturuşnî'nin
«Ahkamü's-Sıgâr» adlı eserinde şöyle denilmektedir: «Küçük kızın baş örtüsüz
namaz kılmasının câiz olması istihsandır. Çünkü çocukla beraber hitap yoktur
(Yani mükellef değildir). Ama en iyisi baş örtüsü ile kılmaktır. Zira bu çocuğa
namaz kılması ancak alıştırmak için emir olunur. Binaenaleyh bülûğa erdikten
sonra câiz olacak şekilde emir olunur». Usturuşnî bundan sonra şöyle demiştir:
«Mürâhika bir kız baş örtüsüz namaz kılarsa istihsanen tekrarlaması emir
edilmez. Ama abdestsiz kılarsa tekrarlaması emir edilir. Namazı çıplak kılarsa
tekrarlar. Bâliğ kadının namazını tekrarladığı her yerde mürahika da alışmak
için tekrarlar».
Örtü, başının
dörtte birinden azını örterse onu örtünmesi vâcip değildir. Çünkü dörtte
birinden azına bütün hükmü verilemez. Ama örtünün açıklığı azaltmak için
efdaldir. Zeyleî.
«Bu onun mutlak
surette vâcip olmasını iktiza eder.» cümlesinden murad ister dörtte birini
örtsün, ister daha azını, demektir. T. Halebî'nin, «Velev ki az olsun» sözü
nakle muhtaçtır. Aksı halde mezhep imamlarının sözlerine muâraza edemez. Meğer
ki bununla dübür gibi tam bir uzvun örtülmesi kasdedilsin.
METİN
Evvelâ ön ve ard
avret yerlerini örter. Yalnız birini örtecek örtü bulursa bazıları dübürü örter
demişlerdir. Çünkü rükû ve secde halinde o daha çok açılır. Birtakımları ön
tarafın örtüleceğini söylemişlerdir. Bu iki kavli «Bahır» sahibi tercih
yapmaksızın nakletmiştir. «Nehir»de beyan edildiğine göre anlaşılan hilâf evleviyettedir.
Ta'lil gösteriyor ki. imâ ile kılarsa ön tarafı örtmek taayyün eder. Sonra
erkeğin uyluğunu, sonra kadının karnını ve sırtını, sonra dizleri, daha sonra
her ikisinde müsavi olmak üzere diğer uzuvları örtmek icap eder.
Mükellef yolcu
sudan bir mil uzak, yahud susuz olduğu için pisliği giderecek veya azaltacak
bir şey bulamazsa pislik üzerinde olduğu halde yahud çıplak olarak namazı
kılar. Sonra tekrar kılması icap etmez. Ama bu meselede pisliği giderecek şeyle
yukarıdaki meselede örtünün bulunmaması Teyemmüm Bahsinde geçtiği gibi kulların
fiili ile olmuşsa namazı tekrar kılması lâzım gelecektir. Sonra bu izahat yolcu
hakkındadır. Çünkü evinde plan için örtünün temiz olması şarttır. Velev ki
temiz örtüye malik olmasın. Kuhistâni.
İZAH
«Bir takımları ön
tarafın örtüleceğini söylemişlerdir». Çünkü onunla kıbleye karşı durur. Bir de
onu örten başka bir şey yoktur. Dübürü ise butlar örter. Bunu «Sirâc»dan naklen
«Bahır» sahibi söylemiştir. «Ta'lil gösteriyor ki...» cümlesinden murad,
birinci kavildir. Bu kavli ta'lil ederken «Çünkü rükû ve secde halinde o daha
çok açılır.» demiştik «İmâ ile kılarsa» cümlesinde «Nehir» sahibi «Oturarak imâ
ile kılarsa» ifâdesini kullanmıştır. Hâsılı oturarak imâ ile kılarsa ön
taraftaki avret yerini örtmek aynen lâzım gelir. Çünkü illet - yani rükû ve
secde halinde fazla açılmak - mevcûd değildir.
Ben derim ki: Bu,
ancak bağdaş kurarak oturursa doğrudur. Fakat bacaklarını kıbleye doğru
uzatarak yahud teşehhüdde oturduğu gibi oturarak kılarsa dübürü örtmek taayyün
eder. Çünkü hayalarla tenasül âletini uyluklarının altına gizlemek mümkündür.
Dübür ise imâ hâlinde açılır. Binaenaleyh onu örtmek taayyün eder. Teemmül et!
«Sonra erkeğin
uyluğunu ilh...» ibâresinin yerine «Münye» şerhinde şöyle denilmiştir: «Örtmek
hususunda evvelâ ön ve ard gibi en koyusundan işe başlanır. Sonra uyluk, sonra
diz örtülür. Kadında uyluktan sonra karın ve sırt, daha sonra diz, sonra sair
uzuvlar müsâvat üzere örtülürler.»
«Münye» şârihi,
«Ön ve ard gibi» demekle budları ve benzerlerini kasdetmiştir. Kasıklar da
budlar gibidir. Ve uyluktan önce gelir. Anla!
«Münye» şerhinde
de burada olduğu gibi «Pisliği giderecek veya azaltacak bir şey bulamazsa...»
denilmiştir. Fakat anlaşıldığına göre bunu «Dirhem miktarından yahud elbisenin
dörtte birinden azaltacak» diye kayıtlamak lâzımdır. Aksi takdirde pislik bir
dirhemden fazla ve dörtte birinden az olursa ve azalttığı takdirde dirhem
miktarından fazla kalacaksa azaltmak vâcip olmaz. Çünkü yukarıda «Hılye» ve
diğer kitaplardan naklettiğimiz vecihle bir kimsenin iki elbisesi bulunur da
her birinin pisliği dörtte bir miktarına varmazsa o kimse muhayyerdir. Tedebbür
eyle!
«Bir mil uzak»
tabiri «Sirâc»da da kullanılmıştır. Şârih bununla bir şeyin bulunmaması
hakikaten olduğu gibi hükmende olacağına işâret etmiştir. Susuzluk korkusu o
anda olduğu gibi ilerisi için de muteberdir.
Kezâ kendi
susuzluğu gibi beslemeğe mecbur olduğu kimsenin susuzluğuda itibara alınır. Ve
o pisliği gidermek lazım gelmez.
«Münye» şerhi,
düşman korkusu. suyun parasını bulamamak gibi şeyler de bunun gibidir. Nitekim
Bercendîden naklen «Ahkâm»da da böyle denilmiştir. Bu halde pislik üzerinde
iken yahud çıplak olarak namaz kılması temiz kısım elbisenin dörtte birinden az
olduğuna göredir. Aksi takdirde evvelce geçtiği vecihle o elbise ile namaz
kılması teayyün eder (Pis elbise ile namazı kıldıktan sonra). Pisliği giderecek
bir şey bulursa vakit çıkmamış bile olsa namazı tekrarlamak lâzım gelmez.
Kuhistânî.
Şârih «Sonra bu
İzâhat yolcu hakkındadır.» diyeceğine «Yolcu diye kayıtlamamız» tâbirini
Kullansa daha iyi olurdu. Galiba bu sözü ile o «Münye» şerhine red cevabı
vermek istemiştir. Çünkü orada, «Yolcu diye kayıtlanması ekseriyetle vâki
olduğuna bakarak yapılmıştır. Hakikatta aralarında bir fark yoktur.»
denilmiştir (Yani Şârih fark vardır, demek istemiştir). Kuhistânî'nin ibâresi
şöyledir: «Yolcu ile kayıtlanması evinde olan kimse için avret yerini örtecek
şeyin temizliği şart olduğundandır. Velev ki mâlik olmasın. Nitekim «Nâzım» ve
diğer kitaplarda da böyle denilmektedir». Hâsılı, evinde olan kimsenin pis örtü
ile namaz kılması sahih değildir. Velev ki temiz örtüye mâlik olmasın. Çünkü
onun su bulmaktan veya diğer necâset gideren mayilerden aczi tahakkuk
etmemiştir. Şehir ve şehir hükmündeki yerlerde suyu bulmak ümidi vardır. Onun için
şehirde teyemmüm câiz olmaz. Ancak bu kavil İmameyn'indir. Fetvâ İmam A'zam'ın
kavline göredir. Ve aczin tahakkuk ettiği yerde teyemmüm câiz olur. Nitekim
evvelce geçmişti. Bunun muktezâsı burada da öyle olmaktadır.
METİN
Beşincisi:
İcma'la niyetin şart olmasıdır. Niyet: İki müsavîden birini tercih ettiren
irâdedir. Yani sırf Allah Taâlâ için namaz kılmayı irâde etmektir. Esah kavle
göre mutlak olarak ilim değildir. Görmüyor musun ki küfrü bilen kimse kâfir
sayılmıyor. Ama küfre niyet eden kâfir oluyor. Niyetle muteber olan şey kalbin
irâdeye bitişik amelidir. Kalbe muhalif ise dil ile söylemenin itibarı yoktur.
Çünkü o, niyet değil, sözdür. Ancak başına gelen gam ve gussalardan dolayı
hatırlamaktan âciz kalırsa o zaman dil ile söylemek kâfidir. Müctebâ.
İZAH
Niyet, icmâ'la
şarttır. Taâla Hazretleri'nin, «Onlar ancak Allah'a dinde ihlâs sahibi olarak
ibâdet etmeye memur oldular» âyet-i kerimesiyle şart kılınmamıştır. Çünkü
buradaki ibadetten murad tevhiddir (Allah'ın birliğini ikrardır). Peygamber (s.a.v.)'in,
«Ameller ancak niyetlere göredir.» hadis-i şerifiyle de şart kılınmamıştır.
Çünkü hadîsteki amellerden murad, onların savabıdır. Sahih olup olmadığına
temas edilmemiştir. Meselenin tamamı «Halebî»dedir. Niyet lügatta, azim
demektir. Azim de kat'î olan irâdedir. İrâde, bir sıfattır ki işlenen işin bir
vakit ve hale tahsisini gerektirir. Yani iki müsâviden birini tercih ile bir
vakit ve hâle tahsis ettirir. Başka bir tabirle onu hususî bir hal ve keyfiyete
ayırır. Bundan anlaşılır ki niyet mutlak olarak irâde değil, kat'î olan
iradedir.
Musannıf niyeti
mutlak surette tarif edince Şârih de, «Yani hulûsla sırf Allah Taâlâ için namaz
kılmayı irâde etmektir.» diyerek burada niyetten neyi kasdettiğini
açıklamıştır. Yoksa niyet yalnız namaza mahsus değildir. Tahtavî diyor ki:
«Buradaki hulûsla tâbirinden murad, ihlâsla sırf Allah için demek olup ibâdette
Allah'a başkasını ortak koşmamak şartiyle mânâsına gelir».
Ben derim ki: Bu
söz niyetin riya ile sahih olmayacağı vehmini doğurur. Halbuki ihlâs ibâdet sahih
olmak için değil, savap için şarttır. Nitekim fer'î meselelerde gelecektir ki,
bir kimseye biri, «öğleyi kıl, sana bir altın veriyorum!» dese de o kimse riya
niyetiyle kılsa mükâfatını vermeyi icap eder. Vâcibin zimmetten sâkıt olması
hakkında farzlarda riya yoktur. Bu ise ihlâs bulunmasa dahi ibâdete başlamanın
sahih olmasını iktiza eder. Teemmül buyurulsun!
Sonra gördüm ki
Hamevî «Eşbah» şerhinde Tahtâvî'ye itiraz etmiş, «Bu söz ancak üzerine savab
terettüp eden ibadetlerde doğrudur. Üzerlerine azab terettüp eden yasaklarda
doğru değildir.» demiştir. Niyet, mutlak surette bilmekten ibaret değildir.
Yani kast ve kati irade bulunsun bulunmasın niyet edilen şeyi bilmek, niyet
değildir. Bu söz Muhammed bin Seleme'den nakledilen rivayete reddiyedir. O, «Bir
kimse namaza dururken hangi namaza olduğunu bilirse bu kadarcığı niyettir.
Oruçda da böyledir.» demiştir. Nitekim «Dürer» de açıklanmıştır. «Ahkâm»da
şöyle deniliyor:
«Lâkin «Miftah»
ile «İbni Melek» şerhinde beyan edildiğine göre bu zatın maksadı şudur: Bir
kimse bir namaz kılmak istersede o namazın öyle veya ikindi, kaza veya nâfile
olduğunu bilirse bu, niyet olur. Tâyin için başka niyete hâcet yoktur. Elverir
ki bunu tahrimiye eklesin! Onun söylediklerinde küfür kasdı yoktur. Bu zat bir
şeyi mutlak olarak bilmek niyettir diye bir iddiada bulunmamıştır ki, kendisine
itiraz olunsun!».
Ben derim ki:
Hâsılı, kat'î irâdeden ibaret olan niyet ancak maksadı tasavvur ve bilmekle
tahakkuk ettiği ve niyetin sahih olması için şer'an bu şart, lügaten de lâzım
olduğu için o bu kadarla yetinmiştir.
Niyette muteber
olan, kalbin amelidir. Yani niyeti tahakkuk ettiren ve şer'an niyette muteber
olan şart, bir şeyi baştan bilmektir. Bu bilgi kat'î iradeden meydana gelmiş
olacaktır. Bir şeyi mutlak surette bilmek niyet olmadığı gibi, mücerred dil ile
söylemek de niyet değildir. Hâsılı, şeriatta muteber olan niyetin mânâsı bu
şekilde bilmektir. İbni Seleme'den nakledilen sözün mânâsı da budur. Ulemanın
«Niyeti bilgi ile tefsir etmek doğru değildir.» sözüne gelince: Bundan murad,
kasddan hâli olan mutlak bilgidir. Buna karine yukarı da geçen itirazdır. Anla!
Lâkin ilmi kalb
amellerinden saymak müsamahalı bir söz olur. Çünkü ilim yerinde tahkik edildiği
vecihle nefsanî bir keyfiyettir. Kalbdekine muhalif olan söze itibar yoktur.
Bir kimse öğle namazı diyeceği yerde yanlışlıkla ağzından ikindi namazı
çıkıverirse niyet kâfidir. Nitekim «Zâhidî»de de böyle denilmiştir. Kuhistânî.
Ancak gam gussa
ve düşünce sebebiyle niyeti hatırlamaktan âciz kalırsa dil ile söylemesi kâfi
gelir. Yani dil ile söylemek niyetin yerini tutar. Bu söze «Hılye» sahibi
itiraz etmiş ve, «Buna göre rey ile bedel tâyin etmek lâzım gelir. Çünkü şart
âcizden dolayı sâkıt olunca kimi teyemmümde olduğu gibi yerine bedel bırakarak,
kimi avret yerini örtmekte olduğu gibi bedelsiz olarak sâkıt olur. Bazen
meşrutda sâkıt olur. Nitekim her iki nevi temizleyiciyi (su ile toprağı)
bulamayan kimse hakkında hüküm budur. Bu ihtimallerden birini isbat için
mutlaka delil lâzımdır. Burada delil nerededir? Binaenaleyh câiz değildir.»
demiştir. «Bahır» sahibi de onu tasdik etmiştir. Kezâ bundan sonraki babta
görüleceği vecihle konuşmaktan âciz olan bir kimseye tekbir veya kıraat için
sahih kavle 9öre dilini kıpırdatmak lâzım gelmez. Çünkü aslını ifâya imkânı
yoktur. Aslından başkası ise ancak delil ile lâzım gelir ki bu da «Hılye»
sahibinin sözünü te'yid eder. Hamevî buna itirazla, «Bu bedel değil, asıl
olmuştur.» demiştir.
Ben derim ki:
Asıl tâyin etmek bedel tâyininden daha fazlasını yapmaktır. Binaenaleyh rey ile
bil evlâ câiz olmaz. Bu hale gelen kimseden edâ sâkıt olur denilse hakikattan
uzaklaşmış olmaz. Çünkü hangi namazı kıldığını bilemeyen kimse deli
mesabesindedir. Musannıf Hastanın Namazı Babında diyecektir ki: «Hasta rekât
veya secdelerin sayısını uyuklayarak şaşırırsa kendisine edâ lazım gelmez».
METİN
Bu, yani kalbin
ameli, irade ettiği anda düşünmeden hemen hangi namazı kılacağını bilmekten
ibarettir. Düşünmeden bilemezse câiz değildir. Namazı irâde ettiğinde dil ile
söylemek müstehabtır. Muhtar olan budur. Niyet mâzi lâfziyle olur. Velev ki
Farsça söylesin. Çünkü inşâlarda ekseriyetle kullanılan odur. Ama hâl sigasıyle
de olur. Kuhistânî.
Bazıları dil ile
söylemenin sünnet olduğunu bildirmişlerdir. Yani selef bunu iyi görmüştür.
Yahud onu ulemamız yol edinmiştir. Zira ne Peygamberimiz (s.a.v.)'den ne sahabe
ve tâbiînden nakledilmiş değildir. Hatta bid'at olduğu söylenmiştir. «Muhit»te
bildirildiğine göre niyetlenecek kimse, «Ya Rabbî ben filan namazı kılmak
istiyorum. Onu bana müyesser kıl ve onu benden kabul eyle!» der. Hac Bahsinde
bu gelecektir.
Aralarında namaza
yakışmayan bir fâsıla bulunmamak şartiyle niyeti tekbirden önce yapmak câizdir.
Velev ki vakitten önce olsun. Bedâyî'de şöyle deniliyor: «Bir kimse cemaatı
kastederek evinden çıkar da mescide vardığında imamı tekbir almış bulur ve
niyet de hatırına gelmezse câizdir». Bundan anlaşılan, imama uymanın da önceden
câiz olmasıdır. Bu bellenmelidir.
Namaza yakışmayan
fasıladan murad, Namazı eklemeye mâni olan her şeydir. İmam Şâfiî niyetin
tekbirle beraber yapılmasını şart koşmuştur. Bize göre bu menduptur.
İZAH
Kalbin ameli
hususunda «Zeyleî» şöyle diyor: «Bunun en aşağı derecesi hangi namazı kılacağı
sorulmuş olsa düşünmeden cevap vermek imkânı bulmasıdır». «Bahır» sahibi, «Bu
İbni Seleme'nin kavlidir.» diyerek «Zeyleî»ye itiraz etmiştir. Onun sözü namaz
esnasında ve namaza başlarken hatırlamanın lâzım olmasını iktiza eder. Halbuki
mezhebe göre yukarıda geçen şartla önceden niyetlenilen namazın câiz olmasıdır.
Velev ki düşünmeden cevap veremesin.
Ben derim ki: Sen
evvelce arzettiklerimizden İbni Seleme'nin kavline göre namaza başlarken
hatırlamanın lâzım geldiğini biliyorsun. «Zeyleî» nin sözünde böyle bir şart
yoktur. O niyette muteber ve lâzım olan en az bilgiyi beyan etmiştir. Niyetin
önceden veya başlarken yapılması müsavidir. Bu tevehhümü defi için Şârih «İrâde
ettiği anda» diyerek niyeti kasdetmiştir. Sonra «Tahtavî»nin buna tenbih
ettiğini gördüm.
Mazı sigası ile
niyet. «Niyet ettim felan namaza» gibi sözlerle olur. İnşâlardan maksad,
akidler ve fesihlerdir. T.
Hâl sigası,
kendisiyle hâl niyet edilmiş muzâridir (Fakat bu Arabçaya mahsustur.
Türkçemizde hal ve muzâri sigaları ayrı ayrıdır. Niyet. hal sigasiyle câiz
olduğuna göre Türkçe niyetlenen kimse). Meselâ, «Filan namazı kılmaya niyet
ediyorum» der. Niyeti dil ile söylemenin sünnet olduğunu «Tuhfe» ve «İhtiyar»
sahipleri İmam Muhammed'e nisbet etmişlerdir.
«Bedâyi» sahibi
ise İmam Muhammed'in bunu namazda değil, hacda söylediğini açıklamıştır. Ulema
namazı da hacca kıyas etmişlerdir. «Hılye» sahibi bunlara itiraz ederek şunları
söylemiştir:
«Ulemamızdan bir
cemâatın söylediklerine göre hac uzun zaman alan ve içerisinde ârızalar,
mânialar vukubulan bir ibâdet olup meşakkatli fiillerle meydana geldiği için
ona niyet ederken kolaylık ve âsanlık dilemek müstehap görülmüştür. Namazda
böyle bir şey meşru olmamıştır. Çünkü namazın vakti azdır».
Bu izahat namazın
hacca kıyas edilemeyeceği hususunda açıktır. «Bahır» sahibi ile başkaları bunu
tasdik etmişlerdir.
«Yani selef bunu
iyi görmüştür.» sözüyle Şârih, Musannıf'a yapılan itiraza işaret etmiştir.
İtiraz şudur: Müstehap ile sünnet kelimelerinin manası birdir. Ulemamızın
beğenmelerine bakarak Ulemanın niyetle tekbir arasını ayıran bir fâsıla
olmamasını şart koşmalarına gelince: Bundan murad dünya işlerinden birinin
araya girmemesidir. Nitekim «Tatarhâniyye»de de böyle denilmiştir. «Bahır»da
ise. «Bundan murad, ecnebî bir fâsıladır ki yiyip içmek ve konuşmak gibi namaza
lâyık olmayan şeydir. Zira bu gibi fiiller namazı bozarlar. Binaenaleyh niyet
de bozulur. Yürümek ve abdest almak ecnebî fiil değildir. Görmüyor musun
namazda abdesti bozulan bunları yaparsa namazı eklemesine mâni olmazlar.»
denilmektedir. «Bedâyî»nin ifâdesinden anlaşılıyor ki, vakitten önce namaza
niyet câiz olduğu gibi imama uymaya niyet de câizdir. Yahud maksad, imam
başlamadan niyet etmektir. Bu hususta sözün tamamı ileride gelecektir. Sonra
anlaşılan bu mânâyı «Nehir» sahibi inceleyerek bahis mevzuu etmiş ve, «Bu
hususta bildiğinden başkasını göremedim.» demiştir. Yani «Bedâyî»nin ifâdesinden
başka açık bir nakil görememiştir. İmam Şâfiî niyetin tekbirle beraber
yapılmasını şart koşmuştur. Tahavî ile Muhammed bin Seleme dahi buna kâil
olmuşlardır. Kuhistânî'nin «Mukaddimetü'l-Keydûniyye» şerhinde şöyle
denilmektedir: «Tahrime yaparken huzur-u kalp «kendini toparlamak» icap eder.
Kalbi, namaz erkânı içinde bir mesele ile meşgul olsa iadesi müstehap
değildir». «Bakâlî»de, Sevabı ancak kusur ederse az olur.» demiştir. Bazıları
her rükünda huzur-u kalb lâzım geldiğini söylemişlerdir. Yanıldığı için
müvaheze yoktur. Çünkü bu afv edilmiştir. Ancak sevâba müstehak olmaz. Nitekim
«Münye»de de böyle denilmiştir. Bazıları, «Bir kimsenin kalbi de namazda
olmazsa o namazın hiç bir kıymeti yoktur.» demişlerse de bu söze itibar yoktur.
Nitekim «Mültekad», «Hızâne», «Sirâciye» ve diğer kitaplarda da böyle
denilmiştir.
Bilmiş ol ki
huzur-u kalp, kalbin meşgûl olduğu şeyden ayrılması demektir. Burada ondan
murad, namaz kılandan sâdır olan fiil ve kaville ameli bilmektir. Bu anlamak
demek değildir. Çünkü lâfzın kendisini bilmek başka mânâsını bilmek başkadır.
METİN
Mezhebe göre
namaza başlandıktan sonra yapılan niyete itibar yoktur. «Kerhî» rükûa kadar
yapılan niyeti câiz görmüştür. Nâfile ile beş vaktin sünneti ve mûtemed kavle
göre teravih için mutlak olarak namaza niyet etmek kâfidir. Velev ki Allah için
demesin. Zira bunların tâyini başladığı vakitte vâki olması iledir. Ama niyeti
tâyin daha ihtiyatlıdır. Farza niyet ederken tâyin mutlaka lâzımdır. Kıldığı
namazın farz olduğunu bilmezse câiz değildir. Bilirde farzı başkasından
ayıramazsa her birinde farza niyet etmek şartiyle câizdir. Kezâ başında sünnet
kılınmayan bir namazda başkasına imam olursa hüküm gene böyledir. Farza niyet
ederken öğlenin mi ikindinin mi farzı olduğunu tâyin şart ise de bugünün yahud
bu vaktin farzı diye tayin şart değildir. Esah olan kavil budur.
İZAH
Namaza
boşlandıktan sonra yapılan niyete itibar yoktur. Çünkü niyetsiz edâ edilen cüzü
ibâdet olmaz. Sair cüzleri onun üzerine bina etmek de câiz olmaz. Orucda
zaruretten dolayı bu câiz görülmüştür. Hacta bir kimse Allah dedikten sonra
ekber demeden niyet etse câiz olmaz. Çünkü namaza Allah diyerek başlamak
sahihdir. Bu adam tekbirden sonra niyetlenmiş gibî olur. Bunu «Bedâyî»den
naklen «Hılye» sahibi söylemiştir.
«Kerhî rükûa kadar
yapılan niyeti câiz görmüştür.» ifâdesine şöyle itiraz olunur: Kerhî rükû veya
başka bir şey söylememiştir. Yalnız ulema onun şu sözünü tahriç ederken
ihtilâfa düşmüşlerdir. «Niyet, Sübhânekede yahud rükûda veya rükudan kalkarken
yahud otururken nihayet bulur». Bunu «Halebî» söylemiştir.
Mutlak namaza
niyet kâfidir, sözünden murad. «Nâfile, sünnet ve rek'at adedi söylemeksizin
namaza niyet etmektir. Velev ki sabah namazının sünneti olsun. Hatta bir kimse
iki rekât teheccüd namazı kılar da sonra bunu fecirden sonra kıldığı
anlaşılırsa sabah namazının sünneti yerine geçer. Kezâ dört rekât kılar da
ikisi fecirden sonra kılındığı anlaşılırsa gene böyledir. Bununla fetvâ
verilir. Hulâsa.
Kezâ cuma günü
kılınan âhır zuhur da böyledir. Cumanın sahih olduğu anlaşılır da o kimsenin
kazaya kalmış öğle namazı da bulunmazsa kıldığı âhır zuhur Cumhur'a göre
cumanın sünneti yerine geçer. Çünkü vasıf lağv olur, asıl kalır. Bununla da
sünnet eda edilmiş olur. Nitekim bunu «Fetih» sahibi böyle izah etmiş, «Bahır»
ve «Nehir» sahipleri de ikrarda bulunmuşlardır. Ama öğle namazında beşinci
rekâta kalkar da sonra bir rekât daha katarak altıyı tamamlarsa bu iki rekat
öğlenin sünneti yerine geçmez. Çünkü burada kasden namaza başlama yoktur.
Terâvih namazı
hakkında iki sahih kavil vardır. Şârih'in buradaki kavle itimad etmesi
«Bahır»da bunu Zâhir rivayet denildiği içindir. Bu kavli «Muhit» sahibi
ulemanın umumuna nisbet etmiş, «Fetih» sahibi dahi bunu tercih ederek onu
muhakkık ulemaya nisbet etmiştir. Bu namazların tâyini, başladığı vakitte
kılınmalarıyla olur. Çünkü sünnet Peygamber (s.a.v.)'in hususî bir yerde devam
ettiği şeydir. Namaz kılan da onu aynı yerde kılınca sünnet denilen fiili ifa
etmiş olur. Peygamber (s.a.v.) sünnet diye değil. Allah için namaza diye
niyetlenirdi. Meselenin tam tahkiki «Fetih»tedir.
Farza niyet
ederken tâyin mutlaka lâzımdır. Bir kimsenin ikindi namazı kazaya kalsa ,da
kalmış öğle namazı olduğunu da bilerek üzerinde borç kalan dört rekât namaza,
diye niyetlense, câiz olmaz. Kezâ kazaya kaç namazı kaldığını bilmeyerek bu
namazı kazaya diye niyetlense gene câiz olmaz. Onun için Ebu Hanîfe bir namazı
kazaya kalıp da hangisi olduğunu şaşıran kimse hakkında beş vakit namaz kılar
demiştir. Yüzde yüz kılmış olmak için çare budur. Çünkü kazaya kalan bu namazı
başka türlü tâyine imkân yoktur. «Eşbah»da bildirildiğine göre vaktin daralması
sebebiyle tâyin sâkıt olmaz. Çünkü o anda nâfileye başlasa sahih olur. Velev ki
haram olsun. Farza niyet ederken ister niyet başlamazdan önce, ister başlarken
yapılsın, tâyin şarttır. Muayyen bir farza niyet ederek başlar da sonra
unutarak onu nâfile zanneder ve öylece namazını bitirirse, niyet ettiği farzı
kılmış olur. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir.
«Kıldığı namazın
farz olduğunu bilmezse» cümlesinden murad, beş vakit namazın farz olduğunu
bilmemesidir. Bunu bilmediği halde namazları vakitlerinde kılsa bile câiz
değildir. Onları kaza etmesi lâzım gelir. Çünkü farz diye niyet etmemiştir.
Ancak imamla kılar da imamın kıldırdığı namaza diye niyetlenirse câiz olur. Bunu
«Bahır» sahibi Zahiriye»den nakletmiştir. Beş vaktin farz olduğunu bilirde
farzla vacibin ve sünnetin arasını ayıramazsa her namaza farz diye niyet etmek
şartiyle câizdir. Böyle bir adam başkasına imam olursa ona uymak da câizdir.
Ancak o namazdan önce rekât sayısı onun kadar olan sünnet bir namaz kılmamış
bulunması şarttır. Çünkü böyle bir. namaz kılarsa o kimseden farz sâkıt olur.
Sonra kılacağı nâfiledir. Binaenaleyh farz kılanın ona uyması doğru olmaz.
Farza niyet ederken tayin şarttır.
«Eşbah» sahibi
diyor ki: «Farz-ı ayn olan namazı farz-ı ayn tabiriyle farz-ı kifâye olan
namaza da farz-ı kifâye tabiriyle mi niyetlenecektir? Bunu bir yerde görmedim.
Ama bir vacibi terk ettiği için tekrarlanan namaz şüphesiz ki farz değil.
tamamlayıcıdır. Şu halde ona tamamlayıcı diye niyetlenmelidir. Fakat farz ancak
farz diye niyetlenmekle sâkıt olur, diyenlerin kavline göre farz diye niyet
etmenin şart olduğunda şüphe yoktur».
Biri'nin İmam
Serahsi'den nakline göre esah olan kavil ikincisidir. Farza niyet ederken hangi
farz olduğunu tâyin etmek şart isede bugünün yahud bu vaktin farzı diye tâyin
şart değildir.
Şârih'in bu üç
şeyi (yani günle ve vakitle birlikte ve bunlarsız) mutlak zikretmesi vakit
içinde veya dışında kılmaya, vaktin çıktığını bilip bilmemeye şâmildir. Ve her
mesele (üç) şekilde tasavvur olunacağına göre mecmuu dokuz olur. O kimse niyet
ederken günü de söyler ve bugünün öğle namazına niyet ederse üç surette de
sahih olur. Nitekim bunu Şârih söyleyecektir. Niyete vaktide katar ve şu vaktin
öğlenine diye niyetlenirse. vakti içinde veya dışında kılmaya. vaktin çıktığını
bilip bilmemeye şâmildir. Ve her mesele (üç) şekilde tasavvur olunacağına göre
mecmuu dokuz olur. O kimse niyet ederken günü de söyler ve bugünün öğle
namazına niyet ederse üç surette de sahih olur. Nitekim bunu Şârih
söyleyecektir. Niyete vaktide katar ve şu vaktin öğlenine diye niyetlenirse,
vakit içinde olmak şartiyle bir kelime ile bütün ulemaya göre sahihtir. Vakit
dışında ise vaktin çıktığını da bilirse Şurunbulâlî'nin «Dürer»den anladığına
göre gene sahihtir. Çünkü ikindi vaktinin öğleni yoktur. Binaenaleyh bu sözle
bu vakitte kaza ettiği öğle namazını murad etmiş demektir. Vaktin dışında olup
vaktin çıktığını da bilmezse sahih değildir. Nitekim «Fetih», «Hâniye»,
«Hulâsa» ve başka kitaplarda da böyle denilmiştir.
Musannıf
katiyetle buna kail olmuş, Şârih dahi az ileride geleceği vecihle buna cezm
etmiştir. «Nehir» sahibinin de Zeyleî'nin ibâresinden anladığı budur. Ama
«Bahır» sahibinin anladığı başkadır. Bu da Şârih'in buradaki mutlak sözünün
iktiza ettiği gibi sahih olmasıdır. «Münye»de «Muhit»ten naklen «Muhtar olan
kavil budur.» denilmiş ise de «Münye» şârihi bunu reddetmiş «Bilakis «Hılye»de
bunun yanlış olduğu söylememiştir. Doğrusu meşhur eserlerde belirtildiği
vecihle sahih olmamasıdır.» demiştir. Ama niyeti tâyin ederken başka hiçbir şey
söylemeyip mutlak surette öğlene niyet ederse, vakit içinde olduğu takdirde bu
hususta iki sahih kavil vardır. Birinci kavle göre sahih değildir. Çünkü vakit
başka bir günün öğlenini kabul eder. İkinci kavle göre sahihtir. Çünkü vakit o
namaz için muayyen olmuştur. «Fetih»de «Mi'rac» ve «Eşbah» sahibi de bu kavli
tercih etmiş, «İnâye» sahibi bunu daha açık görmüş. sonra şunu söylemiştir:
«Ben derim ki:
Önceki şart yani kalbiyle hangi namazı kıldığını bilmesi bu sözleri ve
başkalarını kökünden kazır. Zira itimad onadır. Ayırmak onunla hâsıl olur
maksat da budur».
Vakit dışında ise
vaktin çıktığını bilmediği takdirde «Nehir» sahibi şöyle diyor: «Zahîriye»den
anlaşıldığına göre tercih edilen kavil câiz olmasıdır. Vaktin çıktığını bilirse
Halebî onu incelemiş ve sahih olmadığını söylemiştir. Tahtavî ise ona muhalefet
etmiştir.
Ben derim ki: En
uygun olanı budur. Sebebi yukarıda naklettiğimiz «İnaye»nin sözüdür. Ama
bugünün farzına yahud bu vaktin farzına diye niyet ederse hükmü dokuz kısmı ile
birlikte ilerde gelecektir. Anla!
«Esah olan kavil
budur.» cümlesinden murad, öğlene niyet eder de niyetle beraber gün veya vakti
söylemezse, vakit içinde niyet ettiği takdirde esah kavle göre niyet sahihdir.
Nitekim Zahîriye'de «Fetih» ve başkalarında da böyle denildiğini arzetmiştik.
Bu söz «Hulâsa» sahibinin (sahih değildir), iddiasına red cevabıdır. Nitekim
«Bahır» ve «Nehir» sahipleri de nakletmişlerdir. Zahîriye'nin sözüne reddiye
değildir. Anla!
METİN
Velev ki kılınan
kazâ olsun lâkin mutemed olan kavle göre filan günün öğlesini diye tâyin eder.
En kolayı en evvel kazaya kalan öğleye yahud en sonra kazaya kalan öğleye diye
niyet etmektir. Kuhistânî'de «Münye»den naklen esah kavle göre bunun şart olmadığı
bildirilmiştir. Kitabın sonunda gelecektir.
Vacip namaza dahi
niyet ederken onun vitir mi, nezir mı yoksa tilâvet secdesi mi olduğunu tâyin
şarttır. Şükür secdesi de böyledir. Fakat sehiv secdesi bunun hilâfınadır.
Rekât sayısını tayın şart değildir. Çünkü rekât sayısı zımmen hâsıl olur.
Binaenaleyh bunda hata zarar etmez.
İZAH
Filan günün
öğleni diye tâyin kılınacak namazlar çok olduğuna göredir. Namaz bir tane ise
buna hâcet yoktur. Meselâ zimmetinde kazaya kalmış bir öğle namazı varsa kazaya
kalan öğle namazına diye niyet etmesi kâfi gelir. Velev ki hangi günün öğleni
olduğunu bilmesin. Bunu «Hılye» sahibi söylemiştir. Anla!
Mutemed kavlin
mukabili «Muhit»te nakledilen şu sözdür: «Kaza namazlarının çokluğu sebebiyle
bir kimseden tertip sâkıt olursa sadece öğleye diye niyet etmesi kâfi gelir».
Yani oruca kıyasen gün tâyini lâzım gelmez. Kaza namazları çok olur da hangi
güne ait olduklarını bilemediği iki öğle namazını kılmak isterse kolaylık olmak
üzere ya en evvel yahud en sonra kalan öğleye diye niyet eder. Kuhistânî'nin
esah dediği kavil kitabımızın sonunda dağınık meseleler arasında gelecektir.
Musannıf onu «Kenz»in metnine uyarak zikretmiş, Şârih orada «Eşbah»dan naklen
bunun müşkül olduğunu, Kâdıhan ve diğer ulemamızın söylediklerine uymadığını
bildirmiş, «Esah olan en evvel veya en sonra demenin şart kılınmasıdır.»
demiştir.
Ben derim ki:
Kezâ aynı bahiste «Mültekâ» metninde de bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir.
Demek oluyor ki,
bu babtaki sahih kaviller muhteliftir. İhtiyat olan şarttır demektir. Burada
«Fetih» sahibi dahi cezmen buna kâil olmuştur.
«Bahır» sâhibi
bozulan nâfilelerle bayram namazlarını ve iki rekât tavaf namazının kazasını
vaciplerden saymıştır. «Dürer»de bunlara cenaze namazı da ilâve edilmiştir.
Lâkin «Eşbah»da şöyle
deniliyor: «Hutbede farz niyeti şart değildir. Velev ki niyeti şart koşmuş
olalım. Çünkü hutbenin nâfilesi yoktur. Cenaze namazının da böyle olması
gerekir. Zira cenaze namazı yalnız farz olur. Nitekim ulema bunu
söylemişlerdir. Onun için nâfile olarak kaza edilmez». Ulemanın cenaze
namazında Allah için namaza, meyyit için duaya niyet edileceğini bildirmeleri
de bunu te'yid eder. Farz olduğunun tâyinini zikretmemişlerdir.
Şârih, vitir gibi
vacip bir namaza niyet ederken vacip olduğunu söylemeye hacet bulunmadığına
işâret etmiştir. Çünkü bunda ihtilâf vardır. Yani o kimseye vücûbu tâyin lâzım
değildir. Maksat. vacip olduğuna niyetlenmeyi yasak etmek de değildir. Zira
vitir namazını kılan Hanefî ise itikadına uymak için onun vacip olduğuna niyet
etmesi gerekir. Hanefî değilse ona da bu niyet zarar vermez. Bunu «Bahır»
sahibi vitir babında söylemiştir. Sonra bilmiş ol ki «Aynî» şerhinde, «Vitire
gelince esah kavle göre ona mutlak niyet kâfidir.» denilmişse de bu söz
müşküldür. Çünkü bundan anlaşıldığına göre nâfilede olduğu gibi vitirde de
mutlak olarak namaza niyet kâfidir. Ancak bu söz «Zeyleî»den naklettiğimiz
vitire niyet mutlaktır, ibaresine hamledilirse doğrudur. Onun içindir ki vitire
mutlak niyet kâfidir demiş mutlak, namaz niyeti kâfi demiştir. Halbuki bu iki
tâbir arasında ince bir fark vardır. Ve bunda bizim söylediklerimize gizli
işâret mevcuddur. Tedebbür eyle!
Nezir bazen
geçerli bazen mutlak olur. Meselâ, hastam düzelirse yahud filan gelirse gibi
sözlerle ta'lik yapılır. Şu halde anlaşılıyor ki, bunun tâyini de mutlaka
lâzımdır. Zira nezirin sebepleri çeşidli olduğu gibi tâ'lik nevileri de
muhteliftir. Burada tayinin lüzumuna delil farzda meselâ öğle namazı gibi bir
sözle tahsis etmeksizin sırf farz sözüyle yetinmenin kâfi gelmemesidir. Bunu Halebî
söylemiştir.
Ben derim ki: Bu,
ancak başka namazlar bulunduğu vakit meydana çıkar. Nitekim üzerinde hem
geçerli nezir, hem de mutlak nezir yahud ayrı ayrı iki şeye ta'lik edilmiş iki
nezir bulunursa tâyin lâzımdır. Aksi halde tâyinin lüzumu aşikâr değildir.
Nitekim az yukarı da «Hılye»den naklen geçmiş namazın kazası hakkında
arzetmiştik. Anla!
Vacibin tilâvet
secdesi olduğunu tâyin de şarttır. Meğer ki namazda okuyup da derhal secde
etmiş olsun. Secde âyeti tekrar tekrar okunursa yapılacak tilâvet secdelerinin
tâyini icap etmez. Nitekim inşallah bâbında gelecektir.
Şârih burada
«Şükür secdesi de böyledir. Fakat sehiv secdesi bunun hilâfınadır.» diyorsa da
benim «Nehir»de gördüğüm onun söylediğinin aksinedir. Galiba en münasibi
buradakinin yalnız şükür secdesine nisbetle olmasıdır. Çünkü secde bazen
âyetini okumak ve şükür gibi bir sebeple bazen de hiç sebepsiz olur. Bunu avam
takımı namazdan sonra yaparlar ki mekruhtur. Nitekim Zâhidî nassan söylemiştir.
Muhtelif secdeler bulununca sebebi göstermek için tâyin şarttır. Böyle olmazsa
tâyin bilittifak mekruhtur. Yine bu esasa ibtinâ eden bir meseledir ki, bir
kimse bu secdede uyur veya bunun için teyemmüm ederse yaptığı secde meşru
olduğu takdirde abdesti bozulur. Aldığı teyemmümle namazı câiz olur. Aksi
takdirde abdesti bozulmaz ve o teyemmümle namazı sahih olmaz. Nitekim ulema
bunu şükür secdesinin meşru olup olmadığı hususunda İmam A'zam'la İmameyn
arasındaki ihtilâfın semeresini anlatırken söylemişlerdir. Bundan anlaşılıyor
ki, meşru olanla olmayan birbirinden ayrılsın diye secdenin tâyini şarttır.
«Nâfilede yukarı da geçtiği vecihle tayin şart değildir. Secde-i şükür ise
meşru olduğunu bildiren kavle göre nâfiledir. Binaenaleyh onun tâyini de şart
değildir.» denilirse şöyle cevap veririz:
Bu söylenen, bu
hükümden hariçtir. Şu delil ile ki namaz haddi zatında ibadettir; meşruiyet
ondan ancak ârızî bir sebeple nefi edilebilir. Namaz dışında yapılan secde
bunun hilâfınadır. Çünkü o haddi zatında ibâdet değil, şükür veya tilâvet gibi
ârızî bir sebeple ibâdet olur. Şu halde mutlak olan namaz tâbiri meşru olan
nâfileye hamledilir. Onun için de tâyin şart kılınmamıştır. Mutlak secde böyle
değildir. Ondan meşru olmayan secde anlaşılır. Çünkü secde ancak bir sebeple
meşru olmuştur. Binaenaleyh secdenin meşru olması için bu sebebin tâyini
mutlaka lâzımdır. Kezâ meşru olmak hususunda tilâvet ve sehiv gibi secdeye
rakîp olan diğer şeylerden ayrılsın diye tâyin lâzımdır. Anla! Âcizâne burada
benim anladığım budur.
Sehiv secdesine
gelince: Halebî'nin ifâdesine göre bu secde namazdaki bir vâcibi tamamladığı
için o vacibin bedeli olur. Namazın cüzlerine niyet şart olmadığı gibi bedeline
niyet de şart değildir. Sonra «Eşbah»da şöyle denildiğini gördüm: «Mutlak namaz
ancak niyetle sahih olur. Tilâvet secdesi ile şükür secdesi ve sehiv secdesi de
namaz gibidir». En doğrusu bu olsa gerektir.
TETİMME: Şârih,
namaz secdesini zikretmemiştir. Bu secde yerinden bir rekât fâsıla ile
ayrılırsa hükmü secde için niyet etmenin vâcip olmasıdır. Bir rekattan az
fâsıla ile ayrılmışsa niyet vacip değildir. «Fetevây-ı Hindiye»de de böyle
denilmiştir. Teemmül eyle!
Rekât sayısında
hata zarar etmez. «Eşbah»da şöyle denilmiştir: «Tâyın şart olmayan şeyde hata
zarar etmez. Namazın yerini.zamanını ve rekâtlarını tâyin ederken hataya düşmek
bu kabildendir. Edâ diye tâyin edip de sonradan vaktin çıktığı anlaşılmak ve
kaza diye tayin edip de vaktin çıkmadığı anlaşılmak dahi bu kabildendir.
«Camiu'l-Feteva»da «Hâniye»den naklen bildirildiğine göre efdal olan rekât
sayısına niyet etmektir. «Câmî» sahibi sonra şöyle demiştir: «Bazıları rekât
sayısını söylemenin mekruh olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü fâidesizdir, ona
hacet yoktun». İkinci kavil teemmülden hâlî değildir.
METİN
İmama uyan kimse
uymaya niyet eder. Musannıf uymaya dahi dememiştir. Çünkü imama uymayı veya
imamın namazına başlamayı niyet eder de namazı tayin etmezse esah kavle göre
câiz olur. Velev ki imamın namazını bilmesin. Çünkü kendini imamın namazına
tâbi yapmıştır. İmamın namazına niyet ederse böyle değildir. Esah kavle göre
velev ki imamın tekbirini beklemiş olsun. Zira burada imama uymaya niyet
yoktur. Muhtar kavle göre bu ancak cuma, cenaze ve bayram namazlarında câiz
olur. Çünkü bunlar .hassaten cemaatle kılınırlar. Ama vakit varken vaktin
farzına diye niyet etse câiz olur. Bundan ancak cuma namazı müstesnadır. Çünkü
cuma namazı bedeldir.
İZAH
İmamın imam
olmaya niyet etmesine hacet yoktur. Nitekim gelecektir. Musannıf uymaya dahi
tâbirini kullanmamış, fakat aynı tabiri «Kenz» ve «Mültekâ» sahipleriyle diğer
ulema kullanmışlardır. «Esah kavle göre câiz olur.» ifâdesini «Zeyleî» ve
başkaları da bu şekilde nakletmişlerdir.
«Bahır» sahibi
diyor ki: «Lâkin «Hâniye»de birinci meseleyi anlattıktan sonra şöyle
denilmiştir: Câiz değildir. Çünkü imama uymak farzda olduğu gibi nâfilede de
olur. Bazıları câiz olur demişlerdir». «Münye» şerhinde şöyle deniliyor:
«Böylece anlaşılıyor ki câizdir diyenler ulemadan bazılarıdır. Câiz olmaması
ise tercih edilen kavildir».
Ben derim ki:
Metin sahiplerinin, «İmama uymaya da» niyet eder. sözleri bunu te'yid ettiği
gibi «Hidâye» sahibinin, «Namaza ve imama uymaya niyet eder» sözü dahi bunu
te'yid eder. Bu sözün bir misli «Mecma»da ve birçok kitaplarda mevcuttur. Hatta
«Menba» nam eserde «İma.ma uymayı bil'icmâ niyet eder.» denilmiştir.
İkinci mesele metinlerde
bildirilene muhalif değildir. Çünkü bunda imama uymakla beraber tâyin vardır.
Onun için «Hâniye» sahibi, «Çünkü bu adam imamın namazına başlamayı niyet
edince imamın kıldığı farza ona uyarak niyet etmiş gibidir.» demiştir. Tedebbür
eyle !
Bu sözün
müktezâsı bu adam açık açık imama uymaya niyet etmese de namaza girmesi
sahihdir. Ve imama uymuş sayılır demektir. Lâkin «Fetih»te şöyle denilmiştir:
«Bir kimse imamın namazına başlamayı niyet ederse «Zahîru'd-Dînsin bildirdiğine
göre bu niyete «Uydum şu imama» ifâdesini ziyade etmesi gerekir». «Zira burada
imama uymaya niyet yoktur.» cümlesi yukarıdaki «İmamın namazına niyet böyle
değildir ilh...» sözünün illetidir. Çünkü birincide yalnız namazı tâyin
etmiştir. Bundan imama uymaya niyet lâzım gelmez. İkincide ise beklemek bazen
imama uymak için, bazen duada olduğu için yapılır. Binaenaleyh şek ile imama
uymuş sayılmaz. «Bedâyî»de de böyle denilmiştir. Bazıları imamı bekler de sonra
tekbir alırsa sahih olur demişlerdir. Bu kavli Münye» şarihi beğenmiştir. Çünkü
beklemesi niyet yerine geçer.
Ben derim ki:
Şüphesiz sözümüz, imama uymak kalbinden geçmediği ve uymayı kasdetmediği hale
mahsustur. Aksi takdirde niyet hakikaten mevcud olur.
Cenaze ile
bayramlar meselesini ahkâm sahibi «Ömdetü'l-Müftî»den nakletmiştir. Cuma,
cenaze ve bayram namazları cemaate mahsus namazlar olduğu için bu namazlara
niyet zımmen imama uymaya niyet olur.
Ahkâm sahibi
diyor ki: «Lâkin cenaze namazı söz götürür. Ancak cenaze namazı tekerrür
etmediğine ve namazı kıldırma hakkı velîye aid olduğuna göre sadece imamla câiz
olmuştur. denilebilir». Bu ifâdeye göre mesele velî olmayan imamla kayıtlanır.
Cenaze namazını velî olmayan biri kıldırır, sonra velî gelirse o imama uyduğunu
niyet ederek tâyin etmesi mutlaka lâzımdır. Aksi takdirde kendi namazına
başlamış olur. Zira velînin yalnız başına bile olsa namazı tekrarlamaya hakkı
vardır. Binaenaleyh onun hakkında bu namazın cemaate mahsus olması yoktur. «Ama
vakit varken vaktin farzına diye niyet etse câiz olur». Malûmun olsun ki az
yukarıda beyan ettiğimiz (dokuz) mesele burada da vardır. Çünkü bu adam farza
ya vakitle ya günle birlikte niyet edecek, yahud farzı mutlak söyleyecektir.
Bunların her birinde kendisi ya vaktin içinde ya vaktin dışındadır. Vaktin
çıktığını ya bilir ya bilmez. Eğer farzla birlikte günüde zikrederek günün
farzına niyetlenirse üç kısmı ile birlikte sahih olmaz. Çünkü farz muhteliftir.
Mutlak söylerse hüküm yine böyledir. Vaktin farzına derse vakit içinde kıldığı
takdirde câizdir. Musannıfın söylediği de budur. Vaktin çıktığını bildiği halde
vakit dışında olursa Halebî câiz değildir, demiştir.
Ben derim ki:
«Eşbah» sahibinin «Binâye»den , naklen söylediği şu sözden hatıra gelen de
odur.
Şeyhülislam
Aynî'nin «Hıdaye Şerhi»dir.
«Vakit çıktıktan
sonra vaktin farzına diye niyet ederse câiz olmaz. Vaktin çıkıp çıkmadığında
şüphe ederse câizdir». Lâkin bu söz «Zeyleî» nin aşağıda gelecek «bilmediği
halde» demesinden anlaşılana aykırıdır. Teemmül buyurulsun.
Vaktin çıktığını
bilmediği halde olursa câiz değildir. Çünkü Zeyleî şöyle diyor: «Vakit
çıkmamışsa meselâ vaktin öğleni yahud vaktin farzı diye niyetlenmesi kâfidir.
Zira tâyın mevcuttur. Bilmediği halde vakit çıkmışsa câiz değildir. Çünkü bu
halde vaktin farzı öğle değildir». Tatarhâniyye»de bildirildiğine göre vakit çıktıktan
sonra çıktığını bilmeyerek namaz kılar da vaktin farzı diye niyet ederse câiz
olmaz. Sahih olan da budur. Lâkin «Eşbah»ın yukarda naklettiğimiz sözü buna
muhaliftir. Orada vaktin çıktığında şüphe ederse câizdir denilmişti. Buna şöyle
cevap verilebilir:
Mesele sahih olan
hilâfa göredir. Şüphe ile bilmemek arasında fark yaparak verilen cevap söz
götürür. Öğle vaktinin çıktığını bilmeyen ve vaktin farzına niyet eden kimsenin
muradı öğle vaktidir. Çünkü vaktin çıkmadığını zanneder. Böyle olduğu halde biz
sahih kavle göre câiz değildir, dedik. Vaktin çıkıp çıkmadığında şüphe edenin
namazının câiz olmaması evleviyette kalır. Anla!
Bize göre cuma
günü vaktin farzı öğle namazıdır. Lâkin öğleni zimmetten iskat için cuma namazı
emir olunmuştur. Onun için bir kimse cuma namazı kılınmadan öğleyi kılsa bize
göre câizdir. İmam Züfer'le Eimme-i selâse buna muhâliftir. Velev ki sadece
öğle ile yetinmek haram olsun. «Münye» şerhinde böyle denilmiştir. Lâkin Cuma
Bahsinde geleceği vecihle mutemed kavle göre cuma namazı bedel değil, asıldır.
O kavlin zaif olduğunu inşallah orada izah edeceğiz.
METİN
Meğer ki o şahsın
itikadına göre kıldığı namaz vaktin farzı olsun. Bu takdirde sahihtir. Nitekim
bazı ulemanın reyi budur. Vaktin öğleni diye niyet ederse vakit çıkmamış olmak
şartiyle câizdir. Velev ki cuma namazında olsun. Vakit çıkmış fakat o şahıs
çıktığını bilmiyorsa esah kavle göre sahih değildir. Vaktin farzına diye niyet
de böyledir. En iyisi bugünün öğlenine diye niyetlenmelidir. Çünkü bu mutlak
surette câizdir. Edâ niyetiyle kaza ve onun aksi (yani kaza niyetiyle eda)
câizdir. Muhtar olan kavil budur.
İZAH
«Velev ki cuma
namazında olsun» cümlesi «Şurunbulâliyye»de de mevcuttur. Halebî, «Ben bunun
vechini anlayamadım.» diyor.
Ben derim ki:
İhtimal ki murad şudur: Özgür sahibi bir kimse cuma günü vaktin öğlenini niyet
ederse câizdir. Yani onun itikadına göre bu namaz vaktin farzı mıdır değil
midir fark etmez. Bu meseleyi burada zikretmenin fâidesi de böylece anlaşılmış
olur. Cuma namazında öğleye niyet etmek ise sahih değildir. Nitekim «Ahkâm» nam
eserde Nafî'den rivayet edilmiştir. Aynı eserde «Muhtar» şerhi
«Feyzü'l-Gaffar'dan naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse cumadan başka bir günde
vaktin öğlenine niyet ederse vakit çıkmamış olmak şartiyle sahih kavle göre câizdir».
Cumadan başka sözü cumadan ihtiraz içindir. «O şahıs çıktığını bilmiyorsa»
ifâdesinin mefhum-u muhalifi çıktığını bilirse sahihdir. Demek olur ki bunun
doğru olduğunu evvelce «Şurunbulâliyeye»den nakletmiştik. Şârih, «Esah kavle
göre sahih değildir.» diyor. Hatta yukarıda «Hılye»den naklettik ki sahih olan
kavil budur.
«Bahır» sahibinin
anladığı mânâ buna muhaliftir. Velev ki hâşiye sahibi onu tercih etmiş olsun.
«Vaktin farzına diye niyet de böyledir». Yani vaktin öğlenine niyet etmek
gibidir. Vakit çıkmış olur da o kimse çıktığını bilmezse esah kavle göre câiz
değildir. Nitekim bunu az yukarı da «Tatarhâniye» ile «Zeyleî»den naklen
arzetmiştik. «Eşbah»taki bunun hilâfınadır. Bildiğin gibi oradaki kavil esahın
da hilâfınadır. Anla!
«Çünkü bu mutlak
surette câizdir.» cümlesinden murad, vakit çıksa da câizdir demektir. Zira o
şahıs üzerindeki borcu ödemeye niyet etmiştir. Bu şekil niyet vaktin çıkıp
çıkmadığında şüphe eden kimseyi de kurtarır. Bunu Zeyleî söylemiştir. Yani
vaktin öğlenine diye niyet etmek bunun hilâfınadır. Çünkü öğle, vaktin
çıkmasıyla o günün öğleni olmaktan çıkmaz. Ama vaktin çıkmasıyla o vaktin
öğleni olmaktan çıkar. Zira günün öğleni denilir ve vaktin öğleni denilmez.
Çünkü «Edâ niyetiyle kaza câizdir». Bu ta'lil ancak eda niyet ettiğine göre
açıktır. Eda demeden niyet ederse açık değildir. T.
Burada münâsip
olan Eşbah» sahibinin «Fetih»ten naklettiği şu ibâredir: Bir kimse vakit
çıkmadı zannederek edaya diye niyet eder de sonra vaktin çıktığı anlaşılırsa
kıldığı namaz kâfidir. Aksı de böyledir». Bundan sonra «Eşbah» sahibi
«Keşfü'l-Esrar»dan naklederek buna şu misali vermiştir: «Nitekim vakit
çıktıktan sonra çıkmadı zanniyle bugünün öğlenini edaya niyetlenen kimsenin
niyeti bu kabilden olduğu gibi ramazan hakkında şüphe edip bir ay araştırdıktan
sonra eda niyetiyle oruç tutan, fakat orucu ramazandan sonraya tesadüf eden
esirin niyeti de böyledir. Bunun aksi de böyledir. Yani vakit çıktı zanniyle
orucunu kaza niyetiyle tutan esirin niyetleri sahihtir. İbâdetin sahih olması,
niyetin aslını yaptığı içindir. Yalnız zanda hata etmiştir. Böyle yerlerde hata
afv olunmuştur».
Ben derim ki:
Niyetin aslını yapmaktan maksad, kılmak istediği o günün öğle namazını kalbinde
tâyin etmiştir, demektir. Bunu eda veya kaza diye vasıflandırması zarar etmez.
Ama öğlenin vaktinde öğle namazına kaza diye niyet etmek, bunun hilâfınadır. Bu
namaza bu günün öğleni diye niyet etmezse vaktin öğleni namına kâfi değildir.
Zira kaza niyetiyle onun bugünün olmaktan çıkarmıştır. Vaktin öğleni olduğuna
niyet etmemiştir ki kaza vasfı lağv olsun. Binaenaleyh tâyin bulunmamıştır.
Keza bu namaza eda diye niyetlenirse de üzerinde kazaya kalmış bir öğle namazı
bulunsa kaza yerine geçmez. Velev ki vakit namazını kılmış olsun. Bu suretle
Şâfiî'lerden birinin ortaya attığı meselenin cevabı verilmiş olur.
Mesele şudur: Bir
kimse senelerce öğle namazını vaktinden evvel kılmış olsa, tek bir öğlen
namazını mı yoksa hepsini mi kaza edecektir?
Bu suale bazıları
tek bir öğle namazı kaza edecektir diye cevap vermişlerdir. Şuna binaen ki
kazaya diye niyet şart değildir. Binaenaleyh her günün öğle namazı önceki günün
kazası olur. Diğerleri bunlara muhâlefet etmişlerdir. Şâfiî'lerin
muhakkiklerinden bazıları iki kavlin arasını bulmuş ve şöyle demişlerdir:
«Her gün üzerine
farz olan öğle namazına diye niyet eder de şimdi vaktinin girdiğini zannettiği
namazla kayıtlanmazsa birincilerin dediği teayyün eder. O namaza şimdi vaktinin
girdiğini zannettiği namaz diye niyetlenerek eda eder ise ikincilerin kavli
teayyün eder. Çünkü o namazı vakit namazı olmasını kastederek kaza olmaktan
çıkarmıştır». Şüphesiz bu tafsilât bizim mezhebimizin kaidelerine de uygundur.
Birincilerin sözü mezhebimize uyar. Çünkü «Zeyleî»den naklen yukarıda arzettik
ki bir kimse vakit çıktıktan sonra bugünün öğleni diye niyet ederse sahih olur.
Çünkü üzerindeki borcu edaya niyet etmiştir. Burada aynı cinsten başka namazlar
da yoktur ki kaza olanın gününü tâyin lâzım gelsin. Binaenaleyh boynuna borç
olan namaza niyet etmesi kâfidir.
Nitekim
«Hılye»den naklen yukarıda geçti. İkincilerin sözü de mezhebimize uyar. Niçin
uyduğunu az yukarıda anlattık. Sonra bunun bizim mezhepde oruç hakkında açıkça
beyan edildiğini gördüm. Şöyle ki:
Esir bir kimse
ayı araştırmak suretiyle senelerce oruç tutsa da sonra her sene ramazandan önce
oruç tuttuğu anlaşılsa bazı ulemaya göre her senenin orucu önceki senenin orucu
yerine geçer. Bazılarına göre geçmez. «Bahır» sahibi diyor ki: «Muhit»te sahih
kabul edildiğine göre bir kimse ramazan orucuna mübhem (belirsiz) olarak niyet
etse kaza yerine geçer. İkinci sene nâmına izahlı olarak niyet ederse kaza
yerine geçmez. «Bahır» sahibi diyor ki: «Muhit»te sahih kabul edildiğine göre
vermiştir: Bir kimse Zeyd zannı ile imama uyar da Amır çıkarsa sahihtir. Fakat
Zeyd'e uyar da Amır çıkarsa sahih değildir. Çünkü birincide imama uymuştur.
Yalnız zannında hata etmiştir. İkincide Zeyd'e uymuştur. Zeyd olmadığı
anlaşılınca kimseye uymamış demektir.
Burada da
öyledir. Her senenin orucuna üzerindeki borcu ödemek için niyet ederse o niyet
birinci veya ikinci senelere değil, boynuna borç olan oruca taallûk eder.
Yalnız zannında hata etmiştir. Çünkü orucun ikinci seneye aid olduğunu
sanmışlardır. Binaenaleyh tuttuğu oruç zannettiğine değil, boynuna borç olan
oruç yerine geçer».
«Hâsılı boynuna
borç olan oruç için hususi sene kaydı koymaksızın niyet ederse geçen senenin
orucu yerine sahih olur. Velev ki sonra ki senenin orucu yerine geçecek
zannetsin. Bu izahatı ganimet bil!
METİN
Cenaze namazı
kılan kimse ALLAH Taâlâ için namaza niyet eder. Meyyit için duaya dahi niyetlenir.
Çünkü ona vâcip olan budur. Ve, «ALLAH için namaza meyyit için duaya niyet
ettim» der. Ölenin erkek mi kadın mı olduğunda şübhe ederse, «Niyet ettim
imamın namazını kıldırdığı kimsenin cenâze namazına uydum imama» der. «Eşbah»
sahibi inceleme yaparak ölenin erkek olduğuna niyet eder de kadın çıkarsa yahud
bunun aksi olursa câiz olmadığını, fakat ölenlerin sayısını tâyin zarar
etmediğini söylemiştir. Ancak ölenlerin çok olduğu anlaşılırsa tâyin
zararlıdır. Çünkü fazlası için niyet etmemiştir.
İZAH
Cenâze namazı
hakkında «Münye»de de buradaki gibi denilmiştir. «Hılye» sahibi diyor ki:
«Muhit-ı Radavî», «Tuhfe» ve «Bedâyî»de beyan edildiğine göre cuma namazına,
bayram namazına, cenaze namazına ve vitir namazına diye niyetlenmek lâzımdır.
Çünkü tâyin bununla olur. Musannıf'ın söylediği ise sabit bir söz değildir. Ama
bununla sadece meyyit için duaya niyet kâfi gelmediğine işaret etmiş de
olabilir. Zira cenaze namazında rükû, sücûd, kıraat ve teşehhüd yoktur. Buna
bakarak sadece duaya niyet kâfı gelmez, demek istemiş olabilir.
Ben derim ki: Bu
söz, «Câmiu'l-Fetevâ»nın ifadesinden daha açıktır. Onun ifadesine göre
Musannıf'ın söylediğini yapmak mutlaka lâzım olduğu gibi ölen erkek ise
namazına erkek diye niyetlenmek, kadın ise kadın diye, oğlan ise oğlan, kız ise
kız diye ayırarak niyet etmek mutlaka lâzımdır. Cenazenin erkek mı, kadın mı
olduğunu bilmeyen kimse. «Niyet ettim şu imamın, cenazesini kıldırdığı kimsenin
cenaze namazına» diyecektir. Düşünülmelidir!.
Az aşağıda
birinci kavili te'yid eden sözler gelecektir. Şu da var ki Halebî'nin
inceleyerek beyan ettiğine göre sebebi tâyin etmekte mutlaka lâzımdır. Sebep
bir veya fazla olan cenazedir. İki cenazenin birden namazını kılmak isterse
ikisine birden niyet eder. Yalnız birinin namazını kılmak isterse onu mutlaka
tayin etmesi gerekir.
Şârih'in
«Eşbah»dan naklen söyledikleri de bunu te'yid eder. «Çünkü ona vâcip olan
budur.» cümlesini Zeyleî böyle söylemiş «Bahır» ve «Nehir» sahipleri de ona
uymuşlardır. Bunun vechi İbni Hümâm'ın söylediği gibidir. O şöyle demiştir:
«Ulemanın sözlerinden anlaşılıyor ki cenaze namazının rükünleri dua, kıyâm ve
tekbirdir. Çünkü ulema cenaze namazının hakikati duadan ibarettir. Bu namazdan
maksad duadır demişlerdir».
«Netıf» nam
eserde bildirildiğine göre cenâze namazı Ebu Hanîfe ile eshabının kavillerine
göre hakikatte duadır. Namaz değildir. Çünkü onda kıraat, rükû ve sücûd yoktur.
Hakikatı dua olduğuna göre farz olması da içinde dua edildiğindendir. «Bahır»
sahibinin ve diğerlerinin tercih ettiği gibi biz de bu namazda dua rükûn
değildir dersek, «Çünkü ona vacip olan budur» cümlesindeki zamir duaya râcidir.
Dua rükündür dersek mesele meydandadır. Sair rükünler arasından bunu hassaten
zikretmesi bütün rükünlerden maksad dua olduğu içindir. Dua sünnettir dersek
duadan murad namazda okunan duanın kendisi değil, namazın mahiyyetidir. Çünkü
cenaze namazının hakikatinin dua olduğunu biliyorsun. Namaz kılan meyyit için
şefaatcıdır. O, bizzat bu namazla meyyite dua etmektedir. Velev ki duayı dili
ile söylemesin. Şu halde «Çünkü ona vacip olan budur.» cümlesi ile «Çünkü ona
vacip olan namazdır». denilmiş gibi olur. Burasını böyle halletmek icap eder.
Anla!
Halebî'nin
beyânına göre Şârih, «Allah için namaza, meyyit için duaya niyet ettim» der,
sözü ile kâmil niyeti beyan etmiştir.
Ben derim ki:
«Fetevây-ı Hindiye»nin Cenaze Bahsinde muzmerattan naklen şöyle denilmektedir:
«İmam ve cemaat niyet ederken, ALLAH'a ibadet için Kâbe'ye dönerek ve imama
uyarak şu farîzayı edaya niyet ettim derler. İmam kalbi ile cenaze namazını eda
ettiğini düşünse namaz sahih olur. Cemaat de uydum imama dese câizdir». Bu
izahtan anlaşılır ki cenaze namazına niyet için Musannıf'ın söylediği siga şart
değildir. Sadece kalbi ile cenaze namazını edaya niyet kâfidir. Nitekim
«Hılye»den naklen yukarıda arzettik. Cenazenin erkek mi, kadın mı olduğunu
tayine lüzum olmadığını da bildirdik. «Câmiu'l-Fetevâ»dan naklen yukarıda geçen
sözler buna muhaliftir.
Cenazeye erkek
diye niyet eder de kadın olduğu anlaşılırsa namaz câiz değildir. Çünkü cenaze
imam gibidir. Onu tâyinde yapılan hata imamın tâyininde yapılan hatâ gibidir.
H.
Yani kimin
namazını kılacağını tayin edince onun namazı boynuna borç olur. Velev ki
tâyinin aslı lâzım olmasın. Nitekim az yukarıda gördük.
«Tahtavî»den
«Bahır»dan naklen şöyle denilmiştir: «Cenazeyi filanca zannederek namaza
niyetlenir de başkası çıkarsa namaz sahihdir. Fakat filanın namazına diye
niyetlenir de başkası çıkarsa sahih değildir. Namaza adı filan olan şu cenazeye
diye niyetlenir de başkası çıkarsa câizdir. Çünkü şu diyerek işaretle cenazeyi
tarif etmiştir, İsmin yanlışlığına itibar yoktur». Bu izahata göre
meselemizdeki câiz olmama suretini işaret etmediği zaman diye kayıtlamak
gerekir. Teemmül et!.
Cenâze namazı
kılacak olan kimse cenazelerin sayısını tâyin ederse tâyin doğru olsun, yanlış
olsun hiçbir surette zarar etmez. Yalnız cenazelerin sayısı onun tâyin
ettiğinden daha fazla olursa zarar eder. Çünkü fazlası için niyet etmemiştir.
Buradaki «tayin zarar etmez» terkibinin sahih mânâsı budur. Anla!
«Ancak ölenlerin
çok olduğu anlaşılırsa tâyin zarar eder. Çünkü fazlası için niyet etmemiştir».
Bu söz tâyinde hata eden imam olduğuna göre açıktır. Fakat imama uyan kimse
tâyin yapar da yanılırsa, meselâ «İmamın namazlarını kıldığı şu on kişinin
namazlarına niyet ettim» der de ondan fazla oldukları meydana çıkarsa zarar
etmez. Hem câiz olmamak meselesi imamın meselâ «On kişinin cenâze namazlarına
niyet ettim» dediği surete mahsustur. İmam, «Şu on kişinin namazlarına niyet
ettim» der de sonra fazla oldukları anlaşılırsa câiz olacağında söz yoktur.
Çünkü işaret etmiştir. Bîrî, «Çünkü fazlası için niyet etmemiştir.» ifâdesi
üzerine, «O halde kaç sayı tâyin etti ise o kadarının namazı sahih olmak iktiza
eder» denilemez. Zira her sayı muayyenin üzerine ziyâde diye tavsif
edilebileceğine göre bütün sayılar bâtıldır demiştir». T.
METİN
İmam yalnız kendi
namazına niyet eder. Erkeklere imam olursa imama uymanın sahih olması için
uyanlara imam olmaya niyet etmek şart değildir. Yalnız birisi kendisine uyarken
sevaba nâil olmak için ona imam olmaya niyet etmesi şarttır. Daha önce şart
değildir. Nitekim bunu «Eşbah» sahibi incelemiştir. Binaenaleyh imam kimseye
imam olmayacağına yemin etse, imam olmaya niyet etmedikçe yemini bozulmaz.
Kadınlara imam olursa kadın bir erkeğe muvazi olarak cenazeden başka bir
namazda kendisine uyduğu takdirde imama uyması sahih olmak için ona imam olmaya
niyet etmesi lâzım gelir. Tâ ki iltizam etmeksizin mühâzat suretiyle fesad
lâzım gelmesin.
Kadın, erkeğin
hizâsında imama uymazsa meselesinde ihtilâf edilmiştir. Bazıları şart olduğunu
söylemiş birtakımları cenazede bil'icmâ cuma ve bayramda ise esah kavle göre
şart olmadığı gibi burada da şart değildir. demişlerdir. Bunu «Hulâsa» ve
«Eşbah» sahipleri söylemiştir. Bu kavle göre kadın hiçbir erkeğin hizâsında
durmazsa namazı tamamdır. Aksi takdirde namaz tamam değildir.
İZAH
İmam yalnız,
kendi namazına niyet eder. Çünkü kendi hakkında yalnız kılan gibidir. Bahır.
Yani yalnız kılan
hakkında yukarda geçtiği vecihle nasıl bir şey ziyade etmeden namaza niyet şart
ise bunda da öyledir. İmama uyan hakkında böyle değildir. Şu halde bu ifâdeden
maksat imamın cemaat gibi olduğunu vehmedip cemaat olana imama uymaya niyet
etmek nasıl şart ise, imamın da imam olmaya niyet etmesi şarttır. Çünkü her
ikisi bir namazda müşterektir, denilmemesidir. Fark şudur: İmama uyan kimseye
namazın bozulması imam tarafından lâzım gelir. Binaenaleyh ona imam olmayı
iltizam etmesi mutlaka lâzımdır. Nitekim kadınlara imam olmayı niyet etmesi de
bunun için şarttır. Nasıl ki az sonra gelecektir.
«İmam olmaya
niyet etmedikçe yemin bozulmaz ilh...» cümlesi hakkında «Bahır» sahibi şöyle
diyor: «Çünkü yeminin bozulmasının şartı imam olmayı kasdetmektir. Niyet
etmedikçe bu şart mevcut değildir». Lâkin «Eşbah» sahibi şunu söylemiştir:
«İmam kimseye imam olmayacağına yemin eder de biri kendisine uyarsa uyması
sahih olur. Acaba yemini bozulmuş olur mu? «Hâniye»de bildirildiğine göre
kazaen yemin bozulur; diyâneten bozulmaz (yani mahkemece yemin bozulur, ALLAH
ile kul arasında bozulmaz). Meğer ki namaza başlamazdan önce yeminine şâhid
getirmiş olsun! O zaman kazaen dahi yemini bozulmaz.
Keza bu adam cuma
namazında cemaate imam olursa namaz sahihdir. Kazaen yemim bozulur. Cenaze
namazında ve tilâvet secdesinde cemâate imam olursa yemini asla bozulmaz. Filan
kimseye imam olmayacağına yemin eder de bu adam müstesnâ olmak üzere cemaate
imam olursa o kimse cemaatle beraber kendisine uyduğu takdirde bilmese bile
yemini bozulur. Çünkü başkasına imam olunca istisna ettiği o şahsa da imam
olmuş demektir. Ancak yalnız erkeklere imam olmayı niyet eder de kadınlara
imamlığı niyet etmezse kadınların uyması câiz değildir. Nitekim «Netıf»de böyle
denilmiştir. şimdi birinci surette kazaen yemini nasıl bozulduğu kalır.
İmamlık yukarda
arzettiğimiz gibi niyetsiz de sahih olur! Onun için o kimsenin cuması da
sahihtir. Halbuki cumanın şartı cemaat bulunmaktır. Lâkin o kimseye iltizam
etmeden yemininin bozulması lâzım gelmediği için diyâneten ancak imamlığa niyet
ederse yemini bozulur. Ben böyle anladım. Sen Teemmül et!
Kadınlara imam
olurken cenaze namazından başka bir namaz diye kayıtlanması cenaze namazında
imam olursa kadınlara imam olmaya niyet etmesi bilittifak şart olmadığı
içindir. Bunu ileride anlatacaktır. Kadına imam olmaya niyet. namaza başlarken
yapılır. Namaza başladıktan sonra câiz değildir. Nitekim Musannıf bunu İmamlık
Babında söyleyecektir. Niyet ederken kadının orada bulunması bir rivayette
şart. bir rivayette şart değildir. «Bahır» sahibi bu ikinci kavli daha makul
görmüştür. «Ta ki iltizam etmeksizin muhazât suretiyle fesad lâzım gelmesin»
cümlesinin hâsılı şudur:
«İmam, kadına
imam olmayı niyet etmeden kadının ona uyması sahih olsaydı muhazât halinde
erkeğin namazının iltizam etmeksizin bozulması lâzım gelirdi. Bu ise câiz
değildir. İltizam etmesi ona imam olmayı niyet etmektir. Cenaze namazında
kadına imam olmak için niyet etmek bilittifak şart değildir. Çünkü bu namazda
erkekle kadının yan yana durması namazı bozmaz».
«Bu kavle göre»
yani kadının imama uyabilmesi için imamın ona imam olmaya niyet etmesi şart değildir,
diyen kavle göre kadının imama uyması sahihtir. Lâkin henüz ilerlememiş ve
gerek imam, gerekse cemaatten hiçbir erkeğin hizasında durmamış olması şarttır.
Bu takdirde imama uyarak namazı tamam olur. Aksi takdirde yani ilerler ve bir
erkeğin hizasında durursa imama uyması bozulur, namazı da tamam olmaz. Nitekim
«Hılye»de de böyle denilmiştir. Bu yalnız cuma ile bayram da şart değildir.
Anla!
METİN
Tercih edilen
kavle göre kıbleye karşı dönmeyi niyet etmek mutlak surette şart değildir.
Bazıları «Kâbe'nin binasını veya Makam-ı İbrahimi yahud mescidin mihrabını
niyet etse câiz olmaz.» demişlerse de bu söz mercûh (yani terk edilen) kavle
göredir. Nitekim imama uymanın sahih olması için imam tâyini de şart değildir.
İmam Zeyd'dir zannederek uyar da sonra Bekir olduğu meydana çıkarsa namaz
sahihdir. Ancak imamı ismen tayin eder de sonra başkasının imam olduğu
anlaşılırsa namaz sahih olmaz. Ama mihrap gibi bir yerde duran imamı Zeyd bilir
de sonra başkası çıkarsa yahud işaret eder, meselâ şu gence uymaya niyet ettim
der de o şahıs ihtiyar çıkarsa namaz sahih değildir. Aksini söylerse sahihtir.
Çünkü ilminden dolayı genç erkeğe de şeyh denir. (Şeyh kelimesi Arapçada hem
ihtiyar, hem hoca efendi mânâsında kullanılır. ilminden dolayı genç erkeğe de
şeyh denir. Sözünün mânâsı budur). «Müçtebâ»da şöyle deniliyor: «Bir kimse
kendi mezhebinden olmayan imamın arkasında namaz kılmaya niyet eder de sonra
imamın kendi mezhebinden olmadığı anlaşılırsa namazı câiz değildir».
FAİDE: Bize göre
itibar, verilen isme olduğu için Peygamber (s.a.v.)'in mescidinde kılınan
namazın sevabı onun zamanındaki namaza mahsus değildir. Bu bellenmelidir!
ÎZAH
Kıbleye karşı
dönmeyi niyet etmek mutlak surette şart değildir. Yani, yakında bulunup Kâbe'yi
görene de uzaklardakine de şart değildir. Çünkü Kâbe'nin bulunduğu tarafa
dönmek Kâbe'nin âynını niyet etmeden de mümkündür. Şart olan Kabe'nin bulunduğu
tarafa dönmektir. Sair şartlarda olduğu gibi bunda da niyet lâzım değildir.
Mercûh kavil şudur: «Kâbe'ye uzak veya yakın bulunan herkesin bizzat Kâbe'ye
isabet etmek şartiyle ona dönmeleri farzdır. Ama uzak olanlara bu imkân yalnız
niyette kaldığı için hüküm niyete intikal etmiştir».
Kabe'nin binâsına
dönmeyi niyet etmek câiz değildir. Çünkü Kabe' den murad binası değil,
arsasıdır. Mihrab da Kübe'nin alâmetidir. Makam-ı İbrâhim, Hazret-i İbrahim
aleyhisselamın Kâbe'yi bîna ederken üzerine bindiği taştır. Bu söz metinde de
beyan edildiği vecihle mercûh kavle göre söylenmiştir. Nitekim böyle olduğu
«Hılye»den naklen «Bahır»da da beyan edilmiştir. Ve açıktır. Çünkü Kabe'yi
niyet etmek şarttır, diyene göre bu niyet olmaksızın namaz câiz değildir.
Kabe'den başkasını niyet ederse namazın câiz olmayacağı evleviyette kalır.
Biliyorsun ki
Kâbe arsanın ismidir. Binâyı veya mihrabı veya Makam-ı İbrahim'i niyet eden
Kâbe'yi niyet etmemiş demektir. İşte mercûh yani, terk edilen kavil budur.
Tercih edilen makbul kavle göre ise Kâbe'yi niyet şart olmadığı için kıbleye
karşı dönmek tahakkuk ettikten sonra başkasına niyet etmek zarar etmez. Şart
olan kıblenin bulunduğu tarafa dönmektir. Lâkin bu söze İsmail Nablûsî itiraz
etmiş, bunun kabul edilmeyeceğini söylemiştir. Çünkü «Bedâyî»de, «Efdal olan
Kâbe'yi niyet etmemektir. Zira döndüğü cihetin Kâbe hizasına gelmemesi ihtimali
vardır. Böyle olursa namazı câiz değildir.» denilmiştir. «Bedâyî»nin bu
sözünden anlaşılan şudur:
Bir kimse niyet
ettiği tarafın aksine dönerse namazı câiz değildir. Lâkin Kâbe'nin binasını ve
emsalini niyet eden kimsenin namazı câiz olmayacağına bu sözde delâlet olmadığı
meydandadır. O, sadece böyle yapılmaması efdal olduğuna delâlet ediyor.
Binaenaleyh Şârih'in «Bahır» ve «Hılye»ye uyarak burada söyledikleri doğrudur.
Anla!..
Evet, «Münye»
şerhinde bildirildiğine göre kıbleye niyet şart değil ise de kıbleden dönmemeye
niyet şarttır. Bu izaha göre mesele mercûh kavle göre değil, tercih edilen
makbul kavle göre getirilmiştir. Bir kimse imam Zeyd'dir zannederek ona uyar da
sonra başkası olduğu anlaşılırsa namaz sahihdir. Çünkü o kimse mevcud imama
uymayı niyet etmiştir. İsmini başka zannetmesi zarar etmez. «Hılye»de, «İtibar
gördüğüne değil, niyet ettiğinedir.» denilmiştir.
Bu izahtan
anlaşıldığına göre imamın Zeyd olduğunu itikad etse de başkası çıksa hüküm yine
birdir. Çünkü gerek zan, gerek itikad suretiyle olsun o şahıs bu imama uymaya
niyet etmiştir. Anla!
Ancak imamı ismen
tayin eder yani, mevcud imama uymayı niyet etmez de ismini söylesin söylemesin
Zeyd'e uymayı niyet ederse, başkası çıktığı takdirde namaz sahih olmaz. Çünkü
«Münye»de şöyle denilmiştir: «Ancak Zeyd'e uymaya niyet ettim der yahud ona
uymaya niyet ederse o başka». Burada imamın Amır olduğu anlaşılınca imama
uyması sahih değildir. Çünkü itibar niyet ettiğinedir. O şahsın niyeti bu
imamdan başkasına uymaktı.
«Ancak hususî bir
sıfatla işaret eden meselâ şu gence uymaya niyet ettim der de o şahıs ihtiyar
çıkarsa namaz sahih değildir». Bu söze şöyle itiraz edilmiştir:
«Bu surette
işaretle isim bir araya gelmiştir. Binaenaleyh ismin lağv olması (hükümsüz
kalması) icap ederdi. Nasıl ki Zeyd olan şu imama uydum dese isim lağv olurdu».
Cevap şudur:
İsmi hükümsüz
bırakmak mutlak değildir. «Hidâye»nin Mehir Bâbında şöyle denilmiştir: «Kaide
şudur ki mehr-i müsemma (adı konmuş mehir) işaret edilenin cinsinden ise akd
işaret edilen üzerine olur. Çünkü adı konulan mehir zat itibariyle işaret
edilenin içindedir. Vasıf ona tâbidir. Ama işaret edilenin cinsinden değil ise
akd adı konulan mehre teallûk eder. Çünkü adı konulan mehir o işaret edilenin
mislidir. Ona tabi değildir. Tarifte isim söylemek daha yerindedir. Çünkü tarif
hakikatı bildirir. İşaret ise zatı bildirir. Görmez misin ki, bir kimse
yakuttur diye bir yüzük taşı satın alır da cam çıkarsa, akd olmuş sayılmaz.
Çünkü yakutla camın cinsleri muhteliftir. Ama kırmızı yakuttur diye satın alır
da yeşil yakut çıkarsa akd olmuş sayılır. Çünkü cinsi birdir».
«Hidâye»
şârihleri bu kaidenin nikâh, alışveriş, icâre ve diğer akidlerde müttefekun
aleyh olduğunu söylemişlerdir. Bundan sonra şunu da bil ki Zeyd ile Amır vasıf
ve müşehhasatta ayrı olsalar da zat itibariyle ikisi de birdir. Zira âlemde
nazar-ı itibara alınan zattır. Binaenaleyh imama uymak isteyen kimsenin, «Adı
Zeyd olan şu imama» diyerek niyetlendikten sonra işaret ettiği şahıs Amır
çıkarsa. ismini verdiği kimse ile işaret ettiği kimse başka başka kimseler olur
ve isim hükümsüz bırakılarak işaret muteber kalır. Çünkü her iki şahıs bir
cinsdendir. Ve o imama uymak sahihtir. Ama şeyh ve genç tâbirleri birtakım
vasıflardır ki onlarda zat değil. sıfatlar nazar-ı itibara alınır. Malumdur ki
ihtiyarlık sıfatı gençlik sıfatına aykırıdır. Böylece onlar iki cins olurlar.
Şu gence uymaya niyet ediyorum der de o şahıs ihtiyar çıkarsa uyması sahih
değildir. Çünkü onu hususî bir sıfatla vasıflandırmıştır.
İhtiyarlık çağına
varan kimse bu sıfatla vasıflanmaz. Burada işaret isme uymamıştır. Cinsi de
başka başkadır. Binaenaleyh işaret hükümsüz bırakılır. Genç ismi muteber olur
ve o kimse orada mevcud olmayan birine uymuş olur. Meselâ Zeyd'e uymuş da
başkası çıkmış gibi olur. Ama şu şeyhe der de sonra onun genç olduğu
anlaşılırsa namaz sahihdir. Çünkü şeyh kelimesi kullanılan dilde yaşça büyük
olanla kıymetçe büyük olan arasında ortaktır. Meselâ alim kıymetçe büyük
insandır. Bu ikinci mânâya bakarak gence şeyh demek doğru olur. Demek ki işaret
edilen şahısta birbirine muhalif olmayan iki sıfat bir araya gelmiştir.
Bunların birisi hükümsüz bırakılmaz ve o kimseye uymak sahih olur. Bunun
benzeri şudur:
Bir kimse «Şu
dişi köpek boştur; yahud şu eşek hürdür.» dese kadın boş düşer, köle de azâd
olur. Ulema bunu açıkça beyan etmişlerdir. Halbuki işaret edilen kadın ile köle
verilen isimlerin cinsinden değildir. Yani, ne kadın dişi köpektir, ne de köle
eşektir. Lâkin sövme makamında insana mecazen köpek ve eşek denilebildiği için
cinsde değişiklik olmamış, işaret de hükümsüz sayılmamıştır. Benim âcizâne
anladığım budur.
«Müctebâ»daki
meselenin izahı şudur: O kimse kendi mezhebinin imamına uymayı niyet etmiştir.
İmamın başka mezhebden olduğu anlaşılınca evvelce «Münye»den naklen
arzettiğimiz vecihle mevcud olmayan imama uymuş olur. Namazın câiz olmaması
bundandır. Buradaki fâideyi imama uyma meselesinden çıkaran Şeyhülislâm
Aynî'dir. Bunu Buharî şerhinde beyan etmiştir. Nitekim «Eşbah»da da mevcuttur.
Bu meselenin' aslı Peygamber (s.a.v.)'in sahih bir hadiste, «Benim şu
mescîdimde kılınan bir namaz başka mescidlerde kılınan bin namazdan daha
hayırlıdır. Yalnız Kâbe müstesnâ.» buyurmuş olmasıdır.
Malumdur ki,
Peygamberimizin mescidine ilâveler yapılmıştır. Ona evvelâ Hazret-i Ömer, sonra
Hazret-i Osman, sonra Velîd daha sonra da Mehdî ilâveler yapmışlardır. Bu
işaretle Peygamber (s.a.v.)'e izâfe edilen mescid kastedilmiştir. Şüphesiz ki
bugün mevcud olan mescidin bütününe Peygamber (s.a.v.)'in mescidi denir. Şu
halde bir şeye işaretle isim bir araya gelmiş ve isim hükümsüz bırakılmamıştır.
Binaenaleyh hadîsde zikredilen kat kat sevap mescide yapılan ilavelerde de
mevcuttur.
Îmam Nevevî
işâretle amel ederek bu sevabı peygamber (s.a.v.) zamanına tahsis etmiştir.
Gerçi, «Benim şu mescidim San'aya kadar uzatılsa yine benim mescidimdir.»
meâlinde bir hadîs var ise de mezkûr hadîsin torikleri pek zaif olduğundan
amellerin. fazileti bâbında onunla amel edilemez. Nitekim bunu Sehavî
«el-Makâsıdü'l-Hasene» adlı eserinde zikretmiştir. Bu hadîsin izahı şudur:
Rasulullah (s.a.v.) işaretini o gün mevcud olan arsaya mahsus olmak üzere
yapmıştır. Yapılan ilâveler onda dahil değildir. Dahil olmak için mutlaka bir
delil lâzımdır.
Ben derim ki:
Bunu şu da te'yid eder: Yeminler Bahsinde eve girmemeye Yemin Bâbında
«Bedâyî»den naklen geleceği vecihle bir kimse ben bu mescide girmem, diye yemin
eder de mescide bir hisse ziyade edildikten sonra girerse yemininden dönmüş
olmaz. Meğer ki filan oğullarının mescidi demiş ola. Mescid yerine hâne dese
hüküm yine böyledir. Çünkü yeminini izafet üzerine yapmıştır. İzafet yapılan
ilavelerde de mevcuddur. Buna şöyle cevap verilebilir:
Bahsettiğimiz
mesele ikincisi (yani izafet) kabilindendir. Hâdisin tariklerinden bazısında
ismi işaretin zikredilmemesi de bunu te'yid eder. İsmi işaretin zikredildiği
tariklerde ise işaret arsayı tahsisi için değil, Medine mescidinden başka
Rasûlüllah (s.a.v.)'e nisbet edilen sair mescidlerin de bu hadîsde dahil olduğu
tevehhüm edilmesin diyedir. Bu mescidlerin neler olduğunu Siyer sahibleri beyan
etmişlerdir. Allahu a'lem.
METİN
A L T I N C I S
I: Kıbleye karşı dönmektir. Bu yâ hakikaten ya hükmen olur. Dönmekten âciz olan
kimse hükmen kıbleye dönmüş gibidir. Kıbleye dönmenin şartı dönmek istemekten
ibâret değil, fiilen dönmektir. Bu imtihan için ziyâde edilmiş bir şarttır.
Âcizden sâkıt olur hatta Kâbe'nin kendisi için secde eden kâfirdir.
Mekke'de yaşayan
için Kâbe'nin aynına isabet şarttır. Medine'de yaşayan için de böyledir. Zira
Medine'nin kıblesi vahiy ile sabittir Kâbe'nin aynına isabet onu görene de
görmeyene de şâmildir. Lâkin «Bahır» nam eserde bu kavlin zaif olduğu
bildirilmiştir. Esah kavle göre bir kimse ile Kâbe arasında görülmeye mâni bir
şey bulunursa o kimse uzaktaki gibidir. Musannıf «Mineh»de bunu kabul etmiş,
«Mekke»de yaşayan için sözümden murad Kâbe'yi gören Mekkelidir.» demiştir. Mekkelilerden
başkası yani Kâbe'yi görmeyen için kıblenin bulunduğu tarafa isabet gerekir.
Öyle ki kıbleye dönen kimsenin yüzünün bir kısmı Kâbe'ye, yahud Kâbe'nin
üstündeki havaya doğru bakacaktır. Meselâ memleketlerden birinde hakikaten
kıbleye dönen bir kimsenin yüzünden başlayarak dik açı üzerinden ufuğa doğru
Kâbe'den ve Kâbe üzerinden gecen bir hat farz edilir. Başka bir hatta sağından
solundan onu iki dik acıya ayıracak şekilde kesecektir. Mineh.
İZAH
«Bu, imtihan için
ziyâde edilmiş bir şarttır». Yani maksad olan o değildir. Kendisine secde
edilen ALLAH Taâlâ'dır. T.
Yahud bu sözden
murad, bazan zaruret olmadan da bu şartın sâkıt olmasıdır. Nitekim şehir
dışında hayvan üzerinde namaz kılan kimseden sâkıttır. Bunun benzeri, zâid
rükünü izah ederken yukarda söylediğimiz kıraat meselesidir. Burada münâsip
olan Şârih'in «âcizden dûla» sâkıt olur.» diyeceğine «Bazen âcizsiz de sâkıt
olur.» demesi idi. Yoksa bütün şartlar böyledir (Yani acizden dolayı sâkıt
olurlar).
Kıbleye dönmeyi
ALLAH Taâlâ mükellef kulları imtihan için şart kılmıştır. Çünkü ALLAH Teâlâyı
cihetten münezzeh itikad eden bir mükellefin tabiatı namazda hususî bir tarafa
dönmemeyi iktiza eder:
İşte AIIah Taâlâ
itaat edecekler mi, etmeyecekler mi? diye denemek için kullarına tabiatları
iktizasının zıddını emir etmiştir. Nitekim «Bahır» da da böyle denilmiştir. H.
Ben derim ki: Bu,
ALLAH Teâlâ'nın melekleri Hazret-i Âdem'e secde etmekle denemesi gibidir.
Hazret-i Adem'i meleklerin secdesine kıble yapmıştır. Kıbleye dönmek ziyade bir
şart olduğu içindir ki, bizzat Kâbe için secde eden kâfir olur. Zira secde
ALLAH Taâlâ için yapılır. Kâbe'nin aynine isabet «Onu görene de görmeyene de
şâmildir». Yani Mekke'de olup da Kâbe'yi görenle arada duvar gibi bir mâniden
dolayı Kâbe'yi göremeyen kimseler için Kâbe'nin aynına isabet şarttır. O
suretle ki aradan mâni kaldırılmış olsa yüzü Kâbe'nin kendisine isâbet
etmelidir.
Musannıf
«Mineh»de Kâbe ile aralarında mâni bulunduğu için onu göremeyen Mekkeliyi
uzaktakiler gibi saymış ise de «Zadü'l-Fakîr» şerhinde, «Metinlerle şerhlerin
ve fetvâ kitaplarının mutlak ibâreleri gösteriyor ki tercih edilen kavle göre
arada mâni bulunup bulunmamasının farkı yoktur» demiştir.
«Öyle ki kıbleye
dönen bir kimsenin yüzünün bir kısmı Kâbe'ye yahud Kâbe'nin üstündeki havaya doğru
bakacaktır ilh...» şârihin buradaki izahatı maksadı anlaşılmayacak kadar
kısadır. Evvela bilmiş ol ki, hendese ulemasının ıstılâhına göre satıh uzunluğu
ve genişliği olup derinliği olmayan şeydir. Dik açı doğru bir çizginin iki
tarafında meydana gelen birbirine müsavî iki açının biridir. Açılar birbirine
müsavî değillerse küçük olana dar açı, büyüğüne geniş açı derler. Sonra malûmun
olsun ki, «Mi'rac» sahibi şeyhinden naklen şöyle demiştir:
«Kâbe tarafı
insan Yüzünü döndüğü vakit Kâbe'nin yahud havasının yüzüne geldiği taraftır. Bu
yâ tahkikî ya takribî olur. Tahkikînin mânâsı insanın yüzünden ufka doğru dik
açı üzerinde gittiği farzedilen ve Kâbe'nin yahud havasının üzerinden geçen
hattır.
Takribînin mânâsı
yüz tamamiyle dönmeyip bir kısmı Kâbe'ye veya Kâbe'nin üstündeki havaya dönük
kalmak şartiyle biraz Kâbe'den ayrılıp yana dönmektir. Bu, şöyle izah olunur:
Yakın bir Ben derim ki: Dürer'in ibaresindeki sağına ve soluna almanın mânâsı
budur. Gözünü aç! Kâbe'nin ciheti delille de bilinebilir. Köy ve kasabalarda bu
delil, sahabe ve tabiînin yaptıkları mihraplardır. Çöl ve denizlerde ise kutup
gibi yıldızlardır. Aksi halde bilene sorulur. Böyle bir kimse seslendiği vakit
işittirecek kadar uzakta olacaktır.
İZAH
Sağına soluna
almaktan murad Kâbe'nin aynından sağ ve sol taraflara intikal etmektir. Yoksa
Kâbe'den ayrılmak değildir. Lâkin ulemanın sözleri arasında Kâbe'den ayrılmanın
zarar vermeyeceğine delâlet eden cümleler vardır.
Kuhistanî'de,
«Tamamen karşısına dönmek ortadan kalkmayacak şekilde bir parça yanlamakta beis
yoktur. Yüzün bir kısmı Kâbe tarafına doğru kalırsa kâfidir.» denilmiştir.
Zadü'l-Fakîr şerhinde de şu ibare vardır: «Bazı mutemed kitaplarda Kâbe'nin
bulunduğu tarafa doğru dönmek hususunda birçok kaviller vardır. Bunların
doğruya en yakın olanı iki kavildir:
Birincisi yazın
en uzun günlerinde, kışın da en kısa günlerinde güneş batarken battığı yeri
tesbit ederek ikisinin arasını üçe ayırmaktır. Bu mesafenin üçte ikisini sağ
omuzu hizasına alınca kıble bulunmuş olur. Böyle yapmaz da, yaz ve kış için
güneşin battığı tesbit edilen iki yerin arasında durarak kılarsa câizdir.
Bundan dışarıya durursa bilittifak câiz değildir.» Bu izahat kısaltılarak
alınmıştır. Münyetü'l-Musallî'de Emâli'l-Fetâvâ'dan naklen şöyle deniliyor:
«Bizim memleketlerde yani Semerkand taraflarında kıblenin haddi güneşin yaz ve
kış battığı iki yerin ortasıdır (Yani kıbleyi bulmak isteyen sağ omuzunu o
tarafa vererek durunca Kâbe onun karşısına gelir.) Güneşin yaz ve kış battığı
noktalardan dışarda kalan bir tarafa doğru kılarsa namazı bozulur».
Metinde Namazın
Müfsidleri Bahsinde geleceği vecihle özürsüz olarak göğsünü kıbleden çevirmekle
namaz bozulur. Bundan anlaşılır ki, azıcık inhiraf etmek zarar vermez. Yüzün
bir kısmını Kâbe'ye yahud Kâbenin üzerindeki havaya karşı kaldığı hal bu
haldir. Yüzden, yahud yüzün bir tarafından çıktığı farzedilen hat, Kâbe'nin
veya havasının üzerinden doğru olarak geçmelidir. Bu hattın namaz kılanın
alnından çıkması şart değildir. Oradan da yüzün kenarlarından da çıksa câizdir.
Nitekim «Dürer» sahibinin sözü de buna delâlet eder! O bu makamda namaz kılanın
cebini tâbirini kullanmıştır. Cebin alnın iki tarafıdır. Fetih ve Bahırın,
«Namazı bozacak kadar kıbleden ayrılmak maşrıklardan mağriblere geçmekle olur.»
sözleri bizim izah ettiğimiz mânâya hamlolunur. Burada benim anladığım bundan
ibarettir. Allahu a'lem.
«Gözünü aç»
tâbiri anlattığımızın inceliğine ve itiraz için acele etmemek gerektiğine
işarettir. Bununla beraber şârih anlamamakla itham etmişlerdir. Anla!
Köy ve
kasabalarda Kâbe'nin delili sahabe ve tâbiînin yaptıkları mihrablardır.
Binaenaleyh o mihrablar dururken Kâbe'nin ne tarafta olduğunu araştırmak câiz
değildir. Zeyleî.
Bilakis bize
düşen onlara tâbi olmaktır. Hâniye.
Mutemed ve zekî
astronomi âliminin: Bu mihrablarda inhiraf vardır. sözüne itimad edilemez.
Şâfi'ler bütün bunlarda bize muhalîftir. Nitekim «Fetevâyı Hayriyye» sahibi
bunu izah etmiştir. Binaenaleyh «Dımaşk'taki Emevî camiînin kıblesi ile onun
kıblesine göre yapılan ekseri mescidlerinin kıblelerinde biraz yamukluk vardır.
Dımaşk'ta kıblesi en doğru olan mescid Hanbelîlerin dağ eteğindeki camiîdir
gibi sözlere sakın kulak asma! Zira şübhe yoktur ki Dımaşk'taki Emevî camiînin
kıblesini eshab-ı kiram orasını feth edelidenberi gerek sahabeden gerekse
onlardan sonra gelenlerden içinde namaz kılanlar, hata edip etmediğini
bilmediğimiz bir astronomi âliminden daha iyi bilirler ve onlar daha
mutemeddirler. Hatta onların bu hâli astronomi bilgininin hataya düştüğünü
tercih ettirir. Bütün hayır, selefe tâbi olmaktadır.
Kutup yıldızı ile
kıbleyi tâyin etmek en kuvvetli bir delildir. Kutupyıldızı, küçükayı denilen
takım yıldızların en ucunda bulunan tek yıldızdır. Daima kuzeyde gözükür sabit
bir yıldızdır. Kûfe'de, Bağdad'ta ve Hemedan'da bulunan bir kimse ayakta durur
ve bu yıldızı sağ kulağının arkasına alırsa tam kıbleye karşı durmuş olur.
Mısır'da olan bir kimse onu sol omuzu ile boynu arasına, Irak'daki sağ omuzuna,
Yemen' deki sol tarafına gelmek şartiyle önüne, Şam'daki arkasına alır. Bahır.
İbni Hacer'in
beyanına göre bazıları, «Dımaşk'ta ve ona yakın yerlerde bulunan kimse biraz
doğuya döner» demişlerdir. Şârihler kıble için başka alâmetler de
söylemişlerdir. Ki ekserisi kendi memleketlerinin semtine göredir. Bunlardan
biri «Zadü'l-Fakîr» şerhi ile «Münye»den naklettiğimizdir. Bu alâmet
Semerkantlılarla o semtte yaşayanların kıblesidir.
«Fettal»
hâşiyesinde beyan edildiğine göre Bercendî şöyle demiştir: «Şübhesiz ki kıble
beldelere göre değişir. Ulemanın söyledikleri muayyen bir beldeye göre
doğrudur. Kıble işi ancak hesap ve hendese kaidelerine göre tahakkuk eder.
Meselâ Mekke'nin ekvatordan ve batı taraftan ne kadar uzakta olduğu bilinecek,
farzedilen yerin uzaklığı aynı şekilde bilindikten sonra bu kaidelerle
ölçülerek kıble semti tahakkuk edecektir».
Lâkin Kuhistânî
şöyle demiştir: «Bazıları kıble tâyinini birtakım fizik bilgilerine istinâd
ettirmişlerdir. Ancak allâme Buhârî «Keşif» nâmındaki eserinde bizim ulemamız
buna itibar etmemişlerdir demektedir.
«Nehir» adlı
kitapta bildirildiğine göre yıldızların delâleti bazı ulemaya göre muteber,
bazılarına göre muteber değildir. «Nehir» sahibi «Metinlerin mutlak ifadesi
buna hamledilir.» demiştir.
Ben derim ki:
Metinlerde yıldızların itibar edilmediğini gösteren bir şey görmedim. Bize
kıbleyi tâyine vasıta olan yıldızları öğrenmek düşer.
Taâlâ Hazretleri,
«Yıldızlan da onlarla yol bulasınız diye halk ettik.» buyurmuştur. Şu da var ki
bütün dünya camilerinin hatta Minâ'nın mihrapları araştırma ile kurulmuştur.
Nitekim «Bahır»da nakledilmiştir. Şüphesiz ki en kuvvetli delil yıldızlardır.
Anlaşıldığına göre yıldızların itibara alınmaması hususundaki hilâf ancak eski
mihraplar bulunan yerlerdedir. Zira yukarda arzettiğimiz gibi onlar varken
araştırma yapmak câiz değildir. Tâ ki selef-i salihini ve Müslümanların cumhurunu
hataya nisbet lâzım gelmesin. Kırda, çölde olursa iş değişir. Oralarda
yıldızlarla emsalini nazarı itibara almak vacip olsa gerektir. Çünkü gerek
ulemamız, gerekse başkaları yıldızların muteber alâmet olduklarını
açıklamışlardır. Binaenaleyh namaz vakitleri ile kıble hususunda mutemed
ulemanın söylediklerine ve bu hususta icad ettikleri irtifa tahtası, usturlap
gibi âletlere itimad gerekir. Zira bu âletler her ne kadar yüzde yüz ilim ifâde
etmeseler de onlardan anlayanlara galebe-i zan ifâde ederler. Bu hususta
galebe-i zan da kâfidir. Buna, «Ulemamız ramazan ayının girmesi hakkında
astronomi âlimlerinin sözlerine itimad edilmeyeceğini açıkça söylemişlerdir.»
diye itiraz edilemez. Çünkü bu sözün esası orucun farzıyeti, «Hilâli görürseniz
oruç tutun!» hadîs-i şerifi ile hilâlin görülmesine bağlanmıştır. Hilâlın
doğması görülmesine bağlı değil, astronomi kaidelerine göredir. Bu kaideler
haddi zatında doğru da olsalar ay filan gece doğar da bazen görülür, bazen
görülmeyebilir. Şârih Taâlâ Hazretleri orucun farz olmasını, ayın doğmasına
değil. görülmesine bağlamıştır. Benim anladığım budur. Allahu a'lem.
«Aksi halde
bilene sorulur». Yani o yerde eski mihraplar yoksa oralılardan şâhidliği kabul
edilecek kıbleyi bilen birine sorar. Soracağı kimse seslendiği vakit işitecek
kadar yakında olacaktır. Kıbleyi bilmeyen kimseye sormakta bir faide yoktur.
Şahidliği kabul edilmeyen kâfir ve fâsık ve çocuk gibi kimselere sorulmaması
diyanete aid hususatta doğru söylediğine kalbi kanaat etmedikçe haberine itimad
olunmadığı içindir. Kıble hususunda âdil bir kimsenin sözü kabul edilir.
Nitekim «Nihâye»de de böyle denilmiştir. Ama sorulan şahıs oralı değilse kendi
reyine göre haber verir. Binaenaleyh ona da itimad edilmez. O yer ahalisinden
kimse bulunmazsa namaz kılacak kimse kıbleyi araştırır. Aşağıda görüleceği
vecihle kapı kapı gezerek soruşturması vacip değildir. Oralı diye
kayıtlanmasına bakılırsa soruşturmanın vacip olması şehre mahsustur. Kırda,
çölde vacip değildir. «Bedayî»nin ifâdesi buna muhaliftir. Orada şöyle deniliyor:
«Şüphe etmek
suretiyle kıbleyi tâyinden âciz kalır. Yani karanlık bir gecede çölde bulunur
da kıbleyi gösteren alâmetleri de bilemezse yanında soracak bir kimse bulunduğu
takdirde araştırması câiz değildir. Bilakis sorması icap eder. Zira
söylediğimiz vecihle sormak. araştırmaktan daha kuvvetlidir.»
«Zahîre»de çölde
kıbleyi haber veren kimsenin bilir bir kimse olması şart koşulmuştur.
Fakîh Ebu
Bekir'den de şunu nakletmiştir: Ebu Bekir'e kırda çölde olan kimse kıbleyi
sorar da iki adam kıblenin şu tarafta olduğunu haber verir. Kendi araştırması
neticesi kalbi başka tarafa yatarsa ne bu? yürürsün? diye sorulmuş da, «O iki
kişinin kıbleyi bildiklerine kanaat getirirse mutlaka onların kavli ile amel
eder. Kanaat getirmezse amel etmez.» demiştir.
«Hâniye» ve
«Tecnis» sahipleri o iki kişinin o yer halkından olmalarını şart koşmuşlardır.
«Tecnis»de şöyle denilmiştir: « O yer halkından olmazlar da soran gibi onlar da
yolcu bulunurlarsa sözlerine kulak asmaz. Çünkü kendi reylerini söylerler. Kişi
başkasının reyi ile kendi reyini bırakamaz». Anlaşılıyor ki, iki kişinin o yer
halkından olmalarının şart koşulmasından murad, kıbleyi bilir olmalarıdır.
Çünkü sözümüz kır ve çöl hakkındadır. Bu yerlerin ahalisi yoktur. Meğer ki
çadırda yaşayanlar kastedilmiş ola. Bu takdirde o iki kişi çadır halkından
olabilir. Bir yerin halkından olan kimse oraya aid hususatı başkasından daha
çok bilir. Binaenaleyh bu söz yukarıda «Zahîre»den naklettiğimiz bilir olmak
şartına aykırı değildir. Hatta o iki kişi o yer halkından olurlar da kıble
hakkında bilgileri bulunmazsa, sözlerine kulak verilmez. Hükme sebep, ancak
bilgidir. Bazen o iki kişi soran gibi yolcu olurlar. Ama çok başlarına geldiği
için o yerde kıbleyi tayin hususunda bilgileri, yahud araştırmadan daha üstün
bir tayin usulleri vardır.
Sonra şunu da bil
ki, yukarıda «Bedâyi»den naklettiğimiz «karanlık gecede ilh...» meselesi kırda
yıldızlarla istidlâl etmenin soruşturmadan üstün olmasını iktiza eder.
Soruşturma da araştırmadan üstündür. Binaenaleyh hulâsa şöyle olur: Şehirde
kıbleye istidlâl, ancak eski mihraplarla olur. Mihraplar yoksa o yer halkına
sorulur. Kırda ise yıldızlarla istidlâl edilir. Havanın bulutlu olması yahud
yıldızları bilmemek sebebiyle bu mümkün olmazsa bilene sorulur. Bileni de
bulunmazsa araştırılır. Kezâ birine sorar da söylemezse araştırır, hatta
kıbleyi araştırarak namazı kıldıktan sonra haber verirse, namazını tekrarlamaz.
«Münye»de de böyle denilmiştir. Aynı eserde bildirildiğine göre sormaz da
araştırarak kılarsa isabet ettiği takdirde câiz, isabet etmezse câiz değildir.
Âmâ' nın hükmü de böyledir. Araştırma meseleleri ileride gelecektir. «Bahır»
sâhibi «Zahîriye»nin sözünü tercih etmiştir. «Zahîriye»de şöyle denilmektedir:
«Bir kimse hava
açık olduğu halde çölde kıbleyi araştırarak namaz kılar; ancak yıldızları
bilmezse, hata ettiği anlaşıldığı takdirde namazı câiz değildir. Çünkü güneş,
ay ve emsali açık delilleri bilmemek hususunda kimse mazur sayılamaz. Ama
astronomi ilminin inceliklerini. sabit yıldızların şekillerini bilmezse mazur
olur».
METİN
Kıble'de muteber
olan bina değil arsadır. Arsa yedi kat yerden Arş-ı âlâya kadardır. Hastalık,
malın zâyi olacağından korku gibi bir sebepten dolayı dönmekten âciz olan
kimsenin kıblesi muktedir olduğu cihettir. İmam A'zam'a göre hastayı kıbleye
döndürecek kimse bulunsa bile yine âciz sayılır. Namazın rükünleri kendisinden
sâkıt olan kimse de böyledir. Âciz kimse düşman görecek korkusu ile namazı
yatarak imâ ile kılsa bile o namazı tekrarlamaz. Çünkü taat takata göredir.
İZAH
«Kıble'de muteber
olan binâ değil arsadır». Yani Kâbe'nin arsasına yahud arsanın bulunduğu cihete
dönmek icap eder.
Lügatta arsa:
Binaların arasında bulunan binasız geniş yerdir. Burada ondan maksad Kâbe-i
şerifin bulunduğu sahadır. Kâbe'nin binası muteber değildir. Onun için bina başka
yerde nakledilse ona dönerek namaz kılmak câiz değildir. Namaz, Kâbe'nin yerine
dönerek kılınır. Farz olan budur. Nitekim Camiu's-Sağîr'den naklen «Fetevâyı
Sofîye»de de böyle denilmiştir.
«Bahır» nam
eserde «Iddetü'l-Fetevâ»dan naklen şu izahat verilmiştir:
«Kâbe keramet
sahiplerinin ziyareti için yerinden kaldırılırsa o halde yerine doğru namaz
kılmak câizdir».
«Müctebâ»da beyan
edildiğine göre Kâbe'nin binası Abdullah İbni Zübeyr zamanında Hazret-i
İbrahim'in temelleri üzerine yenilenmiştir. Haccac zamanında ise ilk şekli
üzere bina edilmek için halk namaz kılarken yıktırılmıştır.
Fettal, «Bahır»ın
naklettiği ibâre «Fetevây-ı Attabiye»den naklen «Tatarhâniyye»de de mevcuttur.
Hayreddin-i Remlî
diyor ki: «Bu hikâye evliyanın kerameti hakkında açıktır. Bununla imamımıza
kerâmet yoktur sözünü nisbet eden kimseye red cevabı verilir. Bu hususta sözün
tamamı nesebin sübûtu babında gelecektir.
Kıblenin yedi kat
yerden Arş-ı âlâya kadar olduğunu «Fetevây-ı Sofiye» sahibi Hucendi'ye nisbet
ederek açıklamış, sonra şunları söylemiştir: «Bir kimse yüksek dağların
tepesinde ve derin kuyuların dibinde namaz kılsa caiz olur. Fettal.
Arsa değil de
bina muteber bu caiz olamazdı. Binaenaleyh tefrih sahihtir.
İmam A'zam'a göre
«Hastayı kıbleye döndürecek kimse bulunsa bile yine âciz sayılır». Ona göre
başkasının kudretiyle muktedir olan kimse âcizdir. Zira kul, başkasının
kudretiyle değil, kendi kudretiyle mükellef olur. İmameyn buna muhaliftir.
Onlara göre hastayı kıbleye çevirecek kimse bulunursa dönmesi lâzım gelir.
«Münye», «Mineh», «Dürer» ve «Fetih» sahipleri hilâf zikretmeksizin İmameyn
kavline cezm etmişlerdir. Bu mesele abdest almaktan âciz olup da aldıracak
kimse bulan meselesine muhaliftir. Zira o kimsenin abdest alması lâzımdır.
Zâhir mezhebe göre teyemmüm etmesi bilittifak câiz değildir. Bazıları bunda da
hilâf olduğunu söylemişlerdir. Farkı Teyemmüm Bâbında görmüştük. Oraya müracaat
et. Âcizin malı var da geçer ücretle hizmet edecek bir çırak bulursa tutması
İmameyn'e göre lâzım mıdır değil midir? İmameyn teyemmümde lâzım olduğunu
söylemişlerdir. Bundan bahseden kimse görmedim. Ama lâzım olması gerekir. Sonra
bu meseleyi İsmail Nablusî'nin şerhinde Ravza'dan nakledildiğini gördüm. Ama
ücreti yarım dirhemden az diye kayıtlamış. Yarım dirhem veya daha fazla isterse
vermesi lâzım gelmez diyor. Anlâşılıyor ki, bundan murad geçer yevmiyedir.
Nitekim Teyemmüm Bahsînde ulemanın bunu böyle izah ettiklerini görmüştük.
Namaz kılan kimse
kıbleye dönerse malının çalınmakla veya başka bir sebeple zayi olacağından korkarsa
âciz sayılır. Malın kendisinin veya başkasının olmasıyle az veya çok olması
hükmen müsavidir. T.
Şârih bunu
kimseye nisbet etmemiştir. Araştırılmalıdır. Evet Namazı Bozan Şeyler Babında
geleceği vecihle kendinin olsun başkasının olsun bir dirhem kıymetinde bir
malın elden gitmesi korkusu ile namazı yarıda bırakmak câizdir. «Namazın
rükünleri kendisinden sakıt olan kimse de böyledir». Yani onun kıblesi de
muktedir olduğu taraftır.
«Bahır» sahibi
diyor ki: «Özür gemide bir tahta üzerinde olup yanıldığı zaman boğulacağından
korkan kimse ile çamurda olup kuru yer bulamayan kimseye, huysuz hayvan
üzerinde olup inmiş olsa yardımcısız binemeyecek kimseye ve keza fazla ihtiyar
olup yardımcısız hayvana binemeyen ve yardımcı da bulamayan kimselere şâmildir.
Böyle bir kimseye nasıl farz namaz bile hayvan üzerinde câiz ve rükünler
kendisinden sakıt olursa imkân bulamadığı vakit kıbleye dönmek de öylece
sâkıttır. Kudret bulduğu zaman namazı iadesi lâzım gelmez». Bunların hepsinde
kıbleye dönme imkânı bulunmamak şarttır. Hayvan üzerinde namaz kılarken imkânı
varsa hayvanı durdurmak şarttır. İmkanı yoksa meselâ kafilenin gitmesi ve
kendinin onlardan geri kalması gibi bir zarardan korkarsa durdurması lâzım
gelmediği gibi kıbleye dönmesi de icap etmez. Nitekim «Hulâsa»da da böyle
denilmiştir. Bu meseleyi «el-Münyetü'l-Kâbîr» şerhi ile «Hılye» izah
etmişlerdir. «Hılye»de çamurdan dolayı hayvan üzerinde namaz meselesi «inmekten
âciz ise» diye kayıtlanmıştır. İnmeye muktedir ise inerek namazı imâ ile ayakta
kılacaktır. Oturmaya imkân bulur da secdeye imkân bulamazsa oturarak imâ eder.
Yer ıslak olur fakat yüzü çamura batmazsa yerde namaz kılar ve secde yapar.
Hayvan üzerinde namaz hususunda sözün tamamı inşallah Vitir ve Nafileler
Babında gelecektir.
Âciz kimse hangi
tarafa imkân bulursa o tarafa dönerek kılar. Velev ki yanarak imkan bulsun.
Zeyleî diyor ki:
«Âciz hususunda düşman, yırtıcı hayvan ve hırsız korkusu müsavidir. Hatta
kıbleye döndüğü takdirde görüleceğinden korkarsa muktedir olduğu herhangi bir
tarafa dönmesi câizdir. Oturarak kıldığı takdirde düşmanın görmesinden korkarsa
yatarak ima ile kılar. Hayvan üzerinde düşmandan kaçan kimse dahi namazını
hayvan üzerinde kılar». Bir daha o namazı kaza da etmez. Çünkü bu özürler
Allah' dandır. Hatta düşman korkusu da öyledir. Zira korku bir kimsenin fiili
ile olmamıştır. Ama bağlı bir kimse oturarak namaz kılarsa iş değişir.
Tarafeyne göre o namazını kaza edecektir. İmam Ebu Yûsuf'a göre kaza etmez.
Nitekim «Münye» şerhinde izah edilmiştir. Bu meselenin tahkiki Teyemmüm
Bahsinde geçmişti. Burada da tekrarlanması gerekir. Çünkü oturarak namaz
kılması ile kıbleden başka tarafa dönerek kılması arasında fark yoktur.
Bağlamak kul tarafından gelme bir özürdür. Zira kulun teşebbüsüyle olmuştur.
Teemmül et!
METÎN
Kıbleyi bilmekten
âciz kalan kimse yukarıda geçen vasıtalarla onu araştırır. Araştırmak, maksada
nâil olmak için güç sarf etmektir. Hata ettiği anlaşılırsa namazı tekrarlamaz.
Sebebi yukarıda geçti. Hatasını namaz.da anlar yahud reyi değişirse velev ki
secde-i sehiv halinde değişsin dönerek namazına devam eder. Hatta namazın her
rekâtını bu suretle bir taraf doğru kılsa câizdir. Velev ki Mekke'de veya
karanlık bir mescidde bulunsun. Kapı kapı dolaşmak ve duvarları yoklamak lâzım
gelmez. Kıble'de yanılan kimse âmâ olur da bir adam onu düzeltir ve ona uymazsa
âmâ namazına devam eder.
İZAH
Yukarıda gecen
vasıtalardan murad eski mihraplar ve yıldızlarla istidlâl etmek ve kıbleyi
bilen bir kimseye sormaktır. Bundan anlaşılır ki bu üç şeyden biri mümkünse
kıblede araştırma yapmaz. Hatta yanında bir soracak bulunur da ona sormadan
araştırma yaparsa kıbleye isabet etmezse namaz câiz değildir. Çünkü araştırma
suretiyle bulunan kıble, hiçbir delil olmaksızın sırf kalbin şahidliğine
istinad eder. Belde ahalisi ise işaretlere istinâd eden kıble cihetini
yıldızlarla ve diğer alâmetlerle bilirler. Binaenaleyh onların haber vermesi
araştırmadan üstündür. Kezâ bir beldede eskiden yapılmış mihraplar varsa yahud
kıbleyi araştıran çölde bulunurda gökyüzü bulutsuz olursa, yıldızlarla istidlâli
bildiği takdirde araştırma yapması câiz değildir. Çünkü bunlar araştırmadan
daha kuvvetlidir. Meselenin tamamı «Hılye» ve diğer kitaplardadır. Bu izahattan
anlaşıldığına göre yukarıda zikredilen delilleri bulamayan kimseye kıbleyi
araştırmak düşer. Kendisi gibi seni taklid etmez. Zira müctehidin müctehidi
taklid etmesi câiz değildir. Araba araştırma ile bir neticeye varamazsa
başkasını taklid edebilir mi? Bunu bir yerde göremedim. «Sebebi yukarıda
geçti.» Yani tâat, tâkata göredir. Reyin değişmesi, kıblenin başka tarafta
olduğuna kalbinin kanaat getirmesidir. Bu ikinci içtihadın daha ziyade tercihe
şayan olması gerektir. Zira zarf içtihad yok hükmündedir. Müsavi içtihadda
öyledir. Teemmül et!
Hatasını namazda
anlayan bir kimse kıble tarafına dönerek namazına devam eder. Çünkü rivayete
göre Kubalılar sabah namazında Beyt-i Makdis'e doğru dönmüşlerdir. Kıblenin
değiştiğini haber alınca Kâbe tarafına döndüler. Peygamber (s.a.v.) de bu
yaptıklarını kabul buyurdu.
Namazda reyi
değişen bir kimse aklının kestiği tarafa doğru namaza devam edecektir. Çünkü
yeni ictihad evvelkinin hükmünü nesh edemez. Bunu «Münye» şârihi beyan
etmiştir. Reyi değişince derhal dönmesi icap eder. Hatta bir rükün edâ edecek
kadar durursa namazı bozulur. «Mekke»de bile olsa» ifâdesinden murad Mekke'de
kapalı olsa da yanında soracak bir kimse bulunmadığı için kıbleyi araştırmak
suretiyle namaz kılsa sonra hatâ ettiği anlaşıldığı takdirde namazı câizdir
demektir. Bahır.
En güzel ifâde
budur. «Hâniye» sahibi bu kadarcığı ile yetinmiştir. «Kapı kapı dolaşmak ve
duvarları yoklamak lâzım gelmez».
«Hulâsa» nâm
eserde şöyle deniliyor: «Mescid şehirde olduğu halde içinde cemaat yoksa gece
de karanlık ise İmam Nesefî «Fetevasında namaz câizdir demiştir». «Kâfi»de de
şu satırlar vardır: «Cemâatı evlerinden çıkarmaz. Kemâl İbni Hümâm, «En güzeli
mescidin muhîm kimselerden müteşekkil cemâatı olduğunu bilir, ancak kendisi
mescide girerken orada değiller de yanındaki köyde iseler, kıbleyi
araştırmazdan önce onları arayıp sorması icap eder. Çünkü araştırmak, başka
suretle kıbleyi bilmeye imkân bulamamaya bağlanmıştır, demiştir». Bu sözle az
yukarıda «Kâfi» ve «Hulâsa»dan nakledilen arasında aykırılık yoktur. Çünkü
maksad hânelerin içinde bulunmadıkları zaman aramaktır.
Karanlık, yağmur
ve benzeri güçlüklere katlanarak aramaları lâzım değildir. «Münye» şerhi,
duvarları yoklamak da lâzım değildir. Çünkü duvar nakışlı ise mihrabı
başkasından ayıramaz. Çok defa duvarda zehirli haşarat bulunabilir. Buna binaen
araştırmak câiz olmuştur. Bunu «Hâniye»den naklen «Bahır» sahibi söylemiştir.
Ama bu ancak bazı mescidlere mahsustur. Ekseri mescidlerde ise karanlıkta hiç
bir eziyet görmeksizin mihrabı başkalarından ayırmak mümkündür. Binaenaleyh
araştırma câiz değildir. Bunu «Miftah»tan naklen İsmail Nablusî söylemiştir.
Âmâ meselesinde
«Münye» şârihi şöyle demiştir: «Âmâ bir kimse namazın bir rekâtını kıbleden
başka tarafa doğru kıldıktan sonra bin gelerek onu kıbleye doğrultsa ve
kendisine uysa bakılır. Âmâ namaza başlarken soracak bir kimse bulmuş da
sormadan niyetlenmişse ikisinin namazı da câiz değildir. Sormuşsa âmânın namazı
câiz, cemaat olan kimsenin ise câiz değildir. Çünkü ona göre imam namazını
fâsid üzerine bina etmiştir. Bu fâsid birinci rekâttır». «Feyz» ile «Sirac»da
da buna benzer izahat vardır ki, şunu ifâde eder: Âmâ soracak kimse bulamazsa
mihrâbı yoklaması lâzım gelmez. Sormak imkânı varken kimseye sormadan namaza
durur da kıbleye isabet ederse namazı câizdir. İsabet etmezse câiz değildir.
Nitekim bunu «Münye»den naklen arzetmiştik.
METİN
Kıbleyi araştırarak
namaza duran ve namaz içinde kıbleye dönen kimseye başkası uymamışsa o kimse
namazına devam eder. Kıbleyi araştırmayan bir kimseye araştırana uyarsa imam
kıblede hata ettiği takdirde uyması câiz değildir. İmam selâm verir de mesbûk
ve lahik kimselerin kıble hakkındaki yeri değişirse mesbûk olan kıble tarafına
döner, lâhik ise namazını yeniden kılar. Kıbleyi araştıran kimsenin hiç bir
tarafa gönlü yatmazsa ihtiyaten her tarafa doğru birer defa namazını kılar.
Bir kimsenin reyi
kıblenin ilk tahmin ettiği tarafta olduğuna değişirse o tarafa döner. İlk
kıldığı tarafta bir secde unuttuğunu hatırlarsa namazını yeniden kılar.
İZAH
Bir kimse kıbleyi
araştırarak namaza durur da sonra hatasını anlayarak namaz içinde kıbleye
dönerse onun bu halini bilen bir kimse kendisine uyamaz. İbâre «Hazâin»de
şöyledir: «Meselâ bir kimse kıbleyi araştırarak namaza durur da sonra hata
ettiğini anlayarak kıbleye dönerse onun halini bilen başkası kendisine uyamaz».
Yani imamın namazın başında hata ettiğini bildiği için ona uyamaz. Bahır.
Bundan şu
anlaşılır ki, bu adam kıble zannettiği tarafa da araştırarak dönse diğeri de
araştırmış olmak şartiyle ona uyabilir. Ve illa mesele bundan sonra gelen
meselenin aynı olur. Teemmül et!
Kıbleyi
araştırmadan araştırana uymak imamın hata ettiği anlaşılırsa câiz değildir.
Çünkü kıble araştırılmadan kılınan namazda şüphe edildiği vakit ancak kıbleye
isabet şartiyle namaz câiz olur. Nitekim yukarı da geçtiği gibi aşağıda da
gelecektir. Ama imamın namazı sahihdir. Çünkü o kıbleyi araştırarak namaza
durmuştur. İmam kıbleye isabet ederse her ikisinin namazı câizdir. Nitekim
«Münye» şerhinde de böyle denilmiştir.
İmam selâm
verdikten sonra mesbûkun reyi değişirse kalbinin yattığı tarafa dönerek
namazını tamamlar. Çünkü o kaza ettiği rekatlar hakkında yalnız kılan
hükmündedir. Fakat lâhık böyle değildir. O kaza ettiği cüzler hakkında da imama
uymuş sayılır. İmama uyan bir kimse imamın kıbleden başka tarafa doğru
yöneldiğim anlasa imamın namazını düzeltemez. Çünkü olduğu yerde dönse kasden Kâbe
ciheti hususunda imamına muhâlefet etmiş olur. Bu ise namazı bozar. Dönmese
kendi reyine göre namazını kıbleden başka tarafa doğru tamamlamış olur. Bu da
namazı bozar. Lâhık da böyledir. «Onun için lâhık namazını yeniden kılacaktır».
Burasını «Münye» şerhi kaydetmiştir.
Şimdi hem lâhik
hem mesbûk olan kimsenin hükmü kalır. «Lâhik, imama uyduktan sonra bir özürden
dolayı namazının bir kısmını kılamayıp imam selâmını verdikten sonra tamamlayan
kimsedir. Mesbûk ise namazın bir kısmında imama erişemeyendir». Hem lâhik, hem
mesbûk olan kimse evvelâ imama yetişdiğini sonra yetişemediğini kaza ederse
yetiştiğini kaza ederken kıble hakkındaki, reyi değiştiği takdirde namazını
yeniden kılar. İmama yetişemediğini kaza ederken reyi değişirse olduğu yerde
dönerek namazını tamamlar. Ama evvela imama yetişemediğini sonra imama
yetiştiğini kaza ederse, imama yetiştiğini kaza ederken reyi değiştiği takdirde
namazını yeniden kılar. İmama yetişmediğini kaza ederken reyi değişirse bu hal
imama yetiştiklerini kazaya varıncaya kadar devam ettiği takdirde namazını
yeniden kılar. Bu cihetler aşikârdır. Fakat bu hal imama yetişdiklerini kazaya
başlayıncaya kadar devam etmez de reyi değişerek Kâbe'nin imamının kıldığı
tarafa doğru olduğuna gönlü yatarsa bu hususta tereddüt edilmiştir. Zâhire göre
olduğu yerde döner. Teemmül eyle!. Bunu Halebî söylemiş Tahtavî ile Rahmetî'de
kabul etmişlerdir. Kıbleyi araştıran bir kimsenin hiç bir tarafa gönlü yatmazsa
bu hususta «Bahır», «Hılye» ve diğer kitaplarda «Fetevây-ı Attabî»den naklen şöyle
denilmiştir:
«Bir kimse
kıbleyi araştırır da hiçbir tarafa gönlü yatmazsa bazılarına göre namazı te'hir
eder. Birtakımları o namazı (4) dört tarafa doğru birer defa kılacağını, daha
başkaları muhayyer kalacağını söylemişlerdir». «Zadü'l-Fakîr» sahibi birinci
kavli tercih etmiştir. Bu tercihi birinci kavli kat'i lisanla ikinci ve
üçüncüyü zayıflık bildirir «denilmiştir» kelimesi ile ifâde etmesinden
anlaşılır. «Münye» şerhinde ortadaki «yani ikinci» kavil tercih edilmiş en
ihtiyatlısı budur, denilmiştir. Halebî, «Hindiye»den o da «Muzmerat»tan naklen
bu kavlin en doğru olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh Şârih de onu tercih
etmiştir. Kuhistânî'nin sözünden son kavli tercih ettiği anlaşılıyor. Bence de
tercihe şâyân odur. Zira Attabî şöyle demiştir:
«Araştırma
neticesi hiç bir tarafa yüzde yüz kanaat hâsıl olmaz da herhangi bir tarafa
doğru kılarsa câiz olur. Velev ki onda da hata etmiş olsun. Bazıları araştırma
neticesi kalbi bir tarafa yatmazsa namazı te'hir eder, demiş; bir takımlarıda
namazı (4) dört tarafa doğru kılacağını söylemişlerdir. Nitekim «Zahireye»dede
beyan edilmiştir». Bu sözden anlaşılıyor ki, muhayyerliğin mânâsı, dört
taraftan hangisini muhayyerlikten muradın bu olduğunu söylemişlerdir.
«Münyetü'l-Kebîr»
şerhinde burasını izah ederken, «Bazıları muhayyer bırakılacağını
söylemişlerdir. İsterse namazı te'hir eder, isterse onu dört tarafa dört defa
kılar.» denilmişse de bu sözü «Münye» şârihinin kendinden söylediği
anlaşılıyor. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz «Fetâvây-ı Attabî»de bu ilâve yoktur.
Hem buna şöyle itiraz edilebilir:
Bu adam namazı
dört tarafa doğru kılarsa namazını üç defa yakînen kıble olmayan cihete doğru
kılması lazım gelir. Bu ise yasak edilmiştir. Yasak edilen şeyi terk etmek emir
edileni yapmaktan önce gelir. Bundan dolayıdır ki, elbisedeki pisliği yıkamak
başkaları yanında avret yerini açmayı gerektirirse pis elbise ile namaz kılar.
Halbuki burada emir edilen de sâkıt olmuştur. Çünkü kıbleye dönmek ancak
kudreti olana emir edilmiştir. Araştıran kimsenin kıblesi araştırmakla bulduğu
taraftır. Bu kimsenin araştırma neticesi gönlü hiçbir tarafa yatmayınca onun
hakkında dört taraf da müsavi olmuştur.
Binaenaleyh bu
taraflardan birini seçerek ona doğru namazını kılar. Namazı da sahih olur.
Velev ki hata ettiği anlaşılsın. Çünkü bu adam ancak elinde olanı yapmıştır. Bu
izahat son kavli, yani muhayyerliği bizim «Kuhistâni»den naklettiğimiz mânâda
te'yid eder. Şârih'in tercih ve ihtiyat olduğunu iddia etliği kavli ise
zayıflatır. Bunu insafla tedebbür eyle!
Kemal İbni
Hümam'ın «Zadü'l-Fakîr» adlı eserinde tercih ettiği birinci kavlin dahi
anlaşılan bir tarafı vardır. Ve şudur:
Kıbleye delil
bulmadığı vakit kıble araştırma neticesi ortaya çıkan taraf olduğuna ve
araştırmadan da bir şey çıkmadığına göre o kimse namazın sahih olmasının
şartını kaybetmiş demektir. Binaenaleyh su ile toprağı bulamayan gibi o da
namazı te'hir eder. Lâkin son kavil yani vaktin içinde namazı herhangi tarafa
kılmakta muhayyer olması daha ihtiyatlıdır. Nitekim çıplak bir kimse dörtte
birinden daha azı temiz olan bir elbise bulsa ihtiyaten onu giymesi gerekir.
Taâlâ Hazretleri'nin. «Nereye dönseniz Allah'ın vechi oradadır.» âyet-i
kerimesinin umumu da muhayyerliğe delildir. Çünkü bu âyetin kıbleyi şaşıranlar
meselesi hakkında indiği söylenir. «Kuhistânî»den naklettiğimiz sözden onun da
bunu ihtiyar ettiği anlaşılıyor. «Bahır» sahibinin sözleri dahi bunu
göstermektedir. Evvelce görüldüğü vecihle Şâfiilerle Hanbelîlerin mezhebi de
budur. Kitabımızın başında «Müstesfâ»dan naklen arzetmiştik ki, bir mesele
hakkında üç kavil bulunursa bunların tercih edilecek olanı, birincisi veya
üçüncüsüdür. ortadaki değildir. AIlahu a'lem.
«İlk kıldığı
tarafta bir secde unuttuğunu hatırlarsa namazını yeniden kılar.»
«Münye» şerhinde
deniliyor ki: «Namazın üçüncü veya dördüncü rekâtında reyi ilk rekâttaki reyine
dönerse hükmün ne olacağı hususunda müteehhirin ulema (yani sonradan gelenler)
ihtilâf etmişlerdir. Bazıları namazı tamamlar demiş; birtakımları yeniden
kılması lâzım geldiğini söylemişlerdir. «Hulasa»'da da böyle denilmiştir.
Birinci kavil daha güzeldir». Onun içinde «Hâniye» sahibi onu evvel
zikretmiştir. Çünkü âdeti en meşru olan kavli öne almaktır. «Kuhistanî» buna
cezm etmiş. Şârih de ona tabi olmuştur. Namazı yeniden kılmasının sebebi şudur:
O secdeyi ikinci
tarafa doğru yapsa kıbleden başka tarafa doğru dönmüş olur. Çünkü mezkûr secde
ilk rekâtın cüzüdür. Döndüğü ikinci taraf bütün cüzleri ile birinci rekâtın
kıblesi değildir. Bu secdeyi birinci tarafa doğru yapsa bu sefer de şimdiki
kıblesinden ayrılmış olur. H.
METİN
Kıbleyi
araştırmadan namaza başlarsa isabet etse bile câiz olmaz. Çünkü farz olan
araştırmayı terk etmiştir. Ancak kıbleye isabet ettiğini namazdan sonra anlarsa
bilittifak o namazı tekrarlamaz. Araştırma neticesi bulduğu tarafın aksine
doğru kılan böyle değildir. O mutlak surette namazını yeniden kılar. Nasıl ki
bir kimse abdestsiz veya elbisesi pis olduğunu yahud vakit girmediğini
zannederek namaz kılar da sonra aksi meydana çıkarsa câiz olmaz.
Kıbleyi şaşıran
kimseler araştırmak suretiyle namazı cemaatle kılarlar da sonra edâ halinde
iken muhtelif cihetlere doğru kıldıkları anlaşılır ve hangisi imamın döndüğü
tarafa muhalif durduğunu veya imamın önüne geçtiğini bilirse namazı câiz
değildir. Çünkü imamın hata ettiğine inanmıştır. Bir de o makamın farzını terk
etmiştir. Ama edâdan sonra öğrenirse zarar etmez. Bunu bilmeyenin namazı
sahihdir. Nitekim imam belli olmasa mesela namaz kılan iki adam görse de
lâlettâyin birine uysa câiz olmaz. Kıbleyi şaşırmazlarsa ona isâbet şartıyle
namaz câizdir.
İZAH
Kıbleyi delilleri
ile bilmekten âciz olan kimse araştırmadan namaza başlasa, namazdan sonra
kıbleye isabet ettiğini öğrenmedikçe namazı câiz değildir. Çünkü halin
istishabî kaidesiyle esas olan isabet etmemesidir. İsabet ettiği yüzde yüz
anlaşılınca cevaz evvelinden sabit olur; ve istishap bozulur. Hatta isâbet
ettiğini kuvvetle zannetse bile sahih kavle göre yine câiz olmaz. Nitekim
«Hılye»de «Hâniye»den naklen bildirilmiştir. Namaz esnasında yüzde yüz bilse
câiz olmaz. İmam Ebu Yûsuf buna muhaliftir. Çünkü öğrendikten sonra o kimsenin
hali daha kuvvetlidir. Kuvvetliyi zaif üzerine bina caiz değildir.
«Araştırma
neticesi bulunduğu tarafın aksine doğru kılan böyle değildir». O isabet
ettiğini bilsin bilmesin yahud namazda veya namazdan sonra hata etsin yahud o
hususlara dair hiçbir şey anlaşılmasın mutlak surette namazını yeniden
kılacaktır.
İmam A'zam'dan
bir rivâyete göre böylesinin küfründen korkulur. İmam Ebu Yûsuf'tan bir
rivâyete göre ise isabet ettiği takdirde câizdir. Fetva imam A'zam'ın kavline
göredir. Feyz.
Fark şudur:
İmameyn'e göre başka bir sebeple farz olan şeyin tahsili değil husûlü şarttır.
Lâkin fesâdı itikad edilmeyecek ve fesâdına delil bulunmayacaktır. O kimsenin
araştırdığı cihetin aksini tercih etmesi namazının bozulduğunu itikad etmesini
gerektirir. Ve tıpkı kendinin abdestsiz olduğunu veya elbisesinin pisliğini,
yahud vakit girmediğini bildiği halde namaz kılıp sonra aksi anlaşılmasına
benzer. Bu hallerin hiç birinde namazı câiz değildir. Çünkü kendi itikadınca
yaptığı iş câiz değildir. Araştırmadan kılması böyle değildir. Zira fesadını
itikad etmemiştir. Yalnız olup olmadığı hususunda şüpheli kalmıştır. Namaz
tamam olduktan sonra kıbleye isabeti anlaşılınca iki ihtimalden biri ortadan
kalkmış, diğeri kalmıştır. Kaviyi zaif üzerine binâ etmek de lazım gelmemiştir.
Kıbleye isabet ettiği namaz bitmeden öğrenmesi bunun hilâfınadır. Nitekim
«Münye» şerhinde izâh edilmiştir.
Kıbleyi şaşıran
kimseler namazlarını yalnız başlarına kılarlarsa her birinin namazı sahihdir.
Fakat imamla kılarlar da muhtelif semtlere doğru dururlarsa, haklarında şöyle
tafsilata gidilir ki, bunu «Feyz» sahibi söylemiştir: Cemâatle kılarken hangisi
imamın önüne geçer yahud edâ hâlinde imamın döndüğü taraftan başka tarafa doğru
dönerse onun namazı câiz değil, diğerlerinin namazları câizdir. Zira imamın
önüne geçerse bunu edâ halinde anlasın anlamasın namaz câiz değildir. Fakat
semt hususunda imama muhalefet ederse bunu ancak edâ halinde anladığı takdirde
zarar eder. Namazdan sonra anlarsa zarar etmez. Nitekim yukarda «Feyz» den
naklettirdiğimiz ibâre de buna delâlet etmektedir. Bu hususta «Mülteka»da da
şöyle denilmektedir:
«İmamın önüne
geçmeyenin namazı câizdir. Geçenin yahud imamın hâlini bilip de ona muhalefet
edenin hükmü böyle değildir».
«Gurer» metninde
dahi şöyle denilmiştir: «İmama muhâlefet ettiğini bilmez ve onun önüne geçmezse
câizdir. Aksi halde câiz değildir. Nitekim imam belli olmasa... ilh». şârih
burada «Nehir» sahibine tâbi olmuştur. O da bu meseleyi «Mi'rac»dan
nakletmiştir. «Mi'rac»ın ibaresi şudur: «Şafiî'nin bazı arkadaşları, bu
kimselere iâde lazımdır. Çünkü imamın yaptığı onların itikadlarına göre
yanlışla doğru arasında mütereddittir. İmam belli olmasa mesela namaz kılan iki
kişi görse de lâlettayin birine uymaya niyet etse câiz olmaz. İmamın fiili
belli olmadığı zaman da böyledir. demişlerdir».
Bundan anlaşılır
ki, işin münâsibi bu meseleyi tamamen buradan atmak idi. Çünkü onun burada hiç
bir te'siri yoktur. Yalnız Şâfii'lerden bazılarının, «İmamının hâlini bilmeyen
kimsenin namazı imamının kendini bilmeyene kıyasen sahih olmaz.» sözlerine göre
bir münasebeti olabilir. Anla.
«Kıbleyi
şaşırmazlarsa ona isâbet şartiyle namaz câizdir» Şârih bu cümleyi burada
bilmünasebe zikretmiştir.
En münasibi
Tahtavî ile Rahmetî'nin söyledikleridir ki şudur: Bu mesele cemaate mahsus
değildir. Yalnız kılanda öyledir. Rahmetî, «Araştırmak namazın sahih olması
için ancak kıblede şüphe edildiği zaman şarttır. Bir kimse kıbledir diye kesîn
surette inanarak bir tarafa doğru namaz kılarsa namazı câizdir. Meğer ki kıblede
hata ettiğini namaz içinde veya namazdan sonra anlasın. Ama bu mutlak namaz
hakkındadır. Cemaate mahsus değildir» demiştir. Bu izaha göre Şârih onu yerinde
söylemiştir. Çünkü daha önce söylemiş olsa, hükmün yalnız kılana mahsus olduğu
tevehhüm edilebilirdi. Rafiî.
Onu, Musannıf'ın,
«Kıbleyi araştırmadan namaza başlarsa ilh.» sözünün yanında zikretmesi
gerekirdi. Çünkü Musannıf'ın o sözü kıbleyi şaşıranlar hakkındadır. Buradaki
«şaşırmazlarsa» sözü onun mefhumunu izâh olur. Sonra kıbleyi araştırma
meseleleri aklen taksime göre yirmi kısma ayrılır. Çünkü bir kimse ya kıblede
hiç şüphe etmez ve araştırmaz. Yahud şüphe eder ve araştırır. Yahud şüphe
etmeden araştırmaz. Veya şüphe etmeden araştırır. Bu dört kısımdan her birinin
beş vechi vardır. Çünkü o kimsenin ya isabet veya hata ettiği namazda meydana
çıkacaktır. Yahud namaz hâricinde anlaşılacaktır. Yahud hiç anlaşılmayacaktır.
Birinci kısmı ele
alırsak o kimsenin hata ettiği anlaşılırsa mutlak surette namazı bozulur. Namaz
bitmeden isabet ettiği anlaşılırsa yine böyledir, diyenler vardır. Çünkü hali
kuvvet bulmuştur. Esah kavle göre namazı bozulmaz. Namazdan sonra hatâsı
anlaşılır veya hiçbir şey anlaşılmazsa kendi reyince büyük bir ihtimale göre
kıbleye isabet ettiği takdirde namaz yine bozulmaz.
İkinci kısım
bütün vecihlere göre sahihtir
Üçüncü kısım
bütün vecihlerinde sahih değildir. Velev ki zann-ı galibine göre isabet etmiş
olsun. Esah kavil budur. Ancak kıbleye isabet ettiğini namazdan sonra öğrenirse
o zaman câizdir.
Dördüncünün
hariçte vücudu yoktur. «Nehir» nam eserde de böyle denilmiştir. Musannıf
bunlardan ikinci kısmı, «Kıbleyi bilmekten âciz olan araştırır... ilh.» diyerek
anlattığı gibi üçüncüden de, «araştırmadan namaza başlarsa, ilh.» sözü
bahsetmiştir. şârih de «kıbleyi şaşırmazlarsa ilh.» sözü ile birinci kısmı
anlatmıştır. Ancak, «Hataları anlaşılırsa namaz bozulur. Aksi takdirde
bozulmaz.» demesi lâzım gelirdi. Dördüncü kısmın haricinde vücudu olmadığı için
onu hazf etmiştir. Bu makamı izah hususunda sözün doğrusu budur. Anla!
METİN
FER'İ MESELELER :
Bize göre niyet mutlak olarak şarttır. Velev ki akabinde inşaallah desin. Eğer
boşama ve köle âzâdı gibi söze taallûk eden şeylerdense bâtıl olur, değilse
bâtıl olmaz. Bize göre niyet ettiğinin aksini yapmak câiz değildir. Yalnız cuma
namazında İmam Muhammed'in kavlince câiz ise de bu kavil zaiftir.
Mutemed kavle
göre birçok fiillerden mürekkep olan ibâdete niyet o fiillerin hepsine
şâmildir. Bir kimse hâlis niyetle namaza başlar da sonra içine riya karışırsa
sâbık olana itibar edilir.
İZAH
Şârih bu fer'î
meseleleri Kıbleye dönme Babından önce niyetten bahsederken sıralasa daha
münâsip olurdu. Nitekim «Hazâin» sahibi öyle yapmıştır. Bize göre bütün
ibadetlerde niyet ashab-ı kiramın ittifakiyle şarttır. Rükün değildir. İhtilâf
ancak ihram tekbiri hakkındadır. Mutemed kavle göre o da niyet gibi şarttır.
Bazıları rükün olduğunu söylemişlerdir. Eşbah.
Şârih'in bundan
mutlak diye söz etmesi cenâze namazına da şâmil olsun diyedir. Ama ondaki
iftitah tekbiri bilittifak rükündür. Nitekim bâbında gelecektir. H.
«Eşbâh» sahibi
ibâdetlerden iman, tilâvet, zikir ve ezanı istisna etmiştir. Çünkü bunlar
niyete muhtaç değildirler. Nitekim Buharî şerhinde Aynî de aynı şeyi
söylemiştir. İbâdetten başka bir şey sayılmayan her şey niyete muhtaç değildir.
Bu, «İbni Vehban» şerhinde de böyledir. İbni Vehban, «Kezâ niyete muhtaç
değildir.» demiştir.
İbâdetin şartı
olan şeyler de ibâdetten müstesnadır. Yalnız teyemmümle «Kerhî»nin kavline göre
kıbleye karsı dönmek niyete muhtaçtırlar. Fakat itimad edilen kavil bunun
hilâfıdır. Kezâ başa ve mest üzerine mesh ve diğer ibâdet cüzleri dahi niyete
muhtaç değildir. Niyet edilen şey «Sen boşsun inşaallah, sen hürsün inşaallah»
gibi söze teallûk eden hususattansa meşietle «yani inşaallah demekle» bâtıl
olur. Çünkü boşamak ve köle âzâd etmek niyete değil söze bağlıdır. Hatta bir
kimse karısını boşamaya veya kölesini âzad etmeye niyet etse söylemedikçe sahih
olmaz.
Halebî diyor ki:
«Eğer talâkın vukuu, «sen boşsun» sözüne bağlıdır». Niyete itibar yoktur. Çünkü
bu söz acıktır, dersen ben de şöyle derim: «Bu kazaen müsellemdir (Mahkeme
hükmüne göre teslim edilir). Diyaneten ise niyet muteberdir. Hatta bu sözle
ipten boşanmayı niyet ederse diyaneten kadın boş düşmez».
Ben derim ki:
«Bahır» ve «Eşbah»da dahi böylece açıklanmıştır. Bu izaha göre Şârih sözle
kinaye arasında fark, birincinin sadece kazaen niyete muhtaç olmaması, fakat
diyaneten niyete muhtaç olması, ikincinin ise hem kazaen hem diyaneten niyete
muhtaç olmasıdır. Lâkin diyaneten Şârih'in niyete muhtaç olmasının mânâsı sözün
örfî mânâsından başkasını niyet etmemesidir.
İpten boşanmayı
niyet ederse kadın boş düşmez. Çünkü bu adam sözü delâlet ettiği mânâdan
değiştirmiştir. Ama sen boşsun sözünü karısına söylemek ister de ondan boşamayı
ve başka bir yerine geçer.
Cevap şudur:
Tavaf haddizatında müstakil bir ibadettir. Nitekim haccın bir rüknüdür. Rukün
olması itibariyle hac niyetinde dahildir. Tâyin edilmesi şart değildir.
Müstakil olması itibariyle onda asıl tavaf niyeti şarttır. Hatta bir şeyden
kaçarak yahud borçluyu takip ederek tavaf etse sahih değildir. Arafat'ta vakfe
böyle değildir. Çünkü o ancak haccın zımnında ibadettir. Ve hac niyetinde
dahildir. Şeytan taşlamak, tıraş olmak, saî yapmak dahi böyledir. Bir de tavaf
ifâsına tıraş olarak ihramdan çıktıktan sonra yapılır. Hatta o kimseye
kadınlardan başka her şey helâl olur. Bununla bir vecihle hacdan çıkmış, bir
vecihle çıkmamış olur. Binaenaleyh her iki vecih nazar-ı itibara alınmıştır.
«Bir kimse hâlis
niyetle namaza başlar da sonra içine riyâ karışırsa sâbık olana itibar edilir».
İhtimal ki bunun vechi şudur:
Namaz,
parçalanmayı kabul etmeyen bir ibâdettir. Binaenaleyh onun ibtidasına bakılır.
Namaza hâlis niyetle başlar da sonra riya ârız olursa namaz o hulûsu üzere
ALLAH için devam eder. Yani hâlis niyetle başlamazsa bir kısmı ALLAH için, bir
kısmı başkası için olması lazım gelir. Halbuki namaz bir ibadettir; Evet,
namazın bir kısmı riyâ suretiyle güzel olursa güzel yapmak ziyade bir vasıftır.
Ondan dolayı sevap verilmez. Bu anlattıklarımızdan şu çıkar: Bir kimse namaza
riya ile başlarda sonra ihlâsa çevirirse evvelkisi itibar olunur. Bu, kıraat ve
itikâf gibi parçalanması mümkün olan ibadetlerin hilâfınadır. Çünkü böyle
ibadetlerde riyâ karışan cüzün hükmü başka, ihlâsla yapılan cüzün hükmü
başkadır.
METİN
Riya, «gösteriş
demek olup» yalnız başına kalsa namazı kılmamak, bir de başkalarının yanında
olunca güzel kılmak, yalnız kalınca güzel kılmamaktır. Riya için namazın aslına
verilen sevap vardır. Riyâ karışır korkusu ile namaz terk edilemez. Çünkü bu
mevhum (yani hayalden ibâret) bir şeydir.
Farzlarda vacibin
sukûtu hakkında riya yoktur. Bir adama, «Öğleyi kıl, sana bir altın veriyorum»
denilse de bu niyetle kılsa câiz olması gerekir. Fakat altını hak etmez.
Hasımları razı etmek için namaz kılmak fâide vermez. ALLAH için namaz kılar.
Şâyet hasmı afv etmezse onun sevablarından alır.
Haberde vârid
olduğuna göre bir danık için cemâatle kılınan yedi yüz namaz savabı
alınacaktır. Bir kimse cemaate namazda iken yetişip farz mı teravih mi
kıldıklarını bilemese farza diye niyet eder, cemaat farz namazda iseler niyeti
sahihtir, değilseler kıldığı nâfile olur.
İZAH
Riyadan maksad,
ibadetin aslından savabı yok eden kâmil riya yahud sevabın katlanmasına mâni
olan riyâdır. Yoksa gösteriş için güzel yapmak da riyâdır. Buna delil sevap
verilmemesidir. Sevap ancak ibadetin aslı için verilir. Namaza Girmek İsteyen
Ne Yapmalıdır? faslında geleceği vecihle imam, gelen yetişsin diye rükûu
uzatırsa İmam A'zam'ın «Ben bu adam hakkında pek büyük bir şeyden yani gizli
şirkten korkarım» demiştir. Bu da riyâdır. Nitekim tahkiki aşağıda gelecektir.
O kimse namaz kılmak, yahud Kur'an okumak ister de riyâ karışacağından korkarsa
bırakmaması icap eder. Çünkü korku hayalden ibarettir. Bunu «Eşbah» sahibi
«Valvalciye»den nakletmiştir. Âriflerden ve ehl-i tahkikten Şihabüddîn
Sühreverdî'ye sormuşlar: «Efendim, ameli terk etsem ebedî tenbelliğe maruz
kalacağım. Amel etsem ucûp karışacak, bunların hangisi daha iyidir? O da, «Amel
et, ucûbdan dolayı da ALLAH'dan mağfiret dile!» diye cevap yazmış.
Fettal,
«farzlarda vâcibin sükûtu hakkında riya yoktur.» demiştir. Yani riyâ farzı
ibtal etmez. Velev ki ihlâs ve samimiyet farzlardan sayılsın.
«Muhtaratü'n-Nevâzil» sahibi diyor ki: «Bir kimse riya ve şöhret için namaz
kılarsa hüküm itibariyle namazı câizdir. Çünkü şartları ve rükünleri mevcuttur.
Lâkin sevabı hak edemez».
«Zahire»de bunun
aksi beyan edilmiştir. Fakîh Ebu'l-Leys'in «Nevâzil»de bildirdiğine göre
ulemamızdan bazıları riyâ, forzlardan hiç bir şeye karışmaz, demişlerdir. Doğru
yol budur. Riyâ, sevabın aslını yok etmez, ancak katlanmasına mânidir». Bunu
Bîrî kaydetmiştir.
Bu mesele
üzerinde sözün tamamı Haram - Mubah Bahsinde gelecektir. Para ile bir kimseye
namaz kıldırma hususunda «Eşbah» sahibi şöyle demiştir: «Bu mesele bizim
mezhebimizde yazılmış değildir. Onu (Şâfiî'lerden) Nevevî söylemiştir. Ama
bizim kaidelerimiz de buna aykırı değildir. Riyâ ile kılınan namazın câiz
olması hususunda aykırı değildir. Çünkü vâcibin sükûtu hakkında farzlarda riyâ
yoktur. Altına hak kazanmamasına da aykırı değildir. Çünkü bu, farz için ücret
vermektir. Farz için kimse ücrete müstahak olamaz. Nasıl ki baba hizmet için
oğlunu çırak tutsa ücrete hak kazanamaz. Çünkü babasına hizmet oğluna farzdır.
H.
Hasımları razı
etmek için namaz kılmak fâide vermez. Ama Şârih bunun câiz olup olmadığına
temas etmemiştir: «Muhtaratün - Nevâzil»den anlaşıldığına göre câiz değildir.
Çünkü orada, «Bunun yapılmaması icap eder. İhtimal bu bozguncuların
telkinlerindendir.» denilmiştir. «Valvalciye»de dahi şu ibare vardır: «Bir
kimse ALLAH rızası için namaz kılar da hasmı da varsa aralarında afv muamelesi
geçmediğine göre ahirette borçlunun hasenatından alınıp ötekine verilecektir.
Bu hususta niyetin bulunup bulunmaması müsavidir. Hasmı yoksa yahud var da
aralarında afv muamelesi geçti ise borçlunun hasenâtından ötekine hiçbir şey
verilmez. Niyetin bulunup bulunmaması müsâvidir».
Bunu Bîri
nakletmiştir. Bu izaha göre mezkûr namazdan murad namaza hasımlarını razı etmek
için değil ALLAH Taâla için niyet etmektir. Hasımları razı etmek için yapılan
niyet bid'at olduğu için câiz değildir. Tehıyye-i Mescid gibi mendup namazlar
böyle değildir. Ama namaz kılar da savabını hasımlarına hediye ederse sahihtir.
Çünkü bir şeyi yapan bize göre onun savabını başkasına hediye edebilir. Nitekim
inşaallah başkası nâmına hac yapanın hükmü gelecektir. «Haberde varid olduğuna
ilh...» sözünden murad, bazı kitaplardır. Bunu «Eşbah» sahibi «Bezzaziye»den
nakletmiştir. İhtimal ki bu kitaplardan maksad da semavî kitaplar yahud
ulemanın kendi kitaplarında naklettikleri hadîslerdir.
Dânık yahud
Dânek, dirhemin altıda biridir ki iki kırattır. Kırat da boş arpadır. Cemâatla
kılınan (700) namazdan murad farzlardır. Çünkü cemaat farzlarda olur.
«Mevâhib»de «Kuşeyrî»den naklen, «Yediyüz makbul namaz sevabı» denilmiş,
cemaatle kaydı konmamıştır. «Mevâhip» Şârihi hulâsaten şöyle demiştir: «Bu,
Allah Taâla'nın zalimi afv etmesine ve onu rahmeti ile cennetine koymasına
aykırı değildir». T. Kısaltılarak alınmıştır. Cemaatın teravih kıldıkları
anlaşılırsa farza diye niyetlenen kimsenin namazı nâfile olur. Fakat teravih
yerine geçmez. Çünkü yatsıdan önce kılındığı farzedilmiştir. Teravihin vakti
ise mutemed kavle göre yatsıdan sonradır. T.
METİN
Bir kimse, biri
farz-ı ayın, biri cenâze gibi farz-ı kifaye olan iki namaza niyet ederse
kıldığı farz-ı ayın yerine geçer. İki farz namazına niyet ederse vaktin farzı
yerine; iki kaza namazına niyet ederse tertip sahibi olduğuna göre ilk kazaya
kalan yerine geçer. Aksi takdirde lağv olur. Bu bellenmelidir!
Biri kaza, biri
edâ olan iki namaza niyet ederse vakit geniş olmak şartiyle kaza yerine geçer.
Biri farz, biri nâfile olan iki namaza niyet ederse farz yerine; sabah
namazının sünneti ile tahiyye-i mescidi gibi iki nâfileye niyet ederse her iki
nâfile yerine; biri nâfile biri cenâze namazı olursa nâfile yerine geçer.
Başladığı namaza aykırı düşen bir niyetle tekbir almadıkça bozmak niyetiyle
başlanan namaz bâtıl olmaz. Bir kimse namazda oruca niyet ederse sahih olur.
İZAH
Bir kimse biri
farz-ı ayın, diğeri farz-ı kifâye olan iki namaza niyet ederse kıldığı farz-ı
ayın yerine geçer. Çünkü farz-ı ayın daha kuvvetlidir. Hakikî namaz da odur.
Cenaze namazı mutlak surette namaz değildir. Biri vaktin farzı, diğeri vakti
girmeyen bir farz olur. Meselâ, günün öğle vaktinde hem öğlenin hem ikindinin
farzlarına niyet ederse kıldığı namaz, vaktin farzı yerine geçer.
«Münye» şerhi ile
«Bîrî'nin «Eşbah» şerhinde böyle denilmiştir. Aşağıda gelen «Biri kaza, diğeri
vakit namazı» ifâdesi de, buna delâlet etmektedir. «Muhit» sahibi bunun
illetini göstermiş, «Çünkü vakit namazı o anda farz, diğeri o anda farz
değildir.» demiştir. Bu söz o kimsenin sahibi tertip olmadığını ifâde ediyor.
Yoksa kaza namazı yerine geçmesinin evlâ olacağı aşikârdır. Bahır.
Ben derim ki: Bu
ifâde iki farz namazdan vakit namazı ile kaza namazı kastedildiğine göre
tamamdır. Halbuki öğle değildir. Bu iki namazdan murad, vakit namazı ile vakti
girmeyen namazdır. İki kaza namazına keza Arafat'ta öğle ile ikindiyi cemi gibi
iki vakit namazına niyet ederse tertip sahibi olduğuna göre ilk kaza namazı ve
Arafat'ta öğlen yerine geçer. Nitekim bunu Bîrî incelemiştir.
Halebî diyor ki:
«Çünkü o gün ikindiyi öğle vaktinde kılmak sahih ise de tertip dolayısiyle
öğleyi ondan önce kılmak vâcibtir. Bu suretle öğle ile ikindi aralarında tertip
sâkıt olmayan iki kaza namazı gibi olurlar. Nitekim bu açıktır». «Tertip sahibi
olduğuna göre... ilh.» ifâdesi hususunda Şârih, «Bahır» sahibine uymuştur.
«Bahır» sahibi, «Bu ancak aralarında tertip vacip olduğuna göre tamamdır.»
demiştir.
Ben derim ki:
«Bahır»ın ibaresi «Hılye»den alınmıştır. Lâkın «Hılye» sahibi bundan sonra
şöyle demiştir: «Şimdi aralarında tertip vacip olmayan iki namaz kalır. Ama
yine de kılınan namaz birincinin yerine geçer. Çünkü onu öne almak evlâdır
denilebilir». Halebî-i Sağîr şerhinde bunu kati söylemiş, «Birinci namazın
yerine geçer. Çünkü o namaz öncelikle tercih hakkı kazanmıştır. Velevki sahibi
tertip olmasın.» demiştir. Anla!
Biri kaza, biri
edâ olan iki namaza niyet ederse vakit geniş olmak şartiyle kaza yerine geçer.
Ama edâ namazının vakti çıkacağından korkarsa kıldığı namaz onun yerine geçer.
Üzerinde borç olarak kaza namazı kalır. Nitekim «Ecnâs» kitabında da böyledir.
Şu da var ki Halebî «Vakit geniş olmak şartiyle» ibâresinden sonra «Yani
aralarında tertip mevcutsa demektir. Çünkü vakit geniş olup da aralarında
tertip bulunmazsa niyeti hükümsüz kalır. Nitekim bunu «Bahır» sahibi
açıklamıştır.» demiştir.
Ben derim ki:
«Bahır sahibi bu meselede bunu açıklamamıştır. Evet «Münye» şârihi onu
inceleyerek açıklamıştır. Hılye sahibi ise aksini incelemiştir. Anla! Ve sonra
şunu da bil ki: Şârih'in «Vakit namazı yerine geçer... ilh.» sözünü «Fetih»
sahibi «Münteka»ya nisbet etmiştir. Onun bir misli «Sirâc»da da mevcuttur. Aynı
sözü «Bahır» sâhibi «Münye»ye nisbet etmiş ve ondan önce, «Bu iki namazdan hiç
birine başlamış olmaz.» demiş. Sonra «Zahîriye» sahibinin bu hususta iki
rivâyet olduğunu söylediğini bildirmiştir.
Ben derim ki:
Kezâ «Hulâsa»da «Camî-i Kebîr»den naklen evvela bu iki namazdan hiçbirine
başlamış sayılmaz, denilmiş, sonra «Müntekâ»da bildirildiğine göre birincisinde
namaza başlamış sayılır.» denilmiştir. Böylece o da bir rivayet olur. İmam
Fârisî'nin beyanına göre iki farza niyet meselesi bir namazda olursa İmameyn'e
göre hükümsüzdür. İmam Hasan'ın Ebu Hanîfe'den rivayeti de budur. Bu şöyle
olur: Bir adam bir günün yahud iki günün öğle ile ikindisine hangisinin evvel
kaldığını bilmeksizin niyet ederek tekbir alırsa hiç birine başlamış olmaz.
Çünkü bunlar birbirine zıddır. Şu delil ile ki: Biri diğeri üzerine ârız olursa
onu giderir ve aslından ibtal eder. Hatta üzerinde kalan ikindiye niyet ederek
öğleye başlasa öğle namazı bâtıl olur. İkindiye başlaması sahihtir. Sabit
olduktan sonra bunlar birbirini ortadan kaldıracak kuvvette olunca sabit
olmadan birbirlerini defetmeye evleviyetle güçleri yetecektir. Çünkü defi
refi'den evlâdır. (Yani bir şeyi olmadan karşılamak olduktan sonra kaldırıp
atmaktan daha kolaydır). Bu söz İmam Muhammed'in kaidesine göredir. İmam Ebu
Yûsuf'un kavline göre de öyledir. Çünkü ona göre tercih ya tâyin ihtiyacından
dolayı yahud kuvvetle yapılır. İki şeyde bunların ikisi de müsâvidir. Sonra iki
farz mutlak olarak söylenince hem ALLAH'ın vacip kıldığı hem de nezirde olduğu
gibi kulun vâcip kılmasıyle farz olan namazların edâ ve kazasına ve bozulan
nâfile gibi kazaya mülhak namazlara şâmildir. Bu iki namazın iki öğlen, iki
cenaze ve iki nezir gibi bir cinsden olmaları ile ayrı cinsden olmaları
arasında fark yoktur. Meselâ öğle ile ikindi, öğle ile nezir ve öğle ile cenaze
ayrı cinslerdir. Bazıları, «Bir namazda iki farza niyet eden kimse Şeyhayn'a
göre «nâfile kılmış olur.» demişlerdir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Zekat,
oruç, hac ve kefaret gibi namazdan başka iki farza niyet ederse niyeti
muteberdir. Ve nâfile ibâdet yapmış olur. Bundan yalnız bir cinsden iki kefâret
müstesnadır. Bunlara niyet eden kimse farza niyet etmiş sayılır». Bu izahat
kısaltılarak nakledilmiştir. Tamamı «Bahır» üzerine yazdığımız derkenardadır.
Anlaşılıyor ki
«Cami-i Kebîr»in rivayeti «Müntekâ»nın rivayetine aykırıdır. Binaenaleyh bir
kimse bir niyetle her biri kaza iki farza yahud biri edâ biri kaza yahud biri
edâ birinin vakti girmemiş, biri edâ biri cenaze namazı, biri edâ biri nezir
namazı veya diğer vaciplerden biri olmak üzere iki farzı bir araya getirse asla
namaza girmiş sayılmaz. Bazıları nâfile kılmış sayılacağını söylemişlerdir.
«Cami-i Kebîr» rivayetine göre kuvvet yalnız farzla nâfileyi bir yere getirdiği
zaman nazarı itibara alınmıştır. Çünkü Şeyhayn'a göre kılınan namaz kuvvetine
bakarak farz sayılır.
İmam Muhammed
ise, «İki şeyi bir araya getirmek namazda olursa hükümsüzdür. Ve iki namazdan
hiç birine başlamış sayılmaz. Oruç, zekât ve nezir hacla nafile de olursa
yaptığı nafile yerine geçer» demiştir. Farz olan hacla nafile hacca birlikte
niyet etmek, bunun hilâfınadır. Çünkü o kimse bilittifak farza niyet etmiş
sayılır. Nitekim bunu Farsî kendi şerhinde izah etmiştir. ALLAH-u â'lem.
Bazen nâfile sözü
sünnete de şâmil olur. Burada murad odur. İki nâfileye niyet ederse kıldığı
namaz ikisi yerine de geçer. Bunu «Eşbah» sahibi söylemiş, sonra, «iki sünnete
diye niyet ederse meselâ Pazartesi günü hem o günün sünneti olmak hem de
arefeye tesadüf ettiği için arefenin sünneti olmak üzere oruca niyet etse ne
hüküm verildiğini bir yerde görmedim. Zira tahiyye-i mescid meselesi ancak
sünnetin zımnında mevcuttur. Onunla maksad hâsıl olmuştur». demiştir. Yani her
iki gün için oruca niyet de böyledir, demek istemiştir.
Allâme Bîrî,
«Çünkü bu adama farz namına iki günün orucu câiz olunca farz olmayan iki günün
orucu nâmına caiz olması evleviyette kalır.» diyerek «Eşbah» sahibini te'yid
etmiştir. Zira «Hızânetü'l-Ekmel»de şöyle denilmiştir.
«Bir kimse Recep
ayında ALLAH için oruç tutmak boynuma borç olsun dedikten sonra zıhâr kefâreti
olmak üzere iki ay arka arkaya oruç tutar ve bunların biri Recep ayı olursa
câizdir. Ama ayların biri ramazan olursa câiz değildir. Bütün ömrünü oruçla
geçireceğini nezir eder de sonra zıhardan dolayı kendisine iki ay oruç farz
olur. Yahud muayyen bir ay oruç tutmayı nezir eder de sonra o ayda ramazan
orucunu kaza ederse ona hiçbir şey katılmaksızın câiz olur. Lâkin burada iki
niyeti bir araya toplamak yoktur. Bilakis ortada bir niyet vardır. Ama iki
günün orucuna kafi gelmiştir. Şârih bu meseleyi bahis mevzuu etmemiştir Çünkü
onun sözü namaz hakkındadır. Bu, namaza uymaz. Yalnız bir kimse yatsı namazının
sünneti ile teheccüd namazına birden niyet ederse İbnil Hümâm'ın tercih ettiği
«Teheccüd namazı bizim hakkımızda müstehap değil sünnettir», kavli mucibince
tasviri mümkün olur.
Biri nafile biri
cenâze diye niyet ederse kıldığı namaz nâfile olur Çünkü o mutlak olarak
namazdır. Cenaze namazı ise duadır. Başladığı namaza aykırı düşen bir niyetle
meselâ farza başladıktan sonra nâfileye tekbir almak veya bunun aksini yapmak
vakit namazına başladıktan sonra kaza namazına tekbir almak veya aksini yapmak,
namaza yalnız başladıktan sonra imama uymak için tekbir almak ve aksini yapmak
gibi bir fiilde bulunmadıkça bozmak niyetiyle başlanan namaz bâtıl olmaz Ama
başladığına uygun şekilde niyet ederek tekbir getirirse. meselâ niyeti
söylemeden bir rekât öğle namazı kıldıktan sonra öğleye niyet ederse birinci
niyet bâtıl olmaz, ve o rekat üzerine devam eder. Ama ikinci rekat üzerine
namaz tamamlamaya kalkarsa namazı bozulur. T. Bir kimse namaz kılarken oruca
niyet ederse sahih olur. İtikâfa niyette böyledir. Lâkin içinde bulunduğu
ibâdetten başka bir şeyle meşgul olmamak evlâdır. T. ALLAH'u âlem.
METİN
Namazın şartını
beyândan sonra musannıf meşrutun beyânına başlıyor. SIFAT lügatta masdardır.
Örfde ise farz, vacip, sünnet ve mendûba şâmil olan bir keyfiyettir. Namazın
farzlarından birincisi ayakta tahrimedir. Bu farzlarsız namaz sahih olmaz.
Tahrime cenazeden başka namazlarda kudreti olana şarttır. Bununla fetvâ
verilir.
İZAH
Sıfattan murad:
Namazın zatî vasıflarıdır. Bunlar ayni zamanda hakiki cüzler olan Kıyam, rükû
ve sücûddan müteşekkil olan aklî cüzlerdir. Çünkü meşrut olan bunlardır.
İleride evlânın bunun hilâfı olduğu gelecektir. T. Sıfat ve vasıf kelimeleri
ayni kökten türeme iki masdardırlar. Kelâm ulemâsı bunların arasında fark
görmüş: «Vâsıf tavsîfi yapan şahısla, sıfat ise tavsif edilen şeyle bulunur.»
demişlerdir. Lâkin kâmusun sözü sıfatında lügat itibariyle mevsûfta
bulunacağına delâlet eder. Şu halde sıfat bazan masdar bazan isim olur vasıf
ise yalnız masdardır.
Fetih ve Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Bazan vasıf kelimesinden sıfat murad edildiği inkâr
olunamaz. Ama bununla lügaten birleşmek lazım gelmez. Çünkü vasfın da masdar
olduğunda şübhe yoktur.» Bu sözden anlaşıldığına göre vasıf kelimesi bazen isim
olarak mecazen sıfat manâsında kullanılır. Lügaten sıfat mânâsında kullanıldığı
yoktur. Binaenaleyh bundan ikisinin birleşmesi lâzım gelmez. Bazılarının
lügatta sıfatla vasıf bir mânâya gelirler. diye iddia etmeleri bunun
hilâfınadır. şârihin «örfte ise bir keyfiyettir ilh...» sözü kelâm ulemasının
örfüne göredir. Aksi takdirde gördük ki sıfat, lügatta bazen masdar, bazen isim
olmaktadır. Bu söz mutlak olarak sıfatın değil, hâssaten namaz cüzlerinin
sıfatını tariftir.
Halebî diyor ki:
«Bu söz muzafı hazf edilmiş izâfet terkibidir ve namaz cüzlerinin sıfatı
takdirindedir. Bazı cüzlerin sıfatı kıyamda olduğu gibi farziyet, bazılarında
teşehhüd gibi. vücûp, senâ gibi sünnet, bazılarının sıfatı da kıyamda iken
secde yerine bakmak gibi mendûp olmaktır. Terkibe muzaf takdir etmemizin sebebi
«Makam, namazın kendinin değil. cüzlerinin sıfatını beyan makamı olmasıdır». Bu
söz «Fetih»deki izahtan daha evlâdır. Orada şöyle denilmiştir:
«Burada sıfattan
murad, namazın şahsî ve vasıflarıdır ki, bunlar. aynı zamanda haricî hakikatın
cüzleri olan kıyâm, rükû ve sücûd gibi aklî cüzlerdir. «Nehir»de de böyle
denilmiştir. Tahtavî'nin beyânına göre evleviyetin vechi «Fetih»teki ibarenin
vâcip, sünnet ve menduplara şâmil olmamasıdır. Ama Tahtavî'nin sözü söz
götürür. Çünkü vâcipler ve namaz kılandan beklenen diğer fiiller namazın
cüzleridir. Zira cüzlerden murad, namazın sahih olması kendine bağlı olan şey
demek değildir. İhtimal ki evleviyet şuradan ileri gelir: Sıfat mevsufla
bulunan şeydir. Cüzler ise farziyet, vücûp ve benzeri sıfatlarının kendileriyle
kâim olduğu şeylerdir. Şu halde cüzler sıfat değil, mevsuftur. Şöyle de cevap
verilebilir: Murad bu cüzlerin namaz kılanın vasıfları olmasıdır. Namaza nisbet
edilmeleri hâricde namazı yapan hakikî cüzleri olduğundandır.
Namazın farzları
tâbiri hakikatta dahil olan rükünle dahil olmayan şarta şâmildir. Binaenaleyh
tahrime, son oturuş ve kendi fiiliyle namazdan çıkmak gibi şeylere de farz
denilebilir. Nitekim ileride görülecektir. UIema çok defa farz kelimesini
tahrime ve oturuş gibi rükünün mukabili olan şeyler mânâsında kullanılır.
Tahâret Bahsinin başlarında «Münye» şerhinden naklen arz etmiştik ki, bazen
rükün ve şart olmayan şeye de farz denilir. Kıyâm, rükû. sücûd, ve oturuşun
tertip üzere yapılmaları bu kabildendir.
Musannıf
«farzlarından biri» demekle namazın daha başka farzları olduğuna işâret
etmiştir. Nitekim Şârih'in, «farzlardan şu kalmıştır ilh...» sözünde de buna
işâret gelecektir. Tahrimeden murad AIIah'u ekber gibi hâlis zikir cümlesidir.
Nitekim namazın yirmi şartını manzum olarak beyân ederken gelecektir. Tahrim,
bir şeyi haram kılmaktır. Kendisi ile namaza girilen cümleye tahrime denilmesi
namaza boşlamazdan önce mubah olan şeyleri haram kıldığı içindir. Sâir
tekbirler böyle değildir. Tahrimeyi, ayakta yapmak namazın ileride gelecek
yirmi şarttan biridir. Musannıf onları bu fasıldan sonra beyân edecektir.
Tahrime cenazeden başka namazlarda şart cenaze namazında ise sair tekbirleri
gibi o da rükündür. Nitekim bâbında gelecektir. H.
Tahrime kâdir
olana şarttır. Okumak bilmeyen kimse ile dilsiz niyetle iftitah yapsalar
câizdir. Çünkü ellerinde olan son imkânı kullanmışlardır. Bunu «Bahır» sahibi
«Muhit»ten nakletmiştir. Gelecek fasılda bu hususa dâir sözün tamamı
görülecektir.
METİN
Binaenaleyh
nafileyi nafile üzerine bina etmek câiz olduğu gibi, nâfileyi farz üzerine bina
etmek de câizdir. Velev ki mekruh olsun. Fakat zâhire göre farz, farz üzerine
veya farz nafile üzerine bina etmek câiz değildir.
Tahrime şartlara
bitiştiği için onun hakkında şartlara riâyet edilmiştir. Ama bu sözü Zeyleî
kabul etmemiş, sonra yine bu söze dönerek «teslim edilse bile» demiştir. Evet
«Telvih»de evvelâ kabul edilmenin sonra teslim etmekten daha iyi olduğu
kaydedilmiştir. Lâkin biz ihtiyaten bunun hilâfına olduğunu söylüyoruz.
«Burhan»ın ibâresi şöyledir: «Namaz için şart olan şeyin tahrime için de şart
koşulması tahrime rükün olduğu için değil, namazın rüknü olan kıyâma bitiştiği
içindir».
İZAH
Nafilenin nafile
üzerine binâ edilmesi meselesi tahrimenin şart olmasına dayanır. Lâkin onun
şart olması herhangi bir namazın herhangi bir tahrime üzerine binâ edilmesinin
sahih ve câiz olmasını gerektirir. Nasıl ki, herhangi bir namazı herhangi bir
namaz için alınan abdest üzerine binâ etmek câizdir; geriye kalan şartlar da
öyledir. Lakin bir farzın başka namaz üzerine bina edilmesini câiz görmüyoruz.
Ama tahrime rükün olduğu için değil, farzda aranan şey tâyın ve onu en belirli
vasıflariyle, bütün fiilleriyle başkasından ayırmak olduğu içindir. Farz, yalnız
başına bir ibâdet olmalıdır. Başka namazın üzerine bina edilmiş olsa onunla
birlikte bir ibâdet olurdu. Nasıl ki, nâfileyi nâfile üzerine bina etmek
böyledir.
«Bahır» sahibi
diyor ki: «Nâfileyi nâfile üzerine bina etmek bir namaz olur. Bunun delili, oturuşun
sahih kavle göre ancak sonunda farz olmasıdır. Ulemanın «nafilenin her iki
rekâtı bir namazdır», sözleri buna aykırı değildir. Çünkü bu söz başka başka
hükümler hakkında söylenmiştir. H.
Nafile namaz farz
üzerine de bina edilebilir. Çünkü farz daha kuvvetlidir. Zaif olan nâfileyi
kaldırır. T.
Yalnız bunu yapmak
mekruhtur. Çünkü bunda selâm vermeyi geciktirmek ve nâfilenin ayrı bir tahrime
ile kılınmaması gibi az çok mahzurlar vardır. H.
Bu izahat kasden
yapıldığına göredir. Farz miktarı oturduktan sonra yanılarak beşinci rekâta
kalkarsa kerahetsiz olarak ona altıncı rekâtı da katmak suretiyle bina eder.
Farzı farz üzerine veya farzı nafile üzerine bina etmek câiz değildir. Zâhir
mezhep budur. Sadru'l-İslâm buna muhaliftir. O, her ikisinin de câiz olduğunu
söylemiştir. Nitekim «Bahır»da da beyan edilmiştir. Lâkin «Nihâye» sahibi
farzın farz üzerine bina edilebileceğini Sadru'l-İslâm'a nisbet ettikten sonra
farzın nâfile üzerine bina edilmesi hususunda bir rivayet bulamadık. Ama
Sadru'l-İslâm'ın kavline göre bile câiz olmaması icap eder. Çünkü o, misli
üzerine bina edilmesini câiz görmüştür. Kuvvetlinin kuvvetsiz üzerine bina
edilmesini tecviz etmemiştir. «Çünkü bir şey kendi mislini veya daha aşağı
olanı taşır, kendinden daha kuvvetli olanı taşımaz. ilh...» diyerek hayli uzun
söz etmiştir. «Mirac» ve «İnâye» sahipleri de ona tâbi olmuşlardır. Bundan
anlaşılır ki «Nehir» sahibinin, «Nafilenin nafile üzerine ve farzın nafile
üzerine bina edilmesinin câiz olacağında hilâf yoktur.» sözü doğru değildir. Dikkatli
ol!
«Tahrime şartlara
bitiştiği için onun hakkında şartlara riâyet edilmiştir» sözü mukadder bir
suale cevaptır. Sual şudur:
Tahrime şart
olduğuna göre onun hakkında niçin şortlara riâyet edilmiştir. Şartlara rükünler
hakkında riayet edilir?
Cevap: Tahrime
için abdest ve kıble gibi şartlara riayet edilmesi tahrime rükün olduğu için
değil, namazın rüknü olan kıyâma bitiştiği içindir. Ama bu sözü Zeyleî kabul
etmemiş; tahrimenin rükün olduğunu söyleyen İmam Şafiî'ye red cevabı`verirken
şöyle demiştir: «İmam Şafii'nin namaz için şart olan şeyler tahrime için de
şarttır, sözünü kabul edemeyiz. Çünkü bir kimse sırtında necaset taşıdığı halde
namaza başlasa da tahrimeyi bitirirken necaseti atsa yahud avret yeri açık
olarak başlasa da iftitah tekbirini bitirirken az bir amelle avret yerini
örtse; veyahud zeval görünmezden önce tekbire başlasa da onu bitirirken zeval
zuhur etse, keza kıbleye yan durarak namaza başlayıp tahrimeyi bitirirken
kıbleye dönse câiz olur. Şâfiî'nin sözü teslim edilse bile tahrime namazdan
olduğu için değil edâya bitiştiği içindir.»
Zeyleî sonra
«teslim edilse bile» diyerek kabul etmediği söze dönmüştür. Yani şartlara
tahrime için riâyet edildiğini kabul etmiştir. Çünkü Zeyleî'nin «teslim edilse
bile» sözü hasmına karşı tenezzül yolu ile söylenmiş de olsa. «Şart koşulması
edâya bitiştiği içindir. ilh...» demesi, tahrime vaktinde şartlara riâyet
edilmesinin tahrime için değil, bilittifak rukün olan kıyâme bitiştiği için
lâzım geldiği hususunda acıktır. Bunun örneği senin şu sözündedir «Hareketle
sükûnun bir arada bulunmasını teslim etmeyiz. Teslim etsek bile iki zıddın bir
arada bulunması lâzım gelir», Buradaki «teslim etsek bile» sözü (tut ki)
mânâsında kullanılmış; onunla sonraki söz kastedilmiştir. Anlaşılıyor ki Zeyleî
bu sözle tahrime zamanında şartlara riâyet lazım geldiğini kasdetmiştir. Çünkü
tahrime namazın rüknü olan kıyâme bitişiktir. Bu izaha göre bir kimse necâset
taşıyarak namazaniyetlenir de tahrimeyi bitirirken onu üzerinden atarsa namazı
sahih değildir. Çünkü necaset kıyamın bir cüzüne bitişmiştir. Zeyleî'nin
yukarıda gecen ibâresindeki diğer meselelerde böyledir. Zeyleî'nin muradı bu
olmasa idi bu meseleyi mezkûr «teslim edilse bile» sözü üzerine kurmazdı. Bu
suretle evvela kabul etmediğine sonradan dönmüştür Anla!
Şârih «evet
telvihde ilh...» sözü ile Zeylei'nin evvelâ kabul etmeyip sonra teslim etmesini
tasdik etmiştir. Çünkü münazara ulemasının kaidesi: budur. Telvih'in sözü de
bunu te'yid için getirilmiştir. Şârih bununla evvelâ teslim, sonra men
edenlerin sözünü reddetmek istemiştir. «Lâkin biz ihtiyatın bunun hilâfına
olduğunu söylüyoruz» cümlesi Zeyleî'nin döndüğü doğruluğunu ve ihtiyat olduğunu
te'yid içindir. «Burhan»ın ibâresi de aynı mânâyı takviye içindir. Şârih,
«Hazainü'l-Esrar» adlı eserinde şöyle demektedir: «Hidâye», «Kâfi», «Mecmâ»
şerhleri ve diğer kitapların sözleri tahrime anında namaz şartlarının mevcud
olması lâzım geldiği hususunda açıktır. Ama bu şartların bulunması tahrime
rükün olduğu için değil. rükünlere bitişdiği içindir. Zeyleî evvelâ bu şartı
kabul etmemiştir ilh...».
Şarih'in
söylediğinin hulâsası şudur: O tahrime vaktinde şartlara riayet edilmesini
tercih etmektedir. Velev ki tahrime rükün olmasın. Çünkü ulema Şafii'nin
«tahrime rükündür.» sözüne cevap verirken, «Bu şartlara tahrime rükün olduğu
için değil, kıyâme bitişdiği için riâyet olunur» demişlerdir. Anlaşılıyor ki
tahrime vaktinde şartlara riâyetin lüzumunu ulema teslim etmişlerdir. Lâkin
rükün olduğundan dolayı riâyet edildiğini kabul etmemişlerdir. Bu izâha göre
bir kimse pislik taşıyarak tahrimeye başlasa da tahrimeyi bitirmeden pisliğini
atsa namaza başlamış sayılmaz. Yukarda geçen fer'î meseleler de böyledir.
Ben derim ki: Bu
söz şârihlerin sözüne aykırıdır. Onlar bu fer'i meselelerde namaza başlamanın
sahih olduğunu açıklamışlardır. Hatta allâme Sekkâkî «Mi'racü'd-Diraye»de şöyle
demiştir:
«Tahrime hakkında
Şafii ile aramızdaki hilâfın semeresi nâfile namazı farz üzerine bina etmenin
câiz olmasında ve kezâ elinde pislik bulunurda tahrimeyi bitirirken atarsa
meselesi ile diğer fer'î meselelerde meydana çıkar. Bize göre o kimsenin namazı
bozulmaz». «Sirâc»da da buna benzer izahat vardır. Yalnız o hilâfın Şeyhayn ile
İmam Muhammed arasında olduğunu bildirmiştir. İhtimal bu, İmam Muhammed'den bir
rivayettir. Çünkü meşhur olan kavle göre tahrimenin rükün olduğunu söyleyenler
İmam Şâfiî ile bizim ulemamızdan bazılarıdır. «Fethu'l-Kadir»in ibâresi
şöyledir: «Şartlara riâyet ilh...» sözü şartlar tahrime için lazımdır.
İddiasını kabul etmemeyi tazammun eder. Bu takdirde şöyle denir: Biz şartların
tahrime için lâzım geldiğini teslim etmiyoruz. Bilakis tahrime rükûnlere
bitiştiği için lazımdır. Tahrime için şarta riayet lazım değildir. Onun için
diyoruz ki:
Necaset taşıyan.
avret mahalli açık olan. zevalden önce namaza duran ve kıbleden başka tarafa
dönen kimse tahrime yapsa da tahrimenin son cüzünde necaseti taşıyan onu atsa,
çıplak olan az bir amelle örtünse, zeval görünse, yan duran Kâbe'ye doğrulsa
câizdir.
«Kâfi»de beyan
edildiğine göre ulemamızdan bazıları tahrime rükündür demişlerdir. Tahavî'nin
sözünden anlaşılan da budur. Binaenaleyh bu ulemanın kavline göre mezkûr
ferîler sahih değildir».«Fethu'l-Kadîr» .sahibinin sözü burada biter.
«Hidâye» sahibinin
bu ferilerin sahih olduğunu kabul etmek istediğini, tahrime zamanında namaz
şartlarının bulunması lazım gelmediğine meylettiğini ve bu ferîlerin sahih
kabul edilmemesi, ancak tahrimeyi rukün sayan kavle göre olduğunu, halbuki
bizim bu kavli kabul etmediğimizi bok nasıl anlamıştır!
Şârih'in «Hidâye»,
«Kâfi» ve diğer kitaplardan anladığı bunun hilâfınadır. Nitekim bunu
«Hazâin»den naklen yukarıda arz etmiştik. «Bahır» ile «Nehir»in sözleri de bu
fer'î meselelerin sahih olduğunda açıktır. Bize nakledilen bu olduğuna göre,
ondan dönemeyiz. O zaman ulemanın cevap verirken. «Şartlara riayet tahrime için
değil, tahrimenin bitiştiği kıyâm içindir.» sözlerinin mânâsı şu olur:
Namazın taharet ve
diğer şortları asıl itibariyle tahrime için vacip değildir. Bunlar ancak
tahrimenin sonuna bitişen kıyâm için vacip olur. Tahrime başından sonuna kadar bitişen
kıyam için şart değildir ki, Şârih'in «Burhan»dan anladığı gibi mezkûr kıyâmın
zımnında şartlara riâyet lâzım gelsin. Hâsılı namaz kılan kimse ekseriyetle
tahrime anında namaz şartlarına riâyet ettiği için bu hal, o şartlara tahrime
için riâyet edildiğini tevehhüme sebep olmuştur. Binaenaleyh ulema evvelâ
şartlara riayetin tahrimiye bitişen kıyam için olduğunu beyan etmiş, sonra
birtakım suretler zikrederek o suretlerde tahrimenin şartlardan ayrılması
mümkün olduğunu göstermek suretiyle meseleyi tahkik etmişlerdir. «Hidâye»nin
ibâresi şöyledir:
«Şartlara riâyet,
tahrimiye bitişen kıyamdan dolayı lâzımdır. «Kifâye»de deniliyor ki: «Buna
delil şudur: Bir kimse denize düşer de abdest uzuvları ıslanmadan tekbir alır
ve onları suya daldırarak çıkardıktan sonra imâ ile namaz kılarsa namaz
câizdir. Velev ki tekbir halinde abdestsiz olsun». Bu sözler açık açık
gösteriyor ki, şartlara ancak tahrime biterken ona bitişen kıyamın ilk cüzünde
riâyet vâcip olur.
Demek ki şartlara
kıyam için riayet olunur. Kıyame tabean tahrime için riayet olunmaz. Zeyleî'nin
yukarda geçen sözünü de bu mânâya hamletmek mümkündür. O zaman hepsinin sözleri
birleşir ve maksadları anlaşılır. Bu makamın tahkiki hususunda benim anladığım
budur. Vesselâm.
METİN
İkincisi kıyâmdır.
Kıyamın haddi ellerini saldığı vakit dizlerine ermemesidir. Kıyamın farz,
vacip, mesnun ve mendup olan miktarı, içinde okunacak âyete göredir. Bir kimse
ayakta tekbir alırda rukûa giderse ayakta durmadığı halde namazı sahihdir.
Çünkü rükûa varıncaya kadar ayakta durması kâfidir.
Kıyam, ayakta
durmaya ve secde etmeye kudreti olanlara farz namazlarla nezir gibi farza
mülhak namazlarda ve esah kavle göre sabah namazının sünnetinde farzdır. Ayakta
durmaya kudreti olur da secdeye kudreti olmazsa, oturarak imâ ile kılması
menduptur. Secde ettiği takdirde yarası akan özürlü de böyledir. Bazen oturarak
kılmak (mendup değil) lazım olur. Nitekim ayağa kalktığı zaman yarası akan
yahud sidiğini tutamayan veya avret yerinin dörtte biri görünen yahud aslından
veya ramazan orucunu tutmaktan halsiz kalan kimselerin hükmü budur. Cemaate
gitmek namazdaayakta durmaktan halsiz bırakırsa evinde namazını ayakta kılar
bununla fetva verilir. «Eşbah»ın ibâresi buna muhaliftir.
İZAH
Kıyâm yani ayakta
durmak tam ve nâkıs kıyama şâmildir. Tam kıyam mutedil bir şekilde
dikilmektedir. Nâkıs kıyam elleri dizlerine varmayacak şekilde biraz eğri
durmaktır. Namazda özrü yokken bir ayağının üzerine durmak mekruhtur. İki
ayağının arası el parmaklarıyla dört parmak miktarı olmalıdır. Çünkü huşûa en yakın
olanı budur. Ebu Nasır Debbûsî'nin böyle yaptığı rivayet olunmuştur. Gerçi,
«Topuklarını birbirlerine yapıştırırlardı» diye bir rivayet varsa da bundan
murad cemaattır. Yani her biri yan yana dururdu demektir.
«Fetevây-ı
Semerkandî»de de böyle denilmiştir. Bir kimse özürsüz ayak parmaklarının veya
ökçelerinin üzerinde durursa câizdir. Ama câiz olmadığını söyleyenler de
vardır. «Kınye»de her iki kavil rivayet edilmiştir. Tamamı şeyh İsmail'in
şerhindedir.
Kıyamın miktarı.
okunacak ayete göredir. Bunu «Şurunbulâliyye» sahibi inceleyerek beyan
etmiştir. Lâkin «Hazâin» sahibi «Haviye» nisbet etmiştir. O halde bir âyet
okuyacak kadar ayakta durmak farz, Fatiha ile bir sure okuyacak kadarı vacip,
uzun, orta ve kısa sureleri yerlerinde okumak sünnet, teheccüd gibi namazlarda
daha fazlasını okumak menduptur. Lâkin «Eşbah»ın üçüncü fenninin sonlarında
şöyle denilmiştir:
«Ulemamızın
beyânına göre bir kimse namazda Kur'an'ı hatmetse farz yerine geçer. Rükûu,
sücûdu uzatsa farz yerine geçer demişlerdir». Bu sözün muktezası şudur: Namazda
kıyâmı da uzatırsa farz yerine geçer. Ve buradaki takdire aykırı düşer. Ama
buna şöyle cevap verilebilir: Bu onu yapmazdan öncedir. Yaptıktan sonra hepsi
farz olur. Nasıl ki kıraat yapılmadan önce farz vacip ve sünnet diye nevilere
ayrılır. Yapıldıktan sonra ise bunların hepsi farz olur. Semeresi sevap ve
ikâbta belli olur. Bir âyetten fazla okursa kendisine farz sevabı verilir.
Kıraatı terk ederse bir âyetten fazlasını terk ettiği için cezalandırılmaz.
Benim anladığım budur. Sen bunu teemmül eyle!
«Bir kimse ayakta
tekbir alır da rükûa giderse» yani rükûa giderken farz miktarı âyet okursa
yahud dilsiz veya imama cemâat yahud kıraatın sonunda olursa ayakta durmadığı
halde namazı sahihdir. Rükûa varmaktan murad rükûun en az miktarı, yani elleri
dizlerine varacak kadar eğilmektir. Şârih burada nezirden mutlak olarak
bahsetmiştir. Binaenaleyh mutlak nezire de şâmildir.
Mutlak nezir
ayakta duracağını ve oturacağını tayin etmediği namazdır. Bu babtaki iki
kavilden biri budur. İkinci kavil muhayyer olmasıdır. T.
«Hazâin»de nezîr
yerine vacip denilmiştir. Bozduğu nâfile namazın kazası da bunda dahildir. Kaza
vacip olduğu için bu namazda ayakta durmak da farz mıdır değil midir? Tahtavî
ile Rahmetî bu hususta tevekkuf edip bir şey diyememişlerdir.
Esah kavle göre
sabah namazının sünnetinde ayakta durmak şarttır. Sabah namazının sünneti
vaciptir. diyenlere göre mesele açıktır. Sünnettir diyenlere göre ise vaciptir
kavline riayet içindir. «Meraku'l-Felah»da nakledildiğine göre esah olan oturarak
kılmanın câiz olmasıdır. T.
Ben derim ki:
Lâkin «Hılye»de terâvih namazından söz edilirken. «Bir kimse teravih namazını
özürsüz oturarak kılarsa bazıları sabah namazının sünnetine kıyasen câiz
olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü bunların her ikisi sünneti müekkededir.
Sabah namazının
sünnetini özürsüz oturarak kılmak bilittifak caiz değildir. Nitekim bunu İmam
Hasan, Ebu Hanîfe'den rivayet etmiştir. Bu kavil «Hulâsa»da açıklanmıştır.
Teravih de öyledir. Birtakımları câizdir, demişlerdir. Onlara göre sabah
namazının sünnetine kıyas etmek doğru değildir. Çünkü teravih te'kid yönünden
sabah namazı derecesinde değildir. Binaenaleyh bu hususta ikisini bir tutmak
câiz olamaz. Kadıhân, «Sahih olanda budur» demiştir.
Ayakta durmaktan
hakikaten âciz kalan kimseden kıyâm sâkıt olur. Bu meydandadır. Hükmen âciz
kalırsa meselâ şiddetli ağrılara mübtelâ olur yahud hastalığının
ziyadeleşeceğinden korkarsa, kıyam yine sâkıt olur. Şârih'in söylediği yarası
akan vesaire özürlüler de hükmen kıyamdan âcizdirler Bazen ayakta durmak imkânı
varken kıyam hükmen sâkıt olur. Secdeden âciz kalanın hükmü budur.
Şârih, «Bahır»
sahibine uyarak yalnız bunu söylemiştir. Buna bir mesele daha ilâve edilir ki,
o da hareket halindeki gemide namaz kılmaktır. Böyle bir gemide ayakta durmak imkânı
varken oturarak kılmak İmam A'zam'a göre câizdir. Bir kimse yalnız ayakta
durmaya yahud onunla birlikte rükûa imkân bulur da secde edemezse oturarak imâ
ile kılması mendup olur. Çünkü oturmak secdeye yakındır. Mamafih ayakta imâ ile
kılması da câizdir. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir. İmam Züfer ile
Eimme-i Selâse ayakta imâ ile kılmayı vacip görmüşlerdir. Çünkü kıyam rükündür.
İmkân bulunduğu takdirde terk edilemez. Bizim delilimiz şudur:
Kıyâm secdeye
inmek için bir vesiledir. Secde asıldır. Zira secde kıyamsız da meşru bir
ibadettir. Secde-i tilâvet böyledir. Kıyam ise yalnız başına meşru bir ibadet
değildir. Hatta bir kimse ALLAH'dan başkasına secde etse kâfir olur. Kıyam
böyle değildir. Aslı yapmaktan âciz kalınca vesile de sâkıt olur. Nasıl ki
namazla beraber abdest, cuma ile birlikte saî de böyledir.
Secde ettiği
takdirde yarası akan özürlünün de oturarak imâ ile kılması menduptur. Mamafih
ayakta imâ ile kılması da câizdir. Çünkü secde etmekten hükmen âcizdir.
Secde etmiş olsa
abdesti kaçar ve halefi de yoktur. Ama imâ ederse imâ secdenin halefi olur.
Bazen oturarak imâ ile kılmak lâzım olur. Çünkü oturarak imâ ile kılmak hükmen
âciz kaldığı kıyamın halefidir. Bu adam ayağa kalksa abdestinin kaçması lâzım
gelir. Şârih'in diğer saydıklarında da zıdları lâzım gelir. Hatta oturarak
imâya imkân bulamazsa meselâ, oturarak kıldığı takdirde sidiği veya yarası
akar; arka üzeri yattığı takdirde akmazsa ayakta rükûa ve sücudla namazını
kılar. Nitekim «Münye»de beyan edilmiştir.
«Münye» şârihi diyor
ki: «Çünkü özürsüz sırt üzeri yatarak namaz kılmak câiz değildir. Nasıl ki
hadesle namaz kılmak da câiz değildir. Binaenaleyh bazı rükünlerin edâ
edilebildiği şekli tercih edilir. İmam Muhammed'den bir rivayete göre yan üstü
yatarak kılar. Bu bahsettiklerimizin hiç birinde namazı yeniden kılmak lâzım
gelmez. Bu hususta ulemanın ittifakı vardır. Kıraatın aslındanyani tamamından
dolayı halsiz düşen kimse namazını oturarak kılarsa da ayakta az miktar kıraata
imkân bulan kimsenin o miktarı ayakta okuması. geri kalanına oturarak devam
etmesi lâzım gelir. Bu «Münye» şerhinde beyân edilmiştir. «Bununla fetva
verilir.» sözünün vechi şudur:
Kıyâm farzdır.
Cemâat ise farz değildir. İmam Malik'le Şâfiî'nin kavilleri de budur. İmam
Ahmed buna muhaliftir. Çünkü ona göre cemaat farzdır. Bazıları bize göre o
kimsenin oturarak imamla birlikte kılması lâzım geldiğini söylemişlerdir. Çünkü
bu takdirde o kimse âcizdir. Bunu «Muhit» sahibi söylemiş, Zâhidî de sahih
bulmuştur. Ortada üçüncü bir kavil daha vardır ki «Münye» sahibi onu kabul
etmiştir. Mezkûr kavle göre o kimse ayakta imama uyarak namaza başlar, sonra
oturur. Rükû vakti geldi mi, imkân bulursa kalkarak rükû eder.
Şârih'in «Nehir»
sahibine uyarak kabul ettiği kavli «Hulâsa» sâhibi esah saymıştır. Onunla fetvâ
verilir. «Hılye»de şöyle denilmiştir: «Herhalde bu kavil en münâsip olandır.
Çünkü kıyam farzdır. Sünnet olan cemaat için onu terketmek için kıyam özür
sayılır». «Bahır» sahibi de ona tâbi olmuştur.
METİN
Üçüncüsü: Okumaya
kudreti olan için kıraattır. Nitekim gelecektir. Kıraat ekser ulemaya göre zâid
rükündür. Çünkü imama uymakla halefsiz olarak sukût eder.
Dördüncüsü:
Ellerini salmış olsa dizlerine varacak derecede rükûdur. Beşincisi: Ayakları ve
alnı ile secde etmektir. İki ayağından bir parmağını yere koymak şarttır.
Secdenin tekrarı taabbüdîdir. Rekâtların sayısı gibi o da sünnetle sâbittir.
İZAH
Kıraattan murad.
Kur'an-ı Kerim'den bir âyet okumaktır. Kıraat nâfilelerle vitirin her rekâtında
farzların ise iki rekâtında amelen farzdır. Nitekim Vitir ve Nâfileler Babında
kitabımızın metninde de gelecektir. Kıraatı farzın ilk iki rekâtına tâyin ise
vaciptir. Bazıları sünnet olduğunu söylemişlerdir. Vacipler Babında tahkik
edeceğimiz vecihle bu tâyin farz değildir. Fatiha ile bir sure veya üç âyet
okumak da vaciptir. Bu da gelecektir.
FER'i BİR MESELE:
Bazen dört rekâtlı bir farzın bütün rekâtlarında kıraat farz olur. Nitekim
imama namazın iki rekâtına yetişemeyen birini kendi yerine mihraba geçirir de
ilk iki rekâtında okumadığını ona işaret ederse hüküm budur. Bu mesele İstihlâf
Babında gelecektir. Okumaya kudreti olan meselesi bundan sonraki fasılda
gelecek, aynı zamanda namazda Arabçadan başka bir dille yahud şâz kıraatlarla
Kur'an okumanın yahud Tevrat veya İncil okumanın hükümleri de beyan edilecektir.
«Çünkü imama uymakla halefsiz olarak sukût eder». Bu ta'lilde «Bahır» sahibinin
söylediklerine işaret vardır. O şöyle demiştir: «Zâid rükün bazı suretlerde
zaruret tahakkuk etmeksizin sukût eden rükündür. Aslî rükün ise zaruretsiz
etmeyendir». Rüküne zâid denilmesine itiraz edilmiş ve «Rükün bir şeyin
hakikatında dahil olan kısımdır. O halde ziyadelikle nasıl vasıflanabilir?»
denilmiştir. Buna şöyle cevap verilmiştir:
«O şeyin bir halde
bununla var olmasına, bu yok olunca yok olmasına bakarak bu bir rükündür. Başka
bir halde o şeyin bunsuz da var olmasına bakarak zâiddir. Meselâ namaz itibarî
bir hakikattır. Onu Şârih Hazretleri'nin bazen birtakım rükünlerle bazende
onlardan daha azı ile mevcud sayması câizdir. Zâid rükünün yukarıdaki tarifine
şöyle itiraz olunmuştur: Bu tarife göre abdestte ayağı yıkamaya zâid rükün
demek tâzım gelir.» Buna da şöyle cevap verilmiştir: «Zâid denilen şey sukut
ettiği vakit yerine bedel gelmeyendir. Guslün ise bedeli vardır. Bu da meshdir.
Namaz rükünlerinin geri kalanları da böyledir. Çünkü hangisi sukût ederse
yerine halefi gelir. Binaenaleyh bunlar zâid değillerdir. Kıraat bunun
hilâfınadır.» Buna da şöyle itiraz olunmuştur: «İmamın kırâatı cemâatın
kıraatının halefidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), «Her kim imamla namaz kılarsa
imamın kıraatı onun içinde kıraattır», buyurmuştur». Buna da Halebî şöyle cevap
vermiştir: «Halefden murad, aslın yapamadığını yapan haleftir. Burada ise öyle
değildir». Bu cevap Tahtavî'nin cevâbından daha güzeldir. O şöyle demiştir:
«Hadîsde halef olmak kastedilmemiştir. Murad şârihin o kimseyi kıraatından
menetmesi onun kıraatı nâmına imamın kıraeti ile yetinmesidir». «Nehir» sahibi
diyor ki: Biri şöyle itiraz edebilir: Kıraetin zaid rükün sayılması için
zaruret olmaksızın onun sâkıt olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü kıraetin sukûtu
imama uyma zaruretinden ileri gelir. Bundan dolayıdır ki İbni Melek bunun aslî
rükün olduğunu iddia etmiştir».
Ben derim ki: Yine
biri şöyle itiraz edebilir: «İmama uymanın zaruret olduğunu biz kabul
etmiyoruz. Çünkü zaruret bir rüknü terk etmeyi mubah kılan âcizdir. İmama uyan
kimse okumaya kadirdir. Yalnız şer'an okumak ona men edilmiştir. Men etmeye
ancak te'vil yolu ile acz denilebilir. Gerçekten İbni Melek. «Bahır» sahibinin
dediği gibi bu hususta pek çok ulemaya muhalefet etmiştir. Ama onun muhalefeti
nazarı itibara alınmaz. Allahu a'lem.
Rükû: Ellerini
salmış olsa dizlerine varacak derecede eğilmektir. «Sirac»da da böyle
denilmiştir. «Münye» şerhinde şöyle deniliyor: «Rükû başı eğmektir; lâkin bel
ile beraber eğiltmektir. Çünkü lügatın vaz'ından anlaşılan budur.
Taâlâ
Hazretleri'nin, «Rükû edin» emri de buna uygun gelir. Ama rükûun kemâli başla
kıç dümdüz bir hizâya gelinceye kadar belin eğilmesi ile olur. Bu husustaki
itidâlin haddi budur. Fakat «Muhtar» şerhinde bu kavil zaif bulunmuş ve şöyle
denilmiştir: «Rukû, rükû denilebilecek kadarcık eğilmekle tahakkuk eder. Çünkü
o eğilmekten ibârettir. Bazıları, rükû kıyam haline daha yakınsa caiz değildir.
Rükû haline daha yakınsa câizdir demişlerdir». Meselenin tamamı «İmdâd» nam
eserdedir. Muvâfık olan kavil, «Muhtar» şerhinde tercih edilendir. Sebebini
ulemamız usul-i fıkıh kitaplarında izah etmişlerdir. Şeyh İsmail Nablusî'nin
şerhinde «Muhit» nam eserden naklen şöyle denilmektedir:
«Bir kimse rükûda
başını biraz eğilterek itidal yapmasa Ebu Hanîfe tarafından verilen cevaba göre
câiz olur. İmam Hasan eğilen şahıs rükûa daha yakınsa câizdir. Kıyama daha
yakınsa câiz değildir, diye rivayet etmiştir».
«Fettal»
hâşiyesinde Bercendî'den naklen şöyle deniliyor: «Oturarak kılarsa alnının
dizleri hizâsına gelmesi icap eder ki. rükû hâsıl olabilir».
Ben derim ki:
İhtimal bu söz rükûun tamamına hamledilmiştir. Yoksa gördün ki rükû sırtla
beraber başı eğiltmekten ibarettir. Teemmül eyle!
«Lügatta secde
tevazu mânâsına gelir. Kamûs, Muğrip sahibi onu «alnı yere koymaktır». diye
tefsir etmiştir. «Bahır»da şöyle deniliyor: «Secdenin hakikatı maskaralık
olmayacak şekilde yüzün bir kısmını yere koymaktır. Burun bu tarifte dahil,
çene ve yanak hariçtir. Ama secde halinde ayaklarını kaldırırsa tazim ve tebcil
olmaktan ziyade oynamaya daha çok benzer.» Meselenin tamamı «Bahır» üzerine
yazdığımız derkenardadır.
Özrü olmayan kimse
alnı ve ayakları ile secde etmelidir. Sadece burun üzerine secde ile yetinmek
için tercih edilen kavle göre özür şarttır. Nitekim gelecektir.
Halebî diyor ki:
«Sonra yalnız alnı üzerine secde etmekle yetinecekse az bile olsa alnının bir
cüzünü yere koymak farz, ekserisini koymak ise vaciptir». Secde hâlinde
ayaklardan bir parmağın yere değmesi kâfidir. Binaenaleyh Şârih'in «ayakları
ile» ifâdesini ibâreden atmak icap eder. Secdenin tekrarı taabbüdî bir iştir.
Yani ekseri ulemanın kavillerine göre mânâsına akıl ermeyen bir iş olup ibtilâ
ve imtihan için emir olunmuştur. Bazıları şeytanı çatlatmak için emir edildiğini
söylerler ve «Şeytan bir defa bile secde etmedi. işte biz iki defa secde
ediyoruz.» derler. Tamamı «Bahır»dadır.
F A İ D E:
Musannıf'a «Fetevâyı Timurtaşî»ye adlı eserinin sonunda «Teabbüdî emirler mı
daha efdal, yoksa mânâsı anlaşılanlar mı?» diye sorulmuş; o da şöyle cevap
vermiştir «Ben ulemamızdan buna dâir bir şey bulamadım, yalnız usul-i fıkıhda
naslar da asıl olan ta'lildir, (illetini göstermektir), demişlerdir».
Musannıf bununla
mânâsı anlaşılanların efdal olduğuna işâret etmiştir. Ben bu meseleye İbni
Hacer'in fetevâsında vakıf oldum. Şöyle demiş: «İbni Abdisselâm'ın iddiası
teabbüdî emrin efdal olmasıdır. Çünkü sırf boyun eğerek, yani emir olunduğu
için yapılır. İlleti anlaşılan için yapar. Bulkınî ona itiraz ederek şunları
söylemiştir: Şübhesiz umumiyet itibârıyla mânâsı anlaşılan emirler daha
fazîletlidir. Çünkü şeriatın ekserisi bu kabildendir. Cüz'iyâta bakılırsa bazen
teabbudî emirlerin daha faziletli olduğu anlaşılır. Meselâ abdest almak,
cünüblükten yıkanmak göz önüne alınırsa abdest daha faziletlidir. Bazen de
mânâsı anlaşılan efdal olur. Tavafla şeytan taşlamayı ele alırsak tavaf daha
fazîletlidir». «Hılye»de Abdestin Farzları Bahsinde şöyle denilmiştir:
«Ulema teabbüdî
emirler hakkında İhtilâf etmişlerdir. Bunlar ALLAH indinde bir hikmetinden
dolayı meşru olup bu hikmet bize gizli mi kalmıştır yoksa böyle değil midir?
Ekser ulema birinciyi tercih etmişlerdir. Akla yatan da odur. Çünkü istikrâ
(sayım) göstermiştir ki ALLAH Taâlâ'nın âdeti hikmetinden hâli değildir.
Yararlı şeyler emir, zararları yasak eder. Binaenaleyh bize meşru kıldığı bir
şeyin hikmeti anlaşılırsa ona makul deriz. Hikmeti anlaşılmazsa ona da teabbudî
ismi veririz. ilim ve hikmet ALLAH Taâlâ'ya mahsustur». Secdenin tekrarı sünnet
ve icmâ ile sabittir. Çünkü âyetteki secde emri tekrar delâlet etmez.
METİN
Altıncısı: Son
oturuştur. Anlaşıldığına göre bu şarttır. Çünkü tahrime nasıl giriş için meşrû
olmuşsabu da çıkış için meşrû olmuştur. «Bedâyi» sahibi onun zâid rükün
olduğunu sahih kabul etmiştir. Zira namaz kılmayacağına yemin eden bir kimse
secdeden doğrulunca yemini bozulur. «Sırâciyye»de, «Bunu inkâr eden kâfir
olmaz.» denilmiştir. Son oturuş en azından tahiyyatı sonundaki abdühü verasûlüh
ile beraber okuyacak kadar devam eder. Peş peşine okumak ve fâsıla vermemek şart
değildir. Çünkü «Valvalciyye»de şöyle denilmektedir: «Bir kimse dört rekât
kılar da bir lâhza, oturduktan sonra üç kıldığını zannederek kalkar, sonra
hatırlayarak tekrar oturur, sonra konuşursa iki oturuş arasında teşehhüd
miktarı bulunduğu takdirde namaz sahihdir. Aksi takdirde namaz sahih değildir.
İZAH
Musannıf'ın burada
ikinci oturuş demeyip son oturuş tâbirini kullanması sabah namazı ile yolcu
namazının oturuşlarına da şâmil olsun diyedir. Çünkü bu namazların oturuşları
son oturuştur. Fakat kinci oturuş değildir. «Dirâye»de de böyle denilmiştir.
Maksat bu oturuşun namaz sonunda olduğunu anlatmaktır. Yoksa son tâbiri ondan
önce başkasının bulunmasını iktiza eder. Bu izaha göre bir adam «Malik olduğum
son köle hürdür», dese de bir köleye malik olsa, köle âzad olmaz.
Son oturuş
hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Bazıları onun aslî rükün olduğunu söylemiş.
Pezdevî'nin «Keşf»inde farz değil, vacip olduğu bildirilmiştir. Lâkin burada
vacip, vitir gibi amelde farz kuvvetinde olandır. «Hizâne»de son oturuşun farz
olduğu, fakat aslî rükün değil de namazdan çıkmak için şart kılındığı
bildirilmiştir. «Fetih» ve «Tebyîn» sahipleri farz olduğuna cezm etmişlerdir.
«Yenâbî»de, «Sahih olan budur.» deniliyor. İmam Mahbubî dahi «Câmi-i Sağîr»in
menâsikinde onun farz olduğuna işaret etmiştir. Bundan dolayıdır ki namaz
kılmayacağına yemin eden bir kimse başını secdeden kaldırmakla yemininden
dönmüş olur. Yemininden dönmesi son oturuşa bağlı değildir. Şu halde son oturuş
rükün değil, farzdır. Çünkü rükün bir şeyin hakikatında dahil olan cüzüdür.
Namazın hakikatı ise oturuş bulunmaksızın dahi tamam olur. Mahbûbî bundan sonra
şunları söylemiştir:
«Anlaşılıyor ki bu
oturuş ancak istirahat için meşru olmuştur. Farzın hali rükünden aşağıdır.
Çünkü rükün tekerrür eder. Binaenaleyh tekerrür etmemek rükün olmadığına
delildir. Burada fıkıh şudur: «Namaz ta'zime tahsis edilmiş birtakım
fiillerdir. Ta'zimin aslı ayakta durma ile olur. Rükû ile artar secde ile sona
erer. Oturuşda namazdan çıkmak için murad edilmiştir. Binaenaleyh aynı için
değil, gayrı için farzdır (Yani zatı için değil, başkası için farz olmuştur.
Rükün değildir). Meselenin tamamı Şeyh İsmail'in «Dürer» şerhindedir. «Bahır»
sahibi, «Hilâfın semeresinden bahseden görmedim.» demiştir. Yani rükün olup
olmaması hususundaki hilâfı söylemek istemiştir. «İmdâd» sahibi bu hilâfın
semeresini anlatmış ve şöyle demiştir: «Bir kimse son oturuşta uyusa şarttır,
diyenlere göre yaptığı oturuş muteberdir. Rükün olduğunu söyleyenlere göre
muteber değildir». O bu sözü «Tahkik» adlı esere nisbet etmiştir. Esah olan bu
oturuşun itibar edilmemesidir. Nitekim «Münye» şerhinde de öyle denilmiştir.
Ben derim ki: Bu
da son oturuş.zaid rükündür. Şart değildir, diyenlerin kavlini te'yid eder.
Şârih'in «Nehir» sahibine uyarak tuttuğu yol buna muhaliftir.
Şârih'in «Bu da
çıkış için meşru olmuştur.» sözüne şöyle itiraz edilebilir: «Başkası meşru olan
bir şey bazen rükün olabilir. Nitekim kıyam böyledir. Çünkü kıyam, rükû ve
sücûda vasıta olmak için meşru kılınmıştır. Hatta rükû ve secdeden âciz olan
kimse kıyama kudreti olsa bile namazını oturarak ima ile kılar. Namaz
kılmayacağına yemin eden kimse meselesine de şöyle itiraz olunur:
«Kıraet, zaid
rükündür. Bir adam namaz kılmayacağına yemin etse de kıraetsiz olarak bir rekât
namaz kılsa, yemini bozulmaz. Binaenaleyh Şârih'in gösterdiği bu misalde son
oturuşun zaid rükün olduğuna delâlet yoktur. Bilakis şart olduğuna delâlet
vardır. Şârih'e münâsib olan aksine çevirerek bunu şarta değil, bundan öncekini
de burada rükün olduğuna delil göstermekti Teemmül eyle!
«Bunu inkâr eden
kâfir olmaz» sözünden anlaşıldığına göre murad, farz olduğunu inkâr edendir.
Çünkü Kuhistanî'nin beyan ettiği vecihle bazıları son oturuşun vacip olduğunu
söylemişlerdir. Ama asıl itibariyle meşru olduğunu inkâr edenin küfre nisbet
edilmesi gerekir. Çünkü son oturuş icmâ ile sabittir. Hatta dinden olduğu
bizzarure malûmdur. Bunu Halebî söylemiştir.
Ulemanın beş
vaktin sünnetleri hususunda, «Bunların hak olduğuna inanmayan kâfirdir.»
demeleri de bunu te'yid eder. «Sonundaki Abdühü verasülühü ile beraber» sözü
ile Şârih muradın vacip olan teşehhüdü tamamiyle okumak olduğuna işaret
etmiştir. «Münye» şârihi şöyle demiştir: «Teşehhüdden murad tehiyyâtı Abdühü
verasülühü'ye kadar okumaktır. Sahih olan budur. Bazıların dediği gibi teşehhüd
sadece iki şehadetten ibâret değildir».
METİN
Yedincisi: Kendi
fiiliyle namazdan çıkmaktır. Namaz tamam olduktan sonra namaza zıd bir iş
yapmak bu kabildendir. Velev ki kerahet-i tahrimiye ile mekruh olsun. Sahih
kavle göre kendi filiyle namazdan çıkmak bilittifak farz değildir. Bunu Zeyleî
ve başkaları söylemiş Musannıf da ikrar ve kabul eylemiştir. «el-Müçtebâ»da
«Muhakkık ulema bunu tercih etmişlerdir.» deniliyor.
İZAH
Kendi fiili ile
namazdan çıkmaktan murad namaz tamam olduktan sonra söz olsun iş olsun namaza
zıd bir şeyi isteyerek yapmaktır. «Bahır» da da böyle denilmiştir. Meselâ,
kıldığı namazın üzerine farz veya nâfile başka bir namazı bina etmek, kahkaha
ile gülmek, kasden abdest bozmak. konuşmak, yürümek ve selâm vermek bu
kabildendir. Tatarhaniye: Bir kadının gelip o kimsenin hizasına durması da
böyledir. Çünkü mühâzat ortaklaşa birbirinin hizasına durmaktır. Binaenaleyh
kadından olduğu gibi erkekten de mühâzat fiili mevcuttur. Velev ki erkeğin
kasdı olmasın. Meselenin tamamı «Nihaye»dedir.
Musannıf «kendi
fiiliyle» diyerek abdest kaçırmak gibi hak tarafından gelen fiilden ihtiraz
etmiştir.
Mutlak kemâline
haml edilir kaidesince kendi fiiliyle namazdan çıkmanın kemâli selâm vermekle
olur. Fakat burada maksad selâmdan başka fiillerdir. «Velev ki kerahet-i
tahrimiyye ile mekruh olsun» sözü de buna delâlet eder.
«Namaza zıd» sözü
ile Şârih kıraet ve tesbih gibi namaza zıd olmayan şeylerden ihtiraz etmiştir.
«Namaz tamam olduktan sonra» yani teşehhüd miktarı oturduktan sonra diye
kayıtlanması daha önce namaza münâfi bir fiil bilittifak namazı bozduğu
içindir. H. «Sahih kavle göre kendi filiyle namazdan çıkmak bilittifak farz
değildir». Malûmun olsun ki, İmam A'zam'dan böyle bir rivayet yoktur. Bunu
Berdeî ileride gelecek (12) on iki meseleden çıkarmıştır. İmam A'zam bu
meselelerde namazın rükünleri tamam olduğu halde henüz namazdan çıkılmadığı
için namazın bâtıl olduğunu söylemiştir. Bu gösterir ki namazdan çıkmak
farzdır. İmameyn aynı meselelerde namazın sahih olduğunu söylemişlerdir. Şu halde
onlara göre kendi fiiliyle namazdan çıkmak farz değildir. Ama Kerhî bunu kabul
etmemiş, «Kendi fiiliyle namazdan çıkmanın farz olmadığı hususunda imamlarımız
arasında hilâf yoktur. Bu Berdeî'nin yanlış bir hüküm çıkarmasıdır. Çünkü onun
zannettiği gibi kendi fiiliyle namazdan çıkmak farz olsa idi ibâdet olan selam
lafzına mahsus kalırdı. İmam A'zam on iki (12) meselede namazın bâtıl olduğuna
başka bir mânâdan dolayı hükmetmiştir. Bu mânâ o namazlara ârız olan ve farzı
değiştiren şeylerdir. Namazın başında veya sonunda ârız olmaları hükmen
müsâvidir. Zira namazda oturduktan sonra teyemmümle kılanın suyu görmesi Tarzı
değiştirir. O kimseye farz olan teyemmüm idi. bu sefer farzı abdeste değişti.
Geri kalan meseleler dahi böyledir. Konuşmak bunun hilâfınadır. Çünkü konuşmak
değiştirici değil namazı kesicidir. Kasden abdest bozmak. kahkaha ile gülmek ve
bunlara benzer şeyler namazı değiştirici değil. bozuculardır». Meselenin tamamı
«Hılye»dedir. Şu da var ki allâme Şurun-bulâli «el-Mesâilü'l-Behiyye» adlı
risâlesinde Berdeî'ye yardımcı olmuştur. Şurunbulâli «Hidâye» sahibinin
namazdan kendi fiiliyle çıkmanın farz olduğunu tercih ettiğini şârihlerin
bilumum ulemanın ve ekseri muhakkıkların İmam Nesefî'nin ve Ehl-i sünnet imamı
Ebu Mansur Matürîdî'ninde ona tâbi olduklarını söylemiştir.
Muhakkık ulemanın
tercih ettikleri kavil sahih olan Kerhî kavlidir, ki Berdeî'nin kavline
mukabildir. Aralarındaki hilâfın faidesi teşehhüd miktarı oturduktan sonra
abdesti koçan kimse hakkında meydana çıkar. O kimse abdest almaz da namazının
üzerine binâ eder, sonunda kendi fiiliyle namazdan çıkarsa Berdeî'nin tahricine
göre namazı batıl, Kerhî'nin tahricine göre sahih olur. T.
METİN
Namazın
farzlarından geriye kalanlar farz olanı ayırmak. kıyâmı rüku üzerine, rükûu
secde üzerine tertip son oturuşu bütün rükünlerden sonra yapmak, namazı
tamamlamak, bir rükünden başka rüküne intikal, farzlarda imamını takip, imama
uyanın reyince imamın namazının sahih olması, imamın önüne geçmemek, namazda
ona muhalif tarafa dönmemek. üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlamamak,
kadınla bir hizâya durmamak, bu son iki şeyin şartlarına riâyet etmek ve İmam
Ebu Yûsuf ile Eimme-i Selâse'ye göre ta'dili erkândır. Aynî «muhtar olan
budur.» demiş, Musannıf da onu ikrâr ve tasdik eylemiştir. Biz bunu «Hazâin» adlı
eserimizde beyan etmişizdir.
İZAH
«Farz olanı
ayırmak» ifâdesini Tahtavî, «İkinci secdeyi birinciden ayırmasıdır.» diye
tefsir etmiştir. Bu azıcık olsun başını birinci secdeden kaldırmakla, yahud
oturmaya daha yakın olacak şekildedoğrulmakla olur.Bunların ikisi de sahih
birer kavildir. Şurunbulâli ikinci kavlın daha sahih olduğunu nakletmiştir.
Halebî bu ifadeyi, «Ayırmaktan murad üzerine farz olan namazları farz
olmayanlardan ayırmaktır.» diye tefsir etmiştir. Hatta beş namazın farz
olduğunu bilmese yalnız bunları vakitlerinde kılsa kâfi değildir. Bazısının
farz. bazısının da sünnet olduğunu bilse ve hepsine farz diye niyet etse yahud
bilmese de imam farzda uyarken imamın namazına niyet etse câiz olur. Farzı
bilip içindeki farz ve sünnetleri bilmese yine namazı câizdir. «Bahır»da da
böyle denilmiştir. Şu halde «farz olanı» tâbirinden murad, her namazın
cüzlerini bilmek değildir. Mesel namazda kıraatin farz olduğunu, tesbihin
sünnet olduğunu vesaireyi bilmesi şart değildir. «Nuru'l-İzah» sünneti bunun hilâfını
îham etmektir. Velev ki şerhinde ihamı giderecek şekilde izahat yapılmış olsun.
Ben derim ki:
Şârih'in bunu söylemesi gerekirdi. Nitekim «Hazâin»de öyle yapmıştır. Çünkü
birinci tefsire göre ikinci secdenin farz olması mânâsına gelir. Zirâ secde baş
kaldırmadan tahakkuk etmez. Secde zikri geçmiştir. İkinci tefsire göre niyeti
tâyinde müşterek olmaya varır. Bunu da Niyet Bahsinde söylemiştir. Kıyamın rükû
üzerine tertibi ondan önce yapılmasıdır. Hatta evvelâ rükû edip sonra doğrulsa
bu rükû nazar-ı itibara alınmaz. İkinci defa rükû ederse namazı sahih olur.
Çünkü farz olan tertip yerini bulmuştur. O kimseye secde-i sehiv lâzım gelir.
Çünkü o rükûu farz olan rükûdan önce olmuştur. Rükûu secdeden evvel yapmak dahi
böyledir. Hatta evvela secde edip sonra rükûa varsa ikinci defo secde ettiği
takdirde namazı sahih olur. Son oturuşu bütün rükünlerden sonra yapmak farzdır.
Hatta son oturuştan sonra bir namaz secdesini bıraktığını hatırlarsa o secdeyi
yapar tekrar oturur. Yanıldığı için de secde-i sehiv yapar.
Unuttuğu rükû ise
onu ondan sonraki secde ile birlikte kaza eder. Kıyam veya kıraat ise bütün bir
rekât kılar. Bunu «Bahır» sahibi kayıt etmiştir. Bundan başka bir farz olduğu
anlaşılması için «Hazâin»de yaptığı gibi «oturuşun tertibi ilh.» demesi daha
iyi olurdu. Bir de bundaki tertip öncekilerden aksine olarak tehir mânâsınadır.
Şârih, kıraeti rükûdan önce yapmanın hükmünü söylememiştir. Çünkü onu namazın
vaciplerinde anlatacaktır. Bütün bunlar hakkında sözün tamamı orada gelecektir.
Namazı tamamlamak
ve bir rükünden başka rüküne intikal hakkında «Fetih» de şöyle denilmiştir:
«Namazın tamamlanması ve bir rükünden başka rüküne intikal dahi namazın
farzlarından sayılmış ve çünkü namazı farz kılan nass bunu da Tarz kılmıştır.
Zira tamamlanmadan namaz mevcud olmaz. Bu da bu iki şeyi gerektirir,
denilmiştir. Anlaşılıyor ki tamamlamaktan murad namazı kesmemektir. Mezkûr
intikalden maksad da sonraki rüknü ifâ için birinciden ikinciye geçmektir.
Çünkü, sonraki ancak böylelikle tahakkuk eder. Aralarında fâsıla vermemek
şartiyle bir rükünden başkasına geçmek ise vaciptir. Hatta rükû edip sonra
tekrar rükûa gitse secde-i sehiv yapması vacip olur. Çünkü farz olan rükûdan
secdeye intikal etmemiş, aralarına ecnebi bir fiil sokmuştur ki o da ikinci
rükûdur. Nitekim «Münye» şerhinde de böyle denilmiştir. «Münye» sahibinin
yaptığı gibi rükün kelimesini farzla değiştirmek gerekir. Tâ ki secdeden
oturuşa intikale şâmil olsun. Bu, Şârih'in ka'deyi zaid rükûn değil, şart kabul
etmeyi daha münasip gördüğüne göredir. Lâkin yukardaarzettik ki bunun hilâfı
tercih edilmiştir.
Sonra farzlar
meyanında zikredilen namazı tamamlamamak ve bir rükünden başkasına intikal
meselelerine Musannıf'ın saydığı farzlar hacet bırakmamıştır. «Farzlarda
imamını takip» farzları imamla beraber yahud ondan sonra yapmakla olur. Hatta
bir kimse imamı rükû edip doğrulduktan sonra rükûa gitse sahih olur. Ama
imamından önce rükû edip doğrulur da sonra imamı rükû eder ve ikinci defa imamı
ile birlikte yahud ondan sonra o da rükû etmezse namazı bâtıl olur. Şu halde
imamı takipten murad ondan önce bir fiil yapmamaktır. Evet imamına farzlarda
ortak olarak öne geçmemek sona kalmamak şartiyle onunla beraber bulunmak
mânâsına imamını takip vaciptir. Nitekim Şârih bunu bundan sonraki fasılda
anlatacaktır. Şârih «farzlarda» tâbiri ile vacip ve sünnetlerden ihtiraz
etmiştir. Çünkü onlarda imamı takip farz değildir. Onları terk etmekle namaz
bozulmaz.
İmama uyanın
re'yince imamın namazının sahih olması şarttır. Çünkü mutemed kavle göre
namazın sahih olup olmaması hususunda imama uyanın re'yine itibar olunur.
Binaenaleyh Hanefî bir kimse tenâsül âletine veya kadına dokunan Şâfiî imama
uysa namazı sahih olur. Ama vücûdundan kan çıkan Şâfiî'ye uyarsa namazı sahih
değildir. T. Bunun izahı Vitir Babında gelecektir.
İmamın önüne
geçmemekten murad, ökçelerinin onun ökçelerini geçmemesidir. Bu söz, hizasında
bulunmasına yahud geride durmasına müsaiddir. Aksi takdirde ise namaz bozulur.
«Namazda ona muhalif tarafa dönmemek» ifâdesinden muzaaf hazf edilmiştir.
İbâre «kıble araştırıldığı
zaman cihet tâyini hususunda imamına muhalefette bulunduğunu bilmemesi»
takdirindedir. Burada şart imama uyduğu anda bilmemektir. Hatta namaz tamam
oluncaya kadar imamın döndüğü cihetin aksine durduğunu bilmezse namazı
sahihtir. Nitekim geride geçti. (Kıble araştırıldığı zaman) diye kayıt etmesi
Kâbe'nin içinde veya dışında kasten imamına cihet hususunda muhalefet câiz
olduğu içindir.
Meselâ, Kâbe'nin
etrafında halka olarak namaz kılarlarsa orada imama muhâlefet tahakkuk eder.
Rahmetî diyor ki:
«Şârih'in bunu mutlak bırakması geçen ve gelecek izahata itimad ettiği içindir.
Nitekim ulemanın yerindeki takyide itimad ederek sözü mutlak bırakmak
hususundaki âdetleri budur». «Bu son iki şeyin şartlarına riayet etmek»
sözünden murad üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlamamak ve kadınla bir hizaya
durmamaktır. Birincinin şartı tertip sahibi olmak ve namaz için müsâid vakit
bulunmaktır. İkincinin şartı kadınla tahrime ve eda cihetlerinden müşterek ve
mutlak bir namazda yan yana durmak ve imamın kadına da imam olmaya niyet
etmesidir. Nitekim gelecektir. H.
Şârih'in
ibaresinde şart kelimesi müfret olarak kullanılmışsa da muzaaf olduğu için umum
ifâde eder. Ve şartlar mânâsına gelir. Ebu's-Suûd. Tâdil-i erkânın tefsiri,
Namazın Vacîbleri Babında gelecektir. şârih, bunu «Hazâin» adlı eserinde izah
ederek şöyle demiştir:
Ben derim ki:
Lâkin muhtar olan budur, sözü gariptir. Ben ona itimad eden kimse görmedim.
Ekseriyetin tercih ettiği kavil tâdili erkânın vacip olmasıdır. «Fetih» sahibi
ve ona uyarak «Bahır»sahibi Ebu Yûsuf'un kavlini amelî farz mânâsına
hamletmişlerdir. Bu suretle hilâf ortadan kalkar.
Ben şöyle diyorum:
Nereden nereye
hilâf ortadan kalkacakmış! «Bahır» sahibi Sehiv Babında İmam Ebu Yûsuf'a göre
tâdil-i erkânı bırakanın namazı bozulduğunu, tarafeyne göre bozulmadığını
açıklamıştır. Dikkatli ol! Bu ibâre «Nehir»den alınmıştır.
Ben derim ki:
«Bahır» sahibini bu te'vile sevk eden âmil kuvvetli bir işkâlden kurtulmak
istemesidir. İşkâl şudur: İmam Ebu Yûsuf ta'dil erkânın farz olduğunu namazını
beceremeyen hadisiyle isbat etmiştir. Bu hadis haber-i vahiddir. Kat'î delil
«olan âyet» ise mutlak olarak rükû ve sücûdu emir etmiştir. Binaenaleyh has
olan nass üzerine haberi vahidle ziyade etmek lâzım gelir ki Ebu Yûsuf buna
kâil değildir. Onun ta' dili erkân farzdır, sözü amelî farza hamledilirse - ki
amelî farz, iki kısım olan vacibin yüksek mertebesidir - işkâl def edilmiş ve
hilâf ortadan kaldırılmış olur.
Farz-ı amelî
kendisi ortadan kalkınca cevaz da kalmayan şeydir. Başa meshi dörtte birine
takdir etmek bu kabildendir. Binaenaleyh Ebu Yûsuf'a göre bu ta'dili terk
etmekle namazın bozulması icap eder. Tarafeyn buna kâil değildirler. Şu halde
hilâf. bakidir. Nass üzerine ziyâde yine de lâzım gelmektedir. Zira nassın
muktezâsı, rükû ve sücûd denilen şeylerle yetinmektir. İşkâl de bâkidir. Lâkin
ehl-i tahkik ulemadan bir zat, bu işkâle güzel bir cevap vermiştir. Ben onu
«Bahır» üzerine yazdığım derkenarda beyân ettim.
Cevap şudur:
Tarafeyne göre âyetteki rükû ile sücûddan murad. lügat mânâlarıdır. Bu da
malûmdur. Beyâna ihtiyacı yoktur. Ta'dil-i erkân farzdır dersek, nassın üzerine
haber vahidle ziyade etmek lâzım gelecektir. Ebu Yusuf'a göre ise âyetteki rükû
ile sücûddan murad şer'î manâlarıdır. Bu. malûm değildir. Beyana muhtaçtır.
«İnâye»de açıklandığına göre kitabın mücmeline zannî delil ile beyan lâhık
olursa ondan sonra hüküm beyâna değil, kitaba izâfe olunur. Sahih kavil budur.
Onun içindir ki, biz haber-i vahidle sabit olan son oturuşun farz olduğuna
kâiliz. Ama gene haber-i vahidle sabit olan Fatiha'nın farz olduğuna kâil
değiliz. Çünkü Taâla Hazretleri'nin, «Kolayınıza geleni okuyun» emri mücmel
değil, hâsdır». Kısaltarak alınmıştır.
Hâsılı rükû ve
sücûd kelimeleri İmam A'zam'la İmam Muhammed'e göre hâs İmam Ebu Yusuf'a göre
mücmeldirler. Bu suretle işkâl aslından defedilmiş olur. Lâkin hilâf hâli üzere
bâkidir. Allahu a'lem.
METİN
Bu farzları edâ
ederken ihtiyar, yani uyanık bulunmak şarttır.
Ben derim ki:
Bununla farzlar yirmi küsûra ulaşır. Şurunbulâli «Vehbâni»ye üzerine yazdığı
şerhde tahrime için yirmi, tahrimeden başkası için on üç şart olduğunu manzum
şekilde bildirmiş ve şöyle demiştir: «Tahrimenin birtakım şartları vardır ki.
ben onları güzelce yoluna koyarak ilelebed parlayacak bir şekilde toplamak
bahtiyarlığına erdim. Bunlar: Vaktin girmesi. girdiğin itiKad. avret yerini
örtmek. temizlik. serbestçe ayakta durmak. imama uymaya niyet, uyduğunu
söylemek, farz mı vacib mi kıldığını tayin. kudreti varsa muradını belirtmekten
ve besmeleden hâli Arabça bir zikircümlesi ile başlamak. Bu cümle ism-i
Celâl'in hâvinden yahud hasinden, hemzeleri ve ekberin bâsını uzatmaktan hâli
olmak. niyetle tahrime arasına namaz aykırı bir fiil ve söz girmemek ve
tekbirin niyetten önce yapılmamasıdır.
İZAH
Yirmi küsûrdan
murad yirmibirdir. Bu yirmibir farzdan sekizi metinde geçmiştir.
Dokuzuncusu:
İhtiyardır. On ikisi de şerhde geçmiştir. On iki adedi oturuş tertibini
müstakil farz saymakla dolar. Nitekim arz etmiştik. Anla!
Şurunbulâlî'nin
manzum olarak yazdığı yirmi şart tahrimeye aiddir. Bunların bazıları tahrimenin
lâfzı hakkında olup geri kalanları namazın şartlarıdır. Şârih'in tercih
ettiğine göre bunlar namazın rükünlerine bitişikleri için şart koşulmuşlardır.
Bu hususta da yukarıda söz etmiştik. Şurunbulâli tahrimeden ayrı olarak namaz
için (13) on üç şart sıralamıştır. Hakikatte bütün bu şartlar namazın sahih
olmasının şartlarıdır. Ancak bu onüç şartta tahrimenin dahli olmadığı için
onları öncekilerden ayırmıştır.
Vaktin girdiğini
itikaldan murad, galebe-i zan yani kalbin yatması da olabilir. Maksad şübheden
kurtulmaktır. Vaktin girip girmediğinde şüphe ederek namaza başlarsa sonradan
girdiği anlaşılsa bile namazı câiz olmaz. Temizlikten murad, hadesten ve
necasetten temizlenmektir. Namaz kılan kimsenin bedeninde, elbisesinde ve namaz
kılacağı yerde namaza mâni pislik bulunmayacaktır. Mâni bulunmadığını itikad
dahi şarttır. Bir kimse abdestsiz, yahud elbisesinin pis olduğunu zannederek
namaz kılar da aksi zuhur ederse câiz değildir. Halebî, «Avret yerini örtmek de
böyle olsa gerektir.» demiştir.
Serbestçe ayakta
durmadan maksad elleri dizlerine ermeyecek şekilde durmaktır. İmama rükû
halinde yetişir de eğilerek tekbir alırsa tahrimesi sahih olmaz. İmama uymaya
niyet etmenin tahrime için değil, imama uymak sahih olsun diye şart koşulduğunu
biliyorsun. Çünkü imama uymaya niyet etmezse yalnız kılmak için namaza başlamış
olur. Lâkin kıraatı terk ettiği için namazı bâtıldır.
Evet, tahrime
sahih olmak için mutlak olarak namaza niyet şarttır. Şurunbulâlî bunu
söylememiştir. «Namazın aslına niyet etmesi, demeli idi. Şurunbulâlî imama
uyduğunu dille söylemeyi şart saymışsa da kendisine itiraz edilmiş, «Dille
söylemek tahrimenin rüknüdür. Nasıl oluyor da şart sayılıyor?» denilmiştir.
Kendisine. «Maksad hususî bir şekilde söylemesi yani söylediğini kendi işitmesidir.
Bir kimse tahrimeyi işitilmeyecek şekilde fısıldasa veya sadece gönülden
geçirse namazı câiz değildir.» diye cevap vermiştir. Keza eûzû besmele, kırâat.
Tesbih, salâvat gibi namaza aid bütün sözler böyle olduğu gibi köle âzadı.
kadın boşamak ve yemin dahi bu kabildendir.
Arabça zikir
cümlesinden murad Allah'u Ekber ve emsâlidir. Zâhir rivâyeye göre bu iki
kelimeden yalnız biriyle namaza başlamış olmaz. Nitekim bundan sonraki faslın
başında gelecektir. «Muradını belirtmekten ve besmeleden hâli» ifâdesinden
maksad, namaza niyet ederken söyleyeceği cümlenin içinde hacetini belirten
kelime ve besmele bulunmayacak demektir. Şu haldeAllahümmağfirli (yarab beni
afv et) gibi istiğfar cümlesi ile namaza başlamak sahih değildir. Ama esah
kavle göre sâdece Allahümme diyerek başlamak sahihdir. Nitekim ileride
görüleceği vecihle ya Allah diye başlamak da sahihdir. Sırf besmele ile ve kezâ
eûzû çekmekle Havkale ile namaza başlamak sahih kavle göre câiz değildir.
Nitekim gelecektir.
«Arabça söylemeye
kudreti olan için başka dille namaza başlamak doğru değildir. Arabçaya kudreti
yoksa Farsça ile başlayabilir. Nitekim kıraat da böyledir. Lâkin ileride
görüleceği vecihle başka dille namaza başlamak Arabçaya kudreti olanlar için
dahi bilittifak câizdir. Ama kıraat meselesi öyle değildir. Bu meselede birçok
ulema, hatta bütün kitaplarında Şurunbulâlî şaşırmışlardır.
Niyet cümlesi
ism-i celâlin hâvinden yahud hâsından hâli olacaktır. Şurunbulâlî diyor ki:
«Benim hâvdan maksadım ALLAH lafzını ikinci lâmından meydana gelen elifdir.
Yemin eden, yahud hayvan kesen veya namaz için tekbir alan bir kimse bu elifi
söylemese yahud lafza-i celâlin sonundaki hâyı atarak sâdece (Allâ) dese ulema
bu yeminin mun'akit, kesilen hayvanın helâl, tahrimenin sahip olup olmadığında
ihtilâf etmişlerdir. Binaenaleyh ihtiyaten terk edilmelidir.
«Hemzeleri ve
ekberin bâsını uzatmaktan hâli olmak» şarttır. Hemzelerden murad ALLAH ve ekber
kelimelerinin başlarındaki hemzelerdir. Çünkü bu hemzeler uzatılarak okunursa
istifham (yani Allah mı daha büyük) mânâsı çıkar ki bunu kasden söylemek küfür
olur. Binaenaleyh zikir olamaz; onunla namaza başlamak câiz değildir. Hatta
namazda intikal tekbirlerinde hemzeler uzatılarak söylenirse namaz bozulur.
Ekberin bâsı uzatılarak okunursa (keber) kelimesinin cem'i olur. Keber davul
demektir ve kelime tekbir mânâsı olmaktan çıkar. Yahud hayz ve şeytan
mânâlarına gelir. Bu takdirde ortak bir isim olur ki tahrime mânâsı kalmaz.
Bunu «Nazmi» yazan Şurunbulâli söylemiştir. Niyetle tahrime arasına namaza
aykırı bir fiil ve söz girmemek şarttır. Bir kimse namaza niyetlendikten sonra
elbisesi veya bedeni ile çok oynar yahud dişlerinin orasında kalan nohut kadar
yemek kırıntısı yer, dışarıdan bundan az bile olsa bir şey olup yer veya içerse
yahud anlaşılmayacak derecede bile olsa konuşursa veya özürsüz öksürür de
kalbinden niyet silindiği halde sonradan tekbir olursa namaza başlaması sahih
olmaz. «namaza aykırı» kaydıyla niyetten sonra abdest alıp camie gitmek gibi
namaza aykırı olmayan şeylerden ihtiraz edilmiştir. Nitekim yerinde görülmüştü.
Tekbirin niyetten
önce olmaması meselesinde Kerhî muhaliftir. Nitekim yukarıda geçmişti. Yahud
bundan imama uyan kimsenin imamdan önce tekbir alması kastedilmiştir. Şâyed
imamdan önce tekbir alır do tekbirini imamdan önce bitirirse namaza başlamış
olmaz. Birinci mânâ daha yerindedir. Sebebi İmamı Takip Meselesinde geçmişti.
METİN
Senin gibi bir zat
mazurdur. İmdi bu söylenenleri kıbleye dönmüş olarak yap! Umulur ki kabule
mazhar ve teşekküre şâyan olursun. Bu şartların mecmuu yirmidir. Hatta daha
başka şortlarda ziyade edilmiştir. Bunları namaza «ben fakir» kerim olan
Allah'dan niyaz ederim. O da afv eyler. Hem Mustafa'ya en halisâne salât ve
selâmımı arz eylerim. O Allah'ın mahlûkatına bir zuhru âhirettir, yardım eder,
Mezkûr beyândan sonra ona tahrimen gayri namaz kılanların moruz kaldıkları (13)
on üç şart daha ilâve ettim. Göreceksin. Şöyle ki:
Farz namazda bir
âyet okuyacak kadar ayakta durmak, farz namazın iki rekâtına kıraat hususunda
muhayyersin. Nâfile ile vitirin her rekâtında kıraat farzdır. imama uyan bu
kıraattan men edilir. Secde ve alnının karar kılması şarttır, iki secde arasını
ayıran fasılanın oturuş haline daha yakın olması muharrerdir ayağa kalktıktan
sonra rükû ve secdede tertip farzdır.
İkinci secde sahih
kavle göre sonraya bırakılabilir. elinin üzerine yahud yer temiz olmak şartiyle
elbisesinin kenarına secde etmek câizdir. Yüksek yere ve seninle ortak secde
eden bir kimsenin sırtına sıkışıklık ânında secde etmen bağışlanır, namaz
fiillerini uyanıklıkla edâ etmen ve sana farz olan namazları ayırman
mukarrerdir. Namaz fiillerini son oturuş tamamlar. Bunlardan kendi sun'ı ile
çıkmak muharrerdir.
İZAH
«Senin gibi bir
zat mazur olur.» cümlesinden murad, yerinde kullanılmamış bir söz görürsen
mâzûrsun. demektir. Yani Şurunbulalî bu sözü ile manzumesinde hata görenlerden
özür dilemektedir. T.
«Hatta daha başka
şartlar da ziyâde edilmiştir.» Mutlak olarak namaza niyet, farz namazları
başkalarından ayırmak. hadesten veya necasetten temiz bulunduğuna inanmak
bunlardandır. Farz namazın iki rekâtında kıraat hususunda muhayyersin, ister
ilk iki rekâtda ister son iki rekâtta okuyabilirsin. Bu makamda farzlar
anlatıldığı için «kıraeti ilk iki rekate tâyin ederek okumak vacibtir.»
şeklinde bir itiraz vârid olamaz. Malûmun olsun ki, nezir edilen namazın hükmü
nâfile namaz gibidir Hatta bir selâmla dört rekat namaz kılmayı nezir etse dört
rekâtın her birinde kırâat lâzım gelir. Çünkü bu namaz haddizatında nâfiledir.
Vacip olması ârızî bir sebepledir. H.
İmama uyan kimseye
kıraat men edilir. Yani Kur'an okuması kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur.
Çünkü imamın okuması onun için de kıraat yerine geçer. şu halde kıraat imama
farzdır.
«Secde ve alnının
karar kılması şarttır». Yani hacmini duyacak kadar. Sert bir şeyin üzerine
secde etmek farzdır. öyle ki secde eden şahıs alnını bastırsa yere koyduğu
andan daha fazla batmamalıdır. Binaenaleyh pirinç ve darı yığını gibi şeylerin
üzerine secde etmek sahih değildir. Meğer ki çuval gibi bir şey içinde
bulunsun, pamuk. kar döşek gibi şeylerin bastırıldığı vakit altındaki yerin
sertliği hissedilirse üzerinde secde câizdir.
«İkinci secdenin
birinciden ayrılarak namazın sonuna bırakılması câizdir». Çünkü iki secde
arasında tertibe riâyet vâcibtir. Nitekim gelecektir. Şurunbulâlî hulâsatan
şöyle demek istiyor: Kıyâm, rükû. secde gibi her namazda tekrar eden rükünler
arasında tertibe riâyet farzdır. Fakat iki secde arasında olduğu gibi her
rekâtta tekrar edenler arasında böyle değildir. «Yer temiz olmak şartiyle
elbisesinin kenarına secde etmek câizdir». Fakat özürsüz mekruhtur. Nitekim
gelecektir. Hâsılı secde yerinin temiz olması farzdır. Velev ki namaz kılanın
eli ve elbisesi gibi ona bitişik olsun. Çünkü ona bitişik olunca pisliği men
eden mâni sayılmaz.
Zarurette yüksek
yere ve ön saftakinin sırtına secde etmek câizdir.
Yalnız buradaki
zaruret ölçüsü yarım arşın olduğu için zaruret yokken ondan daha yükseğine
secde etmek bağışlanmaz. «Namaz fiillerini uyanıklıkla edâ etmek» sözü
Musannıf'ın «ihtiyar şarttır.» ifâdesini lâzım mânâsı ile tefsirdir. Çünkü
uyanık bulunmak, bu hâli istilzâm eder. Bu tefsir gafletle ve yanılarak yapılan
bir şeyin ihtiyari fi'le aykırı olmadığına işâret içindir.
METİN
Ama (ihtiyarî
değil de) tamamiyle gaflele dalarak rükû veya secde yaparsa câizdir. Bunlardan
birini yani kıyâm, kıraat, rükû, sücûd veya son oturuşu uyuyarak yaparsa yapmış
sayılmaz onu tekrarlaması icap eder, Esah kavle göre velev ki kıraat veya son
oturuş olsun. Tekrarlamazsa namazı bozulur. Çünkü yaptığı iş gayri ihtiyarî
olmuştur. Varlığı yokluğu müsavidir. Ama insanlar bundan gâfildirler. Uyuyan
kimse tam bir rekât kılsa namazı bozulur. Çünkü bir rekât ziyade etmiştir. Bir
rekât terki kabul etmez. Rükû veya secde eder de o halde iken uyursa yaptığı
kâfi gelir. Çünkü başını kaldırması ve yere koyması kendi ihtiyariyle olmuştur.
İZAH
Tamamiyle gaflete
dalmaktan murad, kalbin bir şeyle meşgul olmasıdır. Bu haliyle namaz kılan bir
kimse rükû ve sücûdu kendi ihtiyariyle yapar, fakat ya bu fiilin farkında
olmaz. Bunun benzeri yolda yürüyen kimsedir. Yürüyenin ayakları ve birçok
uzuvları onun ihtiyarî yürüyüşü ile hareket eder. Fakat kendisinin bundan
haberi yoktur. Halebî diyor ki: «Anlaşılan uyuklayan da dalgın gibidir.
Araştırılmalıdır». Rükünlerden birini uyuyarak yapan onu tekrarlar. Acaba
geciktirdiği için secde-i sehiv lâzım mıdır? Zâhire göre lâzımdır. Bunu
araştır. Rahmetî.
«Esah kavle göre
velev ki kıraat veya son oturuşta olsun» tekrarlaması gerekir. Kıraatı
tekrarlamasını «Fahru'l-İsIâm», «Hidâye» sahibi ve başkaları tercih
etmişlerdir. «Muhit» ile «Mübtegâ» sahipleri esah kavlin bu olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü ibadetin edâ edilmesi için ihtiyarî fiil şarttır. Uyku
halinde ise bu mevcud değildir. Fakîh Ebu'l-Leys diyor ki:
«Bu yaptığı
ibâdetten sayılır. Çünkü şeriat namaz hakkında uyuyanı uyanık gibi kabul
etmiştir, Kıraat zâid bir rükündür. Bazı hallerde sâkıt olur. Binaenaleyh uyku
halinde makbul sayılması câizdir». «Fetih» sahibi bu sözü beğenmiştir. Birinci
kavle ise şöyle cevap vermiştir:
«Şart olan ihtiyar
namazın başında mevcuttur. Bu da kâfidir. Görülmüyor mu ki yaptığından
tamamiyle gâfil olarak rüku ve sücûd yapsa câiz olmaktadır».
«Münye» şârihi
şunları söylemiştir: «Cevap şudur ki, biz, namaza başlarken ihtiyar
bulunmasının kâfi olduğunu kabul etmiyoruz. Dalgın kimsenin de ihtiyari elinde
olmadığını teslim etmiyoruz». Şu da var ki namaz başındaki ihtiyarla
yetinilirse uyku halindeki rükû ve secdenin de kâfi sayılması lâzım gelir.
Halbuki «Mübtegâ» sâhibi. «Uyurken rükû ederse. Bilittifak câiz olmaz.»
demiştir.
İbn Emir Hâcc'ın
«Hılye»deki açık sözü fakîh Ebu'l-Leys'in kavlini tercih ettiğini gösterir.
Çünkü Şeyhinin verdiği cevapta şöyle denilmektedir: Bundan da anlaşılmaktadır
ki uyku halinde dahi kıyâm câizdir. Velev ki bazıları câiz olmadığını söylemiş
olsunlar. «Bahır» sahibi de ona uymuştur. Lâkin «Feth»in söylediklerinin
itirazından hâli olmadığını münye şerhinden naklettiğimiz ibâreden gördün.
Binâenaleyh evlâ olan menkul rivayete tâbi olmaktır. Allahu a'lem.
Son oturuş
meselesine gelince «Hılye» sahibinin «Tahkîk» nâm eserde naklettiğine göre bu
hususta İmam Muhammed'den nakledilmiş bir söz yoktur. Ulemadan bazıları bu
oturuşun sayılacağını bazıları da sayılmayacağını söylemişlerdir. Hılye sahibi
sayılacağını tercih etmiş; Cami-ul-Fetevâ da yalnız bu kavlin zikir edildiğini
zikir etmiştir. Münye'de yalnız sayılmayacağı bildirilmiştir. Münye şârihi esah
kavil bu olduğunu söylemiştir. Mineh'de meşhur kavlin bu olduğu bildirilmiştir.
Şurunbulâlî dahi yukarıdaki manzumesinde ve Nur-ul-izah'da bunu kat'î bir
lisanla ifâde etmiştir.
METİN
Namazın bir takım
vacipleri vardır ki onları terk etmekle namaz bozulmaz. Fakat kasten bırakırsa
namazı tekrar kılması ve şâyed secde etmedi ise secde-i sehiv yapması vacip
olur. Namazı tekrar kılmazsa fâsık ve günahkâr olur. Kerâhati tahrimiye ile
kılınan her namaz böyledir; Tekrar kılınması vâcip olur.
İZAH
Temizlik bahsinin
başlarında farzla vacip arasında ki farkı beyan etmiş vacibin iki kısım
olduğunu, bunlardan üst derecedekine farz-ı amelî denildiğini bildirmiştik.
FARZI AMELİ:
Kendisi bulunmayınca cevaz da bulunmayan şeydir. Misâli vitir namazıdır.
Vacibin diğer nevi bulunmayınca cevaz ortadan kalkmaz. Burada vacibten murad bu
nevidir. Hükmü terkinden dolayı azâba fiilinden dolayı sevaba müstehak olmak ve
inkâr edeni kâfir sayılmamaktır. Namazdaki hükmü Şârih'in söylediğidir. Bazen
vacip farzlar hakkında da kullanılır. Meselâ ramazan orucu vacibtir denilir.
«Onları terk etmekle namaz bozulmaz.» sözü ile Şârih Kuhıstânî'ye red cevabı
vermeye işaret etmiştir. Çünkü Kuhistanî, «Namaz fâsid olur ama bâtıl olmaz.»
demiştir. Hamevî «Kenz şerhinde bu sözü izah ederek şöyle diyor: «Fasidle bâtıl
arasındaki fark şudur: Fasidde matlup bir vasıf ortadan kalkmıştır. Bâtılda ise
şart veya rükün yok olmuştur. Bazen fâsid kelimesi mecazen bâtıl mânâsında
kullanılır». Bu sözün reddedîlmesinin vechi imamlarımızın ibadetlerde fâsidle
bâtıl arasında fark görmemeleridir». Onlar bu iki kelime arasında yalnız
muamelelerde fark görmüşlerdir. H.
Namazın
vaciplerini veya onlardan bir tanesini terk etmekle o namazı tekrar kılmak
vacip olur. Gerçi Zeyleî «Dürer» ve «Müctebâ»da, «Bir kimse Fâtiha'yı terk eder
de sûreyi terk etmezse o namazı tekrarlaması emir olunur.» denilmişse de
«Bahır» sahib bunu reddederek, «Fatiha rü'kün müdür, değil midir? ihtilaf
edildiği için sûreden daha kuvvetli vaciptir. Sûrede böyle bir ihtilâf yoktur.
Lâkin namazın tekrar edilmesinin vacip olması, mutlak surette vacibi terk
etmenin hükmüdür. Yoksa kuvvetli olan vacibin hükmü değildir. Kuvvetlilik ancak
günah meselesinde ortaya çıkar. Çünkü şek ile söylenmiştir.» demiştir.
Ben derim ki:
Namazın tekrarı vaciptir, sözünü bir özürden dolayı terk etmemişse diye
kayıtlamalıdır. Meselâ okumak bilmeyen ve namaz vaktinin sonunda müslüman olup
da Fatiha'yı öğrenmeden namaz kılan kimseler, mâzurdurlar. Böylelerine o
namazın tekrarı vacip değildir. Teemmül et!
Şâyet secde etmedi
ise, sözü secde-i sehivin bir kaydıdır. Çünkü kasden bırakılan vacip secde-i
sehivle tamamlanmaz. Bunun yalnız dört (4) yerde müstesnası olduğu söylenir ki
onlar da şunlardır:
«Bir kimse kasden
ilk oturuşu terk eder. Yahud bazı namaz fiillerinde şübheye düşerek düşünür ve
bir rükün edâ edecek kadar meşgûl olursa, yahud birinci rekâtın iki secdesinden
birini kasden namazın sonuna bırakır veya ilk oturuşta kasden salâvatı okursa
secde ile namazı tamam olur. Bazıları beşinci olarak kasden Fatiha'yı terk
ederse secde ile tamam olacağını ilâve etmişlerdir. Bu beş surette yapılan
secdeye özür secdesi nâmı verilmiştir. Şârih bunları istisnâ etmiştir. Çünkü
Secde-i Sehiv Babında bu kavlin zaif olduğu görülecektir. Allâme Kâsım dahi onu
reddetmiş, «Biz ne rivayette bu sözün aslı olduğunu ne de dirâyette bir vechi
olduğunu bilmiyoruz.» demiştir. Acaba bir özürden dolayı secde-i sehvi
unutmakla namazı tekrar kılmak vacip olur mu? Meselâ unutsa yahud sabah
namazında güneş doğduğu için secde-i sehvi yetiştiremese namazı tekrar kılacak
mıdır? Bunu bir yerde görmedim. Araştırılmalıdır. Anlaşılan tarafı vacip
olmasıdır. Nitekim şârihin mutlak olan sözünün muktezâsı da budur. Zirâ
noksanlık, herhangi bir fille tamamlanmamıştır. Velev ki terkinden dolayı
günahkâr olmasın. Teemmül buyurula! «Namazı tekrar kılmazsa fâsık ve günahkâr
olur».
Ben derim ki:
Allâme İbn-i Nüceym günahları beyan hususunda yazdığı risalesinde kerahet-i
tahrimiyye ile mekruh olan her fiilin küçük günahlardan sayıldığını açıklamış.
adaletin küçük günah sebebiyle sakıt olması için o günaha devam şart
koşulduğunu fakat mubah da olsa mürüvveti ihlâl eden fiil hakkında bu devamın
şart koşulmadığını bildirmiş şunu da sözlerine eklemiştir: «Ulema doyduktan
sonra yemek yemekle dahi adaleti ıskat etmişlerdir. Halbuki bu küçük bir
günahtır. Şu halde ona ısrarın şart koşulması gerekir. Bunun cevabı şudur:
Adaletin küçük
günaha devamla sâkıt olması şuna binaendir: Bazıları, adâleti her günah ıskat
«der. Velev ki devam üzere yapılmayan küçük günah olsun, demişlerdir. Nitekim
«Muhit Burhani»de de böyle denilmiştir. Fakat bu söz mutemed değildir».
Bundan anlaşılır
ki Şârih'in buradaki sözü mutemed kavlin hilâfınadır. Kerahet-i tahrimiyye ile
eda edilen her namaz böyledir.» cümlesi zâhire göre asla secde icap etmeyen
büyük ve küçük abdest sıkıştırması gibi şeylere de şâmil olduğu gibi imamın
namazı noksan kalır da secde ile tamamlanmazsa o namazın imama olduğu gibi
cemaate de tekrarı vacip olduğundan bundan yalnız kerahet-i tahrimiyye ile eda
edilen cuma ve bayram namazlarının müstesna olduğuna dahi şâmildir. Bu cihet
araştırılmalıdır. H.
Ben derim ki:
«İmdâd» nam eserde incelenerek beyan edildiğine göre vacibi terk etmekle namazı
yeniden kılmanın vacip olması sünneti terk etmekle yeniden kılmanın mendup
olmasına mâni değildir. Bu izahatın benzeri «Kuhistânî»de de mevcuttur. Hatta
«Fethu'l-Kadîrde«de şöyle denilmiştir:
«Hak şudur ki:
Kerahet-i tahrimiyye ile kerahet-i tenzihiyyeyi birbirinden ayırmalıdır.
Kerahet-i tahrimiyyede namazın tekrar kılınması vacip, kerahet-i tenzihiyyede
ise müstehaptır».
Şimdi bir şey
kalır ki, o da, cemaatle kılınan namazdır. Cemaat mezhebin tercih edilen
kavline göre ya vacip yahud vacip hükmünde sünnet-i müekkededir. Nitekim
«Bahır»da da böyledir. Ulema cemaatı terk edenin fâsık olduğunu, ta'ziri
gerektiğini ve günaha girdiğini açıklamışlardır. Bunun muktezası yalnız kılan
kimsenin o namazı cemaatle tekrarlaması emir olunmuştur. Halbuki bu sözfarza
yetişme bâbında ulemanın söylediklerine muhâliftir. Çünkü orada bildirdiklerine
göre bir kimse öğlenin üç rekâtını yalnız kıldıktan sonra cemaat teşekkül etse.
kıldığı namazı tamamlayarak imama nâfile olmak üzere uyar.
Bu söz o namazı
cemaatle tekrarlamak lâzım gelmediği hususunda acık gibidir. Halbuki onun
yalnız başına kıldığı namazı kerahet-i tahrimiyye ile mekruh yahud ona yakındı.
Binaenaleyh bu, kaideye muhaliftir. Meğer ki ulemanın vacipten ve terki namazın
kazasını gerektiren sünnetten muradları, namazın mahiyetine dahil olan ve onun
cüzlerini teşkil eden vacip ve sünnetlere mahsustur, diye iddia eder! Bu
takdirde cemaate şâmil değildir. Çünkü cemaat namazın hakikatından hâriç
vasfıdır. Yahud ulemanın, «namazı tamamlar ve imama nâfile olarak uyar.»
sözlerini bir özürden dolayı namazını yalnız kılarsa diye kayıtlamak lâzım
geldiğini iddia ederse o başka. Nitekim namaza başlarken cemaat bulunmaması
özrü böyledir. O kimsenin yalnız kıldığı namazı mekruh değildir. Birinci
istisna kabule daha yakındır. Onun içindir ki ulema, cemaati namazın
vaciplerinden saymamışlardır. Çünkü o kendi kendine müstakil bir vacip olup
namazın mâhiyetinden hariçtir. Bunu şu da te'yid eder ki, ulema, Kur'an
sûrelerinin arasında tertibin vacip olduğunu söylemişlerdir. Bir kimse tersine
okusa günahkâr olur. Lâkin secde-i sehiv yapması lâzım gelmez. Çünkü bu.
namazın vaciplerinden değil, kıraatın vaciplerindendir. Nitekim «Bahır» sahibi
Sehiv Babında beyan etmiştir. Lâkin ulemanın «kerahet-i tahrimiyye ile edâ
edilen her namaz.» sözü vacibin ve diğer namazların terk edilmesine şâmildir.
Bunu şu da te'yid eder ki. ulemanın açıkladıklarına göre üzerinde suret bulunan
elbise içinde kılınan namazı tekrarlamak vaciptir. Çünkü o kimse üzerinde put
taşıyarak namaz kılmış gibi o!ur
T E N B İ H:
«Bahır» nam kitabın Geçmiş Namazları Kaza Babında kaydedildiğine göre kerahet-i
tahrimiyye ile edâ edilen namazın tekrar kılınması vakit çıkmamışsa vaciptir.
Vakit çıktıktan sonra müstehap olur. Bu hususta inşâallah o bapta söz edilecek.
namazın tekrarlanması vacip olup olmaması hakkındaki ihtilaf gösterilecek,
gerek vakit içinde gerekse çıktıktan sonra o namazı tekrar kılmanın vacip
olduğunu bildiren kavil tercih edilecektir.
METİN
Muhtar olan kavle
göre ikinci fiil birinciyi tamir ve ikmal içindir. Çünkü farz tekerrür etmez.
Musannıfın beyânına göre namazın vacipleri (14) ondörttür.
Birincisi:
Fatiha'yı okumaktır. Fatiha'nın ekserisini terk eden secde-i sehiv yapar.
Birazını terk eden yapmaz. Lâkin Müçtebâ'da: «Fatiha'dan bir ayet terk eden secde
eder» denilmiştir ki evlâ olan da odur. Ben de:
«O halde her âyet
vaciptir. Nasıl ki her bayram tekbir, her tâdıl-i erkân, her farz ve vacibi ifâ
ve bunlardan her birinin tekrarından kaçınmak da böyledir.» derim. Nitekim
gelecektir. Bu bellenmelidir.
İkincisi: En kısa
bir sureyi fatihaya zam etmektir. Kevser veya onun yerini tutacak bir sure gibi
ki maksat üç kısa âyettir.
Sümme nazar «sonra
baktı». Sümme abese ve yeser «sonra surat asdı
ve yüzünü ekşitti»
Sümme edbera vestekber «sonra geri döndü ve büyüklendi.» Âyetleri bu
kabildendir. Üç kısa âyet denk olan bir veya iki âyet te öyledir. Bunu Halebî
söylemiştir.
Üçüncüsü: Fatiha
ve zammı sureyi farz namazın ilk iki rekatına tahsis etmektir. Acaba son iki
rekatta sure zammı mekruh olur mu? Muhtar kavle göre olmaz.
Dördüncüsü: Nâfile
namazın her rekâtında Fâtiha ve zammı sûre vaciptir. Çünkü nafile namazın her
çift rekâtı bir namaz sayılır.
Beşincisi: Vitirin
her rekâtında ihtiyaten Fâtiha ve zammı sûre vaciptir.
İZAH
Tercih edilen
kavle göre tekrarlanan namaz, birinci namazı tamamlamak için secde-i sehiv
mesabesindedir. Mekruh olmakla beraber birinci namazla da borçtan kurtulur.
Esah kavil budur. «Ekmel» şerhinde' de böyle denilmiştir. Bu kavlin mukabili
Ebu'l-Yusr'dan nakil edilmiştir. Ona göre farz olan ikinci namazdır.
Kemal İbni Hümâm
birinci kavli tercih etmiş, «Çünkü farz tekerrür etmez. Ebu'l-Yusr'ün ikinci
namazı farz kabul etmesi, birinci namazla borcun sükut etmemesini gerektirir.
Çünkü farzdır demek, vacibin değil. rekâtın terkinden dolayı lâzım gelir. Meğer
ki şöyle denilmiş olsun: Maksat bunun ALLAH tarafından bir lütûf ve ihsan
olmasıdır. Onun için farzdan sonra da kılınsa kâmil hesap olunur. Zira ALLAH
Taâlâ kılacağını bildirmiştir.» demiştir.
Yani farz olan
ikinci namazdır, denilirse farzın tekrarı lâzım gelir. Çünkü farz ikinci
namazdır. Sözünden birinci namazla borcun sükût etmemiş olması lâzım gelir.
Halbuki öyle değildir. Çünkü birinci namazla borcun sükût etmemesi, ancak farzı
bırakmakla lâzım gelir. Vacibi terk etmekle lâzım gelmez. O kimse birinci
namazı farzları ile tamamladığına göre hükmen kâfi gelmesi ve farz borcunun
onunla sâkıt olması şübhesizdir. Velev ki vacibi terk ettiği için nâkıs olsun.
İkinciye farz denilirse bundan farzın tekerrür etmesi lazım gelir. Ancak şöyle denilirse
ne âlâ: Maksat bunun ALLAH tarafından ilh... Anla! Musannıfın beyânına göre
namazın vacipleri (14) ondörttür. Yoksa hakikatte ondan çok daha fazladır.
Nitekim beyan edilecektir. Fatiha'yı okumak vakit çıkacağından korkmadığına
göredir. Vaktin çıkacağından korkarsa bütün namazlarda bir âyetle yetinir.
Bezdevî bunu sabah namazına tahsis etmiştir. Nitekim Kınye'de de böyledir.
«Fatiha'nın ekserisini terk eden secde-i sehiv yapar.» sözü vacip olan miktarın
bu olduğunu ifâde ederse de teemmülden hâlî değildir. Bahır. Kuhıstâni'de beyan
edildiğine göre imam A'zam Fatiha'nın bütünü vacip olduğuna kaildir. İmameyne
göre bütünü değil ekserisini okumak vaciptir. Onun için kalanını unutmakla
secde-i sehiv lazım gelmez. Nitekim zâhidîde böyle denilmiştir. Şârih'in sözü
imameynin kavline göredir. T. Müçtebâ'nın kavline göre her âyet vaciptir. Fakat
bu söz götürür. Çünkü Müctebâ'nın sözü İmam-ı A'zam'ın kavline göre olduğu
anlaşılıyor. Ona göre Fatiha'nın tamamı vaciptir. Âyetin zikir edilmesi kayd
değil temsildir. Çünkü Fatiha'dan bir âyet yahud daha az hatta bir harf terk
etmekle vâcip olan Fatiha'nın bütününü okumuş olmaz. Nitekim Fatiha'ya üç âyet
zam etmektevaciptir. Bundan daha az okursa vacibi terk etmiş olur. Bunu Rahmetî
söylemiştir. «Üç kısa âyete denk olan bir veya iki ayette de böyledir.»
Yani (Sümme nazar)
ilh âyetleri gibidir ki bunların mecmuu otuz harfdir. Otuz harflik uzun bir
âyet okusa üç âyet miktarı okumuş sayılır. Lâkin imamın âşikara okuması
faslında geleceği vecihle kıraatın farz olan miktarı bir ayettir. Örfen bir
âyet Kur'an'ı Kerim'den belirli bir kısım olup en azı altı harftir. Velev ki
(lem yelid) «doğurmadı» âyeti kerimesinde ki gibi takdiren altı harf olsun.
Ancak bir tek kelime olursa esah kavle göre sahih değildir. Bu sözün muktezâsı
şudur ki: (18) on sekiz harf miktarı uzun bir âyet okusa üç âyet miktarı okumuş
sayılır. Burada şöyle de denilebilir: Meşru olan miktar (Sümme nazar ilh.)
âyetlerinde olduğu gibi bir birini takip eden üç Kur'an âyetidir. Bunlardan
daha kısa birbirini tefsir eden üç âyet yoktur. Şu halde vacip olan ya bu üç
âyettir yahud başka yerden bunlara denk olan miktardır. Yoksa Kur'an'ı Kerim'de
bulunan en kısa âyetin üç misline denk olan değildir. Onun içindir ki şârih üç
kısa âyete denk demiş «en kısa âyetin üç misline denk» dememiştir. Şu da var ki
bazı ibâreler de «en kısa sureye denk» ifâdesi vardır. Teemmül buyurulsun!
Kırâatı âşikar okuma babında bu hususta daha fazla söz edeceğiz. Halebî'nin bu
husustaki sözleri Münye şerhindedir. İbâresi şudur: «Üç kısa âyet okursa yahud
bir veya iki ayet okurda üç kısa âyete denk olursa keraheti tahrimiye haddinden
çıkmış olur.» Halebî şârihi Mültekâ şerhinde: «Başkasının böyle bir şey
söylediğini görmedim. Bu mühimdir. Kerâheti tahrimiye yi def etmek için büyük
bir kolaylıktır.» demiştir.
Ben derim ki: Bunu
Dürer sâhibi dahi söylemiş: «Bir sure yerini tutacak üç kısa âyet okur. Uzun
bir âyetde öyledir.» demiştir. Feyz ve diğer kitablarda dahi böyledir.
Tatarhaniye'de şöyle deniliyor: «Ayetel-Kursî yahud müdâhene âyeti gibi uzun
bir âyetin bir kısmını bir rekatta bir kısmını ikinci rekatta okusa ulema ebû
Hanife'nin kavline göre bunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: «Câiz değildir.
Çünkü o kimse her rekatta tam bir âyet okumamıştır.» demiş ekseriyet ise câiz
olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu âyetlerin bir kısmı üç kısa âyetten fazla
yahud üç kısa âyete denktir. Binaenaleyh o kimsenin okuduğu miktar üç âyetten
az değildir. Bu gösterir ki bir âyetin bir kısmı üç kısa âyet miktarını bulursa
bir âyet gibidir ve kâfidir. Acaba son iki rekâtta sûre zammı mekruh olur mu?»
Kerahet-i tahrimiyye ile mekruh olmaz. Fakat kerâhet-i tenzihiyye ile
mekruhtur. Çünkü sünnetin hilâfınadır. «Münye» ile şerhinde şöyle denilmiştir:
«Bir kimse
yanılarak Fatiha'ya sûreyi zam etse, Ebu Yûsuf'un kavline göre secde-i sehiv
yapması vacip olur. Çünkü rukû yerinden geciktirmiştir. En zâhir rivayete göre
vacip değildir. Zira o iki rekâtta kıraat miktar bildirilmeksizin meşru
olmuştur. Onlarda sadece Fatiha'yı okumak vâcip değil, sünnettir». «Bahır» nam
eserde Fahru'l-İslam'dan naklen bildirildiğine göre son iki rekâtta sûre okumak
nâfile olarak meşrudur. «Zahîre»de «muhtar olan kâvil budur.» denilmiş,
«Muhit»te esah kavlin bu olduğu bildirilmiştir. Anlaşılıyor ki nâfile olarak
meşru sözünden murad, haram değildir, mânâsınadır. Binaenaleyh evlânın hilâfına
olmasına aykırı değildir. Nitekim «Hılye»de de böyle denilmiştir. Nâfilenin her
iki rekâtı bir namazdır. ALLAH bilir ya galiba bu, iki rekâtta selam
veripnamazdan çıkabildiği için olacaktır. İkinci çift rekâta kalktığı vakit bir
namazın tâhrimesi üzerine başka bir namaz binâ etmiş olur. Bundan dolayıdır ki,
ulema «Bir kimse dört rekâta niyet ederse o namazın tahrimesi ile kendisine iki
rekâttan başka bir şey lâzım gelmez.», demişlerdir. Ulemamızdan meşhur olan
kavil budur. Üçüncü rekâta kalkmak yeni bir tahrime mesabesindedir. Hatta ilk
iki rekât bozulsa bundan son iki rekâtın bozulması icap etmez. Onlar üçüncü
rekâta kalktığı zaman Subhâneke ve eûzu Besmele ile başlamasının müstehap
olduğunu söylemişlerdir. Meselenin tamamı «Hılye»dedir. Vitir ve Nâfileler
Babında dahi gelecektir. Halebî diyor ki: «Nâfilede ilk oturuşun farz olmaması
buna aykırı değildir. Sahih kavle göre ilk oturuş farz değildir. Çünkü oturuşa
nisbetle bütün rekâtlar bir namazdır. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir».
Vitirin her
rekâtında ihtiyaten zammı sûre vaciptir. Çünkü onda sünnet namazının eserleri
vardır. Ezan ve ikamet yoktur. Bu sebeple kıraat hakkında ihtiyaten ona sünnet
namaz hükmü verilmiştir.
METİN
Dördüncüsü:
Mezhebe göre kıraatı farz namazın ilk iki rekâtına tayin etmek.
Beşincisi:
Fatiha'yı sûrenin bütününden önce okumaktır. İlk iki rekâtın sûresinden önce
Fatiha'yı tekrarlamamak dahi vaciptir.
İZAH
Farz namazda
kıraatın «Kur'an okumanın» nerede farz olduğu hususunda üç kavil vardır:
1 - Kıraatın yeri
muayyen olarak ilk iki rekâttır. «Bedayî» sahibi bu kavli sahih bulmuştur.
2 - Kıraatın yeri
muayyen olmayarak namazın iki rekâtıdır. ilk iki rekâtına tayin etmek vaciptir.
Mezhepte meşhur olan kavil budur.
3 - Kıraatı ilk
iki rekâta tayin etmek efdaldır. «Nihayetü'l-Beyân» sahibi bu kavli tercih
etmişse de mezkûr kavil zaiftir. Diğer iki kavle göre yalnız son iki rekâtta
okumuş olsa namaz sahihtir. Bunu yanılarak yaparsa secde-i sehiv lâzım gelir.
Yalnız birinci kavle göre sebeb-i farzı yerinden değiştirmek olur. Ve kıraatı
ilk rekâtlardaki kıraatın kazası sayılır. İkinci kavle göre secde-i sehvin
sebebi vacibi terk etmesidir.
Son iki rekâtta
okuması edâ olur. «Bahır» nam kitabın Nâfileler Bahsinde de böyle denilmiştir.
Aynı eserin Secde-i Sehiv Bahsinde şöyle denilmektedir:
«Kıraatı son iki
rekâta bırakmanın kazâmı, edâ mı, sayılacağında ulema ihtilâf etmişlerdir.
Kudûrî edâ sayılacağını söylemiştir. Çünkü kıraat muayyen olmamak şartiyle iki
rekâtta farz kılınmıştır. Diğer ulema son iki rekâtta kıraatın kazâ olacağını
bildirmişlerdir. Bunlar vakit çıktıktan sonra müsafirin mukime uyamaması ile
istidlâl etmişleridir. İmam ilk iki rekâtta bir şey okumamış bile olsa vakit
çıktıktan sonra müsâfir ona uyamaz. Son iki rekâtta kıraat edâ sayılsa
müsâfirin bu imama uyması câiz olurdu. Çünkü kıraat hakkında farz kılanın farz
kılana uyması demekti. Câiz olmayınca anlaşıldı ki bu kıraat kazadır. Ve sön
iki rekât kıraattan hâlidir. Bir de imama son iki rekâtta yetişen mesbûka kıraatın
vâcip olması ile istidlâl etmişlerdir. İmam ilk iki rekâtta bir şey okumamışsa
bu mesbûka kıraat farzdır. «Bedâyî»de de böyle denilmiştir».
Ben derim ki:
Burada benim için işkâl vardır. işkâl şudur:
Bize göre namazda
kıraatın farz olduğunda hilâf yoktur. Söz ancak kıraatın yerini tayin
hususundadır. Bu babtaki üç kavlin hulâsası şudur: Kıraatı ilk iki rekâta tayin
etmek ya farzdır ya vaciptir yahud sünnettir. Birinci kavlin sahih kabul
edildiğini gördük. O zaman mesele iki şıktan hâli değildir. Bundan ya kat'î
farz yahud amelî farz murad edilmiştir. Amelî farz ibadetin kendisi
bulunmayınca cevazda ortadan kalkan kısımdır. Her iki takdire göre ilk iki
rekâtta kıraatı terk etmek namazın bozulmasını icap eder, Ve rükûu secdeden
sonraya bırakmak gibi olur. Bizim mezhebimizde bunun câiz olduğunu söyleyen
yoktur. Binaenaleyh metinlerin beyan ettiği vücûba kâil olmak alettayin icap
eder. Bana öyle geliyor ki bu meselede yalnız iki kavil vardır ve birinci ve
ikinci kaviller birdir. Bu zevatın, «Kıraatın yeri muayyen olarak ilk iki
rekâttır.» demelerinin mânâsı bunlar hakkında tayin vaciptir. Demektir ki
ikinci kavilden murad da budur. Şu halde kıraati son iki rekâta bırakmak ilk
rekâtın bir secdesini namazın sonuna bırakmak gibi kaza olur. Bu kavlin
mukabili de «ilk iki rekâtı kıraat için tayin etmek efdaldir.» kavlidir. Buna
göre son iki rekâtta kıraat kaza değil, edâdır. İşte «Bahır» sahibinin Secde-i
Sehiv Bahsinde «Bedâyi»den naklen söylediği iki kavil bunlardır. Buna şu da
delâlet eder ki, «Münye» sahibi namazın vacipleri arasında kıraatı ilk iki
rekâta tayin etmeyi de bildirmiş «Hılye»de şöyle denilmiştir: «Bu kıraatın yeri
aynen ilk iki rekâttır, diyenlere göredir. Biliyorsun ki sahih olan da budur.
«Hulâsa» ve «Kâfi» sahipleri dahi bunu tercih etmişlerdir. Ama kıraatın yeri
muayyen olmayarak namazın iki rekâtıdır, diyenlere göre ilk iki rekâtta
efdaldir, sözünün mânâsı vacip değildir. Hatta sünnettir demektir. Âşikardır ki
bu hilâfın semeresi secde-i sehvin vacip olup olmamasında ortaya çıkar. Kıraatı
ilk iki rekâtta yahud bunların birinde yanılarak terk eden kimseye kıraat
vaciptir kavline göre secde-i sehiv yapmak vaciptir. Çünkü vacibi yerinden
te'hir etmiştir. Sünnettir kavline göre vacip değildir
Bundan açık olarak
anlaşılır ki bu bapta ki kaviller üç değil ikidir. Ve, «kıraatın yeri aynen ilk
iki rekâttır.» sözünden murad farz değil, vacip olmasıdır. Bu suretle «Bahır»
sahibinin kavilleri beyan hususunda ve bu kaviller üzerine nakil ettiği fer'î
meselelerde isabetli hareket etmediği gibi, ibâreyi olduğu gibi nakil hususunda
da (isabet) edemediği anlaşılır.
Bizim şu
izahatımızla işkâl ortadan kalkmış ve hâl açıklanmıştır. Hâsılı bazıları,
«Kıraatın yeri farz namazda muayyen değildir. İlk iki rekâtta okunması
efdaldır.» demiş, birtakımları aynen ilk iki rekât olduğunu söylemişlerdir.
Onlara göre kıraatın ilk iki rekâtta olması vaciptir. Mezhepte meşhur olan ve
metinlerde tercih edilen kavil budur. Sahih kabul edilen dahi budur. Yukarda
«Bahır» sahibinin «Bedâyi»den naklettiği müsâfir ve mesbûk meselesi dahi bunu
te'yid eder. Kuhistânî, «Ulemamızın mezhebinden sahih kavil budur.» demiştir.
Binaenaleyh Şârih'in «mezhebe göre» demesi çok görülmemelidir. Anla! Tevfik ve
en doğru yola hidayetinden dolayı ALLAH'a hamd olsun!
Fâtiha'yı sûrenin
bütününden önce okumak vaciptir. Hatta ulemanın beyânına göre evvelâ yanılarak
sûreden bir harf okur da sonra hatırlayarak Fatiha'yı ve sûreyi okursa secde-i
sehiv yapması lâzım gelir. «Bahır». Acaba buradaki harfden murad hakikî harf
mi, yoksa kelime midir? Araştırmak gerekir. Bilâhare «Bahır» nam kitabın Sehiv
Bahsinde gördüm ki yukardaki ibaresinden sonra şöyledemiş: «Bunu Fethu'l-Kadîr
sahibi bir rükün edâ edilecek kadar diye kayıtlamıştır».
«İlk iki rekâtın
sûresinden önce Fatiha'yı tekrarlamak dahi vaciptir.» İlk rekâtların birinde
Fatiha'yı iki defa okursa secde-i sehiv vacip olur. Çünkü vacibi te'hir
etmiştir. Te'hir edilen vacip sûredir. Nitekim «Zahîre» ve diğer kitaplarda da
böyle denilmiştir. Kezâ Fatiha'nın ekserisini okur da sonra tekrarlarsa hüküm
yine budur. Ama Fatiha'yı bir defa sûreden önce, bir defa da sûreden sonra
okursa secde icap etmez. «Hâniye»de de böyle denilmiş; «Muhît», «Zahîreye» ve
«Hulâsa» sahipleri de bu kavli tercih etmişlerdir. Zahidî bu kavlin sahih
olduğunu söylemiştir.
Zira rükû hemen
sûrenin arkasından vacip olmadığı için burada vacibin te'hiri lazım gelmez.
Çünkü Fatiha'dan sonra birkaç sûreyi birden okusa bir şey lâzım gelmez
«Bahır»do dahi böyle denilmiştir. «Münye» şerhinde deniliyor ki: «İlk iki
rekâtla kayıtlanması son iki rekâtta bir defa Fatiha okumakla yetinmek vacip
olmadığı içindir. Hatta son iki rekâtta yanılarak Fatiha'yı tekrarlasa secde;i
sehiv lâzım gelmez. Kasden tekrarlasa cemaata uzun gelmemek yahud o rekâtı
önceki rekâttan uzun tutması lazım gelmemek şartiyle mekruh değildir».
METİN
Altıncısı:
Kıraatle rükû arasında ve secde gibi her rekâtta tekerrür eden yahud
rekâtlarının sayısı gibi her namazda tekerrür eden şeyler arasında tertibe
riayettir. Tekrar etmeyen şeylerde ise yukarda geçtiği vecihle tertibe riayet
farzdır.
İZAH
İki rekâtlı
olmayan farzlarda kıraatiyle rükû arasında tertibe riayet Vacip olmanın mânâsı
kıraatından önce rükû yapsa o rekâtın rükûu sahihtir. Çünkü rükûun her rekâtda
kıraat üzerine tertip edilmesi şart değildir. Rükû ile secde arasındaki tertip
böyle değildir. O, farzdır. Hatta rükûdan evvel secde etse o rekâtın secdesi
sahih olmaz. Çünkü secdenin aslında her rekâtta rükû üzerine tertip şarttır.
Nasıl ki rükûun kıyam üzerine tertibi de böyledir. Zira kıraat farz namazın
bütün rekâtlarında değil, muayyen olmamak şartiyle iki rekâtında farz
kılınmıştır. Kıyam, rükû, sücûd ise her rekâtta muayyendir. Evet kıraat
farzdır. Onun yeri hakikat itibariyle kıyâmdır. Ama ilk iki rekâtta okumamak
suretiyle vakti daralırsa kıraatla rükû arasında tertip farz olur.
Çünkü tedariki
imkânsızdır. Lâkin bir tertibin farz oluşu gecikme sebebiyle ârız olur. Onun
için ulema buna bakmayıp sadece kıraatle rükû arasında tertip vaciptir,
demişlerdir. Zira ilk iki rekâtta kıraat vaciptir. «Dürer» sahibinin yaptığı
tahkikin izahı budur.
Hâsılı mezkûr
tertip ilk iki rekâtta vaciptir. Bunun semeresi, bir kimse kıraatı son iki
rekâta bırakır da ilk iki rekâtta hiç okumadan rükû ederse, o zaman zahir olur.
Ama ilk iki rekâtta okursa tertip farz olur. Hatta rükûda iken sûreyi okumadığını
hatırlar da dönerek okursa tekrar rükû etmesi lâzım gelir. Çünkü sûre evvelki
okunana iltihak etmiş ve bütün okudukları farz olmuştur. Rükûun kıraattan sonra
yapılması farzdır. Bundan anlaşılır ki kıraat mevcut olmazdan önce bu tertip
vacip. kıraat mevcut olduktan sonra farzdır. Benzeri, sûrenin okunmasıdır. Zira
okunmazdan önce ona davacip, okunduktan sonra farz denilir. Şu halde burada
asıl itibariyle tertip vaciptir. Tertibin farz olması ârızîdir. Ve kıraatı son
iki rekâta bıraktığı zaman farziyetin ârizî olmasına benzer. Lâkin burada şöyle
denilebilir:
Kıraatın muayyen
olarak ilk iki rekâtta vacip olması bu tertibe hacet bırakmaz. Meğer ki, bu
tayin ancak bütünüyle meydana geldiği için onu ayrı bir vacip saymışlardır,
denilir. Tedebbür eyle.
Her namazda veya
her rekâtta tekrar eden kıyam, rükû, sücûd ve son oturuş gibi şeylerle tertip
farzdır. Nitekim yukarıda gördük. Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir:
Nesefî'nin «Kafi» adlı eserinin Secde-i Sehiv Babından anlaşıldığına göre
secde-i sehiv birçok şeylerden dolayı vacip olur. Onlardan bir de bir rekatı
öne almak. Meselâ kıraatından önce rükû yapmak yahud rükûdan önce secdeye
gitmektir. Çünkü bize göre tertibe riayet vaciptir. Buna yalnız İmam Züfer
muhaliftir.
İşte burada
tertibi terk eden vacibi terk etmiş demektir. Bunun benzeri «Zahîre»dedir.
Halbuki «Kâfi» nam eserde bunun hakkında, «Kıyamın rukûdan. rükûun da secdeden
önce tertip üzere yapılması farzdır. Çünkü bunsuz namaz olmaz.» denilmektedir.
Ben derim ki: Bu
suale «Bahır» sahibi şöyle cevap vermiştir: «Ulemanın burada tertibi şarttır,
gözlerinin mânâsı, önce yaptığı rükun hükümsüz kalmıştır. Onu tertip üzere
tekrarlaması lâzım gelir, demektir. Hatta rükû yapmadan secdeye gitse bu
secdeye bilittifak itimad edilmez. Nitekim bunu «Nihâye» sahibi açıklamıştır.
Yine ulemanın secde-i sehiv hakkında, tertip vacibtir, demelerinin muktezası
önce yaptığını tekrarlamakla namaz bozulmaz, demektir.
Hâsılı tertibin
farz oluşu önce yaptığını tekrarlamak farz mânâsınadır. Vacip oluşu ziyade
etmemek gerekir mânâsınadır. Çünkü bir rekâttan az olan ziyade namazı bozmaz.
Binaenaleyh tertip farz değil, vacip olur. Birinci mesele bunun hilâfınadır.
Sadru'ş-Şeria bu inceliği kavrayamamış iftitah tekbiriyle son oturuştan maade
her yerde tertibin mutlak surette vacip olduğunu zannetmiştir. «Nihâye»nin
sözünden anladığı mânâdan dolayı Sadru'ş-Şeria'nın hareketine şaşılır.
Burada secdeden
murad, her rekâtın ikinci secdesidir. O secde ile ondan sonraki fiil arasında
tertip vaciptir. «Münye» şerhinde şöyle deniliyor: «Hatta bir rekâtın bir
secdesini bırakır da ondan sonra gelen kıyam. rükû veya secdeden sonra
hatırlarsa o secdeyi kaza eder ama secdeden önce yaptığı kıyâm, rükû ve sücûdu
koza etmez. Yalnız secde-i sehiv lâzım gelir. Lâkin secdeyi bıraktığını hatırlar
ve hatırladığı rekâtın içinde kaza ederse mesele ihtilâflıdır. Meselâ rükû veya
secde halinde iken evvelki rekâtın secdesini yapmadığını hatırlarsa onun
secdesini yapar. Acaba içinde secdeyi hatırladığı rükû veya sücûdu da kaza
edecek midir? Bu hususta «Hidâye»de kaza vacip değil, müstehap olduğu
bildirilmiş, «Tekerrür eden fiiller arasında tertip farz değildir.» denilerek
sebep ve illeti gösterilmiştir.
«Hâniye»de ise
içensinde hatırladığı rekâtın kaza edileceği, edilmezse namaz bozulacağı beyan
edilmiş, sebep olarak da şöyle denilmiştir: «Çünkü o kimse önceki fiillere
dönünce içinde bulunduğu rüknün hükmü kalkmıştır. Zira başını kaldırmadan rükün
hükümsüz kalmayı kabul eder. Ama rükûdan doğrulduktan sonra secde etmediğini
hatırlarsa iş değişir. Çünkü başını kaldırmakla rükû tamam olduğundan hükümsüz
kalmayı kabul etmez». «Fetih»te de bunun gibibeyanat vardır.
«Bahır» sahibi
şöyle diyor: «Anlaşılıyor ki kaza hususundaki ihtilâf, tertibin şart olup
olmamasına göre değil, içerisinde hatırlanan rükün önceki rükünlere dönmekle
hükümsüz kalır mı kalmaz mı? meselesine göredir. Teemmül et!
Mutemed olan kavil
«Hidaye»nin naklettiğidir. «Kenz» ve diğer kitaplarda buna katiyetle hüküm
olunmuş, «Bahır»da «Hâniye»nin naklettiği sözün zaif olduğu açıklanmıştır. Şu da
var ki, o secde ile sonraki filler arasında tertip kaydı o rekâttan önceki
fillerden ihtiraz içindir. Zira bir rekâtta rükû ile secde arasında tertip
şarttır. Nitekim yukarıda geçti. Buna «Fetih» sahibi de tenbih etmiştir.
Namazın rekâtları arasında tertib vacibtir.
«Zeyleî», «İmam
selâm verdikten sonra kaza ettiği cüz'ü bize göre namazın başıdır. Tertib farz
olsa sonu olmak lâzım gelir.» demiştir. «Bahır» sahibi bunu reddederek, «Bu,
vacip olan tertibe giremez. Çünkü mesbûka terettüp eden bir vazife yoktur.
Namazında da asla noksanlık bulunmamaktadır. Onun içindir ki «Kâfî»e «Her
rekâtta tekerrür eden şeylerde» sözü ile yetinilmiştir. Galiba «Bahır» sahibi
«Zeyleî»nin maksadının mezkûr tertibin mesbûkada vacip olduğunu anlamıştır.
Halbuki öyle değildir. Zeyleî'nin muradı tertibin başkasına vacip olduğunu
anlatmaktır. Buna delil mesbûk meseledir. Şöyle ki: Mesbûk dört rekatlı bir
namazımı meselâ üçüncü rekâtında imama uysa, imama yetişemediği ilk rekâtı
kılması câiz olamaz, kılarsa namazı fâsid olur. Çünkü imama uyduğu yerde yalnız
kalmıştır. Ona vacip olan, yetiştiği yerde imama tâbi olmaktır. Selâm verdikten
sonra yetişemediği rekâtları kaza eder. Ve bu kıldığı namazının başıdır. Yalnız
oturuşlar yönünden ayrılır. Şu halde mesbûka tertibin aksi vacip olmuştur.
Tertip farz olsa idi kaza ettiği cüzler her yönden hakikat olarak namazının
sonu olurdu. Sûreyi okumaz, aşikâre de yapmazdı. Söylediğimiz vecihle
Zeyleî'nin muradı mesbûktan başkasına tertibin vacip olmasıdır. Buna delil
Fetih'teki şu ibâredir: «Yahud namazın her birinde meselâ rekâtlarda tertip
vaciptir. Ancak imama uymak zarureti için olursa müstesnâ, çünkü bununla tertip
sâkıt olur. Mesbûk bir kimse namazın evvelinden önce son rekatlarını kılar».
Binaenaleyh kim «Fetih»in sözü Zeyleî'ninkine muhaliftir zannederse vehim
etmiştir. Evet «Fetih»in söyledikleri maksadı açıklamak hususunda daha açıktır.
Anla!
«Bir şeyin vacip
olması, ancak zıddı mümkün ise sahih olur. Rekâtlar arasında tertipsizlik ise
mümkün değildir. Çünkü namaz kılan kimsenin her ilk rekâtı birinci rekât ikinci
rekâtı ikinci ilah olur.
Ben derim ki: Bu
mümkündür. Çünkü itibarî şeylerdendir. İtibarî şeylerin üzerine şer'î ahkâmın
kurulmasını gerektiren âmiller mevcûd olunca onların üzerine şer'î hükümler
kurulabilir. Bir kimse dört rekâtlı farzın ikisini kılar da o iki rekâtı
namazın sonu yapmak isterse bu hükümsüz kalır. Meğer ki o iki rekâtta Kur'an
okumak daha sonrakiler de okumak suretiyle maksadını tahakkuk ettirmiş olsun.
Bu takdirde onun üzerine şer'î hükümler ibtina eder. Bu hükümler namazın vacip
olması ve günaha girmektir. Zira bu hükümleri iktiza eden âmiller vardır.
Bundan dolayıdır ki Şârih mesbûkun namazını kullar cihetinden tertipli
bulmamıştır. Ona tertibin aksini vacip görmüştür, Halbuki eda ettiği her rekâtı
suret itibariyle ilk rekâttır. Lâkin hükmen böyle değildir. Şârih ona tertibin
aksini emir ettiği gibi başkasına da tertibi emir etmiştir. Onun için musannıf
«Kenz» ve diğer kitaplarda olduğu gibi tertibe riâyet tabirini kullanmıştır.
Hâsılı namaz kılan
kimse ya münferid ya imam yahud cemaatladır. İlk ikisinde tertibin semeresi
anlattığımız şekilde meydana çıkar. Çıkmadığını teslim etsek cemaatte meydana
çıkar. Çünkü cemaat olan kimse ya müdrik, yahud sadece mesbûk veya sadece lahik
yahud izahı yerinde görüleceği vecihle mürekkebtir. Müdrik, «imama yetişen»
kimse imama bağlıdır. İmamın hükmü ne ise onun hükmüde odur.
Mesbûka gelince
gördün ki, ona lâzım gelen iş bu tertibin aksidir. Lâhika da mesbûkun aksi
tertip vacip olur. İmam Züfer'e göre buna tertip farzdır. Cemaatle namazın bir
kısmına yetiştiği zaman namazda uyursa evvelâ uyuduğu cüz'ü kıraatsız olarak
kaza etmesi, sonra imama tâbi olması icap eder. Evvelâ imama tâbi olur do selâm
verdikten sonra uyuduğu cüz'ü kaza ederse bize göre câizdir. Fakat vacibi terk ettiği
için günahkâr olur. İmam Züfer'e göre ise namazı sahih değildir.
«Sirâc» sahibi
«Fetevâ»dan naklen şöyle diyor: «Mesbûk evvela yetişemediğini kazadan başlarsa
namazı bozulur. Sahih olan kavil budur. Lâhik ise yetişemediğini kaza etmeden
imama uyarsa namazı bozulmaz. Züfer buna muhaliftir». Mürekkebe misal, sabah
namazının ikinci rekâtında imama uyup da imam selâm verinceye kadar uyuyan
kimsedir. Bu adam hem lâhik hem mesbûktur. Hiç namaz kılmamıştır. Binaenaleyh
evvelâ içinde uyuduğu rekâtı. kıraatsız olarak kılar, sonra yetişemediği rekâtı
kıraatle kaza eder. Bunun aksini yapsa da sahih olur. Yalnız vacip olan tertibi
terk ettiği için günahkârdır. Bu sebeple namazı tekrar etmesi vacip olur. İster
kerahet-i tahrimiyye ile edasını kasdetsin ister yanılarak secde vacip olsun.
Çünkü secde-i sehivle tamamlamanın imkânı yoktur. Namazının bitmesi o namaza
lâhik olanla birliktedir. Lâhik kimseye secde-i sehiv memnûdur. Çünkü o hükmen
imamın halefidir. Böylece sübût bulur ki, ulema her iki nevi lâhika tertip lâzım
geldiğini bildirmişlerdir. Nitekim mesbûka da bunun aksı lâzım geldiğini
söylemişlerdir. Bu ancak itibar ve hükümden neşet etmiştir. Suret cihetinden
neşet etmiş değildir. Anla!
METİN
Hatta birinci
rekâttan bir secde unutursa onu kaza eder. Velev ki selâm verdikten sonra
konuşmadan olsun. Lâkin evvelâ teşehhüdü okur, sonra secde-i sehiv yapar. sonra
yine teşehhüd okur. Çünkü namaz ve tilâvet secdelerine dönmekle teşehhüd bâtıl
olur. Secde-i sehiv ise teşehhüdü ibtal eder. Kâ'deyi etmez. Hatta secde-i sehivden
başını kaldırır kaldırmaz selâm verirse namazı bozulmaz. Öteki iki secde böyle
değildir.
İZAH
«Lâkin evvela
teşehhüdü okur.» ifâdesinden murad teşehhüdü yalnız «Abdühü verasûlühü»ye kadar
okumaktır. Yanıldığı için secde ederse esah kavle göre teşehhüdü salâvat ve
dualarla tamamlar. T.
«Sonra yine
teşehhüd okur». Yani bu vaciptir. Şârih burada oturuştan bahsetmemiştir. Çünkü
teşehhüd oturmayı gerektirir. Onun için oturmayı söylemeye hacet yoktur.
«Çünkü, namaz ve tilâvet secdelerine dönmekle teşehhüd bâtıl olur». Maksat
oturarak teşehhüd yapmaktır. Namaz secdesine dönmekle oturuşun bâtıl olmasına
gelince ka'de ile ondan önceki fiiller arasında tertib şart olduğu içindir.
Çünkü bu oturuş ancak sair rükünler tamamlanmakla son oturuş olur. Oturuşun tilavet
secdesine dönmekle bâtıl olması hususunda ise Tahtavi şunları söylemiştir:
«Çünkü tilâvet secdesi namazda olunca ona namaz secdesi hükmü verilmiştir. Onu
aslından terk ederse iş değişir».
Rahmetî'de, «Çünkü
tilâvet secdesi rükün olan kıraate tâbidir. Bu sebeple kıraat hükmünü almıştır.
Binaenaleyh oturuşu ondan sonraya bırakmak lâzım gelir.» demiştir.
Secde-i sehiv,
teşehhüdü ibtal eder. Çünkü o da onun gibi vaciptir. Binaenaleyh tekrarlaması
icap eder. Son oturuşu ibtal edememesine gelince: Son oturuş rükündür. Rükün bu
secdeden daha kuvvetlidir. «Öteki iki secde böyle değildir». Yani namaz secdesi
ile tilâvet secdesi sehiv secdesi gibi değildir. Onun için bu iki secdeden
alnını kaldırır kaldırmaz selâm verirse namazı bozulur. Çünkü bu secdeler ka'deyi
ibtal ederler.
METİN
Yedincisi: Tadil-i
erkân yani a'zâyı rükû ve secdede iken ve kezâ Kemâl'in tercihine göre rükû ve
secdeden doğrulurken bir tesbih miktarı sâkinleştirmektir. Lâkin meşhur olan
kavle göre farzı ikmal eden şey vacip. vacibi ikmal eden de sünnettir. İmam Ebû
Yusuf'a göre Musannıf'ın beyan ettiği dört şey amelî farzdır.
Sekizincisi: İlk
oturuştur. Velev ki nâfile namazda olsun. Esah olan kavil budur. İlk oturuşta
teşehhüdden fazla bir şey okumamak da aynı hükümdedir. Musannıf ilk tabiriyle
son olmayanı kasdetmiştir. Lâkin kendisine şöyle itiraz olunur: «Abdesti
bozulan müsâfir imam mükîm olan birini kendi yerine imamlığa geçirse ilk oturuş
ona farz olur». Buna da o, ârızî bir sebepledir, diye cevap verilir.
İZAH
Ta'dil-i erkân
Cürcâni'nin zabt ve tahricine İmam A'zam'la İmam Muhammed'e göre sünnettir.
Kerhî'nin tahricine vacibtir. Hatta terkinden dolayı secde-i sehiv vacip olur.
«Hidâye»de de böyle denilmiştir. «Kenz», «Vikâye» ve Mültekâ» sahipleri vacip
olduğuna cezm etmişlerdir. Aşağıda görüleceği vecihle delillerin muktezâsı da
budur. «Bahır» sahibi, «Bu suretle Cürcâni'nin sözü zaif kahr.» demiştir.
Rükûdan doğrulurken ve iki secde arasında tadil-i erkân dahi vaciptir.
Musannıf'ın sözü bizzat kavme ile celsenin de vacip olduğunu tazammun
etmektedir. Çünkü bunlarda tadil erkânın vacip olmasından kendilerinin de vacip
olması lâzım gelir (Kavme rükûdan doğrulma, celse iki secde arasında oturma
halidir).
«Bahır» sahibi
diyor ki: «Delil bu dört şeyde yani rükû, sücûd, kavme ve celse de a'zânın
sükûnetbulmasının vacip olmasını iktiza ediyor. Rükûdan doğrulmak ve iki secde
arasında oturmak ise Rasûlüllah (s. a.v.) bunlara devam buyurduğu için, bir de
namazını beceremeyen zatın hadisinde emir ettiği için vaciptir.
Kâdıhan yanılarak
rükûdan doğrulmayı terk eden kimseye secde-i sehiv lâzım geldiğini
kaydetmiştir. «Muhit»te de öyle denilmiştir. Binaenaleyh iki secde arasındaki
celsenin hükmü de böyledir. Çünkü celse ile kavme hakkında söz birdir. Her
birinde secde-i sehiv vaciptir, diyenlerin kavlini ehl-i tahkik ulemadan Kemâl
İbni Hümâm ile tirmizi İbni Emîr Hâcc tercih etmişlerdir. Hatta İbni Emîr Hâcc,
«Doğrusu budur. Doğruya tevfik kılan Allah'dır.» demiştir. «Münye» şârihi de
şunları söylemiştir: «Dirayete yani delile, rivayet de uygun düşerse dirayetten
ayrılmamak gerekir. Nitekim Kâdıhan'ın «Fetevâ»sından naklen yukarıda geçmişti.
Kınye'nin şu sözleri de onun gibidir. Kâdı «Sadır» şerhinde bütün tâdil-i erkân
hakkında pek şiddet göstermiş ve şöyle demiştir: «Her rükünü ikmâl etmek Ebu Hanife
ile Muhammed'e göre vacip, Ebu Yûsuf'la Şâfiî'ye göre farzdır. Binaenaleyh
rükûda, sücûdda ve aralarındaki doğrulmalarda her uzvu sükûnet bulacak kadar
durmak gerekir,
Ebu Hanîfe ile
Muhammed'e göre vacip olan budur. Hatta yanılarak bunları veya bunlardan
bazılarını bırakırsa secde-i sehiv lâzım gelir. Kasden terk ederse son derece
mekruh olur. Ve namazı kaza etmesi lâzım gelir. Tertibin sâkıt olması hakkında
ve benzeri yerlerde mûteber o!ur. Muteber olan birincisidir. «Bu da öyledir».
Hâsılı rivayet ve
dirayet yönünden esah olan kavil tâdil-i erkânın vacip olmasıdır. Kavme ile
celsenin ve bunlardaki tadilin hükmüne gelince mezhepte meşhur olan kavle göre
sünnettir. Vacip olduğuda rivayet edilmiştir ki delillere uygun olan da budur.
Kemâl ile ondan sonra gelen müteehhirin ulema bunu tercih etmişlerdir. Kemâl'in
Tirmizi İbni Emîr Hâcc'ın doğrusu budur dediğini de gördük Ebu Yûsuf bütün
tâdil-i erkânların farz olduğunu söylemiştir. «Mecma» sahibi ile Aynî bu kavli
tercih etmiş. Tahtavî de aynı kavli üç imamımızdan rivayette bulunmuştur.
«Feyz» sahibi, «En ihtiyat budur.» demiştir. İmam Malik, Şâfiî ve Ahmed'in
mezhepleri de budur.
Allâme Birgivî'nin
bu babta bir risalesi vardır. Orada bu meseleyi son derece açıklamış, vacip
olduğunu gösteren delilleri ihtar etmiş. tâdil-i erkân terk edilirse terettüp
edecek âfet ve belâları sıralayarak otuza çıkarmıştır. Günle gecede kılınan
namazlardan hâsıl olan mekruhları da sıralayarak üçyüz elliden fazlaya
çıkarmıştır. Araştırıp mütalâaya değer. «Lâkin meşhur olan kavle göre farzı
ikmal eden şey vacip, vacibi ikmal eden de sünnettir». Bu cümle «rükû ve
secdeden doğrulurken» ifâdesi üzerine yapılmış bir istidrak (düzeltme)dir.
Hulâsası şudur: Rükû ve sücûdda tadil vaciptir. Bu acık olup kaideye uygundur.
Çünkü tadil rükû ile sücûdu mükemmelleştirir. Ama kavme ile celsedeki tadilin
vacip olması açık değildir. Zira kavme ile celse Kemal'in tercihine göre vacip
olunca onlardaki tadilin sünnet olması gerekir. Çünkü vacibi mükemmelleştiren
şey sünnet olur. Ve bu kaide Kemal'in tercih ettiğine uymaz. Zira onun tercihi,
hepsinde vacip olmaktır. Tahavî'nin ulemadan rivayet ettiğine de uymaz. Çünkü
hepsine farzdır. Ebu Hanîfe ile İmam Muhammed'den rivayet edilen meşhur kavle
de uymaz. Çünkü Cürcânî'nin rivayetine görehepsinde sünnet, Kerhî'nin
rivayetine göre tadil-i erkânda vacip, geri kalanlarında sünnettir. Çünkü o
rükû ve secdedeki sükûnet ile kavme ve.celsedeki sükûnet arasında fark bulmuş,
birincinin bizzat maksud olan rükün yani rükû ve secdeyi tamamladığını,
ikincilerin bizzat maksût olmayan rüknü yani bir rükünden diğer rüküne intikali
tamamladıklarını, bu suretle iki tamamlayıcı arasındaki farkı göstermek için
sünnet sayıldıklarını söylemiştir. Anla!
İlk oturuş esah
kavle göre nâfile namazda bile olsa vaciptir. Zira nâfile namazın her iki
rekâtı başlı başına bir namaz sayılsa da oturmak ancak namazdan çıkmak için
farz kılınmıştır. Üçüncü rekâta kalkınca önceki rekâtların namazdan çıkma
zamanı olmadığı anlaşılır. Ve o oturuş farz olmaz. Meselenin tamamı
«Halebî»dedir. İmam Muhammed nâfile namazın her çift rekâtında oturmayı farz
sayarak diğerlerine muhalefet etmiştir. Onun kavli Tahavî ile Kerhî'nin
kavillerine de uymaz. Çünkü onlar nâfileden başka namazlarda ilk oturuşun
sünnet olduğunu söylemişlerdir. Lâkin «Nehir»de şöyle deniliyor:
«Bedâyi'de
bildirildiğine göre ekser ulemamız bu oturuşa sünnet demişlerdir. Bu ya onun
vücûbu sünnetle bilindiği yahud sünnet-i müekkede vacip mânâsında olduğu
içindir. Bu söz hilâfın kalkmasını iktizâ eder». «Musannıf ilk tabiriyle son
olmayanı kasdetmiştir». Tâ ki bir selâmla kıldığı bin rekâtlık nâfileye şâmil
olsun. Çünkü son oturuştan maada bütün oturuşları vaciptir. Bundan anlaşılır
ki. her namazın son oturuşu farzdır. Bundan yalnız sehiv secdesi yaptıktan
sonraki oturuş müstesnâdır. Çünkü o farz değil, vaciptir. Aşağıda görüleceği
vecihle o teşehhüdü kaldırır. oturuşu kaldırmaz. Malûmdur ki teşehhüd oturmayı
gerektirir. Binaenaleyh bu oturuş vaciptir. H. «Buna da o ârızî bir
sebepledir», diye cevap verilir. Yanı istihlâf (imamın yerine cemaattan birini
geçirmesi) sebebiyledir denilir. Çünkü müsafirin iki rekâtta oturması farzdır.
Bu onun namazının sonudur. İstihlâf sebebiyle mukîm de müsafir yerine
geçmiştir. Binaenaleyh ikinci oturuş gibi bu oturuş da ona farz olur.
Söylenildiğine göre mesbûk hakkında da bu cevap verilir. Meselâ. imama akşam
namazının ikinci rekâtında uysa hüküm budur. Zira son oturuştan başka olan
ikinci oturuş o kimseye imama uyduğu için farz olmuştur. Hâsılı imamın son
oturuşu ona tâbi olduğu için mesbûka da farzdır. Ama imama uyması sebebiyle bu
farz ârızîdir.
Ben derim ki: Bu
söz «Bahır» ve «Nehir»in ibârelerine muhâliftir. Onlar, «Birinci sözü ile son
olmayan» mânâsını kasdetmiştir. Çünkü dört rekâtlı bir farzın üç rekatına
yetişemeyen kimse üç defa oturur. Bunlardan vacip olanlar son oturuştan geri
kalanlardır. İmamlık Babında görülecek olan mesbûk meselesi de buna delâlet
eder.
Mesbûk meselesi
şudur: Bir kimse imam teşehhüd miktarı oturmadan s.elâm vermeksizin kalkarsa
ayakta durduğu müddette imam teşehhüdü bitirdikten sonra namaz câiz olacak
miktarı okuduğu takdirde namazı câizdir. Aksi takdirde câiz değildir. Bu
meselenin tam izahı ileride gelecektir. O kimsenin oturuşu farz olsaydı bu
tafsilat sahih olmaz namazı mutlak surette bozulurdu. Anla!
METİN
Dokuzuncusu:
Teşehhüdlerdir. Bunların bütününü olduğu gibi bir kısmını bırakmakla secde-i
sehiv yapar. Esah kavle göre her oturuş hakkında hüküm budur. Çünkü bazen
oturuş on defa tekrar edilir. Meselâ, bir kimse imama akşam namazının
teşehhüdlerinde yetişir de imama secde-ı sehiv lâzım gelirse, onunla beraber
secde eder. Teşehhüdü okur, sonra imam üzerinde secde-i tilâvet borcu olduğunu
hatırlayarak secde ederse onunla birlikte bu da secde eder, teşehhüdü okur,
sonra iki rekâtı teşehhüdleri ile kaza eder. Ve aynı hâl onun da başına gelirse
yine böyle yapar.
Ben derim ki:
Namaz secdesini hatırlamak dahi tilâvet secdesini hatırlamak gibidir. İmamla
cemaatın bu secdeyi hatırladıklarını farzedersek dört oturuş daha fazlalaşır.
Sebebi yukarıda geçti. Yine imamla cemâatın üzerinde müteaddit tilâvet ve namaz
secdeleri bulunduğunu farzedersek altı oturuş daha fazlalaşır. O kimsenin imama
secde halinde yetiştiğini, fakat imamla birlikte secdelerini yapmadığını
farzedersek kaidelerin iktizasınca bu iki secdeyi kaza eder. Bu suretle dört
oturuş daha artar. Tedebbür eyle! Ben buna tenbihte bulunan kimse görmedim.
Allahu a'lem.
İZAH
Teşehhüdlerden
murad ilk oturuş ile son oturuşun teşehhüdleridir. İbni Mes'ud (r.a.)'dan
rivayet edilen teşehhüdü okumak vacip değil yalnız İbni Abbas ve diğerlerinden
rivayet edilenden efdaldir. Bundan sonraki fasılda görüleceği vecihle «Bahır»
sahibinin yaptığı inceleme buna muhaliftir. «Esah kavle göre her oturuş
hakkında hüküm budur». Bu cümle ite Şârih, Musannıf'ın metinde kullandığı
tesniye sigasına çatmak istemiştir. Çünkü Musannıf teşehüdler kelimesini müfred
olarak kullansa cins ismi olur ve her teşehhüde şumûlu bulunurdu. Nitekim
«Bahır» buna işaret etmiştir. H.
Esah kavlin
mukabili bazılarının. «Son oturuştan maada bütün oturuşlar sünnettir.»
sözleridir.
«Meselâ, bir kimse
imama akşam namazının teşehüdlerinde yetişirse» ifâdesinden murad, akşam
namazının ilk teşehhüdüdür. Ona yetişen her iki teşehhüdüne yetişmiş olur.
İmamın secde-i sehiv borcu varsa onunla birlikte cemaat olan kimsenin de secde
etmesi gerekir. Çünkü imama tabi olması vâciptir. İmamla birlikte teşehhüdü
okur. Çünkü secde-i sehiv teşehhüdün hükmünü kaldırmıştır. İmam tilâvet
secdesini hatırlayarak secde ederse ona uyan kimse dahi secde eder. Çünkü
secde-i tilâvet oturuşu hükümsüz bırakır. Sonra cemâat olan kimse imamla
birlikte secde-i sehiv yapar. Çünkü secde-i sehiv ancak namaz fiillerinin sonu
olduğu zaman muteberdir. Ve imama uyan kimse imamla birlikte teşehhüdü okur.
Çünkü secde-i sehiv teşehhüdün hükmünü kaldırmıştır. Bundan sonra imama uyan
kimse ikî teşehhüdle iki rekât kaza eder. Çünkü evvelce arz ettiğimiz vecihle
mesbûk fiil cihetinden namazının sonunu kaza eder. Bu cihetten imamla birlikte
kıldığı namazının sonu olur. Borcu olan namazın bir rekâtını kılınca namazının
ikinci rekatı olur ve oturur. Sonra bir rekât daha kılarak oturur. H.
«Aynı hal onun da
başına gelirse» cümlesinden murad, imama uyarı kimsenin de bu hal başına gelir
ve kaza ettiği namazda yanılarak secde-i sehiv yapar, teşehhüd okursa sonra
tilâvet secdesi borcu olduğunu hatırlayarak secde eder ve teşehhüdü okursa
sonra secde-i sehiv yapar ve teşehhüd okursa demektir. Önceki oturuşu ibtal ve
secde-i sehvin tekrarı hususunda namazsecdesini hatırlamakta tilâvet secdesini
hatırlamak gibidir. T.
«İmamla cemaatın
bu secdeyi de hatırladıklarını farzedersek dört oturuş daha fazlalaşır». Bu
şöyle olur: İmam beşinci defa oturduktan sonra üzerinde namaz secdesi olduğunu
hatırlarsa bu secdeyi onunla birlikte cemaat olan kimse de yapar. Ve teşehhüdü
okur. Çünkü oturuşun hükmü kalkmıştır. Sonra imamla birlikte secde-i sehiv
yapar ve teşehhüdü okur. Sebebini yukarda arzettik. Bunun misli imama uyan
kimsenin de başına gelebilir. Bu suretle oturuş sayısı ondörde yükselir. Lâkin
bu ancak namaz secdesini hatırlaması tilâvet secdesini hatırlamaktan geciktiği
vakit olur. Nitekim mesele böyle farzedilmiştir. Yahud bunun aksi tasavvur
olunur da tilâvet secdesi namaz secdesinden sonra hatırlanırsa denilir. Her iki
secdeyi birden hatırlarsa bunları ya son oturuştan önce yahud sonra ya secde-i
sehiv teşehhüdünden önce yahud sonra hatırlar. Son oturuştan önce hatırlarsa
ortada üç oturuştan başka bir şey yoktur. Son oturuştan sonra hatırlarsa
secde-i sehiv teşehhüdünden önce hatırladığı takdirde dört oturuş ondan sonra
hatırladığı takdirde beş oturuş lâzım gelir. Bunun bir misli imama uyana da
lâzım geldiğinden mecmuu on oturuş olur. Sonra bilmelisin ki, her iki secdeyi
beraberce hatırladığı vakit aralarında tertip vacip olur. Tilâvet secdesi bir
rekâttan, namaz secdesi yo o rekâttan, yahud sonrakinden olursa tilâvet
secdesini önce yapmak vacip olur. Tilâvet secdesi bir önceki rekâttan olursa,
namaz secdesini önce yapar. Nitekim «Bahır» nam kitabın Secde-i Sehîv Babında
da böyle denilmiştir. H.
«Sebebi yukarda
geçti» yani tilâvet secdesinden sonra secde-i sehiv yapar. H.
Yine imamla
cemaatın üzerinde müteaddit tilâvet ve namaz secdeleri ilh... ibaresindeki
müteaddid secdelerden murad, yalnız iki defadır. Biri geçmişe biri de şimdiye
aittir. Meselenin sureti şöyledir:
Yedinci defa oturduktan
sonra bir namaz secdesi daha unuttuğunu hatırlarsa o secdeyi yapar ve
teşehhüdüne oturur. Sonra secde-i sehiv yapmadan bir tilâvet secdesi daha
hatırlar. O secdeyi de yaparak teşehhüdünü okur sonra secde-i sehiv yapar ve
teşehhüdünü okur. Bu üç suret eder. İmama uyan da onun gibi olduğu için altı
suret meydana gelir. Ama tilâvet secdesini ancak sehiv secdenin teşehhüdünden
sonra hatırlarsa sekiz suret meydana gelir. H.
Ben derim ki:
Ekseri nüshalarda «altı oturuş daha fazlalaşır.» yerine altmış oturuş daha
fazlalaşır denilmiştir. Bunun sureti şudur:
Yedinci defa
oturduktan sonra arka arkaya iki namaz secdesi daha hatırlar. Ve her birinden
sonra secde eder. Bunlar dört secde olur. Sonra geri kalan secde âyetlerini
birer birer hatırlar -ki bunlar on üçtür- Bunların her birinden sonra secde
eder ve secdeler yirmi altı olur. Mecmuu ise otuzdur. İmama uyanın başına da
aynı hâl gelirse mecmuu altmış olur. Sonra bunların Şârih'in evvelce beyan
ettiği ondört suret ile aşağıdaki dört suret katılınca yetmiş sekize baliğ
olur. Şârih'in ileride gelecek «yetmiş sekiz eder» sözü ile buna işaret
olunmuştur. Doğrusu ekseri nüshaların kayıt ettikleridir. «O kimsenin imama
secde halinde yetiştiğini farz ederse ilh...» cümlesi ile beyan edilen
faraziyenin şekli imama ikinci rekâtın ilk secdesinde yetişip de imamla
birlikte secde etmeden oturmaktır. H.
Buradaki
kaidelerden murad. yalnız bir tanesi olup o da şudur:
«Bir kimse imama
uyduktan sonra namazın bir kısmını edâ edemezse lâhik gibi o da namazı yeniden
kılar. O da lâhik hükmündedir. H.
Ben derim ki: Bu
kaidenin bu şekilde umumî olduğunu söyleyen görmedim. Evet bu iki secdeyi
imamla birlikte yapmanın vacip olduğunu kabul ederiz. Çünkü imama tâbi olmak
vaciptir. Velev ki bu secdeler. kaza ettiği rekâttan hesap edilmesinler. Bu iki
secdenin kazası icap ettiğine gelince: Şârih, bununla o kimsenin bu secdeleri
kaza ettiği rekâtta yapacağını kasdetti ise yine teslim ederiz. Ama bunları
mezkûr rekâttan ziyade olarak yapacağını kasdetti ise -ki sözünden anlaşılan
budur- mesele nakle muhtaçtır. Nakledilen rivâyet ise imama tâbi olmanın
vücubunu ve yalnız tam bir rekât kaza edeceğini bildirmektedir. «Bahır»
sahibinin Kaza Namazları Babından az önce bildirdiğine göre «Zahîre»de bu iki
secde de imama tâbi olmanın vacip olduğu kayıt edilmiştir. Bunun muktezası
şudur:
O adam bu iki
secdeyi terk ederse namazı bozulmaz. Biz bu hususta bir müddet tevekkuf edip
sustuk. Sonra bu meseleyi «Tecnis»de gördüm şöyle diyor: «Bir kimse imamın
yanına vardığında onu bir secde yapmış bulur da tekbir alarak ona uymayı niyet
eder ve imam ayağa kalkıncaya kadar ayakta durursa; secdede imama tâbi olmayıp
sonra geri kalan namaz fiillerinde ona uyar ve imam selâm verdikten sonra
kalkarak yetişemediği rekâtları kaza ederse, namazı câiz olur. Şu kadar var ki
kazaya kalan o rekâtı imam namazı bitirdikten sonra iki secdesi ile birlikte
kılar. Velev ki namaza başlarken o secdede imama tabi olmak vacip olsun».
«Bahır» sahibinin sözü burada sona erer.
UIema imama tâbi
olmanın vacip sayıldığını açıklamış, fakat onun tam bir rekât kılarak o rekâtta
üç veya dört secde kaza ettiğini söylememişlerdir. Şu da var ki, imama uyan
kimsenin vazifesi, ona tâbi olmaktır. Onun ise elden gittikten sonra kazası
mümkün değildir. Çünkü secde ona zatı için vacip olmamıştır. Secde onun
namazından sayılmaz. O kimseye vacip olması ancak imamına muhâlefet etmemesi
içindir. Evet, ulema şurada secde-i sehivin vacip olduğunu açıklamışlardır: Bir
kimse sehiv secde lâzım gelen bir imama o secdeyi yapmayan uyar do o secdede
imamına tâbi olmazsa, istihsanen imam namazdan çıktıktan sonra iki secdeyi
yapar. Çünkü tahrimesinde ancak iki secde ile tamamlanacak noksanlık vardır. Bu
noksanlık bakîdir. Zira tamamlayıcı yoktur. Ulema böyle söylemişlerdir. Mezkûr
illet burada yoktur. Çünkü burada o kimsenin tahrimesinde noksanlık yoktur.
Noksanlık ötekinde imamı tarafından gelmişti. Benim anladığım budur. Anla! «Bu
suretle dört oturuş daha artar.» Bu da secdelerin birini sehiv secde
teşehhüdünden sonra hatırladığına göre farz edilmiştir. O secdeyi yapmış sonra
teşehhüde oturmuş sonra sehiv secdeyi yapmış ve teşehhüde oturmuştur. Sonra
diğer secdeyi hatırlamış ve onu da yaparak teşehhüde oturmuş sonra secde-i
sehiv yaparak, teşehhüde oturmuştu. Ama iki secdeyi birden hatırlarsa yukarda
tilâvet secdesi ile namaz secdesi hakkında gecen tafsilata göre hareket eder.
Böylelikle Şârih'in beyan ettiği oturuşların mecmuu yirmidört olur. Bizim
söylediğimize göre ise yirmialtıdır. H.
Ben derim ki: Bu
izahât altı ziyade edilmiştir. Nüshasına göredir. Altmış ziyade edilmiştir.
Nüshasına göre ise mecmuu yetmişsekizdir. Lâkin biliyorsun ki son dört oturuşun
ziyade edilmesi kabul olunamaz. Çünkü açık bir nakil bulunmadıkça iki secdenin
kazası vacip olamaz, geri kalanlar yetmişdörttür. Evet Halebî'nin anlattığı tilavet
ve namaz secdelerindeki sekiz surete göre şârihin anlattıklarına iki secde daha
ilâve edilir ve mecmuu yetmişaltı olur.
METİN
Onuncusu: İki defa
selâm lafzını söyleyerek namazdan çıkmaktır. Esah kavle göre ikinci selâm
vaciptir. Burhan. «Aleyküm» demek vacip değildir. Bize göre meşhur olan kavil
Aleyküm demeden ilk selâmla imama uymanın bitmesidir. Şafii'ler de buna
kaildirler. Tekmile şarihi buna muhaliftir.
Onbirincisi:
Vitirin kunutunu okumaktır. Kunut «mutlak dua mânâsınadır. Kunutunun tekbiri
ile üçüncü rekatın tekbiri de böyledir. Zeyleî.
Onikincisi: Bayram
tekbirleridir. Bu tekbirlerin biri ve ikinci rekatın rükû tekbiri de öyledir.
Nitekim bayram namazına başlarken tekbir lafzı dahi böyledir. Lâkin en münâsibi
her namazda iftitah tekbirinin vacip olmasıdır «Bahır». Bu bellenmelidir.
Onüçüncüsü ve
Ondördüncüsü: Cehrî namazda imamın âşikâr okuması. gizli okunan namazlarda
herkesin gizli okumasıdır. Şimdi vaciplerden her vacibin veya farzın yerinde
yapılması kalır. Kıraatı tamamlar da yanılarak biraz düşünür, sonra rükû ederse
yahud sûreyi rükûda hatırlayarak doğrulduğu zaman okursa rükûu tekrarlar ve
secde-i sehiv yapar.
İZAH
Musannıf «selâm
lafzı» tâbirini kullanarak başka bir lâfzın selâm yerini tutmayacağını işaret
etmiştir. Bu lâfzı söyleyebilen bir kimse aynı mânâda bile olsa başka kelime
kullanamaz. Namazdaki teşehhüd böyle değildir. O hangi lisanla olsa câizdir.
Velev ki Arabça söylemeye kudreti olsun. Onun içindir ki Musannıf teşehhüd
lafzı dememiş, fakat selâm lafzı demiştir. Lâkin bu işâret açıkça nakledilen
rivayete aykırıdır. Zira ileride geleceği vecihle selâmın Arabçaya mahsus
olmadığı hususunda Zeyleî icmâ nakletmiştir. «Bahır»ın bazı nüshalarında da
böyle denilmiştir».
«Esah kavle göre
ikinci selâm vaciptir». Bazıları sünnet olduğunu söylemişlerdir. İlk selâmla
imama uymak sona erer.
«Tecnis» sahibi
diyor ki: «İmam namazını bitirir de es-Selâm dedikten sonra bir odam gelerek
aleyküm demeden ona uyarsa imamın namazına girmiş sayılmaz. Çünkü bu selâm
vermektir. Görmüyor musun imam yanılarak namaz kılarken birine selâm vermek
isterde es-selam dedikten sonra kendini toparlayarak susarsa namazı bozulur».
«Tekmile» Şârihi buna muhaliftir. Ona göre sahih olan kavil imama uymanın
ikinci selâmla sona ermesidir.
Kunuttan murad
bazılarının dediği gibi kıyâmı uzatmak değil, duadır. Buna işaret için şârih
okumak kelimesini ilâve etmiştir. Sonra kunutun vacip olması İmam A'zam'ın
kavline göredir. İmameyne göre sünnettir. Babında görüleceği vecihle kunut
hakkındaki hilâf vitir hakkındaki hilâf gibidir.
Kunut mutlak
surette duadır. Hangi dua ile olursa olsun vacîp yerini bulur.
«Nehir» sahibi
şöyle demişti: «Hassaten Allahümme innâ nesteînüke'yi okumak ise sâdece
sünnettir. Başka bir dua okumuş olsa bilittifak câizdir». Kunutun tekbiri de
vâciptir. «Bahır»ın Secde-i Sehiv Bahsinde şöyle denilmiştir:
«Kunuta ilhak
edilenlerden biri de kunut tekbiridir. Zeyleî bu tekbir terk edilince secde-i
sehiv vâcip olacağına cezm etmiştir. «Zahireye»de de bu tekbir terk edilirse ne
hüküm verileceği hususunda bir rivayet yoktur. Bazıları Bayram tekbirlerine
kıyasla secde-i sehiv lâzım geleceğini bazıları lâzım gelmeyeceğini
söylemişlerdir. denilmiştir».
Vacip olmadığını
tercih etmek gerekir; çünkü asıl olan odur. Vücuba delil yoktur. Bayram
tekbirleri böyle değildir. «Üçüncü rekâtın tekbiri de böyledir». Bu sözü
«Nehir» sahibi Zeyleî'ye nisbet etmiş, Şârih de ona uymuştur. Ebu's-Suûd Miskîn
hâşiyelerinde Secde-i Sehiv Bahsinde şöyle demiştir: «Üstadımız bunun hata
olduğunu söyledi. Çünkü bu kayıt Zeyleî'nin ne namaz bahsinde ne de secde-i
sehiv bahsinde mevcuttur. İhtimal ki gözü Zeyleî'nin şu sözüne ilişmiştir:
«Kırâattan sonra kunuttan evvel yapılan tekbiri terk ederse secde-i sehiv
yapar». Bundan o tekbirin vitir namazının üçüncü tekbiri olduğunu vehim etmiştir.
Halbuki öyle değildir. Bu tekbir sâdece kunut tekbiridir.» Rahmetî dahi bu sözü
Zeyleî' de bulamadığına tenbih etmiştir. Bayram tekbirleri her rekatta üçer
olmak şartiyle altıdır. Şârih bu tekbirin yeri de öyledir. Demekle her tekbirin
ayrı ayrı vacip olduğunu anlatmak istemiştir. T. «Nitekim bayram namazına
başlarken tekbir lafzı da böyledir.» yani başka namazlarda bu tekbir vacip
değildir. Nitekim Müstesfâ ile NuruI-İzah'da da böyle denilmiştir. Lâkin eh
münasibi iftitah tekbirinin her namazda vacip olmasıdır. Hatta namaza (ALLAH'u
Ekber)'den başka bir sözle başlamak keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Mülteka
şerhinde de böyledir.
İmamın âşikâra
okuması vacip olan namazlar: Sabah namazı, Akşam namazı ile yatsının ilk iki
rekatı. Bayram namazları. Cuma, teravih ve ramazanda vitir namazıdır. İmam ve
yalnız kılanın gizli okuması vacip olan namazlar: Öğle, ikindi namazları ile
akşam namazının üçüncü. yatsı namazının son iki rekatları, bir de kusûf ve
istiskâ namazlarıdır. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Lâkin gizli
okunacak yerde imamın gizli okuması bilittifak vacip ise de yalnız kılanın
gizli okuması ittifakî değildir. Bahır'da: «Esah olan gizli okumasının vacip
olmasıdır, denilmiş gelecek fasılda bunun zahir mezhep olduğu bildirilmiştir.
Ama bu söz götürür. Orada anlayacaksın. «Kırâatı tamamlar da ilh...» cümlesi
yerine bazı nüshalar da «Fâtiha'yı tamamlar da ilh...» denilmiştir. Bu farz
olan rükûu yerinden geciktirdiğine misaldir. «Yahud sureyi rüku'da hatırlayarak
ilh...» cümlesi de vâcip olan sureyi yerinde geciktirmeye misâldir. Çünkü
Fatiha ile sûrenin arasını ecnebi bir fiil olan rüku'la ayırmıştır. Zira sûreyi
okuyunca onu farza ilhak etmiştir. Ve kıraat mevcut olunca onunla rükû arasında
tertip farz olur. Kıraat mevcut olmazdan önce hal böyle değildir. O zaman
tertip vaciptir. Nitekim bunun tahkikini Kıyâm Bahsinde yapmıştık. Kıraat
Faslının sonunda daha ziyade tahkiki gelecektir. Şârih sûreyi hatırlarsa diye
kayıtlamıştır. Çünkü sureyi okur da sonra dönerek başka bir sûre okursa yaptığı
rükû bozulmaz. «Rükûu tekrarlar ve secde-i sehiv yapar.» ifâdesinde
bozuklukvardır. Çünkü rükûu tekrarlamak ikinci meseleye mahsustur. Secde-i
sehiv ise her iki meseleye râcidir. Şârih böyle diyeceğine. «Ayakta zammı sure
okur ve rüku tekrarlarsa sehiv secde yapar.» dese bundan kurtulurdu. H.
METİN
Rükûu
tekrarlamamak, secdeyi üçlememek, ikinci veya dördüncü rekâttan önce oturmamak,
iki farz arasına giren her ziyâdeyi terk etmek, imama uyan kimsenin susması ve
imamı takip etmesi yani içtihad götüren yerde imamı takip etmesidir. Yoksa nesh
edildiği yahud sabah namazının kunutu gibi sünnet olmadığı kat'î surette
bilinen yerlerde imamı takip vacip değildir.
İZAH
Rukûu
tekrarlamamak vâciptir. Çünkü rükû veya sücûdu ziyade etmek meşrûu değiştirmek
olur. Her rekatta vâcip olan bir rükû ile iki secdedir. Bundan fazla yaptığı
vacibi terk etmiş olur. Bundan da diğer bir vacibi terk etmek lâzım gelir ki o
da farzı yerinde yapmaktır. Çünkü rükûu tekrarlamak secdeyi yerinden
geciktirir. Secdeyi üçlemek, kıyâmı veya oturuşu geciktirir. Birinci veya
üçüncü rekâtın sonunda oturmak da öyledir.
Binaenaleyh terki
vaciptir. Oturmakta ikinci veya dördüncü rekâtta kalkmayı yerinden geciktirmek
de vardır. Bu söylediğimiz oturmak uzun sürdüğüne göredir. Şâfiî'nin müstehap
gördüğü hafif oturuşun ise bize göre terki vacip değil, efdâldir. Nitekim
gelecektir. İki farz arasına girip bir vacibin terkine sebep olan ondan da
başka bir vacibin terki lâzım gelen bir ziyadenin hükmü böyledir. -Başka
vacibten murad ikinci farzın yerinden gecikmesidir-
Hâsılı Şârih'in
söylediği bu şeyler vacip ligayrihi her Vacip ligayrihi her vacip veya farzı
ilk beyan ettiği yerinde yapmaktır. Zira bu vacip burada söylediklerini terk
etmedikçe tahakkuk edemez. Şu halde burada söylediği rükûun tekrarı vesaireyi
terk etmek vacip ligayrihi olur. Çünkü bu, vacibi bozmaktır. Öteki vacibi
bozmak lâzım gelir. Bu mesele ulemanın bir rükünden başka rüküne geçmeyi farz
saymaları kabilindendir. Zira evvelce beyan ettiğimiz vecihle bu geçiş farz
ligayrihidir (yani başkası için farzdır). Binaenaleyh Şârih'in sözünde tekrar
yoktur. Anla!
İki farz arasına
giren her ziyadeyi terk etmek de vacibtir. Bu ziyadede susmak dahi dahildir.
Hatta şüphe ederek biraz düşünürse secde-i sehiv yapar. (iki farz arası) tâbiri
ihtirazî kayt değildir. Binaenaleyh farzla vacip arasına gîren ziyade dahi
hükümde dahildir. Meselâ, ilk teşehhüd ile üçüncü rekâta kalkış arasına giren
ziyâde bu kabildendir. Nitekim yukarda geçti. Anlaşılan ikinci secdeden sonra
gecikmeden teşehhüd okumak da bu kabildendir. Hatta başını secdeden kaldırır da
susarak oturursa secde-i sehiv lâzım gelir. Bundan anlaşılır ki müezzin oturuş
tekbirini uzatırken birçok kimselerin susarak müezzin tekbiri bitirmeden
teşehhüde başlamamaları doğru değildir. Buna dikkat etmelidir.
Tahtavî diyor ki:
«Bundan anlaşılır: Bir kimse yanılarak rükûdan doğrulmayı yahud iki secde
arasında başını kaldırmayı bir tesbih miktarından bir o kadar fazla uzatırsa
secde-i sehiv yapmasılâzım gelir. Buna dikkat etmelidir». Tahtavî bu sözü
kimseye nisbet etmemiştir. Evet buna benzer bir sözü İbni Abdurrezzâk bu şerhin
üzerine yazdığı şerhde söylemiş ve, «Başını rükûdan kaldırdıktan sonra durmayı
uzatmak gibi» demiştir. Ama o da bu sözü kimseye nisbet etmemiştir. Ben
bunların ikisinden başka bunu söyleyen görmedim. Bu söz açık nakle muhtaçtır.
Evet «Hılye»nin Secde-i Sehiv Babında Zahîre ile tetimmeden naklen onlar da
«Garibi'r-Rivâye»den nakletmiş olmak üzere şöyle denildiğini gördüm: «Belhî
«Nevâdir» nâm eserinde Ebu Hanîfe'den naklen beyân etmiştir ki, bir kimse
namazında şübhe eder de kıyâm, rükû, kavme, secde veya oturuşu anında uzun
düşünürse sehiv secde etmesi lâzım gelmez. Ama iki secde orasındaki oturuşu
esnasında uzun düşünürse secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Çünkü bu
söylediklerimizin hepsinde uzatmaya hakkı vardır. Yalnız iki secde arasında ve
namaz esnâsında otururken uzatmaya hakkı yoktur». Belhî'nin «Sehiv secde etmesi
lâzım gelmez.» sözü mezhebimizin kitaplarında meşhur olan kavle muhaliftir.
Lâkin bu garip ve nâdir bir rivayettir. Teemmül edilmelidir.
«Bahır»ın Vitir
Babında gördüm ki, rükûdan doğrulurken kalkışı uzun tutmak meşru değildir.
İmama uyan
kimsenin susması vâciptir. İmamın arkasında okumak kerahet-i tehrimiyye ile
mekruhtur. Ama esah kavle göre namazı bozmaz. Nitekim İmamlık Babından az önce
gelecektir. Yanılarak okursa secde-i sehiv lâzım gelmez. Çünkü imama uyana
sehiv secde yoktur. Acaba kasten okuyana namazı tekrar kılmak lâzım gelir mi?
Halebî ile ona tâbî olan Tahtavî namazı yeniden kılması icap ettiğini
söylemişlerdir. Namazın Vacibleri Bahsinin başında söylediklerimize bakıver.
İmamı takip
meselesine gelince: «Münye» Şârihi şöyle demektedir: «Fiilî rükünlerde imamı
takip etmenin lüzumu hususunda hilâf yoktur. Çünkü bunlar imama uymanın
mevzuunu teşkil ederler. Kavli rükün olan kıraatta takip hususunda ihtilâf
edilmiştir. Bize göre kıraatta imamı takip etmez. Bilakis susarak dinler.
Kıraattan başka zikirlerde ona tâbi olur. Hâsılı farz ve vaciplerde gecikmeden
imama tâbi olmak vaciptir. şayet bunlara bir vacip ârız olursa onu terk etmemek
gerekir. O vacibi ifâ eder. Sonra imamı takip eder. Meselâ imama uyan kimse
teşehhüdü tamamlamadan imam kalkarsa o kimse teşehhüdünü tamamlar, sonra
kalkar. Çünkü teşehhüdü tamamlamak ile imama tâbi olması büsbütün ortadan
kalkmaz sadece gecikmiş olur. Fakat teşehhüdü keserek imamı takip etmek ona
tâbi olmayı büsbütün ortadan kaldırır. Binaenaleyh iki vacipten birini
geciktirmek suretiyle ikisini de ifâ etmek, birini tamamiyle terk etmekten
evlâdır. Mezkûr farz ve vaciplere bir sünnet ârız olursa meselâ cemaat üç defa
tesbih etmeden imam başını kaldırırsa esah kavle göre imamı takip eder. Çünkü
sünneti terk etmek vacibi geciktirmekten evlâdır». Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır. Sonra «Münye» Şârihi hulâsa olarak şunları söylemiştir:
Vaciblerde fiilen
imama tâbi olmak vaciptir. Kezâ fiilden imama muhalefet lâzım gelecekse terk
etmek suretiyle de imama tâbı olmak vâcibtir. Meselâ, imam kunutu, bayram
tekbirlerini, namazın ilk oturuşunu, secde-i sehvi veya secde-i tilâveti terk
ederse cemâat da terk eder. Bidat, mensuhve namaza taallûku olmayan şeyler
hususunda imama tâbi olması câiz değildir. Binaenaleyh imam fazla bir secde
yaparsa yahud bayram tekbirlerinde eshâbın kavillerinden fazla tekbir getirirse
veya cenaze tekbirlerini dörtten fazla alırsa, yahud unutarak beşinci rekâta
kalkarsa cemaat ona tâbi olamaz. Sünnetlerde gerek fiil, gerek terk cihetinden
imama tâbi olmak vacip değildir. Binaenaleyh imam tahrime esnasında ellerini
kaldırmaz ve sübhânekeyi okumazsa, rükû ve sücûd tekbirlerini almaz ve
oralardaki tesbihlerle tesmîî terk ederse cemaat kendisine tâbi olmadığı gibi
yapıldığı takdirde fiili bir vacibe muhalefet lazım gelmeyen kavlî vacibi terk
ederse yine tâbi olmak lâzım gelmez. Teşehhüd, selâm tekbir teşrik böyledir.
Kunut ile Bayram tekbirleri ise böyle değildir. Zira bunları ifâ ederse fiilde
imama muhâlefet etmiş olur ki, o da imam rükû ederken kendisinin ayağa
kalkmasıdır».
Bundan anlaşılır
ki, imamı takip etmek farz değildir. Bilakis farzın tiili vaciblerde vacip,
sünnetlerde ise sünnet olur. Sünnetlerden başka yerlerde sünnete aykırı düşerse
hüküm yine böyledir. Sünnete başka bir vacip muaraza eder. Yahud fiilinden
dolayı imama fiili bir vacipte muhalefet lâzım gelmeyen bir şeyi terk hususunda
olursa evlânın hilâfıdır. Tahrime için elleri kaldırmak ve emsali böyledir. Ama
bid'at bir fiili veya mensûhu yahud namazla alâkası olmayan bir şeyi yapmak
yahud fiilinden dolayı imama fiili bir vacibte muhalefet lâzım gelen bir şeyi
terk hususunda imama tâbi olmak câiz değildir. Bu izaha göre Kuhistânî
şerhindeki, «İmamı takip etmek farzdır. Nitekim «Kâfi» ve diğer kitaplarda da
böyle denilmiştir. Ama bu zikirlerde değil, fiillerde şarttır. «Münye»de de
böyle denilmiştir», ibâresi müşkil kalır. Kezâ «Fetih» «Bahır» ve diğer
kitapların Secde-i Sehiv Babındaki şu ibâreleri müşkil olur:
«İmama uyan kimse
yanılarak ilk oturuşta ayağa kalkarsa dönüp oturur. Çünkü oturmak ona imama
bağlılık hükmüyle farzdır». «Bahır» sahibi, «Bundan anlaşılan dönmediği
takdirde namazının bâtıl olmasıdır. Çünkü farzı terk etmiştir.» demiş; «Nehir»
sahibi ise, «Söylenmesi gereken şudur ki, bu vacibte vacip, farz da farzdır.»
mütalâasında bulunmuştur.
Ben derim ki:
Anlaşılan bu zevat farz kelimesi ile vacibi kasdetmişlerdir. Farz da imama tâbi
olmanın farz oluşu mutlak değildir. Çünkü ulemanın açıkladıklarına göre mesbûk
bir kimse imamı namazın sonunda teşehhüd miktarı oturmadan ayağa kalkarsa imam
teşehhüd miktarı oturduktan sonra namaz câiz olacak kadar, âyet okumak şartiyle
namazı sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz. Halbuki o kimse son oturuşta
imama tâbi olmamıştır. Şâyet farzda mutlak surette imama tâbi olmak farz
olsaydı namazı mutlak surette bozulurdu. Evet imama tâbi olmak farzı imamla
beraber yahud ondan sonra yapmak mânâsına farzdır. Meselâ. imamı rükû ederken o
da beraberce yahud arkasından rükû eder. Yahud rükûun bir cüz'ünde imamla
beraber bulunur. Fakat hiç rükû etmezse, yahud rükû eder de imam rükû etmeden
doğrulur ve o rükû imamla beraber yahud imamdan sonra tekrarlamazsa namazı
bozulur.
Hâsılı haddizatında
imama uymak üç nevidir:
Birincisi: İmamın
fiili ile birlikte olur. Meselâ cemâatın ihramı imamın ihramiyle birlikte,
rükûu ile veanlaşıldığına göre bir hanefî Şâfiî'ye uyarsa ellerini kaldırması
evlâ olur. Ama ben bunu görmedim.» Yani ulemamızın bu husustaki ihtilafı
meselenin içtihad götürdüğüne delildir. Demek istemiştir. Teemmül eyle! Remlî
evlâ tabirini kullanmış vaciptir dememiştir. Çünkü imama tabi olmak ancak vacip
veya farzda vacip olur. Burada Şâfiî'ye göre el kaldırmak vacip değildir. Nesh
edildiği kat'î olarak bilinen şeylere misal: Cenaze namazının tekbirleridi. Bu
hususta hadisler muhteliftir. Bazılarında Rasûlüllah (s.a.v.)'in beş tekbir
aldığı diğer bazılarında yedi, dokuz hatta daha fazla tekbir aldığı
bildirilmektedir. Ancak tekbir hususunda son fiili dörtde karar kılmıştır. Ve
bu hadis öncekilerini nesh etmiştir. Nitekim İmdâd'da da böyle denilmiştir.
Sabah namazının kunutuna gelince vaktiyle sünnet olduğu kabul edildiği takdirde
kat'î olarak nesh edilmiştir. Bunun bir kavme bir ay müddetle beddua olduğu
kabul edildiği takdirde sünnet olduğu sübût bulmuştur. Nitekim Feth'in
nâfileler babında böyle denilmiştir.
METİN
Namaz ancak
farzlarda imama muhalefetle bozulur. Nitekim biz bunu Hazâin adlı eserimizde
beyân ettik.
Ben derim ki: Bu
suretle vaciblerin asılları kırk küsûra ulaşır. Tamamen sayıp dökmekle yüz bini
aşar. Zira bir tanesi üçyüz doksan eder. Bu akşam namazının ilk oturuşunun beş
vacibini yetmişsekize çarpmakla ve eksik veya içten dıştan ziyade yapmakla elde
edilir. Nitekim yukarıda geçmişti. Araştırılırsa bu iş bir sayıya münhasır
kalmaz. İyi düşün! Binaenaleyh burada hangi vacip üçyüz doksan vacibi icap eder
şeklinde lügaz yapılır
İZAH
Buradaki
muhalefetten murad, imama aslâ tabi olmamaktır. Hakikatta fesâd imama tabi olmayı
değil, farzı terk etmekle olur. Lâkin muhalefetten terk lazım geldiği için ona
isnâd edilmiştir. Farzlarda diye tahsis edilmesi vacip veya sünnetin terk
edilmesi fesad icap etmediği içindir. Hazâin'deki izâhın ibâresi şöyledir:
«İmama tabi olmanın vücûbu mutlak değildir. Bazan farz, bazan vacip olur, bazan
da vacip olmaz.» Feth'in vitir bâbında şöyle denilmiştir: «İmama tabi olmak
ancak içtihad götüren yerde vaciptir. Nesih edildiği yahud sabah namazının
kunutu gibi asıldan sünnet olmadığı katiyetle bilinen yerlerde vacip değildir.»
İnâyede de: «İmama
ancak meşru olan şeylerde tâbi olur, meşru olmayanlarda tabi olmaz.» denilmekte
Bahırda dahi rükün ve şartlarda imama muhalefet etmenin namazı bozduğu
bunlardan maada yerlerde bozmadığı bildirilmektedir. «Bu suretle vaciblerin
asılları kırk kusûra ulaşır.» Sözü metinde sayılan vacibler üzerine ziyade
edilen teferruattandır. Şöyle ki: Fatihada altı âyet vardır. Bunlar metinde bir
vacip olarak gösterilmiştir. Bayram tekbirleride altıdır. Bunlar da bir vacip
olarak gösterilmiştir. Şu halde musannıfın iki gösterdiği vacibe on daha katmak
icap eder ki on iki otsun. Musannıf tâdili erkânı da bir saymıştır. Halbuki
tâdili erkan rükûda sücudda ve bunlardan doğrulurken vaciptir. (yani, musannıf
dört vacibi bir saymıştır.) Binaenaleyh onun bir saydığı tâdil? erkâna üç daha
ilâve edilir. Böylelikle musannıfın saymadığı vacibler onüç olur.
Ondördüncüsü: İlk
iki rekatın süresinden önce fatihanın tekrarını terk etmesidir.
Onbeşinci ve
onaltıncısı: kıraatla rükû arasında tertibe riayet ve her namazda tekerrür eden
fiiller arasında tertibe riayettir.
Onyedincisi:
Teşehhüdün üzerine ziyadeyi terk etmektir.
Onsekizincisi ve
ondokuzuncusu: Kunut tekbiri ile onun rükûunun tekbiridir.
Yirmi ve
yirmibirincisi: Bayram namazının ikinci rekatının rükû tekbiri ile namaza
başlarken tekbir lafzını kullanmaktır. Sonra musannıf: «Vaciblerden şunlar
kalmıştır.» diyerek yedi vacip daha zikir etmiştir. Bunların mecmuu yirmisekiz
olur. Ve metindeki ondört vacibten ayrı olarak şârih tarafından açıklanmıştır.
Bu suretle vacibler çarpma ve bast yapmaksızın kırkikiye baliğ olur. Onun için
bunlara asıl adı vermiştir. «Tamamen sayıp dökmekle yüz bini aşar.»
Ben derim ki:
Bunların ekserisi aklî suretlerdir. Hâriçde vücudları yoktur. Nitekim ileride
göreceksin! «Zira bir tanesi üçyüz doksan eder.» Bu birtaneden murad:
Teşehhüddür. Teşehhüd nevi itibariyle birdir. Yani kırk kusûr vacip
nevilerinden biridir. Yoksa hakikatta onun adedi çoktur. Çünkü bir dediğimiz bu
nevi 78'e çarpma yapılarak üçyüzdoksan olmuş tur.
Akşam namazının
ilk oturuşunda beş Vacip vardır. Bunların birincisi oturuş, ikincisi teşehhüd
okumak. üçüncüsü teşehhüdün kelimelerini noksan bırakmamak, dördüncüsü o
kelimeler arasına ziyâde katmamak, beşincisi teşehhüdü tamam olduktan sonra
üzerine birşey ziyade etmemektir. Çünkü teşehhüd manzum bir zikirdir. Ona
ecnebî bir kelime ziyade etmek caiz olmadığı gibi tamam olduktan sonra üzerine
başka bir şey katmak da caiz değildir.
Bu nâfilelerden
ayrı olarak ancak namazın ilk oturuşunda vacibtir. «Nitekim yukarıda geçmişti.»
Sözünden maksat teşehhüdün bazan on defa tekerrür etmesidir. Sonra dört, daha
sonra altmış, daha sonra dört ilâve etmiş bu suretle yetmişsekiz teşehhüd
olmuştu. Nitekim yukarıda izah etmiştik. Bu yetmişsekizi şimdi söylediği beş
vacible çarparak üçyüz doksan eder. İzahı şudur: Teşehhüd haddi zatında
vacibtir. Teşehhüd için oturmak, ziyâde ve noksan yapmamak, teşehhüd bittikten
sonra üzerine ilavede bulunmamak vaciptir, Bu beş vacip yukarıda geçen
yetmişsekiz suretin her birinde vacibtir. Böylelikle üçyüzdoksanı bulur
Vacip kelimesi ile
şârih farzı da kast etmiştir. Çünkü bu suretlerin hepsinde oturuşlar vacip
değildir. Bunlardan vacip olan ilk oturuş yahud secde-i sehivden sonra ki
oturuştur. Son oturuş yahud namaz secdesinden veya tilâvet secdesinden sonra ki
oturuş ise farzdır.
Farza bazan vacip
denilir. İşte bu vacibin yukarıda geçen kırk küsûr nevinden biridir. Yani,
teşehhüddür ki üçyüzdoksan vacip istilzam eder. Ve lügaz yapmağa da değer.
Sonra bu vacipler kimi secde-i sehiv, kimi namaz ve tilâvet secdesi olmak üzere
yüzden fazla secdeye şâmildir. Bu secdelerin her birinde üç vacip vardır ki
şunlardır: Sükûnet, elleri dizlere koymak ve kemâlin tercihine göre dizleri
yere koymaktır.
Bahır sahibi ile
başkaları da bunu tercih etmişlerdir. Üçü yüzle çarpınca üçyüz olur. Kezâ iki
secde-i sehiv arasında başını yerden kaldırmak ve sükûnet vacibtir. Bununla
üçyüzden fazla olur. Bu aded yukardakine ilâve edilince yediyüzü geçer. Mezkûr
adedi yukarıda geçen kırk küsûrun gerikalanları ile çarparsan yirmisekiz bin
yediyüzden fazla olur. Bunların her birisi terk edilince secde-i sehiv teşehhüd
veya oturuş lazım gelir. Her secdede sükûnet ve başını kaldırmak. başını
kaldırırken sükûnet vaciptir.
Secde-i sehiv
teşehhüdünde noksan ve ziyâde yapmamak vâciptir. Ama teşehhüdden sonra üzerine
ilâve caizdir. Bunlar da on vacip eder. Bu sayıyı yirmisekiz bin yediyüzle
çarparsan ikiyüz seksen yedi bine ulaşır.
İmama uyan kişinin
yirmi küsûr farzda ve kırk küsûr vacipte imamını takip etmesi vacip olduğunu
düşünürsen bunların mecmuu altmış küsûr eder. Bu rakamı yukarıdaki ile
çarparsan ikiyüz onyedi milyon iki yüz yirmi bine bâliğ olur.
Diğer bir takım
vacipler de vardır ki şarih onları söylememiştir. Burunun üzerine secde etmek,
rükûda kuran okumamak, teşehhüdden veya selâmdan önce ayağa kalkmamak vesaire.
Bunlardandır ki çarpmak suretiyle mecmuu pek büyük sayılara varır. Fakat
bunların çoğu aklî suretlerdir. Nitekim vaktini zayi etmek isteyenlerce malum
olur. Şârihin sözünü açıklama zarureti olmasaydı bu izahattan vazgeçmek daha
iyi olurdu.
METİN
Sünnetin terki
namazın bozulmasını yahud yanılmayı icap etmez. Fakat alay etmemek şartiyle
kasten bırakırsa isâet (nankörlük) olur. Ulema isâetin kerahetten daha aşağı olduğunu
söylemişlerdir. Sonra musannıfın beyânına göre:
Namazın sünnetleri
yirmi üçtür.
Birincisi: Tahrime
için ellerini kaldırmaktır. «Hulâsa» nâm eserde: «el kaldırmamağı âdet edinen
kimse günahkar olur.» denilmiştir.
İkincisi:
Parmakları yaymak, yani hali üzerine bırakmak, Üçüncüsü: Tekbir ânında başını
eğmemektir. Çünkü bidattır.
Dördüncüsü: İmamın
tekbiri hacet âşikara almasıdır. Çünkü tekbir namaza girdiğini ve bir rükünden
başkasına intikal ettiğini bildirmek içindir. Tesmi ve selâm dahi böyledir.
Fakat imama uyan veya yalnız kılan kimse sâdece kendi işitecek kadar seslenir.
Beşincisi:
Sübhâneke ve eûzü besmeledir.
İZAH
Abdest bahsinde
sünnetin tarifi ve taksimi hakkında söz geçmişti. Orada sünnetin biri Hüdâ
diğeri zevaid olmak üzere iki nevi olduğunu. zevaidle müstehabın ve mendubun
farklarını ve bu husustaki sual ve cevapları bahis mevzuu etmiş idik. Oraya
müracaat edebilirsin.
Sünnetin terki
namazın bozulmasını icap etmez. Fakat farzın terki bozulmasını, vacibin terki
ise sehiv secdesini icap eder. Sünneti alay etmemek şartiyle bırakan kimse
nankörlük etmiş sayılır. Kasten bırakmamış ise nankörlük sayılmaz. Evvelce
beyan ettiğimiz vecihle o namazı yeniden kılması mendup olur. Sünneti alay için
terk eden kimse kâfir olur. Çünkü Nehir'de Bezzâziye'den naklen: «Sünneti hak
itikad etmeyen kâfir olur. Çünkü bu onunla alaydır.» denilmiştir. Onun vechi
şudur: Sünnet din ulemasının meşru olduğuna ittifak ettikleri şer'î ahkamdan
biridir. Bunu inkâr edip dinde sâbit ve muteber görmeyen kimse onu küçük görmüş
onunla alay etmiş olur. Bu ise küfürdür. Teemmül eyle!
Usul kitablarından
Tahkik ile Takrir-i Ekmelî'de isâetin kerahattan aşağı olduğu bildirilmiş isede
İbn-i Nüceym Menâr şerhinde isaetin kerahetten daha kötü olduğunu söylemiştir.
Burada münâsip olan da odur.
Zira Tahrir
sâhibi: «Sünneti terk eden isaeti yani, delâlete nisbet edilmeyi ve zemmî hak
eder.» demiştir.
Telviç'de de:
«Sünnet-i müekkedeyi terk etmek harama yakındır.» denilmiştir. Bu kavillerin
arası şöyle bulunabilir:
Ulemanın kerahetten
maksatları keraheti tahrimiyedir. Menâr şerhinde ise keraheti tenzihiye
mânâsına alınmıştır. Bu kerahet tahrimen mekruh olandan aşağı tenzihen mekruh
olandan yukarıdır.
Nehir sahibinin
Keşf-i Kebîr'den naklettiği onunda Ebu-l-Yüsr'un usûlüne nisbet eylediği şu
sözde buna delâlet eder: «Sünnetin hükmü tahsîli mendûp terkinden dolayı biraz
günahkâr olmakla beraber zem olunmaktır.» Bundan dolayıdır ki Bahır sâhibi
şöyle demiştir: «Ulemanın sözlerinden anlaşılıyor ki günah vacibin veya sünneti
müekkedenin terkine bağlıdır. Çünkü beş vaktin sünnetlerini terk eden kimsenin
sahih kavle göre günahkâr olduğunu söylemişlerdir. Kezâ cemaatı terk edenin
günahkâr olduğunu açıklamışlardır. Halbuki sahih kavle göre cemaat sünnettir.
Şübhesiz günahların bazısı bazısından şiddetlidir. Binaenaleyh sünneti
müekkedeyi terk edenin günâhı vacibi terk edenin günahından daha hafiftir.» Bu
izahat kısaltılarak alınmıştır. Zahirine bakılırsa sünneti bir defa terk eden
günahkar olur. Ama Tahrir şerhinde buna uymayan sözler vardır. Orada maksat
özürsüz terk etmeğe isrârın günah olduğu bildirilmektedir.
Hulâsa'dan naklen
az ileride beyân edeceğimiz ve kezâ abdestin sünnetleri bahsinde geçen: Her
uzvu bir defa yıkamayı âdet edinen günahkâr olur. Âdet edinmemişse günahkâr
değildir.» sözü kezâ Keydâniye şerhinde Keşif'ten naklen: «Sünneti ısrar ve
devâ üzere terk edenler hakkında İmam Muhammed harp edilir, İmam Ebû Yusuf ise
te'dip olunur. demiştir. İfâdesi dahi böyledir. Şu halde yukarıda Bahır'dan
nakledilen terk meselesi ulemanın bu husustaki sözlerini birleştirmek için
(ısrar suretiyle terk ederse) mânâsına alınır.
Musannıfın
beyânına göre namazın sünnetleri yirmi üçtür. Hakikatta ise bundan fazladır.
Nitekim gelecektir.
Şurunbulâlî
Nurul-İzah mukaddimesinde namazın sünnetlerini ellibire çıkarmıştır. Hulâsa'da
şârihin naklettiği sözden önce bu meselede hilaf bulunduğu bir takımlarının
günahkâr olur; diğerlerinin günahkâr olmaz. Dedikleri bildirilmiş sonra:
«Muhtar olan kavle göre bırakmayı âdet edinmiş ise günahkâr olur. Bazan terk eden
günahkâr olmaz.» denilmiştir. Feyz ve Münye sâhipleri bunu kat'î lisanla
söylemişlerdir.
Münye şârihi:
«Sırf terk ettiği için değil alay olduğu için Peygamber (s.a.v.)'in ömrü
boyunca devam ettiği bir sünnete kulak asmadığı için günahkâr olur. Bütün sünneti
müekkedelerde muttaret olan kaide budur.» demektir. Bu ta'lil fetih'ten
alınmıştır. Bahır sahibi bunu red ederek: «hâsılı Sünen-i Hüdâ'dan olduğuna
binaen el kaldırmamanın günah olduğunu söyleyenlere göre el kaldırmak sünnet-i
müekkede; Sünen-i zevaidden olduğuna binaen günah değildir diyenlere göre
müstehap mesâbesindedir.» demiştir.
Ben derim ki:
Sünnet-i müekkede olması özürsüz bir defa terk etmekle günaha girmeyi istilzam
etmez. Binaenaleyh bu zevatın sözlerini birleştirmek için sünneti terk etmeyi
âdet edinmek ısrara yapmak diye kayıtlamak gerekir. Zira anlaşılıyor ki ısrarla
terk etmeğe sebep onu ehven görüp aldırış etmemek mânâsına istihfaftır. Yoksa
alay ve tahkir mânâsına istihfaf değildir. Zira böyle olursa küfürdür. Nitekim
yukarıda geçmişti. Bazıları Nehir'den bunun aksini anlamışlardır. Tedebbür
eyle!
Parmakları
yaymaktan maksat hâli üzere bırakmaktır. Hılye sahibi diyor ki: Bazıları yaymak
tabirinden parmakların açılacağını kastettiğini sanmışlardır. Bu hatadır.
Bilakis bundan yummamayıkastetmiştir. Yani. parmaklarını yumarak değil dikerek
kaldırır. Tâki avuçla birlikte parmaklar kıbleye dönmüş olsun. Sonra âşikardır
ki sünnet evvela parmakların yumulmasına bağlı değildir. Parmaklar tamamiyle
aralanmış ve tamamiyle yumulmuş olmamak şartiyle yaygın bulunurda o şekli ile
kaldırarak kıbleye karşı çevirirse sünneti ifâ etmiş olur.»
İmam tekbiri
ihtiyacından fazla âşikar alırsa mekruh olur. T.
Ben derim ki: Bu
pek fazla bağırmadığına göredir. Nitekim izâhı inşallah imamlık babının sonunda
gelecektir.
Şârih intikal
kelimesi ile buradaki tekbirin ihram tekbiri ile diğer tekbirlere şâmil
olduğuna işâret etmiştir. Ziya nâm eserde bu açıklanmıştır.
Sonra bilmelisin
ki imam iftitah tekbirini aldığı vakit namazının sahih olması için bu tekbirle
mutlaka ihramı (niyetlenmeyi) kastetmesi lâzımdır. Yoksa sâdece bildirmek için
seslenirse namazı sahih olmaz. Hem ihramı hem i'lanı kastederse şer'an
kendisinden bekleneni yapmış olur.
Mübelleğ (yani
imamın sesini cemaata eriştiren kimse) dahi böyledir. İhramı kast etmeksizin
sâdece imamın sesini duyurmayı niyet ederse namazsız kalır. Onun duyurması ile,
niyetlenenlerin de namazı namaz değildir. Çünkü namaza girmemiş birine
uymuşlardır. Ama o da aldığı tekbirle hem ihramı hemde cemaata duyurmayı kast
ederse şer'an kendisinden bekleneni yapmış olur. Bunun vechi şudur: İftitah
tekbiri ya şart yahud rükündür. Binaenaleyh tahakkuk etmesi için mutlaka ihram
Vani. namaza girme kasdı bulunmalıdır.
İmamın tesmi'
Mübelliğin tahmîd yapmâsı (yani, imamın «semi allahûlimen hamide» müezzinin de
«Rabbenâ lekel hamd» demesi) ve intikal tekbirlerini her ikisinin alması ile
bunlarla sâdece cemaata duyurmak bile kast edilse namaz bozulmaz. Fark şudur:
Bildirmek istemek namazı bozmaz. Nitekim namazda olduğunu başkasına bildirmek
için Subhanellah dese namazı bozulmaz. Maksat zikir ve ilâm kasdiyle tekbir
almak olunca yalnız ilânı kast ederse zikir etmemiş gibi olur.
Tahrimen başka
yerde zikir etmemek namazı bozmaz. Biz bu hususta tenbih-u zev-il-efham adlı
risâlemizde yeteri derecede söz ettik. Bundan sonra ki faslın başında da
görüleceği vecihle imam ihram tekbiri ile rükûu niyet etse niyeti hükümsüz
kalır. Ama namaza girişi sahihtir. Çünkü bu tekbirin yeri odur. Bunun müktezası
ayni tekbirle namaza girdiğini bildirmeyi de niyet etse sahih olmalıdır. Şu da
var ki sahih kavle göre bu tekbir şart değil, rükündür. Şartın tahsili değil
husuli lâzımdır. Lâkin bunun cevabı gelecektir, sonra bütün bunlar bizzat
tekbirle ilâmı (bildirmeyi) kast ettiğine göredir. Tekbirle tahrimeyi âşikâra
okumaklada bildirmeyi kast ederse bekleneni yapmış olur. Nitekim yukarıda
geçti. Hâcetten fazla bağırmak imama olduğu gibi mübelliga da mekruhtur.
Ebu-Suûd hâşiyesinde şöyle denilmektedir: «Bilmiş ol ki hacet yok iken tebliğ
yani, imamın sesini cemaata ulaştırmak mekruhtur.
Es-Siret-ül-Halebiyye'de
beyân edildiğine göre bu halde tebliğ dört mezhebin imamlarına göre kötü bir
bid'attır. Fakat ihtiyaç varsa müstehap olur. Gerçi Tahavî'nin: «İmamın sesi
cemaata ulaşırda yine müezzin tebliğde bulunursa namazı fâsid olur. Çünkü buna
ihtiyaç yoktur.» Dediğinakledilmişse de bu söz yersizdir. Çünkü müezzin olsa
olsa zikir sigasiyle sesini yükseltmiştir. Hamavî diyor ki: Zannederim bu nakil
Tahavî'nin üzerinden uydurulmuş bir yalan olacaktır. Çünkü kaidelere uymamaktadır.»
METİN
Altıncısı :
Gizlice Besmele çekmek, Yedincisi : Gizlice âmin demektir,
Sekizincisi: Sağ
elini sol elinin üzerine bağlayıp erkeklerin göbekleri altına koymalarıdır.
Çünkü hazreti Ali (r.a.): «elleri göbeğin altına koymak sünnettendir.» demiştir.
Bu bir de kan, parmaklarının uçlarına toplanır korkusu ile yapılır.
Dokuzuncusu: Rükû
tekbiridir,
Onuncusu: Keza
rükûdan doğrularak dimdik durmaktır.
Onbirinci: Rükûda
üç defa tesbih getirmek ve topuklarını birbirine yapıştırmaktır.
Onikincisi: Rükûda
elleri ile dizlerini tutmaktır.
Onüçüncüsü:
Erkeğin parmaklarını açmasıdır. Parmak açmak ancak rükûda, kapamak da ancak
sücûtta menduptur.
Ondördüncüsü:
Secde tekbiri,
Onbeşincisi: Keza
secdeden dümdüz oturmak suretiyle doğrulmaktır. Onatıncısı: Secdeden
doğrulurken tekbir almaktır.
Onyedincisi:
Secdede üç defa tesbih getirmektir.
İZAH
Bazıları besmele
çekmenin vacip olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta ve diğer sünnetler hakkında
sözün tamamı bundan sonraki fâsılda gelecektir.
Âminin yeri fatihadan
sonradır. Münye sâhibinin beyânına göre: «İmam veladdâllîn deyince cemaat ta
âmin der.» Şübhesiz ki herkesin anladığı da budur. Binaenaleyh bazıları:
«fatihayı bırakır da Rabbenâ lâ tüêhıznâ gibi bir âyet okursa eûzü besmele
sünnet midir, değil midir?» demişlerse de âminde durulduğuna göre bunların sözü
söz götürür. Çünkü âmînin kıraattan sonra denilmesi fâtihaya mahsustur. Eûzü
besmele ise fatihaya mahsus değildir. Anlaşılıyor ki onları çekmek gerekir.
Teemmül et!
Erkekler tâbiri
ile şârih kadınlardan ihtiraz etmiştir. Kadınların beyânı bundan sonraki
fasılda gelecektir.
Evvelce görüldüğü
vecihle Kemal İbni Hümâm ve başkaları rükû olduğuna kaildirler. Delillere
uyanda budur. Velev ki mezhepte meşhur olan kavle göre sünnet sayılsın. Rükû ve
secdelerde tesbihi terk etmek yahut noksan bırakmak tenzihten mekruhtur.
Nitekim gelecektir.
Rükûda
parmaklarını açmak ve dizlerini tutmak yalnız erkeklere sünnettir. Çünkü kadın
ellerini dizlerinin üzerine koyar, parmaklarını da açmaz. Nitekim Mi'rac'da da
böyle denilmiştir. Anla!
Bundan sonraki
fasılda görüleceği vecihle kadın yirmibeş yerde erkeğe muhaliftir. Şârih
buradaZeyleî'de olduğu gibi asıl secdeden doğrulmanın sünnet olduğuna işâret
etmiştir. Hatta bir şeyin üzerine secde ederde sonra alnının altından o şeyi
alınarak tekrar yere secde ederse başını kaldırmasa bile caiz olur. Lâkin bu
kavil Hidâye'de sahih kabul edilen kavlin hilâfınadır. Orada: «Esah kavle göre
o kimse secdeye daha yakın ise caiz değildir. Çünkü secde halinde sayılır.
Oturmağa daha yakın ise caizdir. Çünkü oturmuş sayılır.» denilmiştir. Secdeden
başını kaldırmak farz olunca onun sünnet vecihle ifâsı dosdoğru oturmak
suretiyle olur. Onun için şârih bununla kayıtlamıştır. Lâkin bu söz aşağıda
gelen «İki celse arasında oturmak» sözü ile birlikte tekrar sayılır. En doğrusu
«dosdoğru oturmak» ibâresini atmaktır.
METİN
Onsekizincisi:
Secdede ellerini ve dizlerini yere koymaktır. Bunların yerinin temiz olması
bize göre lâzım gelir. Mecma' Meğerki elinin üzerine secde etmiş ola. Nitekim
yukarıda geçmişti.
Ondokuzuncusu:
Teşehhüdde erkeğin sol ayağını yere döşemesi,
Yirmincisi: İki
secde arasında oturmak,
Yirmibirincisi: Bu
oturuşta teşehhüdde olduğu gibi ellerini uyluklarının üzerine koymaktır. Çünkü
böyle yapıla gelmiştir. Bu mesele metin ve şerh yazanların ihmal gösterdikleri
meselelerden biridir. Nitekim Şurunbulâlî'nin imdâd-ül-Fetâh adlı eserinde de
böyle denilmiştir.
Ben derim ki:
Aşağıda Münyeye nisbet edilerek izâhı gelecektir. anla!
Yirmiikincisi: Son
oturuşta peygamber (s.a.v.)'e salavât getirmektir. İmam şâfiî: Allahümme salli
ala Muhammed (Yârab Muhammed'e salât eyle) demenin farz olduğunu söylemiştir.
Ulema bunun şâzz ve icmaa muhâlif olduğunu söylemişlerdir.
Yirmiüçüncüsü:
Kullardan istenilmesi mümkün olmayan şeyle dua etmektir. Bundan sonra intikal
tekbirleri hatta bir kavle göre kunut tekbiri ve imamın tesmiî, imam olmayanın
tahmidi, selam için yüzü sağa sola çevirmek kalır.
İZAH
Secdede ellerle
dizleri yere koymanın sünnet olduğunu bir çok ulema söylemişlerdir. Fakîh
EbuI-Leys ise bunun farz olduğunu tercih etmiştir. Şurunbulâli de buna göre
hareket etmiş ise de fetvâ farz olmadığına göre verilmiştir. Nitekim Tecnis ve
Hulâsa'da da böyle denilmiştir. Fetih sâhibi vâcip olduğunu tercih etmiştir.
Çünkü Rasûlüllah (s.a.v.)'in devam buyurması ve hadisin müktezâsı budur.
Bahır sahibi
«İnşaâllah en âdil kavil budur. Çünkü usule muvafıktır» demiştir. Hılye sahibi
dahi: «Bu kavil güzeldir mezhebin kaidelerine uygundur.» demiş sonra onu te'yid
eder sözler söylemiştir. Ellerle dizleri yere koymak farz olmadığı için onların
temas ettiği yerin de temiz olması lazım değildir. Ellerim ve dizlerini pis yer
üzerine koysa hiç koymamış gibi olur ve zarar etmez. Meşhur olan kavil budur.
Lâkin namazın şartları babında Münye'den arz etmiştik ki ellerle dizlerin temas
ettiği yerin temiz olması şart değildir, diyen kavil şâzz bir rivâyettir. Sahih
kavle göre namaz bozulur.
Nitekim Mevâhip,
Nurul-İzah ve Münye metinlerinde de böyle denilmiştir. Nehir sahibi:
«münâsipolan budur. Çünkü umumiyetle metinler mutlaktır.» demiş bunu Hâniye'nin
sözü ile te'yid etmiştir. Münye şerhinde dahi: «Sahih olan budur. Çünkü uzvun
pisliğe temas etmesi onu taşımak mesâbesindedir. Velev ki o uzvu yere koymak
farz olmasın» denilmiştir.
«Meğer ki elinin
üzerine secde etmiş ola.» Cümlesinden murad bedenine bitişik olan eli ve
elbisesinin kenarı gibi şeyler üzerine secde etmesidir. Bu istisnâ elin veya
elbisenin altındaki yerin temizliği şart koşulduğu için değil. Secde yerinin
temizliği şart koşulduğu içindir. O şahsa bitişik olan el ve elbise gibi şeyler
fâsıla olamaz ve sanki necâset üzerine secde etmiş gibi olur.
Otururken sol
ayağını yere döşeyerek sağ ayağını dikmek gerek ilk oturuşta gerekse son
oturuşta sünnettir. Çünkü peygamber (s.a.v.) böyle yapmıştır. Gerçi her iki
ayağını sağ taraftan çıkararak çantısı üzerine oturduğu dahi rivayet edilmişse
de bu onun ihtiyarlık ve zaiflik haline hamledilmiştir. İki secde arasında dahi
söylediğimiz şekilde oturur. Nitekim şeyh Kâsım'ın fetevâsında ve diğer
kitablarda da böyledir. Kadın hakkında sünnet vecih ayaklarını sağ taraftan
çıkararak çantısı üzerine oturmaktır. Nitekim gelecektir.
«İmam Şâfiî'nin
kavlı şâzz ve icmaa muhâliftir.» Diyenler Tahavî, Ebû Bekir Razî, İbn-i Münzîr,
Hattabî, Begavî ve ibn-i Cerîr-i Taberî gibi seçkin ulemadır. Lâkin bazı sahâbe
ve tabiinden Şâfiî'nin kavline muvafık rivayetler nakledilmiştir. Bahır. Duadan
murad: Selâmdan önceki duadır ki bundan sonraki faslın sonunda beyân edilecek.
selâm verdikten sonra okunacak tesbih vesairede bildirilecektir.
İmam olmayandan
murad: Cemaat ve yalnız kılanlardır. Lâkin aşağıda görüleceği vecihle yalnız
kılan tesmî' ve tahmidin ikisini birden (yani hem semiallâhuyu hem rabbenâ
lekelhamd-ı) söyleyecektir. İmameyne göre bunları imamda söyler. Bu kavil İmam
A'zam'dan bir rivayettir. Şurunbulâli mukaddimesinde bunu kat'i lisanla
söylemiştir.
Selam verirken
sağdan başlayarak yüzü sağa sola çevirmek verdiği selâmla imamı, cemaâtı hafaza
meleklerini ve cinlerin sulehâsını niyet etmek sünnettir. Nitekim bundan
sonraki fasılda gelecektir.
İkinci selamın
birinciden daha alçak sesle verilmesi, cemaatın selamının imamın selamı ile
birlikte olması. mesbûkun imam selâm verinceye kadar beklemesi dahi sünnettir.
Nurul-İzah'da da böyle denilmiştir. Orada sünnetlerin ellibire çıkarıldığını
söylemiştik. Lâkin nâm eserde bunların bazıları müstehaplardan sayılmıştır.
Mûtad şekilde
giymeksizin elbisesini sarkıtmak yasak edildiği için tahrimen mekruhtur. Burada
bahis edilen kerahet kerahet-i tenzihiyeye de şâmildir. Keraheti tenzihiyenin
merciî evlânın hilâfıdır. İki Keraheti birbirinden te'yiden delildir. Delilin
sübûtu zanni olurda bu manadan değiştiren bir şeyde bulunmazsa keraheti
tahrimiye, aksi halde keraheti tenzihiyedir. Kezâ yenli kafdan giyip yenlerini arkaya
sarkıtmak mekruhtur. Bunu Halebî söylemiştir. Omuzlarından sarktığı şal ve
mendil de böyledir. Yalnız bir omuzundan sarkıtırsa mekruh olmaz. Nitekim esah
kavle göre özür halinde ve namaz dışında da mekruh değildir. Hulasa'da beyan
edildiğine göre bir kimse namazda elini cübbesinin yenine sokmazsa muhtar kavle
göre mekruh olmaz. Yeni salar mı yoksa tutar mı meselesi ihtilâflıdır. Tutması
daha ihtiyattır. Kuhistânî.
İZAH
Mekruh
meselesinde Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Bu babta mekruh iki nevidir.
Biri kerâheti tahrimiye ile mekruh olandır. Bu kelime mutlak zikir edilince
keraheti tahrimiyeye hamledilir. Nitekim Feth'in zekât bahsinde beyan
edilmiştir. Keraheti tahrimiye vacip derecesinde olup vacip ne ile sâbit olursa
o da onunla sabit olur. Yani subûtu veya delâleti zannî olan delille sübût
bulur. Çünkü vacip de sûbutu veya delâleti zannî olan emirle sâbit olur.
İkincisi keraheti tenzihiyedir. Bunun merciî terki evlâ olmaktır. Hılye'de
zikir edildiği vecihle fukaha çok defalar mekruh kelimesini mutlak söylerler.
Bu hal karşısında onların mekruh dedikleri şeyin mutlaka deliline bakmak icap
eder. şayet zannî bir yasak ise keraheti tahrimiye ile mekruh olduğuna hüküm
edilir. Ancak yasağı tahrimeden mendup manasına değiştiren bir şey bulunursa
ona göre hüküm verilir. Delil yasak manasını ifade etmezde yalnız katî olmamak
şartiyle terkini bildirirse bu da keraheti tenzihiye ile mekruh olur.»
Ben derim ki:
Şöyle de tarif olunur: Mekruh, hususi yasak delîli olmayan şeydir. Meselâ: Bir
vacibin veya sünnetin terkini içine alan fiil böyledir. Vacibin terki keraheti
tahrîmiye sünnetin terki ise keraheti tenzihiye ile mekruhtur. Lâkin sünnetin
kuvvetine göre keraheti tahrimiye ye yoklaşmak ve şiddet hususunda keraheti
tenzihiyenin dereceleri değişir. Zira sünnet, vacip ve farzın ve bunların
zıdları olan yasakların muhtelif dereceleri olduğu gibi müstehâbın da muhtelif
dereceleri vardır. Bunu Münye şârihi bildirmiştir. Mekruhların sonunda
kitabımızda tamamı gelecektir.
Sarkıtmayı münye
şârihi şöyle tarif etmiştir: «Sarkıtmak giymeksizin aşağa salmaktır. Şu
zaruretten dolayıdır ki, gömlek ve benzeri şeylerin eteklerini salmaya
sarkıtmak denilemez.» Benzeri sözünde sarığın ucu da dahildir. Bahır sahibi
diyor ki: «Kerhî bunu şöyle tefsir etmiştir: Elbisesini başının veya
omuzlarının üzerine koyar ve şâyet don giymemişse kenarlarını etraftan
sarkıtır. İmdi sarkıtmanın keraheti avret yerinin açılması ihtimalindendir. Don
giydiği halde sarkıtırsa keraheti ehli kitaba benzediği içindir. Yani sarkıtmak
mutlak surette mekruhtur. Bunu büyüklenmek için veya başka bir sebeple yapmak
hükmen müsâvidir.» Bahır sahibi bundan sonra şöyle diyor: «Fukahanın
sözlerinden anlaşılan, elbisenin düşmekten korumak için konulmasiyle bu
maksatla konulmaması arasında fark olmasını gerektirmektedir. Buna göre başa
konulan taylasan mekruhtur. Vikâye şârihi açıklamıştır.» Yani boynuna
dolamadığı zaman demek istemiştir. Dolarsa sarkıtmak yoktur.
Yenli kaftanın
misâli Rum ili kaftanlarıdır. Bunların yenlerine omuz başlarından çelik
acarlar. Namaz kılan kimse bu delikten kolunu çıkarırda yeni arkaya sarkıtırsa
bu da mekruhtur. Çünkü bu da giymeden sarkıtma sayılır. Yeni giymek kolu onun
içine sokmakla olur. Meselenin tamamı MünyeİZAH
Elbiseyi önünden
olsun, secdeye giderken arkasından olsun kaldırmak mekruhtur. Bahır.
Hayreddin Remlî
burada ki kerahetin keraheti tahrimiye olduğunu bildirmiştir. Elbiseyi
topraktan korunmak için kaldırmak da mekruhtur. Bahır sâhibinin Müctebâ'dan
nakline göre bazıları: «Topraktan korumak için olursa beis yoktur.» demişlerdir.
Şârih: «yen ve
paçasını sıvayanın yaptığı gibi» sözü ile kerahetin yalnız namazda elbiseyi
toplamcığa mahsus olmadığına işâret etmiştir. Nitekim Münye şârihi de bunu
anlatmıştır. Lâkin kınye'de: «Namazdan önce bir iş için yenlerini sıvayan yahud
o kılıkta gezen bir kimsenin o hâli ile namaz kılması ihtilaflıdır.»
denilmiştir. Bunun bir benzeri de abdest almak için sıvanan, sonra ilk rekatta
imama yetişmek için acele eden kimsedir. O haliyle namaza girer ve bizde bunun
mekruh olduğunu söylersek acaba efdal olan, namaz içinde az bir amel (hareket)
ile yenlerini salmakmıdır; yoksa hâlı üzere bırakmak mıdır? bunu bir yerde
görmedim.
Birincisi (yani
salmak) daha zâhir görünmektedir. Buna delil: Şârihin aşağıda gelen: «Serpuş
düşerse efdal olan onu alıp geymektir.» Sözüdür.
Şunu da
söyleyelim ki: Hulâsa ve Münye'de kerâhet, yenlerini dirseklerine kadar
kaldırırsa diye kayıtlanmıştır. Bundan anlaşılan, daha aşağıya kaldırmanın
mekruh olmamasıdır.
Bahır sahibi
diyor ki: «Zâhir olan mutlak mânâdır. Çünkü elbiseyi toplamak sözü hepsine
sâdık ve şâmildir.» Hılye'de dahi böyle denilmiştir. Kezâ el'münyet-ül kebîr
şerhinde: «Dirsekler kaydı tesâdüfen konmuştur. Hem bu izâhat kollarını namaz
dışında sıvayıp sonra namaza başladığına göredir. Namaz içinde kollarını
sıvarsa namaz bozulur. Çünkü amel-î kesîrdir.» denilmiştir.
Namazda elbise ve
bedeni ile oynamaktan murad: Faydasız bir amel de bulunmaktır. Nihâye'de şöyle
denilmektedir: «Hâsılı: Namaz kılana fâydalı olan her amel zararsızdır. Bunun
aslı şu hadistir: «Peygamber (s.a.v.) namazında terledi ve alnından teri
sildi.» Çünkü ter kendisini rahatsız ediyordu. Ve silmek faydalı oldu. Yaz
zamanı secdeden kalkınca elbisesinin sağını solunu silkiyordu. Çünkü şekil
kalmasın diye bu faydalı idi. Faydalı olmayan amel ise abestir. (oyundur).
«Şekil kalmasın» sözünden murad: Bud ve kalçalarının şeklidir. Nitekim Sa'diye
hâşiyesinde beyân olunmuştur. Yoksa silkmesi toz toprak kalmasın diye değildir.
Binaenaleyh Bahır'da Hılye'den nakl edilen itiraz vârid değildir. Orada: «Topraklanmasın
diye elbiseyi kaldırmak mekruh olunca. elbiseyi topraktan silkmek faydalı bir
amel olamaz.» denilmiştir.
Namazda elbise ve
bedeni ile oynamayı yasak eden delil Kudâî'nin tahric ettiği şu hadistir:
«Şüphesiz Allah sizin için üç şeyi yani namazda elbise ve bedenle oynamayı,
oruçda ayıp açık şeyler konuşmayı ve kabristanda gülmeyi kerih görmüştür.»
Bahır'da bildirildiğine göre burada ki kerahet keraheti tahrimiyedir. «Ancak
hâcet varsa câiz olur.» Yani yediği zararlı bir şeyden vücûdu kaşınmak.
rahatsız eden teri silmek gibi bir hâcetten dolayı abes sayılan bir şeyle
meşgul olmak câizdir. Ama bu amel-i kesîr olmamak şartiyledir.
Feyz'de şöyle
deniliyor: «Bir rükünde bir el ile üç defa kaşımak her defasında elini
kaldırırsa namazı bozar.» Cevhere'de ise fetevâ'dan naklen: «Ulema kaşımak
meselesinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bir defa gidip gelmek bir
sayıldığını, bir takımları değinmenin bir. gelmenin ayrı bir kaşıma sayıldığını
söylemişlerdir.» denilmektedir. «Namaz dışında elbise ve bedenle oynamakta beis
yoktur.» Gerçi Hidâye'de bunun haram olduğu bildirilmişse de Surucî buna
itirazla: «Bu söz götürür. Çünkü namaz dışında elbise ve bedenle oynamak
evlânın hilâfıdır. (yapılmaması daha eyidir.) Ama haram değildir. Hadis bunu
namazda olmakla kayıtlamıştır.» demiştir. Bahır.
Vikâye şerhinde
her günlük elbise: «Evinde geydiği ve büyüklerin huzuruna çıkarken geymediği
elbisedir.» diye tarif edilmiştir. Anlaşılıyor ki, bunda ki kerahet keraheti
tenzihiyedir.
Tenbellikten
dolayı baş açık kılmaktan murad: Başını örtmeyi sıkıntı verici saymak, bunu
namazda mühimsememek ve onun için terk etmektir. Ulemanın namaza aldırış
etmeyerek baş açık kılarsa» demelerinin mânası budur. Namazı tahkir değildir.
Çünkü namazla alay ve onu tahkir küfürdür. Münye şerhi, Hılye'de: «Tenbelliğin
aslı istemediği için ameli terk etmektir. Kudreti olmadığı için terk ederse
aciz olur.» deniliyor.
«Tevâzu için baş
açık namaz kılmakta beis yoktur.» Münye şerhinde bildirildiğine göre bu sözde
bunu yapmamanın evlâ olduğuna, kalbiyle huşû ve tevâzu gösterilmesine zira
bunların kalb işi olduklarına işâret vardır. Münye şerhinden sonra İmdâd sâhibi
dahi Tecnis'den naklen: «Huşû ve tevâzu müstehabtır. Çünkü namazın esası huşû
üzerine kurulmuştur.» demiştir.
Ben derim ki:
Huşûun korku gibi kalb fiillerinden mi yoksa hareket sükûn gibi âzânın
fiillerinden veya ikisinden mi olduğu ihtilâflıdır. Hilye'de şöyle denilmiştir:
«Huşûun kalb fiillerinden olması daha uygundur. Âriflerin buna ittifak
ettikleri rivâyet olunur. Tevâzu göstermek, bakınmamak. sesi kesmek, âzayı
sâkin tutmak huşûun lazımlarıdır. Başını açmak kalbdeki huşûu
gerçekleştirmekten ileri geliyorsa o zaman açılmasında beis olmadığı
söylenebilir.
Fetevâyı
Ahâbiye'de nassan bildirilmiştir ki, bir kimse bunu bir özürden dolayı yaparsa
mekruh olmaz. Özür yoksa metinde bildirilen tafsilâta gidilir. Bu söz güzeldir.
Bazı Ulemanın: Başı açmak sıcaktan dolayı veya hafiflemek için olursa
mekruhtur. dedikleri rivâyet edilmiştir. Bunlar sıcağı özür saymamışlardır ki,
ihtimalden uzak değildir.» Kısaltılarak alınmıştır.
METİN
Büyük ve küçük
abdest yahud bunlardan biri veya yellenme sıkıştırdığı halde namaza durmak
mekruhtur. Çünkü yasak edilmiştir. Saçını hotuz yapmak da mekruhtur. Çünkü
toplanması yasak edilmiştir. Velev ki bir araya getirmek veya uçlarını namazdan
önce köklerine sokmak suretiyle olsun. Bunu namazda yaparsa namazı bozar. Zira
bilittifak ameli kesîrdir. Yine yasak edildiği için secde yerinden ufak taşları
atmak mekruhtur. Ancak tam secde etmek için olursa bir defaya ruhsat verilmiştir.
Ama terki evlâdır. Kezâ nehi vârid olduğu için parmaklarını çatlatmak ve
birbirine örmek namazı beklerken veya mescide giderken bile olsa mekruhtur.
Namaz dışında bir hâcetten dolayı olursa mekruh değildir.
İZAH
Hazâin'de
deniliyor ki: «Büyük ve küçük abdest namaza başladıktan sonra sıkıştırsın
öncesıkıştırsın müsâvidir. Eğer o kimseyi meşgul ediyorsa vaktin çıkacağından
korkmadığı takdirde namazı bozmalıdır. Tamamlarsa günahkâr olur. Çünkü ebû
Davud'un rivayet ettiği bir hadiste: «Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir
kimseye abdesti sıkıştırdığı halde namaz kılması helâl olmaz. Hafifleyinceye
kadar bu böyledir.» buyurulmuştur. Hazâin sahibinin zikir ettiği günahı Münye
şârihi de açıklamış ve bunun keraheti tahrimiye ile kılmaktan ileri geldiğini
söylemiştir. Şimdi şu kalır: Bir kimse cemâatı kaçıracağından ve o cemâattan
başkasını bulamayacağından korkarsa, elbisesinde dirhem miktarı pislik
gördüğünde onu yıkamak için namazı bozduğu gibi burada da bozar mı bozmaz mı?
doğru cevap birincisi yani bozmasıdır. Çünkü sünnet olan cemâatı terk etmek
namazı kerahetle kılmaktan evlâdır. Nitekim dirhem miktarı pisliği yıkamak için
namazı bozmak böyledir. Zira pisliği yıkamak vacibtir. Onu yapmak sünneti
yapmaktan evlâdır. Dirhem miktarından az olan pislik böyle değildir. Onun
yıkanması müstehabtır. Binaenaleyh onun için sünnet-i müekkede olan cemaat terk
edilemez. Münye şârihi bunu böyle incelemiştir.
T E N B İ H :
Hılye sahibi inceleyerek beyân etmiştir ki, cenâze namazını kaçıracağından
korkmak vakit namazını kaçıracağından korkmak gibidir. Kerahet bütün namazlarda
hatta nâfilelerde câridir. Sacı hotuz yapmaktan murad: Belik örerek tepesine
toplamak ve zamkla tutturmak yahud beliklerini bazan kadınların yaptığı gibi
başının etrafına dolamak veya bütün saçlarını arkaya toplayarak secde hâlinde
yere düşmesin diye iplik ve bezle bağlamaktır. Bunların hepsi mekruhtur. Çünkü
Taberânî'nin beyânına göre Peygamber (s.a.v.) erkeği başı hotuzlu namaz
kılmaktan men etmiştir. Altı hadis imamının rivâyet ettikleri bir hadiste
Resûlûllah (s.a.v.): Ben yedi uzuv üzerine secde etmeğe: Saçımı ve elbisemi
toplamamağa me'mur oldum.» buyurmuştur. şerhi Münye. Hilye'de Nevevî'den nakl
edildiğine göre burada ki kerahet-i tenzihî'dir. Hılye sahibi bundan sonra:
«Hadislerin ibârelerine en uygun olan bu kerahet-i tahrimiye olmasıdır. Meğer
ki tenzihiye olduğuna icmâ sâbit ola. Bu takdirde onunla amel taayyün eder.»
demişlerdir.
Secde yerinden
taş atmayı yasaklayan delil Abdürrezzâk'in hazreti ebu Zer (r.a.) dan tahriç
ettiği şu hadistir. «Peygamber (s.a.v.) e her şeyi hatta secde yerinden taş
atmayı bile sordum. Yâ bir defoda at yahud bırak! buyurdu.» Altı hadis imamının
hazreti Muaykıb'den rivâyet ettikleri bir hadiste Rasûlüllah (s.a.v.): «Namaz
kılarken secde yerinden taş atma! Mutlakâ atmadan olmayacaksa bir defa at!»
buyurmuşlardır. Münye şerhi. Şârihin ruhsatı «tam secde etmek için olursa...»
diye kayıtlaması taşları atmadan alnını hiç bir yere koyamazsa bir defadan
fazla bile olsa taşları atmak alettâyin lazım geldiği içindir. Secde yerinden
taş atmayı terk etmek evlâdır. Çünkü bir hüküm sünnetle bid'at arasında kalınca
bid'atı işlemektense sünneti terk etmek tercih olunur. Halbuki namaza
başlamadan secde yerini düzeltmek mümkündür. Bahır.
Namaz içinde
parmak çıtlatmak ve parmaklarını bir birine geçirmek şu delillerle yasak
edilmiştir: İbn Mâce'nin merf'u olarak rivâyet ettiği bir hadiste: «Namazda
iken parmaklarını çıtlatma!» buyurulmuştur. Müçtebâ'da rivâyet olunduğuna göre
mescidde oturup namaz beklerken parmak çıtlatmak yasak edilmiştir. Bir
rivâyette «namaza giderken parmak çıtlatmak yasak edildi.» denilmiştir. İmam
Ahmed'le ebû Davud'un ve başkalarının merfû olarak rivâyet ettikleri bir
hadisde: «Biriniz güzelce abdest alıp namaz maksadiyle evinden çıktığı vakit
ellerini birbirine geçirmesin. Çünkü o kimse namazdadır.» buyurulmuştur.
Mi'rac'da nakl edildiğine göre namazda el çatmak ve parmak çıtlatmak icmâan
mekruhtur. Hılye ve Bahır'da «bu kerahetin kerahet-i tahrimiye olması gerekir.»
denilmektedir. Bir hâcetten dolayı olursa Namaz dışında bunlar mekruh değildir.
Bu sözden murad: Namaza tâbı olmayan fiillerde demektir. Çünkü yukarıda geçtiği
vecihle namaza gitmek ve namaz için mescidde oturmak namaz hükmündedir.
Sahihaynda rivâyet edilen bir hadisde: «Sizden birinizi namaz habs ettiği
müddetçe o kimse namazdadır.» buyurulmuştur. Burada ki hâcetten murad:
Parmakları
rahatlatmaktır. Hâcet yokken boş yere çatmak ve çıtlatmak kerahet-i tenzihiye
ile mekruhtur. Namaz dışında parmak çıtlatmanın mekruh olduğuna nassan tenbih edilmiştir.
Parmakları
çatmaya (birbirine geçirmeğe) gelince: Hılye sahibi: «Ulemamızdan bu hususta
hiç bir şeye rastlamadım. demiştir. Öyle anlaşılıyor ki, boş yere değil de
sahih bir maksatla velev ki parmakları rahatlatmak için olursa mekruh değildir.
Peygamber (s.a.v.) den sahih olarak rivâyet edilmiştir ki: «Mü'min mü'min için
bir birini perçinleyen binâ gibidir.» buyurmuş ve parmaklarını birbirine
geçirmiştir. Çünkü bu, mânâyı temsil içindir ki o da hissi şekilde yardımlaşma
ve birbirleriyle dayanışmadır.
METİN
Tehassur yani
ellerini böğrüne koymak yasak edildiği için mekruhtur. Namaz dışında ise
tenzihen mekruh olur. Bütün yüzü ile veya yüzünün bir kısmını çevirerek bakmak
da yasak edildiği için mekruhtur. Göz ucu ile bakmak tenzihen mekruhtur. Göğsünü
döndürerek bakmak iç.e evvelce geçtiği vecihle özürsüz olursa namazı bozar.
Yüzü kıbleden çevirmek namazı bozar diyen de olmuştur. Bunu diyen Kâdıhan'dır.
Fakat mutemed kavle göre bozmaz. Köpek gibi ayaklarını dikerek oturmak, erkeğin
secde halinde kollarını yere döşemesi de yasak edildiği için mekruhtur.
İZAH
Sahihaynda ve
diğer hadis kitablarında rivâyet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) namazda
elleri böğürlere koymaktan men etmiştir. Tahassur hakkında başka te'villerde
varsa da en güzeli şârihin dediği gibi böğrüne koymaktır. Meselenin tamamı
Münye şerhi ile Bahır'dadır.
Bahır sahibi:
«Öyle anlaşılıyor ki mezkûr nehiden dolayı namazda bu kerahet tahrimîdir.»
demiştir, birde bunda sünnet vecihle el bağlamayı terk vardır. Nitekim
Hidâye'de bildirilmiştir. Yalnız bu ikinci illet kerahet tahrimiye iktiza
etmez. Evet elleri böğründen başka bir uzvun üzerinede koymanın mekruh olduğunu
iktiza eder.
Namazda bakınmayı
yasak eder. delil. Tirmizi'nin hazreti Enes'den rivâyet ederek sahihlediği şu
hadistir: «Sakın namazda bakınma! çünkü namazda bakınmak helâk olmaktır.
Mutlaka bakınmak lazımsa farzda değil de hiç olmazsa nâfilede olsun!»
Buharî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.v.): «Namazda bakınmak bir
hırsızlamadır. Şeytan onu kulun namazından çalar.» buyurmuştur. Gâyedebakınma
özürsüz olursa diye kayıtlanmıştır. Burada ki kerahetin keraheti tahrimiye
olması gerekir. Nitekim hadislerin zahiri de bunu göstermektedir. Bahır.
Zeyleî ile
Bâkanî'nin Mültekâ şerhinde bildirildiğine göre göz ucuyla bakmak yüzü hiç
yerinden çevirmemek suretiyle olursa mubahtır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)
namazında gözünün ucuyla eshâbına bakardı. Bu söz buradakine aykırı düşmemek
için keraheti tenzihiye ihtiyaç olmadığı zamana hamledilir. Yahud mubahtan
şer'an memnu olmayan mânâsı kast edilir. Evlânın hilâfı memnu değildir.
«Yüzü kıbleden
çevirmek namazı bozar.» Diyenlerden biride Hulâsa sâhibidir. En münâsibi
bilumum kitablarda denildiği gibi mekruhtur. demektir. Namazı bozmaz. Bunun
namazı bozmaması Münye ve Zahîre'de derhal kıbleye dönmekle kayıtlanmıştır.
Bahır sahibi
diyor ki: «Galiba münye sahibi feteva kitabları ile umum fıkıh kitablarında
bildirilenleri toplamış; bozar diyenlerin sözünü derhal kıbleye dönmediği,
bozmaz diyenlerin sözünü de derhal döndüğü surete haml etmiştir ki her halde
birincinin amel-i kesîr, ikincinin amel-i kalil (az meşguliyet) olduğuna bakmış
olacaktır. Ama ihtimalden uzaktır. Zira bu az amele devam onu çok amel yapmaz.
Çok amel ancak göğsünü kıbleden çevirmektir.»
Ben derim ki:
Bütün yüzü ile sağa ve sola uzun zaman bakarsa uzaktan onu gören namazda
olmadığına şübhe etmez. Bana öyle geliyor.
Köpek gibi
oturmak meselesine gelince: Bu bapta Nehir'de şöyle denilmiştir: Çünkü
Peygamber (s.a.v.) köpek gibi oturmaktan nehi buyurmuştur».
Tahavi bu
oturuşu: Çantılarının üzerine oturup uyluklarını dikmek dizlerini göğsüne
toplayarak ellerini yere koymaktır. diye tarif etmiştir.
Kerhî ise:
Ayaklarını dikip ökçeleri üzerine oturmak ve ellerini yere koymaktır. demiştir.
Ekser ulemanın kabul ettikleri esah kavil birincisidir. Yani hadisden murad
odur. Yoksa Kerhî'nin söylediği mekruh değildir mânâsı kasd edilmemiştir.
Fetih'dede böyle denilmiştir. Bahır sahibi: «Birinci kavle göre kerahetin
tahrime. ikinci kavle göre tenzihiye olması icap eder.» diyor.
Ben derim ki:
İkinci kavle göre kerahetin tenzihî olması bu fiil köpek oturuşu olmadığına
binâendir. Kerahet ancak sünnet vecihle oturuşu terk ettiğindendir. Nitekim
Bedâyi'de bununla ta'lil edilmiştir. Köpek oturuşu Kerhî'nin kavli ile tefsir
edilirse ahkâm tersine döner.» Nehir'in sözü burada sona erer.
Bahır sahibi
diyor ki: «Söylendiğine göre bundan nehiy edilmesi tenbellerin sıfatı olduğu ve
hali tahkir edildiği içindir. Hem bunda yırtıcılara ve köpeklere benzemek
vardır. Anlaşılıyor ki, burada ki kerahet kerahet-i tahrimiyedir. Çünkü nehiy
mevcuttur. Bu mânâdan değiştirecek bir şeyde yoktur
METİN
Namaz kılan
kimsenin insan yüzüne karşı durması mekruhtur. Nitekim insanın bütününe karşı
durması da böyledir. İnsana karşı namaza durmak namaz kılandan gelmişse kerahet
onadır. Aksi halde duran kimseye aittir. Velev ki uzak olsun. Yeter ki arada
mani bulunmasın. Evvelce görüldüğüvecihle eli veya başı ile selâm almak ta
mekruhtur.
FERİ BİR MESELE:
Namaz kılan kimseye söz söylemekte, onunda başiyle cevap vermesinde beis
yoktur. Mesela: Ondan bir şey istenir yahud bir dirhem gösterilerek bu geçer mi
denildiğinde başiyle evet veya hâyır diye işâret eder. Yahud kaç rekat kıldınız
diye sorulurda e!i ile iki rekat kıldığına işâret eder. Ama ileri denilirde
ilerlerse yahud safa biri girerde hemen ona yer açarsa namazı bozulur. Bunu
Halebî ve başkaları söylemişlerdir. Evvelce Bahır'dan nakl ettiğimiz bunun
hilafınadır özürsüz bağdaş kurarak oturmak tenzihen mekruhtur. Çünkü bunda
sünnet vecihle oturuşu terk etmek vardır. Namaz dışında ise mekruh değildir.
Zira Peygamber (s.a.v.) eshabının yanında ekseriyetle bağdaş kurarak otururdu.
Ömer (r.a.) da öyle yapardı. Esnemekte mekruhtur. Velev ki namaz haricinde
olsun. Bunu molla Miskîn söylemiştir. Çünkü esnemek şeytandandır. Peygamberler
ondan mahfuzdurlar.
Hâsılı: Köpek
oturuşu iki şeyden dolayı mekruhtur. Biri neniy edildiğinden, biride sünnet
vecihle oturuşu terk ettiğinden dolayıdır. Köpek oturuşu Tahavî'nin dediği gibi
tefsir edilirse - ki esah olan odur - kerahatı tahrimiye ile mekruh olur. Çünkü
bu hususta nehiy vardır. Kerhî'nin sözüne göre kerahet tenzihiye ile mekruh
olur. Zira sünnet vecihle oturuşu terk etmiştir. Hâssatan o şekil için nehiy
bulunmadığı için kerahet tahrimiye ile mekruh olmaz. Köpek oturuşu Kerhî'nin
sözüne göre tefsir edilirse mezkûr hüküm aksine döner.
Ben derim ki: El
Muğrip nâm eserde bu oturuş Tahavî'nin sözüne göre tefsir edildikten sonra
şöyle denilmiştir: «Fukahanın tefsiri iki secde cantılarını ökçeleri üzerine
koymaktır. şeytan ökçeside budur.» Bedâyi'de bu söz Kerhî'ye nisbet edilmiş ve:
«Hadisde yasak edilen şeytan ökçesi budur,» denilmiştir.
Hadisden murad:
Müslim'in Âişe (r.a.) dan rivâyet ettiği şu hadistir: «Rasûlüllah (s.a.v.)
şeytan ökçesini ve erkeğin kollarını yırtıcı hayvan gibi yere döşemesini yasak
ederdi.» Bir rivayette «şeytan nöbeti» denilmiştir ki, bu da mekruhtur. Nitekim
Hılye ve diğer kitablarda beyân edilmiştir. Allâme Kâsım fetevâsında şunları
söylemiştir: «Ayakları dikip ökçeleri üzerine oturmaya gelince: bildiğimize
göre bütün oturuşlarda hilâfsız mekruhtur. Yalnız Nevevî'nin bildirdiği vecihle
İmam Şâfiî'nin bir kavlinde iki secde arasında müstehap imiş.»
Erkeğin secde
halinde kollarını yere döşemesi mekruhtur. Yukarıda geçen hadise teb'an
«erkeğin» kaydı bumda da zikir edilmiştir Birde kadın yere döşenir.
İZAH
Buharî'nin
sahihinde bildirildiğine göre hazreti Osman (r.a.) namaz kılan kimsenin
karşısına durmayı kerih görmüştür. Kâdı lyâz bu kavli ekser ulemadan nakl
etmiştir. Tamamı hılye'dedir.
Münye şârihi
diyor ki: «Bezzâr'in hazreti Ali'den rivayet ettiği şu hadisde buna haml
edilmiştir: Peygamber (s.a.v.) bir odama karşı namaz kılan birini gördü de ona
namazı tekrar kılmasını emir buyurdu. Tekrarlama emri keraheti gidermek
içindir. Çünkü kerahetle eda edilen her namazın hükmü budur. Yoksa namaz
bozuldu diye değildir.» Anlaşılan burada ki kerahet kerahet-itahrimiyedir.
Sebebi yukarıda beyân ettiğimizdir. Birde Hılye'de imam ebû Yusuf'tan nakl
edilen kavildir. Ebu Yusuf: «İnsana karşı namaz kılan kimse câhil ise öğretirim.
Hükmünü bilirse kendisini te'dip ederim.» demiştir. Bu hal surete tapanların
ibâdetine de benzer.
Arada mâni
bulunmazsa uzaktan bile olsa namaz kılanın karşısına durmak mekruhtur. Münye
şârihi: «Eğer aralarında üçüncü bir şahıs bulunurda arkası namaz kılana dönük
olursa mekruh değildir. Zira kerahat sebebi yoktur. Kerahetin sebebi surete
tapmaya benzemektir.» diyor. Bu sözden anlaşıldığına göre ayağa kalktığında yüz
yüze gelse bile kerahet yoktur. Nitekim Nehir ve Hilye'de böyle denilmiştir.
Hilye sahibi bu sözü daha uygun görmüş ve: «Oturan kimse namaz kılana sütre
olur ve arkasından geçmek mekruh değildir. Burada da öyledir. Arada perde
sayılır.» demiştir.
Ben derim ki:
Lâkin Zahîre'de İmam Muhammed'in asılda ki kavli nakl edilmiş: «imam, hizasında
namaz kılan kimse bulunmamak şartiyle dilerse yüzünü cemâata dönebilir.»
denilmiştir. Zahîre sahibi bundan sonra şunları söylemiştir: «(İmam Muhammed
namaz kılanın ilk safda mı yoksa son safda mı olduğunu ayırmamıştır. Zâhir
mezhep budur. Çünkü namaz kılanın yüzü ayakta iken imamın yüzüne karşı
geliyorsa aralarında saflar bile olsa mekruhtur.» Sonra gördüm ki Hayreddin
Remlî itirazı def edemeyen bir cevap vermiştir. En doğrusu yukarıda Münye
şerhinden naklen bildirdiğimizin zâhir rivâyenin hilâfına bina edilmiş
olmasıdır.
Namazda eli ve
başı ile selâm almak mekruhtur. Bunu namazı bozan şeyler bahsinde görmüştük.
Orada bu kerahatin tenzihi olduğunu da kayıt etmiştik. Başı ile selâm almak
hususunda imdâd sahibi şunları söylemiştir: «Bu babta Âişe (r.a.) eser vârid
olmuştur. Namaz kılana söz söylemek hakkında da öyledir. Teâlâ hazretleri: «O
mihrabta namaz kılarken melekler kendisine seslendiler!» buyurmuştur. Acaba
namazdan sonra o selâmı cevaplandırır mı Hattabî ile Tahavî'nin beyânlarına
göre Peygamber (s.a.v.), ibn Mes'ud'un namazdan çıktıktan sonra kabul etmiştir.
Mecma-ar-Rivâyat'ta böyle denilmiştir. «Ama ilerle denilirde ilerlerse ilh.»
sözü şârihin evvelce ileride geleceğini vâad ettiği sözdür. Bu vâadi imamlık
bahsinde «imamına âyeti hatırlatması» cümlesinden az önce söylemiştir. Bizde
orada Şurunbulâliye'den naklen bu sözün zaif olduğunu bildirmiştik. H.
Özürsüz namazda
bağdaş kurmak mekruhtur. Özürden dolayı olursa mekruh değildir, çünkü özürden
dolayı vacip bile terk edilir. Sünnetin terk edilmesi evleviyette kalır. İbn
Hıbbâ'nın sahihinde Peygamber (s.a.v) in bağdaş kurarak namaz kıldığını
bildiren rivâyet bu mânâya haml edilir. Yahud câiz olduğunu bildirmek için öyle
oturmuştur. Bahır. Rasulullah (s.a.v.) in eshabı arasında ekseriyetle bağdaş
kurarak oturduğunu Münye şârihi Kemâl bin Hümâm'dan nakl etmiştir. Bahır'da
kenz sahibi ile diğer fukahadan naklen bildirildiğine göre bununla: «Bağdaş
kurarak oturmanın keraheti büyüklenenlerin fiili olduğu içindir.» diyenlerin
sözü red edilmiştir. Evet, Münye şerhinde: «Diz çökerek oturmak evlâdır. Çünkü
tevâzua daha yakındır.» deniliyor.
Esnemek, Hılye ve
Bahır'da beyan edildiğine göre çene adalelerine tıkanan buharları def etmek
içinağzı şişirerek solumaktır. Esnemek midenin dolu olmasından ve bedenin
ağırlaşmasından meydana gelir. Ben derim ki: Bu sebebten de şeytandan
sayılmıştır. Nitekim sahihaynda rivâyet edilen bir hadiste Peygamber (s.a.v.):
Esnemek şeytandandır. Biriniz esnerse mümkün olduğu kadar kendini tutsun!»
buyurmuştur. Müslim'in rivâyetinde: «Eli ile ağzını tutsun; çünkü oraya şeytan
girer.» denilmiştir. Elbisenin yeni de el hükmündedir. Ama bu hüküm esnemeyi
def edemediğine göredir. Hulasa'da açıklandığına göre esnerken dudağını dişi
ile zabtetmek mümkün iken bunu yapmayıp ağzını eli veya elbisesi ile kaparsa
mekruh olur. Ebû Hanîfe'den böyle rivâyet olunmuştur.
Bahır sahibi
diyor ki: «Bunun vechi şudur: Ağzı kapamak yasak edilmiştir. Nitekim bunu ebû
Dâvud ve başkaları rivâyet etmişlerdir. Ağzı kapamak ancak zaruretten dolayı
mubah kılınmıştır. Esnemeyi def etmek mümkün olursa zaruret yoktur. Sonra
Müçtebâ'da ağzın sağ el ile kapana cağı bildirilmiştir. Bazıları ayakta sağ el
ile, 'sair yerlerde sol el ile kapanacağını söylemişlerdir.»
Ben derim ki:
Bazılarının kavli daha muvâfıktır. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle ağzı kapamak
şeytanı def etmek içindir. Ve pisliği gidermeğe benzer. Bu ise sol el ile daha
uygundur. Lâkin ayakta iken sol el ile kapamak iki eli harekete getirmek
suretiyle çok meşgul olmayı gerektirdiği içîn sağ el ile kapamak evlâdır.
Namazın âdâbı bahsinde Zıyâ'dan naklen ağzın sol elin arkası ile kapanacağını
bildirmiştik. Hılye'de bazı fukahadan naklen namaz kılanın muhayyer bırakıldığı
bildirilmiştir. Sağ eli ile kaparsa içi veya dışı ile kapamakta muhayyerdir.
Sol eli ile olursa arkası île kopar. Buradaki kerahetin tahrimiye mi tenzihiye
mi olduğundan bahis eden görmedim. Ancak namazın adâbı bahsinde gördük ki,
esnerken ağzını kapamak mendubtur.
Esnemenin
kendisine gelince: Tabiatı iktizâsı kendiliğinden ileri gelirse beis yoktur.
Kasten yaparsa tahrimen mekruh olması gerekir. Çünkü abestir. Evvelce geçtiği
vecihle abes namazda tahrimen, namaz dışında tenzihen mekruhtur.
Peygamberler
esnemekten mahfuzdurlar. Namazın âdâbı bahsinde görmüştük ki, bunu hatırlamak
suretiyle esnemeyi gidermek tecrübe ile sâbit bir çâredir.
METİN
Namazda gözlerini
yummak da mekruhtur. Çünkü yasak edilmiştir. Meğer ki huşûu tam yapmak için
yummuş ola, İmamın mihrabta durması mutlak surette mekruhtur. Ayakları dışarıda
olmak şartiyle mihraba secde etmesi mekruh değildir. Zira itibar ayaklaradır.
Mutlaktan murad:
Kerâhetin sebebi imamın hâli ehli kitaba benzemeğe ta'lil edildiğine göre
onlara benzemesi de mihrabta durması mekruhtur. Cemâatın şaşırmasiyle ta'Iil
edildiğine göre şaşırma yoksa kerahet bulunmadığında şübhe yoktur. demektir.
İmamın yalnız başına yüksek yerde durması mekruhtur. Çünkü yasak edilmiştir.
Yüksekliğin miktarı bir arşındır. Daha az olursa zarar etmez. Bazıları imam
ayırd edilecek kadar olmalıdır demişlerdir. Bu kavil daha güzeldir. Onu Kemâl
ve diğer fukaha zikir etmişlerdir. Bunun aksi esah kavle göre mekruhtur.
İZAH
Namazda gözlerini
yummak: «Biriniz namaza durdu mu gözlerini yummasın!» Hadisiyle yasak
edilmiştir. Bu hadisi ibn Abdîy rivâyet etmiştir. Ancak senedinde zaiflik vardır.
Bedâyi'de bunun sebebi şöyle gösterilmiştir: Sünnet olan vecih secde yerine
bakmaktır Gözlerini yummakta bu sünneti terk etmek vardır. Sonra burada ki
kerahet tenzihiyedir, Hılye ile Bahır'da böyle denilmiştir. Gâliba bu söz,
yasağın sebebi Bedayi'in söylediği olduğu içindir Nehyi haram mânâsına almaktan
değiştiren de odur.
Huşûu tam yummak
için göz yummak. zihni dağıtacak bir şey görmekten endişe etmekle olur. Bu
takdirde gözlerini yummak mekruh değildir. Hatta bazı ulema bunun evlâ olduğunu
söylemişlerdir. Hılye ile bahır'da bunun uzak bir ihtimal olmadığı
bildirilmiştir.
«Zira itibar
ayaklaradır!» Onun için ayakların yerinin temiz olması bir rivâyetle şart
kılınmıştır. Secde yeri öyle değildir. Zira bu hususta iki rivâyet vardır. Keza
bir kimse filânın hanesine girmem diye yemin etse ayaklarını o şahsın hânesine
koymakla yemini bozulur. Velev ki bedenin geri kalan yeri hânenin dışında
bulunsun. Avın ön ayakları harem içinde, başı dışında olsa haremin avı sayılır
ve ceza gerekir. Bahır.
«Kerahetin sebebi
ilh...» cümlesi şöyle izâh edilir. İmam Muhammed «el-Cami-is-Sağîr» adlı
eserinde imamın mihrabta durmasının mekruh olduğunu söylemiş; fakat tafsilat
vermemiştir. Onun için fukaha kerahetin sebebinde ihtilaf etmişlerdir.
Bazıları: «kerahetin sebebi. imamın cemâattan ayrı bir yerde bulunmasıdır.
Çünkü mihrap başka bir ev mânâsındadır. Bu ise ehli kitabın işidir.»
demişlerdir. Hidâye sahibi bu kadar söylemekle yetinmiş: İmam Serahsî dahi bunu
tercih ederek daha güzel olduğunu bildirmiştir. Bir takımları kerahetin sebebi,
imamın hâlinin sağında ve solunda bulunanlara şüpheli kalması olduğunu
söylemişlerdir.
Birinci kavle
göre imamın mihrabta durması mutlak surette mekruhtur. İkinci kavle göre
şüpheli kalmadığı zaman mekruh değildir.
Fetih sahibi:
«İmamın ayrı bir yerde bulunması matlubtur. Öne geçmesi ise vacibtir. Nihayet
burada iki din sâlikleri birleşmiş oluyor.» diyerek ikinci kavli te'yid
etmiştir. Hılye sahibi de bunu kabul etmiştir. Lâkin Bahır sahibi kendisine
itiraz ile şunları söylemiştir: «Zâhir rivâyenin gerektirdiği hüküm mutlak
surette kerahettir. Birde imamın matlup olan ayrı bulunuşu, başka bir yerde
durmaksızın ilerlemekle hâsıl olur. Onun içindir ki Valvalciye ve diğer
kitablarda: Mescid imamın arkasındakilere dar gelmezse imam bunu yapmamalı;
Çünkü iki yerin birbirine zıd olmasına benzer. denilmiştir. Yani yerin
hakikaten değişik olması cevâza mânidir. denilmek istenmiştir. Şu halde değişme
şübhesi keraheti icap eder. Mihrap mescidden de olsa onun suret ve şekli
değişiklik şübhesi gerektirmektedir.» Bahır'ın sözü kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Bahır sahibi şunu demek istiyor: Mihrap ancak imamın duracağı yere alâmet olmak
üzere yapılmıştır. Ta'ki sünnet vecihle safın ortasına dursun. İmam içine
girerek namaza dursun diye yapılmıştır. Mihrap mescidin kısımlarından olsa da
başka bir vermiş gibi durur. Ve kerahete sebep olur.
Bu sözün
güzelliği meydandadır. Anla! Lâkin yukarıda geçti ki, benzemek ancak çirkin
şeyde ve benzemek kast edilen yerde mekruhtur. Mutlak olarak mekruh değildir.
İhtimal bu çirkinden maduddur bunu teemmül et! Remlî'nin Bahır hâşiyesinde:
«Fukahanın sözlerinden anlaşılan bu kerahetin tenzihi olmasıdır.» deniliyor.
T E N B İ H :
Mi'rac-üd-Dirâye'nin imamlık bâbında bildirildiğine göre: Ebu Hanîfe'den
rivâyet edilen en sahih kavil «ben imamın iki direk arasında veya bir
köşesinde, bir tarafında yahud bir direğe karşı namaza durmasını kerih görürüm.
Çünkü bu iş ümmetin ameline muhaliftir.» sözüdür. Ayni eserde şu da vardır:
«Sünnet vecih, imamın safın ortası hizâsına durmasıdır. Görmüyor musun
mihrablar ancak mescidlerin ortalarına dikilmiştir. Bunlar imamın duracağı yeri
tâyin etmişlerdir.»
Tatarhâniye'de:
«İmamın mihrabtan başka bir yere durması mekruhtur. Meğer ki zaruret ola!»
denilmiştir. Bu sözün muktezâsı, imam mihrabı terk ederek başka bir yere
durursa mekruh olur demektir. Velev ki durduğu yer safın ortası olsun. Çünkü
ümmetin ameline muhaliftir. Ama bu söz tayinli imam hakkında zâhirdir. Tayinli
olmayan imama yalnız başına namaz kılan hakkında zâhir değildir. Bu faydayı
ganimet bil! Çünkü sorulmuş fakat bu babta bir nas bulunamamıştır.
İmamın yalnız
başına yüksek yerde durması mekruhtur. Bu hususta ki nehiy: «Peygamber (s.a.v.)
imamın yüksekte durmasını, cemâatın geride kalmasını yasak etti.» hadisidir
Bunu Hâkim rivâyet etmiştir, Fukaha bu hadisi ehli kitaba benzemekle ta'Iil
etmişlerdir. Çünkü ehli kitap imamlarına yüksek bir yer yaparlar. Bahır. Bu
ta'lil nehyin tenzihi olmasını iktiza eder. Hadis ise kerahet tahrimiye
olmasını gerektirir. Meğer ki bu mânâdan değiştirecek bir şey buluna. Remlî.
Ben derim ki:
İhtimal değiştirici şey nehiyin bu şekilde ta'lil edilmiş olmasıdır.
«Bazıları imam
ayırt edilecek kadar olmalıdır. demişlerdir.» Zâhir rivâye budur. Nitekim
Bedâyi'de bildirilmiştir. Bahır sahibi şöyle diyor: «Hasılı sahih kabul edilen
kaviller muhteliftir. Evlâ olan zâhir rivâye ve hadisin ıtlâkı ile amel
etmektir.» Hılye'de dahi bu kavil tercih edilmiştir. «Bunun aksi esah kavle
göre mekruhtur» (yani cemâatın yüksekte, imamın onlardan aşağıda kılmaları
mekruhtur) Zâhir rivâye budur. Zira burada ehli kitaba benzemek bulunmasa bile
bütün cemâat imamdan yukarıya çıkmakla imamı tahkir vardır. Bunu Münye şârihi
ifâde etmiştir. Gâliba kitabımızın şârihi burada ki sahihlemeyi Dürer sâhibine
tâbi olarak Bedayi'in şu sözünden almıştır: «Zâhir rivâyenin cevabı doğruya
daha yakındır.» Bunun mukabili Tahâvînin: «Kerâhet yoktur. Çünkü ehli kitaba
benzeme yoktur.» Sözüdür. Hâniye sahibi: «Umumiyetle fukaha bu kavli tercih
etmişlerdir.» Diyerek bunu benimsemiştir. Tahtavî: «İhtimal kerahet tenzihîdir.
Çünkü nehi yalnız birincisi hakkında vârid olmuştur.» diyor.
METİN
Bütün bunlar özür
bulunmadığına göredir. Cuma ve bayram gibi bir özür bulunurda yer darlığından
cemâat rafların üzerinde, imam yerde yahud mihrabta kılarsa mekruh olmaz. Nasıl
ki esah kavle göre cemâattan bazıları imamın yanında olurlarsa mekruh sayılmaz.
Müslümanların mescidlerinde âdet böyle cereyan etmiştir. Bir özür de öğretmek
veya tebliğ için yüksek yere çıkmaktır. NitekimBahır'da izah olunmuştur. Evvelce
bildirmiştik ki, boş yeri bulunan safın arkasındakine durmak mekruhtur. Zira
yasak edilmiştir. Boş yer bulamasa bile yalnız başına durmak da mekruhtur.
Belki saftan birini yanına çeker. Bunu ibn Kemâl söylemiştir. Lakin fukaha:
«Bizim zamanımızda bunun terki evlâdır demişlerdir. Onun için Bahır'da: «Yalnız
başına durmak mekruhtur. Meğer ki softa yer bulamamış ola!» denilmiştir.
Üzerinde canlı resimleri bulunan elbise giymek de mekruhtur.
İZAH
«Bütün bunlar»
yani yukarı ki üç meselede ki kerâhet özür bulunmadığına göredir. Özür
bulunursa kerahet yoktur. Meselâ: Cuma ve bayram günlerinde ki kalabalık birer
özürdür. «Nasıl ki esah kavle göre cemaattan bazıları imamın yanında olurlarsa
mekruh sayılmaz.» Bu cümle musannıfın: «İmamın yalnız başına yüksek yerde
durması mekruhtur.» Sözünün muhterezidir. Yani musannıf o cümle ile bundan
itiraz etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Yalnız başına diye kayıtlaması yanında
cemâattan bazıları bulunursa iş değiştiği içindir. Bu takdirde bazıları yine
mekruh olur demişse de esah kavle göre mekruh değildir, Ekseriyetle şehirlerde
ki müslüman camilerinde âdet böyle devam edegelmiştir. Muhit'te böyle
denilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre özürsüz bile olsa mekruh değildir, aksi
takdirde üst tarafındakine dahil olur.
«Bir özür de
öğretmek veya tebliğ için yüksek yere çıkmaktır.» Bu sözü Bahır sâhibi Hılye'ye
tâbi olarak imam Şâfiî'nin mezhebi diye rivayet etmiş; ve imam- A'zam'dan da
bir rivâyet olduğunu söyleyenler vardır.» demiştir.
Ben derim ki:
Lakin Mi'racta şu ibâre vardır: «Şâfiî rahimellah da bizim kavlimizle amel
etmiştir. Ancak imam cemâata namazı öğretmek ister yahud cemaattan biri imamın
sesini cemâata tebliğ etmeyi dilerse o zaman bize göre mekruh olmaz.» Bundan
anlaşılır ki, imamın yüksek bir yerde özürsüz durması nasıl mekruh ise
cemâattan birinin de yalnız durması mekruhtur. Velev ki imamla birlikte bir
taife bulunsun.
Fukahadan: «Bizim
zamanımızda bunun terki evlâdır.» diyen kınye sahibidir. Ve bu sözü bazı
kitablara nisbet ederek şöyle demiştir: «Bir kimse cemâata gelirde safta yer
bulamazsa bazıları bunun yalnız başına duracağını ve mazur sayılacağını
söylemişlerdir. Bazıları saftan birini yanına çekip onun yanı başına duracağını
bildirmişlerdir. Esah olan kavil Hişam'ın imam Muhammed'den rivâyetidir ki, O
da rükûa kadar beklemektir. Bu arada yeri gelirse ne alâ! Yoksa yanına saftan
birini çeker; yahud safa girer.» Bundan sonra kınye sâhibi şöyle demiştir:
«Bizim zamanımızda yalnız durmak evladır. Çünkü avam tabakası ekseriyetle
câhildir. Çekerse namazı bozulur.» Hazâin sahibi de şöyle demiştir: «Ben derim
ki: Bu iş başına gelene bırakılmalıdır. Eğer dininden veya sadakatinden dolayı
rahatsız olmayan birini görürse onu sıkıştırır. Yahud bilen birini görürse
yanına çeker. Aksi takdirde yalnız durur.» Bu güzel bir yatıştırmadır. İbn
Vehbân manzumesinin şerhinde bunu tercih etmiştir.
«Onun içinde
bahır'da: Yalnız başına durmak mekruhtur. Meğer ki safta yer bulamamış ola!,
denilmiş; softan birini çekmekten bahis edilmemiştir.
Üzerinde canlı
resimleri bulunan elbise giymek de mekruhtur. İleride cansız resimlerinin
mekruh olmadığı gelecektir. Kuhıstâni diyor ki: «Bu söz baş resminin mekruh
olmadığını gösterir. Ama bu ihtilaflıdır. Nitekim böyle bir elbiseyi edinmenin
câiz olup olmadığı da ihtilaflıdır. Muhit'te böyle denilmiştir. Bahır sahibi,
«Hulâsa'da bildirildiğine göre elbisede resim bulundurmak mekruhtur; içinde
namaz kılsın kılmasın fark etmez.» diyor. Bu kerahet kerahet tahrimiyedir.
Nevevî'nin Müslim şerhindeki sözünden anlaşılan, hayvan suretinin haram olduğuna
icma bulunmasıdır. Nevevî şöyle demiştir: «Hayvan suretini ister sanatı olduğu
için yapsın: ister başka bir sebeble yapsın müsavidir. Resim yapmak her halde
haramdır. Çünkü bunda A L L A H talânın yaratmasına benzemek vardır. Resmin
elbisede. yaygıda, parada. kapta, divarda ve başka yerde olması fark etmez.»
Bahır'da kısaca şöyle denilmektedir: «İcmâ ile yahud mütevatir kati delil ile
sâbit olmuşsa o halde mekruh değil haram olması gerekir.» Bahır sahibinin
«gerekir.» demesi Hulâsa sahibinin mekruh adını vermesine itirazdır.
Ben derim ki:
Lâkin Hulâsa sahibinin murâdı metinlerde açıklanan giymektir. Buna delil: Yine
Hulâsa sâhibinin bundan sonra: «Ama namaz kılarken elinde bulunursa mekruh
olmaz.» sözüdür. Nevevi'nin sözü resim yapmak hususundadır. Resim yapmanın
haram olmasından o resimle namaz kılmanın da haram olması lazım gelmez. şu
delil ileki: Resim yapmak haramdır. Velev ki para üzerindeki gibi külcük olsun.
Yahud elinde veya gizli bir yerde veya tahkir edilir şekilde olsun. Halbuki
bununla namaz kılmak haram değildir. Hatta mekruh bile sayılmaz. Çünkü resim
yapmanın haram olmasına sebep AIIah'ın yaratmasına benzemektir. Bu illet
söylediklerimizin her birinde mevcuttur. Resimle namaz kılmanın mekruh
olmasının illeti ise hırıstiyanlara benzemektir. Bu söylediklerimizin hiç
birinde yoktur. Nitekim gelecektir. Bu izahı ganimet bil!
METİN
Namaz kılanın
başı üzerinde veya önünde yahud hizasında sağında solunda veya secde yerinde
canlı resim bulunmak mekruhtur. Velev ki dayalı yastıkta olsun. Dayalı olmayan
döşeli yastıktaki resim mekruh değildir. Canlı resmi arkasında bulunursa mekruh
olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. En uygunu mekruh olmasıdır. Canlı resmi
ayaklarının altında veya oturduğu yerde bulunursa mekruh değildir. Çünkü tahkir
edilmiştir. Elinde veya yüzüğünün üzerine belli olmayacak şekilde nakş edilmiş
bulunursa yine mekruh değildir.
Bahır'da: «Bunun
ifâde ettiği mânâ, belli olacak şekilde ise mekruh olmasıdır. Kese, para
çantası, perde ve başka bir elbise ile örtülen resim mekruh değildir.»
denilmiş. Musannıf ta bunu kabul etmiştir.
Şumunni'nin
ibâresi şöyledir: «Canlı resmi bedeninde bulunursa mekruh değildir. Çünkü
elbisesiyle örtülmüştür.» Yahud resim küçük olup yere konulduğunda ayakta ona
bakan bir kimse uzuvlarının ayrıntılarını seçemezse bunu Halebi söylemiştir-
veya başı yahud yüzü kesik olursa yahud kesildiği takdirde hayvanın
yaşayamayacağı bir uzvu imha edilmiş olursa kerahet yoktur.
İZAH
Namaz kılanın
başı üzerindeki resimden murad tavana asılandır. Mi'rac. Resim divarda çizilmiş
olsun, bir yere dayalı veya asılı olsun fark etmez. Nitekim Münye ve şerhinde
beyan edilmiştir.
Ben derim ki:
Anlaşılan Haç da canlı resmine mülhaktır. Velev ki canlı resmi olmasın. Çünkü
bunda hırıstiyanlara benzemek vardır. Kötü şeylerde onlara benzemek kasten
yapılmasa bile mekruhtur. Nitekim evvelce geçti.
Yere döşenmiş
olan yastıktaki resim mekruh değildir. Hidâye'de şöyle deniliyor: «Suret yere
konmuş yastıkta veya döşenmiş yaygıda olursa mekruh değildir. Çünkü üzerine
basılıp çiğnenir. Ama dayanmış olursa böyle değildir. Çünkü bu ona ta'zim
sayılır.»
Canlı resmi namaz
kılanın arkasında bulunursa en uygun kavil mekruh olmasıdır. Ama keraheti en
hafif olanı da budur. Çünkü bunda tazim ve benzeme yoktur. Miraç. Bahır'da
bildirildiğine göre en şiddetli kerahet resmin namaz kılanın kıblesinde
bulunmasıdır. Ondan sonra başının üzerinde, daha sonra sağında, sonra solunda
divara asılı bulunan, en sonra arkasın da divarda veya perdede olan gelir.
Ben derim ki: Her
halde arkasında bulunan resme, divar veya perdede bile olsa ta'zim edilmemesi
onu arkasına almakla tahkir ettiği içindir. Bu asıldığı zaman ifâde ettiği
ta'zime aykırı düşer. Döşenmiş yaygıda resim bulunur da üzerine secde edilmezse
bunun hilafınadır. Çünkü bu her vecihle tahkir edilmiş sayılır. Bundan
anlaşılır ki bütün bu meselelerde kerahetin illeti ya tazim yahud benzeyişidir.
Aşağıda gelenler bunun hilâfınadır
Resim ayaklarının
altında veya üzerine basılan yaygı ve yastıkta olursa mekruh değildir. Musannıf
«resim elinde olursa» demiş; Şumunnî ise bunun yerine: «Resim bedeninde olursa»
ifadesini kullanmıştır. Şarih bunu zikir etmekle musannıfın ibâresindeki eşkâle
işâret etmiştir. Eşkal şudur: Resim elinde olursa ellerini yere koymaya mani
olur. Ellerini yere koymak sünnettir. Elinde resim olmasa bile bu sünneti terk
etmek mekruhtur. Resim olunca nasıl mekruh olmaz! Ancak resmi elinde tutmayıp
eline asılı bulunduğu ve benzeri kast edilirse eşkâl ortadan kalkar. Münye
şerhinde böyle denilmiştir. «Benzeri» kelimesiyle resmin eline çizilmiş olmasını
anlatmak istemiştir. Mi'rac'da beyân olunduğuna göre elinde resimler bulunan
kimsenin imamlığı mekruh değildir. Çünkü bunlar elbise ile örtülüdür. Belli
olmazlar; ve yüzük taşındaki resim mesabesindedirler. Bu ibârenin bir misli de
Bahır'da Muhit'ten nakl edilmiştir.
Öyle anlaşılıyor
ki. resim döğme ile deriye zerk edilmiş olsa bile mekruh değildir. Bu onun pis
olmadığını da ifâde eder. Nitekim necasetler bahsinin sonunda izah etmiştik.
Oraya müracaat et;
Namaz kılan
kimsenin kesesinde veya para çantasında üzerlerinde ufak resimler bulunan
paralar olursa mekruh sayılmaz. Zira örtülmüşlerdir. Bahır. Bu sözün muktezâsı
açıkta olurlarsa namazın mekruh olmasıdır. Halbuki ufak resimle namaz kılmak
mekruh değildir. Nitekim gelecektir. Lâkin evde resim bulundurmak kerahet-i
tenzihiye ile mekruhtur. Nehir. Resimli elbisenin üzerinde onu örten başka bir
elbise bulunursa resim örtüldüğü için o elbise ile namaz kılmak mekruh
değildir. Bahır.
Hizâne'de mekruh
olan resmin tahdidi hususunda: «Suret kuş kadar olursa mekruhtur. Daha küçük
olursa mekruh değildir.» denilmiştir. Başı kesilmiş resimle namaz kılmak mekruh
değildir. Yani ister resim başsız çizilmiş olsun; ister sonradan koparılmış ve
keza ister başın üzeri eser kalmamak şartıyle. ipliğe dikilmek ister boyanmak,
kazınmak ve yıkanmak suretiyle yok edilsin hüküm budur. Çünkü başsız resme
âdeten tapan yoktur. Ama baş hali üzere kalmak şartıyle bedenden bir ipliğe
kesilirse kerahete aykırı değildir. Çünkü bazı kuşların boyunları doğuştan
halkalı olur. Binaenaleyh iplikle resmi kesmek tahakkuk etmez. Resmin başla
kayıtlanması kaş ve gözlerin giderilmesine itibar olmadığı içindir. Zira resme
bunlarsız da tapılır. El ve ayakların kesilmesine de itibar yoktur. Bahır.
Hâsılı canlının aslî rükünlerinden sayılan ve kesildiği zaman o canlı yaşamayan
bir uzvu resimden silinirse onunla namaz kılmak mekruh değildir. Resimden
canlının mesela: karnı oyulursa hüküm yine böyle midir? öyle anlaşılıyor ki
açılan delik büyük olur da resme noksanlık verirse ayni hükümdedir. Noksanlık
vermezse tam resim hükmündedir. Nitekim resme tutulup kapılmak için bir sopa
yeri oyulur ve oyuncak suretlerde olduğu gibi bu sopa resimden ayrılmazsa tam
resim hükmünde kalır.
METİN
Cansız eşya
resimleri mekruh değildir. Çünkü bunlara tapılmaz. Cibril hadisi tahkir
edilmeyen resimlere mahsustur. Nitekim bunu İbn Kemâl izah etmiştir. Paralar
üzerindeki resimler sebebiyle rahmet meleklerinin girmemesi hususunda hadis
uleması ihtilâf etmişlerdir, Kâdı İyâz bunların meleklerin girmesine mâni
olmadığını. Nevevî ise mâni olduğunu söylemişlerdir. Namazda âyet ve sureleri.
tesbîhleri el ile saymak mutlak surette tenzihen mekruhtur. Velev ki nâfile
namazda olsun.
İZAH
Cansız eşya
resimleri mekruh değildir. Çünkü biri İbn Abbas (r.a.)'a resim yapmanın hükmünü
sormuş da İbn Abbas şu cevabı vermiştir: «Eğer mutlaka yapmak lazım geliyorsa
hiç olmazsa ağaç ve cansız eşya resmi yap!» Bunu Buhari ile Müslim rivâyet
etmişlerdir. Ağacın meyvelisi ile meyvasızı arasında fark yoktur. Mücâhid buna
muhalefet etmiştir. Bahır. «Çünkü bunlara tapılmaz.» yani mezkür cansızlara
tapılmaz. tapılmayınca benzeme de meydana gelmez. şâyed: «güneşe aya,
yıldızlara ve yeşil ağaca tapanlar vardır.» denilirse şu cevabı veririz:
Bunların suretlerine değil, aynilerine taparlar. Bu izaha göre bu eşyanın
aynilerine karşı namaza durmak mekruh olur. Mirac. Yani bunlara ayniyle
tapıldığı için mekruhtur. Suretleri yapılır da onlara karşı durulursa mekruh
olmaz.
Cibril hadisinden
murad: Hazreti Cibril'in Peygamber (s.a.v.)'e: «Biz içinde köpek ve suret
bulunan eve girmeyiz.» Sözüdür. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Bu bir itirazın
cevabına işarettir. İtiraz şudur: «Yukarıda zikir edilenlerin mekruh olmasında
kerahetin illeti namaz kılınan yere meleklerin girmemesi ise En kötü yer
meleklerin girmediği yer olacağı vecihle suret hakir bile olsa mekruh olması
icap eder. Çünkü Cibril aleyhisselâmın zikir ettiği suret kelimesi siyak-ı
nefide vâki birnekredir. (olumsuzluk bildiren bir belirsiz isimdir.)
binaenaleyh umumi mâna ifâde eder. Yok illet ibâdete benzeyiş ise o zaman
mekruh olmamak gerekir. Meğer ki önünde veya başının üstünde ola!»
Cevap şudur:
İllet birinci söylenendir. İkincisi kerahetin şiddetini bildirir. Şu kadar
varki. mezkûr nassın umumi hakir olmayan resimlere mahsustur. Çünkü İbn Hibbân
ile Nesâî'nin rivâyet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: «Cibril
aleyhisselâm Peygamber (s.a.v.)'ın yanına girmek için izin istedi. O da gir!
emrini verdi. Cibril: Nasıl gireyim, senin evinde resimli perde var. Şâyed bunu
kullanmadan olmayacaksa bari başını kes; yahud o perdeyi parçalayarak yasdık
veya yaygı yap!» dedi. Evet, buna şöyle itiraz olunabilir: Yaygının secde
yerinde resim bulunursa yukarıda izah edildiğine göre mekruhtur. Halbuki,
meleklerin girmesine mâni değildir. Bunda benzeme de yoktur. Çünkü putperestler
bunun üzerine secde etmezler. Onu diker ve karşısına dürerler. Ancak şöyle
denilirse iş değişir: «Bunda kıyâm ve rükû halinde o resimlere tapmak
benzerliği ve üzerine secde ederse tazim vardır.» Bu izahat Hılye ve Bahır'dan
kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Ulemânın sözlerinden benim anladığıma göre illet Yâ ta'zim yahud benzemektir.
Nitekim evvelce arz etmiştik. Resimler sağında, solunda veya secde yerinde ise
tazim mânâsı daha umumidir. Zira hu halde benzemek değil. ta'zim vardır.
Kendisinde hem ta'zim hem benzeme bulunan şey daha şiddetle mekruh olur. Bundan
dolayıdır ki, yukarıda geçtiği vecihle mertebeleri birbirinden farklıdır.
Cibril hadisi tazim ile ma'luldür. Bunun delili öteki hadis ve başkalarıdır.
Binaenaleyh meleklerin girmemesi ancak resim tazım edildiği içindir. Namazın
mekruh oluşunu tazimle illetlendirmek, meleklerin girmemesiyle ta'Iilden
evlâdır. Çünkü ta'zim bazan ârizi olur. Meselâ: Resim yere döşenmiş bir yaygı
üzerinde olursa hakirdir. Meleklerin girmesine mani değildir. Bununla beraber o
yaygının üzerinde namaz kılar da resmin üzerine secde ederse mekruh olur. Çünkü
böyle yapması resme ta'zimdir. Zâhire göre melekler bu ârızi fiilden dolayı
girmekten çekinmezler.
Feth-ul-Kadir'de
Attâp şerhinden naklen: «Resim arkasında veya ayaklarının altında olursa namaz
mekruh değildir. Lâkin varid olan hadisten dolayı evde suret bulundurmak mekruh
olduğu için mekruhtur.» denilmiştir. Bundan anlaşılan resim hakir bile olsa
meleklerin girmemesi ve böyle resmi yere yayılan seccadelerde bulundurmanın
mekruh olmasıdır ki, yukarıda geçtiği vecihle bu söz tahsis eden hadise
aykırıdır. Şârihin içeriye girmeyen melekleri «rahmet melîkesi» diye
kayıtlaması, hafaza melekleri insandan ancak cima halinde ve helâda iken
ayrıldıkları içindir. Buhari şerhinde böyle denilmiştir. Hafaza meleklerinden
kiramen kâtibin ile insani cinlerden koruyan meleklere şâmil bir mânâ kast
edilmek lazımdır. Nehir. Namazda kıraat babından önce beyan ettiklerimize bak!
Kadı İyâz
paraların üzerindeki resimler sebebiyle rahmet meleklerinin evlere girmekten
çekinmediğini söylemiş: «hadisler tahsis edilmişlerdir.» demiştir. Bahır sahibi
diyor ki: «Bizim ulemamızın sözlerinden anlaşılan da budur. Zira bu sözün
zâhirine göre namazda mekruh olmakyönünden bir tesiri olmayan şeyin yerinde
bırakılması da mekruh değildir. Feth-ul-Kadir ve diğer kitablarda açıklanmıştır
ki. evde küçük suret bulundurmak mekruh değildir.» Kadı İyâz: «rivâyete göre
Ebu Hüreyre (r.a.)'ın yüzüğünde iki sinek resmi varmış.» demiştir. Küçük resim
meleklerin girmesine mani olsa onu evde bulundurmak mekruh olurdu. Zira böyle
bir ev yerlerin en kötüsü olurdu. Hakir resim de böyledir. Nitekim yukarıda
geçti.Yukarı ki hadiste açıkca geçen: «yahud onu parçalayarak yasdık ve yaygı
yap.» ifâdesinin mânâsı budur. Yukarıda Attâp şerhinden naklen söylenen sözün
ise ne kıymette olduğunu gördün.
T E N B İ H :
Bütün bu söylenenler sûreti edinmek hususundadır. yapmaya gelince: Mutlak
surette câiz değildir; çünkü bu evvelce geçtiği vecihle Allah'ın yaratmasına
benzemektir.
H A T İ M E :
Nehir sahibi şunları söylemiştir: «Hulâsa'da bir kimsenin evinde sûret görenin
onu yok etmesi caiz görülmüştür. Bunun vacip olması gerekir. Ressam kiralasa
ona ücret yoktur, Zira yaptığı iş masiyettir. İmam Muhammed'den böyle rivayet
olunmuştur. Bir kimse içinde resimler bulunan bir evi yıksa evin kıymetini
resimler hâric olmak üzere öder.» Alış veriş bahsinin muhtelif meselelerinde
metin ve şerh olarak şu ibâre gelecektir: «Çocuğu avutmak için bir kimse
topraktan yapma elbise veya at alsa sahih olmaz. Onun kıymeti yoktur.
Binaenaleyh itlâf eden ödemez.» Bazıları bunun hilâfını söylemişlerdir
"Yani sahih olur; ve öder» demişlerdir. Kınye. El Müctebâ'nın haram
bahsinin sonunda imam ebu Yusuf'tan naklen: «Oyuncak satmak ve çocukların
onlarla oynaması câizdir.» denilmiştir.
«Namazda âyet ve
sureleri. tesbihleri el ile saymak tenzihen mekruhtur.» keza bu sözü Bahır
sahibi İbn Emîr Hacc'ın Hılye adlı eserine nisbet etmiş; sonra şunları
söylemiştir: «Lâkin Nihâye'nin sözünden anlaşıldığına göre mubah değildir; bu
keraheti tahrîmidir. Nehir sâhibi buna: «Kerahet tenzihiye mubah değildir.»
Yani iki tarafı müsâvi değildir. Diye cevap vermiştir. Remlî buna itiraz
ederek: «Ulema mubah değildir sözünü ekseriyetle haram veya kerahet tahrimiye ile
mekruh mânâsında kullanırlar. Velev ki adı geçen de ıtlak edilsin.» demiştir.
Ben derim ki:
Dürer sahibinin: «Ondan nehi olunduğu için» demesi bunu te'yid eder. Lâkin
Dürer'in hâşiyesinde Nuh efendi: «Elimdeki kitaplarda ben bundan açıkça nehi
eden bir delil bulamadım.» demektedir. Onun için başkaları ta'lil yaparken
sâdece: «Çünkü bu namaz fiillerinden değildir.» demekle yetinmişlerdir. Bu
babta hususi bir nehi bulunsa söylerlerdi. Evet, Hılye'de bildirildiğine göre
isbehânî'nin rivâyet ettiği bir hadiste: «Rasûlüllah (s.a.v) farz namazda
âyetleri saymayı yasak etti. Şübhada yani nâfilede buna ruhsat verdi.»
denilmiştir. Lâkin Hılye sâhibi: «Bu hadis sabit ise nâfilede mekruh değildir.
Sözü tercih edilir. Sâbit değilse, mutlak surette mekruh değildir sözü tercih
edilir ve bunda kerahet tenzihiye murad olunur.» diyor. Sabit bir nehi
olmadığına göre Nihâye'nin sözünü Nehir'deki beyanat ile te'vil lazım gelir.
Onun için şarih onu tercih etmiştir. Tedebbür eyle!
Tesbihleri el ile
saymak parmakla veya elindeki tesbih boncuklarını çekmekle olur.
NitekimBahır'da böyle denilmiştir. «Velev ki nafile namazda olsun.» sözü ıtlakı
beyândır. Zahir rivâyeye göre bu ulemamızın ittifakı iledir. Gayri zâhir
rivâyede imameynden nakl edildiğine göre ise bunda bir beis yoktur. Bazıları
buradaki hilâfın farzlarda olduğunu. nâfilelerde bilittifak kerahet olmadığını
söylemişlerdir. «hilaf nâfilelerdedir, farzlarda mekruh olduğunda hilaf
yoktur.» diyenler de vardır.
METİN
Namaz dışında ise
mekruh değildir. Nasıl ki kalbi ile yahud parmak uçlarını yummakla saymak
namazda da mekruh değildir. Tesbih namazı bâbında varid olan buna haml olunur.
Fer'i MESELELER:
Riyâ için olmamak şartiyle tesbih edinmekte bir beis yoktur. Nitekim Bahır'da
izâh olunmuştur. Eziyet vereceğinden korkarsa yılan ve akrep öldürmek mutlak
surette mekruh değildir. Çünkü buradaki emir ibâha içindir. Öldürmek bizim
menfaatimizedir. O halde ak yılanı öldürmemek evlâdır. Zira eziyet vereceğinden
korkulur.
«Mutlak surette»
ifâdesinden murad: En açık mânâsına göre velev ki amel-i kesir ile olsun mekruh
değildir demektir. Lâkin Halebî bununla namazın bozulacağını sahih bulmuştur.
İZAH
Namaz dışında
âyet ve sureleri ve tesbihleri el ile saymak mekruh değildir. Zahir rivâye
budur. Esah olan kavil budur. Bazıları bunu mekruh saymışlardır. Nehir. Birinci
kavlin (yanı mekruh olmadığının) delili Tirmizî'nin Yüseyre'den rivâyet ettiği
şu hadistir.
Yüseyre : Bize
Rasûlüllah (s.a.v.): Tesbih ve takdise dikkat edin! Onları parmak uçlarınızı
yumarak sayın! çünkü bunlar sorguya çekilecek ve konuşturulacaklardır. Gâfil
olmayın ki rahmeti unutmayasınız! buyurdu.» demiştir. Tamamı Hılye'dedir.
Nevevî «bu
hadisin isnâdı güzeldir.» demiştir. Parmak uçlarını yummak hususunda Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Parmak uçlarını yummaya veya kalbden tesbih saymaya
gelince: Bu bilittifak mekruh değildir. Dil ile saymak ise bılittifak namazı
bozar.» Bazıları huşûu bozar diyerek kalbden tesbih saymanın mekruh olduğunu
söylemişlerse de bunun söz götürdüğü açıktır. Nitekim Hılye'de beyân olunmuştur.
Riyâ olmamak
şartiyle tesbih edinmekte bais yoktur. Tesbihin Arabçası misbaha yahud
sübhadır. Sübhanın şeriatta meşhur olan mânâsı nâfile namazdır.
El Müğrip nâm
eserde: «Çünkü nâfile namazda tesbih edilir.» denilmiştir. Tesbih edinmenin
câiz olduğuna delil Ebû Davud, Tirmizî, Nesâî, İbn Hıbbân ve Hakim'in Said bin
Ebi Vakkas'tan rivâyet ettikleri ve Hakim'in: «isnâdı sahihtir.» dediği şu
hadistir: «Said bin Ebi Vakkas'ı Rasûlüllah (s.a.v.) ile birlikte bir kadının
yanına girmiş. Kadının önünde çekirdekler veya çakıl taşları varmış. Bunlarla
tesbih çekiyormuş. Rasûlüllah (s.â.v.): Sana bundan daha kolayını yahud daha
faziletlisini söyleyeyim, buyurmuş ve: Subhanellah: adede ma haleka fis-semâi.
Ve subhanellahi adede mahaleka fil'erdi. Ve Subhanellahi adeda ma beyne zâlik.
Ve Subhanellahi adede mâ hüve hâlik. Vel hamdülillahi misle zâlik. Vellâhu
ekber misle zolik. Velâ ilâhe illellah misle zâlikvelâ hâvle velâ kuvvete İllâ
billâh misle zâlik demiştir.» .
Gökte
yaratılanların sayısınca Allah'ı tenzih ederim. Yerde yaratılanların sayısınca
Allah'ı tenzihederim. Yerle göklerin arasındakilerin sayısınca Allah'ı tenzih
ederim. Allah'ı yarattıklarının sayısınca tenzih ederim. Bir bu kadarda Allah'a
hamd eder; bir bu kadar da Allah'a ekber derim. Bir misli de Allah'dan başka
ilah yoktur. Bir misli de kuvvet ve kudret ancak Allah ile olur, derim.
Yani kadını
tesbih çekmekten nehiy etmemiş: sâdece ona daha kolayını veya dâha efdalini
göstermiştir. Mekruh olsa elbet de nehiy buyururdu. Tesbih çekmek de bu hadisin
ifâde ettiğinden fazla bir şey ifade etmez. Yalnız çekirdeklerin ipliğe
dizilmesi kalır. Böyle bir şeyin ise men etmek için bir tesiri yoktur.
Gerçekten tesbih yapmak ve tesbih çekmek sofiyeden ve başkalarından nakl
edilmiştir. Ancak buna bir riyâ ve gösteriş terettüp ederse o zaman bir
diyeceğimiz yoktur. Bu hadisî şerif dahi bu hususi zikrin mücerret zikirden
efdal olduğuna delalet etmektedir. Velev ki birazcık tekrar etmiş olsun. Hılye
ve Bahır'da böyle denilmiştir.
Yılan ve Akrep
öldürmenin mekruh olmadığına delil Buhari vs Müslim'in rivâyet ettikleri:
«Namazda iki siyahi yani yılanla akrebi öldürün!» hadisidir. Nehir. bit ve pire
öldürme meselesi ise, aşağıda gelecektir. Yılan ve akrebin eziyet vermesinden
korkulmazsa öldürülmeleri mekruh olur. Nihaye.
Bahır'da
Hılye'den naklen: «Akrebi sol ayakkabı ile öldürmek mümkün ise onunla öldürmek
müstehabtır. Zira ebu Davud hadisi bu şekilde rivayet edilmiştir. Yılanda ona
kıyas olunur» denilmiştir.
«Çünkü buradaki
emir ibaha içindir» ifadesi «Öldürülmeleri emir edilmişken neden onları
öldürmek müstehap olmasın?» sualine cevaptır. T. O halde ak yılanı öldürmemek
evlâdır. Eziyet vereceğinden korkulan yılan dümdüz giden ak yılandır. Çünkü
cinnidir. Rasûlüllah (s.a.v.) «Kar açizgili yılanla engerek yılanını öldürün!
Ama sakın ak yılanı öldürmeyin! Çünkü o cinlerdendir» buyurmuştur. Nitekim
Muhit'ta da böyle denilmiştir.
Tahavi diyor ki
«Bunların hepsini öldürmekte beis yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ümmetinin
evlerine girmemek için cinlerden söz almıştır. Girerlerse sözlerini bozmuş
olurlar. Binaenaleyh zimmetleri kalmaz. Evla olan özür dileyip uyarmak ve
«Allah'ın izniyle geri dön!» demektir söz dinlenmezse öldürülür»
Bahır'da
bildirildiğine göre bu sözden murad: Namaz dışında uyarmaktır. Hılye sâhibi
şunları söylemiştir. «Tahtavî'ye bir çok ulema muvafakat etmiştir. Bunların
sonuncusu üstadımız (yani ibn Hümâm) dır. O şöyle demiştir: «Doğrusu öldürmenin
helâl olduğu sübût bulmuştur. Ancak evlâ olan, üzerinde cin alâmeti olan yılanı
öldürmemektir. Bu haram olduğu için değil, cinlerden gelecek bir zararı def
etmek içindir.» «En açık mânâsına göre» tabirini imam Serahsi'de kullanmış:
«çünkü bu namaz kılana veril bir ruhsattır. Binaenaleyh abdesti bozulduktan
sonra yürümek gibidir.» demiştir. Bahır. Halebî ise namazın bozulacağını sahih
bulmuş ve kemâl bin Hümâm'a tabi olarak şunları söylemiştir: «Anlaşıldığına
göre hak olan bozulmasıdır. Öldürme emri namazın sahih olmasını, icap etmez.
Nitekim korku namazında da öyledir. Belki böyle yerlerdeki emir yapılmasının
mubah olduğunu bildirmek içindir. Velev ki namazı bozar olsun.» Hılye, Bahır ve
nehir sâhipleriKemâl b. Humâm'ın sözünü nakil ile kabul etmişlerdir ve
«Serahsî'nin sözünü Nihaye sahibi red etmiştir. Çünkü umumiyetle camii sağir
şerhlerini ve Şeyh-ul-İslâm'ın Mebsut'unu rivâyet edenlerin kabul ettikleri
amel-i kesir mubah değildir. Sözüne muhaliftir.» demişlerdir.
METİN
Oturan veya
ayakta duran bir kimsenin sırtına karşı namaz kılmak mekruh değildir. Velev ki
konuşur olsun. Ancak konuşması sebebiyle yanılmaktan korkulursa mekruh olur.
Mushafa veya kılıca karşı namaz kılmak mutlak surette, mum ve kandile karşı
yanar vaziyette ve keza yanan ateşe karşı kılmak mekruh değildir. Zira
mecûsiler ancak kor halindeki ateşe taparlar. Yanan ateşe tapmazlar. Künye
Üzerinde resimler bulunan yaygının resimlerine secde etmemek şartiyle üstünde
namaz kılmak mekruh değildir. Sebebi evvelce geçti.
İZAH
Musannıfın
«oturan kimsenin sırtına karşı» diye kayıtlaması yüzünden ihtiraz içindir.
Çünkü evvelce geçtiği vecihle yüzüne karşı namaz kılmak mekruhtur. «Velev ki
konuşur olsun.» İfadesi konuşmazsa evleviyetle mekruh olmadığına işarettir.
Münye şerhinde beyân olunduğuna göre bu ifade ile «konuşanların ve keza
uyuyanların huzurunda namaz kılmak mekruhtur.» diyenlerin sözü red edilmiştir.
Rasûlüllah (s.a.v.)'den rivâyet olunan: «Uyuyan ve konuşan kimsenin arkasında
namaz kılmayın!» hadisi zaiftir. Sahih rivâyetle nakl edilen bir hadiste
hazreti Âişe (r.a.) şöyle demiştir:
«Rasûlüllah
(s.a.v.) bütün gece namazlarını kılarken ben onunla kıble arasında bulunurdum.
Vitir namazını kılacağı vakit beni uyandırır; Ben de vitiri kılardım.» Bu
hadisi Buhari ile Müslim rivâyet etmişlerdir. Hadisi şerif Hazreti Âişe'nin
Uykuda olmasını iktiza etmektedir. Gerçi Bezzar'ın Müsnedinde: «Rasûlüllah (s.a.v.):
«Ben uyuyanlarla konuşanlara karşı namaz kılmaktan nehiy olundum» buyurmuştur.
Deniliyorsa da o hadis sesle konuştukları ve bundan yanılır veya meşgul olur
diye korkulduğu zamana haml edildiği gibi uyuyanlar hakkında da güldürecek bir
hal zuhur edeceğinden korkulduğu zamana haml edilmiştir.
Mushafa veya
kılıca karşı namaz kılmak mutlak surette mekruh değildir. Yani divarda asılı
olsun olmasın câizdir. Musannıf bu sözü ile Kenz sâhibinin ve başkalarının
«asılı mushaf veya kılıca karşı» demelerinin ihtirazı bir kayıt olmadığına
işaret etmiştir.
Münye şerhinde
şöyle denilmiştir: «Kerahet bulunmamasının vechi şudur: Bazı şeylere karşı
namaz kılmanın mekruh olması onlara tapanlara benzemek olduğu içindir. Mushaf
ile kılıca ise tapan kimse yoktur. Kitap ehlinin mushafa karşı dönmesi ona
tapmak için değil, ondan okumak içindir. Ebû Hanife'ye göre okumak için dahi
mushafa karşı durmak mekruhtur. Onun için asılı diye kayıtlanmıştır. Kılıcın
harp âleti olması Allah Teâlâya niyaz haline münâsibtir. Çünkü niyaz ve dua
hâli nefis ve şeytanla muharebe halidir. Bundan dolayı ona mihrab denilmiştir.»
Yanan mum ve
kandile karşı namaz kılmak mekruh değildir. Gayet-ül-Beyan'da da bildirildiğine
göre tercih edilen kavl mekruh olmamasıdır.
Mum ve kandiller
iki tarafta olursa bilittifak mekruh olmaması icap eder. Nitekim ramazan
gecelerinde âdet budur. Bahır. Yani bu imam hakkında böyledir. Ama cemâattan
bunlara karşı duranlara kerahet vardır. Remli.
Şarihin: «Zira
mecusiler ancak kor halinde ki ateşe taparlar.» sözü mum, kandil ve ateşin
illetidir. T. Bu mesele Kınye'nin kerâhet bahsinde şu sözlerle beyan
edilmiştir: «Sahih kavle göre önünde mum veya kandil varken onlara karşı namaz
kılmak mekruh değildir. Çünkü bunlara kimse tapmaz. Mecûsiler kora taparlar;
yanan ateşe tapmazlar. Hatta yanan ateşe karşı namaz kılmanın mekruh olmadığını
söyleyenler bile vardır.» Bu ibâreden anlaşıldığına göre yanan ateşten murad:
Alevi olandır. Lâkin İnâye'de: «Bazıları mum veya kandile karşı namaz kılmanın
mekruh olduğunu söylemişlerdir. Nitekim önünde ocak bulunur da içinde kor veya
yanan ateş olursa hüküm budur. zâhirine bakılırsa yanan ateşte kerâhet
bilittifaktır. Nitekim korda da öyledir.» Teemmül et! «Sebebi evvelce geçti;»
yani bunlar hakir şeylerdir. H.
METİN
FER'İ MESELELER:
Elbisesine sımsıkı sarınmak. başını sarıp tepesini açık bırakmak, ağzını
burnunu örtmek. şiddetle öksürmek ve özürsüz her amel kalil mekruhtur. Meselâ:
Eziyet vermeden bit öldürmek her sünnet ve müstehabı terk etmek, kucağında
çocuk taşımak böyledir. Bu babta varid olan hadis «şüphesiz namazda meşguliyet
vardır.» Hadisiyle nesh edilmiştir.
İZAH
Elbisesine
sımsıkı sarınmak elini çıkaracak yer bırakmamak şartiyle tepeden tırnağa ona
bürünmekle olur. Bazıları gömleksiz olarak bir elbiseye sarınmaktır. demişlerdir.
Zeyleî'nin beyanına göre bu Yahudîlerin piştemal sarınmasıdır. Ta'lilin
zâhirinden buradaki nehyin kerahet-i tahrimiye ifâde ettiği anlaşılıyor.
Nitekim benzerlerinde de öyle olduğu evvelce geçmişti.
Başını sarıp
tepesini açmaya Arabça'da İ'ticar denir. Peygamber (s.av.) bunu yasak etmiştir.
Bazılarına göre i'ticar sıcaktan veya soğuktan korunmak yahud büyüklenmek için
sarığını boş örtüsü gibi sararak burnunu örtmektir. İmdâd.
Yukarıda geçen
sebepten dolayı bunun keraheti dahi tahrimidir. Namazda ağzını burnunu örtmeye
de Arabça'da telessüm denir. Zeyleî'nin beyânına göre bunu ateşe taparken
mecûsiler yaparlarmış. Tahtavî Ebu-s' Suud'dan bunun kerahet-ı tahrimiye ile
mekruh olduğunu nakl etmiştir.
Özürsüz şiddetle
öksürmenin hükmü bütün tafsilatında âdi öksürük gibidir. Nitekim Münye şerhinde
beyân edilmiştir. Yani özürsüz olur da bundan iki veya daha fazla harf meydana
gelirse namazı bozar. Bazı nushalarda bunun yerinde yüzük takınmaktan bahis
edilmiştir. Bundan maksat namazda az bir fiil ile parmağına yüzük takmaktır.
Namazda az fiil ile çok fiil arasındaki fark evvelce geçmişti.
Namazda bit
öldürmek hususunda nehir sahibi şunları söylemiştir: «İmam A'zam'a göre bit
öldürmek mekruhtur. imam Muhammed: Bence öldürmek daha eyidir. demiştir. Namaz
kılan bunların hangisini yapsa beis yoktur. İhtimal imam A'zam'a kehlenin kanı
eline veya elbisesine sıçramasın diye onu gömmeyi tercih etmiştir. Velev ki
öldürmekte beis olmasın. Bu izahat bit veemsali fiilen eziyet verdiğine
göredir. Eziyet vermezse fazlası şöyle dursun bili almak bile mekruhtur. Bütün
bunlar mescid dışında olduğuna göredir. Mescid içinde ise eziyet vermek
şartiyle öldürmekte beis yoktur. Mescid içinde biti yere gömmek veya başka bir
suretle üzerinden atmak doğru değildir. Meğer ki namazdan çıktıktan sonra onu
bulacağını aklı kesmiş olsun. Böylece imam A'zam'dan yukarıda nakl ettiğimiz:
Mescidden başka bir yerde namaz kılarken biti yere gömer. Sözü ile yine ondan
nakl edilen: Biti mescidde gömerse isâet etmiş olur. Sözünün arası bulunmuş
olur.»
İmdâd nâm eserde
Suyutî'nin Yenbûundan naklen şöyle denilmiştir: «İbn İmad'dan rivâyet
edildiğine göre mescide ölü bit atmak haramdır, çünkü pistir. Diri atılırsa
Malikilerin kitablarında hüküm yine böyledir. Zira hayvanı açlıkla azap
etmektir. Pire böyle değildir. Çünkü o toprak yer. Bu izaha göre diri kehleyi
mescidden başka bir yere atmak dahi haram olur. Bizim kitablarımızda
açıklandığına göre Kehlenin derisini mescide atmak câiz değildir.»
Ben derim ki:
Anlaşılan burada illet mescide saygı göstermektir. Yoksa mezhebimizde
açıklandığına göre akar kanı olmayan bir hayvan suda ölürse onu pislemez.
Sünnet biri
sünneti hüdâ diğeri sünneti zevâid olmak üzere iki kısımdır. Sünnet-i Hüdâdan
murad: Sünnet-i müekkededir. Sünneti zevâid dahi müstehabtan başkadır. Müstehap
mendûp olan şeydir. yahud müstehapla (mendûp da iki ayrı kısımdırlar. Bunlara
do sünnet denildiği olmuştur. Biz bütün bunların tahkikini abdestin sünnetleri
bahsinde yapmıştık. Bahır sahibi resimli yaygıdan bahis ederken şunları
söylemiştir: «Hâsılı sünnet kuvvetli olan müekkede ise terkinin kerahet
tahrimiye ile mekruh olması uzak görülmez. Sünnet-i gayri müekkede olursa onun
terki keraheti tenzihiye ile mekruhtur. Müstehap veya menduba gelince: Onun
terki hiç mekruh olmamak gerekir. Çünkü ulema: Kurban bayramı günü evvela
kurbanından yemek müstehaptır. Ama başkasından yemekte mekruh değildir.
demişlerdir. Şu halde müstehabı terk etmekten kerahetin sabit olması lazım
gelmez Şu kadar var ki ulemanın: «Keraheti tenzihiye ile mekruhun yeri evlânın hilafıdır.»
Sözleri müşkil kalır. Şübhesiz kı müstehabı terk etmek evlanın hilâfıdır.»
Ben derim ki:
Lâkin bahır sahibi bayram namazı bahsinin kurban etinden yemek meselesinde
müstehabı terk etmekten kerahetin sabit olması lazım gelmeyeceğini, zira bunun için
mutlaka hususi delil gerektiğini açıklamıştır. Usul fıkıh kitaplarından
tahrirde buna işaretle: «Evlânın hilâfı demek hakkında nehiy sigası bulunmayan
demektir. Meselâ: Kuşluk namazını terk etmek böyledir. Kerahet tenzihiye ile
mekruh bunun hilâfınadır» denilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki evlânın hilâfı umumi
bir mana ifâde etmektedir. Her kerahati tenzihiye evlâdının hilâfıdır. Fakat
aksi yoktur. Çünkü evlânın hilâfı bozan mekruh olmayabilir. Meselâ: Kuşluk
namazını terk etmekte olduğu gibi hususi delil bulunmadığı zaman böyledir. Bu
suretle anlaşılır ki, müstehabın terki evlânın hilâfına raci olmasından mekruh
olması lazım gelmez. Mekruh ancak hususi bir nehiy ile sabit olur. Zira kerahet
şer'î bir hükümdür. Onun mutlaka bir delili olması lazımdır. A L L A H U âlem.
Hacet yokken
namazda çocuğu kucağa almak mekruhtur. Bu babta varid olan hadis nesh
edilmiştir. Bu ifâde bir suale cevaptır. Suâl şudur:
Sahihaynda ve
diğer hadis kitablarında hazreti ebû Katâde'den rivâyet olunduğuna göre
Peygamber (s.a.v.) kızının kızı ümâme binti Zeyneb'i namazda kucağına alır;
secde ettiği zaman bırakırmış, ayağa kalktığında tekrar kucağına alırmış. Şu
halde namazda çocuğu kucağına almak nasıl mekruh olabilir?
Bu suale bir kaç
vecihle cevap verilmiştir. Bunlardan biri şârihin verdiği cevaptır ki, o da
nesh edilmiş olmasıdır. Fakat bu cevap red edilmiştir. Çünkü «şübhesiz namazda
meşguliyet vardır.» Hadisi hicretten evvel vârid olmuştur. Ümame kıssası ise
hicretten sonradır. (yani nesh iddiası doğru değildir.)
İkinci bir cevap
Bedâyi'de zikir edilendir. Buna göre Peygamber (s.a.v.) çocuğu kucağına alması
ihtiyaçtan dolayı idi. O anda çocuğa bakacak kimse yoktu. Mekruh sayılmaması
bundan idi. Yahud bunun namazı bozmadığını fiilen göstermek için çocuğu
kucağına almıştı hâcetten dolayı böyle bir şeyi zamanımızda bizden birinin
yapması da mekruh olmaz. Ama hâcet yokken yaparsa mekruh olur.
Muhakkık ulemadan
İbn Emîr Hâcc hılye nâm eserinde bu mesele üzerinde uzun uzadıya beyanatta
bulunmuş; sonra şunları söylemiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.)'in bunu yapması meşru
olduğunu fiilen göstermek içindir. Doğrusu budur ki, Nevevî'nin de dediği gibi
bundan dönülmez. Zira bazılarının bildirdiğine göre fiilen beyan kavlen
beyandan daha kuvvetlidir. Rasûlüllah (s.a.v.) bunun câiz olduğunu fiilen beyân
etmiştir. Bu beyânın zımnında şunlar da vardır.
İnsan temizdir.
İçindeki pislik afv edilmiştir. Çünkü maderindedir. Çocukların elbise ve
bedenleri pislikleri tahakkuk etmedikçe temizdirler. Namazda işlenen fiiller
peşi peşine olmazsa namazı bozmazlar. «Az fiil hiç de bozmaz. ilh...» Tamamı
Hılye'dedir.
T E T İ M M E :
Bunlardan maada bazı mekruhlar daha vardır ki onları Münye ve Nur-ul-İzah
sâhipleri ile başkaları zikir etmişlerdir. Bazıları şunlardır:
Kalbi meşgul edip
huşuu bozacak ziynet, oyun, eğlence gibi şeylerin yanında namaz kılmak
mekruhtur. Onun için canının çektiği bir yiyecek geldiğinde namaza durmak
mekruh sayılmıştır. Hac bahsinde Kıran babından az önce gelecektir ki, namaz
kılan kimsenin ayakkabı gibi eşyasını arkasına koymak mekruhtur. Çünkü kalbini
meşgul eder. Mekruhlardan bazılarını da Hazâin sâhibi şöyle beyan etmiştir.
«Namazda ağzını burnunu örtmek. namaza koşarak gitmek farz namazda özrü yokken
duvara veya sopaya dayanmak mekruhtur. Esah kavle göre nâfile namazda mekruh
değildir.
Rükua giderken ve
rükudan doğrulurken ellerini kaldırmakda mekruhtur. Bunun namazı bozduğunu
söyleyen olmuşsada bu kavil şâzdır. Kırâatı rukûda tamamlamak, kıyâm halinden
başka yerlerde kur'an okumak, başını imamdan evvel secdeye koyup ondan önce kaldırmak,
kabristan ve hamam gibi pis bilinen yerlerde namaz kılmak da mekruhtur. Ancak
bir tarafını yıkayıp da orada kılarsa, kıldığı yerde sûret bulunmazsa yahud
elbise çıkarılan yerde kılarsa veya kabristandanamaz kılmak için hazırlanmış
bir yer bulunup içinde kabir ve pislik bulunmazsa namaz kılmakta bir beis
yoktur. Nitekim Hâniye'de de böyle denilmiştir.» Bu bahsin tamamı namazın
mekruh vakitleri bahsinde geçmişti. Kuhistâni'de bildirildiğine göre kabre
doğru namaz kılmak mekruh değildir. Ancak tamâmen önünde bulunur da huşu ile
kıldığı takdirde kabir gözüne ilişirse o zaman mekruh olur. Nitekim muzmeratın
cenazeler bahsinde de böyle denilmiştir.
METİN
Yılan öldürmek,
hayvanı kaçırmak, tencere taşmak, kendinin veya başkasının bir dirhem
kıymetinde ki malı zayi olmak gibi sebeplerle namazı bozmak mubahtır. Büyük
veya küçük abdest sıkıştırdığı için vaktin çıkacağından yahud cemâatı
kaçıracağından korkmazsa ulemanın hilâfından çıkmak için namazı bozmak
müstehabtır. Başı darda olan, boğulan ve yanan bir kimseyi kurtarmak için
namazı bozmak vaciptir. Anne ve babasından birinin yardım dilemeksizin
seslenmesi için ancak nâfile namaz bozulabilir. Anne ve babadan biri o kimsenin
namazda olduğunu bilirse ona icabet etmemekte bir beis yoktur. Bilmezse icabet
eder.
İZAH
Namazı bozmayı
mubah kılan sebeplerle farz namaz dahi bozulabilir. Nitekim İmdâd nâm eserde
beyan edilmiştir. Yılan öldürmekten murad amel-i kesir ile öldürmektir. Zira
evvelce geçtiği vecihle bununla sahih kavle göre namaz bozulur. Hayvanın
kaçması namazı bozmayı mubah kıldığı gibi sürüye kurt hücûm edeceğinden korkmak
da mubah kılar. Bunu Nur-ul-İzah sahibi söylemiştir. Rahmetî'nin beyânına göre
tencerenin taşması ondan sonra zikir edilen dirhem miktarı malın elden
gitmesiyle mukayyettir. Bu hususta tenceredeki yemeğin kendine veya başkasına
aid olması müsâvidir Dirhem miktarı hakkında mecma-ar-Rivâyet'te: «Çünkü daha
azı ehemmiyetsizdir.
«Onun sebebiyle
namaz bozulmaz.» denilmiştir. Lâkin Muhit'in kefâlet bahsinde şöyle
denilmektedir: «Bir dânak (1/6 dirhem) sebebiyle insan hapis olunur Namazın
bozulması ise evleviyette kalır.
Bu hüküm
başkasının malı hakkındadır. Kendi malı ise namazı bozamaz. Esah olan her
ikisinde bozmanın caiz olmasıdır.» Meselenin tamamı İmdât'tadır. Feth-ul-Kadir
sahibi dirhemle takyidi tercih etmiştir.
Şârih büyük ve
küçük abdest Sıkıştırdığı zaman namazı bozmanın müstehap olduğunu söylüyor.
Mevahıb-ur-Rahman ile Nur-ul-İzah'da da böyle denilmiştir. Lâkin bu hüküm
evvelce Hazâin'den ve Münye şerhinden nakl ettiklerimize muhaliftir. O
kitablarda: «Eğer böyle ise yani kalbini namazdan meşgul eder ve huşuğuna mânı
olursa bu takdirde namazı tamamlarsa günahkar olur. Çünkü keraheti tahrimiye
ile edâ etmiş olur.» denilmektedir. Bunun muktezası ise namazı bozmanın
müstehâp değil, vâcip olmasıdır. Yukarıda gecen: «Allah'a ve son güne imam eden
bir kimseye küçük abdesti sıkıştırırken hafiflemedikçe namaz kılmak helâl
olmaz.» Hadisi de buna delalet eder. Meğer ki buradaki meşgul etmeyen hale
yorulmuş ola. Fakat zâhire göre bu namazı bozmaya cevaz teşkil edemez Sonra
gördüm ki. Şurunbulâli burada olduğu gibi bozmanın mendûp olduğunusöyledikten
sonra: «Hadisin hükmü bozmayı icap eder.» demiştir. Vaktin çıkacağından yahud
cemâatı kaçıracağından korkmamak şartiyle ulemanın hilâfından çıkmak için
namazı bozmak müstehabtır.
Bu hususta
Hazâin'in ifâdesi şöyledir: «Namaza mâni olmayan pisliği gidermek için namazı
bozmak müstehaptır. Çünkü ulemanın hilâfından çıkmak müstehaptır.» Buradaki,
ifade daha umumidir. Zira yabancı bir kadının dokunması gibi şeylere de
şâmildir. Vaktin çıkacağından veya cemâatı kaçıracağından korkmamak şartı bu
meseleye aiddir. Büyük ve küçük abdest sıkıştırdığı vakit ise Münye şerhinden
nakl ettiğimiz vecihle cemâatı kaçırsa bile namazı bozar. Doğrusu budur Nitekim
dirhem miktarı pisliği yıkamak için de namazı bozar.
Başı darda olan
bir kimse gerek namaz kılandan yardım istesin, gerekse kimseyi tayin etmeden
imdat dilesin namaz kılanın kurtarmağa gücü yeterse namazı bozması vacibtir.
Tahtavî'nin beyânına göre burada ki vacip tabirinden maksad farzdır. Âmânın
kuyuya yuvarlanmasından korkmak da böyledir Kuyuya düşeceğine kanaat getirirse
namazı bozması icap eder. İmdâd.
Anne ve
babalardan murad ne kadar yukarıya gitseler bile usuldür bunlar yardım
istemeksizin seslenirlerse forz namazı bozmak câiz değildir. Tahtavî: «Bu
ibârenin zâhirine bakılırsa sâdece icâbet vacip olmadığı anlaşılır. Binâenaleyh
mendûp ve câiz kalmasına mâni değildir.» diyor.
Ben derim ki:
Lâkin Feth-ul-Kadir'den anlaşılan câiz olmamaktır. Nitekim İmdâd sahibide:
«Yardım istemeksizin anne ve babasından birinin seslenmesi sebebiyle namazı
bozmak câiz değildir. Çünkü namazı bozmak ancak bir zaruret dolayısıyle câiz
olur.» diyerek bunu açıklamıştır. Tahtavî'de şunu söylemiştir: «Bu hüküm farz
namaz hakkındadır. Nafile namazda bulunur da anne ve babası namazda olduğunu
bildiği halde seslenirse icâbet etmemesinde bir beis yoktur. Namazda olduğunu
bilmezse icâbet eder.»
Nâfile namazda
ise ana baba yardım istemese bile seslenince namazı bozup icâbet etmek vacip olur.
Çünkü Beni İsrâil'in âbidi, icâbeti terk ettiği için zem olunmuştur.
Peygamber
(s.a.v.): «Fakih olsa annesine icâbet ederdi.» Mânâsında bir hadis söylemiştir.
Bu hüküm namazda olduğunu bilmediğine göredir. Bilirse icabet vacip değildir;
Lâkin evlâdır. Nitekim «Beis Yoktur.» ifâdesinden de bu anlaşılır ama şöyle
denilebilir:
«Burada beis
yoktur sözü, icabet etmezse beis vardır; ve âsillik olur. Mânâsı tevehhüm
edilirse onu def etmek içindir: Binaenaleyh icabet evlâdır manasını ifâde
etmez.;) Bu meselenin tamamı farza yetişmek bâbında gelecektir.
METİN
Helâda bile olsa
avret yerini kıbleye çevirmek tahrimen mekruhtur. Esah kavle göre kıbleye
arkasını dönmekde öyledir. Nitekim bâliğ bir kimsenin bir çocuğu kıbleye karşı
çişine tutması ve kezâ uyurken veya başka bir halde ayaklarını kıbleye doğru
kasden uzatmak da mekruhtur. Çünkü terbiyesizliktir. Bunu Molla Bâkir
söylemiştir ayaklarını mushafa veya şer'i kitaplardan birine karşıuzatmak da
mekruhtur. Meğer ki hizâsına gelen yerden yumsekte ola. Bu tâkdirde kerahet
olmadığını Kemâl söylemiştir. Nitekim mescidin kapusunu kapamakta mekruhtur.
Ancak eşyasının çalınacağından korkarsa mekruh değildir. Bununla fetva verilir.
Mescidin üzerinde cinsi münasebette bulunmak, büyük ve küçük abdestini bozmak
keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü gök yüzüne kadar mesciddir. Özürsüz
mescidi yol edinmek de mekruhtur Kınye sâhibi bunu âdet haline getirenin fâsik
sayılacağını açıklamıştır
İZAH
Musannıf namazın
içindeki mekruhları bitirince namaz dışında onun tabilerinden olan yerlerdeki
mekruhların beyânına başlamıştır. Bahır.
Helâda bile olsa
avret yerini kıbleye karşı çevirmek tahrimen mekruhtur. Delili, altı hadis
kitabında tahric edilen şu hadistir:
«Helâya
gittiğiniz vakit kıbleye önünüzü ve arkanızı dönmeyin! Lâkin doğuya veya batıya
dönün!» bundan dolayıdır ki, iki rivâyetin esah olanına göre kıbleye arka
dönmenin keraheti önünü dönmek gibidir. Bahır.
«Avret yerini
kıbleye çevirmek» tabiri erkek ve kadına şâmildir. Anlaşılıyor ki kıbleden
murad namazda olduğu gibi kıblenin bulunduğu taraftır. Yukarıda gecen hadisten
anlaşılan da budur. «Avret yeri» diye kayıtlamak Şâfiilerin açıkladıklarını
ifâde eder. Onlara göre bir kimse göğsü ile kıbleye dönerde avret yerini
kıbleden çevirirse mekruh olmaz. Aksi bunun hilâfındadır. Nitekim istinca
bahsinde arz etmiştik. Yine orada görmüştük ki mekruh olan büyük ve küçük
abdest bozmak için kıbleye dönmektir. İstinca için dönmek tahrimen mekruh
değildir. Nihâye'de bildirildiğine göre bir kimse kıbleye döndükten gafil
olarak kazayı hâcete otururda sonra aklı başına gelirse beis yoktur. Lâkin
kıbleden dönmeye imkan bulursa döner. Çünkü bu rahmetin muciblerindendir. Ama
yapamazsa beis yoktur.
İstinca bahsinde
ay ve güneşe karşı abdest bozmanında mekruh.olduğu geçmişti. Çünkü bunlar Allah'ın
zâhir âyetlerindendir. Birde bunlarla birlikte melekler vardır. Nitekim
Sirâc'da do böyle denilmiştir. Orada görmüştük ki, zâhire göre hususi nâs vârid
olmadıkça bu babtaki kerâhet keraheti tenzihiyedir. Ve ayla güneşe karşı
durmaktan maksat. bulundukları cihet veya ziyaları değil, kendileridir. Bütün
bunlar orada geçmişti. Müracâat edebilirsin.
Bâliğ bir
kimsenin çocuğu kıbleye karşı çişine tutmanın keraheti hakkında Tahtavî: «Zâhir
olan kerahet tahrimiyedir.» demiştir. Çünkü çocuk bülûğa erdikten sonra fiili
kendisine haram olacak bir şeyi ona yaptırmak bâliğ olan büyüklere haramdır.
Onun içindir ki erkek çocuğa ipek elbise ve ziynet giydirmek. ona içki içirmek
gibi şeyler babasına haramdır. Kıbleye ayak uzatmak meselesinde bir ayağın
hükmüde iki ayak gibidir. Bu hususta çocuk da bâliğ hükmündedir. T.
«Kasten»
tabirinden murad: Özür bulunmamaktır. Bir özürden dolayı veya unutarak uzatırsa
kerahet yoktur. T. «Çünkü terbiyesizliktir.» ifâdesinden burada ki kerahetin
tenzihi olduğu anlaşılıyor. Lâkin istinca bâbında Rahmetî'den naklen arz
etmiştik ki, ileride görüleceği vecihle kıbleye karşı ayaklarını uzatan
kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Bu ise keraheti tahrimiye olmasınıiktiza
eder. Kayıt edilmelidir.
«Meğer ki
hizâsına gelen yerden yüksekte ola» ifâdesi mushafla şer'î kitablara mahsustur.
Kıble ise yerden yedi kat göklere kadardır. Zâhirine bakılırsa buradaki
yükseklik azda olsa kâfidir. T.
Ben derim ki:
Yani örfen bir hizâda sayılmayacak kadardır. Bu uzaklık veya yakınlıkta
birbirinden farklıdır. Zira uzakta az yüksek olmakla bir hizâda bulunmak
ortadan kalkmaz. Zâhire bakılırsa çok uzakta mutlak surette kerahet yoktur.
Mescidin kapısını
kapamak mekruhtur. Bu hususta Bahır'da şöyle denilmiştir: «Mekruh olması namaza
mâni olmaya benzediğe içindir. Tealâ hazretleri: Allah'ın mescidlerinde isminin
anılmasını men eden kimseden daha zâlim kim olabilir! buyurmuştur. Zamanımız
müderrislerinden bazılarının mescidde ders okutmaya mâni olmasından cahilliği
bununla anlaşılmıştır.» Meselenin tamamı Bahır'dadır. «Ancak eşyasının
çalınacağından korkarsa mekruh değildir.» Bu ibâre «bizim zamanımızda» diye
kayıtlamaktan daha güzeldir. (bazıları kayıtlamışlardır.) Çünkü meselenin esası
zarar korkusudur. Zarar korkusu bizim zamanımızın bütün vakitlerinde sabit olursa
namaz vakitlerinden maada her zaman mescidi kapamak mekruh olmaz. Hiç bir zaman
için korku yoksa kapamakta mubah olmaz. Fetih ve İnâye'de de böyle denilmiştir.
Mescidi kapamak hususunda tedbir mahalle halkına düşer. Çünkü mahalle halkı
toplanarak birini mütevelli tayin ederlerse hâkım emir etmediği halde o kimse
mütevelli olur. Bahır ve Nehir.
Mescidin üzerinde
cinsi münasebette bulunmak keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Fakat özürsüz
mescid üzerinde yürümek Kâbe'den maada mescidlerde mekruh değildir. Çünkü ulema
Kâbe'nin üzerinde namaz kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Sonra gördüm
ki Kuhistânî mescidin üzerine çıkmanın mekruh olduğunu Müfid'den nakl etmiş!
bundan mescidin üzerinde namaz kılmanın da mekruh olması lazım gelir.
«Çünkü gök yüzüne
kadar mesciddir.» sözü ondan önce beyân olunan cinsi münâsebet ve abdest
bozmanın mekruh olmasına illettir. Zeyleî diyor ki: «Onun içindir ki, mescidin
üzerinde bulunan bir kimsenin mescid içindeki imama uyması câizdir. Elverir ki
imâmdan ileriye geçmesin. Mescidin üzerine çıkmakla itikaf bozulmaz. Cünüb,
hayz ve nifaslının mescidin üzerinde durmaları helâl değildir. Bir kimse şu
hâneye girmeyeceğim diye yemin ederde o hanenin terasında durursa yemini
bozulur.»
Mescidin üstü gök
yüzüne kadar mescid olduğu gibi altıda yerin altına kadar mesciddir. Nitekim
Birî'de beyan edilmiştir. Şimdi şu kalır: Vakıf mescidin altına helâ yaptırırsa
caiz olur mu olmaz mı? Nitekim Dımeşk'de ki mahalletü'şşahın mescidinde vardır.
Bunu açık olarak bir yerde görmedim. Evet kitabımızın vakıf bahsinde metin
olarak gelecektir ki. Vâkıf mescidin altına mescidin yararları için mahzen
yaptırsa câiz olur.
Mescidi yol
edinmek» ifâdesinde bir veya iki defa geçmekle fâsik olmayacağına işâret
vardır. Onun için kınye'de «geçmeyi âdet edinirse» denilmiştir. Nehir. Kınye'de
şöyle deniliyor: «Bir kimse mescide girerde ortasına vardığında pişman olursa
bazılarına göre girdiği kapıdan çıkmaz; başkakapıdan çıkar. Bazıları: namazını
kılar; sonra çıkmakta muhayyer dır. demişlerdir. Abdesti yoksa işlediği sucu
yok etmek için girdiği kapıdan çıkar. Diyenlerde olmuştur.» Bir özürden dolayı
olursa mescidden geçmek caizdir. Ve her gün bir defo tahiyye mescid namazı
kılar. Bunu Bahır sâhibi Hulâsa'dan nakl etmiştir. Yani mescide girmesi tekrar
ederse bir defa tahiyye namazı kâfidir
METİN
Mescide pislik
sokmak mekruhtur. Bu izaha göre mescidde pis yağ don kandil yakmak, pis çamurla
sıvamak, küçük abdest bozmak. velev ki kop içine olsun kan aldırmak câiz
değildir. Çocuklarla deliler çok pislik yaparlarsa kendilerini mescide sokmak
haramdır. Aksi takdirde mekruh olmakla kalır.
Mescide giren
kimsenin ayakkabılarına ve mestlerine dikkat etmesi gerekir. Bunlar ayağında
iken namaz kılmak efdaldir. Bu söylenenler, içinde mescid bulunan bir evin
üzerinde hatta içinde mekruh değildirler. Çünkü orası şer'an mescid değildir.
Cenâze ve bayram namazı kılmak için yapılan namazgah imama uymanın caiz olması.
hakkında mesciddir. Velev ki saflar birbirinden ayrılsın. Bu cemaata kolaylık
olmak içindir. Başka bir şey hakkında mescid değildir. Nihâye'de bildirildiğine
göre fetva bununla verilir. Binaenaleyh böyle bir namazgâha cünüb ve hayızlı
kimselerin gir meleri helâldir. Orası mescid avlusu. tekke, medrese havz ve
pazar mescidi gibidir. Yol ağzında ki mescid böyle değildir.
İZAH
Mescide pislik
sokmak mekruhtur. Bu hususta Eşbah'da: «Pisleyeceğinden korkulan necaseti
mescide sokmak mekruhtur.» denilmiştir. Bunun ifâde ettiği mânâ, pislik kuru
olursa kerahet bulunmamaktır. Lâkin Fetevay-ı Hindiye'de bildirildiğine göre
bedeninde pislik bulunan kimse mescide giremez.
Şârih'in «bu
izâha göre» ifâdesini ziyade etmesi «pis yağdan kandil i!h...» sözleri eski
ulemanın kitablarında açıklanmadığına işaret içindir. Bu hükmü ulemanın
«mescide pislik sokmak câiz değildir.» Sözüne bina ederek allâme Kâsım
vermiştir. Bununla allâme Kâsım ulemanın «pis yağdan kandil olur.» Sözlerini
kayıtlamıştır, Nitekim Bahır'da beyân olunmuştur.
Pis çamurla
mescidi sıvamak câiz değildir. Bu hususta Fetevâyı Hindiye'de şöyle
denilmektedir: «Pis su ile karılan çamurla mescidi sıvamak mekruhtur. Fışkı ile
karıştırmak bunun hilâfınadır. Çünkü bunda zaruret vardır. O da maksadın ancak
bununla hâsıl olmasıdır. Sirâciye'de böyle denilmiştir.
Kan aldırmak
meselesini Eşbah sahibi inceleyerek şöyle demiştir: «Kop içinde kan aldırmaya
gelince: bunu bir yerde görmedim. Ama fark olmaması gerekir. Yani kan
aldırmakla sidik orasında fark yoktur. Mescidde yellenmekde câiz değildir.
Nitekim Eşbah'da beyan edilmiştir. Selef ulema bunda ihtilaf etmişlerdir.
Bazıları beis olmadığını söylemiş: bir takımları: «Yellenmeğe ihtiyaç duyduğu
vakit mescidden çıkar.» demişlerdir. Hamavî'nin Camii Sağir şerhinden nakline
göre esaholanda budur.
Çocuklarla
delileri mescide sokmamanın haram olması. Münzirî'nin rivâyet ettiği şu merfû hadisle
sabittir: «Mescidlerinizi çocuklarınızdan, delilerinizden, alış verişinizden,
gürültünüzden, kılıç kuşanmanızdan ve şer'i cezalarınızı tatbikten uzak tutun!
Cuma günlerinde onları buhurlayın! kapılarına (matara)lar koyun!» Burada ki
haramdan murad: Keraheti tahrimiyedir. Zira delili zannidir. Teâlâ
hazretlerinin: «Evimi tavaf edenler için temizleyin diye emir ettik» âyeti
kerimesine gelince: Burada temizlikten murad şirk amelleri olması muhtemeldir.
Bu izâha göre «mekruhtur» Sözünden maksad keraheti tenzihiye olur.
Temiz ayakkabı ve
mestle namaz kılmak yalın ayak kılmaktan efdaldir. bunun sebebi Yahudilere
muhalefette bulunmaktır. Tatarhaniye. Bir hadisi şerifte: «Ayakkabılarınızla
namaz kılın; Yahudilere benzemeyin!» buyurulmuştur. Bu hadisi Taberâni rivâyet
etmiştir. Nitekim Cami-i sağir'de dahi sahih olduğuna işâret edilerek rivâyet
olunmuştur. Bir çok Hanbelî imamları bu hadisten alarak ayakkabı ile namaz
kılmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir. Velev ki ayakkabılarla sokaklarda
yürümüş olsun. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ve eshâbı kiramı Medine sokaklarında
ayakkabı ile dolaşır; sonra onlarla namaz kılarlardı.
Ben derim ki:
Lâkin ayakkabılarıyla mescidin halılarını kirletmekten korkarsa temiz bile
olsalar onları çıkarmak gerekir. Peygamberimizin mescidi onun zamanında çakıl
ile döşeli idi. Şimdi öyle değildir. İhtimal Umdet-ül-Müftîde «ayakkabıyla
mescide girmek edebsizliktir.» denilmesi buna haml edilir.
«Bu söylenenler
yani cinsi münasebet, büyük ve küçük abdest bozmak» içinde mescid bulunan bir evin
üzerinde hatta içinde mekruh değildirler. Evin mescidi, mihrab yapılarak sünnet
ve nâfile namazlar için tahsis edilen temizlenip kokulanan yerdir. Bu her
müslümana menduptur. Nitekim Kirmâni ve başka kitablarda beyân edilmiştir.
Böyle bir yerde abdest bozmak, içinde mushaf bulunan bir evin üzerinde bevl
etmek gibidir. Ve mekruh değildir. Nitekim Cami Burhanı ve Mi'rac'da da böyle
denilmiştir.
«Nihâye'de
bildirildiğine göre fetva bununla verilir.» Nihaye'nin ibâresi şudur: «Fetva
için tercih edilen kavil, bunun imama uymanın câiz olması hakkında mescid
olmasıdır. ilh...» Lâkın Bahır'da şöyle denilmiştir. «Bunun zâhirine göre
burada burada cinsi münasebet, küçük ve büyük abdest bozmak câizdir. Fakat bu
sözün sakatlığı meydandadır. Çünkü evi yapan onu bunun için yapmamıştır.
Binaenaleyh câiz olmamak icap eder. Velev ki biz mescid olmadığına hüküm
edelim. Bunun fâidesi ancak kalan hükümlerde belli olur. Ve cünüp, hayızlı
kimselerin girmesi helâl olur.»
Bu muhtar kavlin
mukâbili Muhit sahibinin cenaze namazgâhında sahih kabul ettiği şu sözdür:
«Namazgaha asla mescid hükmü verilemez.» Birde Tâc-ış-Şeria'nın sahih kabul
ettiği «bayram namazgâhı sâir mescidler hükmündedir.» Sözüdür. Meselenin tamamı
Şurunbilâliye'dedir. «Mescid avlusu» Mescide bitişik olup mescidle aralarında
yol olmayan yerdir.
Zikir edilen
hususatta yanı imama uymanın, cünüp ve emsalinin girmeleri câiz olmasında bu
yer cenaze ve bayram namazgahı gibidir. Nitekim münye şerhinin sonunda beyân
edilmiştir.
T E K K E :
Sofiyenin fakirleri için yapılan meskendir. Buna ribata ve hankah da derler.
M E D R E S E :
Talebenin yaşaması için yapılan yerdir. Medresenin müderrisi ve dershanesi
vardır. Lâkin içinde mescidi bulunursa o mescidin hükmü sair mescidler gibidir.
Kınye nâm kitabın vakıf bahsinde: «Medreselerde ki mescidler hakiki
mescidlerdir. Zira onlarda namaz kılmaktan insanlar men olunmazlar. Medrese
kapansa bile orada yaşayanlar mescidde cemâat olurlar.» denilmektedir.
Hâniye'de de şu
ibâre vardır: «Bir hânenin içinde mescid bulunurda orada oturanlar, cemâatı
mescidde namaz kılmaktan men etmezler ve hâne kapandığı takdirde kendileri
mescidde cemâat olurlarsa o mescid cemâat mescididir. Alış verişin ve girmenin
haram olması gibi sâir mescidlere verilen hükümler buna da verilir. Aksi
takdirde cemâat mescidi olamaz. Velev ki içinde namaz kılmaktan kimseyi men
etmesinler.»
Havz mescidinden
murad: Havzın yanına yapılan sedirdir. O havzdan abdest alan kimse orada namaz
kılar. H.
Pazar mescidi de
çıkmaz sokaklara namaz kılmak için yapılan sedirlerdir. H. Tâcirlerin
hanlarında yapılan sedirler bu kabildendir. Fakat yol ağızlarında ki mescidler
bu hükûmde değildir.
Münye şerhinin
sonlarında şöyle denilmektedir: «Yol ağızlarında ki sıradan cemâatı olmayan
mescidler hakiki mescidler hükmündedirler. Yalnız içlerinde itikâfa girilmez.»
METİN
Mescidin
mihrabından başka yerlerini kireç ve altun suyu ile kendi helâl malından
nakışlamakta beis yoktur. Mihrabını nakışlamak mekruhtur. Çünkü namaz kılanı
meşgul eder. İnce nakışlara ve benzerlerine özenmek bilhassa kıble divarında
mekruhtur. Bunu Halebî söylemiştir. Müstebâ'nın haram bahsinde: «Bazıları
mihrabta mekruhtur; tavanda ve arka taraflarda mekruh değildir. demişlerdir.»
İbâresi vardır. Bu ta'lilin zâhirine bakılırsa mihrabtan murad kıble divarıdır.
Bellenmelidir. Vakıf malı ile nakış câiz değildir; çünkü haramdır. Mütevelli
nakış veya kireçle badana yaparsa öder. Ancak zâlimlerin tamaından korkulursa
nakışlamakta beis yoktur. Kâfi. Ve ancak binâyı sağlamlaştırmak veya vâkif da
öyle yaptığı için yapmış olursa câizdir. Çünkü halk: «Bu adam vakfı eski şekli
ile tamir ediyor.» derler. Tamamı Bahırdadır.
İZAH
«Beis yoktur»
tâbirinde Şems-ül-eimme'nin dediği gibi sevap olmadığına işâret vardır. O işi
yapana başa baş kurtulmak yeter.
Nihâye'de dahi:
«Çünkü beis yoktur sözü, müstehap (olan bu değil) başkası olduğuna delildir.
Zira beis şiddet mânâsınadır.» denilmiştir. Onun için Hindiye'nin haram
bahsinde muzmerattan naklen: «Fukaraya sarf etmek efdaldir. Fetvâ buna
göredir.» denilmektedir.
Bazıları nakışın
mekruh olduğunu söylemişlerdir. Çünkü (s.a.v.): «şübhesiz kıyâmet
alametlerinden biride mescidlerin ziynetlenmesidir. ilh...» buyurmuştur. Bir
takımları da müstehap olduğunu söylemişlerdir. Zira bunda mescide ta'zim
vardır. Nakışın namaz kılanı meşgul etmesihuşûunu bozmakla olur. Secde yerine
bakması gerekirken nakşa bakar. Halbuki Bedâyi'de namazın müstehapları bâbında
açıklandığına göre namazda huşûu ve tevâzuu gerekir. namaz kılan nihâyet secde
edeceği yere bakmalıdır. Kezâ Eşbah'da beyân edildiğine göre namazda huşuu
müstehabtır. Bundan anlaşılıyor ki burada ki kerahet. kerahet tenzihiyedir.
Anla!
Şârihin «özenmek
mekruhtur.» Sözü metinde ki «nakışlamakta beis yoktur.» ifadesini tahsis
etmektedir. Onun için Feth ul-kadir'de: «Bize göre bunda beis yoktur. Kerahetin
haml edildiği yer ince nakışlara ve benzerlerine bilhassa mihrabta özenmektir.»
denilmiştir. İnce nakışın benzerleri kıymetli ağaçlar kullanmak ve üstübeçle
beyazlatmak gibi şeylerdir. T.
«Bu ta'lilin»
yani çünkü namaz kılanı meşgul eder. Demesinin zâhirine bakılırsa mihrabtan
murad kıble divarıdır. Çünkü meşgul etme yalnız imama mahsus değildir. O safta
bulunanların hepsini meşgul eder. Bundan dolayı fetevâi Hindiye'de:. «Bazı
ulemamız mihrabı ve kıble divarını nakışlamayı mekruh görmüşlerdir. Çünkü namaz
kılanın kalbini meşgul eder.» denilmiştir. Bu söz sağ ve sol divar hakkında da
söylenebilir. Zira onlar da yakında olanları meşgul ederler.
Mescidi helâl
olmayan mal ile nakışlamak mekruhtur. Tac-iş-şeria bu babta şöyle demektedir:
«Ama bir kimse nakış için haram mal yahud sebebi haramla helâl karışık mal
harcarsa mekruh olur. Çünkü A L L A H Teâlâ helâlden başkasını kabul etmez.
Binaenaleyh onun evini kabul etmeyeceği bir şeyle kirletmek mekruh olur.»
Şurunbulâli'ye. «Ancak zâlimlerin tamaından korkulursa nakışlamakta beis
yoktur» Zâlimlerin tamaından korkmak elinde mescide ait malların toplanması ve
mescidin tâmire ihtiyacı olmamasiyledir. (Zalimler bu mala göz dikebilirler)
böyle olmasa öder. Nitekim Kuhistânî'de Nihâye'den naklen beyân edilmiştir.
«Tamamı Bahır'dadır.» Bahır'da şöyle denilmiştir: «Ulemanın mescidle
kayıtlamaları. mescidden başkası ödeme icap ettiği içindir. Meğer ki gelir için
hazırlamış olup ücret onunla artmış ola. Bu takdirde beis yoktur. Ulema mescid
den içini kast etmişlerdir. Bu dışını ziynetlemenin mekruh olduğunu ifâde eder.
Vakfın malından bunun mütevelliye mutlak surette caiz olmadığında şübhe yoktur.
Çünkü bunda bir fayda yoktur. Bâhusus zamanımızda gördüğümüz gibi bununla hisse
sahipleri mahrum edilmek istenirse aslâ fayda yoktur
METİN
FER'İ MESELELER:
Dünyada en fazîletli mescid Mekke'nin sonra Medîne'nin, sonra Kudüs'ün sonra
Kubâ'nın mescididir. Bundan sonra sıra ile en önce yapılan ondan sonra en büyük
olan, daha sonra en yakın olan gelir. Bir kimsenin hocasının ders okuttuğu
mescide ders veya hadis dinlemek için gitmesi bilittifak efdaldir. Mahallesinin
mescidi de büyük camiden efdaldir. Sahih kavle göre Medine'nin mescidine
katılan kısım ona fazîlet hususununda katılır. Evet, ilk yapılan kısmı aramak
evlâdır. Molla AIînin Lübab-ül-Menâsik adlı eserinde beyân ettiğine göre ilk
yapılan kısmı yüze yüz arşındır.
İZAH
Allâme Ahmed bin
Ammad'ın teshil-ül-makâsıd adlı eserinde bildirildiğine göre yeryüzünde
enfazîletli mescid Kâbe'dir. Çünkü Kâbe insanların ibadeti için binâ edilen ilk
evdir. Sonra onu ihâta eden mescid gelir. Zira Mekke'nin en eski mescidi budur.
Ondan sonra Medine'nin mescidi gelir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Benim şu
mescidimde kılınan bir namaz başka mescidlerde kılınan bin namaza bedeldir.
Bundan yalnız mescid-i Horam (Kâbe) müstesnâdır.» buyurmuştur. Burası
kısaltılarak Hamavi'den alınmıştır. Bîrî'de beyân olunduğuna göre mezkûr
katlamanın sahibi olan mescid-i haramdan murad ne olduğu hususunda ihtilâf
edilmiştir. Bazıları haremin topraklarıdır. demiş; bir takımları Kâbe ve
Hicir'dir; bazıları da Kâbe ve etrafı mesciddir demişlerdir. Nevevî kesin
olarak bunu kabul etmiş ve: «Zahir olan budur.» demiştir. Şeyh Veliy yiddinin
Irâkî: «Bu katlama Rasûlüllah (s.a.v.) zamanındaki mescide mahsus değildir. Belki
mescid-i Haram'a yapılan bütün ilâvelere şâmildir. Hatta ulemamızca meşhur
olduğuna göre bütün Mekke'ye ve hatta avı haram olan bütün haremine şâmildir.
Nitekim Nevevî bunu sahihlemiştir.» diyor. Bu ifâde kısaltılarak alınmıştır.
T E N B İ H : Bu
sevap katlaması farz namazlara mahsustur. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Birinizin
evinde kıldığı namaz benim şu mescidimde ki namazından efdaldir. Ancak farz
namaz müstesnâ!» buyurmuştur. Böyle olmasa bu hadisle birinci hadis arasında
çelişme olurdu. Mâlikilerden ibn-i-Rüşd el-kavâid nâmındaki eserinde bunu ebû
Hanife'den böyle rivâyet etmiştir. Nitekim Gayet-üs-surûcî'den naklen Hılye'de
de böyle denilmiştir. Tamamı oradadır.
Medîne'nin
mescidinden sonra sıra Kudüs'teki mescidi Aksâya gelir. Çünkü insanların uzak
yerlerden ziyaretine geldikleri üç mescidin biri odur. Onun sevâbının
katlandığı da nassan bildirilmiştir. Daha sonra Kubâ mescidi gelir. Zira ilk
gününden itibaren takva üzerine binâ edilen mescid odur. Bundan sonra sıra ile
en önce yapılan daha sonra en büyük ûlan gelir. Ecnas'tan naklen Hılye'de böyle
denilmiştir. Bahır'da ise Kudüs'teki mescidi Aksâdan sonra mahalle camileri,
sonra mahalle mescidleri. daha sonra cadde mescidleri zikir edilmiş ve: «Çünkü
bunlar rutbe itibariyle daha hafiftir. Zira cadde mescidlerinin mâlum imam ve
müezzinleri bulunmazsa onlarda kimse itikâfa girmez. Daha sonra evlerin
mescidleri gelir. Çünkü bunlarda kadınlardan başkasının itikâfı câiz değildir.»
denilmiştir. Kuhistani'de beyân edildiğine göre cadde mescidlerinden murad:
Kırlarda ovalarda yapılan ve tayinli imamı müezzini olmayan mescidlerdir.
Hâsılı Kudüs'ten
sonra büyük cemâatları olan büyük camiler gelir. Bunlarında Kubâ mescidi gibi
önce yapılanları efdaldir. Sonra daha büyük yani cemâatı daha çok olanlar
gelir. Daha sonrada sıra ile daha yakınlar gelir. Münye şerhinin sonunda
Ecnâs'ın ibâresi nakl edildikten sonra şöyle denilmiştir: «Sonra evvel yapılan
efdaldir. Çünkü hükmen öne geçmiştir. Meğer ki yeni yapılan evine daha yakın
ola. Bu daha fazîletlidir. Zira hem hakikaten hem hükmen öne geçmiştir.
Vâkıat'ta'da böyle denilmiştir, Hâniye, Münyet-ül-müftü ve diğer kitablarda
bildirildiğine göre önce yapılan mescid efdaldir. Öncelikte müsâvi olurlarsa
yakın olan efdaldir. Bu iki hususta müsâvi olurlarda birinin cemâatı fazla ise
namaza gidecek kimse kendisine uyulan bir fakih olduğutakdirde cemâatı az olan
mescide gider. Tâki onun sebebiyle cemâatı çoğalsın. Böyle değilse muhayyerdir.
Efdal olan, imamı daha fakih ve daha ehli takva olan mescidi tercih etmektir.
Mahallesinin mescidi cemâatı azda olsa büyük cami'den efdaldir.
Velev ki
büyüğünün cemâatı çok olsun.» İbâre kısaltılarak alınmıştır. Hasılı şudur: Önce
yapılan mescidi yakın mescide tercih hususunda ihtilaf edilmiştir. Lâkin
Hâniye'nin ibâresi: «Hânesinde mescid varsa daha evvel yapılan mescide gitmesi
ilh...» şeklindedir. Bundan anlaşılıyor ki, bu tafsilât mahalle mescidi
hakkındadır.
Hocasının ders
okuttuğu mescide gitmek bilittifak efdaldir. Çünkü bunda hem namaz hem de ders
dinleme fazileti vardır. T.
Mahalle mescidi
büyük câmiden efdaldir. Bu hususta ki iki kavilden biri budur. Bu kavilleri
kınye sahibi nakl etmiştir. İkinci kavil aksinedir. (yani cemâatı daha çok olan
büyük cemi daha fazîletlidir.) Yukarıda görüldüğü vecihle kitabımızın burada
tercih ettiği kavlı Münye şârihi kesinlikle kabul etmiştir. Musaffâ ve Hâniye
sahipleri de ayni yolu takip etmişlerdir.
Hatta Hâniye'de:
«Mahallesinin mescidinde müezzin yoksa oraya giderek ezan okur ve namaz kılar.
Velev ki yalnız başına olsun, Çünkü mescidin o kimse üzerinde hakkı vardır. Onu
öder.» denilmiştir.
Şârihin «sahih
kavle göre ilh...» diyerek anlattığı meseleyi biz namazın şartları bâbında
kıble bahsinden az evvel yeterince izah etmiştik. Oraya müracâat edebilirsin!
METİN
Mescidde dilenmek
haram dilenciye para vermek ise mutlak surette mekruhtur. Bazıları cemâatın
üzerinden adımlayarak geçerse mekruh olduğunu söylemişlerdir. Cami içinde kayıp
arayıp sormak ve şiir okumak da mekruhtur. Yalnız içinde zikir bulunan şiir
müstesnâdır. Yüksek sesle zikir yapmak da mekruhtur. Bu ancak fıkıh okuyanlara
câizdir. Cami içinde abdest almak da mekruhtur. Meğer ki abdest almak için
hazırlanmış bir yer olsun. Cami içersine ağaç dikmek de mekruhtur. Ancak su
sızıntis.ını azaltmak gibi bir faydadan dolayı dikilebilir ve dikilen ağaç
mescidin olur.
İZAH
Cami içersinde
dilenciye para vermek mutlak surette mekruhtur. Bazıları cemâatın üzerinden
adımlarsa mekruhtur. demişlerdir. Şârih haram helâl bahsinde yalnız bunu
söylemekle yetinmiş ve: «Mescidde dilenen kimseye para vermek mekruhtur. Ancak
cemâatın üzerinden adımlamazsa muhtar kavle göre mekruh olmaz. Çünkü hazreti
Ali namazda iken yüzüğünü tasadduk etmiş; bunun üzerine ALLAH Teâlâ: Kendileri
namazda iken zekâtı verirler. buyurarak onu medh ve senâda bulunmuştur.» demiştir.
T. .
Hazreti Ali
hâdisesi namazda dünya işi henüz câiz olduğu devirdedir. Sonra bu hüküm nesh
edilmiştir.
Cami içinde kayıp
mal arayıp sormak mekruhtur. Bir hadisi şerifte: «Mescidde birinin kayıp mal
aradığını görürseniz, AIIah Teâlâ onu sona iade etmesin deyin!» buyurulmuştur.
Şiir okumakta
mekruhtur. Bu hususta «ez-Zıyâ-ül-Mânevî» adlı kîtabta şöyle deniliyor:
«Dilinâfetlerinden yirmincisi şiirdir. Peygamber (s.a.v)'e bu mesele sorulmuş
da: Güzeli güzel, çirkîni çirkin olan bu sözdür. Cevabını vermiştir. Bunun
mânâsı şudur: Şiir de nesir gibidir. Eyi olursa öğülür; kötü olursa zem edilir.
Bedevilerin şiirini dinlemekte beis yoktur. Bundan murad:
Hata ve
değişiklik yapmadan okunan şiirdir. Müslümanı hiciv etmek haramdır. Velev ki
«onun hakkında Rasûlüllah (s.a.v.): Birinizin içi şiirle dolacağına irinle
dolsun daha eyidir.» buyurmuştur. diyerek yapılsın!
Şiirin, vaaz,
hikmet, Allah'ın nimetlerini hatırlatma ve takva sahiplerinin vasıflarından
bahis edeni güzeldir. Binâ kalıntılarından, zamanlardan ve milletlerden bahs
edeni mubah; hiciv ve rezaletten bahis edeni haram; Güzel yüzden, servi boydan
ve saçdan bahs edeni mekruhtur. Eb-ul-Leys Semerkandî bunu böyle anlatmıştır.
Başına çeşitli haller geldikçe çok şiir söyleyip yazan ve bunu kendisine kazanç
yolu yapan kimsenin insanlığı azalır ve şâhidliği kabul edilmez.»
Biz bu hususta
söylenecek sözlerin kalanını kitabımızın başında «Resm-il-Müftü» bâbından önce
arz etmiştik. Şu da var ki, İmam-ı Tahavî'nin Mecme-ül-âsâr şerhinde rivâyet
ettiği bir hadiste: «Peygamber (s.a.v.) mescidde şiir okunmasını, eşya
satılmasını ve namazdan önce halka kurulmasını yasak etti.» denilmektedir. Buna
mukabil Rasûlüllah (s.a.v.)'in Hassân (r.a.), üzerinde şiir okusun diye minber
koydurduğu rivâyet olunmuştur. Tahavî bu iki rivâyetin arasını bulmak için
birinci hadisi Kureyşin yaptıkları hicivler gibi zararlı şiirleri yahud
mescidde şiir söylemek alıp yürüdüğü ve herkesin şiirle meşgul olduğu zamana
haml etmiştir. Mescidde eşya satmanın yasak edilmesi de öyledir. Yani Rasûlüllah
(s.a.v.)'in mescidde satışı yasak etmesi bu iş orada çok yapılıp mescidler
pazar yerlerine çevrilmesin diyedir. Zira Peygamber (s.a.v.) hazreti Ali'yi
mescidde ayakkabı dikmekten men etmemiştir. Halbuki herkesin toplanıp mescidde
ayakkabı dikmesi mekruhtur. Satış, şiir okumak ve namazdan önce halkaya
oturmakta öyledir. Fazla olan mekruh, fazla olmayan mekruh değildir.
Yüksek sesle
zikir etmek meselesinde Bezzâziye sahibinin sözleri birbirini tutmamaktadır.
Bir defa haramdır demiş; başka bir defa câiz olduğunu söylemiştir. Fetevâ-i
hayriye'nin kerahiyet ve istihsan bahsinde şöyle denilmektedir. «Hadisde sesli
zikirin matlûp olduğunu iktiza eden ifâdeler vardır. Meselâ: «Kulum beni bir
cemâat içinde anarsa ben kendisini o cemaattan daha hayırlı bir cemâat içinde
anarım.» buyurulmuştur. Bu hadisi Buharî ile Müslim rivâyet etmişlerdir.
Bununla beraber gizli zikrin matlûp olduğunu iktiza eden hadisler de vardır. Bu
iki nevi hadislerin araları şöyle bulunur: Sesli veya sessiz zikirde bulunmak
adamına ve haline göre değişir. Nitekim namazda gizli ve aşikâra okumayı iktiza
eden hadislerin araları da böyle bulunmuştur. «Zikirin en hayırlısı gizli
yapılandır.» Hadisi buna aykırı değildir. Çünkü bu hadis riyâdan korkulduğu
veya namaz kılanlar rahatsız olduğu yahud uyuyanlar uyandığı zamana mahsustur.
Böyle bir şey yoksa bazı ulema sesli zikirin efdal olduğunu söylemişlerdir.
Zira bunda amel daha çoktur. Dinleyenlere de faydası dokunur, zikir eden şahsın
kalbini uyandırır. Onu düşünmeye sevk eder. Uykusunu düzenler; neşâtını
arttırır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Meselenin tamamı
fetevâ-ihayriye'dedir müracâat edebilirsin.
Hamevî
hâşiyesinde imam Şa'ranî'den naklen şöyle denilmektedir: «Gelmiş geçmiş bütün
ulema cemâat hâlinde zikirin mescidlerde ve diğer yerlerde müstehap olduğuna
ittifak etmişlerdir. Meğer ki onların âşikâr zikri uyuyan veya namaz kılan
yahud kur'an okuyan bir kimseyi rahatsız etmiş ola. ilh...»
Mescidde abdest
almanın mekruh olması, kullanılan su tabiat icabı iğrenç olduğundandır. Binaenaleyh
mescidi sümük ve balgam gibi şeylerden temiz tutmak icap ettiği gibi abdeste
kullanılmış sudan da temiz tutmak gerekir. Bedâi.
Ancak mescidde
abdest almak için hazırlanmış yer bulunursa orada abdest almak mekruh değildir.
Bu yeri hazırlamak vakıf sahibine şartmıdır değilmidir bir düşün! Medenî
hâşiyesinde fetevâ-i Afifiye'den naklen şöyle denilmiştir: «Zan edilmesin ki,
zemzem kuyusunun etrafında abdest almak veya cünüblükten yıkanmak câizdir.
Çünkü zemzemin etrafına mescid hükmü verilir. Ve tükürmenin veya cünüb olarak
durmanın haram olması, itikâfın cevazı ve sağ ayağını evvela atmak gibi
mescidlere yapılan muameleler onada yapılır. Zira bir mescidden başkasına geçen
kimseye sağ ayağını evvel atmak sünnettir.
Mescide ağaç
dikme meselesine gelince: Bu hususta Hulâsada şöyle denilmiştir: «Mescide
faydası olduğu meselâ: Mescid sızıntı yaptığı ve ağaç dikilmezse direkler
yerinde durmadığı vakit mescide ağaç dikmekte beis yoktur. Böyle olmazsa caiz
değildir.» Hindiye'de dahi Garaibten naklen: «Eğer ağaç cemâatın gölgesinden
faydalanması için dikilirde kimseye zahmet vermez ve safları bir birinden
ayırmazsa beis yoktur. Yaprağından veya yemişinden kendisi faydalanmak için
diker yahud sofları bir birinden ayırır veya mescidi kiliseye benzetecek yerde
olursa mekruhtur.» denilmiştir.
Ben Allâme ibn
Emîr Hac'ın kendi yazısıyle mescid-i Aksâ'nın ağaçları hakkında yazdığı bir
risâle gördüm ki, orada ağaç dikmek câizdir diye fetvâ verenlerin sözünü red
etmiştir. Fetva veren zat ulemanın: «Mescide ağaç dikerse meyvesi mescidin
olur.» Sözüne istinat etmiştir.
İbn Emîr Haç:
«Bundan ağaç dikmenin helâl olması lâzım gelmez. Meğer ki mezkûr özür mevcud
ola. Çünkü bunda namaz ve benzeri için hazırlanan şeyi meşgul etmek vardır.
Velev ki mescid geniş yahud ağaç dikmekte yemişinden faydalanma olsun. Yoksa
mescidin bir kısmını kiraya vermek lazım gelir. Ağacı yerinde bırakmakta câiz
değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Zâlimin emeğine hak yoktur.» buyurmuştur.
Zira zülüm, bir şeyi yerli yerine koymamaktır. buda öyledir. ilh...» demiştir.
Mezkûr risâlenin sonunda ulemadan birinin el yazısiyle: «Buna muhakkıklardan
ibn Ebî Şerif Şâfii muvâfakat etmiştir.» Diye yazıldığını gördüm.
METİN
Mescidde yemek
yemek ve uyumak mekruhtur. Ancak itikâfa giren ile yabancıya mekruh değildir.
Sarımsak gibi şeyler yemek de mekruhtur. Bundan men edilir. Kezâ dili ile bile
olsa her eziyetveren şey ve her akd mekruhtur. Bundan yalnız şartına riâyetle,
itikafa girenin akdi müstesnâdır. Mubah söz dahi mekruhtur. Zahiriye'de bu:
«Mubah söz için oturmuş olmakla» diye kayıtlanmıştır. Lâkin Nehir'de mutlak
bırakılmanın daha münasip olduğu bildirilmiştir. Mescidde kendine bir yer
tahsis etmek mekruhtur. Müderris bile olsa başkasını yerinden kaldırmaya hakkı
yoktur. Yer dar gelirse namaz kılan kimse oturanı velev kur'an veya ders okusun
yerinden kaldırabilir. Hatta mahalle halkı kendilerinden olmayan kimseyi
mescidlerinde namaz kılmaktan men edebilirler.
Mahalle halkının
mütevelli tayinine ve iki mescidi bir etmeğe ve aksini yapmağa namaz için
hakları vardır. Ders veya zikir için yapmağa hakları yoktur. Bir mescidde hem
vaaz ediliyor hem kur'an okunuyorsa vaaz dinlemek evlâdır. Mescidin divarlarına
yazı yazmak doğru değildir. Temizlik için mescidden yarasa ve güvercin yuvası
atmakta beis yoktur.
İZAH
Mescidde yemek
veya uyumak isteyen itikâfa niyet ederek girmeli ve niyet ettiği kadar ALLAH'ı
zikir etmeli veya namaz kılmalı sonra dilediğini yapmalıdır. Bu feteva-i
Hindiye'de zikir edilmiştir.
Sarımsak gibi
şeylerden murad: Soğan ve benzeri pis kokusu olan şeylerdir. Sarımsak ve soğan
yiyenin mescide yaklaşmaması hususunda sahih hadis vardır. İmam Aynî sahihi
Buhâri şerhinde şunları söylemiştir:
«Ben derim ki:
Yasak edilmesinin sebebi meleklere ve müslümanlara eziyet vermesidir. Bu
Peygamber (s.a.v.)'in mescidine mahsus değildir. Bu, hususta bütün mescidler
müsâvidir.» Çünkü hadis şerif «mescidlerimize» şeklinde cemi sigasiyle rivâyet
olunmuştur. bazıları şâz olarak buna muhalefet etmişlerdir. Hadisde nassan
bildirilenlere yenilsin yenilmesin bütün pis kokulu şeyler ilhak edilmiştir.
Burada hassaten sarımsağın başka yerde soğanın ve pırasanın zikir edilmeleri
çok yenildikleri içindir. Keza bazı ulema bunlara ağzı kokanları, kokar yarası
olanları da ilhak etmişlerdir. Kasap, balıkçı, cüzamlı ve berslı kimseler ise
evleviyetle ilhak edilirler. (Şâfiilerden) Şuhnun: «Ben cüzamlı ile berslıya
cuma namazı farz olmadığına kaniim.» diyerek bu hadisle istidlal etmiştir.
İnsanlara dili
ile eziyet verenlerde bu hadise ilhak edilmiştir. İbn Ömer bununla fetvâ
verirmiş, Her eziyet veren şeyin mescidde mekruh olması hususunda bu hadis
esastır. Ama özürlülerin fena kokulu şeyler yemekle mazur sayılmaları
ihtimalden uzak görülemez. Çünkü ibn Hibban'ın sahibinde Muğire bin Şube'den şu
hadis rivâyet olunmuştur: «Rasûlüllah (s.a.v.)'in yanına vardım. Üzerimde
sarımsak kokusu duydu. ve: Kim sarımsak yedi? diye sordu. Bunun üzerine elini
tutarak göğsüme götürdüm. Sargılı olduğunu görünce: Senin özrün var!
buyurdular.»
Taberânî'nin
Evsat adlı eserindeki rivâyeti: «Göğsümden rahatsızdım. Ve sarımsak yed;m...»
şeklindedir. Ayni hadiste: «Rasûlüllah (s.a.v.) kendisini tektir etmedi.»
denilmiştir.
Peygamber
(s.a.v.): «Sarımsak yiyen evinde otursun!» buyurması bu gibi fena kokan şeyleri
yemenin cemâata gelmemek için özür sayılacağı hususunda açık delildir. Kezâ
burada biri müslümanlara, diğeri meleklere eziyet olan iki illet vardır.
Müslümanlara eziyet olmasına bakarak cemâatı ve mescidi terk ettiği için mazur
olur. Meleklere eziyet olmasına bakarak da mescidegitmediği için mazur olur.
Velev ki yalnız olsun.» Bu ifade kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Bununla mazur sayılması «özürden dolayı yemişse» yahud «namaz vaktine yakın
unutarak yemişse» diye kayıtlanmalıdır. Tâ ki kendi fiiliyle cemâattan mahrum
kalmış sayılmasın.
«Her akidden»
murad: Mubâdele (değişme) akdi olduğu anlaşılıyor. Tâki hibe gibi şeyler hâric
kalsın.
Eşbah ve diğer
kitablarda açıklandığına göre mescidde nikah akdi müstehabtır. Bu nikah
bahsinde gelecektir.
«şartına
riayetle» ifâdesinden murad: Ticâret için olmayıp kendi veya çoluk çocuğunun
ihtiyacı için malı getirmeksizin akd yapmaktır.
Mescidde mubah
söz dinlemek maksadiyle oturmak bilittifak mubah değildir. Çünkü mescid dünya
işi için yapılmamıştır.
Cellabî'nin namaz
bahsinde: «Mubah söz dünya kelamı sayılır; mescidlerde konuşulması câizdir.
Velev ki A L L A H Teâlânın zikri ile meşgul olmak evlâ olsun.» denilmiştir.
Birî şöyle
demiştir: «Medârik'te beyan olunduğuna göre insanlardan bazıları boş sözü satın
alırlar. Sözden murad: kötü sözdür.
Nitekim mescid
hakkındaki hadisde : Kötü söz hayvanın kuru otu yediği gibi iyilikleri yer.
buyurulmuştur.» Bundan anlaşılıyor ki. yasak edilen söz kötü sözdür. Mubah sözü
konuşmak yasak değildir.
Musaffâ'da:
«Konuşmak için mescidde oturmağa şer'an izin verilmiştir. Çünkü ehli suffa
(Medine mescidinin çıkmasında yaşayanlar) mescide devam ederler; orada uyur
konuşurlardı. Onun için bunu kimsenin men etmesi helâl değildir. Cami'
Burhani'de de böyle denilmiştir.» Şeklinde beyânat vardır.
Nehir sahibinin:
«Mutlak bırakmak daha münâsibtir.» sözü üzerine Tahtavî: «Bu söz nakli delile
muhâlif bir bahistir. Hem bunda şiddetli güçlük vardır.» demişlerdir.
Mescidde kendine
yer tahsis etmek mekruhtur. Çünkü huşuu bozar. Kınye'de de böyle denilmiştir.
Yani bunu âdet edinen bir kimse başka yerde namaz kılarsa aklı fikri o yerde
kalır. Muayyen bir yere alışkanlık olmazsa böyle değildir. Kendine yer tahsis
eden kimse başkasını o yerden kaldıramaz. Kınye'de şöyle denilmiştir: «Bir
kimsenin mescidde muayyen bir yeri olup oraya oturmağa devam ederse başkası
oturduğu zaman Evzâî'ye göre oradan kaldırabilir; bize göre kaldıramaz.»
Bahır'da Nihaye'den naklen: «Çünkü mescid kimsenin mülkü değildir.»
denilmiştir.
Ben derim ki:
Bunu «hemen dönmek niyetiyle kalkmamışsa» diye kayıtlamak gerekir. Meselâ:
Abdest almak için kalkmış olabilir. Bâhusus elbisesini de oturduğu yere koyarsa
orasını önce benimsediği tahakkuk eder.
Serahsî'nin
Siyer-i Kebîr'inde şöyle denilmektedir: «Kezâ kervansaraylara müsafir olmak,
namazı beklemek için mescidlerde oturmak, hac için Minâya veya Arafâta inmek
gibi müslümanların hak yönünden müsâvi oldukları her şey böyledir. Hatta her
sene başkasının iniği yere çadırını korsaötekinin oradan değiştirmeğe hakkı
yoktur. İhtiyacından fazla yer işgal ederse fazla yeri başkasının almağa hakkı
vardır. Bu yeri ondan iki kişi istese dilediğine vermekte serbesttir. İkiden
biri evvela oraya inerde ve ötekini indirmek isterse buna hakkı yoktur. Çünkü
onun zilliyedliğine hak sahibi başka bir zilliyed ârız olmuştur; Onunda
ihtiyacı vardır. Ancak: «Ben bu fazla yeri kendim için değil, bu adamın emri
ile onun nâmına tutmuştum.» Derde buna yemin ederse o yerden çıkarmağa hakkı
olur zira o yerdeki tasarrufunun emir eden için olduğu anlaşılır. Emir edenin
ihtiyacı başkasının onun üzerinde hak isbatına mânidir.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
Hayreddin Remli
diyor ki: «Pazar yerlerindeki oturma yerleri de mescid gibidir. Esnaf bunları
tutarlar kim evvel oturursa hak onundur.
Başkasının onu
kaldırmağa hakkı yoktur. Kalkdığı zaman o yer hakkında herkes müsâvi olur. Ama
Şâfiilerin mezhebi bunun hilâfınadır. Nitekim kitablarında beyân etmişlerdir.»
Bu yerlerden
murad: Ammeye zarar vermeyen yerlerdir. Aksi takdirde oraya oturanlar mutlak
surette kaldırılırlar. Yer dar geldiği zaman namaz kılan oturanı kaldırabilir.
Ben derim ki:
Keza dar gelmez fakat oturuşu safı bozarsa yine kaldırabilir.
Mahalle halkının
mütevelli tâyinine hakları vardır. Velev ki kadı mütevelli tâyin etmesin.
Nitekim İnâye'den naklen evvelce arz etmiştik. Fakat mahalle halkı ders veya
zikir için iki mescidi birleştiremezler. Çünkü mescid bunun için yapılmamıştır.
Velev ki içinde ders ve zikir câiz olsun. Kınye'de de böyle denilmiştir.
«Vaaz dinlemek
evladır.» Sözüne gelince: Anlaşılıyor ki, Bu hüküm Kur'an âyetlerini anlayıp
şer'î mânâlarım tedebbüre ve hikmetli vaazlarından istifadeye kudreti
olmayanlara mahsustur. Çünkü bunlara kudreti olan bir kimsenin kur'an
dinlemesinin evlâ hatta vâcip olduğunda şübhe yoktur. Câhil böyle değildir. O
kur'an okuyandan anlayamadıkların! muallimden ve vaazından anlar. Binaenaleyh
bu onun için daha faydalıdır.
Bahır'da
Nihaye'den naklen bildirildiğine göre mescidin duvarlarına yazı yazmanın doğru
olmaması düşerde üzerine basılır diyedir.
«Temizlik için
mescidden yarasa ve güvercin yuvası atmakta beis yoktur.); Bu söz mukadder bir
sualin cevabıdır. Sual şudur: Peygamber (s.a.v.) «Kuşları yerlerinde bırakın!»
buyurduğu halde yuvayı atmak emre muhalefet değil midir? Cevap: Bu temizlik
içindir. Temizlik ise matlup bir şeydir. Hadis mescidlerden başka yerlere
mahsustur.
METİN
Namazın bir takım
âdabı vardır. Âdabın terki isâet ve muvâheze icap etmez. Sünen-i zevâidi terk
etmek bu kabildendir. Lâkın yapılması efdaldir. Ayakta iken secde yerine, rükû
halinde ayaklarının üzerine, secde de burunun yanı başına, otururken kucağına.
birinci selâmda sağ omuzuna, ikinci selamda sol omuzuna bakmak âdabtandır. Huşû
böyle hâsıl olur.
Esnerken velev
dişi ile dudağını ısırmak suretiyle olsun ağzını kapamakta âdabtandır. Bunu
yapamazsa ağzını sol elinin arkası ile yahud yeni ile kapar. bazıları: Ayakta
ise sağ eliyle. değilse sol eliyle kapayacağını söylemişlerdir. Müçtebâ. Zira
zarûret yok iken ağzını kapamak mekruhtur.
Erkeklerin iftitah
tekbiri anında ellerini cübbelerinin yeninden çıkarmaları dahi âdabtandır.
Meğer ki soğuk gibi bir zaruret buluna.
Âdabtan bazıları
da şunlardır:
1 - Mümkün mertebe
öksürüğünü tutmak, Çünkü özürsüz öksürmek namazı bozar. Bundan sakınmalıdır.
2 - İmam Mihraba
yakınsa müezzin hayyalel felah derken imam ve cemaatın ayağa kalkması.
İmam Züfer buna
muhâliftir. Ona göre Hayya ales Salah derken kalkılacaktır. İbn-i Kemâl. İmam
mihraba yakın değilse en münasibi her safın imam yanına geldiği zaman
kalkmasıdır. İmam ön taraftan girerse cemaat onu gördüğü vakit kalkarlar. Ancak
bir mescitte müezzinliği bizzat imam yaparsa o zaman imam ikameti bitirmedikçe
cemaat kalkmazlar. Zahîriye. İkameti mescidin dışında yaparsa her saf imam
yanına geldiği zaman ayağa kalkar. Nehir.
3 - Kad
kamet-is-Salah denildiği vakit imamın namaza başlaması, fakat ikamet
tamamlanıncaya kadar geciktirirse bilittifak beis yoktur.
İmam ebu Yusuf ile
eimme-i selâsenin kavilleri budur. Mecmâ şerhinde bildirildiğine göre en
mütedil mezhebte budur. Kuhistânî de Hulâsaya nisbet edilerek bu kavlin esah
olduğu bildirilmiştir. FER'Î bir mesele: «Bir kimse namazın farzlarını.
sünnetlerini bilmese kıldığı namaz caizdir. Bunu imam Zâhidî Kınyet-ül-fetevâda
söylemiştir.
İZAH
Âdab edebin
cem'idir. Namazda edeb Rasulullah (s.a.v.)'in bir veya iki defa yaparak devam
buyurmadığı fiildir. Rükû ve sücûd tesbihlerini üçten fazla yapmak bu
kabildendir. Gayet-ul-beyan, İnâye ve diğer kitablarda böyle denilmiştir.
Hılye'nin başında namazın âdabı muhtelif şekillerde tarif edilmiş: «Anlaşılan
edep mendûbe müsavîdir.» denilmiştir.
Süneni Zevâit'ten
murad sünneti gayri müekkedelerdir. Rasulullah (s. a.v.)'in giyinişinde, oturup
kalkmasında, taranmasında, ayakkabı giymesinde vesâiredeki tavır ve hareketleri
bu kabildendir. «Mukabili Süneni Hüdâdır ki bu sünnetler ezan ve cemaat gibi
dinin alametlerini teşkil ederler. Her iki sünnetin mukabili nâfiledir. Mendûp,
müstehap ve edep nâfilenin nevileridir. Bunun tahkikatını abdestin sünnetleri
bahsinde yapmıştık. Abdestin âdâbına huşû için riayet edilir. Zira maksat huşû elde
etmek ve, teklif gösterilen yerlere bakar. Birde bunda kendisini meşgul edecek
şeye
bakmaktan korunmak
vardır.
TENBİH: Zâhir
rivâyede nakledilen kavle göre namaz kılanın gözü secde yerine bakacaktır. Kenz
ve diğer kitablarda bu kadarcığı söylemekle iktifa edilmiştir. Bu hususta
tafsilata gidenler Tahavî ve Kerhî gibi kendilerinden tasarrufta bulunanlardır.
Esnemek namaz
dışında da mekruhtur. Çünkü şeytandan gelir. Peygamberler bundan mahfuzdurlar.
Faide:
Tühfet-ül-Mülûk şerhinde şunu gördüm: «Zâhidî'nin söylediğine göre esnemeyi def
etmenin çaresi peygamberlerin (aleyhim es-Salat-ü ve's-Selam) hiç
esnemediklerini hatırlamaktır. Kudûrî: Biz bunu defalarca tecrübe ettik ve
doğruluğunu gördük demiştir.» Ben derim ki: Onu ben de tecrübe ettim ve doğru
olduğunu gördüm.
Namazda öksürmek
iki şıktan hâli değildir. Bundan murad ya izdırâri öksürüktür yahud değildir.
Izdırarî öksürüğü tutmak mümkün değildir. Fakat ızdırarî öksürüğü tutmak
farzdır çünkü namazı bozar. Şöylede denilebilir: öksürükten murad tabiatın
gerektirdiği ve önüne geçmesi mümkün olan öksürüktür. Böyle öksürüğü mümkün
mertebe tutmak müstehabtır. Teemmül buyurula!
Sonra Hılye'de
gördüm ki öksürmeğe bir nevi sebep olan özürse bilhassa harf çıkaran özür
bulunursa öksürüğü ızdırârî olmayan öksürük mânâsına hamlederek cevap vermiş.
Çünkü bunda hilâftan kurtulmak vardır. Özürden murad, yâ sesi düzeltmek yahud
namazda olduğunu bildirmektir. Namazı bozan şeyler babında görüleceği vecihle
namazda olduğunu bildirmek için boğaz kazımak sahih kavle göre namazı bozmaz.
Şu halde öksürükten murad boğazını kazımaktır. Teemmül eyle!
İmam ve cemaat
müezzin Hayya alel felah derken ayağa kalkarlar. Kenz. Nurul-İzah, Islah,
Zahîriyye, Bedâyî ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Dürer'in metin ve
şerhinde ise Hayya-aIes-Salah dediği zaman kalkacakları bildirilmektedir. Bu
kavli İsmail Nablûsî kendi şerhinde Uyûn-ul-Mezâhibe, feyz, Vikâye, Nikâye,
Hâvî ve Muhtâr nâm eserlere nisbet etmiştir.
Ben derim ki:
Mültekâ metninde bu kavle itimad edilmesi birinci kavil zaiflik bildiren
(denildi ki) lafzı ile hikâye edildiği içindir. Lâkin ibn-i Kemâl birinci
kavlin sahih kabul edildiğini naklediyor! «Zahîre'de bildirildiğine göre imam
ve cemaat üç imamımıza göre müezzin Hayya-alel-Felâh dediği vakit ayağa
kalkarlar. Hasan ibn-ı Ziyâd ile Züfer'e göre ise müezzin Kad kamet-is-SaIah
dediği vakit kalkarlar safa dururlar. Bunu ikinci defa tekrarladığında tekbir
alırlar. Sahih olan kavil üç imamımızın kavlidir.» Şârih «İmam Züfer buna
muhaliftir ilh...» demişse de bu nakil doğru değildir. İbn-i Kemâl'in beyân
ettiğimiz ibâresinede uygun değildir. Ben Zâhîre'ye mürâcâat ettim gördüm ki o
da hilâfı İbn Kemâl'in ondan naklettiği gibi rivayet etmiş. Bedâyî ve diğer
kitablarda da onun gibi nakil edilmiştir. Kod kâmet-is-SaIah denilince imam
namaza başlar. Cemaat ta öyledir. Çünkü ileride görüleceği vecihle İmam-A'zam'a
göre cemaatın imamla beraber niyetlenmeleri efdaldir: «Bu kavlin esah olduğu
bildirilmiştir.» Çünkü bunda müezzine tabi olmak fazîleti ve onun imamla
beraber namaza başlamasına yardım vardır.
METİN
Namaza başlamak
isteyen kimse müktedir ise iftitah tekbiri alır. Yani vücûben ALLAH'u EKBER
der. Cümlenin yalnız mübtedasiyle meselâ: ALLAH demekle namaz başlamış
olmayacağı gibi yalnız Ekber demekle de başlamış olmaz. Muhtar olan kavil
budur. İmamla birlikte ALLAH der ekberi daha önce söylerse yahud imama rükûda
yetişirde ayakta iken ALLAH der ekberi rükû halinde söylerse esah kavle göre
namaz sahih değildir. Nitekim ALLAH'ı imamdan evvel bitirirse yine sahih
değildir.
İsmüllâhı sıfatsız
olarak söylerse İmam-A'zam'a göre namaz sahihtir. İmam Muhammed buna
muhâliftir. Tekbir kelimeleri uzatmadan ayakta yapılır. Çünkü iki hemzeden
birini uzatmak namazı bozar kasten uzatılırsa küfür olur. Esah kavle göre
ekberin bâsını uzatmak dahi böyledir. İmamı rükû halinde bulursa eğilerek
tekbir aldığı takdirde kıyâm haline daha yakınsa namaz sahih olur, rükû
tekbirini niyet etmesi hükümsüz kalır.
İZAH
Bu fasılda
ekseriyetle namaz fiillerinin vasıflarına yani farz veya vacip olduklarına
temas etmeksizin namazın başından sonuna kadar bütün fiilleri öteden beri
yapıla geldiği şekilde beyân edilecektir. Çünkü fiillerin sıfatları evvelce
görülmüştür. Şârih muktedirse sözü ile âcizden ihtiraz etmiştir. Acizin hükmü
ileride gelecektir.
İftitah takbiri
ile yalnız namaza başladığını bildirmek isterse namaza başlamış sayılmaz. Bunu
yukarıda görmüştük tamamı ileride gelecekti.r. Hılye sahibi Münyenin: «Namaza
ancak iftitah tekbiri ile girilir» sözünü izah ederken şunları söylemiştir:
«İftitah tekbiri: Allah'u ekber,
Allah'ul ekber,
Allah'ul kebîr yahut, Allahu kebîr. gibi cümlelerle olur.»
İmam Malik AIIah'u
ekber'i tayin etmiştir. Çünkü tevarüs yolu ile gelen budur. Buna şöyle cevap
verilmiştir. Tevarüs bu cümle ile başlamanın sünnet veya vacip olduğunu
gösterir. Bizde buna kâiliz. Zira İmam A'zam'dan esah rivayete göre Allah'u
ekberden başka cümle ile namaza başlamak mekruhtur. Nitekim Tühfe, Zahîre,
Nihâye ve diğer kitablarda beyan edilmiştir. Tamamı Hılye'dedir. Şu halde geri
kalan lafızlardan biri ile iftitah yaparsa vacip yerini bulmaz. Anla!
Yalnız mübteda ile
namaza başlanmaz. Çünkü cümlenin tam olması şarttır. Nitekim yukarıda geçti.
Muhtar olan kavil budur. Mezkûr kavil İmam Muhammed'in olup zâhir rivayede
İmam-A'zam'dan nakledilmiştir. Ayni zamanda ebu Yusuf'unda kavlidir. Çünkü
ileride geleceği vecihle ebu Yusuf'a göre namazın sahih olması beş lafza
mahsustur. H. «Ayakta tabirinden kelimenin hakikatı kast edilmiştir murad
dimdik durmaktır. Hükmen dikilmek de kast edilmiş olabilir. O da elleri
dizlerine varmamak şartiyle biraz eğilmektir. H.
Buradaki «esah
kavle göre» tabirinden murad zâhir rivâyedir. Ve imama uyması sahih olmadığı
gibi namazın kendisine başlaması sahih olmadığını ifade eder. Esah olan budur.
Nitekim nehirde sirâc'dan naklen beyân edilmiştir. «İsmillâhı sıfatsız olarak
söylerse ilh...» cümlesi yukarda söylenenin tekrarıdır. Sıfattan cümlenin
haberi kast edildiğini gösterir. Fakat bu kavil zaiftir. Zahir rivaye değildir.
Bunu Halebî söylemiştir.
Malumun olsun ki
İftitah tekbirinde uzatma ALLAH kelimesinde olursa ya başında ya ortasında
yahud sonundadır. Başında uzatırsa namaza başlamış olmaz. Namaz içinde iken
uzatırsa namazı bozulur hükmünü bilmezse kâfirde olmaz. Çünkü şübhe etmiş
değildir. Küfür cümlenin mânâsında şübhe etmekten ileri gelir. Ortasında
uzatırsa lâm ile he arasında ikinci bir elif meydana gelecek kadar fazla
uzattığı takdirde mekruh olur. Bazıları muhtar kavle göre namazın
bozulmayacağını söylemişlerdir. Bu ihtimalden uzak değildir. Sonunda uzatırsa
hatadır. Fakat yine bozulmaz, Bu iki surette namaz bozulmadığına bakılırsa
namaza başlamanın sahih olması gerekir.
Uzatma «ekber
kelimesinde olursa evvelini uzattığı takdirde hatâdır namazı bozar. Bunu kasten
yaparsa kâfir olacağını söyleyen)er vardır. Çünkü şübhe mânâsı vardır. Bazıları
kâfir olmaz demişlerdir. Fakat bu şekilde o kelime ile namaza başlamanın caiz
olmaması hususunda ihtilaf olmamak lazım gelir. Uzatma kelimenin ortasında ise
namazı bozar ve o kelime ile namaza başlamak sahih olmaz. Sadr-ış-Şehîd sahih
olduğunu söylemiştir ama «bununla muhâlefet kast etmediği zaman» diye
kayıtlanması gerekir. Nitekim Muhammed bin Mukâtil buna tenbih etmiştir.
Mübtegâ'da namazın fâsid olmadığı çünkü bunun bir eşbâdan (kalın kalın
okumaktan) ibâret olduğu bildirilmiştir ki bir kabilenin lügatıdır. Bazıları
namazın bozulacağını söylemişlerdir. Çünkü «Ekbâr iblisin çocuğunun adıdır.
Bunun bir lügat olduğu sübût bulursa o zaman namazın sahih olması gerekir.
Uzatma kelimenin sonunda ise bazılarına göre namazı bozulur. Bozulmasına
bakarak onunla namaza başlamanın sahih olmaması gerekir. Hılye'de de böyle
denilmiştir. Bu meselenin tam bahisleri Bahır ile Nehir'dedir.
Ben derim ki:
Allâhu'nün hâsını uzatmakla dahi namazın bozulması lazım gelir. Çünkü bu
takdirde kelime «lâh»ın cem'i olur. Nitekim Şâfiî'lerden bazıları bunu
açıklamışlardır. Allahu'nün veya ekberin hamzesini kasten uzatmak küfürdür,
Çünkü sualdir. Bu şahıs indinde Allah teâlâ'nın azamet ve kibriyasının sabit
olmadığını iktiza eder. Kifâye'de böyle denilmiştir. Ama en iyisi Mebsût'un
kavlidir. Orada: «Kasten uzatırsa küfründen korkulur.» denilmiştir. şu da var
ki Ekmel İnâye adlı eserinde bu zevâta itiraz etmiş: «uzatılarak okunan bu
kelime takrir ve kabul için söylenmiş olabilir. Binaenaleyh küfrü ile namazın
bozulmasını icap etmez.» demiştir. Lâkin ona şöyle cevap verilebilir: Kabul
kasdı fesâdı def etmez.Zira Münye şerhinde bildirildiğine göre bir insanın
kendini kabul ve tasdik etmesi doğru değildir. Başkasını tasdik ederse fesâd
lazım gelir. Çünkü muhatabı olur. Bu izâha göre şöyle demek lazım gelir:
«Kasten uzatırsa kâfir olmaz meğer ki bununla şek ve şübheyi kastetmiş ola.
Zira bu takdirde tasdik ihtimali kalmaz. Namazın bozulması ve o kelime ile
namaz başlamanın sahih olmaması için söz yoktur. Velev ki kasten uzatmasın.
Yahud şek şübheyi kast etmesin. Çünkü küfre ihtimali olan bir kelimeyi
söylemiştir. Bu şer'an bir hatadır. Onun için Hılye sahibi: «Namazın
bozulmasının sebebi kelimeyi sual şeklinde söylemesidir. Mânâsını bilip
bilmediği fark etmez. Buna delil uyuyanın konuşmasiyle namazın bozulmasıdır.»
demiştir.
Kıyâm hâline daha
yakın olmak yukarda da geçtiği vecihle ellerini saldığı vakit
dizlerineermemektir. İsmail Nablusî'nin şerhinde Huccet'ten nakledildiğine göre
bir kimse nâfile namaz için rükû halinde iftitah tekbiri alırsa câiz değildir.
Ama nâfile namazı oturarak kılarsa oturarak iftitah tekbiri caizdir.
Ben derim ki:
Bunların arasında fark şudur: Oturarak namaz kılmanın caiz olması her vecihle
kıyâmın halefidir. Rükûa gelince ona bir vecihle kıyam hükmü verilir. Bir
vecihle verilmez. Onun için rükû hâlinde âyet okusa câiz olmaz. Teemmül eyle!
(Rükû tekbirine
niyet etmesi hükümsüz kalır.) yani aldığı tekbir ile iftitahı değil de rükû
tekbirine niyet ederse niyeti hükümsüz kalır. Ve aldığı tekbir iftitah tekbiri
yerine geçer.
Çünkü bu tekbirle
halis zikir kast ettiğine, namaz haricinden bir şey düşünmediğine ve o kimseye
farz olan vazife tahrime olduğuna göre getirdiği tekbir farz yerine geçer.
Çünkü o bir farz yeridir. Farz nâfileden daha kuvvetlidir. Nasıl ki fâtihayı
okumakla zikir ve senâyı kast etse kıraat yerine geçtiği gibi hac da rükün için
cünüp olarak sader için temiz olarak tavaf etse temiz olarak yaptığı tavaf
rükün yerine geçer Ama tekbirle sâdece namazda olduğunu bildirmek isterse iş
değişir. Zira zikri kast etmemiştir. Ağzından çıkan kelime namaza yabancı bir
söz olup onunla namaza başlamak câiz olmaz.
METİN
FER'İ MESELELER:
1 - Bir kimse
imamının tekbir aldığını bilmeyerek tekbir alsa kanaatine göre kendisi imamdan
önce tekbir almışsa namazı câiz değildir. Aksi halde caiz olur. Muhit.
2 - Tekbir ile bir
şey şaştığını yahut müezzine tabi olduğunu kast ederse namaza başlamış
sayılmaz.
3 - Tekbirin râsı
cezmle okunur.
Çünkü peygamber
(s.a.v.): «Ezan cezm, ikamet cezm, tekbir de cezmdir.» buyurmuştur. Mineh. O
hadis ezanda geçmişti.
Namaza ancak
tekbir getirirken niyet etmekle girer. Yani sâdece tekbirle namaza girmiş
olmadığı gibi sâdece niyetlede girmiş olmaz. Her ikisi ile birlikte girer.
Dilsiz ve okumak bilmeyen gibi söylemekten âciz olan kimsenin dilini
kıpırdatması lazım değildir. Kıraat hakkında da sahih kavle göre hüküm budur.
Çünkü vacibi ifâ imkânsızdır. Vacibten başkası ise, ancak delil ile lazım
gelir. Binaenaleyh niyet kâfidir. Lâkin burada kıyâmın şart koşulması ve
niyetin önce yapılmaması gerekir. Çünkü niyet tahrimenin yerine geçer. Ama ben
bunu bir yerde görmedim: «Aksi halde caiz olur.»
İZAH
Yani. kanaatince
(namaz kılanın) imamla birlikte yahud ondan sonra tekbir aldı ise yahud bu
hususta bir fikri yoksa namazı caizdir. Fikri olmadığı halde namazının caiz
olması müslümanın işini doğruya yormak içindir. Lâkin en ihtiyatlı hareket
ikinci defa tekbir almak ve şübheyi yüzde yüz ilimle ortadan kaldırmaktır. Bu
mesele de Fetih sahibi hata etmiştir. Nehir sahibi buna tenbihtebulunmuştur.
Tekbirle şaşmayı
kast meselesini İbn Nüceym Eşbah'ın lügazlar bahsinde, müezzine tabi olma
meselesini de musannıf kesilen hayvanlar bahsinde kitabın metninde zikir
etmiştir. Bu iki meselede ki tekbirle namaza başlamanın caiz olmaması şaşmakla müezzine
icabetin namaza yabancı iki fiil olmasındandır. Bunlar namazı bozarlar.
İsmail Nablusî,
şerhinin namazı bozan şeyler bahsinde şunu söylemiştir: «Bir kimse AIIahümme
salli alâ Muhammed yahud Allah'u ekber der de bununla cevap vermeyi kast ederse
namazı bilittifak bozulur. Müezzine icabet ederse yine bozulur. Namazı
esnasında ezan okursa ezanı kast ettiği takdirde namazı bozulur:
Tekbirin râsı
cezmle okunur. Hılye sahibi şunları söylemiştir: «Sonra bilmelisin ki tekbirde
sünnet, iftitah için olsun namaz için olsun cezmle okumaktır. Ulema buna delil
olarak İbrahim Nehaî kendisine mevkuf ve Rasulullah'a merfû olarak rivâyet
ettiği şu hadisi göstermişlerdir: Ezan cezmdir; ikamet cezmdir; tekbirde
cezmdir. Kâfi sahibi bundan muradın tekbirde harekeyi kalın okumamak; fazla
derinleşmemek, ıfrat derecede ki hemzeyi ifrata vardırmamak ve fazla uzatmamak
olduğunu söylemiştir. Sonra ALLAH'unun He' si hilafsız merfu ötre okunur.
Ra'sına gelince muzmıratta muhit'ten naklen isterse merfu isterse meczum
okuyacağı bildirilmiştir. Mübtegâ'da ise bunda asıl meczum okunmaktır. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) tekbir cezmdir, tesmî de cezmdir buyurmuştur deniliyor.»
Tekbirden murad:
Mutlak zikirdir. Namaza niyet ve tekbirin mecmuu ile girilir. Yani namaza
girmek hususunda niyet müstakil olmayıp tahrimeye bağlı bulunduğundan namaza
giriş ikisi ile beraber mûteber olmuştur. Yalnız birisi ile namaza girilmez.
Nasıl ki hac için ihrama giren bir kimse telbiye getirmedikçe yalnız hacca
niyet etmekle hacca başlamış olmaz. Yalnız niyet eder de telbiye getirmez yahud
sâdece telbiye getirirde niyet etmezse ihrama girmiş sayılmaz.
«Vacibi ifâ
imkansızdır.» Cümlesinden murad dili ile tekbir ve kıraatı söylemektir. «Lâkin
burada kıyâmın şart koşulması ilh.. » cümlesi şöyle izah olunur. Tahrime yerine
niyet kâfi gelince bu, niyetin tahrime yerine geçmesini iktiza eder. Niyet
tahrime yerine geçince tahrimenin şartlarına niyettede riâyet olunur. Ve
niyette ayağa kalkmak, kıyamdan önce yapılmamak şart olur. Çünkü niyet
tahrimenin yerini tutar ama zatından dolayı değildir. Çünkü söylemekten âciz
olmayan bir kimse otururken namaza niyet etse de sonra kalkarak ihram tekbirini
alsa namaz sahihdir. Niyeti önceden yapmasıda böyledir. Nitekim ulema: «Bir
kimse evinde abdest alırda cemaatla namazı kast ederek evinden çıkar ve imamla
beraber namaza girerken niyet hatırına gelmezse konuşmak vesaire gibi namaza
yabancı bir fasıla bulunmadıkça namazı sahihtir.» demişlerdir. Mescide yürümesi
afv olunur. Şârih'in sözünün izahı budur.
Bu bahiste o Nehir
sâhibine tabi olmuştur. Haşiye yazarları da kendisini tasdik etmişlerdir. Fakat
söylediklerinin ihtirazdan hâli kalmadığı meydandadır. Çünkü niyet müstakil bir
şarttır.
Tahrime de diğer
şartlar gibi ayrı bir şarttır. Bir özürden dolayı bir şart sâkıt olurda başka
bir şartlayetinilirse onun yerine başka bir şart konulmuş olması lazım gelmez.
Çünkü şartlar rey ile konulamaz. Onun için şârihde başkasına tabi olarak
başkası ancak delille lazım gelir demiştir. Bu da kıyamdan yahud suyu
kullanmaktan âciz kaldığı vakit oturmanın ve toprağın onların yerine geçmesi
gibidir ki bu hususta delil vardır. Avret yerini örtmekten âciz kalırsa iş
değişir. Çünkü onun yerini tutacak bir şey için delil yoktur. Binaenaleyh
tamamiyle sâkıt olur. Burada dili kıpırdatmak delil bulunmadığı için konuşmak
yerini tutamayınca niyet delilsiz olarak nasıl onun yerini tutabilir? Halbuki
dilini kıpırdatmak konuşmaya niyetten daha yakındır.
METİN
Sonra Eşbah'da
«tabi tabi'dir» kaidesine şöyle denildiğini gördüm:
«Müftâbih kavle
göre tekbir ve telbiyede dili kıpırdatmak lazım, kıraatta lazım değildir.»
Ellerini tekbirden
önce bazılarına göre tekbirle beraber baş parmaklarını kulaklarının
yumuşaklarına değdirecek şekilde kaldırır «kulaklarının hizasına» tabirinden
murad budur. Çünkü hizasına gelmek ancak değmekle yüzde yüz bilinir. Avuçlarını
kıbleye karşı acar. Yanaklarına karşı açacağını söyleyenlerde vardır.
Kadın cariye bile
olsa ellerini parmak uçları omuzları hizasına gelecek şekilde kaldırır. Onun da
erkek gibi kaldıracağını söyleyenler dahi vardır. Bahır'da kadın câriye bile
olsa denilmişse de Nehir'de Sirâc'tan naklen: «Cariye burada erkek gibidir.
Başka yerlerde hür kadın hükmündedir» denilmiştir.
Namaza yine
keraheti tahrimiye ile tesbih, tehlil, tahmid ve diğer ALLAH Teâlâya mahsus
ta'zim kelimelerini söyleyerek başlamak sahihdir. Esah kavle göre velev ki
rahîm, kerîm gibi müşterek kelimelerle olsun.
İmam ebu Yusuf
namaza başlamayı ma'rife ve nekre olmak üzere Ekber ve kebir kelimelerine
tahsis etmiştir. Hulâsa'da Kübâr ve kübbâr kelimeleri de ziyade edilmiştir.
İZAH
Ben derim ki, bir
çok nüshalarında gördüğüme göre; Eşbah'ın ibâresi şöyledir: «Kâide hârici
kalanlardan biri de dilsizdir. Dilini kıpırdatmak lazımdır diyenlere göre
iftitah tekbiriyle telbiyede dilsizin dilini kıpırdatması lazım değildir.» Bazı
nüshalarda (diyenlere göre) tabirinin yerine (müftabih kavle göre) denilmiştir.
Birinci tabir daha
güzeldir. Çünkü Eşbâh sahibinin Bahır nâmındaki eserinde namazın farzı
tahrimedir diye başladığı sırada tahrimede vacip olmadığının sahih kabul
edildiğini söylemesine uyar. Muhit sahibi de buna cezm etmiştir. Lâkin tahrime
ile telbiye arasında fark göstermeğe muhtaçtır. Çünkü imam Muhammed Telbiyede
dili kıpırdatmanın şart olduğunu söylemiştir. Muhit sahibi: «Namazda olduğu
gibi telbiyede de dili kıpırdatmak müstehabtır.» diyor.
Lübâb-ül-Menâsik
şerhinde de böyle denilmiştir, dedikten sonra şunları söylüyor: «Ben derim ki
şu halde hacda dilini kıpırdatmak evleviyetle lazım gelmez. Zira kıraat kat'î
farzdır. Telbiye ise zannî bir iştir.»
Namaza
niyetlenirken eller tekbirlerden evvel kaldırılır sözünü mecmâ sahibi İmam-ı
A'zam'la İmam Muhammed'e nisbet etmiştir. Hidâye sahibi bunu sahih bulmuştur.
Ellerin tekbirle beraber kaldırılacağını Hâniye, Hulâsa, Tühfe, Bedâyî ve Muhît
sahipleri tercih etmişlerdir. Eller kaldırılırken tekbire başlanacak. kulaklara
vardığında tekbir de bitecektir. Bakâlî bu sözü bütün ulemamıza nisbet
etmiştir. Hılye sahibi de onu tercih etmiştir. Burada üçüncü bir kavil daha
vardır ki o da ellerin tekbirden sonra kaldırılmasıdır. Bunların hepsi
peygamber (s.a.v.)'den rivâyet olunmuştur. Hidâye'deki kavil evlâdır. Nitekim
Bahır ve Nehir'de de öyle denilmiştir. Onun için şârih bu kavle itimad
etmiştir.
«Kulakların
hizasına tabiri zâhir rivâye kitablarında ve hadisin bazı rivayetlerinde
mevcuttur. Nitekim Hılye sâhibi bunu bahis mevzuu yapmış ve omuzlara kadar
kaldırır rivayetleriyle aralarını bulmuştur. Omuzlara kadar kaldırır rivayetini
o «eller soğuktan dolayı yenlerin içinde ise» diye te'vil etmiştir. Nitekim Tahavî'de
bazı rivâyetlerden alarak bunu söylemiş, Hidâye sahibi ile başkaları da ona
tabi olmuşlardır. Kemal ibn Hümâm iki rivayetin arasını bulmağa itimad etmiş
ve: «Eller dirseklerden omuzlar hizasına kaldırılınca başparmaklar kulaklar
hizasına varır.» demiştir.
Ebû Davud'un
rivayeti de açıkca böyledir. Hılye sahibi (Şafî'nin kavlı de budur.) demiş;
Nevevî'de bunu tercih ederek Müslim şerhinde cumhur ulemanın meşhur kavli bu
olduğunu söylemiştir.
«Cariye burada
yani ellerini kaldırmakta erkek gibidir. Rükû, sücûd ve oturuş gibi yerlerde
hür kadın gibidir.» Sözünü Kınye sahibi denildi ki ifâdesiyle zaif bir kavil
olmak üzere hikâye etmiştir. Mutemed olan kavil Bahırın söylediğidir. O da bu
hususta Hılye'ye tabi olmuştur.
Kadının do
ellerini erkek gibi kaldıracağını imam Hasan Ebû Hanîfe' den rivayet etmiş:
«Kadın ellerini erkek gibi kulaklarının hizasına kaldırır. Çünkü onun avuçları
avret değildir.» demiştir. Ama metinde bildirildiği vecihle omuzlan hizasına
kaldırmasını Hidâye sahih bulmuş Kunut, bayram ve cenaze tekbirlerinde de bu
şekilde hareket edeceğini söylemiştir.
«Namaza yine
kerahet-i tahrime ile ilah...» cümlesinden murad: yukarda geçen tekbirle
başlamak sahih olduğu gibi tesbih ve emsâli ile namaza başlamak da sahihtir.
Lâkın keraheti tahrimiye ile mekruhtur demektir. Çünkü tekbirle başlamak
vacibtir. Yukarda tekbir lafızlarının içinden ALLAH'u ekberle başlamanın vacip
olduğunu söylemiştik. Hazâin nâm eserde burada şöyle denilmiştir: «Acaba
ALLAH'u ekberden başka bir cümle ile namaza başlamak mekruh mudur? Burada ki
sahih kavil vardır. Tercih edilen kavle göre keraheti tahrimiye ile mekruhtur
ve bunun vacip olması yalnız bayrama mahsus değil her namaza âmm ve şâmildir.
Çünkü rasûlüllah (s.a.v.) bırakmadan buna devam etmiştir.
Diğer ta'zim
kelimeleri: Allah'u ecel - Allah'u e'zam - Errahman'u ekber Lâilâhe illellah -
Tebârekellâh gibi cümlelerdir. Zira delillerde varid olan «Verabbeke
Fekebbir-lelerin mânası ta'zimdir. Bunların anlaşılmayacak yeri yoktur.
Meselenin tamamı Münye şerhindedir.»
Esah kavle göre
rahîm ve kerîm gibi Allah ile kul arasında müşterek kullanılan kelimelerle de
namaza başlanılabilir. Zahîre ve Hâniye sahipleri buna muhalefet ederek cevazı
sırf ALLAH'amahsus olan lafızlara tahsis etmişlerdir. Buradaki hilaf ortaklık
mânâsını giderecek bir sözle beraber değilse diye kayıtlanmıştır. Böyle bir
sözle ise meselâ er-Rahîm bi ibâdetin Kullarına rahim
olan» denilirse
bilittifak müştak olan kelimeleri Allah'u ekber gibi nekre yahut Allah'u
el-ekber gibi ma'rife kullanmakla sahih olur. Sahih olan, tarafeynin
(İmam-A'zam'la imam Muhammed'in) kavlidir. Nitekim Nehir ve Hılye'de de böyle
denilmiştir. Anlaşılıyor ki İmam Ebi Yusuf'a göre el-Ekber, el-Kebir
kelimelerinde nekre okumak câiz olduğu gibi Kübâr ve Kübbâr'da da nekre okumak
caizdir. Araştırılmalıdır. H.
METİN
Nasıl ki Arabça
olmayan kelimelerle başlamak da sahihtir. Hangi dilden olursa olsun! Berdeî,
cevazı Farsçaya tahsis etmiştir. Çünkü Farsçanın bir meziyeti vardır. Hadisi
şerifte: «Cennetliklerin dili Arabça ve Durrî Farsçadır.» buyurulmuştur.
Kuhistânî.
İmameyn âcizliği
şart koşmuşlardır. Hutbe ve namazın bütün zikirleri bu hilafa göredir. Ama
Musannıf: «Yahud Arabçadan başka bir dille iman eder, telbiye getirir. selâm
verir yahud hayvan keserken besmele çekerse veya Arabçadan caiz kalarak o dille
kur'an okursa sahihtir.» diyerek anlattıkları bilittifak caizdir. Hâkimin
yanında şahidlik yapmak ve selam almak dahi böyledir. Aksırana teşmihin
(Yerhamükellah)demenin hükmünü göremedim. Musannıfın kıraatı (namazda kur'an
okumayı) âciz kalarak diye kayıtlaması esah rivayete göre ebu Hanife imameynin
kavline döndüğü içindir. Fetva da buna göredir.
Ben derim ki:
Aynî, namaza başlamayı da kıraat hükmünde tutmuştur. Bu hususta onun selefi
olmadığı gibi kendisini takviye edecek mesnedi de yoktur. Bil'akis
Tatarhâniye'de namaza başlamak, telbiye gibi kabul edilmiş bilittifak câiz
olduğu bildirilmiştir. Bu sözün zâhirine bakılırsa kitabımızın metni gibi
imameynin imam-A'zam kavline döndüklerini gösterir. İmam-A'zam'ın imameyn
kavline döndüğünü göstermez. Bu meselede bir çok bilgisi kıt kimseler
şaşırmışlardır. Hatta Şurunbulâlî bile bütün kitablarında bunu anlayamamıştır.
İZAH
Berdeî'nin
rivayeti zaiftir. Farsça İranlıların konuştuğu dil olup Arabça'dan sonra en
meşhur ve Arabçaya en yakındır. T. Dürrî Farsçadan murad fasîh İran dilidir.
Kuhistânî'nin farsçayı dürrî diye zabtı yersizdir. Halebî'nin ibn Kemâl'den
rivayetine göre Farsça beş lehceden müteşekkildir. Bunlar Heleviyye, Dürriye,
Farsiye, Hursiye ve Süryaniyedir. Heleviyye lehcesini Kisrâlar kendi
meclislerinde konuşurlardı. Dürriye lehcesi ile saray mensupları, fârsiyye
lehcesi ile hâkimler ve emsâli Hursiyy lehcesi Huristan bölgesinin dili olup bu
lehceyi kırallarla eşraf yalnız kaldıkları ve hamama girecekleri zaman
konuşurlardı Suryaniyye suryanın yani Irakın lehcesidir.
İmameyn başka bir
dille namaza girmenin sahih olması için Arabça tekbir almaktan âciz kalmayı
şart koşmuşlardır. Bu hususta mutemed olan İmam-A'zam'ın kavlidir. Hatta
aşağıdaki aczin şart olmadığına ittifak ettiklerini bildiren sözler gelecektir.
Namazın zikirleri hakkında Tatarhâniye de muhit'ten naklen şöyle denilmektedir:
Namazda farsça tesbih eder. dua okur, Allah'a senâdabulunur, eûzü çeker, tehlil
veya teşehhüdde bulunur. Yahud Peygamber (s.a.v.)'e Farsça salavat getirirse
mesele bu hilafa göredir. İmam-A'zam'a göre sahih olur. Lâkin Acemce duanın
mekruh olduğu ileride gelecektir.
Aynî, Arabçadan
âciz kalmanın şart koşulması hususunda ve kezâ ebû Hanife'nin imameyn kavline
dönmesi baında namaza başlamayı kıraatla bir tutmuştur. Çünkü imameyne göre
aciz namazın bütün zikirlerinde şarttır. Nitekim yukarıda geçti: «Bu hususta
onun selefi olmadığı gibi» cümlesinden murad Aynî'den önce bu sözü kimse
söylememiş olmasıdır. Nakil edilen rivayet sadece İmam-A'zam'ın Arabça okumayı
şart koşmak hususunda imameynin kavline döndüğü bundan yalnız aciz meselesini
istisnâ ettiğidir.
Namaza başlamak
meselesi ise bil'umum kitabların rivayetine göre döndüğü aslâ zikir
edilmeksizin ayni hilaf üzeredir. Kenz ve diğer metinlerin ibâresi bu hususta
açık gibidir. Kenz de aciz yalnız kıraatta kayt olarak itibara alınmıştır.
Aynî'nin iddiasını takviye edecek bir delili de yoktur. Çünkü İmam-A'zam
namazda Arabça okumanın şart olması hususunda imameynin kavline dönmüştür. Zira
bize emir edilen namazda Kur'an okumaktır. Kur'an ise Arabça lafızlarla
indirilen nazmin ismidir. Bu hususî nazm mushaflara yazılmış bize de tevatür
yolu ile nakledilmiştir. Arabça olmayan söze ancak mecaz yolu ile Kur'an
denilebilir. Onun için o söze Kur'an değildir demek sahih olur. İmameynin
delili kuvvetli olduğu için İmam-ı A'zam ona dönmüştür.
Farsça namaza
başlamak meselesine gelince burada İmam A'zam'ın delili daha kuvvetlidir. Bu
delil namaza girerken aranan şeyin zikir ve ta'zim olmasıdır. Bu ise her hangi
bir lisanla ve her hangi bir lafızla hasıl olur.
Evet ALLAH'u ekber
lafziyle başlamak vaciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) buna devam etmiştir. Fakat
farz değildir. «Tatarhâniye'de şöyle denilmiştir:» Tahavî şerhinde
bildirildiğine göre bir kimse Farsça tekbir alır veya hayvan keserken Farsça
besmele çeker yahud ihrama girerken Farsça veya her hangi dille telbiye
getirirse Arabçasını söyleyebilsin söyleyemesin bil'ittifak câizdir.»
«Kitabımızın metni
gibi» ifadesinden murad: Kıraatı acizle kayıt ettiği halde namaza girişini
onunla kayıtlamamasıdır. Bundan da imameynin İmam-ı A'zam kavline döndükleri
anlaşılır ki o da Arabçadan âciz olmadığı halde Farsça sözle namaza başlamanın
sahih olmasıdır. Fakat imameynin onun kavline döndüğünü kimse nakletmemiştir.
Bu babta Nakil edilen yukarda arzettiğimiz gibi aralarında hilaf olmasıdır.
Tatarhâniye'nin
sözüne gelince: Onun sözü namaza giriş tekbiri hakkında olduğu açık değildir.
Teşrik tekbirine ve kurban keserken alınan tekbire de ihtimali vardır. Hatta bu
mânâ evladır. Çünkü Tatarhâniye sahibi onu namaz dışındaki zikirlerle beraber
söylemiştir. Kitabımızın metni ise İmam-ı A'zam kavline göredir. Hâsılı şarihin
imameyn kavline döndü iddiasiyle Aynî'ye yaptığı itiraz, imameynin ebu Hanîfe
kavline döndükleri davasında kendi aleyhine variddir. Şârih bu meselede
Şurunbulâli'nin bile şaşırdığını söylüyorsa da şaşıranlardan biri de bizzat
kendisidir. Mültekâ üzerine yazdığı şerh de ve Hazain'de Aynî'ye tabi olmuştur.
Fettal hâşiyesinde
şöyle diyor: «Aynî nüshasının derkenarında şarihin el yazısı ile burada şunu
gördüm: Ey bu söze vakıf olan! Bilmiş ol ki İmam-ı A'zam'ın döndüğü yalnız
Farsça kıraat meselesinde sabit olmuştur. Îftitah tekbirinde döndüğü sabit
olmamıştır. O diğer namaz zikirleri gibi hilaf üzerine bakidir. Nitekim bu
ciheti mecma sarihleri ile ıısul fıkıh kitabları ve bil'umum muteber fıkıh
kitabları yazmışlardır. Bu metnin yani kenz'in açık ifadesi de bil'umum
metinler gibî bunu göstermektedir. Binaenaleyh sen Aynî'ye tabî olma, velev ki
Şurunbulâli bütün kitaplarında ona tabi olmuş bulunsun! Alaeddîn.
Bu mesele Burhan
Tırablûsî'ye dahi gizli kalmış Mevâhib-ür-Rahman adlı metinde şöyle demiştir:
«Esah rivayete göre Arabçadan âciz olmayan kimseye Farsça kıraat ve Farsça
namaza başlamanın caiz olmaması hususunda İmam-ı A'zam imameynin kavline
dönmüştür.»
METİN
Esah kavle göre
Farsça ile ezan okumak ezan olduğunu bilse bile caiz değildir. Bunu Haddâdî
söylemiştir. Zeyleî ise örf ve âdete itibar etmiştir.
F E R' İ M E S E L
E L E R: Bir kimse namazda Farsça okusa yahud Tevrat veya İncilden okusa
okuduğu kıssa ise namazı bozulur. Zikir ise bozulmaz. Bahır nâm eserde Şâzz
kıraatta buna katılmıştır. Lâkin Nehir'de: «En münâsibi bozulmamaktır. Fakat
namaz câiz olmaz. Nitekim hece harflerini söylemek böyledir.» denilmiştir.
Farsça bir veya iki âyet yazmak câizdir. Fazlası caiz değildir. Mushafın altına
farsça tefsirini yazmak mekruhtur.
İZAH
Zeyleî örf ve
âdete itibar etmiştir. Hidâye'de buna cezm edilmiş şârihler de bunu tasdik
etmişlerdir. Kifâye'de Mebsut'tan naklen şöyle deniliyor:
«İmam Hasan'ın ebu
Hanife'den rivayetine göre bir kimse Farsça ezan okurda halk bunun ezan
olduğunu bilirlerse caizdir. Bilmezlerse caiz olmaz, çünkü, maksat namaz
vaktini bildirmektir. Bu hâsıl olmamıştır.
«Okuduğu kıssa ise
namazı bozulur. Zikir ise bozulmaz.» Fetih sahibi iki kavlin arasını bulmak
için bu tafsilatı tercih etmiştir. İki kavilden biri Hidâye'nin: «İncille
beraber namaz caiz olacak kadar Arabça okursa namazın bozulmayacağında hilaf
yoktur.» sözüdür. Diğeri Nesefî ile Kâdıhan'ın: «İmameyne göre namaz bozulur.»
sözleridir. Bunun üzerine fetih sahibi şunları söylemiştir: «O işin olur şekli
şudur ki okunan kısım kıssa yerinden emir ve nehiden olursa mücerred okumakla
namaz bozulur. Çünkü bu takdirde Kur'an'dan başka bir söz konuşmuş olur. Ama
okunan zikir veya tenzih ise yalnız onu okumakla iktifa ettiği takdirde namazı
bozulur. Zira namazı kıraattan hâli bırakmıştır.» Bahır sahibi ona tabi olmuş
Nehir sahibi de onu takviye etmiştir. Şârihin kat'î lisanla söylemesi bundandır.
Nehir'de şöyle
denilmiştir: «Bence aralarında fark vardır. Şöyle ki Farsça aslâ Kur'an
değildir. Zira şeriat örfünde Kur'an denilince Arabçası anlaşılır. Farsça bir
kıssa okuyan kimse insan sözü konuşmuş olur. Şâzz kıraat böyle değildir. O
Kur'an'dır. Yalnız Kur'an olup olmadığında şübhevardır. Binaenaleyh onunla
namaz bozulmaz. Velev ki okuduğu kıssa olsun. Ulema bununla namazın
bozulmayacağına ittifak olunduğuna rivayet etmişlerdir.
Binaenaleyh en
iyisi Muhît'ın te'vilidir. Muhît sâhibi şems-ül eimme'nin sözünü fesad, sâdece
onunla yetindiği zaman lâzım gelir diye te'vil etmiştir.» Yani namazın
bozulması Şâz kıraatı okuduğu için mütevatın kıraatı terk ettiğindendir demek
istemiştir. Lâkin buna şöyle itiraz olunur. Kur'an ALLAH kelamı olduğunda şübhe
bulunmayan bir nazım. Namazda kıraattan zikirden başka bir şeyin okunması
katiyyen memnu'dur. Kur'an olup olmadığı sübût bulmayan kıssa kıraat ve zikir
değildir. Binaenaleyh namaz bozulur. Ama zikir olursa iş değişir. Onun Kur'an
olup olmadığı sübût bulmasa bile insan sözü değildir. Çünkü zikirdir. Lâkin
sâdece onunla yetinirse namaz bozulur. Onunla birlikte namaz caiz olacak kadar
mütevâtir âyet okursa bozulmaz. Bahır sahibinin yaptığı birleştirme budur.
Muhit sahibinin sözünü de ona hamletmek icap eder.
T E T İ M M E:
Kendisiyle bil'ittifak namaz caiz olan Kur'an: İmamların mushaflarında mazbut
olanlardır ki onu Hazreti Osman (r.a.) bütün şehirlere göndermişti. On kıraat
imamının ittifak ettikleri de budur. İcmâ ve tafsil itibariyle mütevatir olan
Kur'an budur. Yediden ona kadar olan kıraatlar şâz değildir. Şâz olan kıraatlar
ondan yukarı olanlardır. Sahih olan budur. Bu hususta ki tahkikin tamamı allâme
Kâsım'ın fetevâsındadır.
«Nitekim hece
harflerini söylemek böyledir.» Yani namaz bozulmaz ama kâfi de sayılmaz.
Şurunbulâlî şerhinde hece harflerini söylemenin şeklini şöyle anlatıyor: «Bir
adam namazında, s, b, ha, I, he, n, yahud a, v, z, l, he, m, n, I, ş, i. ta, n,
dese namaz bozulmaz, lakin Bezzâziye'de bunun hilafı söylenmiştir. Bezzaziye
sahibi: Kıraat miktarı harfleri isimleri ile okumak namazı bozar. Çünkü insan
sözüdür. demiştir. Bezzâzî bunu talak bahsinde söylemiştir. İbn-ı Şıhne diyor
ki: «Bunun mânâsı açıktır. Lâkin Bezzaziye namaz bahsinde Kınye'deki gibi
söylemiştir.»
İmdât sahibi
secde-i tilâvet bâbında Tecnîs ve Hâniye'den naklen bununla secde-i sehiv vacip
olmayacağını fakat namazda kıraat yerini tutmayacağını söylemiştir. Çünkü o
kimse Kur'an okumamıştır. Namaz da bozulmaz. Zira okuduğu harfler Kur'an
harfleridir. Harflerin resminden anlaşılıyor ki maksad harflerin isimlerini
değil müsemmalarını okumaktır. İsimleri s sin, ba, ha, elif, nun ilh dır.
hükümleride böylemidir? Bunu bir yerde görmedim.
«Farsça bir veya
iki ayet yazmak caizdir.» Fetih'te kâfiden naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse farsça
Kur'an okumayı âdet edinir yahud farsça mushaf yazmak isterse men edilir. Bir
veya iki âyet yazarsa men edilmez. Kur'an'ı yazar da her kelimenin tefsir ve
tercemesini yaparsa câiz olur.»
«Mushafın altına
Farsça tefsirini yazmak mekruhtur.» Bu söz yukarıda Fetih'ten naklettiğimize
muhaliftir. Lâkin Hazâin'in derkenarında Şarihin el yazısiyle Müçtebâ'nın hazır
bahsinden naklen şöyle dediğini gördüm: «Bazılarının âdet edindiği vecihle
mushafa farsça tefsir yazmak mekruhtur. Hinduvânî buna ruhsat vermiştir.
Anlaşıldığına göre farsça olmayan bir kayıt değildir. (Başka dille yazılması da
ayni hükümdedir).
METİN
Namaza eûzü
besmele ve havkala gibi kendi haceti ile karışık olan
cümlelerle ve
Allahümağfirli «Allahım beni bağışla» diyerek başlar, yahud bu sözü hayvan
keserken söylerse caiz olmaz. Yalnız Allahümme derse iş değişir. Zira esah
kavle göre bu her ikisinde câizdir. Nitekim ya Allah demek de böyledir. Namazda
erkek bileğini baş ve küçük parmaklariyle tutarak sağ elini sol eli üzerine
bağlar ve göbeğinin altına koyar. Muhtar olan kavil budur.
Kadın ve hunsâ sağ
elini sol elinin üzerinde olarak memesinin altına koyar. Bu hemen tekbir
bittiği gibi yapılır. Esah kavle göre eller salınmaz. El bağlamak kıyâmın
sünnetidir. Bundan anlaşıldığına göre oturan kimse el bağlamaz. Bunu
görmemiştim. Sonra Mecma-ul-en hur'da gördüm ki kıyâmdan murad umumî mânâ imiş,
bunu oturanda yapacakmış. Eller devamı olan ve içinde meşru zikir bulunan kıyam
halinde bağlanır. Senâ, kunut ve cenaze tekbirlerinde salınır. Rükû ile secde
arasında doğrulduğu vakit devamlı kıyam olmadığı için ellerini bağlamak sünnet
olmadığı gibi bayram tekbirleri arasında da sünnet değildir. Çünkü kıyamı
uzatmadıkça bunlar zikir değildir. Fakat uzatırsa ellerini bağlar. Siraciye.
İZAH
Besmelenin kendi
haceti ile karışık olmasını Zahîre sâhibi şöyle ta'lil etmiştir: «Besmele
teberrük içindir. Ve o kimse sanki bu işte bana bereket var. demiş gibi olur.
Zeyleî'nin sözünden anlaşılan bunu tercih etmiş olmasıdır. Hılye'de: «En
muvâfık olanı budur.» denilmiş Nehir sahibi ise bu kavlin sahih kabul
edildiğini Sirâc'dan ve fetevâ-i Merginânî'den nakletmiştir. Bahır sâhibi,
Müçtebâ ile Mübtega'dan besmele ile başlamanın câiz olduğunu nakletmiş ve hâlis
bir zikir olmasına bakarak bunu tercih etmiştir. Delili hâlis zikir şart olan
hayvan kesiminde besmelenin câiz olmasıdır.»
Manzume-i
Veybâniye'de bu kavil kat'î olarak kabul edilmiş ve İmam-ı A'zam'a nisbet
olunmuştur. Vehbaniye şârihi onu, İmam-ı Hulvânî'den Zahiriddîn Merginânî Kâdî
Abd'ül Cebbâr ve şihâp İmâmî'den nakletmiş birinci kavlin imameyne ait olduğunu
söylemiş; rivayetlerin arasını böyle birleştirmiştir.
Havkale (Lâ havle
velâ kuvvete illâ billah) demektir. Havkale ile namaza başlamanın câiz olmaması
mânâ itibariyle dua olduğu içindir. O kimse sanki: «Yârab beni sana günah
işlemekten çevir! Sana itaat etmek için bana kuvvet ver; çünkü güç, kuvvet
ancak seninle mümkün olur. Yâ Allah» demek gibidir.
Namazda erkek sağ
elinin baş ve küçük parmaklarını halka yaparak sol bileğini tutar. Diğer üç
parmağını yayar. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır, Nihâye, Mi'rac,
kifâye, fetih, Sirâc ve diğer kitablarda da bunun benzeri söylenmiştir. Bedâyi
sahibi ise: «Küçük parmağı ile yanındaki yüzük parmağını baş parmağına halka
eder. Orta parmağı ile şehâdet parmağını bileğinin üzerine koyar.» demiş: Hılye
sahibi de ona tabi olmuştur. İsmail Nablûsî'nin şerhinde dahi Müçtebâ'dan
naklen böyle denilmiştir. Fakat muhtâr olan kavil birincisidir. Fetih ve
Tebyinide de böyledenilmiştir. Hadislerde rivayet edilen «tutmak» ve «koymak»
kelimelerini birleştirmiş olmak ve ihtiyaten mezheple amel etmek için ulemadan
bir çokları bu kavli beğenmişlerdir. Nitekim Müçtebâ ve diğer kitablarda da
böyle denilmiştir.
Seyyidi AbdülGanî
Hediyyet-İbn-ül-İmâd şerhinde şöyle diyor: «Bu da söz götürür çünkü ellerini
koyar diyen bütününü kast ettiği gibi tutar diyen de bütününü kastetmiştir.
Binaenaleyh elin bir kısmını tutmak bir kısmını koymak ne tutmak sayılır ne de
koymak! Bence muhtar olan sünnete muvafık olmak şartiyle bunlardan biridir.»
Ben derim ki: Bu
bahis nakledilmiştir. Mi'racta yukardaki sözler Müçtebâ, Mebsût ve Zahiriye'den
nakledildikten sonra şöyle denilmiştir: «Bazıları bunun mezheplerden ve
hadislerden hariç olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh onunla amel etmek
ihtiyat olamaz.» Sonra gördüm ki Şurunbulâlî bu itirazı zikir ederek şöyle
demiş:
Ben derim ki: Şu
halde bazen iki hadisten birinin tavsifine göre, bazen da diğerinin tavsifine
göre amel etmelidir ki iki rivayetin arası hakikaten birleştirilmiş olsun.»
Ben de derim ki
buna şöyle itiraz edilir: Her ne zaman bunların biriyle amel edilirse, öteki
ile amel terk edilmiş olur. Halbuki hadislerde vârid olduğuna göre bazılarında
ellerin salınacağı bazılarında da tutulacağı bildirilmiş. Bunların nasıl
yapılacağı açıklanmamıştır. Ulemânın beğendiklerinde de her ikisi ile amel
vardır. Zira şübhesiz ki tutmakta koymak mânâsı olduğu gibi fazlası da vardır.
Usul kâidesine göre her ne zaman bir birine zıd görünen iki delilin arasını
bulmak mümkün olursa hiç biri terk edilemez.
Kadın ve hunsâ sağ
eli, sol elinin üzerinde olarak memesinin altına koyar. Münye'nin bazı
nushalarında da böyle denilmiş bazılarında ise memesinin üzerine koyar
denilmiştir. Evlâ olan şarihin ellerini göğsüne koyar. demesi idi. Nitekim pek
çok ulema ellerini memelerinin üzerine koyar demişlerdir. Velev ki göğse koymak
bunu istilzam etmiş olur. Meselâ her elin bir kısmı memenin üzerine tesadüf
eder lâkin ifâdeden maksat bu değildir. Esah kavle göre eller yanlara salınmaz.
Zâhir rivaye budur.
Nevâdir'de imam
Muhammed'den rivayet olunduğuna göre.namaz kılan kimse subhâneke okurken
ellerim salar onu bitirince bağlar. Bu söz el bağlamanın zâhir mezhebe göre
devamlı kıyâmın sünneti, imam Muhammed'e göre ise kıraatın sünneti olduğuna
göredir. Hılye. Umumî manadan murad hakiki ve hükmî kıyâmın ikisine de şâmil
olmaktır. Zira nâfile namaza oturarak kılmak bir özürden dolayı, farz ve ona
kılmak olan namazı oturarak kılmak ayakta kılmak gibidir. T. Zâhire göre yan
üstü yatarak kılmakta öyledir. Çünkü o da ayakta kılmanın halefidir. Rahmetî.
«Eller devamlı
olan ve içinde meşru zikir bulunan kıyâm halinde bağlanır.» Malumun olsun ki
Bedâyî'de el bağlamak kararı yani devamı olan kıyâmın sünneti kabul edilmiştir.
Bu kavil imameynin olup zâhir mezheptir. Bazıları el bağlamanın imameynin
kaidesine göre içinde meşru zikir bulunan kıyâmın sünneti olduğunu
söylemişlerdir. Hulvanî, Serahsî ve diğer ulema bunu kabul etmişlerdir.
Hidaye'de de «sahih olan budur.» denilmiş; Mecmâ ve diğer kitablarda bu kavil
tercih olunmuştur. Bahır sahibi iki kaideyi birleştirerek bir kaide yapmış.
Tilmizi olan musannıf ta ona tabi olmuştur. Halbuki Hılye sahibinin
naklettiğine göre Şeyh-ul-İslâm aynı yerde imameynin kavline göre
Şeyh-ul-İslâm'dan rükûdan doğruluşta ellerin salınacağını, başka bir yerde bağlanacağını
söylemiş sonra iki kavli birleştirerek: «bu iki kaidenin muhtelif olmasından
ileri gelmiştir. Çünkü bu doğruluşta mesnun bir zikir vardır ki o da tesmi'
veya tahmiddir. Nitekim Mültekât sâhibi de ayni yoldan yürümüştür.» demiştir.
Bu söz gördüğün gibi iki kaidenin birbirine zıd olmasını iktiza eder.
Sirâc'ın aşağıda
beyan edeceğimiz sözü de bunu te'yid eder. Bundan dolayıdır ki Hidâye sahibi:
«Rükûdan doğrulunca ellerini salar» deyince sahih sahibi kendisine itiraz etmiş
ve: «Bu söz ancak tahmid ile tesmi doğruluşta değil ona intikal ederken
sünnettir. Denilirse tamam olur. Lâkin bu nasların zâhirine muhâliftir ilh...»
demiştir. Evet Molla Mişkîn zikri uzun olmakla kayıtlamıştır. Böyle olursa
Hidâye'ye itiraz ortadan kalkar. Lâkin zikir uzun olunca bundan kıyâmın da
devamlı olması lazım gelir. Ve mesele dönüp dolaşarak Bahır sâhibinin dediğine
gelir.
Meşru olan zikir
farz, vacip veya sünnet olabilir. «Fakat uzatırsa ellerini bağlar.» Yani
cemaatın çokluğundan dolayı tekbirlerin arasını uzatırsa ellerini bağlar. Bu
söz kaide el bağlamanın devamı olan kıyâmın sünneti olduğuna, içinde meşru
zikir bulunan kıyâmın sünneti olmadığına göredir. Bu da gösterir ki bu iki
kavil bir değil ayrı ayrı iki kaidedir.
METİN
Tekbir alıp
ellerini bağladıktan sonra subhânekeyi okur. Ve celle senaüke cümlesini terk
eder. Onu yalnız cenâze namazında okur. Subhâneke ile yetinir ona «Veccehtü
vechiye duasını ilâve edemez. Onu yalnız nâfile namazda ilâve eder. Esah kavle
göre «Ve ene evvelü-l müslimîne» «Ben müslümanların ilkiyim» cümlesini katmakla
namaz bozulmaz. Ancak İmam kıraata başlamışsa cemaat olan kimse mesbûk olsun
müdrik olsun ve kezâ imamı âşikâr okusun okumasın subhânekeyi terk eder. Çünkü
Nehir'de Suğradan naklen «Bir kimse imama kıyâm halinde yetişirse kıraata
başlamadıkça subhânekeyi okur.» denilmiştir. Bazıları: Gizli namazda imama rükû
veya secde halinde bile erse, kanaatince imama yetişecekse subhânekeyi okur.»
demişlerdir.
İZAH
Bedâyî'nin
beyânına göre subhânekeyi vecelle senâüke cümlesini bırakarak okumak zâhir
rivayedir. Çünkü meşhur kitablarda nakledilmemiştir. Binaenaleyh evlâ olan
rivayete bir şey katmamak şartiyle her namazda subhânekeyi mezkûr cümleyi
katmaksızın okumaktır. «Bu sözde Hidâye sahibinin mezkur cümleyi farzlarda
okumaz.» ifâdesinin mefhumu olmadığına işaret vardır. Lâkin Hidâye sâhibi
Muhtarat-ün-Nevâ)zil adlı kitabında şöyle demiştir: «Vecelle senâüke sözü
meşhur kitablarda farzlar hakkında nakledilmemiştir. Nerede rivayet edilmişse
ondan maksat teheccüt namazıdır.» Vecelle senâüke cümlesinin yalnız cenâze
namazında okunacağını Münyet-üs-Sağîr şârihi söylemiş fakat bu sözü kimseye
nisbet etmemiştir. Bunu Hidâye ve Muhtarât-ün-Nevâzil'den maada kimsenin zikir
ettiğini görmedim.
«Nâfile namazlarda
veccehtü vechiye» cümlesini okumak caizdir. Çünkü hadislerde varid olan
haberler buna hamledilmiştir. Binaenaleyh bilittifak câizdir. Müteehhirîn ulema
bunun iftitahtekbirinden önce okunacağını tercih etmişlerdir. Münyede imameyne
göre «veccehtü» cümlesinin iftitahtan yani niyetten önce okunacağı bildirilmiş
«niyetten sonra ittifak okunmaz.» denilmiştir. Lâkin Hılye'de. «Hak olan onun
niyetten önce ve sonra tekbirden önce okunmasının Peygamber (s.a.v.) den ve
eshabından sübût bulmamış olmasıdır.» deniliyor. Hazâin'de de: «Okunacağına
dair varid olan haber esah kavle göre nâfile namazda senâdan sonraya
hamledilmiştir.» denilmektedir. Hazâin'in derkenarında «bunu Zâhidi ve
başkaları sahih bulmuşlardır.» ibâresi vardır.
«Esah kavle göre
«Ve ene evvelül-Müslimîne» cümlesi ile namaz bozulmaz. Bazıları bozulacağını
söylemişlerdir. Çünkü yalan söylemiştir. «Zira bu cümleyi okuyan ilk müslüman
değildir.» Bahır sahibi Hılye'ye tâbi olarak bu sözü red etmiş ve Müslimin
sahihinde sabit olan ve her iki cümleyi ihtiva eden hadisle istidlâlde
bulunmuştur. Bir de: «Bu kimsenin söylediği ancak kendini haber verirse yalan
olur. İbâreyi okursa yalan olmaz. Kendini haber verdiği takdirde bütün ulemâya
göre namaz fâsid olur.» demiştir.
«Ancak imam
kıraata başlamışsa ilh» burada şârih musannıfın ibâresini değiştirmiştir. Çünkü
onun ibâresinden anlaşıldığına göre gizli okunan namazda imam kıraata başlamış
bile olsa ona uyan kimse subhânekeyi okur. Şârih bu kavli zaif görmüştür çünkü
suğra nâm eserde zaifliğine işaret edilmiştir. Vechi şudur: O kimse kırâatı
terk ettiğine göre subhanekeyi evleviyetle terk edecektir.
Ben derim ki:
Musannıfın söylediğini Dürer sâhibi kat'î lisanla ifâde etmiş Mineh nâm eserde:
«Bu kavli Zahire ve Müzmırat sâhibleri sahih bulmuşlardır. Fetvada ona
göredir.» demiştir. Minyet-ül-Musallî sâhibi ile Hazâin nâm eserinde
kitabımızın şârihi ve mültekâ şârihi bunu tercih etmişlerdir. Kâdıhân dahi:
«İmam kıraata başladıktan sonra yetişen kimse hakkında ibn-i Fadl subhâneke
okumaz demiş başkaları ise okuyacağını söylemişlerdir. Burada tafsilat gerekir.
Eğer imam âşikâra okursa subhanekeyi terk eder; gizli okursa subhanekeyi terk
etmez.» diyerek bu sözü tercih eylemiştir. Şeyh-ul-İslâm Hâherzâde dahi bunu
tercih etmiş.
Zahire'de şöyle
ta'lilde bulunmuştur: «Gizli okunan namazda imamı dinlemek farz değil kıraata
ta'zim için sünnettir. Binaenaleyh bu sünnet bizzat maksud değildir. Gizli
namazda cemaatın okumamasını susmak vacip olduğu için, imamın okuması onun da
okuması yerine geçtiği içindir. Subhaneke okumak ise bizzat maksut bir
sünnettir. İmamın onu okuması cemaatın okuması yerine geçmez. Subhanekeyi terk
ederse bizzat maksut olan bir sünneti terk etmiş olması lazım gelir. Âşikâra
okunan namaz hâli bunun hilâfınadır. Binaenaleyh mutemed olan kavil musannıfın
tercih ettiği kavildir. Yani gizli okunan namazda ve imam kıraata başlamış bile
olsa cemaata yetişen kimse subhanekeyi okur.»
«İmama secde
halinde bile erse» cümlesinden murad: Birinci secdedir. Nitekim Münye'de de
böyle denilmiştir. Rükû ve secde hali diye kayıtlamakla oturuş halinde yetişmiş
olsa subhaneke okumamanın evlâ olduğuna işaret etmiştir. Çünkü oturmakta
fazîlete daha ziyade iştirak hâsıl olur. İkinci secde halinde yetişirse yine
subhanekeyi terk etmek evlâ olur. Meselenin tamamı Münye şerhindedir.
METİN
Mezhebe göre
kıraat için gizlice eûzü lafzıyle iftitah tekbirini aldığı gibi istiaze eder.
Gizlice kelimesi iftitafın da kaydıdır. İstiâzeyi fatihadan sonra hatırlarsa
terk eder. Fatiha'yı bitirmeden hatırlarsa eûzüyü çeker. Fatiha'yı yeniden
başlaması gerekir. Bunu Halebî söylemiştir.
Talebe dersi
hocaya okursa eûzü çekmez. Yani çekmesi sünnet değildir, Bunu zâhire sahibi
söylemiştir.
Kıraata
yetişemeyen mesbûk dahi onu kazaya kalktığı zaman eûzü çeker. Ancak imama
vaktinde uyan kimse eûzü çekmez. Çünkü onun için kıraat yoktur. İmam eûzüyü
bayram tekbirlerinden sonra çeker. Çünkü kıraatı tekbirlerden sonra okur.
Cemaattan başkası eûzü çektiği gibi besmelenin kelimelerini söyleyerek besmele
dahi çeker. Hayvan keserken ve abdest alırken olduğu gibi burada mutlak zikir
caiz değildir. Aşikâra okunan namaz bile olsa besmeleyi her rekatın başında
gizlice çeker. Fatiha ile sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet
değildir. Velev ki gizli okunan namaz olsun. Ama çekilse bil'ittifak mekruh
olmaz. Gerçi Zâhidî besmelenin vacip olduğunu sahih kabul etmiş ise de Bahır
sahibi bunu zaif bulmuştur.
İZAH
İstiâze eûzü
lafziyle başlayarak yapılır. Hidâye'de esteizü lafziyle yapılacağı
bildirilmişse de bu söz muteber değildir. Meselenin tamamı Bahır ve
Zeyleî'dedir.
«Fatiha'ya yeniden
başlaması gerekir.» Sözünü Halebî Münye şerhinde söylemiş ve ezcümle şöyle
demiştir: «Eûzü çekmek ancak namaza başlarken meşrûdur. Onu unuturda fatihayı
okursa ondan sonra eûzü çekmez. Hulâsa'da da böyle denilmiştir. Bundan
anlaşılır ki Fatiha'yı bitirmeden eûzüyü hatırlarsa onu çeker. Bu takdirde
Fatiha'yı yeniden okuması gerekir.» Bu anlayış yerinde değildir. Çünkü
Hulâsa'nın «Fatiha'yı okur.» sözünün mânâsı okumağa başlarsa demektir. Zira
Fatiha'ya başlamakla eûzü çekmenin yeri geçmiştir. Aksi takdirde sünneti ifâ
için farzı terk lazım gelir. Vacibi terk dahi lazım gelir. Çünkü Fatiha'yı
yahud onun ekserisini ikinci defa okumak secde-i sehiv icap eder. Halbuki Münye
şerhinde dahi birbuçuk yaprak kadar sonra şöyle denilmektedir: «Fakih ebu
Ca'fer'in Nevâdir'de beyan ettiğine göre bir kimse tekbir alır ve eûzü çekerde
subhanekeyi unutursa onu tekrar okumaz. Kezâ tekbir alır ve kıraata başlarda
subhaneke ile eûzü besmeleyi unutursa bunları dönüp okumaz çünkü yeri
geçmiştir. Secde-i sehiv dahi lazım gelmez. Bunu Zâhidî söylemiştir. Bu
ibâredeki «kıraata başlarda ilh» sözü bizim söylediklerimizi te'yid eder.
«Talebe eûzü
çekmez.» Sözü eûzünün yalnız kur'an okumak için çekileceğine işârettir. Bunu
Zahîre sahibi nakletmiştir. Bundan anlaşıldığına göre istiaze ancak Kur'an
okurken ve namazda meşru olmuştur. Fakat bunun söz götürdüğü meydandadır. Nehir
sahibi şöyle demektedir:
Ben derim ki
Zahire'de nakledilen söz eûzünün meşru olup olmamada değil, sünnet olup
olmaması hususundadır. Yani eûzü çekmek yani Kur'an okumak için sünnettir velev
ki vesveseden korkulan her yerde çekilmesi meşru olsun. Şârih «sünnet
değildir.» Sözü ile buna işaret etmiştir. Lakin bu cevap söz götürür. Çünkü
eûzü çekmek helaya girmezden önce dahi sünnettir. Ancak«Eûzü billâhî min el
hubsi vel habâis lafzı iledir.
Sonra zâhirenin
ibâresi şöyledir: «Bir adam Bismillâhirrahmânirrahim dediği vakit Kur'an okumak
isterse daha önce eûzü çeker, çünkü bu hususta âyet vardır. Söze başlamak
isterse meselâ talebe hocasına dersini okursa eûzü çekmez. Çünkü bununla Kur'an
okumayı arzu etmiş değildir. Görülmüyor mu ki bir adam şükür etmek isteyerek.
Elhamdülillah-i Rabbil âlemîn dese bu sözden önce eûzü çekmeğe muhtaç değildir.
Bu izaha göre cünüp bir kimse bu sözü söyleyerek Kur'an okumayı kast etse caiz
değildir. Fakat söze başlamayı kast ederse caizdir.» Kısaltılarak alınmıştır.
Hâsılı Kur'an'dan
besmele ve hamdele gibi bir şey okurda bundan Kur'an okumayı kast ederse
besmeleden önce eûzü çeker aksi takdirde çekmez. Nitekim söze başlarken besmele
çekmek, talebenin dersini üstazına okurken evvela besmele çekmesi bu
kabildendir. Daha önce eûzü çekmeğe hacet yoktur. Hamdeleden şükûr kast
edilirse hüküm yine budur. Kezâ Kur'an'da olmayan bir şeyi söylerken eûzü
çekmek evleviyetle sünnet değildir. Binaenaleyh Zahîre'nin sözü konuşmağa
başlamazdan önceki eûzu hakkındadır. Başka fiillere şumûlü yoktur. Ve Helâya
girmezden önce eûzü çekmenin sünnet olmasına aykırı değildir.
Kıraata
yetişemeyen mesbûk dahi kıraatı kaza etmek için ayağa kalktığında eûzüyü çeker.
Musannıf burada kıraat üzerine üç fer'î mesele zikir etmiştir ki bunlar ebû
Hanîfe ile imam Muhammed'in kavline binaendir. Onlara göre eûzü çekmek kıraata
tabidir. İmam ebu Yusuf'a göre ise sübhanekeye tabidir. Şu halde ona göre
mesbûk bir kimse sübhaneke'den sonra biri imama uyarken diğeri kazaya kalkarken
olmak üzere iki defa eûzü çeker. İmama yetişen kimse dahi eûzü çeker. Zira o da
subhaneke okur. Nitekim eûzüyü imam olan, yalnız kılan ve bayram namazlarında
sübhanekeden sonra tekbirlerden önce hem imam hem cemaat çekerler. Münye'de
böyle denilmiş; Hulâsa'da bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. Lâkin kâdıhan,
Hidâye sahibi, Hidaye şârihleri. kâfi ve ihtiyar sahipleri ile ekser ulema imam
Muhammed'in kavlini tercih etmiş; eûzünun kıraata tâbi olduğunu söylemişlerdir.
Münye şerhinde: «Biz de onunla amel ederiz.» deniliyor.
Cemaattan
başkasından murad: İmam ve yalnız kılandır. Bunlardan biri euzüden önce besmele
çekerse yerinde yapılmadığı için onu tekrarlar Besmeleyi unuturda Fatiha'yı
bitirdikten sonra hatırlarsa Fatiha için besmele çekmez. çünkü besmelenin yeri
geçmiştir. Yukarda geçtiği vecihle «Fatiha'dan sonra hatırlarsa» sözünün
mefhumu muteber değildir.
Hayvan keserken ve
abdest alırken besmele çekmekten murad mutlak zikirdir.
Besmeleyi gizli
çekmek tabiri bazı nushalarda mevcud değildir. Fakat mutlaka lazımdır.
Kifâye'de Müçteba'dan naklen şöyle denilmiştir: Üçüncüsü bize göre namazda
besmeleyi âşikâra çekmemektir. Şâfiî buna muhaliftir. Namaz dışında rivayetler
muhteliftir. Ulema namaz dışındaki eûzü besmele hakkında dahi ihtilaf
etmişlerdir. Bazıları yalnız eûzüyü gizli çeker; besmeleyi gizli çekmez
demişlerdir. Sahih kavle göre kişi bu hususta muhayyerdir. Lâkin Kuran'dan olan
imamına tâbi olur. Kuran'dan Hamza'dan başkaları besmeleyi âşikâr okurlar Hamza
ikisini de Sizli okumuştur.
«Aşikâr okunan
namaz bile olsa» ifâdesi Münye sâhibine red cevabıdır. O: «Aşikâra okunan namaz
imam besmele çekmez. Yalnız gizli okunan namazda çeker.» demiştir. Fakat büyük
bir hatadır. Bunu. Bahır sahibi söylemiş Bahır şârihi ise «Onu âşikâra çekmez»
şeklinde te'vil etmiştir.
«Fatiha ile sure
arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir» Bu kavil imam Azam'la
imam ebu Yusuf'a aittir. Bedaî sahibi onu sahih kabul etmiştir. İmam Muhammed:
«Gizli okursa sünnet âşikar okursa sünnet değildir.» demiştir. İbni Ziya
Gazneviye şerhinde birinci kavil yalnız imam ebu Yusuf'a nisbet etmiş ve şöyle
demiştir: «Bu ebu Yusuf'un kavlidir. Musaffa nâm eserin fetvânın imam ebu Yusuf
kavline göre yani her rekatın başında gizlice besmele çekeceği
bildirilmektedir. Muhitte ise Muhtar olan imam Muhammed'in kavlidir ki o da her
rekata Fatiha'dan ve her sureden önce besmelenin çekilmesidir. Hasan İbni
Ziyad'ın rivayetine göre yalnız ilk rekatta besmele çeker. Burada ebû Yusuf'un
kavli tercih edilmiştir. Çünkü Fetva lafzı muhtar lafzından daha kuvvetli ve
daha belî'dir. Bir de ebu Yusuf'un kavli ortadadır. Umurun en hayırlısı ise
orta olanıdır. Umdet-ül-musallî şerhin de böyle denilmiştir. Nehir'de burada
Gazneviye şerhinde yapılan nakilde dahi hata edilmiştir. Ondan sakınıver.
Fatiha ile sure
arasında besmele çekilirse bil'ittifak mekruh olmaz. Onun için Zahire ve
Müçtebâ'da bu cihet sarahaten bildirilmiş ve: «Gizli veya âşikâr okunsun Fâtiha
ile sûre arasında besmele çekilirse ebu Hanife'ye göre iyi olur.» denilmiştir.
Bu kavli muhakkıklardan ibn Hümâm ve tilmizi Halebî tercih etmişlerdir. Çünkü
Besmelenin her sureden bir âyet olup olmadığında ihtilaf edildiği için ortada
şübhe vardır. Zâhidî Fâtiha'nın başında besmele çekmenin vacip olduğunu sahih
bulmuştur. Bu kavli Zeylei'de secde-i sehiv bahsinde sahih kabul etmiş, Münye
şârihi dahi bunu kabul ile en ihtiyatlı kavil olduğunu söylemiştir. Çünkü sahih
hadisler peygamber (s.a.v.)in besmeleye devam buyurduğunu göstermektedir.
Vehbaniye şârihi bu kavli ekseriyete nisbet etmiştir. Çünkü Hulvânî: «Ekser
ulemaya göre besmele Fatiha'dandır.» demiştir. Fatihâ'dan olunca onun gibi
okunması da vâcip olur. Lâkin bu kavlin ekser ulemaya aid olduğu kabul
edilmemiştir. Bahır sahibi Zâhidî'nin sözünü zaif bulmuş ve secde-i sehiv
bahsinde şunları söylemiştir: «Bütün bunlar metin ve şerhlerde, fetva
kitablarında beyan edilen zahir mezhebe muhaliftir. Zâhir mezhep besmelenin
vacip değil sünnet olmasıdır. Binaenaleyh onu terk etmekle bir şey lazım
gelmez. Nehir sahibi diyor ki: Hakikatta bunlar tercih edilen iki kavildir.
Yalnız metinler birinciyi almışlardır.» Ben derim ki yani birinci kavil rivayet
yönünden, ikincisi dirâyet yönünden tercih edilmiştir. Allah'u âlem.
METİN
Besmele bütün
Kur'an'dan bir âyettir. Surelerin arasını ayırmak için indirilmiştir. Nemil
sûresindeki besmele bil'ittifak bir ayetin cüz'üdür. Esah kavle göre besmele
Fatiha'dan ve diğer surelerin hiç birinden değildir. Cünüp kimsenin onu okuması
haramdır. İhtiyaten onunla namaz caiz değildir. İmam Malik'in besmeledeki
ihtilafı şüphesinden dolayı onu inkâr eden kâfir olmaz.
Namaz kılan kimse
imam olsun yalnız olsun besmeleden sonra Fatiha'yı ve ondan sonra vûcûbenbir
sure yahud üç âyet okur. Okuduğu bir veya iki âyet olurda üç ayete denk gelirse
kerahati tahrimiye ortadan kalkar. Bunu Halebî söylemiştir. Ama keraheti
tenzihiye ancak sünnet olan miktarı okumakla ortadan kalkar.
İZAH
Besmele Kur'an'dan
bir âyettir. Fakat imam Malik ile bizim ulemamızdan bazıları buna muhaliftir.
Onlara göre besmele asla Kur'an'dan değildir. Kuhistanî diyor ki: «Keşşâf
hâşiyeleri ile telvihte besmelenin Kur'an'dan olmadığı ebû Hanife'den
nakledilen meşhur rivayetlerde bulunmamaktadır. Yani bize göre bu kavil
zaiftir. Demek istiyor. Besmele sûre(erin aralarını ayırmak için indirilmiş
Fatiha'nın evvelinede teberrük için yazılmıştır. Nemil suresindeki besmele
âyetinin başı İnnehü min süleymane sonu ve etuni müslimin dir.
Besmele Fâtiha'dan
değildir. Nehir sahibi: «Bu sözde Hulvâni ile ekser ulemanın besmele Fatiha'dandır
iddialarını red vardır. Zahîre de bu kavil imam ebu Yusuf'un imam-ı A'zam'dan
rivayeti olduğu bildirilmiş ve tercih edilmiştir. En ihtiyat olan da budur.»
demiştir. Nehir sahibinin Hulvânî'den naklettiğini Kuhistânî Muhit'ten Zâhîre,
Hulâsa ve diğer kitablardan naklen beyan etmiştir.
Besmele hiç bir
sureden bir âyet değildir. İmam Şâfiî buna muhaliftir Ona göre Berâe'den maada
bütün surelerde besmele sureden bir âyettir. Cünüb ve o mânâdâ olan hayız ve
nifaslı kimselerin Kur'an kasdiyle besmeleyi okumaları haramdır.
Şârihin
«ihtiyaten» sözü her iki meselenin illetidir şöyle ki: Cumhurun mezhebine göre
besmele Kur'andandır. Çünkü mahallinde mütevatirdir. Bu hususta imam Malik
muhalefet etmiştir. Binaenaleyh cumhurun mezhebine bakarak okumak cünüp kimseye
ihtiyaten haram olmuştur. Hilaf şüphesine bakarak da namazda yalnız besmele ile
iktifa etmek caiz görülmemiştir. Çünkü namazda kıraat yüzde yüz farzdır.
Şüpheli olan bir şeyle sâkıt olamaz. «Onu inkar eden kâfir olmaz.» Cümlesi
besmele hakkındaki işkâle cevaptır. İşkâl şudur:
Besmele mütevâtir
ise onu inkâr edenin kâfir sayılması lazım gelir. Mütevatir değilse Kur'an
sayılmaması lazım gelir. Cevap tahrirde de beyan edildiği vecihle şöyledir:
Kat'î bir şeyi inkar eden kimsenin kâfir sayılması o şey hakkında kuvvetli
şübhe sabit olmadığına göredir. Meselâ bir rüknü inkar etmek bu kabildendir.
Burada ise kuvvetli şübhe mevcuttur. Çünkü imam Malik gibi onu inkar edenler
ilk asırlarda Kur'an olarak mütevâtır olmadığını ve mushafa yazılması şeriatta
onunla işe başlamanın sünnet olduğu şöhret bulduğundan ileri geldiğini iddia
etmişlerdir. Ayet olduğunu isbat edenler ise: İlk çağlar müslümanları
mushafları ALLAH kelâmı olmayan sözlerden korumaya son derece ehemmiyet
verdikleri halde besmeleyi ittifakla mushaflara yazmaları Kur'an olmasını icap
eder. Sünnet sayılması icmâ teşkil edemez. İstiazede sünnettir. Hak şudur ki
besmele Kur'andandır. Çünkü mushafta tevatüren nakledilmiştir. Bu onun Kur'an
olduğuna delildir. Biz onun Kur'an olmasının sûbutunu Kur'an'dır diye tevatüren
şuyû bulmasına bağlı olduğunu kabul etmiyoruz. Kur'an'da şart olan yalnız
yerinde mütevatir olmasıdır. Velev ki bu tevatüren duyulmuşolmasın.»
demişlerdir.
Hâsılı besmelenin
yerinde mütevatır oluşu aslen Kur'an olduğunu isbat eder. Kur'an olduğunun
tevatüren şüyûu ise bu husustaki haberlerin tevatürüne bağlıdır. Onun için
besmeleyi inkâr eden tekfir olunmamıştır. Sair âyetler böyle değildir. Onların
Kur'an olduğunu bildiren haberler mütevatirdir. Bu söylediklerimizden anlaşılır
ki şârihe düşen metni haline bırakmak, İmam Malik'in ihtilafını ibâreye
katmamak idi. Böyle yapsa imam Malik'in onun Kur'an olduğunu inkar etmesine de
cevap vermiş olurdu. Çünkü şübhe imam Malik'in inkâriyle meydana gelmiş
değildir. O daha önce başka cihetten sabit olmuştur.
«Bir sûre yahud
âyet okur.» sözünde bir sûre okumanın efdal olduğuna işaret vardır.
Cami-ul-Fetevâ'da şöyle denilmiştir: «İmam Hasan'ın rivayetine göre ebu Hanife:
Ben farz namazlarda Fatiha'dan sonra iki sûre okunmasını iyi görmem. Ama okumuş
olsa mekruh sayılmaz. Nâfilelerde bunda bir beis yoktur, demiştir. Namazda
okunması sünnet olan miktar. sabah ile öğle namazlarında uzun sureleri, ikindi
ile yatsıda orta, akşam namazında kısa sureleri okumaktır. T.
METİN
«Fatiha bitince»
imama gizlice âmin der nitekim cemâat ve yalnız kılanlarda gizlice âmin derler.
Velev ki gizli okunan namazda olsun. Cemaat olan kimse imamın Fatiha'yı
bitirdiğini işitirse âmin der. Velev ki cuma ve bayram gibi namazlarda kendi
gibi bir cemaatın âmin dediğini işitmişte söylemiş olsun.
«İmam âmîn dediği
vakit sizde âmin deyin» hadisine gelince bu hadis hükmî vücûdi mâlum olan şeye
ta'lik kabilindendir. Binaenaleyh imamdan işitmesine bağlı değildir. Fâtiha
tamam olmakla dahi okunur.
Buna delil: «İmam
Veleddâllîn deyince sizde âmin deyin!» hadisidir. Bu kelime med ile âmîn kasır
ile âmin ve imâle ile eeminü şekillerinde okunabilir. Emmmînü yahud yâ atılarak
âminü okumakla namaz bozulmaz. Fakat bunlardan biri ile kasır yapıldığı emmiin
yahud ikisi ile birlikte uzatarak emmin okunursa namaz bozulur. Bunu yalnız ben
yazmışımdır. Amin bittikten sonra eğilirken rükû için tekbir alır. Kıraatı
tekbirine eklemek mekruh değildir. Bir harf veya bir kelime kalırda onu lirken
tamamlarsa bazılarına göre bunda bir beis yoktur. Münyet-Musallî.
İZAH
Musannıf «imam
gizlice âmin der» sözü ile imam Malik'in muhâlefetine işâret etmiştir. İmam
Malik âmin demeyi yalnız cemaat olan tahsis etmiştir. Ona göre imam âmin demez.
Bu kavli imam Hasan imam-ı A'zam'dan da rivayet etmiştir. «Gizlice» sözü ile de
imam Şâfiî'nin muhalefetine işâret etmiştir. Çünkü ona göre imam ve cemaattan
herbiri âmini âşikâra söyler. «Nitekim cemaat ve yalnız kılanda ilh...»
meselesinde bütün imamlar müttefiktirler. «Velev ki gizli okunan namazda
okusun.» Çünkü aşağıdaki hadisdeki emir mutlaktır. Ve cemaata aittir.
Şârih bu hükmü o
hadisten sonra söylese daha iyi ederdi. Bazıları gizli okunan namazlarda imamı
işitse bile cemaatın âmin diyeceğini söylemişlerdir. Çünkü bu kadarcık
işittirmenin itibarı yoktur. Şârih'in rivayet ettiği hadis Buharî ile Müslim'in
sahihlerinde şu lafızladır: «İmam âmin dediği vakit sizde âmin deyin çünkü bir
kimsenin âmini meleklerin aminine rastlarsa geçmiş günahları afv olunur.»
Hadisi şerif imamla cemaatin âmin demesi gerektiğine delâlet etmektedir. Yalnız,
imam hakkında işaretiyle, cemaat hakkında ibâresi ile delâlet eder. Çünkü ibâre
cemaat hükmünü beyân için getirilmiştir. Sonra şârihin muradı imam Şâfiî'nin
sözüne cevap vermektir. Şâfiî «Bu hadis imamın âşikâre olarak âmin diyeceğine
delildir. Çünkü cemâatın âmin demelerini imamın âminine bağlamıştır.» der.
Cevap şudur: Âmin yeri bellidir. İmamın veleddallin dediğini işitmek kâfidir.
Zira şârih imamdan bu sözden sonra âmin demesini istemiştir. Binaenaleyh hadisi
şerif hükmi vücûdu mâlûm bir bağlamak kabilindendir. Her iki tarafın delilleri
mufassal kitablardadır. Bundan anlaşılıyor ki bir kimse imamdan uzak olurda
onun okuduğunu hiç işitmezse âmin demez. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir.
Yani âmin yerini işitmediği için âmin demesi gerekmez. Meğer ki yukarda arz
edildiği vecihle kendi gibi bir cemaatın âmin dediğim işitmiş olsun. O zaman
âmin der.
İkinci hadisin
tamamı şöyledir: «Zira melekler âmin derler. Bir kimsenin âmini meleklerin âmin
demesine rastlarsa geçmiş günahları afv olunur..) Bu hadisi Abdürrezzak, Nesaî
ve ibn-i Hıbbân rivayet etmişlerdir. Nevevî'nin Müslim şerhinde şöyle
deniliyor: «Sahih ve doğrusu şudur ki murad âmin vaktinde meleklere muvafakat
etmektir. Bazıları sıfat, huşû ve ihlâsta muvafakat olduğunu söylemişlerdir.
Sonra bu meleklerin hafaza olduğunu söyleyenler ve hafaza olmadığını
söyleyenler vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) başka bir hadiste: «Âmîni
göktekilerin söylediğine tesadüf ederse ilh...» buyurmuştur.
Âmin demek hadiste
emir olunduğu için sünnettir. Bu kelimenin Kur'an'dan olmadığına ulemâ ittifak
etmişlerdir. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir En meşhur ve en kasim
okunuşu uzatarak âmîn şeklinde okumaktır. Âmîn diye çekmeden okumakta
meşhurdur. Manâsı kabul et demektir. T. imâle uzatarak okunduğu vakit yapılır.
Çekilmeyen yerde İmale mümkün değildir. İmâlenin hakikatı fethayı kesreye
kaydırarak okumaktır. Eşmûnî'nin târifine göre eliften sonra elif bulunursa
yâya kaydırılarak okunur.
Şârih «namaz
bozulmaz» ifâdesi ile sözünün sünnet nasıl ifâ edileceğine değil namazın
bozulmamasında olduğuna işâret etmiştir. Çünkü sünnet ancak med, kasır ve imâle
şekilleri ile hâsıl olur. Nitekim bunu Tahtavî'de rivayet etmiştir. Âmmin
demekle mezhebimizin müftabih kavline göre namaz bozulmaz. Çünkü bu şekil
kelimenin lügatlarından biridir. Kur'an'ı Kerim'de de mevcuttur. Bunu Vâhidî
rivayet etmiştir. Mânâsı Hulvânî'nin dediği gibi «İcâbetini dileyerek sana dua
ediyoruz.» demektir, Zirâ âmmîn dileyenler mânâsına gelir. Ulemamızdan bir
cemaat âmmîn şeklinin lügat olduğunu kabul etmemiş bununla namazın bozulduğuna
hüküm vermişlerdir. Bahır.
Bu şekil Teâlâ
Hazretleri kelimenin ikinci sureti âmin
nin «Veyleke âmin
Yazık sana iman et» kerimesinde mevcuttur. Nitekim İmdat'ta bildirilmiştir.
Kasırla emminü derse namaz bozulur. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de böyle bir kelime
yoktur. Bazıları Eminü şeklinde okunursa dahi bozulacağını söylemişlerse de bu
söz götürür. Çünkü bu şekilKur'an'ı Kerim'de mevcuttur. Teâla Hazretleri fein
êminü buyurmuştur.
Hâ Yani bundan
dolayıdır ki Bahır ve Nahir sahipleri bu şekilden bahis etmemişlerdir.
Emminü okunduğu
takdirde dahi namaz bozulur. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de böyle bir kelime yoktur.
Şârih'in saydıkları sekiz veche olup bunların beşi sahih üçü namazı bozar
(sahih olanlar: âmin - êemin - eemin - âmmin - âmin'dir. Sahih olmayanlar
(emmin - emin - emmin kelimeleridir. Dokuzuncu bir şekil daha vardır ki o da
emmin' dir bu da namazı bozar. Çünkü Kur'an'ı Kerimde yoktur. Ben derim ki:
Sekizinci ile bu dokuzuncuyu Bahır sahibi zikir etmiş ve: «Bunların ikisinde
namazın bozulması ihtimalden uzak görülemez.» demiştir.
«Eğilirken rükû
için tekbir alır» sözü tekbirin eğilirken başlayıp sırt dümdüz olduğu zaman
biteceğini gösterir. Bazıları ayakta iken tekbir alınacağını söylemişlerdir.
Sahih olan birinci kavildir. Nitekim Müzmeratta'da öyle denilmiştir. Tamamı
Kuhıstanî'dedir. Kırâatı tekbire eklemenin misâli Allâhu ekber ve emmâ
bini'meti rakkike fehaddisillahu ekber' dir. Fehaddis kelimesinin son harfi et
tâi sakinin sebebiyle kesre okunur. H.
Kuhistânî'de beyân
edildiğine göre musannıfın «sonra rükû için tekbir alır.» sözü tekbirin
kıraatla birleştirilmeyeceğine delâlet eder. Ama bu bir ruhsattır. Efdâl olan
birleştirmektir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Ebu Yusuf'tan rivayet
olunduğuna göre, Ben bazan kıraatı tekbire eklerim. Bazan eklemem demiştir.»
Tatarhâniye'de bu
hususta güzel bir tafsilat vardır. Şöyle ki: Sûrenin sonu ve kebbirhu tekbirâ
gibi sena ile bitirse eklemek evlâdır.
değil de:inne şâni
eke hüvel ebter gibi biterse ayırmak evladır.
Durakta durur.
Fasılayı yapar sonra rükû için tekbir alır. Şârih «Bazılarına göre bunda beis
yoktur.» Sözü ile bu kavlın itimad edilmeyen kavil olduğuna işâret etmiştir.
İtimad edilen kavil «sonra eğilirken rükû için tekbir alır.» diyerek işâret
ettiğidir. Çünkü bu söz kıraâtın bütününü tamamladıktan sonra tekbir alarak
rükûa gidileceği hususunda açıktır, ve esah olan da budur. Binaenaleyh şârih
her iki kavle işaret ettiği gibi birincinin mu'temed ikincinin zaif olduğunu en
kısa ibâre ve en latif işâret ile göstermiş demektir. Şarih'in kelamında ihmal
yoktur. Nitekim Kemâl sahiplerine gizli değildir.
METİN
Ellerini dizleri
üzerine koyarak onlara dayanır ve kuvvet bulmak için parmaklarını açar.
Topuklarını birbirine yapıştırmak ve baldırlarını dik tutmak sünnettir. Sırtını
çantıları ile birlikte düz tutar başını da kaldırmaz ve eğmez. Rükû'da en az üç
defa tesbih eder tesbihi hiç yapmaz veya noksan bırakırsa tenzihen mekruh olur.
İZAH
Rükûda,
topuklarını birbirine yapıştırmak sünnettir. Ebu's Suûd: «Secde halinde de
böyledir. Bu sünnetler bahsinde de geçmiştir.» diyor. Sünnetler bahsinde geçen:
«Secde de topuklarını birbirine yapıştırmak sünnettir.» sözüdür. Şübhesiz ki bu
bir göz hatasıdır. Çünkü şârihimiz bunune Dürrü muhtârda ne de Dürr-ü Müntekâ
da zikir etmemiştir. Başkasının zikir ettiğini de görmedim. Evet: Olabilir ki
bu mânâ rükûdan anlaşılmıştır. Rükûda topukları bir birine yapıştırmak sünnet
olunca ondan sonra onları ayırmaktan bahis etmemişlerdir. Esası olan secde
halinde de yapışık kalmalarıdır.
Musannıfın
«ellerini dizleri üzerine koyar.» derken sünnettir. Sözünü de kullanması
gerekirdi. Tâ ki elleri dizlere koymak, üzerlerine dayanmak, parmakları açmak,
topukları yapıştırmak, baldırları dik tutmak, sırtı yaymak ve düz tutmanın
hepsi sünnet olduğu anlaşılsın. Nitekim Kuhistânî'de böyle denilmiştir.
Kuhistânî: «Bazularını açarak, parmaklarını dikerek ibârelerini de ilâve etmek
gerekir. Çünkü bunlar da sünnettir.» demiştir. Nitekim Zahîdî'de zikir
edilmiştir. Mi'rac sahibi diyor ki: «Müçtebâ' da beyan edildiğine göre bunların
hepsi erkek hakkındadır».
«Kadına gelince: O
rükûda hafifçe eğilir, parmaklarını açmaz, bilakis toplar. Ellerini sâdece
dizlerinin üzerine koyar. Dizlerini büker, kollarını açmaz. Çünkü bunlar onun
örtünmesine daha elverişlidir. Veciz şerhinde hunsânın da kadın hükmünde olduğu
bildirilmiştir.» Baldırlarını dik tutmak sünnettir. Avamdan bir çoklarının
yaptığı gibi bunları kavisleştirmek mekruhtur. Bahır.
Rukû tesbihlerini
tamamen terk etmek veya noksan bırakmak kerahet-i tenzihiye ile mekruhtur. Bu
tesbih emrinin müstehap mânâsına alındığına göredir. Bahır. Mi'rac'ta
bildirildiğine göre ebu Hanîfe'nin tilmîzi ebu Mutî' Belhî: «Üç defa tesbih
farzdır.» demiştir. İmam Ahmed'e göre bir defa tesbih vacibtir. Nitekim secde
de tesbih, tekbirler, tesmî ve iki secde arasında dua da böyledir. Bunu kasten
terk ederse namazı bâtıl olur. Yanılarak terk ederse bâtıl olmaz. Kuhistanî'de
«vacip olduğunu söyleyenler vardır» denilmiştir. Bu kavil bizim mezhebe göre
üçüncü bir kavildir.
Hılye'de beyân edildiğine
göre tesbihin emir buyurulması ve devamla yapılması vacip olduğunu takviye
etmektedir. Binaenaleyh yanılarak terk edilirse secde-i sehiv, kasten
bırakılırsa namazını iâdesi lazım gelir. Bu bahiste allâme İbrahim Halebî dahî
Münye şerhinde Hılye sahibine uymuş Bahır sahibi ise bunlara şu cevabı
vermiştir: Peygamber (s.a.v.) bedeviye namazı öğretirken tesbihi söylememiştir.
Bu da emri vücûp mânâsına hükümden değiştirir. Lâkin Münye şerhinde Halebî
böyle bir itiraz yapılacağını hissederek şu cevabı vermiştir: «Biri çıkarda
şöyle diyebilir:
Bu ancak namazda
Rasulullah (s.a.v.)'ın bedeviye öğrettiğinden başka vacip yoksa doğrudur. Fakat
ona öğretmediği başka vacipler vardır. Meselâ: Fatiha'yı tayin etmek zammı sûre
yahud üç âyet okumak bedeviye öğretmediği vaciblerdendir. Bunlar başka delille
sabittir. Burada da niçin öyle oluvermesin!»
Hâsılı rükû ve
secdede üçer tesbih getirmenin lüzumu hakkında mezhebimizde üç kavil vardır.
Delil yönünden bunların en tercihe şayan olanı mezhebin kaidelerine göre vacip
olmasıdır. Binaenaleyh bu kavle itimad gerekir. Nitekim Kemâl İbn-i Hümâm ile
ona tabi olanlara rivayet yönünden rükûdan doğrulmanın, iki secde arasında
oturmanın ve bunların her ikisinde âza sükûnet bulacak kadar durmanın vacip
olduğuna itimad etmişlerdir. Bu yukarda da geçmişti. Rivayet yönünden ise en
şâyanı tercih kavil sünnet olmasıdır. Çünkü meşhur kitablarda söylenenbudur.
Ulema tesbihlerin üçten az bırakılması mekruh olduğunu üçden ziyâdenin ise tek
sayıda bitirmek şartiyle beş, yedi veya dokuza kadar çıkarılmasının müstehap
olduğunu söylemişlerdir. Ama bu imam olmayan hakkındadır. İmam olursa cemaata
bıkkınlık vermemek üzere uzatmaz.
Namazın sünnetleri
bahsinde ebu-l-Yüsr'un usulünden naklen demiştik ki: Sünnetin hükmü: İfâsına
teşvik terkinden dolayı zem olunmak birazda günaha girmektir. Bu söz sünnet
bırakılırsa tenzihden yukarı tahrimdende aşağı bir kerahet hâsıl olacağını
gösterir. Böylece Bahır sahibinin: «Burada ki kerahet-i tenzihidir. Çünkü fiili
müstehabtır.» Sözünün zaif olduğu meydana çıkar. Velev ki şârih ve başkaları
ona tâbi olmuş bulunsunlar.
T E N B İ H: Rükû
tesbihînde Subhâne rabbiyel azîm demek sünnettir. Ancak (za) harfini söylemezse
azîm yerine kerîm der tâ ki dili (azîm) deyivermesin çünkü böyle derse namaz
bozulur. Dürerül-Bıhar şerhinde de böyle denilmiştir. Bu bellenmelidir. Çünkü
avam bundan gâfildir (za) yerine (ze) yi söylerler.
METİN
Rükûu yahud
kırâatı gelen yetişsin diye uzatmak tahrimen mekruhtur. Yani geleni tanır da
uzatırsa mekruhtur. Aksi takdirde uzatmakta beis yoktur. Uzatmakla Allah'a
yaklaşmayı kast ederse bil'ittifak mekruh olmaz. Lâkin bu nâdirdir. Buna riyâ
meselesi derler. Ondan korunmak gerekir.
İZAH
Gelen yetişsin
diye kırâatı veya rükûu uzatmak kerâhati tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü Bedâyi
ve Zahîre'de imam ebu Yusuf'tan şu rivayet vardır: «Bu meseleyi ebu Hanife ile
ibn ebî Leylâ'ya sordum ikisi de mekruh gördüler. Ebu Hanîfe o kimseye büyük
bir şey lazım geleceğinden - yani şirkten - korkarım dedi.» Hişâm'da İmam
Muhammed'den bunu mekruh gördüğünü rivayet etmiştir. Kezâ imam Malik'le yeni
mezhebin imamı Şâfiî'den dahi mekruh gördükleri rivayet olunmuştur.
Bazıları İmamı
A'zam'ın «müşrik olur.» Sözünden tevehhüme kapılarak o kimsenin kanının da
mubah olduğuna fetvâ vermişlerdir. Halbuki hazreti imam sâdece ameldeki şirki
kast etmiştir. Çünkü rükûun evveli ALLAH Teâla için idi sonu, gelen kimsenin
hatırı için olur. Ama gelen kimse için tezellül ve ibâdeti murad etmedikçe
kâfir olmaz. Meselenin tamâmı Hılye ve Bahır'dadır.
Son oturuşu selâm
vermeyip uzatmak dahi mekruhtur. Sirâc'ta bu mesele de ihtilâf olduğu
bildirilmiş ve bu husustaki sözün namaz kılan hakkında olduğuna işârette
bulunmuştur.
Namazdan önce
beklerse; Bezzaziye'nin ezan bahsinde şöyle denilmiştir: «Cemâat yetişsin diye
ikâmeti beklerse câizdir. Cemâat toplandıktan sonra bir kişiyi dahi beklemek
câiz değildir. Meğer ki huysuz ve yaramaz ola. «Yani geleni tanır da uzatırsa»
ifâdesi Münye şerhinde ekser ulemaya nisbet edilmiştir. Çünkü o zaman bekleyişi
ibâdet ve hayra yardım için değil dostluk için olur. Geleni tanımazsa
uzatmasında beis yoktur. Çünkü tâata yardım olur. Lâkin cemâatı sıkmayacak
kadar uzatmalı mu'tattan bir veya iki tesbih miktarı fazla durmalıdır.
Beis yoktur sözü
ekseriye yapılmasa daha iyi olur mânâsında kullanılır. Burada da öyle
olmakgerekir. Zira ALLAH'a ihlas bulunmamak şübhesiyle yapılan bir ibâdetin
terki şübhesiz efdaldir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Sona şübhe veren şeyi
bırak, şübhe vermeyeni yap» buyurmuştur. Şu da var ki bu rekata yetişmeye
yardım için de olsa bunda tembelliğe ve vakti gelmeden namaza hazırlanıp
koşmayı terk etmeye yardım eder. Binaenaleyh terki evlâdır. Ama kalbine bir şey
gelmeksizin sırf ALLAH'a yaklaşmak için uzatırsa mekruh olmaz. Bilakis efdâl
bile olur. Lâkin böylesi pek nâdir bulunur. ALLAH'a yaklaşmaktan murad rekata
yetişmeye yardım etmek de olabilir. Çünkü bunda Allah'a ibâdet için kullarına
yardım vardır. Onun için yukarda beyân ettiğimiz şübheden dolayı terki efdal
olur. Burası Münye şerhinden kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Rekata yetişmek için yardım kasti şer'an matlûp ve makbul bir şeydir. Sabah
namazında birinci rekatın uzatılması bil'ittifak meşrudur. Başka namazlarda
cemâata yardım için uzatmanın meşru olup olmaması ihtilaflıdır. Çünkü sabah
zamanı uyku ve gaflet zamanıdır. Nitekim sahâbe Peygamber (s.a.v.)in fiilinden
bunu anlamışlardır. Münye'de «imamın cemâata sünneti tamamlatmayacak kadar işi
acele tutması mekruhtur.» denilmiştir. Hılye'de Abdullah bin Mubârek, İshak,
İbrahim ve Sevrî'den naklen: «İmamın beş defa tesbih etmesi müstehabtır. Tâ ki
gelen üç tesbihe yetişebilsin.» denilmiştir. Bu izaha göre gelen kimseye yardım
kasdı ile beklemek, ona iyi görünmek veya utanmak gibi bir şey hatırına
gelmemek şartiyle efdaldir. Onun için Mi'rac'da El-Cemi-ul-Esgar'dan naklen o
imamın me'cûr olduğu nakledilmiştir. Çünkü Teâlâ hazretleri: «İyilik ve takvâ
hususunda birbirinize yardım edin.» buyurmuştur.
Tatarhaniye'nin
ezan bahsinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ'da bildirildiğine göre. bazı
kimseler yetişsinler diye ezanı geciktirmek ve kıraatı uzatmak haramdır. Bu
uzatıp geciktirmekte, cemâata usanç verecek derecede, dünya ehli olanlara meyl
ettiği vakittir. Hulâsa hayr ehline yardım için azıcık geciktirme mekruh
değildir.»
Tahtavî şöyle
diyor: «Anlaşılıyor ki imamın rükûu, tekbir alan bir kimse yetişecek kadar
uzatması ALLAH'a yaklaşmaktan ma'duttur. Çünkü imam o kimse yetişmeden başın
rükû'dan kaldırırsa gelen kimse o rekata yetişdim zanneder. Nitekim avâm
takımından bir çokları bunu yapar ve yetişdim zanniyle imamla birlikte selam
verir. İmam da namazını yeniden kılmasını veya tamamlamasını kendisine
söylemeye imkân bulamaz.»
METİN
Bilmiş ol ki
rükünlerde imama tabi olmanın lüzûmuna ibtina eden şeylerden bazıları
şunlardır: İmam rükû veya sücûttan başını cemaat üç tesbihi tamamlamadan
kaldırırsa cemaatın ona tabi olması vacibtir. Aksi de öyledir. Ve imamdan önce
başını kaldıran cemâat tekrar rükûa döner. Bu iki rükû sayılmaz. Ama cemaat
teşehhüdü bitirmeden selâm vermesi yahud üçüncü rekata kalkması böyle değildir.
Burada cemâat ona tâbi olmaz teşehhüd vacip olduğu için onu tamamlar. Fakat
tamamlamasa da câiz olur. Cemaat teşehhüd dualarını okurken imam selâm verirse
cemaat ona tabi olur. Çünkü bu dualar sünnettir. İnsanlar bundan gâfildir.
Sonra tesmî yaparak rükûdan başınıkaldırır.
Valvalciye'de
:«İmam nûnu lama tebdil ederek okursa namaz bozulur.» denilmiştir. Tesmî
cümlesinin sonunda cezimle mi yoksa hareke ile mi duracağı hususunda iki kavil
vardır.
İZAH
Namazın vâcipleri
bahsinde cemaatın imamı tâkibi hususunda yeteri kadar bahsettik. Oradaki
tahkikatımız neticesinde farz ve vaciplerde imamdan geri kalmamak manasına
takibin vacip, sünnetlerde sünnet olduğu anlaşıldı. Şu halde burada
«rükünlerde» diye kayıtlamak söz götürür. Halbuki rükû veya secdeden doğrulmak
ya vacip ya sünnettir. Şu da var ki musannıf burada imama tabi olmaktan bahis
etmedi ki sözü ona bina edilmiş olsun. Şârih'in buradaki «Cemâatın ona tabi
olması vâciptir.» Sözünü evvelce geçen «rukû'da üç defa tesbih eder.» ifâdesine
ibtina ettirmesi gerekirdi. Çünkü üç tesbih mezhepte meşhur ve mutemed olan
kavle göre farz veya vacip değil sünnettir. Binaenaleyh ondan dolayı vacip olan
mütabeat (yani imama tâbi olup onu takip) terk edilemez.
Cemâat üç tesbihi
tamamlamadan imam başını rükûdan veya secdeden kaldırırsa cemâatın ona tâbi
olması hususunda iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre cemaatın imama
tâbi olmaları vaciptir. Bahır'da da böyle denilmiştir. «Aksi de böyledir.» Yani
imam tesbihleri tamamlamadan cemâat rükû veya secdeden başını kaldırırsa, imama
tâbi olmaları yine vaciptir. Tekrar dönerek imamla birlikte rükûu tamamlar.
Dönmezse keraheti tahrimiye irtikâp etmiş olur. Rükûa dönmesi iki rükû
sayılmaz. Çünkü bu dönüş müstakil rükû yapmak için değil ilk rukûu tamamlamak
içindir. H.
Cemâat teşehhüdü
bitirmeden imam selâm verir veya üçüncü rekata kalkarsa o rekatı imamla
birlikte yetiştiremeyeceğinden korksa bile imama tâbi olmaz. Bunu Zahîre sahibi
açıklamıştır. Mutlak olan bu söz, imama ilk veya son teşehhüd esnasında uyana
da şâmildir. O oturduğu vakit imam kalkar veya selâm verirse cemaat olanın
teşehhüdü tamamlayıp kalkması iktiza eder. Ama ben bunu açık olarak bir yerde
görmedim. Sonra Zahire'de ebu-l-Leys'den naklen şöyle denildiğini gördüm:
«Bence muhtar olan teşehhüdü tamamlamasıdır. Ama tamamlamazsa namazı câizdir.»
Hamd ALLAH'a mahsustur. «Fakat tamamlamasa da câiz olur.» Yani teşehhüdü
tamamlamazsa keraheti tahrimiye ile namazı sahihtir. Nitekim bunu Halebî
söylemiştir. Tahtavî ile Rahmetî onunla münâkaşa etmişlerdir. Münye şerhinin şu
ifâdesinden anlaşılan budur: «Hâsılı farz ve vaciplerde gecikmeden imamı tâkip
etmek vaciptir. Buna başka bir vacip engel olursa bırakması gerekmez. Bilâkis
onu yapar. Sonra imamı tâkip eyler. Çünkü o vacibi yapmak tamamiyle imamı
takipten alıkoymaz Sâdece geciktirir. Ama vacibi tamamen bırakırsa bu imamı
tâkibi tamamen ortadan kaldırır. Binaenaleyh birini biraz geciktirmek suretiyle
iki vacibi birden ifâ etmek birini tamamen bırakmaktan evlâdır. Ama sünnetin
ârız olması böyle değildir. Çünkü sünnetin terki vâcibi geciktirmekten
evlâdır.»
Ben derim ki: Bu
ibâreden anlaşıldığına göre teşehhüdü tamamlamak vâcip değil evlâdır. Lâkin
burada şöyle bir itiraz vârid olabilir: Burada vacip olan mütâbeatın mânâsı
geciktirmemektir. Binaenaleyh teşehhüdü tamamlamaktan mütâbeatın tamamen terk
edilmesi lazım gelir. Ve şöyle ta'lil gerekir: Mezkûr mütâbeat ancak ona başka
bir vacip ârız olmadığı zaman vacip olur. Nasıl ki selâm almak vacibtir. Ama
hutbe dinlemek te vacibtir. Bu vacip ârız olunca selâm almak sâkıt olur. Bunun
iktizasıda teşehhüdü tamamlamanın vacip olmasıdır. Lâkin ta'lîlin aksi iddia
edilerek şöyle denilebilir: Teşehhüdü tamamlamak ona imama tâbi olmanın vücûbu
ârizî olmadığı zaman vacibtir. Evet ulemanın «Ona tabi olmaz.» sözleri
teşehhüdü tamamlamanın hâlâ vacip olduğuna, imama tâbi olmanın sukût ettiğine
delâlet eder. Çünkü namaz kılanın içinde bulunduğu fiil ondan sonra ârız olacak
fiilden daha kuvvetlidir. Zahîreye'den naklettiğimiz de böyledir. Şu halde
ulemanın «fakat tamamlamasada câiz olur.» sözlerinin mânâsı kerahet-i tahrimiye
ile sahih olur demektir. Teşehhüd vaciptir diye ta'lilleride bunu gösterir.
Çünkü imama tâbi olmak ta vâcip olsaydı bu ta'lil sahih olamazdı.
Teşehhüd duaları
salavâta şâmildir. Münye şerhinde de böyle açıklanmıştır.
Tesmî yapmaktan
murad: Semiallahülimen Hamideh demektir. Bundan anlaşılır ki rükûdan
doğrulurken tekbir almaz. Muhit'te buna muhâlif olarak tekbir almanın sünnet
olduğu bildirilmiş ve «Tahâvî bununla amel tevatüren sabittir. Çünkü Peygamber
(s.a.v., Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Ebu Hüreyre (Radıyellâhü anhüm) her eğilip
doğruldukça tedbir alırlardı» diye iddia edilmiş olsa da bu sünnettir. Mi'rac
sâhibi kendisine cevap vermiş: «Tekbirden murad bütün rivayet, eser, ve
haberlerde ALLAH Teâlâyı ta'zîm bildiren zikirdir.» demiştir. Nûnu lâma
çevirerek okumak limen hamd yerine limel hamd demekle olur. Bu namazı bozar.
Lâkin Münyet-ül-Musallî'nin namazda yanılanlar bahsinde: «Namazın bozulmaması
ümid edilir.».. denilmiş ayni eserin şerhinde Halebî «Mahreç yakın olduğu için»
diyerek bozulmamanın illetini göstermiştir. Anlaşıldığına göre bunun hükmü
pelteğin hükmü gibidir. Kınye sahibi bunu beğenmiş hatta Hılye'de: «Hulvanî'nin
beyânına göre sahabeden bazıları bunu Peygamber (s.a.v.)'den rivayet
etmişlerdir. Böyle okumak bazı Arab kabilelerinin lehçesidir.» denilmiş sonra
En'amte - dinüküm - vemenfûşü kelimelerindeki nun'ların lame tebdili ile
namazın bozulması lazım gelip gelmeyeceği hususunda ulemanın ihtilaf
ettiklerini Haddâdî'den nakletmiştir.
«Tesmî cümlesinin
sonunda cezmle mi yoksa hareka ile mi durulacağı hususunda iki kavil vardır.»
Hamidehu kelimesinin sonundaki hê'nin durak için geldiğini söyleyenlere göre
hamideh diyerek cezmle durur. Hê zamirdir; diyenlere göre onu hareke ve işbâh
ile okur. Fetevâ-i sofiye'de ikinci şeklin müstehap olduğu bildirilmiştir.
Şârihin Fetevâ-i Sofiye muhtasarında bildirildiğine göre Muhitin ifâdesinden
anlaşılan tehayyür «yani okuyanı muhayyer bırakmak»dır. Sonra şöyle demiştir:
«Bu hâ zamir değil isimdir. Binaenaleyh hiç bir suretle sâkin okunamaz. Bu
vecih daha beli' dır. Çünkü ALLAH'ın isimlerinde izhâr ızmardan (yani ismi
söylemek zamirle ifâde etmekten» daha ziyâde ta'zim ifâde eder. Bustî'nin
tefsirinde böyle denilmiştir.
Muhit'te: «Çünkü
Hâ yı harekelemek daha ağır ve meşekkatlidir. İbâdetin efdali ise meşekkatli
olanıdır.» cümlesi ziyâde edilmiştir. Hâsılı kavaid iktizâsı Ha durak içinse
sâkin okunur. Zamir iseharekelenmez. Yalnız cümle arasında harekelenir.
Durulduğu vakit harekeleneceğini söyleyenlerin murâdı: Kırâat imamlarınca meşhur
olan revm olmak ihtimâli var. Bu Hâ nın bazı sofiyyenin dedikleri gibi ALLAH
teâlânın isimlerinden biri olduğu sübût bulursa hiç bir suretle sâkin okunması
doğru olamaz. bilakis zamme ve işba'la okunması gerekir. Tâ ki sâkin vâv
meydana çıksın.
Seyyid-i
Abdülgânî'nin bir risalesi vardır ki orada Sofiyyenin mezhebini tahkik etmiş hu
kelimesinin onların ıstılahında galebe yolu ile ALLAH Teâlâ'ya alem (yani özel
isim) olduğunu bunun bir zamir olmayıp zâhir isim sayıldığını bildirmiştir.
Seyyid-i Abdülganî bunu bir cemaattan nakletmiştir ki bunlardan bazıları sâm,
(Beyzâvî hâşiyesinde) Fâsi, (Delâil şerhinde) İmam Gazâlî, Cîli ve
başkalarıdır. Fakat burada maksadın bu olduğu zâhirin hilâfınadır. Onun için
Mi'rac sahibi Fevâid-i Hamidiye'den naklen: Hamideh kelimesindeki hâ durak ve
istirahat içindir. Zamir hâ sı değildir. Mutemed ulemadan böyle nakledilmiştir.
Müstesfâ'da Hâ nın zamir olduğu bildirilmiştir. Tatarhâniye'de ise: «Enfe'da
bildirildiğine göre hâ durak ve istirahat içindir.» denilmiş, Hüccet'de bunun
cezmle okunacağı hareke gösterilmeyeceği ve hüve şeklinde de telaffuz
edilmiyeceği açıklanmıştır.»
METİN
İmam sâdece tesmi
ile yetinir. İmameyn «Ona gizlice tahmidi de katar.» demişlerdir. İmama uyan da
tahmidle yetinir. Tahmidin en fazîletlisi «Allahümme Rabbenâ velekel hamd»
demektir. Sonra vâyı hazf ederek söylemek gerekir. Ondan sonra yalnız
Allahümme'yi hazf ederek söylemek gelir. Mûtemed kavle göre yalnız kılan kimse
tesmî ve tahmidin ikisini de yapar. Rükûdan doğrulurken tesmîi doğrulduktan sonra
da tahmîdi yapar. Ve dümdüz durur. Çünkü evvelce geçtiği vecihle bu ya sünnet
ya vacip veya farzdır. Sonra secdeye inerken tekbir alır ve evvela dizlerini
yere koyarak secde eder. Çünkü dizleri yere yakındır. Sonra ellerini yere
koyar. Ancak bir özür bulunursa koymayabilir. Sonra evvelce görüldüğü vecihle
evvelâ burnunu arkasından yüzünü iki elinin arasına koyar. Bunu rekatın sonunu
başına kıyas ederek ve kıbleye dönmek için el parmaklarını bir yere toplayarak
yapar. Kalkarken aksini yapar.
İZAH
İmameyne göre imam
rükû'dan doğrulurken tesmîi âşikar yaptığı gibi gizlice tahmîdi de yapar, bu
kavil imam-A'zam'dan da rivayet olunmuştur. Fadlî Tahavî ve müteehhirinden bir
cemaat bu kavle meyl etmişlerdir. Hâvil Kudsî sahibi onu tercih etmiş
Nur-ul-İzah'da dahi bu kavil üzere yürünmüştür. Lâkin metinler İmam A'zam'ın
kavline göre yazılmıştır. Tahmidin en faziletlisi Allahümme rabbenâ velekel
hamd ! demektir. Ondan sonra fazîletçe vâvı atarak Allahümme rabbenâ lekel
hamd, Ondan sonra yalnız Allahümmeyi atarak Rabbenâ velekel hamd, ondan sonra
da Rabbenâ lekel hamd, gelir Mutemed kavle yalnız kılan kimse tesmî ile
tahmidin ikisini de yapar. Bu husustaki üç sahih kavlin mutemed olanı budur.
Şârih Hazâin'de bu kavlin esah olduğunu söylemiştir. Hidâye, Mecmâ, ve Mültekâ'da
dahi böyle denilmiştir.
İkinci kavi imama
uyan gibi olmasıdır. Mebsût'da bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir. «Yani
yalnıztahmidi yapar.»
Üçüncü kavil imam
gibi olmasıdır. (Yani yalnız tesmîi yapar) Sirâc sahibi Şeyh-ul-İslâm'a nisbet
ederek bu kavlin sahih olduğunu söylemiştir. Bakânî: «Mutemed olan birinci
kavildir.» demiştir.
Rükûdan
doğrulduktan sonra dümdüz durmaktan maksad tâdili erkândır. Nitekim İnâye'de
bildirilmiştir. Bu ifâde te'kid için getirilmiştir. Çünkü mutlak kıyâm ancak
vücudun ait ve üst kısmının doğrulmasiyle olur ekseriyetle halk bundan gâfil
olduğu için musannıf bu te'kidi yapmaya mecbur kalmıştır.
Tâdili erkân İmam
A'zam'la İmam Muhammed'e göre sünnet, Kemâl ibn-i Hümâm'la tilmizî'nin
tercihine göre vacip İmam ebu Yusuf'a göre farzdır. Bu kavlı Tahâvî uç imamdan
nakletmiştir.
Secdeye inerken
tekbir almaktan murad: İnme hareketinin başında tekbire başlayıp sonunda
bitirmektir. Secdeye inmek için dümdüz doğrulmak gerekir. Beli doğrulmadan
secdeye inerse namaza bir rükû daha ilave etmiş olur. Tatarhâniye'nin sözü buna
delâlet eder. Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse namaz kılarda konuştuktan
sonra bir rükû terk ettiğini hatırlarsa bakılır. Ulema ve ehli takvâ namazı
kılmışsa o namazı tekrarlar. Avam namazı kılmışsa tekrarlamaz. Çünkü takvâ
sahibi âlim iyice doğrularak secdeye gider. Avamdan olan bir kimse ise eğilerek
secdeye iner. Bu ise rükû'dur. Çünkü biraz eğilmek rükûdan hesap edilir.»
Secdeye inerken
evvelâ dizlerini sonra ellerini sonra yüzünü yere koyar. Buradaki tâdil erkâna
da riâyet eder. Yere evvelâ sağ dizini sonra sol dizini koyar. Nasıl ki
Kuhistânî'de böyle denilmiştir. Lâkin Hazâin'de böyle denilmeyip: «evvelâ
dizlerini sonra ellerini yere koyar, meğer ki mestten veya başka bir şeyden
dolayı beraberce yere koymak güç gele! Bu takdirde ellerinden başlar ve önce
sağ elini yere koyar.» denilmiştir. Bedâyî, Tatarhâniye, Mirac, Bahır ve diğer
kitablarda da böyle denilmiştir. Bu sözün müktezâsı. Evvela sağ eli yere koymak
ancak elleri dizlerden önce yere koymaya sebep olan bir özür bulunduğu
takdirdedir. Dizleri koyarken sağdan başlamak yoktur. Anlaşılan budur. Çünkü
bunda güçlük vardır. «Sonra evvelce görüldüğü vecihle evvelâ burnunu arkasından
yüzünü iki elinin arasına koyar.» Evvelce görüldüğü vecihleden murad: Yere
yakın olmasıdır. Şârihin ibâresi bahırdan alınmadır. Lâkin Bedâyi'de şöyle
denilmiştir: «Sünnetlerden biri de evvelâ alnını sonra burnunu yere koymaktır.
Bazıları evvelâ burnunu sonra alnını yere koyacağını söylemişlerdir.
Tatarhaniye'de ve Tahavî şerhinden naklen Mi'rac'da dahi böyle denilmiştir. Bu
evvelâ alın yere konulur diyenlerin kavline itimad edileceğini, aksini
söyleyenler bazı kimselerden ibâret olduğunu gösterir.
Secde ellerin
arasına yapılır. Öyle ki başparmakları kulakları hizâsına gelmelidir.
Kuhistânî'de de böyle denilmiştir. İmam Şâfii'ye göre ellerini omuzlarının
hizasına koyar. Birinci kavil Müslim'in Sahihinde, ikincisi Buharî'nin
sahihindedir. Muhakkıklardan Kemâl ibn-i Hümâm bunların ikisininde sünnet
olduğunu tercih etmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) zaman zaman her ikisini
yapmıştır. İbn-i Hümâm: «Şu kadar vardır ki birinci kavil efdâldir. Çünkü onda
sünnet olan kollarını açmak vardır.» demiştir. Münye ve Şurunbulâlîye şârihleri
de kendisini tasdik etmişlerdir.
Rekatın sonunu başına
kıyâs etmekten murad: Namaza niyetlenirken başını nasıl ellerinin arasına
alırsa secde de dahi öyle yapar demektir. Geri kalan rekatlar ilk rekata
mülhaktır. Parmaklarını da birbirine yapıştırır. Zeyleî ve diğer kitablarda
bildirildiğine göre parmakları birbirine yapıştırmak yalnız burada, birbirinden
ayırmak ta yalnız rükûda menduptur. Parmakları kıbleye çevirmenin en iyi yoluda
budur. Çünkü onları aralasa baş parmakla küçük parmak kıbleden başka tarafa
doğru dönerler. Bu ta'lili Hazâin şârihi Şumunnî ve başkalarına nisbet etmiş ve
şunları söylemiştir: «Bahırda bunu ta'lil ederken rahmet secdede iner.
Parmaklar bir araya toplanmakla daha çok rahmet elde edilir. denilmiştir.»
«Kalkarken aksini yapar.» yani secdeden evvela yüzünü sonra ellerini, sonra dizlerini
kaldırır. Acaba evvelâ burun yere konur diyenlere göre secde de evvelâ burun mu
kaldırılır? Hılye sahibi: «Bu hususta açık bir kavle rastlamadım.» demiştir.
METİN
Burnuna yani
burunun serî yerine ve alnına secde eder. Alnın uzunluğuna hudud şakaktan
şakağa. genişliğine hududu kâşların dibinden kafa kemiğine kadardır. AInın
ekserisini yere koymak vaciptir. Bazıları az da olsa bir kısmını yere koymak
nasıl farz ise ekserisini yere koymak da farzdır demişlerdir. Secde halinde
alınla burunun birisini yere koymakla yetinmek mekruhtur. İmameyn özürsüz
olarak sadece buruna secde etmenin câiz olmadığını söylemişlerdir. İmam
A'zam'ın dahi bu kavle döndüğü sahihtir. Fetvâ buna göredir. Nitekim biz bunu
Mültekâ şerhinden yazdık.
İZAH
Burunun yalnız
yumuşak yerine secde etmek bil'ittifak câiz değildir. Bahır alnın kitabımızda
çizilen hududunu Hazâin şârihi Tecnis'den naklen Münye şerhine nisbet etmiş
sonra şunları söylemiştir: «Bazıları alnın hududu başın ön tarafından iki
yanının arasıdır, demiş. Bir takımları kaşların üstünden saç biten yere kadar
olduğunu söylemişlerdir. Bu daha açıktır. Mânâ birdir.» Alnın ekserisini mi
yoksa az da olsa bir kısmını mı yere koymak farz olduğu hususunda ihtilaf
edilmiştir.
Burada iki kavil
olup tercih edilenine göre alnın az da olsa bir kısmını yere koymak farzdır.
Ekserisini yere koymak vacibtir. Çünkü buna Rasûlullah (s.a.v.) devam
buyurmuştur. Mi'rac'da beyân edildiğine göre secde de alnın her tarafını yere
koymak bil'ittifak şart değildir. Az da olsa bir kısmına secde etmekle yetinmek
caizdir. Şârih Mültekâ şerhinde şöyle demiştir: «İmam A'zam'ın bu kavle döndüğü
sahihtir. Nitekim Burhan' dan naklen Şurunbulâlî'de dahi böyle denilmiştir.
Fetvâ buna göredir. Mecme'da, ve şerhlerinde keza Vikâye'de ve şerhlerinde,
Cevhere, Sadr-'ş-Şeria. Aynî Bahır, Nehir ve diğer kitablarda dahi böyle
denilmektedir.» Allâme Kâsım'ın sahih kavli bildirirken söylediğine göre
imameynin kavli İmam A'zam'dan bir rivayettir. Ve fetvâ buna göredir. Ama bu
kavli İbn Hümâm Fetih'de müşkil görmüş: «Yalnız burun üzerine secde etmekle
yetinmek câiz değildir. Demekten kitap üzerine haber-i vahidle yani: Ben yedi
kemik üzerine secde etmekle me'mur oldum. Hadisi ile ziyâde lazım gelir.»
demiştir.
Kemâl ibn-i Hümâm
sözüne devamla şunları söylemiştir: «Hak şudur ki bu hadisin ve alınla burun
üzerine secdeye devam buyurmasının müktezası bunun vacip olmasıdır. İmam
A'zam'ın kavlikerahet-i tahrimiyeye imameynin kavlide her ikisinin vücûbuna
hamledilirse hilâf ortadan kalkar.» Münye şârihi bunu tasdik etmiştir. Bahır
sahibi dahi bunu tasdik etmiş ve ilâveten şöyle demiştir: «Delil burnun üzerine
dahi secde etmenin vâcip olmasını iktiza eder. Nitekim Kenz ve musannıfın
sözlerinden anlaşılan da budur. Zira kerahet mutlak söylenirse kerahet-i
tahrimiye anlaşılır. Müfîd ve Mezid'de bu açıklanmıştır. Bedâyi, Tühfe ve
İhtiyar'da «burunun üzerine secdeyi terk etmek mekruh değildir.» denilmişsede
bu kavil zaiftir.»
METİN
Ayni eserde: «Ayak
parmaklarını velev bir tanesini olsun kıbleye doğru yere koymak farzdır. Aksi
takdirde namaz câiz değildir. Halk bundan gafildir.» demiştik. Nitekim
sarığının katı üzerine secde etmek de tenzihen mekruhtur. Meğer ki özürden
dolayı ola. Velev ki bize göre sağrının katı alnının bütünü veya bir kısmı
üzerinde bulunmak şartiyle secde sahih olsun nasıl ki yukarıda geçti.
İZAH
Ayni eserde yani
Mültekâ şerhinde kezâ Hidâye'de ayak parmaklarının bir tanesini olsun yere
koymanın farz olduğu bildirilmiştir. Her iki ayağın yere konmasını ise Kudûrî
secde de farz olduğunu söylemiştir. Secde ederde iki ayağının parmaklarını
yerden kaldırırsa namaz câiz değildir. Bunu Kerhî ve Cessâs'da söylemiştir. Bir
ayağını yere koyarsa caizdir. Kâdıhân mekruh olduğunu söylemiştir. İmam
Timurtaşî'nin bildirdiğine göre farz olmamakta eller ve ayaklar müsâvidir. Şeyh-ul-İslâm'ın
Mebsûtun' da kezâ Nihâye ve İnâye'de söylenenlerde buna delâlet eder. Müçtebâ
sâhibi şunları söylemiştir:
«Ben derim ki:
Kerhî'nin muhtasarı ile Muhît ve Kudurî'den anlaşıldığına göre ayaklarından
birini yerden kaldırırda diğerini kaldırmazsa namaz câiz değildir. Ben bazı
nushalarda bu hususta iki rivayet olduğunu gördüm.»
Feyz ve Hulâsa
sahipleri bir ayağın kalkmasiyle namaz câiz olur kavlini tercih etmişlerdir. Bu
suretle meselede üç rivayet hasıl olmuştur. Birinci rivayete göre; ayakları yere
koymak farzdır. İkinci rivayete göre; bir ayağını yere koymak farzdır. Üçüncü
rivayete göre; ayakları yere koymak farz değildir. Anlaşıldığına göre
sünnettir. Bahır sahibi Şeyh-ul-İslâm'ın ayakları yere koymak sünnettir.
Dediğini söylemiştir. Binaenaleyh keraheti tenzihi olur. İnâye sahibi bu üçüncü
rivayeti tercih ederek: «Hak budur.» demiş; Dürer sahibi de onu tasdik
etmiştir. Bu kavlin izâhı şudur: Secdenin tahakkuku ayakları yere koymağa bağlı
değildir. Binaenaleyh ayakları yere koymanın farz olması kitap üzerine haber-i
vahidle ziyade demek olur. Lâkin Münye şârihi bunu red etmiş ve: «İnâye
sahibinin hak budur demesi haktan uzaktır. Zıddı daha haktır. Çünkü ona yardım
edecek bir rivayet olmadığı gibi dirayette de onun sözünü kabul etmez. Zira
farza ulaşmak ancak bir şeyin mevcud olmasına bağlı ise o şeyde fazdır.
İmamlarımızdan gelen rivayetler elleri ve dizleri secde halinde yere koymanın
sünnet olduğunu gösterdiğine, farz olduğuna delâlet eden hiç bir delil
bulunmadığına göre ayakları yahud ayaklardan birini yere koymanın farz oluşu
alnını yere koymaya imkân bulabilmek zaruretinden dolayı taayyün etmiştir. Bu
imamlarımızdan rivayet gelmemişolduğuna göredir. Halbuki bu hususta onlardan
rivayet çoktur. Mecmâ şarihinin sözleri de bunu te'yid eder.
Mecmâ şârihi secde
de el ve dizlerin yere konmasının sünnet olduğuna şöyle istidtâl etmiştir:
Secdenin hakikatı yüz ve ayakları yere koymakla hâsıl olur... ilh. Kezâ
kifâye'de Zâhidî'den naklen zahir rivayet Kerhî'nin muhtasarında
söyledikleridir. Sirâc sâhibi kat'î olarak bunu kabul etmiş ve secde halinde
ayakların kaldırılması câiz olmadığını, birinin kaldırılması caiz olduğunu
söylemiştir. Feyz'de «bununla fetvâ verilir.» denilmiştir. Şu da var ki Hılye
sâhibi: «Yukarda geçene göre en uygunu vâcip olmasıdır. Bunun delili zikri
geçen hadistir.» demiştir. Yani üstadının incelediği şekilde istidlâli kast
etmiştir. O secde halinde ellerle dizlerin yere konmasının vâcip olduğuna
istidlal etmiştir. Bu kavlin bu husustaki kaviller arasında en âdil olduğunu
yukarda görmüştük burada da öyledir. Ve ayakları yere koymak dahi vacip olur.
Bahır ve Şurunbulâliye sahibleri bu kavli ihtiyar etmişlerdir.
Ben derim ki:
Sâbık iki rivayetin her birini buna hamletmek mümkündür. Kerhi ve diğerlerinin
ayakları kaldırmak câiz değildir sözü sahih değildir mânâsına alınmayıp helâl
değildir mânâsına alınır. Timurtaşî ile Şeyh-ul-islâm'ın ayakları yere koymak
farzdır. Sözleri de vücûbe münâfi değildir. Kudûrî'nin farzdır sözünü te'vil de
mümkündür. Çünkü farz kelimesi bazen vacibe de ıtlak olunur.
Yukarda geçen
Münye şerhinin söyledikleri incelemeye değer. Çünkü alnını yere koymak ayakları
yere koymaya bağlı değildir. AInını yere koymanın dizlerle ellere bağlı olması
daha kuvvetlidir. Binaenaleyh başka uzuvların değil de ayakları yere koymanın
farz oluşu dâvâsı mürehcihsiz tercihtir. Kuvvetli rivayetler sâdece caiz
olmadığı hususundadır. Farz olduğu hususunda değildir. Nitekim ulemanın
sözlerinden anlaşılan da budur. Câiz olmamak söylediğimiz gibi vücûbe sâdıktır.
Farz tabiri Kudûrî'den başkasından nakledilmemiştir. ALLAH'u âlem Bahır sahibi
bundan olayı: «Kudurî ayakları yere koymanın farz olduğunu söylemiştir. Fakat
bu kavil zaiftir.» demiştir.
Hâsılı mezhebin
kitablarında meşhur olan ayakları yere koymanın farz oluşudur. Delil ve kaideler
yönünden tercih edilen ise farz olmadığıdır. Onun içindir ki İnâye ve Dürer'de
«hak budur» denilmiştir. Sonra en iyisi farz değildir tâbirini vâcip değildir
mânâsına hamletmektir. ALLAH'u âlem.
Bezzâziye sâhibi
diyor ki: «Burada ayakları yere koymaktan murad: Parmakları yahud ayağın bir
cüzünü koymaktır. Bir parmağını yahud parmaksız olarak ayağının sırtını yere
koymuş olsa bunu ayaklarından biriyle koyarsa sahihtir. Aksi takdirde sahih
olmaz.» Münye şârihi bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: «Bundan anlaşılır
ki parmakları yere koymaktan murad onları kıbleye doğru çevirmektir. Tâ ki
üzerlerine basabilsin, böyle olmazsa ayağının sırtını yere koymuş olur. Ulema
bunu muteber saymamışlardır. Bu dikkat edilmesi gereken şeylerdendir. Çünkü
insanların ekserisi bundan gâfildirler.»
Ben derim ki: Bu
mesele söz götürür. Feyz sahibi şunu söylemiştir:
«Bir kimse
parmaklarını değilde ayağının sırtını yere koyarsa meselâ yer dar olur yahud
ayaklarını birbirinin üzerine koyarda yer darlığından dolayı biri yere temas
eder öteki temas etmezse câizdir. Nitekim bir ayak üstünde dursa hüküm budur
yer dar değilse mekruh olur.» Bu söz ayağın sırtının yere konması itibara
alınacağı hususunda açıktır. Bizim sözümüz ise özürsüz kerahet hakkındadır.
Parmakları kıbleye çevirmenin şart olduğu hususunda serahat yoktur. Açıklanan
husus onları kıbleye çevirmenin sünnet olmasıdır. Bunun terki mekruhtur.
Bercendî ile Kuhistânî'de de böyle denilmiştir. Tamamı az ileride musannıf
sözünde gelecektir.
«Velev ki bize
göre sarığının katı alnının bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunmak şartiyle
secde sahih olsun.» Şurunbulâliye'nin: «yanı bazı bilgisizlerin yaptığı gibi
sarığının katlarından biri' alnına iner bütünü inmezse ilh...» sözünün mânâsı
budur. Bütünü inmezse sözünün mânâsı bizim dediğimiz gibidir. Yoksa alnın
üzerinde birden fazla kat varsa üzerine secde câiz olmaz, mânâsına değildir ki
itiraz edilerek illet yerin sertliğini bulmaktır. Binaenaleyh bu sarığın bir
katı ile kayıtlanamaz denilebilsin zira bu mânâyı kimse hatırına getirmez.
Şurunbulâli'nin muradı bizim söylediklerimiz olduğuna ibâresinin sonu delâlet
etmektir. Orada şöyle demiştir: «Bu söylediklerimizle güzel bir tenbihde
bulunmuş oluyoruz, ki o da şudur: Sarığın katı üzerine secdenin câiz olması kat
alnın bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunduğuna göredir. Ama sadece başı
üzerinde bulunurda onun üzerine secde eder ve alnı yere değmezse alın yere
değmek şarttır diyenlere göre sahih olmadığı gibi mukabilini söyleyenlere
görede burnu yere değmediği vakit sahih olmaz.
Nitekim yukarda
geçti ifâdesinden murad «bazıları az da olsa bir kısmım yere koymak nasıl farz
ise ekserisini yere koymakta farzdır. demişlerdir.» Sözüdür.
METİN
Ama sarığın katı
başının üzerinde olurda sadece onun üzerinde secde ederse yani alnı yere değmezse
veya burnu değmek kâfidir. Diyenlere göre burnu yere değmezse sahih olmaz.
Çünkü secde yerine yapılmamıştır. Secdenin sahih olması için yerin temizliği ve
sertliğini duymasıda şarttır. İnsanlar bundan gâfildirler. Yeninin veya
elbisesinin eteğinin üzerine secde ederse o secde ettiği kısım temiz olmak
şartiyle câizdir. Aksi takdirde temiz bir şey üzerine secdeyi tekrarlamadıkça
câiz değildir. Secdesini temiz bir şey üzerine tekrarlarsa bil'ittifak sahih
olur. Bedenine bitişik olan her şeyin hükmü böyledir. Esah kavle göre velev ki
avucu gibi bir cüz'ü olsun. Özürden dolayı ise velev ki uyluğu olsun özürden
dolayı yahud özürsüz olarak dizine secde etmesi câiz değildir. Lâkin Halebî
dizininde uyluğu gibi olduğunu doğrulamıştır.
İZAH
«Çünkü secde
yerine yapılmamıştır.» Secdenin yeri alınla burundur. Yerin sertliğini duymak
şöyle izah olunur: «Secde eden kimse ne kadar mübâlega gösterirse alnı
bulunduğu halden daha aşağı inmezse o yerin sertliğini bulmuştur. Binaenaleyh
kilim, hasır, buğday, arpa, karyola gibi şeyler yer üzerinde olursa üzerlerine
secde câizdir. Hayvan üzerinde olursa câiz değildir. Nitekim ağaçlararasına
gerilen yaygı üzerine secde câiz olmadığı gibi, çuvallarda olmadıkça darı ve
pirinç gibi. hububat üzerine, yumuşak kar ve çimen üzerine secde câiz değildir.
Meğer ki sertliğini duymuş ola.
Buradan
anlaşılıyor ki pamuk şiltenin üzerine secde câiz olmak için altındaki yerin
sertliğini duymak şarttır. Bir çok insanlar sarığın katı ve şilte gibi şeylerin
üzerine secde caiz olmak için yerin sertliğini duymanın şort olduğunu
bilmezler. Yen veya etek üzerine secdenin sahih olması, o parçanın namaz kılan
kimseye tâbi sayılması namaza mâni sayılmamasını gerektirdiği içindir. O kimse
sanki arada mâni yokmuş gibi secde etmiş olur. Ve eli ile mushafa dokunması
câiz olmadığı gibi yeni ile dokunmakta câiz olmaz. «Secdesini bir tek şey
üzerine tekrarlarsa bil'ittifak sahih olur.»
Ama ben bu
meselenin hassaten bir yerde nakledildiğini görmedim. Yalnız Sirâc'ta buna
delâlet eden sözler gördüm. Orada şöyle denilmiştir: «Pislik secde edeceği
yerde olursa İmam A'zam'dan iki rivayet vardır. Birinci rivayete göre namazı
câiz değildir. Çünkü secde kıyâm gibi bir rükündür. Ebu Yusuf, Muhammed ve
Züfer'de buna kaildirler. Çünkü onlara göre alnını yere koymak farzdır. Alın
dirhem miktarından fazladır. Bunu namazda kullanırsa câiz olmaz. O secdeyi
temiz bir yere tekrarlarsa üç imamımıza göre câiz olur. İmam Züfer'e göre caiz
olmaz namazı yeniden kılması gerekir.
İmam A'zam'dan
ikinci rivayete göre o kimsenin namazı caizdir. Çünkü ona göre secdede vacip
olan burnun kenarını yere koymaktır. Bu ise dirhem miktarından azdır.» «O
secdeyi temiz bir yere tekrarlarsa» cümlesi şârihin söylediklerine evleviyetle
delâlet eder. Çünkü burada söz arada mâni bulunmaksızın necaset üzerine yapılan
secde hakkındadır. Lâkin Münye ve şerhinde buna muhâlif sözler gördüm. Orada
şöyle denilmiş: «Pis bir şey üzerine secde ederse tarafeyne göre sonra o
secdeyi temiz bir yer üzerine tekrarlasın tekrarlamasın namazı bozulur. İmam
Ebu Yusuf temiz bir şey üzerine tekrarlarsa namazı bozulmayacağını söylemiştir.
Bu söz necis üzerine secde etmekle ona göre namaz değil secde bozulduğuna
binâendir. Tarafeyne göre namaz bozulur. Çünkü namazın bir cüzü bozulmuştur.
Namaz parçalanmayı kabul etmez.
İmdâd-ül-Fettah'ta:
«Zâhir rivayeye göre secdeyi temiz bir şey üzerine tekrarlarsa sahih olmaz.
İmam ebu Yusuf'tan rivayet olunduğuna göre caizdir.» denilmiştir. Mecmâ,
Manzume, kâfi, Dürer, Mevâhip ve diğer kitaplarda ve kezâ Menâr, Tahrir, Usul
fahrul-İslâm gibi usul fıkıh kitablarında hilâfın bu şekilde olduğu zikir
edilmiştir. Sirac'da zikir edildiği şekildeki hilâfı ise Tahrir şârihi
Kerhî'nin muhtasarı üzerine yazılan Kudûrî şerhine nisbet etmiş Hılye sâhibi
ise Zâhidî'ye ve Nevâdir' den naklen muhîte nisbet ederek şöyle ta'lilde
bulunmuştur: «Alnını yere koymak hakikaten necaseti kullanmak suretiyle
olmamıştır. Bu sebeple necaseti taşımak derecesinden düşmüştür. Namazı bozmaz
lâkin itibarı kalmamıştır. Ama bize Sirac'takinin Nevâdirin rivayeti olması
kâfidir. Umumiyetle kıtabların naklettikleri zahir rivayedir. Nitekim imdâd'tan
naklen yukarda geçti. Hılye ve Bedâî sahipleri de bunu açıklamışlardır.
Ulemanın hilâf nakil etmeksizin elbise, beden ve mekânın temiz olmasını şart
koşmalarıda bunu teyit eder.
Bir kimse namaza
başlarken pis bir yere dursa namazı mün'akit olmaz. Hâniye'de: «Namaz kılan
kimse temiz bir yere dururda sonra pis yere intikal eder; sonra yine ilk yerine
dönerse pisliğin üzerinde en az bir rükün edâ edecek kadar durmadığı takdirde
namazı câiz olur. Aksi takdirde namazı câiz değildir.» denilmiştir. Bütün bu
izahat secde ve kıyâmın pislik üzerine ayırıcı bir mâni bulunmaksızın doğrudan
doğruya yapıldığına göredir. Fetih'ten naklettiklerimizden biliyorsun ki ulema
bitişik olan mânî saymamışlardır. Çünkü o namaz kılan kimseye tâbidir. Onun
içindir ki bir kimse ayaklarında mest olduğu halde namaza dursa namazı sahih
olmaz. Secdesi de böyledir. Bunlar fâsıla ve mâni sayılsa secdesi tekrarsız
sahih olurdu. Anlaşılıyor ki şârihin söyledikleri Sirac'dakine mebnidir. Onun
mezhebimizin umumi kitablarındakine ve zahir rivâyeye muhalif olduğunu gördük.
«Bedenine bitişik
olan her şeyin hükmü böyledir.» Yâni altındaki yerin temiz olması şartiyle o
şeyin üzerine secde câizdir. «Esah kavle göre velev ki avucu gibi bir cüz'î şey
olsun.» Birçok kitablarda burada olduğu gibi sahihdir sözü mutlak söylenmiştir.
Kınye'de ise «mekruhtur.» İfâdesi ziyâde edilmiştir. Yani bunda öteden beri
nakledilegelen şekle muhalif olduğu için mekruhtur. Denilmek istenmiştir. Fetih
sahibi: «EI ve uyluk üzerine yapılan secdenin fâsid olması tercih edîlmelidir.»
demiş. Münye şârihi ise ortayı kınye'de söylenenler teşkil ettiğini
bildirmiştir. Yani umurun en hayırlısı ortasıdır demek istemiştir. Özürden
dolayı uyluğu üzerine bile secde câizdir. Buradaki özürden murad: Sıkışıktır.
Nitekim Münye'de de böyle denilmiştir. Lâkin Hılye sahibi şöyle diyor: «Uyluk
üzerine secdeyi caiz kılacak özrün ancak imâyı câiz kılan şer'î özür olması
icap eder. Bu onun zımmında imâ bulunması itibariyle câiz olur. Nitekim bir
kimse yüzüne bir şey kaldırırda başını eğilterek onun üzerine secde ederse
meselesinde söylemiştik. Malumdur ki sıkışıklık secdeyi imâ ile yapmayı câiz
kılacak bir özür değildir.»
Ben derim ki: Onu
câiz kılacak bir özür olduğu anlaşılıyor. Çünkü ilerde geleceği vecihle ayni
namazı kılan birinin sırtına secde etmek câizdir. Bu secdeyi imâ ile yapmanın
caiz olduğunu gösterir.
Anlaşılıyor ki bu
mesele mümkün olmuş olsa diye farz edilerek ortaya çıkarılmıştır. Yoksa uyluk
üzerine secde âdeten mümkün değildir. Halebî dizinde uyluk gibi olduğunu
doğruladığına göre özürden dolayı dizine secde de câiz demektir. Buradaki hilâf
secde de alnın ekserisinin yahud az da olsa bir kısmının yere konması şartına
mebnidir. Malumdur ki diz alnın ekserisini kaplamaz. Esah olan kavlin ikincisi
olduğunu da gördün onun için Halebî câizdir kavlini sahih bulmuştur.
METİN
Yerde toprak,
çakıl, sıcak veya soğuk yoksa bunu yapmak mekruhtur. Çünkü büyüklenmek olur.
Büyüklenmek yoksa eziyetten de korkmadığı takdirde yapmakta beis yoktur. Ama
tenzihen mekruh olur. Eziyetten korkarsa mubah olur. Zeyleî'de: «Eğer yüzünden
toprağı def etmek için ise mekruhtur. Sarığından toprağı def etmek içinde
mekruh değildir.» denilmiştir. Halebî yere kumaşparçası yaymanın mekruh
olmadığını sahih bulmuştur. Palto yayarsa omuz tarafını ayaklarının altına
getirerek eteği üzerine secde eder. Çünkü bu tavazuva daha yakındır. Bir kimse
sıkışıklıktan dolayı aynı namazı kılan birinin sırtına secde ederse zaruretten
dolayı câiz olur. Sırtına sözü ihtirazi bir kayıtmıdır? Bunu bir yerde
göremedim. O kimse aynı namazı kılmazda başka bir namaz kılar yahut hiç namaz
kılmaz, veya aralarında boşluk bulunursa câiz olmaz.
Kifâye nâm kitabta
secde eden kimsenin dizlerinin yerde olması Müçtebâ'da ise üzerine secde edilen
şahsın yere secde etmesi şart kılınmıştır. Böylece şartlar beş olur. Lâkin
Kuhistâni özürden dolayı ikinci şahsın üçüncünün sırtına hatta namaz kılmayanın
sırtına hatta eti yenilen herhangi bir hayvanın sırtına ve hatta uyluklar gibi
sırttan başka bir şeyin üzerine bile secde etse câiz olduğunu nakletmiştir.
Secde ettiği yer ayaklarının bulunduğu yerden üst üste konmuş iki kerpiç
miktarı yüksek olursa secdesi câizdir. Daha fazla olursa câiz değildir. Ancak
yukarda geçtiği vecihle sıkışıklık müstesnâdır. Maksat Buhârâ kerpicidir. Bu
kerpiç arşının dörtte biri kadar olup genişliğine altı parmak miktarıdır. İki
kerpicin yüksekliği yarım arşın oniki parmak eder. Bunu Halebî söylemiştir.
İZAH
Toprak çakıl ve
emsâli mâniler yoksa bedene bitişik olan hâili yaymak mekruh olur. Bedenden
ayrı olan hâili yaymak ise mekruh değildir. Nitekim gelecektir. Buradaki
mekruhtan murad kerahet-i tahrimiyedir. O şahıs bunu yaymakla büyüklenmeyi kast
etmezse mekruh olmaz. Şarih bu ve bundan sonraki sözleriyle ulemanın ibârelerini
birleştirmek istemiştir. Çünkü bazıları mekruh olur demiş. Bazıları beis yoktur
tabirini kullanmış, bir takımlarıda mekruh olmaz demişlerdir. Şârih bunların
her birinin bir hâle hamledileceğine işarette bulunmuştur. Nitekim Hılye'ye
tâbi olarak Bahırda da böyle birleştirilmiştir.
Yüzünden toprağı
defetmek için yere bir şey yaymak mekruhtur. Çünkü bu büyüklenmeye delildir.
Sarığına toz toprak bulaşmasın diye bir şey yaymak ise mekruh değildir. Zira
malı korumak için yapılmıştır. Halebî yere seccâde gibi bir şey yaymanın mekruh
olmadığını doğrulamış ve şunları söylemiştir: «Bez parçası ve emsâline gelince
sahih olan bunda kerahet bulunmamaktır. Sahih hadiste varid olduğuna göre:
Peygamber (s.a.v.) yanında seccade taşır onun üzerine secde ederdi. Bu seccade
Hurma yaprağından yapılmış küçük bir hasır idi.
İmam A'zam'dan
rivayet ederler ki Mescid-i Haram'da seccade üzerine secde etmişde bir adam
kendisini bundan men etmiş. Hazreti imam ona sen nerelisin diye sormuş.
Harzem'liyim diye cevap verince İmam A'zam «Tekbir arkamdan geldi» demiş.
Bizden öğrenirsiniz sonra bize öğretirsiniz, demek istemiş. Siz memleketinizde
kamıştan yapma hasırlarda namaz kılarmısınız?» diye sormuş. Evet cevabını
alınca: «Sen kuru ot üzerinde namaz kılmayı câiz görüyorsun seccade üzerinde
câiz görmüyorsun» demiştir. Hasılı yere serilen ve namaz kılanın hareketi ile
hareket eden bir şeyin üzerine secde etmek bil'ittifak câizdir. Keraheti
yoktur. Lâkin bize göre efdâl olanı çıplak yere yahud yerde biten nebat üzerine
secde etmektir. Nitekim Nurul-İzah ileMünyet-ül-musallî'de de böyle
denilmiştir. Namaz için yere cübbe veya paltosunu yayan kimse onun kollarını
ayaklarının altına getirerek eteklerinin üzerine secde eder. Bu tavazua daha
yakındır. Çünkü etekler yere daha yakındır.
Bezzâziye sahibi
bunu şöyle ta'lil etmiştir: Çünkü etek pislik düşen yerlerde sürünür. Halbuki
namazda kıyâm halinde ayakların yerinin bil'ittifak temiz olması şarttır. Secde
yeri ise ihtilâflıdır. Çünkü secde burun üzerinede yapılabilir. Burun bir dirhemden
daha azdır. «Sırtına sözü ihtirazî bir kayıtmıdır bunu görmedim.» Burada asıl
tevekkufu yapan Şurunbulâlî'dir. Bu da ayni namazı kılan kimsenin sırtına secde
etmek şarttır. Sözüne binaendir. Metinde musannıf bu kavil üzerine yürümüştür.
Nitekim Vikâye, Mültekâ, Hulâsa Vâkıât, sahipleri ile Kemâl. İbni Kemâl ve
başkaları da ayni kavli tercih etmişlerdir. Şübhesiz ki kitabların mefhumları
mûteberdir. Gerçi aşağıda Kuhistânî'den naklen sırt üzerine secde etmek ve
secde edenle edilenin ayni namazda olması şart değildir. Denilecekse de bu ayrı
bir kavil olup bilumum kitablardakine muhaliftir. Halbuki Kuhistânî'de secde
sırt şart değildir sözüde yoktur. Anla! «Lâkin Kuhistâni ilh...» sözü
Müçtebâ'ya istidrâk «düzeltme»dir. Kuhistânî'den ibâresi şöyledir: Bu dizleri
yerde olduğuna göredir. Dizleri yerde değilse câiz olmaz. Bazıları ikinci
şahsın secdesi üçüncünün sırtına bile olsa gene câiz olmayacağını
söylemişlerdir. Nitekim Kifâye'nin cuma bahsinde beyân edilmiştir.
Bu sözde
sıkışıklık ortadan kalkıncaya kadar namazı geciktirmenin müstehap olduğuna
işaret vardır. Nitekim sırtından başka bir şey üzerine secde caiz olmadığına da
işaret vardır. Lâkin Zâhidî muhtar kavle göre bir özürden dolayı uylukların ve
dizlerin üzerine secde câiz olacağını, ellerle yenlerin üzerine ise mutlak
surette caiz olduğunu söylemiştir. Mezkûr sözde namaz kılmayan kimsenin sırtına
da secde etmenin caiz olmayacağına işaret vardır. Nitekim imam Hasan'ın kavlı
budur. Lâkin imam Muhammed Asıl nâm kitabında caiz olduğunu söylemiştir. Bu Muhitte
beyân edilmiştir.
Zâhidî'nin
teyemmüm bahsinde eti yenilen hayvanın sırtına' secde etmek caiz olduğu
bildirilmiştir.» Namaz kılan kimsenin sırtından başka secde edilecek yeri
çantıları veya ayağının ökçesidir. Fakat bu söz gördüğün gibi Kuhistanî'nin
ibâresinde yoktur.
Secde yerinin
yüksek olması meselesi elde dolaşan bütün kitablarda mevcuttur. Mi'rac sahibi
onu Şeyh-ul-İslam'ın Mebsût'una nisbet etmiştir. Musannıfın bu meseleyi bundan
öncekinden evvel zikir etmesi gerekirdi. Çünkü şârihinde işaret ettiği gibi
önceki mesele bundan istisnâ edilmiştir. Anlaşıldığına göre secde yeri
ayakların yerinden iki kerpiç miktarı yüksek olursa namaz kerahetle caizdir.
Çünkü o kimse peygamber (s.a.v.) den rivayet edilene muhalefette bulunmuştur.
«Genişliğine altı parmak miktarıdır.» ifadesinden murad parmaklar uzunluğuna
değil genişliğine ölçülecek ve yumulacaktır. Demektir. Şârihin oniki parmak
sözü yarım arşının bedelidir. (yani yarım arşın genişliğine ölçülen oniki
parmak kadar) arşından murad kirbas arşınıdır. Bu arşın sular bahsinde de beyân
ettiğimiz vecihle aşağı yukarı iki karıştır. Yarım arşını bu miktarla tahdid
eden Halebî'dır. Hılye sahibi bunun miktarında ve nasıl tahdid edildiğine bir
şey söylemeyip «bunu ALLAHbilir» demiştir.
METİN
Sıkışıklık yoksa kollarını
açar. Ve her uzuv bizzat meydana çıksın diye karnını uyluklarından
uzaklaştırır. Saflar bunun hilâfınadır. Çünkü onlarda maksat birleşmeleri ve
bir vücutmuş gibi olmalarıdır. Ayak parmaklarının uçlarını kıbleye karşı
çevirir. Bunu yapmazsa mekruh işlemiş olur. Nitekim özürsüz bir ayağını yere
koyup bir ayağını kaldırmakta mekruhtur. Evvelce geçtiği vecihle secde de dahi
üç defa tesbih eder. Kadın büzülür kollarını açmaz. Karnını uyluklarına
yapıştırır. Çünkü bu onun örtünmesini daha çok sağlar. Kadının yirmibeş yerde
erkeğe uymadığını biz Hazâin'de yazdık.
İZAH
«Bunu yapmazsa
mekruh işlemiş olur.» Tecnis sahibi dahi böyle demiştir. Remlî Bahır
hâşiyesinde: «Bundan anlaşılan sünnet olmasıdır. Nitekim ZâdEl-Fakîr'de
açıklanmıştır.» demiştir.
Ben derim ki:
İsmail Nablusî bunun sünnet olduğunu Bercendî ile Hâvî'den açıkca nakletmiştir.
Ziyâ-i mânevî ile Kuhistânî'de de bunun misli Cellâbî'den nakledilmiştir. Hılye
sahibi şöyle demektedir: «Secdenin sünnetlerinden biride parmaklarını kıbleye
doğru çevirmektir. Çünkü Buharî'nin sahibi ile ebu Davud'un süneninde ebu
Hümeyy (r.a.) dan Peygamber (s.a.v.) in namazının sünneti hakkında şöyle dediği
rivayet olunmuştur: «Secde ettiği vakit ellerini yaymadan, büzmeden yere koyar.
Ayak parmaklarının kenarlarını kıbleye doğru çevirirdi.» Ayakları yere koymak
hususunda üç rivayet olduğunu evvelce arzetmiştik:
Bir rivayete göre
ayakları yere koymak farz.
İkinci rivayete
göre vacip;
Üçüncüye göre
sünnettir.
Ayakları yere
koymaktan murad: parmaklarını velev ki bir tanesini olsun yere koymaktır.
Mezhebimizin kitablarında meşhur olan kavle göre ayakları yere koymak farzdır.
İbn-i Emîr Hâcc Hılye'de vacip olduğunu tercih etmiştir. Burada ise parmakları
kıbleye çevirmenin sünnet olduğu açıklanmıştır. Bu suretle sabit oluyor ki
evvelce arzettiğimiz hilaf parmakları kıbleye çevirmek hususunda değil asıl
ayakları yere koymak hususundadır. Parmakları çevirmek bize göre tek kelime ile
sünnettir. Şârih'in Münye şerhine uyarak tuttuğu yol bunun hilafınadır. Bizim
söylediklerimizi Kemal ibn-i Hümâm'ın Zâdel-Fakîr'deki şu sözü te'yid eder:
«Namazın sünnetlerinden biri de ayak parmaklarını kıbleye çevirmek dizlerini
yere koymaktır. Ayaklar hakkında ihtilâf olunmuştur.» Bu söz bizim
söylediklerimiz hakkında açıktır. Çünkü Kemâl ibn Hümâm parmakları kıbleye
çevirmenin sünnet olduğunu kat'î bir lisanla söylemiş. Ayaklar hakkındaki asıl
hilafı sünnetmidir farz veya vacibmidir. Beyan etmemiştir. Bu izahı ganimet
bil. Çünkü ben buna tenbih eden kimse görmedim. Hamd ALLAH'a mahsustur.
T E N B İ H:
«Rükû'da gördük ki topukları birbirine yapıştırmak sünnettir. Ulema secde
hakkındabunu söylememişlerdir. Ve yine arzetmiştik ki bundan secdeninde böyle
olduğu anlaşılabilir. Zira Rükû'dan sonra ayakların birbirinden ayrılacağını
söylememişlerdir. Kaide icabı burada da o halde kalmaları gerekir. Şârih
Hazâin'de şöyle demiştir:
T E N B İ H:
Zeyleî'nin bildirdiğine göre kadın erkeğe on yerde muhâlefet eder. Ben bu
sayıya bir mislinden ziyadesini ilâve ettim. şöyle ki:
Kadın ellerini
omuzları hizasına kadar kaldırır, ellerini yenlerinden çıkarmaz, ellerini
birbiri üzerine koyarak memelerinin altına kaldırır. Rükû' da az eğilir,
dizlerine dayanmaz, rükûda parmaklarını aralamaz bilakis yumar, ellerini
dizlerine koyar, dizlerini bükmez, rükû ve sücûdunda toplanıp büzülür,
kollarını yere döşer, teşehhüdde çantısı üzerine oturup ayaklarını sağ taraftan
çıkarır. teşehhüdde ellerini parmaklarının uçları dizlerine varacak şekilde
uylukları üzerine koyar, teşehhüdde parmaklarını bir araya toplar. Namazda başına
bir şey gelirse el çarpar. Tesbih etmez, erkeğe imam olmaz. Kadınların cemaat
olmaları mekruhtur. İmam ortalarına durur, kadının cemaata gitmesi mekruhtur,
erkeklerle beraber olursa arka safa durdurulur, kadına cuma namazı yoktur lâkın
kadınla cemaat mün'akit olur.» Kadına bayram ve tekbir teşrik yoktur. Sabah
namazını aydınlık zamana geciktirmesi müstehap değildir. Cehri namazlarda
âşikara okuyamaz, hatta kadının âşikar okumasiyle namaz bozulur denilse
mümkündür. Bu onun sesi avret olduğuna binaendir. Haddâdi cariyenin de hür
kadın gibi olduğunu söylemiştir. Yalnız ihramda sesini kaldırma hususunda erkek
gibidir.»
Ben derim ki:
Dizlerini bükmez ifâdesi yanlıştır. Doğrusu büker olacaktır. Ellerim dizleri
üzerine koyma hususunda da erkekle kadın müsâvidir. Nitekim bundan ilerde de
bahsedeceğiz. «Lâkin kadın bulunursa cemaat mün'akit olur.» İbâresi de
yanlıştır. Doğrusu «Lâkin cuma namazı kılması sahihtir.» Şeklinde olacaktır.
Çünkü cuma cemaatı hakkında kadın ve çocuklara itibar yoktur. Erkekler hakkında
şart üç kişi olmalarıdır. Evvelce hunsânın da kadın gibi olduğunu arzetmiştik.
Şârih'in söylediklerinin mecmuu yirmi altı yerde muhalefettir. Bahır'da kadının
ayak parmaklarını dikmeyeceği de bildirilmiştir. Nitekim bunu Müçtebâ sahibi de
söylemiştir. Sonra bütün bunlar namaza aid hususattadır. Yoksa kadın bir çok
meselelerde erkeğe muhâliftir. Bunlar Eşbah'ın inkâmât bahsinde zikir
edilmiştir. Oraya müracâat edebilirsin!
METİN
Sonra tekbir
alarak başını kaldırır. Bu hususta kerahetle beraber en azından kaldırma adı
verilecek hareket kâfidir. Nitekim Muhît sahibi bunu sahihlemiştir. Çünkü rükün
olmak sair rükünler gibi en azına taalluk eder. Hatta bir kimse tahta üzerine
secde ederde tahta alınır ve başını kaldırmadan secde yaparsa sahih olur.
Hidâye sahibi oturuşa yakınsa sahih olacağını değilse olmayacağını sahih kabul
etmiştir. Nehir ve Şurun-bulâli'ye de dahi bu tercih edilmiştir. Sonra namaz
secdesi imam Muhammed'e göre başını kaldırmakla tamam olur. Fetvâ da buna
göredir. Nasıl ki tilavet secdesi de bil'ittifak öyledir. Mecma.
İki secde arasında
sükûnet bularak oturur. Sebebi yukarda geçti. Ellerini teşehhüddeki gibi
uyluklarının üzerine koyar. Münyet-ül-Musallî. İki secde arasında okunması
sünnet olan zikiryoktur. Kezâ rükûdan doğrulduktan sonra da dua yoktur.
Rükûunda sücûdunda mezhebe göre tesbihden başka bir şey okumaz. Okunacağını
gösteren deliller nâfileye hamledilmiştir. Tekbir alarak ikinci secdeyi
sâkinâne yapar ve dayanmadan, istirahat oturuşu yapmadan ayağa kalkmak için
ayaklarının üzerinde tekbir alır. Ama bunları yapmış olsa bir beis yoktur.
Ayağa kalkarken bir ayağını önce harekete geçirmesi mekruhtur.
İZAH
«Kerahetle
beraber» sözünden murad en şiddetli kerahettir. Nitekim Münye şerhinde de böyle
denilmiştir. Hidâye sahibi «oturuşa daha yakınsa sahih o!ur.» sözünü zira bir
şeye yakın olan onun hükmünü alır. Diye ta'lil etmiştir.
Namaz secdesi,
İmam Muhammed'e göre başı secdeden kaldırmakla tamam olur. İmam ebu Yusuf'a
göre ise başını secdeye kovmakla tamam olur. Bu hilâfın semeresi şurada kendini
gösterir: Bir kimse secde halinde iken abdesti bozulurda giderek abdest
tazelerse imam Muhammed'e göre o secdeyi tekrarlar. Ebu Yusuf'a göre
tekrarlamaz. Bir de şurada kendini gösterir: Bir kimse dördüncü rekatta
oturmazda beşinci rekatın ilk secdesinde abdesti bozulursa imam Muhammed'e göre
abdest alarak oturur. Ebu Yusuf'a göre secdesi bâtıl olur. H.
Ben derim ki: Ebu
Yusuf'un bir bu kavline, bir de iki secde arasında oturuş ve sükûnet farzdır
diyen kavline bak! Çünkü bu ikinci kavil secdeden baş kaldırmanın farz olduğunu
gerektirmektedir. Sonra anlaşıldı ki mezkûr secdeden baş kaldırma ona göre
müstakil bir farzdır. Secdeyi tamamlayıcı değildir. Üstadımız böyle
söylemiştir.
Tilâvet secdesi
bil'ittifak başını kaldırmakla tamam olur. Hatta o secde esnasında konuşur veya
abdesti bozulursa secdeyi tekrarlaması icap eder. Bunu Hâniye'den naklen ibn-i
Melek söylemiştir.
«Sükûnet bularak»
ifadesinden murad bir tesbih miktarı durmaktır. Nitekim Dürer metninde ve
Sirâc'da da böyle denilmiştir. Acaba bu en azının mı en çoğunun mu beyanıdır,
zâhire bakılırsa en çoğunun beyanıdır. Buna delil musannıfın «aralarında mesnun
zikir yoktur» sözüdür.
Namazın vâcipleri
bahsinde. Tahtavî'den naklen beyan etmiştik ki bir kimse unutarak bu oturuşu
veya rükûdan doğruluşu bir tesbih miktarından bir o kadar fazla uzatırsa
secde-i sehiv yapması lazım gelir. «Sebebi yukarda geçti.» Yani bu oturuş ya
sünnet ya vacip yahud farzdır. H.
İki secde arasında
okunması sünnet olan zikir yoktur. İmam ebu Yusuf şöyle demiştir «İmam-ı A'zam'a
sordum bir adam başını rükû veya sücuddan kaldırdıktan sonra Allahümağfirlî
diyecek mi? dedim. Rabbena lekel hamd diyecek cevabını verdi ve sustu.» Hazreti
imam gerçekten güzel cevap vermiştir. Çünkü onu istiğfardan men etmemiştir.
Ben derim ki bu sözde
istiğfârın mekruh olmadığına işaret vardır. Çünkü mekruh olsa ondan men ederdi.
Nitekim rükû ve sücûdda Kur'an'ı okumaktan men etmiştir. Bunun sünnet olmaması
câiz olmasına aykırı değildir. Nasıl ki Fatiha ile sûre arasında besmele
çekmekte öyledir. Hatta imam Ahmed'in hilâfından kurtulmak için iki secde
arasında mağfiret duasında bulunmanın mendup olması gerekir. Çünkü imam Ahmed'e
göre kasten bu duayı terk etmekle namaz bozulur. Bizimmezhebde sarahaten bunu
söyleyen görmedim. Ama ulema hilâfa riâyet etmenin müstehap olduğunu
söylemişlerdir. ALLAH'u âlem.
Rükû ve sücûdda
tesbihten başka bir şey okunacağını gösteren delillerden biri Müslim'in
sahihindeki şu hadistir: «Peygamber (s.a.v.) rukû ettiği vakit:
Mânâsı şudur:
Allah'ım ancak sana rükû ettim, ancak sana inandım ve ancak sana teslim oldum.
Kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim ve sinirim ancak sana ram olmuştur »
«Allahümme leke
rekatü ve bike âmentü veleke eslemtü haşaa leke sem'î ve basarî ve mühyî ve
azmî ve asabî.» Secde ettiği vakitte
Secde halinde:
«Allahım ancak sana secde ettim yalnız sana inandım, ancak sana teslim oldum.
Yüzüm kendisini halk edip şekillendiren kulak ve gözünü halk eden ALLAH'a secde
etti en güzel yaratan Allah mübârektir.» derdi.
«Allahümme leke
secedtü ve bike âmentü ve leke eslemtü secede vechillezî halkahu ve savvarehu
ve sekka sem'ahu ve basarahu tebarekellah'u ahsen ul hâlikîn» derdi. Rükûdan
doğrulurken: Rasûlullah (s.a.v.)'in: «Rabbena velekel hamdü miles semavati vel
ardı ve melema şi'te min şey'in yaiddü ehlessenâ ve'l-mecdi ehakku mâ
gale'l-abdü ve kullunâ leke abdu lâ mani'a e'tay'te velâ mu'tî lima mena'te
velcr yenfoü zelced'di minke'l-ceddü» dediği varid olmuştur. Bu hadisi Müslim,
Ebû Davud ve başkaları rivayet etmişlerdir (dipnotgoster6072). İki secde arasında
da. «Allahümağfirli verhamnî ve âfınî vehdini verzüknî» der idiği rivayet
olunmuştur Bunu Ebu Davud rivayet etmiş; Nevevî hasen olduğunu Hâkim ise sahih
olduğunu bildirmiştir. Hılye'de de böyle denilmiştir.
Ey Allah'ımız.
Gökler ve yer dolusu ve sana hamda ve senâ edenlerin hamdinden maada dilediğin
her şey dolusu hamd dahi yalnız sana mahsustur. Kulun - ki hepimiz sana kuluz -
söyleyeceğim en yerinde söz: senin verdiğine mâni olacak yoktur; vermediğini de
verecek yoktur. Varlık sahibinin varlığı sana bir fâîde temin etmek Sözüdür.»
«Allah'ım beni afv et! Bana acı! Bana âfiyet ver: Bana hidayet ver! bana rızık
ihsan eyle!.»
Rükû ve sücûdda
tesbihden başka bir şey okunacağını gösteren deliler teheccüd ve diğer
nafilelere hamledilmiştir. Hazâin'in derkenarında «Burada Zeyleî'ye red cevâbı
vardır. O nâfileyi yalnız teheccüde tahsis etmiştir.» denilmiştir. Ulema rükû
ve sücûd hakkında varid olan hadislerin bu manaya hamledildiğini
açıklamışlardır. Hılye sahibi rükû ve secdeden doğrulurken okunacak şeyler hakkında
vârid olanları da bu manaya hamlettiklerini açıklamış ve şöyle demiştir: «şu da
var ki bunlar farz namaz hakkında sâbit olmuşsa yalnız kılana yahud sayılı olup
kendilerine ağır gelmeyecek cemaata hamledilmelidir. Nitekim Şâfiîler bunu
söylemişlerdir. Ulemamız açık söylemese de bunu iltizam edip yapmakta bir zarar
yoktur. Çünkü şer'î kaideler buna aykırı değildir. Nasıl aykırı olabilir zaten
namaz sünnette sabit olduğu vecihle tesbih, tekbir ve kıraattan ibâret
değilmidir?
«Dayanmamak»
tabirinden murad yere dayanmamaktır. Kifâye sahibi, diyor ki: Musannıf bu sözü
ile iki yerde Şâfiî'nin hilâfına işaret etmiştir. Birincisi elleri ile bize
göre dizlerine, ona göre yere dayanır. İkincisi: Hafif oturuştur.
Şemsü'l-Eimme'nin beyanına göre hilaf efdal olmasındadır. Hatta namaz kılan
kimse bizim mezhebimiz gibi yapsa Şafiî'ye göre beis yoktur. Onun mezhebi gibi
yapsa bize göre beis yoktur. Muhit'ta böyle denilmiştir.»
METİN
Geçenler hakkında
ikinci rekatta birinci gibidir. Ancak ikinci rekatda sübhâneke eûzü besmeleyi
okumaz. Çünkü bunlar yalnız bir defa meşru olmuşlardır. Elleri kaldırmak ancak
yedi yerde müekked sünnettir. Nitekim hadiste variddir. Ama bu sa'ya nazaran
Safa ile Merve'nin bir sayıldığına göredir. Bu yedi yerin üçü namazdadır.
Bunlar iftitah tekbiri ile kunut ve bayram tekbirleridir. Beşi hacdadır.
Bunlarda Hacer-i esvedi istilâm ile Safa, Merve, Arafat ve cemrelerde el
kaldırmaktır. Bu tertibe
göre Nesirle
bunları kısaltmaları topladığı gibi nazımla da ibni-Fâsih'in şu beyt! bir yere
toplar: «İftitah, kunut, ve bayram tekbirleri istilâm et Safa ile Merve, Arafat
cemreleri.» İlk üçünde elleri kaldırmak tahrimede olduğu gibi kulaklarının
hizâsına kadardır.
İstilâm ile ilk ve
orta cemrelerde taş atarken ise ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerinin
içini Hacer-i Esved ile Kâbeye doğru çevirir. Safâ ile Merve de ve Arafat'ta
ellerini dua eder gibi kaldırır burada ve yağmur duasında elleri kaldırmak
sünnettir. Ve ellerini göğsü hizâsında gök yüzüne doğru açar. Zira gök yüzü
duanın kıblesidir. Ve ellerinin orasında az da olsa bir aralık bulundurur.
Soğuk gibi bir özürden dolayı şehâdet parmağı ile işaret dahi kâfidir. Esah
kavle göre duadan sonra ellerini yüzüne sürmek sünnettir. Şurunbulâli'ye,
Bahır'ın vitir bahsinde şöyle denilmektedir: «Dua dört kısımdır.»
Birincisi: Rağbet
duasıdır yukarda geçtiği gibi yapılır.
İkincisi: Rahbet
(korku) duasıdır. Bunda ellerini bir şeyden korkup imdâd isteyen gibi yüzüne
çevirir.
Üçüncüsü: Niyaz
duasıdır Bunda küçük parmağı ile yüzük parmağını yumar. Orta parmağı ile baş
parmağını halka yaparak şehadet parmağı ile işaret eder.
Dördüncüsü: Gizli
duadır: Bunu içinden yapar.»
«Geçenler
hakkında» ifadesinden murad: Rükun, vâcip ve sünnetlerdir. «Ancak yedi yerde
müekked sünnettir.» Cümlesindeki müekked kaydı dua ve istiskade el kaldırmakla
itiraz olunmasın diyedir. Çünkü görüleceği vecihle bunlarda el kaldırmak
müstehaptır. Şârih yedi yerde demekle intikal tekbirlerinde el
kaldırılmayacağına işaret etmiştir. İmam Şâfiî ile İmam Ahmed buna
muhaliftirler. Bize göre intikal tekbirlerinde el kaldırmak mekruh isede namazı
bozmaz. Yalnız Mekhul'ün İmam-A'zam'dan rivayetine göre bozar. Bu mesele Fetih
ve Münye şerhinde izah olunmuştur.
İZAH
«Sa'ye nazaran
Safâ ile Merve bir sayıldığına göredir.» Bu sözü şârih musannıfın sözü ile
aşağıdagelen ibn-i Fasîh'in manzumesi: Ve el kaldırılan yerleri yedi gösteren
hadisin arasını bulmak için söylemiştir. Çünkü manzumede sekiz yerde el
kaldırılacağı bildirilmiştir. Yani el kaldırılan yerler sekizdir, Hadiste yedi
gösterilmesi safâ ile merve'yi tazammun eder sa'ye bakaraktır. Musannıf ile
ibn-ı Fasîh Safâ ile Merve'yi iki şey saymışlar. Onun için el kaldırılan yerler
sekiz olmuştur. Bu hususta vârid olan hadis şudur: «Eller ancak yedi yerde yani
iftitah tekbirinde kunut ve bayram tekbirlerinde kaldırılır. ilh...»
Dört yer hacda
zikir edilmiştir. Hidâye'de böyle denilmiştir. Bunlar Hacer-i esvedi istilâm
ederken, Safa ile Merve'de, iki mevkufta (yani Arafatla Müzdelife'de) ve iki
cemre'de yani birinci ve üçüncü cemrelerdedir. Kifâye'de de böyle denilmiştir.
Feth-u!-kadîr sahibinin beyanına göre bu lafızla bu hadis garibtir.
Tebarânî'nin ibn-i Abbas (r.a.)dan rivayetine göre peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuşlardır: «Eller ancak yedi yerde kaldırılır. Bunlar: Namaza başlarken,
mescid-i Haram'a girip beyte bakarken, safâya çıkarken, merve'de dururken.
cemaatla birlikte Arafat'ta Müzdelife'de vakfe yaparken bir de taş atılan iki
makamdadır.
Anlarsın ki
Hidâye'de vârid olduğu şekilde tefsir şârihin sözüne muvafık olandır.
Feth-ul-Kadîr'deki ona uymaz. Çünkü oradaki rivayette Safâ ile Merve bir
sayılmamıştır. Hatta kunut ile bayram dahi zikir edilmemiştir.
İlk ve orta
cemrelerde taş atarken ellerini omuzları hizâsına kaldırır son cemrede ise el
kaldırmaz. Ondan sonra dua yoktur. Zira dua arkasından taş atılan cemreden
sonra yapılır. Onun içindir ki kurban gününün şeytan taşlamasında dua etmez.
«Ellerini göğsü
hizâsında gök yüzüne doğru açar.» İbni Abbas'dan Rasûlüllah (s.a.v.) in böyle
yaptığı rivayet olunmuştur. Bunu Kınye sahibi tefsir Semman'dan nakletmiştir.
İmam Ebu-I-Kâsım Semerkandî'nin müstahlis adlı eserindeki beyanatı buna aykırı
değildir. Orada şöyle denilmiştir: «Dua âdabından biri de kıbleye karşı durarak
ellerini koltuklarının beyâzı görününceye kadar kaldırmaktır.» Çünkü Semerkandî'nin
sözünü mübalağa haline, didinme ve fazla ihtimâm göstermeye hamletmek
mümkündür. Nitekim yağmur duasında böyle yapılır. Tâ ki menfaat umuma raci
olsun. Buradaki başka yerlere hamledilir. Onun içindir ki sahihayn hadisinde
ravi: «Rasûlüllah (s.a.v.) yağmur duasından başka bir şeyde ellerini
kaldırmazdı. Yağmur duasında ise koltuklarının beyazı görününceye kadar
ellerini kaldırırdı.» demiştir. Münye şerhinde de böyle denilmiştir.
«Gökyüzü duanın
kıblesidir.» Sözü namaz için kıble ne ise dua içinde gök yüzü onun gibidir;
demektir. Binaenaleyh kendisine dua edilen Cenabı hakkın gökyüzü cihetinde
olduğu tevehhüm edilmemelidir. T.
Duânın dört kısım
olduğu Muhammed bin Hanefiye'den rivayet edilmiştir. Nitekim bunu Bahır sahibi
Nihâye'den naklen ona nisbet etmiştir. Kezâ Mebsût'tan naklen Münye şerhinde de
böyle denilmiştir.
Rağbet duası
cenneti istemek gibi istek duasıdır. Ve eller gökyüzüne açılarak yapılır.
Rahmetduasına misâl: Cehennemden kurtulmayı niyâz etmektir. Burada bu dua
yapılırken ellerini yüzüne koyar denilmişse de Bahır'da ellerinin sırtı yüzüne
çevrileceği bildirilmiştir. Münye şerhinde de böyle denilmiştir. Şu halde
«sırt» kelimesi Şârih'in kaleminden düşmüş demektir. Şâfiî'lerin sözünün
manasıda budur. Onlar: «Dua eden kimse bir şeyin olmasını dilerse avuçlarının
içini, bir şeyin giderilmesini dilerse dışını gökyüzüne doğru kaldırması
sünnettir.» Derler.
Niyaz duasından
murad: Allah Teâlâya huşu ve tevazu göstermek için yapılan duadır. Bunda
cenneti istemek veya cehennemden kurtulmayı dilemek gibi bir şey yoktur. Yarab
ben senin fakir ve hakir kulunum gibi halisâne duadan ibarettir.
Gizli duada el
kaldırmak olmadığı Münye şerhinde beyân edilmiştir. Çünkü el kaldırmak ilan
demektir.
METİN
İkinci rekatın
secdelerini bitirdikten sonra erkek sol ayağını yere döşeyerek iki budunun
arasına alır ve üzerine oturur. Sağ ayağını da dikerek dikili parmaklarını
kıbleye çevirir. Farz ve nâfilelerde sünnet olan budur. Sağ elini sağ
uyluğunun, sol elini de sol uyluğunun üzerine koyar. Veya parmaklarının
uçlarını dizlerine getirerek onları biraz aralıklı yayar. Parmakları kıbleye
karşı kalsın diye avuçları ile dizlerini tutmaz. Esah olan kavil budur. Şehâdet
getirirken şehadet parmağı ile işarette bulunmaz. Fetvâ buna göredir. Nitekim
Valvalciye, Tecnis, Ümdet-ül-Müftî ve bilumum fetevâ kitablarında böyle
denilmiştir. Lâkin mutemed olan kavil Şârihlerin bilhassa Kemâl. Halebi,
Behensî, Bâkânî'de de Şeyh-ul-İslâm ve başkaları gibi müteehhirinin sahih
buldukları kavlidîr ki o da şehâdet parmağı ile işaret etmesidir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) bunu yapmıştır. Ulema bu kavlı imam Muhammed'le imam-A'zam'a
nisbet etmişlerdir. Hatta Dürer-ül-Bıhâr metninde ve şerhi Gurer-üI-Ezkâr da
«bize göre müftâbih olan kavil şudur ki bütün parmaklarını yayarak şehâdet parmağı
ile işaret eder.» denilmiştir.
Şurunbulâliye'de
dahi Burhan'dan naklen: «Sahih olan yalnız şehadet parmağı ile işaret
etmesidir. Nefi ederken onu kaldırır; isbât ederken indirir» demiştir. Sahih
kaydı ile işaret etmez diyenlerden ihtiraz etmiştir. Çünkü. o söz dirâyet ve
rivayette muhaliftir. Şehâdet parmağı tâbiriylede işaret ederken elini yumar
diyenlerin sözünden ihtiraz etmiştir. Aynî'de Tuhfe'den naklen: «Esah olan
parmak kaldırmak müstehaptır.» denilmiş muhit'te ise sünnet olduğunu
söylemiştir.
İZAH
«Dikili
parmaklarını kıbleye çevirir» Sirâc sahibi diyor ki: Yani sağ ayağının
parmaklarını kıbleye çevirir. Çünkü hangilerine imkan bulursa onları kıbleye
çevirmek evlâdır.» burada maksadın sağ ayak parmakları olduğunu Miftah, Hulâsa
ve Hızâne sahipleri açıklamışlardır. Binaenaleyh Dürer sahibinin tesniye
sigasiyle iki ayağının parmaklarını demesi müşkildir. Çünkü yere döşenen sol
ayağının parmaklarını kıbleye çevirmek ziyade bir tekellüftür. Nitekim Şeyh
İsmail'in şerhinde de böyle denilmiştir. Ama Kuhistânî Dürer'de ki ibarenin
mislini kâfi ile tühfedende nakletmiş sonra şunları söylemiştir: «Sol ayağını
sağ ayağına doğru çevirir. Parmaklarını da mümkün olduğu kadarkıbleye döndürür.
«Farz ve
nâfilelerde sünnet olan budur.» Bağdaş kurar yahud iki ayağını birden sağ
tarafa çıkararak oturursa sünnete muhalefet etmiş olur. Bazıları nâfilelerde
hasta gibi istediği şekilde oturabileceğini söylemişlerdir.
Rükûda yaptığı
gibi otururken avuçları ile dizlerini tutmaz. Çünkü tutarsa parmakları yere
döner. Tahavî buna muhaliftir. Buradaki nefi (yani tutmaz sözü). câiz olmaz
manasına değil efdâl değildir manasınadır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.
Ulemanın İmam
Muhammed'le İmam-ı A'zam'a nisbet ettikleri kavîl emâli'de imam ebu Yusuf'dan
da nakledilmiştir. Nitekim gelecektir. Şu halde bu kavil üç imamımızdan
nakledilmiştir.
Şârih: «Bize göre
Müftabih olan kavil şudur ki: Bütün parmaklarını yayarak şehadet parmağı ile
işaret eder.» İfâdesini nakl ile şârihlerin bulduğu kavlin müftabih olduğunu
açıklamıştır. Ancak doğrusu «Bütün parmaklarını yayarak» ifadesini atmaktır.
Çünkü bu ifâde benim Dürer-ul-Bıhar'da ve şerhinde gördüklerime muhâliftir.
Dürer-ül-Bıhar'ın ibâresi şöyledir: «Elliüç akd etmez. (dipnotgoster6104)
İşarette etmez. Fakat fetvâ bunun hilâfınadır.» Şerhi Gurer-ül-Efkâr'ın ibâresi
de şöyledir: «Ey fakih! İmam Ahmed'in bir kavline Şâfiî'ye uyarak yaptığı gibi
sende elli üç akt etme biz tehlilde sağ elimizin şehâdet parmağı ile işaret
etmeyiz bilakis parmaklarımızı yayarız. Ama fetvâ bunun hilâfınadır. Yani bize
göre fetvâ işaret etmemek Şâfiî ile imam Ahmed in dedikleri gibi elliüç akdi
şeklinde işaret etmektir. Muhit nâm eserde «işâret sünnettir. Parmak nefi
edilirken kaldırılır isbatta indirilir. . Ebu Hanîfe ile Muhammed'in kavli
budur. Bu babta eser ve haberler çoktur. Binaenaleyh bununla amel evladır.»
denilmektedir. Bu ifade müftabih olan kavlin parmakların! yayarak değil zikri
geçen şekilde onları yumarak şehâdet parmağı i!e işaret edileceğini
gösterdiğini açıklamaktadır. Çünkü bize göre parmaklarını yayarak işaret
yoktur. Onun için Münyetü'l Musallî'de: «İşâret yaparsa küçük parmağı ile yüzük
parmağını yumar. Orta parmağı ile başparmağını halka yaparak şehadet parmağını
diker.» denilmiştir. Mezkür eserin küçük şerhinde: «Şehadet getirirken bize göre
işaret yapar mı? bu hususta ihtilaf vardır.
Elli üç akdi bütün
parmaklarını yumarak Şehâdet parmağını dik tutmaktır. Araplar ellerin bu
şekilde yummakla elli üç rakamım kastederler. Nefi edilirken murad lâilâhe
kelimesidir. Çünkü bunun manası nefi yani ALLAH yok demektir. İsbattan muradda
illellah dır. Bundan muradda isbat yani Allah vardır. demektir. Lâilâhe
illellah» cümlesi Arabçaya mahsus bir cümle şeklidir. Bu cümle nefi ile baçlar
isbat ile biter yani ilâh yoktur ancak bir Allah manasına gelir.
Hulâsa ve
Bezzaziye'de işaret yapılmayacağı, Hidâye şerhinde ise yapılacağı sahih
bulunmuştur. El-Mültekât ve diğer kitablarda da işaret sahih bulunmuştur.
İşaretin şekli şehâdet getirirken orta ve baş parmak halka yapılarak ve küçük
parmakla yüzük parmak yumularak şehâdet parmağı ile işaret etmektir. Yahud
elliüç akt etmekle olur. Bundan murad orta ve yüzük parmağı ile küçük parmağını
yummak baş parmağının başını orta parmağının orta ekinin kenarına koymak
şehâdet parmağını lâilâhe derken kaldırmak, illellâh derken indirmektir.» Büyük
şerhde şöyle denilmiştir: «İşaret ederken parmakları yummak, işaretin nasıl
yapılacağı hususunda İmam Muhammed'den rivayet olunmuştur. Kezâ Emâlide ebu
Yusuf'tan dahi rivâyet edilmiştir. Bu işaretin sahih kabul edildiğine teferru,
eder. Ulemadan birçoklarından teşehhüdde aslâ işaret edilmeyeceği rivayet
olunmuştur. Bu kavil dirayet ve rivayete muhaliftir.
İmam Muhammed'den
rivayet olunduğuna göre kendisi işaretin nasıl yapılacağı hususundaki kavlini
İmam-A'zam'dan rivayet etmiştir.» Feth-ul-Kadîr'de de bunun gibi izahat vardır.
Kuhistânî'de: «Bütün ulemamızdan rivayet oldunduğuna göre parmak kaldırmak
sünnettir. Sağ elinin baş parmağı ile orta parmağın başlarını birleştirmek
suretiyle halka yapar. Ve şehâdet parmağı ile işaret eder.» denilmiştir. Bütün
bu nakiller açıkça gösteriyor ki sünnet vecihle işaret ancak hususî bir şekilde
olur ki oda elini yummak ve halka yapmak suretiyle olur. Parmakları yayma
rivayetine gelince onda asla işaret yoktur. Bundan dolayıdır ki Fetih ile Münye
şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu. yani zikir edilen şekil işaretin sahih
olduğuna teferru eder. Yani işaret rivayeti sahihdir. Biz halka yapmadan işaret
olur diyemeyiz onun için işaret Bedâyî, Nihâye. Mi'rac, Diraye, Zahîre.
Zahiriyye, fethul-kadîr, Münye ve Kuhistanî şerhleri, Hılye, Nehir, Mülteka
şerhi Behenni, Dürer-ül-bıhar şerhleri gibi bil'umum kitablarda bu şekilde
tefsir edilmiştir.
Nitekim ben
bunların ibarelerini «ref'ulteredd...» adlı risâlemde beyan ettim. Bizim için
yalnız iki kavil olduğunu yazdım. Bunların birincisi mezhepte meşhur olan
kavildir ki işaret yapmaksızın parmakları yaymaktır. ikincisi şehâdet getirecek
kadar parmakları yaymak şehadet getirirken yumarak Lâilahe derken şehadet
parmağını kaldırmak illellâh derken indirmektir. Müteehhirin ulemanın itimad
ettikleri kavil budur. Çünkü Peygamber (s.a.v.)den sahih hadislerle sâbit
olmuş; üç imamımızdan sahih rivayetle nakledilmiştir. Onun için
Feth-ul-kadîr'de: «Birinci dirâyet ve rivayetin hilafınadır» denilmiştir.
Zamanımızda
umumiyetle halkın tercih ettikleri parmakları halka yapmadan yayarak işaret
etmeye gelince: Buna şârihden başka kail olan kimse görmedim. Şarih de
Şurunbulâli'ye tabi olmuş o da onuncu asır ulemasından İs'âf nâmındaki eserin
sahibi İbrâhim Tırablusî'nin Burhan adlı kitabından nakletmiştir. Onun sözü
gelmiş geçmiş bil'umum şarihlerin zikir ettikleri iki kavle aykırı düşünce
cumhur ulemanın kavilleriyle amel edilir. Cumhur avâmın kavillerine bakılmaz.
Sahih olan yalnız şehâdet parmağı ile işaret etmektir.
İki elinin şehâdet
parmakları ile işaret etmek mekruhtur. Nitekim fethul-kadîr ve diğer kitablarda
bildirilmiştir. Burhan'ın sözünden iki kavilden karma bir söz meydana gelmiştir
ki, o da parmakları yayarak yummadan işaret yapmaktır. Bunun menkule muhâlif
olduğunu gördüm. Şarih'in Dürer-ül-Bıhar ile onun şerhinden naklettikleri dahi
vakıın hilâfınadır. Bu rivayet ihtimal ki garip bir kavildir. Ona kail olan
kimse görmedik. Burhan sahibi ona tabi olmuş umumiyetle beldeler ehâlisi bu
yolu tutmuştur. Ama meşhur ve mezhebin kitablarında menkul olan
işittiklerindir. ALLAH'u âlem.
Aynî'de parmak
kaldırmanın müstehap, Muhit'te ise sünnet olduğu bildirilmiştir. Bu iki
kavlinarasını bulmak için sünnet-i gayri müekkede demek mümkündür. T.
METİN
Vücûben ibn-ı
Mes'ud'un teşehhüdünü okur. Nitekim Bahır sahibi bunu incelemiştir. Lâkin
başkalarının sözü bunun mendup olduğunu ifâde eder. Dede Şeyh-ul-İslâm hilâfın
efdaliyette olduğunu kat'î lisanla söylemiştir. Bunun benzeri de
Mecme-ul-enhur'dedir. Teşehhüd lafızları ile bu lafızlardan murad olan manaları
inşâ vechiyle kast eder. Sanki Allah Teâlâyı tahıyye ediyormuş; peygamberine,
kendi nefsine ve Allah'ın velî kullarına selâm veriyormuş gibi düşünür. Bunları
haber veriyormuş gibi davranmaz. Bunu müçtebâ sahibi söylemiştir. Bu teşehhüdden
anlaşıldığına göre «Aleynâ» kelimesindeki zamir (bizim üzerimize mânasına)
orada mevcut olanlara aittir. Allah Teâlâ'nın selamını hikâye değildir.
Peygamber (s.a.v.) burada gerçekten «ben rasulullahım» derdi. Farz namazın ilk
oturuşunda bilittifak teşehhüdden fazla bir şey okumaz. Kasden fazla bir şey
okursa namazı yeniden kılması icap eder. Yanılarak ziyâde ederse sâdece
Allahümme salli ala Muhammed dediği takdirde mezhebin müftabih olan kavline
göre secde-i sehiv vâcip olur. Bu namaza mahsus olmak üzere değil kıyâmı te'hir
ettiği içindir. Cemaat olan kimse imamından önce teşehhüdü bitirirse
bil'ittifak susar. Mesbûk ıse imamı selâm verirken bitirmiş olmak için ağır
davranır. Bazıları teşehhüdü tamamlar demiş; bir takımlarıda şehâdet kelimesini
tekrarlayacağını söylemişlerdir.
İZAH
Bahır sâhibi şöyle
demektedir: «Sonra bazı şârihler: İbn-i Mes'ud teşehhüdünü okumak evlâdır
demişlerdir. Bu söz hilâfın evleviyet meselesinde olduğunu gösterir. Halbuki
anlaşılan bunun hilâfınadır. Çünkü ulema teşehhüdün vacip olduğunu söylemiş,
İbn-i Mes'ud'un teşehhüdü diye tayin etmişlerdir. Binaenaleyh bu teşehhüd
vaciptir. Onun içindir ki Sirâc sahibi teşehhüdde bir harf ziyade etmek yahud
bir harfin yerini değiştirmek mekruh olduğunu söylemiştir.
Ebu Hanife: «İbn-i
Mes'ud'un teşehhüdünden noksan veya ziyade yaparsa mekruh olur. Çünkü namaz
zikirleri mahduttur. Onlara ziyâde edilemez demiştir.»
Kerahet mutlak
söylenirse kerahet-i tahrime manası kast edilir. Şeyh-ul-İslâm gibi Nehir
sahibi ve Hayreddîn dahi hilâfın evleviyet meselesinde olduğunu cezm
etmişlerdir. Hayreddin Remlî Bahır hâşiyelerinde şöyle demektedir: «Ben derim
ki anlaşıldığına göre hilâf evleviyettedir. Ulemanın teşehhüd vacibtir
sözlerinin manası muayyen bir teşehhüd değil ihtilaf üzere âdet edilen
teşehhüddür. Bizim kaidelerimizde bunu iktiza eder. Sonra Nehir'de benim
söylediğime yakın sözler gördüm. Şu hale göre yukarda geçen kerahet kerahet-i
tenzihiyedir.»
Ben derim ki:
Hılye'nin sözüde bunu te'yid eder. Hılye sahibi ibn-i mes'ud'dan rivayet edilen
teşehhüd lafızlarını zikir etmiş sonra şunları söylemiştir: «Bilmiş ol ki
teşehhüd bu zikir edilen kelimelerin mecmuudur. Kezâ bunların benzeri rivayet
edilen sözlerdir. Bunlar iki şehâdetle şâmil oldukları için teşehhüd nâmı
verilmiştir... ilh» «Bunları haber veriyormuş gibi davranmaz.» yanı mi'rac
gecesinde Rasûlüllah (s.a.v.) ile Teâlâ hazretlerinin ve meleklerinin
söylediklerini habervermeyi kast etmez. Bu kıssanın tamamı teşehhüd
lafızlarının izahı ile birlikte İmdâd nâm eserdedir. Ona müracaat eyle!
Orada mevcud
olanlardan murad: İmam cemaat ve meleklerdir. Bunu Nevevî söylemiş. İmam
Suruci'de beğenmiştir. «AIIah Teâlânın selâmını hikâye değildir. Sözü hatâdır.
Doğrusu: «Rasulullah (s.a.v.) in selâmını hikaye değildir.» şeklinde olacaktır.
T. Burada Peygamber (s.a.v.) «Gerçekten ben rasülûllahım» derdi cümlesini
Şâfiîlerden Rafiî nakletmiştir. Hâfız ibn-i Hacer bunu red etmiş ve şöyle
demiştir: «Bunun aslı yoktur. Teşehhüd lafızları Peygamber (s.a.v.) den
tevatüren nakledilmiştir. O «Eşhedü enne Muhammed'en Rasûlüllah ve abdühü
verasûlühü»
«Ben Muhammed'in
Rasûlüllah ve Allah'ın kulu olduğuna şehadet ederim.» derdi. Bunu Tahtavî
Zerkânî'den nakletmiştir. Tühfe sâhibi diyor ki: «Evet eğer ezanın teşehhüdünü
kastediyorsa doğrudur. Çünkü peygamber (s.a.v.) bir seferde bir defa ezan
okumuş ve bunu söylemiştir.»
Ben derim ki:
Buharî'de dahi Selemetü ibn-ı Ekvâ (r.a.) dan rivayet edilen hadisde de böyle
denilmiştir. Mezkûr hadiste: «Ben cemaatın yiyeceklerinin yetmeyeceğinden
korkdum... ilh» buyurulmakta ve ayni hadiste Rasulullah (s.a.v.) «Eşhedü
enlâilâhe illellah ve eşhedü enni rasulellah» Allah'dan başka ilah olmadığına
şehadet ederim; kendimin de rasulullah olduğuma şehadet ederim.» Buyurdu.
denilmektedir. Bu şehadet namaz haricinde idi. Rasûlüllah (s.a.v.) onu elinde
bereket mucizesi zuhur ettiği vakit söylemişti. Farz namazın ilk oturuşunda
teşehhüdden fazla bir şey okumadığı gibi farza mülhak olan vitir gibi namazda
ve beş vaktin sünnetlerinde dahi bir şey okumaz. Gerçi Bahır sahibi bu meselenin
söz götürdüğünü söylemişse de nezir edilen namazla bozduğu nafile namazın
kazasının hükmüne baksın. Anlaşılıyor ki bu iki nevi namaz nâfile
hükmündedirler. Çünkü bunlardaki vücûp ârizidir. T.
Farz ve ona mülhak
namazlarda ilk otururda teşehhüdden fazla bir şey okunmayacağı ittifaki bir
meseledir. Ulemamızın kavli bu olduğu gibi. imam Malik'le imam Ahmed'in
kavilleride budur. Şâfiî'nin sahih kavline göre bu teşehhüd müstehabtır.
Cumhurun delili imam Ahmed'le ibn-i Hüzeyme'nin rivayet ettikleri ibn-i Mes'ud hadisidir.
Bu hadiste: «Sonra peygamber (s.a.v.) Şâyet namazın ortasında ise teşehhüdünü
bitirince kalkardı.» denilmektedir. Tahâvî: «Buna kim bir şey ilâve ederse
icmaa muhâlefette bulunmuş olur. demiştir. Bahır. Şu hale göre Şârih'in muradı,
Şâfiî'nin mezhebi icmaa muhaliftir demektir.
«Sâdece Allahümme
salli alâ Muhammed» demekle sehiv secde vacip olur. Bazıları ve alâ Muhammed
demedikçe vacip olmayacağını söylemişlerdir. Bu kâdı imam nakletmiştir. Bir
takımlarına göre bir rükün edâ edecek kadar geciktirmedikçe vacip olmaz.
Bazılarına göre ise bir harf ziyade etse bile vacip olur. Bahır sahibi bunların
hepsini red etmiş. Musannıf'ın burada söylediğinin tercih olunduğunu
bildirmiştir. Nitekim Hulâsa'da da böyle denilmiş Hâniye'de bu söz tercih
olunmuştur. Zeyleî secde-i sehiv babında bu sözün esah olduğunu açıklamıştır.
Halebî'nin el Münyet-ül-Kebir şerhindeki sözü dahi onun tercihini iktiza eder.
Lâkin Münyet-üs-sağîr şerhinde ekser ulemanın Kâdı imamın kavlini tercih
ettiklerini söylemiş, esah olan da budur demiştir. Hayreddîn Remlî diyor ki:
«Gördüğün gibi sahih kabul edilen kaviller muhteliftir. Ama Kâdı imam'ın
söylediğini tercih etmek gerekir.»
Sonra bütün bunlar
ebu Hanîfe'nin kavline göredir. Yoksa Tatarhâniye'de, Hâviden naklen
bildirildiğine bakılırsa imameynin kavline göre (Hamidün mecîde) kadar
okumadıkça secde-i sehiv vacip olmaz. «Mezhebin miftabih olan kavline göre»
sözünü musannifle şarihden başka söyleyen görmedim. Benim gördüğüm yukarda
anlattıklarımdır. Bu secde-i sehiv namaz için değil kıyâmı te'hir ettiği için.
Binaenaleyh susmuş olsa secde-i sehiv vacip olur. Nitekim Münye şerhinde de
böyle denilmiştir.
Mesbûk ise imamın
selâm verirken bitirmiş olmak için ağır davranır. Hâniye'de ve Münye şerhinde
secde-i sehvin mesbûk bahsinde sahih kabul edilen kavil budur. Diğer kavillerde
sahih kabul edilmişlerdir. Bahır sahibi şöyle diyor: «Görülüyor ki Hâniye'deki
kavil ile fetva vermek gerekiyor.» ihtimal bu sözün vechi şudur. Bu adam
teşehhüd hakkında namazının sonunu kaza etmektedir. Orada salâvat ve duayı
okur. Ama burası son değildir. Halebî'nin beyânına göre bu imamın son
oturuşundadır. Nitekim Şârih'in «imamı selâm verirken bitirmiş olmak için» sözü
bu hususta açıktır. önceki oturuşlarda ise hükmü susmaktır. Nitekim bu
meydandadır. Hılye'de de böyle denilmiştir. «Bir takımları da şehâdet
kelimesini tamamlayacağını söylemişlerdir.» Münye şerhinde de bu denilmiştir.
Bahır, Hılye ve Zahîre de ise teşehhüdü tekrarlar denilmiştir.
METİN
Farz kılan kimse
ilk iki rek'attan sonra Fatiha ile bitirir. Çünkü zâhir rivayeye göre bu
sünnettir. Fatiha'dan fazla bir şey okursa beis yoktur. O kimse Fatiha okumakla
üç kere tesbih etmek veya o kadar susmak arasında muhayyerdir. Aynî ise Fatiha
okumanın vacip olduğunu sahih bulmuştur. Nihaye'de bir tesbih miktarı
susulacağı bildirilmiştir. Binaenaleyh mezhebe göre susmakla isâet işlemiş
olmaz. Çünkü muhayyerlik hazreti Ali ile ibn-i Mes'uddan rivayet edilen
hadislerle sabit olmuştur. Devam rivayeti vucûp manasına gelmekten değiştiren
budur.
İZAH
Farz kılan Fatiha
ile yetinir sözü bir kayıttır. Çünkü nâfile ile vacip namazların her rek'atında
Fatiha ve sûre yahud âyet vaciptir. «Fatiha'dan fazla bir şey okursa beis
yoktur» yani Fatiha'ya sûre zam ederse beis yoktur. Çünkü son iki rekatta
kıraat miktar tayin edilmeksizin meşrudur. Sâdece Fatiha okumak vacip değil
sünnettir. Binaenaleyh sûre zammı evlânın hilâfına bir hareket olur. Bu ise
meşruiyete ve yapılıp yapılmaması günah değildir mânasında mubahlığa aykırı
değildir. Nitekim vacipler bahsinin baş taraflarında arzetmiştik böylece Nehir
sahibinin Bahır'a karşı iddiada bulunduğu zıddiyet ortadan kalkmış olur.
Aynî Fâtiha
okumanın vacip olduğunu sahih bulmuştur. Bu kavil zâhir rivayeye mukabil olup
İmam Hasan'ın İmam A'zam'dan rivayetidir. Delil yönünden bunu Kemal ibn
Hümâm'da sahih bulmuş; Münye sâhibi bu kavli tercih ederek Fatiha okumayı
unutana secde-i sehiv vacip olduğu kasdet terk edenin isâette bulunduğunu
söylemiştir. Lâkin esah olan kavil vacip olmamasıdır. Çünkü
haberlerçelişmektedir. Nitekim Müçtebâda'da böyle denilmiş. Hılye'de bu kavle
itimad edilmiştir. «Nihaye'de bir tesbih miktarı susulacağı bildirilmiştir.»
Üstadımız bunun usule daha layık olduğunu söylemiştir. Hılye.
Yani kıyâm rüknü
bununla hâsıl olur. Zira evvelce geçtiği vecihle rükun olmak en az miktara
taalluk eder. Binaenaleyh susmakla isâet etmiş olmaz. Malumun olsun ki zahir
rivayede ulema Fatiha okumanın efdal olduğuna ittifak etmişlerdir. Sâdece
tesbihle yetinirse isâet etmiş sayılmayacağında dahi müttefiktirler. Fakat
susarsa Muhit sahibi bunun isaet olduğunu açıklamış ve «çünkü son iki rekatta
kıraat zikir ve senâ yolu ile meşru kılınmıştır. Bu sebeple kıraat için Fatiha
taayyün etmiştir. Çünkü Fatiha'nın tamamı zikir ve senâdır. Kasten susarsa
sünneti bıraktığı için isâet etmiş olur. Yanılarak susarsa secde-i sehiv lazım
gelmez.» demiştir. Muhit sahibinden başkası zahir rivayeye göre üç şey arasında
muhayyer olduğunu sükûtle isâet etmiş sayılmadığını söylemişlerdir.
Bedâî sahibi
şunları söylemiştir: «Sahih olan zâhir rivayenin cevabıdır. Çünkü bize Ali ile
ibn-i Mes'ud radıyallahu anhümadan rivayet olunduğuna göre kendileri «son iki
rekatta namaz kılan muhayyerdir; isterse okur ;isterse susar; isterse tesbih
eder.» derlermiş. Bu bap kıyasla anlaşılmaz.
Ali ile ibn-i
Mes'ud'dan rivayet edilen Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiş gibidir.
Hâniye'de: «İtimad bunadır.» denilmiş. Zahire'de sahih rivayetin bu olduğu
bildirilmiş; Hılye'de de fazla söze tahammülü olmayacak derecede açık olarak
tercih edilmiştir. Ona müracaat edebilirsin.
Hâsılı Muhit
sahibine göre kıraat sünneti terk ettiği için sükût mekruhtur. Ona göre kıraat
sünnettir. Lâkin zikir suretiyle meşru olduğundan sünnet tesbih ile de hâsıl
olur. Ve ikisinin orasında muhayyer kalır. Musannıf'ın tercih ettiği de budur.
Demek oluyor ki kıraat tesbihe nazaran efdal, susmaya nazaran sünnettir. Hatta
tesbih ederse efdalı bırakmış olur. Susarsa sünneti terk ettiği için isâet
sayılır. Muhit sahibinden başkalarına göre ise susmak mekruh değildir. Çünkü üç
şey arasına muhayyerlik sabit olmuştur. Binaenaleyh tesbih ile susmaya bakarak
kıraat efdal olmuştur. Bu suretle bütün ulema kıraatın efdal olduğunda ittifak
etmiş sünnet olup olmadığında ihtilafa düşmüşlerdir. Bu da susmanın mekruh olup
olmadığına binaendir. Gördük ki sahih ve mutemed olan kavil üç şey arasında
muhayyerliktir. Bundan da Şarih'in ibaresindeki rekabeti anlarsın. Evvelâ
«Zâhire göre Fatiha sünnettir.» demiş. Bu söz Muhit'in sözüne mebnidir. Sonra
bunun aksini almış üç şey arasında muhayyerliğe itimad etmiştir. Böylelikle musannıfın
söylediklerine susmayı da katmış susarsa isâet etmemiş olacağını söylemiştir.
Bu yegâne yazıyı ganimet bil!
Bedâi, Zahiri'ye
ve Hâniye'den naklettiklerini bu eserlerde ve başkalarında gördüm. İbârelerini
Bahır üzerine yazdığım derkenarda zikir ettim. Onlardan buna muhalif
nakledilenlere itimad edilmez. Sonra bil ki ulemanın Fatiha'nın efdal olduğuna
ittifak etmeleri muhayyerliğe aykırı değildir. Çünkü fâdıl ile efdal arasında
muhayyerliğe bir mâni yoktur. Nitekim hacda ihramdançıkarken tıraş olmakla saç
kısaltmak arasındaki muhayyerlik bu kabildendir.
T E N B İ H:
Metinlerin ve diğer kitabların sözlerinden anlaşıldığına göre, Fatiha Kur'an
olarak okunur. Kuhistâni'de ise: «Ulemamız Fatiha'nın kıraat niyetiyle değil
senâ niyetiyle okunacağını söylemişlerdir» deniliyor. Müçtebâ'da
Şems-ül-eimme'den naklen bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir. Lâkin
Nihaye'de: «Ebu Yusuf'dan bir rivayete göre tesbih eder susmaz. Fatiha'yı
okursa kıraat olmak üzere değil sena olmak üzere okur. Müteehhirinden bazıları bunu
tercih etmişlerdir.» deniliyor. Hılye'de ise: «Fakat arzetmiştik ki sözün
doğrusu Fatiha'nın niyetle Kur'an olmaktan çıkmamasıdır.» denilmiştir.
«Devâm rivayetini
vücûp mânâsından değiştiren budur.» Bu sözün hulâsası şudur: Sahihaynın ebu
Katâde'den rivayet ettikleri hadiste: «Peygamber (s.a.v.) öğle ve ikindinin ilk
iki rekatlarında Fatiha ile birer sûre okurdu. Son iki rekatlarında ise yalnız
Fatiha'yı okurdu. Denilmektedir. Bu hadis Rasûlüllah (s.a.v.) in buna devam
ettiğini gösterir. Bırakmadan devam etmek ise vücûbun delilidir. Cevap şudur:
Rivayet edilen muhayyerlik bunu vacip mânâsına almaktan değiştirmiştir. Çünkü
tehayyir rivayeti de evvelce arzettiğimiz gibi merfû hükmündedir. Aynî ile
ibn-i Hümam'a bununla red cevabı verilir.
METİN
İkinci oturuşta
dahi birincideki gibi döşenir. Ve teşehhüdü okuyarak peygamber (s.a.v.)e
salavat getirir Fil âlemîn ifadesini ziyade etmek ve «Hamîdün mecîd»i
tekrarlamak sahihdir.
Rahmet dilemenin
velevki baştan olsun mekruh olmadığı dahi sahihdir. Seyyid kelimesini kullanmak
menduptur. Çünkü vâkıı ziyâde haber vermek aynen edep yolunu tutmaktır.
Binaenaleyh söylemek söylemekten efdaldir. Bunu Şâfiîlerden Remlî ve başkaları
söylemişlerdir. Nakil edilen
«Beni namazda
seyyid yapmayın!» sözü yalandır. Bazılarının Lâ tüsevviduni'yi lâ tüseyyidüni
okumaları dahi hem yalan hem lahındır. (yani hatadır) bil hayâl doğrusu vavla
okumaktır.
İZAH
Şârih'in burada
ayrıca döşenmeyi zikir etmesi kadınlar gibi ayaklarını sağ taraftan çıkararak
oturmamasına işaret içindir. Nitekim Şâfii'nin mezhebi teverrük denilen bu
oturuştur Yoksa oturuş hükümleri yalnız buna mahsus değildir.
Salâvatın sıfatı
hakkında Münye şerhinde şöyle denilmektedir: «Salavâtın sıfatı hakkında tercih
edilen kavil Kifâye, Kınye ve Müctebâ'da bildirilendir ki şudur: İmam
Muhammed'e Peygamber (s.a.v.)e salavâtın nasıl yapılacağı soruldu da şu cevabı
verdi:
«Allahümme salli
ala Muhammed ve alâ âli Muhammed kema salleyte alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim
inneke hamidün mecid. Ve bârik alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed kema bârekte
alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim inneke hamîdün mecîd» dir . Sahihayn ve diğer
hadis kitablarındakine uygun olan da budur. «Kema barekte ilh» cümlesinden
sonra bir defa fil alemin ifâdesini ziyade etmek sahihtir. «Kemâ salleyte» den
sonra söylenildiği sübût bulmamıştır. Hılye sahibi diyor ki: İbn-i Hübeyre'nin
ifsâhında mezkûr salavât meselesi İmam Muhammed'den «kemâ bârekte» ifâdesinden
sonra filâlemîn ziyadesiyle rivâyet edilmiştir. Bu ziyâde imam Malik'in,
Müslim'in, ebu Dâvud'un ve başkalarının rivâyetlerinde vardır. İfsahın bir
nüshasında da fil âlemin, kema salleyte den sonradır Bu ziyade hadislerin
bazılarında mevcuttur. Lâkin şu anda sahabeden onu kimlerin rivayet ettiği ve
hafızlardan kimin tahriçte bulunduğu hatırıma gelmediği gibi haddi zatında
sabit olup olmadığını da hatırlamıyorum. Şârih ziyâde deyip tekrar kelimesini
kullanmamakla buna işaret etmiştir.
Ey Allah'ım
İbrahim'e ve İbrahim hânedanına nasıl salavat eyledinse Muhammed'e ve Muhammed
hânedanına da salavat eyle. Çünkü sen öğülmeye ve ta'zime pek layıksın. Hem
İbrahim'e ve İbrahim hânedanına nasıl bereket verdinse Muhammed'e ve Muhammed
hânedanına da salavat eyle. Çünkü sen öğülmeye ve ta pek layıksın.
«Hamidün mecîd»i
tekrarlamak sözü Zeyleî ve başkalarının nakillerine istidrâk (düzeltme)dir.
Bunlar salavâtın nasıl getirileceğini imam Muhammed'den naklederken. En sonunda
bir defa inneke hamidün mecîd demişlerdir. Halbuki Zahire'de bu cümle İmam
Muhammed'den mükerrer olarak nakledilmiştir. Yukarda gördük ki sahihaynda da böyledir.
Rahmet dilemek
teşehhüdün salavatında sâbit olmadığı için ona mendup demek sahih değildir.
Bundan dolayıdır ki Münye şârihi: «sahih hadislerde olanları söylemek evlâdır»
demiş feyz nâm eserde rahmet dilemenin ihtiyatan olduğu bildirilmiştir. Remlî'nin
Minhâc şerhinde şöyle deniliyor: «Nevevî Ezkâr adlı eserinde demiştir ki:
«Erham Muhammed' en ve alâ âli Muhammed'in kemâ rahmet alâ İbrahim İbrahim'e
rahmet eylediğin gibi Muhammed'e ve Muhammed hânedânına da rahmet eyle!»
sözlerini ziyâde etmek bid'attır. Bunun bir çok hadîslerde veterahham alâ
Muhammed'in şeklinde rivayet edilmesine itirazda bulunulmuştur. Bu hadislerin
bazılarını Hâkim sahihlemiştir. Hadis ulemasının muhakkıklarından bazıları bunu
red etmiş hâkim'in bu babta vehm ettiğini hadislerin zaif olmakla beraber
zaiflerinin şiddetli olduğunu bu sebeple onlarla amel edilemeyeceğini
söylemişlerdir. Bunu ebu Zur'â'nın kavli de te'yid eder Ebu Zür'a hadis
imamlarındandır. Bu hadisleri sıralayıp zayıflıklarını beyân ettikten sonra:
«Her halde kabul etmemek daha râcihdir. Çünkü bu husustaki hadisler zaiftir.»
demiştir. Yani şiddetle zaif olduğu için kabul edilmez demek istemiştir. Bu
izahattan anlaşılır ki kabul etmemenin sebebi merhamet duasının burada mutemed
bir yoldan sabit olmamasıdır. Bu bap peygamber (s.a.v.)e tabi olma babıdır.
İbn-i Abd'ilber ile başkalarının söyledikleri gibi peygamber (s.a.v.)e rahmet
lafziyle dua edilmez değildir. Edilmeyeceğini söyleyenler onun mutlak surette
câiz olmadığını anlatmak isterlerse sahih hadisler onların kavlini açık açık
red etmektedirler. Gerçekten sâir teşehhüd rivayetlerinde:
Esselâm aleyke
eyyühen-nebiyy ve rahmet ül llah veberakâtüh denildiği sahih olarak sübût
bulmuştur.
Yine sahih hadise
göre: «Yârabbî bana ve Muhammed'e rahmet eyle.» diyen bir kimseyi Rasulullah
(s.a.v.) tasdik etmiş sözünü red etmeyerek yalnız: «Bizimle birlikte başkasına
rahmet dileme.» buyurmuştur. Rahmetin peygamber (s.a.v.)e zaten verilmiş olması
onun nâmına rahmet istemeyemani değildir. Nitekim salât, vesile ve makam-ı
mahmud istemek de böyledir. Çünkü bunun fâidesi Rasûlüllah (s.a.v.)e âiddir.
Buna sebep terekkısinin nihayetsiz ziyadeliği ve sevâbının artmasına dua
edendir.
Hâsılı teşehhüdden
sonra rahmet dilemek sâbit olmamıştır. Velev ki başka yerde sabit olsun.
Binaenaleyh yalnız haddi zatında câizdir. «Velev ki baştan olsun» ifâdesinden
murad velev ki salat ve selâma tabi olmayarak müstakilen söylensin, demektir.
Bahır ve Hılye'de bildirildiğine göre ibtidâda yani söze Rasulullah (s.a.v.)e
rahmet dileyerek başlamakta kerahet olduğunda ulema ittifak etmişlerdir. Nehir
sahibi bu sözü şöyle tenkid etmiştir. Zeyleî'nin kitabının sonundaki sözü
hilâfın yalnız burada değil bütün rahmet istekleri hakkında olduğunu iktiza
eder. Çünkü şöyle demiştir: «Ulema ey Allah'ım Muhammed'e rahmet et diyerek
Peygamber (s.a.v.)e rahmet duasında bulunmanın câiz olup olmayacağı hususunda
ihtilaf etmişler. Bazıları câiz olmadığını. çünkü bu sözde salavâtta olduğu
gibi ta'zime delâlet edecek bir şey bulunmadığını söylemiş. Bir takımları buna
cevaz vermişlerdir. Çünkü Peygamber (s. a.v.) ALLAH Teâlâ'nın ziyâde rahmetini
en ziyade arzu edenlerdendi. Serahsi bunu tercih etmiştir. Çünkü eserde
variddir. Ona tabi olanlara bir şey denemez.
Ebu Ca'fer: Ben de
Muhammed'e rahmet et diyorum. Çünkü bu söz müslüman memleketlerinde gelenek
halini almıştır. Bazıları buna delil olmak üzere salat kelimesini rahmetle
tefsir etmişlerdir. İki kelime mânâca müsavi olurlarsa biri diğerinin yerine
kullanılabilir. Onun içindir ki Peygamber (s.a.v.) bedevinin Allah'ım bana ve
Muhammed'e rahmet eyle sözünü tasdik buyurmuştur.
Şâfiî'lerden Remlî
Nevevî'nin Minhâc'ı üzerine yazdığı şerhde şöyle demiştir: «Efdal olan seyyid
kelimesini söylemektir. Nitekim ibn-i Zahire'de böyle demiş bir çok ulema bunu
açıklamışlardır.» Kitabımızın şarihi dahi bununla fetvâ vermektedir. Çünkü bu
sözde emir olunduğumuzu yapmak ve vâkıı fazlasiyle haber vermek vardır ki edep
ve terbiyede bunu iktiza eder. Bu sebeple söylenmesi efdaldır. Velev ki Esnevî
efdal olup olmadığında tereddüt göstermiş olsun. La tüseyyidüni fissalah
hadisine gelince bu hadis bâtıldır. aslı yoktur. Nitekim mütteehhirîn hadîs
hafızlarından bazıları bunu bildirmişlerdir. Tûsi «bu hadîs bâtıl ve
yanlıştır.» demiştir. Bazıları şârihimizin bu fetvâsına itiraz etmiş: «Seyyid
kelimesini katmak mezhebimize aykırıdır. Çünkü yukarda geçtiği vecihle
teşehüdde ziyâde ve noksan yapmak İmam A'zam'a göre mekruhtur.» demişlerdir.
Ben derim ki: Bu
itiraz söz götürür. Zira salavat dahi teşehhüdün üzerine ziyadedir. Teşehhüdden
değildir. Evet buna göre: Rahmet dileğini ve eşhedü enne Muhammeden abdühü
varasuluh cümlesi arasında zikir etmemek, İbrahim'le beraber söylemek gerekir.
METİN
İbrahim'in tahsis
dilmesi bize selâm ettiği yahud bize müslüman adını verdiği içindir. Yahud
salavâttan maksad ALLAH onunla Peygamberimizi Halil ittihaz etmesidir. Bu son
ihtimale göre teşbihin mânâsı açıktır. Yahud teşbih âli Muhammed'e racidir.
Veya müşebbehünbih bazan daha aşağı olabilir. Meselâ: «AIIah'ın nurunun misali
bir kandil gibidir.» Âyeti kerimesinde böyledir. Ömürde bir defa salavat
getirmek bil'ittifak farzdır. Delili hicretin ikinci yılının Şaban ayında emir
buyurulmasıdır. Bir kimse salavât getirirken bülûğa erse bu salavât farz olan
salavatın yerini tutar. Bunu Nehir sahibi inceleme neticesi söylemiştir.
Müçtebâ' da: «Peygamber (s.a.v.)'e kendisine salavat getirmek vacip değildir.»
denilmiştir.
İZAH
«İbrahim'in tahsis
edilmesi. ilh» cümlesi mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Diğer
peygamberleri bırakıp da teşbih için neden İbrahim aleyhisselam tahsis
edilmiştir?
Şârih bu suale üç
cevap vermiştir.
Birincisi: Çünkü
mi'rac gecesi bize hazreti İbrahim selâm etmiş: «Ümmetine benden selâm eyle»
demiştir.
İkincisi: Bize
müslüman adını veren odur. Nitekim Teâlâ hazretleri: «Önceden size müslüman adını
veren odur.» buyurmuştur. Yani hazreti İbrahim: «Yarab bizi sana inanan iki
müslüman yap zürriyetimizden de sana inanan müslüman bir ümmet halk eyle.»
demiştir. Arablar onun ve oğlu İsmail aleyhisselâmın zürriyetindendir. Bizde bu
iki fiilinden dolayı onun faziletini göstermek istemişizdir.
Üçüncüsü: Maksat
bizim salavatımızla Allah teâlânın peygamberimizi Halil (en yakın dost) ittihaz
etmesidir. Nitekim İbrahim aleyhisselâmı Halil ittihaz etmişti. Gerçekten Allah
Teâlâ kullarının duasını kabul buyurmuş onu da Halil ittihaz eylemiştir. Buhari
ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste: «Lâkin sizin arkadaşınız yani ben
rahmânın halilidir.» buyurulmuştur.
Daha başka
cevablarda verilmiştir. Onlardan biride şudur: Hazreti İbrahim'in tahsis
edilmesi baba olduğu içindir. Fazîletli şeylerde babalara benzetmek makbul bir
şeydir. Birde hazreti İbrahim'in sair peygamberler arasında şânı pek büyük ve
muhtar kavle. göre diğer Peygamberlerin efdali olduğu millet alametlerinde ona
uyduğumuz ve zikri cemili devam ettiği içindir. Ona uyduğumuza Teâlâ
hazretlerinin: «Babanız İbrahim'in dinine» âyeti kerimesiyle, zikri cemîlinede:
«gelecekler arasında benim için zikr cemil halk ey!e.» âyetleriyle işaret
buyurulmuştur. Ona uymak için emirde vardır. Teâlâ hazretleri: «İbrahim'in
dosdoğru dinine tâbi olmalısın» buyurmuştur.
Bu son ihtimale
yani üçüncü veche göre teşbihin manası açıktır. Bu söz dahi ulemanın ötedenberi
süregeldikleri meşhur bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Teşbihde kaide
ekseriyetle müşebbehünbihin benzerlik hususunda müşebbihden yüksek olmasıdır.
(yani benzerlik vasfı benzetilen şeyde benzeyenden daha çok bulunacaktır.
Meselâ kan gibi karpuz dersek karpuzu kırmızılık vasfında kana benzetiriz. Ve
kırmızılık benzetilen şeyde yani kanda daha fazladır. Halbuki salavâttan ve
bereketten Peygamberimiz (s.a.v.) ile hanedânına hasıl olan miktar hazreti
İbrahim'le hânedanına hasıl olan miktardan daha fazladır. Buna delil Neseinî'n
rivayet ettiği şu hadistir: «Bana kim bir salavat getirirse o kimseye Allah on
salâvat getirir, ve kendisinden on günah siler. Onun on derecesini yükseltir.»
Hazreti İbrahim veya başka bir peygamber hakkında böyle bir haber varid
değildir.
Cevap: Murad
hususi salavattır ki onunla Peygamberimiz (s.a.v.) Halil olacaktır. Nitekim
İbrahim Aleyhisselâm Hali! ittihaz edilmiştir Yahud teşbih âl-i Muhammed'e
(yani hanedanı rasülûllah) râcidir. Yahud bu teşbih kaidedeki ekseriyet kaydına
uyulmadan yapılan teşbihlerdendir. Zira bazen müşebbehünbih müşebbehe müsavî
hatta ondan daha aşağı olabilir. Lâkin hissen müşâhede edildiği için yahud
benzerlik hususunda meşhur olması sebebiyle daha açık olur. Birinciye misal
«AIIah'ın nurunun misali bir kandil gibidir.» âyeti kerimesidir. Kandilin nuru
nerede Allah'ın nuru nerededir?
İkincisi: Burada
olduğu gibidir. Zira İbrahim ve hânedânına salavat getirmek suretiyle ta'zimde
bulunmak bütün dinlerin salikleri arasında açıktır. Bundan dolayı teşbih güze!
olmuştur. Bu isteğin «Alemlerde» sözü ile bitirilmesi de bunu te'yid eder.
Devâmın tamamı Hılye'de dir. Başka cevaplarda verilmiştir. Bunların en güzeli
şudur: Burada teşbih miktarda değil salavatın aslındadır. Teşbihin fâidesi
dileği te'kittir. Yani İbrâhim'e salâvat eylediğin gibi ondan efdal olan
Muhammed'e de salavât eyle demektir.
Salavâtın ömürde
bir defa farz olduğuna delil hicretin ikinci yılı şaban ayında inen âyeti
kerimedir ki bu âyette «Ey iman edenler o peygambere salat ve selâm edin!
buyurulmaktadır.» Bazıları bu âyetin isrâ gecesi indirildiğini söylerler. T.
Salavât delâlet ve
sübûtu kat'î ayetle sabit olduğu için onunla amel hem ilmen hem amelen farzdır.
Vitir gibi sâde amelen farz değildir. Gerçi ibn-i Cerir-i Taberî âyetteki emrin
müstehap mânâsı ifâde ettiğini söylemiş hatta Kâdı İyâz bu babta icmaa
bulunduğunu iddia eylemiş isede bu iddia icmaa muhaliftir. Nitekim muhalif
olduğunu Fâsi delâil-ül-Hayrât şerhinde söylemiştir.
Salavât getirirken
bülûğa ermekten murad: Yaşça baliğ olmaktır. Aksi salavatı hükümsüzdür. Halbuki
Nehr'in ibâresi şöyledir; «Bülûğun evvelinde salavat getirmiş olsa bu salavat
teşehhüdünde farz yerini tutar. Ve farz olur.» Buna tenbih eden kimse görmedim
nazîri elleri yıkamakla başlamak meselesinde geçmişti. Yani ellerini yıkamak
abdest veya cünüblük meselesinde sıinnet olan yıkamanın yerine geçerdi.
Ben derim ki:
Mecmâ şerhi Menbâda ben bunun saraheten zikir edildiğini görmedim. Orada şöyle
deniliyor: «Ulemamız salavatın ömür de bir defa farz olduğunu söylemişlerdir.
Bu namaz içinde de namaz dışında da edâ edilebilir.» Dürer-ül-Bıhar şerhi ile
Zahire'de dahi böyle denilmiştir.
Halebî diyor ki:
«Şimdi ilk oturuşta salavat getirir yahud namaz fiilleri esnâsında salâvat
getirirde oturduğu zaman salâvat getirmezse meselesi kalır. Öyle anlaşılıyor ki
günahkârda olsa farzı edâ etmiş sayılır. Nasıl ki gasp edilen yerde namaz kılmanın
hükmü de budur.» Lâkin Rahmetî'nin Allâme Nihripî'den naklen beyânına göre
mükellef olan bir kimse farz borcundan ancak farz niyetiyle kurtulur.
Binaenaleyh farzı edâ ile salâvat getirmesi mutlaka lazımdır. Çünkü bu farzdır.
Nasıl ki ulema: «Farza niyetlenmenin şartlarından biri o farz için niyeti tayin
etmektir. Hatta fecir doğduktan sonra iki rekat namaz kılsa farza diye niyet
etmedikçe onunla sabah namazının farzı sâkıt olmaz.» demişlerdir.
Ben derim ki: Bu
söz götürür. Zira gördün ki salavat ömürde bir kere farzdır. Nitekim farz olan
hiçde böyle değildir. Böyle olan şeyde fiili kastetmek şarttır. Binaenaleyh
farza niyet etmesi bile sahih olur. Çünkü bizzat tayin etmiştir. Nasıl ki farz
olan hiç farziyetini tayin etmese bile sahih olur. Ulemanın beyan ettiklerine
göre müslüman olması dahi niyetsiz sahihtir. Yani ömürlük bir farz olduğu için
sahihtir. Binaenaleyh sabah namazına kıyası farklı kıyastır.
Peygamber (s.a.v.)
in kendisine salavat getirmesi vacip değildir. Çünkü âyetteki «salavat getirin»
emrinden murad o olmadığı gibi bu emirdeki zamirin dahilinde o mevcut değildir.
Nasıl ki «ona salavat getirin» emrinden anlaşılanda budur. Nehir sahibi diyor
ki Peygamber (s.a.v.) in kendisine salavat getirmesi: Ey iman edenler hitabı
ona şâmil olmadığı için vacip değildir. «Ey insanlar» yahud «Ey kullarım» gibi
hitaplar bunun hilâfınadır. Nitekim usul fıkıhtan malumdur.»
Allah'u âlem
bundaki hikmet salavâtın dua olmasıdır. Her şahıs tabiatı icabı kendisine dua
eder. Hayır ister. Bunda hiç bir güçlük yoktur. Halbuki farz olarak ancak nefse
güç gelen onun tabiatına aykırı düşen hitablardadır. Tâ ki ibtila ve imtihan
tahakkuk etsin. Nitekim usul fıkıhta beyan edilmiştir. Teâlâ hazretlerinin:
«Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim.» Ve benzeri âyetlerden murad duanın
farz olduğunu bildirmek değildir. Onun içindir ki hadis kudsîde: «Bir kimseyi
benim zikrimle meşgul olmak benden bir şey istemekten alıkoyarsa o kimseye ben
isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.» buyurulmuştur.
METİN
Tahavî ile Kerhî
Peygamber (s.a.v.) her anıldıkça anan ve dinleyen kimseye salavat getirmenin
vacip olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Tahavî'ye göre muhtar kavil her
anıldıkça salavatın tekrar tekrar vacip olmasıdır; esah kavle göre velev ki bir
mecliste olsun. Ama emir tekrar iktiza ettiği için değil. vücûbu tekrar eden
sebebe yani zikre tealluk ettiği içindir. Binaenaleyh Peygamber (s.a.v.)i zikir
ettikçe salavatta tekrar eder. Terk edilirse borç olarak kalır ve kaza edilir.
Çünkü teşmit gibi o da kul hakkıdır. Allah teâlâ'yı zikir böyle değildir.
İZAH
Şârih'in Tahavî'ye
göre diye kayıtlaması mezhebe göre vacip değil müstehap olduğundandır.
Hanefî'lerden bir cemâat ile Huleymi ve Şâfiî'lerden bir cemâat Tahavî'ye tabi
olmuşlardır. Malikî'lerden Lahmî ile Hanbelî'lerden ibn-i Betta'nın da ona tabi
olduğu rivayet edilmiştir. Malikî'lerden ibn-üI-Arabî bu kavlin daha ihtiyat
olduğunu söylemiştir. İleride bunun mutemed olduğu gelecektir. Karamanî
ebu-l-Leys mukaddimesi şerhinde şunu kaydetmiştir: «Tahavîye göre tekrarın vâcip
olması vacibi ayın değil vacib-i kifâyedir. O: bazıları salavat getirdi mi
diğerlerinden borç sâkıt olur. Çünkü maksat hasıl olmuştur. Maksat ismi şerifi
zikir edildiği vakit ona ta'zimde bulunmak ve şerefini meydana çıkarmaktır.»
demiştir. Tamamı Halebî'dedir.
«Esah kavle göre
velev ki bir meclisde olsun.» Bu kavli Zâhidî Müçtebâ nâm eserinde sahih
bulmuştur. Lâkin Kâfî'de her meclisde secde-i tilâvet gibi bir defa salavatın
vacip olacağı bildirilmiş tilâvet babında şöyle denilmiştir: «O kimse peygamber
(s.a.v.)m tekrar tekrar işiten gibidir. Sahihkavle göre işiten kimseye yalnız
bir salavat lazım gelir. Çünkü peygamber (s.a.v.) in isminin tekrarlanması
sünnetini bellemek içindir. Şeriatın kıvamı sünnet iledir. İsmi her zikir
edildikçe salavat vacip olsa bu güçlük doğurur. Bununla beraber salavatın
tekrarı yine de menduptur. Secde böyle değildir. Taşmit salavât gibidir.
Bazıları üçe kadar her aksırdıkça teşmit vâcip olduğunu söylemişlerdir. Hasılı
bir meclisde vücûp tedâhul eder (iç içe girer) ve secde de olduğu gibi
güçlükten dolayı bir defa ile iktifa edilir. Şu kadar var ki bir meclisde
salavatın tekrarlanması menduptur. Secde öyle değildir.
Kâfî sahibinin
söylediğini Mecma sahibi de şerhinde Fahr-ul-İslâm' ın Câmii Kebîr şerhinden
naklen zikir etmiş ve bunu kat'î kabul etmiştir. Fakat sahih sözünü anmamıştır.
Bilirsin ki Zâhidînin sahihtir demesi Kâfi sahibi Nesefî'nin sahihdir demesine
karşı gelemez. Halbuki Zâhidî kendi sözüne muhalefette bulunmuştur. Çünkü
Kınye'nin kerâhiyet bahsinde: «Secde-i tilâvet gibi bir meclisde bir salavat
yeterdi diyenlerde vardır. Bununla fetva verilir.» demiştir. Şarih Hazâin nâm
eserinde:
«Anlaşılan Kâfi'de
ki söz Kerhî'nin kavline mebnidir.» demiştir. Bu söz anlaşılmamaktadır. Çünkü
bundan tekrarın vücûbuna kâil olan Kerhî imiş ancak meclis bir olursa bir defa
salavat vacip olurmuş mânâsı anlaşılır. Ve Kerhî ile Tahavî arasında hilaf
yalnız meclis birleşik olduğu zamana mahsus kalır. Halbuki nakledilen rivayet
bunun aksinedir.
İbn-i Melek mecmâ
şerhinde tedahulün Allah hakkında hasıl olduğunu, salavatın ise Peygamber
(s.a.v.) in hakkı olduğunu söyleyerek itirazda bulunmuştur. Buna şöyle cevap
verilebilir: Vücûbun Allah teâlâ hakkı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü salavat
getiren kimse emre imtisali niyet eder. Şu da var ki içlerinde ebu-l-Abbâs
el-Müberred ile ebu Bekir İbnü'l-Arabî de bulunan bir cemaata göre muhtar olan
kavil salavâtın faidesinin Peygamber (s.a.v.)e değil sâdece salavât getirene
aid olmasıdır. Kezâ Sünusî dahi Vüstâ şerhinde: «Salavattan maksat Allah Teâlâya
yaklaşmaktır. Sair dualar gibi dua edilen şahsa menfaat temini değildir
demiştir. Küşeyri ile Kurtubî ise menfaatin her ikisinede (yani dua edene de
edene de) aid olduğunu söylemişlerdir. Her iki kavle göre dahi salavat bir
ibâdettir. Onunla Allah-ü Teâlâ'ya yaklaşılır.
İbâdet kul hakkı
olamaz. Kul hakkı olduğu tesbit edilse bile güçlükten dolayı vücûp sâkıt olur.
Çünkü güçlük nassı Kur'an'la sâkıttır. Mendubun kalmasında ise güçlük yoktur.
Muhakkıklardan Kemal-ibn-i Hümâm'da Zâdü'l-Fakîr nâm eserinde bu kavli cezmen
kabul etmiş: «Delilin muktezâsı salavatın ömürde bir defa farz olması ve
Peygamber (s. a.v.) her anıldıkça vacip olmasıdır. Meğer ki meclis birleşik
ola. Bu takdirde tekrar vacip değil müstehap olur. Kaviller müttefik olsun
muhtelif olsun sen bundan ayrılma!» demiştir. Şimdi anlamışsındır ki itimad
edilecek söz Kâfî'nin sözüdür. Kınye'nin «bununla fetvâ verilir.» dediğini
işittin. Fetva sözünün sahihlenmiştir sözünden daha kuvvetli olduğunu da
bilirsin.
F E R' İ bir
mesele: Peygamber (s.a.v.)e salavât yerine selâm sözü kâfidir. Bunu Hindiye
sâhibi garâibden nakletmiştir. «Ama emir tekrarı iktiza ettiği için ilh» «sözü
yukarda geçen tekrar tekrarıvacip olmasıdır.» Cümlesine bağlıdır. Ve mukadder
bir sualin cevabıdır. Sual şudur: «Allah Teâlânın ona salavat getirin emri bize
göre tekrar iktiza etmez. Tekrara tahammül de yoktur?» Cevap: Tekrar âyetle
vacip olmuş değildir Âyetle vacip olsaydı farz olur ve adı gecen kâideye
muhalif düşerdi. Fakat tekrar aşağıda gelen tehdid hadisleriyle vacip olmuştur
ki bu hadisler Rasûlüllah (s.a.v.)'i anmanın vücûbe sebep olduğunu
gösterirler.. Sebebi tekrar edince vücubda tekerrür eder. «Çünkü teşmit gibi o
da kul hakkıdır.» Cümlesi teşmiyetin de salavat gibi olduğunu iktiza eder.
Şarih bu cümleyi başka yerden naklen yazmıştır. Yukarda Kâfî'den naklederek
bizde onun salavat gibi bir meclisde bir defa vacip olduğunu bazılarının
aksırana üç defaya kadar teşmiyet yapılacağını (yani yerhamükellah)
denileceğini söylediklerini arzettik Nehir ve Bahır'da da böyle denilmiştir.
Telhis-ül-Câmi şerhinde şöyle deniliyor: «Esah kavle göre bir kimse üçden fazla
aksırırsa ona teşmit yapılmaz. Sonra teşmiye ancak aksıran kimse hamd ederse
vacip olur. Bu hususta sözün tamamı inşallah haram mubah babında gelecektir.
«Allah-ü Teâlâ'yı
zikir böyle değildir.» Yani o terk edilirse kazası lazım gelmez. Çünkü Allah'ın
hakkıdır. Nitekim Şârih'in mukabilini ta'lilinden anlaşılanda budur. Burada
şöyle bir itiraz vârid olabilir: Allah Teâlâ'nın hakkı olmasından kaza
edilmemek lazım gelmez. Oruç ve emsali buna delildir. «Oruç'da Allah'ın
hakkıdır. Fakat kaza edilir.» Zâhidî diyor ki: «Nazımda bildirildiğine göre
Allah Teâlâ'nın ismi bir veya bir kaç meclisde tekrarlanırsa her meclis için
ayrıca senâ vacip olur. Ama terk ederse boynunda borç olarak kalmaz. Peygamber
(s.a.v.) üzerine salavât getirmekte böyledir. Lâkin onu terk ederse boynunda
borç olarak kalır. Çünkü kul Allah'ın senâyı icap eden ni'metlerinden hiç bir
an hâli kalmaz.
Binaenaleyh son
rekatlarda Fatiha'yı kaza için vakit olmadığı gibi burada da senâyı kazaya
vakit yoktur. Peygamber (s.a.v.)e salavât getirmek böyle değildir. Münye şerhi
bu sözün hulasası şudur: Allah Teâlâ'ya senâ etmek her vakit vacip olduğundan
ikinci defa senâda bulunmak evvela bıraktığının kazası olamaz. Çünkü bir şey
yerinde iken başkası onun yerine geçemez. Bahır sahibi buna itiraz etmiş:
«Bütün vakitler edânın vaktide olsa o kimseden edâ istenmemektedir. Zira
bırakmasına ruhsat verilmiştir.» demiştir. Yani kendisinden edâ istenmeyince
ikinci defa yaptığı kaza olur, demek istemiştir. Ama ona da şöyle itiraz
olunur: «Terk etmek bir ruhsat olunca terk etmemek azimet olur. O kimse azimeti
yaparsa borcunu ödemiş olur. Bu edâdır. Çünkü ona vâcip olan edâdır. Nitekim
yolcuda böyledir kendisine oruç tutmamak için ruhsat verilmiştir. Ama oruç
tuttuğu zaman azimeti yapmış olur. Velev ki farzı niyet etmesin. Bunun bir
misli de dört rekatlı farzların son iki rekatında Fatiha'yı okumaktır.
Fatiha'yı son iki rekata bırakmağa ruhsat vardır. Ama onu okuduğu zaman geçmişi
kaza olmaz.
METİN
Mezhep tekrarın
müstehap olmasıdır. Fetvâ buna göredir. Mezhebin mütemed kavli Tahavî'nin
kavlidir. Bûkânî dahi Halebî ve diğerlerinin sahih bulmasına bakarak böyle
demiştir. Bahır sahibi bu kavli ragım, ib'ad, Şekâ, buhl ve cefâ gibi tehdid
hadisleriyle tercih etmiş sonra şunları söylemiştir: «Binaenaleyh salât ömürde
bir defa farz, her zikir edildikçe sahih kavle göre vacip, tüccarın malını
açarken yaptığı gibi olursa haram, namazda sünnet, mümkün olan her vakitte
müstehap, namazın son teşehhüdünden maadâ her yerinde mekruhtur.
İZAH
Onun içindir ki
Nehir sâhibi Tahavî'nin sözünden «ilk teşehhüddeki ve salavatın zımnındaki»
sözlerini istisnâ etmiştir. Tâ ki teselsül lazım gelmesin. Hatta Dürer-üI-Bıhar
sahibi Tahavî'nin sözünü zikir etmeyene tahsis etmiştir. Delili: «Her kimin
yanında ben anılırsam ilh...» hadisidir. Mezhep tekrarın müstehap olmasıdır.
Fetvâ buna göredir. Şurunbulaliye'de bu kavil Mecmâ şerhine nisbet edilmiştir.
Hazâın'de şârih Serahsî'nin bu kavli tercih ettiğini çünkü fetva buna göre
verildiğini söylemiştir.
İbni Saâtî ise
bil'umum ulemanın kavli bu olduğunu bildirmiştir. Mezhebimizce mutemed olan
kavil ise Tahavî'nin kavlidir. Şârih Hazâin' de Tühfe sahibinin ve başkalarının
sahih bulduklarını söylemiştir. Hâvi' de ise ekserisinin kavli bu olduğu
bildirilmiştir. Münye şerhinde «esah ve muhtar olan kavil budur.» denilmiş Aynî
dahi Mecmâ şerhinde «benim mezhebim de budur» demiştir.
Tehdid hadislerine
gelince: Bir çok hadis uleması bunları mevsûk rivayetlerle tahriç etmişlerdir.
Onun için Hâkim müstedrek nâm eserinde isnâdı sahihdir, diyerek Kaab bin Ucra
radıyellahu anhümadan şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasulullah (s.a.v.):
Minberi getirin buyurdular. Hemen getirdik birinci basamağına çıkınca âmin
dedi. Sonra ikinciye çıktı ve âmin dedi, sonra üçüncüye çıktı yine âmin dedi
indiği vakit biz: Yârasulellah senden öyle bir şey işittik ki evvelce bunu
işitmiyorduk dedik! Bunun üzerine şöyle buyurdular: «Gerçekten Cibrîl karşıma
geldi de ramazana yetişip de afv edilmeyen kimse ırak olsun, dedi. Ben de âmin
dedim. İkinci basamağa çıkınca yanında sen anılıp da sana salavât getirmeyen
ırak olsun, dedi. Ben de âmin dedim. Üçüncü basamağa çıktığımda annesi babası
yanında ihtiyar olup ta kendisini cennete koymadıkları kimse ırak olsun dedi.
Âmin dedim.» Bir rivayette «Sana salavat getirmezse Allah onu ırak itsin.»
Başka bir rivayette - ki Hâkim bu rivayeti sahihlemiştir - «Burnu yere
sürünsün» buyurulmuştur. Senedi güzel olan başka bir rivayette: «yanında senin
ismin geçipte sana salavat getirmeyen kul şakîdir.» denilmiştir. Bunlar ibn-i
Hacer'in ed-Dürr-ül-mandûd nâm eserinden alınmıştır. Buhl hadisini Tirmizî
rivayet etmiş ve hasen sahihtir demiştir. Münye şerhinde zikir edildiğine göre
hadisin metni şudur: «Bahil, yanında benim ismim anılıpta bana salavat
getirmeyen kimsedir.» Cefa hadisinide Suyûtî Camî-is-sağirde rivayet etmiştir.
Lafzı şudur: «Ben bir adamın yanında anılıp da bana salavat getirmezse bu
cefadan ma'duttur.»
Tâcir'in malını
açarken yaptığı gibi olursa haram.» ifâdesinden murad kerahet-i tahrime olduğu
anlaşılıyor. Çünkü Fetevâ-i Hindiye'nin kerâhiyet bahsinde şöyle denilmiştir:
«Tâcir bir elbiseyi açarda onun güzelliğini müşteriye bildirmek için Allah'a
tesbih eder yahud salavât getirirse mekruh olur. Bunu bekçinin yapması dahi
mekruhtur. Çünkü o da para alır. Bundan dolayıdır ki büyüklerden biri bir
meclise geldiği vakit onun geldiğini bildirmek ve kendisine yer verilmesiniveya
ayağa kalkılmasını te'min için tesbih etmek yahud salavat getirmek memnudur.
Bunu yapan günahkâr olur.
Salavat getirmek
namazın son oturuşunda mutlak surette, sünnet olduğu gibi sünneti gayri
müekkedelerin ilk oturuşunda dahi sünnettir. Cenâze namazında da öyledir. Mâni
bulunmamak şartiyle her zaman salâvat getirmek müstehaptır. Ulema müstehap
olduğu bazı yerleri söylemişlerdir. Bunlar Cuma günü ile Cuma gecesi, Cumartesi
Pazar ve Perşembe günleridir. Bu üç gün hakkında hadis vardır. Sabah akşam,
mescide girerken çıkarken, peygamberimizin kabrini ziyaret ederken, Safa ile
Merve'de, Cuma hutbesiyle sair hutbelerde, müezzine icabet ettikten hemen
sonra, ikamet edilirken, duanın başında, ortasında ve sonunda, kunut duasından
sonra, telbiyeyi bitirdikten sonra, bir yere toplanırken ve dağılırken, abdest
alırken, kulak çınlarken, bir şey unutulduğu vakit, vaaz ve ilim neşir ederken,
hadis okumağa başlarken ve bitirirken, sual ve fetva yazarken salavat getirmek
müstehap olduğu gibi her musannıfın her hoca ve talebenin, hatibin, kız
isteyenin. evlenenin, evlendirenin salavât getirmesi dahi müstehaptır. Vesâil
nâm eserde: «Mühim işlerin başında, zikir zamanında, Peygamberimizin ismim
işittiği zaman yahud ismi yazıldığı zaman salâvat getirmek müstehaptır.»
denilmiştir. Bunların bir çoğu mezhebimizin kitablarında yazılmıştır.
Namazda son
teşehhüdden başka hiç bir yerde salavat yoktur. Buna vitiri de katarak vitirin
kunutundan maada demek gerekir. Çünkü kunutun sonunda salavat meşrûdur. Nitekim
Bahır'da beyân edilmiştir. Halebî'nin ifâdesine göre bunu da istisnâ etmek evlâ
olur. Kezâ cenâze namazından başka namazlarda diye kayıtlamalıdır. Çünkü cenâze
namazında salavât getirmek sünnettir.
T E N B İ H: Yedi
yerde Peygamber (s.a.v.)e salavat getirmek mekruh olur. Bunlar: Cimâ, insanın
haceti, satılan malın meşhur olması, hata, şaşmak, hayvan kesmek ve aksırmaktır.
Son üçünde hilaf vardır. Şır'a sahibi bize göre üç yerde mekruh olduğunu
söylemiş ve: Aksırırken, hayvan keserken ve bir şeye şaşdığı zaman salâvat
getirilmez.» demiştir. Onun içindir ki: «Nehir sahibi istisnâ etmiştir ilh...»
Ben derim ki:
Kur'an okurken veya hutbede peygamber (s.a.v.)in ismini işitmek dahi istisnâ
edilir. Çünkü bunlarda susarak dinlemek vaciptir. Fetevâ-i Hindiye'nin
kerahiyet bahsinde şöyle denilmektedir: «Bir kimse Kur'an okurken peygamber
(s.a.v.)'in ismini işitse salavat getirmesi vâcip olmaz. Ama okumayı
bitirdikten sonra salavat getirirse iyidir. Kezâ yenâbi'de: «Kur'an okurken
peygamber (s.a.v.)in ismine rastlarsa onu oradaki te'lif ve nazmı üzere okuması
o anda salavât getirmekten efdaldir. Okumayı bitirdikten sonra salavat
getirmesi bu daha efdal olur. Getirmezse bir şey lazım gelmez. Mültekat'ta da
böyledir.» denilmiştir.
Sünneti gayri
müekkedelerden gayri namazların ilk teşehhüdünde Rasûlüllah (s.a.v.) ismi zikir
edilse de salavat getirmenin vacip olması şöyle dursun keraheti tahrimiye ile
mekruh olur. Salavat getirirken peygamberimiz (s.a.v.)in ismi geçdiği zaman
salavat vacip olur, dersek getirileceksalavatta da ismi geçeceği için ondan
dolayı da salavat vacip olmak icap eder. Böylece teselsül lazım gelir. Zira her
salavatta onun ismi vardır. Teselsül ise bâtıldır.» der.
«Dürer-ül-bıhar
sahibi Tahavî'nin vaciptir sözünü zikir etmeyene tahsis etmiştir.» Bundan
muradı bazılarının Tahavîye yaptıkları itirazı def etmektir. Bunlar Tahavî'nin
sözünden de teselsül lazım geleceğini iddia etmişlerdir. Çünkü peygamber
(s.a.v.)'e getirilen salavat onun isminden hali değildir. Cevabın hulâsası
şudur: Salavâtın vacip olması sâdece İşitene mahsustur. Çünkü yukarda zikri
geçen tehdit hadisleri bunu ifâde eder. Meselâ: «Cimri, Ben yanında anılıpta
bana salavat getirmeyen kimsedir.» hadisi, zikiri okuyana şâmil değildir. Lâkin
bu söz hem peygamberimizin adını baştan söyleyene hem de salâvat zımmında
söyleyene şâmildir. Bunun böyle olduğu Dürer-ül-bıhâr şerhi Gurer-ül-efkâr'da
beyân edilmiştir. Bu ayrı bir sözdür. Şârih'in evvelâ bahsettiğinden başkadır.
O ismini söyleyene ve işitene vaciptir demişti. İbn-i Sââtî'de Mecmâ şerhinde
böyle demektedir. İbn Melek'in Mecmâ şerhinde tercih ettiği musannıfında
Zâd-ül-fakîr şerhinde ona tâbi olduğu kavlede yani salavât zımmında değil
baştan zikir edene tahsis etmeğe de aykırıdır. Bana öyle geliyor ki bu daha
münâsibtir. Ve teselsülu def etmek için Rasûlüllah (s.a.v.)in ismini zikir
edeni umumileştirmeğe hacet yoktur. Sonra bütün bunlar vücûbun bir meclisde
tekerrür etmesine mebnidir. Yukarda arzettik ki tedâhul ve bir defa salavatla
yetinmek tercih edilmiştir. Buna göre teselsül meselesini ortaya atmak aslında
memnudur.
METİN
Sesi yükselterek
âzayı titretmek cehalettir. Salavat ancak bir duadır. Dua ise âşikâr ile gizli
arası yapılır. Bâcî kenzül-ufât adlı eserinde bu söze itimad etmiş ve salavatın
kelime-i tevhid gibi bazan red edildiğini yazmıştır. Halbuki kelime-i tevhid
salavâttan efdaldir. Bâcî'nin delili isfehânî ve başkalarının Enes'den rivayet
ettikleri hadistir. Enes şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.): «Her kim bana
bir salavat getirirde kabul olunursa AIIah o kimsenin seksen yıllık günahını
afv eder.» buyurdular. Görülüyor ki Rasûlüllah (s.a.v.) umulan sevâbı kabul
şartiyle kayıtlamıştır. (bundan bazan kabul olunmayacağı anlaşılır.)
İZAH
Hindiye sahibi
diyor ki: Kur'an ve nasihat dinlerken bağırmak mekruhtur. Vecid muhabbet iddia
edenlerin yaptıkları asılsızdır. Sofîler bağırmayı ve elbise yırtmayı men
ederler. Sirâciye'de de böyle denilmiştir.
Salavât'ın red
e.dilmesi kabul olunmaması demektir. Kabul: Bir şeyden beklenen maksadın o şeye
terettüp etmesidir. Sevabın taat üzerine terettübü bu kabildendir. Taatın bütün
şart ve rükünlerini yerine getirmekten onun kabulu lazım gelmez. Nitekim bunu
Valvalciye sahibi açıklamış ve şöyle demiştir: Çünkü kabul güç bir şarttır.
Teâlâ hazretleri: «Allah ancak takvâ sahiplerinin tâatını kabul eder»
buyurmuştur. Yani tâat ihlas ve samimiyete bağlıdır. Ondan sonra Teâlâ
hazretleri lütuf ve kereminden dilediklerine sevap ihsan eder.
Allah'a kimse bir
şey vacip kılamaz. Zira kul ancak kendisi için amel eder. Allah Teâlâ
bütünalemlerden müstağnîdir. Evet Teâlâ hazretleri taat ve elem gibi şeyler
üzerine sevabı vaad edince onun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. Hatta ayağına
batan dikenin acısı bile sevabsız kalmayacaktır. Teâlâ hazretleri: Ben sizden
hiç bir amel sahibinin amelini zâyi etmem» buyurmuştur. Binaenaleyh bazı
amellerin kabul edilmemesi ancak kabul şartları bulunmadığındandır. Meselâ;
namaz da huşû bulunmaz, orucda azayı günahdan muhafaza bulunmaz zekat ve hacda
helâl mal yahud mutlak surette ihlâs ve samimiyet bulunmaz. Buna benzer
ârızalardan dolayı da kabul edilmez. Şu halde peygamber (s.a.v.)'e getirilen
salavâtın red edilmesi bir ârızadan dolayı kula sevap verilmemesidir. Meselâ:
Yukarda geçtiği gibi salavâtı haram bir şey üzerine yahud gafil kalble, yahud
gösteriş için yapılmış olabilir. Nitekim salavattan efdal olan kelime-i
tevhîd'di şikak veya riyâ için söylese kabul olunmaz. Ama bu ârızalardan sâlim
ise teâlânın sadık vaadi yerini bulmak için mutlaka kabul edileceği anlaşılır.
Nasıl ki diğer taatlarda da öyledir. Bunların hepsi Allah'ın fazl ve keremiyle
olur. Lâkın bir çok âlimlerin sözleri mutlak surette kabul edileceğini
gerektirir şekildedir. Meselâ Mecmâ şerhinde duadan önce peygamber (s.a.v.)'e
salavât getirmek yapılacak duanın kabulüne sebep olur. Çünkü kerîm olan Allah
duanın bazısını kabul bazısını red eder, denilmiştir.
İbn-i Melek
şerhiyle diğer kitablarda da bunun gibi sözler vardır. Delâil şerhinde Fâsî'nin
beyanına göre ebu İshak Şâtıbî elfiye şerhinde şöyle demiştir: «RasûlüIIah
(s.a.v.)'e getirilen salavât kat'î surette makbuldür. Onunla birlikte dilekte
bulunursa Allah'ın fazl ve keremiyle salavât şefâat eder. Ve dilek kabul olunur.
Bu mânâ selef-i salihinin bazılarından nakledilmiştir. Ama Şâtibî'nin bu sözünü
şeyh Sünûsî ve başkaları müşkil saymış onun bir mesnedini bulamamışlardır. Ama:
«Bu' kat'î değilse de galebe-i zan ve kuvvetli ümîd hasıl edeceği şübhesizdir.»
demişlerdir.
Delâil-il-Hayrât'ın
birinci faslında bildirildiğine göre ebu Süleyman Dârânî: «Her kim Allah'dan
bir hâcet isteyecekse Peygamber (s.a.v.)'e çok salavât getirsin sonra Allah'dan
hacetini dilesin ve maruzâtını yine salavâtla bitirsin. Zira ALLAH her iki
salavâtı kabul eder. Aralarındaki duayı bırakmayı keremine yakıştıramaz.»
demiştir. Fâsî Delail-il-Hayrâtı şerh ederken şöyle demektedir: «Bazılarınca
ebu Süleyman'ın sözü şöyle tamamlanır: Amellerinin hepsinde kabul edileni
edilmeyeni vardır. Bundan yalnız salavât müstesnâdır. Çünkü o makbuldür, red
edilemez. T.
Bâcî ibn-i
Abbas'dan şunu rivayet etmiştir: «Allah Teâlâ'ya dua ettiğin vakit duânâ
peygamber (s.a.v.)'e salavatı kat çünkü ona getirilen salavât makbuldür. Allah
Teâlâ duanın bazısını kabul edip bazısını etmemeyi keremine yakıştıramaz.»
Bundan sonra Bâcî bu sözün emsâlini ebu Talib-i Mekkî'den ve Huccet-ül-İslâm
Gazâlî'den nakletmiştir. Ama Irâkî: «Ben bu sözü merfû olarak bulamadım ve
ancak ebu-d-Derdâ'ya mevkuftur. Bundan fazlasını isteyen delâil şerhine
müracaat etsin» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki salavatın kat'î olarak
kabulundan murad a§la red edilmemesidir. Halbuki bazan kelime-i şehadet red
edilir. Onun içindir ki Sunûsî ve başkaları bu sözü müşkil saymışlardır.
Selefin sözünü
şuna hamletmek gerekir salavât bir duadır. Duanın makbul olanı olmayanı vardır.
AIIah teâlâ bazan dua eden kimseye aynen duasını kabul etmekle bazan da hikmeti
iktizası başkabir şeyle icabette bulunur. Hal böyle olunca salavât duanın
umumundan çıkmıştır. Çünkü Teâlâ hazretleri: «Gerçekten AIIah ve melekleri
peygambere salat eylerler.» buyurmuştur. Âyeti kerimedeki fiil muzaridir.
Muzari teceddüdü istimrârı ifâde eder. «Yani bir şeyin devam üzere
yenilendiğini bildirir.» Âyette söze isim cümlesi ile başlanılmıştır. Bu te'kid
ifâde eder. Ayrıca daha fazla te'kid için te'kid edatı olan «inne»
getirilmiştir. Bu gösterir ki Allah Teâlâ rasulüne salat eylemeğe devam
buyurmaktadır. Sonra mü'min kullarına da minnette bulunarak onlara da salavatı
emir etmiştir. Tâ ki bu suretle daha ziyade fazîlet ve şeref kazansınlar. Yoksa
peygamber (s.a.v.) Rabbül Teâla'nın salatı ile onların salavâtından
müstağnidir. Böylece mü'minin rabbından dilediği salât duası kat'î surette
makbul olur. Yani AIIah Teâlâ kendisinin peygamberine salat eylediğini haber
vermesiyle makbul olur.
Sair dua
nevileriyle ibadetler böyle değildir. Ama bunda mü'minin salavâtından sevap
kazanacağını veya kazanmayacağını iktiza eden bir şey yoktur. Bunun manası şu
istek ve duanın geri çevrilmeyip kabul buyurulmasıdır. Sevap ise yukarda
arzettiğimiz gibi ârıza bulunmamak şartiyle verilir. Böylelikle anlaşılır ki
selefin sözlerinde işkâl yoktur. Ve bu sözün senedi kuvvetlidir. O da Teâlâ
hazretlerinin şübhe götürmeyen ihbârıdır. Fettah-ı âlîm Allah'ın feyzinden olan
bu muazzam yazıyı ganimet bil! Sonra gördüm ki Rahmetî dahi bunun benzerini
söylemiştir.
METİN
Arabça olarak
kendine, mü'min olan annesine babasına ve hocasına dua eder. Arabçadan başka
bir dille dua etmesi haramdır. Ömrü boyunca âfiyet yahud iki cihanın hayrını
dilemek şerlerinin giderilmesini istemek veya âdeten imkânsız olan gökden sofra
inmesi gibi şeyleri istemek haramdır. Bazıları şer'an imkânsız olan şeyleri
istemenin de haram olduğunu söylemişlerdir.
Ben derim ki: Bu
sözü Nehir sahibi mâliki ulemasından olan imam Karafî'den nakletmiştir. Ve
Arabçadan başka dille yapılan dua ta'zime aykırıdır şeklinde ta'lilde
bulunmuştur. Sonra gördüm ki Maliki'lerden Allâme Lekaaânî Cevheret-üt-Tevhîd
adlı manzumesinin üzerine yazdığı büyük şerhinde, Karafî'nin sözünü nakletmiş
ve Arabça olmayan dil mânâsı mechuldür diye kayıtlamış bunu onun «Teâlâ
hazretlerinin celâline aykırı şeylere şâmil olabilir.» Şeklindeki ta'lilinden
almış ve şöyle demiştir: «Biz bununla mânâsı bilinenlerden ihtiraz ettik
onların kullanılması namazda olsun başka yerde olsun mutlak surette câizdir.
Çünkü teâlâ hazretleri:
«Âdem'e bütün
eşyanın isimlerini öğretti.» buyurduğu gibi başka bir âyette de: «Biz hiç bir
peygamber göndermedik ki kendi kavminin dili ile konuşmasın. buyurmuştur.»
Lâkin bizim mezhebimize göre nakledilen hüküm haram değil mekruh olmasıdır.
Dürer-ül-Bıhar şerhi Gurer-ül-Efkar'da bu yerde: «Arabçadan başka bir dille dua
etmek mekruhtur. Çünkü Hazreti Ömer (r.a.) Arap olmayanların dırıltısını men
etmiştir. Valvalciye'nin Farsça tekbir bahsinde şöyle denildiğini gördüm:
«Tekbir Allah teâlâya ibâdettir. Allah Arabçadan başka dilleri sevmez. Onun
için Arabça dua etmek kabule daha yakındır. Binaenaleyh Riza ve muhabbet
hususunda arap dili mevkiinde bulunan başka dillerden biriyle dua edilemez.»
Bu ta'lilden
anlaşılıyor ki Arabçadan başka bir dille dua etmek evlânın hilâfıdır. Ve
buradaki kerâhet tenzihiyedir. Bu faslın başında görmüştük ki imam A'zam
namazda farsça kıraat câiz değildir. Meğer ki Arabça okumaktan âciz ola. Diyen
imameynin kavline dönmüştür.
Farsça namazda
başlamaya ve diğer namazlar zikirlerini yapmaya gelince: Bunlar hilâf üzere
bakidir. İmam A'zam'a göre bunlarla mutlak surette namaz sahih olur. İmameyne
göre olmaz. Nitekim şârih bu meseleyi orada tahkik etmişti. Öyle anlaşılıyor ki
imam A'zam'a göre sahih olmak kerâhete aykırı değildir. Ulema bunu namaza
girerken başka bir dille alınan tekbir meselesinde açıklamışlardır. Diğer namaz
zikirlerini ise yukarda geçenden maada mekruhtur diye açıklayan kimse görmedim.
Farsça duanın namazda kerahet-ı tahrimiye ile, namaz dışında kerahet-i
tenzihiye ile mekruh olması ihtimalden uzak değildir. Teemmül buyurulsun ve
araştırılsın!
«Şârih mü'min olan
ilh...» sözü ile ebeveyni ve üstadlarının kâfir olmasından ihtiraz etmiştir. Çünkü
onlara mağfiret duasında bulunmak câiz değildir. Nitekim gelecektir. Ama
hayatta iseler onlara hidâyet ve tevfik duasında bulunmak câizdir. Şârih'in
burada «bütün mü'min ve mü'minâta da dua eder.» Cümlesini ziyâde etmesi
gerekirdi. Nasıl ki Münye sâhibi böyle yapmıştır. Çünkü duada sünnet, onu umumî
yapmaktır. Teâlâ hazretleri: «Günahın için istiğfar et. Erkek ve kadın
mü'minler için dua etmezse o namaz noksandır.» Buyurulmuştur. Nitekim Bahır'da
da böyledir.
Müstağfirî'nin
rivayet ettiği bir haberde: «Kulun Allah'ım ümmet-i Muhammed'e umumî olarak
mağfiret eyle demesinden Allah'a daha makbul bir dua yoktur.» Denilmiş bir
rivayette: «Peygamber (s.a.v.) Bir adamın Allah'ım beni afv et dediğini işitti
de: «Yazık sana umuma dua etseydin duan kabul edilirdi. Buyurdu.» Başka bir
rivayette: «Beni afv et bana acı diyen kimsenin omuzuna dokundu sonra ona şöyle
buyurdu: «Duanı umumî yap! Zira dua edilenler arasında hâs ve âmm herkes
vardır. Nitekim yerle gök arasında da öyledir.» denilmiştir.
Bahır nâm eserde Hâvî-l-Kudsî'den
naklen şöyle demliyor: «Son oturuşun sünnetlerinden biri de din ve dünyâsının
iyiliği hususunda kendine. anne ve babasına, hocalarına ve bütün mü'minlere
dilediği duayı yapmaktır.» Bahır sahibi sözüne devamla: «Bu gösteriyor ki
Allah'ım beni, annemi ve babamı ve üstadımı afv et dese namazı bozulmaz.
Halbuki üstad kelimesi Kur'an'da yoktur. Bu, Allah'ım Zeydi afv et demiş olsa
namazının bozulmamasını iktiza eder.
«Ömrü boyunca
âfiyet istemek ilh» ifâdesi de Malikilerden Karâfi'nin sözüdür. Bunu ondan
Nehir sahibi nakletmiştir: Allâma Lekkânî dahi Cevhere şerhinde nakletmiş ve
şöyle demiştir: «Haram olan şeylerden ikincisi imkânsız olan şeylerden birini
isteyipte kendisi o anda peygamber veya velî olmamaktır. Meselâ: Boğulmaktan
emin olmak için solumaya ihtiyacı olmamasını istemek, yahud kuvvet ve
hislerinden ilelebed faydalanmak için ömrü boyunca hastalıktan âfiyet dilemek
bu kabildendir. Zira ödet bunun imkânsız olduğunu göstermiştir. Cinsi
münasebette bulunmadan çocuk veya ağaç bulunmadan yemiş istemek de böyle olduğu
gibi: AIIah'ım bana dünya ve ahiretin en hayırlısını ver diye dua etmekde
öyledir. Çünkü imkânsızdır. Bu duadan peygamberlerin menzilleri ile meleklerin
mertebelerini istisnâ etmek mutlaka lazımdır. O kimseye velev ki ölümacısı ve
kabir yalnızlığı kabilinden olsun, mutlaka bazı kötü şeyler ârız olacaktır.
Binaenaleyh bunların hepsi haramdır.
Üçüncüsü sem'î
delilin kaldırıldığını bildirdiği bir şeyin kaldırılmasını istemektir. Meselâ:
Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi muâheze buyurma ilh.. diye dua
etmektir. Halbuki Peygamber (s.a.v.) «Ümmetimden hata, unutma ve zorlanarak
yaptırıldıkları şeylerin hükmü kaldırılmıştır.» Buyurmuştur. Bunlar zaten
kaldırılmışken kaldırılmalarını istemek hafzi tahsil olur ki edepsizliktir. Meselâ;
Bize namazı ve zekâtı farz kıl, diye dua etmekte böyledir. Meğer ki hatadan,
kasdî olanları; takat getirilemeyecek şeylerden de belâ ve musibetleri
kastetmiş olsun. Bu takdirde câizdir.» Bu ibâre kısaltılarak alınmıştır.
Lekkânî diyor ki: «Bunu bazıları Abdülaziz bin Abdü-s-Sedâm'dan yukarda
naklettiğimiz şu sözü bile red etmektedir: «Bir şeyden ne ile kurtulunacağı
bilinirse onunla dua etmek câizdir.» Onun için şârih: «Bazıları şer'an imkânsız
olan şeyleri istemenin de haram olduğunu söylemişlerdir.» demiştir. Çünkü
duanın en güzeli Kur'an ve hadiste bildirilmiş olanıdır. Ey Rabbimiz bizi
müâheze etme ilh... âyeti kerimesi bu kabildendir. Binaenaleyh ondan nasıl men
edilir demek istemiştir. Dua hâsılı tahsilden ibâret olsa idi Peygamber
(s.a.v.)e salavât getirmekle onun nâmına vesileyi istemekle, mü'minin bizi
doğru yola ilet demesiyle, şeytan ve kâfirlere lanetle vesair aciz ve kulluk
gösteren yahud peygamberimize veya dîne muhabbet bildiren ve kâfirlerin
yaptıklarından nefret ifâde eden sözlerle dua caiz olmazdı. Bir kimsenin
Yarabbi beni adam et gibi faydasız bir sözle. yahud ehil olmadığı bir şeyi
istemek gibi Allah'a tahakküm ifade eden bir sözle veya müstahili istemekle
duada bulunması böyle değildir. Zira duada haddini aşmak kabilindendir.
Allah Teâlâ:
«Rabbinize yalvararak ve gizleyerek dua edin çünkü o mütecâvizleri sevmez.»
buyurmuştur. Rivayete göre Abdullah bin Mugeffel (r.a.) oğlunu: Yarabbi ben
senden cennete girince sağ tarafta kalan beyaz köşkü isterim diye dua ederken
işitmişte: «Oğlum Allah' dan cenneti iste cehennemden de AIIah'a sığın çünkü
ben Rasûlüllah (s.a.v.): Bu ümmetin içinde abdest suyunda ve duada haddini
tecavüz eden bir cemaat gelecektir buyururken işittim.» demiştir,
METİN
Hak olan, kâfire
mağfiret duasında bulunmanın haram olmasıdır. Bütün mü'minlerin bütün
günahlarının bağışlanmasına dua etmek haram değildir. Bahır. Kur'an ve sünnette
zikri geçen duaları okur. İnsan sözüne benzeyen duaları okumaz. Bu hususta
ulemanın sözleri bilhassa musannıfın söylediği sakıttır.
İZAH
«Şârih'in hak olan
ilh...» sözleri imam Karâfî ile ona tâbi olanlara red cevabıdır. Karâfî şöyle
demiştir: «Kâfire mağfiret duasında bulunmak küfürdür. Çünkü haber verdiği
şeyler hususunda Allah Teâlâ'yı yalancı çıkarmak istemiş olur. Bütün
mü'minlerin bütün günahlarının afv edilmesine dua etmekde haramdır. Çünkü bunda
da mü'minlerden bir taifesinin günahları sebebiyle mutlakacehennemde azâp
göreceklerinin ve ondan ya şefaatla yahud başka bir sebeple çıkacaklarını
açıklayan sahih hadisleri yalanlamak vardır. Ama bu küfür değildir. Çünkü
haber-ı vahidle kat'iyi yalanlamak arasında fark vardır.
Karâfî'ye birinci
kavli hususunda Hılye sahibi inb-i Emir Hâcc muvafakat etmiş. İkinci kavlinde
ise kendisine muhalefette bulunmuştur. O bunu tahkik ederek meşhur bir mesele
üzerine kurulduğunu bildirmiştir. Mesele şudur: Acaba tehditten dönmek AIIah
Teâla hakkında câizmidir değilmidir? Mevâkıf ve Mekâsıttan anlaşıldığına göre
Eşariler câiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu bir noksan sayılmaz bil'akis
cömertlik ve keremdir.
Taftazâni ile
başkalarının açıkladıklarına göre muhakkık ulema bunun câiz olmayacağına
kaildirler. Yani sahih kavlin bu olduğunu söylemişlerdir. Çünkü AIIah Teâlâ
için müstehildir. Teâlâ hazretleri: «Ben size önceden tehdid göndermiştim.
Bende söz değişmez bir olur.» Başka bir âyette «Allah aslâ vaadinden dönmez.»
buyurmuştur.Buradaki vaadden murad tehdittir. En münasibi hassaten müslümanlar
hakkındaki tehditten dönmenin câiz olduğunu. kâfirler hakkındaki tehditten
dönmenin câiz olmadığını tercih etmektir. Câiz değildir diyenlerin delilleriyle
câizdir. Diyenlerin delilleleri, bu suretle birleştirilmiş olur.
Câizdir diyenlerin
en açık delili: «Şübhesiz Allah kendisine şirk koşulmasını afv etmez. Ama
bundan aşağısını; dilediğine afv eder.» Âyeti kerimesi ile İbrahim
aleyhisselâmdan naklen: «Yarab beni, annemle babamı ve mü'minleri hesap gününde
bağışla.» âyetidir. Teâlâ hazretleri: bunu bizim Peygamberimize de: «Günahından
dolayı istiğfar et! Mü'minlerle mü'minelere de istiğfarda bulun.» âyeti kerimesi
ile emir buyurmuştur. İbn-i Hıbbân'ın sahihinde beyân edildiği vecihle bunu
Peygamber (s. a.v.) fiilen dahi yapmış: «Yarabbi Âişe'nin gelmiş geçmiş gizli
ve âşikâra bütün günahlarını afv et!» diye dua etmiş sonra «her namazda ümmetim
için benim duam budur.» buyurmuştur.
Bu kavlin hulâsası
şudur: Tahsisi câizdir. Çünkü lafız lügat itibariyle tehdit delillerinde umuma
delâlet eder. Bu sahih delillerde mü'minlerin bazılarının cehenneme girerek
günahlarından dolayı azâp edileceğini bildirmesine aykırı değildir. Çünkü
maksat bütün mü'minlerin bütün günahlarının afvı câiz olmasıdır. Bütün
mü'minlere bunun yapılacağını; katiyetle hüküm vermek değildir.
Böyle duanın câiz
olması vukuunun câiz olmasına mebnidir. Yoksa vukuuna kat'i olarak hüküm
vermeğe mebni değildir. Hılye'deki uzun sözün kısası budur. Hâsılı şudur ki
tehditten dönmenin câiz olmadığını bildiren deliller mü'minlerden başkasına
mahsustur. Mü'minler hakkında ise aklen bu câizdir. Binaenaleyh mağfiretin
bütün mü'minlere şâmil olmasına dua etmek caizdir; velev ki vâki olmasın. Çünkü
sahih deliller mü'minlerden bir taifenin mutlaka azap edileceğini
bildirmektedir. Duanın câiz olması aklî cevaza ibtina eder. Lâkin buna şöyle
itiraz edilebilir:. Acık nâslarla sabit olan bir şeyin şer'an yokluğu câiz değildir.
Lekânî übbî ile
Nevevî'den âsilerden bir cemaat hakkında tehdîdin mutlaka geçerli olacağına
icmâ-i ümmet bulunduğunu nakletmiştir. Hal böyle olunca bu duayı yapmak,
yarabbi bize orucu ve namazı farz kılma dememize benzer. Bir de bundan kâfir
olarak ölen kimseyede mağfiret duasındabulunmanın câiz olması lazım gelir.
Meğer ki: Mü'minlere bununla dua etmek ancak din kardeşlerine fazla müşfik
olduğunu göstermek için câizdir. Kâfirler böyle değildir. Bize orucu farz kılma
diye dua etmek böyle değildir; denile! Çünkü AIIah ve Rasûlünun düşmanlarına
dua etmek çirkindir.
Tâattan bıkkınlık
göstermek de çirkindir. Ama bununla o kimse âsi olur. Bahır sahibinin tercihine
göre kâfir olmaz. Bahır sahibi hak budur demiş şârih de ona tabi olmuştur.
Lâkin bu söz şirki afvın aklen câiz olduğuna mebnidir. Tehditten dönmek câizdir
sözüde buna mebnidir, gördük ki sahih olan bunun hilâfıdır. Binaenaleyh kâfire
dua küfürdür. Çünkü aklen ve şera'n câiz değildir. Bir de kat'î delilleri
tekzip etmiş olacağı için câiz değildir. Mü'minler için dua etmek böyle
değildir.
Binaenaleyh hak
olan Hılye'dekidir. Fakat bizim naklettiğimiz vecihledir. Halebî'nin naklettiği
vecihle değildir.
«Kur'an ve
sünnette zikri geçen duaları okur.» Musannıf burada Kenz'in sözünden
ayılmıştır. O: «Kur'an'a benzeyen duaları okur.» demiştir. Çünkü Kur'an
mucizedir. Ona hiç bir şey benzemez. Bahır sahibi kenz nâmına cevap vermiş: «O
nefsi duayı kast ettiği için benzeyen demiştir. Kur'an okumayı kast
etmemiştir.» demiştir. Yani Kur'an okumayı niyet etmemiştir demek istemiştir.
Mi'rac'ta bâbın
evvelinde: Rükû, sücûd ve teşehhüdde Kur'an okumak dört mezhep imamlarının
ittifakı ile mekruhtur. Çünkü Peygamber (s.a. v.): Ben rükû veya sücûd hâlinde
Kur'an okumaktan men edildim buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.»
denilmektedir. İmdât nâm eserin sünnetler bahsinde me'sûr dualardan bir haylisi
zikir edilmiştir. Ona müracaat kolay olduğu için burada o duaları zikir
etmedik.
T E T İ M M E:
Namazda bellenmiş duaları okumak gerekir. Namaz dışında ise hatırına gelen
sözlerle dua eder. Dua ezberlenmez. Çünkü onu ezberlemek kalbin rikkatini
giderir. Bunu Muhit'ten naklen Hindiye sahibi söylemiştir.
METİN
Muhtar olan kavli
Halebî söylemiştir ki o do Kur'an veya hadisde geçen duânın namazı
bozmamasıdır. Bunlardan birinde olmayan dua için bakılır: Halktan istenmesi
mümkün değilse namazı bozmaz. Mümkün ise teşehhüd miktarı oturmadan önce
okunduğu takdirde namazı bozar. Aksi takdirde bir namaz secdesi bıraktığını
hatırlamadıkça kerahet-i tahrimiye ile namaz tamam olur.
Binaenaleyh
mağfiret dilemekle mutlak surette namaz bozulmaz. Velev ki amcamı veya Amrı afv
et diye dua etsin. Mal ile kayıtlamamak şartiyle rızk ve emsâli de öyledir.
Çünkü mecâzen kullar hakkında kullanılır. Sonra yanağının beyazı görülünceye
kadar sağına ve soluna selâm verir. Aksini yaparsa sâdece sağına selâm verir.
Yüzünün karşısına selâm verirse sol tarafına bir selâm daha verir. Sol tarafa
selâm vermeyi unutursa kıbleye arkasını dönmedikçe esah kavle göre o selamı
verir.
İZAH
Kur'an veya hadisde
geçen dua mutlak surette namazı bozmaz. Yani ister «beni afv et» gibi kullardan
istenmesi mümkün olmayan dualardan isterse, «bana yerde biten bakla, hıyar,
sarmısak, soğan ve mercimek ver.» gibi kavillerden istenmesi mümkün dualardan
olsun namaz bozulmaz. Bu sözle Fazlî'ye red cevabı verilmiştir. O Kur'an'da
olmayan dualarla mutlak surette namazın bozulacağını söylemiştir. Kur'an veya
hadisde olmayan bir dua «Amcamı veya Amrı afv et» gibi kullardan istenmesi
mümkün olmayan şeylerdense Fazlî'nin kavline muhalif olarak namazı bozmaz.
«Yarabbî bana
bakla, hıyar sarımsak ve soğan rızkı ver,» yahud «filanın kızını ver» gibi
kullardan istenmesi mümkün şeylerden ise teşehhüd miktarından önce okuduğu
takdirde namazı bozulur. O miktar oturduktan sonra okursa kerahet-i tahrimiye
ile namazı tamam olur. Fakat bunun için üzerinde namaz secdesi bulunmamak
şarttır. Böyle bir secde bulunduğunu hatırlarsa namaz bozulur. Çünkü o secdeyi
yapmağa mâni bulunmuştur. O da mezkûr duadır.
Tilâvet secdesi
ile sehiv secdesi böyle değildir. Çünkü namazın.sahih olması bu secdeleri
yapmağa bağlı değildir. Binaenaleyh onları yapmasada okuduğu dua ile namazı
tamamlanır. Çünkü bu secdeler vacipdir. Namaz secdesi ise rükündür (farzdır).
Hatta bu secdeleri yapmış olsa hükümsüz kalırlar. Çünkü namazdan çıktıktan
sonra yapılmış olurlar. Nitekim üzerinde tilavet veya sehiv secdesi olduğunu
hatırlayarak selam verse namaz tamam olur. Çünkü bütün erkânını tamamlayarak
namazdan çıkmıştır. Gerçi oturuş ve teşehhüdün hükmünü kaldırmak hususunda tilâvet
secdeside namaz secdesi gibidir derler ama bu mezkûr secdeleri selâm vererek
veya konuşarak namazdan çıkmadan önce yaptığına göredir. Bahis mevzuumuz olan
bunun hilâfınadır. Burada tilâvet secdesi ancak açık bir hatadır nitekim
Rahmetî tenbih etmiştir.
«Mal ile
kayıtlamamak şartiyle rızk ve emsali de öyledir.» Meselâ: Kullardan istenmesi
mümkün olmayan bir şeyle kayıtlanarak söylenirse namaz bozulmaz. «Bana haccı
rızk ile; bana seni görmek rızkını nasib eyle.» gibi dualar bu kabildendir.
Fakat mal ile kayıtlarda «bana şu kadar mal ver» derse namaz bozulur. Hulâsa ve
Nehir'de bu tafsilat esah kabul edilmiştir.
Ben derim ki:
Rızık kelimesini mutlak söylese dahi hüküm budur. Çünkü Kur'an'da: «Bize rızık
ver. Sen en hayırlı rızık verensin.» buyurulmuştur. Hidâye sahibi« bana rızık
ver.» diye dua etmenin namazı bozacağını söylemiştir. Çünkü Arablar
«Razek-el-emîr-ül-Cünde» «Kumandan askeri rızıklandırdı.» derler.
Feth-ul-kadîr'de
ise şöyle denilmiştir: «Burada namazın bozulmuyacağı tercih edilir. Çünkü hakikatta
rızkı veren Allah Teâlâdır. Onun kumandana nisbet etmek mecâzdır.» Münye şârihi
dahi: «Zira ehli sünnete göre rızık hayvana gıda olan şeydir. Mahlukun gücü
ancak bu rızkı hayvana ulaştırmaya yeter. Onun için rızkı mal ile kayıtlayarak
«bana mal rızk eyle!» derse hilâfsız namazı bozulur.» demiştir. Bu izâha göre
«bana ikram et» yahud bana in'am eyle» derse namazın bozulması gerekir. Zira
filan filâna ikram etti. Yahud in'am eyledi denilir. Şu kadar var ki Muhit'te
asıldan naklen bozulmayacağı söylenilmiştir. Çünkü bu sözün mânâsı Kur'an'da
vardır.
Teâlâ Hazretleri:
«Rabbi insanı imtihan ederek ona ikram ve in'am da bulunduğu vakit ilh»
buyurmuştur. Kezâ: «Bana mal ile imdâd eyle» dese namaz bozulmaz. Ama «benim
işimi düzelt» derse iş kelimesini mutlak söylediğine bakarak onu kullardan
istemek imkânsız olur.» Kısaltılarak nakledilmiştir.
T E N B İ H:
Bahır'da fetevâ-l-Hucce'den naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse Allah'ım
zalimlere lanet et» dese namazı bozulmaz. Ama «Allah'ım filana lânet et» dese
namazı bozulur.» yani zalime beddua haramdır. Velev ki lânet kullardan mümkün
olmayan bir fiil olsun. Onun için konuşmak hükmüne girer. Yahud lanet kulların
yapamayacağı bir fiil değildir. Buna delil: «Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti onların üzerine olsun.» âyeti kerimesidir. Zalimlere lanet
tabiri ise Kur'an'da mevcuttur.
«Yanağının beyazı
görününceye kadar» ifâdesinden murad: Arkasında oturanın görmesidir. Bunu
Halebî söylemiştir. Bedâyî'de şöyle deniliyor: «İki tarafa selâm verirken yüzü
çevirmekte mübalağa sünnettir. Sağ tarafa selâm verirken sağ yanağının beyazı,
sol tarafa selam verirken de sol yanağının beyazı görülmelidir.» «Aksini
yaparsa» yani kasden veya unutarak evvelâ sol tarafa selâm verirse arkasına sağ
tarafa selâm vermekle yetinir. İkinci defa sol tarafa selam vermez. «Karşısına
selâm verirse sol tarafına bir selâm daha verir.» «Yani evvela önüne sonra
soluna selâm verirse dönerek sağına selâm verir solunada tekrar selâm verir.»
sol tarafa selâm vermeyi unutursa esah kavle görede kıbleye arkasını dönmedikçe
yahud konuşmadıkça o selâmı verir.
Esah kavlin
mukabili bahır sahibinin söylediğidir: Ona göre kıbleye arkasını dönse bile
mescidden çıkmadıkça o selâmı verir. Kınye'de «sahih olan kavil birincisidir.»
Denildiği için şârih Bahır sahibinin sözünü terk etmiş ve sahih yerine esah
kelimesini kullanmıştır.
METİN
Tahrime bir
selâmla kesilir. Burhan bu evvelce geçmişti. Tatarhaniye de bildirildiğine göre
namazda ikişer meşru olan şeyin birisi için ikinin hükmü vardır. Binaenaleyh Namazdan
çıkmak iki selâmla olduğu gibi bir selâmla dahi olur. Ve keza bir rekat iki
secde ile olduğu gibi bir secde ile de tamam olur.
Yukarda geçtiği
vecihle cemâat olan kimse teşehhüdü bitirdi ise imamla beraber selâm verir. Ama
imamın selâm vermesi gibi bir fiili ile cemaat olan namazdan çıkmaz. Ancak imam
kahkaha ile güler veya kasden abdestini bozarsa onunla cemaat namazdan çıkar.
Çünkü o namazın hürmeti kalmamıştır. Selâmda vermez. Şâyet cemaat olan
teşehhüdü imamından evvel tamamlarda konuşursa câizdir. Yalnız mekruhtur.
Namaza zıd bir şey ârız olursa yalnız imamın namazı bozulur. Cemaat olan kimse
selamı imamla birlikte verir, nasıl ki tahrimeyi de imamla beraber yapar,
İmameyn: «Gerek tahrimede gerekse selâmda efdal olan cemaatın imamdan sonraya kalmasıdır.»
demişlerdir.
İZAH
«Tahrime bir
selâmla kesilir.» (yani bir tarafa selam vermekle tahrimenin hükmü kalmaz.
Namazbiter.) Bu mesele evvelce namazın vacipleri bahsinde geçmişti orada şârih
şöyle demişti: «Mezhebimizin Meşhur olan kavline göre imama uymak ilk selâmla -
AIeykum demeden önce - sonuna erer.» yani o selâmdan sonra imama uymak câiz
değildir. Çünkü namazın hükmü bitmiştir. Bu söz yanılmayan hakkındadır. Yanılan
ise selâmdan sonra secde-i sehiv yaparsa namazın hürmetine döner. T. (yani secde-i
sehiv yapınca tekrar namaza döner, namaz kılan hükmünü alır. Ona uymakta sahih
olur.)
«Namazda ikişer
meşru olan şey»den murad peş peşine meşru olanlardır ki bunlar selâmla secdeden
ibârettir. Kıyâm ve rükû gibi şeyler namazda tekerrür etseler de araya fâsıla
girdiği için burada maksat onlar değildir.
Bir rekat iki
secde ile tamam olduğu gibi bir secde ile de tamam olur. Hatta farzda yapılarak
son oturuştan önce ayağa kalksa o rekatı secde ile tamamladığı takdirde farz
bâtıl olur. Cemâat olan kimse teşehhüdü bitirdi ise imamla beraber selâm verir.
Çünkü selâm vermek hususunda imama tabi olmak vacip ise de içinde bulunduğu
vacibi tamamlamaktan daha evlâ değildir. Acaba ettahiyyatüyü tamamlamak vacib
mi yoksa evlâmıdır? Bu hususta evvelce söz etmiştik. Söz ettiğimiz yer
musannıfın: «Cemaat tesbihleri tamamlamadan imam başını kaldırırsa ilh...»
dediği yerdir.
«İmamın selâm
vermesi gibi bir fiiliyle cemaat olan namazdan çıkmaz.» O hâlâ namazdadır. Ve
selâm vermesi icâp eder. Hatta selâm vermeden kahkaha ile gülerse abdesti
bozulur. Bu hüküm şeyhayna göredir. İmam Muhammed buna muhaliftir. İmamın selâm
vermesi gibi bir fiilinden murad namazı bozmayıp tamamlayan fiildir. Zira
oturuştan sonra selâm verse veya konuşsa namazı bitmiştir. Fakat bozulmamıştır.
Kahkaha ile gülmek veya kasten abdest bozmak böyle değildir. Çünkü bununla
namazın hürmeti kalmaz. İmamın namazının hangi cüzüne rastlarsa o cüzünü bozar.
Cemaatın namazından da ona muttasıl olan cüzü bozulur. Ancak o kimse namaza
yetişmişse namazı bozan şey rükünler tamam olduktan sonra ârız olmuştur.
Binaenaleyh imamın namazına zarar etmediği gibi onun namazına da zarar etmez.
Lâhik veya mesbûk olursa iş değişir.
İmam kasden
abdesti bozarsa cemâatın da namazı bozulur. Fakat kendi taksiri olmaksızın
abdesti bozulursa abdest alarak namazına devâm eder. Sonra selâm verir.
Cemâatta ona tabi olur. «Selam da vermez.» ifâdesinden murad: İmam da cemâat ta
olabilir. Çünkü bil'ittifak namazdan çıkmışlardır. Hatta ondan sonra cemâat
kahkaha ile gülse abdesti bozulmaz.
Şâyed cemâat olan
teşehhüdü imamından evvel tamamlarda selâm vermek. konuşmak veya ayağa kalkmak
gibi kendisini namazdan çıkaran bir şey yaparsa namazı sahihtir. Çünkü bunu
namazın rükünleri tamam olduktan sonra yapmıştır. Gerçi imam henüz teşehhüdü
bitirmemiştir, takat teşehhüd miktarı oturmuştur. Çünkü oturuşun farz miktarı
mümkün olan en sür'atli okuyuşla teşehhüdü okuyacak kadar zamandır. Bu da hâsıl
olmuştur. Cemaat olan kimsenin kerahet işlemiş olması özrü yokken imama tâbi
olmayı terk ettiğindendir. Bir özürle terk ederse meselâ: Abdesti
bozulacağından, Cuma vaktinin çıkacağından veya önünden bir kimse geçeceğinden
korkardayaparsa kerahet yoktur. Nitekim ilerde gelecektir.
«Namaza zıd bir
şey ârız olursa« yani 12 meselede olduğu gibi kendi taksiri bulunmaksızın bir
şey ârız olursa yalnız imamın namazı bozulur aksi takdirde yani kahkaha ile
güler veya kasden abdestini bozarsa imamın namazı da bozulmaz. Nitekim yukarda
geçmişti. Namaza zıd bir şey ârız olduğu vakit yalnız imamın namazının
bozulması cemaat olan konuştuğu için daha önce namazdan çıkmış
bulunduğundandır. Namaza zıd olan şey o çıktıktan sonra ârız olmuştur. Bu adam
kahkaha ile güler veya kasden abdestini bozarsa imamın namazı da bozulmaz.
İmameyn her
ikisinde cemaatın imamdan sonraya kalmasının efdal olduğunu söylemişlerdir.
Bundan anlaşıldığına göre buradaki hilâf efdal olması hususundadır. Sahih olan
da budur. Nehir.
Bazıları câiz olup
olmadığındadır, demişlerdir. Hatta ebu Yusuf'tan nakledilen iki rivayetten
birine göre imamla beraber namaza başlamak sahih değildir. İmam Muhammed'e göre
ise isâet sayılır. Nitekim Bedâyi ile Kuhistâni'de de böyle denilmiştir.
Serahsi: İmam-A'zam'ın kavli daha ince ve daha güzel imameynin kavli ise daha
elverişli ve daha ihtiyattır.» demiştir.
Mervezî'nin Avn
adlı eserinde bildirildiğine göre namaza girişin sahih olması hususunda fetva
için tercih edilen kavil İmam-A'zam'ın kavli, efdaliyet hususunda ise imameynin
kavlidir. Tatarhâniye'de Müntekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: «İmam-A'zam'ın
kavline göre buradaki beraberlik yüzüğün parmakla beraberliği gibidir.
İmameynin kavline göre sonralıktan murad cemaatın Allah kelimesinin hemzesini
ekberin râsına eklemesidir. Hilâfın fâidesi iftîtah tekbirinin fazîletine
yetişme vakti hakkında kendini gösterir. İmam-A'zam'a göre bu fazîlet beraberce
tekbir almakla. İmameyne göre sübhânekeyi okunduğu vakit tekbir almakla hâsıl
olur.
Bazıları: «imama
uyan orada ise imam üç âyet okumadan namaza başlamakla orada değilseydi âyet
okumadan başlamakla olur.» demişlerdir. Faziletin ilk rekata yetişmekle hâsıl
olacağını söyleyenler de vardır. Bu kavil daha suhûletbahşdır. Sahih olan
budur.
Hulâsa'da
bildirildiğine göre bazıları fazîletin Fatiha'ya yetişmekle kazanılacağını
söylemişlerdir. Muhtar olan kavil budur. Hulâsa sahibi sâdece tahrime ve selâmı
zikir etmekle yetinmiştir. Bu şunu gösterir ki bütün namaz fiillerinde cemaatın
imamla birlikte hareket etmesi bil'icma efdaldir. Bazıları hilâf üzere olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim Hılye ve diğer kitablarda hakâiktan naklen böyle denilmiştir.
METİN
Sağa, sola selâm
verirken es-Selâmü aleyküm verahmet-ül-llah dır. Sünnet budur. Haddâdî aleyküm
selam demenin mekruh olduğunu söylemiştir. Burada
veberakâtühü
kelimesini de söylemez. Nevevî bunu bid'at saymış fakat Halebî red etmiştir.
Hâvî'de ise güzel olduğu söylenilmiştir.
İkinci selâmın
birinciden daha alçak söylenmesi sünnettir. Münye sahibi bunun imama mahsus
olduğunu söylemiş musannıfta tasdik etmiştir. İmam velev ki cin veya kadınlar
olsun namazında kendisi ile beraber olanlardan sağındakileri ve solundakileri
niyet eder. Teşehhüdde ki selâm isekarşısındakilere hitap olmadığı için
umumidir.
İZAH
Her iki tarafa
selâm verirken es-Selâmü aleyküm verahmet-ül-llah demek sünnettir.
Bahır sahibi diyor
ki: «En mükemmel surette selam vermek iki defa es-Selâm-ü aleyküm
verahmet-ül-llahi demekle olur. Sadece es-Selâmü aleyküm yahud es-Selam veya
selamün aleyküm yahud aleyküm-üs-Selam dese kâfidir. Ama sünneti terk etmiş
olur. Sirâc sahibi Aleyküm-üs-Selam demenin mekruh olduğunu söylemiştir.»
Ben derim ki: Onun
sadece bunu söylemesi sünnete muhâlif olan mekruh diğer sözlerinde mekruh
olmasına aykırı değildir.
Burada tâbirinden
murad namazdan çıkarken verilen selamdır. Teşehhüddeki selam bunun gibi
değildir. Nasıl ki aşağıda gelecektir. Halebî Münye şerhi Hılye'de Nevevî'nin
bu bid'attır. «Bu bapta sahih hadîs yoktur. Bil'akis terki hakkında bir çok
hadisler vardır.» sözünü naklettikten sonra şunları söylemiştir: «Lakin bu
hususta Nevevi'ye itiraz olunur. Çünkü Ebu Davud'un süneninde Vail bin
Hücür'dan sahih isnadla bir Mes'ud'dan hadis rivayet edildiği gibi ibn-i
Hibban'ın sahihinde dahi Abdullah bin Mes'ud'dan hadis rivayet olunmuştur.»
Bundan sonra Halebi şöyle demiştir: «Meğer ki bunlar şâzdır, diye cevap
verilsin velev ki mahrecleri sahih olsun.» Nitekim Nevevi Ezkar adlı eserinde
bu yoldan yürümüştür.
Havi'den murad:
el-Havi-l-Kudsi'dir. İbaresi şöyledir: «Bazıları veberakâtühü kelimesini de
ziyade etmişlerdir. Bu daha güzeldir.» Havi başka bir yerde de: «Veberekâtühü
denileceği de rivayet edilmiştir.» demiştir.
«İkinci selamın
birinciden daha alçak söylenmesi sünnettir.» Bu sözden anlaşıldığına göre
birinci selam dahi alçak sesle verilir. Yani hâcetten fazla bağırılmaz. Bu
nisbeten alçak ses sayılır. Yoksa hakikatte o âşikâra söylenir. Maksat her iki
selam âşikâra verilir yalnız ikincisi birinciden daha alçak tutulur demektir.
Bazıları ikinci selamın tamamen gizli verileceğini söylemişlerse de esah olan
birincisidir. Çünkü cemaatın ikinci selamı işitmeye ihtiyacı vardır. Zira bunun
birinciden sonra ki mi yoksa birinci mi olduğunu bilemez. Üzerinde secde-i
sehiv varsa şaşırır bunu Münye şârihi söylemiştir. Bedayi'de şöyle denilmiştir:
«Sünnetlerden birinde imamın selamı âşikâra vermesidir. Çünkü selam namazdan
çıkmak için verilir. Binaenaleyh mutlaka cemaate bildirmek lazımdır.
İmam sâir
sünnetlerde olduğu gibi burada da sünneti yerine getirmiş olmak için selam
vermeyi niyet eder. Onun içindir ki Şeyh-ul-İslâm: «Bir kimse namaz dışında
birine selam verdiği vakit sünneti niyet eder. Sadr-ul-İslâm'ın itirazı bununla
def edilmiş olur. O imamın niyete muhtaç olmadığını çünkü âşikâra selam verip
cemaate işarette bulunmak ibadeti yerine getirmek için niyet sayılmayı
gerektirmez. Niyet mutlaka lazımdır.
Ben derim ki: Şu
da var: Namazdan çıkmak için selam vermek vacip olunca bu selamdan asıl maksat
namaz kılanlara hitap değil namazdan çıkmaktır. Hitap bizzat maksat olmayınca
da vacipolan namazdan çıkma üzerine ziyade edilen sünneti yerine getirmek için
niyet lazımdır. Çünkü niyet olmazsa selam sırf namazdan çıkmak için olur.
Tahiyye manası kalmaz.
Cumhurun kavline
göre imam selam verirken yanındakileri niyet eder. Bazıları bütün
mesciddekileri niyet edeceğini bir takımları da teşehhüd selamı gibi bunun da
umumi olduğunu söylemişlerdir. Hılye.
Kadınlar
kelimesini imam Muhammed Asıl nâmındaki eserinde zikir etmiştir. Birçok
kitablarda zamanımızda imam kadınları niyet etmez denilmişse de bu söz
kadınların cemaata gelmelerine mebnidir. Binaenaleyh imam Muhammed'in sözüne
muhâlif değildir. Zira hüküm cemaata gelip gelmemelerine göredir. Hatta cemaata
hunsâlarla çocuklar gelirse imam onları dahi niyet eder. Bunu Hılye ve Bahır
sahipleri kaydetmişlerdir. Lâkin nehirde: «Kadınlar cemaata gelse bile imam
onları niyet etmez. Çünkü onların cemaata gelmeleri mekruhtur.» denilmiştir.
Teşehhüdün selamı
umumîdir. Onun içindir ki bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: «Kul
es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâd-il-Ilâh-is-Salihîn dediği vakit bu selam yerde
gökte Allah'ın her sâlih kuluna isâbet eder.»
METİN
Peygamberlere iman
meselesinde olduğu gibi her iki tarafa selam verirken adet tayin etmeksizin
hafaza meleklerini de niyet eder. Musannıfın cemaatı meleklerden önce zikir
etmesi muhtar kavle göre Âdem oğullarının havâs takımı -ki bunlar
peygamberlerdir- bütün meleklerden efdal, Âdem oğullarının avâm takımının - ki
maksad takvâ sahipleridir - meleklerin avâmından efdal olduğu içindir. Takvâ
sahiplerinden murad: Fâsıklar gibi yalnız şirkten sakınanlardır. Nitekim
Bahır'da Ravza' dan naklen böyle denilmiş musannıf da bunu tasdik etmiştir.
Ben derim ki:
Mecma-ul-enhur'de Kuhistânî'ye uyarak: «Ekser ulemaya göre insanların havâs
takımı ile orta dereceli olanları meleklerin havâsı ile orta dereceli
olanlarından efdaldir.» denilmiştir. Acaba hafaza melekleri değişirler mi değişmezler
mi? Bu hususta iki kavil vardır.
İZAH
Musannıf ketebe
melekleri demeyip hafaza melekleri tabirini kullanmış ve mükellef insanın
amellerini koruyan kiramen kâtibin meleklerine ve kezâ mükellefi koruyan
cinlere - ki bunlara muakkıbât derler - ve her namaz kılana şâmil olmasını
istemiştir. Zira sabinin ketebe melekleri yoktur. Bunu Hılye ve Bahır sahipleri
söylemişlerdir. Bu hususta ileride söz edilecektir. Birde burada imamdan bahis
edilmektedir. Sabîden imam olamaz. Meleklerde adet tayin etmemesi bu mesele
ihtilâflı olduğu içindir. Bazıları: «Her mü'minin yanında iki hafaza meleği
vardır.» demiş; bir takımları dört, daha başkaları beş melek olduğunu
söylemişlerdir. On hatta yüz altmış melek olduğunu söyleyenlerde vardır.
Meselenin tamamı Münye şerhlerindedir.
Peygamberlere iman
hususunda da adet tayini yoktur. Çünkü sayılan kati olarak mâlûm değildir.
Binaenaleyh: «Bütün peygamberlere iman ettim. Evveli Âdem. Ahırı Muhammed
Mustafa sallellahü aleyhi ve aleyhim ecmaîn» demelidir. Mi'rac peygamberlerin
124 bin rasûl olanlarının (313) olduğuna inanmak vacip değildir. Çünkü bu
babtaki delil haber-i vahittir.
Musannıf cemaatı
meleklerden önce zikir etmiş; cinlerden bahis etmemiştir. Çünkü cinler
meleklerden efdal değildir. Önce zikir etmekle o Fahr-ul-İslâm'ın sözüne işaret
etmiştir. Fahr-ul-İslâm: «Önce zikir etmenin ehemmiyet vermekte te'siri
vardır.» demiştir. Onun içindir ki ulemamız nâfile ibâdetler vasiyet eden
kimsenin vasiyetini yerine getirirken o kimsenin sözüne bakılır. Evvelâ neyi
vasiyet etti ise icraata ondan başlanır demişlerdir.
Takvâ
sahiplerinden murad: «Fâsıklar gibi yalnız şirkten sakınanlardır.» İfâdesindeki
«yalnız» kelimesini atmak daha iyidir. O zaman mana şöyle olur: Takva
sahiplerinden murad: Fasıklar gibi şirkten sakınanlardır. Günahdan da sakınması
veya sakınmaması müsavidir. H.
Ravzadan murad:
Zendustî'nin Ravzat-ül-ulema adlı eseridir. Bu eserde şöyle denilmiştir: «Bütün
ulema ittifak etmişlerdir ki peygamberler bütün mahlukatın en fazîletlisi,
peygamberimiz sallellahü aleyhi vesselem de onların en fazîletlisidir.
Peygamberlerden sonra mahlukâtın en hayırlısı dört büyük melek ile arş-ı âlâyı
taşıyanlar .ruhâniler. Ridvân ve Malik'tir. Sahabe, tâbiîn, şehidler ve sulehâ
sair meleklerden efdaldirler. Bundan sonra ihtilaf etmişler; İmam-A'zam: «Sair
müslümanlar sair meleklerden efdaldir.» demiş; imameyn ise sâir meleklerin
efdal olduğunu söylemişlerdir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Hulâsa: Zendustî
insanları üç kısma ayırmıştır:
Birinci kısım :
Havâs olup peygamberlerdir.
İkinci kısım :
Sahâbe ve başka sulehadan müteşekkil orta kısımdır.
Üçüncüsü : Sâir
avâm takımıdır.
Melekleri de havas
ve gayri havas olmak üzere ikiye ayırmıştır.
Havas takımı zikir
ettikleridir.
Gayr-ı havas geri
kalan meleklerdir.
Ona göre insanın
havâs takımı bütün meleklerden efdaldir. Onlardan sonra fazîlet hususunda
meleklerin havâsı gelir. Meleklerin havası, 9eri kalan insanların orta ve avâm
takımlarından efdaldir. Onlardan sonra insanların orta takımı gelir. Bunlar
meleklerin havas takımından geriye kalanlarından efdaldir.
İmam-A'zam'a göre
insanların avam takımı da orta takımı gibidir. Şu halde ona göre en fazîletli
olan insanların havâsı, sonra meleklerin havâsı, daha sonra sair insanlardır.
İmameyne göre ise
en fazîletli olanlar insanların havası, sonra meleklerin havâsı, sonra
insanların orta kısmı, daha sonra meleklerin kalan kısmıdır.
Kuhistâni ise
insanlarla melekleri ikişer kısma ayırmıştır. Bunlar havâs ve orta derecede
olanlardır. Ona göre insanların havâsı meleklerin havâsından efdal, insanların
orta derecelileri de meleklerin orta derecelilerinden efdaldir. Yani
Kuhistâni'nin ifâdesinde leff-ü neşir-i müretteb vardır. Zikir edilen hilaftan
dolayı insanların avâm takımından bahis etmemiştir. Bundan anlaşılır ki bu söz
Ravzanın sözüne muhâlif «bütün ulema ittifak etmişlerdir.» İddiasına aykırıdır.
Bumdaki ise evleviyetle aykırıdır. Çünkü mesele hilâflıdır. Aynı zamanda
zannidir.
Nitekim Akaid-i
nesefiye şerhinde bildirilmiştir. Hatta Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu
meselede yani insanı melekten fazîletli sayma meselesinde, içlerinde ebu
Hanife'de bulunan bir cemâatın tevekkuf edip bir şey diyemedikleri rivayet
olunmuştur. Çünkü kati delil yoktur. Kati surette bilemediğimiz bir şeyi, onu
bilen Allah'a havâle etmek en çıkar yoldur.
Hafaza
meleklerinin değişip değişmediği hususunda iki kavil vardır:
Birinci kavle göre
değişirler. Çünkü Buharî ile Müslim'in rivayet ettikleri bir hadisde: «Sizin
aranıza gece ve gündüz peyderpey melekler inerler. Bunlar sabah namazı ile
ikindi namazında bir araya toplanırlar. Ve aranızda geceleyenler gökyüzüne
çıkarlar. Allah Teâlâ -kullarının hallerini daha iyi bildiği halde- onlara
sorar: Kullarımı nasıl bıraktınız? der. Onlarda: yan!arına vardığımızda namaz
kılıyorlardı. Ayrıldık yine namaz kılıyorlardı; diye cevap verirler.»
buyurulmuştur.
Kadı lyaz'la
başkalarının cumhur ulemadan naklettiklerine göre bu melekler hafaza yani
kiramen kâtibin melekleridir. Kurtubî ise başkaları olduğunu daha doğru
bulmuştur.
İkinci kavle göre
insan sağ oldukça bu melekler değişmezler. Çünkü hazreti Enes'in rivayet ettiği
bir hadisde Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Şübhesiz Allah Teâlâ mümin
kuluna iki melek tevekkil etmiştir. Bunlar onun amelini yazarlar. Öldüğü vakit:
Yarabbi filan öldü. Şimdi bize izin verde gökyüzüne çıkalım! derler. Allah azze
ve celle: Benim gökyüzüm beni tesbih eden meleklerimle doludur; diye cevap
verir. O halde yerde yaşayalım! derler. Teâlâ Hazretleri: Benim yerim beni
tesbih eden kullarımla doludur, der. Öyle ise biz nerede kalacağız? derler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur. Kulumun kabri üzerinde durun! Ve bana
tekbir tehlil getirin! beni zikir edin! Ve bunları kıyâmet gününe kadar kulumun
hesabına yazın!» Meselenin tamâmi Hılye'dedir.
METİN
Kötülükleri yazan
melek cimâ hâlinde, helâda iken ve namaz kılarken kuldan ayrılır. Muhtar olan
kavle göre yazının şekli ve yazıldığı yer yalnız Allah'ın bildiği şeylerdendir.
Evet, Eşbah hâşiyesinde: «harfsiz olarak deri üzerine yazılır akılda kaldığı
gibi orada sabit kalır. Teâlâ Hazretlerinin: Tur dağına ve açılmış rekka
yazılmış yazıya yemin ederim; âyeti kerimesindeki «rekk» kelimesi hakkında
söylenenlerden biri budur.» denilmiştir: Nisaburî tefsirinde bu iki meleğin her
şeyi hatta iniltisini yazdıklarını sahihlemiştir. Dimyatî'nin tefsirinde,
«mubah fiilleri kötülükleri yazan melek yazar ve kıyâmet gününde siler.»
Ehaveyn nâmiyle meşhur olan Kâzeruni'nin tefsirinde esah kavle göre kâfirin
amellerinin de yazıldığı, ancak sağ taraftaki meleğin sol taraftaki üzerine
şâhid gibi olduğu bildirilmiştir.
Burhan nâm eserde
dahi gece meleklerinin gündüz meleklerinden başka oldukları, iblisin
gündüzleyen çocuğunun da geceleyin âdem oğlu ile beraber bulundukları
kaydedilmiştir.
Müslim'in
sahihinde şu hadis vardır: «Sizden hiç bir kimse yoktur ki Allah ona cinlerden
yoldaşını ve meleklerden yoldaşını tevkil etmiş olmasın. Eshab: Sanada mı
yârasulellah? dediler. Evetbanada. Lâkin Allah beni ona muzaffer kıldı da islâm
oldu, buyurdular. «Son kelime» «islâm oldu» ve «ben sâlim kalıyorum.» şekillerinde
rivayet olunmuştur.
İZAH
Şârih burada Bahır
sahibine tabi olmuştur. Lekânî'nin El-Cevheret-ül-kebîr şerhinde beyân
edildiğine göre bu hallerde insandan ayrılan bir değil iki melektir. Lekânî o
kimse işini gördükten sonra Allah'ın kendilerine halk ettiği bir alâmetle onun
yaptıklarını yazarlar diye kaydetmiş ancak bu hususta bir delil göstermemiştir.
Hılye sahibi bunu
kati kabul etmek için sem'i delile ihtiyaç olduğunu söylemiştir. Gerçi hazreti
Ebu Bekir (r.a.) ın helaya girmek istediği vakit elbisesini yere yayarak: Ey
beni muhafaza eden melekler buraya oturun, çünkü ben helâda konuşmamaya Allah'a
söz verdim, dediği rivayet olunmuşsada üstadımız Hâfız bunun zaif olduğunu
söylemiştir. H.
Kötülükleri yazan
melek namaz kılarken de insandan ayrılır çünkü namaz halinde yazacak bir şey
yoktur. Bunu Kurtubî söylemiş Halebî'nin naklettiği vecihle Hılye sahibi red
etmiştir. Muhtar kavle göre yazının ve yazılan şeyin hakikatını yalnız Allah
bilir. Muhtar kavlin mukabili Eşbah şerhi ile Nehir'den naklen aşağıda gelecek
olan şu sözdür: Kalem dildir. Mürekkeb de tükürüktür.
Rak üzerine
yazılması hususunda Hılye'de şöyle denilmiştir: Sonra söylenildiğine göre
hafaza meleklerinin içine yazı yazdıkları şey deriden dosyalardır. Nitekim
Teâlâ hazretlerinin: «yayılmış rak üzerine yazılan kitabada yemin ederim.»
Âyeti kerimesindeki raktan murad bir kavle göre deridir. Lâkin hazreti Ali
(r.a.)'dan gelen rivayet şudur: «Gerçekten Allah'ın bir takım melekleri vardır
ki bir şeyle inerler ve âdem oğullarının amellerini ona yazarlar.» hazreti Ali
bu şeyin ne olduğunu tâyin etmemiştir. Allah-u âlem. «Deri üzerine harfsiz
yazılır akılda kaldığı gibi orada sabit kalır.» Bu cümleyi İmam Gazâlî'nin sözü
de te'yid eder. Gazâlî levh-i mahfuza yazılanların dahi harf olmadığım akılda
kalır gibi sadece malumâtın orada sabit kaldığını söylemiştir.
Hılye sahibi diyor
ki: «Lâkin sözü açık delâlet ettiği manadan değiştirmek delile muhtaçtır.
Halbuki kitap ve sünnette zâhir manayı te'yid eden bir çok deliller vardır.
Meselâ: «Biz sizin yaptığınız her şeyi yazardık», «bizim elçilerimiz onların
huzurunda yazarlar» âyetleri ve kezâ İsrâ gecesi Peygamber (s.a.v.) ın işittiği
kalem hışırtıları bu kabildendir. Binaenaleyh zâhirine hamledilir (Yani yazı
denince ne anlaşılırsa o manaya alınır.) Ancak bunun nasıl olduğunu, şeklini
cinsini Allah'dan başka kimse bilemez. Yahud AIIah kime bildirdi ise o bilir.»
Kısaltılarak alınmıştır. Tamamı Hılye'dedir.
Nisaburî'nin
sözünü Hılye sahibi Hasan-ı Basrî, Mücahid, Dahak ve başkalarından rivayet
etmiş ondan önce İhtiyar'dan naklen imam Muhammed'in Hişâm'dan onunda
İkrime'den onunda ibn-i Abbâs'dan rivayet ettiği şu sözü kaydetmiştir:
«Melekler ancak fiilî sevap yahud günah olan şeyi yazarlar.» Nisâburî «iniltini
bile yazarlar.» demekle teneffüsü, nabz hareketi gibi bütün zaruriyatı da
yazdıklarına işaret etmiştir. Bunu Halebî Lekânî'den nakletmiştir.
Dimyatî mubah
fiillerin Dünya'da yazılarak kıyâmet gününde silineceğini bildirmiştir.
Bazıları yazıldığı günün sonunda, bir takımları da Perşembe günü silindiğini
söylemişlerdir. Bu kavil ibn-iAbbâs ile Kelbî'den rivayet olunmuştur. Hılye'de
ihtiyardan naklen ekser ulemanın birinci kavli tercih ettikleri bildirilmiştir.
Bazı müfessirlerin: «Muhakkıklarca sahih olan kavlı budur.» dedikleri rivayet
olunur. Onun için şârih bu kavli tercih etmiştir.
Kâfir'in
kötülükleri yazılır. Çünkü onun hasenâtı yoktur. Kâfir kul hakları ile ve
cezalarla bil'ittifak mükellef olduğu gibi gerek itikad gerekse edâ cihetinden
ibâdetlerle de mükelleftir. Bize göre mutemed olan kavil budur. Binaenaleyh bu
iki şeyi (yani itikâd ve edâyı) terk ettiği için âzâp olunur. Meselenin tamamı
Halebî'dedir. Lekânî'den nakledildiğine göre kâfirin hasene zannedilen fiilleri
yazılmaz. Ancak müslüman olursa o zaman küfür halinde işlediği hayırlı işlerinin
sevâbı yazılır. Benim hatırımda kaldığına göre bizim mezhebimiz bunun
hilâfınadır. Araştırmalıdır.
Hanefilerin usul
fıkıh kitablarından Molla Husrev'in yazdığı Mirkât şerhi Mir'atın 73-84 üncü
sahifelerinde hulasatan şöyle deniliyor: «Küffar imanla me'murdur. Muâmelat ve
ukubatla ve ibadetlerin vücûbuna itikatla dahi hilafsız me'murdurlar. Hilâf
yalnız Dünya'da iken ibâdetlerin edâ hususundadır. Ulemamızdan Irak'lılara göre
kâfirler ibadetlerin edâsiyle me'murdurlar: İmam Şâfiî'nin mezhebide budur. Mâveraun-nehir
ulemasının ekserisine göre ise sükut ihtimali olan ibâdetlerin edasiyle me'mur
değillerdir. Kâdı ebu Zeyd, imam Fahr-ul-İslâm ve Şems-ül-cimme bu kavli tercih
etmişlerdir. Müteehhirin ulemanın kabul ettikleri kavilde budur. Küfür halinde
ibadeti edânın câiz olamayacağında ve kezâ müslüman olduktan sonra kaza lazım
gelmeyeceğinde hilâf yoktur. Hilâfın faidesi ancak ibadetleri terk ettikleri
için ahirette küfür cezasından maada bir de ibâdeti cezası görmelerinde meydana
çıkar. Sahih olan kavil budur». Irak'lıların kavli değildir. Diğer kitablarda
da böyle denilmektedir. Binaenaleyh İbn-i Âbidin merhumun hatırında kalan
doğrudur. Mütercim.
İblisin gündüzün
âdem oğullariyle birlikte olmasından murad hepsi ile beraber bulunmasıdır.
Bundan ancak Allah'ın muhâfaza buyurdukları müstesnâdır. Cenab-ı hak ölüm
meleği olan Azrail aleyhisselâma bütün ölenlerin ruhunu almak için kudret
bahşettiği gibi iblîsede bütün insanlarla beraber bulunmak kudreti vermiştir.
Öyle anlaşılıyor ki aşağıda zikri geçen yoldaş bu değildir. Çünkü o insandan
hiç ayrılmaz.
Hadisin son
kelimesi Arabça metinde «Feesleme» şeklindedir. Bu kelime hem feesleme hem de
feeslemü şeklinde rivayet olunmuştur. Feesleme'nin mânâsı benimle olan cinnî
müslüman oldu ve melek gibi artık o da hayırdan başka bir şey emretmiyor,
demektir. Hadisin zâhir mânâsı budur. Feeslemu'nün mânâsı ise ben selâmette
kalıyorum demektir. Yanı bu rivayete göre kelime muzari fiil olup istimrar
teceddüdi ifade eder. (İstimrar teceddüdî devam üzere yenilenir. Yani devam
bildirir bir fiil muzari demektir.) Bazıları bu rivayeti sahihleyerek onu
tercih etmişlerdir.
METİN
Cemaat olan kimse
imam yanında ise birinci selamla imamına niyetide ilave eder. Yanında değil ise
onu ikinci selamla niyet eder. İmamın tam hizâsında bulunursa her iki selamda
onu niyet eder. Yalnız kılan selam verirken yalnız hafaza meleklerini niyet
eder. Musannıf sabîi mümeyyize (yani iyiyi kötüyü ayıran küçük çocuğa) şâmil
olsun diye ketebe melekleri demeyip hafaza melekleri demiştir. Çünkü çocuğun yanına
kâtip melekler yoktur.
Yemin ederim ki
bugün bu, nesh edilmiş şeriat gibi olmuştur. Fukahadan başka hemen hemen kimse
hiç bir şeyi niyet etmemektedir. Fukaha dahi söz götürür. (farzdan sonra
kılınacak) sünnet namazı «Allahümme ent-es-Selam ilh...» diyecek kadardan fazla
geciktirmek mekruhtur. Hulvânî farzla sünnet arasını orada okumakla ayırmakta
beis olmadığını söylemiştir. Kemâl'de bu kavli ihtiyar etmiştir.
Halebî diyor ki:
«Kerahetten kerahet-i tenzihiye kastedilirse hilâf ortadan kalkar.»
Ben derim ki:
Hatırımda kaldığına göre Hulvanî'nin sözü az olan orada hamledilmiştir.
(selamdan sonra) üç defa istiğfar da bulunmak, Âyet-el-kürsîyi ve muavvizatı
(kul euzü sûrelerini) okumak otuz üçer defa Subhânellah Elhamdülillah,
Ellahuekber, demek (ki bunların mecmuu doksandokuz eder) yüzüncü de Tehlîl
getirmek (Lâilâhe illellah vahdehû lâ şerîke leh demek) dua etmek ve duayı,
Subhâne rabbike ilh... ile bitirmek müstehâbtır.
İZAH
Cemaat olan kimse
birinci selamda cemaatı ve hafaza meleklerini niyet ettiği gibi imamını da
niyet eder. «Çünkü çocuğun yanında kâtip melekleri yoktur.» sözünün mânâsı
hafaza meleklerinden kendisini kötülüklerden koruyan melekler kastedildiğini
anlatmaktır. Yani amelleri koruyan melekler kastedilmemiştir. Yukarda geçtiği
vecihle bu hususta iki kavil vardır. Lâkin sahih kavle göre çocuğun işlediği
hasenât için kendisine sevap verildiği gibi öğrettiklerinden dolayı anne ve
babasına da sevap yazılır, onun için Lekkânî çocuğun hasenâtı yazılır.demiştir.
Bu sözün müktezâsı çocuğun hasenâtını yazacak melek bulunmasıdır.
«Yemin ederim ki
bu gün bu - yani, selam verirken cemaatı, imamı ve melekleri niyet etme
meselesi - terk edilmiştir. Hılye'de Sadr-ul-İslâm'dan naklen: «Bu, bütün
insanların terk ettiği bir şeydir. Çünkü bir şeye niyet eden kimse pek az
bulunur.» denilmiştir. Gâyet-ül-beyân sahibi dahi: «Bu doğrudur. Çünkü selam
verirken niyet nesh edilmiş şeriat gibi olmuştur. Onun için milyonlarca insana
selamla neyi niyet ettik diye sorsan sana hemen hemen kimse faydalı bir cevap
veremez. Ancak fukaha cevap verirse de onlar da söz götürür.» demiştir.
Farzdan sonra
kılınacak sünnet namazı «Ellahümme ent-es-selam İlh...» den fazla geciktirmek
mekruhtur.
Çünkü Müslim ile
Tirmîzi'nin Âişe (r.a.) rivayet ettikleri bir hadiste hazreti Âişe şöyle
demektedir: «Rasulullah (s.a.v. selam verdikten sonra ancak Allahümme
ent-es-selam vemink es-selamü tebârekte yo zel celâli vel ikrâm diyecek kadar
dururdu.» Gerçi namazdan sonra birtakım zikirler olduğunu bildiren hadisler
varsada bu hadislerde zikrin sünnet namazdan ön^e yapılacağına delâlet yoktur.
Bunlar zikrin sünnetten sonra yapılacağına hamledilirler. Çünkü sünnet farzın
tâbirlerinden ve onu hükümleştiren lâhıklarındandır. Binaenaleyh farzın
yabancısı değildir. Ondan sonra yapılana da farzdan sonra yapılmış denilebilir.
Hazreti Âişe'nin:
«diyecek kadar dururdu.» sözü aynen o kadar durduğunu ifâde etmez. Aşağı yukarı
bu cümle sığacak kadar bir zaman otururdu, demek istemiştir. Binaenaleyh bu söz
Buharî ile Müslim'de rivayet edilen şu hadise aykırı değildir. «Peygamber
(s.a.v.) her farz namazın sonunda; Lâilâhe illellah vahdehu lâ şerîke leh
leh-ül mülkü veleh-ül hamdü vehüve alâ külli şey'in kadîr. Allahümme lâ mânia
limâ e'tayte velâ ma'tıye limâ mene'te velâ yenfeu zel ceddi minke-l-ceddü»derdi.
(yani Allah'dan başka ilâh yoktur. Yalnız o vardır. Onun şeriki yoktur. Mülk
onundur. Hamd ona mahsustur. O herşeye kadirdir. Ey Allah'ım senin verdiğine
mâni olacak yoktur. Senin mâni olduğunu verecek de yoktur. Varlık sahibinin
varlığı senin indinde beş para etmez.) Meselenin tamamı Münye şerhi ile
Feth-ul-kâdir'in vitir ve nafile bâbındadır.
«Kemâl'de bu kavli
ihtiyar etmiştir.» Burada şöyle denilebilir: Kemal'in ihtiyar ettiği kavil
birinci kavildir. Ki Bekkâlî'nin kavli de budur. Kemâl, Şehî'din şerhindeki
«farza bitişik olarak sünnete kalkmak mesnundur.» Sözünü red etmiş sonra
şunları söylemiştir: «Bence Hulvânî'nin (beis yoktur) sözü her iki kavle de
aykırı değildir. Çünkü bu ibârede (yani beis yoktur tâbirinde) meşhur olan
evlânın hilâfı manasına gelmesidir. Binaenaleyh sözün manası: «Evlâ olan sünnet
kılmadan okumamaktır. Ama okursa beis yoktur,» demektir. Bu da sünnetin bununla
sâkıt olmamasını ifâde eder. Hatta orada okuduktan sonra kılarsa sünnet vecihle
kılınmamış sünnet olur. Onun için derler ki farzdan sonra konuşmuş olsa sünnet
sâkıt olmaz. Ama sevâbı azalır.
«Binaenaleyh en
azından evrad okumak sünneti iskât etmez.» Bu hususta Tilmîzi'de Hılye'de
Kemâl'e tâbi olmuş ve şunları söylemiştir: «Şu halde Bakkâlî'nin sözündeki
kerâhet, Keraheti tenzihiyeye haml olunur, Çünkü kerahet-i tahrimiye olduğuna
delil yoktur. Hatta sünneti orada okuduktan sonra kılsa edâ edilmiş sünnet
olur. Ama mesnun olan vaktinde kılınmamıştır. Üstâdımızın ifâde ettiğine göre
sözümüz sünneti farzın kılındığı yerde kılan hakkındadır. Çünkü sünnetlerde
hatta akşam sünnetinde bütün ulemaya göre efdal olan evinde kılmaktır. Yani,
yol mesâfesinin iki namaz arasını ayırması mekruh olmaz.
Halebî'nin:
«Kerahetten, keraheti tenzihiye kastedilirse hilâf ortadan kalkar.» sözü Kemâl'in
Hulvânî hakkında söylediklerinin aynıdır. Çünkü ziyade tenzihen mekruh olunca
evlânın hilâfı olur ki, beis yoktur tâbirinin manası da budur.
T E N B İ H: Bir
kimse tesbihin sayısını otuz üçten fazla yapsa bazılarına göre mekruh olur.
Çünkü edepsizliktir. Bunu lüzumundan fazla ilaç vermeğe, yahud lüzumundan fazla
diş yapılan anahtarla temsil ve te'yid ederler. Bazıları mekruh değil, bilâkis
yapılan ziyâde nisbette fazla sevap olacağını söylemişlerdir. Hatta mekruhtur
diye itikad etmenin helâl olmadığını söyleyenlerde vardır.
Delilleri Teâlâ
Hazretlerinin: «Her kim bir iyilik yaparsa ona o iyiliğin on misli sevâp
vardır.» âyeti kerimesidir. En iyisi şübhe gibi bir şeyden dolayı ziyâde ederse
mazur olur. Teabbüd için yaparsa mazur sayılamaz. Çünkü şârih hazretlerinin
tayin ettiği şeyi düzeltmeğe kalkışmak olur ki bu memnu'dur, demelidir.» Bu
satırlar ibn Hacer'in Tuhfe' sinden kısaltılarak alınmıştır.
METİN
İmamın bulunduğu
yerde nâfile kılması mekruhtur. Cemâat için bu mekruh değildir. Bazıları
safları bozmanın, müstehap olduğunu söylemişlerdir. Hâniyye'de: «İmamın nâfile
kılmak veya vird okumak için kıblenin sağına yani, namaz kılanın soluna yer
değiştirmesi müstehaptır.» demişlerdir. Münye'de ise imam sağ ve sola dönmek
veya öne arkaya yürümek yahud evine gitmek ve mezhebe göre uzak bile olsa
hizasında namaz kılan bulunmadıkça velev on kişiden az olsun cemaata karşı
dönmek arasında muhayyer bırakılmıştır.
İZAH
İmamın bulunduğu
yerde nâfile kılması mekruhtur. Münye'den naklen aşağıda bildireceğimiz vecihle
imam muhayyer olmak üzere yer değiştirir. Arkasından tetavvu (nâfile) namazı
bulunmayan (ikindi gibi) farz bir namazı kıldıktan sonra kıbleye karşı yerinde
oturup beklemek dahi mekruhtur. Nitekim Hulâsa'dan naklen Münye şerhinde böyle
denilmiştir.
Hâniyye'nin
ibâresinden anlaşıldığına göre buradaki kerahet. kerahet-i tenzihiyedir. Bu
bapta yalnız kılan da imama uyan gibidir. Çünkü Münye ile şerhinde şöyle
denilmektedir: «İmama uyan ile yalnız kılana gelince: Bunlar yerlerinde
dururlar veya farz kıldıkları yerde nâfile kılmağa kalkarlarsa câizdir. En
iyisi nâfileyi başka yerde kılmalarıdır.»
«Bazıları safları
bozmanın müstehap olduğunu söylemişlerdir.» Tâ ki içeriye giren kimse hepsinin
imamdan uzakta namaza durduklarını görünce şübhesi kalmasın. Bunu Bedâyi sahibi
zikir ettiği gibi zâhire sahibi dahi imam Muhammed'den rivayet etmiştir.
Muhit'te bunun sünnet olduğu bildirilmiştir. Nitekim Hılye'de de öyledir. Münye
sahibinin: «En iyisi nâfile namazı başka yerde kılmalarıdır.» Sözünün manasıda
budur. Hılye'de: «Bunların hepsinden daha güzeli bir mâniden korkmazsa nâfile
namazını evinde kılmaktır.» denilmiştir.
Münye'de metinde
beyân edildiği vecihle imam muhayyer bırakılmıştır. Ama oradaki tahayyir
şöyledir: «Arkasından tetavvu namazı bulunmayan bir namazda ise muhayyerdir.
İsterse sağına veya soluna yer değiştirir. Veya işine gider. Yahud yüzünü
cemâata döner. Arkasından tetavvu namazı bulunan bir namazda olupta o tetavvu'u
kılmağa kalkarsa ileri, geri gider, yahud sağa sola yer değiştirir, veya evine
giderek nâfile namazı orada kılar.» Bu muhayyerlik yukarda Haniyye'den
nakledilen muhayyirliğe aykırı değildir. Çünkü bu, câiz olduğunu beyan, öteki
efdal olduğunu beyan içindir. Bundan dolayı Haniyye'de ve başkalarında sağ
tarafın sol üzerine fazileti vardır. Diye ta'lil yapılmıştır. Lâkin bu fazîlet
yalnız kıblenin sağına mahsus değildir. Namaz kılanın sağı hakkında da ayni şey
söylenir. Hatta Münye şerhinde: «Sağından yer değiştirmesi evlâdır.» denilmiş.
Bu söz sahibi Müslim'in bir hadisi ile te'yid edilmiştir. Bedâyi'de sağ ile
solun arası müsavi tutulmuş ve şöyle denilmiştir: «Çünkü yer değiştirmekten
maksad - ki namazda olup olmadığı hususundaki şübheyi gidermektir - Bunların
her ikisi ile hasıl olur.» Yukarıda Hılye'den naklen arzettik ki bunların hepsinden
daha iyisi nâfile namazı evinde kılmaktır. Çünkü Ebu Davud'un süneninde sahih
bir isnadla rivayet edilen bir hadis de: «Kişinin evinde kıldığı namazı benim
şu mescidimde kıldığı namazından daha fazîletlidir. Yalnız farz namazı müstesnâ
buyurdular. Ben ve yalnız teravih namazımüstesnâ dedim.» buyurulmuştur. Nitekim
başka ziyâdelerle birlikte vitir ve nâfileler bâbında gelecektir. Sonra kalkıp
gitmek isterse ya sağ tarafından yahud sol tarafından kalkar.
Rasûlüllah
(s.a.v.)in her iki tarafından kalkdığı sahih rivayetle sabit olmuştur. Ulema
bununla amel edegelmişlerdir. Nitekim bunu tirmizi de söylemiş Nevevî ise:
«İhtiyaç olup olmama hususunda iki taraf müsâvi ise sağ efdaldir. Çünkü
hadislerin umumi meziyetler babında sağ tarafın daha fazîletli olduğunu
göstermektedir. Nitekim Hılye'de de böyledir.
«Velev on kişiden
az olsun» sözünden murad kıbleye dönmek mutlaktır. Cemaat şu sayıda olursa
hüküm budur, gibi tafsilât yoktur. demektir. Hulâsa ve diğer kitablarda bu izah
edilmiştir. Mukaddime şarihlerinden birinin bu husustaki sözüne itibar yoktur.
Ona göre cemaat on kişi olursa imam onlara doğru döner. Çünkü bu takdirde
cemaatın hürmeti kıblenin hürmetinden üstündür. On kişiden az olursa onlara
karşı dönmez. Zira bu sefer kıblenin hürmeti cemaatın hürmetinden üstündür. Bu
zatın söylediğinin fıkıhda aslı yoktur. Kendisi meçhul bir adamdır. Kâide
olmayan yerlerde izinden gitmek şöyle dursun söylediği sözleriyle fukahanın
sözlerine benzememektedir. Rivayet ettiği bu söz mevzuudur. (uydurmadır)
Rasûlüllah (s.a.v.)'in üzerine uydurulan bir yafandır. Bil'akis bir tek
müslümanın hürmeti kıblenin hürmetinden üstündür. Şu kadar var ki bir kişi
imamın arkasına durmadığı için imam ona dönemez. Bir kişi imamın sağına durur.
Cemaat iki kişi iseler İmamın arkasına dururlar imam da onlara döner. Çünkü
mezkûr söz mutlaktır.
Fakat İmdâd sahibi
bu hususta Hulâsa sahibine itiraz etmiş bunun Kudûrî şerhi Mecme-ur-Rivayât'da
Bedriye hâşiyesinden naklen ebû Hanîfe'nin bir kavli olmak üzere nakledildiğini
söylemiştir.
«Mezhebe göre uzak
bile olsa» sözünü Zahîre sahibi imam Muhammed'in asıl namındaki eserinde beyan
ettiği «hizâsında namaz kılan adam yoksa» ifadesinden almıştır. Çünkü bu ifâde
mutlaktır. Sonra Zahire'de: «zâhir mezhep budur. Çünkü ayağa kalktığı vakit
yüzü imamın yüzüne karşı gelirse aralarında saflar bile olsa mekruhtur.»
denilmiştir. İbn-i emîr Hâcc ise Hılye'de bunun aksini daha ma'kul görmüş ve
şöyle demiştir: «Öyle anlaşılıyor ki imamla onun hizâsında namaz kılan arasında
oturan bir adam bulunurda sırtı namaz kılana dönük bulunursa imamın cemâata
karşı dönmesi mekruh olmaz. Çünkü namaz kılanın önünde sütresi bulunsa önünden
geçmek mekruh olmaz. Burada da öyledir. Ulemanın açıkladıklarına göre bir kimse
bir insan yüzüne karşı namaza durur da aralarında sırtı namaz kılana dönük
üçüncü bir şahıs bulunursû mekruh olmaz. İhtimal İmam Muhammed bunu bilindiği
için kaydetmemiştir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır!..
METİN
Kırâat hakkında
BİR FASIL
Sabah namazında,
akşam ve yatsının ilk iki rekatında - edâ ve kaza hallerinde- cuma, bayram,
teravih ve teravihden sonraki vitir namazından imamın cemaata göre âşikâre
okuması vâciptir. Hâcetten fazla âşikâre okursa isâet etmiş olur. Bir kimse
Fâtiha'yı veya Fâtiha'nın birazını gizli okuduktan sonra imam olursa Fâtiha'yı âşikâra
olarak tekrarlar. Bahır.
Lâkin Münye
şerhinin sonunda «bir kimseye Fâtiha'dan sonra imam olursa imamlığı kasdettiği
takdirde sûreyi âşikâra okur. Aksi takdirde âşikara okuması lazım gelmez.»
denilmektedir.
Vitir namazında
âşikare okumak yalnız ramazana mahsustur. Çünkü ötedenberi yapılagelmiştir.
Ben derim ki:
Musannıfın terâvihden sonra diye kayıtlaması söz götürür. Çünkü ramazanda
teravihi kılmasa da imam vitir namazında âşikâre okur. Sahih kavil budur.
Nitekim Mecme-ul-Enhur nâm kitabda da böyle denilmiştir. Evet, Kuhistanî'de
kâideye uyarak: «farzlardan başka bayram ve vitir gibi namazlarda gizli okumak
sebebiyle secde-i sehiv lazım gelmez. Ama âşikâra okumak efdaldir.»
denilmiştir. Sâir yerlerde gizli okur. Peygamber (s.a.v.) vaktiyle bütün namazlarda
âşikara okur idi. Sonra kâfirlerin ezâsından kurtulmak için öğle ile ikindide
âşikâre okumayı tercih etti. Kâfi.
İZAH
Musannıf merhum
namazın sıfatını. keyfiyetini, farzlarını. vaciplerini ve sünnetlerini beyandan
sonra kıraatın (namazda kur'an okumanın) hükümlerini ayrı bir fasılda anlatmak
istemiştir. Çünkü kıraatta başka rukünlerde olmayan fazla hükümler vardır.
Hâcetten fazla sesli okur ise isâet etmiş olur. Zâhidî'de ebu Ca'fer'den
naklen:
«Hâcetten fazla
âşikare okursa daha fazîletlidir. Ancak kendini yorar veya başkasına eziyet
verir ise o başka.» denilmiştir.
Bir kimseye
Fâtiha'yı veya onun birazını gizli okuduktan sonra imam olursa Fâtiha'yı
âşikare olarak tekrarlar. Çünkü cemaat olunca geri kalan kısmını sesle okumak
vâcip olur. Fakat bir rekatta kıraatın yarısını sesle yarısını gizli okumak
çirkindir. (âşikâre olarak tekrarlanması bundandır.) Bundan anlaşılıyor ki o
kimse sureyi okuduktan sonra imam olsa hem Fâtiha'yı hem sureyi âşikare olarak
tekrarlar. Araştırılmalıdır.
Münye şârihinin
sözü yukarıdakini düzeltme mâhiyetinde ise de ayrı bir kavildir. Bu iki kavli
Kuhistânî rivayet etmiş: «İmam Fâtiha'nın bir kısmını yahud bütününü gizli
okursa veya namaza yalnız başına dururda sonra biri kendisine uyarsa Fâtiha'yı
âşikare olarak tekrarlar. Nitekim Hulâsa'da da böyle denilmiştir. Bazıları
tekrarlamayacağını Fâtiha'nın veya surenin kalan kısmını veya bütün sure kaldı
ise tamamını âşikare olarak tekrarlayacağını söylemişlerdir. Nitekim Münye'de
de böyledir.» demiştir. Kınye sahibi ikinci kavlı Kâdı Abdül-cebbâr ile
feteva-i Suudiye nisbet etmiştir. Vechi şu olsa gerektir. Bundan Fâtiha'yı bir
rekatta tekrarlamaktan ve vâcibi yerinden geciktirmekten korunmak vardır.
Vacibi yerinden geciktirmek secde-i sehivi icap eder. Binaenaleyh mekruhtur. Bu
bir rekatta hem âşikâre hem gizli okumaktan daha ehvendir. Şu da var ki bunun
bir rekatta çirkin olması şaşmaz bir kaide değildir. Çünkü Münye şerhinin
sonunda beyan edildiğine göre imam yanılarak âşikâre namazda Fâtiha'yı gizli
okursa sonra hatırladığı takdirde sureyi âşikare okur. Fâtiha'yı tekrarlamaz.
Bir Âyeti veya fazlasını gizli okursa onu âşikâre olarak tamamlar. Bütününü
tekrarlamaz. Kuhistâni'de şöyle deniliyor: «Fâtiha'nın ekserisini âşikâre
okursa kalanını gizli olarak tamamlayacağında hilâf yoktur. Nitekim Zâhidiye'de
dahi böyledenilmiştir.»
Kuhistanî gizli
namazda âşikâre okursa demek istiyor. Birinci kavlin Hulasa'da ve Bahır'da imam
Muhammed'in asıl namındaki eserinden -Bu eser zâhir rivaye kitablarındandır-
nakledilmesinden ikinci kavlin başka bir zâhir rivayet kitabından
nakledilmemesi lazım gelmez. Binaenaleyh bu kavlin rivayet ve dirâyet yönünden
zaif olması iddiası makbul değildir.
«İmamlığı
kastettiği takdirde» ifâdesini Kınye sahibi feteva-i Kirmâni'ye nisbet
etmiştir. Vechi şudur: İmam kendi hakkında yalnız kılan hükmündedir. Onun için
kimseye imam olmayacağına yemin etse imam olmaya niyetlenmedikçe yemini
bozulmaz. Cemaat sevabı da ancak niyetIe hâsıl olur.
Hizâsına kadın
durur ise niyet bahsinde geçtiği vecihle ancak ona imam olmağa niyet etmekle
namazı bozulur.
Vitir bâbında
beyân edilecektir ki imam başkasına imam olmağa niyet etmedikçe kendisine
birisi uyarsa mekruh işlemiş olmaz. Hal böyle olunca, hiç iltizâm etmeden
imamlığın hükümleri ona nasıl sabit olur?
Vitir namazında
âşikâre okumak yalnız ramazana mahsustur. Bunu İbn-i Nüceym'de Bahır nâmındaki
eserinde söylemiştir. Bu söz Zeyleî'nın «imam olan vitir namazında âşikare
okur.» ifâdesindeki matlub beyânına itirazdır. Musannıfın muradı vitir namazı
ister ramazanda teravihden evvel kılınsın ister sonra kılınsın imamın âşikare
okuması sünnettir, demektir. Lâkin buna da şöyle itiraz olunur. «Bu söz
ramazandan başka bir zamanda vitir namazı cemaatla kılınır ise imamın gizli
okumasını iktiza eder. Bu da açık bir delile muhtaçtır. Zeyleî'nin mutlak olan
sözü buna muhâlif olduğu gibi ilerde gelecek «geceleyin kılınan nâfile namazda
imam olan kavil bunun hilâfıdır.» demiştir.
Gerçi Kuhistâni
vitir gibi namazlarda gizli okumak sebebiyle secde-i sehiv lazım gelmez.» Demiş
ise de daha sonra düzeltme yaparak! sahih olan kavil bunun hilâfıdır.»
demiştir.
Sair yerlerde
gizli okur. Bunlardan murad akşam namazının üçüncü rekatı, yatsının son iki
rekatı ve öğle ile ikindinin bütün rekatlarıdır. Velev ki Arafat'ta olsun. İmam
Malik buna muhâliftir. Nitekim Hidâye'de bildirilmiştir.
METİN
Nitekim gündüzün
nâfile kılan kimse böyledir. Yani gizli okur. Yalnız kılan kimse aşikâre okunan
namazı edâ ediyor ise muhayyerdir. Ama aşikare okuması efdaldir. Aşikâre
denilecek en az miktar ile yetinir. Mezhebe göre gizli okunan namazlarda gizli
okuması vâciptir. Nasıl ki geceleyin yalnız başına kılan kimse gizli okumakla
âşikâre okumak arasında muhayyerdir. O kimse imam olur ise nâfile farza tâbi
olduğu için aşikare okur. Zeyleî. Yalnız kılan kimse âşikâre okunan namazı
gizli okunan namazın vaktinde kaza ederse mesela: Yatsıyı güneş doğduktan sonra
kılar ise gizli okuması vâcip olur. Musannıf vacipleri saydıktan sonra bunu
böyle söylemiştir.
Ben derim ki: Bunu
ibn-i Melek dahi Menâr şerhinin kaza bahsinde böyle zikir etmiştir.
Musannıfesah kavil budur diyor. Nitekim Hidâye'de de böyle denilmiştir. Lâkin
musannıfa bir çok kimseler itiraz etmiş o kimsenin muhayyer olacağını tercih
etmişlerdir. Nasıl ki cuma namazının bir rekatına yetişmeyen bir kimse onu kazaya
kalktığı vakit muhayyer olur. Âşikare okumanın en aşağısı başkasına
işittirmektir. Gizli okumanın en aşağısı ise kendisine ve yanında olana
işittirmektir. Bir veya iki kişi işitir ise âşikare okumuş sayılmaz. Âşikare
okumak herkese işittirmektir. Hulâsa.
İZAH
Yalnız kılan kimse
âşikare okunan namazı kılıyor ise gizli veya aşikar okumakta muhayyerdir. Ama
kıldığı namazın cemâat heyetinde olması için âşikare okuması efdaldir. Onun
için bu namazı ezan ve ikametle edâ etmesi efdal olur. Hadiste rivayet olunduğuna
göre bir kimse yalnız kıldığı namazı cemaat heyetinde edâ ederse onun namazı
ile birlikte bir çok melekler saf olarak namaz kılarlar.
Mezhebe göre gizli
okunan namazlarda gizli okuması vâciptir. Bahır'da da böyle denilmiş, ve
bununla İnâye sahibine red cevabı verilmiştir. Çünkü İnâye sahibi «Zâhir
rivayeye göre o kimse muhayyerdir.» demiştir.
Ben derim ki:
İnâye'nin söylediğini Nihâye. Kifâye ve Mi'raç sahibleri de söylemişlerdir.
Tatarhaniye'de Muhit'ten nakil edildiğine göre o kimse gizli okunacak namazda
âşikare okursa secde-i sehiv yapması lazım gelmez. Çünkü bir vâcibi terk etmiş
değildir. Hidâye sahibi secde-i sehiv bâbında bunun illetini bildirerek «âşikâr
ve gizli okumak cemâata mahsus şeylerdir.» demiştir. Şârih'ler bunun zâhir
rivaye tarafından cevap olduğunu söylemişlerdir. Nevâdir rivayeti tarafından
verilecek cevap secde-i sehiv lazım gelmesidir.
Zahîre nâm eserde
«gizli okunacak namazda âşikare okunursa secde-i sehiv yapması lazım gelir.»
denilmiştir. Zâhir rivayede ise secde-i sehiv lazım gelmediği bildirilmiştir.
Evet Dürer'de Feth-ul-Kadîr ise Tebyîne uyarak gizli okumanın vâcip olduğu
sahih kabul edilmiş; Münye şerhi ile Bahır, Nehir ve Mineh sâhipleri de bu
yoldan yürümüşlerdir. Feth-ul-kadîr sahibi «yalnız kılana gizli okumak vacip
olduğundan bunu terk etmekle secde-i sehiv vacip olur. demiştir.
«O kimse imam olur
ise ilh...» yani geceleyin nâfile kılan kimse imam olursa âşikare okur. Bu
ramazandan başka zamanlarda vitir namazının da ayni şekilde kılınmasını
gerektirir. Çünkü gerek nâfilede ve gerekse vitirde cemaat. Tedaî suretiyle
(biri diğerini çağırmakla) olursa mekruhtur. Tedaisiz mekruh değildir. Nâfilede
âşikara okumak vâcip olunca vitirde dahi vacip olur. Nitekim Rahmetî'nin
ifâdesine göre Zeyleî'nin ibâresi de bunu anlatmıştır.
Yalnız
kılan kimsenin kaza ettiği namazı «gizli okunan namazın vaktinde kaza ederse»
diye kayıtlanması âşikare okunan namaz vaktinde kaza ettiği takdirde muhayyer
olacağı içindir. Meselâ güneş doğmazdan önce kaza etse âşikare namaz zamanı
olduğu için muhayyerdir. Güneş doğduktan sonra kaza ederse gizli okuması vâcip
olur. Burada Hidâye'nin bazı nüshalarında «güneş doğduktan sonra» yerine «fecir
doğduktan sonra» denilmiştir. Musannıfın «esah kavli budur.» sözü Hidâye'de de
mevcuttur. Orada şöyle denilmiştir: «Çünkü âşikâre okumak ya vâcip olarak
cemaata mahsustur yahud da yalnız kılan hakkında ihtiyari olarak vakte
mahsustur. Bunların ikisidebulunmamıştır.»
Burada musannıfa
bir çok kimseler itiraz etmişlerdir. Hazâin'de şöyle deniliyor: «Hidâye sahibinin
sahih gördüğü kavil budur. Fakat kendisine muvafakat eden olmamıştır. Gâye nâm
eserde tenkid edilmiş. Fetih'de üzerinde durulmuş, Nihâye'de hakkında
bahsedilmiş; Molla Hüsrev dahi bunun rivayet ve dirâyet yönünden sahih
olmadığını kaydetmiştir. Şems-ül-eimme, Fahrul-islâm, imam Timurtâşî ve
müteehhirîn ulemadan bir cemaat kazânın edâ gibi olduğunu tercih etmişlerdir.
Kâdıhân «sâhih olan budur.» demiş Zahire, Kâfi ve Nehir'de bu kavlin esah
olduğu bildirilmiştir. Şurunbulâliye'de itimad edilecek kavlin bu olduğu
söylenmiş vechide bildirilmiştir. Hidâye'nin istidlâline cevap verilmiş inhisar
memnu'dur denilmiştir. Çünkü muhayyer olan âşikâra okumanın başka bir sebebi
bulunması ve edâya muvafık olması câizdir.
Cuma namazının bir
rekatına yetişemeyen bir kimse onu kazaya kalktığı vakit muhayyerdir. İsterse
gizli isterse aşikar okur. Halbuki vakit gizli okunacak namaz vaktidir. Bundan
anlaşılır ki âşikâre okumanın sebebi sadece cemâata ve vakte mahsus değildir.
Belki başka bir sebebi vardır. Hidâye sahibinin söyledikleri buna aykırıdır. Bu
mesele ulemadan bir cemâatın tercih ettikleri kavle delildir. Şârih'in meseleyi
yalnız Cuma'ya münhasır bırakmasının vechi bu izahdan anlaşılır. Halbuki mesele
yalnız Cuma'ya münhasır değil yatsı ve emsâli bir namazın bir rekatına
yetişemeyenin hükmüde budur. Çünkü maksad gizli namaz vaktinde kaza edilen
namazda aşikare okumayı isbat etmektir. Mutlak olarak her vakitte kaza edilen
namazda cehrî isbat değildir. Anla!
Malumun olsun ki
ulema kıraatın hududu hakkında ihtilaf etmişler ortaya üç kavil çıkmıştır.
Hinduvânî ile fazlî kıraat mevcud olmak için sesi çıkıp kulağına erişmesini
şart koşmuşlardır. Şâfiî'nin kavli de budur. Bişir-i, Müreysî ile imam Ahmed'e
göre kulağına erişmese bile sesin ağızdan çıkması şarttır. Fakat bir parça
işitilmesi de şarttır. Meselâ: Bir adam kulağına ağzına koymuş olsa işitecek
kadar olmalıdır. Kerhî ile Ebu Bekr Belhî işitmeyi şart koşmamış harfleri doğru
teleffuz etmek şartiyle yetinmişlerdir. şeyh-ul-İslâm, Kadıhân, Muhit sahibi ve
Hulvanî Hinduvâ'nın sözünü tercih etmişlerdir. Mi'rac-ud-Dırâye'de dahi böyle
denilmiştir. Müçtebâ'da Hinduvâ'niden naklen ağzından çıkanı kulakları veya
yanındakiler işitmedikçe câiz değildir, denilmiştir.
Bu söz
Hinduvâ'niden yukarda nakledilene aykırı değildir. Çünkü kendisinin işittiği
bir şeyi yanındaki de işitir. Nitekim Hılye ve Bahır'da da böyle denilmiştir.
Sonra Fetih sahibi Hinduvanî ile Beşîr'n sözleri bir olduğunu tercih etmiştir.
Şuna binaen ki ses bölündü mü mâni yok ise işitilir. Bahır sahibi ise Hılye'ye
uyarak bunun Zâhire muhalif olduğunu söylemiştir. Kavilleri üçtür. Hayreddin
Remlî Fetvâsında Fetih sahibinin mutalâasını söz götürmez bir şekilde te'yid
etmiştir. Ona müracaat edebilirsin. Hayreddin'nin beyânına göre Hinduvanî ile
Kerhî'nin söyledikleri sahih kabul edilmiştir. Fakat Hinduvâ'nın ki daha sahih
ve tercihe şâyandır. Çünkü ulemamızın ekserisi ona itimad etmişlerdir.
Buraya kadar sana
anlattıklarımızdan anlamışsındır ki, buradaki gizli ve âşikara okumanın tarifi
Hinduva'nın sözüne mebnidir. Çünkü ona göre kırâatının en aşağı hududu kulağına
erişecek sesin çıkmasıdır. Velev ki hükmen olsun. nitekim ortada sağırlık veya
gürültü gibi bir mâni bulunursa hükmen işitmiş sayılır. «Gizli okumanın en
aşağısı kendi işitecek kadar seslenmesidir.» Sözünün manasıda budur.
Yanındakinin işitmesi âdetin lazımı söylemektir. Kuhistâni ve diğer kitablarda
yahud kelimesiyle «yahud yanındaki işitecek kadar» denilmiştir ki bu maksadı
daha açık ifâde eder.
«Âşikare okumanın
en aşağısı başkasına işittirmektir.» Sözüde buna ibtinâ eder. Bundân maksad
yakınında olmayanın işitmesidir. Onun içindir ki Hulâsa ve Hâniyye'de
Cami-us-Sağir'den naklen «imam gizli okunan namazda bir veya iki kişi işitecek
kadar okusa âşikâre okumuş sayılmaz. Âşikâre okumak herkesin işitmesi ile
olur.» denilmiştir.
Buradaki herkesden
murad: Birinci safdakilerdir. Bütün namaz kılanlar değildir. Buna delil
Kuhistânî'nin Mes'udiyeden naklen «imamın âşikare okuması ilk safdakilere
işittirmesidir.» sözüdür. Bundan anlaşılır ki Hulâsa'nın sözünde müşkil bir
taraf yoktur. Bu söz Hinduvânî'nin sözüne de aykırı değil bil'akis onun üzerine
yapılmış fer'î bir meseledir. Delili şudur ki Mi'rac sahibi onu fazlî'den
nakletmiştir. Biliyorsun fazlî Hinduvânî'nin sözünü kabul etmiştir. Bu suretle
anlaşılır ki gizli okumanın en aşağı hududu kendine yahud yanındaki bir veya
iki adama işittirmektir. En yükseği ise mücerred harfleri sahih olarak
söylemektir. Nasıl ki Kerhî'nin mezhebide budur. Fakat esah olan kavle göre
burada mûteber değildir. Âşikare okumanın en aşağı derecesi birinci safdakiler
gibi yanında olmayanların işitmesidir. Yüksek derecesinin haddi yoktur. Bu
makamın yazısını ganimet bil! Zira burada birçok kimselerin anlayışı
muztaribtir.
METİN
Bu bahis
edilenler. kesilen hayvana besmele, secde-i tilavetin vâcip olması. köle âzâdı,
karı boşamak istisnâ vesaire gibi söze taalluk eden her şeyde geçerlidir. Bir
kimse karısını boşar veya istisnâ yaparda ağzının söylediğini kulağı işitmez
ise sahih kavle göre sahih olmaz. Bazıları satış gibi şeylerde müşterinin
işitmesinin şart olduğunu söylemişlerdir. Meselâ Yatsının iki rekatında sureyi
Velev ki kasden olsun terk ederse onu son iki rekatta Fatiha ile birlikte
âşikare okuması vacip olur. Bazıları menduptur demişlerdir. Çünkü bir rekatta
hem aşikare hem gizli okumayı bir araya getirmek çirkindir. Sureyi okumadığını
rükûda hatırlar ise dönerek onu okur ve tekrar rüku eder.
İZAH
«Bu bahis
edilenler» yani konuşmanın tahakkuk ettiği en aşağı derecenin kendinin veya
yanındakinin işitmesi sayılması taalluk eden her şeyde geçerlidir.
«Esah kavle göre»
tâbirinden murad Hinduvâni'nin kavlidir. Yukarda geçtiği vecihle Kerhî'nin
kavline göre kendi işitmese bile söylediği sahih kabul edilir. Çünkü o sadece
harfleri sahih söylemekle yetinir.
Bazılarından murad
zâhire sahibidir. O bu sözü muhtelif meselelerin şerhinde Kâdı Alaaddîn'e
nisbet etmiş ve şöyle demiştir: «Bence esah olan şudur ki bazı tasarruflarda
kendi işitmesi ileyetinir. Bazılarında ise başkasının işitmesi şarttır. Meselâ
satışta müşteri kulağını satanın ağzına yaklaştırırda işitirse kâfidir. Ama
satan kendisi işitirde müşteri işitmez ise kâfi değildir. Şu meselede öyledir:
Bir kimse filan ile konuşmayacağım diye yemin ederde onun işitemeyeceği bir
yerden kendisine seslenir ise yemini bozulmaz. Kadı bunu yeminler içinde
söylemiştir. Çünkü yeminin bozulmasının şartı o kimse ile konuşmaktır. Bu
mevcud değildir.»
Nehir sahibi diyor
ki ben de: «Tamâmı kabule bağlı olan her şeyde hükmün böyle olması gerekir.
Velev ki nikah gibi mubadele olmayan bir akid olsun.» derim. Şârih bu kavle
itimad etmemiş Fetih sahibine tâbi olarak «bazıları» tabiriyle buna işarette
bulunmuştur. Kezâ Kâfi nâm eserde de «denilmiştir.» Tâbiri kullanılarak bu
kavlin zaifliğine işaret edilmiştir. Şurunbulâliye'de de öyledir. Lâkin kâfi sahibi
Hılye ve Bahır'da bu kavli tercih etmiştir. O daha güzeldir. Buna delil eyman
bahsindeki meseledir.
Şârih'in meselâ
kelimesini ziyade etmesi sureyi bir rekatta terk etmesine şâmil olsun diyedir.
Acaba bu sureyi üçüncü veya dördüncü rekatta okuyacak mıdır? Burası kayda
şâyandır. Meseleyi bir de akşam namazı gibi yatsıdan başka namazlara da şâmil
olmak için ziyade etmiştir. Çünkü sureyi akşam namazının ilk iki rekatından
birinde terk ederse üçüncü rekatta okur. İkisinde de terk ederse üçüncü rekatta
bir Fatiha ile bir sûre okur. Öteki kalmıştır, yanılarak bırakmış ise onun için
secde-i sehiv yapar. Meseleyi birde gizli okunan dört rekâtlı namazlarda şâmil
olsun diye ziyâde etmiştir. Sureyi onlarında son iki rekatında okur. Bunu
Tahtavî ifâde etmiştir. Musannıfın: Hâssaten yatsıyı zikir etmesi başkalarından
ihtiraz (korunmak) için değil son iki rekatta âşikare okur dediği içindir. Onun
için şârih meselâ tâbiriyle sözü umumileştirmeğe işaret etmiştir.
«Velev ki kasden
olsun» sözü metinlerin mutlak ifâdelerinden alınma bir manadır. Nehir sahibi de
bunu söylemiş ve bu kavli kimseye nisbet etmemiştir. Herhalde onu metinlerin
mutlak ibâresinden almış olacaktır. Yoksa fetevâ ve şerhlerin izâhatı bu
meselenin unutan hakkında vaz edildiğini gerektirir. Bunu Hayreddin Remlî
söylemiştir.
«Bazıları
mendubtur demişlerdir.» Şârih bu sözle esah kavlin vâcip olduğuna işaret
etmiştir. Çünkü imam Muhammed câmîi sağirde buna işaret etmiş ihbar lafzı ile
«onu okur» demiştir. Vücûp manasında ihbar sîgası emirden daha kuvvetlidir.
Asıl nâm eserinde müstehap olduğunu açıklamıştır.
Gayet-ül-Beyân
sahibi diyor ki: «Esah olan câmii sağîr'ın sözüdür. Çünkü bu iki eserin son
yazılanı odur.» Fetih sahibi ise bunu red etmiş Asıl'dakinin daha açık olduğunu
rivayet hususunda ona itimad edilmesi gerektiğini söylemiştir. İhbar sigasının
emir sigasından daha kuvvetli olduğunu Bahır sahibi red etmiş «bu başkasının
ihbarında değil şeriât sahibinin ihbarındadır. Binaenaleyh mezhep müstehap
oluşudur.» demiştir. Nehir'de «şübhesiz ki müçtehidin emri şeriat sahibinin
emrinden çıkmaktadır. Haber vermesi de öyledir. Evet Sâdiye hâşiyelerinde
bildirildiğine göre ihbar sigası vücûp manasındaki emirde kullanılır ise delil
olur bu ise memnudur.
Ben derim ki:
Neden müstehap olması kasdedilmiş olmasın buna karîne Asıl nâm eserin sözüdür.
Nitekim evvelce geçen sol ayağını döşer, ellerini uyluklarının üzerine koyar ve
emsali sözlerinden de müstehapdır manası kastedilmiştir.» deniliyor.
Hâsılı Fetih,
Bahır ve Nehir sahibleri mendup olduğunu tercih etmişlerdir. Çünkü imam
Muhammed'in açık olan kavli budur.
Musannıf «Fâtihi
ile beraber» sözü ile iki şeye işaret etmiştir.
Birincisi:
Fâtiha'nın evvel okunması.
İkincisi de
Fâtiha'nın vacip olmasıdır.
Bunların her ikisi
hakkında ikişer kavil vardır. Birincide Fâtiha'nın önce okunması kavlini.
İkincide vâcip olmadığını tercih gerekir. «Çünkü bir rekatta âşikare ve gizli
okumayı bir araya getirmek çirkindir.» Sözü ile şârih musannıfın «âşikare
okuması vacip olur.» Sözünün hem Fâtiha, hem sureye raci olduğuna işarette
bulunmuştur. Zeyleî bu kavlin zâhir rivâye olduğunu söylemiş Hindiye'de dahi bu
sahihlenmiştir. Timurtâşi ise, sâdece sureyi âşikare okumanın sahih olduğunu
söylemiştir. Şeyh-ul-islâm bu sözü cevabın en açık olanı saymış
Fahr-ul-İslâm'da doğru olduğunu söylemiştir.
Çirkinlik lazım
gelmez. Çünkü sure takdiren yerine iltihak eder. Bundan anlaşılan şudur ki bir
rekatta gizli ve âşikar okumayı bir araya getirmek kıraat yerinde olduğu ve üst
tarafına iltihak etmediği vakit bil'ittifak mekruh olur. Ama buna faslın
evvelinde takdim ettiğimiz fer'î meseleler aykırı düşer.
Sureyi okumadığını
rükûda hatırlarsa dönerek onu okur ve tekrar rükû eder. Çünkü namazda okunan
kıraat farz olur. Ve rükûun hükmü kalkar. Tekrarı lazım gelir. Zira kırâat ile
rükû arasında tertip farzdır. Nitekim izâhı vacipler bahsinde geçmiş idi. Hatta
rükûu tekrarlamaz ise namazı bozulur. Ve hatta kıraat için ayağa kalkarda sonra
hatırlayarak secde eder okumaz ve rükûda tekrarlamaz ise, bazıları namazın
bozulacağım bazıları da bozulmayacağını söylemişlerdir.
Kıraat ile kunut
arasındaki fark - ki rükûunda kunutu yapmadığını hatırlarsa onu tekrarlamaz idi
- Beyân ettiğimiz kıraatın farz olmasıdır. Kunut ise, tekrarlandığı vakit vacip
olur. Bunun izahı şudur: Kıraat her ne kadar farz, vacip sünnet olmak üzere üç
kısma ayrılsa da uzatıldığı vakit farz olur. Rukû ve sücûdu uzattığı zaman dahi
ekser ulemanın kavline göre böyledir. Esah olan da budur. Çünkü Teâlâ
hazretlerinin: «Kolayınıza geleni okuyun.» âyeti kerimesi iki şeyden birinin
vacip olduğunu bildirmek içindir. Bir âyeti veya fazlasını mutlaka
okuyacaktır:. Çünkü «kolayınıza gelen» ifâdesi her farza şâmildir. Binaenaleyh
ne okursa farz yerine geçer.
Üç kısma
ayrılmanın manası şu kadar okursa farzdır; şu kadar okursa vâcibtir; daha aşağı
okursa mekruhtur; ondan fazlaca okursa sünnettir; demektir. Yoksa ilk okuduğu
âyet farz ondan sonraki şu hadde kadar vâcip ondan sonraki şu hadde kadar
sünnettir demek değildir. Çünkü biz ilk âyetten sonra okunanı vâcip olarak ona
katar isek farza vacibe inkılap etmiş olur. Onu yalnız başına nazar itibara
alır ise Fâtiha'nın vacip olduğunu söylemişlerdir. Vacipten sonra sünnet
hududunakadar söylenecek söz yine budur.
Münye şerhinin
secde-i sehiv bâbında da böyle denilmiştir. Bir benzeri de Fetih'tedir. Bu ince
bir tahkiktir onu ganimet bil!
METİN
İlk iki rekatta
Fatiha'yı terk ederse son iki rekatta onu kaza etmez. Çünkü tekrar lazım gelir.
Rükûa gitmeden önce hatırlar ise Fatiha'yı okur sureyide tekrarlar. Mezhebimize
göre kıraatın farz miktarı bir âyettir.
Âyet, lügatta
nişan manasına gelir. Örfen Kur'an'ı Kerim'den belli başlı bir kısımdır ki en
azı velem yelid âyetinde olduğu gibi bir kelime olursa esah kavle göre onu bir
kaç defo tekrarlarsa, bile sahih olmaz. Meğer ki hâkim hüküm etmiş ola. Bu
takdirde câiz olur. Bunu Kuhistânî söylemiştir.
Uzun bir âyeti iki
rekatta okur ise esah kavle göre bil'ittifak namaz sahihdir. Çünkü uzun bir
âyet üç kısa âyetten fazladır. Bunu Halebî söylemiştir.
İZAH
İlk iki rekatta
Fâtiha'yı terk ederse son iki rekatta onu kaza etmez. Çünkü tekrarı lazım
gelir. Tekrar ise meşru değildir. Bu onu iki defo okuduğuna göredir. Bir defa
okur ise koza olmaz. Nitekim Nihâye'de de böyle denilmiştir. Çünkü Fâtiha
yerinde okunmuştur. Lâkin Şeyh-ul-İslâm müfti Ebu-s-Suûd efendi Nihâye'nin sözü
üzerine şunu yazmıştır:
«Ben derim ki:
Şübhesiz son iki rekatta Fâtiha'yı okumak vâcip değildir. Zâhir rivayeye göre o
dua vechi ile okunur. Velev ki Hasan b. Ziyâd'ın rivayetine göre vacip olsun.
Şu izâha göre Fâtiha'yı bir defa okuduğu vakit o rekata sayılması teayyün
etmez. Bilirsin ki zâhîr rivayeyi yani Fâtiha'nın tekrarı lazım gelmemesini
bizim meselemizde Hasan'ın rivayetine binâ etmek güzel değildir.» Yâni sûre
bunun hilâfınadır. Çünkü son iki rekat surenin edâ yeri değildir. Binaenaleyh
onun kazâsı için muhal olabilir. Meselenin tamamı şeyh-i İsmâil Nablusî
şerhindedir.
Anlaşıldığına göre
Şârih'in «rükûdan önce» sözü ihtirazi bir kayd değildir. Onu rükûda da
hatırlasa hüküm yine birdir. Zira daha önce bildirildiği vecihle sûreyi okumadığını
rükûda hatırlasa dönerek onu tekrarlar. Arkasından rukûu da tekrarlar.
Fâtiha'yı tekrarlaması evleviyette kalır. Çünkü Fâtiha daha kuvvetlidir. Bunu
Rahmetî söylemiştir. Yine Rahmetî'nin beyânına göre dönerek Fâtiha'yı okuyan o
kimse sûreyi de tekrarlar. Çünkü sure Fâtiha'ya tabi olarak meşru kılınmıştır.
Mezhebden murad
İmam A'zam'dan nakledilen zâhir rivayedir. Bu rivayeye göre kıraatın farz
miktarı bir âyettir. Hazreti imamdan diğer bir rivâyeye göre Kur'an ismi
verilecek miktar olup bir kimse ile konuşmak istemesine benzememesi şarttır.
Kuduri
İmam-A'zam'ın sahih olan mezhebi bu kavil olduğunu fakat bir lisan ile
söylemiş; Zeyleî dahi şer'î kâidelere daha yakın olması sebebiyle bu kavli
tercih etmiştir. Zira mutlak söz en az miktara hamledilir. Bahır sahibi: «Bu
söz götürür bilâkis mutlak söz kâmile hamledilir.» demiştir.
Ben derim ki: Bu
kabul edilemez şu sebeple ki, zimmetin borçtan kurtulması kâmil şekle bağlı
değildir. öyle olmuş olsa rükû ve sücûdda Tume'nitenin (âzâ sükûnet bulacak
kadar durmanın) farzolması lazım gelir idi. Münye şerhinde şöyle denilmiştir:
«Bu rivayete göre İmam-Azam (sümme abese) gibi kısa âyetle namazın câiz
olmayacağına kaildir.» Yani bu kadarcık kıraat konuşmağa ve bir şeyi haber
vermeğe benzer demek istemiştir.
İmam-A'zam'dan
üçüncü bir rivaye göre kıraatın farz olan miktarları üç kısa âyet yahud uzun
âyettir ki, imameynin kavilleride budur. Âyetin metindeki tarifini Hılye sahibi
Alaeddîn Pehlivânî'nin Keşşâf hâşiyesinden nakletmiştir.
Nehir sahibi de
Şâtıbe şerhinde bu manada bir tarif rivayet etmiştir ki o da şudur: «Âyet velev
takdiren olsun başı sonu belli ve sûre içersinde bulunan cümlelerden mürekkep
Kur'andır.» «Velev takdiren olsun» sözü ile şârih Bahır sahibine red cevabı
vermeğe işaret etmiştir. Bahır sahibi buradaki tarife itiraz etmiş ve
«lemyelid» bir âyettir onun için İmam A'zam onunla namaz kılmayı, câiz
görmüştür. Halbuki bu âyet beş harflidir demiştir. Red cevabının izahı da
şudur: «lemylid»'in aslı «lemyuled» dir. Binaenaleyh o takdiren altı harflidir.
Lâkin ben Hılye ve
Bahır'da adı geçen hâşiyelerden naklen şöyle denildiğini gördüm «âyetin suret
itibariyle en az altı harfli olması şarttır» Şu halde buradaki red cevabı
yerinde değildir. Evet Nehir'de şöyle denilmiştir: Âyet beş harfli olanla onu
takip edendir. Bundan dolayı ihlâs suresinin dört âyetten ibâret olduğunu
söyleyenler vardır. Bazıları beş âyet olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh
haşiyelerdekinin birinci kavle binaen söylenmiş olması câizdir.
Esah kavle göre
altı harfli âyet «müd hâmmetân» gibi bir kelime olur ise namaz sahih değildir.
S, K, ve N birer harfden ibâret kelimelerde öyledir. Lâkin Hılye ile Bahır'da
bildirildiğine göre Üsbicabî'nin câmii Sağîr'de ve kezâ Tahavî şârihi ile
Bedayî sahibinin bildirdiklerine göre «müd hâmmetân» âyeti ile İmam-A'zam'a
göre hilâf rivayet edilmeksizin namaz câizdir.
Hâkimin hüküm
etmesi şöyle olur: «Bir kimse kölesinin âzad olmasını» «sahih bir namaz
kılarsam diye namaza ta'lik ederde tekrarsız veya tekrar ederek «müd hâmmetân»
âyeti ile namaz kılarsa ve hâkime müracâat ettikleri vakit bu miktar kıraatle
namazın sahih olduğunu kabul ederek kölenin âzad olduğuna hüküm verirse zımnen
namazında sahih olduğuna hüküm vermiş olur ki bu suretle namaz bil'ittifak
sahih olur. Çünkü içtihad götüren bir yerde hâkimin hüküm vermesi hilâfı
ortadan kaldırır. Bunu Halebî söylemiştir. Zira uzun bir âyet üç kısa âyetten
fazladır». Bu söz İmam-A'zam ile imameynin mezheplerin birden ta'lildir. Zira
uzun bir âyetin yarısı üç kısa âyetten fazla ise imameynin kavline göre namaz
sahihdir. Bir âyetle yetinilen İmam-A'zam'ın kavline göre evleviyetle sahih
olur.
Bahır sahibi diyor
ki: «Ulemanın bu ta'lillerinden her rekatta okunanın yarım âyet olması şart
kılınmadığı anlaşılır. Bilakis okunan miktar örfen kıraat sayılır ise kâfidir.»
Ben derim ki: Bir
âyetten az miktarla yetinmek İmam-A'zam'dan nakledilen ikinci rivayete göre
olmak gerekir. Çünkü zâhir rivaye olduğu bildirilen yukarıki ilk rivayete göre
tam bir âyet okumak şarttır.
TENBİH: «Uzun bir
âyetin en az ne kadarını okumanın yeteceğini beyan eden görmedim. Bahır
sahibinin sözünden anlaşılan başkalarının yaptığı gibi bu işi en kısa âyetin
harflerine değil örfehavale etmiş olmasıdır.
Şu halde bir kimse
İmam-A'zam'a göre vacip olan üç âyet miktarı okumak istese uzun âyetten örfen
kıraat denilebilecek miktarın üç mislini okuması lazım gelir. Bu sebepledir ki
ulema meseleyi âyet-el-Kürsî ve mudâyine âyeti ile misallendirmişlerdir.
Tatarhâniyye,
Mirâc ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre bir kimse âyet-el-kürsî yahud
mudâyene âyeti gibi uzun bir ayetin birazını bir rekatta bir kısmını da ikinci
rekatta okusa ebu Hanife'nin kavline göre câiz olup olmayacağı hususunda ulema
ihtilâf etmişler; bir takımı câiz olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü o kimse
her rekatta tam bir âyet okumamıştır. Ekser ulema ise câiz olacağını
söylemişlerdir. Çünkü bu gibi uzun âyetlerin yansı üç kısa ayetten fazla yahud
üç kısa âyete denktir. O kimsenin kıraatı üç ayetten az değildir. Lâkin bu son
ta'lil çok defa kelimelerde veya harflerde sayının nazar itibara alınacağını
gösterir. Bunu ulemanın: «En kısa sureye denk bir âyet okursa câizdir.» Sözleri
ifade eder. Bazı ibârelerde üç kısa âyete denk bir uzun ayet okursa câizdir.»
denilmiştir.
Yani «sümme nazar
ve sümme abese» gibi kısa ayetlere denk olan demek istemişlerdir.
Üç kısa âyetin
miktarı kelime itibariyle on kelime harf itibariyle otuz harf olmalıdır.
Ayet-el-kursi'nin başından «Lâ te'huzühü sinetüvvela nevm» kadar okusa bu
miktara ulaşmış olur. Söylediğimize göre her rekatta bu miktar ile yetinir ise
vacibi ifâ nâmına kâfidir. Bu hususta bir şey söyleyen görmedim.
METİN
Âyeti ezberlemek
farz-ı ayındır. Her mükellef üzerine ale-t-Tâyin sabittir. Bütün kur'anı
ezberlemek ise farzı kifâyedir. Herkesin ezberlemesi sünneti ayın olup nâfile
ibâdetten efdaldir.
Fıkıh öğrenmek ise
ikisinden de efdaldir. Fâtiha'yı ve bir sureyi ezberlemek her müslümana
vâciptir. Vacibten bir şey noksan bırakmak mekruhtur.
Seferde mutlak
olarak vücûben Fâtiha'yı okumak ve herhangi bir sure ile yetinmek sünnettir.
Yani karar halinde de firar halinde de hüküm budur. Zarurette ise hâle göre
hareket edilir. Cami-us-Sağir'de de böyle mutlak bırakılmıştır. Bahır sahibi
bunu tercih ile Hidâye ve diğer kitablardaki tafsîli red etmiştir. Nehir
sahibide Bahır'ın sözünü red ederek Hidâye'nin söylediklerinin doğru
yazıldığını kaydetmiştir.
İZAH
Tahrir şerhinde
Farz-ı ayın ile farz-ı kifâyenin farkı şöyle yapılmıştır.
Farz-ı kifâye,
fâiline bakmaksızın yapılması istenen ve gereken şeydir.
Forz-ı ayın öyle
değildir. Onun fâiline bakılır. Ve fiilin husûli muayyen şahısdan istenir.
Kur'an'ı Kerim'i
her mükellefin ezberlemesi sünnettir. Sünnet-i ayın tâbirinde sünnetin de
sünnet-i ayın ve sünnet-i kifâye namlariyle iki kısma ayrıldığına işaret
vardır. Misâli Ulema teravih namaziyle vermişlerdir. Teravih namazı herkese
sünneti ayındır. Her mahallede cemâat ile kılınması ise sünnet-i Kifâyedir.
Fıkıh öğrenmek ise ikisinden de yani bazı kimseler Kur'an'ı
Kerim'iezberledikten sonra Kur'an'ı ezberlemekden de nâfile ibâdettende
efdâldir. Fıkıh'dan muradı dini hususunda ihtiyacından fazlasını öğrenmektir.
Aksi takdirde yani muhtaç olduğunu öğrenmek farz-ı ayındır.
Bir sureden murad
en kısa sure yahud onun yerini tutacak üç kısa âyettir. Vacibden bir şey noksan
bırakmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Nitekim sünnetten bir şey noksan
bırakmak da kerahet-i tenzihiye ile mekruh olur. Mültekâ şerhinde de böyle
denilmiştir.
Karar halinden
murad emniyet, firardan muradda acele etmektir. Aceleye firar denilmesi seferde
acele ekseriyetle korkudan ileri geldiği içindir. «Cami-us-Sağîr'de de böyle
mutlak bırakılmıştır.» ibâresine itirazla şöyle denilebilir «Cami-us-sağirde
mutlak sözü yoktur. Ancak orada sefer kayıdsız zikir edilmiştir. Bundan da sair
metinlerde olduğu gibi mutlak manası anlaşılmıştır. Musannıfın mutlak sözünü
zikir etmesi üstâdı Bahır sahibi bunu tercih ettiği içindir.
Malûmun olsun ki
Hidâye'de yolcunun Fâtiha'yı ve herhangi bir sureyi okuyacağı bildirildikten
sonra şöyle denilmiştir: «Bu yola çıkmak için acele edildiği zamandır. Emniyet
ve karar halinde ise sabah namazında burûc ve inşikâk gibi bir sure okur. Çünkü
hafifletilmekle beraber sünnete riâyet etmesi mümkündür.
«Bahır sâhibi bunu
red etmiş; rivayet ve dirâyet'te bunun itimad edilecek bir aslı olmadığını
söylemiştir. Rivayette aslı yoktur; çünkü metinlerin cami-us-sağîr'e uyarak
mutlak bırakılmaları emniyet hâline de şâmildir. Binaenaleyh sünnete riayet
etmesi gerekir. Yolculuk hafiflik hususunda tesirli olsa da birûc suresi kadar
diye tehdid etmek için mutlaka bir delil lazımdır. Böyle bir delil
nakledilmemiştir. Bahır sahibinin bu sözleri Hılye'den kısaltılmıştır. Nehir
sahibi buna cevap vermiştir.
METİN
İmamlık, kübrâ ve
suğra nâmiyle iki kısımdır.
İmamet-i Kübrâ
(büyük imamlık) kullar üzerinde umumî tasarrufa hak kazanmaktır. Bunun tahkiki
kelâm ilmindedir. Büyük imamı nasb ve tayin etmek vaciblerin en
mühimlerindendir. Onun içindir ki Ashabı kiram onu mucizeler sahibini defîn
etmezden önce ele almışlardır.
İmamın müslüman,
hür, erkek, âkıl baliğ, muktedir, kureyş kabilesine mensup olması şarttır.
Hâşimî ulvî ve mâsum olması şarttır. Fâsık birini İmam tayin etmek mekruhtur.
Fısk sebebiyle İmam azl edilir. Ancak bir fitne çıkacaksa azl edilmez. İmamın
selâhı için dua etmek vaciptir. Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir.
İZAH
İmâmet kelimesi
«emme» fiilinin masdarıdır. Emm-en-nâse insanlara İmam oldu. Ona yalnız
kıldırdığı namazda tâbı olurlar; manasına geldiği gibi hem namazında hem de
emir ve yasaklarında ona tâbi olurlar manasına da gelir.
Namazdaki imamlığa
imamet-i suğrâ (küçük imamlık)
İkinciye imamet-i
kübrâ (büyük imamlık) derler. Bu bap imamet-i suğrâ için tahsis edilmiştir.
İmamet-i Kübrâ hakikatta fıkıh bahislerinden olduğu zirâ onu ifâ farz-ı kifâye
sayıldığı. imamet-i suğrâ da ona tâbi olup onun üzerine kurulduğu için Şârih
onun bahislerinden bir nebzesine temâs etmiştir. Mezkûr bahisler kelâm ilminde
gerektiği şekilde izah olunmuştur. Velev ki kelâmdan değil onun tamamlayıcıları
olsunlar. Çünkü Hulefâ-i Râşidin'e sögmek ve benzeri fâsid inançlar bid'atçılar
tarafından ortaya atılmıştır.
İmamet-i Kübrâyı
Makâsıd sâhibi: «Din ve dünya hususunda Peygamber (s.a.v.)e halife olarak umumî
bir riyasettir.» diye tarif etmiş; Peygamberliği tarifden hâriç bırakmak
istemişse de hakikatta peygamberlik tarifde dahil değildir. Çünkü o şeriatla
gönderilmedir. Nitekim peygamberin tarifinden de anlaşılır. Peygamberin umumî
tasarrufa hak kazanması peygamberlik üzerine terettüp eden bir imamlıktır. Bu
tarifte dahildir. Umum kaydiyle hakimlik, emîrlik gibi şeyler tarifden hâriç
kalır. Riyâset tahkik edilince tasarrufa hak kazanmaktan başka birşey olmadığı
anlaşılınca şârihde: «Umumi tasarrufa hak kazanmaktır» şeklinde ifâde etmiştir.
Bunu Allâme Kemâl b. ebî Şerîf, üstâdı Kemâl bin Hümâm'ın «el-Mü-sâyere»
nâmındaki kitabının şerhinde böyle söylemiştir.
Büyük imamı (yani
halifeyi) tayin etmek en mühim vazifelerden biridir. Çünkü şer'î vacîblerden
bir çoğu buna bağlıdır. Onun için Akâid-i Nesefiye'de şöyle denilmiştir:
«Müslümanların hükümlerini tenfiz edecek, şer'i cezâlarını tatbik ve
sınırlarını muhafaza ile ordularını hazırlayacak, zekâtlarını alacak, yol
kesici zorba ve hırsızları kahr edecek, cuma ve bayramları kıldıracak, hukuki
isbât eden şâhidleri kabul edecek, velîleri olmayan küçük kız ve oğlanları
evlendirecek ve ganimetleri taksim edecek bir halîfeleri bulunması mutlaka
lazımdır.»
Mucizeler
sahibinden murad bittabî Peygamberimiz (s.a.v.)dir. Pazartesi günü vefât etmiş
salı günü yahud çarşamba akşamı veya çarşamba günü defin edilmiştir. (bu arada
eshabı kiram herşeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul
olmuşlardır.) Bu sünnet bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir halife vefat etti
mi, yerine başkası seçilmedikçe defin edilmez. T.
Halifenin müslüman
hür olması şarttır. Zira kâfir müslüman üzerine veli olamaz. Köleden de halife
olmaz. Çünkü onun kendine veli olmağa hakkı yoktur. Başkasına nasıl veli
olabilir? Sabi ile deli de köle gibidirler. Kadından da halife olmaz. Çünkü
kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar. Onların hâli tesettüre mebnidir.
Peygamber (s.a.v.) buna işaretle: «Hükümdarları kadın olan bir kavim nasıl
felâh bulur!» buyurmuştur.
Halîfe muktedir
yani hükümleri yürütebilir; mazlumun hakkını zâlim'den almağa, sınırları ve
memleketi korumağa, asker sevkine vesâireye gücü yeter olmalıdır. Halifenin
Kureyş kabilesinden olması Peygamber (s.a.v.): «imamlar kureyşden olur.»
Buyurdukları içindir. Bu hadis sebebiyle ensâr hilâfeti kureyşlilere teslim
etmişlerdir. Dırâriye fırkasının: «Kureyş'den başkasıda imam olabilir:»
iddiaları bu hadisle batıl olduğu gibi Ke'biye fırkasının: «Kureyşli imam
olmaya daha münâsibtir:» sözüde bâtıldır. Bu satırları Halebî Ömdet-ün-Nesefî
şerhinden nakletmiştir.
Halifenin Hâşimî
yani Hâşim bin Abdi Menâf oğullarından olması şart değildir. Şia fırkası Ebu
Bekir, Ömer ve Osman (r.a.) hazerâtının hilâfetlerini kabul etmemek için bu
şartı öne sürerler. Halifenin alevi ve mâsum olması da şart değildir. Alevîden
murad: Hazreti ALİ (r.a.) evlâdından olmaktır. Şiadan bazıları Abbasîlerin
hilâfetini kabul etmemek için bu şartı öne sürmüşlerdir. Halifenin masum
olmasını şart koşanlarda İsmailiye ve imamiye fırkalarıdır. Makâsıd şerhinde
böyle denilmiştir.
«Fâsık birini imam
tayin etmek mekruhtur.» Sözü ile şârih halifenin adaleti şart olmadığına işaret
etmiştir. Müsâyere nâm eserde adâlet şart koşulmuş; imam Gazaliye uyarak adâlet
yerine «verâ» kelimesi kullanılmıştır. Mezkûr eserde şartlara ilim ve
yeterlilik de ziyâde edilmiş ve şöyle devam edilmiştir: «Anlaşılıyor ki
yeterlilik cesurluğuda şâmildir. Bu kelime isâbetli görüşlü ve cesûr manalarına
da uymaktadır. Tâ ki halife kısasdan, şer'î cezaları tatbikten, farz olan
harpleri yapmaktan, orduları hazırlamaktan korkmasın.
Bunu yani
cesurluğu cumhur-u ulema şart koşmuşlardır. Bir çokları usul ve furu'da
içtihâda müktedir olmak şartını da ziyâde etmişlerdir. Bazıları bunun ve
cesurluğun şart olmadığını söylemişlerdir. Çünkü bu gibi şeylerin bir kişide
toplanması nâdir rastlanan hallerdendir. Cesâretin iktizâ ettiği şeylerle
hâkimliği başkasına havâle etmek veya ulemadan fetvâ almak suretiyle de bu işi
yürütmek mümkündür. Hanefî'lere göre adalet halifeliğin sahih olması için şart
değildir. Mekruh olmakla beraber fâsıkı halife seçmek sahihtir. Bir kimse âdil
iken halife seçilirde sonra yoldan çıkarak fâsık olursa azl edilmiş sayılmaz,
ama bir fitneye sebep olmayacaksa azl edilmeğe layıktır, böyle halifeye de dua
etmek vâciptir. Aleyhine baş kaldırmak vâcip değildir. Ebu Hanîfe'den böyle
rivayet olunmuştur. Bunu izah hususunda bütün ulemanın sözü şudur: Eshab-ı
kiram beni ümeyyeden bazılarının arkasında namaz kılmış; ve onlardan velâyeti
kabul etmişlerdir. Ama bu söz götürür. Çünkü bu adamların zorba bir takım
kırallar olduğu herkesin malumudur. Zorbadan sadır olan bu işler zaruretten
dolayı sahih olur.
Bir imamın
arkasında namaz sahih olmak için adâleti şart değildir. Zorbalık zamanında hal
halifeliğe ehil kimse bulunmamış yahud bulunmuşda zâlimlerin galebesi sebebiyle
tâyinine imkân olmamış gibidir.» Bu satırlar Kemal b. Hümâm'ın müsâyire'sinden
alınmıştır.
Halife sonradan
fâsık olursa fıskı sebebiyle azl edilir. Maksad yukarda arz ettiğimiz vecihle
azlî hak eder demektir. Onun için şârih «azledilmiş olur» dememiştir.
«Zaruretten dolayı
zorbanın sultanlığı sahihtir» bu ifâdeden murad: Söz sahibleri bey'at edip
seçmeden zorla iş başına geçendir. Velev ki yukardaki şartlar kendisinde mevcud
olsun. şunu da ifâde eder ki, hilâfet meselesinde asıl, tâyindir. Musayire'de
şöyle denilmiştir: «İmamlık akdı ya halifenin kendi yerine birini seçmesiyle
olur. Nitekim Ebu Bekir (r.a.) böyle yapmıştır. Yahud ulemadan veya söz
sahiplerinden bir cemâatın bey'atiyle olur. İmam Eş'ariye göre Şâhidler
huzurunda olmak şartiyle söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'atı kâfidir.
Şahidler huzurunda olması şâyed inkâr vâki olursa onu def içindir.
Mu'tezile tâifesi
beş kişinin bey'atını, hanefîlerden bazıları da bir cemaatın bey'atını şart
koşmuş; hususî sayıya itibar etmemişlerdir.» Zaruretten maksad fitneyi
önlemektir. Bir de Peygamber (s.a.v.): «Dinleyin ve itaât edin velev ki; size
burnu kesik Habeşli bir köle hükümdâr olsun!» buyurmuştur. H.
METİN
Sabî de öyledir.
Tâyininden beklenen işleri çocuk halîfeye bağlı bir vâliye havâle etmek
gerekir. Resmen sultan çocuk, hakikatta ise vâlidir. Çünkü Hakemlik ve cuma
için çocuğun izin vermesi sahih değildir. Nitekim Eşbah'da Bezzaziye'den naklen
böyle denilmiştir. Yine Eşbah'da bildirildiğine göre sultan veya vâli bülûğa
ererse yeni tâyine ihtiyaç olur.
İmamet-i suğra
(küçük imamlık): On şartla cemaatın namazını imamın namazına bağlamaktır.
İZAH
Sabinin halifeliği
dahi zaruretten dolayı sahihdir. Ama bu görünüşte böyledir; hakikatte değildir.
Eşbah'da: «Sabinin
sultanlığı görünüşde sahihdir.» denilmiştir. Bezzaziye'de şu satırlar vardır.
Sultan ölür de ehali küçük olan oğlunu sultan yapmak için ittifak ederlerse
tâyinden beklenen işleri bir vâliye havale etmek gerekir. Bu vâli kendini
sultanın oğluna tabi sayar; çünkü onun şerefi vardır. Resmen sultan çocuktur.
Hakikatta ise vâlidir. Zira velâyet hakkı olmayan bir kimsenin Hakemliğe ve
cuma kaldırmaya izin vermesi sahih değildir.» Yanı bu vâli hakikatta sultan
olmasa hakemlik ve cuma namazı için izin vermesi sahih olmazdı: Ancak bu vali
(nâip) bir müddete kadar sultandır. Bu müddette çocuğun bülûğa ermesidir,
demelidir ki çocuk bülûğa erdiği zaman idâreyi ele alırken vâlinin azline hacet
kalmasın.
İmamet-i suğra:
«Cemâatın namazını imamın namazına bağlamaktır.» diye tarif edilmiştir. Bu
tarifi Nehir sâhibi, kardeşi olan Bahır sahibinden nakil etmiştir. Ama bunun
yalnız imama uymanın tarifiolduğu anlaşılıyor.
Ben derim ki
İmamlık: Cemaatın namazının imamın namaziyle bağlanmasıdır. Böyle denilirse
itiraz kalmaz. Tarifimin izâhı şudur: İmam ancak cemaat namazını onun namazına
bağlarsa imam olur. İşte bizzat bu bağlantı imamlığın hakikatıdır. İmama
uymaktan gâye budur. Çünkü cemaat olan kimse namazını imamının namazına
bağladığında kendisine imama uymak sıfatı hâsıl olmuştur. İmamına da imamlık
sıfatı hâsıl olmuştur ki, o da bağlantıdır. Benim kâsır aklımın anladığı budur.
Allah-u âlem.
İmamlık için şârih
on şart zikir etmiştir. Fakat bu şartlar hakikatte imama uymanın şartlarıdır.
İmam olmanın şartlarını Şurunbulâli Nur-ul-İzah'da ayrıca saymış ve şöyle
demiştir: «Sağlam erkeklere imam olmanın şartları altıdır. Bunlar: İslâm,
bülûğ, akıl, erkeklik, kıraat ve burun kanaması, pepelik pelteklik kezâ bir
şartın bulunmaması gibi özürlerden sâlim olmaktır.» Şurunbulâli.
«Sağlam erkeklere»
ifâdesiyle sağlam kadınlardan ihtiraz etmiştir. Onlara imam olmak için erkeklik
şart değildir. Kezâ çocuklardan da ihtiraz etmiştir. Zira onlara imam olmak
için bülûğ şart değildir. «Sağlam» kaydı sağlam olmayanlardan ihtiraz içindir.
Onlara imam olmak için sağlamlık şart değildir. Ancak imamın hâli cemaat olanın
hâlinden daha kuvvetli veya ona müsavî olması şarttır. H.
Ben derim
ki:Yukarda arz ettiklerimizden imamlığın imama uymak için gâye olduğunu anladın
İmama uymak sahih olmadıkça imamlık do sahih olmaz. Binaenaleyh şârih'in
söylediği on şart imamlığında şartı olur. Zira imam olmak bunlara bağlıdır.
Nitekim Şurunbulâlî'nin söylediği altı şart imama uymanın da şartları olabilir.
Çünkü bu şartlar bulunmaksızın imama uymak sahih olamaz. Şu halde bu on altı
şart hem imam olmanın hem de ona uymanın şartlarıdır. Lâkin on şart imama uyan
kimse ile, altı şart do imamla hâsıl olduğu için on şartı imama uymanın
şartları, altıyı da imam olmanın şartları diye ayırmak güzel bir iş olmuştur.
Anla! Bu makâmın tesbitini ganimet bil! Ben bu şartları şu şekilde nazma
çekdim. Dedim ki:
«İmama uymanın
şartları ondur. Ben onları nazma çekdim. Şiirle anlattım; muntazam inci dizisi
gibi oldu. İmama uyanın geri kalması; uyduğu imamın intikâl hallerini bilmesi;
Her ikisinin yerlerinin bir olması; İmamın şart ve rükünlerde cemaattan aşağı
kalmaması; İmama uymaya niyet etmesi; Her rükünde ortak olmaları, cemaatın imam
mukim mi uzaklara sefer mi etmiş olduğunu bilmesi; Cemaatla ayni namazı kılan
bir kadının bir hizâya durmaması; imamın kıldığı namazın baştan sona sahih
olması; kezâ kıldıkları farzın aynı namaz olmasıdır. On şartın tamamı budur.
İmamlığın da altı şartı vardır: Bülüğ, islâm, akıl, erkeklik, kâfi kıraat, ve
görünür bir özrü bulunmamaktır.»
METİN
Bu on şart: Cemâat
olan kimsenin imama uymaya niyet etmesi, imamla ikisinin durduğu yerin, namazın
bir olması, imamının namazı sahih olması, kadınla bir hizada bulunmaması,
ökçesi imamın ökçesinden ileri geçmemesi, imamın intikallerini bilmesi imamın
mükîm mı müsafir mi olduğunu bilmesi, rükünlerde imama ortak olması, ve
rükünlerle şartlarda imam gibi yahud ondan aşağıhalde olmasıdır. Nitekim
Bahır'da izah edilmiştir.
Bu şartların:
«rükü edenlerle beraber rükû edin!» âyeti kerimesiyle sabit olduğu söylenir.
İmamlığın hükümlerinden biri ünsiyet ve imtizacın nizama konması ve câhilin
âlimden bir şey öğrenmesidir.
Bizim mezhebimize
göre imamlık ezan okumaktan efdaldir. Şafii buna muhaliftir. Bunu Aynî
söylemiştir. Hazreti Ömer'in: «Hilâfet olmasa idi ben ezan okurdum.» sözü
«imamlıkla beraber ezan okurdum.» manasınadır. Çünkü bunların ikisini birden
yapmak efdaldır.
Ulemadan biri: «Fatiha'yı
bıraksam Şâfiî'nin azarlayacağından korkarım; okumuş olsam ebu Hanîfe'nin
azarlayacağından korkarım. Ben de imamlığı seçtim.» demiştir.
İZAH
Cemaat olan
kimsenin: imama uymaya niyet etmesi yahud kıldığı namazda imama uymaya niyet
etmesi; veya o namaza başlamağa yahud o namaza girmeğe diye niyetlenmesi
gerekir. «İmamın namazına» diye niyet etmek bunun hilâfınadır. Niyetin şartı
iftitah tekbiri ile birlikte veya ondan önce yapılmaktır. Ama iftitah tekbiri
ile niyetin arasına ecnebi bir fiil girmemek şarttır. Nitekim niyet bâbında
geçmişti. H.
İmamla cemaatın
durdukları yerin bir olması şarttır. Yerde olan bir kimse hayvan üzerindeki
imama yahud hayvan üzerindeki yerde bulunan imama veyahud hayvan üzerindeki bir
kimse başka bir hayvan üzerindeki imama uymuş olsa namaz sahih olmaz. Çünkü yer
bir değildir. Cemaatla imamın ikisi de bir hayvan üzerinde bulunurlarsa yer bir
olduğu için namaz sahih olur. Nitekim imdâd nâm eserde böyle denilmiştir.
Aşağıda da gelecektir.
Cemaatla imamın
arasında divar bulunursa ileride görüleceği vecihle itimada şâyan kavil yerin
bir olması değil şaşırmayı itibara almaktır. Bu meselenin söz götürmeyecek
şekilde tahkiki ileride gelecektir.
İmamla cemaatın
namazlarının bir olması da şarttır. Bahır sahibi diyor ki: «Birlik, imamın
namazına niyetle onun namazına girmenin mümkün olmasıdır. Bu suretle imamın
namazı, ona uyan kimsenin namazını da şümulüne almış o!ur.» Binaenaleyh nâfile
kılan kimsenin farz kılana uyması buraya dahildir. Çünkü üzerinde Tarz borcu
olmayan bir kimse Tarz kılan imamın namazına niyetlense kıldığı namaz nâfile
olarak sahih olur. Bir de nâfile mutlaktır. farz ise mukayyettir. Mutlak
mukayyedin bir cüzüdür; ona zıd olamaz. Nitekim Münye şerhinde de böyledir.
Nur-ul-İzah' da burada: «imamın kıldığı farzdan başka b[r namaz kılmamalıdır.»
ifadesi kullanılmıştır. Bu ifâde şârihin ibâresinden evlâdır. anla!
İmamın namazının
sahih olması şarttır. İmamın fâsıklığı sebebiyle yahud mest üzerine mesh
müddetinin geçtiğini unutmakla veyahud hades bulunmakla namazının bozulduğu
anlaşılırsa ona uyan kimsenin namazı da sahih olmaz. Çünkü o namazın üzerine
binâ sahih değildir.
Kezâ imamın
zannıca namaz sahih, cemaatın zannınca fâsid ise yine sahih değildir. Zira
kendi zannınca namazını fâsid namaz üzerine binâ etmiştir. Onun için sahih
olmaz. Ama bu meselede hilaf vardır. Ve her iki kavil sahih bulunmuştur. İmamın
zannınca namaz bozulurda imam bunubilmez; cemâat olan bilirse ekser ulemaya
göre namaz sahih olur. Esah kavilde budur. Zira imama uyan kimse burada
imamının namazını câiz görmektedir. Onun hakkında muteber olan da kendi
reyidir. Rahmeti.
Kadınla bir hizâda
durmanın şartları aşağıda görülecektir.
Cemâatın ökçesi
imamın ökçesinden ileri geçmemek şarttır. Onunla bir hizada olursa câizdir.
Kezâ cemâat olanın ayakları büyük olduğu için parmakları imamın ayaklarını
geçerse ayaklarını ekserisini geçmedikçe câizdir. Nitekim gelecektir.
İmdâd-ül-fettah nâm eserde şöyle denilmektedir. «İmama uymak sahih olmak için
imamın ökçesinin cemaat olan kimsenin ökçesini geçmesi şarttır. Hatta cemaat
olanın ökçesi imamın ökçesinden ileride değil fakat ayağı uzun olduğu için
parmakları imamın parmaklarını geçerse câizdir. Nitekim imama uyan kimse ondan
daha uzun olurda önüne secde ederse hüküm yine budur.»
İmamın
intikallerini (yani rükû ve secdelere gitmesini) bilmesi şarttır.
Bu ya imamı görmek
ya işitmek yahud cemaattan bazılarının yatıp kalktığını görmekle olur. Bunu
Rahmetî söylemiştir. Velev ki yer bir olmasın. T.
İmamın halini yani
mukîm mı müsafir mi olduğunu namaz bitmeden yahud bittikten sonra bilmesi
şarttır, ama bu dört rekatlı bir namazı şehirde veya köyde iki rekat kıldığına
göredir. Şehir dışında iki rekat kılarsa namaz bozulmaz. Çünkü görünüşe göre o
imam müsafirdir; binaenaleyh yanıldığına hamledilmez. Mutlak olarak tamamlarsa
hüküm yine budur. Meselenin tamamı inşallah yolcu namazında gelecektir.
Rükünlerde imama
ortak olması şarttır. Maksad bunların aslında ortak olmaktır ki, beraberce
yapmaya ve imamdan sonraya kalmaya şâmildir. îmamdan önce yapmaya şâmil
değildir, meğer ki imamı o kimseye namaz kılarken yetişmiş olsun. Rüknü imamla
beraber yapmak açıktır. Sonraya kalmaya misâl: İmam rükû edip doğruluktan sonra
cemâatın rükû etmesidir. Bu sahihdir. Üçüncüsü bunun aksidir. (yani cemaatın
imamdan evvel rükû etmesidir.) Bu da sahih değildir. Ancak rükû ederde imamı
yetişinceye kadar rükûda beklerse sahih olur. Çünkü hakiki uyma olan mütâbeat
mevcuttur. Biz imama tabi olma hususunda namazın vacipleri bahsinin sonunda
tahkikat yaptık. Oraya müracâat et!
Rükünlerle şartlarda
imam gibi yahud ondan aşağı halde bulunmak şarttır. Rükünlerde imam gibi
olmanın misâli: Rükû ve secdeleri yapan kimsenin kendi gibisine uymasıdır.
İmamdan aşağı olmanın misâli de: İmâ ile kılanın rükû ve secde ederek kılana
uymasıdır. Şârih bu sözle cemaat olanın hal itibariyle imamdan kuvvetli
olmasından ihtiraz etmiştir. Meselâ: Rükû ve secde eden kimsenin imâ ile kılana
uyması böyledir (ki câiz değildir.) H.
Şartlarda imam
gibi olmanın misâli: Namazı bütün şartlarına riâyetle kılan kimsenin kendi gibisine;
çıplak kılanın çıplak kılana uymasıdır. İmamdan aşağı olmanın misâli: çıplağın
giyimliye uymasıdır. Bu sözle de hali imamın halinden daha kuvvetli olandan
ihtiraz etmiştir. Meselâ: Giyimli kimsenin çıplağa uyması böyledir. H.
Ben derim ki:
Kınye'de Te'sis-ün-Nazar'dan naklen şöyle demiştir: «Hür kadının başı açık
namaz kıldıran cariyeye uyması caiz olmak gerektir. Çünkü baş cariye hakkında
avret değildir. Erkeğin başı gibidir.
«Rükû edenlerle
beraber rükû edin!» âyeti kerimesinin «tevâzu gösterenlerle beraber tevâzu
gösterin!» Mânâsına geldiğini söyleyenler vardır. Nitekim Beyzavî tefsirinde
beyan olunmuştur. H.
Mutemed kavle göre
imamlık ezan okumaktan efdaldir. Ama bunun aksini söyleyenler olduğu gibi ikisi
de birdir diyenler dahi vardır.
İmam Şafiî buna
muhaliftir. Ezan bahsinde gördük ki, Şâfiî'nin mezhebinde bu hususta sahih
kabul edilen iki kavil vardır. Birinci kavle göre bizimle beraberdir. İkinci
kavil bunun aksinedir. Hazreti Ömer'in sözünde ezanın imamlıktan efdal olduğuna
delâlet yoktur. Onun maksadı imamlıkla ezanın ikisini birden yapmak istemektir.
Ancak halife amme işleriyle meşgul olduğundan vakitleri takibe imkân
bulamamıştır. Onun için de imamlıkla iktifa etmiştir.
Burada ulemadan
birinden nakledilen sözü. Fahr'ur Râzi mü'minîn sûresinin tefsirinde zikir
etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Ben de bu nakli duymazdan önce aynen bu
manadan dolayı imamlığı seçmiştim. Tevfik Allah'dandır.»
Ben derim ki:
Bunun ifâde ettiği mânâ imamlığın cemaat olmaktan efdal olmasıdır.
METİN
Cemaat erkekler
için sünnet-i müekkededir. Zâhidî şöyle diyor: «Ulema müekked sözüyle vacip
olduğunu kastetmişlerdir. Yalnız cuma ile bayram namazları müstesnâ! Onlar da
cemâat şarttır. Terâvihde sünnet-i kifâye, ramazanda vitir namazı için bir
kavle göre müstehap, başka namazlarda vitir ve tedâi yani birbirlerini
çağırmak) suretiyle kılınan nâfile namazıda mekruhtur, biz bunu tahkik
edeceğiz.
İZAH
Zâhidî'nin sözü
cemaat sünnettir diyenlerle vaciptir diyenlerin sözlerini birleştirmek ve bu
iki sözden maksad bir olduğunu anlatmaktadır. Bunu ulemanın cemaatı terk
edenlere şiddetli tehdit bildiren haberlerle yaptıkları istidlâlden almıştır.
Nehir'de Müfid'den
naklen: «Cemâat vacip ve sünnettir. Çünkü sünnetle vacip olmuştur.»
denilmiştir. Bu söz ulemanın «Vitir namazı .sünnettir.» rivayetine verdikleri
cevap gibidir. O rivayete cevaben: «Vitirin vücûbu sünnete sabit olmuştur.»
demişlerdi.
Nehir sahibi diyor
ki: «Ancak bu söz cemaatı özürsüz bir defa bırakmanın bil'ittifak günah
sayılmasını iktiza eder. Halbuki bu Irak ulemasının kavlidir. Horasan'lılara
göre ise terk etmeyi âdet haline getirirse o zaman günahkâr olur. Nitekim
Kınye'de bildirilmiştir.» Münye şerhinde de şöyle denilmektedir: «Verilen
hükümler Vacip olduğunu gösteriyor. Cemaatı özürsüz terk eden ta'zir olunuyor,
şehadeti kabul edilmiyor. Bunu görüp söylemeyen komşular günahkâr oluyor. Ama
bunların şöyle arasını bulmak mümkündür: Günaha girmek cemaatı terke devam
etmekle kayıtlıdır. Nitekim Peygamber (s.a.v)in: Namaza gelmezler hadisinden
anlaşılan da budur. Başka birhadisde: Evlerinde kılarlar buyurulmuştur.
Binaenaleyh vacip
olan bazan cemaata gitmektir. Vacibe yakın olan sünnet-i müekkede ise
devamdır.» Buna yukarıda naklettiğimiz Nehir'in sözüyle itiraz olunabilir.
Yalnız şöyle cevap verilirse ne alâ!
Irak'lıların
«cemaatı bir defa terk eden günahkâr olur.» sözü cemaata devamın farz-ı ayın
olduğunu bildiren kavle göredir. Ulemamızdan bazıları cemâata devamın farz-ı
ayın olduğunu söylemişlerdir. Nasıl ki bunu Zeyleî ve başkaları
nakletmişlerdir. Yahud cemâata devamın farz-ı kifâye olduğunu bildiren kavle
göredir. Nitekim bunu da kınye sahibi tahâvî ile Kerhî'den ve bir cemaattan
nakletmiştir. Bu takdirde onu özürsüz bir defa terk eden herkes günahkar olur.
Cuma ve bayram
namazlarında cemaatın şart olması «bayram namazı vaciptir.» Kavline göredir.
Sünnettir diyenlere göre onun cemaatle kılınması da sünnettir. Hılye ile
Bahır'da da böyle denilmiştir. Bahır sahibi bundan sonra: «Şübhesiz cemâat her
iki kavle göre sıhhatinin şartıdır.» demektedir. Yani vacip veya sünnet olması
sahih olmak için şarttır, demek istemiştir
Teravihde cemâat
sünneti kifâyedir. Yani her mahallenin halkına sünnettir. Çünkü
Münyet-ül-Musallî'nin teravih bahsinde: «Teravihi cemaatla kılmak kifâyet yolu
ile sünnettir. Hatta bir mahalle halkının hepsi cemâatı terk etse. sünneti terk
etmiş ve bu hususda isâet etmiş olurlar. Bir kimse halk arasına karışmayıp
evinde kılarsa fazîleti terk etmiş olur.» denilmektedir.
Bir kavle göre
ramazanda vitir namazını cemaata kılmak müstehap, başka bir kavle göre mütehap
değildir. Onun evinde yalnız başına kılar. Bu iki kavlin ikisi de sahih kabul
edilmiştir. Farza yetişme babından önce geleceği vecihle mezhep yalnız kılmanın
tercih edilmesidir. Ramazandan başka zamanlarda vitir namazını cemaatla kılmak mekruhtur.
Meşhur olan budur. Bunu Kudûrî Muhtasarında zikir etmiştir. Başka kitablarda
mekruh olmadığı bildirilmiştir. Hılye'de bu iki kavlin araları bulunmuş; mekruh
olması devam edildiği surete, mekruh olmaması da bazan cemaatla kılınmaya hami
edilmiştir. Bunun tamamı da inşallah gelecektir.
TEDÂİ: Bir birini
çağırmaktır. Birbirlerini dâvet ederek mesela: dört kişinin bir imama uyması
mekruhtur. Şârih bu meseleyi farza yetişme babının önüne tahkik edecektir.
TETİMME: Hılye
sahibi diyor ki: «Ay tutulduğu zaman cemaatle namaz kılmaya gelince: Mezhebimiz
ulemasından büyük bir cemaatın sözleri bunun mekruh olduğunu göstermektedir.
Zâhidî şerhinde bildirildiğine göre mezhebimizce câiz fakat sünnet değildir.»
METİN
Mahalle mescidinde
ezan ve ikamet ile cemaatın tekrarı mekruhtur. Yol mescidinde veya imamı
müezzini olmayan mescidde ise tekrar mekruh değildir. Cemaatın en azı iki
kişidir. Yani imamla birlikte velev sabîi mümeyyiz, melek veya cinnî olsun,
mescidde veya başka bir yerde kılınsın bir kişi bulunmaktır. Eşbah'da
bildirildiğine göre Cinnînin imam olması sahihdir.
İZAH
Şârih'in
Hazâin'deki ibâresi buradakinden daha derli topludur, Ve şöyledir: «Mahalle
mescidinde ezan ve ikâmetle cemâatın tekrarı mekruhtur. Ancak o mescidde evvelâ
mahalle halkından başkaları yahud mahalle halkı cemaatla namaz kılar fakat
ezanı gizli okurlarsa cemaatın tekrarı mekruh olmaz. Mahalle halkı ezan ve
ikâmetsiz olarak o mescidde cemaatı tekrarlar; yahud yol mescidi olursa
bil'ittifak caizdir. Nitekim imam ve müezzini olmayan mescidde de öyledir.
Böyle bir mescidde insanlar takım takım namaz kılarlar. Efdal olan, her takımın
ezan ve ikâmetle yalnız başına kılmasıdır. Nitekim Kâdıhân'ın Emâlisinde de
böyle denilmiştir.»
Dürer'de dahi buna
benzer izâhat vardır. Mahalle mescidinden murad: Mâlum imamı ve cemaatı olan
mesciddir. Nasıl ki Dürer ve başkalarında da böyle denilmiştir.
Menbâ nâm eserde
şöyle deniliyor: «Mahalleye mahsus olan mescidle kayıtlanması cadde
mescidinden, ikinci ezan ile kayıtlaması da mahalle mescidinde ezansız olarak
cemaatla kılınan namazdan ihtiraz etmiştir. Bunlarda cemâat bil'ittifak
mubahtır.» Sonra keraheti kabul etmeyen imam Şâfii aleyhine istidlâl ederken
şunları söylemiştir: «Bizim delilimiz şudur: Peygamber (s.a.v.) bir kavmi
barıştırmak için çıkmıştı.
Mescide döndüğünde
mescid cemaatının namazı kıldığını gördü. Bunun üzerine evine döndü ve aile
efradını toplayarak namaz kıldı. Tekrar etmek câiz olsa idi, evinde namaz
kılmayı mesciddeki cemaata tercih etmezdi.
Birde Şâfiî'nin
dediği gibi mutlak olarak kerahet yoktur demekte mânen cemâatı azaltmak vardır.
Zirâ mahalle halkı cemâatın elden kaçmayacağını bilirlerse toplanmazlar. Ama
yol üzerindeki mescid hususunda bütün insanlar müsavidirler. O ayrıca bir
fıkraya mahsus değildir.» Bu ibârenin misli Bedâi ve diğer kitablarda
mevcuttur. Bu istidlâlin müktezâsı ezansız bile olsa mahalle mescidinde. cemâat
tekrarının mekruh olmasıdır. Zahiriye'nin şu ifâdesi de bunu te'yid eder: «Bir
cemâat mahalle halkı kıldıktan sonra mescide girerseler yalnız başlarına kılarlar.
Zâhir rivaye budur.» Bu söz yukarıda geçen ittifak hikâyesine aykırıdır.
Bundan dolayıdır
ki muhakkıkinden Kemâl ibn Hümâm'ın Tilmîzi Al-lâme Rahmetullah Sindî
risâlesinde şunları söylemiştir: «Harameyn (Mekke ile Medîne) halkının
yaptıkları gibi muhtelif imamlar ve tertipli cemaatlarla namaz kılma işi
bil'ittifak mekruhtur. Ulemamızın bazılarından nakledildiğine göre (551)
tarihinde hac mevsiminde Mekke'ye vardığında bu hâli protesto etmişlerdir.
Bunlardan biri de Şerif Gaznevî'dir. Ve Mâlikî'lerden birinin bu dört mezhep
ulemasına göre câiz değildir.» diye fetva verdiğini söylemiştir. Kezâ (551)
yılında hacca giden hanefîlerden, Şafiîlerden ve Malikilerden bir cemaatın bunu
protesto ettiklerini nakletmiştir.» Remlî Bahır hâşiyesinde bunu tasdik etmiştir.
Lâkin bu kavle göre Mekke ve Medine mescidi gibi mâlûm cemâatı olmayan
mescidler müşkil kalır. Böyle bir mescidde mahalle mescidi denilemez. Bilâkis o
yol mescidi gibidir. Yukarıda gördük ki böyle bir mescidde cemaatın tekrar
edilmesi bil'ittifak mekruh değildir. Teemmül buyurula.
Şu da var ki: Ezan
bâbında Münye şerhinin sonunda naklen imam ebu Yusuf'a göre ikinci
cemaatolmasın? Nitekim Peygamber (s.a.v.) eshabına imam olduğu zaman böyle
yapardı. Kabul etsek bile şübhesiz Cibrîl'in imamlığı Allah'ın emriyle idi.
Emir vücûp ifâde eder. Ve bu namaz ona farz olur. Peygamberimize imam olması da
farz kılanın farz kılana imam olması kabilindendir. Nâfile kılanın Peygamber
(s.a.v.)in o namazı sonra tekrar kılmış olması ihtimali de vardır. Bunu Tahtavî
söylemiştir.
Cinlerin ahkâmı
bahsinde Eşbah'ın ibâresi şöyledir: «Bu hükümlerden biri de cinlerle cemaat
olmaktır. Bunu Suyûtî ulemamızdan «Akâm'ül-Mercan» adlı eserin sahibinden
naklen söylemiştir. O da İmam Ahmed' in ibn-i Mes'ud'dan rivayet ettiği cin hadisiyle
istidlâl etmiştir.
Bu hadiste şöyle
denilmektedir: «Rasûlüllah (s.a.v.) namaza kalkınca cinlerden iki şahıs
gelerek: Yarasûlellah, biz ancak ve ancak namazımızda bize imam olmanı
istiyoruz, dediler. Bunun üzerine onları arkasına saf yaptı. Sonra bize namaz
kıldırdı.» Bunun benzeri Sübkî'nin: «Cemaat meleklerle de olur.» sözüdür. Bunun
üzerine fer'î meseleyi zikir etmiştir: Bir kimse odada ezan ve ikametle yalnız
başına namaz kılarda sonra cemâatla kıldığına yemin ederse yemini bozulmaz.
Diğer bir hüküm de Cinnî'nin arkasında namazın sahih olmasıdır. Bunu
Âkâm-üI-Mercan sahibi söylemiştir.»
Ben derim ki:
Sübkî'den naklettiği hüküm şu hadisden alınmıştır: «Yolcu ezan okuyup ikamet
getirdiği vakit arkasında Allah'ın ordularından gözlerinin görmediği kimseler
namaz kılar.» Bu hadisi Abdürrezzâk rivayet etmiştir. Hadisi şerif imamın
âşikâre okumasının vâcip olduğunu iktiza ediyor. Lâkin ezan babında
Tatarhâniye'den naklen o kimsenin gizli ve âşikar okunan namazlarda yalnız
kılan hükümünde olduğunu söylemiştir. Bundan anlaşılır ki, cemaatla namaz
kıldığına farz kılana imam olması kabilinden değildir. Peygamberimiz (s.a.v.)in
o namazı tekrar kılması ise son derece uzak bir ihtimaldir. Hemen hemen evham
kabilindendir. Halbuki mezhebimizin usulu avâm tabakasının ibâdetlerini bile
mümkün olduğu kadar sahihe hamletmeyi gerektirmektedir. Şu halde mücerred bir
tevehhümle Peygamberimizin fiili fesâda nasıl hamledilir. Derkenar. Yemin
ederse bize göre yemini bozulur. Bilhassa yeminler bize göre örfe mebnidir. O
kimse örfen ve şer'an yalnız kılmıştır. Böyle olmasa İmam hükümlerim alırdı. Şu
da var ki, geçen fasılda görüldüğü vecihle o kimseye âşikâre okumak lazım
gelmez. Meğer ki imam olmağa niyet etsin. Kezâ namazın şartları bâbında geçtiği
vecihle bir kimse imam olmağa niyet etmedikçe: «Kimseye imam olmam» diye yemin
etmekle yemini bozulmaz. Hadiste «ona uyarsa» diye bir sarahat yoktur. Murad bu
ise ihtimal meleklerle cinlerin uymasiyle cemaatın teşekkül etmesi ancak
görünür surette oldukları zaman cemaat hükümlerini gerektirir. Onun için de
cinlerden biri bir kadınla cimâ eder de kadın lezzet duyarsa yıkanması lazım
gelmez. Nitekim Hâniye'de de böyle denilmiştir. Meğer ki menisi gelsin. Yahud
Hılye'de bildirildiği gibi insan suretinde görünsün. Cinninin İmamlığı hakkında
da bu söylenir. Allah-u âlem,
METİN
Cemâatın vâcip
olduğunu söyleyenler de vardır. Amme yani ulemamızın ekserisi bunu tercih
etmişlerdir. Tühfe ve diğer kitablarda buna cezm edilmiştir.
Bahır sâhibi:
«Mezhep ulemasının tercih ettikleri kavil budur, demiştir. Binaenaleyh âkıl,
bâliğ hürzahmetsiz cemâatle namaz kılmağa muktedir erkeklere cemâat sünnet veya
vaciptir. Bu hilâfın semeresi cemâatı terk etmekle günâha girme meselesinde
meydana çıkar. Cemâatı kaçıran kimsenin başka bir mescidde cemaat araması
menduptur. Bundan yalnız mescid-i Harâm ve benzeri müstesnâdır.
İZAH
Ulemamızın tercih
ettikleri kavil cemaatın vacip olmasıdır. Nehir sahibi: «Bu kavil bütün
kavillerin en âdili ve en kuvvetlisidir. Onun için Ecnâs nâm eserde:
Küçümseyerek ve aldırış etmeyerek cemâatı terk eden kimsenin şâhidliği kabul
edilmez. Ama yanılarak veya te'vil yoluyla terk ederse meselâ: İmam hevâ ve
hevesine uyanlardan yahud cemaatın mezhebine riâyet etmeyenlerden olursa kabul
ederiz.» denilmiştir. T.
Cemaatla mükellef
olacak erkeğin bâlîğ diye kayıtlanması bazan adam deyince baliğ olsun olmasın
erkek kasd edildiği içindir. Nitekim: «Eğer erkek kardeşlerse...» âyeti
kerimesinde ve: «Ferâiz hisselerini sahiplerine verin! Kalanını erkek kişiye
vermek evlâdır.» hadisi şerifinde bu mânâ kasd edilmiştir. Onun için «kişi»yi
erkek diye kayıtlamış; baliğ olan kişi kasd edilmesini önlemiştir. Zirâ
câhiliyet devrinde Araplar küçüklere mirâs vermez: mirâsı yalnız harbe hazır
delikanlılara tahsis ederlerdi.
Cemâat hür
erkeklere vaciptir. Köleye vacip değildir. Cuma bâbında görüleceği vecihle
köleye sahibi izin verirse cemaata gitmesi vacip olur. Bâzıları muhayyer
olduğunu söylemişlerdir. Bahır sahibi bu kavli tercih etmiştir.
Ben derim ki:
Hilâfın burada geçerli olması gerekir. «Zahmetsiz» kaydı cemâat sünnet-i
müekkede veya vâcip olduğu içindir. Güçlük ve zahmetle günah ortadan kalkar. Ve
terkine ruhsat verilir. Lâkin efdali kaçırmış olur. Buna delil Peygamber
(s.a.v.)in âmâ Abdullah ümmü Mektûm evinde namaz kılmak için ruhsat istediği zaman:
«Senin için ruhsat bulamıyorum.» buyurmasıdır.
Fetih sahibi diyor
ki: «Yâni senin için cemaata gitmeden onun sevâbı verilir; demektir. Yoksa
amâya da cemaat vaciptir manasına değildir. Zira Peygamber (s.a.v.) Itbân bin
Mâlik'e cemaatı terk için ruhsat vermiştir.» Lâkin Nur-ul-İzah'da
bildirildiğine göre bir kimse bir özür dolayısiyle cemaattan kesilirse o özür
olmasa gitmek niyetinde olduğu takdirde cemâat sevabını kazanır. Bundan
anlaşılıyor ki, özürden murad hastalık ihtiyarlık ve felç gibi mani özürlerdir.
Yağmur çamur soğuk ve körlük gibi.
Şârih'in
bahsettiği hilâfın semeresi. hilâf tahakkuk ettiğine göredir. Zâhidî'den
yukarda naklettiğimiz söze göre ise ortada hilâf yoktur. Bir defa cemaatı
özürsüz olarak terk etmekle günahkâr olmak Irak ulemasına göredir.
Horasan'lılara göre ise ancak devâm üzere terk ederse o zaman günahkar olur.
Nitekim Kınye'de de böyle denilmiştir. Bu mesele az yukarda geçmişti. Cemâatı
kaçıran kimsenin başka bir mescidde cemâat araması menduptur. Ama mescid mescid
dolaşarak cemaat araması vâcip değildir. Bu hususta ulemamız arasında hilâf
yoktur. Cemâat için başka mescide giderse iyi olur. Ama mahallesinin mescidinde
yalnız başına kılarsa bu da iyi olur. Kudûrî, ev halkını toplayarak namazı
onlara kıldıracağını ve bununla cemâat sevabını kazanacağını söylemiştir.
Fetih'de dahi böyle denilmiştir. Şurunbulâlî buna itiraz etmiş; bunun cemâatın
vücûbuna aykırı olduğunu söylemiştir. Halebî'de ona cevap vererek şunları
söylemiştir: «Cemaatın vacip olması güçlük olmadığı zamandır. Uzak yerlerde
cemâat aramakta ise âşikar bir güçlük vardır. Bununla beraber mahalle mescidini
geçmekte Rasûlüllah (s.a.v.): Mescide komşu olan kimsenin namazı ancak mescidde
câiz olur! hadisine muhâlefet vardır.» Burada şöyle denilebilir: Bu mutlak
sözün zâhir olan mânâsı aramanın mendup olmasıdır. Velev ki yakın bir yere
gitmekle olsun. «Mahalle mescidini geçmekte ilh...» sözünün yeri cemâat içinde
bulunduğu zamandır. denilebilir. Görmüyormusun, mahalle mescidinde cemâat
olmadığı zaman başka mescidde cemâat teşekkül ederse cemâatlı mescide gitmenin
efdal olduğunda kimse şübhe etmiyor. Şu da var ki. ulema mahalle mescidinin
cemaatı mı yoksa camiînin cemaatı mı efdal olduğunda ihtilaf etmişlerdir.
Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. T.
Ben derim ki;
Lâkin Haniyye'de bildirildiğine göre mahalle mescidinde müezzin yoksa oraya
giderek ezan okur; namaz kıldırır. Velev ki bir kişi olsun. Çünkü mahallesi
mescidinin onun üzerinde hakkı vardır; o hakkı öder. Ulemânın beyanına göre bir
mescidin müezzini bulunur fakat mescide kimse gelmezse müezzin ezan okuyup
ikâmet getirir ve namazı yalnız başına kılar. Böyle yapması başka mescide
gitmekten efdaldir. Hâniyye sahibi bundan sonra yukarıda Fetih'den
naklettiğimizi söylemiştir. ihtimal yukarda geçen içersinde cemâatın namaz
kıldığı mesciddir. Bu takdirde muhayyer olur. İçinde kimse namaz kılmamışsa iş
değişir. Zira hak o kimsenin üzerine taayyün etmiştir. Ne olursa olsun
Tahtavî'nin: «Mahalle mescidini geçmekte ilh... sözünün yeri cemaat içinde
bulunduğu zamandır denilebilir.» Şeklindeki ifâdesi teslim edilemez. Allah-u
âlem.
Mescid-i harâm'ın
benzeri, mescid-i Nebeviye ile mescid-i Aksâdır. Kınye sahibi: «Ancak mescid-i
Harâm ile mescid-i Nebî (s.a.v.) müstesnâdır.» demiştir. Bu sözü Münye şârihi
Bahır'ın muhtasarına nisbet etmiş sonra şunu söylemiştir: «Mescid-i Aksâ dahi
istisnâ edilmek gerekir. Çünkü sevabı mescid-i Haram'da (Kâbede) bire yüzbin;
Peygamberimiz (s.a.v.)in mescidinde bire bin; mescid-i Aksâda bire beşyüzdür.»
Az yukarda beyan ettiğimize göre mahalle mescidini dahi istisnâ etmek gerekir.
METİN
Hasta, âciz,
kötürüm, el ve ayağı çapraz kesilmiş; yahud Haddâdî'nin beyanına göre yalnız
bir ayağı kesilmiş, felçli, âciz ihtiyar kimselere ve âmâya - götürecek bulunsa
bile - cemâata gitmek vacip olmadığı gibi kendisini yağmur, çamur, şiddetli
soğuk ve kezâ karanlık ve geceleyin rüzgar cemâattan ayıran kimseye de vacip
değildir. Gündüzün esen rüzgar cemâata mâni değildir. Malının zâyi olacağından,
veya alacaklıdan yahud zalimden korkan, kendini büyük veya küçük abdest
sıkıştıran, yola çıkmak isteyen, hastaya bakan kimselere ve sofra gelipte
üzerinde canının çektiği yemekler bulunan kimseye dahi cemâata gitmek vacip
değildir.
Bunları Haddadî
söylemiştir. Fıkıhla - başka ilimle değil - meş9ul olması da böyledir. Bakânî'de
Behensi'ye uyarak buna cezm etmiştir. Yani ancak tenbellikten devam üzere
cemaatı terk ederse müstesnâ demektir. Böylesi mâzur olamaz. Malını almakla
yani bir müddet kendisine vermemekle de olsa tâzir olunur. Şâhidliği kabul
edilemez. Meğer ki imam bid'atcıdır yahud mezhebime riayetkâr değildir diye
te'vilde bulunsun.
İZAH
Âmâya ve kezâ
kötürüm kimseye, binecek vasıtaları ve götürecek kimseleri bulunsa bile
İmam-A'zam'a göre cemâata gitmek vacip değildir. İmameyn buna muhaliftir.
Feth-ul-kadîr'in beyanına göre bu söz muttefekun aleyhdir. Hilâf cemâatta
değil, cuma namazı hakkındadır. Lâkin meşhur kitablarda yazılan bunun
hilâfınadır. Hılye.
Musannıf «kendisi
yağmur, çamur ilh... Cemaattan ayıran kimseye» demekle çok yağmura, işaret
etmiştir. Nitekim cuma namazı hakkında da bununla kayıtlamıştır.
Hılye'de şöyle
deniliyor: «Ebu Yusuf'tan rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: Ebu Hanîfe'ye
çamurda, balçıkda cemâat meselesini sordum: Cemâatın terk edilmesini hoş
görmem! dedi. İmam Muhammed muvattâ'da: hadis ruhsattır demiş bununla Peygamber
(s.a.v.)in: «na'ller ıstandı mı namaz evlerde kılınır.» hadisini kast etmiştir.
Buradaki «na'ller» tabirinden murad: Sert arazidir. Zahidî şerhinde, Timurtâşî
şerhinden naklen şöyle deniliyor: «Yağmur, kâr, çamur ve şiddetli soğukların
özür olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir.
Ebu Hanîfe'den bir
rivayete göre eziyet şiddetlenirse özürdür. Hasan diyor ki: Bu rivayet bu
hususta cuma ile cemâatın müsâvi olduğunu gösterir. Bazılarının zannettiği gibi
(bu cemâat için özürdür. Çünkü cemâatta devâm sünnettir. Cuma'da özür değildir.
Zira cuma en kuvvetli farzlardandır.) denilemez.»
Şeyh-ul-İsmail'in
şerhinde Şâfiî'lerden ibn Mülekkan'dan naklen şöyle denilmiştir: «Meşhur olan
kavle göre neâl na'lin cemidir. Naal: yerin sert kısmıdır. Burada hassatan
zikir edilmesi en az yaşlıktan ıslandığı içindir. Kaba yer böyle değildir. O
suyu içer. Neâl: ayak kablarıdır diyenlerde olmuştur.»
Musannıf şiddetli
soğuktan bahis etmiş; şiddetli sıcak hakkında bir şey dememiştir. Ulemamızdan
da ondan bahis eden görmedim. Herhalde bunun vechi şu olsa gerektir. Şiddetli
sıcak ekseriyetle öğle namazında olur. Öğlenin sünnet vecihle kılınması
serinlik zamanına bırakılmakla bize onun meşakkatı ödenmiştir. Evet, şöyle
denilebilir: İmam bu sünneti bırakırda öğleyi vaktin evvelinde kılarsa şiddetli
sıcak özür olur.
Karanlıkta
şiddetli olursa özürdür. Anlaşılan kandil gibi bir şey yakmak - imkânı olsa
bile - teklif edilemez.
Şiddetli
karanlıktan murad: Mescidin yolunu göremeyip âmâ gibi olmaktır. Gece rüzgarının
daha şiddetli olması gerekir. Rüzgarın yalnız gece özür sayılması, geceleyin
meşakkatı büyük olduğundandır. Gündüzün öyle değildir.
Malının zayi
olacağından korkmak, evinin veya dükkânının kapısına kilit vurmak mümkün
olamamak sebebiyle hırsızdan olduğu gibi çömlekdeki yemeğin veya fırındaki
ekmeğin telef olması endişesinden de ileri gelebilir.
«Malı» diye
kayıtlaması başkasının malından ihtiraz içinmidir bir düşün! Zâhire göre
ihtiraz için değildir. Çünkü malı için namazı bozabilir. Bâhusus emânet ve
rehin gibi muhâfazası vacip olan şeylerden ise çok dikkatli olması gerekir.
Alacaklıdan korkan
kimse fakir ise mazurdur. Fakir değilse ödemediği için zâlim olur. Zâlimden
korkmak malı ve canı hususlarına şâmildir.
Büyük ve küçük
abdest sıkıştırmakta yellenmekde danildir. Yola çıkmaktan murad: Tam yola revan
olacağı sırada namaz için ikamet getirilmektir. Bu takdirde kâfileden
ayrılacağından korkarsa cemâata gitmemekte mazur olur. Ama bizzat yolculuk özür
değildir. Nitekim Kınye'de bildirilmiştir.
İşteha veren
yemeklerin gelmesi nasıl özür ise içecek şeylerin gelmeside öyledir. Çünkü
bunlar o kimsenin kalbini meşgul ederler. Ve huzuruna getirilmeleri ne ise
yakınında bulunmaları da ayni hükümde olduğu anlaşılmaktadır. Zira illet
mevcuttur. Şâfi'lerde bunu söylemişlerdir.
Fıkıhla meşgul
olmak dahi özürdür. Nur-ul-İzah'ın bu hususdaki ibâresi şöyledir: «Fıkıh ilmini
okumayacak bir cemaata fıkıh tekrarı da özürdür.» Ben bu kaydı başka bir yerde
görmedim. Kınye'de işaret edildiğine göre bütün vakitlerini fıkıh tekrariyle
geçiren kimse mazur sayılamaz. Onun şâhidliği de kabul edilmez. Sonra ikinci
defa mazur sayılacağına işaret edilmiştir. Dil bilgisi tekrarlayan böyle
değildir. Sonra bu iki kavlin arası bulunmuş; birincisi tenbellik ederek devam üzere
cemaatı terk edene, ikincisi böyle olmayanlara hami edilmiştir. Şârih'in tercih
ettiği de budur.
Şârih: «Yani bir
müddet kendisine vermemekle de olsa tazir olunur.» sözünü Bahır sahibi
Bezzâziye'den nakletmiştir.
Rahmeti diyor ki:
«Ulema: Bu bilinip söylenmeyen şeylerdendir; demiştir. Çünkü zâlimler mal
avcılarıdır. Onların ağına düşen kurtulamaz. Çok defa insana işlemediği bir suç
uydururlar. Bununla onun malını elde etmeğe çalışırlar. Buraya kadar metin ve
şerhde geçen özürlerin mecmuu yirmidir.
METİN
İmamlığa geçirmek
hatta Mecme-ul-Enhur'de bildirildiğine göre imam tayin etmek için en ayık kimse
sâdece namaz hükümlerini sıhhat ve fesâd itibariyle en iyi bilendir. Şu şartla
ki görünür kötülüklerden sakınacak; ve farz miktarını bilecektir. Bazıları vacip
miktarını, bir takımları da sünnet miktarını bilmesinin şart olduğunu
söylemişlerdir. Ondan sonra Kur'an'ı tilavet ve tecvidi en güzel olan ondan
sonra da en ziyade verâ sahibi olan yanı şübhelerden en fazla korunan gelir.
TAKVA: Haram olan
şeylerden korunmaktır. Sonra en yaşlı olan yani en evvel müslüman olan tercih
edilir. Binaenaleyh genç biri yeni müslüman olmuş ihtiyara tercih olunur. Ulema
verâ ve tekvâca ileri olanın tercih edileceğini söylemişlerdir. Nehir'de
Zad-el-Fakir'den naklen: «Diğer hasletler buna kıyâs edilir de: Bilgi
itibariyle en ileri olan ve benzeri tercih edilir denilir. Ve o zaman
kur'ayaçok az muhtaç olunur.» denilmiştir. Sonra ahlakça en güzeli yani
insanlarla en iyi geçineni, sonra yüzü en güzel olanı yani en çok teheccüd namazı
kılanı gelir.
Zad-el-fakir de:
«Sonra en güzeli yani en güler yüzlü olanı, sonra hasebi en çok olanı tercih
edilir.» denilmektedir. Sonra nesebi en şerefli olan gelir.
Burhan'da: «Sonra
sesi en güzel olan gelir.» denilmiştir: Eşbah'ın misl fiyâtı bâbından az önce
şöyle denilmiştir: «Sonra karısı en güzel olan, sonra malı en çok olan, sonra
itibarı en çok olan gelir. Sonra elbisesi en güzel olan, sonra başı en büyük
uzvu en küçük olan gelir, sonra mukîm müsâfire. aslı hür olan aslı köle olana,
sonra hadesden dolayı teyemmüm eden cünüblükten dolayı teyemmüm edene tercih
edilir.
İZAH
Bir yerde imamlığa
geçirmek hatta maaşlı tayin etmek için en lâyık kimse yalnız namaz hükümlerini
en iyi bilendir. Velev ki sâir ilimlerde bilgisi az olsun. Böylesi o ilimlerde
derin bilgisi olana tercih edilir. İrşâd şerhinden naklen Zad-el-Fakir'de böyle
denilmiştir. Şu şartla ki görünür kötülüklerden sakınacaktır.» Müçtebâ'dan
naklen Dirâye'de böyle denilmiştir. Kâfi ve diğerlerinin ibâreleri şöyledir:
«Sünneti en iyi bilen imamlık için evlâdır. Meğer ki dîni hususunda kendisine
dil uzatıla! Çünkü insanlar böylesine uymaya rağbet göstermezler.
Bir takımları
imamın, namazın sünnetlerini de bilmesinin şart olduğunu söylemişlerdir. Bunu
söyleyen Zeyleî'dir. Mebsût'tan anlaşılan da budur. Nehir'de de böyle olduğu
gibi feth-ul-kadîr'de dahî bu kavil tercih edilmiştir. Tahtavî bu kavlin daha
akla yatkın olduğunu söylemiştir. Çünkü imamlığa geçirme işi evleviyet
suretiyle olur. Binaenaleyh en münasibi sünnete riâyetkâr olanıdır.
«Ondan sonra
tilâvet ve tecvidi en güzel olan gelir.» Bununla şunu anlatmış oluyor ki:
Ulemanın (en okuyanı gelir) sözlerinin mânâsı en hâfız olanı değil, en iyi
okuyanıdır. Velev ki Bahır sahibi en hâfız olanı mânâsına almış olsun.
Tilâvette güzel olmanın manası, harflerin nasıl okunacağını nerede durulacağını
ve buna bağlı meseleleri bilmesidir. T.
«Ondan sonra
şübhelerden en fazla korunan gelir.» Şübheden murad: Haram ve helâlı
hususundaki şübhedir. Verâdan takva lazım gelir. Aksi yani takvadan vera lazım
gelmez.
ZÜHD: Şübheye
düşmek korkusuyla helâldan bir şey terk etmektir. Ve verâdan daha hususi bir
mânâ ifâde eder. Sünnette verâ zikir edilmemiş, vatandan hicret zikir
edilmiştir. Bu nesh edilince hicret kelimesinden verâ suretiyle günahlardan
hicret mânâsı kast edilmeğe başlanmıştır. Hicret ancak dâr-ı harpde müslüman
olana vacip olur. Nitekim Mi'rac' da beyân olunmuştur. T.
Ondan sonra en
yaşlı olan yani en evvel müslüman olan tercih edilir.» Bu mânayı Bahır sahibi
Bedâyi'in talilinden çıkarmış; Nehir sahibi de ona uymuştur. Bedâyi sahibinin
talili: «Müslüman olarak uzun ömür geçiren kimsenin taatı daha çok olur.»
sözüdür.
Ben derim ki:
Bilakis en yaşlı tâbirinden anlaşılan. yaşca daha büyük olandır. Nitekim
hadisin bazı rivayetlerinde: «Ondan sonra yaşça en büyük olanı gelir.»
denilmiştir. Ekseriyetle kitablardan anlaşılan da budur. Binaenaleyh burada söz
aslî müslüman hakkındadır. Evet, Buharî müstesnâdiğer sahih sahiplerinin
rivayet ettikleri bir hadisde: «En önce müslüman olan gelir.» buyurulmuştur. Bu
rivayete göre önce müslüman olmak yeni müslüman olana ayrı bir tercih
sebebidir. Ve müslüman olarak yetişen bir genç yeni müslüman olan ihtiyara
tercih edilir. Ama ikisi de asıldan müslüman yahud beraberce müslüman
olmuşlarsa yaşca büyük olanı tercih edilir. Çünkü Zeyleî'de: «Yaşca büyük
olanın kalbi âdeten Allah'dan daha çok korkar. Ona hürmet daha çoktur. Halkın
kendisine uymak hususunda gösterdiği rağbet daha fazladır. Binaenaleyh onu
tercih etmek cemâatı çoğaltır.» denilmektedir.
Şu da var ki musannıfın
tuttuğu yol yani daha ziyâde verâ sahibi olanı yaşlıya tercih meselesi
metinlerde ve bir çok kitablarda zikir edilenin aynıdır. Muhit'te bunun aksi
beyân edilmiştir.
«Sonra yüzü en
güzel olanı yani en çok teheccüd namazı kılanı gelir» İfâdesindeki tefsir
manzum itibariyle yapılmıştır. Çünkü çok teheccüd namazı kılmaktan yüzün güzel
olması lazım gelir. Bir hadisde: «Bir kimsenin geceleyin namazı çok olursa
gündüzün yüzü güzel olur.» buyurulmuştur. Velev ki hadis ulemasınca zaif olsun.
Bedâyi sahibi şöyle demiştir: «Bu tekellüfe hâcet yoktur. Bilakis söz zâhir
manası üzerine kalmalıdır. Zirâ yüzün güzelliği cemâatın çoğalmasına sebep
olur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. H.
Hasebden murad:
Kişinin saydığı babalarının iyilikleri, malı mülkü, dini, cömertliği, şerefi
vesairedir.
«Sonra karısı en
güzel olan gelir.» İfâdesinin izahı şudur: Çünkü ekseriyetle karısı kendisini
çok sever. Buna sebep kocasının başkasına gönül vermemesidir. Bu hal eş dost,
hısım akraba ve komşular arasında bilinen şeylerdendir. Zira maksad her birinin
karısının vasıflarından bahsetmesi değildir ki, hangisinin karısı daha güzel
olduğu bilinsin!
«Sonra başı en
büyük, uzvu en küçük olan gelir.» İfâdesinden murad: Başının büyük olması
aklının çokluğunu delâlet eder, demektir. Ama âzânın mütenâsip olması şarttır.
Yoksa başı pek büyük, diğer uzuvları pek küçük olursa bu hal mizac terkibinin
bozukluğuna delâlet eder ki normal akıllı olmamasını gerektirir. H.
Ebu-s-Suud
hâşiyesinde şöyle denilmektedir: «Bu makâmda bazılarından öyle bir şey
nakledilmiştir ki, yazılmak şöyle dursun ağza alınması bile layık değildir!»
Galiba bazılarının: «uzuvdan murad tenâsül âletidir.» sözüne işâret ediyor.
«Sonra mukîm
müsâfire tercih edilir.» Mukîm ile müsâfirin müsâvi olduklarını söyleyenler vardır.
Bunu Bahır sahibi bildirmiştir. Anlaşılıyor ki cemâatda müsâfir iseler bu
tercihe gidilir. Bu da vakit çıkmamış olmak şartıyledir. Aksi halde müsâfirin
dört rekatlı namazda mu'kîme uyması sahih olmaz. Nitekim gelecektir.
«Sonra hadesten
dolayı teyemmüm eden cünüblükten teyemmüm edene tercih edilir.» Tetimme nâm
eserde beyan edildiğine göre Hulvâni böyle cevap vermiştir. Feyz ve cami-i
Fetevâ sahibleri buna cezm etmiş; Kezâ Şeyh İsmâil el-Ahkâm'da katiyetle buna
kâil olmuştur. Tatarhâniye' de de böyle denilmiştir. Bunun vechi her halde
hadesin cünüblükten daha hafif olmasıdır. Lâkin Münyet-ül-Müftî'de:
«Cünüblükten teyemmüm eden imam olmağa hadesden teyemmüm edenden daha
layıktır.» denilmiştir. Bu kavli Nehir sahibi Münye'den nakletmiş ve başka bir şey
söylemeyiponunla yetinmiştir. İhtimal bunun da vechi cünüblükten dolayı yapılan
teyemmümün temizlik cihetinden daha kuvvetli olmasıdır. Çünkü yıkanma
mesabesindedir. Hades onu bozmaz.
METİN
FÂİDE: İmamlık
namzedleri çok olursa tercihe sebep bulunmadıkça hiç biri tercih edilemez.
Tercih sebeplerinden biri derse, fetvâ istemeye ve dâvâya evvel gitmektir. Hep
beraber gelirlerse aralarında kur'a çekilir.» Eşbah'ın sözü burada sona erer.
Tatarhâniye'nin haram bahsinin (32)nci faslında da şu satırlar vardır: «Öğrencilerde
sınıfı ileri olan tercih edilir. İhtilâf ederler de ortada beyyine bulunursa ne
âlâ! Bulunmazsa beraber geldiklerinde olduğu gibi kur'a çekilir. Nitekim
yananlarla boğulanlar meselesinde ilk ölen bilinmeyince hepsi beraber ölmüş
gibi tutulur.»
İbn-i Vehban'ın
Mehâsin-ül-Kurrâ adlı eserinde de şöyle deniliyor: «Bazılarına göre hocanın
mâlu maaşı yoksa dilediğini tercih etmesi câizdir. Ekser ulemamıza göre ise
kıdemli olan talebe tercih edilir. Bu çığırı ilk açan İbn-i Kesîr'dir.»
Namzedler müsâvi
gelirlerse aralarında kura çekilir. Yahud cemaat muhayyer kalır. Cemaat ihtilâf
ederlerse ekseriyete bakılır. Bunlar evlâ olmayan birini tercih ederlerse
günaha girmeksizin isâet etmiş olurlar. Bilmiş ol ki. hâne sahibi - ki mescidin
maaşlı imamı da öyledir - imamlık hususunda başkalarından mutlak surette
evlâdır. Meğer ki yanında sultan veya hâkim bulunsun. Bu takdirde sultan veya
hâkim ona tercih edilirler. Çünkü onların hakimiyetleri umumidir. Haddâdî
vâlinin resmi imam üzerine tercih edileceğini söylemiştir.
Ödünç ve ücret
alan kimseler mal sahibinden daha haklıdırlar. Sebebi yukarda geçendir. Bir
kimse kendisinden hoşlanmadıkları halde bir cemâata imam olsa bakılır: Eğer
hoşlanmamaları o şahısdaki bir bozukluktan yahud kendileri imamlığa ondan daha
lâyık olduklarından ise imamlığı kerahat ile mekruhtur. Çünkü Ebu Dâvud'un
rivayet ettiği bir hadisde: «Kendisini sevmedikleri halde bir cemaata imam olan
kimse"in namazını Allah kabul etmez.» buyurmuştur. O kimse haklı ise
kerahet yoktur. Kerahet cemâatın üzerinedir.
İZAH
«Derse, fetvâ
istemeye veya dâvaya beraber gelirlerse aralarında kura çekilir.» cümlesinden
murad: Arılaşamazlarsa kur'a çekilir demektir. Anlaşılıyor ki bu kur'a çekimi
evleviyet yolu iledir. (yani çekilmesi evlâ olur.) Bazılarına göre hocanın
vakıf yahud talebe tarafından tayin olunmuş mâaşı yoksa dilediğini tercih
etmesi câizdir. Çünkü isterse hiç birini okutmaz. Ekser ulemamıza göre ise hoca
kıdemli olan talebeyi tercih eder. Bu çığırı i!k açan ibn-i Kesîr'dir.
Semhudî
Cevher-ul-lkdeyn adlı eserinde şöyle diyor: «Rivayete göre Ensardan biri
Rasûlüllah (s.a.v.)a bir şey sormaya gelmiş, Sakit kabilesinden de bir adam
gelmiş. Peygamber (s.a.v.): Ey Sakîfin kardeşi! Ensari senden önce geldi.
Oturda sendîn önce Ensâri'nin hâcetinden başlaya buyurmuşlar.» Bundan
anlaşılıyor ki, önce gelenden başlamak Peygamber (s.a.v.)in sünnetidir. İbn-i
Kesîr bu hususta tâbidir. Bir de maaşlı olanla olmayan arasında fark
bulunmadığı anlaşılıyor. Evet, beraber gelirlerse maaşlı ile maaşsız arasında
fark olabilir. Bunu Rahmetî söylemiştir. Yanimaaşı varsa kur'a çeker; yoksa
dilediğini tercih eder.
Cemâat evlâ
olmayan birini imamlığa tercih ederlerse günâha girmeksizin isâet etmiş
olurlar. Tatarhâniye'de şöyle deniliyor: «İki adam fıkıh ve salahda müsâvi olurlarda
biri daha güzel okur fakat cemaat ötekini imam yaparlarsa isâet etmiş; sünneti
bırakmışlardır. Ama günahkâr olmazlar. Çünkü elverişli birini geçirmişlerdir.
Vâlilik ve hükümet meselelerinde de hüküm böyledir. Hilâfete gelince: O büyük
imamlıktır. (onu seçerken) efdal olanı bırakmaları câiz değildir. Bunun üzerine
îcma-ı ümmet vardır.»
Hâne sahibi
imamlık hususunda başkalarından mutlak surette evlâdır. Yani mevcutlar arasında
ondan daha bilgili ve daha iyi okuyan bulunsa bile onun imam olması evlâdır.
Tatarhâniye'de şöyle deniliyor: «Bir hânede bir çok ziyaretçiler bulunurda biri
imam olmak isterse hâne sahibinin geçmesi icap eder. İlminden ve büyüklüğünden
dolayı ziyaretçilerden birini geçirirse daha iyi olur. Ama biri kendiliğinden
geçerse câizdir. Çünkü zâhire göre hâne sahibi müsâfirine ikram için imam
olmasına izin verir.»
«Haddâdî vâlinin
resmi imam üzerine tercih edileceğini söylemiştir.» Bunun ifâde ettiği mânâ
şudur ki bu tercih işi yalnız umumi velâyeti olan sultana mahsus olmadığı gibi
velâyeti olan hâkime de mahsus değildir. Vali de onlar gibidir. Bu hususta
maaşlı imam da ev sahibi gibidir.
İmdâd sahibi şöyle
diyor: «Ama bunlar bir araya gelirlerse sultan hepsinden ileridedir. Ondan
sonra vâli, sonra hâkim, sonra hâne sahibi gelir - velev kirâcı olsun - Kezâ
hâkim mescidin imamına tercih edilir.»
«Ödünç ve ücret
alan kimse mal sahibinden daha layıktır.» Çünkü iâre (ödünç verme) menfâatı
temliktir. Her ne kadar ödünç veren kimse dönebilir; kirâya veren dönemezse de
dönmedikçe ödünç alan daha lâyık ve haklı kalır. Zira döndüğü vakit ödünç
kalmaz. Ve mesele mevzuattan çıkmış olur.
«Sebebi yukarda
geçendir.» İfadesinden murad: İkisininde umumi velâyeti olmasıdır. Lâkin bu söz
münâsip değildir. Çünkü umumi velâyetten murad: Herkese veli olmasıdır. Bunlar
öyle değildir. Şârih'in: «Çünkü ödünç alanla ücretlinin bu halde ki velâyetleri
mal sahibinden daha aşağıdır.» demesi lazım gelirdi. H.
«Kerâhet
cemaatadır.» İfâdesinden kerahet-i tahrimiye mi, kerahet-i tenzihiye mi kasd
edildiği hususunda Halebî tereddüde düşmüştür. Halbuki Hılye'de bundan önceki
kerahetin kerahet-i tahrimiye olduğunu kati lisanla söylemişti. Çünkü ona
delâlet eden hadis vardı.
METİN
Kölenin - Velev
âzâd edilmiş olsun - imamlığı tenzihen mekruhtur.
Bunu Kuhistâni
Hulâsâdan naklen söylemiştir. Bu ihtimal yukarıda beyan ettiğimiz «aslı hür
olan tercih olunur.» kaziyesinden dolayıdır. Çünkü kerahet-i tenzihiyedir.
Bedevînin - ki
Türkmenlerle kürdler ve avâmdan olanlarda onun gibidir. Fâsıkın ve âmânın
imamlıkları da mekruhtur. Gözleri zaif olan kimse de âmâ gibidir. Nehir. Şu
kadar var ki bunlarınfâsıktan mâadası cemaatın en âlimi iseler imam olmaları
evlâdır.
İZAH
Kölenin imamlığı
tenzihen mekruhtur. Çünkü imam Muhammed asıl nâmındaki kitabında: «Başkalarının
imam olması bence daha makbuldur.» demiştir. Bunu Bahır sâhibi Müctebâ ve
Mi'rac'tan nakletmiş; sonra şöyle demiştir; «Bu adamların ileri geçmeleri
mekruh olduğu gibi onlara uymakta tenzihen mekruhtur. Başkalarının arkasında
kılmak mümkün olursa bu efdaldir. Mümkün olmazsa onlara uymak da yalnız
kılmaktan efdaldir.»
Bedevi: Arap olsun
olmasın çölde yaşayan kimsedir. Misbah'da bu kelime çölde yaşayan Arablara
tahsis edilmiştir.
FÂSIK; doğru
yoldan çıkan manasınadır. İhtimal ondan murad: İçki içen, zina eden ve fâiz
yiyen gibi büyük günahları irtikâp edendir. Bercendî'de dahi böyle denilmiştir.
Mi'rac'ta şu satırlar vardır: «Ulemâmızın söylediklerine göre cumadan başka hiç
bir namazda fâsika uymamak gerekir. Çünkü cumadan başka namazda fâsıktan başka
imam bulur.»
Fetih sahibi diyor
ki: «Bu izâha göre cuma namazı şehirde birkaç yerde kılındığı zaman imam
Muhammed'in müftâbih olan kavli gereğince cumada uymakta mekruh olur. Çünkü
başka yere gitmek elindedir.» «Şu kadar var ki, bunların fâsıktan maadaları
cemaatın en âlimi iseler imam olmaları evlâdır.» Bu ibârede musannıf, Bahır
sâhibine tâbi olmuştur. Bahır sahibi şöyle demiştir: «Muhit ve diğer kitablarda
âmanın imamlığının mekruh olması, cemaatın en fazîletlisi olmamakla
kayıtlanmıştır. Şâyed cemaatın en fazîletlisi ise evlâ olan odur.» Bahır sahibi
bundan sonra bu kaydın köle, bedevi ve veledi zina da dahi geçerli olması lazım
geldiğini söylemiştir.
Nehir sahibi
kendisine itiraz etmiş şöyle demiştir: «Hidâye'de mekruh olmanın sebebi bu
adamların ekseriyetle câhil olmaları gösterilmiştir. İmamlığa geçirilmeleri
cemâatı nefret ettirecektir. Bu ise cahil olmasa bile kerahetin sübûtunu iktiza
eder. Ancak âmâ hakkında hususi nâs vârid olmuştur. Bu nâs Peygamber (s.a.v.)in
ibn-i ümmü Mektûm ile Utbanı Medine'ye kendi yerine halîfe bırakmasıdır. Bu iki
zât âma idiler. Çünkü erkeklerden bunlardan başka işe yarar kimse kalmamıştı.
İşte ulemânın mutlak ifâdelerine ve sâdece âmayı istisnâ etmelerine münâsip
olan budur.» Bu sözün hulâsası şudur: Musannıfın «cemâatın en âlimi» sözü âmaya
mahsustur. Âmâdan başkası âlim de olsa kerahet ortadan kalkmaz. Lâkin Bahır
sahibinin bahis ettiğini ihtiyar sahibide söylemiş ve şöyle demiştir:
«Kerâhetin illeti yoksa meselâ: Bedevî şehirliden, köle hürden, veled-i zinâ
helâl-zâdeden, âma görenden üstün olurlarsa zıddiyle hüküm olunur.» Bu ifâdenin
benzeri Behensî'nin Mültekâ şerhinde ve Dürer-ül-bihâr şerhinde de mevcuttur.
Galiba bu kavlin vechi şu olacaktır: Böyle biri başkalarından üstün olunca
cemâatın nefreti kalmaz. Hatta başkasını imam yapmaktan nefret ederler.
Fâsıka gelince;
Onu imamlığa geçirmenin mekruh oluşunu ulema dini hususuna ehemmiyet vermemekle
ta'lil etmişlerdir. Bir de onu imam yapmak ona ta'zimde bulunmaktır.
Halbukicemâatın onu şer'an hafife almaları vaciptir. Şübhesiz ki başkalarından
âlim olmakla illet ortadan kalkacak değildir. Çünkü onlara abdestsiz namaz
kıldırmadığından kimse emin olamaz. Binaenaleyh fâsık bid'atcı gibidir.
İmamlığı herhalde mekruhtur. Hatta Münye şerhinde Halebî onu imam yapmanın
keraheti tahrimiye ile mekruh olduğunu tercih etmiştir. Halebî: «Onun içindir
ki. imam Malik'e göre onun arkasında namaz asla câiz olamaz. Bu kavil imam
Ahmed'den de bir rivayettir, diyor. Bundan dolayı şârih musannıfın ibâresine
çâre aramış ve istisnâyı fâsıktan başkasına hamletmiştir. Allah-u âlem.
METİN
Bid'atcının yani
bid'atı sebebiyle kâfir sayılmayan bid'at sahibinin imamlığı da mekruhtur.
Bid'at: Peygamber
(s.a,v.)den malum ve meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu inad
sebebiyle değil bir nevi şübhe iledir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri
bid'at sebebiyle tekfir edilemez. Bu hükümde bizim kanlarımızı canlarımızı
helâl ve Rasûlüllah (s.a.v.) söğmeyi reva gören, Allah Teâlânın sıfatlarını ve
görülmesini inkâr eden hariciler bile dahildir. Çünkü bu yaptıkları bir te'vil
ve şübhe neticesidir. Tekfir edilmemelerinin delili şâhidliklerinin kabul
edilmesidir. Yalnız Hattâbiye fırkasının şâhidliği müstesnâdır. Bizden
hâricileri tekfir edenler de vardır.
İZAH
Bid'atcıdan murad:
Haram olan bid'atı irtikâp edendir. Aksi takdirde bazı bid'atlar vaciptirler.
Meselâ: Delâlet fırkalarına red cevabı vermek için delil getirmek, kitap ve
sünneti anlatan nahiv ilmini öğrenmek bu kabildendir. Kışla ve medrese yapmak
ve islâmın ilk zamanlarında olmayan her hayrı meydana getirmek gibi şeyler
mendup bid'at; mescidleri süslemek gibi şeyler mekruh bid'at; lezzetli
yemeklerle meşrubat ve elbiselerde bolca davranmak gibi şeyler mubah bid'attır.
(yani bid'at beş kısımdır) Nitekim Münâvi'nin cami-i sağîr şerhinde Nevevî'nin
tenzibinden naklen böyle denilmiştir. Bunun benzeri de Birgivî'nin tarikat-ı
Muhammediye'sindedir.
Bid'atın
kitabımızdaki tarifi Hazâin derkenarında Hâfız ibn-i Hacer'e nisbet edilmiştir.
O da bunu Nuhbe şerhinde yapmıştır. Şübhesiz itikâd: Beraberinde amel olan ve olmayan
inanca şâmildir. Çünkü bir ameli âdet edinen kimse onu mutlaka itikad
edecektir. Meselâ: Şia tâifesinin çıplak ayaklara mesh etmesi, mest üzerine
meshi inkârda bulunması gibi şeyler bu kabildendir. O zaman bu söylediğimiz
Şumunnî'nin târifine müsâvi olur.
Şumunnî bid'atı:
«Rasülûllah (s.a.v.)den alınan ilim. amel veya hâlden ibâret hakkın hilâfına
bir nevl şübhe ve istihsan ile sonradan çıkarılan ve din kavim, sırat-ı
müstakîm yapılan şeydir.» diye tarif etmiştir
Fakat bid'atcı
asla şübhe götürmeyen kati delillere karşı inad ederek bid'ata inanır. Meselâ:
Haşrı veya bu kâinâtın sonradan var edildiğini kabul etmezse katiyetle kâfir
olur. Bir nevi şübhe fâsid bile olsa bid'atcının tekfirine mânidir. Meselâ:
Allah teâlayı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin: «O azamet ve celâlinden
dolayı görülmez» demeleri bu kabildendir.
Bizim kıblemize
dönenlerden hiç biri şübhe kurulan bu bid'attan dolayı tekfir edilmezler. Ama
zarurâtı diniye hususunda muhâlefet edenin küfründe hilaf yoktur. Meselâ: Bu
âlemin sonradanmeydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine inanmayan,
cüz'i şeyleri Allah'ın bildiğini kabul etmeyen bir kimse ehli kıbleden olup
ömrü boyunca ibâdetlerle meşgul olsa kâfirdir. Nitekim Tahrir şerhinde böyle
denilmiştir.
Burada hâricilerden
murad: Ehli sünnetin itikadından çıkanlardır. Hâssaten hazreti Ali (r.a.)ın
aleyhine kıyâm edenler ve onu küfre nisbet edenler değildir. Binaenaleyh
hâriciler tâbiri mutezile, şia ve diğer fırkalara şâmildir. «Rasûlüllah
(s.a.v.)e söğmeyi revâ gören ilh...» ifâdesi ekseri nushalarda böyledir. Ben
bunu Hazâin'de de şârihin el yazısı ile bu şekilde gördüm. Orada: «Rasülullah
(s.a.v.)e sövmek kat'i olarak küfürdür.» deniliyor. Doğrusu «Rasulullah'ın
eshabına söğmekde» şeklinde olacaktır. Hâşiyeyi yazan zât eshabı Ebu Bekir'le
Ömer (r.a.)'ya dan başkaları diye kayıtlamıştır. Zira mürted bâbında geleceği
vecihle ebu Bekir'le Ömer (r.a.)ya yahud birine söven kâfir olur.
Ben derim ki:
Mürted bâbında gelecek olan ebu Bekir'le Ömer (r.a.) ya şübhesiz şekilde sövenlere
hamledilmiştir. Zirâ Münye şerhinde açıklandığına göre onlara söven veya
hilâfetlerini inkâr eden kimse bu yaptığını elindeki bir şübheye binaen yaparsa
kâfir sayılmaz. Velev ki söylediği söz haddi zatında küfür olsun. Onlar eshab-ı
kirâmı ithâm etmekle icmâın hüccet olduğunu İnkâr ediyorlar. Bu bir nevl
şübhedir velev ki batıl olsun.
Hazreti Ali'nin
Allah olduğunu ve Cibrîl'in hata ettiğini iddia edenler böyle değildir. Zira bu
iddia bir şübheden ve ictihaddan ileri gelmiş değil. sırf hevâ ve hevesden
ibârettir. Meselenin tamamı Münye şerhindedir. Oraya müracaat et! Ben bu makamı
«Tenbih-ül-ûlât vel huttâm...» adlı eserimde izah ettim.
«Çünkü bu
yaptıkları bir te'vil ve şübhe neticesidir.» Cümlesi tekfir edilmemenin
illetidir. Kemal ibn Hümâm tahrir nâm eserinin sonunda şunları söylemiştir:
«Allah'ın sıfatlarının zatı üzerine zâid manalar olduğunu kabul etmeyen kabir
azâbını, şefâatı, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı
görmeyi inkâr eden mûtezile tâifesi gibi Cahil bid'atcıların cehli özür
sayılamaz. Çünkü kitap ve sünnet sahihadan müteşekkil deliller açıktır. Ama
tekfir edilemezler. Çünkü bunlar Kur'an veya hadis yahud akılla istidlâl
ederler. Bir de Ehl-i kıblenin tekfir edilmesi yasaktır. Onların şâhidlikleri
kabul edileceğine icmâ vaki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine
şahidliği câiz değildir. Hattabiye fırkasının şâhidliğinin kabul edilmemesi
kâfir olduklarından değil. kendi fikirlerinde olan kimse için yalancı
şâhidliğini meşru gördükleri içindir. Bu söze: «Günâhı mubah saymak küfürdür.»
diyen itiraz olunmuş. Bu itiraza da: «Şâyed inaddan dolayı ve delilsiz ise
küfürdür. Şer'î delilden dolayı ise küfür değildir. Bid'atcı istidlâlinde
hatâlıdır. İnatçı değildir. Kullarının kalplerini Allah bilir!» diye cevap verilmiştir.
METİN
Eğer dinden olduğu
bizzarura bilinen bir şeyi inkâr ederse bundan dolayı tekfir edilir. Allah
Teâlânın sâir cisimler gibi bir cisim olduğunu söylemesi ve ebu Bekir Sıddîkın
sahabî olduğunu inkâr etmesi bu kabildendir. Böyle birine uymak aslâ sahih
değildir. Bu bellenmelidir.
Veled-i zinânın
imamlığı dahi mekruhtur. Bu kerahat onlardan daha münâsip başkaları bulunduğuna
göredir. Başkaları bulunmasa kerahet yoktur. Bunu inceleyerek Bahır sahibi
söylemiştir, Nehir nam eserde Muhit'ten naklen: «Bir kimse fâsıkın veya
bid'atçının arkasında namaz kılarsa cemâat fazîletine nail olur.» denilmiştir.
Kezâ emredin (tüysüzün) sefihin, felclinin, abraşlığı şuyu bulmuş kimsenin içki
içenin, fâiz yiyenin, kouculuk yapanın, riyakârın, tasannuğ yapanın (kendine
fazla çeki düzen verenin) ücretle imamlık yapanın arkasında namaz kılmak
mekruhtur. Kuhistânî.
İZAH
Ebu Bekir (r.a.)
sahabi olduğunu inkâr etmek Teâlâ hazretlerinin: «Hâni arkadaşına mahzun olma!
diyordu...» Ayeti kerimesini yalanlamaktır. H.
Fetih'de
Hulâsa'dan naklen: «Ebu Bekir'in veya Ömer'in hilâfetini inkâr eden kâfir
olur.» denilmektedir. İhtimal murad: Hilâfeti Hak ettiklerini inkârdır. Bu
eshabın icmâına muhaliftir. Fiilen halifelik yaptıklarını inkâr etmek murad
değildir. Bahır.
«Ebu Bekir'le
Ömer'in hilâfetlerini inkâr eden kâfir olur.» sözünü «Şübheden neş'et
etmiyorsa» diye kayıtlamak icap eder. Nitekim Münye şerhinden naklen yukarıda
görmüştük. Hazreti ebu Bekir'in sahabî olduğunu inkâr böyle değildir.
«Böylesine uymak
aslâ sahih değildir.» Cümlesindeki «aslâ» sözü te'kiddir. Maksad şu halde
olursa şöyle olur, bu halde olursa böyle olur demek değildir. Çünkü burada
muhtelif holler yoktur. H.
Veled-i Zinânin
imamlığı dahi mekruhtur. Çünkü onu terbiye edecek öğretecek babası yoktur. Bu
sebeple ekseriyetle câhil yetişir. Bahır. Yahud cemaat kendisinden nefret
ettiği için mekruhtur.
«Bir kimse fâsıkın
veya bid'atçının arkasında namaz kılarsa cemaat fazîletine nâil olur.» Sözü,
bunların arkasında namaz kılmanın yalnız kılmaktan evlâ olduğunu gösterir.
Lâkin verâ ve takvâ sahibi bir imamın arkasında nâil olduğu sevaba nâil olamaz.
Çünkü bir hadisi şerifte: «Bir kimse takva sahibi bir âlimin arkasında namaz
kılarsa bir Peygamberin arkasında kılmış gibi olur.» buyurulmuştur.
Hılye sahibi:
«Hadis tahric edenler bu hadisi bulamamışlardır.» diyor. Evet, Hâkim
Müstedrekinde merfu olarak şu hadisi tahric etmiştir: «Eğer Allah'ın namazınızı
kabul etmesini dilerseniz size hayırlılarınız İmam olsun. Çünkü onlar sizinle
rabbiniz arasında sizin (gönderilmiş) heyetinizdir.»
Anlaşıldığına göre
emredin yani sakalı bıyığı bitmemiş gencin arkasında namaz kılmanın keraheti
dahi kerahet-i tenzihiyedir. Kezâ Rahmetî'nin dediği gibi anlaşılan emirden
murad güzel yüzlü oğlandır. Çünkü fitneye mahaldır. Acaba burada da «cemâatın
en âlimi ise kerahet kalmaz.» denilir mi? kerahetin sebebi şehvet korkusu ise
-ki daha ziyâde anlaşılan budur- kerahet kalmaz denilemez. Sebep cehlinin
fazlalığı veya cemaatın nefreti ise evet kerahet kalmaz, denilir. Anlaşıldığına
göre güzel yanaklı ve şehveti uyandıran herkes emred gibidir.
Şu da var ki,
Medenî'nin haşiyesinde fetevâi afifiye'den nakledildiğine göre Allâme
Abdurrahman bin İsâ el-Mürşidî'ye sormuşlar: «Bir kimse yirmi yaşına varırda
sac bitme zamanı geçdiği haldeyanağında saç bitmezse bununla emred olmaktan
çıkar mı? bilhâssa çenesinde sakalsız olmadığını gösteren kıllar çıkmışsa bu
kimsenin imam olmak hususunda hükmü kâmil erkekler gibimidir; değilmidir?»
demişlerdir. Mürşidî şu cevabı vermiş: «İbn-i Şiblî nâmıyla maruf müteehhirîn
hanefiye ulemasından allâme Ahmed Bin Yunus'a bunun gibi sual sormuşlar da
kerahetsiz câizdir diye cevap vermiş; bu sana örnek almaya yeterde artar da!
demiş. Allah-u âlem. Bu mesele müftî Muhammed tâceddin Kaleî'ye de sorulmuş o
da ayni şekilde cevap vermiştir.
SEFİH: Şeriatın
veya aklın gerektirdiği şekilde güzel tasarrufda bulunamayan akılsız kişidir.
Şârih hacr bahsinde bundan söz edecektir. T.
Bir ayağı ile
yürüyen topal da felcli ve abraşlığı şuyû bulan kimse gibidir. Ondan başkasına
uymak evlâdır. Tatarhâniye, Bercendî'nin bildirdiğine göre cüzamlıda böyle
olduğu gibi Fetevâyı Sofiye'nin Tühfe" den nakline göre tenasül âleti
kesik olan (mecbup) şiddetli çişi gelip toplanan ve bir eli olmayan kimselerde
öyledir. Bunlarda anlaşılan illet ve sebep cemaatın nefretidir. Onun için
abraşı «şuyu» bulmakla kayıtlamıştır. Tâki anlaşılmış olsun. Bir de felcli ve
mecbup gibi kimseler tahareti mükemmel yapamazlar. Çişi birikmiş ve emsâli
kimselerin o halde namaz kılmaları zaten mekruhtur.
Şârih'in: «içki
içenin ilh...» den tasannu yapana kadar söyledikleri metindeki Fâsıkın imamlığı
da mekruhtur.» Sözünün yanında tekrardan ibâret kalır. H.
KOĞUCU: Fesadlık
çıkarmak için insanlar arasında laf taşıyan kimsedir. Koğuculuk büyük
günahlardandır. Koğucunun sözünü kabul etmek haramdır.
Riyakâr: Yaptığını
başkaları görsün diye yapan gösterişcidir. Bunun ibâdetleri güzel yapar
görünmeye özenmesiyle müsavidir.
Tasannucu.
ibâdetleri güzel yapmağa özenendir. Bu ötekilerden daha hususidir. T.
Ücretli imamdan
murad: Bir sene yahud altı ay gibi bir müddet zarfında namaz kıldırmak için
ücretle tutulan imamdır. Vakfın şart koştuğu maaş bu kabilden değildir, çünkü o
sadaka ve nafakadır. Rahmetî. Yanı hem sadakaya hem ücrete benzer. Nitekim
Allah'ın izniyle vakıf bahsinde gelecektir.
Halbuki bu hususta
müftâbih kavl Müteehhirîn ulemanın mezhebidir ki, o da ücretle kur'an okutmanın
ve ücretle imamlık müezzinlik yapmanın câiz olmasıdır. Çünkü zaruret vardır.
Sırf Kur'an okumak için ücret vermek ve zarurî olmayan sair ibâdetler için
ücretle adam tutmak bunun hilâfınadır. Bu aslâ câiz değildir. Nitekim inşallah
icâre bahsinde gelecektir.
METİN
İbn-i Melek:
«Şâfiî gibi muhalif mezhepten birinin arkasında namaz kılmak da mekruhtur.»
İbâresini ziyâde etmiştir. Lâkin Bahır nâm kitabın vitir bahsinde: «Riâyetkâr
olduğunu yüzde yüz bilirse mekruh olmaz; riayetkâr olmadığını bilirse sahih
olmaz, şübhe ederse mekruh olur.» denilmiştir.
İZAH
Mutemed olan kavil
Bahır'ın söylediğidir. Çünkü muhakkık ulema bu kavle meyletmişlerdir. Mezhebimizin
kâideleri de buna şâhiddir, Ulemâdan bir çokları: «İmamın âdeti hilâf yerlerine
riâyetise câizdir. Değilse caiz değildir.» demişlerdir. Bunu yukarıda adı geçen
Sindî söylemiştir. H.
Ben derim ki: Bu
söz, itibar uyan kimsenin reyine olduğuna binaendir ki. esah olan da budur.
Bazıları imamın reyine itibar edileceğini söylemişlerdir. Bir cemaat da bu
kavli tercih etmişlerdir. Nihâye sahibi: «Bu kavl kıyasa daha uygundur.»
demiştir. Buna göre imam hilâf yerlerine dikkat etmese bile uymak sahihtir. Nitekim
vitir bâbında gelecektir.
«Riayetkâr
olduğunu yüzde yüz bilirse mekruh olmaz.» ifâdesinden murad: O namazın şart ve
rükün gibi farzlarında hilâfa riâyet etmesidir. Velev ki vacip ve sünnetlerde
riâyet etmesin. Nitekim Bahır ve Münye şerhinden anlaşılan da budur. Münye
şerhinde şöyle denilmiştir: Fer'î meselelerde bize muhalif olan Şâfiî gibi
birine uymaya gelince: Uyan kimsenin itikadına göre imâmın namazı bozacak bir
hâli bilinmedikçe bu caizdir. Bunun üzerine icma vardır. Yalnız keraheti olup
olmadığında ihtilaf edilmiştir.»
Görülüyor ki:
«Namazı bozacak bir şey» diye kayıtlamış başka bir şeyle kayıtlamamıştır. Molla
Aliyyül-Kârî'nin «el-ihtidâ fi-l-iktidâ» adlı risâlesinde şu izahat vardır:
«Umumiyetle ulemamıza göre imam hilâf yerlerine dikkat ve ihtiyat gösterirse
ona uymak câiz; dikkat etmezse câiz değildir. Mânâ şudur: Dikkat ederse
kendisine uymak kerahetsiz câizdir. Dikkat etmezse kerahetle câiz olur. Sonra
dikkatli gereken mühim yerler şunlardır: Kan aldırmak; veya kusmak yahud burunu
kanamak gibi bir hâl başına gelmişse abdest almış olmalıdır. İmamın mezhebine
göre sünnet bize göre müstehap olan rükû ve secdeler arasında el kaldırmak,
besmeleyi âşikâra ve gizli çekmek gibi hususatta hilâfa riâyet lazım değildir.
Bu ve emsâli yerlerde hilâftan kurtulmak mümkün değildir. Binaenaleyh herkes,
mezhebine Tâbi olur kimse âdetinden men edilemez.»
Hayreddîn
Remlî'nin Eşbah hâşiyesinde: «İmamdan namazı bozacak bir şey tahakkuk etmedikçe
benim kalbim kerahet bulunmadığına yatıyor.» deniliyor. Hâşiye sahibinin
incelemesine göre imamın farzlarda vaciplerde ve sünnetlerde hilâfa riâyet
ettiğini bilirse kerahet yoktur. Üçünde de riâyet etmediğini bilirse sahih
olmaz. Hiç bir şey bilmezse mekruh olmaz. Çünkü bize göre bazı terki vacip olan
şeylerin ona göre fiilî sünnettir. Zâhire göre o bunları yapar. Yalnız son
ikisinde terk ettiğini bilirse mekruh olmamak gerekir. Zira vâcibin terki
ihtimalinde mekruh olursa tahakkuku halinde evleviyetle mekruh olur. Yalnız
üçüncüde terk ettiğini bilirse ona uymaması gerekir. Çünkü cemaat vaciptir.
Binaenaleyh kerahet-i tenzihiyeyi terk etmeye tercih olunur.» Allâme Bîri bu
hususta hâşiye sahibinin geçmiş; ondan önce risâlesinde bunun benzerini
yazmıştır. Hatta o kimsenin yalnız başına kılmasının ona uymaktan efdal olduğunu
iddia ile şöyle demiştir: «Çünkü şübhesiz o imam namazında bize göre iâdesi
vacip veya müstehap olan bir şey yapacaktır.»
Lâkin bu sözü bir
başkası yine risâle yazarak red etmiştir. Bu reddiyeyi te'yid eden sözleri sana
duyurduk. Evet, Şeyh Hayreddin'in, Şâfiî Remlî'den naklettiğine göre başkasına
uymak imkanı varken o da muhalif mezhepden birine uymanın mekruh olduğuna kâil
imiş, Bununla beraber ona göre dahi muhalif imama uymak yalnız kılmaktan
efdaldir: cemâat fazîletim kazanır. Büyük Remlî'debununla fetva vermiş, Supkî
ve diğerleri de buna itimad etmişlerdir.
Şeyh Hayreddîn
şöyle demiştir: «Hâsılı bu hususta ulemanın ihtilafı vardır. Bize uymanın
sahih, fâsid veya efdal olması hakkında onlar bir illet olursa bizde onlar
aleyhinde aynı şekilde illet bulunur. Remlî'nin itimad ettiği ve fetvâ verdiği
kavli sen duydun. Fakirde hanefî'nin Şâfiî'ye uyması meselesinde onun dediğini
derim. İnsaflı fakîh bunu teslim eder.» Kısaltarak alınmıştır.
Yani iki mezhebin
iki âlimi - ki biri Hanefî Remlî, diğeri Şâfiî remlî'dir - ittifak ettikten
sonra söyleyecek söz kalmaz. Ve şu netice hasıl olur: Başkası bulunmayınca
farzlarda muhâlif mezhebe riâyet eden muhalifin arkasında namaz kılmak
efdaldir. Kendi mezhebinden bir başkası bulunursa mezhebine muvâfık imama uymak
efdal olur.
Şimdi şu mesele
kalır: Bir mescidde bir kaç cemâat olur da o kimse mescide vardığında önce
Şâfiîler cemaat olurlarsa Tahtavî'nin ibn-i Nüceymin risâlesinden nakline göre
Şâfiî'ye uymak efdaldir. Hatta geciktirmek mekruhtur. Çünkü bir mescidde cemaatın
tekrarı bize göre mekruhtur. Mutemed olan kavil budur. Meğer ki ilk cemaat o
mescidin cemaatından olmasın; yahud cemaatla kılınan namaz mekruh vecihle edâ
edilmiş olsun. Bir de şu var ki, Şâfiî namaz kıldırırken o Hanefî iki şıktan
hâli değildir. Ya Hanefî imamı beklemek için sünnet kılacaktır, ki bu yasak
edilmiştir. Zira Peygamber (s.a.v.): «Namaza duruldu mu farz namazdan başka
namaz yoktur.» buyurmuştur. Yahud oturacaktır; bu da mekruhtur. Çünkü muhtar
kavle göre Şâfii'lerin cemâatında bir kerahat olmadığı halde cemâattan
kaçınmıştır.»
Bu ifâdenin bir
benzeri de Medenî'nin hâşiyesindedir. O bu sözü babası Muhammed Ekrem ile
Muhakkıkîn ulemanın sonuncusu Seyyid Muhammed Emin Pîr padişahdan ve şeyh
İsmail Sirvânî'den nakletmiştir. Bu zevât dahi namazı ilk cemaatla kılmanın
efdal olduğunu tercih etmişlerdir. Şeyh Abdullah el-Afîf. Fetevây-ı Afîfiye
adlı eserinde Abdurrahman Mürşidî'den naklen şöyle demiştir: «Üstâdımız
Şeyh-ul-İslâm ve Mekke'nin müftüsü Hanefî Ali bin Cârullah. Zahire Kâbe'de ilk
cemâatı Şâfiiler teşkil ettiklerinde dâima onlarla namaz kılardı. Onlara
uymakda ben de ona uyardım.»
Allâme İbrâhim
Bîrî bunlara muhalefet etmiş; Şâfiîler vâcip ve sünnetlere riâyet etmedikleri
için onlara uymanın mekruh olduğunu, mezhebinin imamı yetişmezse yalnız başına
kılmanın efdal olduğunu söylemiştir. Bu zevâta Kemal b. Hümâm'ın Tilmîzi allâme
Rahmetullah Sindî dahi muhâlefet etmiş: «İhtiyat Şâfiî imama uymamaktadır.
Velev ki mezhebine riâyet etsin.» demiştir. Molla Aliyyülkârî'de muhaliftir
Aliyyülkârî'nin Şâfiîlere uymanın mekruh olmadığını söylediğini evvelce
bildirmiştik. Sonradan şunları söylemiştir: «Zamanımızda olduğu gibi her
mezhebin imamı bulunursa geciksin gecikmesin efdal olan mezhebin imamına
uymaktır. Müslümanların âmmesi ve kavli beğenmiş; Haremeyn, Kudüs, Mısır ve Şam
halkından mü'minlerin cumhuru bununla amel etmişlerdir. Şâz olanlarına itibar
yoktur.»
Kalbin meyl ettiği
taraf şudur ki: Forzlara riâyetsizlik göstermedikçe muhâlif mezhebin
imamınauymakta kerahet yoktur. Çünkü sahabe ve tâbiinden bir çokları müctehid
imamlardı. Halbuki mezhebleri muhtelif olmasına rağmen bir imamın arkasında
namaz kılarlardı. Bir kimse namaz saflarından uzakta mezhebinin imamını beklese
cemaattan yüz çevirmiş olamaz. Çünkü o kimsenin bu cemaattan daha mükemmel bir
cemâat arzu ettiği malumdur. Bir mescidde bir kaç cemaat teşkil etmenin mekruh
olduğu ise bâbın başında bahis mevzuu etmiştik. Allah-u alem.
METİN
Cemâat razı olsun
olmasın kıraat ve zikirlerde namazı cemaata sünnet miktarından fazla uzatmak
kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur, Çünkü hafif tutma emri mutlaktır. Nehir.
Şurunbulâliye'de:
«Muâz hadisinin zâhiri cemâatın mutlak surette en zaif olanının namazından uzun
tutmayacağını gösteriyor.» denilmiştir. Onun için Kemâl: «Ancak zaruretten
dolayı olursa o başka!» demiştir. Sahih rivayetle sâbit olmuştur ki Peygamber
(s.a.v.) bir çocuğun ağladığını işitince sabah namazında muavvezeteyni
okumuştur.
Kadınların cenâze
namazından başka namazlarda - Velev teravihde olsun - cemaat teşkil etmeleri
keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü cenâze namazının tekrarı meşru
olmamıştır. Kadınlar yalnız başlarına kılsalar birinin namazı bitirmesiyle
fırsat ötekilerin elinden gitmiş olur. Cenâze namazında kadın erkeklere imam
olursa namaz tekrar kılınmaz. Çünkü kadının kılması ile farz sâkıt olmuştur.
Ancak (abdesti bozulan) imam kendi yerine kadını çekerde arkasında erkek ve
kadınlar bulunursa hepsinin namazları bozulur.
İZAH
Kırâat ve
zikirleri sünnet miktarından fazla uzatmanın kerahati tahrimiye ile mekruh
olduğunu Bahır sahibi aşağıdaki hadisdeki hafif tutma emrinden almış ve şöyle
demiştir: Bu emir vücûp ifâde eder, meğer ki değiştiren bir şey buluna bir de
uzun tutmakta başkasına zarar vardır. Nehir sâhibi de buna cezm etmiştir.
Sünnet miktarından fazla ifâdesini Bahır sahibi Sirâc ile muzmerata nisbet
etmiş ve: Bunu Fetih sahibi inceleyerek beyan etmiştir. Bazı imamların vehme
kapılarak sabah namazında başka namazlarda olduğu gibi az bir miktar okumaları
doğru değildir, demiştir.
Makul olan hafif
tutma emri sahihayndaki şu hadistir: Biriniz cemâata namaz kıldırırsa hafif
tutsun. Çünkü içlerinde zaif, hasta ve ihtiyarları vardır. Yalnız başına
kılarsa istediği kadar uzatsın. Şârih bu hususta Bahır sâhibine tâbi olmuştur.
Şeyh İsmâil kendisine itiraz etmiş:
Emri bu şekilde
Ta'lil cemâat olduğu yani birkaç kişiden ibâret bulunduğu vakit kerahet
kalmayacağını ifâde eder. Bahır'ın sözünü sayısız
cemâata
hamletmekde mümkündür.
Şurunbulâliye'nin
sözü sünnet miktarından fazla ifâdesine mukâbildir. Hasılı şudur: İmam mutlak
surette cemâatın haline göre okur. Yani velev ki sünnet miktarından az olsunlar
demektir. Ama söz götürür: Evvelâ bu söz yukarda geçtiği gibi Sirac ve
Muzmerat'tan nakledilene aykırıdır.
İkincisi: Sünnet
miktarı cemâatın en zaif olanının namazından fazla değildir. Çünkü Peygamber
(s.a.v.) kendisine zaif ve hastaların uyduğunu bildiği halde bunu yapardı ve
ancak zaruretzamanında bırakırdı.
Üçüncüsü: Hazreti
Muâz'ın - kavmi kendisini Peygamber (s.a.v.) şikâyet edip de: Sen fitnebazmısın
yâ Muâz? buyurdukları vakit - kırâatı ancak sünnet miktarından fazla idi. Kemâl
feth-ul Kadîr'de şöyle diyor: Araştırdığımıza göre uzatma, sünnet miktarından
ziyâde okumaktır. Zira Peygamber (s.a.v.) bunu yasak etmiştir. Sünnet miktarı
onun okuduğudur. Binaenaleyh onun yasak ettiğinin âdet edindiğinden başka
olması mutlaka lazımdır. Meğer ki zaruret buluna.
Müslim'in
rivayetine göre Peygamber (s.a.v.)in söylediklerini söylediği vakit Muâz bakara
suresinden okumuştu. O rivayette şöyle denilmektedir: Muâz bakaraya başlamıştı.
Derken bir adam safdan ayrılarak selâm verdi. Sonra yalnız başına kılarak
gitti. Peygamber (s.a.v.)in: Cemaata imam olduğun vakit Veş Şems ile Seb Bih'i
(E'lâ sûresini) ikrâ ile Vel Leyli'yi oku. Buyurması namaz yatsı namazı olduğu
içindir. Mu'az'ın kavmi muhakkak surette mazur idi. Tenbellik ettikleri yoktur.
Onlara bunu bu özürden dolayı emir buyurdu. Nitekim bildirildiğine göre
Peygamber (s.a.v.) sabah namazında muavvezeteyni okumuş namaz bitince Eshab:
«Kısa kestin demişler, o da: Bir çocuğun ağladığını işittim de annesinin aklı
gider diye korkdum.» buyurmuşlar. Kısaltılarak alınmıştır.
Kemâl'in sözünden
anlaşılıyor ki, sünnet miktarı kıraattan ancak zaruret dolayısıyle az
okunabilir. Nitekim çocuğun ağlaması sebebiyle muavvezeteyn surelerini okuması
böyle olmuştur. Muâz hadisinden de anlaşılıyor ki, cemâatın zaifliğinden dolayı
sünnet miktardan azaltma yapılmaz. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Muâz'a yatsı
namazında sünnet miktarından az bir şey tâyin etmemiştir. Kavminin özrü
tahakkuk ettiği halde ona sünnet miktardan fazla okumamasını tenbih etmiştir.
Binaenaleyh
Şurunbulâlî'nin hadisden anladığı ve Kemâl'in sözünü de hamlettiği mana açık
değildir. Evet Bahır'ın vitir ve nâfileler babında terâvih hakkında söz ederken
Müctebâ'ya nisbet edilerek şöyle denilmiştir: İmam Hasan'ın İmam-A'zam'dan
rivayetine göre bir kimse farz namazda Fâtiha'dan sonra üç âyet okursa iyi
etmiş, isâet işlememiş olur. Lâkin bu söz bizim söylediklerimize aykırı
değildir. Çünkü bu adam vacip miktarı okumakla iyi etmiş olur. Ama isâet
işlememiştir. Yani şiddetli kerahet derecesine varmamıştır. Çünkü cenâze
namazının tekrarı meşru olmamıştır.
Feth'ul Kadîr'de
şöyle denilmiştir: Bilmiş ol ki, kadınların cenâze namazında cemaat olmaları
mekruh değildir. Zira bu namaz farzdır. öne geçmeyi terk etmek mekruhtur.
Binaenaleyh mesele farzı yapmak için mekruhu terk için farzı terk arasında
devretmektedir. Ve birincisi vâcip olur. Kadınların başka namazlarda cemaat
olmaları bunun hilâfınadır. Yalnız kılarlarsa içlerinden biri önce kılacaktır ve
ötekilerin namazları nâfile olacaktır. Halbuki cenâze namazını nâfile olarak
kılmak mekruhtur. Şu halde o kadının namazını bitirmesi kalanların namazlarının
farziyet sıfatının bozulmasını icap eder. Nasıl ki son oturuşu terk eden
kimsenin beşinci rekatı secde ile kayıtlaması da namazın farz sıfatının
bozulmasını icap eder. Bu izahın bir misli de Bahır ve diğer kitablardadır.
Bunun ifâde ettiği mânâ şudur: Cenâze namazında kadınların cemâat olması,
başkaları bulunmamak şartiyle vaciptir. Bunun vechi kadınlardan biri evvela
kılınca kalanlarının namazlarının farziyeti bozulmasından korunmak olsa
gerektir. Burada şöyle denilebilir: Erkeklerayrı ayrı kılarlarsa bu namaz
hakkında da ayni şey lâzım gelir. Şu halde erkeklerin cenâze namazında cemâat
olmaları vacip olmak lazım gelir. Halbuki açıkça bildirildiğine göre cenâze
namazında cemaat vacip değildir.
Cenâze namazında
kadın erkeklere imam olursa namaz tekrarlanmaz. Çünkü tekrar kılınsa mekruh
nâfile namaz olur. T. Çünkü kadının kılması ile farz sâkıt olmuştur. Kadının
kılması diye kayıtlanması, erkeklerin namazı namaz olmadığı içindir. H.
İmam kendi yerine
kadını çekerde arkasında erkek ve kadınlar bulunursa hepsinin namazları
bozulur. Bu hüküm cenâzeye mahsus değildir. Diğer namazlarda böyledir.
Erkeklerle imamın namazlarının bozulması, erkeklerin kadına uymaları sahih
olmadığı içindir. Öne geçen kadınla diğer kadınların namazlarının bozulması ise
evvelâ kâmil bir tahrimeye girdikleri içindir. Kâmil tahrimeden nâkıs tahrimiye
geçmişlerdir. ki, bir farzdan başka bir farza intikal etmiş gibi olurlar.
Nitekim Bahır da da böyle denilmiştir. Ta'lilin zâhiri sırf kadın olsalar yine
namazının bozulmasını iktiza eder. Bunu Ebu's-Suûd söylemiştir. T.
Daha açık ta'lil
şöyle olur: İmam kendi yerine geçene uymakla arkasındakilerin namazı bozulur.
Hatta imamlığa elverişli olmayan birini kendi yerine geçirmekle kendi namazı
bozulur, arkasındakilerinde böyledir. Rahmetî.
METİN
Kadınlar cemâat
olurlarsa kadın imam, ara yerlerine durur. öne geçerse günahkâr olur. Yalnız
hunsâ müstesnâdır. O kadınlardan ileri, geçer. Çıplaklar gibi ki onların imamı
da ortalarına durur. Ve cemaat olmaları keraheti tahrimiye ile mekruhtur.
Fetih.
Kadınların
cemaatlara gitmeleri cuma, bayram ve vaaz için bile olsa mutlak surette
mekruhtur. Velev ki ihtiyar olsun ve geceleyin gitsin! Müftabih mezhep budur.
Çünkü zaman bozulmuştur. Kemâl inceleme yaparak pek ihtiyar kadınları istisnâ
etmiştir.
Nitekim bir evde
kadınların orasında yalnız bir erkek bulunurda başkası hatta o erkeğin
kızkardeşi gibi bir mahremi kansı veya cariyesi bulunmazsa kadınlara imam
olması da mekruhtur. Ama yanlarında bu söylenenlerden biri bulunursa yahud
kadınlara mescidde imam olursa mekruh olmaz.
İZAH
Kadınlar cemaat
olurlarsa kadın imam aralarına durur. Tam ortalarına dahi durabilir. Öne
geçerse günahkâr olur. Bundan anlaşılır ki aralarına durması vâciptir. Nitekim
Fetih'de bu açıkca ifâde edilmiştir. Namaz sahihdir. Ama imam aralarına
durmakla kerahet kalkmaz. Ortalarına duracağının gösterilmesi bu şeklin öne
geçmekten daha az mekruh olmasındandır. Nitekim Sırâc'da beyan edilmiştir.
Hunsânın istisnâ edilmesi, aralarına durduğu takdirde hem kendisinin hem
kadınların namazı bozulacağı içindir. Çünkü hunsâ erkek olduğu takdirde kadınla
bir hizâya gelince namazı bozulur. Onun namazı bozulunca bittabi kadınların
namazı da bozulur.
«Çıplaklar gibi ki
onların imamı da aralarına durur.» Musannıf bununla yapılan teşbihin her
cihettenolmadığına işaret etmiştir. Benzerlik sadece yalnız kılmak lazım
geldiğinde ve cemaatla kılarlarsa imamın ortaya durması hususundadır. Yoksa
sâir yerlerde ayrılırlar. Çıplaklar oturarak namaz kılarlar. Bu onlar hakkında
efdaldir. Kadınlar ise ayakta kılarlar. Nasıl ki Bahır'da beyan edilmiştir.
«Velev ki ihtiyar olsun ve geceleyin gitsin.» ifâdesi mutlak beyândır. Yani
genç olsun İhtiyar olsun. gündüz olsun gece olsun kadının cemâata gitmesi
mekruhtur. Müftabih mezhep budur. Maksad müteehhirîn ulemanın mezhebidir.
Bahır sahibi diyor
ki: «Müteehhirîn ulemanın itimad ettikleri bu fetva İmam- A'zam'la imameynin
mezheplerine muhaliftir denilebilir. Zira naklettiklerine göre genç kadın
cemaata gitmekten bil'ittifak ve mutlak surette men edilir. İhtiyar kadın ise
İmam-A'zam'a göre öğle ikindi ve cumadan başka namazlarda cemâata gidebilir.
Yani imameyne göre mutlak surette cemaata devam eder. Şu halde ihtiyar kadın
bütün namazlarda cemaata gidemez diye fetva vermek hepsinin kavillerine
aykırıdır. İtimad İmam-A'zam'ın mezhebinedir.» Nehir sâhibi buna itirazla şunu
söylemiştir: «Bu da söz götürür. Bilakis bu hüküm İmam-A'zam'ın kavlinden
alınmıştır. Şöyle ki: İmam-A'zam ihtiyar kadını bir sebepden dolayı cemaatten
men etmiştir. O sebep de fazla şehvettir hüküm şuna binaen ki fâsıklar akşam
namazında her tarafa dağılmazlar. Çünkü yemekle meşguldürler. Yatsı ile sabah namazlarında
ise uyurlar. Fisk ve fücurleri galebe çalarak zamanımızda olduğu gibi bu
vakitlerde de dağıldıklarını hatta onları aradıklarını farz edersek onlarda da
men edileceği gün gibi meydandadır.» Kemâl inceleme yaparak müteehhirînin
verdiği fetvâdan pek fazla ihtiyar kadınları istisnâ etmiştir. Çünkü zikri
geçen illet yoktur. Binaenaleyh bu hususta hüküm İmam-A'zam'ın kavline göre
kalır.
Kadınların
arasında yalnız bir erkek bulunursa ilh... ifâdesinden anlaşılıyor ki. ecnebi
bir kadınla halvet (yani baş başa kalmak) başka bir ecnebi kadının bulunmasiyle
ortadan kalkmaz. Başka bir adamın bulunmasiyle ortadan kalkar.
«Kızkardeşi gibi
tâbiri şârihin sözüdür. Bunu bir çok nushalarda gördüğüm gibi Hazâin nâm
eserinde de kendi yazısı ile okudum. Siyah mürekkeble yazmış. Bu gösteriyor ki
mahremden murad rahimden (yani akrabalıktan) meydana gelen haramlıktır. Zira
ulema sütkızkardeşle ve genç üvey ana ile başbaşa kalmanın mekruh olduğunu
söylemişlerdir.
Kadınlara mescidde
imam olmak mekruh değildir. Çünkü orada halvet tahakkuk etmez. Onun için bir
kimse karısiyle mescidde baş başa kalsa halvet sayılmaz. Nitekim gelecektir.
Rahmeti.
METİN
Bir kişi - çocuk
bile olsa - imamın sağına ve onun tam hizasına durur. Kadın olursa arkasına
durur. Mezhep budur. Başa itibar yoktur. İtibar küçük bile olsa ayağadır. Esah
kavle göre imama uyanın ayağının çoğu imamdan ileriye geçmedikçe namaz
bozulmaz. Tek kişi imamın soluna durursa bil'ittifak mekruh olur. Kezâ arkasına
durursa esah kavle göre mekruhtur. Çünkü sünnete muhâlefet etmiştir. Birden
fazla olan cemaat imamın arkasına dururlar. İmam iki kişinin ortasına durursa
tenzihen mekruh ikiden fazla cemaatın ortasına durursa tahrimen mekruh olur.
İZAH
Cemâat bir
kadından ibâret olursa imamın arkasına durur. Kadınla birlikte bir de adam
bulunursa imam adamı kendi sağına, kadını arkalarına alır. Erkekler iki olursa
onları arkasına, kadını da onların arkasına durdurur. H.
Bir kadının imamın
arkasına durması erkeğe uyduğu takdirdedir. Kendisi gibi bir kadına uyarsa
arkasına durmaz. Bunu Bercendî'den naklen Tahtavî söylemiştir. «Mezhep budur.»
İmam Muhammed'den rivâyet olunan «parmaklarını imamın ökçesi hizâsına koyar.»
sözü buna muhaliftir. Bahır.
Sağ tarafına
durmasını bir kişiye imam emir eder. Namaza durduktan sonra gelmişse eli ile
işaret eder. Çünkü ibn-i Abbâs'dan rivayet olunduğuna göre kendisi Peygamber
(s.a.v.)in soluna durmuş, o da sağ tarafına çekmiştir. Sirac.
İtibar başa değil
ayağadır. İmama uyan kîmsenin ayağı tamamiyle imamın ayağı hizasına gelirde
boyu uzun olduğu için secdede onun önüne geçerse zarar etmez. Ayağı ile
hizâsına durmaktan murad ökçesinin hizasıdır. Ökçesi imamın ökçesi hizâsında
bulunduktan sonra parmaklarının imanınkilerden öne geçmesi, ayakları arasında
pek fazla fark bulunmamak şartiyle zarar etmez. Hatta fazla fark bulunurda
ayakları büyük olduğu için ekseri kısmı imamın ökçesini geçerse sahih olmaz.
Bahır sahibi diyor
ki: «Musannıf itibarın başa değil, yalnız ayağa olduğuna işaret etmiştir. İmam
cemâat olandan daha kısa boylu olurda cemaat olanın başı imamın önüne geçerse
câizdir. Elverir ki ayağı ile imamın hizasında bulunsun yahud ondan biraz geri
durmuş olsun. Kadınla bir hizada bulunmakda böyledir. Nitekim gelecektir.
Ayaklar büyüklüğün küçüklüğün yönünden birbirinden farklı olurlarsa itibar
baldır ve topuğadır. Esah kavle göre cemaat olanın ayağının fazlası öne
geçmezse namazı bozulmaz. Nitekim Müçtebâ'da da böyle denilmiştir.» Bahır
sahibinin sözü burada sona erer. Binaenaleyh Rahmetî'nin tevehhüm ettiği gibi
şârihin söyledikleri yukarda zikir edilenlere aykırı değildir.
Kuhistânî'de şöyle
denilmiştir: «Bu söyleyenler îmâ ile kılmayan hakkındadır. îmâ ile kılanda
itibar başadır. Hatta başı imamın başının arkasında, ayakları onun ayaklarının
ilerisinde olsa namaz sahih olur. Aksi sahih değildir. Nası! ki Zâhidî ve diğer
kitablarda da böyle denilmiştir.»
Ben derim ki:
«Başı imamın arkasında olursa» sözünün bir kayd olmaması icap eder. Geçenlere
kıyâsen onunla bir hizâda bulunduğu zaman da sahih olması gerekir. Kezâ bu
hükmün sağlam imama uyan imacı yahud kendi gibi îmâ, ile kılan birine uyan ve
her ikisi oturarak yahud yatarak ayakları kıbleye gelenler hakkında olması
gerekir. Yani başında olursa imama uyanın onun arkasına yatması şarttır. Başın
aslâ itibarı yoktur.
T E N B İ H :
Şârih'inde başkaları gibi ayak kelimesini müfred kullanması gösteriyor ki,
muhâzî olmakta nazar itibara alınan bir ayaktır. Ama ben bunu açık olarak bir
yerde görmedim. Anlaşıldığına göre o kimse bir ayağı üzerine basmışsa itibar
onadır. İki ayağının üzerine basmışsa biri imamın ayağı hizasında diğeri arkada
olduğu takdirde sahih olacağında söz yoktur. Öteki ayağıinamınkinden önce ise
mühâzata bakarak sahih olur mu yoksa önde bulunana bakarak sahih olmaz mı
düşünecek yerdir. Anlaşılan sahih olmamasıdır. Bu da men eden delili mubah
kılan delile tercih etmekle olur. Nitekim avlanan hayvanın bir ayağı harem-i
şerif içinde bir ayağı dışarda olsa ulema avlanmasının câiz olmayacağını
söylemişlerdir. Ben bu hususta Şâfiî kitablarında tercih ihtilâfı olduğunu
görmedim.
Fer'î bir mesele:
Münyet-ül-Müftî sahibi diyor ki: «Bir kimse imama terasda uysa ve imamın başı
hizasına dursa Hulvanî bu namazın câiz olmadığını; Serahsî ise câiz olduğunu
söylemiştir.»
Tek kişi imamın
soluna durursa bil'ittifak mekruh olur. Anlaşılan bu kerahat, kerahat,
tenzihiyedir. Çünkü Hidâye ve diğer kitablarda sünnete muhâlefet etmekle ta'lil
edilmiştir. Birde kâfi'de: «Câizdir; İsâet etmiş olur.» denilmiştir. Kezâ bu
kavli Zeyleî imam Muhammed'den nakletmiştir. Lâkin namazın sünnetleri bahsinin
başında arzetmiştik ki ulema isâetin kerahetten aşağı mı yahud ondan çirkin mi
olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Biz bu muhtelif görüşlerin arasını
bulmuş; isâet kerahet-ı tahrimiyeden aşağı, keraheti tenzihiyeden daha
çirkindir; demiştik. Oraya müracâat edebilirsin!
«Birden fazla olan
cemaat imamın arkasına dururlar.» Musannıf burada Vikâye sahibine uyarak
Kenz'in ibâresinden ayrılmıştır. Kenz'de: «İki kişi olurlarsa imamın arkasına
dururlar.» denilmiştir. Çünkü namaz iki kişiye mahsus değildir. Maksad birin
üzerinde iki olsun fazla olsun kimse bulunmaktır. Evet, fazlanın hükmü
evleviyetle anlaşılır.
Kuhistânî'de şöyle
deniliyor: «Durmanın şekli: İki kişi olursa birini kendi hizâsına (arkasına)
diğerini onun sağına durdurur. Üçüncü biri gelirse onu birincinin soluna,
dördüncüyü ikincinin sağına, beşinciyi üçüncünün soluna durdurur ve böylece
devam eder.»
Bu sözde namaza
başlandıktan sonra gelenin imamın arkasına duracağına ve ilk imama uyandan geri
kalacağına işaret vardır. Tamamı yakında gelecektir.
İmam iki kişinin
arasına durursa tenzihen mekruh olur. Bir rivayette hiç mekruh olmaz. Ama
birinci kavil esahtır. Nitekim İmdâd nâm eserde de böyle denilmiştir. İkiden
fazla cemaatın ortasına durursa tahrimen mekruh olur. Bundan anlaşılır ki,
imamın safdan îleri geçmesi vaciptir. Nitekim Hidâye'de ve feth-ul-kadîr'de
dahi böyle denilmiştir.
METİN
İmamın arkasında
saf varken bir kişinin onun yanı başına durması bilittifak mekruhtur. Cemâat
saf olurlar. Yani imam bunu emir etmek suretiyle onları sof yapar.
Şumunnî diyor ki:
«İmamı cemâata: Sıkışın; aralıkları tıkayın: omuzlarınızı dümdüz tutun! diye
emir eder.» İmam ortaya durur.
İZAH
İmamın arkasında
saf varken bir kişinin onu yanı taşına durmasından meydana gelen kerahet imamâ
uyana aittir. Bundan imama bir şey yoktur. Yer dar değilse o kimse gerisin
geriye gitmeklezâhire göre kerahetten kurtulur. Ulemânın: «İmamla birlikte
mihrabın yüksek yerinde bir kişi bulunurda kalanları ondan aşağıda kılarlarsa
mekruh olmaz.» Sözleriyle birlikte buna bir bak! Tahtavî'nin beyanına göre bu
ikinci meselenin mevzuu imama uyan onun arkasında bulunduğu zamana mahsustur
demekle mehâlefet ortadan kalkabilir.
Ben derim ki: Ben
bir kişiyi diye tasrih edildiğini görmedim. Ancak imamın yüksek yerde yalnız
kalmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Onunla birlikte cemaattan bazı
kimseler bulunursa mekruh değildir. Buradaki bazı kimseleri cemaattan bir
kısmına hamletmek suretiyle ara bulmakta mümkündür. Böylece buradakine zıd
olmaz. Kezâ aralık bulamasa da bir kişin yalnız başına durmasının mekruh
olduğunu söylemişlerdir.
T E T İ M M E: Bir
kimse imama uyarda başka biri gelirse imam secde ettiği yerde ilerler.
Muhtarat-ün-Nevâzil'de böyle denilmiştir. Kuhistanî'de Cellâbî'den naklen:
«Başka biri geldiğinde imamın sağ tarafındaki cemaat geri çekilir.»
denilmektedir. Feth-ul-kadîr'de ise şöyle denilmiştir: «Bir kimse diğer birine
uyarda üçüncü biri gelirse tekbirden sonra imama uyanı geri çeker; tekbirden
önce çekse de zarar etmez. Bazıları imam ilerler demişlerdir.» Bu sözün
müktezası üçüncü şahıs sonradan imama uyar. İmamın ilerleyeceğini bildiren
sözün müktezası ise imama ilk uyanın yanı başına durmasıdır.
Anlaşılan şudur ki
üçüncü şahsa gelince imama uyanın gerilemesi icap eder. Bunu yaparsa ne âtâ!
yapmazsa üçüncü şahıs namazını bozacağından korkmazsa onu geri çeker. Gelen
şahıs imamın sol tarafına durursa imam ikisinin de geri çekilmelerini işaret
eder. Bu onun ilerlemesinden evlâdır. Çünkü o matbu'dur. Bir de imamın
arkasında saf olmak imamın değil, cemaatın işidir. Onun için imamın yerinde
durması, cemaatın geri çekilmesi daha iyidir. Bunu Feth-ul-Kadîr'de sahihi
Müslim'den nakledilen şu hadis te'yid eder:
«Câbir demiştir
ki: Bir gazâda peygamber (s.a.v.) ile birlikte yürüdüm. Bir ara namaz kılmağa
kalktı. Ben de gelerek soluna durdum. Hemen elimden tutarak beni sağına
döndürdü. Derken ibn Sahr geldi, ve soluna durdu. Bunun üzerine her iki eliyle
tutarak bizi arkasına durdurdu.»
Bütün bunlar imkan
bulunduğuna göredir. İmkan bulunmazsa mümkün olanı yapmak tayin eder.
Yine anlaşılıyor
ki. bunlar son oturuşta olmadığına göredir. Son oturuşta ise üçüncü şahıs
imamın sol tarafına durarak uyar. İlerlese geri!eme olmaz.
«İmam ortada
durur. «Mi'râc sahibi diyor ki: Bekr'in Mebsut'unda beyan olunduğuna göre
sünnet vecih imamın mihrabda durmasıdır. Tâ ki iki taraf denk olsun! İmam safın
bir tarafına durursa mekruh olur. Yaz mescidi kış mescidinin yanı başında
olurda mescid dolarsa iki tarafta cemaat denk gelsin diye imam ortadaki divarın
yanında durur. Esah olan ebu Hanîfe'den rivayet olunan kavildir ki, «Ben imamın
iki direk arasına yahud bir köşeye veya mescidin bir tarafına yahud bir direğe
karşı durmasını kerih görürdüm. Çünkü bu, ümmetin ameline muhaliftir. Peygamber
(s.a.v.): îmamı ortaya alın! Aralıkları tıkayın! buyurmuştur. «İmamın iki
tarafı denkleşti mi imkân bulursa imamın sağ tarafına durur. Safda aralık varsa
onu tıkar. Yoksa başka biri gelinceye kadar bekler. Gelince ikisi arkaya
dururlar. İmam rükû edinceye kadar kimse gelmezse bu meseleyi eniyi bilen
birini safdan çeker. Ve ikisi arkaya dururlar. Bilen kimse bulamazsa biz zarura
safın arkasına imamın hizâsına durur. Özürsüz yalnız başına dursa bize göre
namazı sahihdir. İmam Ahmed buna muhaliftir.
T E N B İ H:
İmam-A'zam'ın yahud bir direğe karşı» demesinden anlaşılıyor ki. imamın
mihrabdan başka bir yerde durması mekruhtur. Bunu daha önceki «sünnet vecih
imamın mihraba durmasıdır.» sözü de te'yid eder. Başka yerde: Sünnet vecih
imamın safın ortası hizasında durmasıdır. Görmüyormusun ki, mihrablar ancak
mescidlerin ortalarına yapılmıştır. Bunlara imamın yeri olduğu için dikkat
gösterilmiştir. Şeklindeki beyanıda böyledir. Anlaşılan bu kalabalık cemaat
için tâyin edilmiş imam hakkındadır. Tâ ki ortaya durmaması lazım gelmesin. Bu
lazım gelmezse mekruh olmaz.
FER'İ MESELE:
Bedâyi'in kâbede namaz bahsinde bildirildiğine göre omdaki imamın makam-ı
İbrahim'e durması efdaldir.
METİN
Erkek saflarının
en hayırlısı - Cenâzeden başka namazlarda - ilk safdır. Ondan sonra sıra ile
diğer saflar gelir. Mescidin içinde yer varken raflarında namaz kılmak
mekruhtur. Ve bir safda yer varken arkadaki safa durmak gibi olur.
Ben derim ki:
Keraheti şâfiilerde söylemişlerdir. Suyûtî «Basu'l-keffifi itmâmi saf» nâm
eserinde: «Bu iş cemâatın asıl bereketini değil, fazîletini yani katlanmasını
kaçırır. (sevabının) katlanması başka, bereketi başkadır. Bereketi, cemaattan
kâmil olanın bereketinin nâkıs olana dönmesidir» demektir. Bir kimse ikinci
safda değil de birinci safda yer bulsa ikinci safı yararak oraya geçer. Çünkü
(boşluğu doldurmayanlar) kusur etmişlerdir. Hadisi şerifde: «Bir aralığı
dolduran kimsenin günahları afv olunur.» buyurulmuştur. «Sizin hayırlılarınız
namazda omuzları en yumuşak olanlarınızdır. Hadisi de sahihdir.
Bundan anlaşılır
ki safda biri yanıbaşındaki yere girmek istediği vakit bedenini sertleştiren ve
bunu riyâ zan eden kimsenin bu yaptığı cehâlettir. Nitekim Bahır'da yeterince
izah edilmiştir. Lâkin musannıf ve başkaları Kınye ile diğer kitablardan buna
aykırı sözler nakletmişlerdir. Sonra safdan birini çekip de gerileyen kimse meselesinde
namazın bozulmadığının sahih kabul edildiğini nakletmiştir. Ortada bir fark
varmı dır? Düzeltilmelidir!
İZAH
Erkek saflarının
en hayırlısı ilk saftır. Çünkü hadislerde rivayet olunduğuna göre Allah Teâlâ
cemâat üzerine rahmetini indirdiği vakit evvelâ imamdan başlar; ondan sonra
rahmet ilk safda onun hizasında bulunana geçer. Ondan da sağında bulunanlara
sonra solundakilere, daha sonra ikinci safdakilere geçer. Meselenin tamamı
Bahır'dadır.
TENBİH
Mi'raç sahibi
şunları söylemiştir: «Bir kimseye eziyet vereceğinden korkarsa efdal olan son
safa durmaktır. Peygamber (s.a.v.): «Bir kimse bir müslümana eziyet veririm
korkusuyla ilk safı terkederse o kimseye ilk safın ecri katlanarak verilir.»
buyurmuştur. Ebu Hanîfe ile imam Muhammed bu hadisle amel etmişlerdir. İlk safa
geçmek imkânı varken geçmemenin mekruh olup olmadığında hilâf vardır.» Yani
eziyet verme korkusu yokken geçmezse demek istemiştir. Ama bu namaza
başlamazdan önce ise böyledir. Namaza dururlarda ilk safda yer kalırsa safları
yarabilir. Nitekim yakında gelecektir.
Hamavî'nin Eşbah
hâşiyesinde Muzmerat'tan o da Nisab'dan naklen şöyle denilmiştir: «İlk safa
evvela biri dururda ondan sonra daha yaşlı veya âlim bir zat gelirse ilk gelen
ona ta'zim için geri çekilip onu ileri geçirmesi gerekir.» Bu söz tâat
sebebiyle tercihin kerahetsiz câiz olduğunu gösterir. Şâfiîler buna muhaliftir.
Eşbah sahibi: «Ben bunu bizim ulemamızdan kimsenin söylediğini görmedim.»
demiştir. AIIâme Bîrî kerahet olmadığına delâlet eden bir takım fer'î meseleler
nakletmiştir.
Teâlâ
hazretlerinin: «Kendilerinin ihtiyacı otsa bile başkalarını nefislerine tercih
ederler.» âyeti kelimesiyle sahih-i Müslim'de ki şu hadisde buna delâlet
ederler: «Peygamber (s.a.v.)e içecek su getirdiler. Ondan içti. Sağında
cemaatın en küçüğü olan ibn-i Abbâs, solunda do yaşlılar oturuyordu. Rasûlüllah
(s.a.v.) çocuğa: Müsaade edermisin bunu şu zevata vereyim? dedi. Çocuk: Hayır
Vallah! cevabını verdi. Bunun üzerine suyu çocuğa verdi.» Şübhesiz siz izin
istemenin müktezası bunun kerahetsiz meşru olmasıdır. Velev ki hilâfı efdal
olsun.»
Ben derim ki:
Meseleyi «bu tâata ondan daha faziletli olan ulemaya ve ihtiyarlara hürmet gibi
bir şey ârız olmazsa» diye kayıtlamak gerekir. Nitekim yukardaki fer'î mesele
ile hadis de bunu ifâde etmektedirler. Çünkü ikisi de çekilmenin ilk safda
durmaktan ve su kaybını haklıya - ki sağında oturandır - vermekten efdal
olduğuna delâlet ederler. Böylece tâat sebebiyle tercih bir tâattan daha
fazîletlisine intikal olur ki o da mezkûr hürmettir. Ama safdaki yerine meselâ:
Âlim ve yaşlı olmayan birini geçirirse tâattan sebepsiz olarak yüz çevirmiş
olur. Bu hareket şer'an matlubun zıddıdır.
Nehirde ki sözü de
buna hamletmek gerekir. Orada şöyle denilmiştir: «Bilmiş ol ki; Şâfiiler tâat
yoluyla tercihin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Mesela bir kimse ilk safda
bulunurda namaza kalkınca başkasını geçirirse taat yoluyla geçirmiş olur. Bizim
kâidelerimiz buna aykırı değildir.»
Diğer bir TENBİH:
Bahır sahibi cuma bâbının sonunda şunları söylemiştir: «Ulema ilk saf hakkında
söz etmişlerdir. Bazıları ilk safın maksura da arkasındaki saf olduğunu, diğer
bazıları da maksuranın arkasındaki saf olduğunu söylemişlerdir. Fakih
ebu-l-Leys bu kavli tercih etmiştir. Çünkü maksuraya girmek memnudur. Amme ilk
safın sevâbına nâil olmak için oraya ulaşamazlar.»
Ben derim ki:
Anlaşılan onların zamanında maksura mescidin kıble divarının içine yapılmış oda
demek imiş, Ümerâ cuma namazlarını bu oda da kılar; düşmandan korktuklarından
halkı bu odaya sokmazlarmış. İlk saf hakkında buna göre ihtilaf edilmiş;
bazıları; maksuranın içinde imamın arkasındaki safdır, demişler; diğerleri ise
maksuranın dışındaki saf olduğunu söylemişlerdir. Fakih Ebu-l-Leys umuma
kolaylık olsunda fazîleti kaçırmasınlar diye bu kavli tercih etmiştir.
Bundanevleviyetle anlaşılır ki. Dımeşk mescidinin ortasındaki ve kıble
divarının dışındaki maksura gibilerde ilk saf içeride imamın arkasındaki ve
dışarıdan iki taraftan ona bitişen safdır. Maksuranın divarları ile saf
kesilmiş olmaz. Nitekim onun içindeki minberle dahi kesilmediği
anlaşılmaktadır. Şâfiîler bunu sarahaten beyan etmişlerdir. Buna göre bir kimse
maksuranın dışındaki ilk saf tamamlanmadan içindeki ikinci safa durursa mekruh
işlemiş olur. İlk safın «imamın arkasındaki safdır.» Yani başka birinin
arkasındaki değildir, diye tarifinden şu mana çıkar: Bir kimse ikinci safda
minberin karşısına durursa ilk safa durmuş sayılır. Çünkü başka birinin
arkasında değildir. Allah-u âlem!
En hayırlı safın
ilk saf olması cenâze namazından başkalarına mahsustur. Cenaze namazında ise
tevazu göstermek için en hayırlı saf sonuncusudur. Çünkü ölenler
şefaatcıdırlar. En arkada duran kimse onların şefâatlarının kabulüne daha
layıktır. Bir de cenâze namazında arzu edilen, safların çokluğudur. İlk safı
tercih ederse cemaat az olduğu zaman geriye durmazlar. Bunu Rahmetî
söylemiştir. «Ondan sonra hayırlılık sıra ile diğer saflara geçer. Yani ilk
safdan sonra en hayırlı saf ikinci safdır. Ondan sonra üçüncü ilh... gelir.
Cenâze de ise bunun aksine olarak en hayırlı saf sonuncusu. ondan sonra onun
önündeki, ondan sonra onun önündeki ilh... gelir.
Mescidin içinde
yer varken raflarında namaz kılmak mekruhtur. Çünkü bunda safları tamamlamak
vardır. Anlaşılıyor ki, cuma günü olduğu gibi mubelliğ (imamın sesini cemaata
duyuran müezzin) sesi her tarafa duyurmak için orada kılarsa mekruh olmaz. «Ve
bir safda yer varken arkadaki safa durmak gibi olur.» İfâdesinde ki kerahetin
tenzihiye mi yoksa tahrimiye mi olduğu hatıra gelir. Tahrimiye olduğuna
Peygamber (s.a.v.)in: «Onu kim keserse Allah da onu keser.» Hadisi şerifi
delâlet etmektedir. T.
Şimdi şu mesele
kalır: Safdaki aralığı namaza niyetlendikten sonra görürse onu kapatmak için
yürüyecek midir? bunu acık olarak bir yerde görmedim. Mutlak ifâdeden
anlaşıldığına göre evet yürüyecektir, bunu safdan birini geri çekme meseleside
ifâde etmektedir. Nasıl ki yukarda arzetmiştik. Çeken kimseden kerahet gitsin
diye çekilenin icabet etmesi gerekir; Şu halde kerahet kendinden gitsin diye
yürümesi evleviyetle la7ım olur.
Sonra Hılye'nin
namazı bozan şeyler bahsinde Zâhire'den naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bir
kimse ikinci safda bulunurda birinci safda aralık olduğunu görerek oraya
yürürse namazı bozulmaz. Zira safı sıklaştırmakla me'murdur. Peygamber
(s.a.v.): «Safları sıklaştırın!» buyurmuştur. Üçüncü safda bulunurda yürürse
namazı bozulur.» Çünkü amel-i kesîrdir. (fazla meşgul olmak demektir) Me'murdur
diye ta'lilde bulunduğundan anlaşılıyor ki, aralığı kapatmak için oraya
yürümesi emir olunur.
FAİDE: Eşbah'da
şöyle deniliyor: «Bir kimse imama rükû halinde iken yetişirse o rekata yetişmek
için son safda namaza başlaması yer bulunan safa ulaşmasından daha efdaldir.»
Ama son safa yetişemezse yalnız başına durmaz. Safda yer varsa oraya yürür.
Velev ki bir rekatı kaçırmış olsun. Nitekim Münye şerhinin sonunda beyan
edilmiş ve: «Mekruhu terk etmek fazîlete yetişmektenevlâdır.» diye ta'lilde
bulunulmuştur. Buna şu da şâhiddir ki: Ebu Bekir (r.a.) safa varmadan rükû
etmiş. Sonra o halde safa yürümüş; bunun üzerine peygamber (s.a.v.) kendisine:
«Allah hırsını artırsın! Bir daha yapma!» duyurmuştur.
«Bu iş cemaatın
asıl bereketini değil fazîletini kaçırır ilh...» İfâdesi Şâfii mezhebini
anlatmaktadır. Çünkü onlara göre cemaat fazîletin şartı kerahetsiz edâ
edilmektir. Bize göre cemaat sevaba nâil olur ve kendisine kerahetin veya
hürmetin muktezâsı lazım gelir. Nitekim namazı gasb edilen yerde kılmakta
böyledir. Rahmeti. Tahtavî'de de bunun benzeri vardır. «Çünkü boşluğu
doldurmayanlar kusur etmişlerdir.» İfâdesi sözün namaza durulduktan sonraya aid
olduğunu gösteriyor.
Kınye'de şöyle
deniliyor: «Bir kimse son safa dururda önündeki diğer saflar da boş yerler
bulunursa dışarıdan giren saflara gitmek için önünden geçebilir. Çünkü bu adam
kendi hürmetini yitirmiştir. Binaenaleyh önünden geçen günahkar olmaz.
Firdevs'de ibn-i Abbâs (r.a.) rivayet edilen şu hadis buna delâlet eder: «Bir
kimse bir safda boş yer görürse onu bizzat tıkasın. Bunu yapmazda biri geçerse
onun boynuna basıversin. Çünkü onun hürmeti yoktur.» Yani gecen kimse aralığı
tıkamayanın boynuna bassın demektir.
«Omuzları en
yumuşak olanlarınızdır.» İfadesinden murad: Safa girmek isteyen kimse elini
namaz kılanın omuzuna koyarsa ona yumuşaklık gösterir demektir. Bunu Tahtavî
Münâdî'den nakletmiştir. «Nitekim Bahır'da yeterince izah edilmiştir.» Yani
Feth-ul-kadîr'den nakledilmiştir. Orada şöyle denilmiştir: «Zanneder ki ona yol
vermek riyâdır. Halbuki bu fazîlete ulaşmak için bir yardım ve safdaki
boşlukları doldurma emrini yerine getirmektir. Bu husustaki hadisler meşhur ve
çoktur.» Lâkin musannıf ve başkaları Kınye ile diğer kitablardan buna aykırı
sözler nakletmişlerdir. Bu ifâde bahır ve fetih sahiplerinin hadisden
çıkardıkları hükmü menkule muhalefettir diye düzeltmedir. Musannıfın Mineh'deki
ibâresi şöyledir: «Birini safdan başkası çekerde gerilerse esah kavle göre
namazı bozulmaz.»
Kınye'de deniliyor
ki: Yalnız kılan birine ileriye denilirde o emre uyarak ilerlerse yahud safdaki
boşluğa bir adam girerde namaz kılan kimse ilerleyerek ona yeri genişletirse
namazı bozulur. Biraz durarak kendi reyi ile ilerlemesi gerekir. Kudûri şârihi
bunu Allah'ın emrinden başkasına imtisaldir diye illetlendirmiştir.
Ben derim ki
yukarda geçen gerisi geriye gidenin namazının sahih kabul edilmesi câizdir.
Kınye meselesinde namazın bozulmadığını sahihlemeyi ifâde etsin. Çünkü o
kimsenin çekmesiyle gerilediği halde namazı bozulmaz. Bunu onun emri ile mi
yapmıştır; emirsiz mi yapmıştır bu ciheti ayırmamıştır. Ancak emri olmaksızın
gerilediğine hamledilirse iş değişir ve başka bir mesele olur.
Musannıfın sözü
burada biter. Bunun hulâsası şudur; İki mesele arasında fark yoktur. Meğer ki
birincinin emirsiz mücerred çekmekle gerilediğine. ikincinin de emri ile yer
açdığına hamledildiği iddia oluna! Bu takdirde ikincide namaz bozulur. Çünkü
mahlukun emrine imtisal etmiştir. Bu emir namaza aykırı bir fiildir. Birinci
öyle değildir. «Ortada bir fark varmı dır?» cevap: Musannıfınsözünden anladın
ki her iki meselede emirsiz gerilerse aralarında fark yoktur. Ve sahihleme
ikisinde de variddir. Birinde emirle gerilerse fark vardır. O da mahlukun
emrine uymaktır. Ve iki meselenin mevzuu ayrı ayrıdır. Şu da var ki Şurunbulâlî
Vehbâniye şerhinde Kınye'den ve Kudurî şerhinden naklettiğimizi bahis mevzuu
etmiş sonra: «Onun emsâli ancak Rasûlüllah (s.a.v.)in emrinedir. Binaenaleyh
zarar vermez.» diyerek bunu red etmiştir. Lâkin âşikardır ki iki fer'î mesele
arasındaki muhalefet açık olarak kalmaktadır. Her halde şârih musannıfın
gösterdiği farkın sahih olduğuna katı hükmünü verememiştir. Onun için de
düzeltilmelidir demiştir. Namazın mekruhları ve müfsidleri bahsinde Münye
şarihine uyarak Kınye'nin sözüne kati hüküm vermiştir. Tahtavi: «Tafsilata
gidilerek şâriin emrine imtisal etti ise bozulmaz; içeri girenin emriyle yaptı
ve onun hatırını kollayarak şâriin emrine kulak asmadı ise bozulur denilse iyi
olurdu.» demiştir.
METİN
Evvelâ erkekler -
ki zâhiri kölelere de şâmildir - sonra çocuklar sonra ihtiyarlar daha sonra
kadınlar saf olurlar. Musannıfın sözünden çocukların çok olduğu anlaşılıyor.
Bir tane ise safa girer. Ulema mümkün olan safların on iki olduğunu
söylemişlerdir. Lâkin hepsinin sahih olması lazım gelmez. Çünkü hunsalar
zararına muamele görürler.
İZAH
«Zâhiri kölelere
de şâmildir.» sözü ile şârih bülûğun hürriyetten önce geldiğine işaret
etmiştir. Zira Peygamber (s.a.v.): «Benim arkama aklı başında olanlar dursun!»
buyurmuştur. Bundan murad bülûğa ermiş olanlardır. İbn-i Emîr Hâcc'ın
naklettiği buna muhaliftir. O hür çocukları, baliğ kölelerden öne almıştır.
Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir. Evet. hür olan bâliğ bir kimse, bâliğ köleye,
hür olan çocuk köle olan çocuğa, bâliğ olan hür kadın. bâliğ câriyeye. hür kız
çocuğu, câriye kız çocuğuna nisbetle öne alınırlar. Çocuk bir tane olursa safa
girer. Bunu Bahır sahibi inceleme yaparak beyan etmiş ve şöyle demiştir: «Kezâ
imama uyan bir erkekle bir çocuk olursa onları arkasına saf yapar. Çünkü Enes
hadisinde: Ben ve yetim arkasına sof olduk. Koca karıda arkamıza durdu.
denilmiştir. Bu bir kadının hilâfınadır. Çünkü kadın mutlak surette geri durur.
Nitekim çok da olsalar geri dururlar. Delil mezkûr hadistir.
Ulema mümkün olan
safların on iki olduğunu söylemişlerdir. Çünkü imama uyan kimse ya erkek, ya
kadın yahud hunsadır. Bunların her biri ya bâliğdir yahud değildir. Kezâ her
biri ya hürdür yahud değildir. H. (Böylece on iki sınıf meydana gelir.) en öne
bâliğ olan hürler, sonra onların çocukları, sonra bâliğ köleler, sonra onların
çocukları, sonra hür hunsâların büyükleri, sonra küçükleri, sonra köle
hunsaların büyükleri, sonra küçükleri, sonra hür kadınların büyükleri, sonra
küçükleri. sonra büyük cariyeler, sonra küçükleri saf olurlar. Nitekim Hılye'de
de böyle denilmiştir. «Lâkin hepsinin sahih olması lazım gelmez.» Bu söz
Hılye'nin hunsâları dört safa ayırmasına cevaptır. Çünkü maksad mümkün olan
safları tertip üzere beyân etmektir. Velev ki hepsi sahih olmasın. Zira İmdâd
nâm eserde bildirildiğine göre hunsâ kendisi gibi bir hunsânın hizâsına
duramadığı gibi onun arkasına da duramaz. Çünkü önde olanın ve bir hizada
bulunan iki hunsâdan birinin kadın olmasıihtimali vardır.
İmdâd sâhibi bundan
sonra şöyle demiştir: «Binaenaleyh hunsaların bir saf olmaları ve her iki hunsa
arasında bir hizada sayılmayı önleyecek bir aralık veya mani bulunması şarttır.
Bu dikkat Allah'ın lütuf buyurduğu ihsanlardandır. Şu halde şârihin sözü itiraz
değil, cevaptır.
Bu surette sahih
safların dokuz olduğu meydana çıkar. Lâkin Halebî'nin beyanına göre hizâsına
kadın duran kimsenin namazı bozulmak için kadının mükellef olması şart
kılındığı ileride görülecektir. Hunsâda kadın gibidir. Nitekim İmdâd'ta da
beyân edilmiştir. İlerlemekte hizâsına durmak gibidir. Hatta mumazatın
fertleridir. O halde hunsâları bir saf yapmak şart değildir. Meğer ki bâliğ
olsunlar. Bu takdirde onları bir saf yapar. Aralarında boşluk veya perde
bulunmak şartiyle hür veya köle olmaları fark etmeksizin bir safd dururlar.
Çocuklarına
gelince: Onların hür olanlarını ayrı bir saf. sonra köle olanlarını üçüncü bir
saf yapar. Hürriyet köleliğe tercih edilir. Çocuklarda bir hizâya durmakla
namaz bozulmaz. öne geçmeklede öyledir. Bâliğ olanları öyle değildir. Bu izâha
göre saflar onbir olur. Hâşiye yazarının söylediklerinin hulâsası budur.
Ben derim ki:
Kınye'de bildirildiğine göre hunsânın hunsâya uyması hakkında iki rivayet
vardır. Câizdir rivayeti kıyas değil, istihsandır. Bu rivayet bir hizâya
durmakla ve önüne geçmekle bâliğ olsun olmasın namazının bozulmamasını iktiza
eder. Şu halde yukarıda İmdât'tan naklettiğimize hacet yoktur. Evet şârih
ileride Bahır sahibine uyarak caiz değildir rivayetini kati olarak kabul
etmiştir.
METİN
Tahrime ve edâsında
müşterek oldukları mutlak bir namazda aralarında mâni bulunmayarak hâlen veya
geçmişte müştehât (şehvet çeken) bir kadın velev - Cariye olsun - hiç olmazsa
bir uzvu ile erkeğin hizâsında durursa, aynı tarafa dönmüş olmaları şartiyle
erkeğin namazı bozulur. Uzvu, Zeyleî baldırda topuğa tahsis etmiştir. Tahrime
namazın bir kısmı kılındıktan sonra da olabilir.
Halen müştehad
olmaktan murad: Mutlak surette dokuz yaşındaki kız!a, iri olmak şartiyle yedi
sekiz yaşlarındaki kızdır. Geçmişteki müştehât kocakarıdır. Aralarındaki mani
en az parmak kalınlığında bir arşın miktarı yer yahud bir adam sığacak kadar
boşluk olacaktır. Namaz ayni olmasa bile meselâ: Kadın öğleye niyet ederek
ikindi kılan erkeğe uysa bile sahih kavle göre her ikisinin namazları bozulur.
Sirac. Zirâ mezhebe göre kadının namazı nâfile olarak sahihdir. Bahır. Ve
ileride gelecektir. «Mutlak» Tâbiri ile cenaze namazı hâriç kalır. Binaenaleyh
bir kadının başka bir namaz kılan erkek hizâsına durması mekruh ise de namazı
bozmaz. Edâ hükmende olabilir. İmam namazını bitirdikten sonra lâhık olan bir
erkekle kadının namazları bu kabildendir. Mesbûk olurlarsa yahud yolda
birbirlerinin hizâsına dururlarsa iş değişir. Kâbe'nin içinde ve karanlık
gecede kılınan namazda olduğu gibi muhtelif istikametlere dönerlerse namaz
bozulmaz.
İZAH
Tahrimede müşterek
olmak kadının namazını. hizâsına durduğu erkeğin namazına yahud onunimamının
namazına binâ etmesidir. Bahır.
Edâda müşterek
olmak ise biri diğerine imam olmak yahud her ikisi bir imama uymaktır. Bu ya
hakikaten edâ ettikleri namazdadır. Nitekim imama yetişen kimsenin namazı
böyledir. Yahud hükmen edâ ettiklerindendir. Lâhık böyledir. H. En iyisi edâ
yerine te'diye kelimesini kullanmaktır. Ta ki kazâ için mukabili tevehhüm
olunmasın. Halbuki muhâzat (bir hizâya durmaları) her namazı bozar. Nehir.
Sadr-ış-Şeria
burada iki itiraz ileri sürmüştür.
Birincisi: Edâ
tabirini kullanmak tahrime demeye hâcet bırakmaz. Çünkü tahrimede ortak
olmadıkça namazın edâsında ortaklık bulunmaz.
İkincisi:
Tahrimede ortak olmak şart değildir. Zira imam, yerine bir erkeği geçirdiği
vakit o halifeye bir kadın uyarda ayni namazı kılmakta olan bir erkeğin
hizâsına durursa adamın namazı bozulur. Halbuki tahrimeleri ortak değildir.
Nehir sahibi
birinci itiraza şöyle cevap vermiştir: Ulema tahrimede ortak olmayı
söylemişlerdir. Çünkü edâda ortak olmak ona bağlıdır. Bir şeyi sözle
bildirmekle o şeye lazım gelmek arasında fark vardır.
Münye şârihi dahi
buna şöyle cevap vermiştir: Bu söz bir namazda her ikisinin başka başka
imamlara uymasından ihtirazdır. Zira edâ olmakta müşterektirler. Her ikisi
için: İmamla edâ etti denilebilir. Lâkın tahrimede müşterek değillerdir.
Ben derim ki: Bu
söz götürür. Çünkü maksad ikisinin imamı bir olmaktır.
İkinci itirazda
şöyle cevap verilmiştir: İmamla cemâat arasında takdiren ortaklık sâbittir.
Şuna binaen ki, halîfenin tahrimesi birinci imamın tahrîmesine bağlanmıştır. Bu
suretle tahrime itibariyle aralarında ortaklık hâsıl olur.
«Mutlak namaz»dan
murad: Allah teâlâya münacaat için söz verdiği rükûlu, sücûdlu veya özürden
dolayı imalı namazdır. Bahır.
Zeyleî uzvu
baldırla topuğa tahsis etmiş ve şöyle demiştir: «Esah kavle göre muhâzât
meselesinde mutaber olan baldır ve topuktur. Bazıları ayağı itibara
almışlardır. Binaenaleyh bazılarının kavline göre kadın ayağının bir kısmiyle
erkekten geri dursa baldırı ile topuğu erkeğinkinden geride bile olsa namaz
bozulur. Esah kavle göre ise bozulmaz. Velev ki ayağının bir kısmı erkek
ayağının bir kısmı ile bir hizâda olsun. Meselâ: Ayak parmakları erkeğin topuğunda
olsun.
Şu da var ki:
Şârih'in: «Zeyleî tahsis etmiştir.» Sözünün muktezâsı «hiç olmazsa bir uzvu
ile» ifâdesinin Zeyleî'nin sözünden hâriç olmasıdır. Şu halde o bu meselede
üçüncü bir kavil olur. Nitekim Bahr sahibi de öyle anlamıştır. Zeyleî'nin
sözünden anlaşılan ise meselede üç kavil olmamasıdır. Olsa üçüncüyü de zikir
ederdi. Onun uzuvdan muradı kadının bacağı, erkeğin ise herhangi bir uzvudur.
Bunu Nihâye sahibi açıklamıştır. İbâresi şudur: «Muhazat bütün âzaya yahud bazı
uzuvlara şâmil olsun diye onu mutlak olarak şart koştuk Çünkü Hulâsa'da Kâdı
Nesefi'ye havâle edilerek bildirildiğine göre muhâzat: Kadının bir uzvunun
erkeğin bir uzvu hizâsınagelmesidir. Hatta kadın çardakta olurda erkeğin ayağı
ondan aşağıda ve hizasında bulunursa ayağı kadının bir uzvu hizâsına geldiği
takdirde namazı bozulur. Bu suretin tâyîn edilmesi kadının ayağı erkeğin
hizasına gelsin diyedir. Çünkü kadının bir uzvunun hizâda bulunmasından maksat
kadının ayağıdır; Başka değildir. Zira ayağından başka bir yerinin erkeğin bir
yeri hizâsına gelmesi onu namazının bozulmasını icap etmez.
İmam Kâdıhân'ın
Fetâvâsinin «kendisine uymak sahih olanlar ve olmayanlar» faslının ortalarında
bu nassan bildirilmiştir. Kâdıhan şöyle demektedir: Kadın evde kocasiyle
birlikte namaz kıldığı vakit ayağı kocasının ayağı hizâsında olursa cemâatla
namazları câiz değildir. İki ayağı kocasının ayaklarından geride olup kadın
uzun ve başı secdeye kocasının başından önce kapanıyorsa her ikisinin namazları
câizdir. Zira itibar ayağadır.
Görmüyor musun
harem-i şerifin avının iki ayağı haremin dışında, başı içinde olursa o avı
almak helâl olur. Bunun aksine olursa helâl olmaz.» Nihâye'nin sözü burada sona
erer. Bunu Sirâc sahibi nakl ve tasdik etmiştir.
Kuhistâni'de de
şöyle deniliyor: «Muhâzat, kadının ayağı erkeğin uzuvlarından birinin hizâsına
gelmektir. Ayak bunun manasında dahildir. Bu Mutarrizî'den nakledilmiştir.
Binaenaleyh ayağından başka bir uzvunun erkeğin bir uzvuna denk gelmesi namazı
bozmaz.» Bu anlattıklarımızla mezkûr çardak meselesinde ayakla muhazât
bulunduğu sabit olmuştur. Bahır sahibinin söyledikleri buna muhaliftir. Ve uzuv
ile ayak tabirleri arasında fark yoktur. Bahır sahibinin söyledikleri bunada
muhâliftir. Kadın ayağı ile geri çekilerek uyarsa ikisinin namazıda sahihdir. Velev
ki bundan rükû ve sücûd hâlinde bazı uzuvlarının erkeğin ayağının veya başka
bir uzvunun hizasına gelmesi icap etsin. Çünkü mâni kadının herhangi bir
uzvunun erkeğin herhangi bir uzvunun hizâsına gelmesi değildir. Erkeğin
ayağının kadının herhangi bir uzvunun hizâsına gelmeside değildir. Mâni yalnız
kadının ayağının erkeğin herhangi bir uzvunun hizâsına gelmesidir.
TENBÎH: Bahır
sahibi muhâzatı (hizaya durmayı) Zeyleî'nin tefsir ettiği gibi tefsire itiraz
etmiş; ve şunları söylemiştir: «Bu tefsir noksandır. Zira ileri yürümeye
şâmildir. Ulemanın açıkladıklarına göre bir kadın safa durursa biri sağından
biri solundan biri de arkasından olmak üzere üç erkeğin namazını bozar.
Binaenaleyh muhazâtın doğru tefsiri Müctebâ'da bildirilendir. Orada: Namazı
bozan muhâzât kadının arada bir mâni olmaksızın erkeğin yanı başına veya önüne
durmasıdır, denilmektedir.
Nehir sahibi buna
şöyle cevap vermiştir: «Kadın Zeyleî'nin kaydettiği gibi ancak arkasındaki adam
hizâsında ise onun namazını bozar. Bunu Sirâc sahibi de söylemiş; Hâkim Şehîd
de kafi nâmındaki eserinde açıklamıştır.» Tamamı yakında gelecektir.
Metinde «şehvet
çeken kadın» denildiğine göre hunsay-ı Müşkilin erkek hizâsına durması namazını
bozmayacağı hatıra gelîr. Hakikaten Tatarhâniye'de bozmayacağı açıklanmıştır.
Kadın câriye bile olsa bozar. İmdâd nâm eserden naklettiğimize göre hunsâda
kadın gibidir. H. Cariye bilediyerek mübâlaaya hâcet yoktur. İhtimal ki (bu bir
kalem hatasıdır, doğrusu velev annesi olsun) demek gerekecektir. .Şârih'in
Hazâin adlı eserindeki ibâresi: «Velev ki mahremi yahud karısı olsun. Bununla
emred hâriç kalır.» şeklindedir.
Şârih şehvet çeken
kadını «mutlak surette dokuz yaşındaki kız ilh...» diye izah ediyorsa da Bahır
sahibi şöyle demiştir: «Ulema şehvet çeken kadının tarifinde ihtilaf
etmişlerdir. Zeyleî ve başkaları bazılarının söylediği yedi veya dokuz yaşa
itibar olmadığını, itibar cimaa olduğunu yani iri yarı ve azâsı tam olmak
suretiyle cinsi münâsebete elverişli olmasına bakılacağını söylemişlerdir.»
Binaenaleyh Şârih'in söylediği mutemed kavil değildir. Zirâ bazan bilhassa bu
zamanda dokuz yaşında cinsi münasebete yaramayan kız bulunur. T.
«Yahud bir adam
sığacak kadar boşluk olacaktır.» İbâresinin yerinde Mi'rac-üd-Dirâye'de şöyle
denilmiştir: «Aralarında bir adam sığacak kadar boşluk veya direk varsa namazın
bozulmayacağı söylenmiştir. Kadın öne dururda aralarında bu kadar boşluk
bulunursa hüküm yine budur.» Bahır sahibi bunu müşkil saymıştır. Çünkü
ulemamızın bil'ittifak imamlarımızdan rivayetlerine göre kadın sağından solundan
iki adamın namazını bozar. İki ve üç kadında öyledir. Kadının arkasındaki
erkeğin namazı da bozulur. Bir kadın arkasındaki bir erkeğin. iki kadın iki
erkeğin namazını bozarlar. Kadınlar üç olursa son safa kadar arkalarından üçer
erkeğin namazını bozarlar. imamla erkeklerin arasında bir saf teşkil ederlerse
erkeklerin imama uyması sahih olmaz. Eşkâlin izâhı şudur: Kadının arkasındaki
erkek yahud kadınların arkasındaki saf ile kadın arasında bir adam duracak
kadar aralık vardır. Ulema aralığı kadının yanı başındaki veya arkasındaki
erkek hakkında perde gibi saymışlardır. Binaenaleyh kadının arkasında aralık
bulunmaksızın onunla bir hizada olmasını aralarında bir erkek duracak kadar
boşluk bulunmaması haline hamletmek alettâyin icap eder. Onun için Sirâc'da:
Kadın safın ortasına durursa sağından bir kişinin, solundan bir kişinin ve
arkasından hizâsından bir kişinin namazı bozulur. Diğerlerinin bozulmaz.
Denilmiştir ki gerçekten arkasındakinin onun hizâsında bulunması şart
koşulmuştur. Bu da boşluk bulunmasından ihtiraz içindir. Bunu Zeyleî ile Hâkim
Şehîd de söylemişlerdir. Kısaltılarak alınmıştır.
Bunun benzerini az
yukarda nehirden nakletmiştik. Yine Nehir'de bildirildiğine göre namazın
bozulması için bir hizâya durmanın şart kılınması yalnız bir kadının öne
geçmesine mahsus değildir. Bütün kadın safı da öyledir. Yani hizâlarına erkek
safları durmadıkça namaz bozulmaz.
Hâsılı kadının
arkasındaki erkeğin namazını bozmasından murad: Arkadan ona muhazî (bir hizada)
olmaktır. Yanı bir adam duracak kadar sağa sola yanlamadan tam uğuruna
durmasıdır. Mutlak surette kadının arkasında durması değildir. Bahır sahibinin:
«Bir hizâda olması hâline alet-Tâyin hamletmek gerekir.» Sözünden muradı bizim
söylediğimizdir. Onun bir hizâya durmaktan muradı hâşiye yazanın anladığı gibi
erkeğin kadına yakın olarak arkasına durması, yüzü kadının sırtına bakması,
aralarında bir erkek duracak kadar boşluk bulunmaması değildir. Çünkü ulemanın
muradı: Kadın arkasındaki safdan bir erkeğin namazını bozar ama iki saf
arasında 'bir adam sığacak kadardan daha fazla bir boşluk mutlakâ bulunacaktır,
demektir. Eşkâl buradan çıkar. Bahır sahibiverdiği cevaba Sirâc'ın ve diğer
kitabların ibâresini şâhid tutmuştur.
Bu ibârelerde
saflar sarahaten zikir edilmiştir. Bundan anlaşılır ki onun muradı kadının
arkasındaki safda olanların hizasına durması şarttır demektir. Bu sebeple onun
ibâresini bizim söylediğimize hamletmek alettayin lâzım gelir. Aksi takdirde
erkeklerden bir safdan başka safın namazı bozulmamak, kadınların arkasındaki
safdan yalnız üç kişiden başka kimsenin namazı bozulmamak, diğer
saflardakilerin namazı sahih olmak lazım gelir.
«Namaz aynı olmasa
bile ilh...» ifâdesiyle şârih kuhistânî'nin umum ifâde eden sözüne işaret
etmiştir. Kuhistânî: «Farz veya nâfile yahud vâcip veya sünnet olsun» demiş;
Yani imam hakkında nâfile veya farz, ona uyanlar hakkında nâfile demek istemiş.
«Bunda deli bir kadının erkek hizâsına durmakla onun namazını bozmayacağına
işaret vardır. Çünkü onun namazı hakikatta namaz değildir.» demiştir.
Buradaki «sahih
kavle göre» ifadesi imam-A'zam'la ebu Yusuf'un kavline binâendir. Onlara göre
namazın vasfı bozulmakla aslı bâtıl olmaz. Kadının namazı öğlenin farzı yerine
geçmese bile nâfile olarak sahihdir. Binaenaleyh namazın aslına bakarak iki
namaz birdir. Velev ki imam bu namaza farz vasfını ziyâde etmiş olsun. Şu halde
Şârih'in «kıldıkları namaz ayni olmasa bile» sözü kadının niyetine bakarak
suret itibariyle bir olmasa bile» demektir. İmam Muhammed'in kavline göre ise
vasfın bozulmasiyle asıl bâtıl olur. O halde kadın hizasına durduğu erkeğin
namazını bozmaz. Zira namaz kılmış sayılmaz. Bahır sahibi bu kavli mezhebe
muhâlif saymıştır. Bu hususta ileride söz edilecektir.
Mineh nâm eserde:
«Bu mesele imama uymak bozulduğu vakit namazın aslı baki olmasına teferrü
eder.» Denilmişse de her halde kalem hatası olacaktır. Çünkü imama uymak
sahihdir. Fâsid olan farza niyetlenmesidir. Kadının asıl namaz hakkında imama
uyması bakidir. Ve bu namaz nâfiledir. Velev ki imam farziyet vasfını ziyâde
etmiş olsun. Bunu Rahmeti söylemiştir. «İleride gelecektir.» Yani «imama uymak
fâsid olunca kendi namazına başlaması doğru olmaz.» dediği yerde gelecektir.
«Mutlak tabiri ile
cenâze namazı hariç kaldığı gibi tilâvet secdesi de hâriç kalır. Nitekim Münye
şerhi ile diğer kitablarda beyan edilmiştir. Secde-i Şükür ile secde-i sehvi de
buna katmak gerekir. Zira bunlarda da kıyâm halindeki ayak ve baldırla bir
hizâda bulunma tahakkuk etmez.
Bir kadının, başka
bir namaz kılan meselâ: Başka bir imama uymuş bulunan yahud yalnız başına kılan
bir erkeğin 'hizâsına durması mekruh ise de namazını bozmaz. Anlaşılan buradaki
kerahet kerahet-i tahrimedir.
Ben derim ki:
Mi'rac-üd-Dirâye'de şöyle denilmektedir: «şeyh-ul-islâm kerahet yerine isâet
demiştir. Halbuki kerahet daha çirkindir. «Mesbûk olursa iş değişir» (yani
erkekle kadının her ikisi imama sonradan yetişirlerse hüküm değişir demek
istiyor.) Çünkü tahrimede ortak olsalar da namazın edâsında ortak değillerdir.
Mesbûk, kaza ettiği rekatta yalnız kılan hükmündedir. Bundan bir kaç mesele müstesnâdır.
Fakat bu mesele onlardan değildir. Nitekim gelecektir.
Biri Mesbûk diğeri
lâhık olursa hüküm yine böyledir. Nitekim Halebî izah etmiştir. Ama
erkeklekadın hem mesbûk hem lâhık olurlarsa bu hususta Fethul-Kadîr sahibi
şunları söylemiştir: «Burada tafsilât vardır. Çünkü ikiside üçüncü rekatta
imama uyarda abdestleri bozulur ve gidip abdest aldıktan sonra kaza ederken
kadın erkeğin hizâsına durursa: imamın üçüncü veya dördüncü rekatı olan bu cüzü
onların birinci veya ikinci rekatı olduğu takdirde namaz bozulur. Çünkü bu iki
rekatta ortaklık mevcuttur. Bu rekatlarda her ikisi lahıktır. Üçüncü veya
dördüncü rekatta erkeğin hizasına durursa bozulmaz. Zira ortaklık yoktur, her
ikisi mesbuktur. Bu hüküm masbuk hem lâhık olan kimsenin evvelâ lâhık olduğu cüzü
sonra mesbuk olduğunu kaza etmesi vacip olduğuna binaendir. Bu itibarla bize
göre namaz bozulur. Velev ki aksi sahih olsun Züfer buna muhaliftir.»
Nehir sahibi diyor
ki: «Evvela yetişemediği rekatı kazaya niyet ederse, meselenin hükmü bunun
aksine olmak gerekir.
Yolda
birbirlerinin hizâsına durmaktan maksad: Namazda abdestleri bozulup tâzelemeğe
giderken yan yana gelmeleridir. Esah kavle göre bununla do namaz bozulmaz.
Çünkü o halde namazın kazası ile değil, namazı ıslah ile meşguldürler. Namazın
hürmeti içinde de olsalar onun hakikatı ile meşgul sayılmazlar. Namazın
hakikatı kıyâm, kıraat ve sâireden ibârettir. Abdest tazelemeğe gidende
bunların hiç biri sabit değildir. Binaenaleyh Edâ itibariyle ortaklık mevcud
değildir. Tamamı Fetihtedir.
«Kâbenin içinde»
diye kayıtla.ması, dışında olurda muhtelif cihetlere dönerlerse hizâya durma
meselesi mümkün olmaz.
METİN
Erkeğin namazının
bozulması mükellef olduğuna göredir. Mükellef değilse hizasına kadın durmakla
namazı bozulmaz. Birde namazının bozulması için imamın namaza dururken -sonra
değil- kadına imam olmağa niyet etmesi şarttır. Zâhire göre velev ki namaza
dururken kadın orada bulunmasın. Muayyen bir kadına yahud kadınlara imam olmayı
niyet ederse niyeti geçerlidir. Kadına imam olmağa niyet etmezse kadının namazı
bozulur. Nasıl ki kadına geri çekil diye işâret ederde çekilmezse hüküm yine
budur. Çünkü makam farzını terk etmiştir. Fetih. Ulema kadının aklı başında
olmasını, erkekle tam bir rükünde bir yerde bulunmalarını da şart koşmuşlardır.
Böylece şartlar on olmuş hatta geçmiştir.
İZAH
Erkek mükellef.ise
hizâsına kadın durmakla namazı bozulur. İmam değilse kadının namazı bozulmaz.
Nehir. İmam ise bütün cemâatın namazları bozulur. Meğer ki kadına geri çekil
diye işaret etmiş olsun. Nasıl ki gelecektir.
Bahır sahibi diyor
ki: «Erkeğin namazı bozulur. Sözü ile, kadın imama tekbir alırken hizâsına
durarak uyar; imamda ona imam olmağa niyet ederse tahrimesi mün'akid
olmayacağına işaret etmiştir ki, sahih olan da budur. Nitekim Hâniye'de de
böyle denilmiştir. Çünkü namazı bozan bir şey ona başlarken bulunursa mün'akit
olmasını önler.» Erkeğin mükellef olması lazımdır. Çünkü namazının bozulması,
kadını geri bırakmaya kendisi memur olduğu içindir. Kadını geri çekmezsemakamın
farzını terk etmiş olur.
Fetih sahibi
şunları söylemiştir: «Bu ta'lilde akıl ve bülûğun şart olduğuna işaret vardır.
Zira hitap (ALLAH'ın emri) ancak mükellef olanların fiillerine taalluk eder.
Câmi şerhlerinin bazılarında da böyle denilmiştir. Binaenaleyh bu kavle göre
hizâsına kadın durmakla sabinin namazı bozulmaz.»
«Sonra değil»
ifâdesinden anlaşılıyor ki bu surette kadının erkekle bir hizada namaz kılması
sâhihdir. Çünkü ibtidâda müsâade edilmeyen bir şeye sonunda müsâade edilir. T.
Ben derim ki:
Kınye'de imamların şerefine işâretle şöyle denilmektedir: İmamın kadınlara imam
olmağa niyet etmesi namaza başlarken muteberdir. Başladıktan sonra muteber
değildir.» Bu sözden anlaşıldığına göre kadınların uyması sahih olabilmek için
bu şarttır. Namaza başladıktan sonra kadına imam olmaya niyet ederse uyması
sahih değildir. Hizâsında duranın namazıda bozulmaz.
«Zâhire göre
ilh...» buradaki zâhir mânâ Bahır sahibinin anlayışıdır. O bu meseledeki iki
rivayeti naklettikten sonra namaza başlarken kadın orada bulunmasa da kadına
imam olmağa niyeti daha muvafık görmüştür. Fasî'nin telhîs şerhinde şart
olduğunu «deniliyor» sigasiyle ifâde etmeside bunu te'yid eder. (buna temrîz
sigası derler ki rivayet edilen sözün zaif olduğuna işarettir.)
İmam muayyen bir
kadına yahud kadınlara imam olmayı niyet ederse niyeti geçerlidir. Yani kime
namaz kıldırmak istemezse o kadınla muayyen olmayan kadın bir erkeğin hizâsına
durmakla onun namazını bozmazlar. Çünkü onların imama uyması sahih değildir.
İmam kadına imamlığı niyet etmezse kadının namazı bozulur. Anlaşıldığına göre o
kadın farza başlamış sayılmadığı gibi nâfileye dahi başlamış olmaz. Kınye'de
rivayet edildiğine göre nâfile hakkında iki kavil vardır. Bu, imama uyması
fâsid olunca kendi kendine namaza başlamış olur mu olmaz mı meselesine
binaendir ki, ileride ondan söz edilecektir.
TENBİH
Musannıfın mutlak
olan sözünden anlaşılıyor ki, imam bu kadına imam olmağa niyet etmedikçe cuma
ve bayram namazlarında dahi namazı sahih olmaz. Niyet etmesi onlarda da
şarttır.
Nehir sahibi diyor
ki: «Bir çok ulema buna kail olmuşlardır. Ancak ekseriyet cuma ve bayramlarda
niyetin şart olmadığını söylemişlerdir. Esah olan da budur. Nitekim Hulâsada da
böyle denilmiştir. Zeyleî ekseriyetin şarttır dediğini söylemiştir. Cenâze
namazında kadına imam olmağa niyetin şart olmadığına ulema ittifak
etmişlerdir.» kezâ kadının namazı bozulur. îfâdesinden anlaşıldığına göre bu
kadın hiç bir kimsenin hizasına durmazsa imama uyması sahih olur. Velev ki imam
ona imam olacağına niyet etmesin. O halde kadının imama uyması sahih olmak için
imamın ona imam olmağa niyet etmesi şart değildir. Ancak birinin hizâsına
durursa o başka. Durmazsa şart değildir. Musannıf niyet bahsinde bu meselede
ihtilaf olduğunu söylemişti. Biz de orada Hılye'den naklen: Kadının öne geçip
imam veya cemaattan birinin hizâsına durmamasının şort olduğunu, öne geçerde
birinin hizâsına durursa imama uyması bozulacağını, namazının
tamamlanmayacağını söylemiştik. Nihâye nâm eserde burada bu kavlin
imam-A'zam'ın ilk kavli olduğu bildirilmiştir. Bundan anlaşılan, son kavlinin
mutlak surette niyeti şart koşmasıdır. Amelin son kavle göre olduğuâşikardır.
Onun için Muhtarın metninde mutlak olarak: «Kadın erkeklerin namazına giremez.
Meğer ki imam ona da niyet etmiş olsun.» denilmiştir. Bu ibârenin bir benzeride
Mecmâ metnindedir. «Nasıl ki kadına geri çekil diye işaret ederse çekilmezse
hüküm yine budur.» (yani kadının namazı bozulur.)
Fetih sahibi diyor
ki: «Zâhire ve Muhit'te bildirildiğine göre kadın, imam namaza başlamayıp
kadına imam olmağa niyet ettikten sonra imamın hizâsına durursa bir veya iki
adım ilerlemek suretiyle onu geri almak mümkün değildir. Çünkü bundan kerahet
vardır. Şu halde onu geri almak işaretle ve benzeri bir şeyle olur. Bunu
yaparsa onu geri almış sayılır. Kadına da gerilemek lazım gelir, gerilemezse makamın
farzını terk etmiş olur ki, onun namazı bozulur, imamın namazı bozulmaz.
Fetih sahibinin
«namaza başlayıp» demesinden anlaşılıyor ki. kadın imam namaza başlamadan
gelirde imamın hizasına durduğunda imam ona imam olmağa niyet eder ve geri
çekilmesini işaret etmiş bulunursa imamın namazı bozulur. Şu halde gerileme
işareti ancak kadına imam olmağa niyet ederek namaza başladıktan sonra gelirse
o zaman fayda verir. Tahtavî: «Anlaşılan imam kelimesi bir kayd değildir.»
demiştir. Yani namaza başladıktan sonra bir erkeğin hizâsına durur; o da
kendisine geri çekilmesini işaret ederde çekilmezse kadının namazı bozulur;
erkeğin namazı bozulmaz. Demek istemiştir. Bunun şartlardan sayılması ve:
«Erkeğin namaza başladıktan sonra geldiğinde ona geri çekil diye işaret
etmemişse» denilmesi gerekir. Bir de bunun bâliğ kadın hakkında olması icap
eder. Bülûğa ermeyen kız çocuğu makamın farziyeti ile mükellef değildir.
Ulema erkekle
kadının tam bir rükünda bir yerde bulunmalarını da şart koşmuşlardır. Hatta
biri yüksek bir yerin üstünde diğeri yerde olursa erkeğin namazı bozulmaz. Bunu
Münye şârihi söylemiştir. Bu mesele birbirlerinin hizâsına durmalarından
biliniyorsa da ulema yine de ayrıca zikir etmişlerdir.
Fiilen tam bir
rükün edâ edinceye kadar bir yerde bulunmaları imam Muhammed'e göredir. Ebu
Yusuf'a göre bir rükün miktarı bulunmaları şarttır. Haniye'de: «Birbirinin
hizasında bulunmak az olsun çok olsun namazı bozar.» denilmiştir. Bahır sahibi:
«Musannıfın mutlak olan sözünden bunu tercih ettiği anlaşılıyor.» demiştir.
METİN
Kendisinden
şehvetlenilen yakışıklı tüysüz delikanlı ile bir hizâda namaza durmak mezhebe
göre namazı bozmaz. Bu söz Mahbubî'nin câmiinde ve Dürer-ül-Bıhar'da beyan
edilen bozulur iddiasını zayıflatır. Çünkü namazın bozulması kadında şehvetle illetlendirilmemiş;
ibn-i Hümâm'ın tahkikine göre makamın farzını terk etmekle illetlendirilmiştir.
Erkeğin kadına, hunsâya ve çocuğa uyması mutlak surette sahih değildir. Esah
kavle göre velev ki cenâze ve nâfile namazında olsun.
İZAH
Şârih tüysüz
delikanlıyı (ki buna emred derler) kendisinden şehvetlenilen diye
kayıtlamıştır. Çünkü hilâfın biri burasıdır. Yoksa başkası bil'ittifak namazı
bozmaz. «Çünkü namazın bozulması kadındaşehvetle illetlendirilmemişti.» Yani
namazın bozulmasına sebep şehvet değildir. Onun için ihtiyar nene ile anne ve
kızı gibi mahreminin namazı bozduklarını söyledik, yedi yaşındaki küçük kız
gibi şehvet haddine ulaşmamış kimselerde namazın bozulmaması ise kadınlar
derecesine ulaşamadığı içindir. Bu sebeple kadınların geri bırakılması emri
zâhirde ona şâmil değildir. Benim anladığım budur.
«Erkeğin kadına,
hunsaya ve çocuğa uyması mutlak surette sahih değildir.» Buradaki kadın tabiri
bâliğ olan ve olmayan bütün kadınlara şâmil olduğu gibi, hunsâ dahi şâmildir.
Erkeğe gelince:
Bundan bâliğ olan kasdedilirse, mefhumu ile çocuğun kadına ve hunsâya uyması
sahih olduğunu iktiza eder. Yalnız erkekliği kasdedilirse çocuğun çocuğa
uymasının sahih olmadığını iktiza eder ki bunların ikisi de vâki değildir.
İbârenin doğru şekli şöyle olmalı idi: «Erkeğin kadına ve hunsaya. adamın
çocuğa uyması sahih değildir.» Bunu Halebî, üstâdı Seyid Ali el Basîr'den
nakletmiştir.
Ben derim ki:
Hâsılı imamla cemaattan her biri yâ erkek yâ kadın yahud hunsâdır. Bunların
herbiri ya bâliğtir yahud değildir. Baliğ erkeğin imamlığı hepsine sahihdir.
Ama kendisi yalnız misline uyabilir. Bâliğ kadının mutlak olarak yalnız kadına
imamlığı kerahetle sahihtir. Erkeğe, kendi misline ve bâliğ hunsâya uyması
sahihtir; fakat mekruhtur. Zira hunsânın kadın olmak ihtimali vardır. Bâliğ
hunsânın yalnız hunsâya mutlak surette imamlığı sahihtir. Erkeğe imam olamadığı
gibi kendi misline de imam olamaz. Çünkü kendisinin kadın, cemaat olan hunsânın
erkek olması ihtimali vardır. Erkeğe uyması sahihtir. Kendi misline ve mutlak
surette kadına uyması sahih değildir. Zira erkek olması ihtimali vardır.
Bâliğ olmayan
hunsâya gelince: Şâyed erkek ise kendi misline erkek, kadın ve hunsâ olsun imam
olması sahihdir. Erkeğe uyması mutlak surette sahihdir. Kadın ise yalnız kendi
misline imam olması sahihtir. Sabinin imam olması ihtimallidir. Kendisinin
bunların hepsine uyması sahihtir. Hunsâ ise kendi gibi bir kadına imam olması
sahihtir, Baliğ kadına imam olamadığı gibi erkek veya hunsaya da mutlak surette
imam olamaz. Kendisinin yalnız erkeğe uyması mutlak olarak sahihtir.
Kâidelerden alarak benim anladığım budur.
«Velev ki cenâze
ve nâfile namazında olsun.» İfâdesi çocuğa uymaya râci olan mutlak sözün
beyânıdır.
Usturuşnî diyor
ki: «Cenaze namazında çocuğun imam olması câiz olmamak gerekdir. Anlaşılan
budur. Çünkü bu namaz farz-ı kifâyelerdendir. Çocuk ise farzı edâya ehil
değildir. Lâkin bu söz selam almakla müşkilleşir. Bir kimse bir cemaata selam
verirde selamı bir çocuk alırsa caizdir.»
Ben derim ki:
Usturuş'nînin ta'liline göre çocuğun imam olması şöyle dursun yalnız başına
cenâze namazı kılarsa baliğ kimselerden borç sâkıt olmaz. Tahrir şârihi bunu
mezhebin kitablarında bulamadığını söylemiştir; «mezhebin temel kitaplarından
anlaşılan sâkıt olmamasıdır.» demiştir. Yani Ulema: «Çocuk vücûbe ehil
değildir.» Dedikleri için borcun sâkıt olmadığı anlaşılmıştır.
Ben derim ki: Buna
göre yukarıda geçen selam meselesi müşkil kaldığı gibi ulemanın
açıkladıklarıbülûğa yaklaşan çocuğun ezanı kerahetsiz câizdir.» Sözü de müşkil
kalır. Halbuki ezanın vacip olduğunu söyleyenler vardır. Meşhur kavle göre ezan
okumak günahın lâhık olması hususunda vâcibe yakın bir sünnet-i müekkededir.
Kezâ ulemanın beyan ettikleri: «Beraetli bir çocuk cuma günü hutbe okurda
namazı bâliğ biri kıldırırsa câizdir.» Sözü ve: «Çocuk hayvan kesmeyi akıl eder
ve besmeleyi bilirse yani besmele çekmenin emir olunduğunu bilirse câizdir.»
Sözleri karşısında da müşkil kalır. Usturuşnî'nin: «Çocuk cenaze yıkarsa câiz
olur.» ifâdesi de böyledir. Yani bununla vücûp sâkıt olur. Binaenaleyh. onun
cenaze namazı kılmasiyle vücûbun sâkıt olması evleviyette kalır. Çünkü cenaze
namazı duadır. Çocuğun duası meleklerin duasından daha makbuldür.
Ulemanın: «Çocuk
vüçûbe ehil değildir.» Sözü her halde vücûbe mükellef değildir manasına olsa
gerektir. Bu, ise çocuğun fiiliyle mükelleflerden sâkıt olmasına ve çocuğun
fiilinin vâcip yerine geçmesine aykırı değildir. Feth-ul-kadîr sahibinin mürted
bâbında yaptığı şu açıklama bunu te'yid eder: «Çocuk iman için iki şehadeti
getirirse farz yerine geçer. Bülûğa erdikten sonra başka bir ikrarla imanını
tazelemesi lazım gelmez. Hatta çocuğa iman farz değildir; diyenlerin kavline
göre de lazım gelmez. Binaenaleyh müsâfir gibi olur. Müsâfire cuma namazı farz
değildir. Fakat kılarsa farz sâkıt olur.» Bu söylediklerin müslüman olurken
geçerlidir. Çünkü müslümanlığı kabulün nâfilesi yoktur. Getirilen şehâdet ancak
farz yerine geçer.» Denilirse şöyle cevap verilir: Maksad o kimsenin farzı
edâya ehil olduğunu isbâttır. Ve bununla sâbit de olmuştur. Bu söz cenâze hakkında
da söylenebilir. Zira onun da nâfilesi yoktur. Ama çocuğun ezanı, hutbesi,
besmelesi ve selam alması ile yetinmek onun kıldığı cenâze namaziyle iktifa
edileceğine delildir. Evet, çocuk vakit içinde namaz kılarda sonra yine vakit
içinde bulûğa ererse mesele müşkil olur. Zira ilk kıldığı nâfile olduğu için o
namazı tekrar kılar. Buna şöyle cevap verilebilir: Mûteber olan vaktin sonudur.
Çocuk o anda bâliğ bulunmaktadır. Vücûbe sebep olan vakit mevcud olduğu için
namazı tekrar kılması icap eder. İlk kıldığında vakit, sebep vücûp değildi. Ve
sanki o kimse kendi hakkında sebep,vücûp bulunmaksızın namaz kılmış gibi olur.
Bu sebeple o namazı forz yerine geçirmek mümkün olmaz. Cenaze namazı öyle
değildir. Onun sebebi cenazenin gelmesidir. Bu sebep baliğ olmazdan önce •de
mevcuttur. Onun için farz yerine geçmesi mümkündür.
Bütün bu
söylediklerimiz ifâsı için bulûğ şart olmayan şeyler hakkındadır. Binaenaleyh:
«Çocuk hac ederse bulûğa erdikten sonra tekrar hac etmesi tazım gelir.»
Şeklinde bir itiraz varid olamaz. Çünkü farz olan haccın şartlarından biri de
bülûğ ve hürriyettir. Nâfile hac böyle değildir. bundan anlaşılır ki, çocuğun
cenaze de dahi imam olması sahih değildir. Velev ki «o çocuğun namazı sahihdir;
bununla mükelleflerden borç sâkıttır.» demiş olalım. Çünkü bâliğ kimselere imam
olmanın şartlarından biri bülûğdur. Bu yeri izah ederken benim hatır;ma gelen
budur. Sen bunu ganimet bil! Çünkü bundan başka hiç bir kitabda bulamayacaksın!
Hamd Allah'a mahsustur.
«Esah kavle göre
velev ki nâfilede olsun.» Burada Hidâye sahibi şunları söylemiştir: «Teravih
ile mutlak sünnetlerde Belh uleması bunu câiz görmüş; bizim ulemamız câiz
görmemişlerdir. Bazıları mutlak nâfilede İmam Ebu Yusuf'la İmam Muhammed
arasında hilâf olduğunu tahkik etmişlerdir. Muhtar kavle göre bütün namazlarda
caiz değildir.» Mutlak sünnetlerden murad, beş vaktin sünnet-i müekkedeleriyle
bir rivayete göre bayram namazlarıdır. Vitir, husûf, küsûf namazlarıyle yağmur
duasında kılınan namazlarda imameyne göre böyledir.» Fetih.
METİN
Kezâ deliliği daimi
yahud bazan kesilen deliye kendine geldiği haller dışında uymak, sarhoş ve
bunağa uymak da sahih değildir. Bunu Halebî söylemiştir. Temiz bir kimse özür
sahibine uyamaz. Bu abdesti hadesle birlikte aldığına yahud hades abdest
üzerine ârız olduğuna göredir. Özrü kesildikçe abdest alırda o halde kılarsa
sahihdir. Nitekim kan aldıran bir kimse kanın kesildiğinden emin olursa ona
uymak, kadının kendi misline, çocuğun kendi misline, özürlünün kendi misline,
iki özürlünün bir özürlüye uyması da böyledir. Aksi câiz değildir. Meselâ:
Daimî yellenen kimsenin sidiğini tutamayana uyması böyledir. çünkü imamda hem
hades hem necâset vardır.
Müçtebâ'da ki:
«Mumasile uymak sahihdir. Yalnız üç kişi müstesnâdır ki onlar da hunsay-ı
müşkil, hayzını şaşıran ve istihâza kanı gören kadındır.» İbâresi yeni hayz
ihtimalinden dolayı diye tefsir edilmiştir. İhtimal ortadan kalkarsa uyması
sahih olur.
İZAH
Deliliği daimî
olan kimseye uymanın sahih olmaması da delinin namazı olmadığındandır. Çünkü
niyeti tahakkuk etmez bir de temizliği yoktur. Ama deli kendine gelir ve
ayılırsa o halde kendisine uymak sahihtir. Nitekim Bahır'da Hulâsadan naklen
böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa namazdan önce ayıldığı tahakkuk etmedikçe
kendisine uymak sahih olmaz. Hatta bir kimsenin delirip ayıldığını bilirde
namaz vaktinde ne halde olduğunu bilmezse ona uymak sahih olmaz. Delirdikten
sonra ayıldığı bilinirse sahih olmak gerekir. Asıl ile yani sağlamlıkla istihap
ederek deliliğin yeniden gelmesi ihtimaline itibar yoktur. Zira delilik ârızî bir
hastalıktır.
BUNAK: Aklı az
olan kimsedir. Bazıları: «Delilikten başka bir şaşkınlıktır.» demişlerdir.
Muğrib'te böyle denilmiştir. UIema bunağı çocuk hükmünde saymışlardır.
Özürlünün özürlüye
uyması özürleri bir cinsden olduğuna göre sahihtir. Özürleri bir cinsden
değilse uymak sahih olmaz. Nitekim Zeyleî'de, fetih'de ve diğer kitablarda
böyle denilmiştir. Sirâc'ın ibâresi şöyledir: Sidiğini tutamayan kimse kendi
gibisinin arkasında namaz kılabilir. Ama hem sidiğini tutamayan hem de daimî
yellenen birinin arkasında kılarsa câiz değildir. Çünkü bu takdirde imam iki
özür sahibi cemaat olan ise bir özürlüdür.» Cevhere'de dahi böyle denilmiştir.
Mezkûr ta'lilden anlaşıldığına göre özrün bir olmasından murad eserin
birliğidir. Aynın birliği değildir. Aksı takdirde temsilde: «Ama daimî surette
yellenen birinin arkasında kılarsa...» demesi yeterdi. Ta'lilde de: «Özürleri
değişik olduğu için» demeli idi. Onun için bahır sahibi: «Bundan anlaşıldığına
göre sidiğini tutamamakda yara ile birleşenler kabilindendir. Sidiğini
tutamamakla büyük çişini tutamamak da öyledir.» demiştir. Yani eser hususunda
birleştikleri için demek istemiştir. Zira her biri hades ve necâsettir. Velev
ki sidik tutamamak yaranın ayni olmasın.
Lâkin Nehir sahibi
buna itiraz etmiş; bunun sidiğini tutamayan kimsenin daimî yellenene uymasının
câiz olmasını gerektirdiğini söylemiş: «bu vaki değildir, zira özürleri başka
başkadır» demiştir.
Bu söz birleşmeden
murad aynin birleşmesi olmasına binaendir. El-münyet-ül-kebîr şerhinde
bildirilenin ifâde ettiği mânâ budur. Hılye sahibi dahi: «Sidiğini tutamayan
kimsenin pekinmeyen yara sahibine uyması yahud bunun aksi sahih değildir.
Nitekim mezhep budur. Çünkü özürlünün kendisi gibi özürlüye uyması özürleri bir
ise sahihtir. Başka başka ise sahih değildir.» demiştir.
Bundan anlaşılıyor
ki, en güzeli Nehir'in ibâresidir. şârih'in de âdeti vechile onu takip etmesi
gerekirdi. Buradaki sözünde şârih Bahır sahibine tabi olmuştur. Hazâin nâm
eserinde de öyle yapmış: «Özürleri birleşirse özürlünün kendisi gibi bir
özürlüye uyması sahihdir». Meselâ Sidiğini tutamayan kendi gibi birine yahud
yara sahibine yahud daimî surette yellenene uyması böyledir. Özürleri
birleşmezse sahih değildir. Meselâ: Daimî yellenen, sidiğim tutamayana uyamaz.
Çünkü imamda hades ve necaset vardır.» demiştir. Gördüğün gibi bu söz mezhebe
muhaliftir. «Yani hayz ihtimalinden dolayı» bir de uyan hunsânın erkek, imam
olanın kadın olması ihtimalinden dolayıdır. Sonra bu hüküm hayzını şaşıran
hakkında acıktır. Kınye sahibi bunu şöyle açıklamıştır: «Hayzını şaşıranın
hayzını şaşırana uyması caizdir. Diyen fena halde yanlıştır. Çünkü hayızlıya
uymuş olması ihtimali vardır.» İstihaza kanı gelen kadın hakkında ise
müşkildir. Zira hakikatta istihazalı kadının hayzlı olması ihtimali yoktur.
Meselâ: Kan görmesi on günü, nifas kırk günü aşan kadın böyledir. Meğer ki bu
kadından üç gün tamam olmadan evvel başlayan gibi biri kasd edilmiş ola!
Böylesi mücerred
kanı görmekle namazı bırakır. Üç günü tamamlarsa ne âlâ! Tamamlamazsa kaza
eder. Bu kadının üç gece önceki hâlı hayzada istihazayada ihtimallidir.
Hayzında âdet sahibi olan kadın da öyledir. Adetinden fazla kan görürse ihtimal
kanı on günde kesilmiştir. Bu takdirde hayızlı sayılır. İhtimal ki on günden
fazla müddette kesilmiştir. O zaman istihazalı olur. Ve kendisi gibi bir
kadının ona uyması câiz olmaz.
Rahmeti diyor ki:
«Benim Müçtebâ'da gördüğüm şudur: İstihazalının iztihazalıya uyması caizdir.
Şaşıranın şaşırana uyması ise câiz değildir. Nasıl ki hunsay-ı müşkile uymasıda
câiz değildir.» Bunda bir işkâl yoktur. İhtimal bahır sahibinin nüshası tahrif
edilmiştir. Diğerleride ona tabi olmuşlardır.
Lâkin
Kuhistanî'nin ibâresi buradakine uygundur. Şu da var ki, Kınye'de hunsây-ı
müşkil hakkında iki rivayet olduğu bildirilmiştir.
METİN
Kur'an'dan bir âyet
ezber e.den kimsenin hiç bir âyet ezber etmeyene, Avreti örtülü olanın çıplak
kimseye, rükû ve secdeye iktidarı olanın bunlara iktidarı olmayana, farz
kılanın nafile ve başka bir farz kılana, nezir edenin nezir edene ye nezir
edenin yemin edene uyması sahih değildir.
Kur'an'dan hiçbir
şey ezber etmeyen kimse ümmidir. Ümmî dahi dilsize uyamaz. Çünkü ümmi tahrimeye
muktedirdir. Binaenaleyh aksi sahihtir.
Çıplak bir kimse
bir çıplak ile iki giyimliye imam olsa imamın ve onun gibi olanın namazları
bil'ittifak câizdir. Yaralının bir yaralı ile bir sağlama imam olması da
böyledir.
Rükû ve secdeye
iktidarı olanın bunlardan âciz olana uyamaması kuvvetli zaif üzerine binâ
edileceğiiçindir.
Farz kılanın
nâfile ve başka farz kılana uyamaması, bize göre iki namazın bir olması şart
olduğundan, hazreti Muaz'ın peygamber (s.a.v.)'le nâfile kıldığı. kavmine ise
farz kıldırdığı sahihdir. Nezir eden kimse nâfile kılana ve kezâ farz kılana
uyamaz. Çünkü bunların her bir başka bir farz kılan gibidir. Meğer ki biri
aynen diğerinin nezir ettiğini adamış olsun. Çünkü bunda namazlar birdir. Nezir
eden kimse yemin edenede uyamaz. Zira nezir edilen daha kuvvetlidir. Bunun aksi
sahihtir. Yani yemin eden kimse nezir edene, yemin edene ve nâfile kılana
uyabilir.
İki rekat tavaf namazını
kılan iki kişi nezir eden iki kişi gibidirler. Müştereken bir nâfile namaz
kılarda sonra onu bozarlarsa birinin diğerine uyması sahih olur. Ama o namazı
ayrı ayrı bozarlarsa uyması sahih olmaz Öğleyi kılarda her biri diğerine imam
olmayı niyet ederse sahih olur. İkiside imama uymayı niyet ederlerse sahih
olmaz. Aradaki fark açıktır.
İZAH
«Hiç bir âyet
ezber etmeyen» İfadesi bütün Kur'an'ı yahud ekserisini ezber bilen fakat manayı
bozacak şekilde yanlış okuyan kimseyede şâmildir. Zira Bahır'da: «Bize göre
ümmi (okuyup yazma bilmeyen kimse) farz olan kıraatı iyi okuyamayandır.
Şâfii'ye göre ise Fâtiha'yı iyi okuyamayandır.» denilmiştir.
Ümmi olan kimse
dilsize uyamaz. Ama dilsiz dilsize yahud ümmi ümmiye uyabilir. Bunu
Ebu-s-Süûd'dan naklen Tahtavî söylemiştir. «Aksi sahihtir.» Ta'lil üzerine
getirilmiş fer'î bir meseledir. Zira ümminin tahrimeye muktedir olması hâlinin
dilsizden daha kuvvetli olduğuna delildir. Onun için dilsizin ona uyması sahih,
aksi sahih değildir. Bunun mefhumu şunu ifâde eder ki, kudreti yoksa
birbirlerine uymaları sahihtir.
Çıplak bir kimse,
bir çıplak ile giyimliye imam olsa imamın ve onun gibi olanın namazları
bilittifak câizdir. Fakat ümminin bir ümmi ile bir okuyana imam olması böyle
değildir. Çünkü İmam-A'zam'a göre hepsinin namazları bozulur. Ümminin okuyan
birine uymak şartiyle namazı kıraatlı sayılabilir. Zira imamın okuması onun da
okuması demektir. Ama imamın abdesti ve tesettürü hükmen cemâat olanın abdest
ve tesettürü yerine geçemez. Böylece ayrılırlar. Bahır.
Rükû ve sücûdden
âciz kalan kimse bunları imâ ile ayakta veya oturarak yapandır. Oturarak rükû
ve secde yapabilirse ona uyması câizdir. Nitekim gelecektir.
Tahtavî diyor ki:
«İtibar secdeden âciz kalmayadır. Hatta secdeden âciz kalırda rükûa kudreti
olursa imâ ile kılar.»
«Farz kılanın
nâfile ve başka bir farz kılana uyması sahih değildir.» Farzların isim veya
sıfat itibariyle değişik olması musavidir. Meselâ dünkü öğleyi kılan bugünkü
öğleyi kılana uyamaz. Ama bu kimseler bir günün namazlarında birim kılmamışlarsa
câizdir. Keza bir kimse ikindinin iki rekatını kıldıktan sonra güneş batar da
son rekatlarında başka bin ona uyarsa câizdir. Çünkü namaz birdir. Velev ki
uyan kimse için kaza olsun. Cevhere.
«Hazreti Muaz'ın
Peygamber (s.a.v.)le nafile kıldığı, kavmine ise farz kıldırdığı sahihtir.»
Yanı bizim imamlarımıza g6re bu hadis sahih ve başka rivayete müreccehtir.
Bu ifâde İmam
Şafiî'nin istidlaline cevaptır. Şâfiî farz kılanın nâfile kılana uyabileceğine
Buharı ile Müslim'in sahihlerindeki Muâz hadisiyle istidlâl etmiştir. Mezkûr
hadîste: «Muaz Rasülullah (s.a.v.) yatsıyı kılar, sonra kavminin yanına dönerek
ayni namazı onlarada kıldırırdı denilmektedir. Cevap şudur. Hz. Muazı kavmi
şikayet edince Rasulullah (s.a.v.) ona «Yâ Muaz, fitneci olma! Yâ benimle kıl;
yahud kavmine kıldırırken hafif tut!» buyurmuştur. Bunu imam Ahmed rivayet
etmiştir. Hafız İbn-i Teymiye: «Bu hadisde farz kılanın nâfile kılana
uyamayacağına delil vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)le birlikte kılınca
başkasına imamlık yapamayacağını gösteriyor. Onunla birlikte nâfile kılması
başkalarına imam olmasına bil icmâ mâni değildir. Bundan anlaşılıyor ki,
Rasûlüllah (s.a.v.) le birlikte kıldığı yatsı namazları nâfiledir.» diyor.
İmam Kurtubî dahi
«el-müfhim» adlı eserinde: «Bu hadis hazreti Muaz'ın peygamber (s.a.v.)le
birlikte kıldığı namazın nâfile olduğuna delildir. Kavmine kıldırdığı ise
farzdır.» demiştir. Tamamı Nuh efendi haşiyesiyle feth-ul-Kadîr'dedir. Nezir
eden kimse nâfile kılana uyamaz. Çünkü nezir vaciptir. Kaviyi zaif üzerine bina
etmek lazım gelir. (ki câiz değildir.) H. Birinin aynen diğerinin nezir ettiği
namazı nezir ettim.» demekle olur. «Çünkü bunda namazlar birdir.» Arkadaşının
nezir ettiği namazı nezir edince ikisi aynı namazı nezir etmiş gibi olurlar.
Her biri ayrı ayrı namaz nezir ederlerse iş değişir. Çünkü birinin nezri ile
vacip olan namaz diğerininki gibi değildir. Ve birinin neziri diğerinin
nezirinden daha kuvvetli değildir. Nezir edilen namaz yemin edilen namazdan
daha kuvvetlidir. Zira yemin etmekle namaz nâfile olmaktan çıkmaz. Görmüyor
musun o kimse muhayyer kahr. İsterse namazı kılar ve yemininde sâdık olur.
Dilerse kılmaz; kefaret verir. Onun için yemin edenin yemin edene ve nâfile
kılana uyması caizdir. Mineh'de Bahır'a uyarak: «Bundaki vücüp ârızidir.» denilmişsede
doğru değildir. Onun için Şârih onu söylemekten vaz geçmiştir. Rahmeti.
Ben derim ki: Bunu
ulemanın yeminler bahsinde söyledikleri şu söz te'yid eder: «Üzerine yemin
edilen şey farz ise yemininde durmak vacibtir. Mâasiyet üzerine yemin etmişse o
yemininden dönmek vaciptir. Yemin etmediği ettiğinden daha hayırlı ise yeminden
dönmesi tercih olunur. Her ikisi müsâvî iseler yemininde sadık kalmak tercih
edilir.
Hulâsa'da
bildirildiği vecihle namaz için yemin...» Vallah iki rekat namaz kılacağım!»
demekle yapılır. Yemin edenin yemin edene uymasının câiz olması yemin etmekle
namaz nâfile olmaktan çıkmadığı içindir. Ve nâfile kılan nâfile kılana uymuş
olur. Münye şerhinde bu şöyle ta'lil edilmiştir: «Çünkü vacip olan yeminin de
durmaktır. Her iki namaz haddizatında nâfile olarak kalırlar.» Yemin edenin
nâfile kılana uyması sahihtir. Zira üzerine yemin edilen şey nâfiledir. H.
Bahır'da: «Bunun Vacip olduğu da söylenir. Çünkü yeminde durmak tahakkuk
etmiştir. Binaenaleyh nâfile kılanın arkasında namazı caiz olmamak lazım
gelir.» Denilmişse de buna verilen cevabı gördün!
«İki rekat tavaf
namazını kılan iki kişi nezir eden iki kişi gibidirler. Yani birbirlerine
uymaları câizdeğildir. Çünkü sebep değişiktir. Birinin tavafı diğerinin
tavafından başkadır. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Gerçi Hâniye'de:
«Bu câizdir. Ve nâfile kılanın nâfile kılana uyması kabilindendir.» Denilmişse
de anlaşılan bu söz tavaf namazının sünnet olduğunu bildiren kavle göredir.
Bahır sahibinin incelemesi de bunu te'yid eder. O: «Tavaf namazının sünnet
olduğunu bildiren kavle göre uymanın câiz olması gerekir.» demiştir.
«Müşterek bir
nâfile namaz kılar da sonra onu bozarlarsa birinin diğerine uyması sahih olur.
Çünkü namaz birdir. Biri diğerinin nezir ettiğini adamış gibi olur. H. Ama o
namazı ayrı ayrı bozarlarsa uyması sahih olmaz. Zira sebep değişiktir. Nezir
edenler gibi olmuşlardır. «Aradaki fark açıktır.» Ve şudur: İmam kendi nefsi
hakkında yalnız kılan hükmündedir. O ancak başkası kendisine uymak şartiyle
imam olur. Binaenaleyh ikiside yalnız kalmışlardır. Uyan kimsenin ise namazı
ancak uymaya niyet etmekle sahih olur. Halbuki namazını başkasının namazı
üzerine binâ etmeğe niyet eden kimseye uymak sahih değildir.
METİN
Lâhık ile Mesbûk
da kendileri gibilere uyamazlar. Çünkü yalnız kılınacak yerde imama uymanın
namazı bozduğu takarrur etmiştir. Aksi de böyledir. öğle namazı gibi seferle
değişen namazlarda vakit çıktıktan sonra müsâfirin mukîme uyması câiz değildir.
Mukîm ister vakit çıktıktan sonra iftitah tekbiri alsın; ister vakit içinde
olup da vakit çıktıktan sonra müsâfir ona uysun (hüküm değişmez.) Ama müsâfir
vakit içinde tekbir alırda sonra vakit çıkarsa sahih olur. Ve imamına tâbi
olarak namazını tamamlar. Vakit çıktıktan sonra tekbir alırsa farzı değişmez;
ve ilk iki rekatta yahud ikincide imama uymakla ka'de (oturuş) veya kıraat
hakkında nâfile kılana uymuş olur.
Yerde olan vâsıta
üzerindekine uyamadığı gibi bir hayvan üzerinde bulunan diğer hayvan
üzerindekine de uyamaz. Ama onunla beraber bulunursa uyması sahih olur.
Esah kavle göre
peltek olmayan bir kimse pelteğe uyamaz. Nitekim Müçteba'dan naklen Bahır'da da
böyle denilmiştir. Halebî ile ibn-i Şıhne bunun ümmi gibi dâimî şekilde farz
olmak üzere gücünü sarf ettikten sonra câiz olmayacağını kaydetmişlerdir.
Böylesi ancak kendi gibisine imam olabilir. Güzel okuyan birine uymak mümkün
ise yahud gücünü sarf etmezse veya farz miktarı peltek okumadığı bir yerde
bulursa namazı sahih olmaz. Peltek hakkında sahih ve muhtar kavil budur yalnız
bir harfi söyleyemeyen yahud fâyı tekrarlamadan çıkaramayanda böyledir.
İZAH
Lâhık ile masbûk
kendileri gibilere uyamadıkları gibi lâhık mesbûka, mesbûk lâhıka dahi uyamaz.
H. «Çünkü yalnız kılınacak yerde imama uymanın namazı bozduğu takarrur
etmiştir.» Sözü mesbûk mesbûka yahud mesbuk lâhika uyulacak yerde yalnız kılmak
sözü lâhik lâhika yahud mesbûka uyduğu zaman yerindedir. Şarihin «Akside
böyledir.» yani imama uyulacak yerde yalnız kılmak. Zira lâhık, imamından başka
birine uymak isterse evvelâ imamından ayrılmışda sonra uymuş gibi olur. Ve
imama uyulacak yerde yalnız kıldı denilebilir. H.
«Müsâfirin mukime
uyması câiz değildir.» İfâdesinin izâhı şudur: Vakit çıkmadıkça müsâfir namazı
tamamlamayı kabul eder. Mükîm olmayı niyet eder yahud mukim olan imama uyarda
ona tâbiolursa namazını tamam kılar. Çünkü sebep yani vakit bâkidir. Fakat
vakit çıkarsa artık zimmetinde namaz iki rekat olarak takarrur etmiştir. Mukim
olmakIa yahud başka bir sebeple tamam kılmasına imkân yoktur. Hatta o namazı
memleketinde bile olsa iki rekat olarak kazâ eder. Vakit çıktıktan sonra mukîm
bir imama uyarsa ister vakit çıktıktan sonra ister vakit içinde iftitah tekbiri
alsın söylediğimiz ve söyleyeceğimiz sebepten dolayı sahih olmaz. Vakit içinde
uyarsa böyle değildir. Zira o namazı tamam kılar. Sebebini beyân ettik.
Musannıfın:
«Seterle değişen» demesi sabah ve akşam namazlarından ihtiraz içindir. Çünkü
bunlar değişmediği için vakit içinde ve vakit dışında uyması sahih olur.
Şârih'in «imama uyarsa» demeyip «vakit içinde tekbir alırsa» ifadesini
kullanması, imama uymak ve namazı tamam kılmak icap etmek için mücerred iftitah
tekbirine vakit cinde yetişmenin kâfi olduğuna tenbih içindir.
«İlk iki rekâtta
yahut ikincide ilh...» cümlesinde leff ve neşir-i müretteb vardır. Yani ilk iki
rekatta müsâfir mukîme uyarsa ilk oturuş hakkında farz kılan nâfile kılana
uymuş olur. Çünkü ilk oturuş müsâfire farzdır; onun namazının sonudur. Mukim
hakkında ise nâfiledir. Zira onun hakkında ilk oturuştur. Ulema burada nâfile
tabirini farz olmayan manâsında kullanmışlardır ki, maksad vaciptir. Zira
nâfile ziyade demektir. Vâcibde farz üzerine ziyâdedir. İkinci iki rekatta
uyarsa kıraat hakkında yine farz kılan nâfile kılana uymuş olur. Çünkü kırâat
müsâfirin namazına nisbetle farz, mukim için nâfiledir. İster mukim ilk
rekatlarda okusun - ki bu meydandadır - isterse yalnız son iki rekatta okusun.
Kırâatın yeri ilk iki rekattır. Binaenaleyh oraya iltihak eder. Ve hükmen son
iki rekat kırâatından hâli kalır. Burada: «Nâfile kılan farz kılana uymuştur.»
Şeklinde bir itiraz vârid değildir. Çünkü Nihâye nâm eserde bildirildiğine göre
bu namaz imamın namazına tabi olduğu için farz hükmünü almıştır. Onun için de
imama uyduktan sonra onu bozarsa dört rekat olarak kaza eder.
TENBİH: Bundan şu
hüküm alınır: Mukim kimseler müsâfir imama uyarda imam mukim olmağa niyet
etmeksizin onlara namazı tamam kıldırır; ve cemâat ona tabi olurlarsa namazları
bozulur. Çünkü imam son iki rekatı nâfile olarak kılmıştır. Allame Şurunbulâli
on iki mesele hakkındaki risalesinde buna tenbih etmiş; bu meselenin kendi
başına geldiğini fakat onu hiç bir kitabta görmediğini söylemiştir.
Ben derim ki: Bu
meseleyi Remlî müsâfir bâbında Zahiriye'den nakletmiştir. Biz de o bâbta beyân
edeceğiz.
«Yerde olan vasıta
üzerindekine uyamadığı gibi bunun akside câiz değildir. Bu meselelerde illet
yerin ayrı ayrı olmasıdır. Her ikisi bir hayvan üzerinde bulunurlarsa yer bir
olduğu için cemâat olmaları câizdir. İmdâd nâm eserde dahi böyle denilmiştir.
Kezâ yerde olanın hayvan üzerindekine uymasına başka bir mâni daha vardır ki, o
da rükû ve sücûdle kılanın bunları imâ, ile yapana uymasıdır. Meğer ki yerde
olan da imâ ile kılsın. Sonra bu, yerin başka başka olmasının imama uymaya mâni
olduğuna delildir. Velev ki bunda imamın hâlini şaşırmak olmasın. Zira şaşırmak
ancak arada perde olduğu zaman muteberdir. Verin değişmesinde muteber değildir.
NitekimAllah'ın inâyetiyle tahkiki ileride gelecektir.
(Peltek diye
terceme ettiğimiz) elsağ muğrip sahibinin beyânına göre dili sîni «se»
söyleyendir. Bazıları «reyi gayn, lam veyahud ya söyleyendir» demişlerdir.
Kamûsda: «yahud bir harfden başkasına geçendir.» denilmiştir. «Esah kavle göre»
demekle musannıf Hulâsa sâhibinin fazlî'den rivayet ettiği kavle işaret
etmiştir. O kavle göre peltek olmayan bir kimse pelteğe uyabilir. Çünkü onun
söylediği kendisine lügat (dii) olmuştur. Tatarhâniye'de de böyle denilmiştir.
Zâhiriye'de şu satırlar vardır: «Pelteğin başkasına imam olması câizdir.
Bazıları câiz olmadığını söylemişlerdir. Hâniye'de de Fazlî'den naklen böyle
denilmiştir. Anlaşılan bu zevât sahih olduğuna itimâd etmişlerdir. Hılye sahibi
dahi buna itimad etmiş; ve şöyle demiştir: «Çünkü bunu ulemadan bir çokları
mutlak söylemiş; başkasına imam olmaması lâyıktır demişlerdir. Bir de
Hızânet-ül-ekmel'de: «Pepenin imamlığı mekruhtur.» denilmiştir. Lâkin ihtiyat
sahih olmamasıdır. Nitekim musannıf da bunu tercih etmiştir. Hayreddin Remlî
dahi bununla fetvâ vermiştir. Fetevâsında ibâresi şöyledir: «Tercih edilen
müftâbih kavle göre pelteğin peltek olmayana imamlığı sahih değildir.
«Daimî şekilde
farz olarak gücünü sarf» etmekten murad: Sabah akşam o harfi düzeltmeğe
çalışmasıdır. Bu suretle sahih şeklini öğrenmeğe çalışırken kıldığı namazı
câizdir. Velev ki düzeltememiş olsun. Çalışmayı terk ederse namazı fâsid olur.
Muhit ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir.
Zahire sahibi
diyor ki: «Bu bence müşkildir. Çünkü yaradılışından olan bir şeyi kul
değiştiremez.» Tamamı Münye şerhindedir. Peltek ancak kendisi gibisine imam
olabilir. Bu söz mutlak surette pelteklikte misli olmasına ihtimallidir. Bu
takdirde râyı gayın okuyan bir kimse râyı lâme çevirene uyabilir. Hususî bir
harfi söyleyemeğe de ihtimallidir. O halde râyı gayn söyleyen kimse ancak onu
kendisi gibi gayn okuyana uyabilir. Anlaşılan budur. Nasıl ki özrün muhtelif
olması da böyledir, Mürâcâat buyurula! H.
«Güzel okuyan
birine uymak mümkünse..» ifâdesinden murad: Kendisinin peltek söylediğini doğru
söyleyebilen yahud Kur'an'ı güzel okuyan demektir. Bu söz «ümmi imama uymak
imkânı bulursa ona uyması lâzımdır.» Kavline binâendir. Bu hususta söz edilecektir.
Bir de gücünü sarf etmezse o zaman namazı sahih olmaz. Zira gördün ki peltek
söylediği harfi düzeltmeğe çalışıp da beceremediği müddetçe namazı sahihtir.
Düzeltmeğe çalışmazsa namazı fâsittir. Şu kayıtda mutlaka lazımdır: Farz
miktarı peltek okumadığı bir yer bulamazsa başkasına uyması lazımdır. Bulur da
okursa şübhesiz uyması lazım gelmediği gibi gücünü sarf etmeside lazım
değildir.»
«Yahud gücünü sarf
etmezse...» yani imama uymadan kılarda farz miktarı pelteksiz okuyamazsa namazı
sahih olmaz. Fakat imama uyar veya dürüst okuyabildiği bir yer bulursa gücünü
sarf etmese bile namazı sahihtir. Farz miktarı peltek okumadığı yer bulurda
okumaz ve başkasına uymazsa namazı sahih değildir. Aksi halde sahihtir.
Valvalciye'de şöyle deniliyor: « O kimse Kur'an'dan söyleyemediği harfler
bulunmayan âyetlere rastlarsa onları seçer. Yalnız Fâtiha müstesnâdır. Zira
namazda Fâtiha'yı terk edemez.»
«Yalnız bir harfi
söyleyemeyen de böyledir.» Cümlesini yukarıya da atif etmesi peltekliğin sin
ile râya mahsus olduğuna binâendir. Harflerden birini söyleyememeğe misâl:
Eşşeytanirracîm - Errahmânirrahîm - Essirât - Ve iyyakenestaîn - İyyâkena'budü
- Rabb-ül Alemîn şekillerinde okumaktır. Bütün bunların hükmü yukarıda geçtiği
gibi daimî şekilde gücünü sarf etmektir. Etmezse namazı sahih olmaz.
METİN
(İstihlâf:
Namazda abdesti bozulan imamın cemâattan birini yerine imam geçirmesidir.)
Malumun olsun
ki binâ (namazın üzerine ekleme yapmak) câiz olabilmek için on üç şart vardır.
Bunlar: Abdestin bozulması semavî ve bedeninden olmak, güslü icap etmemek,
vucüdu nâdir olmamak, hadesle bir rükün edâ etmemek. yürürken rükün edâ
etmemek, namaza aykırı bir şey yapmamak, yapılması mutlakâ lâzım olmayan bir
şeyi yapmamak, kalabalık gibi bir özür yokken gecikmemek, mesih müddetinin
geçmesi gibi sâbık hadesi meydana çıkmamak, Tertip sahibi ise üzerinde kazâ
namazı olduğunu hatırlamamak, İmama uyan kimsenin namazını başka yerde
bitirmemesi ve imamın kendi yerine imamlığa yaramayan birini geçirmemesidir.
Sahih kavle göre ağaçdan ayva düşmek veya aksırıktan abdesti bozulmak gibi
vukuunda veya sebebinde insanın ihtiyarî olan şeylerden başka semâvî bir
sebeple imamın abdestinin bozulması yukarda söylediğimiz gibi namaza binâ
etmeye mâni değilse, velev ki - selâmı edâ etmek için - teşehhüdden sonra olsun
istihlâf eder.
İZAH
İstihlâfın
imamlıkla münâsebeti meydandadır. Onun için musannıf Hidâye ve diğer
kitablardaki gibi: «Namazda abdest bozulması» başlığını kullanmayarak bunu
tercih etmiştir. Çünkü o başlık hükümle değil sebeple yapılmıştır. Bu ise
hükümledir. İstihlâf mümkün olmak için hadesin binâya yani namazın üzerine
eklemeye mâni olmaması şart kılındığından şârih ekleme yapmanın şartlarını
saymıştır. Çünkü bu bunâ hakikatta halîfenin (imamın yerine gecenin) imamın namazına
eklemesidir.
Semavî: Kulun
tercih ve ihtiyarı ve onun sebebi ile. olmayan şeydir. Nitekim şerhde izahı
gelecektir. Kulun ihtiyarı kaydı ile kasden abdesti bozmak, sebebi kaydı ile de
yaralama, ısırma ve teras gibi bir yerde yürüyen bir adamın düşürdüğü taş gibi
şeyler tariften hâriç kalır.
«Bedeninden
olmak» kaydı dışarıdan isâbet eden mâni necâsetten korunmak içindir. Burada
necise hades denilmiştir ki, müsâmahadır. Şu da var ki abdest bozulmadan dahi
namaza mâni necâset binâ etmeye de mânidir. Bedenden veya dışarıdan olması
farksızdır. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir. Kezâ necâset mevzuumuza dahil
değildir. Çünkü sözümüz hades hakkındadır. Ama şöyle denilebilir: «Şârih
bununla delilikten. korunmuştur. Çünkü delilik hastalıktan değil de cinlerden
ileri gelirse bedenden olmayan bir hadestir. Aksi takdirde baygınlık gibi
bedendendir.
«Kalabalık gibi
bir özür yokken gecikmemek» denildiğine göre böyle bir özür varken bir rükün
edâ edecek kadar gecikirse namazına binâ eder. Kezâ abdesti uyku sebebiyle
bozulurda biraz durup sonra uyanırsa hüküm yine böyledir. Zira namazın
bozulması durması sebebiyledir. Namazın bir cüzü hadesle edâ edilmiştir. Uyuyan
kimse uykusu halinde hiç bir şey edâ etmez. Münye şerhi. Teyemmüm ile kılanın
suyu görmesi ve istihâzalı kadının namaz vaktinin çıkması da mesh müddetinin
geçmesi gibidir. Bahır. Üzerinde kazâ namazı olduğunu hatırlamamak şarttır.
Hatırlarsa binâ etmesi - vacip olmamak üzere - sahih değildir. Bâzen sahih
olabilir. Zirâ hatırladığı anda kazâederse - ki meşru olan budur - vakit namazı
bozulur. Geciktirirde altıncı namazın vakti çıkarsa sahibi tertip olmaktan
çıkar. Bu sebeple binâ sahih olur.
«İmama uyan»
tâbiri abdesti bozulup yerine başkasını geçiren imama da şâmildir. Çünkü
kendisi halîfesine uymuştur. Abdest aldığı vakit imamı henüz namazını
bitirmemişse aralarında imama uymaya mâni bir şey bulunmadığı takdirde dönerek
imamının arkasında namazını tamamlaması icap eder. Hatta bulunduğu yerde
tamamlarsa namazı bozulur. Yalnız kılan ise dönüp dönmemekte muhayyerdir.
İmamlığa yaramayan kimseler çocuk, kadın ve ümmîdir. İmam bunlardan birini
kendi yerine geçirirse hem kendi namazı hem de Cemâatın namazları bozulur.
Çünkü yaptığı hareket namaza âid olmayan amel-i kesirdir. (çok meşguliyettir)
Bu şartlar hususundaki sözün tamamı ileride gelecektir.
İmamı abdestinin
bozulmasından murad: Hakikaten bozulmasıdır. Hatta bozulduğunu zannederde sonra
bozulmadığı anlaşılırsa ileride geleceği vecihle namazı bozulur. Velev ki
yerine birini geçirdikten sonra mescidden çıkmamış olsun. Çünkü yaptığı amel-ı
kesirdir. Buradaki insandan maksad İmam-A'zam'la imam Muhammed'e göre namaz
kılana ve kılmayana şâmildir. Ebu Yusuf'a göre ise yalnız namaz kılandır. Nuh
efendinin hâşiyesinde Muhit'ten naklen şöyle denilmiştir: «Namaz kılanın
abdesti hariçten bir fiil ile meselâ: Fındık kadar bir taş isâbet ederek
yaralamak suretiyle bozulursa tarafeyne göre namazı üzerine binâ edemez. Ebu
Yusuf'a göre binâ eder. Çünkü bunda onun bir tesiri yoktur. Binaenaleyh semâvi
gibidir.
Tarafeynin delili
şudur: Bu kulların yaptığı hır şeyle meydana gelen hadestir. Çok da bulunmaz. O
halde semâvi hükmüne katılamaz. O kimsenin üzerine terasdan bir tuğla düşse
yahud ağaç altında namaz kılarken üzerine bir armud veya ayva düşerek yaralasa;
veya mescidin dikenli ağacı çarparak vücudundan kan çıkarsa bâzılarına göre
namazı üzerine bina eder. Çünkü bunlar kulların fiili ile hâsıl olma şeyler
değildir. Bazıları ihtilaflı olduğunu söylemişlerdir. Zira düşmenin sebebi
oraya koymak ve ağacı dikmektir. Zahiriye sahibi şöyle demiştir: Terasdan bir
tuğla düşerde başını yararsa, birinin geçmesi sebebiyle düştüğü takdirde
namazını yen.iden kılar. Ebu Yusuf buna muhaliftir. Birinin geçmesi sebebiyle
düşmemişse bazılarına göre hilâfsız namazı üzerine bina eder. Bazıları ihtilaflı
olduğunu söylemişlerdir. Sahih olan da odur.» Zahiriye'nin sözünden sonra
Hayreddîn Remlî şunları söylemiştir: «Ben derim ki: Bundan anlaşıldığına göre
sahih olan, mutlak surette binâ etmemektir. Ayva düşmeside buna kıyâs edilir.
şâyed ağacı sallayarak düşmüşse ihtilaflıdır. Böyle değilse bazılarına göre
hilafsız binâ eder. Fakat sahih kavle göre bu da ihtilaflıdır.
«Ağaçdan ayva
düşmek ilh » menfiye misaldir. Yani bunlarda kulun ihtiyar ve tesiri vardır.
Bahır'da nakledildiğine göre ayvanın veya terasdan tuğlanın düşmesi
ihtilafıdır. Bahır sahibi bundan sonra aksırık veya öksürükle abdest bozulursa
namaza binâ edilemeyeceğinin sahih kabul edildiğini nakletmiştir. Remlî dahi
Münye şerhinden naklen en muvâfık olanın aksırıkta değil de öksürükte bina edememek
olduğunu söylemiştir. Şurunbulâliye'de ve ona tâbi olarak hâşiyesinde:
«Bahır'da her iki surette binâ edeceği sahihlenmiştir.» denilmişse de bu vâki
değildir.
«Namaza binâ
etmeye mâni değilse» sözü ile binâ etmeye mâni olan hades hâric kalır. Meselâ:
hades şârihin işaret ettiği on üç zıd şeyden biri ise istihlâf yapması sahih
olmaz.
«Selâmı edâ etmek
için» ibâresi hakkında ibn-i Kemâl şunları söylemiştir: «Bunu Hidâye sahibi
açıklamıştır. Bu gösteriyor ki imameynin burada ihtilafı yoktur. Zira onlara
göre selam vermenin vacip olduğunda hilâf yoktur.» İbn-i Kemâl bu sözleriyle
Sadr-ı-Şeria ve Molla Hüsrev'e red cevabı vermek istemiştir. Onlar şöyle
ta'lilde bulunmuşlardır: O kimsenin namazı tamamlanmamıştır. Çünkü kendi
fiiliyle namazdan çıkmak İmam-A-zam'a göre farzdır. Fakat bulunmamıştır.
İmameyne göre namaz tamamdır, istihlâf lazım değildir. Bunu Yâkubiye sahibi
dahi red etmiş ve bazı ulemânın sözü olduğunu söylemiştir. Hidâye sahibinin
sözünde muhtar olan kavlin Kerhî'nin sözü olduğuna işaret vardır. Kerhî'nin
sözü: Kendi fiili ile namazdan çıkmanın bil'ittifak farz olmamasıdır.
«İstihlâf eder.»
İfâdesinde bu işin imamın hakkı olduğuna işâret vardır. Hatta cemâat birini
imamlığa geçirseler halîfe imamın geçirdiğidir. Cemâatın halîfesine uyanın namazı
bozulur. Halîfeyi imamdan başkası ileri geçirirse, bu geçirme işi, birinci imam
mescitte iken halefi de onun yerine geçmeden evvelse câizdir. Cemâat birini
geçirirler yahut imam geçirmediği için kendiliğinden geçerse birincisi
mescidden çıkmazdan evvel onun yerini alırsa câizdir. Mescidden çıktıktan sonra
olursa imamdan maada hepsinin namazları bozulur. Hâniyed'e böyle denilmiştir.
İki adam ileri geçerlerse önce geçen daha lâyıktır. İkisini de cemâat geçirirse
itibar ekseriyetedir. İki taraf müsavi gelirlerse namazları bozulur. Tamamı
Nehir'dedir.
METİN
«İstihlâf eder»
demekten murad: Etmesi câizdir demektir. Velev ki cenâze namazında işâretle
yahud mihraba çekmek suretiyle olsun. Velev ki mesbûka işaret etsin! Bir
parmakla bir rekat kaldığına, iki parmakla iki rekat kaldığına işaret eder.
Rükûu terk ettiğine işaret ediyorsa elini dizlerine, sucûdu terk ettiğine
işaret ediyorsa alnına, kırâatı terk ettiğine işaret ediyorsa elini ağzına,
tilâvet secdesini terk ettiğine işaret ediyorsa alnına ve diline, secde-i sehvi
terk ettiğine işaret ediyorsa göğsüne koyar.
İstihlâf ovada
olursa safları ileri geçmedikçe yapılır. Bunun hududu sütre yahud mutemed kavle
göre secde yeridir. Nitekim yalnız kılan hakkında da öyledir. Mescidde veya
namazgahda yahud evde namaz kılıyorsa oradan çıkmadıkça yapılır. Çünkü imam bu
haddi geçmedikçe ve bir kimse velev kendiliğinden olsun onun yerine imam olmayı
niyet ederek- mezkûr haddi geçmese bile - ilerlemedikçe hala imamdır. Hatta
kazaya kalmış bir namazını hatırlar veya konuşursa cemaatın namazı bozulmaz.
Çünkü imama uymuş sayılır. Eğer su mescidin içinde ise istihlâfaâ ihtiyacı
kalmaz.
İZAH
İmamın istihlâf
etmesi (yani imamlık için cemaattan birini kendi yerine halîfe geçirmesi)
câizdir. Hatta su mescidin içinde ise abdest alıp namazı üzerine binâ eder.
istihlâfa hâcet yoktur. Nitekim bunu Zeyleî söylemiştir. Mescidin içinde su
yoksa efdal olan istihlâf yapmaktır. Mustasfa nâmeserde de böyle denilmiştir.
Metinlerden anlaşılan, her iki halde de istihlâfın efdal olmasıdır. İbn-i
Meleğ'in Mecmâ şerhindeki: «Cemâatın namazını korumak için imamın istihlâf
yapması icap eder.» ifâdesi söz götürür. Bahır.
Buna Nehiri'n şu
sözüyle cevap verilir: «Vacip olması vakit darlığında gerekir.» Sirâc'dan
naklen Nehir'de bildirildiğine göre cenâze namazında bile istihlâf câizdir.
Esah olan kavil budur. «Velev ki işaretle olsun.» Feth-ul-Kadîr sahibi diyor
ki: «Burada sünnet, işareti burnu kanadığını ihâm etmek için sırtını
kanburlaştırarak burnunu tutmak suretiyle yapmaktır.»
«Velev ki mesbûka
işaret etsin.» İfadesi müdrikin istihlâf edilmesi evlâ olduğuna işarettir.
Nitekim mesbûkun neler yapacağını beyânla birlikte ileride gelecektir. işaret
etmek halîfeyi bilmediğine göredir. Bilirse işarete hacet yoktur. Bahır. İleri
geçmenin hududu sağa, sola veya arkaya giderse saflardır. Öne doğru giderse
sütre yahud sütre yoksa secde yeridir. Fetih sahibi bu kavlin daha güzel
olduğunu söylemiş; Bedâyi sahibi ise: «Sahih olan budur.» demiştir. Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Hidâye' de imamın önünde sütre yoksa arkaya doğru saflar
miktarınca yürümesi muteber olur. Denilmişse de bu kavli zaiftir.» Lâkin
Hayreddin Remlî: «Ekseriyetle kitablar Hidâye'deki söze itimad etmişlerdir. Şu
halde ona nasıl zaif olur?» demiştir.
Yalnız kılan
hakkında muteber olan, dört taraftan secde edeceği yerdir. Ancak önünde sütre
bulunursa ileri doğru yürürse iş değişir. Bu takdirde sütrenin içine mescid
hükmü verilir bunu Bahır Bedâyi'den nakletmiştir.
İmam mescidde
veya namazgahda yahud evde namaz kılıyorsa oradan çıkmadıkça istihlâf
yapabilir. Çıkarsa namaz batıl olur. İstihlâf da sahih olmaz. Velev ki saflar
bitişik olup o da aralarında bulunsun. Çünkü butlâna sebep çıkmaktır. Bu hüküm
şeyhayna göredir. İmam Muhammed'e göre dışarıdan istihlâf da sahihtir. Kemâl ve
başkaları bunu açıklamışlardır. Hulâsa sahibi ise şeyhayna göre sahih, imam
Muhammed'e göre sahih olmadığını söylemiştir. Şurunbulâliye'de de öyledir. H.
Namazın bâtıl
olmasından murad: Esah kavle göre cemâatın namazı ile halîfenin namazıdır.
İmamın namazı sahihtir. Nitekim Bahır ve diğer kitablarda beyan edilmiştir.
Çünkü imam yalnız kılan hükmüne girmiştir.
TENBİH: Kınye'de
Bekr şerhinden ve diğer kitablardan naklen bildirildiğine göre Mensuriye
mescidi ile beyti makdis mescidi gibi büyük mescidlere sahrâ hükmü verilir.
Buradaki ev
tabiri mutlaktır. Zeyleî ile Bahır'da dahi mutlak zikir edilmiştir. Fakat
anlaşıldığına göre ondan maksad küçük evdir. Çünkü imama uymaya mâni o!an
şeyleri beyan ederken görmüştük ki, küçük ev mescid hükmündedir. Büyük hâne ise
ova gibidir. Büyüklüğü takdirde muhtar olan kavil kırk arsın olmasıdır.
«İmam bu haddi
geçmedikçe ilh...» ifâdesinden murad: Ovada veya mescidden ve benzeri yerlerde
geçmemesidir. O yeri geçerse imam olmaktan çıkar. Geçmezse çıkmaz. İbn-i Melek:
«Hatta imam mescidde veya abdest almazdan önce safların içinde bulunursa bir
insanın ona uyması câizdir.» demiştir.
«Bir kimse velev
kendiliğinden olsun onun yerine geçmezse ilh...» ifâdesi imamın yahud cemâattan
birinin geçirmesiyle veya kendiliğinden geçmekle o kimsenin halife olacağına
işaret etmektedir. Nitekim Nehir'den naklen arzetmiştik. Halîfenin geçmesini
«onun yerine» diye kayıtlaması, onun yerine geçmedikçe halîfe olmayacağı
içindir. Lâkin bu halîfe imamlığa o anda niyet etmediğine göredir. Zira
Hâniye'de ve diğer kitablarda şöyle denilmektedir: «İmamın abdesti bozulur da
safların sonundan birini öne geçerek mescidden çıkarsa yerine geçen halîfe o
anda imam olmağa niyet ederse imam olur. Ve sadece öne geçmiş bulunan kimsenin
namazı bozulur. Ama ilk imamın yerine geçtiği vakit imam olmağa niyet ederde
ilk imam halîfe onun yerine varmadan mescidden çıkarsa hepsinin namazları
bozulur. Çünkü imamın yeri imamdan hâli kalmıştır. Halife ile cemâatın
namazlarının câiz olması için. imam mescidden çıkmadan halîfenin mihraba varması
şarttır. Halîfe o anda imam olmağa niyet eder de o mihraba varmadan imam
mescidden çıkarsa hiç birinin namazları bozulmaz. Çünkü mescid imamdan hâli
kalmamıştır.
«İmam olmayı
niyet ederek» ifadesi bir kayıttır. Çünkü Dirâye nâm kitabta beyan edildiğine
göre halîfe imam olmağa niyet etmedikçe imam olamaz. Bu hususta bütün
rivayetler ittifak hâlindedir. Bunun muktezâsı, niyet etmeksizin halîfenin sırf
ilk imamın yerine durmasının kâfi gelmemesidir.
«Mezkûr haddi
geçmese bile» sözü «bir kimse velev kendiliğinden olsun ilerlemedikçe ilh...»
ifadesinin mubâleğasıdır. Yani biri imamın yerine geçerek imam olmağa niyet
etmedikçe imam hala imamdır. Biri ileri geçti mi ilk imam imamlıktan çıkarak
ona cemaat olmuş olur. Velev ki mezkûr haddi geçmesin. Bu meseleye tefri ederek
şârih: «Hatta kazâya kalmış bir namazını hatırlarsa ilh...» diyor ve cemâatın
namazının bozulmadığını söylüyor. «Çünkü imama uymuş sayılır.» sözü cemâatın
namazının bozulmamasının illetidir. Yani imam cemâata imam olmaktan çıkmıştır.
Velev ki mescidden veya benzeri bir yerden çıkmamış olsun. Onun konuşması veya
kasden abdestini bozması gibi bir hâli cemâata zarar vermez. Bahır sahibi bunu
müşkil saymıştır. Buna sebep fukahanın şu sözleridir: imam birini istihlâf
etmekle hemen imam olmaktan çıkıvermez. Onun için o anda abdest almazdan önce
biri uyarsa sahih kavle göre câiz olur. Nitekim Muhit'te de böyle denilmiştir.
Onun için Zahiriye ve Hâniye'de: «imam mescidde abdest alırda halîfesi mihrabda
henüz bir rükün edâ etmeden durursa halîfe geri çekilir ve imam ileri geçer.
Eğer ilk imam mescidden çıkarda abdest alarak mescide dönerse halîfesi bu rükün
edâ etmediği takdirde imam ikincisidir.» denilmiştir.
Nehir sahibi
arabuluculuk yapmış, bu zevâtın söylediklerini halîfe imam olmağa niyet ederek ilk
imamın yerine durmadığı zamana, buradakini de onun yerine durup imam olmağa
niyet ettiğine hamletmiştir.
Ben derim ki:
Lâkin bu yatıştırma Zahîriye ile Hâniye'de ki izahâta aykırıdır. Şöyle cevap
verilebilir: İkinci imam birincinin yerine durmadıkça ilk imam mescidde iken
imamlıktan çıkmaz, ikinci imam, imam olmağa niyet ederek onun yerine durursa
imam olur. Lâkin bir rükün edâ etmedikçeimamlığı her yönden kuvvet bulmaz.
Hatta ilk imam mescidden çıkmadan abdest alırsa imamlık ona intikal eder. Çünkü
halîfenin imamlığı kuvvet bulmamıştır. Ama ilk imam namaza aykırı bir iş yapar,
yahud ikinci imam bir rükün edâ ederse ikincinin imamlığı intikalsız kat'i
olarak Sübût bulur.
TENBİH: Buraya
kadar geçenlerden istihlâfın üç şartı olduğu anlaşıldı:
Birincisi:
Yukarıda geçen ve namazın üzerine binâ için lazım olan bütün şartların
bulunması;
İkincisi:
Bunların imamın zikir edilen haddi geçmezden önce olması;
Üçüncüsü:
Halîfenin imamlık yapmağa elverişli olmasıdır. İstihlâfın (yani imamın yerine
birini geçirmesinin) hükmü ikincinin imam olması, birincinin imamlıktan çıkarak
ikinciye uyan cemâat hükmüne girmesidir. İkincinin imam olması ve birincinin
imamlıktan çıkması iki şeyden biri iledir. Ya ikinci imam imam olmağa niyet
ederek birinci imamın yerine durur; yahut birinci imam mescidden çıkar. Hatta
birini istihlâf ederde kendisi henüz mescidde bulunur; Halîfe de onun yerine
durmazsa imamlığı hala bâkidir. Biri gelip ona uyarsa sahih olur. Namazı
bozulursa bütün cemâatın namazları da bozulur. Tamamı Bedâyi' dedir.
FER'İ BİR MESELE:
Tatarhâniye'de Sayrafiyeden naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse dağ başında bir
cemaata imam olsa da kendisini rüzgar götürse ve öldü mü kaldı mı bilinmese.
cemâat derhal birini istihlâf etmezlerse namazları bozulur.»
«Eğer su mescidin
içinde ise istihlâfa ihtiyacı kalmaz.» Zira yukarıda geçtiği vecihle istihlâf
mutlaka lâzım değil, câizdir. Bir de o kimse imamlığında bâkidir. Mescid
imamsız kalmış değildir. Mescidden çıkarsa iş değişir. Zirâ mihrab imamsız
kaldığı için cemâatın namazları bozulur. Bazı nushalarda şu ziyâde de vardır:
«İmam İstihlâf ederse kendi namazı bozulmaz.»
METİN
Ama hilâfdan
korunmak için namazını yeniden kılması efdaldir. Teşehhüd yapmadı ise delilik
kasden abdest bozmak, hades var zanniyle mescidden çıkması. uyku veya aklına
getirmek yahud şehvetle bakmak veya dokunmak suretiyle ihtilâm olmak bayılmak,
kahkaha ile gülmek gibi şeylerden dolayı - nâdir vuku buldukları için - namazı
yeniden kılmak taayyün eder.
Kezâ utanmak veya
korku ârız olmak sebebiyle farz miktarı kırâatı okuyamayıp tıkanırsa istihlâf
etmesi câiz olur. Buna delil Ebu Bekir (r.a.) hadisidir. Kendisi Peygamber
(s.a.v.)in geldiğini hissedince kırâatı sökemeyip tıkanmış ve geri çekilerek
Peygamber (s.a.v.) ileri geçmiş; namazı tamamlamıştır. Câiz olmasa bunu
yapamazdı. Bedâyi.
İmameyn namazın
bozulacağını söylemişlerdir. Bu hilâfın aksine olarak küçük veya büyük abdest
sıkıştırdığı için tıkanırsa istihlâf câizdir. Acaba rükû ve sücûddan âciz
kalırsa istihlâf yapabilir mi? Bunu bir yerde görmedim.
İZAH
Namazı yeniden
kılması için evvelâ namazı bozacak bir iş yapar; sonra abdest alarak namaza
niyetlenir. Bunu kâfi'den naklen Şurunbulâliye sahibi söylemiştir. Ebu-s-Suûd
hâşiyesinde şeyhinden naklen şöyle denilmiştir: «Namazı bozacak bir iş yapmazda
hemen giderek abdest tâzeler ve namazı yenilemeyi kasdederek tekbir alırsa
namazı yenilemiş olmaz; üzerine binâ etmişolur.» Ben derim ki: Bu yalnız kılan
hakkında açıktır. Zirâ niyet ettiği namaz, kıldığının her vecihle aynidir.
İmamın veya cemâatın namazı böyle değildir.
«Teşehhüd yapmadı
ise» cümlesinden murad: Teşehhüd miktarı oturmadı ise demektir. Teşehhüd
miktarı oturduktan sonra olursa namazı bozulmaz. Çünkü kendi fiili ile namazdan
çıkmanın farz olduğunu bildiren kavle göre namaz tamam olmuştur. Kasden hades
(abdest bozmak) meselesinde bu meydandadır. Delilik, bayılmak ve ihtilâm
meselelerine gelince: Bunlarla vasıflanan kimse ıztırabtan ve beklemekten hâli
değildir. Bununla o kimse hadesle birlikte namazın bir cüzünü edâ etmiş olur.
Nasıl olursa olsun fiili mevcuttur. Nitekim Bahır ve diğer kitablarda da böyle
denilmiştir. Lâkin buna şöyle itiraz edilmiştir: «Maksad namaza aykırı bir işi
kasden yapmasıdır. Bunlarda kasd yoktur.» Nitekim allâme Makdisî'nin şerhinde
böyle denilmiştir.
«Hades var zanniyle
mescidden çıkması» ifâdesinden murad: Yukarıda geçen haddir. Bu Sahraya,
mescide, namazgâha ve eve şâmildir. Zâhirine bakılırsa zan için delil
bulunmadığı meselâ: yellenip yellenmediğinde şübhe ettiği zaman kıbleden
dönmekle mutlak surette namazını yeniden kılar. Bu kıyâsla amel olur. Lâkin ben
bunun naklini görmedim. Bahır.
«Hades zannı»
diye kayıtlaması şundandır: Namaza abdestsiz niyetlendiğini yahud mesh
müddetinin geçtiğini veya üzerinde kazâ namazı olduğunu zannederse yahud serâp
görürde su zanneder, kendisi de teyemmümlü bulunursa elbisesinde kızıllık
görerek necâset zanniyle namazdan çıkarsa mescidden çıkmasa bile kıbleden
dönmekle namaz bozulur. Çünkü namazı terk etmek suretiyle ayrılmıştır. Onun
için tevehhüm ettiği şey tahakkuk ederse namazı yeniden kılar. Esas olan budur.
İstihlâf mescidden çıkmak gibidir. Çünkü amel-i kesîr (yani namaz hârici bir
işle fazla meşgul olmak)tır; Binaenaleyh namaz bozulur. Bahır.
Yani istihlâf
yaparda abdestinin bozulmadığı anlaşılırsa mescidden çıkmasa bile namazı
bozulur. Zira özürsüz amel-i kesîr bulunmuştur. Tevehhüm ettiği özür hakikat
olursa iş değişir. Çünkü özür bulunduğu için amel namazı bozmaz. Şu halde
istihlâf mescidden çıkmak gibidir. Sahih olması için ıslah kasdı ve özür
bulunmasına muhtaçtır. İnâye'de böyle denilmiştir. Musannıf «ihtilâm»ın yerine
«güslü icap eden bir şey» dese daha iyi olur ve hayzada şumûlü bulunurdu.
Kuhistâni.
İhtilâmdan
maksadı meni indirmektir. Çünkü uyku halinde çıkmayan meniye ihtilâm denilmez.
Bu söz bizzât uykunun namazı bozmadığını ifâde eder. Lâkin bu kasd olmadığına
göredir. Zira Nuh efendinin hâşiyesinde hulâsatan: «Uyku ya kasıtlı yahud
kasıtsızdır. Birincisi abdesti bozar ve namazın üzerine binâya mânidir.
İkincisi iki kısımdır. Biri abdesti bozmaz, binâya da mâni değildir. Ayakta,
rükû ve sücûd hâlinde uyumak böyledir. Diğeri abdesti bozar ama binâya mâni
değildir. Meselâ: Hasta yatarak namaz kılarda uyursa sahih kavle göre abdesti
bozulur; Ama binâ edebilir. Kayıtsız olan bilittifak binâya mâni değildir.
Abdestin bozulup bozulmaması fark etmez. Kast böyle değildir.» denilmiştir
Şârih'in: «Nâdir vuku buldukları için» sözüne birde «çünkü kasden abdestini
bozduğu surette namaza zıd bir fiil bulunduğu için» ifâdesini eklemek gerekir.
Farz miktarı kırâatı okuyamayıp tıkanırsa istihlâf etmesi câiz olur. Fakat
namaz câiz olacak kadar okursa istihlâfbilittifak câiz olmaz. Hidâye, Dürer ve
diğer mezhep kitablarında böyle denilmiştir.
Bahır sahibi
diyor ki: «Muhit'te bu mesele temriz sigasiyle (zaif bir kavil olarak) zikir
edilmiştir. Ama anlaşılan şudur ki, mezhep mutlak olmasıdır. İtimâda şâyan
olanda bu olsa gerektir. Zira ulemanın beyanına göre bir kimse imamı tıkanıp
kaldığı zaman ona âyeti hatırlatırsa imam namaz câiz olacak kadar okusun
okumasın namaz bozulmaz. Burada do öyledir.
«İstihlâf mutlak
surette câizdir.» Şurunbulâliye sahibi de bu sözü Cami-i sağîrin şu ifadesiyle
te'yid etmiştir: «İstihlâf burada imama âyeti hatırlatmak gibi namazı bozmaz.
Ayeti hatırlatmak bozsa bile amel-i kesîr olduğu için, ona ihtiyâç olmadığı
için bozar. Burada istihlâfa ihtiyaç vardır.» Şurunbulâliye sahibi: «İhtiyaç
vacibi veya mesnunu edâ içindir.» diyor. Bu suretle Nehir sahibinin: «İstihlâf
burada hâcet yokken amel-i kesirde bulunmaktır.» diyerek aralarında fark
bulunması önlenmiş olur.
Ben derim ki:
Şöyle de denilebilir: Vâcibde hâcet bulunduğunu teslim ederiz. Onun için selam
vermek için istihlâf yapar. Fakat mesnunda teslim edemeyiz. Hidâye sahibinin
«namaz câiz olacak kadar »sözünü vâcibe şâmil olan miktara hamletmek mümkündür.
Nitekim imamlık babının başında kâfi sahibinin: «Namaz câiz olacak kadar âyet
ezber etmek şartiyle daha bilgili olan tercih edilir.» Sözünü kerahetsiz câiz
olacak miktara hamletmiştik.
Hazreti Ebu Bekir
hikâyesi hususunda Bedâyi'in ibâresi şöyledir: «Peygamber (s.a.v.)'in ölüm
hastalığında onun emriyle cemâata namazı Ebu Bekir kıldırıyordu. Bir ara
Rasûlüllah (s.c.v.) biraz hafiflik hissetti ve namaza geldi. ilh...» «Câiz
olmasa bunu yapmazdı.» Yani câiz olmasa bunu Peygamberimiz (s.a.v.) yapmazdı
demektir. Ona câiz olan ümmetine de câizdir. Kâide budur. Çünkü o ümmetine
örnektir. Bedâyi.
«İmameyn namazın
bozulacağını söylemişlerdir.» Çünkü tıkanıp âyeti sökememek nâdiren başa gelen
hallerdendir. Ve cünüblük gibidir. Bazıları imameyne göre namazı kırâatsız olarak
tamamlayacağını söylemişlerdir. Bahır sahibi: Anlaşılıyor ki imameynden iki
rivayet vardır.» demiştir. «Bu hilâfın aksine olarak ilh...» Yani imameyne göre
istihlâf câizdir. İmam-A'zam'a göre câiz değildir. T.
«Bunu bir yerde
görmedim.» Bâkânî'nin Mültekâ şerhinde dahi bazı ulemadan naklen: «Biz bu
meselenin naklini göremedik.» denilmiştir. Ben sârihin Hazâin nâmındaki
eserinin derkenârında şârihin el yazısı ile şöyle dediğini gördüm: «Sözlerinden
anlaşılan. hadis varid olduğundan dolayı ta'lil etmeleri değildir. Yani
istihlâf kıyasa muhâlif olarak câizdir.»
Ben derim ki:
Bahır'ın sözü de bunu te'yid eder. Orada şöyle denilmiştir: «Kırâattan men
ederse diye kayıtlaması şundandır. Çünkü imamın midesi ağrırda bir adamı halîfe
yaparsa câiz olmaz. Otururda namazını tamamlarsa câiz olur.» Bu sözden şu
anlaşılır: İmam kıyâm. rükû veya sücûddan bir ağrı sebebiyle âciz kalırsa
oturarak namazını tamamlar, çünkü ayakta kılanın oturana uyması câizdir.
İstihlâfa hacet yoktur. anla!
METİN
Kırâatı aslından
unutursa bil'ittifak istihlâf yapamaz. Çünkü ümmi olmuştur. Yahud üzerine
abdesti bozulmaksızın namaza mâni çok miktarda sidik isâbet ederse - yalnız
abdesti bozulduğu için ise binâ edebilir - veya istinca ederken avret yerinin
açılması yahud abdest için kadının kolunu sıvaması gibi hallerde mecburiyet
yoksa istihlâf câiz değildir. Mecburiyet varsa namaz bozulmaz. Esah kavle göre
(abdest almağa) gidip gelirken okursa hadesle bir rükün edâ ettiği ve yürüdüğü
için namaz bozulur. Tesbih böyle değildir. Suyu işâretle ister veya elinden
almak suretiyle satın alırsa münâfâttan dolayı namaz bozulduğu gibi oradaki
suyu bırakıp başkasına geçerse yine namaz bozulur. Meğer ki geçtiği mesâfe iki
saf miktarı olsun; yahud unuttuğu için veya sıkışıklıktan yahud suyun kuyuda
olmasından dolayı geçmiş olsun. Çünkü muhtar olan kavle göre kuyudan su çekmek
namazın üzerine binâ etmeye mânidir. Uyku ve burun kanaması müstesnâ olmak
üzere abdesti bozulduktan sonra edâya niyet etmese bile bir rükün edâ edecek
kadar durması binâya mânidir.
İZAH
Kırâatı aslından
unutan kimse istihlâf yapamadığı gibi yalnız kılarsa namazına binâ da edemez.
Çünkü ümmi olmuştur. Binaenaleyh cemaatın namazı bozulur. Bunu Bahır'dan naklen
Tahtavî söylemiştir.
Ben derim ki: Ben
bu ibâreyi Bahır'da görmedim. Ve onun üzerine yazdığım derkenarda cemaatın ve
imamın namazlarının hükmünü zikir etmediğini biliyordum. Cemâatın namazlarının
boğulduğu meydandadır. Çünkü imamları ümmi olmuştur. İmamın namazına gelince:
Zâhîre nâm kitabın yedinci faslında şöyle denilmektedir: «Okumak bilen imam
namazının bir kısmını kıldıktan sonra kıraatı unuturda ümmi olursa İmam-ı
A'zam'a göre namazı bozulur; onu yeniden kılar. imameynin kavline göre
bozulmaz; İstihsânen üzerine binâ eder. İmam Züfer'in kavlide budur.» «Yalnız
abdesti bozulduğu için namazına binâ edebilir. Ama hem abdesti bozulduğu için
hem de başka bir sebeple olursa binâ edemez. Bahır.
«Mecburiyet varsa
namaz bozulmaz.» Hâniye sahibi şöyle demiştir: «İmam ebu A!i Nesefî'nin
beyanına göre çaresiz kalırsa namazı bozulmaz. Aksı halde meselâ: İstinca
etmeye ve gömleğinin altındaki pisliği yıkamağa imkan bulursa namazı bozulur.
Kadında öyledir. Çaresiz kalırsa abdest alırken avret yerini ve azasını
açabilir. Bazıları erkek olsun kadın olsun abdest alırken avret yerini açarsa namaza
binâ edemeyeceğini söylemişlerdir. Ama sahih olan kavil birincisidir. Çünkü
kadının namazına binâ edebileceği nassan bildirilmiştir. Halbuki abdest alırken
avret yeri açılır.»
Nuh efendi diyor
ki: «Zeylei ikinci kavli sahihlemiştir. Ama Kâdıhân'ın sahihlediği kavle itimad
evlâdır. Onun için musannıf yani Dürer sahibi onu tercih etmiştir.» Lâkin
Feth-ul-Kadîr'de Zeyleî'den naklen: «Mutlak surette namazın bozulacağı zâhir
mezheptir.» denilmiştir.
«Hadesle bir
rükün edâ ettiği için ilh...» ifâdesi abdestin kıyâm halinde bozulmuş olmasını
iktizâ eder. Çünkü kırâat başka yerde rükün olamaz. Sonra Mi'rac'da Müçtebâ'dan
naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bir kimsenin kıyam hâlinde abdesti bozulurda
abdest almağa gidip gelirkentesbih ederse namazı bozulmaz. Okursa bozulur.
Abdesti rükû veya secde halinde bozulursa okumakla namazı bozulmaz.» Bunun bir
mislini de Nesefî'nin kâfî'sinde gördüm. Bellenmelidir.
«Esah kavle göre»
sözü «okursa» ve «tesbih böyle değildir.» ifâdelerine bağlıdır. Mukabili
Zeyleî'de bildirildiği vecihle şöyledir: «Abdeste giderken okursa namazı
bozulur. Gelirken okursa bozulmaz.» Bazıları bunun aksini söylemiş; bir
takımlarıda: «Rükûda abdesti bozulurda Semiallahülimen hamide diyerek başını
binâ edemez.» demişlerdir. Yani bu başını kaldırmaktan edâyı değil de namazdan
ayrılmayı kasdederse demek istemişlerdir. Aksi takdirde semiallah demese bile
namaz bozulur. Nitekim ileride anlaşılacaktır.
«Suyu işaretle
isterse» ifadesi Dürer'in metninde de böyledir. Hâniye ve Sirâc'da dahi bunun
gibidir. Şurunbulâli bunu namaz kılanın önünden geçeni işaretle men etmesi
meselesiyle bir de namaz kılandan bir şey istenildiği zaman eli ile yahud başı
ile evet veya haytır diye işaret etmesi meselesiyle müşkil bulmuştur. Bunlar da
namaz bozulmaz. Sonra İbn-i Emîr Hâc Hılye adlı eserinde şöyle demiştir: «Namaz
kılanın eliyle selam almasının namazı bozduğunu mezhep ulemasından hiç birinin
naklettiğini bilen yoktur. Bilakis onlardan nakledilen bozmadığıdır.» Bahır
sahibi: «Hak olan budur.» demiştir. Ulemadan bazıları onu ancak kendi
çıkardıkları bir misâl olarak söylemişlerdir. Nitekim bundan sonraki bâbda
beyan edilecektir.
Şurunbulâli diyor
ki: «Şu halde selâm almak ve emsalinde olduğu gibi işaretle su istemekle
namazın bozulmaması ihtimalden uzak değil dır.»
Rahmetî buna
şöyle cevap vermiştir: «İşaretle su istemek ve suyu kabul etmek bir araya
gelince amel-ı kesîr olur. Zira bu bir hibe veya icâre akdi olur ki. elinden
almak suretiyle satın almakta olduğu gibi bu da namaza aykırı bir iştir.
Düşünülürse bu işaretle selam almak gibi değildir.
Musannıfın
«elinden almak suretiyle» diye kayıtlaması, icâp ve kabul ile satın alırsa
namazın bozulacağı açık olduğu içindir. Dürer. «Münâfâttan dolayı» sözü her iki
meselenin illetidir. Şurunbulâliye'de şöyle denilmiştir: «Bu söz amel-i kesirin
iki tefsirinden birine göredir.» O tefsirde uzaktan gören kimsenin onun namazda
olmadığına şüphe etmemesidir. «Yahud unuttuğu için» cümlesi ile ondan
sonrakiler müstesnâ olan «iki saf miktarı» üzerine atıf edilmiştir. H.
Münye şerhinde
şöyle denilmiştir: «Havzda abdest alacak yer bulurda başka yere geçerse,
birinci yerin dar olması gibi bir özürden dolayı geçtiği takdirde namazı
üzerine binâ eder. Aksi takdirde binâ edemez. Evinde daha yakın su varken havza
giderse, uzaklık iki saf kadar olduğu takdirde namaz bozulmaz; daha fazla ise
bozulur. Adeti havzdan abdest almak olup da evdeki suyu unutarak havza giderse
namazı üzerine bina eder. Su uzak olurda yakınında kuyu bulunursa kuyuyu terk
eder. Çünkü kuyudan su çekmek, muhtar kavle göre namazın üzerine binâ etmeğe
mânidir. Bazıları başka su yoksa binâ etmeğe mâni olmadığını söylemişlerdir.
METİN
Namazına binâ
etmek câiz olunca derhal bütün sünnetleriyle abdest alarak deminki namazının
üzerine kerahetsizce binâ eder. Ve namazını orada tamamlar. Yürümeyi azaltmak
için bu dahaevlâdır. Yahud namazın yeri bir olsun diye yalnız kılan gibi yerine
döner. Yalnız kılan muhayyerdir. Bütün bunlar halîfesi namazı bitirdiğine
göredir. Aksi halde aralarında imama uymayan kimsenin abdesti bozulursa hüküm
budur. Bilmelisin ki, bir kimse teşehhüd miktarı oturduktan sonra kasden namaza
aykırı bir şey yaparsa - velev ki abdesti bozulduktan sonra olsun - namaz tamam
olur. Çünkü farzları tamamdır. Evet, selâm vermek vâcip olduğu için namaz
tekrarlanır. Namaza münâfi hareketi kendi fiili ile olmayarak oturmazdan önce
olursa namaz bil'ittifak bozulur. Oturduktan sonra olursa on iki meselelerde
İmam-A'zam'a göre bozulur. İmameyn sahih olduğunu söylemişlerdir. Kemâl bu
kavli tercih etmiştir. Şurunbulâliye'de: «en akla yakını on iki meselelerde
imameynin sahihtir kavlidir.» denilmiştir.
İZAH
Namazına binâ
etmek câiz olunca su bulursa abdest alır. Bulamazsa teyemmüm eder. Nitekim
böyle yapacağı ulemanın teyemmüm hakkında: «Namaza bina için dahi olsa
teyemmümü tekrarlar.» sözünden malumdur. Remli.
Ben derim ki:
Hatta Bedâyi'de bu tasrih edilmiş: «Çünkü namaza teyemmümle başlamak câizdir.
Binâ ise evleviyetle câiz olur. Evvelâ teyemmüm ederde sonra su bulursa, suyu
yerine döndükten bulduğu takdirde namazını yeniden kılar. Yerine dönmeden yolda
bulursa kıyasa göre hüküm yine budur. İstihsâna göre abdest alarak namazına
binâ eder.» denilmiştir.
«Derhal» demekten
murad: Özürsüz bir rükün edâ edecek kadar durmamak şartiyle demektir. Nitekim
daha evvelki izahlardan anlaşılmıştır. Abdesti bütün sünnetlerine riâyet ederek
alacaktır. Çünkü bu abdestin ikmâli kabilindendir. Şu halde onun
tâbilerindendir ve aslına olduğu gibi bunlarada dikkat edilir. Bedâyi.
Tatarhâniye'de bildirildiğine göre bir kimse bir uzvu dört defa yıkarsa
namazına bina edemez. Sünnetlere riâyet ederse namazına bina etmesinde kerâhet
yoktur. Lâkin yukarıda gördün ki yeniden kılmak efdaldir.
«Yalnız kılan
gibi» tabirinden anlaşılıyor ki, ondan önceki söz imam hakkındadır. Cemâatı
ondan sonra beyan etmiştir. «Bütün bunlar»dan murad: İmamın yerine dönüp
dönmemek hususunda muhayyer bırakılmasıdır. «Aralarında imama uymağa mâni varsa
yerine dönmesi vacip olur.» Zira imama uymanın şartı yerin bir olmasıdır.
Bedâyi.
Yerinden murad:
ilk defa namaza durduğu yer yahud oraya yakın olup imama uymaya elverişli başka
bir yerdir. Çünkü imam yerine başkasını geçirmekle imamlıktan çıkmış; halifeye
cemaat olmuştur. Nitekim yukarıda geçti. Namaza aykırı iş kahkaha ile gülmek
gibidir. Teşehhüd miktarı oturduktan sonra kasden kahkaha atarsa namazı
tamamdır. Velev ki namaz esnâsında olduğu için abdesti bozulmuş olsun. Cemâatın
abdestleri bozulmaz. Çünkü imamlarının abdesti bozulmakla onlar namazdan
çıkmışlardır. Meselenin tamamı Bahır'dadır. Kitabımızda da gelecektir.
«Velev ki abdesti
bozulduktan sonra olsun» ibâresini Zeyleî kayıt etmiş ve hilaf zikir
etmemiştir. Bu sözde Hılye'nin ifâdesini red vardır. Hılye'de şöyle
denilmiştir: «İmam A'zam'a göre namaz bozulur. Çünkü kendi fiili ile namazdan
çıkmamıştır. İmameyne göre bozulmaz.» Reddin vechi şudur: O kimse abdesti
bozulduktan sonra namaza aykırı bir şey yapınca kendi fiili ile namazdançıkmış
olur. Bahır'da da böyle denilmiştir.
«Namaz tamam
olur.» İfâdesinden murad: Namaz sahih olur demektir. Çünkü vacibi terk ettiği
için namazı tekrar kılmak da vâciptir. T. «Namaza münâfi hareketi ilh...» yani
evvelce gördüğümüz semâvî hadesden başka namaza aykırı bir hareketi demektir.
Zirâ insanın elinde olmayan bir sebeple abdestin bozulması kıyâsen namaza
aykırı olsa da şeriat onu aykırı saymamıştır. Bunu Halebî söylemiştir.
«Oturduktan sonra
olursa» ifâdesi imamın üzerinde secde-i sehiv varken selam veripde aşağıdaki
hallerden birinin ârız olmasına da şâmildir. İmam secde ederse namazı bozulur;
etmezse bozulmaz. Cemâat imamdan evvel selam verirlerse, bu selam teşehhüd
miktarı oturduktan sonra verilirde bu hallerden biri ârız olursa imamın namazı
bozulur; cemâatın namazı bozulmaz. Kezâ secde-i sehivi imam yaparda cemâat
yapmazsa bu hallerden biri ârız olduğunda hüküm yine budur. Bahır.
On iki meseleler
nâmiyle anılan meselelerde İmam-A'zam'a göre namazın bozulmasının vechi
Berdeî'nin kaydına göre şöyledir: Namaz kılanın kendi fiili ile namazdan
çıkması İmam-A'zam'a göre farzdır. Çünkü başka bir farzın edâsı ancak birinci
farzdan çıkmakla mümkündür. Bir farza varmaya yegâne çâre olan şeyde farzdır.
Kerhî bunun hatâ olduğunu söylemiştir. Çünkü namazdan çıkmak bazen günah bir
fiil ile olur. Kasden abdestini bozmak böyledir. Farz olsa idi. İbâdet olan bir
şeye yani selâma munhasır kalırdı. Kendi fiili ile namazdan çıkmanın farz
olmadığı hususunda imamlarımız arasında hilâf yoktur. İmam-A'zam bu on iki
meselede namazın bozulduğunu başka bir manadan dolayı söylemiştir ki o da
şudur:
Aşağıda gelecek
ârızalar farzı değiştirmektedirler. Meselâ: teyemmümlü kimsenin suyu görmesi
böyledir. O kimseye farz olan teyemmüm idi; suyu görünce abdesde değişmiştir.
Diğer meseleler dahi böyledir. Konuşmak bunun hilâfınadır. Çünkü o değiştirici
değil bozucudur. Kasden abdest bozmak kahkaha ile gülmek ve benzerleri de
değiştirici değil bozucudurlar. Bahır sahibi Kerhî'yi Müçtebâ'nın şu sözüyle
te'yid etmiştir: «Ulemamızın muhakkıkları bu kavli tercih etmişlerdir.
Şems-ül-eimme'de bu kavli sahih bulmuştur.» Lâkin biz namazın farzları bahsinde
Şurunbulâlî'nin «el-Mesâil-ül-behiyye...» adlı eserinden naklen Berdeî'nin
sözünü te'yid ettik, Hidâye sahibinin kendi fiili ile namazdan çıkmanın farz
olduğunu tercih ettiğini şârihlerle bil'umum ulemânın ve ekser muhakkıkînin ona
tabi olduklarını, Nesefî'nin Vâfi, Kâfi ve Kenz adlı eserleriyle onların
şerhlerinde bu kovli tercih ettiğini, Mecmâ sahibi ile ehli sünnetin imamı ebu
Mansur Matürîdi'nin de ayni yoldan yürüdüklerini arzetmiştik! Kemâl bu kavli
tercih etmiştir.»
Ben derim ki:
Kemâl açık olarak imameynin kavlini tercih etmemiştir. O ancak Berdeî ile
Kerhî'nin söylediklerine göre İmam-A'zam'ın kavlini izah hususunda inceleme
yapmıştır. Nitekim ben Bahır üzerine yazdığım derkenarda bunu izah ettim.
«Şurunbulâliye'de:
En akla yakını on iki meselelerde imameynin kavlidir.» denilmiştir.
Ben derim ki:
Şurunbulâli bunu risâlesinde Burhân'a nisbet etmiş; sonra en akla yakın olması
şöyledursun akla yatkınlığı bile anlaşılamadığını sebep göstererek onu red
etmiştir. Çünkü buna delâleti olmayan bir şeyle istidlâl etmiştir. Şurunbulâli
red hususunda bir hayli söz ettikten sonra şunları söylemiştir: Takarrur etmiş
bir kâidedir ki, mükellefin zimmeti berâet etmek için ibâdetin sahih olmasında
ihtiyat gözetilir. İhtiyat ise ancak İmam-A'zam'ın namaz bozulur sözündedir.»
Metinler de bunu tercih etmişlerdir.
METİN
On iki meseleleri
musannıf şu sözleriyle beyân etmiştir:
1 - Nasıl ki
teyemmümlü bir kimse suyu kullanmaya kâdir olunca namazı bozulur. Teyemmümle
namaz kıldıran imama uyan abdestlinin suyu görmesi meselesinde ise yalnız İmam
Züfer'in muhâlefeti vardır. Ve namaz nâfileye inkılâb eder.
2 - Su bulurda
ayağının soğuktan telef olmasından korkmazsa mesh müddetinin geçmesiyle namaz
bozulur. Aksi takdirde mest üzerine meshe devam eder. Esah kavil budur. Nitekim
babında geçmişti.
3 - Ümmînin bir
âyet öğrenmesi yani âyeti hatırlaması yahud uğraşmadan ezberlemesi namazı
bozar. Velev ki ümmi okuyana uymuş olsun. Ekser ulema bu kavli tercih
etmişlerdir. Lâkin Zahiriye sahibi namazın sahih olduğunu doğrulamış; Fakih'de:
«Biz bununla amel ederiz.» demiştir.
4 - Çıplak kılan
kimsenin namaz sahih olacak elbise bulması namazı bozar.
5 - Pis elbise
ile kılıpta o pisliği giderek bir şey bulan da böyledir.
6 - Cariye âzad
olurda derhal peçelenmezse namazı bozulur.
İZAH
Abdestlinin suyu
görmesi meselesi Zeyleî'nin Kenz sahibine itiraz ederek söylediği: «Teyemmümlü
ile kayıtlamanın bir faydası yoktur.» sözüne cevaptır. Zeyleî diyor ki:
«Teyemmümle kıldırana uyan abdestli bir kimse dahi namazı esnâsında suyu
görürse namazı bozulur. Çünkü kendisinin haber vermesiyle imamının suyu
kullanmağa muktedir olduğunu bilir. İmamın namazı tamamdır. Zira muktedir
değildir. Musannıf: «Ona uyanın da» dese ona da şâmil olurdu.»
Bahır sahibi buna
şöyle cevap vermiştir: «Cemâat olanın namazı aslen bozulmamış; sadece vasfan
bozulmuştur.» Nehir sahibi de bunu red etmiş: «Musannıf butlan kelimesini umumi
manada kullanmıştır ki, o da asıl kalsın kalmasın farzı yok etmektir.» demiş
sonra şunları söylemiştir: Evlâ olan Aynî'nin dediği gibi teyemmümlü imama uyan
kimse meselesinde İmam Züfer'in muhalefetinden başka bir şey olmadığını
söylemektir. Bu meselelerde İmam-A'zam'la imameyn arasındaki hilâf farazidir.»
Binaenaleyh şârihin: «Ve namaz nâfileye inkılâp eder.» sözü dahi Bahır'ın
cevabına dönüktür. Ona yapılan itirazı da gördün! Bunu Halebi söylemiştir. imam
Züfer namazın bozulmayacağını söylemiştir. Nitekim bundan evvelki babta
arzettik.
«Nitekim bâbında
geçmişti.» Mesh bâbın da şu da geçmişti: Bir kimse namazda iken mesh müddeti
tamam olduktan sonra ayaklarını yıkayacak su bulunmaması sirâyete mâni
değildir, sonra teyemmüm ederek namaz kılar. Bunu Zeyleî söylemiş; Fethul-Kadîr
sahibi ile Münye şârihi de onatâbi olmuşlardır. Yine o babta arzetmiştik ki,
bir kimse soğuktan ayaklara sirayet etmiştir . Zira su bulunmaması sirâyete
mâni değildir, sonra teyemmüm ederek namaz kılar. Bunu Zeyleî söylemiş;
Feth-ul-Kadîr sahibi ile Münye şârihi de ona tâbi olmuşlardır. Yine o babta
arzetmiştik ki, bir kimse soğuktan ayaklarının telef olacağından korkarsa sâbık
meshin hükmü bozulur. Sargıya olduğu gibi mestede şâmil olacak yeni bir mesh
yapması lazım gelir. Binaenaleyh münâsib olan, bu iki kayıttan hiç birini zikir
etmemek idi.
«Uğraşmadan
ezberlemesi» meselâ: İhlâs suresini birinden işitip belleyivermekle olur. Şârih
bu kayıtla öğretmek suretiyle ezberlemiş olmasında ihtiraz etmiştir. Çünkü
öğretmek amel-i kesîr olur. Amel-i kesirle ise kendi fiili ile namazdan çıkmış
sayılır. Hilâfa mahal kalmaz.
«Velev ki ümmi
okuyana uymuş olsun.» Sözü ile musannıf ümmiden murad: Umumi olup imam ile
yalnız kılana, yahud ümmiye veya okuyana uyan kimseye şâmil olduğuna işaret
etmiştir. «Ekser ulema bu kavli tercih etmişlerdir.» Çünkü hakikaten okuyarak
kılınan namaz, hükmen okuyarak kılınan namazdan üstündür. Binaenaleyh o namazın
üzerine binâ etmesi mümkün değildir. Bahır. Bu söz: «Okuyan cemaatın kıraatı
yalnız hükmen kıraattır.» diye men edilebilir. Nehir.
Fakihden murad:
İmam eb-ul-Leys'dir. Buradaki ibârenin misli Hızânet-üs-surucî'de de vardır.
Cevhere'de namazın bil'ittifak bozulmayacağı bildirilmiştir. Remlî. Valvalciye
sahibi buna cezm etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bunun vechi şudur: İmamın
kırâatı onun için de kıraattır. Böylece namazın evveli ve âhırı tekâmül
etmiştir. Kâmilin kâmil üzerine binâsı câizdir.»
İçinde namaz
sahih olacak elbise ya temizdir, yahud pistir. Fakat yanında onu temizleyecek
su vardır. Yahud su da yoktur; ancak elbisenin dörtte biri temizdir. Nehir.
Eğer temiz kısmı daha az yahud elbisenin bütünü pis olursa namaz bozulmaz.
Çünkü emir edilen husus temi? bir şeyle örtünmektir. Bu surette bulunan şeyin
varlığı ile yokluğu müsâvidir. Şârih «namaz sahih olacak» yerine «namaz vacip
olacak» dese daha iyi olurdu. Çünkü ibâresi tamamı pis olan şeye şâmildir.
Namaz onun içinde de sahihdir. Halbuki çıplak kılmış olsa namazı bozulmaz. Zira
pis elbisesinin içinde kılması vacip değildi. Belki o kimse muhayyerdir. T.
«Câriye âzad
olurda derhal peçelenmezse namazı bozulur.» Medenî haşiyesinde şöyle
denilmektedir: «Şeyhimiz merhum Seyyid Muhammed Emin Mirganî Hâşiyesinde Zeyleî'den
naklen şunları söylemiştir: Ben derim ki: Şârihlerden bir çokları bu meseleyi
on o iki meselelere katarak zikir etmişlerdir. Halbuki söz götürür. Çünkü
örtünme farzı câriyeye âzad edildiği andan itibaren lazım gelir. Doha evvele
müstenid olarak lazım gelmez. Binaenaleyh örtünmemek namazı böler. Namazı bölen
şey zamanında olursa farzdan sayılır. Zamanında olmazsa namazı bozar. Burada
zamanında olmuştur. Çünkü rükünler tamam olduktan sonradır. Şu halde cariye
derhal örtünmese bile ,namazı sahihtir. Elbise bulan çıplak böyle değildir.
Çünkü örtünme farzı ona namaza başlamadan lazımdı. Binaenaleyh bu halde iken
elbise bulması önceki kısmın hükmünü değiştirir ve namazı bozar. Zeyleî namazın
şartları bâbında buradakinin aksini söylemiş ve şöyle demiştir: «Câriye namaz
kılarken yahud namazda abdesti bozulduğu zaman abdest almazdan evvel veya sonra
âzad edilirse derhal arkadaşının yardımıyle peçelenir ve namazının üzerine binâ
eder. âğer âzad edildiğini öğrendikten sonra bir rükün edâ ederse namazı bâtıl
olur. Kıyasa göre birinci vecihde de bâtıl olmak gerekirdi. Nitekim namazda
elbise bulan çıplağın hükmüde budur. İstihsanın vechi şudur: Örtünme Tarzı
câriyeye namazda lazım olmuştur. O da onu yapmıştır. Çıplağa ise namaza
başlamazdan önce lazım olmuştur. Binaenaleyh teyemmümlünün su bulduğu zaman
namazını yenilemesi gibi o da namazını yeniden kılar. Zeyleî'nin sözü burada
biter. Onun sözünden anlaşıldığına göre câriye teşehhüdden sonra âzad edilir de
örtünmezse namazı sahih olur.
Ben derim ki:
Şöyle cevap verilebilir: Bu meselelerde esas şudur: Namazı bozan bir şey namaz
esnâsında namaz kılanın fiili ile bulunursa teşehhüdden sonra onun fiili
olmaksızın buluşması namazı bozar. Bu mânâ bizim bu meselemizde de vardır.
Derhal peçelenmeyi terk etmesi kendi fiili ile namazını bozar denilemez. Zira
bozan şey ilk sebebine istınâd eder ki, o da örtünmenin âzad etmekle lazım
olmasıdır. Nitekim bir amel ile mesti çıkarmak meselesinde de öyledir. O da
namaz kılanın fiili iledir. Halbuki ulema onu itibara almamışlardır. Onların
itibâra aldıkları şey sâbık sebeptir ki, o da sâbık hadesle yıkamanın lazım
olmasıdır. Benim anladığım budur. Sen bunu teemmül eyle!
METİN
7 - Mestleri
üzerine mesh eden kimsenin az bir amel ile bir mestini çıkarması namazını
bozar. Çok amel ile çıkarırsa bil'ittifak namazı tamamdır.
8 - İmâ ile
kılanın rükünleri edâya muktedir olması.
9 - Vakit geniş,
kendisi sahib-i tertip olan bir kimsenin kendi üzerinde,
10 - Veya sahib-i
tertip olan imamının üzerinde kaza namazı olduğunu
hatırlaması,
11 - Okuyan
kimsenin mutlak surette ümmî birini imamlığa geçirmesi namazı bozar, bazıları
istihlâfı teşehhüdden sonra olursa bil'ittifak bozulmayacağını söylemişlerdir
ki, esah olanda budur. Nitekim Kâfi'de de böyle denilmiştir. Çünkü bu amel-i
kesirdir.
12 - Sabah
namazında güneşin doğması,
13 - Bayram
namazında zevale ermesi,
14 - 16 - Ve kaza
namazı kılan kimsenin üzerine üç kerahet vaktinden birinin girmesi,
17 - Cuma
namazında ikindinin vakti girmesi, Meselâ Oturuşunda her şeyin gölgesi iki
misli oluncaya kadar durması namazı bozar. Öğle namazı böyle değildir. O
bozulmaz.
18 - Özürlünün
ikinci vakitte gelmemek suretiyle özürünün kesilmesi.
19 - Ve kezâ
vaktinin çıkması,
20 - Ve sargının
yara iyileştiği için düşmesi namazı bozar.
İZAH
Az amelden murad
: Mest geniş olup çıkarmak için uğraşmağa muhtaç olmamaktır. Bahır. Çok amel
ile çıkarırsa bil'ittifak tamamdır. Çünkü kendi fiili ile namazdan çıkmaktır.
İmâ ile kılanın rükünleri edâya muktedir olması namazını bozar. Çünkü namazının
sonu evvelinden dahakuvvetlidir. Kuvvetliyi zaif üzerine binâ câiz değildir.
Bahır. Sahib-i tertib olan kimse yalnız olsun, imamla kılsın yahud sahib-i
tertip imam olsun üzerlerinde kaza namazı olduğunu hatırlarsa namazları
bozulur. Sirâc' da şöyle denilmiştir: «Sonra bu namaz ebu Hanîfe'ye göre kati
olarak bozulmaz. Bilakis ondan sonra beş namaz kılıncaya kadar mevkuf
(çekimser) olarak kalır. Kaza namazını hatırladığı halde beş namaz kılarsa
artık câize inkılab eder.» Bahır sahibi diyor ki: «Binaenaleyh musannıfın onu
bozulanlar arasında zikir etmesi kaza namazları bâbında söyleyeceklerine itimad
ettiğini gösterir.»
Okuyan bir imamın
ümmi birini imamlığa geçirmesi mutlak surette namazı bozar. Yani teşehhüd
miktarı oturduktan sonra veya evvel olsun fark etmez. Bu hususta şöyle diyenlerde
vardır: Teşehhüdden önce istihlâf yapması ilk rekatlarda olsun son rekatlarda
olsun, ilk iki rekatta yahud bunların birinde okumadı ise bil'ittifak namazı
bozar. Kezâ her birinde okursa yine bozulur. İmam Züfer buna muhaliftir. Bu
kavil Yusuf'dan da bir rivayettir. Nitekim bu babtan önce geçmişti. Ama bu
bizim bahsimizden hâriçtir. Çünkü on iki meselelerde hilâf İmam-A'zam'la
imameyn arasında olup yalnız teşehhüdden sonraya aittir. Doğrusu mutlak surette
sözünü atarak: «Bazıları bil'ittifak bozulmayacağını söylemişlerdir.»
demelidir. Bunu Halebî söylemiştir.
«Esah olanda
budur.» Nehir sahibi: «Bunu ebu Cafer ile Fahr-ul-islâm ihtiyar etmiş; Kâfi ve
diğer kitablarda sahihlenmiş; Feth-ul-islâm ihtiyar etmiş; Kâfi ve diğer
kitablarda sahihlenmiş; Feth-ul-Kadîr sahibi muhtar kavlinin bu olduğunu
söylemiştir.» diyor.
Üç kerâhet
vaktinden murad: Güneş doğarken, gökyüzünün ortasında iken ve batarkendir.
Meselâ: «Oturuşunda her şeyin gölgesi iki misli oluncaya kadar durması namazı
bozar.» İfâdesiyle şârih Kâfi sahibinin itirazını def ettiğine işarette
bulunmuştur. Kâfi sahibi şöyle demiştir' «Bir kimse gölge iki misli olmadan
namaza dururda oturduktan sonra iki misline varırsa bil'ittifak namaz bozulmaz.
İmam-A'zam'a göre bozulmaması ikindinin vakti girmediği içindir. İmameyne göre
ise bu meselelerin hiç birinde namaz bozulmaz.» Şârih hilâfı tahakkuk ettirmek
için meseleyi burada görüldüğü şekilde tasvir ederek cevap vermiştir.
Özürlünün hâli
mevkuftur. (çekimserliktir) oturduktan sonra özür kesilirde namaz kıldığı
vakitten sonra tamam bir namaz vakti gelmezse iyileştiği için kesildiği
anlaşılır. Ve İmam-A'zam'a göre namazın bozulduğu meydana çıkarsa o namazı kaza
eder. Yoksa mücerred özürün kesilmesi iyileştiğine delâlet etmez. Zira ikinci
vakitte özürü tekrar görünürse namaz sahihtir. Bahır. Namaz vaktinin çıkması da
namazı bozar. Çünkü mutemed kavle göre özür sahibinin abdesti vaktin çıkmasiyle
bozulur.
METİN
Bilmiş ol ki, bu
yirmi yerde namaz bâtıl olmakla nâfileye inkılâp etmez. Yalnız üçünde yani üzerinde
kazâ olduğunu hatırladığı, güneş doğduğu ve cuma namazında öğlenin vakti
çıktığı zaman nâfileye inkılâp eder. Nitekim Cevhere'de böyle denilmiştir.
Hâvi'de rükünleri edâya kâdir olan imâ sahibi deilâve edilmiştir. Yukarıda
beyân ettiğimiz vecihle teyemmümle namaz kıldırana uyan kimse meselesi de ilâve
edilir. Anlaşılan bayramda güneşin zevâli ve kazâ ederken üç vaktin girmesi de
böyle olacaktır. Ama ben bunu bir yerde görmedim.
İZAH
Şârih metindeki
on iki meseleye sekiz mesele daha ilâve etmiş; böylece meseleler yirmi
olmuştur. İlâve edilen meseleler: Elbisenin pisliğini giderecek bir şey
bulması, Cariyenin peçelenmesi, imamın üzerinde kaza namazı olduğunu
hatırlaması. Bayram namazında güneşin zevâle ermesi. üç kerahet vaktinden
birinin kaza kılarken girmesi ve özür sahibinin namaz vaktinin çıkmasıdır.
Bahır sahibi çare arayarak birinci ve ikinciyi çıplak meselesine katmış;
kerâhet vakitlerinin girmesi meselelerini güneşin doğması meselesine, sonuncuyu
meshin müddeti geçmesi meselesindeki eski hadesin meydana çıkmasına ircâ
etmiştir, geriye imamının üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlama meselesi
kalır. Onun da hâşiye yazarı üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlama meselesine
ircâ etmiştir. Bir de bayram namazında güneşin zevâli meselesi kalır ki onu da
güneşin doğması meselesine ircâ etmiştir. Bunda ne derece tekellüf olduğu
meydandadır.
Buradaki «bâtıl
olmakla» tâbirinden murad: Aslın ve vasfın bâtıl olmasına ve yalnız vasfın
bâtıl olmasına şâmildir. Üzerinde kazâ olduğunu hatırlamak da kendisinin ve imamının
kazâsına şâmildir. Bilirsin ki üzerinde kaza bulunduğunu hatırladığında mesele
mevkuf kalır. Namaz derhal nâfileye inkılap edivermez. H. El-Hâvi-Kudsî nâm
eserde yolcunun namazı bahsinden az önce, rükünleri edâya kadir olan imâ sahibi
de ilâve edilmiştir.
Ben derim ki:
Buna göre metin sahipleriyle diğer ulemânın hasta namazı bâbında söyledikleri
müşkil kalır. Onlar: «Bir kimse namazının bir kısmını ima ile kılarda sonra
rükü ve sücûda kâdir olursa namazını yeniden kılar.» demişlerdir. Şârihler bunun
imam Züfer müstesnâ olmak üzere bütün imamlarımızın ittifakiyle olduğunu ve bu
hilâfın rüku sücûd yapan kimsenin imâ ile kılana uymasının câiz olup olmaması
hilâfına ibtinâ ettiğini söylemişlerdir. Bize göre imama uyması câiz olmadığı
gibi burada namazına binâ etmesi de câiz değildir. İmam Züfer'e göre câizdir.
Şübhesiz ki yeniden kılmak lazım gelirse namazın aslından bozulması iktiza
eder. Ancak şöyle denirse o başka: «Namaz farz ise yeniden kılar.» Yani farzı
yeniden kılması lazım gelir. Lâkin ulemanın yeniden kılmayı mutlak zikir
etmeleri hem farza hem nâfileye şâmildir. Hilâfı imâ ile kılana uyma
hususundaki hilâfa binâ etmesi de buna delâlet eder. Bu farzda da nâfilede de
câiz değildir.
«Teyemmümle namaz
kıldırana uyan kimse meselesi de ilâve edilir.» Yani nâfileye inkılâp eden
namazlara bu da katılır. Maksad bunun da İmam-A'zam'la imameyn arasındaki
ihtilâflı meselelerden olduğunu söylemek değildir. Nitekim evvelce söylemiştik.
H.
Ben derim ki:
Mâdem şârihin muradı bu idi; namazın nâfileye inkılâp ettiği meseleleri
tamamlaması icap ederdi. Zirâ Hâvi'de beyan edildiği vecihle onlardan bazıları
da son oturuşu terk etmek ve imama ikinci secdede yetişip ona uymadan rükû ve
secde yapan mesbuktur. Şarihin «anlaşılan»dediği açık bir meseledir. Çünkü
kerahet vakitleri nâfile namazın başından mün'akid olmasına zıd değillerdir. O
halde devam halinde nasıl zıd olabilirler! Bunu Halebî ile Tahtavî
söylemişlerdir.
METİN
Müsâfir imam
mesbuk, lâhık veya mukimi istihlâf ederse (kendi yerine geçirirse) sahihtir.
Müdriki istihlâf etmesi evleviyetle sahih olur. Kaçıncı rekat olduğunu bilmezse
ihtiyatan her rekatta oturur. İki rekatta mesbuk olursa iki .oturuşun farz
olduğunu söyleriz. İmam ilk iki rekatta okumadığını halifesine işaret ederse
dört rekatta kırâat farz olur. Mesbuk halîfe imamın namazını tamamlarsa selam
vermek için müdrik birini yerine geçirir. Sonra gülmek gibi namaza aykırı bir
şey yaparsa kendi namazı bozulur. Müdrik olan cemâatın namazları bozulmaz çünkü
namazın rükünleri tamamlanmıştır. Kezâ hâli halifenin hâli gibi onların
namazıda bozulur. Zira namaza aykırı hareket namazı esnâsında olmuştur.
Namazdan çıkmamışsa esah kavle göre abdest bozulan ilk imamın namazı da
bozulur. Abdest alıp bir şey bırakmamak suretiyle namazdan çıkmışsa namazı
bozulmaz. Çünkü evvelce geçtiği vecihle o kimse imama uymuş gibidir.
İZAH
Müsâfir, imamın
kendi yerine mesbuk, lâhik veya mukîm birini geçirmesi sahihtir; çünkü tahrime
de (iftitah tekbirinde) ortakdırlar. Bahır. Mudriki geçirmesi ise evleviyetle
sahih olur. Zirâ o imamın namazını tamamlamağa daha kâdirdir. Bahır. Burada
imamın yerine müdrikten başkasını geçirmemesine, başkasının do geçmemesine
işaret vardır.
«Kaçıncı rekat
olduğunu bilmezse...» ifâdesi kısadır. İzâhı şöyledir: İmamın yerine geçen
halife imamın kaç rekat kıldırdığını bilir; ve bütün cemâat da namazın başından
imamın bıraktığı ana kadar mesbûk olurlarsa ne âlâ! Aksi takdirde halîfe imam
bir rekat tamamlayarak oturur. Sonra kalkarak kendi namazını tamamlar. Cemâat
ona tabi olmayıp bitirmesini beklerler. Arkacığından cemâat üzerlerinde kalan
kısmını yalnız başlarına kılarlar .
Çünkü câiz ki,
imamın üzerinde son rekat kalmıştır. Halîfe o rekatı kıldığı vakit imamın
namazı tamam olur. Kendi yetişemediğini kaza ederken cemâat ona uyarlarsa -
tıpkı yetişemediğini kazâ eden mesbûka uymakta olduğu gibi - Namazları bozulur.
Cemâatın ona tâbi olmayıp bitirmesini beklemeleri ve o bitirmeden kazâ ile
meşgul olmaları bu halifenin kaza ettiği bazı cüzlerin ilk imama farz
olanlardan kalması câiz olduğu içindir Cemâat kazâ ile meşgul olurlarsa
imamları bütün namaz rükünlerini bitirmeden ondan ayrılmış olurlar ki bu
sebeple namazları bozulur. Bunu Bahır sahibi, Zahiriye'den naklen beyan
etmîştir.
Ve bu halîfe
ihtiyâtan her rekatta oturur. Zahiriye'de bu mesele imamın abdesti ayakta
bozulursa diye kayıtlanmıştır.
Bahır sahibi
diyor ki: «İmamın abdesti otururken bozulur da halifesi onun kaç rekat
kıldırdığını bilmezse ne yapmak lazım geleceğini ulema beyan etmemişlerdir.
Söylediklerine kıyâsen cemâat otururken halîfenin yalnız başına iki rekat
kılması gerekir. O bitirdikten sonra cemâat kalkarlar ve her biri yalnız başına
dört rekat kılar. Halîfede kalanı tamamlar. Halife bitirmeden cemâat kaza
ilemeşgul olmazlar.
Bilmiş ol ki
lâhik cemâata işaretle, kaçırdığı yerleri bitirmeden kendisine uymamalarını
anlatır. Çünkü ona vâcip olan, evvelâ kaçırdığı yerleri kılmaktır. Sonra cemaat
kendisine tâbi olurlar. O da onlara selâm verdirir. Bir vâcibi terk ederse
selam vermek için yerine başkasını geçirir.
Mukime gelince: O
iki rekat kıldıktan sonra yerine bir müsâfir geçirir: cemâata o selam verdirir.
Sonra mukîm olanlar kıraatsız olarak yalnız başlarına iki rekat kazâ ederler.
Hatta imam ayağa kalktıktan sonra ona uyarlarsa namaz bozulur.
«İhtiyâten»
tabirinden murad: Her rekat imamın namazının sonu olması ihtimâli vardır;
demektir; «İki oturuş farzdır deriz.» Çünkü ilk oturuş imamına farzdır. Halîfe
onun yerini tutmaktadır. İkinci oturuş da halîfeye farzdır.
«Dört rekatta
kırâat farz olur.» Çünkü imamın yerine iki rekatta okuyunca bu okuduğu ilk iki
rekata katılır. Son iki rekat kırâatsız kalır. Ve sanki halîfe son rekatlarda
hiç okumamış gibi olur. Mesbûk bulunduğu rekatlarda da okuması lazım gelir.
Nitekim mesbûkun hükmü, kazâ ettiği rekatlarda yalnız kılan gibi olmasıdır. Burada
şöyle bir lügaz (bilmece) yapalar: «Kimdir o namaz kılan ki. kendisine dört
rekatta kırâat (kur'an okumak farz olur?»
«Mesbûk selâm
vermek için müdrik birini yerine geçirir.» Yani cemâata selam verdirmek için
namaza başından yetişmiş birini geçirir. Burada mesbûkun evvelâ yetişemediği
yerleri kaza edemeyeceğine işaret vardır. Şâyed bunu yaparsa namazının bozulup
bozulmadığında ihtilâf edilmiştir. Şârih bundan önceki bapta en mâkulu
bozulması olduğunu bildirmişti.
«Sonra gülmek
gibi ilh...» yani imamın yerine geçen halife mudrik olsun olmasın imamın
namazını tamamladı mı, gülmek gibi namaza aykırı bir harekette bulunursa kendi
namazı bozulur. Çünkü namaza yetişmiş olanların rükünleri tamam olmuştur.
Namaza aykırı hareket onların namazına zarar etmez. Mesbûk olan halîfenin
namazı böyle değildir. Onun üzerinde yetişemediği rekatlar vardır. Binaenaleyh
aykırı hareket onun namazı içinde olmuştur.
«Esah kavle göre
abdesti bozulan ilk imamın namazı da bozulur.» Bu hususta Hidâye sahibi şöyle
demiştir: İlk imam namazını bitirmişse namazı bozulmaz. Bitirmemişse bozulur.
Esah olan kavil budur.» Esah tabiri ile ebu Hafz rivayetinden ihtiraz etmiştir.
Ona göre onun namazı da tamamdır. Çünkü namazın başına yetişmiştir. Bu rivayet
her halde kâtip tarafından yapılmış bir yanlışlık olacaktır. Çünkü mesele de
ayrım yapmış sonra her iki surette de namaz tamamdır demiştir. Halbuki ayrım
yapmanın gereği iki şıkkın birbirine muhalif olmalarıdır. Mi'rac.
«Çünkü evvelce
geçtiği vecihle...» ifâdesinden murad: On iki meselelerden az öncesidir. H.
Zeyleî diyor ki: «Çünkü imam yerine halîfe geçirmekle ona uymuş olur. Ve
imamının namazı bozulunca onun namaz da bozulur. Onun için namazının kalan
kısmını - bu halîfe namazını bitirmeden- Evinde kılmış olsa namazı bozulur.
Zira imamı bitirmeden ondan ayrılması câiz değildir.» Biz bu husustaki sözün
tamamını.orada arzetmiştik!
METİN
İmam-A'zam'a göre
imamının kahkaha ile gülmesi ve teşehhüd miktarı oturduktan sonra
kastenabdestini bozması ile mesbûkun namazı bozulur. Meğer ki rekatını secde
ile kayıtlamış ola. Çünkü bu takdirde yalnızlığı kuvvet bulur. İmamı konuşur
veya mescidinden çıkarsa bil'ittifak bozulmaz. Zira Kahkaha ile hades
menhidirler. Müfsit değillerdir. Onun için müdriklere selâm lâzımdır. Kahkahada
selamsız kalkarlar. Müdrik bunun hilâfınadır. O bılittifak imam gibidir.
Lâhik olursa onun
namazının bozulması hakkında iki sahih kavil vardır. Sirâc nâm kitabta
bozulduğu, Zahîriye'de ise bozulmadığı sahih kabul edilmiştir. Bahır'la
Nehir'in birinci kavli te'yid ettikleri anlaşılıyor. İmam abdestini bozarsa -
bu makamda bir hususiyeti yoktur - Rükûun-da sücûdunaa bozulduğu takdirde.edâyı
kasdederek başını kaldırmadıkça abdest alıp namazına binâ eder. Binâ ederken
rükû ve sücûdu farz olarak tekrarlar. Ama rükûn edâ etmek maksadiyle başını
kaldırırsa binâ edemez Bilakis namazı bozulur. Edâyı kaydetmezse iki rivayet
vardır. Nitekim bunlar kâfi ile Müctebâ'da bildirilmiştir. Kanburunu çıkararak
geriye çekilir; doğrulup başını kaldırmaz. Yoksa namazı bozulur.
İZAH
İmameyne göre
kahkaha ve kasden abdestini bozmak mesbûkun namazını bozmaz. Onlar bunu
konuşmaya ve mescidden çıkmaya kıyâs etmişlerdir. İmam-A'zam'a göre ise menhi
ile müfsid arasında fark vardır. Nitekim aşağıda gelecektir. «Meğer ki rekatını
secde ile kayıtlamış ola!» Bu. imamı selam vermeden kalkarak bir rekat kılmakla
olur. Anlaşılıyor ki bu bir önceki meselede de böyledir. Binaenaleyh «Kazâ hâli
halîfenin hâli gibi olanların..» ifâdesi de bununla kayıtlanır.
«Zira Kahkaha ile
hades menhidirler.» Yani namazı tamamlarlar. Fetih'de böyle denilmiştir.
İnâye'de ise şöyledir:
«Menhi: Şerîatın
namaz biterken selam vermek ve namaz. kılanın kendi fiili ile çıkması gibi
tahrimenin hükmünü kaldırdığını itibar ettiği şeydir.» Kahkaha ile kasdî hadese
gelince: Bunlar namazın şartını yani tahâreti yok ettikleri için namazı
bozarlar. Bu suretle imamın namazından da rastladıkları cüzü bozarlar. O cüzü
de mesbûk olan cemâat kimsenin namazı gibi bozulur. Halbuki üzerinde edâ
edilecek farzlar kalmıştır. Onları fâsid üzerine binâ etmesi mümkün değildir.
İmamla müdrikin halleri böyle değildir. «Onun için» yani konuşmak ve mescidden
çıkmak müfsid değil menhi oldukları için müdrik olan cemâatın selam vermeleri
vâcip olur. İmamın kahkaha atması veya abdestini bozması bunun. hilâfınadır. O
zaman cemâat selam vermeden kalkarlar. Çünkü bunların ikisi de namazı bozarlar;
(müfsiddirler) Burada şöyle bir lügaz yaparlar: «Hangi namaz kılandır o ki,
selam vermesi icap etmez?»
Bahır sahibi
şöyle diyor: «İmamdan sonra cemâat kahkaha ile güler!erse cemâatın değil.
imamın abdest alması icap eder. Çünkü cemâat imamın abdesti bozulmakla namazdan
çıkmışlardır. İmam selam verdikten sonra cemâatın kahkahaları böyle değildir.
Çünkü namazdan imamın selamı ile çıkmazlar. Ve abdestleri bâtıl olur. Eğer
beraberce yahud evvela cemâat, sonra imam kahkaha atarlarsa abdest almaları
icap eder. hâsılı imamın kasden abdestini bozmasiyle cemâat bil'ittifaknamazdan
çıkarlar Onun için selam vermezler. İmamın selamiyle namazdan çıkmazlar. İmam
Muhammed buna muhâliftir. Konuşmasiyle namazdan çıkmaya gelince: Bu hususta
İmam-A'zam'dan iki rivayet vardır. Bir rivayete göre konuşmak selam gibidir.
Cemâat da selam verirler; Ve kahkaha ile abdestleri bozulur. Diğer rivayette
kasden abdest bozmak gibidir. Selam vermezler ve kahkaha ile abdestleri
bozulmaz, Muhit'te de böyle denilmiştir.»
Abdesti bozan
şeyler bahsinde fetih'den naklen arzetmiştik ki, cemâat olan kimse imam kasden
konuştuktan sonra kahkaha ile gülerse esah kavle göre selamı gibi abdesti de
bozulur. Bu Hulasa'dakinin hilâfınadır. Bu kavli Hâniye sahibi dahi sahihlemiş;
orada şârih de onu tercih etmiştir.
«Müdrik bunun
hilâfınadır.» cümlesi «imamının kahkaha ile gülmesi ve teşehhüd miktarı
oturduktan sonra kasden abdestini bozmasiyle mesbûkun namazı bozulur.» Sözü ile
bağlantılıdır. «Zahiriyed'e ise bozulmadığı sahih kabul edilmiştir.» Zahiriye
sahibi şöyle demiştir: «Çünkü uyuyan kimse imamın arkasında imiş gibidir.
İmamın namazı tamam olmuştur. Binaenaleyh uyuyanın namazı da takdiren tamam
olmuştur.»
Bahır sahibi
diyor ki: «Bu söz götürür. Zira imamın üzerinde edası gereken bir şey
kalmamıştır. Lâhık ise öyle değildir.»
«Bu makamda
imamın bir hususiyeti yoktur.» Cemâat olanla yalnız kılanın hükümleri de
öyledir. Musannıf imam diyeceğine Nehir sahibi ile Aynî ve Miskîn'in yaptıkları
gibi «namaz kılan» dese daha iyi olurdu. «Bina derken rükû ve sücûdu farz
olarak tekrarlar. Çünkü bir rekatın tamamlanması imam Muhammed'e göre intikal
ile olur. Hadesle bu tahakkuk edemez. Ebu Yusuf'a göre intikalden önce tamam
olsa da kavme ve celse (yani rükûdan ve iki secde arasında doğrulduktan sonra
bir rükün miktarı durmak) farzdır. Bu abdestsiz tahakkuk edemez. Binaenaleyh
ikisinin mezhebine göre de tekrar mutlaka tâzımdır. Tekrarlamazsa namazı
bozulur. Bunu Halebî Beyleî'den nakletmiştir.
«Edâyı kasdederek
başını kaldırmadıkça ilh...» ifâdesi «namazına binâ» eder. Cümlesiyle
bağlantılıdır. Ve üç surete yani başını asla kaldırmayıp kanburunu çıkararak
yürümesine, namazdan çıkmak isteyerek başını kaldırmasına ve hiç bir şey
kastetmemesine şâmildir. Bu suretlerde namaza binâ eder; namaz bozulmaz.
Nitekim aşağıda söyleyeceklerimizden de bu mana çıkarılacaktır.
«Edâyı
kasdetmezse iki rivayet vardır.» Yani Semiallahülimen hamide derken veya tekbir
alırken başını kaldırdığında edâyı kastetmezse iki rivayet vardır. Zira
Kâfî'nin ibaresi şöyledir: «Abdesti rükûda bozulurda semiallahülimen hamide
diyerek, başını kaldırırsa namazı bozulur. Başını secdeden kaldırırda Allahu
Ekber der ve bununla bir rüknü edâ etmek isterse namazı bozulur. Bununla edâyı kasdetmezse
bu hususta ebu Hanîfe'den iki rivayet vardır.» Münye şerhinde de şöyle
denilmektedir: «Rükû hâlinde iken abdesti bozulurda Semiallahülimen hamide
diyerek başını kaldırırsa bina edemez. Çünkü başını kaldırmaya namazdan çıkmak
için de muhtaçtır. Binaenaleyh mücerred başını kaldırmak mâni değildir. Onunla
birlikte Semiallâhülimen hamideh cümlesinide söyleyince edâyı kasdettiği
anlaşılır. Ebu Yusuf'tan bir rivayete göre bir kimsenin secde hâlindeabdesti
bozulur da tekbir alarak başını kaldırırsa tamamını niyet etsin veya bir şey
niyet etmesin namazı bozulur. Namazdan çıkmayı niyet ederse namazı bozulmaz.»
Bu sözün hulâsası şudur: Ebu Yusuf'un rivayetine göre Semiallah diyerek veya
tekbir alarak başını kaldırması namazı bozar. Bununla edayı niyet edip etmemesi
müsâvidir. Ancak namazdan çıkmayı niyet ederse namazı bozulmaz. Çünkü edâyı
kasdettiğinin belirtisi olan Semiallahülimen hamideh veya tekbir açıkça
namazdan çıkma arzusuna aykırı değildir. Tesmi veya tekbirsiz veya edâ niyeti
olmaksızın mücerred başını kaldırmak namazı bozmaz. Çünkü buna muhtaçtır.
«Yoksa namazı
bozulur.» Yani edâyı kasdeder veya tekbir alarak b.'ışını kaldırırsa demektir.
Aksi takdirde naklettiğimize muhalif olur.
Anlaşılıyor ki
bunun kıbleden dönmezden önce başını kaldırarak doğrulduğu hal ile de
kayıtlanması gerekir.
METİN
Namaz kılan bir
kimse rükû veya sücûdunda bir namaz secdesini yahud secde-i tilâveti terk
ettiğini hatırlayarak rükûdan doğrulmadan veyahud secdeden başını kaldırıp
hatırladığı secdeyi hemen yapsa ikisini de yâni hem rükûu hem sücûdu mendûp
olmak üzere tekrarlar; çünkü unutmakla sâkıt olmuştur. Secde-i sehiv yapar. Bu
secdeyi namazının sonuna bırakırsa yalnız onu kazâ eder. Yalnız bir kişiye imam
olur da imamın abdesti bozulursa, yani mescidden çıkarsa - aksi takdirde
evvelce görüldüğü vecihle imamlığı bakidir. - Cemâat olan kimse imamlığa yanı
imamcı imam olmağa elverişli olduğu takdirde niyet etmeksizin imamlığa
alettâyin geçer. Çünkü rakip yoktur. İmam olmağa elverişli değilse meselâ:
çocuk olursa cemâat olanın namazı bil'ittifak bozulur. Esah kavle göre imamın
namazı bozulmaz. Zira imam imam olarak kalmış; cemâat olan ise imamsız
kalmıştır. Bu onu istihlâf etmediğine (yerine geçirmediğine) göredir. İstihlâf
ederse imamla halîfesinin ikisinin birden namazları bılittifak bâtıl olur. Bir
adam başka birine imam olurda ikisinin birden abdestleri bozulur ve mescidden
çıkarlarsa imamın namazı tamam olur; ve namazının üzerine binâ eder. Cemâat
olanın namazı yukarıda geçen sebepten dolayı bozulur. Namazda burnu kanarsa
kesilinceye kadar durur. Sonra abdest alarak namazına binâ eder. Sebebi
yukarıda geçmişti.
İZAH
Hatırlamak kaydı
rüku ile sücûdun ikisine de râcidir. Zira secdeyi terk ettiğini son oturuşta
hatırlayarak yaparsa oturuşu tekrarlar. Nehir. Çünkü son oturuş ancak namaz
fiillerinin sonu olmak üzere meşru kılınmıştır. Secde ile rükû halinden ihtiraz
etmiştir. Rükûda sûreyi okumadığını hatırlarda dönüp okursa rükûu tekrarlar.
Zira rükûda tertip farzdır. Bahır.
Secdeyi rükûdan
doğrulmadan hemen yapmak İmam Muhammed'in kavline göre sahih olur. Ebu Yusuf'un
kavline göre ise rükûu tekrarlaması farz olur. Çünkü ona göre kavme (rükûdan
doğrulmak) farzdır. H.
«Yahud secdeden
başını kaldırıp» diye kayıtlamasının sebebi sahih kavle göre secde ancak başını
kaldırmakla tamam olduğu içindir. Hatta oturmağa yakın olacaktır. Anla!
«Secdeyi hemen
yapsa» ifâdesinden anlaşılıyor ki, secdeyi hatırlar hatırlamaz hemen yapmak
vacip değildir. Çünkü Bahır'da Fetih'ten naklen bildirildiğine göre terk edilen
secdeyi hatırladığı anda yapmak câiz olduğu gibi namazın sonuna bırakmak da
câizdir. Onu sonunda kazâ eder.
«Çünkü unutmakla
sâkıt olmuştur.» Yani tertibin vâcip olmasına binâ edilen tekrarın vücûbu sâkıt
olmuştur. Zirâ namaz fiillerinden mükerrer meşru olanlar orasında tertip
vacibtir. Kasden terk eden günahkâr olur. Ama unutmakla sâkıt olur. Ve secde-i
sehiv ile tamamlanır. Bu secdeyi namazının sonuna bırakırsa yalnız onu kazâ
eder. Rükû ve secdeyi tekrarlaması farz. vacip veya mendûp değildir. Yalnız onu
son oturuş esnâsında yahud ondan sonra yaparsa tekrarlaması farz olur. Sebebini
evvelce söylemiştik. H. Mükerrer meşru olan rükünler arasında tertibi terkden
dolayı yapılan secde-i sehiv dahi buna göredir. T.
«Evvelce
görüldüğü vecihle...» yani musannıfın «namazını yeniden kılması efdaldir.»
Sözünden az önce görüldüğü vecihle demektir.
«Niyet etmeksizin
imamlığa alet'tayin geçer.» Hatta namazını bozmuş olsa bu ikincinin namazı
bozulmaz. İkincisi namazı bozsa birincinin namazı bozulur. Çünkü imamlık ona
değişmiştir, Üçüncü biri gelirde bu ikinciye uyarsa ikincisi abdestini bozduğu
takdirde üçüncüsü kendi kendine imam olur. Ötekiler yahud onlardan biri
dönmeden üçüncüsü abdestini bozarsa ilk ikisinin namazları bozulur. Çünkü onlar
buna uymuşlardır. İmamları mescidden çıkınca yerin değiştiği tahakkuk eder.
İmama uymakda şartı bulunmadığı için bozulur. İmama uymanın şartı yerin bir
olması idi. İkiden biri dönerde mescide girer, sonra üçüncüsü çıkarsa hepsinin
namazları câiz olur. Zira dönen kimse alet'tayin onlara imam olmuştur. İkisi
birden dönerlerse üçüncü mescidden çıkmadan biri diğerini mihrâba geçirdiği
takdirde imam odur. Böyle olmazsa ikisinin de namazları bozulur. Çünkü biri
imam olmamıştır. Çatışma vardır. Tercih edecek bir sebep de yoktur. Binaenaleyh
üçüncü şahıs imam olarak kalır. O çıktı mı imama uymanın şartı olan yer birliği
kalmaz. Ve ikisinin de namazları bozulur. Bedâyi.
«Esah kavle göre
imamın namazı bozulmaz.» Bazıları yalnız imamın namazı bozulduğunu, bir
takımları ilk iki kişinin namazları bozulduğunu söylemişlerdir. H.
«Zirâ imam imam
olarak kalmıştır.» Zahîre sahibi şöyle diyor: «Çünkü bir kişinin imamlığa
alet'tayin ayrılması ancak namazı ıslah ihtiyacı içindi. Burada o kişiyi imam
yapmak ise namazı bozmak olur. Ve böylece cemaat olan mescidde imamsız kalır.
Namazıda bozulur.»
«İstihlâf ederse»
yani teşehhüd miktarı oturmadan onu kendi yerine geçirirse ikisinin birden
namazları bozulur. Böyle yapmazsa kendi fiili ile namazdan çıkmış olur. T.
«Cemâat olanın
namazı yukarıda geçen sebepten dolayı» yani imam imam olarak kaldığı için
bozulur. «Sebebi yukarıda geçti.» Yani «yahud abdest bozulduktan sonra bir
rükün edâ edecek kadar durursa» ifadesinden sonra geçmiş ve orada: «Ancak uyku
ve burun kanaması gibi birözürden dolayı olursa o başka!» demişti. H. (Sebep budur.)
METİN
Musannıf ıztırârı
(mecburî) ârızın arkasından ihtiyâri ârızı zikir etmiştir. Namazda konuşmak
ifsâd eder. Konuşmak iki harf söylemektir. Yahud mânâ ifâde eden bir harfdir.
Meselâ: Emir mânâsına «Kı» (kuru) ve «I» (belle) harflerini söylemek bu
kabildendir. Köpeğe ve kediye iltifât ederken yahud eşeği sürerken seslenmek
konuşmak değildir; namazı bozmaz. Çünkü bu harfi olmayan bir sesten ibârettir.
Konuşmanın
kasdîsi hatâsı teşehhüd miktarı oturmazdan önce müsâvidir. Unutarak, uyuyarak,
bilmeyerek, yanılarak veya zorlanarak konuşmak da hükümde müsâvidir. Muhtar
kavil budur.
İZAH
İbâdetlerde fâsid
olmakla bâtıl olmak ayni mânâya gelirler. Çünkü her ikisinden maksad: Bazı
farzlarının elden gitmesi sebebiyle ibâdetin ibâdet olmaktan çıkmasıdır. Şart
ve rükünleri mevcud olmakla beraber bazı vasıflarının elden gitmesine ulema
kerahet adını vermişlerdir. Muamelât bunun gibi değildir. Nitekim usul-u fıkıh
ilminden mâlumdur. Münye şerhi.
«Musannıf iztırârı
ârızın arkasından ihtiyâri ârızı getirmiştir.» Yani namazı bozan şeyler onun
sıhhatine ârız olmuşlardır: Lâkin bazıları iztırârı yani mecburidir. Bundan
önceki babta geçen abdest bozulması bu kabildendir. Bazıları da konuşmak ve
benzerleri gibi burada görülecek ihtiyâri ârızalardır. Onun için musannıf
bunları birbiri ardınca zikir etmiş; fakat birinciyi neden ikinciden evvel
zikir ettiğini söylememiştir. Nehir sahibi bunu beyan etmiş ve şöyle demiştir:
«İztırâr arız olmak hususunda daha tanınmıştır.» Yani ârız olmak hususunda o
asıldır. Bunu Halebî bildirmiştir.
Namazı, konuşmak
ifsâd eder. Secde-i sehiv ile secde-i tilâvet kâil olanlara göre secde-i şükür
de namaz gibidir. Bunu Hamavî'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Konuşmak iki
harf söylemektir ilh...» Yani konuşma adı verilecek en az miktar iki harfden
mürekkep olur. Nitekim Kuhistânî'de cellâbî' den naklen böyle denilmiştir.
Bahır sahibi şöyle demiştir: «Muhit'te beyan olunduğuna göre harf olarak
işitilen o üfürük imam-A'zam'la imam Muhammed'e göre namazı bozar. İmam ebu
Yusuf buna muhâliftir. Tarafeynin delili şudur: Konuşmak mahrecinden çıkarak
işitilen harf dizisidir. Zirâ anlaşma bununla olur. Harflerin dizilmesi ise en
az iki harfle olur. Delil burada biter. Ama şöyle demek gerekir: «Konuşmanın en
azı iki yahud mânâ ifâde eden «I» emri gibi bir harfden meydana gelir. «Kı»
emri de böyledir. Çünkü bunlarla namazın bozulduğu âşikardır.»
Ben derim ki:
Şöyle de denilebilir: «I» ve «Kı» gibi emirler takdiren harflerden meydana
gelmişlerdir. Şu kadar var ki bu harfler bunun icâbı bir takım sebeplerden
dolayı hazif edilmişlerdir. Ama mezkûr konuşmanın tarifinde bu dâhildir. Hatta
nahiv itibâriyle konuşmadır. İhtimal şârih bundan dolayı bir harfli emirlerin
konuşma olduğunu katî olarak ifâde etmiş; bunun Bahır sahibi tarafından yapılan
bir inceleme olduğuna tenbih etmemiştir. Tedebbür eyle! Bundan anlaşılır ki,
mühmel (mânâsız) bir harfe konuşma denilmez. Ve Hindiye ile Zeyleî'nin:
«Konuşma az olsun çok olsun namazı bozar.» sözlerine dâhil değildir. Nitekim
aşikardır. Anla! Kediye köpeğe iltifât kabilinden çıkarılan harfsiz sesler
konuşmak değildir. Nitekim bunu Fetevây-ı hindiye sahibi açıklamıştır. Şârihin:
«Çünkü bu harfi olmayan bir sesden ibârettir.» diyerek yaptığı ta'lilde buna
işâret etmektedir. H.
Lâkin cevhere'de
şöyle denilmiştir: «Namazı bozan konuşma insanların anlaşmalarında bilinen
şeydir. Onunla harf meydana gelmesi veya gelmemesi müsâvidir. Hatta eşeği
sürerken çıkartılan sesi çıkarsa namazı bozulur.» Zeyleî burada hilâf olduğunu
bildirmiş; ve Kenzin «özürsüz öksürmek» dediği yerde şunları söylemiştir:
«Namaz da üfürürse işitildiği takdirde bozulur. İşitilmezse bozulmaz. İşitilen
şey bazılarına göre öf ve tüf gibi harfleri olan sesdir. İşitilmeyen böyle
değildir. Hulvânî buna meyl etmiştir. Bazıları işitilen üfürüğün harfleri
olmasını şart koşmamışlardır. Hâherzâde de buna meyl etmiştir .İşitilen
üfürükle kuş veya başka hayvan kışkırtmak veya çağırmak da buna göre
hamledilir.» Lâkin tarafeyne göre yukarıda zikir ettiğimiz tarifi işitilen üfürüğün
harfli olduğunu te'yid ediyor. Bedâyi, Feyz, Münye şerhi ve Hulâsa sahipleri
buna cezm etmişlerdir. Evet, Şurunbulâli bozulmamayı eşek sürülen üfürükle
müşkil saymış; buna aşağıda beyân edilecek amel-i kesîrin tarifi uyduğunu
söylemiştir.
Musannıfın:
«Konuşmanın kasdîsi hatası teşehhüd miktarı oturmazdan önce müsâvidir.» Sözü
oturduktan sonra olursa aralarında fark olduğunu ifâde eder. Halbuki oturduktan
sonra da müsâvidir. Namazı bozmazlar. «Müsâvidirler» demeyip kasdîsini hatasını
konuşmaktan bedel yapsa bundan kurtulurdu. H.
Unutarak
konuşmaktan maksad: Namazda olduğunu unutarak kasden insan sözü söylemektir.
Nehir. Yanılmakla unutmak arasındaki fark hususunda ulema ihtilaf etmişlerdir.
İbn Emîr Hâcc'ın tahrir şerhinde şöyle denilmiştir: «Fukaha, usul-u fıkıh
ulemâsı ve lügatçılar aralarında fark olmadığını söylemiş; hükemâ ise
aralarında fark görmüş: Yanılmak bir şeyin sureti hâfızada kalmakla beraber
müdrike kuvvetinden yok olmaktır. Unutmak ise her ikisinden yok olmaktır. Onun
husuli için yeni bir sebebe ihtiyaç hasıl olur. demişlerdir. Bazıları unutmak
söyleyen bir şeyi hatırlayamamaktır; yanılmak ise söylenip söylenmediğinden
gaflet etmektir. Unutmak mutlak surette yanılmaktan ehazdır, demişlerdir.
Uyuyarak konuşmak
da kasden konuşmak gibidir. Bu mesele uyuyanın uyanık hükmünde sayıldığı yirmi
beş meseleden biridir. Bunları şârih Mültekâ üzerine yazdığı şerhde manzum
olarak saymıştır.
Bilmeyerek
konuşmaktan murad: Konuşmanın namazı bozduğunu bilmemektir. Yanılarak konuşmak
da Kur'an okumak veya dua okumak isterken diline insan sözü gelivermekle olur.
H. Namazda okuyanın yanılması meselesinde bunun izâhı gelecektir. Zorla
konuşmak, biri konuşmak için zorladığı halde konuşmamaktır. Şârih «yahud muztâr
kalmaktır.» demedi. Nitekim öksürük ve aksırık tutmak yahud geğirmek galebe
çaldığı zaman hâl budur. Çünkü bunlardan korunmak mümkün olmadığı için namazı
bozmazlar.
Bahır sahibi
diyor ki: «Mezkûr konuşmada Tevrât, Zebûr ve İncîl okumakta dahildir. Bunlarda
namazı bozar. Nitekim Müçtebâ'da bildirmiştir. İmam Muhammed asılda bunu câiz
görmemiş; ebû Yusuf'dan ise tesbîhe benzerse câiz olduğu rivayet edilmiştir.»
Nehir sahibi
şöyle demiştir: Ben de derim ki, Müçteba'daki sözü: Şâyed zikir veya tenzih
değilse değiştirilmemiş olanlara hamletmek gerekir. Evvelce geçmişti ki.
değiştirilmeyen Tevrât ve sâireyi cünüb kimsenin okuması haramdır.»
«Muhtar kavil
budur.» Bu söz yukarıda zikri geçenlerin hepsine değil, yalnız uyuyana âittir.
Zira uyuyan hakkında bize göre ihtilâf edilmiştir. Nehir sahibi: «Uyuyanın
konuşmasiyle namazın bozulacağını ulemadan birçokları söylemişlerdir. Muhtar
olan kavilde budur. Fahr-ul-islâm bunun aksini tercih etmiştir.» diyor. Geriye
kalan meselelerde bize göre hilâf olduğunu söyleyen görmedim. Bunlarda başka
mezheblere göre hilâf vardır.
METİN
«Ümmetimden hatâ
kaldırılmıştır.» Hadisi hatânın günahı kaldırıldığına hamledilmiştir. Zülyedeyn
hadîsi ise Müslim'in rivayet ettiği: «Şübhesiz bizim bu namazımız insan
sözünden hiç bir şeye elvermez!» hadîsi ile nesh edilmiştir. Yalnız yanılarak
namaz bitti zannıyle bitmeden tahlil yani namazdan çıkmak için selam vermek
müstesnâdır. O namazı bozmaz.
Tahiyye
(selamlamak) için bir insana selâm vermek yahud meselâ namazdan çıkarken
terâvih zanniyle selâm vermek cenâzeden başka bir namazda ayakta iken selâm
vermek böyle değildir. O mutlak sûrette namazı bozar. Velev ki «Aleyküm»
demesin. Kezâ velev ki yanılarak selâm versin. Demek oluyor ki tahiyye için
verilen selâm mutlak surette, Namazdan çıkmak için verilen ise kasdî olmak
şartiyle namazı bozar.
İZAH
Fetih sahibi
diyor ki: «Bu lafızla bu hadis hiç bir hadis kitabında bulunmamıştır. Hadîs
kitablarında olan şudur: Muhakkak ALLAH ümmetten hatâ ve unutmayı bir de zorla
yaptırıldıkları şeyi kaldırmıştır. Bu hadîsi ibn Mâce, ibn Hibbân ve Hâkim rivayet
etmiş; Hâkım onun Buhârî ile Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu
söylemiştir.» H.
Günahdan murad:
Uhravî hükümdür. Binaenaleyh dünyevî hükmü yani fesâd ile itiraz edilemez.
Zülyedeynin ismi
Hırbâk'tır. Elleri yahud bir eli uzunmuş. Zülyedeyn hadîsi şudur: «Namaz mı
kısaltıldı yoksa unuttun mu? dedi. Rasulullah (s.a.v.): Ne unuttum, ne namaz
kısaltıldı! buyurdu. Hırbâk: Hâyır unuttun yâ Rasûlullah! dedi. Bunun üzerine
cemâata dönerek: Zülyedeyn doğru mu söyledi? diye sordu. Cemâat evet diye işaret
ettiler.» Zeyleî. Müslim hadîsinin tamamı şöyledir: Muâviye b.
Hakem-es-Sülemî'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: «Bir defa ben rasûlullah
(s.a.v.) ile birlikte namaz kılıyordum. Aniden biri aksırdı. Ben
(yerhamükellah) dedim. Bunun üzerine cemâat bana göz attılar. Ben: Vay canına!
size ne oluyor da bana bakıyorsunuz, dedim. Bu sefer elleriyle uyluklarına
vurmağa başladılar. Beni susturmak istediklerini görünce sustum. Rasûlüllah
(s.a.v.) namazını kılınca beni çağırdı. Annem babam fedâ olsun! Ben ondan evvel
ve sonra onun kadar güzel öğreten görmedim. Vallâhi bana ne surat asdı; ne
döğdü; ne söğdü! Sonra: Gerçektenbu namaz öyle bir şeydir ki onda insan
sözünden hiç bir şey câiz değildir. O ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumaktan
ibârettir, buyurdular.» Fetih ve Münye şerhinde böyledir. Zülyedeyn hadîsini
Ebû Hüreyre rivayet etmiştir. Halbuki ebû Hüreyre sonraları müslüman olmuştur.
Binaenaleyh nesih iddiası doğru değildir, diyenler olmuş ise de buna şöyle
cevap verilmiştir: Câiz ki ebû Hureyre bu hadîsi başkasından rivayet etmiştir.
Kendisi vak'aya şâhid olmamıştır. Tamamı Zeyleî'dedir. Bahır sahibi diyor ki:
«Bu doğru değildir. Çünkü Müslim'in sahihinde ebû Hüreyre'den naklen: Bir defa
ben Rasûlüllah (s.a.v.) ile birlikte namaz kılıyordum... denilmiş; vaka
nakledilmiştir. Bu onun orada bulunduğunu açık olarak göstermektedir. Ben onun
nâmına verilmiş şifâbahş bir cevap görmedim.» Ben derim ki: Zannıma göre Bahır
sahibi Zülyedeyn hadîsi ile Muâviye b. Hakem hadisini - ki yukarıda sahih
müslimden naklettiğimizdir - karıştırmıştır. Araştırmalıdır!
Terâvih zanniyle
selâm vermek yatsı kılarken olur. Bunun bir örneği de öğle namazının iki
rekatını kıldıktan sonra kendisini müsâfir zannederek yahud cuma veya sabah
namazı kıldığını sanarak selâm vermesidir. Cenâzeden başka bir namazda ayakta
selâm vermek onu bitirdim zanniyle olur. Bahır.
Bu üç surette
namaz bozulur. İnsana selâm vermekle bozulacağı meydandadır. Terâvih zanniyle
selâm vermenin bozması, iki rekatta namazı kesmek istediği içindir. Bitirdim
zanniyle selâm vermesi böyle değildir. Çünkü zanna göre dört rekatta namazını
kesmek istemiştir.
Ayakta selâm
vermeye gelince: Yanılması ancak oturuşta afv edilmiştir. Çünkü oturuş bu iş
zannedilecek bir yerdir. Ayakta durmak zan yeri değildir. Onun içindir ki cenâze
namazında ayakta yanılması afv edilmiştir. Zira bu namazda kıyâm hâli selâm
için zan veridir. H.
«Tahiyye için
verilen selâm mutlak surette namazı bozar.» Bahır sahibi bunu inceleme neticesi
yazmış; sonra Bedâyi'de sarahaten zikir edildiğini görmüş ve bununla Kenz'in ve
diğer bazılarının ibâreleri ile Mecmâ ve başkalarının ibârelerinin arasını
bulmuştur. Kenz'de selâm vermekle mutlak surette namaz bozulduğu bildirilmiş;
mecmâda ise selâm kasdî olursa diye kayıtlanmıştır. Bahır sahibi kenzin sözünü kasd
olmadığı hâl Mecmâın sözünü de kasd bulunduğu zamana hametmiştir. Çünkü burada
kasden selâm vermiştir. Vehim eden böyle değildir. Kasdî olursa» sözüne terâvih
zanniyle verdiği selam dahildir.
METİN
Selâmı - velev
yanılarak olsun - eli ile değilde dili ile almak mûtemed kavle göre namazı
bozar. Eliyle almak mekruhtur. Evet, selâm niyetiyle musâfaha yaparsa ulema
namazın bozulacağını söylemişlerdir. Bu gâlibâ amel-i kesîr sayılacağı içindir.
Nehir'de Sadreddîn-ı Gazzî'den şu mısralar nakledilmiştir: «Şu dinleyeceklerine
selâm vermen mekruhtur: Bu beyan ettiklerinden maadâsına selam vermen sünnet ve
meşrudur. Namaz kılana, Kur'an okuyana, zikir edene. hadis okuyana, hatibe ve
bunları dinleyip işitene, fıkıh tekrar edene, hüküm için oturan hâkime ve fıkıh
müzâkere edenlere selâm verme! Bırak faydalansınlar! Müezzine veya ikâmet
getirene, müderrise dahi selâm verme! Kezâ ecnebî genç kadınlara selâm vermeği
men ederim. Satranç oyuncusuna veahlâkı bunlara benzeyenlere; ve ehli ile
temennâ edene selâm verme! Kâfire de selamı terk et! Avret yeri açık olana
abdestini bozana selâm vermeyi çirkin görürüm. Yemek yiyeni de bırak! Ancak aç
olursan ve yemeği men etmeyeceğini bilirsen o başka!»
İZAH
El ile selâm
almak namazı bozmaz. Bazıları buna muhalif olarak bozardığını İmam-ı A'zam'a
nisbet etmişlerdir. Fakat mezhep ulemasından hiç birinden böyle bir şey
nakledildiği malum değildir. Ulema bozmadığını hilâfsız olarak söylerler. Hatta
Tahâvî'nin açıkça bildirdiğine göre bu kavil üç imamımızındır. Herhalde bozar
diyen kimse ulemanın: «İşâretle selâm almaz» sözlerinden bunun namazı
bozacağını anlamış olacaktır. İbn Emîr Hâcc Halebî'nin Hılye nâm eserinde böyle
denilmiştir.
Bahır sâhibi
«nakledildiği malum değildir ilh...» sözüne itirâz etmiş; bunu mecmâ sahibi
naklettiğini. kendisinin müteehhirîn ulemadan mezhep sâhibi olduğunu
söylemiştir. Bununla beraber hak şudur ki, el ile selâm almanın namazı bozduğu
mezhebte sâbit olmamıştır. Onun ulemadan bazıları Zahîriye ve diğer
kitablardaki: «Namazda olan bir kimse selâm vermek niyeti ile musâfaha etse
namazı bozulur.» sözünden çıkarmış:
«Şu halde selâmı
e! ile kabul etse yine namaz bozulur.» demişlerdir. Halbuki namazı bozmadığına
Rasûlüllah (s.a.v.)ın bizzât kendisinin eli ile selâm almış olması delâlet
etmektedir. Bu hadîsi ebû Davud rivayet etmiş; Tilmizî sahihlemiştir. Münye'de
el ile selâm almanın kerâhet-i tenzihiye ile mekruh olduğu açıklanmıştır.
Peygamber (s.a.v.)in eli ile selâm alması câiz olduğunu bildirmek içindir. Onun
fiîli kerâhetle vasıflanamaz. Nitekim Hılye'de tahkik edilmiştir.
Sadreddîin'in
«selâm vermen mekruhtur.» Sözünden anlaşılan haram olmasıdır. T. Günah olduğu
bazılarında açıkça söylenmiştir.
«Zikir eden»den
murad: Bazılarına göre vâizdir. Çünkü vâiz Allah'ı zikir eder. Cemâata da zikir
ettirir. Umumî mânâda olması daha açıktır. Yani ne vecihle olursa olsun Allah'ı
zikirle meşgul olan kimseye. selâm vermek mekruhtur. Rahmetî.
Hatibin hutbesi
dahi her nevi hutbeler şâmildir. T. «Bunları dinleyip işiten» ifâdesinde
âşikâra okuyan imamı dinleyen bile dâhildir. O da okuyan hükmündedir. T.
Fıkhın tekrârı
ezberlemek yahud anlamak için yapılır. Hüküm vermek için oturan hâkime selâm
vermek mekruhtur. Bazı ulemamız vâlileri ve emîrleri de hâkime kıyâs
etmişlerdir. Şems-ül-Eimme Serahsî diyor ki: «Sahih olan fark bulunmasıdır.
Çünkü halk vâlilere emîrlere selâm verirler; fakat dâvâya çıkanlar hâkime selâm
vermezler. Fark şudur: Selâm ziyâretçilerin tahiyyesidir. Dâvâya gelenler ise
hâkimin huzuruna ziyaretçi olarak gelmemişlerdir. Halk bunun hilafınadır. Şu izaha
göre hüküm ziyaretçi kabûlü için oturmuş olsa dâvâcılar ona selâm verirler.
Emîr dava görmek için otursa ona selâm vermezler. Tatarhâniye'nin kerâhiyet
bahsinde böyle denilmişti": Bunun muktezâsı olarak davacılar müftînin
yanına girerse selâm vermezler.
«Fıkıh müzâkere
edenlere» ifâdesi yerine Nehir'de ve Ziyâda «ilim müzâkere edenlere»
denilmiştir. Binaenaleyh her nevi şer'î ilme şamildir. Müderrisden murâdda
şer'î ilim okutandır.
«Genç kadınlar»
tâbirinin mefhumu ihtiyar kadınlara selâm vermenin câiz olmasıdır. Hatta ulema
şehvetten emin olmak şartiyle ihtiyar kadınla musafahanın câiz olduğunu
açıklamışladır.
«Ahlakı bunlara
benzeyenler»den murad: Fısk ve fücûrda sair mâsiyet erbâbına meselâ: Kumar
oynayanlara, içki içenlere. başkalarını gıybet edenlere, güvercinle oynayanlara
ve şarkı söyleyenlere benzeyenlerdir. Gazzî ihtilâflı olan satranç oyununa
tenbih etmekle ondan daha üstün olanların evleviyetle bu mânâ da olduklarına
işâret etmiştir. Haram helâl bahsinde geleceği vecihle fıskını itân eden fâsika
selâm vermek mekruhtur. İlân etmezse mekruh değildir. Fusûli Alâmî'de şöyle
denilmektedir: «Şakacı ihtiyara, yalancıya, gevezeye. insanlara sövene, ecnebi
kadınların yüzlerine bakana, fıskını ilân eden fâsika, şarkıcıya, güvercin
uçurana tövbe ettikleri bilinmedikçe selâm verilmez. Günah işlemekte olan veya
satranç oynayan bir cemâata onları yaptıklarından alıkoymak niyetiyle selâm
vermek imam-A'zam'a göre câizdir. İmameyne göre ise kendilerini tahkir lâzım
geldiği için onlara selâm vermek mekruhtur.»
«Tövbe ettikleri
bilinmedikçe» sözünden anlaşılıyor ki, fiilen günah işlemedikleri hallerde
onlara selâm vermek mekruhtur. Fiilen mâsiyet işledikleri halde ise zikir
edilen hilâf vardır.
«Ehli ile
temettû»an murad: Cinsi münâsebet ve bu münâsebetin mukaddimeleridir. T.
«Kafire de selâmı
terk et!» Yanı ona bir hâcetin yoksa selâm verme;
ancak ihtiyacın
varsa selâm vermek mekruh değildir demektir. Nitekim haram helal bahsinde
gelecektir.
«Avret yeri açık
olana» ifâdesinden anlaşılıyor ki, zaruretten dolayı bile açılsa ona selâm
verilmez. T.
Abdest bozmak da
büyük ve küçüğüne şamildir. T.
METİN
Ben buna Kınye'de
olduğu gibi hocasından fıkıh okuyan talebeyi. şarkıcıyı ve güvercin uçuranı da
ilâve ederek şöyle dedim: «Kezâlik hoca; şarkıcı ve güvercin uçurana selâm
verme; Bu sözün sonudur. Fazlası fâidelidir.» Ziyâ-i mânevî nâm kitabda
bunların bazısında selâm almanın vacip olduğu, mim'in cezmiyle selâm aleyküm
derse vacip olmadığı açıklanmıştır.
İZAH
Hocasından fıkıh
okuyan talebe meselesine şöyle itiraz edilmiştir: Eshabı kirâm Peygamber
(s.a.v.)e selâm verirlerdi. Bu itirazı Halebî üstâdından nakletmiştir. Cevap:
Maksad okutmakla meşgul iken selâm vermemektir. Nitekim gelecektir. Bundan
anlaşılıyor ki, bu söz yukarıdaki manzumenin «müderrise dahi selâm verme»
ifâdesine dahildir. Buradaki ilâveyi yapan Nehir sâhibidir.
Kezâ şarkıcı ve
güvercin uçuran sözleri yukarıki manzumenin «Ahlâkı bunlara benzeyenler»
ifâdesine dahildir. Lâkin maksad ulemanın sarahaten söylediklerini
göstermektir.
Ziyâ-i mânevîde
bildirilenler Ravzat-uz-Zendüstî'den nakledilmiştir. İbâresini Halebî zikir
etmiştir. Hulâsası şudur: Bir kimse hutbe, namaz, kur'an okumak, ilim
müzâkeresi, ezan ve ikâmet gibişeylerle meşgul olanlara selâm verirse günâha
girer. Hutbe ile namazda selâmı almak icap etmez. Çünkü bu namazı bozar. Hutbe
de namaz gibidir. Geri kalanlarda selâmı alırlar. Zirâ iki fazîleti yani selâm
almakla meşgul oldukları şeyin fazîletini bir araya getirmek mümkündür. Bu
tekrar icap eden bir ibâdet kesilmesine de müeddî değildir. Halebî: «Bu
ta'lilden manzumedeki diğer meselelerin hükmü de anlaşılır.» diyor.
Ben derim ki:
Lâkin Bahır'da Zeyleî'den naklen buna uymayan şeyler söylemiştir. Orada şöyle
denilmiştir: «Namaz kılana, Kur'an okuyana. hüküm vermek için oturana, fıkıhtan
bahsedene ve helâya oturana selâm vermek mekruhtur. Selâm verirse almaları icap
etmez. Çünkü yerinde değildir.» Bundan anlaşılan şudur: Selâm vermek meşrû
olmayan her yerde selâm almak da vacip değildir. Şır'a şerhinde bildirildiğine
göre fukaha bazı yerlerde selâm almanın vacip olmadığını açıklamışlardır. Şöyle
ki: Dâvacılar hâkime selâm verirlerse, talebesi fıkıh üstâdına ders esnâsında
selâm verirse. Kur'an okuyana veya zikirle meşgul olana o anda selâm verilirse,
tesbih, kırâat veya zikir için mescidde oturanlara selâm verirlerse o halde
selâm almaları vacip değildir.
Bezzâziye'de:
«Ebû Yusuf'a göre imama, müezzine ve hatîbe selâm almak vacip değildir. Sahih
olan budur.» denilmiştir. Fâsikın selâm alması vacip olmalıdır. Çünkü ona selâm
vermenin keraheti onu men etmek içindir. Binaenaleyh kendisine vacip olmasına
aykırı düşmez.
Mîm'in cezmi ile
selâm aleyküm demenin kabul icâp etmemesi herhalde sünnete muhâlefet ettiği
için olsa gerektir. Bu izâha göre tenvîn ve harfi târifsiz selâmü aleyküm demek
de ayni hükümdedir. Zira böylesi de sünnete muhalefet etmiş olur. H.
Ben derim ki:
Arapların tenvinsiz olarak selamü aleyküm dedikleri işitilmiştir. Mügn-il-Beyb
sahibi bunu harfi târifin atıldığına yahud müzâf takdirine hamletmiştir. Yani
cümle Selâm-u-llâhi-aley-küm «Allah'ın selâmı üzerinizde olsun» takdirindedir.»
Lâkin Zahiriye'de
şöyle denilmiştir: «Selâm yâ: es-Selâm aleyküm yahud selâmün aleyküm diyerek
tenvinle verilir. Yâ harfi târifli yahud tenvinli olmazsa câhillerin yaptığı
olur ki, selâm değildir.» Tatarhâniye'de imam ebû Yusuf'un bazı arkadaşlarından
naklen, Selâm-u-ilâhı aleyküm cümlesinin tahiyye (selamlama) değil dua olduğu
bildirilmiştir. Selâm bahsinin kalan kısmını haram mubah bahsinde anlatacağız.
METİN
Özürsüz yahud
sahih olmayan bir maksadla iki harf çıkaracak şekilde öksürmek namazı bozar.
Özürden dolayı meselâ: Tabiatı iktizâsı olursa bozmaz. Sesini düzeltmek veya imamı
yanıldığını hatırlasın diye yahud kendisinin namazda olduğunu bildirmek için
öksürürse sahih kavle göre namaz bozulmaz.
İnsan sözüne
benzeyen duâyı okumak da namazı bozar. İmam Şâfîi buna muhaliftir. Bir sızıdan
veya ağrıdan dolayı inlemek. ahlamak, oflamak ve harf çıkaran sesle ağlamak
dahi bozar.
İnlemekten murad:
Sesini uzatmadan ah demek, ahlamaktan murad: Sesini uzatarak âh çekmektir.
Oflamak: Öf yahud tüf demektir. Ancak inlemekten ahlamaktan kendini tutamayan
hasta bundan müstesnâdır. Çünkü bu takdirde inilti. aksırık, öksürük, geğirmek
ve esnemek gibidir. Velev ki harf çıksın. Çünkü zaruret vardır. Cennet veya
cehennemi hatırladığı için ağlarsa namazı bozulmaz. İmamın okuması hoşuna
giderde ağlamağa başlar; yahud hay hay, evet, âri gibi bir söz söylerse namazı
bozulmaz. Sirâciye. Çünkü bu söz huşûa delâlet eder.
İZAH
Bahır'da beyân
edildiğine göre öksürmekten murad: Ah yahud oh demektir. İki harfli öksürüğün
hükmü bilinince fazlasının hükmü evleviyetle mâlum olur. Lâkin şârihin sözü
özürden dolayı ikiden fazla harf çıkarırsa namazı bozacağı zannı vermektedir.
Ama Nihâye'de Muhit'ten naklen buna muhalif izahat verilmiştir. İbaresi şudur:
«mecburen değil de sesini düzeltip okuyabilmek için öksürürde ah oh gibi sözler
çıkarsa bunları çıkarmağa özendiği takdirde fakih İsmâil Zâhid imameyne göre
namazının bozulduğunu söylemiştir. Çünkü bunlar dizilmiş harflerdir.» Yani
sahih olan bunun hilâfıdır. Nitekim gelecektir.
«Sahih kavle göre
namaz bozulmaz.» İfâdesinden murad şudur: O kimse kırâatı düzeltmek için
öksürdüğünden mânen bu kırâatten sayılır. Nasıl ki namaz üzerine bina etmek
için yürümek de böyledir. O da namazdan değildir. Fakat namazı ıslah için
olduğundan mânen namazdan sayılmıştır. Bunu Münye şârihi Kifâye'den
nakletmiştir. Lâkin bu nâmazda olduğunu bildirmek için yahud imamının hatâsını
düzeltmek için öksürmeye de şâmildir. Halbuki kıyas mecburî öksürükten mâadâ
hepsinin namazı bozulmasını gerektirir. Nitekim ebû Hanîfe ile imam Muhammed'in
kavli de budur. Çünkü konuşmadır. Yukarıda geçtiği vecihle konuşma ne suretle
olursa olsun namazı bozar. Herhalde ulema bunda kıyâsdan ayrılmışlar ve sahih
bir maksatla olursa bozmayacağını sahih kabul etmişlerdir. Zira nâs vardır. Bu
nâs galiba Hılye'de ibn Mâce'nin süneninden nakledilen hadistir. Mezkûr hadîsi
hazreti ALİ (r.a.) rivayet etmiş ve şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.);n bana
tahsis ettiği iki kapısı vardı. Biri gece kapısı diğeri gündüz kapısı idi. Ona
geldiğim vakit namazda bulunursa bana öksürürdü.» Bir rivayette: «Tesbih
ederdi.» denilmiştir, Bu iki rivayeti Hılye sahibi değişik hallere
hamletmiştir. Allah-u âlem.
İnsan sözüne
benzeyen duadan murad: Kur'an'da ve hadîsde olmayan ve kullardan istenilmesi
imkânsız olan sözlerle dua etmektir. Şâyed okunan duanın sözleri Kur'an ve
hadîsde varsa yahud kullardan istenilmesi imkânsızsa namazı bozmaz. Nitekim
Tecnîs'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Bu hususta namazın sünnetlerinde
söz geçmişti. Oraya müracâat edebilirsin.
Hılye'de
bildirildiğine göre Ah ve oh kelimelerinde on üç lügat bulunmaktadır. Bunları
Bahır sahibi sıralamıştır. Of kelimesi de sıkılıyorum mânasına gelen bir ismi
fiildir. Yine Hılye'de bildirildiğine göre bu kelimede de kırk kadar lügat
vardır. (yani kırk çeşid okunabilir) Bunlardan bazıları:
«Üf - üff - Üfin
- ve Üfün» dir. Bazan dua manasına masdar olarak da kullanılır. O zaman
müterâdifi olan tüf kelimeside beraber kullanılır. Ama zâhire göre tüf usanç
bildiren isimlerden değildir. Teemmül et! Harf çıkaran sesle ağlamak namazı
bozar. Fetih, Nihâye ve Sirâc'da böyle denilmiştir. Nehir sahibi: «Ama sessiz
göz yaşı akması yahud harfsiz ses namazı bozmaz.» demiştir.
«Bir musibetten
veya ağrıdan dolayı» ifâdesi inlemeye. ahlamaya, oflamaya ve ağlamaya yani
bunların dördüne aid bir kayıttır. Nitekim Mi'rac'da beyan edilmiştir. Lâkin
bunu «o kimse tabiatının iktizâ ettiğinden ziyâde harf çıkarmağa çalışmazsa»
diye kayıtlamak icap eder. Meselâ: Esneyen kimsenin tekrar tekrar hah hah
demesi bu kabildendir. Bu, hadîsle yasak edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, hiç
harf çıkarmazsa mutlak surette namaz bozulmaz. Nitekim öksürürde burnundan
harfsiz ses çıkarsa namaz bozulmaz.
İnlemekten
ahlamaktan kendini tutamayan hasta müstesnâdır. Onun namazı bozulmaz.
Mi'râcıd-dirâye
sahibi diyor ki: «Sonra ağrıdan mütevellid iniltiden korunmak mümkünse imam ebû
Yusuf'tan bir rivayete göre namazı bozar, korunmak mümkün olmazsa bozmaz. İmam
Muhammed'den bir rivayete göre ise hastalık hafif olduğu takdirde inilti namazı
bozar: aksi takdirde bozmaz. Çünkü inlemeden oturamaz. Bunu Mahbûbî böyle anlatmıştır.
Cennet ve cehennemi hatırladığı için ağlamak namazı bozmaz. Çünkü onları
hatırlayarak ağlarsa «Yâ rabbî senden cenneti istiyorum. Cehennemden sana
sığınıyorum.»demiş gibi olur. Bunu açıkça söylemiş olsa namazı bozulmaz. Ama
ağrıdan veya musîbetten dolayı ağlarsa: «Başıma belâ geldi. Beni ta'ziye edin!»
demiş gibi olur. Bunu açık söylese namazı bozulur. Kâfi'de böyledir. Dürer.
Arî: Farsça evet
manasına gelen bir sözdür. Nitekim Fetevâ-i hindiye'de açıklanmıştır. «Çünkü
huşûa delâlet eder.» Sözünden anlaşılıyor ki buna na'menin güzelliğinden lezzet
almak için yaparsa namazı bozar. T.
METİN
Başkasına
teşmitte bulunmak yani aksırana yerhamükellâh demek namazı bozar. Aksıran bunu
kendine söylerse bozulmaz. Teşmitten sonra âmin demek bunun aksinedir. Kötü bir
haberin cevabında istircâ yapmakta mezhebe göre namazı bozar. Çünkü cevap
kasdiyle söylenince insan sözü gibi olur. Kezâ cevap kasdiyle söylenen her söz
namazı bozar. Meselâ: Allah'tan başka ilâh var mıdır? denildiğinde: Lâilâhe
illellah diye cevap vermek. ve mâlik nedir? diye sorulduğunda at. katır ve
eşektir. demek; yahud: Nereden geldin? diye sorulduğunda: Körlenmiş kuyu:
kurulmuş köşk... diye cevap vermek bu kabildendir.
İZAH
Yerhamükellâhı
işiten kimse elhamdülillâh der de bununla cevap vermeyi kasdederse ulema bunda
ihtilâf etmişlerdir. Öğretmeyi kasdederse namaz bozulur. Hiç bir şey kasd
etmezse bil'ittifak namaz bozulmaz. Nehir, Münye şerhinde mutlak surette
bozulmadığı sahih kabul edilmiştir. Çünkü bu sözle cevap vermek âdet
olmamıştır. Münye şârihi: «Hamdeleye sevinen kimsenin cevabı bunun hilâfınadır.
Çünkü âdet olmuştur.» demiştir.
Aksıran kimse
kendisine: «Yerhamükellah yâ nefsî «Allah sana rahmet buyursun ey nefsim!» dese
namazı bozulmaz. Çünkü bu söz başkasına söylenmediği için insan sözü
sayılmamıştır. Nitekim: «ALLAH bana rahmet eylesin!» Dese hüküm budur. Bahır.
«Teşmitten sonra
âmin demek bunun hilâfınadır.» Zahîriye'de bildirildiğine göre bu şöyle olur:
İkiadam namaz kılarlarken biri aksırır da namazda olmayan birisi «yerhamükellah»
der ve namazdakilerin ikisi birden âmin derlerse aksıranın namazı bozulur;
ötekinin bozulmaz. Çünkü ona dua etmemiştir. Yani icabette bulunmamıştır. Bu
izâha göre Zahîriye'nin şu sözü müşkil kalır: «Namaz kılan kimse namazda
olmayan birinin duasına âmin derse namazı bozulur.» Bu söz aksırmadan âmin
diyenin namazının bozulmasını ifâde eder ki, ihtimalden uzak olmadığı
meydandadır. Bahır. sahibi şöyle cevap vermiştir: «Biz ikincinin ona dua için
âmin dediğini teslim etmiyoruz. Zira birinci ile dua kesilmiştir. Ta'lilde buna
işaret etmektedir.» Bu sözün hâsılı şudur: Dua aksırana yapılınca onun âmin
demesi dua edene alettâyin cevabtır. Öteki namaz kılanın amin demesi cevap
değildir. Ama onu duyan bir kişi olursa onun âmini cevap için muayyen olur.
Nitekim Zahîre'nin meselesinde öyledir.
Allâme Makdisî
ise Zahîre'nin sözüne cevap olmak üzere dua ettiğine hamletmiştir. Başkasına
dua ederse cevap olduğu anlaşılmaz ve namaz da bozulmaz. Lâkin şârihin
söylediği şu söz buna aykırıdır: «Bir kimsenin lehine veya aleyhine dua ederde
namaz kılan âmin derse namaz bozulur. Bahır'da Mübtegâ'dan nakledilen şu sözde
öyledir: «Namaz kılan biri başka bir namaz kılanın veled-d-âllîn dediğini
işitirde âmin derse namazı bozulmaz. Ama bozulduğunu söyleyenlerde vardır.
Müteehhirîn ulema bunu tercih etmişlerdir.» Bu söz Nehir sahibinin cevabını
te'yid etmektedir. Çünkü âmin diyen bir kişidir. Binaenaleyh onun âmini cevap
için teayyün etmiştir. Velev ki ona dua olmasın. Onun içindir ki Şârih Bahır'ın
sözüne itibar etmemiştir.
İstircâ inna
lillahi ve inna ileyhi raciûn (yani biz Allah'ınız. Ve biz Ancak ona
döneceğiz!) demektir. Sonra bununla namazın bozulması tarafeyne (imam-A'zam'la
imam Muhammed'e) göredir. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir. Nitekim kâfi ve
Hidâye sahibi bunu sahihlemişlerdir. Çünkü ona göre kâide şudur: Dua ve Kur'an
olan bir şey niyetle değişmez. Tarafeyne göre değişir. Nitekim Nihâye'de beyan
edilmiştir. Bazıları bunun bil'ittifak olduğunu söylemişlerdir. Gayet-ül-Beyan
sahibi bu sözü bil'umum ulemaya nisbet etmiştir. Hâniye'de bu kavlin zâhir
rivayet olduğu bildirilmiştir. Lâkin Bahır'da şöyle denilmiştir: «Namaz kılana
sevindirici bir haber gelirde elhamdülillâh derse mesele ihtilaflıdır» ve Bahır
sahibi bundan sonra şunları söylemiştir; «İhtimal ebu Yusuf'un kavline göre
fark şudur: İstircâ inna lillahi ve inna ileyhi raciûn demek musibetini
göstermek içindir. Namaz bunun için meşrû olmamıştır. Tahmîd (elhamdülillâh
demek şükrü meydana çıkarmak içindir. Namaz bunun için meşrû olmuştur.»
Ben derim ki: Bu
ibâre Hılye'den alınmıştır. Ama söz götürür. Çünkü bu fark ebû Yusuf'un kavline
göre sahih olan mezkûr kâide bozulur. Binaenaleyh evlâ olan hidâye ve diğer
kitaplardakidir. Yani birinci fer'î mesele dahi hilâf üzeredir. Onun için
Münyet-ül-kebîr şerhinde o yoldan yürünmüştür.
«Kötü bir haberin
cevabında istircâ yapmak da mezhebe göre namazı bozar.» Bu ifâde Zahiriye'nin
sözünü red etmektedir. Orada «namazın bozulması sahihtir.» denilmiştir. Bu
sahihleme meşhûra muhaliftir. Ayni zamanda Müçtebâ'nın şu sözünü red eder:
«Cevap maksadiyle söylenenzikirlerden hiç biri namazı bozmaz. Bu ebû Hanîfe'nin
kavline görede imameynin kavline göre de böyledir.» Çünkü bu ifâde bütün
metinlere, şerhlere ve fetvâ kitablarına muhaliftir. Hılye ve Bahır'da böyle
denilmiştir.
Tarafeyne göre
cevap kasdiyle söylenen her söz namazı bozar. Çünkü kasidle senâ insan sözü
olur. Nasıl ki konuşmak maksadiyle kıraat kıraat olmaktan çıkar. Cevap: Senâ
olmayan şey bil'ittifak namazı bozar demekle olur. Gurer-ul-efkâr'da ve
Dürer'de böyle denilmiştir. Dürer'in ifadesi: «Tahmîd ve benzerleriyle kayıt
etmesi senâ olmayan şey bil'ittifak namazı bozar diye cevap verildiği içindir.»
şeklindedir.
Ben derim ki:
Senâ olmayan şeyden murad: Kur'an olmayandır. Ama Kur'andan olan bir âyetle
cevap kasd edilirse o da hilaflıdır. Velev ki at, katır ve eşektir, cümlesinde
olduğu gibi senâ bulunmasın buna delil Nihâye'den naklettiğimiz: «İmam ebû
Yusuf'a göre kâide: Senâ veya Kur'an olan şey niyetle değişmez; tarafeyne göre
değişir.» ifâdesidir.
Malik nedir? diye
sorulsada meselâ: Deve, sığır ve kölelerdir, diye cevap verse bil'ittifak namaz
bozulur. Çünkü bu söz ne Kur'an'dır ne de senâ! Ama sevinçli bir habere
tahmîdle yahud şaşan bir kimse tesbih ve tehlil ile cevap verse ebû Yusuf'a
göre namaz bozulmaz. Zira Kur'an olmasa da senâdır. «Cevap kasdiyle» ifâdesiyle
şârih içeri girmek isteyene kendisinin namazda olduğunu bildirmek için tesbih
etmekten ihtiraz etmiştir. Nitekim gelecektir. Yahud imamına tenbih maksadıyle
tesbih edenden ihtiraz etmiştir. Zira tarafeyne göre bunun niyetle değişmesi
lazım gelirse de sahih hadisle kıyâsdan hâriçtir. Hadîs şudur: «Biriniz namazda
iken başına bir hâl gelirse tesbih etsin!»
Bahır sahibi
diyor ki: «Cevaba Müctebâ'nın şu sözü de katılır: Namaz kılan kimse bir işi men
veya emir etmek için tesbih veya tehlil getirirse tarafeyne göre namazı
bozulur.»
Ben derim ki:
Anlaşılan tesbih etmezde âşikâra okursa namazı bozulmaz. Çünkü okumayı kast
etmiştir. Emri veya nehyi sırf sesini yükseltmekle kast etmiştir.
METİN
Yahud hitâp
kasdiyle söylenen her söz namazı bozar. Meselâ: İsmi Yahya veya Musa olan bir
kimseye hitap ederek: «Yâ Yahya huz-ül-kitâb Bikuvvetin» «Ey Yahya kitabı
kuvvetle al!» yahud: «Vemâ tilke biyeminike yâ Musâ» «Bu sağ elindeki nedir yâ
Musa?» Veya kapıda durana: «Vemen dahale Kâne âminen» Oraya giren emîn olur.»
demek böyledir.
F E R' İ
MESELELER: Bir kimse Allah'ın ismini işitirde: «Celle Celâlühü»der yahud
Peygamber (s.a.v.)i işitirde ona salavât getirirse veyahud imamın okuduğunu
işitirde sadakkallhu verasûluhu derse ona cevap vermeyi kasd ettiği takdirde
namazı bozulur.
Şeytanın
anıldığını işitirde lânet getirirse yine namazı bozulur. Bazıları
bozulmayacağını söylemişlerdir. Vesveseyi gidermek için lâhavle velâ kuvvete
illâ billah derse dünya işi için olduğu takdirde namazı bozulur. Ahiret umuru
için olursa bozulmaz. Terasdan bir şey düşerde besmele çekerse yahud biri lehde
veya aleyhde dua ederde âmin derse namazı bozulur. İmam ebû Yusuf'a göre
bunların hiç biri ile bozulmaz. Fakat sahih olan tarafeynin kavlidir. Onlar
konuşmanınmaksadına göre amel ederler. Hatta başkasının emrini dinlerde ilerle
dediğinde ileri gider; yahud safın aralığına biri girerde ona yer açarsa namazı
bozulur. (bozulmaması için) biraz durup sonra kendi reyi ile ilerlemelidir.
Bunu Kuhistânî Zâhidîye nisbet ederek söylemiştir. Bu mesele geçmiş ve
gelecektir. Kınye. Şârihin «cevap kasdı ile» diye kayıtlaması, cevap kasd
etmezde kendisinin namazda olduğunu bildirmek isterse bil'ittifak namaz
bozulmadığı içindir. Bunu ibn Melek ve Mültekâ sahibi söylemişlerdir.
İZAH
Birisine hitâp
için söylenen her nevi söz namazı bozar. Bunda ulemamızın ittifâkı vardır. Bu
ebû Yusuf'un kâidesini bozmak için getirilen itirazlardandır. Çünkü okuduğu
Kur'an'dır. Konuştuğu kimseye hitâp için icâd edilmiş değildir. O kimse.
konuşmak niyetiyle bu sözü Kur'an olmaktan çıkarmış insan sözlerinden
yapmıştır. Zâhire göre o kimsenin adı Yahya veya Musâ olmasa bile âyeti ona
hitâp maksadiyle okuyunca namazı bozulur.
«Oraya giren emîn
olur.» Ayetinde çağırı edâtı bulunmadığı halde hitâp sayılması her halde «gir»
mânâsında olduğu içindir. Bir kimse AIIah'ın ismini işitirde «Celle celâluhu»
der ve bununla ona cevap vermeyi kasd ederse namazı bozulur. Bu hususta
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Müezzinin dediğini derse bununla cevap kasd ettiği
takdirde namazı bozulur. Kezâ kast etmese de bozulur. Çünkü zâhire göre bununla
icâbeti kasd etmiştir. Kezâ Peygamber (s.a.v.)in ismini işitirde salavât
getirirse namazı bozulur. Bu da icâbettir. Bütün bu izâhata göre yukarıda
aksıran meselesinde geçen tafsilât müşkil kalır. Yani aksıranı işitip
elhamdülillâh derse namazın bozulup bozulmayacağı müşkil kalır. Şu anlaşılırki,
cevabı değil de Allah'a senâ ve tâzim kast ederse bozulmaz. Çünkü ALLAH Teâlâya
tâzimin ve Peygamber (s.a.v.)e salavât getirmenin kendisi namaza aykırı
değildir. Nitekim Münye şerhinde bildirilmiştir.
Şeytanın
anıldığını işitip lânet getirirse namazı bozulur. Bazıları bozulmayacağını
söylemişlerdir. Bahır sahibi buna cezm etmiştir. Anlaşılan bu söz cevap kasd
etmediğine göredir.
Besmele meselesi
Bahır'da ki şu ifade karşısında müşkil kalır: «Namaz kılan kimseyi akrep sokar
veya sancı tutarsa bismillah dediği takdirde bazılarına göre namazı bozulur.
Çünkü bu inlemek gibidir. Bazılarına göre de bozulmaz, Zira insan sözü
değildir. Nisabta: «Fetvâ buna göredir.» denilmiş; Zahîriye sahibi de buna cezm
etmiştir. «Yarab» demesi de böyledir. Nitekim Zâhîre'de bildirilmiştir. İmam
ebû Yusuf'a göre bunların hiç biri ile bozulmaz.» ifadesinden hitâp kasd ettiği
suret müstesnâdır. Nitekim yukarıda geçti.
«Hatta başkasının
emrini dinlerde ilh...» ifadesinden murad: Fiilen imtisâl etmektir. Söze
imtisâlde böyledir. Bu hususta Bahır'da Kınye'den naklen şöyle denilmektedir:
«Büyük bir mescidde müezzin tekbirleri âşikara alırda içeriye bir adam girerek
müezzine tekbiri âşikâra almasını emreder ve o anda imam rükû ederse müezzin o
adamın emrine uyarak âşikâre tekbir aldığı takdirde namazı bozulur.» Şârih
«yahud safın aralığına biri girerde ona yer açarsa namazı bozulur.» diyorsa da
Tahtâvî «bu hususta mutemed kavil bozulmamasıdır.» demiştir.
«Bu mesele geçmiş
ve gelecektir.» Yani imamlık bâbında: «Evvelâ erkekler saf olur.» dediği yerde
geçmiştir. Orada Şurunbulâlî'den naklen namazın bozulmadığını bildirmişti. Bu
hususta söylenecek sözün tamamıda orada geçmişti. Geleceği yer dahi bu babta
musannıfın «selâmı eli ile alması da mekruhtur.» dediği yerdedir.
METİN
İmamından
başkasına sökemediği âyetin yolunu açması namazı bozar. Meğer ki okumak
niyetiyle söylemiş olsun. Onun yol açmasıyle okuyan kimsenin namazı da bozulur.
Ancak o kimse berikinin okuduğu tamam olmadan âyeti hatırlarda okursa bozulmaz.
İmamına âyetin yolunu açması böyle değildir. O mutlak surette namazı bozmaz.
Yani yol açanında onun göstermesiyle âyetin yolunu bulan imamın da hiç bir suretle
namazları bozulmaz. Ancak cemâat olan kimse o âyeti namazda olmayan birinden
işitirde okumayı değil düzeltmeyi kasd ederek imamına söylerse hepsinin
namazları bozulur.
Ağzından evet
yahud ârî sözü çıkıverse konuşurken bunu söylemek âdeti ise namazı bozulur.
Çünkü bu onun kendi sözüdür. Adeti değilse bozulmaz. Zira Kur'an'dır. Yiyip
içmek mutlak surette namazı bozar. Velev ki unutarak bir susam tanesini yesin.
Ancak dişlerinin arasında nohut tanesinden küçük bir yiyecek kırıntısı
bulunursa onu yutmak namazı bozmaz. Nitekim oruçda da böyledir. Sahih olan
kavil budur. Bunu Bakânî söylemiştir. Ama çiğnerse o da namazı bozar. Nitekim
ağzındaki şekeri eriterek yutarsa namazın bozulması da bunun gibidir.
İZAH
İmamından
başkasına bulduramadığı âyeti söylemek namazı bozar. Çünkü hâcet yokken öğretme
ve öğrenmedir. Bahır.
Bu söz cemâat
olanın kendi gibisine, yalnız kılana, namaz kılmayana. başka bir imama şâmil
olduğu gibi tilâveti değilde tâlimi kasd eden herhangi bir şahsa imam ve yalnız
kılanın âyet söylemesine de şâmildir. Nehir.
«Onun yol
açmasiyle okuyan kimsenin namazı da bozulur.» Yani imam olmayan kimse âyeti
söyleyenin yardımı ile okursa namazı bozulur. Nitekim Bahır'da Hulâsa'dan
naklen böyle denilmiştir. «Ancak o kimse berikinin söylediği tamam olmadan
hatırlarda okursa bozulmaz.» Kınye'de şöyle denilmiştir: «İmam şaşırırda onun
namazında olmayan biri hatırlatma yapar; fakat onun hatırlatması bitmeden kendi
hatırlayarak okursa namazı bozulmaz. Aksi takdirde bozulur. Çünkü hatırlaması
ötekinin söylemesine izâfe olunur.» Bahır. Hılye'de ise: «Bu söz götürür, çünkü
hatırlama ile hatırlatma beraber olmuştur. Hatırlama onun hatırlatmasından
ileri gelmemiştir. O kimsenin okumayı hatırlatmanın tamamından sonraya
bırakmasiyle namazın bozulacağına hüküm etmenin bir vechi yoktur. Velev ki
hatırlama, hatırlattıktan sonra fakat bitmeden olsun. Zâhire göre hatırlama
kendindendir. Ve hatırlamayı ona izâfe etmek vacip olur. B1naenaleyh okumağa
başlaması onun hatırlatmasının tamamına bağlanmaksızın namaz bozulur.» denilmiştir.
Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Şöyle demek icap eder: Hatırlama, hatırlatma sebebiyle olursa mutlak surette
namaz bozulur. Yani ister hatırlatma bitmeden okumağa başlasın, isterse
bittikten sonra başlasın fark etmez. Çünkü öğrenme vardır. Hatırlama
kendiliğinden olursa mutlak surette namaz bozulmaz. Bu tahakkuk ettikten sonra
görünürde okumanın hatırlatma ile olması tesir etmez. Çünkü bu iş hâkemlik
bâbından değil, diyânet umurundandır. Hakemlik işi olsa zâhire göre hüküm verilirdi.
Görmezmisin ki bir kimse Kur'an okumayı kasd ederek imamından başkasına
yanıldığı âyeti söylese namazı bozulmaz. Halbuki görünüre göre bu tâlimdir.
Kezâ müezzinin söylediğini söylerde icâbeti kast etmezse hüküm yine böyledir.
«Hiç bir suretle
namazları bozulmaz.» İfâdesinden murad: İmam namaz câiz olacak kadar okusun
okumasın; başka bir âyete geçsin geçmesin düzeltme tekerrür etsin etmesin namaz
bozulmaz, demektir. Esah kavil budur. Nehir.
«Ancak cemâat
olan kimse o âyeti ilh...» Bahır'da Kınye'den naklen şöyle deniliyor: «Cemâat
olan kimse âyeti namazda olmayan birinden işiterek söylerse hepsinin namazları
bozulmak icap eder. Zirâ telkîn dışardandır.» Nehir sahibi bunu kabul etmiştir.
Bu sözün vechi şudur: Cemâat olan kimse onu dışarıdan öğrenince namazı
bozulmuştur. İmamına söyleyip o da kabul edince onun namazı da bozulur. Lâkin
Halebî şöyle diyor: «Bu söz o âyeti namaz kılan birinden işitirse - velev ki
başka namaz kılsın - onu imamına söylemekle namazın bozulmamasını iktizâ eder.
Bu ise şübhesiz bâtıldır. Meğer ki «namaz kılmayan» tâbirinden kendi namazında
olmayanı kasd etmiş ola.»
«Okumayı değil
,düzeltmeyi kast ederek imamına söylerse hepsinin namazları bozulur.» Sahih
olan kavil budur. Çünkü cemâat olana okumak yasaktır. İmamın bulduramadığı
âyeti söylemek yasak değildir. Bahır. (fakat namazda olmayan birinden işiterek
söylediği için namazları bozulur.)
T E T İ M M E:
İmam tutulur tutulmaz âyeti hatırlatmak mekruhtur. Nitekim imamında kendini
darboğaza sokması mekruhtur. İmam âyeti bulduramayınca, okuduğuna eğlediği
vakit namaz bozulmayacak şekilde başka bir âyete veya başka bir sûreye geçmeli
yahud farz miktarı okumuşsa rükûa gitmelidir. Nitekim Zeyleî ve başkaları buna
cezm etmişlerdir. Bir rivayette müstehap olan miktarı okumuşsa rükûa gitmelidir.
Nitekim Kemâl ibn. Hümâm bunu tercih etmiş; delilden bunun anlaşıldığını
söylemiştir. Bahır ve Nehir sahipleri de onu tasdik etmişlerdir. Fakat Münye
şârihi kendisine itiraz etmiş; te'kidi şiddetli olduğu için farz miktarını
tercih etmiştir. «Zirâ Kur'an'dır.» Evet demişse Kur'an olduğu meydandadır.
«Kur' an mananın ismidir.» Rivayete göre ârî kelimesi de öyledir. Fakat: «Kur'
an nazım ve mananın ismidir.» Rivayete göre ârî kelimesi Kur'an değildir.
T E N B İ H:
Eşbâh nâm kitabın lügazlarında şöyle denilmiştir: «Hangi namaz kılandır o
kimseki evet derde namazı bozulmaz, sen de, Konuşurken bunu âdet edinendir diye
cevap veri»
Hazâin sahibi:
Bunda şaşırma olmuştur. Yani kalem hatası değilse hükmi şaşırmadır.» demiştir.
Yiyip içmek
mutlak surette namazı bozar. Yani az olsun çok olsun; kasdi olsun yanılarak
olsun farketmez. Onun için velev ki unutarak bir susam tanesi yesin demiştir.
Bunun bir örneğide ağzına yağmur damlası düşerek yutmaktır. Nitekim Bahır'da
beyan edilmiştir. «Bunu Bâkânî Mültekâ şerhinde söylemiştir.» İbâresi şudur.
«Bakalî diyor ki, sahih kavle göre orucu bozan her şey namazı da bozar.» Hulasa
ile Bedâyî sahiplerine uyarak Zeyleî'de b"ü yoldan yürümüştür.
Nehir sahibi
şöyle demiştir: «Hâniye'de bu söz bazı ulemaya nisbet edilmiştir. Diğer
bazıları: «Kusmuk ağız dolusu olmazsa namazı bozmaz.» demişler ve namazla oruç
arasında fark bulmuşlardır. Fakat Zeyleî'nin söylediği daha makbuldür. «Ama
çiğnerse o da namazı bozar.» Çiğnemek çok olursa namazı bozar. Çokluk birbiri
ardına üç defa çiğnemekle takdir edilmiştir. Nitekim başkalarında da öyledir.
Münye şerhi ile Muhit'ten naklen Bahır'da ve .diğer kitablarda böyle
denilmiştir. Çok sakız çiğnerse namazı bozulur.
«Şekeri eriterek
yutarsa ilh...» ifâdesinden anlaşılıyor ki. namazı bozan ya çok çiğnemektir,
yahud yenilen şeyin ayni mideye gitmektir. Tad bunun hilâfınadır.
Bahır sahibi
Hulâsa'dan naklen şöyle demiştir: «Tatlı bir şeyi yerde aynini yutarsa ondan
sonra namaza girerek tadını duyduğu ve yuttuğu takdirde namazı bozulmaz. Peynir
şekerini veya âdi şekeri ağzına atarda çiğnemez fakat tadı midesine varırsa
namazı bozulur.»
METİN
Bir namazdan
başka namaza velev bir cihetten olsun intikal namazı bozar. Hatta yalnız
kılarda imama uymayı niyet ederse yahud bunun aksini yaparsa namaza yeniden
başlamış olur. Bir rekat öğle namazı kıldıktan sonra öğleye niyet bunun
hilâfınadır. Meğer ki niyeti dili ile söylemiş ola! Bu takdirde mutlak olarak
namaza yeniden başlamış olur. Mushaftan yani Kur'an yazılı bir şeyden okumak
mutlak surette namazı bozar. Çünkü bu öğrenmedir. Ancak okuduğunu ezber bilir
ve eline almadan okursa bozmaz. Bazıları: «Namaz ancak bir âyet okumakla
bozulur.» demişlerdir. Halebî bu kavli daha makul görmüştür. İmam Şâfiî bunu
kerahetsiz câiz görmüştür. imameyne göre ise kerahetle câizdir. Çünkü ehli
kitâba benzemek vardır. Yani bunu kasden yaparsa benzemek vardır. Zirâ her
şeyde ehli kitâba benzemek mekruh değildir. Mekruh olan, mezmum şeylerde ve
benzeme kasd edilenlerde onlara benzemektir. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir.
İZAH
Başka namaza
intikal, tekbir alırken kalbi ile o intikâlı niyet etmekle olur.
Nehir sahibi
diyor ki: Meselâ: Öğlenin bir rekatını kılarda sonra ikindiye başlar. Yahud
tekbirle nâfileye intikal eder. O kimse sahibi tertip ise imam-A'zam'la ebû Yusuf'a
göre nâfileye başlamış olur. İmam Muhammed buna muhâliftir. Yahud vaktin
darlığı veya kazâların çokluğu sebebiyle tertip sâkıt olmuşsa ikindiye
başlaması sahih olur. Çünkü hâsıl olmayan bir şeyi tahsile niyet etmiştir. Ve
birinciden çıkmıştır. Birinciden çıkmanın sebebi muhâlifine başlamanın sahih
olmasıdır. Velev ki bir vecihle olsun. Onun için yalnız kılarken imama uymayı
niyet ederek tekbir alırsa yahud bunun aksi olur veya kadınlara imam olmayı
niyet ederse birinci bozulur; ikinciye başlamış olur. Kezâ nâfileye veya vâcibe
niyet eder yahud cenâze namazına başlarda başka cenâze gelir ve tekbir alarak
her ikisine yahud yalnız ikinci cenâzeye niyet ederse ikinciye yeniden başlamış
olur. Feth-ul-Kadîr'de böyle denilmiştir. «Bir rekat öğle namazı kıldıktan
sonra öğleye niyet bunun hilâfınadır.» Yani yukarıda geçtiği gibi tekbirle
birlikte niyet etmesi bunun hilâfınadır.
Bahır sahibi
şöyle demektedir: «Yani öğle namazından bir rekat kıldıktan sonra yeniden
başlamayı niyet ederek tekbir alırsa kıldığı rekat bozulmaz; hesâba katılır.
Hatta ondan sonra üç rekat kılar do sonunda oturmadan dördüncü bir rekat daha
kılarsa namaz bozulur. Ve ikinci niyet hükümsüz kalır. Niyeti dil ile söylerse
mutlak olarak namaza yeniden başlamış olur. Yani ister başka namaza ister ayni
namaza intikâl etsin hüküm birdir. Çünkü niyeti söylemek konuşmaktır; ilk
namazı bozar. Binaenaleyh ikinciye başlamak sahih olur.
«Yani Kur'an
yazılı bir şey» mihraba da şâmildir. Mihrabdaki âyeti okursa sahih kavle göre
namaz mutlak surette bozulur. Bahır. Yani az olsun çok olsun, imam olsun yalnız
olsun, ümmi olup yazılı olduğu yerden başka bir yerden okuyamasın veya okusun
hüküm birdir.
«Çünkü bu
öğrenmedir.» Ulema İmam-A'zam'ın kavline göre namazın bozulmasına illet olarak
iki vecih zikir etmişlerdir: Birincisi: Mushafı ele almak, ona bakmak.
yapraklarını çevirmek amel-i kesirdir. İkincisi: O kimse mushaftan öğrenmiştir.
Bu başkasından öğrenmek gibidir. İkinciye göre mushafın yerde olması ile elde
olmasının farkı yoktur. Birinciye göre aralarında fark vardır. Kâfi sahibi
Serahsî'ye uyarak ikinci vechi sahih kabul etmiştir. Bu vecihe göre bir kimse
ancak mushaftan okuyabiliyorsa, kıraatsız kıldığı takdirde namazının câiz
olacağını Fazlî söylemiştir. Zahîriye sahibi câiz olacağını sahihlemiştir. Anlaşılan
bu söz zaif olan birinci veche göre tefrî edilmiştir. Bahır.
«Ancak okuduğunu
ezber bilir ve eline almadan okursa bozmaz.» Çünkü bu kırâat onun hafızlığına
izâfe edilir. Mushaftan öğrendiğine izâfe edilmez. EIe almadan mücerred bakmak
namazı bozmaz. Zira bozmanın iki vechinden biri yoktur. Bu istisnâ musannıfın
«mutlak surette namazı bozar.» sözündendir. Râzî'nin kovli de budur. Serahsî ve
ebû Nasr Saffâr dahi ona tâbi olmuşlar; Fetih; Nihâye ve Tebyîn sahipleri fauna
cezm etmişlerdir. Bahır sahibi: «Görüldüğü vecihle bu kavil güzeldir.»
demiştir. Onun için şârih de buna cezm etmiştir.
«Bazıları namaz
ancak bir âyet okumakla bozulur demişlerdir.» Bu ifâde musannıfın mutlak sözünü
takyid eden ikinci kayıttır. Halebî'nin Münye şerhindeki ibâresi şöyledir:
«Kudûrî'de azla çok'un arasında fark yapılmamıştır. Bazıları Fâtiha kadar
okumadıkca namaz bozulmayacağını, bir takımlarıda bir âyet okumadıkça
bozulmayacağını söylemişlerdir. Daha münâsip olan da bu kavildir. Çünkü
İmam-A'zam'a göre namaz câiz olacak miktar bir âyettir.
Her şeyde ehli
kitâba benzemek mekruh değildir. Zira bizde onlar gibi yiyip içeriz. Bu sözü
Bahır sahibi Kâdıhân'ın Câmi-i sağîr şerhinden nakletmiştir. Zahîre.de
«kitab-üt-taharrî»den az önce nakledilen şu ibâre de bunu te'yid etmektedir:
«Hişâm dedi ki:
Ebû Yusuf'un ayağında demir çivi çakılmış ayakkabı gördümde sordum. Bu demirde
bir beis görüyor musun? dedim. Hâyır, cevabını verdi. Süfyan ile Sevr b. Yezîd
bunu mekruh görüyorlar. Çünkü bunda râhiblere benzemek var, dedim. Bunun üzerine:
Rasûlüllah (s.a.v.) kıllıayakkabı giyerdi. Bunlarda râhiplerin giydiği
şeylerden idi. Diye cevap verdi. imam ebû Yusuf bu sözü ile kulların yararına
taalluk eden benzerlik şeklinin zarar etmediğine işarette bulunmuştur. Çünkü
yeryüzünde uzak mesâfelere gitmek ancak bu nevi ayakkablariyle mümkündür.
METİN
Namazı namaz
fiillerinden veya namazı ıslah eden fiillerden olmayan her amel-i kesîr (çok
amel) de bozar. Bu hususta beş kavil vardır ki en sahihi şudur: Amel-i kesîr,
uzaktan bakan bir kimsenin onun sebebiyle sâhibinin namazda olmadığına şübhe
etmediği iştir. Namazda olup olmadığında şübhe ederse o iş amel-i kalîl (az
iş)tir. Lâkin bu tarif dokunmak ve öpmek meselesi karşısında müşkildir.
Binaenaleyh mezhebe göre ziyâde tekbirlerde ellerini kaldırmakla namaz
bozulmaz. Bozulur diye bir rivayet varsada şâzdır.
İZAH
«Namaz
fiillerinden olmayan» kaydı fazladan yapılan rükû veya sücûddan ihtiraz
içindir. Gerçi bu amel-i kesîrdir; Fakat namaz fiillerinden olduğu için namazı
bozmaz, ancak yapılmamalıdır. Çünkü bir rekattan daha az fazlalıklara yol acar.
T.
Ben derim ki:
Zâhire göre musannıfın yaptığı amel-i kesîr tarifi bu kayda hâcet
bırakmamıştır.
«Islah eden
fiiller» kaydiyle namazda abdesti bozulan kimsenin abdest alması ve yürümesi
tariften hâric kalır. Zira bunlar namazı bozmazlar. T.
Ben derim ki:
«Özürden dolayı yapılan fiillerden olmayan» ifâdesini de ziyâde etmek gerekir.
Bu ifâde ileride görüleceği vecihle iki kavilden birine göre yılan ve akrep
gibi zararlıları amel-i kesîr ile öldürmekten ihtiraz olur. Ancak, bu namazı
ıslah içindir, denilirse o başka! Zira terk edilirse namazın bozulmasına müncer
olabilir. Amel-i kesîrin târifi hususunda beş kavil vardır. Bunların en
sahihini musannıf söylemiştir. Ayni kavli Beydâyi, Zeyleî ve Valvalciye sahipleri
sahihlemiş; Muhitte «en güzel kavil budur» denilmiş; Sadr-ış-Şehîd doğru kavlin
bu olduğunu söylemiştir. Hâniye ile Hulâsa'da bil'umum ulemanın bu kavli
ihtiyar ettikleri bildirilmiştir.
İkinci kavle göre
âdeten iki el ile yapılan iş amel-i kesîrdir. Velev ki bir el ile yapılsın.
Sarık sarmak, don bağlamak bu kabildendir. Adeten bir el ile yapılan iş amel-i
kalîldir. Velev ki iki el ile yapılsın. Don çözmek tâkiye giymek ve çıkarmak
böyledir. Ancak birbiri ardına üç defa tekrar edilirse amel-i kesîr olur. Bu
kavli Bahır sahibi zaif bulmuş; onun sakız çiğnemek ve öpmek gibi fiilleri
ifâde edemediğini söylemiştir.
Üçüncü kavle göre
birbiri ardınca yapılan üç hareket amel-i kesîr, aksı amel-i kalîldir.
Dördüncü kavle
göre: Amel-i kesir kasden yapılan iştir. Onu yapan kimse onun için ayrı yer
hazırlar. Tatarhâniye sahibi diyor ki: «Bu kavlin sahibinin delili şudur: Namaz
kılan bir kadına kocası dokunur veya şehvetle öperse; yahud memesini bir çocuk
emerde süt çıkarsa namazı bozulur»
Beşinci kavle göre:
Mesele namaz kılanın reyine bırakılır. Onun çok gördüğü iş amel-i kesir; az
gördüğü amel-i kalîldir. Kuhistânî- «Bu kavil bütün kavillere şamil ve ebû
Hanîfe'nin kavline en yakındır. Çünkü ebû Hanîfe bu gibi yerlerde miktar tâyin
etmez; sözü başına gelene bırakır.» diyor.
Münye şârihi de
şunları söylemiştir: «Lâkin bu söz Mazbut değildir. Bu gibilere yani avam
kısmına söz bırakmak doğru değildir. Ekseriyetle fer'î meseleler veya hepsi ilk
iki târife göredir. Öyle görünüyor ki ikinci târif birinciden hâriç değildir.
Çünkü âdeten iki el ile yapılan iş ekseriya namazda değil gibi görünür. Tekrarı
üç defa birbiri ardına itibar edenin kavli de öyledir. Onun için ulemanın
ekserisi onu tercih etmişlerdir.
«Lâkın bu târif
dokunmak ve öpmek meselesi karşısında müşkildir.» Yani namaz kılan kadına
kocası şehvetle dokunur veya öperse namazı bozulur. Halbuki kadın hiç bir
harekette bulunmamıştır. Nitekim fer'î meselelerde cevabiyle birlikte
gelecektir. Asıl eşkâli ortaya atan Hılye sahibidir. Bahır sahibide ona tâbi olmuştur.
Maksad öpenin ve dokunanın namazı değildir. Çünkü onun namazının bozulacağı
kimseye gizli değildir.
«Binaenaleyh
mezhebe göre ziyâde tekbirlerde ellerini kaldırmakla namaz bozulmaz.» Bu mesele
en sahih kavle göre tefrî edilmiştir. Mekhül'un ebû Hanîfe'den rivayet ettiği
kavil buna muhâliftir. Ona göre bir kimse rükûa giderken ve rükûdan doğrulurken
ellerini kaldırırsa namazı bozulur. Zira namazı bozan ancak amel-i kesîrdir. O
da onu yapan namazda değil zannedilen iştir. Bu el kaldırma böyle değildir.
Kâfi'de de böyle denilmiştir. Evet mekruhtur. Zira namazı tamamlayan fiillerden
olmayan bir ziyâdedir. Münye şerhi. Bu tekbirlere ziyâde adını vermek ıstılâha
aykırıdır. Çünkü ıstılahta ziyâde tekbirler bayram namazı tekbirleridir.
METİN
Namaz kılan kimsenin
pislik üzerine secde etmesi namazı bozar. Velevki temiz yere secdeyi tekrar
yapsın. Esah kavil budur. Zâhire göre elleri ile dizleri bunun hilâfınadır.
Avret yeri açık olarak yahud mânii necâsetle veya sıkışıklık sebebiyle kadınlar
safının içine yahud imamın önüne düşerek hakîkaten bir rükün edâ etmek
bil'ittifak namazı bozduğu gibi üç tesbih miktarı bir sünnetle buna imkân
bulmakta ebû Yusuf'a göre bozar bunların hepsinde tercih edilen kavil budur.
Çünkü daha iytiyattır. Bunu Halebî söylemiştir. Astarı pis olan dikişli seccâde
üzerinde namaz kılması da namazı bozar. Dikişli olmayan seccâde bunun hilâfına
olduğu gibi renk veya kokusu belli olmayan pisliğin üzerine yayılan seccâde
dahi bunun hilâfınadır.
İZAH
Arada hiçbir mânı
bulunmayarak pislik üzerine secde etmek namazı bozar. Elinin veya yeninin
üzerine secde ederse secde bozulur. Namaz bozulmaz. Hatta secdeyi temiz bir şey
üzerine tekrarlarsa câiz olur. Nitekim şârih bunu «namaza başlamak istediği
zaman...» Bâbında anlatmıştı. Lâkin orada söylemiştik ki, aradaki mâni bitişik
olursa mâni sayılmaz. Çünkü namaz kılana tâbidir. Aksi takdirde onunla secde
etmesi câiz olmamak lazım gelir. Velev ki temiz bir şey üzerine olsun. Mestinin
altındaki pisliğin üzerine durmakla namazın sahih olması lazım gelir. Sözün
tamamı orada geçmişti. Müracâat edebilirsin.
Pislik üzerine
secde eden kimse o secdeyi temiz bir yerde tekrarlasa bile namazı bozulur. Esah
kavil budur. Zahir rivayede budur. Nitekim Hılye, Bedâyi ve İmdâd'da beyan
edilmiştir.
İmam ebû Yusuf:
«Secdeyi temiz bir yere tekrar yaparsa namazı bozulmaz. »demiştir. Bu söz ona
göre pis şey üzerine secde etmekle namaz değil, secde bozulduğuna göredir.
Tarafeyne göre ise namaz bozulur. Çünkü bir cüzü bozulmuştur. Namaz
parçalanmayı kabul etmez. Münye şerhinde de böyle denilmiştir.
Sirâc sahibi
ikinci bir rivayetten bahis etmiştir ki, o da şudur: Secdeyi temiz bir şey
üzerine tekrarlarsa üç imamımıza göre namaz câizdir. Buna muhâlif olan
Züfer'dir. Namaza başlama babında arz etmiştik ki. bu kavil Nevâdir'in
rivayetidir. Umumiyetle fürû ve usûl kitablarında birinci rivayet tercih
edilmiştir.
«Zâhire göre
elleri ile dizleri bunun hilâfınadır.» Yani zâhir rivaye budur. Secde de elleri
ve dizleri yere koymak şart değildir. Onları hiç yere koymamak namazı bozmaz.
Pislik üzerine koymak da öyledir. Lâkin namazın şartları bâbının başında beyân
etmiştik ki, birçok kitablarda namazın bozulduğu sahih bulunmuştur. Nehir'de:
«Münâsip olan budur. Çünkü umumiyetle metinler mutlaktır.» denilmiştir. Münye
şerhinde bunun ta'lili şöyle yapılmıştır: Uzvun pisliğe bitişmesi o pisliği
taşımak gibidir. Velev ki o yere koymak farz olmasın. Bu izahtan anlaşılır ki
şârihin burada Dürer sahibine uyarak tercih ettiği kavil zaiftir. Nitekim Nuh
efendi buna tenbih etmiştir.
«Üç tesbih miktarı
bir sünnetle buna imkân bulmakta ebû Yusuf'a göre namazı bozar.» Ebû Hanîfe'nin
bu meselede imam Muhammed'le beraber olduğu söylenir. Hılye.
«Bunların
hepsinde tercih edilen kavil budur.» Yani zikir edilen avret yerinin açıklığı
ile sonraki meselelerde muhtar kavil budur. Münye şerhinde bu üçüncü şartın
sonlarında kayıt edilmiş ve şöyle denilmiştir: «Ama bunlardan biri kendi fiili
ile olursa hepsine göre namaz derhal bozulur. Nitekim Kınye'de böyledir.» Şârih
namazın şartları bahsinde bunu tercih etmişti. Hâniye ve diğer kitablar da
bozulmadığına delâlet eden sözler vardır. Hılye sahibi: «En münâsibi
birincisidir.» demiştir. Bu hususta sözün tamamı orada geçmişti. Müracâat
edebilirsin.
Astarı pis olan
dikişli seccâdenin üzerinde namazın bozulması, mânii necaset ayaklarının veya
alnının altında yahud ellerini veya dizlerini koyduğu yerde olduğuna göredir.
Nitekim evvelce geçmişti. Sonra bu kavil ebû Yusufundur. İmam Muhammed'den bir
rivayete göre namaz câizdir. Ulemadan bazısı iki kavlin arasını bulmuş; ebû
Yusuf'un kavlini elbise veya seccadenin astarlı ve dikişli olduğu hâle, imam
Muhammed'in kavlini yalnız dikişli olduğu hâle hamletmiştir, yalnız dikişli
olmasından murad: Yalnız kenarları dikişli olup ortası dikişli olmayandır.
Çünkü alt tarafları pis, üst tarafları temiz iki elbise gibidir. O zaman hilâf
yoktur. Mecmaâ'da bu kavil sahih bulunmuştur. Ulemadan bazıları ihtilaf
bulunduğunu hakikat kabul ederek: «İmam Muhammed'e göre nasıl olursa olsun
câizdir. Ebû Yusuf'a göre ise câiz değildir.» demişlerdir.
Tecnîs'de: «Esah
kavil astarlı elbisenin de hilâf üzere olmasıdır.» deniliyor. Bunun mefhumu
şunu ifâde eder ki, astarsız olanda esah kavil bil'ittifak câiz olmasıdır. Ve
bu üçüncü bir kavildir.
Bedâyi sahibi
ikinci kavli hikâye ettikten sonra şunları söylemiştir: «Bu izâha göre bir
kimse üstü temiz altı pis olan değirmen taşı, kapı, kalın halı veya kalın
dürülmüş elbise üzerinde ıramaz kılsayerin bir olmasına bakarak ebû Yusuf'a
göre câiz olmaz. Bunun altı üstü birdir ve sık dokunmuş elbise gibidir. İmam
Muhammed'e göre câiz olur. Çünkü temiz yerde namaz kılmıştır. Ve altında pis
elbise bulunan temiz elbise üstünde kılmış gibi olur. Sık dokunmuş elbise bunun
gibi değildir. Zira zâhire göre rütûbet onun öbür tarafına geçer.» Anlaşılan
Bedâyi sahibi imam Muhammed'in kavlini tercih etmiştir. Muvâfık olanda budur.
Hâniye sahibi elbise meselesinde ihtiyâta daha yakındır diye ebû Yusuf un
kavlini tercih etmiştir. Tamamı Hilye'dedir. Münye'de ve şerhinde
bildirildiğine göre pislik kerpiçin veya tuhlanın altında olurda üstünde namaz
kılarsa câizdir. Pisliğin bulunduğu tarafla bulunmadığı tarafın arasını yarmak
mümkün olacak şekilde kalın olan ağacın hükmü de budur. Böyle olmazsa câiz
değildir.
Hılye'de şöyle
denilmiştir: «Kerpiç ve tuğla meselesi imameyn arasında yukarıda gecen ihtilâfa
göredir. Hâniye sahibi câiz olduğuna cezm etmiştir. Bu onu tercih ettiğine
işarettir ki, güzeldir; yerindedir. Odun meselesi de ihtilaflıdır. En muvâfık
olanı o odunun üzerinde namaz kılmanın mutlak suretle câiz olmasıdır.» Hılye
sahibi bundan sonra bu kavli bir kaç vecihle te'yid etmiştir. Müracaat
edebilirsin.
«Kokusu ve rengi
belli olmazsa pislik üzerine yayılan seccâde dahi bunun hilâfınadır.» Bu
hususta Münye'de şöyle denilmiştir: «Yere pislik isâbet ederde üzerine çamur veya
kireç sıvayarak namaz kılarsa câizdir Bu elbise gibi değildir. Üzerine toprak
düşerde sıvamazsa ve toprak koklandığı vakit pisliğin kokusunu duyacak kadar az
ise namaz câiz değildir. Aksı takdirde câizdir.» Münye'nin şerhinde de şu
satırla'' vardır: «Kuru pislik üzerine yayılan elbisede böyledir. Pisliğin
kokusu olduğu takdirde kokusunu geçirecek yahud altındakini gösterecek kadar
ince ise üzerinde namaz câiz değildir. Bunlar olmayacak şekilde kalın ise
câizdir.» Sonra âşikardır ki, murad pislik ayaklarının altında veya secde
yerinde ise demektir. Çünkü o zaman o kimse pislik üzerine durmuş veya secde
etmiş olur. Zira elbise mâni olmaya elverişli değildir. Namaza mâni olan bizzat
kokunun mevcud olması değildir ki: «yanında kokusunu duyduğu pislik bulunsa
namazı bozulmaz.» Diye itiraz edilebilsin. Anla!
METİN
Özürsüz göğsünü
kıbleden çevirmek bil'ittifak namazı bozar. Abdesti bozulduğunu zannederde
kıbleden döner, sonra bozulmadığını anlarsa mescidden çıkmadan anladığı
takdirde namazı bozulmaz. Çıktıktan sonra anlarsa bozulur.
F E R' İ M E S E
L E L E R: Bir kimse namazda kıbleye karşı yürürse namazı bozulur mu? Şâyet bir
saf kadar yürür; sonra bir rükün edâ edecek kadar durur; sonra ayni şekilde
yürür durursa namazı bozulmaz. Böylece yer değişmedikçe velev ki çok yürüsün
bozulmaz. Bazıları özür hâlinde kıbleden dönmedikçe istihsanen bozulmayacağını
söylemişlerdir. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Acaba bozan yürüyüşte ihtiyar
(kasd) şart mıdır? Habbâziye'de bu suâle evet cevabı verilmiştir.
İZAH
Özürsüz göğsünü
kıbleden çevirmek bil'ittifak namazı bozar. Fakat yüzünü yahud yüzünün
birkısmını çevirmek mekruhtur. Ama mutemed kavle göre namazı bozmaz. Nitekim
namazın mekruhları bahsinde gelecektir. Bahır'da namazın şartları bâbında şöyle
denilmiştir:
«Hâsılı mezhep
şudur: Bir kimse namazda göğsünü kıbleden çevirirse namazı bozulur. Özürsüz
olursa mescidde bile olsa hüküm budur. Nitekim umumiyetle kitablarda böyle
denilmiştir.» Bahır sahibi bunu mutlak söylemiştir. Binaenaleyh aza çoğa
şâmildir. Bu hüküm kendi ihtiyarı ile çevirdiğine göredir. Kendi ihtiyarı ile
olmazsa bir rükün miktarı durmakla namaz bozulur. Aksi takdirde bozulmaz.
Nitekim Münye şerhinin mekruhlar faslında beyân edilmiştir.
«Abdesti
bozulduğunu zannederde ilh...» ifâdesindeki «namazı bozulmaz.» hükmü
İmam-A'zam'a göredir. Bu Münye şerhinde bildirilmiştir. Ondan sonra gelen
«bozulur» hükmü bil'ittifaktır. Çünkü yerin değişmesi namazı bozar. Meğer ki
özürden dolayı ola. Mescid etraf ve müştemilatının değişik olmasına rağmen bir
yer gibidir. Binaenaleyh içinde bulundukça namaz bozulmaz. Ancak imam olurda
yerine başkasını geçirirse sonradan abdesti bozulmadığını anladığı takdirde
namazı bozulur. Velev ki mescidden çıkmamış olsun. Çünkü yerinde olmayan
istihlâf mescidden çıkmak gibi namazı bozar. Namaz ancak özür varsa câizdir; o
da yoktur. Kezâ abdestsiz namaza başladığını zannederek yerinden ayrılırda
sonra abdestli olduğunu anlarsa namazı bozulur. Velev ki mescidden çıkmasın.
Çünkü namazdan ayrılması terk etmek suretiyledir. Sahrada safların yerine
mescid hükmü verilir. Tamamı Münye şerhinde dördüncü şartın sonundadır. Bundan
önceki babta da geçmişti.
T E N B İ H:
Münye'nin namazı bozan şeyler babında bildirildiğine göre bir kimse abdesti
bozulduğu zanniyle kıbleye arkasını dönerde sonra bozulmadığı anlaşılırsa
mescidden çıkmasa Bile namazı bozulur. Münye şerhinde bunun sebebi şöyle
anlaşılmıştır: Kıbleye arka çevirmesi namazı ıslah etmek zaruretinden dolayı
olmamıştır. Onun için de namazı bozar. Bu izah yukarıda bilumum kitablardan
nakledilene muhaliftir. Meğer ki imameynin kavline yahud imamın istihlâf
yaptığına hamledile. Teemmül eyle!
«Böylece yer
değişmedikçe velev yürüsün bozulmaz.» Yani bu halde bir çok saf miktarı yürüse
mescidden çıkmak ve şâyed namaz sahrâda kılınıyorsa safları geçmek gibi yer
değiştirme olmadıkça namazı bozulmaz. Sahrada bir defada iki saf kadar yürürse
namazı bozulur. Münye şerhinde bildirildiğine göre bu hüküm, az fiil arka
arkaya tekerrür edilmedikçe namazı bozmadığına binaendir. Bir de yerin
değişmesi namazı ıslah için olmazsa namazı bozduğuna göredir. Bu da önünde
saflar bulunduğu zamandır. Fakat imam olurda secde yerini geçerse ve önündeki
safla kendisi arasındaki mesâfe kadar yürürse namazı bozulmaz. Daha fazla
yürürse bozulur. Yalnız kılarsa secde yerine itibar olunur. O yeri geçerse
namazı bozulur; geçmezse bozulmaz. Kadın için ev ebû Ali Nesefî'ye göre mescid
gibidir. Başkaları sahra gibi saymışlardır.
«Bazıları özür
hâlinde kıbleden dönmedikçe istihsânen bozulmayacağını söylemişlerdir.» Yani
çok da yürüse, yer de değişse bozulmaz. Çünkü Hılye'de Zahîre'den şu ibâre
nakledilmiştir «Rivayete göre ebû Berzeh (r.a.) atının yedeğinden tutarak iki
rekat namaz kılmış. Sonra yedek elindenboşanarak at kıbleye doğru yürümüş. O da
arkasından giderek atı yedeğinden yakalamış. Sonra geri dönerek kalan iki
rekatı kılmıştır.
İmam Muhammed
Siyer-i kebîr'de: Biz bununla amel ederiz. demiştir. Sonra bu hadisde kıble
tarafına doğru az yürüyüşle çok yürüyüş arasında fark yapılmamıştır. Bu sebeple
ulemadan bazıları hadîsin zâhiri ile amel etmiş; istihsanen az olsun çok olsun
bozulmadığını söylemişlerdir. Halbuki kıyas çok olursa bozulacağını gerektirir.
Hadis özür hâlini tahsis etmiştir. Binaenaleyh sairlerinde kıyasla amel edilir.
İmam Sügûdî'nin üstadından naklettiğine göre bir kimse gâzi olur da kıbleye
karşı yürürse câizdir. Hac yolunda olanla ibâdet için sefer eden herkesin hükmü
de budur. Ulemadan bazıları hadisi te'vil etmiş; sonra te'vil hususunda
ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları: Bunun te'vili safları yahud secde yerini geçmemiş
olmaktır; geçerse namaz bozulur, demiş; Bir takımları: Peş peşe değil de adım
adım yürümektir; peş peşe yürürse kıbleye arkasını dönmese bile namazı bozulur
mutelâasında bulunmuşlardır. Çünkü bu amel-i kesîrdir. «Bunun te'vili iki saf
arası kadar yürümektir.» diyenlerde olmuştur. Nitekim ilk safta boş yer
olduğunu gören kimse ona yürürse namazı bozulacağını söylemişlerdir. O kimse
ikinci safta ise namazı bozulmaz. Üçüncü safta bulunursa bozulur.» İbâre
kısaltılarak alınmıştır.
Zahiriye'de
bildirildiğine göre yürümek çok olursa bozar. Muhtar kavil budur. Şu da var ki,
Hılye'de dahi mekruhlar faslında şu beyânat vardır: Şer'î delillere dayanan
mezhep kâidelerinin iktizasına göre yürümek iki şıktan hâli değildir. Bu yâ
özürden dolayı yahud özürsüz olur. Özürsüz yürüyüş çok ve oralıksız devamlı
olursa kıbleye arkasını dönmese bile namazı bozar. Çok fakat aralıklı hatta
ayrı ayrı rekatlarda olursa yahud az yürürse kıbleye arkasını döndüğü takdirde
namazı bozulur. Çünkü zaruret olmaksızın namaza zıd iş yapmıştır. Aksi takdirde
namaz bozulmaz. Ama mekruh olur. Zira malumdur ki çoğu namazı bozan şeyin
zaruret bulunmadığı zaman azı da mekruhtur. Özürden dolayı yürürse abdesti
bozulduğu için abdest tâzelemek yahud korku namazında bulunduğu için yürüdüğü
takdirde namazı bozulmadığı gibi az olsun çok olsun kıbleye arkasını dönsün
dönmesin mekruh işlemişde olmaz. Bu söylenenlerden başka bir sebeple yürürse
kıbleye arka çevirdiği takdirde az olsun çok olsun namazı bozulur. Arka
çevirmezse az olduğu takdirde namazı bozulmaz; mekruhda olmaz. Çok ve aralıksız
yürürse namazı bozulur. Aralıklı yürürse namazı bozduğunda veya mekruh
olduğunda hilâf vardır. Teemmül et! Kısaltma yapılmıştır.
Hılye sahibi bu
babta şunu da söylemiştir: «Öyle anlaşılıyor ki, peş peşe devam etmeyen çok
yürüyüş namazı bozmaz; özürden dolayı olursa mutlak surette mekruhda olmaz.»
METİN
Halebî ihtiyar
şart olmadığını söylemiştir. Çünkü bir kimse itilerek yahud kendisini hayvan
çekerek bir kaç adım yürüse. veya birisi tarafından hayvana bindirilse, yahud namaz
yerinden çıkarılsa, veya kadının memesi üç defa emilse yahud bir defa emilerek
sütü inse yahud kocası kendisine şehvetle dokunsa veyahud şehvetsiz öpse namazı
bozulur. Kadın öperde kocası kendisinden şehvetlenmezse namazı bozulmaz. Fark
şudur: Erkeğin öpmesinde cimâ manası vardır. Namazkılanın yanında taş bulunurda
onu kuşa atarsa namazı bozulmaz. İnsana atarsa bozulur. Velev bir defa olsun
vurmakta böyledir. Çünkü bu yâ kavgadır. yâ terbiyedir yahud şakadır. Ama
amel-i kesîrdir. Bunu Halebî söylemiştir.
İZAH
Anlaşılıyor ki
Halebî kast ve ihtiyarın şart olmadığına itimad etmiştir. Çünkü getirdiği fer'î
meseleler bu kavle göredir. T.
«Bir kaç adım
yürüse» ifâdesinden murad: İtilmek veya hayvanın çekmesi sebebiyle kendini
tutamayarak arka arkaya üç adım yürümektir. Bahır'da Zahiriye'den naklen:
«Namaz kılan kimseyi hayvan çekerde secde yerinden uzaklaştırırsa namazı
bozulur.» denilmiştir. Birisi tarafından taşınarak hayvana bindirilen kimsenin
namazının bozulması anlaşılan amel-i kesîr olduğu içindir. Teemmül et! Ama bir
kimse kendisini yerinden kaldırırda sonra bırakırsa yahud bırakırda sonra
kalkarak kıbleden dönmeden yerinde durursa namaz bozulmaz. Nitekim
Tatarhâniye'de beyan edilmiştir.
«Yahud namaz
yerinden çıkarılsa» yani kıbledende döndürülse demektir. Nitekim Bahır'da böyle
denilmiştir. T.
Ben derim ki:
Bunu Bahır'da görmedim. Kezâ kıbleden döndürmek bir rükün edâ edecek miktarı
olursa yerinde dahi olsa namazı bozar. Zâhire bakılırsa bu mutlaktır. Ve illet
cemâat olan hakkında yerin değişmesi yahud amel-i kesîr olmasıdır.
«Veya kadının
memesi üç defa emilse ilh...» bu tafsilât Hâniye ve hulâsa'da zikir edilmiştir.
Bu söz çokluğun birbiri ardınca yapılan üç amele şâmil manasına tefsir
edildiğine göredir. Ama itimad buna değildir. Muhit'te: «Süt çıkarsa namaz
bozulur. Çünkü emzirmek olur. Çıkmazsa bozulmaz.» denilmiştir; Bir sayı ile
kayıtlanmamıştır. Mi'rac sahibi bunu sahih bulmuştur. Hılye ve Bahır.
«Yahud kocası
kendisine şehvetle dokunsa ilh...» Bu mesele Hulâsa' da şöyle anlatılmıştır:
«Kadın namazda olurda kocası cimâ ederse meni indirmese bile kadının namazı
bozulur. Kezâ onu şehvetle veya şehvetsiz öper veya dokunursa namazı bozulur.
Çünkü bu cimâ manasındadır. Ama kadın namaz kılan kocasını öperde kocası
şehvetlenmezse erkeğin namazı bozulmaz.»
Şârihin
gösterdiği farkın vechi muhakkıkin ulemadan Kemâl b. Hümâm'a ve kezâ Hılye ve
Bahır sahiplerine göre açık değildir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Hulûsa
sahibinin işaretine göre fark şudur: Erkeğin öpmesi cimâ manasındadır. Yani
cimâı yapan kocadır. Onun cimâ mukaddimelerini yapması da cimâ manasına gelir.
Kadına - velev uylukları arasına olsun - cimâ ederse kadının namazı bozulur.
Onu öpmesi de mutlak surette böyledir. Çünkü cimâın mukaddimelerindendir.
Kadına şehvetle dokunması dahi ayni hükümdedir. Kadın böyle değildir. Zira o
cimâ fiilini yapmış değildir. Binaenaleyh kocası şehvetlenmedikçe cimâın
mukaddimelerini onun yapması cimâ manasında değildir.
Hulâsa'da şöyle
deniliyor: Kocası ric'i talakla boşadığı karısının fercine şehvetle bakarsa
ric'at etmiş (yani karısına dönmüş olur. Bir rivayete göre namazıda bozulmaz.
Muhtar olan kavil budur. Mezkûr farka göre bu söz müşkildir. Çünkü erkek cimâın
mukaddimelerinden olan bir şey yapmıştır. Onun içinde ric'at etmiş olur. Meğer
ki şöyle denile: Namazın bozulması bakmaktan ve düşünmekten başka olan fiili
mukaddimelere bağlıdır. Bakmak ve düşünmek yukarıda geçtiği vecihle namazı
bozmazlar. Zirâ onlardan korunmanın imkânı yoktur. Sair âzanın fiilleri bunun
hilâfınadır. H.
Şu da var ki, Bahır'da
Zâhidî şerhinden naklen beyân edildiğine göre namaz kılan kadını kocası öperse
namazı bozulmaz. Cevhere'de dahi böyle denilmiştir. Şu halde fark yok demektir.
«Ama amel-i
kesîrdir. Bunu Halebî söylemiştir.» Halebî'nin ibâresi Münye'nin metni ile birlikte
şöyledir: «Namaz kılan kimse âletsiz olarak bir eli ile bir insana vursa yahud
onu kamçı ve benzerî bir şeyle döğse namazı bozulur. Muhit'te ve diğer
kitablarda da böyle denilmiştir. Çünkü bu yâ kavga veya terbiye yahud şakadır.
Ve cumhurun kabul ettiği ilk tefsire göre amel-i kesirdir.»
Sonra metnin
başka bir yerinde şöyle denilmiştir: «Namaz kılan bir kimse bir taş alarak bir
kuşa veya benzerine atarsa namazı bozulur. Çünkü amel-i kesirdir. Yanında taş
bulunurda kuşa veya benzerine onu atarsa namazı bozulmaz, zirâ amel-i kalîldir.
Lâkin namazdan başka bir fiil ile meşgul olduğu için isâet (edepsizlik) etmiş
olur. Yanındaki taşı bir insana atarsa kamçı ile veya eli ile vurmasına kıyâsen
bozulması gerekir. Zirâ yukarıda geçtiği vecihle bunda kavga vardır.»
Ben derim ki:
Tatarhâniye'de Muhit'ten naklen bildirildiğine göre bu tafsilât Asıl nâm
kitabdaki beyana muhaliftir. Zirâ imam Muhammed Asıl'da bunun namazının tamam
olduğunu söylemiş; taşın elinde olmasiyle yerden alınması arasında fark
yapmamıştır. Hılye'de: «Hâniye'nin zâhiri bunu tercih ettiğim gösteriyor. Çünkü
mutlak söylendiğini anlatmış; sonra tafsilatı zaif olduğuna işaretle
«denilmiştir» sözüyle hikâye etmiştir.» deniliyor.
METİN
Şimdi namazı
bozan şeylerden şunlar kalmıştır: Kalben dinden dönmek, ölüm, delilik,
baygınlık, abdest icap eden herşey, kaza etmeden bırakılan rükün, özürsüz
bırakılan şart. cemâat olan kimsenin imamına iştirak etmediği bir rüknü ondan
önce yapması meselâ: İmamından önce rükûa eğilip doğrulduktan sonra o rükûu imamla
birlikte veya sonra tekrarlamayıp imamla selâm vermesi, Mesbûkun imamdan
ayrılması kuvvet bulduktan sonra secde-i sehivde imamına tâbi olması -
ayrıldığı kuvvet bulmazdan önce imama tâbi olması vacibtir. - Oturduktan sonra
hatırladığı secde-i tilâveti veya namaz secdesini edâ ettikten sonra son
oturuşu tekrarlamamak, uyurken edâ ettiği rüknü tekrarlamak ve mesbûkun
imamının son oturuştan sonra kahkaha ile gülmesi.
Namazı bozan
şeylerden bazıları da evvelce geçtiği vecihle tekbîrde hemzeyi uzatmak, manayı
değiştirirse kırâatı makam ve nâmelerle okumaktır. Manayı değiştirmezse namazı
bozmaz. Ancak harfi med ile harfi linde çirkinlik hâsıl olursa namaz bozulur.
Çirkinlik hâsıl olmazsa bozulmaz. Bezzâziye.
İZAH
Ben derim ki:
Daha başka namazı bozan şeylerde kalmıştır. Malum şartlarıyle kadının
erkekhizâsına durması, imamın kendi yerine elverişsizi geçirmesi, istihlâf
yapmadan mescidden çıkması, abdesti bozulduktan sonra bir rükün edâ edecek
kadar durması. abdestsiz veya yürüyerek bir rükün edâ etmesi, abdesti bozulan
cemâatın namazını imama uyduğu yerden başka yerde tamamlaması bunlardandır ki,
hepsi bu babtan önce geçmişlerdir. Kezâ bu kabilden olan sahib-i tertibin
üzerinde kazâ olduğunu hatırlaması, oturuştan evvel kendi fiili olmayan namaza
zıd bir şey bulunması bilittifak. oturuştan sonra bulunması İmam-A'zam'a göre
namazı bozacağı meseleleri de yukarıda geçmiştir. Lâkin bunların bazısı namazın
aslını değil, farz vasfını bozar. Nitekim son oturuştan evvel beşinci rekatı
secde ile kayıtlamak böyledir.
Kalben dinden
dönmek küfrü niyet etmekle olur. Velev ki bir zaman sonra olsun. Yahud küfür
olan şeyi itikâd etmektir. T.
Ben derim ki:
Ölümün semeresi ölen imamda meydana çıkar. İmam son oturuşun sonunda ölürse ona
uyanların namazı bozulur. Ve yeniden kılmaları lazım gelir. Kaadeden sonra
ölmekle namazın bozulmasını Şurunbulâli on iki meseleler üzerine yaptığı
ziyâdeler arasında zikir etmiştir. Namazlarının kefâretlerini vasiyet etmiş
olsa kefâretin vacip olmasında semere meydana çıkmaz. Çünkü müteber olan vaktin
sonudur. Halbuki o kimse vaktin sonunda edâya ehil değildir.
Hâniye sahibi
şöyle demiştir: «Bir kimse vaktin sonunda sefere çıkarsa namazı seferî kılması
icap eder. Velev ki vakitten ancak namazın bir kısmını kılacak kadar kalmış
olsun. Görmezmisin ki ölse veya uzun zaman bayılsa yahud devamlı şekilde
delirse veyahud kadın vaktin sonunda hayz görse namazın bütünü sâkıt olur.
Binaenaleyh sefere çıkınca namazın bir kısmı sâkıt olur.
Delilik ve
baygınlık namazı bozar. Vakit içinde ayılırsa namazın edâsı icap ettiği gibi
delilik ve baygınlık bir günle bir geceden fazla sürmezse kazâsı da lazım
gelir. Nitekim hasta namazının sonunda gelecektir.
Şârih «abdest
icap eden her şey» diyeceğine «ve kasden yapılan her hades» dese daha iyi
olurdu. T. Çünkü bazan abdest icap eden şey namazı bozmaz. Nitekim evvelce
görüldüğü vecihle namazda abdesti bozulanın namazı bozulmaz. Şârih bu hususta
Nehir sahibine uymuştur. Kazâ etmeden bırakılan bir rükün Meselâ: Bir secde
kazâ edilmeden selâm verilirse namaz bozulur. Bu kazâ demek mecâzdır. Şart
bırakılırsa namazın bozulması özür bulunmadığına göredir. Avret yerini örtecek
veya elbiseyi temizleyecek bir şey bulamamak ve kıbleye karşı dönememek gibi
bir özür bulunursa namaz bozulmaz. T.
«Meselâ:
İmamından önce rükûa eğilip doğrulduktan sonra ilh...» Burada beş suret vardır.
Şöyle ki:
1 - Bütün
rekatlarda imamdan önce rükû ve secde yapar. Bu takdirde okumadan bir rekat
kazâ etmesi lazım gelir.
2 - İmamla
beraber rükû ederde secdeyi ondan önce yaparsa iki rekat kaza etmesi gerekir.
3 - İmamdan önce
rükû ederde secdeyi onunla beraber yaparsa kıraatsiz olarak dört rekat kazâ
eder.
4 - Rükû ve
sücûdu imamdan sonra yaparsa namaz sahihtir.
5 - Kezâ imamdan
önce yaparda imam bunlarda kendisine yetişirse namaz sahih fakat mekruhtur.
Bunun izâhı İmdâd'dadır. Biz imamlık babının sonlarında izâh etmiştik.
Şârih: «İmamla
selam vermesi» diye kayıtlaması, selam vermezden önce ve bunun gibi namaza zıd
olan her şeyde terk ettiği tahakkuk etmediği için namazın bozulduğu anlaşılmaz.
Mesbûkun imamdan
ayrılması şöyle kuvvet bulur: İmamla birlikte secdesini yaparak teşehhüd
miktarı oturduktan ve imam selâm verdikten sonra veya selam vermeden
yetişemediğini kazâ etmeğe kalkar. Ama imam secde-i sehiv lazım geldiğini
hatırlarda onda da imama tâbi olursa namazı bozulur.
«Ayrıldığı kuvvet
bulmazdan önce imama tâbi olması vâcibtir.» Ama tâbi olmasa da namazı câizdir.
Çünkü vâcip olan secde de imama tâbi olmamak namazı bozmaz. Kazâ ettiğini
bitirdikten sonra secde-i sehiv yapar.
Mesbûkun imamı
teşehhüd miktarı oturduktan sonra kahkaha ile gülerse onun ve müdrik olan
cemâatın namazları tamamdır. Mesbûkun namazı bozulur. Zirâ namazın rükünleri
tamam olmadan bozan bir şey bulunmuştur. Ancak imamı selâm vermeden kalkarda o
rekatı secde ile kılarsa bozulmaz. Çünkü önceki babta geçtiği vecihle yalnız
kıldığı kuvvetlenmiştir. Tekbirden maksad intikal tekbirleridir. İhram
tekbirinde hemzeyi uzatırsa onunla namaza başlamak sahih olmaz. Namazın
bozulması başlamanın sahih olmasına terettüp eder.
Fetih'te beyan
edildiğine göre makam ve nâme ile okumak harekeleri uzatmakla olur. Meselâ:
Elhamd-ü-lillâhi rabb-il alemin ayetini okurken daldan sonra vâv getirerek
«elhamdü» şeklinde okumak, lâmdan sonra (i) getirerek Lillâhi şeklinde ve kezâ
rabbi okumak böyledir. Müezzinin rabbenâ'yı rabbenâ ve hamdi hâmd şeklinde
okuması da böyledir. Çünkü rab annenin ikinci kocası manasına gelir. Nitekim
kâmus' da da böyle denilmiştir. Karısının oğluna Arabça da rabib derler.
Harfi med ile
harfi lînde çirkinlik hâsıl olursa fazla uzatmak namazı bozar. Velev ki manayı
değiştirmesin. Harfi med ile harfi lîn ayni harflerdir. Bunlardan murad (vâv,
yâ. elif) dir. mezkûr harfler sakin olup üst taraflarında kendi cinslerinden
bir hareke bulunursa harfi med, kendi cinslerinden hareke bulunmazsa harfi lîn
olurlar. (meselâ: kâle, kîle, yekûlu kelimelerindeki vây yâ elif harfi meddir.
Ayn - havf kelimelerinde ise harfi lîndir.)
TETİMME: Buraya
kadar anlatılanlardan anlaşılıyor ki Kur'an'ı makamla okumak şâyet manayı
değiştirmez ve bir harf iki olacak kadar uzatılmayıp sırf sesi güzelleştirmek
ve kıraatı zînetlemek için olursa zarar etmez. Hatta bize göre gerek namazda
gelecek namaz dışında müstehap olur. Tatarhâniye'de böyle denilmiştir.
ZELLE-İ KÂRİ
METİN
Namazı bozan
şeylerden biri de dil sürçmesidir. (buna Arabça da zellet-ul-kâri derler.) Dil
sürçmesi îrabda veya şeddeli bir kelimeyi şeddesiz, şeddesizi şeddeli okumakta.
yahud sıratallezîne gibi birveya iki harf ziyade etmekle veya iyya kena'büdü
gibi bir harf bitiştirmekle, durmakla veya başlamakla olursa manayı değiştirse
bile namaz bozulmaz. Bununla fetva verilir. Bezzaziye. Ancak Rabbülâlemîn'in ve
İyyake nâ'büdü'nün teşdidini terk ederse namaz bozulur.
İZAH
Münye şârihi
şöyle diyor: «Malûmun olsun ki bu fiil mühim bahislerdendir. Ve ihtilâftan
doğan kâideler üzerine kurulmuştur. Bazılarının tevehhüm ettiği gibi üzerine
bina edilecek kâidesi yok değildir. Bu kâideler bilinince her fer'î meselenin
hangi kaide üzerine bina edildiği anlaşılır ve zikir edilmeyen meseleyi bu
kâidelere göre izah mümkün olur. Şimdi deriz ki: Hata ya i'rabta yani hareke ve
sükûnda olur. Şeddeliyi şeddesiz okumak, çekilecek harfi çekmemek veya bunların
aksini yapmak bunda dahildir, yahud harflerde olur. Bir harfi başkasının yerine
koymak, ziyâde veya noksan yapmak, bir harfi önce ve sonra okumak bu
kabildendir. Yahud bu şekilde cümlelerde veya durakta ve mukabilinde olur.
Mütekaddimîn
ulemaya göre kaide şudur: Manayı itikadî küfür olacak şekilde değiştiren sürçme
bütün bu söylenenlerde namazı bozar. Hata olarak ağzından çıkan kelime
Kur'an'da bulunsun bulunmasın fark etmez, Meğer ki değiştirilen cümlelerin
arası tam bir durakla ayrılmış olsun. Değiştirme böyle olmazsa bakılır:
Söylenenin misli Kur'an'da yoksa mana da hakikattan uzak son derece değişmiş
olursa yine namaz bozulur. Hâza-l-gurâb yerine hâzâ-l-gubâr okumak böyledir.
Kezâ misli Kur'an'da olmadığı gibi manası da yoksa hüküm yine böyledir. Serâir
yerine serâil okumak bu kabildendir. Misli Kur'an'da bulunur fakat mana
hakikattan uzak olurda pek fazla değişmezse ebû Hanîfe ile imam Muhammed'e göre
namaz yine bozulur. İhtiyât olan da budur. Ulemadan bazıları umum belvâya
bakarak bozulmayacağını söylemişlerdir. İmam ebû Yusuf'un kavli de budur.
Kur'an'da misli yok lâkin mana değişmiyorsa meselâ: Kavvamîn
yerine kayyâmîn
okursa hilâf aksine olur. Binaenaleyh mana çok değişmediği vakit namazın
bozulması hususunda muteber olan ebû Yusuf'a göre mislinin Kur'an'da bulunması,
tarafeyne göre ise mananın uymasıdır. Mutekaddimîn ulemanın kâideleri
bunlardır. İbn mukâtil, ibn Selam, İsmail Zâhid, ebû Bekir Belhî, Kindûvânî İbn
fadl ve Hulvâni gibi müteehhirîne gelince: Bunlar i'râb hatasının mutlak
surette namazı bozmadığına ittifak etmişlerdir. Velev ki itikâdi küfür olsun.
Çünkü insanların ekserisi i'rab vecihlerinin arasını ayıramazlar.
Kâdıhân:
Müteehhirînin sözleri daha sühûletbahş. mütekaddîmînin sözleri ise daha ihtiyat
olduğunu söylemiştir. Hatâ harf değiştirmek suretiyle olursa iki harfin arasını
zahmetsizce ayırmak mümkün olduğu takdirde ulema namazın bozulacağında ittifak
etmişlerdir. Sâlihat yerine tâlihât okumak böyledir. İki harfin arasını
zahmetsizce ayırmak mümkün değilse ekser ulemaya göre namaz bozulmaz. Çünkü
belvâyı âm (umumî ibtilâ) vardır. Dâd'ı zâ, Sâd'ı sîn okumak bu kabildendir.
Bazıları iki harfin arasını ayırmakta güçlük bulunup bulunmamasını bazıları da
mahreçlerinin yakın olup olmamasını nazar itibâra almışlardır. Lâkin fer'î
meseleler bu kavilden hiç birine göre zabtedilmemiştir. En iyisi bu hususta
mütekaddimînin kavlini tercih etmektir. Çünkü onların kâideleri zabt
edilmiştir, Hem onların kavli daha ihtiyattır. Fetvâlarda zikir edilen ekseri
fer'î meseleler onların kavline göredir.» Bunun bir misli de
feth-ul-kadîr'dedir. Tamamı ileride gelecektir. İ'rabda dil sürçmesi kavvâmen
yerine kıvamen, nâ'büdü yerine na'bed okumak gibi olur.
Manayı
değiştirmeye misâl: «innemâ yahşallahe min ıbadihil ulemâü»
ayetini «innemâ
yahşallahü min ıbadihil ulemâi» okumaktır. Mütekaddimîne göre bununla namaz
bozulur. Müteehhirîn ise ihtilaf etmişlerdir. İbn Mukatil ile ona tâbi olanlara
göre bozmaz. Birinci kavil daha ihtiyât, bu daha kolaylıktır. İbn Hümâm'ın
Zâd-el-Fâkîr adlı eserinde böyle denilmiştir. Kezâ «ve asâ ademü rabbehü»
ayetini «ve asâ Ademe rabbühü» okumak da ekser ulemaya göre namazı bozar.
«Fesee
matar-ül-münzerîn» ayetini «Fesee matar-ül-münzirîn» şeklinde okumak
«iyyâkena'büdü» yi «iyyâkina'büd» çevirmek; musavvir musavver okumak da
böyledir. Ancak, musavvere şeklinde okuyup da bu kelimenin üzerinde durursa
namaz bozulmaz. Nevâzil'de bunların hiç birinde namazın bozulmayacağı
bildirilmiştir. Fetvâ bununla verilir. Bezzaziye ve Hulâsa. Şeddeli bir
kelimeyi şeddesiz okumak hususunda bezzaziye'de şöyle denilmiştir: kuttilü
tâktîla yı kutilü tâktîla okumakta olduğu gibi manayı değiştirmezse namazı bozmaz.
Rabbi-n-nâsi, Ve zallelnâ aleyhim ül gamam, in nennefse-l-emmâratün bis sûi
âyetlerini rabb-in-nâs, ve zalelnâ aleyhim. Leemâratün bis sûi okumakta olduğu
gibi manayı değiştirirse ulema ihtilâf etmişlerdir. Ekseriyet bozduğuna
kâildir»
Feth-ul-kadîr'de
bildirildiğine göre umumiyetle ulema bir kelimede uzatmayı ve teşdidi terk
etmenin i'râb hatası gibi olduğunu söylemişlerdir.
Onun için bir
çokları «rabb il âlemîn» ve «iyyâke na'büd» cümlelerini şeddesiz okumakla
namazın bozulacağını bildirmişlerdir. Çünkü iyyâ kelimesi şeddesiz iyâ okunursa
güneş manasına gelir. Esah olan kavil bozulmamasıdır. iyyâ yı iyâ okumak az
kullanılan bir lugattır. Müteehhirînin kavline göre buna hacet yoktur. Buna
binâendir ki evvelce geçtiği vecihle «ekber in hemzesi uzatılırsa namaz bozulur
demişlerdir.» Şeddesiz bir kelimeyi şeddeli okumak hususunda Münye şârihi şöyle
demiştir: Şeddesizi şeddeli okumanın hükmü hilâf ve tafsilât hususunda aksinin
hükmü gibidir. Bir kimse: Efeaynâ şedde ile yahud ihdina-s-sırât yı ihdinel sırât
şeklinde lamlı okusa namazı bozulmaz.»
Ben derim ki:
Bezzâziye sahibi ülêike hüm ül âdun âyetindeki ü şedde ile okursa namazının
bozulacağına cezm etmiştir. Yine Bezzâziye sahibinin bildirdiğine göre bir
kimse namazda manayı değiştirmeyen bir harf ziyâde ederse tarafeyne göre namaz
bozulmaz. Ebû Yusuf'tan iki rivayet vardır. Nitekim: ve enhâ an il münker ve
kezâ veyeteadde hududehü yudhılhüm nârâ okumak böyledir. Manayı değiştiren bir
harf ziyade ederse namaz bozulur. Meselâ: zerâbi yerine zerâbib, Mesâni verine
mesânin okumak ve kezâ: «Ve inneke lemine-l mürselin» şeklinde (vav)
ziyâdesiyle okumak namazı bozar. Yani bu şekilde okumakla kasemin cevabını
kasem yapmış olur. Nitekim Hâniye'de bildirilmiştir. Lâkin Münye'de bozulmaması
gerekir. denilmiş: şerhinde şu cümlelerziyâde edilmiştir: «Çünkü bu çirkin bir
değiştirme değildir. Cümle Kur'an olmaktan çıkmış değildir. Bunu kasem yapıp
cevabı mahzûftür demek te câizdir. Nitekim Vennâziât garkan ilh ayetinde cevab
mahzûftür.
Ben derim ki:
Zâhire göre zerâbib ve mesânin gibi kelimelerde namaz müteehhirin ulemâya göre
de bozulur. Çünkü bu babta hilâftan bahis etmemişleridir.
Bir kelimeye bir
harfi bitiştirmekle namaz bozulmaz. Bezzâziye'de: «sahih olan bozulmamasıdır.»
denilmiştir. Buna misâl: İyyâkenâ'büd dür. Münye'de şöyle denilmiştir: «Umumun
kavline göre namaz bozulmaz. Bazılarının kavline göre bozulur. Bir takımları
tafsilâta gitmiş ve: Kur'an'ın nasıl olduğunu bilir fakat diline öyle
geliverirse bozmaz. Ama Kur'an böyledir diye itikad ederek okursa bozar
demişlerdir.» Münye şârihi de bu söze şunları ilâve etmiştir: «Anlaşılıyor ki
bu ihtilâf ancak (iyyâ) ve benzerleri üzerinde durulduğuna göredir. Aksi
takdirde aklı başında olan bir kimsenin bunda namazın bozulacağını tevehhüm
etmesi layık değildir.»
T E T İ M M E:
Bir kelimeyi yarıya bölmeye .gelince: Hulvâni bunun namazı bozacağına fetvâ
vermiştir. Ulemanın umumu bozmadığını söylemişlerdir. Çünkü nefesin kesilmesi
ve unutma hususunda belvâ umumidir. Şu izâha göre bir kimse bunu kasten yapsa
bozulması gerekir. Bâzıları: Kelimenin bütününü söylemek namazı bozarsa
yarısını söylemek de bozar. Aksi ise bozmaz, demişlerdir.
Kâdıhân: «Sahih
olan budur. Kasid hâlinde bununla amel etmek evlâdır. Zarûret hâlinde âmmenin
kavli ile amel edilir.» diyor. Tamamı Münye şerhindedir. «Durmakla ve
başlamakla olursa manayı değiştirse bi1e namaz bozulmaz.» Bu hususta Bezzâziye
sahibi şunları söylemiştir: «Başlamak manayı fena halde değiştirmezse namazı
bozmaz. Meselâ: şart ve ceza cümlesinde şartta durmak, ceza ile başlamak ve
kezâ sıfatla mevsuf arasında durmak böyledir. Manayı değiştirirse Meselâ:
«Şehide ellâhü enneh tâ ilâh» diyerek dururda sonra: «illâhu» diye başlarsa
ulemanın umumuna göre namaz bozulmaz. Çünkü avâm takımı böyle şeyleri
ayıramazlar. Bir kimse: diyerek dursa da sonra geri kalanını okusa bilittifak
namazı bozulmaz.» Münye şerhinde: «sahih olan bunların hiç birinde namazın
bozulmamasıdır.» denilmiştir. «Bununla fetvâ verilir. Bezzâziye.» Bu ibâreden
anlaşıldığına göre Bezzaziye sahibi bunu bütün yukarıda gecenler hakkında
söylemiştir. Halbuki öyle değildir. O bunu yalnız i'rabta hata hakkında
söylemiştir. Bütün yukarıda geçenler hakkında Bezzâziye'nin ibâresini biz sana
yukarıda naklettik. Tedebbür eyle! Ancak «rabb-il-âlemîn ilah...» ibaresini
Hâniye sahibi ebû âlâ Nesefî'ye nisbet etmiş; sonra şunları söylemiştir:
«Ulemanın umumuna göre teşhidi ve meddi terk etmek i'rabda hatâ etmek gibidir.
Müteehhirînin kavline göre namazı bozmaz. Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: Bir
kimse iyyâke veya rabb-il-âlemin kelimelerinde teşdidi terk ederse muhtar olan
şudur ki âmmenin kovline göre her yerde namazı bozmaz.» Bu kavlin esah olduğunu
feth-ul-kadîr'den nakletmiştik. Binâenaleyh şârihin tercih ettiği kavl zaiftir.
Şu da var ki manayı değiştirirse bozulmaz. Kavlini tercih ettikten sonra bunu
söylemenin bir manası yoktur. Çünkü fark yoktur. Teemmül eyle!
METİN
Eğer bir kelime
ziyâde veya noksan eder yahud bir harf noksan bırakır veya onu önce söyler
yahud başka bir harfle değiştirirse meselâ: min semerihi izâ esmere vestahsada
ceddü rabbinâ şeklinde okur veya infeceret yerine infereceb, evvêb yerine eyyâb
derse mana değişmedikçe namaz bozulmaz. Ancak Dâd ile zâ gibi birbirinden
ayrılmaları güç olan harflerde ekser ulema namazın bozulmayacağını
söylemişlerdir, Bir kelimeyi tekrarlamakta böyledir. Bakâni manayı değiştirdiği
takdirde tekrarın namazı bozacağını sahih bulmuştur. Rabbi rabb il âlemîn
okumak böyledir. Çünkü izâfet vardır. Nitekim bir kelimenin yerine başka bir
kelime okurda mana değişirse hüküm budur. İnnel füccâra lefi cennâh okumak
böyledir. Tamamı mufassal kitablardadır.
İZAH
Bilmelisin ki,
ziyâde edilen kelime yâ Kur'an'da vardır; yahud yoktur. Her iki surete göre yâ
mana değişir yahud değişmez; Manayı değiştirirse mutlak surette namazı bozar.
İyilik işler ve küfür ederse sevapları kendilerine verilir. Ve kezâ ve emmâ
semudü fehedeynâhüm ve asaynâhüm Semude gelince onlara hidâyet verdik
ve kendilerine
isyân ettik, şeklinde okumak böyledir. Manayı değiştirmezse bakılır: vebil
vâlideyni ihsanâ vebirrâ Kur'an'da mevcud olursa bütün ulemaya göre namaz
bozulmaz. Kur'an'da yoksa meselâ: fâkihetün ve nahlün ve tüffahun ve rummanün
gibi ve kezâ şârihin verdiği misâlde olduğu gibi okursa namazı bozmaz. Fakat
ebû Yusuf'a göre bozulur. Çünkü Kur'an'da yoktur. Feth-ul-kadîr ve diğer
kitablarda böyle denilmiştir. Şârih kelime noksan etmeye misal vermemiştir.
Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Bir âyetten bir kelime bırakırsa mana
değişmedikçe namaz bozulmaz. Meselâ: vecezâü seyyietün mislühâ okuyarak
âyetteki ikinci seyyieh'i bırakmak böyledir. Fakat mana değişirse meselâ: femâ
lehüm yü'minun şeklinde okurda âyetteki lâ yı bırakırsa umumiyetle ulemaya göre
namaz bozulur. Bozulmayacağını söyle yenlerde olmuştur. Sahih olan kavil
birincisidir.
Harf noksan
etmeğe gelince: Malûmun olsun ki bırakılan harf kelimenin aslî harflerindendir;
yahud değildir. Her iki hâle göre manayı ya değiştirir; yahud değiştirmez.
Haleknâ yı noktasız «Ha» ile ve cealnâ yı cimsiz okuduğunda olduğu gibi manayı
değiştirirse İmam-A'zam'la İmam Muhammed'e göre namaz bozulur. Kezâ vema
haleknâzzekere vel ünsâ âyeti (Vâv) ı terk ederek okursa namaz bozulur. Ulema
ebû Yusuf'un kavline göre bozulmayacağını söylemişlerdir. Çünkü okunan kısım
Kur'an'da vardır. Hâniye.
Noksan edilen
harf manayı değiştirmezse mesela: Nahivde ki şartlarına uygun olarak münâdayı
terhîm sureti ile ya melik yerine ya mali derse bil'ittifak namazı bozulmaz.
Bunun bir örneği de tealâ ceddü rabbinâ âyetini teale ceddü rabbinâ okuyarak yâ
yı hazif etmektir ki, ittifaken namaz bozulmaz. Nitekim Münye şerhinde
bildirilmiştir. Tatarhâniye'de de bildirilmişse de ittifaken denilmemiştir.
Bir harfi
yerinden önce okumak hususunda fetih'de şöyle denilmiştir: «Manayı değiştirirde
meselâ: kasverah kelimesini kavserah şeklinde okursa namaz bozulur.
Değiştirmezse İmam Muhammed'e göre bozulmaz Ebû Yusuf buna muhâliftir» Bunun
bir misâlide enfeceret kelimesini enferecet okumaktır.
Bir harfi başka
bir harfle değiştirmek ya peltek kimsede olduğu gibi âcizlikten dolayıdır.
Bunun hükmünü imamlık bâbında görmüştük. Yahud hatâ yolu ile olur. Bu takdirde
manayı değiştirmez ve misli Kur'an'da da mevcud olursa. meselâ: innelmüslimûne
şeklinde okursa namaz bozulmadığı gibi kayyâmîne bilkıstı okumakla ve şârihin
misâlindeki eyyâb şekli ile dahi tarafeyne göre namaz bozulmaz.
Ebu Yusuf'a göre
bozulur. Manayı değiştirirse tarafeyne göre namaz bozulur. Misli Kur'an'da
yoksa ebû Yusuf'a göre de bozulur.
Bir kimse
eshabis-sâîr'i eshabiş-şâîr okursa namazı bilittifak bozulur. Meselenin tamamı
fetih'tedir. Birbirinden ayrılmaları güç olan harfler hakkında Haniye'de ve
Hulâsa'da şöyle denilmiştir: «Harf yerine harf değiştirdiği ve mana değiştiği
zaman kaide şudur: O iki harfin aralarını zahmetsizce ayırmak mümkünse namaz
bozulur. Za ile da, sa ile se ve ta ile te gibi birbirlerinden güçlükle
ayrılırlarsa ekser ulema namazın bozulmadığını söylemişlerdir. Hızânet-ül-ekmel
nâm kitabda bil-dirildiğine göre Kadı ebu âsım: «Bunu kasden yaparsa namaz
bozulur. Diline geliverdi ise yahud iki harfin birbirinden nasıl ayrılacağını bilmezse
bozulmaz.» demiştir.
Hılye sahibi:
«Muhtar olan kavil budur.» demiş; Bezzaziye'de dahi en âdil kavil bu muhtar
olanda bu olduğu kayt edilmiştir. Tatarhâniye'de Hâvî'den naklen şöyle
denilmiştir: «Saffar'dan rivayet olduğuna göre kendisi: Hatâ harflerde olursa
namazı bozmaz. Çünkü belvayı âm vardır; insanlar harfleri ancak güçlükle
çıkarırlar. demiştir. «Yine Tatarhâniye'de şu satırlar vardır: «İki harfin
arasında mahrec birliği ve yakınlığı olmayıp yalnız umumi belvâ varsa meselâ
avam: sâd yerine zel, zel yerine keskin zâ, dâd yerine yerine tâ okursa bazı
ulemaya göre namaz bozulmaz.» Ben derim ki: Bu izaha göre sâ yı sine,
zamanımızdaki avâmın konuştukları gibi kâfı hemzeye çevirmekle namazın
bozulmaması gerekir. Çünkü avam bunların orasını ayıramıyor. Zâl ile zâ
gibilerinin arasını ayırmak kendilerine son derece güç geliyor. Bâhusus Kâdı
ebu Asım ile Saffar'ın sözlerine göre namazın bozulmaması icap eder. Bütün
bunlar müteehhirînin sözleridir. Bunun daha geniş ve kolaylıklı, mütekaddimînin
kavlinin ise daha ihtiyatlı olduğunu gördün. Münye şârihi şöyle diyor: «Ehli
tahkik ulemanın sahih buldukları ve üzerine mesele tefrî ettikleri kavl budur.
Hangisini istersen onunla amel et! Ama ihtiyat evlâdır. Bilhassa kulun ilk
hesâba çekileceği namaz meselesinde ihtiyata rîâyet etmelidir.» Bir kelimeyi
tekrarlamak hususunda Zâhîriye sahibi şunları söylemiştir: «Bir kelimeyi
tekrarladığı takdirde mana değişmezse namaz bozulmaz.
rabbi
rabbülalemin suretlerinde olduğu gibi miliki mâlikiyevmiddin mana değişirse bazıları
bozulmayacağını söylemişlerse de doğrusu bozulmaktır. Bu fasıl dikkat icap eden
bir fasıldır. Zira bunda incelik vardır. Burada namazın bozulup bozulmadığını
ayırmak ancak muzâf ve muzâf ileyhi bilmekle mümkün olur.»
Ben derim ki:
Bundan anlaşılan, namazın bozulmasının bunu bilmeğe bağlı olmasıdır. Bilmezse
yahud izâfet manasını kast etmeden diline geliverirse veya sırf harflerin
mahreçlerini düzeltmek için kelimeyi tekrarlarsa namazın bozulmaması gerekir.
Hiç bir şey kast etmeden tekrarlaması da böyledir. Çünkü hem izâfet hem te'kide
ihtimali vardır. İzâfet ihtimaline göre de birinci kelimenin mahzûfe izâfet
edilmiş olması ihtimali vardır. İhtimal bulununca bozulma hükmü ortadan kalkar.
Çünkü hata yüzde yüz belli değildir. Evet, hepsini izâfeyi kast ederse namazın
bozulacağında hatta bunun küfür olduğunda şübhe yoktur. Benim anladığım budur.
Bunu teemmül et! Bir kelimenin yerine başka bir kelime okumak dört şekilde
olur. Çünkü okuduğu kelime munayı yâ değiştirir ya değiştirmez. Her iki
ihtimâle göre ya Kur'an'da vardır yahud yoktur. Manayı değiştirirse namaz
bozulur. Lâkin fela'netullahi alelmuvahhidîn gibi değişikliklerde bilittifak,
şârihin verdiği misâl gibilerde sahih kavle göre bozulur. Çünkü Kur'an'da
vardır. Fetih ve diğer kitablarda namazın bozulması «tam olarak durmazsa» diye
kayıtlanmıştır. Tam olarak innel füccâra diye dururda sonra: kısmını okursa
namaz bozulmaz. Mana değişmezse namaz bozulmaz. Lâkin errahmânil kerîm gibi
değişiklikte bilittifak innel müttegîne le fi besatîn gibi yerlerde imam ebû
Yusuf muhâlif olarak bozulmaz. Nesebi değiştirmek de bu nevidendir. Meselâ
meryemübnetü ğaylen okusa bilittifak namazı bozulur.
Îsebnü lugmân
okumakta böyledir. Zira kasden okunması küfürdür. okumak böyle değildir.
Nitekim fetih'de beyan edilmiştir. Allah-u-Alem.
METİN
Yazıya bakmak ve
anlamak, mekruh olmakla beraber velev ki anlamak niyetiyle baksın namazı
bozmadığı gibi esah kavle göre ovada veya büyük mescidde secde yerinden birinin
geçmesi yahud evde veya küçük mescidde önünden yani kıble divarı tarafından
geçmesi - kadın veya köpek bile olsa - mutlak surette namazı bozmaz. Çünkü bu
bir yer gibidir. Namaz kılan yüksek bir yerde olurda aşağıdan onun önünden
geçerse geçenle kılanın bazı uzuvları bir hizâya gelmek şartıyla de namaz
bozulmaz.
İZAH
«Velev ki anlamak
niyetiyle baksın» sözü ile şârih bazılarının: «Anlamak niyetiyle bakarsa imam
Muhammed'e göre bozulur.» İddialarının reddine işaret etmiştir. Bahır sahibi
diyor ki: «Sahih olan kavil bilittifak bozulmamasıdır. Çünkü o kimseden bir
fiil sâdır olmamıştır. Bir de ihtilaf şüphesi vardır. Ulema fetih'in yazdığı
cüzü namazda önüne koymaması gerekir. Çünkü olurda gözü o cüze değine ilişir ve
anlarsa o işe ihtilâf şübhesi karışır. Demişlerdir.» Yani kasten bakarsa demek
istemişlerdir. Çünkü ihtilâfa mahal olan odur. Bakmanın mekruh olması namaz
amellerinden olmayan bir işle meşgul olduğundandır. Ama kasıtsız olarak gözüne
ilişirde anlarsa mekruh olmaz. T. «Secde yer»nden maksat, ayaklarıyla secde
ettiği yerin arasıdır. Nitekim Dürer'de böyle denilmiştir. Bu ve bundan sonraki
kayıtlar günaha girmek için muteberdir. Yoksa namaz mutlaksurette bozulmaz.
Şârih'in «esah kavle göre» diyerek anlattığını Şems-ül-eimme. Kâdıhân ve Hidâye
sahibi tercih etmişlerdir. Bu kavli Muhit sahibide beğenmiş Zeyleî ise sahih
kabul etmiştir. Bu kavlin mukabili: Huşû ile namaz kılan bir kimsenin secde
mahalline bakarken önünden geçene gözü ilişecek kadar olmasıdır. Timurtâşi ve
Bedâyi sahibi bu kavli sahih bulmuşlar: Fahr-ul-islâm, Nihâye ve feth-ul-kadîr
sahipleri dahi bunu tercih etmişlerdir. İnâye sahibi birinci kavli ikinciye
ircâ ile secde yerini yakına hamletmiştir. Bahır sahibi ise ona muhalefet
ederek birinci kavli sahih bulmuştur. Ben Bahır üzerine yazdığım derkenarda
Tecnis'den naklen İnâyenin Söylediklerine delâlet eden sözler söyledim. Oraya
müracaat edebilirsin «Kıble divarı tarafından geçmesi»nden murad: Ayaklarının
yeri ile kıble divarı arasıdır. Bu sütre olmadığına göredir.
Tecnisîn ibâresi
şudur: «Sahih olan gözünün erdiği nıîktardır ki o da secde ettiği yerdîr. Ebû
Nasr ilk saf ile imamın durduğu yerin arası miktardır. Bu söz birincinin
aynidir. Lâkin ibâre değişiktir. Bizim üstâdımız Minhâc-ül-eimme'den
okuduğumuza göre, huşû sahibleri gibi namaz falan birinin geçene gözü ilişecek
kadar yerden geçmesidir. Bu ibâre daha açıktır.» Hidâye sahibinin eseri olan
Tecnîsin ibâresi burada sona erer. Bütün kavilleri bak nasıl birleştirerek bir
kavil hâline getirmiştir. İhtilâf sâdece ibârededir. Manada ihtilâf yoktur. Bu
söz Şeyh Ekme-d-dîn'in İnâye nâm eserinde söylediklerine açık bir delildir.
Sütre bulunursa onun arkasından geçmesi zarar etmez. Nitekim izâhı gelecektir.
Zâhire göre «Ev»
tâbirinde büyük hânede dahildir. Kuhistânî'de: «Küçük mescidin hükmünde ev
hânenin de dâhil olması gerekir.» denilmiştir Küçük mescid altmış arşından az
olandır. Bazıları kırk arşından az olandır demişlerdir ki, muhtar olan kavil
budur. Nitekim Cevâhir'de de buna işaret edilmiştir. Küçük mescidin ve evin bir
yer hükmünde olması, iki saf miktarı fâsılanın imama uymaya mâni sayılması
cihetindendir. Çünkü bir yer sayılmıştır. Büyük mescid böyle değildir. Zira
büyük mescidde bu miktar mâni sayılır. Burada öyle değildir. Namaz kılanın
önündeki mesâfe kıble divarına kadar bir yer sayılır. Büyük mescid ve ova böyle
değildir. Çünkü ona da bu hüküm verilse geçenlere güçlük lazım gelir.
Binaenaleyh secde yerine munhasır olmuştur. Bu mahali izah ederken benim
anladığım budur.
«Kadın veya köpek
bile olsa» cümlesi mutlakın beyanıdır. Şârih bununla Zâhiriye fırkasına red
cevabı vermeği işaret etmiştir. Onlar: «Namaz kılanın önünden kadın, köpek ve
eşekin geçmesi namazı bozar.» demişlerdir. Ayni zamanda: «Kara köpeğin geçmesi
namazı bozar.» diyen İmam Ahmed'e de red cevabıdır. Bir de bu hususta rivayet
edilenlerin nesh edilmiş olduğuna işarette bulunmuştur. Nitekim Hılye'de
tahkiki yapılmıştır.
Önünden geçenin
bazı uzuvlarının namaz kılanın uzuvları hizâsına gelmesi hususunda Münye şârihi
şunları söylemiştir: «Şüphesiz ki maksat gecen kimsenin âzasının namaz kılanın
bütün uzuvları hizâsına gelmesi değildir. Çünkü bu ancak geçilen yerle namaz
yerinin yükseklik ve alçaklıkta müsâvi olmasiyle mümkündür. Maksat bazı
uzuvların bir hizaya gelmesidir. Bu geçenin başı namaz kılanın ayakları
hizasına gelmekle de olur.» Lâkin Kuhistânî'de bildirildiğine göre âzanın âza
ile bir hizâda bulunmasında gecenin bütün uzuvları müsâvidir. Sahih olan budur.
Nitekim tetimmedeböyle denilmiştir. Bazılarının dediğine göre namaz kılanın
bütün uzuvları, diğer bazılarının dediklerine göre ekserisi bir hizâda
bulunacaktır. Nitekim Kirmâni'de böyle denilmiştir. Bu gösteriyor ki daha azı
veya yarısı hizâya gelirse mekruh olmaz Zâd namındaki kitabta: «Geçenin alt
yarısı namaz kılanın üst yarısı hizâsına gelirse mekruh olur. Nasıl ki geçen
kimse at üstünde bulunursa böyle olur.» denilmiştir. Teemmül eyle!
METİN
Ev üzeri, karyola
ve geçenin boyundan az olan her yüksek yer dahi ayni hükümdedir. Bazıları
sütreden az olan yükseklik demişlerdir. Nitekim gurer-ül-ezkâr'da
bildirilmiştir. Velev ki geçen kimse bunda günahkâr olsun. Çünkü Bezzâr
hadisinde: «Namaz kılanın önünden geçen kimse yüklendiği günahı bir bilse kırk
yıl durur; geçmezdi.» buyurulmuştur. Günah hâil (perde) bulunmadığı zamandır.
Velev ki secde ettiği zaman kalkıp sonra tekrar yerine inen perde olsun. Ama
safta boş yer bulunursa giren kimse o yeri doldurmayanın önünden geçebilir.
Çünkü o kimse kendi hürmetini iskât etmiştir. Agah ol!
İZAH
Bazıları sütreden
murad bir arşından az olan yükseklik demişlerdir. Bahır sahib; diyor ki: «Bu
yanlıştır. Zira böyle olmuş olsa hayvan üzerinde geçmenin mekruh olmaması icap
ederdi.» Bu sözün bir mislide Fetih'tedîr. «Velev ki geçen kimse bunda günahkar
olsun.» sözü namazın bozulmadığına mubâleğâdır. Çünkü günah fesadı istilzam
etmez. öyle anlaşılıyor ki, geçen kimse günahkar olur. Velev ki namaz kılanın
önünde sütre bulunmasın. Bu manayı ifade eden sözleri bizde söyleyeceğiz. Ve
namaz kılana günah olmadığını bildireceğiz. Lâkin Hılye sahibi şunları
söylemiştir. «Fukahadan bazıları burada dört suret olduğunu bildirmişlerdir.
Birincisi: Geçen
kimsenin namaz kılanın önünden geçmemek imkânı bulunması ve namaz kılanın işe
karışmaması hâlidir. Bu takdirde günah yalnız geçene ait olur.
İkincisi: Bunun
mukabilidir. Yani geçmeğe namaz kılanın sebep olması, geçenin oradan geçmekten
başka çâresi bulunmamasıdır. Bu takdirde günah yalnız namaz kılana mahsustur.
Geçene günah yoktur.
Üçüncüsü: Geçmeğe
namaz kılanın sebep olması ve geçenin oradan geçmekten başka bir çaresi
bulunmasıdır. Bu takdirde ikiside günahkar olurlar. Namaz kılan geçmeğe yol
verdiği için, geçende bunu yapmamak elinde olduğu halde geçtiği için günaha
girerler.
Dördüncüsü: Namaz
kılanın yol vermemesi, geçeninde başka çaresi olmaması halidir. Bu takdirde
ikiside günahkar olmazlar. Şeyh Takıyyiddîn ibn Dakik-ıl-lyd bunu böyle
nakletmiştir.»
Ben derim ki:
Hılye sahibinin sözünden anlaşıldığına göre bizim mezhebimizin kaideleri de
buna aykırı değildir. Zira kendisi bunu söylemiş ve ikrar etmiştir. Bazıları
bunu Bedâyi sahibine nisbet etmişlerse de ben Bedâyi'de görmedim. Olmuş olsa
Hılye sahibi onu Şâfiilerden nakletmezdi.
Öyle anlaşılıyor
ki, şu mesele ikinci sûretindir: Cemâat namaza kalktıklarında bir kimse
mescidin kapısında namaza dursa. dışarıdan gelen onun önünden geçebilir.
Nitekim gelecektir. Bir kimsekendi erâzısinde umumî yola karşı namaza dursa
üçüncü suretten olur. Çünkü geçen kimse durmakla emir olunmuştur, Velev ki
başka yol bulamasın. Nitekim hadislerin mutlak ifâdesinden de anlaşılmaktadır.
Evet o kimse geçmekle mecbur değilse başka yol bulamasa bile durmalıdır. Bu
izah onun durma imkanına göredir. Ama başka bir yol bulur yahud namaz kılanın
arkasından veya önden uzak bir yerden geçmek imkânı bulursa o zaman yine üçüncü
suretten olur. Aksi halde ikinci surettendir. Binaenaleyh bir kimse umumi yol
üzerinde namaz kılsa namazı muhterem değildir. Nitekim safta boş yer varken
arkasında kılanın namazı da öyledir. Böyleleri başkalarının hakkına tecavüz
ettikleri için önlerinden geçmek memnu değildir.
T E N B İ H :
Medenî haşiyesinde beyân olunduğuna göre Kâbe'nin içinde namaz kılanın, makam-ı
İbrahim'in arkasında ve tavaf yerlerinin etrafında kılanların önlerinden geçmek
memnu değildir. Çünkü, İmam Ahmed'le ebû Dâvud'un Muttalip bin ebî Vedâa'dan
rivayet ettikleri bir hadiste hazreti Muttalip: «Ben Peygamber (s.a.v.)i beni
sehim kapısının bulunduğu tarafta namaz kılarken gördüm. İnsanlar önünden
geçiyorlardı. Aralarında sütrede yoktu.» demiştir. Bu hadisin tavaf edenlere
hamledildiği anlaşılıyor. Çünkü tavaf namazdır. Ve sanki önünde namaz
kılanların safları varmış gibi olur. Bu beyanın bir misli de Bahrı Amiktedir.
İzzeddin ibn Cemâa onu Tahavî'nin Müşkilâte-I-âsar adlı kitabından
nakletmiştir. Molla Aliyyülkâri'de Mensik kebîrinde nakletmiştir. Hac bahsinin
ihram bâbında inşâallah bunu te'yid eden sözler gelecektir. Hılye'de bildirildiğine
göre Bezzâr hadisi sahihaynda şu lafızladır: «Namaz kılanın önünden geçen
kim&e üzerine ne aldığını bilse onun için kırk yıl beklemek önünden
geçmekten daha hayırlı olurdu.» Bu hadisin râvilerinden Ebu-n-Nadir:
«Rasûlüllah (s.a.v.) kırk gün mü dedi yoksa kırk ay veya kırk yıl mı dedi
bilemiyorum.» demiştir. Hılye sahibi diyor ki: «Bu hadisi Bezzar tahric etmiş
ve kırk yıl demiştir.» Buharî'nin bazı rivayetlerinde: «Üzerine ne derece vebâl
aldığını bilse...» denilmiştir.
«Velev ki secde
ettiği zaman kalkıp sonra tekrar yerine inen perde olsun» cümlesinden murad:
Secde ettiği vakit başının hareketiyle kalkan sonra tekrar yerine inen
perdedir. Bu sureti Sa'di Çelebi Hidâye sahibi nâmına cevap olarak zikir
etmiştir. Hidâye sâhibi hududun secde yeri olduğunu tercih etmiştir. Nitekim
musannıf da bu yoldan yürümüştür. Hidâye sâhibine itiraz edilmiş ve: «Arada
divar veya direk gibi bir mânı bulunursa önünden geçmek mekruh değildir. Mâni
secde yerinde bulunamaz.» denilmiştir. Sa'di Çelebi bu itirazına cevap vermiş
ve: «Asılı bir yerde olması câizdir. Rükû veya secde ettiği zaman namaz kılanın
başı onu secde yerinden giderir. Sonra kalktığı veya oturduğunda tekrar yerine
döner.» demiştir. Bu şöyle olur: Perde meselâ: Tavana asılarak sarkıtılır.
Namaz kılan ona yakıncacık durur. Secdeye gittiğinde perde sırtına düşer.
Secdesi perdeden hâric kalır. Kalktığı veya oturduğu vakit yere sarkar. Ve
örter.
«Ama safta boş
yer bulunursa mescide giden kimse orayı doldurmak için namaz kılanın önünden
geçebilir.» Bu hususta Kınye'de şöyle deniliyor: «Bir kimse mescitte son safa
dururda diğer saflarla arasında boş yerler bulunursa mescide giren saflara
yetişmek için onun önündengeçebilir. Çünkü o kimse kendi hürmetini yitirmiştir.
Binaenaleyh önünden geçen günahkâr olmaz. Firdevs'de ibn Abbâs (r.a.)dan
rivayet edilen su hadis buna delâlet eder: «Rasûlüllah (s.a.v.): Bir kimse bir
safta boş yer görürse onu bizzat doldursun. Bunu yapmazda önünden biri geçerse
boynunun üzerinden adımlayıp gitsin. Zira onun hürmeti yoktur. buyurmuşlardır.»
Ben derim ki:
Boynunun üzerinden adımlamaktan murad: Ensesine basmak değildir. Çünkü bu o
kimsenin ölümüne sebep olabilir ve câiz değildir. Maksat üzerinden
adımlamaktır. Üzerinden adımlayıp geçmek câiz olunca önünden geçmek haydi haydi
câizdir.
Sonra bu mesele
musannıfın: «Velev ki gecen kimse bunda günahkar olsun.» sözünden istisnâ
gibidir. Kâbenin içinde, makam-ı İbrahim'in arkasında ve tavaf yerinin
kenarlarında namaz kılanların önlerinden geçenler dahi istisnâ edilirler.
TETİMME: Garib-ir-Rivaye'de
bildirildiğine göre büyük dere ve kezâ büyük havz sütre sayılmaz.
Öyle anlaşılıyor
ki bu mesele küçük mescidin içinde büyük dere farz edilerek takrir edilmiştir.
Büyük mescidde veya ovada olursa büyük dere sütre sayılmasa bile mekruh olan
secde yerinden yahud oraya yakın yerden geçmektir. Büyük derenîn arkasından
geçen namaz kılana uzak bulunur.
Kuyu sütredir.
Bir kimse namaz kılanın önünden geçmek isterse elinde bir şey bulunduğu
takdirde onu namaz kılanın önüne koyar. Sonra geçer ve o şeyi alır. İki kişi
geçmek isterse biri namaz kılanın önünde durur. Diğeri geçer. Öteki de öyle
yapar. Yanında hayvan olurda onun üzerinde geçerse günahkar olur. İner ve
hayvanı sütre yaparak geçerse günahkar olmaz. İki kişi birbirleri hizâsında
geçerlerse namaz kılan tarafında olan günahkar olur. Kınye.
Ben derim ki:
Elinde bastonu olurda kendiliğinden yerde durmazsa onu eli ile tutarak
arkasından geçtiği takdirde kâfi gelir mi? bunu bir yerde görmedim.
METİN
İmam ve kezâ
yalnız kılan kimse sahrada ve benzeri yerlerde üç arşından yakın olmak üzere
iki kaşından biri hizâsına bir arşın uzunluğunda ve bakan görsün diye bir
parmak kalınlığında bir sütre diker. Bu menduptur. Bedâyi. Sütre iki gözünün
arasına dikilmez. Sağ kaşının hizâsına dikmek efdaldir. Sütreyi yere bırakmak
veya çizgi çizmek kâfi değildir. Bazıları kâfi olduğunu söylemişlerdir. Çizgi
uzunluğuna çizilir. Mihrap şeklinde çizileceğini söyleyenlerde vardır.
İZAH
İmama uyan
cemâata imamın sütresi kâfidir. Nitekim gelecektir. Sahra ve benzeri yerlerden murad:
Önünden geçilmek korkusu olan her yerlerdir. Bahır'da Hılye'den naklen şöyle
denilmiştir: «Sahra ile kayıtlaması ekseriyetle namaz kılanın önünden sahrada
geçildiği içindir. Yoksa nerde olursa olsun önünden geçileceğinden korkuluyorsa
sütreyi terk etmek mekruhtur.» Sütrenin bir arşın uzun olması en az miktarıdır.
T. Anlaşılan arşından murad: Şâfiîlerin açıkladığı el arşınıdır ki, iki karış
boyundadır. Musannıf gibi Hidâye sahibide kalınlığının bir parmak miktarı
olacağını kayıt etmiştir. Lâkin Bedâyi sahibi bunun zaif bir kavl olduğunu
söylemiştir. Ona göre kalınlığa itibar yoktur. Öyle görünüyor ki, mezhepte
budur. Bahır.
Hâkimin rivayet
ettiği ve Müslim'in şartı üzere olduğunu söylediği şu hadisde bunu te'yid eder:
«Peygamber (s.a.v.): Sütre için semerin arka kaşı kadar bir şey kâfidir. Velev
kıl kadar ince olsun! buyurdular.» Semerin arka kaşı: Semerin arkasındaki
çubuktur. Nitekim Hılye'de böyle denilmiştir.
Sütre dikmek
menduptur. Çünkü bir hadisi şerifte: «Biriniz namaz kıldığı vakit bir sütreye
karşı kılsın. Kimseyi önünden geçirmesin!» buyurulmuştur. Bu hadisi Hâkim, imam
Ahmed ve başkaları rivayet etmişlerdir. Münye'de sütreyi terk etmenin mekruh
olduğu bildirilmiştir. Bu kerahet kerahet-i tenzihiyedir. Hadisdeki emri
hakikatından değiştiren âmil ebû Davud'un Fazıl ile Abbas'dan rivayet ettiği
hadistir. Bu hadiste: «Biz peygamber (s.a.v.) bizim bir çölümüzde ovada namaz
kılarken gördük. Önünde sütre yoktu.» denilmektedir. İmam Ahmed'in rivayet
ettiği bir hadisde: «İbn Abbâs ovada namaz kıldı. Önünde bir şey yoktu.»
denilmiştir. Nitekim Şurunbulâliye'de beyan olunmuştur. Şârih: «üç arşından
yakın...» diyeceğine «üç arşın miktarı» dese daha iyi olurdu. Çünkü Bahır'da
Hılye'den naklen: «Sünnet, sütre ile namaz kılan arasındaki mesafe üç arşından
fazla olmamaktır.» denilmiştir. T.
Şimdi şu kalır:
Acaba bu, namazı sütreye karşı kılma sünnetini yerine getirmiş olmak için
şartmı dır? Yani sütreyi üç arşından uzağa dikerse sütresiz kılmış sayılır mı?
yoksa müstakil bir sünnet midir! bunu bir yerde görmedim.
Sütreyi sağ
kaşının hizâsına dikmek efdaldir. Bunu Zeylei açıklamıştır. «Sütreyi
dikemeyince yere bırakmak veya çizgi çizmek kâfi değildir.» Hidâye sahibi bunu
tercih etmiştir. Gâyet-ül-Beyan'da bu kavl ebû Hanîfe ile imam Muhammed'e
nisbet edilmiştir. Mezkûr kavli ulemadan bir cemâat şahih bulmuştur. Bunlardan
biri de Kâdıhân olup: «Çünkü yere bırakmak maksadı ifâ edemez.» Şeklinde
ta'Iilde bulunmuştur. Bahır.
Sütre bulamayan
kimsenin yere bir çizgi çizmesi dahi iki rivayetten birine göre kâfi değildir;
sünnete aykırıdır. Birçok ulema bu kavlı tercih etmişlerdir. Hidâye'de tercih
edilen de budur. Zira bununla maksad hâsıl olmaz; çizgi uzaktan görünmez.
Bazıları gerek sütreyi yere bırakmanın gerekse çizgi çizmenin kâfi geldiğini,
bununla sünnet yerini bulduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu kavli Kudûri imam
ebû Yusuf'tan nakletmiştir. Sonra sütrenin genişliğine değil, uzunluğuna
konulacağı bildirilmiştir. Tâ ki dikilmiş gibi olsun. Çizgi de sünnettir.
Nitekim imam Muhammed'den rivayet edilen ikinci kavil de budur. Çünkü ebû Dâvud
hadisinde: «yanında sopa yoksa çizgi çizsin!» buyurulmuştur. Bu hadis zaiftir.
Ama faziletler hususunda onunla amel câizdir. Bundan dolayıdır ki Kemâl bin
Hümâm: «Sünnet tâbi olunmağa daha layıktır.» demiştir, Bununla beraber yerdeki
sütre az çok görünür. Zira maksat hayâl dağılmasın diye onu sütreye
bağlamaktır. Bahır'da ve Münye şerhinde böyle denilmiştir. Hadisi zaif
çıkaranlara imam Ahmed'le ibn Hibbân'ın ve diğer hadis ulemasının onu sahih
kabul ettikleri hatırlatılarak itiraz olunur.
Çizgi uzunluğuna
çizilir. Münye şerhinde kayıt edildiğine göre ebû Dâvud şöyle demiştir:
«Ulemadan bazıları çizginin uzunluğuna çizileceğini, bazıları da genişliğine
hilâl gibi çizileceğini söylemişlerdir.» Nevevî birinci kavlin tercih edildiğini
söylemiş «Ta ki sütrenin gölgesine benzesin» demiştir. T.
T E N B İ H : Bir
kimsenin yanında sütre bulunmazda elbise veya kitap gibi bir şey bulunursa onu
önüne koymak kâfimidir değil midir? Ulema bundan bahis etmemişlerdir. Zâhire
göre kâfidir. Nitekim Kemal bin Hümâm'ın yukarıda gecen ta'lilinden de bu
anlaşılır. Kezâ elbiseyi yayarak üzerinde kılarsa kâfidir. Sonra ulemanın
sözlerinden anlaşıldığına göre sütreyi dikmek mümkünse yere bırakmak kâfi
gelmediği gibi yere koymak mümkünse çizgi çizmek de kâfi değildir.
METİN
Namaz kılan kimse
önünden geceni def eder. Bu ruhsattır; terk edilmesi daha iyidir. Bedâyi.
Bâkani diyor ki: «Önünden geçene vururda ölürse Şâfiî (radıyellahü anha)ye göre
bir şey lazım gelmez. Mezhebimizin kitablarından anlaşıldığına göre bîz buna
muhâlifiz. Def etmek tesbih, âşikâra okumak veya işaretle olur. Bize göre
bundan fazlası yapılmaz. Kuhistâni. Tesbihle işaretin ikisi birden yapılmaz.
Çünkü mekruhtur. Kadın el çarpar. Ama avuçlarını birbirine vurmaz. Erkek el
çarpıp kadın tesbih etse namaz bozulmaz; fakat ikisi de sünneti terk etmiş
olurlar. Tatarhâniye. İmamın sütresi bütün cemâata kâfidir. Önünden geçen kimse
ve yol bulunmazsa sütreyi terk etmek câizdir. Fakat fiili evlâdır.
İZAH
Namaz kılanın
önünde sütre olmayıp önünden biri geçerse yahud sütre ile o kimsenin arasından
biri geçerse onu def eder. Nitekim Hılye ile Bahır'da böyle denilmiştir. Bunun
ifâde ettiği mana geçen kimsenin günahkar olmasıdır. Velev ki sütre bulunmasın.
Tatarhâniye'de bildirildiğine göre geçeni başka bir kimse def ederse ister
namaz içinde ister dışında olsun beis yoktur.
Şâfiîlere göre
önünden geçeni def etmek için vurmaktan başka çâre kalmazsa vurur. Zira
Şâfiîler def etmek için hafif bir çâre aramanın lazım geldiğini
açıklamışlardır. Nitekim saldırganı def etmek için de hafif çare aranır. Bizim
mezhebimiz Şâfiînin kavline muhaliftir. Zira ulemamızın açıkladıklarına göre bu
ruhsattır. Azîmet o kimseye dokunmamaktır. Ruhsat olunca selâmet sıfatiyle
kayıtlıdır. Bunu Rahmetî söylemiştir. Hatta «işaretten fazla bir şey yapılmaz.»
sözleri, ruhsatın işaretten ibaret olduğunu açıkça gösterir. Kavga ve
çarpışmaya aslâ izin verilmemiştir. Gerçi bir hadiste: «Namaz kılan kimse
onunla çarpışsın; çünkü o şeytandır.» Buyurulmuşsa da bu hadis nesih
edilmiştir. (hükmü kalkmıştır.) Zira Zeyleî'de Serahsî'den naklen beyân
olunduğuna göre çarpışma emri islâmın ilk zamanlarına; namazda bir işle meşgul
olmak mubah olduğu zamana hamledilmiştir. Bize göre çarpışmak için izin
verilmediğine göre o kimseyi öldürmek cinayet olur. Ve mûcebi olan kısas veya
diyet lazım gelir.
Aşikara
okumak'dan murad: sesini o anda okuduğundan daha fazla yükseltmektir.
Anlaşılıyor ki bu gizli okunan namaza da şâmildir. Çünkü buna izin verilmiştir.
Binaenaleyh mekruh değildir. Şu da var ki. azıcık âşikara okumak afv
edilmiştir. Mekruh olan, namaz câiz olacak kadar okunandır. Esah kavîl budur.
Nitekim Bahır'ın secde-i sehiv babında açıklanmıştır. Namaz kılan kimse bir
veya iki kelimeyi âşikar okursa maksat hâsıl olur. Mahzurda lazım gelmez.
Önünden geçen
kimseye işaret el ile başla veya gözle yapılır. Bahır. Bu söylenenlerden
fazlası yapılmaz. Binaenaleyh elbisesinden çekilmez.acıtacak şekilde vurulmaz.
Nitekim Kuhistâni'de Timurtâşî'den naklen beyan edilmiştir. Bundan şu hüküm
çıkarılır: Bu hususta amel-i kesîr (çok meşgul olarak) namazı bozar. İki
kavilden birine göre namazda yılan öldürmek bunun gibi değildir. Nitekim
gelecektir. Kadın el çarpar, ama avuçlarını birbirine vurmaz. Belki sağ elinin
parmaklarının sırtını sol elinin içine çarpar. Bahır ve diğer kitaplarda
gayet-ül-beyan'dan naklen böyle denilmiştir. Lâkin bunun vechi açık değildir.
Zira sağ elinin içi ile sol elinin üzerine vurmakta daha az amel vardır. (yani
bu türlü hareket etmesi namaza zararı olmayan amel-i kalildir.) Galiba şârihi ibâreyi
değiştirip kerahet yerini yani iki avucu birbirine çarpmanın mekruh olduğunu
söylemeğe sevk edende budur.
İmamın sütresi
bütün cemâata kâfidir. Şu halde imamın sütresi varsa küçük mescidin kıblesinden
bir kimsenin geçmesi mekruh değildir. Bu umum mesbûkada şâmildir. Bunu
Kuhistâni açıklamıştır. Zahirine bakılırsa o sütre ile iktifa edilir. Velev ki
imamı namazını bitirdikten sonra olsun. Yoksa fâidesi ne olabilir! Ama şöyle
denilebilir: Bunun fâidesi masbûkun müdrik gibi olduğuna tenbihtir. Namaza girmezden
önce sütre dikmesi istenmez. Velev ki imamı selâm verdikten sonra sütresiz
yalnız kılan hükmünde olması lâzım gelsin. Çünkü itibar namaza başladığı
vakittedir. O vakitte bu adam imamının sütresi ile sütreli idi.
Önünden geçen
kimse ve yol bulunmazsa sütreyi terk etmek câizdir. Yani önünden geçecek kimse
bulunmayan bir yerde namaz kılar ve yola doğru dönmüş olmazsa sütreyi terk
etmesi mekruh değildir. Zira sütre dikmek önünden geçenden korunmak içindir.
Bahır sahibi Hılye'den naklen şunları söylemektedir: «Anlaşılıyor ki, evlâ
olan, bu halde dahi sütre kullanmaktır. Velev ki terki mekruh olmasın. Çünkü
sütreden başka bir maksat daha beklenmektedir ki o da sütrenin ötesindeki
şeylere bakmamak ve hayalini sütreye bağlamakla kendini toparlamaktır.»
Fukahanın: «Yola
doğru dönmüş olmazsa» diye kayıtlamaları, umumi yolda namaz kılmak sütreli
olsun sütresiz olsun mekruh olduğu içindir. Zira yol, oradan geçmek için
yapılmıştır. Haksız yere onu meşgul etmek câiz değildir. Nitekim Muhit'te beyan
edilmiştir. Zâhirine bakılırsa buradaki kerahet, kerahet-i tahrimeyedir.
Meselenin tamamı Bahır'dadır.
METİN
METİN
Her sünnet
nâfiledir. Fakat aksi yoktur (yani her nafile sünnet değildir). Vitir namazı,
amelen farz, itikaden vacip, sübûten sünnettir. Ulema bu husustaki rivayetlerin
arasını bu şekilde bulmuşlardır. Bu izaha göre vitiri inkâr eden ikfar olunmaz.
Yani küfre nisbet edilmez. Sabah namazı kılarken vitiri (kılmadığını)
hatırlamak onu bozar. Şartı mevcut ise aksi de öyledir. İmameyn buna
muhaliftir.
İZAH
Vitir veya vetr:
Çiftin zıddı (yâni tek mânâsına) dır. Nâfile lûgatta ziyade demektir. Şeriatta
ise aleyhinize değil, lehimize meşru olan ziyade ibâdettir.T.
«Her sünnet
nafiledir.» Bu bâptan önce mekruhlar bahsinin sonunda sünneti. müekkede ve
gayri müekkede kısımlarına ayırmış; bunu abdestin sünnetleri bâbında dahi
anlatmıştık. Bunların hepsine nâfile adı verilir. Çünkü farzı tekmil için
ziyade edilmişlerdir. Şârihin muradı başlıkta açık olarak sünnet tabirini
kullanmadığı için özür dilemektir. Çünkü bu bap ayni zamanda sünnetleri de
beyan için tahsis edilmiştir.
«Aksi yoktur.»
ifâdesinden murad; lügat itibariyle aksi yoktur demektir. Çünkü fıkıh mantıkî
kâideler üzerinde durmaktan uzaktır. Maksat her nâfile sünnet değildir demektir.
Zira aynen kılınması istenmiş olmayan namaz nâfiledir: fakat sünnet değildir.
Ayni istenilen namaz böyle değildir. Meselâ: Gece namazı, kuşluk namazı aynen
istenilen namazlardır (ve sünnettirler).
Amelen farz
demek, yapılması farz yani fiil hususunda kendisine farz muamelesi yapılır;
terk eden günahkâr olur. Yapılmazsa ondan sonraki de câiz olmaz; tertibi ve
kazâsı vaciptir demektir.
Bilmelisin ki
farz, biri amelî ve ilmî diğeri, yalnız amelî olmak üzere iki nevidir.
Hem amelî hem
ilmi olan farz beş vaktin farzları gibidir, Bunlar amel cihetinden farzdırlar.
Terk edilmeleri helâl değildir. Bunların fevti ile cevaz da fevt olur. Yani
bunlardan biri terk edilirse o kaza edilmedikçe sonraki kılınamaz. İlim ve
itikad cihetinden de farzdırlar. Yani farz olduklarına inanmak lazımdır.
İnanmayan kâfir olur.
Yalnız amelen
farz vitir namazı gibidir. Vitir namazı söylediğimiz gibi yalnız amel
cihetinden farzdır. İlmen farz değildir. Yani itikad edilmesi farz değildir.
Hatta onu inkâr eden kâfir sayılmaz. Çünkü delili zannîdir. Vitirde birde
ihtilaf şübhesi vardır. Onun için vitir namazına vacip adı verilmiştir. Bunun
bir örneği de başın dörtte birine mesh etmektir. Zira kati olan delil meshin
aslını ifâde etmiştir. Dörtte bir miktarı ise zannidir. Lâkin müçtehide göre
onun zanni delilini tercih ettirecek bir sebep bulunmuştur. Bu sebeple o
kat'iye yaklaşmıştır. Ve müçtehid ona ameli farz adını vermiştir. Şu mânâya ki:
Yapılması lazımdır. Hatta terk ederde meselâ: Bir kıla mesh yaparsa bununla
cevaz fevt olur. (o abdestle namaz kılmak caiz olmaz.) Ama dörtte bir miktarı
ilmen farz değildir. Hatta bunu inkâr eden kâfir olmaz. Meshin aslını inkâr
etmek böyle değildir. Bununla anlaşılır ki vacip dahi iki kısımdır. Çünkü kat'î
olmayan bu farza vacip denildiği gibi amelde bundan aşağı, sünnetten yukarı
olana da vacip denilir ki, o da yapılmadığı takdirde cevaz fevt olmayandır.
Meselâ: Namazda fatihayı okumak, vitirin kunutu ve bayram tekbirleri, ve
secde-i sehiv ile tamamlanan vaciplerin ekserisi bu kabildendir. Bazen vâcip
tabiri kati farz mânâsında da kullanılır. Nitekim bunu Telvihten naklen
abdestin farzları bâbında arz etmiştik. Oraya müracâat edebilirsin.
«İtikaden vacip»
ten murad: inanılması vaciptir demektir. Ulemanın sözlerinden anlaşıldığına
göre vitirin vacip bir namaz olduğuna inanmak vaciptir. Çünkü inanmak vacip
olmasa, fiilinin vacip olması mümkün değildir. Vacip olduğuna inanmadığı bir
şeyi yapmak kimseye vacip olamaz. Onun içindir ki, İmameynin: «Vitir namazı
sünnettir. Fakat kazası vaciptir.» Sözleri müşkil sayılmıştır. Nitekim
gelecektir. Usul fıkıh ulemasının vacip hakkında: «Vacibin hükmü yakînen
bilerek değil, amelen lazım gelmektir.» Demeleri de buna delâlet eder.
«Yakînen» tabiri vacibin hükmünün amelen ve zannî şekilde bilerek lazım
gelmesini ifade eder. Binaenaleyh o kimsenin bunun zannî yani vacip olduğunu
bilmesi lazım gelir. Aksi takdirde usul fıkıh ulemasının «yakînen» demeleri
hükümsüz kalır. O zaman Zeyleî'nin: «Hanefî bir kimsenin vacip olduğunu itikâd
etmesi icap etmez.» sözü müşkil kalır. Meğer ki: «Murad farz olmadığını
anlatmaktır. Hatta vacip olduğuna inanmayan kâfir olmaz.» şeklinde cevap
verile. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle vacip kelimesi farz mânâsında da
kullanılır.
«Sübûten
sünnet»dir ifâdesinin mânâsı: Vitirin sübûtu Kur'an ile değil, sünnet
yoluyladır demektir. Bu sünnet, Rasûlüllah (s.a.v.)'in şu hadisi şerifidir:
«Vitir haktır. Vitir namazını kılmayan benden değildir. Bunu üç defa
tekrarladı» hadisi Ebû Davud ile Hâkim rivâyet etmiş; Hâk'im onu sahihlemiştir.
Vitirin bir delil'i de: «Sabahlamadan vitiri kılın!» hadisidir. Bunu Müslim
rivâyet etmiştir. Emir vücûp ifâde eder. Meselenin tamâmı Münye şerhindedir.
«Bu husustaki
rivâyetler»den murad: İmam A'zam'dan rivâyet edilen üç kavildir. Çünkü İmam
A'zam'dan vitirin hem farz hem vacip hem de sünnet olduğu rivâyet edilmiştir.
Rivâyetlerin arasını bulmak ayırmaktan evlâdır. Bu suretle bütün rivâyetler
vâcibte karar kılınmışlardır ki, Kenz ve diğer kitablarda tercih edilen budur.
Bahır sahibi:
«İmam-ı A'zam'ın en son sözü vitirin vacip olmasıdır.» demiştir. Muhit'te
«sahih olan budur.» denilmiş; Hâniye'de sahih yerine esah tabiri
kullanılmıştır.
Mebsût'ta da:
«İmam-ı A'zam'ın mezhebinden zâhir olan budur.» denilmiştir Mebsut sahibi
bundan sonra şunu söylemiştir: «İmameyne göre ise vitir namazı amel, itikad ve
delil yönünden sünnettir. Lâkin sair vakit sünnetlerinden daha kuvvetlidir»
«Bu izaha göre»
yani rivâyetlerin arası bu şekilde bulunduğuna göre vitiri inkar eden kâfir
sayılmaz. Çünkü farz rivâyeti hakiki farz mânâsına alınırsa vitiri inkâr edenin
kâfir olması lâzım gelir. Vacip rivâyeti hakiki vacip (yani yapılmazsa başkası
da câiz olmaz. Ama farz muamelesi görür.) mânâsına alınırsa sabah namazı
kılarken vitiri kılmadığını hatırlamakla namazın bozulmaması lazım gelir. Sünnet
rivâyeti hakiki sünnet mânâsına alınırsa vitirin kaza edilmemesi ve kezâ
oturarak ve hayvan üzerinde kılınabilmesi lazım gelir.
Musannıf buna
tefrî' ettiği sözünde letfü neşir-i mürettep yapmıştır. Anlayıver!
Vitrin aslını
inkâr eden bil-ittifak tekfir edilmez. Çünkü tekfir edilmek sünnet ve vâcip
olan bir şeye lazımdır. Nitekim feth-ul-kadir'de açıklanmıştır.
Ben derim ki:
Maksat mükemmel bir terbiye ile inkardır. Meselâ: delil şübhesinden veya bir
nevi te'vilden dolayı olmalı; Bu takdirde ileride gelecek: «Sünnetleri terk
eden kimse onların hak olduğuna inanırsa günahkâr, inanmazsa kâfir olur.» Sözü
buna aykırı değildir. Çünkü ulema küfrü. tahkir ederek bırakmakla
illetlendirmişlerdir. Nitekim bu sözü Bahır sahibi Tecnis, Nevâzil ve Muhîte
isnâd etmiştir. Birde Münye şerhinde: «Vitiri inkâr eden kâfir olmaz. Meğer ki
onu tahkir edip, sünnetler bahsinde geçen mânâya göre hak olduğuna inanmaya!»
denilmiştir. Sünnetler bahsinde geçen mânâdan murad: «Bu peygamber (s.a.v.)'in
işlediği bir fiildir, ama ben onu yapmıyorum.» demektir. Sonra bilmelisin ki,
Eşbah'ta: «Vitirin aslını ve kurbanı inkâr eden kâfir olur.» denilmiştir. Bu
sözün bir misli de Kınye'dedir. Bundan anlaşılan burada murad vitirin vacip
olduğunu inkardır. Bunu Zeyleî'nin ta'lilide te'yid etmektedir. Zeyleî: «Çünkü
haber-i vâhidle sabit olmuştur». diye ta'lilde bulunmuştur. Haber-i vâhidle
sâbit olan vitirin aslı değil, vücûbidir. Aslı icmâ-i ümmetle sâbit ve dinden
olduğu bizzarura malumdur.
Şâfiilerden bazı
muhakkıkların beyânına göre beş vaktin sünnetlerinin veya bayram namazlarının
meşru olduğunu inkar eden kimse kâfir olur. Çünkü bunların dinden olduğu
bizzarura malumdur. İleride görüleceği vecihle sabah namazının sünnetini inkar
edenin küfründen korkulur.
Ben derim ki: Her
halde maksad bir nevi tevil ile inkar olacaktır. Yoksa onun meşru olduğunda
hilâf yoktur. Tahrir'in icmâ bâbında açıklanmıştır ki, kat'i icmaın hükmünü
inkar eden hanefilerle bir taifeye göre tekfir edilir. Bir tâife ise tekfir
edilmeyeceğini söylemişlerdir. Yine orada izah edildiğine göre zarurat-ı
diniyeden olan bir şeyi inkar eden tekfir edilir. Zarurâtı diniyeden değilse
tekfir edilmez. Zaruratı diniye havâs ve avâm herkesin dinden olduğunu bildiği
şeylerdir.
ALLAH'ın
birliğine, peygambere,.beş vakit namazın farz olduğuna inanmanın farz olması bu
kabildendir. Zarurâtı diniyeden olmayanlar Arafatta vakfeden evvel cinsi
münasebetle haccın bozulması, caddeye mirastan altıda bir hisse verilmesi gibi
şeylerdir ki, bunları yalnız havas bilir; (avam bilmezler.) Şüphesiz bahsettiğimiz
vitrin meşru olması ve benzerleri havâs ve avâmın bizzarura dinden olduğunu
bildiği şeylerdendir. Binaenaleyh te'vil edilmedikçe inkar edenin kâfir
olduğuna kesin hüküm vermek gerekir. Bunları terk etmek başkadır. Yukarıda
geçtiği gibi tahkir ve alay için terk eden kâfir olur. Tahkir için değil de
tenbellik veya fâsıklık gibi bir sebebten terk eden kâfir olmaz. Benim
anladığım budur. ALLAHu Âlem.
«Şartı mevcut ise
aksi de öyledir » İfâdesinden murad: Vakit dar olmamak, kazaya kalanlar aftı
vakti bulmamâk gibi şartı mevcut ise aksi yani sabah namazı kılarken farz
namâzını hatırlaması da namazı bozar. demektir. H.
Unutmamak burada
sahih değildir. Çünkü meselemiz sabah namazı kılarken vitiri kılmadığını yahud
vitiri kılarken sabah namazını kılmadığını hatırladığına göre kurulmuştur. Bunu
Rahmetî söylemiştir. Anla! «İmameyn buna muhaliftir.» Onlar namazın bozulduğuna
hüküm etmezler. Zira onlara göre vitir namazı sünnettir. T.
METİN
Lâkin vitir kaza
edilir. Oturarak veya hayvan üzerinde kılınması bilittifak sahih değildir.
Vitir namazı akşam gibi bir selâmla üç rekat kılınır. Hatta oturmayı unutsa
geri dönüp oturmaz. Oturursa namazın bozulması gerekir. Nitekim gelecektir.
Fakat vitirin her rekatında fâtihayı ve ihtiyatan bir sureyi okur. Sünnet vecihle
kıraat üç sureyi okumaktır. Muavazateyni ziyâde etmeyi cumhur tercih
etmemişlerdir. Evvelce geçtiği vecihle üçüncü rekatının rükûundan önce ellerini
kaldırarak tekbir alır. Sonra ellerini bağlar. Bazıları dua eder gibi
tutacağını söylemişlerdir. Ve orada kunut okur.
İZAH
«Lâkin vitir kaza
edilir.» İmam-ı A'zam'ın kavline göre bu istidrâke lüzum yoktur. Ancak Şarih
yukarıda hilâfı zikir ettikten sonra «bilittifak sahih değildir.» dediğine
bakarak buna lüzum görmüştür. Yani vitir namazını kaza etmek bilittifak
vaciptir. İmam A'zam'a göre vacip olması meydandadır. İmameynden nakledilen
zâhir rivâyete göre de vaciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Her kim vitir
namazını kılmadan uyur veya unutursa hatırladığı zaman onu kılsın!»
buyurmuştur. Nitekim Muhit'ten naklen Bahır'da da böyle denilmiştir. Fetih ve
Nehir sâhipleri bunu müşkil saymış ve: «Kazanın vacip olması edânın vacip
olmasından ileri gelir.» demişlerdir. Bahır sahibi buna muhitten nakl ettiği
hadisle cevap vermiştir.
Ben derim ki: Bu
cevabın söz götürdüğü âşikardır. Zira hadisin kazanın vâcip olmasına delâleti
eşkâli kuvvetlendirir. Ancak şöyle cevap verilebilir: İmameyne göre vitirin
sünnet olduğuna delil sabit olunca onunla amel etmişler; kazası lazım geldiğine
delil sabit olunca nassa tâbi olarak onunla da amel etmişlerdir; velev ki
kıyase muhâlif olsun.
Vitirin hayvan
üzerinde kılınması sahih değildir. Çünkü özür yokken vacipler hayvan üzerinde
kılınamaz. İmameyne göre vitir namazı sünnettir; lâkin sahih rivâyete göre
peygamber (s.a.v.) geceleyin özürsüz olarak hayvan üzerinde nâfile namaz kılar;
vitir namazına sıra gelince inerek onu yerde kılarmış. Bunu Bahır sâhibi
Muhit'ten nakl etmiştir. Oturarak kılmakta hayvan üzerinde kılmak gibidir.
Bu üç mesele
ittifakîdir. H.
Hilaf beş
meselededir ki, onlar da:
1 - Farz kılarken
vitiri hatırlamak,
2 - Vitiri
kılarken farzı hatırlamak,
3 - Fecir
doğduktan sonra vitirin kazası,
4 - İkindi
namazından sonra vitirin kazası,
5 - ve yatsı
bozuldukta vitirin kazasıdır. Hazâin.
Yani vitir
sünnettir diyenlere göre hatırlamakla vitirin ve farzın bozulması lazım
gelmediği gibi zikir edilen iki vakitte kaza da edilmez. ve yatsı namazı
bozulursa vitirsiz kaza edilir.
«Akşam namazı
gibi» ifâdesi vitirin ilk oturuşunun vacip olduğunu gösterir ve tahiyyattan sonrasalavât
okunmayacağına delalet eder. T. Vitir akşam namazı gibi olduğu içindir ki. bir
kimse ilk oturuşu unutsa dönüp oturmaz. Nâfile namaz gibi olsa idi kalktığı
rekatın secdesine varmadıkça dönerdi. Çünkü nâfilenin her iki rekatı ayrı bir
namazdır. T.
«Oturursa namazın
bozulması gerekir.» Meselesi secde-i sehiv babında gelecektir. Lâkin şârih
orada namazın bozulmadığını tercih etmiş ve bahır'dan bunun hak olduğunu nakl
eylemiştir. Vitirin her rekatında sure okumak ihtiyat içindir. Çünkü vacip
sünnetle farz arasında tereddüt etmektedir. Sünnet olmasına bakılırsa her
rekatında kırâat vacibtir. Farz olmasına bakılırsa her rekatında kıraat vacip
değildir. İhtiyatan her rekatında okunur. Münye şerhi.
Üç sureden murad:
E'lâ, Kâfirun ve ihlâs sureleridir. Lâkin Nihâye'de bildirildiğine göre devam
üzere bu üç sureyi tayin, bazı kimselerin bunları okumak vacip itikad etmesine
sebep olur ki. bu câiz değildir. Ama hadislerle bildirilen sureleri devam
etmemek şartiyle bazen okursa eyi olur. Bahır.
Bu yalnız imam hakkında
mıdır. Yoksa değil midir? bu hususta imamlık bâbından az önce söz etmiştik.
Muavazateyni
ziyâde meselesine gelince: Bu üçüncü rekatta ihlas suresinden sonradır.
Bahır'da Hılye'den naklen şöyle denilmiştir: «Sünende ve diğer kitablarda
muavazateynin ziyade edildiği bildirilmişse de bunu imam Ahmed'le ibn Maîn red
etmiş; ekser ulema dahi kabul etmemişlerdir. Nitekim Tirmizî beyân etmiştîr.»
İftîtah tekbirinde olduğu gibi kunut tekbirinde de ellerini kulaklarına kadar
kaldırmak sünnettir. İmdat'da Mecma-ar-Rivâyat'tan naklen bildirildiği gibi el
kaldırmak vakit içinde kılınırsa sünnettir. Vitir namazı halk arasında kaza
edilirse yaptığı kusuru başkaları bilmesin diye ellerini kaldırmaz.
Tekbirden sonra
kırâat halinde olduğu gibi ellerini bağlar. H. Bazıları dua eder gibi
tutacağını söylemişlerdir. Yani İmam Ebu Yusuf'tan bir rivâyete göre ellerini
göğsü hizasına kaldırır; içlerini gök yüzüne çevirir. İmdâd. Anlaşılan bu
rivâyete göre dua bitinceye kadar ellerini o vaziyette tutar.
«Ve orada kunut
okur.» İfâdesinden murad: Rükûdan önce okur demektir. İmam A'zam'a göre vacip
olan kunutun hakikatı hususunda ulema ihtilaf etmişlerdir. Müçtebâ'da nakl
edildiğine göre bu dua değil, uzun zaman ayakta durmaktır. Fetevâ-i Süğra'da
bunun aksi ifâde edilmiştir ki. Bohır sahibi «bunun sahih kabul edilmesi
gerekir.» demiştir. El müğrip nâm eserde: «Meşhur olan kavl budur.
Kunut duası
denilmesi beyân izâfetidir.» denilmiştir. İmdâd'da dahi bunun gibi bir ibâre
vârdır. Sonra vitirdeki hilâf gibi kunut da İmam A'zam'a göre vacip, imameyne
göre sünnettir, Nitekim Bahır ve Bedâyi'de de böyle denilmiştir. Lâkin
Gurer-ül-efkâr nâm eserden bize göre kunutun hilâfsız vacip olduğu anlaşılıyor.
Orada şöyle denilmektedir: «Kunut bize göre vacip, İmam Malîk'e göre müstehap,
Şâfii'ye göre caiziyetten, İmam Ahmed'e göre ise sünmettir.»
METİN
Kunutta meşhur
duayı okumak ve peygamberimize salavat getirmek sünnettir. Bununla fetva
verilir. Duada ki cid kelimesi sahihtir.
ve hak
mânâsınadır. Mülhık kelimesi katılır mânâsına, Nahfidü de koşarız manasına
gelir. Bu kelimeyi nahfizü şeklinde okursa namaz bozulur. Hâniye. Her halde
namazın bozulması bu şekilde kelime mühmel (terk edilmiş) olduğu içindir. Kunut
duasını esah kavle göre mutlak surette gizli okur. Velev ki imam olsun. Çünkü hadisi
şerifte:
«Duanın en
hayırlısı gizli okunandır.» Buyurulmuştur.
İZAH
Kunutta meşhur
Allahümme inna nastaînüke duasını okumanın sünnet olduğunu namazın vacipleri
babında Nehir'den naklen beyan etmiştik. Bahır'da Kerhî'den naklen kunutta
muayyen dua olmadığı bildirilmiştir. Çünkü eshabı kiramdan muhtelif dualar
rivâyet olunmuştur. Birde muayyen olan dua kalbin mesasiyetini giderir.
Üsbicabi bu
kavlin zahir rivâye olduğunu söylemiştir. Bazıları: «maksad, Allahümme innâ
nastaînüke'den başka kunutta muayyen dua yoktur.» şeklinde yorumda bulunmuş;
bir takımları da muayyen duanın efdal olduğunu söylemişlerdir.
Münye şârihi
mes'sür dua ile teberrük için bunu tercih etmiştir. Öyle görünüyor ki, ikinci
ve üçüncü kaviller birdir. Bunların hulâsası zâhir rivâyeti me'sür olmayan
dualarla kayıtlamaktır. Nitekim Zeyleî'nin sözü bunu ifâde ediyor.
Münye şerhinde:
«Sahih kavil me'sür dualardan başkası tâyin edilmemektir. Çünkü eshâbı Kiram
buna ittifak etmişlerdir. Bir de tâyin edilmezse çok defa insanın diline insan
sözüne benzer sözler geliverir.» denilmiştir. Bundan sonra Allahümme innâ
nestaînüke'nin muhtelif lafızlarla rivâyet edildiği gösterilmiş; sonra şöyle
denilmiştir:
«Evlâ olan buna:
Allahümmehdinî... duasını eklemektir. Bunların ikisinden başka kunutta muayyen
dua yoktur.»'Kunut dualarından biri İbn Ömer'den rivâyet edilendir. Hazreti
Abdullah bin Ömer: «İnne azâbeke bilküffâri mülhik» cümlesini «inne azâbeke-I
cidde bilküffâri mülhik» şeklinde okur ve şöyle devam edermiş
«Allahümmeğfir
lil mü'minine vel mü'minât vel müslimine vel müslimât, ve ellîf beyne
kulûbihim. Ve eslih zâte beynihîm Vensurhüm alâ adüvvike ve adüvvihim.
Allahümmel'an keferat-el-kitâp ellezîine yükezzibûne rasüluke ve yükâtilûne
evliyâeke. Allahümme hâlif beyne kalimetihim ve zelzil ekdâmehüm ve enzil
cleyhim be'sekellezi lâ yüredde an kavm-il-mücrimin.
Ey Allahım! Erkek
ve kadın mü'minleri, erkek ve kadın müslimleri, afv et! Aralarını yatıştır.
Kalblerini birleştir. Senin ve onların düşmanına karşı kendilerine yardım et!
Ey Allahım! Rasûlünü yalanlayan, velilerinle harp eden kitap kâfirlerine lânet
et! Ey Allahım! Onların aralarını boz! Ayaklarım tutundurma! mücrimlerden
kimsenin red edemediği azâbını tepelerine indir!.
Kunut dualarından
biride dört hadis imamının tahric ettiği ve Tirmizî'nin «hasen» dediği şu
duadır: Peygamber (s.a.v.) vitirinin sonunda: «Allahümme inni eûzii biridâke
min sahtike ve bimaa feinneke min akûbetike ve eûzübike minke. Lâ uhzî senûü
aleyke. Ente kemâ âteyte alâ nefsike».
«Ey Allahım! Ben
senin hışmından senin rızânı, azâbından affını ve senden sana sığınırım.
Seniövmekle bitiremem. Sen kendini nasıl övdü isen öylesin!»
Duasını ve bundan
maadâ insan sözüne benzemeyen duaları okurdu Kunut duasını bilmeyen «Rabbenâ
âtinâ fiddünya haseneten...» âyetini okur. Ebu-l-Leys üç defa «Allahümmeğfirli»
(yârabbi beni affet) denileceğini, bazıları yalnız «yârabbi» sözünün üç defa
tekrarlanacağını söylemişlerdir. Bunu Zahîre sahibi bildirmiştir.
Ben derim ki: Bu
şunu ifâde eder: Bahır'da «Kerhî'nin beyânına göre kunutta ayakta durmanın
miktarı İzessemâi suresini okuyacak kadardır. Asıl nâm kitabta da böyle
denilmiştir.» Sözü efdali beyam dır; yahud «kunutta vacip olan dua değil. uzun
zaman ayakta durmaktır.» diyenlerin kavline göre söylenmiştir.
Şunu da
söyleyelim ki: Hılye'de bildirildiğine göre yukarıda geçen: «Peygamber (s.a.v.)
vitrinin sonunda: Allahümme innî eûzü biridâke min sahtike ilh... derdi.»
İfâdesi Nesâî'nin bazı rivâyetlerinde: «Bunu namazını bitirip yatmağa
hazırlandığı vakit söylerdi.» şeklindedir.
Kunut duasındaki
«Cid» kelimesi sahihtir. Bu hususta Hılye'de şöyle denilmiştir: «İnne azâbeke
el cidde bil küffâri mülhik» cümlesinde ki «cidd» kelimesi Tahavî'nin
rivâyetinde vardır. Bahır'da dahi bu kelimenin ebû Davud'un mürsellerinde
mevcud olduğu bildirilmiştir. Bu suretle Şumunnî'nin Nikâye şerhinde «bu
kelimeyi söylememelidir.» demesi red edilmiş olur. «Mulhik» kelimesi katılır
mânâsınadır. Meşhur olan budur. Bir çokları esah kavil bu olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları «Mülhak» okunacağını iddia etmişlerdir. Bunu ibn
Kuteybe ve başkaları zikir etmişlerdir. Hatta cevheri doğrusunun bu olduğunu
söylemiştir. Hılye'de de böyle denilmiştir.
Ben derim ki:
Kâmusta: «Mülhak» okumak daha güzeldir yahud doğrusu budur.» denilmiştir.
Şurunbulâliye'de
bildirildiğine göre «mutarizzi» (şübhesiz senin âzabın kâfirlere lâh'ik
olacaktır. mânâsına gelen) İnne âzâbeke bilküffâri mülhik cümlesine: «Senin
âzabın fâsıkları kâfirlere katar.» Mânâsı verilmesini sahih bulmuştur.
Mutarazzî Zemahşerî'nin tilmizi olup el-mü'rep adlı lügatın sahibidir. Kendisi
mütezile fırkasındandır. Mütezilenin fâsid mezhebine göre âsi mü'minler
kâfirler gibi cehennemde ebedî kalacaklardır. Bu kavli sahih bulması ihtimal ki
bundandır.
«Esah kavle göre
kunut duasını mutlak surette gizli okur.» Muhitte de böyle denilmiş; Hidâye'de:
«Muhtar olan kavil budur.» denilmiştir. Bu kavlin mukabili «Âşikâr okunur.»
diyenlerin sözüdür. Zahire'de şöyle denilmiştir: «Ulema Acem memleketlerinde
imamın kunut duasını âşikara okumasını münasip görmüşlerdir. Tâ ki cemaat duayı
öğrensinler. Bazıları tafsilata gitmiş; Cemaat duayı bilirse imamın gizli
okuması, bilmezse âşikara okuması evlâ olduğunu söylemişlerdir.»
Ben derim ki: Bu
tafsilat öncekinden hâric bir şey değildir. Münye'de: «Âşikara okunmasını
tercih eden, onun namazdaki kıraattan daha aşağı sesle okunacağını
söylemiştir.» denilmektedir.
«Velev ki imam
olsun.» Bu hususta Hazâin'de şöyle deniliyor: «İmam olsun, cemâat veya yalnız
olsun, edâ kılsın kaza kılsın, ramazanda olsun başka aylarda olsun kunut
duasını gizli okur.»
«Duanın en
hayırlısı gizli okunanıdır.» Hadisi gizli okumanın vacip olmadığını
göstermektedir. T.
METİN
Vitir namazında:
Namazı selâmla ayırmamışsa meselâ: Şâfii bir imama uymak sahihtir. Esah kavle
göre uyan kimsenin itikadınca imamdan namazı bozacak bir şey tahakkuk etmemek
partiyle başka namazlarda muhalif mezhebin imamına uymak evleviyette kalır.
Nitekim Bahır'da izah olunmuştur. Namazı selamla ayırırsa câiz değildir. Her
ikisinde esah kavil budur. Çünkü itikad ayrı olsa da niyette birlik vardır.
Onun için bayram namazlarında olduğu yalnız vitire niyet eder. «Vacip olan
vitire demez.» Zira bayramlarda ihtilaf vardır.
İZAH
Başka namazlarda
muhalif mezhebin imamına uymanın evleviyette kılması şöyle izah olunur. Farz ve
nâfile namazda niyet birdir. Fakat vitirde böyle değildir. Onda niyet ayrıdır.
T. Çünkü imamı ona sünnet diye niyet eder. Muhalif mezhebin imamına uymak için
uyan kimsenin itikadınca imamdan namazı bozacak bir hal tahakkuk etmemek
şarttır. İmamın kan aldırıp ortadan kayıp olduğunu görse esah kavle göre ona
uyması sahih olur. Çünkü ihtiyatan abdest almış olması câizdir. İmama hüsn
zanda bulunmak evlâdır. Bunu Zâhidî'den naklen Bahır sâhibi söylemiştir. Bahır
sahibinin bu hususta izahatı şöyledir: Hâsılı, imama uyan kimse imamın mezhebimiz
hakkında ihtiyat gösterdiğini bilirse ona uymakta kerahet yoktur. İhtiyat
göstermediğini bitirse uymak sahih değildir. Hiç bir şey bilmezse uyması
mekruhtur. Hidâye'nin zâhirinden anlaşıldığına göre itibar uyanın itikadınadır.
İmamın itikadına itibar yoktur. Hatta Şâfii bir imamın kadına dokunduğunu ve
abdest almadığını gördüğü halde ona uysa ekser ulemaya göre caizdir. Esah olan
kavil de budur. Nitekim Feth-ull-Kadir'de ve başka kitablarda böyle
denilmiştir. Hindvânî'de şunları söylemiştir: «Bir cemâat bunu câiz
görmemiştir. Nihâye sahibi bunu kıyasa daha uygun görerek tercih etmiştir.
Çünkü o kimsenin itikadınca imam namaz kılmamıştır. asıl olan imamdır.
Binaenaleyh ona uymak sahih değildir. Ama bu kavil red edilmiş: «İmama uyan
hakkında muteber olan kendi reyidir. Başkasının reyi değildir. Birde imamın
halini taklide yormak gerekir, Tâki bunu kasten yaptı ise itikadınca abdestsiz
namaz kılmakla ona uymanın haram olması lazım gelmesin.» denilmiştir.
Nehir sahibi:
«Hindvânî'nin kavline göre ihtiyat göstermese bile uymak câizdir.» demiştir. Bu
sözün zâhirine bakılırsa imam bazı şartları bıraksa bile bize göre ona uymak
câizdir. Lâkin Allâme Nuh efendinin beyanına göre câiz olup olmamak hususunda
uyan kimsenin reyine itibar edileceği bilittifak sabittir. Yukarıda geçen hilâf
imamın reyi de itibara alınıp alınmayacağı hususundadır. Binaenaleyh Hanefî bir
kimse. Şâfiî olan imamın elbisesinde meni görse ona uyması bilittifak câiz
olmaz. Az necâset görürse cumhura göre uyması caizdir. Bazıları câiz olmadığını
söylemişlerdir. Zira bu necaset imamın reyine göre namaza mânidir. Muteber olan
her ikisinin reyleridir. Bu izah söz götürür. Az ileride görülecektir. Muhalif
mezhebin imamına uyma meselelerinin kalanını imamlık bahsinde izah ettik.
«Meselâ: Şâfiî
bir imama» ifâdesinde imameynin kavlini tercih edenler dahildir. Kezâ vitir
namazı sünnettir diyen herkes dahildir. «Her ikisinde esah kavil budur.»
İfâdesinden murad: Gerek aslen vitir namazında şâfiiye uymak gerekse namazı
selamla bölmemenin şart kılınması hususundaesah kavil budur demektir.
İrşad sahibi buna
muhalefet ederek: «Ulemamızın ittifakiyle vitirde Şâfiiye uymak asla câiz
değildir. Çünkü bu farz kılanın nâfile kılana uymasıdır.» demiştir. Razî'nin
sözü de muhaliftir. O: «İmam vitiri selâmla ayırsa bile ona uymak câizdir.
Vitirin kalanını da onunla kılar. Çünkü onun itikadına göre selam vermekle
namazdan çıkmamıştır. Mesela içtihadi meselelerdendir. Nitekim burnu kanayan
imama uymakda böyledir.» demektedir.
Ben derim ki :
Selam vermekle namazdan çıkmaz.» Sözü, selam vermesi vitirini bozmaz; çünkü
sonra kıldığı da vitirden hesap edilir ve sanki namazdan çıkmamış gibidir.
Mânâsınadır. Bu söz Hindvânî'nin sözüne ibtina eder. Hindvânî'nin sözünün
muktezası yalnız imamın reyi itibara alınmaktır. Bu az yukarıda Nuh efendiden
nakl ettiklerimize aykırıdır.
«Çünkü itikad
ayrı olsa da niyette birlik vardır.» İfâdesi imama uymanın sahih olduğunun
illeti ve irşaddan nakl edilen sözü reddir. Zira feteva sahibleri İbn Fazıldan
uymanın sahih olduğunu nakl etmişlerdir. Çünkü imamla cemâatın ikiside vitire
niyet etmeğe muhtaçtırlar. Binaenaleyh namazın sıfatı hakkındaki itikadın
değişikliği hükümsüz bırakılmış; sâdece niyette birlik itibara alınmıştır.
Feth-ul-kadîr sahibi bunu müşkil bulmuştur. Zira farz kılanın nâfile kılana
uyması demektir. Velev ki niyet ederken sünnet veya vacip sıfatı hatırına
gelmeyip sırf vitire niyet etsin. Nitekim Tecnisin mutlak ifâdesinden
anlaşılanda budur. Zira onun itikadında nafile olduğu kararlaşmıştır. Bahır
sahibi feth-ul-Kadir'in sözünü yine Tecniste açıklanan: «İmam Vitire sünnettir
diye niyetlenirse ona uymak caizdir. Nasıl ki bir kimse rükû sünnettir diyenin
arkasında onunla namazını kılsa câiz olur. Tetavvu' niyetle kılmış olsa câiz
olmazdı. Çünkü farz kılanın nâfile kılana uymasıdır.» ifâdesiyle red etmiştir.
Şârih vitirin selamla ayrılmaması şartını ta'lilden bahis etmemiş; evvelce
zikir ettiği «esah olan imama uyanın itikadına itibar etmektir.» Sözünün
işâreti ile yetinmiştir. İmama uyanın itikadınca selâm vermek namazı bozar. Şu
halde uyması da fâsiddir. Velev ki beraberce namaza başlaması sahih olsun.
Çünkü başlangıçta buna mâni yoktur. Nitekim Halebî'de böyle demiştir. «Vacip
olan vitire demez.» İfâdesinden «vâcip diye tâyin lazım değildir.» Mânası
anlaşılmalıdır. Yoksa «bundan men edilmiştir.» Mânâsı çıkarılmamalıdır. Çünkü
namaz kılan kimse Hanefî ise itikadına uysun diye vücûbe niyet etmelidir.
Değilse bu şekilde niyet ona zarar etmez. Bahır.
«Zira bayramlarda
ihtilaf vardır.» Bu ihtilâf bayram namazlarının vacip veya sünnet olması
hususundadır.
METİN
İmama uyan kimse
vitirin kunutunu okur. Şâfiî imama uymuşsa rükû'dan sonra okur. Çünkü bu
içtihad yeridir. Sabah namazının kunutunu okumaz. Zira nesh edilmiştir. Sabah
namazında en mâkul kavle göre ellerini salarak ayakta durur ve susar. Kunutu
unuturda rükûda hatırlarsa rükûda okumaz. Çünkü yeri geçmiştir. Esah kavle göre
kıyâme de dönmez. Çünkü bunda vacip için farzı terk etmek vardır.
İZAH
İmama uyan kimse
vitirin kunutunu okur. Bu mesele aşağıda gelecek beş meseleden biridir ki,
bunları imam yaparsa cemaat olan da yapar. Musannıfın Kenze tâbi olarak tâkip
ettiği yol muhtar olan yoldur. Nitekim Muhit'ten naklen Bahır'da da böyle
denilmiştir. Muhit'in ibâresi gibi: «İmam Ebû Yusuf İmama uyan kimsenin okuması
da sünnettir. Demiştir ki, muhtar olan kavil budur. Çünkü kunutta sair dualar
gibi bir duadır.
İmam Muhammed,
okumaz. belki ihtiyatan sâdece âmin der. Çünkü kunutun Kur'an olmak şübhesi
vardır. demiştir» şeklindedir. Bu sözün kunutun cemâat hakkında vacip değil,
sünnet olduğunu beyan hususunda acıktır. Meğer ki evvelce Bahır'dan naklen
geçtiği vecihle kunut imameyne göre sünnettir. Sözü üzerine binâ edilmiş olâ.
Şâfiî imama uyan
hanefî bir kimse istiâne duasını okur. Kendi mezhebinin duâsı olan hidâyet
duasını okumaz. Çünkü imama tâbi olmak mutlak surette kunuttadır. Okunacak dua
hususunda değildir. Nitekim bunu Şeyh Ebus-s-Suûd Abdulhay'dan naklen beyân
etmiştir. Velev ki Şurunbulâliye'de tevekkuf edilmiş olsun.
İçtihad yerinden
maksad ne olduğunu namazın vacipleri bahsinin sonunda beyân etmiştik. Orada
içtihad yerlerine misal olarak selâmdan önce secde-i sehiv yapmayı, bayram
tekbirlerim üçden ziyâde almayı ve rükûdan sonra vitirin kunutunu okumayı
göstermiştik. Anlaşılıyor ki kunud duası imama uyan için vacip değil sünnettir.
Dediğimize göre «rükûdan sonra vitirin kunutunda imama tâbi olmak vaciptir»
Sözünden murad: Dua hususunda değil, ayakta durmak hususundadır.
Sabah namazının
kunutu nesh edilmiştir. Binaenaleyh cenâze namazında imamın beş tekbir alması
gibi olur. İmam beş tekbir alsa cemaat beşincide ona tâbi olmazlar. Bahır.
Sabah namazında
Şâfiî imam kunut yapınca Hanefî olan cemâat ellerini solarak susor. Bazıları
«oturur» demiş; bir takımları rûkûu uzatır; diğerleri de secde eder; ve imamın
kendisine yetişmesini orada bekler. demişlerdir. Şurunbulâliye. Ayakta ellerini
salarak durması en münasibidir. Ellerini salması, el bağlamak, içinde mesnûn
zikir bulunan uzun kıyamın sünneti olduğu için buradaki zikir bize göre mesnûn
değildir.
T E N B İ H :
Hidâye'de şöyle denilmiştir: «Bu mesele Şâfiîlere uymanın câiz olduğuna delâlet
eder. Şâfiîye uyan kimse onun kan aldırmak gibi namazı bozduğunu itikad ettiği
bir halini bilirse uyması câiz olmaz.» Meselenin delâleti şöyledir: Şâfiîye
uymak sahih olmasa ulemamızın ihtilâfı da sahih olmaz. Kimisi susar; kimisi
imama tâbi olur demezlerdi. Bahır. Rükûda kunut okunmaz; Çünkü yeri geçmiştir.
Kunut sırf kıyâm halinde meşru olmuştur. Bir vecihle kıyâm olup bir vecihle
olmayan rükûa geçmez.
Bayram
tekbirlerine gelince: Bu tekbiri rükûda hatırlayınca getirir. Çünkü bayram
tekbiri sırf kıyâm haline mahsus değildir. Bayramda rükû tekbiri eğilirken
getirilir. Bu tekbir sahabenin icmaiyle bayram tekbirlerinden sayılır. Bu
tekbirlerden biri özürsüz hâlis kıyâm sayılmayan bir halde câiz olunca özürle
birlikte bakîsinin caiz olması evleviyette kalır. Bahır.
Ben derim ki: Bu
söz Hılye'den alınmıştır. Aslı Bedâyi'dedir, lâkin zikir ettiği «bayram
tekbirlerini rükûda getirir.» İfâdesi Bedâyi'de Zâhire'de ve diğer kitablarda
açıklanmasına rağmen bizzat Bedâyi sahibinin bayram babında zikir ettiği şu
beyâna aykırıdır: «İmam ilk rekatın rükûunda tekbiri unuttuğunu hatırlasa dönüp
tekbir alır. Ve rükûu bozulur. Kırâatı tekrarlamaz. İmama uyan kimse ona rükûda
yetişirse rekatı kaçıracağından korktuğu takdirde iş değişir. Böylesi rükû eder
ve rükûda tekbir alır. Fark şudur: Esas itibariyle tekbirlerin yeri hâlis kıyâm
halidir. Lâkin biz imama uyan hakkında ona tabi olmanın vacip olması
zaruretinden dolayı rükûu kıyâme katmışızdır.» Bu iki sözün arasında ki
çelişmeye bir bak! Münye şerhinde Bedâyi'de ikinci olarak beyan edilen söze
göre hareket edilmiş; sonra tekbirle kunut arasında fark yapılmıştır, Şöyle ki:
Kendisi için rükû terk edilen bayram tekbiri ittifâkidir. Kunut öyle değildir.
Ben derim ki:
Hılye'de bayram namazı bâbında açıklandığına göre Bedâyi'de ikinci defa zikir
edilen kavl Nevâdirin rivâyetidir. Zâhir rivâyet tekbir getirmeyip namazına
devam edeceğini bildirmektedir. Orada bunu Bahır sahibi de açıklamıştır. Bu
izâha göre aslâ eşkâl yoktur. Çünkü bununla kunut arasında bir fark yoktur.
ALLAH-u âlem.
«Esah kavle göre
kıyâme de dönmez.» Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: O kimse kunutu
yapmasa bile başını rükudan kaldırmakla kıyâm hasıl olmuştur? cevaben deriz ki:
Bu kıyâm değil, kavmedir. Binaenaleyh kıyâme dönmemek rükûdan sonra kunut
yapmamaktan kinâye olur. Zira kıyâm lazım, .kunut melzumdur. Ve lâzım zikir
edilmiş ondan melzûme intikâl edilmek istenmiştir. H.
«Çünkü bunda
vacip için farzı terk vardır.» Yani bir kavle göre bu namazı bozar. İkinci bir
kavle göre ise isâeti icap eder. Hak olan. isâet icap etmesidir. Nitekim
secde-i sehiv bâbında gelecektir. H.
METİN
Şâyed kıyâme
dönerde kunutu okur ve rükûu tekrarlamazsa namazı bozulmaz. Çünkü rükûu tam
kıtaattan sonradır. Ama yerinden giderildiği için kunutu okusun okumasın
secde-i sehiv yapar. İmama uyan kimse kunutunu bitirmeden imam rükûa giderse
kunutu kesip ona tâbi olur. Kunuttan hiç bir şey okumamış bile olsa imamla
birlikte rükûu kaçıracağından korkarsa kunutu terk eder. Teşehhüd böyle
değildir. Zira rükünlerden veya şartlardan olan bir şeye imama muhâlefet etmek
namazı bozar; başkalarında muhâlefet bozmaz. Dürer.
İZAH
«Çünkü rükûu tam
kıraattan sonradır.» yani rükûu bozulmaz. Fâtihayı veya sureyi hatırlaması
bunun hilâfınadır. Onlarda geri döner ve rükûu bozulur. Çünkü dönmesiyle
hepsini okumak farz olur. Kırâatla rükûu orasında tertip farzdır. Böylece rükûu
terk edilmiş olur. Hiç rükûu etmezse namazı bâtıl olur. Rükûu ederde kendisine
ikinci rükuda bir adam yetişirse o rekata yetişmiş olur. Burası kısaltılarak
Bahır'dan alınmıştır yani muteber olan bu ikinci rükudur.
Birinci rükû
kıraata dönmekle ortadan kalkmıştır. Kunuta dönmek bunun hilâfınadır. Hatta
dönerde kunutu okur, sonra kendisine bir adam uyarsa o rekata yetişmiş olmaz.
Zira o rükû hükümsüzdür.
Halebî'nin
Bahır'dan nakl ettiği ve bu hususta Tahtavî'nin de kendisine uyduğu ibârede
manâyıbozacak derecede kısaltma vardır. Anlayıver! Biz kıraat bâbında geri
dönmekle kırâatın farz olduğunu beyan etmiştik. Oraya müracaat et!
FER'İBİRMESELE:
Bir kimse sureyi terk eder; fâtihayı okur sonra kunutu okuduktan sonra sureyi
terk ettiğini hatırlarsa dönerek sureyi okur. Kunut ile rükûuda tekrarlar. Bunu
Mi'rac, Hâniye ve diğer kitablar zikir etmişlerdir.
«Ama yerinden giderildiği
için kunutu okusun okumasın secde-i sehiv yapar.» Bu ibâre bundan önce
anlaşılan dört suretin ta'lillidir. Bu dört suret:
1 - Rükûda kunut
okuması,
2 - Rükûdan
doğrulduktan sonra kunut okuması,
3 - Rükûu
tekrarlayıp tekrarlamaması ve
4 - Hiç kunut
okumamasıdır.Nitekim Halebî tahkik etmiştir.
Cemâat olan kimse
kunutunu bitirmeden imam rükûa giderse kunutu kesip ona tabi olur. Çünkü
buradaki kunuttan murad: Aza ve çoğa şâmil olan duadır. O kimsenin okuduğu
vâcibin sükûtu için kâfidir. Bitirmesi mendubtur. İmama tabi olmak ise
vacibtir; Binaenaleyh vacip için mendûp terk edilir. Rahmeti.
Cemâat olan kimse
kunuttan henüz bir şey okumadan rükû ederse rükûu kaçıracağından korktuğu
takdirde onunla beraber rükû eder. Korkmazsa evvela kunutu okur; sonra rükua
gider. Hâniye ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Acaba murad kunut
denilebilecek bir dua okumak mıdır yoksa meşhur duamıdır? Zâhir olan
birincisidir. Teşehhüd böyle değildir. Zira imam selam verir veya üçüncü rekata
kalkarda cemaat olan henüz teşehhüdü bitirmemiş bulunursa imama tabi olmaz; onu
tamamlar. Çünkü teşehhüd vacibtir. Nitekim şârih bunu namaza başlama faslında
beyan etmiştir.
«Zira rükünlerden
veya şartlardan olan bir şeyde imama muhalefet namazı bozar.» Bu ta'Iil
sakattır. Zira mezkûr tâbi oluşun farz olduğunu iktiza ediyor. Münye şerhinden
naklen evvelce arz etmiştik ki, farz ve vacip namazlarda gecikmeden imama tabi
olmak, başka bir vacip karşı gelmemek şartiyle vacibtir. Başka bir vacip karşı
gelirse evvelâ onu yapar; sonra imama tabi olur. Ama sünnetin karşı gelmesi
böyle değildir. Zirâ vacibi tehir etmektense sünneti terk etmek evlâdır. Az
yukarıda arzettiğimiz sebepten dolayı bu daha muvâfıktır. O zaman kunut ile
teşehhüd arasında fark evvelce Muhit'ten naklen söylediğimiz gibi imama uyan
kimsenin kunutu okumasının sünnet olmasıdır.
Rükûda imama tabi
olmak vacibtir. Bunu kaçıracağından korkarsa sünneti terk eder. Teşehhüdün ise
tamamlanması vacibtir. Zira onun bir kısmını okumak teşehhüd yerine geçmez.
Binaenaleyh imama kıyâm veya selamda tâbi olamasa bile onu tamamlar. Zira
buradaki tâbi olmaya fiilen içinde bulunmakla kuvvetlenen bir vacip ârız
olmuştur. şu halde imama tâbi olmak için bu vacibi terk.edemez. Velev ki imama
tâbi olmakta vacip olsun. Zahiriye'de açıklandığına göre imam üçüncürekata
kalkarsa cemâat olan teşehhüdü tamamlar. Velev ki üçüncü rekatı imamla
bitiştiremeyeceğinden korksun. İmama uyanın kunutu okuması vacibtir dersek onun
bir kısmını okuduğu takdirde maksad hasıl olur. Çünkü kunutun bir kısmını
okumak kunut sayılır. Okumamışsa te'kid etmemiştir. Ve rükûda imama tabi olmosı
tercih olunur. Zira imama uyanın kunutu okuyup okumaması ihtilaflıdır.
METİN
Bu kimse
yanlışlıkla vitirin birinci veya ikinci rekatında kunut okursa üçüncüsünde
okumaz. Fakat ikincide mi yoksa üçüncüde mi okuduğunda şübhe ederse esah kavle
göre oturmakla birlikte kunutu tekrarlar. Fark şudur: Yanılan kimse burası
kunutun yeridir zanniyle okumuştur. Onun için tekrar etmez. Şübhe eden böyle
değildir. Halebî her iki halde de tekrarlamasını tercih etmiştir. Mesbûk ise
yalnız imamı ile birlikte kunut okur. Ve üçüncü rekatın rükûuna yetişmekle
namaza müdrik (yetişmiş) olur.
Vitirden başka
namazda kunut okumaz, Yalnız bir büyük musîbetten dolayı imam âşikâra okunan
namazlarda kunutu okur. Bazıları bütün namazlarda okuyacağını söylemişlerdir.
İZAH
Vitirin birinci
rekatında mı yoksa ikinci veya üçüncüde mi kunutu okuduğunda şübhe eden dahi
kunutu tekrarlar. Bahır.
«Oturmakla
birlikte kunutu tekrarlar.» cümlesinden murad: Kunutu okur ve şübhe ettiği
rekatta oturur. demektir. Çünkü o rekatın üçüncü rekat olması ihtimali vardır.
Ondan sonra ki rekatta da öyle yapar. Zira o rekatın do üçüncü olmak ihtimali
vardır. Esah kavil budur. Bazıları hiç bir rekatta kunut okumayacağını
söylemişlerdir. Çünkü birinci veya ikinci rekatlarda kunut okumak bid'attır.
Esah görülen
kavlin vechi şudur: Kunut vacibtir. Vacible bid'at arasında tereddütlü bulunan
şey ihtiyaten yapılır. Bunu Bahır sahibi Muhit'ten naklen söylemiştir.
Halebî her iki
halde de tekrarlamasını tercih etmiştir. Halebî'nin ibâresi şöyledir: «Şu kadar
var ki bu farkın bir faydası yoktur. Zira hata olduğu anlaşılan zanna itibar
yoktur.
Şübhe eden kimse
vacibin yerinde yapılmamış olması ihtimalinden dolayı kunutu tekrarlarsa
yanıldığını yüzde yüz bilen neden tekrarlamasın! Gerçekten Hulasa'da
Sadr-ış-şehid'den naklen yanılan kimsenin ikinci defa kunut okuyacağı
açıklanmıştır. Yukarıda geçen söz rivâyet bile olsa dirâyete (mantıka) uygun
değildir.»
Ben derim ki:
Kezâ bu kavli Hılye ve Bahır sahipleri yukarıda geçtiği şekilde tercih
etmişlerdir.
«Mesbuk yalnız
imamiyle birlikte kunut okur.» Çünkü burası namazının sonudur. Kaza ettiği cüzü
ise kırâat ve benzerleri - ki kunuttur - hakkında hükmen namazının başıdır.
Kunutunu yüzde yüz yerinde yaptığını bilirse tekrarlamaz. Zira kunutun tekrarı
meşru olmamıştır. Bunu Münye şerhi kayıt etmiştir.
«Vitirden başka
namazda kunut okunmaz.» Bu söz Şâfiî'nin: «Sabah namazında kunut okunur.»
sözünü red etmektedir.
Eşbah'da
bildirdiğine göre vebâ hastalığı en büyük musibetlerden biridir. Böyle bir
musibetzamanında imam âşikâra okunan namazlarda kunutu okur. Bahır ve
Şurunbulâlıye'de Nikâye şerhinden o da gâye'den naklen şöyle denilmiştir:
«Müslümanların başına büyük bir bela gelirse cerhi namazda imam kunut okur.
Sevrî ile imam Ahmed'in kavilleri de budur.» Bu ibâre kitabımızın ifadesine
uygundur. Keza Şeyh İsmail'in şerhinde Nihaye'den naklen: «Büyük bir musibet
geldiği zaman imam cehri namazda kunut okur.» denilmektedir.
Lâkin Eşbah'da
gâye'den naklen: «Sabah namazında kunut okur.» denilmiştir. Münye şerhinde de
bu kavil teyid olunmuştur. Orada uzun sözden sonra şöyle deniliyor:
«Binaenaleyh kunutun musibet zamanlarında meşru oluşu devam etmektedir.
Peygamber (s.a.v.) vefatından sonra eşhab'dan «kunut okuyanların kunutu buna
haml edilir. Bizim mezhebimiz budur. Cumhur da bunu tercih etmişlerdir. Hafız
ebu Cafer Tahavî diyor ki: «Bize göre sabah namazında kunut okunmaması musibet
olmadığı zamanlardadır. Bir fitne veya musibet gelirse bunu okumakta beis
yoktur. Bunu Rasûlüllah (s.a.v.) yapmıştır.
Musibet
zamanlarında bütün namazlarda kunut okunmasına gelince: Buna ancak Şâfiî kail
olmuştur. Her halde ulema Rasûlüllah (s.a.v.) min Müslim'de rivâyet edildiği
vecihle öğle ve yatsı namazlarında kunut okumasını. ve Buhari'de rivâyet
edildiği vecihle akşam namazında da kunut okumasını sabah namazında olduğu gibi
devam buyurduğu ve tekrar ettiği rivâyet olunmadığı için neshe
'hamletmişlerdir.»
Bu-ifâde acık
olarak gösteriyor ki, bize göre musibet dolayısıyle kunut okumak yalnız sabah
namazına mahsustur. Gizli veya âşikâre okunan diğer namazlarda kunut yoktur.
Yine bu ifâdeden anlaşıldığına göre ulemanın: «Sabah namazında kunut okumak
nesh edilmiştir.» Sözleri hüküm umumi nesh edilmiştir mânâsınadır. Aslı nesh
edilmiş mânâsına değildir. Nitekim Nuh efendi buna tenbihte bulunmuştur.
Ulemanın «imam okur.» diye kayıtlamaları yalnız kılanın bu kunutu okumayacağını
gösterir. Acaba imama uyan da böyle midir değil midir? buradaki kunut rükûdan
öncemidir sonramıdır? bunu bir yerde görmedim. Bana öyle geliyor ki, imama uyan
kimse imamına tabi olacaktır. Ancak âşikâra okursa o zaman âmin diyecektir. Ve
buradaki kunut rükûdan önce değil, sonra Olacaktır. Buna delil imam Şâfiî'nin
sabah namazının kunutu için gösterdiği delildir. O delilde kunutun rükûdan
sonra yapılacağı açıklanmaktadır. Bizim ulemamız bunu musîbet zamanındaki
kunuta yormuşlardır. Sonraları gördüm ki Şurunbulâli Merak-ıl-FeIah'da bu
kunutun rükûdan sonra yapılacağını açıklamış. Hamavî ise rükûdan evvel
yapılmasını daha uygun görmüştür. En münâsibi bizim söylediğimizdir. ALLAH-u
ÂLEM.
«Bazıları bu
kunutun bütün namazlarda okunacağını söylemişlerdir.» Az yukarıda gördük ki
imam Şâfiî'den başka buna kâil olan yoktur. Bahır nâm eserde bu söz hadis
ulemasının cumhuruna nisbet edilmiştir. Şu halde şârihin de onlara nisbet
etmesi icap ederdi. Tâki mezhebin bir kavli olduğu sanılmasın.
METİN
FAİDE: Beş yer
vardır ki, o yerlerde imama tabi olunur. Bunlar: Kunut, ilk oturuş, bayram
tekbiri, secde-i tilâvet ve secde-i sehivdir. Dört yerde ise imama tabi
olunmaz. Bunlar da: bayram ve cenâze tekbirlerini fazla aldığı, fazla rükün
kattığı ve beşinci rekata kalktığı hallerdir.
Sekiz fiil de
mutlak surette yapılır. Bunlar: Namaza niyetlenirken el kaldırmak, subhâneke
okumak, intikal tekbiri almak, tesmî, tesbih, teşehhüd, selâm ve tekbir
teşrikdir.
İZAH
«Beş yer vardır
ki, o yerlerde imama tâbi olunur.» Yani bunları imam yaparsa cemaat da yapar.
İmam yapmazsa cemaat ta yapmaz. H. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu nevide
asıl olan vaciblerde fiil yönünden imama tabi olmanın vücubudur. Keza vacip
fiilî veya kavlî işlendiği zaman fiilî vâcibe muhalefet lâzım gelirse terk
yönünden tabi olmak ta vacibtir.»
Şârih imama tabi
olunan yerlerin birincisi kunut olduğunu söylemişse de feth-ul-kadir, Zahiriye,
Feyz ve Nur-ul-izah'ın ifâdelen buna mûhaliftir. O kitablarda: «İmam kunutu
terk ederse cemaat olan kimse imama rükûda yetişmek mümkün olduğu takdirde
kunutu okur. Mümkün değilse imama tabi olur.» denilmektedir. Feth-ul-kadir
sahibi bu meseleyi geçmiş namazların kazası bâbından az önce tekrarlamış; sonra
şarihin burada söylediğini zikir ederek onu Zendustî'nın manzumesine nisbet
etmiştir. Anlaşılıyor ki tafsilâta gidilecektir. Zira bunda iki fazîleti
kazanmak vardır.
İmama tabi
olunacak yerlerin ikincisi ilk oturuştur. Zâhire göre cemaat olan kimse kıyama
daha yakın olacak şekilde kalkıncaya kadar bekler. Çünkü imamın geri dönmek
ihtimali vardır. Ondan sonra tâbi olur, zira imam o zaman geri dönerse iki
kavilden birine göre namazı bozulur.
İkinci kavle göre
(namazı bozulmaz) Takat günahkar olur. Oturup sonra imama tabi olmağa hakkı
yoktur. Çünkü haram olan bir fiili işlemiş ve fiilî bir amelde ona muhalefet
etmiş olur. Ama cemaat olan kimse teşehhüdü bitirmeden imamın kalkması böyle
değildir. Bu takdirde cemaat teşehhüdü tamamlar. İmama ondan sonra tabi olur.
Zira teşehhüdü tamamlamakta imamın yaptığını yaparak ona tabi olmak vardır.
Bayram tekbirinde
de imama uyar. Yanı imam ayakta veya rükûda tekbiri almazsa cemâat da almaz.
Münye şerhinde
«cemâatın rüku halinde tekbiri alması gerekir. Çünkü rükûda tekbir almak
meşrudur. Bir de bununla cemâat olan kimse imamına fiilî bir vacibte muhalefet
etmiş olmamaktadır?» şeklinde bir sual tertib edilmiş; sonra bu suale şöyle
cevap verilmiştir. Rükûda tekbir almak ancak imama uymayı yapmış olmak için
mesbûka meşru olmuştur. Burada ise tekbiri almakla imama muhalefeti elde etmiş
olur. Hem bu ikinci rekatın tekbirlerindedir. Birinci rekâtın tekbirlerinde ise
onları almakla imamı dinlemeyi ve su&mayı terk etmiş olur.
«Dört yerde ise
İmama tabi olunmaz.» Yani imam bunları yaparsa cemaat yapmaz, Bu nevide asıl
olan şudur: Bid'at, mensuh ve namazla alakası olmayan bir fiilde cemâat imama
tabi olamaz. Münye şerhi, Meselâ: İmam cenâze tekbirlerini dörtten fazla yapar
veya iki secdeye bir daha ilâve eder yahud beşinci rekata kalkarsa cemâat
kendisine tabi olmaz. Beşinci rekat meselesinde Münye şerhinde şöyle
denilmiştir: «Sonra beşinci rekata kalktığında imam dördüncü rekatta oturdu ise
cemâat onu oturduğu yerde bekler. Şâyed teşehhüdü tekrarlamadan selam verirse
cemâat daonunla birlikte selam verir. Beşinci rekatı secde ile kayıtlarsa
hepsinin namazları bozulur. Cemâatın yalnız başına teşehhüd yapması ve selam
vermesi fayda etmez.»
«Sekiz fiil de
mutlak surette yapılır.» Yani bunları imam yapsın yapmasın cemaat yapar. Bu
nevide asıl olan şudur: Sünnetlerde fiil ve kezâ terk hususunda imama tabi
olmak vacip değildir. Teşehhüt ve teşrik tekbiri gibi kavlen vacip olup
işlendiği takdirde fiili bir vâcibe muhalefet lazım gelmeyen vacipler de
böyledir. Ama kunut tekbiri ile bayram tekbirleri bunun hilâfınadır. Çünkü
bunlar yapılırsa fiilî bir vacipte imama muhalefet lazım gelir. Bu da imam rükû
ederken ayakta durmaktır. Münye şerhi İmam Fatihayı bitirmedikçe cemâat olan kimse
sübhânekeyi okur. İmam ebû Yusuf'a göre sureyi okurken dahi hüküm böyledir.
İmam Muhammed
buna muhaliftir. Görmüştük ki, imama âşikara okuduğu namazda yetişen kimse
Subhânekeyi okumaz.
Feth-ul-kadir'de
de böyle denilmiştir. Yani gizli okunan namazlarda hal böyle değildir. Nitekim
namaza başlama faslında musannıf da ayni yoldan yürümüştü. Biz de orada bu
kavlin sahih kabul edildiğini, fetvanın buna göre olduğunu bildirmiştik.
Rükû ve secdelere
giderken getirilen intikal tekbirlerini,
Semiallahülimen
hamide demeyi, rükû ve secdelerde tesbihleri imam terk etse bile cemaat
bırakmaz. İmam rükuda veya secdede bulunduğu müddetçe tesbihleri yapar.
İmam oturduğu
zaman teşehhüdü okumazsa cemâat okur. Fakat ilk oturuşu terk ederse cemâat da
ona tabi olarak terk ederler. Nitekim evvelce geçmişti. İmam konuşur veya
mescidden çıkarsa cemâat selam verir. Ama kasten abdestini bozar veya kahkaha
ile gülerse cemâat selam vermez. Çünkü her ikisinin namazlarının son cüzü
bozulmuştur. T.
METİN
Öğleden ve cuma
namazından evvel ve cumadan sonra bir selamla dört rekat namaz kılmak sünneti
müekkededir. İki selamla olursa sünnetin yerini tutmaz. Onun için dört rekat
namaz kılacağını nezir eden kimse iki selamla kılarsa nezrini ödemiş olmaz.
Aksini yaparsa (yani iki selamla kılmayı nezir eder de bir selamla namazdan
çıkarsa) nezrini ödemiş olur. Sabah namazından önce öğle. akşam ve yatsı
namazlardan sonra ikişer rekat namaz kılmak da sünneti müekkededir. Namazlardan
önce kılınanlar şeytanın tama'nı kesmek, sonra kılınanlar noksanı tamamlamak
için meşru kılınmışlardır. İkindiden önce, yatsıdan önce ve sonra bir selamla
dört rekat namaz kılmak müstehabtır. Dileyen bunları ikişer rekat da kılabilir.
Öğleden sonra dört rekat namaz kılmak da müstehabtır. Çünkü Tirmizî'nin rivâyet
ettiği bir hadiste: «Her kim öğleden evvel ve sonra dört rekat namaz kılmağa
devam ederse ALLAH ona cehennemi haram kılar.» buyurulmuştur.
İZAH
Sünneti müekkede:
Sair nâfilelerden daha fazla bir tekidle yapılması istenen sünnettir. Onun için
de terki ile günaha girme hususunda vacibe yakındır. Nitekim Bahır'da beyân
edilmiştir. Bu sünnetiterk eden zem ve tedlile müstehak olur. Tahrir'de böyle
denilmiştir. Yani özrü yokken ısrarla terk eden zem ve dalaletle vasıflanmayı
hak eder. Nitekim tahrir'in şerhinde izah edilmiştir. Biz bu husustaki sözün
geri kalanını abdestin sünnetleri bahsinde arz etmiştik.
Sünneti
müekkedeler bir selâmla kılınırlar. Çünkü hazreti Aişe (r.a.) dan rivâyet
olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) öğleden evvel dört, öğleden sonra iki, akşam
namazından sonra iki yatsıdan sonra iki ve sabah namazından önceki rekat namaz
kılarmış. Bu hadisi Müslim, ebu Dâvud ve Ahmed bin Hanbel rivâyet etmişlerdir.
Ebu Eyüp Ensâri'den rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) zevalden sonra
dört rekat namaz kılarmış. Ebu Eyüp (r.a.) diyor ki: «Devam üzere kıldığın bu
namazlar nedir? dedim. Rasûlüllah (s.a.v.): «Bu, gök kapılarının açıldığı
saattir. Dilerim ki semaya o saatte benimde yararlı bir amelim çıksın.»
buyurdu. Bu namazların her rekatında kıraat var mıdır? diye sordum. Evet
cevabını verdi. Bunlar bir selamla mı yoksa iki selamla mı kılınacak? Bir
selamla. buyurdular.» Bu hadisi Tahavî, ebu Dâvud, Tirmizî ve ibni Mâce cuma
ile öğle arasında fark yapmaksızın rivâyet etmişlerdir. Binaenaleyh her ikisinin
sünneti dört rekattır. İbn Mâce Hz. İbn Abbas (r.a.)'a isnad ile şu hadise
isnad etmiştir: «Peygamber (s.a.v.) cumadan önce dört rekat namaz kılar
aralarını hiçbir şeyle ayırmazdı,»
Ebu Hüreyre'den
rivâyet olunan bir hadiste, Peygamber (s.a.v.): Sizden kim cumadan sonra namaz
kılarsa dört rekat kılsın!» buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.
Zeyleî İmdat nâm kitapta şu ziyade de vardır: «Çünkü Peygamber (s.a.v.):
Cumadan sonra namaz kılarsanız dört rekat kılın bir acelen olursa iki rekat
mescidde kıl; iki rekat da döndükten sonra kıl! buyurmuşlardır.» Bu hadisi
Buharî'den maada bütün hadis imamları rivâyet etmişlerdir.
«İki selamla
olursa sünnetin yerini tutmaz. (bundan maksat ikişer rekatta selam vermektir.)
Zâhire bakılırsa cuma namazının sünneti de öyledir. Ama bu sözü «özür yoksa»
kaydiyle almak gerekir. Az yukarıda zikir ettiğimiz hadis buna delalet eder.
Şurunbulâliye'de de böyle tahkik edilmiştir. Biraz ileride bunu te'yid eden
şeyler söyleyeceğiz.
«Farz namazlardan
önce kılınan sünnetler şeytanın tamamını kesmek için meşru olmuşlardır.»
Şeytan: Bu adam farz olmayan namazı bile bırakmadı; hiç farz namazı bırakır mı!
diyerek hevesi kırılır. Farzlardan sonra kılınan sünnetler ise noksanı
tamamlamak içindir. Yani âhirette unutmak gibi bir özür sebebiyle
bırakılanların yerine geçeceklerdir. Bu babta ki sahih hadis buna haml edilir.
Mezkür hadisde: «Farz olan namaz, zekat ve başkaları tamam olmazsa nafile ile
tamamlanır.» buyurulmuştur.
Beyhakî bu hadisi
«nafile ile tamamlanan ibâdet arzu edilen sünneti noksan olandır.» Şeklinde
te'vil etmiştir. Yani kılınan sünnet farz yerine geçmez. Çünkü sahih bir
hadiste: «Tamamlanmamış bir namaza tamamlanıncaya kadar sünnetinden ilave
edilecektir.» buyurulmuştur. Görülüyor ki bu hadiste nâfile namazla tamamlanacak
namazın aslından bırakılmış değil, noksan kılınmış farz namaz olduğu
bildirilmiştir. Ama Gazalî'nin sözünden anlaşıldığına göre nâfileler mutlak
surette hesaba katılacaklardır. İbn-ül-Arabî ve diğer bazı ulema da bunu tercih
etmişlerdir. Zira bu mânâdabir hadisi imam Ahmed rivâyet etmiştir.» Bu satırlar
kısaltılarak ibn Hacer'in Tühfe'sinden alınmıştır.
Benzerini Ziya
Sirac'tan nakl etmiştir. Bundan sonra gelen babta görüleceği vechile nâfile
namazlar Peygamber (s.a.v.) hakkında derecelerini yükseltmek için meşru
olmuşlardır. İkindi namazının müekked sünneti yoktur. Zira yukarıda hazreti
Aişe'den rivâyet edilen hadiste zikir edilmemiştir. Bahır.
İmdâd sâhibi
diyor ki: «Muhammed bin Hasan ile Kudurî namaz kılan kimseyi ikindiden evvel
dört ile iki rekat nafile kılmak hususunda muhayyer bırakmışlardır. Çünkü
hadisler muhteliftir. «Dileyen bunları ikişer rekat ta kılabilir.»
Münyet-ül-Musalli'nin ibaresi de bu şekildedir. İmdad'da ise İhtiyar'dan naklen
şöyle denilmiştir: «Yatsıdan önce dört rekat namaz kılmak müstehabtır. Bazıları
bunun iki rekat olduğunu söylemişlerdir. Yatsıdan sonra da dört rekat namaz
kılmak müstehabtır. Bazıları iki rekat olduğunu söylemişlerdir.» Anlaşılıyor ki
mezkür iki rekat sünnet müekkede olan iki rekattan ayrıdır.
«A L L A H onu
cehenneme haram kılar» hadisinin mânâsı: cehenneme hiç girmez demektir. Kıldığı
nâfileler günahlarına kefaret olur. üzerinde hakkı olan hasımlarını da Allah
teâla ondan râzı eder. Cehenneme girmemesi cezayı gerektirmeyen şeylere
muvaffak kılınması sebebiyle de olabilir. T. Yahud bu cümle ruhunu saadetle
teslim edeceğine dair bir müjdedir. Bu sebeble cehenneme girmeyecektir.
METİN
Evvâbinden
yazılmak için akşam namazından sonra bir selâmla yahud iki veya üç selamla altı
rekat nafile kılmak ta müstehabtır. Bir selâmla kılmak daha kararlı ve daha
güçtür. Acaba sünnet-i müekkedesi de müstehabtan sayılarak hepsini bir selamla
edâ etmek caiz olurmu? Kemâl evet olur demeyi tercih etmiştir. O akşam
namazından önce hafifçe iki rekat namaz kılmanın mubah olduğunu da
bildirmiştir. Bahır sâhibi ile musannıf da kendisini tasdik etmişlerdir.
Sünnetlerin en
kuvvetlisi bil ittifak sabah namazının sünnetidir. ondan sonra esah kavle göre
öğle namazının dört rekat ilk sünneti gelir. Çünkü hadisi şerifte: «Bu sünneti
terk eden benim şefâatime nail olamaz.» buyurulmuştur. Ondan sonra bütün
sünnetler müsavidir.
İZAH
Evvâbin kelimesi,
evvâbın cemidir. Tevbe ve istiğfarla Allah'a dönenler mânâsınadır. Dürer'de
akşam namazından sonra kılınacak altı rekatın bir selâmla olduğuna cezm
edildiği gibi, Gazneviye'de iki selamla, Tecnis'te üç selâmla olduğuna cezm
edilmiştir. Nitekim İmdâd'da dahi öyledir. Lâkin Gazneviye'nin ibâresi
Tecnis'deki gibidir. Kezâ Dürer-ül-Buhar şerhinde de Tecnis'de ki gibidir.
Hayreddin Remlî bunun vechini şöyle izah etmiştir: Rekat sayısı dörtten fazla
olunca bunları bir selamla bir araya toplamak efdalin hilâfına olur. Zira
takarrür etmiştir ki ebu Hanîfe'ye göre efdal olan dörder rekat kılmaktır. O
kimse dört rekatta selâm verse geri kalan iki rekatta da selam vermesi lazım
gelecektir ki, bu cihetten yine onun kavline muhâlefet etmiş olacaktır.
Onuniçin hepsi bir örnek olsun diye altı rekatı üç selâmla kılmak müstehap
görülmüştür.
Hayreddin Remlî:
«Benim anladığım budur. Bunu benden başka kimsenin bahis mevzu ettiğini
görmedim.» demiştir.
«Bir selâmla
kılmak daha kararlı ve daha güçtür.» çünkü bunda bir tahrime ile devam etmek
suretiyle nefsi daha ziyade habs etmek vardır. Şarihin bu sözünde bir selâmla
kılmayı tercih ettiğine işaret vardır. Ama bu hususta söylenenleri gördün!
«Acaba sünneti
müekkedesi de müstehabtan sayılarak ilh...» ayni öğleden ve yatsıdan sonra
kılınacak dört, akşam namazından sonra, kılınacak altı rekatta o namazın
sünneti müekkedesi de sayılarak bir selamla edâ etmek caiz olurmu? Bahır.
Kemâl ibni Hümâm
feth-ül-Kadir'de buna evet cevabını vermiş ravinin beyânına göre asrının
uleması arasında dört rekatlık müstehap namazın o vaktin sünneti müekkedesinden
başka bir namaz mı yoksa sünneti müekkedesiyle birlikte mi olduğu hususunda ihtilaf
vaki olmuştur. Birlîkte sayılırsa ikisi bir selamla edâ edilir mi meselesi de
ihtilaflıdır. Bir cemâat bunu câiz görmemiştir.
Kemal bin Hümâm
ise dört rekatı bir veya iki selamla kıldığı takdirde hem sünnet hem de mendup
yerine geçeceğini tercih etmiş; ve bunu söz götürmez bir şekilde tahkik
etmiştir. Münye şârihi ile Bahır ve Nehir sâhipleri kendisini tasdik
etmişlerdir.
Kemal bin
Hümâm'ın beyânına göre ulemadan bir tâife akşam namazından önce kılınacak iki
rekatın mendûb olduğunu söylemişse de selef ile bizim ulemamız ve imam Malik
bunu kabul etmemişlerdir. Kemâl bunun için öyle istidlâlde bulunmuştur ki
altunla yazılmağa değer. Sonra şunları söylemiştir: «Bundan sonra sâbit olan
mendub olmadığıdır. Kerahet ise sabit değildir.
Meğer ki başka
bir delil buluna! Bunun, akşam namazını geciktireceği hususundaki söylentilere
gelince: Kınye'den naklen az bir zamanın istisna edildiğini evvelce
bildirmiştik. İki rekata cevaz verilirse bu azı çoğaltmaz. «Biz de namazın
vakitleri bahsinde bundan bir parça söz etmiştik.
Sünnetlerin en
kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir. Çünkü Sahihaynda hazreti Âişe (r.a.) dan
şu hadis rivâyet olunmuştur: «Peygamber (s.a.v.) nâfilelerden sabah namazının
iki rekat sünnetine gösterdiği titizliği başka hiç birinde göstermezdi.»
Müslim'de: «Sabah
namazının iki rekat sünneti dünya ve mâfihadan daha hayırlıdır.» hadisi, Ebu
Davud'da dahi: «Sizi atlar kovalasa sabah namazının iki rekat sünnetini
bırakmayın!» hadisi vardır. Bahır.
«Sabah namazının
sünnetinden sonra esah kavle göre öğlenin dört rekat ilk sünneti gelir.»
Feth-ül-kadir
sahibi bu ibâreyi beğenmiş sonra şöyle demiştir: «Sabah namazının iki rekat
sünnetinden sonra hangi sünnetin efdal olduğu hususunda ihtilâf edilmiş;
Hulvanî akşam namazının iki rekat sünnetinin efdal olduğunu söylemiştir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) bunu seferde ve hazerde terk etmemiştir. Sonra öğlenin son
sünneti gelir. Zira bu namaz bilittifak sünnettir. İlk sünneti bunun gibi
değildir. Çünkü bazıları onun ezanla ikamet arasını ayırmak için meşruolduğunu
söylemişlerdir. Ondan sonra yatsının son sünneti, daha sonra öğlenin ilk
sünneti sonra ikindinin sünneti, sonra yatsını ilk sünneti gelir.
Bazılarına göre
yatsının son sünneti. öğlenin ilk ve son sünnetleri ve akşamın sünneti
fazilette müsavidirler. Öğlenin ilk sünnetinin daha kuvvetli olduğunu
söyleyenler de vardır. Muhsin bunu sahih bulmuştur. iyi de etmiştir. Çünkü bu
sünnete açık açık devam buyurduğunu nakl. sabah namazının sünnetinden maada
sünnetlere devam ettiğini nakilden daha kuvvetlidir.
Bahır sahibi
diyor ki: «Bunun gibi hadisi şerifi İnâye ve Nihâye sahipleri de
sahihlemişlerdir. Çünkü onda malum tehdid vardır. Peygamber (s.a.v.): Her kim
öğleden önce dört rekat sünneti terk ederse benim şefâatıma nail olamaz.
buyurmuştur.» Tahtavî: «İhtimal bu bırakmaktan nefret ettirmek içindir. Yahud
şefâattan murad: Derecelerin ziyadeleşmesi hususundaki şefaatıdır. Şefâatı
uzmaya gelince: O bütün mahlükata umumidir.» demiştir.
METİN
Bazıları sabah
namazının sünnetinin vacip olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh özür yokken onu
oturarak veya hayvan üzerinde kılmak bilittifak câiz değildir. Esah kavil
budur. Fetvada merci olan bir âlimin onu terk etmesi câiz değildir. Diğer
sünnetler ona benzemezler. Halkın fetvasına ihtiyacından dolayı onları terk
edebilir. Sabah namazının sünnetini inkâr edenin küfründen korkulur. Vakti
geçerse farziyle birlikte kaza edilir. Diğer sünnetler öyle değildir. Bir kimse
fecir doğmamıştır zanniyle iki rekat nâfile namaz kılar da sonra doğmuş olduğu
anlaşılırsa; yahut dört rekat kılar da ikisi fecir doğduktan sonraya tesadüf
ederse esah kavle göre sabah namazının iki rekat sünneti yerine geçmez. Tecnis.
Çünkü sünnet,. Peygamber (s.a.v.) in yeni tahrime ile kılmağa devam ettiği
namazdır.
İZAH
Sabah namazının
sünnetinin vacip olduğunu söyleyenler vardır. Nihâye ve diğer kitablardan
anlaşılan budur. Hazâin.
Ben derim ki:
Bahır sahibinin sözü de buna meyletmektedir. Çünkü şöyle demiştir: «Ulema bu
namazın vacip olduğuna delâlet eden sözler söylemişlerdir.» Bahır sahibi bundan
sonra musannıfın zikir ettiği fer'î meseleleri sıralamış; vacibtir sözü ile
ekseri kitablardaki sünneti müekkededir sözünün arasını bularak: «sünneti
müekkede vacib mânâsınadır.» denmiştir. Buna uymayan hususata da cevap
vermiştir.
Sabah namazının
sünnetini özür yokken oturarak veya hayvan üzerinde kılmak bilittifak câiz
değildir. Bu namaz vacibtir diyenlere göre söz yoktur. Sünnettir diyenlere göre
de kılınmaz. Çünkü onlar da vacip diyenlerin kavline ve bu namazın kuvvetli
olmasına bakmışlardır. T.
Şu da var ki:
Bahır sahibi ittifaki Hulasa'dan naklen bildirmiş ve onu tasdik etmiştir. Lâkin
İmdâd sahibi bu hususta münâzaa ederek sünnettir diyenlere göre câiz olduğunu
vacibtir diyenlere göre caiz olmadığını kesin olarak söylemiştir. O bu babtaki
sözünü Zeyleî ile Burhan'da açıklanan ihtilâf iddiasına binâ etmiş; sonra şöyle
demiştir: «Câiz olmadığına icmâ hikâyesinin söz götürdüğümeydandadır. İcma
ancak onun müekked sünnet olması hususundadır.» Lâkin yakında Hâniye'den naklen
bildireceğimiz hüküm bunun hilâfınadır. Orada sabahın sünneti ile teravih
arasında fark yapılmış ve «Sabah namazının sünneti oturarak kılınamaz; çünkü
hilâfsız sünneti müekkededir.» denilmiştir.
«Esah kavil
budur.» Sözünü musannıf Minâh nâm eserinde Hâniye'nin teravih babına nisbet
etmiştir.
Ben derim ki:
Hâniye'nin teravih babında söylediği şudur: «Bir kimse teravihi oturarak kılsa
bazılarına göre özürsüz câiz değildir. Çünkü imam Hasan'ın ebû Hanîfe'den
rivâyetine göre sabah namazının sünnetini özürsüz olarak oturduğu yerden kılmak
câiz değildir. Teravih de öyledir. Her ikisi sünneti müekkededir. Bazıları câiz
olduğunu söylemişlerdir ki sahih olan da budur. Aralarındaki fark sabah
namazının sünneti bilittifak sünneti müekkede olması teravihin ise müekked
olmakta onun derecesine varamamasıdır. Binaenaleyh aralarını müsâvi tutmak câiz
otamaz.» Görüyorsun ki Hâniye sâhibi yalnız teravihin oturarak câiz olduğunu
sahihlemiştir. Sabah namazının sünnetinin câiz olmadığını söylememiştir. Evet,
sözünün muktezası sabah namazının sünnetini oturarak kılmanın câiz olmadığını
da teslimdir.
Fetvâ sahibinin
sâir sünnetleri terk etmesinden zâhire göre murad: Halkın ihtiyacı dolayısiyle
fetva için kapısında toplandıkları vakit fetva vermekle meşgul olduğu zamandır.
Vakit çıkmadan imkan bulursa onları yine kılması gerekir. Sabah namazının
sünneti ile diğer sünnetler arasındaki fark şudur: O kimse cemâatla namazı terk
edemez. Çünkü şeâiri islâmiyedendir. Binaenaleyh sabah namazının sünnetinden
daha kuvvetlidir. Onun İçin cemâatı kaçıracağından korkarsa sabah namazının
sünnetini terk eder. Tahtavî'nin ifâdesine göre kadı ile talebenin de öyle
olması icap eder. Bâhusus müderris olursa müftüye daha çok benzer.
Ben derim ki:
Müderris söz götürür. Ama talebe öyle değildir. Derslerim yahud derslerinin bir
kısmını hatırlayamayacağından korkarsa müftü gibidir.
Sabah namazının
sünnetini inkar edenin küfründen korkulması, onun meşru olduğunu bir şübheden
veya delili te'vilden dolayı inkar ettiğine göredir. Aksi takdirde küfrüne
kesin olarak hüküm vermek gerekir. Çünkü icma'la sâbit olup dinden olduğu
bizzarura bilinen bir şeyi inkar etmiştir. Nitekim, bâbın başında arz etmiştik.
Sabah namazının sünneti zevâlden önceye kadar farzı ile birlikte kaza olunur.
Yalnız başına kazaya kalırsa kaza edilmez. Güneş doğmadan ve zevalden sonra
sahih kavle göre farza tabî olarak bile kaza edilmez. Bunu Halebî söylemiştir.
Musannıf da gelecek babta buna tenbih edecektir.
Musannıfın
Tecnis'den nakl ettiği iki mesele hakkında şöyle denilebilir: Tecnis'de birinci
meselenin sahih olması (yani kıldığı iki rekatın sabahın sünneti yerine
geçmesi) kabul edilmiş; buna illet olarak sünnetin tetavvu (nafile) olduğu
binaenaleyh tetavvu niyetiyle edâ edilebileceği belirtilmiştir.
İkinci meselede
sahih olmamak kabul edilmiştir. Buna ta'lil olarak ta: «Sünnet, Peygamber
(s.a.v.) devam buyurduğu şeydir. Onun devamı ise yeni tahrime ile olurdu.»
denilmiştir.
Evet, Hulâsa
sâhibi bunun aksini söyleyerek birincide sahih olmadığını. ikincide sahih
olduğunu bildirmiştir. Bunun söz götürdüğü meydandadır. Zira ikinci kâfi
gelirse birincinin sahih olması evleviyette kalır. Onun için Nehir'de: «Her iki
meselede Tecnis'in tercihi daha güzeldir.» denilmiştir.
METİN
Gündüz
nafilelerinde bir selamla dörtten, gece nafilelerinde sekiz rekattan fazla
kılmak mekruhtur. Zira rivâyet edilmemiştir. Her ikisinde efdal olan, dört
rekatta bir selâm vermektir. İmameyn gece nafilelerinde iki rekatta selâm
vermenin efdal olduğunu söylemişlerdir. Fetvânın buna göre olduğu söylenir.
Öğleden evvel, cumadan evvel ve sonra kılınan dört rekatlı sünnetlerin ilk
oturuşlarında salavât okunmaz. Unutarak okuyana secde-i sehiv lazım gelir.
Bazıları lâzım gelmeyeceğini söylemişlerdir. Şumunnî. Bu namazların üçüncü
rekatına kalktıkta subhâneke okunmaz. Çünkü bunlar kuvvetli sünnet
olduklarından farza benzerler. Sâir dört rekatlı sünnetlerde salavât okunur.
Subhâneke ve eûzû besmele çekilir. Velev ki kılınan namaz nezir olsun. Zira her
çift rekat bir namazdır. Bâzıları sünnetlerin hiç birinde bunların
okunmayacağını söylemişlerdir. Kınye'de bu kavil sahih kabul edilmiştir.
İZAH
«Zira rivayet
edilmemiştir.» İfâdesinden murad: Bu babta peygamber (s.a.v.)'den ziyade
ettiğini bildiren hadis rivâyet edilmemiştir. demektir. Burada asıl olan
çekimser kalmaktır. Nitekim Feth-ul-kadir'den beyân edilmiştir. Yani meşru
olduğuna dair delil bulunmadıkça o fiili yapmak helâl olmaz. Bilakis ittifaken
mekruh olur. Nasıl ki Müneytül-musallî, nam eserde üç imamımızdan naklen izah
edilmiştir. Evet, gece namazlarında sekiz rekattan fazla da selâm vermenin câiz
olup olmadığı hususunda müteehhirin ulema arasında ihtilaf vaki olmuş; bazıları
bunun mekruh olmadığını söylemişlerdir.
Şems-ül-eimme
Serahsî bu kavli tercih etmiş; Hulâsa sâhibi, bunu sahih bulmuştur. Bedâyi
sâhibi ise mekruh olduğunu sahih kabul etmiş;
umumiyetle
ulemanın bunu tercih ettiklerini söylemiştir. Tamâmı Hılye ile Bahır'dadır.
«Fetvanın buna
göre olduğu söylenir.» Bu sözü mirâc sahibi uyûna nisbet etmiştir.
Nehir'de şöyle
denilmiştir: «Bu sözü şeyh Kasım, ulemanın İmam A'zam nâmına istidlal ettikleri
sahihayn hadisiyle red etmiştir. Sahihayn hadisinde hazreti Âişe (r.a.):
Rasûlüllah (s.a.v.) ramazanda ve sâir zamanlarında on bir rekattan fazla namaz
kılmazdı. Dört rekat namaz kılardı ki, güzelliklerini ve uzunluklarını sorma!
Sonra dört daha kılardı. Onların da güzelliğini uzunluğunu sorma! Sonra üç
rekat kılardı. Teravihi hafif olsun diye ikişer kılardı.» demiştir.
«Gece namazı
ikişer ikişerdir.» hadisi ile ihtimal çift rekatlar kast edilmiş vitir kast
edilmemiştir. Dört rekat olarak kılmak tercih olunmuştur. Çünkü bunda nefse
daha çok zahmet ve meşekkat vardır.
Peygamber
(s.a.v.): «Senin ecrin ancak meşekkatine göredir.» buyurmuştur. Nehir'in sözü
ziyâdeedilerek alınmıştır. Bu hususta sözün tamamı Münye şerhi ile diğer
kitablardadır.
Dört rekatlı sünneti
müekkedelerin ilk oturuşlarında salavât okunmaz.
Ben derim ki:
Bahır'da namazın sıfatı babında şöyle denilmiştir: «Bu söyledikleri öğleden
önce kılınan sünnet hakkında doğrudur. Çünkü ulemanın açıkladıklarına göre bu
namazın ikinci çift rekatına intikal etmekle şefîin şefiası bâtıl olmaz. Bu
namazı bozan onu dört rekat olarak kaza eder. Cumadan önceki dört rekat ta
öyledir. Cumadan sonraki dört rekatın böyle olduğunu teslim etmiyoruz. Çünkü o
sair sünnetler gibidir. Zira ulema onun için bu hükümleri isbat etmemişlerdir.
«Bu ifadenin bir misli de Hılye'dedir. Bu. Şurunbulâlî'nin bahis ettiği
«özürden dolayı iki selamla kılınması câizdir.» Sözünü teyid eder.
«Velev ki kılınan
namaz nezir olsun.» ifâdesi Kınye'de de mevcuttur. İzah şöyledir: Bu namaz bir
nâfile olup üzerine farz veya vacip sıfatı ârız olmuştur. Bunu Tahtavî
söylemiştir.
«Zira her çift
rekat bir namazdır.» Biz bunu vacipler bahsinin başında anlatmıştık. Maksat
bazı cihetlerden bir namaz sayılmasıdır. Nitekim az ileride gelecektir.
«Bazıları
sünnetlerin hiç birinde bunların okunmayacağını söylemişlerdir.» Bahır sâhibi
diyor ki. «Bu sözün sakatlığı meydandadır. Zâhir olan birincisidir. Mineh'de şu
ifade ziyâde edilmiştir. Bundan dolayı biz buna itimad ettik. Ve Kınye'nin
sözünü «denilmiştir.» diyerek (zaiflik bildiren siga ile) hikâye ettik.»
T E N B İ H : Bu
meselede üçüncü bir kavl daha vardır ki, Münye sâhibi namazın sıfatı babında
onu kesin olarak kabul etmiş ve şöyle demiştir: «Ama kılınan namaz sünnet veya
nafile olursa ilk rekatta başladığı gibi başlar. Yani subhânekeyi okur. Eûzü
besmeleyi çeker. Zira her çift rekat başlı başına bir namazdır.» Lâkin Münye
şarihi şöyle demiştir: «Esah kavle göre öğlenin ve cumanın sünnetlerinde ilk
oturuşta salavât okunmaz. Kalktıkta subhaneke de okunmaz. Her çift rekatın bir
namaz sayılması bütün hükümlerde muttarid (şaşmaz) bir kaide değildir. Onun
içindir ki, birinci oturuşu terk etse namazı bozulmaz. İmam Muhammed buna
muhaliftir.
Çift rekatın
sonunda secde-i sehiv yapsa onun üzerine ikinci çift rekatı ekleyemez. Tâ ki
secde-i sehiv namazın ortasında yapıldığı için bâtıl olmasın. Bu suretle
hepsinin bir namaz olduğunu açıklamışlardır. Zira secdenin namaz ortasında
olduğuna hüküm etmişlerdir. Binaenaleyh burada da: Salavât getirilmez.
Subhaneke okunmaz. Eûzü besmele çekilmez; çünkü namazın ortasındadır. denilir.
«Zira kaideye
göre hepsinin bir namaz sayılması birbirine bitiştiği ve tahrime bir olduğu
içindir. Subhâneke okumak ve benzerleri mütekaddimîn ulemadan rivâyet
olunmamıştır. Bu ancak bazı mütehhirinin tercihidir. Evet, ulema her çift
rekatın bir namaz sayılacağını ihtiyaten kıraat hakkında itibara almışlardır.
İkinci çift rekata kalkmazdan evvel o çiftin lazım gelmemesi hususunda dahi
birinci çift bir namaz hükmündedir. Çünkü ikinci çift lazım gelmekle gelmemek
arasında tereddütlüdür. Binaenaleyh şek ile lazım gelmez. Onun içindir ki,
namaza kâmet getirildiğinde veya hatip minbere çıktığında iki rekatta selâm
verilir. İkinci çifte başlamakla şuf'anın ve muhayyereninmühayyerliğinin bâtıl
olması hususunda da öyledir. Zira şufa ile muhayyerlikten her biri sabit
olmakla olmamak arasında tereddütlüdür. Binaenaleyh şek ile sâbit olmaz.
Fesadın bir çift rekattan öteki çifte geçmemesi hususunda dahi öyledir. Çünkü
şek ile fesâda hüküm olunamaz.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Lâkin
mezkür şârihin: «Şuf'anın ve muhayyerinin muhayyerliğinin bâtıl olması
hususunda da öyledir.» Sözü doğru değildir. Çünkü namazın ikinci çift rekata
intikal etmekle bunların batıl olmadığını az yukarıda Bahır ile Hılye'den nakl
ettiklerimizden anlamışsındır. Şârihin kendisi dahi bunu namazın vakitleri
bâbında açıklamıştır. Keza biliyorsun ki, ulema bunu ancak öğlenin sünneti
hakkında söylemişlerdir. Cumadan sonra kılınan dört rekat sünnet hakkında isbat
etmemişlerdir.
METİN
Çok rukû ve sücûd
yapmak kıyâmı uzatmaktan daha makbuldür. Nitekim Müctebâ'da beyan olunmuştur.
Bahır sahibi bu kavli tercih etmiştir. Lâkın Nehir sâhibi buna üç vecihten
itiraz etmiş; ve Mirac'tan naklen bunun imam Muhammed'in kavli olduğunu, İmam A'zam'a
göre kıyâmı uzatmanın efdal olduğunu söylemiştir. Bedâyi sâhibi de bunu sahih
kabul etmiştir.
Ben derim ki:
Müctebâ'nın iki nüshasında bunu böyle yalnız imam Muhammed'e nisbet edilmiş
olarak gördüm.
Acaba okuyan gibi
dilsizin de kıyâmı uzatması efdal midir? Bunu bir yerde görmedim.
İZAH
Bahır sahibi
kesinlikle delillerin çeliştiğine hüküm etmiştir. Meselâ: «Çok secde etmeğe
bak!» hadisi ve keza «Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secde halidir.»
hadisi: «namazın en faziletlisi kıyâmı uzun olandır.» hadisiyle çelişki
halindedir.
İmam Ahmed'le ebû
Davud'un rivâyetleri de böyledir. Bahır sahibi bundan sonra şunları
söylemiştir: «Bu âcizin anladığıma göre rükû ve sücûdun çokluğu daha
fazîletlidir. Çünkü kıyâm ancak bunlara vesile olmak için meşru olmuştur.
Bundan dolayıdır ki rükû ve sücûddan âciz olandan kıyâm sâkıttır. Vesile
maksuttan efdal olamaz. Bir de kıyam hâlinde Kur'an'ı çok okumak lazım gelse de
bu bir zâid rükündür. Hatta esas itibariyle rükün olup olmadığında ihtilaf
edilmiştir. Ama rükû ile sücûdün rükün ve asıl olduklarına ulema ittifak
etmişlerdir. Hem farzın iki rekatından sonra kıyâm kırâattan ayrılır.» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Lâkin Müctebâ'nın
sözüne Nehir sâhibi üç vecihle itiraz etmiştir.
Birincisi: Kıyam
vesile de olsa uzunluğunun efdal olması kıyam halinde çok kur'an
okunduğundandır. Kırâat bütün Kur'an'ı hatim etmek suretiyle bile olsa yine
farz yerine geçer. Nafileler böyle değildir.
İkincisi:
Kırâatın zaid rükun olması, fazilet hakkında te'siri olmayan şeylerdendir.
Üçüncüsü:
Meselenin mevzuu nâfiledir. Nâfilenin ise bütün rekatlarında kırâat lazımdır.
Bu satırlar dahi kısaltılarak alınmıştır.
Delillerin
çelişmesine gelince: Buna şöyle cevap verilir: Sücûddan murad: Namazdır.
Kıyâmıuzatmanın efdal olduğuna en kuvvetli bir delilde Peygamber (s.a.v.)'in
pek azı müstesnâ olmak üzere bütün gece namaz kılmasıdır. Hazreti Âişe
hadisinde geçtiği vecihle gece namazını on bir rekattan fazla kılmazdı.
«Ve Mirac'dan
bunun imam Muhammed'in kavli olduğunu nakl etmiştir.» Bu ifâde Bahır'ın sözüne
de itirazdır.
Bahır'da: «Bu
meselede İmam Muhammed'den nakiller muhteliftir. Tahâvînin Âşar şerhindeki
nakline göre kıyamın uzunluğu daha makbuldür. Müçteba'da imam Muhammed'den
bunun aksi nakl edilmiştir. İmam ebû Yusuf'tan ise tafsilata giderek:
«Geceleyin okuduğu kur'an virdi varsa efdal olan r&kat sayısını
çoğaltmaktır. Yoksa kıyâmın uzunluğu efdaldir.» Dediği rivâyet olunmuştur.
Çünkü birincide kıyâm muhtelif değildir. Ona rükû ve sücûd ziyâdesi ilâve
edilir.» denilmiştir.
İtiraz şöyledir:
Bahır sâhibinin sözünün müktezâsı bu meselede mezhebin imamından rivâyet
yoktur. Belki her iki kavl imam Muhammed'e aittir.
Ben derim ki:
Benim anladığıma göre ebû Yusuf'un rivâyeti bu iki kavlin haml edildiği
kavildir.
«Bedâyi sahibi
bunu sahih kabul etmiştir.» Onun ibâresi şöyledir: «Ulemamız kıyâmı uzun
tutmanın efdal oldûğunu söylemişlerdir. İmam Şafiîye göre çok namaz kılmak
efdaldir. Sahih olan bizim kavlimizdîr.» Bundan sonra Bedâyi sahibi. «İmam ebû
Yusuf'tan rivâyet olduğuna g.öre ilh...» demiştir ki, onun bu sözünden
anlaşıldığına göre bu kavl üç imamımıza aittir. Çünkü Şafii'nin hilâfından
başka bir hilâf zikir etmemiştir. Yukarıda Tahavî'den nakl ettiklerimiz de bunu
te'yid etmektedir.
Şarihin: «Ben
derim ki» diyerek bunu Mücteba'da gördüğünü nakl etmesi Mirac'ın sözünü te'yid
eder. «Agah ol!» diye tenbihte bulunması musannıfa yapılan itiraza işârettir.
Musannıf merhum üstadı olan Bahır sahibine tabi olarak metinlerde zikir edilen
İmam A'zam kavlini terk etmiş tır. Halbuki sahih kabul edilen hatta yukarıda
geçtiği vecihle bütün ulemânın tercih ettiği kavl odur. Onun için Hayreddin
Remlî: «Ben derim ki: Kâmil bir zat üstadına tabi olarak büyüklere nasıl
muhâlefet edebiliyor ve bunu metin yapıyor? Halbuki metinler mezhebi nakl için yazılırlar!»
demiştir.
Hâsılı, mutemed
olan mezhep, kıyâmı uzun tutmanın daha makbul olmasıdır. Münye şerhinde de
bildirildiğine göre bunun mânâsı şudur: Bir kimse muayyen bir zaman parçasını
namazla meşgul etmek isterse rekat sayısını az tutarak kıyâmı uzatması aksini
yapmaktan efdaldir. Meselâ: Bu parçada iki rekat namaz kılmak dört rekat
kılmaktan efdaldir. Kıyas böyle yapılacaktır.
«Acaba okuyan
gibi dilsizin de ilh...» ifâdesi Nehir sahibine ait incelemedir. Öyle
anlaşılıyor ki dilsizin çok rükû ve secde etmesi efdaldir. Çünkü kıyâmın efdal
olması kıraat itibariyle idi. Dilsizde ise kırâat yoktur. Bunu Halebî bazı
derkenarlardan nakl etmiştir. Fakat Rahmetî kendisine muhâlefet etmiş; Dilsizin
hükmen okur sayıldığını ve kendisine okuyanların sevâbı verildiğini
söylemiştir. Nitekim bir ibâdete niyet edip de âciz kalan kimse hakkında
verilecek hüküm budur. Halbuki kâide şudur: İllet bazı suretlerde bulunursa
geri kalanlarında da eksiksiz bulunur.
METİN
Mescidin Rabbine,
iki rekat tahiyye namazı kılmak sünnettir. Ama farz veya başka bir namazı edâ
etmek kezâ, mescide farz kılmak niyetiyle girmek veya farz kılmağa niyet
etmeksizin imama uymak da onun yerini tutar. Her gün için bir tahiyye namazı
kâfidir. Bize göre oturmakla tahiyye namazı sâkıt olmaz. Bahır.
Ben derim ki:
Ziyâ'da Kût'tan naklen bildirildiğine göre bir kimse hades veya başka sebeble
tahiyye namazını kılamazsa dört tesbih lafzını dört defa söylemesi mendup olur.
İZAH
Tahiyye namazı
sünnettir. Şarih Hazâin adlı eserinin derkenarında bu sözün Hulâsa sahibine
reddiye olduğunu kayt etmiştir. Çünkü Hulâsa sahibi: «Tahiyye namazı
müstehabtır.» demiştir. Kitabımızın metninde tahiyye-i mescid denildiği halde
şarihin buna bir de «Rabbi» kelimesini ilâve ederek «mescidin Rabbine tahiyye»
şekline sokması. ibâreden muzafın atıldığını gösterir. Çünkü tahiyye-i
mescidden maksat A L L A H'a yaklaşmaktır. Mescidi selâmlamak değildir. İnsan
kralın evine girerse kralı selamlar; evini selamlamaz. Bunu Hılye'den naklen
Bahır sahibi söylemiş sonra şunu ilâve etmiştir: «Bu namazın sünnet olduğuna
icma nakl edilmiştir. Yalnız ulemamız bir şeyi umumi surette men eden delili
umumi surette mubah delile tercih için onun mekruh vakitlerde kılınmasını
mekruh saymışlardır.»
Tahiyye-i mescid
iki rekattır. Kuhistanide: «İki veya dört rekattır. Tahiyye-i mescid için bu
daha efdaldir. Meğer ki mescide fecirden yahud ikindiden sonra girmiş ola. Bu
takdirde tehlil ve peygamberimize salavât getirir, Böylelikle mescidi.n hakkını
ödemiş olur. Nitekim farz kılmak için girdiğinde de öyledir. Zira o zaman
Tahiyye-i mescidle me'mur değildir. Bu Timurtâşî'de beyân edilmiştir.»
denilmektedir.
Farz veya başka
bir namazı kılmak tahiyye-i mescidin yerini tutar. Bu hususta Nehir'de şöyle
denilmektedir: «Mescide girdiği vakit kıldığı farz veya sünnet her namaz
tahiyye-i mescidin yerini tutar. Binâyâ'da Muhit'in muhtasarına atfen: «Farz
kılmak veya imama uymak niyetiyle mescide girmek tahiyye-i mescidin yerini
tutar. Ancak başka bir maksatla girerse bu namazı kılması emir edilir.
Deniliyor.» Nehir'in sözü burada biter. Hâsı!ı mescide girenden istenilen şey
orada namaz kılmaktır. Tâ ki bununla Rabbini tahiyye ve tazim etmiş olsun. Öyle
anlaşılıyor ki farz namaz kılmak niyetiyle mescide girmesi imam olmak, yalnız
kılmak veya imama uymak niyetiyle de olsa girer girmez hemen kılarsa tahiyye-i
mescid yerini tutar. Hemen kılmaz da oturursa tahiyye-i mescidi kılması tâzım
gelir. Ama bu evlânın hilafıdır. Nitekim gelecektir. Bir kimse Meselâ: Farz
namaz kılmak niyetiyle mescide girer de.bir müddet sonra kılarsa oturmadan
tahiyye-i mescidi kılması emir olunur. Nitekim namaz için değil de ders veya
zikir gibi bir sebeble girse evvela tahiyye-i mescidi kılar. Bu izahatımızda
anlaşılır ki, Nehir sahibinin binâye'dan nakl ettikleri öncekilere muhalif
değildir. Şu kadar var ki o namaz yerine namaz niyeti ifadesini kullanmıştır.
Zirâ ekseriyetlenamaz için mescide giren kimse namaz kılar. Yoksa namaz kılmasa
da niyet tahiyyenin yerini tutar demek istememiştir. Ama ibâresinin zâhiri bunu
îham etmektedir. Nitekim Halebî söylemiştir. Allah'u âlem.
Farz kılmak
niyetiyle girmeyip imama uymak da tahiyye-i mescid yerini tutar. Hılye'de şöyle
denilmiştir: «Bir kimse mescidde tahiyyeyi niyet etmeksizin farz kılmakla
meşgul olsa bu farz tahiyye-i mescid yerim tutar. Çünkü mescide tâzim hâsıl
olmuştur. Nitekim Bedâyi ve diğer kitablarda beyân olunmuştur. Farzla birlikte
tahiyyeyi niyet ederse Muhit ve diğer kitabların zahirlerinden anlaşılan
şeyhayna göre sahih olmasıdır. İmam Muhammed'e göre namaza girmiş olmaz. Zira
ulemanın sözleri şudur: Bir kimse hem öğlenin farzına hem de nâfileye diye
niyetlenirse ebû Yusuf'a göre kıldığı namaz farz yerine geçer. Bu kavli imam
Hasan ebû Hanîfe'den de rivâyet etmiştir. İmam Muhammed'e göre namaza girmiş
olmaz. Çünkü bir namazda farzla nâfile iki ayrı cins olup bir tahrimede birini
diğerine tercih câiz değildir. İkisine birden niyet ederse iki niyet bir bîrine
zıd gelerek hükümsüz kalırlar.
Ebû Yusuf'un
delili şudur: «Farz daha kuvvetlidir. Binaenaleyh ondan aşağısına niyet ortadan
kalkar. Ve farz olan hacla tetavvua niyet eden gibi olur.»
Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır. Bu ibârenin bir misli de Bahır'dadır.
Ben derim ki:
Benim anladığıma göre bu hilaf bizim meselemizde yürümez. Zirâ farz tahiyyenin
yerini tutunca tahiyyeden maksat hasıl olur ve artık tahiyye matlup değildir.
Çünkü maksad hangi namazla olursa olsun mescidi ta'zimdir. Ayrıca tahiyye emir
olunmaz. Meğer ki evvelce görüldüğü vecihle namazdan başka bir maksatla girmiş
olsun. Şu halde farzIa birlikte tahiyyeyi de niyet ederse farzın tazammun
ettiği bir şeyi niyet olur ve o şey farzla sukût eder. İmam Muhammed'in kavline
göre başka bir cinse niyet etmiş değildir. Öğlenin farziyle sünnetine niyet
etmek bunun hilâfınadır.
Hatta biri şöyle
diyebilir. Evlâ olan bu farzla tahiyye-i mescidi niyet etmektir. Tâ ki onun
sevâbına da nâil olsun. Yani kıldığı farzla AIIah teâlaya tahiyye veya beytine
tazimi de niyet eder. Çünkü farzla tahiyyenin sükût etmesi ve kendisinden
istenmemesi kast edilmeksizin sevap verilmeyi istilzam etmez. Sonra gördüm ki
Şafiîlerden ibn Hacer Minhac'da «tahiyye farzla veya başka bir nâfile ile de
hâsıl olur...» dedikten sonra şunları söylemiş: «Velev ki farzla birlikte
tahiyye-i mescide niyet etmesin. Çünkü mescidin maksud olan hürmetini ayak
altına almış değildir. Yani bununla tahiyye sâkıt olur. Sevap hâsıl olmasına
gelince: bunun husuli niyete bağlı olduğu belirtilmiştir. Zira hadisi şerifde:
"Ameller ancak niyetlere göredir", buyurulmuştur. Şarih hazretlerinin
tahiyyeden başka bir fiili onun yerini tutacağını, yani niyet etmese bile sevab
hâsıl olacağını zan etmek ihtimalden uzaktır. Velevki Mecmuun sözü bunu iktiza
eder denilsin. Sevab olmamasını niyet etse bilittifak bir şey hâsıl olmaz.
Nitekim bu bazılarının tavâfın sünnetinde söylediklerinden alarak, açıktır.
Öğle namazı ile meselâ: Bir sünnete niyet etmenin zarar vermesi sünnet bizzat
maksud olduğundandır. Tahiyye böyle değildir.»
İbn Hacerin: «Bir
sünnete niyet etmenin zarar vermesi ilh...» ifâdesi sözün başında benim bahis
ettiğimin aynidir. Allah'a hamd olsun. Zirâ onun söyledikleri bizim
mezhebimizin kaidelerine aykırı değildir.
«Her gün için bir
tahiyye namazı kafidir.» Yani bir özürden dolayı mescide tekrar tekrar girerse
bir tahiyye kâfi gelir. Mutlak söylemesine bakıIırsa mescide giren kimse tahiyyeyi
ilk girişte kılmakla son girişte kılmak arasında muhayyerdir. T.
«Bize göre
oturmakla tahiyye namazı sâkıt olmaz.» Çünkü ulema hâkim hakkında şunları
söylemişlerdir: «Hâkim hüküm vermek için mescide girdiğinde dilerse o anda,
dilerse çıkacağı vakit tahiyye namazını kılar. Zira maksad hâsıl olur. Nitekim
gâyede beyan olunmuştur. Sahihaynda rivayet edilen: «Biriniz mescide girerse
iki rekat namaz kılmadan oturmasın!» hadisine gelince: Bu hadis evlâ olanı
beyân etmektedir. Çünkü ibn Hibban'ın sahibide rivâyet ettiği bir hadiste
Rasûlüllah (s.a.v.): Ya ebâ Zer, şübhesiz mescidin bir tahiyyesi vardır. Onun
tahiyyesi iki rekat namazdır. kalk ta onları kılıver! buyurmuştur. Meselenin
tamamı Hılye'dedir. Şârihin bahis ettiği Ziyânın ibâresi şöyledir: «Bazıları
demişlerdir ki: Bir kimse mescide girer de hades, meşguliyet veya benzeri bir
sebeble tahiyyeı mescid namazını kılamazsa,
«Subhanellah
velhamdülillah velâ ilâhe illâllahü vallâhü ekber» Demesi müstehap olur. Bunu
ebû Talip Mekkî Kûtü'l-Kulûp adlı eserinde söylemiştir.» Biz bunun benzerini
kuhistani'den naklen arz etmiştik.
HATİME: Âfakî
(yani uzaklardan gelen) hacının ilk girişine nisbetle mescidi haram (Kâbe) sâir
mescidlerden müstesnadır. Çünkü onun tahiyyesi (namaz değil) tavaftır. Ama bu
söz götürür. Hılye'de böyle denilmiştir. Her halde söz götürmesi yukarıda geçen
hadiste mescid kelimesinin mutlak zikir edilmiş olmasındandır. Nehir'de
bildirildiğine göre imam farzı kıldırır veya müezzin ikâmete başlarsa cemâat
olanın tahiyyei mescidi terk edeceğine ve tavâfın tahiyyeye tercih edileceğine
ulema ittifak etmişlerdir. Peygamber (s.a.v.)'e selâm vermek bunun hilâfınadır.
Ben derim ki:
Lâkin molla Âliyy-ül-Kâri'nin Lübab-ül-Menâsik adlı eseri ile onun şerhinde
şöyle denilmektedir: «Mescidi harâma giren tahiyyei mescidle meşgul olmaz. Zira
mescid-i şerifin tahiyyesi, tavaf etmek isteyen için tavaftır. Tavaf etmek
istemeyip oturmak isterse iş değişir. Böylesi iki rekat tahiyyei mescid
kılmadan oturamaz. Meğer ki vakit kerahet vakti ola!» Bu sözün Zâhirinden
anlaşılıyor ki, tavaf etmek niyetiyle giren kimse ondan önce veya sonra
tahiyyei mescid namazı kılmaz. Bunun vechi her halde tahiyye namazının iki
rekat tavaf namazına karışmış olmasıdır.
METİN
Sünnet ile farz
arasında konuşursa sünneti iskat etmiş olmaz. Ama sevabını azaltır. Sünnet
sâkıt olur diyenler de vardır. Esah kavle göre tahrimeye aykırı her amel
böyledir. Kınye. Hulasa'da bildirildiğine göre bir kimse alış verişle meşgul
olur veya yemek yerse sünneti tekrar kılar. Bir lokma yemek veya bir yudum su
ile sünnet namazı bâtıl olmaz. Yemek getirilirse tadınınkaçacağından veya
azalacağından korktuğu takdirde evvela onu yer sonra sünneti kılar. Ancak
vaktin çıkacağından korkarsa yemeği terk eder. Sünneti özürsüz olarak vaktin
sonuna geciktirirse sünneti ifâ etmiş olmaz. olur diyenler de vardır.
İZAH
Sünnetle farz
arasında konuşursa sünneti iskât etmiş olmaz. Bunların arasını evrâd okumakla
ayırmak dahi oyni hükümdedir. Zira sünnet Allahümme entes selam ilh... diyecek
kadar ayırmaktır. Bundan fazlasını yaparsa sünnet mesnun olan yerinde
yapılmamış sayılır. Nitekim kırâatın âşikar okunması babından az önce geçmişti.
Sünnet sâkıt olur diyenlere göre farzdan önce kılınan sünnet ise onu yeniden
kılar. Farzdan sonra kılınanlardan ise zâhire göre nâfile olur. Ve bu kavle
göre o kimseye sünneti kılması emir edilmez.
Öyle görünüyor ki
Şârihin: «Hulasa'da bildirildiğine göre ilh...» sözü musannıfın kınye sahibine
tâbi olarak metinde sahihlediği ifâdeye istidraktır. (düzeltmedir) Çünkü Hulâsa
sahibinin «sünneti tekrar kılar.» diye kesin konuşması sünnetin sâkıt olduğunu
gösterir. Az sonra «sünnet namazı bâtıl olmaz.» İfadesini kullanması bunun
karinesidir. Yani namazın sünnet olması bâtı! olmaz demektir. Bundan anlaşılır
ki tekrar kılması sünnet olması bâtıl olduğundandır. Aksi takdirde mukabele
sahih olmaz.
«Yemek
getirilirse ilh...» sözü, aykırı amelin sünnetin sevâbını azaltması veya
tamamiyle gidermesi özürsüz olduğu zamandır manasını ifâde etmektedir. Ama
yemek gelir de son sünneti kıldığı takdirde tadının kaçacağından korkarsa
evvelâ onu yer; sonra sünneti kılar. Çünkü bu cemâatı terk için bile özürdür.
Sünneti geciktirmek için özür olacağı evleviyette kalır.. Ancak vaktin
çıkmasiyle sünneti tamamen kaçıracağından korkarsa evvela onu kılar; sonra
yemeğini yer. Benim anladığım budur.
Sünneti özürsüz
olarak vaktin sonuna geciktiren onu ifa etmiş olmaz diyenler olduğu gibi olur
diyenler de vardır. Kınye sahibi bu sözlerin ikisini de nakl etmiş; fakat bu
ikinci kavli zaif çıkaracak bir işârette bulunmamıştır. Sadece onu sonra zikir
etmiştir. Bundan onun zaif olması lazım gelmez. Bana öyle geliyor ki, esah olan
kavil budur. Birinci kavil «sünnet aykırı amel ile sâkıt olur.» Sözüne binâ
edilmiştir. Bu kavil şarihin zaifliğine işâret ederek söylediği kavildir.
METİN
FER'Î MESELELER:
Sabah namazının sünnetini aydınlık zamanına bırakmak efdaldir. Bazıları efdal
olmadığını söylemişlerdir. Bir kimse sünnet namazları nezir eder de nezrini
yaparsa sünnetleri kılmış olur. Bazıları olmaz demişlerdir. Nâfile namaz kılmak
isteyen evvela onu nezir eder; sonra kılar. Nezir etmemeli diyenler de vardır.
İZAH
Bazıları sabah
namazının sünnetinin aydınlık zamanına bırakılmasını efdal görmemişlerdir.
Bahır sahibinin Hulâsa'dan naklen söyledikleri bunu teyid eder. O: «Sabah
namazının iki rekat sünnetinde sünnet olarak yapılacak iş, Kâfirun ve ihlas
surelerim okumak, bu namazı vaktin evvelinde ve evdekılmaktır. Evinde kılamazsa
mescidin kapısı yanında kılar ilh...» demiştir.
Münye şerhinde
dahi: «Hazreti Âişe'den rivâyet edilen hadisler de buna delâlet eder. Âişe
(r.a.) şöyle demiştir. Rasûlüllah (s.a.v.) müezzin sabah ezanını okuyup sustuğu
ve fecrin doğduğunu anladığı zaman kalkar iki rekat hafif bir namaz kılardı.
Sonra müezzin ikâmet için yanına gelinceye kadar sağ tarafına yatardı. O geldi
mi namaza çıkardı. Bu hadis muttefekun aleyhdir.» denilmektedir. Meselenin
tamamı Münye şerhindedir.
T E N B İ H :
Şafiîler bu hadisten ve emsalinden alarak sabah namazının sünnetiyle farzının
arasını bu şekilde yatmakla ayırmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bizim
ulemamızın sözlerinden bunun hilâfı anlaşılmaktadır. Zira bunu zikir
etmemişlerdir. Hatta ben imam Muhammed'in Muvattâında şunu gördüm: «Bize Malik
Nafi'den O da Abdullah bin Ömer'den naklen haber verdi ki Abdullah bin Ömer
sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra yatan bir adam görmüş de, buna ne
oluyor. demiş. Nafî: Ben ona iki namazın arasını ayırmasını söyledim; demiş.
Bunun üzerine ibn Ömer selamdan daha güzel ayırmana ne olabilir! mukabelesinde
bulunmuş; İmam Muhammed: Biz ibn Ömer'in kavliyle amel ederiz. Ebû Hanîfe
rahimellahın kavli de budur. demiştir.»
Muvattâın şârihi
muhakkik molla Aliyy-ül-Kâri'de şunları söylemiştir: «Bunun sebebi: Çünkü selâm
ancak ayırmak için varid olmuştur. Selâm vermek vacip olduğu için fiil ve söz gibi
namazdan çıkaran sair şeylerden efdaldir. Bu söz evvelce geçen «Rasûlüllah
(s.a.v.) teheccüdün sonunda yatardı. Bazan da sabah namazının iki rekat
sünnetinden sonra evinde istirahat için yatardı.» hadisine aykırı değildir.
Molla
Aliyy-üI-Kari bundan sonra sözüne şöyle devam etmiştir: «İbn Hacer Mekki şemâil
şerhinde şöyle demiştir: Şeyhaynin rivayet ettikleri bir hadiste: Peygamber
(s.a.v.) sabah namazının iki rekat sünnetini kılınca sağ tarafına yatardı. Onun
için sabah namazının sünneti ile farzı arasında bu şekilde yatmak sünnettir.
Bir de Rasûlüllah (s.a.v.) bunu emir buyurmuştur. Nitekim bu babtaki hadisi ebû
Davud ile başkaları zararsız bir senedle rivayet etmişlerdir. Buna muhalefet
edenler de vardır. Bu hadis mescidde veya başka yerde olsun yatmânın mendup
olduğunu açıkca göstermektedir. Bazıları yatmanın yalnız evinde mendup olduğunu
söylemişlerdir. İbn Ömer'in «bu bid'attır.» İbrahim Nahaî'nin «bu şeytanın
yatışıdır.» demeleri ve ibn Mes'udu'un bunu inkar etmesi hadis kendilerine
ulaşmadığı içindir. İbn Hazm ifrata giderek: Yatmak vacibtir. Sabah namazı için
bu şarttır. demiştir.» Hadisin en yüksek derecelerde bulunan bu büyüklere
ulaşmamasının ihtimalden uzak olduğu meydandadır. Bâhusus ibn Mes'ud
hazretlerine ki Peygamber (s.a.v.) den hazarda seferde ayrılmamıştır. İbn Ömer
hazretleri de öyledir. Rasûlüllah (s.a.v.) bütün halterini tamamen incelemiş ve
tâbi olmuşlardır. Doğru hareket bu zevatın inkarlarını yukarıda geçen ayırma
illetine haml etmektir. Yahud bunu mescidde fazîlet erbabı arasında yapmıştır
demelidir.
Hadisin sahih
olduğu kabul edildiği taktirde Peygamber (s.a.v.) emri bu işin mescidde
yapılabilmesi hususunda açık olmadığı gibi işâret de değildir. Zira hadisi
şerif ebu Davud, Tirmizî ve İbn Hibban'ın hazreti ebû Hureyre'den rivâyetleri
vecihle şöyledir: «Biriniz sabahın iki rekat sünnetini kıldı mı sağtarafına
yatsın!» Mutlak mukayyede haml edilmiştir. Şu da var ki, mescidde bu yatış,
peygamber (s.a.v.) zamanında şâyi olsa idi bu mümtaz ve büyük zevata gizli
kalmazdı. Mukayyetten murad: Yukarıda geçen «sabah namazının iki rekat
sünnetinden sonra evinde» sözüdür. bunun hulâsası şudur: Rasûlüllah (s.a.v.)'in
yatması ancak istirahat için evinde olmuştur. Meşru olduğunu göstermek için
değildir. Esah olan hareket, yatmayı emir eden ve bunun meşru olduğunu
göstermek için yapıldığını gösteren hadisi yalnız evde yapılması istenildiğine
haml etmektir. Delillerin arası böylece bulunmuş olur. ALLAH-u âlem.
«Bir kimse sünnet
namazları nezir eder de nezrini yaparsa sünneti kılmış olur.» Çünkü nezir etmek
(adamak) o namazı sünnet olmaktan çıkarmaz. Nitekim sünnete niyetlenir de bozar
ve sonra edâ ederse kıldığı sünnet olur. Ve bozduğu için vacip vasfı ziyâde
edilir. Bunu Nehir sahibi İkdül-feraid'den naklen söylemiştir. «Nâfile namaz
kılmak isteyen evvela onu nezir eder.» Kınye'de: «Nâfıleyi nezir ettikten sonra
eda etmek nezirsiz edâ etmekten efdaldir.» denilmiştir.
Bahır sahibi
diyor ki: «Buna göre Müslim'in sahihinde rivâyet ettiği nezirin yasaklanması
meselesi müşkil kalır. Bu hadis nezir etmemeli diyenlerin kavlini tercih
ettirir. Lâkin bazıları hadisdeki nehyi, şarta bağlı olan nezire haml
etmişlerdir. Çünkü şartın meydana gelmesi ibâdete karşılık gibi olur ve o kimse
samimi muhlis sayılmaz. Nezir eder diyenlerin kavli şöyle izah olunur: O ibâdet
niyetiyle vacip olursa da nezirde ibâdete giriş vacibtir. Binaenaleyh o kimse
vacip sevabı kazanır. Nafile böyle değildir. Rey'i âcizaneme göre en iyisi
yasaktan yüzde yüz çıkmış olmak için nezir etmemelidir.
Ben derîm ki:
Yasak hadisinin lafzı Buharî'nin de sahihinde ibn Ömer'den rivâyet ettiği gibi
şöyledir: «Peygamber (s.a.v.) nezri yasak etti ve: Bu hakikatta hiç bir şeyi
geri getirmez. Sâdece bununla bahilin cebinden mal çıkarılır. buyurdu.» Bundan
ilk hatıra gelen mânâ muğlak nezir kast edilmiş olmasıdır. Mesela: Hastama şifâ
verirse Allah için filan işi yapmak boynuma borç olsun! demek muğlak bir
nezirdir. Nezrin yasaklanmasının vechi: Karşılık şâibesinden kurtulmamasıdır.
Çünkü ibâdeti şifa karşılığı yapacağını adamıştır. Şart kıldığı şey olmazsa o
ibâdeti yapmağa nefsi razı olmayacaktır. Hem bunda şifa hususunda nezrin bir
tesiri varmış gibi inanmayı îham vardır. Bundan dolayıdır ki, hadis-i şerifte
«bu hakikatta hiç bir şeyi geri getirmez.» buyurulmuştur. Zira bu cümle nehyin
illeti yerinde söylenmiştir. Peşin yani ta'liksiz nezir bunun hilâfınadır.
Çünkü o ibâdeti Allah için hâlis teberrudur. Ve nefsi ihtimal adamaksızın
yapamayacağı bir şeye mecbur etmektir. Binaenaleyh ibâdettir. Bu nezrin bize
göre ibadet olduğuna delil, Feth-ul-Kadir'in hac bahsinden az önceki şu
açıklamasıdır:
«Bir kimse
itikafı nezir edip dinden döner de sonra tekrar müslüman olursa o kimseye
nezirin icâbı lazım gelmez. Çünkü ibâdeti nezir etmenin kendisi ibâdettir. Bu
ise sair ibadetler gibi dinden dönmekle bâtıl olur.»
Bu nezirden
murad: Şarta bağlı olmayan münecez nezirdir. Zira söylediğimiz gibi Buharî'nin
bazı şarihleri hadisdeki yasağı, dileğinin hasıl olması hususunda nezrin tesiri
olduğunu itikad edenlere haml etmişlerdir. Öyle görünüyor ki, yasak umumidir.
Çünkü mezkûr hadisde: «Sâdece bununlabahîlin cebinden mal çıkarılır.»
buyurulmuştur. Allah'u âlem.
T E N B İ H :
Şârih neziri nafile namazlarla kayıtlamıştır. Bunun manası sünnetlerde nezir
etmenin efdal olmasıdır. Bunun vechi herhalde şudur: Sünnetler Peygamber
(s.a.v.) in farzlardan önce ve sonra kıldığı namazlardır. Bizden istenilen,
onun yaptığı şekilde kendisine tabi olmamızdır. Rasûlüllah (s.a.v.)'in bu
sünnetleri evvela nezir eder dediği bize nakl edilmemiştir. Onun için bazıları:
«Sünnetleri kılmış olmaz.» demişlerdir. Binaenaleyh efdal olan, nezir
etmemektir. Allah'u âlem.
METİN
Bir kimse
sünnetleri terk ederse, bunları hak gördüğü takdirde günahkar olur. Aksi
takdirde kâfir olur. Teravihten maada nâfilelerde efdal olan evde kılmaktır.
Meğer ki tamamen bırakacağından korkusu ola! Esah kavle göre daha ziyade huşû
ve hulusla kılınan namaz daha fâziletlidir. Abdestten sonra iki rekat namaz
kılması mendubtur. Maksat aza kurumadan kılmaktır. Nitekim Şurunbulâliye'de
Mevâhib'ten naklen izah edilmiştir.
İZAH
«Teravihten maada
nafileleri evde kılmak efdaldir.» Sözü farzdan önce ve sonra kılınan bütün
nâfilelere şâmildir. Çünkü sahihaynda rivâyet olunan bir hadiste: «Size
evlerinizde namaz kılmayı tavsiye ederim. Zira kişinin en hayırlı namazı evinde
kıldığıdır. Yalnız farz namaz müstesnâ!» buyurulmuştur.
Ebû Davud'un
rivâyet ettiği bir hadiste dahi: «Kişinin evinde kıldığı namaz benim şu
mescidimde kıldığımdan daha fazîletlidir. Yalnız farz namaz müstesnâ!»
buyurulmaktadır. Tamamı Münye şerhindedir. Bu daha fazîletli olunca evine
gittiği takdirde kendisini meşgul etmek korkusu lazım gelmeyecek şeylere riâyet
gerekir. Yahud evinde zihnini meşgul edecek ve huşûu bozacak bir şey varsa o
zaman mescidde kılar. Çünkü huşû tarafına itibar daha çoktur.
Teravih namazı
ise mescidde kılınır. Zira cemâatla eda edilir. Cemaatın yeri mesciddir. Münye
şerhinde tahiyye-i mescid namazı da istisnâ edilmiştir. Bu açıktır.
Ben derim ki:
İkişer rekat ihram ve tavaf namazları da müstesnadır. Çünkü birincisi mîkâtta
mescidde kılınır. Nitekim lübabta beyân edilmiştir. İkincisi de makam-ı
İbrahim'de kılınır. Yoldan gelince kılınan iki rekat da müstesnadır. Yola
çıkarken kılınan bunun hilâfınadır. Çünkü evde kılınır. Nitekim gelecektir.
İtikâfa girenin kıldığı nafile ve kezâ geciktirdiği takdirde kaçıracağından
korktuğu nâfile dahi müstesnadır.
Güneş tutulduğu
zaman kılınan namaz da müstesnadır. Zira cemaatla kılınır.
«Abdestten sonra
iki rekat namaz kılmak mendubtur.» Çünkü Müslim'in rivâyet ettiği bir hadiste:
«Güzelce abdest alıp iki rekat namaz kılan ve kalbi ile yüzü ile o namaza
yönelen hiç bir kimse yoktur ki kendisine cennet vacip olmasın.» buyurulmuştur.
Hazâin. Gusül de abdest gibidir. Bunu Tahavî Şurunbulâliye'den nakl etmiştir.
Bu iki rekatta kâfirun ve ihlas sureleri okunur. Nitekim Ziyâda beyan
edilmiştir. Acaba Tahiyye-î mescid gibi başka bir namaz bu iki rekatın yerini
tutarmı, tutmaz mı? düşün.
Sonra lübab'ül
Menâsik şerhinde gördüm ki iki rekat ihram namazı istihare namazı ve benzerleri
gibi müstakil bir sünnettir. Farz namaz bunların yerini tutmaz.
Tahiyye-i mescid
ve abdestten sonraki şükür namazı böyle değildir. Zira bunlar için ayrıca namaz
yoktur. Nitekim Hüccet nâm kitabın sahibi bunu tahkik etmiştir.
METİN
Sahih kavle göre
güneş doğduktan zevâle erinceye kadar dört rekat veya daha fazla kuşluk namazı
kılmak mendubtur. Kuşluk namazının muhtar olan vakti gündüzün dörtte birinden
sonradır. Münye'de bu namazın, en az iki, en çok oniki, orta sekiz rekat
kılınacağı bildirilmiştir ki, efdali ortası (yanı sekiz rekât)dır. Nitekim
zehâr-i eşrefiye'de beyân edilmiştir. Çünkü bu Peygamber (s.a.v.)'in fiili ve
kavli ile sâbit olmuştur. En çok miktarı yalnız kavli ile sabittir. Bu izah en
çok miktarı bir selamla kılındığına göredir. Ayrı ayrı kılındığı takdirde ne
kadar ziyâde ederse o kadar daha fazîletli olur. Nitekim bunu ibn Hacer Buharî
şerhinde anlatmıştır.
Zehâir-i eşrefiye
ibn şıhne'nın fıkhî bilmeceler hakkında bir eseridir.
İZAH
Kuşluk namazının
mendup olduğu tercih edilmiştir. Nitekim Gazneviye, Hâvî, Şır'a, Miftah ve
Tebyin sahipleri ve diğer ulema kesinlikle buna kaildirler. Bazıları bu namazın
müstehap olmadığını söylemişlerdir. Çünkü Buhari'de İbn Ömer (r.a.)'nın bunu
inkar ettiği bildirilmektedir. Münye şerhinde bu namazın müstehap olduğunu
gösteren deliller sayılmıştır. Bu namazda şer'a'da beyan edildiği vecihle
Veş-Şems ile Ved-duhâ sureleri okunur. Zahirine bakılırsa iki rekattan fazla da
kılsa aynı sureleri okur.
Münye şerhinde
«güneş doğduktan sonra» yerine güneş «yükseldikten sonra» denilmiştir.
«Kuşluk namazının
muhtar olan vakti»nden murad: Kılmak için tercih edilen vakittir. Bu sözü Münye
şarihi, Hâvîye nisbet etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü Zeyd bin Erkam hadisinde:
Rasûlüllah (s.a.v.); Evvâbin namazı Deve yavruları yere çöktüğü vakit kılınır.
buyurdu. denilmiştir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Deve yavrularının
çökmesi ayakları sıcağın şiddetine dayanamadığı içindir.
Kuşluk namazının
en az iki rekat kılınacağını Şeyh İsmail (Hâik) de Gazneviye, Hâvi, Şır'a ve
Semerkandiye'den nakl etmiştir. Musannıfın söylediğini tebyin, Miftah ve Dürer
sahipleri de benimsemişlerdir. En az iki rekattır diyenlerin delili: Peygamber
(s.a.v.)'in hazreti ebû Hüreyre'ye iki rekat namaz kılmasını tavsiye
buyurmasıdır. Nitekim Sahibi Buhâri'de rivâyet edilmiştir.
Dörttür
diyenlerin delili: «Peygamber (s.a,v.) kuşluk namazını dört rekat kılar;
Allah'ın dilediği kadar da ziyâde ederdi.» hadisidir. Bunu Müslim ve diğer
hadis imamları rivâyet etmişlerdir. İki hadisin araları bazı muhakkakların
işaret ettikleri vecihle «iki rekat en az mertebesi dört rekat da kemâl
derecesinin en aşağısıdır.» demek suretiyle bulunur.
Kuşluk namazının
en çoğu on iki rekattır. Çünkü Tirmizî ile Nesâînin îçinde zaif bulunan bir
senedle rivâyet ettikleri bir hadiste Rasûlüllah (s.a.v.): «Her kim kuşluk
namazını oniki rekat kılarsa Allahona cennette altından bir köşk binâ eder.»
buyurmuştur. Takarrur etmiş bir kaidedir ki, zaif hadisle fazîletler hususunda
amel câizdir. Münye Şerhi. Bazıları bu namazın en çok sekiz rekat kılınacağını
söylemişlerdir.
Hılye sahibi bu
kavli İmam Ahmed'e Şafiîlerden bazıları ise ekser ulemaya nisbet etmişlerdir.
İbn Hacer Buharî şerhinde şöyle demiştir: «Efdal ile ekser arasında fark
tasavvur edilemez. Ancak kuşluk namazını bir selamla oniki rekat kılan hakkında
tasavvur edilebilir. Çünkü bu namaz, kuşluk namazı sekiz rekattır diyenlere
göre mutlak surette nâfile olur. Ama ikişer rekat olarak ayrı kılarsa kuşluk
namazını kılmış olur. Sekizden fazla kıldığı mutlak surette nâfile olur.
Böylece oniki rekat onun hakkında sekizden efdal olur. Zira hem efdali hem
ziyadesini kılmıştır.»
Ben derim ki:
Bunun hâsılı şudur: Kendisince ziyadesi sabit olmadığı için, kuşluk namazının
en fazlası sekiz rekattır diyen kimse bu namazı bir selamla on iki rekat olarak
kılsa kuşluk namazının sünnet miktarı yerine geçmez. Çünkü meşruun hilâfına
niyet etmiştir. Ona göre efdal olan, sekiz rekat kılmaktır. Fakat kuşluk
namazının en fazlası oniki rekattır diyenlerin kavline göre - amellerin
fazîleti hakkında zaif hadisle amel câiz olduğundan - oniki rekat kılmak efdal
olur. Nitekim ikişer veya dörder rekatta selam vererek ayırsa bütün ulemâya
göre efdal olur.
Hulâsa : Sekiz
rekatın efdal olması - fazlası sâbit olmadığı için - kuşluk namazının en
fazlası sekiz rekattır. Sözüne binaendir. O zaman şârihin sözündeki sakatlık
sana gizli kalmaz. Zira o bu namazı en fazla oniki rekat kabul etmiş orta olan
sekiz rekatın efdal olduğunu söylemiştir. Şu da var ki, biz bu namazın en fazla
sekiz rekat olduğunu kabul etsek - mutlak surette nafile olsun diye bir selâmla
oniki rekat kıldığı vakit - sekiz rekat onikiden daha faziletlidir diye
kayıtlamak mezhebimizin kaidelerine uymaz. Belki bizim kâidelerimize göre neye
niyet etti ise o olur. Meselâ: Öğle namazını altı rekat kılar da dört rekatta
oturursa, kalan iki rekat önceki rekatların farziyet sıfatını değiştirmez.
Çünkü bize göre gerek farz gerekse nafile tahrimesinin üzerine binâ sahihtir.
Sayıyı niyet etmenin faydası zararı yoktur. Binaenaleyh kuşluk namazını sekiz
rekattan fazla kılarsa, fazlası mutlak surette nafile olur. Selamla ayırdığını
ayırmadığını fark etmeksizin hepsi mutlak nâfile olmaz. Evet, selamla ayırmadan
kılarsa dört rekattan fazlası gündüz nafilelerinde mekruhtur. Velev ki kuşluk
namazının en çok miktarını geçmesin. Bu takdirde sekiz rekatın efdal olması
zâhir değildir.
Şafiîlerden biri
buna cevap vermiş ve: «Sekiz rekatın efdal olması tabi olmak sebebiyledir.»
demiştir. Yani sekiz rekatın efdal olduğu sahih hadislerle sâbittir.
Binaenaleyh bu aded hususunda şârih hazretlerine tabi olmak tercih edilir.
Ziyade böyle değildir, Onun hadisi zaiftir. demek istemiştir. Lâkin ona da
şöyle itiraz edilebilir: En fazla miktarı kılarsa onun içinde şârih
hazretlerine tabi olunan sekiz rekat ta vardır. Meğer ki yine sekiz rekat en
fazla miktarıdır sözü üzerine binâ edile; ve bu namazı bir selamla sekizden
fazla kılarsa niyet ettiği değil, mutlak nâfile olur denile. yahud: Sekiz
rekatın her çifti mecmuuna bakmayarak fazlasının her çiftinden efdaldir denile!
Burada benim anladığım budur. Allah'u âlem.
METİN
Menduplardan
bazıları da yola çıkılacağı zaman kılınan iki rekat ve yoldan dönüldüğü zaman
kılınan iki rekat namazla gece namazıdır. Cevhere'de beyân edildiğine göre bu
namazın en azı sekiz rekattır. Mezkûr namazı üç kısma bölerse ortadaki en
fazîletlisidir. Yarıya bölerse sona kalan kısım efdaldir.
İZAH
Mukattam bin
Miktam'dan rivâyet edilmiştir ki, Rasûlüllah (s.a.v.): «Hiç bir kimse âilesine
sefere çıkacağı zaman onların yanında kıldığı iki rekat namazdan daha fazîletli
bir şey bırakmaz.» buyurmuştur. Bu hadisi Taberanî rivayet etmiştir. Ka'b bin
Malik'ten de şu hadis rivâyet olunmuştur: Rasûlüllah (s.a.v.) ancak gündüzleyin
kuşluk zamanında dönerdi. Dönüşte mescidden başlar; orada iki rekat namaz
kılardı. Sonra orada otururdu.» Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Münye şerhi.
Bundan anlaşılan. Sefer namazının eve, dönüş namazının mescide mahsus
olmasıdır. Şafiiler bunu açıkca söylemişlerdir.
Gece namazına
gelince: Ben derim ki, gece namazı gündüz namazından efdaldir. Nitekim Cevhere
ile Nur-ul-İzah'da böyle denilmiştir. Gerçekten bir çok âyet ve hadisler gece
namazının fazîletini bildirerek ona teşvikte bulunmuşlardır.
Bahır sahibi
diyor ki: Bunlardan biri de Sahih'i Müslim'de merfu olarak rivâyet edilen şu
hadistir: Farzdan sonra en fazîletli namaz gece namazıdır. Taberanî dahi merfu
olarak şu hadisi rivâyet etmiştir: Geceleyin mutlaka namaz kılmak lazımdır.
Velev ki bir koyun sağacak kadar olsun. Yatsıdan sonra kılınan namaz gece
namazından sayılır. Bu gösterir ki mezkûr sünnet yatsıdan sonra uyumadan evvel
kılınan nâfile namazla yerine getirilmiş olur.»
Ben derim ki:
Hılye sahibi bunu açıklamış; biraz söz ettikten sonra şunları söylemiştir:
«Sonra aşikardır ki teşvik edilen gece namazı teheccüttür. Şafiîlerden Kadı
Hüseyn'in bildirdiğine göre ıstılahta teheccüd namazına uykudan kalktıktan
sonra kılınan nâfile namazıdırlar. Kadı sözünü Taberanî'nin Mu'cemindeki Hâccac
bin Amr (r.a.) hadisiyle teyid etmiştir.
Haccâc şöyle
demiştir: Sizden biriniz geceleyin kalkıp sabaha karşı namaz kılarsa teheccüd yaptım
sanır. Teheccüd ancak uyuduktan sonra kalkıp kılınan namazdır.» Şu kadar varki
bu hadisin senedinde ibn Lehia vardır. Bu zat hakkında söz edilmiştir. Lâkin
zâhire bakılırsa Taberânî'nin ilk hadisi tercih edilir. Çünkü şârih (s.a.v.)
hazretleri tarafından kavlen teşri'dir. Bu öyle değildir. Bununla İmam
Ahmed'den rivâyet edilen: «Gece namazı güneşin kavuşmasından fecir doğuncaya
kadardır.» sözü hükümsüz kalır.» Bu satırlar Bahır'dan kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Anlaşıldığına göre Taberanî'nin ilk hadisi gece namazının vaktinin yatsı
namazından sonra olduğunu bildirmektedir. Hatta bir kimse yatsıdan önce uyur da
sonra yatsıyı kılmadan nafile namaz kılarsa sünnet yerine geçmez. Taberânî'nin
ikinci hadisi de birinciyi tefsir etmiş olur. Böyle demek, aralarında çelişme
ve tercih isbatından daha iyidir. Çünkü onda iki hadisten biri ile ameli terk
etmek vardır. Bir de böyle olursa ıstılaha göre hareket edilmiş olur. Hem âyât
ve hadislerinmutlak ifadelerinden anlaşılan da budur. Sonra teheccüd zorla uykuyu
gidermektir ve teessüm yani günahtan korunmaya benzer. evet, gece namazı ve
kıyâm-ül-leyl tabirleri teheccüde âm ve şâmil sözlerdir. İmam Ahmed'e yapılan
itiraza bununla cevap verilir. Benim anladığım budur. Allah'u âlem.
T E N B İ H :
Buraya kadar geçenlerden anlaşılıyor ki, teheccüd ancak nafile namazla hâsıl
olur. Bir kimse yatsı namazından sonra uyur da sonra kalkıp kaza namazları
kılarsa teheccüd yapmış sayılmaz. Şafiîlerden bazıları bu hususta tereddüt
etmişlerdir.
Ben derim ki:
Zâhire göre nafile kaydı ekseriyetle vukuuna binaendir. Teheccüd hangi namazla
olsa hâsıldır. Zira geçen hadiste: «Yatsı namazından sonra kılınan namaz gece
namazındandır.» buyurulmuştur. Sonra bilmiş ol ki, şarihin gece namazını
menduplardan saymasını el-Havi-I-Kudsî sahibi de benimsemiştir.
Muhakkık Kemâl b.
Hümâm feth-ul-Kadir'de onun sünnet mi, mendup mu olduğunda tereddüt etmiştir.
Çünkü kavlî deliller mendup olduğunu, fiilen devam ise sünnet olduğunu
gösterir. Rasûlüllah (s.a.v.) bir nâfileye devâm buyurursa o nafile sünnet
olur. Lâkin bu izâhat teheccüdün onun hakkında nafile namaz olmasına göredir.
Nitekim bir tâife buna kâildir. Başka bir taife ise teheccüdün ona farz
olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh onun devam buyurması bizim hakkımızda
sünnet olduğuna delalet etmez. Lakin sahih'i Müslim ile diğer hadis
kitablarında hazreti Âişe'den naklen açıkça beyân edildiğine göre teheccüd
namazı vaktiyle farz olup sonradan nesh edilmiştir. Feth-ul-kadir sahibinin
söylediklerinin hulâsası budur. Bunun ifade ettiği mânâ bizim hakkımızda sünnet
olduğuna itimad etmekdir.
Zira Peygamber
(s.a.v.) teheccüde farziyeti nesh edildikten sonra devam etmiştir. Onun için de
Hılye sâhibi: «En münasibi sünnet olmasıdır.» demiştir.
«Cevhere'de beyân
edildiğine göre bu namazın en azı sekiz rekattır.» Şârihin «Cevhere'de» diye
kayıtlaması el'hâvi-l-Kudsî'de: «Kolayına geldiği kadar namaz kılar. Velev ki
iki rekat olsun. Bu hususta sünnet dört selamla sekiz rekat kılmaktır.»
denildiği içindir. Dört selamla kaydı imameynin kavline göredir.. İmam-ı
A'zam'ın kavline göre bu kayıt yoktur. Nitekim Hılye'de zikir edilmiştir. Yine
Hılye'de şöyle denilmektedir: «Bu söz Peygamber (s.a.v.) teheccüdü en az ikî,
en çok sekiz rekat olduğuna göre söylemiş ve Serahsî'nin Mebsut'undan
alınmıştır.» Bundan sonra Hılye sahibi üstâdı muhakkık ibn Hümâm'a uyarak
mebsutta tayin edilen en çok miktarını gösteren hadisleri sıralamıştır.
Peygamber (s.a.v.) teheccüdünün en az miktarının vitirden başka dört rekat
olduğunu bildiren ebu Davud hadisini de zikir etmiştir. Bunun tamamı oradadır.
Oraya müracâat et! Lâkin son olarak Peygamber (s.a.v.) den rivâyet olunan şu
hadisi zikir etmiştir: «Her kim geceleyin uyanırda ailesini uyandırır ve iki
rekat namaz kılarlarsa ikisi de Allah'ı çok zikir eden erkeklerle kadınlardan yazılırlar.»
Bu hadisi Nisâî, İbn Mace, sahibinden ibn Hibbân ve Hâkim rivayet etmişlerdir.
Münzirî: «Bu hadis şeyhaynin şartı üzere sahihtir.» demiştir.
Ben derim ki:
Binaenaleyh teheccüd namazının en azı iki rek'at, ortası dört, en çoğu sekiz
rekattır. demek gerekir. Allahu âlem. Bîr kîmse teheccüd namazını üçe bölerse,
yani üçde birini kılıp üçte ikisinde uyumayı dilerse ortadaki üçdebir iki
taraftakilerden efdaldir. Çünkü o kısımda gaflet daha tamamdır. İbâdetde daha
ağırdır. «Yarıya bölerse sona kalan kısım efdaldir.» Yani yarısını namazla
yarısını da uyku ile geçirmek isterse sona kalan kısmını namazla geçirmek
efdaldir. Zira o kısımda ekseriyetle günahlar az olur. Bir de sahih bir
hadiste: «Gecenin son üçde biri kaldığında Rabbimiz her gece dünyanın semasına
nüzul buyurarak: Yok mu bana dua edecek duasını kabul edeyim. Yok mu benden
isteyecek dilediğini vereyim. Yok mu benden afv dileyen onu afv edeyim! der.»
buyurulmuştur. (nuzulün manası inmektir. Allah Teâlâ hakkında bu tasavvur
olunamadığı için gelmeyi terceme etmeden aldık) Burada Allah'ın nüzûlünden
murad: Emrinin inmesidir. Nitekim halef ile selef ulemanın büyüklerinden
bazıları bunu böyle tevil etmişlerdir. Tamamı ibn Hacer'in Tühfesindedir. Orada
beyân olunduğuna göre efdal olan ortadaki üçdebirin dördüncü ve beşinci altıda
biridir. Çünkü muttefekun aleyh olan bir hadiste:
«Allah indinde en
makbul namaz, Davud'un namazıdır. Gecenin yarısını uyur; üçde birinde namaz
kılar; altıda birini uyurdu.» buyurulmuştur, Hılye sahibi kesinlikle buna kâil olmuştur.
T E T İ M M E :
Yine Hılye'de bildirildiğine göre adet edinilen teheccüdü bir özür yokken terk
etmek mekruhtur. Çünkü peygamber (s.a.v.) İbn Ömer hazretlerine: «Ya Abdullah,
filan gibi olma! geceleyin namaz kılardı. sonra bunu terk etti.» buyurmuştur.
Bu hadis
muttefekun aleyhtir. Binaenaleyh mükellef bir insanın yapabileceği işi yapması
gerekir. Nitekim sahihaynda böyle sabit olmuştur. Onun içindir ki, Peygamber
(s.a.v.): «Amellerin Allah'a en makbul olanı en devamlı yapılanıdır. Velev ki
az olsun.» buyurulmuştur. Bu hadisi Buharî, Müslim ve diğer imamlar rivâyet
etmişlerdir.
METİN
Bayram
gecelerini, Şabanın yarılandığı geceyi, Ramazanın son on gecesini ve
Zilhiccenin ilk on gecesini ihya etmek de mendubtur. Geceyi ihya bütün geceyi
veya ekserisine âm ve şâmil olan her ibâdetle olur. Mendublardan biri de iki
rekat istihara namazıdır.
İZAH
Şurunbulâlî İmdâd
nâm eserinde bu gecelerin fazîleti hakkında varid olan hadisleri sıralamıştır.
Oraya müracaat et!
Mütekaddiminden
birinden - ki imam ebû Cafer Muhammed bin Ali olduğu söylenir - nakledildiğine
göre gecenin ihyasını yarısını ibâdetle geçirmektir diye tefsir etmiş ve; «Her
kim gecenin yarısını ihya ederse bütün geceyi «ihya etmiş olur.» demiştir.
Hılye'de «zâhire bakılırsa hadislerin mutlak olun ifadeleri ibadetin bütün
geceyi kaplamasını icap ediyor.» denilmiştir. Lâkin sahih-i Müslim'de hazreti
Âişe'den rivâyet olunan bir hadiste Âişe (r.a.): «Ben Peygamber (s.a.v.) hiç
bir gece sabaha kadar ibâdet ettiğini bilmiyorum.» demiştir. Bu suretle maksadın
gecenin ekserisi veya yarısı olduğu tercih edilir. Ama ekserisi hakikata daha
yakındır. Meğer ki yarıyı tercih ettirecek bir sebepbuluna.
İmdâd'ta beyân
edildiğine göre gecenin ihyâsı muayyen bir sayıya bağlı olmaksızın yalnız
başına nâfile namaz kılmak. Kur'an ve hadis okumak, onları dinlemek, tesbih,
senâ ve salavat getirmekle olur. Bunlar gecenin yarıdan fazlasını kaplamalıdır;
Bazıları bir saatin (cüz'ün) kafi geleceğini söylemişlerdir.
İbn Abbas
(r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre yatsıyı cemâatla kılmak ve sabah namazını da
cemâatla kılmaya azim etmekle olur. Nitekim ulema bayram gecelerini ihya
hakkında ayni şeyi söylemişlerdir. Müslim'in sahihinde şu hadis vardır.
«Rasûlüllah
(s.a.v.): Yatsıyı cemaatla kılan gecenin yarısını namazla ihya etmiş gibi olur.
Sabahı cemâatla kılan ise bütün gece namaz kılmış gibi olur. » buyurmuşlardır.
T E T İ M M E:
İmdad sahibi «yalnız başına nafile namaz kılmak» demekle daha sonra kitabının
metnindeki «bu gecelerden birini ihya için mescidlere toplanmak mekruhtur.»
Sözüne işâret etmiştir. Tamamı onun şerhindedir.
«EI'Hâvi-l-kudsî»
de bunun mekruh olduğu açıklanmış ve şöyle denilmiştir: «Bu vakitlerde
kılınacağı rivayet olunan namazların teravihten geri kalanı yalnız kılınır.
Bahır sahibi
diyor ki: Bundan anlaşıldığına göre Recebin ilk cuma akşamı kılınan Regaib
namazını cemaatla kılmak mekruhtur; bu bid'attır. Rumeli halkının kerahet ve
nâfileden kurtulmak için onu nezir etmeleri batıl bir çaredir.»
Ben derim ki:
Bunu Bezzâziye sahibi açıklamıştır. Nitekim şârih bâbımızın sonunda
söyleyecektir. Münye'nin iki şarihi bu hususta uzun uzadıya söz etmiş; ve bu
babta rivâyet edilen sözlerin batıl, uydurmalar olduğunu izah etmişlerdir.
Bilhassa Hılye'nin izahatı geniştir. Allame Nureddin Makdisî'nin bu babta güzel
bir eseri vardır ki, ona «Red'ur Râgıp an salat-ül-Regâib» adını vermiş ve dört
mezhebin gelmiş geçmiş ulemâsından ekserisinin sözlerini bu eserde toplamıştır.
İstihâre namazı
hakkında Cabir bin Abdullah (r.a.) dan şu hadis rivâyet olunmuştur: «Bize Rasûlüllah
(s.a.v.) bütün işlerde istihareyi, kur'andan bir sure öğretir gibi öğretir ve
şöyle buyururdu: Birinizin başı dara geldi mi hemen iki rekat farz olmayan bir
namaz kılsın! sonra:
Allahümme inni
estehiruke biilmike ve estekdiruke bi kudretike. Ve es'elüke min fazlike'l
azîm. Feinneke takdiru velâ ekdiru ve ta'lemu velâ a'lem. Ve ente allâmul
guyup. Allahümme in künte ta'lemu enne hâzel emre hayrun lî fî dîni ve meâşî ve
âkıbeti emrî - ev kal âcili emrî ve âcilihî -Fakdirhu lî ve yessirhü lî. Sümme
bârik lî fîhi. Ve in künte Ta'lemu enne hâzel emre şerrun lî fî dîni ve meaşî
ve âkıbeti emrî - ev kal âcili emri ve acilihi - Fasrifhu annî vasrifni anhu.
Vakdir lî el' hayre haysü kâne sümme radınî bihî.
Mânâsı şudur: Ya
rabbî, senden senin ilminle hayra muvaffakiyet dilerim. Senden kudretinle
kudret dilerim ve büyük fazlından nasip isterim. Çünkü sen kâdirsin; ben
değilim. Sen bilirsin; ben bilmem. Sen gâibleri de bilirsin. Yarabbî! Eğer
senin ilminde bu işde benim dinim, dünyam ve ahiretim için -yahud dünyâ ve
âhiretim için- hayır varsa onu bana takdir buyur ve müyesser kıl! Sonra onda
bana bereket ver! Eğer senin ilminde bu işde benim dilim, dünyâm ve âhiretim
için -yahut dünyâ ve âhiretim için- kötülük varsa onu benden beni ondan ırak
eyle! Hayır nerde ise onu bana takdir buyur! Sonra beni ondan razı et! »
Duâsını okusun.
Hacetini de söylesin.» Bu hadisi Müslim'den maada bütün hadis imamları rivâyet
etmişlerdir. Münye şerhi.
Tetmim: «Yâhud
dünya ve ahiretim için» ifâdesi râvinin şübhesidir. Ulema ikisini de
söylemesini yani «Ve âkıbeti emri âcilihî ve âcilihi» demesini lüzumlu
görmüşlerdir.
«Hâcetini de
söylesin!» Tahtavî diyor ki: «Bundan murad: Bu işde benim dînim ilh... yerine
hâcetini söylemelidir.» demektir.
Ben derim ki:
Yahud istihareden sonra: «Benim hâcetim şöyle şöyledir... demelidir. Hılye'de
bildirildiğine göre bu duaya Allah'a hamd ve Resûlüne salavât getirerek
başlamalı ve bitirmelidir.
Ezkâr'da ilk
rekatta Kâfirun, ikincide ihlâs surelerinin okunacağı kayıt edilmektedir.
Selefden biri ilk rekatta «ve rabbüke yahlügu ma yeşâû ve veyahtar» âyeti
kerimesinin «ya'linûne» kadar; ikincide «ve mâkâne limü'minin velâ mü'minetin»
âyeti kerimesinin okunacağını söylemiştir. İstihare yedi defa tekrarlanmalıdır.
Çünkü ibn Sünnî'nin rivâyet ettiği bir hadiste:
«Yâ Enes başın
dara geldiği zaman o hususta rabbine yedi defa istihare yap! sonra kalbine
gelene bak! Zira hayır ondadır.» buyurulmuştur. Namaz kılmağa imkan bulamazsa
dua ile istihare yapar.
Şır'a şerhinde
şöyle deniliyor: «Ulemadan işitildiğine göre abdestle kıbleye karşı yatmalı,
yatmazdan önce mezkûr duayı okumalıdır. Rüyâda beyaz veya yeşil görülürse o
işin hayır olduğuna, siyah veya kırmızı görülürse şer olduğuna delâlet eder ki,
kaçınmak gerekir.»
METİN
Dört rekat tesbih
namazını üçyüz tesbih ile kılmak da mendubtur. Bunun fazîleti pek büyüktür.
Dört rekat hâcet namazı da menduptur. Bazıları bunun iki rekat olduğunu
söylemişlerdir. Hâvî adlı eserde mezkûr namazın bir selamla oniki rekat
kılınacağı bildirilmektedir. Biz bunu Hazâin'de uzun uzadıya izah ettik.
İZAH
Tesbih namazı
kerahet vakitlerinin dışında her zaman kılınabilir. Yâhud günle gecede bir defo
kılmalı bu olmâzsa 'her hafta veya her cuma, bu da olmazsa her ay, bu da
olmazsa ömürde bir defa kılınmalıdır. Bunu bildiren hadis hasendir. Zira
tarikleri çoktur. Bu hadisin uydurma olduğunu söyleyen vehim etmiştir. Tesbih
namazında sonsuz sevap vardır. Onun için bazı muhakkıklar: «Onun büyü.k
faziletine kulak vermeyen ve onu terk eden ancak dîni tahkir edendir.»
demişlerdir. «Tesbih. namazının mendup sayılmasında namaz nizâmını bozmak
vardır.» diye dil uzatmak ancak onu isbat eden hadis zaif ise doğru olabilir.
Hadis hasen derecesine yükselirse namaz nizamını bozsa da bu namazı isbat eder.
Tesbih namazı bir
veya iki selamla dört rekat olarak kılınır. Bu namazda üçyüz kere:
«Subhanellahi vel hamdülillâhi Velâ ilâhe illellâhu vallahu ekber.» denir. Bir
rivayette «Velâ havle velâ kuvvete illâ billah» cümlesi ziyâde edilir. Bunlar
her rekatta yetmişbeş kere söylenir. Subhâneke okunduktansonra onbeş; kıraattan
sonra, rükûda, rükudan doğrulduktan sonra, secdelerde ve iki secde aralarında
ise onar defa ve rükû sücûd tesbihlerinden sonra söylenir. Namazın bu şekilde
kılınacağını Tirmizî Câmiinde Abdullah bin Mubarek'ten rivâyet etmiştir.
Abdullah bin Mubarek İmam A'zam'ın arkadaşlarından biri olup ilim, zühd ve
takvada ona ortaktır.
Kınye sahibi bu
rivâyetle iktifa etmiş; ve bu husustaki iki rivâyetten muhtar olanın bu
olduğunu söylemiştir.
İkinci rivâyete
göre kıyâm halinde kıraattan sonra yalnız bir defa onbeş tesbih ile iktifa
edilir. Kalan on tesbih ikinci secdeden kalktıktan sonra getirilir.
EI'Havî'l-Kudsî Hılye ve Bahır sâhibleri bu kavli söylemekle yetinmişlerdir. Bu
rivâyetin hadisi daha meşhurdur. Lakin Münye şârihi şöyle demiştir: «İbni Mubarek'in
söylediği şekil Bahır'ın muhtasarında zikir edilendir. Bizim mezhebimize uygun
olan şekil budur. Çünkü bunda istirahat oturuşuna hâcet yoktur. Bize göre bu
oturuş mekruhtur.»
Ben derim ki:
İhtimal kınye sahibi onu bundan dolayı tercih etmiştir. Lâkin biliyorsun ki bu
rivâyetin hadisinin sabit olması bu şekli isbat etmiştir. Velev ki içinde bu
istirahât celsesi olsun. Binaenaleyh bazan biran bazan ötekini yapmalıdır.
T E T İ M M E :
İbn Abbas (r.a.)a: «Bu namazda okunacak sure biliyor musun?» diye sorulmuş. O
da Tekâsür, asr, kâfirûn ve ihlâs sürelerinin okunacağını söylemiştir. Bazıları
efdal olan hadid, haşr, saf ve tegabün gibi sûreleri okumaktır. demişlerdir.
Abdullah bin
Mubarek'ten bir rivayete göre bu namazı kılan kimse evvela rükû ve sücûd
tesbihlerinden işe başlar.
Sonra öteki
tesbihlere geçer. Muallâ bu namazın öğleden evvel kılınacağını söylemiştir.
Bunu Hindiye sahibi muzmerattan nakl etmiştir. İbn Mubarek'e: «Bu namazı kılan
yanılır da sehiv secdesi yaparsa tesbihleri onar onar söyleyecek mi?» diye
sorulmuş da: «Hayır! Bu tesbihler ancak üçyüz tesbihtir.» Cevabını vermiştir.
Molla Aliy-yül-Kârî Mişkât şerhinde şunları söylemiştir: «Bundan anlaşılan
şudur: Yanılır da muayyen bir yerden bir kaç tesbihi noksan bırakırsa matlup
sayıyı tamamlamak için o tesbihleri başka bir yerde getirir.»
Ben derim ki:
Anlaşıldığına göre o kimse yanıldığı yere dönemez. Bu açıktır. Ve Şafiîlerden
birinin dediği gibi terk ettiği tesbihleri o rükunden sonra gelen rükün kısa
değilse onun içinde getirmelidir. Meselâ: Rükûdan doğrulma tesbihlerini secdede
getirir. Rükû tesbihlerini dahi secdede getirir. Doğrulduğu zaman getirmez;
Çünkü kısadır.
Ben derim ki:
Birinci secdenin tesbihlerini de ikinci secdede getirir. Celse halinde
getirmez. Çünkü celseyi uzatmak evvelce geçtiği vecihle vaciplerde bize göre
meşru değildir.
Kınye'de beyân
edildiğine göre tesbihleri ezberden sayabilen parmaklarıyle saymaz. Ezberden
saymazsa parmaklarını yumarak sayar.
Hanefilerden
allâme ibn Tülun Dımeşki'nin «Semeru't-terşih fi salat't teravih» adlı bir
risalesini gördüm. Orada kendi el yazısı ile İbn Abbas (r.a.) dan rivâyet
edilen şu sözleri yazmış: «Tesbih namazında teşehhüdden sonra selamdan önce:
«Allahümme innî
eselüke tevfika ehlil hüdâ ve e'mâle ehlil yakîn. Vemünâsamete ehlil tevbeti ve
azme ehlil basari ve cidde ehlil haşyeti ve talebe ehlil rağbeti ve teabbüde
ehlil verai. ve irfâne ehlil ilmi hattâ ehâfüke allahümme innî eselüke
mehafeten tahcuruni an measîke hatta e'mele bitâatike amelen estehukku bihi
rızâke ve hatta ünasıhake bittevbeti havfen minke ve hatta ehlüsalekennasıhate
hubbenleke ve hatta etevekkele aleyke fil ümûri husne zânin bike subhane
halikınnûr.» Duası okunur.
Hâcet namazı
hakkında ise Şeyh İsmail Şunları söylemiştir: «Menduplardan biride hacet namazıdır.
Bu namazı tecnis, Mülteka ve Hızânet'ül fetevâ sahipleriyle bir çok fetva
kitabları, Havî ve Münye şerhi zikir etmişlerdir.
Havî'de bunun
oniki rekat olduğu ve nasıl kılınacağı beyân edilmiştir. Fakat söz götürür.
Tecnis ve diğer kitablarda ise yatsıdan sonra dört rekat olarak kılınacağı ve
merfu bir hadise göre ilk rekatta bir fatiha, üç ayet'el-Kürsî; kalan üç
rekatın her birinde birer fatiha, İhlas ve muavezeteyn okunacağı, Bunlar
yapılırsa kılınan namaz kadir gecesinde kılınmış gibi olacağı kayt edilmiştir.
Üstadlarımız: «Biz bu namazı kıldık ve hacetlerimiz görüldü.» demişlerdir. Bu.
Mülteka, Tecnis ve bir çok fetva kitablarında, kezâ Hızânet'ül fetevâda zikir
edilmiştir. Münye şerhinde ise hacet namazının iki rekat olduğu bildirilmiştir.
Bu husustaki hadisler tergip ve terhip adlı eserdedir. Nitekim Bahır'da da
mevcuttur.
Tirmizî'nin
Abdullah bin Ebî Evfâ'dan rivâyet ettiği bir hadiste hazreti Abdullah şöyle
demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.) buyurdular ki: Bir kimsenin Allah'dan veya beni
Ademin birinden bir haceti olursa tertemiz bir abdest alsın; sonra iki rekat
namaz kılsın; sonra Allah teâlaya senada bulunsun ve Peygambere salavat
getirsin sonra şunu okusun :
«Halîm ve Kerim
olan Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur. Ulu arşın Rabbi olan Allah'ı tenzih
ederim. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Yârab, rahmetinin
gereklerini, kesin affını, her iyiliğin ganimetini ve her kötülükten selâmeti
dilerim. Af etmedik günah, çözmedik baş bırakma! Ve râzı olduğun bir hâceti
mutlaka bitir ey acıyanlar acıyanı!»
«lâilahe
illallahülhalimül kerim. subhanallahi rabbil arşil azîm. elhamdülillahi rabbil
alemin. Eselüke mücebatin verahmetike veazâime ma'firetike vel ğanimete min
külli birrin vesselâmete min külli ismin. la tede' zenben illâ ğafertehü vela hemmen
illa feractehü vela hâceten hiye leke rizan illâ gazeytehâ ya erhamerrahimin.»
Ben derim ki:
Hılye sâhibi kitabının sonunda hâcet namazı için müstakil bir bölüm tahsis
etmiş; orada hâcet namazının şekillerini, rivayetleri ve duaları beyan ile sözü
hem uzatmış hem de iyi etmiştir. Nitekim merhumun âdeti budur. İsteyen oraya
müracâat etsin!
H A T İ M E :
Yolculuk eden bir kimsenin her konakta oturmazdan evvel iki rekat namaz kılması
münâsıb olur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) böyle yapardı. Bunu imam Serahsî
Siyer-i kebîr şerhinde beyan etmiş; Kezâ şunu da belirtmiştir: Bir müslüman
ölüme mahkum olursa iki rekat namaz kılması, ondan sonra Allah'a tevbe istiğfar
etmesi müstehaptır. Tâ ki dünyada son ameli namaz veistiğfar olsun.
Şeyh İsmail'in
Şır'a şer^inden naklen bildirdiğine göre tevbe namazı. anne baba namazı, yağmur
yağdığı zaman iki rekat namaz, nifakı def için gizli bir yerde iki rekat namaz,
evine girip çıkarken giriş çıkış fitnesinden korunmak için namaz kılmak ta
mendublar cümlesindendir. AIIah'u Âlem.
METİN
Farzın iki
rekatında mutlak olarak kıraat amelen farzdır. Kırâatın ilk iki rekata tayini
ise meşhur kavle göre vâciptir. Yalnız kılan için nafilenin her rekatında
kıraat da farzdır. Çünkü nafilenin her çift rekatı bir namazdır. Lâkin dört rekatlı
sünnet müekkedelere şâmil değildir. İhtiyatan vitirin her rekatında kırâat da
farzdır.
İZAH
Farzın iki
rekatında kırâat amelen farzdır. İtikaden farz değildir. Binaenaleyh inkar eden
kafir olmaz. Çünkü bu hususta ihtilaf edilmiştir. Ebu Bekir-ı Esâmm, Sufyan bin
Uyeyne ve başkalarına göre sünnettir. Hasan Basrî, imam Züfer ve Malikîlerden
Mugîre'ye göre bir rekatta kırâat farzdır. İmam Malik'ten diğer bir rivâyete
göre üç rekatta farzdır. İmam Şafiî ile imam Ahmed'e ve Malik'in sahih kavline
göre dört rekatta farzdır. Meselenin tamamı Hılye'dedir.
Kıraat «mutlak
olarak» farzdır yani ilk rekatlarda veya son rekatlarda yahud her çiftin birer
rekatında diye kayıtlanmamıştır. T.
Ben derim ki:
Bazen dört rekatlı farzın bütün rekatlarında kırâat farz olur. Nitekim İstihlâf
babında geçmişti ki imam kendi yerine iki rekatta mesbûk birini geçirir de ona
ilk iki rekatta okumadığını işâret ederse bu halîfe imamın dört rekatta okuması
farzdır.
Şârih «meşhur
kavle göre» demekle «kırâat ilk iki rekatta farzdır.» diyenlerle «ilk iki
rekatta kırâat efdaldir.» diyenlerin sözlerini red etmiştir. Lâkin namazın
vacipleri bahsinde gördük ki ilk iki rekatta kırâat farzdır diyen yoktur. Bu
mânâyı yalnız bahır sahibi bazı ibârelerden anlamıştır. Tahkikini orada
yapmıştık!
Nâfile kılan
kimse velev hükmen olsun yalnız kılarsa her rekatta kıraat kendisine farzdır.
Meselâ: İmam reyinde yalnız ve başkasına tabi olmadığı için yalnız kılan
hükmündedir. Bu kayıtla imama uyan hâriç kalır. Ona nâfilede kırâat farz
değildir. Velev ki farz kılana uymuş olsun. Nitekim bunu imamlık bâbında beyân
etmiştik.
«Lâkin bu, yani
nafilenin her rekatında kırâat lazım gelmesi için yapılan ta'lil noksandır.
Dört rekatlı sünnet müekkedelere şâmil değildir.» Zira musannıf evvelce beyân
etmişti ki, dört rekatlı sünnet müekkedelerin ilk oturuşunu da salavât okunmaz.
Üçüncü rekata kalkınca Subhaneke de okunmaz. Nafilenin her çift rekatı bir
namaz olsa idi. salavât ve subhaneke de okunurdu. Bu itirazı yapan Bahır
sâhibidir. Buna şarihin orada işaret ettiği şu sözü ile, cevap verilebilir. «Bu
sünnetler kuvvetli oldukları için farza benzemişlerdir.» Yani kıyasa göre Bahır
sâhibinin dediği doğrudur. Lakın farza benzeyince onlar hakkında iki tarafa
riayet olunmuş ve fukaha onların her rekatında kıraatın vacip olduğunu
söylemiş; ilk oturuşu unutan kalktığı rekatı secde ile kayıtlamadıkça kıyâm
tamamolduktan sonra kaadeye dönebilir. demişlerdir. Dört rekatlı sünnet
müekkedeyi bozan kimse zâhir rivâyete göre yalnız iki rekat kaza eder. Nitekim
gelecektir. Buna aslına nazaran hüküm etmiş; vitirde yaptıkları gibi
benzerliğine bakarak da salavât ve subhâneke okumasını men etmişlerdir. Halbuki
evvelce geçtiği vecihle nâfilenin her çift rekatının bir namaz sayılması mutlak
değil, bazı cihetlerdendir. Öyle olması dört rekatlı bir sünnetin ilk oturuşu
terk edilmekle namazın sahih olmaması icap ederdi. Halbuki istihsânen farza
kıyas edilerek bu sahihtir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Evet, bir kimse altı
veya sekiz rekat nafile namazı bir oturuşla kılsa esah kavle göre câiz olmaz.
Nitekim Hulasa'da da böyle denilmiştir. Çünkü farzlar içersinde bir oturuşla
edası sahih olan altı rekatlı namaz yoktur. Binaenaleyh iş kıyasa kalır.
Nitekim Bedayi'de de böyle denilmiştir. Bu hususta imam Muhammed'in hilafının
sahih kabul edildiği de ileride gelecektir.
METİN
Bir kimse kasten
ihram tekbiri ile veya üçüncü rekata kalkmakla sahih olarak başladığı nâfile
lazım olur. Ancak farz kılanın arkasında nâfileye niyet eder de sonra onu
bozarak farzı kılmadığını hatırlar ve o farza niyet ederse yahud başka bir
nâfile namaza veya zanla kılanın, ümminin, kadının veya abdestsizin namazına
niyetlenirse yani niyetlenir de derhal bozarsa kazası lazım gelmez. Ama devamı
tercih eder de sonra bozarsa kazası lazım gelir.
İZAH
Bir kimsenin
kasten sahih olarak başladığı nâfile namazı lazım olur. Yani o namaza devam
etmesi lazımdır. Hatta bozarsa kazası icap eder. Ve o namazı iki rekat olarak
kaza eder. Velev ki daha fazlasına niyetlenmiş olsun. Nitekim gelecektir. Sonra
bu hüküm namaza mahsus da değildir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bilmiş
ol ki adamakla lazım gelen ve sıhhat hususunda başı sonuna bağlı olan nâfile
bir ibâdete başlamak İmam Malik'le bize göre o ibâdeti tamamlamanın ve
kazasının vücûbuna sebeptir. Ebu Bekir Sıddîk, İbn Abbas ve bir çok eshabı
kiramın kavli bu olduğu gibi tabiînden Hasan Basrî, Mekhul, İbrahim Nehaî ve
diğerlerinin kavilleri de budur.
"Adamakla
lazım gelen" kaydıyle abdest, tilavet secdesi. hasta dolaşmak ve gaza
yolculuğu gibi adamakta lazım gelmeyen şeyler hariç kalır. Çünkü bunlar bizzat
maksut değillerdir. «Başı sonuna bağlı» kaydıyla da sadaka kıraat ve İmam
Muhammed'in kavline göre itikâf gibi evveli sonuna bağlı olmayan şeyler hâriç
kalır. Namaz, oruç, haç, umre, tavaf ve şeyhaynin kavline göre itikaf dâhil olur.
TENBİH : Ulemanın
sözlerinden anlaşıldığına göre mücerred sahih olarak bir ibadete başlamakla
kaza lazım gelir. Velevki derhal bozmuş olsun. Miraç'ta Suğra'dan naklen şöyle
deniliyor: "Bir kimse nâfile orucu derhal bozarsa kazası lazım gelmez. Ama
devâma niyet eder de sonra bozarsa kazası lazımdır."
Ben derim ki:
Namaz da öyledir. Bir kadın nafile namaza başlar da sonra hayzını görürse kaza
etmesi vacip olur. Bu sözün benzeri şeyh İsmail'in şerhinde de mevcuttur. Bu
sözü Ebu's Suud maznun olan nâfileye haml etmiştir. Kuhıstânî'nin sözü de buna
delalet eder. Münehin sözü de öyledir. Nitekim gelecektir.
"Üçüncü
rekata kalkmakla" ifadesinden murad: İlk çifti sahih olarak edâ etmişse
demektir. İkinci çifti bozduğu vakit yalnız onun kazası lazım gelir. Birinciye
sirâyet etmez. Çünkü her çift başlı başına bir namazdır. Bahır.
"Sahih
olarak başladığı" kaydıyle şarih ümmi ve kadın gibi birine nâfile niyetle
uymaktan ihtiraz etmiştir. Nitekim gelecektir. "Kasten" tabiri dahi
üzerinde farz borcu var zan edip de aksi zuhur edenden ihtiraz içindir. Bu da
gelecektir.
"Ancak farz
kılanın arkasında nafileye niyet eder de sonra bozarsa onu kaza etmez.»
Bedayi'de de beyan edildiği gibi bunu vechi şudur: O adam imamla yanlız bu
namazı edâyi ilzam etmiştir. Gerçekten edâ da etmiştir. Zanla namaz kılmanın
süretini Tatarhâniye sahibi uyundan, o da ibn Semaa tarikiyle imam Muhammed'den
şöyle rivayet etmiştir : Bir adam öğleyi kılmadım zanniyle öğleye niyetlenirde
başka biri nafile niyetiyle ona uyar: öğleyi kıldığını hatırlamayarak namazı
bozarsa ikisine de bir şey lazım gelmez. Lâkin Bahır'ın imamlık bâbında beyân
edildiğine göre bu surette cemaat olanın nafilesi ifsatla garantilidir. Kazâsı
lazım gelir. İmamın namazı öyle değildir. Buna şöyle cevap verilebilir: Bahır
sahibinin ifsattan muradı cemâat olanın namazını bozmasıdır. Bu takdirde onun
namazı kaza etmesi lazım olur. İmamının bozmasiyle kaza etmez. Böyle olunca
ifâde yukarıdaki beyâna aykırı düşmez. Ancak Sirac'ın sözünden anlaşılan imamın
bozmasıdır. Çünkü şöyle demiştir: "Zanla kılan kimse namazdan çıkarsa üç
imasmıza göre çıkmakla o namazın kazası vacip olmaz. Ona uyana ise kaza
vaciptir." Sirâc'ın sözü de bizim söylediğimiz şekilde te'vil olunur. Aksi
takdirde şarihin tercih etmediği ikinci bir rivâyet olur.
Ümminin namazına
uyan kimse hakkında ebu-s-Suud «kaza vacip olması gerekir.» demiştir. Zira
evvelce görüldüğü vecihle bu namaza başlamak sahihtir. Kıraatın yeri elince
namaz bozulur.
«Yani niyetlenir
de hatırladığında derhal bozarsa ...» sözü zan ile kılana mahsustur. Mineh'de
şöyle deniliyor:. «Musannif kasten demekle zan ile namaza başlamaktan ihtiraz
etmiştir. Meselâ: Bir farzı kılmadığını zannederek ona niyetlenir de sonra
kıldığını hatırlarsa niyetlendiği namaz nafile olur. Tamamlaması vacip
değildir. Hatta onu bozmuş olsa da yine vacip değildir.
Suğrada: «Bu
hüküm nafile orucu derhal bozduğuna göredir. Oruca devamı tercih eder de sonra
bozarsa kazası lazım gelir. Namaz da böyledir. Müçteba'da böyle denilmiştir.»
ifâdesi vardır.
Ben derim ki:
Bazı derkenar yazarları da bu sözü Timurtaşî'nin cami şerhine nisbet
etmişlerdir. Lakin Tecnis sâhibi oruç meselesini şöyle illetlendirmiştir: «O
kimse oruca devam edince sanki o anda devama niyet etmiş gibi olur. Zeval'den
önce ise nâfile oruca başlamış sayılır. Ve üzerine vacip olur.»
Hulâsası:
Hatırladığında oruca devamı tercih edince niyetin zamanı da geçmediğine göre
yeniden niyetlenmiş gibi olur. Ve oruç kendisine lazım gelir. Namazda bu mümkün
değildir. Binaenaleyh onu oruca katmak müşkildir.
METİN
Zâhir rivâyete
göre nafileye velev ki güneş batarken, doğarken veya istiva halinde iken niyet
etmişolsun. Bu namazı bozması haramdır. Çünkü Teâlâ hazretleri: «Amellerinizi
bozmayın!» buyurmuştur. Ancak bir özürden dolayı bozulabilir. Kazası da
vaciptir. Velev ki bozulması kendi fiili ile olmasın. Mesela:
Teyemmümlü bir
kimsenin suyu görmesi, namaz kılan veya oruç tutan bir kadının hayz görmesi bu
kabildendir. Bilmiş ol ki, kula kendi iltizamiyle vacip olan şeyler iki
nevidir.
Birincisi: Sözle
vacip olur. Bu nezirdir ki, imam bahsinde gelecektir.
İkincisi: Fiil
ile vacip olur. Bu da nafile ibadetlere başlamaktır. Bunları şu beyt
toplamaktadır:
«Nafilelerden
yedi danesi vardır ki niyetlenene lazım gelirler.
Bu hüküm şeriat
sahibinin sözünden alınmıştır;
Oruç, namaz,
tavaf, dördüncüsü hac;
İtikâf, Umre,
yedincisi de ihramdır.»
İZAH
İmam-A'zam'dan
zâhir rivayete göre bir kimse nafile namaza mekruh vakitlerden birinde başlamış
bile olsa tamamlaması icap eder. O namazı bozarsa haram işlemiş olur.
İmam-A'zam'dan başka bir rivâyete göre mekruh vakitlerde oruca başlamaya kıyas
ile bu vakitlerde başlanan nafile namaz niyetlenmekle lazım gelmez. Zâhire göre
fark: O kimseye o anda oruçlu denmesinin sahih olması, namazda ise secde
etmeksizin namazda demenin sahih olmamasıdır. Onun için oruç tutmayacağına
yemin eden kimse mücerred niyetlenmekle yemini bozulur. Namaz kılmayacağına
yemin eden böyle değildir. Nitekim gelecektir. Nehir.
Özür bulununca bu
namazı bozmak haram olmaz. Bilakis bazen mubah, bazen müstehap bazen da vacip
olur. Nitekim musannıf bunu namazın mekruhları 'bâbının sonunda beyan etmiş ve
şöyle demiştir:
«Özürlerden biri
de mekruh vakitte namaza başlamasıdır.
Bedayi'de
bildirildiğine göre bizce efdal olan o namazı bozmaktır. Tamamlarsa isâet etmiş
olur. Ama kazası lazım gelmez. Çünkü o namazı vacip olduğu sıfatta eda
etmiştir. Bozarsa kazası lazım gelir.»
Bahır sahibi
diyor ki: «Kerahet tahrimiyeden kurtulmak için o namazı bozmanın vacip olması
gerekir. Bu ameli bozmak değildir. Çünkü daha mükemmelini yapmak içindir. Bu
bozmak sayılmaz.»
«Kazâsı da
vacibtir.» Yani velev ki bir özürden dolayı bozsun ve bildiğin gibi özür
kerahet vaktinde kılması olsun.
Bahır'da şöyle
denilmiştir: «O namazı başka bir kerahet vaktinde kaza etse câizdir. Çünkü
nâkıs olarak vacip olmuştur. Ve vacip olduğu şekilde edâ etmiş olur. Bu
câizdir. Nitekim o namazı nâkıs vakitte tamamlaması da câizdir.»
«Bunları şu beyit
toplamaktadır.» Yani başlamakla vacip olan nafile ibâdetler şu manzumede
sıralanmışlardır. Kâide şudur: Adamakla ifâsı lazım gelen ve sahih olmak için
evveli sonuna bağlıolan her ibâdet başlamakla vacib olur. Nitekim az yukarıda
Münye şerhinden naklen arz etmiştik. Buradaki nazmı ebu-s-Suud, Sadreddin bin
İzzet'e nisbet etmiştir.
Mücerred niyetle
tavâfa başlamak onu yedi şavt olarak tamamlamayı gerektirir.
İtikâfa gelince:
Şârih itikaf babında musannıf ile başkalarından naklen bildirecektir 'ki, bazı
muteber kitablarda: «Başlamakla itikafın lazım gelmesi zaif kavle istinad
eder.» denilmiştir. Yani bu söz nafile itikaf bir gündür rivayetine göredir.
Zâhir rivâyette itikafın en azı bir saattir ki, Buna göre başlamakla itikaf
lazım olmaz. Belki mescidden çıkmakla sona erer.
Ben derim ki:
Lâkin Bedayi'de beyân edildiğine göre itikafa başlamak edanın yetiştiği
miktarda ilzam eder. Mescidden ancak o kadarcığı vacip olarak çıkınca fazlası
kendisine lazım gelmez.
Evet, itikaf
bâbında fetih'deh naklen beyân edilecektir ki. ramazanın on gününde itikafa
girmek başlamakla lazım gelmelidir.
İhram meselesinde
lübâb-ül-menâsik'te şöyle denilmiştir: «Bir kimse hac veya umre diye tayin
etmeksizin ihrama niyet etse sahihtir. Ve kendisine lazım gelir. O kimse
bunlardan birinin amellerine başlamazdan önce niyetini hangisine dilerse ona
sarf edebilir.»
METİN
Dört rekatlı
sünnet-i gayrı müekkedeye niyet eden kimse o namazı ilk iki rekat esnasında
veya ikinci çiftte bozarsa Halebî ve başkalarının tercihlerine göre iki rekat
olarak kaza eder. Yani iki rekatın teşehhüdünü yapmışsa iki rekat kaza eder.
Aksi takdirde bütün namaz bilittifak bozulur. Kâideye göre her çift rekat bir
namazdır. Ancak imama uymak, nezir ve ilk oturuşu terk etmek gibi bir arıza
olursa iş değişir.
İZAH
Musannıfın «dört
rekatlı» diye kayıtlaması, nâfileye başlar da sayı niyet etmezse bilittifak iki
rekat koza etmesi lazım geleceği içindir. «Niyet eden» diye kayıtlaması ise,
namaz kılmayı nezir edip dört rekata niyetlenirse bilittifak dört rekatın
kazası lazım geleceği içindir. Nitekim Hulasa'da bildirilmiştir. Çünkü bunun
sebebi vucubu vuzu edilmiş sigası ile nezirdir. Bahır.
İki rekat kaza
etmesi zahir rivayeye göredir. Hulâsada imam ebu Yusuf'un evvela dört rekat
kaza eder dediği sonradan imam-A'zam'la imam Muhammed'in kavline döndüğü
sahihlenmiştir. Şu halde iki rekat kaza lazım gelmesi bilittifaktır. Çünkü
başlamak sebebiyle vacip olmak, vaz'an sabit değil, belki edâ edileni korumak
içindir. İki rekat Tamam olmakla edâ edilen korunmuştur. Şu halde zaruret
yokken ziyade lazım gelmez. Bahır.
Halebî ve
başkaları bu kavli tercih etmişlerdir. Halebî Münye şerhinde şöyle demektedir:
«Ama öğleden önceki sünnete yahud cumanın ilk veya son sünnetine başlar da
sonra birinci veya ikinci çift rekatlarda bozarsa bilittifak dört rekat kaza
etmesi lâzım gelir. Çünkü bu namaz ancak bir selâmla meşru olmuştur. Rasûlüllah
(s.a.v)'den böyle rivayet olunmuştur. Binaenaleyh bir namaz mesabesindedir.
Onun için de ilk oturuşunda salavat okunmaz. Üçüncü rekata kalkınca Subhaneke
ile başlanmaz.
Şafih bir kimse
bu namazın ilk iki rekatında iken evin satıldığını haber alır da dördü
tamamlarsa şuf'ası batıl olmadığı gibi muhayyerenin hak hıyarı da bâtıl olmaz.
Keza ilk iki rekatta iken yanına karısı girer de dört rekatı tamamlarsa halvet
sahih olmaz. O kadını boşarsa mihrinin tamamını ödemesi lâzım gelmez. Başka
nafileler böyle değildir. Çünkü bu hükümler bir birinin aksinedir.»
Bahır'da bu kavli
Fazlî'nin de ihtiyar ettiği bildirilmiştir. Nisab'ta bunun esah olduğu kayıt
edilmiştir. Çünkü başlamakla bu namaz farz gibi olmuştur. Lâkin Bahır'da bundan
önce şöyle denilmiştir. «Ulemamızdan nakl edilen zahir rivayete göre başlamakla
bu namazdan yalnız iki rekatın kazası lâzım gelir. Zira nâfiledir.»
Ben derim ki:
Hidâye ve diğer kitabların zâhirlerine bakılırsa onlar da bu kavli tercih
etmişlerdir.
Şârihin «ilk iki
rekat esnasında» diye kayıtlaması, ilk oturuşun sonu ile üçüncü rekata kalkış
arasında bozarsa.bir şey lâzım gelmeyeceği içindir. Çünkü birinci çift
oturmakla tamam olmuştur.
İkinciye henüz
başlamamıştır.
«Veya ikinci
çiftte bozarsa...» yani birinci çifti oturuşla tamamlar da ikinci çifte geçtikten
sonra oturuştan evvel onu bozarsa yine iki rekat kaza eder. Burada birinci çift
tamam olduğu için ikinci çifti kaza eder. Lâkin birinci iki rekatın
tekrarlanması vacip olmak gerekir. Çünkü vacip olan selâmı terk etmiştir. Bu
secde-i sehiv ile de tamamlanmaz. Nitekim bir vacibi terk edilerek kılınan her
namazın hükmü budur. Bu söz ulemanın burada söylediklerine aykırı değildir.
Zira onların sözleri kaza lâzım gelip gelmemek hususundadır. Bu da namazın
bozulup bozulmadığına binâendir. Tekrar kılmak, sahih fakat kerahetle eda
edilen fiili ikinci defa kerahetsiz olarak yapmaktır. «Yani ilk iki rekatın
teşehhüdünü yapmışsa» ifadesinden murad: Teşehhüd miktarı oturmasıdır. Okuyup
okumaması müsâvidir. «Aksi takdirde bütün namaz bozulur.» Yani ilk iki rekatta
teşehhüd yapmaz da ikinci çiftte namazı bozarsa bütün namaz bozulur. Çünkü
birinci çift ancak ilk oturuş bulunursa namaz sayılır. ilk oturuş bulunmazsa
dört rekatın hepsi bir namaz olur. Bahır.
«Kâideye göre her
çift rekat bir namazdır.» Yani o kimseye nâfilenin tahrimesi ile iki rekattan
fazla bir şey lâzım gelmez. Velev ki fazlasına niyet etmiş olsun. Ulemamızdan
nakl edilen zâhir rivayet de budur. Bahır.
İmama uymak
ârızası, dört rekat namaz kılması gereken bir kimseye nâfile kılanın uymasıdır.
Meselâ: Nâfile kılan kimse öğlenin farzını kılana uyar da sonra namazını
bozarsa dört rekat kaza eder. Bu hususta namazın başında veya son oturuşta
uyması fark etmez. Çünkü imamın namazını iltizam etmiştir. O da dört rekattır.
Bunu Bahır ve Nehir sâhipleri Bedayi'den nakl etmişlerdir.
Bir kimse namaz
kılmayı nezir eder de dört rekata niyetlenirse bilittifak dört kılması lâzım
gelir. Nitekim Bahır'dan naklen evvelce arz etmiştik. Nihâye sâhibi bunu
Mebsut'tan naklen şöyle ta'lil etmiştir: «Bu adam sözünün tahammül ettiği bir
şeyi niyet etmiştir. Zira namaz ismi ikiye de dört rekata da şamildir; Ve
sanki: Allah için dört rekat namaz kılmak boynuma borç olsun demiş gibidir.
Evvelce geçmişti
ki, bir kimse bir selâmla dört rekat namaz kılmayı nezir eder de iki selâmla
kılarsa nezrini ödemiş olmaz. Aksi böyle değildir. Buradakinin ifade ettiği
mânâ ise, bir selâmlakayıtlamasa bile dört rekatı nezir etmenin dört lâzım
gelmek için kâfi gelmesidir. Bu namazı iki selâmla kılarsa nezrini ödemiş
olmaz.
İlk oturuşu terk
etmekte müstesnalardan biridir. Çünkü her iki rekatın bir namaz sayılması ondan
sonra gelen oturuşun farz olmasını iktiza eder; ve bu oturuş terk edilmesi ile
namaz bozulur, Nitekim imam Muhammed'in kavli bu olduğu gibi kıyas da budur.
Lâkin şeyhayn'a göre oturmadan üçüncü rekata kalkınca bu namaz farza benzeyen
bütün bir namaz olmuş; farz oturuş, son oturuş olmuştur ki, istihsan da budur.
Bu izâha göre bir kimse bir oturuşla üç rekat nafile namaz kılsa, akşam
namazına kıyasla câiz olmak gerekirdi. Lâkin esah kavle göre bu caiz değildir.
Zira oturuşun bitiştiği son rekat fâsid olmuştur. Bir rekatlık nafile namaz
meşru olmamıştır. Binaenaleyh ondan evvelki de fâsid olur. Bir oturuşla altı
rekat nâfile kılsa bazılarına göre câiz olmaz. Çünkü istihsan, farz kıyasla bir
oturuşta dört rekatlık caiz olmasıdır. Ama bir oturuşta edâ edilen altı
rekatlık farz yoktur. Şu halde mesele kıyasın aslına döner. Nitekim Bedayi'de
böyle denilmiştir.
T E N B İ H :
Mezkûr kaideden Halebî ile diğerlerinin tercihlerine göre sünnet-i müekkede de
istisnâ edilmek gerekir.
ONALTILI
MESELELER
METİN
Nitekim her iki
çift rekatta yahud yalnız birinci çiftte veya ikinci de, yahud ikinci çiftin
bir rekatında veya birinci çiftin bir rekatında yahud ilk çift rekatla ikinci
çiftin bir rekatında kıraatı terk etse sadece iki rekat kaza eder. Çünkü ilk
çift bâtıl olunca ikinciyi onun üzerine bina etmek sahih olmaz. Bunlar dokuz
şekil olup her birinde iki rekat kaza lâzım gelir.
İZAH
Musannıf dört
rekatlı nâfilenin başka şeylerle bozulduğunu anlattıktan sonra kıraatı terk
etmekle bozulan meselelerini izaha başlıyor. Bunlara sekizli meseleler ve
onaltılı meseleler lâkabı verilmiştir. Mezkûr meselelerde esas şudur: Namazın
ilk çiftine başlamak tahrîme ile, ikinci çiftine başlamak ise tahrîme baki olmak
şartiyle ayağa kalkmakla sahih olur. İmam A'zam'a göre ilk çift rekatta kıraatı
terk etmekle tahrîme kalmaz. Binaenaleyh ikinci çifte başlamak sahih olmaz ki,
bozulduğunda kazası lâzım gelsin. Sadece ilk çifti kaza eder. Çünkü kıraatı
terk etmekle o bozulmuştur. Kıraatı bir rekatta terk etmek bunun gibi değildir.
Zira bu, tahrîmeyi değil, edâyı bozar.
Hattâ ilk çiftin
kazası vâcip olur. İkinci çifte başlamak da sahih olur. İmam Muhammed'le
Züfer'e göre çift rekatın birinde kıraatı terk etmek hem tahrîmeyi hem edâyı
bozar. O kimse iki rekatta kıraatı terk etmiş gibi olur. Binaenaleyh ikinci
çifte başlaması sahih olmaz. Bozulduğu takdirde kazası da lâzım gelmez. Yalnız
ilk çifti kaza eder. İmam Ebu Yusuf'a göre bir veya iki rekatta kıraatı terk
etmek yalnız edâyı bozar. Tahrîme bakidir, Binaenaleyh ikinci çifte başlaması
mutlâk surette sahih olur.
Hâsılı: Kıraatı
terk etmekle tahrîme Ebu Yusuf'a göre mutlâk surette bozulmaz. İmamMuhammed'le
Züfer'e göre mutlâk surette bozulur. İmam-ı A'zam'a göre aslen terk etmekle
yani iki rekatta da okumakla bozulur. Bir rekatta okumamakla bozulmaz.
Nâfile namazın
her iki çift rekatlarında kıraatı terk eden kimse İmam-ı A'zam'la İmam
Muhammed'e göre birinci çifti kaza eder. Çünkü tahrîme batıl olmuş; ikinci
çifte başlamak sahih olmamıştır. İmam Ebu Yusuf'a göre dört rekat kaza eder.
Zira ona göre tahrîme bakidir her iki çiftte kıraatı terk ettiği için eda
bozulmuştur.
Kıraatı yalnız
birinci çift rekatta terk eden kimse bilittifak iki rekat kaza eder. İmam-ı
A'zam'la İmam Muhammed'e göre iki kaza etmesi tahrîme bozulduğu ve ikinci çifte
başlaması sahih olmadığı içindir. Ebu Yusuf'a göre iki kaza etmesi, ikinci
çifte başlaması sahih olsa bile o çiftte kıraat bulunduğundan bozulmadığı
içindir. Binaenaleyh yalnız birinci çifti kaza eder. İkinci çift rekatta
kıraatı terk eden de bilittifak iki rekat kaza eder. Zira birinci çift sahih
olmuştur.
İkinci çifte
başlaması sahihtir; bu kısımda kıraatı terk ettiği için edâsı bozulmuştur.
İkinci çiftin bir rekatında kıraatı terk ederse yine bilittifak yalnız o çifti
kaza eder. Bunun için de iki sûret vardır. Zira o rekat ikinci çiftin ya
birinci yahud ikinci rekatıdır. Keza birinci çiftin bir rekatında kıraatı terk
ederse bilittifak iki rekat kaza eder. Burada da iki sûret vardır. Çünkü bir
rekatta kıraatı terk etmekle o çifti bozmuştur. İmam Muhammed'e göre tahrîme
bozulmuştur. İkinci çifte başlaması sahih olmamıştır. Şeyhayn'a göre ise
tahrîme bâkî, ikinci çiftin edâsı sahihtir.
İlk çift rekatla
ikinci çiftin bir rekatında kıraatı terk ederse yine iki rekat kaza eder.
Burada da iki sûret vardır. Yani ilk çiftte ve ikinci çiftin bir rekatında
kıraatı terk ederse İmam-ı A'zam'la Muhammed'e göre ilk çifti kaza eder. Çünkü
tahrîme bozulmuş; ikinci çifte giriş sahih olmamıştır.
İmam Ebu Yusuf'a
göre dört rekat kaza eder. Zira ikinci çifte giriş sahihtir. Kıraatı terk
ettiği için o çiftin edâsı da bozulmuştur.
«Çünkü ilk çift
bâtıl olunca ikinciyi onun üzerine bina etmek sahih olmaz.» Bu ifade bütün
sûretlerde İmam-ı A'zam'ın kavline göre yalnız iki rekat kaza lâzım geldiğinin
ta'lilidir. Ve aslına işaret edilerek yapılmıştır. Aslı şudur: Namazın ilk çift
rekatında kıraat terk edilerek namaz bâtıl olunca ikinci rekatı onun üzerine
bina etmek sahih olmaz; zira bozulmuştur. Bunun mefhumunu alırsak, ilk çift
bozulmazsa üzerine binâ sahih olur, mânâsı çıkar.
Malûmdur ki,
namaza başlamak sahih olduktan sonra bir veya iki rekatta kıraatı terk etmek
edayı bozar; kaza icap eder. Binaenaleyh mezkûr ta'lilin mantuki ile
musannıf'ın «her iki çift rekatta kıraatı terk etse» yahud «yalnız birincide»
ve «yahud ilk çift rekatla ikinci çiftin bir rekatında terk etse» ifadesiyle
yalnız iki rekat kaza etmesi lâzım gelir demesinin vechini anlatmıştır. Çünkü
bütün bu sûretlerde aslen kıraatı terk etmekle birinci çift rekatı bozmuştur.
Burada tahrime bozulmuştur. Onun için o çiftin üzerine ikinci çift binâ
edilemez. Binâ edilmeyince kazası da lâzım gelmez; yalnız birinci çiftin kazası
lâzım gelir.
Mezkûr ta'lilin
mefhumu ile de geri kalan sûretlerde yalnız iki rekat kaza etmesi lâzım
gelmesinin vechini anlatmıştır.
Bu sûretler
musannıfın «yahud ikinci çiftte, yahud ikinci çiftin bir rekatında veya birinci
çiftin bir rekatında kıraatı terk etse» sözleriyle ifade ettikleridir. Bu
sûretlerde birinci çift rekat imam-ı A'zam'a göre bâtıl olmamıştır, tahrîme
bâkîdir ve ikinci çifte başlamak sahihtir. Lâkin o çiftte veya onun bir
rekatında kıraatı terk ettiği için yalnız onun kazası lâzım gelir. İlk çiftin
yalnız bir rekatında kıraatı terk edince yalnız o ciftin kazası Iâzım gelir.
Zira ikinci çifti onun üzerine binâ etmesi ve edâsı sahihtir.
«Bunlar dokuz
şekildir.» Musannıf kitabımızın metninde bunların altısını söylemiştir. Lâkin
«çiftin bir rekatında» sözü üç yerde tekrarlanmıştır. Bu söz o çiftin birinci
ve ikinci rekatına şâmildir. Bu sûretle üç şekil daha meydana gelir.
METİN
Altı sûrette de
dört rekat olarak kaza eder. Bu sûretler: Kıraatı her çift rekatın birinde
yahud ikinci çift ile birincinin bir rekatında terk etmesi halleridir. Bütün
rekatlarda okuması halleriyle birlikte sütün sûretler onaltıya ulaşır. Lâkin
hiç oturmadığı veya oturup üçüncü rekata kalkmadığı veya kalkıp da o rekatı
secde ile kayıtlayıp kayıtlamadığı haller kalır,
Âgâh ol!. Ve iç
içe girenleri. İmama uyanın hükmünü ayırt et ki velev teşehhüdde uysun imamın
hükmü gibidir.
İZAH
Kıraatı her çift
rekatın birinde terk etmek şöyle olur:
1 - İlk rekatla
üçüncü rekatın,
2 - İlk rekatla
dördüncü rekatın,
3 - İkinci
rekatla üçüncü rekatın,
4 - İkinci
rekatla dördüncü rekatın kıraatlarını terk eder. Böylece dört sûret meydana
gelir.
«Yahud ikinci
çift ile birincinin bir rekatında terk eder.» Burada da iki sûret hâsıl olur.
Çünkü bu bir rekat o çiftin ya ilk rekatı yahud ikincisidir.
Bu sûretle
meydana gelen altı sûrette İmam-ı A'zam'la Ebu Yusuf'a göre dört rekat, İmam
Muhammed'e göre ise yalnız iki rekat kaza eder. Çünkü O'nun kaidesine göre ilk
çift rekatın birinde kıraatı terk etmekle tahrîme bozulur. Bu altı surette ilk
çift rekatın birinde kıraat terk edilmiştir.Binaenaleyh ona göre namazın ikinci
çift rekatına başlamak sahih olmamıştır.
Şeyhayne göre
tahrîme bozulmamıştır; ikinci çifte başlamak sahihtir. Şu halde her iki çiftin
edasını bozduğu için ikisini de kaza etmesi lâzım gelir. İlk dört sûrette
İmam-ı A'zam'a göre dört rekat kaza lâzım gelmesi adı geçen kaidesine uygundur.
Lâkin Ebu Yusuf bunu İmam-ı A'zam'dan rivayeti inkâr etmiş; İmam Muhammed'e
hitaben:
«Ben sana O'ndan
iki rekat kaza lâzım geldiğini rivayet ettim» demiştir. Fakat İmam Muhammed
bunu Ebu Yusuf'tan rivayet etmekten vazgeçmemiş; ve Ebu Yusuf'un unuttuğuna
kâil olmuştur.
İmam Muhammed'in
rivayet ettiği kavl zâhir rivayedir.Ulema ona itimad etmişlerdir. Ebu Yusuf'un
İmam-ı A'zam'dan rivayet edip sonradan inkâr ettiği altı meseleden biri budur.
Bunları İmamMuhammed «el' cami - us - Sağîr» adlı eserinde İmam Ebu Yusuf'tan
rivayet etmiştir. Tamamı Bahır'dadır.
«Bütün rekatlarda
okuması halleriyle birlikte sûretler onaltıya ulaşır.» Şârihin okuma
hallerinden bahis etmemesi namaz sahih olduğu içindir. Sözümüz kıraat terk edilmekle
namaz bozulup kaza lâzım gelmesi hususundadır. Lâkin bu sûretler aklî taksimin
tetimmesidir. Çünkü namazı kılan kimse ya dört rekatta kıraatı edâ etmiştir.
Yahud dördünde de edâ etmemiştir. Yahud üçünde edâ etmemiştir ki, bunun için de
dört sûret vardır. Bunların mecmuu altı suret eder. Yahud kıraatı iki rekatta
terk etmiştir. Yani ya birinci ve ikinci rekatlarda yahud birinci ve üçüncü
veya birinci ile dördüncü rekatlarda okumamıştır. Yahud ikinci ile üçüncü veya
ikinci ile dördüncü rekatlarda okumamış; yahud üçüncü ve dördüncü rekatlarda
kıraatı terk etmiştir. Bunlar da altı sûret eder. Yahud yalnız bir rekatta
kıraatı terk etmiştir. Bunun için de dört sûret vardır.
Hepsinin mecmuu
onaltı eder. Ben bu sûretleri bu tertip üzere bir cetvele çizdim. Kıraata «K»
harfiyle, terk edildiğine «T» ile işaret ettim ve üç imamımıza göre kazası
lâzım gelen rekatların sayısını her sûretin yanı başına yazdım. Onların
kaidelerini iyi belledinse mânâyı çıkarman kolay olur. Cetvel şudur:
Ebû Hanîfe
Ebû Yusuf
Muhammed
METİN
Teravih erkek ve
kadınlara icmaan sünnet-i müekkededir. Çünkü Hulefâ-i Râşidin buna devam
etmişlerdir. Vakti yatsı namazından sonra fecire kadardır. Vitirden önce ve
sonra kılınabilir. Esah kavil budur. Bir kimse teravihin bir kısmını
yetiştiremez de imam vitire kalkarsa imamla birlikte vitiri kılar; sonra
yetiştiremediği kısmı tamamlar. Teravihi gecenin üçte birine yahut yarısına
geciktirmek müstehaptır. Esah kavle göre bu vakitten sonraya bırakmak mekruh
değildir.
İZAH
Teravih:
Tervihanın cemidir Terviha istirahat oturuşudur. Teravihin her dört rekatından
sonra oturulduğu için bu namaza terviha denilmiştir. Hazâin.
Musannıfın bu
namazı diğer nafilelerden sonraya bırakması şûbeleri çok olduğu ve cemaatla edâ
olunmak hususunda onlardan ayrıldığı için ve diğer bazı hükümler sebebiyledir.
Bundan dolayıdır ki, imam Hüsâmüddin teravih hükümleri hakkında ayrıca bir eser
yazmış; Allame Kasım'da ona tâbi olmuştur. Teravihin sünnet-i müekkede olduğunu
Hidâye sahibi ve başakları sahihlemişlerdir. İmam A'zam'dan rivayet edilen de
budur. İhtiyar'da zikir edildiğine göre ebu Yusuf imam A'zam'a teravihi ve
hazreti Ömer'in fiilini sormuş; O da şu cevabı vermiştir: «Teravih sünnet-i
müekkededir. Ömer onu kendiliğinden ortaya çıkarmamıştır. Bu hususta bid'at
işlemiş de değildir. Onu ancak elindeki bir esasa ve Rasûlüllah (s.a.v.)'den
bellediği bir bilgiye istinaden emir etmiştir.»
Kudurî'nin
«teravih müstehaptır» demesi, Hidâye sahibinin anladığı gibi buna aykırı
değildir. Çünkü O, cemaatın toplanması müstehaptır denilmiştir. Bu söz
toplanmanın müstehap olduğunu gösterir. Onda teravihin müstehap olduğuna
delâlet yoktur. İnâye ve Münyet'ül musallî şerhinde böyle denilmiştir. Bir çok
kimseler teravihin sünnet olduğuna icma nakletmişlerdir. Meselenin tamamı
Bahır'dadır.
Buradaki Hulefâ-i
Râşidinden murad; hepsi değil ekserisidir. Çünkü teravihe devam, hazreti
Ömer'in hilâfeti zamanında olmuştur. Bu hususta bilûmum eshab-ı kiram, Ömer
(r.a.)'e muvafakat etmiş; onlardan sonra gelenler dahi günümüze kadar hiç bir
itiraz eden çıkmaksızın bu yoldan yürümüşlerdir. Nasıl muvafakat etmesinler
ki., Rasûlüllah (s.a.v.)'in: «Benim sünnetimle Raşidin'in sünnetine sarılın!
bunun üzerine parmak basın!.» buyurduğu sabit olmuştur. Nitekim bu hâdisi ebu
Davud rivayet etmiştir. Bahır.
Teravih erkek ve
kadınlara icmâen yani toptan sünnettir. Şârih «icmaan» sözü ile râfizîlerin;
«teravih yalnız erkeklere sünnettir» iddialarına kulak asmamak gerektiğine
işaret etmiştir. Dürer ve Kâfi'de Râfizîler hakkında söylenen budur.
Fakat Nuh efendi
hâşiyesinde bildirildiğine göre Râfizîlerin meşhur kavli teravihin astâ sünnet
olmamasıdır. Çünkü Râfizîler bid'atcı bir fırkadır. Hava ve heveslerine tâbi
olurlar. Kitaba sünnete bel bağlamazlar. Sahih hâdisleri inkâr ederler.
Musannıfın,
teravihin vakti yatsıdan sonradır demeyip «yatsı namazından sonra» demesi,
yatsıdan murad, vakti değil, namazı olduğuna işaret içindir.
Tetimme: Niyet
bahsinde sünnetlerde tayin şart mıdır yoksa mutlak niyet kâfi midir şeklinde
ihtilâf edildiğini ve esah kavle göre mutlak niyet kâfi geldiğini fakat tayin
etmenin daha ihtiyat olduğunu görmüştük. Bu hususta sözün.tamamı o bahistedir,
Müracaat edebilirsin. Burada şunu arzetmek isteriz: Acaba teravihin her çift
rekatı için niyeti tazelemek şart mıdır?
Hülâsa'da buna;
«evet sahih kavle göre şarttır, çünkü her çift rekat başlı başına bir namazdır»
diye cevap verilmiştir.
Haniye'de ise;
«esah kavle göre şart değildir. zira bütün teravih bir namaz mesabesindedir,
Tatarhaniye'de de böyledir» denilmektedir.
Zâhirine
bakılırsa hilâf niyetin aslındadır. Bana kalırsa sahih olan kavl birincisidir.
Çünkü teravihi kılan kimse selâm vermekle hakikaten namazdan çıkmıştır.
Binaenaleyh yeniden namaza girmek için mutlâka niyet lâzımdır.
Hilâftan
kurtulmak için bunun daha ihtiyat olduğunda da şüphe yoktur. Evet, Hılye'de
teravihin ilk iki rekatına başlarken bütün teravihe niyet ederse ikinci kavl
tercih edilmiştir.
Teravih vaktinin
fecirde sona ereceği hususunda hilâf yoktur. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir.
Esah kavle göre
teravih vitir namazından önce ve sonra kılınabilir. Bu hususta üç kavl vardır.
Birinci kavle
göre: Teravihin vakti bütün gecedir. Yatsıdan önce ve sonra, vitirden önce ve
sonra kılınabilir. Çünkü gece namazıdır. Bahır sahibi; «bu kavli sahih kabul
eden görmedim» demiştir. Zâhirine bakılırsa bu kavle göre teravihin vakti
güneşin kavuşmasından itibaren girer.
İkinci kavle
göre: Teravihin vakti yatsı ile vitir arasıdır. Hülâsa'da bu kavl sahih kabul
edilmiştir. Gayet'ül beyan'da dahi; «öteden beri nesilden nesile rivayet
edilegelen budur» diyenlerin bu kavli tercih edilmiştir.
Üçüncü kavl:
Kenz'e tâbi olarâk musannıfın tercih ettiğidir. Bu kavli Kâfi sahibi cumhur
ulemaya nisbet etmiş; Hidâye, Hâniye ve Muhit sâhipleri de sahihlemişlerdir.
Bahır.
«Bir kimse
teravihin bir kısmını yetiştiremez de imam vitire kalkarsa ilh...» ifadesi esah
kavle göre bir tefri'dir. Ancak «vitir namazından efdal olan evde değil,
mescidde cemaatla kılmaktır» kavline göredir. Halbuki bu mesele ihtilâflıdır;
ileride gelecektir. Binaenaleyh şârihin; «Onunla birlikte vitiri kılar» sözü,
efdal olan budur, mânâsınadır. Teravihin vakti hususundaki birinci kavle göre
de öyledir. İkinci kavle göre ise evvelâ yetiştiremediği rekatları kılar.
Hülâsa'da bunun illeti; «vitirden sonra kalan teravihi kılması mümkün değildir»
şeklinde gösterilmiştir. Bu anlattıklarımızdan anlaşılır ki, Bahır sahibinin
üçüncü kavle göre olan tefriî ikinci gibi yapması doğru değildir, doğrusu
birinci gibi olacaktır. Nitekim şârihimiz burada öyle yapmıştır. Hilâfın
semeresi şurada da zâhir olur: Bir kimse teravihi vitir namazından sonra kılar;
yahut teravihin bir kısmını unutur da vitirden sonra hatırlayarak kılarsa
birinci ve üçüncü kavillere göre sahih, ikinci kavle göre sahih değildir. «Esah
kavle göre bu vakitten sonraya bırakmak mekruh değildir.» Mamafih «mekruhtur;
çünkü yatsıya tâbidir, binaenaleyh yatsının sünneti gibi olur» diyenler de
vardır.
Bunlara şöyle
cevap verilmiştir: «Teravih yatsıya tabi olsa da o. gece namazıdır, Gece
namazındaefdal olan gecenin sonunda kılmaktır. Şu halde gece namazı sayılan bir
namazın geciktirilmesi mekruh değildir.» Ama en iyisi geciktirmemektir. Zira
kaçırılacağından korkulur. Bunu İmdad'dan naklen Halebî söylemiştir.
Bahır'daki, «sahih kavle göre geciktirmekte beis yoktur» sözü, kerahet-i
tenzihiye sabit olduğuna delâlet etmez ki, şârihin «mekruh değildir» demesine
«nefi edilen kerahet-i tahrimiyedir» diye cevap verilsin. Çünkü beis yoktur
sözü, hilâfı daha iyidir mânâsına kullanılır. Hilâfı evlâ olan her şey
kerahet-i tenzihiye ile mekruh değildir. Zira kerahitin mutlâka hususi bir
delili bulunması gerekir. Nitekim bunu defalarca anlattık hattâ Allâme Kâsım'ın
ve başkalarının risalelerinde şöyle denilmiştir: «Sahih kavle göre bunda beis
yoktur. Müstehap ve efdal olan da budur. Çünkü teravih gece namazıdır.»
METİN
Vakti geçtiği
zaman teravih aslâ kaza edilmez. Esah kavle göre yalnız başına da kaza edilmez.
Şâyet kaza ederse nâfile ve müstehap olur; teravih olmaz. Ve akşam namazı ile
yatsının sünnetleri gibi olur. Teravihi cemaatla kılmak esah kavle göre
sünnet-i kifayedir. Bütün bir mescid halkı kılmazlarsa günahkâr olurlar.
Bazıları terk ederse günahkâr olmazlar. Cemaatla kılınması meşru olan her
namazı mescidde kılmak efdaldir. Bunu Halebî söylemiştir.
Teravih on selâmla
yirmi rekattır. Bunun hikmeti tamamlayanın tamamlanana müsavî olmasıdır. Yirmi
rekatı bir selâmla kılarsa her çift rekatta oturduğu takdirde kerahatle sahih
olur. Oturmazsa iki rekat yerine geçer. Bununla fetva verilir.
İZAH
«Esah kavle göre
yalnız başına da kaza edilmez.» Yani cemaatla kaza edilmediği gibi yalnız
başına da kaza edilmez. T.
Bazıları, «ertesi
akşamın teravih vakti girmedikçe yalnız başına kaza eder» demiş; bir takımları
ramazan ayı geçmedikçe kaza edeceğini söylemişlerdir. Kâsım.
«Akşam namazı ile
yatsının sünnetleri gibi olur.» Yani kazası lâzım gelmemek hususunda teravih
dahi diğer sünnet-i müekkedeler gibi olur. Çünkü o da sünnet-i müekkededir.
Kaza farzın ve şartlarını hâiz olan sabah namazının sünnetinin
hassalarındandır.
«Teravihi
cemaatla kılmak esah kavle göre sünnet-i kifayedir.» Bu İbâre asıl teravihin
aynen sünnet olduğunu ifade eder. Onu bir kimse terk ederse mekruh olur.
Cemaatla kılınması ise sünnet-i kifâyedir. Bütün belde halkı terk ederlerse
isâet etmiş olurlar. Ama bir kişi terk eder de evinde kılarsa yalnız fazîletini
terk etmiş olur. Bir kimse teravihi evinde cemaatla kılarsa mesciddeki cemaat
sevabına nail olamaz. Farz namazlarda da hüküm böyledir. Acaba teravihi
cemaatla kılmak bir beldede bulunan bütün mescidlerin halkına mı yoksa yalnız
bir mescidin veya bir mahallenin halkına mı sünneti kifayedir? Şârihin sözünden
anlaşılan birincisidir. Tahtavî ikinciyi daha zâhir bulmuştur. Bence üçüncüsü
(yani mahalle halkına sünnet olması) daha zâhirdir. Çünkü Münye'de, «hattâ bir
mahalle halkının hepsi cemaatı terk etseler sünneti terk etmiş ve isâette
bulunmuş olurlar» denilmiştir.
Ulemanın buradaki
sözlerinden anlaşılan: Mescidde cemaatla kılmanın sünnet-i kifaye olmasıdır.
Hattâ halk evlerinde cemaatla kılsalar da mescidde cemaatla kılınmasa hepsi
günahkâr olurlar. Münye'den naklettiğimiz söz cemaata gitmeyen bazı kimseler
hakkındadır. Bazılarına göre teravihi cemaatla kılmak sünnet-i ayın'dır. Yalnız
kılan isâet etmiş olur; velev ki mescidde cemaatla kılınmış olsun. Zâhiriddin
bununla fetva verirmiş.
Bir takımları,
«teravihin evde kılınması müstehaptır; yalnız sözü dinlenen büyük fâkîhin
mescidde kılması sünnettir zira onun mescide gitmesi başkalarını teşvik olur»
demişlerdir. Sahih olan kavl cumhurun sözüdür. Yani teravihi cemaatle kılmak
sünnet-i kifayedir. Meselenin tamamı Bahır' dadır.
Teravih yirmi
rekattır. Cumhurun kavli budur. Doğuda batıda bütün müslümanlar bununla amel
etmektedirler. İmam Malik'ten bir rivayete göre otuzaltı rekattır. Feth'ul
Kadir'de beyan olunduğuna göre delilin muktezası sekiz rekatın sünnet
olmasıdır. Kalanı müstehaptır. Tamamı Bahır'dadır. Ben ona yazdığım derkenarda
bunun cevabını verdim.
«Tamamlayanın
tamamlanana müsavî olması»ndan murad: Teravihle farzların tamamlanmasıdır.
Tamamlayan teravih namazı, tamamlanan da farz ve vitir namazlarıdır. Vitirle
birlikte bir günün farzları yirmi rekattır. Vitirden önce kılınmakla beraber
teravihin vitiri tamamlayıcı olmasına bir mâni yoktur.
Nehir'de şöyle
deniliyor: «Şüphesiz günlük sünnet-i müekkedeler dahi tamamlayıcı iseler de bu
ayın Kemâli ziyade olduğundan onda bu tamamlayıcı daha da arttırılmış; böylece
kemâlini bulmuştur.» T.
Yirmi rekat
teravihi bir selâmla kılmak her çift rekatta oturmak şartiyle sahih fakat
kasden yapmak mekruhtur. Sahih olan kavl budur. Nitekim Nisâb ve Hızanet'ül
feteva'dan naklen Hılye'de böyle denilmiştir. Münye'de buna muhalif olarak
kerahet olmadığı bildirilmiştir. Ancak söz götürdüğü meydandadır. Zira nakl ve
geleneğe aykırıdır. Hem ulema mutlâk olarak gece kılınan nâfilede sekiz
rekattan fazlasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh burada
evleviyetle mekruhtur. Bahır.
«Bununla fetva
verilir.» Burada açıkça bu sözü söyleyen görmedim. Nehir sahibi bu sözü
Zâhidî'den naklen bir oturuşla ve bir selâmla dört rekat kılan hakkında
söylemiştir. Yirmide bir selâm vermeyi ise Bahır sahibi buna kıyas etmiştir.
Evet, Hâniye ve diğer kitaplarda açıklandığına göre yirmide bir selâm vermek
sahihtir. Halbuki biz Bedâyi' Hülâsa ve Tatarhaniye'den naklen evvelce
bildirmiştik ki, bir kimse bir oturuşla üç, altı veya sekiz rekat kılsa esah
kavle göre hem istihsânen hem kıyâsen namaz fâsid olur, vechini de beyan
etmiştik. Demek oluyor ki bir oturuşla ve bir selâmla dört rekattan fazla
kılınan namazın iki rekat yerine mi geçeceği yoksa fâsid mi olacağı hususunda
sahihlenen kaviller muhteliftir.
FER'İ MESELELER:
Bir cemaat teravihte dokuz selâm mı verdiler yoksa on mu diye şüphe ederlerse
esah kavle göre ihtiyaten teravihi tamamlamak ve nâfileyi cemaatla kılmaktan
korunmak için yalnızbaşlarına ikişer rekat daha kılarlar. Keza İbn-i Fazla göre
vitir namazından sonra teravihten bir selâm noksan kıldıklarını hatırlarlarsa
yine ayni şekilde ikişer rekat kılarlar. Sadr'ış Şehîd, «cemaatla kılınır demek
caizdir» demiştir ki bu daha uygundur. Çünkü vakti içindeki teravih hakkında
muhtar olan kavle ibtina eder.
İmam ilk iki
rekatın birincisinde yanılarak selâm verir de sonra kalan rekatları kılarsa
bazılarına göre yalnız ilk iki rekatı kaza eder. Çünkü sonraki rekatlara sahih
olarak başlamıştır. Bir takımları bütün rekatları kaza edeceğini
söylemişlerdir. Zira ilk selâmı onu namazın hürmetinden çıkarmamıştır. O bir
hatadır. Ondan sonra vereceği her selâmın hükmü de budur ve ilk selâma ibtina
eder. İmam bütün çift rekatlarda oturuşu terk etmiş olur ki bütün namazı fâsid
olur. Meğer ki selâmı kasten vermiş olsun. Yahut selâmdan sonra namaza aykırı
bir fiilde bulunsun veya yanıldığını anlasın. Meselenin tamamı Hünye
şerhindedir. Bana ilk kavl daha tercihe şayan görünüyor. Çünkü imamın selâmı çıkarmasa
da ikinci çift rekata intikal maksadiyle tekbir alması kendisini ilk çiftten
çıkarır. Sonra Hilye'de bu kavl için, daha münasiptir denildiğini gördüm.
METİN
Her dört rekatta
dört rekat miktarı oturmak menduptur. Beşinci teravihe ile vitir namazının
arasında oturmak da menduptur. Cemaat tesbih kıraat, sükût ve yalnız başlarına
namaz kılmak arasında muhayyerdirler. Evet, her iki rekattan sonra iki rekat
namaz kılmak mekruhtur. Bir defa hatim sünnet, iki defa hatim fazîlet, üç defa
hatim efdaldir.
İZAH
Burada oturmanın
hakikatı murad edilmemiştir. Maksat beklemektir. Teravihi kılan zikir veya
sükût ederek oturmakla yalnız başına nâfile namazı kılmak arasında muhayyerdir.
Nitekim Şârih beyan etmiştir. Bu mahayyerlik Münye şerhi ile Bahır'da beyan
olunmuştur. Kenz'in ifadesinden oturmanın sünnet olduğu anlaşılırsa da Zeyleî
bunu tashih ederek, «sünnet değil. müstehabtır» demiştir. Hidâye'de açıklanan
da budur.
Tesbih hakkında
Kuhistânî şöyle demiştir: «Üç defa :
Subhanezilmülki
velmeleküt. Subhanezil izzeti vel azameti vel kudreti vel kibriyai vel ceberut.
Subhanelmelikelhiyellezi la yemütü. Subbuhu kuddüsün rabbul melaiketi verruhi.
Lailahe illallah. Nestağfirullah neselükel cennete veneûzü bike minennâr.
denilir . Nitekim minhac'ül ibad'da böyle denilmiştir.
Mânâsı şudur:
Mülk ve şeref sahibi olan Allah'ı tenzih ederim. İzzet, azamet, kudret,
büyüklük ve ceberût sahibi olan Allah'ı tenzih ederim. Ölmeyen diri meliki
tenzih ederim. Kusurlardan temiz ve paktır. Meleklerin ve Cibril'in Rabbıdır.
Allah'dan başka ilâh yoktur. Biz Allah'dan afv dileriz. Ya Rab, senden cenneti
diler; cehennemden sana sığınırız.
Cemaatın yalnız
başlarına namaz kılmalarından murad, dört rekatlık namazdır. Cemaat mendup
oturuşlarda kendi kendilerine bu şekilde onaltı rekat namaz kılarlar. (Böylece
imam Malik'in hilâfından da çıkılmış olur).
Allâme Kasım :
«Cemaat yalnız başlarına bu onaltı rekatı ziyade ederlerse beis yoktur. Bu
müstehaptır. Ama, imam Malik'in mezhebinde olduğu gibi cemaatla kılarlarsa
mekruhtur...» demiştir.
Nehir'de ise:
«Namaza gelince: Mekruh olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi sünnettir diyenler
de vardır. Sirâc'daki: Mekke'liler tavaf ederler Medine'liler dört rekat namaz
kılarlar. İfâdesinin mânâsı budur» denilmiştir.
«Her iki rekattan
sonra iki rekat namaz kılmak mekruhtur.» Çünkü istirahat her çift rekat
arasında değil, iki terviha arasında meşru olmuştur (bir tervihiye dört
rekattır)
Ramazan boyunca
teravihi bir hatimle kılmak sünnettir. Hâniye ve diğer kitaplarda bu
sahihlenmiştir. Hidâye sahibi bu kavli ekser ulemaya, Kâfi sahibi ise cumhura
nisbet etmiştir. Burhan'da, «ebu Hânife'den nakledilen bu; eserlerde rivâyet
olunan da budur» denilmiştir.
Zeyleî diyor ki:
«Ulemadan bazıları kadir gecesine rastlarlar ümidiyle ramazanın yirmiyedinci
gecesi teravihi hatimle kılmanın müstehap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu
husustaki haberler birbirini takviye etmiştir. İmam Hasan ebu Hanîfe'den naklen
teravihin her rekatında on âyet miktarı okunacağını söylemiştir. Sahih olan da
budur. Çünkü sünnet bir defa hatim etmektir. O da bu miktarla rahatlıkla hâsıl
olur. Zirâ bir ayda teravih rekatlarının miktarı altıyüzdür. Kur'an âyetlerinin
sayısı da altı bin küsurdur.» Gerçi Hülâsa'da, «Her rekatta on âyet okunur, tâ
ki yirmiyedinci gece bir hatim olsun» denilmiş; Feyz'de de buna benzer sözler
söylenmiş ise de bu söz götürür. Çünkü onar onar tevzi hatmin otuz günde
olmasını gerektirir. Meğer ki vitir namazı katılarak hesaplana! Fakat Hâniye ve
diğer kitaplarda bunun teravihi mahsus olduğu kayıt edilmektedir. Meselenin
tamamı Şeyh İsmail'in şerhindedir.
Münye şerhinde de
şöyle denilmiştir: «Sonra Kur'ân-ı Kerîm ay sonundan önce hatim edilirse
bazılarına göre kalan gecelerde teravihi terk etmek mekruh değildir. Çünkü
teravih bir defa Kur'ân-ı hatim için meşru kılınmıştır. Bunu ebu Ali Nesefî
söylemiştir. Bir takımları, «teravihi kılar ve dilediğini okur» demişlerdir. Bu
Zahîre'de beyan edilmiştir.»
METİN
Cemaatın
tembelliğinden dolayı hatim terk edilmez. Lâkin İhtiyar nâm eserde, «bizim
zamanımızda efdal olan cemaata ağır gelmeyecek kadar okumaktır» denilmiş;
Musannif ve başkaları da onu tasdik etmişlerdir.
Mücteba'da, «İmam
A'zam'dan nakledildiğine göre farzda üç kısa veya bir uzun âyet okursa iyi
yapmış olur, fena etmiş olmaz. Sen teravihi ne Zannediyorsun!» denilmektedir.
Zahidî'nin
«Fezâil-i ramazan» bâbında şu ibare yardır: «Ebu'l Fadl Kirmanî ile Veberî
fetva vermişlerdir ki, bir kimse teravihte fatiha ile bir veya iki âyet okursa
mekruh işlemiş olmaz. Zamanın halkını bilmeyen câhildir.»
Her çift rekatta
imam ve cemaat Subhanekeyi okurlar. İmam teşehhüdden fazla bir şeyler okur.
Ancak cemaat bundan bıkarsa o zaman yalnız salavatla iktifa eder. Yani:
«Allahümme salli alaMuhammed» demekle yetinir. Çünkü imam Şâfiî'ye göre farz
olan budur. Duaları terk eder. Ama münkırattan, acele okumaktan, euzü besmeleyi
terk etmekten. itminanı ve tesbihi istirahatı bırakmaktan kaçınmalıdır.
İZAH
El' İhtiyar adlı
eserde, «bizim zamanımızda efdal olan cemaata ağır gelmeyecek kadar okumaktır»
denilmiştir. Çünkü cemaatı çoğaltmak kıraatı uzatmaktan efdaldir. Bunu
Muhit'ten naklen Hılye sahibi söylemiştir. Bu gösterir ki mesele zamana göre
değişen şeylerdendir. Birçok meselelerde yararlara göre zaman değiştikçe
hükümler de değişmektedir. Onun için Bahır sahibi şöyle demiştir: «Hâsılı,
mezhebin sahih kavline göre hafim sünnettir. Lâkin bundan hatım cemaata usanç
verir ve bilhassa zamanımızda olduğu gibi bir çok mescidlerin kapanmasına sebep
olursa yine terk edilemez mânâsı çıkmaz. Zâhire göre cemaata hafif gelen şekil
tercih edilir.»
Mücteba'nın İmam
A'zam'ın kavlini rivayet eder ibâresi şudur: «Müteehhirin ulema cemaat bıkmasın
ve mescidlerin kapanması lâzım gelmesin diye bizim zamanımızda üç kısa veya bir
uzun âyet okursa kâfidir diye fetva verirlerdi. Çünkü Hasan'ın İmam A'zam'dan rivayetine
göre imam farz namazda fatihadan sonra üç âyet okursa iyi yapmış olur. İsâet
etmiş sayılmaz. Farzda böyle olunca başkalarında ne olacağını sanıyorsun!»
«Bir veya iki
âyet okursa ilh...» ifadesinden murad; üç kısa âyet miktarıdır. Buna delil, Mücteba'nın
yukarıda geçen ibâresidir. Yoksa bundan aşağı olursa kerâhet-i tahrimiye ile
mekruh olur. Zira Münye ve şerhinde namazın sıfatı bahsinde: «Fatiha ile
birlikte bir veya iki kısa âyet okursa kerâhet-i tahrimeye hududundan çıkmış
olmaz. Ama üç kısa âyet yahut bunlara denk bir veya iki âyet okursa kerâhet-i
tahrimiye hududundan çıkar; ancak müstehap hududuna girmez. Bunda kerahet
tenzihiye olmalıdır ilh...» denilmiştir. Yani sünnet olan miktar mufassallardan
okumaktır, denilmek istenmiştir. Binaenaleyh buradaki mekruh olmaz sözü,
tahrimen ve tenzihen mekruh değildir mânâsınadır. Velev ki farzlar da tenzihen
mekruh olsun.
Şunu da arz
edelim ki, Tecnis'de beyan olunduğuna göre ulemadan bazıları her rekatta ihlâs
suresini bazıları da Fil suresini okumayı tercih etmişlerdir. Yani Fil
suresiyle başlanır; sonra sureler bitince tekrarlanır. Kalbi rekat sayısıyle
meşgul olmamak için bu daha iyidir.
Hılye sahibi
diyor ki: «Memleketimiz mescidlerinin ekserisinde imamların amelleri bunda
karar kılmıştır. Yalnız onlar ilk rekatta tekâsür suresinden başlar; ikincide
ihlâsı okurlar. Bu minval üzere inerek ondokuzuncu rekatta «tebbet»i yirmincide
ihlâsı okurlar.» Bahır'da ise şu ziyade vardır: «Son tervihiyenin ilk çiftinde
bir sure ile ayırım yapıldığı zaman kerahet yoktur, çünkü kerahet meselesi
farzlara mahsustur. Nitekim Hülâsa ve diğer kitaplardan anlaşılmaktadır.»
Ben derim ki:
Lâkin ihtiyat olan son tervihiyenin ilk çiftinde nasr ve tebbet surelerini,
ikinci çiftinde de muavvazeteyni okumaktır. Zamanımızın bazı imamları her
tervihiyenin ilk çiftinde asır ve ihlâs surelerini, ikinci çiftinde de kevserle
ihlâsı okuyorlar.
«Yani Allahümme
salli alâ Muhammed demekle yetinir.» Minyet'üs Sağîr şerhinde «ve alâ
âliMuhammed» de diyeceği ilâve edilmiştir. Galiba şârihimiz ta'lilden alarak
yalnız birinciyi söylemiştir, zira imam Şafiî'ye göre âli Muhammed'e salâvat
farz değildir. Belki ona göre bu son teşehhütte sünnettir. Bazıları vâcip
olduğunu söylemişlerdir. İstirahattan murad, her dört rekattan sonra
oturmaktır. Bunun mendup olduğu yukarıda geçmişti. Bundan anlaşılır ki,
münkirattan zikir edilenlerin mecmuu kastedilmiştir. Ancak meşrua muhalif olan
şeyler de kasr edilmiş olabilir.
METİN
Ayakta durmağa
kudreti varken teravihi oturarak kılmak mekruhtur. Çünkü çok müekked bir
sünnettir. Hattâ oturarak kılınamaz diyenler olmuştur. Nitekim münafıklara
benzediği için kıyâmı imamın rukuuna kadar geciktirmekte mekruhtur. Farzı
cemââtla kılmayanlar teravihi de cemaatla kılmazlar. Zira teravih farza
tâbidir. Farzı yalnız başına kılan onu da beraber kılar. Bir kimse teravihi
imamla kılmaz yahut başka imamla kılarsa vitir namazını beriki imamla
kılabilir. Kaldı ki, teravihi bütün cemaat terk ederlerse acaba vitiri cemaatla
kılarlar mı? araştırmalıdır.
Ramazanın
haricinde vitir ve nâfile namazlar cemaatla kılınmazlar. Yani bu birbirlerini
çağırmak suretiyle meselâ dört kişi bir kimseye uyarak yapılırsa mekruhtur.
Nitekim Dürer'de beyan edilmiştir. imama uymanın sahih olduğunda hilâf yoktur.
Zira mâni yoktur. Nehir.
İZÂH
Özür yokken
teravihi oturarak kılmak tenzihen mekruhtur. Çünkü Hılye ve diğer kitaplarda
bildirildiğine göre ulema özür yokken bunun iyi görülmediğine ittifak
etmişlerdir. Zira seleften nakledilenin hilâfınadır. Hattâ «oturarak kılınmaz»
diyenler olmuştur. Bunu söyleyenler teravihi imam-ı Hasan'ın sabah namazının
sünneti hakkında İmam-ı A'zam'dan rivayet ettiği kavle kıyas etmişlerdir. Çünkü
ikisi de sünnet-i müekkededir. Ama sahih olan, aralarında fark bulunmasıdır.
Sabah namazının sünneti hilâfsız sünnet-i müekkededir. Teravih öyle değildir.
Nitekim Haniye'de beyan olunmuştur, Hâniye'nin ibaresini sabah namazının
sünneti bahsinde nakletmiştik.
«Nitekim kıyamı
imamın rükûuna kadar geciktirmek de mekruhtur.» Zâhirine bakılırsa münâfıklara
benzeyiş illetinden dolayı buradaki kerahet kerahet-i tahrimiyedir. Bahır'da
Hâniye'den naklen şöyle denilmiştir: «İmama uyan kimsenin teravihte oturup da
imam rükûa gideceği zaman kalkması mekruhtur. Çünkü bunda namaza karşı
tenbellik göstermek ve münâfıklara benzemek vardır. Teâlâ hazretleri:
«Münâfıklar namaza kalkarlarsa tenbel tenbel kalkarlar.» buyurmuştur.. T.
Hılye sahibi
diyor ki: «Bu söz, tenbellikten değilde ihtiyarlık ve benzeri bir sebeple
gecikirse mekruh olamayacağını gösterir ki öyledir.»
T E N B İ H :
Tatarhâniye'de, «keza uyku basarak galebe çalarsa namaz kılması mekruhtur;
bilâkis uyanıncaya kadar namazdan ayrılır» denilmiştir.
«Zira teravih
farza tâbidir.» Yani teravihi cemaatla kılmak farz cemaatına bağlıdır. Zira
teravih ancak farzı kılan cemaatla edâ edilir. Yalnız teravih cemaatla
kılınırsa bu babtaki delillere aykırı olur. Ve meşru sayılmaz. Ama farzı kılan
cemaatın teravihi de cemaatla kılması halinde bir adam farzı yalnız başına
kılmış bulunursa o imamla teravihi kılabilir. Çünkü o cemaatın cemaatla kılmaları
meşrudur. Mahzur olmadığı için o kimsenin de onlarla birlikte cemaat olması
câizdir. Bu meseleyi izah hususunda benim anladığım budur.
«Bir kimse
teravihi imamla kılmaz yahud ilh...» Bu mesele ile bundan önceki mesele
Kınye'den naklen Bahır'da ve kezâ Dürer'in metninde zikir edilmiştir. Lâkin
Tatarhaniye'de tetimmeden naklen şöyle denilmektedir: «Ali bin Ahmed'e:
Bir.kimse farzı ve teravihi yahut yalnız teravihi kendi kendine kılarsa vitiri
imamla kılabilir mi? diye sorulmuş ta hâyır diye cevap vermiştir.» Sonra
gördümki Kuhistânî musannıfın söylediklerinin sahih kabul edildiğini bildirmiş:
«Lâkin farzı imamla kılmamışsa vitirde ona tâbi olamaz» demiştir. Binaenaleyh
musannıf'ın, «bir kimse teravihi imamla kılmazsa ilh...» sözü, «farzı imamla
kılmışken» mânâsınadır. Fakat Kuhıstânî'nin «onunla birlikte» sözü teravihi
yalnız kılmaktan ihtiraz olmak gerekir. Teravihi başkasiyle cemaat olarak
kıldıktan sonra vitiri bu imamla kılarsa kerahet yoktur.
«Teravihi bütün
cemaat terk ederlerse acaba vitiri cemaatla kılarlar mı?» Öyle anlaşılıyor ki,
vitiri cemaatla kılmak teravihi cemaatla kılmaya tâbidir. Velev ki vitir namazı
haddi zatında esas olsun. Çünkü vitirde cemaatın sünnet olması teravihe tâbi
olarak eserle bilinmiştir. Şu da var ki ulema teravihten sonra vitirin cemaatla
kılınmasının efdal olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Nitekim gelecektir.
«Yani bu
birbirlerini çağırmak suretiyle meselâ dört kişi bir kimseye uyarak yapılırsa
mekruhtur.» Birbirlerini çağırmayı Vânî çoklukla tefsir etmiştir. Çokluk onun
mânâsının tâzımıdır. Bir kişinin bir kişiye yahut iki kişinin bir kişiye uyması
mekruh değildir. Kâfi'den naklen Bahır'da beyan edildiğine göre üç kişinin bir
kişiye uyması ihtilâflıdır. Acaba burada imama uymakla cemaat fazîleti elde
edebilir mi? Evvelce söylediğimiz «nâfile namazda cemaat sünnet değildir»
sözünün zâhiri edilmeyeceğini göstermektedir.
Şimdi şu kalır:
Bir kimseye bir veya iki kişi uyar da sonra bir cemaat gelerek onlar da uyarsa
mekruh olur mu? Rahmetî diyor ki: «Kerahetin sonradan uyanlara olması gerekir.»
Ben derim kî:
Bütün bunlar hepsinin nâfile kıldıklarına göredir. Fakat nâfile kılanlar farz
kılana uyarlarsa kerahet yoktur. Nitekim bundan sonraki bâbın başında
anlatacağız.
Şarih buradaki
«mekruhtur» sözü ile ulemanın; «Kudurî'nin muhtasarındaki câiz değildir
sözünden muradı kerahettir; cevazın aslı değildir» sözlerine işaret etmiştir.
Lâkin Hülâsa'da Kudurî'nin «mekruh değildir» dediği rivayet edilmiştir. Hılye
sahibi bu sözü Tahavî'nin Mansur'un Mahreme'den naklettiği şu eserle teyid
etmiştir: Mansur: Biz Ebu Bekir (r.a.)'ı geceleyin defnettik. Ömer (r. a.) :
Ben vitiri kılmadım. dedi ve kalkdı. Biz de arkasında saf olduk. Bize üç rekat
namaz kıldırdı. Ve yalnız sonunda selâm verdi, demiştir.» Bundan sonra Hılye
sahibi sözüne şöyle devam etmiştir: «Ama şöyle de denilebilir: Zâhire göre
vitirde cemaat müstehap değildir. Sonra bu hazreti Ömer'in yaptığı gibi bazen
yapılırsa mubah olup mekruh değildir. Devam üzere yapılırsa bid'at ve mekruh
olur. Çünkü nakledilene aykırıdır. Kudurî'nin muhtasarında söylediği buna,
başka yerde söylediği birinciye hamledilir. Allah'u âlem.»
Ben derim ki:
Bunu Bedâî'nin şu sözü de teyid eder. «Nâfile namazda cemaat olmak yalnız
ramazanda teravihte sünnettir.» Zira sünnet değildir demek mekruh olmasını gerektirmez.
Evet, devam üzere yapılırsa bid'at ve mekruh olur.
Hayreddin
Remlî'nin Bahır hâşiyesinde şu satırlar vardır: «Keraheti Ziyâ ve Nihâye
sahipleri şöyle ta'lil etmişlerdir: Vitir namazı bir cihetten nâfiledir. Hattâ
bütün rekatlarında kıraat vâciptir. Ve ezansız ikâmetsiz edâ edilir. Nâfileyi
cemaatla kılmak müstehap değildir. Zira ashab-ı kiram bunu ramazandan başka hiç
bir yerde yapmamışlardır.» Bu söz vitiri cemaatla kılmanın kerahet-i tenzihiye
ile mekruh olduğunu hemen hemen açık olarak göstermektedir.
METİN
Bezzâziye'den
naklen Eşbah'ta bildirdiğine göre Regâip, Berâet ve Kadir namazlarında imama
uymak mekruhtur. Meğer ki, «şu imamla cemaatla şu kadar rekat namaz kılmayı
nezir ettim» demiş olsun.
Ben derim ki:
Bezzâriye'nin imamlık bahsindeki ibaresinin tamamı şöyledir: «Mekruh bir şeyden
dolayı bunca tekellüfü yapmaya lüzum yoktur.» Tatarhaniye'de. «İmam olmağa
niyet etmezse imama kerahet yoktur» denilmiştir. Bellenmelidir.
Ramazanda vitir
ve teravihi cemaatla kılar. Vitirde efdal olan cemaatla kılmak mıdır, yoksa
evde yalnız kılmak mıdır? Bu hususta iki sahih kavl vardır. Lâkin Vehbâniye
şârihi mezhebin kavli ikincisi olduğunu iktiza eden sözler nakletmiş; musannif
ve başkaları da onu tasdik etmişlerdir.
İZAH
Hamavî'nin Eşbah
hâşiyesinde beyan edildiğine göre Regaib namazı Recep ayının ilk cuma gecesi
kılınan namazdır. İbn' Hâc Medhal adlı eserinde: «Bu namaz hicretten
dörtyüzseksen sene sonra ortaya çıkmıştır. Ulema onu red ve zem ve kılanın
akılsız olduğunu anlatmak için kitaplar yazmışlardır. Bir çok şehirlerde çok
kimselerin onu kıldığına aldanmamalı!» demektedir. Biz de bayram gecelerini
ihyâdan bahsederken bu hususta biraz söz etmiştik.
Berâat gecesi
şabanın yarılandığı gecedir. Kadir gecesinden zâhire göre ramazanın
yirmiyedinci gecesi kastedilmiştir. Zira Zeyleî'den evvelce naklettiğimize göre
bu babtaki haberler birbirini tutmaktadır.
Meğer ki şu
imamla cemaatla şu kadar rekat ilh... diye nezir etmiş ola!» Zira bu takdirde
namazı cemaatla kılmadıkça nezirden kurtulamaz. Şârihin sözünden anlaşılıyor
ki, neziri imama uyan yapacaktır. İmam yaparsa nezir eden nezir edene uymuş
olur ki, bu câiz değildir. Sonra kâviyi zaif üzerine binâ. kuvvet zâti olduğu
vakit namaza mânidir. Burada olduğu gibi nezirle ârız olursa mâni değildir. Bundan
dolayı Münye şerhinde «nezir nâfile gibidir» denilmiştir. Bunu Tahtavî ebu's
Suûd'dan nakletmiştir.
Şârihimiz
Bezzâriye'nin ibaresini tam olarak nakletmemiştir. O'nun ibaresi şöyledir: «İlk
asırda olmayan bir şeyi iltizam için bunca tekellüfe katlanarak mekruh bir şeyi
yapmak uygun değildir; bu mekruhtan murad, birbirini çağırmak suretiyle nâfile
namazı cemaatla kılmaktır. Bir kimse dînîşeâirden olmadığını halka bildirmek
için bu gibi namazları terk ederse iyi yapmış olur.» Bu ibareden anlaşılıyor
ki. nezir etmekle nafileyi cemaatla edâ etmekten çıkmış olmaz.
Tatarhaniye'de,
«İmam olmağa niyet etmezse imama kerahet yoktur» denilmiştir. Tatarhaniye'nin
Muhit'ten naklettiği ibare şudur: «Kadı imam Ebu Ali Nesefî'nin beyanına göre
bir kimse yatsıyı, teravihi ve vitir namazını evinde kılar da sonra imamlığa
niyet ederek başka bir cemaata teravih kıldırırsa mekruh işlemiş olur. Ama
cemaata mekruh değildir, İmam olmağa niyet etmez de namaza başlar, ve cemaat
kendisine uyarsa hiç birine mekruh olmaz.» Tahtavî diyor ki: «Acaba cumanın son
sünnetini kılan bir Hanefî cumadan sonra öğleyi kılan bir Şafiîye uysa
Hanefî'nin itikadına bakarak mekruh olur mu? Çünkü bu namaz Hanefîlerce mutemed
olan kavle göre nâfiledir. Yoksa imamın itikadına bakarak mekruh değil midir? Araştırmalıdır.»
Bana birinci kavl zâhir geliyor. Zira tercih edilen kavle göre itibar imama
uyanın itikadınadır. Onun itikadına göre ise bu namaz mekruhtur.
Vitir namazının
cemaatla mı yoksa yalnız mı kılmanın efdal olduğu hususunda iki sahih kavl
vardır.. Kemâl İbn Hümâm cemaatla kılmayı tercih etmiştir. Çünkü Peygamber
(s.a.v.) cemaata vitiri kıldırırdı. Sonra teravihde yaptığı gibi onlara özür
beyan etti. Binaenaleyh vitir teravih gibidir. Teravihte cemaat sünnet olduğu
gibi vitirde de sünnettir. Bahır.
Münye şerhinde
şöyle denilmiştir: «Sahih kavl şudur: Vitirde cemaat olmak efdaldir. Şu kadar
var ki o cemaatın sünnet oluşu teravih cemaatının sünnet oluşu gibi değildir.»
Hayreddin-i Remlî. «bugün bilûmum insanların ameli buna göredir» demiş; Hâşiye
yazarı da, «evvelce geçen cemaatla meşru olan her ibadette mescid evlâdır.
sözünün muktezası budur» diyerek kendisini takviye ve te'yid etmiştir.
METİN
Bir kimse yalnız
başına edâ niyetiyle namaza başlar da sonra namaz ikâme edilir yani o
namazgâhta cemaatla farza başlanırsa cemaat sevabını kazanmak özüründen dolayı
namazı yarıda keser. Buradaki ikâme sözünden müezzinin ikâmeti kast edilmediği
gibi kendisi bir yerde olup cemaatın başka yerde başlaması da kastedilmemiştir.
Başlıktaki farz kaydı nâfileyi, nezir namazını ve kazayı hariç bırakmıştır.
Çünkü bunları yarıda kesmez.
İZAH
Bu bâbın hakikatı
kâmil edâda farzlara taallük eden dağınık meselelerdir. Bunların hepsi cami-i
sağîr meseleleridir. Bahır, Fetih ve Mirac.
Ben derim ki: Hakikatta
bu bâb imamlık bahsinin tatimmesidir. Onun için Kidâye sahibi Muhtaraf ün
nevazil adlı eserinde onu imamlığın akabinde zikir etmiştir. Ve «cemaata
yetişmek ve cemaatın fazîleti, faslı» başlığı ile onu imamlıktan ayırmıştır.
El' mineh nâm
eserde, «cemaatı kaçırmamak için yalnız kılınan namazı bozmak câizdir»
denilmiştir. Bu tâlilin zâhiri, bozmanın müstehap olduğunu gösteriyor. Cevazdan
murad, iki tarafı müsâvî olan değildir. Şöyle denilebilir: Cemaatı kaçırmamak
en sahih kavle göre vâciptir. O halde yalnız kılınan namazı bozmak câiz değil
vâcip olu.r. Buna da şöyle cevap verilebilir: Buna, amele başlamak aykırı
düşmüştür. T.
Farz kaydıyle
nâfile ve nezir namazları hariç kalırlar. Bunlar edâ kaydıyle de hariç
kalırlar. Zira bundan sonraki bâbta izah edileceği veçhile edâ; vâcibi vaktinde
yapmaktır. Nâfile ile nezrin vakti yoktur. Kaza; vâcibi vaktinin dışında
yapmaktır. Halebî diyor ki: «Şu halde şârihin -ileride gelecek- Nâfileye
başlayan kimse onu mutlâk surette kesmez, sözü, mefhumu açıklamaktır.» Bir
kimse bir kaza namazına başlar da sonra imam edâya niyetlenirse namazını
bozmaz. Bu mânâya hamletmemiz imam da onun kıldığı namazın edâsına başlarsa
namazı bozarak imama uyması lâzım geldiği içindir. Nitekim bunu Bahır sahibi
inceleme yaparak beyan etmiş;
İmdâd'ül fetah
sahibi de katiyetle buna kail olmuştur. Ben derim ki: Buna Makdesîde katiyetle
taraftardır.
T E N B İ H : Bir
kimse kıldığı kaza namazını bitirmeden o andaki cemaatı kaçıracağından korkarsa
sahib-i tertib olduğu takdirde kazasını tamamlar. Tertib sahibi değilse acaba;
edâ vâcip olduğu şekilde mi olur?. Bir de, imam Malik'in hilâfından çıksın diye
kazaya devam mı etmeli? -zira imam Malik'e göre bizim zikir ettiğimiz özürlerle
tertip sâkıt olmaz- yoksa cemaat sevabını kazanmak için imama mı uymalı?
Hayreddîn-i Remlî; «bunu bir yerde görmedim» diyor. Sonra Şâfiîlerin bu
husustaki tercih hakkında ihtilâf ettiklerini naklederek imama uymayı daha
uygun buluyor.
Ben derim ki:
Bunun vechi meydandadır. Çünkü bize göre cemaat vâciptir. Yahut vâcip
hükmündedir. Onun için cemaat sebebiyle - bize göre vâcip olduğu söylenen -
sabah namazının sünneti terk edilir. İmam Malik'in hilâfına riayet etmek ise
müstehaptır. Müstehap için vâcibi terk etmek münâsip değildir.
«O namazgâhta
cemaatla farza başlanırsa ilh...» İmamlık bahsinde arz etmiştik ki: Fâsık ve
âmâ gibi birine uymak yalnız kılmaktan evlâdır. Keza rükün ve şartlara riayet
eden bir muhalifin arkasında kılmak yalnız kılmaktan evlâdır. Şu halde yalnız
kılan namazını yarıda keserek o imama uyar. Çünkü illet cemaat fazîletini
kazanmaktır. Bu nerede kerahetsiz olarak mümkünse namazı keserek imama uymak
evlâdır. Yine arz etmiştik ki: Cemaatlar birkaç tane olur da Şâfiî cemaatı
hepsinden önce davranırsa ne yapılacağı hususunda müteehhirin ulema ihtilâf
etmişlerdir; bazıları bu ilk cemaatla kılmanın efdal olduğunu söylemiş; bir
takımları mezhebine muvafık cemaat gelmesini beklemenin daha muvafık olacağına
meyletmişlerdir.
Şuna binaen ki,
muhalif mezhepten olan imam farzlarda riayet etse bile vâcip ve sünnetlerde
cemaat olanın mezhebine riayet etmediğinden ona uymak mekruhtur. Biz orada
namazı bozan bir hali görülmedikçe o imama uymakta bir kerahet olmadığını uygun
görmüştük. Nitekim Hayreddin-i Remlî de buna meyletmiştir. Şu da var ki, bir
kimse saflardan uzak bir yerde kendi mezhebinin imamını beklese cemaattan
ayrılmak sayılmaz. Zira bu cemaattan daha mükemmel bir cemaat beklediği
malûmdur. Şu izaha göre o kimse öğlenin sünnetine başlarsa onu dört rekat
olarak tamamlar. Hattâ Kemâl'in aşağıda gelen sözüne göre dahi tamamlar. Şimdi
şu kalır: Bir kimse imamlığı mekruh olan birine uyar da sonra imamlığı mekruh
olmayan biri namaza başlarsa namazını bozup ona uyacak mıdır? Tahtavi'ye göre
uygun olan, şayet birinci imam fâsik ise namazı bozmamak, muhalif mezhepten
olup riayetinde şüphe ederse bozmaktır.
Ben derim ki:
Uygun olan bunun aksidir. Çünkü ikincinin keraheti âmâ ve bedevide olduğu gibi
kerahet-i tenzihiyeder. Fâsık bunun hilâfınadır. Onun kerahetinin tahrimiye
olduğu Münye şerhinde daha muvafık görülmüştür. Çünkü ulema, «böylesini
imamlığa geçirmekte kendisini ta'zim vardır. halbuki bize onu tahkir vâciptir;
hattâ İmam .Malik'e ve bir rivayette İmam Ahmed'e göre onun arkasında namaz
sahih değildir» demişlerdir.
«Buradaki ikâme
sözünden müezzinin ikâmeti kastedilmemiştir.» Binaenaleyh müezzin ikâmete
başlasa namazını bozmaz. Velev ki kıldığı rekatı secde ile kayıtlamış olmasın.
Bilâkis o namazı iki rekat olarak tamamlar. Nitekim Gayet'ül beyan ve diğer
kitaplarda beyan olunmuştur. Keza bir kimse evinde kılarken mahalle mescidinde
veya başka bir mescidde kamet getirilse mutlâk surette namazı bozmaz. Bahır.
Yani rekatı secde ile kayıtlasın kayıtlamasın bozmaz. Velev ki bozmakta cemaat
sevabını kazanmak olsun. Çünkü burada göz baka baka cemaata muhalefet yoktur.
Miraç. Yani bir mescidde olmaları bunun hilâfınadır. Zira orada namazı
bozmamakta göz baka baka cemaata muhalefet vardır. Bu sözde Tahtavî'nin
itirafının define işaret vardır. Tahtavî: «Ulema bir kimse bulunduğu mescidde
cemaatı kaçırırsa başka mescidde cemaat arayacağını ve cemaatın vâcip olduğunu
söylemişlerdir. Bu mahallesi mescidine bağlı değildir. Bir de, ikmâl için namaz
bozmak ikmâl sayılır. Binaenaleyh fark açık değildir» demiştîr.
Tahtavî'nin
itirazı şöyle def edilmiştir: Cemaat matlup ve vâcip ise de namazı bozmanın
haram oluşu onun vücûbuna aykırı düşmüştür. Böylece vücup sâkıt olmuş ve ikmâl
için namazı bozmakbozmamakta cemaata açık tan açığa muhalefet bulunduğu zaman
tercih edilmiştir. Çünkü bu muhalefette yasaklanmıştır. Bundan dolayı namazı
bozmak evlâdır. Mezkûr muhalefet bulunmazsa vücûp, namaz bozmanın haram
olmasiyle sâkıt olarak kalır. Zira haram delîli mübah delîline tercih olunur.
Burada mübah delilini tercih ettirecek bir şey de yoktur. Benim anladığım
budur.
METİN
Nitekim hayvanı
kaçar; kaynayan kabı taşar; malından bir dirhemin zayi olacağından korkar; veya
nâfile namaz kılarken bir cenaze getirilir de namazını kaçıracağından korkarsa
namazı bozar. Çünkü onu kaza imkânı vardır. Boğulanı veya yanan b!r kimseyi
kurtarmak gibi bir sebepten dolayı namazı bozmak vâcip yani farzdır. Farz namaz
kılarken anne ve babasından biri çağırırsa icâbet etmez. Meğer ki ondan imdad
isteye! Nafile kılarken oğlunun namazda olduğunu bilerek çağırırsa icâbet
etmez. Bilmeyerek çağırırsa ayakta bir tarafa selâm vererek icâbet eder. Esah
kavil budur. Gaye. Çünkü oturuş namazdan çıkmak için şart kılınmıştır. Bu ise
namazdan çıkmak değil, namazı bozmaktır. Onun için bir selâmla iktifa eder.
İZAH
Şârih hayvanı
kaçmak, kabı taşmak ilh... meselelerini namazın mekruhları bahsinde anlatmışken
burada tekrar etmiş; bununla ulemanın şu sözlerine işarette bulunmuştur:
«Namazı dünya malı için bozmak câiz olur da sonra her tür ziyadesiz tekrarı iyi
bir iş sayılırsa, daha mükemmel şekilde kılmak için bozmanın cevazı evleviyette
kalır. Çünkü cemaatla kılınan namaz yalnız başına kılınan namazdan yirmibeş,
bir rivayette yirmiyedi derece daha sevaptır.»
«Malından bir
dirhemin zayi olacağından korkarsa namazı bozar,» Zahîriye sahibi diyor ki:
«Kudurî'de az mal ile çok mal arasında fark gözetilmemiştir. Umumiyetle ulema
bunu bir dirhemle takdir etmişlerdir. Şems'ül Eimme Serahsî şunları
söylemiştir: «Bu söz, havâle ve kefâle bahislerinde alacaklı borçlusunu bir
dânak (dirhemin altında biri veya) fazlası için hapis ettirebilir. Dememiş olsa
yine güzeldir. Bir müslümanı bir dânak için hapis etmek câiz olunca namazı
bozmanın câiz olması evleviyette kalır. Hem namazı kaza imkânı da vardır. Sahih
olan kavle göre kendi malı ile başkasının malı arasında fark yoktur.»
«Farz namaz
kılarken anne ve babasından biri çağırırsa icabet etmez.s Zâhirine bakılırsa
icabet etmesi haramdır. Namazda olduğunu bilip bilmemesi fark etmez. T. «Meğer
ki ondan imdad isteye.» Öyle anlaşılıyor ki, ölümle neticelenmeyen bir şey için
de olsa imdadına koşmak lâzımdır. Bu hususta anne babadan başkalarının yardım
istemesi de aynı hükümdedir. T. Hâsılı: Namaz kılan kimse imdad diye bağıran
birini işitti mi velev ki kendini çağırmış olmasın veya bağıran ecnebi olsun ve
keza başına gelenin ne olduğunu bilsin bilmesin kurtarmağa gücü yetecekse
kıldığı namaz farz olsun nâfile olsun onu bozarak yardıma koşması farz olur.
«Nâfile kılarken
oğlunun namazda 'olduğunu bilerek çağırırsa icabet etmez.» Tecnis'in Tahavî'den
naklettiği ibare. «icabet etmemesinde beis yoktur» şeklindedir. Halebî diyor
ki: «Bu, icabetin efdal olmasını iktiza eder.»
Ben derim ki: Bu
sözün muktezâsı, namaz dışında dahi anne babasına icabetin evleviyetle vâcip
olmasıdır. Zâhire bakılırsa bu icabetin yeri, terk edildiği takdirde bundan
eziyet duymasıdır. Zira anne babaya isyan etmek olur.
Burada Rahmetî şu
mânâda sözler söylemiştir: Anne babaya iyilik etmek farz olunca onlardan biri
çağırdığı vakit icabet etmemekte beis olacağı zannedilirse işte Tahavî beis
yoktur sözü ile bunu def etmiştir. O Allah Teâlânın ibadeti bozmama emrini
tercih etmiştir. Çünkü oğlunun namazda olduğunu bildiği halde ona seslenmesi
mâsiyettir (günâhtır). Allah'a mâsiyet işlemek için hiç bir mahlûka itâat
yoktur. Binaenaleyh ona icabet câiz değildir. Ama namazda olduğunu bilmezse iş
değişir. O zaman icabet eder. Çünkü Rahip Cüreyç kıssası mâlumdur. Annesine
icabet etmemiş; o da kendisine bedduada bulunmuş; bunun üzerine başına türlü.
belâlar gelmiştir. Buradaki «beis yoktur» sözü evlânın hilâfı mânâsına
değildir. Zira bu mânâda mutlarid olmayıp bazan «icap eder» mânâsında
kullanılır. Zâhire göre burada da o mânâyadır.
T E T İ M M E :
Bahır sahibinin el yazısı ile derkenarında nakledilmiştir ki, namazı bozmak
yerine göre haram, mubah, müstehap ve vâcip olur. Özürsüz bozmak haram, mal
zayi olacağından korkulduğu zaman mubah. ikmâl için bozmak müstehap, can
kurtarmak için bozmak vâciptir. Namazını bozacak kimse ayakta bir tarafına
selâm verir. Esah kavil budur. Bazıları oturup selâm vereceğini söylemişlerdir.
Ama Tahtavî'nin beyanına göre zâhir olan burada hilâf bulunmamasıdır. Ulema
hilâfı üçüncü rekata kalkıp ta onun secdesine varmadığı zaman zikir
etmişlerdir. O zaman «esah kavl budur» sözünün bir selâma ait olduğunu söylemek
evlâ olur. Ancak Gayet'ül Beyan'da bu açıklanmamış sadece «lâkin bir selâm
verir» denilmiştir.. Cami-i sağîr şerhlerinde de böyle denilmiştir. Namazı
bozmak için dilerse ayakta tekbir alır.
Fahr'ul İslâm
şöyle diyor: «Bu daha sahihtir. Ayakta tekbir aldığı vakit imamının namazına
başlamayı niyet eder. Ona başlamanın zımnında ilk kıldığı bozulur. O kimse
ellerini kaldırmakta muhayyerdir. İmam Hamidüd-din darir, şerhinde böyle
demiştir.»
METİN
Ve imama uyar. Bu
mesele ilk rekatı secde ile kayıtlamadığına yahut dört rekatlı olmayan bir
namazda secde ile kayıtladığına veya dört rekatlı namazda olup o rekata vücûben
bir rekat daha kattığına göredir. Sonra nâfile ve cemaat sevabına nâil olmak
için tamamlar, dört rekatlı namazın üç rekatını kılmışsa o namazı yalnız olarak
tamamlar. sonra nâfile niyetiyle imama uyar. Bu suretle cemaat fazîletine nâil
olur. Havî.
Ancak ikindi
namazında imama uymaz. Çünkü ikindiden sonra nâfile kılmak mekruhtur. Nâfile
namaza başlayan kimse mutlâk surette namazı bozmaz. O namazı iki rekat olarak
tamamlar. Öğlenin sünneti de böyledir. İmam hutbe okumağa başladığı veya kamet
getirildiği zaman cumanın sünnetini râcih kavle göre dört rekat olarak tamamlar
çünkü bu bir namazdır. Bozmak ta ikmal için değil, ibtal içindir.
İZAH
«İlk rekatı secde
ile kayıtlamadığına göredir ilh...» bu meselenin hülâsası şudur: Bir kimse farz
namaza başlar da ilk rekatın secdesine varmadan namaz cemaatle kılınmağa
başlanırsa namazı bozarak imama uyar. İlk rekatın secdesine varmışsa kıldığı
namaz dört rekatlı olduğu takdirde iki rekatı tamamlayarak imama uyar. Üçüncü
rekatın secdesini yapmışsa namazını dört rekat olarak tamamlar ve imama nâfile
niyetiyle uyar. Bundan yalnız ikindi namazı müstesnadır. Kıldığı namaz dört
rekatlı değilse ikinci rekatın secdesine varmadıkça namazı bozarak imama uyar,
ikinci rekatın secdesine varmışsa namazını tamamlar; imama da uymaz. H.
«Yahut dört
rekatlı olmayan bir namazda secde ile kayıtladığına göredir.» Yani sabah ve
akşam namazı gibi dört rekatlı olmayan bir namazda rekatı secde ile kayıtlarsa
ikinci rekatın secdesine varmadıkça o namazı bozarak imama uyar. İkinci rekatın
secdesini yapmışsa namazını tamamlar. İmama uymaz. Çünkü sabah namazından sonra
nâfile namaz mekruhtur. Akşam namazında da üç rekatlı nâfile mekruhtur. O
namazı dört kılsa bu sefer imamına muhalefet etmiş olur. Ama imama uyarsa o
namazı dört rekat olarak tamamlar. Bu daha ihtiyattır. Zira üç rekatı nâfile
kılmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. İmama muhalefet ise bazen meşrudur.
Meselâ: Mesbûk kaza ettiği rekatlarda ve keza misafire uyan mukîm imama muhalefet
ederler. Tamamı Bahır'dadır.
«Veya dört
rekatlı namazda olup o rekata vücûben bir rekat daha kattığına göredir.» Yani
dört rekatlı namazda olup ilk rekatını secde ile kayıtlamışsa p da bozarak
imama uyar.Lâkin kıldığı rekata bir rekat daha kattıktan sonra bozar. Tâ ki
kılınan bir rekatı bâtıl olmaktan korumuş olsun.
Nitekim ulema
bunu açıklamışlardır. Bahır sahibi, «Bu yalnız bir rekat namazın bâtıl olduğunu
açık açık göstermektedir. Zamanımız hanefîlerinin bazılarının tevehhüm ettiği
gibi mekruh olarak sahih değildir» diyor. Nehir'de ise, «bu tevehhümün bâtıl
olduğu izaha muhtaç değildir» denilmektedir. «Dört rekatlı namazın üç rekatını
kılmışsa» yani üçüncünün i secdesine varmışsa o namazı yalnız olarak tamamlar.
Bahır sahibi
diyor ki: «Üç rekatını diye kayıtlaması, şayet üçüncünün secdesine varmamışsa
bozması lâzım geleceği içindir. Çünkü terk edecek yerdedir ve muhayyerdir;
ister dönüp oturur ve selâm verir, isterse ayakta tekbir alarak imamın namazına
girmeye niyet eder. Hidâye'de böyle denilmiştir. Muhit'te ise esah olan, ayakta
bir tarafa selâm vermektir. Zira oturmak namazdan çıkmak için şart kılınmıştır.
Bu, namazdan çıkmak değil, namazı bozmaktır. Çünkü öğleden iki rekatla
çıkılmaz. Namazı bozmak için o kimseye bir selâm kâfidir, denilmektedir.
Gayetü'l- Beyan sahibi Fahru'l- İslâm'a nisbet ederek bunu böyle sahihlemiştir.
Bu namazı yalnız olarak tamamlaması vâciptir. Bozar da imama uyarsa günahkâr
olur. Remlî.
Kuhistanî'de
beyan olunduğuna göre burada çareye baş vurulmayacağına işaret vardır. Çareye
baş vurmak Muhit'te beyan edildiği gibi dört rekatta oturmayıp altı rekat
yapmak ve kıldığı namaz nâfileye inkılap etsin diye dördüncü rekatı oturarak
kılmak gibi şeylerdir. Çünkü namazı tamamlamak farzdır. Nitekim Münye'de böyle
denilmiştir.
«Sonra nâfile
niyetiyle imama uyar.» Yani dilerse uyar ki, efdal olan budur. İmdâd. Buna
itirazla«ramazan haricinde cemaatla nâfile namazı kılmak mekruhtur» denilmiş ve
şöyle cevap verilmiştir: «Evet, hem imam hem cemaat nâfile kılarlarsa öyledir.
Fakat imam farz kılar da cemaat nâfileye niyet ederlerse kerahet yoktur. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) iki zâta: Yüklerinizin yanında namaz kılar da sonra namaz
kılan bir cemaatın yanına varırsanız onlarla da namaz kılın! ve onlarla
kıldığınız namazınızı sübhâ (yani nâfile) yapın! buyurmuştur.» Kâfi'de böyle
denilmiştir. Bahır.
«Bu suretle
cemaat fazîletine nâil olur.» Bu sözün zâhirine göre bu şekilde imama uyarsa
cemaat fazîletine yani yirmibeş veya yirmiyedi derece sevaba nâil olur. Çünkü
bu da meşru bir cemaattır ki ya yetişemediğini tedarik yahut cemaata muhalefet
etmiş olmamak için meşru kılınmıştır. Lâkin zâhire bakılırsa buradaki sevap
katı, farzın değil. nâfilenin sevap katıdır. Araştırılmalıdır!. Şârihin işaret
ettiği Havî kitabı Havi'1- Kudsî'dir. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Havi'l-
Hasirî yahut Kavi'l Zâhidi değildir.
«Nâfile namaza
başlayan kimse o namazı mutlâk surette bozmaz.» Yani ilk rekatının secdesine
varmış olsa da namazı bozmaz.
METİN
Kemâl bunun
hilâfını tercih etmiştir. Namaz kılmayan bir kimsenin ezan okunan mescidden
çıkması yasak. edildiği için kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Musannıf burada
ekseriyetle görülen hâle göre hareket etmiş tir. Maksat ezan okunsun okunmasın
vaktin girmesidir.
İZAH
Kemâl bin Hümâm
şöyle demiştir: «Bazıları iki rekatta bozacağını söylemişlerdir ki râcih kavil
budur. Çünkü farzdan sonra onu kozaya imkânı vardır. İki rekatta selâm vermekle
namazı bozulmuş olmaz. Binaenaleyh sebepsiz olarak hatibi dinlemek farzı ile en
mükemmel şekilde edâ kaçırılmış olmaz.»
Ben derim ki:
Hidâye'nin zâhirine bakılırsa Hidâye sahibi de bu kavli ihtiyar etmiştir.
Mültekâ, Nuru'l- İzah, Mevahip, ed'Dürer ve Feyz sahipleri dahi ayni yoldan
yürümüşlerdir. Şurunbulâliye'de bu kavil Burhan'a nisbet olunmuştur. Feth'ul
Kadir'de beyan edildiğine göre Süğdî'nin bu kavli Nevadir'de İmam A'zam'dan
rivayet edildiğini görünce buna döndüğü hikâye edilmiştir. Serahsî ile Bakalî
de buna meyletmişlerdir. Bezzâziye'de, «Kadı Nesefî bu kavle dönmüştür»
denilmektedir. Makdisî'nin sözünden anlaşılan da ona meyletmiş olmasıdır. Hılye
sahibi Şeyhi Kemâl'in sözünü naklettikten sonra. «bu mesele onun dediği
gibidir» demiştir. Şu var ki, musannıfın tercih ettiği kavlin sahih olduğunu
Valvalciye ile Muhit ve Mubtegâ sahipleri, sonra Şumunnî beyan etmişlerdir.
Şurunbulâliye'nin
cuma bahsinde «fetvâ buna göredir» denilmektedir. Bahir sahibi de şunları
söylemiştir: «Zâhir olan bu ulemanın sahih kabul ettikleridir. Çünkü iki
rekatta selâm vermenin sünnet vasfını ikmâl değil, ibtal olduğunda şüphe
yoktur. Bunun câiz olmadığı evvelce geçmişti. Dört rekatlı namaza bir namaz
hükmü verilmesi ve evvelce arzettiğimiz vecihle üçüncü rekata kalkınca
Subhaneke ve eûzü gibi şeylerin bulunmaması da onların lehine şahittir.» Nehir
sahibi deonu tasdik etmiştir.
Ben derim ki: Lâkin
nâfileler bâbında geçtiğine göre bir kimse dört rekata niyet eder de namazı
bozarsa iki rekat kaza eder. Ulemamızdan nakledilen zâhir rivayet budur.
Metinler bunun üzerine yazılmıştır. Hülâsa'da imam ebu Yusuf'un bu kavle
döndüğü sahihlenmiştir. Bahır'da ise bunun, öğlenin sünneti gibi müekked
sünnetlere şâmil olduğu açıklanmış; hattâ bu namazı bozanın, zâhir rivayete
göre iki rekat kaza edeceği, ulemadan bazılarının sünnet-i müekkedelerde ebû
Yusuf'un kavlini tercih ettikleri bildirilmiştir. İbn-i Fadl bu kavli tercih
etmiş; Nisab'da da bu kavl sahih kabul edilmiştir. Biz nâfileler bâbında arz
etmiştik ki, Hidâye ve diğer kitapların ifadelerinden zâhir rivayeti tercih
ettikleri anlaşılmaktadır. Metinler zâhir rivaye olan «sünnetlere başlamakla
iki rekattan başka kaza lâzım gelmez» sözüne göre yazılınca dört rekat her
cihetten bir namaz hükmünde değildir ve iki rekatta selâm vermek onu bozmak
değildir. Sünnet vasfını iptal ise farzdan sonra kaza ederek tedariki mümkün
olmakla beraber, daha kuvvetlisini yapmak niyetiyle olduğundan mahzurlu
değildir.
Sonra bilmiş ol
ki, bütün bunlar üçüncü rekata kalkmadığına göredir. Üçüncü rekata kalkar da
onu secde ile kayıtlarsa Nevadirin rivayetine göre ona bir rekat daha katar ve
selâm verir. Secde etmemişse Hâniye sahibi, «Bu hususta Nevâdir'de bir şey
denilmemiştir. Ulema bunda ihtilâf etmiş; bazısı dört rekat olarak
tamamlayacağını ve kıraatı hafif tutacağını söylemiş, bir takımları «ka'deye
döner ve selâm verir» demişlerdir. Bu daha muvafıktır.» demiştir. Münye şerhinde
şöyle denilmiştir: «En iyisi o namazı tamamlar. Zira dört rekatlı bir namaz ise
mesele yoktur. Sair nâfileler gibi her çift rekatı bir namaz işe üçüncü rekata
kalkması bir tahrîme gibidir. İlk tahrîme ile namaza başladığında nasıl çift
olarak tamamlarsa burada da öyledir.»
«Yasak edildiği
için ilh...» ifadesindeki yasaktan murad, İbn Mâce'nin rivayet ettiği hâdistir.
Bu hâdiste, «Bir kimse mescidde iken ezan okunur da bir haceti yokken çıkar;
dönmeğe de niyet etmezse o kimse münafıktır» buyurulmuştur. Buhari'den maada
hâdis imamlarının Ebu'ş-Şa'sâ (r. a.)' dan rivayet ettikleri bir hâdiste ebu'ş
Şa'sâ şöyle demiştir: «Ebu Hüreyre ile birlikte mescidde idik. Müezzin ikindi
için ezan okurken bir adam dışarı çıktı. Ebu Hüreyre, «Şu adam yok mu! Muhakkak
ebu'l-Kâsım (Muhammed Mustafa) hazretlerine isyan etti» dedi.» Böyle yerlerde
mevkuf hadis merfu gibidir. Bahır.
«Ezan okunan
mescidden» ifadesi mutlaktır. Cami içinde iken ezan okunmaya ve ezan okunduktan
sonra camiye girmeğe şâmildir. Nitekim Bahır ve Nehir'de beyan edilmiştir.
«Maksat ezan okunsun okunmasın vaktin girmesidir.» Bu söz Bahır sâhibinin
tetkikidir. O şöyle diyor: «Zâhire bakılırsa ulemanın camide ezan okunmasından
muradları o kimse içeride iken vaktin girmesidir. Ezan ister o camide ister
başka yerde okunsun. Nitekim namaz kılmadan çıkmak ifadesinden de cemaatla
namaz kılmamak anlaşılır. İster dışarı çıksın isterse bazı fâsıklarda
gördüğümüz gibi namaz kılmadan içeride dursun. Hattâ cemaat sabah namazında
olduğu gibi namazı müstehap vakit girsin diye geciktirirler de mescidden çıkar;
sonra dönerek onlarla birlikte namaz kılarsa mekruholmamak gerekir. Ama ben
bütün bunların naklini görmedim.» Ulemanın sözleri buna delâlet ettiği için
Nehir sahibi bütün bunları katiyetle ifade ve kabul etmiştir.
METİN
Ancak kendisiyle
başka bir cemaatın işi görülen kimse müstesnâ olduğu gibi mahallesinin
mescidinine gitmek için çıkıp da orada henüz cemaatla namaz kılmamışlarsa yahut
hocasının dersinde bulunmak veya vaaz dinlemek için onun mescidine gider yahut
dönmek niyetiyle bir hacet için çıkarsa mekruh olmaz. Keza öğle ve yatsıyı
yalnız başına bir defa kılmışsa çıkması mekruh değildir. Mescidi cemaata terk
eder. Ancak müezzin ikamete başlarken çıkmak mekruhtur. Çünkü özür yokken
cemaata muhalefet etmiş olur. Böylesi nafile niyetiyle imama uyar. Sebebi
yukarıda geçmişti. Sabah ikindi ve akşam namazlarını bir defa kılan kimsenin de
mescidden çıkması mekruh değildir. İkamet getirilse bile mutlâk surette
çıkabilir. Çünkü sabahla ikindiden sonra nâfile kılmak mekruhtur. Akşam
namazında ise iki memnûdan biri yani ya büteyra' (tek rekat) yahut tamamlamakla
imama muhalefet lâzım gelir. Nehir'de, «çıkması vâcip olmak gerekir; çünkü
namaz kılmadan durmasının keraheti daha şiddetlidir» denilmiştir. Ben derim ki:
Kuhistanî'nin beyanına göre üç rekat nâfile kılmanın keraheti tenzihîdir.
Mizmerat'ta bunda imama uyarsa isâet etmiş olur denilmiştir.
İZAH
Kendisiyle başka
bir cemaatın işi görülen kimseden murad: İmam veya müezzindir ki. mescidde
bulunmazsa cemaat dağılır. Çünkü sûreten mânânın tekmilini terk etmiştir.
İtibar ise mânâyadır. Bahır. Sözün mutlak çalmasına bakılırsa ikâmete
başlandıkta dahi çıkabilir. Bu, Dürer'in metninde, Kuhistâni'de ve Vikâye
şerhinde açıklanmıştır.
Mahallesinin
mescidine gitmek için kendisi imam ve müezzin olmasa bile çıkabilir. Nitekim
Nihâye'de beyan edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bunun söz götürdüğü
meydandadır. Çünkü mescidden çıkması tahrîmen mekruhtur. Mahallesinin
mescidinde namaz kılması ile menduptur. Mendup için mekruh irtikab edilmez.
Buna delâlet eden delil yoktur.»
Ben derim ki:
Nihayenin ibaresinin tetimmesi şöyledir: «Zira ona vâcip olan, mahallesinin
mescidinde kılmaktır. Bu mescidde kılsa dahi beis yoktur. Çünkü onun
cemaatından olmuştur, Efdal olan çıkmamaktır. Çünkü itham olunur.» Mirac'da da
bunun gibi denilmiştir.
Şârih sözünü
Hidâye şerhine uyarak «orada henüz cemaatla kılmamışlarsa» diye kayıtlamıştır.
Zira mahallesinin mescidinde cemaatla kılınmışsa bulunduğu mescidden çıkamaz.
Oraya girmekle o mescidin cemaatından olmuştur. Nihaye.
Hocasının
mescidine gitmek için de bulunduğu mescidden çıkabilir. Mi'rac'da şöyle
deniliyor: «Sonra fıkıh okuyan talebenin hocasının dersini veya hadis yahut
umumi vaazları dinlemek için onun mescidinin cemaatına devam etmesi bilittifak
efdaldir. Bu iki sevabı birden kazanmağa yarar.» Nihâye'de de böyle
denilmiştir. Zâhirine bakılırsa çıkması ancak dersi veya dersin bir kısmını
kaçıracağından korkarsa câizdir. Aksi taktirde çıkamaz. Hem çıkmak dersin
öğretilmesi vâcip olmasına da bağlı değildir. Ebu' s-Suud hâşiyesinde
bildirildiğine göre Bahır sahibinin mahallemescidi hakkında irâd ettikleri
burada da vardır.
«Mescidi cemaata
terk eder.» Yani kerahetin bulunmaması her yönden değildir. Belki murad,
çıkışın zâtı itibariyle mekruh olmamasıdır. Sebebi itibariyle o mekruhtur.
Sebebi o namazı yalnız başına kılmış olmasıdır. Şu mânâya ki dışarı çıkmak için
yalnız başına kılarsa mekruhtur. Çünkü cemaatı terk etmek mekruhtur. Zira
cemaat vâciptir. Yahut vâcibe yakın sünnet-i müekkededir.
TENBİH:
Musannıfın buradaki sözü ile evvelce geçen «dört rekatlı namazın üç rekatını
yalnız başına kılarsa o namazı tamamlar; sonra nâfile niyetiyle imama uyar...»
ifadesinden anlaşılıyor ki, yalnız kılan kimseye o namazı cemaatla tekrarlaması
emir edilmez. Halbuki ulema. «kerahet-i tahrîmiye ile edâ edilen her namazın
iadesi vâciptir» demişlerdir. Kemâl bin Hümâm ve başkaları buna, «kerahet-i
tenzîhiye ile edâ edilen namazın iadesi ise müstehaptır» ibaresini ilâve
etmişlerdir. Cemaata sünnet de denilse vâcip de denilse terkinden dolayı
kerahet lâzım geleceğinde şüphe yoktur. Çünkü her iki kavle göre de günah
mevcuttur. Meğer ki buradakini özürden dolayı terk ettiğine hamlederek cevap
verile. Ama bu ulemanın sözlerinden anlaşılanın hilâfınadır. Biz bu hususta sözün
tamamını namazın vâcipleri bahsinde arzetmiştik. Bence sadra şafi cevap
anlaşılamamıştır.
«Ancak müezzin
ikamete başlarken çıkmak mekruhtur.» Bu ibareden anlaşılan, başka bir cemaat
teşkili için de olsa mekruh sayılmasıdır. Çünkü çıkmasında töhmet vardır. Şeyh
İsmail, «fetva kitaplarının bir çoğunda zikir edilen budur diyor.» Burada
töhmet, namazı yalnız kılmasından ileri gelmektedir. Dışarı çıkınca bunu teyit
etmiş oluyor. Dürer ile Vikâye şerhinden evvelce naklettiğimiz bunun
hilâfınadır. Bunlar iki ayrı meseledir. Evvelce geçen namazı kılmamış olup
ikamet getirilirken çıkarak cemaat teşkil eden hakkında idi. Buradaki ise
namazı kılmış olan hakkındadır. Bazı şârihler bunu karıştırmışlardır. Cemaat
teşkil eden kimseden murad, İmam ve müezzin gibi cemaat işini yoluna koyandır.
Burada ondan maksat müezzindir. Çünkü imam yalnız başına kılarsa başka bir
cemaat teşkil etmesi mümkün olamaz.
«Sebebi yukarıda
geçmişti.» Yani şârih «hem nafileyi hem de cemaatı kazanmış olmak için»
demişti. Burada da bu sebeple nâfile olmak üzere imama uyar.
«Büteyra» tek bir
rekat demektir ki, ikincisi yoktur. Üç rekat Büteyrâyı istilzam eder. Fakat
yalnızca tek bir rekat kılmak bâtıldır. Nitekim Bahır'dan naklen evvelce
görmüştük. İmamla birlikte selâm vererek üç rekat kılarsa bazılarına göre bir
şey lâzım gelmez. Bir takımları namazın bozulacağını ve üç rekat nezir ettiği
zaman dört rekat kılması lâzım geldiği gibi burada da dört rekat kaza edeceğini
söylemişlerdir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Biz Bahır'dan naklen evvelce
arzetmişti ki, bir kimse akşam namazında nâfile olarak imama uyarsa ihtiyaten o
namazı dört rekat olarak tamamlamalıdır. Velev ki imamına muhalefet etmiş
olsun. «Çünkü namaz kılmadan durmanın keraheti daha şiddetlidir.» Yani buradaki
kerahet sabah ve ikindi namazlarından sonra kılınan nâfilenin ve büteyrânın
kerahetinden fazladır. Zira Muhit'te şöyle denilmiştir: «Çünkü cemaata
muhalefet etmek büyük vebaldir.»
Ben derim ki:
Lâkin Muhtaratü'n- Nevâzil'de açıklandığına göre çıkmak evlâdır. Zira bu
muhalefetin keraheti daha azdır.» Hâsılı namazı yalnız başına kılan kimsenin
ezan okunduktan sonra mescidden çıkması bütün namazlarda değil. yalnız öğle ile
yatsıda mekruhtur. Bunlarda müezzin ikamete başlayınca dışarı çıkmak mekruhtur.
Daha önce çıkmak mekruh değildir.
T E N B İ H :
Buradaki ikametten murad, müezzinin kamete başlamasıdır. Netekim Hidâye'de
beyan edilmiştir. Yoksa evvelce görüldüğü vecihle namaza başlamak değildir.
Şârihin «ben
derim ki» sözüyle anlattıkları, «akşam namazında iki memnûdan biri lâzım getir»
ibaresiyle, «namaz kılmadan durmasının keraheti daha şiddetlidir» ifadesine
itirazdır. Çünkü bu ifadenin mefhumu imamla kılınan namazın şiddetle mekruh
olmasını iktiza eder ki o da kerahet-i tahrimiyedir. Lâkin Halebî'nin beyanına
göre Kuhistanî'nin söylediği red edilmiştir. Çünkü Hidâye sahibi keraheti
açıklamış; Gâyetü'l- Beyan sahibi bunun bid'at olduğunu söylemiş; Kadıhan ise
Cami-i Sağîr şerhinde haram olduğunu bildirmiştir. Zâhir olan Hidâye'nin
söylediğidir. Çünkü ulema Peygamber (s.a.v.)'in büteyrayı yasak etmesiyle
istidtâl ederler. Bu hadis, sübûtu zannî, delâleti kat'î olan deliller
kâbilindendir. Binaen aleyh bizim usulümüze göre kerahet-i tahrîmiye ifade
eder.
Şârih,
«Muzmeratta bunda imama uyarsa isâet etmiş olur denilmiştir» sözüyle
Kuhistanî'nin söylediğini naklederek iddia ettiği kerahet-i tenzîhiye davasını
teyid etmek istemiştir, isâetin mânâsı da budur. H.
Ben derim ki:
Lâkin biz namazın sünnetleri bahsinde isâetin kerahetten aşağı mı yoksa ondan
daha çirkin mi olduğu hususundaki hilâfı beyan etmiş ve. «İsâet, kerahet-i
tahrîmiyeden aşağı, kerahet-i tenzîhiyeden daha çirkindir» diyerek aralarını
bulmuştuk.
METİN
Bir kimse sabah
namazının sünnetini kıldığı takdirde farzını kaçıracağından korkarsa sünnetini
terk eder. Çünkü cemaat daha kâmildir. Farzı kaçıracağından korkmaz da zâhir
mezhebe göre bir rekatına yetişeceğini umarsa sünneti bırakmaz. Bazıları
teşehhüdde yetişeceğini umarsa sünneti terk etmez demişlerdir ki, musannıf ve
Bahır'da tâbi olarak Şurunbulalî bu kavle itimat etmişlerdir. Lâkin Nehir
sahibi bu kavlin zaif olduğunu söylemiştir. sünneti yer bulursa mescid
kapısının yanında kılar. Yer bulamazsa terk eder. Çünkü mekruhu terk etmek
sünneti işlemekten önce gelir. Sonra şu bilinmeli ki; «sünnete niyetlenir,
sonra farza tekbir alır» yahut «sünnete niyetlenir, sonra onu bozar ve kaza
eder» diyenler olmuşsa da bunların sözleri «zararı def etmek, yararı
celbetmekten önce gelir denilerek» reddedilmiştir.
İZAH
Sabah namazının
farzını kaçıracağından korkan kimse sünnetini terkeder. Bundan anlaşılır ki
kaçıracağına kanaat getiren evleviyetle terkeder. Nehir. Cemaatı kaçırma
korkusuyla terkedilince; vaktin çıkacağından korkulursa haydi haydi terkedilir.
Bunu Tahtavî ebu's- Suud'dan nakletmiştir. Burada sünneti terk etmekten murad,
başlamamaktır. Yoksa başladıktan sonra bozmak değildir. Çünkü evvelce geçtiği
vecihle nâfile namaza başlayan kimse onu mutlak surette bozamaz. Nehirsahibinin
burada «velev ki ikinci rekatı secde ile kayıtlamış olsun» demesi doğru
değildir. Nitekim Şeyh İsmail buna tenbihte bulunmuştur.
«Çünkü cemaat
daha kâmildir.» Zira cemaatla kılınan bir farz yalnız kılınandan yirmiyedi
derecede daha fazîletlidir. Sabah namazının iki rekat sünneti bu derecelerden
birine yetişemez. Çünkü bunlar farzın dereceleridir. Cemaatı terk eden
hakkındaki tehdit, sabah namazının sünneti hakkındakinden daha serttir. Tamamı
Fetih ve Bahır'dadır. «Ve Bahır'a tâbı olarak Şurunbulâlî bu kavle itimad
etmiştir.» Burada şöyle denilebilir: Bahır sahibi «Kenz'in sözü teşehhüde
şâmildir» dedikten sonra Cami-i
Sağîr'in
ifadesine göre yalnız teşehhüdde imama yetişeceğini ümit ederse sünneti terk
edeceğini söylemiş ve Hülâsa'dan bunun zâhir mezhep olduğunu nakletmiş;
Bedayi'de bu kavlin tercih edildiğini bildirmiştir. Kâfi ile Muhit'ten de İmam
A'zam'la Ebû Yusuf'a göre teşehhüdü okuyacağını, İmam Muhamed'in buna muhalif
olduğunu nakletmiştir. Şu halde Bahır'da iki kavli hikâye etmekten başka bir
şey yoktur. Bilâkis bundan önce zâhir rivayeti tercih ettiğini gösteren sözler
söylemiş ve şöyle demiştir: «Bu mümkün olmazsa, meselâ iki rekatı
kaçıracağından korkarsa en haklı olanı îfâ eder ki, o da cemaattır.» Lâkin
Nehir sahibi bu kavlin zaif olduğunu belirterek.» bu söz zaif bir rey üzerine
söylenmiştir» demiştir.
Ben derim ki:
Lâkin Fethu'l- Kadir sahibi onu, aşağıda gelecek «bir kimse meselâ öğlenin bir
rekatına yetişirse cemaat fazîletine yetişmiş ve sevabını almış olur» İfadesi
sebebi ile kuvvetli bulmuştur. Nitekim bunu İmam Muhammed, şeyhiyle müttefik
olarak söylemiştir. Keza imama teşehhüdde yetişirse hepsinin kavline göre
cemaatın fazîletine yetişmiş olur.
Fethu'l- Kadir
sahibi sözüne şöyle devam etmiştir: «Bir kimse teşehhüde yetişeceğini umarsa
sabah namazının sünnetini kılmaz» sözü, böylece İmam Muhammed'in kavli
gereğince hücuma uğruyor. Halbuki hak bunun aksinedir. Çünkü İmam Muhammed
bunun zıddını söylemiştir.» Yani burada esas cemaat fazîletine erişmek
meselesidir. Teşehhüde yetişmekle bu fazîlete erişildiğine imamlarımız ittifak
etmişlerdir. Binaenaleyh sünneti bilittifak kılar. Nitekim bunu Şurunbulâliye
sahibi de izah etmiş; Münye ve Kenz şârihleri ile Dürer Haşiyesi'nde Nuh Efendi
ve şerhinde Şeyh İsmail kabul etmişlerdir. Kuhistâni'de de bunun benzeri sözler
vardır. Şârihimiz namazın vakitleri babında buna katiyetle kail olmuştur.
«Sünneti yer
bulursa mescid kapısının yanında kılar.» Maksat kapının dış tarafında
kılmaktır. Nitekim bunu Kuhistâni açık söylemiştir. İnâye'de şöyle denilmiştir:
«Çünkü mescidin içinde kılarsa imam farzla meşgul olurken o nâfile kılmış olur
ki, bu mekruhtur. Mescid kapısının dışında yer yoksa sünneti mescidin içinde
bir direğin arkasında kılar, En şiddetli kerahet, sünneti saf arasında cemaata
karışarak kılmaktadır.» Bu ifadenin bir misli Nihâye ile Mirac'ta da mevcuttur.
«Yer bulamazsa
terk eder.» Fethu'l- Kadir'de şöyle deniliyor: «Şu halde yani sünnetin mescidde
kılınması mekruh olduğuna göre mescidin kapısı dışında yer yoksa sünnet
kılınmaması gerekir. Çünkü mekruhu terk etmek sünneti işlemekten önce gelir. Şu
kadar var ki kerahetin derecelerimuhteliftir. İmam yazlık hücresinde ise
sünneti kışlık hücrede kılmak kerahet itibariyle daha hafiftir. Aksi de
böyledir. En şiddetli kerahet sof arasına karışarak kılmaktadır. Nitekim bir
çok cahiller bunu yaparlar.»
Hâsılı sabah
namazının sünneti hususunda sünnet vecihle hareket onu evde kılmaktır. Bu
olmazsa mescidin kapısı dışında yer varsa orada kılar, yoksa mescidin yazlık
kışlık diye iki yeri bulunduğu takdirde bunların birinde kılar. Bu da olmazsa
safların arkasında bir direğin yanında kılar. Lâkin mescidde iki yer olur da
imam bunların birinde bulunursa Muhit'te bildirildiğine göre bazıları, «cemaata
muhalefet olmadığı için mekruh değildir» demiş; bir takımları mekruh olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü bunların ikisi bir yer hükmündedir. Muhit sahibi şunu
söylemiştir: «Ulema bu meselede ihtilâf edince efdal olan yapmamaktır.
Nehir'de, «bunda kerahetin tenzîhî olduğu ifade edilmektedir» deniliyor. Lâkin
Hilye'de, «Ben derim ki: Kerahet bulunmaması daha münasiptir. Buna delil,
zikrettiğimiz haberlerdir» denilmiştir. Sonra bütün bu söylediklerimiz imam
namazda olduğuna göredir. İmam namaza başlamazdan önce sünneti dilediği yerde
kılabilir. Nitekim Münye şerhinde beyan olunmuştur.
Zeyleî diyor ki:
«Sair sünnetlere gelince: Onları imam rükûa gitmeden kılmak mümkünse mescidin
dışında kılar; sonra imama uyar. Bir rekat kaçıracağından korkarsa imama uyar.»
Şârihin, «sonra
şu bilinmeli ki ilh...» diyerek anlattıkları hakkında Fethu'l- Kadir'de şöyle
denilmiştir: «Fâkih İsmâil Zâhid'den nakledilen «sünnete başlayıp sonra bozmak
gerekir, böylece kaza vâcip olur; o kimse namazdan sonra sünneti kazaya imkân
bulur» sözünü İmam Serahsî reddetmiş; «niyet edip başlamakla vâcip olan bir
ibadet nezirle vâcip olandan daha kuvvetli değildir. İmam Muhammed nezir edilen
namazın fecirden sonra güneş doğmadan edâ edilemeyeceğini söylemiştir keza bu
iş ibadete onu bozmak kasdiyle başlamaktır» ama bu, onu ikinci defa kılmak
içindir» denilirse biz de deriz ki; «ameli bozmak yasak edilmiştir; zararı def
etmek, yararı celbetmekten önce gelir» demiştir.»
«Sünnete
niyetlenir, sonra farza tekbir alır.» İfâdesinden murad, «Evvelâ sünnete niyet
ederek tekbir alır, sonra kalbiyle farza niyet eder ve dili ile tekbir alır. Bu
suretle sünnetten farza intikal etmiş olur. Bunda zımnen sünneti ibtal etmek
vardır» demektir. Fakat zâhire göre bu da yasak edilmiştir. Binaenaleyh Allâme
Makdisî'nin, «Böyle yapar da o namazı güneş yükseldikten sonra kaza ederse
zikir edilen itirazlardan biri vârid olmaz» sözü mânâsız kalır.
Sonra bu
söylediğimi Münye şerhinde gördüm. Şârih şöyle diyor: «Buna Kenz'in namazı
bozan şeyler babındaki şu sözü delildir: Öğlenin bir rekatını kıldıktan sonra
ikindiye veya nâfileye niyetlenmek de bozar. Bu söz başkasına niyetlenmekle
öğlenin bozulacağını açık olarak ifade etmektedir.»
Tenbih: Kınye'de
şöyle deniliyor: «Bir kimse sabah namazının sünnetini gereğince kıldığı
takdirde cemaata yetişemeyeceğinden korkar; bir fâtiha ve rükû ile secdelerde
birer tesbih ile iktifâ ettiği takdirde yetişeceğine kanaat getirirse bu
kadarcığı ile yetinebilir. Çünkü cemaata yetişmek içinsünneti terk etmek
câizdir. Sünnetin sünnetini terketmen ise evleviyetle câiz olur. Kâdî
Zerenceri'den nakledildiğine göre «bir kimse iki rekat farzı kaçıracağından
korkarsa sünneti subhâneke ve eûzüyü, kıraatının sünnetini bırakarak bir âyetle
kılar ki ikisini birden yapmış olsun; öğlenin sünnetinde de böyle yapar»
demiştir. Yine Kâdî'nin eserinde, «Bir kimse sabah namazının sünnetini kılar da
farzını kaçırırsa, onu kaza ederken sünnetini tekrarlamaz» denilmiştir.
METİN
Sabah namazının
sünnetini ancak zevalden önce farzını kaza ettiği zaman ona tâbi olarak kaza
ederse esah kavle göre zevalden sonra keza etmez. Çünkü sünnetin mühmel vakitte
kaza edileceği hususunda kıyasa muhalif olarak haber vârid olmuştur. Binaenaleyh
başkası ona kıyas edilemez. Öğlenin sünneti böyle değildir. Keza cumanın
sünneti de bunun hilâfınadır.
İZAH
Sabah namazının
sünneti ancak farzı ile beraber kaza edilir. Farzını o gün zevalden önce kaza
ederse ona bağlı olarak sünnetini de kaza eder. Yalnız sünneti kalırsa güneş
doğmadan bilittifak kaza edilmez. Zira sabah namazından sonra nâfile kılmak
mekruhtur. Güneş doğduktan sonra Şeyhayn'a göre yine kaza edilmez.
İmam Muhammed,
«Bence zeval vaktine kadar kaza edilse iyi olur» demiştir. Nitekim Dürer'de
beyan olunmuştur. Derler ki: Bu söz ittifaka yakındır. Çünkü «bence iyi olur»
ifadesi, kılmazsa kınanmayacağına delildir. Şeyhayn da «kaza etmez; ama ederse
beis yoktur» demişlerdir. Habbaziye'de böyle denilmiştir. Bazıları imamlarımız
arasında hakikaten hilâf olduğunu söylemiş ve; «hilâf, kılınan namazın yeni bir
nâfile mi yoksa sünnet mi olduğundadır» demişlerdir. İnâye'de böyle zikir
edilmiştir. Yani kaza edilen bu namaz Şeyhayn'a göre nâfile, İmam Muhammed'e
göre sünnettir. Nitekim bunu Kâfî sahibi zikir etmiştir. İsmail.
«Sabah namazının
sünneti ancak farzına tâbi olarak kaza edilir» ifadesinden, farzdan sonra
kılınır mânâsı anlaşılmamalıdır. Evvelâ sünnet sonra farz kaza edilir. Esah
kavle göre zevalden sonra kaza etmez. Bazıları, «zevalden sonra farza tâbi
olarak kaza edilir, ama yalnız başına bilittifak kaza edilmez» demişlerdir.
Nitekim Kâfi'de böyle denilmiştir. İsmail.
Bu hususta kıyasa
muhalif olarak rivayet edilen haber, Sahih-i Müslim' de olup uzundur. Mezkûr
hadiste Peygamber (s.a.v.)'ın Ta'ris gecesinin ertesi günü güneş yükseldikten
sonra sabah namazının sünnetini farziyle beraber kaza ettiği bildirilmektedir.
Ta'ris: yolcunun
gecenin sonunda konaklamasıdır. Nitekim Mugrib'te beyan edilmiştir. İsmail.
Mühmel vakit;
içinde farz namaz bulunmayan vakittir ki, güneş doğduktan zevale kadar devam
eder. Bize göre bundan başka mühmel vakit yoktur. Sahih olan kavil budur.
Bazıları, «gölgenin bir mislinden iki misline varıncaya kadar geçen vakit de
bunun gibidir» demişlerdir.
Sabah namazının
sünneti kıyasa muhalif olarak rivayet olunan hadisle kaza edilir. Zira kaza
vâciplere mahsustur. Şârihin bundan sonraki bâbın başında söyleyeceği vecihle
kaza; vâcibi vakti geçtikten sonra yapmaktır. Vâcipten başka namazlar ancak
naklî delil ile kaza edilirler. Mezkûr delilsabah namazının sünnetinin kaza
edileceğine delâlet eder. Biz de buna kâiliz. Öğlenin sünneti hakkında aşağıda
gelecek hazreti Âişe hadisi de öyledir. Onun için, «Vakit içinde öğlenin
sünneti kaza edilir; vakit çıktıktan sonra kaza edilmez» diyoruz. Fetih'te
bildirildiği gibi bundan geri kalanları «kaza edilmez hükmü üzerine kalırlar.
Cuma namazının
ilk sünneti hüküm itibariyle şüphesiz öğlenin ilk sünneti gibidir. Bahır.
Zâhirine bakılırsa şârih bu cümleyi Bahır'da açık olarak görmüş değildir. Bunu
Kuhistânî zikir etmiş lâkin kimseye nisbet etmemiştir. Sirâc-ı Hânuti,
metinlerle diğer kitaplarda zikir edilenin müktezasının bu olduğunu
söylemiştir. Lâkin Racezatü'l- Ulema'da şöyle denilmiştir:
«Cumanın sünneti
sâkıt olur. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v.)'in, «imam minbere çıktığı vakit farzdan
başka namaz yoktur» buyurduğu rivayet olunmuştur.» Remlî.
Ben derim ki: Bu
istidlâl söz götürür. Zira hadis yalnız imam minbere çıktıktan sonra namaz
kılınmayacağına delâlet etmektedir. Namazın tamamiyle sâkıt olacağına ve farz
kılındıktan sonra kaza edilmeyeceğine delâleti yoktur. Aksi taktirde öğlenin
sünneti de kaza edilmemek lâzım gelir. Çünkü Müslim'in sahihi ile diğer hadis
kitaplarında, «namaza kamet getirildikten farzdan başka namaz yoktur» hadisi
rivayet olunmuştur. Evet. aralarındaki farkı göstermek için başka bir şeyle
istidlâl edilebilir ki o da yukarıda geçtiği vecihle sünnetlerde kıyas olan
kaza edilmemektir. Kadıhan öğlenin sünneti kaza edileceğine Hazreti Âişe (R.
A.) hâdan rivayet olunan. «Peygamber (s.a.v.) öğlenin dört rekat ilk sünnetini
kılamadığı zaman onu farzdan sonra kaza ederdi» hadisiyle istidlâl etmiştir. Şu
halde onun kazası sabahın sünnetinde olduğu gibi kıyasın hilâfına hadisle sabit
olmuş olur. Nitekim Fetih'te açıklanmıştır. Binaenaleyh «cumanın sünneti kaza
olunur» sözü, hususi bir delile muhtaçtır. Bu izaha göre metinlerde «öğlenin
sünneti» denilmesi, cumanın sünnetinin böyle olmadığını gösterir.
METİN
Çünkü öğlenin
farzından bir rekata yetişemeyeceğinden korkan kimse bu sünneti bırakarak imama
uyar; sünneti sonra kılar. Bunu öğlenin vaktinde kılmak sünnettir. İmam
Muhammed'e göre son sünnetten evvel kılınır. Bununla fetva verilir. Cevhere.
Yatsının ilk
sünneti ise mendup olup asla kaza edilmez. Dört rekatlı farzlardan birinin bir
rekatına yetişen kimse bilittifak o namazı cemaatla kılmış olmaz. Zira bir
kısmını yalnız kılmıştır. Lâkin cemaat faziletine yetişmiştir. Velev ki imama
teşehhüdde yetişmiş olsun. Bu cihet ittifâkidir. Ancak ilk tekbiri kaçırdığı
için sevabı müdrikin (imama yetişenin) sevabından azdır. Lâhik müdrik gibidir.
Çünkü hükmen imama uymuştur,
İZAH
«Çünkü öğlenin
farzından bir rekata ilh...» ifadesi, öğle ile sabahın sünnetleri arasındaki
muhalefetin vechini beyandır. Ve mefhumu şudur: öğlenin farzından birinci
rekata yetişeceğine aklı keserse mâni bulunmaksızın safların arasına karışmamak
şartiyle sünneti kılar. Bu izaha göre evvelce namazın vakitleri bahsinde geçen,
«farz namaza kamet getirilirken nâfile kılmakmekruhtur» sözü müşkil kalır.
Lâkin orada birçok kitaplardan nakletmiştik ki, mezkûr kerahet cuma namazına
kamet getirildiği zamana mahsustur. Aralarındaki fark; cuma namazında kalabalık
çok olduğundan o anda nâfile kılanın ekseriyetle saflara karışmaktan hâlî
kalmamasıdır. Sâir farz namazlar böyle değildir.
«Bunu öğlenin
vaktinde kılmak sünnettir.» Yani bilittifak sünnettir. Hâniye ve diğer bazı
kitaplarda İmam-ı A'zam'a göre nâfile. imameyne göre sünnet olduğu
kaydedilmişse de bu, musannıfların yaptığı bir tasarruftan ibarettir. Çünkü bu
meselede beyan edilen şey, önce veya sonra kılınması hususundaki ihtilâftır.
Kazası hakkında ittifak vardır ki bu, onun sünnet olarak vâki olduğuna
ittifaktır. Nitekim bunu Fetih sahibi tahkik etmiş; Bahır ve Nehir sahipleri
ile Münye şârihi de ona tâbi olmuşlardır. Öğlenin vakti geçince bu sünnet gerek
başkasına tab'an gerekse bizzat maksud olarak kaza edilmez. Sabahın sünneti
bunun hilâfınadır. Bahır'ın ibaresinin zâhirine bakılırsa ulema bu hususta
ittifak etmişlerdir. Lâkin Hidâye'de açıklandığına göre vakit çıktıktan sonra
farza tab'an bu sünnetin kaza edilip edilmeyeceğinde ulemanın ihtilâfı vardır.
Onun için Nehir'de, «Bahır'ın beyanı yanlıştır» denilmiştir. Şeyh İsmail buna
cevap vermiş, «O bu sözü esah olan kavle göre söylemiştir» demiştir. «İmam
Muhammed'e göre son sünnetinden evvel kılınır. Ebu Yusuf'a göre ise son
sünnetinden sonraya bırakılır.» Hasamî'nin Cami-i Sağîr'inde böyle denilmiştir.
Manzume ile şerhlerinde ise hilâf bunun aksinedir. Gâyetü'l- Beyan'da, «İhtimal
her iki imamdan ikişer rivayet vardır» denilmiştir. Bunu Halebî Bahır'dan
nakletmiştir. Fetva son sünnetinden evvel kılınacağınadır.
Ben derim ki:
Metinler dahi buna göre yazılmıştır. Lâkin Fethu'l - Kadir'de son sünnetinden
sonra kılınması tercih edilmiştir. İmdâd sahibi diyor ki: «Fetevâ-ı Attâbî'de
muhtar olan kavl budur denilmiş; Şeyh'ul İslâm'ın Mebsut'unda bu kavlin esah
olduğu bildirilmiştir. Çünkü hazreti Âişe hadisinde; «Peygamber (s.a.v.)
öğlenin dört rekat ilk sünnetini kılamadığı zaman onu son sünnetinden sonra
kılardı» denilmiştir. Ebû Hanîfe'nin kavli de budur. Kâdıhan'ın Câmi-inde böyle
denilmektedir.» Bu hadis hakkında Tirmizî, «Hasan gariptir» demiştir. Fetih.
«Yatsının ilk
sünneti ise mendup olup aslâ kaza edilmez.» Yani sabah, öğle ve cumanın
sünnetlerinin hükmü anlaşıldı. Nâfilelerin farzdan önce kılınanlarından yalnız
ikindinin sünneti kaldı. Malûmdur ki, ikindi namazından sonra nâfile kılmak
mekruh olduğundan bu namaz kaza edilmez. Yatsının ilk sünneti de öyledir. Lâkin
mendup olduğu için o da kaza edilmez.
Ben derim ki: Bu
ta'lil söz götürür. Çünkü sabah ve öğlenin sünnetleri sünnet oldukları için
kaza edilirler; mendup olsalar kaza edilmezlerdi, zannını verir. Halbuki öyle
değildir. Zira bu namazların kazası kıyasa muhalif olarak sabit olmuştur.
Binaenaleyh sair nâfilelerin «kaza olunmaz» hükmü bâkîdir. Nitekim Fetih'te
açıklanmıştır. Hattâ mendubun kaza edileceğini bildiren bir nâs rivayet edilse
biz onunla amel ederdik. Bu izahımızla sen İmdâd'ın şu sözünü anlamış olursun:
«Yatsının ilk sünneti menduptur. O halde son sünnetinden sonra kazasına bir
mâni yoktur.» Evet, bir kimse onu kaza ederse mekruh işlemiş olmaz. Bilâkis
nâfile ve müstehap olur. Ama ulemanın teravih sünnetinde dedikleri gibi yerinde
kılınmamış olduğu için müstehap değildir.
«Dört rekatlı
farzlardan birinin bir rekatına yetişen kimse bilittifak o namazı cemaatla
kılmış olmaz.» Şu halde öğleyi cemaatla kılmayacağına yemin etse bir veya iki
rekatına yetişmekle bilittifak yemini bozulmaz. Üç rekatına yetişirse aşağıda
beyan edileceği vecihle ihtilâf olunmuştur. Bu meselenin yeri yeminler
bahsidir. Musannıfın onu burada zikir etmesi, «lâkin cemaat fazîletine
yetişmiştir» sözüne hazırlık olmak içindir. Zira çok defa fazîletle cemaata
yetişmek arasında birbirinin lâzımı olmak gibi bir mânâ anlaşılır. Bu zannı def
etmek gerekmiştir. Bunu Nehir sahibi söylemiştir.
«Dört rekatlı
farzlardan» tabiri ihtirâzî bir kayıt değildir. Zira iki ve üç rekatlı
farzların hükmü de böyledir. Bunu zikir etmesinin sebebi aşağıda «üç rekata
yetişen de öyledir» demesidir. H.
Namazın bir veya
iki rekatına yetişemeyen kimse cemaata yetişmiş sayılmazsa da cemaatın
fazîletine bilittifak yetişmiş sayılır. Çünkü bir namazın sonuna yetişen ona
yetişmiş demektir. Onun için cemaata yetişemeyeceğine yemin eden kimse imama
velev ki teşehhüdde yetişirse yemini bozulur. Nehir.
«Bu cihet
ittifâkîdir. Yani İmam Muhammed'le iki Şeyhi arasında ittifaklıdır. Hidâye'de
yalnız İmam Muhammed'in zikir edilmesi, ona göre cuma namazında imama
teşehhüdde yetişen cumaya yetişmiş sayılmadığı içindir. Bu sözün muktezası
burada da cemaatın fazîletine nail olamamaktadır. Zira namazın azına
yetişmiştir.
Hidâye sahibi
İmam Muhammed'i zikir etmekle bu vehmi ortadan kaldırmıştır. Nitekim Fetih'de
ve Bahır'da beyan edilmiştir. «Ancak ilk tekbiri kaçırdığı için sevabı müdrikin
sevabından azdır.» Yani bunun sevabı imama namazın başında yetişip te onunla
birlikte tekbir almak fazîletine nail olandan azdır. Böylesi değil bir veya iki
rekatı kaçırandan, sadece iftetah tekbirine yetişemeyenden bile fazîletlidir.
Usul-u fıkıh ulemasının beyan ettiklerine göre mesbûkun fiili kasır edâdır.
Müdrikinki ise böyle değildir. Onun fiili kâmil edâdır. «Lâhik müdrik gibidir.»
Bahır sahibi şöyle diyor: «Lâhika gelince: ulema imamdan sonra onun kaza ettiği
cüzün kazaya benzer edâ olduğunu açıklamışlardır. Zeyleî'nin sözüne bakılırsa o
kimse hükmen imamın arkasında olduğundan müdrik gibidir. Onun için de kıraatı
okumaz. Binaenaleyh cemaatla namaz kılmayacağına yemin ederse yemininin
bozulması iktiza eder. Velev ki imama yetişemediği rekatlar daha fazla olsun.»
Ben derim ki:
İstihlâf babında geçen de bunu te'yid eder. Orada; «imam son oturuştan sonra
kasten abdest bozarsa mesbûkun namazı bozulur. müdrikin namazı bozulmaz; lâhik
hakkında iki sahih kavl vardır» demiştik. Orada Bahır ve Nehir'in zâhirlerinden
anlaşılan da bozulduğunu te'yid etmeleri idi. Biz bu kavli te'yid eden sözü
dahi arzetmiştik.
METİN
Keza üç rekata
yetişende en zâhir kavle göre cemaatla kılmış sayılmaz. Serahsi. «Ekser için
kül (bütün) hükmü vardır» demişse de Bahır sahibi bunu zaif bulmuştur. Vakti
kaçırmayacağından emin olan kimse farzdan önce dilediği kadar nâfile kılar.
Aksi taktirde kılamaz. Bilâkis farzı kaçırdığı için nâfile kılması haram olur.
Sünneti mutlak surette kılar. O tamamlayıcılardan olduğu için esah kavle göre
yalnız başına kılsa bile bırakmaz. Sünnet, Peygamber (s.a.v.) hakkında
derecelerininziyadeleşmesi için meşru olmuştur. Sonra Dürer sahibinin, «cemaatı
kaçırsa bile sünneti kılar» sözü, yukarıda gecen beyanat sebebiyle müşkildir.
İZAH
Üç rekatlı
namazın iki rekatına yetişen de cemaatla kılmış sayılmaz. İki rekatlı namazın
bir rekatına yetişen hakkında ise zâhire göre hilâf yoktur. Nitekim dört
rekatlı namazın iki rekatına yetişen hakkında da hilâf yoktur (yani bilittifak
cemaatla kılmış sayılmaz). Bahır sahibi Serahsî'nin sözünü zaif bulmuştur.
Çünkü ulema yeminler bahsinde, «bir kimse «şu ekmeği yemeyeceğim» diye yemin
etse bütününü yemedikçe yemini bozulmaz zira ekser, kül yerini tutmaz» diye
ittifak etmişlerdir. Fethu'l- Kadir'de beyan olunduğu vecihle kerahet
bulunmamak suretiyle vakit müsait olursa bir kimse farzdan önce dilediği kadar
nâfile kılabilir. Bilmiş ol ki, musannıfın ibaresi Kenz'in ibaresine müsavidir.
Zeyleî, «Bu söz mücmeldir, izaha muhtaçtır» demiştir.
İmdi biz de
diyoruz ki: Tetavvu iki kısımdır. Biri sünnet-i müekkede diğeri sünnet-i gayrı
müekkededir. Sünnet-i müekkede, beş vaktin sabit sünnetleridir. Bunlardan
maadası sünnet-i gayri müekkededir. Namaza duran kimse ya cemaatla yahut yalnız
kılar. Cemaatla kılarsa sabit sünnetleri mutlaka kılar. Bunlar sünnet-i
müekkede oldukları için imkân bulduğu zaman onları kılıp kılmamakta muhayyer
olmaz, Namazını yalnız kılarsa bir rivayette cevap yine budur. Diğer bir
rivayete göre muhayyerdir. Fakat birinci rivayet daha ihtiyattır. Çünkü
farzlardan önceki sünnetler şeytanın tama'nı kırmak, farzlardan sonrakiler ise
farzda yapılan noksanı tamamlamak için meşru olmuşlardır. Yalnız kılan buna
daha muhtaçtır. Bu babtaki nâs yalnız kılanla cemaat arasında fark yapmamıştır.
Binaenaleyh mutlak olarak kalır. Ancak vaktin çıkacağından korkarsa tatavvuu
terk eder. Zira farzı vaktinde kılmak vâciptir. Ama beş vaktin sabit
sünnetlerinden maadası hakkında namaz kılan mutlak surette muhayyerdir. Yani
farzı cemaatla veya yalnız kılsın muhayyerdir. Öyle anlaşılıyor ki musannıf
Kenz'in ibaresinde bu mücmel hâli görünce onu açıklığa kavuşturmak için
«sünneti mutlak surette kılar, velev ki namazı yalnız başına kılsın» demiştir.
Dürer sahibinin
sözü yukarıda geçen şu izahattan dolayı müşkildir: «Bir kimse sabah namazını
imamla beraber kılamayacağından korkarsa sünneti terkeder, Öğle namazının bir
rekatına yetişemeyeceğinden korkarsa sünnetini terk eder. Şu halde nasıl olur
da «Cemaatı kaçırsa bile sünneti kılar» denilebilir?» Musannıf Mineh'deki bu
ibareyi müşkil saymıştır. Nehir sahibi ile Şeyh İsmail dahi aynı ibareyi
nakletmişlerdir. Bu söz son derece şaşılacak bir şeydir. Çünkü «Cemaatı kaçırsa
bile» demenin mânâsı: «Mescide girdiğinde imamın namazdan çıktığını görür ve
cemaatı kaçırdığı için yalnız kılmak isterse sünnet-i müekkedeyi kılar çünkü o
tamamlayıcıdır. Yalnız kılan buna daha muhtaçtır» demektir. Dürer'in ibaresi bu
mânâda açık olup şöyledir: «Bir kimse cemaata yetişemeyip farzı yalnız kılmak
isterse sünnetleri kılar mı? Ulemamızdan bazıları kılmayacağını söylemişler ve
«çünkü sünnetler ancak farz namaz cemaatla edâ edilirse kılınır» demişlerdir.
Fakat esah olan onları kılmaktır. Velev ki cemaata yetişememiş olsun. Ancak
vakit dar olursa o zaman sünnetleri terkeder. Bu ibareden cemaatı kaçırsa bile
evvelâ sünnetlerin kılınacağı mânâsınıçıkarmak son derece tuhaftır. Bundan daha
tuhafı Şurunbulâlî'nin Dürer üzerine yazdığı hâşiyede bu eşkâli beyâna
girişmemesidir.
Hayreddin-i Remlî
Dürer sahibinin sözünü bizim söylediğimiz şekilde izah etmiş; sonra şunları
söylemiştir: «Bunu anla! Ve bu hususta basiretli ol! Çünkü Nehir ve Müneh
sahipleri bu meseleyi karıştırmış ve büyük hata etmişlerdir!»
METİN
Rükuda bulunan
bir imama uyarak namaza durur ve imamda başını kaldırırsa o rekata yetişmiş
olmaz. Çünkü rüknün bu cüzünde ortak bulunmak şarttır. Burada bu yoktur. Ve o
kimse mesbuk olur. îmam namazını bitirince o rekatı kılar. İmama ayakta iken
yetişip onunla birlikte rükû etmemesi bunun hilâfınadır. Zira o rekata yetişmiş
sayılır ve lâhiktir. O rekatı imam namazdan çıkmadan kılar. Her ne zaman rükûa
imamla birlikte yetişemezse secdelerde imama tâbî olması vâcip olur. Velev ki
onun namına hesaba katılmasına ve terk edilirse namaz bozulmuş olmasın. Rekata
yetişemez imama da tâbî olmaz fakat imam selâm verdikten sonra kalkarak bir
rekat kılarsa namazı tamamdır. Yalnız bir vâcibi terk etmiştir. Bunu Tecnis'den
naklen Nehir sahibi söylemiştir. İmamdan evvel rükua giderde imamı kendisine
rükûda erişirse rükûu sahihtir. Ama imam farz miktarı okumuşsa kerahet-i tahrîmiye
ile mekruhtur. Aksi taktirde rükûu kâfi değildir. İmam birinci secdede iken
cemaat olan kimse iki secde yapsa ikinci secdesi kâfi gelmez, Tamamı
Hülâsa'dadır.
İZAH
İmama uyan kimse
ayakta durmayıp eğilse de; o, rükua varmadan imam doğrulsa o rekata yetişmiş
olmaz. Fetih. Bazı nüshalarda, «Özrü olmadığı halde ayakta dursa» ibâresi
vardır. Yani «rüku imkânı varken ayakta durup rükua gitmese» denilmek
istenmiştir. Bunun sebebi, meselede imam Züfer'in muhalif olmasıdır. O'na göre
rüku imkânı varken rükua gitmezse o rekata yetişmiş sayılır. Zira kıyam hükmü
verilen yerde imama yetişmiştir.
«Çünkü rüknün bir
cüzünde ortak bulunmak şarttır.» Yani imama uymak ortaklık suretiyle ona tâbî
olmaktır. Bu yapılanda ise gerek kıyamın hakikatında gerekse rükûda ortaklık
tahakkuk etmemiştir: Binaenaleyh imama o rekatta yetişememiştir. Zira
kendisinden «imama uymak» denilen şey henüz tahakkuk etmiş değildir. Kıyamda
imama ortak olup rükûda ondan geri kalan kimse bunun gibi değildir. Çünkü
mefhumunun bir cüzü tahakkuk etmekle ondan imama uyma işi tahakkuk etmiştir.
Artık imamdan geri kalmakla namazı bozulmaz. Zira şeriatta lâhik adı verilen
şey ittifaken tahakkuk etmiştir. O bununla tahakkuk eder. Bu olmazsa tahakkuk
etmez. Fetih'te böyle denilmiştir.
Hâsılı şudur: Namaza
başlarken imama uymak ancak kıyamın bir cüzüne yahut kıyam hükmünde olan şeyin
-ki rükûdur- bir cüzüne yetişmekle sabit olur. Çünkü rekûun ekserisinde
ortaklık mevcuttur. Bu tahakkuk edince sonra imamdan geri kalması zarar etmez.
Hattâ imama kıyamda yetişir de ayakta durarak imam rükudan doğrulduktan sonra
rükua giderse namazı sahihtir. Ziranamaza başlarken «imama uyma» denilen şey
tahakkuk etmiştir. Lâhikin hakikatı budur. Aksi taktirde lâhikin ortadan
kalkması lâzım gelir. Halbuki o şer'an tahakkuk etmiş bir şeydir.
«O rekatı
namazdan çıkmadan kılar» maksat sonraki cüzlerde imama tâbî olmadan kılmaktır.
Hattâ evvelâ imama tâbî olur (onun yaptığını yapar) sonra imam namazını
bitirince yetişemediği cüzleri edâ ederse namaz sahih fakat vâcip olan tertibi
terk ettiği için günahkâr olur.
«Her ne zaman
rükûa imamla birlikte yetişemezse ilh...» yani metnin meselesinde imama
yetişemeyince imama tabi olması vâcip olur, Hasılı: O kimse imama rükûda tâbî
olmadığı yahut o rükû etmeden imam rükûdan doğrulduğu için rekata yetişemezse
bazı cahillerin yaptığı gibi namazı bozması câiz olmaz. Zira namaza girişi
sahihtir. İki secdede imamına tâbî olması vâciptir. Velev ki bu secdeler onun
namazından hesap edilmesinler. Nitekim imama rükudan doğrulduktan sonra yahut
secdede iken uymuş olsa hüküm yine budur. Bahır'da böyle denilmiştir.
Secdelerin, onun namazından hesap edilmemesinden murad, yetişemediği rekattan
sayılmamasıdır. Namazı bitirdikten sonra o rekatı tam olarak kılması lazım
gelir. İki secdeyi terk etmekle namazı bozulmaz. Çünkü bunları yapması, «yalnız
imama muhalefet etmiş olmasın» diye vâcipti. Nasıl ki mesbûkun oturuşta imama
tâbî olması vâciptir. Velev ki o oturuş kendi namazının tertibine uymasın.
Yoksa bu iki secde onun yetişemediği rekatının bir cüzü değildir. Zira secde
ancak sahih rükuun üzerine tertip edilince sahih olur. Onun için tam bir rekat
kılması lâzım gelir.
«Rekata yetişemez
imama da tâbî olmaz» sözü kısadan kesmek için bu cümleleri atmak ve «fakat imam
selâm verdikten sonra ilh...» ibaresini zikir etmek daha münâsip olurdu.
«Yalnız bir vâcibi terk etmiştir» ki o da namaza başlarken secdede imama tâbî
olmaktır. Maksat. imamın selâmından sonra tam bir rekat kılar da iki secdeyi de
kaza etmezse. «bir vâcibi terk etmiş olur, demek değildir. Nitekim şârihin
namazın vâcipleri bahsindeki anlayışı bu zannı vermektedir.
Şârih orada şöyle
demişti: «Kavâid icabı bu iki secdeyi kaza eder.» Çünkü bu kavâide aykırıdır.
Söylediklerimize Tecnis'in ibaresi de delâlet etmektedir. Tecnis sahibi,
«Secdede imama tâbî olmaz da sonra namazın kalan cüzlerinde tâbî olur ve imam
namazını bitirdikten sonra kalkarak yetişemediğini kaza ederse namaz câiz olur.
Şu kadar var ki imam namazdan çıktıktan sonra o rekatı İki secdesiyle kılar.
Velev ki namaza başladığı anda o secdede imama tâbî olmak vâcip olsun»
demiştir. Biz bunu orada izah etmiştik ona müracaat et!
Bir kimse imamdan
evvel rükua gider de imamı kendisine rükuda erişirse rükuu sahihtir. Çünkü
namaza başlarken kıyamın bir cüzünde ortaklık bulunmakla imama uymak tahakkuk
etmiştir. Artık ondan sonra imamdan geri kalması zarar etmez. Nitekim izahı
yukarıda geçti, Bunun, kerahet-i tahrîmiye ile mekruh olması, imamdan önce
yapmak yasak edildiği içindir.
Farz miktarı
okumayı Zahîre sahibi üç ayetle takdir etmiştir. Yani vâcip olan miktardır. Ama
zâhire bakılırsa bu bir kayıt değildir. Farz miktariyle yetinmek gerekir,
Nitekim Nehir sahibi ile Hayreddîn-i Remlî bunu incelemiş; Şarih de onlara tâbî
olmuştur. «Aksi takdirde rükuu kâfi değildir.» Yani imam rüku etmeden o başını
rükudan kaldırır da imamı rükuda kendisine yetişemezse yahut yetişirfakat
cemaat olanın rükuu imam farz miktarı âyet okumadan yapılmış olursa kâfi
değildir. H. O kimsenin ikinci defa rüku etmesi gerekir. Aksi halde namazı
bâtıl olur. Nitekim İmdâd'da beyan olunmuştur.
«İmam birinci
secdede iken cemaat olan kimse iki secde yapsa secdesi ikinci secde nâmına kâfi
gelmez.» Bu söz musannıfın ibaresindeki rükû kelimesinin bir kayd-ı ihtirâzî
olmadığını, maksat, imama uyanın yetişemediği her rükün olduğunu ifade eder.
Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. «Tamamı Hülâsa'dadır.» Ben bu meseleyi
Hülâsa'da görmedim. Evet, Nehir'de zikredilen şu mesele Hülâsa'da mevcuttur:
Hülâsa'da bildirildiğine göre cemaat olan kimse rüku ve sücudu imamından evvel
yapsa mesele beş vecih arz eder. Hâsılı şudur: «O kimse bunları ya imamından'
önce yahut sonra yapar. Yahut rükûu imamla birlikte, secdeyi ondan önce veya
bunun aksini yapar. Veya her ikisini imamdan önce yapar da bütün rekatlarda
imama yetişir. Birinci veche göre bir rekat kaza eder. Üçüncüye göre iki rekat,
dördüncüye göre dört rekat kaza eder. Ve hiç birinde kıraat okumaz. İkinci ile
beşincide bir şey yapması gerekmez.» Yine Hülâsa'da beyan olunduğuna göre,
«İmama uyan kimse imamından önce başını secdeden kaldırır veya imam secdeyi
uzatınca onun ikinci defa secde ettiğini zannederek onunla birlikte secdeye
varır ve bununla birinci secdeye niyet eder yahut bir niyeti bulunmazsa yaptığı
secde birinci secde yerine geçer. Keza imama tâbî olmayı tercih ederek ikinci
secdeye niyet ederse yine birinci secde yerine geçer. İmamına muhalefet olacağı
için başkasına niyeti hükümsüz kalır. Yalnız ikinciye niyet edip başkasını
aklından geçirmezse ikincinin yerine geçer.» Hâşiye yazarı birincinin izahını
yapmıştır. Biz bu meseleyi imamlık bâbının sonlarında açıklayarak arzetmiştik.
Allah'u âlem.
METİN
Musannıf,
müslümana hüsn-ü zanda bulunarak terk edilen namazların kazası dememiştir.
Çünkü özürsüz bir namazın vaktini geçirmek büyük günah olup kaza etmekle
ortadan kalkmaz. Belki tevbe veya hac etmekle giderilir. Özürlerden bazısı
düşman ve ebe kadının çocuğun ölmesinden korkmasıdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)
Hendek harbinde namazı tehir etmiştir.
Sonra edâ, vâcibi
vaktinde yapmaktır. Vakit içinde yalnız tahrîme yapmakla bize göre namaz
edâ.olur. İmam Şafiî'ye göre ise bir rekat kılmakla edâ olur.
İZAH
Bu bâp geçmiş
namazların kazası hükümlerini beyan hakkındadır. Bu hükümler kaza vesairenin
keyfiyetine şâmildir. T. Musannıf terk edilen namazların kazası bâbı
dememiştir. Çünkü geçmiş namazlar tabirinde geçmek, namazlara isnat edilmiştir.
Bunda mükellefin bir taksiri olmadığına işaret vardır. Belki o, mubah kılan
özürün melceidir. Terk edilen namazlar böyle değildir. Zira onlarda terk etmek
mükellefe isnat edilir. Bu işe mükellefe yaraşmaz. Rahmetî.
Namaz bahsinin
başında namazı inkâr eden, terk eden ve kılan kimsenin müslüman olmasının
hükümleri hususunda söz geçmişti. «Özürsüz bir namazın vaktini geçirmek büyük
günah olup kaza etmekle ortadan kalkmaz.» Kaza ile yalnız terk etmenin günahı
giderilir ve namazı kaza edince bundan dolayı azap olunmaz. Fakat te'hirin
günahı bâkîdir. T. O ancak kazadan sonra tevbe etmekle giderilir. Kaza etmeden
tevbe sahih değildir. Çünkü te'hir bâkîdir, Zira tevbenin şartlarından biri
şüphesiz ki masiyetten vazgeçmektir.
Yahut namaz
vaktini geçirmenin günahı hac etmekle giderilir. Şuna binâen ki hacc-ı mebrur
büyük günahlara kefarettir. Meselenin tamamı inşallah hac bahsinde gelecektir.
T. Namazı vaktinden te'hir etmenin câiz olması için özürlerden biri düşman
korkusudur. Geçmiş namazların kazası ise çoluk çocuğun nafakası uğurunda
çalışırken geciktirilebilir. Nitekim musannıf beyan edecektir.
Düşmandan murad:
Yolcunun hırsız veya yol kesicilerden korkmasıdır. Böyle bir korku anında vakit
namazının te'hiri câizdir. Zira gecikme özürden dolayıdır. Bunu Bahır sahibi
Valvalciye'den nakletmiştir. Ben derim ki; bu, astâ yapamadığına göredir. Ama
hayvan üzerinde olursa koşarken bile olsa namazını kılar. Keza oturarak kılması
veya Ka'be'den başka tarafa doğru dönmesi mümkün ancak ayağa kalktığı veya
Ka'be'ye doğru döndüğü taktirde düşman görecekse kâdir olduğu şekilde namazını
kılar. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Ebe kadının korkması özür sayıldığı
gibi çocuğun başı çıktığı zaman annesinin korkması da özürdür. Gerçi ulema,
«Doğuran kadının namazını te'hir etmesi câiz değildir. Altına bir leğen koyarak
kılar» demişlerse de bu şüphesiz onun hayatından korkulmadığı zamandır.
Hendek harbinde
müşrikler Peygamber (s.a.v.)'i dört vakit namazdan alıkoymuşlar; hattâ gecenin
de bir miktarı geçmişti. Nihayet Hazreti Bilâl'e emir buyurdular da ezan okudu.
Sonra ikamet getirdi ve öğleyi kıldılar. Sonra kamet getirerek ikindiyi, sonra
yine kamet getirerek akşam namazını, sonra tekrar kamet getirerek yatsıyı
kıldılar. Bunu Halebî Fethu'l- Kadir'den nakletmiştir.
«Edâ; vâcibi
vaktinde yapmaktır.» Malûmun olsun ki, ulema şöyle açıklamada bulunmuşlardır:
Eda ve kaza memûrun bihin (emir olunan şeyin kısımlarındandır. Emirden bazan
lâfzı yani (e.m.r.) harflerinden meydana gelen söz; bazan da sîgası kastedilir.
Namazı dosdoğru kılın! gibi cumhura göre sîga kesin olan istek mânâsında;
hakikat, başka mânâlarda mecâzdır. Emir lâfzına gelince: Bunda da ihtilâf
etmişlerdir. Tahkika göre -ki cumhurun mezhebi de budur- kesin istek veya
tercih edilen mânâsında hakikattır. Binaenaleyh vücûp veya nedip mânâsında
kullanılan sîgaya emir adını vermek hakikattır. Şu halde mendup hakikaten
memurbihtir. (emir olunmuştur. Velev ki onda sîganın kullanılması mecaz olsun.
Bu itibarla mendup edâ ve kaza olur. Lâkin kaza kefaletli (garantili) fiillere
hâs, nâfile ise terk edilince ödenmediğinden kaza vâcibe mahsus kalmıştır.
Başlandıktan sonra bozulan nâfile de vâciplerden sayılır. Çünkü başlamakla
vâcip olmuştur; binaenaleyh kaza edilir. Bu izahattan anlaşılır ki edâ vâcip ve
menduba şâmildir. Kaza ise yalnız vâcibe mahsustur. Bundan dolayı Sadr'ış Şeria
bu iki şeyi şöyle tarif etmiştir: «Edâ, emirle sabit olanın aynini, kaza ise
emirle vâcip olanın mislini teslim etmektir.» Emirle sabit olandan murad:
Sübûtu emirle bilinen şeydir. Ve nâfileye de şâmildir. Vücûbu emirle bilinen
şey değildir. Edâ vakitle mukayyet olmayan zekât, Emânetler ve menzurlara da
şâmil olsun diye Sadrı'ş- Şeria onu vakitle kayıtlamamıştır. Bunun tam tahkiki
telvih'tedir. Bu izahtan anlaşılır ki şârihin edâ için Bahır sahibine uyarak
yaptığı tarif tahkikin hilâfınadır.
«Vaktinde
yapmaktır» ifadesinden murad; vâcibin vakti ister bütün ömür olsun ister
olmasın hepsine şamildir. Bahır. «Vâcibi vaktinde yapmaktır» sözü vâcibin
bütünü vakit içinde yapılmadıkça edâ sayılmamayı iktiza ettiği, halbuki yalnız
tahrîmenin vakit içinde bulunması kâfi geldiği için şârih buna; «Vakit içinde
yalnız tahrîme yapmakla bize göre namaz edâ olur» ifadesini eklemiştir. Halbuki
«sonra edâ vâcibi vaktinde yapmağa başlamaktır» dese bu ifadeye hacet kalmazdı.
Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir. H. Tahrir sahibi de yalnız tahrîme yapmakla
bize göre edâ olduğuna kesin olarak hükmetmiştir. Tahrir şârihi hanefîlerce
meşhur kavlin bu olduğunu söyledikten sonra Muhit'ten naklen, «Vakit içinde
yapılan edâ, bâkîsi kaza olur» demiştir. Tahtavî Mültekâ şerhinde şârihten üç
kavl nakletmiştir. Oraya müracaat edebilirsin!.
METİN
İâde; fesattan
başka bir kusurdan dolayı vâcibin mislini vakti içinde yapmaktır. Çünkü Ulema,
«Kerhet-i tahrîmiye ile edâ edilen her namaz vakti içinde iâde edilir; yani
iâdesi vâciptir. Vakit çıktıktan sonra iâdesi ise menduptur» demişlerdir.
İZAH
İâde; vakit
içinde namazı tekrar kılmaktır. Tarifteki «vakti içinde» kaydını atmak daha
iyidir. Çünkü iâde vakit dışında da olur. Buna delil, Şârihin «vakit çıktıktan
sonra ise iadesi menduptur» sözüdür. Tarifteki «fesattan başka» tabirine Bahır
sahibi, «Ve namaza başlamanın sahih olmamasından başka» ifadesini de katmıştır.
Şârihimiz bu cümleyi bırakmıştır. Çünkü o fesattan umumi bir mânâ kastetmiştir
ki, evvelâ mün'akit olup da sonra bozulanla hiç mun'akit olmayan namaz bu
mânâyadahildir. Kenz sahibinin, «Erkeğin kadına uyması fâsit olur» sözü bu
kabildendir. H. Sonra bilmelisin ki, burada iadenin tarifinde söyleneni Tahrir
sahibi de benimsemiştir. Tahrir şârihinin beyanına göre iadeyi vakitle
kayıtlamak bazı ulemanın kavlidir. Yoksa Mizan'da şöyle denilmiştir: «İâde;
Şeriat örfünde ilk fiilin mislini kemâl sıfatiyle yapmaktır. Mükellefe kemâl
sıfatiyle vasıflanan bir fiil vâcip olur da o bu fiili noksan sıfatiyle yapar.
Noksanı fazla olunca iadesi vâcip olur. Şu halde iade ilk fiilin zâtını kemal
sıfatiyle yapmaktır» Bu söz vakit çıktıktan sonra kılınan namazın da iade
olacağını gösterir. Nitekim Keşif sahibi, «İade edâ ve kaza kısımlarının
birinden hariç değildir» demiştir.
Ben derim ki:
Lâkin Şeyh Ekmelü'd- Dîn'in Fahru'l- İslâm Pezdevî'nin usûlüne yazdığı şerhinde
iadenin vakitle mukayyet olmadığı; işlenen kusurun fesattan başka olduğu ve
iadenin bazan iki kısımdan hariç bulunduğu açıkça bildirilmiştir. Zira O
iadeyi, «Bir nevi kusurla yaptığı ilk fiili ikinci defa yapmaktır» diye tarif
etmiş; sonra şunları söylemiştir: «İlk fiil fâsit olmak suretiyle iade vâcip
ise bu edâ veya kazaya dahildir. Vâcip değilse, meselâ: ilk fiil fâsit değil de
nâkıs olmuşsa bu taksime dahil değildir. Çünkü bu vâcibin taksimidir. İade ise
vâcip değildir. O kimse esah kavle göre ilk fiil ile borçtan kurtulur. Velev ki
kerahetle yapmış olsun. İkinci fiil secde-i sehivde olduğu gibi tamir
mesâbesindedir. Şârihin, «Çünkü ulema ilh...» diyerek gösterdiği ta'lil
sakattır. Zira ulemanın bu sözleri fâsit olan namazın iade edilmeyeceğini ve
iadenin vakte mahsus olduğunu göstermez. Bilâkis Şarih bu sözden sonra vakit
dışında kılınan namazın da iade olduğunu açıklamıştır. Şu da var ki, Ulemanın,
«İade edilir» sözlerinden anlaşılan iadenin vakit içinde ve dışında vâcip
olmasıdır. Binaenaleyh münasip olan, Bahır sahibinin yaptığıdır. O, ulemanın bu
sözünü tarifi bozmak saymış; vakitle yapılan tarife «halbuki ulemanın iade
vâciptir sözleri mutlaktır» kaydını eklemiştir.
Ben derim ki:
Bizim, evvelce Tahrir şerhi ile usûl Pezdevî şerhinden naklettiğimiz de bunu
te'yit eder. Mezkûr kitaplarda vakit çıktıktan sonra iade yapılacağı açıkça
beyan edilmiştir. «Vakit içinde iadesi vâciptir» sözünü, Bahır sahibinden başka
bu şekilde izah eden görmedim. O bunu Kınye'nin sözünden çıkarmıştır. Kınye'de
Veberî'den naklen şöyle denilmiştir «Bir kimse rüku ve secdesini tam yapmadığı
zaman vakit içinde namazı iade etmesi emir olunur. Vakit çıktıktan sonra emir
olunmaz.» Kınye sahibi bundan sonra Tercümanî'den naklen her iki halde iadenin
evveli olduğunu söylemiştir. Bahır sahihi diyor ki: «Her iki kavle göre de
vakit çıktıktan sonra iade vâcip değildir. Hâsılı bir kimse namazın
vâciplerinden birini terk eder; yahut kerahet-i tahrîmiye ile mekruh olan bir
şeyi yaparsa vakti içinde o namazı iade etmesi vâcip olur. Vakit çıkarsa
günahkâr olur. Noksanı tamamlaması vâcip olmaz. Ama tamamlarsa daha iyi olur.»
Ben derim ki:
Kınye'nin sözü, iadenin vâcip olup olmaması ihtilâfına göredir. Biz usûl-ü
Pezdevî şerhinden açıkça nakletmiştik ki, iade fesattan başka bir kusurdan
dolayı yapılırsa vâcip değildir. Mizan'dan da vâcip olduğunu nakletmiştik.
Mirâc nam eserde şöyle deniliyor: «Cami-i Timurtaşî'de beyan edildiğine göre
bir kimse üzerinde suret bulunan bir elbise içinde namaz kılarsa mekruh olur. O
namazı iade etmesi vâciptir. Ebu'l Yusuf bu hükmün kerahetle kılınan her namaza
şâmilolduğunu söylemiş tir. Mebsut'ta ise evlâ ve müstehap olduğuna delâlet
eden sözler vardır. Zira kavme (rükûdan doğrulma) nin tarafeyne göre rükün
olmadığını; binaenaleyh terk edilirse namazı bozmadığı fakat iadenin evlâ
olduğunu söylemiştir.»
Ben derim ki:
Bütün bu söylenenlerin hülâsası şudur: Tercih edilen kavle göre iade vâciptir.
Biliyorsun ki bazılarına göre iade vakte mahsustur. Tahrir sahibi bu yoldan
yürümüştür. Ona göre iade vakit içinde vâciptir, vakit çıktıktan sonra iade
edilmez. Kınye'de Veberî'den nakledilen kavl buna hamledilir. «İade, vakit
içinde ve dışında olur» diyenlere göre vakit içinde ve dışında namazın iadesi
vâciptir. Nitekim yukarıda bunu Tahrir ve Pezdevî şerhlerinden nakletmiştik.
İade müstehaptır diyenler varsa da bu kavl terk edilmiştir. Kınye'de
Tercümanî'den nakledilen kavl buna hamledilir.
«Vakit içinde
iade vâcip, vakit dışında menduptur» kavline gelince: Bunu Bahır sahibi böyle
anlamış; kitabımızın şârihi de ona uymuş ise de buna bir delil yoktur.
Hayreddin-i Remlî'nin Bahır hâşiyesinde Allâme Makdisî'nin yazısından
naklettiğine göre Bahır sahibinin sözüne itimat olunmamak icabeder. Çünkü
fukahanın, «Kerahetle kılınan her namazın çözüm yolu onu iade etmektir» sözü
mutlaktır. Sonra bu söylediklerimiz namazdaki noksanın kerahet-i tahrîmiye ile
mekruh olduğuna göredir. Fethu'l- Kadîr'in namazın mekruhları bâbında
bildirdiğine göre hak tafsilata gitmektir. Yapılan kusur kerahet-i tahrîmiye
ile mekruh ise namazın iadesi vâcip, kerahet-i tenzîhiye ile mekruh ise iadesi
müstehaptır. Yani vaktin içinde ve dışında iade edilmesi müstehap olur.
TENBİH: iade
sözünden ve iadenin yukarıda geçen tarifinden şu mânâ çıkarılır: Namazı tekrar
kılan kimse, ikinci defada da farza niyet eder. Zira ilk kıldığı farz idi. İade
onu ikinci defa tekrarlamaktır. «Farz ikinci ile sâkıt olur» diyenlere göre
mesele açıktır. Diğer kavle gelince: Namazı ikinci defa tekrarlamaktan
birincide yaptığı kusuru tamamlamaktır. İlk kıldığı nâkıs farzdır. İkincisi ise
kâmildir. Yani zat itibariyle birincinin misli fakat kemâl vasfı ile ondan
ziyâdedir. İkinci defa kıldığı nâfile olsa bütün rekatlarında kıraat vâcip
olmak, cemaatla kılınması meşru olmamak lâzım gelirdi. Ulema böyle bir şey
söylememişlerdir. Bu namazın farz olmasından, ilk kıldığı ile farzın sâkıt
olmaması lâzım gelmez. Çünkü maksat, onun kılındıktan sonra farz olmasıdır.
Kılınmazdan önce farz olan ilk kıldığıdır. Hasılı ilk. kıldığına farz hükmü
verilmesi iade edilmemesine bağlıdır. Bunun benzerleri çoktur. Üzerinde secde-i
sehiv borcu olan kimsenin selâm vermesi bu kabildendir ki, o kimseyi mevkuf
olarak namazdan çıkarır. İki kavlin arasını bulmak bu suretle olmuştur. Zaten
aralarındaki hilâf sözden ibarettir.
METİN
Kazâ, vacibi
vakti geçtikten sonra yapmaktır. Vacip olmayan öğlenin ilk sünneti gibi
namazlara kaza adını vermek mecazdır. Beş vaktin farzlariyle vitir namazı
arasında edâ ve kaza yönünden tertip' lâzımdır. Onun fevtiyle cevaz da ortadan
kalkar. Çünkü meşhur bir hadisde, «Bir kimse bir namazı kılmadan uyuyup kalırsa
ilh...» buyurulmuştur. Böyle bir hadisle amelî farz sabit olur. Farzın
kazasıfarz, vacibin kazası vacip, sünnetin kazası sünnettir. Ömrün bütün
vakitleri kaza için vakittir. Yalnız namaz vakitleri bâbında geçtiği vecihle üç
yasak vakit müstesnadır.
İZAH
Bazıları kazayı;
«Vacibin mislini yapmaktır» diye tarif etmişlerdir. Bu tarif terk edilen bir
kavle göredir ki o da kazanın yeni bir sebeble vacip olmasıdır. Mezkûr kavle
göre kaza edânın vacip olduğu delil ile vacip olmaz. Meselenin tamamı Bahır'da
ve usul-ü fıkıh kitaplarındadır. «Vacib olmayan namazlara kaza adını vermek
mecazdır.» Meselâ musannıfın. «Vacibin kazası vacip sünnetin kazası sünnettir»
sözü ile Kenz sahibinin, «öğlenin ilk sünnetini, vakti içinde son sünnetinden
önce kaza eder» sözü bu kabildendir. Keza fukahanın bozulan hacca kaza adını
vermeleri de mecazdir Çünkü hac için çıkmasiyle haccın kazaya kalacağı bir
vakit yoktur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Nâfileye kaza denilememesinin
vechini evvelce anlatmıştık. Velev ki nâfile hakikaten memûrun bihtir demiş
olalım. Nitekim cumhurun kavli budur. Nâfileye hakikaten edâ da denilir. Nasıl
ki öğlenin ilk sünnetini kılana sünneti edâ etti denilir. Bu sünneti farzdan
sonra kılarsa kaza etmiş olur. Çünkü vakti değildir. Velev ki öğlenin vakti
olsun.
«Beş vaktin
farzlariyle. vitir namazı arasında edâ ve kaza yönünden tertip lâzımdır.» Bu üç
sûrete şâmildir.
1 - Ya hepsi
kazadır.
2 - Ya bazısı edâ
bazısı kazasıdır.
3 - Yahut hepsi
edâdır, meselâ yatsı ile vitir böyledir. T. Bunda cuma namazı da dahildir. Zira
onunla sair namazlar arasında tertip lâzımdır. Bir kimse sabah namazını
kılmadığını hatırlarsa imam hutbe okusa bile onu kılar. Bunu Şeyh İsmail Tahavî
şerhinden nakletmiştir.
«Onun fevtiyle
cevaz da ortadan kalkar.» Cevazdan murad; sahih olmaktır. helâl olmak değildir.
Musannıf «lâzımdır» sözüyle daha kuvvetli olan amelî farzı murad etmiştir ki.
buna vacip denilir. Sadrı'ş- Şeria gibi farz diyenlerin maksadı da bu olduğu
gibi: şarttır diyen Muhit sahibi ile vaciptir diyen Mirâc sahibinin maksatları
da budur. Nitekim Bahır'da izah olunmuştur.
Meşhur hadisin
tamamı şöyledir: «Bir kimse bir namazı kılmadan uyuyup kalır veya unutur da onu
ancak imamla birlikte namaz kılarken hatırlarsa içinde bulunduğu namazı kılsın.
Sonra hatırladığını kaza etsin! sonra imamla kıldığını iade etsin!» Bu hadisi
Halebî Dürer'den nakletmiştir. Fetih sahibi onu bazı lâfızları değişik olarak
ve kimin rivayet ettiğini beyan ederek rivayet etmiş; bazı ravilerinin mevsûk
olup olmadığı hususundaki ihtilâfı ve keza merfu mudur yoksa mevkuf mudur diye
ihtilâf edildiğini bildirmiş; hadisin meşhur olması şöyle dursun merfu olduğu
bile ihtilâflı olduğundan «meşhurdur» iddiasının reddedildiğini söylemiş ve
sözü bir hayli uzatmıştır. Sözünün gelişinden anlaşılıyor ki delil yönünden
Fetih sahibi Şafiî'nin «tertip müstehaptır» kavline meyletmektedir. Münye şerhi
ile Burhan'da kendisine red cevabı verilmiştir ki, bu cevapları Nuh efendi
kısaltmıştır. Dilersen oraya müracaat et!...
Musannıf «farzın
kazası farzdır» sözünü bâbın başına geçirse yahut aşağıdaki fer'î meseledensonraya
bıraksa daha münasib olurdu. Kezâ «Sünnetin kazası sünnettir» sözü, farz ve
vacip gibi umum zannı veriyor. Halbuki öyle değildir. «Sünnetin, kaza
olunanları» dese idi bu vehim ortadan kalkardı. Remlî.
Ben derim ki:
Buna vitirle itiraz olunabilir. Çünkü vitir imameyne göre sünnettir. Kazası ise
zahir rivayete göre vaciptir. Lâkin bu itiraza şöyle cevap verilir: Musannıfın
sözü mezhebin sahibi İmam-ı A'zam hazretlerinin kavline göredir.
Vacip namazlara
misal: Nezir edilen namazlar, kılmak için yemin edilen namazlar ve bozulan
nâfilelerin kazalarıdır. T. Ömrün bütün vakitleri kaza için vakittir. Çünkü o
vakitlerde kaza sahihtir. Velev ki özür müstesna olmak üzere kazanın acele
yapılması lâzım gelsin, T. Bu mesele ileride gelecektir.
Üç yasak vakit:
Güneş doğarken, istiva halinde (gök yüzünün ortasında) iken ve batarkendir.
(Bunlarda namaz kılmak mekruhtur). Başlanıp ta bozulan nâfilenin yeri de bu
vakitlerdir. T.
METİN
Binaenaleyh
vitiri kılmadığını hatırlayan bir kimsenin sabah namazını kılması caiz
değildir. Çünkü İmam-ı A'zam'a göre vitir vaciptir. Bu mesele lüzum üzerine
tefri edilmiştir. Meğer ki müstehap vakit hakikaten daralmış olsun. Bu istisna,
lüzumdandır. Yani bu taktirde tertip lâzım değildir. Zira geçmişi tedarik
edeyim derken vakit namazını kaçırmak hükmünden değildir. Vakit bütün geçmiş
namazlara dar gelirse esah kavle göre vakit namazını kılmak caizdir. Müctebâ.
Yine Müctebâ'da beyan olunduğuna göre yatsıyı kılmamış olan bir kimse sabah
namazı vaktinin daraldığını zannederek onu kılsa - halbuki vakit müsaid olsa -
güneş doğuncaya kadar sabah namazını iade eder. Kıldığı farz, sonuncusudur.
İZAH
Vitir namazını
kılmadığını namazda veya daha evvel hatırlayan kimsenin sabah namazını kılması
caiz değildir. Kılarsa mevkuf olarak fâsit olur. Nitekim izahı gelecektir.
«Meğer ki müstehap vakit hakikaten daralmış olsun.» Yani geçmiş namazlarla
vakit namazına yetmesin. Geçmiş namazların birbirlerine nisbetle hususi vakti
olmadığı için onlar hakkında vakit daralınca tertip sâkıt olması bahis mevzuu
değildir. T.
Vakit namazını
edâ etmek ancak kıraatı ve diğer namaz fiillerini kısa tutmak suretiyle mümkün
olursa namazı caiz olacak miktarda kısa tutar ve tertip eder. Bunu Bahır sahibi
Müctebâ'dan nakletmiştir. Fetih'te beyan olunduğuna göre vaktin darlığı namaza
başlarken itibara alınır. Hattâ vakit namazına başlar da üzerinde kaza namazı
olduğunu hatırladığı halde uzatır ve bu suretle vakit daralırsa caiz olmaz.
Meğer ki o namazı bozup sonra yeniden başlaya. O namaza unutarak boşlar da
mesele hâliyle olursa vakit daraldığında hatırladığı takdirde namazı caiz olur.
Müstehap vakitten
murad; içinde kerahet bulunmayan vakittir. Kuhistanî. Bazıları asıl vakittir
demişlerdir. Bu kavli, Tahavî Şeyhayna; birinci kavli de imam Muhammed'e nisbet
etmiştir. Zâhire bakılırsa musannıf bununla ikindi namazında güneşin değişme
vaktinden ihtiraz etmiştir. Çünkümeselâ kışın, öğleyi veya akşamı vaktinin
evvelinden geciktirmekle tertip sâkıt olur demek ihtimalden uzaktır. Sonra
gördüm ki Zeyleî hilâfı ikindiye tahsis etmiştir. Onun için Bahır sahibi şöyle
demiştir: «Bunun semeresi şurada belli olur: Bir kimse öğleyi kılmadığını
hatırlar da kıldığı taktirde güneş değişmeden yetiştireceğini, fakat ikindinin
veya onun bir kısmının kerahet vaktine kalacağını bilirse birinci kavle göre
evvelâ ikindiyi kılar; öğleyi güneş kavuştuktan sonraya bırakır. İkinci kavle
göre evvelâ öğleyi sonra ikindiyi kılar.» Kâdıhân Câmî Şerhi'nde ikinci kavli
tercih etmiştir.
Mebsut'ta,
«Ekseri ulemamız bu kavlin üç imamımıza ait olduğunu söylemişlerdir» deniliyor.
Muhit sahibi birinci kavli sahih kabul etmiştir. Zahîriye sahibi de onu tercih
etmiş; sebep olarak da Müntekâ'nın, «Bir kimse ikindi namazına vaktinde
niyetlenir de sonra güneş kızarır ve öğleyi kılmadığını hatırlarsa ikindiye
devam eder» sözünü göstermiş; «Bu, müstehap vaktin itibara alınacağına nâsdır»
demiştir. Bahır sahibi, «O halde ulemanın ihtilâfı kalmamıştır. Çünkü mesele
zâhir rivayede zikredilmeyip başka bir rivayette sabit olduğuna göre o
rivayetle amel taayyün eder» diyor.
Ben derim ki: Bu
tercih söz götürür. Bunu Kadıhan'ın Cami-i Sağîr şerhindeki şu sözü izah eder:
«Meselenin ikindi hakkında va'zedilmesi, vaktin sonunu bilmek içindir. Bize
göre vaktin sonu tertibin hükmünde güneşin kavuşması, ikindi namazının
te'hirinin caiz olmasında güneşin değişmesidir. İmam Hasan'ın kavline göre ise
ikindi namazının vaktinin sonu, güneşin değişme zamanıdır. Ona göre her iki
namazı, güneşin rengi değişmezden önce kılmak imkânı varsa tertip lâzımdır.
İmkânı yoksa tertibe riayet lâzım değildir. Bize göre öğleyi güneşin rengi
değişmezden önce kılması mümkün olur da ikindi yahut ikindinin bir kısmı
değiştikten sonraya kalırsa tertibe riayeti lâzım gelir. Ama her iki namazı
güneş batmazdan önce kılması mümkün olduğu halde güneşin rengi değişmeden
öğleyi bitiremeyecekse tertibe riayet lâzım gelmez. Zira güneşin rengi
değiştikten sonraki zaman hiç bir namazın vakti değildir. O zaman yalnız o
günün ikindisi kılınabilir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Bundan
anlaşılıyor ki Müntekâ'daki sözde hilâf yoktur. Çünkü o kimse öğleyi
kılmadığını güneşin rengi değiştikten sonra hatırlayınca o namazı o anda
kılmasına imkân yoktur. Onun için de ikindi namazı fâsid olmaz. Velev ki ona
unutarak güneşin rengi değişmezden önce başlamış olsun. Zira itibar hatırlama
vaktinedir. Yine anlaşılır ki mesele ulemanın ihtilâfına değil, rivayetin
ihtilâfına bina edilmiştir. Mebsut'tan naklen az yukarıda arzettiğimiz gibi
vaktin aslını itibara almak üç imamımızın kavlidir. Ulemanın ekserisi bu kavli
tercih etmiştir. Metinlerin mutlak olan ibareleri de bunu iktiza etmektedir.
Onun için Fâkihu'n- Nefs imam Kâdıhân bunu, «bize göre» diyerek cezmetmiştir.
Bu söz onun mezhep olmasını iktiza eder. Onun için ikinci kavli imam Hasan'a
nisbet etmiştir. Evet, Münye şârihi ila Zeyleî bu kavlin imam Muhammed'den
rivayet edildiğini açıklamışlardır. Tahavî'den rivayet edildiğini bildirdiğimiz
kavl buna hamlolunur. Evvelce geçmişti ki bir kimse cuma hutbesi okunurken
sabah namazını kılmadığını hatırlasa onu kılar. Halbuki o anda namaz kılmak
mekruhtur. Hattâ Tatarhaniye'de, «Şeyhayn'a göre cuma namazını imamla birlikte
kılamayacağından korksa bile o namazı kılar. Sonra öğleyi kılar. İmam Muhammed;
«Cumayı kılar; sonra sabah namazını kaza eder.» demiştir. Demek oluyor ki
Şeyhayn, tertibi terk etmek hususunda cuma namazının kaçırılmasını özür
saymamışlardır. İmam Muhammed özür saymıştır. Burada da öyledir» denilmektedir.
Tatarhaniye'de Muhit'in ibaresi de zikredilmiştir. Fakat orada Bahır sahibinin
söylediği «sahih kabul etme» meselesi yoktur. İtimada şâyan olan. ekser
ulemanın tercih ettikleri kavildir ki, o da üç imamımıza göre asıl vaktin
muteber olmasıdır. Allah'u âlem.
«Vakit bütün
geçmiş namazlara dar gelirse ilh...» bu meselenin sureti şudur: Meselâ bir
kimse yatsı ile vitir namazlarını kılmasa sonra sabah namazını dahi yalnız bir
vitir namazı ile sabahın farzının sığacağı bir vakit kalıncaya kadar te'hir
etse, vakit bu üç namaza dar gelince vitiri kılmadıkça sabah namazı sahih
olmaz. Ulemanın, bu görüşü tercih ettikleri anlaşılıyor. Müctebâ'da
açıklandığına göre esah olan kavil vakit namazının caiz olmasıdır. Bunu Halebî
Bahır'dan nakletmiştir. Lâkin Rahmetî, «Benim Müctebâ'da gördüğüm «Esah olan
kavil vakit namazının caiz olmamasıdır» diyor.
Ben derim ki: Ben
Müctebâ'ya müracaat ettim ve orada Bahır sahibinin ona nisbet ettiği sözü
gördüm. Kezâ Kuhistâni, «Sahih kavle göre vakit namazı caizdir» demiştir.
«Güneş doğuncaya
kadar sabah namazını iade eder.» Yani her defasında vaktin iki namaza kâfi
gelmeyeceğini zanneder de sonra kâfi geleceğini anlarsa; vaktin hakikaten
ikisine kâfi gelmeyeceği anlaşılıncaya kadar sabah namazını ikinci, üçüncü
ilh... tekrarlar durur. En sonunda vakit namazını iade eder; sonra kaza
namazını kılar. Sabah namazını iade ettikten sonra vaktin ikisine de kâfi
geleceği anlaşılırsa evvelâ kaza namazını sonra vakit namazını kılar. Nitekim
Fethu'l- Kadir'de beyan olunmuştur.
METİN
Veya geçmiş namaz
unutulursa yine tertip lâzım gelmez. Çünkü özürdür. Yahut itikâdi farzlardan
altı farz geçerse esah kavle göre altıncının vakti çıkmakla tertip sâkıt olur.
Zira güçlüğü iktiza eden tekrar, had safhaya ulaşmıştır. Velev ki kalan
namazlar başka başka günlere âit veya eskiden kalmış olsunlar. Mûtemet kavil
budur. Çünkü tercih muhtelif olunca, metinlerin mutlak olan kavli tercih
edilir. Bahır.
İZAH
Unutmak meselesi
şöyle hülâsa edilir: Bir kimse kazaya kalmış namazı olduğunu unutur da onun
üzerine terettüp eden vakit namazını veya başka bir kaza namazını kılarsa
tertip sâkıt olur. Keza iki vâkit namazından birini unutmakla da sâkıt olur.
Meselâ yatsıyı kılmadığını unutarak vitiri kılsa da sonra yatsıyı kılsa vitiri
tekrarlamaz. Çünkü ulema, «Bir kimse yatsıyı abdestsiz, vitirle sünneti
abdestli kılsa yatsı ile sünneti tekrar kılar; vitiri kılmaz. Çünkü onu
zimmetinde yatsı namazı olduğunu unutarak edâ etmiş; böylece tertip sâkıt
olmuştur» demişlerdir. Bunu Halebî söylemiştir.
Ben derim ki:
Yine bunun benzeri Bahır'da Muhit'ten nakledilen şu meseledir: «Bir kimse
ikindiyikılar da sonra öğleyi abdestsiz kıldığı anlaşılırsa yalnız öğleyi
tekrarlar. Çünkü o kimse unutan gibidir.»
«Çünkü bu bir
özürdür.» Yani unutmak Allah tarafından gelme bir özür olup mükellef olmayı
iskât eder. Zira onu yapmak kudreti dahilinde değildir. Bahır.
«Yahut îtikadî
farzlardan altı farz geçerse esah kavle göre tertip sâkıt olur.» Yani kazaya
kalan namazların sayısı altı olmadıkça kalan namazla vakit namazı arasında ve
kezâ kalan namazlar arasında tertip lâzım değildir. Nehir'de böyle denilmiştir.
Ama vitirle yatsı gibi iki vakit namazın arasında bu iskât sebebiyle belli ki
tertip sâkıt olmaz. H. Musannıf altı namazı mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh
hakikaten kazaya kalanlarla hükmen kazaya kalanlara şâmildir. Nitekim Kuhistanî
ile İmdad'da beyan edilmiştir. Hükmen kazaya kalana Misal: Bir kimsenin farz
bir namazı bırakıp onu hatırladığı halde beş farz namaz kılmasıdır. İleride
görüleceği vecihle bu beş namaz mevkuf (yani şartlı olarak) fâsit olur. Terk
edilen namaz hem hakikaten hem hükmen kazaya kalmıştır. Mevkuf olarak bozulan
beş namaz ise yalnız hükmen kazaya kalmıştır. Fetih ve Bahır'da beyan
olunduğuna göre, «Bir kimse üç ayrı namazı, meselâ bir günün öğlenini, bir
günün ikindisini ve başka bir günün akşam namazını terk eder de hangisini evvel
bıraktığını bilemezse bazılarına göre terk edilen namazlar arasında tertip
vaciptir ve onları yedi olarak kılar. Şöyle ki: Evvelâ öğleyi, sonra ikindiyi.
sonra yine öğleyi kılar. Çünkü ilk kıldığı namazın son olma ihtimali vardır.
Onun için onu tekrarlar. Sonra akşamı, sonra öğleyi, sonra ikindiyi, sonra yine
öğleyi kılar. Zira akşam namazının ilk kalan namaz olması ihtimali vardır.
Böylece ilk kıldığını tekrarlar. Bir takımları tertibin sâkıt olacağını ve o
kimsenin yalnız üç namaz kaza edeceğini söylemişlerdir. Mûtemet olan kavil de
budur. Çünkü bu namazlar arasında tertip vaciptir denilirse; bundan kalmış
namazlarına mânen yedi imiş gibi olması lâzım gelir. Halbuki tertip altı
namazla sâkıt olur. Yedi namazla sâkıt olması ise evleviyette kalır» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır. Tamamı oradadır. Şurunbulalî'nin bu mesele
hakkında bir risalesi vardır.
«Îtikadî
farzlardan» kaydiyle farz amelî olan vitir hariç kalmıştır. Çünkü vitirle başka
namazlar arasında tertip farz olsa da kaza namazları ile birlikte hesap
edilemez. H. Yani tertibin sukûtuna vardıran çokluk, onunla hâsıl olmaz. Zira
vitir günle gecenin vazifelerinin tamamıdır. Çokluk ise ancak vakitler veya
saatler yönünden bu vazifelerin üzerine ziyade ile hâsıl olur. Bunda vitirin
tesiri yoktur. İmdad.
«Tekrar zıddına
girmiştir.» Çünkü farzlardan biri tekrarlanmış olur. Bu da gerek o namazlarla
başka namazın gerekse o namazların kendi aralarında vacip olan tertip düşerek
hafiflemeye sebep olabilir. Dürer. Zira o zamanda tertip vacip olsa güçlüğe
müeddi olur. Şârih «esah kavle göre» sözüyle Zeyleî'nin sahih kabul ettiği şu
kavilden ihtiraz etmiştir: «Kazaya kalan namazdan sonra muteber olan araya altı
namazın değil, altı vaktin girmesidir. Bir kimsenin bir namazı kazaya kalır da
onu bir ay sonra hatırlayarak hatırında olduğu halde bir vakit namazı kılarsa
vakitler itibariyle kıldığı namaz kâfi gelir. Çünkü iki namazın arasına altı
vakitten fazla zaman girmiştir. Binaenaleyh tertipsâkıt olur. Yani unutmakla
tertip sâkıt olduğu için o iki namazın arasındaki, namazlar sahihtir. Araya
giren vakte değil namazlara itibar edilirse kıldığı namaz kâfi değildir. Zira
kazaya kalan bir namazdır. Tertip ise ancak altı namazın araya girmesiyle
bozulur.» Muhit'te bu kavlin zâhir rivaye olduğu açıklanmıştır. Kâfi'de de bu
sahihlenmiştir. Metinlerde bildirilene muvafık olan da budur. Bununla Zeyleî ve
başkalarının sahih buldukları kavîl defedilmiş olur. Tamamı Bahır'dadır. Şârih
yine bu «esah kavle göre» sözü ile imam Muhammed'den rivayet olunan «altıncı
vaktin girmesi itibara alınır» kavlinden ve Mirâc'daki «yedinci vaktin girmesi
itibara alınır» ifadesinden ihtiraz etmiştir. Nitekim Bahır'da izah olunmuştur.
«Velev ki kalan
namazlar eskiden kalmış olsunlar. Mutemed olan kavil budur.» Meselâ bir kimse
tertip üzere bütün bir ayın namazını terk eder de sonra namaza başlar ve yeni
bir namazı kazaya bırakırsa bu namazı hatırladığı halde vakit namazını kılması
câizdir. Çünkü bu tek namaz, eskiden kalan namazlara katılmıştır. Onlar ise
çoktur. Binaenaleyh Tertip vâcip değildir.
Ulemadan bazılar,
«Tertibi düşüren eski namazlar değil, yeni bırakılanlardır. O kimseyi namazı
tahkirden menetmek için geçmiş namazlar sanki yokmuş gibi tutulur ve onlar
hatırında iken vakit namazı caiz olmaz» demişlerdir. Sadrı'ş- şehid bu kavli
sahihlemiştir. Tecnis'de. «Fetva buna göredir» denilmiştir. Mücteba'da ise
birinci kavlin esah olduğu kaydedilmiş; Mirac'da. «Fetva buna göredir»
denilmiştir. Ve gördüğün gibi sahihleme ve fetva muhtelif olmuştur. Ama
metinlerdeki mutlak beyanla amel etmek evlâdır. Bahır.
METİN
Yahut muteber bir
zanda bulunursa bununla dahi tertibin lüzumu sâkıt olur. Meselâ bir kimse sabah
namazını kılmadığını hatırladığı halde öğleyi kılarsa öğle namazı fâsit olur.
Sabah namazını kaza eder de sonra öğleyi hatırladığı halde ikindiyi kılarsa
ikindi caizdir. Çünkü onun. zanna göre ikindiyi edâ ederken üzerinde kaza
namazı yoktur. Bu zan muteberdir. Zira üzerinde içtihat edilmiştir. Müctebâ'da,
«Tertibin farz olduğunu bilmeyen kimse unutan hükmündedir» denilmiştir ki,
Buhâra imamlarından bir cemaat bu kavli tercih etmişlerdir. Kınye'nin şu sözü
de buna göre halledilir: «Bir çocuk fecir zamanında bülûğa erer de sabah
namazını kılmadığını hatırladığı halde öğleyi kılarsa caiz olur. Bu özür
sebebiyle kendisine tertip lâzım gelmez.»
İZAH
Mûteber bir zanda
bulunmanın tertibi düşürmesi, tertibi iskât eden şeylerin dördüncüsüdür. Bunu
Zeyleî söylemiş; Dürer sahibi dahi kesinlikle buna kâil olmuştur. Bahır sahibi
ise bunu unutma hükmüne katmış ve, «Bu, tevehhüm edildiği gibi tertibi düşüren
dördüncü şey değildir» demiş; sonra şunları söylemiştir: «Hidâye şârihlerinin
bildirdiklerine göre namazın bozulması abdestsizlik gibi kuvvetli ise ondan
sonra gelen namazı kendine tâbi kılar. Tertip bulunmamak gibi zaif ise tâbi
kılmaz. Bunun üzerine iki fer'î mesele zikretmişlerdir ki biri şudur: Bir kimse
öğleyi abdestsiz kılar da sonra bunu hatırladığı halde ikindi namazınıda
kılarsa ikindiyi iâde eder. Çünkü öğlenin bozulması kuvvetlidir; ikindinin
bozulmazı da icabeder. Velev ki tertip vacip olmadığını zannetsin. İkinciside
şudur: Bu öğleyi bu ikindiden sonra kılar da ikindiyi tekrarlamadan akşam
namazını kılar; ikindiyi tekrarlamadığını da hatırlarsa, tertibin vacip
olmadığını zannettiği taktirde akşam namazı sahihtir. Çünkü ikindinin bozulması
zaiftir, Zira ulemadan bazıları bozulmayacağını söylemişlerdir. Şu halde akşam
namazının kendine tâbi olarak bozulmasını gerektirmez. İsbicâbi bunun için bir
kaide zikretmiştir ki o da şudur: Eğer kazaya kalan namazının iadesi bilittifak
vacip ise onu hatırladığı halde kıldığı namazın iadesi lâzım gelir. Kaza
namazının iadesi bilittifak vacip olmazsa iadesi tâzım gelmez. Elverir ki
kıldığının kâfi geldiğine kanaat getirsin.»
Fethu'l- Kadîr
sahibi diyor ki: «Bundan şu hüküm çıkarılır: Mücerret bahis mevzuu olan yerin
içtihat edilen bir yer olması bu hususta bilmeyenin zannının itibara alınmasını
gerektirmez. Bilâkis içtihat edilen yer başlangıçta olursa zanna itibar yoktur.
İçtihat edilen yere,bağlı ve onun üzerine binâ edilen bir şey olursa bu zan
itibara alınır. Zira zaiflik fazladır. Başlangıçta içtihat edilen yer ikindinin
bozulmasıdır. Akşamın bozulması onun sebebiyledir. Binaenaleyh muteberdir.»
Yani burada bilmeyenin zannı muteberdir. Bundan açık olarak anlaşılır ki, bu
zannın itibara alınıp alınmaması bilmeyen hakkındadır. Tertibin vacip olduğunu
bilen hakkında değildir. Meselenin tamamı Nehir'dedir.
Şu da varki;
Bahır sahibi yukarıda geçen iki fer'î meseleye itirazla şöyle demiştir: «Namaz
kılan kimse birkaç şıktan hâli değildir. Ya Hanefîdir-ki bu durumda imamının
mezhebine muhalif olan görüşüne itibar yoktur. Binaenaleyh akşam namazını
kılması dahi lâzım gelir. Yahut Şâfiî'dir. Bu takdirde ona ikindiyi kılmak dahi
lâzım değildir. Yahut avamdan olup mezhep sahibi değildir. Onun mezhebi
müftisinin mezhebidir. Hanefî bir müftüye danışırsa her iki namazı iade eder.
Şâfiî'ye sorarsa ikisini de kılmaz. Hiç bir kimseye sormaz da bir müctehidin
mezhebine göre sahih olan şıka tesadüf ederse üzerine iade lâzım gelmez.»
Şüphesiz bu itiraz, nakledilen kavî (hakkında bir incelemedir. Zira yukarıda
Hidâye şerhlerinden naklen geçen iki fer'î meselenin hükmü imam Kadıhân'ın «el'
Câmiu's-Sağîr» inde de zikredilmiştir. Zahire'de bunun, imam Muhammed'den
rivayet olunduğu bildirilmektedir. Tatarhaniye sahibi onu imam Muhammed'in Asıl
namındaki eserine nisbet etmiştir. Şurunbulâli dahi Bahır sahibine tâbi
olmuştur. Lâkin o şöyle demektedir: «Meselenin mevzuu hiç bir müctehidi taklit
etmeyen ve hiç bir fâkihe sormayan âmmî hakkındadır. Onun namazı sahihtir. Zira
içtihat edilen yere tesadüf etmiştir. Ama o kimse Hanefî olursa imamının
mezhebine muhalif zanna itibar yoktur. İlh...» ifadesi söz götürür. Çünkü o
zaman ikindi ile akşam namazının arasında fark kalmaz. Şâfiî mezhebine göre her
ikisi sahihtir. Belki bu ifade Hanefî bir müftüye soran yahut sahih olduğuna
inanarak hanefî mezhebine göre ibadeti benimseyen âmmîye hamlolunur ki, evvelce
bunu bilmeyip sonradan öğrenmiştir. Onun için Nehir sahibi şu mânâda sözler
söylemiştir: Bahır sahibinin «onun imamına mahalif olan reyine itibar yoktur.
ilh...» iddiasını kabul etmiyoruz. Çünkü imamı onun reyine itibar etmiş ve onun
zannınca vacip olmayan tertibi ondan düşürmüştür. O bunu bilmez de sonradan
öğrenirse akşam namazını tekrar kılması lâzım gelmez. Hanefî bir müftüye sorar
da tekrarlaması lâzım geldiğine dair fetva verilirse bu fetva sahihdeğildir.»
«Zira üzerinde içtihat edilm
Şârihin burada
Mücteba'dan naklettiği ibare tertibi düşüren şeylerin beşincisi değildir, çünkü
önceki zannın ancak bilmeyenden muteber olacağını biliyorsun. Şârih Müçtebâ'nin
sözünü, yukarıda Bahır'dan naklen beyan ettiğimiz, «Mûteber olan zan, tertibi
düşüren dördüncü âmil değildir. Zira o unutma hükmüne katılmıştır» ifadesine
işaret için nakletmiştir. Yani tertibi düşüren şeyler ancak metin sahiplerinin
zikrettikleri üç şeydir.
Kınye sahibinin
fecir zamanında bülûğa eren çocuk hakkındaki sözü üzerine Halebî, «Çocuk için
bu hükmün verilmesi ekseriyetle ahkâmı bilmediği içindir. Nitekim Nehir'de
böyle denilmiştir» diyor. Ben derim ki: Lâkin bu izah açık değildir. Zira sabah
namazı bilittifak kazaya kalmıştır. Şu halde onun bilmemesi itibara alınarak
tertip nasıl lâzım gelmez? Halbuki bu mesele yukarıda geçen «yahut muteber bir
zanda bulunursa» ifadesiyle anlatılan birinci meselenin eşidir. Zâhire göre bu
mesele «bilmeyenin zannı mutlak surette muteberdir» sözüne ibtina etmektedir.
Nitekim yakında gelecektir.
METİN
Kazaya kalan
namazların çokluğu sebebiyle tertip düştükten sonra onların bir kısmını kaza
ederek azaltmakla mutemed kavle göre tertibin lüzumu avdet etmez. Zira sâkıt
olan bir şey geri dönmez. Keza, tertib bir defa sakıt olduktan sonra diğer
tertip düşürenlerle -yani unutmak ve vaktin daralmasiyle- de geri dönmez. Hattâ
vakit namazını kılarken vakit çıksa namaz fâsit olmaz. Esah olan kavil budur.
Müçtebâ. Lâkin Nehir'de ve Dirâye'den naklen Sırâc'da, «Tertip unutmak veya
vakit darlığı sebebiyle düşerde sonra hatırlar ve vakit te müsait olursa
bilittifak avdet eder» denilmiştir. Eşbah'da, «sâkıt olan bir şey bir daha geri
dönmez» kaidesi beyan edilirken dahi buna benzer sözler söylenmiştir. Tashih
edilmelidir. Tertibi terk etmekle namazın aslı -Ebû Hanîfe'ye göre- tertibin
vacip olduğunu bilsin bilmesin mevkuf başkasına bağlı olarak bozulur.
İZAH
Kalan namazların
bir kısmını kaza etmekle tertip .geri dönmez. Meselâ bir adam kalmış bir aylık
namazını kaza eder de bir namaz bırakır ve onu hatırladığı halde vakit namazını
kılarsa sahih olur. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. «Kalan namazların bir
kısmını» diye kayıtlamasının sebebi, hepsini kaza ettiği takdirde bütün
imamlara göre tertip avdet edeceği içindir. Nitekim Kuhistaniye'de böyle
denilmiştir.
«Mutemed kavle
göre tertibin lüzumu avdet etmez.» iki rivayetin esah olanı budur. Kâfi, Muhti,
Mirac ve diğer kitapların sahipleri de bu kavli sahih bulmuşlar hattâ Mirac
sahibi ve başkaları «fetva buna göredir» demişlerdir. Bazıları tertibin avdet
ettiğini söylemişlerdir. Hidâye sahibi bunu tercih etmiştir. Kâfi ve Tebyin
sahipleri ise onu reddetmişlerdir. Bahır'da bu hususta uzun uzadıya söz
edilmiştir. Gerçi «sâkıt olan bir şey bir daha geri dönmez» ama kalan namazların
hepsini kaza ederse zâhire göre kendisine yeni tertip lâzım gelmez. Buna avdet
etti denilmez.
«Hattâ vakit
namazını kılarken vakit çıksa namaz fâsit olmaz.» Müçtebâ'nın bu husustaki
ibaresişöyledir: «Tertip vaktin darlığından düşer de sonra vakit çıkarsa esah
kavle göre artık geri dönmez. Hattâ vakit namazını kılarken çıksa esah kavle
göre namazı bozulmaz. Yine esah kavle göre o kimse namazını kaza değil, edâ
etmiş olur. Unutmakla düşer de sonra hatırlarsa yine tertip avdet etmez.» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Şârihin
ibaresindeki «Diraye» den murad: Miracu'd - Diraye adlı kitapdır. Kısaltma için
ismin yarısını almıştır. Miracu'd Dirâye Kâfî'nin yazdığı Hidâye şerhidir. Çok
defa yalnız Mirâc demekle ihtifa olunur. «Tashih edilmelidir.» Tashih şudur:
Vaktin daralması hususundaki hilâf lafzîdir (lâfdan ibârettir). Zira Müçtebâ'da
tertibin vakit çıktıktan sonra dönmeyeceği, Diraye'de ise vakit varsa döneceği
açıklanmıştır. Binaenaleyh aralarında zıddıyet yoktur. Unuttuktan sonra
hatırlama hususunda da öyledir. Çünkü Müçtebâ'nın sözü namazı bitirdikten sonra
hatırladığına hamledilmiştir. Şu delil ile ki, on ikili meselelerde «bir kimse
namazda iken kazaya namazı kaldığını hatırlarsa; teşehhüt miktarı oturmadan
hatırladığı takdirde, namazı bilittifak bozulur. Teşehhüt miktarı oturup selâm
vermezden önce hatırlarsa İmam-ı A'zam'a göre bozulur; imameyne göre bozulmaz»
diye ittifak etmişlerdir. Dirâye'nin sözü namazdan çıkmadan hatırladığına
hamledilmiştir. Bunu Halebî söylemiş; sonra şöyle demiştir: «Tahkik nâm eserde
beyan olunduğuna göre vaktin daralması hakikatta tertibi düşürmez. Ancak her
iki namazı kılmaktan âciz kalınca kuvvetinden dolayı vakit namazı öne alınır;
tertip bâkîdir.» Nitekim bunu Bahır sahibi, Tebyin'den naklen açıklamıştır. Unutma
hakkında da bunun mislini söylemek gerekir. Bu izaha göre vakit darlığından
veya unutmaktan dolayı kalmış namazla vakit namazının arasındaki tertip düşerse
o vakit namazından sonraki hakkında bâkîdir.
«Tertibi terk
etmekle namazın aslı Ebû Hanîfe'ye göre mevkuf olarak bozulur.» Musannıf burada
Nehir.sahibine tâbi olmuştur. (Bu hatâdır). Doğrusu, «namazın vasfı bozulur»
demektir. Bahır sahibi diyor ki: «Namazın farziyeti bozulur diye kaydetmesi Ebû
Hanîfe ile Ebû Yusuf'a göre namaz bozulmadığı içindir. İmam Muhammed'e göre ise
namaz bozulur. Çünkü tahrîme farz için yapılmıştır. Farziyet bozulunca
tahrimede aslından bozulur. Şeyhayn'ın delili şudur: Tahrîme namazın aslı için
farz vasfı ile yapılmıştır. Vasfın bozulmasından aslın da bozulması zarureti hâsıl
olmaz.» Nihâye'de böyle denilmiştir. Hilâfın faydası, kahkaha ile gülenin
abdestinin bozulması meselesinde ortaya çıkar. İnâye'de böyle denilmiştir. H.
«Tertibi terk
etmekle namazın vasfı İmam-ı A'zam'a göre mevkuf olarak» -imameyne göre ise
kat'î surette- bozulur. Tertibin vacip olduğunu bilsin bilmesin farketmez. Ama
Mecma' şerhinde Muhit'ten naklen buna muhalif olarak «Namaz kılanın zannına
göre tertip vacip değilse kıldığı namazı tekrarlamaz. Aksi taktirde bütün
kıldıklarını iade eder» denilmiştir. Bahır sahibi bu sözün zaif olduğunu
söylemiştir. Fethu'l- Kadîr'de: «İmam-ı A'zam'ın kavlini ta'lil edersek mutlak
sözün (yani tertibin vacip olduğunu bilsin bilmesin demenin kat'î olduğu
meydana çıkar» denilmiştir. Nehir sahibi bunu tasdik ve kabul etmiştir. Buna
itirazla «Bu söz, evvelce geçen "Tertip muteber olan zanla düşer. Bilmeyen
unutan hükmündedir..." ifadesine muhaliftir» denilemez. Çünkü bizşöyle
diyoruz: Buradaki bir namaz, terk edip de sonra onu hatırladığı halde beş namaz
kılan hakkındadır. İmdi buradaki «tertip vâcip değildir» zannı muteber
değildir. Zira bu zan ancak fesad zaif olduğu zaman itibara alınır. Nitekim
Hidâye şerhleriyle Fethu'l-kadîr'den naklen yukarıda geçti.
METİN
Bu şekilde
kılınan namazlar çoğalır da kazaya kalan namazla birlikte altı olurlarsa
beşinci namazın -ki kalanların altıncısıdır- vakti çıkmakla sahih oldukları
anlaşılır. Zira altıncı namaz vaktinin girmesi şart değildir. Bir kimse bir
günün sabah namazını terk ederek geri kalan namazları kılsa güneş doğduktan
sonra bu namazlar sahiha inkılâp ederler. Aksi taktirde -yani kalan namazlar
altı olmazsa- sahih oldukları anlaşılmaz. Belki nâfile olurlar. Bunlar
hakkında; «Bir namaz vardır, beş namazı sahihler, başka bir namaz vardır, beş
namazı bozar» denilir.
İZAH
Bu şekilde -yani
tertibi terk ederek- kıldığı namazlar çoğalırsa meselâ: Vakit namazını bilerek
kazaya kalandan önce kılar ve kalanla birlikte altı namaz olurlarsa bu
namazların sahih olduğu meydana çıkar. Bu fer'î mesele yukarıdaki «mevkuf
olarak bozulur» ifadesini açıklamak içindir. Şöyle ki: Bir kimsenin -Velev ki
vitir olsun- Bir namazı kazaya kalırsa ondan sonra bu namazı hatırlayarak
kılacağı her vakit namazı onun kazasına bağlı olmak üzere fâsit olur. Kıldığı
namazların sayısı beş olmadan kalan namazı kaza ederse fesat kat'ileşir ve
ondan kıldıkları nâfile namaz olur. Beşinci namazın vakti çıkıncaya kadar o
kalan namazı kaza etmezse kalanla birlikte bozulanların sayısı altı olur ve
hepsi sahiha inkılâp ederler. Çünkü çok oldukları meydana çıkar ve tertibi düşüren
tekrar haddine varmış olurlar. Bunun vechi Bahır'da ve diğer kitaplarda beyan
olunmuştur.
Malumun olsun ki,
Mebsut, Hidâye, Kâfi, Tebyin vs. gibi kitaplarda umumiyetle beyan olunduğuna
göre bütün namazların. sahih oluşu terk edilen namazdan başka altı namazın edâ
edilmesine bağlıdır. Bahır sahibi bunun hata olduğunu iddia etmiştir.
Fethu'l-Kadîr sahibinin tahkikine göre namazların sahih olması altıncı namazın
edasına değil, vaktin girmesine bağlıdır. Nehir sahibi de ona itiraz etmiş;
«terk edilen namazdan sonra altıncı namaz vaktinin girmesi şart değildir.
Muteber olan beşinci namaz vaktinin çıkmasıdır» demiştir. Çünkü bununla kazaya
kalanlar altı olur. Nitekim Miracu'd-Dirâye'de açıklanmış; Bilûmum kitaplardaki
«altıncı namazın edâsı» ifadesinin behemehal şart olduğu için değil, kazaya
kalanlar yüzde yüz altı olsunlar diye zikredildiği de beyan edilmiştir.
Şurunbulâlide bunun benzerini Mirac'dan naklen İmadâd'da zikretmiş;
Mecma'ar-Rivâyat, Tatarhaniye, Sağnâkî ve Kâdıhan dahi bahis mevzuu etmişlerdir.
Bütün bunların hasılı şârih merhumun hülâsa ettiğidir. Şu da varki Nehir'de
Mirac'dan naklen, «Beşinci namazı edâ eder de vakti çıkmadan bıraktığı namazı
kaza ederse edâ edilen namazların fâsit olmaması gerekirdi. Bilâkis onlar sahih
olmalı idi. Zira kaza ettiği câiz olmayarak kılınmıştır. Kalanlar onunla altı
olur. Cevap şudur: Vakit bâki oldukça o namazın kazaya kaldığı söylenemez.
Çünkü sahih olarak edâ edilmesi ihtimali mevcuttur» denilmektedir.
«Güneş doğduktan
sonra bu namazlar sahiha inkılâp ederler.» Yani altıncının vaktinin
girmesinebağlı kalmazlar. Altıncı namaz öğledir. Feth'in ibâresi buna
muhaliftir. Altıncı namazın edâ'sına da bağlı kalmazlar. Umumiyetle kitapların
ifadeleri bunun hilâfını îham etmektedir.
«Bir namaz
vardır, beş namazı sahihler ilh...» Bunu Mebsût sahibi söylemiştir. Bu söz
altıncı namazın edâsını şart kılan kavle göredir ki, umumiyetle kitaplar bunu
tercih ettikleri gibi musannıfda onların yolundan gitmiştir. Bu altıncı namazı
edâ edince ondan önce kıldığı beş namaz sahih olur. Beş namazı sahihleyen namaz
budur. Kazaya kalan namazı, altıncı namazı edâ etmeden kılarsa önceki beş namaz
fâsit olur. «Başka bir namaz vardır, beş namazı bozar» dediği de budur. Beşinci
namaz vaktinin çıkmasını itibara alan kavle göre sahihleyen de bozan da bir
namaz olup o da kazaya kalandır. Beşinci namazdan sonra vakti çıkmadan bunu
kaza ederse ondan önceki beş namaz fâsit olur. Vakit çıkar da o namazı kaza
etmemiş bulunursa önceki beş namaz sahih olur. Yani bununla beş namazın sahih
olduğu tahakkuk eder. Yoksa hakikatta o namazları sahiha çeviren beşinci
namazın vakti çıkmakla kazaya kalan namazların çok olmasıdır. Şârih bu kavli
tercih etmiştir.
METİN
Bir kimse
üzerinde kazaya kalmış namazlar olduğu halde ölür de kefaret verilmesini
vasiyet ederse fıtrada olduğu gibi her namaz için bu azabtan yarım sağ verilir.
Vitir namazı ile orucun hükmü de böyledir. Kefaret ancak malının üçte birinden
verilir.
İZAH
Kazaya kalan
namazları velev ki imâ ile olsun edâya muktedir olarak terk ederse vasiyette
bulunması lâzım gelir. Aksi taktirde altı namazdan az bile olsa vasiyet lâzım
değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Buna gücü yetmezse Allah'dan ümit edilen,
onun özrünü kabul etmesidir» buyurmuştur. Yolcu ve hasta ramazanda oruç
tutamazlar da kaza etmeden ölürlerse hüküm yine budur. Tamamı İmdâd nâm
eserdedir.
«Her namaz için
buğdaydan yarım sağ (520 dirhem) verilir.» Bunu ölenin velisi yani vasiyet veya
veraset sebebiyle malında tasarrufa hakkı olan kimse verir. Ve ölenin vasiyeti
varsa malının üçte birinden verir. Vasiyeti yoksa vermesi lâzım gelmez. Çünkü
kefaret bir ibadettir. Onda ihtiyar şarttır. Vasiyet etmeyince şart yok
demektir. Binaenaleyh imkânsızlık sebebiyle dünya hükümleri hakkında sakıt
olur. Kul hakları böyle değildir. Zira onlarda vacip olan hakkın sahibine
ulaşmasıdır. Başka bir şey değildir. Onun içindir ki, alacaklı alacak bir şey
bulursa hakimin hükmü olmaksızın ve rıza sorulmaksızın alır. Ve bununla
vereceği borcundan kurtulmuş olur. İmdâd.
Sonra bilmelisin
ki, ölen kimse oruç fidyesi vasiyet ederse kat'î surette câiz olduğuna
hükmedilir. Çünkü nâssan delil vardır. Vasiyet etmezse mirasçı kendiliğinden
verdiği taktirde imam Muhammed «ez'Ziyadât» nâm eserinde. «İnşaallah kâfi
gelir» demiş; kâfi gelmeyi Allah'ın dilemesine bağlamıştır. Zira bu hususta nâs
yoktur. Keza namaz fidyesi vasiyet ederse yine Allah'ın dilemesine bağlamıştır.
Çünkü ulemamız namazı ihtiyaten oruca kıyas etmişlerdir. Oruç hakkındaki nâssın
acizle ta'lil edilmiş olması ihtimali vardır. Böyle olunca illet namaza da şâmildir.
Acizle ta'lil edilmemişse verilen fidye başlı başına hayır olur. Ve günahları
gidermeğe yarar. Binaenaleyh kendisinde bir şüphe var demektir. Nitekim ölen
kimse oruç fidyesi verilmesini vasiyet etmezse hüküm budur. Onun için İmam
Muhammed oruç fidyesi verilmesini vasiyet ettiği zaman câiz olduğuna kat'î
hüküm vermiş; vasiyet etmediği zaman ve namaz fidyesini vasiyet ettiğinde kat'î
bir şey söyleyememiştir. Bundan anlaşılır ki namaz fidyesini vasiyet etmezse
şüphe daha kuvvetlidir.
Şunu da bil ki,
ulemamızın kitaplarında gerek asıl, gerekse füruğ olarak benim gördüğüm, oruç
fidyesini vasiyet etmezse velisinin onun namına teberruda bulunabilmesidir.
Veli ile kayıtlanmasından anlaşılıyor ki ecnebinin malından verilmesi caiz
değildir. Bunun benzeri ulemamızın şu sözleridir: «Bir kimse farz olan haccını
vasiyet ederde vârisi bir hac teberru ederse câiz değildir. Ama vasiyet etmez
de vârisi ya kendisi gitmek yahut birini göndermek suretiyle hac teberruunda
bulunursa kâfidir.» Bunun zâhirinden anlaşılan, varisden başkası teberru etmiş
olsa kâfi gelmemektedir. Evet, Şurunbulâli'nin Nuru'l-İzah adlı eserinin
şerhinde «vasi veya ecnebi biri» tabiri kullanılmıştır. Bu meselenin tamamı
Şifaü'l-Alîl...» nâm risalemizin sonundadır.
Kefaret buğdaydan
veya unundan yahut kavutundan yarım sağ, kuru hurma, kuru üzüm ve arpadan bir
sağ veya onun kıymeti verilir. Bize göre kıymetini vermek efdaldir. Çünkü
fakirin hacetini daha çabuk bitirir. İmdâd. Sonra yarım sağ; tepelemeye değil,
silme olarak dörtte bir şam müddidir nitekim fıtır zekâtında izah edeceğiz.
«Vitir namazının hükmü de öyledir.» Çünkü vitir İmam-ı A'zam'a göre amelî
farzdır. İmameyn buna muhaliftir. T.
Tilâvet secdesi
hakkında vacip olur veya olmaz diye bir rivâyet yoktur. Huccet nâm kitapta
böyle denilmiştir. Sahih olan vacip olmamaktır. Nitekim sayrafiyye'de
bildirilmiştir. İsmail.
«Kefaret ancak
malının üçte birinden verilir.» Yani vasiyet, malının üçte birinden fazla tutsa
velînin fazlayı vermesi lâzım gelmez. Ancak varislerin rızasıyle verilebilir.
Kınye'de şöyle denilmektedir: «Bir kimse malının üçte birini ömrü boyunca
bıraktığı namazlara vasiyet etse de ayrıca borcu bulunsa alacaklısı vasiyetini
geçerli saysa bile câiz olmaz. Zira vasiyet borçdan sonra gelir. Câiz görmekle
borç sâkıt olmaz.» Aynı kitapta şu da vardır: «Bir kimse ömrü boyunca
terkettiği namazlara kefaret vasiyet eder de ne kadar yaşadığı bilinmezse bu
vasiyet bâtıldır.» Sonra bu meseleye şöyle bir remiz yapılmıştır: Malının üçte
biri namazlara yetmezse caizdir. Fazla gelirse caiz değildir. Öyle anlaşılıyor
ki «yetmezse» tâbirinden murad, «kanâatına göre yetmezse» demektir. Çünkü
ömrünün bilinmediği farzedilir. Meselâ üçte bir, on seneye kâfi gelir. Halbuki
o kimse otuz yıl yaşamıştır. Bu ikinci kavlin vechi meydandadır. Zira üçte bir
bütün ömrünün namazlarına yetmeyince vasiyet yüzde yüz bütün malının üçte
birinden olur. Ondan fazlası mânâsız kalır. Yetmesi ve artması hâli bunun
hilâfınadır. Çünkü namazların miktarı bilinmemesi sebebiyle vasiyetin miktarı
da bilinmediğinden vasiyet bâtıl olur.
METİN
Ölen kimse mal
bırakmazsa vârisi ödünç olarak meselâ yarım sağ buğday alarak bir fakire verir.
Sonra o fakir de vârise verir. Böylece birbirlerine vere vere namazların
sayısını tamamlarlar. Ölenin namazlarını onun emri ile vârisleri kaza etse kifayet
etmez. Çünkü namaz bedenî bir ibâdettir. Hac böyle değildir. O niyabeti kabul
eder. Vâris bir fakire yarım sağdan az buğday verse câiz değildir. Ama hepsini
ona verirse câiz olur.
İZAH
Ölen kimse hiç
mal bırakmaz yahut bıraktığı mal yetmezse vâris yarım sağ buğday alarak devir
yapar. İmdâd sahibi buna, «Yahut hiç bir vasiyette bulunmaz da velî teberru
etmek isterse ilh...» cümlesini eklemiştir. Teberru tabiri ile bu işin veliye
vacip olmadığına işaret etmiştir. Tebyinü'l-Muharim adlı eserde bu nassan bildirilmiş
ve şöyle denilmiştir: «Ölen kimse vasiyet etse bile devir yapmak veliye vacip
değildir. Çünkü bu, teberru yapmasını vasiyettir. Ölen şahsa vacip olan,
malının üçte biri devre yetecekse miktar vasiyette bulunmasıdır. Daha azını
vasiyet eder de devir yapılmasını ister ve üçte birin geri kalanını varislerine
bırakır veya başkalarına teberru ederse üzerine vacip olanı terk ettiği için
günahkâr olur.» Zamanımızda yapılan vasiyetlerin hâli bundan anlaşılır. Adamın
zimmetinde bir çok namaz zekât, kurban ve yemin gibi şeyler vardır. Bunlar için
az bir miktar para vasiyet eder. Vasiyetin büyük bir kısmını hatim ve tehlil
okunulmaya tahsis eder. Halbuki ulemamız bu gibi şeylere vasiyetin sahih
olmadığını, dünyalık bir şey için Kur'ân okumanın caiz olmadığını bundan alanın
da verenin de günahkâr olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu, Kur'ân okumak için
ücretle adam tutmaya benzer. Sırf bu maksatla adam tutmak câiz değildir.
Binaenaleyh ona benzeyen de caiz olmaz. Nitekim mezhebimizin bir çok meşhur
kitaplarında bu açıklanmıştır. Müteehhirin ulema, ücretle adam tutmaya ancak
Kur'ân öğretmek için cevaz vermişlerdir. Okumak için cevaz vermemişlerdir.
Onlar bu işi zaruretle ta'lil etmişlerdir. Bu zaruret de Kur'ânın zayi olması
korkusudur. Kur'ân okumak için ücretle adam tutmanın câiz olmasında bir zaruret
yoktur. Nitekim ben bunu «Şifaü'l-AIîI...» de izah ettim. Bunun bir kısmı
inşallah fâsit icare bâbında gelecektir.
Devir yapmak için
ölenin varisi ödünç olarak meselâ yarım sağ buğday veya onun kıymetini alır. En
iyisi ölenin namaz borcunu hesap ederek ona göre ödünç almaktır. Her ay veya
her sene için yetecek miktar takdir edilir. Yahut erkek için oniki, kadın için
dokuz sene çıkarıldıktan sonra kalan bütün ömrü hesap olunur. Zira oniki erkek
için, dokuz da kadın için en az büluğ müddetidir. Gündüzle gecede altı namaz
hesabiyle aylık veya senelik namazların kıymeti üzerinden tutarını bir fakire
verir. Sonra ondan tekrar hîbe olarak alır. Sonra bu alma-vermeler kalan
namazlar sayısınca tekrar edilir. Devir aylıksa her defasında bir aylık,
senelik ise bir senelik kefaret ödenmiş olur. Bundan sonra devre oruç kefareti,
daha sonra kurban daha sonra yemin için devam edilir. Yalnız yemin kefaretinde
on fakir bulmak gerekir. Çünkü bir fakire birgün için yarım sağdan veya onun
kıymetinden fazla bir şey vermek sahih olmaz. Zira yeminde sayı, nassan
bildirilmiştir. Namaz fidyesi öyle değildir. Birkaç namazın fidyesini bir
fakire vermek câiz değildir. Nitekim gelecektir.
Ulemanın
sözlerinden anlaşıldığına göre ölen kimsenin zekât borcu varsa vasiyetsiz bu
borç sâkıtolmaz. Çünkü fukaha onun vasiyetsiz vacip olmamasını, niyetin şart
olmasiyle illetlendirmişlerdir. Zira zekât bir ibâdettir. Onda hakikî veya
hükmî bir fiil bulunması mutlaka tâzımdır. Binaenaleyh bu hususta vâris ölenin
yerini tutamaz. Sonra Sirâc'ın oruç bâbında «Varisin ölen namına zekât teberru
etmesi câizdir» şeklinde bir açıklama gördüm. Bu açıklamaya göre velînin zekât
için de devir çevirmesinde beis yoktur. Bütün bunlar tamam olduktan sonra o
maldan veya ölenin vasiyet ettiğinden fakirlere bir şey vermek gerekir.
Ölenin vasiyeti
üzerine, kalan namazlarını vârisinin kılması câiz olmadığı gibi; kalan orucunu
tutması da câiz değildir. Yalnız namaz kılar ve oruç tutar da sevabını ölene
bağışlarsa caizdir. Çünkü bizim mezhebimize göre bir kimse amelinin sevabını
başkasına bağışlayabilir. Nitekim başkası nâmına yapılan hac bâbında inşallah
görülecektir. Çünkü hac, bedenle maldan mürekkep bir ibâdet olduğundan niyabet
kabul eder. ibadetler biri malî, biri bedenî biri de hem malî hem bedenî olmak
üzere üç nevidir. Malî ibâdetler zekât gibidir. Bunlarda gerek kudret gerekse
acz halinde niyabet sahihtir. Bedenî ibadetler namaz ve oruç gibi olup bunlarda
niyâbet mutlak surette sahih değildir. Hem malî hem bedenî ibadetler hac
gibidir. Bu ibâdet nâfile olursa niyabet mutlak surette caiz; farz olursa ancak
ölünceye kadar devam eden bir hastalık sebebiyle sahih olur. Nitekim başkası
namına yapılan hac bâbında gelecektir.
Bir fakire yarım
sağdan az buğday vermek câiz değildir. Bu husustaki iki kavilden biri budur.
Bunları Tatarhaniye sahibi tercih yapmaksızın nakletmiştir. Bahır sahibinin
sözünden anlaşıldığına göre kendisi buna itimad etmiştir. İki kavlin birincisi
sadaka-i fıtırda olduğu gibi câiz olmasıdır.
METİN
Bir kimse hastalığında
namazı için fidye verse sahih olmaz. Oruç bunun hilâfınadır. Kazaya kalan
namazları fevran (acele) ödemek vacip ise de çoluk çocuğun nafakasiyle
uğraşmak, esah kavle göre hâcet peşinde koşmak gibi bir özürden; secde-i
tilâvet ve nezir-i mutlaktan dolayı geciktirilmesi câizdir. Ramazanın kazası
ise geniş vakitte caizdir. Ama Hulvani onun da acele vacip olduğunu
söylemiştir. Dar-ı harpte müslüman olan bir harbî bir müddet orada kalırsa
şer'î hükümleri bilmediğinden dolayı mazur olur. Üzerine kaza dahi lâzım
gelmez. Çünkü hitap ancak ilimle veya ilmin delili ile lâzım gelir. Bunlardan
biri bulunmamıştır. Nitekim dininden dönen bir kimse mürtedliği zamanındaki
namazlarını kaza etmediği gibi daha önce kıldığı namazlarını da kaza etmez.
Bundan yalnız hac müstesnadır. Zira o kimse irtidat etmekle aslî kâfir gibi
olur.
İZAH
Tatarhaniye'de
Tetimmeden naklen bildirildiğine göre Hasan b. Ali'ye, ölüm döşeğinde iken
«namaz için fidye vermek câiz midir?» diye sorulmuş da, (hayır) cevabını
vermiş. İmam Ebû Yusuf'a, Şeyhu Fâni (yani geçkin ihtiyar) nin oruç için
sağlığında fidye verdiği gibi namazlar için de verip vermeyeceği sorulmuş; O da
«Hayır» cevabını vermiştir. Kınye'de «hayatta iken namaz için fidye yoktur,
oruç böyle değildir» denilmektedir.
Ben derim ki:
Bunun veçhî şudur: Nas yalnız, şeyhu fâni hakkında vârid olmuş; oruç
tutmayıphayatta iken fidye vermesi meşru kılınmıştır. Hattâ hasta veya yolcu
oruç tutmazlarsa başka günlerde tutmaları lâzım gelir. Başka günlere
yetişemezlerse kendilerine bir şey lâzım gelmez. Şayet yetişir de tutmazlarsa
yetiştikleri günler için fidye verilmesini vasiyet etmeleri lâzımdır. Ulemanın
söyledikleri budur. Bu sözün muktezası, Şeyhu fani olmayanların hayatta iken
oruçları için fidye vermeye hakkı olmamalarıdır. Çünkü bu bâbta delil yoktur,
Namaz da onun gibidir ki vechi şu olsa gerekir: O kimse imkân bulduğu zaman
namazını kaza etmeğe memurdur. Fidye veremez. Meğer ki ölerek kaza etmekten
âciz kaldığı tahakkuk etsin. Bu taktirde fidye verilmesini vasiyet eder. Şeyhu
fâni böyle değildir. Onun orucu edâ ve kaza etmekten aczi, ölmeden tahakkuk
etmiştir. Binaenaleyh sağlığında fidyesini verir. Ama namazdan aczi tahakkuk
etmiş değildir. Zira gücü yettiği şekilde velev ki başiyle îmâ ederek olsun
namazını kılar. Buna da gücü yetmezse kalan namazlar çoğalınca kendisinden
sâkıt olurlar. imkân bulduğu zaman kazaları lâzım gelmez. Nitekim hastanın
namazı bâbında gelecektir. Bu izahımızdan anlaşılır ki şârihin «oruç bunun
hilâfınadır» yani «onun için sağlığında fidye verebilir» sözü, Şeyhu fâniye
mahsustur.
Tertibi düşürecek
kadar çok olan kaza namazlarını çoluk çocuğun nafakası vesair ihtiyaçlar
sebebiyle geciktirmek câizdir. Her gün evvelâ çalışır sonra kılabildiği kadar
kaza kılar. Namazları bitinceye kadar bu şekilde hareket eder. Nâfile namazlara
gelince: Bu bâbta, Muzmirat'ta şöyle denilmiştir: «Geçmiş namazların kazasiyle
meşgul olmak nâfilelerden daha evlâ ve mühimdir. Bundan yalnız farz namazların
sünnetleriyle kuşluk ve tesbih namazları, bir de hakkında hadis rivayet edilen
namazlar müstesnadır» T. Hakkında hadis rivayet edilen namazlar tahiyye-i
mescid, ikindinin sünneti ve akşam namazından sonra altı rekat olarak kılınan
sünnettir.
Secde-i tilâvet,
namaz dışında geciktirilebilir. Namaz içinde ise hemen yapılması gerekir. Hılye'nin
secde-i tilâvet bahsinde Zâhidî şerhinden naklen şöyle denilmektedir: «Bu
secdeyi namazda derhal edâ gerekir. Ebû Yusuf'a göre namaz dışında da öyledir.
İmam Muhammed'e göre namaz dışında geciktirilebilir. Namaz, oruç, kefaret,
nezir-i mutlak, zekât, hac vesair vacipler hususunda ki hilâf da böyledir.
İmam-ı A'zam'dan iki rivâyet! vardır. Bazılar «Namazın kazası bilittifak
geciktirilebilir» demişlerse de esah olan bunun aksidir.» Vakit tayin edilerek
yapılan muayyen nezri ise muallak (yani vakte bağlı) olduğu taktirde vaktinde
yapmak vaciptir. Vakti geçince yapılırsa kaza olur. T.
«Ama Hulvanî onun
da acele olduğunu söylemiştir.» Bahır'da bundan sonra şöyle denilmiştir:
«Valvalci'nin oruç bahsinde bildirdiğine göre orucun kazası (hemen lâzım değil)
gecikme ile câizdir. Namazın kazası ise hemen tâzım gelir. Meğer ki bir özür
ola.» «Çünkü hitap ancak ilimle veya ilmin delili ile lâzım gelir.» Dar-ı
harpte müslüman olan kimseye namaz hükümlerini bir kişi ulaştırırsa imameyne
göre terkettiği namazları kaza etmesi gerekir. İmam-ı A'zam'dan nakledilen iki
rivayetin biri de budur. İmam Hasan'ın naklettiği diğer rivayete göre haberi
iki müslüman âdil erkek veya bir erkekle iki kadın ulaştırmadıkça koza etmesi
tâzını gelmez.
Adâlete gelince:
Mebsut'ta «imameyne göre adalet şarttır.» denilmiştir. Ebû Cafer'in
Garibü'r-Rivâye adlı eserindeki rivâyete göre imameyn adaleti şart
koşmamışlardır. Hattâ okimseye namazı, fâsık bir adam veya çocuk, yahut kadın
veya köle dahi haber verse namaz kılması lâzım gelir. Tatarhâniye.
İlmin delili: O
kimsenin islâm memleketinde bulunmasıdır. Çünkü farz olan şeyler orada şöhret
bulmuştur. Binaenaleyh orada müslüman olan bir kimsenin terkettiği namazları
kaza etmesi lâzımdır. Mürted (yani islâm dininden dönen) bir kimse mürtedliği
zamanında kalan namazlarını kaza etmediği gibi daha önce kıldıklarını da iade
etmez. Bundan yalnız hac müstesnadır. Zira Haccın vakti bütün ömürdür. Dinden
dönmekle hac bâtıl olduğundan, sonra müslüman olarak vaktine erişince
tekrarlanması lâzım gelir.
«Zira o kimse
irtidat etmekle aslî kâfir gibi olur.» Aslî kâfir olan bir kimse müslüman
olunca kâfir iken kılmadığı namazları kaza etmesi lâzım gelmez. Çünkü bize göre
kâfirler şeriatlarla muhatap değillerdir. (Onlar asıl îmanla muhataptırlar).
Nitekim Fethu'l - Kadîr'de beyan edilmiştir. Kâfire müslüman olduktan sonra
vaktine yetiştiği namazları kılmak vaciptir. Haccın vakti bâkîdir. Binaenaleyh
haccetmesi tâzım gelir. Nasıl ki hangi namaz vaktinde müslüman oldu ise o
vaktin namazını edâ etmesi gerekir. Mürted de öyledir.
METİN
Onun içindir ki
bir farzı edâ eder de arkasından dinden döner ve vakit içinde tövbe eder (yani
müslüman olur)se o farzı tekrar kılması lâzım gelir. Çünkü dinden dönmekle
bâtıl olmuştur. Allah-ü Teâlâ «Her kim îmana küfür ederse muhakkak ameli bâtıl
olur» buyurmuştur. Şâfiî «kâfir olarak ölürse» âyeti kerimesiyle istidlâl
ederek muhalefette bulunmuştur. Biz deriz ki: Bu âyet iki amel ve iki ceza
ifade eder. Cezaların biri amelin bâtıl olması, diğeri cehennemde ebedî
kalmaktır. Amelin bâtıl olması, dinden dönmekle, cehennemde ebedî kalmak ta,
mürted olarak ölmekledir. Bu bellenmelidir.
Fer'î Meseleler:
Bir çocuk yatsı namazından sonra bülûğa ererek fecir doğduktan sonra uyansa
yatsıyı kaza etmesi lâzım gelir. Bir kimse sağlamken terkettiği namazı
hastalığında teyemmüm ve îma ile kılsa sahih olur. Kıldığı sahih olursa onu
iade etmez. Kazaya kalan namazlar çok olursa «ilk kazaya kalan» yahut «son
kazaya kalan öğleye» diye niyet eder. İki ramazandan kalan oruçlara dahi böyle
niyet edilir. Esah olan kavil budur. Namazı kaza ettiğini başkasına bildirmemek
gerekir. Çünkü namazı geciktirmek günahtır. Onu meydana çıkarmamalıdır.
İZAH
İmam Şâfiî'ye
göre kılınan farzın tekrarı lâzım değildir. Şâfiî, «iade lâzım gelmez çünkü
âyette amelin bâtıl olması mürted olarak ölmeye bağlanmıştır» diyor. Bizim
cevabımızın hülâsası şudur: Teâlâ hazretlerinin, «Sizden her kim dininden döner
de kâfir olarak ölürse işte böylelerin amelleri dünyada ve âhirette bâtıl olur.
Ve böyleleri cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır» ayeti
kerimesinde iki amel zikredilmiştir. Bunların biri dinden dönmek, diğeri
ölünceye kadar mürtedlikte devam etmektir. Ayette iki de ceza zikredilmiştir.
Ve bunlar leffü neşir müretteb yolu ile amellere tevzi olunmuştur. Yani amellerin
batıl kılınması dinden dönmenin, cehennemde ebedîkalmak ta mürted olarak
ölmenin cezasıdır.
T E N B İ H:
Dinden dönmenin cezası dünya ve âhirette amellerin bâtıl olmasıdır. Bize göre
velev ki mürted olarak ölmesin. Bunun müktezası, o kimse müslüman olursa
evvelce kazandığı sevapların avdet etmemesidir. Aksi taktirde cevaplar
mürtedliğin ve mürted olarak ölmenin beraberce cezası olur. Nitekim Şâfiî
rahimellah böyle demektedir.
Bahır'da ve
Tatarhaniye'den naklen Nehir'in mürted bâbında tetimmeye nisbet olunarak şöyle
denilmiştir: «Mürted tevbe ederse ulemamızdan Ebû Ali ile Ebû Haşim
sevaplarının avdet edeceğini söylemişlerdir. Ebû Kasım el Ka'bî, «Avdet etmez»
demiştir.
Biz de diyoruz
ki: Bâtıl olan sevabı avdet etmez. Ama evvelce yaptığı taatı bundan sonraki
sevabına tesir ederek avdet eder.» Bundan sonraki sevabına tesir etmenin mânâsı
herhalde, «İslâma döndükten sonra Allah onun tâatına yeni bir sevap verir. Bu
sevap bâtıl olan sevap değildir demek olacaktır. Yahut sevap, tâatın sayılması
ve geçerli olması, ikinci defa yapılmasının istenmemesi mânâsınadır. Velev ki
biz onun bâtıl olduğuna hükmetmiş olalım. Çünkü bu, Allah'ın ihsan buyurduğu
bir fazilettir.
Şimdi şu kalır:
Acaba mürted tekrar müslüman olunca dinden dönmezden önceki günahları sâkıt olur
mu? Hâniye'den naklen yukarıda arzettiklerimize göre sâkıt olmaz. Muhakkık
ulemadan birçoklarının kavli de budur. Umumiyetle fukahaya göre ise sâkıt olur.
Nitekim bunu Kuhistani mürted bâbında açıklamıştır. Zâhir olan da budur. Çünkü
bir hadis-i şerifte, «İslâm kendinden öncekini keser» buyurulmuştur. Bu hadisin
umumi mürtedin müslümanlığına da şâmildir. Lâkin müslüman iken terkettiği
namazların kazası lâzım geldiği hususunda hilâf olmamak gerekir. Hilâf ancak
geciktirme günahın sükut edip etmeyeceğinde ve kul haklarından olan borcu
uzatma hususundadır. Tahkiki inşallah yerinde gelecektir.
Yatsı namazını
kıldıktan sonra uyku hâlinde bulûğa eren çocuk fecir doğduktan sonra uyanırsa
yatsıyı kaza eder. Çünkü onun kıldığı yatsı nâfile namazdır. Yatsının vakti
içinde bülûğa erince bu namaz kendisine farz olur. Zira uyku onun mükellef ve
muhatap olmasına mani değildir. Binaenaleyh muhtar olan kavle göre kaza etmesi
lâzım gelir. Onun için fecirden önce uyanırsa bilittifak o namazı tekrarlaması
icabeder. Nitekim namaz bahsinin başında Hülâsa'dan naklen arzetmiştik.
Zahîriyye'de şöyle deniliyor: «İmam Muhammed bin Hasan'dan rivâyet olunduğuna
göre kendisi ilk defa ihtilâm olduğunda İmam-ı A'zam'a gelerek «Geceleyin
yatsıyı kıldıktan sonra bulûğa eren çocuğa ne dersin? onu tekrar kılacak mı?»
diye sormuş. Hazreti İmam (evet) deyince İmam Muhammed hemen mescidin bir
köşesine giderek yatsıyı kaza etmiş. Bu onun, İmam-ı A'zam'dan öğrendiği ilk
mesele olmuş. İmam-ı A'zam onun, ilmiyle amel ettiğini görünce anlamış ve «Bu
çocuk işe yarar» demiş. Öyle de olmuştur.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«Bir kimse
sağlamken terkettiği namazı hastalığında teyemmüm ve îmâ ile kılsa sahih olur.»
Çünkü kendisi o namazı o vakitte kılmakla memurdur. Binaenaleyh gücü yettiği
şekilde kılması lâzım gelir. Ama özür yoksa kazaya kalan namazı kaldığı sıfatla
kılması icap eder. Onun için yolcu, evinde iken kalan dört rekatlı namazını
dört olarak kıldığı gibi mukim olan da seferde iken kalan namazını iki rekat
olarak kaza eder. Çünkü kaza edâya benzer. Yalnız zaruret dolayısiyle ondan
ayrılır. Kazaya kalan namazların çokluğuna misal: Perşembe, cuma ve cumartesi
günlerinin namazlarını kılamamaktır. Bunları kaza ederken mutlaka tayin
lâzımdır. Zira perşembenin sabah namazı cumanın sabah namazından başkadır. İşi
kolaylaştırmak isterse meselâ. «İlk kazaya kalan sabah namazına» diye niyet
eder. Çünkü onu kılınca ondan sonraki sabah namazı ilk kalan olur. Yahut son
kazaya kalan sabah namazına diye niyetlenir. Zira ondan önceki sabah namazı da
son olur. Tertibin aksine hareket etmek zarar etmez. Çünkü tertip, kazaya kalan
namazların çokluğu ile sâkıt olmuştur. Bazıları bir ramazanın günlerinde olduğu
gibi burada da tayin lâzım gelmediğini söylemişlerdir. Musannıf kitabın
sonundaki muhtelif meseleler bâbında Kenz'e tâbi olarak bunu tercih etmiştir.
Kuhistani dahi Münye'den naklen bu kavlin sahih olduğunu bildirmiştir. Lâkin
Eşbah sahibi bunu müşkil saymış «bu ulemamızdan Kâdıhan ve başkalarının
söylediklerine muhaliftir. Esah olan, tâyinin şart kılınmasıdır» demiştir.
Ben derim ki:
Keza Mülteka'da da bu kavil sahih bulunmuştur. Bu daha ihtiyattır.
Fethu'l-Kadîr sahibi kesin olarak buna kail olmuştur. Nitekim niyet bahsinde
arzetmiştik. Burada Dürer sahibi dahi bu kavle cezm etmiştir.
«iki ramazandan kalan
oruçlara da böyle niyet edilir.» Çünkü her ramazan ayı, kendi orucunun
sebebidir. Binaenaleyh iki günün öğle namazları gibi olur. Bir ramazandan kalan
iki gün böyle değildir. Onları kaza ederken birinci veya ikinci gün diye tayin
etmese de niyet sahihtir.
«Namazı kaza
ettiğini başkasına bildirmemek gerekir.» Ezan bâbında görmüştük ki kaza
namazını mescidde kılmak mekruhtur. Şârih onu burada olduğu gibi «namazı
geciktirmek günahtır. Binaenaleyh bunu meydana çıkarmamalı» diyerek ta'lil
etmişti. Bundan anlaşılıyor ki, mescidde olsun başka yerde olsun memnu olan,
başkasının bilmesidir. Nitekim, Mineh'te beyân edilmiştir.
Ben derim ki:
Zâhire göre buradaki «gerekir» sözü «vaciptir» mânâsınadır. Ve karahet-i
tahrîmidir. Çünkü günahı meydana çıkarmak günahtır. Bu bâbta Buhari ile
Müslim'in rivâyet ettikleri bir hadiste, «Ümmetimin her ferdi afvolunur. Yalnız
günahı âşikâre yapanlar müstesnâdır. Kişinin geceleyin bir iş yaparak -Allah
onu ört bas etmişken- sabahleyin «ben akşam şöyle yaptım» demesi, âşikâreciliktir.
Bu adam, Rabbi kendisini ört bas ederek yatmış; sabahleyin Allah'ın ört bas
ettiğini meydana çıkararak kalkmıştır» buyurulmuştur. Allah'u âlem.
METİN
Secde-i sehiv
terkibi sebebine izafet kabilindendir. Musannıfın bu bâbı kaza namazlarının
peşinden zikretmesi, bu da elden kaçırılan şeyleri ıslah için meşru
olduğundandır. Fukahâya göre unutmakla yanılmak ve şek aynı mânâya gelirler.
Zan. tercih edilen taraf; vehim ise tercih edilmeyen taraftır. Sehiv için bir
tarafa selâm verdikten sonra iki secde vaciptir. Selâmı yalnız sağ tarafına
verir, zira malûm olan budur. Esah olan kavle göre namazdan çıkmak bununla
hâsıl olur. Bunu Bahır sahibi Mücteba'dan nakletmiştir. Bu izaha göre bir kimse
iki tarafına selâm verirse kendisinden secde-i sehiv sâkıt olur. Selâm vermeden
secde ederse câiz fakat kerahet-i tenzihiye ile mekruh olur. İmam Malik'e göre,
secde noksandan dolayı ise, selâmdan önce; ziyadeden dolayı ise selâmdan sonra
yapılır. Ve kaf kafla, dal dal ile ölçülür.
İZAH
Secde-i sehiv
terkibi bir izafettir. Ve hükmü sebebine izafe etmek kabilindendir. İnaye'de
şöyle denilmiştir: «İzafetlerde asıl olan hükmü sebebine izafettir. Çünkü
izafet ihtisas içindir. Bunun en kuvvetlisi müsebbibin sebebine ihtisasıdır.»
Lâkin buna şöyle itiraz edilmiştir: «Secde hüküm değildir. O hükmün taallûk
ettiği şeydir. Burada hüküm vücûptur.» Bu itiraza da, «İbârede muzâf takdir
edilir. Yani secde-i sehivin vücûbu mânâsınadır» diye cevap verilmiştir.
«Elden kaçırılan
şeyler» den murad; vaciplerden yerinde yapılmayıp terk edilenlerdir. Nitekim
namazları kaza dahi vakti geçenleri sonradan kılmakla elden kaçırılanları ıslâh
için meşru olmuştur. Fukahaya göre yanılmak, unutmak ve şek aynı mânâya
gelirler. Ama şek'i bunlara katmak söz götürür. Bahır'da Tahrir'den naklen
şöyle denilmiştir: «Lügatta unutmakla yanılmak arasında fark yoktur. Unutmak
hâcet vaktinde bir şeyi hatırlayamamaktır.» Remlî diyor ki: «Cemiu'l-Cevâmi'de
beyan edildiğine göre yanılmak, bilinen şeyden gaflet etmektir ki, sahibi en
küçük bir tenbih ile kendine gelir. Unutmak ise bilinen şeyin yok olmasıdır.»
Hekimler yanılmayı, «Bir şeyin sureti hafızada kalmak şartiyle kuve-i
müdrikeden (anlayan kuvvetten) silinmektir» diye tarif etmiş; «unutmak ise bir
şeyin suretinin hem hâfızadan hem müdrikeden silinmesidir» demişlerdir ki, o
zaman o sureti elde etmek için yeni bir sebebe ihtiyaç hâsıl olur.
«Zan, tercih
edilen taraf, vehim ise tercih edilmeyen taraftır.» Bu sözün hâsılı şudur:
Hatıra gelen bir şey yakin (yani yüzdeyüz) derecesine varırsa ona ilim (bilgi)
denilir. İki tarafı müsâvi olursa şek adı verilir. Bir tarafı tercih edilirse
ona zan, tercih edilmeyen tarafa da vehim derler. Tercih fazla fakat kesinlik
derecesine varmazsa buna da galebe-i zan (kanaat getirme) denir.
Muhit'te Kudurî'den
naklen secde-i sehivin sünnet olduğu bildirilmiştir. Fakat zâhir rivayete göre
vaciptir. Bu, Hidâye ve diğer kitaplarda sahih kabul edilmiştir. Çünkü secde-i
sehiv namazda hâsıl olan bir noksanı tamamlamak için meşru olmuştur.
Binaenaleyh Hacdaki ceza kurbanları ki bu da vaciptir. Sahih hadislerde emir
edilmesi ve Peygamber (s.a.v.)'in devam buyurması da bunu gösterir. Ulemanın
sözlerinden anlaşıldığına göre secde-i sehiv yapmayan kimse hem vacibi hem de
secde-i sehvi terk ettiği için günahkâr olur. Bahır. Ama bu iddia söz götürür.
Belki sadecetamamlayıcıyı yani secde-i sehvi terk ettiği için günahkâr olur.
Çünkü yanılana günah yoktur. Evet, kasten terk ederse günaha gireceği
meydandadır. Bu günahın sevdeyi iade ile ortadan kalkması gerekir. Nehir.
Sehiv için bir
tarafa selâm verilmesi cumhur ulemanın kavlidir ki, Şeyh'ul-İslâm ile
Fahru'l-İslâm'da bunlar meyânındadır. Kâfi'de, «Doğrusu budur. Cumhur bunu
tercih etmişlerdir. Asıl'da İmam Muhammed de buna işâret etmiştir» denilmiştir.
Şu kadar varki Fahru'l-İslâm bu selâmın başını çevirmeden yüzünün olduğu tarafa
verilmesini tercih etmiştir. Bazıları iki selâm verileceğim söylemişlerdir.
Semsü'l - Eimme ile Fahru'I - İslâm'ın.kardeşi Sadru'l - İslâm bu kavli tercih
etmişlerdir. Hidâye, Zahîriye, Müfid ve Yenâbi' sahipleri bunu sahih
bulmuşlardır. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır'da «Bu kavli Bedâyi
sahibi ulemanın umumuna nisbet etmiştir. Şu halde cumhurdan nakledilen kaviller
birbirine zıddır» deniliyor
Hılye'de beyan
edildiğine göre Kerhi, Fahru'l-islâm, Şeyhu'l-islâm ve izah sahibi secde-i
sehiv için bir selâm verilmesini tercih etmişlerdir. Muhit sahibi bu kavlin en
doğru olduğunu. Kâfi sahibi ise doğru olduğunu söylemişlerdir. Fahru'l-İslâm
«Bu izaha göre bu selâmı verirken başını çevirmemek gerekir. Yani yüzünün
olduğu tarafa bir defa selâm verir. Bu kavli tercih edenlerden
Fahru'l-İslâm'dan başkalarına göre hassaten sağ tarafına bir defa selâm verir»
demiştir. Hâsılı, bir selâm verir diyenler, sağ tarafına vereceğini
söylemişlerdir. Yalnız Fahru'l-İslâm yüzünün baktığı tarafa vereceğine kâil
olmuştur. Hidâye şerhlerinde de Mirac, İnâye ve Fethu'l-Kadîr'de olduğu gibi bu
açıklanmıştır.
Bahır sahibinin
Mücteba'dan naklettiği ibare şöyledir: «İtimada şayan olan kavil Mücteba'nın
sahih gördüğüdür ki, o da yalnız sağ tarafına selâm vermesidir.» Bahır sahibi
ve ona uyarak Nehir sahibi ve başkaları bunun üçüncü bir kavil olduğunu
sanmışlardır. Buna sebep, ikinci kavli tercih edenlerin hepsinin «selâmı
yüzünün baktığı tarafa verir» demeleridir. Halbuki bildiğin gibi bunu yalnız
Fahru'l-İslâm söylemiştir. Şu halde bu sözü Müctebâ'ya nisbet etmeğe hâcet
yoktur ki «Müctebâ'nın sahih kabul etmesi cumhurun kavline uymuyor. Cumhurun
kavli daha çok sahih kabul edilmiş onun hakkında daha doğrudur denilmiştir»
şeklinde bir itiraz varid olabilsin!..
«Bu izâha göre
bir kimse iki tarafına selâm verirse kendisinden secde-i sehiv sâkıt olur.»
Bahır sahibi bu sözü dördüncü bir kavil olarak izah etmiştir. Nehir sahibi ise
bunun, «bir selâm verir» kavline göre yazılmış fer'î bir mesele olduğunu daha
uygun görmüştür. Kitabımızın Şârihi de ona uymuştur. Bunu şu da te'yid eder:
«Bir selâm verir» sözünü izah ederken ulema, «Birinci selâm iki şeye yarar.
Birincisi namazdan çıkmak ikincisi tahiyyedir. İkinci selâm ise yalınız
tahiyyeye yarar. (Yani kalan cemaatı selâmlamak içindir). Zira namazdan çıkmak
tekerrür etmez. Burada tahiyye mânâsı selâmdan ayrılır. Çünkü selâm ihramı
keser. Binaenaleyh ikinci selâm abes olur...» demişlerdir. Hılye sahibi bu sözü
Fahru'l-İslâm'a nisbet ettikten sonra şunları söylemiştir. «Ama bir kimse iki
selâm verirse ihramı kesmiş olur. Hatta ondan sonra secde-i sehiv yapmaz.
Nitekim Zâhire sahibi bunu Şeyhu'l-İslâm'dan nakletmiş, Kâfi sahibi ile
başkaları da bu yoldan gitmişlerdir.» Mirac'da şöyle deniliyor: «Şeyhu'l-İslâm,
«Bir kimse iki selâm verirse ondan sonra secde-i sehiv yapmaz; çünkü bu
konuşmak gibidir» demiştir.»
Ben derim ki: Bu
izaha göre ikinci selâmı terketmek vâcip olur. «Selâm vermeden secde ederse
caiz fakat kerahet-i tenzihiye ile mekruh olur.» Zâhir rivayet budur. Muhit'te
beyan edildiğine göre ulemamızdan, bunun kâfi gelmediği rivayet olunmuştur.
Secdeyi iade eder. Bahır. «Kaf kafIa, dal dal ile ölçülür» cümlesi buradaki
arapça ibareye göre söylenmiştir. İbarede «kable» ve «ba'de» sözleri vardır.
Kabl: önce; ba'de; sonra mânâsınadır. İmam Malik; «secde noksandan dolayı
yapılırsa selâmdan önce, ziyadeden dolayı ise selâmdan sonra yapılır» demiştir.
Buna bakarak şârih ediyor ki: Kable kelimesinin «kaf» ını noksan kelimesinin
«kaf» ı ile karşılaştıracak ve noksandan dolayı secde edeceksen selâmdan önce
yapacaksın. Keza ba'de kelimesinin «dal» ını da ziyâde kelimesinin «dal» ı ile
karşılaştıracaksın. Ve ziyadeden dolayı secde edeceksen selâmdan sonra
yapacaksın!. Bu suretle secde-i sehivi ne zaman selâmdan önce ne zaman sonra
yapacağını anlamış olacaksın (bu şöyle kısaltılabilir: Noksan = kabl, Ziyade =
ba'de).
METİN
Vakit elverişli
olursa teşehhüt ve selâm da vacip olur. Çünkü secde-i sehiv teşehhüt okumayı
kaldırır; ka'de (oturuş) kuvvetli olduğundan onu kaldıramaz. Namaz secdesi
böyle değildir. O hem teşehhüdü hem de ka' deyi kaldırır. Muhtar kavle göre
tilâvet secdesi de öyledir. Yine muhtar kavle göre son oturuşta Peygamber
(s.a.v.)'e salavât getirir ve dua okur. Bazıları ihtiyaten her iki oturuşta
okuyacağını söylemişlerdir. Sabah namazında iken güneş doğar yahut ikindiyi
kaza ederken güneşin rengi kızarırsa veya selâm verdikten sonra namaza binâ
etmeğe mânî bir hali zuhur ederse secde-i sehiv sâkıt olur. Fetih. Kınye'de
«Nâfile namazı yanıldığı farz üzerine binâ ederse secde etmez» denilmiştir.
İZAH
Vakit o namazı
kılmağa elverişli olursa teşehhüdü okumak ve selâm vermek vacip olur. Çünkü
secde-i sehiv teşehhüd okumayı kaldırır. Hattâ bir kimse iki sehiv secdesini
yaparak başını kaldırdığı gibi selâm verse namazı sahih olur. Ama vacibi terk
etmiş sayılır. Secde-i sehiv selâmı da kaldırır. İmdâd. Ka'de daha kuvvetli
olduğundan onu kaldıramaz. Zira o farzdır. Namaz secdesi ise ka'de ile
teşehhüdün ikisini de kaldırır. Zira o rükün olduğu için ikisinden de
kuvvetlidir. Ka'de, rükünleri tamamlamak için meşru olmuştur. İmdâd. Yahut
namaz secdesi aslî rükûn, ka'de zâid (fazladan) rükündür. Nitekim namazın
sıfatı bahsinde geçmişti. Yahut şöyle denilebilir: Ka'de ancak rükünlerin
sonunda olur ondan sonra namaz secdesi yapılırsa son olmaktan çıkar.
«Tilâvet secdesi
de öyledir.» Çünkü kırâatın eseridir. Kırâat ise rükündür. Binaenaleyh o da
secdeden sonra kıraat hükmüne geçer. Bahır. Secde etmezden önce vaciptir. Hattâ
secde etmeden selâm verse namazı sahihtir. Namaz secdesi böyle değildir. O her
cihetten aslî rükündür. Nitekim gelecektir. Söylediklerimiz içinde bunun
benzeri şudur: Bir kimse sure okumayı unutur da rükûda hatırlayarak döner
okursa farz hükmünü alır. Rükû hükümsüz kalır. Ve iadesi lâzım gelir.
T E N B İ H:
Tatarhaniye'de bildirildiğine göre son oturuşta teşehhüd unutulduğu vakit
dönerek onu okumak secde-i tilâvette olduğu gibi ka'deyi kaldırır. Nitekim bunu
Hulvâni ile Serahsî söylemişlerdir. İbn-i Fadl ise kaldırmadığını bildirmiştir.
Natıfî'nin Vakıat namındaki eserinde fetvânın buna göre olduğu beyan
edilmiştir.
«Namazı kaza
ederken güneşin rengi kızarırsa secde-i sehiv sâkıt olur.» Fetih, Bahır, Zâhire
ve başka kitaplarda böyle denilmiştir. Bunun mefhumu şudur; O kimse ikindiyi
edâ ederken güneşin rengi kızarsa secde-i sehiv sâkıt olmaz. Çünkü bu vakit o
namazı edâya elverişlidir. Böyle olunca onun secde-i sehivine de elverişli
olur. Kâmil vakitte vacip olan kaza namazı böyle değildir. Lâkin İmdâd'da
Diraye'den naklen açıklandığına göre kerahetten korunmak için kılınan namaz
kaza olsun edâ olsun selâmın akabinde güneşin kızarmasiyle secde-i sehiv sâkıt
olur. Bunun muktezasınca buradaki kaza lâfzı ihtirazî kayıt değildir. Kınye'nin
şu sözü de bunu tey'id eder: «Bir kimse ikindiyi kılarken secde-i sehiv
icabetse güneş de sararsa secde-i sehivi yapmaz.» Sonra bunu Bedayi'de gördüm.
Bedayi sahibi şöyle ta'lil yapmış: «Secde meydana gelen noksanı tamamlar. Ve
kaza yerine geçer. Bu namaz kâmil olarak vacip olmuştu. Binaenaleyh nâkısla
kaza edilemez.»
Namaza binâ
etmeğe mâni hal, kasden abdestini bozmak ve namaza ızd bir iş yapmak gibi
şeylerdir. İmdâd. Selâm verdikten sonra böyle bir hal meydana gelirse secde-i
sehiv sakıt olur. Çünkü secdeye dönmekle namazın hürmetine avdet etmiş olur.
Halbuki bunun sahih olmasının şartı, güneşin doğması veya ikindiyi kazada
renginin kızarması yahut namaza mâni halin zuhuruyla elden gitmiştir. Cuma ve
bayramlarda vaktin çıkması da bunun gibidir. Edâda ise namaza kerahetsiz olarak
başlanmışken mekruh vakte kalmasın diye sâkıttır.
Şimdi şu kalır.
Secde-i sehiv sâkıt olduktan sonra iade lâzım gelir mi gelmez mi? Zira evvelâ
edâ ettiği tamamlayıcısı bulunmaksızın nâkıs kılınmıştı. Burada gereken şudur
ki, kasten abdestini bozmak gibi kendi fiili ile sâkıt oldu ise iade lâzımdır.
Kendi fiili ile sâkıt olmadı ise iade lâzım değildir. Kınye'de «Nâfile namazı
yanıldığı farz üzerine binâ ederse secde etmez» denilmiştir. Ben derim ki;
Kınye'nin ibaresi Necmû'l - Eimme'nin remzi ile şu şekildedir: «Bir kimse iki
rekat nâfile namaz kılar da yanılır; sonra onun üzerine iki rekat binâ ederse
secde-i sehiv yapar. Farzın üzerine nâfile binâ ederse farzda yanıldığı
taktirde secde etmez.» Zâhire göre ikisinin arasında fark şudur: Nâfileyi
nâfile üzerine binâ etmek o namazı bir namaz yapar. Nâfileyi farz üzerine binâ
etmek böyle değildir. Onun için farz üzerine binâ mekruhtur. Çünkü nâfile
farzdan ayrı bir namazdır. Bir namazın secde-i sehivini bizzat maksûd olan
başka bir namazda yapmak mümkün değildir. Velev ki farzın tahrîmesi bâki olsun.
Bundan dolayı secde etmez. Yahut şöyle denir: O kimse nâfileyi kasten binâ
edince selâmı kasten yerinden geciktirmiş olur. Kasten yapılan bir işi secde-i
sehiv tâmamlayamaz. Belki burada iade lâzım gelir. İade vacip olunca farzda yanıldığı
için tâzım gelen secde-i sehiv de sâkıt olur. Zira namazı tekrarlayınca
yanıldığını da edâ etmiş olur. Secde-i sehiv, yapılamayan şeyi tamamlar ve iade
yerine geçer. İade vacip olunca secde sâkıt olur. Bu izaha göre aşağıda gelecek
olan «Dördüncü rekatta oturur da sonra kalkarak secdesiyle bir rekat kılarsa
birrekat daha ilâve ederek rekat sayısını altıya çıkarır. Bu suretle kıldığı
son iki rekat onun için nâfile olur» ifadesiyle itiraz varit olamaz. Çünkü bu
nâfile maksud değildir. Ve sanki başka bir namaz değilmiş gibidir. Bir de bu
adam farzın selâmını kasten geciktirmemiştir. Binaenaleyh ona iade vacip
değildir. Onun için secde-i sehiv lâzımdır. Benim anladığım budur. Allah'u
âlem.
METİN
Secde-i sehiv,
namazın sıfatı bâbında geçen, vaciplerden birini yanılarak bırakmakla vacip
olur. Kasden terk edilenlerde secde yoktur. Yalnız dört yerde olduğu söylenir.
Bunlar, ilk oturuşun ve oturduğunda Peygamber (s.a.v.)'e salavatın terk
edilmesi, kasden düşünceye dalarak bunun kendisini bir rükünden meşgul etmesi
ve ilk rekatın secdesini namazın sonuna geciktirmesi halleridir. Nehir.
Yanılmak tekerrür etse de secde-i sehiv tekerrür etmez. Çünkü onun tekrarı
meşru olmamıştır. Vacibin terkine misal, vacip olan kıraattan evvel rükua
gitmektir. Zira kıraatın önce okunması vaciptir.
İZAH
Vaciplerden
murad, namazın aslî vacipleridir. Yoksa her vacip değildir. Zira surelerin
tertibini terk etmekle bir şey lâzım gelmez. Halbuki tertip de vaciptir. Bahır.
Buna şöyle itiraz olunur. Tilâvet secdesini yerinden geciktirirse secde-i sehiv
icabeder. Nitekim Hülâsa sahibi muhalifine itimat edilmiyeceğini kesin bir
ifade ile beyan ederek bunu söylemiştir. Valvalciye'de dahi bu kavil sahih
kabul edilmiştir. İtiraza şöyle cevap verilebilir: Yukarıda geçtiği vecihle bu
secde kıraatın eseri olduğu için onun hükmünü almıştır. Musannıf (vacip)
kelimesiyle (sübhâneke) ve eûzü besmele gibi sünnetlerle farzdan ihtiraz
etmiştir. Şarih, «Yalnız dört yerde olduğu söylenir» demekle bu sözün zaif
olduğuna işaret etmiş burada Nuru'l-izah sahibine tâbi olmuştur. Nuru'l-İzah
sahibi bu secdeye secde-i sehiv denilmesi hususunda meşhur bu secdeye özür
secdesi adını vermiş olsunlar. Bu sözü Allâme Kâsım reddetmiş ve «Bunun
rivayette bir aslı bilinmediği gibi dirayet'te de bir vechi yoktur» demiştir.
Hılye'de kasten düşünceye dalmak meselesinde secde-i sehiv lâzım gelmesine
cevap verilmiş, «Bu secdenin vacip olması kasten düşünceye dalmaktan bir
vacibin terki lâzım geldiği içindir ki, o da rüknün geciktirilmesi yahut
vacibin üst taraftakinden geri bırakılmasıdır. Zira bu da bir nevi yanılmadır.
Binaenaleyh secde kasten bir vacibi terkten dolayı değildir» denilmiştir.
«İlk rekatın
secdesini namazın sonuna bırakması ilh...» ifadesinden anlaşılan, bu kaydın
buna kâil olanlarca bilittifak kabul edilmiş olmasıdır. Aksi taktirde birinci
rekat ile diğerleri arasında fark yapmak tahakküm olur. Kezâ secdeyi namazın
sonuna bırakmasının da bir vechi görülemiyor; çünkü secdeyi ikinci rekata
geciktirirse hükmün yine bu olacağı anlaşılmaktadır. T.
Namazda yanılmak tekerrür
etse de secde-i sehiv tekerrür etmez. Hattâ bir kimse yanılarak namazın bütün
vaciplerini terk etse yalnız iki secdeden ibaret olan secde-i sehivi yapması
lâzım gelir. Bahır. Zira secde-i sehivin tekrarı meşru olmamıştır. Yalnız
ileride geleceği vecihle mesbuk secde-ı sehivde imamına tâbi olur. Sonra imama
yetişemediği yerleri kazaya kalktığında yanılırsayine secde eder. Şu halde
secde-i sehiv tekerrür ediyor demektir? Bu suale Bedayi sahibi cevap vermiş;
«Mesbûk kaza ettiği rekatlarda yalnız kılan gibidir. Onun kıldığı hükmen iki
namaz sayılır. Velev ki tahrîmesi bir olsun» demiştir. Tamamı Bahır'dadır.
«Zira kıraatın
evvel okunması vaciptir.» Yani kıraatın vacip miktarını öne almak vaciptir.
Yoksa farz miktarını rükûdan önce yapmak farzdır. O secde-i sehiv ile
tamamlanmaz. Meselenin tahkiki şudur: Mutlak surette rükûu kıraattan önce
yapmak secde-i sehiv yapmayı gerektirir. Lâkin rüku eder de sonra kalkarak
kıraatı okursa rükûu tekrar yaptığı taktirde namazı sahih olur. Aksi taktirde
sahih olmaz, bozulur. Hiç okumadan rükû ederse cevap bellidir. Fakat fâtihayı
okuyarak rükû eder de sureyi terkettiğini hatırlayarak onu da okur ve rükûu
tekrarlamazsa ikinci kıraatı birinciye katılır. Okuduklarının hepsi farz yerine
geçer. Rükû terk edilmiş olur. Ve onu tekrarlanmazsa namazı bozulur. Evet,
fatiha ye sureyi okur da sonra başka bir sure okumak için dönerse rükûu
hükümsüz kalmaz. Nitekim bunu Hılye sahibi Zâhidî'den ve başkalarından
nakletmiştir. Böylece anlaşılır ki, kıraatı hiç okumadan yahut vacip miktarını
okumazdan önce rükû ederse secde-i sehiv lâzım gelir. Ama rükûu tekrarlamazsa
namaz bozulacağı için secde-i sehiv sâkıt olur. Rükûu tekrarlarsa namazı sahih
olur, Ve secde-i sehiv yapar. şu izaha göre şârihin başkalarına uyarak namazın
vacipleri bâbında kıraatla rükû arasında tertibi vacip sayması, yanılarak
yaptığının tekrarına bakmayarak mücerret takdim - te'hire göredir. Hidaye
şarihleri ile diğerlerinin, «Rukûu kıraattan evvel yaparsa namazı bozulur»
sözleri ise yanılarak yaptığı ile iktifa ederek o fiili tekrarlamadığına
göredir. Binaenaleyh sözlerinin arasında çelişki yoktur.
METİN
Sonra kıraatı
terketmek ancak secde ile tahakkuk eder. Terkettiğini velev rükudan
doğrulduktan sonra hatırlasın kıraatı okumak için kıyama döner. Sonra rükûu
tekrarlar. Şu kadar var ki fatihayı okumadığını hatırladığı vakit sûreyi de
tekrarlar. Teşehhüt üzerine bir rükün miktarı ziyade etmek suretiyle üçüncü
rekata kalkmayı geciktirmek, gizli okunacak yerde imamın âşikâre okuması ve
esah kavle göre her namaz kılanın bunun aksini yapması dahi vacibin terkine
misaldir. Bazıları teşehhüt üzerine bir harf ziyade etmekle secde-i sehiv lâzım
geleceğini söylemişlerdir. Zeyleî' de secdenin, «Allahümme salli alâ Muhammed»
demekle vacip olacağı bildirilmiştir. Esah kavle göre gizli ve aşikâr okumanın
ikisinde de miktar, namaz caiz olacak kadar olmalıdır.
İZAH
«Sonra rükûu
tekrarlar» çünkü dönüp kıraatı okuyunca kıraat farz olur. Bir rekatta bir
ayetin farz, fazlasının vacip ve sünnet olması buna aykırı düşmez, Çünkü bunun
mânâsı, «farzın en az miktarı bir ayettir» demektir. Bu farzın fatiha ile
birlikte bir sure sayılması icabeder. Surenin, mufassal surelerin uzunlarından
veya ortalarından yahut kısalarından olması sünnettir. Hattâ bütün Kur'ânı
okusa farz yerine geçer. Nasıl ki, bir tesbih miktarı rükû farzdır. Üç tesbih
miktarı uzatmak ise sünnettir. Nitekim Münye şârihi bunu tahkik etmiştir. Biz
bunu kıraat faslında arzetmiştik. Hâsılı: Okuduğu kıraat rükûdan önce okuduğuna
katılır. O rükû hükümsüz kalır. Tekrarlaması lâzım gelir. Tekrarlamazsa namazı
bozulur. Hattâ Münye şerhinde beyan edildiğine göre bir kimse kıraat için ayağa
kalkar da sonra hatırlayarak secde eder, ve kıraatı okumaz, rükûu tekrarlamazsa
bazılarına göre namaz bozulur. Çünkü kıraat için kalkıp doğrulunca rükûu
hükümsüz kalır. Velev ki bazıları bozulmaz demiş olsunlar.
Bütün bu
söylenenler kunutu rükû'da hatırlamasının hilâfınadır. Sahih kavle göre onu
iade etmez. Döner de tekrarlarsa rükûu hükümsüz kalmaz. Secde-i sehiv lâzım
gelir. Zira kunut tekrar edildiği zaman farz değil, vacip olur. Nitekim Münye
şerhinde beyan edilmiştir. Fakat başka bir sure okumak için dönerse yukarıda
beyan ettiğimiz gibi rükû hükümsüz kalmaz. Çünkü bu rükû tam bir kıraattan
sonra ve yerinde yapılmıştır. Kıraata dönmesi meşru değildir. Nasıl ki kunuta
döndüğünde de öyledir hattâ ondan evlâdır. Allah'u âlem.
Fatihayı
okumadığını hatırladığı vakit sureyi de okumaması, kıraatın tertip üzere olması
içindir. Üçüncü rekata kalkmayı geciktirme meselesi, secde-i sehivin vacip
olması salâvat getirmeye mahsus olmadığına işaret içindir. O, vacibi terkten
dolayı yapılır ki, bu vacip, teşehhütten sonra fasıla vermeksizin hemen ayağa
kalmaktır. Hattâ susmuş olsa secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Nitekim bunu
namaza giriş faslında arzetmiştik.
Makdisî diyor ki:
«Nitekim burada veya rükûda Kur'an okusa secde-i sehiv yapması lâzım gelir.
Halbuki Kur'ân Allah'ın kelamıdır. Ve nitekim teşehhüdü kıyam halinde okusa
yine secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Halbuki teşehhüd Allah'ı tevhidden
ibarettir.» Menâkıb'da bildirildiğine göre İmam-ı A'zam rahmetullahı aleyh
rüyasında Peygamber (s.a.v.)'i görmüş. Efendimiz ona; «Sen bana salâvat getiren
bir kimseye nasıl secde-i sehiv vaciptir diyebildin?» demiş. Hazreti imam,
«Çünkü o sana yanlışlıkla salâvat getirdi» cevabını vermiş. Ve Rasûlüllah
(s.a.v.) bu cevabı beğenmiş. Zeyleî'de secdenin. Allahümme salli alâ Muhammed»
demekle vacip olacağı bildirilmiştir. Musannıf buna, «metinin namaza şuru'»
faslında kesinlikle kâil olmuş ve «mezhep budur» demişti. Bahır sahibi dahi.
Hülâsa ve Hâniye'ye uyarak bu kavli tercih etmişti. Zâhire bakılırsa musannıfın
buradaki bir rükün sözü ile oradaki sözü birbirine aykırı değildir.
Evvelce
arzetmişti ki, Kadı imama göre «Ve atâ âli Muhammed» demedikçe secde-i sehiv
lâzım gelmez. El'münyetü's-sağîr şerhinde ekser ulemanın kavlinin bu olduğu
bildirilmiştir. Esah olan da budur. Hayreddin Remlî, «şahih kabul edilen kavil
muhteliftir. Kadı imam'ın kavlini tercih gerekir» demiştir. Tatarhaniye'de
Hâvi'den naklen «imameynin kavline göre «hamîdün mecîd» cümlesine varmadıkça
secde-i sehiv vacip olmaz» denilmiştir.
«Gizli okunacak
yerde imamın âşikâre okuması ve esah kavle göre her namaz kılanın bunun aksini
yapması dahi vacibin terkine misaldir.» Bu ibare tersine çevrilmiştir. Doğrusu,
«gizli okunacak yerde her namaz kılanın âşikâre okuması; imam olanın bunun
aksini yapması vacibin terkine misaldir» şeklinde olacaktır. H. Bedâyi ve Dürer
sahiplerinin sahih kabul ettikleri, Fethü'l - Kadîr sahibi ile Münye şârihinin
Bahır, Nehir ve Hılye sahiplerinin Hidâye Zeyleî ve diğerlerine muhalif olarak
meylettikleri kavil budur. Hidâye sahibi ile arkadaşları, «âşikâre ve gizli
okumak imamamahsus olarak vaciptir. Yalnız kılana vacip değildir» demişlerdir.
Hâsılı: Âşikâre okunan namazlarda yalnız kılan kimseye âşikâre okumak
bilittifak vacip değildir. Hilâf yalnız gizli okunan namazlarda gizli okumanın
vacip olmasındadır. Zâhir rivayete göre vacip değildir. Nitekim Tatarhaniye'de
Muhit'ten naklen açıklanmıştır. Kezâ Zâhire'de Nihâye ve Kifâye, İnâye ve Miracü'd-
Diraye gibi Hidâye şerhlerinde dahi beyan edilmiştir. Bu zevat, gizli okunacak
yerde âşikâre okursa, o kimseye secde-i sehiv vacip olmasının Nevâdir'in
rivayeti olduğunu söylemişlerdir. Zâhir rivayete göre yalnız kılan bir kimse
gizli okunacak yerde âşikâre okursa secde-i sehiv lâzım değildir. O yalnız
imama vaciptir.
«Esah kavle göre
gizli ve âşikâre okumanın ikisinde de miktar, namaz caiz olacak kadar
olmalıdır.» Bu kavli Hidâye, Fetih, Tebyin ve Münye sahipleri sahihlemişlerdir.
Çünkü âşikâre ve gizli okumanın az miktarından korunmak mümkün değildir.
Çoğundan korunmak mümkündür. Namaz sahih olacak miktar çoktur. Şu kadar varki
bu İmam-ı A'zam'a göre bir ayet, imameyne göre üç ayettir. Hidaye.
METİN
Bazıları -ki
murad Kâdıhan'dır- «âşikâre ve gizli okumakla mutlak surette yani az olsun çok
olsun secde-i sehiv vacip olur» demişlerdir ki zâhir rivayet de bu kavildir.
Hulvani de buna itimat etmiştir. Secde-i sehiv yalnız kılana vacip olduğu gibi
imamı secde ederse onun yanılması sebebiyle cemaata da vaciptir. Çünkü imama
tâbi olmak vaciptir. Cemaat olanın yanılmasiyle asla vacip olmaz.
İZAH
Kâdıhan, «Âşikâre
ve gizli okumak sebebiyle az olsun çok olsun secde-ı sehiv lâzım gelir»
demiştir. Yani bir kelime dahi ziyade veya noksan yapsa secde lâzım gelir.
Kuhistâni diyor ki: «Bundan hatıra gelen, secdenin gizli okunacağını unutarak
kasten âşikâre okumasıdır. Gizli okumak lâzım geldiğini bilir de kelimeyi acık
teleffuz etmek için âşikâre okursa bir şey lâzım gelmez.» Zâhir rivayete göre
az olsun çok olsun âşikâre ve gizli okumak sebebiyle secde-i sehiv vacip olur.
Bu hususta Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Fetva sahiplerinin, sözüne
güvenilir zevatın naklettikleri zâhir rivayetten ayrılmamak gerekir.» Musannıf
Mineh adlı eserinde bu söze şunları ilâve etmiştir: «Biz ancak Hidâye'ye tâbi
olarak birinci kavli tercih ettik. Ben birçok kâmil zevata şaşıyorum! Nasıl
oluyor da mezhep sahibinin nassan sözü mesabesindeki zâhir rivayeti bırakıp ta
şaz rivayet derecesinde olanı tercih ediyorlar!.»
Ben derim ki:
Hidâye sahibi, Zeyleî ve Kemâl b. Hümâm gibi kâmil zevata zâhir rivayetten
ayrıldılar diye şaşılmaz. Çünkü zâhir rivayette güçlük vardır. Onlar öteki
rivayeti ümmete kolaylık olsun diye sahih kabul etmişlerdir. Bunun nice
benzerleri vardır. Onun için Kuhistanî, «Secde-i sehiv bir kelimeyi gizli
okumakla vacip olur. Lâkin bunda şiddet vardır» demiştir. Münye şerhinde de
şöyle denilmektedir: Sahih olan kavil zâhir rivayettir ki, o da fark
gözetmeksizin caiz olacak miktarla takdir etmektir. Çünkü gizli okunacak yerde
azıcık âşikâre okumak ta afvedilmiştir. Sahihayndaki Ebû Katâde hadisinde,
«Peygamberimiz (s.a.v.) öğle namazının ilk iki rekatında fatiha ile iki sure;
son iki rekatında yalnız fatihayı okurdu. Bazan ayeti bize de işittirirdi»
buyurulmuştur. Bundan açıkça anlaşılıyor ki. Hidâye'de sahihlenen kavil, aynı
zamanda zâhir rivayettir. Bu sabit ise söz yoktur. sabit değilse sahihlemenin
vechi bizim söylediğimizdir. Bunu sahihayn hadisiyle de te'yid ederiz. Namazın
vacipleri bahsinde Münye şerhinden naklen arzetmiştik ki: Dirâyete (yani
delile) rivayet de, uygun düşerse delilden ayrılmamak gerekir.
TETİMME: Ulemanın
bildirdiklerine göre bir kimse yanlışlıkla dua ve senalardan -velev ki teşehhüt
olsun- bir şeyi âşikâre okursa secde-i sehiv yapması icabetmez. Hılye'de şöyle
denilmiştir: «Teşehhütte buna kail olmak teemmülden hâli değildir.» Bahır
sahibi de onu tasdik etmiştir. Biz kıraat faslında âşikâre okumanın hududunu
bildirmiştik. Oraya müracaat edebilirsin!.
İmam yanılır da
secde-i sehiv yaparsa cemaatın onunla birlikte secde etmeleri vacip olur. Şayet
konuşmak, kasten abdestini bozmak ve mescitten çıkmak gibi bir sebeple imamdan
secde-i sehiv sâkıt olursa cemaattan da sâkıt olur. Bahır. Zâhire göre secde
kastî fiil ile sükût ederse imama olduğu gibi cemaata da iade vacip olur. Zira
özür bulunmadığı halde noksan takrir etmiştir. Tamamlayıcı da yoktur.
«Cemaat olanın
yanılmasiyle asla secde vacip olmaz.» Bazıları buradaki «asla» kelimesinin bir
faidesi olmadığını, bunun yalnız «vacip olmadığını te'kid»'e yaradığını
söylemişlerdir. Zira cümlenin mânâsı şöyledir: Selâmdan önce ona secde-i sehiv
lâzım gelmez. Çünkü yaparsa imamına muhalefet lâzım gelir.Selamdan sonra da
lâzım gelmez. Zira imamın selâm vermesiyle o da namazdan çıkar. Çünkü bu selâm,
üzerinde secde-i sehiv bulunmayan kimsenin kasten verdiği bir selâmdır. Nitekim
Bahır'da böyle denilmiştir. Lâkin Nehir sahibi şöyle demiştir: Bir mu'teriz
şöyle diyebilir «İmamın selâmiyle cemaatın da namazdan çıktığını biz teslim
etmiyoruz. Yukarıda secde-i sehiv icap etmeyen hakkında hilâf olduğunu
görmüştük. Şu halde üzerinde secde-i sehiv borcu olan kimse nasıl namazdan
çıkmış sayılır? O zaman bu tamamlayıcıyı yapması mümkündür.»
Ben derim ki:
Şârih, abdesti bozan şeyler bâbında, «Bir kimse imam konuştuktan veya kasten
selâm verdikten sonra kahkaha ile gülse esah kavle göre abdesti bozulur»
demişti. Biz de orada bu kavlin Fetih ve Hâniye'de sahih kabul edildiğini,
Hülâsa'da ise buna muhalif olarak bozulmaz diyen kavlin sahihlendiğini
söylemiştik. Şüphesizki abdestin bozulması imamının selâmı veya konuşmasıyle
namazdan çıkmış sayılmadığına göredir. Buradaki ise Hülâsa'da sahih olarak
kabul edilen kavle göredir. Onun için Mirâc'da meselenin ta'lili yapıldıktan
sonra, «İmamın selâmiyle namazdan çıkar» denilmiştir. Ama bunda teemmül
edilecek cihet vardır. Bilâkis evlâ olan İbn Ömer'in Peygamber (s.a.v.)'den
rivayet ettiği, «İmamın arkasında olana secde-i sehiv yoktur» hadisiyle amel
etmektir.
T E N B İ H :
Nehir'de, «Sonra ulemanın sözlerinin muktezası o namazı iade etmektir. Çünkü
tamamlamak imkânı olmaksızın kerahet sabit olmuştur» deniliyor.
METİN
Mesbûk mutlak
surette imamla birlikte secde eder. Yanılmanın imama uymazdan evvel veya
sonraolması farketmez. Sonra imama yetişemediği yeri kaza eder. Bu esnada yanılırsa
tekrar secde-i sehiv yapar. Lâhik de öyledir. Yalnız o namazının sonunda secde
eder. İmamiyle beraber secde ederse o secdeyi tekrarlar. Misafir imama uyan
mukim, mesbuk gibidir. Lâhik gibi olduğunu söyleyenler de vardır.
İZAH
Mesbuk'u, «imamla
birlikte secde eder» diye kayıtlaması, selâmda imamına tâbi olmadığı içindir. O
imamla birlikte secde eder; teşehhüt okur. İmam selâm verince kalkarak
yetişemediği yerleri kaza eder. Şayet selâm verirse kasten verdiği taktirde
namazı bozulur. Kasten vermezse bozulmaz. İmamdan önce veya onunla beraber
yanılarak selâm verirse secde-i sehiv yapması tâzım gelmez. Fakat imamdan sonra
selâm verirse secde lâzımdır. Çünkü o zaman yalnız sayılır. Bahır. «Birlikte»
sözünden, musannıf beraberliği kastetmiştir ki, vuku itibariyle bu nadirdir.
Nitekim Münye şerhinde bildirilmiştir. Yine orada beyan olunduğuna göre selâm
vermek icabediyor zanniyle selâm verse kasten selâm sayılacağından o namazın
üzerine binâ etmeğe mâni olur.
«Yanılmanın imama
uymazdan evvel veya sonra olması farketmez» ifadesi imama iki secdeden birinde
uyduğu hale de şâmildir. Bahır sahibi diyor ki: «O kimse imama ikinci secdede
tâbi olur. Birinciyi kaza dahi etmez. Nitekim imam her iki secdeyi yaptıktan
sonra ona uymuş olsa bu secdeleri kaza etmez.»
«Sonra imama
yetişemediği yeri kaza eder.» Secdede imama tâbi olmaz da yetişemediği yerleri
kazaya kalkarsa istihsânen namazının sonunda secde eder. Çünkü tahrîme birdir.
Ve kıldığı bir namaz gibi olur. Bunu Bahır sahibi ve başkaları söylemişlerdir.
«Bu esnada
yanılırsa tekrar secde-i sehiv yapar.» Yani imam namazdan çıktıktan sonra kaza
ettiği kısımda yanılırsa ikinci defa secde-i sehiv yapar. Zira bu kısımda o
yalnızdır. Yalnız kılan kimse yanılınca secde-i sehiv yapar. İmam secde-i sehiv
yaptığı vakit mesbuk onunla secde etmez. Sonra kendisi de yanılırsa iki
yanılmadan dolayı bir defa (iki secdeden ibaret olan) secde-i sehiv kâfidir.
Çünkü secde-i sehiv tekrar edilmez. Tamamı Münye şerhindedir. «Lâhik de
öyledir» yani imamı yanılınca ona da secde-i sehiv vacip olur. Zira lâhik bütün
namazında imama uymuştur. Buna delil de, «kendisine kıraat lâzım gelmemesi»
dir. Binaenaleyh kaza ettiği kısımda secde-i sehiv de lâzım gelmez. Bahır.
«Yalnız o namazın
sonunda secde eder» yani evvelâ yetişemediği yerleri kaza eder; ve namazının
sonunda secde-i sehiv'ini yapar. Zira imama uyduğu yerde onun gibi kılmak
hususunda kendisine tâbi olmayı üzerine almıştır. Bir de imama bütün namazda
uymuştur. Binaenaleyh bütün namazda imam nasıl kılarsa o şekilde ona tâbi olur.
İmam rekatları sırasınca kılmış; namazının sonunda secde-i sehiv yapmıştır.
Lâhik de öyle yapar. Mesbuk ise imama uymakla imamın namazı miktarınca ona tâbi
olmayı iltizam etmiştir. İmama o kadarcık yetişmiştir. Ve o miktar tâbi olur.
Sonra yalnız kılar. Bahır.
«İmamiyle
birlikte secde ederse o secdeyi tekrarlar.» Çünkü yerinde yapılmamıştır. Ama
namazıbozulmaz. Çünkü yalnız iki secde ziyade etmiştir. Üç rekatta mesbuk, bir
rekatta lâhik olur da imamı secde-i sehiv yaparsa, o kimse kıraatsız bir rekat
kaza eder. Zira lâhiktir. Teşehhüdü okuyarak secde-i sehiv yapar. Çünkü burası
imamının secde yeridir. Sonra kıraatla bir rekat kılarak oturur. Zira bu, onun
ikinci rekatıdır. Aksine olursa üçüncü rekattan sonra secde-i sehiv yapar.
Muhit'de böyle denilmiştir. Bahır.
«Misafir imama
uyan mukim, mesbuk gibidir.» Bahır'da beyan olunduğuna göre misafire uyan
mukim, imama secde-i sehivde tâbi olma hususunda mesbuk gibidir. Sonra namazını
tamamlamakla meşgul olur. Ama namazını tamamlamasına kalkar da yanılırsa
Kerhî'nin beyanına göre lâhik gibidir. Secde-i sehiv yapması lâzım gelmez. Buna
delil «kendisine kıraat lâzım gelmemesi»dir. İmam Muhammed'in Asıl nâm eserinde
ise secde-i sehiv yapması lâzım geleceği bildirilmiştir. Bedâyi sahibi bu kavli
sahihlemiştir. Çünkü o kimse imama ancak onun namazı miktarınca uymuştur.
İmamın namazı bitince yalnız kılan hükmüne geçer. Namazını tamamlarken
okumaması, kıraat ilk iki rekatta farz olduğu içindir. O rekatlarda imam
okumuştur. Nehir sahibi, «Bundan anlaşılırki, o kimse yalnız kıraat hakkında
lâhik gibidir» diyor. Ben derim ki: Mesbuk ve lâhik meselelerinin geri kalan
kısımları istihlâf bâbından az önce geçmiştir.
METİN
Bir kimse farzın
-velev ameli farz olsun- ilk oturuşunu yanlışlıkla terk eder de sonra
hatırlarsa ona döner. Ve teşehhüdü yapar. Esah kavle göre secde-i sehiv de icap
etmez. Zâhir mezhebe göre dönüş, kalkıp doğrulmadıkça yapılır. Esah olan budur.
Fetih. Nâfilede ise kalktığı rekatı secde ile kayıtlamadıkça ka'deye döner.
Aksi taktirde (yani kalkarak doğrulursa) geri dönmez. Çünkü kıyam farzı ile
meşguldür. Artık ka'de vacibini terkettiği için secde-i sehiv yapar. Bundan
sonra ka'deye dönerse farz olmayan bir şey için farzı terkettiğinden namazı
bozulur.. Zeyleî bu kavli sahihlemiştir. Bazıları, «Namazı bozulmaz; isâet etmiş
olur. Ve vacibi terkettiği için secde-i sehiv yapar» demişlerdir. Bu kavil daha
uygundur. Nitekim Kemâl onu tahkik etmiştir. Bahır'da, «Hak olan budur»
denilmiştir.
İZAH
Ameli farz, vitir
gibidir. Böyle bir namazda tamamen doğrulduktan sonra geri dönmez. İmameynin
kavline göre döner. Çünkü vitir onlara göre nâfilelerdendir. T. Farz namazda
kalkıp iyice doğrulmadıkça ka'deye dönmesi vacip olur.
«Esah kavle göre
secde-i sehiv de icap etmez.» Yani iyice doğrulmayıp kad'eye daha yakın ise
döndüğünde secde-ı sehiv lâzım gelmez. Esah kavil budur. Ekser ulema bu kavli
tercih etmişlerdir. Valvalciye sahibi secdenin vacip olduğunu ihtiyar etmiştir.
Ama kıyama daha yakın doğrulursa secde-i sehiv lâzım gelir. Nitekim Nuru'l -
İzah ile şerhinde bu meselede hilâf zikredilmeden naklolunmuştur, Fetih'de
bunun kâfi'deki, «vücûdun alt kısmı doğrulur da sırtı eğilmiş olursa o kimse
kıyama daha yakındır. Doğrulmamışsa oturuşa daha yakındır» ifadesiyle
ölçülmesinin doğru olacağı bildirilmiştir.
Sonra bilmelisin
ki, îmâ ile kılan hasta hakkında kıraat hali kıyamın yerini tutar. Hattâ hasta
ilk teşehhüt halinde iken bunu kıyam hali sanarak kıraatı okur da sonra
hatırlarsa teşehhüde dönmez. Nitekim Bahır'da Valvalciye'den naklen beyan
olunmuştur.
«Zâhir mezhebe
göre dönüş, kalkış doğrulmadıkça yapılır.» Bu kavlin mukabili Hidâye'nin
naklettiği, «ka'deye daha yakın ise döner ve esah kavle göre kendisine secde-i
sehiv lâzım gelmez. Kıyama daha yakın ise dönmez. Ve secde-i sehiv lâzım gelir»
sözüdür. Bu kavil imam Ebû Yusuf'tan rivayet olunmuştur. Buhâra ulemasiyle Kenz
ve benzeri metinlerin sahipleri bunu tercih etmişlerdir. Nuru'l-İzah sahibi
Mevahibu'r-Rahman ile Şerhi Burhan'a uyarak musannıfın yaptığı gibi birinci
kavli tercih etmiş, «çünkü Ebû Dâvud'un rivayet ettiği bir hadiste Peygamber
(s.a.v.) açıkça, "İmam iki rekat kılınca ayağa kalkarsa iyice doğrulmadan
hatırladığı taktirde hemen otursun. İyice doğrulursa oturmasın. İki sehiv
secdesi yapsın!" buyurmuştur» demiştir.
Ben derim ki:
Lâkin Hılye'de, «Bu hadis bu bâbta nasdır. Ve tayin üzere bununla amel tâzım
geldiğini ifade eder. Ama sübûtunda söz edilmiş olmasa idi! Zira senesinde şia
ulemasından Cabir'u-Cu'fi vardır. Bu zatı cerh edenlerin sayısı sîka kabul
edenlerden çoktur. Onun hakkında imam Ebû Hanîfe, «Ben bu adamdan daha yalancı
kimse görmedim.» demiştir. Şu halde üstadımız Takrib nam eserinde, «Bu adam
zaif bir râfizîdir.» dedi ise çok görülmemelidir. Onun hadisinden hüccet olmaz»
denilmiştir.
«Nâfile de ise
kalktığı rekatı secde ile kayıtlamadıkça ka'deye döner.» Mirâc ve Sirâc
sahipleri kesinlikle buna kail olmuşlardır. İbn-i Vehban bu kavli şöyle ta'lil
etmiştir. Nafilenin her çift rekatı ayrı bir namazdır. Bahusus «nâfilenin ilk
oturuşu farzdır» diyen İmam Muhammed'in kavline göre bu açıktır. Binaenaleyh ilk
oturuş son oturuş gibidir. Son oturuşta kalksa bile oturur. Muhit'de bu hususta
hilâf nakledilmiştir. Keza Timurtâşî şerhinde bazılarının «döner»; bazılarının
«dönmez» dedikleri beyan olunmuştur. Hülâsa'da «Öğle namazından önceki dört
rekat nâfile gibidir. İmam Muhammed'e göre vitir namazı da öyledir»
denilmiştir. Tamamı Nehir'dedir. Lâkin Tatarhaniye'de Attabiye'den naklen.
«Bazıları nâfile namazda kalktığı rekatı secde ile kayıtlamadıkça geri döner»
demişlerdir. «Sahih olan dönmemesidir» denilmiş; İmdâd sahibi bunu tasdik
etmiş; fakat metin sahibi ona muhalefette bulunmuştur.
«Bazıları namazı
bozulmaz; ama isaet etmiş olur. Ve vacibi terk ettiği için secde-i sehiv yapar»
demişlerdir. İsaet etmekten murad günaha girmiş olmasıdır. Nitekim Fetih'de
beyan edilmiştir. Ka'deye dönen imam ise, muhalefeti tahkik ettirmek için
cemaat onunla birlikte dönmez. Ve derhal ayağa kalkması lâzım gelir. Bunu
Kınye'den naklen Münye şarihi kaydetmiştir. şarih, «Vacibi terkettiği için»
diyeceğine, «farzı (yani kıyamı) geciktirdiği» yahut «vacip olan oturuşu terk
ettiği için secde eder» dese daha iyi olurdu. T.
«Nitekim Kemâl
onu tahkik etmiştir.» Kemâl'in tahkiki şöyle hülâsa edilir: Ka'deye dönmek
helâl değilse de namazın sıhhatine halel de vermez. Zira bir rekattan az olan ziyadenin
namazı bozmadığı malûmdur. Az yukarıda arzettiğimiz Münye şarihinin sözü de
bunu takviye eder. Çünkü mezkûrsöz kadeye dönmekle namazın bozulmadığını ifade
eder. Bahır sahibi dahi bunu Mirâc'ın Müçtebâ'dan naklettiği şu sözle teyit
etmiştir: «Doğrulduktan sonra yanılarak ka'deye dönerse bazılarına göre
teşehhüt yapar. Çünkü kıyamı bozmuştur. Sahih olan kavle göre teşehhüt yapmaz.
Belki kalkar ve emir olunmayan bu oturuşla kıyamı bozulmuş olmaz. Nasıl ki
başka bir sure okumak için rükûu bozmakla rükû bozulmuş olmaz.» Bu hususta
Nehir'de inceleme yapılmıştır. Oraya müracaat edebilirsin!.
«Bahır'da, «Hak
olan budur» denilmiştir. Galiba bunun vechi yukarıda Fetih'te naklettiğimiz
yahut Mübtegâ'daki şu ifade olacaktır «Namaz bozulur demek: hatadır. Çünkü bu
terketmek değil, tehirdir. Nitekim sureyi yanılarak terkeder de rükua giderse
rükuu hükümsüz bırakır ve kıyama döner; kıraatı okur. Ve nasıl ki kunutu
unutarak rükua giderse dönüp kunutu okuduğu taktirde esah kavle göre namazı
bozulmaz.» Lâkin Bahır sahibi bu hususta farkı göstererek inceleme yapmıştır.
Fark şudur: O kimse dönerek sureyi okursa bu farz olur. Ve farzdan farza dönmüş
sayılır. Kunutta da öyledir. Zira kunutun Kur'ân olmak şüphesi vardır. Yahut
bir farza dönmüştür ki o da kıyamdır. Çünkü uzun tuttuğu her farz, farz yerine
geçer. Nehir sahibi ile Makdisî şarihi bunu kabul etmişlerdir.
Ben derim ki: Bu,
söz götürür. Zira Kur'an olup neshedildiği söylenen kunut hususî duadır ve
sünnettir. Onu okumak şart değildir. Bazan başkasını da okuyabilir. Kıyamdan
ibaret olan farza dönmesi kabul edilemez. Belki o kimse rükûdan doğrularak
yapılan kıyama dönmüştür. Buna delil; kunut için dönmesiyle rükûun hükümsüz
kalmamasıdır. Binaenaleyh burada farzın terki değil, te'hiri vardır. Bu tıpkı
meselemizdeki oturuşa dönmesi gibidir. Evet kıraata dönmesi hakkındaki
incelemesini teslim ederiz. Allah'u âlem.
METİN
Bu, imama uymayan
hakkındadır. İmama uyan ise behemehal döner. Velev ki üçüncü rekatı
kaçıracağından korksun. Çünkü oturmak ona mutabaat (imama tâbi olma) hükmü
gereğince farzdır. Sirâc. Bunun zâhiri şunu gösterir ki, dönmezse namaz bâtıl
olur. Bahır. Ben derim ki: Bu söz götürür. Zâhire göre imama tâbi olmak farz
namazda farz, vacip namazda vaciptir. Nehir. Bizim buna dair geniş bir
risalemiz vardır. Ona müracaat edebilirsin!.
Son oturuşun
bütününü veya bir kısmını yanlışlıkla terk ederse o rekatı secde ile
kayıtlamadıkça geri döner. Çünkü bir rekattan az olan namaz terketmeğe
elverişlidir. Oturuşu geciktirdiği için secde-i sehiv yapar. Her iki oturuşun teşehhüt
miktarı olması kâfidir. O rekatı ister kasten veya unutarak; ister hata ve
yanlışlıkla olsun secde ile kayıtlarsa imam Muhammed'e göre alnını yerden
kaldırmakla farzı nâfileye döner. Bununla fetva verilir. Çünkü bir şeyin tamamı
sonu iledir.
İZAH
«Bu imama uymayan
hakkındadır.» Yani buraya kadar zikredilen kıyamdan sonra ka'deye dönmek ve
dönerse namazın bozulması hakkındaki hilâf ancak imam veya yalnız başına kılan
hakkındadır. İmama uyan kimse kadeyi yanlışlıkla terkederek ayağa kalkar da
imam oturursa geri dönmesilâzım gelir. Zira o kimsenin imamından evvel kalkması
muteber değildir. Onun geri dönmesinde farzı hükümsüz bırakmak yoktur. Belki
Münye şerhinde Kınye'den naklen şöyle denilmiştir: «İmama uyan kimse ilk
oturuşta teşehhüt okumayı unutur da ayağa kalktıktan sonra hatırlarsa dönerek
teşehhüdü okuması icab eder. İmam ve yalnız kılan bunun hilâfınadır. Çünkü bu
adamın imamını takip etmesi lâzımdır. İmama ilk oturuşta yetişip de onunla
birlikte oturan ve teşehhüde başlamadan imamı ayağa kalkan mesbuk nasıl
imamının teşehhüdüne tâbi olarak teşehhüt okursa bu da öyledir.»
«Bunun zâhiri»
yani Sirâc sahibinin «oturuş farzdır» diye ta'lilde bulunması ve keza Kınye'nin
beyan ettiğimiz ta'lili şunu gösterir ki, dönmezse namaz batıl olur. Şârih «İmama
tâbi olmak (yani onun yaptığını yapmak) farz namazda farz, vacip namazda
vaciptir» demiş; sünnetlerde ona tâbi olmanın hükmünü bildirmemiştir. Zâhire
bakılırsa tâbi olmak sünnetlerde de sünnettir. Çünkü namazda yapılması istenen,
sünnetlerde ekseriyetle, imam, yalnız kılan ve cemaat olan müsavidir. Şârihin,
«Farz namazda farzdır» sözünün mânâsı o farzı imam yaptıktan sonra da olsa ifa
eder demektir. «İmamdan önce yapar» demek değildir. Maksat farzın bir cüzünde
ortaklık değildir. T.
Ben derim ki:
Şârihin Nehir sahibine uyarak uygun gördüğü bu şekle göre o kimse imamla
beraber farz olan kıyama giriştikten sonra teşehhüdü okumağa dönmesi müşkil
kalır. Ben şârihin risalesini görmedim. Lâkin biz namazın vacipleri bâbının
sonunda imama tâbi olmak ve onu takip hakkında bir parça söz etmiştik. İnşallah
o kâfidir.
«Son oturuş»
tabirinden musannıf farz olan oturuşu yahut namazın sonundaki oturuşu
kastetmiştir ki, sabah namazı gibi namazlara da şâmildir. Bunu Bahır sahibi
söylemiştir. Oturuşun bir kısmından murad; teşehhüt miktarından daha az hafifçe
oturmaktır. Döndüğünde ilk oturuşu hesaba katılır. Hattâ her iki oturuş
teşehhüt miktarı olur da sonra konuşursa namazı caizdir. Bahır.
«O rekatı secde
ile kayıtlamadıkça geri döner» demekle musannıf o rekat için rükusuz secde
etmekten ihtirazda bulunmuştur. O zaman geri döner. Çünkü bu secdeye itibar
yoktur. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Bunun muktezası o rekatta mutlaka
kıraatı okumuş olmasıdır. Hülâsa' da ise bunun hilâfı bildirilmiştir. Onun için
Bahır sahibi, «Nâfile namazda kıraatsız bir rekat sahih değildir. Binaenaleyh
bir rekattan az ziyade etmiştir. Bu ise namazı bozmaz» diyerek meseleyi müşkil
görmüştür. Nehir sahibi diyor ki: «Ancak bu adam imama uyan gibi rekatı
kıraatsız tamamlamayı ahdetmiştir. «Rükusuz rekat böyle değildir» diyerek fark
gösterilirse o başka!».
«Oturuşu
geciktirdiği için secde-i sehiv yapar.» Şârih burada ka'deye daha yakın iken mi
yoksa kıyama daha yakın iken mi secde edeceğini belirtmemiştir. Ka'deye yakın
iken döndüğünde secde-i sehiv lâzım gelmemesi icabederdi. Sa'diye savaşında
şöyle denilmiştir: «Aralarında fark yapmak mümkündür. Şöyle ki: Oturuşa yakın
olan kimseye oturan hükmü vermek mümkün ise de o kimse hakikaten oturmuş
değildir. Binaenaleyh ikinci oturuşta yanıldığı taktirde hakikat tarafı itibara
alınır (yanı oturan hükmü verilmez.) Ve farzla vacibin arasında fark olduğunu
göstermek için birinci oturuşta yanıldığında oturan hükmü verilir.» Nehir.
Şârihin, «İmam Muhammed'e göre» sözübütün metne raci gibi gözüküyor. Bu taktirde,
«Farzı nâfileye döner» diyen imam Muhammed oluyor. Halbuki öyle değildir. Çünkü
farz batıl olmuştur. İmam Muhammed'e göre farz batıl oldu mu asıl da batıl
olur. Şu halde «İmam Muhammed'e göre» sözü alettayin «alnını yerden
kaldırmakla» ifadesine racidir. Ve metinde asıl namazın batıl olmaması
hususunda Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusuf'un kavlini; secdenin ancak başını
yerden kaldırmakla tamam olduğu hususunda İmam Muhammed'in kavlini tercih etmiş
demektir. Bu izaha göre namaza altıncı rekatı eklemek yalnız şeyhayn'ın kavline
göredir. Nitekim Hılye ve Bedâyi'de beyan olunmuş; illet olarak İmam Muhammed'e
göre tahrimenin batıl olması gösterilmiştir. Şârihin ifadesindeki müphemlik
musannıfın ifadesinde dahi mevcuttur. En güzeli Kenz'in ibaresidir ki; «Başını kaldırmakla
farzı batıl olup namaz nâfileye inkılâb eder» demiştir.
«Çünkü bir şeyin
tamamı sonu iledir.» Yani başını kaldırmak secdenin sonunda olur. Zira bir şey
ancak zıddı ile son bulur. Onun için imamından önce secde eder de imamı
kendisine secdede yetişirse caizdir. Başını yere koymakla secde caiz olur
denilemezdi. Çünkü imamdan önce edâ ettiği her rükün caiz değildir. Bahır.
METİN
Secdeden başını
kaldırmadan abdesti bozulsa abdest alarak namazına binâ eder. İmam Ebû Yusuf
buna muhaliftir. «Oh ne iyi! Namaz bozulmuş, abdestin bozulması onu ıslah
etmiş!» demiştir. Muteber olan imamdır. Hattâ imam döner de cemaat onu bilmeden
secde ederlerse kasten secde etmedikçe namazları bozulmaz. Burada şöyle bir
lügaz yapılır: Hangi namaz kılandır o kimse ki son oturuşu terk ederek beşinci
rekatı secde ile kayıtladığı halde farzı bozulmaz? Dilerse ikindi ve sabah
namazında bile olsa altıncı rekatı ilâve eder, Çünkü kerahet ve tamamlamak
kasten yapmaya mahsustur.
İZAH
Secdeden başını
kaldırmadan abdesti bozulup tekrar abdest aldıktan sonra o namazın üzerine binâ
etmesi secdenin alnını yere koymakla mı yoksa yerden kaldırmakla mı tamam
olacağı hususundaki hilâfın semeresidir. Çünkü abdest bozulunca secde batıl
olmuş ve sanki o adam hiç secde.etmemiştir. Onun için abdest alarak namazına
devam eder ve farzını tamamlar. İmdâd. İmam Muhammed'in bu babtaki kavli Ebû
Yusuf'a arzedilince; «Oh ne iyi! Namaz bozulmuş; abdestin bozulması onu ıslah
etmiş!» demiştir ki, bu sözü kızdığı ve şaştığı için söylemiştir. Münye şerhi.
«Namaz bozulmuş» sözü, bozulmağa yaklaşmış mânâsınadır. Yahut Ebû Yusuf ona
kendi mezhebine göre bozulmuş adını vermiştir. Kalktıkları rekatın secdesine
varmadan olsun secdeden sonra olsun muteber olan imamdır. T.
«Kasten secde
etmedikçe namazları bozulmaz.» Çünkü imam ka'deye dönünce rükûu hükümsüz kalır.
Binaenaleyh ona tâbi olarak cemaatın rükuları da hükümsüz kalır. Zira onların
rukûu imamın rükûuna bağlıdır. Yalnız cemaatın fazla olarak bir secdeleri
vardır. Bu ise namazı bozmaz. Bunu Muhit'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Ama bu, imam rükû edip de döndüğüne göredir. Rükûdan önce döner de cemaat rükû
ve secde yaparlarsa namaz bozulur. Çünkü görünüşe göre bir rekat ziyade
etmişlerdir. Fetih'de, «İmam ayağa kalkarsa cemaat ona tâbi olmazlar; dönerse onlar
teşehhüdü tekrarlamazlar» denilmiştir. T.
Şârihin «kasten
secde etmedikçe» diye kayıtlaması Müçtebâ'da: «imam secdeden önce ka'deye döner
de cemaat olan kimse kasten secde ederse namaz bozulur. Yanılarak secde etmesi
ihtilâflıdır. İhtiyat olan tekrarlamaktır» denildiği içindir. Bahır.
Ben derim ki:
Yukarıda geçen «imamın rükûu hükümsüz kalınca cemaatın rükûu da hükümsüz kalır»
şeklindeki ta'lilin gerektirdiği, kastla başka hal arasında fark bulunmamaktır.
TETİMME: Yine
şârihin, «Muteber olan imamdır» sözü üzerine Bahır'da Hâniye'den nakledilen şu
fer'î meselede ibtinâ eder. Cemaat olan kimse beşinci rekatı secde ile
kayıtlamadan teşehhüdü okur ve selâm verir de sonra imam secdeye varırsa
hepsinin namazları bozulur.
«İkindi ve sabah
namazında bile olsa altıncı rekatı ilâve eder» ifadesi, altıncıdan murad fazla
rekat olduğuna göre söylenmiştir. Yoksa bu ilâve rekatla sabah namazının rekat
sayısı dört olur. Şârih bunu Sirâc ile Kâdıhan'ın sözlerini mübalağa ile
reddetmiş olmak için söylemiştir. Sirâc ikindiyi Kâdıhan ise sabah namazını
istisna etmişlerdir. Çünkü onlardan sonra nâfile kılmak mekruhtur. Bahır sahibi
her ikisine itirazda bulunmuş ve «Aşağıdaki meselede dördüncü rekatta oturur da
beşinci rekatı secde ile kayıtlarsa mekruh vakitlerde bile olsa altıncı rekatı
ilâve eder. Aralarında fark yoktur» demiştir. Nehir sahibi dahi itirazla,
«Oturmayarak farzı batıl olursa ikindide nasıl altıncı rekatı ilâve etmez;
ondan evvel nâfile kılmakla kerahet yoktur!» demiş; sonra, «Bunu, ikindiyi
kıldıktan sonra başka bir ikindiyi veya öğleyi kaza ederken şekline hamletmek
mümkündür» diye cevap vermiştir.
TENBİH: Şârih
sabah ve ikindiyi söylemiş fakat akşam namazını açıklamamıştır. Halbuki
Kuhistani onu da açıklamıştır. Mezkur açıklama gereğince akşam namazında dördüncüye
beşinci bir rekat daha ilâve eder. Lâkin Hılye'de ona beşinci rekatın ilâve
edilemeyeceği kaydedilmiştir. Çünkü ulema akşam namazından evvel nâfile
kılmanın mekruh olduğunu ve nâfile namazın mutlak surette tek rekatla
bitirilmesinin kerahatini açıklamışlardır.
Ben derim ki:
Bunun muktezası dördüncü rekatta secde edince hemen selâm vermek ve
oturmamaktır. Tâ ki akşam namazından önce nâfile namaz kılmış olmasın. Şârihin
işaret ettiği şekilde de cevap verilebilir. Ve, «Kerahet maksut olan nâfileye mahsustur.
O halde selâm vererek namazı kesmeğe bir zaruret yoktur» denilir. Akşam
namazına beşinci rekatı ilâve edememesi açıktır ve tek rekatla nâfile kılmış
olmasın diyedir. En iyisi şarihin yaptığı gibi akşam namazını anmamaktır. Sonra
İmdâd'da gördüm ki «Akşam namazı sükûtu geçilmiş; çünkü o dört rekat olmuştur;
ona ilâve yapılamaz» demiş.
Musannıfın
«dilerse» demesi, ilâvenin vacip olmadığına işarettir. İlâve menduptur. Nitekim
Mebsut'a tâbi olarak Kâfi'de böyle denilmiştir. Asıl nâm eserde vacip olduğunu
anlatan sözler vardır. Ama menduptur demek daha münasiptir. Nitekim Bahır'da
böyledir.
«Çünkü kerahet ve
tamamlamak kasten yapmaya mahsustur» ifadesi bir mukadder sualin cevabıdır.
Sual şudur: İkindi ve sabah namazlarından sonra nâfile kılmak mekruhtur. Sair
namazlardan sonra mekruh değilse de başlayınca tamamlanması vaciptir. Şu halde
sen nasıl velev ki ikindi ve sabah namazından sonra olsun diyebildin? Ve o
kimsenin muhayyer olduğunu, dilerse bir rekat ilâve edebileceğini; dilemezse
etmeyeceğini söyledin? Cevap : O kimse bu nâfileye kasten başlamamıştır. Senin
söylediğin kerahet ve tamamlamanın vacip oluşu kasten nâfile kılmaya mahsustur.
Lâkin burada rekat ilâvesi evlânın hilâfıdır. Nitekim bunu ifade eden sözler
gelecektir.
METİN
Esah kavle göre secde-i
sehiv yapmaz. Zira bozulmaktan ileri gelen noksan tamamlanmaz. Meselâ dördüncü
rekatta teşehhüt miktarı oturur da sonra kalkarsa dönerek selâm verir. Ayakta
selâm vermesi de sahihtir. Sonra esah olan, cemaatın imamı beklemeleridir. Geri
dönerse ona tâbi olurlar. Beşinci rekatın secdesine giderse selâm verirler.
Çünkü onun farzı tamam olmuştur. Zira selâmdan başka bir vazifesi kalmamıştır.
İmam beşinci rekata altıncıyı da ilâve eder. Velev ki ikindide olsun. Akşam
namazında beşinci rekatı, sabah namazında dördüncüyü ilâve eder. Bununla fetva
verilir. Tâ ki o iki rekat kendisi için nâfile namaz olsun. Burada ilâve daha
kuvvetlidir. Ama namazı bozarsa mes'uliyet yoktur. Mutemet olan kavle göre o
namazı kerahet vaktinde tamamlamasında beis yoktûr. Her iki surette secde-i
sehiv yapar. Çünkü birincide selâmı geciktirmekle, ikincide ise terketmekle
farzı noksan olmuştur.
İZAH
«Zira bozulmaktan
ileri gelen noksan tamamlanmaz» ifadesinden murad «son oturuşu terketmekle
hasıl olan noksan, secde-i sehivle tamamlanmaz» demektir. Bu namaz farz olarak
bozuldu ise de nâfile olarak sahihtir. Nâfilede yanılarak ka'deyi terk eden
kimseye secde-i sehiv vacip olur. Bu cihete bakarak «neden burada secde-i sehiv
vacip olmadı?» dersen ben de derim ki: O kimse ka'deyi terkederken namaz henüz
nâfile değildi. Nâfile olması ancak o rekatı secde ile kayıtladıktan ve bir
rekat daha ilâve ettikten sonra tahakkuk etti. Binaenaleyh nâfile oluşu
ârızidir. T. «Meselâ: Dördüncü rekatta ilh...» üç rekatlı namazın üçüncü
rekatında yahut iki rekatlı namazın ikinci rekatında oturup sonra secde etmeden
kalkarsa hüküm yine budur. Yani dönerek selâm verir. H. Zira yukarıda geçtiği
vecihle bir rekattan aşağısı hükümsüz bırakmaya mahaldir. Burada teşehhüdü
tekrarlayamayacağına işaret vardır. Bahır'da bu açıklanmıştır. İmdâd sahibi
şöyle demektedir: «Oturarak selâm vermek için geri dönmek sünnettir. Zira
selâmın sünneti, otururken vermektir. Ayakta selâm vermek mutlaka, namazda
özürsüz meşru değildir. Binaenaleyh onu meşru şekilde verir. Ayakta selâm
verirse namazı bozulmaz ama sünneti terk etmiş olur.»
«Sonra esah olan
cemaatın imamı beklemeleridir.» Çünkü bid'atta imama tâbi olmak caiz değildir.
Bazıları imam dönsün dönmesin cemaatın mutlak surette ona tâbi olmaları lâzım
geldiğini söylemişlerdir. «Geri dönerse» yani beşinci rekatın secdesine
varmadan dönerse selâm vermekiçin cemaat kendisine tâbi olurlar. «Çünkü onun
farzı tamam olmuştur. Selâmdan başka bir vazifesi kalmamıştır.» Şarih bu sözü
ile farzının tamam olmasından murad, bozulmamış olduğuna işaret etmiştir. Yoksa
o kimsenin namazı nâkıstır. Nitekim az sonra «birincide selâmı geciktirmekle,
ikincide ise terketmekle farzı noksan olmuştur» diyecektir, Bahır'da buna
işaret edilmiştir. H. İmamın beşinci rekata altıncıyı ilâve etmesi en makbul
kavle göre menduptur. Bazıları vacip olduğunu söylemişlerdir. Bunu Bahır'dan
Halebî nakletmiştir.
«Velev ki
ikindide olsun» sözü rekat ilâvesinin meşru olması hususunda mekruh vakitlerle
başka vakitler arasında fark olmadığına işarettir. Zira yukarıda görüldüğü
vecihle o vakitlerde nâfile kılmak ancak kasten kılınırsa mekruhtur. Kast yoksa
kerahet de yoktur. Sahih olan kavil bâtıl dur. Zeyleî. Fetva bunun üzerinedir.
Müçtebâ. Bu söz aynı zamanda ikindide mekruh olmadığı gibi sabah namazında da
mekruh olmadığına işarettir, Onun için Fetih'te ikisi eşit sayılmıştır. Zeyleî
Buna muhaliftir. Tecnis'te «fetva, rekat ilavesinde kerahet bulunmaması
hususunda ikisi arasında fark yoktur diye verilmiştir» denilmiştir.
«Burada ilave
daha kuvvetlidir.» Çünkü farzı tamam olmuştur. Secde-i sehiv yapmayarak bu iki
rekatı bozsa vacibi terketmesi lâzım gelir. Kıyamdan oturarak secde-i sehiv
yapsa bu secdeyi sünnet vecihle yapmamış olur. Binaenaleyh altınca rekatı ilâve
etmesi mutlaka lâzımdır. İki rekatı tamamlayınca oturur ve secde-i sehiv yapar.
birinci mesele bunun hilâfınadır. Zira orada farz sıfatı kalmamıştır ki
noksanını gidermeğe muhtaç olsun. Bu cümle Dürer'den alınmıştır.
«O namazı kerahet
vaktinde tamamlamasında beis yoktur.» Yani ikindi ve sabah gibi mekruh vakitte
rekat ilavesi yaparsa bazılarına göre mekruh işlemiş olur. Fakat sahih kabul
edilen mutemet kavle göre bunda bir beis yoktur. Bahır'da, «Bu, terk edilmesi
evlâdır manâsına gelir. Zahirine bakılırsa bunun vücubunu veya müstehap
olduğunu söyleyen yoktur» denilmiştir. Şöyle denilebilir: Mekruh vakit, içinde
namaz kılmakta beis vardır zannı verdiği için ulema bunda beis olmadığını
söylemişlerdir. Yoksa terki evlâ olduğu için değildir. Bilâkis evlâ olan terki
değil fiilidir. Buna delil ulemanın şu sözleridir: Bir kimse nâfileye niyet
ederek bir rekat kılsa do arkasından fecir doğsa evlâ olan o nâfileyi
tamamlamasıdır. Çünkü o kimse fecir doğduktan sonra kasten nâfile kılmış
değildir. Ancak şöyle bir fark yapılabilir: Burada nâfileye başlamak maksuttur.
Binaenaleyh onun hürmeti vardır. Meselemizdeki bunun gibi değildir. Lakin buna
da şöyle itiraz edilebilir: Burada tamamlamamaktan vacip olan secdeyi terk
yahut sünnet vecihle. yapılmamak lâzım gelir. Bu izaha göre birinci meseledeki
mekruh vakitlerde rekat ilâvesi evlânın hilâfına olur. Çünkü o vakitlerde
secde-i sehiv yoktur. Nitekim geçmişti «Her iki surette secde-i sehiv yapar.
Yani beşinci rekatın secdesini yapsın yapmasın secde-i sehiv lâzımdır.» Çünkü
birincide selâmı geciktirmekle, ikincide ise ona mahsus olan selâmı terketmekle
farzı noksan olmuştur. Farzın kendisine mahsus selâmı, farz olan oturuşla selâm
arasında namaz bulunmamaktır. Burada ise altı rekatta selâm vermesi her ne
kadar kendisini bütün namazdan çıkarırsa da o namaza mahsus olan selâm elinden
gitmiştir. H.
METİN
Bu iki rekat
farzdan sonraki müretteb sünnetin yerini tutmaz. Esah olan budur. Çünkü o iki
rekata devam ancak yeni tahrîme ile idi. O kimseye biri bu iki rekatta uyarsa
onları da kılar. Bozarsa onları kaza eder. Bununla fetve verilir. Nihâye.
Nâfile namazda yanılarak ilk oturuşu terk ederse secde-i sehiv yapar Ve
istihsanen namaz bozulmaz. Çünkü nâfile namaz iki rekat meşru olduğu gibi dört
rekatta meşru olmuştur. Evvelce arzetmiştik ki, üçüncü rekatın secdesine
varmadıkça geri döner. Bazıları dönmez demişlerdir. Bir kimse farz veya nâfile
iki rekat namaz kılar da bunlarda yanılırsa selâm verdikten sonra secde-ı sehiv
yaparak o namazın üzerine iki rekat binâ etmek istediği taktirde bunu yapamaz.
Yani zaruret yokken secdesi bâtıl olmasın diye binâ etmesi kerahet-i tahrîmiye
İle mekruh olur.
Bu mesele aynen
nâfileler babında geçmiştir. İbn-i Âbidin orada bundan söz etti. İsteyen
müracaat edebilirler.
İZAH
Musannıf birinci
meselede nâfileye dönen namazın hükmünü söylememiştir. Acaba bu namaz öğlenin
ilk sünnetinin yerini tutar mı? Bazı zevat «evet tutar» demişlerdir. Buna
meselenin buradaki ta'lili ile itirazı edenler olmuştur. Ama itiraz söz
götürür. Çünkü evvelce geçen de namaza başlayış yeni bir tahrîme ile idi. Olsa
olsa kasten başladığı vasfı nâfileye inkılâb etmişti. Buradaki iki rekat öyle
değildir. Zira bunlara kasten başlamamış; yeni bir tahrîme de yapmamıştır.
Nâfileler babında geçmişti ki, bir kimse iki rekat teheccüt namazı kıldıktan
sonra bunların fecir doğduktan sonra kılındığı anlaşılırsa sahih kavle göre
sabah namazının sünneti yerine kâfidir. Ama dört rekat kılar da sonra bunlardan
ikisinin fecir doğduktan sonra kılındığı anlaşılırsa iş değişir. Çünkü bu iki
rekat yeni tahrîme ile kılınmış değildir.
«O kimseye biri
bu iki rekatta uyarsa onları da kılar» yani dört rekatta oturup da sonra
beşinci rekata kalkan ve altıncıyı ilâve eden kimseye bir başkası uyarsa dört
rekatla birlikte bu iki rekatı da kılar. Daha doğrusu bu iki rekatla birlikte
dört rekatı da kılar demeli idi. Çünkü iki rekatı kılacağı ittifaken sabittir.
İmam Ebû Yusuf'a göre bu adam yalnız iki rekat kılacaktır. Çünkü nâfileye
intikal etmekle farzın ihramı kesilmiştir. İmam Muhammed'e göre altı rekat
kılacaktır. Esah olan da budur. Zira tahrime kesilmiş olsa o kimse yeni bir
tekbire muhtaç olur ve bütün rekatlara başlamış sayılır. Bunu Halebi kısaltarak
Bahır'dan nakletmiştir.
«Bozarsa onları
kaza eder.» Yani cemaat olan kimse o iki rekatı bozarsa yalnız onları kaza
eder. Çünkü kendisi bu iki rekat nâfileye kasten başlamıştır. Binaenaleyh
ödemesi lâzım gelir. İmam bunun hilâfınadır. Zira o yanılarak başlamıştır.
Bütün bu izahat imam dördüncü rekatta oturduğuna göredir. Şayet oturmazsa
cemaat olan altı rekat kılar. Nitekim bozarsa yine altı rekat kaza eder. Kuhistani'de
Muhit'ten naklen böyle denilmiştir. Çünkü o adam imamın namazını üzerine
almıştır. Onun kıldığı nâfile ise altı rekattır. Nitekim Bahır'da beyan
olunmuştur.
TETİMME: O kimse
teşehhüt miktarı oturduktan sonra beşinci rekata kalkar da farz kılan birisikendisine
uyarsa sahih olmaz velev ki ka'deye dönsün, Çünkü beşinci rekata kalkınca
nâfileye başlamıştır. Ve farz kılan nâfile kılana uymuş olur. Teşehhüt miktarı
oturmazsa uyması sahihtir. Zira o rekatı secde ile kayıtlamadan farzdan
çıkmamıştır. Bunu Bahır Sirâc'dan nakletmiştir.
«Evvelce
arzetmişti ki...» cümlesinden murad; metindeki «bir kimse farzın ilk oturuşunu.
yanlışlıkla terkederde sonra hatırlarsa ona döner» ifadesidir. Bazıları, «İyice
doğrulduktan sonra farzda olduğu gibi geri dönmez» demişlerdir. Bu kavlın
Tatarhaniye'de sahih kabul edildiğini evvelce bildirmiştik. Münye şerhinde,
«hilâf dört rekat niyetle namaza başladığına göredir. İki rekat niyetle
başlarsa bilittifak döner» denilmiştir.
«Selâm verdikten
sonra secde-i sehiv yaparak o namazın üzerine iki rekat binâ etmek isterse bunu
yapamaz.» Selâm vermeden secde-i sehiv yaparsa hüküm yine aynıdır. Nitekim
şârihin yaptığı ta'lilden de bu anlaşılmaktadır. Galiba musannıf «selâm
verdikten sonra» kaydını Hülâsa'ya uyarak koymuştur. Çünkü bize göre secde
yerinde sünnet budur. Yoksa bazılarının dediği gibi selâm verdikten sonra
secde-i sehiv yapması, evlâdır diye kayıtlamamıştır.
«Yani zaruret
yokken secdesi batıl olmasın diye binâ etmesi kerahet-i tahrime ile mekruh
olur.» Vacibi bozmak caiz değildir. Meğer ki onu sahih kabul etmek ondan daha
kuvvetli olanın bozulmasını gerektirsin. Bunu Fetih'ten naklen Bahır sahibi
söylemiştir. Yani aşağıdaki yolcu meselesinde olduğu gibi demek istemiştir.
Halebi diyor ki: «Şeyhimiz bunun nâfile üzerine yapılan binaya mahsus olduğunu
söyledi. Farz üzerine yapılan binâda ise iki başka kerahet daha vardır.
Bunların birincisi farz namazda selâm vermek, ikincisi yeniden niyetlenmeden
nâfileye başlamaktır.» Tahtavi'nin beyanına göre sonuncu kerahet evvelâ iki rekata
niyet edip de üzerine onun mislini bina ederse nâfilede de mevcuttur.
METİN
Yolcu mukim
olmağa niyet ederse bunun hilâfınadır. Günkü binâ etmezse namazı batıl olur.
Bir kimse namaza hakkı olmayan binâyı yapsa tahrime bakî olduğu için binâsı
sahihtir. Muhtar kavle göre o kimse de yolcu gibi secde-i sehivi tekrarlar.
Zira namaz esnasında olduğu için bu secde batıl sayılır. Üzerinde secde-i sehiv
olan kimsenin selâm vermesi kendisini mevkuf (şartlı) olarak namazdan çıkarır.
Secde ederse namaza dönmüş olur. Secde etmezse dönmüş olmaz. Bu izaha göre o
kimse secde-i sehiv yaparsa kendisine uymak sahih olur. Kahkaha ile gülerse
abdesti bozulur. Ve mukim olmağa niyet etmekle farzı dört rekat olur. Secde
yapmazsa zikredilen hükümler sabit olmaz. Bilumum kitaplarda böyle denilmiştir.
Ama bu hüküm son iki mesele hakkında yanlıştır. Doğrusu secde etsin etmesin
abdestinin bozulmaması ve farzının değişmemesidir. Çünkü secde kahkaha ile
sakıt olmuştur. Keza niyetle de sakıttır. Tâ ki secde-i sehiv namaz arasında
yapılmış olmasın. Meselenin tamamı Bahır ile Nehirde'dir.
ÎZAH
«Yolcu mukim
olmağa niyet ederse bunun hilâfınadır» yani yolcu bir kimse secde-i sehiv yapar
da sonra mukim olmağa niyet ederse caizdir; Çünkü binâ etmezse ikamet niyetiyle
namazıtamamlamak lâzım geldiği halde namazı batıl olur. Binâ ederse vacibi
bozmuş olur. Vacip farzdan aşağıdır. Binaenaleyh ondan üstün olanı korumak için
buna katlanılır. Bahır.
«Muhtar kavle
göre o kimse de yolcu gibi secde-i sehivi tekrarlar.» O kimseden murad, namazı
binâya hakkı olmayandır. Bu mutlak ifade farz kılana da şâmildir. Şârihin bu
bâbın başında Kınye'den naklettiği. «Bir kimse nâfileyi. yanıldığı bir farzın
üzerine binâ ederse secde etmez» ifadesi buna muhaliftir. Biz orada
söyleyeceğimizi söylemiştik. Bazıları secde-i sehivi tekrarlamayacağını
söylemiş, «Çünkü bu secde yapıldığı zaman namazı tamamlamak için yapılmıştır.
Binaenaleyh geçerlidir» demişlerdir. Bunu imdâd'dan naklen Halebî söylemiştir.
«Üzerinde secde-i
sehiv olan kimsenin selâm vermesi kendisini şartla namazdan çıkarır.» Bu hüküm
şeyhayn'a göredir. îmam Muhammed'e göre ise aslâ namazdan çıkarmaz. Nitekim
Bahır'da ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. «Secde ederse namaza dönmüş
olur.» Bu ifadeye göre mevkuf (yani şartlı) olmanın mânâsı, «selâm vermek,
namazdan çıktıktan sonra secde-i sehiv yapmak suretiyle tekrar namazın
hürmetine dönmek ihtimaliyle bîrlikte o kimseyi her vecihle namazdan çıkarır»
demektir. Ulemanın bu hususta başka bir tefsiri daha vardır ki şudur: Secde
etmezden evvel o kimsenin hali, âkıbetinin anlaşılmasına bağlıdır. Secde ederse
selâmının onu namazdan çıkarmadığı, secde etmezse selâmdan itibaren namazdan
Çıkardığı anlaşılır. Tamamı Fetih'tedir.
Mukim olmağa
niyet etmekle farzının dört rekat olması selâm verdikten sonra secde etmeden
niyet ettiğine göredir. Nitekim mesele bu şekilde kurulmuştur. Selâm vermezden
önce secde ederse farzının dört rekat olacağında şüphe yoktur. Çünkü bu secde
onu bilittifak namazın hürmetinden çıkarmamıştır. Selâm verip secde ettikten
sonra dahi hüküm budur. Zira yine bilittifak namazın hürmetindedir. imam
Muhammed'in kavline göre bu meydandadır. Şeyhayn'ın kavline göre de namazın
hürmetindedir. Çünkü secde etmekle namazın hürmetine dönmüştür. Musannıfın,
«Yolcu bunun hilafınadır» dediği bu son meseledir.
«Bilumum
kitaplarda böyle denilmiştir» ifadesinin yerine bazı nüshalarda, «Gayetü'l -
Beyan'da böyle denilmiştir» cümlesi vardır ki doğrusu da budur. Çünkü Hidaye ve
şerhlerinde, Kâfî, Kadıhân ve diğer bilumum kitaplarda zikredilen abdestin
bozulmaması ve şeyhayn'a göre farzın dört rekat olmamasıdır. Secdeye dönüp
dönmemek hususunda tafsilat yoktur. Onlar bu tafsilatı sadece imama uyma
meselesinde zikretmişlerdir. Zira başkalarında mümkün değildir. Musannıfın
yaptığı gibi tafsilâtı üç meselenin üçünde de yürütmek ise yalnız Gayetü'l -
Beyan'da zikredilmiştir. Nitekim bunu ondan Bahır sahibi nakletmiştir. Keza
Vikâye'nin metninde, Dürer'de ve Mültekâ'da dahi mevcuttur. Bu zevatın
yanıldıklarına birçok ulema tenbihte bulunmuşlardır. Kuhistâni dahi, «imama uyma
meselesinden başkaları hilâfın teherruatından değildir. Meğer ki iki kazıye-i
şartıye sakıt ola! Burada Vikâye'nin meşhur bir hatası vardır» demiştir.
Kuhistâni'nin iki kazıye-i şartıyeden muradı, «Secde ederse namaza dönmüş olur;
secde etmezse dönmüş olmaz» cümleleridir. Hâsılı doğru ifade İbn Kemâl'in
dediği gibi; «üzerinde secde-i sehiv olan bir kimsenin selâm vermesi
şeyhaynagöre kendisini şartla namazdan çıkarır. imam Muhammed buna muhaliftir.
Sonra secde ederse o kimseye uymak sahih olur. Secde etmezse sahih olmaz.
Kahkaha atarak gülmekle abdesti bozulmaz. Mukim olmağa niyet etmekle farzı da
dört rekat olmaz» demektir. İmam Muhammed'e göre o kimseye uymak mutlak surette
sahihtir. Kahkaha ile abdesti bozulur. Farzı ikamete niyetle dört rekat olur. Şu
halde hilâf üç meselede mevcuttur. Lâkin birinci meselede şeyhayna göre
zikredilen tafsilat vardır, Son iki meselede tafsilat yoktur. Musannıfın
yaptığı gibi tafsilatı üç meseleye şamil tutmak hatadır. Kitapların umumuna
muhaliftir.
«Son iki mesele»
den murad, kahkaha ile mukim meseleleridir, Bunlarda iki kaziye-i şartıyeyi
zikretmek yani «secde ederse abdesti bozulur; ve farzı dört rekat olur da secde
etmezse abdesti bozulmaz, ve farzı dört rekat olmaz; demek» hatadır. Çünkü
şeyhayna göre bunlarda tafsilat yoktur. Tafsilat yukarıda beyan ettiğimiz gibi
yalnız ilk meselededir. Kahkahaya gelince: Namazın hürmeti kalmadığı için o
bütün imamlarımıza göre secdenin sükûtunu gerektirir: Zira kahkaha sözdür.
Hükmü de İmam Muhammed'e göre abdesti bozmak, şeyhayna göre bozmamaktır.
Nitekim bu Muhit ile Tahâvî şerhinde açıklanmıştır. Bahır. Yani İmam Muhammed'e
göre o kimse selâm vermekle namazın hürmetinden çıkmamıştır. Binaenaleyh
kahkaha ile abdesti bozulur. Şeyhayna göre ise her vecihle namazdan çıkmıştır,
artık o kimsenin secde ile namaza dönmesine imkân yoktur. Çünkü namaza zıt olan
kahkaha mevcuttur. Kahkaha sözdür. Nasıl selâmdan sonra kasten selâm verse veya
kasten abdestini bozsa namazdan çıkmış sayılır. Zira abdesti bozulduktan sonra
onun selâmı şarta bağlı kalmaz.
İkamete niyet
meselesinde Muhit'de ve diğer kitaplarda şöyle denilmiştir: «O kimsenin farzı
değişmez ve kendimden secde-i sehiv sakıt olur.» Mirâc'da «ister secde etsin
ister etmesin» kaydı vardır. Çünkü secde ile farz değişse ondan önce buna niyet
etmesi sahih olurdu. Niyet sahih olunca secde namazın ortasında yapılmış olur
ve itibara alınmazdı. Şu halde hiç secde etmemiş gibi olurdu. Bu namaz sahih
olsa secdesiz sahih olurdu. Bahır ve Nehir. Bu sözün hülâsası şudur: O kimsenin
secdesi sahih olsa batıl olur. Bir şeyin sahih kabul edilmesi iptaline sebep
olursa o şey batıldır. Bunda devir de vardır. Bunu Bezzâziye sahibi şöyle izah
ediyor: «O kimse şeyhayna göre namazdan çıkmıştır. Namazına dönmesi ancak
secdeye dönmekle mümkün olur. Secde-i sehive dönmek ise ancak namaz tamam
olduktan sonra mümkündür. Namazını tamamlamak ise ancak secde-i sehive
döndükten sonra mümkündür. Böylece devir meydana gelir. (Devir, bir şeyin
kendine bağlı olan şeye bağlanmasıdır. Meselâ tavuğun meydana gelmesi yumurtaya
bağlıdır. Yumurtanın meydana gelmesi de tavuğa bağlıdır. Demek böylece o buna,
bu ona bağlıdır diye devam etmek devirdir.) Bezzâziye sahibi diyor ki: «Bunun
izahı şudur: O kimsenin secdesine dönmesi mümkün değildir. Çünkü onun secdesi
tamamlayıcı olan şeydir. Nasla beyan edilen tamamlayıcı ise namazın sonundaki
secdedir. Tamam olmadan namazın sonu yoktur. Binaenaleyh devri kesmek için.
"o kimsenin namazı tamam olmuştur. O kimse namazdan çıkmıştır"
deriz.»
Hâsılı o kimseye
bildiğin sebepten dolayı secdeye dönmek mümkün olmayınca namaza dönmek de
mümkün değildir. O halde selâm vermekle kat'î olarak namaz dışında kalmıştır.
Hattâ secde etmiş olsa secdesi hükümsüz kalır. Nitekim bundan önceki meselede
kahkaha ile güldükten sonra secde etse yahut kasten abdestini bozduktan sonra
secdeye gitse hüküm budur. Onun için Kemâl ve diğer Nihaye ve İnâye sahipleri
gibi şarihlerle Kadıhan o kimsenin mukim olmağa niyet etmekle farzının
değişmeyeceğini açıklamışlardır. Çünkü niyet namazın hürmeti esnasında hasıl
olmamıştır. Bu izahdan anlaşılır ki İmdâd Sahibinin bu meselede
Gayetü'l-Beyan'ı müdafaa sadedinde söyledikleri itibardan sakıttır.
METİN
Secde-i sehiv
kıbleden dönmedikçe veya konuşmadıkça -velev ki namazdan çıkmak niyetiyle selâm
verirken olsun- yapılır. Çünkü meşru bir şeyi değiştirmeye niyet etmek
hükümsüzdür. Kıbleden döner veya konuşursa tahrîme batıl olur. Secde-i sehivi
veya namaz secdesini yahut tilâvet secdesini unutursa mescidde bulunduğu
müddetçe bu secdeyi yapması tâzımdır. Meselâ öğle namazını kılan bir kimse onu
tamamladığını zannederek İki rekatta selâm verirse dört rekat olarak tamamlar;
ve secde-i sehiv yapar. Zira yanılarak verilen selâm namazı bozmaz. O bir
vecihle duadır. Öğlenin farzını iki rekat zannederek selâm vermesi bunun
hilâfınadır. Bu kendisini yolcu veya kıldığı namazın cuma olduğunu sanmakla
olur. Yahut Müslümanlığı yeni kabul etmiştir de öğlenin farzını iki rekat
zanneder. Veya yatsıyı kılar da onun teravih olduğunu zannederek selâm verir.
Veya üzerinde bir rükün olduğunu bilerek selâm verir. Bu taktirde namazı batıl
olur. Çünkü kasten selâm vermiştir. Bazıları, «Bu selamla bir insana söz
söylemeyi kastetmedikçe namaz bozulmaz» demişlerdir.
İZAH
Musannıfın
buradaki secdeyi secde-i sehiv diye kayıtlaması diğer secde ve kıraatların
hükmü başka olduğu içindir. Bir kimse üzerinde secde-i tilavet yahut son
oturuşun teşehhüdü olduğunu bilerek selâm verirse bunlar sakıt olur. Çünkü
kasten selâm vermiştir. Binaenaleyh namazdan çıkar; ve namazı bozulmaz, zira
üzerinde namazın rükünlerinden bir şey kalmamıştır. Yalnız vacibi terkettiği
için namazı nakıs olur keza üzerinde secde-i tilavet ve secde-i sehiv olduğunu
bilerek yahut yalnız secde-i tilâveti hatırlayarak selam verirse her iki secde
sakıt olur. Meğer ki teşehhüt yapmadığını hatırlasın. Bir kimse üzerinde yalnız
namaz secdesi veya hem namaz hem sehiv secdesi olduğu halde selâm verse de
selâm verirken her ikisini veya yalnız namaz secdesini hatırlasa namazı
bozulur. Üzerinde secde-i tilâvetde bulunur da onu, yahut namaz secdesini
hatırlayarak selâm verirse yine namazı bozulur. Namaz secdesi hakkında bu hüküm
açıktır. Zira mezkûr secde rükündür. Tilavet secdesine gelince: Yukarıda geçen
izahatın muktezası bozulmamaktı. İmam Ebû Yusuf'tan fıkıh yazanların rivayeti
de budur. Çünkü o kimsenin selâmı rükün hakkında yanlış; vacip hakkında kasdî
selâmdır. Bunların ikisi de namazın bozulmasını icabetmez. Lâkin zahir rivayet
bozulacağını ifade etmektedir. Zira yanılarak selâm vermek namazdan çıkarmaz.
Fakat kasten selâm vermek çıkarır. Binaenaleyh ihtiyaten çıkarması
tercihedilmiştir, İmam Muhammed'in kavli çok güzeldir. O, «her iki vecihde yani
gerek tilavet secdesini gerekse namaz secdesini hatırlasın namaz bozulur. Çünkü
hatırında olanı selâmdan sonra kaza edemez. O kimseye unuttuğunu kaza lâzımdır
denirse hatırladığını da kaza etmesi lâzım gelir» demiştir. Meselenin tamamı
Fetih ile Bedâyi' dedir.
«Kıbleden döner
veya konuşursa tahrime batıl olur.» Bazıları, «Konuşmadıkça veya mescidden
çıkmadıkça sırf kıbleden dönmekle namazı bozulmaz» demişlerdir. Nitekim
Nihâye'den naklen Dürer'de böyle denilmiştir. İmdâd.
«Secde-i sehivi
veya namaz secdesini yahut secde-i tilaveti unutursa mescidde bulunduğu
müddetçe yapması gerekir.» Bu yedi surete şâmildir. Şöyle ki: O kimsenin
üzerinde ya sadece secde-i sehiv, ya sadece namaz secdesi yahut sadece secde-i
tilâvet vardır. Yahut üçü birden veya ikisi birden yani namaz secdesi ile
tilâvet secdesi veya secde-i sehiv ile yahut bunlardan biri ile bulunur. Bu
suretlerin hepsinde üzerinde olan secdelerin tamamını yahut secde-i sehivden
maadasını unutarak selâm verir de hatırlar fakat bu hatırlama namazdan çıkmak
için selam verdikten sonra olmazsa hatırladığını yapması lâzım gelir. Ve
secdeler arasında tertibe riayet eder. Hattâ üzerinde secde-i tilâvetle namaz
secdesi varsa onları tertip üzere kaza eder. Bu, kaza edilen secdelerde niyetin
vacip olduğunu ifade eder. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Sonra teşehhüdünü
yaparak selâm verir; sonra secde-i sehivi yapar. «Secde-i sehivden maadasını»
diye kayıtlamamız şundandır: Secde-i sehivi hatırlar da değerlerini unutarak
selâm verirse yine lâzım gelir. Çünkü secde-i sehivi hatırlayarak selâm vermek
namazı bozmaz. Diğer secdeleri hatırlamak böyle değildir. Onları hatırlamak
evvelce gecen tahsilata göre namazı bozar.
«Mescidde bulunduğu
müddetçe yapması gerekir.» Yani yüzü kıbleden dönmüş bile olsa istihsanen
secdeyi yine yapar. Çünkü mescidin her yeri bir mekan hükmündedir. Onun için
mescidde imamla cemaatın aralarında boşluk bulunsa bile imama uymak sahih olur.
Fakat ovada olursa arkasındaki veya sağındaki solundaki safları geçmeden
hatırladığı taktirde borcunu kazaya döner. Zira bu yer mescide mülhaktir. Öne
doğru yürürse esah kavle göre secde ettiği yere yahut süresine itibar olunur.
Nitekim Bedâyi'de ve Fetih'de beyan edilmiştir.
T E N B İ H :
Şarih burada «mescidde bulunduğu müddetçe» demiştir Daha önce, «kıbleden
dönmedikçe» ifadesini kullanmıştı. Fark şu olsa gerektir. Buradaki selâm
yanlışlıkla verildiği için mücerret kıbleden dönmek mâni sayılmamıştır. Evvelce
bahsettiğinde selâm kasten verildiği için iki kavilden birine göre mâni
sayılmıştır ki, musannıfın tercih ettiği kavil de budur. Zira Bedâyi'de «secde
selâmla sakıt olmaz. Velev ki kasten verilmiş olsun. Ancak konuşmak, kahkaha
ile gülmek, kasten abdestini bozmak, mescidden çıkmak ve secdeyi hatırladığı
halde yüzünü kıbleden çevirmek gibi namaza devama mâni bir iş yaparsa sakıt
olur. Zira secdenin yeri geçmişti. Onun yeri namazın tahrîmesidir. Binaenaleyh
yerinin geçmesi zaruretiyle secde de sakıt olur» denilmektedir.
«Öğle namazını
kılan bir kimse onu tamamladığını zannederek iki rekatta selâm verirse dört
rekat olarak tamamlar.» Ancak cenaze namazından başka namazlarda ayakta selâm
verirse bu yanılmaafvedilmez. Çünkü ayakta durmak cenaze namazından başka
namazlarda selâmın yeri değildir. Nitekim musannıf bunu namazı bozan şeyler
bâbında anlatmıştı. Selâm bir vecihle duadır. Onun için konuşma hükmünde
değildir. Konuşmak yanılarak da olsa namazı bozar.
«Çünkü kasten
selâm vermiştir.» Allâme Makdisî bu cümle ile ondan önceki arasındaki farkı
müşkil saymıştır. Zira önceki de kasten selâmdır.
Ben derim ki:
Münye şerhinde fark şöyle anlatılmıştır: Birincide o kimse dört rekatı
tamamladım zanniyle selâm vermiştir. Binaenaleyh onun selâmı yanlıştır. Burada
ise iki rekat kıldığını bilerek selam vermiştir. Buradaki selâmı kasdî
olmuştur. Ve namazı bozar. O namazın üzerine bina edilemez.
Tatarhaniye'de
beyan edildiğine göre yanılma namazın aslında olursa namazın bozulmasını
gerektirir. Vasfından olursa bozulması icap etmez. Birinciye misal; sabah
namazı ve cuma namazı kılıyorum yahut seferiyim zanniyle iki rekatta selâm
vermektir. İkinciye misal de, dördüncü rekatı kılıyorum zanniyle iki rekatta
selâm vermektir. Yani sayı, vasıf mesabesindedir.
Hâsılı: kıldığı
namazın meselâ; sabah namazı olduğunu zannederse iki rekatta selâm vermeyi
kastetmiş oluyor. Ve böylece başladığı namazı tamamlamadan ondan kasten çıkmış
sayılıyor. Tamamladım zannıyle selâm vermek böyle değildir. O bu selâmı vermeyi
ancak dört rekattan sonra kastetmiş fakat yanlışlıkla dörtten evvel vermiştir.
Hülâsa, selâm zati itibariyle her iki namazda kasdî, yeri itibariyle başka
başkadır.
Bazıları, «Bu
selâmla bir insana söz söylemek istemedikçe namaz bozulmaz demişlerdir.» Bunu
Bahır sahibi inceleyerek anlatmış ve Müçtebânın şu sözünden almıştır: «Namaz
kılan kimse namazı tamam olmadan kasten selâm verirse bazılarına göre namaz
bozulur; bazılarına göre bununla bir insana söz söylemek istemedikçe bozulmaz.»
Bunun üzerine Bahır sahibi! «o halde ikinci kavle göre bu meselelerde namazın
bozulmaması lâzım gelir» demiştir, Bu sözün bir misli de Nehir'dedir. Şeyh
İsmail «Zâhir olan budur. Ama birinci kavil birçok mutemet kitaplarda
kesinlikle ifade edilmiştir» diyor.
METİN
Bayram ve cuma
namazlarında, farz ve nâfilelerde yanılmak müsavidir. Müteehhirin ulemaya göre
muhtar olan kavil bayramla cumada fitneyi def için yanılmanın nazar-ı itibara
alınmamasıdır. Nitekim Bahır'ın cuma bahsinde beyan edilmiştir. Musannıf da onu
kabul etmiş; Dürer sahibi kesinlikle buna kail olmuştur.
Yanılmak adeti
olmayan bir kimse namazda iken kaç rekat kıldığında şek ederse namaza aykırı
bir amelde bulunarak onu yeniden kılar. Oturarak selâm vermekle namazı yeniden
kılması evlâdır. Çünkü namazdan çıkaran şey selâmdır. Bazıları yanılmak adeti olmayan
birine «büluğa erdikten sonra hiçbir namazda şek etmeyen kimse» demişlerdir.
Ekseri ulema bu kavli tercih etmişlerdir. Bunu Hülâsa'dan naklen Bahır sahibi
söylemiştir.
İZAH
Zâhire göre başka
namazlarda cemaat fazla olursa hüküm cuma ve bayram namazlarındaki gibidir.
Nitekim bunu bazıları tetkik etmiştir. T. Bunu Rahmeti de incelemiş ve «Bahusus
bizim zamanımızda» demiştir. Ebu's-Suud haşiyesinin cuma bahsinde Azmiye'den
naklen bildirildiğine göre bundan maksat «caiz olmaz» demek değil; «cemaat fitneye
düşmesin diye terki evlâdır» demektir, Dürer sahibi cuma ve bayram namazlarında
secde-i sehivin sakıt olduğuna kesinlikle hükmetmişse de Dürer haşiyesini yazan
Vâni bunu «fazla kalabalık olursa» diye kayıtlamıştır. Aksi taktirde secdeyi
terketmeye sebep yoktur. T.
«Yanılmak adeti
olmayan bir kimse namazda iken kaç rekat kıldığında şek ederse namaza aykırı
bir fiilde bulunarak onu yeniden kılar.» Şek evvelce de beyan ettiğimiz gibi
olmakla olmamanın müsavi bulunmasıdır. Fethu'l-Kadîr sahibi diyor ki: «Şârihin
"namazda iken" diye kayıtlaması. namazdan çıktıktan yahut teşehhüt
miktarı oturduktan sonra şek ederse nazar-ı itibara alınmayacağı içindir. Meğer
ki sadece tayinde şek etmiş olsun. Bu da namazdan çıktıktan sonra bir farzı
terkettiğini hatırlayarak hangi farz olduğunu tayinde şek etmekle olur. Ulema
bu kimsenin bir secde yapıp oturacağını sonra iki secde ile bir rekat namaz
kılacağını sonra oturacağını ve arkasından secde-i sehiv yapacağını
söylemişlerdir. Terkedilen farzın rükû olması ihtimalî vardır. Rükûsuz bir
secde hükümsüz kalacağı için iki secde ile bir rekat namaz kılmak behemehal
lâzımdır.» Bahır sahibi tayinde şek meselesine itiraz ile şunları söylemiştir:
«Bu istisnaya hacet yoktur. Çünkü sözümüz namazdan çıktıktan sonra şek
etmesindedir. Bu adam bir rüknü terkettiğini yüzde yüz bilmiş; yalnız tayininde
şek etmiştir. Evet, Hülâsa'da bildirilen istisna edilir. Orada şöyle
denilmiştir: Selâm verdikten sonra adil bir kimse, "sen öğleyi üç rekat
kıldın" diye haber verir de onun doğru söylediğinde şek ederse ihtiyaten
namazını yeniden kılar. Zira o kimsenin doğru söylediğinde şek etmek namazda
şek sayılır.»
«Namazda yanılmak
âdeti olmayan» ifadesi Şemsü'l-Eimme Serahsî' nindir. Bedâyi sahibi de bunu
tercih etmiştir. Zâhire'de «Kahkaha en lâyık kavil budur» denilmiş; Hılye'de de
«evet öyledir» diye tasdik edilmiştir. Fahru'l-İslâm ise bunun yerine «bu
namazda yanılmak adeti olmayan» tabirini kullanmış; İbn Fazl bu kavli ihtiyar
etmiştir, Bazıları «büluğa erdikten sonra hiç bir namazda şek etmeyen» demişlerdir.
Bu. hilâfın semeresi şurada ortaya çıkar: Bir kimse namazında ilk defa yanılır
da onu yeniden kılar; sonra senelerce yanılmazsa bilahare yanıldığında
Serahsî'nin kavline göre namazını yeniden kılar. Çünkü yanılmak onun adeti
değildir. O yalnız bir defa başına gelmiştir. Âdet ise ilk yaptığına dönmekten
alınmıştır. Yani şart, bu namazdan evvel yanılmak adeti olmamaktır. Fahru'l -
İslâm'ın kavline göre de namazını yeniden kılar. Sirâc'da araştırılması tâzim
geldiği kaydedilmiştir ki buna muhaliftir. Nitekim üçüncü kavle göre de
araştırma lazımdır, Bunu Bahır sahibi bildirmiştir. Nehir'in buradaki ibaresi
hatadır. Ondan kaçınmalısın!.
«Kaç rekat
kıldığında» ifadesiyle musannıf şekkin rekat sayısında olduğuna işaret
etmiştir, Şek hakkında olursa meselâ: Öğlenin ikinci rekatında ikindi
kıldığından, üçüncü rekatında nâfile kıldığından dördüncüde öğle kıldığından
şek ederse ulema bu namazın öğle namazı olduğunusöylemişlerdir. Şekke itibar
yoktur. Tamamı Bahır'dadır.
Şek eden kimse
namaza aykırı bir amelde bulunarak onu yeniden kılar. Sırf niyet etmekle
namazdan çıkmaz. Ulema böyle söylemişlerdir. Zâhirine bakılırsa amel mutlaka
lâzımdır. Namaza aykırı bir amelde bulunmaz da zan galibine göre o namazı
tamamlarsa namazı batıl olmaz. Yalnız kıldığı namaz nâfile olur. Ve farzı edâ
etmesi tâzım gelir. Kıldığı namaz nâfile ise muktezası lâzım gelmelidir velevki
onu tamamlamış olsun. Çünkü onu yeniden kılması kendisine vacip olmuştur. Bunu
Bahır sahibi söylemiş; Nehir sahibi ile Makdisî de kabul etmişlerdir.
METİN
Şek etmesi çok
zan hasıl edebildiği taktirde zan galibi ile amel eder. Çünkü yüzde yüz bilerek
amel teklif edilse güçlük lâzım gelir. Zan galibi yoksa en az miktarla amel
eder. Zira onu yüzdeyüz bilir. Oturulacak zannettiği her yerde oturur. Velev ki
vacip olsun. Tâ ki farz veya vacip olan oturuşu terketmiş sayılmasın. Bilmiş ol
ki, bu şek kendisini meşgul eder de bir rükün edâ edecek kadar düşünür ve
Zahîre'de bildirildiğine göre şek halinde kıraat veya tesbih ile meşgul olmazsa
bütün şek suretlerinde secde-i sehiv yapması vacip olur.
İZAH
Şekkinin çok
olmasından murad, ekser ulemaya göre ömründe iki defa başına gelmesidir.
Fahru'l - İslâm'ın tercih ettiği kavle göre ise namazın da iki defa başına
gelmesidir. Mücteba'da, «bazıları senede iki defa başına gelmesidir
demişlerdir» ifadesi vardır. Bahır ve Nehir'de «İhtimal bu Serahsî'nin kavline
göredir» denilmiştir. «Zan galibi yoksa» kıldığı rekatın öğle namazının birinci
veya ikinci rekatı olduğunda şek ettiği taktirde onu birinci rekat kabul eder.
Ama ikinci rekatı olması da ihtimal dahilinde bulunduğundan oturur. Sonra bir
rekat daha kılarak yine ayni ihtimalden dolayı oturur. Sonra bir rekat daha
kılarak oturur. Zira bu rekatın dördüncü olmak ihtimali vardır. Sonra bir rekat
daha kılarak oturur. Böylece dört oturuşla dört rekat namaz kılar. Bu
oturuşlardan üçüncü ile dördüncü farz, ikisi vaciptir Kıldığı rekatın ikinci mi
yoksa üçüncü mü olduğunda şek ederse o rekatı tamamlayarak oturur. Sonra bir
rekat daha kılarak oturur. Sonra dördüncü rekatı kılarak oturur. Tamamı
Bahır'dadır. Şârih aşağıda Sirâc'dan, secde-i sehiv yapacağını söyleyecektir.
«Velev ki vacip olsun» cümlesi mahzuf üzerine atıf edilmiştir. Yani oturuş farz
olsun vacip olsun, demektir. Hidaye ve Vikaye'de, «Namazının sonu zannettiği her
yerde oturur» denilmesi ikinci ve üçüncü rekatlarda oturmayacağını gösterir.
Onun için Fethu'l - Kadîr'de bu bir kusur sayılmıştır. Bahır'da ise meselede
hilâf olduğu bildirilerek Hidaye sahibi namına özür dilenmiş; ve «İhtimal
Hidaye sahibi sözünü iki kavilden birine binâ etmiştir. Velev ki zâhire göre
mutlak olarak oturmak lâzım gelsin» denilmiştir.
Ben derim ki:
Lâkin Kuhistani'de Muzmerattan naklen beyan edildiğine göre sahih olan kavil
ikinci ve üçüncü rekatlarda oturmamaktır. Çünkü o kimse ya vacibi terketmek
veya bidatı işlemek zorundadır. Vacibi terketmek bidatı işlemekten evlâdır.
Bundan sonra Kuhistani «Lâkin burada ulemasının ihtilâfı vardır» demiştir. Ben
derim ki: Fethu'l - Kadîr'in sözünü ulemanın birçokkitaplarda açıkladıkları
«bidatla vacip arasında mütereddit kalan bir şey ihtiyaten yapılır. Bid'atla
sünnet arasında mütereddit kalan böyle değildir; o yapılmaz» ifadeleri teyit
eder. Musannıfın «bilmiş ol ki ilh...» ifadesinin yerine Münye ile Münye'nin
küçük şerhinde şöyle denilmiştir: «Sonra düşünmekte asıl şudur: Bir veya üç
ayet okumak, rükû veya sücud gibi bir rüknü veya oturuş gibi bir vacibi edâ
etmesine mâni olursa secde-i sehiv lâzım gelir. Zira bu vacibin terkini
gerektirir. Bu vacipten murad rükûu veya vacibi yerinde edâdır. Düşünmek
bunlardan birine mâni olmaz da bütün rükünleri edâ ederek düşünürse secde-i
sehiv lâzım değildir. Ulemadan bazıları "düşünmek kendisini kıraattan veya
tesbihten alıkoyarsa secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Aksi taktirde lâzım
gelmez" demişlerdir. Bu kavle göre meselâ rükûda düşünmek rükû tesbihine
mâni olursa secde-i sehiv lâzım gelir. Birinci kavle göre lazım gelmez. Esah
olan da budur.»
Bu izahattan
anlaşılır ki, musannıf, «tesbih ile meşgul olmazsa» sözü esah kavlin
hilâfınadır. Bu kavil bazı ulemanın sözüdür. «Veya oturuş gibi bir vacibi edâ
etmesine mâni olursa» ifadesinde selâm vermekten alıkoyan şey de dahildir.
Çünkü Zahîriye'de, «teşehhüt miktarı oturduktan sonra üç rekat mı yoksa dört mü
kıldığında şek eder de bu kendisini selam vermekten alıkoyarsa sonra yüzde yüz
bilip namazını tamamladığı taktirde secde-i sehiv yapması lâzım gelir»
denilmiştir. Bedayi sahibi bunu «çünkü vacibi yani selâmı geciktirmiştir» diye
ta'lil etmiştir. Bu sözün zahirine göre o kimse dua ve salavat okumakla meşgul
olsa bile secde-i sehiv lâzımdır. Bu söz Şemsü'l-Eimme'nin kavline binâ
edilmiştir. Yani murad; bir rükün veya vacibi edâdan alıkoyan düşünme değildir.
Çünkü bu bilittifak secde-i sehivi icabeder. Murad, beden rükünleri edâ ile
meşgul olurken kalbin düşünmesidir. Bu sözün bir misli de Zahîre'dedir. Orada
şöyle denilmektedir: «Rükû veya secdede iken uzun uzadıya düşünür ve düşünmekle
bulunduğu halden değişirse istihsanen secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Çünkü
o kimsenin düşünmesi sadece kıyâmı veya rükûu sücudu uzatmaktan ibaret ve bu
zikirler sünnet de olsa başka bir vacibi veya rüknü geciktirmiştir. Bu
geciktirme sünneti yerine getirmesi sebebiyle değil düşünmesi sebebiyledir.
Düşünmek ise namaz amellerinden değildir.»
Ben derim ki:
Hâsılı secde-i sehivi icabeden düşünme hakkında ihtilaf olunmuştur. Bazıları
«Bundan murad: Bir vacibin veya rüknün yerinden gecikmesine sebep olan ve onu
bir rükün edâ edecek kadar geciktiren düşünmedir» demişlerdir ki, esah olan da
budur. Diğerleri kalbi meşgul eden mücerret düşünceden ibâret olduğunu
söylemişlerdir. Velev ki peşpeşe devamcı mâni olmasın. Bütün bu izahat,
kılmakta olduğu namazın fiillerini düşündüğüne göredir. Daha önceki namazı
kılıp kılmadığını düşünürse Muhit'de bu hususta şöyle denilmiştir:
«Rivayetlerin birinde belirtildiğine göre bir fiili geciktirse bile o kimseye
secde-i sehiv lâzım değildir. Nitekim dünya işlerinden birini düşünerek bir
rüknü geciktirmek bu kabildendir. Diğer bir rivayete göre secde lâzımdır. Zira
namazında noksan hasıl olmuştur. Çünkü o kimsenin bu namazı bellemesi icabeder,
Tâ ki caiz olup olmadığını bilsin. Dünya işleri böyle değildir. Onları bellemek
vacip değildir. Hılye sahibi bu rivayeti zâhir ve muvafık bulmuştur. Şu sebeple
ki, şayet dünya işlerini düşünmekle vacibin terki lâzımgelseydi secde-i sehiv
de lâzım gelirdi. Birinci kavli de zâhir bulmuştur. Çünkü secdeyi gerekli kılan
şey, bir vacibi veya rüknü yerinden geciktirendir. Zira edâ ile birlikte sırf
düşünmekle asla vacibi terk yoktur. Bu husustaki sözün tamamı Hılye'de ve' Allâme
Kâsım'ın fetvalarındadır.
METİN
Bu hususta
taharri (araştırma) ile amel etmesi veya kıldığı en az miktara binâ etmesi
müsavidir. Çünkü rüknü tehir etmiştir. Fethu'l - Kadîr. Lâkin Sirâc'da «En az
miktarla amel ederse mutlak surette; galebe-i zan ile amer ederse bir rükün
miktarı düşündüğü taktirde secde-i sehiv yapar» denilmiştir.
F E R ' İ M ES E
L E L E R : Namaz kılana âdil bir kimse dört rekat kılmadığını haber verir de
onun doğru söyleyip söylemediğinde şek ederse ihtiyaten namazını yeniden kılar.
İmamla cemaat
ihtilâf ederlerse imam ne kadar kıldığını yüzde yüz bildiği taktirde namazını
iade etmez. Aksi taktirde cemaatın sözlerine bakarak iade eder.
Bir kimse kıldığı
rekatın vitir namazının ikincisi veya üçüncüsü olduğunda şek etse kunut yapar ve
oturur. Sonra bir rekat daha kılarak yine kunut yapar. Esah olan kavil budur.
Bir kimse iftetah tekbiri alıp almadığında, abdestini bozup bozmadığında,
başını mesh edip etmediğinde ve üzerine pislik bulaşıp bulaşmadığında şek
ederse bu hal başına ilk defa geldiği taktirde namazı yeniden kılar. Aksi
taktirde namazı iade etmez. Hac fiillerinde şek ederse ihtilâf olunmuştur.
Zâhir rivayete göre en az miktar üzerine binâ eder. «Yakîn şek ile zail olmaz»
kaidesi için «El' Eşbah» nâm esere müracaat etmelisin!.
İZAH
Taharri ile
amelden murad; mesela kıldığı rekatın ikinci rekat olduğuna gönlü yatarsa
onunla, gönlü yatmazsa kıldığı en az miktarla amel etmesidir.
Sirâc'ın sözü
Fethu'l-Kadîr'e istidrak (düzeltme) tır. Fethu'l-Kadîr'de her iki surette
secde-i sehiv lâzım geleceği bildirilmiştir (yani her iki surette ayni derecede
değil). Az miktarla amel ederse bir rükün miktarı düşünsün düşünmesin mutlak
surette; galebe-i zan ile amel ederse bir rükün miktarı düşündüğü taktirde
secde-i sehiv yapar. Zahire göre bu tafsilât tâzımdır. Çünkü galebe-i zan
yüzdeyüz bilgi mesabesindedir. Taharri edip gönlü bir tarafa yatarsa onunla
amel etmesi lâzım gelir, Yukarıdaki tafsilata göre «düşünmesi uzun sürmezse ona
secde-i sehiv vaciptir» demenin bir vechi yoktur. Kıldığı en az miktar üzerine
binâ etmesi böyle değildir. Çünkü bunda ziyade ihtimal vardır. Nitekim Bahır'da
beyan edilmiştir.
Namaz kılana adıl
bir kimsenin haber vermesi meselesi müstesna bir zarurettir, Çünkü evvelce
görüldüğü vecihle namaz dışındaki şek muteber değildir. Şârihin «adil bir
kimse» .diye kayıtlaması, iki olurlarsa onların kavliyle amel lâzım geleceği
içindir. Bu taktirde o kimsenin şekkine itibar yoktur. İmdâd'da bildirildiğine
göre haber veren kimse adil değilse sözü kabul edilmez.
«İhtiyaten namazını
yeniden kılar» sözünden, zâhiren anlaşılan mânâ vücubtur. LâkinTatarhaniye'de
«İmam şek eder de kendisine iki adil kimse haber verirlerse onların sözüyle
amel etmesi vacip; bir adil kimse haber verirse onun sözüyle amel etmesi
müstehap olur» denilmiştir.
İmamla cemaat
ihtilâf ederler, meselâ cemaat üç rekat kıldık, imam ise dört kıldım derse imam
ne kadar kıldığını yüzdeyüz bildiği taktirde o namazı yeniden kılmaz. Ama
cemaat kendî aralarında ihtilâf ederler.de imam bir tarafla beraber olursa
velev ki tuttuğu taraf bir kişi olsun imamın sözü ile amel olunur. Cemaattan
biri namazın tamam olduğunu, biri de noksan kaldığını yüzdeyüz bilir de imamla
geri kalan cemaat şek ederlerse, namazı yalnız noksan kaldığını iddia eden
tekrarlar. İmam namazın noksan kaldığını yüzdeyüz bilirse hepsi namazı iade
ederler. Yalnız içlerinde namazın tamam olduğunu bilen varsa o zaman
tekrarlamaz. Cemaattan biri namazın noksan kaldığını bilir de imamla cemaat şek
ederlerse vakit müsait olduğu taktirde evla olan ihtiyaten o namazı tekrar
kılmalarıdır. Noksanlığı haber veren iki adil kimse olursa namazı tekrar
kılmaları lâzım olur. Bu satırlar Hülâsa ile Fethu'l - Kadîr'den alınmıştır.
T E T İ M M E :
İmam şek eder de bunu bildirmek için göz ucu ile cemaata bakarsa cemaat kalktıkları
taktirde o da kalkar. Kalkmazlarsa o da oturur, Bunda bir beis yoktur. Secde-i
sehiv de icabetmez. Namazda iken namaza abdestsiz durduğu veya meshetmediği
hatırına gelir de buna kalbi kanaat getirir, sonra aksi zuhur ederse bir rükün
edâ etmişse o namazı yeniden kılar. Etmemişse namazına devam eder. Tatarhaniye.
«Sonra bir rekat
daha kılarak yine kunut yapar.» Bazıları «yapmaz» çünkü ikinci rekatta kunut
bid'attır» demişlerdir. Cevap şudur: Bir şey bid'atla vacip arasında mütereddit
ise ihtiyaten yapılır. Nitekim evvelce geçmişti. Şimdi şu kalır: Yanlışlıkla
kunutu birinci veya ikinci rekatta okursa ne yapar? Musannıf vitir babında
üçüncü rekatta kunut okumayacağını söylemişti. Ama biz hilâfının tercih
edildiğini görmüştük.
«Bir kimse
iftetah tekbiri alıp almadığında... şek ederse» Zahîre ve diğer kitaplarda
bildirildiğine göre bu şek namaz esnasındadır. Ve zâhirine bakılırsa burada
zikredilen meselelerin hepsine şâmildir. Buna delil, Zahîre'de ibarenin sonunda
«Bu ilk defo başa geliyorsa namazı yeniden kılar. İlk defa değilse namaza devam
etmesi caizdir, abdest alması ve elbiseyi yıkaması lâzım gelmez» denilmesidir.
Hülâsa'nın ifadesi bunun hilâfınadır. Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse
abdestin bir yerinde şek ederse bu hal başına ilk defa geldiği taktirde şek
ettiği yeri yıkar. Çok defa başına gelirse kulak asmaz. Bu abdest alırken şek
ettiğine göredir. Abdest aldıktan sonra şek ederse ehemmiyeti yoktur.» Lâkin
Allâme Kâsım'a feteva adlı eserinde. «Bir kimse namaz kılarken abdestli olup
olmadığında şek ederse hükmü ne olur?» diye sorulmuş da, «bu hal ilk defa
başına geliyorsa hem abdestini hem namazını tekrarlar. İlk defa değilse
namazına devam eder» cevabını vermiştir.
«Hac fiillerinde
şek ederse ihtilâf olunmuştur. Zâhir rivayete göre en az miktar üzerine binâ
eder.» Bahır sahibi bunu bu şekilde Bedayi'ye nisbet etmiştir. Ama ben
Bedayi'de görmedim. Araştırılsın! «Lübabü'l menâsik» de şöyle deniliyor: «Rükun
tavafınan şavt sayısında şek ederse tavafı yeniden yapar. Zan galibine göre
binâ etmez. Namaz bunun hilâfınadır. Bazıları bu hal çok başına gelirse taharri
yapar (araştırır) demişlerdir.» Lübab'ta kat'î bir lisanla anlatılan bu kavli
Bahır sahibi ulemanın umumuna nisbet etmiştir.
METİN
«Hastanın namazı»
tabiri, fiili failine yahut failinin mahalline izafet kabilindendir. Münasebeti
hastalığın ârızi ve ilâhi olmasıdır. Tilâvet secdesi zaruret icabı geriye
bırakılmıştır.
Bir kimse
namazdan önce veya farz namazda hakikaten hasta olur da ayakta durmaktan
tamamen aciz kalırsa -ki bunun haddi ayakta durunca bir zarar görmesidir. Fetva
buna göredir.- veya hastalığının ziyadeleşmesinden yahut geç düzelmesinden veya
başının dönmesinden korkmak; yahut şiddetli ağrı duymak veya ayakta kıldığı
taktirde sidiğini tutamamak yahut evvelce geçtiği vecihle orucunu tutamamak
suretiyle hükmen hasta sayılırsa mezhebe göre oturarak dilediği şekilde
namazını kılar. Velev k bir yastığa veya insana dayansın. Zira muhtar kavle
göre bu ona lâzımdır. Çünkü hastalık o kimseden rükünleri ıskat etmiştir heyetleri
ıskat etmesi ise öncelik arz eder, İmam Züfer; «teşehhüt yapan gibi oturur»
demiştir. Fatvanın bununla verildiği söylenir.
İZAH
«Hastanın namazı»
tabiri fiili failine yahut failinin mahalline (yerine; izafet kabilindendir.
Her fail mahaldir. Fakat her mahal fail değildir. Meselâ hasta, namaz için
mahaldir ve onun failidir. Ama odun hareket içir mahal olduğu halde onun faili
değildir. H. Şârih hastanın namazını ne içir secde-i sehivden sonraya
bıraktığını söylememiştir. Bahır sahibi onu şöyle beyan etmiştir: «Secde-i
sehiv hastaya ve sağlama şâmil olduğundan yeri itibariyle daha umumidir.
Binaenaleyh onun beyanına ihtiyaç daha fazla olduğu için evvelâ onu beyan
etmiştir.» H.
«Tilâvet secdesi
zaruret icabı geriye bırakılmıştır.» Yani onun hakkı Secde-i sehiv ile beraber
zikredilmekti. Çünkü her ikisi de namazın cüzü gibi olmakla yahut ikisi de
namazın ardından gelen bir şeye terettüp eden secdeler olmakla aralarında
münasebet vardır. Ancak secde-i sehiv namaza mahsustur. Secde-i tilâvet namazın
dışında da yapılır. H.
Şârihin ayakta
durmayı «tamamen» diye tefsir etmesi ileride metinde «ayakta durmanın bir
kısmına kâdir olursa ayakta kılar» denileceği içindir. H. Hakiki hastalık
hakkında Bahır'da şöyle denilmiştir: «Musannıf âcizlikten, ayağa kalktığı taktirde
düşecek olan hakiki âcizliği kaydetmiştir. Buna delil hükmü âcizliği bunun
üzerine atıf etmesidir. Hükmü imkânsızlık hastalığının ziyadeleşmesinden
korkmaktır. İmkânsızlık hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, «Oruç
tutmayı» bazıları da «teyemmümü mubah kılan şeydir» demiş; bir takımları
«kalktığı taktirde düşmektir», diğerleri «hâcetlerini görmesine mâni olan
şeydir» diye tarif etmişlerdir. Esah olan kavil kalktığı taktirde zarar
görmesidir. Nihaye, Müctebâ ve başka kitaplarda böyle denilmiştir»
Musannıfın
«namazdan önce veya farz namazda hakikaten hasta bulunur da ilh...» sözü
hastalığın sıfatıdır. Namazda iken ârız olan hastalık ileride metinde gelecek;
musannıf orda: «Hastalık kendisine namazda iken ârız olursa kâdir olduğu
şekilde tamamlar» diyecektir. «Farz namazda hakikaten hasta bulunur da» sözü
«tamamen aciz kalırsa» ifadesine aykırı değildir. Çünkü bu taktirde murad,
hastalık ârız olduktan sonra ayakta durmanın tamamen imkânsız olmasıdır.
Şârih «veya farz
namazda» demekle vitir namazı gibi vaciplere ve sabah namazının sünneti
gibivacip hükmünde olan sünneti müekkedelere şâmil olan namazı kastetmiştir ki
bunlarla sair nâfilelerden ihtirazda bulunmuştur. Zira sair nâfileler özürsüz
de oturarak kılınabilirler.
Kalkınca
hastalığın ziyadeleşmesi veya geç düzelmesi, ya eskiden tecrübesi bulunmakla
yahut müslüman ve kâmil bir doktorun haber vermesiyle bilinir. İmdâd.
«Orucunu
tutamamak» ibaresinin yerine «oruç tuttuğu için ayağa kalkmamak» denilse daha
iyi olurdu. Burada Bahır'ın ibaresi şöyledir: Ramazan orucunu tutarsa namazı
oturarak kılacak, tutmazsa ayakta edâ edebilecek olan kimse "hükmen
âcizlik"e dahildir. Böyle bir kimse orucunu tutar; namazını da oturarak
kılar.»
«Evvelce geçtiği
vecihle» sözüyle şârih, namazın sıfatı bâbını kastetmektedir. Orada şöyle
demişti: «Bazen oturmak farz olur. Meselâ kalktığı taktirde yarası akar veya
sidiği boşanır, yahut avret yerinin dörtte biri görünür, veya asıl kıraatı
okumaktan yahut ramazan orucunu tutmaktan âciz kalırsa oturarak kılması farz olur.
Cemaata gitmek ayakta kılmasına mâni olursa evinde yalnız başına kılar. Bununla
fetva verilir. Eşbah sahibi buna muhaliftir. H.»
Ben derim ki: Biz
de orada şunları söylemiştik: Bir kimse oturarak imâ ile namaz kılamazsa meselâ
oturarak kıldığı taktirde sidiği veya yarası akar; arka üstü yatarak kıldığında
akmazsa ayakta rükû ve secde yaparak kılar. Çünkü özür yokken arka üstü yatmak
abdestsiz kılınan namaz gibi caiz değildir. Binaenaleyh rükünleri edâ
edebildiği şekil tercih edilir. Nitekim Münye şerhinde beyan edilmiştir.
Hükmen acizliğin
bir şekli de doğan çocuğun bir kısmının çıkması annesinin vaktin çıkacağından
korkmasıdır. Bu kadın çocuğa zarar vermeyecek şekilde namazını kılar. Ayakta
kılarsa düşmandan korkmak, çadırda kılarsa belini doğrultamamak dışarı çıkarsa
yağmurdan veya çamurdan namaz kılamamak dahi hükmen acizliktir. Az bir illeti
olup vasıtadan inerse yolda kalacağından korkan kimse, farzını vasıtasının
üzerine kılar. Vasıta üzerindeki hastanın hükmü de budur. Ancak indirecek kimse
bulunursa inerek yerde kılması icabeder. Bahır. Hastanın yastığa veya insana
dayanarak kılması kendisine zarar vermemekle mukayyettir.
İnaye ile Fethu'l
- Kadîr'de ve başka kitaplarda «insana dayanarak-yerine «hizmetçisine
dayanarak» ifadesi kullanılmıştır. Halebî diyor ki: «Burada şu vardır:
Başkasının kudretiyle kâdir olan kimse İmam-ı A'zam'a göre acizdir. Meğer ki
"başkasından", hizmetçiden başkası kastedilmiş ola.
Ben derim ki: Biz
teyemmüm bâbında şöyle demiştik: Bizzat suyu kullanmaktan aciz olan kimse
kölesi. çocuğu ve çırağı gibi kendisine itaati lâzım gelen birini bulursa
abdest olması bilittifak lâzımdır. Zâhir mezhebe göre çağırdığında yardımına
gelecek olan başkaları da bu hükümde dahildir. Kıbleye dönmekten veya pis olan
döşekten başka yere geçmekte âciz olan kimse bunun hilâfınadır. İmam-ı A'zam'a
göre böylesine, kıbleye dönmek ve yatak değiştirmek lâzım değildir. Fark şudur:
Kıbleye döner veya yer değiştirirse hastalığının artmasından korkulur. Bu sözün
muktezası, hastalığın artmasından korkmazsa bunların tâzım gelmesidir.
Nâfilelerin hayvan üzerinde namaz kılmak bahsinde Mücteba'dan naklen şunu
söylemiştik: Ayakta kılmağa veyahayvanından inmeğe yahut abdest almağa
yardımsız kadir olamazsa hizmetçisi bulunduğu taktirde imame ne göre «yardım
etmesi» ve bunları yapması lâzımdır. İmam-ı A'zam'ın kavli söz götürür. Esah
olan abdest için konulan suda olduğu gibi kendisine itaat edecek ecnebi
bulunduğunda dahi lâzım gelmesidir. Şüphesiz ki bu ayakta durmak kendisine
zarar verdiğine göredir. Az yukarıda arzettiğimiz buna aykırı değildir. Bununla
anlaşılır ki insandan murad, kendisine itaat eden kimsedir. Bu hizmetçi de
olabilir; ecnebi de, İmam-ı A'zam'a göre başkasının kudreti ile kâdir olmanın
nazar-ı itibara alınmaması herhalde mutlak değil, bazı yerlerde olsa gerektir.
Nitekim Tahtavî bunu söylemiştir. Onun için de Mücteba'da «İmam-ı A'zam'ın
kavli söz götürür» denilmiştir. Yahut onun sözü bunun ancak güçlükle mümkün
olacağı hale hamledilir. Ve o kimseye beklemek tâzım gelmez.
«Oturarak
dilediği şekilde namazını kılar» ifadesinden murad; oturmak zarar vermeksizin
nasıl kolayına gelirse öyle kılar. Bağdaş kurar veya başka şekilde oturur,
demektir. İmdâd. Mezhebin bu olduğuna Gurer ve Nuru'l-İzah'ta kesin söz
edilmiş; Bedayi Mecma' şerhinde bu sahih kabul edilmiş; Bahır ve Nehir
sahibleri de bunu tercih etmişlerdir.
«Hey'etleri ıskat
etmesi evleviyette kalır.» Burada hey'etten murad oturmanın keyfiyetidir.
Tahtavî diyor ki: «Burada şöyle bir itiraz varid olabilir: Rükünler ancak
güçlüklerinden dolayı sükût etmişlerdir. Hey'etler böyle değildir.»
«Fetvanın bununla
verildiği söylenir.» Tecnis, Hülâsa ve Valvalciye'de, «Çünkü bu kavil hastaya
daha kolaylıktır» denilmiştir. Bahır sahibi buna itirazla şöyle demiştir:
«Bunun söz götürdüğü meydandadır. Bilâkis daha kolay olan hiçbir şekil ile
kayıtlamamaktır. Binaenaleyh mezhep birinci kavildir. Bundan önce teşehhüt
halinde bilittifak teşehhüt için oturduğu gibi oturur demişti.»
Ben derim ki:
Şöyle demek gerekir: Teşehhüt için oturduğu gibi oturmak başka oturuşlardan
daha kolay gelir, veya onlara müsavi olursa o şekilde oturmak evlâdır. Aksi
taktirde bütün hallerde kolayına geleni seçer. Galiba her iki kavlın
yorumlandığı mânâ bu olacaktır. Allah'u âlem.
METİN
Hasta bu namazı
rükû ve secde ile kılar. Velev bir sopaya veya duvara dayanarak olsun bir parça
ayakta durmağa kâdir olursa ayakta durur. Bunu yapabildiği kadar yapması
lâzımdır. Mezhebe göre velev ki bir ayet veya bir tekbir miktarı olsun. Çünkü
cüzün hükmü bütünün hükmü gibidir. Rükû'la secdenin ikisi de imkânsız -her
ikisinin imkânsızlığı şart değil, secdenin imkânsızlığı kâfidir- fakat ayakta
durmak mümkün ise oturarak îma ile kılar. Bu. ayakta îma ile kılmaktan
efdaldir. Çünkü yere daha yakındır. Secdeye benzer. Fetih.
İZAH
Mezhebe göre
velev bir ayet veya bir tekbir miktarı olsun ayakta durabilirse bunu yapması
lâzımdır. Hulvâni şerhinde Hindvânî'den naklen şöyle denilmektedir: «Hasta
kıyamın tamamına değil de bir kısmına kâdir olur veya bir ayetin bütününü
değil, bir kısmını okuyacak kadar ayakta durabilirse ayakta tekbir alıp
okuyabildiği kadar kıraatı okuması emrolunur. Sonra aciz kalırsaoturur. Sahih
olan mezhep budur. Ulemamızdan bunun hilâfı rivayet olunmamıştır. Bunu
terkederse namazının caiz olmamasından korkarım.»
Kâdî şerhinde
«Dosdoğru ayakta durmaktan aciz kalırsa dayanarak ayakta durur. Ona bundan
başkası caiz değildir. Keza dosdoğru oturmaktan aciz olursa dayanarak oturur.
Bundan başkası caiz değildir» denilmiş. yine Kâdî, Timurtaşi şerhinden naklen
şöyle demiştir: «Bunun benzeri İnâye'de de mevcuttur. Şu cümle de ziyade
edilmiştir: Keza bir sopaya dayanmağa kâdir olur veya hizmetçisi bulunur da ona
dayandığı taktirde ayakta durabilirse bunu yapması gerekir.» «Çünkü cüz'ün
hükmü bütünün hükmü gibidir.» Yani tam olarak kıyama kadir olan kimseye nasıl
ayakta durmak lâzım gelirse kısmen kıyama muktedir olana da lâzımdır.
«Her ikisinin
imkansızlığı şart değil, secdenin imkânsızlığı kâfidir.» Bu cümleyi Bahır
sahibi Bedayi'den ve diğer kitaplardan nakletmiştir. Zahîre'de şöyle
denilmektedir: «Bir adamın boğazında yara bulunur da secde ettiği zaman akar
fakat bu adam rükû, kıyam ve kıraata kadir olursa oturarak ima ile namazını
kılar. Ayakta rükû ile kılar da oturarak secdeyi ima ile yaparsa kâfi gelir.
Ancak birinci şık efdaldir. Çünkü kıyamla rükû bizzat ibadet olmak üzere değil
secdeye vesile olmak üzere meşru olmuşlardır.»
Bahır sahibi
diyor ki: «Secde değil de yalnız rükû yapması mümkün olmazsa ne hüküm
verileceğimi bir yerde görmedim. Galiba bu vaki değildir.» Yani rükûdan aciz
kılan secdeden de acizdir. Nehir.
Halebî şunu
söylemiştir: «Ben derim ki: Bunun tasvirini mümkün farz edersek sakıt olmaması
icabeder Zira rükû secdenin vesilesidir. Vesile imkânsız olmakta maksut ibadet
sakıt olmaz. Nasıl ki kıyam imkansız oldukta rükû ile secde sakıt olmazlar.
«Oturarak ima ile
kılarlar.» İmanın hakikatı başı eğmektir. «Sırf hareket ettirmesidir» diye de
rivayet olunmuştur. Tamamı İmdât'tadır. O da Bahır ile Makdisî'den
nakletmiştir. Eve oturarak ima ile kılar. Çünkü kıyamın rükün olması secdeye ulaşmak
itindir. Onsuz secde vacip olmaz. Böyle demek bazılarının «Oturarak kılar. Zira
kıraat için ayağa kalkması farzdır. Rükû ve secde zamanı gelince oturarak ima
eder.» -Nehirde böyledir- demesinden daha iyidir.
Ben derim ki:
«Oturarak kılar» tabiri Hidaye, Kuduri ve diğer kitaplar da mevcuttur. Fakat
ayağa kalkmasının farz olduğunu elimdeki mezhebimiz kitablarında Nehir
sahibinden başka söyleyen görmedim. Bilâkis bütün kitaplar «kıyam sakıttır»
diye ta'lilde ittifak etmişlerdir. Çünkü kıyam secdeye vesiledir. Hattâ
Hılye'de açıkça «Bu mesele hakiki veya hükmi aciz bulunmadığı halde kıyamın
farz oluşu sakıt olan meselelerdendir» denilmiştir. Onun söylediğine göre
yalnız secdeden aciz kalırsa ayakta rükû etmesi lâzım gelir. Bu az yukarda
gördüğün gibi nassan bildirilenin hilâfınadır. Evet, Kuhistâni'nin Zahîdiye'den
naklen bildirdiğine göre o kimse rükû için ayakta, secde için oturarak ima
yapar. Bunun aksine hareket ederse esah kavle göre caiz olmaz. Valvalci kesin
olarak buna kaildir. Lâkin Nehir sahibi bunu söyledikten sonra «Ancak mezhep
mutlaktır» demiştir. Yani «ikisinde de oturarak veya ayakta ima eder» demektir
Zâhire bakılırsaburada söylenen yanlıştır. Buna dikkat et!.
«Oturarak ima ile
kılmak ayakta ima ile kılmaktan efdaldir.» Münye Şarihi diyor ki: «Hilâftan
çıkmak için ima ile kılmak efdaldir; denilse güzel olurdu. Lâkin ben bunu
söyleyeni görmedim.»
METİN
Sücudunu
rükûundan daha aşağı eğilerek yapar. Bu lâzımdır. Üzerine secde etmek için
yüzüne bir şey kaldırmaz. Bu tahrîmen mekruhtur. Fakat yapılır da o kimse
başını secdesi için rükûundan dahi fazla eğerse sahih olur. Halbuki bu secde
değil, imadır. Meğer ki yerin sertliğini hissetsin. Başını eğmezse imaı
bulunmadığı için sahih olmaz. Oturmak velev hükmen olsun imkânsız ise arka üstü
yatarak ima yapar. Ayaklarını kıbleye verir yalnız dizlerini diker. Çünkü
ayaklar kıbleye doğru uzatmak mekruhtur. Başı kıbleye dönmüş olmak için onu
biraz kaldırır.
«Sücudunu
rükûundan daha aşağı eğilerek yapar.» Musannıf bu sözüyle biraz eğilmenin rükû
için kâfi geldiğine işaret etmiştir. Yüzünü yaklaştırabildiği kadar yere
yaklaştırmak: tâzım değildir. Nitekim Bahır sahibi Zâhidi'den naklen bunu izah
etmiştir. Secde etmek için yüzüne bir şey kaldırmak tahrîmen mekruhtur.
Bahır sahibi
şöyle diyor «Muhit'de kerahet için Peygamber (s.a.v.)'in yasaklamasiyle
istidlâl edilmiştir. Bu, kerahet-i tahrîmiye olduğunu gösterir.» Nehir sahibide
ona tabi olmuştur.
Ben derim ki: Bu
hüküm, secde etmek için yüzüne bir şey kaldırdığına göredir. Yere bir şey
konması bunun hilâfınadır. Zahîre'nin sözü bunu gösterir. Zahire sahibi Asıl
nâm kitaptan kerahetin birincide (yani kaldırdığında) olduğunu nakletmiş; sonra
şunları söylemiştir: «Yastık yere konur da onun üzerine secde ederse namazı
caiz olur. Sahih rivayetle sabit olmuştur ki, Ümmü Seleme (r.anha) kendisinde
bulunan bir hastalıktan dolayı önüne konan bir yastığın üzerine secde edermiş.
Rasûlüllah (s.a.v.) onu bundan menetmemiştir. Zira bu karşılaştırma ile bu
istidlâlin ifade ettiği manâ yüksek yere konulan şey üzerine secde etmenin
mekruh olmamasıdır. Sonra Kuhistani'nin bunu açıkladığını gördüm. «Meğer ki
yerin sertliğini hissetsin. Bu istisnâ yüzüne bir şey kaldırmaz» sözü, yere
konan şeye de şâmil olduğuna göredir. Halbuki bu sözden bu mânâ çıkmaz. Bilâkis
bu sözden anlaşılan, kaldırılan şeyin kendi eliyle yahut başkası tarafından
taşınır cinsden olmasıdır. Şu halde istisna, munkatıdır, Zira bu istisna yere
konan şeye mahsustur. Bundan dolayıdır ki Zeyleî «şöyle demek icabederdi: Yere
konulan şeyin üzerine secde sahih olursa yapılan secde olur. Aksi taktirde
imadır» demiştir. Münye şarihi kesinlikle buna kail olmuş fakat Nehir sahibi
kendisine itiraz ederek şunları söylemiştir: «Bence bu söz götürür. Çünkü rükû
ederek başı eğmek imadan başka bir şey değildir. Malumdur ki, rükûsuz sücud
sahih olmaz. Velev ki yere konulan şey üzerine secde câiz olanlardan olsun.»
Ben derim ki:
Doğrusu tafsilata gitmektir. Tahsilat şudur: Eğer rükû belini eğmekten mücerret
başının iması ile yaparsa bu rükû değil imadır. Ondan sonraki secdesi mutlak
surette ima ile olur. Rukûunu eğilerek yaparsa muteber rükû sayılır. Hattâ bu
şekil rükû kıyama kudreti olan nâfile kılan tarafından yapılsa sahih olur. O
zaman bakılır: Yere konulan şey taş gibi üzerine secde sahih olanşeylerden olup
yüksekliği bir veya iki kerpiç miktarını geçmezse onun üzerine yapılan secde
hakiki secdedir. Ve o kimse namazını ima ile değil, rükû ve sücudüyle
kılmıştır. Hatta ayakta kılan bir kimse ona uyabilir. Namazı esnasında kıyama
kadir olursa namazını ayakta kılarak tamamlar. Yere konulan şey, üzerine secde
sahih olanlardan değilse namazını ima ile kılmış sayılır. Ayakta kılanın ona
uyması sahih olmaz. O namazda kıyama kadir olursa namazı yeniden kılar. Hattâ
bana öyle geliyor ki, o kimse yere, secde edilebilecek bir şey koymağa kadir
ise koyması tâzımdır. Çünkü hakikaten rükû ve sücuda kadirdir. Rükû ve sücudun
hakikatını yapmak elinde iken ima ile yapması sahih değildir. İma ile kılmanın
şartı. rükû ve sücudun imkânsız olmalarıdır. Nitekim meselenin mevzuu da budur.
«Başını eğmezse
ima bulamadığı için sahih olmaz.» Yani başını hiç eğmez de kaldırdığı şeyi rükû
ve secde için alnına yapıştırır; yahut başını rükû ve secde için müsavi şekilde
eğerse sahih olmaz. Çünkü ya her ikisi için yahut yalnız secde için ima yoktur.
Hükmen oturmanın
mümkün olmaması: Hakikatta oturmağa kudreti varken doktor, gözünden ameliyatla
su alarak bir kaç gün sırtüstü yatmasını tavsiye etmesiyle olur. Böyle bir
kimsenin arkaüstü yatarak namazlarını ima ile kılması caizdir. Zira azanın
hürmeti nefsin hürmeti gibidir. Bunu Bedâyi'den naklen Bahır sahibi
söylemiştir. İleride gelecektir.
«Ayaklarını
kıbleye verir.» Bahır nam kitapta Hülâsa'dan naklen şöyle denilmiştir: «Kıbleye
döner ve başını doğuya, ayaklarını batıya verir.» Ben derim ki: Bu şekil Buhara
gibi şark memleketlerinde tasavvur edilir. Çünkü onların kıbleleri batıya
düşer. Batı memleketlerinin aksinedir. Bizim yurdumuz olan Şam'da ve
benzerlerinde ise kıbleye dönerek arkaüstü yatarsa batı sağ tarafına, doğu da
soluna gelir. Bununla bazı muhakkıkların Hülâsa'ya yaptıkları itiraz defedilmiş
olur. Kıbleye karşı ayak uzatmanın keraheti kerahet-i tenzîhiyedir. T.
Bazı
muhakkıklardan murad, İbn Emir Hacc'dır. İtirazını Hılye nâm eserinde yapmış.
«Başı kıbleye
dönmüş olmak için onu biraz kıldırır» yani başının altına yastık koyar. Zira
sırtüstü yatmanın hakikatı sağlamların bile ima yapmasına mânidir. Hastalar
nasıl yapabilirler! Bahır.
METİN
Yahut sağ veya
sol tarafına yatarak yüzünü kıbleye çevirir. Mutemet olan kavle göre sırtüstü
yatmak evlâdır. Başiyle ima yapmağa imkân olmaz da kozaya kalan namazlar bir
gün bir geceden fazla olmak suretiyle çoğalırsa o kimseden kaza sakıt olur.
Zahir rivayete
göre velev ki aklı. başında olsun. Fetva buna göredir. Nitekim Zahîriye'de
beyan olunmuştur. Çünkü hitabın teveccüh etmesi için mücerret akıl kâfi
değildir. Musannıf «erkanın sükûtu» sözüyle aciz zamanında şartların
bilevvelinin sakıt olacağını ifade etmiştir. Zâhir rivayete göre namazı iade
etmez. Bedayi. Bir hasta uykusu geldiği için rekat ve secdelerin sayısını
şaşırırsa kendisine edâ lâzım gelmez, Bunları başkasının telkini ile edâ ederse
kâfi gelmesi icabeder. Kınye'de de böyle denilmiştir.
İZAH
Yan üstü
yattığında sağ tarafına yatmak efdaldir. Bu hususta hadis vardır. İmdâd. Ama
sırtüstü yatmak daha efdaldir. Çünkü sırtüstü yatanın iması kıbleye doğru olur.
Yan üstü yatan ise kıbleden döner. Bahır. Mutemet kavlin mukabili Kınye'de
bildirilmiştir. Buna göre en açık kavil sırtüstü yatabilen kimseye yan üstü
yatmanın caiz olmamasıdır. Nehir sahibi bu kavlin şâz olduğunu söylemiştir.
Bahır sahibi, «Bu
"en açık" sözü. kapalıdır. En açık kavil caiz olmasıdır» demiştir.
Mutemet kavlin bir mukabili de İmam-ı A'zam'dan rivayet olunan kavildir ki,
buna göre efdal olan sağ tarafına yatarak kılmasıdır. Eimme-i selâsenin
kavilleri de budur. Hılye sahibi bu kavli tercih etmiştir. Çünkü ona göre bunun
delili açıktır. Bununla beraber Hılye sahibi meşhur kitaplarda ve meşhur
rivayetlerde sırtüstü yatmanın zikredildiğini de itiraf etmektedir.
Kazaya kalan
namazlar bir günle bir gece namazlarından fazla iseler sakıt olurlar. Fakat o
kimsenin aklı başında olduğu halde bir gün bir gecelik namazları kalırsa sakıt
olmazlar. Onları bilittifak kaza etmesi gerekir. Bu izahat iyileştiğine
göredir. Namaz kılmağa kudret bulamadan ölürse kaza lâzım değildir. Hattâ oruç
tutmayan yolcu, mukim olmadan ölürse fidye verilmesini vasiyet etmesi lâzım
gelmediği gibi bunun da namazları için vasiyette bulunması lazım gelmez.
Zeyleî'de böyle denilmiştir. Bahır sahibinin beyanına göre şöyle demek icabeder:
«Bu, o kimsenin hastalığı esnasında başıyla imaya kudreti olmazsa diye
yorumlanır. Aczinden sonra buna kudreti bulursa kozası lâzımdır. Velev ki vakti
geniş olsun. Böyle denilirse kendisi için fukaraya yiyecek verilmesini vasiyet
etmesinin faydası anlaşılır.»
Ben derim ki: Bu
söz Fetih'den alınmıştır. Çünkü Fetih'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse
ulemamızın usuldeki ta'lilerini incelerse zihninde bu hastaya bir gün ve bir
geceye kadar kaza icabı meselesi çıkar. Hattâ yolunu bulursa vasiyet etmesi lâzım
gelir. Fazla olursa sükût eder!»
«Zahir rivayete
göre velev ki aklı başında olsun.» Bazıları, «Aklı ererse kaza sakıt olmaz.
Tehir edilir» demişlerdir. Hidaye sahibi bu kavli sahihlemiştir. Kendisi tercih
ehlindendir. Fakat Tecniz adlı kitabında kendisi kendisine muhalefet ederek
birinci kavli sahih bulmuştur. Nitekim Kâdıhân, Muhit sahibi, Şeyhu'l İslam ve
Fahru'l - İslâm gibi ehli tercih zevatın umumu da birinci kavli sahih
demişlerdir. Ehli tahkikden Kemâl b. Hümâm da az yukarıda naklettiğimiz ibaresinde
buna meyletmiş; musannıf dahi bu yoldan yürümüştür. Çünkü bu kavil zâhir
rivayettir. Bir de İmdâd'da «Kaide ekseriyetin tercih ettiği kavil ile amel
etmektir» denilmiştir.
T E N B İ H :
Sirâc'ta bu mesele dört vecihe ayrılmıştır: Hastalık bir gün bir geceden fazla
sürer ve hastanın aklı başında olmazsa bilittifak kaza lâzım gelmez. Bu kadar
devam etmez de hastanın aklı başında olursa iyileştiğinde bilittifak
namazlarını kaza eder. Bir gün bir geceden fazla devam eder de aklı başında
olursa yahut bir gün bir geceden fazla devam etmez de aklı başında olmazsa
ihtilâflıdır.
T E T İ M M E :
Bahır'da Kınye'de naklen «Hayatta iken namazlar için fidye verilmez. Oruç bunun
hilâfınadır» denilmiştir. Şarihimiz bu meseleyi bu babtan az önce bahis mevzuu
yapmış; biz deorada izah etmiştik. «Hitâbın teveccüh etmesi için mücerret akıl
kâfi değildir.» Yani Allah'ın emriyle mükellef olmak için yalnız aklı başında
olmak kâfi değildir. Onunla birlikte kudret de lâzımdır. Şerâitin sükûundan
murad; kıbleye dönmek, avret yerini örtmek, pislikten temizlenmek gibi şeylerin
sakıt olmasıdır. Vakit ve keza hadesten taharet bunun hilafınadır. Çünkü İmam-ı
A'zam'a göre temizlenmek için su veya toprak bulamayan kimse namazını tehir
eder. İmameyne göre ise kendisim namaz kılanlara benzetir (onlar gibi yatıp
kalkar). Benzetme yapan namaz kılmış sayılmaz. Bunu Rahmetî söylemiştir. Lâkin
ileride görüleceği vecihle elleri ve ayakları kesilmiş kimsenin abdestsiz namaz
kılacağı sahih kabul edilmiştir. Kendisinden namazın rükünleri sâkıt olan
kimseden namazın şartları evleviyetle sâkıt olur. Zira şartları yapmaktan aciz
kalmak. rükünleri yapmaktan aciz kalmaktan daha üstün değildir. Hasta bizzat
veya başkası vasıtasiyle kıbleye dönemezse o haliyle namazını kılar.
İyileştikten sonra kaza etmesi de lâzım gelmez. Zâhir olan cevap budur. Nitekim
rükünleri edadan aciz kaldığında da öyledir. Bedayi. Meselenin tamamı
Bahırdadır. Altında pis elbise bulunan kimsenin hükmü bu bâbın sonunda
gelecektir.
«Zâhir rivayete
göre namazı iade etmez.» Yani Allah'dan gelen bir özürden dolayı şart veya
rükünlerin sakıt olması namazın kazasını gerektirmez. Ama evvelce temizlik
bahsinde görüldüğü vecihle kul tarafından gelen özür böyle değildir. İlâhî özür
kıraattan aciz kalmaya da şâmildir. Bahır'da Kınye'den naklen şöyle
denilmiştir: «Bir kimsenin bir gün bir gece dili tutulur da namazını dilsiz
gibi kılar; sonra dili söylerse namazlarını iade etmesi tâzım gelmez.»
Hasta, uykusu
geldiği için rekat ve secdelerin sayısını şaşırırsa kendisine kaza lâzım
gelmez. Bundan maksat kendini tutamayacak hale gelmektir. Yoksa mücerret şek ve
şüphe değildir. Çünkü şüphe sağlamların da başına gelir. Namazını başkasının
telkini ile eda ederse kâfi gelmesi icabeder. Tahtavî diyor ki; «Buna şöyle
itiraz edilebilir: Bu bir öğretme ve öğrenmedir, ve namazı bozar. Nasıl ki
mushaftan okusa veya namazda, iken biri kendisine öğretse namazı bozulur.»
Ben derim ki:
Buna da şöyle itiraz edilir: Bu öğretme ve öğrenme değil bilâkis hatırlatma ve
bildirmedir. Müezzinin imamın intikal tekbirlerini cemaata bildirmesine benzer.
METİN
Kaşı gözü ve
kalbi ile ima yapamaz. İmam Züfer buna muhaliftir. Bir kimseye hastalık, namaz
kılarken arız olursa mutemet kavle göre nasıl kadir olursa namazını öyle
tamamlar. Namazını oturarak rükû ve sücudla kılarken iyileşirse kılmaya devam
eder. İma ile kılarken iyileşirse o namazın üzerine binâ edemez. Meğer ki rükû
ve secdeyi ima ile yapmadan iyileşmiş olsun. Nitekim yan üstü yatarak ima ile
kılarken oturmağa kadir olur da rükûa sücuda kadir olamazsa muhtar kavle göre o
namazı yeniden kılar. Çünkü oturuş hali daha kuvvetlidir. Onun için zaif
üzerine binâsı caiz değildir. Nâfile namaz kılan kimse yorulunca sopa ve duvar
gibi bir şeye kerahatsız olarak dayanabilir. Yorulmadan dayanması mekruhtur.
Ama ayakta niyetlendikten sonra oturarak kılması mutlak surette mekruh
değildir. Esah kavil budur. Bunu Kemâl ve başkaları söylemişlerdir. Bir kimse
hareket halindeki gemide farz namazı özürsüz oturarak kılsa sahih olur. Çünkü
acz galiptir. Ama isaet etmiş olur. İmameyn. «Özürsüz oturarak kılmak sahih
değildir» demişlerdir. Bu kavil daha zâhirdir. Burhan.
İZAH
İmam Züfer'e göre
kaşı ile ima eder. Kaşı ile yapamazsa gözü ile, onunla da yapamazsa kalbi ile
ima yapar. Bahır. Hastalık namazda arız olursa namazını yapabildiği şekilde
tamamlar. Velev ki oturarak veya sırtüstü yatarak ima ile kılsın. Mutemet olan
kavil budur. İmamı A'zam'dan bir rivayete göre namazını yeniden kılar. Çünkü o
kimsenin tahrîmesi rükû ve sücud icabedecek şekilde bağlanmıştı. Binaenaleyh
ima ile caiz olamaz. Nehir sahibi «Sahih ve meşhur olan birinci kavildir. Zira
zaifi kavi üzerine binâ etmek bütün namazı zaif kılmaktan evladır» demiştir.
«Namazı oturarak
rükû ve sücudla kılarken iyileşirse kılmaya devam eder» Ve şeyhayna göre o
namazı ayakta tamamlar. İmam Muhammed'e göre yeniden kılar, Şuna binaen ki ona
göre ayakta kılanın oturana uyması sahih değildir, Bu evvelce geçmişti. Nehir.
«İma ile kılarken
iyileşirse o namazın üzerine binâ edemez.» Yani gerek ayakta veya oturduğu
yerde; gerekse sırt veya yan üstü yatarak ile kılarken ayakta veya oturarak
rükû ve secdeye kadir olursa o nar binâ edemez. Çünkü rükû ve sücudla namaz
kılanın ima ile kılana uyması caiz değildir. Binâ etmesi de öyledir. Dürer.
«Meğer ki rükû ve
secdeyi ima ile yapmadan iyileşmiş olsun.» Zira kimse ima ile bir rükün edâ
etmemiştir. Onun yaptığı mücerret tahrîmedir. Binaenaleyh kaviyi zaif üzerine
binâ etmiş sayılmaz. Bahır. O adam namaza ima kastiyle ayakta veya oturduğu
yerde başlar da sonra ima yapmadan ayakta veya oturduğu yerde rükû ve sücuda
kâdir olursa bu söz zahirdir. Ama sırtüstü veya yan yatarak namaza başlar da
sonra ima yapmadan rükû ve sücuda kadir olursa namazını yeniden kılar. Nitekim
bu mânâ şârihin «Zira oturuş hali daha kuvvetlidir» sözünden de
anlaşılmaktadır. H.
«Nitekim yan üstü
yatarak ima ile kılarken oturmağa kadir olur da rükû ve sücuda kadir olamazsa
muhtar kavle göre o namazı yeniden kılar.» Rükû ve sücuda kadir olursa
evleviyetle namazı yeniden kılar. Nafile namaz kılan kimse yorulunca bir şeye
dayanabilir. Bunun vechi şu olsa gerektir: Nafile namaz bazen teheccüt gibi
uzun tutulabilir. Bu da yorgunluğu mucip olur. Onun için dayanması mekruh
değildir. Farz öyle değildir. Onun zamanı azdır. Aksi taktirde farz kılan kimse
aciz kalırsa hükmünün ne olacağı evvelce geçmişti. Yorulursa zâhire göre onun
dayanması da mekruh değildir. Nâfile kılanın yorulmadan bir şeye dayanması
bilittifak mekruhtur. Zira edepsizliktir. Bunu Münye şerhi ile diğer kitaplar
kaydetmişlerdir. Zâhirine» bakılırsa bu hususta nâs bulunmadığı için bu kerahet
tenzihidir.
«Mutlak surette
mekruh değildir» ifadesinden murad, özürlü olsun olmasın oturabilir demektir.
Özürlü kimse bilittifak oturabilir. Özürsüz ise Hidaye sahibinin tercihine göre
İmam-ı A'zam mekruh saymış: Fahru'l-'İslâm'ın tercihine göre saymamıştır. Esah
olan da budur. Çünkü o kimse namaza başlarken ayakta durmakla oturmak arasında
muhayyerdir. Sonu itibariyle de öyledir. Dayanmaya gelince: Namaza başlarken
özür yoksa İmam-ı A'zam bunda muhayyerlik tanımamıştır. Bilâkismekruhtur. Sonu
itibariyle de öyledir. İmameyne göre ise. namaza ayakta başladıktan sonra
özürsüz onu oturarak tamamlamak caiz değildir. Ama bu hüküm ilk veya ikinci
rekatta oturduğuna göredir. Son iki rekatta ise öğle ve cumanın sünnetlerinden
maada nâfilelerde onlara göre de caiz olması gerekir. Meselenin tamamı Münye
şerhindedir. Hareket halindeki gemide farz namazı özürsüz oturarak kılmaktan
maksat, rükû ve sücuduyla eda etmektir. Yoksa ima ile kılmak değildir. Bu
hususta ulema ittifak etmişlerdir.
«Çünkü acz galipdir.»
Yani gemide ekseriyetle insanın başı döner. Galip olan şey tahakkuk etmiş
hükmündedir, Ve onun yerine geçer. Nasıl ki yolculuk meşakkat yerine
geçirildiği gibi uyku da abdestsizlik yerine geçmiştir. Münye şerhi. Onun için
fukaha, gemide namaz meselesini hastanın namazı bâbında zikretmişlerdir. «Ama
isaet etmiş olur» sözü ile musannıf ayakta kılmanın efdal olduğuna işaret
etmiştir. Çünkü hilâf şüphesinden uzaktır. Mümkünse hilâftan sakınmak efdaldir.
Zira bu suretle kalbi daha müsterih olur. Bunu Bahır ve Münye şarihi
kaydetmişlerdir.
«İmameynin kavli
daha zâhirdir.» Hılye sahibi delilleri serdettikten sonra şöyle demiştir: «En
zâhir olan şudur ki, imameynin kavli daha muvafıktır. Binaenaleyh
el'Hâvi'l-Kudsî'de "Biz bununla amel ederiz" denildi ise çok
görülmemelidir»
METİN
Sahilde bağlı
duran gemi esah kavle göre sahil hükmündedir. Enginlerde demir atmış gemiyi
rüzgâr şiddetle sallarsa yürüyen hükmündedir. Şiddetle sallanmazsa duran gemi
gibidir. Namaza niyetlenirken kıbleye dönmek lâzımdır. Gemi başka tarafa
yöneldikçe yine kıbleye dönmek icabeder. Bir kimse birbirine bağlı iki gemide
bulunan cemaata imam olursa imamlığı sahihî gemiler bağlı değilse sahih
değildir. Bir kimse bir gün bir gece delirir veya bayılırsa -velev yırtıcı
hayvan veya insandan korktuğu için olsun- beş namazı kaza eder; altıncı namazın
vakti buna ilâve edilirse kaza etmez. Çünkü bunda güçlük vardır. Müddet içinde
ayılırsa ayılmasının belli bir zamanı olduğu taktirde kaza eder. Belli zamanı
yoksa kaza etmez. Ban otu, şarap veya ilâçla aklı giden kimsenin bu hal uzun
sürse bile namazlarını kaza etmesi lâzımdır. Çünkü bu, kulların fiiliyle olur.
Nasıl ki uyku da kazayı iskat etmez.
İZAH
Sahilde bağlı
duran gemi esah kavle göre sahil hükmündedir. Binaenaleyh o gemide oturarak namaz
kılmak bilittifak caiz değîldir. Hidaye ve diğer kitapların zahirlerinden
anlaşıldığına göre ayakta kılmak mutlak surette caizdir. Yani gemi iyice yere
çökerek karar kılsın kılmasın içinde ayakta namaz kılınır. İzah nam kitapta
gemi karar kılmadığı surette çıkmak mümkünse bunun memnu olduğu açıklanmıştır,
İzah sahibi böyle bir gemiyi hayvan hükmüne ilhak etmiştir. Nehir. Muhit'de
Bedayi sahipleri bu kavli ihtiyar etmişlerdir. Bahır. imdâd sahibi dahi bu
kavli Musaffa'dan naklen Mecma'ar-Rivayat'ın kaydettiğini söylemiş; Nuru'l İzah
sahibi de kesinlikle buna kail olmuştur. Şu halde gemi yürürken içinden karaya
çıkmak imkânı varsa o gemide namaz kılmanın caiz olmaması gerekir. Bu meseleden
insanlar gafildir. Münye şerhi.
Şarihin burada
«esah» tabirini kullanması bazılarının «yürüyen gemi ile yürümeyen arasında
fark yoktur. Nitekim Nehir'de böyle denilmiştir» sözlerinden ihtiraz içindir.
«Şiddetle
sallanmazsa duran gemi gibidir.» Yani rüzgar gemiyi hafifçe saflarsa onun hükmü
duran gemi gibidir. Ayakta durmağa kudreti varken onun içinde oturarak namaz
kılmak caiz değildir. Nitekim İmdâd'da böyle denilmiştir. «Namaza niyetlenirken
kıbleye dönmek lâzımdır.» Yani bu hususta bütün ulemanın ittifakı vardır.
Bahır. Mecmaa'r-Rivâyat'dan naklen İmdâd'da bildirildiğine göre kıbleye
dönmekten aciz kalan kimse namaz kılmaktan vazgeçer. Herhalde maksat. «vaktin
çıkacağından korkmadığı müddetçe bekler» demektir. Zira tekerrür etmiş bir
kaidedir ki kıbleye dönmekten aciz olan kimsenin kıblesi dönebildiği taraftır.
Bu da öyledir. Yoksa fark ne olabilir?. O kimseye kıbleye dönmenin lâzım
gelmesi onun hakkında gemi ev gibi olduğundandır. Hattâ rükû ve sücuda iktidarı
varken o gemide nâfile namazı ima ile kılmak caiz değildir. Hayvan üzerinde
bulunan böyle değildir. Münye şerhi ve Kâfi'de böyle denilmiştir.
«Birbirine bağlı
iki gemi» den murad; yan yona olmalarıdır. Çünkü yan yana gelince bir şey gibi
olurlar. Birbirlerinden ayrı olurlarsa caiz değildir. Zira aralarındaki boşluk
nehir mesabesindedir. Bu da imama uymağa mânidir. İmam duran gemide, cemaat ta
sahilde iseler aralarında yol veya büyük nehir kadar boşluk bulunduğu taktirde
uymaları caiz değildir. Hayvan ve sedye üzerinde namaz kılmanın hükmü nâfileler
bâbında geçmişti.
«Bir kimse bir
gün bir gece delirir veya bayılırsa beş namazı kaza eder.» Delirmek aklı
gideren bir hastalıktır. Bayılmak ise aklı örten bir afettir. T.
Vakitlerle
ziyadenin itibar edilmesi imam Muhammed'in kavline göredir ki esah olan da
budur. İmam Ebû Yusuf'a göre saatlerle itibar edilir. Bu kavillerin herbiri
İmam-ı A'zam'dan rivayet edilmiştir. Delilik veya baygınlık zevalden önce
başına gelir de ertesi gün zevalden sonra vakit çıkmadan ayılırsa Ebû Yusuf'a
göre kaza sakıt olur. İmam Muhammed'e göre sakıt olmaz. Bahır.
Saatlerden murad;
zamanlardır. Astronomi bilginlerinin örfüne göre olan saatler delildir. Dürer.
Onlara göre bir saat onbeş derecedir. Şu halde Ebû Yusuf'a göre murad: biraz
zaman ziyadesidir. Velev ki, az olsun. Nitekim Gurerü'l-Efkar'da ve Bercendî'de
böyle denilmiştir. İsmail. Ayılmanın belli zamanı şöyle olur: Meselâ sabahleyin
hastalığı hafifler de biraz ayılır. Sonra tekrar yapılır. işte bu ayılma
nazar-ı itibara alınır. Ondan önceki baygınlığın devamı bir gün bir geceden az
ise hükmü batıl olur. Ayrılmasının belli zamanı olmaz da ansızın ayılır ve
sağlam insanlar gibi konuşur ve sonra yine bayılırsa bu ayılmaya itibar yoktur.
Bunu Bahır'dan naklen Halebî söylemiştir.
«Çünkü bu
kulların fiili ile olur.» Yani delilik ve baygınlık Allah tarafından gelirse
kaza lâzım gelmeyeceği eserle (delil ile) bilinir. İnsanın fiili ile gelenler
buna kıyas edilemez. İmam Muhammed'e göre ban otu ve ilâçla gelen baygınlık
kazayı ıskat eder. Çünkü bunlar mübahtır.Ve o kimse hasta gibi olur. Nitekim
Bahır ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Zâhire bakılırsa ban otundan
murad, onu ilâç için içmektir. Sarhoş olmak için içerse şarap gibi kendi fiili
ile meydana gelen bir ma'siyet olur. Şarabı dahi mübah bir yol ile, meselâ zor
kullanılmak suretiyle içerse o daban otu gibi olur. Ve o da bu ihtilâfa girer.
Bu ta'lile «Yırtıcı hayvan veya insandan korkmakla neden kaza sakıt oluyor?»
diye itiraz edilemez. Çünkü ulema bunun sebebinin kalp zaifliği olduğunu
söylemişlerdir. Bu bir hastalıktır. Yani Allah'dan gelme bir afettir.
«Nasıl ki uyku da
kazayı iskat edemez.» Çünkü ekseriyetle uyku bir gün bir gece devam etmez. O
halde kaza etmekte bir güçlük yoktur. Baygınlık öyle değildir. O âdeten uzun
süren şeylerdendir. Bahır.
METİN
Bir kimsenin
elleri dirseklerinden, ayakları topuklarından kesilmiş olup yüzünde de yara
bulunsa abdestsiz ve teyemmümsüz namaz kılar. Sonra kaza da etmez. Esah olan
kavil budur ki, teyemmümde geçmişti. Bazıları, «O kimseye namaz borç değildir»
demiş; bir takımları da kesilen yeri yıkaması lâzım geldiğini söylemişlerdir.
F E R ' Î M E S E
L E L E R: Suya batan kimse amel-i kesir sayılmayacak ima ile namaz kılmak
imkânı bulursa edâ etmesi lâzım-gelir. Aksi taktirde edâ lâzım değildir. Bir
kimseye doktor gözünden su almak için arkası üstü yatmasını emrederse namazını
ima ile kılar. Çünkü âzanın hürmeti nefsin hürmeti gibidir. Bir hastanın
altında pis elbise bulunur da üzerine yayılan her şey hemen pislenirse o hali
ile namaz kılar. Pislenmezse hüküm yine böyledir. Ancak elbiseyi hareket
ettirdiği için zorlanırsa o başka.
İZAH
Yüzünde yara
bulunmayı Kâfi, Fethu'I-Kadîr, Bahır ve Nehir zikretmişlerdir. Binaenaleyh bu
bir kayıt değildir. Nitekim gelecektir. «Bazıları "o kimseye namaz borç
değildir" demişlerdir.» Dürer sahibi kitabının metin ve şerhinde bu kavli
tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bir kimsenin eller dirseklerinden ayakları da
topuklarından kesilmiş olsa o kimseye namaz borç değildir. Kâfi'de böyle
denilmiştir. Bazıları «Abdest aldıracak birini bulursa yüzünü ve kesilen
yerleri yıkamasını, ve başını meshetmesini ona emreder; bulamazsa başını ve
yüzünü suya daldırır; yahut yüzünü ve kesik yerlerini bir duvara sürterek
namazını kılar» demişlerdir. Tatarhaniye'de böyle denilmektedir. Dürer
sahibinin «yahut yüzünü ve kesik yerlerini bir duvara sürterek namazını kılar»
sözünün mânâsı. yüzünde yara bulunmamakla beraber onu su ile yıkamağa kudreti
yoksa demektir. Bundan anlaşılır ki musannıfın «yüzünde de yara bulunsa» sözü
bir kayıt değildir. : Çünkü meselenin esası abdest almaktan aciz kalmaktır.
Onun için Kadıhan, «Başıyla imadan aciz kolan hastadan namaz sakıttır. Hitabın
teveccühü için mücerret akıl kâfi değildir» derken elleri dirseklerinden,
ayakları topuklarından kesilen kimse hakkında imam Muhammed'in kavlini şahit
göstererek «O kimseye namaz farz değildir» demiştir.
Amel-i kesir
sayılmayacak şekilde ima; tutunacak bir şey bulmak yahut yüzücülükte mâhir
olmakla yapılır. Bahır.
Doktordan murad,
kâmil müslüman hekimdir. Nitekim fukaha bunu, oruç meselesinde söylemişlerdir.
Elbisenin hemen
pislenmesinden murad da; abdest alıp namaz kılsa namazını bitirmeden mani
pisliğin meydana çıkmasıdır. Nitekim izahını pislikler bâbından az önce
yapmıştık.
«Ancak elbiseyi
hareket ettirdiği için zorlanırsa o başka.» Burada Bahır'ın Hülâsa'dan
naklettiği ibare. «Ancak hastalığı ziyadeleşir» şeklindedir. Zahirine bakılırsa
bu bir kayıt değildir. Nitekim şarih de buna işaret etmiştir. Maksat zarar ve
meşakkat hasıl olmaktır. Bunun benzeri bâbın başından geçen kıyam meselesidir.
METİN
Secde-i tilavet
terkibi hükmü sebebine izafet kabilindendir. Bu secde ondört secde ayetinden
bir ayeti yani ayetin ekserini secdenin harfleriyle birlikte okumak sebebiyle
vacip olur. Bunların dördü mushafın ilk yarısında, on tanesi ikinci
yarısındadır. Secde-i tilâvetlerden biri hac süresinin ilk secde ayetinde
yapılır. Aynı surenin ikinci secdesi rüku'la birlikte yapıldığı için namaz
secdesidir. Diğer bir secde ayeti de sâd suresindedir. Şâfiî ile imam Ahmed
buna muhaliftirler. İmam Malik mufassal surelerin secdelerini lüzumlu
görmemiştir.
İZAH
Secde-i tilavetin
neden secde-i sehivden sonraya bırakıldığı bundan önceki bâbda anlatılmıştı.
Burada hüküm secde değil, secdenin vacip oluşudur. Şârih «hükmü sebebine
izafet» diyeceğine «fiili sebebine izafet kabilindendir» dese daha iyi olurdu.
Yahut hüküm mahkûm bih (yani kendisiyle hüküm verilen şey) mânâsınadır. T.
«Vacip olur»
ifadesinden murad, namazdan başka yerlerde her zaman yapılması caiz olmak üzere
vacip olur demektir. Nitekim gelecektir. Ölmek üzere bulunan kimsenin bu
secdeyi vasiyet etmesi vacip değildir. Bazıları vacip olduğunu söylemişlerdir.
Kınye. Vacip olur demek kaidelere daha lâyıktır. Nehir. Vasiyetle zâhire göre o
kimse bir farz namazı ve bir günün orucu gibi bu secdeden kurtulur. Çünkü
bellidir. Rahmeti. Sonra Tatarhaniye'de, vacip olmadığı sahih bulunarak böylece
açıklandığını gördüm. «Okumak sebebiyle» ifadesi kaydı ihtirazidir. Bununla
secde ayetini yazmaktan veya heceleyerek harf harf okumaktan ihtiraz
olunmuştur. Çünkü yazana ve heceleyene secde vacip değildir. Nitekim gelecektir.
«Yani ayetin
ekserisini ilh...» ifadesi, Nuru'l-İzah sahibinin kesinlikle kail olduğu sahih
kavle muhaliftir. Sirac'da şöyle denilmektedir; «Acaba secde, ayetin bütününü
okumak şartıyle mi yoksa bir kısmını okumakla mı vacip olur? Bu hususta ihtilâf
vardır. Sahih olan kavle göre secde kelimesini ve ondan önce yahut sonra bir
kelime daha okursa secde etmek vacip olur Aksi halde vacip değildir.» Bazıları,
«Secde kelimesîyle birlikte ayetin ekserisini okumadıkça vacip olmaz»
demişlerdir. Bir kimse bütün secde ayetini okur da son kelimesini bırakırsa
kendisine secde vacip olmaz.
T E N B İ H :
Neml suresinde secde «hüve rabbül arşil azîm» ayetinde yapılır bu, umumiyetle
kıraat imamları bundan önceki ayeti, «ella yescüdû» şeklinde şedde ile
okudukları içindir. Kısası mezkûr ayeti «ela yescüdû» okuduğundan onun
kıraatına göre bu ayette secde yapılır. «sâd» suresinde «ve hüsne meâb» de
secde edilir. Bu kavil Zeyleî'nin «ve enâbün» de secde edilir sözünde daha
güzeldir. Sebebini sonra söyleyeceğiz. «hâ mîm» de secde «vehüm la yesemûn» de
yapılır. İbn Abbas ile Vali bin Hücr (v.a.)'dan rivayet edilen bu dur. İmam
Şafiî'ye göre ise «inküntüm iyyahü ta'budûn» de secde edilir. Hazreti Ali'nin
mezhebi budur. İbn Mes'ud ile ibn Ömer (v.a.)'dan da bu rivayet olunmuştur.
Eshabın mezhebleri muhtelif olunca biz ihtiyaten birinciyi tercih etmişizdir.
Çünkü secde «ta'budûn» kelimesinde vacip olursa «la yesemûn»a kadar geciktirmek
zarar etmez.
Aksi böyle
değildir. Zira secde, vücubun sebebi yokken yapılmış olur. Ve namaz secdesi ise
namazın noksan kalmasını icabeder. Bizim söylediğimizde ise asla eksiklik
yoktur. Bu cümleler kısaltılmak suretiyle İmdâd'dan alınmış; Bedayi'den naklen
«Bahır'da da böyledir» denilmiştir. İmdâd sahibi geri kalan ayetlerde de secde
yerlerini beyan etmiştir. Oraya müracaat edebilirsin!
Zâhire bakılırsa
bu ihtilaf, secdenin vucubuna sebep, ayetin tamamı olduğuna göredir. Nitekim
metinlerdeki mutlak ifadelerden de bu anlaşılmaktadır. Ayetten murad da bir ve
iki ayete şâmildir. Şu şartla ki ikinci ayet, secde ayetine bağlı olacaktır. Bu
söz yukarıda Sirac'dan naklettiğimize aykırıdır. Sirac'ın sözünde secde
kelimesiyle ondan bir kelime önce veya sonra okunursa secdenin vacip olduğu
sahih kabul ediliyordu. «Sirac'da beyan edilen asıl vücubun yeridir. imdâd'dan
nakledilen ise eda vacip olan yerdir. Yahut bu husustaki sünnetin yerini
beyandır» denilemez. Çünkü biz ayet okunur okunmaz hemen eda vacip değildir
diyoruz. Nitekim gelecektir. Bizim mezhebimizi tercih hususunda ulemanın
söyledikleri gösteriyor ki bizimle İmam Şâfii arasındaki hilâf asıl vücubun
yeri hakkındadadır. «hâ mîm» suresinde secde ihtiyaten ancak ikinci ayet
bittiği vakit vacip olur.. Nitekim bu cihet Hidaye ve diğer kitaplarda
açıklanmıştır. Çünkü vücup ancak sebebi bulunduktan sonra sabit olur. Bir kimse
burada secdeyi ilk ayeti okuduktan sonra yapsa kafi gelmez. Zira sebebi yokken
yapılmıştır. Bu izahattan anlaşılır ki, Sirac'ın ifadesi şarihlerle metin
sahiplerinin tercih ettikleri mezhebin hilafınadır.
«Aynı surenin
ikinci secdesi rükula beraber yapıldığı için namaz secdesidir.» Bedayi'de beyan
olunduğuna göre secde-i tilâvet ne zaman rükû ile birlikte yapılırsa namaz
secdesi sayılır. Nitekim Tealâ hazretlerinin «vescudi verkeî» ayeti kerimesinde
hal böyledir.
İmam Şâfii ile
imam Ahmed (rahimehümüllah) hac suresinin her iki secdesini muteber saymış; Sad
suresinin secdesini muteber saymamışlardır. Nitekim Gureru'l Efkâr'da beyan
edilmiştir. İmam Malik rahimellah ise mufassal surelerin secdelerini lüzumlu
görmemiştir. Mufassal sureler hucurat'tan sona kadar olanlardır. Bunlardan
necm, inkişâ ve alâk surelerinde secde vardır. (İmam Malik bunları kabul
etmeyince) ona göre secde onbir surede yapılır.
METİN
Secde, ayeti
işitmek şartıyle vacip olur. Binaenaleyh sebep, ayeti okumaktır. Velev ki
sağırın okumasında olduğu gibi işitme bulunmasın. İşitmek okuyandan başkası
hakkında şarttır. Farsça tercümesini bile işitseler secde ayeti olduğu haber
verilince secde etmesi vacip olur. Yahut secde ayetini okuyana uymak şartıyla
vacip olur. Çünkü secdenin vacip olmasına bu da sebeptir. Velev ki ayeti
işitmemiş ve okunurken bulunmamış olsun. İmama tabi olduğu için kendisine bu
secde vacip olur.
İZAH
Ayeti işitme şart
olduğu için işitmeyen kimse okunan meclisde bulunsa bile kendisine secde vacip
olmaz. «Binaenaleyh sebep ayeti okumaktır» yani sahih tilâvettir. Bundan maksat
temyiz ehliyetini hâiz kimsenin oku.masıdır. Nitekim bunu birçok ulema
söylemişlerdir. Hılye. Bununla neden ihtirazolunduğu musannıfın «Kâfire secde
vacip olmaz ilh...» sözünde gelecektir.
Ben derim ki: Bir
kayıt daha ziyade etmek gerekir o da «secde hakkında mâni bulunmamalı»
kaydıdır. Bu kayıt. imama uyan kimsenin ve rükuunda sücudunda teşehhüdünde
secde ayetini okuyan kimsenin tilavetinden ihtiraz içindir. Bunlara.secde-i
tilâvet vacip değildir. Çünkü secdelerine mani vardır. Nitekim gelecektir.
Sonra bilmiş ol ki, ayeti okumak, okuyanın da dinleyenin de secdesine sebeptir.
İşitme hakkında ihtilâf edilmiştir. Bazıları «bu işiten hakkında sebep değil,
şarttır» demiş; Kâfi, Muhit ve Zahirîye sahipleri bu kavli sahih bulmuşlardır.
Bir takımları da «işitmek işiten hakkında ikinci sebeptir» demişlerdir. Hidaye
ve Bedayî sahibleri de bunu tercih etmişlerdir. Şârih bu kavli tercih ettiğine
tenbihte bulunacaktır. Müctebâ'da beyan olunduğuna göre secde üç şeyden biri
ile vacip olur. Bunlar okumak. işitmek ve imama uymaktır. Zâhirine bakılırsa
bunlar üç sebeptir. Hılye sahibi bunu açıkça ifade etmiştir. Musannıf Kâfi'nin
sözünün benimsemiş ve ona bir sebep daha ilâve etmiştir. O da imama uymaktır.
Şu halde ona göre sebep iki şey olup bunlar da okumak ve imama uymaktır. Nasıl
ki bunu Mineh sahibi açıklamıştır. Mineh sahibi işitmenin okuyandan başkası
hakkında şart olduğunu da açıklamış; şarihimiz metnin sözünü izah ederken ona
tâbi olmuştur. Lâkin şarihin sözü işitmek gibi imama uymanın da şart olduğunu
ifade etmektedir. Nitekim az sonra anlaşılacaktır.
«Velev ki sağırın
okumasında olduğu gibi işitme bulunmasın» yani fiilen işitmesin. Yoksa bir
arıza bulunmadığı zaman kendi işiteceği yahut kulağını ağzına yaklaştıran
kimsenin işiteceği kadar okuması şarttır. Nitekim Hinduvahî'nin mezhebi budur.
Sahih olan da budur. Kerhî buna muhalefet ederek harfleri doğru okumakla
yetinmiştir. H.
Ben derim ki :
Hâniye sahibi de bunu söylemiştir.
«İşitmek okuyandan
başkası hakkında şarttır.» Yani imama uymak yoksa işitmek şarttır. İmama uyarsa
işitmesi şart değildir. Hattâ biraz ileri de geleceği vecihle imam secde
ayetini okurken orada bulunması da şart değildir. Şârihin bu kaydı terketmesi,
arkasından musannıfın onu zikretmesine güvendiği içindir.
«Secde ayeti
okunduğu haber verilince» onu anlasın anlamasın secde etmesi vacip olur. Bu
İmam-ı A'zam'a göredir. İmameyne göre ise işiten kimse okuyanın Kur'ân
okuduğunu bilirse secde etmesi lâzım. bilmezse lazım değildir. Bahır. Feyz'de
«bununla fetvâ verilir» denilmiştir. Nehir'de Sirac'dan naklen İmam-ı A'zam'ın
bu kavli bırakıp imameynin kavline döndüğü ve buna itimat edildiği
bildirilmiştir.
«İşiten kimse
okuyanın Kur'ân okuduğunu bilirse» ifadesinden murad; ayetin mânâsını
anlamasıdır. Nitekim Mecma' şerhinde beyan edilmiş ve şöyle denilmiştir:
«İmam-ı A'zam'a göre ayetin mânâsını anlasın anlamasın secde etmesi vacip olur.
İmameyn, "mânâsını anlarsa vaciptir. anlamazsa vacip değildir çünkü
mânâsını anlarsa bir vecihten Kur'ân'ı işitmiş: bir vecihten işitmemiş
olur" demişlerdir» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Fakat ayet arapça
okunursa anlasınanlamasın bilittifak secde vacip olur. Ancak arap olmayan kimse
Kur'ân olduğunu bilmedikçe üzerine secde vacip olmaz. Nitekim Fetih'te söyle
denilmiştir. Yani mânâsını anlamazsa da Kur'ân olduğunu bilmesi yeterlidir.
«Yahut secde
ayetini okuyana uymak şartıyle vacip olur.» Yani imam secde ederse o da eder.
İmam secde etmezse okuduğunu işitse bile secde etmesi lâzım gelmez. Münye
şerhi.
«Çünkü secdenin
vacip olmasına bu da sebeptir.» cümlesinin doğrusu «bu da vacip olmasının
şartıdır» şeklinde olacaktır. Tâ ki «okuyana uymak şartiyle vacip olur»
ifadesine uygun düşsün.
«İmama tabi
olduğu için kendisine bu secde vacip olur.» Bahır'da Tecnis'den naklen şöyle
denilmiştir: «Okuyanla dinleyenin herbiri kendi itikadına bakar. İmdi hac
suresinin ikinci secde ayeti bize göre secde değildir. Şâfiî buna muhaliftir.
Çünkü hakikatte işiten okuyana tabi değildir ki, onun reyiyle amel etmesi lâzım
gelsin. Aralarında ortaklık yoktur. «Bu sözün zâhirine bakılırsa namazda olduğu
taktirde hakikaten imama tabi bulunduğundan secde hususunda imama tabi olur.»
Bunu Tahtavî söylemiştir. Namazın vacipleri bâbında görmüştük ki, içtihat
götüren yerde imama tabi olmak vaciptir. Kati olarak neshedildiği veya cenazede
beşinci tekbirin, sabah namazında kunutun ziyade edilmesi gibi sünnet olmadığı
bilinen yerde imama tabi olmak vacip değildir. Orada bunun üzerine söz
etmiştik. Zâhire bakılırsa bu secde içtihat götüren yerlerdendir.
METİN
Secde ayetini
imama uyan kimse okursa namazda olan kimse namaz içinde ve namazdan çıktıktan
sonra asla secde etmez. Namaz dışında olanın okuması bunun hilâfınadır. Çünkü
secdeden men, iki mânâ için sabît olmuştur. Binaenaleyh onları geçemez. Hattâ o
kimse bu cemaatın namazına iştirak etse secde kendisinden sakıt olur. Rükuunda,
sücudunda veya teşehhüdünde secde ayetini okuyan kimseye secde vacip değildir.
Çünkü bu yerlerde o kimse kıraattan men edilmiştir.
İZAH
Secde ayetini
imama uyan kimse okursa aynı namazda müşterek olan kimseye secde lâzım gelmez.
Secde ayetini ister imama uyan okusun ister imam veya o imama uyan başka bir
cemaat okusun farketmez. Buna delil ileride metinde gelecek olan «secde ayetini
işiten aynı namazda müşterek ise imama uyanın okuması da secdeyi gerektirmez»
sözüdür. Şârih «namazda olan kimse» ifadesini hiç kullanmasa daha iyi olurdu.
Tâ ki zamir doğrudan imama uyan okuyucuya raci olsun. Bir de «namazda olan
kimse» tabiri başka namaz kılana, ona uyana ve yalnız kılana da şâmildir.
Halbuki bunlar hiç namaz kılmayan gibi namaz dışında olan hükmündedirler.
Nitekim bunu Halebî beyan etmiştir. Yani namazdan çıktıktan sonra secde-i
tilaveti yaparlar. Nitekim metinde de gelecek «namaz kılan kimse secde ayetini
başkasından işitirse namazda secde etmez; namazdan sonra secde eder»
denilecektir. Bu hususta sözün tamamı da orada görülecektir.
«Çünkü secdeden
men, iki mânâ için sabit olmuştu.» Onlar da imam ve beraberindekilerdir. Burada
şöyle bir itiraz varit olabilir: imam bu namazda kıraattan men edilmemiştir.
Men edilen yalnız imama uyanlardır. Binaenaleyh en iyisi Münye şerhiyle diğer
kitaplarda yapıldığı gibi ta'lil yapılmalı ve «İmam secde ederse matbuun tabie
inkılâb etmesi lâzım geldiği gibi, secde etmezse cemaatınimama muhalefeti lâzım
gelir» demelidir. O namazda kendileriyle müşterek olmayanlar bunun hilâfınadır.
Çünkü okuyan kimse onlara nazaran men edilmiş değildir. Onlar hakkında okuyan
şahıs namazda değilmiş gibidir. Hattâ namaz dışındaki kimse o cemaatla birlikte
aynı namaza iştirak etse onlara teb'an kendisinden secde-i tilâvet sakıt olur.
Zâhirine bakılırsa secde ayetinin okunduğu rekattan başka bir rekatta bile
iştirak etse secde sakıttır.
«Rüku, sücud ve
teşehhüdünde secde ayetini okuyana secde vacip değildir. Çünkü bu yerlerde o
kimse kıraattan men edilmiştir.» Merginani «Bence secde vaciptir ve o yerde eda
edilir» diyor. Bunu Bahır sahibi Zeyleî'den nakletmiştir.
Ben derim ki:
Makdisi, «teşehhüt söz götürür» demiştir. Yani «secde-i tilâvetin rüku veya
sücud zımnında yapılması mümkündür. Teşehhüt bunun hilâfınadır» demek istiyor.
Merginanî'nin «o yerde eda edilir» sözünden murad; secdeyi okuduğû yerde eda
eder; sonraya bırakmaz manâsı olabilir. Lâkin İmdâd'da şöyle denilmektedir.
"Merginanî; o kimseye secde lâzım gelir. Bu secde içinde bulunduğu rükû ve
sücudla eda edilmiş olur" diyor. Dîrî şerhinde böyle denilmiştir. Bu izaha
göre secde ayetini teşehhüdde okursa secde eder.»
Ben derim ki: Bu
söz birinciyi te'yid eder. Sonra âşikârdır ki, ona secde vaciptir demek daha
münasiptir. Çünkü o kimse cünüb gibi orada secde ayetini okumaktan
nehyedilmiştir. İmama uyan gibi mahcur (yani men edilmiş) değildir. Ulema cünüb
ile imama uyan kimse arasında fark görmüş. «cünüb olana kıraat nehyedilmiştir. Binaenaleyh
ona secde-i tilâvet vaciptir. Zira nehi vücuba aykırı değildir. İmama uyan ise
mahcurdur. Çünkü imamın tasarrufu onun hakkında geçerlidir. Mahcur kimsenin
tasarrufu hükümsüzdür» demişlerdir.
Hayızlıya
gelince: Secde ayetini okumakla kendisine secde vacip olmaz. Çünkü namaza ehil
değildir. Cünüb böyle değildir. Aşikârdır ki meselâ rükuunda secde ayetini
okuyan bir kimse vücuba ehildir onu secdeden meneden imam da yoktur.
Binaenaleyh o kimseye secde vacip olduğunu tercih gerekir. İhtimal imam Merginanî'nin
tercihinin vechi budur. Sonra Medeni hâşiyesinde gördüm ki, şeyhi Merginanî'nin
Zeyleî hâşiyesinden Merginanî'nin sözünü bizim dediğimiz gibi tercih ettiğini
nakletmiş. Allah'a hamdolsun. Zâhire göre Feyz'in naklettiği şu söz de bu
kabildendir: «Bu kimse secde-i tilâvet yapar da secdesinde ikinci bir secde
ayeti okursa kendisine secde vacip olmaz.»
METİN
Secde-i tilâvet
evvelce geçen namaz şartlarıyle vacip olur. Bundan yalnız tahrime ile niyetin
tayini müstesnadır. Namazı bozan şeyler secde-i tilâveti de bozar. Rüknü sücud
veya onun bedelidir. Meselâ namaz kılanın rükuu, hasta ve hayvan üzerinde
kılanın iması sücudun bedelidirler. Secde-i tilâvet âşikâre alınan iki sünnet
tekbir ile, müstehap iki kıyam arasında yapılan bir secdedir. Onda el kaldırmak
teşehhüt ve selâm yoktur. Ama esah kavle göre sücud tesbihi vardır.
İZAH
Secde-i tilavet
namaz şartlarıyle vacip olur. Çünkü namaz cüzlerinden bir cüzüdür.
Binaenaleyhnamaz secdelerine kıyas edilir. Onun için teyemmümle eda edilmesi
caiz değildir. Meğer ki su bulunmaya. Zira su varken teyemmümün abdest
sayılmasının şartı, namazı kaçırma korkusudur. Bunda böyle bir şey, yoktur. O
terahi ile (yani geniş zaman içinde) vacip olmuştur. Keza secde-i tilâvet için
vakit de şarttır. Hattâ bir kimse secde ayetini mekruh olmayan bir vakitte okur
veya işitirse mekruh vakitte eda etmesi caiz olmaz. Çünkü kâmil olarak vacip
olmuştur. (Kâmil vakitte edası gerekir.) Ancak mekruh vakitte okur diyene, o
vakitte yahut başka bir mekruh vakitte eda ederse caizdir. Zira vacip olduğu
şekilde eda etmiştir. Niyet de öyledir. Çünkü bu secde, bir ibadettir. İbadet
niyetsiz sahih olmaz. Bedayi.
Hılye'de şöyle
denilmiştir «Ancak namazda okur da hemen secde ederse niyete hacet kalmaz.
Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Bu herhalde namazdan bir cüz olduğu ve
namazın niyeti ona da şâmil bulunduğu içindir. Secde-i tilâvette tahrime şart
değildir. Çünkü tahrime muhtelif fiilleri birleştirmek içindir. Burada muhtelif
fiiller yoktur Bedayi, Hılye ve Bahır. Yani namaz kıyam, kıraat, rüku ve
sücuddan mürekkep muhtelif fiillerdir. Tahrime ile bu fiiller bir fiil haline
getir. Secde-i tilâvetin mahiyeti ise bir fiilden ibarettir. Binaenaleyh
tahrimeye hacet yoktur.
Niyetin
tayininden murad; filân ayetin secdesi olduğunu tayindir. (Bu tayin şart
değildir.) Bunu Kınye'den Nehir sahibi nakletmiştir. Fakat tilavetten dolayı
yapıldığını tayin şarttır. Nitekim namazın şartlarından niyet bahsinde
geçmişti. Ancak biliyorsun ki; namazda okur da derhal secde ederse tayine hacet
yoktur. Kasten abdesti bozmak, konuşmak ve kahkaha ile gülmek gibi şeyler
namazı bozduğu gibi secde-i tilâveti de bozarlar. Bu taktirde tekrarlanması
gerekir. Bazıları bunun İmam Muhammed'in kavli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
ona göre rükû'nün tamamına itibar olunur ki o da secdeden başını kaldırmaktır.
Ebû Yusuf'a göre başını yere koymaya itibar olunur. Şu halde bozmaması gerekir.
Haniye'de bildirildiğine göre cevabın zahirine bakılırsa bilittifak bozar. Şu
kadar varki, kahkaha ile gülmekte abdest tazelemesi icabetmez. Keza, kadınla
bir hizaya durmak ta; cenaze namazında olduğu gibi secde-i tilâveti bozmaz. Bir
kimse secde-i tilâvet esnasında uyusa; sahih kavle göre namaz secdesinde olduğu
gibi burada da abdesti bozulmaz. Bahır.
Şârihin «namaz
kılanın rükûu» diye kayıtlaması namaz dışında okur da rükû ederse, secde namına
kıyasen ve istihsanen kâfi gelmediği içindir. Nitekim Bedayi'de beyan
edilmiştir. Zâhir'de rivayet edilen de budur. Bunu Bezzaziye sahibi
kaydetmiştir. Şârihin ileride Bezzaziye'den nakledeceği kavl tahriften ibarettir.
Bu hususta O, Nehir sahibine tâbi olmuştur. Nitekim göreceksin,
Hastanın îmâ'sı,
ayeti sağlamken okumuş olsa bile secdenin bedelidir. Nitekim, Münye şerhinde
beyan olunmuştur. Hayvan üzerinde kılanın îmâsı da öyledir. Yani şehir dışında
secde ayetini hayvan üzerinde okur veya işitirse, ondan sonra inerek tekrar
binse bile yine îmâ ile secde eder. Ama, secde yerde iken vacip olursa hayvan
üzerinde caiz olmaz. Çünkü tam olarak vacip olmuştur (nâkıs olarak eda
edilemez). Aksi bunun hilâfınadır (yanı nâkıs olarak vacip olursa tam olarak
eda edilebilir.) Bahır'da böyle denilmiştir.
«Secde-i tilâvet,
âşikare alınan iki sünnet tekbir ile iki müstehap kıyam arasında yapılır.» Bu
ikitekbirin biri secdeye giderken. diğeri de kalkarken getirilir. Bahır. Zâhir
rivayet budur. Bedayi sahibi bunu sahih bulmuştur. İmam-ı A'zam'dan bir
rivayete göre hiç tekbir alınmaz. İmam-ı A'zam'la imam Ebû Yusuf'tan bir başka
rivayete göre secdeye giderken tekbir alınmaz; kalkarken alınır. Ebû Yusuf'tan
diğer bir rivayete göre bunun aksine olarak secdeye giderken tekbir alınır;
kalkarken alınmaz. Hılye. Tatarhaniye sahibi diyor ki: «Huccet'de şöyle
denilmiştir: Bazı ulema hiç tekbir almadan secde eden kimsenin bu mesuliyetten
kurtulduğunu söylemişlerdir ama bu, bilinir de yapılmaz. Çünkü bunda selefe
muhalefet vardır.»
Tekbirin âşikâre
alınmasından murad; yalnız kılarsa kendisine, cemaatla kılarsa başkalarına
işittirmesidir. T.
İki kıyamdan
murad da; biri secdeye kapanmak, tahakkuk edebilmek için secdeden önce, diğeri
de secdeden sonra ayağa kalkmaktır. Bu kavli Bahır sahibi Muzmerat'a nisbet
etmiş ve «İkinci kıyam gariptir» demiştir. Hayreddin Remli'nin musannıfın el
yazısından naklettiğine göre Muzmirat sahibi bu kavli Zahiriye'ye nisbet
etmiştir. Fakat kendisi Zahiriye nüshasına müracaat etmişse de orada ikinci
kıyamı bulamamıştır.
Ben derim ki: Ben
kendi nüshamda bu kavli buldum. «Secdeden başını kaldırınca ayağa kalkar; sonra
oturur» diyor. Tatarhaniye ile Münye şerhinde dahi bu kavl Zahîriye'ye nisbet
edilmiştir. Zahire bakılırsa musannıfın nüshasından bu cümle düşmüş olacak.
Bu sözün garip
olmasına gelince: «Secdeden sonra kalkar» diyen yalnız Zahîriye sahibi
olmuştur. Onun için de sonraki ulema bu kavli yalnız ona nisbet etmişlerdir.
T E T İ M M E:
Secde ayetini işiten kimsenin okuyandan önce başını secdeden kaldırmaması
menduptur. Ama bu hakikatta ona uymak değildir. Onun için de okuyanın secde
yapmak üzere öne geçmesi, dinleyenlerin saf olmaları emir edilemez; ve okuyanın
secdesi bozulursa dinleyenlerin secdeleri bozulmaz. Nevâdir'de, okuyanın secde
için öne geçeceği, işitenlerin arkasına saf olacakları kaydedilmiştir.
Meselenin tamamı İmdâd'dadır.
«Esah kavle göre
secde-i tilavette sücûd tesbihi vardır.» Fethu'l - Kadir sahibi şöyle
demektedir: «Şârihin sahihlediği kavil umumî olmamak gerektir. Çünkü eğer secde
namazda yapılırsa farz namazda «subhane rabbiyel a'lâ» denilir. Nafile namazda
ise menkûl tesbihlerden birini okur. Meselâ:............... der. Yahût: duasını
okur. Namaz dışında ise bu hususta vârid olanların hepsini okur. Hılye, Bahır
ve Nehir sahipleri ile diğer ulema Fethu'l-Kadîr sahibini tasdik etmişlerdir.
METİN
Secde-i tilâvet
namazın farz olmasına eda veya kaza cihetinden ehil olan kimseye vaciptir.
Çünkü namazın cüzlerindendir. Eda cihetinden ehil olmak secde ayetini okumakla
sağırın secde etmesi; kaza cihetinden ehil olmak ta cünüb, sarhoş ve uyuyan
kimseye secde lazım gelmesidir. Binaenaleyh kâfir, sabi, deli, hayz ve
nifaslılar ayeti okur veya işitirlerse kendilerine secde vacip olmaz. Çünkü
namaza ehil değillerdir. Bunların daimî deliden gayrisinin okumasiyle
işitenlere secde vacip olur. Delinin okumasiyle vacip olmaz. Çünkü ehliyeti
yoktur. Deliliği kısa sürerse -birgün bir gece yahut daha az devam ettiği
taktirde- gerek ayeti okumuş gerekse işitmiş olsun secde etmesi lâzım gelir,
Bir gün bir geceden daha fazla devam ederse kendisine değil; Molla Hüsrev'in
beyanına göre işitene secde lâzım getir. Lâkin Şurunbulâli rivayetin muhtelif
olduğunu kesin söylemiş; secde ayetini deliden işitmekle secdenin vacip
olduğunu Feteva-i Suğra ile Cevhere'den nakletmiştir. Ben derim ki, Kuhistani
de kesinlikle bunu kail olmuştur.
İZAH
«Çünkü namazın
cüzlerindendir» ifadesinden murad; namazın cüzleri cinsindendir, yahut bazı
yerlerde namazın cüzlerindendir demektir. Nitekim ayet namazda okunursa, secde
namazın cüz'ü olur.
Bahır ve diğer
kitaplarda «Secde-i tilâvetin vacip olması için, islâm, büluğ, hayz ve nifastan
temiz olmak gibi namazın vücubuna ehil olmak şarttır» denilmiştir.
Şârih «Sağırın
secde etmesi» demekle en hatıra gelmeyene tenbihte bulunmuştur. Tâ ki başkaları
evleviyetle bilinsin. H. Sağır secde ayetini okursa secde eder. Fakat secde
eden bir cemaat görürse onun da secde etmesi tâzım gelmez. Bunu Tatarhaniye'den
naklen İmdâd sahibi nakletmiştir. Zârihin cünübü, sarhoş ve uyuyanla beraber
zikretmesinden, zâhiren onun vücubu edaya ehil olmadığı anlaşılırsa da Rahmetlî
böyle olmadığını söylemiştir. Evet sarhoşla uyuyanın bu halleri bütün bir namaz
vakti devam ederse edaya ehil değildirler.
Sarhoşu bu halden
vazgeçirmek için aklının hükmen yerinde olduğuna itibar edilmiştir. Onun için
ibadetler kendisine lâzım gelir. Nitekim Muhit'de böyle denilmiştir. Bundan şu
anlaşılıyor ki, mubah bir şeyden sarhoş olur da mesela içki ile boğazında kalan
lokmayı geçirir yahut zorla içirilirse o halde iken secde ayetini okuduğu veya
işittiği taktirde. söylediğini ve işittiğini anlamayacak derecede olursa; hattâ
ayıldıktan sonra da hatırlayamazsa secde etmesi vacip değildir. Hılye. Uyuyan
kimse uyandıktan sonra, uyurken secde ayetini okuduğu kendisine haber verilirse
secde etmesi vacip değildir. Esah olan kavil budur. Tatarhâniye.
Dirâyede «Secde
etmesi lâzım değildir. Sahih olan budur» denilmiştir, İmdâd. Demek ki bu
hususta sahihlemeler muhteliftir. Secde ayetini uyuyandan yahut bayılandan
işitene secde lâzım gelmesi hakkında ise Şurunbulaliye'de nakledildiğine göre
hem rivayet hem de sahihlemeler muhteliftir. Deliden işitmek de böyledir.
Yakında gelecektir. Kâfir, sabi, deli hayz ve nifaslıya okusalar da işitseler
de secde vacip değildir. Çünkü bunlar namazın vücubuna ehil değillerdir. Bazı
nüshalarda «eda ve kazaya ehil değillerdir» denilmiştir. Daimi deli hakkında bu
meydandadır. Ama deliliği bir gün bir geceden fazla sürmeyen.kimse hakkında
bunun muktezası vücubtur. Nitekim gelecektir. «Bunların daimi deliden
başkasının okumasıyle, işitenlere secde vacip olur» Bedayi'den naklen Bahır
sahibinin tercih ettiği kavil budur.
Fethu'l-Kadîr'de
şöyle deniliyor: «Lâkin Şeyhu'l-İslâm'ın beyanına göre secde ayetini deliden,
uyuyandan veya kuştan işitmekle secde vacip olmaz. Çünkü secdeye sebep sahih
olan tilâveti işitmektir. Tilâvetin sahih olması ise temyizledir. Burada temyiz
(ayırma) yoktur. Bu ta'lil sabihakkında tafsilat ifade ediyor. Öyle ise sabi
kârı zararı ayırırsa ondan işitmekle secde muteber oluversin. Sabi mümeyyiz
değilse muteber değildir.» Hılye sahibi bunu beğenmiştir.
Daimi delilik
hakkında Kemâl bin Hümam Et'Tahrir ve Fethu'l-Kadîr adlı eserlerinde şunları
yazmıştır: «İmam Muhammed'e göre namazları ıskat eden uzun sure kalan
namazların altı olmasıdır. Oruçta gecesiyle gündüzü ile bütün bir ayı
doldurmak; zekâtta ise bütün bir seneyi kaplamaktır.» Bahır sahibi de Kemâl bin
Hümâm'a tâbi olmuştur. Gerek Kemâl'in ifadesinden gerekse musannıfın «namazın
vücubuna ehil olan» sözlerinden anlaşılıyor ki, bu hususta tilavet namaz
gibidir.
Lâkin Dürer'in ve
ona tâbi olarak Şârihin sözlerinden anlaşıldığına göre burada ondan murad; bir
gün bir geceden fazla devam eden ve iyileşmeyendir. Çünkü Dürer sahibi deliliği
üç dereceye ayırmıştır.
Birincisi: Kâsır
deliliktir. Ve bir gün bir geceden fazla devam etmez.
İkincisi: Kâmil
fakat daimi değildir. Bu bir gün bir geceden fazla devam eder. Lâkin bazen
iyileşir.
Üçüncüsü: Kâmil
ve daimidir. Bu bir gün bir geceden fazla devam eder ve iyileşmez.
Dürer sahibini bu
taksime sevk eden şey, ulemanın sözlerinin arasını bulmaktır. Zira kendisi
Telhisû'l-Cami'den naklettiğine göre deliden secde ayeti işitene secde-i
tilâvet vacip değildir. Haniye'den naklettiği rivayete göre vaciptir. Nevâdir'den
naklettiğine göre müddet kısa olur da bir gün bir gece yahut daha az devam
ederse ayetini okusun veya işitsin secde etmesi lâzım gelir. Yani kendisine
secde vacip olunca ondan işitene evleviyetle vacip olur. Sonra Dürer sahibinin
bildirdiğine göre kâsırda delinin ayeti okumasıyla hem kendine hem işitene
secde-i tilavet vacip olur. Nevâdir'de bahsedilen budur. Daimi olmayan kâmil
delilikte delinin okumasıyla kendine birşey lâzım gelmez. İşitene, secde vacip
olur. Hâniye'de bahsedilen budur. Kâmil ve daimi delilikte ne deliye ne de
ondan işitene secde vacip değildir. Telhis'de bahsedilen de budur. Şârih bu
taksım ve birleştirmeye göre hareket etmiştir.
«Delinin
okumasıyla vacip olmaz» cümlesinden murad; "kendisine vacip olmadığı gibi
ondan işitene de vacip olmaz" demektir.
«Gerek ayeti
okumuş gerekse işitmiş olsun secde etmesi lâzım gelir.» Çünkü o kimse namazın
kazası vacip olmasına ehildir. Secde kendisine lâzım gelince ondan işitene
evleviyetle lâzım gelir. Nasıl ki yukarıda geçmişti. Şeyh İsmâil'in şerhinde
şöyle denilmektedir: «Kime başkasından işitmekle secde-i tilâvet lâzım gelirse
başkasının da ondan işitmesiyle üzerine secde vacip olur. Aksi yoktur.»
«Bir gün bir
geceden fazla devam ederse kendisine değil. Molla Hüsrev'in beyanına göre
işitene secde lâzım gelir.» Yani mukabele karinesi ile bir gün bir geceden
fazla devam eder de delilik daimi olmazsa demektir. Bu üçüncü kısımdır.
Şurunbulâli burada Molla Hüsrev'in yukarda geçen sözüne istidrakte bulunmuştur.
Şurunbulâli Dürer üzerine yazdığı haşiyede şunları söylemiştir: «Molla
Hüsrev'in, deliliği üçe taksim etmesi usul-u fıkıh ulemasının sözlerine
aykırıdır. Onlar deliliğibiri daimi diğeri daimi olmayan namiyle iki kısma
ayırmışlardır. Molla Hüsrev'in daimi deliliği "iyileşmeyen" diye
tefsir etmesini teslim edemeyiz. Çünkü hiçbir saat geçmez ki deliliğin
iyileşmesi ümit edilmesin. Deliden secde ayeti işitme hususunda, sahihlenmiş
iki rivayet vardır ki bunları Cevher'e sahibi nakletmiştir. Şu halde arabulmak
için yapılacak iş, Hâniye'nin sözünü bir rivayete, Telhis'in sözünü de başka
bir rivayete hamletmektir.»
Ben derim ki:
Zâhire göre bu iki rivayet daimi delilik ile diğerleri hakkındadır. Nuh
efendinin haşiyesi ile Şeyh İsmail'in şerhinde daimi delilik ile kayıtlanması
buna muhaliftir. Delilimiz Fetih'ten naklen yukarıda arzettiklerimizdir.
Cevhere'deki de böyledir. Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse secde ayetini
uyuyandan veya baygından yahut deliden işitirse bu hususta iki rivayet vardır.
Bunların esah olanına göre secde vacip değildir.» Zira daimi deli olmayan
kimsenin hali uyuyan ile bayılandan aşağı değildir. Binaenaleyh bunlarda
cereyan eden hilâh onda da cereyan eder. Zira hepsi vücuba ehildirler. Şu halde
Zâhire göre söz mutlak bırakılmalı, daimi olup olmamakla kayıtlanmamalıdır
METİN
Ayet-i sadânın
aksetmesinden veya kuştan işitmek ile harf harf okumak ve hecelemek ile secde
vacip olmadığı gibi; işiten kimse aynı namazda olmak şartıyle cemaat olanın
okumasını işitmekle de vacip olmaz. Namaz dışında olanın okumasını işitmek
bunun hilâfınadır. Nitekim geçmişti. Namaz içinde değilse muhtar kavle göre
secde-i tilâvet mühletli olarak vacip olur. Ama geciktirilmesi tenzihen
mekruhtur. Tayin etmeksizin üzerindeki tilâvet sayısınca secde etmek kâfidir.
Bununla borcunu eda etmiş olur. Secde-i tilâvet hayz ve riddetle (dinden
dönmekle) sâkıt olur.
İZAH
Sadânın
aksetmesi; sesin geri tepmesidir, Bundan murad; bağlara, ormanlara ve
benzerlerine seslenildiği zaman aynı sesin dönüp kulağa gelmesidir. Nitekim
Sıhah'ta böyle denilmiştir. Kuştan işitmekle dahi secde vacip olmaz. Esah kavil
budur. Bunu Zeyleî ve başkaları beyan etmişlerdir. Bazıları ayeti kuştan
işitmekle secde lâzım geleceğini söylemişlerdir. Huccet nâm kitapta «sahih olan
budur» denilmiştir. Tatarhaniye.
Ben derim ki:
Ekser ulema birinci kavli sahih bulmuşlardır. Nuru'l-izah sahibi de kesinlikle
buna kail olmuştur.
Harf harf okumak
veya hecelemekle de secde icabetmez. Çünkü heceleyen kimse için bu adam Kur'an
okuyor denilemez; hece okuyor denilir. Bir kimse bunu namazda yapsa namazı bozulmuş
olmaz. Zira bunlar Kur'andaki harflerdir; kıraat yerini tutmazlar; o kimse
Kur'an okumamıştır. Bunu Tecnis ve Hâniye'den naklen İmdâd sahibi söylemiştir.
Secde ayetini yazmakla secde vacip olmaz. Bahır.
«Muhtar kavle
göre secde-i tilâvet mühletli olarak vacip olur.» Nehir ve imdâd'da dahi böyle
denilmiştir. Ama bu, imam Muhammed'e göredir. Ebû Yusuf'a göre mühletsiz olarak
derhal vacip olur. Bu iki kavil İmam-ı A'zam'dan da rivayet olunmuşlardır.
İnâye'de böyle denilmiştir. Nehir sahibidiyor ki: «Hilâfın yeri günah olup
olmaması hakkında olmalıdır. Hattâ bir kimse secde-i tilâveti bir müddet sonra
eda etse kaza değil, bilittifak eda etmiş sayılır.» Şeyh İsmail «Bu söz
götürür» demiştir. Yani "mühlet siz" sözünden anlaşılan mânâ, geciktirmemenin
kaza sayılmasıdır; demek istiyor.
Ben derim ki:
Lâkin şârih hac bahsinde, geciktirirse eda sayılacağına icma-i ümmet olduğunu
söyleyecektir. Bununla beraber fevrî (yani mühletsiz) olması tercih edilmiştir;
geciktirmekle günaha girmiş olur. Bu izahat buradakinin benzeridir. Secdeyi
geciktirmek tenzihen mekruhtur. Çünkü uzun zaman geçmekle unutulabilir.
Geciktirmek kerahet-i tahrimiye ile mekruh olsa idi secde mühletsiz vacip
olurdu. Halbuki mühletli vacip olmuştur. Onun içindir ki namazdaki secde-i
tilâveti kıraat vaktinde geciktirmek kerahet-i tahrimiye ile mekruh olmuştur.
İmdâd. Gecikmenin mekruh olmasından, yalnız güneşin doğması gibi mekruh
vakitler istisna edilmiştir.
FERİ BİR MESELE:
Tatarhaniye'de bildirildiğine göre ayeti okuyanın veya işitenin secde etmesi
mümkün değilse: «semi'nâ ve eta'nâ ğufraneke rabbenâ ve ileykel masîr» demesi
müstehap olur.
«Hayzla secde-i
tilavet sâkıt olur.» Şarih burada Nehir sahibine tâbi olmuştur. Nehir sahibi
şöyle demiştir: «Ulemanın açıkladıklarına göre kadın secdeyi geciktirir de hayz
görürse secde sâkıt olur. Keza secde ayetini okuduktan sonra irtidat ederse
secde sâkıt olur. Hâniye'de böyle denilmiştir.» Hâniye'nin ibaresi şudur:
«Kadın namazda secde ayetini okur da secde etmez ve sonra hayz görürse
kendisinden secde sâkıt olur.» Bu ibarenin bir mislini de şarih Hülâsa'dan
nakledecektir. Bu suretle anlaşılıyor ki bu secdeden murad, namazdaki secde-i
tilâvettir ki, metinde «Ancak hayz görmeksizin bozarsa ilh...» ibaresinin
zımnında gelecektir. Binaenaleyh burada onu beyana lüzum yoktur. Evet,
Tecnis'te bu secdenin mutlak surette hayzla sâkıt olduğunu gösteren sözler
vardır. Orada şöyle denilmiştir: «Kadın secde ayetini okur da secde etmez ve
sonra hayz görürse secde sâkıt olur. Çünkü hayz iptidaen secdenin vücubuna aykırıdır.
Devamı itibariyle de öyledir. Bu mesele şunun nazîridir: Bir müslüman secde
ayetini okur da sonra dinden dönerse kendisinden secde sâkıt olur. Sonra tekrar
müslüman olursa secde etmesi vacip olmaz. Zira küfür iptidaen secdeye
aykırıdır. Devam itibariyle de öyledir.»
«Riddet yani
dinden dönmek ile de secde-i tilâvet sâkıt olur.ı» Burada şöyle bir itiraz
varit olur: Secde-i tilâvetin vakti bütün ömürdür. Vakti bâki olan bir ibadet,
müslüman olan mürtedden sâkıt olmaz. Nasıl ki haccetse veya namaz kılsa da
sonra irtidat etse ve arkasından vakit içinde tekrar müslüman olsa hüküm budur.
Bazı kâmil zevat
buna şöyle cevap vermişlerdir: Namazda sebep, müslüman olduktan sonra tahakkuk
etmiştir. Fakat secde-i tilâvet böyle değildir. Keza müslüman olduktan sonra
hacda zad ve rahleye kudreti olmak itibara alınır. T. Yine burada şöyle bir
itiraz varit olabilir: Sözümüz secdeyi yapmayandan secdenin sükutu hakkındadır.
Secdeyi yapana tekrarı vacip olmadığı hususunda değildir. Bilâkis bahsettiğimiz
hususun nazîri terk edip, dinden dönendir. Secde-i sehiv babından az önce
arzetmiştik ki mürtede de müslüman olduktan sonra irtidat etmezden önce
terkettiğiibadetle vaciptir. Bunun muktezası burada da secde-i tilâvetin lâzım
gelmesidir.
METİN
Secde-i tilâvet
namaza ait ise fevran (derhal) vacip olur. Çünkü namazın bir cüzü olmuştur.
Namaz kılan onu geciktirmekle günahkâr olur. Ve namazın hürmeti içinde
bulunduğu müddetçe onu kaza eder. Velev ki selâm verdikten sonra olsun. Fetih.
Sonra bu nisbet doğru olan nisbettir. Bazılarının salâtiye diye yaptıkları
nisbet hatadır. Bunu musannıf söylemiştir. Lâkin Gaye nâm kitapta beyan
olunduğuna göre bu söz kullanılan bir hatadır. Fukahaya göre kullanılan hata
nâdir olan sevaptan daha hayırlıdır. Bir kimse secde ayetini bir imamdan işitir
de imam onun için secde etmeden kendisine uyarsa -velev ki okuyan kimse o
şahsın kendisine uyması sebebiyle imam olsun- imamla birlikte secde eder. İmam
secde ettikten sonra uyarsa asla secde etmez. Kenz sahibi asla tâbi olarak
böyle mutlak ifade etmiştir. O kimse bu imama hiç uymazsa secdeyi yapar. Keza
Pezdevî ve diğerlerinin tercih ettiklerine göre o imama başka bir rekatta uysa
hüküm yine budur. Hidaye'den anlaşılan budur. Ayeti namazda okursa secdeyi de
namazda yapar. Namaz haricinde yapmaz. Sebebi yukarıda geçti. Bedayi'de
bildirildiğine göre secde etmezse günahkâr olur. Tevbe etmesi tâzım gelir.
İZAH
Fevr'in tefsiri
ileride görüleceği vecihle okunan secde ayeti ile secdenin arasında iki veya üç
ayetten fazla okuyacak kadar uzun müddet geçmemektir. Hılye.
Secde-i tilâvet
namaz içinde derhal yapılmak icabeder. Çünkü namaz fiillerinden olan kıraat
sebebiyle vacip olmuştur. Ve namazın bir cüzü sayılır. Onun için hemen edası
vaciptir. Nitekim Bedayi'de beyan olunmuştur. Bundan dolayıdır ki, muhtar olan
kavle göre bir kimse üzerinde secde-i sehiv olduğunu, yeri geçtikten sonra
hatırlarsa kendisine secde-i sehiv vacip olur. Nitekim bunu secde-i sehiv
bâbında arzetmiştik. Şu halde bu secdeyi tehir etmek, namaz secdesini yerinden
geciktirmek gibi olur. Namaz secdesi kaza olunur. Bunun bir.misli de
"kıraat ilk iki rekatlarda vaciptir" diyenlere göre -ki mutemet kavil
budur- kıraatı son iki rekata tehir etmektir. "İlk rekatlarda vacip
değildir" diyenlere göre ise, son rekatlarda okunması da edadır. Bunu namazın
vacipleri babında tahkik etmiştik.
«Velev ki selâm
verdikten sonra olsun.» Yani mescit içinde bulunduğu müddetçe velev unutarak
selâm vermiş olsun. Unutarak selâm verdikten sonra secde etmeyeceği de rivayet
olunmuştur. Tatarhaniye. «Sonra bu nisbet doğru olan nisbettir.» Yani
musannıfın namaza ait olan mânâsına gelen «saleyyeh» diye yaptığı nisbet doğru
olan nisbettir.
«Bir kimse secde
ayetini bir imamdan işitir de onun için secde etmeden kendisine uyarsa imamla
birlikte secde eder.» İmama uymaya nazaran işitmek şart değildir. Şart olan
uymaktır. Velev ki işitmesin ve orada bulunmasın. Nitekim şârih bunu
anlatmıştı. Lâkin ondan aşağıdaki tafsilâta imkân bulmak için bunu işitmekle
kayıtlamıştır. «Velev ki okuyan kimse o işiten şahsın kendisine uyması sebebiyle
imam olsun.» Meselâ yalnız kılarken ayeti okumuştur, sonra imama uymuştur.
«Böylesi imamla birlikte secde eder.» İmamla birlikte diye kayıtlaması imam
secde etmezse ona uyan da secde etmeyeceği içindir. Velev ki ayeti işitmiş
olsun. Çünkü namazda yalnız başına secde ederse imamına muhalefet etmiş olur.
Namazdan sonra secde ederse caiz değildir. Zira namaza ait secdedir; namaz
dışında kaza edilemez. Bahır.
«Kenz sahibi asla
tâbi olarak böyle mutlak ifade etmiştir.» Yani «imam secde ettikten sonra uyarsa
asla secde etmez» demiştir. Bu söz, ayeti okuduğu rekatta yahut ondan
sonrakinde uymuş olmasına şâmildir. Nehir sahibi diyor ki: «Birincisi bütün
rivayetlerin ittifakiyledir. İkinciye gelince; aslın mutlak sözüne bakılırsa o
da öyledir. Çünkü o secde imama uymakla namaza ait olmuştur. Binaenaleyh namaz
dışında kaza edilemez. Pezdevî, hükmü birinciye tahsisi tercih etmiş; ıtlakı da
ona hamleylemiştir. Hidâye'nin Zâhirinden anlaşılan da budur. Orada «çünkü o
kimse rekata yetişmekle secdeye yetişmiş olur» denilmiştir. «Keza Pezdevî ve
diğerlerinin tercihlerine göre o imama başka bir rekatta uysa hüküm yine budur»
Yani secde eder. Lâkin namazdan çıktıktan sonra eder. Bu cümle «Kenz sahibî
böyle mutlak ifade etmiştir» cümlesinin mukabilidir. Nihâye sahibi buna cezmen
kail olmuştur. Fetih sahibi ile Münye şârihi ve keza Mevâhib sahibi de bunu
kat'î olarak kabul etmişlerdir.
Mevâhib'te «bu
kavil en zahir olan kavildir» denilmiş, Nuru'l-İzah sahibi de ona tâbi
olmuştur. Biliyorsun ki Kenz ve Asıl sahiplerinin mutlak ifadeleri de buna
hamledilmiştir. Kenz sahibi mutlak ifadenin buna hamledileceğini Kâfi namındaki
eserinde açıklamıştır. Atalar sözü: «Ev sahibi evinde olanı herkesten daha iyi
bilir.»
«Ayeti namazda
okursa secdeyi de namazda yapar.» Maksat imama uymadan namaz kılan kimsedir.
Çünkü bundan önce «imama uyan kimse secde ayetini okursa asla secde etmez»
demişti. «Sebebi yukarda geçti.» Yani namazın bir cüzü olduğu için derhal
yapılması vacip olur.
«Secde etmezse
günahkâr olur» cümlesi, bu secdeyi kaza etmeyeceğini gösterir. Münye şerhinde
şöyle denilmiştir: «Namazda vacip olup da eda edilmeyen her secde sâkıttır.
Yani yeri geçtiği için o secde artık meşru değildir.»
Ben derim ki: Bu
derhal rükûa gitmediğine göredir. Aksi taktirde niyet etmese bile secdede
dahildir. Nitekim gelecektir. Bir de bu selâm verinceye kadar secdeyi kasten
terketmekle kayıtlıdır. Ama yanılırda selâmdan sonra olsun hatırlarsa namaza
aykırı bir fiilde bulunmadıkça hem bu secdeyi hem de sehiv secdesi yapar.
Nitekim evvelce arzetmiştik.
METİN
Meğer ki namaz,
hayzından başka bir sebeple bozulmuş olsun. Bu taktirde secdeyi namaz dışında
yapar. Çünkü namaz bozulunca sadece tilâvetten başka bir şey kalmaz. Ve bu
secde namaza ait olmaz. Namaz hayızla bozulursa secde sâkıt olur. Bunu Hülâsa
sahibi söylemiştir. şayet namaz secde-i tilâveti yaptıktan sonra bozulursa o
secdeyi tekrarlamaz. Bunu Kınye sahibi bildirmiştir. Haniye'nin ibaresi buna
muhaliftir. Bir kimse secde ayetini nâfile namazda okur da namazını
bozarsa.yalnız namazı kaza eder; secdeyi kaza etmez. Meğer ki secdeyi yaptıktan
sonrabozduğuna hamledile. Secde-i tilavet namaz içinde namazın rükû ve
secdesinden başka bir rükû veya secde ile eda edilir. Rivayetin zahirine göre
namaz dışında dahi rükû, bu secdenin yerini tutar. Bezzaziye. Esah kavle göre
secde-i tilâvete niyet etmek şartiyle namazın rükûu bir veya iki ayet okur
okumaz hemen yapılırsa bu secde namazın rükûu ile de eda olunur. Zâhire göre üç
ayet okuduktan sonra rükûu giderse hüküm yine böyledir. Nitekim Bahır' da beyan
olunmuştur.
İZAH
Meğer ki namaz,
hayzından başka bir sebeple bu secdeyi yapmadan bozulmuş olsun, Kasten bozmak
da bozulmak gibidir. Bu taktirde secde-i tilaveti namaz dışında yapar.
«Namaz secde-i
tilaveti yaptıktan sonra bozulursa o secdeyi tekrar yapmaz» zira bozan şey
bütün namaz cüzlerini değil, sadece yetiştiği cüzleri bozar ve o namazın
üzerine bina etmek imkânı kalmaz. Bunu Kınye'den naklen Bahır sahibi
söylemiştir. «Hâniye'nin ibaresi buna muhaliftir.» Yani metindeki ifadeye
muhaliftir. Buradaki bahis ve cevap Nehir sahibine aittir.
«Meğer ki secdeyi
yaptıktan sonra bozduğuna hamledile.» Burada Hâniye'nin ibaresi açıktır. İbare
şudur: «Nâfile namaz kılan bir kimse secde ayetini okur da secde eder ve sonra
namazı bozulursa namazını kaza etmesi vacip olur. O secdeyi tekrarlaması lâzım
değildir.» Bu ibarenin bir misli de Feyz ile Bezzaziye'dedir.
«Secde-i tilâvet,
namaz bahsinde, namazın rükû ve secdesinden başka bir rükû veya secde ile eda
edilir.» Hılye sahibi diyor ki: «Bu secdenin edası esasen sücudla olur. Bu
efdaldir. Ama ayeti okuduğu gibi hemen rükû ederse rükûla da caiz olur. Aksi
taktirde caiz olmaz.» Yanı derhal yapmazsa rükûla eda edilmiş olmaz. Velev ki
namazın hürmeti içinde olsun. Bedayi. Bu taktirde hassaten onun için secde
yapmak icabeder. Nitekim metinde naziri gelecektir.
Hılye'de şöyle
denilmiştir: «Sonra hassaten tilâvet için hemen secde veya rükû yaparsa tekrar
ayağa kalkar. Müstehap olan arkasından hemen rükûa gitmeyip iki üç ayet okumak,
sonra rükûa gitmektir.» Şayet secde surenin sonunda ise başka sureden okur;
sonra rükûa gider. Meselenin tamamı İmdâd ve Bahır'dadır.
«Namaz dışında
dahi rükû bu secdenin yerini tutar.» Bu kavil zaiftir. Çünkü Bedayi'den naklen
evvelce bu ne kıyasen caizdir; ne de istihsanen» demiştik. Şârih. Bezzâziye'ye
nisbet ettiği bu sözde Nehir sahibine tâbi olmuştur. Burada nakilde hata
vardır. Çünkü benim Bezzaziye'nin iki nüshasında gördüğüm şöyledir: «Zâhir
olmayan rivayete göre namaz dışında da rükûun secde-i tilâvet yerini tutacağı
bildirilmiştir Şu halde Bezzaziye'nin ibaresinden «olmayan» kelimesi düşmüştür
(yani zâhir olmayan denileceği yerde zâhir olan rivayete göre denilmiştir).
Bahır'da Kâdıhan'ın. «bu rükû secde-i tilâvetin yerini tutar" kavlini
tercih ettiği bildirilmiş ise de buna şöyle cevap verilir Hâniye'nin ibaresi
şudur «Bunun caiz olduğu rivayet edilmiştir.» şüphesiz ki bu söz onun tercih
ettiğini değil, bu kavli zaif bulduğunu göstermektedir. Buna dîkkat et.
«Namazın rükûu
bir veya iki ayet okur okumaz hemen yapılırsa bu secde namazın rükûu ile de eda
olunur.» Ama acele rükû etmezse namaz içinde iken mutlaka ona mahsus olmak
üzere bir secdeyapması lâzım gelir. Bedayi sahibi bunun illetini şöyle beyan
etmiştir: «Secde-i tilâvet borç olmuştur. Borç aleyhine değil, lehine olan
şeyle ödenir. Rükû, sücud o kimsenin aleyhinedir. Binaenaleyh onlarla borç
ödenmez.»
«Zâhire göre üç
ayet okuduktan sonra rükûa giderse hüküm yine böyledir.» Bahır'da Bedayi'den
naklen böyle denilmiştir. îbareden anlaşılan, bunun zâhir rivayet değil Bedayi
sahibinin zâhir görmesidir. İmdâd nâm kitapda «İhtiyat olan Şeyhu'l - İslâm
Hâherzâde'nin sözüdür. Ona göre fevr (yanı mühletsiz acele) üç ayetle inkıtaa
uğrar. Şemsü'l - Eimme Hulvani üç ayetten fazla okumadıkça fevrin
kesilmeyeceğini söylemiştir. Kemâl bin Hümân, "Hulvanî'nin sözü rivayetin
kendisidir demiştir" şeklinde izahat vardır.»
Ben derim ki:
Münye şerhinde bu kavlin rivayet yönünden en sahih olduğu açıklanmıştır. Zira
İmam Muhammed nassan bildirmiştir ki: Secde-i tilavet yapıldıktan sonra inşikak
ve benî İsrail surelerinde olduğu gibi surenîn sonunda bir kaç ayet kalırsa o
kimse muhayyerdir. İsterse sureyı bitirip secde-ı tilâvet için rükûa gider.
Dilerse evvelâ secde-i tilâveti yapar; sonra kalkarak sureyi tamamlar ve rükûa
gider. Bu ifadenin bir misli de Fethu'l-Kadîr'dedir. Lâkin Bahır'da Mücteba'dan
şöyle denilmiştir: «Rükû, niyet ve üç ayetle ayırmamak şartıyle secde-i
tilâvetin yerini tutar. Meğer ki üç ayet surenin sonunda ola.» Bu sözün
muktezası hilâfın sure ortası hakkında olmasıdır, ve bu ittifakidir. Hılye'de
Asıl'dan ve başkalarından naklen bu şekilde açıklanmıştır. Evet, bundan sonra
Hılye sahibi farkın vechl anlaşılamadığını söylemiştir.
Ben derim ki:
Şöyle izah edilebilir: Surenin sonunda üç ayet okumak. ayırmamak değildir. Zira
bu, o sureyi tamamlamamaktır. Geri kalanını bırakmak değildir. Binaenaleyh
okumasında ziyadeyi talep vardır. Bu ayırmaz. Surenin ortasından üç ayet okumak
böyle değildir. Çünkü bunda ziyadeyi talep yoktur ve fasıla (ayırıcı) sayılır.
«Râcih kavle göre
secde-i tilâvete niyet etmek şartıyla namazın rükûu bir veya iki ayet okur
okumaz hemen yapılırsa bu secde namazın rükûu ile de eda olunur.» Bazıları rükû
hemen yapılırsa niyete hacet olmadığını söylemişlerdir. Kuhistani bu kavlin
İmam Muhammed'den rivayet olduğunu söylemiştir. Sonra niyetin yeri rükûa
gidileceği zamandır. Tilâvet secdesi yerine geçmesini, rükûda niyet ederse
bazıları caiz, bazıları caiz olmadığını söylemişlerdir. Rükûdan doğrulduktan
sonra niyet ederse bilittifak caiz olmaz. Bedayi.
METİN
Keza derhal yaparsa
niyet etmese bile namazın secdesi ile dahi bilittifak eda edilir. İmam secde-i
tilâvete rükûunda niyet ederde cemaat niyet etmezse imamın niyeti ona kâfi
değildir. İmam selâm verdikten sonra secde eder. Ve ka'deyi tekrarlar. Ka'deyi
terkederse namazı bozulur. Kınye'de böyle denilmiştir. Ama bunu âşikâre okunan
namaza hamletmek gerekir. Evet, namaz için anında hemen rükû ve secde yaparsa
niyet etmeksizin secde-i tilâvet yerini tutar. İmam tilavet için secde eder de
cemaat rükûa gitti zannına varırsa rükûa varan onu terkedip tilâvet için secde
eder hemrükû ve hem de secde yapan için secde-i tilâvet namına bu yaptığı
kâfidir. Rükû ve iki secde yapanın namazı bozulur. Çünkü tam bir rekatı yalnız
başına kılmıştır. Zira secdelerin biri tilâvet içindir. Diğerleriyle de rekat
tamam olur. T.
İZAH
Şârih derhal
yapmak şartıyla niyet etmese bile secde-i tilavetin namaz secdesiyle dahi
bilittifak eda edileceğini söylüyor. Bedayi'de de böyle denilmişse de
Fethu'l-Kadîr sahibi bunu reddederek hilâfın burada da sabit olduğunu
söylemiştir.
«İmam secde-i
tilâvete rükûunda» yani ayeti okur okumaz. niyet ederse -bunu Halebi Bahır'dan
nakletmiştir- cemaat olan niyet etmediği taktirde imamın niyeti olan kâfi
gelmez. Secdesinde cemaat niyet etse bile artık imamla beraber sayılmaz. Çünkü
imam rükûunda secde-i tilâvete niyet edince rükû onun için taayyün etmiştir.
Bunu Halebi söylemiştir.
Kuhistani'de ise
şöyle denilmektedir: «Ulema, imamın niyetinin kâfi gelip gelmeyeceği hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Nitekim Kâfi'de beyan edilmiştir. İmama uyan kimse secde-i
tilâvete niyet etmezse bir kavle göre secde-i tilavet yerine geçmez. İmam selâm
verdikten sonra secde-i tilâveti yapar ve son oturuşu tekrarlar. Nitekim
Münye'de böyle denilmiştir.»
«Ka'deyi terk
ederse namazı bozulur.» Çünkü secde-i tilâvet, namaz secdesi gibi ka'denin
hükmünü kaldırır. Secde-i sehiv böyle değildir. Nitekim secde-i sehiv bâbında
geçmişti.
«Bunu âşikâre
okunan namaza hamletmek gerekir.» Bu tetkik Nehir sahibine aittir. Vechi şu
olsa gerektir: Tatarhaniye'de zikredildiğine göre imam secde ayetini gizli
okunan namazda okursa evlâ olan cemaatı şaşırmamak için rükû yapmamasıdır.
Âşikâre okunan namazda okursa secde etmesi evlâdır. Bu gösteriyor ki, cemaat
imamın gizli olarak ne okuduğunu bilmediği için imamın niyeti kâfidir. Secde-i
tilâvet namına rükû kâfi gelmese cemaatın şaşırması daha çok olur. Ve bu secde
için rükûyu tercih etmenin bir faydası kalmaz. Binaenaleyh burada Kınye'nin
sözü âşikâre okunan namaza hamledilir. Tâ ki cemaat olan tilâveti yapsın. Şâyet
imamı anında rükûa giderse ihtiyaten bu secdeye rükûda niyet etmesi lâzım
gelir. Çünkü imamın da rükûda niyet etmiş olması ihtimali vardır. Rükûda niyet
etmezse imamı selâm verdikten sonra secde eder. Gizli okunan namazda ise imama
uyan mazurdur. İmamının niyeti ona kâfidir. Zira imamının secde ayetini
okuduğunu bilmez ki; kendisine imam selâm verdikten sonra secde emredilsin.
Halebi buna şöyle
cevap vermiştir: İmam selâm verdikten sonra cemaat olan konuşmadan ve mescidden
çıkmadan secde ayetini okuduğunu ve rükûda bu secdeye niyet ettiğini kendisine
haber vermesi mümkündür.; En iyisi, "imamın niyeti cemaatın niyeti yerini
tutar" diyen kavle hamletmektir, Kuhistani'nin yukarıda gecen sözünden
anlaşılan, esahın hilâfı olmasıdır. Çünkü «bir reye göre» demiştir.
«Evet, namaz için
anında hemen rükû ve secde yaparsa niyet etmeksizin secde-i tilâvet yerini
tutar.» Yani cemaat olan kimsenin secdesi imamına tâbi olarak niyet etmeksizin
secde-i tilâvet yerini tutar. Zira az yukarıda gördün ki, bu secde anında yapılan
namaz secdesiyle -niyet etmese bile- eda edilmiş olur. Zâhire göre bu
istidraktan maksat, imamın secde-i tilâvete rükûda niyetetmesi tâzım geldiğini
tenbihtir. Çünkü rükûda niyet etmez de secdede niyet eder; yahut hiç niyet
etmezse cemaat olana birşey lâzım gelmez. Zira burada asıl olan secdedir. Rükû
böyle değildir. İmam secde-i tilâvete rükûda niyet eder de cemaat etmezse caiz
olmaz. «İmam tilâvet için secde eder ve cemaat rükûa gitti zannına varırsa
ilh...» ifadesi ekseri nüshalarda, «İmam tilâvet için rükû eder de...»
şeklindedir. Doğrusu ve Bahır'ın ifadesine uygu olanı buradakidir. Bunu Halebî
söylemiştir.
METİN
Namaz kılan kimse
secde ayetini başkasından işitirse namazda secde etmez. Çünkü bu secde namaza
ait değildir.. Belki onun için namazdan sonra secde eder. Zira onu mahcur
olmayan birinden işitmiştir. Namazda iken secde caiz olmaz. Çünkü nakıstır,
sebebi nehiydir. Binaenaleyh bu nakısla kâmil eda edilemez. Ve secdeyi
tekrarlar. Sebebi yukarıda geçti. Ancak ayeti imama uyandan başka biri namazında
okursa tekrarlamaz, Velev ki ayeti işittikten sonra olsun. Sirâc. Namazı
tekrarlamaz. Çünkü bir rekattan az olan ziyade namazı bozmaz. Meğer ki namaz
kılan ayeti okuyana tâbi olsun. Bu taktirde imamından başkasına tâbi olduğu
için namazı bozulur. İşittiği secde ayeti için bu tâbi olma kâfi değildir. Bunu
Tecnis ve diğer kitaplar kaydetmiştir. Bir kimse secde ayetini namaz dışında
okur da secde ederse sonra namazda onu tekrar okuduğu taktirde bir secde daha
yapar. Evvelâ secde etmezse bir secde kâfidir. Zira namaza ait olan secde
başkalarından daha kuvvetlidir. Ve onları kendine tâbi kılar. Velev ki meclis
muhtelif olsun.
İZAH
Namaz kılan kimse
imam olsun cemaat olsun yahut yalnız kılsın secde ayetini başkasından yani aynı
namazda müşterek olmayan birinden işitirse namazda secde etmez. İşittiği
kimsenin başka bir imam veya o imama cemaat olması; yahut yalnız kılması veya
hiç kılmaması hükümde müsavidir. Bu izahatın bir misli de Kuhistâni'dedir. Bu
açık olarak gösteriyor ki secde-i tilâvet namazda olan kimseye kendi imamından
başkasına uyandan işitmekle de vacip olur. Kendi imamına uyandan işitmek böyle
değildir.
Lâkin İmdâd'da
«Secde ayetini aynı namazı kıldıran imamdan veya başka bir imama uyandan işiten
kimseye secde vacip değildir» denilmiştir. Evet, Nihâye ile Münye şerhinde
«Secde ayetini başka bir imamla kılandan işitirse bilittifak secde vacip olur»
ibaresi vardır. Bu kavil birinciye muvafıktır. Bedayi'de hülâsa olarak şöyle
denilmektedir: «Secde ayetini imama uyan kimse okursa namaz içinde secde etmesi
bilittifak vacip değildir. Keza ayeti imamla cemaat ondan işitirlerse hüküm
yine budur. Namazdan çıktıktan sonra ise Şeyhayna göre hüküm yine aynıdır. İmam
Muhammed'e göre secde etmeleri lâzımdır. Çünkü sebep tahakkuk etmiştir. Bu
sebep, imama uyan hakkında sahîh okuyuş, imamla cemaat hakkında ise işitmektir.
Onun içindir ki, bu ayeti o namazda olmayan biri işitirse secde etmesi lâzım
gelir. Şu kadar var ki namaz içinde eda etmeleri mümkün değildir. Binaenaleyh
namaz dışında vacip olur. Nasıl ki hariçten birinden işitseler vacip olurdu.
Şeyhaynın delili
şudur: Bu secde namaz fiillerindendir. Çünkü imama uyanın okuması
namazındansayılır. Velev ki onun yerine imamın okuması kâfi gelsin. Şu halde
namazdan sonra eda edilemez. Ulemamızdan bazıları «Bu kıraat yasak edilmiştir.
Binaenaleyh hükmü yoktur; yahut o kimse namazda kıraattan mahcurdur» şeklinde
ta'lilde bulunmuştur. Birinci ta'lili yapanlara göre başka bir imama uyan
kimseden işitene secde vaciptir. Zira onun hakkında bu secde namaz fiillerinden
değildir. Son iki ta'lili yapanlara göre ise secde vacip değildir, Görülüyor ki
tarikler muhtelif olduğundan ulema bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Zâhire
bakılırsa ikinci kavil zaiftir. Onun için Nihâye sahibi ona itimat etmemiş;
hattâ bildiğin gibi bu hususta icma nakletmiştir. İhtimal İmdâd'ın ibaresi buna
istinat etmektedir.
«Çünkü bu secde
namaza ait değildir.» Burada «işiden hakkında sebep işitmektir; okumak
değildir. O kimse namazda iken ayeti işitmiştir. Binaenaleyh sebep ecnebi
olmadığı için ayette ecnebi değildir» şeklinde bir sual varit olursa şöyle
cevap veririz: «İşitmek namaz fiillerinden değildir. Binaenaleyh ecnebi bir
fiildir okumak öyle değildir.» Münye şerhi.
«Sebebi nehiydir»
sözü «çünkü nakıstır» ifadesinin illetidir. Bu şöyle izah olunur: O kimsenin
içinde bulunduğu rüknü tamamlamakla memur olup başka rükne geçmesi, namaz
haricinden gelen bir sebeple vacip olan şeyin edasiyle meşgul olmanın
yasaklanmasını iktiza eder. Şu halde yasaklama zımnen sabittir. Nitekim
Gurerü'l - Efkâr'da beyan edilmiştir. .
«Sebebi yukarıda
geçti.» Bununla «çünkü nakıstır» sözünü kastediyor. «Velev ki ayeti işittikten
sonra olsun.» Yani namaz kılan kimse secde ayetini okur do secdesini yaparsa
başkasından işitmeden yaptığı taktirde secdeyi tekrarlaması lâzım gelmez. Zâhir
rivayet budur iki rivayetten birine göre ayeti işittikten sonra yaparsa yine
secdeyi tekrarlamaz. Sirac sahibi buna kesinlikle kail olmuştur. Bahır.
«Namazı
tekrarlamaz.» Zahir rivayet budur. Sahih olan da budur. Nevadir'in rivayetinde
ise bununla. namaz bozulur, Fakat bu kavil doğru değildir. Bazıları «bu kavil
imam Muhammed'indir. Şeyhayna göre namazı tekrar kılmaz» demişlerdir. İmdâd.
Zâhire göre kerahet-i tahrimiye ile mekruh olduğundan namazın tekrarı vaciptir.
Nitekim mezkûr nehyin muktezası da budur.
«Bu taktirde
imamından başkasına tabi olduğu için namazı bozulur.» Çünkü namaz kılan
kimsenin -imamı olsun olmasın- imamından başka birine tâbi olması namazını
bozar. Tâbi olma buradadır. Velev ki hakikatta imama uyma sayılmasın. Onun için
namazda kadının tâbi olması ve ayeti işiten kimsenin okuyanın önüne geçmesi
sahihtir. Lâkin mutebaat her şeyde yerine göredir. Yerinde muteber sayılan
mutebaat tahakkuk edince hakiki imama uyma şüphesi hasıl olur. Ve namazı bozar.
Zira namaz kılan kimsenin imamdan başkasına tâbi olması namazını bozar. Bundan
dolayıdır ki. Bahır sahibi bu meseleyi Tecnis, Müctebâ ve Valvalciye'ye nisbet
ettikten sonra «evvelce söylemiştik ki, imamından başkasına tâbi olmak
niyetiyle ziyade edilen bir secde, namazını bozar» demiştir. «Evvelâ secde
etmezse bir secde kâfidir.» Zâhir rivayet budur. Nevâdir'in rivayetine göre bir
secde kâfi değildir. Bu hilâfın menşei namazla meclisin değişip değişmemesidir.
Nehir.
«Velev ki meclis
muhtelif olsun.» Bedayi'den naklen Nehir'de böyle denilmiştir. Bu ibarenin
birmisli de Dürer'dedir. Bahır sahibi meclisin bir olmasını şart koşmuştur.
Remlî haşiyesinde «bunun bir misli de Gayetü'i -Beyan. Nihâye ve Zeyleî'dedir.
Zâhire bakılırsa burada ihtilâf vardır. Ve Bahır'ın kavlini tercih gerekir» diyor.
Ben derim ki:
Şuurunbulaliye'de hilâf olmadığını bildiren sözler vardır. Orada şarihin «Velev
ki meclis muhtelif olsun» sözü, "bilfarz Nevâdir'in rivayeti teslim
edilmiş olsa" mânâsına alınmıştır. Nevâdir'in rivayeti şöyle izah olunur:
Meclis namaz kılmakla hükmen değişir. Zira ayetin okunduğu yer, namazın
kılındığı yer değildir. Binaenaleyh biri diğerini kendine tâbi kılamaz. Zâhire
göre ise meclis hem hakikaten hem hükmen birdir. Namaza ait olmayan bir fiil
ile hükmen olsun bir sayılmasa ondan önceki namaz fiili kâfi gelmez. Nitekim
Gayetü'l-Beyan ve Zeyleî'de açıklanmıştır.
METÎN
Namazda secde
etmezse esah kavle göre ikisi de sâkıt olur. Ve evvelce geçtiği vecihle o kimse
günahkâr olur. Ayeti iki mecliste tekrarlarsa secde de tekrarlanır. Bir mecliste
tekrarlarsa secde tekerrür etmez; bir secde kâfi gelir. Secdeyi ilk okuyuştan
sonra yapmak evladır. Kınye.
Bahır'da ise;
«Tehir etmek daha ihtiyattır» denilmiştir. Esas şudur: Secdenin temeli. güçlüğü
gidermek, ayetle meclis bir olmak şartiyle tedahüle (iç içe girmeğe) dayanır.
İZAH
Namaz içinde
secde etmezse esah kavle göre her iki secde sâkıt olur. Çünkü namaz dışındaki
secde de namaz secdesi hükmüne geçmiş ve ona tâbi olarak sükut etmiş olur. H.
Esah kavle göre diyoruz; çünkü nevâdir'in rivayetine göre namaz dışındaki secde
sâkıt olmaz. Bu rivayete göre namaz secdesi onu kendine tâbi kılamaz. Bunu
Şurunbulaliye'den Halebî söylemiştir.
«Evvelce geçtiği
vecihle» ifadesinden murad; bunu iki yerde söylediğine tenbihtir.
Birincisi;
«secdeyi geciktirmekle günahkâr olur.»
İkincisi;
«günahkâr olur ve tevbe etmesi lâzım gelir» cümleleridir evvelce geçmişlerdi.
H.
T E T İ M M E :
Şarih metindeki meselenin aksini söylememiştir. Yani secde ayetini namazda okur
da secde eder ve selâm verdikten sonra secde ayetini tekrarlarsa ne hüküm
verileceğini bildirmemiştir. Bazıları burada ikinci bir secdenin vacip olduğunu
söylemişlerdir. Zeyleî «Bu, Nevâdir'in rivayetini teyit eder» diyor. Bir
takımları ikinci bir secdenin vacip olmadığını bildirmişlerdir. Fakih Ebûl -
Leys iki kavlin arasını bulmak için, birinciyi konuşma haline hamletmiştir.
Zira konuşmak meclisin hükmünü bozar. İkinciyi de konuşmadığı hale yormuştur
ki, sahih olan da budur. Binaenaleyh te'yit yoktur. Nehir. Secde ayetini okur
da selâm verinceye kadar secde etmez; sonra tekrar okursa bir secde yapar.
Birinci secde kendisinden sâkıt olur. Bu, Hâniye'den naklen Münye şerhinde
beyan olunmuştur.
«Ayeti iki
mecliste tekrarlarsa secde de tekrarlanır.» Esasen vücub ancak üç şeyden biri
ile tekrar eder. Bu üç şey: başka başka ayetleri okumak, başka başka zamanlarda
işitmek ve bir ayeti başka başka meclislerde okumaktır. Bunların ilk ikisinden
murad; okunan ayetlerle işitme zamanlarının başka başka olmalarıdır. Hattâ bir
kimse bütün secde ayetlerini bir veya birkaç mecliste okusaveya işitse hepsi
için ayrı secde vacip olur. Sonuncuya yani bir ayeti başka başka meclislerde
okumaya gelince; bu iki kısımdır. Biri hakikidir. Diğeri de hükmîdir.
Hakikî olan, bir
yerden başka yere iki adımdan fazla intikal etmekle olur. Nitekim birçok
kitaplarda böyle denilmiştir. Yahut üç adımdan fazla intikal ile olur. Muhit'de
böyle denilmiştir. Şu şartla ki, mescid. ev, gemi -velev ki hareket halinde
olsun- ve namazda hayvan üzerinde okuyana nisbetle o ova gibi iki yer bir yer hükmünde
olmamalıdır.
Hükmî olan; bu
da, örf ve adette evvelkini bozacak sayılan bir amelde bulunmaktır. Meselâ
secde ayetini okur da sonra bir hayli yemek yer veya yaslanarak uyur; yahut
kadın çocuğunu emzirir; veya alışveriş, nikâh gibi bir muameleye girişirse
hükmen meclis değişmiş sayılır. Fakat bir yerde uzun zaman oturması, Kur'ân
okuması, tesbih ve tehlilde bulunması, bir lokma ekmek veya bir yudum su
içmesi, oturarak uyuması, ihtilâflı olmakla beraber otururken kalkması,
dururken iki üç adım yürümesi yahut ayakta iken oturması veya yerde iken o
yerde bulunan hayvana binmesi böyle değildir. Bunlarla meclis değişmiş
sayılmaz. Bu satırlar kısaltılarak Hılye'den alınmıştır.
«Ayeti bir
mecliste tekrarlarsa secde tekerrür etmez; bir secde kâfidir.» Tekrarı mendup
da değildir. Peygamber efendimize salâvat getirmek bunun gibi değildir. Nitekim
gelecektir. Bahır'da «Secdeyi tehir etmek daha ihtiyattır» denilmiştir. Zira
ulemadan bazıları «secdede tedahül, sebebte değil, hükümdedir. Hattâ ilk secde
ayetinden dolayı secde eder de ayeti tekrar okursa tekrar secde etmesi lâzım
gelir. Bu içki ve zina haddi gibidir demişlerdir. Bunu Müctebâ sahibi
nakletmiştir. Bahır.
Remli buna şöyle
cevap vermiştir: «İbadete acele etmek evlâdır, Bazılarının kavli buna mani
olamaz. Çünkü zaiftir.» Şeyh İsmail'in şerhinde de bunun misli sözler vardır.
O, «Bahusus oradakilerin bazılarının gitme ihtimali varsa acele etmek evlâdır.
Nitekim derslerde bu olur» demiştir. Secdenin temelinin tedahüle istinat etmesi
istihsanendir. Kıyasa göre tekerrür etmeli idi çünkü vücubuna sebep, ayeti
okumaktır. Şurunbulaliye.
Tedahül, güçlüğü
gidermek içindir. Çünkü bir secde ayetini her okudukça secde vacip olursa
bundan bilhassa öğretenlerle öğrenenler için güçlük doğar. Güçlük ise nasla
kaldırılmıştır. Bahır.
Tedahül için ayet
ve meclisin bir olması şarttır. Yani bir mecliste aynı ayet tekrar edilmiş
olmalıdır. Bir mecliste iki ayrı secde ayeti yahut iki mecliste bir secde ayeti
okursa tedahül yoktur (her iki surette ikişer secde vacip olur. Burada şârih
şuna işaret ediyor. Ayet ve meclis bir olursa vücup tekrar etmez. Hem tilâvet
hem de işitmek -velev ki bir cemaatten olsun-bir araya gelirse Bedayi'nin
beyanına göre secde tekerrür etmez. Velev ki iki sebep vücup yani tilâvetle
işitme bir arada bulunsun. Meselâ evvelâ okur; sonra işitirse yahut evvelâ
İşitir; sonra okursa; yahut sebep vücubun biri tekrar ederse secde
tekrarlanmaz. Bezzâziye'de şöyle denilmiştir:
«Bir kimse secde
ayetini ayrı ayrı iki kişiden işitir; kendisi de okursa esah kavle göre bir
secdekâfidir. Çünkü ayet ve meclis birdir.» Haniye'de dahi bunun benzeri izahat
vardır. Şu hale göre secde ayetini bir cemaat okur da birbirlerinden
işitirlerse bir secde yapmaları kâfidir.
METİN
Bu, sebebte
tedahüldür. Ayetler bir ayet okumuş gibi tutulur, ve biri sebep olur. Diğerleri
ona tâbi sayılır. Bu ibadete daha lâyıktır. Çünkü sebebi mevcut iken ibadetin
terkedilmesi çirkindir, Hükümde tedahül değildir. Bu her tilâveti bir secde
için sebep yapmakla olur. Ve secdeler birbirinin içine girerek bir tanesiyle
iktifa olunur. Çünkü bu ceza için daha layıktır. Zira ceza, menetmek içindir. O
kimse bir tanesiyle vazgeçer: maksat da hasıl olur.
Kerim olan Allah,
cezanın sebebi meydanda iken de afveder. Musannıf iki tedahül arasındaki bu
farkı, şu sözü ile ifade etmiştir. «Binaenaleyh sebebin tedahülünde bir tanesi
hem kendinden öncekilerin hem de kendinden sonrakilerin yerini tutar. Hükmün
tedahülünde ise yalnız kendinden öncekilerin yerini tutar. Hattâ zina eder de
kendisine dayak vurulur; sonra o mecliste tekrar zina ederse ikinci defa had
vurulur. Gidip - gelerek elbisenin erişini çözmek bir daldan başka dala atlamak
ve bir nehir veya havuzda yüzmek, meclis veya ayeti değiştirmek sayılır.
Binaenaleyh başka bir veya birkaç secde vacip olur. Bir mescit ve evin köşeleri
ile yürüyen geminin içi bunun gibi değildir.
İZAH
Biz ibadetlerde
hükümde tedahüle kail değiliz. Çünkü bundan ibadeti terketmek lâzım gelir. Bu
ise çirkin bir şeydir. İbadetin sebebi mevcut olunca çoğaltılması matlubtur.
İşte bu çirkinliği def için, okunan bütün secde ayetlerini bir sebep
saymışızdır. Zira ibadete bu daha lâyıktır.
Cezalara gelince:
Bunlar afv ve safha müstenid şeylerdir. Onları sebepleri mevcut olduğu halde
terketmekten çirkin iş lâzım gelmez. Bilakis dünyada onlardan maksut olan
vazgeçirme işi bir ceza ile hasıl olur. Bununla beraber teâlâ hazretlerinin
âhirette afvetmesi de caizdir. Velev ki sebep bir kaç tane olsun.
«Sonra o mecliste
tekrar zina ederse ikinci defa had vurulur.» Çünkü sebebi mevcuttur. Hem
maksadın hasıl olmadığı anlaşılmıştır. Maksat ilk haddın vurulmasıyle zindan
vazgeçmesi idi. Kazf haddi bunun hilâfına dır. Bir kimse bir defa kazf eder
(zina iftirasında bulunur de kendisine had vurulursa sonra defalarca kazf etse
bir daha had vurulmaz. Çünkü yalanı meydana çıktığı için birinci haddın
vurulmasıyle ar ortadan kalkar. Bahır.
«Gidip gelerek
elbisenin erişini çözmek.» (ki buna bez çözmek derler) Bez çözmek gidip gelmek
suretiyle değil de oturduğu yerden daire şeklinde döndürmek suretiyle yapılırsa
tekerrür etmez. Bunu Bahır sahibi inceleyerek Fetih'ten nakletmiştir. Ama söz
götürür. Az aşağıda gelecektir. Daldan dala atlamak da sahih kavle göre meclisi
değiştirir. Dalların birbirine uzak veya yakın olması hükmü değiştirmez.
Vâkıat-ı Hüsâmiye'de «yere inmeden daldan dala geçmesi mümkün ise bir secde
kâfidir. Çünkü meclis birdir. Aksi taktirde meclis değişeceğinden bir secde
kâfi gelmez» denilmiştir. Tahtavî'nin Celebî'ye ait Zeyleî haşiyesinden nakline
göre Şemsü'l - Eimme ve diğer imamların verdikleri fetva budur. İmam
Muhammed'in «Havzın uzunluğu genişliğî mescidin uzunluğu ve genişliği kadar
olursa vücup tekerrür etmez» dediği rivayet edilmişse de sahih kavlegöre
tekerrür eder. Hâniye.
«Meclis veya
ayeti değiştirmek sayılır.» Yani okuyan hakkında meclis, işiten hakkında ayet
değişmiş sayılır. Şârihin Mültekâ şerhinde böyle denilmiştir.
Ben derim ki:
Zâhire göre ayet yerine tilâvet denilmelidir. Çünkü işiten hakkında sebep
tilâvettir. Nasıl ki yukarıda geçmişti. Bir de bu tabir musannıfın aşağıda
gelecek olan «aksi mekruh değildir» sözüne aykırıdır. Çünkü musannıfın sözü
işitmenin secdeye sebep olmasına göredir. Binaenaleyh ayet yerine işitmek
tâbirini kullanması münasip olurdu. Ama buna şöyle cevap verilebilir: Bu söz
dahi işitmenin sebep olmasına göredir. İşitmek işitilen şeye göre değiştiği
için şarih «yahut işitmenin değişmesi» diyeceği yerde «veya ayeti değiştirmek»
demiştir.
«Başka bir veya
birkaç secde vacip olur.» Yani okunan ayetlerin sayısınca secde lâzım gelir. En
muteber kavle göre mescit büyük bile olsa köşeleri biryer hükmündedir. Ev de
öyledir. Hâniye ile Hülâsa'da «Meğer ki hane, sultanın sarayı gibi büyük ola!»
denilmiştir. Hılye.
Bu sözün
zâhirinden anlaşılıyor ki, ondan daha küçük olan haneye ev hükmü verilir. Velev
ki o hanede evler dahi bulunsun. Sonra Hılye'de şöyle denilmiştir: «Hâniye ve
Hülâsa'da beyan olunduğuna göre bir tarafında namaz kılan kimseye uymak sahih
olan her yere biryer hükmü verilir, Orada vücup tekerrür etmez. Böyle olmazsa
biryer hükmünde değildir. Bu izaha göre ağaç üstü veya iplik çözümü yahut
harmanda veya değirmen taşının etrafında dönmek gibi biryer hükmünde olan
yerler mescid gibidirler. Oralarda okunan ayetin tekrariyle vücup tekerrür
etmemek gerekir.»
Ben derim ki: Bu
güzel bir incelemedir. Lâkin ulemanın mutlak olan sözlerinin zahiri bunun
hilâfınadır. İhtimal ki bunun vechi şudur: Bir daldan başka dala geçmek, iplik
çözmek ve benzeri şeyler daha çok ecnebi fiillerdir. Bunlarla, konuşmak ve çok
yemekte olduğu gibi hükmen meclis değişir. Zira yukarıda geçmişti ki, örf ve
adette kendinden öncekini bozmak sayılan bir amele başlamakla hükmen meclis
değişir. Şüphesiz bu fiiller de öyledir. Velev ki mescidde veya evde olsunlar.
Hattâ bunlarla meclis hakikatta da değişir. Zira mescit hükmen biryerdir. Bir
yerden bir yere değişmeye şâmil olan bu fiillerle ise meclis hakikaten değişir.
Yemek yemek bunun hilâfınadır. Onda değişme, hükmendir. Bunların herbirinde
vücup tekerrür eder. Onun için Vâkıât sahibi daldan başka dala geçmeyi «yere
inmeğe muhtaç olursa» diye kayıtlamıştır. Nitekim arzetmiştik. Yani bunu ameli
kesir olmak için söylemiştir.
Hâsılı: Mescit ve
ev gibi biryer hükmü verilen yerde örf ve adette harman döğmek, iplik çözmek
gibi kendinden öncekini bozmak sayılan ecnebi bir fiil ile birlikte olmadıkça
üç adımdan fazla yer değiştirmek zarar etmez. Hiçbir amel olmaksızın mücerret
yürümek bunun hilâfınadır. Bilâkis fukahanın bu babtaki mutlak sözleri çok
yemek yemek ve alış veriş yapmak gibi ecnebi olan bu amelin burada zarar
verdiğini göstermektedir. Velev ki yürümeden başka yere değişmeden olsun. Zira
bunu mescit ve evden başka bir şeyle kayıtlamamışlardır. Bunun muktezası ise
iki tilâvetin arasını mescidde veya evde bir yerde bile olsa dikicilik ve
dokumacılık gibi dünyevî bir işle ayırırsavücubun tekrarıdır. Bundan dolayı
Bedayi sahibi meclisin alış veriş ve emsaliyle hükmen değiştiğini tahkik
ederken «Görmezmisin ki, cemaat ilim öğrenmek için oturuyorlar; bu bir ders
meclis» oluyor. Sonra nikâhla meşgul oluyorsa; nikâh meclisi oluyor; sonra
satışla meşgul oluyorsa; satış meclisi oluyor. Sonra yemekle meşgul oluyorlar;
yemek meclisi oluyor. Binaenaleyh meclisin bu fiillerle değişmesi gidip
gelmekle değişmesi gibi olur» demektedir.
Şu halde
Fetih'ten yukarıda naklettiğimiz «iplik çözmeyi oturduğu yerden daire şeklinde
bir yerde döndürürse orada vücup tekerrür etmez» ibaresi söz götürür. Meğerki
iki tilâvetin arasını bu söylenenlerden bir amel-i kesir ile ayırmadığına
hamledile. Aksi taktirde dönen ,bir şeyi çok döndürmekle çok yemek ve çocuğu
emzirmek gibi şeylerin orasında ne fark olabilir? Burada şöyle denilebilir: O
kimse bez çözmeğe oturduğu zaman defalarca secde ayetini okursa bez çözmek bir
fasıla olmaz. Çünkü meclis onun içindir. Bu izaha göre aynı şey yemek ve
benzerlerinde de söylenebilir. Burada yazmak için benim hatırıma gelen budur.
Allah'u âlem.
METİN
İki lokma yemek
gibi az fiil; ayağa kalkmak ve selâm almak da bunun hilâfınadır. Keza üzerinde
namaz kıldığı yürüyen hayvan da öyledir. Çünkü namaz yerleri bir araya toplar.
Namaz kılmazsa secde tekerrür eder. Nitekim içitenin meclisi değişir de
okuyanın değişmezse işitene secde tekerrür eder. Hattâ ayeti hayvan üzerinde
namaz kılarken tekrarlar da hizmetçisi yürürse secde hizmetçiye tekerrür eder.
Hayvan üzerindekine tekerrür etmez. Bunun aksi suretinde fetva verilen kavle
göre tekerrür yoktur. Bundan murad; okuyanın meclisinin değişmesi, işitenin
değişmemesidir. Bu da işitme sebebinin tercih edilmesini gösterir.
Peygamber
(s.a.v.)'e salavat getirmek meselesine gelince: Mutekaddimine göre o da aynı
hükümdedir. Müteehhirin, tekerrür edeceğini söylemişlerdir. Çünkü kul
haklarında tedahül yoktur. Aksırmak ise esah kavle göre üçten fazla olduğu
takdirde teşmiti gerektirmez. Hülâsa. Secde ayetini bırakıp surenin geri kalan
yerlerini okumak mekruhtur. Çünkü bunda Kurân'ın nazmını kesmek, te'lifini
bozmak vardır. Kurân'ın hem nazmına hem te'lifine tâbi olmak emredilmiştir.
Bedayi. Bundan anlaşılan, kerahetin. tahrimiye olmasıdır.
İZAH
İki lokma yemek,
durduğu yerde ayağa kalkmak, iki veya üç adım yürümek, selâm almak, aksırana
teşmit etmek (yani yerhamükellah demek) gibi az fiiller meclisi değiştirmezler.
Fakat çok konuşmak. çok su içmek, nikâh veya satış akdi yapmak böyle değildir.
Onlar meclisi değiştirir. Ve o kimseye bir secde kâfi gelmez. Münye Şerhi. «Namaz,
yerleri bir araya toplar.» Bu zaruridir. Çünkü yerlerin değişik olması namazın
sıhhatına mânidir. Bu şunu gösterir: Tekrar bir rekatta olsun fazlasında olsun
müsavidir. Bu kavil İmam Ebû Yusuf'undur. Esah olan da budur. imam Muhammed
buna muhaliftir. Ona göre iki rekatta ayetin tekrariyle vücup da tekerrür eder.
Münye Şerhi.
«Namaz kılmazsa
secdeyi tekrarlar» Çünkü hayvanın yürüyüşü sahibine muzaftır. Hattâ hayvan
birşey itlâf ederse sahibinin ödemesi vacip olur. Geminin yürümesi böyle
değildir. Bunu halebî Dürer'den nakletmiştir.
«Nitekim işitenin
meclisi değişir de okuyanın değişmezse işitene secde tekerrür eder.» Aksi de
böyledir (yani okuyanın meclisi değişir de işitenin değişmezse secdeyi
tekrarlamak yalnız okuyana düşer.
Hâsılı: Okuyanla
işitenden hangisinîn meclisi değişirse secdenin tekrarı o'na vacip olur.
«Hizmetçisi
yürürse» ifadesi hakkında ben derim ki: Onunla beraber hayvan üzerinde olsa da
hüküm birdir. Çünkü Telhisu'l-Cami şerhinde şöyle denilmiştir: «Namaz kılan
kimse hayvan üzerinde bir mahmelde olup secde ayetini birkaç defa okusa onun
hakkında bir secde vacip olur. Mahmelin öteki tarafında bulunan hakkında ise
müteaddit secde lâzımdır. Zira içiten hakkında yer değişmiştir.» Meğer ki ona
uymuş ola!.
Hâniye'de şöyle
deniliyor: «Hayvan üzerinde bulunan iki kişi yalnız baçlarına namaz kılsalar ve
biri bir secde ayetini iki defa diğeri başka bir secde ayetini bir defa okusa
da birbirlerinin okuduklarını işitseler birinciye iki secde vacip olur. Biri
secde ayetini okuduğu için namazda diğeri arkadaşından işittiği için namazdan
çıktıktan sonra lâzım gelir. Zira bu secde namaza ait değildir. İkinci şahsa
secde ayetini okuduğu için bir secde namazda, Nevâdir'in rivayetine göre iki
secde de namazdan çıktıktan sonra vacip olur. Çünkü arkadaşının iki defa
okuduğunu işitmiştir. Zâhir rivayet göre ise namazdan sonra bir secde vacip
olur. İtimat bu rivayetedir. Zira işitenin yeri birdir. Okuyana da bir secde
vaciptir»
«Bunun aksi
suretinde fetva verilen kavle göre tekarrür yoktur.» Yani işitene tekrar secde
lâzım gelmez. "Fetva verilen kavil" sözü yalnız aksi surete aittir.
Mukabili, Kâfi'de açıklanandır ki işitene de tekrar lâzım gelmesidir. Çünkü
tilâvet onun hakkında da sebeptir. Lâkin işitmek şartiyledir. Hidâye ve Haniye
sahipleri birinci kavli sahih bulmuşlardır. Yenâbi'de «Fetva buna göredir»
denilmiştir. Münye şârihi «Biz bununla amel ederiz» diyor.
Mütekaddimin
ulemaya göre Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirmek de secde gibidir. İki
meclisde ismi zikredilir ve zikiri işitilirse tekerrür eder. Bir mecliste ise
tekerrür etmez. Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Bilmiş ol ki, "Peygamber
(s.a.v.)'in ismi zikredilince salavat getirmek vaciptir" diyenlere göre
bir mecliste vücubun tekerrür etmemesi hususunda salavatın hükmü secde gibidir.
Lâkin salavatın tekrarı mendup, secdenin tekrarı mendup değildir. Fark şudur:
Rasûlüllah (s.a.v.)'e ayrıca salavat getirmekle Allah'a ibadet yapılır. Velevki
ismi zikredilmemiş olsun. Secde böyle değildir. Ayeti okunmadan onunla doğrudan
doğruya ibadet yapılmaz. Müteehhirin ulema tekerrür edeceğini söylemişlerdir.»
Bahır sahibi «biz
bunun tercih edildiğini söylemiştik» diyor. Bu bahis evvelce geçmişti. Biz
orada birinci kavlin tercih edildiğini söylemiştik. Kâfi'de burada o kavl
sahihlenmiş; Kemâl b. Hümâm da Zâde'l-Fakir adlı» eserinde kesinlikle buna kail
olmuştur.
Aksırık hakkında
ise bazıları bir defa olursa, bazıları ona kadar, diğerleri de her aksırışta
teşmitlâzımdır demişlerdir. H. Teşmit «yani yerhamükellah» (demek) ancak
aksıran kimse Allah Teâlâya hamdettiği zaman vacip olur. Nitekim bu,
Telhisü'l-Cami şerhinde kaydedilmiştir.
«Secde ayetini
bırakıp surenin geri kalan yerlerini okumak mekruhtur.» İmam Muhammed bu
hususta Camiu's-Sağîr adlı kitabında şöyle demiştir: «Zira bunda Kur'ân'dan bir
şeyi terketmek vardır. Bu ise müslümanların işi değildir. Bir de bu. secdeden
kaçmaktır. Bu da müslüman ahlâkından değildir.» Nehir.
«Kur'ân'nın hem
nazmına hem te'lifine tâbi olmak emredilmiştir.» Teâlâ Hazretleri «Biz melek
vasıtasiyle Kur'ân'ı okuduğumuz vakit sen de onun Kur'an'ına (yani te'lifine)
tâbi ol» buyurmuştur. Bunu Bedayi'den Fethu'l-Kadîr sahibi nakletmiştir.
METÎN
Aksi mekruh
değildir. Lâkin secde ayetinden önce veya sonra bir veya iki ayet daha katmak
mendup olur. Tâ ki üstün tutma vehmi defedilmiş olsun. Çünkü Allah'ın kelâmı
olması yönünden bütün ayetler bir mertebededir. Velev ki Allah'ın sıfatlarına
şâmil olmakla bazılarının fazîleti ziyade olsun. Secde için hazır olmayan
kimselerden secde ayetini gizlemek müstahsen görülmüştür. Bir işle meşgul olduğu
için secde ayetini işitmeyen kimseye secdenin vacip olup olmadığı hususunda
sahih kabul edilen kaviller muhteliftir. O kimseyi Allah'ın kelâmını dinlemeyip
boş vermekten menetmek için vacip olması tercih edilmiş ve işitmiş sayılmıştır.
Zira işitebilecek yerdedir.
Bir kimse secde
ayetini herbirinden bir harf işitmek suretiyle bir cemaattan dinlerse secde
etmez. Çünkü onu okuyandan işitmemiştir. Hâniye Bu ta'lil ile Hâniye sahibi
okuyanın bir olmasının şart kılındığını ifade etmiştir.
İZAH
Bedayi'de şöyle
denilmiştir: «Bir kimse surenin içinden yalnız secde ayetini okusa zarar etmez.
Çünkü bu ayet Kur'ân'dandır. Kur'ân'dan olan bir şeyi okumak, sureler arasından
bir sure okumak gibi tâattır.» Bu sözün zâhirine bakılırsa yalnız secde ayetini
okumak tahrimen veya tenzihen mekruh değildir. Zira Bedayi sahibi secde ayetini
okumayı bir sure okumaya benzetmiştir. Bir sureyi okumakta ise asla kerahet
yoktur. O halde bir ayeti okumakta da kerahet yoktur.
Musannıfın «lâkin
secde ayetinden önce veya sonra ona bir veya iki ayet katmak mendup olur»
ifadesine gelince: Defalarca söyledik ki, mendubu terk etmekten, tenzihen
mekruh olmak tâzım gelmez. Meğer ki bir delil buluna!. Şu da var ki, Bahır'da
beyan edildiğine göre Hâniye'de, kerahet bulunmaması namazda olmamakla
kayıtlanmıştır. Namazda ise mekruhtur. Kuhistanî.
Ben derim ki:
Zahîre'de bunun vechi şöyle beyan edilmiştir: «Ulema "namaz halinde mekruh
olması icabeder" demişlerdir. Çünkü namazda Yalnız bir ayetle yetinmek
mekruhtur.» Bu sözün muktezası bumdaki kerahetin kerahet-i tahrimiye olmasıdır.
Zira vacibi yani üç ayet okumayı terketmiştir. Yoksa şerhde zikredilen üstün
tutma illetinden dolayı değildir. Şârih önce veya sonra» diyerek tamimde
bulunmuş ve bunu Hâniye'nin şu sözünden almıştır «Secde ayeti ile birlikte bir
veya iki ayet okursa iyi olur.» Bedayi'de de böyle denilmiştir. Halbuki İmam
Muhammed«bence secde ayetinden önce bir veya iki ayet okuması iyidir» demiştir.
Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Galiba fukaha bu tamimi umumi ta'lilden
almış olacaklardır. Zira vehmi defetmek üst tarafındakini okumaya mahsus
değildir. Zâhire bakılırsa secde ayetinden bir ayet evvel bir ayet sonra okumak
da böyledir. Hâniye'nin ibaresi buna şâmildir.
Ayetler arasında
fazîlet farkı Allah'ın sıfatlarına şâmil olup olmamak itibariyledir. Kur'ân'dan
olması itibariyle değildir. Bahır. O halde ayetlerin birbirinden fazîletli
olduğunu bildiren rivayetlerde değişiklik kalmaz. Nitekim ihlâs suresinin
Kur'an'ın üçte birine denk olduğunu bildiren rivayet ve benzerleri varit olmuştur.
«Secde için hazır
olmayan kimselerden secde ayetini gizlemek müstahsen görülmüştür.» Çünkü
âşikâre okursa onlara ihtimal tembellik edecekleri bir şeyi vacip yapmış
olacak; o kimseler de günaha gireceklerdir. Fakat secde için hazır iseler onu
âşikâre okur. Bunu Bedayi'den naklen Bahır sahibi söyleniştir. Muhit'de «Bu,
kalbine secdeyi eda etmenin, cemaata meşakkat vermeyeceği kanaatı gelmek
şartıyledir. Meşekkat vereceğine kanaat getirirse gizli okur» denilmiştir.
Cemaatın hallerini bilmezse gizli okuması münasip olur. Nehir.
«Secdenin vacip
olup olmadığı hususunda sahih kabul edilen kaviller muhteliftir.» Zahîre,
Tatarhâniye ve keza Muhit'den naklen Kuhistani'de vacip olmadığı sahihlenmiş;
Hılye sahibi de bunu tercih etmiştir. Evet, musannıf «el'Mineh» nâm eserinde
şöyle demiştir: «Ulema secdenin vacip olması hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Sahih kavl; vacip olmasıdır. Bazı zevat bunun müşkil olduğunu söylemiş ve
«çünkü işiten kimse hakkında işitmek şart yahut vücubuna sebeptir; bu yoktur;
Binaenaleyh meşrut veya müsebbep olan vücup da yoktur» demişlerdir. Onların
verdiği cevap şudur: «Esah olan vacip olmamaktır. Nitekim Mecmau - Fetevâ'da
bildirilmiştir, öyle ise mutemet kavil bir oluversin!» Buna şöyle cevap
verilmiştir: Başka işle meşgul olan kimse işitmiş mesabesindedir. Çünkü
işitebilecek yerdedir. Böylesine lâyık olan, kendisini Allah'ın kelâmına boş
vermekten menetmek için, secdenin vacip olmasıdır.» Minah'ın ibaresi
kısaltılarak alınmıştır.
«Bir kimse secde
ayetini herbirinden bir harf işitmek suretiyle bir cemaatten dinlese secde
etmez.» Çünkü evvelce görüldüğü vecihle secdeyi icap eden miktar secde
kelimesiyle birlikte ayetin ekserisini okumaktır.
Zâhire bakılırsa
harfden murad; kelimedir. Hakiki harf evleviyetle anlaşılır. Biz bu husustaki
sözümüzün tamamını orada arzetmiştik,
METİN
Her mühimmeye
yarayışlı bir mühimme: Kâfi'de beyan olunduğuna göre «bir kimse bir mecliste
bütün secde ayetlerini okur da hepsi için secde ederse başındaki sıkıntı için
Allah ona kâfi gelir» denilmiştir. Zâhirine bakılırsa ayetleri peşi peşine
okur; sonra secdeleri yapar. Her ayet için ayeti okuduktan sonra secde etmesi
de bir ihtimaldir ve mekruh değildir. Nitekim geçmişti.
İZAH
«Her mühimmeye
yarayışlı bir mühimme» ifadesinden murad: "bu mühim bir faidedir. öğrenmekiçin
himmet sarfetmeye değer ve başa gelen her sıkıntı ve hüznü gidermeğe
yarar" demektir. Bu işi için ondört secde ayeti sırasıyle okunacak; sonra
ondört secde yapılacaktır.
«Her ayet için
ayeti okuduktan sonra secde etmesi de bir ihtimaldir» sözü, Kemâl b. Hümam'ın
itirazına cevaptır. İtiraz şudur: «Bütün ayetleri bir mecliste okursa Kur'ân'ın
nazmını değiştirmiş olması lâzım gelir. Yukarıda gördük ki, Kur'ân'ın nazmına
tâbi olmak emir buyurulmuştur!».
Bahır sahibi buna
şöyle cevap vermiştir: «Bir sureden bir ayet okumak mekruh değildir. Nitekim
Bedayi'den naklen ta'lili yukarıda geçti.» Ama bu cevap söz götürür. Çünkü
yukarıda geçen sözümüz ayeti okumak hususunda idi. Bütün secde ayetlerini okur
da bunları birbirine ilâve ederse bundan nazmı değiştirmek ve yeni bir te'lif
meydana getirmek lâzım gelir. Nasıl ki bunu Remlî Makdisî'den nakletmiştir.
Onun için şârih, Nehir sahibine uyarak Kafî'nin sözünü her ayeti okudukça
arkasından secde etmeye yormak suretiyle cevap vermiştir. Zira bu mekruh
değildir. Her iki ayetin arasını bir secde ile ayırdığı için bundan nazmın
değiştirilmesi lâzım gelmez. Hepsini birden okuyup sonra hepsi için secde etmek
bunun gibi değildir o mekruhtur.
Ben derim ki:
Kıraat faslından az önce geçtiği vecihle namazın akabinde ayet'el-kürsî'yi ve
muavezat'ı okumak müstehaptır. Eğer bir ayet başka yerdeki bir ayete katmak
mekruh ise ayet'el-kürsî'yi muavezat'ı katmak da mekruh olmalı; çünkü bu nazmı
değiştirir. Halbuki mekruh değildir. Buna delil, her namaz kılanın fatiha'yı
veya başka bir sureyi yahut başka ayetleri okumasıdır. Bu nazmı değiştirmek
olsa mekruh sayılırdı. En iyisi Münye şerhindeki ibare ile cevap vermektir.
Orada şöyle denilmiştir. «Nazmı değiştirmek ancak bazı kelime veya ayetleri
sureden Iskat etmekle olur. Bir kelime veya bir ayet zikretmekle olmaz. Nasıl
ki Kur'ân'ın içinden ayrı ayrı sureleri okumak nazım ve te'lifi değiştirmek
sayılmıyorsa her sureden bir ayet okumak da değiştirmek sayılmaz.»
Bunun hülâsası
şudur: Mekruh olan, secde ayetini sureden atıp ondan sonra geleni ondan
öncekine katmaktır. Çünkü bu nazmı değiştirmektir. Fakat ayrı ayrı ayetleri
birbirine katmak mekruh değildir, Nasıl ki ayrı ayrı sureleri birbirine ilâve
etmek de mekruh değildir. Buna delil namazdaki kıraattır. Nitekim arzettik. şu
halde secde ayetlerini peşpeşe okumakta kerahet yoktur. Binaenaleyh Kafi'nîn
sözü zâhirine hamledilir. Allah'u âlem.
METİN
Şükür secdesi
müstehaptır. Bununla fetva verilir. Lâkin namazdan sonra yapılması mekruhtur.
Çünkü cahiller onun sünnet veya vacip olduğuna itikat ederler. Buna müeddi olan
her mubah mekruhtur. İmamın secde ayetini gizli namazlarla, cuma ve bayram
namazları gibi cemaatı kalabalık namazlarda okuması mekruhtur. Meğer ki namazın
rükûu veya secdesiyle eda edilecek şekilde olsun. Ayeti minberde okursa secde
eder. İşitenler de secde ederler.
İZAH
Şârih secde-i
şükürü bahsin sonuna alsa daha iyi olurdu. T. şükür secdesi yeni bir nimete
nail olan veya Allah Teâlâ kendisine mal, evlât ihsan eden, yahut bir
musibetten kurtulan kimselere müstehaptır. Bu secde için kıbleye dönülür ve
Allah Teâlâya şükür için secde edilir. Secdede Allah'a hamd ile tesbih ve
tekbir getirilir. Ondan sonra secde-l tilâvette olduğu gibi secdeden baş
kaldırılır. Sirâc. Şârihin «bununla fetva verilir» sözü imameynindir.
İmam-ı A'zam'a
gelince: Muhit'de onun «Ben bu secdeyi vacip görmüyorum. Çünkü vacip olsa her
an vacip olurdu. Zira Allah Teâlân'ın kuluna verdiği nimetler birbiri ardınca
devam eder. Bunda güç yetmeyecek şeyî teklif vardır:» dediği rivayet olunmuştur.
Zâhîre'de imam Muhammed' den rivayet olunduğuna göre ise İmam-ı A'zam secde-i
şükürü bir şey saymazmış. Mütekaddimin ulema bunun mânâsı hakkında söz etmiş;
bazıları «Onu sünnet saymazdı» demek olduğunu; bir takımları da «tam şükür
olmazdı» demek istediğini söylemişler ve «çünkü şükürün tamamı Mekke'nin fethi
gününde Peygamber (s.a.v.)'in yaptığı gibi iki rekat namazla olur» demişlerdir.
«İmam-ı A'zam bu sözü ile secde-i şükür vacip değildir demek istemiştir»
diyenler olduğu gibi «Meşru değildir. Yapılması mekruhtur. Ondan dolayı sevap
verilmez; bilâkis terki evlâdır» mânâsına geldiğini söyleyenler de olmuştur.
Musaffa sahibi bu kavli ekser ulemaya nisbet etmiştir. Ekser ulemanın bu kavli
İmam-ı A'zam'dan sübut bulmuş bir rivayete dayanıyorsa mesele yoktur. Aksi
taktirde yukarıdaki iki ibaresinden her bir ihtimallidir. En zâhir mânâ
müstehap olmasıdır. Nitekim bunu İmam Muhammed hassan bildirmiştir. Çünkü bu
babta birçok hadisler varit olmuş; bu işi Ebû Bekir Ömer ve Ali (r.a.) hazeratı
yapmışlardır. Peygamber (s.a.v.)'in fiilinden, "mensuhtur" diye
bahsetmek doğru olamaz. «Hılye'de böyle denilmiştir» ibaresi kısaltılmıştır.
Sözün tamamı Hılye ile İmdât'dadır. Onlara müracaat edebilirsin!.
Münye şerhinin
sonunda şöyle denilmektedir: «Bu hususta Peygamber (s.a.v.)'den bir çok
rivayetler varit olmuştur. Binaenaleyh ondan men edilmez. Çünkü onda tevazu
vardır. Fetva buna göredir.»
Eşbah'ın çeşitli
meseleler bahsinde şu satırlar vardır: «Secde-i şükür İmam-ı A'zam'a göre vacip
değil, caizdir. Ondan rivayet edilen "Secde-i şükür vacip olarak meşru
değildir" sözünün mânâsı da budur. İtimad edilen kavle göre hilâf onun
caiz olup olmadığında değil, sünnet olmasındadır.»
«Lâkin namazdan
sonra yapılması mekruhtur.» Zâhidî'nin Kudurî şerhinden son kitabı olan Münye
şerhinde şöyle denilmiştir: «Sebepsiz olursa ibadet değildir. Ama mekruh da
sayılmaz. Namazınardından yapılan secde mekruhtur. Çünkü cahiller onun sünnet
veya vacip olduğuna itikat ederler. Buna müeddi olan her mubah mekruhtur.»
Hülâsa şudur:
Sebepsiz yapılan secde cahillerin sünnet olduğuna itikadına müeddi olmazsa
mekruh değildir. Ben vitir namazından sonra bu secdeye devam eden birini
gördüm. Bunun aslının ve senedinin olduğunu söylüyordu. Kendisine biradakini
söyledim. Hemen secdeyi terketti. Bundan sonra Münye şerhinde şöyle denilmiştin
«Müzmerât'ta Peygamber (s.a.v.)'in Fatıma (r. a.)'ya, "Hiç bir erkek veya
kadın mü'min yoktur ki iki secde yapın da... ilh..." buyurduğu rivayet
olunmuşsa da bu hadis uydurma ve batıldır; aslı yoktur.»
«Namazdan sonra
yapılması mekruhtur» ibaresinin zahirinden bu kerahetin, kerahet-i tahrimiye
olduğu anlaşılıyor. Çünkü o kimse dinden olmayan bir şeyi dine alıyor demektir.
T.
Cemaatı kalabalık
olan namazlarda imamın secde ayetini okuması mekruhtur. Çünkü secde-i tilâveti
terketse bir vacibi terketmiş olur. Secdesini yapsa cemaatı şaşırtır, Münye
şerhi. Şarih «cuma ve bayram» sözleriyle, cemaatı kalabalık olduğu zaman öğle
namazı ve emsalinin de aynı hükümde dahil olduğuna işaret etmiştir. Halebi'de
böyle demiştir.
«Meğer ki namazın
rükûu veya secdesiyle eda edilecek şekilde olsun.» Meselâ secde ayeti surenin
sonunda veya sonuna yakın olursa namazın rükû veya sücudu ile eda edilir. Yahut
surenin ortasında olur da onun için hemen rükû eder. Nitekim evvelce izahı geçmişti.
Halebî diyor ki:
«Lâkin secde-i tilâvete rükûuda niyet etmemek gerekir. Çünkü bunda yukarıda
Kınye'den naklettiğimiz mahzur vardır.» Yani imama uyan kimse de rükûda secde-i
tilâvete niyet etmezse imam selâm verdikten sonra secde edip oturuşu tekrarlaması
lâzım gelir. Secde ayetini hatip mimberde okursa mimberin üzerinde veya altında
secde eder. Tatarhaniye. Hatipten bu ayeti işitenler de secde ederler.
İşitmeyenlere secde lâzım değildir. Namaz bunun hilâfınadır. Tatarhaniye.
Bedayi'de bu
hususta şöyle denilmiştir: «Cuma günü secde ayetini hatip mimberde okursa
secde-i tilâveti yapar. Onunla birlikte işitenler de secde ederler. Çünkü
rivayete göre Peygamber (s.a.v.) mimberde secde ayetini okumuş ve inerek secde
etmiş; cemaat da onunla birlikte secde etmişlerdir. Allah'u âlem.
METİN
"Misafirin
namazı" terkibi, bir şeyi şartına veya mahalline izafet kabilindendir.
Âşikârdır ki tilâvet ârızidir. Ve ibadettir. Yolculuk da ârızidir; fakat
mübahtır. Meğer ki bir ârıza sebebiyle değişe! Onun için musannıf yolcu
namazını secde-i tilâvetten sonraya bırakmıştır. Bu baba misafir namazı adının
verilmesi erkeklerin ahlâkını ıslâh ettiği içindir.
Bir kimse -kâfir
bile olsa- senenin en kısa günlerinden üç gün üç gecelik bir mesafeyi kastederek
yaşadığı yerin mâmurelerinden çıkarsa şehrin öbür tarafından hizasına gelen
evleri geçmese bile çıktığı taraftan yolcu hükmüne girer.
Hâniye'de «şehrin
kenarı ile şehir arasında bir ok atımından az mesafe bulunur da aralarında
ekinlik olmazsa o veri geçmesi şarttır. Böyle olmazsa şart değildir»
denilmiştir; Kast olmaksızın bir kimse dünyayı dolaşsa namazını kısaltmaz.
İZAH
Misafir, yolcu
demektir. Sefer lügatta; miktar tayin etmeksizin mesafe katetmek manâsına
gelir. Burada maksat hususi seferdir ki onunla hükümler. Namaz kısaltılır: oruç
tutmamak mubah olur. Mestler üzerine mesh müddeti bir gün bir geceden üç gün üç
geceye uzar. Cuma ve bayramlarla kurbanın vücubu sâkıt olur. Hür kadının
mahremsiz yola çıkması haram olur. Bunu Tahtavî İnâye'den nakletmiştir.
«Bir şeyi şartına
izafet» ten murad; namazı, misafir'e izafettir. Zira misafir namazın şartıdır.
Halebî. Burada «şart olan misafir değil, seferdir» diye bir itiraz varit
olabilir. Bunu Hamâvî'den naklen Tahtavî söylemiştir. «Veya mahalline izafet»
ten murad da misafirdir. Çünkü misafir, namazın mahallidir. Yahut buradaki
izafet fiili failine izafet kabilindendir. Hastanın namazı babının başında
arzetmişti ki, her fail mahaldir. Aksi yoktur. H. (yani her mahal fail
değildir.
Şârih «âşikârdır
ki tilâvet arızidir» sözü ile yolcu namazının neden secde-i tilâvetten
gen" bırakıldığını anlatmağa boşlamıştır. Münasebet bundan anlaşılır. Bu
münasebet her ikisinde kul tarafından gelen arızadır. Secde-i sehiv ve hastalık
böyle değildir; Onların ikisi de semavi (Allah tarafından gelme) arızadır.
«Meğer ki bir
arıza sebebiyle değişe» bu istisna ibadetten ve «mubahtır» sözünden
yapılmıştır. Yani secde-i tilâvette asıl ibadet olmaktır. Meğer ki riya ve
şöhret yahut cünüblük gibi bir arıza ola. Bu taktirde ma'siyet olur. Yolculukta
asıl mubah olmaktır. Meğer ki hac ve cihad gibi bir arız ola. Bu taktirde
yolculuk tâat olur, Yahut yol kesmek gibi bir arıza bulunursa masiyet olur.
«Onun için
musannıf yolcu namazını secde-i tilâvetten sonraya bırakmıştır.» Yani.seferde
asıl mubah olmasıdır. Bundan dolayı bu bahsi geriye bırakmıştır. Zira aslen
mubah olan bir şey aslen ibadet olandan aşağıdır. «Bu baba misafir namazı
adının verilmesi, erkeklerin ahlâkını ıslah ettiği içindir. (Çünkü misafir
kelimesi sefire fiilinden alınmadır.) Sefire; ıslah etti demektir. Aynı fiil
"açtı" mânâsına da gelir. Bu taktirde misafir namazı denilmesi sefer
yer yüzünü açtığı içindir. «Bir kimse kafir bile olsa» sözüne şöyle itiraz
edilebîlir: Bu söz sebiye de şamildir. Halbuki fer'î meselelerdegeleceği
vecihle onun seferi niyet etmesi muteber değildir. Nitekim bunu orada izah
edeceğiz.
«Senenin en kısa
günlerinden uç gün üç gecelik bir mesafeyi...» ifadesi Bahır ve Nehir'de de
buradaki gibidir. Mirâc sahibi onu Attabî, Kâdıhân ve Muhit sahibine nisbet
etmiştir. Hılye sahibi bu hususta inceleme yapmış ve «Zâhire göre günleri
mutlak bırakmalıdır. Onların uzunluğu kısalığı orta derece diye tahdit
edilmediği taktirde uzun veya kısa günlerin hangisine tesadüf ederse ona göre
hüküm vermelidir» demiştir.
Ben derim ki:
Orta uzunluktaki günler güneşin kuzu veya mizan burçlarına girdiği zamandır.
(Kuzu burcu mart ayına, mizan burcu ise sonbaharın başlarına tesadüf eder.)
Kuhistânî bunu tercih etmiş; sonra «Tahavî şerhinde bildirildiğine göre bazı
ulema yolculuğu senenin en kısa günlerine takdir etmişlerdir» demiştir. Evlâ
olan bu ibareden «üç gece» tabirini hazfetmektir, Nitekim Kenz ve Cami-i
Sağîr'de hazfedilmiştir. Çünkü günlerle birlikte geceleri de yürümek şart
değildir. Onun için Yenâbi sahibi «günlerden murad gündüzlerdir. Çünkü gece
istirahat içindir. O muteber değildir» demiştir. Evet «üç gün yahut üç gecelik»
dese daha iyi olurdu. Bununla geceleyin seferi kastetmenin sahih olacağına ve
günlerin bir kayıt olmadığına işaret etmiş sayılırdı.
Musannıf
«kastederek çıkarsa» tabirleriyle kastetmeksizin çıkan yahut kastedip çıkmayan
kimsenin misafir (yolcu) olmayacağına işaret etmiştir. H.
Bahır'da şöyle
denilmiştir: «Bir de niyetin mutlaka namazdan önce yapılacağına işaret
etmiştir. Onun için Tecnis sahibi şunu söylemiştir: Bir kimse gemi deniz
sahilinde dururken namaza niyetlenir de rüzgâr gemiyi naklettiği zaman sefere
niyet ederse İmam Ebû Yusuf'a göre namazını mukim olarak tamamlar. İmam
Muhammed buna muhaliftir. Çünkü bu namazda dört kılmayı icab ettiren sebeple
bunu meneden sebep bir araya gelmiştir. Şu halde ihtiyaten dört kılmayı
icabedeni tercih ederiz.» Ancak kastın şart olması sefer edecek kimse reyinde
serbest olduğuna göredir. Şayet başkasına tâbi olursa itibar matbuunun
niyetinedir. Nitekim gelecektir. Tecnis'in ifadesini Bahır sahibi buna
hamletmiştir. Tecnisin ifadesi şudur: «Bir kimseyi başkası alıp gitse de o
kimse nereye götürüldüğünü bilmese üç gün gitmedikçe namazını tamam kılar. Üç
gün olunca kısaltır. Çünkü namazı kısa kılmak o kimseye götürüldüğü andan
itibaren tâzım gelmiştir. Götürüldüğü günden itibaren namazlarını kısa kılsa
sahih olur. Yalnız üç günden az mesafeye götürürse sahih olmaz. Zira mukim
olduğu anlaşılır. Birincide o kimse misafirdir.» Bununla sefer kasdıyle çıkmanın
kâfi olduğuna işaret etmiştir. Velev ki sefer tamam olmadan dönmüş olsun.
Nitekim gelecektir. Hattâ bir gün özürden dolayı namaz kılmadan yürür de sonra
geri dönerse namazlarını kısa olarak kaza eder. Nitekim Allâme Kâsım bununla
fetva vermiştir.
Musannıf
«yaşadığı yerin mamurelerinden çıkarsa» ifadesi ile çadırlara da şamil olan bir
mânâ kastetmiştir. Zira onlar yerleri itibariyle mamurdurlar. imdâd sahibi
şöyle diyor: «Binaenaleyh o çadırlardan ayrılmak şarttır. Velev ki dağınık
olsunlar. Çadır halkı bir su başına veya ormana konmuş olsalar ondan ayrılmak
muteberdir. Mecma'ar-Rivayat'ta böyle denilmiştir. Herhalde bu orman pek büyük
olmamalıdır.» Keza su kaynağı uzaklarda bulunan bir nehir olmamalıdır.
Musannıfşehrin mülhakatı (banliyö) gibi oturduğu yere tâbi olan kısımlardan
ayrılmanın şart olduğuna da işaret etmiştir. Zira bunlar da şehir hükmündedir.
Mülhakata bitişik köylerin hükmü dahi sahih kavle göre böyledir. Bahçeler böyle
değildir. Velev ki binalara bitişik olsunlar, Çünkü onlarda şehir halkı bütün
sene veya birkaç zaman otursalar bile şehirden sayılmazlar. Bekçi ve
koruyucuların oturdukları yerler bilittifak itibara alınmazlar. İmdâd.
Sahaya gelince:
Bundan murad at gezdirmek, cenaze gömmek ve toprak atmak gibi o beldenin
faydalanması için hazırlanan yerdir. Şehre bitişik olursa onu geçmek nazar-ı
itibara alınır. Bir ok atımı uzak veya bir tarla ile şehirden ayrılmış ise
itibar edilmez. Nitekim gelecektir. Cuma bunun hilâfınadır. Tarlalar şehirden
ayrılmış bile olsa sahada cuma namazı kılınabilir. Çünkü cuma beldenin
işlerindedir. Sefer öyle değildir. Nasıl ki bunu Şurunbulalİ, risalesinde
incelemiştir; Babında da gelecektir. Mülhakata değil de şehrin sahasına bitişik
köyün geçilmesine sahih kavle göre itibar edilmez. Nitekim Münye şerhinde böyle
denilmiştir.
Ben derim ki:
Bunu bilince Dımeşk'teki Meydanü'l - Hasan'ın şehrin mulhakatından olduğunu;
Babu'l - Allah'ın dış tarafı Karye el'Kadem'e varıncaya kadar sahası
sayılacağını anlarsın. Çünkü bu saha evlere bitişen namazgâhı içine almaktadır.
Ve hacıların konaklaması için hazırlanmıştır. Zira hacılar namazgâhtan mezkur
köyün hizasına kadar olan yeri kaplarlar. Şu halde orada namazı kısaltmaları
sahih olamaz. Sadrü'l - Baz'ı geçmemek şartıyle el'Mercetü'l - Hadra da
öyledir. Zira o da elbise yıkamak, hayvan gezindirmek ve askerin inmesi için
hazırlanmıştır. Çünkü Şurunbulali'nin risalesinde yaptığı incelemeye göre saha,
şehrin büyüklüğüne küçüklüğüne göre değişir. Binaenaleyh bir ok atımı diye
takdire lüzum yoktur. Bir ok atımı imam Muhammed'den rivayet olunmuştur. Bir
mil veya iki mil diye taktire de lüzum yoktur Bu da İmam Ebû Yusuf tan rivayet
.olunmuştur.
«Çıktığı tarattın
yolcu hükmüne girer.» Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Binaenaleyh çıktığı
taraftan evleri geçmedikçe yolcu olmaz. Hattâ orada evvelce şehre bitişik,
fakat şimdi ayrılmış olan bir mahalle bulunsa onu geçmedikçe yolcu olamaz.
Şehirden çıktığı taraftan evleri geçer de şehrin öbür tarafında hizasında bir
mahalle bulunursa yolcu olur. Çünkü muteber olan çıktığı taraftır.» Buradaki
iki meselede mahalleden murad, mamur yerdir. Harap olup üzerinde ev kalmamışsa
birincide onu geçmek şart değildir. Velev ki şehre bitişik olsun Nitekim bu
açıktır. Sonra ikinci meselede mahallenin mutlaka bir taraftan olması lâzımdır.
Her iki tarafta evler bulunursa mutlaka onları geçmek lâzımdır. Çünkü İmdâd'da
«iki taraftan yalnız biri o kimsenin hizasına gelirse zarar etmez. Nitekim
Kâdıhan ve başkalarında beyan edilmiştir» denilmektedir. Zâhire göre bitişik
sahanın hizasında olmak evlerin hizasında olmak gibidir. (Bir ok atımı diye
terceme ettiğimiz) galve üçyüzden dört yüz arşına kadar olan mesafedir. Esah
kavil budur. Bunu Müçtebâ'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir
METİN
Her gün akşama
kadar Yürümek şart değildir. Bilâkis yürümek zeval vaktine kadar devam eder.
Mezhebe göre fersahlara itibar yoktur. Sefer mutad istirahatlar dahil olmak
üzere orta yürüyüş ile yapılır. Hattâ bir kimse koşarak üç günlük yolu iki
günde alsa namazlarını kısa kılar. Bir yerin iki yolup olup biri sefer
müddetini doldurur: diğeri daha az olursa birincîde namazlarını kısa kılar;
ikincide kısaltmazlar.
İZAH
«Her gün akşama
kadar yürümek şart değildir.» Çünkü yolcunun yiyip içmek ve namaz kılmak için
mutlaka bir yere inmesi lâzımdır. Günün ekserisi için bütün hükmü vardır. Yolcu
birinci gün erken davranır da zeval vaktine kadar yürür; konak yerine vararak
istirahat için oraya iner ve orada geceleyip ertesi gün yine erken davranır da
zeval geçinceye kadar yürür; ve konaklarsa; üçüncü gün yine erkenden yola
çıkarak zeval vaktine kadar yürüyerek varacağı yere varırsa Şemsü'l-Eimme
serahsî «bu adam sahih kavle göre niyet ettiği an yolcu olur» demiştir. Nitekim
Cevher'e, Burhan ve İmdâd'da böyle denilmiştir. Bu sözün bir misli de Bahır,
Fethu'l-Kadîr ve Münye şerhindedir.
Ben derim ki:
«Konak yerine varırsa» sözünde şuna işaret vardır: Evvelinde istirahatı
terkettiği gün mutlaka sair istirahatla yürüdüğü günlerdeki mutad yolu
yürüyecektir. Bundan anlarsın ki. senenin en kısa günleri ile taktirden murad;
ancak mutedil memleketlerdir. O memleketlerde zikredilen konak en kısa
günlerinde günün ekserisinde alınır. Binaenaleyh «Kutup bölgelerinde senenin en
kısa günü bazen bir saat veya fazla yahut eksik olur. O halde oralarda sefer
mesafesi üç saat yahut daha az olmak lâzım gelir» şeklinde bir itiraz varit
olamaz. Çünkü pek uzun gibi pek kısa da nazar-ı itibara alınamaz. İbareler
mutlak bırakılırsa şayi ve galip olan mânâya hamledilir. Nadir ve gizli mânâya
hamledilmezler. Bu söylediklerimize Hidaye'nin şu sözü delâlet eder: «Ebû
Hanîfe'den bir rivayete göre takdir konaklarla olur. Bu da birinciye yakındır.»
Nihaye sahibi diyor ki: «Yani üç konakla takdir üç günle takdire yakındır. Zira
her gün mutad olan Yürüyüş bir konaktır. Bâhusus senenin en kısa günlerinde bu
böyledir. Mebsut'da böyle denilmiştir. Fethu'l-Kadîr'deki ifade dalı böyledir.
Orada şöyle denilmiştir: «Bazılarına göre bu mesafe yirmidir fersah bazılarına
göre onsekiz Fersah olarak takdir edilir. Onbeş fersah, diyenler de vardır. Bu
miktarları takdir edenlerin herbiri mesafenin üç günlük olduğuna itikat
ederler.» Yani bu sözler memleketlerin muhtelif olmasına göredir. Takdiri
yapanların herbiri kendi memleketindeki en kısa günleri nazar-ı itibara
almıştır. Yahut en kısa veya en uzun yahut orta günlere itibar etmişlerdir.
Herhalde bu söz, günlerden, mutad olan yol yürüme kasdedildiği hususunda
açıktır.
«Yürümek zeval
vaktine kadar devam eder.» Çünkü zeval vakti şer'an muteber olan gündüzün
ekserisidir.
Şer'î gün;
fecirden güneş kavuşuncaya kadardır. Zeval felekî günün yarısıdır. Felekî gün
güneşin doğmasından batmasına kadar devam eder. Sonra fecirden zevale kadar
senenin en kısa günlerinde mısır ve onun arzındaki memleketlerde yedi saattan
bir çeyrek noksan zaman vardır. Üç günün mecmuu ise yirmi saat bir çeyrek eder.
Bu hesap muhtelif arzlardaki memleketlerdedeğişiktir. H.
Ben derim ki:
Dımeşk'de üç günün mecmuu aşağı yukarı yirmi saatten yirmi dakika noksandır.
Zira fecirden zevale kadar en kısa günlerde bizde altı saat kırk dakikadan bir
çok derece noksan zaman vardır. Bunu orta günlerle hesap edersek takriben
mecmuu yirmiikibuçuk saat olur. Çünkü fecirden zevale kadar takriben yedibuçuk
saat vardır.
«Mezhebe göre
fersahlara itibar yoktur.» Bir fersah üç mil, bir mil de teyemmüm babında
geçtiği vecihle dörtbin arşındır. Mezhebe göre diyoruz. Çünkü zâhir rivayette
zikredilen üç günün nazar-ı itibara alınmasıdır. Nitekim Hılye'de beyan
edilmiştir .Hidaye sahıbi umumiyetle fukahanın kavillerinden ihtiraz için
«sahih olan budur» demiştir. Fukahanın bazısı mesafeyi fersahlarla takdir
etmiş; sonra ihtilafa düşmüşlerdir. Bazısı yirmibir fersah. diğerleri onsekiz,
daha başkaları onbeş fersah olduğunu söylemişlerdir. Fetva ikinci kavle (yani
18 fersah diyenlerin kavline göredir. Zira ortadadır.
Mücteba'da «Fetva
Harizm ulemasınca üçüncü kavle göredir. Sahih kavlin vechi şudur: Fersahlar düz
yerde, dağda, karada ve denizde yollara göre değişir. Konaklar böyle değildir.
Mirâc.» denilmiştir.
«Orta yürüyüş»
den maksat. deve yürüyüşü ile yaya yürüyüşüdür. Dağda ona münasip bir yürüyüşe
itibar edilir. Çünkü dağ inişli yokuşlu. dar geçitli ve sert olur. Orada deve
ve insanın yürüyüşü düz yerdekinden daha ağır olur. Denizde ise fetvaya göre
rüzgârın orta kuvvette esmesine (şimdi-orta hızla seyreden gemilere) itibar
edilir. İmdâd. Böylece her yerde mutad olan yürüyüş muteber olur. Bu hususî
insanlarca malûmdur. Şaşırma halinde onlara müracaat olunur. Bedayi.
Araba çeken
öküzün ve benzerinin yürüyüşü bundan hariçtir. Çünkü en ağır yürüyüştür.
Nitekim en hızlı yürüyüş de at ve posta yürüyüşüdür. Bahır.
«Bir kimse
koşarak üç günlük mutad yolu iki günde alsa namazlarını kısa kılar.» Zâhirine
bakılırsa keramet göstererek o yere az zamanda varsa hüküm yine aynı olmalıdır.
Lâkin Fethu'l-Kadîr sahibi bunu ihmalden uzak görmüştür. Çünkü bunda meşekkat
yeri yoktur. Namazı kısaltmakta illet ise budur.
«Bir yerin iki
yolu olup biri sefer müddetini doldurursa o yoldan giden namazını kısa kılar.»
Yani velev ki o yolu sahih bir maksatla tutmuş olmasın. İmam Şafiî buna
muhaliftir. Nitekim Bedayi'de beyan edilmiştir.
METİN
Yolcu dört
rekatlı farzı iki rekat kılar. Böyle kılması vaciptir. Çünkü İbn Abbas
«Şüphesiz Allah, Peygamberinizin dilinden mukimin namazını dört, yolcunun
namazını iki rekat olarak farz kılmıştır» demiştir. Onun için musannıf da
ulemanın «kısaltır» tabirini bırakarak dört rekatlı farzı iki rekat kılar
demiştir. Çünkü iki rekat bize göre hakikatta kısaltma değil. onun farzının
tamamıdır. Namazı dört rekat olarak ikmal o kimse hakkında ruhsat değil bilâkis
isaettir.
Ben derim ki:
Buhari şerhlerinde şöyle denilmektedir: «Bütün namazlar seferde olsun hazarda
olsun isrâ gecesinden ikişer rekat farz kılınmıştır. Yalnız akşam namazı
müstesnadır. Peygamber (s.a.v.) hicret edip Medine'ye yerleşince rekat sayısı
arttırılmıştır. Ancak kıraatı uzun olduğu için sabah namazı bir de gündüzün
vitiri olduğu için akşam namazı arttırılmamıştır. Dört rekatlı namazların
farzıyeti karar kılınca Teâlâ hazretlerinin «Namazı kısaltmanızda size bir beis
yoktur» ayeti kerimesi inerek yolculukta dörtlü farzlar hafifletilmiştir.
Namazın kısaltılması hicretin dördüncü senesinde olmuştur. Bununla delillerin
arası bulunmuş olur.» Buharî şarihlerinin sözü burada sona erer.
İZAH
Musannıf «farz»
tabiri ile sünnetlerden ve vitir namazından; «dört rekatlı» tabiri ile de sabah
ve akşam namazlarından ihtiraz etmiştir. Yolcunun dört rekatlı farzı iki
kılması vacip olduğu için dört kılması bize göre mekruh olur. Hattâ rivayete
göre İmam-ı A'zam «Kim yolda namazını dört rekat kılarsa isaette bulunmuş ve
sünnete muhalefet etmiştir» demiştir. Münhe Şerhi. Bu hususta ileride tafsilât
gelecektir.
İbn Abbas
hadisinin lâfzı sahih-i Müslim'den naklen Fethu'l-Kadîr'de şöyledir: «Allah
namazı Peygamberiniz (s.a.v.)'in dilinden hazarda dört. seferde iki. korku
anında da bir rekat olarak farz kılmıştır.» Yine Fethu'l-Kadîr'de beyan
olunduğuna göre Buhari ile Müslim'in rivayet ettikleri hazreti Âişe hadisinde
Âişe (r.a.), «Namaz ikişer rekat olarak farz kılınmıştır. Sonra seferde olduğu
gibi bırakılmış; hazar namazına ziyade edilmiştir» demiştir. Buhari'nin bir
rivayetinde ise «Namaz ikişer rekat olarak farz kılındı. Sonra Peygamber
(s.a.v.) hicret etti. Ve namaz dört rekat olarak farz oldu. Sefer namazı ise
ilk şekliyle bırakıldı» demiştir.
«Çünkü iki rekat
bize göre hakikatta kısaltılma değildir.» Bahır sahibi diyor ki: «Ulemamızdan
bazıları bu meseleyi (kısaltmak bize göre azîmet, ikmâl ise ruhsattır) diye
lakâblandırmışlarsa da Bedayi sahibi "bu lakâblandırma bizim kaidemize
göre hatadır" demiştir. Çünkü iki rekat yolcu hakkında bize göre hakiki
kısaltma değildir. Bilâkis yolcunun farzının tamamıdır. İkmal (dört kılmak)
dahi onun hakkında ruhsat değil, isaet ve sünnete muhalefettir. Bir de ruhsat
bir arızadan dolayı asli hükmü değişip hafifletilen ve kolaylaştırılan şeydir.
Yolcu hakkında doğrudan doğruya değiştirme mânâsı yoktur. Çünkü namaz aslında
iki rekat olarak farz kılınmış; sonra mukim hakkında hazreti Âişe (r.a.)'nin
rivayet ettiği şekilde ziyade edilmiştir. Mukim hakkında değiştirme olmuş;
fakat kolaylık değil. şiddet ve sertlik getirilmiştir. Binaenaleyh bu onun
hakkında da ruhsat değildir. Ruhsat denilse bile bu kelime mecazdır. Çünkü
hakikat mânâlarından biri olan değiştirme mevcuttur.»
Akşam namazına
«gündüzün vitiri» denilmesi gündüze yakın olduğundandır. Yoksa o gündüz değil,
gece namazıdır.
«Bununla
delillerin arası bulunmuş olur.» Yani delillerin bazısı yolculukta dört rekatlı
farzları iki kılmanın asıl olduğuna, bazıları da bunun ârızi olduğuna delâlet
etmektedir. Bu deliller zamanların değişmesine hamledilince çelişki ortadan kalkar.
Lâkin âşikârdır ki Buhari şarihlerinden naklettiğibu ara bulma Şâfiî mezhebine
göredir. Şâfiî'ye göre iki rekat olarak kılmak ikmal değil kısaltmadır. Çünkü
bu iş nasıl karar kılındı ise ona göre amel edilegelmiştir. Karar kılması ise
namazın seferde olsun hazarda olsun evvelâ dört rekat olarak farz kılınması,
sonra seferde kısaltılmış olmasıdır. Şâfiî'nin mezhebi bu yoruma göredir. Bu
bizim mezhebimize muhaliftir. Hem bu yorum yukarıda hazreti Âişe'den rivayet
ettiğimiz muttefekunaleyh hadise de aykırıdır. Zira o hadis sefer namazında
kesinlikle ziyade yapılmadığına delâlet etmektedir. Ayete gelince: Bu ayetteki
kısaltmadan murad; namazın şeklini ve fiilini korku zamanında kısaltmaktır.
Nitekim bunu Münye şârihi ve başkaları izah etmişlerdir.
METİN
Yolcu, seferi
sebebiyle âsi bile olsa yine namazını kasreder. Çünkü mücâvir kubh meşruluğu
ortadan kaldırmaz. O kimse sefer müddetini yürüdü ise yolculuğun hükmü yaşadığı
yere dönünceye kadar devam eder. Yürümedi ise mücerret dönmek niyetiyle
namazını tamam kılar. Zira sefer muhkemleşmemiştir. Yahut namazda bile olsa
hakikaten veya hükmen yarım ay oturmaya niyet edinceye kadar seferîdir. Bu
namazın henüz vakti çıkmamış ve kendisi de lâhik olmamış bulunmak şartıyledir.
Hükmen ikamete niyet hakkında Bezzâziye ve diğer kitaplarda şöyle deniliyor:
«Bir hacı Şam'a girer de oradan ancak kafile ile birlikte şevvalin ilk yansında
çıkacağını bilirse namazını tamam kılar çünkü ikamete niyet eden gibidir.»
İZAH
Sefer sebebiyle
âsi olmak. sefere isyan için çıkmakla olur. Meselâ yol kesmek niyetiyle yola
çıkar. Burada Şâfiî rahimellah muhaliftir. Bu mesele seferde âsi olanın
hilâfınadır. Ma'siyet sefer esnasında ârız olursa mesele ittifakidir.
«Çünkü mücavir
kubh meşruluğu ortadan kaldırmaz» hasen; güzel. kabih: çirkin fiil demektir.
Güzel ve çirkin fiiller nevilere ayrılırlar. Çirkin fiil kabih liaynihi ve
kabih ligayrihi olmak üzere iki kısımdır. Kabih liaynihi: çirkinliği kendinden
olan fiildir. Kabih ligayrihini ise çirkinliği başkasındandır. Bu çirkinlik
fiilin yanında ise ona mücâvir kubh derler. Mücâvir kubh fiilinden.ayrılabilir.
Meselâ cuma ezanı okunurken alış veriş yapmak, cumaya gitmeyi terk olduğundan
çirkindir. Ama saîden yani cumaya gitmekten ayrılabilir. Zira cumaya gitmek
bulunur da alış veriş bulunmayabilir. Aksi de öyledir. İşte burada da kubh
mücavirdir. Çünkü yol kesmek ve hırsızlık bulunur da sefer bulunmayabilir.
Bunun aksi de olabilir. Kabih liaynihi böyle değildir. O gerek küfür gibi vazan
kabih, gerekse hür insanı satmak gibi şer'an kabih olsun meşruiyeti tamamen
ortadan kaldırır. Meselenin tam izahı usul-ü fıkıh kitaplarındadır.
«Yaşadığı yere
dönünceye kadar» ifadesinden murad; evlerinden ayrıldığı şehirdir. Oraya gelip
geçmek niyetiyle veya bir iş görmek için girsin farketmez. Çünkü yaşadığı şehir
oturmak için taayyün etmiştir. Ona niyet etmeğe hacet yoktur. Cevhere «yaşadığı
yer» tabirinde yanılıyor gibi ona mulhak olan yerde dahildir. Nitekim bunu
Kuhistânî ifade etmiştir.
«Yürümedi ise
mücerret dönmek niyetiyle namazını tamam kılar.» Velev ki sahrada olsun.
Bunakıyasen ramazanda orucunu yemesi helâl olmamak gerekir. Velev ki bulunduğu
yerle şehri arasında iki günlük mesafe bulunsun. Çünkü bu, muhkemleşmeden
bozulmayı kabul eder. Henüz illet olması muhkemleşmemiştir. Binaenaleyh mukim
olmak arızi olan seferi bozar. Namazı tam kılmanın iptidaen illeti değildir.
Bunu Fethu'l-Kadîr sahibi belirtmiş, sonra inceleyerek şunları söylemiştir:
«Şayet; "illet, üç günlük yolu kastederek şehrin evlerinden ayrılmaktır.
Üç günlük seferi tamamlamak değildir. Buna delil; Mücerret bu maksatla sefer
hükmünün sübut bulmasıdır. Sefer hükmünün illeti tamam olmuştur. Binaenaleyh
mukim olmak hükmü sabit olmadan bunun hükmü sabit olur". denilirse cevaba
muhtaç olur.» Bahır sahibi bu tetkiki kuvvetli bulduğu ve cevabı bilemediği
için «öyle anlaşılıyor ki. şehre girmesi mutlaka lâzımdır» demiştir. Nehir
sahibi buna itirazla «Muayyen bir delili iptal etmek medlülü ibtal etmeyi
gerektirmez» demiştir.
Ben derim ki:
Bana, şöyle cevap verilecek gibi geliyor: Hakikatta illet meşakkattır. Sefer
onun yerine geçirilmiştir. Lâkin meşakkatın illet oluşu ancak iptidaen ve
bekaen illet olması şartıyledir. İptidaen illet olması üç günlük yola gitmeyi
kastederek şehrin evlerinden ayrılmasıdır. Bakaen (yani devam itibarıyle) illet
olması üç günlük yolu tamamlamasıdır. Birinci şart bulunduğu vakit illetin
hükmü iptidaen sabit olur. Onun için yolcu şehrin evlerinden mücerret niyetiyle
ayrılmakla namazını kısaltır. Ama hükmü ancak ikinci şartla devam eder. İlletin
muhkemleşmesi için bu şarttır. Yolcu sefer müddetini tamamlamadan dönmeye niyet
ederse illetin illet olarak kalması bâtıl olur. Zira muhkemleşmeden bozulmayı
kabul eder. İptidadaki fiili ise sahih olmakta devam eder. Çünkü onun şartı
mevcuttur. Bundan dolayıdır ki, bir özür sebebiyle üç günlük mesafeye
ulaşamayıp geri dönerse namazı kısa olarak kaza eder. Nitekim evvelce
arzetmiştik.
«Namazda bile
olsa» ifadesi, namazın başında. ortasında, sonunda bulunma hallerine ve keza
yalnız başına veya imama uyarak kıldığı müdrik ve mesbuk hallerine şâmil olduğu
gibi üzerinde secde-i sehiv bulunup selâm ve secdeden önce veya sonra mukim
olmağa niyet ettiği hallere de şâmildir. Ama selâmla secde arasında niyet
ederse bu namaza nisbetle izah yeti sahih olmaz. Farzı dört rekata değişmez.
Nitekim bunu. babında izah etmiştik.
«Bu, namazın
henüz vakti çıkmamış» yani mukim olmağa niyet etmeden önce vakti çıkmamış olmak
şartıyledir. Çünkü bir rekat kıldıktan sonra mukim olmağa niyet eder de sonra
vakit çıkarsa farzı dört rekata döner. Ama namazda iken vakit çıkar da sonra
mukim olmağa niyet ederse o namaz hakkında hüküm değişmez. Nitekim Hülâsa'dan
naklen Bahır'da böyle denilmiştir,
«Kendisi de lâhik
olmamak şartıyledir.» Misafir imama uyan lâhik, namazın başına yetişir de
abdesti bozulur veya uyur da imam namazını bitirdikten sonra uyanır ve mukim
olmağa niyet ederse namazını dört rekat üzerinden tamamlamaz. Çünkü hüküm
itibariyle lâhik imamın arkasında gibidir. İmam namazdan çıkınca farz
muhkemleşmiştir. Artık imam hakkında değişmez, lâhik hakkında da öyledir. Bunu
Hülâsa'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. O lâhikin hükmünü «imam namazdan
çıktıktan sonra» diye kayıtlamış. şârih ise bunu terketmiştir.
«Bir hacı Şam'a
girer de oradan ancak kafile ile birlikte şevvalin yarısında çıkacağını bilirse
namazınıtamam kılar.» Yani şevvalin başında veya daha önce Şam'a girer de hac
kafilesinin oradan ancak onbeş gün sonra çıkacağını bilir ve onlarla birlikte
çıkmaya niyet ederse namazını dört rekat üzerinden tamam kılar. Bunu Muhit'den
naklen Bahır sahibi söylemiştir. Bu hakikaten değil, mukim olmağa niyet
sayılır. Çünkü onbeş günden sonra yola çıkmağa niyet etmiştir. Bu, o müddet
zarfında orada mukim olmağa niyeti tazammun eder.
METİN
Yarım ay oturmağa
niyet ettiği yer bir olup oturmağa elverişli kasaba, köy veya islâm diyarının
sahrası, kendisi de çadır halkından olmalıdır. Buna yani yarım aydan daha az
oturmağa niyet ederse namazlarını kısa kılar. Yahut yarım ay oturmağa niyet
eder; fakat o yer deniz veya ada gibi oturmağa elverişli olmazsa veya elverişli
yerde oturmağa niyet eder; ancak Mekke ve Mine gibi iki müstakil yer olursa
misafir namazı kılar. Bir hacı Zilhicce'nin on gününde Mekke'ye girerse mukim
olmağa niyeti sahih olmaz. Çünkü Mina'ya ve Arafat'a çıkacaktır. Binaenaleyh
mukim olmağa yerinde niyet etmemiş gibi olur. Mina'dan döndükten sonra niyeti
sahih olur. Nitekim birinde gecelemeye niyet etse yahut hükmen bir oldukları
için sakinlerine cuma farz olacak şekilde biri diğerine tâbi olsa hüküm yine
budur.
İZAH
Yarım ay oturmağa
niyet ettiği yer bir olup oturmağa elverişli olacaktır. Bu hüküm üç gün
yürüdüğüne göredir. Üç gün yürümezse sahrada bile olsa ikamet niyeti sahihtir.
Burada evvelce bahsettiğimiz inceleme vardır. Bahır.
Biz bunun
cevabını da vermiştik. Hâsılı müddet tamam olmadan mukim olmağa niyet etmek
seferi bozar. Meselâ memleketine dönmeye niyet etmek böyledir. Sefer
muhkemleşmeden bozulmayı kabul eder.
«İslâm diyarının
sahrası» tabiri dar-ı harbin sahrasından ihtiraz içindir. Dar-ı harbin
sahrasına girenin hükmü onların toprağına giren askerin hükmü gibidir. T.
«Kendisi de çadır
halkından olmalıdır» ifadesi «islâm diyarının sahrası» nin kaydıdır. Esah olan
budur. Nitekim metinde kendisinden ihtiraz ettiği şeyle beraber gelecektir.
«Yarım aydan daha
az oturmağa niyet ederse namazlarını kısa kılar.» Zâhirine bakılırsa velev bir
saat az olsun. Bu ifade ile yukarıda geçen ihtirazı kayıtların nelerden ihtiraz
olduğunu beyana başlamaktadır. T.
Deniz oturmağa
elverişli bir yer değildir. Müçtebâ sahibi şöyle diyor: «Denizci misafirdir.
Ancak imam Hasan'a göre misafir değildir. Onun gemisi de vatan değildir.»
Bahır. Bu ibarenin zâhirine bakılırsa velev ki denizcinin ailesi ve malı
kendisiyle beraber gemide olsun gemi vatanı değildir. Sonra bunu Mirac'ta açık
olarak gördüm. Adadan maksat; insan yaşamayan adadır.
«Ancak Mekke ve
Mina gibi iki müstakil yer olursa misafir namazı kılar.» Bu hususta iki şehirle
iki köy ve bir şehirle bir köy arasında fark yoktur. Bahır.
«Bir hacı
Zilhiccenin on gününde Mekke'ye girerse...» bu mesele hacının Şam'a girmesimeselesinin
aksinedir. Çünkü Şam'a giren mukim olmağa niyet etmese bile hükmen mukim olur.
Bu ise ikamete niyet etse bile hükmen misafirdir. Zira onbeş gün geçmeden
çıkmak niyetinde olunca onun*seferi sona ermemiştir. Bunu Rahmetî söylemiştir.
Derler ki: İsa.
b. Ebâ'nın fakih olmasına sebep bu meseledir. İsa daha evvel hadis okumakla
meşgulmüş. Hikâyeyi kendisi şöyle anlatmış: «Zilhiccenin ilk on gününde bir
arkadaşımla Mekke'ye girdim. Ve orada bir ay kalmağa niyet ettim. Namazlarını
da dört rekat üzerinden tamamlamağa başladım. Derken Ebû Hanife'nin ashabından
biri bana rastlayarak, "Sen hata ediyorsun; çünkü Mina'ya ve Arafat'a
çıkacaksın" dedi. Mina'dan döndüğümde arkadaşım çıkmağa niyet etti. Ben de
ona arkadaşlık etmek istedim ve namazları kısa kılmağa başladım. Ebû Hanîfe'nin
talebesi bana yine. "Hata ettin; çünkü sen Mekke'de mukimsin. Oradan
çıkmadıkça misafir olamazsın." dedi. Kendi kendime, "Ben meselede iki
yerde hata ettim" dedim. Ve imam Muhammed'in ilim meclisine dönerek
fıkıhla meşgul oldum.» Bedayi sahibi diyor ki: «Biz bu hikâyeyi ancak ilmin
kıymeti bilinsin de talebenin rağbetine sebep olsun diye naklettik» Bahır.
Ben derim ki: Bu
hikâyeden şu anlaşılıyor. İsa'nın ikamete niyet etmesi ancak Mekke'ye döndükten
sonra yürürlüğe girmiştir. Çünkü o esnada çıkma niyeti olmaksızın onbeş gün
bulunmuştur. Arafat'a çıkmazdan öncesi böyle değildir. Zira onbeş gün tamam
olmadan çıkmağa niyetli olunca mukim sayılamaz. İhtimal ki, döndükten sonra
ikamet niyeti yenilenmiştir. Bu izahatla Allâme Aliyyülkâri'nin lübab şerhinde
yaptığı itiraz sâkıt olur. itiraz şudur: «Ebû Hanîfe'nin talebesinin sözünde
çelişki vardır. Zira evvelâ İsa'nın misafir olduğuna, sonra mukim olduğuna
hükmetmiştir. Halbuki mesele hali ile birdir. Metinlerden anlaşıldığına göre
birinde yarım aya niyet etmiş olsa sahihtir. O zaman Arafat'a çıkması zarar
etmez. Çünkü hiç çıkmayacak şekilde peşi peşine yarım ay olması şart değildir.»
Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
İtirazın sâkıt
olması şöyledir: Peşi peşine olması, niyeti başka yere çıkmak olmadığına
göredir. Zira iki yerde oturmağa niyet etmiş olur. evet, Mina'dan döndükten
sonra niyeti sahihtir. Çünkü bir yerde yarım ay kalmağa niyet etmiştir. Allah'u
âlem.
«Nitekim birinde
gecelemeye niyet etse hüküm budur.» Evvelâ gündüz oturmaya niyet ettiği yere
girerse mukim olmaz. Gecelemeye niyet ettiği yere girerse mukim olur. Sonra
oradan başka yere çıkmakla misafir olmaz. Çünkü kişinin ikamet yeri gecelediği
yerdir. Hılye.
«Biri diğerine
tâbi olsa hüküm yine budur.» Şehre yakın olup ezanı işitilen köy böyledir.
Nitekim cuma bahsinde gelecektir.
Bahır'da şöyle
denilmiştir: «İki yer bir şehirden yahut bir köyden madud olursa niyet
sahihtir. Zira bu iki yer hükmen birdir. Görmez misin ki o yere misafirliğe
gitse namazlarını kısaltmaz.» T.
METİN
Yahut köle ve
kadın gibi reyinde müstakil olmazsa veya bir beldeye girip de ikamet müddetini
orada geçirmeğe niyet etmez bilâkis yarın öbürgün yolculuğu bekler durursa bu
minval üzere senelerce orada kalsa misafir hükmündedir. Meğer ki yukarıda
geçtiği gibi kafilenin yarım aygecikeceğini bilmiş olsun. Keza dar-ı harbe
giren veya orada bir kaleyi muhasara altına alan asker de (dört rekatlı
namazları) iki rekat kılar. Dâr-ı harbe pasaportla giren kimse bunun gibi
değildir. O namazını tam kılar. Yahut asker islâm memleketinde bâğileri
şehirden başka bir yerde muhasara edip sefer müddetine niyet etmiş bulunursa
yine namazını iki rekat olarak kılar. Çünkü kararla firar arasında tereddüt
halindedir. Bedevîlerle Türkmenler gibi çadırlarda yaşayanlar bunun
hilafınadır. Bunlar çölde ikamete niyet ederlerse esah kavle göre caiz olur.
Yanlarında ikamet müddetince kendilerine yetecek kadar su ve o yerde çimen
bulunursa fetva bununla verilir. Çünkü mukim olmak asıldır. Meğer ki aralarında
sefer müddeti olan bir yere gitmeye kastetsinler. Bu taktirde sefere niyet
ederlerse namazları kısa kılarlar. Aksi taktirde tam kılarlar. Onlarla birlikte
başkaları ikamete niyet ederse esah kavle göre sahih olmaz.
İZAH
Köle ve kadın
gibi reyinde müstakil olmayanın sureti: Tâbi olanın ikamete niyet edip matbuun
niyet etmemesi, yahut halini bilmemesidir. Böylesi, namazlarını kısaltarak
kılar. H. Bu mesele şartları ve hilâfı beyan edilmek suretiyle ileride
gelecektir.
Musannıf «veya
orada bir kaleyi muhasara altına alan asker» sözü ile muhasarada şehre
girdikten sonra şehirle kale arasında bir fark olmadığına işaret etmiştir.
Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Bunun bir misli de, şehri muhasara deniz
sathından yapılmasıdır. Çünkü deniz sathına da dâr-ı harb hükmü verilir. Bunu
nazmı Hâmilî şerhinden Hamevî nakletmiştir. T.
Dâr-ı harbe
pasaportla giren namazını tamam kılar. Çünkü verdikleri eman ve serbesti
sebebiyle küffar ona taarruz etmezler. Bunu Bahır sahibi Nihaye'den
nakletmiştir. T.
«Şehirden başka
bir yerde» kaydı burada olduğu gibi el'Camiu's-Sağîr, Hidâye, Kenz ve diğer
kitaplarda da vardır. Bu kayıt şehre inerek orada bir kaleyi muhasara ederlerse
mukim olmağa niyet edebilirler zannını vermektedir.
Mirâc sahibi
diyor ki: «Lâkin Mebsut'un mutlak ifadesi böyle olmadığını gösteriyor.» Mirâc
sahibi bunun izahı hususunda sözü hayli uzatmıştır. İnâye'de dahi bunun bir
kayıt olmadığı bildirilmiştir. Nitekim aşağıdaki ta'lil de bunu iktiza eder.
Şurunbulâlî Mebsut'un ibaresini zikretmiş; metninde dahi bu yoldan yürümüştür.
«Çünkü kararla
firar arasında tereddüt halindedir.» Yani kaçıp kaçmamak arasında mütereddit
olduklarından halleri azîmet haline aykırıdır. Bu mutlak ibare zafer islâm
askerinin olması haline de şâmildir. Zira küffar üzerine. yardım yetişmesi veya
pusu kurmuş olmaları ihtimal dahilindedir. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de böyle
denilmiştir.
Bahır'da
Tecnis'den naklen şöyle denilmektedir: «Müslümanlar harbettikleri şehri alırlar
da yurt edinirlerse namazlarını (dört rekat olarak) tamam kılarlar. Böyle olmaz
da orada bir ay yahut daha fazla kalmak isterlerse namazlarını kısaltırlar.
Zira orası hala dâr-ı harbtir. Kendileri orada harbetmektedirler. Birinci böyle
değildir.»
T E N B İ H :
Kâfirlerden bir esir kaçarak bir mağaraya yerleşir ve orada yarım ay kalmaya
niyetederse mukim olmaz. Nitekim kâfirler onun müslüman olduğunu anlar da
onlardan kaçarak sefer mesafesi bir yere gitmek islerse niyeti muteber 'olmaz.
Hülâsa ve Hâniye'de böyle denilmiştir. Birincinin vechi Fethu'l - Kadîr'in
ifadesinden anlaşıldığı gibi halinin mütereddit olmasıdır. Çünkü müddet tam
olmadan fırsat bulursa çıkar. ikincisi müşkildir. Münye şerhinde «niyeti
muteber olmaz» sözü sefere değil, «ikamete niyeti muteber olmaz» mânâsına
hamledilmiştir. Yoksa Tatarhaniye'de Muhit'den naklen açıklandığına göre o
kimse namazını seferi olarak kılar. Keza Zahîre'de ikinci meselenin hükmühükmü
gibi verilmiştir. Böylece her iki surette namazı kısaltmak lâzım geldiği
anlatılmıştır. Çadırlarda yaşayanlar çölde ikamete niyet ederlerse esah kavle
göre caiz olur. Bazıları namazlarını seferi olarak kılacaklarını söylemiş
«çünkü çöl o anda ikamet yeri değildir» demişlerdir.
«Çünkü mukim
olmak asıldır» cümlesi, «esah kavle göre caizdir» ifadesinin illetidir.
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Bedayi sahibinin sözünden anlaşılıyor ki,
çadırlarda yaşayanlar mukim olmak için niyete muhtaç değildirler. Çünkü ovaları
onlar için şehir ve köyler hükmünde tutmuştur. Bir de insan için mukim olmak
asıldır. Sefer ârızidir. Çadırlar halkı sefere niyet etmezler. Onlar ancak bir su
başından diğerine, bir meradan başka meraya intikal ederler.» «Onlarla birlikte
başkaları ikamete niyet ederse esah kavle göre sahih olmaz.» İmam Ebû Yusuf'dan
bir rivayete göre mukim olur. Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
METİN
Hasılı: Namazı
tam kılmanın şartları altıdır. Bunlar: Niyet, müddet, reyinde müstakil olmak,
yürümeyi terketmek, yerin bir olması ve yerin ikamete elverişli bulunmasıdır.
Kuhistanî.
Yolcu. namazını
dört rekat üzerinden tamamlarsa ilk oturuşta oturduğu taktirde farzı tamam olur.
Lâkin bunu kasten yaparsa selâmı te'hir, vacip olan kısaltmayı ve vacip olan
nâfile iftitah tekbirini terkettiği ve nâfileyi farza karıştırdığı için isaet
etmiş olur. Bu zikredilenler helâl değildir. Nitekim Kuhistânî isaeti günaha
girmek ve cehenneme müstehak olmak diye tefsir ettikten sonra bunu izah
etmiştir.
İZAH
Hasılı musannıfın
sözünden mukim olmanın şartları anlaşılmıştır. Ancak yürüyüşü terketmenin şart
olduğu anlaşılmamıştır. Hılye'de bu şartlara bir şart daha ilâve edilmiştir ki,
o da halinin. niyetine zıt olmamasıdır. Nitekim ulema bunu birçok meselelerde
açıklamışlardır. Meselâ bir beldeye hacet için giren meselesiyle asker meselesi
böyledir. Sonra bu şartlar sefer müddeti tahakkuk ettikten sonra namazı tam
olarak kılmanın şartlarıdır. Yoksa üç günlük yolu yürümeden seferi yarıda
bırakmak niyetiyle memleketine dönmek isterse evvelce görüldüğü vecihle
namazlarını tamam kılar. Keza unuttuğu bir haceti almak için memleketine
dönerse hüküm yine budur. Nitekim ileride bundan bahsedeceğiz.
«Yürümeyi terk
etmek» ten murad; ovada olup gireceği şehir veya köyde ikamete niyet etmektir.
Ama konacak yer aramak için giderken bir şehire veya köye girer de bu şeyler
bulunursa niyetininsahih olması gerekir. Hılye.
«İlk oturuşta
oturduğu taktirde farzı tamam olur.» Çünkü yolcunun iki rekatta oturması
farzdır. Bu onun namazının sonudur. Bahır sahibi şöyle diyor: «Musannıf bununla
kıraatın mutlaka ilk iki rekatta okuması lâzım geldiğine işaret etmiştir. İlk
iki rekatta yahut bunların birinde terk eder de son rekatlarda okursa farzı
sahih olmaz.» Bahır sahibi sözünü mutlak olarak söylemiştir, Binaenaleyh dört
veya iki rekat kılmaya niyet ettiği hallere şâmildir.
Dürer'in ifadesi
buna muhaliftir. Dürer'de «iki rekata niyet etmek şarttır» denilmiştir. Bahır
sahibinin sözünü mutlak bırakması. Şurunbulâliye'de «Rekat sayısına niyet etmek
şart değildir» denildiği içindir. Bir de Zeyleî'nin secde-i sehiv babında
açıklandığına göre yanılan kimse namazdan çıkmak için selâm verse secde-i sehiv
yapar. Çünkü meşru olan bir şeyi değiştirmek istemiştir. Binaenaleyh niyeti
hükümsüz kalır. Nasıl ki öğle namazına altı rekat diye niyetlense yahut misafir
öğleye dört rekat olarak niyetlense niyeti hükümsüz kalır. Bunu. Ebû's - Suud
şeyhinden nakletmiştir.
Ben derim ki:
Lâkin Cevhere'de bunun Ebû Yusuf'a göre sahih olduğu İmam Muhammed'e göre sahih
olmadığı kaydedilmektedir. «Vacip olan kısaltmayı» ifadesinden açıkça
anlaşılıyor ki, misafirin dört rekatlı farz iki rekat kılması tarz değil,
vaciptir. Nitekim Münye şerhinden bu manâda sözler nakletmiştik. Buradaki vacip
tabiri farz mânâsına olsa idi otursa bile sahih olmazdı. Sonra vacip olan
kısaltmayı terketmek, selâmı, nâfile tekbirini terketmeyi ve nâfileyi farza
karıştırmayı istilzam eder. Şârihin sözünden anlaşılan. bunlardan fazla olarak
kısaltmayı terkettiği için ayrıca günaha girmesidir. «Ve vacip olan nâfile
iftitah tekbirini terkettiği için isaet etmiş olur.» Çünkü nâfileyi farz
üzerine bina etmek (eklemek) mekruhtur. Nâfileyi farza karıştırmak da budur.
Rahmeti.
Lâkin şârihin
«Nâfileyi farza karıştırdığı için» demesi bunun öncekinden başka olmasını
iktiza eder. Ve şöyle olması lâzım gelir: Nâfile namaza yeni bir tekbirle
boşlamak vaciptir. Halbuki nâfileyi nâfileye eklemek mekruh değildir. Bunu
Tahtavi söylemiştir.
Kuhistâni isaeti
günaha girmek diye tefsir ettiği gibi Bahır sahibi de günaha girmek olduğunu
açıklamıştır. Bundan anlaşılır ki, burada isaetten murad, kerahet-i
tahrimiyedir. Rahmetî. Cehenneme müstahak olması tevbe etmediğine yahut Teâlâ
Hazretleri afvetmediğine göredir. T.
METİN
İki rekattan
fazlası nâfiledir. Ve sabah namazını dört rekat kılan gibi olur. İlk oturuşta
oturmazsa farzı bâtıl olur. Ve kıldığı rekatların hepsi nâfile olur. Çünkü farz
olan oturuşu terketmiştir. Ancak üçüncü rekatın secdesine varmadan mukim olmağa
niyet ederse iş değişir. Lâkin kıyam ve rükûu tekrarlar. Zira nâfile olarak
yapılmışlardır. Farzın yerini tutamazlar. Secdede mukim olmaya niyet ederse
namazı nâfile olur.
Vakit içinde ve
dışında mukimin misafire uyması sahihtir. Esah kavle göre mukim namazını
tamamlamaya kalktığında kıraatı okumaz; secde-i sehiv de yapmaz. Çünkü o lâhik
gibidir. Her iki oturuş ona farzdır. Bazıları değildir, demişlerdir Kınye.
İZAH
«Ve kıldığı
rekatların hepsi nâfile olur.» Yani üçüncü rekatın secdesine gitmekle nâfile
olur. Çünkü secdeden evvel geri dönebilirdi. Bu hüküm Şeyhayna göredir. Şuna
binaen ki vasıf bâtıl olunca asıl bâtıl olmaz. İmam Muhammed buna muhaliftir.
«Çünkü farz olan
oturuşu terketmiştir.» Bu söz farzın bâtıl olmasının illetidir. Sonra oturuş
nâfilede dahi farz ise de, namaz kılan kimse onu çift rekatın sonunda
yapmayınca farz son oturuş olur. Nitekim bunu nâfileler babında beyan etmiştik.
«Ancak üçüncü
rekatın secdesine varmadan mukim olmaya niyet ederse iş değişir.» Yani mukim
olmaya üçüncü rekatın secdesinde niyet ederse niyeti sahih olur. Ve farzı dört
rekata döner. Sonra ilk iki rekatta kıraatı okuduysa son rekatlarda okuyup
okumamakta muhayyerdir. Okumadıysa ilk rekatların kıraatını kaza olmak üzere
okur. Bütün bu hususlarda ilk oturuşta oturup oturmaması müsavidir. Şu halde
istisna iki meseleye racidir. Ama üçüncü rekatın secdesine vardıktan sonra
niyet ederse bakılır: Şayet ilk oturuşta oturduysa biliyorsun ki iki rekatla
onun farzı tamam olmuştur artık değişmez; o rekata bir rekat daha ilâve eder.
Bozarsa da bir şey lâzım gelmez. İlk oturuşta oturmadıysa farzı bâtıl olur.
Kıldığı rekata bir rekat daha ilâve ederek dört rekat nâfile olur. Yukarıda
geçtiği vecihle İmam Muhammed buna muhaliftir. Tahtavi'nin Bahır'den naklettiği
ibarenin hülâsası budur. Şârih bu istisna ile şunu anlatmış oluyor ki,
musannıfın «Farzı bâtıl olur» sözü, "katî olarak değil, mevkuf olarak
bâtıl olur"; mânâsınadır. Aksi taktirde niyeti sahih olmaz.
«Secdede mukim
olmaya niyet ederse namaz nâfile olur.» Yani üçüncü rekatın secdesinde niyet
ederse namaz nâfile olur. Bu hüküm İmam Ebû Yusuf'un mezhebine göredir. Ona
göre secde, alnını yere koymakla tamamlanır. Sahih olan İmam Muhammed'in
mezhebidir ki, secde ancak alnını yerden kaldırmakla tamam olur. Bu surette
farzı esah kavle göre dört rekata inkılabeder. H. Yani ister ilk oturuşta
otursun ister oturmasın farketmez. Ebû Yusuf'un kavline göre ise oturduğu
taktirde farzı iki rekatla tamam.olur. Aksi taktirde bütün namaz nâfileye
inkılabeder. Binaenaleyh «nâfile olur» sözü, oturmadığı zamana mahsustur.
«Esah kavle göre
mukim namazını tamamlamağa kalktığında kıraatı okumaz.» Yani misafir imam selâm
verdikten sonra kalktığında okumaz. Daha evvel kalkar da üçüncü rekatın
secdesine gitmeden imam ikamete niyet ederse kıldığı rekat hükümsüz kalır; ve
imama tâbi olur. Bunu yapmazsa namazı fâsit olur. Üçüncü rekatın secdesini
yaptıktan sonra imam ikamete niyet ederse ona tâbi olmaz. Olursa namazı
bozulur. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de beyan olunmuştur. Esah kavil kıraatı okumamasıdır.
Hidaye'de de böyle denilmiştir. Secde-i sehiv gibi kıraat da vaciptir» diyenler
olmuşsa da bu kavil zaiftir. Buna secde-i sehivin vacip olmasını şahit getirmek
zaif ile istişhad olur ve meselenin muttefekunaleyha olduğu zannını verir.
Şurunbulâliye.
«Bazıları
"değildir" demişlerdir.» Yani bazıları «ilk oturuş ona farz değildir»
demişlerdir. H.
METİN
Esah kavle göre
iki tarafa selâm verdikten sonra imamın «siz namazınızı tamamlayın! Çünkü
benmisafirim» demesi menduptur. Bu söz.Hâniye ve diğer kitaplardakine
muhaliftir. Onlarda imamın halini bilmek şarttır denilmiştir. Lâkin Hindî'nin
Hidâye haşiyesinde «şart olan imamın halini kısmen bilmektir. İptida halinde
bilmek şart değildir» deniliyor. İrşâd şerhinde; «İmam namaza başlamadan
cemaata haber vermesi gerekir. Aksi taktirde selâm verdikten sonra haber verir»
denilmektedir. imamın bunu demesi yanıldı zannını defetmek içindir. İmam
-hakikatta değil de- mukim olan cemaatın namazını tamamlamak için ikamete niyet
ederse mukim olmaz. Misafirin mukime uyması ise vakit içinde sahih olur; ve o
namazı tamam kılar. Değişen namazlarda vakit çıktıktan sonra uyamaz. Çünkü ilk
iki rekatta oturuş hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş sayılacağı gibi son
rekatlarda ise kıraat hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş olur.
İZAH
Musannıfın
buradaki sözünün Haniye ve diğer kitaplardakine muhalif olmasının vechi şudur:
İmama uymanın sahih olması için onun. misafir mi mukim mi olduğunu bilmek şart
olursa, imamın «siz namazınızı tamamlayın!» demesinin bir faydası kalmaz. Çünkü
akla hemen gelen, şartın namaza boşlarken bulunmasıdır. Yanıldı zannını def
için imamın bu sözü söylemesinin müstehap olduğuna bütün ulemanın ittifak
etmesi, iptidada halini bilmenin şart olmasına aykırıdır.
Şârihin «Lâkin
Hindî'nin Hidaye şerhinde şöyle denilmiştir ilh...» ifadesini Nihâye, Sirâc ve
Tatarhâniye sahipleri sual şeklinde iradetmiş; sonra buradaki cevap mânâsında
sözler söylemişlerdir. Bunun hülâsası; imamın halini bilmenin şart olduğunu
kabuldur. Yalnız bunun namaza başlarken olması lâzım değildir. Namaza başlarken
cemaat imamın halini bilmediklerine göre imamın haber vermesi mendup olmuştur.
O zaman muhalefet yoktur.
Cemaatın
namazlarını ıslah, bu bildirme ile hasıl olur. Böyle olunca. bildirmek imama
vacip olmak lâzım gelirken burada vacip olmaması taayyün etmediği içindir. Zira
cemaatın namazlarını tamamlayıp sonra sormaları gerekir. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir. Yahut imam iki rekatta selâm verince onun bu hali misafir olduğunu
gösterir. Çünkü müslümanın halini salâha hamletmek icabeder. Onun için haber
vermek vacip değil, mendup olmuştur. Zira İnâye'de denildiği gibi. bu fazladan
bir bildirmedir.
Ben derim ki:
Lâkin imamın halini salâha hamletmek, bilmenin şart olmasına aykırıdır. Evet.
Bahır'da Mebsut ve Kınye'den naklen kısaca şöyle denilmiştir: «İmam bir şehir
veya köyde namazı iki rekat kılar da cemaat onun halini bilmezlerse namazları
fasit olur Velev ki yolcu olsunlar. Çünkü zâhire göre mukim yerinde olan bir
kimsenin hali mukim olmaktır. Hükmü zâhire göre vermek aksi zuhur edinceye
kadar vaciptir. Fakat şehir haricinde kılarsa namazları fasit olmaz. Böyle
yerde sefer zâhir olduğundan onunla amel etmek caizdir. Hâsılı: İmam, mukim
yerinde cemaata namazı iki rekat kıldırırsa cemaatın onun halini bilmeleri
şarttır. Aksi taktirde şort değildir.
«İmamın, namaza
başlamadan cemaata haber vermesi gerekir.» Çünkü cemaat arasında onun halini
bilmeyenler bulunabilir. Şayet imam selâm verdikten sonra haber verirse o haber
vermeden bunlar namazı bozuldu zannıyle konuşabilirler.
Bazıları «İmam
bir tarafına selâm verdikten sonra halini cemaata haber verir» demişlerdir.
Makdisî «Bizim namazımızda bu kavli tercih gerekir» diyor, T.
«İmam hakikatta
değilde mukim olan cemaatın namazını tamamlamak için ikamete niyet ederse mukim
olmaz. Bu taktirde mukim olan cemaat onunla birlikte namazlarını tamamlarlarsa
namaz bozulur. Çünkü bu, farz kılanın nâfile kılana uyması sayılır. Zahiriye.
Yani cemaat imama tâbi olmak maksadıyla namazlarını tamamlarsa namaz bozulur.
Fakat ondan ayrılmaya niyet eder de şeklen muvafakatta bulunurlarsa bozulmaz.
Bunu Hayreddin Remlî söylemiştir.
Misafirin mukime
uyması meselesi metindekinin aksidir. Bu meseleyi Kenz ve diğer kitaplar
zikretmişlerdir. (Şârihimiz de onlardan almıştır. Musannıf ise onu imamlık
bâbında beyan ettiği için burada bahse lüzum görmemiştir.
«Misafirin mukime
uyması vakit içinde sahih olur.» Vakit ister o namaza kâfi gelsin isterse
tamamlanmadan çıksın farketmez. Çünkü imama tâbi olmakla o kimsenin namazı
değişmiştir. Şayet o namazı bozarsa değiştirici kalmadığı için iki rekat kılar.
Ama mukime nâfile niyetiyle uyarsa iş değişir. O zaman namazı bozduğu taktirde
dört rekat olarak kılar. Zira imamın kıldığı namazı iltizam etmiştir. Ve ilk
oturuş cemaat olan misafir hakkında da vacip olur. Hattâ onu imam kasten bile
olsa terkederse misafir kendisine tâbi olduğu taktirde fetvaya göre namazı
bozulmaz. Bozulur diyenler de olmuştur. Sirac'da böyle denilmiştir. Ama bunun
bir vechi yoktur. Nehir.
Vakit çıktıktan
sonra ise mukime uyması sahih olamaz. Çünkü sebep yani vakit geçtiği için artık
değişme yoktur, Fakat bu hüküm namaz hem imam hem cemaat hakkında kazaya
kaldığına göredir. Yalnız imam hakkında kazaya kalırsa ona uyabilir. Bu, bir
Hanefî'nin öğle namazında Şâfi' ye uyması yahut eşyanın gölgesi zevalden sonra
bir misli olup iki misli olmazdan önce imameynin kavli ile amel etmesi gibi
olur. Nitekim Sirâc'da beyan olunmuştur.
Bahır sahibi
diyor ki; «Bu güzel bir kayıttır. Lâkin evlâ olan, namazın yalnız cemaat olan
hakkında kazaya kalmasını şart koşmaktır. îmamın namazı kalsın kalmasın
farketmez. Meselâ bir kimse öğle namazının bir rekatını kıldıktan sonra vakit
çıkar da misafir ona uyarsa bu namazın yalnız misafir hakkında vakti geçmiştir.
Mukim hakkında geçmemiştir.» Yani imama uymak sahih olmaz. Lâkin namazın yalnız
cemaat hakkında kazaya kalması şart değildir. Her ikisi hakkında kazaya kalması
da evleviyetle öyledir.
«Çünkü ilk iki
rekatta oturuş hakkında farz kılan nafile kılana uymuş sayılır.» İlk oturuş
cemaat olan hakkında farz. imam hakkında farz değildir. Nâfileden murad da
budur. Zira nâfile farzın mukabili olan şeydir. Binaenaleyh vacip olan oturuş
da onda dahildir. Bahır.
«Yahut son
rekatlarda ise kıraat hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş olur.» Çünkü son
rekatlarda kıraat imam hakkında nafile; cemaat olan hakkında farzdır. İmam ilk
iki rekatta kıraat terk eder de misafir kendisine son iki rekatta uyarsa bu
hususta iki rivayet vardır. Metinlerin muktezası mutlak surette sahih
olmamaktır. Muhit'de şöyle denilmiştir: «Zira son rekatlarda kıraat ilk
rekatlardakinin kazasıdır. Kaza, mahalline iltihak eder. Ve son rekatlar için
kıraat kalmaz.» Bahır.
TENBİH: Zeyleî
burada «yahut tahrime hakkında» ifadesini ziyade etmîştir. Bu sözü Sirâc sahiib
haşiyelere nisbet etmiştir. Şu halde son oturuşta imama uyması buna dahildir.
Bu da sahih değildir. Çünkü tahrimesi ilk oturuşun ve kıraatın nâfile oluşuna
şâmildir. İmam bunun hilâfınadır Sirâc sahibinin «Zira cemaat olanın tahrimesi
yalnız farza şâmildir; başkasına şâmil değildir.» sözünün mânâsı budur. Bahır
sahibinin «bu söz zahir değildir» demesi, zâhir değildir. Tamamı Nehir'dedir.
Ben derim ki: O
halde tahrimeyi zikretmek, oturuşu ve kıraatı söylemeye hacet bırakmaz. Ta'lil
ona da şâmildir. Zira imama uymak namazın bütün cüzlerine şâmildir. Yalnız son
oturuşa mahsus değildir.
METİN
Emniyet ve karar
halinde olursa misafir sünnet namazları kılar. Aksi taktirde yani korku ve
firar halinde onları kılmaz. Muhtar kavil budur. Çünkü bu, özürden dolayı
terketir. Tecnis.
Bazıları «bundan
yalnız sabah namazının sünneti müstesnadır.» demişlerdir.
Farzı
değiştirmede muteber olan vaktin sonudur. ki o da tahrime sığacak kadar
zamandır. Eğer mükellef bir kimse vaktin sonunda misafir ise iki rekat. misafir
değilse dört rekat kılması vacip olur. Zira daha evvel eda edilmediği taktirde
sebep olmak hususunda muteber olan vaktin sonudur.
Vatan-ı aslî:
Kişinin doğduğu veya evlendiği yahut yerleştiği yerdir. ilk vatanında kimsesi
kalmadığı zaman bu vatan yalnız misli bir bâtıl olur. İlk vatanında ailesinden
kolanlar varsa bâtıl olmaz. Her iki vatanda namazlarını tamam kılar.
İZAH
Sünnet
namazlarından murad; beş vaktin sünnet-i müekkedeleridir. Bu namazlarda neleri
okuyacağından bahsetmemiştir. Çünkü kıraat faslında bunlardan bahsetmişti.
Musannıf metinde «sefer halinde mutlak olarak fatihayı ve herhangi bir sureyi
okumak sünnettir» demişti. Hidaye'de karar hali ile firar hali arasında fark
yapıldığını evvelce görmüş; bu hususta söz etmiştik.
Buna şöyle cevap
verilebilir: Kadın için, mehri muaccelini almak üzere bulunduğu beldeden çıkmak
hakkı sabit olunca bir şehir veya köye vardığında dahi bu hak sabit olur.
Binaenaleyh orada oturmak için niyeti sahih olur. Zira bu taktirde kadın
kocasına tâbi değildir. Velev ki sahrada iken ona tâbi olsun.
Mükateb olmayan
köle sahibi ile beraber tâbidir,» Bahır sahibi diyor ki: «Musannıf köleyi
mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh halis köleye, müdebber ve ümm-ü velede
şâmildir. Mükatebin ise sahibine tâbi olmaması gerekir. Zira onun sahibinden
izin almadan sefere çıkmaya hakkı vardır. Sahibine itaatı lâzım değildir.»
«Rızkı, kumandan
veya beytu'l - Mal tarafından verilen asker kumandanı yanında tâbidir.» Kınye
ve diğer kitaplarda sadece «rızkı kumandan tarafından verilen asker»
denilmiştir. Münye şerhinde ise «keza rızkı beytu'l - Maldan verilir de sutlan,
ordu kumandanı ile çıkmasını emrederse asker kumandana tâbi olur. Evet,
Zâhire'de bildirildiğine göre cihanda gönüllü iştirak eden asker valiyetâbi
değildir. Bu açıktır» denilmektedir. Asker mefhumunda halîfe ile beraber kumandan
da dahildir. Bunu Hülâsa'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Çırak aylık veya
yıllık tutulmuşsa patronuna tâbidir. Nitekim Tatarhâniye'de beyan edilmiştir.
Fakat yevmiyeci ise. günün sonunda akdi feshedebilir. Binaenaleyh itibar
niyetedir. Bahır sahibi şöyle demiştir: «Yedekcisi ile beraber âmâya gelince :
Tatarhâniye
sahibi şöyle demektedir: «Seferde bütün namazlarda kıraatı hafif tutar. Sahih
rivayete göre Peygamber (s.a.v.) sefer halinde sabah namazında kâfirun ve ihlâs
surelerini okumuştur. Halbuki kıraatı en uzun olan namaz sabah namazıdır.
Tesbihlere gelince: Onları üçten az bırakmaz.»
«Muhtar kavil
budur.» Bazıları ruhsata bakarak sünnetleri terketmenin efdal olduğunu; bir
takımları da Allah'a takarrub için kılınmasının daha münasip olduğunu söylemişlerdir.
Hindvâni; «bir
yerde konaklanırsa kılmak, seyir halinde ise bırakmak evlâdır» demiştir.
«Yalnız sabah namazının sünnetini kılar» diyenler olduğu gibi «Sabah namazı ile
akşam namazının sünnetlerini kılar» diyenler de vardır. Bahır. Münye şerhinde
«en doğrusu Hindvânî'nin sözüdür» denilmiştir.
Ben derim ki:
Zâhire göre metindeki de budur.
«Emniyet ve
karar» dan murad konaklamak, «korku ve firar» dan maksat ta yürüyüştür. Lâkin.
evvelce kıraat faslında görmüştük ki. musannıf «firar» kelimesiyle aceleyi
ifade etmiştir. Zira sefer halinde yürüyüş ekseriyetle korkudan olur.
«Farzı
değiştirmede, yani iki rekattan dörde, dörtten ikiye geçmekte muteber olan,
vaktin sonudur. Bundan murad: Tahrime sığacak kadar zamandır. Şurunbulaliye,
Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir. Münye şerhinde, «Tahrime sığacak kadar
vakit kalmamaktır. İmam Züfere'e göre namazın edası sığmayacak kadar vakit
kalmaktır» şeklinde tefsir edilmiştir. Mükellef olan bir kimse vaktin sonunda
misafir bulunursa iki rekat, misafir değilse dört rekat üzerinden kılar. Velev
ki vaktin evvelinde ve âhirinde mukim olsun. Nehir sahibi şöyle diyor: «Buna
göre ulema şunu söylemişlerdir: Bir kimse öğle namazını dört rekat olarak kılar
da sonra vakit içinde sefere çıkar ve ikindiyi iki rekat olarak kıldıktan sonra
bir hacetten dolayı evine döner; ve bu iki namazı abdestsiz kıldığını
hatırlarsa öğleyi iki rekat, ikindiyi ise dört rekat üzerinden kılar. Çünkü o
kimse öğle vaktinin sonunda misafir. ikindi vaktinde mukim idi.»
«Daha evvel eda
edilmediği taktirde sebep olmak hususunda muteber olan vaktin sonundur.» Hâsılı
sebep edanın yetiştiği vakit cüzüdür; yahut daha önce eda edilmedi ise vaktin
son cüzüdür. Vakit çıkıncaya kadar namaz eda edilmezse sebep vaktin bütünü
olur. Bahır sahibi diyor ki: «Bunun son cüze izafe edilmesinin faydası, o anda
mükellefin halini itibara almaktır. Şayet vaktin sonunda bir çocuk bülûğa erer
veya kâfir müslüman olur; yahut deli ayılır, hayz ve nifaslı temizlenirse bu
namaz kendilerine lâzım olur. Velev ki çocuk vaktin evvelinde o namazı kılmış
olsun. Vakit içinde delirir veya hayz görürse bunun aksinedir. Zira sebep
bulunduğunda ehliyet yoktur. Vakit çıkıncaya kadar namaz eda edilmezse bütün
vaktin sebep olmasının faydası. güneşin rengi kızardığı zamandünkü ikindinin kazası
caiz olmamaktır. Tahkikin tamamı usulü fıkıh kitaplarındadır.
Vatan-ı aslî'ye,
vatan-ı ehlî, vatan-ı fıtrat ve vatan-ı karar odları da verilir. Bunu Halebî
Kuhistanî'den nakletmiştir. Bir kimsenin evlendiği veya yerleştiği yer de
vatan-ı aslîsidir. Münye şerhinde şöyle denilmektedir: «Misafir kimse bir
beldeden evlenirde orada kalmaya niyet etmezse bazı ulemaya göre mukim olmaz.
Bazılarına göre olur ki, bu kavil daha güzeldir. Her iki beldede ailesi
bulunursa hangisine girse mukim olur. İki beldenin birindeki karısı ölür de
kendisinin orada haneleri ve akarı kalırsa bazılarına göre o yer artık vatanı
değildir. Çünkü muteber olan hane değil, ailedir. Nasıl ki bir beldeden evlenip
oraya yerleşse orada evi olmadığı halde vatanı olur. Bazıları o yerin vatanı
olarak kalacağını söylemişlerdir.»
«Birleştiği yer»
den murad; oradan evlenmese bile oturmaya niyet ederek kaldığı yerdir. Akıl
baliğ bir kimsenin doğduğu yerden başka bir beldede anne ve babası olur da
orada evlenmezse vatanı sayılmaz. Meğer ki orada yerleşmeye azmederek evvelki
vatanını terk ede. Münye Şerhi.
«İlk vatanında
kimsesi kalmadığı zaman vatan-ı aslî yalnız misli ile baâtıl olur.» Nehir
sahibi diyor ki: «Bir kimse ailesini ve eşyasını naklederse o yerde evleri olsa
bile artık vatanı sayılmaz. Bazıları sayılacağını söylemişlerdir. Muhit ve
diğer kitaplarda böyle denilmiştir. İki vatan arasında sefer müddeti bulunsun
bulunmasın vatan-ı aslî misli ile bâtıl olur. Bu hususta hilâf yoktur. Nitekim
Muhit ve Kuhistânî'de beyan olunmuştur.»
Misli ile» diye
kayıtlaması şundandır Bir kimse asli vatanından, başka yere göçmek maksadiyle
ayrılırda sonra başka bir beldeye yerleşmeye karar verir ve ilk vatanına
uğrarsa namazlarını tamam kılar (misafir sayılmaz). Çünkü başka yerde vatan
tutmamıştır. Nehir.
«Her iki
vatanında namazlarını tamam kılar» yani orada oturmaya niyet etmese bile
mücerret o yere girmekle namazlarını mukim olarak kılar. T.
METİN
Vatan-ı ikamet ya
misli ile ya vatan-ı aslî ile veya oradan sefere çıkmakla bâtıl olur. Esasen
bir şey ya misli ile ya kendinden üstün olanla bâtıl olur. Kendinden aşağı
olanla bâtıl olmaz. Musannıf, faydası olmadığı için vatan-ı süknayı
zikretmemiştir. Vatan-ı süknâ, yarım aydan az oturmaya niyet etliği yerdir.
Zeyleî'nin tasvir ettiği meseleyi Bahır sahibi reddetmiştir.
İZAH
Vatan-ı ikamete,
vatan-ı müstear ve vatan-ı hâdis dahi derler. Aslî vatan ile aralarında sefer
mesafesi bulunsun bulunmasın vatan-ı ikamet. kişinin yarım ay oturmak için
gittiği yerdir. Bunu ibn-i Semâa imam Muhammed'den rivayet etmiştir. İmam
Muhammed'den. diğer bir rivayete göre mesafe şarttır. Ekser fukahaya göre
muhtar olan kavil birincisidir. Kuhistânî.
Vatan-ı ikamet
misli ile bâtıl olduğu gibi vatan-ı aslî ile ve oradan sefer etmekle de bâtıl
olur. Nitekim bir kimse yarım ay Mekke'de oturur da sonra Minâ'da evlenirse
Mekke'deki vatanı bâtıl olur. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Vatan-ı ikametten
sefere çıkmak da, bu vatanı iptal eder. Kezâ başka bir yerden çıkıp sefer
müddetini yürüyüp bitirmeden oraya uğramazsa vatan-ı îkamet yinebâtıl olur.
Fethu'l - Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Vatan-ı ikametî bozan sefer, yolculuk
esnasında vatan-ı ikamete uğranmayan seferdir. Yahut sefer müddeti
tamamlandıktan sonra uğranan seferdir.»
Ben derim ki:
Bunu, Kâfi ve Tatarhâniye'deki şu ibare izah eder: «Bir Horasan'lı yarım ay
oturmak için Bağdat'da, bir Mekkeli de aynı maksatla Kûfe'ye gelir de sonra her
ikisi İbn Hübeyre kasrına giderlerse kasrın yolunda namazlarını tamam kılarlar.
Çünkü Bağdat'dan Kûfe'ye kadar dört günlük yol vardır. İbn Hübeyre kasrı
ikisinin ortasındadır. Eğer kasırda yarım ay otururlarsa Bağdad ve Kûfe'deki
vatanları bâtıl olur. Çünkü kasır bunların mislidir. Sonra kasırdan Kûfe'ye
giderlerse yine namazlarını tamam kılarlar. Orada meselâ bir gün kalırlar da
sonra Bağdad'a müteveccihen yola çıkar ve kasra uğramak isterlerse kasra kadar
yolda namazlarını tamam kılarla. Kasırda ve kasırdan Bağdad'a kadar da tamam
kılarlar. Çünkü kasr onların vatan-ı ikameti olmuştur. Bağdad'a girmek
isterlerse sefer mesafesini kastetmedikleri taktirde seferleri sahih değildir.
Hattâ Bağdad'a girmek İstemezlerse namazlarını seferi olarak kılarlar. Nasıl ki
-sefer mesafesini kastettikleri için- Kûfe'den çıksalardı namazı seferi
kılarlardı.
Şayet Mekke'li
Kûfe'den çıktığında Bağdad'a yahut Horasan'lı Kûfe'ye gitmek ister de kasırda
karşılaşırlarsa ve bir gün kalmak için Kûfe'ye çıkarlar; sonra Bağdad'a
dönerlerse Kûfe'ye kadar namazlarını seferi kılarlar. Bağdad'a kadar dahi
seferi kılarlar. Çünkü her biri sefer müddetini kastetmiştir. Horasan'lı yoluna
devam ettiği için, Mekke'li de yola çıkmakla Kûfe'deki vatanı bozulduğu için
sefer müddetini kastetmiş sayılırlar. Kasr bunların vatanı olmayınca oraya
uğramayı kastetmek, seferin sıhhatına mâni değildir.»
«Mekke'li de yola
çıkmakla Kûfe'deki vatanı bozulduğu için ilh...» ifadesi gösteriyor ki, vatan-ı
ikametten sefere çıkmak bu vatanı iptal eder. Velev ki tekrar oraya dönsün.
Onun için Bedayi'de şöyle denilmiştir: «Bir Horasan'lı Kûfe'de yarım ay otursa
da sonra oradan Mekke'ye gîtse ve üç günlük yol yürümeden bir hacet için
Kûfe'ye dönse namazlarını seferi kılar. Çünkü onun vatanı seferle bâtıl
olmuştur.»
El hasıl: Sefere
çıkmak vatan-ı ikametten olursa o vatanı bozar. Başka yerden olursa sefer
esnasında vatan-ı ikamete uğramaz; yahut üç günlük yol yürüdükten sonra uğrarsa
hüküm yine böyledir. Üç günlük yol yürümeden uğrarsa vatan bâtıl olmaz. Sadece
sefer bâtıl olur. Zira vatanın mevcut olması seferin sıhhatına mânidir. Allah'u
âlem.
«Esasen bir şey,
ya misli ile bâtıl olur.» Nitekim vatan-ı aslî vatan-ı aslî ile; vatan-ı ikamet
vatan-ı ikametle; ve vatan-ı süknâ vatan-ı süknâ ile bozulur. «Yahut kendinden
üstün olanla bâtıl olur.» Nasıl ki, vatan-ı ikamet vatan-ı aslî ile bozulduğu
gibi vatan-ı süknâ da vatan-ı aslî ve vatan-ı ikametle bozulur. Burada «zıddı
ile de bozulur» ifadesini ziyade etmek lâzımdır. Meselâ vatan-ı ikamet veya
vatan-ı süknâ seferle bozulur. Çünkü Bahır sahibi bunu «zira onun zıddıdır»
diye illetlendirmiştir.
«Kendinden aşağı
olanla bâtıl olmaz.» Nitekim vatan-ı aslî vatan-ı ikametle bâtıl olmadığı gibi
vatan-ı süknâ ve sefere çıkmakla da bâtıl olmaz. Keza vatan-ı ikamet vatan-ı
süknâ ile bozulmaz. H.
Zeyleî'nin tasvir
ettiği mesele şudur: «Bir adam hâcet için kendi kasabasından bir köye gider de
seferi kastetmez ve orada onbeş günden az oturmaya niyet ederse namazlarını
tamam kılar. Çünkü mukimdir. Sonra o köyden sefere niyet etmeksizin çıkar da
kasabasına girmeden ve başka bir yerde bir gece kalmadan sefere niyet ederek
yola çıkarsa namazlarını seferi kılar. şayet o köye uğrar da içine girerse
namazlarını tamam kılar. Çünkü ikameti bozacak üstün veya dengi bir şey
bulunmamıştır.» H.
Bahır sahibi bunu
şöyle reddetmiştir: «Sefer bâkidir. Onu bozacak bir şey bulunmamıştır. Vatan-ı
süknâ itibara alınır farz etsek. sefer onu bozar. Çünkü seter vatan-ı ikameti
bile bozar. Vatan-ı süknâyı nasıl bozmasın! Binaenaleyh Zeyleî'nin; "çünkü
ikameti bozacak bir şey bulunmamıştır" sözü kabul edilemez.»
Halebi diyor ki:
«Buna üstadımız itiraz etmiştir. Vatan-ı süknâ ile vatan-ı ikameti bozan şey her
iki vatandan yapılan yeni seferdir. Bu vatanlardan, sefer müddetinden daha az
bir yolculuğa çıkar da sonra sefere niyet ederse her iki vatan bâtıl olmaz.
Onlara uğrarsa namazlarını tamam kılar.» Hayreddin-i Remlî de bunun mislini bir
zatın yazmasından nakil ile kabul etmiştir.
Halebî şöyle
demiştir: «Bu söz güzeldir. Çünkü bir kimse bir yerde yarım ay oturmaya niyet
eder de sonra sefer murad etmeyerek oradan çıkar; bilâhare sefer murad ederek
döner ve o yere uğrarsa namazlarını tamam kılar. Halbuki o kimse bu yeri
vatan-ı ikamet yaptıktan sonra yeni bir sefer ortaya çıkarmıştır. Bu suretle
yeni seferin vatan-ı ikameti iptal etmediği sabit olur meğer ki yeni seferi o
vatandan yapmış olsun. Varsın vatan-ı süknâ da öyle oluversin Binaenaleyh
Zeyleî'nin tasviri sahihtir. Onun tasvirinden anlarsın ki, vatan-ı aslî ile
vatan-ı süknâ arasında mutlaka sefer müddetinden az mesafe bulunması lâzımdır.
Vatan-ı ikametle vatan-ı süknâ arasındaki mesafe dahi böyle olmalıdır. »
Ben derim ki:
Vatanı bozan seferin o vatandan başlaması şart olmadığını gördün. O vatandan da
başka yerden de başlayabilir. Elverir ki üç günlük yol yürümeden o vatana
uğramasın. Lâkın burada sefer müddetini yürümeden vatana uğramış oluyor.
Zahiriye sahibi vatan-ı süknâyı muteber tutan ekser fukahanın kavlini teyit
etmiş; imam Serahsî'nin buna delâlet eden bir mesele zikrettiğini söylemiştir.
Mesele şudur:
«Bir Kûfe'li bir hâcet için Kadisiye'ye gitse ve aralarında sefer mesafesi
bulunmasa, sonra oradan Şam'a gitmek isteyerek Hîre'ye varsa ve oraya
yaklaşınca Kadisiye.ye dönerek oradan eşyasını alıp Şam'a gitmek; Küfe'ye
uğramamak aklına gelse namazlarını Kadisiye'den yola çıkıncaya kadar istihsanen
tamam kılar. Çünkü Kadisiye onun vatan-ı süknâsı idi. Hireye girmedikçe oraya
gitmeyi istemekle kendisine başka bir vatan-ı süknâ zuhur etmiş değildir.
Binaenaleyh Kadisiye'deki vatanı bâkidir. Bu çıkışla o vatan bozulmaz. Nitekim
cenaze teşyi etmek gibi bir işle oradan çıksa yine bozulmaz.» Mesele
kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: İki
kavlin arası şöyle bulunabilir; O kimse vatan-ı süknâyı sefer tahakkuk ettikten
sonra edinmişse bilittifak itibara alınmaz. Aksi olmuşsa bilittifak itibara
alınır. Bir yolcu bir beldeyegirerek orada meselâ bir gün kalmaya niyet etse,
sonra oradan çıkarak tekrar oraya dönse orada namazlarını seferi olarak kılar.
Nasıl ki çıkmazdan önce de seferi kılardı. Muhakkıkların kavli buna hamledilir.
Zira Bahır sahibi «Muhakkıklar bunda bir faide olmadığını söylemişlerdir. Çünkü
o kimse orada hâli üzere misafir kalır. Böylece varlığı ile yokluğu müsavi
olur» demiştir. Ulemanın; «çünkü o kimse orada hâli üzere misafir kalır»
sözleri, o yeri vatan edinmezden evvel misafir olduğu hususunda zahirdir.
Umumiyetle fukahanın sözleri ise sefere çıkmazdan önce o yeri vatan ittihaz
ettiğine hamlolunur. Nitekim Zeyleî ile İmam Serahsî böyle tasvir etmişlerdir.
Benim anladığım budur. Allah'u âlem.
METİN
Muteber olan
matbuun niyetidir. Çünkü asıl odur. Tabiin niyetine itibar yoktur, Meselâ
mehr-i muaccelini verdiği kadın kocasıyla, mükâteb olmayan köle sahibi ile,
rızkı kumandan veya beytu'l - Mal tarafından veri!en asker kumandanı, ile;
çırak, esir, borçlu ve talebe patronu ile beraber olursa tabidirler. (Musannıf
burada laffü neşri müretteb yapmışsa da daha iyi anlaşılması için biz yapmadık).
Ben derim ki:
İmdi beraberlik kaydı tâbi olma işi tahakkuk edebilmek için dikkate alındığı
gibi bunu tahakkuk ettiren diğer şort daha dikkate alınır. O da asker
meselesinde rızıklanmak, kadın meselesinde mehrin verilmesi ve kölenin mükateb
olmamasıdır. Binseksen senesindeki, "Girit adası hadisesi"nın cevabı
bununla açığa kavuşur.
İZAH
(Matbuğ:
kendisine tâbi olunan Kimse demektir). Matbu' asıldır. Mukim olmak veya sefere
çıkmak onun elindedir. Mehr-i muaccelini (peşin olan mehrini) alan kadın
kocasına tabidir, Fakat bu mehri almadığı ise tâbi değildir. Çünkü kocası
mehr-i muaccelini verinceye kadar ona nefsini teslim etmeyebilir. Mehr-i
müeccelde (yari veresiye mehirde) buna hakkı yoktur.
Bahır'da «Mehr-i
muaccelini almadan kadın kocasının iskân ettiği yerde oturmayabilir» deniliyor.
Ben derim ki:
Aynı eserde şu da vardır: «Bu şart iki kavilden birine göre kadını evinden
çıkarmak ve sefere götürmek hakkı sabit olmak içindir. Bizim sözümüz bundan
sonradır. Onun için Münye şerhinde "En iyisi kadın mutlak surette kocasına
tâbidir demektir. Zira kadın kocasıyle sefere çıkınca artık ona muhalefet hakkı
kalmaz" deniliyor.» Eğer yedekçi ücretli ise itibar âmânın niyetindedir.
Ücretsiz ise yedekçinin niyetine itibar olunur.»
Esir meselesinde
Münteka'da şöyle denilmiştir: «Bir müslümanı düşman esir aldığı zaman şayet üç
günlük yola gitmek niyetinde bulunursa namazlarını seferi olarak kılar. Niyeti
bilinmezse kendisine sorar. Söylemezse düşman mukim olduğu taktirde namazlarını
o da tamam kılar. Düşman misafir ise o da seferi olarak kılar. Ama bu hükmün, o
kimsenin misafir olduğu tahakkuk ettiğine göre verilmesi gerekir. Aksi taktirde
zalim eline düşen gibi olur ve üç günlük yol yürümeden seferi olamaz. Matbuu
tarafından kendisine sorulan her tabiin hükmü böyle olmak icabeder. Tabi bir
şey söylerse matbuu onunla amel eder. Söylemezse kendisinin bulunduğuikamet
veya sefer haline göre amel eder. Aksi zuhur edinceye kadar hüküm budur. Sormak
imkânı bulunmamak, sorup da cevap alamamak gibidir. Münye Şerhi.
Borçludan murad:
Zengin borçludur. Bahır'da Muhit'den naklen şöyle denilmiştir: «Borçlu misafir
olarak bir şehre gider de alacaklısı kendisini ele geçirerek hapis ederse,
fakir olduğu taktirde namazlarını seferi olarak kılar. Çünkü ikamete niyet
etmemiştir. Alacaklının onu hapis etmesi helâl değildir Zengin ise borcunu
ödemeye azmettiği veya hiç bir şeye niyet etmediği taktirde seferi olarak
kılar. Borcunu ödememeye azim ve itikat ederse tamam kılar» Borcunu ödemeye
azmettiği cümlesinden murad; onbeş gün geçmeden ödemektir. Nitekim Fetih'de
böyle denilmiştir.
Talebenin
hocasına tabi olması, rızkını hocası temin ettiğine göredir. Rahmetî.
Talebeden murad;
mutlak surette öğrenci ile öğreticidir yoksa hassaten bir ilimin öğrencisi ile
üstâdı değildir.
Ben derim ki:
Akıl baliğ olan terbiyeli çocukla babası dahi evleviyetle bunun gibidir.
Şârih «çırak,
esir, borçlu ve talebe patronu ile» diyeceğine «çırak patronuyle, esir
kendisini esir alanla, borçlu alacaklısı ile ve talebe hocasıyle» demeli idi.
H.
Girit adası
hadisesi şudur: Ordu hezimete uğramış ve asker her tarafa dağılmıştı. Bu
suretle beraberlik ve rızıklanma ortadan Kalkmış; herkes başına buyuruk olmuş;
tabilik kalmamıştı. Rahmeti.
METÎN
Tâbi olan kimse
mutlaka matbuun niyetini bilmelidir. Matbu mukim olmaya niyet eder de tâbi bunu
bilmezse öğreninceye kadar seferidir. Esah kavil budur. Feyz'de, «Fetva bununla
verilir» denilmiştir. Nitekim Muhit ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir.
Bu ondan zararı def içindir. Gerçi Hülâsa'da, «bir köle sahibine imam olur da sahibi
mukim olmaya niyet ederse namazını tamam kıldığı taktirde ikisinin namazları da
sahihtir. Tamam (yani dört rekat üzerinden) kılmazsa sahih olmaz» denilmişse de
bu söz esah kavlin hilâfınadır. Kaza seferde olsun hazarda olsun edaya benzer.
Çünkü bir defa karar kıldıktan sonra artık değişmez. şu kadar varki hasta,
sağlamken kalan namazlarını hastalığı anında gücü yettiği nisbetinde kılar.
İZAH
Esah kavle göre,
tâbi olan kimse matbu'unun niyetini öğreninceye kadar misafir sayılır Bazıları
«namazlarını mukim olarak kılması lâzımdır. Bu müvekkilin ölümü ile vekilin
hükmen azledilmiş sayılması gibidir» demişlerdir ki bu kavil daha ihtiyattır.
Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Hülâsa'da Bahır'dan nakledildiğine göre
zahir rivayet de budur.
«Bu o kimseden
zararı def etmek içindir.» Çünkü kendisi namazlarını seferi olarak kılmakla
me'murdur. Tam olarak kılmaktan menedilmiştir. Binaenaleyh muztar ve mecburdur.
Şayet o bilmeden matbuunun mukim olmasıyle farzları dört rekat olsa kendisine
her cihetle başkası tarafından büyük bir zarar gelmiş olurdu. Bu ise şer'an
defedilmiştir. Satışa vekil böyle değildir. Zira o satmayabilir. Ve böylece
zararı defetmek imkânını bulur. Müvekkilin zahirî emrine bakaraksatarsa zarar
bir cihetten onun tarafından, bir cihetten de müvekkil tarafından gelmiş olur.
Ve kasten değil de hükmen azl sahih olur. Bunu, Bahır sahibi kısaltarak Muhit
ve Tahavî şerhinden nakletmiştir.
«Bu söz esah
kavlin hilâfınadır.» Bahır sahibi diyor ki: «Keza (seferde köle, sahibi ile
beraber bulunur da köle namazda iken sahibi onu mukim birine satarsa namazı
dört rekata inkılab eder. (Hattâ iki rekatta selâm verse o namazı tekrar
kılması icabeder). Demek kölenin bilmediği farzedilirse sahih olmayan kavle
ibtina eder. Yahut bildiği farzedilirse bütün ulemanın kavillerine ibtina
eder.»
«Kaza, seferde
olsun hazarda olsun edaya benzer.» Yani bir namaz seferde kazaya kalırsa
hazarda (yani mukim olduğunda) onu iki rekat üzerinden kılar. Nitekim eda etmiş
olsa böyle kılacaktı. Mukim iken kazaya kalan namazlar da öyledir. Onları da
seferde dört rekat üzerinden kaza eder, Çünkü bir defa karar kıldıktan sonra
artık değişmez. Karar kılması vaktin çıkmasıyle olur. Zira vakit çıktıktan
sonra farz bir daha değişmez. Vakit çıkmadan ise mukim olmak niyetiyle yahut
sefere çıkmakla veya misafirin mukime uymasıyle değişebilir.
«Şu kadar var ki
ilh...» Fethu'l - Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Buna göre hastanın ayağa
kalkamadığı hastalığında kalan bir namazı müşkil sayılamaz. Çünkü onu
iyileştikten sonra ayakta koza etmesi gerekir. Zira vücub ayakta durmak
kaydıyle mukayyettir. Ancak hastaya özrü halinde bunu gücünün yettiği
nisbetinde yapmasına ruhsat verilmiştir. Hasta bu namazı özür halinde eda
etmeyince ruhsatın sebebi ortadan kalkar. Ve, asıl taayyün eder. Onun için
hasta bunu sağlamken bırakırsa hasta iken oturarak kılar. Yolcunun namazına
gelince: O iptidadan yalnız iki rekattır. Hatanın menşei ruhsat kelimesinin
müşterek oluşudur.
METİN
FER'İ MESELELER:
Sultan sefere çıkarsa namazlarını seferi olarak kılar. Yolcu. bir beldeden
evlenirse en münasip kavle göre mukim olur. Hayzlı bir kadın temizlenir de
varacağı yere iki günlük mesafe kalırsa sahih kavle göre bülûğa eren çocuk gibi
namazlarını tamam kılar. Müslüman olan kâfir bunun hilâfınadır. Mukim ile
misafirin, aralarında müşterek olan bir köle için sahipleri nöbetleştikleri
taktirde, misafir nöbeti sırasında namazını seferi olarak kılar.
Nöbetleşmezlerse namazın ilk oturuşu kendisine farz olur. Ve ihtiyaten namazı
dört rekat üzerinden kılar. Mukim imama asla uyamaz. Bu, hakkında lugaz yapılan
meselelerden biridir.
Bir kimse
kadınlarına; "sizden hanginiz günle gecede kaç rekat farz olduğunu bilmese
boş olsun" der de biri, "yirmi rekattır"; diğeri
"onyedidir"; üçüncüsü "onbeştir"; dördüncüsü
"onbirdir" diye cevap verirse hiç biri boş düşmez. Çünkü birincisi
vitir namazını katmış; ikincisi onu terketmiştir. Üçüncüsü cuma gününün
farzlarını; dördüncüsü de misafirin farzlarını söylemiştir. Allah'u âlem.
İZAH
Sultan sefere
niyet ederse misafir olur ve namazlarını seferi olarak kılar. Münye şerhinde
şöyle deniliyor: «Bazıları kendinin vilâyeti dahilinde olmadığı zaman seferî
olacağını söylemişlerdir. Vilâyeti dahilinde dolaşırsa onlara göre seferi
olmaz. Fakat esah olan fark gözetmemektir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ile
hulefa-i Râşidin Medine'den Mekke'ye sefer ettikleri zaman namazlarını seferi
olarak kılmışlardı.
«Seferî olmaz»
diyenin muradı Bezzaziye'de açıklandığı vecihle halkın hallerini soruşturmak ve
maksadı hasıl olunca geri dönmek maksadıyle çıkmış olması; sefer müddetini
kastetmemesidir. Hattâ sefer mesafesi giderek, dönerse dönüşte namazlarını
seferi olarak kılar. Bazıları sultanın bütün vilâyetlerini kendi şehri hükmünde
olmakla illetlendirmişlerse de buna itibar yoktur. Çünkü bu ta'lil nas
mukabilindedir. Bununla beraber üç imamımızdan bu hususta bir rivayet de
yoktur. Binaenaleyh nazar-ı itibara alınmaz.
«Yolcu bir
beldeden evlenirse en münasip kavle göre mukim olur.» Yani orasını vatan
ittihaz etmese bile yahut onbeş gün oturmağa niyetlenmese bile mücerret
evlenmekle mukim olur. Yolcu kadın ise mücerret evlenmekle bilittifak mukim
olur. Nitekim Kuhistani'de beyan olunmuştur. H.
Zeyleî bu «en
münasip kavli», "denilmiştir" sözüyle hikâye etmiştir. Öyle görünüyor
ki kendisi mukabil kavli tercih etmiştir. Şu halde tercih muhtelif demektir. T.
Ben derim ki:
Şöyle denilebilir: Muradı yarım aydan önce çıkmak değilse mukim olmaz. Hayızlı
bir kadın temizlenir de varacağı yere iki günlük mesafe kalırsa sahih kavle
göre namazlarını tamam kılar. Zahîriye'de böyle denilmiştir.
Tahtavî,
«herhalde geçen müddet zarfında namaz kendisinden sâkıt olduğu için o müddette
sefer hükmü muteber sayılmamıştır, edaya ehliyet kazanınca o andan itibaren
sefer hükmü itibara alınmıştır» diyor.
Sabi de öyledir.
Sabi yolda bulûğa erer de varacağı yere üç günden az mesafe kalırsa mukim
namazı kılar. Geçen müddete itibar edilmez. Çünkü o müddette mükellef değildir.
T.
«Müslüman olan
kâfir bunun hilâfınadır.» Yani o namazlarını seferi olarak kılar. Dürer'de
şöyle denilmiştir: «Zira onun niyeti muteberdir. Binaenaleyh baştan misafir
sayılır. Çocuk öyle değildir. O bülûğa erdiği vakitten itibaren misafir olur.
Bazıları her ikisinin mukim olarak. bazıları ikisinin de misafir olarak namaz
kılacaklarını söylemişlerdir.» Muhtar olan kavil birincisidir. Nitekim
Hülâsa'dan naklen Bahır'da ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir.
Şurunbulaliye'de
şu satırlar vardır: «Âşikârdır ki, hayzlı kadın müslüman olan kâfirin
derecesinden daha aşağı düşmez. Binaenaleyh onun hakkı da müslüman olan gibi
seferi kılmaktır.»
«Nehecü'n - Necât
sahibi buna. «Kadının manii semavidir (Allah'tan dır). Öteki öyle değildir»
diye cevap vermiştir. Yani "velev ki ikisi de niyet ehli olsunlar"
demek istemiştir. Çocuk böyle değildir. Lâkin kadını namazdan kendi fiili
olmayan birşey menetmiştir. Bu sebeple niyeti evvelden hükümsüz kalmıştır.
Kâfir böyle değildir. O ibtida da manii gidermeğe kadirdir. Onun için niyeti
sahih olur. Kölenin sahipleri onun hizmetini nöbete sokmazlarsa iki rekatta
oturması farz olur. Ama ihtiyaten yine mukim namazı kılar. Çünkü kendisi bir
vecihten misafir bir vacihten mukimdir. Münye Şerhi.
«Mukim imama asla
uyamaz.» Münye şerhinde bu hususta şöyle deniliyor: «Şu hale göre bu kölenin
mukim imama uyması mutlak surette caiz değildir. Bu bilinmelidir.» Yani ne
vakit içinde, ne vakit dışında, ne ilk iki rekata ne de son iki rekatta uyamaz.
Herhalde bunun vechi üstadımızın ifade buyurdukları gibi kölenin ihtiyaten
mukim namazı kılmasının muktezası, onun hakkında ikinci oturuşun farz
olmasıdır. Bu onu mukime ilhak etmek içindir.
Biz de demiştik
ki: Ona ilk oturuş dahi farzdır. Bu da onu Misafire ilhak içindir. Mukim imama
uyarsa farz kılanın ilk oturuş hakkında nâfile kılana uyması lâzım gelecektir.
Ben derim kî:
Lâkin Münye şarihinin «şu hale göre ilh...» demesinden anlaşılıyor ki, bu tefri
incelemeye göre kendi tarafından yapılmıştır. Aksi taktirde benim Hüccet'ten
naklen Tatarhaniye'de gördüğüm şudur: İki sahibi o köleyi nöbetleşerek istihdam
etmezler ve köle ellerinde bulunursa kölenin yalnız başına kıldığı her namaz
dört rekat üzerinden olur. İki rekata oturur. Son iki rekatta kıraatı okur ve
keza misafire uyarsa onunla iki rekat kılar. İki rekatta okuyup okumayacağı
ihtilâflıdır. Ama, mukime uyarsa bilittifak dört rekat kılar.
«Bu, hakkında
lügaz yapılan meselelerden biridir.» Yani bunun hakkında birkaç cihetten lügaz
yapılır. Ve «hangi şahıstır o ki, farzını dört rekat olarak kılar da ikinci
oturuş gibi ilk oturuş da kendisine farz olur?» «Hangi şahıstır o ki, vakit
içinde mukim imama uyması sahih değildir?» «Hangi şahıstır o ki, ne mukimdir;
ne misafir?» denilir. Nöbetleşme halinde dahi «hangi şahıstır o ki, bir gün
mukim bir gün misafir namazı kılar?» denilir. T.
«Çünkü birincisi
vitir namazını katmıştır.» Ve doğru söylemiştir, Zira vitir namazı farz-ı
amelidir. Kocanın sözündeki tarz, amelîye de şâmil olmak için «fiili lâzım
olan» mânâsına hamledilir. T.
Üçüncüsü cuma
gününün farzlarını söylemiştir.» Yani o günün kat'î olan farz namazlarını
söylemiş, vitiri nazar-ı itibara almamıştır. Dördüncüsü de öyledir. Allah'u
âlem.
METİN
Bu kelime cumu'a
ve cum'a şekillerinde okunabilir. Cuma namazı farz-ı ayın olup inkâr eden kâfir
olur. Çünkü kat'i delil ile sabit olmuştur. Nitekim bunu Kemâl tahkik etmiştir.
Bu namaz müstakil bir farz olup öğle namazından daha kuvvetlidir. Onun bedeli
değildir. Nitekim bunu Bâkanî Seriyyüddîn ibn Şıhne'ye nisbet ederek yazmıştır.
Bahır'da şöyle
denilmiştir: «Cuma namazının farz olmadığına itikat edilir korkusuyla, cumadan
sonra zuhr-u âhir niyetiyle kılınan bir namaz olmadığına ben defalarca fetva
vermişimdir.» Zamanımızda ihtiyat olan da budur Ama böyle mefsedetten korkusu
olmayan için onu evinde gizlice kılmak evlâdır.
Cumanın sahih
olması için yedi şart vardır:
Birincisi: Şehir
olmaktır. Şehir, en büyük mescidi, cuma ile mükellef olan halkını almayacak
kadar büyük yerdir. Ekser fukahanın fetvaları buna göredir. Mücteba: Çünkü
Ahkâm hususunda gevşeklik zuhur etmiştir.
İZAH
Cuma namazının
yolculukla münasebeti. her ikisinde bir arızadan dolayı namazın iptidaen yarıya
indirilmiş olmasıdır. Ancak burada indirme yalnız öğleye mahsus olarak
yapılmıştır. Yolculukta ise her dört rekatlı namaza âmm ve şâmildir. Onun için
yolculuğu evvel zikretmiştir.
Cuma namazı kat'i
delil ile sabittir. Bu delil Teâlâ hazretlerinin: «Ey iman edenler Cuma günü
namaz için ezan okununca hemen Allah'ın zikrine koşun!» ayeti kerimesidir. Bu
namaz sünnet ve icma-i ümmetle de sabittir.
«Nitekim bunu
Kemâl tahkik etmiştir.» Kemâl tahkikini bitirince şunları söylemiştir: «Bu
hususta bir nevi sözü uzatmamızın sebebi şudur: İşitiyoruz ki, bazı cahiller
cuma namazının farz olmadığını Hanefî mezhebine nisbet etmektedirler. Bunların
yanılması. Kudurî'nin, «bir kimse cuma günü öğleyi özürsüz olarak evinde
kılarsa mekruh olur. Ama namazı caizdir» sözünden neşet etmiştir. Halbuki
Kudurî "özürsüz evinde kılarsa haram olur. Ama namazı câizdir" demek
istemiştir.» Sebebi ileride gelecektir.
Cuma namazı
öğleden daha kuvvetlidir. Çünkü cuma hakkında varit olan tehdit öğle hakkında
varit olmamıştır. Cuma hakkında varit olan tehdit, Peygamber (s.a.v.)'in şu
hadisidir: «Bir kimse zaruret yokken üç defa cuma namazını terk ederse Allah o
kimsenin kalbini mühürler.» Bu hadisi imam Ahmed ve Hâkim rivayet etmişlerdir.
Hâkim onu sahihlemiştir. Binaenaleyh cuma namazını terkeden, öğleyi terkeden
daha şiddetli azap göreceği gibi sevabı da öğlenin sevabından fazladır. Bir de
cumanın bir takım şartları vardır ki bunlar öğle namazında yoktur.
«Cuma namazı
öğlenin bedeli değildir.» Ancak bu söz musannıfın niyet bahsinde söylediğine
aykırıdır. Oradaki ibaresi şerhi ile birlikte şöyle idi: «Vakit devam ederken
şu vaktin farzına diye niyet etse caizdir. Yalnız cuma namazında caiz değildir.
Çünkü o bedeldir. Meğerki onun do vaktin farzı olduğuna itikad eder. Nitekim
bazı ulemanın reyi budur. Bu taktirde sahih olur.» Biz oradaMünye şerhinden
naklen vaktin farzı bize göre cuma değil, öğle namazı olduğunu, ancak öğleyi
ıskat için cuma namazı emir olunduğunu yazmıştık. Onun içindir ki. bir kimse
cuma namazının vakti geçmeden öğleyi kılsa bize, göre caiz olur. İmam Züfer'le
eimme-i selâse buna muhaliftirler. Velev ki yalnız onunla iktifa etmek haram
olsun.
Hasılı vaktin
farzı bize göre öğle; imam Züfere göre cumadır. Nitekim bunu Fethu'l - Kadîr
sahibi ile başkaları ileride göreceğimiz şekilde açıklamışlardır. Hattâ Bâkânî
de Mültekâ şerhinde izah etmiştir. Şarihin Bâkânî'den naklettiği ihtimal,
Bâkânî şerhinde Nikâye'den naklen söylemiştir. Su söylediklerimizle o sözün
zaif olduğu anlaşılır.
«Cuma namazının
sahih olması için yedi şart vardır.» Bu hususta Nehir'de şöyle denilmiştir:
"Cumanın vücup ve edası için birtakım şartlar vardır. Bunların bazısı
namaz kılanda. bazısı başkasında aranır. Fark şudur: Şartları bulunmazsa eda
sahih olmaz. Fakat vücubunun şartları bulunmazsa eda sahih olur.
Bu şartları bir
zat nazma çekerek şöyle demiştir:
«Cumanın vacip
olması içindir; hür, sağlam, bâliğ, erkek, mukim ve akıl sahibi olmak.»
«Edası için de:
Şehir, sultan, vakit, hutbe. izn-i âm ve cemaat şarttır.»
Bunu Tahtavî
Ebu's - Suud'dan nakletmiştir. Şarihin şehir hakkındaki tarifi birçok köylere
de uymaktadır. T.
«Cuma ile
mükellef olan» kaydı ile musannıf, kadın, çocuk ve yolculardan ihtiraz
etmiştir. Bunu Kuhustanî'den naklen Tahtavî söylemiştir.
«Ekser fukahanın
fetvaları bunu göredir.» Ebû Şucâ «bu söz bu babta söylenenlerin en güzelidir»
demiş. Valvalciye'de «bu sahihtir» denilmiştir. Bahır. Vikâye'de, muhtar
metinde ve şerhinde bu kavil tercih edildiği gibi Dürer metninde dahi diğer
kavilden önce zikredilmiştir. Zâhirine bakılırsa Dürer sahibi onu tercih
etmiştir. Sadrı'ş - Şeria dahi «çünkü şer'î ahkâm hususundaki gevşeklik zuhur
etmiştir. Bâhusus şehirlerde hudud-u şer'iyeyi tatbik hususunda bu kendini
göstermektedir» diyerek bu kavli teyit etmiştir.
METİN
Zâhiri mezhebe
göre şehir: Âmiri ve hudud-u şer'iyeyi tatbike kadir hakimi bulunan her yerdir.
Nitekim Mültekâ üzerine yazdığımız derkenarda biz bunu kaydetmişizdir.
Kuhistanî'de:
«Hâkimin köylerde cami yapılmasına izin vermesi Serahsî'nin söylediğine göre
bilittifak cuma için izindir» denilmiştir... Buna hüküm de eklenince muttefekun
aleyh olur.
İZAH
Münye şerhinde
şöyle denilmiştir: «Sahih tarif Hidâye sahibinin yaptığıdır ki, o da âmiri,
ahkâmı infaz ve hudud-u şer'iyeyi tatbik eden hâkimi bulunan yerin şehir
olmasıdır. Sadrı'ş - Şeria şer'î hükümlerde gevşeklik zuhur ettiği için
yukarıdaki tarifi tercih eden Vikâye sahibi namına itizarda bulunurken bu sözü
çürütmüşse de asıl çürütülen Sadrı'ş - şeria'nin sözü olmuş ve, «Murad; cumayı
kılmağa muktedir olmaktır» denilmiştir. Zira Tuhfe'de Ebû Hanife'den naklen
beyanolunduğuna göre şehir; büyük belde olup içerisinde çarşı ve sokakları
vardır. Şehirin köyleri de olur. İçinde heybet ve ilmi ile mazlumun hakkını
zalimden alabilecek valisi bulunur ki halk günlük hadiselerde ona müracaat eder.
Esah olan budur. Yalnız Hidaye sahibi sokak ve köyleri zikretmemiştir. Çünkü
amir ile hükümleri infaz ve hadleri tatbike kudret olan hakim ekseriyetle böyle
beldelerde olur.
Âmir ve hakimden
murad; o yerde oturandır. Nahiye hakimi adı verilen ve bazan şehire gelen
hakime itibar yoktur. şârih hakimle iktifa ederek müftüyü söylememiştir. Zira
ilk asırlarda hakimlik müctehitlerin vazifesi idi. Hattâ vali ve hakim müftü
değilse. müftü bulundurmak şart idi. Nitekim Hülâsa'da beyan olunmuştur.
Kudurî'nin tashihinde
«Âmir namına hakim ile iktifa edilir» denilmiştir. Mülteka şehri.
Şeyh İsmail diyor
ki: «sonra âmirden murad; insanları koruyan, müfsitlere mâni olan ve şeriatın
hükümlerini takviye eden kimsedir.» Rekaik nâm eserde de böyledir. Bunun
hasılı; İnâye'de tefsir edildiği gibi mazlumun hakkını zalimden almağa kadir
olmaktır.
Şeyh İsmail'in
şerhinde Dehlevî'den naklen şöyle denilmektedir: «Murad, bilfiil bütün
hükümleri tenfiz değildir. Çünkü cuma namazı insanların en zâlimi olan haccac
devrinde kılınmıştır. Haccac bütün hükümleri tenfiz etmezdi. Belki murad;
Allah'u âlem buna muktedir olmasıdır.» Bu sözün bir mislini Ebu's-Suûd efendi
haşiyesinde allâme Nuh efendinin risalesinden nakletmiştir.
Ben derim ki:
Bunu şu da teyit eder: Zâhir rivayet olan bu kavle göre bazı hükümlerin
tenfizinin ihlâl edilmesi beldenin şehir olması hükmünü bozarsa, şu zamanda
hattâ daha önceki zamanlarda hiçbir islâm beldesinde cuma namazının sahih
olmaması lâzım gelir. Binaenaleyh muradın hükümleri tenfize iktidarı olması taayyün
eder. Lâkin hükümler deyince onların ekserisi kastedilmelidir. Aksi taktirde
bazan hakim onların bir kısmını da tenfiz edemez. Çünkü Hâkimi tayin eden
hükümdar bunları menedebilir. Nitekim fitne günlerinde bu olur. Beldenin
şaşkınları birbirlerine yahut hakime karşı taassup gösterirler de aralarında
ahkâmın tenfizine imkân bulamaz. Başkaları arasında ve askeri içinde ahkâmı
tenfize kadirdir. Şu var ki bu arızidir; nazar-ı itibara alınmaz. Onun için
vali ölür veya bir fitneden dolayı hazır bulunmaz da cumayı kıldırmağa hakkı
olan bir kimse de bulunamazsa zaruretten dolayı halk kendilerine bir hatip
tayin eder. Nitekim gelecektir. Halbuki burada ne âmir vardır ne de hâkim!.
«Fitne günlerinde cuma kılmak sahih değildir» diyenlerin cehli bundan
anlaşılır. Halbuki ileride beyan edeceğimiz vecihle cuma namazı kâfirlerin
istilâ ettikleri beldelerde bile kılınabilir. Şarih Kuhistanî'nin sözü ile
metnin ibaresini teyit etmiştir. Kuhistanî'nin ibaresi şöyledir: «Kasabalarla
çarşıları olan büyük köylerde kılınan cuma farz yerine geçer. Ebû'l - Kasım
"Vali yahut hâkim büyük cami yapılıp içinde cuma kılınmasına izin verirse
bunda hilâf yoktur" demiştir. Çünkü bu içtihat götüren bir yerdir. Buna
hüküm de eklenince müttefekunaleyh olur. Bizim söylediğimizde hâkimi, minberi
ve hatibi bulunmayan küçük köylerde cuma kılmanın caiz olmayacağına işaret
vardır. Nitekim Muzmeratta beyan olunmuştur. Zâhire bakılırsa bununla kerahet
kastedilmiştir. Çünkü cemaatla nâfile kılmak mekruhtur. Görmüyormusun Cevahir
nâm kitapta "Köylerde kılarlarsa öğleyi eda etmeleri tâzım gelir"
deniliyor. Bu, izne hüküm eklenmediğine göredir. Çünkü Fetevâ'd dinarı nâm
eserde beyan edildiğine göre bir kimse hükümdarın emriyle köyde bir mescit inşa
etse Serahsî'nin söylediği vecihle bu bilittifak cuma için emir sayılır.»
Kuhistanî'den
naklettiğimiz ibareden anlaşılıyor ki, sultan veya hakimin mücerret «mescid
yapılsın ve içinde cuma kılınsın» emri. hilâfı davası; ve hadisesiz ortadan
kaldıran bir hükümdür. El'eşbah nâm kitabın kaza bahsinde şöyle denilmektedir:
»Hâkimin emri hükümdür. Meselâ "Had vurulanı davacıya teslim et!"
demesi ve borcunu vermesini keza hapsin emir etmesi bu kabildendir.»
(Eşbah sahibi)
İbn Nüceym «Hâkimin küçük bir kızı evlendirmesi hilâfı ortadan kaldıran bir
hükümdür. Başkasının bu hükmü bozmaya hakkı yoktur» demiştir.
«Buna hüküm de
eklenince müttefekunaleyh ölür» (bu ibareye hacet yoktur) biliyorsun ki,
mücerret emrine, hilâfı ortadan kaldırdığı hususunda Kuhistanî'nin ibaresi
açıktır. Bu, mücerret emri hüküm demek olduğuna binaendir.
METİN
Yahut şehrin
sahasıdır. Bundan maksat, şehre bitişsin veya -İbn-i Kemâl ile başkalarının
kaydettikleri gibi- bitişmesin cenaze gömmek ve at koşturmak gibi şehrin
yararına kullanılan. yerdir. Fetva için tercih edilen kavil bir fersahla takdir
edilmesidir. Bunu Valvalci söylemiştir.
İkincisi
Sultandır. Velev ki mütegallib (kahran başa geçen) veya kadın olsun. Kadının
cuma kıldırması caiz değil fakat kıldırmak için emir vermesi caizdir. Veyahut
cuma kıldırmak için sultanın memuru olsun. Bu şahıs bir nahiyenin işlerine
bakan bir köle de olabilir. Velev ki kıydığı nikâhları ile verdiği hükümleri
caiz olmasın.
İZAH
İbn-i Kemâl şöyle
demiştir: «Bazıları yetişme kaydını muteber tutmuşlardır. Zâhire sahibi bunu
hatalı görmüş ve şunları söylemiştir: bu zatın sözüne göre Buhara'daki bayram
namazgâhında cuma namazı caiz değildir. Çünkü namazgâhla şehir arasında
ekinlikler vardır. Bu mesele bir defa vaki olmuş ve zamanımızın bazı uleması
caiz olmadığına fetva vermişlerdir. Lâkin doğru değildir. Zira Buhara'daki
bayram namazgâhında bayram namazının caiz olduğunu ne gelmişlerden ne de
geçmişlerden hiçbir kimse inkâr etmemiştir. Ve nasıl ki şehir veya sahası cuma
namazı caiz olmak için şart ise, bayram namazının caiz olması içinde şarttır.»
«Fetva için muhtar
olan kavil, bir fersahla takdir edilmesidir.» Bilmiş ol ki, ehli tercihten bazı
muhakkıklar mesafe ile takdire< muhaliftir. tarfie edilen ittifak olduğuna
uygun denilmeğe hazırlanmış için yararları şehrin tahdit, ile mesafe
Binaenaleyh mümkündür. yerlerde gibi Bulak Evet, uzaktır. fersahlarca taraftan
her Turp ve Karafe gelen sonra Nasır'dan - Bâbı'n Zira değildir. sahih yerde
Mısır takdir mil veya atımı Ok ki: Şöyle göredir. küçüklüğüne büyüklüğüne O
bulunmaz. şehirde tahdit Çünkü güzeldir. daha tahdiden etmek tarif Ama
sıralanır. olarak işitimi ezan bir işitimi, ses üç fersah, iki mil, atımı, ok
Bir Bunlar: dokuzdur. sekiz mecmuu kavillerin hususundakiBunu etmişlerdir. ise
Bazıları yapmıştır. öyle de Muhammed imam yazıcısı Mezhebimizin vermişlerdir.
adını
İmamlarımız
sahanın, cenaze gömmek, at ve hayvan gezdirmek asker toplamak, atışa çıkmak ve
emsali şehir ihtiyaçları için hazırlanmış yer olduğunu hassan bildirmişlerdir.
Mısır'ın askerlerini içine alacak, atlarına ve süvarilerine meydan olacak ok ve
ateşli silah ile topları denemeye elverecek hangi yer mesafe ile tahdit
edilebilir, bu fersahların ötesine geçer. Binaenaleyh tahdidin şehirlere göre
yapılacağı meydana çıkar. Bu satırlar allâme Şurunbulalî'nin Tuhfe adlı
eserinden kısaltılarak alınmıştır. Şurunbulâlî bu eserinde Sebil allan
mescidinde cuma kılmanın sahih olduğuna kesin olarak hüküm vermiştir. Bu
mescidi zamanının emirlerinden biri yaptırmış olup şehrin sahasında
bulunmaktadır. Şehirle mescid arasında bir fersahın dörtte üçünden biraz fazla mesafe
vardır.
Ben derim ki:
Bununla Dımeşk'ın mecrasındaki Sultan Selim Tekkesinde cuma kılmanın sahih
olacağı anlaşılır. Dımeşk'ın Salhiyesindeki Sultan Selim mescidinde dahi hüküm
budur. Zira Salhiye dağ eteğindeki kabristanı ile birlikte Dımeşk'ın sahasından
maduttur. Velev ki Dımeşk'ten ekinliklerle ayrılmış olsun. Ona yakındır. Çünkü
şehre üçtebir fersâh uzaklıktadır. Burası müstakil bir köy sayılsa da
musannıfın tarifine göre şehirdir. Şu da var ki, mescid sultanın emri ile
yapılmıştır. Melik El Eşref'in yaptırdığı Mescidi'l - Hanabile adı ile meşhur
eski mescidi de öyledir. Yukarıda geçtiği vecihle cumanın sahih olması için
sultanın emri kâfidir.
Bilmiş ol ki,
kadından sultan olma, Meğer ki kahran (zorla başa geçmiş ola. Çünkü imamlık
bâbında imamın erkek olmasının şart olduğunu görmüştük. Şârihin «Velev ki bu
mütegallib kadın olsun» demesi icabederdi. H.
Mütegallibten
murad, halk razı olsa bile kendisinde imamlık şartları bulunmayan kimsedir.
Hülâsa'da
«Mütegallib, ahdı yani fermanı olmayan kimsedir. Halk arasında emirler gibi
hareket eder; vâliler gibi hüküm verirse onun huzuruyla cuma kılmak caizdir»
denilmektedir. Bahır.
«Yahut cuma
kıldırmak için sultanın memuru olsun.» Bu memuriyet delâleten emre de şâmildir.
Bahır'da şöyle demliyor: «Kimseye gizli değildir ki, bir şehirde Ammenin işleri
kendisine havale edilen kimse cumayı kıldırabilir. Velev ki bunu sultan
kendisine açık olarak havale etmesin. Nitekim Hülâsa'da da böyle denilmiştir.
Nazarı itibara alınacak cihet, nâibin namaz vaktinde ehil bulunmasıdır. Naip
tayin edilirken ehil bulunması değildir, hattâ çocuk e zımmiye emir eder de
cuma namazını kendilerine havale kılarsa çocuk bulûğa erdiği, zımmi de müslüman
olduğu taktirde cuma namazını kıldırabilirler. Çünkü kendilerine cumayı
sarahaten havale etmiştir. Sarahaten havale etmezse iş değişir. Ancak
Hâniye'nin ifadesinden anlaşıldığına göre bu hüküm bazı ulemanın kavlidir.
Tercih edilen kavle göre fark yoktur. Zira havale batıldır. Buna göre muteber
olan, naip tayin edildiği vakitte ehil olmasıdır.» Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
Ben derim ki:
Lâkin Şurunbulâlî'nin risalesinde Hülâsa'dan naklen şöyle denilmektedir:
«Muteber olan, izin verirken cumayı kılarken ehil bulunmasıdır. Velev ki bazı
ibarelerde bunun aksini iktizaeden sözler bulunsun»
«Velev ki
nikahları ile verdiği hükümleri caiz olmasın.» Çünkü bunlar velâyete istinat
ederler. Kölenin ise başkasına şöyle dursun kendine velâyeti yoktur. Bir de
hüküm vermenin şartı hür olmaktır. T.
METİN
En büyük imam
(Şeyhu'l İslâm) veya onun nâibi tarafından tayin edilen hatibin, hutbede yerine
başkasını geçirmeye hakkı olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiş; bazıları
mutlak surette yani zaruret bulunsun bulunmasın hakkı olmadığını, yalnız
kendisine bu havale edilmişse caiz olduğunu, bir takımları zaruret varsa caiz,
yoksa caiz olmayacağını; diğerleri zaruretsiz mutlak surette caiz olacağını
söylemişlerdir. Çünkü cumanın eda zamanı muvakkat olduğundan çabuk geçer.
Binaenaleyh memura cuma kıldırmak için emir vermek, yerine başkasını geçirmek için
delâleten izin sayılır. Kaza böyle değildir. Ulemanın ibarelerinden anlaşılan
da budur.
Bedayi'de «cuma
kıldırmaya hakkı olan her şahsın, kendi yerine başkasını geçirmeye de hakkı
vardır» denilmiş; İbn-i Cürübaş'ın «en Nüc'a fi tâ'dâdi'l cum'a» adlı eserinde
de «cuma kıldırmak için izin ancak mescid yapılırken şarttır. Ondan sonra izin
şart değildir. Belki her hatiple birlikte izin vardır» şeklinde izahatta
bulunulmuştur. Tamamı Bahır'dadır.
İZAH
Buradaki ihtilâf
ehli tahric veya ehli tercih mezheb uleması arasında değil, müteehhirin
ulemanın bu zevatın ibarelerini anlamak hususundaki ihtilâflarıdır. Hatibin
hutbede yerine başkasını geçirmesi sultanın izni olmadığı zaman ihtilâflıdır.
Sultanın izni varsa caiz olacağında hilâf yoktur.
«Bazıları mutlak
surette caiz olmadığını söylemişlerdir.» Bunu söyleyen Dürer sahibidir ve şöyle
demiştir: «Hatip için yerine başkasını geçirmek asla caiz olmadığı gibi
iptidaen namaz için de caiz değildir. Belki imamın abdesti bozulduğu zaman caiz
olur. Meğer ki başkasını yerine geçirmek için sultan tarafından kendisine izin
verilmiş ola»
«Bir takımları
zaruret varsa caizdir demişlerdir». Bunu söyleyen de ibn-i Kemâl paşadır. Ve
şöyle demiştir: «Bu, cuma namazını vaktinde kıldırmaktan aciz kalmak için bir
zaruretten dolayı olursa başkasına havale caizdir. Aksi taktirde caiz olmaz.»
Yani hiç zaruret yoksa yahut bir özürden dolayı fakat özür giderilebilecek gibi
olup ondan sonra vakit çıkmadan cuma kılınabilecekse cumayı başka bir hatibe
havale etmek caiz değildir. İbn-i Kemâl bundan sonra şunları söylemiştir:
«Cumayı kılmak iki şeyden yani hutbe ve namazdan ibarettir. İzne bağlı olan
birincisidir. İkincisi izne bağlı değildir. Binaenaleyh cuma kılmak için yerine
başkasını geçirmekten murad bazılarının tevehhüm ettiği gibi namaz için değil
hutbe içindir.» Bu satırları kısaltarak Müneh sahibi nakletmiştir.
«Diğerleri
zaruretsiz mutlak surette caiz olacağını söylemişlerdir.» Bunu söyleyen Kâdı'l
- Kudât Muhyiddin ibn-i Cürübaş'tır. Müneh. Münye şârihi Burhan İbrahim Halebî
ve keza Bahır ve Nehir sahipleri ile Şurunbulâlî, musannıf ve şârih de buna
kaildirler. Mutlak mânâ daha iyi anlaşılmak için şârihin burada «zaruretsiz
bile olsa» demesi gerekirdi. T.
İmdâd sahibi
biraz söz ettikten sonra şöyle demiştir: «Hutbe ve namaz için mutlak surette
istihlâfın yani özürlü veya özürsüz kendi orada olsun olmasın yerine başkasını
geçirmenin caiz olduğunu ve keza yalnız namaz veya yalnız hutbe için istihlâf
yapılabileceğini öğrendikten sonra şunu da bil ki, hastalık ve benzeri bir
sebepten dolayı yerine başkasını geçirirse geçen kimse cemaata hutbe okuyarak
namazı kıldırır. Bu mesele açıktır. Fakat abdesti bozularak yalnız namaz
kıldırmak için geçirirse bu, ya namaza başladıktan sonra veyahut önce ölür.
Namaza başladıktan sonra olursa kendisine uyması sahih olan her şahsı yerine
geçirebilir. Fakat namazdan önce hutbeden sonra olursa kendisi.ne uyma ehliyeti
ile beraber halîfenin hutbenin tamamında veya bir kısmında bulunması şarttır»
«Çünkü cumanın
eda zamanı muvakkat olduğundan çabuk geçer.» Bu ibare Hidâye'nin edebül-Kadî
bahsinden alınmıştır. Yani cuma namazı bir vakitle sınırlandırıldığı için vakit
geçmekle kaçırılmak tehlikesine maruzdur. Bu açıklamayı Dürer sahibi Hidâye'
şerhinden nakletmiştir. Demek oluyor ki, bu hal istihlâfa delâleten izin
sayılır. Çünkü memura hastalık ve abdestinin bozulması gibi namaza mani haller
ârız olabileceğini bilir. Nitekim Bedayi'de böyle denilmiştir. Kaza böyle
değildir. Zira o her zaman yapılabilir. Binaenaleyh kaza için verilen emir
delâleten istihlâfa izin sayılamaz. Kâdı'l-Kudât Muhibbiddin ibni Cürübaş Bahır
sahibinin üstadlarının üstadlarından biridir. H.
«İzin ancak
mescid yapılırken şarttır.» Bu sözün neticesi şudur: Sultanın izni ancak işin
başında bir defa şarttır. O, cumayı kıldırmak için bir şahsa izin verdi mi o
şahıs da başkasına o da başkasına ilh... izin verebilir. Maksat, sultan bir
camide cuma kılınmasına izin verdi mi artık orada her şahıs veya her hatip cuma
kıldırmağa mezundur. "Sultanın yahut sultan tarafından mezun olan kimsenin
iznine hacet yoktur" demek değildir. Ama İbn-i Cürübaş'ın ibaresi bu vehmi
vermektedir. Bizim bu söylediklerimize İbn-i Cürübaş'ın Bahır'da nakledilen şu
ibaresi de delâlet etmektedir: «Bunu öğrendikten sonra anlarsın ki zamanımızda
yapılanlar bununla bağdaşır. Yeni yapılan bir camide cuma kılınmak için
sultandan izin, alınır. Ve sultanın cami sahibine orada cuma kıldırmak için
izin vermesi, cami sahibinin de tayin edeceği hatibe izin vermesini sahih
kılar. Artık bu hatip de icabında yerine başkasını geçirmeye mezundur.
Bunun hülâsası
şudur: Cuma kıldırmak ancak vasıtalı veya vasıtasız olarak sultan tarafından
mezun kimseye caizdir. İzin yoksa caiz değildir. Nitekim şârihin Sirâciye'den
naklen beyan ettiği sözlerde bu açıktır. Evet, İbn-i Şilbî'nin fetevasında şârihin
iham ettiğini îham eden sözler vardır. Çünkü kendisine şöyle bir sual
sorulmuştur: «Bir hududda hatipleri olan camiler bulunsa fakat hiçbir hatibin
açık olarak sultandan izni olmasa yalnız sultan bu hududu ve oradaki camilerde
cuma ve bayram namazları kılındığını bilse bu delâleten izin sayılır mı?» İbn-i
Şilbî bu suale şu cevabı vermiştir: «Müslümanların işleri doğruya yorumlanır,
âdet öyle cereyan etmiştir ki, bir kimse bir cami yaptırır da orada cuma
kıldırmak isterse hükümdardan izin ister. İlk defa izin çıkdı mı artık bununla
maksat hâsıl olmuştur. Ondan sonraki izin de verilmiş sayılır.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır. Lâkin bu sözü yukarıda geçene hamletmek mümkündür.
Yani ikinci defa sultanın iznişart değildir. Belki her hatip ilk alınan izinle
iktifa ederek yerine başkasını geçirebilir. Allah'u âlem.
METİN
Zeyleî'nin
kaydettiği sözün delili yoktur. Molla Hüsrev ve diğerlerinin söylediklerini ise
ibn-i Kemâl hususi bir risale ile reddetmiş; o risalede izin şartı olmaksızın
cuma kılmanın caiz olduğuna delil getirmiş; fakat çok iyi yapmış; birçok
faydalardan bahsetmiştir.
Mecmua'l
Enhur'da, «İstihlâf bizim zamanımızda mutlak surette caizdir. Çünkü
dokuzyüzkırkbeş tarihinde umumi izin çıkmıştır. Fetva buna göredir»
denilmektedir.
İZAH
Zeyleî'nin
kaydettiği «istihlâf yapması caiz değildir» sözünün delili yoktur. Meğer ki
hatibin abdesti bozulsun. Bahır'da, «bu sözün delili yoktur. Ulemanın
ibarelerinden anlaşılan mutlak caiz olmasıdır» deniliyor.
Ben derim ki: Bu
hususta Zeyleî'ye Dürer sahibi molla Hüsrev de tâbi olmuştur. Nitekim yukarıda
arzetmiştik. Lâkin Molla Hüsrev daha sonra kendi sözünü nakzederek «Hatipden
başkası cuma kıldırmamalı; çünkü hutbe ile cuma birşey gibidir. Onları iki
kimse icra etmemelidir. Ama yapılırsa caizdir» demiştir. Bu ise hatibin
istihlâf yapmasıyle (yerine başkasını geçirmesiyle) olur. Molla Hüsrev bundan
sonra şunu da söylemiştir: «Sultanın izniyle bir çocuk hutbe okur da bülûğa
ermiş biri namazı kıldırırsa caiz olur. Hülâsa'da böyle denilmiştir.
Risalesinde Şurunbulâlî diyor ki: "İşte bu söz, abdesti bozmaksızın ve
namaza başlamadan namaz için istihlâfın caiz olduğuna onun tarafından nastır.
Nitekim bu gibi nasları evvelce beyan etmiştik.» Bu ifade söz götürür ki ondan
bâbın sonunda bahsedeceğiz.
T E N B İ H :
Bazıları Zeyleî namına cevap vererek «Onun sözü, "zarurette yerine birini
geçirmek caizdir" kavline göredir» demişlerse de bu cevap doğrusu
şaşırtıcıdır. Zira zarurette birini kendi yerine geçirmek caizdir sözü,
bildiğin gibi ibn-i Kemâl paşaya aittir. Metinde zikredilen üç kavil ise
mezhebin nakledilmiş kavilleri olmayıp Zeyleîden sonraki müteehhirin ulemanın
ihtilâfıdır. Bunlardan birine Zeyleî'nin sözü nasıl binâ edilebilir! Kaldıki
zaruretten dolayı yerine birini geçirmenin şart kılınması yalnız hutbe içindir.
Namaz için değildir. Nitekim İbn-i Kemâl'in ibaresinde arzetmiştik, Burada
sözümüz namaz hakkındadır. Zira abdest bozulması hutbe için birini yerine
geçirmeyi icab etmez. Hutbe abdestsiz de sahih olur.
«Molla hüsrev ve
diğerlerinin» söylediklerinden murad; «Hatip yerine başkasını geçiremez. Meğer
ki bu hak kendisine havale edilmiş olsun» ifadesidir. H.
Ben derim ki:
Metindeki ilk kavil budur. Bunu ibn-i Kemal reddettiği gibi Münye şârihi,
Bahır, Nehir, Mineh ve İmdâd sahipleri ile daha başkaları da reddetmişlerdir.
İbn-i Kemâl risalesinde sultandan izin olmaksızın cuma kıldırmanın caiz
olduğuna delil getirmiş; bu hususta bazı kavillere istinad etmiştir ki onlardan
biri de Hülâsa'nın şu ibaresidir: «İmamlık fermanında istihlâf kaydı olmasa
bile imam yerine birini geçirebilir.»
Münye şerhinde
«hiçbir inkar eden bulunmaksızın ümmetin ameli buna göre olmuştur» deniliyor.
Evet, İbn-i Kemâl bu risalesinde istihlâf caiz olabilmek için zarureti şart
koşmuştur. Arzettiğimiz gibi metindeki ikinci kavil budur. Zamanımızda
yapılanların fasit olduğunu buna binaen söylemiştir. Zamanımızda yapılanlar;
sultanların camiye geldiklerinde hiç özürleri yokken cumayı kıldırmak için
yerlerine başkalarını geçirmeleridir. Şurunbulâlî bir risale ile İbn-i Kemâl'e
reddiye yazmış; bu risalede Tatarhâniye'nin Muhit'den naklettiği şu meseleyi
öne sürmüştür: «İmam hutbe okumak için başkasını yerine geçirir de kendisi dahi
hutbede bulunur ve onu azletmeden başka bir adama cumayı kıldırmasını emreder;
o da kıldırırsa caiz olur. Çünkü kendisi hutbe okunurken orada bulununca
hutbeyi bizzat okumuş gibi olur. Namazı kıldıran kişi birinci naibin hutbesinde
bulunarak susar do cemaata namazı kıldırır; o da bunun geldiğini bilirse
kıldırdığı namaz caizdir. Çünkü azlettiği anlaşılmadıkça o kimsenin üzerine
aldığı vazife de bâkidir.»
Şurunbulâlî «bu,
naibin huzurunda asilin namazı sahih olduğuna nâsdır. Zira azledildiğini bilir»
diyor.
Ben derim ki: Bu
da söz götürür. Çünkü birincisi onun naibi değildir. O vazifesinde bâkidir.
Zira «azlettiği anlaşılmadıkça» sözünün mânâs» «onu bilfiil azletmedikçe»
demektir. Yoksa azlettiğini bilmesi değildir. Aksi taktirde yukarıdaki
«geldiğini bilirse» ifadesi karşısında çelişkiye düşmüş olur. Reddiye hususunda
en açık söz Bedayi'de Nevâdir'den nakledilen şu ifadedir: «O kimse ikinci naib
geldiğini öğrenince azledilmiş olur. Ve ikinci naip birinciye hutbeyi
tamamlamasını emrederse caiz olur. Böyle yapmayıp tamamlayıncaya kadar susar;
yahut birincisi hutbeyi bitirdikten sonra gelirse cuma caiz olmaz. Çünkü bu
hutbe, azledilen sultanın hutbesidir. ikincisinin geldiğini bilmezse iş
değişir. Bu taktirde hutbeyi okur ve namazı kıldırır; birincisi de susarsa cuma
caizdir. Çünkü kendisi vekilde olduğu gibi ancak bilmekle azledilmiş olur» Bu
ifade. asil mevcut iken vekilin hutbesiyle namazının sahih olduğunu açık olarak
gösterir.
«Münyetü'l-Müftü»
de beyan olunduğuna göre bir kimse hatibin izni olmadan namazı kıldırırsa caiz
olmaz. Meğer ki kendisine cuma hakkında söz sahibi biri uymuş olsun. Şârihin
Sirâciye'den naklen söyleyecekleri de bunun gibidir.
«Umumi izin» den
murad, her hatibin yerine başkasını geçirebileceğine dair izindir. Yoksa
herkesin istediği mescidde hutbe okuması için izin değildir. H.
Ben derim ki:
Buna izin veren sultanın vefatından sonra o izin bugüne kadar devam etmez.
Meğer ki zamanımızın sultanı dahi kendisine izin vermiş ola. Nitekim ben bu
ciheti «Tenkihu'l - Hâmidiye» adlı eserimde beyan ettim. Bayram bâbında Münye
şerhinden naklen buna delâlet eden şeyler söyleyeceğiz.
Mecmaa'l-Enhur sahibinin
«fetva buna göredir» sözünden murad, herhalde zamanının uleması tarafından
verilen fetva olsa gerektir. Bu muteber bir sahihleme değildir. Çünkü onun
zamanı alimleri tashih ehlinden değillerdir.
METİN
Sirâciye'de şu
ibare vardır: «Bir kimse hatibin izni olmaksızın cuma kıldırırsa caiz olmaz.
Meğer ki kendisine cuma hakkında söz sahibi uymuş olsun. Nâfileyi cemaatla eda
lâzım gelmesi de bunute'yit eder.» Şeyhu'l-islâm bunu kabul etmiştir.
Bir şehrin vâlisi
ölür de cumayı onun halifesi veya emniyet âmiri yani siyasî hâkim yahut
kendisine bu hususta izin verilmiş olan kadı kıldırırsa caiz olur. Çünkü bu
gibi kimselere âmme işlerini havale etmek cuma kıldırmak hususunda delâleten
izin sayılır.
İZAH
Sirâciye'nin
ibaresinden anlaşılıyor ki, hatip hutbeyi kendisi okur da diğeri onun izni
olmadan namazı kıldırırsa caiz olmaz. Hatibin izni olmaksızın hutbe okuması da
böyledir. Çünkü Hâniye ve diğer kitaplarda şöyle denilmektedir: «Bir kimse
imamın izni olmaksızın hutbe okur; imam da orada bulunursa caiz olmaz.»
Yukarıda Tatarhaniye'den naklettiğimiz «Hutbede orada bulununca onu kendisi
okumuş gibi olur» sözü buna aykırı değildir. Çünkü orada hutbeyi okuyan bu
babta söz sahiplerinden idi. Nitekim arzetmiştik.
«Cuma hakkında
söz sahibi biri» ifadesi izinli hatibe de şâmildir. Çünkü ona uymak delâleten
izindir. Ama camiye gelir de ona uymazsa mezun sayılmaz. Yukarıda geçen
Hâniye'nin ibaresi buna hamledilir. Sonra imama uymadan camide bulunuşu izin
sayılmayınca bundan başkasının izinsiz hutbe okumasının caiz olmayacağı
evleviyetle anlaşılır. Bazılarının bundan cevaz anlaması buna muhaliftir. Bunu
Tahtavî söylemiştir.
«Nâfileyi
cemaatla eda lâzım gelmesi de bunu te'yit eder.» Yani ona uyduğu zaman caiz
olacağını te'yit eder. Şuna binaen ki, ona uyması, izin verdiğine delildir.
Çünkü o cemaat cumaya diye niyet etseler de şartı bulunmayınca namaz nâfile
olarak mün'akit olur. Söz sahibi zatın o imama uyması izin sayılmasa bundan o
cemaatla birlikte kendisinin de nâfileyi cemaat olarak eda etmesi lâzım gelir.
Halbuki bu caiz değildir. Müslümanın işi ancak kemâle hamlolunur. Binaenaleyh
imama uyması onun filine cevaz vermek sayılır. Zira icazet lâhika izn-i sâbık
gibidir (yani sonradan müsaade etmek baştan izin vermek gibidir). Bunun benzeri
Fuzûlî'nin nikâhıdır. Bir kimse fuzuli birinin kıydığı nikâhı fiilen caiz kabul
ederse nikâh sahihtir. Ama mücerret orada bulunup da akit esnasında susarsa bu
onun razı olduğuna delalet etmez.
Valinin fitne
sebebiyle camiye gelememesi de Ölümü gibidir. Bedayi. Cuma hususunda emniyet
amiri veya siyasî hakimden murad, o beldenin amiridir. Buharâ amiri gibi. Fakat
bunun o zaman insanlarının adetine göre olduğu söylenir. Çünkü o zaman din ve
dünya işleri polise aitti. Bugün öyle değildir.
Musannıfın
«kendisine izin verilmiş olan kadı» diye kayıtlaması Hülâsa'da izinsiz kadının
cuma kıldıramayacağı beyan edildiği içindir. Orada şöyle denilmiştir: «Kadıya
cuma kıldırmak emir olunmamışsa kıldıramaz. Ama siyasî hâkim emir olunmasa da
kıldırabilir. Bu o zamanın örfüne göredir.
Zahiriye sahibi
diyor ki: «Günümüze gelince: Kadı cumayı kıldırabilir. Çünkü halifeler bunu
emrederler. Bazıları bununla şark ve garbın kadısı denilen Kadı'l-Kudât'ı
kasdettiğini söylemişlerdir. Bizim zamanımızda ise kadı ile siyasi hâkim bu işe
kimseyi tayin edemezler.»
Bahır sahibi
şunları söylemiştir: «Bu izaha göre Mısır'daki Kadı'l-kudât, hatipleri tayin
edebilir. Ve hiç bir izne de bağlı olmaz. Nitekim kendisine izin verilmese bile
kadılık için yerine birini halîfe tayin edebilir. Halbuki sultanın izni
olmaksızın kadının, yerine halife tayinine hakkı yoktur. Zira kadı'l-kudât
mevkiine tayin etmek delâleten buna izin vermektir. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de
açıklanmıştır. Bu iş paşa adı verilen Hâkimin tasdikine bağlı değildir. Lâkin
Tecnis'de bildirildiğine göre kadının tayini hakkında iki rivayet vardır. Bizim
memleketimizde şayet kadıya emir olunmamış ve fermana yazılmamışsa «caiz
değildir» rivayeti ile fetva verilir. Ama Tecnis'in sözünü «kadı'l-kudât tayin
etmemişse» diye yorumlamak mümkündür. O tayin ederse bunu söylemeye hacet
kalmaz. Nehir.
METİN
Şu halde Şam'daki
kadı'l-kudât'ın cuma kıldırmaya; sarahaten izin ve paşadan tasdik olmadan hatip
tayin etmeye hakkı var demektir. Ulema cumayı evvelâ beldenin amiri, sonra
siyasi hâkim, sonra kadı. sonra kadı'l-kudât'ın tayin ettiği hatip kıldırır
demişlerdir. Bu zikredilenler varken avam kısmının hatip tayini muteber
değildir. Fakat bunlar yoksa zaruretten dolayı onların tayini de caiz olur.
İZAH
Şârihimiz
Şam'daki kadı'l-kudât meselesini bildiğin gibi Bahır'ın sözünden almıştır.
Lâkin buna şöyle itiraz edilebilir: Buna hakkı olan kadı'l-kudât. Zahîriye'den
naklen yukarıda gördüğümüz gibi şark ve garp kadısıdır. Şam ve Mısır
kadılarının hakları ise bu umumi kadıdan alınmıştır. Bunların istihlâfa (yani
kendi beldelerinde yerlerine naip tayinine) hakları olmaları, cuma kıldırmak
için izin vermelerini icabetmez. O umumi kadı bunun hilâfınadır. Ona sultan,
din işlerini yoluna koymak ve diğer beldelerde kadılar tayin etmek için izin
vermiştir. Onun için de kendisine kadı'l-kudât (kadılar kadısı) denilmiştir.
Buna şu da delâlet eder ki, Osmanlı devletinde hatiplik vazifesi alan kimsenin
evrakı tasdik için mutlaka sultan tarafına gönderilmesi adet olmuştur. Eğer
kadının veya paşanın tayine hakkı olsa idi hatip tayin etmesi sahih olurdu.
Hasılı burada esas izindir. Bu da mezun tarafından bilinir. Şayet "Ben bu
hususta me'zunun" derse tasdik edilir. Çünkü mücerret kadılık veya amirlik
vazifesinin verilmesi müftabih kavle göre hatip tayini için izin değildir.
Nitekim Tecnis'den naklen yukarıda geçti. Meğer ki sultan o zamanlarda olduğu
gibi kendisine dünya ve ahiret işlerini havale etmiş olsun. Nitekim Mugrib ve
Zahîriye'den naklen görmüştük. Sonra Nehecü'n-Necat musannıfın risalesine
nisbet edilmiş olarak gördüm ki: «Şüphesiz bu ancak kendisine umumi işler
havale edilen kadı hakkında doğrudur. Ama mezhep imamının sahih olan kavliyle
hüküm vermek üzere sultanın bir beldenin kadılığını havale ettiği kimse
hakkında doğru değildir. Çünkü onun hakkında sarahaten veya delâleten bir izin yoktur»
deniliyor. Bu bizim söylediğimiz hususta açıktır. Allah'u âlem.
Şarih ulemanın
sözleriyle metnin ibaresini kayıtlamıştır. Zira metinde musannıf cuma
kıldıracakların tertibini beyan etmemiştir. Mânâ şudur: Cuma kıldıracak
kimseler bir kızıevlendirmek hususunda asabe olanların tertibi gibi sıralanır.
Ve evvelâ en yakın olan, o yoksa daha uzak ilh... geçirilir. Benim anladığım
budur. Bahır'ın Nüc'a'dan naklettiğinin ifadesi de budur. Lâkin siyasi hâkimi
kadıya tercih etmek.ulemanın cenaze namazında açıkladıklarına aykırıdır. Orada
"kadı siyasi hâkime tercih edilir" demişlerdir.
«Bu zikredilenler
varken avamın hatip tayini muteber değildir.» Yani "bu zikredilenler mezun
oldukları taktirde" demek istiyor. Nitekim yukarıda gördük ki bunlar umumi
izinle cuma kıldırmaya mezundular. Zamanımızda ise mezun değillerdir. Avamın
hatip tayini zaruret dolayısıyle caiz olur. Zarurete bir misal de sultanın bir
şehir halkını kendilerine zarar vermek için inat üzerine cuma kılmaktan
menetmesidir. Böyle bir zamanda halk kendilerine cuma kıldıracak birini tayin
edebilirler. Ama herhangi bir sebeple o şehri şehir olmaktan çıkarmak isterse
hatip tayın edemezler. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Bu satırlar
kısaltılarak Hülâsa'dan alınmıştır.
T E T İ M M E :
Mirâcü'd Dirâye'de Mebsut'dan naklen şöyle deniliyor: «Kâfirlerin elindeki
beldeler islâm beldeleridir. Harp beldeleri değildir. Çünkü kâfirler orada
küfrün hükmünü ortaya atmamışlardır. Belki oradaki kadılar, valiler
müslümandırlar; kâfirler onlara zaruret dolayısıyle yahut zaruretsiz itaat
ederler. Müslümanlar tarafından valisi olan her şehirde cuma namazı ile
bayramları kılmak ve had vurmak, kadı tayin etmek caizdir. Çünkü müslümanlar
kâfirleri istilâ etmişlerdir. Şayet valiler kâfir olurlarsa müslümanların cuma namazı
kılmaları caizdir. Kadı, müslümanların seçimi ile kadı olur. Ve müslümanlara
kendilerine müslüman bir vali aramak vacip olur»
METİN
Mina'da cuma
namazı yalnız hac mevsiminde caizdir. Çünkü halife yahut Hicaz veya Irak yahut
Mekke emiri oradadır. Mina'nın çarşı ve sokakları vardır. Halifenin misafir
olduğu binaların hepsi öyledir. Mina'da bayram kılınmaması tahfif içindir.
Mevsim emirinin cuma kıldırması caiz değildir. Zira hac işlerinde onun velâyeti
tam değildir. Ama kendisine izin verilmişse caiz olur.
Arafat'ta da cuma
kılınmaz; çünkü çöldür. Mezhebe göre bir şehirin birçok yerlerinde cuma kılmak
mutlak surette caizdir. Fetva buna göredir. Aynî'nin Mecma şerhi ile Fethu'l -
Kadîr'in imamlık bahsinde böyle denilmiştir. Sebebi güçlüğü defetmektir. Buradaki
terkedilen kavle göre cuma tahrimeyi önce yapanındır. Tahrime beraber yapılır
veya şüpheli kalırsa cuma fasit olur,
İZAH
Mina hacıların
toplantı yeri ve çarşılarıdır, Burada hac mevsiminden başka zamanlarda cuma
sahih olmaz. Çünkü bazı şartları yoktur. Halife en büyük sultandır. Kâmus.
Hicâz emiri ise Mekke'nin sultanıdır. Dürer'de' böyle denilmiştir. Yani Mekke
şerifi, Mekke Medîne. Tâif ve diğer Hicâz topraklarının hakimidir. Mezun
olduğuna göre hac mevsiminde Irak ve Bağdat emîri gibilerin bulunmasıyle de
Minâ'da cuma kılınır.
«Halîfe'nin
misafir olduğu binaların hepsi öyledir.» İnâye sahibi diyor ki: «Hıdâye'nin
sözünde halîfe ve sultan, velâyeti dahilinde dolaşırsa cuma günü uğradığı her
şehirde cuma kıldırması icabettiğine işaret vardır. Çünkü başkalarının imamlığı
ancak onun emri ile caiz olur. Kendisinin imam olmasıyolcu bile olsa
evleviyette kalır.»
Ben derim ki: Bu
sözün muktezası şudur: Musannıfın ibaresindeki «Mina'da caizdir» sözü.
"vaciptir" mânâsınadır. Halbuki cumanın vacip olmasının şartlarından
biri mukim olmaktır. Halîfenin orada imam olmasının caiz görülmesinden
yolculuğunda dahi cuma kıldırmanın kendisine vacip olması lâzım gelmediği gibi
cumayı kıldırmak için mukim olan birine emir etmesi de lâzım gelmez. Keza
uğradığı şehrin kendi velayeti şehirlerinden olması o şehire varmakla mukim
sayılmasını gerektirmez. Mukim sayılması ancak zaif bir kavle göredir ki, biz
onu geçen bâbta söylemiştik.
Sonra gördüm ki,
el'Havaşi's - Sa'diye sahibi buna itirazla şöyle demiş: «Hidâye sahibinin
"Halife velâyeti dahilinde dolaşırsa uğradığı her şehirde cuma kıldırması
icabeder" sözünün, iddiasına delâleti zâhir değildir.» Bundan anlaşılır ki
musannıfın ibaresindeki «caizdir» sözü kendi mânâsındadır (vaciptir mânâsında
değildir). Fethu'l - Kadîr'in şu sözü de buna delildir: «Halîfe hac seferinde
niyet etse bile sefer ancak terketmesi hususunda ruhsattır. Cumanın sahih
olmasına mani değildir».
«Mina'da bayram
kılınmaması tahfif içindir» yani orada bayram kılınmaması şehir olmadığı için
değil, hacılara kolaylık içindir. Çünkü o gün onlar taş atmak, tıraş olmak ve
kurban kesmek gibi hac işleriyle meşgul olurlar. Cuma böyle değildir. O her
sene taş atma günlerine tesadüf etmez. Bayram her sene bu şekilde olur. Sirâc.
Keza cuma öğle vaktinin sonuna kadar devam eder. O vakte kadar ekseriyetle
hacılar hac işlerini bitirmiş olurlar. Bayramın vakti böyle değildir. Bu sözün
muktezası şudur: Mina'da cuma kılınırsa mukim olan Mekke'liler hacca
çıktıklarında onlara da vacip olur. Münye şerhinde bahsedilen buna muhaliftir.
Belki zâhire göre cumayı kılmaları onlara vaciptir.
TENBİH: Ta'lilin
zâhirinden Mekke'de bayram kılmanın vacip olduğu anlaşılıyor. Bîrî, kurban
bahsinde kendisinin ve yetişdiği ulemanın Mekke'de bayram namazı kılmadıklarını
söylemiş; «AIIah'u âlem acaba bunun sebebi nedir?» demiştir. Ben derim ki:
İhtimal sebep, kıldırmak vazifesiyle mükellef olan zatın hac için Mina'da
bulunmasıdır.
«Mevsim emirinin
cuma kıldırması caiz değildir.» Mevsim emirine «Emir-i hâc» derler. Nitekim
Mecma'al - Enhur'da beyan edilmiştir.
Ben derim ki:
Osmanlı padişahlarının adeti Şam emirinden ayrı olarak yalnız hac işlerinin
tedvir için bir emir göndermek idi. Şimdi Şam emiri ile hac emirini
birleştirdiler. Buna göre mevsim emiri ile Irak emiri arasında fark yoktur.
Çünkü ikisinin de umumi velâyetleri vardır. Umumi velâyetine göre kendi
memleketinde cuma kıldırmaya salâhiyeti varsa Mina'da kıldırmaya da vardır.
Sadece hac emiri olan böyle değildir. Bu söylediklerimizi şarihin başkalarına
teb'an «zira hac işlerinde onun velâyeti tam değildir» sözü izah etmektedir.
«Mezhebe göre bir
şehrin birçok yerlerinde cuma kılmak mutlak surette caizdir.» Yanı şehir büyük
olsun küçük olsun, ortasından Bağdad'da olduğu gibi büyük nehir geçsin
geçmesin; köprüsü kaldırılsın kaldırılmasın; cuma iki veya fazla mescidde
kılınsın farketmez. Fethu'l-Kadîr'den bu anlaşılır. Bunun muktezası; çokluğun,
ihtiyaç miktarı olması lâzım gelmemektir. NitekimSerahsî'nin aşağıdaki sözü
buna delâlet etmektedir.
İmam Serahsi
şöyle demiştir; «Ebû Hanîfe'nin mezhebinden sahih rivayete göre bir şehrin bir
veya fazla mescidinde cuma kılmak caizdir. Biz bununla amel ederiz. Zira «cuma
ancak şehirde kılınır» hadisi mutlaktır. Yalnız şehiri şart koşmuştur.
Bu
söylediklerimizle Bedayi'nin sözü hükümsüz kalır. Bedayi'de; «Zahir rivayete
göre cuma bir şehirde iki yerde caiz olur. Fazlasında caiz değildir. İtimat
bunadır» denilmiştir. Zira mezhebimize göre mutlak surette caizdir. Bahır.
«Sebebi, güçlüğü
defetmektir.» Çünkü "bir yerde kılınması lazımdır" denilirse bunda
açık açık güçlük vardır. Cumaya gelenlerin ekserisinin uzun mesafe yol
yürümesini gerektirir. Halbuki müteaddit yerlerde kılınmasının caiz olmadığına
delil yoktur. Bilâkis zaruret meselesi böyle bir şart bulunmamasını gerektirir.
Bâhusus şehir bizimki gibi büyük olursa böyle bir şart bahis mevzuu olamaz.
Nitekim Kemâl de böyle demiştir. T.
«Buradaki
terkedilen kavil» yukarıda Bedayi'den naklettiğimiz «İki yerden fazlasında caiz
değildir» sözüdür. Mezkur kavle göre cuma tahrimeyi önce yapanındır. Bazıları
«namazı önce bitirenindir» demiş; bir takımları önce tahrime yapıp önce
bitirenin olduğunu söylemişlerdir. Birinci kavil daha sahihtir. Bunu Kınye'den
naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yani bu kavil terkedilen kavil sahibince daha
sahihtir. Hılye sahibi şöyle diyor: «Ben şeyhimize (yani Kemâl'e) bu bâbta yazı
ile müracaat etmiştim. Bana şu cevabı yazdı: Önceliğin, çıkmakla itibara
alınacağında bence şüphe yoktur. Onunla birlikte namaza giriş de itibara
alınacak mıdır. Hatırımda tereddüt hasıl etmektedir. Çünkü "şöyle
geçti" sözü, "tamamı önce vücut buldu" mânâsına da,
"bitmesi önce oldu" mânâsına da kullanılabilir.
METİN
Binaenaleyh cuma
namazından sonra âhir zuhru kılar. Bunların hepsi mezhebin hilâfınadır. İtimada
şayan değildir. Nitekim Bahır'da yazılmıştır. Mecma'al-Enhur'da ise matluba
nisbet edilerek: «En ihtiyatı "vaktine eriştiğim son öğlene" diye
niyet etmelidir» denilmiştir.
İZAH
Şârihin, âhir
zuhur meselesini terkedilen kavil üzerine tefri etmesi, tercih edilen «bir
şehirde müteaddit yerlerde cuma kılınabilir» kavline göre âhir zuhur
kılınmayacağını gösterir. Şuna binaen ki, yukarıda Bahır sahibinin «cuma farz
değildir zannedilir korkusuyla ben defalarca bununla fetva verdim» sözünü
nakletmişti. Bahır sahibi «Ahir zuhuru kılmakta ihtiyat yoktur, Çünkü iki
delilin kuvvetli olanıyle amelden ibarettir» demiştir.
Ben derim ki: Bu
ifade söz götürür. Belki ihtiyat olan onu kılmaktır. Bu, mesuliyetten yüzdeyüz
çıkmak mânâsına gelir. Zira müteaddit yerlerde kılmanın caiz olması delil
itibariyle daha kuvvetli olsa da bunda kuvvetli bir şüphe vardır. Çünkü Ebû
Hanife'den hilâfı da rivayet edilmiş; bu rivayeti Tahavî, Timurtâşî ve Muhtar
sahibi tercih etmişlerdir; Attâbi ise onu daha zâhir bulmuştur. İmam Şâfiî'nin
mezhebi bu olduğu gibi İmam Malik'in meşhur olan kavli ve imam Ahmed'den
rivayetedilen iki kavilden biri de budur. Nitekim Makdisî bunu «Nuru'ş-Şem'a fî
Zuhuru'l - Cum'a» adlı eserinde zikretmiştir. Hattâ Şâfiîlerden Subkî, ekser
ulemanın kavli bu olduğunu müteaddit yerlerde cuma kılmanın caiz olduğu hiçbir
sahibi veya tabiîn'den nakledilmediğini söylemiştir. Biliyorsun ki Bedayi'de
«zahir rivayet budur» denilmiştir. Münye şerhinde Cevâmiu'l - Fıkıh'tan naklen
«bu kavil İmam-ı A'zam'dan gelen iki rivayetin en zahir olanıdır» denilmiştir,
Nehir ile el'Hâvi'l-Kudsi'de «fetva bunun üzerinedir» denilmektedir.
Râzî'nin
tekmilesinde de : «Biz bununla amel ederiz» ibaresi vardır. Şu halde bu kavil
mezhepde itimat edilen bir kavildir. Zaif bir kavil değildir. Onun içindir ki,
Münye şerhinde «İhtiyat olan birinci rivayettir. Çünkü müteaddit yerlerde caiz
olup olmadığı hilâfı kuvvetlidir. Cevazın sahih oluşu fetva zaruretinden
dolayıdır ki takva için ihtiyatın meşruluğuna mâni değildir» denilmiştir.
Ben derim ki: Bu
kavlin zaif olduğu teslim edilse bile onun hilâfından kurtulmak evlâdır. Bunca
imamların hilâfından nasıl kurtulunmaz! Müttefekunaleyh bir hadiste «Her kim
şüphelerden korunursa dinini ve ırzını kurtarmıştır» buyurulmuştur. Onun için
ulemadan biri hiç namazını bırakmayan birinin ömrü boyunca bütün namazlarını
kaza etmesi hakkında «Mekruh değildir. Çünkü bu ihtiyatla ameldir» demiştir.
Kınye'de ise «namazlarında müctehitlerin hilâfı varsa bu daha iyidir»
denilmektedir. Bize yukarıda naklettiğimiz hilâf kâfidir. Makdisi'nin Muhit'den
nakline göre Şehir hükmünde olduğunda şüphe edilen her yerde cumadan sonra
cemaatın ihtiyaten âhir zuhur niyetiyle dört rekat namaz kılmaları gerekir.
Tâki cuma namazı yerini bulmamışsa son öğleyi kılmakla vaktin farzını eda etmiş
olsunlar. Kâfi'de de bunun benzeri sözler vardır.
Kınye'de beyan
olunduğuna göre Merv denilen şehirde iki yerde cuma kılınıp kılınmayacağı
hususunda ulema ihtilâf ettikleri vakit imamları cumadan sonra dört rekat âhir
zuhur kılmalarını halka ihtiyaten vacip olmak üzere emretmişlerdir. Bu hadiseyi
Hidâye şarihlerinden birçoklarıyla diğerleri nakletmiş ve ele almışlardır.
Zahîriye'de namaz borcundan yüzdeyüz kurtulmak için Buhâra ulemasının bunu
tercih ettikleri bildirilmiştir. Sonra Makdisî Fetih'den naklen, «bir kimse
bulunduğu yerin şehir olduğunda tereddüt eder veya o yerin bir kaç mescidinde
cuma kılınırsa cumadan sonra "vaktine erişip edası müyesser olmayan son
farza niyet ettim" diyerek dört rekat namaz kılmalıdır» demiştir.
Muhakkıklardan ibn-i Cürübaş da bunun benzerini söylemiş sonra şöyle demiştir:
«Bunun faydası mevhum veya muhakkak olan hilâftan çıkmaktır. Şayet, müteaddit
yerde kılınan cuma sahih ise bu kılınan namaz zaruri olmayan bir faydadır.»
Bundan sonra yapılmaması vehmini veren sözleri sıralamış bunları en güzel
şekilde defetmiştir. Nehir'de beyan edildiğine göre Âhir zuhurun mendup
olduğunda tereddüt etmemek gerekir. Bu, «cuma müteaddit mescidlerde
kılınabilir» diyen kavle göre hilâftan kurtulmak içindir. Bâkânî şerhinde,
«sahih olan kavil budur» denilmiştir.
Hasılı: cumadan
sonra bu dört rekatın kılınması gerektiği sabit olmuştur. Şimdi bu dört rekatın
vacip mi yoksa mendup mu olduğunu tahkik kılmıştır.
Makdisi şöyle
diyor: «İbn-i Şıhne dedesinden naklen mendup olduğunu söylemiş ve bundan
şöylebahsetmiştir: Âhir zuhuru mücerret tevehhüm edildiği zaman kılmalıdır.
Şayet şek edilir veya cumanın sahih olup olmadığında da şüpheye düşülürse
zâhire göre onu kılmak vacip olur. İbn-i Şıhne Üstadı Kemâl bin Hümâm'dan da bu
mânâda sözler nakletmiştir. Bu namazın sünnet yerini tutup tutmadığı bununla
anlaşılır. Ve şek edilirse sünnet yerini tutmaz; şek edilmezse tutar denilir.
Bu tafsilâtı Timurtaşî'nin «mutlaka lâzımdır» demesi ile Kınye'nin mezkur sözü
de te'yit eder.» Bu makamın tahkiki Makdisî'nin risalesindedir. İmdâda'l -
Fetah'da bundan bir nebze bahsedilmiştir. Bizim bu hususta sözü uzatmamızın
sebebi, şarihin Bahır sahibine uyarak âhir zuhur mutlaka kılınmamalı vehmini
veren sözlerini defetmektir. Evet âhir zuhuru kılmak bir mefsedete müncer
olacaksa âşikâr olarak kılınmaz. Ama sözümüz mefsedet olmadığına göredir. Onun
için Makdisî. «Biz bu namazı bu avam gibi emir etmiyoruz. Belki onu havasa
gösteriyoruz. Velev ki onlara nisbetle olsun!» demiştir. Allah'u âlem.
METİN
Çünkü öğlenin ona
vacip olması vaktin sonundadır. Dikkatli ol!
Üçüncüsü; öğlenin
vaktinde kılınmaktır. Öğle vaktinin çıkmasıyle cuma mutlak surette bâtıl olur.
Velev ki uyku veya kalabalık özrü ile lâhik olsun. Mezhep budur. Çünkü vakit
edanın şartıdır. İftetahın şartı değildir.
İZAH
Öğlenin vaktinin
sonunda vacip olması hususunda Hılye sahibi şunları söylemiştir: «Bu ta'lil söz
götürür. Çünkü mezhebe göre öğle namazı güneşin zevale ermesiyle ikindiye kadar
devam eden geniş bir zamanı kaplamak üzere vacip olur. Şu kadar var ki sebep,
edanın bitiştiği vakit cüz'üdür.
Bir kimse öğleyi
vaktin sonuna kadar eda etmezse vaktin son cüzü sebep olarak taayyün eder.»
Ben derim ki:
Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Mecmaa'l-Enhur sahibinin, «En ihtiyat»
demesi âhir zuhura niyet ederken «Vaktine eriştiğim âhir zuhura niyet ettim»
ifadesini kullanması «edası üzerime vacip olan» yahut «zimmetimde sabit olan
âhir zuhura» diye niyetlenmekten daha ihtiyatlıdır. Çünkü cuma namazının sahih
olmadığı anlaşılırsa bu tabir âhir zuhuru ifade etmez. Zira öğlenin edasının
vacip olması yahut zimmetinde sübûtu ancak vaktin sonunda veya vakit çıktıktan
sonra olacaktır. Evet, «Bana vacip olan» derse ahir zuhuru ifade eder:
Çünkü namazın
vacip olması vaktin girmesi iledir. Edasının vacip olması öyle değildir. Tavzih
nâm usul-ü fıkıh kitabında vücup ile vücup eda arasındaki farkın tahkiki
yapılmıştır. Lâkin evla olan bu niyete «Kılamadığım» yahut «eda edemediğim»
sözünü ilâve etmektir. Nitekim Fetih'den nakli yukarıda geçmişti (yani
"niyet ettim Allah rızası için vaktine erişip hâtâ edası müyesser olmayan
âhir zuhura" diye niyetlenmelidir). Çünkü üzerinde kalmış son öğle varsa
kıldığı bu cuma sahih olduğu taktirde âhir zuhur o öğlenin yerine geçer. Bu
ziyadeyi yapamazsa son öğle yerine geçmeyip nâfile namaz olur. Zira eriştiği
son öğle, cuma gününün öğlesidir. Yukarıda gördük ki asıl itibariyle cuma günü
vakit bize göre öğlenindir. Buna imam Züfer muhaliftir. Keza "o kimseden
cuma gününün öğlesi cuma namazı ile sâkıt olmuştur" dersen, perşembe günü
yetiştiği öğledensonra bu öğle en son öğle namazı olur. Binaenaleyh daha önce
kazaya kalan öğleye şâmil olmaz. Meğer ki «kılmadığım» tabirini ziyade etmiş
ola! İhtimal şârih «dikkatli ol» sözü ile buna işaret etmiştir.
T E T İ M M E :
EI'Münyetü's - Sağîr şerhinde şöyle denilmiştir: «Evla olan, cumadan sonra
sünnetini bu niyetle yani "vaktine erişip edası müyesser olmayan âhir
zuhura" diye niyetlenerek kılmaktır. Ondan sonra iki rekat vakit sünneti
kılınır. Şayet cuma namazı sahih olmuşsa sünneti de lâzım geldiği gibi kılınmış
olur. Cuma sahih değilse öğleyi sünnetiyle kılmış olur. Üzerinde kaza namazı
yoksa bu dört rekatta fatihadan sonra sure okumalıdır, Namaz farz yerine bile
geçse sure okumak zarar etmez. Namaz nafile ise zaten her rekatında sure
vaciptir». Demek istiyor ki, üzerinde kaza borcu varsa son rekatlarda sure
ilâve etmez. Çünkü bu dört rekat herhalde farzdır.
Ben derim ki:
Bunun hülâsası şudur: Cuma namazından sonra on rekat namaz kılınır. Bunun dört
rekatı sünnet, dört rekatı âhir zuhur. iki rekatı da vaktin sünnetidir. Yani
farz öğle namazı olmak ihtimaline göre iki rekat vakit sünneti kılınır ve bu
iki rekat son sünnet yerine geçer. Zâhire göre cuma namazı sahih olursa kılınan
âhir zuhura niyet etmek cumanın dört rekat sünneti yerine geçer. Zira itimat
edilen kavle göre sünnetlerde tayin şart değildir. Cuma sahih değilse farz
öğledir. Ve cumadan evvel kılınan dört rekat öğlenin ilk sünneti yerine geçer.
Lâkin araya giren cuma namazı ve hutbe uzun zaman aldığı için dört rekat daha
kılınır. Binaenaleyh evlâ olan on rekat kılmaktır.
«Dikkatli ol!»
bazı nüshalarda bu sözün yerine «Kınye» denilmiştir. Bu da doğrudur. Çünkü
zikredilen söz nassan Kınye'nin ibaresidir.
Cumanın üçüncü
şartı, öğle vaktinde kılınmasıdır. Burada şöyle bir sual varit olabilir: Vakit
sebeptir, şart değildir. Ve diğer namazlarda da mutlaka lâzım mıdır? Cevap :
Vakit vücubunun sebebi, eda edilen namazın sahih olmasının şartıdır. Vaktin
cuma için şart olması, başka namazlara şart olması gibi değildir. Çünkü vaktin
çıkmasıyle cuma namazının ne eda ne de kaza olmak üzere sahih olması mümkün
değildir. Sair namazlar böyle değildir. Sa'diye.
«Öğle vaktinin
çıkmasıyle cuma namazı mutlak surette bâtıl olur.» Yani velev ki teşehhüt
miktarı oturduktan sonra çıksın. Nitekim sabah namazı kılarken güneş doğarsa
hüküm budur. Bunu oniki meselelerde beyan etmiştik.
«Mezhep budur»
sözü, Nevâdir'in ifadesine reddiyedir. Nevâdir'de şöyle denilmiştir: «İmama
uyan kimseyi cemaat sıkıştırır da imam namazdan çıkıncaya kadar rükû ve secdeye
imkân bulamaz; ikindinin vakti de girerse o kimse cumayı kıraatsız olarak
tamamlar.» Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
METİN
Dördüncüsü; vakit
içinde hutbe okumaktır. Vakitten önce hutbe okur da vakit içinde namazı kılarsa
sahih olmaz.
Beşincisi;
hutbenin namazdan önce okunmasıdır. Zira bir şeyin şartı o şeyden öncedir.
Hutbekendileriyle cuma kılınabilecek cemaat huzurunda okunur. Velev ki sağîr
uykuda olsunlar, Hatip yalnız başına hutbe okursa esah kavle göre caiz olmaz.
Nitekim Zahîriye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Çünkü zikre koşmak
emri, ancak onu dinlemek için verilmiştir. Emir olunanlar ise cemaattır. Hülâsa
sahibi bir kişinin kâfi geleceğine kesinlikle kail olmuştur. Farz olan hutbe
için hutbe niyetiyle bir tahmid, bir tehlil veya bir tesbih kâfidir. Yalnız
mekruhtur. İmâmeyn. «Mutlaka uzun bir konuşma lâzımdır. Bunun en azı vacip olan
teşehhüt miktarıdır" demişlerdir.
İZAH
Vakit içinde
hutbe okumak tabiri Kenz'in «cumadan önce hutbe okumak» demesinden daha
güzeldir. Çünkü onun sözünde hutbenin vakit içinde okunması şart olduğuna
işaret yoktur.
T E N B İ H :
Bahır'da Mücteba'dan naklen şöyle denilmiştir: «Hatibin cumada imamlık yapmaya
ehil olması şarttır.» Lâkin bu sözden önce buna aykırı konuşmak ve, «ulemanın
tefri ettikleri meselelerden anlaşılıyor ki imamın aynı zamanda hatip olması şart
değildir. Hülâsa'da açıklandığına göre sultanın izniyle bir çocuk hutbe okuyup
bâliğ bir adam da cuma namazını kıldırsa caiz olur» demişti. Şârih ileride bu
kavlin muhtar olduğunu söyleyecektir,
T E T İ M M E :
Musannıf namazın sıfatı bâbında hutbenin arapça olmasının şart koşulmadığını
söylediği için burada bu kayda lüzum görmemiştir. İmam-ı A'zam'a göre arapçaya
kudreti olsa bile hutbeyi arapça okumak şart değildir. İmameyn buna muhaliftir.
Onlara göre arapça okumak şarttır. Meğerki arapça okumaktan aciz ola. Buradaki
hilâf namaza boşlamak hususundaki hilâf gibidir.
«Beşincisi
hutbenin namazdan önce okunmasıdır.» Bu sözden maksat; fazla ara vermemek
şartıyle önce okunmasıdır. Nitekim gelecektir. Bu her cuma kılan değil
tahrimesini cuma için yapan hakkında namazın mün'akit olmasının şartıdır. Onun
için ulema «İmamın abdesti bozulur da hutbeye yetişemeyen birini ileri
geçirirse caizdir. Çünkü o adam tahrimesini, yapılan bu tahrime üzerine binâ
etmiştir. Yerine geçen namazını bozsa kıyasa göre cemaata yeniden cuma
kıldırması gerekmez» demişlerdir. Lâkin ulema cevazı istihsanen kabul
etmişlerdir. Zira halîfe imam ilk imamın yerine geçince hükmen ona katılmıştır.
Şayet ilk imam namaza başlamadan abdestini bozar da hutbede bulunmayan birini
yerine geçirirse caiz olmaz. Bunu kısaca Fethu'l - Kadîr kaydetmiştir.
«Hutbe
kendileriyle cuma kılınabilecek cemaat huzurunda okunur.» Bunlardan murad; akıl
bâliğ erkeklerdir. Velev ki sefer veya hastalık sebebiyle mazur olsunlar. Yahut
sağır veya uykuda bulunsunlar. Bu son kayıtla musannıf cemaatın hutbeyi
işitmelerinin şart olmadığına işaret etmişlerdir. Orada bulunmaları kâfidir.
Hattâ hatipten uzak bir yerde bulunsalar veya uyusalar okunan hutbe kâfidir.
Zâhire bakılırsa hutbenin yakında olanlarca işitilecek kadar âşikâr okunması
şarttır. Elverir ki mâni bulunmasın. Münye şerhi.
«Hatip yalnız
başına hutbe okursa esah kavle göre caiz olmaz.» Hılye sahibi dahi Mirac ve
Mübtega sahiplerinin bunu sahihlediklerini söylemiştir. Bedayi ve Tebyin
sahipleriyle Münye şârihi kesinlikle buna kail olmuşlardır.
Hılye'de şöyle
denilmiştir: «Lâkin bu kavil üç imamımızdan nakledilen iki rivayetin biridir.
Diğerrivayete göre cemaat şart değildir. Hattâ hatip yalnız başına hutbe okursa
caizdir. Şeyhimiz (yani Kemâl) bu rivayete itimat ettiğini söylemiştir.
«Çünkü zikre
koşmak emri, ancak onu dinlemek için verilmiştir.» Nehir'de de böyle
denilmiştir. Ama buna şöyle itiraz edilebilir: Şart olan, dinlemek değil, orada
bulunmaktır. Nitekim yukarı da geçti. şu halde münasip olan; «çünkü cumaya
gitmekle memur olan cemaattır» demektir.
«Hülâsa sahibi
bir kişinin kâfi geleceğine kesinlikle kail olmuştur.» Nuru'l - izah sahibi de
bu yolu takibetmiş; şerhinde «Bizim bunu tercihimize sebep mantuk olmasıdır.
Mantuk mefhuma tercih edilir» denilmiştir. Yani fukahanın «cemaat huzurunda
okunması şarttır» demelerinden, bir kişinin huzurunda okunmasının sahih
olmadığı anlaşılır. Hülâsa sahibinin, «bir veya iki kişi gelir de hatip hutbe
okuyarak üç kişiye namaz kıldırırsa caiz olur» sözü mantuktur demek istiyor.
Fakat bu söz götürür. Çünkü cemaatın huzurunda okunmasının şart kılınması da
mantuktur. Zira cemaat içtimadan alınmadır. Binaenaleyh birliğe aykırıdır.
Cemaat şart kılınmıştır. Şart; kendisi bulunmazsa hüküm de bulunmayan şeydir.
«Hutbe niyetiyle
bir tahmid... Kâfidir» cümlesi ile musannıf hutbenin şartlarını beyan ettikten
sonra rüknünü beyana başlıyor. Çünkü «Allah'ın zikrine koşun!» ayetinde
emredilen zikir mutlak olup aza da çoğa da şâmildir. Peygamber (s.a.v.)'den
rivayet olunan hadis bu bâbta beyan olamaz. Zira zikir sözünde mücmellik
(anlaşılmazlık) yoktur. Yalnız bir tahmid veya tesbihle iktifa etmek mekruhtur.
Kuhistanî'nin ifadesinden anlaşıldığına göre buradaki kerahet, kerahet-i
tenzihiyedir.
«Hutbenin en azı,
vacip olan teşehhüt miktarıdır.» inâye'de «bu, Kerhî'ye göre üç ayet
miktarıdır. Ama teşehhüt miktarıdır yani "Et'tehıyyat'tan... abdühü
verasuluhu'ya kadar okuyacak miktarıdır" diyenler de vardır» denilmiştir.
METİN
Hatip aksırdığı
için veya şaşarak hamdederse mezhebe göre hutbe yerini tutmaz. Nitekim hayvan
keserken besmele meselesinde de öyledir, Lâkin kesilen hayvanlar bahsinde
musannıf bu hamdin hutbe yerini tutacağını söylemiştir.
Mezhebe göre
aralarında üç ayet okuyacak kadar oturarak hafif iki hutbe okumak sünnettir.
Bunları uzun surelerden birinden fazla uzatmak mekruhtur. Bu oturuşu terkeden
esah kavle göre isaet etmiş olur. Nasıl ki hutbede üç ayet miktarı okumayı
terketmek de böyledir. İkinci hutbeyi de âşikâr okursa da birinci kadar
değildir. Hatip hutbeye gizlice Eûzü çekerek başlar. Hulefâ-i Râşidîn-'i ve
Rasûlüllah (s.a.v.)'in iki amcasını anmak menduptur. Sultana dua etmek mendup
değildir.
İZAH
«Yahut şaşarak
hamdederse» yerine «yahut şaşarak tesbih ederse» dese daha iyi olurdu. T.
Aksırdığı veya
şaştığı için hamdetmesi mezhebe göre hutbe yerini tutmaz. Ama İmam-ı A'zam'dan
bir rivayete göre hutbe yerini tutar. H.
Kesilen hayvanlar
bâhsinde musannıf şöyle demiştir: «Bir kimse hayvan keserken aksırır da
elhamdülillah derse esah kavle göre bununla o hayvan helâl olmaz. Hutbe bunun
hilâfınadır.» Gerçekten bu ifadeden aksırık için yapılan hamdin; hutbe namına
kafi geleceği anlaşılmaktadır.
Halebî diyor ki:
«Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Bu söz yukarıda naklettiğimiz rivayete
göredir.» İki hutbenin sünnet olması yukarıda geçen «hutbe şarttır» sözüne
aykırı değildir. Zira sünnet olan cihet iki defa tekrarlanmasıdır. Şart ise
bunlardan biridir.
«Nasıl ki hutbede
üç ayet miktarı okumayı terketmek de böyledir.» Yani hutbede yalnız bir tesbih
veya tehlil ile iktifa etmek mekruhtur. Çünkü bunlar üç ayet miktarı uzun zikir
olmadıkları gibi vacip olan teşehhüt miktarı da değillerdir. Maksat, "üç
ayet okumayı terketmek mekruhtur" demek değildir. Çünkü Mültekâ, Mevâhib
Nuru'l - İzâh ve diğer kitaplarda açıklandığına göre ayet okumak hutbenin
sünnetlerindendir. İmdâd sahibi şöyle diyor: «Muhit'de bildirildiğine göre
hatip hutbede Kur'ân'dan bir sure veya âyet okur. Peygamber (s.a.v.)'in,
hutbesinde Kur'an okuduğuna dair haberler mütevatirdir. O'nun hutbesi bir sûre
veya ayetten hali kalmazdı.» Bundan sonra İmdâd sahibi sözüne şöyle devam
etmiştir: «Hatip. tam bir sûre okuyacağı zaman eûzü besmele çeker. Bir ayet
okursa bazılarına göre yine eûzü besmele çeker; Ekser ulema «Eûzü çeker;
besmele çekmez» demişlerdir, Hutbeden başka yerlerde Kur'an okumak hususundaki
ihtilaf da böyledir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bundan anlaşılır ki,
bir ayetle iktifa etmek mekruh değildir.
T E N B İ H :
Hatibin, ayeti okuyacağı zaman eûzü çekmezden önce «Allah şöyle buyurdu» demesi
adet olmuştur. Ondan sonra eûzü çekerek ayeti okur. Bu hareketi ile eûzünün de
okuduğu ayetten olduğunu îham eder. Bazı hatipler ise bundan çekinerek
«kalâllahû tealâ kelâmen etlühü ba'de kavli eûzübillâhi» derler. Mânâsı:
«Allahü Teâlâ bir ayet buyurdu ki onu eûzü çektikten sonra okuyacağım»
demektir. Lâkin, sünnet olan eûzü çekmenin bununla yerine gelmesi söz götürür.
Çünkü hatipten istenen eûzü çekmektir. Onun yaptığı ise eûzü çekmek değil,
lafzını murad ederek onu hikayeden İbarettir.
Bittabiî bu, eûzü
çekmeye aykırıdır. Binaenaleyh evlâ olan «Kalellahü Teâlâ» dememektir.
Üstadlarımızın üstadı Buharî şârihi Allâme İsmâil Cerrahî'nin bu mesele
hakkında bir risalesi vardır fakat o risalede ne dediği şu anda hatırıma
gelmiyor. Ona müracaat et.
Hatip birinci hutbeye
gizli olarak eûzü ile başlar. Sonra Allah'ü Teâlâya Hamdü sena eder. İki
şahadeti getirir ve Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirir. Vaaz eder. Hatırlatma
yapar ve Kur'an okur. Tecnis'de «ikinci hutbe de birinci gibidir. Şu kadar
varki onda vaaz yerine müslümanlara dua eder» deniliyor.
Bahır sahibi;
«Zâhirine bakılırsa ikinci hutbede de birincide olduğu gibi ayet okumak
sünnettir» demiştir.
T E N B İ H :
Bazı hatipler ikinci hutbede Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirirken yüzlerini
sağa sola çevirirler. Ben ulemadan böyle bir şey söyleyen görmedim. Öyle
görünüyor ki bu bir bid'attır. Terki lâzımdır. Tâ ki sünnet olduğu
zannedilmesin. Sonra Nevevî'nin Minhac'ında gördüm; şöyle diyor: «Hutbenin
hiçbir yerinde sağa sola bakılmaz. İbn-i Hacer, şerhinde bunun bid'at olduğunu
söylemiştir.» Bu bizde Bedayi'nin şu sözünden alınır: «Hatibin yüzünü cemaata;
arkasını kıbleyedönmesi sünnettir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bu şekilde hutbe
okurlardı.»
Rasûlüllah
(s.a.v.)'in iki amcasından murad; Hamza ile Abbas radıyellahu anhumâdır.
METİN
Kuhistanî bunu
caiz görmüştür. Ama Sultanı, ondan olmayan vasıfla anması kerahet-i tahrimiye
ile mekruh olur. Hatibin hutbe esnasında konuşması mekruhtur. Meğer ki iyiliği
emir babında konuşmuş olsun. Çünkü bu hutbeden sayılır.
Sünnetlerden
bazıları da hatibin minberin sağındaki maksuresinde oturmasıdır. Siyah
giyinmesi ve minbere çıktıktan namaza gidinceye kadar selâm vermeyi
terketmesidir. İmam Şâfiî «Minber üzerinde doğrulduğu vakit selâm verir»
demiştir. Müçtebâ.
İZAH
Kuhistanî'nin
ibaresi şudur: «Sonra zamanın sultanına adalet ve ihsan duasında bulunur. Onu
methederken, ulemanın küfür ve hüsran saydıkları şeylerden sakınır. Nitekim
"Tergib ve diğer kitaplarda da böyledir" denilmiştir.»
Şârih Kuhistanî
caiz görmüştür» sözüyle onun «sonra zamanın sultanına duada bulunur» ifadesini
mendup değil, caiz mânâsına almak lâzım, geleceğine işaret etmiştir. Çünkü
mendup, şer'î bir hükümdür. şer'î hüküm mutlaka bir delil ister. Gerçekten
Bahır'da da; «Bu müstehap değildir. Zira rivayete göre bu mesele Atâ'e sorulmuş
da; "Bu yeni çıkma bir şeydir. Eskiden Hutbe ancak hatırlatmadan
ibaretti" cevabını vermiştir» deniliyor.
Şârihin buradaki
söylediği imamlık bâbında söylediklerine aykırı değildir. Orada «sultana salah
duasında bulunmak vaciptir» demişti. Çünkü sözümüz hassatan hutbede duanın
müstehap olmaması hakkındadır. Hattâ hutbede dahi müstehap olmasına bir mâni
yoktur. Nasıl ki umum müslümanlara dua edilir, Zira Sultanın salâhı âlemin
salâhı demektir.
Bahır'daki «bu
yeni çıkmadır» sözü buna aykırı değildir. Çünkü bu zamanın sultanı kendisine ve
ümerasına salâh ve düşmanlarına zafer duasına daha muhtaçtır. Bazen bid'at
vacip veya mendup olur. Sabit olmuştur ki Ebû Musa El'aş'ari hazretleri Küfe
emiri iken hazret-i Ömer'e, Ebû Bekir (r.a.)'dan önce dua edermiş. bundan
hazret-i Ömer'e şikayet vâki olmuş. şikayetçiyi çağırmışlar Ömer (r. a) ona
sormuş: «Ben ancak senin Ebû Bekir'den önce zikredilmene karşı çıktım» demiş.
Bunun üzerine hazret-i Ömer ağlamış ve ondan afv dilemiş, Eshab-ı kiram o zaman
çokmuş. Onlar bid'ata karşı susmazlar. Meğer ki o bid'ata şeriatın kaideleri
şahit ola.
Eshaptan hiçbiri
duaya karşı çıkmamıştır. Onlar yalnız hazret-i Ömer' in önce zikredilmesine
itiraz etmişlerdir. Bir de minberlerde sultana dua etmek şu zamanda saltanatın
şiarı olmuştur. Onu terkeden hatibin mes'ul tutulacağından korkulur. Onun
içindir ki ulemadan biri şöyle demiştir: «Bunun terkinde ekseriyetle fitne
olduğu için "sultana dua etmek vaciptir" denilse fena olmaz. Nitekim
insanların birbirine ayağa kalkması hakkında bu denilmiştir.»
Zâhire bakılırsa
mutekaddimîn ulemanın bunu menetmeleri onların zamanında sultanın tavsifinde
ölçüsüz davranıldığı içindir. Meselâ sultana, Adil, Ekrem, Şehinşahu'l-Âzam,
Malik-i rikâb-ı ümemgibi tabirler kullanırlardı. Tatarhaniye'nin riddet
bahsinde beyan olunduğuna göre Saffar'a; «Bu caizmidir?» diye sormuşlar da;
«Hayır! Çünkü kelimelerinin bazısı küfür, bazısı yalandır» cevabını vermiştir.
Ebû Mansur da şunları söylemiştir: «Bazı icraatı zulüm olan padişaha bir kimse
"âdil" derse kâfir olur. Şehinşah kelimesi e'zamsız bile Allah
Teâlânın hasâisındandır. Kulları onunla vasıflamak caiz değildir. Malik-i
rikab-ı ümem'e gelince, bu bir yalandır».
Bezzâziye sahibi
«bu sebeptendir ki, Harzem imamları bayram ve cuma günleri mihraptan
uzaklaşırlardı» demiştir. Zamanımızda Osmanlı padişahlarına yapılan «Sultanu'l
- Berreyn ve'l - Bahreyn ve Hadimü'l - Haremeyn eş'Şerefeyn» gibi dualara
gelince; buna bir mani yoktur. Allah'u âlem.
Hatibin namazdan
evvel minberin sağındaki hücresinde oturması sünnetdir. Bahır'da beyan
edildiğine göre orada hücre yoksa o tarafta bir yerde oturur, Hutbeden önce
mihrapta namaz kılması mekruhtur. Hulefâ-i Raşidine ve asırlar boyunca
şehirlerde devam edegelen âdete uyarak siyah elbise giymesi de sünnettir. Bunu
EI'Havi'l - Kudsi'den naklen Bahir sahibi söylemiştir.
Ben derim ki:
Zâhire göre, bu hatibe mahsustur. Yoksa nassan bildirilen, cuma ve bayramlarda
herkesin en güzel elbisesini giymesidir. Mülteka şerhinin libas faslında beyaz
giymenin müstehap olduğu bildirilmekte, «Siyah da böyledir. Çünkü
Abbasoğullarının alâmetidir. Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye, başında siyah bir
sarık olduğu halde girmiştir» denilmektedir.
İbn-i Adiyy'in
bir rivayetinde, «Rasûlüllah (s.a.v.)'in siyah bir sarığı vardı. Onu bayramlarda
giyer; ve arkaya doğru sarkıtırdı» deniliyor.
Hatibin, minbere
çıktıktan namaza başlayıncaya kadar selâmı terk etmesi dahi sünnettir. Gariptir
ki Sirâc'da İmam minbere çıkıp cemaata karşı döndüğü vakit onlara selâm vermesi
müstehaptır. Çünkü minbere çıkarken cemaata arkasını dönmüştür» denilmiştir.
Bahır.
Ben derim ki:
Cevhere'de onun ibaresi şöyledir: «Selâm vermesinde bir beis olmadığı rivayet
edilir. Çünkü minbere çıkarken cemaata arkasını dönmüştür.»
METİN
Hutbe esnasında
abdestli bulunmak. avret yerini örtmek, ayakta durmak da sünnettir. Acaba hutbe
iki rekat namaz yerine geçer mi? Esah kavle göre geçmez. Bunu Zeyleî
söylemiştir. Belki sevap hususunda namazın yansı gibidir.
Hatip cünüp
olarak hutbe okusa da sonra yıkanıp namazı kıldırsa caiz olur. Eğer aralarını
ecnebi bir fiil ile ayırırsa bakılır; eğer evine dönerek yemek yer veya cimâ
ederek yıkanır da böylece ayırma işi uzarsa hutbeye yeniden başlar. Hülâsa.
Yani hutbe bâtıl
olduğu için yeniden okuması lâzımdır. Sirâc. Lâkin ileride görüleceği vecihle
imam ya hatibin aynı kimse olması şart değildir.
Altıncısı;
cemaattır. Cemaatın en azı, imamdan başka üç erkek bulunmaktır. Velev ki
hutbede bulunan üç kişiden başkaları olsun. Bu nasla sabittir. Çünkü «AIIah'ın
zikrine şıtab edin!» nassı ile, bir zikir eden -ki hatiptir- üç de ondan
başkası mutlaka lâzımdır. Bu üç kişi imam secde etmedennamazdan ayrılırlarsa
namaz bâtıl olur.
İmameyn
«Tahrimeden önce ayrılırlarsa» demişlerdir. Üç erkek kalırsa yahut cemaat, imam
secde ettikten sonra giderler de tekrar dönerek imama rükûda iken yetişirler;
veya hutbeden sonra giderler de imam namazı diğerlerine kıldırırsa namaz bâtıl
olmaz. İmam o namazı cuma olarak tamamlar.
İZAH
Bu üç şeyi (yani
abdestli olmayı, avret yerini örtmeyi ve ayakta durmayı) Münye şârihi Halebî,
vaciplerden saymıştır. Bununla beraber yine kendisi Mültekâ metninde abdestli
olmanın ve ayakta durmanın sünnet olduğunu söylemiştir. Nitekim birçok muteber
kitaplarda da böyle denilmiştir. Avret yerini örtmenin sünnet olduğunu Nuru'l -
İzah ve Müvâhib sahipleri de söylemişlerdir. Mecma' ve diğer kitaplarda ise bu
üç şeyi terketmenin mekruh olduğu açıklanmıştır.
Sahih kavle göre
kimsenin görmediği tenha bir yerde namaz haricinde bile avret yerini örtmek
farz olduğu halde burada sünnet olmasının mânâsı herhalde rüzgâr ve saire ile
açıldığı takdirde örtülü sayılarak namazı yeniden kılmanın lâzım gelmemesi olsa
gerektir. Mescide girmek için cünüplükten temizlenmek de öyledir. O kimsenin
hutbe okuması caizdir. Velev ki bunu kasten yaptığı takdirde günahkâr olsun. Bu
söylediklerimize Bedayi'in şu ifadesi delildir: «Abdestli bulunmak bize göre
sünnettir; şart değildir. Hattâ imam cünüp veya abdestsiz olarak hutbe okusa
bu, cumanın cevazına şart olmak üzere muteber sayılır.» Yani cuma sahih olmak
için muteber bir şart sayılır. Velev ki özürsüz olursa bir haramı irtikâb etmiş
olsun.
Feyzu'l -
Kadîr'de şöyle denilmiştir: «İmam abdestsiz veya cünüp olarak hutbe okusa caiz;
fakat, hatibin mescidde ikameti gibi günah olur.» .Böylelikle anlaşılır ki,
sünnet oluşun mânâsı, şartın mukabilidir. Şu cihetten ki, abdestsiz hutbe
okumak sahihtir. Velev ki söylediğimiz gibi hadd-i zatında abdest farz olsun.
Bunun benzeri, terkinden dolayı kurban icabettiği için abdesti, tavafın
vaciplerinden saymasıdır. Halbuki abdest bütün hac yerlerinde vaciptir. Lâkin
terkinden dolayı yalnız tavafta kurban lâzım gelir. Benim anladığım budur.
Münye şerhinde
şöyle deniliyor: «Yüzdeyüz malumdur ki Peygamber (s.a.v.) örtünmeden, abdest
almadan hiçbir zaman hutbe okumamıştır denilirse biz de deriz ki; evet, ama
bunu âdeti, nezaketi ve terbiyesi icabı yapardı. Bunu hassaten hutbe için
yaptığına bir delil yoktur.» Esah kavle göre hutbe iki rekat namaz yerine
geçmez. Onun için istikbal-i kıble, temizlik ve sair namaz şartları hutbe için
şart kılınmamışlardır.
«Belki hutbe,
sevabı hususunda namazın yarsı gibidir.» Bu söz, «hutbe namazın yarısı gibidir»
hadisinin te'vilidir. Zira hadse göre hutbe öğlen iki rekat namaz yerini
tutmalı idi. Nasıl ki cuma namazı onun iki rekatının yerini tutar. Bu takdirde
namazın şartları hutbe için de şart olmalı idi. Nitekim imam Şâfiî'nin kavli
budur. Hatip hutbeyi cünüp olarak okusa da sonra yıkanıp namazı kıldırsa caiz
olur. Yıkanmak fâsıla sayılmaz. Çünkü namaz amellerindendir. Lâkin evlâ olan hutbeyi
yeniden okumaktır. Nitekim hutbeden sonra nâfile kılsa yahut cuma fasit olsa
hutbeyi tekrarlar. Bahır'da böyle denilmiştir. Zâhire bakılırsa araya giren
fasılanın uzunluğu. başına gelenin kanaatına göredir. T.
«Lâkin imam ve
hatibin aynı kimse olması şart değildir.» Bu cümle, hutbeyi tekrarlamanın
lüzumuna istidraktır. Yani bazen tekrar lâzım gelmeyebilir. Meselâ hatip evine
dönmeden, başka birini yerine geçiriverir (bu takdirde tekrar lâzım değildir).
«Cuma kılmak için
cemaatın en azı, imamdan başka üç erkek bulunmaktadır.» Bu söz mutlaktır; ve
cumada imam olmak için kölelere, yolculara, hastalara, okumak bilmeyenlere ve
dilsizlere şâmildir. Bu saydıklarımız ya herkese imam olabilirler yahut okumak
bilmeyenle dilsiz yalnız kendi gibilere imam olabilirler. Ama kendilerinden
üstün olanlara uyabilirler. Musannıf "erkek" kaydıyle kadın ve
çocuklardan ihtiraz etmiştir. Çünkü yalnız onlarla cuma kılmak sahih değildir.
Onlar.hiçbir vecihle cumada imam olmaya salâhiyettar değillerdir. Bunu Muhit'den
naklen Bahır sahibi söylemiştir,
«Velev ki hutbede
bulunan üç kişiden başkaları olsun.» Bu, hutbede üç kişinin bulunmasını şart
koşan rivayete göredir. Hiç şart koşmayan yahut bir kişinin bulunmasını kâfi
gören rivayete göre ise mesele açıktır. İmamdan başka üç kişinin bulunması
İmam-ı A'zam'a göre şarttır. Şarihler onun delilini tercih etmiş; Mahbubî ile
Nesefî onu seçmişlerdir. şeyh Kâsım'ın tashihinde böyle denilmiştir.
«Bu üç kişi imam
secde etmeden namazdan ayrılırlarsa namaz bâtıl olur.» Yani imamla birlikte
namaza başladıktan sonra ayrılırlarsa cuma bâtıl olur. Nehir.
Bu tefri'den
maksad; bu şaftın yani cemaatın namaz sonuna kadar devam etmesi lâzım
gelmediğini anlatmaktır. İmam Züfer buna muhaliftir. Çünkü cemaat in'ikadın
şartıdır. Hutbe gibi devamın şartı değildir. Yani imameyne göre tahrimenin
mün'akit olması için, İmam-ı A'zam'a göre ise edanın mün'akit olması için
şarttır. Eda ancak bütün erkânla yani kıyam, kıraat, rüku ve sücud bulunmakla
tahakkuk eder. Cemaat tahrimeden sonra ve secdeden evvel dağılırlarsa cuma
fasit olur. İmam-ı A'zam'a göre yeni baştan öğleyi kılar. imameyne göre ise
cumayı tamamlar. Meselenin tamamı Bahır ve diğer kitaplardadır.
«Üç erkek
kalırsa» ifadesinden anlaşılıyor ki, üç kadın veya üç çocuk kalmış olsa onlarla
birlikte bir veya iki erkek bulunsa bile nazar-ı itibara alınmaz (namaz fâsit
olur). Musannıf «üç erkekden biri giderse» dese daha iyi olurdu. Bunu Bahır
sahibi söylemiştir. En iyisi ve en kısası sadece «Kalırsa» demektir. Tâ ki
zamir «namazdan ayrılırlarsa« cümlesindeki zamirin raci olduğu üç erkeğe raci
olsun.
«İmam o namazı
cuma olarak tamamlar.» Yani cemaat dönmezler, başkaları da gelmezse imam yalnız
başına tamamlar.
METİN
Yedincisi;
hükümdardan izn-i âmmdır, İzn-i Âmm (umumi izin), gelenlere camiin kapılarını açmakla
hasıl olur. Kafi. Binaenaleyh düşman korkusu ile veya eski bir adet sebebiyle
kale kapılarını kapamak zarar etmez. Çünkü kalede oturanlar için umumi izin
kararlaşmıştır. Kaleyi kapamaknamaz kılanı değil, düşmanı menetmek içindir.
Evet, kapanmasa daha iyi olur. Nitekim Mecmaa'l Enhur'da Uyuni'l - Mezâhib'e
nisbet edilerek bildirilmiş ve «bu Bahır ile Müneh'tekinden daha iyidir»
denilmiştir.
Bir kumandan
kaleye veya kalenin kasrına girer de kapısını kapayarak maiyetindekilerle cuma
kılarsa cuma mün'akit olmaz. Ama açarda cemaatın girmesine izin verirse caiz
fakat mekruh olur. İmdi imam din ve dünyasında ammeye muhtaçtır. İhtiyaçtan
münezzeh olan Allah'ü Zülcelal'i tenzih ederim.
İZAH
İzn-i Âmm, cuma
kılması sahih olan kimselerden hiçbirini menetmemek şartıyle namaz kılınan yere
herkesin girmesine umumi olarak izin vermektir. izn-i Âmm; "şöhret
bulmaktır" diye tefsir edenlerin muradı da budur. Bercendî'de dahi
böyledir. İsmail. İzn-i âmmın şart kılınması şundandır: Allah-ü Teâlâ cuma
namazı için ezanı «Allah'ın zikrine şitab edin!» buyurarak meşru kılmıştır.
Ezan, iştihar (yani bilinmek) içindir. Keza o güne cuma isminin verilmesi
cemaatlar bir araya geldiği içindir. Bu ise ismin hakikî mânâsını göstermek
için bütün cemaatların girmesine izin vermeyi iktiza eder. Bedâyi.
Bilmiş ol ki, bu
şart zahir riayette bildirilmemiştir, Onun için Hidâye" de ondan
bahsedilmemiştir. O sadece Nevadir'de zikredilmiştir. Kenz, Vikâye, Nikâye.
Mültekâ ve diğer birçok muteber kitaplarda hep bu yoldan yürünmüştür. ,
«Hükümdardan
izn-i âmm» diye kaydetmesi, ondan sonra gelen misale bakaraktır. Yoksa murad,
orada oturanların izin vermesidir. Çünkü Bercendî'de «bir cemaat camiin
kapısını kapayarak içinde cuma kılsalar caiz olmaz» denilmiştir. İsmail.
Şârihin «izn-i
âmm, gelenlere camiin kapılarını açmakla hasıl olur» sözü, izn-i âmmın husulü
için sarahaten izin vermenin şart olmadığına işarettir. T.
«Gelenler» den
murad; mükelleflerdir. Binaenaleyh fitne korkusu ile kadınları menetmek ve
benzerleri zarar etmez. T.
«Çünkü kalede
oturanlar için umumi izin kararlaşmıştır.» En iyisi çünkü şehirde oturanlar
için» demektir. Zira yalnız kalede oturanlara izin vermek kâfi değildir. Belki
şart Bedai'den naklen yukarıda geçtiği gibi bütün cemaatlara izin vermektir.
«Evet, kapanmasa daha
iyi olur.» Çünkü kapamamak şüpheden daha uzak kalmaktır. Zâhire göre izin,
namaz vakti şarttır. Daha önce şart değildir. Zira ezan yukarıda geçtiği gibi
bildirmek içindir. Halbuki kalede yaşayanlar onun kapısını ya ezan okunurken
yahut biraz önce kaparlar. Ezanı işitip de oraya gitmek isteyen olursa içeriye
giremez. Şu halde namaz vaktinde menetme tahakkuk. etmiştir. Onun için şeyh
İsmail sahih olmamasını daha zâhir görmüştür. Bilahare Nehecü'n Necat'tan
Allaâme Abdi'l Ber ibn-i Şıhne'nin risalesine atfen bu sözün mislini gördüm.
Allah'u âlem.
Bahır ile
Mineh'deki beyanat, kitabımızın metnindeki «bir kumandan kaleye veya kalenin
kasrına girerse ilh...» meselesidir.Yani «kapanmasa daha iyi olur» demek
kesinlikle «mun'akit olmazdemekten daha iyidir. Zeyleî, Dürer ve diğer bazı
kitaplarda burada olduğu gibi« veya kalenin kasrına girerse...» denilmiştir.
Vân'ı ise Dürer hâşiyesinde şuhu söylemiştir: «Sözün gelişine münasip olan,
"kasrına" değil "mısrına (şehirine)" demektir.»
Ben derim ki: Bu
sözün siyaktan uzaklığı kimseye gizli değildir. Kâfi' de bunun yerine «Hane»
tabiri kullanılmıştır. İbaresi şudur: «İzn-i âmm, caminin kapıları açılıp halka
izin vermektir. Hattâ bir cemaat cami içinde toplanıp kapıları kapar ve cuma
kılarlarsa caiz olmaz. Sultan da maiyetindekilerle kendi hanesinde cuma kılmak
isterse hüküm yine budur. Kapısını açar da halka umumi olarak izin verirse
namazı caiz olur. Amme gelsin gelmesin farketmez. Hanesinin kapılarını açmaz da
bilâkis kapayarak gelenleri içeri girmekten menedecek kapıcılar tutarsa cuması
caiz değildir. Çünkü cuma için sultanın şart koşulması halka cumayı kaçırtmamak
içindir. Bu ise ancak izn-i âmm ile olur.»
Ben derim ki:
Münakaşa konusunun cuma yalnız bir yerde kılındığı zaman ortaya çıkması
gerekir. Birçok yerlerde kılınırsa böyle bir şey olmamalıdır. Çünkü ta'lilin de
ifade ettiği gibi bu taktirde cumayı kaçırtmak yoktur.
«Bir kumandan
kaleye gider de kapısını kapayarak maiyetindekilerle cuma kılarsa cuma Mun'akit
olmaz» ifadesi, halkı oraya girmekten menettiği surete hamlolunur. Binaenaleyh
düşman korkusu ile veya adete binaen kapaması zarar etmez. Nitekim yukarıda
geçmişti. T.
Ben derim ki:
Bunu Kâfî'nin «kapıcılar tutarsa ilh...» sözü de te'yit etmektedir.
«Ama açar da
cemaatın girmesine izin verirse caiz fakat mekruh olur.» Bu ifade cemaatın
bilmelerinin şart olduğunu gösteriyor. Minahü'l - Gaffar nâm kitapta şöyle
deniliyor: «Keza sarayında maiyetindekilere cuma namazı kıldırır da kapısını
kapamaz, kimseyi menetmez; ancak bunu halk bilmezlerse cuma sahih olmaz.» İzin
verdiği takdirde caiz fakat mekruh olması, büyük camiin hakkını
vermediğindendir. Zeyleî ve Dürer.
METİN
Cuma namazının
farz olması için ona mahsus olmak üzere dokuz şey şart kılınmıştır.
Birincisi;
şehirde oturmaktır. Şehirden ayrı yerde oturursa imam Muhammed'e göre ezanı
işittiği takdirde üzerine cuma farz olur. Bununla fetva verilir. Multekâ'da
dahi böyle denilmiştir. Bunun bir fersahla takdir edileceğini evvelce
Valvalciye'den nakletmiştik. Bahır'da ise evine zahmetsizce dönebilmenin itibar
edileceği tercih olunmuştur.
İkincisi;
sıhhattır. Hastabakıcı ile şeyh-i fâni (fazla ihtiyar) de hasta hükmünde
tutulmuşlardır.
Üçüncüsü;
hürriyettir. Esah kavle göre mükâteb ile bir kısmı köle olana ve ücretle
çalışana cuma farzdır. Cami uzak ise hesap edilerek ücretinden düşülür. Uzak
değilse düşülmez. Köleye sahibi izin verirse cuma farz olur. Bazıları muhayyer
kalacağını söylemişlerdir. Cevhere. Bahır sahibi muhayyerliği tercih etmiştir.
İZAH
Şârihin, dokuz
şeyi cumaya mahsus diye tavsif etmesi, metinde bunlar onbir gösterildiği
içindir. Lâkin bu onbirden akıl ile bülûğ cumaya mahsus değildir. Nitekim şârih
buna tenbihte bulunmuştur. H.
Şehirde oturmak
kaydıyle yolcu ve şehirde oturmayan hariç kalmıştır. Yalnız «ezanı işittiği
taktirde» diyerek istisna ettikleri hükümde dahildir. H. Ezanı işitmekten
murad; minarelerde en yüksek sesle okunanı duymaktır. Nitekim Kuhistanî'de
beyan olunmuştur. Valvalciye'nin sözüne şöyle itiraz edilebilir: Onun sözü,
içinde cuma namazını kılmak sahih olan cami sahası hakkında idi. Burada ise
cuma kılmak için şehre gelmek icabeden yerin tahdidi hakkındadır. Evet,
Tatarhaniye'de Zâhire'den naklen bildirildiğine göre bir kimsenin bulunduğu
yerle şehir arasında bir fersah mesafe varsa cumaya gitmesi lâzım gelir. Fetva
için muhtar olan kavil budur.
«Bahır'da evine
zahmetsizce dönebilmenin itibar edileceği tercih olunmuştur.» Bedayi sahibinin
beğendiği kavil de budur. Mevahibü'r - Rahman sahibi ise imam Ebû Yusuf'un
kavlini sahih bulmuştur. Ebû Yusuf'a göre ikamet hududu içinde bulunanlara cuma
farzdır. Bundan maksat o yerdir ki bir kimse oradan ayrılınca misafir, yine o
yere gelince mukim olur. Burhan nâmındaki şerhinde bunun ta'lilini yaparak
«Cumanın farz olması şehirlilere mahsustur. Bu hududun dışında olanlar şehir
halkı sayılmazlar» demiştir.
Ben derim ki:
Metinlerin zâhiri de. bunu göstermektedir. Mirâc'da «Söylenenlerin en sahihi
budur» denilmiş; Hâniye'de şu satırlar vardır: «şehir kenarlarından bir yerde
oturan kimse ile şehirin binaları arasında ekinlik gibi bir aralık bulunursa
ona cuma farz değildir. Velev ki ezanı duysun. Uzaklığı bir ok atımı veya bir
mil ile takdir etmek bir şey ifade etmez. Bunu ebû Cafer imameyn'den böylece
rivayet etmiştir. Hulvani de bunu ihtiyar etmiştir. Tatarhaniye'de de şöyle
denilmiştir: Sonra imamlarımızdan nakledilen zâhir rivayete göre cuma ancak
şehirde yahut şehre bitişik bir yerde oturana farzdır. Şehre yakın bile olsa
köyde oturanlara cuma farz değildir. Bu bâbta söylenenlerin en doğrusu budur.»
Tecnis'de bu kavil kesin olarak kabul edilmiştir.
İmdâd'da şöyle
denilmiştir: «TENBİH; Hadis ve eserin nassı ile, üç imamızdan nakledilen
rivayetlerle ve ehli tercihin muhakkıklarının ihtiyariyle gördün ki, ezanın
işitilmesine, ok atımına ve millere itibar yoktur. Binaenaleyh başkasının muhalefetinden
sana bir şey lâzım gelmez. Velev ki sahihtir desin.»
Ben derim ki:
Hâniye ile Tatarhaniye'nin sözlerini «şehrin sahasında değilse» diye kayıtlamak
gerekir. Zira evvelce görüldüğü vecihle saha şehirden ekinliklerle ayrılmış
bile olsa orada cuma kılmak sahihtir. Sahada -şehire mülhaktır diye- cuma sahih
olunca orada oturanlara da cuma farz olur. Çünkü onlar şehirlidir. Nitekim
Burhan'ın ta'lilinden de bu anlaşılır.
Muvaffakiyet
Allah'tandır.
Cumanın vacip
olmasının şartlarından ikincisi sıhhattır. Nehir sahibi şöyle diyor:
«Binaenaleyh mizacı bozuk fakat tedavisi daha mümkün görülen hastaya cuma farz
değildir. Bununla kötürüm ve âmâ hariç kalmıştır. Onun için musannıf onları
hasta üzerine atfetmiştir. Şu halde Bahır sahibinin tevehhüm ettiği gibi onun
sözünde tekrar yoktur.» Hasta kendisini vasıtaya bindirecek birinibulursa;
Kınye'de «yedekçi bulan âmâ gibi ihtilâflıdır» denilmişti; bazıları, kötürüm
gibi ona da bilittifak cumanın farz olmayacağını söylemişlerdir. "Yürümeğe
kâdir olan gibidir" diyenler de olmuştur. Onların kavline göre kendisine
cuma farz olur. Fakat Surûcî bunu tenkit etmiş «cumanın farz olmadığını sahih
kabul etmek gerekir. Çünkü hastanın vasıtaya binmesiyle ve cumaya gelmesiyle
hastalığı artar» demiştir.
Ben derim ki:
Hasta hakkında mesele böyle olursa farz olmamasının sahih kabul edilmesi
icabeder. Hılye. Hastabakıcının hasta hükmünde olması cumaya gittiği taktirde
hasta perişan olduğuna göredir. Esah kavil budur. Bunu Hılye ve Cevhere
sahipleri söylemişlerdir.
«Esah kavle göre
mükâtebe ile bir kısmı köle olana cuma farzdır» Bunu Sırâc sahibi söylemiştir.
Fakat Bahır'da, «bunun söz götürdüğü meydandadır» denilmiştir. Yani bunlarda
kölelik vardır denilmek istenmiştir. Bir kısmı köle olandan maksat; bir kısmı
âzad olup. kalan kısmını ödemek için çalışan köledir. Nitekim Hâniye'de beyan
edilmiştir. Şârih «Ücretle çalışana da cuma farzdır» dediğine göre iş sahibi
onu cumadan menedemez. Bu husustaki iki kavilden biri budur. Metinlerin zahiri
de buna şahittir. Nitekim Bahır'da beyan olunmuştur. Cami uzak ise hesap
edilerek ücretinden düşülür. Yani, gidip gelinceye kadar, günün dörtte biri
geçerse ücretinin dörtte biri kesilir. Tatarhaniye'de bildirildiğine göre
ücretli, namazla meşgul olduğu vaktinin bu dörtte birden çıkarılmasını isteyemez.
«Köleye sahibi
namaz için izin verirse cuma kendisine farz olur.» Bu köleden murad; ticarete
me'zun olan köle değildir. Ona bilittifak cuma tarz değildir. Nitekim Bahır'ın
ibaresinden anlaşılmaktadır. H.
«Bahır sahibi
muhayyerliği tercih etmiştir.» Buna sebep Zahîriye'de muhayyerliğin kesinlikle
kabul edilmesi ve bunun kaidelere daha uygun olmasıdır.
METİN
Dördüncüsü,
tahakkuk etmek şartıyle erkeklik, bülûğ ve akıldır. Bülûğ ile aklı, Zeyleî ve
diğer ulema zikretmişlerse de bunlar cumaya mahsus değillerdir.
Beşincisi; gözün
bulunmasıdır. Binaenaleyh tek gözlü kimseye de cuma farzdır.
Altıncısı;
yürümeye kudreti olmaktır. Bahır'da kesinlikle ifade edildiği. ne göre cuma
vacip olmak için bir ayağın sağlam olması kafidir. Lâkın Şu. munnî ve başkaları
«bir ayağı felçli veya kesilmiş olan kimseye cuma farz değildir» demişlerdir.
Yedincisi; hapis
edilmiş olmamak;
Sekizincisi;
korku bulunmamak;
Dokuzuncusu;
şiddetli yağmur, çamur, kar ve benzerleri bulunmamaktır.Bu şartlar yahut
bunların bazıları kendinde bulunmayan kimse azimeti tercih eder de mükellef
yani akıl bâliğ olarak cumayı kılarsa vaktinin farzı yerine geçer. Tâ ki
mevzuuna nakzile avdet etmesin (kaide kendi kendini bozmasın). Bahır'da «Cumayı
kılmak efdaldir. Bundan yalnız kadın müstesnâdır» denilmiştir.
Başka namazlarda
imamlığı caiz olan kimse cuma namazında da imam olabilir. Şu halde yolcu,
köleve.hasta cuma kıldırabilirler. Bunların bulunmasıyle ise cuma namazı
evleviyetle mün'akit olur.
İZAH
«Tahakkuk etmek
şartıyle» kaydır» Nehir sahibi inceleme yaparak ilâve etmiş çünkü hunsây-ı
müşkili tariften çıkarmak istemiştir. Bunu şeyh İsmail, Bercendî'den
nakletmiştir. Bazıları, «Hunsay-ı Müşkile daha meşakkatli olan şekille muamele
etmek cumanın ona farz olmasını iktiza eder» demişlerdir.
Ben derim ki: Bu
söz götürür. Bilâkis erkeklerin toplandığı yerlere çıkmamasını iktiza eder.
Onun için de kadına cuma, farz değildir.
Bülûğ ile akıl
cumaya mahsus şartlar değildir. Bunlar islâm gibi bütün ibadetlerle mükellef
olmanın şartlarıdır. Kaldı ki delilik sıhhat kaydıyle tariften hariç
kalmaktadır. Çünkü delilik hastalıktır. Hattâ şâir «Ruh hastalıklarının en
ağırı deliliktir» demiştir.
Tek gözü bulunan
kimseye cuma farz olduğu gibi görmesi zaif olana da farz olduğu anlaşılıyor.
Tamamıyle âmâ olana ise cuma farz değildir. Velev ki gönüllü bir yedekçi bulsun
yahut ücretle tutsun. İmameyne göre ise bu şekilde cumaya kâdir olursa cuma
kılması farz olur. Âmâ camide iken cuma olursa kılmanın farz olup olmayacağı
hususunda Bahır sahibi çekimser kalmıştır. Ulemadan biri buna şöyle cevap
vermiştir: «Abdestli bulunursa zâhire göre cuma kılması farzdır. Çünkü burada
illet güçlüktür. O da yoktur.»
Ben derim ki:
Bence sokaklarda gezen ve yedecek kimsesi olmadığı halde zahmetsizce yolları
tanıyan, kimseye sormadan istediği mescidi bulan bazı âmâlara cumanın farz
olduğu anlaşılır. Çünkü bu takdirde âmâ kendi kendine camiye gidebilen hasta
gibidir. Hattâ hastaya çok defa bundan da çok meşekkat ârız olur.
Yürümeye kudreti
olmak şart kılındığına göre kötürümün götürecek kimsesi bulunsa bile kendisine
bilittifak cuma namazı farz değildir. Hâniye. Zira o asla yürümeğe kâdir
değildir. Binaenaleyh Âmâ hakkındaki hilâf onun hakkında cari değildir. Nitekim
Kuhistânî buna tenbihte bulunmuştur.
Bahır sahibi bir
ayağın sağlam olmasının cuma için kâfi geleceğini kesin bir ifade ile beyan
etmiş; Şumunnî ise «bir ayağı felçli veya kesilmiş olan kimseye cuma farz
değildir» demiştir. Ebû's Suûd, Bahır'da bahsedileni, yürümeğe mâni olmayan
topallığa; buradakini mâni olan topallığa hamletmek suretiyle iki kavlin
aralarını bulmuştur.
Hapis edilmiş
olmamak da cumanın şartlarındandır. Bunu «fakir borçlu gibi mazlum ise» diye
kayıtlamak icabeder. Halen eda edebilecek kadar zengin ise cuma farz olur.
Korku
bulunmamaktan maksat; sultan veya hırsız korkusudur. Müneh. İmdâd'da «Müflis
hapis edileceğinden korkarsa kendisine korkan hükmü verilir. Nitekim korku
sebebiyle teyemmüm etmesi caizdir.» denilmiştir.
Cumanın farz
olması için dokuzuncu şart; şiddetli yağmur, şiddetli çamur ve kar, şiddetti
soğuk bulunmamaktır. Nitekim imamlık bâbında bunlardan söz etmiştik.
«Azimeti tercih
ederse» cümlesinden murad; "cuma namazını kılarsa" demektir. Çünkü o
kimseye cumayı bırakıp öğleyi kılmak için ruhsat verilmiştir. Şu halde onun
hakkında öğle namazını kılmak ruhsat. cuma namazı azimettir. Nasıl ki yolcunun
oruç tutmaması da öyledir. Yani orucu terketmesi ruhsat, tutması azimettir.
Zira daha güçtür.
«Akıl bâliğ»
tabirleri mükellefin tefsir ve izahıdır. Bu kayıtlarla çocuk ve deli hariç
kalırlar. Çünkü çocuğun kıldığı cuma nafiledir. Delinin esasen namazı yoktur.
Bunu Bedayi'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Tâ ki mevzuuna
nakzile avdet etmesin.» Yani "bu namaz farz yerine geçmiştir" demeyip
öğleyi kılması lâzımdır dersek mevzuuna nakzile avdet eder. Şöyle ki: O kimse
hakkında öğle namazı ruhsattır. Azimeti yaparak meşekkate tahammül ederse sahih
olur. Ondan sonra kendisine bir de öğleyi kılmak lâzımdır dersek ona bir
meşekkat yüklemiş oluruz. Ve onun hakkındaki mevzuu - yani kolaylığı - bozmuş oluruz.
H.
Ben derim ki: Şu
halde mevzudan murad; burada üzerine cumanın sükûtu bina edilen temeldir ki oda
özrün gerektirdiği kolaylık ve terhistir.
«Bahır'da cumayı
kılmak efdaldir; yalnız kadın müstesnadır.» denilmiştir. Bahır sahibi bunu
fukahanın «Bu gibiler hakkında öğleyi kılmak ruhsattır.» sözünden almıştır. Bu
söz cumanın azimet olduğunu gösterir; Cumayı kılmak efdaldir. Bundan yalnız
kadın müstesnadır. Zira onun namazını evinde kılması daha fazîletlidir. Nehir
sahibi de bunu kabul etmiştir. Ta'lilin muktezası şudur ki, kadının evi
mescidin duvarına bitişik olur da imama uymaya bir mâni bulunmazsa yine evinde
kılması efdal olur. Başka namazlarda imamlığı caiz olmaktan murad; erkeklere
imam olmaktır. Çocuk bundan hariçtir. Çünkü ehliyeti yoktur. Kadın da hariçtir.
Çünkü erkeklere imam olamaz.
«Bunların
bulunmasiyle ise cuma namazı evleviyetle mün'akit olur.» Musannıf bu sözle
imam-ı Şâfiî Rahimehullah'ın hilâfına işaret etmiştir. Şâfiî bunların
imamlıklarının sahih olduğuna fakat cuma mün'akit olmak için hesaba
katılmayacaklarına kaildir. Zira bunlar imam olmaya yarayınca imama uymaya
evleviyetle yararlar. İnâye.
METİN
Cuma günü şehirde
özrü olmayan kimsenin öğle namazını cumadan önce kılması haramdır. Cumadan
sonra kılması ise mekruh değildir. Gaye. Haram olması, cumayı kaçırmaya
sebebiyet verdiğindendir. Cumayı kaçırmak haramdır.
İZAH
Burada Kudurî ve
Kenz sahibi «mekruhtur» tabirini kullanmışlardır. Musannıfın bunu bırakıp
«haramdır» demesi Kemâl bin Hümâm "haramdır" dediği içindir. İbaresi
şudur: «Murad mutlaka haramdır demektir. Çünkü bu ittifakla kat'î bir farzı
terketmektir. Öyle bir farzı ki öğleden de kuvvetlidir. Şu kadar varki terki
emir edilmekle beraber öğle namazı yine de sahih olur.»
Bahır sahibi buna
şöyle cevap vermiştir: «Haram olan, cumayı kaçırtan sa'yi terk etmektir. Ondan
önceki öğle namazı cumayı kaçırtmamıştır ki, haram olsun. Zira bu namazdan
sonra cuma için sa'yi(cumaya gitmesi) farzdır. Nitekim fukaha bunu
açıklamışlardır. Ancak cumadan önce öğle namazı kılmak mekruhtur. Çünkü ona
güvenilerek bazan cumanın kaçırılmasına sebep olabilir. Fukaha yalnız öğle
namazı kılmanın mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Cumayı terk etmenin mekruh
olduğuna hüküm vermemişlerdir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Nehir
sahibi bu cevabı beğenmiştir.
Özrü olan kimse
için ise imam cumayı kıldırıncaya kadar öğleyi geciktirmek müstehap olur.
Nitekim gelecektir. «Cumadan sonra kılması ise mekruh değildir.» Bilâkis
farzdır. Çünkü cumayı kaçırmıştır.
Bahır sahibi
diyor ki: «Namazın kendisi mekruh değildir. Cumayı kaçırmak haramdır. Bu da
bizim söylediğimizi te'yit eder.» Yani kerahet namazın kendinden değil.
hariçten gelmektedir ki. o da cuma namazını kaçırmaya sebep olmasıdır. Buna
delil; cumayı kaçırdıktan sonra öğleyi kılmış olsa mekruh sayılmaması bilâkis
vacip olmasıdır. Şöyle denilebilir: Gâye'nin maksadı, cumanın sahih olup
olmadığında şüphe edildiği zaman kerahet bulunmamaktır. Şu halde murad; öğleyi,
cuma namazını kıldıktan sonra kılmasıdır. Cumayı kaçırdıktan sonra kılması
değildir.
Şehir hükmünde
olmayan bir köyde ise öğleyi cumadan önce kılmak mekruh değildir. Çünkü orada
cuma kılmak sahih değildir, «Haram olması cumayı kaçırmaya sebebiyet
verdiğindendir.» Bunun söz götürdüğünü Bahır sahibinin incelemesinden
anlamışsındır. H.
METİN
Öğle namazını
cumadan önce kılar da sonra pişman olarak cumaya koşarsa; meselâ evinin
kapısından ayrılır; imam da namazda bulunursa cumaya yetişsin yetişmesin o
kimsenin öğle namazı bâtıl olur. Mezhebe göre özürlü ile özürsüz arasında fark
yoktur. Namazın aslı ve cumaya koşmadan önce ona uyanın namazı batıl olmaz.
«Koşarsa» tabirini musannıf ayete itbaen kullanmıştır. Çünkü mescidde olursa
ancak namaza başlamakla öğlesi bâtıl olur.
«Cumaya koşarsa»
diye kayıtlaması bir hacet için veya imam namazını bitirirken çıkar, yahut onu
hiç kılmazsa esah kavle göre bâtıl olmadığı içindir. Binaenaleyh cumaya
koşmakla bâtıl olmak ona erişmek imkânıyle kayıtlıdır. Cumaya mesafe
uzaklığından dolayı yetişemezse esah kavle göre namazı bâtıl olmaz. Sirâc.
İZAH
Bir hâcet için çıkar
da o hacetle cumaya gitmeyi ortak tutarsa itibar hangisi fazla ise onadır.
Nasıl ki Bahır'dan da bu anlaşılır. T.
Burada şöyle
denilebilir: Bahır'da anlaşılan sevaba bakaraktır. Burada bu uygun olur mu
olmaz mı teemmül ister. Zâhire bakılırsa bu ortaklıkla iktifa etmelidir. Velev
ki hâcet tarafı daha çok olsun. Zira sevabı olmasa da cumaya koşmak tahakkuk
etmiştir.
«Veya imam
namazını bitirirken çıkarsa...» Fethu'l - Kadîr'in şu ibaresi de bunun gibidir.
Hattâ evleviyette kalır. «İmam namazını bitirdikten sonra çıkarsa kıldığı öğle
bâtıl olmaz. Çünkü her iki surette cuma için koşmuş olmaz.» Lâkin bu söz bunu
bilirse makbuldur, bilmezse teslim etmez. Binaenaleyh münasip olan «imam da
namazda bulunursa...» diyerek bu meseleleri metinden çıkarmak idi.
«Yahud onu hiç
kılmazsa» sözü, özürlü ve özürsüz bulunduğu hallere şâmildir. Keza cumaya
gitmek için yola çıkarda imam ve cemaat namazda bulunurlar ancak bir hâdise
sebebiyle tamamlamadan namazı bozarlarsa sahih kavle göre öğle namazı bâtıl
olmaz. Bunu Sirâc'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Binaenaleyh
cumaya koşmakla bâtıl olmak ona yetişmek imkâniyle kayıtlıdır.» Bahır'da da
böyle denilmiştir. Nehir sahibi bu sözü aşağıda Sirâc'dan nakledilen ifadesiyle
te'yit etmişse de doğru değildir. Nitekim göreceksin.
«Esah kavle göre
namazı bâtıl olmaz.» Sirâc. Sirâc sahibi bu ibarede Nehir'e tâbi olmuştur.
İbare yanlıştır. Doğrusu «namazı bâtıl olur» şeklindedir. Bahır'da şöyle
denilmektedir: «Bozulma hususunda sözü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh evinden
çıkarken imam namazda olduğu halde mesafe uzaklığından dolayı yetişemediği ve
namaza hiç başlamadığı hallere şâmildir ki, Belh ulemasının kavli de budur.
Sirâc'da beyan edildiğine göre sahih olan kavil budur. Çünkü o kimse cumaya
teveccüh etmiştir. Henüz vakti geçmiş de değildir. Hattâ evi mescide yakın olur
da cemaatın ikinci .rekatta olduğunu işitir ve öğleyi evinde kıldıktan sonra
cumaya giderse esah kavle göre yine öğle namazı bâtıl olur.»
Ben derim ki:
Bunun bir misli de Nihâye, Kifâye, Mi'râc ve Fetih gibi Hidâye şerhlerindedir.
Öğle namazının
bâtıl olmasından murad; farz vasfının bâtıl olmasıdır. O namaz nâfile olur.
Çünkü Şeyhayn'a göre vasfın bâtıl olması aslın bâtıl olmasını icabetmez. İmam
Muhammed buna muhaliftir. Namazın aslı bâtıl olmadığı gibi o kimseye uyanın
namazı da bâtıl olmaz. Zira imamın namazı namazdan çıktıktan sonra bâtıl
olmuştur. Bunun cemaat olana zararı yoktur. Yani şöyle bir itiraz yapılamaz:
«Asıl olan, imama uyanın namazının. imamın namazıyle birlikte bozulmasıdır.»
Bunu Muhit'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Çünkü imam namazdan çıktıktan
sonra o kimsenin cemaatlığı kalmamıştır/Bu meselenin birçok benzerleri vardır.
Biz bunları imamlık bâbında beyan etmiştik. Bunlardan biri şudur: İmam
-Maazallah- dinden döner de sonra vakit içinde tekrar müslüman olursa yalnız
kendi sinin o namazı tekrarlaması lâzım gelir. Cemaata bir şey lâzım gelmez.
«Cumaya yetişsin
yetişmesin o kimsenin öğle namazı bâtıl olur.» Yani velev ki yetişememesi
mesafe uzaklığından ileri gelsin. Zirâ biliyorsun ki, yetişme imkânı ile
kayıtlamak sahih değildir. Sonra cumaya yetişemez veya geri dönmek aklına gelir
de dönerse öğleyi tekrar kılması lâzım gelir. Nitekim Münye şerhinde beyan
edilmiştir.
«Mezhebe göre
özürlü ile özürsüz arasında fark yoktur.» Cevhere'de şöyle deniliyor: «Köle,
hasta, yolcu ve başkaları cumaya koşmakla öğlenin bozulması hususunda
müsavidirler.» Bahır sahibi bu sözü Gayetü'l - Beyan'la Sirâc'a nisbet etmiş;
bunu müşkil görerek şunları söylemiştir: «Özürlü kimse mutlak surette cumaya
seî (koşmak) ile memur değildir. Binaenaleyh ona gitmekle öğlenamazı bâtıl
olmamak gerektiği gibi cumaya başlamakla dahi bâtıl olmamak icabeder. Çünkü
ondan farz sâkıt olmuştur. Onu bozmakla memur değildir. Şu halde cuma namazı
nâfile olur. Nasıl ki imam Züfer'le Şâfiî buna kaildirler. Muhit'in ibaresinden
anlaşılıyor ki o kimsenin öğlesi ancak cuma namazında bulunmakla bâtıl olur.
Mücerret ona koşmakla bâtıl olmaz. Nitekim mazur olamayan hakkında hüküm budur.
Bunun işgâli daha hafiftir.»
Ben derim ki:
Buna Zeyleî'nin ve Fethü'l - Kadîr'in şu sözleriyle cevap verilir: «Özür
sahibine cumayı terketmek için ancak özründen dolayı ruhsat verilmiştir. O
cumayı kılmayı iltizam etmekle sağlam hükmüne girmiştir.»
«Mezhebe göre»
ifadesinin yerine Münye şerhinde «Mezhebin sahih kavli budur» denilmiş sonra
şöyle devam edilmiştir: «Züfer buna muhaliftir. Ona göre o kimsenin farzı
öğledir. Onu da vaktinde eda etmiştir. Binaenaleyh başkasıyle bâtıl olmaz.
Bizim delilimiz şudur: Özürlü kimse, başkasından ancak "cumaya koşmayı terk"
ruhsatıyle ayrılmıştır. Bu ruhsatı kullanmazsa o da "başkaları"
hükmüne girer.»
METİN
Özürlü, mahpus ve
yolcuların cumadan önce ve sonra şehirde öğle namazını cemaatla eda etmeleri
kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü bunda cemaatı azaltmak ve şeklen bir
aykırılık vardır. Bu ibare, cuma günü camiden maada bütün mescitlerin
kapanacağını ifade eder. Cumayı kaçıran şehir halkının dahi öğleyi cemaatla
kılmaları mekruhtur. Onlar öğleyi ezansız, ikametsiz ve cemaatsız olarak
kılarlar. Hastanın, öğleyi imam namazdan çıkıncaya kadar geciktirmesi
müstehaptır. Geciktirmezse mekruh olur. Sahih kavil budur.
Bir kimse cumaya
teşehhüde veya -cumada secde-i sehiv yapılır diyenlere göre- secde-i sehiv
halinde yetiştirse onu cuma olarak tamamlar. İmam Muhammed buna muhaliftir.
Nasıl ki bayramda bilittifak bayram olarak tamamlar. Fethu'l - Kadîr'in bayram
namazı bahsinde böyle denilmiştir. Lâkin Sirâc'da İmam Muhammed'e göre o
kimsenin imama yetişmiş sayılmadığı bildirilmiştir. Namaza bilittifak öğleye
diye değil, cumaya diye niyet eder. Öğleye diye niyet ederse imama uyması sahih
olmaz. Sonra zâhire göre bu hususta yolcu ile başkası arasında fark yoktur.
Bunu inceleyerek Nehir sahibi söylemiştir.
İZAH
Özürlü kimselerin
cuma günü öğleyi cemaatla kılmaları mekruh olunca özürsüzlerin bunu yapması
evleviyetle mekruh olur. Nehir. Mahpus kimse özürlüler de dahil olmakla beraber
Kenz ve diğer kitaplarda yapıldığı gibi musannıfın da onu ayrıca zikretmesi
bazılarının sözünü reddetmek içindir. Bu zevat «Mahpusun cuma kılması lâzımdır.
Çünkü zâlim ise hasmını kandırmaya muktedirdir. Değilse imdâd istemesi
mümkündür» demişlerdir. Hayreddin-i Remlî «Bizim zamanımızda mazluma imdada
koşacak kimse yoktur. Galebe zâlimlerdedir. Bir hak için kim kendilerine
çatarsa onu helâk ederler» diyor.
«Öğle namazını
cemaatla eda etmeleri» ifadesinin mefhumundan anlaşılıyor ki, cemaatla
kazaetmeleri mekruh değildir. Bahır'da şöyle deniliyor: «Öğle namazını diye
kayıtlaması, başka namazların cemaatla kılınmasında beis olmadığı içindir.»
Sonra öğle namazını cuma günü cemaatla kılmak şehirde mekruhtur. Şehir hükmünde
olmayan köy bunun hilâfınadır. Zira o köy halkına cuma namazı farz değildir.
Binaenaleyh onlar için cuma günü sair günler gibidir. Münye şerhi.
Mi'rac'da
Mücteba'dan naklen şöyle denilmiştir: «Mesafe uzaklığından dolayı kendilerine
cuma farz olmayanlar, öğleyi cemaatla kılabilirler.» Cemaatın azalması şöyle
olur: Özürlüye bir başkası uyabilir. Bu ise cumanın terkine müeddi olur. Bahır.
Kezâ cumadan sonra öğlenin cemaatla kılınacağını bilen bir adam çok defa
onlarla birlikte kılmak için cumayı terkeder.
Şeklen aykırılığa
gelince: O gün müslümanların şiarı cuma namazı kılmaktır. Onlara zıt harekette
bulunmak istemek büyük bir meseleye müncer olur. Onun için de şeklen aykırı
davranmakta kerahet-i tahrimiye vardır. Rahmeti.
Cuma günü büyük
camiden maada şehirdeki bütün küçük mescidler kapanır. Tâ ki onlara cemaat
toplanmasın. Bunu sirâc'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Büyük camiin
açılması ise zaruridir. Zâhire bakılırsa cemaat toplanmasın diye cumadan sonra
büyük cami bile kapanır. Meğer ki şöyle denile: «Âdet cemaatın vaktin evvelinde
toplanmasıdır. Binaenaleyh cuma kılınmayan sair mescidlerin kapanması cemaat bu
camiye gelmeye mecbur olsunlar diyedir.» Bu izaha göre sair mescidler cuma
namazı kılınıncaya kadar kapanırlar. Lâkin cumadan sonra onları açmaya bir
sebep kalmadığı için ikindiye kadar kapalı kalırlar. Sonra bütün bu söylenenler
cumadan başka bir namaza gitmekten mübalağalı bir şekilde menetmek ve onun
kuvvetli bir namaz olduğunu göstermek içindir.
«Cumayı kaçıran
şehir halkının dahi öğleyi cemaatla kılmaları mekruhtur.» Zâhire göre bu
kerahet kerahet-i tenzihiyedir. Çünkü cemaatı azaltmak ve şeklen aykırılık
yoktur. Bunu Kuhistanî'nin Muzmirat'ından naklettiği «yalnız başlarına
kılmaları müstehaptır» sözü de te'yit eder.
«Onlar öğleyi
ezansız, ikametsiz ve cemaatsız kılarlar.» Valvalciye'de şöyle denilmiştir:
«Cuma günü şehirde cemaatla öğle namazı kılınmadığı gibi ezan ve ikamet de
yoktur. Bu hapishane ve diğer yerler de de böyledir.»
«Hastanın, öğleyi
imam namazdan çıkıncaya kadar geciktirmesi müstehaptır» denildiğine göre
geciktirmediği takdirde mekruh olması kerahet-i tenzihiye iledir. Nehir. Şu
halde Şeyh İsmail'in Dürer şerhinde Muhit'den naklen «Bilittifak kerahet yoktur»
demesi kerahet-i tahrimiye yoktur mânâsına hamledilir.
«Cumada secde-i
sehiv yapılır» diyenlere göre bir kimse cumaya secde-i sehiv halinde hattâ onun
teşehhüdünde yetişse namazını cuma olarak tamamlar. Müteehhirin ulema ise cuma
ve bayram namazlarında secde-sehiv yapılmamasını tercih etmişlerdir. Çünkü
cahiller namaza ziyade edildiğini tevehhüm edebilirler. Sirâc ve diğer
kitaplarda böyle denilmiştir. Bahır.
Maksat, caiz
değil demek değildir. Evla olan terk edilmesidir. Tâ ki cemaat fitneye düşmesinler.
Bunu Azmiye'den naklen Ebu's - Suûd söylemiştir. Bunun bir misli de İbn-i
Kemâl'in izah namındakieserindedir. Namazını cuma olarak tamamlarken kıraat
hususunda muhayyerdir. İsterse âşikâre isterse gizli okur. Bahır.
«İmam Muhammed
buna muhaliftir.» ;O şöyle demiştir: «Şayet imamla birlikte ikinci rekatın
rükûuna yetişirse cumayı onun üzerine binâ eder; daha sonra yetişirse o namazın
üzerine öğleyi binâ eder. Çünkü bu namaz bir cihetten cuma bir cihetten
öğledir. Zira bazı şartları kaçırmıştır. Binaenaleyh öğleye itibar ederek dört
rekat üzerinden kılar, fakat cumaya itibar ederek iki rekatta behemehal oturur.
Nâfile olmak ihtimalinden dolayı son iki rekatta kıraatı okur.» Şeyhayn'a göre
o kimse bu halde cumaya yetişmiştir. Hattâ kendisine cumaya niyet etmek şarttır
ki. o da iki rekattır. İmam Muhammed'in söylediklerinin vechi yoktur. Zira
bunlar muhtelif iki namazdır. Biri diğerinin tahrimesi üzerine binâ edilemez.
Hidâye'de böyle denilmiştir. «Lâkin Sirâc'da imam Muhammed'e göre o kimsenin
imama yetişmiş sayılmadığı bildirilmiştir.»
Ben derim ki:
Sirâc'ın ibaresi Zahîriye'nin bayram bahsinde bazı ulemadan naklen zikredilen;
sonra bazı ulemadan naklen hilâfsız yetişmiş sayıldığı bildirilmiş «sahih olan
budur» denilmiştir.
«Sonra zâhire
göre bu hususta yolcu ile başkası arasında fark yoktur.» Zahîriye'de Münteka'ya
nisbet edilerek şöyle denilmiştir: «Cuma günü imama teşehhüdde yetişen yolcu
namaza girdiği tekbirle dört rekat olarak kılar.» Bahır sahibi bunun,
metinlerdeki ibareyi tahfiz ettiğini ve o ibareyi mesbûka cuma vacip olduğu
surete hamletmeyi gerektirdiğini söylemiş «Cuma vacip olmazsa mesbuk o namazı
öğle olarak tamamlar» demiştir.
Nehir sahibi buna
cevap vererek «Zâhire bakılırsa bu söz imam Muhammed'in kavline göre
söylenmiştir. Şu kadar var ki Muntekâ sahibi onu tercih ettiği için kesin ifade
etmiştir. Yolcu kayıt değil, misaldir» demiştir.
Ben derim ki:
Hidâye'den naklettiğimiz ibare de bunu teyit eder. Orada «Şeyhayn'a göre öğleyi
cumanın üzerine binâ etmenin bir vechi yoktur. Çünkü her kişi başka başka
namazlardır» denilmiştir. Kaldı ki yolcu, cuma namazı kılmayı iltizam edince bu
namaz ona vacip olur. Onun için aynı namazda imam olması sahihtir. Bir de yolcu
cumadan evvel öğleyi kılarsa sonra cumaya gittiği takdirde yetişemese bile öğle
namazı bâtıl olur. Yetiştiği zaman nasıl kılmaz. Bilâkis onu öğle olarak kılar.
Ve öğle öğleyi iptal etmez. Akla yatan Nehir'in ibaresidir. Yolcuyu hassatan
zikretmesi o namazı yalnız imam Muhammed'in kavline göre öğle olarak kılacağı
tevehhüm edilmesin diyedir. Zira imamının farzı iki rekattır. Bundan dolayı ona
göre namazı dört rekat olarak tamamlayacağına tenbihte bulunmuştur. Çünkü
imamının cuması öğle yerine geçer. Allah'u âlem.
METİN
İmam -Hücre varsa
hücreden, yoksa bulunduğu yerden- minbere çıkmak için kalktığı zaman hutbe
tamam oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz değildir. Mecma şerhi.
Esah kavle göre
velev ki hutbede zâlimlerden bahsedilsin. Yalnız vakit namazı ile aralarında
tertip sâkıt olmayan kaza namazı müstesnadır. Onu kılmak mekruh değildir. Bunu
sirâc sahibi ve başkaları söylemişlerdir ki. cumanın sahih olması için bu
zaruridir. Aksı takdirde olmaz. Sünnetikılarken yahut nâfilenin üçüncü rekatına
kalktığında hatip minbere çıkarsa esah kavle göre namazını tamamlar. Ama
kıraatı hafif tutar.
Namazda haram
olan her şey hutbede de haramdır. Bunu Hülâsa ve diğer kitaplar
kaydetmişlerdir. Binaenaleyh yemek, içmek ve konuşmak haramdır. Velev ki tesbih
veya selâm almak yahut iyiliği emir kabilinden olsun. Bilâkis dinleyip susması
icabeder. Esah kavle göre bu hususta uzakla yakın arasında fark yoktur. Muhit.
İZAH
«İmam minbere
çıktığı zaman hutbe tamam oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz
değildir» sözü hadistir. Hidâye sahibi onu merfu olarak nakletmişse de Fethu'l
- Kadîr'de merfu şekli garip görülmüştür. Malum olan bunu Zührî'nin söylemiş
olmasıdır. Ama ibn-i Ebi Şeybe'nin musannıfında Hazreti Ali, İbn-i Abbas ve
İbn-i Ömer (r. anh.) dan rivayet ettiği bir habere göre mezkur zevat imam
minbere çıktıktan sonra namaz kılmayı ve konuşmayı kerih görürlermiş. Hâsılı
sahibinin sözü huccettir. Bize göre başka bir sünnete aykırı düşmemek şartiyle
taklidi vaciptir.
«Hutbe tamam
oluncaya kadar namaz kılmak caiz değildir» sözü, sünnetlere ve tahiyye-i
mescide de şâmildir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Bahır haşiyesini yazan
Remlî «yani caiz olan hiç bir namaz yoktur» diye tefsirde bulunmuştur. «Kerahet
vaktinde namaz kılmak, secde-i tilâvet yapmak memnu'dur ilh...» cümlesini izah
ederken şu da geçmişti: «Nâfile kılmak sahih fakat mekruhtur. Hattâ onu bozarsa
kazası icabeder. Bu namazı bozup mekruh olmayan bir vakitte kaza etmek zâhir
rivayete göre vaciptir. Ama tamamlarsa niyetlenmekle üzerine aldığı borçdan
kurtulmuş olur. Binaenaleyh maksat mun'akit olmamak değil, haram olduğunu
anlatmaktır.»
«Konuşmak caiz
değildir...» ifadesinden murad; insan sözü cinsinden olan şeylerdir. Tesbih ve
benzeri zikirler mekruh değildir. Esah olan kavil budur. Nitekim Nihâye ve
inâye'de beyan olunmuştur. Zeyleî'nin bildirdiğine göre ihtiyat susmaktadır.
Hilâfın yeri, hutbeye başlamazdan öncesidir. Başladıktan sonra ise her nevi
konuşmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Nitekim Bedayi'de de böyle
denilmiştir. Bahır ve Nehir.
Bakalî
muhtasarında şunları söylemiştir: «Hatip duaya başlarsa cemaatın el kaldırmaları
ve âşikare dil ile âmin demeleri caiz olmaz. Bunu yaparlarsa günahkâr olurlar.
Bazıları günahkâr değil isâet etmiş olacaklarını söylemişlerdir. Sahih olan
kavil birincisidir. Fetva da ona göredir.
Keza Peygamber
(s.a.v.) zikredilince cemaatın aşikâre olarak salavât getirmeleri caiz
değildir. Bunu kalbleri ile yaparlar. Fetvâ buna göredir. Remli.
«Hutbe tamam
oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz değildir» ifadesinin yerine
Dürer'de şöyle denilmiştir: «Musannıf Hidâye'de denildiği gibi "hutbe tamam
oluncaya kadar" dememiştir. Çünkü Muhit ve Gayetu'l - Beyan'da
açıklandığına göre namaz kılmak ve konuşmak imamın minbere çıkmasından namazı
bitirinceye kadar mekruhturlar.»
«Esah kavle göre
velev ki hutbe de zâlimlerden bahsedilsin.» Bazıları «zâlimler zikredilirken
konuşmak caizdir» demişlerdir. T.
«Tertibi ıskât
etmeyen kaza namazını kılmak mekruh değildir.» Bilâkis onu kılmak vaciptir.
«Aksi taktirde olmaz.» Yani tertip sâkıt olursa namazı o anda kaza mekruh olur.
«Esah kavle göre namazını tamamlar. Ama kıraatı hafif tutar.» Bu sözü Bahır
sahibi Velvalciye ile Mübtega'ya nisbet etmiş fakat nâfile meselesini
zikretmemiştir. Şurunbulâliye'de Suğra'dan naklen «fetva buna göredir»
denilmiştir.
Bahır sahibi
«Fethu'l - Kadîr'de, "Sünneti kılarken hatip minbere çıkarsa iki rekatta
selâm verir" denilmiş se de bu kavil zaiftir. Kâdıhân onu Nevadir'e nisbet
etmiştir» diyor.
Ben derim ki: Biz
farza yetişmek bâbında Fethu'l-Kadîr'deki sözün tercih edildiğini de söylemiş
ve «Bütün bunlar üçüncü rekata kalkmadığına göredir. Üçüncüye kalkar da onun
secdesine varırsa namazını tamamlar. Üçüncü rekatın secdesine varmazsa
bazılarına göre namazını tamamlar; bazılarına göre oturup selâm verir»
demiştik. Hâniyede «bu daha münasip tir» denilmiş lâ'kin Münye şerhinde birinci
kavlin tercih edildiği bildirilmiştir. Meselenin tamamı oradadır. Oraya
müracaat edebilirsin.
«Kıraatı hafit
tutar.» Yani yalnız vacip olan miktarda yetinir. T. «Velev ki tesbih olsun»
ifadesinden murad; velev ki konuşmak tesbihten ibaret olsun demektir. Ama bunu
metindeki «Namazda haram olan her şey hutbede de haramdır» sözü üzerine
getirdiği fer'î meseleler arasında zikretmesi söz götürür. Zira namazda tesbih
haram değildir. İyiliği emir, hatipten olursa haram değildir. Nitekim şârih
evvelce söylemişti.
«Bilâkis dinleyip
susması icabeder.» Bu sözün zâhirine bakılırsa hutbeyi dinlemeye engel olan
şeyi konuşmak olmasa bile onunla meşgul olmak yine mekruhtur. Kuhistanî bunu
açıklayarak şöyle demiştir: «Çünkü hutbeyi dinlemek farzdır. Nitekim Muhit'de
böyle denilmiştir. Yahut Mes'udiye'nin namaz bahsinde bildirildiği vecihle
vaciptir veya sünnettir. .Bu söz hutbe okunurken uyumanın mekruh olduğunu
gösterir. Meğer ki uyku galebe çala. Nitekim Zâhidi beyan etmiştir». T.
Hılye'de şöyle
denilmiştir: «Ben derim ki: Peygamber (s.a.v.)'in "Biriniz cuma günü
uyuklarsa yerini değiştirsin" buyurduğu rivayet olunmuştur. Bu hadisi
Tirmizi tahric etmiş ve "Hasen sahihtir" demiştir.» Esah kavle göre
minbere yakın olanlarla uzak olanlar arasında fark yoktur. Bazıları uzak olursa
konuşmakta beis olmadığını söylemişlerdir. Bunu Halebî Kuhistanî'den
nakletmiştir.
METİN
Buna, helâkinden
korkulan kimseyi uyarmak .meselesiyle itiraz olunamaz. Çünkü bu uyarma insan
hakkı için vaciptir. O kimse buna muhtaçtır. Susmak ise Allah Teâlâ'nın hakkı
içindir. Bunun esası müsamahaya dayanır. İmam Ebû Yusuf hutbe okunurken
kitabına bakar; onu tashih edermiş. Esah kavle göre kötü bir şey görünce
başıyle yahut eliyle işaret etmekte bir beis yoktur. Doğru olan hareket.
Peygamber (s.a.v.) in ismini işitince içinden salâvat getirmektir. Aksırana
teşmitte bulunmak ve selâm almak vacip değildir. Bununla fetva verilir. Keza
nikâh, bayram ve hatim-i Kur'an hutbeleri gibi hutbeler dinlemek de mutemet
kavle göre vaciptir.
İmameyn «Hutbeden
önce ve sonra konuşmakta beis yoktur» demişlerdir. Ebû Yusuf'a göreoturduğu
zaman dahi konuşmakta beis yoktur. Hilâf âhirete dair konuşmaktadır. Başka
konuşmalar bilittifak mekruhtur. Bu izaha göre zamanımızdaki mutad terakkıye
İmam-ı A'zam'a göre mekruh, imameyne göre mekruh değildir. Hutbe okunurken
müezzinlerin yaptığı teraddi ve benzeri şeyler bilittifak mekruhtur. Meselenin
tamamı Bahır'dadır.
İZAH
Bahır nâm kitapta
şöyle deniliyor: «Kuyu kenarında bir adam görür de içine düşeceğinden korkarsa;
yahut bir insana yaklaşan bir akrep görürse hutbe okunurken o insanı uyarmak
caizdir.»
Ben derim ki: Bu.
konuşmaktan başka çare kalmadığına göredir. Zira dürtmek ve çimdirmek gibi bir
şeyle uyarmak mümkünse konuşmak caiz değildir.
«İmam Ebu
Yusuf'un kitabına bakmasıyle istidlâl, esah kavlin hilâfınadır.
Feyzü'l-Kadir'de şöyle denilmektedir: «Şayet hutbeyi işitmeyecek kadar uzakta
olursa konuşmanın haram olup olmadığına hilâf vardır. Kur' an okumakta ve
kitaplara bakmakta dahi hilâf vardır. İmam ebu Yusuf'tan rivayet olunduğuna
göre kendisi hutbe okunurken kitabına bakar ve onu kalemle tashih edermiş. Ama
en ihtiyatlı hareket susmaktır. Bununla fetva verilir.»
«İçinden salâvat
getirmek» kendi işitecek kadar yahut harfleri doğru dürüstü çıkaracak kadar
okumakla olur. Ulema bunu böyle tefsir etmişlerdir. İmam ebu Yusuf'tan bir
rivayete göre hem susmak emrine hem de Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirme
emrine uymuş olmak için kalben salavat getirilir. Nitekim Kirmâni'de beyan
edilmiştir. Kuhistanî bunu imamlık bahsinden az evvel nakletmiştir. Cevhere
sahibi yalnız salavat meselesini söylemekle yetinmiş «salavatı söylemez. Çünkü
salavat bu halden başka bir yerde tekrar edilebilir. Dinlemek ise bir daha ele
geçmez.» demiştir.
Aksırana teşmitte
bulunmak (yani yerhamukellah demek) ve selam almak vacip değildir. İmam ebu
Yusuf'tan bir rivayete göre selam almak mekruh değildir. Çünkü farzdır.
Biz deriz ki: Bu
şer'an selam almaya izin verilen yerdedir. Hutbe hali böyle değildir. Bilakis
selam almakla günaha girer. Zira hutbe dinleyenin kalbini, farzı dinlemekten
alıkor. Bir de selam almak her zaman mümkündür. Hutbe dinlemek böyle değildir.
Fetih.
Hatm-i Kur'an
hutbesi. "Elhamdülillâhi rabbil'âlemin" "Hamde-s Sâbirin"
«Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. O'na, sabırlı kulların hamdı gibi
hamdederim...» gibi sözlerle olur.
Kur'an okuyanın
«Yarabbi okuduğumuz Kur'anın sevabını filana bağışladım.» gibi sevap hediye
etmesini zâhire göre dinlemek vacip değildir, Zira duadan maduddur. T.
«İmameyn hutbeden
önce ve sonra konuşmakta beis yoktur, demişlerdir.» Bu mesele Cevhere'de şöyle
hulasa edilmiştir: İmam-ı A'zam'a göre imamın minbere çıkması namaza ve
konuşmaya son verir. İmameyn'e göre ise minbere çıkması namaza son verir.
Konuşması da cemaatın konuşmasını keser.
«Mutad terakkıye»
den murad; «innallâhe vemelâiketehü» ayeti ile muttefekun aleyh olan «cuma günü
imam hutbe okurken arkadaşına sus dersen muhakak gevezelik etmiş olursun.»
hadisiniokumaktır.
Ben derim ki:
Allaâme İbn-i Hacer Tuhfe namındaki eserinde bunun bid'at olduğunu söylemiştir.
Çünkü ilk devirden sonra ortaya çıkmıştır. Bazıları «Lâkin bu bid'at-ı'
hasenedir (güzel bid'attır.) Zira ayeti kerime her kese mendup olan salat ve
selâmı çok yapmaya teşvik etmektedir. Bâhusus bugün bir çok lâzımdır. Hadiste,
terki cumanın fazîletini kaçıran susmanın kuvvetle lâzım olduğunu
göstermektedir. Hattâ susmayı terketmek ekser ulemaya göre insanı günaha sokar»
demişlerdir.
Ben derim ki:
Buna şununla da istidlal edilir: Peygamber (s.a.v.) veda haccında Minâ'da hutbe
okumak istediği zan^an birine cemaatı susturmasını emretmiştir. Buna kıyasan
hatibin cemaatı susturmak için birine emir vermesi mendup olur. Terkıye yapanın
işi de budur. Binaenaleyh onun, hadisi zikretmesi asla bid'at sahasına girmez.
Hayreddin-i Remli de Şâfiî'den bunun benzerini nakil ile tasdikte bulunmuş ve
«Mutad vecihle hadis okumanın horam olduğunu söylememek gerekir. Zira ümmet
bunu bütün çoğunluğu ile yapılagelmiştir» demiştir.
Ben derim ki:
Bunun mutad olması «konuşmak haramdır; velev ki iyiliği emir veya selâm almak
olsun» diyen imama göre caiz olmasını iktiza etmez. Sonradan ortaya çıkan örf
ve adet nassa muhalif olursa ona itibar yoktur. Çünkü örf ancak sahabe ve
müctehidler devrinden beri umumi olursa helâl delili olur. Nitekim fukaha bunu
açıklamışlardır. Cuma hutbesini Mina hutbesine kıyas etmek ise kıyas-ı mea'l
fârıktır (yani birbirine uymayan iki şeyi kıyastır). Zira halk cuma günü
mescidde oturur ve hutbeyi dinlemeye hazır olarak hatibin çıkmasını beklerler.
Mina hutbesi böyle değildir. Teemmül buyurula!.
Öyle anlaşılıyor
ki, böyle sözler terkıyecinin, müezzine. ezanı telkin ettiği zaman da söylenir.
Fakat zâhire göre kerahet, terkıye yapan hatibe değil. müezzinedir. Çünkü
hatibin huzurunda okunan iç ezanın sünneti terkıyecinin ezanı ile hâsıl olur.
Müezzin ona icabet etmiş sayılır. O anda ezana icabet ise mekruhtur. Meğer ki
«ilk ezan cemaat işitecek kadar sesle okunmazsa sünnete muhalif olur.
Binaenaleyh ikinci ezan muteber olur» denile.
«Teraddî ve
benzeri şeyler» den murad; ashab-ı kiramın adları zikredildiği vakit
"radıyellahu anhum" demektir. Benzeri de sultanın adı geçince ona dua
etmektir. Rum ili gibi bazı beldelerde mutad olduğu vecihle bunu müezzinler
yüksek sesle yaparlar. Bizim memleketimizde de hatip minbere çıkarken mutad olduğu
vecihle harfleri uzata uzata nağmeler yaparak Peygamber (s.a.v.)'e salavat
getirmek bu kabildendir.
Şârih «meselenin
tamamı Bahır'dadır» demişse de Bahır'da bundan sonra sadece «şaşılacak şeydir
ki» diye anlattıkları zikredilmiştir.
METİN
Şaşılacak şeydir
ki terkıyeci hatip hadisinin muktezası ile emri bilma'ruf yasak eder; sonra da:
«Susun! Allah size merhamed eylesin! der.»
Ben derim ki:
Ancak imameynin kavline hamledilirse o başka. Dikkatli ol!.
Esah kavle göre
ilk ezanla alış verişi bırakarak cumaya koşmak vacip olur. Velev ki alış
verişcumaya koşmakla beraber olsun. Mescidde olursa günahı daha büyüktür, İlk
ezan Rasûlüllah (s.a.v.) zamanında olmayıp Hazret-i Osman zamanında ortaya
çıkmıştır. Bahır'da kerahet-i tahrimiye ile mekruh olan bir şeye 'haram' demenin
sahih olduğu beyan edilmiştir. İkinci defa ezanı hatibin huzurunda hatip
minbere oturduğu vakit okur. Musannıf burada fiili müfred kullanmakla şunu
anlatmak istemiştir. Müezzinler birden fazla iseler birer birer ezan okurlar.
Hepsi birden okumazlar. Nitekim Cellâbî ile Timurtâşî'de böyle denilmiştir.
Bunu Kuhistani söylemiştir.
İZAH
«Ancak imameynin
kavline hamledilirse o başka!» Çünkü hatip bu sözü hutbeden önce söyler.
İmameyn Peygamber (s.a.v.)'in «imam hutbe okurken ilh...» hadisini hakikaten hutbeye
başlamış olmaya hamlederler. O zaman terkıyeci "susun" diyerek
okuduğu hadise muhalefet etmiş olmaz. İmam-ı A'zam'ın kavline göre ise «imam
hutbe okurken» sözünü «hutbe için minbere çıkarken» mânâsına hamledenlere göre
imam okuduğu hadise muhalefet etmiş olur ve bu mekruhtur. Cumaya koşmak (yani
gitmek) farz olduğu halde musannıfın «vacip olur» demesi vaktinin ilk ezan mı
yoksa ikinci ezan mı olduğunda ihtilaf edildiği içindir. Yahut itibar vaktin
girmesinedir. Bahır. Bunun hulâsası şudur: Cumaya gitmenin (Sa'yin) kendisi
farzdır. Vacip olan, ilk ezan vaktinde yapılmasıdır. Bu suretle Nehir'in şu
ibaresi defedilmiş olur «Sa'yin vaktinde ihtilaf edilmesi, "o
farzdır" demeye mâni değildir. Nasıl ki ikindi namazı bilittifak farzdır:
Halbuki vaktinde ihtilaf edilmiştir.»
Musannıf
«alış-verişi bırakarak» demekle sa'ye aykırı olan her ameli kasdetmiştir.
Alış-veriş tabirini kullanması ayeti kerimede bu tabir kullanıldığı içindir.
Nehir.
Şârih «velev ki
alış-veriş (sa'yi ile) cumaya koşmakla beraber olsun» diyorsa da Sirâc'da
alış-veriş cumaya gitmekten alıkoymazsa giderken yapılmasının mekruh olmadığı
açıklanmıştır. Bahır.
Nehir'de «birinci
kavle itimat gerekir» denilmiştir.
Ben derim ki:
Şârihin "bey'i fâsit bâbı" nın sonunda anlatacağı vecihle bunda bir
beis yoktur. Çünkü yasaklama cumaya gitmeyi ihlâl etmekle ta'lil edilmiştir.
Cumaya gitmeye engel yoksa yasaklamakda yoktur. Alış-veriş mescidde yapılırsa
günahı daha büyüktür. Bu hususta mescidin kapısı da aynı hükme dahildir. Bahır.
Esah kavle göre
alış-veriş ilk ezanla terk edilir. Bu hususta Münye şerhinde şöyle denilmiştir:
«Ulema ilk ezandan murad ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları «Meşru
olması itibariyle ilk okunan ezandır» demişlerdir. İlk meşru olan ezan minberin
önünde okunandır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) zamanıyle Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)
zamanlarında okunan ezan bu idi. Sonra cemaat çoğalınca ikinci ezanı hazreti
Osman ihdas etmiş ve Zevrâ denilen yerde okunmuştur. Bu yer Medine'dedir. Esah
kavle göre ilk ezan vakit itibariyle okunandır ki, zevalden sonra minarede
okunur. «Bâhır'da kerahet-i tahrimiye ile mekruh olan bir şeye haram demenin
sahih olduğu beyan edilmiştir.»
Ben derim ki :
Musannıfın "haram - helal bahsi" nin başında anlatacağı vecihle imam
Muhammed'e göre her mekruh haramdır. Şeyhayn'a göre ise harama yakındır. Evet,
imam Muhammed'in kavlionlardan da rivayet olunmuştur. Nitekim bunu inşallah o
bahisde söyleyeceğiz. Bahır sahibi bu sözü ile Hidâye sahibi namına özür
dilemeye işaret etmiştir. Çünkü Hidâye sahibi ezan vaktinde alış - veriş
yapmanın haram olduğunu söylemiştir. Halbuki haram değil kerahet-i tahrimiye
ile mekruhtur. Bu suretle Gayetü'l - Beyan sahibinin Hidâye'ye yaptığı itiraz
defedilmiş olur. Onun itirazı şöyledir: «Alış - veriş caizdir; lâkin mekruhtur.
Nitekim Tahâvî şerhinde açıklanmıştır. Zira başka şeydeki bir mânâdan dolayı
yapılan yasaklama meşruiyeti yok etmez.»
Kuhistani,
müezzinlerin ezanı hep birden okumamaları hususunda şunu da söylemiştir:
«Hidâye ve diğer kitaplarda müezzinler ezanı okurlar denilerek buna işaret
edilmiştir. Hidâye şârihlerinin sözü de buna delâlet eder.» Kuhistani'nin bu
sözü itiraz götürür. Hidâye şârihlerinin sözü bunun hilafına delalet
etmektedir. İnâye'de şöyle denilmiştir: «Müezzinlerin cemi sîgasiyle zikir
edilmesi âdete binaendir. Çünkü cuma ezanında öteden beri âdet, müezzinlerin
sesleri büyük camiin etrafına ulaşsın diye bir yere toplanmalarıdır.» Nihâye,
Kifâye ve Miracü'd - Dirâye'de dahi böyle denilmiştir,
Ben derim ki:
Mezkur illet ancak ilk ezanda meydana çıkar. Halbuki Hidâye'de her iki yerde
müezzinler cami sîgasiyle zikredilmiştir.
Minber kelimesi
yükseklik mânâsına gelen «Nebr»den alınmıştır. Peygamber (s.a.v.)'e uymuş olmak
için minber üzerinde hutbe okumak sünnettir. Bahır. Minber mihrabın solunda
olmalıdır. Kuhistani.
Peygamber
(s.a.v.)'in minberi, istirahat yeri denilenden başka ÜÇ basamaktan ibarettir.
İbn-i Hacer Tühfe namındaki eserinde şöyle diyor: Ulemadan bazıları şimdi âdet
olan ikinci hutbede bir basamak aşağı inerek sonra tekrar yukarı çıkmanın
çirkin bir bid'at olduğunu incelemişlerdir.»
METİN
Hatip hutbeyi
tamamlayınca ikamet getirilir. Hutbe ile ikameti dünya işi ile birbirinden
ayırmak mekruhtur. Bunu Aynî söylemiştir. Cumayı hatipten başkası
kıldırmamalıdır. Çünkü hutbe ile namazın ikisi birşey gibidirler. Ama bu
yapılırsa; meselâ sultanın izniyle hutbeyi bir çocuk okur; namazı âkıl bâliğ
biri kıldırırsa caiz olur. Muhtar kavil budur.
Öğlenin vakti
çıkmadan şehrin binalarından ayrılmak şartıyle cuma günü sefere çıkmakta beis
yoktur. Hâniye'de de böyle denilmiştir. Lâkin Zahîriye ve diğer kitapların
ibarelerinde "çıkmak" yerine "girmek" tabiri
kullanılmıştır. Münye şerhinde ise şöyle denilmiştir: «Sahih kavle göre
zevalden sonra cumayı kılmadan sefere çıkmak mekruhtur. Zevalden önce sefere
çıkmak mekruh değildir.»
Köylü bir kimse
cuma günü şehre gelirse o gün orada kalmaya niyet ettiği takdirde cuma namazını
kılması lâzım gelir. O gün cumadan önce veya sonra şehirden çıkmaya niyet
ederse cuma kılması lâzım gelmez. Lâkin Nehir'de «cumadan sonra çıkmaya niyet
ederse cuma namazını kılması lâzımdır. Aksi takdirde lâzım değildir»
denilmiştir. Münye şerhinde ise «cuma vaktine kadar durmaya niyet ederse
namazını kılması lâzımdır. Ama "lazım değildir" diyenler de vardır»
denilmektedir. Nasıl ki bir yolcu cuma günü şehre gelir de o gün çıkmaya niyet
etmediği gibi yarımay orada kalmaya da niyet etmezse cuma namazını kılması
lâzım gelmez.
İZAH
Hatip hutbeyi
tamamlayınca ikamet getirilir. Öyle ki ikametin evveli hutbenin sonuna bitişik
olmalı ve hatibin namaz yerinde durmasıyle ikamet bitmelidir. İmam namazın iki
rekatında cuma ile münâfikun sûrelerini okur. Ama başka sûreleri okumak da
mekruh değildir. Nitekim Tahavî şerhinde beyan olunmuştur. Zâhidî Cuma
namazında e'lâ ve gâşiye sûrelerinin okunacağını söylemiştir. Kuhistani.
Bahır'da şöyle
deniliyor: «Lâkin buna devam etmemelidir. Tâ ki bâkî sûrelerin terk edilmesine
yol açmasın; bir de avam takımı bunu farz sanmasın.» Bu hususta sözün tamamı
kıraat faslında geçmişti.
«Hutbe ile
ikameti dünya işiyle birbirinden ayırmak mekruhtur.» Fakat iyiliği emir ve
kötülükten nehy ile ayırmak mekruh değildir. Keza abdestsiz veya cünüp olduğu
anlaşılırsa abdest almak veya gusül etmekle ayırmak da mekruh değildir. Nitekim
evvelce geçmişti. Yiyip içmek bunun hilafınadır. Hattâ aralarının ayrılması
uzun sürerse hutbe yeniden okur. Nitekim bu da geçmişti.
Hutbe ile namazın
ikisi bir şey gibidirler. Çünkü biri şart diğeri meşruttur. Şort olmadan meşrut
tahakkuk etmez. şu halde münasip olan. her ikisini bir kimsenin yapmasıdır. T.
Bâliğ kimsenin
cuma namazı kıldırması da sultanın izniyle olur. Öyle anlaşılıyor ki, çocuğun
izin vermesi kâfidir. Çünkü çocuk cuma kıldırmaya me'zundur. Fethu'l - Kadîr ve
diğer kitaplarda bildirildiğine göre hutbe için izin vermek namaz için de izindir.
Bunun aksi de böyledir. Demek ki cumanın kıldırılması kendisine havale
edilmiştir.
Bir de hutbe
hakkında onu kabul etmek, delalet yoluyla yerine başkasını geçirmek için
izindir. Zira sultan çocuğun imamlığının sahih olmadığını bilir. Evet,
"yerine başkasını geçirdiği vakit ehliyet şarttır" diyenlere göre
çocuğun izin vermesi sahih değildir. Kendisine bülûğdan sonra mutlaka yeni bir
izin verilmesi gerekir. Allah'u âlem.
«Muhtar kavil
budur.» Huccet nâm eserde caiz olmadığı bildirilmektedir. Çünkü hatibin
imamlığa elverişli olması şarttır. Zahîriye'de «çocuk hutbe okursa ulema
İhtilaf etmişlerdir. Hilâf akıl eden çocuk hakkındadır» denilmiştir. Ekseriyet
caiz olduğuna kaildir. İsmail.
«Sefere çıkmakta
beis yoktur» cümlesindeki sefer sözü bir kayıt değildir. İçinde cuma namazı
kılmak farz olmayan bir köye gitmeyi istemek de öyledir. Nitekim Tatarhaniye'de
de böyle denilmiştir. Tecnis'de de Hâniye'deki gibi izahat verilmiştir.
Tecnis'in beyanına göre bunu Şemsü'l - Eimme Hulvâni müşkil görerek «vaktin sonunu
itibara almak ancak yalnız başına eda ettiği namazlar hakkındadır. Cuma ise
imam ve cemaatla eda edilir. Binaenaleyh cemaatın eda ettikleri vaktin itibara
alınması gerekir. Hattâ şehirden, cemaat cumayı kılmadan çıkmazsa cumaya
gitmesi lâzım gelmelidir» demiştir.
Ben derim ki:
Tatarhaniye'de tehzib'den naklen ezanın itibara alınacağı bildirilmiştir.
Bazıları birinci ezanın, bazıları da. ikincinin itibara alınacağını
söylemişlerdir ki, Şurunbulâlî'ye sahibi bu ikinci kavleitimat etmişlerdir.
Şârih Münye şerhinin sözü ile Zahîriye'nin ifadesini te'yit ediyor ve bununla
Hâniye'nin sözünün zaif olduğunu anlatmak istiyor. T. Münye şerhinde zevalden
sonra cumayı kılmadan sefere çıkmanın mekruh olması, daha önce vacip olmamakla
ve huttabın cumaya gitmekle tevcih etmesiyle ta'lil edilmiştir.
Ben derim ki:
Cumaya gitmiş olsa arkadaşları kendisini bırakacak ve yalnız başına da
gidemeyecekse bu durumun istisna edilmesi gerekir.
«"Köylü"
tabiri ile musannıf mukim olan kimseyi kasdetmiştir. Yolcuyu ondan sonra zikretmiştir.
Nehir'in ifadesinin bir misli de Feyzu'l-Kadîr'dedir. Ondan sonra Feyzu'l -
Kadîr'de metnin ibaresi söylenmiştir» ifadesiyle (zaif olduğuna işaret
edilerek) nakledilmiştir. Münye şerhinin tam ibaresi şöyledir: «Bir köylü cuma
günü şehre girerse cuma vaktine kadar kalmaya niyet ettiği takdirde cumayı
kılması lâzım gelir. Cuma vakti girmeden oradan çıkmaya niyet ederse cuma
kılması lâzım gelmez. Ama vakti girdikten sonra çıkmaya niyet ederse cumayı
kılması lâzım gelir. Fâkih Ebu'l - Leys, lâzım gelmediğini söylemiştir. Kâdıhan
bu kavli tercih etmiştir.»
METİN
Mekke gibi
kılıçla fethedilen yerde imam hutbeyi kılıçla okur. Medine gibi kılıçla
fethedilmeyen yerde ise kılıca lüzum yoktur. El Hâvi'l - Kudsî adlı eserde
beyan olunduğuna göre müezzinler ezanı bitirince imam kılıcı sol eline alarak
ayağa kalkar ve kılıca dayanır. Hülâsa'da ise «yay veya sopa üzerine dayanması
mekruhtur» denilmektedir.
F E R İ M E S E L
E : Bir kimse yemek yerken ezanı işitse cumayı veya bir farz namazı
kaçıracağından korkarsa yemeği bırakır; cemaatı kaçıracağından korkarsa yemeği
bırakmaz.
Bir köylü hem
cumayı hem kendi ihtiyaçlarını kastederek seî yaparsa, (yola çıkarsa) daha
ziyade cuma kılmak maksadıyle çıktığı takdirde cumaya seî sevabı kazanır.
Bundan anlarsın ki, bir kimse ibadetine başka şeyi ortak ederse itibar fazla
olanadır. Efdal olan, cumadan sonra saçını tıraş etmek ve tırnak kesmektir.
İmam hutbeye başlamadıkça ve kimseye eziyet vermemek şartıyla safların
üzerinden adımlamakta beis yoktur. Meğer ki önündeki aralıktan başka bir yer
bulamaya. Bu takdirde zaruretten dolayı orayâ geçer. Dilenmek için geçmek
herhalde mekruhtur.
İZAH
Kılıçla hutbe
okumaktan maksat kılıcı çekerek okumaktır. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
Havi'den aşağıda nakledilen ibarenin zâhiri buna muhalif ise de Nehir sahibi
«maksat kılıcı çekerek tutmaktır» diyerek iki kavlin arasını bulmuştur. Kılıçla
hutbe okumanın hikmeti; o beldenin kılıçla fethedildiğini cemaata göstermek ve
«islâmdan dönerseniz bu alet müslümanların elinde bâkîdir. Tekrar islâma
dönünceye kadar sizinle çarpışırlar» demektir. Dürer.
Mekke kılıçla
fethedilmiştir. Nitekim Ebû Hanîfe, Malik ve Evzâi buna kaildirler. İmam Şafiî,
Ahmed ve bir taife sulh yolu ile fethedildiğini söylemişlerdir. Bunu Kutbî'nin
Mekke tarihinden şeyh İsmail nakletmiştir. Medine ise Kur'an'la fethedilmiştir.
İmdâd.
Hülâsa'da «yay
veya sopa üzerine dayanması mekruhtur» denilmiştir. Hılye sahibi bu sözü
müşkilsaymış; Ebû Davud'un rivayetinde Peygamber (s.a.v.)'in bir deyneğe veya
yay üzerine dayanarak hutbe okumaya kalktığını söylemiştir. Kuhistanî'nin
Muhit'den naklettiğine göre ayağa kalkmak gibi eline sopa almak da sünnettir.
Yemek yerken
ezanı işiten kimse cumayı veya bir farzı kaçıracağından korkarsa yemeği
terkeder. Bunu Tatarhâhiye sahibi Fetevâ-i Ebü'l -Leys'e nisbet etmiştir. Sonra
cumanın kaçırılması imamın selâm vermesiyledir. Farz namazın kaçırılması ise
cemaatı kaçırmakla değil, vaktinin çıkmasıyledir. Çünkü o namazı yalnız başına
kılması mümkündür. Canının çektiği yemeğin lezzetinin kaçacağından korkmak
evvelce bâbında geçtiği vecihle cemaatı terk için özürdür. Lâkin bu yukarıda
geçen «İlk ezanla cumaya gitmek ve alış - verişi terketmek vaciptir» sözünün
karşısında müşkil kalır. Cuma için alış - verişi terketmekten maksat, sa'ye
aykırı düşen her ameldir.
Cumaya seî
sevabını kazanan kimse herhalde namazın sevabına da nail olur. T.
İbadete başka bir
şeyi ortak koşmak hem ticaret hem hac için sefer etmek, hem farzı ıskat hem de
halkın dilinden kurtulmak için namaz kılmak gibi şeylerle olur ki. bunlar sırf
Allah rızası için yapılmış sayılmazlar. itibar fazla olanadır. Zâhire bakılırsa
bundan murad; ibadet kasdiyle yapılan fazla ameldir. Çünkü «daha ziyade cuma
kılmak maksadıyle çıktığı takdirde cumaya seî sevabı kazanır» demesinden
anlaşılıyor ki. daha ziyade hâcetini görmek maksadıyle çıkar veya her iki
maksat müsavi olursa sevap yoktur. Bu tafsilatı imam Gazâlî ve Şâfiîlerin diğer
uleması benimsemişlerdir. Şâfiîlerden İzzettin bin Abdü's - Selâm ise mutlak
surette sevap olmayacağını tercih etmiştir. Bunun beyanı inşallah haram - helâl
bahsinde gelecektir.
«Efdal olan,
cumadan sonra saçını tıraş etmek ve tırnak kesmektir» Tatarhaniye'de şöyle
denilmiştir: «Cuma günü namazdan evvel tırnak kesmek ve bıyık tıraş etmek
mekruhtur. Çünkü bunda hac mânâsı vardır. Hac bitmeden bunlar meşru değildir.»
Bu hususta sözün tamamı, tırnakların nasıl kesileceği ve gerek manzum gerekse
mensur olarak söylenen sözler inşallah haram-helâl bahsinde gelecektir.
«Kimseye eziyet
vermemek» başkasının elbisesine veya bedenine basmamakla olur. Zira hutbe
okunurken safların üzerinden adımlamak haram bir iştir. Eziyet vermek de
öyledir. Hatibe yaklaşmak ise müstehaptır. Haramı terketmek, müstehabı
işlemekten önce gelir. Onun içindir ki Peygamber (s.a.v.) birinin cemaatın üzerinden
adımladığını ve «yer açın» dediğini görünce "otur! sen eziyet
verdin!" buyurmuştur. Tirmizi'nin Muaz bin Enesü'l-Cühenî'den rivayet
ettiği hadisin yorumu da budur. Muaz (r.a) şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.)
"Her kim cuma günü cemaatın üzerinden adımlarsa cehenneme bir köprü kurmuş
olur." buyurdular.» Münye şerhi.
«Dilenmek için
geçmek herhalde mekruhtur.» Nehir'de şöyle denilmiştir: «Muhtar olan kavil
şudur ki, dilenci namaz kılanın önünde dilenmez; cemaatın üzerinden adımlamaz
ve ısrarla istemez de yalnız zaruri bir şeyde ısrar ederse dilenmekte ve
vermekte bir beis yoktur.» Bazzâziye'de de bunun misli sözler vardır. Orada
şöyle denilmektedir: «Şayet bu zikredilen sıfatta olmazlarsa vermek caiz
değildir. İmam ebu'n Nasru'l - lyâzi "Bunları mescidden çıkaranı Allah'ın
afvedeceğiniumarım"demiştir. İmam Halef bin Eyub'un "Ben kadı olsam
bunlara sadaka verenlerin şehadetini kabul etmezdim." dediği rivayet
'olunur.» Zekat verilecek yerler bâbında geleceği vecihle fiilen veya kazanan
sağlam kimse gibi kuvvetli ve bir günlük yiyeceğini çıkaran kimsenin dilenmesi
helal değildir. Onun halini bilip de kendisine sadaka veren de günahkar olur.
Çünkü harama yardım etmiştir.
METİN
Peygamber
(s.a.v.)'e "cuma günü icabet saatının ne olduğu" sorutmuştur da; «imamın
oturmasıyle namazın tamam olması arasıdır,» buyurmuştur. Sahih olan da budur.
Bazıları ikindi vakti olduğunu söylemişlerdir. Ulema bunu tercih etmişlerdir.
Nitekim Tatarhâniye'de beyan olunmuştur. Aynı eserde şu da vardır: Ulemadan
birine "Cuma akşamı mı daha fazîletlidir; yoksa cuma günü mü?" diye
sorulmuş da "cuma günüdür" diye cevap vermiştir. Eşbah'ın ahkâmat
bahsinde beyan edildiğine göre cuma gününe mahsus olan şeylerden biri de o
günde sure-i kehfin okunmasıdır. Bunun. «sırf o günde oruç tutmak ve sırf o
gecede namaz kılmak mekruhtur.» cümlesi üzerine atıf edildiğini anlayan vehim
etmiştir. Ruhlar cuma gününde toplanır; kabirler o gün ziyaret edilir ve meyyit
kabir azabından emniyette olur. Cuma günü veya gecesi ölen kimse de kabir
azabından emin olur. Cuma günü cehennem kızdırılmaz; cennetlikler Rab'larını o
gün ziyaret ederler.
İZAH
Sahihayn'da ve
diğer hadis kitaplarında sabit olduğuna göre Peygamber (s.a.v.); «Cuma gününde
bir saat vardır ki, kalkıp namaz kılan bir müslüman o saata rastlayarak Allah
Teâlâ'dan bir şey isterse mutlaka verir» buyurmuşlardır. Bu saat hakkında
birkaç kavil vardır ki en sahihi veya en sahihlerinden biri imamın minber
üzerinde oturmasından namaz bitinceye kadar olduğunu bildirendir. Nitekim bu
kavil Müslim'in sahihinde Peygamber (s.a.v.) den hadis olarak da sabittir.
Hılye.
Mi'rac'da
«Binaenaleyh dili ile değil, kalbi ile dua etmesi sünnettir. Çünkü susmakla
memurdur.» deniliyor. Başka bir hadiste icabet saatının cuma gününün son anı
olduğu bildirilmiştir. Bu hadisi Hâkim ve diğer hadis uleması sahihlemişlerdir.
Hâkim «Bu hadis Şeyhayn'ın şartı üzeredir.» demiştir. İhtimal ulemanın muradı
da budur. Tahtavî'nin Zerkâni'den nakline göre bu iki kavil bu husustaki
kırkiki kavlin içinden sahih kabul edilmişlerdir. Ve icabet saatı bu iki vakit
arasında devretmektedir. Binaenaleyh bu vakitlerde dua etmek gerekir. Sonra
anlaşılıyor ki icabet saati az bir zaman olup vakti her beldeye ve her hatibe
göre değişir. Çünkü bir yerde gündüz iken başka yerde gece olur. Keza bir yerde
öğle iken başka yerde ikindi olur. Allah'u âlem.
Sure-i Kehf hem
cuma gecesi hem de cuma günü okunmalıdır. Efdal olan, hayra acele etmek ve
ihmalden kaçınmak için onu o gece ile o günün evvellerinde defalarca okumaktır.
Zira sahih olan bir hadisde: «İlk okuduğu sure-i kehf o kimse için iki Cuma
arasında nur saçar.» buyurulmuştur. Dârimi'nin rivayetinde «ikinci okuduğu ise
o kimse ile Kâbe arasında nur saçar.» denilmiştir. İbn-i Hacer. Sırf cuma
gününde oruç tutmak mekruhtur. Mutemet kavil budur. Vaktiyle bu emirolunmuştur.
Sonra yasaklandı. T.
Sure-i kehf
okumayı bu oruç meselesi üzerine ma'tuf zanneden vehim etmiştir. Nasıl ki
Hamavî'ye Hâşiye yazan zât böyle yapmıştır, Bu vehmin yeri bilinsin ve ibarenin
faydaları tamamıyle anlaşılsın diye biz onun ibaresîni olduğu gibi
naklediyoruz. Velev ki söylediklerinin bazıları evvelce anlattıklarımızdan
anlaşılmış olsun. İbare şudur: «Cuma gününün kendine mahsus hükümleri: Cuma
namazı kılmak, bu namaz için cemaatın şart olması, cemaatın imamdan maada üç
kişi olması, cumaya mahsus olan sureyi okumak. cumadan evvel şartı varken yola
çıkmanın haram kılınması, cuma için yıkanmanın, koku sürünmenin güzel elbise
giymenin, tırnak kesmenin ve saç tıraş etmenin sünnet olması - ancak tırnak ve
saç meselesinin cumadan sonraya bırakılmasının efdal olması - mescidin
buhurlanması, mescide erken gidilmesi ve hatip minbere çıkıncaya kadar orada
ibadetle meşgul olunması gibi şeylerdir. Cumayı serinlik vaktine geciktirmek
sünnet değildir. Sırf cuma gününde oruç tutmak ve sırf cuma gecesinde nafile
namaz kılmak mekruhtur. Cuma gününde sure-i kehf okumak da ona mahsus
hükümlerden olduğu gibi imam ebu Yusuf'un sahih kabul edilen mutemet kavline
göre güneşin tam gökyüzünün ortasında bulunduğu istiva zamanında nafile
kılmanın mekruh olmaması da ona mahsus hükümlerdendir. Cuma günü haftanın en
hayırlı günü ve bayramıdır. İcabet saatı ondadır. Ruhlar o gün toplanırlar;
kabirler o gün ziyaret olunurlar. Meyyit cuma günü azab olunmaktan
emniyettedir. Cuma günü veya gecesi ölen kimse kabrin fitnesinden ve azabından
emin olur. Cuma günü cehennem kızdırılmaz. Adem aleyhisselâm cuma günü
yaradılmış, cuma günü cennetten çıkarılmıştır. Cennetlikler Rab'ları Teâlâ
hazretlerim cuma günü ziyaret ederler,» H.
Ben derim ki:
Cuma namazını serinlik vaktine geciktirmenin sünnet olmadığı cumhur ulemanın
kavli olduğunu biz namaz vakitleri bâbında izah etmiş, o gün istiva zamanında
nafile kılmak mekruhtur diyen İmam-ı A'zam kavlinin tercih edildiğini de
bildirmiştik.
Meyyit cuma günü
kabir azabından vareste olur. Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat'a göre kabir azabı hak,
münker - nekir adlı meleklerin suali ve kabrin sıkıştırılması haktır. Lâkin
ölen kimse kâfir ise onun azabı kıyamet gününe kadar devam eder. Ondan cuma
günü ve ramazan ayı kaldırılır. Ve eti ruhuna, ruhu cismine bitişik olarak azab
edilir, Cesedi ile birlikte ruhu da elem duyar, velev ki cesedin dışında olsun,
İtaatkar mümin ise azap görmez. Onu kabir yalnız bir defa sıkıştırır. Onun
dehşet ve korkusunu duyar. Asi mümin azap görür. Onu kabir de sıkar. Ancak
azabı cuma günü ve cuma gecesi kesilir; bir daha tekerrür etmez. Şayet cuma
günü veya gecesi ölürse azabı bir saat ve bir kabir sıkmasından ibaret olur.
Sonra kesilir. Hanefî Ebu'l Muîn Nesefî'nin «el Mutekadât» adlı eserinde böyle
denilmiştir, Bu satırlar kısaltılarak Hamavî'nin hâşiyesinden alınmıştır.
Cennetliklerin
Allah Teâlâ'yı ziyaretlerinden murad; Allah'ı görmeleridir. Bu ifade bazı
şahıslara bakaraktır. Bazıları Cenab-ı Hak'kı bir haftadan daha az bazıları
daha çok zamanda göreceklerdir. Hatta ulemadan bir takımları «Kadınlar Cenab-ı
Hak'kı ancak bayram günleri ile umumi tecelli zamanlarında görürler.»
demişlerdir. Meselenin tamamı Tahtavi'dedir. Allah Teâlâ'dan bizi decemalini
görenler zümresine katmasını niyaz eyleriz. Âmin.
METİN
(Bayramın
Arapçası «lyd» dır ve dönüp gelen mânâsınadır.) Bayrama bu ismin verilmesi o
gün Allah'ın kullarına dönüp gelen bir çok ihsanlarından dolayıdır. Bir de
ekseriyetle sevinç getirerek döndüğü yahut tefaül için ona lyd denilmiştir. lyd
kelimesi her sevinçli gün hakkında kullanılabilir. Onun için bir beyitte;
«Üç bayram bir
araya gelmiş baksana
Sevgilinin yüzü,
bayram günü, cuma!» denilmiştir.
İkisi biraraya
gelirse yalnız birini kılmak lazım gelir. Bazıları cuma namazını kılmanın evlâ
olduğunu söylemiş: bir takımları «Bayramı kılmak evlâdır.» demişlerdir.
Timurtaşî'den naklen Kuhistanî'de böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Ben
Timurtaşi'ye müracaat ettim ve bunu başka mezhepten naklettiğini gördüm. Hem de
zaif olduğunu belirterek nakletmiş.
Bayram namazı
hicretin ilk senesinde meşru olmuştur. Esah kavle göre evvelce geçen
şarttarıyle cuma kime farz olursa bayram namazları da ona vacip olur. Bu
şartlardan yalnız hutbe müstesnadır. Çünkü bayram namazından sonra hutbe okumak
sünnettir.
İZAH
Cevhere'de şöyle
denilmiştir: «Bayramla cumanın münasebeti meydanda olup şudur: Bunların ikisi
de büyük bir cemaatla kılınır. İkisinde de kıraat âşikâre okunur. Hutbeden
maada, birinin şartı ne ise diğerinin de odur. Cuma kime farz ise bayram da ona
vaciptir. Cuma namazının evvel zikredilmesi, farz olduğu ve çok tekerrür ettiği
içindir,»
Her sene bayram
günlerinde Allah'ın kullarına dönüp gelen ihsanlarından bazıları; ramazanda
yemek içmek memnu iken bayram günü iftar edilmesi; fıtır sadakası, ziyaret tavafı
ile haccın tamamlanması, kurban etleri vesairedir. Bir de ekseriyetle bu
sebepten bayram gününde sevinmek, şen ve şatır görünmek âdet olmuştur.
T E F Â Ü L:
Kuvvetli veya zaif her sebepten dolayı Allah'tan hayır ummaktır. Tetayyur bunun
hilafınadır. Burada tefaül; bayram gelmekle ona erişene hayır ummaktır. Nasıl
ki kâfileye kâfile denilmesi, dönüp gelmesi hayra yorulduğu içindir (kâfile,
dönüp gelen demektir). Bahır. Meselâ hasta bir kimsenin birine «ey sağlam»
denildiğini işidip düzeleceğini umması bir tefâüldür. Bir hadisde; «Peygamber
(s.a.v.) tefâül yapar; tetayyur yapmazdı.» denilmiştir. (tetayyur; bir şeyi
kötüye yormaktır.)
«İki bayram bir
araya gelirse yalnız birini kılmak lazım gelir.» sözü bizim mezhebimizin
değildir. Mezhebimize göre ikisini de kılmak lazımdır. Hidâye'de Câmi-i
Sağîr'den naklen şöyle denilmiştir: «iki bayram bir güne tesadüf ederlerse
birincisi sünnet, ikincisi farz olur. Hiçbiri terk edilmez.» Mirâc-ı Diraye
sahibi diyor ki «bununla Âtâ'nın Cuma namazı yerine bayramı kılmak kâfidir.
sözünden ihtiraz etmiştir. Böyle söz hazret-i Ali ile ibn-i Zübeyr'den de
rivayet olunmuştur. İbn-i Abdil Ber bayramla cumanın sükut etmesi meselesinin
terk edildiğini söylemiştir. Hazret-i Ali'denbir rivayete göre bu hüküm
bedevîlere ve kendilerine cuma farz olmayanlara mahsustur.»
Esah kavile göre
bayram namazı vacipdir. Bu kavlin mukabili sünnet olmasıdır. Nesefi el'Manafî'
nâm eserinde sünnet olduğunu sahihlemiş ise de birinci kavil ekser ulemanın
kavlidir. Nitekim Mücteba'da beyan edilmiştir. Mezkur kavlin sahih olduğu
Hâniye, Bedâyi, Hidâye, Muhit, Muhtar ve Kâfi'de açıklanmıştır. Hulasa'da
«Muhtar olan kavil budur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bayram kılmaya devam
buyurmuştur. Cami-i Sağîr'de 'sünnettir' denilmesi, sünnetle sabit olduğu
içindir. Hılye» denilmiştir.
Bahır sahibi de
şunları söylemiştir: «Öyle görünüyor ki, hakikatta hilaf yoktur. Çünkü
sünnetten murad sünnet-i müekkededir. Buna delil; 'hiç biri terk edilmez'
sözüdür. Nitekim bu cihet Mebsut'ta da açıklanmıştır. Defalarca söylemişizdir
ki. sünnet-ı müekkede bize göre vacip mesabesindedir. Onun içindir ki, esah
kavle göre vacipte olduğu gibi sünnet-i müekkedeyi terkeden günahkar olur.»
Teşrik tekbiri bahsinde bunun benzeri gelecektir. Ama göreceksin ki söz
götürür.
Tahtavi, musannıfın
cuma şartları hususundaki sözüne itiraz ederek şunları söylemiştir: «Cumanın
şartlarından biri de cemaattır ki, üç kişiden teşekkül eder. Halbuki burada bir
kişi imamla birlikte cemaat olur. Nitekim Nehir'de de böyle denilmiştir.»
«Çünkü bayram
namazından sonra hutbe okumak sünnettir.» sözü farkın beyanıdır. Şöyle ki:
Bayram namazında hutbe okumak şart değil sünnettir. Namazdan önce değil sonra
okunur. Cumada böyle değildir. Bahır sahibi şöyle diyor: «Bayramda okumaksa
caiz fakat isaet etmiş olur. Çünkü sünneti terk etmiştir. Hutbeyi namazdan önce
okusa yine caiz fakat isaet etmiş olur. Ama namazı tekrarlamaz.»
METİN
Kınye'de
«Köylerde bayram namazı kılmak tahrimen mekruhtur.» denilmiştir. Yani 'caiz
olmayan bir şeyle iştigal olduğu için mekruhtur' denilmek istenmiştir, Çünkü
sahih olmanın şartı şehirdir. Bayramla cenaze bir araya gelirse evvela bayram
namazı kılınır. Zira bayram namazı aynen vaciptir, Cenaze namazı ise farz-ı
kifayedir. Ama cenaze namaz» hutbeden. akşam namazının sünnetinden ve diğer sünnetlerden
önce kılınır. Bayram namazı da küsuf namazından önce kılınır. Lâkin Bahır'da
ezandan az önce Halebî'den naklen «Fetva cenazenin sünnetten sonra kılınacağına
göredir.» denilmiş; musannıf da bunu kabul etmiştir. Herhalde bunu, sünneti
farz namaz hükmüne katmak için yapmış olsa gerektir. Lâkin Eşbah'ın Ahkâmud'dın
bâbının sonunda «Cenaze ve kusufu, vakti daralmamak şartıyle farzdan bile evvel
kılmak gerekir.» denilmiştir.
İZAH
Köylerde cuma
namazı kılmak da bayram namazı gibidir. H. «Caiz olmayan bir şey»den murad,
bayram namazıdır. Yoksa kılınan namaz nafile olur. Yalnız cemaatla kılındığı
için mekruhtur. H.
«Cenaze namazı
ise farz-ı kifayedir.» sözüne şöyle itiraz edilebilir: Bayram namazı aynen
vacip olduğu için tercih edilirse cenaze namazı da farz olması itibariyle
tercih edilir. En iyisi şöyle ta'liletmektir; bayram namazı büyük bir cemaatla
eda edilir. İmam cenaze ile meşgul olursa bu cemaatın dağılacağından korkulur.
H.
Ben derim ki:
Hatta evla olan, cemaatı şaşırtmak korkusuyla ta'lil etmektir. Zira cemaat onu
bayram namazı zannederler. Sonra Bahır'ın cenazeler bahsinde Kınye'den naklen
benim dediğim gibi denildiğini gördüm.
Cenaze namazı
bayram hutbesinden, akşam namazının sünneti ile öğle, cuma ve yatsının
sünnetleri gibi sünnetlerden Önce kılınır. Çünkü cenaze namazı farz, bayram
hutbesi sünnettir. Akşamın sünneti hakkında da aynı şey söylenebilir. T.
Bayram namazı da
küsuf namazından önce kılınır, Çünkü bunların ikisi de büyük bir cemaatla eda
edilirse de bayram vacip, küsuf sünnettir. H.
Şu da var ki,
Sirâc'da «bayramın vakti geniş ise evvela küsuf namazından başlanır. Çünkü onun
kaçırılacağından korkulur. Vakit dar ise evvela bayramı sonra güneşin tutulması
devam ederse küsuf namazını kılar.» denilmektedir.
Burada şöyle bir
sual hatıra gelebilir. Bayram namazıyle küsuf nasıl bir yere gelebilir? Küsuf
(gün tutulması) âdete göre ancak ayın sonunda olur. Bayram ise ya ilk gününde
yahut ayın onunda gelir? Cevaben deriz ki: Bu imkansız değildir. Rivayete
nazaran Rasûlüllah (s.a.v.) in oğlu İbrahim vefat ettiği gün güneş tutulmuştur.
Onun vefatı rabîulevvel ayının onuncu gününe tesadüf etmiştir. Kaldı ki fukaha
bazan âdete göre mevcut olmayan şeyleri söylerler.
Feraiz
âlimlerinin «Bir adam ölürde geride yüz tane nene bırakırsa.» demeleri bu
kabildendir.
Ben derim ki:
«Kâfirler bir peygamberi kalkan yerine kullansalar..» demeleri de böyledir.
Hatta bu hükümde bile tasavvur olunabilir. Meselâ «şâhitler Receb ve Şaban
aylarının eksik çektiklerine şahadet etseler bayram Ramazanın son gününe tesadüf
eder» derler. Nitekim Bezzâziye' de izah edilmiştir.
«Fetva cenazenin
sünnetten sonra kılınacağına göredir.» Sünnetten maksat, cumanın sünnetidir.
Nitekim orada bu açıklanmış ve «Şu halde cenaze akşam namazının sünnetinden de
sonra kılınır. Çünkü o daha kuvvetlidir.» denilmiştir.
Eşbah'ın ibaresi
şöyledir: «Cenaze ile sünnet namaz bir araya gelse cenaze namazı önce kılınır.
Ama güneş tutulması ile cuma namazı yahut vaktin farzı bir araya gelirse ne
hüküm verileceğini bir yerde görmedim. Vakit dar ise farzı evvel kılmak gerekir
Vakit dar değilse küsuf namazını kılmalıdır. Çünkü güneş açılarak bu namazın
kaçırılmasından korkulur, Bayram, kusuf ve cenaze bir araya gelseler cenaze
namazını önce kılmak gerekir. Keza cenaze farz ve cuma namazı ile bir araya
gelir de vaktin çıkacağından korkmazsa evvela cenaze namazını kılar. Husuf (ay
tutulması) namazını dahi vitir ve teravih namazlarından önce kılmak gerekir.»
Bu sözde evvelce söylediklerine muhalefet vardır. Evvelce, cenazenin sünnet
namazdan evvel kılınacağını söylemişti ki, bu bildiğin gibi muftabih kavlin
hilafınadır «Cenazeyi bayramdan önce kılar.» demişti. Bu söz musannıfın Dürer
sahibine uyarak söylediklerine muhalif bir incelemedir. Küsuf namazının farzdan
önce kılınacağınısöylemesi de şârihin söylediklerine muhalif bir incelemedir.
Şârih; «Bayram
namazı küsuf namazından önce kılınır.» demiştir. Halbuki bayram namazı
vaciptir. Binaenaleyh bayram namazı önce kılınınca vaktin farzını önce kılmak
evleviyetle lazım olur.
Cevhere'nin küsuf
bâbında: Küsuf ile cenaze bir oraya gelirse cenazeden başlanır. Çünkü o
farzdır. Meyyitin bozulacağından da korkulur denilmiştir.» Şöyle de
denilebilir: Bayram namazının önce kılınması şaşırma olmasın diyedir. Zira
bayram büyük bir cemaatla kılınır. Bu izaha göre cuma dahi küsuf namazından
önce kılınır. Onun içindir ki. Eşbah sahibi cumayı değil de yalnız vaktin
farzını öne almalıdır, demiştir. Onun «vakit dar olursa» demesinden, akşam
namazının farzının da önce kılınacağı hükmü çıkarılır. Çünkü Halebî'nin
bahsettiği vecihle akşamın vakti dardır. Bu açıktır. Sonra bundan
Tatarhâniye'nin cenazeler bahsinde sarahaten beyan edildiğini gördüm. Ondan
sonra «Hasen imamın muhayyer olduğunu rivayet etmiştir.» deniliyor
METİN
Ramazan
bayramında köylü bile olsa namaza çıkmazdan önce tek sayılı tatlı bir şey
yemek, misvak tutunmak, yıkanmak, kokusu olup rengi olmayan şeylerle kokulanmak
beyaz olmasa bile en güzel elbiselerini giymek ve fitresini vermek menduptur.
Fitreyi yiyecek üzerine atıf etmesi sahihtir. Çünkü sözümüz tamamen namaza
çıkmazdan önceye aittir. Onun için musannıf «sonra» kelimesiyle başlayarak
«sonra namazgaha yürüyerek çıkması gelir.» demiştir. Tâ ki çıkmanın bu
söylenenlerden sonra olacağını anlatmış olsun. Namazgah, umumun namaz
kıldıkları yerdir. Vacip olan mutlak surette teveccühtür. Bayram namazı kılmak
için oraya çıkmak ise sünnettir, Velev ki büyük cami cemaatı alacak şekilde
olsun. Sahih kavil budur,
İZAH
«Menduptur» sözü
bazı ulemanın kavlidir. Yukarıda musannıf yıkanmayı sünnetlerden saymıştı.
Sahih olan kavle göre erkekler hakkında hepsi sünnettir. Bunu Zâhîdi'den naklen
Kuhistânî söylemiştir. T.
Bahır'da
Mücteba'dan naklen «Buna müstehap adını vermesi sünnet müstehaba da şâmil!
olduğu içindir.» cümlesi ziyade edilmiştir. Nuh efendi diyor ki: «Bunun hâsılı
şudur: Sünnete müstehap, müstehapa sünnet denilebilir. Onun için Hidâye sahibi
yıkanmaya müstehap adını vermiş; sonra 'O gün yıkanmak sünnettir' demiştir.»
Kuhistânî'de dahi «Bu söylenenler namazdan önce menduptur ve o günün değil,
bayramın adâbındandır. Nitekim Cellâbî'de beyan edilmiştir. Lâkin Tühfe'de
bayram günü yıkanmak ta cumadaki gibi ihtilaf olduğu bildirilmiştir.»
deniliyor.
Tatlı bir şey
yemek hususunda Fethü'l-Kadir'de şöyle denilmektedir: «Yenilen şeyin tatlı
olması müstehaptır, çünkü Buharideki bir hadiste «Peygamber (s.a.v.) Ramazan
Bayramı günü birkaç hurma yemeden namaza çıkmazdı. Hurmaları tek olarak yerdi.»
denilmiştir.
Ben derim ki;
Zâhire bakılırsa bu hadisin iktizasınca efdal olan hurma yemektir. Hurma
bulamayan tatlı bir şey yer sonra bunu Münya şerhinde gördüm. Şârihin dediği
gibi Şurunbulâliye'de de «köylü bile olsa» denilmiştir. Herhalde bunun namazın
sünnetlerinden değil, o günün sünnetlerindenolduğuna işaret olacaktır. Çünkü
yemekte Hak Teâlâ'nın ziyafetini kabule ve oruç emrine imtisalden sonra şimdi
de iftar emrine imtisale işaret vardır.
«Misvak tutunmak
ta menduptur.» Zira misvak sair namazlarda da menduptur. İhtiyar. Bu sözün
mânâsı şudur: Misvak tutunmaktan murad; namaza kalkmak istediği vakit
misvaklanmaktır. Abdestin sünnetleri bahsinde anlattığımız gibi müstehaptır.
İnsan arasına çıkılacağı vakit misvak tutunmak dahi müstehaptır. Bu izaha göre
namaza yollanmazdan önce de misvak tutunmak müstehaptır. Abdestte misvak
tutunmak ise sünnet-i müekkededir. Bu babta bayramın bir hususiyeti yoktur.
«Beyaz olmasa
bile en güzel elbiselerini giymelidir.» Bahır sahibi diyor ki: «Ulemanın
sözlerinden anlaşıldığına göre cuma ve bayramlarda en güzel elbiselerini -beyaz
olmasalar bile- giymek tercih edilir. Buna delalet eden delil vardır.
Beyhâkî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a. v.) bayram günü kırmızı bir hırka
giyermiş. Fethü'l-Kadir'de «kırmızı hulle Yemen kumaşından yapılan iki
elbisedir. Kırmızı ve yeşil çizgileri vardır. Hâlis kırmızı değildir. Hırka
bunlardan birine yoruluversin.» denilmektedir. Yani bu hadis kırmızı elbise
giymeyi yasak eden hadise aykırı değildir. Çelişme halinde söz fiile, haram
delili mubah deliline tercih edilir. Mezkur yorumla çelişki giderilince neden
tercih edilmesin! Kırmızı elbise giymek hususunda sözün tamamı inşallah haram -
helâl bahsinde gelecektir.
«Fitreyi yiyecek
üzerine atıf etmesi sahihtir.» cümlesi mukadder bir sualin cevabıdır. Sual
şudur: Fitre vermek vacip olduğu halde musannıf onu menduplar üzerine nasıl
atıf edebilmiştir?
Cevap: Burada
sözümüz onu bayram namazına çıkmadan eda hakkındadır. Vacip olan, mutlak
surette edâdır. H.
«Vacip olan,
mutlak surette teveccühtür.» Yani bu söylenenlere terettüp eden veya yürümekle
mukayyet olan teveccüh değildir. Hassatan namazgaha teveccüh de değildir. Bu
cümle mukadder sualin tekmilesidir.
Bayram namazı
kılmak için namazgaha çıkmak sünnettir. Sahih kavil budur. Zahîriye'de beyan
olunduğuna göre bazıları sünnet olmadığını söylemişlerdir. Halkın bunu ödet
edinmesi mescid dar geldiği ve fazla kalabalık olduğu içindir. Fakat sahih olan
kavil birincisidir. Hulâsa ve Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Sünnet, imamın
namazgaha çıkması ve yerine şehirde birini bırakıp zaiflere namaz
kıldırmasıdır. Bu söz iki yerde bayram namazı kıldırmak bilittifak caiz olduğuna
göredir. Yerine birini bırakmazsa buna da hakkı vardır» Nuh.
METİN
Namazgaha minber
çıkarmakta beis yoktur. Lâkin Hulâsa'da «çıkarmak değil, oraya minber yapmakta
beis yoktur.» denilmiştir. Bayram namazından vasıtaya binerek dönmekte de beis
yoktur. Başka yoldan dönmek, güler yüz göstermek. çok sadaka vermek ve yüzük
takınmak menduptur. «Tegabbelallahü minnâ ve minküm» (Allah, bizden ve sizden
kabul buyursun!) diyerek tebrikte bulunmak yadırganmaz. Ramazan bayramına
giderken yolda tekbir alınmaz. Ondan öncemutlak surette nafile kılınmaz. Bu
cümle tekbir ve nafileye taalluk eder. Musannıf onu Bahır'a uyarak böyle kabul
etmiştir.
İZAH
Namazgaha minber
çıkarmayı Dürer sahibi «el İhtiyar» a nisbet etmiştir. Lâkin Hulâsa'da
«çıkarmak değil oraya minber yapmakta beis yoktur.» denilmiştir. Hâniye'de de
böyle denilmiştir. İbareleri şudur: «Bayram günü namazgaha minber çıkarılmaz.
Ulema namazgahta minber yapılması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları
mekruh olduğunu, bazıları da olmadığını söylemişlerdir.» Böylece Hulâsa ile
Hâniye'nin sözleri namazgaha minber çıkarmanın mekruh olduğunda hilaf
bulunmadığını göstermiştir. Hilaf yalnız orada minber yapılması hususundadır.
Ama kerahetin tenzihiye mânâsına hamledilmesi mümkündür. Bu ekseriyetle «beis
yoktur.» kelimesinden çıkan ilk hilafın merciidir. Binaenaleyh muhalefet
yoktur. Hulâsa'da Hâherzâde'den naklen «minber yapmak bizim zamanımızda
iyidir.» denilmiştir.
Eve başka yoldan
dönmek menduptur, Çünkü Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadisde; «Bayram günü
peygamber (s.a.v.) yolunu değiştirirdi.» denilmiştir. Bir de bunda şahitleri
çoğaltmak vardır. Zira o beldenin yerleri sahibine şahid olurlar. Münye şerhi.
Zâhire bakılırsa
bayram .günü yüzük takınmak âmir, hâkim ve müftü olmayanlara da menduptur.
Gerçi haram - helâl bahsinde yüzük takmak bu gibi zevata tahsis edilmişse de bu
devam üzere takmaya hamledilmiştir. Nehir'de Dirâye'den nakledilen şu ibare de
buna delalet eder: «Sahabeden yüzük takınmayanlar bayram günü takınırlardı.» Bu
Kuhistânî'nin yaptığından daha iyidir. O, yüzük takınmayı sulta sahibine tahsis
etmiştir. Menduplardan biri de sabah namazını mahallesinin mescidinde
kılmaktır. T.
Şârihin «Tebrikte
bulunmak yadırganmaz.» demesinin sebebi bu hususta İmam-ı A'zam'la
arkadaşlarından bir nakil bulunmamasıdır.
Kınye'de «bizim
imamlarımızdan kerahet nakil edilmediği bildirilmiştir» deniliyor. İmam
Malik'ten bunun mekruh olduğu. Evzaî'den ise bid'at olduğu rivayet edilmiştir.
Ehl-i tahkikten ibn-i Emir Hâcc «Bilâkis en münasibi caiz ve kısmen müstehap
olmasıdır.» demiş; sonra sehabenin bu"u yaptıklarını gösteren sahih
eserleri isnadlarıyle nakletmiş; sonra şunları söylemiştir: «Şam ve Mısır
memleketlerinde âdet; (Bayramın mübarek olsun!) gibi sözler söylemektir. (Allah
bizden ve sizden kabul buyursun) demek te meşru ve müstehap olmakta buna
katılabilir. Çünkü ikisinin arasında telazım vardır. Bir kimsenin bir zamanda
itaatı kabul edilirse onun için o zaman mübarek olur. Kaldı ki birçok şeylerde
bereket duasında bulunmanın meşru olduğu rivayet edilmiştir. O rivayetten
burada da dua etmenin meşruiyeti çıkarılabilir.
«Yolda tekbir
alınmaz sözü evden veya namazgahtan ihtiraz için getirilmiş ihtirazî bir kayıt
değildir. Bu iki bayram arasında bu hususta muhalefet olduğunu göstermek
içindir. Çünkü kurban bayramında yolda tekbir getirmek sünnettir. Nitekim
gelecektir.
«Bu cümle tekbir
ve nafileye taalluk eder,» Maksat manevi taalluktur. Yani her ikisinin
kaydıdır. Mutlak surette tekbir alınmamasının mânâsı, gizli olsun âşikâr olsun
tekbir getirilmez demektir. Mutlak surette nafile kılınmaması namazgahta
bilittifak, evde ise esah kavle göre caiz olmaması, bu hususta bayram namazı
kılanla kılmayan arasında fark bulunmamasıdır. Hatta bir kadın bayram günü
kuşluk namazı kılmak isterse imam bayram namazını namazgahta kıldırdıktan sonra
kılar. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Musannıf onu
Bahır'a uyarak böyle kabul etmiştir.» Burada söylenen sözlerin hâsılı şudur:
Hulâsa'da «Fitre bayramında tekbir alınmaz. İmameyne göre gizli olarak alınır.
İmam-ı A'zam'dan rivayet edilen iki kavlin biri budur. Esah kavil, bizim
söylediğimizdir ki. o da fitre bayramında tekbir alınmamasıdır.» denilmiştir.
Bu şunu ifade eder: Hilâf tekbirin aslındadır. sıfatında değildir. Tekbirin
âşikâre getirilmeyeceğinde ittifak vardır. Fethü'l - Kadir sahibi bunu
reddetmiş ve şunları söylemiştir: Bu bir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ'yı
zikretmekten hiçbir zaman men edilemez. Sadece bid'at vecihle zikirden men
edilir ki, o da âşikâre yapmaktır. Zira âşikâre zikir AIIah Teâlâ'nın (Rab'bını
içinden zikir et!) emrine muhaliftir. Ve şeriatta varit olduğu yere - ki kurban
bayramıdır- münhasır kalır. Çünkü Allah Teâlâ (sayılı günlerde Allah'ı
zikredin!» buyurmuştur»
Bahır sahibi
Fethü'l-Kadir'e reddiye vererek «Hulâsa sahibi hilâfı ondan daha iyi bilir. Bir
de zikiri şeriatın vârit olmadığı bir vakte tahsis etmek meşru değildir.»
demiştir.
Ben derim ki:
Hülâsa'nın beyan ettiğini Hâniye de bildirmektedir. Zira Hâniye'de şöyle
denilmiştir: «Kurban bayramında âşikâre tekbir alır. Fitre bayramında ise ebû
Hanife'nin kavline göre tekbir alınmaz. Lâkin şüphe yok ki mukakkıklardan ibn-i
Hümâm da hilâfı tam olarak bilir. Nasıl bilmesin ki, Gayetü'l-Beyan'da tekbir
yoktur demekten murad; âşikâre alınan tekbirdir. Gizli olarak alınmasının caiz
olduğunda hilaf yoktur.» denilmiştir. Bu gösteriyor ki, İmam-ı A'zam'la imameyn
arasındaki hilaf tekbirin aslında değil, gizli ve âşikâre alınmasındadır.
Hilâfın bu hususta olduğu Bedâyi', Sirâc, Mecma' Dürerü'l-Bihar, Mültekâ.
Dürer, ihtiyar, Mevâhib, İmdâd, İzâh, Tatarhaniye, Tecnis, Tebyin, Muhtaratü'n
- Nevâzil, Kifâye ve Mi'rac'da nakledilmiştir. Nihâye sahibi bunu Mebsut,
Tühfetü'l - Fukaha ve Zâde'l - Fukaha'ya nisbet etmiştir. İşte mezhebimizin
meşhur kitapları hulasa'dakinin aksini açıklamaktadırlar, Hatta Kuhistani
İmam-ı A'zam'dan iki rivayet nakletmiştir. Bunların birine göre tekbiri
âşikâre; diğerine göre imameynin kavli gibi gizli alır.
Kuhistânî şunları
söylemiştir: «Sahih olan vazî'nin söylediği gibi ikinci rivayettir, Nehir'de de
böyle denilmiştir.» Hılye'de şu satırlar vardır: «Fitre bayramı hususunda
ihtilâf edilmiştir. Ebu Hanife'den bir rivayete göre âşikare tekbir alır.
İmameynin kavli de budur. Tahavî bunu tercih etmiştir. Diğer bir rivayete göre
gizli tekbir alır. Nisab sahibi garâbet göstererek her iki bayramda gizli
tekbir alınacağını söylemiştir, Nitekim (Fitre bayramında hiç tekbir alınmaz.)
sözünü ebu Hanife'ye nisbet edip bunun esah olduğunu söyleyen de garâbet
göstermiştir. Nasıl ki Hülâsa'nın zâhiri de budur.»
Böylece sabit
olmuştur ki, Hülâsa'nın sözü garip ve mezhebin meşhur kavline muhaliftir.
Minyetü's-Sağîr
şerhinde şöyle deniliyor «Fitre bayramında İmam-ı A'zam'a göre tekbir âşikâre
alınmaz. İmameyne göre âşikâre alınır. Bu İmam-ı A'zam'dan da bir rivayettir.
Hilâf efdaliyetmeselesindedir. Kerahet ise her iki tarafca yoktur.»
Minyetü'l-Kebîr'de
de böyle denilmiştir. Fethü'l-Kadir'in «Çünkü Allah Teâlâ'yı zikir etmekten
hiçbir zaman men edilemez.» sözüne gelince: Bunu Bedâyi ve diğer kitaplar
teşrik tekbiri bahsinde İmam-ı A'zam'dan nakletmişlerdir. Şu da var ki şeyh
Kâsım tashihinde mutemet kavlin, İmam-ı A'zam'ın kavli olduğunu söylemiştir.
METİN
Lâkin Nehir
sahibi kendisini eleştirmiş ve âşikâre kaydı ile kayıtlamasını tercih etmiştir.
Burhan'da şu da ziyade edilmiştir: «İmameyn tekbiri âşikâre almanın kurbanda
olduğu gibi burada da sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bu kavil İmam-ı A'zam'dan
da rivayet olunmuştur. Bunun vechi, Teâlâ hazretlerinin: «Sa'yi tamamlamalı ve
size hidayet verdiği için Allah'a tekbir almalısınız!» ayeti kerimesinin
zâhiridir. Birinci rivayetin vechi yüksek sesle zikir etmenin bid'at olmasıdır.
Binaenaleyh şer'an nerede emir olundu ise oraya münhasır kalır.»
Keza bayram
namazından sonra namazgahda nâfile namaz kılınmaz. Çünkü umumiyetle fukahaya
göre bu mekruhtur. Ama bayram namazından sonra evde nafile kılmak caizdir.
Hatta dört rekat nafile kılmak menduptur. Ama bu havas içindir.
Avama gelince:
Onlar tekbirden ve nafile kılmaktan asla men edilmezler. Çünkü onların hayrata
rağbetleri azdır. Bu Bahır'dan alınmıştır. Aynı kitabın kenarında mutemet bir
zatın el yazısı ile şu kayıt vardır: Regâib, berâat ve kadir namazları da
öyledir. Zira hazreti Ali radıyellahu anh bayram namazından sonra namaz kılan
bir adam görmüş. Kendisine, «bunu men etmiyor musun yâ emirel mü'minin?» demişler
de; «Tehdit altına girmekten korkuyorum. Allah Teâlâ (Namaz kılan bir kulu men
edene ne dersin!) buyurmuştur.» cevabını vermiştir.
İZAH
Ben derim ki:
Nehir sahibi onu açık olarak eleştirmemiştir. Çünkü o Bahır'ın sözünü nakil ile
kabul etmiştir. Evet, ondan önce âşikâre tekbir alınıp alınmayacağı hususundaki
hilafı bildirmiş ve onu Mi'racü'd- Dirâye ile Tecnis, Gayetü'l-Beyan ve
Zeyleî'ye nisbet etmiştir. Burhan'da Nehir'deki beyanatın üzerine, tekbirin
imameyne göre müstehap değil, sünnet olduğu açıklaması yapılmıştır. Yoksa
biliyorsun ki Nehir'de İmam-ı A'zam ile imameyn arasındaki hilaf açıklanmıştır.
Yalnız sünnet mi müstehap mı olduğu bildirilmemiştir.
«Binaenaleyh
şer'an nerede emir olundu ise oraya münhasır kalır.» Emrolunduğu yer, Bahır'da
Kınye'den naklen bildirildiğine göre şudur: Teşrik günlerinin dışında âşikâre
tekbir yalnız düşman veya hırsız karşısında sünnettir. Bazıları buna yangını ve
diğer bütün korku veren şeyleri de kıyas etmişlerdir. Kuhistani «yahut yüksek
bir yere çıkarsa» cümlesini ilave etmiştir.
«Bayram
namazından sonra namazgahta nafile kılınmaz.» Çünkü Kütüb-ü Sitte denilen altı
hadis kitabında ibn-i Abbas (r.a.) dan rivayet olunduğuna göre Peygamber
(s.a.v.) namazgaha çıkarak cemaata bayram namazını kıldırmış; namazdan evvel ve
sonra nafile kılmamıştır. Namazdan sonra kılmaması, namazgahta kılmadığına
hamledilmiştir. Zira ibn-i Mâce'de ebi Said-i Hudrî (r.a.) denrivayet
olunduğuna göre Rasulüllah (s.a.v.) bayram namazından önce hiç namaz kılmazmış.
Evine döndüğü vakit iki rekat namaz kılarmış. Fethü'l - Kadir'de böyle
denilmiştir. Minâhü'l - Gaffar adlı eserde şöyle denilmiştir: «Ben derim ki:
şârihler böylece kerahete bununla istidlâl etmişlerdir. Bence bunun müddeâyı
ifade etmesi söz götürür. Zira bunda olsa olsa ibn-i Abbas'ın Peygamber
(s.a.v.) in namaza çıkarak bayramı kıldırdığını ve başka namaz kılmadığını
hikaye etmesi vardır. Bu ise kılmayı terk etmeyi âdet haline getirmiş olmayı
iktiza etmez. Böyle delil ile kerahet sabit olmaz. Çünkü Bahır sahibinin dediği
gibi kerahet için mutlaka hususi delil lazımdır.»
Ben derim kî:
Lâkin Allame Nuh Efendi'nin beyanına göre istidlâlin vechi şudur Fecir
doğduktan sonra sabah namazının iki rekatından fazla nafile kılmanın mekruh
olduğunu anlatırken ulema, Peygamber (s.a.v.) in namaza çok hırslı olduğunu
söylemişlerdir. Binaenaleyh kılmaması kerahete delalet eder. Zira mekruh olmasa
caiz olduğunu göstermek için bir defa olsun kılardı.
Ben derim ki: Bu
kılmamak tekerrür etti ise mesele yoktur. Fakat bir defa kılmadı ise bunu delil
olarak kabul edemeyiz. Yukarıda geçen ibn-i Abbas hadisinde tekrar tekrar
bıraktığını gösteren bir şey yoktur.
Bayram namazından
sonra evde dört yahut iki rekat nafile namaz kılmak menduptur. Dört kılmak
efdaldir. Nitekim Kuhistani'de beyan edilmiştir. «Ama bu havas içindir.» Yani
tekbirden ve nafile kılmaktan havas men edilir. Zâhire bakılırsa havasdan murad
o kimselerdir ki. kendilerini menetmek hıyanet ve tembelliklerine tesir ederek
tamamen terk etmelerine müeddi olmaz. T.
«Aynı kitabın
kenarında» ki, kayıtda bildirilen namaz hakkında nafileler bâbında söz
etmiştik. Demiştik ki: Berâetten murad; şaban ayının yarılandığı gecedir. Kadir
gecesi ramazanın yirmi yedinci gecesidir. Sonra şârihin naklettiği kenar kaydı
hakkında Rahmetî şunları söylemiştir: «Bu kayıt terkedilen hâşiyelerdendir. Bu
yazıya itimat etmek ulemanın uydurma hadisle amelin haram olduğuna ittifak
etmelerine mani olur. Ulema bu namazları bildiren hadisin uydurma olduğunu
söylemişlerdir. Fıkıh meçhul derkenarlardan nakledilemez. Bâhusus fesadı
meydandâ ise kabul edilemez. Hazret-i Ali'den naklettiği eserin zâhiri onlarca
namazgahda kerahet bulunduğunu ve bu kerahetin tenzihi olduğunu tak''irdir.
Aksi halde onu kabul etmezdi. Çünkü kötülüğü kabul caiz değildir. Burada avamın
güneş doğarken sabah namazı kılmaktan men edilmemeleri ile itiraz olunamaz.
Zira bu, namazı tamamiyle terk edeceklerinden korkulduğu içindir.Böylelikle o
kimse daha bir haramın içine düşmüş olur, Allah'u âlem.
METİN
Bayram namazının
vakti güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden itibaren zeval vaktine kadardır.
Zeval dahil değildir. Daha önce sahih olmaz. Kılınırsa haram ve nafile olur.
Bayram namazı kılarken güneş zevale ererse namaz fâsit olur. Nitekim cumada da
öyledir. Sirac'da da böyle denilmiştir. Biz bunu oniki meselelerde beyan
etmiştik. İmam zâid tekbirlerden önce sübhanekeyi okuyarak cemaata iki rekat
bayram namazı kıldırır. Zâid tekbirler her rekatta alınan üçer tekbirdir. İmam
tekbirleri fazla alırsa onaltı tekbire kadar cemaat da ona tâbî olur. Çünkü bu
rivayet olunmuştur. Meğer ki imamın tekbirlerini cemaata duyuranlardan işitmiş
ola. Bu takdirde hepsini alır.
İZAH
Güneşin
yükselmesinden murad; renginin ağarmasıdır. Zeylei. Bir mızrak oniki karıştır.
Bundan maksat, nafile kılmanın helâl olduğu vaktin girmesidir. Binaenaleyh
aralarında aykırılık yoktur. Kuhistânî'nin ifadesi buna muhaliftir. T.
T E N B İ H :
Kurbanları acele kesebilmek için kurban bayramını acele tutmak, fitreyi
verebilmek için de ramazan bayramını geciktirmek menduptur. Netekim Bahır'da da
böyle denilmiştir.
«Kılınırsa haram
ve nafile olur.» çünkü vakti girmeden vacip olmamıştır. Nasıl ki o günün öğle
namazını güneş doğarken kılsa hüküm budur.
«Zeval vakti
dahil değildir.» Yani «sonra orucu geceye kadar tamamlayın!» emrinde gece dahil
olmadığı gibi burada da zeval vakti olan gaye mukayyede dahil değildir.
Kuhistânî şöyle demiştir: «Zeval bayram namazının vakti değildir. Çünkü vacip
namaz zevalde mün'akit olmaz.»
Tahtavî diyor ki:
«Bu söz, zevalden muradın, istiva (yani güneşin tam gökyüzünün ortasında
bulunması) olduğunu gösterir. Mücâveret (yanı yan yana bulunmaları) sebebiyle
istivaya zeval denilmiştir.»
«Bayram namazı
kılarken güneş zevale ererse namaz fâsit olur.» Yani vasfı bozulur. Namaz
bilittifak nafileye inkılab eder. Bu hüküm, zeval teşehhüd miktarı oturmadan
olduğuna göredir. İmam-ı A'zam'ın kavline göre bu miktar oturduktan sonra zeval
vakti girerse namaz fâsit olur. T.
Ben derim ki:
Bunu şârih oniki meselelerde inceleme yaparak anlatmış ve «Ben bunu görmedim.»
demiştir.
«Nitekim cumada
da öyledir.» Yani cuma kılarken ikindinin vakti girerse cuma fâsit olur. T.
Bayram namazında
bir kişinin cemaat olması kâfidir. Nehir'de de böyle denilmiştir. T. Zâhir
rivayete göre bayram namazında zaid tekbirlerden önce imam ve cemaat sübhanekeyi
okurlar. Çünkü sübhaneke okumak namazın başında meşru olmuştur. İmdâd. Zâid
tekbirlere bu ismin verilmesi, iftetah ve rüku tekbirlerinin üzerine ziyade
edildikleri içindir. Musannıf eûzü besmeleyi bu tekbirlerden sonra imamın
çekeceğine işaret etmiştir. Çünkü bunlar kıraatın sünnetidir.
«Zâid tekbirler
her rekatta alınan üçer tekbirdir.» Bu ibn-i Mes'ud ile sahabeden birçoklarının
mezhebidir. İbn-i Abbas'dan da bir rivayettir. Bizim üç imamımız bununla amel
etmişlerdir. İbn-i Abbas'dan diğer bir rivayete göre ilk rekatta yedi, ikincide
altı -bir rivayette beş- tekbir getirilir. Bu tekbirlerin üçü aslîdir. Bunlar
iftetah tekbiri ile iki rüku tekbiridir. Geri kalanlar zâid tekbirlerdir ki
birinci rekatta beş, ikincide beş veya dörttür. Her rekata tekbirle başlanır
Hidâye sahibi «Bu
gün bilumum müslümanların ameli böyledir. Çünkü Abbâsîler'den gelen halifeler
böyle emir etmişlerdir. Ama mezhep birincisidir.» demiştir.
Zahîriye sahibi
diyor ki: «Bu söz ebu Yusuf'la imam Muhammed'den rivayet olunan fiilin te'vilidir.
Çünkü Harunu'r-Reşid onlara dedesinin tekbiri gibi tekbir almalarını emir
edince onun emrine imtisalen bunu yapmışlardır. Böyle itikat ettikleri ve
mezhepleri bu olduğu için yapmamışlardır. Mi'rac'da «Çünkü ma'siyet sayılmayan
hususta hükümdara itaat vaciptir.» denilmiştir.
Ulemadan
bazıları, bu kavlin imameynden bir rivayet olduğuna kesinlikle kail
olmuşlardır. Hatta Mücteba'da «Ebu Yusuf'un bu kavle döndüğü rivayet olunur.»
denilmiştir. Sonra fukahadan birçokları muhtar kavle göre ziyade rivayetle
fitre bayramında amel edileceğini yani bir tekbir ziyade edileceğini; noksan
rivayetle de kurban bayramında amel edileceğini söylemişlerdir. Bu, her iki
rivayetle amel etmiş olmak ve Kurban bayramında halk kurbanlarla meşgul olacağı
için onda işi hafif tutmak içindir. Bazıları, kurban bayramında fakirlerin
hakkı bir tekbir miktarı acele vermiş olmak için tekbirin noksan alınacağını
söylemişlerdir. Meselenin tamamı Hılye'dedir. İmam Şâfiî. İbn-i Abbas'tan
rivayet olunan bütün tekbirleri zaid tekbir mânâsına yorumlamıştır. Bu bizim
yorumumuza muhaliftir. Bizim mezhebimiz ibn-i Mes'ud'un kavlidir. Ulemanın
zikrettikleri «Bilumum müslümanların ameli ibn-i Abbas kavline göredir. Çünkü
onun sülalesinden gelen halifeler böyle emretmişlerdir.» sözü, onların zamanında
geçerli imiştir. Bizim zamanımızda ise bu ortadan kalkmıştır. Bu gün amel bizim
mezhebimize göredir. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır'da hilafın.
evleviyet meselesinde olduğu bildirilmiştir. Hılye'de de bunun gibi beyânat
vardır
T E N B İ H: Münye
şerhinin «onların zamanında geçerli imiştir.» sözünden şu mânâ çıkarılır:
Halife öldükten veya azledildikten sonra emrinin hükmü kalmaz. Nitekim bu cihet
Fetevây'ı Hayriye'de açıklanmıştır, Fetevay'ı Hayriye sahibi bunun üzerine şu
meseleyi bina etmiştir: Halife bir davanın onbeş sene sonra bakılmasını yasak
etse ölümünden sonra bu yasaklanmanın hükmü kalmaz. Allah'u âlem.
«İmam tekbirleri
fazla alırsa onaltı tekbire kadar cemaat ona tabi olur.» Çünkü cemaat imamına
bağlıdır. Binaenaleyh ona tabi olması ve onun reyi mukabilinde kendi reyini
terketmesi icabeder. Zira Peygamber (s.a.v.) «imam ancak kendisine uyulmak için
imam yapılmıştır. Onun hilafına harekette bulunmayın» buyurmuştur. İmamın hata
ettiği yüzdeyüz anlaşılmadıkça ona tabi olmak vaciptir. İçtihat götüren
yerlerde ise hatası zâhir değildir. Ama sahabenin kavillerinden dışarı çıkarsa
hata ettiği yüzdeyüz anlaşılır. Artık kendisine tabi olmak gerekmez. Onun
içindir ki, bir kimse rükua giderken ellerini kaldıran yahut sabah namazında
kunut okuyan veya cenaze namazının tekbirlerini beş itikad eden birine uymuş
olsa ona tabi olmaz. Çünkü hatası kesinlikle zâhirdir. Çünkü bunların hepsi
neshedilmiştir. Bedâyi.
Ben derim ki:
Bundan şu hüküm çıkarılır: Bir hanefî cenaze namazında şâfiîye uyarsa ellerini
kaldırır. Zira içtihat götüren bir yerdir. Bu neshedilmemiştir. Hanefîlerden
Belh uleması buna kaildirler. Tamamı cenazeler bahsinde gelecektir. Biz bunu
namazın vacipleri bahsinin sonunda izah etmiştik.
Bahır'da
Muhit'den naklen «Onaltı tekbire kadar tabi olur.» denilmiştir.
Fethü'l-Kadir'de ise; «Bazıları onüç, bazıları onaltı tekbire kadar tabi
olacağını söylemişlerdir.» denilmektedir.
Ben derim ki:
Herhalde ikinci kavlin vechi ibn-i Abbas'tan rivayet edilen onüç rivayeti
ziyade tekbirlere hamledilmek olsa gerektir. Nitekim yukarıda Şâfiî'den
nakledildi. Bunlar üç aslî tekbirlebirlikte onaltı olurlar. Aksi takdirde ben
ziyade tekbirlerin onaltı olduğunu söyleyen görmedim. Araştırılmalıdır. Ben
imam Tahâvi'nin Mecma'al-Âsâr'ına müracaat ettim. Ama onun zikrettiği
hadislerle sahabe ve tâbiî'nin eserleri arasında ibn-i Abbas'tan rivayet
edilenden fazlasını görmedim. Bu da birinci kavli te'yit eder. Onun için bu
kavli Fethu'l-Kadir sahibi öne almış; Bedâyi sahibi de onu bilumum fukahaya
nisbet etmiştir. Kaldı ki üç aslî tekbiri zaid tekbirlere katmak ihtimalden çok
uzaktır. Zira kıraat bunların oralarını ayırmaktadır.
«Bu takdirde
hepsini, alır.» Bu hususta Muhit'den naklen Bahır'da şöyle denilmektedir: «İmam
fazla tekbir alırsa ona tabi olmak lazım gelmez. Çünkü kesinlikle hata
etmiştir. Ama tekbirleri ulaştırıcılardan (müezzinlerden) işitirse ihtiyaten
hepsini alır. Velev ki çok olsunlar. Zira ulaştıranların hata etmiş olmaları
ihtimali vardır. Onun için her tekbirle iftetaha niyet eder; zira her tekbirde
imamın önüne geçmiş olması ihtimali vardır) denilmiştir.»
Ben derim ki:
Zâhire bakılırsa bu kavil zaif olduğu için «denilmiştir.» tabiri ile ifade
etmiştir. Bu sebepten şârih onu zikretmemiştir. Zira bu kavil imamın tekbirini
işitmeyen kimsenin üç tekbirle dahi niyet etmesini gerektirir. Velev ki üçten
fazla olmasın. Çünkü hata ve öne geçmek ihtimali hepsinde mevcuttur. Yalnız ilk
rekatta rivayet edilen ziyade tekbirlere mahsus değildir, Cenaze bahsinde
görüleceği vecihle cenazede de her tekbirle iftetaha niyet eder. Konunun tamamı
orada gelecektir.
METİN
İmamın iki
kıraatı peşi peşine getirip cumada olduğu gibi okuması menduptur. İmama uyan
kimse imam tekbir aldıktan sonra ayakta iken yetişirse kendi reyi ile o anda
tekbir alır. Çünkü mesbûktur. Şayet bir rekata yetişememişse evvela kıraatı
okur; tekbirler birbiri ardına gelmesin diye sonra tekbir alır. Tekbir almaz da
imam onun tekbirinden evvel rükua giderse ayakta tekbir almaz. Lâkin rüku eder:
rüku halinde tekbir alır. Sahih kavil budur. Zira rüku için kıyam hükmü vardır,
Vacibi ifa, sünneti ifadan daha evladır.
İZAH
İki kıraatı peşi
peşine getirmek, ikinci rekatta kıraattan sonra tekbir almakla olur. Tâ ki
ikinci rekatın kıraatı birinci rekatın kıraatının peşinden yapılmış olsun. Ama
İbn-i Abbas hazretlerinin dediği gibi ikinci rekatta da kıraattan önce tekbir
alırsa bu tekbir iki kıraatının arasını ayırmış olur. Musannıf «menduptur» sözü
ile her rekatın başında tekbir alsa caiz olacağına işaret etmiştir. Çünkü
hilâf, Bahır'dan naklen yukarıda geçtiği vecihle evleviyet meselesindedir.
Gerçi Muhit'de peşi peşine gelmenin ta'lili yapılarak «Tekbirler şeairdendir
(islâmın alâmetlerindendir). Onun için onları âşikâre almak vaciptir.
Binaenaleyh ilk rekatta zâid tekbirleri iftetah tekbirine katmak vacip olur.
Çünkü iftetah tekbiri rüku tekbirinden öncedir. İkinci rekatta ise rüku
tekbirine katmak icabeder. Zira asıl olan odur.» denilmişse de Bahır sahibi
buna cevaben şunları söylemiştir: «Zâhire göre vacip olmaktan murad, subût
bulmaktır. Istılahtakı vacip değildir. Zira peş peşe okumak müstehaptır.
«Keza onları
âşikâra almak vaciptir.» sözü, (ezanda olduğu gibi bazı yerlerde sabittir)
mânâsınadır ki, namazgaha giderken ve teşrik günlerinde bu sabittir. Zaid
tekbirlerin aşikâre alınmasına gelince: Zâhire bakılırsa bu yalnız imama
müstehaptır. O da cemaata bildirmek içindir.
Lâkin Bahır'da
Muhit'den naklen şöyle denilmiştir: «İmam yanlışlıkla kıraata başlar da fatiha
ve sureyi okuduktan sonra hatırlarsa namazına devam eder. Yalnız fatihayı
okumuşsa tekbir alır ve fatihayı lazım olarak tekrarlar. Zira kıraat tamam
olmayınca farzı terk etmek değil tamamlamaktan imtina olur.» Bunun benzeri
Fethü'l-Kadir'de ve diğer kitaplarda mevcuttur.
Bundan anlaşılan
şudur: Tekbiri kıraattan önce almak vaciptir. Vacip olmasa onun için fatiha
terk edilmezdi. Namazın sıfatı bâbında söylediklerimiz de bunu te'yit eder.
Orada demiştik ki «Tekbir alır da kıraata başlar ve sübhaneke ile eûzü
besmeleyi unutursa yeri geçtiği için bunları tekrar okumaz.» Şöyle cevap
verilebilir: «Kıraatı tamamlamadan tekbire dönmek müstehap olan peş peşe girme
meselesi için değil, vacibi düzeltmek içindir. Bu vacip tekbirdir. Çünkü tekbir
ilk rekatta kıraatan sonra meşru olmamıştır. Delili şu ki, tekbiri unuttuğunu
sureyi okuduktan sonra hatırlarsa onu terk eder. Ve fatihayı unutarak sureye
başlamaya benzer. Bundan sonra hatırlarsa sureyi bırakıp fatihayı okur. Çünkü o
vaciptir. Sübhaneke ve eûzü besmele böyle değildir. Allah'u âlem.
«Cumada olduğu
gibi okuması menduptur.» Yani cuma namazındaki kıraat gibi okur Zira imamı
A'zam'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) bayram namazlarıyle cuma namazında
e'lâ suresi ile gâşiye'yi okurmuş. Fetih'te de böyle denilmiştir. Bedayi sahibi
diyor ki: «Ekseri zamanlarda bunları okumakla Peygamber (s.a.v.)'e uymak ve
bununla teberrük etmek isterse güzeldir. Lâkin bu sureleri okumayı vacip bilip
başkalarını terk etmek mekruhtur. Sebebini cuma bahsinde söyledik.» Kıraat
faslında beyan ettiği vecihle bayram namazlarında imam kıraatı âşikâr okur.
Bahır'da bu mesele burada açıklanmıştır.
İmama ayakta iken
yetişmekten murad: rüku'dan önceki kıyam halidir. İmama rüku halinde yetişirse,
rükuda yetişeceğini aklı yattığı takdirde kendi reyi ile ayakta tekbir alarak
rükua gider. Yetişeceğine kanaat getirmezse rüku eder ve tekbiri rüku halinde
alır. İmam ebû Yusuf buna muhaliftir. Ellerini kaldırmaz. Çünkü elerini
dizlerine koymak, yerinde yapılan bir sünnettir; el kaldırmak ise yerinde
değildir. İmam başını rükudan kaldırırsa o kimseden kalan tekbirler sâkıt olur.
Tâ ki imama tabi olması elden gitmesin. İmama rükudan doğrulduktan sonra
yetişirse tekbirleri orada kaza etmez. Zira tekbirleri ile birlikte rekatı kaza
eder. Fetih ve Bedâyi.
«Kendi reyi ile o
anda tekbir alır.» yanı velev ki imam kıraata başlamış olsun. Nasıl ki Hılye'de
de böyle denilmiştir. Kendi reyi ile tabirinden murad; İmam-ı Şâfiî olup yedi
defa tekbir alsa da o üç tekbir alır demektir. Yukarıda geçen «rivayet bulunan
yerde imama tabi olur.» sözü bunun hilâfınadır. Çünkü o müdrik hakkındadır.
«Çünkü mesbuktur.»
Yani kaza ettiği kısımlarda o yalnız kılan hükmündedir. Yetişilemeyen zikir,
imam namazdan çıkmadan kaza edilir. Fetih.
Ben derim ki : Bu
izaha göre imamla birlikte kılmaya kendi reyini az olmayan miktarda
yetişirseondan sonra bir şey kaza etmemesi gerekir. Buna dikkat et! Hılye.
«Şâyet bir rekata
yetişememişse evvela kıraatı okur.» Yani o rekatı kaza etmeye kalktığında işe
kıraattan başlar. İmama yetiştiği rekatta ise Yukarıda geçen tafsilata riayet
gerekir. Yani tekbirlerin hepsine mi bir kısmına mı yetiştiği yoksa hiç mi
yetişemediği nazar-ı itibara alınır. Hılye sahibinin dediği gibi yapmaz.
«Tekbirler
birbiri ardına gelmesin diye sonra tekbir alır.» Çünkü kıraattan evvel tekbir
alırsa imamla beraber de tedbir aldığı için iki rekatta tekbirler birbirinin
ardından gelir. Bahır sahibi diyor ki: «Buna sahabeden hiç kimse kail
olmamıştır. Ama kıraattan başlarsa fiili hazret-i Ali'nin kavline uymuş olur.
Ve daha evladır. Muhit'de de böyle denilmiştir. Bu söz fukuhanın Mesbuk
zikirler hakkında namazının evveline kaza eder.' diyerek ifade ettikleri hükmü
tahsis eder.»
T E N B i H :
Biliyorsun ki mesbuk kendi reyi ile tekbir alır. Lâhık ise imamının reyine göre
tekbir alır. Çünkü o hükmen imamın arkasındadır. Bunu Sirac'dan naklen Bahır
sahibi söylemiştir.
«Rüku halinde
tekbir alır. Sahih kavil budur.» Musannıf, Mineh adlı eserinde de böyle
demîştir. Fakat Bahır sahibinin sözü buna muhaliftir. O «İmama ayakta yetişir
de tekbir almadan imam rükua giderse sahih kavle göre rükuda tekbir almaz.»
demiştir. Nehir'de de böyle denilmiştir. Hılye'de bundan bahs edilirken
«Bazıları rükuda tekbir alır, bazıları almaz demişlerdir. Muhit sahibi bu
ikinci kavli kuvvetli bulmuştur.» deniliyor. Tahtavi «Galiba bu, kusur
kendinden geldiği içindir.» demiştir.
«Vâcibi îfa sünneti
îfadan daha evlâdır.» Vacip, tekbirdir; sünnet ise tesbihtir. Ama bunun söz
götürdüğünü biliyorsun. T. Rahmetî vacibi imama tabi olmak. sünneti de sırf
kıyam halinde tekbir almakla tefsir etmiştir. Yani tekbiri rükuda almak do kâfi
ise de iyice kıyam halinde almak sünnettir.
METİN
Nitekim imam da
tekbir olmadan rükua gitse rükuda tekbir alır; zâhir rivayete göre tekbir almak
için kıyama dönmez. Dönerse namazının bozulması gerekir.
Cemaat olan kimse
zâid tekbirlerde ellerini kaldırır. Velev ki imamı bunu meşru saymasın. Ancak
rükuda tekbir alırsa yukarıda geçtiği vecihle muhtar kavle göre ellerini
kaldırmaz. Çünkü dizlerini tutmak. yerinde yapılan bir sünnettir. Bayram
tekbirleri arasında sünnet bir zikir yoktur. Onun için ellerini salar. Ve her
iki tekbir arasında üç tesbih miktarı susar. Bu cemaatın çokluğuna azlığına
göre değişir. Namazdan sonra imam iki hutbe okur. Bunlar sünnettir. Namazdan
önce okusa da sahih olur, fakat sünneti terk ettiği için isaette bulunmuş olur.
Cumada sünnet ve
mekruh olan şeyler bayramda da sünnet ve mekruhtur. Sekiz hatta on yerde hutbe
okunur. Bunların üçünde söze hamd ve senâ ile başlanır. Mezkûr hutbeler Cuma,
istiskâ ve nikah hutbeleridir. Küsuf ve Kur'an hatmi hutbeleri de öyle olmak
gerekir. Ama ben bunu bir yerde görmedim. Beş hutbede de söze tekbirle
başlanır. Bunlar; bayramların hutbeleriyle haccın üç hutbesidir. Şu kadar ki
Mekke ve Arafattaki hutbelere hatip evvela tekbirle başlar; sonra telbiye
getirir; sonra hutbeyi okur. Ebu'l-Leys'in Hızâne namındaki kitabında da böyle
denilmiştir.
İlk hutbeyi
birbiri ardınca dokuz tekbirle başlamak müstehabtır. İkinci hutbeye ise yedi
tekbirle başlamak sünnettir. Minberden inmeden ondört tekbir almak da
müstehaptır. Hatip minbere çıktığı vakit bize göre oturmaz. Mirâc.
Hatibin,
hutbesinde fitre sadakasının hükümleri cemaata öğretmesi dahi menduptur. Tâ ki
vermemiş olanlar versinler. Bunu, cemaat vaktiyle hazırlasın diye fitre
hükümlerini bir cuma evvel öğretmek gerekir. Ama ben bunu bir yerde görmedim.
Bilinmesine ihtiyaç duyulan her hüküm böyledir. Zira hutbe, öğretmek için meşru
kılınmıştır.
İZAH
«Zâhir rivayete
göre tekbir almak için kıyama dönmez.» Şârih burada musannıfın Mineh'teki
sözüne tabi olmuştur.Bahır ile Hılye'de ise şöyle denilmiştir: «Zâhir rivayete
göre rükuda tekbir almaz. Kıyama dönmez.» Hılye'de şu da ziyade edilmiştir:
«Kerhi'nin söylediği, ve Bedâyi sahibinin benimsediği Nevâdir rivayetine göre
ise kıyama ,döner ve tekbir alır. Sonra rükuu tekrarlar, kıraatı tekrarlamaz.»
Bu rivayet dahi metindekine muhaliftir. Evet, böyle bir rivayeti Bahır, Hılye
ve Fethü'l-Kadir sahipleri ile vitir ve nafileler bâbında Zâhire sahibi
açıklamışlar ve tekbirle -ki onun için rüku terk edilir- kunut arasındaki farkı
göstererek «Bayram tekbiri Bilittifak meşrudur. Vitirin kunutu öyle değildir.»
demişlerdir. Bedayi'de vitir ve nafileler bâbında bunun gibi; bu babta ise buna
muhalif beyanatta bulunulmuştur. Lâkin zâhir rivayet sabit olunca ondan dönmek
olmaz. Metindeki ifadeye göre tekbir ile kunut arasındaki fark; rükuda kunut
yapılmadığına göre kunutun ancak kıyam halinde meşru olmasıdır. Tekbir öyle
değildir.
«Dönerse
namazının bozulması gerekir.» Şârih burada Nehir sahibine tabi olmuştur.
Biliyorsun ki dönmek, Nevadir'in rivayetidir. Kaldı ki buna Kemâl bin Hümâm'ın
dediği gibi; «bunda vacibi ifa için tarzı terk vardır. Bu helâl değilse de
sahih olmasına dokunmaz.» denilebilir. (Kemâl ibn-i Hümâm bu sözü, 'ayakta iken
rekatı tamamladıktan sonra ilk oturuşta dönse namaz bozulmaz' diyenlerin
kavlini tercihi için söylemiştir.) Zâid tekbirlerde eller. baş parmakları kulak
yumuşaklarına dokunacak derecede kaldırılır. T.
Musannıfın zâid
tekbiri diye kayıtlaması, ikinci rekatın rüku tekbirinden ihtiraz içindir. Bu
tekbir zâid tekbirlere ilhak edilmiştir. Hatta biz onun da vacip olduğuna
kailiz. Halbuki onda el kaldırmak yoktur. Nehir.
«Çünkü dizlerini
tutmak, yerinde yapılan bir sünnettir.» Ellerini kaldırmak ise yerinde
yapılmayan bir sünnettir. Yerinde yapılan evlâdır. T.
Bayram tekbirleri
arasında eller yanlara salınır. Üçüncü tekbirden sonra bağlanır. Nitekim Münye
şerhinde beyan olunmuştur. Zira el bağlamak, içinde sünnet vecihle zikir
bulunan uzun kıyamın sünnetidir. Bayram namazında hatip hutbeyi namazdan önce
okusa veya Bahır'dan naklettiğimiz gibi hiç okumasa sahih olursa da isaettir.
«Cumada sünnet ve
mekruh olan şeyler bayramda sünnet ve mekruhtur.» Bundan, yalnız tekbirle,
hutbeden evvel oturmamak müstesnadır. Bu iki şey bayram hutbesinde sünnet. cuma
hutbesindesünnet değildir. On yerde hutbe okunması, bize göre küsuf'ta hutbe
olduğundan ve imameynin kavline göre istiska'da dahi hutbe olduğundandır.
Nitekim gelecektir. Mekke ve Arafat'taki hutbelerde telbiye vardır. Zilhiccenin
onbirinci günü Minâ'da okunan hutbede ise telbiye yoktur. Çünkü ilk taşı
atmakla telbiye kesilir. T.
«İlk hutbeye
birbiri ardınca dokuz tekbirle başlamak müstehaptır.» Bunu Mecma'al-Nevâzil'den
naklen Mirâc sahibi söylemiştir. Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Zâhir rivayette
tekbir için muayyen sayı yoktur. Lâkin hutbenin ekserisini tekbir teşkil etmemek
gerekir. Kurban bayramında fitire bayramından fazla tekbir getirilir.»
Ben derim ki:
Zâhir rivayette sa'yinin mutlak bırakılması, sünnete beyan edilen sayı ile
kayıtlamaya aykırı değildir. Şâfiî rahimellah buna kaildir. Bize göre hatip
minbere çıktığı vakit oturmaz. Çünkü oturmak müezzin ezanı bitirsin diyedir.
Bayram namazında ise ezan meşru olmamıştır. Binaenaleyh oturmaya hacet yoktur.
Mirâc.
«Ama ben bunu bir
yerde görmedim.» sözü Bahır sahibine aittir. Bundan sonra «İlim, ulemanın
boynunda emanettir.» demiştir. Şârih sadaka-i fıtır bâbında başında semennî'den
naklen; «Peygamber (s.a.v.) fitre bayramından iki gün evvel fitrenin
çıkarılmasını emir buyurmuş.» diyecektir ki, bu da Bahır sahibinin sözünü
te'yit eder.
«Bilinmesine
ihtiyaç duyulan her hüküm böyledir.» Bu cümle Bahır sahibinin sözünün
tetimmesidir. Ve şöyle demiştir: «Ulemanın sözlerinden şu mânâ çıkarılır ki,
hatip bazı hükümlerin bilinmesine hacet görürse onları cemaata cuma hutbesinde
öğretir. Bilhassa bizim zamanımızda bu lazımdır. Çünkü cehalet çoğalmış, ilim
azalmıştır. Onun için hutbede cemaata, namaz hükümlerini öğretmesi gerekir.
Nitekim bu açıktır.»
METİN
Bir kimse bayram
namazını imamla kılmaya yetişemezse yalnız başına kılamaz. Velev ki bozmak
suretiyle cemaatı kaçırmış olsun. Esah kavle göre bu bilittifak böyledir.
Nitekim Bahır nâm kitabın teyemmüm bahsinde beyan olunmuştur.
Bozmak hakkında
şöyle lügaz yapılmıştır: «Hangi adamdır o ki üzerine vacip olan bir namazı
bozar do kaza lazım gelmez?» O kimsenin başka bir imama gitmesine imkan varsa
gider. Çünkü bayram namazı bir şehrin birçok yerinde bilittifak kılınır.
Gitmekten âciz kalırsa kuşluk namazı gibi dört rekat kılar. Fitre bayramı
namazı yağmur gibi bir özürden dolayı, yalnız ertesi günün zeval vaktine kadar
geciktirilebilir. İkinci günkü vakti dahi birinci günde olduğu gibidir. Ve bu
namaz eda değil kaza olur. Nitekim kurban bahsinde gelecektir. Kuhistânî iki
kavil nakletmiştir. Fitre bayramının hükümleri kurban bayramının hükümleri
gibidir. Lâkin kurbanda namazı özürsüz kurban günlerinin üçüncüsünün sonuna
geciktirmek kerahetle, özürle geciktirmek ise kerahetsiz caiz olur. Binaenaleyh
burada özür keraheti kalksın diye, fitre bayramında sahih olmak içindir. Kurban
bayramına giderken yolda bilittifak âşikâre tekbir alınır. Bazıları namazgahta
da âşikâre alınacağını söylemişlerdir. Bugün müslümanlar bununla amel
etmemektedirler. Evde tekbir almak sünnetdeğildir. Esah kavle göre kurban
kesmese bile yemeği namazdan sonraya geciktirmek menduptur. Ama yerse tahrimen
mekruh olmaz.
İZAH
Bayram namazına
yetişemeyen onu yalnız başına kılamaz. Fakat imam kılmamışsa kaza edilir.
Nitekim gelecektir. Bunu Miracü'd-Dirâye sahibi söylemiştir. Buradaki esah
kavlin mukabili Bahır sahibinin imam ebû Yusuf'tan naklettiği kavildir ki, bu
kavle göre bayram namazına niyetlendikten sonra bozulursa kaza edilir. Zira
vacip olmak hususunda niyetlenmek adamak gibidir.
«Bayram namazı
bir şehrin bir çok yerlerinde bilittifak kılınır.» Hilaf yalnız Cuma
hakkındadır. Bahır.
«Gitmekten âciz
kalırsa kuşluk namazı gibi dört rekat kılması» mendup olur. Nasıl ki
Kuhistânî'de beyan edilmiştir, Bu kaza değildir. Çünkü onun gibi değildir. T.
Ben derim ki:
Hılye'de Hâniye'den naklen bildirildiğine göre bu namaz kuşluk namazıdır.
Şârihin Bedâyi sahibine uyarak «kuşluk namazı gibi» demesinin mânâsı, bayramda
olduğu gibi bunda zâid tekbirleri olmaz demektir.
«Bayram namazı
yağmur gibi bir özürden dolayı yalnız ertesi günün zeval vaktine kadar
geciktirilebilir.» İmamın namazgaha çıkmaması, hava bulutlu olup hilalı
zevalden sonra veya önce görmeleri ve cemaatın toplanmasına imkan bulunması
yahut bulutlu bir günde kılınıp sonradan zevalden sonra kılındığının
anlaşılması da özre dahildir. Nitekim Dürer'de ve şeyh İsmail'in Dürer şerhinde
beyan edilmiştir. Aynı eserde Hüccet'ten naklen şu da vardır; «Bir imam bayram
namazını abdestsiz kıldırır da sonra cemaat dağılmadan bunu onlarsa abdest
alır; ve hep beraber namazı tekrar kılarlar. cemaat dağılmış olursa onlara
tekrar ettirmez. Müslümanları ve amellerini korumak için namazları caiz
sayılır.
«Kuhistâni iki
kavil nakletmiş» sonra şöyle demiştir: «İhtimal bu, iki rivayetin muhtelif
olmasına binaendir, Nazm'ın zekat bahsinde söyledikleri de bunu te'yit eder.
Orada 'Bayram namazı için temel kitaplarda bir gün, Kerhî'nin muhtasarında iki
gün vardır.' denilmiştir.»
T E N B İ H :
Müctebâ sahibinin Tahtavî'den naklettiğine göre musannıfın söylediği, ebû
Yusuf'un kavlidir. Ebû Hanîfe «Bayram îlk gün kılınmazsa kaza edilmez.»
demiştir. Lâkin muteber kitaplarda bunda ihtilaf zikredilmiştir. Nitekim
Bahır'da beyan olunmuştur. Bir özürden dolayı kurban bayramı namazını üçüncü
günün sonuna kadar geciktirmek kerahetsiz caizdir. Birinci günden sonra kılınan
bayram namazı yine kaza olur. Nitekim Bedâyi ve Zeyleî'nin kurban bahsinde beyan
olunmuştur. Özürsüz geciktirmek ise mekruhtur. Müctebâ, Cevhere, Bezzâziye ve
diğer kitaplarda özürsüz geciktirmenin isaet olduğu bildirilmiştir. Bundan
anlaşılır ki, bu kerahet-i tahrimidir. Remli.
Ben derim ki:
Bahır ve Dürer'e uyarak keraheti mutlak zikretmesi, tahrim ifade eder. İsaete
gelince; biz namazın sünnetleri bahsinde onun kerahetten daha aşağı mı yoksa
çirkin mi olduğu hususundaki hilâfı arzetmiş ve isaetin kerahet-i tahrimiyeden
aşağı, kerahet-i tenzihiyeden daha çirkin olduğunu söyleyerek iki kavlin
arasını bulmuştur.
«Bazıları
namazgahta da âşikare tekbir alınacağını söylemişlerdir.» Muhit'de şöyle
denilmiştir: «Birrivayette imam namaza başlamadıkça tekbiri kesmez. Çünkü vakit
tekbir vaktidir. Müteakiben namazdan sonra âşikâre olarak tekbir alır.» Bedayi
sahibi birinci kavli kesinlikle kabul etmiştir. Ama mescidlerde cemaat ikinci
rivayet ile amel etmektedirler. Bahır.
«Esah kavle göre
kurban kesmese bite yemeği namazdan sonraya geciktirmek menduptur.» Yani
sabahtan itibaren namaz kılıncaya kadar orucu bozan şeylerden sakınmak
menduptur. Çünkü kurban bayramı sabahı çocuklara yemek yedirmemek, bebekleri
emzirmemek lazım geldiği hususunda, sahabeden rivayet edilen haberler
mütevatirdir. Bunu Zâhidî'den naklen Kuhistani söylemiştir. T.
«Kurban kesmese
bile» sözü şehirli ve köylüye şâmildir. Gayetü'l-Beyan'da bu şehirli diye
kayıtlanmış; köylünün sabahtan kurban eti yiyebileceği ifade edilmiştir. Çünkü
cuma kılınamayan köylerde kurbanlar sabahtan kesilir. Bazıları «Kurban kesmeyen
kimsenin yemeği geciktirmesi müstehab değildir.» demişlerdir. Bahır.
«Ama yerse
tahrimen mekruh olmaz.» Bahır sahibi diyor ki: «Kurban etinden yemek
müstehaptır. Müstehabı terk etmekten kerahetin sabit olması lazım gelmez. Zira
kerahet için hususi delil lazımdır.» Şârih «tahrimen» sözünde Nehir sahibine
uymuştur ve bununla kerahet-i tenzihiye sabit olduğuna işaret etmiştir. Ama bu
söz götürür; Çünkü Bahır sahibinin söylediklerini gördün! Bir de Bedayi'de
«isterse kurban etinden tadar isterse tatmaz. Edep ve terbiye namazdan
çıkıncaya kadar bir şey tatmamaktır. Tâ ki yediği kurbanlar olsun.» denilmiştir
METİN
Hatip hutbede
kurbanı ve teşrik tekbirlerini öğretir. Halkın, Arafat'da başka yerlerde vakfe
yapanlara benzemek için vakfe yapmaları bir şey değildir. Bu söz siyak-ı nefide
gelmiş bir nekredir. Binaenaleyh farz. vacip ve müstehap bütün ibadet
nevilerine şâmil olur. Ve mübah olduğunu ifade eder. Bazıları bunun müstehap
olduğunu söylemişlerdir. Miskin'de böyle denilmiştir. Bakânî «O günün şerefi ve
vaaz dinlemek için toplanırlar: vakfe yapamaz ve başlarını açmazlarsa
bilittifak kerahetsiz caiz olur.» demiştir. Esah kavle göre teşrik tekbiri bir
defa vacip olur. Zira emir buyurulmuştur. Birden fazla yaparsa fazilet olur.
Aynî diyor ki:
«Tekbirin sıfatı: «Allah'ü Ekber Allah'ü Ekber Lâ ilâhe illallah vallâhü Ekber
Allah'ü Ekber ve Lillâhi'l hamd» demektir.
Halilullah
İbrahim aleyhisselâmdan rivayet olunan budur.
İZAH
Teşrik tekbirini
cemaata kurban bayramından bir cuma evvel öğretmek gerekir. Çünkü bayram arefe
gününden başlar. Nitekim Bahır sahibi bunu incelemiştir.
«Halkın Arafat'da
başka yerlerde vakfe yapması»dan murad; Arafat'taki hacılara benzemek için
arefe gününün akşamı camilere veya şehir dışında bir yere toplanmalarıdır. Bu
bir şey değildir. Ama bazıları müstehap olduğunu söylemişlerdir. Galiba Nihaye
sahibinin muradı bu olacaktır. Çünkü o, «usulün gayri kitaplarda Ebû Yusuf'la
imam Muhammed'den bunun mekruh olmadığırivayet edilmiştir. Rivayete göre ibn-i
Abbas Basra'da bunu yapmıştır.» demektedir. Fethü'l-kadir'de; «Bu gösteriyor
ki, bunun mukabili, usul kitaplarının rivayeti mekruh olmasıdır.» denilmiş;
sonra şöyle devam edilmiştir: «Avamdan beklenen bir itikat bozukluğunun önünü
almak için evla olan budur. Kastetmese bile bizzat vakfe ve başı açmak benzemeyi
istilzam eder. Hak şudur ki, o gün mesela istiskâ gibi vakfeyi gerektiren bir
sebep meydana gelirse vakfe mekruh olmaz. Ama o günde çıkmayı kastetmek yok mu;
düşünürsek 'benzemenin mânâsı işte budur. Timurtâşî'nin camiinde şöyle
denilmektedir: Cemaat o günün şerefi için toplanırlarsa caizdir. Vakfesiz ve
baş açmamak şartıyle buna hamlolunur.»
Hâsılı Dürer'de
beyan edildiği vecihle sahih kavil, mekruh olmasıdır. Hatta Bahır'da
«Gayetü'l-Beyan'ın zâhiri kerahetin tahrimiye olduğunu göstermektedir.» deniliyor.
Nehir'de de: «Ulemanın ifadeleri kerahetin tercih edildiğini başka kavlin şâz
olduğunu gösteriyor» denilmiştir. Bâkânî'nin sözü Fethü'l-Kadir'in yukarıda
geçen ibaresinin sonundan alınmıştır. Elhâsıl; mekruh olan istiskâ gibi bir
sebep yokken çıkarmak vakfe yapmak ve baş açmaktır. Bunlar olmaksızın sırf tâat
için toplanmakta bir kerahet yoktur. Sıhah ve diğer lügat kitaplarında
nakledildiğine göre teşrik; eti kurutmak mânâsına gelir. Kurban gününü takip
eden üç güne bu ad verilmiştir.
Halil bin Ahmed'le
Nasır bin Şumeyl'in lügat ulemasından rivayetlerine göre ise teşrik; tekbir
demektir. Şu halde iki mânâ arasında müşterek demektir. Burada ondan murad,
tekbirdir. (Tekbir teşrik) diyerek yapılan izafet izafet-i beyâniyedir. Yani
(teşrik denilen tekbir) demektir. Bu surette izafet, imameynin kavline göredir.
Zira «İmam-ı A'zam'a göre teşrik günlerinde tekbir yoktur.» diyenlerin sözü
defedilmiş olur. Sözün tamamı Şeyh İsmail'in Ahkâm'ında ve Bahır'dadır.
«Esah kavle göre
teşrik tekbiri bir defa vacip olur.» Bazıları sünnet olduğunu söylemişlerdir.
Bu kavil de sahihlenmiştir. Lâkin Fethü'l-Kadir'de ekser ulemaya göre vacip
olduğu bildirilmiş; Bahır'da ise ortada hilâf diye bir şey olmadığı, zira
sünnet-i müekkede ile vacibin derece ve terkinden dolayı günah istihkakında
müsavi oldukları beyan edilmiştir.
Ben derim ki: Bu
söz götürür. Çünkü namazın sünnetleri bahsinde arzettiğimiz vecihle sünneti
terk etmenin günahı, vacibi terk etmenin günahından daha hafiftir. Yine orada
beyan etmiştir ki. sünneti terk etmekten murad; özür yokken devam üzere
bırakmaktır. Nitekim Tahrir şerhinde beyan olunmuştur. Onu bir defa bırakmakta
günah yoktur. Bu, vacibe muhaliftir. En iyisi Bedayi'nin sözüdür. Orada şöyle
denilmiştir: «Sahih olan onun vacip olmasıdır. Ona Kerhî dahi (sünnet) adını
vermiş; sonra (vaciptir) diye tefsir etmiştir. Kerhî'nin sözü şudur: «Teşrik
tekbiri devam edegelmiş bir sünnettir. Onu ilim ehli nakletmiş ve onunla amel
hususunda ittifak etmişlerdir. Vacibe sünnet adını vermek caizdir. Çünkü sünnet
makbul tarikattan ve güzel tutumdan ibarettir. Sıfatı bu olan her vacip de
sünnettir.»
Ben derim ki:
Birçok fukahanın namazda ilk oturuşa (sünnettir) demeleri de bu kabildendir.
Teşrik tekbiri Teâlâ hazretlerinin «Sayılı günlerde Allah'ı zikredin!» ve
«malum günlerde Allah'ın adını ansınlar!» ayet-i kerimeleriyle emir
buyurulmuştur. Bû her iki ayetteki, zikirden murad, teşriktekbiri olduğuna
göredir. Bazıları sayılı günlerin teşrik günleri, malum günlerin ise
zilhiccenin on günü olduğunu söylemişlerdir. Sözün tamamı Bahır'dadır.
demenin vacip
olduğunu gösterir. Lâkin Ebu-s-Suûd'un beyanına göre Hamavî Kara Hisâri'den iki
defa tekbir olmanın sünnete muhalif olduğunu nakletmiştir,
Ben derim ki:
«Bercendî'nin eserinden naklen Ahkâm adlı kitapta sonra ulemamızın meşhur olan
kavline göre bir defa tekbir alır. Ama (üç defa alır) diyenler de olmuştur.»
denilmiştir. Burada beyan edilen tekbir İbrahim Aleyhisselâmdan kalmıştır. Aslı
şudur: Cebrail aleyhisselâm hazret-i İsmail'in yerine kurbanlık koç getirince
İbrahim aleyhisselamın telaşa düşeceğinden endişe ederek «Allah'ü Ekber Allah'ü
Ekber» demiş İbrahim Aleyhisselam onu görünce «Lâ ilâhe illallah vallâhü Ekber»
diye mukabele etmiş. İsmail Aleyhisselam da kendi yerine kurbanlık geldiğini
görünce; «Allah'ü Ekber ve Lillâhi'l hamd» demiş.Fukaha bunu böyle
anlatmışlardır. Fakat hadis ulemasına göre subût bulmamıştır. Nitekim Fetih'te
Bahır'dan naklen böyle denilmiştir. Yani bu kıssa sabit olmamıştır. Bu
şekildeki tekbire ise İbn-i Ebi Şeybe güzel bir senedle İbn-i Mes'ud'dan
rivayet etmiştir. İbn-i Mes'ud hazretleri böyle dermiş. Sonra bilumum sahabenin
böyle tekbir aldıklarını rivayet etmiştir. Sözün tamamı Fetih'tedir. Bundan
sonra Fetih'te şöyle denilmiştir! «Bu suretle anlaşılıyor ki; Şâfiî'nin dediği
gibi birinde üç defa tekbir almak sabit olmamıştır.»
METİN
Muhtar kavle göre
kesilecek olan Hazreti İsmail'di. Kamus'da; Bu kavlin esah olduğu bildirilmiş;
İsmail'in mânâsı, (Allah'a itaat eden) demektir.» denilmiştir. Müstehap bir
cemaatla edâ edilen veya kurban gibi vakti mevcut olduğu için o sene bayram
günlerinde kaza edilen her farz-ı aynın arkasından, üzerine binaya; mâni bir
fasıla bulunmamak şartıyla teşrik tekbiri getirmek vaciptir. Kadınlarla
çıplakların cemaatı bundan hariçtir. Esah kavle göre kölelerin cemaatı hariç
değildir. Cevhere.
Teşrik tekbirinin
evveli arefe gününün sabah namazı, sonu da gaye dahil olmak üzere Bayram
gününün ikindisidir. Tekbir getirilecek namazlar sekizdir. Bu tekbir şehirde
oturan (mukim) imama, imama uyan yolcuya, köylüye ve kadına -tabi olmaları
sebebiyle- vaciptir. Lâkin kadın gizli tekbir alır. Misafire uyan mukime de
vaciptir.
İZAH
İbrahim
Aleyhisselam'ın kesilecek olan oğlu hazreti İsmail Aleyhisselam idi. Hılye'nin
başında iki kavilden en zâhir olanı bu olduğu bildirilmiştir.
Ben derim ki:
İmam Ahmed de buna kâildir. Ekseriyetle hadis uleması da bu kavli tercih
etmişlerdir. Ebu Hâtım «sahih kâvil budur» demiş; Beyzâvî en zâhir kavlin bu
olduğunu söylemiştir. Hedyi adlı eserde; «Sahabe tâbiin ve onlardan sonra gelen
ulemaya göre doğrusu budur.» denilmiştir. Hazreti İshak olduğunu bildiren
kavil, yirmiden fazla vecihle reddedilmiştir. Evet, sahabe ve tâbiinden bir
cemaat İshak Aleyhisselam olduğunu kabul etmiş; Kurtubî bu kavli ekserulemaya
nisbette bulunmuş; Taberî bunu ihtiyar etmiş; Şifâ' sahibi de kesinlikle buna
kail olmuştur. Sözün tamamı Alkâmî'nin Gami-i Sağîr şerhinde «kesilen İshak»
hadisindedir.
Bahır sahibi
diyor ki: «Mâlikîler.birinci kavle meyletmişlerdir. Ebu'l- Leys Semerkandî
Bustan adlı eserinde «bu, kitap ve sünnete daha uygundur.» diyerek bu kavli
tercih etmiştir. Bu bâbta kitap; «Biz onun yerine büyük bir kurbanlık
gönderdik» ayeti kerimesidir. Bundan sonra kesme işi hikaye edilmiş; sonra «biz
ona İshak'ı da müjdeledik.» buyurulmuştur.
Habere gelince: O
da rivayet olunan «Ben iki kurbanlığın oğluyum!» hadisidir. Bunlardan murad;
pederleri Abdullah ile hazreti İsmail Aleyhisselamdır. Ümmetin uleması hazreti
Peygamber (s.a.v.) in hazreti İsmail neslinden geldiğine ittifak etmişlerdir.
Ehl-i Tevrat «bunun İshak olduğu Tevrat'ta yazılıdır.» derler. Doğru ise biz de
inanırız. Halebî Şifâ şerhinde Hafacî'nin «En iyisi Teâlâ hazretlerinin
(İshak'ın ardından da Yakup ile müjdeledik) ayeti kerimesiyle istidlâl
etmektir. Zira Teâlâ hazretleri, babasına Yakub'un İshak sulbünden geldiğini
haber verirken, onu kesmekle imtihan etmesi tamam değildir. Çünkü bu takdirde
bir faidesi olmaz.» dediğini nakletmiştir. Yani Allah Teâlâ ona oğlunu küçükken
kesmesini emretmiştir. Bu emrin Yakup oğlunun sulbünden çıktıktan sonra verilmesi
mümkün değildir.
«Her farz-ı aynın
arkasından» ifadesi cumaya da şâmildir. Bununla vitir ve bayramlar gibi
vaciplerle nafileler hariç kalır. Belh ulemasına göre bayram namazının akabinde
tekbir alınır. Çünkü o da cuma gibi cemaatla kılınır. öteden beri müslümanlar
bunu yapagelmişlerdir. Binaenaleyh buna tabi olmak vaciptir. Nitekim
gelecektir.
«Farz-ı ayn»
kaydıyla cenaze hariç kalmıştır. Cenaze namazından sonra tekbir alınmaz. Bunu
Bahır sahibi ifade etmiştir. Her forz-ı aynın arkasından o farzın üzerine bina
etmeye mâni bir fâsıla bulunmamak şartıyle teşrik tekbiri getirmek vacip olur.
Mescidden çıkar veya kasten yahut unutarak konuşur; yahut kasten abdest bozarsa
tekbir sâkıt olur. Kıbleye arkasını dönmekte iki rivayet vardır. Selam
verdikten sonra unutarak abdestini bozarsa esah kavle göre tekbir alır. Abdest
almak için dışarı çıkmaz. Fetih.
Bayram günlerinde
kaza edilen namazın dört şıkkı vardır:
Birincisi; bayram
günlerinden başka günlerde kazaya kalan bir namazın bayram günlerinde kaza
edilmesi.
İkincisi; bayram
günlerinde kazaya kalan bir namazın bayram günlerinden başka zamanlarda kaza
edilmesi.
Üçüncüsü; bayram
günlerinde kazaya kalan bir namaz»n başka senenin bayram günlerinde kaza
edilmesi.
Dördüncüsü;
bayram günlerinde kazaya kolan bir namazın o senenin bayram günlerinde kaza
edilmesidir ki bunların yalnız dördüncüsünde tekbir alınır. Bahır'da da böyle
denilmiştir.
«Kurban gibi
vakti mevcut olduğu için» ifadesinden murad; kurbanın birinci gün kesilemezse
ikinci ve üçüncü günlerde kesilebileceğine işarettir.
«Esah kavle göre
kölelerin cemaatı hariç değildir» Onlar cemaat olabilirler. Zira esah kavle
göre hürolmak şart değildir. Hatta bir köle. cemaata imam olursa kendisine ve
cemaata tekbir,vacip olur. Bahır.
Teşrik tekbirinin
evveli zâhir rivayete göre arefe gününün sabah namazıdır. Hazretî Ömer'le Ali
radıyallahu anhanın kavilleri budur. imam Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre
kurban gününün öğle namazıdır. İbn-i Ömer'le Zeyd Bin Sâbit radıyallahu
Anhumanın kavilleri de budur. Nitekim Muhit'de beyan edilmiştir. Kuhistânî.
Köylüye ve
yolcuya teşrik tekbiri vacip değildir. Esah kavle göre velev ki yolcular
şehirde namazlarını cemaatla kılsınlar. Bunu Bedâyi'den naklen Bahır sahibi
söylemiştir. Yani İmam-ı A'zam'ın kavline göre esah olan budur. Zâhire
bakılırsa şehirde köylülerin cemaatla kılmaları da böyledir. Kuhistanî diyor
ki: «Bundan anlaşılan, mezkur mukimin sağlam olmasıdır. Hastalar cemaatla
kılarlarsa tekbir almazlar. Nitekim Cellâbî'de böyle denilmiştir.
«Tabi olmaları
sebebiyle» ifadesinden murad; yolcu, köylü ve kadındır.» T.
Kadının gizli
tekbir olması, sesi avret olduğu içindir. Nitekim Kâfi ve Tebyin'de beyan
olunmuştur.
Öyle anlaşılıyor
ki, «misafire uyan mukime de vaciptir.» sözü Şurunbulâli'nindir. Zira Dürer'in
«Yolcu olan imama da vacip değildir.» sözünü izah ederken şöyle demiştir: «Ben
derim ki bu izaha göre o kimseye uyan mukimlere vaciptir. Zira onlar hakkında
şart mevcuttur.»
Ben derim ki:
Şurunbulâliye'ye ulemanın «tâbi olmaları sebebiyle» ifadeleri muarız olamaz.
Çünkü tâbi olmak, imam vücûp ehlinden olduğu zamana mahsustur. O surette imama
uyan kimse vücûp ehlinden değildir.
Lâkin Ebû's-Suûd
haşiyesinde Hamavî'den naklen şöyle denilmiştir: «Natıfî'nin Hidâyesinde beyan
olunmuştur ki imam şehirlerden birinde bulunur da cemaata namaz kıldırırsa,
arkasında o şehrin halkından kimseler bulunduğu taktirde İmam-ı A'zam'a göre
hiçbirine tekbir vacip olmaz. İmameyne göre hepsinin tekbir almaları vacip
olur.» Burada maksat yolcu olan imamdır. Sözün gelişi bunu göstermektedir.
METİN
İmameyn «teşrik
günlerinin sonu olan beşinci günün ikindisine kadar her farzın sonunda mutlak
surette tekbir vaciptir.» demişlerdir. Velev ki yalnız kılsın; yahut yolcu veya
kadın olsun. Çünkü tekbir farz namaza tâbidir. itimat bu kavledir. Bilumum şehirlerde
ve bütün asırlarlarda amel ve fetva da buna göredir. Bayram namazından sonra
tekbir getirmekte bir beis yoktur. Çünkü müslümanlar bunu birbirlerinden
nakletmişlerdir. Binaenaleyh onlara uymak vaciptir. Belh uleması bununla amel
etmişlerdir. Zilhiccenin on gününde avam sokaklarda tekbir almaktan
menedilmezler. Biz bununla amel ederiz. Bu sözü Bahır ve Müctebâ sahipleri ile
başkaları söylemişlerdir. İmam terketse bile cemaat olanın tekbir alması
vaciptir. Çünkü onu namazdan sonra eda eder. İmam ebû Yusuf şöyle demiştir:
«Arefe günü cemaata akşam namazını kıldırdım. Ve tekbir almayı unuttum. Cemaata
tekbiri ebû Hanife aldırdı.»
Mesbûk da lahik
gibi vücûben tekbir alır. Lâkin yetişemediğini kaza ettikten sonra alır. Ama
İmamlabirlikte alırsa namazı bozulmaz. Telbiye ederse bozulur. İmam evvela işe
secde-i sehivden başlar. Çünkü o, namazın tahrimesinde (girişinde) vacip
olmuştur. Sonra tekbir alır. Zira tekbir namazın hürmetinde vacip olmuştur.
İhramlı ise bundan sonra telbiye getirir. Çünkü telbiye, namazın ne
tahrimesinde ne de hürmetinde mevcut değildir. Hulâsa.
Valvalciye'de
«Telbiyeden başlarsa secde-i sehiv ve tekbir sâkıt olur.» denilmiştir.
İZAH
«Çünkü tekbir
farz namaza tâbidir.» Binaenaleyh üzerine namaz farz olan kimseye tekbir de
vaciptir. Bahır.
«İtimat bu
kavledir.» ifadesi şuna binaendir: İmam-ı A'zam'la imameyn ihtilâf ettikleri
vakit itibar delilin kuvvetinedir. Esah olan budur. Nitekim EI'hâvil-Kudsî'nin
sonunda açıklanmıştır. Yahut şuna binaendir: Her meselede imameynin kavli İmam-ı
A'zam'dan da rivayet olunmuştur. Öyle olmasa mezhep sahibinden başkasının sözü
ile nasıl fetva verilebilir!
«Beis yoktur.»
Tabiri bazan 'mensud' mânâsında kullanılır. Nitekim Bahır'da cenaze ve cihad
bahislerinde bu mânâya kullanılmıştır. Burada da 'mensud' mânâsınadır. Zira
bundan sonra «Onlara uymak vaciptir» denilmiştir. öyle anlaşılıyor ki burada ki
«vaciptir» tabirinden de 'sabittir' mânâsı kastedilmiştir. Istılâhî vacip
kastedilmemiştir. Bahır'da Mücteba'dan naklen şöyle denilmiştir: «Belh'liler bayram
namazından sonra tekbir alırlar. Çünkü bayram namazı cemaatla kılınır ve cumaya
benzer.» Bu söz ıstılâhî vacibi ifade eder. T.
«Zilhiccenin on
gününde avam takımı sokaklarda tekbir almaktan men edilmezler.» Mücteba'da
şöyle deniliyor: «Ebu Hanife'ye 'Kûfe'lilerin ve başkalarının zilhiccenin on
gününde sokaklarda ve mescidlerde tekbir almaları uygun mudur?» diye sorulmuş
da; 'Evet' cevabını vermiştir. Fâkih ebu'l-Leys'in beyanına göre İbrahim bin
Yusuf bu yerlerde tekbir alınmasına fetva verirmiş. Fâkih ebû Cafer 'bence Amme
bundan men edilmemelidir. Çünkü onların hayra rağbeti azdır. Biz bununla amel
ederiz.' demiştir.» Böylece Müctebâ sahibi tekbir almanın evlâ olduğunu ifade
etmiştir.
«İmam teşrik
tekbirini terketse bile cemaatın olması vaciptir.» Zahirine bakılırsa
İmam-A'zam'ın kavline göre yolcu, köylü ve kadın da olsa alır. Halbuki yukarıda
tekbirin bunlara tâbiyet suretiyle vacip olduğu geçmişti. Lâkın murad şudur: Bu
gibilere tekbirin vacip olması imama vacip olmasına bağlıdır. Bir defa üzerlerine
vacip olduktan sonra artık kendilerinden sâkıt olmaz. Velevki imam terketmiş
olsun. Yoksa onlar bunu imam yapıyor diye yaparlar demek değildir.
«Çünkü onu
namazdan sonra eda eder.» Yani bununla imama muhalefet etmiş olmaz. Secde-i
sehiv böyle değildir. Onu imam terk ederse cemaat da terk eder. Zira o namazın
hürmetinde edâ edilir. T. İmam ebû Yusuf kıssası hikmete ve örfe aid faydalar
tazammun eder. Hikmete ait faydası, imam tekbir olmazsa tekbirin cemaattan
sâkıt olmaması; örfe ait faydası da, İmam-ı A'zam indinde ebû Yusuf'un
kıymetinin büyüklüğü, ebû Yusufun kalbinde de İmam-ı A'zam'ın derecesinin
azametidir. Öyle ki arkasında onun namaz kıldığını görünce âdeten unutulmayan
bir şeyi unutmuştur. Zira âdet, sabah namazında ilk teşrik tekbirini unutmaktır.
Üzerinden üç vakit geçtikten sonra artıkunutulmaz. Fetih.
«Ama imamla
birlikte tekbir alırsa namazı bozulmaz. » Çünkü tekbir zikirdir. İmam Hasan'dan
rivayet olunduğuna göre imama tâbi olur, Namazdan sonra tekbiri tekrar da
etmez. Nitekim Müctebâ'da ve İsmail'in Hizanetü'l-Feteva adlı eserinde böyle
denilmiştir.
«Telbiye ederse
bozulur.» Zira telbiye İbrahim Aleyhisselamın sözüdür. İmam Muhammed'den bir
rivayete göre namazı bozulmaz. Çünkü bununla o Allah Teâlâya hitab etmektedir.
Binaenaleyh o da zikirdir. Nitekim Müctebâ'da beyan olunmuştur. İsmail.
Ben derim ki:
Evla olan aşağıda geleceği vecihle «bu insan sözüne benzer» diye ta'lil
etmektir. Zira «Lebbeyk Allahümme lebbeyk...» demenin Allah Teâlâ'ya hitap
olduğunda şüphe yoktur.
«Çünkü o namazın tahrimesinde
vacip olmuştur.» Yani namaza başlarken yaptığı tahrime devam ederken vacip
olmuştur. Onun için de kendisine o halde iken uymak sahih olur. «Tekbir namazın
hürmetinde vacip olmuştur.» cümlesinden murad; «fasılasız, namazın hemen
arkasından vacip olmuştur» demektir. Hatta fasıla verirse sâkıt olur. Nitekim
yukarıda geçti.
Valvalciye'de
«Telbiyeden başlarsa secde-i sehiv ve tekbir sâkıt olur.» denilmiştir. Çünkü
telbiye insan sözüne benzer. İnsan sözü namazı bozar. Binaenaleyh telbiye de
bozar. Secde-i sehiv ise ancak tahrimede meşru olmuştur. Halbuki burada tahrime
yoktur. Tekbir ancak bitişik olarak meşru' olmuştur. Bitişiklik ortadan
kalkmıştır. Bedâyi. Herhalde insan sözüne benzemesi, bir adama seslendiği zaman
«lebbeyk» diye cevap vermesinden olacaktır. Bedayi sahibi diyor ki: «Bir kimse
(yarabbi bana bir dirhem ver!) yahut (beni bir kadınla evlendir!) derse namazı
bozulur. Çünkü kelime yapısı insan sözüdür. Velev ki onunla Allah'a hitabetsin.
Binaenaleyh kelimenin sîgasiyle namazı bozmuş olur.» Allah'u âlem.
H A T İ M E :
Münye şerhi ile Muzmerat'ta ibn-i Mübarek'ten naklen tırnak kesmek ve
zilhiccenin on gününde tıraş olmak hususunda şöyle denilmiştir: «Sünnet
geciktirilemez. Bu varid olmuştur. Geciktirmek vacip değildir.» Bu babta
Müslim'in Sahih'inde şu hadis-i şerif rivayet olunmuştur: «Rasûlüllah
sallallahu aleyhi vesellem; 'Zilhiccenin on günü girer de biriniz kurban kesmek
isterse sakın saçı almasın; tırnak kesmesin!' buyurdular.» Bu hadis vacip değil
bilittifak mendup mânâsına yorumlanmıştır. Binaenaleyh «geciktirmek vacip
değildir.» sözünün mânâsı anlaşılmıştır. Ancak 'vacip değildir' demek, müstehab
olmasına aykırı değildir. Şu halde müstehap olur. Meğer ki mübah olan
geciktirme vaktinden fazlasını istilzam etsin. Mübah olan geciktirmenin sonu
kırk gündür. Ondan fazlası mübah değildir.
Kınye'de şöyle
denilmiştir: «Efdal olan her hafta tırnaklarını kesmek, bıyıklarını almak,
kasıklarını tıraş etmek ve yıkanarak bedenini temizlemektir. Bunu yapamazsa her
onbeş günde bir yapmalıdır. Kırk günden sonraya bırakmakta bir özür yoktur.
Tehdide müstehak olur. Birincisi efdal, ikincisi orta, kırk gün ise en uzak
mühlettir.»
METİN
Bu babla
öncekinin münasebeti ya birlik yahut tezat cihetindendir. Sonra cumhura göre
güneş tutulmasına küsuf, ay tutulmasına hüsuf denir. Cuma kıldırmaya hakkı olan
kimse güneş tutulduğunda cemaata iki rekat namaz kıldırır. Küsuf namazını, cuma
kıldıran hatibin kıldırması müstehabtır. Gerçi Sirâc adlı eserde «Hutbeden
başka bütün cuma şartlarının bulunması mutlaka lazımdır.» denilmişse de Bahır
sahibi bunu reddetmiştir.
«İki rekat»
tabiri en azının beyanıdır. İsterse dört ve daha ziyade kıldırır ve her iki
rekatta veya dörtte bir selam verir. Müctebâ. Bu namazın sıfatı nafile gibidir.
Yani mekruh vaktin dışında olmak şartiyle ve bir rukû ile ezansız ikametsiz
kılınır. Kıraat âşikâre okunmaz. Hutbe de yoktur. Halk toplansın diye «Essalatü
câmiaten» «haydi toplayıcı namaza» diye seslenilir.
İZAH
Bu bab küsuf
namazı hakkındadır. Küsuf namazı aşağıda görüleceği vecihle sünnettir. Küsuf
namazının bayramla münasebeti ya birlik cihetindendir. Yani her ikisi de
gündüzleyin cemaata fakat ezan ve ikametsiz kılınır. Yahut tezat (yani
birbirine aykırılık) cihetindendir. Yani bayramda cemaat şart, kıraatı âşikâre okumak
vaciptir. Küsuf namazında böyle değildir. H. Yahut münasebet şudur: İnsanın,
biri ferah ve sürur, diğeri gam ve keder olmak üzere iki hali vardır. Musannıf
sürur (sevinç) halini keder halinden önce zikretmiştir. Mirac.
Hılye'de şöyle
denilmiştir: «Fukahanın dilinde daha meşhur olan, küsufu güneşe, hüsufu da ay
tutulmasına tahsis etmektir. Cevherî bunun daha fasih olduğunu iddia etmiştir.
Bazıları «bu iki kelime ay ve güneş tutul. ması mânâsında müsavidirler.»
demiştir. Kuhistânî'de beyan olunduğuna göre ibn-i Esîr «birinci kavil daha çok
kullanılır; lügatta meşhur olan da odur. Gerçi hadiste, «ayla güneşin küsuf ve
hüsufları» denilmiş ise de bu taglip (birini galip saymak) içindir.» demiştir.
Küsuf namazını
Cuma kıldırmaya hakkı olan hatip kıldırır. İmam-ı A'zam'dan temel kitapların
dışında rivayet edilen bir kavle göre her mescidin imamı mescidinde cemaata
küsuf namazı kıldırabilir. Sahih kavil zâhri rivayettir ki, o da, bu işi yalnız
cuma kıldıran hatibin yapmasıdır. Bedayi'de böyle denilmiştir. Nehir. Cuma
kıldıran hatip bulunmazsa cemaatla kılmak müstehap değildir. Herkes ayrı ayrı
kılar. Zira gördük ki onu hatipten başkası kıldıramaz.
Bahır sahibi
Sirac'ın sözünü reddetmiştir. O, küsuf namazında üç şeyin müstehap olduğunu
açıklamıştır. Bunlar imam, içinde nafile kılmak mübah olan vakit ve yerdir.
Yerden murad; bayram namazgahı yahut büyük camidir. İmamdan maksat, ona
uymaktır. Hâsılı küsuf namazı cemaatla ve cemaatsız kılınabilir. Müstehap olan
cemaatla kılmaktır. Lâkin cemaatla kılınırsa onu ancak sultan veya onun izin
verdiği kimse kıldırır. Nitekim bunun zâhir rivayet olduğu yukarıda geçti. Bu
namazda cemaatın müstehap olması. Sirâc sahibinin onu cumada olduğu gibi şart
saymasını reddeder.
Güneş açıldıktan
sonra artık küsuf namazı kılınmaz. Bir kısmı açılırsa o halde namaza başlamak
caizdir. Güneşi bulut veya benzeri bir şey örterse namaz kılınır. Zira asıl
olan tutulmanın devamıdır. Güneşin soluk rengi kavuşursa duadan vazgeçer ve
akşam namazını kılar. Cevhere.
«İsterse dört
veya daha ziyade kıldırır.» İfadesi zâhir rivayet değildir. Zâhir rivayet, iki
rekat kılıp sonra güneş açılıncaya kadar dua etmektir. Münye şerhi.
Ben derim ki:
Evet, Mirâc ve diğer kitaplarda beyan edildiğine göre bu namazı imam
kıldırmazsa cemaat yalnız başlarına ikişer veya dörder rekat olarak kılarlar.
Dört kılmaları daha efdaldir.
«Küsuf namazı
bize göre bir rüku ile kılınır. Eimmei selâseye göre her rekatta iki rüku
yapılır. Delilleri Fethü'l-Kadir ve diğer kitaplardadır. Bir de küsuf namazı
mekruh vaktin dışında kılınır. Çünkü nafile namazlar mekruh vakitlerde
kılınamazlar. Bu da bir nafiledir. Cevhere.
Yukarıda
zikrettiğimiz, Sirac'ın «vakit müstehaptır.» sözü hakkında Bahır sahibi «doğru
değildir.» demiştir.
Tahtavî diyor ki:
«Hamavî'de Bercendî'den naklen 'Güneş ikindiden yahut günün yarısından sonra
tutulursa cemaat dua ederler; namaz kılmazlar.' denilmektedir.» Küsuf namazında
kıraat âşikare okunmaz. İmam Ebu Yusuf aşikare okunacağını söylemiştir. İmam
Muhammed'den iki rivayet vardır. Cevhere «hutbe de yoktur.»
Kuhistâni şöyle
demiştir: «Bize göre küsuf namazında hutbe olmadığında hilâf yoktur. Nitekim
Tühfe, Muhit, Kâfi, Hidâye ve şerhlerinde böyle denilmiştir. Lâkin Nazım'da
namazdan sonra bilittifak hutbe okunacağı bildirilmiştir. Bu sözün bir misli de
Hulâsa ile Kâdıhan'dadır.» Bayram bahsinde hutbelerin on yerde olması meselesi,
bu ikinci havle ibtina eder. Lâkin meşhur olan birincisidir. Kitapların metin
ve şerhlerinde zikredilen de odur. Münye şerhinde İmam Mâlik ile İmam Ahmed'in
dahi buna kail oldukları bildirilmiştir.
Bahır sahibi
diyor ki: «Gerçi Peygamber (s.a.v.) in oğlu İbrahim'in vefat ettiği gün hutbe
okuduğu ve güneş tutulduğu rivayet olunmuşsa da bu hutbe küsuf için değil
«İbrahim vefat ettiği için güneş tutuldu.» diyenlerin sözünü red içindir. Onun
için de güne açıldıktan sonra okumuştu. Küsuf için hutbe okumak sünnet olsa
namaz ve dua gibi onu da güneş açılmadan okurdu.»
METİN
Namazda rüku,
sücud ve kıraatı, nafilenin hususiyetlerinden olan dua ve zikirleri uzatır.
Bundan sonra kıbleye karşı oturarak yahut cemaata karşı ayakta durarak dua
eder; cemaat da «âmin» derler. Bu hal güneş tamamen açılıncaya kadar devam
eder. Hatip gelmezse halk fitneden korunmak için yalnız başlarına evlerinde
kılarlar. Nasıl ki ay tutulduğu, şiddetli rüzgar estiği, gündüzün şiddetli
karanlık, geceleyin şiddetli aydınlık olduğu, korku galebe çaldığı ve buna
benzer korkunç alâmetlerden yer sarsıntısı, yıldırım, kesilmeyen kar yağmur ve
umumi hastalıklar zuhurunda da yalnız başlarına kılarlar. Taûnun kaldırılması
için duada bulunmak bundandır. İbn-i Hacer'in «bu bid'attır» sözü, «bid'at
hasenedir» manâsınadır. Her taûn vebâdır. Bunun aksi yoktur. Sözün tamamı
Eşbah'tadır. Aynî'de «küsuf namazı sünnettir.» denilmiştir. Esrarda ise küsuf
namazının vacip, hüsuf namazının hasene olduğu diğerlerinin de bu hükümde dahil
bulunduğu tercih edilmiştir. Fetih'te «İstiskâ namazının sünnet olup
olmadığında ihtilâf edilmiştir. Musannıf bubahsi bundan dolayı geriye
bırakmıştır.» denilmektedir.
İZAH
Bu namazda rüku,
sücud vesairenin uzun tutulacağı Şurunbulâliye'de Burhan'dan nakledilmiştir.
Çünkü Fetih'te ve diğer kitaplarda zikredilen hadisler bu hususta varid
olmuşlardır. Kuhistâni şöyle demiştir: «İki rekatta bakara ve âl-i imran
sureleri miktarı Kur'an okur. Nitekim Tühfe'de beyan edilmiştir. Sözün mutlak
bırakılması, sair namazlarda okuduklarını okuyabileceğine delâlet eder.
Muhit'de de böyle denilmiştir.» Kıraatı uzun tutup duayı kısa kesmek ve bunun
aksi caizdir. Birini uzun tutarsa ötekini kısa keser. Çünkü müstehap olan,
güneş açılıncaya kadar huşû ve korku içinde devam etmektir. Kemâl şöyle
demiştir: «Bu, imamın namazı uzatmasının mekruh olmasından istisna edilmiştir.
Ama hafif tutması da caizdir; sünnete muhalif olmaz. Hak, uzatmanın sünnet
olmasıdır. Mendup olan, mücerret vaktin namaz ve dua ile kaplanmasıdır.»
Nitekim Şurunbulâliye'de de böyledir.
«Nafilenin
hususiyetlerinden olan dua ve zikirleri uzatır.» Öyle anlaşılıyor ki, bu dua ve
zikirleri namazın içinde okur. Bunlar namazdan sonra okuduğu dualardan
başkadır. Zira rüku ve secde'de kıraat meşru değildir. O halde bunları
uzatmakta tesbih gibi dua ve zikirlerin ziyadesinden başka bir şey kalmaz.
«Bundan sonra
kıbleye karşı oturarak... dua eder.» Çünkü dualar do sünnet budur. Bahır.
İhtimal bu söz, namazdan önce dua etmekten ihtirazdır. Zira orada bildiğin gibi
dua eder.
«Yahut cemaata
karşı ayakta dua eder.» Hulvânî, «Bu daha güzeldir. Yay veya baston üzerine
dayanırsa, iyi olur. Dua için minbere çıkmaz.» demiştir. Muhit'de de böyledir.
Nehir.
«Hatip gelmezse
halk fitneden korunmak için yalnız başlarına evlerinde kılarlar.» Yani iki veya
dört rekat olarak kılarlar. Yukarıda beyan ettiğimiz vecihle dört kılmaları
efdaldir. Bu namazı kadınlar da yalnız başlarına kılarlar. Nitekim Bercendi'den
naklen Ahkâm'da beyan edilmiştir.
«Evlerinde
kılarlar» sözü Tahâvî şerhine aittir. Zahîriye'de «Mescidlerinde kılarlar»
denilmiştir. Bunu Muhit sahibi. Şemsü'l-Eimme'ye nisbet etmiştir. İsmail.
Fitneden murad;
imamlığa geçirmek ve geçmek; bu hususta münakaşa etmektir. Nitekim Nihâye'de
böyle denilmiştir. Cemaat isterlerse sadece dua eder; namaz kılmazlar.
Gıyâsiyye. Ama namaz kılmak efdaldir. Sirâciye. Şeyh İsmail'in Ahkâm'ında da
böyledir. Ay tutulması ve benzeri korkulu zamanlarda imam gelsin gelmesin
cemaat yalnız başlarına namaz kılarlar. Nitekim Bercendî'de izah edilmiştir.
Çünkü Peygamber (s.a.v.) in ay tutulduğunda namaz kıldığı rivayet olunmuşsa da
cemaatla kıldığı açıklanmamıştır. Asıl olan yalnız kılmaktır. Nitekim Fetih'de
beyan olunmuştur. Bahır'da Müctebâ'dan naklen «Bize göre cemaat caizdir,
diyenler olmuştur. Fakat bu sünnet değildir» denilmiştir.
«Taûnun
kaldırılması için duada bulunmak bundandır.» Yani umumi hastalıklardandır.
Burada duadan murad; dua için namaz kılmaktır. Nehir'de şöyle denilmiştir:
«Cemaat toplanınca taûnun kaldırılmasını niyet ederek herkes ikişer rekat namaz
kılar. Bu mesele yeni fetvalardandır.»
«İbn-i Hacer'in
«bu bid'attır.» sözü, «bid'at-ı hasenedir» mânâsınadır.» Nehir'de de böyle
denilmiştir.
Ben derim ki:
Bid'ata beş hüküm sabit olur. Nitekim bunu imamlık babında izah etmiştik. Nehir
sahibi «Bu şehid olmak kaldırılsın diye dua değildir. Çünkü şehidlik taûnun
eseridir.» diyor.
Ben derim ki: Çok
olup devamlı yağmur gibi zarar verdiği zaman buna bir mâni yoktur. Yağmur da
rahmettir; ama çok olunca zarar verir. Seyyid Ebu's-Suûd. şeyhinden naklen
şunları söylemiştir: «Bu duanın meşru olduğuna bir delil de düşmanla
karşılaşmaya benzemesidir. Rasûlüllah (s.a.v.) in bundan kurtulmak istediği
sabit olmuştur. Şu halde bu dua menşein kaldırılmasını istemek olur.»
«Her taûn
vebadır.» Zira veba her umumi hastalığın adıdır. Nehir. Taûn ise cin çarpması
sebebiyle meydana gelen umumi hastalıktır. H. Bu, taûnun bize göre beyan edilen
umumi hastalıklara dahil olduğunun beyanıdır. Velevki hassaten taûnu söylememiş
olsunlar.
Esrar adlı
kitapta küsuf namazının vacip; hüsuf namazının hasene olduğu ihtiyar
edilmiştir.
Ben derim ki:
Bedayi'de de küsuf namazının vacip olduğu tercih olunmuştur. Çünkü hadisde emir
buyurulmuştur. Lâkin İnâye'de umumiyetle fukahanın sünnettir' dedikleri
bildirilmiştir. Zira islâmın şeairinden değildir. O Ârızi bir sebeple kılınır.
Ancak Peygamber (s.a.v.) onu kılmıştır. Bundan dolayı sünnet olmuştur. Buradaki
emir nedib içindir. Fetih sahibi bu sözü kuvvetli bulmuştur. Anlaşılıyor ki, haseneden
murad mendup olmasıdır. Onun için Bedayi'de «Bu namaz hasenedir. Zira Peygamber
(s.a.v.) 'bu korkunç hallerden birini görürseniz hemen namaza sığının!'
buyurmuştur.» denilmektedir.
«Diğerlerinin de
bu hükümde dahil, bulunmasından murad, şiddetli rüzgar, karanlık vesairedir.
Böyle dehşetli zamanlarda namaz kılmak hasenedir. H.
İstiskâ namazının
sünnet olmasında yani esasen meşru olup olmadığında mı yoksa cemaatla
kılınmasında mı ihtilaf edilmiştir. Nitekim gelecektir. "Musannıf bundan
dolayı bu bahsi geriye bırakmıştır." Yani kûsuf ile istiskânın herbiri
toplanma sıfatında müşterek olmakla beraber sünnet olduğunda ittifakla edilen
küsuf namazını evvel zikretmiştir.
METİN
İstiskâ, mesnun
cemaat olmaksızın dua ve istiğfardan ibarettir. Zira istiğfar, yağmur
gönderilmesine sebeptir. Hatta cemaat sadece caizdir. İstiskâda hutbe yoktur.
İmameyn «Bayramda olduğu gibi yapılır.» demişlerdir. Zâid tekbirlerin alınıp
alınmayacağında hilaf vardır. İstiskâda elbise çevirmek de yoktur. İmam Muhammed
buna muhaliftir.
İZAH
İstiskâ lügatta
'su istemek ve içecek şey vermek' mânâlarına gelir. Şeriatta ise, şiddetli
ihtiyaç anında hususi bir şekilde yağmur istemektir. Şiddetli ihtiyaç, yağmur
kesilmek, dere. nehir ve kuyu gibi, halkın su içeceği, hayvan ve ekinlerini
sulayacağı şeyler bulunmamaktan yahut bulunup da yetmemekten doğar. Su kâfi
gelirse yağmur duası yapılmaz. Nitekim Muhit'de beyan edilmiştir. Kuhistânî.
«İstiskâ duadır»
Şöyle ki: İmam kıbleye karşı ayakta durarak ellerini kaldırır ve dua eder.
Cemaat da kıbleye karşı oturarak onun duasına 'âmin' derler. İmam;
«Allahümmeskınâ gayşen mugîşen henîşen merîen garekan mücellilen sehhan tabekan
dâimen» duasını veya benzerini gizli ve âşikâr olarak okur.
Mânâsı
"Yârabbi bize umumi, âfiyetli, bol, şümullü ve devamlı yağmur ver."
demektir.
Nitekim Burhan'da
beyan olunmuştur. Şurunbulâliye. İmdâd'da bu duanın lafızları tefsir ve izah
edilmiş; daha başka dualar da ilave olunmuştur.
İstiğfarı duanın
üzerine atıf etmesi has bir kelimeyi âmm üzerine atıf kabilindendir ve hâssa
ayrıca kıymet ve ehemmiyet verildiğini gösterir). çünkü istiğfar hassaten
mağfiret duasında bulunmaktır. Yahut burada duadan hassaten yağmur istemek
kastedilir. Bu taktirde mugâyiri atıf kabillinden olur. T.
«Zira istiğfar
yağmurun gönderilmesine sebeptir.» Buna delil; Tealâ hazretlerinin «Rabbinize
istiğfar edin!» âyeti kerimesinde yağmurun gönderilmesi buna bağlanmış
olmasıdır.
Musannıfın
«mesnun cemaat olmaksızın» yerine «cemaatsız olarak namaz kılmak» demesi
gerekirdi. Nitekim Kenz ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. H. Bu kavil
İmam-ı A'zam'ındır. İmam Muhammed, «İmam yahut vekili cumada olduğu gibi iki
rekat namaz kıldırır. Sonra hutbe okur.» demiştir. Yani 'hutbe okuması
sünnettir' demek istemiştir. Esah kavle göre İmam Ebû Yusuf imam Muhammed'le
beraberdir. Nehir.
«Hatta cemaat
sadece caizdir.» mekruh değildir. Bu söz Şeyhu'l-İslâm'ın «Hilâf esasen meşru
olup olmamasında değil. sünnet olmasındadır.» ifadesine uygundur.
Gayetü'l-Beyan sahibi bunu Tahavî şerhine nisbet ederek kesinlikle kabul
etmiştir. Musannıfın sözü ise Kenz gibi meşru olmadığını ifade etmektedir.
Nitekim Bahır'da da öyledir. Sözün tamamı Nehir'dedir. Fetih sahibinin sözüne
bakılırsa o da bu kavli tercih etmiş görünüyor. Hılye'de beyan olunduğuna göre
Şeyhü'l-İslâm'ın sözü delil yönünden yerindedir. İtimat ona olmalıdır.
EI'münyetü'l-Kebîr şerhinde bu babtaki hadis ve eserler sıralandıktan sonra
şöyle denilmiştir: «Hâsılı, namazın cemaatla kılınıp kılınmayacağıhususunda
hadisler sünnet olduğun isbat edemeyecek derecede muhtelif olduğundan ebû
Hanîfe bu namazın sünnet olduğuna kail olamamıştır. Ama bundan 'namaz
bid'attır' demiş olması lazım gelmez. Nasıl ki bazı mutaassıplar ondan böyle
nakilde bulunmuşlardır. Bilakis o caiz olduğuna kaildir.»
Ben derim ki:
Zâhire göre bundan murad; mendup ve müstehap olmasıdır. Çünkü Hidâye'de şöyle
denilmiştir: «Biz deriz ki: Bunu Peygamber (s.av.) bir defa yapmış; başka zaman
terk etmiştir. Binaenaleyh sünnet olamaz.» Yani sünnet, Peygamber (s.a.v.) in
devam üzere yaptığı iştir. Bir defa yapıp başka zaman terk etmesi mendup
olduğunu ifade eder.
«İmameyn bayramda
olduğu gibi yapılır demişlerdir.» Yani imam cemaata iki rekat namaz kıldırır.
Namazda âşikâre okur. Ezan ve ikamet yoktur. Namazdan sonra yerde ayağa
kalkarak bir yay veya kılıca yahut bastona dayanır. Ve imam Muhammed'e göre
iki, ebû Yusuf'a göre bir hutbe okur. Hılye.
«Zâid tekbirlerin
alınıp alınmayacağında hilâf vardır.» İbn Kâs'ın İmam Muhammed'den rivayetine
göre bayramda olduğu gibi zaid tekbirleri alır. İmameynden meşhur olan rivayete
göre tekbir almaz. Nitekim Hılye'de beyan olunmuştur.
«İmam Muhammed
buna muhâliftir.» Ona göre imam hutbesine biraz devam ettikten sonra elbisesini
çevirir. Elbisesi dört Köşe ise üstünü altına, altını da üstüne çevirir. Yuvarlak
ise sağını soluna, solunu sağına, palto ise astarını dışına. yüz tarafını içine
çevirir. Hılye. Ebu Yusuf'tan bu hususta iki rivayet vardır. Kudurî imam
Muhammed'in kavlini seçmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) böyle yapmıştır. Nehir.
Fetva da buna göredir. Nitekim Dürerü'l-Bihâr şerhinde de böyle denilmiştir.
Nehir'de «Cemaat paltolarını bütün ulemaya göre çevirmezler. Buna imam Malik
muhaliftîr.» deniliyor.
METİN
Yağmur duasında
zımmi bulundurulmaz. Velev ki tercih edilen kavle göre bazen istidraç (yani
azabın çokluğuna alamet) olmak üzere kâfirin duası kabul edilsin. Teâlâ
hazretlerinin; «Kâfirlerin duası helâk hakkında olmaktan başka bir şey
değildir.» ayeti kerimesi ise âhiret hakkındadır. Mecma' şerhleri.
Teker teker namaz
kılarlarsa caizdir. Yalnız kılan için bu meşrudur. Tuhfe ve diğer kitapların
kavli zâhir rivayettir. Onlar, «Cemaatla namaz yoktur.» demişlerdir.
Cemaat arka
arkaya üç gün yağmur duasına çıkarlar. Zira daha fazlası rivayet olunmamıştır.
İmamın duaya çıkmazdan evvel üç gün oruç tutmalarını, tevbe etmelerini cemaata
emir etmesi, sonra dördüncü gün duaya çıkarması müstehaptır. Duaya yaya olarak
yıkanmış veya eski elbise içinde tevazû göstererek Allah'dan korkarak. bükük
boyunlarla çıkmalı, her gün duaya çıkmadan sadaka vermeli, tevbeyi yenilemeli
ve müslümanlar için Allah'dan af dilemelidir. Zaiflerle, ihtiyarlar, âcizler ve
çocuklarda yağmur duasında bulunmalıdır. Çocuklar annelerinden
uzaklaştırılmalıdır. Hayvanları dua yerine götürmek müstehaptır. Evlâ olan,
imamın cemaatla beraber çıkmasıdır. Ama cemaatonun izniyle yahut izinsiz olarak
çıkarlarsa yine caizdir.
Mekke'de ve Beyti
Makdis'de halk mescidde toplanırlar. Musannıf Medine'den söz etmemiştir. Galiba
darlığından dolayı bir şey dememiştir. Yağmur devam eder de zarar verirse
kesilmesi ve faydalı olacak başka bir yere sevk edilmesi için dua etmekte beis
yoktur. Yağmur duasına çık. madan yağmur yağarsa Allah Teâlâya şükür için duaya
çıkmaları mendup olur.
İZAH
Yağmur duasında
cemaatla birlikte zimmi (gayri müslim) bulundurulmaz. Nitekim İbn-i Melek Mecmâ
şerhinde bunu söylemiştir. Zâhire göre zımmiler yalnız başlarına duaya
çıkarlarsa men edilmezler. Mirac'da bu açıklanmıştır. Lâkin Fetih sahibi bunu
men etmiş, «İhtimal onların duasiyle yağmur yağar da ovam takımının zaif imanlı
olanları fitneye düşerler» demiştir,
«Kâfirin duası
kabul edilir.» denilip denilmeyeceği hususunda ulema ihtilaf etmişlerdir.
Cumhur ulema. zikredilen âyetle istidlâl ederek 'denilmeyeceğini'
söylemişlerdir. Bir de kâfir Allah'a dua etmez. Çünkü onu bilmez. O Allah'ı
ikrar etse bile lâyık olmadığı sıfatla tavsif edince ikrarını bozar. Gerçi bir
hadisde «Mazlumun duası kâfir bile olsa kabul edilir.» buyurulmuşsa da bu hadis
küfranı nimete (nankörlüğe) hamledilmiştir. Yani 'nankör bile olsa kabul edilir'
demektir.) Bazıları kabul edilir denileceğini caiz görmüşlerdir. Çünkü Teâlâ
hazretleri iblis'den hikaye ederek, «Yârabbi bana mühlet ver!» dedi. Allah
Teâlâ da «Gerçekten sen mühlet verilenlerdensin.» buyurmuştu. Bu ona icabettir.
Ebu'l-Kasım Hakim ile Ebu'n-Nasr Debbusî bunu tercih etmişlerdir. Sadrı'ş-Şehid
«Bununla fetva verilir.» demiştir. Sa'd'ın Akaid Şerhi'nde de böyledir.
Bahır'da Valvalciye'den naklen «Fetva, "kâfirin duası kabul edilir'
demenin caiz olduğuna verilmiştir.» denilmektedir. Kâfirlerin ahiretteki
dualarından maksad, cehennemde azaplarının hafifletilmesi hususundaki
dualardır. Buna delil, âyet-i kerimenin baş tarafıdır. Orada «Cehennemdekiler
cehennemin bekçilerine "Rabbinize dua edin de bizden bir gün azabı
hafifletsin' diyecekler. Onlar da 'Size peygamberleriniz beyyine ile gelmezler
mi idi?' diye soracaklar. "Hay hay gelirlerdi.' cevabını verince, 'Öyle
ise dua edin! Ama kâfirlerin duası ancak helâktedir.' diyeceklerdir.»
buyurulmuştur. Şârihin «mecma' şerhleri»nde gösterdiği meseleyi ben musannıfın
kendi yazdığı şerhde ve ibn-i Melek şerhinde göremedim. İhtimal bunlardan başka
şerhlerdedir.
Yağmur duası için
oraya çıkılır: Nitekim Yenâbi'de beyan edilmiştir. Ama bu aşağıda geleceği
vecihle üç mescidden başka yerler halkı içindir. İmamın cemaata üç gün oruç
tutmalarını ve tevbekar olmalarını emretmesi Tatarhaniye'de Nihâye'den
naklolunmuştur. Halbuki Nihâye'de bu söz imam Gazâlî'nin Hulâsa adlı eserine
nisbet edilmiştir. Nihâye sahibi bundan sonra; «Bizim mezhebimizde Hulvani'nin
söyledikleri de buna yakındır.» diyerek kitabımızın metnindeki ibareyi
zikretmiştir. Mirac'da da Nihâye sahibinin Gazâli'den naklettikleri gibi söz
edilmiştir. Onun için Dürerü'l-Bihar şerhi ile diğer kitaplarda bundan
bahsedilirken (zaifliğine işaret edilerek) «İmamın cemaata emir etmesi gerekir
denilmiştir.» şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Lâkin bu ifade bu sözün
mezhebimizin bir kavli olduğu vehmini verir.
T E N B İ H :
İmam oruç tutmanın yasak olmadığı günlerde orucu emrederse oruç tutmak vacip
olur. Çünkü bayram bâbında arzetmiştik ki imamın ma'siyet hususunda olmayan
emrine itaat vaciptir. Tevbeyi yenilemenin şartlarından biri de hak
sahipleriyle helallaşmaktır.
«Zaiflerle,
ihtiyarlar ve âcizlerle» yağmur istemekten murad; onları dua için öne geçirmektir.
Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Cemaat onların dualarına 'âmin' derler.
Çünkü onların dualarının kabulü daha ziyade ümit edilir. Buhari'nin bir
hadisinde «Size ancak zaiflerinizin yüzü suyuna rızk ve yardım verilir»
buyurulmuştur. Zaif bir hadiste «Mütevazi gençler, otlayan hayvanlar, namaz
kılan ihtiyarlar ve süt emen bebekler olmasa idi sizin üzerinize mutlaka azap
inerdi.» denilmiştir. Sahih bir hadiste beyan olunduğuna göre «Peygamberlerden
biri -ki ulemadan bir cemaata göre Süleyman Aleyhisselamdır- yağmur duasına
çıkmış, bir de bakmış ki bir karınca, ayaklarından bazılarını gök yüzüne doğru
kaldırmış dua ediyor! Bunun üzerine yanındakilere 'Dönün! duanız şu karınca
sebebiyle kabul olundu.' demiş.» Çocukların annelerinden uzaklaştırılması, çok gürültü
edip ağlasın da bu hal rikkat ve tevazuu arttırsın diyedir.
«Musannıf
Medine'den bahsetmemiştir. Galiba darlığından dolayı bir şey söylememiştir.»
Bahır'da da böyle denilmiştir. İmdad sahibi buna itirazda bulunarak şunları
söylemiştir: «Bu söz zâhir değildir. Çünkü Medine-i Münevvere'de oturanlar
hacılar kadar çok değildir. Mescid-i Şerif'e hepsi toplansa yine de yer kaldığı
görülür. Binaenaleyh yağmur duası için oraya toplanmak icabeder. Zira Medine-i
Münevvere'de her hadisede yağmur ve rahmet ancak Peygamber (s.a.v.) in
huzurunda istenir. Ve Mescid-i Haram'la Mescid-i Aksâ'da olduğu gibi hayvanlar
mescid kapısında bırakılırdı.» İbare kısaltılarak alınmıştır. Yağmur kelimesi
için yapılan duada Peygamber (s.a.v.) in okuduğu şu dua okunur: «Allahümme
havâleyna velâ aleynâ. Allahümme alâ'l âkâmi vaz-Zirabi ve bütûni'l evdiyeti ve
menâbiti'ş Şecere»
«Yârabbi!
üzerimize değil etrafımıza! Yârabbi! dağlara tepelere, vadi içlerine ve ağaç
biten yerlere gönder.»
Duaya çıkmadan
yağmur yağarsa Allah'a şükür için ovaya çıkmaları mendup olur.» Yani daha'fazla
yağmur vermesini isterler. Nitekim Sırâc'da beyan olunmuştur. Yine Sirâc'da şu
satırlar da vardır: «Yağmur yağarken dua etmek. vücudu ıslansın diye yağmur
altında durmak, gök gürültüsünü işitince; «Subhane men yüsebbihu'r Ra'dü
bihamdihi vel'melâiketü min hîfetihi» (dipnotgoster10163) diye dua etmek, ve
«Allahümme lâ tektülnâ bigadabike velâ tühliknâ biazâbike ve âfinâ min kablı
zâlik» demek müstehaptır. Verimli yerler halkının çorak yerler halkı için dua etmeleri
de müstehaptır. Sözün tamamı Tahtâvî'dedir.
Kendisine gök
gürültüsü ile meleklerin korkudan tesbihde bulundukları Allah'ı tenzih ederim.
Yârabbi bizi gazabınla öldürme, gazabınla helâk etme.»
METİN
Korku namazı
terkibi, bir şeyi şartına izafet kabilindendir. Tarafeyne (yani Ebû Hanife ile
İmam Muhammed rahimellaha göre Peygamber (s.a.v.) devrinden sonra da korku
namazı caizdir. Ebu Yusuf buna muhaliftir. Bu namazın şartı, düşmanın veya
yırtıcı bir hayvanın yahut büyük yılan ve benzerinin yüzdeyüz gelmiş bulunması
ve vaktin çıkmaya yaklaşmış olmasıdır. Düşman geldi zannıyle namazlarını
kılarlar da sonra gelmediği anlaşılırsa namazlarını tekrar kılarlar. Vaktin
çıkmaya yaklaşmış olması Mecmâal-Enhur'da zikredilmişse de başkasının bunu
zikrettiğini görmedim. Bu bellenmelidir.
Ben derim ki:
Sonra Aynî'nin Buhâri şerhinde gördüm. Bu ancak bazı ulemaya göre harp
kızıştığı zaman şart imiş.
İZAH
İstiskâ bâbı ile
korku namazı bâbının münasebeti her ikisinin korku ârızasiyle meşru olmalarıdır.
Şu kadar var ki istiskâda korku semâvîdir (Allah'dandır ki o da yağmur
kesilmesidir. Onun için musannıf o bâbı evvel zikretmiştir. Burada ise
ihtiyaridir. Bu korku küfürden ileri gelen cihaddır. Nitekim Nehir ve Bahır'da
da böyle denilmiştir.
«Korku namazı
terkibi, bir şeyi şartına izafet kabilindendir.» Cevhere'de böyle denilmiştir.
Lâkin Dürer'de ve keza Tuhfe'den naklen Bahır'da «bu namazın sebebi korkudur.»
denilmiştir. Şurunbulâlî bu iki kavlin arasını bulmuş «Korku şarttır diyen
hususi şekline bakmıştır. Çünkü bu hakkında namazın şartı düşmandır. Korku
sebeptir diyen, namazın aslına bakmıştır. Zira bu namazın sebebi korkudur.»
demiştir. Bana öyle geliyor ki bu namazın sebebi korkudur. Düşmanın gelmesi
şarttır. Nitekim yolcunun namazında sebep meşakkattır, şer'î yolculuk ise
şarttır. Şu halde korkudan düşmanı kasteden ona şart adını vermiş; hakikatını
kasteden ise sebep demiştir. Lâkin her vakit korkunun tahakkuku şart değildir.
Çünkü o meşru olmasının sebebidir. Ve sefer nasıl meşakkat yerine tutuldu ise
burada da düşman korkunun yerine tutulmuştur.
Mirâc sahibi
diyor ki: «Şeyhu'l-İslâm'ın Mebsut'unda bildirildiğine göre korkudan murad;
düşmanın gelmesidir. Korkunun hakikatı değildir. Zira düşmanın gelişi korku
yerine geçirilmiştir. Bilindiği vecihle bizim kaidemize göre ruhsatlar bizzat
yolculuğa taalluk eder.» İmam Ebu Yusuf korku namazına muhaliftir. Ona göre bu
namaza, Peygamber (s.a.v.) in arkasında namaz kılmak fazîletine nail olmak için
kıyasa muhalif, meşru olmuştur. Rasûlüllah (s.a.v.) den sonra bu mânâ
kalmamıştır. Tarafeynin delilleri; sahabe (r.a. hüm) hazeratının ondan sonra bu
namazı kılmış olmalarıdır. Dürer.
Musannıf düşmanın
gelmiş olmasını şart koşmakla, onun yakında bulunmasının şart olduğuna işaret
etmiştir. Uzakta bulunursa korku namazı caiz olmaz. Dürer.
Düşman geldi
zannetmek, karaltı veya toz duman görmekle olur. Bu takdirde korku namazını
kılar da sonra düşmanın gelmediği anlaşılırsa o namazı yalnız cemaat olanlar
tekrarlarlar. İmamın namazı caizdir. Nitekim Hüccet'te beyan olunmuştur.
Mineh'te yalnız bir hal istisna edilmiştir ki o da düşmanın karşısına giden
takımını safları geçmeden halin anlaşılmasıdır. Bunlar istihsanennamazların
üzerine bina edebilirler. Nasıl ki bir kimse abdestim bozuldu zanniyle namazdan
çıkarsa namazının bozulması safları geçmesine bağlıdır. İsmail.
Şârihin «Ben
derim ki» diyerek Buhari şerhinde gördüklerini anlatmaktan maksadı,
Mecmaa'l-Enhur'daki kavl ile amel edilemeyeceğini bildirmektir. Çünkü o kavil
bazı ulemaya aittir. Hem sair metinlerin mutlak olan beyanlarına aykırıdır. H.
METİN
İmam düşmanı
korkutmak için onun karşısına bir taife gönderir. Diğerlerini iki rekatlı
namazlarda -ki cuma ile bayramlar da bunlarda dahildir- bir rekat sair
namazlarda iki rekat kıldırır. Bu lazımdır; ve bunlar düşman karşısına giderek
ilk taife gelir. Bu menduptur. Bunlar namazlarını kıraatsız olarak tamamlarlar.
Çünkü lâhiktirler. Selam verdikten sonra öteki taife gelerek namazlarını
kıraatla tamamlarlar. Zira bunlar mesbukturlar. Bu şekilde namaz, bir imamın arkasında
kılmak için münazaa ettiklerine göredir. Münaza etmezlerse efdal olan, her
taifeye ayrı bir imamın namaz kıldırmasıdır.
Bilmelisin ki,
korku namazı hakkında pek çok rivayet vardır. Bunların içinde en sahih olanları
onaltı rivayettir. Ulema bu namazın nasıl kılınacağında ihtilaf etmişlerdir.
Müstesfâ'da hepsinin caiz; yalnız hangisinin evlâ olduğu hususunda ihtilaf
edildiği bildirilmemiştir. Kur'an'ın zâhirine en yakın olanı, burada bildirilen
şekildir. İmdad. Mücteba'dan naklen Tahtâvi'de beyan olunduğuna göre, düşmanın
kıble tarafında bulunup bulunmaması fark eder. Mutemet kavil budur. Yolcunun
namazı da cuma ve bayramlar gibidir. Şârih «bayramlar» kaydıyla bu namazın
yalnız farzlara mahsus olmadığına işaret etmiştir. T.
«Sair namazlarda
iki rekat kıldırır.» Yanı velev ki akşam namazı gibi üç rekatlı olsun. Hatta
bunun aksini yaparsa namaz bozulur. Nitekim Bahır'da izah olunmuştur. Şârih «bu
lazımdır.» sözüyle buna işaret etmiştir. İzahı, İmdad ve diğer kitaplardadır.
«Ve bunlar düşman
karşısına giderek ilk taife gelir. «Yani bu taife iki rekatlı namazda ikinci
secdeden sonra; sair namazlarda teşehhütten sonra düşman tarafına giderek onun
karşısına dururlar. Velev ki kıbleye arka dönmüş olsunlar. Kuhistâni. Vacip
olan, yürüyerek gitmeleridir. Binerek giderlerse namaz bozulur, Çünkü bu,
amel-i kesir olur. Cevhere. İleride gelecektir ki bunların düşman karşısına
gitmeleri menduptur. Hatta namazlarını yerlerinde tamamlasalar sahih olur. T.
İlk taifenin gelmesi şart değildir. Giden taife düşman karşısında durup onlar
da yerlerinde tamamlasalar caiz ve sahih olur. Acaba efdal olan namaz yerinde
tamamlamaları mı yoksa yürümeyi azaltmak için durdukları yerde tamamlamaları
mıdır? Abdesti bozulan kimse hakkında bu hususta hilaf olması gerekir, Kâfi'de
dönmenin efdal olduğu tercih edilmiştir. Bunu Ebu's-Suûd söylemiştir.
«Çünkü
lâhiktirler.» Onun içindir ki, beraberlerinde kadın bulunursa hizasına durduğu
erkeğin namazı bozulur. Mesbuk taife böyle değildir. Nitekim Bahır'da da böyle
denilmiştir. Şârihin sözü yolcunun arkasında kılan mukime de şâmildir. Hatta
birinci tafieden ise kıraatsız üç rekat. ikinciden ise kıraatla kaza eder.
Mesbuk, ilk iki rekatın birine yetişirse birinci taifeden, yetişemezse
ikincitaifeden olur. Nehir. «Bu şekilde namaz» ancak hepsi bir imamın arkasında
kılmak istedikleri vakit kılınır. Keza vakit iki imamın kıldırmasına yetmeyecek
kadar daralırsa yine bu şekilde kılınır. Nitekim Cevhere'de beyan edilmiştir.
Ben derim ki:
Yukarıda geçen Mecmaa'l-Enhur sahibinin muradı da bu olabilir.
«Münazaa
ederlerse efdal olan, her taifeye ayrı bir imamın namaz kıldırmasıdır.» Yani
imam bir taifeye namaz kıldırıp selam verdikten sonra onlar düşman karşısına
gider. Sonra öteki taife gelir. Ve imam birine emir ederek onlara namazı
kıldırmasını temin eder.
T E T i M M E :
Korku namazında silah taşımak bize göre vacip değil, müstehaptır. Şâfiî ile
Malik buna muhaliftirler. Ayetteki silah taşıma emri, 'menduptur' mânâsınadır.
Çünkü silah taşımak namaz amellerinden değildir. Binaenaleyh vacip de değildir.
Nitekim Burhan'dan naklen Şurunbulâliye'de beyan edilmiştir.
METİN
Şayet korkuları
artar ve yere inmekten âciz kalırlarsa vasıta üzerinde teker teker kılarlar.
Ancak imamın terkisinde olursa imama uyması caizdir. Bunlar zaruret dolayısıyle
imkan buldukları tarafa doğru îmâ ile namaz kılarlar. Saf olmanın ve abdest
bozulmanın dışında, yürümek ve hayvana binmek mutlak surette namazı bozduğu
gibi çok harbetmek de bozar. Az harbetmek; meselâ bir ok atmak bozmaz. Denizde
yüzen, bir müddet âzâsını salmak imkânı bulursa îmâ ile namazını kılar.
Bulamazsa yürüyen ve kılıçla vuran gibi onun namazı da sahih olmaz.
F E R ' İ M E S E
L E L E R : Vasıta üzerinde bulunan kimse düşman tarafından takip edilirse
namazı sahihtir. Kendisi düşmanı takip ederse, korkusu olmadığından namazı
sahih olmaz. Harbe tutuşurlar da sonra düşman çekilir giderse müslümanların
yerlerinden dönmeleri caiz değildir. Aksi surette caizdir. Seferinde âsi olan
kimse için korku namazı meşru değildir. Nitekim Zahîriye'de beyan edilmiştir.
Şu halde bâğilerin (âsilerin) korku namazı kılmaları caiz değildir: Peygamber
(s.a.v.) in dört yerde; yani Zatü'r-Rikâ', Batn-ı-Nahl, Usfân ve Zu'karad'da
korku namazı kıldığı sabit olmuştur.
İZAH
Vasıta üzerinde
bulunanlar düşman tarafından takip olunursa yürürken bile namazlarını îmâ ile
kılarlar. Kendileri düşmanı takip ederlerse namazları caiz olmaz. Çünkü onlar
hakkında korku zarureti yoktur. Meselenin tamamı İmdâd'dadır. imâ rüku ve
secdede yapılır.
Yürümekle namaz
bozulur. Zira yürümek o kimsenin hakikaten fiilidir ve namaza aykırıdır. Ama
hayvan üzerinde bulunur da takip olunursa iş değişir. Çünkü bu sefer, yürümek
hakikatta hayvanın işidir. Sahibine ancak yürütme mânâsı izafe edilir. Özür
bulundu mu bu izafe de bozulur. Bu satırlar İmdâd'dan alınmıştır. O da
Mecmaa'r-Rivâyat'dan nakletmiştir. Bunun bir misli de Bedayi'dedir. Bununla
anlaşılır ki takip etsin veya edilsin yürümekle namaz bozulur.
Hayvana binmekten
murad; işin başında yerden binmektir (üzerinde bulunmak mânâsına değildir).
Kuhistânî. Hayvana binmek, mutlak surette (yani saf olmak için veya başka bir
sebeple olsunnamazı bozar. Çünkü binmek, amel-i kesirdir. Ve muhtaç olmadığı
şeylerdendir. Yürümek böyle değildir. Düşmanın karşısına saf olmak için o
mutlaka lazımdır. Bunu Bedayi'den naklen ibn-i Kemâl söylemiştir.
«Meselâ bir ok
atmak bozmaz.» Bunu Zeylei ve Bahır sahibi zikretmişlerdir. Çünkü amel-i kalil
az iştir. Amel-i kalil namazı bozmaz. Ama amel-i kalil olması söz götürür. Zira
onun yayla ok attığını gören kimse muhakkak namaz dışında zanneder. T.
«Müslümanların
yerlerinden dönmeleri caiz değildir.» Çünkü ruhsatın sebebi kalmamıştır, Bunu
Ebu's-Suud'dan naklen Tahtavî söylemiştir. Yani her taife bulunduğu yerde
namazını kılar. Daha evvel yerlerinden ayrıldılarsa namazlarına devam ederler.
Nitekim Tatarhaniye'de beyan olunmuştur.
«Aksi surette
caizdir.» Yani harp anında yerlerinden ayrılmaları caizdir. Çünkü zaruret
vardır. Bunu da Ebu's-Suud'dan naklen Tahtavî söylemiştir.
Seferinde âsi
olan kimse için korku namazı meşru değildir.» Zira korku namazı ancak Allah
düşmanlarıyle harbedenler ve bunlar hükmünde olanlar için meşru olmuş değildir.
Bunu, şeyhinden naklen Ebu's-Suud söylemiştir.
Ben derim ki: Bu,
seferde namazı kısaltmanın hilafınadır. Çünkü onun sebebi sefer meşakkatidir.
Ayette bu, mutlak zikredilmiştir. Binaenaleyh ıtlakı üzere bırakılır .ve korku
namazına kıyas edilmesi mümkün değildir. Zira korku namazı kıyasın hilafına
sabit olmuştur.
«Peygamber
(s.a.v.) dört yerde korku namazı kılmıştır.» Bu ifade İmdâd'ın Makdisî şerhinden
naklen «yirmi dört defa kılmıştır.» demesine aykırı değildir. (Dört yerde
kıldıklarının toplamı yirmi dört olabilir.)
Zatü'r-Rika'dan
murad; orada yapılan harptir. (Zatü'r-Rika; 'yamalı' mânâsınadır. Bu yere bu
ismin verilmesi hususunda en sahih kavil Buharî'nin Ebû Musa'l-Eş'ârî'den
rivayet ettiği şu hadistir: «Ebu Musa şöyle demiştir; Rasûlüllah (s.a.v.) ile
beraber yola çıktık. AItı kişi idik. Aramızda bir deve vardı. Ona nöbetleşe
biniyorduk. Nihayet ayaklarımız delindi. Benim ayaklarım da delindi. Ve
tırnaklarım düştü. Tırnaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu sebeple o gazaya
zatü'r-rikâ gazası denildi.» Bunu Tahtavî, Mevahibü'l-Ledüniyye'den
nakletmiştir. Doğrusu bu gaza Hendek vakasından sonra olmuştur. Kâfi ve İhtiyar
sahipleri buna muhalif olarak beyanda bulunmuşlardır. Onlar Fetih sahibinin
tahkiki vechile siyer ulamasından bir cemaata tabi olmuşlardır. Zu karad;
Medine'ye bir konak mesafede bir suyun ismidir. Burada vuku bulan gaza
«Gazvetü'l-Gâbe» namıyle meşhurdur. Hudeybiye'den önce altıncı yılın
rabî'ul-evvelinde olmuştur. Bunu Tahtavî Mevahip'ten nakletmiştir. Allah'u
âlem.
METİN
Cenaze namazı
terkibi, bir şeyi sebebine izafet kabilindendir. Cenaze kelimesi 'fetha' ile
okunursa 'ölü'; 'esre' ile (cenaze şeklinde) okunursa tabut mânâsına gelir.
Bunların ikisinin de lügat olduğunu söyleyenler vardır. Ölüm, vücut
sıfatlarındandır. Hayatın zıddı olarak yaratılmıştır. Bazıları 'adem' (yokluk)
sıfatlarından olduğunu söylemişlerdir.
Canı boğazına
gelen bir kimse kıbleye karşı sağ tarafına çevrilir. Sünnet olan budur. Ölmek
üzere bulunmanın alâmeti, ayaklarının gevşeyip sarkması, burnunun yumulması ve
yanaklarının solmasıdır. Ayaklarını kıbleye vererek sırtüstü yatırmak da
caizdir. Zamanımızda âdet budur. Lâkin kıbleye dönmüş olmak için başı biraz
kaldırılır. Bazıları "esah kavle göre nasıl kolay gelirse öyle
konur." demişlerdir. Mübtega sahibi bu kavli sahih bulmuştur. Meşakkat
verirse, bulunduğu durum muhafaza edilir. Recm edilen kimse çevrilmez. Mirâc.
Gargaradan önce yanında
iki şahadeti getirmek suretiyle telkinde bulunmak menduptur. Bunun vacip
olduğunu söyleyenler de vardır. İki şahadetin getirilmesi ikinci şehadet
olmaksızın birinci kabul edilmediğindendir.
İZAH
Musannıf bu
bölüme cenaze namazı unvanı vermiş fakat namazdan fazla olarak birçok şeylerden
bahsetmiştir. Bunların bazıları yıkamak gibi şart, bazıları kefenlemek, kıbleye
çevirmek ve telkin gibi mukaddime, bazıları da defin gibi mütemmim şeylerdir.
Cenaze namazını geriye bırakması her yönden namaz sayılmadığı içindir. Bir de
bu namaz diri bir insana son olarak ârız olan şeye taalluk eder ki o da
ölümdür. Bu namazın öncekilerle hususi bir münasebeti de vardır. Mezkûr
münasebet, korku ile harbin bazen ölüme müncer olmalarıdır.
«Cenaze namazı»
terkibi, bir şeyi sebebine izafet kabilindendir. Sebep cenazedir. T. (yani
'cenazenin sebep olduğu namaz' mânâsınadır)
«Bunların
ikisinin de lügat olduğunu söyleyenler. vardır.» Yani gerek cenaze gerekse
cenaze okunsun ikisi de ölü mânâsında kullanılır. Nitekim Kamus'da da bu mânâya
gelen sözler söylenmiş «Cenaze kesre ile okunursa ölü mânâsına gelir; fetha ile
de okunabilir. Yahut kesre ile ölü, fetha ile tabut mânâlarına gelir. Yahut
bunun aksine kullanılır, Yahut kesre ile okunursa ölü ile birlikte tabut
mânâsına gelir.» denilmiştir.
«Bazıları adem
sıfatlarından olduğunu söylemişlerdir.» Çünkü ölüm, diriden hayat maddelerini
kesmekten ibarettir. Bu izaha göre ölümle hayat arasındaki mukabele, yoklukla
melekenin mukabelesidir. Ölüm vücut sıfatlarından olursa, mukabele tezat
mukabelesidir. Bunu Tahtavî söylemiştir. Vakıa Teâlâ hazretleri «O Allah ki
ölümü ve hayatı yaratmıştır.» buyurmuştur. Fakat bu ayeti kerime, ölümün vücut
sıfatlarından olması hususunda açık değildir. Çünkü yaratmak, icat, takdir ve
tekdir ile idam mânâlarında kullanılır. Onun için muhakkıkin ulemanın ekserisi
ikinci mânâya (yani adem sıfatlarından olduğuna) kaildirler, Nitekim Akaid
Şerhi'nde nakledilmiştir.
Canın gırtlağa
geldiğinin alameti, Fethu'l-Kadir'de de burada olduğu gibi izah edilmiş; fazla
olarak«Hayalarının derisi uzar. Çünkü ölümle hayalar sarkar,» denilmiştir.
«Sırtüstü
yatırmak da caizdir.» Maverâü'n-Nehir'deki ulemamız bu kavli benimsemişlerdir.
Çünkü ruhun çıkması için bu daha kolaylıktır. Fetih'te ve diğer kitaplarda bu
söz tenkit edilmiş ve «Bu ancak naklen bilinir. Hangi şekilde ruhun daha kolay
çıkacağını Allah bilir.» denilmiştir. Lâkin arka üstü yatırmak, gözlerini
yumdurmak. ve çenesini kapamak için daha kolay gelir. Ve âzâsının bozulmasını
daha çok önler. Bahır.
Kıbleye çevirmek
güç gelirse, cenaze olduğu durumda bırakılır. Yani sırtüstü olmasa ve kıbleye
dönmese bile zarar etmez. Recm edilen kimse yüzü görünsün diye kıbleye
çevrilmez. Şer'î bir hadden dolayı veya kısas için öldürülmek istenen kimse
hakkında da aynı şey söylenebilir mi söylenemez mi, bir yerde görmedim.
Ölen kimseye
telkinde bulunmak menduptur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) «ölülerinize lâilaha
illallah demeyi telkin edin! Çünkü ölürken bunu söyleyen hiçbir müslüman yoktur
ki, bu söz onu cehennemden kurtarmasın.» buyurmuştur. Başka bir hadiste;
"Her kimin son sözü Lâilâhe illallah olursa cennete girer.» buyurulmuştur.
Burhan'da böyle zikredilmiştir. Hadisten murad; cehennem yüzü görmeyenlerle
beraber cennete gireceğini tebşirdir. Yoksa Her müslüman velev ki fâsık olsun,
uzun zaman azap gördükten sonra bile olsa cennete girecektir. İmdâd. Telkinin
vacip olduğunu söyleyenler de vardır. Kınye'de ve keza Nihâye'de Tahavî
şerhinden naklen «Eşine dostuna vacip olan, ona telkinde bulunmaktır.»
denilmektedir. Nehir sahibi «lâkin bu söz mecazdır, çünkü Dirâye'de telkinin
bilittifak müstehap olduğu bildirilmiştir.» diyor. Âgâh ol!
Telkin, hastanın
yanında iki şehadeti getirmekle yapılır. İmdâd sahibi diyor ki: «Sadece
şehadeti söylemekle yetinmesi sahih hadise teb'andır. Müstesfa ve diğer
kitaplarda «İki şehadet; lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah telkin edilir»
denilmiştir.
Dürer'de bunun
ta'lili yapılırken «İkinci şehadet olmadan birincisi kabul edilmez.» denilmişse
de bu mutlak değildir. Zira mü'min olmayan hakkındadır. Onun için Şâfiîlerden
İbn-i Hacer «Umumiyetle fukahanın Muhammedün Rasûlüllah» demesi de telkin
edilmelidir.
Zira maksat o
kimsenin müslüman olarak ölmesidir demeleri bu adam müslümandır diyerek red
edilir. Maksat o kimsenin son sözünün Lailâhe illallah olmasıdır. Tâ ki bu
sevaba nail olabilsin.
Kâfire gelince:
Ona kat'i surette iki şehadet «Eşhedü» lafzıyle telkin edilir Zira bu vaciptir.
Kâfir iki şehadeti getirtmedikçe müslüman olamaz.»
Ben derim ki:
Hidâye, Vikâye, Nikâye ve Kenz'de «şehadet telkin edilir.» tabirinin
kullanılmış olması buna işaret eder. Tatarhâniye'de beyan olunduğuna göre Ebû
Hafs Haddâd, hastaya, «Estağfirullâhe'llezi lâilâhe illâ hüve'l hayyü'l kayyûm
ve etübü ileyhi» (yani kendinden başka ilâh olmayan Allah'tan af dilerim. Diri
ve herkesin hallerini bilen odur. Ona tevbe ederim.) diyerek telkin eder;
bundan da üç mânâ olduğunu söylermiş, Bu mânâların birincisi tevbe, ikincisi
tevhit (Allah'ı birleme) üçüncüsü de çok defa hastanın korkmasıdır. Çünkü
telkîn eden kimse onda ölüm alâmeti görmüştür. İhtimal ölenin yakınları bundan
rahatsız olurlar.
Gargara, can
gırtlağa geldiği zaman olur. O zaman artık iki şehâdeti söylemeye imkan kalmaz.
T. Kâmus'da «Gargara; ölürken can vermektir.» denilmiştir.
Ben derim ki:
Galiba bu kelime, suyun boğazda çalkalandığı zaman çıkardığı sesten alınmış
olacaktır. Ölen kimse sanki ruhunu boğazında çalkalıyor gibi olur.
METİN
Yeis halindeki
tevbenin kabulü hususunda ihtilaf edilmiştir. Muhtar kavle göre o kimsenin
tevbesi makbul. imanı makbul değildir. Aralarındaki fark, Bezaziye ve diğer
kitaplardadır. Sıkılıp reddetmesin diye hastaya şehadet getirmesi emir edilmez.
Şehâdeti bir defa getirmesi kâfidir. Konuşmadıkça yanında tekrar tekrar şehadet
getirilmez. Ta'ki son sözü Lâilâhe illallah olsun. Yanında yâsin ve ra'd
surelerini okumak menduptur
İZAH
Yeis hali
hayattan ümit kesme halidir. Bu kelime beis şeklinde de okunabilir. Bu taktirde
şiddet ve ölümün dehşetleri mânâsına gelir.
Ben derim ki:
Bezzâziye'nin sonlarında şöyle denilmiştir: «Bazıları yeis halindeki tevbenin
makbul. imanın ise makbul olmadığını söylemiş; bir takımları imanı gibi
tevbesinin de kabul edilmeyeceğini bildirmişlerdir. Çünkü Teâlâ hazretleri
tevbeyi ölüme kadar geciktiren, fâsik ve kâfirlerle küfür üzerine ölenleri,
«Kötülükleri işleyip de öleceği vakit ben şimdi tevbe ettim diyenlerle, kâfir
olarak ölenlere tevbe yoktur.» Ayeti kerimesinde müsavi tutmuştur. Nitekim
Keşşâf, Beyzâvi ve Kurtubî'de beyan olunmuştur. Râzî'nin Tefsiri Kebîrinden şu
satırlar vardır. Muhakkak ulemaya göre ölümün yaklaşması tevbenin kabûlüne mâni
değildir. Kabule mâni olan, dehşetleri görmesidir. Zira onları görünce hasta da
ıztırârî bir ilim hasıl olur. Hanefîlerle Malikilerin. Şâfiîlerin. Mûtezilerin,
Sünnîlerin ve Eş'arilerin sözü şudur ki, Yeis halindeki iman gibi yeis
halindeki tevbe de kabul edilmez. Çünkü ikisinde de ihtiyar (benimseme) yoktur.
Tevbenin rüknü bulunmadığı halde ruh bedenden ayrılır.
Tevbenin rüknü; o
zamana kadar irtikâp ettiklerini ileride bir daha yapmamak için samimi olarak
niyet etmektir. Yeis tevbesinden, ölümün sebeplerini görüp yüzde yüz öleceğini
anlamak kastedilirse, bu rükün onda tahakkuk etmez. Nitekim Teâlâ hazretleri
bunu. «Azabımızı gözleriyle gördükten sonra iman etmeleri kendilerine bir fayda
verecek değildir.» ayeti kerimesiyle haber vermiştir. Bazı fetva kitaplarında
beis tevbesinin makbul olduğu bildirilmiştir. Eğer beisten bizim söylediğimiz
kastedilirse, yine söylediklerimizle buna itiraz olunur, Ölümün yaklaşması
mânâsı kastedilirse, buna diyeceğimiz yoktur. Lâkin zâhire bakılırsa beis
zamanı, dehşetleri görme zamanıdır. Fetevâ kitaplarında yazılan yeis tevbesinin
makbul olması, yeis halindeki imanın kabul edilmemesidir. Çünkü kâfir
ecnebidir; Allah Teâlâ'yı bilmez. O iman ve irfana yeni başlayacaktır. Fâsık
ise bilir. Onun hali bekâ halidir. Bekâ hali daha kolaydır. Onun tevbesinin
mutlak olarak kabulüne delil, Teâlâ hazretlerinin «kullarından tevbeyi kabul
eden odur!» ayeti kerimesinin mutlak olan ifadesidir. (Bu ayet kısaltılarak
alınmıştır.)
Anlaşılıyor ki,
son sözü tafsilatı tercih etmesidir. Bunu Şeyh Abdü's-Selâm Pederi Lâkkânî'nin
manzumesi şerhinde Maturidiye mezhebine nisbet etmiş ve «Eş'ariler gargara
halinde ne tevbe kabul ederler ne de başka bir şey! Nitekim Nevevî de bunu
söylemiştir.» demiştir. Bedeü'l-Emâlî şerhinde meselâ Alıyyü'1 Kâri ikinci
kavli müdafaa etmiş; buna Rasûlüllah (s.a.v.) in Allah bir kulun tevbesini
gargara haline gelmedikçe kabul eder.» hadisinin mutlak olan ibaresiyle
istidlâl etmiştir. Hadisi, ebû Davud rivayet etmiştir. Bu hadis mü'min ve
kâfirin tevbelerine şâmildir. Aliyyü'l-Kâri, bazı şarihlerin, «Tafsilâtı.
Hanefilerden Buhara uleması ile Şafiîlerden Sübkî ve Bulkînî gibi bir cemaat
tercih etmişlerdir.» sözüne itiraz etmiş, «Bu söz doğru farzedilirse delilinin
meydana çıkmasına muhtaçtır.» demiştir. Hâsılı mesele zannîdir. Ama yeis
halindeki iman bilittifak makbul değildir. Bu hususta sözün tamamı inşallah
riddet bâbında gelecektir.
«Yanında yasin
okumak menduptur.» Çünkü Peygamber (s.a.v.) «ölülerinizin üzerine yâsin'i
okuyun!» buyurmuştur. İbn-i Hibbân bu hadisin sahih olduğunu söylemiş ve
«Bundan murad, ölmek üzere bulunan kimsedir.» demiştir. Ebû Davud Mücalid'den,
O da Şa'bî'den naklen şu hadisi rivayet etmiştir: Şa'bi, «Ensar hasta
ziyaretine geldikleri vakit ölürken bakara suresini okurlardı.» demiş ancak
hadisin ravisi Mücâlid zaif kabul edilmiştir. Hılye. Ra'd suresinin okunmasını
bazı müteehhirin hoş görmüşlerdir. Çünkü Cabir (r.a.) «Bu sure ruhunun
çıkmasını kolaylaştırır.» demiştir. İmdâd.
Cenaze
defnedildikten sonra telkin yapılmaz. Ama yapılırsa mâni de olunmaz.
Cevhere'de, bunun ehli sünnete göre meşru olduğu kaydedilmiştir. Şu kadar demek
kâfidir: «Ey fulan oğlu fulan! Hangi dinde olduğunu hatırla! ve 'Rab olarak
Allah'a, din olarak İslâma, peygamber olarak da Muhammed'e razı oldum.' de! »
'Yarasulallah, babasının adını bilmezse ne yapacak?' diyenler oldu. «Adem ile
Havva'ya nisbet eder.» buyurdular. Kabirde soru sual edilmeyene telkin
yapılmamalıdır. Esah kavle göre peygamberlerle mü'minlerin çocuklarına kabirde sual
yoktur.
İZAH
«Cenaze
defnedildikten sonra telkin yapılmaz.» Mîrâc'da bunun zâhir rivayet olduğu
bildirilmiş; sonra şöyle denilmiştir: «Habbâziye'de ve Şeyh Zâhid Saffar'dan
naklen Kâfi'de beyan edildiğine göre bu hüküm mûtezile taifesinin kavline göredir.
Çünkü onlara göre öldükten sonra diriltmek imkansızdır. Ehli sünnete göre ise;
'ölülerinize Lâilâhe illallahı telkin edin!' hakikatına haml edilmiştir. Zira
hadislerin delaleti vechile A L L A H teâlâ ölen kimseyi diriltir.
Rivayete göre
Peygamber (s.a.v.) definden sonra telkini emir buyurmuştur. Bu hadise göre
kabrin başında: «Ey fulan oğlu fulan! üzerinde bulunduğun dinini hatırla!
Allah'tan başka Allah yoktur; Muhammed Allah'ın Rasulüdür; cennet haktır;
cehennem haktır; öldükten sonra dirilmek haktır; kıyamet kopacaktır bunda şüphe
yoktur; Allah kabirdekileri diriltecektir. Hatırla ki sen Rab olarak Allah'a,
din olarak İslâma, peygamber olarak Muhammed (s.a.v.) e, imam olarak Kur'an'a,
kıble olarak Kâbe'ye ve kardeş olarak mü'minlere razı olmuştun!» denilir. Fetih
sahibi, ölünün işitip işitmediğini bildiren delillerin arasını bulmakla beraber
hadisdeki «ölüleriniz» ifadesinden, busözün hakikatı kastedildiğini teyit
hususunda uzun uzadıya söz etmiştir. Nitekim eymân bahsinin katl bâbında
gelecektir. Lâkin Münye şerhinde beyan edildiğine göre cumhur ulema buna, mecaz
murad olunduğunu söylemişlerdir. Mezkur şârih bundan sonra şunları söylemiştir:
«Definden sonra telkinden men edilmemesi bunda bir zarar olmadığı içindir.
Bilakis fayda vardır. Çünkü meyyit zikir sayesinde yalnızlık hissetmez. Nitekim
hadislerde vârid olmuştur...»
Ben derim ki :
Tahtavî'nin Zeyleî'den naklettiklerini ben Zeyleî'de görmedim. Orada
gördüklerim şunlardır: «Bazıları telkin yapılır, demişlerdir. Delilleri rivayet
ettiğimiz hadisin zâhiridir, Bir takımları telkin yapılmayacağını; bazıları da
emir edilmediği gibi yasak da edilmeyeceğini söylemişlerdir.» Birinci kavlin
delilini gösterdiğine bakılırsa onu tercih ettiği anlaşılıyor:
Şârih «kabirde
soru sual edilmeyene telkin yapılmamalıdır.» sözü ile kabirde herkesin suale
çekilmeyeceğini işaret etmiştir. Sirâc'ın ifadesi buna muhaliftir. Orada şöyle
denilmiştir: «Benî Adem'den her ruh sahibine kabirde ehli sünnetin icmaı ile
sual sorulacaktır. Lâkin süt çocuğuna melek telkinde bulunacaktır. Bazıları ona
melek değil, hazreti İsa'ya beşikte ilham buyurduğu gibi bizzat Allah Teâlâ
ilham edecektir. demişlerdir.» Lâkin icma hikayesi söz götürür. Hafız İbn-i
Abdi'l-Berr'in beyanına göre hadisler bu sualin yalnız mü'minlere ve ehli kıbleye
mensup münafıklara mahsus olduğunu göstermişlerdir. Allah'ı inkar eden
kâfirlere sual yoktur. İbni'l-Kayyîm ibn-i Abdi'l-Berr'i tenkit etmiştir. Fakat
Hâfız Suyutî kendisine reddiye yazmış ve şöyle demiştir: «İbni Abdi'l-Berr'in
söylediği daha tercihe şayandır. Ben ondan başkasına kail olamam.»
Âlkamî,
cami-i-Sağîr üzerine yazdığı şerhde ibn-i Kayyim'e muhalif olarak nakletmiştir
ki. yine tercihe şayan kavle göre kabir suali bu ümmete mahsustur. Hafız bin
Hacer'den naklettiğine göre zâhir olan, bu sualin mükelleflere mahsus
kalmasıdır. Hafız Suyûtî kendisini tenkit etmiş; sonra kabirde sekiz nevi
müslümanların sual görmeyeceklerini bildirmiştir. Bunlar: şehit, hudut bekçisi
asker, tâundan ölen, sabırlı olmak ve sevap saymak şartıyle tâun zamanında
başka bir sebeple ölen, sıddîk, çocuk, cuma günü veya gecesi ölen ve her gece
mülk sûresini okuyanlardır. Bazıları bunlara sure-i secdeyi okuyanla ölüm
döşeğinde ihlas suresini okuyanı da katmışlardır. Şârih peygamberlerin de ilave
edileceğine işarette bulunmuştur. Çünkü onlar sıddıklardan evladırlar.
«Esah kavle göre
peygamberlerle mü'minlerin çocuklarına kabirde sual yoktur.» Diyen Kemal İbni
Hümâm'dır. Bunu el'Müsâyire adındaki eserinde söylemiştir.
METİN
İmam-ı A'zam
müşriklerin çocukları hakkında bir şey diyemeyip tevekkuf etmiştir. Bazıları
onların cennetliklere hizmetçi olacağını söylemişlerdir. Ölümü temenni etmek
mekruhtur. Meselenin tamamı Nehir'dedir. Haram bahsinde de gelecektir. ölmek
üzere bulunan kimseden duyulan küfre ait kelimeler onun hakkında af edilerek
kendisine müslüman mevtalarına yapılan muamele yapılır. Bu söyledikleri, aklı
başından gittiği hâle hamledilir. Onun için bazıları, ölmeden önce aklının
başından gittiğini kabul etmişlerdir. Bunu Kemâl söylemiştir. Öldüğü zaman
çeneleri bağlanır ve güzelleştirmek için gözleri yumdurulur. Gözlerini yumduran
kimse; «Bismillah ve alâ milletiRasulullah. Allahümme yessir aleyhi emrahu ve
sehhel aleyhi ma ba'dehu ve üs'ıd'hü bilikâike, Vec'al mâ harece ileyhi hayran
mimma harece anh» (Mânâsı; 'Allah'ın adı ile, ve Rasulullah'ın dini üzere Ya
Rabbi bunun işini kolaylaştır! Sonunu âsan eyle! Ve sana kavuşmakla kendisini
bahtiyar kıl! Varacağı yeri çıktığı yerden daha hayırlı eyle!' dır). Sonra
âzası düzeltilir. Ve karnına şişmemesi için bir kılıç veya demir konulur.
Yanına güzel koku getirilir. Hayızlı, nifaslı ve cünüp olanlar, yanından
çıkarılır. Öldüğü, komşularına ve yakınlarına bildirilir. Cenazeyi hazırlamakta
sür' at gösterilir.
İZAH
İmam-ı A'zam,
müşriklerin çocukları hakkında (yani bunlara kabirde sual sorulup
sorulmayacağı, cennetlik veya cehennemlik olacakları hususunda) bir şey
diyememiştir. Kemal bin Hümâm Müsâyire adındaki kitabında şunları söylemiştir:
«Müşriklerin çocuklarının cennete mi cehenneme mi girecekleri hususunda ihtilaf
edilmiştir, Onlar hakkında Ebû Hanîfe ve başkaları tereddüt etmişlerdir.
Gerçekten onlar hakkında bir birine zıt haberler varid olmuştur. Çıkar yol,
onların halini Allah Teâlâya havale etmektir.
İmam Muhamed Bin
Hasan, «Bilirim ki Allah, kabahatsız kimseye azap etmez.» demiştir. İmam
Muhammed'in Tilmizi İbn-i ebi Şerif şerhinde şöyle demiştir: «Onların
ahiretteki hükümleri hakkında mutlak surette konuşmaktan kaçınmak emir
edildiği, Kâsım bin Muhammed'le tâbiînin büyüklerinden Urve bin Zübeyr'den ve
başkalarından nakledilmiştir. Ebûl Berakât Nesefî, İmam-ı A'zam'ın tevekkuf
ettiği rivayetini zaif bulmuş, «Ondan nakledilen sahih rivayet, bunların
Allah'ın meşietine (dilemesine) kalmış olmalarıdır. Zira sahih hadisin zâhiri
bunu gösterir. Allah onların ne ile amel ettiklerini en iyi bilendir. Bunlar
hakkında imam Nevevi üç mezhep rivayet etmiştir. Ekseriyet cehenneme
gideceklerini söylemiş; ikinciler tevekkuf etmiş; üçüncüler -ki Nevevi bunu
sahih bulmuştur- cennette olacaklarını söylemişlerdir. Zira hadiste; 'Her doğan
çocuk fıtrat üzere doğar.' buyurulmuştur. Yukarıda imam Muhammed bin Hasan'dan
rivayet edilen kavil de buna meyyaldir. Bunlar hakkında daha bir takım zaif
kaviler vardır.» demiştir.
«Ölümü temenni
etmek mekruhtur.» Bu sözün Nehir'deki tamamı şöyledir: «Başına gelen bir
zarardan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur. Çünkü bu yasak edilmiştir.
Mutlaka söylemeden olmayacaksa bari şöyle demelidir: 'Yarabbi hayat benim için
hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat! Ölüm benim için daha hayırlı ise canımı
al!' Sirâc'da böyle denilmiştir.»
«Onun için
bazıları, ölmeden önce aklının başından gittiğini kabul etmişlerdir.» Yani aklı
başından gidince söyledikleri afvedildiği için bazılar o anda aklının başından
gittiğini tercih etmişlerdir. Bunu, ölüm acısı ile kasten söylemiş olmasından;
ve şeytan ona musallat olûp söyletmesinden nâçiz kul hâlimi ganî ve kerîm olan
Rabbime havale eyler; ona tavakittir. Bunu Kemal bin Hümâm söylemiş şunları da
îlave etmiştir: «Bazıları ölürken aklının başında olacağını tercih etmişlerdir.
Bu kitabı telif eden nâçiz kul hâlimi ganî ve kerîm olan Rabbime havale eyler;
ona tevekkül eder; onun yüce azametinden ölüm anındaki büyük hâcetime rahmet
eyleyerek imanla iz'anla çene kapamak nasibetmesini dilerim. Her .kim Allah'a
tevekkül ederse Allah ona kâfidir. Kuvvet ve kudret ancak Allah azimü'ş-şân'a
mahsustur.» Ben âciz dahi, Allah'ın kuvvet ce kudretinden yardım dileyerek,
onun dediklerini derim.
Fakir de yaşlı
gözlerimle bu mübareklerin dediğini tekrarlarım.
«Güzelleştirmek
için gözleri yumdurulur.» Çünkü açık bırakılırsa manzarası çirkinleşir. Birde
bu, ağzına sinekler ve yıkarken su girmesin diye yapılır. İmdâd.
«Karnına
şişmemesi için bir kılıç veya demir konur.» Çünkü demirde şişmeye mâni olan bir
sır vardır. Demir bulunmazsa ağır bir şey konur. İmdâd. Nehir'de «hayızlıyı
çıkarmalıdır.» denilmiş; Nur'ul-İzah'da ise hayızlının çıkarılıp
çıkarılmayacağının ihtilaflı olduğu bildirilmiştir.
«Öldüğü,
komşularına ve yakınlarına bildirilir.» Nihâye'de şöyle denilmiştir: «ölen
kimse âlim veya zâhit yahut kendisiyle teberrük olunan bir zat ise bazı
müteehhirin, cenazesi için sokaklarda ilan yapılmasını iyi görmüşlerdir.» Lâkin
bu iş onu büyüterek yapılmamalıdır. Sözün tamamı İmdâd'dadır.
«Cenazeyi
hazırlamakta sür'at gösterilir.» Çünkü ebû Davud'un rivayet ettiği bir hadise
göre Peygamber (s.a.v.) Talha bin Berâ'yi dolaşıp döndükten sonra; Talha'da
ölüm belirtisinden başka bir şey görmedim. Öldüğü vakit bana haber verin de
cenaze namazını kılayım. Hem onu acele hazırlayın! Zira müslüman nâaşının, ailesi
arasında hapis edilmesi lâyık değildir.» buyurmuşlardır. Acele etmenin vacip
olmaması, ruh için ihtiyattır. Çünkü bayılmış olması ihtimali vardır.
Doktorların beyanına göre zâhirde kalp sektesinden ölenlerin çoğu diri olarak
defnedilirlermiş. Çünkü kalp sektesinden hakiki ölümü ayırmak güçmüş. Bunu
ancak kâmil doktorlar anlarmış. Şu halde kesinlikle anlaşılıncaya kadar
geciktirmek lazımdır. İmdâd. Cevhere'de, «Bir kimse ansızın vefat ederse öldüğü
yüzdeyüz anlaşılıncaya kadar beklenir.» denilmiştir.
METİN
ÖIen kimsenin
yanında, yıkanmaya kaldırılıncaya kadar Kur'an okunur. Nitekim Kuhistânî'de
Netfe nisbet edilerek böyle denilmiştir. Ben derim ki : Netif'de «yıkanmaya»
kaydı yoktur. Orada yalnız «kaldırılıncaya kadar» denilmiştir. Bahır sahibi
bunu, ruhun kaldırılması ile tefsir etmiştir. Zeyleî ve diğerlerinin ibareleri
şöyledir: «Yıkanıncaya kadar cenazenin yanında Kur'an okumak mekruhtur.»
Şurunbulâli bunu, imdâde'l-Fettah adlı eserinde; «Kur'an'ı ölünün pisliğinden
uzaklaştırmak için böyle yapılır. Çünkü ölen kimse pislenmiştir.» diye ta'Iil
etmiştir. Ölünün pisliği bazılarına göre necaset pisliği, bazılarına göre hades
(abdestsizlik pisliğidir. Bu izaha göre caiz olması gerekir. Ve abdestsizin
okuması gibi olur.
İZAH
Bazı nüshalarda
«Kur'an okunmaz» denilmiştir. Doğrusu 'okunur' demektir. Çünkü ben okunmaz
sözünü Kuhistânî'nin iki nüshasında. Netif de ve Bahır'da görmedim. Evet
okunmaz denilirse Netif ile Zeyleî arasında muhalefet kalmaz. Bahır sahibinin
«ruh kaldırılıncaya kadar» diye tefsirine de hacet kalmaz. Şârihin bu bahsi,
musannıfın az sonra gelecek olan «ölünün yanında Kur'an okumakmekruhtur sözünün
yanında zikretmesi daha münasip olurdu.
Şârih «Netif'de
yıkanma kaydı yoktur.» diyorsa da ben Netf'e müracaat ettim. Ve orada ibarenin,
Kuhistânî'ninin naklettiği gibi olduğunu gördüm. Öyle görünüyor ki, «yıkanmaya
kaldırılıncaya kadar.» ifadesi Bahır sahibinin nüshasından düşmüş; şârih ise
Netf'in ibaresine müracaat etmeden ona tâbi olmuştur. Evet, Dürerü'l-Bihar
şerhinde «Ölenin yanında kaldırılıncaya kadar Kur'an okunur.» denilmiştir.
Mirâc'da da Münteka'dan naklen böyle denilmiştir. Ancak bu sözün akabinde; «Ama
bizim ulemamız öldükten sonra yıkanıncaya kadar yanında Kur'an okumayı mekruh
saymışlardır.» denilerek Münteka'nın sözü ölmezden önceye hamledilmiştir;
kaldırılmaktan muradın da ruhun kaldırılması olduğuna işarette bulunulmuştur.
Allah'u âlem.
«Ölünün pisliği
bazılarına göre necaset pisliğidir.» Çünkü insan kanlı hayvanlardandır.
Binaenaleyh sair hayvanlar gibi o da ölmekle pis olur. Umumiyetle fukahanın
kavilleri budur. Bu daha zâhirdir. Bedayi. Kâfi sahibi de bu kavli sahih
bulmuştur.
Ben derim ki:
İmam Muhammed'in mutlak olan «cenaze yıkamakta kullanılmış su pistir.» sözü
bunu te'yid ettiği gibi, fukahanın «Ölü yıkanmadan bir kuyuya düşerse onu
pisler.» sözleri de bunu te'yid eder.
«Bazılarına göre
ölünün pisliği hades pisliğidir.» Bahır'ın taharet bahsinde söyledikleri de
bunu te'yid eder. Orada şöyle denilmiştir: «Esah kavle göre cenaze yıkamakta
kullanılmış su müsta'meldir. İmam Muhammed mutlak olarak bu suya pis demiştir.
Çünkü ekseriyetle pislikten hâli kalmaz.»
Ben derim ki:
Lâkin yukarıdaki Fer'î meselelerde geçen beyanat buna aykırıdır. Meğer ki
oradaki sözler âmmenin kavline binâ edilmiştir denile. Fethü'l-Kadir'de şöyle
denilmiştir: «Ebu Hüreyre hadisinde; 'Süphanellah, şüphesiz mü'min diri iken de
ölü iken de pis olmaz.' buyurulmuştur. Eğer bu hadis sahih ise hadesten dolayı
pis sayılmasını tercih icabeder.» Hılye sahibi de şunları söylemiştir:
«Hâkim'in İbn-i Abbas (r.a) dan rivayetine göre İbn-i Abbas şöyle demiştir:
Rasulullah (s.a.v.) 'Ölülerinize pis demeyin! zira müslüman diri iken de ölü
iken de pis olmaz.' buyurdular. Hâkim 'Bu hadis Buhari ve Müslim'in şartları
üzere sahihtir' demiştir, Binaenaleyh hades pisliğidir. diyen kavil tercih
olunur.
Ben derim ki:
Bana, şöyle cevap vermek mümkün olacak gibi geliyor: Hadiste müslümanın pis
olmamasından murad, daimî pisliktir. Ve bu söz kâfirden ihtiraz olur. Çünkü
kâfirin pisliği daimidir. O yıkamakla da gitmez, Bunu şu da te'yid eder ki;
maksat mutlak olarak pisliği kabul etmemesi olsa idi, dışarıdan bir pislik
bulaşmakla da pislenmemesi icabederdi. Halbuki vakıa bunun hilafınadır. Şu
halde bizim söylediğimiz taayyün eder. Bu taktirde hadiste, ölenin pisliğinden
hades pisliği murad edildiğine dair bir delil yoktur. Bunu insafla teemmül et!
«Ve abdestsizin
okuması gibi olur.» Zira abdestsiz bir kimsenin Kur'an okuması caiz olunca
abdestsiz olan ölünün yanında okunması evleviyetle caiz olur. Lâkin «cünübün
yanında Kur'an okumak gibi olur.» demesi daha münasip olurdu. Çünkü ölüm
hadesi, yıkanmayı icab eder; ve dahaziyade cünübe benzer. Velev ki cünüplük
sayılmasın. Bunun cünüplük sayılmadığına değil, fukahanın şu sözleridir:
«Ölünün hadesi mafsallarının gevşemesi ve ölmeden aklının başından gitmesi
sebebiyledir.» şu halde bu hadesin abdest uzuvlarına mahsus kalması gerekirdi.
Lâkin kıyas, dirinin hadesinde bütün bedeni yıkamaktır. Abdest uzuvlarıyle
iktifa edilmesi her gün tekerrür edeceği için güçlük meydana gelmesindendir. Cünüplük
böyle değildir. Ölüm, tekerrür etmemek hususunda cünüplüğe benzer. Onun için
ölümde fukaha kıyasla amel etmişlerdir. Çünkü o tekerrür etmez; binaenaleyh
bütün bedeni yıkamakta güçlük yoktur.
T E N B İ H:
Hâsılı, ölüm hades ise ölenin yanında Kur'an okumakta kerahet yoktur. Ölüm
pislik ise Kur'an okumak mekruhtur. Netif'in beyanı birinci kavle, Zeyleî ve
diğerlerinin sözleri ikinciye hamlolunur. Tahtavî'nin açıkladığına göre
kerahet, ölüye yakın bulunduğu zaman bahis mevzuudur. Uzak olursa Kur'an okumakta
kerahat yoktur.
Ben derim ki:
Zâhire göre bir de bu, ölünün üzeri tamamıyle örtülmediği zamandır. Çünkü bir
kimse bir pisliğin üzerinde bulunan elbise veya hasır üstünde namaz kılsa
zâhire göre mekruh olmaz. Örtülü pislik yanında Kur'an okuması da, böyledir.
Keza keraheti, «âşikare okursa» diye kayıtlamak gerekir. Hâniye'de şöyle
denilmiştir: «Gasilhâne, helâ ve salhâne gibi pislik yerlerinde Kur'an okumak
mekruhtur. Hamama gelince: içinde avret yeri açık kimse bulunmaz; hamam da
temiz olursa sesli Kur'an okumakta bir beis yoktur. Böyle değilse sessiz
okuduğu taktirde beis yoktur. Tesbih ve tehlilde ise sesli bile yapsa beis
yoktur.» Kınye'de, «Bulunduğu yer pislik yeri olmamak şartıyle hayvan üzerinde
veya yürüyerek giderken Kur'an okumakta beis yoktur. Pislik yerinde olursa
okuması mekruhtur.» denildikten sonra; «yakınında olmamak şartıyle pislik
kanalının hizasında namaz kılmakta beis yoktur.» denilmiştir.
Bu sözlerin
hulâsası şudur: Bulunduğu yer helâ ve salhâne gibi pislik için yapılmışsa orada
Kur'an okumak mutlak surette mekruhtur. Böyle değilse o yerde pislik ve avret
yeri açık kimse yoksa mutlak surette herahet yoktur. Bunlar varsa; pislik yakın
bulunduğu taktirde sadece sesli okumak mekruhtur.
METİN
Hâli ihtisarda
bulunan kimse öldüğü gibi esah kavle göre nasıl mümkünse o şekilde bir sedire
konur. Sedir sadece yediye kadar tek sayılarla buhurlanır. Fetih. Nitekim
kefeni de tek olarak buhurlanır. Bir de ölürken buhurlanır. İmdi buhur üç yerde
yakılır. Cenazenin arkasından buhur yakılmadığı gibi kabirde de yakılmaz.
Yıkanması tamam olmadan cenazenin yanında okumak mekruhtur. Zeyleî'nin ibaresi;
«Yıkanıncaya kadar» Nehir'in ibaresi ise; «yıkanmadan önce» şeklindedir. Zâhir
rivayete göre yalnız avret galîzası örtülür. Bazıları; «Galiz olsun hafif olsun
mutlak surette avret yerleri örtülür.» demişlerdir. Bu kavli sahih kabul
edilmiştir. Onu Zeyleî ve diğer ulema sahihlemişlerdir. Avret yerini, örtünün
altında o örtü gibi bir bezi ellerine doladıktan sonra yıkar. Çünkü bakmak gibi
dokunmakta haramdır. Cenaze öldüğü gibi elbiseleri çıkarılır. Peygamber
(s.a.v.) in gömleği içinde yıkanması ona mahsus hallerdendir.
İZAH
Esah kavle göre
ölen kimse öldüğü anlaşılır anlaşılmaz mümkün olduğu şekilde buhurlu bir sedir
üzerine konur. Bazıları kıbleye karşı uzunluğuna; bir takımları kabirde olduğu
gibi genişliğine yatırılacağını söylemişlerdir. Bunu Bahir sahibi ifade
etmiştir. «Buhurlu sedir» ifadesinde fena kokuyu gidermek ve ta'zim için
sedirin cenaze konmadan buhurlanacağına işaret vardır. Nehir. Buhurlamak,
buhurdanlığı sedirin etrafında üç veya beş, yahut yedi defa dolandırmakla olur.
Yediden fazla buhurlanmaz. Nitekim Fetif, Kâfi ve Nihâye'de böyle denilmiştir.
Tebyin'de beşden fazla buhurlanmayacağı bildirilmiştir.
Şimdi buhur üç
yerde yakılır» Fetih sahibi diyor ki: «Ölünün buhurlandığı yerler üçtür.
Birincisi; ruhu
çıktığı vakit fena kokuyu gidermek için yapılır.
İkincisi;
yıkanırken.
Üçüncüsü de,
kefenlenirkendir. Cenazenin arkasından buhur yakılmadığı gibi kabirde de
yakılmaz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)in 'Cenazeyi sesle ve ateşle takip etmeyin!'
buyurduğu rivayet olunmuştur.»
Şârihin burada
Zeyleî ile Nehir'in ibarelerini nakletmesi, musannıfın «yıkanması tamam
olmadan» sözünün bir kayıt olmadığına işaret içindir. Çünkü cenaze bir defa
yıkamakla temizlenir; yanında Kur'an okumak için yıkamanın tamama ermesi şart
değildir.
«Zâhir rivayete
göre yalnız avret galizası örtülür.» Avret galîze, ön ve arddır. Ulema bunu
ta'lil ederken «Çünkü avret galîzasını örtmek daha kolaydır. Bir de ölenden
şehvet olunmaz.» demişlerdir. Zâhire bakılırsa bu, yalnız ön ve ardının
örtülmesini istemek değil, bu kadarcığı ile iktifa edilirse günah olmaz
mânâsına vacibi beyandır.
«Avret galîzasını
örtmek kâfidir.» kavlini Hidâye sahibi ve diğer ulema sahihlemişlerdir. Lâkin
Münye şerhinde beyan olunduğuna göre tercih edilen kavil Zeyleî ve başkalarının
sahihlediği ikinci kavildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) hazreti Ali'ye, «Ölü veya
diri hiç bir insanın uyluğuna bakma buyurmuşlardır. Zira avret yeri ölümle
sâkıt olmaz. Onun için dokunulması caiz değildir. Hatta bir kadın yabancı
erkekler arasında ölse ona bir erkek ellerine bir bez dolayarak teyemmüm
ettirir; dokunmaz... Şurunbulâliye'de, «Bu söz hem kadına hem erkeğe şâmildir.
Çünkü kadının kadına karşı avreti. erkeğin erkeğe karşı avreti gibidir.»
denilmiştir.
«Çünkü bakmak
gibi dokunmak da haramdır.» Bu ta'lilden anlaşılıyor ki, henüz avreti itibara
alınmayan küçük çocuğun örtülmemesi zarar etmez. T.
«Ölen kimsenin
derhal elbiseleri çıkarılır.» Çünkü elbisesi ısıttığı için çabucak bozulur.
Bahır. Birde elbisesi temizlik için çıkarılır. Zira yıkamaktan maksat,
temizlemektir. Elbise ile temizlik olmaz. Bedenden akan su ile elbise
pislenince ölünün bedeni tekrar pislenir. Binaenaleyh yıkanmış olmaz. Onun için
elbisenin çıkarılması icabeder. İnâye'de böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa
'icab eder' sözü 'vaciptir' mânâsınadır.
«Peygamber
(s.a.v.) in, gömleği içinde yıkanması ona mahsus hallerdendir.» Çünkü Ebû
Davud'unrivayet ettiği bir hadise göre Eshab, 'acaba Rasulullah (s.a.v.) ı
kendi cenazelerimiz gibi soysak mı yoksa elbisesinin içinde mi yıkasak?'
demişler; bunun üzerine beyt tarafından; «Rasulullah (s.a.v.) i elbisesi
üzerinde olduğu halde yıkayın!» diye bir ses işitmişler. İbn-i Abdi'l-Berr, «Bu
hadis Hazret-i Aişe'den sahih bir vecihle rivayet olunmuştur.» diyor. Bu
gösterir ki, eshabın Rasulü Ekrem zamanında âdetleri, ölülerini soyarak yıkamak
imiş. Münye şerhi. Mirâc'da şu cümlede ziyade edilmiştir: «Peygamber (s.a.v.)
in yıkanması temizlik için değildi. Çünkü o hayatta da vefatda da temizdir.»
METİN
Namazla memur
olan kimseye mazmaza ve istinşaksız olarak abdest aldırılır. Zira bunlarda
güçlük vardır. Bazıları, bir bez parçasıyla mazmaza ve istinşak yaptırılacağını
söylemişlerdir ki, bugün amel buna göredir. Ölen kimseye fiilen cünüp, hayızlı
veya nifaslı bile olsa temizliği tamamlamak için bilittifak mazmaza ve
istinşaksız abdest aldırılır. Nitekim İmdâd ef'Fettah adlı eserde Makdisî'nin
şerhinden naklen böyle denilmiştir.
Cenazeyi yıkayan
evvela yüzünden başlar, başına mesheder. Nebak ağacının yaprağı olan sedirle
ısıtılmış suyu üzerine döker. Yahut mümkünse hordla (yani üşnânla ısıtılmış su
ile yıkar. Mümkün değilse halis sıcak su ile yıkar. Bulabilirse başını ve
sakalını, Irak'ta yetişen bir nebat olan hatmi ile yıkar; bulamazsa sabun ve
benzeri şeylerle yıkar. Bu, başında ve sakalında saç olduğuna göredir. Sacsız
veya kısa saçlı olursa hatmi ile yıkamaz.
İZAH
«Namazla memur
olan kimse» kaydıyla akıl etmeyen küçük çocuk hariç kalmıştır. Çünkü henüz
namaz kılacak çağa ulaşmamıştır. Bunu Hulvâni söylemiştir. Ama bu tevcih
kuvvetli değildir. Zira şöyle itiraz edilebilir: «Bu abdest cenaze için farz
olan yıkanmanın sünnetidir, Delide olduğu gibi ölenin namaz kılacak çağda olup
olmamasıyle bunun bir alakası yoktur. Münye şerhi.» Bu sözün muktezası şudur:
Deliye abdest aldırılacağında söz yoktur. Akıl etmeyen küçük çocuğa dahi abdest
aldırılır. Hulvanî'nin tevcihi ise ikisine de abdest aldırılmayacağını
gerektirir.
Namazla ile
istinşakta güçlük olması, suyu dışarı çıkarmak mümkün olmadığı veya güç olduğu
içindir. Bu sebeple mazmaza ve istinşak terk edilir. Zeylei. Bez parçası ile
yapılan mazmaza ve istinşakta, yıkayıcı bezi parmağa dolayarak onunla meyyitin
dişlerini, diş etlerini ve dilini yıkar. Burnuna da sokar. Bahır.
«Bu gün amel buna
göredir.» diyen Şemsü'l Eimme Hulvani'dir. Nitekim Tatarhâniye'den naklen
İmdad'ta beyan edilmiştir. Ölen kimsenin fiilen cünüp olması meselesine
gelince: Ebu's-Suud'un Şilbî'ye ait Kenz şerhinden nakline göre Halhâlî'nin
Kudûrî şerhinde söylediği «cünüp kimseye şâmildir. Ama ben bunu açıkça söyleyen
görmedim. Ancak mutlak bırakılması onu da dahil eder. illet de bunu uktiza
eder.» demiştir. Ebu's-Suud'un Zeyleî'den naklettiği «Mazmaza ve istinşaksız
yıkanır. Velev ki cünüp olsun.» sözü bu bâbta açıktır. Lâkin ben bunu Zeyleî'de
görmedim. «Bilittifak» sözünü dahi ne îmdâd da ne de Makdisî şerhinde
bulamadım.
«Cenazeyi yıkayan
yüzünden» başlar. Yanı cünübün yaptığı gibi evvela ellerini bileklerine kadar
yıkamaz. Çünkü cünüp olan kimse elleriyle kendini yıkar. Binaenaleyh evvela
ellerini temizlemeye muhtaçtır. Cenaze ise başkası tarafından yıkanır. Abdest
aldırırken başına mesheder. Zâhir rivayet budur. Bahır.
T E N B İ H:
İstinca'da ihtilaf edildiği için musannıf ondan bahsetmemiştir. İmam-ı A'zam'la
İmam-ı Muhammed'e göre istinca yaptırır. Ebû Yusuf'a göre yaptırmaz. İstincanın
şekli; cenazeyi yıkayan kimsenin eline bez parçası dolayarak meyyitin avret
yerini yıkamasıdır. Zira avret yerine dokunmak, bakmak gibi haramdır. Cevhere.
Tezkere'de beyan
olunduğuna göre sidr; malum bir ağaçtır. Meyvesine nebak derler. Yaprağı
dövülerek yaralara sarılır; kirleri çıkarır. Cildi temizleyip yumuşatır. Saçı
sağlamlaştırır. Hassalarından bazıları da sinekleri uzaklaştırması, sinirleri
kuvvetlendirmesi ve cenazeyi çürümekten menetmesidir.
«Sıcak su»dan
murad; sıcaklığı orta derecede olandır. Zira ölü de dirinin eziyet gördüğü
şeyden eziyet duyar. T. Şârihin sözü sıcak su ile yıkamanın efdal olduğunu
göstermektedir. Cenazenin üzerinde kir bulunup bulunmaması fark etmez. Nehir.
METİN
Yıkamaya sağdan
başlamak için cenaze sol tarafına çevrilir ve su teneşir tarafındaki kısmına
ulaşıncaya kadar yıkanır. Sonra sağ tarafına çevrilerek aynı şekilde yıkanır
sonra dayanarak oturtulur ve yavaşça karnı silinir. Bir şey çıkarsa onu yıkar.
Oturttuktan sonra onu sol tarafına yatırır; ve yıkar. Bu üçüncü defa yıkamadır.
Tâ ki sünnet vecihle yıkanmış olsun. Her yatırmada cenazenin üzerine üç defa su
döker ki sünnet yerini bulsun. Ama bundan ziyade veya noksan yapması da
caizdir. Zira vacip olan bir defa yıkamaktır. Cenazeden çıkan pislik sebebiyle
cenaze tekrar yıkanmadığı gibi abdesti de yenilenmez. Çünkü onu yıkamak hadesi
gidermek için vacip olmuş değildir. Hades ölümle mevcuttur. Yıkamak, sair kanlı
hayvanlarda olduğu gibi ölümle pislendiği için vaciptir. Şu kadar var ki,
müslüman, şerefinden dolayı yıkamakla temiz olur. Bu da hâsıl olmuştur. Bahır
ile Mecma' şerhinde böyle denilmiştir.
Cenaze bir peşgir
içinde kurulanarak hanut denilen ve güzel kokulu şeylerden -Zeğferanla versden
maadasından- yapılan koku başına ve sakalına sürülür. Bu menduptur. Zeğferanla
vers erkeklere mekruhtur. Bunları kefenin içine koymak cehalettir. Secde
yerlerine bir ikram olmak üzere kâfur konur.
İZAH
Cenaze sol
tarafına çevrilir. Cenaze tertip üzere üç defa yıkanacaktır ki bu birincisidir.
Musannıfın buraya kadar beyan ettiği sidrle kaynatılmış su dökülmesi, böyle su
bulunmazsa halis sıcak su vurulması ve başıyle sakalının hatmi ile yıkanması
aşağıda beyan edilecek olan tertipden önce yapılır. Şurunbulâliye'nin ibaresi
şöyledir: «Bu, aşağıdaki tertipden önce, üzerinde bulunan kir ıslansın diye
yapılır.» T.
Ben derim ki:
Lâkin Bahır, Nehir ve diğer kitaplarda açıkça beyan olunduğuna göre, «üzerine
ısıtılmış su dökülür.» sözü, aşağıda gelecek üç yıkamanın dışında değildir. Bu
söz kısaca, yıkanacak suyun nasıl olacağını beyandan ibarettir. Yani cenaze
yıkanacak su sidrle kaynatılmış olacaktır. Soğuk ve sade su olmayacaktır.
Fetih'te de «abdesti bitirdikten sonra cenazenin başını ve sakalını hatmi ile
yıkar. Sonra onu yatırır ilh...» denilmiştir. Cevhere'de dahi böyledir. Evet,
ulema bir şeyde ihtilaf etmişlerdir. O da şudur: Hidâye'de üç defa yıkamanın
halis su ile mi yoksa karışık su ile mı yıkanacağı belirtilmemiştir. Hâkim'in
sözünden anlaşılan budur. Şeyhu'l-İslâm'ın beyanına göre ilk yıkama halis su
ile, ikincisi sidrle kaynatılmış su ile, üçüncüsü de içinde kâfur bulunan su
ile olacaktır.
Fethü'l-Kadir'de
şöyle denilmiştir: «Evla olan Hidâye'den anlaşıldığı vecihle ilk ikisini sidrle
yıkamaktır. Zira Ebû Davud'da sahih bir senetle rivayet olunduğuna göre Ümmü
Atiyye, 'iki defa sidrle, üçüncüde su ve kâfurla yıkanır' demiştir.»
«Sonra sağ
tarafına çevrilerek ayni şekilde yıkanır.» Bu ikinci yıkamadır. Nitekim
Fetih'te ve Bahır'da da böyle denilmiştir. Bu şunu ifade eder ki, sırtını
yıkamak için suyu yüzüne dökmez.
«Bir şey çıkarsa
onu yıkar.» yani bunu temizlik için yapar. Remlî. «Yani şart olduğu için
yapmaz. Hatta çıkan şeyi yıkamadan cenazesi kılınsa caizdir. Bu, birşey
denilmeyip çekimser kalınacak şeylerden değildir.» demiştir. El-Ahkâm adlı
eserde 'Akan şey silinir ve cenaze kefenlenir.» denilmiştir. İmam Hasan'ın
Kitabü's-Salatı'nda da «Kefenlenmeden akarsa yıkanır; kefenlendikten sonra
akarsa yıkanmaz.» ibaresi vardır.
Ben derim ki:
Bahsin tamamı cenaze namazında gelecektir. «Tâ ki sünnet vecihle yıkanmış
olsun.» Sünnet vecihle yıkamak bütün cesedi kaplamak şartıyle üç defa yıkamakla
olur. İmdâd. «Ama bundan ziyade veya noksan yapması da caizdir.» Yani ihtiyaç
duyulursa yapılabilir. Lâkin tek sayı ile yıkamak gerekir. Bu, Kerhî'nın
Muhtasar şerhinde beyan olunmuştur. Münye şerhi. «Caizdir.» tabirinden murad;
"Sahih olur" demektir Ama hacet yoksa mekruhtur. Çünkü ziyade israf,
noksan da taklil (eksik bırakmak) olur.
«Hades ölümle mevcuttur.»
Yani ölüm cenazenin içinden çıkan pislik gibi hadestir. Ölüm mevcut olduğu
halde abdeste tesir etmeyince içinden çıkan şey de tesir etmez. Bahır. Bir de
ölen kimse mükellef olmaktan çıkmıştır. Münye şerhi.
«Yıkamak da hâsıl
olmuştur» Ondan sonra pisliğin ârız: olması ile cenazeyi yıkamak tekrarlanmaz.
Sadece pisliğin çıktığı yer yıkanır.
«Secde yerlerine,
bir ikram olmak üzere kâfur konur.» Secde yerleri alın, burun, eller, dizler ve
ayaklardır. Fetih. Bu hususta ihramlı olanla olmayan müsavidir. Kokulanıp ve
başı örtülür. Bunu Tatarhaniye'den naklen İmdâd sahibi söylemiştir. Bu suretle
bu uzuvlara ikramda bulunulması bunlara secde ettiğindendir. Bu sebeple
hâssaten bunlara ziyade ikram yapılır. Bir de çabuk bozulmasınlar diye onları
korumak için bu meşru olmuştur Dürer.
METİN
Ölenin saçı
taranmaz. Yani taramak tahrimen mekruhtur. Saçı ve tırnağı kesilmez. Bundan
yalnız kırık tırnak müstesnadır. Sünnet de edilmez. Yüzüne. ön, arka, kulak ve
ağız gibi menfezlerine pamuk koymakta bir beis yoktur. Elleri yanlarına
bırakılır; göğsüne konmaz. Çünkü bu kâfirlerin işidir. İbn-i Melek, "Koca,
karısını yıkamaktan ve ona dokunmaktan men edilir. Esah kavle göre bakmaktan
men edilmez." Münye. Üç mezhebin imamları yıkamasının caiz olduğunu
söylemiş ve «Çünkü hazreti Ali Fatıma (r.a. ma)yı yıkamıştır.» demişlerdir.
Biz deriz ki: Bu,
evliliğin devamına hamledilmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) «Her sebep ve nesep
ölümle sona erer. Yalnız benim sebep ve nesebim müstesna!» buyurmuştur. Bununla
beraber sahabeden buna itiraz eden olmuştur. Aynî'nin Mecma' şerhinde böyle
denilmiştir. Kadın zımmî bile olsa kocasını yıkamaktan men edilmez. Yalnız
evliliğin o ana kadar devamı şarttır.
Ümmü veled,
müdebbere ve mükâtebe (oğlan cariyeler) bunun hilafınadır. Meşhur kavle göre onlar
sahiplerini, sahipleri de onları yıkayamaz. Müctebâ.
«Taramak tahrimen
mekruhtur.» Çünkü Kınye'de bildirildiğine göre kadını öldükten sonra
ziynetlemek, taramak ve saç kesmek caiz değildir. Nehr. Tırnağı veya saçı
kesilirse cenaze ile birlikte kefene sarılır. Bunu Attabî'den naklen Kuhistânî
söylemiştir.
«Pamuk koymakta
bir beis yoktur.» Zeyleî'de de böyle denilmiştir. Şârih bu sözle terkinin daha
yerinde bir iş olduğuna işaret etmiştir.
Fethü'l-Kadir
sahibi şunları söylemiştir: «Zâhir rivayetlerde, yıkarken pamuk kullanmak
yoktur. Ebû Hanife'den bir rivayete göre ağzına ve burnuna pamuk konur.
Bazıları kulağına, bir takımları dübürüne de konulacağını söylemişlerdir.
Zahîriye'de «Bunu umumiyetle ulema çirkin görmüşlerdir.» deniliyor. Lâkin Hılye
sahibi bunun İmam Şâfiî ile Ebû Hânife'den nakledildiğini, binaenaleyh 'mutlak
olan çirkindir' demenin doğru olmadığını söylemişlerdir.
«Koca karısını
yıkamaktan men edilir...» Musannıf bu sözle Bahır'ın ibaresine işaret etmiştir.
Orada şöyle denilmiştir: «Cenaze yıkayan kimsenin yıkanan cenazeye bakmasının
helâl olması şarttır. Şu halde erkek kadını ve kadın erkeği yıkayamaz.» Kadının
erkekler arasında veya erkeğin kadınlar arasında ölmesi meselesi ileride
gelecektir. Öyle anlaşılıyor ki, bu, yıkamanın vücûbu veya cevazı için şarttır.
Sahih olması için şart değildir.
«Esah kavle göre
bakmaktan men edilmez.» Mineh adlı kitapta bu söz Kınye'ye nisbet edilmiş;
Hâniye'den de şu ibare alınmıştır: «Kadının mahremi bulunursa eli ile ona
teyemmüm ettirir. Ecnebi ise eline bez sararak teyemmüm ettirir. Kollarına
bakmaz. Erkeğin kansını yıkaması da böyledir. Yalnız bakması müstesnadır.»
Bunun vechi herhalde bakmanın dokunmaktan hafif olmasıdır. Binaenaleyh ihtilaf
edilmesi, şüphe doğurduğundan caiz görülmüştür. Allah'u Âlem.
«Biz deriz ki:
Bu, evliliğin devamına hamledilmiştir.» Mecma' şerhinde şöyle deniliyor:
«Fatıma (r.a.ha)yı Rasûlüllah (s.a.v.)in ve kendisinin bakıcısı Ümmü Eymen
yıkamıştır. Onu hazreti Ali'nin yıkadığını bildiren rivayet hazırladığına ve
hizmetini gördüğüne hamledilir. Bu rivayet sabit olsa bile ona mahsustur,
Görmüyormusun, bu hususta ibn-i Mes'ud (r.a.)a itiraz edildiği vakit,
'Bilmezmisinki, Rasûlüllah (s.a.v.) Fatıma dünyada ve ahirette senin
hanımındır. buyurdu.' diye cevap vermiştir. Onun hususiyet iddia etmesi Ashab-ı
Kiram'ın mezheplerince bunun caiz olmadığına delildir.»
Ben derim ki:
Şârihin zikirettiği hadis dahi hususiyete delalet etmektedir. Bazıları bu
hadisdeki sebebi islâm ve takva ile, nesebi de intâbile tefsir etmişlerdir.
Velev ki evlilik ve süt dolayısıyle olsun. Bana öyle geliyor ki en iyisi
sebepten murad, evlilik ve damatlık gibi sebebî akrabalıktır. Nesepten murad da
nesep karabetidir. Çünkü İslâm ve takva sebebiyeti hiçbir kimseden kesilmez. Şu
halde hususiyet Peygamber (s.a.v.)in sebep ve nesebinde kalır. Onun için
Hazreti Ömer (r.a.) «Ben de bundan dolayı Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'le
evlendim.» demiştir. Teâlâ hazretlerinin; «Onların aralarında nesepler yoktur.»
ayeti kerimesi, Peygamber (s.a.v.)in dünya ve ahirette faydalı olan nesebinden
başkalarına mahsustur.
«Size Allah'tan
gelecek bir şeyi önleyeyim» hadisine gelince: Bunun mânâsı: «Ben buna malik
değilim; meğer ki Allah malik kıla! Bu taktirde âl akrabam olsun ecnebi olsun
herkese şefaatımla faydalı olurum. demektir. Bu hususta sözün tamamı bizim
«EI'İlmü Zahir Fî Nef'in-Nesebi't Tâhir» adlı risalemizdedir.
«Kadın kocasını
yıkamaktan men edilmez.» Gerdeğe girsin girmesin farketmez. Nitekim Mi'rac'da
beyan edilmiştir. Mücteba'dan naklen Mirâc'da da böyle denilmiştir.
Ben derim ki:
Yani gerdeğe girmese bile kadına vefat iddeki lazım gelir. Bedâyi'de şu
satırlar vardır: «kadın kocasını yıkayabilir. Zira yıkama mübahlığı nikahtan
gelir. Ve nikahı bâki oldukça bu da bâkidir. Öldükten sonra nikah iddet
bitinceye kadar bâkidir. Kadının ölmesi bunun hilafınadır. Onu kocası
yıkayamaz. Çünkü nikah mülki sona ermiştir. Mahal kalmamıştır. Binaenaleyh
erkek ecnebi olmuştur. Bu izahat, koca hayatta iken aralarında ayrılma
olmadığına göredir. Kadını bir talak-ı bainle yahut üç talakla boşayıp sonra
ölmek suretiyle ayrıldıkları sübut bulursa karısı onu yıkayamaz. Zira boşamakla
milk ortadan kalkmıştır.»
«Kadın zımmî bile
olsa» yerine «kadın kitabiye bile olsa» demek daha iyi olurdu. Bu, mahbus olan
kadından ihtirastır. Mecusi bir kadının kocası müslüman olur da ölürse karısı
onu yıkayamaz. Bahır'da «Meğer ki kadın da müslüman olsun.» denilmiştir.
Nitekim gelecektir.
«Meşhur kavle
göre onlar sahiplerini, sahipleri de onları yıkayamaz.» Bunun vechi şudur: Ümmü
veled olan cariyede iddet devam ederken milk de devam etmez. Çünkü ondaki milk,
milk-i yemindir. Sahibi ölünce o âzâd olur. Hürriyet ise milk-i yemine
aykırıdır. İddet bekleyen nikahlı kadın böyle değildir. Onun hürriyeti, hayatta
iken milk nikaha aykırı değildir.
Müdebbereye gelince:
O âzâd olur. İddet de beklemez. Binaenaleyh sahibini evleviyetle yıkayamaz.
Cariye de öyledir. Zira sahibi ölmekle onun milkinden çıkmış; mirasçılarına
intikal etmiştir. Başkasının cariyesi bir kimsenin iddet yerine dokunamaz. Bu
satırlar kısaltılarak Bedayi'den alınmıştır. Mükâtebe ise akdi ile hâlen yeden
ve gelecekte rekabeten hür olur (yani o anda kısmen ileride borcu ödediği zaman
tamamen hür olur). Onun için sağlığında onunla cima etmesi haram olur. Ve ukr
denilen mehrini, vermesi gerekir. Nitekim inşallah bâbında görülecektir.
METİN
Evlilikte muteber
olan, ölüm halinde değil yıkarken kadının kocasını yıkamaya selahiyetli
olmasıdır. Binaenaleyh kocasının ölümünden önce talak-ı bâinle boşanmış veya
ölümünden sonra dinden dönüpte tekrar müslüman olmuşsa kocasını yıkamaktan men
edildiği gibi; kocasının oğluna şehvetle dokunursa yine yıkamaktan menedilir.
Çünkü nikah kalmamıştır. Mecûsi kadının kocası müslüman olur da ölür; ondan
sonra karısı da müslüman olursa kocasını yıkaması caiz olur. Zira bu taktirde
hayat haline kıyasen ona dokunması helal olur.
Bir insanın başı
veya iki parçasından biri bulunursa yıkanmaz; namazı da kılınmaz. öylece
defnedilir. Meğer ki yarıdan fazlası bulunmuş ola. Bu taktirde başı olmasa bile
yıkanır. Efdal olan, cenazeyi meccanen yıkamaktır. Yıkayan kimse ücret isterse
orada başka yıkayacak bulunduğu taktirde ücret vermek caizdir. Başkası yoksa
caiz değildir. Çünkü yıkamak ona taayyün etmiştir. Taşıyanın ve mezar kazanın
hükmü de böyle olmak gerekir. Sirâc.
Cenaze niyetsiz yıkansa
kafidir. Yani temizliği için yeter. Ama mükelleflerin zimmetinden farzı ıskat
için kafi değildir. Onun için musannıf «Bir ölü suda bulunursa mutlaka üç defa
yıkanması icab eder.» demiştir. Çünkü biz yıkamakla memuruz. Yıkayan kimse onu
yıkamak niyetiyle üç defa suda hareket ettirir. Fetif. Fetih sahibinin ta'lili
gösteriyor ki tekrar yıkanmadan namazını kılsalar sahih olur. Velev ki vücub
zimmetlerinden sâkıt olmasın.
İZAH
Şarihin burada
niçin «evlilikte muteber olan» dediği anlaşılamamıştır.
Tahtavî, «Doğrusu
'zevcede muteber olan' demektir. Çünkü salâhiyet evliliğin değil kadınındır.»
demiştir. En iyisi Mirâc, Bahır ve diğer kitaplarda olduğu gibi «Cenazeyi
yıkarken evlilik şarttır.» demektir.
«Talak-ı bâinle
boşanmış ise» sözü, ric'i talaktan ihtirazdır. Çünkü kocası talak-ı ric'i ile
boşar da iddeti içinde ölürse o kadın kocasını yıkayabilir. Zira talak-ı ric'i
milk nikahı ortadan kaldırmaz. Bedayi.
«Çünkü nikah
kalmamıştır.» Ölümden sonra nikah mevcut idi. Dinden dönmekle ve şehvetle
dokunmakla ortadan kalkmış olur. Şehvetle dokunmak, dokunulan kadının, dokunan
kimsenin usul ve füruuna haram olmasını icabeder. İmam Züfer'in dediği gibi
ölüm halinde evliliğin bâki olması itibara alınsa idi kocasını yıkaması caiz
olurdu.
«Zira bu taktirde
hayat haline kıyasen ona dokunması helal olur.» Yani müslüman olan mecüsiden
sonra onun sağlığında karısı da müslüman olursa nikah bâkidir. Dokunması
helaldir. Öldükten sonra karısının müslüman olması da böyledir. «Bu taktirde
başı olmasa bile yıkanır.» K6za yarısı başıyle birlikte bulunursa yine yıkanır.
Bahır.
«Çünkü yıkamak
ona taayyün etmiştir.» Yanı yıkamak ona farz-ı ayın olmuştur. Tâat için ücret
almak caiz değildir. Burada şöyle denilebilir: Mutekaddimin ulemaya göre tâat
için ücret almak mutlak surette caiz değildir. Müteenhirin, zaruretten dolayı
Kur'an öğretmek, ezan okumak ve imamlıkyapmak için ücret almayı caiz
görmüşlerdir. Nitekim yerinde beyan edilmiştir. Bunun muktezası, burada başkası
bulunsa bile caiz olmamaktı. Çünkü bu evvela taayyün etmiş bir tâattır. Caiz
olmamak vacibe mahsus değildir. Evet, vacip için ücretle tutmak bilittifak caiz
değildir. Nasıl ki bunu Kuhistânî icâreler bahsinde açıklamıştır. Fetih'in
ibaresi şöyledir: «Cenaze yıkamak için ücretle insan tutmak caiz değildir. Ama
taşımak ve defn etmek için caizdir. Bazıları yıkamak için de caiz
görmüşlerdir.»
«Bir ölü suda
bulunursa mutlaka üç defa yıkanması icab eder.» Yani sünnet vecihle yıkanmış
olmak için üç defa yıkanır. Yoksa şart olan bir defa yıkamaktır. Galiba
musannıf «mutlaka» sözü ile, ölünün suda bulunması ile şart şöyle dursun,
sünnet vecihle yıkamak bile sâkıt olmadığına işaret etmiştir.
T E N B İ H:
Malumun olsun ki. bu makamda sözün hulasası sudur: Tecnis'de «Zâhire göre
cenazeyi yıkarken niyet mutlaka lazımdır.» denilmiştir. Hâniye'de
bildirildiğine göre cenazenin üzerine su akıtılır yahut yağmur isabet ederse
İmam Ebu Yusuf'tan bir rivayette yıkamanın yerini tutmaz. Zira bize yıkamak
emrolunmuştur. Bu, yıkamak değildir. Nihâye, Kifâye ve diğer kitaplarda,
«Yıkamak behemehal lazımdır. Meğer ki yıkamak niyetiyle hareket ettirsin.»
denilmiştir. İnâye sahibi ise şunları söylemiştir: «Bu söz götürür. Çünkü su
tabiatı icabı pisliği giderir. Diriyi yıkarken niyet vacip olmadığı gibi ölüyü
yıkarken de vacip değildir. Onun için Hâniye'de; 'Bir cenazeyi ailesi gasle
niyet etmeden yıkasalar kafidir.' denilmiştir.» Tecrid, İsbicâbi ve Miftah'da
dahi niyetin şart olmadığı açıklanmıştır. Fethü'l-Kadir sahibi iki kavlin
arasını bularak «Zâhire göre burada niyet, mükelleften vücubu ıskat için
şarttır. Temizliğini tahsil için şart değildir. Bu onun namazı kılınmak için
şarttır.» demiştir. Bu hususta Münye şârihi inceleme yapmış ve şunları
söylemiştir: «İmam Ebû Yusuf tan nakledilen rivayet farzın bizim tarafımızdan
yıkama fiili olduğunu gösteriyor, Hatta başkasına öğretmek için yıkasa kafidir.
Bu sözde, terkinden dolayı azaba müstehak olunan vacibi ıskat için niyetin şart
olduğunu ifade eden bir şey yoktur. Usul-ü fıkıh ilminde takarrur etmiştir ki,
başkası için vacip olan hissi fiillerde vücud şarttır. İcad şart değildir.
Cumaya seî ve abdest bu kabildendir, Evet, niyetsiz ibadetin sevabı yoktur.»
Bâkani bunu kabul etmiş ve Muhitin şu ifadesiyle te'yidde bulunmuştur:
«Ölü bir insan
suda bulunsa mutlaka yıkanması icabeder. Çünkü hitap (Allah'ın emri) insanlara
teveccüh eder. Onlardan ise fiil yoktur.»
Kısacası farzı
ıskat için mutlaka fiil lazımdır. Niyet ise sevap kazanmak için şarttır. Onun
için de müslüman olmayan (zımmiye kadının müslüman kocasını yıkaması caiz
olmuştur. Halbuki niyette müslümanlık şarttır. Binaenaleyh mücerret fiil ile
niyetsiz olarak farz bizden sâkıt olur. Hâniye'nin «Bu onlara kafidir.»
sözünden anlaşılan da budur.
Şimdi Muhit'in
«çünkü hitap insanlara teveccüh eder.» sözü kalır ki zâhirine bakılırsa melek
bile yıkasa borç insanlardan sâkıt olmaz. Buna Hanzala kıssasıyle itiraz
olunur. Hazreti Hanzala'yı melekler yıkamıştı. "Onlar bu işi niyabeten
yapmışlardı' denilebilir. Bu meselenin tahkiki şehit bâbında gelecektir. Şu da
var ki küçüklerin hükümleri bahsinde açıklandığına göre çocuğun cenazeyıkaması
caizdir. Bunun bir misli de Bedâ'yiden nakledeceğimiz şu sözdür: «Bir kadın
erkeklerin arasında ölür de içlerinde şehvet çağına ermemiş bir çocuk bulunursa
kadını yıkamak için çocuğa yıkamayı öğretirler.» Bundan bülûğun şart olmadığı
anlaşılır.
METİN
«El'ihtiyar, adlı
eserde şöyle denilmiştir: «Bu hususta esas, meleklerin Adem aleyhisselâmı
yıkamalarıdır. Çocuklarına da 'ölüleriniz hakkında tutacağınız yol budur!'
demişlerdir.»
F E R ' İ M E S E
L E L E R : ölen kimsenin müslüman mı kâfir mi olduğu bilinmez; bir alâmet de
bulunmazsa müslüman memleketinde bulunduğu takdirde yıkanarak cenazesi kılınır.
Aksi taktirde bunlar yapılmaz. Müslümanlarla kâfirlerin ölüleri birbirine
karışır da bir alâmet bulunmazsa ekseriyete göre hüküm verilir. İki taraf
müsavi olurlarsa yıkanırlar. Namazlarının kılınması ve defnedilecekleri yer
hakkında ihtilaf olunmuştur. Nasıl ki müslümandan gebe kalan zımmî bir kadının
nereye defnedileceği de ihtilaflıdır. Ulema bu kadının yalnız başına bir yere
defnedilmesinin ve sırtını kıbleye çevirmenin daha ihtiyatlı bir hareket
olacağını söylemişlerdir. Çünkü karnındaki çocuğun yüzü, kadının sırtına bakar.
Bir kadın erkekler arasında, yahut bir erkek kadınlar arasında ölürse ona
mahremi teyemmüm ettirir. Mahremi yoksa ecnebi biri bez parçasıyle teyemmüm
ettirir. Hunsay-ı müşkil mürahik (yani bülûğa yaklaşmış) ise teyemmüm
ettirilir. Değilse sair çocuklar gibidir. Onu erkekler de kadınlar da
yıkayabilir.
Bir cenazeye su
bulunmadığı için teyemmüm ettirilerek namazı kılınır da sonra su bulunursa
yıkanarak tekrar cenaze namazı kılınır. «Yıkanmaz; namazı da kılınmaz» diyenler
de olmuştur.
İZAH
EI'İhtiyar'ın
sözünden, bunun eski bir şeriat olduğu; yıkayan mükellef olmasa bile borcun
sâkıt olduğu anlaşılıyor. Onun için Adem aleyhisselâm'ın oğulları kendisini
tekrar yıkamamışlardır. T.
«Müslüman
memleketinde bulunduğu taktirde yıkanarak cenaze namazı kılınır.» Âlâmet
bulunmazsa bulunduğu yerin nazarı itibara alınacağını bildirmesi, alâmetin
evvela itibara alınacağını gösterir. Alâmet bulunmazsa sahih kavle göre
bulunduğu yere itibar edilir. Çünkü onunla galebe-i zan (kanaat) hâsıl olur.
Nitekim Bedâyi'den naklen Nehir'de de böyle denilmiştir. Bedâyi'de. müslüman
alâmetinin dört şey olduğu bildiriliyor. Bunlar; sünnetli olmak. kınalı olmak,
siyah giyinmek ve kasıkları tıraşlı olmaktır.
Ben derim ki:
Bizim zamanımızda siyah giyinmek müslüman alâmeti olmaktan çıkmıştır.
«Ekseriyete göre
hüküm verilir.» Bu hüküm namaz hakkındadır. Karinesi, «iki taraf müsavi olurlarsa
namazlarının kılınıp kılınmayacağı hususunda ihtilaf olunmuştur.» sözüdür.
Hılye'de şöyle denilmiştir: «Müslümanlarda alâmet varsa kendilerine müslüman
hükmü icra edilmesi hususunda söz yoktur. Alâmet yoksa, müslümanlar daha çok
olduğu taktirde hepsinin üzerlerine cenaze namazı, kılınır. Ve dua ile
müslümanlar kastedilir. Kâfirler daha çok ise İsbicabî'nin muhtasar Tahavî
şerhinde namazlarının kılınmayacağı, lâkin yıkanıp kefenlenecekleri ve
müşriklerin kabristanına defnedilecekleri bildirilmiştir.» Tahtavî diyor ki:
«Hangi tarafın çok olduğunu bilmenin yolu, müslümanları saymak ve onlardan kaç
kişi öldüğünü bilmek; sonra ölenleri saymaktır. Bu suretle hakikat hali meydana
çıkar.»
Namazlarının
kılınması ve defnedilecekleri yer hakkında ihtilaf olunmuştur.» Bazıları
«Namazları kılınmaz. Çünkü bazan müslümanın cenaze namazını kılmamak meşrudur.
Nitekim bâğilerle yol kesenlerin namazları kılınmaz. Binaenaleyh müslümanın
namazını terketmek, kâfir üzerine cenaze namazı kılmaktan evladır. Zira kâfire
cenaze namazı meşru olmamıştır. Teâlâ Hazretleri, «Onlardan ölen biri üzerine
ebediyyen cenaze namazı kılma! buyurmuştur.» demiş; bir takımları kılınacağını
ve müslümanlar kastedileceğini söylemişlerdir. Çünkü kılan kimse tayinden âciz
ise kasıttan âciz değildir. Nitekim Bedâyi'de böyle denilmiştir. Hilye sahibi
şunları söylemiştir: «Bu izaha göre ikinci halde yani kâfirlerin daha çok
oldukları halde de namazlarının kılınması icabeder. Zira kılan kimse yalnız
müslümanları kastettiğine göre, kâfirler üzerine kılmış olmaz. Aksi taktirde
birinci halde de namazlarını kılmak caiz olmamalı. Halbuki caiz olduğuna
ittifak edilmiştir. Binaenaleyh Eimme-i Selâse'nin dedikleri gibi üç halde de
namazlarının kılınması gerekir. Bir haramı irtikâb etmeksizin müslümanların
hakkını ödemek için bu daha güzeldir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«Nasıl ki
müslümandan gebe kalan zımmî bir kadının nereye defnedileceği de ihtilaflıdır.»
Şârih'in burada birinci hükmü buna benzetmesi. birinci hüküm hakkında İmam-ı
A'zam'dan rivayet bulunmadığı içindir. Bilakis bu meseleye kıyasen onun
hakkında ulema ihtilaf etmişlerdir. Bu kadın meselesinde Ashab-ı Kiram (r.
anhüm) üç kavil üzerine İhtilaf etmişlerdir. Bazıları çocuğunu nazarı itibara
alarak müslüman kabristanına defnedileceğini söylemiş: bir takımları
«müşriklerin kabristanına defnedilir çünkü çocuk karnında olduğu müddetçe. onun
bir cüzü hükmündedir.» demişlerdir. Vâsıla b. Eska" ise o kadına ayrı bir
yerde kabir kazılacağını söylemiştir. Hılye sahibi «Bu daha ihtiyattır.» demiştir.
Zâhire bakılırsa bazılarının da dediği gibi mesele, çocuğa ruh verildiğine göre
tasvir edilmiştir. Aksi taktirde kadın müşriklerin kabristanına defnedilir.
«Çünkü çocuğun
yüzü kadının sırtına bakar.» Yani çocuk babasına tabi olarak müslümandır.
Binaenaleyh bu şekilde kıbleye çevrilir. T.
«Ölen kimseye
mahremi teyemmüm ettirir.» sözü, erkek ve kadına şâmildir. Ecnebi sözü de
öyledir, bunun ifade ettiği mânâ şudur: Mahremin bez parçası sarmasına hacet
yoktur. Çünkü ölenin teyemmüm uzuvlarına dokunması caizdir. Ecnebi böyle
değildir. Meğer ki ölen kimse câriye olsun. Zira câriye erkek gibidir. Sonra
bilmiş ol ki, bu hüküm kadınlarla birlikte müslüman veya kâfir bir adam yahut
küçük bir kız bulunmadığına göredir. Şayet yanlarında bir kâfir bulunursa ona
yıkamayı öğretirler. Çünkü cinsin cinsine bakması daha hafiftir. Velev ki
dinleri bir olmasın. Kadınların yanında şehvet çağına erişmemiş bir kız çocuğu
bulunur da o, erkeği yıkayabilecek iktidarda olursa erkeği nasıl yıkayacağını
ona öğretirler. Zira o kız hakkında avret hükmü sabit olmamıştır. Erkekler
arasında bir kadın ölür de yanlarında kâfir bir kadın veya şehvet derecesine
varmamış bir oğlan bulunursa hüküm yine böyledir. Nitekim Bedayi'de izah
olunmuştur.
«Hünsâ-i müşkil
mürâhik ise teyemmüm ettirilir.» Burada mürâhiktan murad, şehvet
cağınaerişendir. Böyle değilse sair çocuklar gibidir. Fethü'l-Kadir'de şöyle
denilmiştir: «Küçük oğlanla kız şehvet çağına erişmedikçe onları erkekler ve
kadınlar yıkayabilir. Asıl adlı kitapta 'küçüklük', konuşmazdan önce olmakla
sınırlandırılmıştır.»
Cenazeye teyemmüm
ettirilmesi hususunda Fethü'l-Kadir'de şöyle denilmiştir: «Su bulunmaz da
cenazeye teyemmüm ettirilerek namazı kılınır; sonra su bulunursa İmam Ebû
Yusuf'a göre yıkanarak tekrar namazı kılınır. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre
yıkanır fakat namazı tekrarlanmaz. Cenaze kefenlenir de yıkanmadık bir uzvu
kalırsa o uzuv yıkanır. Parmak kadar yıkanmadık yer kalırsa yıkanmaz.»
«Yıkanmaz; namazı
da kılınmaz, diyenler de olmuştur.»
Ben derim ki:
Bununla diri arasındaki fark açık değildir. Çünkü su bulunmadığı için diri,
teyemmüm ederek namaz kılar da sonra su bulursa namazı tekrarlamaz. Sonra
Suruci'den naklen Münye şerhinde «Bu rivayet esaslara uygundur.» denildiğini
gördüm. Aynı şerhde söylediğimiz sebepten dolayı bunun tercih edildiği
bildirilmiştir.
H A T İ M E:
Cenaze yıkayan kimsenin yıkanması menduptur. Cenazeyi cünüp veya hayızlının
yıkaması mekruhtur. İmdâd. Evlâ olan cenazeyi en yakın akrabasının yıkamasıdır.
Böylesi güzel yıkayamazsa verâ' ve takva sahibi biri yıkamalıdır. Gerek
yıkayanın gerekse orada bulunan kimselerin, ölenin sağlığında gizlenmesini
istediği bir şeyi gizlemeleri, kimseye ifşa etmemeleri gerekir. Çünkü söylemek
gıybet olur. Ölümle meydana gelen bir kusuru; mesela yüzünün kararması gibi şeyleri
söylemek de böyledir. Ancak ölen kimse bid'atla meşhur olursa bit'atından
sakındırmak için söylemekte bir beis yoktur. Yüzünün parlaması ve tebessüm gibi
hayır alametlerinden bir şey görülürse söylemek müstehap olur. Çünkü bu ona
fazla rahmet dilenmesine ve onun yaptığını yapmaya teşviktir. Münye şerhi.
METİN
Erkeğin kefeni
için sünnet vecih, izâr, gömlek ve sargıdır. Esah kavle göre ölüye sarık sarmak
mekruhtur. Müstebâ. Müteehhirin ulema eşraf ile âlimlere sarık sarılmasını iyi
görmüşlerdir. Bu üç parçadan ziyade yapmakta bir beis yoktur. Kefen güzel
şeyden yapılır. çünkü hadisi şerifte,
«Ölülerin
kefenlerini güzel yapın! Zira onlar kendi aralarında birbirlerini ziyaret
ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihar ederler.» buyurulmuştur.
Zâhîriye. Kadının kefeni için sünnet vecih 'dir' (yani gömlek), îzâr,
başörtüsü, sargı bir de memeleriyle karnını bağlamak için kullanılan bez
parçasıdır.
İZAH
Esasen cenazeyi
kefenlemek farz-ı kifayedir. Burada beyan edildiği şekilde olması ise
sünnettir. Şurunbulâliye.
Îzâr, tepeden
tırnağa cesedi saran parçadır.
Gömlek, boğazdan
ayaklara kadar yakasız ve kolsuz giydirilen elbisedir.
Sargı, cenazeyi
sarmak için kullanılan îzârdan daha uzun parçadır. Üst ve alt kısımlarından
bağlanır. İmdâd.
Sarık, başa
sarılan parçadır. Tahtavî bunun hilaf mevzuu olduğunu söylemiştir. Habeşlilerin
yaptığı gibi sarık ve bazı ziynetlerle süslemek hilafsız mekruhtur. Zira
yukarıda görüldüğü vecihle ziynet için kullanılan her şey mekruhtur.
«Esah kavle göre
ölüye sarık sarmak mekruhtur.» Bu ifade sahih kabul edilen iki kavilden
biridir. Kuhistânî diyor ki: «Sahih kavle göre sarık sarmak iyi görülmüştür.
Sağından başlayarak sarılır ve ucu sağ tarafından bir kata iliştirilir.
Bazıları yüzüne sarkıtılacağını söylemişlerdir. Nitekim Timurtaşî'de böyle
denilmiştir. Bazıları bunun eşrâfa mahsus olduğunu söylemişlerdir. Bir
takımları 'bu, veresenin içinde küçükler bulunmazsa yapılır.' demiş; hiçbir
surette sarık sarılmayacağını söyleyenler de olmuştur. Mesele Muhit'de beyan
edilmiştir. Esah kavle göre sarık bütün hallerde mekruhtur. Bunu da Zâhidî
söylemiştir.»
«Kefeni üç
parçadan ziyade yapmakta bir beis yoktur.» Nehir'de de Gâyetü'l-Beyan'dan
naklen böyle denilmiştir. Ondan önce Nehir sahibi Müctebâ'dan mekruh olduğunu
nakletmiştir. Lâkin Hılye sahibinin Zahire'den, onun da Isam'dan naklen beyan
ettiğine göre beş parçaya kadar mekruh değildir. Beş parçada beis yoktur. Hılye
sahibi bundan sonra şunları söylemiştir: «Bu şöyle izah edilmiştir: İbn-i Ömer
oğlu Vakıdi beş elbise ile kefenlenmiştir. Bunlar; bir gömlek, üç sargı ve bir
sarıktan ibaretti. Sarığı çenesinin altından dolamıştı. Bunu Said b. Mansur
rivayet etmiştir.» Bahır sahibi Müstebâ'dan mekruh olduğunu rivayet ettikten
sonra, «Zendustî'nin Ravza adlı eserinde şu istisna edilmiştir: Bir kimse dört
veya beş parça içinde kefenlenmesini vasiyet ederse caizdir. Ama iki parça
içinde kefenlenmeyi vasiyet ederse caiz olmaz. Üç parça ile kefenlenir. Bin
dirhemle kefenlenmeyi vasiyet ederse orta kefene sarılır.» demiştir.
Ben derim ki : Ravza'daki
istisna munkatı'dır. Çünkü mekruh olsa vasiyeti tenfiz edilmezdi. Nasıl ki az
da tenfiz edilmez. «Kefen güzel şeyden yapılır.» Ve o kimse kefeni misli ile
kefenlenir. Bu da hayatında cuma ve bayramlara giderken giydiği elbiselere,
kadın ise anne ve babasını ziyarete giderken giydiklerine bakılarak yapılır.
Mi'rac'da böyle denilmiştir, Binaenaleyh Haddâdî'nin «kefende pahalıya kaçmak
mekruhtur» sözü 'kefeni misli'den ziyadeye kaçmak mekruhtur' diye te'vil
olunur. Nehir.
Ölülerin
birbirlerini ziyaret ettiklerini bildiren hadisden başka Müslim'in sahihinde
Peygamber (s.a.v.) den; «Biriniz kardeşini kefenlediğî vakit kefenini güzel
yapsın!» hadisi rivayet olunmuştur. Ebu Dâvud dahi «kefende pahalıya kaçmayın;
çünkü o çabucak soyulup gider.» buyurduğunu rivayet etmiş ve iki hadisin,
arasını bularak, «Güzel yapmaktan murad, kefenin beyazlığı ve temizliğidir.
Pahalı olması değildir» demiştir. Hılye. Nehir'den nakledilenin mânâsı da
budur.
Ölülerin
kefenleriyle iftihar etmelerinden maksat, sünnete uygun olduğu için
sevinmeleridir, Bu ziyaret ruhen de olsa ruhun cesede bir nevi taalluku
(ilişkisi) vardır. Şârih «diri yani gömlek» diyerek diri'le gömleğin aynı
mânâya gelen müteradif kelimeler olduğuna işaret etmiştir. Ama aralarında fark
görerek, «Diri' göğüse kadar; gömlek ise omuza kadar yarılır» diyenler de
olmuştur. Kuhistânî.
Şeyh İsmâil'in
beyanına göre ölüm halinde başörtüsünün miktarı, bez arşını ile üç arşındır. Bu
örtü kadının başına dolanmayıp yüzüne örtülür, İzah ve Attâbî adlı eserlerde de
böyle denilmiştir. Bağlamak için kullanılan bezin memelerinden uyluklarına
kadar olması evladır. Bunu Hâniye' den naklen Nehir sahib söylemiştir.
METİN
Erkeğin kefen-i
kifâyeti esah kavle göre bir izale bir lifâfe sargıdır. Kadının kefeh-i
kifâyeti ise iki elbise ile bir baş örtüsüdür. Bundan azı mekruhtur, Her
ikisinin kefen-i zarureti ne bulunursa odur. Bunun en azı bütün bedeni örtecek
kadar olmaktır. Şâfiî'ye göre ise diride olduğu gibi avret yerini örtecek kadar
olmaktır.
İZAH
«Erkeğin kefen-i
kifâyeti» yani kefen için yetecek en az miktarı iki parçadır. Çünkü sağlığında
giydiği en az elbise budur. Kefeni de vefatından sonraki elbisesidir.
Binaenaleyh hayattaki elbisesine kıyas olunur. Onun için iki parça elbise
içinde namazı kerahetsiz caiz olur. Mi'rac. Hâsılı kefen-i kifâyet, kerahetsiz
olarak kâfi gelen en az miktardır ve kefen sünnetten azdır, Bu da sünnet mi
yoksa vacip midir? Bana vacip gibi geliyor. Onun için bundan azı mekruhtur.
Nitekim şârih anlatacaktır.
Bahır sahibi
diyor ki: «Ulema ihtiyari olarak cenazenin bir keten içinde defnedilmesini
mekruh görmüşlerdir. Çünkü hayatında bir elbise içinde namaz kılması mekruhtur.
Malı az, mirasçıları çok olursa kefen-i kifâyet evlâdır, demişlerdir. Bunun
aksi halde ise kefen-i sünnet evlâdır. Bunun muktezâsı şudur: Ölen kimsenin
üzerinde üç elbise bulunur da başka elbisesi olmazsa borçlu olduğu takdirde
borç için biri satılır. Zira üçüncü elbise vacip değildir. Hatta verese
kalabalık olurlarsa onlara bırakılır. Borç için satılması evlâdır. Halbuki
Hulâsa'da da beyan edildiği vecihle ulema. hayatında olduğu gibi iflas ederse
borç için bunlardan bir şey satılmayacağını söylemişler ve üç elbisesi olup
bunları giymiş bulunursa satmak için hiçbiri çıkarılmaz, demişlerdir.» Bahır'ın
bu ifadesi Fetih'ten alınmıştır. Fetih'te, «Bu cevap ihtimalden uzak değildir.»
denilmiştir. Bazıları cevaben, «Ölü ile diri arasında fark vardır. Diriden
elbisesinin alınmaması ihtiyacından dolayıdır. Ölü böyle değildir.»
demişlerdir.
Ben derim ki: Sen
işkâlın, diri ile ölü arasında fark olmadığını açıklamalarından ileri geldiğini
biliyorsun. Şu halde bu cevap nasıl sahih olabilir! Evet, Seyid'in Sirâciye
şerhinde söylediğine göre sahihtir. Seyid şöyle demiştir: «Borç bütün malını
kaplarsa, alacaklılar kefen-i kifayetten fazlasıyle kefenlenmesine mâni
olabilirler.» Şârih Dürr-ü Müntekânın feraiz bahsinde, alacaklıların kefen
mislinden men edip edemeyecekleri hususunda iki kavlin kavi olduğunu
söylemiştir. Sahih kavile göre men edebilirler. Sekbü'l-Enhur adlı eserde de
buna benzer sözler vardır. Lâkin yine aynı eserde şu satırlar da vardır:
«Görmezmisin ki, borçlunun hayatında güzel elbiseleri bulunur da onlardan daha
aşağı olanlarla iktifa edebilirse, hâkim o elbiseleri satarak borcu ödettirir;
kalanı ilebir elbise alarak ona giydirir. Borçlu ölen hakkında da böyledir.
Bunu Hasaf dahi Edebü'l-Kâdı bahsinde tercih etmiştir.» Sonra bunun bir mislini
Dav'ü Sirâc adlı Sirâciye şerhinden naklen Remlî hâşiyesinde gördüm. Şu halde
ne işkâl vardır; ne cevap! Bundan anlaşılır ki yukarıda Hulâsa'dan nakledilen
söz, sahihin hilâfıdır. Bu iki kavlin arası şöyle bulunabilir: Hulâsa'nın diri
hakkındaki sözü, üçten aşağı kefenlikle iktifa etmediğine; ölü hakkındaki sözü
de alacaklılar mâni olmadığına hamledilir. Kalaidü'l-Manzum şerhinde şöyle
deniliyor: «Allâme Hayder Mişkât adlı Sirâciye şerhinde, alacaklılar mâni
olmadıkça veresenin kefen-i misl kullanabileceğini sahihlemiştir.»
Ben derim ki:
Zâhire göre mâni olmamaktan murad, buna razı olmaktır. Yoksa veresenin sünnet
olan bir şeyi vacip olan borca tercih etmeleri nasıl caiz olabilir! Sonra bu
bizim bahsettiğimiz «Kefen-i kifâye, ihtiyari olarak daha azı caiz değildir
mânâsına vâcibtir.» sözünü te'yid etmektedir. Sonra Makdisî şerhinde gördüm ki
şöyle denilmiş: «İhtiyârî olarak kefenlemekte caiz olanın en azı budur.»
Allah'u âlem.
Bazıları «Erkeğin
kefen-i kifâyeti bir gömlek ve bir sargıdır.» demişlerdir. Zeyleî. Bahır sahibi
şunları söylemiştir: «Bunu izârla sargıya tahsis etmemek gerekir. Çünkü kefen-i
kifâyet, kişinin hayatında kerahetsiz olarak giyebileceği en aşağı elbise ile
itibar edilir. Nitekim Bedayi'de de bununla ta'lil edilmiştir.» Musannıf
kadının kefen-i kifayeti hakkında «iki elbise» tabirini kullanmış; Hidâye
sahibinin yaptığı gibi bunları tayin etmemiştir. Fetih sahibi bunları gömlek ve
sargı diye tefsir etmiştir. Kenz'de ise bunlar îzâr ve sargı diye tayin
edilmiştir. Bahır'da deniliyor ki: «Zâhir olan, yukarıda arzettiğimiz gibi
tayin etmemektedir. Bunlar ya bir gömlek ile bir îzâr, yahut iki îzâr olabilir.
İki îzâr olması evlâdır. Çünkü bunda, baş ve boynunu daha fazla örtmek vardır.»
«Bunun en azı
bütün bedeni örtecek kadar olmaktır.» Bu sözün zâhirine bakılırsa, bütün
bedenini örtecek kefen bulunmazsa böyle bir elbise başkalarından istenir. Zira
bundan aşağısı, yok hükmündedir. Ve onunla mükelleflerden farz sâkıt olmaz.
Velev ki avret yerlerini örtsün. Lâkin kimseye gizli değildir. Kefen-i zarurete
ancak zarurette baş vurulur, Binaenaleyh onu bir şeyle kayıtlamak münasip
değildir. Onun için de musannıf «ne bulunursa odur.» tabirini kullanmıştır.
Evet, bütün bedeni örten kefen farz olan kefendir. Nitekim Münye şerhinde
açıklanmıştır. Onunla mükelleflerden farz sâkıt olur. Ama «zaruret halinde»
diye bir kayıt yoktur. Çünkü zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.
Mus'ab b. Umeyr
Uhud harbinde şehit edilince üzerinde çizgili bir kumaş parçasından başka bir
şey bulunmamış. Bu kumaşla başı örtülürse ayakları açıkta kalır, ayakları
örtülürse başı açılırmış. Onun için Peygamber (s.a.v.) kumaşla başının
örtülmesini, ayaklarının üzerine de izhir örtü atılmasını emir buyurmuştur.
Meğer ki şöyle denile: Bedeni örtmeyen örtü zaruret zamanında da kâfi değildir.
Kalan yerleri izhir gibi otlarla örtmek icabeder. Bundan dolayıdır ki, Zeyleî
Mus'ab hadisini naklettikten sonra. «Bu gösterir ki yalnız avret yerini örtmek
kâfi değildir. Şâfiî buna muhaliftir.» demiştir.
METİN
Evvela sargı,
sonra onun üzerine îzâr yapılır. Ve gömleği giydirilir sonra îzârın üzerine
konularak evvela sol tarafı, sonra sağ tarafı sarılır. Sonra yine böylece sargı
da sarılır. Tâ ki sağ taraf solun üzerine gelsin. Kadına gömleği giydirilir. Ve
saçları iki pelik halinde gömleğin üzerinde göğsüne konur. Baş örtüsü saçın
üzerine, sargının altına konur. Sonra yukarıdaki gibi yapılır. Kefenin
açılmamasından korkarsa düğümlenir.
Kefen hususunda
hunsayı müşkil kadın gibi, ihramlıihramsız gibi, mürahik bâli' gibidir. Bulûğa
yaklaşmayan çocuk bir parça içine kefenlenirse caizdir. Düşük cenîn, ölünün bir
uzvu gibi kefenlenmez, beze sarılır. Kabrinden taze çıkarılmış ve dağılmamış
insan defnedilmemiş gibi defalarca kefenlenir. Dağılmışsa bir parça içine
kefenlenir. Buraya kadar kefenlenen kimselerin sayısı onbir oldu. Onikinci
şehittir. Bunu Müctebâ sahibi söylemiştir.
İZAH
Gömleği, cenaze
bir peşkirle kurulandıktan sonra giydirilir, Nitekim yukarıda geçmişti.
Musannıf, «Evvela sol tarafı sonra sağ tarafı sarılır.» diyerek îzârla sargının
ayrı ayrı sarılacağına işaret etmiştir. Çünkü bu şekilde cenaze daha güzel
örtülmüş olur. T.
«Sonra yukarıdaki
gibi yapılır.» Yani gömlek giydirilip baş örtüsü konulduktan sonra îzârın
üzerine bırakılır. Ve evvel sol tarafı sarılır ilh... Fetih sahibi diyor ki:
...«bez parçasını zikretmemiştir. Kenz şerhinde bunun açılmasınlar diye
kefenlerin üzerine bağlanacağı bildirilmektedir. Genişliği kadının memeleriyle
göbeğinin arası kadar olacaktır. Bazıları, yürürken kefen uyluklardan açılmasın
diye bu parçanın memelerle dizler arası olacağını söylemişlerdir. Tühfe'de; bez
parçası kefenlerin üzerine göğüste memelerin üzerinden bağlanır denilmiştir.» Cevhere
sahibi de şunları söylemiştir: «Hucendî'nin "bez parçası kefenlerin
üzerinden memelerin üstüne bağlanır.' sözünden murad, ihtimal, sargının altı,
îzâr ve gömleğin üstüdür. Anlaşılan budur. «El'İhtiyar adlı kitapta. «Evvela
gömlek giydirilir Sonra. gömleğin üzerinden bez parçası bağlanır.» deniliyor.
Bu ibarelerin ifade ettiği mânâ, bez parçasının genişliğinde, nereye ve ne
zaman bağlanacağında ihtilaf edildiğini anlatmaktadır.
«Kefen hususunda
hunsayı müşkil kadın gibidir.» Yani ihtiyaten beş parça içine kefenlenir. Zira
erkek olması ihtimali karşısında fazlanın bir zararı yoktur. Nehir'de, «Şu
kadar varki ipek, usfurlu ve ze'feranlı kumaşlardan ihtiyaten kaçınmalıdır.»
denilmiştir.
«İhramlı ihramsız
gibidir.» Yani başı örtülür. Kefenleri kokulanır. Şâfiî Rahimallah buna
muhaliftir.
«Mürâhik de bâl)ğ
gibidir...» (mürâhik bulûğa yaklaşan çocuktur) Erkek çocuk erkek hükmünde, kız
çocuğu da kadın hükmündedir. H. Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Zira mürâhik
hayatında âdet vecihle bâliğ kimselerin giydiği elbise ile dolaşır. Kefen
hususunda da onlar gibi kefenlenir.»
«Bülûğa
yaklaşmayan çocuk» erkekse bir parça kefene sarılması caizdir. Zeyleî şöyle
demiştir: «Erkek çocuğu en azından bir parça kefene sarılır. Kız çocuğuna ise
iki parça gerekir.» Bedâyi'de de şöyle denilmiştir: «Ölen bulûğa yaklaşmamış
erkek çocuğu ise izâr ve gömlekten müteşekkil iki parça ile kefenlenmesi iyi
olur. Ama bir izârla kefenlenmesi do caizdir. Kız çocuğunun ise iki parçaile
kefenlenmesinde beis yoktur.»
Ben derim ki:
Bedâyi sahibinin «iyi olur.» demesinde bâliğ gibi kefenlenmesinin daha iyi
olacağına işaret vardır. Çünkü Hılye'de Hâniye ve Hulâsa'dan naklen
bildirildiğine göre şehvet çağına gelmeyen bir çocuk hakkında yapılacak en iyi
iş onu bâliğ gibi kefenlemektir. Ama bir parça ile kefenlenmesi de caizdir. Bu
sözde bülûğa yaklaşmamış olmaktan murad, şehvet çağına erişmeyen olduğuna
işaret vardır.
«Düşük cenin beze
sarılır.» zira onun için kâmil hürmet yoktur. Ölü olarak doğanın hükmü de
budur. Bedâyi.
«Düşük, ölünün
bir uzvu gibidir.» Yani insanın kol ve bacaklarından biri, yahut bedeninin
yarısı, uzunluğuna veya genişliğine yarılmış olarak bulunsa bir bez parçasına
sarıldığı gibi bu da bez parçasına sarılır. Ancak bulunan parça ile birlikte
başıda varsa o zaman kefenlenîr. Nitekim Bedâyi'de beyan edilmiş ve şöyle
denilmiştir: «Kâfir de öyledir. Kâfirin müslüman bir zirahim mahremi bulunursa
onu yıkar. Bir beze sararak kefenler. Çünkü sünnet vecihle kefenlenmesi kerahet
kabilindedir.»
«Kabrinden taze
çıkarılmış» cenaze, kefeni soyulmuş olarak bulunursa, dağılmamış olmak şartiyle
hiç defnedilmemiş gibi ikinci defa üç parça kefenle kefenlenir. «Dağılmamış
olmak» kayıttır. Zira dağılmışsa bir parça kefene sarılır.
«Defalarca
kefenlenir.» ifadesinden murad; ikinci, üçüncü ve daha fazla defalar kabrinden
çıkarılıp soyulursa taze olmak şartıyle bize göre malının aslından her
defasında kefenlenir. Velev ki borçlu olsun. Ancak alacaklılar terekeden
haklarını alırlarsa geri alınmaz. Malı, mirasçıları arasında taksim olunmuşsa
her mirasçı nasibine göre kefene iştirak eder. Buna alacaklılarla vasiyet
edilen kimseler iştirak etmezler. Zira onlar ecnebidirler. Sekebü'l-Enhur.
«Buraya kadar
kefenlenen kimselerin sayısı onbir oldu.» Bunların beşi metinde
zikredilmişlerdir ki onlar da erkek, kadın, hunsa, mezarından taze çıkarılan ve
çürüyüp dağılan kimselerdir. Şerhde de altısı zikredilmiştir. Onlar da;
ihramlı, mürâhik, mürâhik erkek, mürâhik kız, mürâhik olmayan çocuk ve
düşürülen cenindir. Lâkin gördük ki mürâhik kızın hükmünü ayrıca zikretmemiştir.
Biz Bedâyi'den iki kişi daha naklettik onlar da ölü doğan çocukla kâfirdi.
METİN
Kefenin Yemen
kumaşından ve ketenden yapılmasında beis olmadığı gibi, kadın kefeninin
ipekten, ze'feranlı ve usfurlu kumaştan yapılmasında da bir beis yoktur. Çünkü
hayatta iken giyilmesi caiz olan her şeyden kefen yapılabilir. En makbulü
beyaz, renklisi yahut içinde namaz kıldığı elbisedir. Malı bulunmayan kimsenin
kefeni, nafakası kime vacipse ona düşer. Böyleleri birkaç kişi iseler,
mirasları miktarınca kefene iştirak ederler. Zevce hakkında ihtilaf edilmiştir.
Ebu Yusuf'a göre fetva, onun kefeninin, kocasına ait olduğuna göredir. Velev ki
mal bırakmış olsun. Hâniye. Bahır sahibi «zâhir olan budur» diyerek bu kavli
tercih etmiştir. Çünkü kefen kadının elbisesi gibidir.
İZAH
«Musannıf, «Beis
yoktur.» demekle, hilâfetin daha evla olduğuna işaret etmiştir. Hilafı beyaz
pamukludur. Câmiu'l-Fetva adlı eserde, «Erkeğe keten ve yün kumaştan kefen
yapmak caizdir. Lâkin evla olan pamuktur.» denilmiştir. Tâciye'de dahi, «yün,
kıl ve deri kullanmak mekruhtur.» denilmiş; Muhit ve diğer kitaplarda, beyaz
kefenliğin müstehap olduğu bildirilmiştir. İsmail.
«Kadın kefeni»
demekle musannıf erkeklerden ihtiraz etmiştir. Çünkü erkekler için za'feranlı
ve usfurlu (kokulu) kefen mekruhtur. En makbul kefen beyaz renkli olandır.
Bunun yenisi eskisi, yıkanmışı yıkanmamışı müsavidir. Nehir.
«Yahut içinde
namaz kıldığı elbisedir.» Bu kavil Abdullah b. Mübarek'ten rivayet olunmuştur.
T.
Malı olmayan
kimsenin kefeni. akrabasına düşer. Malı varsa kefeni kendi malından alınır. Ve
rehin, teslim alınmamış mal ve cinayet işlemiş köle gibi başkasının hakkı
taalluk etmemek şartıyle sünnet miktarı kefenlik borcundan vasiyet ve
mirasından önce gelir. Bahır ve Zeyleî'de böyle denilmiştir. Yukarıda beyan
etmiştik ki alacaklılar mirasçıları kefen-i kifâyeden fazla kefen almaktan men
edebilirler.
«Malı bulunmayan
kimsenin kefeni, nafakası kime vacipse ona düşer.» Kölenin kefeni sahibine,
rehin kölenin kefeni râhine, satanın elindeki satılmış kölenin kefeni satana
aittir. Bahır.
«Birkaç kişi
iseler mirasları miktarınca kefene iştirak ederler.» Nasıl ki nafakası da
üzerlerine vacipti. Fetih. Yani nafaka da mirasa göredir. Meselâ ölenin anne
bir kardeşi, bir de anne baba bir kardeşi bulunursa birincisi kefenin altıda
birini verir. Kalanını ikincisi tedarik eder.
Ben derim ki:
Kefeni nafaka ile itibara almanın muktezası şudur: Ölenin bir oğlu bir kızı
varsa kefeni yarı yarıya tedarik ederler. Nafaka da öyledir. Çünkü asla karşı
fer'a vacip olan nafakada, miras nazar-ı itibara alınmaz. Onun içindir ki o
kimsenin biri müslüman diğeri kâfir iki' oğlu bulunursa nafakası ikisine pay
edilir, Yine bunun muktezası, ölenin babası ile oğlu bulunursa, nafaka gibi
kefeni de oğluna düşer; babasına düşmez. Bu husustaki tafsilat inşallah bâbında
verilecektir.
T E N B İ H:
Mevcut olan mirasçı, kefeni kendi yalından verip hissesi miktarınca gaipten
almaya niyet etse, hâkimin izniyle vermediği taktirde ondan bir şey alamaz.
Hâvi'z-Zâhidi. Bundan Hayreddin Remlî şu hükmü çıkarmıştır: Bir kimsenin
karısına, o kimsenin veya hâkimin izni olmaksızın başka biri kefen alsa bu
yaptığı teberrudur. (ondan bir şey alamaz).
«Ebû Yusuf'a göre
fetva, kefenin kocaya ait olmasınadır.» İmam Muhammed'e göre kocasına bir şey
lâzım gelmez. Çünkü ölümle evlilik sona ermiştir. Bahır'da Müctebâ'dan naklen
bildirildiğine göre bu meselede İmam-ı A'zam'dan rivayet yoktur. Lâkin Münye
şerhinde Sirâciye şerhinden naklen, «İmam-ı A'zam'ın kavli Ebû Yusuf'un kavli
gibidir.» denilmektedir.
«Velev ki mal bırakmış
olsun.» bilmiş ol ki, Ebû Yusuf'un kavlini izah hususunda ulemanın ifadeleri
muhteliftir. Meselâ Hâniye, Hulâsa ve Zahiriyye'de; «Mal bırakmış olsa bile
kefeni kocasına aittir. Fetvâ buna göredir.» denilmiş; Muhit, Tecnis, Vâkıât ve
musannıfına ait olan Mecma' şerhinde, «Kadının malı yoksa kocasına aittir.
Fetva buna göredir.» ifadesi kullanılmış; musannıfına ait Mecma' şerhinde ise:
«Kadın ölür de malı bulunmazsa kefeni zengin olan kocasına düşer.» denilmiştir.
EI'Ahkâm adlı eserde Mübtega'dan naklen böyle denilmiştir. «Fetva buna göredir»
cümlesi ziyade edilmiştir. Bunun muktezası, kocası fakir ise bilittifak
kefenlenmesi lazım gelmemektir. Yine Ahkâm'da Uyun'dan naklen; «kadının kefeni
malı varsa kendi malından, yoksa kocasının malından tedarik edilir. Kocası
fakir ise beytü'l-malden verilir.» denilmektedir. Bahır sahibinin tercihi
şudur: Kocası zengin olsun olmasın kadının malı bulunsun bulunmasın kefeni
kocasına aittir. Çünkü kefen elbise gibidir. Kadının elbisesi mutlak olarak
kocasına aittir. Bahır sahibi bu kavli Valvalciye'nin de nafakalar bahsinde
sahihlediğini söylemiştir.
Ben derim ki:
Valvalciye'nin ibaresi şudur «Kadın ölür: de malı bulunmazsa Ebu Yusuf kefen
için kocasının mecbur edileceğini söylemiştir. Burada esas şudur: Bir kimse
hayatında birisinin nafakasını vermeye mecbur edilirse ölümünden sonra da
mecbur edilir. İmam Muhammed 'koca mecbur edilmez.' demiştir. Sahih olan
birinci kavildir.
T E N B İ H:
Hılye sahibi diyor ki: «Hilâfın yeri, ölüm halinde kefenin vacip olmasına mâni,
kadının geçimsizliği veya küçüklüğü gibi bir hal bulunmadığı suret olmak
gerekir.» Bu mütalaa güzeldir. Çünkü nafakanın lazım gelmesiyle kefenin lazım
gelmesi itibara alınırsa nafakayı ıskat eden şeyle kefen sâkıt olur. Sonra
bilinmeli ki kocasına vacip olan, şer'an techiz ve tekfindir ki bunlar da
kefen-i sünnet veya kefen-i kifâyet. buhur, yıkama ücreti, taşıma ve defin
ücreti gibi şeylerdir. Zamanımızda icat edilen tehlilciler, şarkı okuyan
hâfızlar ve üç gün yemek vermek gibi şeyler değildir. Bunu akıl baliğ veresenin
geri kalanlarının rızası olmaksızın yapan kimse kendi malından öder.
METİN
Orada nafakası
üzerine vacip olacak kimse yoksa, kefen beytü'l-maldan vacip olur. Beytü'l-mal
ma'mur veya muntazam değilse o cenazeyi kefenlemek müslümanlara düşer. Onlar da
buna kâdir olamazlarsa cenaze için başkalarından bir elbise isterler. Bir şey
artarsa, tasadduk eden bilindiği taktirde kendisine iade edilir. Bilinmezse o
parça ile böyle bir cenaze kefenlenir. O da yoksa tasadduk edilir. Müctebâ. Bu
sözün zâhirine bakılırsa başkalarından yalnız kefen-i zaruret istenir. Kefen-i
kifâyet istemez. Cenaze yalnız bir kişinin bulunduğu bir yerde olur da o bir
kişinin birden başka elbisesi olmazsa o elbise ile kefenlenmesi lâzım gelmez.
Kefen teberru edenin mülkünden çıkmaz.
Cenaze namazının
sıfatı bilittifak farz-ı kifâyedir. Binaenaleyh onu inkâr eden kâfir olur. Zira
icmâı inkâr etmiştir. Kınye. Defni. yıkanması ve techizi de öyledir. B'unlar da
farz-ı kifâyedir.
İZAH
Beytü'l-mâlın
ma'mur olmaması. içinde bir şey bulunmamasıyle; muntazam olmaması da, ma'mur
fakat yerlerine, harcanmasıyle olur. T.
«Müslümanlara
düşer.» ifadesinden murad, onu tanıyanlardır. Kefen farz-ı kifâyedir. Terk
edilirse ölen kimseyi tanıyanların hepsi günahkar olurlar. T.
«Bilinmezse o
parça ile böyle bir cenaze kefenlenir.» Bu ibare Müctebâ'da yoktur. Onu Bahır
sahibiVâkıât ve Tecnis'den naklen ziyade etmiştir.
Ben derim ki:
Hidâye sahibinin eseri' olan Muhtaratü'n-Nevâzil'de. «Bir fakir ölür de halktan
para toplanarak kefenlenir ve bir şey artarsa, sahibi bilindiği taktirde ona
iade edilir. Sahibi bilinmezse başka bir fakirin kefenine harcanır yahut
tasadduk edilir.» denilmektedir.
«Bu sözün
zâhirine bakılırsa başkalarından yalnız kefen-i zaruret istenir.» Bu incelemeyi
Nehir sahibi yapmıştır. Lâkin Muhtaratü'n Nevâzil'de naklettiğimiz ibareden
sonra. «Halktan bir parça elbiseden başka bir şey toplanmaz.» denilmiştir.
Sonra El'Ahkâm'da Umdetü'l-Müftî'den naklen gördüm ki; «Halktan bir elbiseden
fazla bir şey toplamazlar.» deniliyor.
«O elbise ile
kefenlenmesi lazım gelmez.» Zira kendisi ona muhtaçtır. Elbise ölenin olur da
diri onun vârisi bulunursa onunla ölen kefenlenir. Çünkü kefenlenmek mirastan
önce gelir. Bahır. Ancak diri, soğuk veya telef edeceğinden korkulan bir
sebeple buna mecbur kalırsa o zaman dirinin hakkı tercih edilir. Meselâ ölenin
suyu bulunur da orada susuzluktan muztar kalmış biri ölürse, ölüyü yıkamaya
tercih edilir. Münye şerhi.
«Kefen teberru
edenin mülkünden çıkmaz.» Hatta öleni yırtıcı bir hayvan parçalasa, kefeni teberru
edene verilir. vârislere verilmez. Nehir. Yani vârislere hibe etmemişse demek
istiyor. Nitekim Muhit'den naklen Ahkam'da böyle denilmiştir.
Musannıf burada
cenaze namazının sıfatından başlayarak şartını, rüknünü, sünnetlerini,
keyfiyetini ve kıldırmaya kimin daha haklı olduğunu beyan etmiştir. Kuhistani
diyor ki: «Cenaze namazının vücübuna sebep, müslüman olan cenazedir.» Nitekim
Hulâsa'da da böyle denilmiştir. Vakti. cenazenin getirildiği zamandır. Onun
için de akşam namazının sünnetinden önce kılınır. Hızâne'de dahi böyle
denilmiştir.
Bahır'da, «Namazı
bozan şeyler cenaze namazını da bozar. Yalnız kadınla bir hizaya durmak
müstesnadır. O bozmaz. Nasıl ki Bedâyi'de beyan olunmuştur. Mekruh zamanlarda
cenaze namazı da mekruhtur. Cenaze namazında imamın abdesti bozulur da yerine
başka birini geçirirse caizdir. Sahih kavil budur. Zahiriyye'de de böyledir.»
denilmektedir.
Cenaze namazı
bilittifak farz-ı kifâyedir Bazı ibarelerde vaciptir denilmişse de bundan
maksat farzdır. Bahır. Lâkin Kuhistâni'de Nazım'dan naklen, «Cenaze namazının
sünnet olduğunu söyleyenler de vardır.» denilmiştir.
Ben derim ki: Bu
sözün «sünnetle sâbit olmuştur.» mânâsına te'vili mümkündür. Nasıl ki bu gibi
yerlerde te'vil budur. Lâkin «bil'icmâ» diye tasrih edilmesi buna aykırıdır.
Meğer ki «İcmâın senedi sünnettir.» denile. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.)in, «İyi
kötü herkesin cenaze namazım kılın! » hadisi böyledir.
Allah Teâlâ
hazretlerinin, «Onların cenaze namazlarını kıl!» emri, bazılarına göre farz
olduğunun delilidir. Lâkin bu kavil Nehir'de de beyan edildiğine göre
reddedilmiştir. Zira Bu ayetle emir edilen şeyin tasadduk edene dua ve istiğfar
olduğuna müfessirlerin icmâı vardır. Şu da var ki muhakkık ulemadan Kemâl b.
Hümâm Tahrir adlı eserinde cenaze namazının farz.olmasını. küçük
çocuğunkıldırmasıyla sâkıt olması karşısında müşkil saymıştır. O şöyle
demektedir: «Maksat fiildir demek, vücüb lafzıyle vârid olan itirazı def
edemez.» Yani cenaze namazı. mükelleflere farzdır. Binaenaleyh fiilin mutlaka
onlar tarafından icrası gerekir. Tahrir şârihi İbn-i Emir Hâcc «Cenaze
namazının mümeyyiz küçük çocuğun kıldırmasıyle sâkıt olması Şâfiîlere göre esah
olan kavildir.» demiş; sonra şunları söylemiştir: «Benim gördüğüm, mezhebimiz
kitaplarında bunun nakledildiğini hatırlamıyorum. Mezhebimizin esası sâkıt
olmamasıdır,» Sözün tamamı yakında gelecektir.
METİN
Cenaze namazının
şartı altıdır.
Birincisi; ölenin
müslüman olması;
İkincisi; üzerine
toprak çekilmedikçe temiz olmasıdır. Toprak çekilirse, yıkanmadan namazı
kabrinin üzerine kılınır. Velev ki evvela namazı kılınmış olsun. Bu istihsânen
yapılır. Kınye'de şöyle denilmektedir: «Pislikten temizlemek - elbisede,
bedende, mekanda- ve avret yerini örtmek hem cenaze hem imam hakkında şarttır.
İmam abdestsiz olarak imam olur da cemaat abdestli bulunurlarsa namaz
.tekrarlanır. Aksi halde tekrarlanmaz. Nasıl ki bir kadın câriye imam olursa
namaz tekrarlanmaz Çünkü cenaze namazı bir kişi ile (zimmetten sâkıt olur.
Kalan şartlardan üçüncüsü; İmamın bâliğ olmasıdır. Teemmül et! Dördüncü şartı da
cenazesinin gelmesidir. Beşinci şartı cenazeyi yere koymak; altıncısı;
cenazenin veya bedeninin ekserisinin namaz kılanın önünde bulunması ve kıbleye
karşı konulmasıdır.
İZAH
Bu şartlar
cenazeye aittir. Namazını kılana ait şartlar, sair namazların şartlarıdır ki,
bunlar da bedenin, elbisenin ve yerin temizliği gibi hakiki temizlik ile hükmî
temizlik avret yerini örtmek, kıbleye karşı dönmek ve niyettir. Yalnız vakit
şart değildir.
«Ölenin müslüman
olması şarttır.» Velev ki anne babasından birine veya memleketine tabi olarak
müslüman sayılsın. Nitekim gelecektir. Ölenden murad; diri olarak doğduktan
sonra ölendir. Âsi ve bâğî, yol kesici veya şehirde zorba olmak, anne
babasından birini öldürmek veya intihar etmek suretiyle ölen değildir. Bunların
izahı gelecektir.
Cenaze yıkanmadan
defnedilir de üzerine toprak çekilmeden hatırlanırsa kabirden çıkarılarak
yıkanır ve namazı kılınır. Cevhere.
«Toprak çekilirse
yıkanmadan namazı kabrinin üzerine kılınır.» Yani dağılmadığı müddetçe kılınır.
Nitekim ileride musannıfın, «Namazı kılınmadan defnedilirse...» dediği yerde
gelecektir. Orada Bahır sahibinin açıkladığına göre yıkanmadan namazının
kılınması, İbn-i Semâa'nın İmam Muhammed'den rivayetidir. Gâyetü'l-Beyan'da
Kudûrî'ye ve Tühfe sahibine nisbet edilerek ka'bri üzerine namaz kılınmayacağı
sahihlenmiştir. Zira yıkanmadan cenaze namazı meşru değildir. Remlî. Bu hususta
sözün tamamı ileride gelecektir.
«Velev ki evvela
namazı kılınmış» da sonra yıkanmadan defnedildiğini hatırlamış olsunlar. Bu
istihsânen caizdir, Çünkü bu namaz muteber değildir. İmkânı varken temizlik
terk edilmiştir. Şimdiimkân da kalmamış ve yıkama farzı sâkıt olmuştur.
Cevhere. Kınye'nin sözünün bir misli de Miftah'ta ve Tecri'de nisbet edilerek
Müctebâ'dadır. İsmail. Lâkin Tatarhâniye'de şu satırlar vardır: «Kâdıhân'a
'cenazenin yerinin temiz olması, namazının caiz olması için şartmıdır?' diye
sorulmuş da şu cevabı vermiştir: Cenaze tabut üzerinde ise şüphesiz caizdir.
Değilse bunun hakkında rivayet yoktur. Ama caiz olması gerekir. Kâdı Bedreddin
de böyle cevab vermiştir.» Tahtavî'de Hızâne'den naklen şöyle deniliyor: «Kefen
cenazenin necasetiyle pislenirse güçlüğü def için zarar etmez. Baştan pislenen
kefen böyle değildir.» Keza cenazenin bedeni ondan çıkan necasetle pislenirse,
kefenlenmeden önce pislendiği taktirde yıkanır. Sonra pislenirse yıkanmaz.
Nitekim bunu gusül bâbında arzetmiştik. Şu halde Kınye'nin sözü, cenazeden
çıkmayan necaset, diye kayıtlanır. Namazı imam abdestsiz, cemaat abdestli
olarak kılarlarsa namaz tekrarlanır. Çünkü abdestsiz namaz sahih değildir.
İmamın namazı sahih olmayınca cemaatın namazı da sahih olmaz. Bahır. «Aksi
halde tekrarlanmaz.» Çünkü imamın namazı sahihtir. Velev ki cemaatın namazları
sahih olmasın. «Nasıl ki bir kadın imam olursa namaz tekrarlanmaz.» Yani kadın
erkeğe imam olursa kendi namazı caizdir. Velev ki erkeğin ona uyması sahih
olmasın. «Veya câriye» sözü bazı nüshalardan düşmüştür.
«İmamın bâliğ
olması »şartında, şârihin «teemmül et!» demesi, bu şart naklen değil, inceleme
suretiyle zikredildiği içindir. İmam Usturuşunî Ahkamü's-Sığâr adlı kitabında
şunları söylemiştir: Çocuk cenaze yıkarsa caizdir. Ama cenaze namazında imam
olursa caiz olmamak icabeder. Bu açıktır. Çünkü cenaze namazı farz-ı
kifâyelerdendir. Çocuk farzı edâya ehil değildir. Lâkin biri cemaata selam
verir de selamı çocuk alırsa bununla iş müşkilleşir.»
Ben derim ki:
Bunun hâsılı şudur: Çocuğun kıldırmasıyle cenaze namazı bâliğ olanlardan sâkıt
olmaz. Çünkü onların namazı, imama uyma şartı. yani «imamın bâliğ olması»
bulunmadığı için sahih değildir. Çocuğun namazı haddizatında sahih olsa da farz
yerine geçmez. Zira çocuk ehil değildir. Bu izaha göre çocuk yalnız başına
kılsa onun fiiliyle bâliğlerden namaz sâkıt olmaz. Kadın bunun hilâfınadır.
Yukarıda geçtiği vecihle o imam olsun, yalnız kılsın, namaz caizdir. Lâkin buna
göre selam meselesi müşkil kalır Cenazeyi yıkamasının caiz olması da öyledir.
Halbuki o da farzdır. Az yukarıda Tahrir'den naklen beyan ettik ki çocuğun
cenaze namazı kılmasıyle borcun sâkıt olması müşkildir. Hatta Tahrir şârihi,
«Ben bunu bir yerde göremedim.» demişti. Yine orada mezhebin usulüne göre
borcun sâkıt olmaması lâzım geldiği bildiriliyordu. Lâkin EI'Ahkâm adlı kitapta
Camiu'l-Fetevâ'dan naklen, selam almakta olduğu gibi, namazın da çocuğun
kılmasıyle sâkıt olacağı beyan olunmuştur. Ondan sonra çocuğun bülûğa ermesi
şart olduğu Siraciye'den nakledilmiştir.
Ben derim ki:
İkincisini (bülûğ meselesini), imam olmak için bülûğ şarttır mânâsına hamletmek
mümkündür. Binaenaleyh bu onun kılmasıyle namazın sâkıt olmasına aykırı
değildir. Nitekim cenaze yıkaması ve selam alması da böyledir. Çocuğun farzı
edâya ehliyeti olmaması buna aykırı değildir. Nitekim biz bunu imamlık babında
musannıfın, «Erkeğin kadına uyması caiz değildir.» dediği yerde tahkik
etmiştik. Oraya müracaat edebilirsin.
Cenazenin imamın
önünde bulunması, bir kişi olduğuna göre zâhirdir. Cenazeler birden
fazlaolurlarsa imam onlardan birinin hizasına durur. Delili, aşağıda gelecek
muhayyerlik meselesidir. Teemmül et! Sonra bunu Tahtavî'de gördüm. Şöyle diyor:
«Bu, imam hakkında zâhirdir. Çünkü cemaatın sıfatları bazen hizadan çıkabilir.»
METİN
Binaenaleyh
gâibin, hayvan gibi bir şey üzerinde taşınmakta olanın ve namaz kılanın
arkasına bırakılanın üzerine cenaze namazı kılmak sahih değildir. Çünkü cenaze
bir vecihden imam gibidir. Bir vecihden değildir. Zira sabi üzerine namazı
kılmak sahihtir. Peygamber (s.a.v.)in Necâşi'ye cenaze namazı kılması lügât
itibariyledir. Yahut ona mahsustur Cemaat cenazenin başını ayaklarının yerine
koyarlarsa namaz sahih olur. Fakat bunu kasten yaparlarsa isaet etmiş olurlar.
Kıblede hata ederlerse araştırdıkları taktirde namaz sahihtir. Araştırmazlarsa
sahih olmaz. Miftahü's-Saade.
Cenaze namazının
rüknü iki şeydir. Birincisi dört tekbirdir, İlk tekbir dahi şart değil rükündür.
Onun içindir ki diğerlerini onun üzerine bina etmek caiz değildir. İkincisi
kıyâmdır. Özürsüz, oturarak cenaze kılınamaz. Sünnetleri üçtür. Bunlar
subhâneke, senâ ve duadır. Bunu Zahidî söylemiştir. Kemâl duanın rükün, ilk
tekbirin şart olduğunu anlamışsa da Bahır sahibi bunu reddederek «Ulema bunun
hilâfını açıklamışlardır.» demiştir.
İZAH
Şârih burada son
üç şartta ihtiraz olunan şeyleri beyan ediyor. Hayvan gibi bir şey üzerinde
taşınmak; meselâ cemaatın elleri üzerinde bulunmakla olur. Muhtar kavle göre
bu. halde iken üzerinde namaz kılmak caiz değildir. Meğer ki bir özür buluna.
Bunu İmdâd sahibi Zeyleî'den nakletmiştir. Ama bu hüküm ilk baştan eller
üzerinde iken kılındığına göredir. Şayet bazı kimselerin elleri üzerinde iken
namazın bazı tekbirleri alınırsa tekbire yetişemeyenler imam selam verdikten
sonra onları alırlar, velev ki omuzlara kaldırılmadan eller üzerinde iken
olsun. Nitekim gelecektir.
Cenaze bir
vecihten imam gibidir.» Zira bu şartlar veya bazıları bulunmadıkça sahih olmaz.
Bir vecihten imam gibi değildir. Çünkü çocuğun ve kadının üzerine kılınması
sahihtir. Bu söz bir vecihten imam gibi olmamanın illetidir. Zira her cihetten
imam olsa çocuğun ve kadının üzerine kılınması caiz olmazdı. Necâşi Habeş
kıralıdır. İsmi Eshame'dir. Lügât itibarıyle duadan murad, mücerret duadır. Ama
bu ihtimalden uzaktır.
«Yahut ona
mahsustur.» Veya tabutu kaldırılmış da Peygamber (s.a.v.) onu huzurunda
görmüştür. Bu taktirde imam önünde bulunan cenazeyi görerek, cemaat ise
görmeden namazını kılmış olurlar ki bu imama uymaya mâni değildir. Fetih sahibi
bu iki ihtimale söz götürmez bir şekilde istidlâl etmiştir. Ona göre müracaat
edebilirsin. Bu cümleden olmak üzere şunu söylemiştir: «Rasulullah (s.a.v.)in
ashabından birçok kimseler vefat etmişti. Onun nazarında bunların en
kıymetlileri kurrâ denilen hâfızlardı. Kendisi cenaze namazı kılmaya son derece
istekli olduğu, hatta «Sizden biriniz ölürse bana mutlaka haber verin! Çünkü
cenaze namazını benim kılmam onun için rahmettir.» buyurduğu halde, bu zevata,
namaz kıldığı nakledilmemiştir.»
Cenazenin başını
ayaklarının yerine koysalar namaz sahih olur.» Bedâyi'de de böyle denilmiştir.
Münye şerhinde Tatarhâniye'ye nisbet edilerek bu söz, «başını imamın soluna
gelecek şekilde koyarlarsa» diye tefsir edilmiştir. Bu suretle cenazenin başını
imamın sağ tarafına gelecek şekilde koymanın sünnet olduğu anlaşılmıştır.
Nitekim şimdi bilinen de budur. Onun için Bedâyi sahibi «isâet» sözünü ta'Iil
ederken; «Çünkü öteden beri nakledilegelen sünneti değiştirmişlerdir.» demiştir.
EI'Hâvi'l-Kudsî'nin, «Cenazenin başı kıbleye karşı duranın sağına gelmek üzere
yere konur» sözü de buna uygundur. Şu halde Rahmetî hâşiyesindeki buna aykırı
beyanat söz götürür. Ona dikkat et!
«Cenaze namazının
rüknü iki şeydir.» Kuhistânî'de. «cenazenin bir cüzü hizasında bulunmakta da
rükün olarak gösterilmişse de öyle anlaşılıyor ki bu rükün değil, şarttır.
Nitekim evvelce beyan etmiştik.
«Onun içindir ki»
Yani tekbirler şart değil, rükün olduğu içindir ki diğerlerini o tekbir üzerine
bina caiz değildir. Çünkü o tekbirle diğerine, de niyet ederse üç tekbir almış
olur ki bu caiz değildir. Bunu Muhit'den naklen Bahır beyan etmiştir. Özürsüz
oturarak cenaze namazı kılınmadığı gibi hayvan üzerinde kılınması dahi caiz
olmaz. Ama bir özürden dolayı, meselâ yağmur veya çamur sebebiyle yere inmek
mümkün olmazsa hayvan üzerinde kılması caiz olur. Cenazenin velîsi hasta olduğu
için oturarak kılar; arkasında cemaat ayakta edâ ederlerse şeyhayna göre
caizdir. İmam Muhammed, «Yalnız imamın namazı caizdir.» demiştir. Hılye.
«Cenaze namazının
sünnetleri, sübhâneke, sena ve duadır.» Muhitten naklen Bahır'da da böyle
denilmiştir. Şârihin «Üçtür.» demesinin muktezası, senânın sübhânekeden başka
bir şey olmasını gerektirir. Halbuki aşağıda geleceği vecihle kendisi senâyı
«Sübhâneke'llâhümme ve bihamdik» diye tefsir etmiştir: Bundan anlaşılır ki
ikisi bir şeydir. Nitekim beyanı gelecektir. Şu halde şârihin, «Üçüncüsü
Peygamber (s.a.v.)e salavattır.» demesi icabederdi. Kemâl'in anladığı mânâ
hususunda Münye'nin iki şârihi (yani Burhan-ı Halebî ile İbn-i Emîr Hâcc) dahi
ona tâbi olmuşlardır. Kemâl duanın rükün olduğu mânâsını anlamış, «Çünkü ulema
cenaze namazının hakikatı ve ondan maksat dua olduğunu söylemişlerdir.» demiş;
ilk tekbir hakkında da «zira bu tekbir ihram tekbiridir.» ifadesini
kullanmıştır. Bahır sahibi bunu reddederek «ulema bunun hilâfını açıklamıştır.»
demiştir.
Dua meselesi
hakkında Muhit'te şöyle denilmektedir: «Dua sünnettir. Ulemanın 'Mesbûk,
tekbiri atıf suretiyle duasız olarak kaza eder.' sözleri buna delâlet eder.
Tekbir meselesi, yukarıda geçeri 'Diğerini o tekbir üzerine bina caiz
değildir.' ve ulemanın 'Dört tekbir, dört rekat yerini tutar.' sözleriyle
açıklanmıştır.»
Ben derim ki:
Muhit'in «dua sünnettir.» sözü hakkında Hılye'de şöyle denilmektedir: «Bu söz
götürür. Zira ulema son neferlerine kadar açıklamışlardır ki cenaze namazı
meyyite duadır. Çünkü ondan maksat duadır.» «Mesbûk, tekbiri atıf suretiyle
duasız olarak kaza eder.» sözü hakkında Münye şerhinde, «Onun yerine bunu imam
üzerine alır. Yani böylece Onun rükün olmasına aykırıdüşmez. Nasıl ki onun
yerine kıraatı da üzerine alır. Bu dahi rükündür.» denilmiştir. Lâkin kıraatı
üzerine alması imama uyarkendir. Namazı bitirdikten sonra mesbûk onu îfâ eder.
Şöyle de denilebilir: İmamın mesbûk nâmına duayı üzerine alması, namazının
sahih olması zaruretindendir. Çünkü sözümüz cenazenin kaldırılacağından
korkarak tekbirleri birbirine birleştirmek suretiyle aldığına göredir.
Ben derim ki:
Namazın şartları bâbında geçtiği vecihle cenaze namazı kılan kimse, Allah için
namaza, meyyit için duaya niyet eder. şârih orada bunu, «Bize vacip olan
budur.» diye illetlendirmiş; biz de bunu orada Zeyleî'den, Bahır ve Nehir'den
nakletmiştik. Bu, Muhakkık Kemâl'in tercihini te'yid eder. Muvaffakiyet
Allah'tandır. Diğerini o tekbir üzerine bina caiz olmaması, bu tekbir rekat
yerine geçtiği içindir. Onun böyle olmasından her cihetle rükün olması lâzım
gelmez. Zira şüphesiz bu tekbir tahrîmedir. Onunla namaza girilir. Onun için de
el kaldırmak ona mahsus kalmıştır. Binaenaleyh o bir cihetle şart, bir cihetle
rükündür.
METİN
Ölen her
müslümanın cenaze namazını kılmak farzdır. Bundan yalnız dört kişi müstesnadır
ki, onlar da bâğîlerle yol kesenlerdir. Böyleleri harpde öldürülürlerse
yıkanmazlar; namazları da kılınmaz. Harpten sonra öldürülürlerse cenazeleri
kılınır. Çünkü bu ya haddi şer'î (ceza) yahut kısastır. Keza çeteciler
geceleyin şehirde silahla zorbalık edenler ve defalarca insan boğan
kimselerdir. Bunların hükmü de bâğîler gibidir.
İZAH
Bâğîler, haksız
yere hükümdara âsi olan müslüman cemaattır. Onların namazlarının kılınmaması,
kendilerine ihanet ve başkalarını onların yaptığından menetmek içindir. Şârihin
yıkanmayacaklarını da söylemesi, bazıları «yıkanırlar; fakat namazları
kılınmaz.» dedikleri içindir. Bu, şehitlerle aralarında fark olduğunu göstermek
içindir. Nitekim Zeyleî ve başkaları böyle demişlerdir. Bunun rivayeti azdır ki
mezkur rivayetin zaif olduğuna işaret eder. Lâkin Dürer ve Vikâye sahipleri
bunu tercih etmişler; Tatarhâniye sahibi, «Fetva buna göredir» demiştir.
«Harpten sonra
öldürülürlerse cenazeleri kılınır.» Zeyleî diyor ki: «Böyleleri hükümdar
kendilerine galebe çaldıktan sonra öldürülürlerse yıkanırlar; namazları da
kılınır. Bu tafsilat güzeldir. Ulemanın büyükleri bununla amel etmişlerdir.
Çünkü bu halde yol kesicinin öldürülmesi ya haddi şer'î yahut kısastır.
Bunlardan biri ile öldürülen ise yıkanır ve namazı kılınır. Bu halde bâğînin
öldürülmesi siyaset içindir. Yahut nüfuzları kırılmak için öldürülür. Bunun
faidesi umuma ait olduğu için kısas yerine tutulur.».
«Yahut kısastır.»
demesi, haddi düşürecek bir sebep bulunduğuna bakaraktır. Meselâ mahremi olan
bir kimsenin yolunu kesmesi bu kabildendir. Bu tafsilden anlaşılır ki bunlardan
biri yakalanmazdan önce veya sonra eceli ile ölse namazı kılınır. Nitekim
Hılye'de bundan bahsedilmiş fakat «Ben bunu açık olarak bir yerde görmedim.»
denilmiştir.
Ben derim ki:
El'Ahkam'da Ebu'l-Leys'den naklen, «Bunlar harpten başka bir yerde
öldürülürlerveya ölürlerse namazları kılınır.» denilmektedir ki bu husus ta
açıktır.
Çeteci (diye
terceme ettiğimiz usbe sözü) zulüm için kavmine yardım eden; onlar için gazaba
gelen kimsedir. «asabiyete çağıran yahut asabiyet için çarpışan bizden
değildir.» hadisi bu kabildendir. Dürerü'l-Bihar şerhi ile Nevâzil'de şöyle
denilmiştir: «Ulemamız asabiyet için öldürülenleri bu tafsilata göre bâğîler
hükmünde tutmuşlardır. EI'Mugnî adlı kitapta Dervâzekli ile Kelebâzlı da bağî
hükmünde tutulmuştur. (Dervâzek ile Kelebâz iki mahalle olup, biri Buhara'da
diğeri Nişâbur'dadır. Bunu Tabâkat Abdülkâdir'den Ebu's-Suûd nakletmiştir.) Bu
gibilere durup bakarken kendilerine taş veya başka bir şey isabet ederek o
halde ölenler de bu hükümdedir. Oradan dağıldıktan sonra ölürlerse namazları
kılınır.» Tahtavî, «Mısır'daki Sa'd ve Haram kabileleriyle Yemen ve diğer bazı
memleketlerdeki Kays kabilesi de bunlar gibidir.» diyor.
Ben derim ki:
Zâhire bakılırsa bu hüküm isyan ve tecavüz her iki taraftan olduğuna göredir.
Bir fırka diğerine tecavüz ederde o taraf mümkün olduğu kadar kendini müdafaa
ederse, müdafaacı şehit olur. Molla Miskîn şerhinde bunu te'yid eden sözler
vardır. Oraya müracaat et!
«Geceleyin
şehirde silahla zorbalık edenler.» dört müstesnadan üçüncüsüdür. Dürer, Bahır
ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Zorba (diye terceme ettiğimiz
mükâbirden murad) şehrin bir tarafına durup masum insanlara sataşan kimsedir.
Zâhire bakılırsa bu söz İmam Ebû Yusuf'un kavline dayanmaktadır. Ona göre
böylesi, şehirde geceleyin çıkarsa mutlak surette yol kesici; gündüzün çıkarsa
silahlı olmak şartıyle yol kesicidir. Fetvada buna göredir. Nitekim inşallah
bâbında görülecektir. Şehirde olmazsa bunlara yol kesici hükmü verilir. Yani
henüz bir şey almadan ve öldürmeden yakalanırsa tevbe edinceye kadar
hapsedilir. Malı almışsa el ve ayağı çapraz kesilir. Masum bir kimseyi
öldürmüşse hadd-i şer'î olmak üzere öldürülür. Nitekim tafsilâtı, yerinde
gelecektir. O kimsenin cezası ölüm olduğuna göre, namazı kılınmaz. Şu
anlattıklarımızla açığa çıkmıştır ki «silahla» sözü kayıt değildir. Çünkü şehirde
geceleyin bir yerde durunca silahla veya taş ve sopa gibi bir şeyle öldürmesi
arasında fark yoktur. AIIah'u âlem.
Dördüncü
müstesna, «defalarca insan boğan kimsedir.» Musannıf bâğîler babında bunu
«şehirde olursa» diye kayıtlamıştır. Şerhle birlikte. ibaresi şöyledir: «Bir
kimsenin şehirde adam boğması tekerrür ederse, yani tekrar tekrar insan
boğarsa, bundan dolayı siyaseten öldürülür. Çünkü fesat peşinde koşmuştur.
Böyle olan herkesin şerri. öldürmekle defedilir. Tekrar etmez de, meselâ bir
defo boğarsa siyaseten öldürülmez. Zira bu ağır bir şeyle insan öldürmek
gibidir ki. Ebû Hanîfe'den başkalarına göre cezası kısastır. Yani Ebû Hanîfe'ye
göre burada ağır bir şeyle insan öldürmekte olduğu gibi, o kimsenin âkilesinin
(akrabasının) diyet ödemesi lazım gelir.
«Bir defa
boğarsa» sözünün zâhirine bakılırsa, tekrar, iki defa ile hâsıl olur. «Bunların
hükmü de bâğîler gibidir.» Bahır'la Zeyleî'de de böyle denilmiştir. Yani
çetecinin, zorbanın ve insan boğanın hükümleri de bâğîlerin hükmü gibidir.
Onlar da yıkanmaz ve namazları kılınmaz. Dürer'deki, «Her ne kadar bâğî, yol
kesici ve zorbalar yıkansalar da namazları kılınmaz.» ifadesi diğer rivayete
göredir. Biz bu rivayetin tercih edildiğini yukarıda arzettik.
METİN
Kendini öldüren
kimse, bu işi kasten bile yapsa, yıkanır ve namazı kılınır. Bununla fetva
verilir. Velev ki günah itibariyle başkasını öldürmekten daha büyük olsun.
Kemâl, Ebû Yusuf'un kavlini tercih etmiştir. Çünkü Müslim'in sahihinde
«Peygamber (s.a.v.) kendini öldüren bir adamın yanına geldi de onun namazını
kılmadı.» denilmektedir. Ana babasından birini öldüren kimseye bir ihanet (ve
tahkir) olmak üzere cenaze namazı kılınmaz. Nehir sahibi böylesini bâğîlere
katmıştır.
İZAH
«Bununla fetva
verilir.» Çünkü bu adam fâsıktır. Fakat yeryüzünde fesat çıkarmak için koşmaz,
velev ki kendi nefsine bâğî olsun. Şu halde sair müslüman fâsıklar gibidir.
Zeyleî.
«Kemâl, Ebû
Yusuf'un kavlini tercih etmiştir.» Ona göre intihar eden kimse yıkanır: namazı
kılınmaz. Bunu İsmail Hızânet'ül-Fetevâ'dan nakletmiştir. Kuhistânî, Kifâye ve
diğer kitaplarda, İmam Suğudî'nin, «Bence esah olan kavil namazının
kılınmamasıdır. Çünkü o kimsenin tevbesi yoktur» dediği rivayet olunmuştur.
Bahır sahibi diyor ki «Tashih muhteliftir. Lakin ikinci kavil hadisle te'yid
edilmiştir.»
Ben derim ki:
Şöyle denilebilir: Hadiste buna delalet yoktur. Zira onda Rasûlüllah (s.a.v.)in
o kimse üzerine cenaze namazı kılmadığından başka bir şey yoktur. Zâhire
bakılırsa başkalarını böyle bir işten menetmek için kılamamıştır. Nasıl ki
borçlunun cenaze namazını da kılmamıştır. Bundan, onun namazını ashabdan da
kimsenin kılmamış olması lazım gelmez. Çünkü onun namazı ile başkasının namazı
bir değildir.
Teâlâ hazretleri
«şüphesiz senin namazın onlar için rahatlıktır.» buyurmuştur. Sonra Münye şerhinde
böylece incelendiğini gördüm. Bir de «Ona tevbe yoktur.» diye yapılan ta'lil,
ehli sünnet velecmaat, kâidelerine göre müşkildir. Zira âsinin tevbesinin kabul
edileceğini bildiren naslar mutlaktır. Hatta küfürden dolayı yapılan tevbe
katîi surette makbuldür. Halbuki onun vebali daha büyüktür. İhtimal murad, yeis
halindeki tevbedir. Nitekim âdeten yaşamayacağı bir şey yapması. meselâ anında
ölüverecek şekilde yaralaması, denize yahut ateşe atması ve arkasından tevbe
etmesi bu kabildendir. Ama kendini yaralar da birkaç gün sağ kalır, sonra tevbe
ederek ölürse tevbesinin kesinlikle kabul edileceğini söylemek gerekir. Velev
ki o fiili helâl itikad etsin. Çünkü o zaman günahtan tevbe şöyle dursun,
küfürden tevbe bile makbuldür. Hatta yeis halinde âsinin tevbesinin kabul
edilip edilmeyeceği hûsusundaki hilaf önce geçmişti. Sonra bilmelisin ki bütün
bunlar kendini kasten öldüren hakkındadır. Hataen öldürürse namazı hifafsız
kılınır. Nitekîm Kifâye ve diğer kitaplarda açıklanmıştır. Böylesinin,
şehitlerle beraber sayılacağı ileride gelecektir.
«Ana babasından
birini öldüren kimsenin cenaze namazı kılınmaz.» Zâhirine bakılırsa bundan
maksat, hükümdar tarafından kısas olarak öldürülendir. Eceli ile ölürse namazı
kılınır. Nitekim bâğîlerle benzerleri hakkında da hüküm budur. Ama bunu açık
olarak bir yerde görmedim. Araştırılmalıdır!
METİN
Cenaze namazı
dört tekbirle kılınır. Her tekbir bir rekat yerine geçer. Yalnız ilk tekbirde
eller kaldırılır. Belh uleması her tekbirde kaldırılacağını söylemişlerdir. İlk
tekbirden sonra senâ okunur. Bu. «subhânekellâhümme ve bihamdik»ten ibârettir.
İkinciden sonra teşehhütte olduğu gibi Peygamber (s.a.v.)e salavat getirilir.
Çünkü salavatı duadan önce okumak duanın sünnetidir.
Üçüncü tekbirden
sonra ahiret umuruna dair dua okunur. Rivayet edilen duayı okumak evladır. Bu
duada. islâm önce zikredilmiştir. Halbuki islâm imandır. Çünkü islâm inkiyat ve
teslim olmak mânâsına gelir. Sanki sağlığında iman ve teslimiyet ile duadır.
Vefat halinde ise emelden ibaret olan teslimiyet mevcut değildir.
Dördüncü
tekbirden sonra dua etmeksizin cenaze ve cemaatı niyet ederek iki tarafa selam
verilir. İmam, tekbirden maada her şeyi gizli okur. Bunu Zeyleî ve diğer ulema
söylemişlerdir. Lakin Bedâyi'de. «Bizim zamanımızda selamı âşikâre vermekle
amel olunur.» denilmiştir. Cevahiru'l-Fetevâ'da selamın birini âşikâre
okuyacağı bildirilmiştir.
İZAH
Belh ulemasının
sözleri, eimme-i selâsenin kavilleridir. Bu, İmam-ı A'zam'dan da birer
rivayettir. Nitekim Dürerü'l-Bihâr şerhinde beyan edilmiştir. Birincisi zâhir
rivayettir. Bu, Bahır'da da zikrolunmuştur. Remlî'nin yazdığı Bahır
haşiyesinde, «Bundan şu mânâ çıkarılabilir ki; bir Hanefî Şâfiîye uyarsa el
kaldırmakta ona tâbi olması evladır. Ama ben bunu bir yerde görmedim.»
deniliyor.
Ben derim ki:
Vaciptir dememiştir. Çünkü tâbi olmak ancak farz veya vacipte lazım olur. Bu el
kaldırmak Şâfiîye göre vacip değildir. Gerçi Kuhistânî'nin Keydâniyye şerhinde
«Rükû ve cenaze tekbirlerindeki el kaldırmada tâbi olmak câiz değildir.»
denilmişse de söz götürür. Çünkü bu, cenaze tekbirlerine bakarak ictihad caiz
olmayan şeylerden değildir. Biliyorsun ki bizim ulemamızdan Belhliler buna kail
olmuşlardır. Biz bu makamı, namazın vacipleri bâbının sonunda izah ettik.
Bayram namazlarında da bundan birşeyler arzettik,
«Senâ, Sübhâneke»
okumaktan ibarettir. Dürerü'l-Bihâr şerhinde ve diğer kitaplarda senâ böyle
tefsir edilmiştir. İnâye'de, «Hidâye sahibinin muradı da budur. Çünkü senâ
denilince malum olan budur.» denilmiştir. Nehir'de bunun, imam Hasan tarafından
Ebû Hanîfe'den rivayet edildiği bildirilmektedir. Mebsut'ta ise zâhir
rivayetten naklen Allah'a hamdedileceği kayıt edilmiştir.
Ben derim ki:
Zâhir rivayetin muktezası, sünnetin hangi hamd sîgasiyle olursa olsun yerine
gelmesidir. Bu, mezkûr senâya da şâmildir. Çünkü onda da hamd vardır.
«Çünkü salavatı
duadan önce okumak duanın sünnetidir.» Nasıl ki senâyı salavat ve duadan önce
okumak ta sünnettir.
«Üçüncü tekbirden
sonra ahiret umuruna dair dua okunur.» Duayı okuyan kendinin, cenazenin ve
bütün müslümanların afvını diler. Dua eder ki, kendisi afv ve başkası hakkında
yaptığı duası kabul olunsun. Bir de duanın sünneti, evvela kendinden
başlamaktır. Teâlâ hazretleri, «Beni, annemi babamı ve evime mü'min olarak
girenleri afveyle.» buyurarak duayı talim etmiştir. Cevhere'debundan sonra
menkul duayı iyi bilmeyen kimsenin, «Allahümme'ğfirlenâ veliyâlideynâ» (Yarabbi
bizi ve anne babalarımızı bağışla) diye dua etmesi, kendine ve müminlere afv
dilemesi gerektiği ifade edilmiştir.
«Rivayet edilen
duayı okumak evladır.» Rivayet edilen dualardan biri şudur:
Mânâsı şudur:
«Yarabbi! Bizim dirimizi, ölümüzü, şâhidimizi, gâibimizi, küçüğümüzü,
büyüğümüzü, erkeğimizi, kadınımızı afveyle! Yarabbi, bizden yaşattıklarını
islâm dini üzere yaşat, öldürdüklerini de iman üzere öldür! Yarabbi! Bu meyyite
mağfiret eyle! Rahmet eyle! Âfiyet ver! Afveyle! Kendisine ikramda bulun!
Vardığı yeri genişlet! Onu su ile karla ve dolu ile yıka! Onu beyaz elbisenin
kirden temizlendiği gibi günahlarından temizle! Kendisine evinden daha hayırlı
ev, ailesinden daha hayırlı aile, eşinden daha hayırlı eş ver! Onu cennete koy,
kabir ve cehennem azabından koru!»
T E N B İ H:
Maksat duanın şümulüdür. Mânâ «Bütün müslümanları afvet!» demektir. Binaenaleyh
«Küçüğümüzü», sözü aşağıda gelen «Çocuk için mağfiret dilenmez.» yani «onu afv
et denilmez.»; ifadesine aykırı değîldir. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Aile ve
eşi daha karisiyle değiştirmekten murad: Kendilerini değil. vasıflarını
değiştirmektir. Çünkü Teâla Hazretleri «Zürriyetlerini de kendilerine katacağız.»
buyurmuştur. Taberânî ve diğer hadis kitaplarının rivayet ettiği bir hadiste.
«Cennetteki dünya kadınları, Hûrîlerden daha üstün olacaklardır.»
buyurulmuştur. Bir de bu temenni, eşi olmayan hakkındadır. Yani olmuş olsa.
böyle hayırlı olmalıdır demektir. Şu da var ki, «Kadın son kocasına aittir.»
hadisi sahihtir. Yani kadın nikahında iken ölen son kocasına aittir demektir.
Hadis ulemasından bir cemaatın rivayet ettiği bir hadiste, «Bizden bir kadının
çok defa dünyada iki kocası oluyor. Kadın ölür, kocaları da ölürler. Cennete
girdiklerinde bu kadın hangisine ait olur, diye soruldukta Rasûlüllah (s.a.v.),
dünyada kadın nikahında iken hangisinin ahlâkı daha güzel idi ise ona ait olur,
buyurdular.» denilmiştir. Lâkin bu hadis zaiftir. Tamamı İbn-i Hacer'in Tühfe
adlı eserindedir. Yukarıda geçtiği vecihle rivayet edilen duada, islâm önce
zikredilmiştir.
Malumun olsun ki,
İslam iki manaya gelir. Birincisi şer'i olup iman mânâsınadır. ikincisi
lüğâvidir ve teslim olmak, inkıyat etmek mânâsınadır. Nitekim Nesefî'nin Umde
şerhinde beyan edilmiştir. Şârihin. «Halbuki islâm imandır.» sözü islâmın şer'î
mânâsına nazarandır. Şârihin sözü Sadrı'ş-Şeria'dan alınmıştır. Hâsılı islâm
hayat haline mahsustur. Çünkü kelimenin her iki mânâsıyle münasip olan budur.
İman ölüm haline tahsis edilmiştir. O hale münasip olan da budur. Zira iman
amel değil, sadece tasdik mânâsını ifade eder. Ölüm halinde ise bundan başkası
mümkün değildir.
Dua etmeksizin
selam vermek zâhir mezheptir, Bazıları, «Allâhümme Rabbenâ âtinâ fiddünya
haseneten» duasını bir takımları «Rabbenâ lâ tüzi' kulûbenâ» yı okuması lâzım
geldiğini söylemişlerdir. Sükut ile dua arasında muhayyer kalacağını.
söyleyenler de olmuştur. Bahır.
Cenazeyi ve
cemaatı niyet ederek iki tarafa selam verir.» Fetih'te böyle denilmiştir.
Zeyleî, «Her iki selamla namazın sıfatı bâbında anlattığımız şekilde niyet
eder. İmama niyet ettiği gibi cenazeye de niyet eder.» diyor. Bu sözden
anlaşıldığına göre hafaza meleklerini dahi niyet eder. Sonra bunu açıkolarak
Dürerü'l-Bihâr şerhinde gördüm. Hâniye, Zahiriyye ve Cevhere'de beyan
olunduğuna göre cenazeye niyet etmez. Bahır sahibi. «Bu açıktır. Çünkü meyyit
selamla muhatap değildir ki, ona da niyet etsin. O selama ehil değildir.»
demiş; Nehir sahibi de onu tasdik etmiştir. Lâkin Hayreddin-i Remli şunları
söylemiştir: «Bu sözü kabul edemeyiz. Kabirde yatanlara «esselamü aleyküm dâre
kavmin mü'minîn» denileceğini bildiren hadisi şerif ve Peygamber (s.a.v.)in
ölülere nasıl selam verileceğini .öğretmesi ileride gelecektir.»
Bedâyi sahibinin,
selamı âşikâre vermek hususundaki sözüne karşı şöyle denilebilir: Zeyleî selam
vermenin zikredilen külliyeye dahil olduğunu kastetmemiştir. Bedâyi'de şöyle
denilmiştir: «Her tekbirden sonra okuduklarını âşikâre okumaz. Çünkü bu
zikirdir. Zikirde sünnet, gizli okumaktır. Selam verirken sesini yükseltir mi
yükseltmez mi meselesine dair zâhir rivayette söz yoktur. Hasan b. Ziyâd'ın
söylediğine göre sesini yükseltmez. Çünkü bu. ilan içindir; buna hacet yoktur.
Zira selam vermek tekbirin arkasında fasılasız meşrudur. Lâkin zamanımızda amel
bunun hilafınadır.»
METİN
Cenaze namazında
kıraat ve teşehhüt yoktur. İmam Şafiî ilk rekatta fâtihayı tayin etmiştir. Bize
göre fatiha dua niyetiyle caizdir. Kıraat niyetiyle okuması mekruhtur. Çünkü
cenaze namazında Peygamber (s.a.v.) den sâbit olmamıştır. Cenaze saflarının en
hayırlısı son saftır. Bu, tevazu göstermek içindir. İmamı beş tekbir alırsa
cemaat kendisine tâbi olmaz. Çünkü bu mekruhtur. Cemaat olan bekleyerek imamla
birlikte selam verir. Bununla fetva verilir. Bu, doğrudan doğruya tekbiri
imamdan işittiğine göredir. Tebliğciden işitirse ona tâbi olur. Ve her tekbirde
iftetaha niyet eder. Bayramda da böyle yapar.
İZAH
İmam-ı Ahmed'in
kavli Şâfiî'nin gibidir. Çünkü İbn-i Abbas hazretleri bir cenazenin namazını
kılmış ve fâtihayı sesli okuyarak «Sünnet olduğu bilinsin diye ben bunu kasten
yaptım.» demiştir. Bizim mezhebimiz Hazreti Ömer'le oğlunun, Ali ve Ebu Hureyre
(r.a. hüm hazerâtı)nin kavilleridir. İmam-ı Mâlik de bizimle beraberdir.
Nitekim Münye şerhinde beyan olunmuştur.
«Bize göre fâtiha
dua niyetiyle caizdir.» Öyle anlaşılıyor ki, bu taktirde fâtiha senâ yerim
tutar. Zira zâhir rivayete göre ilk tekbirden sonra tahmid sünnettir.
«Kıraat niyetiyle
okunması mekruhtur.» Bahır'da Tecnis ve Muhit'ten naklen «Caiz değildir. Çünkü
burası kıraat değil, dua yeridir.» denilmiştir. Valvalciye ile Tatarhâniye'de
de böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa buradaki kerahet kerahet-i
tahrimiyedir. Kınye sahibinin. «Cenaze namazında fâtihayı okursa caizdir.» Yani
dua niyetiyle okursa caizdir demesi. sözü başkalarının sözlerine uygun olsun
diyedir. Yahut «caizdir.» sözünden, «sahihtir» manâsını kastetmiştir. Şu da var
ki Kınye sahibinin sözü başkalarıyle çelişirse onun sözüyle amel edilmez.
Binaenaleyh Şurunbulâlî'nin risalesinde, «Kınye sahibi cenaze namazında fâtiha
okumanın caiz olduğunu nassan bildirmiştir..» demesi, açık söz götürür.
Şurunbulâlî'nin ve keza Molla Aliyyü'l-Kârî'nin, «İmam-ı Şâfiî'nin hilafından
çıkmak için cenaze namazında dua niyetiyle fâtihayı okumak müstehaptır.»
demeleri de söz götürür. Çünkü Şafiî'ye göre fâtiha ancak Kur'an niyetiyle
okunursa caiz olur. Bir kimse başkasının mezhebine riayet için fâtihayı kıraat
niyetiyle okuyarak kendi mezhebine göre mekruh olanı irtikâb edemez. Nitekim
izahı kitabın başında geçmişti.
«Cenaze
saflarının en hayırlısı son saftır.» Kınye'de de böyle denilmiştir. Hılye
sahibi Sahih-i Müslim'de Peygamber (s.a.v.)den rivayet olunan, «Erkeğin
saflarının en hayırlısı birincisi, en hayırsızı da sonuncusudur.» hadisinin
mutlak olan ifadesiyle istidlâl ederek bu hususta inceleme yapmıştır. Bir de
tevazu göstermenin geri durmaya bağlı olmamasıyle istidlâl etmiştir.
Ben derim ki:
Cevaben şöyle denilebilir: Hadis mutlak olarak namaza mahsustur. Zira hemen
hatıra gelen odur. Bir de Peygamber (s.a.v.) «Bir kimsenin cenaze namazını üç
saf cemaat kılarsa o kimsenin günahı afvolunur.» buyurmuştur. Bu hadisi Ebû
Davud rivayet etmiş ve, «Müslim'in şartı üzere sahihtir.» demiştir. Onun için
de Muhit sahibi, hasen hadistir, demiştir. Hakim dahi rivayet etmiş ve
«Müslimin'in şartı üzere sahihtir.» demiştir. Onun için de Muhit sahibi,
«Safların üç olması müstehaptır. Hatta cemaat yedi kişi olsa biri imamlığa
geçer. Onun arkasına üç kişi, onların arkasına iki kişi, en sona bir kişi
durur.» demiştir. Cenazede dahi ilk saf efdal olmuş olsa bunların hepsini bir
saf yapmak efdal olur; bir kişinin yalnız başına durması mekruh sayılırdı.
Nitekim başka namazlarda mekruhtur. Benim anladığım budur.
«Çünkü bu
mensuhtur.» Rasûlüllah (s.a.v.)in fiili hususunda rivayetler muhteliftir.
Cenaze namazında beş tekbir aldığı rivayet edildiği gibi, yedi, dokuz ve daha
ziyade tekbir aldığı da rivayet olunmuştur. şu kadar var ki, son fiili dört
tekbir olmuştur. Binaenaleyh bu evvelkileri neshetmiştir. Bunu Halebî İmdâd'tan
nakletmiştir. Zeyleî'de, «Peygamber (s.a.v.) Necâşî'nin cenaze namazını kıldığı
vakit dört tekbir almış ve bir daha vefatına kadar buna devam etmiştir. Böylece
öncekiler neshedilmiştir.» deniliyor. T.
«Bununla fetva
verilir.» Fethü'l-Kadir sahibi bunu tercih etmiş ve şunları söylemiştir:
«Tekbirleri aldıktan sonra namazın hürmetinde kalmak mutlak surette hata
değildir. Hata yalnız beşinci tekbirde imama tâbi olmaktadır.» Bahır. İmam-ı
A'zam'dan bir rivayete göre hemen selam verir; muhalefeti tahakkuk ettirmek
için beklemez. T.
«Ve her tekbirde
iftetaha niyet eder.» Zira caiz ki imamın iftetah tekbiri o anda olur da,
tebliğ eden müezzin hata etmiştir. Bunu Bahır sahibi el' Mecmaa'l-Melekî
şerhinden «ulema demişlerdir.» ifadesiyle. bayram namazı bâbında ise
«denilmiştir.» tabiri ile nakletmiştir ki, her iki sîga zaiflik bildirmektedir.
Nasıl zaif olmasın. bu sözün anlaşılır bir tarafı yoktur. Çünkü murad. dördüncü
tekbirden fazla olanla iftetaha niyet etmesi olsa ki hatıra gelen budur. ondan
sonra başka üç tekbir daha alması lazım gelir. Zira iftetah niyeti, müezzinin
hata etmesi ihtimalinden dolayı namazını sahih kılmak içindir. Namazın sahih
olması ancak o tekbirden sonra üç tekbir almakta olur. Çünkü bu tekbirler
rükündür. Böyle olmasa niyeti hükümsüz kalır. Ve tekbirlerin alınmaması vacip
olurdu. Murad bütün tekbirler olsa, müezzinin dörtten ziyade aldığını nereden
bilecektir ki hepsiyle iftetaha niyet etsin! Zira hata ihtimali ancak ziyade
vakitte meydana çıkar.
METİN
Cenaze namazında
çocuk, deli ve bunak için mağfiret dilenmez. Çünkü bunlar mükellef değillerdir.
Belki bâliğlerin duasından sonra «Allâhümme'c'alhü lenâ feretan» «Yârabbi, bunu
bize öncü yap!» (yanı bize su hazırlamak için havz-ı kevsere bizden önce
varsın!» diye dua edilir. Hayırda öne geçeceği için bu aynı zamanda çocuğa da
dua olur. Bâhusus ulema «Çocuğun hasenatı kendinindir; anne babasının değildir.
Onlara öğretme sevabı vardır.» demişlerdir. «Vec'alhü zühran ve şâfian
müşeffean» yani «onu bize, zahîre ve şefaatı makbul olan bir şafaatçı yap!»
cümleleriyle dua tamam olur.
İZAH
Deli ile bunağa
mağfiret istenmemesi, asıldan bu hallere müptelâ olduklarına göredir. Yoksa
bülûğdan sonra ârız olan delilik ve bunaklık geçmiş günahları iskat etmezler.
Nitekim Münye şerhinde beyan olunmuştur.
«Bâliğlerin
duasından sonra» ifadesinin yerine bazı Dürer nüshalarında «Bâliğlerin duasına
bedel bu dua okunur.» denilmiştir. Allâme Nuh efendi «bâliğlerin duasından
sonra» diye yazılı nüshanın üzerine «Bu, meşhûr kitaplarda beyan edilene
muhaliftir. Çocuk için mağfiret dilenmez, sözünü de nakseder. Onun için
bazıları bunun bedel kelimesinden doğma bir hata olduğunu söylemişlerdir.» diye
yazmıştır. Şeyh İsmâil bir hayli söz ettikten sonra şunları söylemiştir:
«Hâsılı, mezhebimizin metinlerinin. fetva kitaplarının ve Gurerü'l-Ezkâr'ın
acık ifadesinin iktizasınca, küçük çocuk hakkında 'Allâhümme'c'alhü lenâ
feratan ilh...' duâsını okumakla yetinmelidir.»
Ben derim ki: Bu
sözü hâsılı da bâliğlere ait dualardan hiçbir şey okumayıp bu kadarcığı ile
yetinmektir. Filhakika Hılye'de Bedâyi, Muhit ve Kadıhân'ın Cami' şerhinden
alınarak bu hususta hemen hemen açık sözler nakledilmiştir. Ona müracaat
edebilirsin!
Bununla
anlaşılıyor ki, Münye şerhindeki «Bu duayı "Ve men teveffeytehü minnâ
feteveffehu ale'l İmân" cümlesinden sonra okur.» ifadesi, Dürer'in
«bâliğlerin duasından sonra« yazılı nüshasına göredir. Bunu tedebbür eyle!
Yukarıda geçen bâliğlerin duasındaki «ve sağîrinâ ve kebîrinâ» «küçüğümüzü
büyüğümüzü« ifadesi, ulemanın «Çocuk için mağfiret dilenmez.» sözlerine aykırı
değildir. Nitekim yukarıda arz ettik. El'-Muğrib adlı lügat kitabında 'feratan'
önceden gönderilen ecir mânâsına geldiği, bu kelimenin asıl itibarıyla suya
gidenlerin önünden gidip onlara su hazırlayan hakkında kullanıldığı
bildirilmiştir. «Ene feratuküm ale'l havz» ben havzı kevsere sizden önce
varacağım; hadisi bu cümledendir. şârih asıl olan bu ikinci mânâ ile
yetinmiştir. Çünkü Bahır'da, «Burada bu mânâ daha münasiptir, Tâ ki, onu bize
ecir yap, cümlesiyle birlikte tekrar olmasın.» denilmiştir. Tahtavî diyor ki:
«Nehir ve diğer kitaplarda ferata öncü mânâsına tefsir edilmiştir ki, ahirette
anne babasının yerlerini hazırlayan öncü demektir.
Bu aynı zamanda
çocuğa da dua olur.» Yani anne babasına ve namazını kılanlara dua olduğu gibi
çocuğa da duadır. Çünkü o çocuk hayırda öncü olmazsa susuzluğu gidermek için
su, yahut annebabasına o bekâ âleminde yer hazırlayamaz. Bu söz, bir sualin
cevabıdır. Sual şudur: Bu dua diriler içindir. Onun cenazeye bir faydası
yoktur. T.
«Ulema, 'çocuğun
hasenatı kendinindir.' demişlerdir.» Yani hayır hasenatının sevabı kendinin
olunca, çocuk sevap ve cezaya ehil demektir. Binaenaleyh bu duanın onun için de
olması münasiptir. Tâ ki kıyamet gününde ondan istifade etsin. Hidâye, Kâfi,
Kenz ve diğer kitaplarda, «Vec'alhü lenâ ecran vec'alhü lenâ zuhran» «Yârabbi
onu bize ecir, onu bize zahîre yap! diye dua edileceği yazılmıştır. Dürer ve
Vikâye'de ise kitabımızdâki gibidir.
T E T İ M M E:
Bazı kitaplarda şöyle dua edileceği bildirilmiştir: «Allâhümme'c'alhü
livâlideyhi feretan ve selefen ve zühran ve ızaten ve i'tibâren ve şefîan ve
ecran. Ve sekkıl bihi mevâzînehümâ ve frugi's sabre alâ kulûbihimâ velâ
teftinhümâ ba'de vagfirlenâ veleh.» T.
«Yarabbî, Bunu
anne babasına öncü ve peşin hayır, zahîre, vaaz, ibret, şefaatçı ve ecir yap!
Onunla anne babasının mizânlarını ağırlaştır; kalblerine sabır ver! Bundan
sonra onları ibtilâ etme! Bizi de onu da afveyle!» T.
Ben derim ki:
Bunu Şâfiîlerin kitaplarında gördüm. Yalnız «vağfirlenâ velehu» yerine «velâ
tüharrimhümâ ecrehu» «Anne babasını bunun ecrinden mahrum etme!» denilmiş. Bu
daha iyidir. Zira yukarıda çocuğa afv istenmeyeceği geçmişti. Münye şerhinde
şöyle deniliyor: «Müfid'de beyan edildiğine göre cenaze namazını kılan kimse
çocuğun anne babasına dua eder. Bazıları, «Allahümme seggıl bihi mevazînehümâ
ve e'zım bihi ecrahüma vela teftihüma ba'dehü. Allahümmecalhü fî kefaleti
ibrahime ve elhıghü bi salihilmü'minin» duasını okur demişlerdir.»
METİN
İmamın mutlak
surette cenazenin göğsü hizasında durması menduptur. Yani erkekle kadın
arasında fark yapmaz. Çünkü göğsü imanın yeridir. Şefaat imandan dolayı
yapılır. Namazın bazı tekbirlerine yetişemeyen mesbûk hemen tekbir almayıp
imamla beraber tekbir almak için onun tekbir almasını bekler. Onun imamla
beraber aldığı bir tekbir, iftetah tekbiridir. Zira yukarıda geçtiği vecihle
her tekbir bir rekat gibidir. Mesbûk. yetişemediğini kazâdan başlamaz. İmam Ebû
Yusuf, «Geldiği gibi tekbir alır.» demiştir. Nitekim tahrime halinde oraya
gelen kimse beklemeyip bilittifak tahrime için tekbir alır. Zira müdrik
gibidir, Sonra her ikisi namaz bitince cenazenin omuzlara kaldırılacağından
korkarlarsa dua etmeksizin yetişemedikleri tekbirleri ardı ardınca alırlar.
"
İZAH
Burada mendup
olan, imamın cenazenin göğsüne yakın durmasıdır. Yoksa meyyitin bir cüzünün
hizasında durmak mutlaka lâzımdır. Bunu Tühfe'den naklen Kuhistânî söylemiştir.
Öyle anlaşılıyor ki bu, imam hakkındadır. Ve cenaze bir olduğu zamandır.
Cenazeler müteaddit olurlarsa imam yalnız bir tanesinin göğsü hizasında durur.
Meyyit'ten uzaklaşmaz. Nitekim Nehir'de böyle denilmiştir. T.
«Erkekle kadın
arasında fark yapmaz.» ifadesi, küçük oğlanla kız aradaki iftetah tekbirinin
bir rekat yerine geçtiği bildirilmiştir. Bu tekbirle ise, erkeğin başında,
kadının ayak ucunda durur. «Şefaatimandan dolayı yapılır.» Yani namazını kılan
kimse cenazeye imanından dolayı şefatçıdır, Binaenaleyh imanın bulunduğu bir
hizasında durması münasiptir.
«Bazı
tekbirlerine yetişemeyen» ifadesi, azına çoğuna şâmildir. T. Hiçbirine
yetişemeyenin hükmü ise ileride gelecektir. Cenazenin bazı tekbirlerine
yetişemeyen kimse hemen tekbir alıvermez; imamın tekbirini bekler. Şayet
beklemez de gelir gelmez tekbir alırsa tarafeyne göre namazı bozulmaz. Lâkin
eda ettiği kısım muteber değildir. Hulâsa'da böyle denilmiştir. Bahır. Bu sözün
bir misli de Fetîh'tedir. Eda ettiğinin muteber olmaması. bu namaza başlamış
sayılmaz demektir. O zaman aldığı tekbir de fâsid olur. Halbuki Kınye'de
başlamış sayıldığı yazılmıştır. Buna göre eda ettiği kısım muteber olur. Ben
bunu açıkca beyan eden görmedim. Sen bunu tedebbür eyle! Nehir.
Hamavî, Kenz
şerhinde buna şöyle cevap vermiştir: «Muteber olmamasından, başlamış olmaması
lâzım gelmediği gibi; başlamasının muteber olmasından da, eda ettiğinin muteber
olması lazım gelmez görmüyormusun, imama secdede yetişenin namazı girişi
sahihtir. Bununla beraber imamla eda ettiği secdesi muteber değildir.
Yetişemediğini, kazaya kalktığı vakit onu tekrarlaması icabeder. Binaenaleyh
Hulâsa ile Kınye'nin ifadeleri arasında muhalefet yoktur.» Lâkin mezkur eserde
bude şâmildir. Bunu Tahtavî Ebu's-Suud'dan nakletmiştir. Şâfiî (r.a.)ye göre
namaza girdiği sahih olursa itibara alınması tazım gelir. Ancak şöyle
denilebilir: Bu tekbir yukarıda geçtiği vecihle iki şeye benzer. Şart olması
cihetinden onunla namaza girmenin sahih olduğunu kabul ederiz. Ama rekata
benzemesi cihetinden sayıyı tamamlamak hususunda onu itibara almayız,. Onun
için de «Bu tekbirle namaza girmesi sahihtir; fakat imam selam verdikten sonra
onu tekrarlar.» diyoruz. Allha'u âlem.
Mesbûk, işe
yetişemediğini kazadan başlamaz.» Bu söz ta'lilin tamamıdır. Yani tekbir alır
da beklemezse, namaz bitmeden yetişemediği yeri kazaya başlayan mesbûk gibi
olur. T. İmam Ebû Yusuf. «Geldiği gibi tekbir alır.» demiştir. Nihâye sahibi
diyor ki: «Mesele onun kavline göre şöyle izah edilir: İmam iftetah tekbirini
aldıktan sonra gelen adam. iftetah için tekbir alır. İmam ikinci tekbiri alınca
o tekbirde imama tâbi olur. Böylece mesbûk sayılmaz. Tarafeyne göre ise geldiği
gibi iftetah tekbirini almaz. İmamın ikinci tekbiri almasını bekler ve onunla
birlikte tekbir alır. Bu tekbir, .o adam hakkında iftetah tekbiridir. Ve adam
bir tekbire yetişememiştir. İmam selam verdikten. sonra onu kaza eyler.»
«Nitekim tahrime
halinde oraya gelen kimse beklemeyip bilittifak tahrime için tekbir alır.»
Musannıf bu teşbihle, oraya gelen kimse hakkında meselesinin ittifâkı olduğunu
anlatmıştır. Onun için de «Gelen kimse bilittifak tekbir alır.» demiştir.
Gelenden murad, imamın tahrimesi zamanında onun namazına girebilecek bir yerde
bulunmasıdır. Nitekim Müçtebâ'dan naklen ileride gelecektir. Yani Hindiye'de de
Kâdıhân'ın Cami' şerhinden naklen beyan edildiği gibi, namaz için hazır
olmasıdır. İmamla beraber olur da gâfil davranarak onunla birlikte tekbir
almaz; yahut henüz niyetle meşgul iken tekbiri geciktirirse, imamın ikinci
tekbirini beklemeyip tekbirini alır. Bu bilittifaktır. Çünkü hazır olunca
iştirak etmiş gibi sayılır.
«Tahrime halinde»
ifadesinin mefhumu şudur: Tahrimeye yetişemeyip, meselâ ikinci tekbirde
yetişirse o tekbire yetişmiş sayılmaz. Belki üçüncü tekbiri beklerse. tarafeyne
göre iki tekbire yetişememiş sayılır. Lâkin zâhire bakılırsa «tahrime» sözü bir
kayıt değildir. Zira ileride göreceğiz ki o adam orada iken imam dört tekbiri
alırsa, adam onlara yetişmiş sayılır. Bunu, Kâdıhân'dan yukarıda naklettiğimiz
talil ile. onun akabinde gelen Fetih'in sözleri de te'yid eder.
«Zira Müdrik
gibidir.» Fethü'l-Kadir sahibi diyor ki: «Bu söz hakikaten müdrik olmadığını,
tekbirde oraya geldiği için güçlüğü defetmek üzere müdrik itibar edildiğini
anlatmaktadır. Çünkü bir rekatta yetişmenin hakikatı, onu imamla birlikte
kılmakla olur. Tekbirde beraberlik şart koşulursa, iş cidden dara düşer. Zira
ekseriyetle niyet biraz imamın niyetinden sonraya geçilir. Ama orada bulunduğu
için müdrik (yani imama yetişmiş) sâyılır.
«Sonra her ikisi»
yani mesbûk ve yetişen cenazenin omuzlara kaldırılacağından korkarlarsa dua
etmeden arka arkaya tekbir alarak yetişemediklerini kaza ederler. Şârihin
«yetişemediklerini kaza ederler.» sözü pek acık değildir. Çünkü «gelen»den
murad, tahrime halinde yetişendir. Tahrimeyi yapınca onun yetişemediği bir şey
kalmamıştır. Meğer ki bir tekbirden fazlaya yetişip te bir tekbir aldığı
kastedile. Bu taktirde selamdan sonra o tekbiri alır. Şârih lâhıktan ihtiraz
etmiştir. Meselâ imamla beraber ilk tekbiri alır da ikinci ve üçüncüyü almazsa
evvela bunları alır; sonra dördüncü tekbiri imamla birlikte alır. Nitekim Hılye
ve Nehir'de de böyle denilmiştir. Şu da var ki Nuru'l-İzah'ta ve şerhinde beyan
edildiğine göre, mesbûk işiterek imamının dua okuduğunu bilirse ona muvafakat
eder. Bilmezse ne yapacağı beyan edilmemiştir. Uymayı bilmekle kayıtladığına
göre, meselâ ikinci veya üçüncü tekbirde mi olduğunu bilmezse, evvela senâyı
sonra salavatı sonra duayı tertip üzere okur.
«Omuzlar üzerine
kaldırılacağından korkarlarsa». İfadesinin mefhumu şudur: Eller üzerine
kaldırılır da omuzlara konmazsa tekbiri kesmez. Bilakis alır. İmam Muhammed'den
nakledilen zâhir rivayet budur. Diğer bir rivayette, yere daha yakın ise tekbir
alır; değilse almaz. Mirâc. Bu ifadenin bir misli de Bezzâziye ile Fetih'tedir.
Bahır'ın Zahîriyye'den naklettiği ibarede «Cenaze eller üzerinde taşınırda
omuzlara konmazsa zâhir rivayete göre tekbir almaz.» denilmiştir. Lâkın
Şurunbulâliye Sahibi, «Bezzaziye'nin söylediklerine itimat etmek gerekir.
İleride gelecek olan «cenaze cemaatın elleri üzerinde ise caiz değildir.» sözü
buna göre muhalif değildir. Çünkü iptidâda caiz olmayan bir şey sonunda caiz
görülebilir.» diyor.
METİN
Müctebâ'daki
«Müdrik bütün tekbirleri derhal alır.» sözü şâzzdır. Nehir. Mesbûk, imamın
dördüncü tekbirinden sonra gelirse namaza yetişememiş sayılır. Çünkü imamın
tekbirine girmesine imkan kalmamıştır. İmam Ebu Yusuf'a göre girer. Zira
tahrime bâkidir. İmam selam verdiği vakit üç tekbir alır. Nasıl ki imama
yetişende de hüküm budur. Fetva bunun üzerinedir. Bunu Halebî ve başkaları
söylemişlerdir.
İZAH
Müdrikten murad,
namaza yetişendir. Bu da vakit namazına yetişen mesabesinde olduğu için ona
müdrik demiştir. Müctebâ'nın ibaresi şöyledir: «İmamın namazına girmek caiz
olacak şekilde ayakta duran bir adam imam ilk tekbiri aldığında onunla beraber
tekbir almazsa imam ikinci tekbiri almadıkça tekbir alır. imam ikinci tekbiri
alırsa onunla birlikte alır. Ve birinci tekbiri o anda kaza eder. Keza ikinci
üçüncü ve dördüncüde tekbir almazsa hüküm yine böyledir. Yapamadıklarını derhal
kaza eder.» Bu ibare şâzzdır. Çünkü birçok ulemanın nassan beyan ettiği «İmam
selam verdikten sonra kaza eder.» sözüne aykırıdır; Bunu Nehir sahibi söylemiştir.
«Mesbuk, imamın
dördüncü tekbirinden sonra gelirse namaza yetişememiş sayılır.» Tarafeyn ile
Ebû Yusuf arasındaki hilafın semeresi bu meseledir. Nitekim Nehir'de beyan
edilmiştir.
«Çünkü imamın
tekbirine girmesine imkan kalmamıştır.» Yukarıda geçmişti ki mesbûk, imamla
birlikte tekbir almak için onu bekler. Dördüncü tekbirden sonra imamın alacak
tekbiri kalmamıştır ki tâbi olmak için onu beklesin. Dürer sahibi şöyle
söylemiştir: «Tarafeyne göre bu babta asıl olan şudur: İmama uyan kimse imamın
tekbirine dahil olur. İmam Dördüncü tekbirden ayrıldıktan sonra artık girmesi
imkansız olur. Ebu Yusuf'a göre ise tahrime bâki olduğu müddetçe namaza girer.
Bedâyi'de de böyle denilmiştir.
«Nasıl imama
yetişende de hüküm budur.» Yani ya sadece dördüncü tekbirde yahut bütün
tekbirlerde imama yetişip de onunla beraber tekbir almayanın hükmü de böyledir.
Şârih Bedâyi' sahibine uyarak, bu teşbihle imama yetişen meselesinin ittifâkî
olduğuna işaret etmiştir. Bunun söz götürdüğü ileride gelecektir.
«Fetva bunun üzerinedir.»
Yani musannıfın metinde tercih ettiği kavlin hilafına olarak, mesbûk
meselesinde fetva Ebû Yusuf'un kavline göredir. Bunu Halebî ve başkaları
söylemişlerdir. Halebî'nin Münye şerhindeki ibaresi, şöyledir: «Eğer imam
dördüncü tekbiri aldıktan sonra gelirse, tarafeyne göre namaza yetişememiştir.
Ebu Yusuf'a göre ise tekbir alır. İmam selam verdikten sonra üç tekbiri kaza
eder. Muhit'te fetvanın buna göre olduğu bildirilmiştir.»
Ben derim ki:
Fetevâ-ı Hindiye'de dahi Muzmerat'tan naklen bu kavlin esah olduğu zikredilmiş;
«Fetva bunun üzerinedir.» denilmiştir. Lâkin musannıfın metinde söylediğini
Bedâyi sahibi «sahihtir.» diye açıklamıştır. Bu sözün bir misli de Dürer,
Makdisi Şerhi ve Nuru'l-izâh'tadır. Evet, İmdâd'ta Tecnis ile Valvalciye'den
nakledildiğine göre bu kavil Ebû Hanife'den bir rivayettir. Ebu Yusuf'a göre o
kimse namaza girer. Fetva da buna göredir. İmdâd sahibi, «Demek ki sahih kabul
edilen kavli (bir değil) muhteliftir.» demiştir.
T E N B İ H:
Bütün bunlar mesbûk hakkındadır. Dördüncü tekbirde yetişen ise namaza girer.
Şârih Bedâyi' sahibinin yaptığı gibi bunun bilittifak böyle olduğuna işaret
etmiştir. Nehir sahibi de bunu açıklamıştır. Yukarıda naklettiğimiz Müctebâ
ibaresinin zâhiri de budur. Lâkin Bahır'da, Muhit'ten naklen şöyle denilmektedir:
«O adam gelmişken imam dört tekbir alırsa, imam selam vermedikçe o adam tekbir
alır; ve üç tekbiri kaza eder. Bu kavil Ebû Yusuf'undur. Fetva da ona göredir.
İmam Hasan bu adamın tekbir almayacağını namaza yetişememiş olduğunu rivayet
etmiştir.»
Ben derim ki:
Lâkin ekseriyetle ulemanın ibarelerinden anlaşılan şudur ki, yetişen kimse
hakkında namazın elden kaçmamış olması, Ebû Yusuf'la tarafeyn arasında
ittifaklıdır. Namazın elden kaçması, İmam Hasan'ın Ebû Hanife'den rivayetidir.
Fetva, elden kaçmadığına verilmiştir. Ulemanın yukarıda geçen takrirlerine
münasip olan budur. Bu, Ebû Yusuf'un kavline göre zâhirdir. Çünkü ona göre
mesbûk, namazı kaçırmış değildir. Yetişenin kaçırması ise evleviyette kalır.
Tarafeynin
kavline gelince: Hidâye ve diğer kitaplarda açıklanmıştır ki, oralara göre
yetişen kimse müdrik hükmündedir. Bu adam da dördüncü tekbir vaktinde
yetişmiştir. Binaenaleyh imam selam vermeden onu alır. Diğer üç tek birin yeri
geçtiği için onları kaza eder. Şu halde Muhit'in, «Bu kavil Ebû Yusuf'undur.»
sözünden, tarafeynin kavli bunun hilafına olması lazım gelmez. Bilakis onların
kavli de Ebû Yusuf'un kavli gibidir. Buna delil. Ebû Yusuf'un kavlini yalnız
Hasan'ın rivayeti ile karşılaştırmasıdır. Aksi taktirde münasibi, onu
tarafeynin, kavliyle karşılaştırmak idi. Onun için bu kavil Hâniye, Valvalciye
ve Gâyetü'l-Beyân'da Ebu Yusuf'a nisbet edilmemiştir. Bu zevat onu mutlak
bırakmış; ve Hasan'ın rivayeti ile karşılaştırmışlardır. Hatta bundan sonra
Gayetü'l-Beyân'da «Ebu Yusuf'tan bir rivayete göre imamla birlikte namaza dahil
olur.» ibaresi ziyade edilmiştir ki, bu söz Ebu Yusuf'un kavlinin de tarafeynin
kavli gibi olduğunu; muhalefetin yalnız İmam Hasan'ın rivayetinde
zikredildiğini gösterir.
T E N B İ H:
Bahır sahibi, Muhit'in yukarıda geçen ibaresini nakletmiş, sonra şunları
söylemiştir: «Hakâik'taki «fetva Ebu Yusuf'un kavline göredir» sözü, ancak
namaza yetişen hakkındadır. Mesbûk hakkında değildir. Şöyle denilebilir: O adam
yetişir de imam iki veya üç tekbir alıncaya kadar tekbir almazsa şüphesiz
mesbûk olur. Bir şey yapmadan orada bulunması, kendisini müdrik yapmaz.
Binaenaleyh mesbûk meselesi gibi olması gerekir. Ve yetişenle yetişemeyen
arasında fark, sadece ilk tekbirde olmalıdır. Nitekim bu açıktır.»
Ben derim ki:
Hakâik'in sözü, mesbûk meselesine hamledilmiştir. Zira yukarıda gördük ki bu
meselede muhalif Ebû Yusuf'tur; fetva da onun kavline göredir. Namaza yetişen
meselesi. bildiğin gibi ittifâkidir. Bahır sahibinin «şöyle denilebilir»
diyerek anlattığının hâsılı şudur: Namaza yetişen kimse meselesi, ancak ilk
tekbire yetişip imam ikinci tekbiri almadan onu alanla tahakkuk eder. Biraz
gecikir de imam ikinci veya üçüncü tekbiri alırsa o kimse yetişmiş değil
mesbûktur. Bu ibare açık olarak söz götürür. Çünkü o kimse yetişir de imam,
meselâ iki tekbir alırsa, ikinciye yetişmiş sayılır. İmam üçüncü tekbiri
almadan o tekbiri almaya hakkı vardır. Birinci tekbirle mesbûk olur. Onu da
imam selam verdikten sonra alır. Şu halde o tekbirde mesbûk olması, diğer
tekbirlere yetişmiş olmasına aykırı değildir. Bahır'da Vâkıat'tan nakledilen şu
ibare de bunu gösterir: «Namaza yetişen kimse, imam iki tekbir alıncaya kadar
tekbir almazsa, ikinci tekbiri alır; birinciyi imam selam vermeden almaz. Zira
birincinin yeri geçmiştir. O kaza edilir. Mesbûk kimse, imam namazını
bitirmeden kaza ile meşgul olamaz.» O adamı bak nasıl hem yetişmiş hem mesbûk
saymıştır! Çünkü yalnız mesbûk olsa, ikinci tekbiri almaya hakkı olmaz; imamın
üçüncü tekbirini beklerdi. Bu makamın izahını ganimet bil!
METİN
Birkaç cenaze bir
oraya gelirse herbirinin namazını ayrı ayrı kılmak, toptan kılmaktan daha
iyidir. Efdal olanın namazını önce kılmak efdaldir. Ama toptan kılmak ta
caizdir. Sonra imam isterse bütün cenazeleri bir saf yaparak efdal olanın
hizasına durum. İsterse onları birbiri arkasına kıbleye doğru bir saf yapar.
Her birinin göğsü hizasına durmak için, her cenazenin göğsü imamın karşısına
gelecek şekilde dizer. Basamak şeklinde dizerse dahi iyi olur. Çünkü maksat
yerine gelir. Hayatlarında imamın arkasında durdukları mâlûm tertibe riayet
eder. Ve en fazîletli erkek cenazeyi kendisine yakın bulundurur. Ondan sonra
derece derece diğer erkeğin cenazeleri. sonra çocukları, sonra hünsâları, sonra
bâliğ kadınları, sonra büluğa yaklaşmış kızları sıraya dizer. Hür olan çocuk
köleden önce, köle de kadından önce gelir. Fakat zaruretten dolayı bir kabre
defnedilirlerse, tertipleri bunun aksine olur. Ve en fazîletli erkek kıble
tarafına konur. Fetih.
İZAH
Her cenaze
namazını ayrı kılmak toptan kılmaktan daha iyidir. Çünkü toptan kılmanın caiz
olup olmadığı ihtilaflıdır. Kınye.
«Efdal olanın
namazını önce kılmak efdaldir.» Yani evvelâ en fazîletli cenazenin namazı
kılınır. Daha sonra fazîletçe onu takip edenin cenaze namazına geçilir. İmdâd
adlı eserde bu tertip «daha önce getirilmemişse» diye kayıtlanmıştır. Yani daha
evvel getirilmişse fazîletçe aşağı bile olsa onun namazı kılınır. Tertibin
beyanı ileride gelecektir. Toptan kılmaktan murad, hepsine bir namaz kılmaktır.
Bir saftan murad da, namaz safdır. Hayatta iken namaza durdukları şekilde
dizilirler. Bedâyi.
«isterse onları
birbiri arkasına kıbleye doğru bir saf yapar.» Bedâyi'de imamın bu iki şekil
arasına muhayyer olduğu bildirilmiştir. Bundan sonra Bedâyi sahibi şunları
söylemiştir: «Zâhir rivayetin cevabı budur.» Esâs kitaplardan başkalarında, Ebû
Hanîfe'den ikinci şeklin' daha iyi olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü .sünnet,
imamın cenazenin hizasına durmasıdır. Bu ise birinci değil ikinci şekilde
olur.» Basamak şeklinde dizmek, ikinci cenazenin başını birincinin omuzlarına
getirmekle yapılır. Bedâyi. «Çünkü maksat yerine gelir.» Maksat namazlarının
kılınmasıdır. Dürer.
«Ve en fazîletli
erkek cenazeyi kendisine yakın bulundurur.» Bu, kıbleye doğru uzunluğuna bir
saf yaptığına göredir. Namaz safı gibi genişliğine saf yaparsa, öne geçtiği en
fazîletli cenazenin hizasına durur. Bu izahat, fazîletçe birbirlerinden farklı
olduklarına göredir. Fazilette müsâvî olurlarsa en yaşlılarını öne alır.
Nitekim Hılye'de beyan edilmiştir. Bahır'da, Fetih'ten naklen, «İki erkek
cenazede yaşça. Kur'an'ca ve ilimce büyük olanı öne geçirir. Nasıl ki Peygamber
(s.a.v.) Uhud şehitlerinde böyle yapmıştır». deniliyor.
«Hür olan çocuk
köleden önce gelir.» Velev ki bâliğ olsun. Nitekim Zâhiriye'den naklen
Bahır'da, «Hür, köleden önceye alınır. Velev ki hür, çocuk olsun.» denilmiştir.
Tahtavî diyor ki: «bu, bâliğ olan hürün evleviyetle öne alınacağını ifade eder.
Meşhur olan da budur. Hasan'ın İmam-ı A'zam'dan rivayetine göre köle daha salih
ise öne alınır. Mineh.»
Toptan bir kabre
defnedilmeyi «zaruretten dolayı, diye kayıtlaması, birinci çürüyüp toprak
olmadan, iki kişinin bir kabre defnedilmesi caiz olmadığındandır. Birinci
cenaze toprak olduktan sonra kabrinin üzerine bina yapmak ve ekin ekmek caiz
olur. Ancak zaruret bulunursa iki kişi bir kabre defnedilebilir. Aralarına
toprak veya kerpiç konularak iki kabir gibi yapılır. Ve kıbleye karşı erkek,
ondan sonra erkek çocuk, sonra hunsâ daha sonra kadın konur. Mültekâ şerhi.
METİN
Cenaze namazını
kıldırmak için orada ise sultan, yoksa nâibi geçirilir; nâibi şehrin valisidir.
Sonra Kadı, sonra emniyet amiri, sonra onun halifesi sonra kadının halifesi,
sonra mahallenin imamı gelir. Musannıfın sözünde îham vardır. Çünkü valileri
öne geçirmek vacip, mahallenin imamını geçirmek ise velîden efdal olmak şartıyle
sadece menduptur. Efdal değilse velîyi geçirmek evladır. Nitekim Müçtebâ'da ve
musannıfın Mecmâ' şerhinde böyle denilmiştir. Dirâye'de «Büyük camiin imamı,
mahalle imamından (yani mahalle mescidinin imamından) evladır.» denilmektedir.
Nehir.
İZAH
Şurunbulâliye
sahîbi diyor ki: «Kemâl'in sözünden anlaşıldığına göre emniyet amiri şehrin
valisinden başkadır. Mi'rac'da ise ikisinin bir olduğunu ifade eden sözler
vardır. Zira «murad, Buhârâ emiri gibi şehrin emiridir.» denilmektedir.»
Tahtavî buna cevap vermiş; şehir amirini, sultan tarafından değil de sultanın
naibi tarafından tayin edilen kimse, diye yorumlamıştır. Şu do var ki, cuma
bahsinde emniyet amirinin kadıdan evvel geldiğini görmüştük. Buradaki tertip
onun hilafınadır. Buna tenbih eden görmedim. Teemmül buyurula!
«Sonra emniyet
amiri, sonra onun halifesi gelir.» Bahır'da da böyle denilmiştir. Burada şöyle
bir itiraz vârid olabilir: Kadıyı emniyet âmirinden öne aldığına göre münasip
olan, onun halifesini de emniyet amirinin halifesinden önceye almaktı. Burada
Fetih sahibinin dediği gibi «sonra valinin halifesi, sonra kadının halifesi»
demek münasiptir. Bu sözün bir misli de Zeyleî'den naklen İmdâd'tadır.
«Sonra mahallenin
imamı gelir,» bundan murad, mahalle mescidinin imamıdır. Bunun evla olması, cenaze,
sağlığında onun arkasında namaz kılmaya razı olduğu içindir. Böyle olunca,
vefatından sonra cenaze namazını da onun kıldırması gerekir. Münye şerhinde
şöyle deniliyor: «Bu izaha göre hâli hayatında ondan razı olmadığı bilinse
namazını kılmaya geçirilmesi müstehap olmamak gerekir.»
Ben derim ki:
Haklı bir vecihten dolayı ondan razı olmadığı bilinirse bunu teslim ederiz.
Aksi taktirde teslim edemeyiz.
«Musannıfın
sözünde îham vardır.» Yani adı geçen kimseleri cenaze imamlığına geçirmek
hususundaki hükümde müsavat îhamı vardır. (sanki müsâvi imişler gibi bir zan
veriyor.). Lâkin usul-ü fıkıh kaidesine göre, zikirde beraberlik, hükümde
birliği icabetmez (yani beraber zikredildiler diye her birinin hükmü bir
olmaz).
«Çünkü valileri
öne almak vaciptir.» Başkalarını onların önüne geçirmek onları tahkir olur.
Halbukiülül'emri ta'zim vaciptir. Fetih'te de böyle denilmiştir. Valvalciye,
İzâh ve diğer kitaplarda «sultanın geçirilmesi vaciptir.» diye açıklanmıştır.
Menba' ve diğer kitaplarda bu söz ta'lil edilirken «Çünkü sultan, mü'minlere
kendi nefislerinden daha ileri olan Peygamber (s.a.v.)in naibidir. Binaenaleyh
o da öyle olur.» denilmiştir. İsmail. «Büyük camiin imamı» yerine, Münye
şerhinde «cumâ imamı» tabiri kullanılmıştır.
T E N B İ H:
Vâkıf'ın şart koştuğu ve vakfından kendisine maaş tahsis ettiği cenaze
namazgâhının imamı da mahalle imamı gibi veliden önce mi gelecektir sonra mı?
Zira kesinlikle biliniyor ki hâli hayatında arkasında namaz kılmaya razı
olmanın illeti, mahalle imamına mahsustur. Bana öyle geliyor ki, kadı
tarafından tasdikli ise onun naibi gibidir. Vakfın nâzırı tarafından tayin
edilmişse ecnebi gibidir. Bunu Bahır sahibi söylemiş; Nehir sahibi ise ona
muhalefet ederek «İmamlık babında geçen maaşlı imamın mahalle imamına tercih
edilmesi burada da tercihini iktiza eder.» demiştir. Makdisî mutlak surette
ecnebi gibi olmasını daha zâhir bulmuştur. Çünkü nâzır tarafından tayin edilen
yalnız yabancılarla velîsi olmayanlar içindir.
Ben derim ki: Bu
daha iyidir. Zira ileride geleceği vecihle asıl itibariyle hak velînindir.
Valilerle mahalle imamının ona tercih edilmesi yalnız, yukarıda geçen ta'lilden
dolayıdır. O ta'lil burada mevcut değildir. Kâdıhân'ın onu tasdik etmesi,
kendisine nâip yapmak için değil, maaşını hak edebilmesi içindir. Aksi taktirde
imamlık vazifesinde kadının tasdik ettiği her şahıs kadının nâibi olmak ve
mahalle imamına tercih edilmek lazım gelir. Bununla maaşlı imam arasındaki fark
açıktır. Zira cenaze, hâli hayatında onun arkasında namaz kılmaya razı
olmamıştır. Maaşlı imam öyle değildir. Benim anladığım budur.
METİN
Bundan sonra
nikahlama asabeliği tertibince veliye sıra gelir. Bundan yalnız baba
müstesnadır. O bilittifak oğla tercih edilir. Meğer ki oğul âlim, baba cahil
ola. Bu taktirde oğul evladır. Meyyitin velisi yoksa sıra eşine ondan sonra da
komşularına gelir. Kölenin sahibi hür olan oğlundan evladır. Zira milki
bâkîdir. Fetva, yıkamak ve namazını kılmak için yapılan vasiyetin bâtıl
olduğuna göredir.
İZAH
Veliden murad,
ölenin erkek ve akıl bâliğ olan velisidir. Kadının, çocuk ve bunağın veli
olmaya hakları yoktur. Nitekim İmdâd'da beyan olunmuştur. Münye şârihi diyorki:
«Asıl itibariyle namaz hususunda hak velinindir. Onun için de imam Ebû Yusuf'la
Şâfiî'nin ve bir rivayette Ebû Hanîfe'nin kavline göre veli bütün sayılanlara
tercih edilir. Çünkü bu, nikahlamak gibi veliliğe bağlı olan bir hükümdür. Şu
kadar var ki istihsânen sultan ve diğerleri tercih edilmişlerdir. Zâhir rivayet
de budur. Zira rivayete göre hazreti Hasan vefat edince hazreti Hüseyin
radıyallâhü anhümâ cenazesini kıldırmak için Said b. Âs'ı geçirmiş ve «Sünnet
olmasa idi seni geçirmezdim.« demiştir. Said Medîne'de vali idi. Valilerle
mahalle imamının tercih edilmelerinin vechi de yukarıda geçti. (Asaba, kişinin
baba tarafından olan erkek akrabasıdır.) Veliye tercih hakkı nikahlama
tertibine göre sabit olur. Kadınların ve kocaların veli olmaya hakları yoktur.
Şu kadar var ki koca, ecnebiden daha çokhak sahibidir. Şârihin sözünde uzak
velinin gâip olan yakın veliden daha ziyade hak sahibi olduğuna işaret vardır.
Gâip olmanın haddi, geldiği zaman namaza yetişemeyecek kadar uzak bir yerde
bulunmasıdır. Bunu Tahtavi Kuhistâni'den nakletmiştir. Bahır'da, «Cemaat onun
gelmesini beklemektedir.» cümlesi ziyade edilmiştir.
Ben derim ki:
Zâhire göre zevil'erhâm denilen akrabalarda veli olmakta dahildir. Asaba diye
kayıtlamak, yalnız kadınları çıkarmak içindir. Onlar için de daha evladırlar.
Bu zâhirdir. Hidâye'nin «nikah velayeti» tabirini kullanması da bunu te'yit
eder.
«O bilittifak
oğla tercih edilir.» Sahih olan kavil budur, çünkü babanın oğula üstünlüğü ve
yaş ziyadeliği vardır. Üstünlük ve ziyade sair namazlarda olduğu gibi burada da
imamlığa hak etmek için tercih sebebidir. Bunu Bedâyi'den naklen Bahır sahibi
söylemiştir. Bazıları bu kavlin İmam Muhammed'e ait olduğunu söylemişlerdir.
Şeyhayna göre. oğul evladır. Fethu'l-Kadir'de şöyle denilmiştir: «Daha yaşlı
olanı ancak sünneti delili ile tercih ettik. Peygamber (s.a.v.) kasâme
hadisinde «İkinizden hanginiz büyükse o konuşsun!» buyurmuştur. Bu gösterir
şeyhayna göre hak oğulundur. Ancak onun da babasını geçirmesi âdet olmuştur.
Buna ulemanın şu sözleri delalet eder: O kadından oğlu yoksa diğer akrabaları
kocadan evladır. Oğlu varsa koca bunlardan evladır. Çünkü hak oğulundur. O da
babasını geçirir. Onu kendi nefsinden ileri tutması, sünnetle vaciptir denilse
yadırganmaz.»
Bedâyi'de şöyle
denilmiştir: «Velâyet hükmünde oğlun başkasını Heri geçirmeye hakkı vardır.
Çünkü velâyet onun hakkıdır. İleri geçmekten menedilmesi, sadece babasını
küçümsememesi içindir. Binaenaleyh geçirmeyi velâyeti sâkıt olmaz.»
«Bu taktirde oğul
evladır.» Bir nüshada «yaşlı olan evladır.» denilmiştir. Bu söz üzerine
hâşiyeyi yazan şunları söylemiştir: «Derecede yakınlıkta ve kuvvette denk
iseler, meselâ iki kardeş, iki oğul veya iki amca olurlarsa yaşlı olanı
evladır.»
Ben derim ki:
«Ancak yaşlı olmayan efdal ise onu geçirmek evla olur.» Yani bu efdal olan oğlu
babasına tercih meselesine kıyasladır. Hatta bu daha evladır. Küçük yaştaki
anne baba bir kardeş, büyüğü baba bir kardeş olursa, küçüğü geçirmek evladır.
Nitekim mirasda da böyledir. Hatta küçük olan birini geçirirse büyüğü onu
menedemez. Bahır'da da böyle denilmiştir.
«Meyyitin velisi
yoksa sıra eşine ondan sonra da komşularına gelir.» Fethu'l-Kadir'de böyle
denilmiştir. Bu söz kocanın ecnebi üzerine tercih edileceğini açık olarak
gösterir. Velev ki o ecnebi komşu olsun. Kuhistânî'den yukarıda naklettiğimiz
«koca ecnebiden daha ziyade hak sahibidir.» şeklindeki mutlak sözün muktezası
budur. Buradaki ibare Nehir'-in, «Koca ile komşular ecnebiden daha evladır.»
sözünden daha iyidir. Velî sözü. Bunlar kocadan evladırlar. Zira ölümle karı
kocalık sona ermiştir. Bahır.
«Kölenin sahibi
hür olan oğlundan evladır.» Keza babasından ve başkalarından da evladır. Zeyleî
şöyle demiştir: «Sahih kavle göre kölenin sahibi, kölesinin yakınından evladır.
Yakını da âzad eden sahibinden evladır.» Şu halde Kuhistânî'nin «Kölenin oğlu
ve babası sahibinden ev' ladır.» sözü, sahihin hilafınadır.
«Zirâ milki
bâkidir.» Bu söze Hâmiliye şerhindeki şu ifade ile itiraz olunmuştur: «Köle
sahibi câriyesini, ümmü veledini ve müdebberesini yıkayamaz. Çünkü ölümle
bunlardan milki kesilmiştir.»
Ben derim ki:
Yani ölünün cesedi milki kabul etmez. Lâkin murad, milkin hükmen bâki
olmasıdır. Nitekim Bahır'da bu kaydedilmiştir. Onun içinde kölesini kefenlemesi
lâzım gelir. Nitekim karısını da kefenler. Halbuki yukarıda geçtiği vecihle
karıkocalık ölümle sona erer. Yıkamada dokunmak ve bakmak gibi haram olan
şeyler bulunduğu için hükmen milke itibar edilmez. Zira o zaiftir. Binaenaleyh
kefenlemekle namaz velisi olmak meselelerinden ayrılır. Benim anladığım budur.
«Fetva, yıkamak
ve namazını kılmak için yapılan vasiyetin bâtıl olduğuna göredir.» Bu sözü
Hindiye sahibi Muzmerat'a nisbet etmiştir. Yani bir kimse cenazesini ileri
geçmeye hakkı olmayan birinin kıldırmasını yahut kendisini filanın yıkamasını
vasiyet etse vasiyetini tenfiz lâzım gelmez. Bununla velinin hakkı bâtıl olmaz.
Keza fulan elbise ile kefenlenmesini veya fulan yere defnedilmesini vasiyet
etse vasiyeti bâtıl olur. Nitekim bu sözü de Muhit'e nisbet etmiştir.
Dürri'l-Bihâr şerhinde beyan edildiğine göre, mahalle imamını, meyyit
sağlığında ona razı olmuştur; diye ileri geçirmenin ta'Iili gösteriyor ki,
vasiyet edilen şahıs mahalle imamına tercih edilir. Çünkü onu açık olarak
seçmiştir. Şu kadar varki Müntekâ'da bu vasiyetin bâtıl olduğu zikredilmiştir.
METİN
Velinin cenaze
namazını kıldırmak için başkasına izin vermeye hakkı vardır. Çünkü bu onun
hakkıdır. Binaenaleyh onu iptale de hakkı vardır. Veliye tercih edilen kimse de
evleviyetle veli gibidir. Ancak orada veliye müsavi biri bulunursa, velev yaşça
daha küçük olsun, onu men edebilir. Çünkü hakta ona ortaktır. Uzak veli
bulunursa menedemez. Cenaze namazını veliye tercih edilmeye hakkı olmayan bir başkası
kıldırır da veli ona tabi olmazsa veli dilediği taktirde - velev kabri üzerine
olsun -namazını tekrar kıldırabilir. Bu, farzı ıskat için değil, hakkı olduğu
içindir.
İZAH
«Veliye tercih
edilen kimse de evleviyetle veli gibidir.» Bu sözün zâhirine bakılırsa, sultan
velinin izni olmaksızın ecnebi birine namaz kıldırmak için izin verebilir.
Hılye sâhibi bunu inceleyerek beyan etmiştir. Şuna binaen ki sultan ve
emsalinin hakları iptidaen sabittir. Yalnız mahalle imamını istisna etmiştir.
Onun izin vermeye hakkı yoktur. Zira onun veliden ileri tutulması müstehaptır.
O iki kardeşin büyüğü gibidir. Büyüğü ecnebi birini geçirirse küçüğünün onu men
etmeye hakkı vardır. Veli de onun gibidir.
Ben derim ki:
Sultanın iptidaen hakkı sabit olması. söz götürür. Çünkü Münye şerhinden
naklettik ki esasen hak velinindir. Zâhir rivayete göre sultanın ileri
geçirilmesi kendisiyle alay edilmesin diyedir. Ona ta'zim vaciptir, Mahalle
imamının ileri geçirilmesi. cenaze hayatta iken ondan razı olduğu içindir. Bu
sözün bir misli de Kâfi'dedir. Kâfi sahibi velinin namazı tekrar kıldırması
meselesini ta'lil ederken şöyle demiştir. «Çünkü hak velilerindir. Onlar ölene
en yakın kimselerdir. Namazı hususunda da en ziyade hak sahibidirler. Şu kadar
varki sultan yahut îmam ancak saltanat ve imamlık arızasıyle öne alınırlar»
Böylece evleviyet de ortadan kalkar.
Velinin başkasına
izin vermesi namaz hususunda olduğu gibi başka türlü de tefsir edilmiştir ki, o
da cenaze namazından sonra definden önce dağılmak için cemaata izin vermesidir.
Çünkü cemaatın ancak onun izniyle dağılmaları gerekir. Zeyleî başka bir mânâ
daha zikretmiştir. O da namazını kılmaları için o kimsenin öldüğünü ilandır.
Bahır. Lâkin birinci mânâ musannıfın ibaresinde taayyün etmiştir. Çünkü mezkur
istisnayı yapmıştır. Kenz ve Hidâye'nin ibareleri buna muhaliftir.
«Onu iptâle de
hakkı vardır.» Yani başkasını geçirmekle kendi hakkını iptal edebilir. Hidâye.
Şu halde iptalden maksat, hakkı kendisinden başkasına nakildir.
«Veliye müsavi
biri bulunursa velev ki yaşça daha küçük olsun onu men edebilir.» Oradakiler
iki kardeş iseler yaşlı olan evladır. Lâkin birini ileri geçirirse küçüğü
kendisini men edebilir. İkisi de birer kişi geçirirlerse büyüğünün geçirdiği
evla olur. Bahır.
«Uzak veli orada
bulunursa men edemez.» Yaşça küçük olan anne baba bir kardeş, büyüğü baba bir
kardeş olur da, küçüğü birini ileri geçirirse büyüğü onu men edemez. Bahır.
Yine Bahır'da beyan edildiğine göre anne baba bir kardeş başka yerde olur da,
birine namazı kıldırmasını yazarsa. Baba bir kardeş onu men edebilir. Şehirde
olan hasta, sağlam gibidir. Dilediğini ileri geçirebilir. Uzak veli kendisini
men edemez.
«Veliye tercih
edilmeye hakkı olmayan» ifadesiyle, sultan ve benzeri, bir de mahalle imamı
hariç kalmışlardır. Bunlardan biri kıldırırsa veli o namazı tekrarlayamaz. Zira
bunlar veliden önce gelirler. Nitekim ileride görülecektir.
«Veli o namazı
tekrar kıldırabilir.» ifadesinin mefhumu, veliden başkası, meselâ sultan,
namazı hakkı olmayan birinin kıldırdığını görürse o namazı tekrar kıldıramaz
mânâsını ifade eder. Meğer ki veliden namaz kıldırmaya hakkı olan veli
kastedile. Bu izahata göre musannıfın, «O namazı, ileri geçmeye hakkı olan
kimse tekrarlar.» demesi daha iyi olurdu. Lâkin veli kıldırırsa, sultan gibi
ondan ileride bulunan biri velinin o namazı tekrar kılmaya hakkı olur mu olmaz
mı meselesinde ihtilaf edilmiştir. Nihâye ile İnâye'de, «Evet hakkı olur. Çünkü
veli sultandan daha aşağı olduğu halde başkası kıldırdığında o namazı tekrar
kılma hakkına mâlik olunca, sultan ve kadı'nın evleviyetle tekrara hakları
olur» denilmiştir. Sirâc ile Müstesfâ'da ise hakkı olmadığı bildirilmiştir.
Bahır sahibi bu iki kavlin arasını bulmak için birinciyi. sultan orada iken
cenaze namazını velinin kıldırmasına; ikinciyi de sultanın bulunmadığı hâle yorumlamıştır.
Nehir sahibi buna itiraz ile «Sultanın orada bulunmadığı vakit bir hakkı
yoktur. Hilaf, orada bulunduğuna göredir.» demiştir. Bana Sirâc ile Müstefsâ'da
beyan edilen daha zahir gibi geliyor. Zira Kâfî'den naklen arz ettik ki, hak
velilerindir. Sultan ve benzerinin öne geçirilmesi ârızidir. Evleviyet meselesi
kabul edilmiş değildir. Bunun eşi oğul meselesidir. Oğulun hakkı iptidaen
sabittir Lâkin. kendisi babalık hakkına hürmeten babasını geçirir.
Burada İbn-i
Âbidin'in el yazısıyle derkenara kaydedilmesi istenilen bir ibare bulunmuştur.
İbare şudur: Ben derim ki: Lâkin Mebsut'tan naklen Nihâye'de bu mesele
zikredildikten sonra şöyle denilmiştir: «Ashabı kiramın, Peygamber (s.a.v.)'in
cenaze namazını kılmalarının tevili şudur: Ebu Bekir (r.a.) işleri düzeltmek ve
fitneyi yatıştırmakla meşgul idi. Ashabı, cenaze namazını gelmeden kılmışlardı.
Hak, O'nun idi. İşini bitirince O da kıldı. Ondan sonra kimse kılmadı.» Bu
gösteriyor ki sultanın tekrar kılmaya hakkı vardır. Velev ki orada bulunmasın.
Bu ifade Bahır'ın ve Nehir'in ibarelerine aykırıdır. Ancak şöyle denilebilir:
«Veli olmak hakkı, Peygamber (s.a.v.)'ın amcası Abbas'a aitti. O ise Ebu
Bekir'den önce kılmamıştı. Bizim sözümü», veli kıldığına göredir. Binaenaleyh
aykırılık yoktur.» Lâkin bu işin sübutuna muhtaçtır.
Bahır sahibinin,
Nihâye ve İnâye'nin sözlerini Hulâsa, Valvalciye ve diğer feteva kitaplarının,
«Sultan veya kadı yahut mahalle imamı kıldırır da veli ona tâbi olmazsa namazı
tekrarlayamaz. Çünkü bunlar ondan evladır.» ifadeleri ile te'yidine gelince: Bu
söz götürür. Çünkü bunların ondan evla olmalarından, huzurlarında kıldırınca
kendilerine tekrarlama hakkının sabit olması lazım gelmez. Hak sahibi odur.
Velev ki sultan ve emsaline karşı vacip olan ihtiram terk etmiş olsun.
Hidâye'nin,
«Veliden veya sultandan başkası kıldırırsa veli namazı tekrarlar. Zira hak
velilerindir. Veli kıldırırsa ondan sonra kimsenin kıldırmaya hakkı kalmaz.»
Sözü de buna delalet eder. Kenz ve diğer kitaplarda bunun gibı sözler vardır.
«Ondan sonra kimsenin kıldırmaya hakkı kalmaz.» sözü sultana da şâmildir. Sonra
Gâyetü'l-Beyân'da şöyle denildiğini gördüm: «Bu umum yoluyiadır. Hatta sultanın
da başkasının da tekrar hakkı yoktur.»
«Mi'râc'da,
Müçtebâ'dan nakledildiğine göre veli sultanın huzurunda kıldırırsa sultan o
namazı tekrarlayabilir. Bundan sonra Mi'râc sahibi, «Lâkin Menâfi' adlı
kitapta, sultanın tekrarlama hakkı olmadığı kaydedilmiştir.» demiş; ye
Menâfi'in rivayetini te'yid etmiştir. Ona müracaat edebilirsin. Bu bizim
söylediğimizin aynıdır. Bu makamın izahını ganîmet bil vesselâm!
«Veli dilediği
taktirde namazı tekrarlar.» Gerçi Takvim adlı eserde, «Cenaze namazını veliden
başkası kıldırırsa namaz velinin üzerinde borç kalır.» denilmişse de bu kavil
zaiftir. Nitekim Nehir'de de böyle denilmiştir.
METÎN
Onun için diyoruz
ki: Cenaze namazını kılan kimsenin onu veli ile birlikte tekrarlamaya hakkı
yoktur. Çünkü onun tekrarı meşru olmamıştır. Aksi taktirde, yani kadı veya
naibi yahut mahallenin imamı gibi ileri geçmeye hakkı olan biri kıldırır yahut
ileri geçmeye hakkı olmayan biri kıldırıp veli ona tâbi olursa namazı
tekrarlamaz. Zira bunlar namaz hususunda ondan evladırlar. Şayet veli hakkıyla
cenaze namazını kıldırırsa, meselâ ona tercih edilecek kimse gelmemişse, ondan
sonra kimse namaz kıldıramaz. Velev ki ileri geçmeye hakkı olan gelmiş olsun.
Çünkü hakkıyle kılınmıştır. Ama veli meselâ sultan huzurunda kıldırırsa sultan
namazı tekrarlar. Nitekim Müçtebâ ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir.
Müçtebâ'da şu da vardır: «Velâyeti olmayan kimsenin cenaze namazı kıldırması,
hiç kılınmamış gibidir. Binaenaleyh cenaze dağılmadığı müddetçe namazıkabrinin
üzerine kılınır.» Cenaze, namazı kılınmadan defnedilir de üzerine toprak
çekilirse yahut yıkanmadan namazı kılınarak defnedilir veya velâyeti olmayan
biri tarafından namazı kılınırsa, dağıldığı kanatı hâsıl olmadıkça, istihsânen
kabrinin üzerine namazı kılınır. Dağılması hakkında takdir yoktur. Esah kavil
budur. Zâhirine bakılırsa, dağıldığında şüphe edildiği taktirde namazı kılınır.
Lâkin Nehir'de İmam Muhammed'den kılınmayacağı rivayet olunmuştur. O, bunu
galiba mâni öne almak için söylemiştir.
İZAH
«Onun için
diyoruz ki: ilh...» sözü, «Bu, farzı ıskat için değil» ifadesinin illetidir.
Yani farz birinci namazla sâkıt olmasa idi ilk namazı kıldıranın da veli ile
birlikte tekrar kılmaya hakkı olurdu. Bahır sahibi bu sözle Gâyetü'l-Beyân'ın
söylediklerini reddetmiştir. Gâyetü'l-Beyân'da. «Birinci namaz mevkuftur. Eğer
veli onu tekrarlarsa anlaşılır ki, farz onun kıldığıdır. Tekrarlamazsa borç
birinci namazla sâkıt olur.» denilmiştir. Lâkin Allâme Makdisî
Gâyetü'l-Beyân'daki ifadenin kaidelere uygun olduğunu söylemiş ve «Çünkü nafile
olarak cenaze namazı kılmak bize göre meşru değildir. Bunun benzeri vardır ki,
o da evvelâ öğleyi kılan bir kimse için öğle ile birlikte cumadır.» demiştir.
Evet, Bahır
sahibinin sözü cevaba muhtaçtır. Cevap da güçtür. En iyisi Makdisî'nin sözüne
şöyle cevap vermelidir: «Velinin cenaze namazını tekrar kılması nafile
değildir. Çünkü başkasının kıldırdığı namazla farz eda edilmiş olsa bile - ki
bu meyyitin hakkıdır - nâkıstır. Zira o namazda velinin hakkı kalmıştır. Veli
tekrar kıldığı zaman, bu farz ilk farzı tamamlamış olur. Tıpkı kerahetle
kılınan namazı tekrar kılmaya benzer. Çünkü yerinde tahkikini yaptığımız
vecihle, bu namazların ikisi de farzdır. Birincisi farz olunca, ilk defa
kılanın, veli ile tekrar kılmaya hakkı olmaz. Zira bu tekrar, her vecihle
nafile olur. Veli bunun gibi değildir. O hak sahibidir. Benim anladığım budur.
«Çünkü cenaze
namazının tekrarı meşru olmamıştır.» Bu, bize ve İmam Mâlik'e göredir. Şâfiî
(R) buna muhaliftir. İki tarafın delilleri mufassal kitaplardadır.
«Yahut mahallenin
imamı gibi» ifadesi, nassan Hulâsa ve diğer kitaplarda da mevcuttur. Nitekim
yukarıda arzetmiştik. Keza Mecma'da ve şerhinde açıklandığına göre, mahalle
imamı, velinin namazı tekrarlayamaması hususunda sultan gibidir. Bundan
anlaşılır ki Gâyetü'l-Beyân'ın «mahalle imamı kıldırırsa velinin tekrar kılmaya
hakkı vardır. Sultan kıldırırsa onunla alay edilmemesi için tekrar kılamaz.» sözü
zaiftir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Zira bunlar
namaz hususunda ondan evladır.» sözüne şârih şunu da eklemeli idi: «Bir de onun
tâbi olması namazı kıldırması için izindir,» Böyle dese idi «Yahut ileri
geçmeye hakkı olmayan biri kıldırıp, veli ona tâbi olursa» ifadesinin de
illetini beyan etmiş olurdu. T.
«Ama veli, meselâ
sultanın huzurunda kıldırırsa sultan namazı tekrarlar.» Bu ifade, «ona tercih
edilecek kimse gelmemişse» sözünün mefhumunu açıklamadır. Ulemanın sözleri
arasında Bahır sahibinin yaptığı yatıştırma budur. Bu makamın izahını az
yukarıda gördük.
«Müctebâ'da şu da
vardır. ilh...» ibaresini ona nisbet eden Bahır sahibidir. Lâkin ben bu ibareyi
Müctebâ'da bulamadım. Benim orada gördüğüm şudur: «Sonra cenaze, namazı
kılınmadandefnedilir de velâyeti olmayan biri tarafından namazı kılınırsa,
dağılmadığı müddetçe üzerine namazı kılınır. Maksat, dilerse veli namazını
-kılabilir, demektir. Bu, farzı ıskat için değil, hakkı olduğu içindir.
Binaenaleyh yukarıda geçene aykırı değildir. Keza «hiç kılınmamış gibidir»
sözünü. «velâyeti olana nisbetle kılınmamış gibidir ki tekrarlamaya hakkı
vardır.» şeklinde te'vil etmek mümkündür. Nitekim Halebî böyle demiştir.
Namazı kılınmadan
defnedilen cenazenin üzerine toprak çekilmişse, namazı kabrinin üzerine
kılınır. Toprak çekilmemişse kabirden çıkarılarak namazı kılınır. Nitekim
evvelce arzetmiştik. Bahır.
Yıkanmadan namazı
kılınma meselesini, İbn Semâa rivayet etmiştir. Sahih kavle göre, bu halde
kabir üzerine cenaze namazı kılınmaz. Zira yıkanmadan cenaze namazı meşru
değildir. Gayetü'l-Beyân'da da böyle denilmiştir. Lâkin Sirâc ve diğer
kitaplarda «Kabri üzerine cenaze namazı kılınmaz, diyenler olmuştur.»
denilmektedir. Kerhî «Kılınır» demiştir. İstihsan da budur. Çünkü birinci
namazın şartı imkan varken terk edildiği için, bu namaz muteber değildir. Şimdi
imkan ortadan kalkmıştır. Yıkamanın farzıyeti de sâkıt olmuştur. Bu, mutlak
olmanın tercihini iktiza eder. Evla olan da budur. Nehir.
T E N B İ H: Kuyu
gibi bir yere düşenin veya üzerine bina yıkılıp çıkarılmasına imkan olmayanın
'hükmü de, namazı kılınmadan defnedilenin hükmü gibi olmak gerekir. Denizde
boğulan bunun hilafınadır. Çünkü bunun vücudu imamın önünde tahakkuk etmez.
«İstihsânen
kabrinin üzerine namazı kılınır.» İlk ikisinde (yani namazı kılınmadan
defnedilenle, yıkanmadan namazı kılınanda) kabrinin üzerine namazını kılmak
farz; sonuncuda (yani namazı) velâyeti olmayan biri tarafından kılınnanda
caizdir. Çünkü bu, velinin hakkı içindir. Bunu Halebî söylemiştir.
Ben derim ki: Bu,
zannedildiği gibi, müşterek iki mânâsında kullanılması kabilinden değildir.
Zira bu üç meselede namazın hakikatı birdir. İhtilaf sadece vasıftadır ki o da
hükümdür. Binaenaleyh insan kelimesini beyaz ve siyah olanlarına şâmil olacak
şekilde mutlak söylemek kabilindendir.
«Dağılması
hakkında takdir yoktur. Esah kavil budur.» Çünkü bu, mevsimin sıcaklığına,
soğukluğuna, cenazenin semizliğine, zaifliğine ve yerine göre değişir. Bahır.
Bazıları üç günle, bazıları on günle takdir edileceğini söyleyenler de vardır.
Bunu Hamavî'den naklen Tahtavî söylemiştir.
«O, bunu galiba
mânii öne almak için söylemiştir.» Yani mesele. namaz kılınmayacağını iktiza
eden dağılma ile, iktiza etmeyen dağılma arasında kalınca, mânii (yani
dağılmayı) tercih ederiz T.
Ben derim ki:
Hılye'de beyan olunduğuna göre ulema şüphe ile namazı kılınmayacağını
bildirmişlerdir. Bu, Müfid, Mezid Cevâmiu'l-Fıkıh ve bilimum kitaplarda
zikredilmiş, Muhit'te ise caiz olduğunda şek olduğu için» diye ta'lil
edilmiştir. Tamamı o kitaplardadır.
METİN
Özürsüz, hayvan
üzerinde veya oturarak cenaze namazı kılmak istihsânen caiz değildir. Cenazenin
yalnız başına yahut cemaatla birlikte, içinde bulunduğu cemaat mescidinde
cenaze namazı kılmaktahrimen mekruhtur. Bazıları tenzihen mekruh olduğunu
söylemişlerdir. Yalnız başına yahut cemaattan bazıları ile birlikte mescid
dışında bulunan cenaze hakkında ihtilaf edilmiştir. Muhtar olan kavil, mutlak
surette mekruh olmasıdır. Hulâsa. Şuna binaendir ki.mescid ancak farz
namazlarla nafileler gibi onlara tâbi olan namazlar ve ilim öğretmek için
yapılmıştır. Muvafık olan da budur. Çünkü Ebû Dâvud'un rivayet ettiği, «Her kim
cenaze namazını mescid içinde kılarsa onun namazı yoktur.» hadisi mutlaktır.
İZAH
«Özürsüz»
kelimesi her iki meseleye râcidir. Bir kimse yağmur veya çamurdan dolayı yere
inemeyerek hayvan üzerinde cenaze namazı kılarsa caizdir. Keza hasta olduğu
için veli oturduğu yerden, cemaat ise ayakta kılsalar şeyhayna göre caiz olur.
İmam Muhammed. «İmama caiz; cemaata caiz değildir.» demiştir. Bu, ayakta
olanın, oturarak kılana uyması hakkındaki hilafa mebnidir. Bahır.
«Veli» diye
kayıtlaması, hak onun olduğu içindir. Veliden başkası ve hak sahiplerinden
olmayan biri. özürden dolayı oturarak imam olursa zahire göre hüküm yine
böyledir. Onun kıldırmasıyle farz sâkıt olur. Seyyid Ebu's-Suud'un bahsettiği,
bunun hilafınadır. Bunu Tahtavî söylemiştir.
«Bazıları
tenzihen mekruh olduğunu söylemişlerdir.» Bunu muhakkık İbn-i Hümâm tercih
etmiş ve uzun izahat vermiştir. Tilmizi Allâme İbn-i Emîr Hâcc ona muvafakat
etmiş; ikinci tilmizi Hâfız Zeynî Kâsım ise Feteva'sında hususi bir risale ile
muhalefette bulunarak birinci kavli tercih etmiştir. Çünkü İmam-ı Muhammed
Muvattâ'ında bunu mutlak olarak men etmiş, «Mescid içinde cenaze namazı
kılınmaz.» demiştir.
İmam Tahavî,
«Bundan men etmek ve mekruhtur demek Ebû Hanîfe ile Muhammed'in kavlidir. Ebû
Yusuf'un kavlı de budur.» demiş; uzun uzadıya söz ederek vaktiyle caiz
olduğunu, sonra neshedildiğim tahkik etmiştir. Bahır sahibi de ona tâbi
olmuştur. Seyyidi Abdülgani dahi «Nüzhetü'l-Vâcid...» adını verdiği bir
risalede ona taraftar olmuştur.
«Cemaat
mescidi»nden murad, büyük cami ve mahalle mescididir. Kuhistânî. Caddede ve
halkın arazısinde kılmak dahi mekruhtur. Nitekim Muzmerat'tan naklen Fetevây-ı
Hindiye'de beyan edilmiştir. Mescid içinde 'cenaze namazı kılmak mekruh olduğu
gibi, cenazeyi mescide sokmak da mekruhtur. Nitekim bunu şeyh Kâsım
nakletmiştir.
«Muhtar olan
kavil mutlak surette mekruh olmasıdır.» Yani yukarıda zikri geçen bütün
suretlerde mekruhtur. Nitekim Hulâsa'dan naklen Fetih'te böyle denilmiştir.
Muhtârâ'tü'n-Nevâzil'de, «Cenaze mescidin dışında olursa, namazının içeride
kılınması mekruh değildir.» denilmiştir.
«Şuna binaen ki
mescid ancak namaz ve ilim öğretmek için yapılmıştır.» Ama mescidi pisleyeceği
için diye ta'lil yaparsak, cenaze yalnız başına veya cemaattan bazıları ile
birlikte mescidin dışında bulunduğu zaman mekruh değildir. H. Münye şerhinde,
«Mebsut sahibi ile Muhit sahibi buna meyletmişlerdir. Amel buna göredir. Muhtar
olan kavil de budur.» denilmektedir.
Ben derim ki:
Hatta Gayetü'l-Beyân ile İnâye'de bundan bilittifak kerahet olmadığı
bildirilmiştir. Lâkin Bahır sahibi bunu reddetmiştir. Nehir sahibi ise
ittifakı, mescid dışında olanlar hakkında kerahet bulunmadığına; yukarıda
geçeni de mescid içinde olanlara hamletmek suretiyle cevap vermiştir. Sonra
bilmelisin ki, birinci ta'lilde gizli nokta vardır. Zira cenaze namazının dua
ve zikir olduğunda şüphe yoktur. Dua ile zikir ise mescid yapmanın
gayelerindendir. Aksi taktirde yağmur duası ve kusuf duası gibi şeylerin men
edilmesi tâzım gelir. Halbuki bu hususta vârid olan, Müslim'in rivayet ettiği
şu hadiste «Bir adam mescide kayıp hayvanını soruşturdu do, Peygamber (s.a.v.),
«Bulamayasın! Mescidler ancak ne için yapıldı ise ona yararlar!» buyurdu.»
«Muvafık olan da
budur.» Fetih'te de böyle denilmiştir. Lâkin söz götürür. Çünkü «mescidde»
sözün namaz kıldı fiiline veya cenazeye yahut her ikisine birden zarf olması
ihtimali vardır. Birinci ihtimale göre cenazenin mescid içinde bulunması,
namazının dışarıda kılınması mekruh değildir. İkinci ihtimale göre aksi mekruh
değildir. Üçüncüye göre, biri bulunmazsa mekruh değildir. Herhale göre bu.
muhtar kavle muhaliftir. Muhtar kavil mutlak kerahettir.
Bahır sahibi
şöyle cevap vermiştir: «Bu ihtimallerden hiçbirine aynen delil bulunmayınca,
ulema hangisi olursa olsun biri bulunursa kerahet vardır, demişlerdir.»
Ben derim ki : Bu
söze göre keraheti, delilsiz ispat etmek lazım gelir. Çünkü ihtimal kapısı
acılınca onunla istidlâl sâkıt olur. Lâkin kimseye gizli değildir ki, «Zeydi
evde döğdüm.» cümlesinden, lügatan ve örfen hemen anlaşılan, fiilin zarfa
ta'lik etmesidir. Cümle, fail ile mef'ulün bihin yahut bunlardan birinin
muayyen olarak o yerde bulunmasını iktiza eder mi edemez mi bu lazım değildir.
Evet, Telhisu'l-Câmîi'l-Kebir'de ve şerhinin «söğmekte yeminden dönme» bâbında
bunun için bir kaide zikredilmiştir. Kaide şudur: «Fiilin bazan mef'ulde eseri
olmaz. İlim ve zikir böyledir. Bazen da eseri olur. Dökmek ve öldürmek
böyledir. Bir kimse meselâ «Zeyd'e, mescidde söğersem şöyle olsun» derse, ancak
söğen kimse o yerde olmakla yemin tahakkuk eder. Söğülenin de orada olup
olmaması müsavidir. Çünkü söğmek, söğüleni kötülükle anmaktır. Zikir, zikir
edenle hâsıl olur. Onun zikir edilene te'siri yoktur. Çünkü o cenaze ve gâip
hakkında söğmek olarak tahakkuk eder. Binaenaleyh failin yeri muteberdir.
Öldürmek ve döğmek gibi şeylerin bir yerde vuku, mef'ul bih orada bulunmakla
tahakkuk eder. Failin de orada bulunması veya bulunmaması müsavidir. Zira bu
fiillerin mahalde meydana gelen eserleri vardır. Binaenaleyh mef'ulun bih'in
bulunması şarttır ki, o da o yerde ki mahaldır. Fail değildir. Çünkü bir kimse
mescid içinde bulunan bir koyunu kendisi mescidin dışında olduğu halde kesse
«mescid içinde kesti» denilir. Aksi bunun hilafınadır. Görmüyor musun Haremi
Şerif'teki bir avı vuran kimse, kendisi Harem dışında olsa bile Harem'de vurmuş
sayılır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Tahkikin tamamı oradadır.
Müracaat edebilirsin.
Bunu öğrendikten
sonra anlarsın ki cenazenin namazını kılmak. bir fiil olup mefulde eseri
yoktur. Bu fiil namaz kılanla hâsıldır. Binaenaleyh «Bir kimse mescidde bir
cenazenin namazını kılarsa» sözü. namaz kılanın mescidde olmasını iktiza eder.
Cenazenin orada olup olmaması müsavidir. Bu, hadisin mantukundan alarak mekruh
olur. Bunu Allâme Kâsım'ın risalesinde rivayet ettiği Necâşi hadisi de te'yid
eder. Rivayet olunmuştur ki, Peygamber (s.a.v.) Ashabına, Necâşî'nin vefat
haberinibildirdiği zaman namazgâha çıkarak orada cenaze namazı kılmıştır.
Allâme Kâsım, «Cenaze namazı mescidde caiz olsa namazgâha çıkmanın bir mânâsı
kalmazdı.» demiştir. Halbuki cenaze de mescidin dışında idi.
Şimdi namazı
kılan dışarıda, cenaze içeride olduğu suret kalır. Hadiste bunun mekruh
olmadığına delalet yoktur. Çünkü bize göre böyle yerlerde mefhum muteber
değildir. Belki mekruh olduğuna delalet, nass ile istidlâl edilir. Çünkü
kendisi içeride olmadığı halde mesciddeki cenazenin namazını kılmak mekruh
olunca - ki namaz zikir ve duadır - cenazeyi içeri sokmak evleviyetle mekruh
olur. Zira bu sırf abesle iştigaldir. Bâhusus namazın mekruh olması mescidi
pislemek illetine ibtina ederse, hâlis abestir. Bu izahatla anlaşılır ki hadisi
şerif olan mutlak kerahet kavlini te'yid eder. Bu kavil yukarıda arzettiğimiz
vecihle zâhir rivayettir. Bir biricik izahı ganimet bil! Zira Mevlânın, bu âcz
kuluna lütuf buyurduğu futuhattandır. Bundan dolayı ALLAH'a hamdolsun!
«Her kim cenaze
namazını mescid içinde kılarsa onun namazı yoktur.» Bu hadisi İbn-i Ebî Şeybe
rivayet etmiştir. İmam Ahmed'le Ebû Davud un rivayetlerinde, «Ona hiç bir şey
yoktur.» denilmiştir. İbn-i Mâce'nin rivâyetinde de az farkla böyle denilmiştir
Hadis, «Ona hiç bir sevap yoktur.» şeklinde de rivayet olunmuştur. İbn-i
Abdi'l-Berr, «Bu rivayet fena bir hatadır. Doğrusu, «ona hiç bir şey yoktur.»
şeklidir demiştir. Meselenin tamamı Nuh Efendi Hâşiyesi'yle Medenî
Hâşiyeleri'ndedir. Hadisi şerif, değişmez nehiy değildir. Tehdit de
bildirmemektedir. Çünkü sevabın bulunmaması, azabı hak etmeyi gerektirmez. Caiz
ki mübahtır. Burada şöyle bir itiraz vâriddir: Namazın kendisi sevap için bir
sebeptir. Onu kılmışken yok hesap etmek, ancak bu sevaba karşı gelecek bir
günahı da onunla beraber irtikâb etmekle olur. Ama bu itiraz söz götürür.
Fetih'te böyle denilmiştir. Keza Hadisin «onun namazı yoktur.» rivayeti
hakkında da aynı itiraz vâriddir. Çünkü kesinlikle malum ki bu namaz. sahihtir.
Binaenaleyh bu hadis «mescide komşu olan kimsenin mescidden başka yerde namazı
yoktur.» hadisi gibidir. Hatta bunun te'vili daha kolaydır. Yani kâmil namaz
yoktur demektir. Binaenaleyh asıl sevabın sabit olmasına aykırı değildir. Bu
suretle Bahır'ın «bu rivayet keraheti tahrimiye kavlini te'yid eder.» sözü
defnedilmiş olur.
T E T İ M M E:
Mescidde cenaze namazı ancak özür yoksa mekruhtur. Özür varsa mekruh değildir.
Özürlerden biri de yağmurdur. Nasıl ki Hâniye'de bildirilmiştir. İtikâf dahi
bir özürdür. Bu, Mebsut'ta Hılye'de ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
Zâhire bakılırsa itikâf'tan maksat, velinin itikâfıdır. İleri geçmeye hakkı
olanlar da veli gibidir. Başkaları veliye uyarak onunla birlikte namazı
kılabilirler. Aksi halde başkasının da kılamaması lâzım gelir. Bu ise
ihtimalden uzaktır. Çünkü mescidde sokmak ve namazı kıldırmak günahı özürle
ortadan kalkmıştır.
Bizim
memleketimizde cenaze namazı kılınan yerlerin yıkılması sebebiyle mescidden
başka yerde kılmak imkansız veya güç olduğundan, cenaze namazını mescidde
kılmak âdet olmuştur. «Bu özürdür» denilebilir mi bir düşün!
Mescide cenaze
namazına gelen bir kimse onu cemaatla birlikte kılmazsa başka yerde kılmasına
imkan yoktur. Bu suretle ömründe hiç bir cenaze namazı kılamaması lâzım gelir.
Evet, bazı yerlerdecenaze mescidin dışında caddeye konur da namazı kılınır.
Bundan, birçok kimselerin namazlarının bozulması lazım gelir. Çünkü pislik
umumidir. Pislenen ayakkabılarını da çıkarmazlar. Halbuki biz caddede kılmanın
mekruh olduğunu söylemiştik. Bir şey darlaşırsa genişler. (Bu bir kaidedir). Şu
halde «kerahet-i tenzihiye ile mekruhtur» diye fetva vermek gerekir. kerahet-i
tenzihiye, evlanın hilafı mânâsınadır. Nitekim Muhakkık İbn-i Hümâm bu kavli
tercih etmiştir. Bu söylediklerimiz özür olunca, aslâ kerahet yoktur. Allah'u
âlem.
METİN
Doğar doğmaz ölen
çocuk istihlâl yaparsa yıkanır ve namazı kılınır. O başkasına, başkası ona
mirasçı olur. Adı konur. İstihlâlden murad bedeninin ekserisi çıktıktan sonra
sağlığına delalet eden bir alâmet bulunmasıdır. Hatta yalnız başı çıksa da
bağırsa ve bir adam onu kesse, gurre ödemesi lâzım gelir. Kulağını keser de
diri olarak çıkar ve hemen ölürse diyet vermesi icabeder. İstihlâl yapmazsa,
İmam Ebû Yusuf'a göre yıkanarak adı konur. Esah olan budur. Binaenaleyh bununla
fetva verilir. Zâhir rivayet bunun hilafınadır. Bu, ademoğullarına ikram
içindir. Nitekim Mülteka'l-Bihâr adlı kitapta böyle denilmiştir.
İZAH
Doğan çocuk hemen
ölürse yıkanıp kefenlenir ve namazı kılınır. Musannıfın kefenden bahsetmemesi,
söylediklerinden anlaşılacağı içindir. Zira namazın sahih olması için avret
yerinin örtülmesi şarttır. Buraya bir de «istihlâl yaparsa» kelimesini getirmesi
lüzumsuzdu. Çünkü «doğar doğmaz ölen» demesi, yaşadığını gösteriyordu. Ondan
sonra tafsilata girişmesi hoş bir şey değildir. Kenz'in yaptığı gibi «çocuk
hayat eseri gösterirse yıkanıp namazı kılınır; göstermezse kılınmaz.» demeli
idi.
İstihlâl hilâli
görünce seslenmektir. Sonra hilâli görmeye istihlâl denilmiş ve kelime giderek
mutlak surette sesi yükseltmekte kullanılmaya başlanmıştır. çocuğun istihsali
de bu kabildendir. Yani doğduğu zaman ağlayarak sesini yükseltmesidir.
Sağlığına delalet eden alametten murad, ağlamak, bir uzvunun veya kolunun
bacağının hareket etmesidir. Bedâyi, bu istihlâlin şer'î mânâsıdır. Nasıl ki
Bahır'da beyan edilmiştir.
Şurunbulâli
sahibi diyor ki: «Maksat temelli hayattır. Bozulmanın ve elin açılıp
kapanmasının ehemmiyeti yoktur. Çünkü bu gibi şeyler kesilen hayvanın
hareketidir. Onlara itibar yoktur. Hatta bir adam kesilir de hareketle can
çekişirken babası ölürse, kesilen oğul babasına mirasçı olamaz. Zira bu halde
ona ölü hükmü verilir. Nitekim Cevhere'de de böyle denilmiştir.»
Ben derim ki:
Fetih, Bahır ve Zeyleî Bedâyi'den naklettiğimiz kavlî tercih etmişlerdir. Ama
bunu Şurunbulâliye'deki ibareye yorumlamak mümkündür.
T E N B İ H:
Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Ebe kadın veya anne, çocuğun istihlâl yaptığına
şahitlik ederse yıkanıp namazı kılınmak için sözü kabul edilir. Çünkü diyanet
meselelerinde haber-i vâhit (bir kişinin haberi) adalet şartıyle makbuldur.
Miras hakkında ise annenin şahitliği kabul edilmez. Zira kendine menfaat
celbetmekle itham olunur. Ebu Hanîfe'ye göre ebe kadının şahitliği de öyledir.
İmameyn, adaletli olmak şartıyle kabul edileceğini söylemişlerdir.» Zâhirine
bakılırsa Ebû Hanife'ye göre mirasta nisâb şehadet (şahitlikte tam sayı
şarttır. Bahır'da Müctebâ'dan naklen «Ebû Hanife'den rivayet edildiğine göre»
denilerek bu şekilde açıklanmıştır.
«İstihtâlden
murad, bedeninin ekserisi çıktıktan sonra sağlığına delalet eden bir alamet
bulunmasıdır.» denildiğine göre çocuğun başı çıkar da ağlayarak ölürse mirasçı
olmaz; diri olarak ekserisi çıkmadıkça namazı kılınmaz. Bunu Mübtegâ'dan naklen
Bahır sahibi söylemiştir. Çokluğun hududu, ayaktan yukarı doğru göbektir.
Baştan aşağı doğru ise göğsüdür. Bunu Münyetü'l-Müftî adlı kitaptan naklen
Nehir sahibi söylemiştir.
«Hatta yalnız
başı çıksa da bağırsa ve bir adam onu kesse gurre ödemesi lâzım gelir.» Yani
çocuğun yarıdan az kısmı çıktığı anda sağlığı itibar edilse, diyet lâzım
gelirdi. Bu halde gurre lâzım gelmesi, o miktar çıkmanın yok hükmünde olduğuna
binaendir. Çünkü gurre yalnız hamile bir kadının karnına vurarak çocuğunu ölü
olarak düşürtmekle vacip olur. Şu halde bedeninin ekserisi çıkmadan kesmesi,
annesinin karnında iken vurması hükmündedir. Ekserisi çıktıktan sonra kesmesi
böyle değildir. O diyeti icab eder. Bu söylediklerimizle tefriin sahih,
itirazın bâtıl olduğu meydana çıkar.
Gurre, çocuk
erkekse, erkeğin onda bir kıymetinin yarısını; kız ise kadının onda bir
kıymetini diyet olarak vermektir. Bunların ikisi de beşer yüz dirhem gümüş eder
ki, elli altundur. Nitekim yerinde gelecektir.
«Ölürse diyet:
vermesi icabeder.» sözünden anlaşılıyor ki ölüm, kesilmek sebebiyle meydana
gelmiştir. Şu halde eğer kulağını hata olarak keserse, murad nefsin diyetidir.
Aksi taktirde kısası vacip olur. Lâkin Bahır'ın Mübtegâ'dan naklettiği ibare
«sonra ölürse» şeklindedir. Buna göre, ölümü kesmekten ileri gelmezse kulağın
diyeti vacip olur. Kesmekten ileri gelirse ya nefsin diyetini vermek yahut
kısas lâzım gelir. Nasıl ki bunu söylemiştik. Lâkin Rahmetî, «Diyet vacip olup
kısas lâzım gelmemesi şüpheden dolayıdır. Çocuğun babası olduğu tahakkuk
etmeden onu yaralamıştır.» diyor.
Şeyh İsmail'in
el'Ahkâm adlı kitabında «Et-Tehzib lizih lebib»den naklen şöyle denilmektedir:
«Meselâ bir adam bir insanın kulağını keserse beşyüz altun vermesi vacip olur;
başını keserse elli altun vermesi icabeder? (buna ne dersiniz?) Cevap: Bu adam
doğum anında başı dışarı çıkan çocuğun kulağını kesmiştir. Doğumu tamam olur da
yaşarsa, yarım diyet ödemesi vacip olur ki, bu beşyüz altun eder. Çocuğun
başını keserse kalan kısmı çıkmadan ölür. Ve gurre vermesi lazım gelir. Bu do
elli altun eder.»
«Yıkanarak adı
konur.» sözü. teşekkülü tamam olmuş çocuğa şâmildir. Bunun yıkanacağında hilaf
yoktur. Teşekkülü tamam olmayan çocuğa da şâmildir ki, bunda hilaf vardır.
Muhtar kavle göre bu çocuk yıkanarak bir beze sarılır. Namazı kılınmaz. Nitekim
Mi'râc, Fetif, Hâniye. Bezzâziye ve Zahiriyye'de böyle denilmiştir.
Şurunbulâliye. Musannıfının yazdığı Mecma' şerhinde bildirildiğine göre hilaf
birincidedir. İkincisi bilittifak yıkanmaz. Bahır sahibi bilittifak
yıkanmayacağı hususundakisöze aldanarak, Fetih ve Hulâsada ki «Muhtar olan
kavle göre yıkanır.» ifadesinin yanlış olduğunu; bunların, teşekkülü tamam
çocuğa gözleri kaydığını yahut yazanın hata ettiğini söylemiştir. Fakat Nehir
sahibi. kendisine itirazla Fetih ve Hulâsa'daki ifadeyi Mi'rac sahibinin Me6suf
ile Muhit'e nisbet ettiğini bildirmiştir. Bunun mezkur kitaplardan
nakledildiğini de gördün. Ahkâm'da beyan edildiğine göre Umdetü'l-Müffi, Feyz,
Mecmâ' ve Mübtegâ sahipleri kesinlikle buna kail olmuşlardır. Bilumum
kitaplarda zikredilen kavil bu olduğuna göre, hata hükmü Mecma' şerhine vermek
münasip olur.
Lâkin
Şurunbulâliye'de. «Bu iki kavlin arasını bulmak şöyle mümkündür: Yıkanmaz
diyen, sünnet vecihle yıkanmayı; yıkanır diyen ise kısmen yıkanmayı murad
etmiştir. Üzerine su dökülür. Abdest aldırılmaz, yıkamaya sedirle başlamak gibi
tertibe riayet edilmez.» denilmektedir.
Ben derim ki:
Ulemanın «bir beze sarılır.» demeleri de bunu te'yid eder. Zira tekfini
hususunda sünnete riayet etmemişlerdir. Yıkanmasında da öyledir.
«İstihlâl
yapmazsa yıkanarak adı konur.» Bu cümlenin yeri aşağıdaki «uzuvlarının bir
kısmı belli ise» ifadesinden sonra idi. Çünkü hilafın bunda olduğunu
biliyorsun. Mecma' şerhi ile Nehir'in ifadesi buna muhaliftir.
METİN
Nehir'de
Zahiriyye'den naklen «uzuvlarının bazısı belli olmuşsa yıkanır ve toplanır;
muhtar kavil budur.» denilmiştir. Sonra bir beze sarılarak defnedilir. Namazı
kılınmaz. Yerinden kendiliğinden ayrılmışsa mirasçı da olmaz. Nitekim anne
babasından biri ile esir edilen çocuğun da namazı kılınmaz. Zira dünya
hükümlerinde çocuk ona tabidir. Ahiret hükümlerinde tabi değildir. Yukarıda
geçmişti ki çocuklar cennetliklerin hizmetçileridir. Anne babasından ayrı
olarak esir edilirse memleketine veya esir edene tabi olarak çocuk müslümandır.
İZAH
Şârih'in «ve
toplanır» sözünü «muhtar kavil budur.» dedikten sonra getirmesi münasip olurdu.
Zira Zahîriyye'nin ifadesi şöyledir: «Muhtar kavle göre yıkanır, acaba toplanır
mı? Ebû Cafer Kebir'den nakledildiğine göre şayet ruh üfürülmüşse toplanır.
Üfürülmemişse toplanmaz. Ulemamızın mezhebi iktizasınca-uzuvlarının bazısı
belli olursa toplanır. Şa'bî ile İbn Sîrin'in kavilleri de budur.» Bunun vechi
şudur: Adını koymak toplanmasını iktiza eder. çünkü bunun. kendisine mahşerde
ismiyle çağrılmaktan başka bir bir faydası yoktur. Alkamî, düşük çocuklarınıza
ad koyun çünkü onlar sizden önce gideceklerdir.» hadisi hakkında söz ederken
şunları söylemiştir. «Faide, düşük çocuk şefaatçi olur mu, olursa ne zaman
şefaatçi olur? Sonra bu kan pıhtısı olduğundan itibaren midir yoksa gebelik
zuhur ettikten sonra mıdır? Dört ay geçtikten sonra mı yoksa ruh verildikten
sonra mıdır, diye soranlar olmuşlardır. Cevap şudur: İtibar ancak uzuvlarının
belli olup olmamasınadır. Nitekim üstadımız Zekeriyya bunu izah etmiştir.»
Uzuvları tamam olsun olmasın namazı kılınmaz. T.
«Yerinden
kendiliğinden ayrılmışsa mirasçı da olmaz.» Fakat başkası tarafından ayrılırsa,
meselakarnına vurarak kadın çocuğu ölü düşürürse mirasçı da olur; kendisine
mirasçı da olunur. Çünkü şeriat sahibi, vurana gurreyi vacip kılınca onun diri
olduğuna hükmetmiş demektir. Nehir. Yani yerinden ayrılmadan, mesela babası
ölürse, düşük ona mirasçı olur.
«Nitekim anne
babasından biri ile esir edilen çocuğun da namazı kılınmaz.» Her ikisiyle
beraber esir edilirse namazının kılınmayacağı evleviyette kalır. Büluğa ermiş
bulunan deli çocuk gibidir. Nitekim Şurunbulâliye'de de böyle denilmiştir.
Çocuğun mümeyyiz (zararı faydayı ayırır halde) olup olmaması, keza islâm veya
küfür diyarında ölmesi fark etmediği gibi esir edenin müslüman veya zımmî
olması da fark etmez Zira anne baba mevcut olunca memleketin ve esir alanın
itibar ve ehemmiyeti yoktur. Mümeyyiz iken yani müslüman olmadıkça büluğa kadar
çocuk anne ile babasından birine tâbidir. Nitekim Bahır sahibi bunu açık ifade
etmiştir.» H.
Muhakkık İbn Emîr
Hâcc Tahrir şerhinin Hâkim faslında tâbilik meselesini. zikrettikten sonra
şunları söylemiştir: «Fahru'l-İslam'ın Câmi' şerhindeki ibaresi, bu
söylediğimiz hususatta akli erenle ermeyen müsâvidir.» şeklindedir. Bu kitabta
buna işâret etmiştir. Câmi' Kebîr'de ise nassan açıklanmıştır. Şu halde
şerhinde «Anne babasından biri müslüman olursa çocuk ona teb'an müslüman
sayılır. Küçük aklı başında olsun olmasın fark etmez. Çünkü çocuk anne ile
babasından hangisi din itibariyle daha hayırlı ise ona tâbîdir.» demişse kusur
etmiş olmaz.» Hayreddin-i Remlî'nin beyanına göre çocuk babasının babası ile
birlikte esir edilirse bu hükümde değildir. Onun namazı kılınır.
«Ahiret
hükümlerinde tâbi değildir.» Tâbî olsalar onlar da anne babaları gibi
cehennemde olurlardı. Çocuklar hakkındaki kavillerden birî de budur. Makâsıd
şerhinde, bu ekser ulemadan nakledilmiştir. T. Biz bu meselenin tamamını bu
bâbın başında arzetmiştik.
«Memleketine veya
esir edene tâbî olarak çocuk müslümandır.» Yani esir alan zımmi ise, memlekete
tabaan müslüman ise, esir edene tabaan müslüman sayılır. Münye şerhinde böyle
denilmiştir. Bahır'da sadece memlekete tabaan denilmekte iktifa edilerek şöyle
denilmiştir: «Çünkü esir alana tâbî olmanın faydası ancak darı harpte görülür.
Mesela çocuk, bir adamın hissesine düşer de ölürse, esir alana tâbî olarak
namazı kılınır. Ama sözümüz esir almak hususundadır. Lügatta bu kelime, bir
yerden başka yere götürülen esirler mânâsınadır. Esir denilmek için mutlaka
götürülmek şarttır. Burada bu yoktur.»
Ben derim ki:
Lâkin Sıhah ve Kâmusta, götürülmek şart koşulmamıştır. Evet, İmam Serahsî
Siyer-i Kebîr şerhinin sonlarında bunun, kelimenin mefhumundan hariç. bir şart
olduğuna delâlet eden sözler söylemiş ve şöyle demiştir: «Çocuk yalnız başına
esir alınırsa, islâm memleketine çıkmadıkça müslüman olduğuna hükmedilmez.
Çıkarsa memlekete tabaan müslüman olur. Yahut hükümdar ganimetleri taksim eder;
veya onları dârı harpte satar da mal sahibine tabaan müslüman olur. Zira
sahibine tâbî olmanın tesiri, memlekete tâbî olmanın tesirinden daha büyüktür.
Satın alan zımmî ise, meselâ çocuğa satın almak veya bahşiş verilmek suretiyle
malik olmuş ise yine müslüman olduğuna hükmedîlir. Hatta ölürse namazı kılınır.
Zımmî onu satmaya mecbur edilir. Çünkü çocuk müslümanların kuvvetiyle elde
edilmiş; o da bu sayede çocuğa mâlik olmuştur. Şu halde satış ve taksimle elde
edilmesinin tamamı, islâm memleketine çıkarmakla tamamı gibi olmuştur. Bir
zımmî hırsızlık için dârı harbe girer de müslüman memleketine bir çocuk
getirirse, o çocuk müslümandır. Zımmî onu satmaya mecbur edilir. Çünkü bu
çocuğa ancak müslüman memleketine çıkarmakla mâlık olmuştur. Binaenaleyh
ganimetçi gibi olur. Meselâ kumandan, kim.bir esir alırsa esir onun olacak, der
de zımmî birisi anne babası yanında olmayan bir çocuk alırsa bu çocuk
müslümandır. Zira çocuğa müslümanların ordusuyla mâlik olmuştur. Zımmînin
müsaade ile dârı harbe girmesi bunun hilâfınadır. Oraya pasaportla gider de
onların kölelerinden bir küçük çocuk satın alırsa çocuğa akitle mâlik olur.
Müslüman ordusu ile mâlik olmuş sayılmaz. Bu çocuğu müslüman memleketine
getirdiği zaman çocuk müslüman olmaz. Ama onlardan satın atan müslüman ise
çocuğu yalnız başına islâm diyarına çıkardığı zaman müslümanlığına hükmolunur.
Sahibine tâbî olmak, ancak bunda kendini gösterir. Sahibi müslüman ise satın
aldığı da ona tâbî olarak müslüman; zımmî ise satın aldığı da zımmî olur.» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Hâsılı şudur:
Çocuğun müslüman olduğuna ancak islâm memleketine çıkarmakla memlekete tabaan
yahut taksim veya hükümdarın satmasıyle, sahibi müslüman ise sahibine tabaan,
sahibi zımmî ise ganimeti alanlara tabaan hükmolunur. Allah'u âlem.
Ben derim ki:
Serahsî'nin «satış ve taksimle elde edilmesinin tamamı, islâm memleketine
çıkarmakla tamamı gibi olmuştur;» ifadesinden su hüküm çıkarılır: Zımmî, çocuğa
mâlik olunca islâm memleketine çıkarmadan müslüman olduğuna hükmedilir. Çocuk
dârı harpte ölürse namazı kılınır.
METİN
Yahut anne
babasından biri ile esir edilir de o müslüman olur, veya çocuk aklı erdiği yani
yedi yaşına vardığı halde müslüman olursa cenaze namazı kılınır. Zira müslüman
olmuştur.
Ulema, avâmdan
olan bir kimseye, islâmiyetin sorulmaması, bilâkis onun yanında islâmın
hakikatı ve îmân edilmesi vacip olan şeyler söylenmesi gerektiğini. sonra
kendisine «sen bunu tasdik ediyor musun?» diye sorulması lâzım geldiğini
söylemişlerdir. O kimse evet, diye cevap verirse bununla iktifa edilir. «İman
nedir, islâm nedir?» suallerine cevaben duraklaması zarar etmez. Fetih.
Müslüman, aslen
kâfir olan dayısı gibi bir yakınını hînî hâcette yıkayarak kefenler ve
defneder. Eğer kendi dininden yakını varsa onlara bırakması evlâdır. Mürted ise
köpek gibi bir çukura atılır. Kâfir yıkanırken, sünnete riayet edilmez. Onu
yıkayan kimse pis elbise yıkar gibi yıkar ve bir beze sararak bir çukura atar.
Kâfir, akrabası olan müslümanı yıkayamaz.
İZAH
«Yahut anne
babasından biri ile esir edilir de o müslüman olursa» yani anne ve babası
müslüman olursa çocuğun cenaze namazı kılınır. Zira çocuk anne babasının
hangisi din itibariyle daha hayırlı ise ona tâbidir. Burada ona tabaan çocuk da
müslümandır. Mümeyyiz (yani zararı faydayı ayıracakyaşta) olması şart değildir.
Nitekim evvelce geçmişti. Hayreddin-i Remlî, kâfirin nikahı bâbında iki kavil
nakletmiş; Şilbî de çocuğun mümeyiz olmaması şarttır diye fetva vermiştir.
Lâkin Serahsî Siyer şerhinde «bu kavil hatadır.» diye açıklamıştır. Bu hususta
sözün tamamı inşallah kâfirin nikahı bâbında gelecektir.
Ben derim ki:
Şimdi şu kalır: Çocukla birlikte anne babası yahut bunlardan biri esir alınır
da ölürse, sonra çocuk yalnız başına islâm memleketine çıkarıldığında müslüman
olur. Çünkü anne babasının dârı harpde ölmeleriyle onlara tâbî olmaktan
çıkmıştır. İslâm memleketine çıktıktan veya taksimden yahut satıştan sonra
olurlarsa iş bunun hilâfınadır. Siyer-i Kebîr şerhinde de böyle denilmiştir.
«Aklı erdiği
halde» sözü, müslüman olan çocuğun kaydıdır. Çünkü aklı ermeyen çocuğun sözü
muteber değildir. O kasıtla sâdır olmamıştır. «Yedi yaşına vardığı halde» sözü
de aklı erenin tefsiridir ki, böylesinin kendi kendine müslüman olması
sahihtir. Bunu Nehir sahibi Fetevâ-i Kârii'l-Hidâye'ye nisbet etmiştir.
İnâye'de bu «fayda ve zararları bilen. islâmın hidayet yolu olduğunu, ona tâbî
olmanın hayır getireceğini anlayan» diye tefsir edilmiş; Fetih'te de «islâmın
sıfatını bilmesidir ki. o da hadisdeki Allah'a, meleklerine, peygamberlerine,
son güne, kadere hayrına şerrine inanmandır, ifadesidir.» şeklinde izah
edilmiştir.
Fethü'l-Kadir
sahibi şöyle demiştir: «Bu gösteriyor ki, mücerret Allah'tan başka ilâh yoktur
demek, bu. söylediklerimize inanmadıkça, müslümandır diye hüküm vermeyi
icabetmez. Meselenin tamamı Bahır ve Nehir'dedir.
Ben derim ki:
Zâhire göre maksadı şudur: Çocuk bunlara tafsilatıyle bildirilip îman etmesi
istenildiği zaman îman etmiş olacaktır. Karinesi aşağıda gelecektir. îman
istenildikte inkâr eder veya ikrardan çekinirse, «Lâilâhe illâllah» demesi kafi
değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)in müşriklerin lâilâhe illallah deyip kendi
peygamberliğini ikrar etmeleri ile yetindiği, îman edilecek şeylerin
tafsilâtını istemediği malumdur. Evet, bazen her iki şehadetin veya birinin
ikrarı şart olur. Bazen bütün muhalif dinlerden sıyrıldığını söylemek de şart
olur. Bunların tafsilâtı inşallah riddet bâbında şârihin «kâfirler beş
sınıftır.» dediği yerde gelecektir.
«Duraklaması
zarar etmez.» Çünkü avam tabakası bazen bilmiyoruz diye cevap verirler. Ve bunu
söylerken tevhitten, ikrardan, cehennem korkusundan ve cennet arzusundan
uzaktırlar. Herhalde bu suallerin cevabının hususi ve manzum bir sözle
olacağını zannederek cevaptan çekinirler. Bunu Fetih'ten naklen Bahır sahibi
söylemiştir.
Müslümanın, kâfir
olan yakını yıkayıp defnetmesi vacip değil, caizdir. Çünkü yıkamak vacip olmak
için cenazenin müslüman olması şarttır. Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Hatta
kâfiri yıkamak vacip değildir. Zira yıkamak cenazeye ta'zim ve ikram için vacip
olmuştur. Kâfir buna ehil değildir.» Şârih «dayısı gibi» demekle, yakından
muradın zevi'l-erhâma da şâmil olduğuna işaret etmiştir. Nitekim Bahır'da da
böyle yapılmıştır. «Aslen kâfir» sözünü Kuhistâni Cellâbi'den naklen şehit
bâbında «harbî olmayan» diye kayıtlamıştır.T.
«Kâfir, akrabası
olan müslümanı yıkayamaz» yani müslümanın müslüman akrabası yoksa, onun techiz
ve tekfinini müslümanlar üzerlerine alırlar. Kâfirin, müslüman akrabasını defin
için onun kabrine girmesi mekruhtur. Bahır.
Evvelce
arzetmiştik ki müslüman bir erkek, kadınlar orasında ölür de yanlarında bir de
kâfir erkek bulunursa ona cenaze yıkamayı öğretirler. Sonra kadınlar namazını
kılarlar. Şu halde kâfirin cenaze yıkaması zaruretten dolayıdır. Bu, zaruret
yokken onun müslüman akrabasını techizi de mümkündür mânâsına gelmez. Zeyleî
buna muhaliftir. Bunu Bahır sahibi ifade etmiştir.
METİN
Cenazeyi taşıyan
kimsenin önce onun tarafını sağ omuzuna alarak on adım gitmesi menduptur. Çünkü
hadiste «her kim bir cenazeyi kırk adım taşırsa kırk büyük günahına kefaret
olur.» buyurulmuştur. Sonra aynı şekilde arka tarafını sağ omuzuna alır. Sonra
ön tarafını sol omuzuna, sonra aynı şekilde arka tarafını sol omuzuna alır.
Böylece taşıma işi cenazenin arkasında sona erer ve o kimse cenazenin ardından
yürür. Sahih rivayete göre Peygamber (s.a.v.) Sa'd b. Muâz'ın cenazesini
taşımıştır. Bize göre cenazeyi tabutun iki kolu arasında taşımak mekruhtur.
Bilakis her adam eli ile bir kol kaldırır. Eşya taşır gibi ensesine koymaz.
Onun için sırtta ve hayvan üzerinde taşınması mekruh olmuştur.
Meme emen veya
memeden ayrılmış yahut az daha büyücek çocuğu bir kişi elleri üstünde taşır.
Velev ki hayvana binmiş olsun. Büyük olursa tabuta konur. Cenaze koşmamak
şartıyle acele götürülür. Koşarak götürmek mekruhtur. Cuma namazından sonra
namazını büyük bir cemaat kılsın diye cenaze namazını ve defni geciktirmek
mekruhtur. Meğer ki cenazenin defni sebebiyle cumanın kaçırılacağından korkula;
Kınye. Nitekim cenazenin ardından giden kimsenin cenaze yere konmadan oturması
ve konduktan sonra ayağa kalkması da mekruhtur.
İZAH
Musannıf burada
cenazenin nasıl taşınacağını beyana başlıyor. Halbuki bunu Bedâyi sahibinin
yaptığı gibi namazdan önceye almalı idi. Zira taşımak ekseriyetle namazdan önce
olur. Zikri geçen hadisi Zeyleî rivayet ettiği gibi Bahır sahibi dahi
Bedâyi'den nakletmiştir.
Münye şerhinde
«Cenazeyi her taraftan kırk adım taşımak müstehaptır. Delili mezkur hadistir.
Bu hadisi Ebu Bekir Neccâr rivayet etmiştir.» denilmektedir.
Bazan küçük
günaha da büyük denilir. Çünkü her günah daha büyüğüne bakarak küçük, daha
aşağısına bakarak büyüktür. Yahut büyük günahtan murad, hakiki büyük günahtır.
Ulemanın «Büyük günahlar ancak tevbe yahut sırf fazlı ilâhi veya haccı mebrur
ile afvolunur.» sözleri, hakkında nas bulunmayanlara hamledilir. T. Bu bahsin
tamamı inşallah hac bâbında gelecektir. Buradaki «aynı şekilde» ifadelerinden
murad, onar adım yürümektir ki, taşıyanın sağı cenazenin sağına ve tabutun
soluna geldiği gibi, solu da cenazenin soluna, tabutun sağına gelir. Kuhistâni
t.
«Bize göre
cenazeyi tabutun iki kolu arasında taşımak mekruhtur.» Çünkü sünnet vecih dört
taraftan tutmaktır. Bahır. Gerçi bazı seleften, iki kol arasında taşınacağı
nakledilmişse de, bu rivayetsahih olduğu taktirde yerin darlığı veya cemaatın
çokluğu yahut taşıyanların azlığı gibi bir ârızaya hamledilir. Nitekim
Fethu'l-Kadir'de izah olunmuştur.
«Her adam eli ile
bir kol kaldırır.» Sonra omuzuna koyar. «Eşya taşır gibi ensesine koymaz.» sözü
baştan o şekilde yüklenmez mânâsınadır. Nitekim üstadımız böyle söylemiştir. H.
Hılye'de şöyle denilmiştir; «Cenazeyi ellerine alarak kaldırırlar. Yük taşır
gibi enselerine koymazlar. Bunu Fâkih Ebu'l-Leys, el' Camiu's-Sağîr şerhinde
söylemiştir.» Enseden murad, Tahtavî'nin dediği gibi omuzdur.
«Çocuğu bir kişi
elleri üstünde taşır.» Yani el üstünde taşımakta cemaat nöbetleşirler. Bahır.
«Cenaze, koşmamak şartıyle acele götürülür.» Sünnet vecihle acele, cenaze
tabuta vurmayacak şekilde hızlı yürümekle olur. Zira bir hadiste «Cenazeyi
sür'atle götürün. Eğer iyi kimse ise onu hayra takdim etmiş olursunuz. Böyle
değil ise o şerdir. Onu omuzlarınızdan atarsınız.» buyurulmuştur. Efdal olan
öldüğü andan itibaren bütün techiz ve teklifininde acele etmektir. Bahır.
«Cenazeyi koşarak
götürmek mekruhtur.» Çünkü bu öleni tahkir, götürenlere de zarardır. Bahır.
«Meğer ki
cenazenin defni sebebiyle cumanın kaçırılacağından korkula!» Bu taktirde defin
işi geri bırakılır. Bayram namazı cenaze namazından. cenaze de hutbeden öne
alınır. Kıyasa göre. cenaze bayram namazından öne alınmalı idi. Lâkin
kargaşalığa sebep olur korkusuyla öne alınmıştır. Bir de son saflarda bulunanlar
bayram namazı kılıyoruz zannetmesinler diye bayram namazı önce kılınır. Bunu
Kınye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir ki, ifade ettiği mânâ, mezkur
illetten dolayı cuma namazının cenazeden önce kılınmasıdır.. Şu da var ki, cuma
namazı farzı ayındır. Hatta fetvaya göre onun sünneti bile cenaze namazından
önce kılınır. Bu meselenin tamamı bayram bâbının başında geçmişti.
Cenaze yere
konmadan oturmak yasak edilmiştir. Nitekim Sirâc'da beyan olunmuştur. Nehir.
Bunun muktezası, buradaki kerahetin kerahet-i tahrimiye olmasıdır. Remlî.
Cenazeyi
omuzlardan yere koyduktan sonra ayağa kalkmak ta mekruhtur. Nitekim Hâniye ile
İnâye'de de böyle denilmiştir. Muhit'te ise bunun aksi ifade edilerek şöyle
denilmiştir: «Efdal olan, kabrin üzerine toprağı tesviye etmeden
oturmamalarıdır.» Bahır sahibi birinci kavlin evlâ olduğunu söylemiştir. Zira
Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Cenazeyi yere koyduktan sonra oturmakta bir beis
yoktur. Çünkü Ubâde b. Sâmit'ten rivayet olduğuna göre Peygamber (s.a.v.)
meyyit lâhde konulmadıkça oturmazmış. Bir defa Ashabı ile birlikte bir kabrin
başında ayakta dururken bir yahudi (gelerek), ölülerimizi biz de böyle yaparız,
demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) oturmuş ve Ashabına, «Bunlara muhalefet
edin!» buyurmuşlardır. Yani ayağa kalkmak hususunda demek istemişler. Onun için
mekruh olmuştur. Bunun muktezası kerâhet-i tahrimiyedir.» Bu söz hâcet ve
zaruret bulunmamakla kayıtlıdır. Remlî.
METİN
Namazgâhta olan
bir kimse cenazeyi gördüğünde, yere konmadan ayağa kalkmadığı gibi: cenaze
yanından geçen kimse de kalkmaz. Muhtar olan kavil budur. Bu hususta vârid olan
hadisneshedilmiştir. Zeyleî. Cenazenin arkasından yürümek menduptur. Zira
cenaze matbudur. Ancak arkasında kadınlar bulunursa, bu taktirde önünde yürümek
daha iyidir. Kadınların çıkması kerâhet-i tahrimiye ile mekruhtur. Yasçı kadın
tutmak menedilir. Yasçı kadından dolayı cenazenin arkasından gitmek terk
edilmez. Cenazenin sağından ve solundan yürünmez. Önünde yürümek kerâhetsiz
caizdir. Bunda da fazîlet vardır. Lâkin cenazeden uzaklaşır veya bütün cemaat
öne geçer yahut önünde hayvana binerek yürürse mekruh olur. Nitekim cenazede
yüksek sesle zikirde bulunmak veya Kur'an okumak da mekruhtur. Fetih.
İZAH
Neshedilen hadis
şudur: «Cenazeyi gördüğünüz vakit ona ayağa kalkın! Sizi geride bırakıncaya
veya yere konuluncaya kadar ayakta kalın.» H.
Bu hadis Ebu
Davud ile İbn Mâce'nin, İmam Ahmed'in ve Tahavî'nin birçok yollardan Hz.
Ali'den rivayet ettikleri «Rasulullah (s.a.v.) ayağa kalktı. Sonra oturdu.»
hadisi ile neshedilmiştir. Müslim de bu mânâda bir hadis rivayet etmiş ve
«Vaktiyle var idi. Sonra neshedildi.» demiştir. Münye şerhi.
«Zira cenaze
matbudur.» sözüyle Şârih, Sahih-i Buhâri'de Berâ' b. Âzib'den rivâyet edilen şu
hadise işarette bulunmuştur: «Rasulullah (s.a.v.) bize cenazenin arkasından
tâbi olmayı emir buyurdu.» Hz. Ali, «Arkadan tabı olmak ancak cenazeyi arkadan
takip edene ıtlak olunur. Önden yürüyene «tâbi oldu» denilemez; o matbudur.»
demiştir. Bu emri vücup değil, nedip içindir. (yani bunun mendup olduğunu ifade
eder). Zira bu hususta icmâ vardır. Hz. Ali (r.a.)dan bir rivayete göre
kendisi, «Cenazeyi önüne koy, gözünü ondan ayırma; Çünkü o ancak bir mev'ıza,
bir hâtıra ve bir ibrettir.» demiştir. Tamamı Münye şerhindedir.
«Kadınların
çıkması keraheti tahrimiye ile mekruhtur.» Çünkü Peygamber (s.a.v.) kadınları,
«sevap kazanarak değil, günaha girmiş olarak dönün!» buyurmuştur. Bu hadisi İbn
Mâce zaif bir senetle rivayet etmiştir. Lâkin zamanın değişmesiyle meydana
gelen yeniliğin mânâsı bunu teyid etmektedir. Bu yeniliğe Hz. Âişe (r.a.) şu
sözleriyle işaret etmiştir: «Rasulullah (s.a.v.) kendisinden sonra kadınların
ne modalar çıkardığını görse idi Benî İsrail'in kadınları men edildiği gibi
mutlaka onları men ederdi.» Bu. onun zamanındaki kadınlar hakkında söylenmiştir.
Ya zamanımız kadınlarına ne demeli? Sahihayn'da Ümmü Atiyye'den rivayet olunan,
«Biz cenazelerin peşinden gitmekten men olunduk oma kati olarak bize yasak
edilmedi.» Yani «bu nehi tenzih içindir» hadisine gelince Bu hadis o zamana
mahsus olmak gerekir. O zaman kadınların mescid ve bayramlara çıkmaları mübah
idi. Tamamı Münye şerhindedir.
«Yasçı kadından
dolayı cenazenin arkasından gitmek terk edilemez.» Yaygaracı kadının hükmü de
budur. Şurunbulâliye. Çünkü sünnetle birlikte bid'at irtikâb ediliyor diye
sünnet bırakılmaz. Buna düğün daveti ile itiraz edilemez. Düğün davetinde
bid'at işlenirse davete icâbet edilmeyebilir fakat aralarında fark vardır.
Cenazenin arkasından gitmek terk edilirse cenazenin intizamı bozulmak tâzım
gelir. Düğün daveti böyle değildir. Zira gidilmezse o yemeği yiyen bulunur.
Bunu Tahtavî Ebu's-Suud'dan nakletmiştir.
Öyle anlaşılıyor
ki, cenazenin ardından gitmekten murad, mutlak surette onunla beraber
yürümektir. Hâssaten arkasından gitmek değildir. Yasçı kadın varsa cenazenin
arkasında yürünmez. Sebebini yukarıda İhtiyar'dan naklen arzettik. Böylece ara
bulunmuş olur.
«Cenazenin
sağında solunda yürünmez.» Fetîh ve Bahır'da böyle denilmiştir. Kuhistâni'de
ise, «Bunda bir beis yoktur.» denilmiştir. Bu söz yürümenin hilâf-ı evlâ
olduğunu gösterir. Zira bunda mendubu (yani cenaze ardından gitmeyi terk etmek
vardır.
«Bunda da fazilet
vardır.» ifadesi ulemanın «Cenazenin arkasında yürümek bize göre daha
fazîletlidir.» sözlerinden alınmıştır. Lâkin yalnız olarak yürüyor sayılacak derecede
cenazeden ''uzaklaşır; yahut yanında kimse kalmamak şartıyla bundan cemaat
cenazeyi arkalarında bırakırlar veya cenazenin önünde hayvana binerse mekruh
ölür. Zira hayvana binmek toz kaldıracağı için arkadakine zarar verir.
Cenazenin arkasında hayvana binmekte beis yoktur. Ama yürümek daha efdaldir.
Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Buradaki kerahetten murad; zâhire göre
kerahet-i tenzihiyedir. Remlî.
Ben derim ki:
Lâkin önünde hayvana binmeye zarar tahakkuk ederse kerahet-i tahrimiye olur.
«Nitekim cenazede
yüksek sesle zikirde bulunmak veya Kur'an okumak da mekruhtur.» Bazıları bu
kerahatin tahrimi, bazıları da tenzihi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Bahır'
da Gaye'den naklen böyle denilmiştir. Yine oradan Gayeden naklen şöyle
denilmiştir: «Cenazenin arkasından gidenin uzun zaman susması gerekir.» Aynı
eserde Zahîriye'den naklen de şunlar söylenmiştir: «Eğer Allah Teâlâ'yı
zikretmek isterse onu içinden zikreder. Çünkü Teâlâ hazretleri, «O hüdâyı
tecâvüz edenlerî (yani sesli dua edenleri) sevmez.» buyurmuştur.» İbrahim
Nehaî'den rivayet olunduğuna göre kendisi cenaze ile beraber giden bir
kimsenin, «Bunun için afv dileyin ki Allah sizi de afvetsin!» demesini mekruh
sayarmış.
Ben derim ki: Dua
ve zikir hakkında hüküm bu olunca, şu zamcında ortaya çıkan mûsikiye ne
buyurursun;...
METİN
Ölenin kabri,
hâne içinde olmamak üzere yarım boy kadar kazılır. Daha fazla kazılırsa iyi
ölür. Kabre lâhid yapılır; Şok (yarma) yapılmaz. Meğer ki kaba topraklı bir
yerde ola! Kabre döşek koymak caiz değildir. Hz. Ali'den rivayet edilen fiil
meşhur değildir. Onunla amel edilmez. Zahiriyye.
İZAH
Musannıf burada
defin meselelerine başlamıştır. Defin mümkün okursa bil'icmâ farz-ı kifâyedir.
Hılye.
Mümkün olursa
kaydı. mümkün olmadığı suretten ihtiraz içindir. Meselâ gemide ölürse defin
mümkün değildir. Nitekim gelecektir. Bu sözün ifade ettiği mânâ, Şâfiîlerin
dediği gibi «üzerine binâ yaparak yer yüzüne defnedilmesi caiz değildir.
»demektir. Bizim imamlarımızın bunu açıkça söylediklerini görmedim. Musannıf
«kabri» diyerek zamiri müfred kullanmakta, evvelce gecen «iki kişi bir kabre
defnedilemez. Meğer ki zaruret ola.» sözüne işaret etmiştir. Bu iptidâda olduğu
gibisonradan da caiz değildir. Fetih'de şöyle denilmiştir: Bir başka birini
defnetmek için kabir açılamaz. Ancak birinci cenaze çürür de kemikleri kalmazsa
o zaman caiz olur. Fakat başka yer bulunmazsa aynı kabre iki kişi
defnedilebilir. Ve birinci meyyitin kemikleri toplanarak aralarına topraktan
perde yapılır. Mahzene cenaze defni mekruhtur.
Mahzenden maksat,
içine ayakta bir cemaat sığan ev gibi yapılmış binâdır. Bu, sünnete muhalif
olduğu için mekruhtur. İmdâd. Bunda birçok vecihlerden kerâhet vardır. Şöyle
ki: Lâhid yoktur. Zaruret bulunmadığı halde bir cemaat bir kabre defnedilir.
Aralarında perde olmaksızın erkeklerle kadınlar birbirine karışır. Kireçle
sıvanır ve üzerine binâ yapılır. Bahır. (Bunların hepsi mekruhtur.)
Hılye sahibi
şöyle diyor: «Bâhusus içinde çürümemiş meyyit olursa daha da kötüdür. Câhil
mezarcıların yaptıkları gibi, içindeki çürümeden kabri açıp üzerine başkasını
defnetmek açık açık münkerattandır. Bir adamın, yakını ile bir araya
defnedilmesini istemesi, yahut başka kabristan varken o kabristanda ki yer
darlığı, iptidâen iki cenazeyi bir kabre defnetmeyi mübah kılan zaruretlerden değildir.
Velev ki yanına defin ile teberrük olunan zevâttan olsun. Nerde kaldı ki bu ve
benzeri şeyler. kabri açıp içindeki çürümeden, üzerine başkasını koymayı mübah
kılsın; Bunda ilk meyyitin hürmetini ayaklar altına almak ve onun parçalarını
çiğnemek de vardır. Bundan sakınmalıdır!»
Zeyleî dahi,
«Meyyit çürür de toprak olursa onun kabrine başkasını defnetmek, üzerine ekin
ekmek ve binâ yapmak caiz olur.» demiştir,
İmdâd sahibi
diyor ki: «Tatarhâniyye'nin ibaresi buna muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir:
Meyyit kabirde toprak olduğu vakit onun kabrine başkasını defin etmek
mekruhtur. Çünkü hürmet bâkidir. Salih komşularla teberrük için meyyitin
kemiklerini bir tarafa toplayarak yanına başkasını defin etseler, başka boş yer
bulunduğu taktirde bu mekruh olur.»
Ben derim ki:
Lâkin bunda büyük meşakkat vardır. En iyisi, caiz olmayı çürümeye bağlamaktır.
Çünkü her cenaze için başlı başına kabir hazırlamak" birinci toprak olsa
bile yanına başkasını defin etmemek bilhassa büyük şehirlerde mümkün değildir.
Aksi taktirde vadiler ovalar kabirle dolardı. Halbuki kemik kalmayıncaya kadar
kabir kazmaktan men etmek cidden güçtür. Velev ki bazı kimseler için bu mümkün
olsun. Lâkin sözümüz, bunu herkese şâmil bir hüküm yapmak hususundadır.
T E T İ M M E:
EI'Ahkâm adlı eserde şöyle deniliyor: «Müşriklerin alâmetlerinden bir şey
kalmamak şartıyla bir müslümanı müşrik mezarlığına defnetmekte beis yoktur.
Nitekim Hizânetü'l-Fetvâ'da da böyle denilmiştir. Müşriklerin kemiklerinden bir
şey kalırsa kabirden çıkarılır ve eserleri giderilerek mescid yapılır. Çünkü
rivâyete göre Peygamber (s a.v.) Mescidi. evvelce müşriklerin kabristanı imiş.
Bu kabirler açılarak temizlenmiştir. Vâkıat'ta da böyledir.»
Kabir «yarım boy»
yahut göğüs hizasına kadar kazılır. Bir boy kadar fazla kazılırsa daha iyidir.
Nitekim Zâhîre'de böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, en azı yarım boy, en
çoğu bir boydur. Ortası ikisinin arasıdır. Münye şerhi. Bu, derinliğin hududur.
Maksat, fena kokunun yayılmasınamübalağalı bir şekilde mâni olmak; yırtıcı hayvanların
kabri eşmesini önlemektir.
Kuhistani'de,
«Kabrin uzunluğu meyyitin uzunluğu kadar, genişliği de uzunluğunun yarısı kadar
olur.» denilmiştir.
Lâhid yapmak
sünnettir. Bunun şekli. kabir kazıldıktan sonra kıble tarafından bir hendek
açmaktır. Meyyit bunun içine konur. Ve bu lâhid tavanlı oda gibi yapılır.
Hılye.
Şak ise kabrin
ortasına bir hendek açarak cenazeyi içine koymaktır. Hılye. Buna ancak toprak
gevşek olduğu zaman cevaz verilir. Ve cenaze sahibi şak ile tabut yapmak
arasında muhayyer bırakılır. Bunu Tahtavî «Ed-Dürrü'l-Müntekâ» dan
nakletmiştir. Bir misli de Nehir'dedir. Mukâbelenin muktezâsı şudur: Lâhid
yapılır. Tabut lâhdin içine konur. Çünkü lâhdi bırakıp şak yapmak, lâhid
yıkılır diye korkulduğu içindir. Nitekim Fetih'te bu açıklanmıştır. Tabut lâhda
konunca, kabrin, cenazenin üzerine yıkılması tehlikesi kalmaz. Lâhid yapmak
mümkün olmazsa şak yapmak taayyün eder. O zaman tabuta hâcet kalmaz. Ancak
toprak nemli olur da çürüyen meyyit içine çabuk işlerse tabut kullanılır.
Hılye'de Gaye'den naklen şöyle denilmiştir: «Toprak gevşek veya nemli olursa
meyyitin malından bir tabut yapılır. Böyle olmayan toprakta tabut kullanmak
bütün ulemanın kavillerine göre mekruhtur.»
«Şöyle
denilebilir: Şakkın üzerinde bina yoksa, cenaze toprağa gömülmemek için tabuta
konarak şakka yerleştirilir. Memleketimizin kabirlerinde olduğu gibi üzerinde
tavan veya bina varsa, yer dahi nemli olmayıp lâhid yapılmamışsa tabut
kullanmak mekruhtur.
«Kabre döşek
koymak caiz değildir.» Yani mekruhtur. Hılye'de, «Kabirde meyyitin altına
döşek, yastık, hasır ve benzeri bir şey koymak mekruhtur.» denilmiştir. Bunun
vechi, her halde zaruretsiz mal israfı olsa gerektir. Binaenaleyh kerâhet-i
tahrimidir. Onun için şarih «Caiz değildir» ifadesini kullanmıştır. Gerçi «Hz.
Ali bunu yapmıştır» diye bir rivayet varsa da bu rivayet «meşhur» yani sâbit
değildir.Yahut Ashâbı Kiram arasında şöhret bulmamıştır. Bulsa icmâ' olurdu.
Bilakis başkasından bunun hilâfı sâbit olmuştur. Münye şerhinde beyan
edildiğine göre İbn Abbas (r.a.) meyyitin altına bir şey konulmasını kerih
görmüştür. Bunu Tirmizi rivayet etmiştir. Ebu Musâ'nın. «Benim cesedimle yerin
arasına bir şey koymayın»! dediği rivayet olunmuştur.
Sonra şârih Hz.
Ali meselesinde musannıfın EI'Mineh adlı eserine tâbi olmuştur. Benim Zahiriyye'de
gördüğüm ise Hz. Âişe'den rivâyet olunmuştur. Keza Bahır ve Nehir'de de bu
rivayet Zahiriyye'ye nisbet edilmiştir. Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Gerçi
Peygamber (s.a.v.) kabrine bir kadife yapıldığı rivayet edilmiştir. Ama
bazıları buna «Çünkü Medine'nin toprağı sulak idi.» diye cevap yermişlerdir.
Bir takımları da Abbas'la Ali'nin münakaşa ettiklerini ve münakaşayı kesmek
için kadifeyi Şekran'ın yaydığını söylemişlerdir.»
«Peygamber
(s.a.v.) bu kadifeyi üzerine alır ve yere sererdi. Şekran «Vallahi RasuluIIah
(s.a.v)den sonra seni ebediyen kimse giyemez:
diyerek kabre
koymuştur.» diyenler de vardır.
METİN
Hâcet olursa
erkek cenazeye velev ki taştan veya demirden olsun tabut yapmakta beis yoktur.
Meselâ yer gevşek olursa tabut yapılabilir. Kabrin içine toprak döşemek
sünnettir. Gemide ölen kimse yıkanarak kefenlenir ve karaya yakın değilse
namazı kılınarak denize atılır. Ölen kimse küçük bile olsa eve
defnedilmemelidir. Çünkü bu sünnet, Peygamberlere mahsustur. Vâkıât.
Cenazeyi kabre
kıble tarafından koymak müstehaptır. Kıble tarafında yere bırakılır. Sonra
kaldırılarak lâhda yerleştirilir. Kabre indiren kimsenin, Bismillâhi ve billâhi
ve alâ milleti Rasûlillâhi sallallâhu aleyhi vesellem. «Allah'ın adı ile, Allah
ile ve Rasulullah (s.a.v.)'in dini üzere» demesi de müstehaptır.
İZAH
İhtiyaç duyulursa
tabut kullanmaya ruhsat verilir. İhtiyaç yoksa bu mekruhtur. Nitekim yukarıda
beyan ettik.
Hılye sahibi
diyor ki: «Birçok kimseler İmam İbn Fadl'ın buna cevaz verdiğini
nakletmişlerdir. Çünkü onların arazisi kaba topraklıdır. Lâkin kabrin içine
toprak döşemek ve cenazeye temas eden üst kısmının çamurla sıvanması gerekir.
Lâhid gibi olması için meyyitin sağına soluna hafif kerpiç dizilir.
«Sıvanması
gerekir» sözünden murad, «sünnettir» demektir. Nitekim Fahru'l-İslâm ve
başkaları açıkça «sünnettir» demişlerdir. Hattâ Yenâbî'de «Sünnet olan, kabre
toprağı döşemektir. Sonra da demirden bir şey yapmak için ruhsat
araştırmamalıdır. Bunun mekruh olduğunda şüphe yoktur. Nitekim vechi zâhirdir.»
denilmiştir. Yani demir ateşle işlenir; ve ateşte pişmiş tuğla gibi olur,
denilmek istenmiştir. Nitekim gelecektir.
«Erkek cenazeye»
tabirinin mefhumu, kadın için mutlak surette beis olmamaktır. Münye şerhinde bu
açıkça ifade edilmiş ve şöyle denilmiştir: «Muhit'te beyan olunduğuna göre,
ulemamız kadınlar için tabut yapmayı iyi görmüşlerdir. Velev ki toprak gevşek
olmasın. Çünkü bu örtmek ve kabre koyarken dokunmaktan korunmak için daha
kullanılışlıdır.
«Ve karaya yakın
değilse namazı kılınarak denize atılır.» Zâhire göre bu yakınlığın miktarı,
kara ile aralarında cenaze bozulmayacak kadar mesafe bulunmaktır. Sonra
Nuru'l-İzâh'ta gördüm ki «meyyite zarar vereceğinden korkulmayacak» tabiri
kullanılmış.
Fethu'l-Kadir'de
şöyle denilmiştir: İmam Ahmed'den bir rivayete göre denize atılan cenazeye,
dibe çökmesi için ağır bir şey bağlanır. Dârı harbe yakın ise Şâfiilerden de bu
kavil rivayet edilmiştir. Yakın değilse, - deniz sahile atsın da defnedilsin
diye - iki tahtanın arasına bağlanır.»
«Ölen kimse eve
defnedilmez.» Münyetü'l-Müftî ve diğer kitaplardan naklen Hılye'de
bildirildiğine göre bu ibâre Feth'in sözünden daha umumidir. Orada şöyle
denilmiştir: «Küçük veya büyük hiçbir kimse öldüğü evde defnedilmez. Çünkü bu.
peygamberlere mahsustur, Bilâkis müslümanların kabristanına götürülür.»
Bu sözün
muktezası sudur: Medrese ve benzeri.bir bina yaptırıp da yanına kendisi için
kabir tahsîs edenlerin yaptıkları gibi kendisine has mezara defnedilemez.
«Kıble tarafında
yere bırakılır.» Yani yerden kaldıran kimsenin yüzü, kadırırken kıbleye döner.
imam Şafiî ile İmam Ahmed, çekip çıkarmanın müstehap olduğunu söylemişlerdir.
Meyyit kabrin ucuna konur. Sonra baş tarafından indirilerek çekilir. İki
tarafın delilleri Münye şerhi ile Fetih'tedir. Bize göre kabre girenlerin sayısının
tek veya çift olması zarar etmez. Şâfiî tek olmasını tercih etmiştir. Tamamı
Bahır'dadır.
Musannıf
Bismillâh'dan sonraki «Ve billâh» lafzını Kenz ve Hidâye'deki rivayete ilave
etmiştir. «Ve billâh» Tirmizi'nin bir rivayetinde sabittir.
«Bismillâhi ve
alâ milleti Rasûlullah» şekli ise. İbn Mâce'nin rivayetindedir. İbn Mâce'nin
bir rivayetinde «Bismillâh»dan sonra «ve fî sebilillâh» ziyadesi vardır. Bunu
Bedayi sahibi. İmam Hasan'ın Ebu Hanîfe'den rivayeti olmak üzere nakletmiştir.
Ulemanın beyanına göre mânâ, «Seni Allah'ın adı ile yere koyduk. Ve
Rasulullah'ın dîni üzere teslim ettik.» demektir. Sonra İmam Ebû Mansur
Mâtüridî şunları söylemiştir: «Bu, meyyite dua değildir. Çünkü eğer Rasûlullah
(s.a.v.)in dîni üzere vefat etti ise hâlini değiştirmesi caiz değildir. Onun
dîni üzere vefat etmedi ise yine değiştiremez. Lâkin müminler yeryüzünde
Allah'ın şahitleridir. Ve o kimsenin İslâm dîni üzere öldüğüne şâhitlik
ederler. Sünnet böyle cereyan etmiştir.» Hılye.
T E M B İ H:
Vârid olan dua namına bu kadarla iktifa etmesinden, cenaze kabre indirilirken
ezan okumanın sünnet olmadığına işaret vardır, Nasıl ki şimdi bu adettir; İbn
Hacer'in Fetevasında açıklandığına göre bu bid'attır.
İbn Hâcer, «Her
kim "hayatın sonunu basına ilhak için yeni doğan çocuğa kıyasen ezan
okumak sünnettir" derse, isâbet edememiştir» diyor.
Ulemamızdan
bazıları ile daha başkaları, namazların sonunda âdet olan musafahanın da mekruh
olduğunu söylemişlerdir. Halbuki musafaha sünnettir. Burada mekruh olması,
buraya mahsus olarak rivayet edilmediği içindir. Namazlardan sonra musafahaya
devam, avam takımının sünnet zannetmesinden ileri gelmektedir. Onun içindir ki,
ulema bazı bid'atçıların uydurdukları Regâib namazı için bir yere toplanmayı
men etmişlerdir. Zira bu hususi gecelerde bu şekilde Regâib namazı rivayet
olunmamıştır. Velev ki namaz en hayırlı iş olsun.
METİN
Cenazeyi kıbleye
karşı çevirmek vaciptir. Sağ tarafına yatırılması gerekir. Ama kıbleye çevirmek
için kabir açılmaz. Kefenin düğümü çözülür. Zira ona hâcet kalmamıştır. Lâhdin
üzerine kerpiç ve kamış örülür. Pişmiş tuğla ve tahta gibi şeyler etrafına
konmazsa da üstüne koymak mekruh değildir. İbn Melek. Fayda, Peygamber (s.a.v.)
in lâhdine konulan kerpiçlerin sayısı dokuzdur. Behensi.
Gevşek toprakta,
tabut gibi, lâhdin etrafına tuğla ve tahta koymak da caizdir. Kadının kabrine
perde çekilir. Yani örtülür. Velev ki hunsâ olsun. Erkeğin kabri örtülmez.
Meğer ki yağmur gibi bir özürden dolayı ola. Kabrin üzerine toprak yığılır,
Fazla toprak yığmak mekruhtur. Çünkü bina yerinedir. Kabrin baş tarafından
elleriyle üç avuç toprak serpmek,definden sonra dua ve Kur'anokumak için bir
koyun kesilerek eti dağıtılacak kadar oturmak müstehaptır.
İZAH
«Cenazeyi kıbleye
karşı çevirmek vaciptir.» Burada vaciptir sözünü şârih, Hidâye'nin «Rasulullah
(s.a.v.) bunu emir etmiştir.» ifadesinden almıştır. Lâkin hadis yazanlar onu
bulamamışlardır.
Fetih'de «bu
gariptir.» denilmiş; Ebû Davud ve Nesâi'nin rivayet ettikleri bir hadisle bu
hususta kanaat husûle getirildiği bildirilmiştir. Hadis şudur: «Bir adam,
"Yâ Rasûlüllah, büyük günahlar nedir?" diye sordu. Rasulullah
(s.a.v.) "Onlar dokuzdur" cevabını verdi. Ve bunlar meyanında,
"Kıbleniz Beytü'l-Haram'ı ölünüzün dirinizin helal saymasıdır"
cümlesini de zikretti.»
Ben derim ki :
Bunun izahı şudur: Zâhirine göre hadisi şerif, hayatIa ölümü, kıbleye karşı
dönmenin vacip olması hususunda müsâvî tutmuştur. Lâkin Tühfe'de bunun sünnet
olduğu açıklanmıştır.''
«Ama kıbleye
çevirmek için kabir açılmaz.» Yani cenazenin arkası kıbleye çevrilir de üzerine
toprak örtülürse kabir açılmaz. Çünkü kıbleye dönmek sünnet; kabri açmak ise
haramdır. Toprak örtülmeden kerpiçler dizildikten sonra olursa iş değişir. Bu
sefer kerpiçler alınarak meyyitin yüzü sağından kıbleye çevrilir. Bunu
Tühfe'den naklen Hılye sahibi söylemiştir. Kabirde bir İnsanın eşyası kalırsa
açmakta bir beis yoktur. Zahiriyye.
«Zira ona hâcet
kalmamıştır.» Çünkü düğüm, cenaze götürülürken kefen açılmasın diye yapılır.
«Lâhdin üzerine
kerpiç ve kamış örülür.» Kerpiçler kabir tarafından lâhdin üzerine işlenir,
Hılye'de şöyle denilmiştir: «Kerpiçlerin aralarındaki boşluklar, meyyitin
üzerine bunlardan toprak inmemesi için moloz ve kamışlarla tıkanır. Ulema
burada kerpiç gibi kamış kullanmanın da müstehap olduğunu söylemişlerdir.»
Lâhdin etrafına
pişmiş tuğla işlemek mekruhtur. Bedâyi sahibi diyor ki: «Çünkü tuğla zînet için
kullanılır. Meyyitin zînete ihtiyacı yoktur. Bir de tuğla ateşte pişmiş
şeylerdendir. Binaenaleyh tefâul (yani hayra yormak için meyyitin üzerine
konması mekruhtur. Nitekim kabrine doğru ateşle yürümek de tefâul için
mekruhtur.» Hılye'de şöyle denilmiştir: «Ulema tuğla ve tahtaları mekruh
saymışlardır. İmam Timurtâşi, «Bu, meyyitin etrafında olduğuna göredir. Üstüne
işlenirse mekruh olmaz. Çünkü yırtıcı hayvanlardan korur.» demiştir.»
Buhâra uleması,
«Bizim memleketimizde tuğla kullanmak mekruh değildir. Zira arazı zaif olduğu
için buna ihtiyaç vardır.» demişlerdir.
«Kadının kabrine
perde çekilir.» Yani kabre indirilirken elbise gibi bir şeyle örtülmesi
müstehaptır. Bu lâhdin üzerine kerpiç dizilinceye kadar devam eder. Münye şerhi
ile İmdâd'da dahi böyle denilmiştir. Hayreddin Remlî'nin nakline göre, Zeyleî
Kitabü'l-Hunsâ'da bunun vacip olduğunu açıklamıştır.
Ben derim ki:
Bunu, cenazenin bedeninden bir şey çıktığı kanaatı hâsıl olduğuna. hamletmek
suretiyle, iki kavlin arasını bulmak mümkündür. Yağmur, dolu, kar ve sıcak gibi
özürlerden dolayı erkeğin kabri de örtülebilir. Kuhistânî.
«Fazla toprak
yığmak mekruhtur.» Çünkü Müslim'in Sahihi'nde Hz. Câbir'den rivayet edilen birhadiste.
Câbir (r.a.)«Rasulullah (s.a.v.) kabrin kireçlenmesini, üzerine bina
yapılmasını yasak etti.» demiştir. Ebû Davud bu hadîse «yahut üzerine bir şey
ziyade edilmesini» cümlesini ziyade etmiştir, Hılye.
«Çünkü bina
yerinedir.» Bedâyi'de de böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa kerâhet^
tahrimiyedir ki mezkûr yasaklamanın muktezası budur. Lâkin Hılye sahibi bu
ta'lili eleştirerek şöyle demiştir: «İmam Muhammed'den rivayet edildiğine göre
bunda bir beis yoktur.» Mam Şafiî ile başkalarının Ca'fer b. Muhammed'den,
O'nun da babasından rivayet ettiği şu hadis dahi bunu te'yid eder. «Rasulullah
(s.a.v.) oğlu İbrahim'in kabrine su serpti ve üzerine çakıl koydu.» Bu hadis
mürsel ve sahihtir. Binaenaleyh kerahet. fazla olan ziyadeye; kerahetsizlik de
az olana (yani kabrin bir karış veya biraz fazla yükselten toprağa) hamledilir.
«Kabrin baş
tarafından iki eli ile üç avuç toprak serpmek müstehaptır.» Çünkü İbn Mâce'nin
Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği bir hadisde, «Rasulullah (s.a.v.) bir cenazenin
namazını kıldı. Sonra kabre gelerek üzerine başı tarafından üç avuç toprak
serpti.» denilmiştir. Münye şerhi.
Cevhere sahibi
diyor ki: «İlk defa serperken: «minha halegnâküm» İkincide «ve fîhâ nuîdüküm»
üçüncüde «ve minhâ nuhricüküm târeten ührâ» der.»
Bazıları, birincide
«Allahümme câfi'l erda an cenbî.» "Yâ Rabbi Bunun iki yanındaki toprağı
kof eyle!"
İkincide,
«Allahümmeftah ebvâbe semâiliruhihi» "Yâ Rabbi! Bunun ruhuna semâ
kapılarını aç!"
Üçüncüde,
«Allahümme zevvichü mine'l hûri'l ıyn» "Yâ Rabbi! Buna Hurilerden eş
ver!" Kadın için de "Allahümme edhilhel cennete birahmetike"
"Yâ Rabbi
Bunu rahmetinle cennete koy!" denileceğini söylemişlerdir.
«Definden sonra
oturmak ta müstehaptır.» Delili, Ebu Davud'un Sünen'indeki şu hadistir:
«Rasulullah (s.a.v.) cenazeyi defin işini bitirdikten sonra kabrinin başında
durur ve «Din kardeşiniz için istiğfarda bulunun! Onun için Allah'tan sebat
dileyin! Çünkü o şimdi sorguya çekiliyor.» buyururdu.» İbn Ömer (r.a.) definden
sonra kabrin başında bakara sûresinin başını ve sonunu okumayı severmiş.
Rivayete göre Amr b. Âs öleceği vakit şunları söylemiştir: «Ben öldüğüm zaman
beraberimde yasçı kadın ve ateş bulunmasın! Beni defnettiğinizde üzerîme
toprağı güzelce serpin! Sonra kabrimin etrafında bir koyun kesilip eti
dağılacak kadar durun ki, sizinle avunayım ve Rabbimin meleklerine ne cevap
vereceğimi düşüneyim!» Cevhere.
METİN
Toprağını
dağılmaktan korumak için kabrin üzerine su serpmekte beis yoktur. Kabir dört
köşe yapılmaz. Çünkü bu yasaklanmıştır. Hörgüç şeklinde bir karış yükseklikte
yapılması menduptur. Zahiriyye'de bunun vacip olduğu kayıt edilmiştir. Yasak
edildiği için kabir kireç ve toprakla da sıvanmaz. Üzerine bina yapılmaz.
Bazıları bunda bir beis olmadığını söylemişlerdir ki, muhtar olan da budur.
Nitekim Sirâciye'nin kerahet bahsinde beyan edilmiştir. Aynı kitabın cenazeler
bahsinde «Hâcet olursa yazı yazmakta da beis yoktur. Tâ ki eseri kayıp olmasın
ve tahkir edilmesin.» denilmektedir.
İZAH
Kabrin üzerine su
serpmekte beis yoktur. Hatta mendup olması gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)
Hz. Said'in kabrine bunu yapmıştır. Nitekim hadisi İbn Mâce rivayet etmiştir.
Ebû Dâvud'un mürselleri meyanında rivayet ettiği vecihle, bunu oğlu İbrahim'in
kabrine de yapmış: Osman b. Mamzu'nun kabrine dahi yapılmasını emir
buyurmuştur. Hadisi Bezâr rivayet etmiştir. Binaenaleyh İmam Ebû Yusuf'tan
rivayet edilen «Mekruhtur zira toprakla sıvamaya benzer.» sözü reddedilmiş
olur.
«Çünkü bu
yasaklanmıştır.» Bundan murad, İmam Muhammed b. Hasan'ın «EI'Âsar» adlı
eserinde rivayet ettiği şu hadistir: «Bize Ebû Hanîfe haber verdi. Dedi ki:
Bize bir şeyhimiz bu hadisi Peygamber (s.a.v.) merfu olarak rivayet etti.
Rasulullah (s.a.v.) kabirlerin dört köşe yapılmasını ve kireçle sıvanmasını
yasak etmişler.» İmdâd.
Kâbir, deve
hörgücü şeklinde bir karış yahut biraz fazla yükseltilir. Bedâyi. Çünkü
Buhârî'nin Süfyan Nemmar'dan rivayet ettiği bir hadiste. Hz. Süfyan, Peygamber
(s.a.v,)in kabrini hörgüçvâri yapılmış gördüğünü söylemiştir. Sevri, Leys, İmam
Mâlik, İmam Ahmed ve Cumhur buna kâildirler. İmam Şâfiî tastih (yani dört köşe)
yapmanın efdal olduğunu söylemiştir. Tamamı Münye şerhindedir. Zahiriyye'de
hörgüç şeklinde yapmanın vacip olduğu kayıt edilmiştir. Mezkûr yasaklamanın
muktezası da budur. Bedâyi sahibinin ta'lili de bunu te'yid eder. O, bunu ehli
kitabın yaptığını söylemiş «Kaçınılması mümkün olan bir şeyde onlara benzemek
mekruhtur.» demiştir. Lâkin Nehir'de birinci kavlin evlâ olduğu bildirilmiştir.
Ben derim ki:
Bunun vechi herhalde ihtilâf şüphesi ile İmam Şafii'nin istidlâl ettiği hadis
olsa gerektir. Bu suretle yasaklama zâhirinden değiştirilmiştir.
«Kabrin üzerine
bina yapılmaz.» Yani ziynet için yapılırsa haram, definden sonra
muhkemleştirmek için yapılırsa mekruhtur. Definden evvel yapılırsa bu kabir
değildir. İmdâd. EI'Ahkâm adlı kitapta Camiu'l-Fetevâ'dan naklen»şöyle
denilmiştir: «Ölen kimse meşâyihten ulema ve sâdâttan olursa üzerine bina
yapmanın mekruh olmadığını söyleyenler de vardır.»
Ben derim ki:
Lâkın bu, vakıf olmayan mezarlıklarda olur. Bu meydandadır. «Bazıları bunda bir
beis olmadığını söylemişlerdir.» Bu cümlenin münâsip olan yeri, «toprakla da
sıvanmaz.» sözünden sonra idi. Zira Sirâciye'nin ibâresi - Rahmetî'nin de
naklettiği gibi - şöyledir: «Ebu'l-Fadl'ın Tecrîd'inde beyan edildiği vecihle
kabirleri toprakla sıvamak mekruhtur. Ama muhtar olan kavle göre mekruh
değildir.» Bu sözü musannıf dahi EI'Mineh adlı eserinde Sirâciye'ye nisbet
etmiştir.
Bina meselesine
gelince: Bunun caiz olduğunu tercih eden görmedim. Münye şerhinde
Münyetü'l-Müftî'den naklen şöyle denilmiştir. «Muhtar kavle göre toprakla
sıvamak mekruh değildir. Ebu Hanîfe'den bir rivayete göre kabrin üzerine ev.
kubbe ve bunlara benzer bir şey bina etmek mekruhtur. Çünkü Câbir (r.a.)
«Rasulullah (s.a.v.) kabirlerin kireçle sıvanmasını, üzerlerine yazı yazılmasını
ve bina yapılmasını yasak etti.» dediği rivayet olunmuştur. Bu hadisi Müslim ve
başkaları rivayet etmişlerdir. Evet, İmdâd'da şu satırlar vardır: «Bu gün halk
kabirleri açılıpsoyulmaktan korumak için üzerlerindeki hörgüçvâri kısmı
kerpiçle örmeyi adet edinmiş ve bunu iyi görmüşlerdir. Peygamber (s.a.v.),
"Müslümanların iyi gördüğü şey, Allah indinde de iyidir."
buyurmuştur.»
«Yazı yazmakta da
beis yoktur:» Zîra yazı yazmak gerçekten yasak edilmişse de yazılabileceğine
ameli icmâ vâki olmuştur. Hâkim, yazının yasaklandığını muhtelif yollardan
tesbit etmiş; sonra şunları söylemiştir: «Bu isnatlar sahihtir Ama bunlarla
amel edilmemektedir. Çünkü doğudan batıya kadar bütün müslüman imamlarının
kabirleri üzerine yazı yazılmıştır. Bu, halefin seleften aldığı bir ameldir.»
Bu kavil Ebû Davud'un güzel bir isnatla tahric ettiği şu hadisle kuvvet
bulmaktadır: «Rasulullah (s.a.v.) bir taş getirerek onu Osman b. Mazun'un başı
ucuna koydu. Ve «Bununla kardeşimin kabrini tanıyacağım ve ailemden vefat edeni
bunun yanına defnedeceğim.» buyurdular.» Zira yazı. kabri tanımanın yoludur.
Evet anlaşılıyor ki bu ameli icmaın ruhsat yeri, kısmen ona ihtiyaç duyulduğu
zamandır. Nitekim Muhit'te buna şu ibâre ile işaret edilmiştir: «Kabrin eseri
kayıp olmamak ve tahkir edilmemek için yazıya ihtiyaç duyulursa bunda bir beis
yoktur. Ama özürsüz yazı yazmak doğru değildir.» Hatta kabrin üzerine
Kur'ân'dan veya şiirden yahut methiyeden bir şey yazmak da mekruhtur. Bu ifade
kısaltılarak Hılye'den alınmıştır.
METİN
Şehid, feîl
vezninde olup, mef'ul (yani meşhud, kendisine şâhitlik yapılmış) mânâsınadır.
Çünkü cennetlik olduğuna şâhitlik edilmiştir. Yahut fâil mânâsınadır, Zira
şehit Rabbi katında diridir. Binaenaleyh kendisi şâhitdir.
Şehid, mükellef,
müslüman ve temiz olarak kesici bir âletle (yani kısâsı icabeden bir şeyle)
zulmen haksız yere öldürülüp sırf öldürmekle mal vâcip olmayan, belki kısas
lâzım gelen ve yaralı iken canlı olarak başka yere nakil de edilmeyen kimsedir.
Nakledilir de ölürse yıkanır. Nitekim gelecektir. Hatta sulh gibi ârizi bir
şeyle mal vacip olursa yahut baba oğlunu öldürürse şehidlik sâkıt olmaz.
Hayzlı kadın üç
gün kan görürse yıkanır. Aksi taktirde yıkanmaz. Çünkü hayzlı değildir.
Peygamber (s.a.v.) Hanzala'yı tekrar yıkamamıştır. Çünkü meleklerin fiili ile
yıkanma hâsıl olmuştur. Buna delil, Âdem Aleyhisselâm kıssasıdır.
İZAH
Öldürülen kimse
eceli ile öldüğü. halde musannıfın, şehidi cenaze namazı bâbından çıkararak
ayrı bir bâbta zikir etmesi, başkasında bulunmayan hususi bir fazîleti hâiz
olduğu içindir. Nehir.
Şehid kelimesi ya
"şuhud" yani hazır bulunmak, yahut "şehâdet" yani gözle
görerek veya basîretle müşâhede ederek hazır bulunmak mânâsından alınmıştır.
Kuhustanî.
«Çünkü cennetlik
olduğuna şâhitlik edilmiştir.» sözü, şehid kelimesi şehâdetten alındığına
göredir. Şuhuddan alındığına göre ise ona ikram için yanında melekler hazır
bulunduğundandır. Şehidin buradaki tarifi örte göre olup, aşağıda gelen
yıkanmaması ve elbisesinin çıkarılması hükmî itibariyledir. Mutlak tarif değildir.
Çünkü o, görüleceği vecihle daha umumidir.
«Mükellef»den
murad, akıl bâliğ olan kimsedir. Bu kayıtla çocuk ve deli, tariften hâriç
kalırlar. Bunlar İmam-ı A'zam'a göre yıkanırlar. imameyne göre yıkanmazlar.
Çünkü kılıç temiz olduğu için yıkama yerini tutmuştur. Çocuk ile delinin
günahları yoktur. Bu söz, delinin deli olarak bâliğ olması kaydını iktiza eder.
Aksi taktirde şüphe yok ki geçmiş günahlarını temizleyecek bir vasıtaya
muhtaçtır. Meğer ki «Deli olarak ölürse tevbeye kudreti olmadığı için günahlarından
muâheze olunmaz.» denile. Bahır. şüphesiz ki bu, işlediği günahın hemen
ardından delirdiğine göredir. Fakat aradan zaman geçerse tevbeye muktedir olup
da tevbe etmediği taktirde işi Allah'ın meşîine (dileğine) kalır. Nehir.
Tarifteki
«müslüman» kaydı, kâfiri çıkarmak içindir. 'Kâfir zulmen öldürülse bile şehid
değildir. Evvel geçtiği vechile. müslüman akrabası kâfiri yıkayabilir.
«Temiz olarak»
kaydından murad, cünüp, hayızlı ve nifaslı olmamaktır. Cünüp kimse şehid
edilirse yıkanır. Bu, İmam-ı A'zam'a göredir. İmameyne göre yıkanmaz. Hayız ve
nifas kesildikten sonra şehid edilen kadın dahi bu hilâfa göredir. Kadın, hayz
veya nifas kesilmeden şehid edilirse", İmam-ı A'zam'dan iki rivayetin esah
olanına göre yıkanır. Nitekim Muzmerât'ta beyan edilmiştir. Kuhistâni.
Meselenin hâsılı şudur: Esah rivayete göre kadın hayz kesildikten sonra
yıkandığı gibi, kesilmedendahi yıkanır. Bir rivayette kesilmeden ölürse
yıkanmaz. Çünkü o kadına yıkanmak vacip değildi. Meselâ üç günden evvel kan
kesilirse kadın bilittifak yıkanmaz. Nitekim Sirâc ile Mi'râc'da da böyle
denilmiştir.
«Kesici bir
âletle» kaydı, İmam-ı A'zam'la göredir. İmameyn buna muhaliftir. Nitekim
Nihâye'de beyan edilmiştir. Bu kayıt âsilerin, harbînin ve yol kesenin
öldürmediği kimse hakkındadır. Buna karine aşağıda gelen atıftır. Bu kayıtla
musannıf, ağır bir şeyle öldürülenden ihtiraz etmiştir. Zira bu şekilde
öldürmek, İmam-ı A'zam'a göre kısası icabetmez. Kısas icabeden şeyden murad,
insanın cüzlerini parçalayan şeydir. Bunda ateş ve kamış ta dahildir. Fetih'te
de böyle denilmiştir.
«Belki kısas lâzım
gelen» sözü ile şârih, meselenin kâtili bilinen kimse hakkında tasavvur
edildiğine işarette bulunmuştur. Nitekim Hidâye şârihleri bunu açık olarak
söylemişlerdir. Çünkü kısas ancak bilinen kâtile lâzım gelir. Sadrı'ş-Şeria'nın
söyledikleri buna aykırıdır. Nitekim Dürer sahibi tahkik etmiştir. Kâtili
bilinmezse yıkanacağı aşağıda gelecektir. Lâkin şârihin, «Yahut öldürmekle
hiçbir şey lâzım gelmezse» cümlesini de ilâve etmesi gerekirdi. Meselâ dârı
harbte bir esir kendisi gibi bir esiri öldürürse, İmam-ı A'zam'a göre bir şey
lâzım gelmez. sahibi kölesini öldürürse bütün imamlarımıza göre birşey lazım
gelmez. Nitekim Münye şerhinde de böyledir.
«Canlı olarak
başka bir yere nakil de edilmeyen.» sözü ile musannıf, bunun harp şehidine
mahsus olmadığına işaret etmiştir. Onun için Hz. Ömer ve Ali (r.a.) şehid
edildikleri zaman yıkanmışlardır. Çünkü canlı olarak başka yere
nakledilmişlerdir. Hazreti Osman (r.a.) ise düştüğü yerde techiz edilmiş; başka
yere naklolunmamış ve yıkanamamıştır. Nitekim Bedâyi'de beyan edilmiştir.
«Hatta sulh gibi
ârızi bir şeyle mal vacip olursa ilh.» sözü, «bizzat öldürmekle» sözünün
mefhumu üzerine yapılan bir tefri'dir. Zira mal kasten öldürmenin kendisiyle
vacip olmaz. Öldürmekle vacip olan kısastır ancak kısas bir ârıza ile yani sulh
veya babalık şüphesi âile sâkıt olmuştur. Binaenaleyh muhtar rivayete göre
yıkanmaz. Nitekim Fetih'te de böyle denilmiştir. Elhâsıl öldürüldüğü zaman
kısas vacip olursa -velev kî bir ârızadan dolayı sükut etsin; yahut
öldürülmekle bir şey tâzım gelmezse- bildiğin gibi o kimse şehiddir. Ama
öldürülmekle iptidâen mal vacip olursa şehid değildir. Bu da öldürülmesi sopa
ile vurmak gibi kasda benzer ölüm yahut bir hedefe atıp da insanı vurmak gibi hata
veya uyuyan kimsenin üzerine düşmesi gibi hata yerine geçen ölüm ile olur.
Kasâme icab eden
ölüm de böyledir. Zira şer'an mal, nefsi katl ile vacip olur. Kesilmiş olarak
bulunur da kâtili bulunmazsa kasâme vacip olsun olmasın hüküm yine böyledir.
Sahih olan kavil budur. Zira zulmen öldürmemiş olmak ihtimali vardır. Nitekim
gelecektir. Dürer şerhinde tahkik edilen mesele budur. Bu satırlar
Kuhistâni'den ve Münye şerhinden kısaltılarak alınmıştır.
«Baba oğlunu» veya
başka bir şahsı öldürür de oğlu o şahsa mirasçı olursa, şehitlik sâkıt olmaz.
Bahır. Meselâ karısını öldürür de ondan bir oğlu bulunursa. oğlu babasından
kısas almaya hak kazanır; fakat babalıktan dolayı kısas sâkıt olur.
«Hayızlı kadın»
tabirinden murad, hayz görendir. .Yoksa o anda hayızlı mânâsına değildir.
Aksitaktirde ondan sonra gelen «çünkü hayızlı değildir.» ibâresine aykırı
düşer. Şârih nifaslı kadın hakkında tafsilât vermemiştir. Çünkü nifasın azı
için hudut yoktur.
«Aksı taktirde
yıkanmaz.» Yani üç gün kan görmezse bilittifak yıkanmaz. Nitekim bunu yukarıda
Sirâc ile Mirâc:dan nakletmiştik. İmdâd'daki «Hayızlı kadın kan kesildikten
sonra veya üç günden önce öldürülsün yıkanır.» ifâdesi. hata yahut sakattır.
Doğrusu, «Yahut devam ettikten sonra kesilmezden önce» şeklinde olacaktır. Dikkatli
ol!
«Peygamber
(s.a.v.) Hanzala'yı tekrar yıkamamıştır.» İmam-ı A'zam, cünüp olarak öldürülen
bir kimsenin yıkanmasının vacip olduğuna şu sahih hadisle istidlâl etmiştir:
Hanzala b. Ebî Amir Sekâfi şehid edilince peygamber (s.a.v.), «Arkadaşınız Hanzala'yı
melekler yıkıyor.» Karısına sorun bakalım!» demiş, Ashab karısına
sorduklarında, "cünüp olarak çıkmıştı." cevabını vermiş; bunun
üzerine Rasulullah (s.a.v.) «Onun için melekler onu yıkadılar.» buyurmuştur.
İmameyn şöyle
itirazda bulunmuşlardır. «Yıkamak vacip olsa idi Âdemoğullarına vacip olur;
meleklerin yıkamasıyla iktifâ edilmezdi. » Bu itiraza menfi cevap verilmiştir.
Şârihin «meleklerin fiili ile yıkanma hâsıl olmuştur ilh...» sözü buna
işarettir. Çünkü vacip olan gusüldür. Yıkayan kim olsa olur. Nitekim Mirâc'da
beyan edilmiştir.
Bahır sahibi «Bu
gusül İmam-ı A'zam'a göre cünüplükten dolayıdır. Ölüm için değildir.» diyerek
itiraz etmiştir. Yani cünüplükten dolayı olunca meleklerin kıssasıyla istidlâli
yerinde değildir. Çünkü onların Âdem Aleyhisselâmı yıkaması, ölüm için idi.
Cünüplükten dolayı değildi, demek istemiştir.
METİN
Kezâ bâğinin,
harbînin veya yol kesenin öldürdüğü kimse şehid olur. Velev ki sebep olunmakla
ölmüş veya keskin âletten başka bir şeyle öldürülmüş olsun. Hangi âletle olursa
olsun böylelerin öldürdüğü kimse şehiddir. Zira bu bâbta asıl olan uhud
şehidleridir. Onların hepsi silahla öldürülmüş değildi. Böylelerle harp ederken
yaralı olarak ölü bulunan kimse dahi şehiddir, Yaralıdan murad, gözlerinden,
kulaklarından veya boğazından sâfi kan gelmek gibi ölüm alâmeti bulunmaktır.
Burnundan. ön ve arka avret yerinden veya boğazından pıhtı kan gelmesi alâmet
sayılmaz.
İZAH
Bâğîlerle
emsalinin öldürdükleri kimselerin dahi, canlı olarak başka yere nakledilmiş
olamamaları şarttır. Geceleyin şehirde zorbalık edenler, yol kesici
hükmündedirler. Nitekim Bahır'da Mecma' şerhinden naklen izah edilmiştir. Bu
gibilerin öldürdüğü kimse dahi şehiddir. Velev ki keskin âletle öldürmüş
olmasınlar. Aşağıda görüleceği vecihle geceleyin hırsızların öldürdüğü kimse de
şehiddir.
Bahır'da beyan
edildiğine göre Muhit'te dördüncü bir sebep dahi ilave edilmiştir ki, o da
kendini müdâfaa ederken ölendir. Velev ki kendini bir zımmîden müdafaa ederken
ölsün ve hangi âletle vurulursa vurulsun bu dahi şehiddir. Vuranın bu üç
tâifeden yani bâğî, harbî ve yol kesenlerden olup olmaması fark etmez.
Nehir sahibi diyor
ki: «Keskin öletle öldürülmeyen kimsenin şehid olması cidden müşkildir. Çünkü
onu öldürmekle diyet vacip olur. Bunu dikkatle düşünerek tedebbür eyle!»
Ben derim ki: Bunu
aynen kâtilin kim olduğunu bilmediği hâle hamletmek mümkündür. Nitekim önüne
yol kesiciler ve hırsızlar ve emsâli çıkarsa hal bu olur.
Bahır'da
Müctebâ'dan naklen şöyle deniliyor: «Müslümanlardan iki kıta asker karşılaşır
da birbirlerini müşrik sanarak iki taraftan adam öldürdükten sonra çekilip
giderlerse İmam Muhammed'e göre hiç birine diyet lâzım gelmediği gibi kefâret
de lâzım gelmez. Çünkü her biri nefsini müdafaa etmiştir. Yıkamaktan bahis
etmemiştir. Bunların yıkanmaları icabeder. Çünkü onları öldüren kendilerine
zulüm etmemiştir.»
Bu ibâreden şu
anlaşılır: İki fırkadan biri diğerine zulüm etmiş olsa: Meselâ müslüman
olduğunu bildiği halde harbetse, karşı taraftan öldürdükleri yıkanmaz. Velev ki
kâtil belli olmasın. Çünkü ölen kimse kendini ve cemaatını müdafaa ederken
ölmüştür.
«Velev ki ölümüne
sebep olmak suretiyle ölsün» Çünkü o kimsenin ölümü onlara izâfe edilir. Meselâ
hayvanlarına bir müslümanı çiğnetseler yahut bir müslümanın hayvanını ürküterek
düşmesine sebep olsalar veya gemiye ateş atarak yanmasına sebep olsalar, bu
şekilde ölenler şehiddirler. Ama müşriklerden birinin hayvanı çiğner de
üzerinde kimse bulunmazsa yahut müslümanın hayvanı çiğnerse veya müslümanın
kurşunu müslümanı öldürürse, keza müslümanları bir hendeğe veya ateş gibi bir
şeye sıkışırlar da ölürse şehid olmaz. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir.
Meselenin tamamı Bahır'dadır.
Şârih, «Yaralıdan
murad, ölüm alâmeti bulunmaktır.» diyor. Tâ ki söyledikleri dâhilî yaraya ve
boğmak.âzâyı kırmak gibi hiç yaralama olmayan şeylere de şâmil olsun. Bu söz de
Hidâye ve diğer kitaplardaki «Yahut harb yerinde bulunur da üzerinde eser
olursa» şeklindeki ifadenin daha yerinde olduğuna işarettir. Üzerinde hiçbir
eser bulunmazsa şehid sayılmaz. Zira zâhire göre fazla korkudan kalbi
durmuştur. Fetih. Yani ölümü düşünmenin fiiline izâfe edilmez. Bedâyi.
Şârih kan çıkmayı,
göz, kulak veya boğazdan olursa ölüm alâmeti sayıyor. Maksat şudur: Kan,
menfezlerinin birinden çıkarsa bakılır: İçerde dert olmaksızın kan çıkan burun,
zeker ve dübür gibi bir yerse şehid sayılmaz. Çünkü insan bazen burun
kanamasına müptelâ olur. Bazen şiddetli korkudan kan işer. bazen da içeride
yara olmadığı halde dübürden kan gelir. Binaenaleyh guslün sâkıt olması hususu
şüpheli kalır. Şüphe ile ise gusül sâkıt olmaz. Kulağından veya gözünden
çıkarsa şehiddir. Zira bunlardan âdeten kan gelmez. Meğer ki içeride bir dert
buluna! Zâhire göre o kimsenin başına vurulmuş da kulağından gözünden kan
gelmiştir. Ağzından kan gelirse başından indiği taktirde şehid sayılmaz.
Mideden çıkarsa şehir sayılır. Çünkü karnında yara olmadıkça mideden kan
gelmez. Bu iki nevi kan ancak renklerden belli olur. Bedâyi.
Baştan inen kan
sâfi olur. Mideden çıkan ise pıhtıdır. Cevhere ve Fetih. Pıhtı koyu olur. Fetih
sahibi bunu müşkil saymış ve «Mideden çıkan kan bazen içerideki yaradan geldiği
için berrak olur. Nitekim temizlik bahsinde geçmişti. Binaenaleyh yeni bir
yaradan çıkmış olması lâzım gelmez. Buihtimallerden bir ihtimaldir.» demiştir.
«Kulaklarından
veya boğazından sâfi kan gelmek ölüm alâmetidir. Avret yerinden veya boğazından
pıhtı kan gelmek alâmet değildir.» cümlelerindeki «sâfi» ve «pıhtı» kelimeleri
boğazın kaydıdırlar. Fakat yer değiştirmişlerdir. Doğrusu birincide «boğazından
pıhtı kan» ikincide «veya boğazından sâfi kan gelirse» olacaktır. Nitekim
yukarıda naklettiğimizden anlaşılmaktadır.
METİN
Şehidin üzerinden,
kefen olmaya yaramayan şeyler çıkarılır. Üzerindeki elbise kefen-i sünnetten
noksan ise, ziyade edilir. Ziyade ise azaltılır ve sünnet vecih üzere kefen
tamamlanır. Yıkanmazdan namazı kılınır ve kariyle elbisesiyle defin edilir.
Çünkü hadiste «Onları yaralarıyla sarın» buyurulmuştur.
Şehirde veya köyde
yani diyet vacip olan bir yerde, velev ki beytül mâlde olsun -Câmide veya
caddede öldürülen gibi- ölü bulunup kâtili bilinmeyen yahut bilinip de kısas
vacip olmayan kimse yıkanır. Kısas vacip olursa şehiddir. Meselâ geceleyin
hırsızların öldürdüğü kimse böyledir. Zira böylesinin kâtili hırsızlar olduğu
bilindiği için, hakkında kasâme ve diyet yoktur. Nihayet bunun aynı malum
değildir. Bu bellenmelidir. Çünkü halk bundan gâfildir. Had sebebiyle veya
kısasla öldürülen dahi yıkanır. Keza ta'zirle öldürülen veya yırtıcı hayvan
tarafından parçalanan yahut yaralanıp bir yere nakledilen ve az da olsa yiyip
içen, uyuyan veya tedavi gören mürtes ve bir çadıra sığınan yahut aklı başında
olduğu halde üzerinden bir namaz vakti geçip de onu edâya kâdir olan kimse de
yıkanır.
İZAH
Musannıf burada
şehidin hükümlerini izâha başlıyor. Kefen olmaya yaramayan şeyler gocuk, pamuk
dolgulu elbise külah, mest, silah ve zırh gibi eşyadır. Don bunlardan değildir.
En muvâfık kavle göre o çıkarılmaz. Nitekim Hindiye Hindivâni'den naklen böyle
denilmiştir. Başka elbise bulunmadığı vakit gocuk ve pamuklu da çıkarılmaz.
Bunu İmdâd sahibi söylemiştir.
«Üzerindeki elbise
kefen-i sünnetten noksan ise ziyâde edilir.» Muhit'te şöyle denilmiştir
«Bazılarına göre ziyade ve noksan yapılır, sözünün mânâsı ikram için yeni bir
elbise ziyâde edilir. Diledikleri kadarını azaltırlar. Velev ki üzerinde
bulunan elbisesi kefen-i sünnet derecesine varsın. demektir.
Bir takımları «Az
ise ziyâde edilir; çok ise azaltılır. Sünnet derecesi bırakılır.» demişlerdir
ki, bu «sünnet vecih üzere kefen tamamlanır.» sözüne daha münasiptir.
Kuhistâni.
Bahır sahibi diyor
ki, «Musannıf bütün elbiseleri çıkarılıp yeni kefen giydirilmesinin mekruh
olduğuna işaret etmiştir. Bunu İsbicâbî söylemiştir.» Şârihin zikir ettiği
hadis Uhud şehidleri hakkında vârid olmuştur, Bu hadisi imam Ahmed rivayet
etmiş olup tamamı şöyledir: «Onları yaralarıyla ve kanlarıyla sarın!» Münye
şerhinde böyledir. Bundan sonra Münye şerhinde Halebî, şehidin namazı
kılınacağına delil olmak üzere Peygamber (s.a.v.)in Uhud şehidleri üzerine
cenaze namazı kıldığını kayıt eylemiş ve birçok hadisler naklederek şunları
söylemiştir: «Bu hadislerden her birinin sıhhat derecesine yükselmediğini
teslim etsek bile hasen derecesinden de aşağıinmez. Mecmuu katî olarak sıhhat
derecesine yükselir ve Buhârî'deki Câbir hadisine muâraza eder. Bunlar isbât, o
ise nefi ettiği için Buhârî hadisine tercih edilirler. Tamamı Münye
şerhindedir.
«Yani diyet vacip
olan bir yerde» dediğine göre, şehir ve köyden murad, onlara yakın yerlerdir.
Yakında binalar olmayan bir ovada bulunan bundan hariçtir. Zira böylesinde
kasâme ve diyet yoktur. Binaenaleyh üzerinde katl eseri bulunursa yıkanmaz.
Nasıl ki Bahır'da Mirac'dan naklen açıklanmıştır.
«Kâtili
bilinmeyen» yani ister kısası icabeden bir şeyle. ister başka bir aletle
öldürsün, mutlak surette yıkanırlar. Zira zülum yoluyla öldürdüğü tahakkuk
etmemiştir. Bir de diyet vaciptir. Bu sözün mefhumu bilindiği taktirde dahi,
mutlak surette yıkanmayacağını ifâde edince -Halbuki mutlak mânâ murad
değildir.- Şârih tafsilât vererek, «Bilinir de kısas vacip olmazsa meselâ ağır
bir şeyle veya hata olarak öldürülürse hüküm yine böyledir. Yani yıkanır. Aksi
taktirde yıkanmaz.» demiştir. Musannıf yukarıda geçen «zulmen öldürülen»
ifadesiyle iktifa ederek bu sözü mutlak bırakmıştı.
«Meselâ geceleyin
hırsızların öldürdüğü kimse böyledir.» Yani silahta veya başka bir şeyle
öldürsün şehiddir. Keza şehir dışında yol kesicinin silahla veya başka bir
şeyle öldürdüğü kimse şehiddir. Çünkü bu yerlerde kâtil, bedel yani mal
bırakmamıştır. Bunu Bahır sahibi Bedâyiden nakletmiştir. Zira yol kesmenin
mucibi mal değil ölümdür. Bedâyi'de de böyledir.
«Bu
bellenmelidir.» sözünün aslı, Bahır sahibine aittir. Yukarıda Bedâyiden
naklettiklerinden sonra şunları söylemiştir: «Bundan anlaşılır ki, bir kimseyi
evinde hırsızlar öldürür de muayyen kâtili bilinmezse, hiçbir kimseye kasâme ve
diyet lâzım gelmez. Çünkü bunlar ancak kâtil bilinmezse vacip olurlar. Burada
ise kâtili malumdur. Velev ki kaçtıkları için tesbit edilememiş olsun. Bu
bellenmelidir. Çünkü halk bundan gâfildirler.»
Ben derim ki:
Gafletin vechi ileride kasâme bahsinde gelecek olan «Bir kimse kendi evinde ölü
olarak bulunursa diyet. mirasçılarının âkılesine düşer.» ifadesinin mutlak
olmasıdır. Orada bu ifadeyi bizim söylediklerimizle kayıtlayan görmedim. Onun
için buna yaptığı tenbihi te'kid etmiştir. Yaralı, bir yere nakil edilir de az
veya çok yer içer ve uyursa yıkanır. Zira bir hayat menfaatı görmüştür.
Kendisinde Uhud şehidlerindeki hâlis şehidlik kalmamıştır. Bu hükümde asıl olan
onlardır. Çünkü diğer âdemoğullarında meşru olan yıkamayı terk etmek kıyasa
muhaliftir. Binaenaleyh onda kendisine kıyas edilendeki bütün sıfatların
bulunmasına dikkat edilir. Tamamı Münye şerhindedir.
Aklı başında
olduğu halde» denildiğine göre, aklı başında olmazsa yıkanmaz. Velev ki bir gün
bir geceden fazla devam etsin. Bahır.
«Onu edâya kâdir
olan kimse de yıkanır.» ifadesini Zeyleî dahi bu şekilde kaydetmiş ve «Hatta
terk ederse kaza etmesi lâzım gelir. Bununla o dünya hükümlerinden olur.»
demiştir. Dürer sahibi de kendisine tâbi olmuştur. Fetih sahibi ise «Bunun doğruluğunu
Allah bilir.» demiştir. Tamamı Bahır'dadır.
METİN
Yahut yaralandığı
harb yerinden, aklı başında olduğu halde atların Çiğnemesinden başka bir korku
sebebiyle nakledilirse, ister o yere diri olarak ulaşsın. ister eller üzerinde
ölsün yıkanır. Keza bir yerden kalkıp başka yere giderse yahut dünya işleri
vasiyet ederse yine yıkanır. Bedâyi. Âhiret işleri vasiyet ederse, İmam
Muhammed'e göre mürtes (dünya nimetinden istifade eden yaralı) sayılmaz. Esah
olan budur. Cevhere. Çünkü bu ölülerin hükümlerindendir. Yahut bir şey satar
veya satın alır yahut çok sayılacak söz söylerse mürtes sayılır. Aksi taktirde
mürtes değildir. Bütün bunlar harb bittikten sonra olduğuna göredir.
Harbederken olursa zikir edilenlerden hiçbiri ile mürtes olmaz. Yine bütün bunlar
kâmil şehir hakkındadır. Yoksa mürtes de âhiret şehididir. Cünüp ve emsâli ile
düşmanen atıp kendini vuran, suda boğulan, yanan. gurbette ölen. üzerine bina
yıkılan karın hastalığından, tâundan ve nifastan ölen, cuma gecesi ölen,
zatü'l-Cenbden ölen ve ilim öğrenirken ölen dahi âhiret şehididir. Suyûti
bunları otuz kadar saymıştır.
İZAH
Mürtes harb
yerinden yaralı olarak başka bir yere nakledilen kimsedir. Bu lügat mânâsıdır.
Şer'î mânâsı ise, yaralı olarak nakledilen ve az çok bir şey yiyip içen, uyuyan
veya tedavi gören kimsedir. Böylesinin Uhud şehidleri hükmünde olmadığını az
yukarıda gördün. Yaralı, atların çiğnemesinden korkularak başka yere
nakledilirse, bu nakil onun şehidliğine mâni değildir. Hidâye ve Bedâyi'de bu,
«Çünkü dünya rahatından bir şey görmemiştir.» diye ta'lil edilmiştir.
«Esah olan budur.»
Bahır'da Muhit'ten naklen beyan edildiğine göre, en zâhir olan şekil bu hususta
hilâf olmamasıdır. Zira İmam Ebû Yusuf'un «mürtes olmaz» sözü, dünya umuruna
ait vasiyette bulunduğuna; İmam Muhammed'in «mürtes olmaz» sözü ise, âhiret
işlerine vasiyet ettiği zamana aittir. Nitekim Hz. Sa'd b. Rebi'nin vasiyeti
böyle idi. Nehir sahibi buna kesinlikle hüküm etmiştir.
Tahtâvî, Hz.
Sa'dın vasiyetini, Sâmî'nin Sîret'inden nakletmiştir. Hulâsasası şudur: Rasulullah
(s.û.v.) hâlini sormak için Sa'd'a birini göndermişti. Sa'd ona şunları söyledi
«ben ölüler arasındayım. Rasulullah (s.a.v.)'e benden selâm söyle De ki:
"Sa'd b. Rabi', Allah sana bizim nâmımıza, bir peygambere ümmeti nâmına
verdiği hayrı mükâfât olarak ihsan buyursun! diyor" o'na söyle ki, ben
cennetin kokusunu duyuyorum. Kavmine de benden selâm söyle! De ki: "Sa'd
b. Rebi' size şunu söylüyor: Sizde, ucu ile bakan bir göz kaldığı müddetçe,
şâyed Rasulullah (s.a.v.)'e bir kötülük dokunursa, Allah indinde sizin için
hiçbir özür yoktur.» Bundan sonra çok geçmeden vefat etti.
«Aksi taktirde
mürtes değildir.» Yani bir veya iki kelime gibi çok sayılmayacak söz söylerse
mürtes sayılmaz. (Bütün bunlar» yani mürtes sayılmanın yıkamayı icabedeceği
hususunda söylenenler, harp bittikten sonraya aittir. Dürer.
«Yine bütün
bunlar» Yani yukarıda geçen altı şart - ki Bedâyi'de zikir edildiği vecihle
bunlar; akıl, büluğ, zulmen öldürülmek, katl ile mal karşılığı vacib olmaması.
cünüp olmamak ve mürtes olmamaktır.- kâmil şehid hakkındadır.
Kâmil şehidden
murad, hem dünyada hem âhirette şehid sayılandır. Dünyadaki şehidliğiyıkanmamak
iledir. Meğer ki kanından başka bir pislikten dolayı yıkanmış ola. Nitekim
Ebu's-Suud'da böyle demiştir. Âhiret şehidliği, şehide va'dedilen sevaba nâil
olmakladır. Bunu Bahır'dan naklen Tahtâvî söylemiştir. Âhiret şehidinden murad,
mazlum olarak öldürülen yahut din yolunda "kelimetullah"ı yüceltmek
maksadıyla çarpışırken ölendir. Eğer dünyaya ait bir maksatla çarpışırsa, yalnız
dünya şehidi olur. Kendisine dünyada şehid hükmü icrâ edilir. Şu halde şehidler
üç kısımdır.
«Cünüp ve
emsalinden murad» deli, çocuk ve katli ite mal vacib olan mazlumdur.
Tâun zuhurunda,
başka bir hastalıktan ölen bir kimse dahi, beldesinde sabır edip sevap umarsa
kendisine şehid sevabı verilir. Nitekim Buhârî'nin bir hadisinde beyan
edilmiştir. Hâfız ibn Hacer böylesinin, kabrinde sorguya çekilmeyeceğini
söylemiştir.
«Nifastan ölen»
kadın zahire bakılırsa doğururken ölsün, doğurduktan sonra nifas müddetini tamamlamadan
ölsün âhiret şehididir. T.
Cuma gecesi ölen
hakkında Humeyd b. Zenceveyh, amellerin fazileti bâbında İyâs b. Bükeyr'den
mürsel olarak şu hadisi rivayet etmiştir: «Rasulullah (s.a.v.) cuma günü ölene
şehid sevabı yazılır.» buyurdular.
Suyûtî, âhiret
şehidlerini otuza kadar çıkarmış ve şöyle demiştir: «Karın hastalığından ölen
hakkında ihtilâf edilmiştir. Bundan murad, ne olduğu hususunda iki kavil
vardır. "Bir kavle göre karının su toplaması, diğerine göre ishaldir. Her
ikisine şâmil olmasına da bir mâni yoktur.
Boğulan, üzerine
bina yıkılan ve zatü'l Cenbden ölen de şehiddir. Rasulullah (s.a.v.). «Hangi
kadın zatü'l Cenbten ölürse şehiddir.» buyurmuştur. Bu hastalık, insanın
yanlarında derinin iç tarafında peyda olan bir takım yaralardan ibârettir.
Bunlar şiddetli ağrı yapar. Ve nihayet açılırlar. Veremden ölen de şehiddir.
Verem, akciğer hastalığıdır. Bu hastalıktan beden erimeye ve sararmaya başlar.
Gurbette ölen, düşerek veya humma ile ölen, ailesi, malı ve canı uğurunda
savaşırken ölen zulümle ölen nâmuslu ve gizli olmak şartıyla aşktan ölen de
şehiddir. Velev ki kötüsü haram olsun. Şiddetli öksürükten, yırtıcı hayvanın
parçalamasından, sultanın zulmen hapis etmesinden, dayaktan ölenlerle.
gizlenerek ölen, akrep ve yılan sokmasından ölen, şer'î ilimler okurken ölen
sevabına müezzinlik yaparken ölenler keza doğru iş görenler, tâcirler çoluk
çocuğunun rızkını kazanan kimseyi ve köleleri arasında Allah'ın emrini icra
edip onları helâl lokma ile doyuranı Allah Teâlâ kıyâmet gününde muhakkak şehidlerle
beraber ve onların derecelerinde haşır edecektir. Deniz tutup kusacağı kalkan
ve kusan kimseye de şehid sevabı vardır. Kıskançlığa sabır edene şehid sevabı
vardır.
Her gün (25)
yirmibeş defa «Allahümme bâriklî fil mevti ve fîmâ ba'del mevti»
"Yârabbi bana
ölümde ve ölümden sonra bereket ver!" deyip sonra döşeğinde ölen kimseye
Allah şehid ecri verir. Kuşluk namazını kılarak her aydan üç gün oruç tutan ve
vitir namazını seferde hazarda terk etmeyen kimseye şehid ecri yazılır.
Ümmetimin fesâdı zamanında benim sünnetime sarılana şehid ecri vardır.
Hastalığında kırk
defa «lâilâhe illâ ente subhaneke inni küntüm minezzalimîn»diyerek ölen kimseye
şehid sevabı verilir. Düzelirse afvedilmiş olarak düzelir. Bunların delilleri
ihtisar niyetiyle atılmıştır.» Bu satırlar da kısaltılarak alınmıştır. T.
Ben derim ki:
Bunları Mâlikîlerden Allâme Aliyyü'l-Echurî manzum olarak yazmış ve güzelce
şerhetmiştir. O da otuz kadar saymışsa da buradakilerden fazla olarak tâundan
öleni, yananı, gönüllü askeri, her akşam yâsîn suresini okuyanı, hayvandan
düşüp öleni de zikir etmiştir. Yukarıda Suyûtî'nin «düşerek ölen» dediği
ihtimal budur.
«Abdestle yatıp
ölen kimse ile iyi geçinerek yaşayan şehid olarak ölür.» Bu hadisi Deylemî
rivayet etmiştir. Peygamber (s.a.v.)'e yüz kere salâvat getiren de öyledir.
Bunu Taberânî rivayet etmiştir.
«Bir kimse
gerçekten Allah yolunda ölmeyi ister de ölürse Allah ona şehid sevabı verir.»
Bu hadisi Hâkim ve başkaları rivayet etmiştir. «Bir kimse müslüman
şehirlerinden birine yiyecek celbederse şehid sevabı kazanır.» Bu hadisi Dilemî
rivayet etmiştir. Yukarıda geçtiği vecihle cuma günü ölen de öyledir.
İmam Hasan'a,
karla yıkanarak soğuk alan ve ölen kimsenin hükmü sorulmuş da, «Hey gidi
şehidlik!..» cevabını vermiştir. Tirmizî'nin Ma'kıl b. Yesâr'dan rivayet ettiği
bir hadiste Hz. Ma'kıl şöyle demiştir: «Rasulullah (s.a.v.), Bir kimse
sabahladığı vakit üç defa, Eûzübillâhi's - Semîı'l alîmi Mine'ş Şeytâni'r -
Racîm der de haşır suresinin sonundan üç âyet okursa, Allah ona yetmişbin melek
vekil eder. Bunlar ona akşama kadar salât eylerler. O gün ölürse şehid gider.
Bu âyetleri gecelediği zaman okursa sabahlayıncaya kadar yine bu vaziyette
olur." buyurdular.» Bu suretle şehidlerin sayısı kırkı geçmiştir. Bazıları
bunları elliye çıkarmışlardır. Rahmetî onları manzum olarak zikir etmiştir. Ona
müracaat edebilirsin.
Hatime: Echurî'nin
beyanına göre «EI'Âriza» adlı kitapta şöyle denilmiştir: «Bir kimse yol
keserken boğulursa şehiddir. İşlediği günâhı da boynundadır. Ma'sıyeti ile
beraber ölen kimse şehid değildir. Ama şehidlik sebeplerinden bir sebeple
ma'sıyeti işlerken ölürse şehidlik sevabını kazanır. İşlediği günâhı da
boynunadır. Keza bir kimse gasp edilmiş bir at üzerinde harbeder; yahut
ma'sıyet işleyen bir cemaatın üzerlerine ev yıkılırsa şehid olurlar.
İşledikleri ma'siyetin günâhı da boyunlarındadır.»
Bundan sonra
Echuri şunları söylemiştir: «Zinâdan çocuk doğururken ölen kadın hakkında,
fikir tereddüt eder. Acaba sebebin sebebi sebep yerine geçip de bu kadın şehid
olmaz mı? Yoksa sebep yerine geçmez de şehid olur mu? Zâhir olan birincisidir
(yani şehid olmaz). Şâfiî'lerden Remlî ikinciye kesinlikle kâil olmuş ve şöyle
demiştir: «Bununla, ma'siyet için gemiye binen yahut kaçak olarak sefer eden
köle ve geçimsiz kadın arasında ne fark vardır? Gemiye, gemilerin hareket
etmediği bir zamanda binmesi yahut kadının çocuğunu düşürmeye kendi sebep
olması bunun gibi değildir. Zira sebeple isyan etmiştir.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Zâhire göre deniz veya kara yolculuğunu «ma'siyet için değilse» diye kayıtlamak
gerekir. Aksi taktirde sebep olur. Çünkü ma'siyete sebeptir. Bu, asabiyet ve
zulüm için harbedipde yaralanan ve ölen kimseye benzer. Binaenaleyh münasip
olan, bazılarından naklettiği «sefer mübah olmakla kayıtlanır.» sözüdür.
Allah'u âlem.
METİN
Bu bâbta, ünvânın
üzerine ziyâde vardır. Bu güzel bir şeydir. Kâ'be'nin içinde ve üzerinde
sütresiz bile olsa farz ve nâfile namaz caizdir. Çünkü bize göre kıble, arsa
ile gök yüzüne kadar havadır. Velev ki İmam Ebû Yusuf «yasaklanmıştır .ve
ta'zimi terkdir» diyerek, üzerinde namaz kılmayı mekruh saymış olsun. Bu namaz
yalnız başına ve cemaatla kılınabilir. Velev ki cemaatın yüzleri Kâ'be'ye
teveccüh hususunda muhtelif olsun. Ancak kafasını imamının yüzüne çevirirse,
onun önüne geçtiği için kendisine uyması caiz olmaz. Arada perde olmaksızın
imamla yüz yüze durmak ta mekruhtur. Yüzü imamın yan tarafına gelirse mekruh
değildir. Bu taraflar dörttür.
Ka'be'nin
etrafında halka olarak namaz kılmaları caizdir. Velev ki cemaattan bazıları
Kâ'be'ye imamdan daha yakın bulunsun. Elverir ki imamın tarafında olmasın.
Çünkü hükmen imamın arkasında sayılır. Şayet imam tarafındaki Rükne doğru
namaza dururda Ka'be'ye imamdan daha yakın olursa; hükmün ne olacağını görmedim.
Ama ihtiyaten namazın bozulması gerekir. Çünkü imamın tarafı tercih edilir.
Şekli şudur:
<
İmam
<
Cemaat
Keza cemaat
dışarıda, İmam Kabe'nin içinde olduğu halde ona uyarsa. kapısı açık bulunduğu
taktirde namaz sahihtir. Çünkü bu imamın mihrapta durması gibidir.
İZAH
Musannıf, Kâbe'nin
dışında kılınan namazın hükmünü beyan edince, içinde kılınan namazın beyanına
başlıyor. Dışında kılınan namazı daha evvel zikretmesi. çokluğundan dolayıdır.
Şârihin, «Bu bâbta ünvanın üzerine ziyâde vardır.» sözünden muradı, üzerinde ve
etrafında kılınan namazdır. (Çünkü başlık, Ka'be'nin içinde namazdır. Musannıf
bununla yetinmeyerek, üzerinde ve etrafında kılınan namazdan da bahis
etmiştir.)
«Bu güzel bir
şeydir.» Yani başlıkta vaad ettiğinden fazlasını beyan etmek güzeldir. Ondan
noksan bırakmak ise çirkindir. Ziyadeye bir emsal de, Peygamber (s.a.v.) in
kendilerine deniz suyu ile temizlik sorulunca, «o suyu temizleyici ve ölüsü
helâl olan bir şeydir.» diye cevap vermesidir.
«Ka'be'nin içinde
farz ve nâfile namaz kılmak caizdir.» İmam Mâlik'e göre, içinde farz kılmak
caiz değildir, Çünkü bir ciheti karşısına gelse bile başka ciheti arkasına
gelir.
Bizim delilimiz
şudur: Vâcip olan, Ka'be'nin bir cüzüne karşı namaza durmaktır. Bu cüzü muayyen
değildir. Ne zaman namaza başlanır da bir cüzüne teveccüh edilirse, o cüzü
muayyen olur. Muayyen cüzü kıble olunca, başka cüzlere sırt çevirmek namazı
bozmaz. Şu izaha göre o cüzden başka tarafa doğru bir rekat kılsa sahih olmamak
gerekir. Zira kendisi için yüzdeyüz kıble olan tarafa sırtçevirmiş olur. Buna
bir zaruret de yoktur. Kıbleyi araştıran bunun gibi değildir. Çünkü onun
döndüğü taraf kendisine yüzdeyüz kıble olmuş değildir. Onun içtihadına göre
kıbledir. İlk içtihadı ile kıldığı rekatlar da bâtıl olmaz. Çünkü içtihadla edâ
edilmiş bulunan rekatlâr, o ictihadın misli olan bir içtihadla bozulamaz.
Bedâyi'den kısaltılmıştır.
«Bize göre kıble,
arsa ile havadır.» Yani bina değildir. Şu delil ile ki: Bina başka bir arsaya
nakledilerek ona doğru namaz kılınsa caiz olmaz. Bir de Ebû Kubeys dağının
üzerinde kılınsa namazı bilittifak caizdir. Halbuki binaya tekabül etmez,
Bedâyi. Arsadan murad, içinde bina olmayan ev yeridir.
İmam Ebû Yusuf,
yasaklanmış diye Ka'be'nin üzerinde namaz kılmayı mekruh saymıştır. Çünkü
Rasulullah (s.a.v.)'in yasak ettiği yedi şeyden biri budur. Tarsusî bu yedi
şeyi bir manzume de toplamış ve şöyle demiştir:
İnsanın en
hayırlısı Rasül Ahmed;
Bazı muteber
yerlerde namazı yasaklamıştır.
Deve ağıllarında
sonra kabirde;
Mezbelede,
yollarda ve salhânede;
Beytullâh'ın
üzerinde, bir de hamam,
Velhamdülillâhi
alet'tamam.
«Velev ki cemaatın
yüzleri. Kâ'be'ye teveccüh hususunda muhtelif olsun.» ifadesi, onaltı şekle
şâmildir. Bu onaltı şekil, imama uyanın yüzü, kafası, sağı ve solu olmak üzere
dört şeyin imamdaki misilleriyle çarpılmaktan meydana gelir. H.
Ben derim ki:
Onaltı şekle daha şâmildir. Bu da cemaatın birbirlerine nisbetledir. Nitekim
Bedâyi'de buna işaretle. «Bazılarının yüzü diğerlerinin sırtına, bazılarının
sırtı bazılarının sırtına geldiği zaman dahi böyledir Çünkü kıbleye dönme
mevcuttur.» denilmiştir.
Şârih «Kâ'be'ye
teveccüh hususunda» kaydını ziyâde etmesi, maksat yüzlerinin birbirinden başka
taraflara dönük olmadığına işaret içindir. Çünkü bu taktirde yüzyüze gelindiği
şekle şâmil değildir. T.
«Kafasını imamının
yüzüne çevirmek» imamın önüne geçerek onun döndüğü tarafa doğru dönmektir.
İster sırtı imamın yüzüne gelsin, ister biraz sağa solo dönsün fark etmez. Zira
illet, cihet bir olduğu zaman öne geçmektir.
«Arada perde
olmaksızın imamla yüz yüze durmak da mekruhtur.» Mültekâ şerhinde şöyle
denilmiştir: «Çünkü bu sûrete (resme) ibâdet etmeye benzer. Kuhistânî'de
Cellâbi'den naklen "İmamla cemaatın arasına perde veya elbise gibi bir şey
asmakla sütre koymak gerekir." denilmektedir. T. Yani yüz yüze gelmekten
korunmak için böyle yapılmalı demek istiyor .
«Bu taraflar
dörttür.» Yani imama uyanla imamın tarafları dörttür. Bu, yukarıda geçen onaltı
şekle aykırı değildir. Anla!
«Kâ'be'nin
etrafında halka olarak namaz kılmaları caizdir.» Bu söz, Kâ'be'nin dışında
namaz kılmanınhükmüne giriştir. Halka olmak caizdir. Çünkü Mekke'de namaz,
Rasulullah (s.a.v.) devrinden bu güne kadar böyle kılına gelmiştir. İmam için
efdal olan, Makâm-ı İbrâhim Aleyhisselâmda durmaktır. Bedâyi.
«Elverir ki imamın
tarafında olmasın.» Ama imamın tarafında olup da Kâ'be'ye ondan daha yakın
bulunur ve hizasında imamın önüne geçerse, sırtı imamın yüzüne geleceğinden;
aynı cihetten imamın sağında veya solunda bulunup önüne geçer de; sırtı imamla
birlikte namaz kılan sofa, yüzü Kâ'be'ye dönerse, imama uyması caiz değildir.
Zira imamdan ileri geçince ona tâbi olamaz. Bedâyi.
«İhtiyaten namazın
bozulması gerekir.» Bu incelemeyi Dürer hâşiyesinde Şurunbulâli yapmıştır.
Bahır hâşiyesinde Remlî dahi yapmıştır. İzahı şudur: İmama uyan kimse, meselâ
Haceri Esved rüknüne karşı namaza durursa her iki yanı ona cihet olur. İmam
Kâ'be kapısına karşı durur da. cemaat olan ona imamdan daha yakın bulunursa
sahih olmaz. Çünkü imama uyanın sol tarafı rükne cihet ise de; sağ tarafı
imamın ciheti olduğundan ihtiyaten tercih edilir. Bu, fesad iktiza edeni,
sıhhat iktiza edene tercih için yapılır. Bunun bir örneği de şudur: İmam rükne
karşı namaza durur da iki tarafındaki cemaattan biri. Kâ'be'ye ondan daha yakın
bulunursa, sahih olmaz.
Hayreddîn-i
Remlî'nin ibaresi şöyledir: Ben derim ki: Şâfiîlerin kitaplarında gördüm, imam
veya cemaat olan rükne doğru dönerse, her iki yanı onun cihetidir.» deniliyor.
Ben derim ki:
Bizim kaidelerimizde de buna aykırı bir şey yoktur. İmam rükne doğru namaza
durursa onun iki tarafı kendisinin cihetidir. İmama uyanlardan sağında ve
solunda bulunanlara bakar. İmam, hangisinden duvara daha yakın yahut ona müsâvî
bulunursa, namazının sahih olduğuna hüküm edilir. Ama duvara imamdan daha yakın
olanın namazı fâsiddir. Bu izahattan, Kâ'be-i Muazzama'nın etrafında sair
hallerde imamla birlikte halka olarak namaz kılanın hali anlaşılmış. olur.
«Keza cemaat
dışarıda, imam Kâ'be'nin içinde olduğu halde ona uyarlarsa...» Cemaattan
bazıları imamla birlikte bulunsun bulunmasın namaz sahihtir. İmdâd sahibi diyor
ki: «İhtimal kapının açık bulunması, imama nazaran intikal tekbirleri bilinsin
diye şart kılınmıştır, Kapı kapalı olduğu halde tebliğ suretiyle intikal
tekbirleri işitilirse. ona uymaya bir mâni yoktur. Nitekim imama uymanın sahih
olmasının şartları bâbında söylemiştik.» Lâkin bu mekruhtur. Çünkü imamın
durduğu yer bir boy yüksektir. Ve kimse bulunmadığı vakit mihrapdaki yüksek
yerde yalnız başına durmak gibidir. T.
Ben derim ki:
Meselenin aksini söyleyeni görmedim. Aksi, cemaat olan Kâ'be'nin içinde; imam
dışında bulunmaktadır. Zâhire bakılırsa, cihet bir olup imamın önüne geçmek
gibi bir mâni bulunmadığı zaman sahih olmak gerekir.
Sonra Seyyid-i
Abdulgânî'nin Nefdu'l-Ca'be adını verdiği bir risâlesini gördüm. Orada bu meselenin
sorulduğunu ve zamanının uleması arasında Mekke'de bunun hakkında ihtilâfa
düştüğünü zikretmiş, bazılarının "caizdir", bazılarının da
"değildir" diye cevap verdiklerini; fakat nâssan bir yerde
bulunmadığını bildirmiş. Kendisi "caizdir" diye cevap vermiş ve
muhalifin istinad ettiği deliliçürüterek bunu, Şâfiîlerden Zerkeşî'nin
«İ'Iâmü's-Sâcidi bi Ahkâmi'l-Desâcidi» adlı eserinde zikir ettiğini bildirmiş.
Bizim kaidelerimizin de onun zikir ettiği cevaza aykırı olmadığını söylemiş.
Ben derim ki: Ben
1233 senesinde hac ettiğimde, Minâ'da Medine'i Münevvere kadılarından Rumelili
bir zât ile buluştum. Bana bu meseleyi sordu. Ben kendisine yukarıda geçeni
söyledim. Bunun üzerine şunu söyledi: «İmama uymak sahih değildir. Çünkü imama
uyanın hâli, imamın hâlinden daha kuvvetlidir. O içeride, imam dışarıdadır.»
Bunun üzerine şunu da ilâve etti: «Hicr-i İsmâil'de namaz kılan bir kimse başka
yerde olan imama uyamaz. Zira Hicir Kâbe'dendir.» Bana da «Mekke kadısı olursan
halkı bundan men et» dedi.
Ben kendisine itiraz
ederek şunları söyledim: «Senin söylediğin kuvvet, mâni olmaya tesir etmez.
Zira vâcipte müsâvidirler. Bu vacip de Kâ'be'nin bir cüzüne karşı durmaktır.
Kâbe'nin etrafında halkalı namaz kılmak Peygamber (s.a.v.) zamanından kalma
eski bir âdettir. Velev ki İmam, Hicrin dışında olsun. Müctehidlerden ve
onlardan sonra gelen ulemadan, Hicirdeki safların eklenmesini men eden
duymadık. Bu, sahih olduğuna icmâdır. Bir de Hicrin bir kısmı kati olarak
Kâbe'den değildir. Onun için Hicre karşı namaz sahih değildir. Onun Kâbe'den
olması zannîdir. Kati olan sıhhat şartları bulunursa, meselenin aslını kabul
ettikten sonra zannî bir şey için namazın fesadına hüküm olunamaz. Aksi halde,
bildiğin sebepten dolayı bu asıl müsellem değildir.
ALLAH'U ÂLEM.