ORUCU
BOZAN VE BOZMAYAN ŞEYLER BÂBI
Güzelleşmekle Süslenmek Arasında Fark
Ve Sakalı Kısaltmak
Aşüre Günü Çoluk-Çocuğa Cömert
Davranma Hadisi
ORUÇ
TUTMAMAYI MÜBAH KILAN ÂRIZALAR
Kıyasın İstihsana Tercih Edildigi
Yerlerden Biri
METİN
Bazıları «Musannıf "savm" yerine
"sıyâm" dese daha iyi olurdu» demişlerdir. Çünkü Zahîriyye'de, «Bir
kimse, "üzerime savm borç olsun", dese o günü tutması lâzım gelir.
"Sıyâm borç olsun" dese, üç gün oruç tutması gerekir. Nitekim Teâlâ
Hazretlerinin "sıyâmdan fidye lâzım gelir" âyeti kerimesinde de hüküm
budur» denilmiştir. Fakat bu söz tenkit edilmiş; «Orucun nevileri vardır. Bir
de kelimenîn başındaki "elif lâm" cemi' mânâsını iptal eder»
denilmiştir.
Esah kavle göre, oruç ayına sadece
«Ramazan» demek mekruh değildir. Oruç, kıble Kâbe'ye çevrildikten yani
Hicret'ten bir buçuk sene sonra Şaban ayının Onun'da farz kılınmıştır.
Savm lügatta; yiyip içmekten veya konuşmaktan
kendini tutmaktır.
Şeriatta ise; mâlûm niyetle birlikte vakti
mahsusta şahsı mahsusun aşağıda gelen bozucu şeylerden hakikaten veya hükmen
kendini tutmasıdır. Unutarak yiyen gibi ki, böylesi hükmen kendini tutmuş
(yememiş) sayılır.
Vakti mahsustan murad, gün; şahsı mahsustan
murad da, İslâm memleketinde bulunan Müslüman veya orucun farz olduğunu bilip,
yabancı memlekette bulunan, hayız ve nifastan temiz kimsedir.
İZAH
El-İzâh adlı kitapta şöyle denilmiştir:
«Bilmiş ol ki, oruç dinin en büyük rükünlerinden; Şer-i Metin'in en sağlam
kanunlarından biridir. Kötülüğü emreden nefsi, o kahretmiştir.» Oruç, kalbin
amelleri ile yiyip içmeyi ve o gün bütün cima'ları menetmekten mürekkep bir
ibadettir. Ve en güzel fazîlettir. Ancak nefse en ağır gelen bir tekliftir.
İmdi hikmeti İlâhiyye, mükellefi alıştırmak' için, işe tekliflerin en hafifi
olan namazdan başlamayı iktiza etmiştir. Sonra orta derecede olan zekâtla bu
teklifi ikilemiş; daha sonra en ağırı olan oruçla üçlemiştir. «Huşû sahibi
erkek ve kadınlar, sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve
kadınlar...» âyeti kerimesinde medih ve tertip makamında buna işaret
buyrulmuştur. İslâm'ın temelini zikrederken, "Namazı kılmak, zekâtı vermek
ve ramazan ayında oruç tutmak" denilmesi de buna işarettir. Onun için
şerîatın imamları, tasnif ettikleri kitaplarda bu tertibe uymuşlardır. İbn-i
Şilbî'nin Şerhi'nde de böyle denilmiştir.
Şârih'in «bazıları» tabirinden murad, Bahır
sahibidir. H. Zahîriyye'deki istişhâdın izahı şudur; Bu fer'î mesele gösteriyor
ki, sıyam kelimesi cemi'dir. Bunun en azı üç gündür. Nitekim âyette de öyledir.
Zira yeminin fidyesi üç gün oruç tutmaktır. Binaenaleyh sıyâm tabirini
kullanmak daha iyidir; çünkü birden fazlaya delalet eder. Sözün başlığı üç
nevi; yani farz, vâcip ve nâfile oruçlar içindir.
«Fakat bu söz tenkît edilmiş ilh...» Tenkît
eden Nehir sahibidir. Şârih'in sözünün hâsılı şudur: "Savm" kelimesi
cins ismidir. Onun nevileri vardır. Bunlar yukarıda zikrettiğimiz farz, vâcip
ve nâfiledir. Şu halde oruçtan, gerek savm gerekse sıyâm tabiri ile
bahsedilsin, maksat başlıkta bildirilen nevileridir. Üç gün veya fazlası
değildir.
El-Muğrib (adındaki lügatin) sahibi, savm
ile sıyâmın aynı mânâya geldiklerini ifade etmiştir. Bu kelimelerin cemi
mânâsına delâletleri yoktur. Onun için Kadı Beyzavî, «Sıyâmdan fidye lâzım
gelir» ayet-i kerimesinin tefsirinde, «Bu, fidyenin cinsini beyandır. Miktarını
ise Peygamber (s.a.v.) Kâ'b hadisinde beyan buyurmuştur.» demiştir. Evet, sıyâm
kelimesi, bildiğin gibi sâimin cem'i olarak gelir. Fakat burada ve âyet-i
kerimede bu mânâyı kastetmek doğru değildir. Bu açıktır.
Sıyâm kelimesinin savmın cem'i olduğu
teslim edilse bile, onu tercih evlâ olamaz. Çünkü cins bildiren "elif
lâm" cemi mânâsını iptal eder. Binaenaleyh savm ile sıyâm tabirleri müsavidirler.
Şârih'in Nehir sahibine uyarak
söylediklerinin izahı budur. Bu izaha göre Zahîriyye'nin sözü müşkil kalır.
Velev ki Nehir sahibi Onun hakkında, «İhtimal sıyâm lâfzı ile şeriat lisanında
üç gün kastedilmiştir demek istemiştir. Borçtan kurtulmuş olmak için nezirde de
böyledir. Savm lâfzı bunun hilâfınadır» demiş olsun. Nehir sahibi şunu demek
istemiştir: Sıyâm lâfzı cemi olmasa da, âyette üç gün murad edilerek bu kelime
kullanılmıştır. Nasıl ki bu icmâl hadiste açıklanmıştır. Şu halde nezreden kimsenin
sözünde de ihtiyatan bu mânâya alınmalıdır.
«Esah kavle göre...» Bazıları, «Sahih olan
İmam Muhammed'in Mücâhid'den rivayetidir. Bu rivayetin hilâfı naklolunmamıştır.
Mezkûr rivayete göre "ramazan geldi", "ramazan gitti" demek
mekruhtur. Çünkü "Ramazan" Allah Teâlâ'nın isimlerinden biridir»
demişlerdir. Ama umumiyetle ulema mekruh olmadığını söylemişlerdir. Zira sahih
hadislerde mekruh olmadığı bildirilmîştir. Bir hadiste Rasulullah (s.a.v.),
«Her kim ramazanı îman ve ihtisapla oruç tutarak geçirirse, geçmiş günahları
bağışlanır.» buyurduğu gibi; diğer bir hadiste de, «Ramazanda umre yapmak bir
hacca bedeldir.» buyurmuştur. Ramazan kelimesinin Allah Teâlâ'nın isimlerinden
olduğu, meşhur rivayetlerde sâbit olmamıştır. Olsa bile "hakîm" gibi
o da müşterek isimlerdendir. Dirâye adlı kitapta da böyledir.
«Aşağıda gelen bozucu şeyler»den murad,
orucu bozan şeyler babında görülen mâlûm şeylerdir. Unutarak yiyip içen kimse
hükmen oruçludur. Çünkü şeriat onun yemesini muteber saymamıştır.
Vakt-i mahsus'tan murad, gündür. şer'î gün,
tan yerinin ağarmasından, güneşin kavuşmasına kadar devam eder. Tan yerinin
ağarması'ndan murad, ilk doğduğu an mı, yoksa aydınlığın yayıldığı zaman mı
olduğu ihtilaflıdır. Bu hilâf, namaz hakkındaki hilâf gibidir. Birinci kavil daha
ihtiyatlı, ikincisi daha geniştir. Güneşin kavuşması'ndan murad, doğu tarafında
karanlık belirecek şekilde güneşin cirminin kaybolmasıdır.
Peygamber (s.a.v.), «Gece şu taraftan geldi
mi, oruçlu iftar eder.» buyurmuştur. Yani doğu tarafında hissen karanlık
görüldüğü zaman, iftar vakti meydana çıkar; yahut hükmen iftar etmiş olur,
demektir. Çünkü gece oruç için zarf değildir. Hadisin haber şeklinde
söylenmesi, iftarı acele etmeye teşvik içindir. Nitekim Fethu'I-Bârî'de de
böyle denilmiştir. Kuhistânî.
İslam memleketinde bulunan ilh...»
Biliyorsun ki sözümüz şer'an orucun hakikatini beyan, yani orucun ne ile
tahakkuk edebileceği hususundadır. Şüphesiz, niyet ederek gündüzün orucu bozan
şeylerden kendini tutmaktan ibaret olan oruç, İslâm diyarında olsun, dâr-ı
harpte olsun, keza orucun farz olduğunu bilsin veya bilmesin hayz ve nifastan
temiz olan müslümandan tahakkuk eder. Kaldı ki, orucun farz veya nâfile olarak
tarifi ile, farz olduğunun bilinmesi veya İslâm memleketinde bulunması, ancak
akıl ve buluğ gibi ramazan orucunun farz olması için şarttır. Sahih olmasının
şartı değildir. Binaenaleyh Şârih'e yaraşan «hayız ve nifâstan temiz» demekle
yetinmek idi. Sonra gördüm ki, Rahmetî de benim söylediğimi söylemiş.
Şârih, «Yahut orucun farz olduğunu bilip
yabancı memlekette bulunan...» diyor; Çünkü İslam memleketinde bulunmak, farz
olduğunu bilmese bile oruç tutmayı icap eder. İslâm memleketinde bilmemek özür
değildir. Dâr-ı harp böyle değildir. Bilmemek orada özürdür. Farz olduğunu
bilmedikçe oruç tutması farz olmaz. Farz olduğunu öğrendikten sonra, geçmiş
günlerin kazası gerekmez .Zira orada bilmemek özür sayıldığı için, bilmeden
mükellef olmaz. Bilgi ancak, hâli gizli iki erkek, veya bir erkekle iki
kadının; yahut İmam-ı Azam'a göre âdil bir erkeğin haber vermesi ile hâsıl
olur. İmameyn'e göre adalet, buluğ ve hürriyet şart değildir. Nitekim
İmdâdü'l-Fettâh'da beyan edilmiştir.
METİN
Buluğ ve ayrılma ise orucun sahih olması
için şart değildir. Çünkü niyet bulunduktan sonra, küçük çocukla baygın veya
delinin oruçları da sahihtir. Bu gibilerin ikinci gün oruç tutmalarının sahih
olmaması, niyet bulunmadığı içindir.
Orucun hükmü, sevaba nail olmaktır. Velev
ki, gasbedilmiş yerde namaz kılmak gibi yasak edilmiş olsun. Nezredilen orucun
sebebi nezirdir. Onun için muayyen bir ay tayin eder de ondan önce oruç tutarsa
kâfi gelir. Zira sebep mevcuttur. Tayin hükümsüz kalır. Kefâret oruçlarının
sebebi, yemini bozmak ve katildir. Ramazan orucunun sebebi, ramazan ayının bir
cüzüne yetişmektir. Bu cüz muhtar olan kavle göre, geceden de gündüzden de
olabilir. Nitekim Habbaziye'de bildirilmiştir. Fahrulislâm ile başkaları ,bu
cüzün her gün orucun başlanabileceği bir cüz olmasını tercih etmişlerdir. Hattâ
bir deli geceleyin; yahut son oruç günü zevalden sonra ayılsa, kaza etmesi
lazım gelmez. Fetva buna göredir. NitekimDirâye'den naklen Müctebâ ile Nehir'de
de böyle denilmiştir. Birçok ulema bu kavli sahihlemişlerdir. Hak olan da
budur. Nasıl ki Gâye'de beyan edilmiştir.
İZAH
«Büluğ ve ayılma ise...» cümlesi, bir
sual-i mukadderin cevabıdır. Sual şudur: Musannıf şahs-ı mahsusu, neden büluğ,
delilik veya baygınlıktan, yahut uykudan ayık olmakla kayıtlamadı? Cevabın
beyanı şöyledir: Sözümüz şer'î orucun tarifi hakkındadır. Bu onun rüknünü
beyanla olur ki, o da zikredilen bozuculardan kendini tutmaktır. Bir de sahih
olması neye bağlı ise, onları beyan gerekir. Bunlar "üç şey" yani
İslâm, hayız ve nifastan temizlik ve niyettir. Nitekim Bedâyi'de
bildirilmiştir. Fetih'te İslâm zikredilmemiştir. Çünkü niyet onun zikrine hacet
bırakmaz, Müslüman olmayan kimsenin niyeti sahih değildir. Büluğ ile ayıklık
orucun sahih olmasının şartlarından değildir. Şârih'in dediği gibi, bunlarsız
oruç sahihtir. Evet bunlar ramazan orucu farz olmak için şarttır. Bu şartlar
dört olup üçüncüsü İslâm; dördüncüsü farz olduğunu bilmek yahut İslam
memleketinde bulunmaktır. Binaenaleyh iki şartla kayıtlamaya mahal yoktur.
Kaldı ki, sözümüz hassâten ramazan hakkında değil, mutlak olarak orucun tarifi
hususundadır. Nasıl ki yukarıda geçti. Onun için Musannıf vücûb-u edâsının
şartlarını zikretmemiştir. Bunlar; sağlam olmak, mukim olmak, hayız ve nifastan
hâlî bulunmaktır.
Orucun metinde beyan edilen hükmü
uhrevîdir. Dünyevî hükmü; tutulan oruç lâzımsa vâcibin sükutu (borçtan
kurtuluş) dur. Bahır.
«Velev ki yasak edilmiş olsun...» Bayram
günleri ile teşrik günlerinde oruç tutmak gibi, ki yasak edilmiştir. Ancak
bürodaki yasak, günlerin kendilerinden değil, yandaki bir mânâdan, yani
Allah'ın ziyafetine katılmamaktan ileri gelir. Bu, o günlerde tutulan orucun
sevabı olduğunu ifade eder. Nasıl ki gasbedilen yerde namaz kılmanın sevabı
vardır. Bu izahı Nehir sahibi, Bahır sahibine reddiye olarak yapmıştır. O, bu
günlerde oruç tutmanın sevabı olmadığını söylemiştir. Şu halde Şârih'in sözü
Nehir sahibi adına bir incelemedir. T.
Ben derim ki: Telvîh'te şöyle
açıklanmıştır: Bizimle Şâfiî'nin aramızdaki hilâf; bize göre nehyin sevap hak
etmek; kazânın sükûtu ve Allah Teâlâ'nın emrine uymak mânâsına sahih olmayı
gerektirmesidir. Bundan sonra Telvîh sahibi Et-Tarîkatü'l-Muîniyye'den şu
mânâda sözler nakletmiştir: Yasak günlerde oruç tutmak, üç oruç bozanı terk
etmek ve Allah'ın ziyafetinden yüz çevirmektir. Orucu bozan şeyleri terk etmek
yönünden bu güzel bir ibâdet; ziyafetten kaçınmak yönünden ise yasaktır. Lâkin
birincisi asıl, ikincisi ona tâbi menzilesindedir. Binaenaleyh asIına bakarak
meşru; vasfına bakarak gayri meşru kalmıştır.
Ancak Tarîkat hâşiyecisi Fenâri, sevaba hak
kazanma arzusunu tenkit etmiş; «Murad sevaptan başkasıdır. Sahih olmak sevabı
gerektirmez.Nasıl ki gösteriş için namaz kılmak veniyetsiz abdest almak
böyledir» demiştir.
Ben derim ki: Bu oruca niyetlendikten sonra
bozmanın vâcip olması ve ulemanın bu orucun günah olduğunu açıklamaları da
Fenâri'yi te'yid eder.
«Tayin hükümsüz kalır.» cümlesinden şu
hüküm alınır: Bir kimse her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmayı
nezretse, başka günlerde tutması sahih olur. T.
Ben derim ki: Bu muallak olmayan
nezirdedir. Çünkü itikâf bâbından az önce gelecektir ki, «Muallak olmayan
nezir, zamana, mekâna, dirheme ve bir fakire mahsus olamaz. Muallak nezir böyle
değildir. Şartı bulunmadan onu peşin vermek caiz değildir» diyecektir. Yani
şarta bağlanan nezir, peşin verilmeye sebep teşkil edemez. Bu husustaki sözün
tamamı orada gelecektir.
«Kefâret oruçlarının sebebi yemini bozmak
ve katildir.» Buradaki katilden murad, hata yolu ile insan öldürmek; yahut
ihramlı iken av vurmaktır. En iyisi Fetih sahibinin yaptığı gibi, «Kefâret
oruçlarının sebebi, bu oruçlara sebep olan yeminden dönme ve katildir.»
demektir. Zira zâhire göre yeminden dönmeye azmetmek, ramazan orucunda iftar ve
bir özürden dolayı ihramlının tıraş olması da sebeplerdendir.
«Muhtar olan kavle göre» sözü ile,
Serahsî'nin ihtiyar ettiği murad olunmuştur. Bahır.
«Her gün orucun başlanabileceği cüz» fecr-i
sâdıktan, kaba kuşluktan önceye kadar olan zamandır. Gece ile kaba kuşluk ve
ondan sonrası oruca başlamaya elverişli değildir. Geceleyin yalnız niyet
yapılır; oruca başlanmaz. T. Lâkin Bahır'da açıklandığına göre oruca sebep, her
günün parçalanmaz bir cüzüdür. Orucun o cüzle birlikte başlaması icap eder. Bu
söz, o cüzün, her günün ilk cüzü olmasını iktiza eder. Nitekim bunu başkaları
da açıklamışlardır. Bahır sahibi bunu «Avârız» faslında açıklamış; ve Kemâl
İbn-i Hümâm'ın, «Sebebin vücûp ile beraber olması; yahut vücûbun sebepten önce
bulunması lâzımdır.» sözünü defederek, «Zaruret dolayısı ile vücup sebeple
birlikte bulunabilir; nasıl ki namaza vaktin ilk cüzünde başlamak böyledir.
Burada zaruretten dolayı sebebin müsebbep olan vücuptan önce gelmesi şartı
sâkıt olmuştur. Nitekim Keş-i Kebîr'de açıklanmıştır.» demiştir. Sözün tamamı
oradadır.
«Hattâ bir deli geceleyin yahut son oruç
günü zevalden sonra ayılsa, kaza etmesi lâzım gelmez.» Delinin ayılması, -
ister ayın ilk gecesinde, ister ortasında olsun - sabahlamadan tekrar delirir
de, oruç ayını deli olarak geçirirse, kaza etmesi gerekmez. «Yahut son oruç
günü zevalden sonra» ifadesi Bahır ve diğer kitaplarda da buradaki gibidir. En
güzel ibare îmdâd'ındır ki, «Oruç günlerinden birinde zevalden sonra delirirse»
demiştir. Tahrîr Şerhi'nde de böyle denilmiştir.
Nûru'l-îzah'da, «Sahih kavle göre niyet
vaktini geçirdikten sonra geceleyin veya gündüzünayılmakla kazası lâzım gelmez»
denilmiştir.
Ben derim ki: îhtimal "son oruç
günü" diye kayıtlamak, ayılmaktan murad, arkasından delilik gelmeyen
ayılma olduğuna göredir. Zira ayılma ayın ortasında olursa, kaza lâzım
geleceğinde şüphe yoktur. Zevalden murad da, şer'î günün yandan sonrası, yani
yukarıda geçtiği vecihle kaba kuşluktan sonrasıdır. Bu hüküm Kudûrî'nin kavline
göredir. Nitekim izahı gelecektir.
T E M B İ H : Bu meseleyi Şârih'in
zikrettiği sebepte ihtilâfa göre tefri etmek Hidâye'nin sözüne muhaliftir.
Hidâye sahibi iki kavlin arasını bularak, «Zıddıyet yoktur. Oruç ayının bir
cüzüne yetişmek, bütün oruç günlerinin sebebidir. Sonra her gün kendi orucunun
vâcip olmasına sebeptir» demiştir. Nihayet o günün orucunun farz olmasının
sebebi tekerrür etmiştir. Bu da onun hususiyeti ve başka günde zımnen dahil
olması itibarı iledir. Nitekim Fetih'te de böyle denilmiştir. Bizim
söylediğimizi, Menâr Şerhi'ndeki îbn-i Nüceym'in sözü de te'yid eder. Bu hilâf
için fer'î meselelerde bir semere zikreden görmedim.
«Müctebâ ile Nehir'de de böyle
denilmiştir.» Müctebâ'nın ibaresi şöyledir: "Deli ramazanın ilk gecesinde
ayılır da sonra deli olarak sabahlar ve deliliği bütün ayı kaplarsa, bu hususta
Buhârâ uleması ihtilâf etmişlerdir. Fetva, kaza lâzım gelmeyeceğinedir. Çünkü
geceleyin oruç tutulmaz. Keza ayın ortasında bir gece; yahut ramazanın son
gününde zevalden sonra ayılırsa kaza lâzım gelmez. Zevalden önce ayılırsa kaza
lâzımdır.»
«Birçok ulema bu kavli sahihlemişlerdir»
ki, Nihâye, Zahîriyye, inâye ve Şurunbulâliyye sahipleri ile Kâdıhân
bunlardandır. İsbicâbî ile Hamîdüddin Dârir, Tahrîr Şerhi'ndeki hilâfı hikâye etmeksizin
bunu tercih etmiş; Nûru'l-îzah sahibi dahi bu yoldan yürümüştür.
Ben derim ki: Keza bu kavlin sahih kabul
edildiğini Zâhire sahibi de nakletmiştir. Ama kaza "lâzımdır" diyen
kavlin sahih kabul edildiğini de nakletmiştir. Fetih'te, «Niyet vaktinde ayık
bulunması ile, sonra ayık bulunması arasında fark yoktur» denilerek bu yoldan
yürünmüş; Behensî'nin Mülteka Şerhi'nde bunun zâhir-i rivayet Olduğu
bildirilmiştir.
Ben derim ki: Bunun bir mislide, Keşif'ten
naklen Tahrîr Şerhi'ndedir. Bedâyi sahibi bu kavli ulemamıza nisbet etmiş,
başkasını rivayet etmemiştir. Sirâc'da da böyledir. Zeylâî buna kesinlikle kail
olmuştur. Kudûrî, Kenz ve Hidâye'nin zâhirlerinden anlaşılan da budur. Zira
ayın bir cüzünde ayılmakta kaza lâzım geleceğini mutlak söylemişlerdir. Câmi-i
Sağîr'de dahi; «Ayın bir cüzünde ayılrsa, o ayı kaza eder» denilmiştir.
Mi'râc'da da şu ibare vardır: «Ramazanın
ilk gecesinde ayık bulunur da sonra deli olarak sabahlar ve ayın sonuna kadar
böyle devam ederse, bilittifak bütün ayı kaza eder. Yalnız o gecenin gününü
kaza etmez.»
Hâsılı burada sahih kabul edilmiş iki kavil
vardır. Mutemet olan bunların ikincisidir. Çünküzâhir-i rivayedir. Metinlerde
mevcut olan da budur.
METİN
Oruç sekiz nevidir. Birincisi farz oruç
olup iki kısımdır. Biri muayyendir. Ramazan orucunun edası böyledir. Diğeri
muayyen değildir. Ramazan orucunun kazası ve kefâret oruçları bu kısımdandır.
Lâkin kefâret oruçları amelen farzdır. İtikat cihetinden farz değildir. Onun
için inkâr edeni tekfir olunmaz. Bunu ibn-i Kemâl'e tâbi olarak Behensî
söylemiştir.
İkincisi vâcip oruçtur. O da iki nevidir.
Biri muayyendir. Nezr-i muayyen böyledir. Diğeri gayri muayyendir. Nezri mutlak
bu kısımdandır.
Teâlâ Hazretlerinin. «Nezirlerini îfâ
etsinler!» âyet-i kerîmesine gelince: Bu âyete tahsis karışmıştır. Nitekim
günah işlemeye nezretmek tahsis olunmuştur. Binaenaleyh katiyyeti kalmamıştır.
Bazıları «Bu kısmın kefâretler gibi amelen farz olması akla daha yakındır»
demişlerdir. Çünkü mutlak icmâ kat'î farz ifade edemez. Nitekim bunu Molla
Hüsrev izah etmiştir. "Farz-ı amelî" diyen, Ekmel ile başkalarıdır.
Şurunbulâlî bu kavle itimat etmiştir. Lâkin Sa'dî kendisini tenkit ederek
aralarında fark görmüş, «Nezir namazı ikindiden sonra kılınmaz; halbuki kaza
namazı kılınır» demiştir.
İZAH
Sekiz nevi oruç vardır. Bunlar; farz-ı
muayyen, farz-ı gayr-i muayyen, vâcibi muayyen, vâcib-i gayr-i muayyen, nâfile
mesnun, nâfile müstehap ve mekruh oruçlardır. Mekruh da tenzîhî ve tahrîmî
olmak üzere iki kısımdır. Muayyenden murad; hususi vakti olan oruçtur.
İbn-i Kemâl; «İzâhu'l-İslâh»da şunları
söylemiştir: «Nezir ve kefâret orucu vâciptir. Bunların farz olduğuna icmâ
münakit değildir. Bilâkis vücubuna, yani ilmen değil, amelen sâbit olduğuna
icmâ vardır. Onun için inkâr eden tekfir olunmaz.» Bu sözün hâsılı şudur ki,
nezir ve kefâret orucunun her biri amelen kitap ve icma ile sâbit olsa da,
farziyetini inkâr eden, küfre nisbet edilecek derecede lâzım oldukları ilmen
sübut bulmamıştır. Nasıl ki ramazan orucu ve benzerleri gibi kat'î farzlarda
hâl budur. Şu halde Musannıf'a yaraşan, kefâretleri İbn-i Kemâl'in yaptığı gibi
vâcip kısmında zikretmek idi. Zira vâcibin yüksek kısmı olan farzı amelî, vitir
namazı gibi elden gitmesi ile cevaz da elden giden şeydir. Bu o kısımdan
değildir.
«Nezirlerini ifa etsinler!» âyet-i
kerîmesinin muktezası, nezir orucu tutacağım» diyerek yapılan adaktır.
Gayr-i muayyen nezir; «bir gün oruç
tutacağım» diyerek yapılan adaktır. Vâcip oruçlardan bazıları da nâfile oruca
niyetlendikten sonra onu tutmak; bozarsa kaza etmek ve itikâf orucudur.
«Nezirlerini îfa etsinler!» âyet-i
kerîmesinin muktezası, nezir orucunun farz olması idi. Cevap: Bu âyetten, günah
işlemeye nezir icmâ ile tahsis edilmiştir. Binaenaleyh zannî olmuştur; vücup
ifade eder. İnâye sahibinin bu hususta bir incelemesi vardır ki, cevabı ile
birlikte Nehir'de zikredilmiştir.
«"Farz-ı amelî" diyen Ekmel ile
başkalarıdır.» cümlesine itiraz olunur. Çünkü Ekmel, İnâye adlı eserinde vâcip
olduğunu anlatmıştır. Meğer ki başka bir yerde "farzdır" demiş olsun.
Bahır ve diğer kitaplarda; «Farz-ı amelî» diyenin Kemâl olduğu
bildirilmektedir. İhtimal Şârih bir kalem hatası yapmıştır. Zira bu iki kelime
birbirine benzemektedir. Bunu Halebî söylemiştir. Kemâl'in Fethu'l-Kadîr'deki
ifadesinden anlaşılan şudur: Farz oluşu, lüzum mânâsına icmâdan çıkarılmıştır.
Âyetten çıkarılmış değildir. Çünkü bildiğin gibi âyet tahsis olunmuştur.
Sâ'dî'nin tenkidi, inâye Hâşiyesi'ndedir.
Orada Feth'in ibaresini nakletmiş; sonra itirazda bulunarak, «Bu ibare gereği
gibi değildir. Zira Zahire ile Muhit-i Burhânî'nin siyer bahsinin başında şöyle
denilmektedir Hükümlere bakarak farzla vâcip arasında fark açıktır. Hattâ
nezredilen bir namaz, ikindi namazından sonra kılınmaz, Ama kaza namazları
ikindiden sonra kılınır» demiştir. Hâsılı onun söylediği, manzurun farz değil
vâcip olduğu hususunda açıktır.
«Amelen farz olması...» Bu ifade, her iki
hasmın razı olamayacağı bir mânâ taşımaktadır. Çünkü nezrin farz olduğuna
âyetle istidlâl eden, bundan kat'î farzı kastetmiştir; zannîyi kastetmemiştir.
Nitekim Dürer sahibi bunu açıklamıştır. Onun içindir ki Fetih'te âyetle
istidlâle itiraz edilmiş; «Bu âyet farz olduğunu ifade etmez; zira tahsis
olunduğu yukarıda geçti» denilerek Sadru'ş-şeria'nın yaptığı gibi âyet
bırakılarak icmâ ile istidlâl edilmiştir.
«Molla Hüsrev izah etmiştir.» Bu izah
Dürer'dedir. Molla Hüsrev Sadru'ş-Şeria'nın «Nezir edilen şey farzdır, çünkü
onun lüzumu icma ile sabittir. Binaenaleyh sübûtu katîdir» sözüne cevap vermiş;
«Buradaki farzdan murad itikadı farzdır ki, inkâr eden tekfir olunur. Nitekim
Hidâye'nin ibaresi de buna delâlet eder. Bu mânâya farz, mutlak icma ile sabit
olmaz. Belki ramazan orucunda olduğu gibi farziyete delâlet eden ve tevatüren
naklolunan icma ile sabit olur. Nezir edilen şeyde o şeyin farz olduğunu
tevatür yolu ile nakledilen icma sabit olmayınca, vâcip derecesinde kalmıştır.
Çünkü şöhret veya âhâd yolu ile nakledilen icma vücup ifade eder. Bu mânâda
farziyet ifade etmez» demiştir.
Ben derim ki: Sözünün zâhirine bakılırsa,
nezredilen şeyin farz olduğuna icmâ vardır. Lâkin tevatür yolu ile değil de
şöhret veya âhâd yolu ile nakledildiğinden vücup ifade etmiştir. En akla
yatanı, yukarıda naklettiğimiz İbn-i Kemâl'in sözüdür ki; icmâ nezredilen şeyin
ilmen değil amelen sabit olduğu hususundadır.
Hâsılı ulema, şer'î kefâret ve nezirlerin
lâzım geldiğine ittifak etmişlerdir. Ama bundan tekfir icabeden kat'î farz
olmak lâzım gelmez.
TEMBİH: Şeyh İsmail'in Şerhi'nde
Zahiretü'l-Ukbâ'dan naklen şöyle denilmektedir: «Bilmiş ol ki, nezirlerle
kefâretle hususunda müelliflerin sözleri birbirini tutmamaktadır. Hidâye ve
Vikâye sahiplerine göre farz, Sadru'ş-Şeria'ya göre vâcip, Zeylâî'ye göre
birincisi vâcip, ikincisi farz; İbn-i Melek'e göre aksinedir. Bunların hepsinin
izahı açık ise de sonuncusu müstesnadır.»
METİN
Üçüncüsü, başka ibadetlerde olduğu gibi
nâile olan oruçtur. Bu kelime, muharremin dokuzuncu günüyle birlikte aşure günü
tutulan oruç gibi sünnete; her ayın eyyâm-ı bîzında (beyaz günlerinde) tutulan
oruçla - tek başına olsa bile - Cuma günü tutulana; zayıflatmamak şartı ile
hacının bile arefe günü tuttuğu oruç gibi mendup oruca, bayram günleri gibi
tahrimen mekruh ve yalnız aşure, yalnız cumartesi tutulan gibi tenzîhen mekruh
oruca şâmildir.
İZAH
Nâfileden murad; lügat mânâsı, yani
ziyadedir. Şer'î mânâsı değildir.
Şer'î mânâsı; bizim zararımıza değil,
yararımıza meşrû kılınan ibadet ziyadesidir. Çünkü Şârih mekruhun iki kısmını
da nâfileye katmıştır. Ama şöyle denilebilir: Murad, şer'î mânâdır. Zira
yukarıda arz ettiğimiz vecihle, mekruh günlerde oruç tutmak haddi zâtında güzel
bir ibadettir. Fakat Allah'ın ziyafetinden kaçınmayı tazammun ettiği için
yasaklanmıştır. Binaenaleyh aslı itibarı ile meşru; vasfı itibarı ile meşru
değildir.
«Nâfile sünnete şâmildir.» Abdestin
sünnetleri bahsinde, sünnetle müstehap arasındaki farkı incelemiş; sünnet,
Peygamber (s.a.v.)'in veya Ondan sonra halifelerinin devam buyurdukları fiil
olduğunu görmüştük. Sünnet iki kısımdır. Sünnet-i hüdâ sünnet-i zevâid.
Sünnet-i hüdânın terki, isaet ve keraheti icap eder. Cemaat ve ezan böyledir.
Sünnet-i zevâid, Peygamber (s.a.v.)'in giyinişi, oturup kalkışı hususunda Ona
tâbi olmaktır. Bunun terki kerahet îcabetmez. Zâhire göre aşure orucu bu ikinci
kısımdandır. Hatta Hâniyye'de ona müstehap adı verilmiş; «Aşure günü oruç
tutmak müstehaptır» denilmiştir. Buna şu da ilâve edilmiştir: «Buna, önden bir
gün yahut sondan bir gün oruç da katılır ki, Ehl-i Kitab'a muhalefet edilmiş
olsun.» Bu sözün benzeri Bedâyi'de de vardır. Hattâ «Aşure orucu, geçen senenin
günahları için kefarettir. Arefe gününün orucu ise, geçen sene ile gelecek
senenin günahlarına kefarettir.» hadisinin muktezası, arefe günü tutulan orucun
daha kuvvetli olmasıdır. Aksi takdirde müstehabın sünnetten efdal olması lâzım
gelir ki, asla muhaliftir.
Şârih mendup orucu zikretmiş; müstehaptan
bahsetmemiştir. Çünkü usûlü fıkıh ulemasına göre, mendupla müstehap arasında
fark yoktur.
Onlara göre müstehap; Peygamber
(s.a.,v.)'in devam buyurmadığı fiildir. Ona rağbetgösterdikten sonra velev ki
yapmış olmasın. Nitekim Tahrîr'de beyan edilmiştir.
Fukahaya göre ise mustehap; bir defa yapıp,
bir defa bıraktığı fiildir.
Mendup ise; caiz olduğunu göstermek için
bir veya iki defa yaptığı fiildir. Muhit sahibi bunun aksini söylemiştir.
Usulcülerin kavli daha güzeldir. Çünkü yapmak isteyip de yapmadığı fiile de
şâmildir. Nitekim Bahır sahibi bunu taharet bahsinde zikretmiştir. Fakat burada
mendupla müstehap arasında fark görmüş ve şunları söylemiştir: «Peygamber
(s.a.v.)'in rağbet buyurduğu her oruç hâssaten müstehap; sair keraheti sâbit
olmayan oruçların - nâfile değil - mendup olması gerekir. Çünkü Şâri (s.a.v.)
mutlak oruca rağbet etmiştir. Binaenaleyh fiiline sevap terettüp eder. Menduba
mukabil olan nâfile böyle değildir. Onun zâhiri, sevap olmamasını iktiza eder.
Aksi takdirde mendup olur. Nitekim gizli değildir.»
Ben derim ki: Bu ibare Fetih'in sözüne
itirazdır. Çünkü orada nâfile, mendup ile mekruh mukabilinde kullanılmıştır.
«Eyyam-ı bîz...» beyaz gecelerin günleri
mânâsına gelir. Bunlardan murad; ayın 13, 14 ve 15'inci geceleridir. Bu gecelerde
ayın ziyâsı kemâle ererek beyazlığı fazla olduğu için bu isim verilmiştir.
İmdad. Aynı eserde Fetih ve diğer kitaplara uyularak, «Her ay üç gün oruç
tutmak, menduptur. Bu günlerin eyyâm-ı bîz olması da menduptur» denilmiştir.
«Tek başına bile olsa cuma günü tutulan
oruç menduptur.» Bu açıklama Nehir'dedir. Bahır'da da vardır. Ve şöyle
denilmiştir: "Umumiyetle fukahaya göre, ayrıca cuma günü oruç tutmak,
pazartesi ve perşembe gibi mestehaptır. Bazıları bunların hepsini mekruh
saymışlardır" Muhît'te de böyle denilmiş ve «Bu günlerin fazîleti vardır.
Onlarda oruç tutmak, Ehl-i Kıble'den başkalarına benzemek sayılmaz. Eşbâh'ta ve
Ona tâbi olarak Nûru'l-îzah'ta "Yalnız o günlerde oruç tutmak
mekruhtur"; denilmişse de bu bazılarının sözüdür. Hâniyye'de şöyle
denilmiştir:
Ebû Hanîfe ile Muhammed'e göre cuma günü
oruç tutmakta beis yoktur. Zira İbn-i Abbâs'ın o gün bırakmadan oruç tuttuğu
rivayet olunmuştur» şeklinde ta'lîlde bulunulmuştur.
Bu eserle istişhaddan anlaşılıyor ki «beis
yoktur» tabirinden murad, müstehap olmasıdır. Tecnîs'te şöyle denilmiştir: «Ebû
Yusuf demiştir ki,yalnız o gün oruç tutmanın mekruh olduğunu bildiren hadis
vârit olmuş tur. Meğer ki ondan önce ve sonra oruç tutmuş ola. Binaenaleyh
ihtiyat, o güne bir gün daha katmaktır.»
Tahtâvî de şunları söylemiştir: «Ben derim
ki: Bu orucun hem istendiği; hem yasak edildiği sünnetle sabit olmuştur. Bu iki
şeyin sonuncusu yasaklama olmuştur. Nitekim bunu Câmi-i Sağîr'i şerhedenler
izah etmişlerdir. Zira o gün birtakım vazifeler vardır. İhtimal oruç tutarsa, o
vazifeleri yapmaktan âciz kalır.»
Arefe günü hacının oruç tutması, Arafat'ta
vakfeye ve dualara mâni olmamak şartı ilemenduptur. Oruç tutmak zayıf
düşürürse, tutması mekruh olur. Bayram ve teşrik günlerinde oruç tutmak
tahrîmen mekruhtur. Nehir. Dokuz veya on birinci günleri katmadan, yalnız
muharremin onuncu günü oruç tutmak mekruhtur. Çünkü Yahudilere benzemek olur.
Muhit. Yalnız cumartesi günü oruç tutmak da Yahudilere benzemektir. Bahır. Bu
illet keraheti tahrîmiyye ifade eder. Meğer ki, keraheti tahrîmiyye ancak
benzeme kastı ile sâbit olur, denilsin. Nitekim benzeri geçmiştir. T.
Ben derim ki: Bazı nüshalarda «yalnız
cumartesi» yerine «bir cumartesi» denilmiştir. Tatarhâniyye sahibi bunu
açıklamış ve «Nevrûz ve mehrecan günlerinde oruç tutmak ister de, evvelden
tutmakta olduğu güne rastlamazsa, mekruh olur. Cumartesi ile pazar günleri
hakkında da aynı şey söylenmiştir» demiştir. Yani kasten o gün oruç tutmak
mekruhtur. Meğer ki önceden tutageldiği güne tesadüf etsin. Meselâ bir gün oruç
tutar, bir gün tutmaz; yahut ay başında oruç tutar da o günlere tesadüf ederse,
mekruh olmaz.
Şârih'in «tek başına» demesinden
anlaşılıyor ki, o günle birlikte başka bir gün oruç tutarsa kerahet yoktur.
Zira hâssaten o gün oruç tutmak, Ehl-i Kitab'a benzediği için mekruhtur. Acaba
cumartesi ile birlikte pazar günü de oruç tutsa kerahet kalmaz mı? Bu, tereddüt
yeridir. Çünkü şöyle denilebilir: Bu iki günün her biri, Ehl-i Kitap'tan bir
taifenin tâzim ettiği gündür. Binaenaleyh her ikisinde oruç tutmakta bir
taifeye benzemek vardır. Mamafih şöyle de denilebilir: Her iki günde oruç
tutmakta benzeme yoktur. Zira hiçbir taife iki günü birden tazım etmez.
Bana bu ikinci şık daha muvafık geliyor.
Delilim şu ki: Bir kimse pazar ve pazartesi günlerinde beraberce oruç tutsa
kerahet kalmaz. Çünkü Ehl-i Kitap'tan hiçbiri bu iki günü beraberce tâzim
etmezler. Velev ki Hıristiyanlar pazar gününü tâzim etsinler. Keza aşûre ile
birlikte evvelinden veya sonundan bir gün oruç tutsa mekruh olmaz. Halbuki
Yahudiler aşûreyi tâzim ederler. Bundan anlaşılıyor ki, aşûre pazar veya cuma
gününe rastlasa, onunla birlikte cumartesi günü oruç tutmak mekruh olmaz.
Aşûreden evvel veya sonra mehrecan veya nevruz gelse hüküm yine budur. Çünkü
hassaten o günün orucunu kastetmemiştir. Allâh'u alem.
METİN
Kasten tutarsa, nevruz ve mehrecan orucu,
sene orucu, sukût orucu ve - beş günde tutmasa bile - visâl orucu da tenzîhen
mekruh oruçlardır. Bu Ebû Yusuf'a göredir. Nitekim Muhit'te bildirilmiştir.
Binaenaleyh nâfile 15'tir. Lâzim olan orucun nevileri 13'tür. Yedisi arka
arkaya tutulur. Bunlar: Ramazân kefâreti zıhâr, katil, yemin, bozulan ramazan
orucu, nezri muayyen ve vâcip olan itikâf oruçlarıdır. Altısında kul
muhayyerdir. Bunlar da: Nâfile, ramazanın kazası, müt'a orucu, tıraş fidyesi,
av cezası ve nezri mutlak oruçlarıdır.
İZAH
"Nevruz" Farsça bir kelime olup,
"yeni gün" mânâsına gelir. Murad, güneşin kuzu burcuna girdiği gündür
ki, güneş yılının başıdır.
Mehrecan da, güneşin terazi burcuna girdiği
gündür; eylül ortalarına tesadüf eder. Nevruz ve mehrecan Acemler'in bayram
ettikleri günlerdir.
«Kasten tutarsa» ifadesi Muhit'te de
vardır. Ondan sonra Muhit sahibi şöyle demiştir: «Muhtar olan kavil şudur ki, o
günden evvel oruç tutuyordu ise efdal olan, onu tutmasıdır. Aksi takdirde tutmaması
efdaldir. Çünkü oruç tutması o günü tâzime benzer. Bu ise haramdır.»
«Sükût orucu»ndan murad, konuşmadan tutulan
oruçtur. Bunu yapan, Mecûsîlere benzer; zira bu işi onlar yapar. Muhit.
İmdâd sahibi diyor ki: «O kimsenin hayırlı
sözler söylemesi ve muhtaç oldukça konuşması icabeder.»
«Visâl orucu»'nu imam Ebû Yusuf'la
Muhammed, "iki gün arka arkaya oruç tutmak" diye tefsir etmişlerdir.
Bahır. Hâniyye sahibe ise. «Bütün sene oruç tutup, yasak günlerde dahi
bırakmamaktır» demiştir. Hulâsa'da, «Bir kimse yasak günlerde oruç tutmazsa,
muhtar kavle göre bunda bir beis yoktur» denilmiştir.
«Beş gün»'den murad ,iki bayramla teşrik
gûnleridir.
«Bu Ebû Yusufa göredir» ifadesinden, İmam-ı
Azam'la İmam Muhammed'in Ona muhalif oldukları anlaşılıyor. Fakat Bedâyi'ın
ifadesinden anlaşıldığına göre muhalif, mezhep sahiplerinden başkadır. Orada
şöyle denilmiştir: «Fukahadan biri; "Bir kimse bütün sene oruç tutar;
bayram ve teşrik günlerinde tutmazsa, visâl orucu hakkındaki yasaklamaya dahil
olmaz" demiş. Ebû Yusuf buna ret cevabı vererek "Bence bu mesele bu
adamın söylediği gibi değildir. O kimse bütün sene oruç tutmuştur"
denmiştir. Galiba bununla sene orucunun yasaklanması, bu günlerde oruç
tutulduğu için değil; farz ve vâcipleri eda ve nafakasını kazanmaktan âciz
kalacak şekilde zayıflatacağı için olduğuna işaret etmiştir..»
«Binaenaleyh nâfile 15'tir.» Birçok
nüshalarda bu sayı, bayramları iki saymak ve pazar gününü de nâfilelere
katmakla elde edilmiştir. Lâkin Şârih'in saymadığı tahrîmen mekruhlardan,
teşrik günleri ile yevm-i şek kalmıştır. Nitekim tafsilatı ileride gelecektir.
Mekruhlardan bazıları da; kocasından izin almadan kadının; sahibinden izin
almadan kölenin; patronundan izin almadan çırağın oruç tutmasıdır. Bunların
beyanı ileride gelecektir;
Mendup oruçlardan bazıları da, pazartesi ve
perşembe günleri tutulan oruçlarla, Dâvud (aleyhisselâm) orucu ve şevvalin altı
günüdür. Nitekim itikâf bâbından az evvel gelecektir.
«Yedisi arka arkaya tutulur.» Bahır sahibi
dahi bunları yedi çıkarmış; lâkin itikâf orucunu bırakarak, onun yerine muayyen
yemin orucunu saymıştır. Meselâ «Vallâhi recep ayını oruçla geçireceğim» demek,
muayyene yemindir. Herhalde Şârih onu nezr-i muayyene katmış olacaktır. Zira
ikisi de sözle icaptır. Sonra Bahır'da şöyle denilmiştir: «Nezr-i mutlakda arka
arkaya devam zikredilir veya niyet olunursa, o da buna katılır.» Yine Bahır'da
zikredildiğine göre, bir kimse arka arkaya tutulması icap eden oruçtan bir gün
bıraksa bakılır: Eğer arka arkaya devam vakit için emrolunmuşsa - ki o da ramazan,
nezr-i muayyen ve muayyen oruç tutmaya yemindir - yeniden başlaması lâzım
gelmez. Fiil için emrolunmuşsa - ki o da oruçtur - diğer altı kısım gibi
yeniden başlaması lâzım gelir.
Ben derim ki: Şârih'in ziyade ettiği itikâf
orucu birinci kısımdandır.
«Altısında kul muhayyerdir.» Bahır sahibi
bunları da altıya çıkarmış; ancak nafileyi zikretmemiştir. Zira sözümüz lâzım
orucun nevileri hakkındadır. Onun yerine mutlak yemin orucunu koymuştur.
Meselâ, «Vallahi bir ay, oruç tutacağım» demek, mutlak oruca yemindir. Herhalde
Şârih bunu da yukarıdaki gibi nezr-i mutlaka katmış olacaktır.
«Mut'a orucu» temettu haccında kesecek
kurban bulamayan kimsenin tuttuğu oruçtur. Kırân haccında da hüküm budur. Böyle
hacceden bir kimse, hacdan önce üç gün, döndüğü zaman da yedi gün oruç tutar.
T.
«Tıraş fidyesi ve av cezası» olarak hacı
oruç tutmayı tercih ederse tutar. T.
«Nezr-i mutlak» ayla kayıtlanmayan, arka
arkaya tutulacağı zikredilmediği gibi; böyle tutacağına niyet dahi edilmeyen
oruçtur.
METİN
Bu anlaşıldıktan sonra deriz ki: imdi
ramazanın edası ile, nezr-i muayyen ve nâfile oruca, geceden kaba kuşluğa kadar
niyetlenmek sahih olur. Güneş kavuşmadan ve kavuşurken niyetlenmek sahih
olmadığı gibi; kaba kuşluktan sonra ve kaba kuşlukta dahi caiz olmaz. Zira günün
yarıdan fazlasına itibar olunur. Bu oruçlara mutlak oruç ve nâfile niyeti ile
dahi niyetlenilebilir. Çünkü o günde başka oruç yoktur. Yalnız ramazanın
edasında, vasıfta hata ederek meselâ "başka farz oruca" diye
niyetlenmek caizdir. Zira bu oruç Şâri hazretlerinin tayini ile muayyendir.
İZAH
Şârih'in «ramazanın edası» diye
kayıtlaması, ramazan orucunun kazası ile nezr-i muayyenin kazasında ve bozulan
nafilenin kazasında geceden niyet ve tayin şart olduğu içindir. Nitekim
Musannıf'ın «geri kalan oruçlarda...» dediği yerde gelecektir. Vaktinin muyyen
olması hususunda nezr-i muayyen ramazan orucu hükmündedir.
«Nâfile»den murad; farz ve vâcipten başka
oruçlardır ki, sünnet, mendup ve mekruh oruçlara şâmildir. Bahır ve Nehir.
Niyete gelince: Bu hususta ihtiyar'da şöyle
denilmektedir: "Oruçta niyet şarttır. Niyet, oruç tuttuğunu kalbi ile
bilmesidir. Ramazan gecelerinde hiçbir Müslüman bundan hâli kalmaz. Dil ile
niyet şart değildir. Niyetin ilk vaktinin, güneşin kavuştuğu zaman olduğunda
hilâf yoktur, Sonu hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Nitekim
gelecektir." Niyeti bozan şeylerin beyanı da gelecektir. Bahır'da
Zahiriyye'den naklen, «Sahura kalkmak niyettir» denilmiştir.
«Güneş kavuşmadan niyetlenmek sahih
değildir.» Bir kimse güneş batmadan yarınki oruca niyet edip sonra uyusa, veya
bayılsa, yahut ertesi gün zeval vaktine kadar gaflete düşse, orucu caiz olmaz.
Ama güneş kavuştuktan sonra niyetlenirse caiz olur. Hâniyye. Aynı eserde şöyle
denilmektedir: «Bir kimse fecir doğarken niyetlense caizdir. Çünkü farz olan,
niyetin oruçla beraber bulunmasıdır. Önce yapılması şart değildir.»
«Kaba kuşluk»tan murad: Şer'an mu'teber
olan günün yarısıdır. Şer'î gün, doğu ufkunda ziyanın uçuşmasından, güneş
kavuşuncaya kadar devam eden vakittir. Burada gaye mukayyete dahil değildir.
(Yani sınır olan gece oruçta dahil değildir.) Nasıl ki Musannıf da «kaba
kuşlukta dahi caiz değildir» diyerek buna işaret etmiştir. H. Musannıf, Mecmâ
sahibi ile Kudûri'nin yaptıkları gibi «zevâl vaktine kadar» dememiştir. Çünkü
bu zayıftır. Zevâl, güneşin doğmasından itibaren günün yarısıdır. Halbuki.
orucun vakti fecrin doğmasından başlar. Nitekim Mebsut'tan naklen Bahır'da
beyan edilmiştir.
Hidâye'de şöyle denilmiştir: «Cami-i
Sagîr'de "günün yarısından önceye kadar" denilmiştir ki, esah olan da
budur. Çünkü günün ekserisinde niyet bulunması mutlaka lâzımdır. "Günün
yarısı" fecrin doğmasından kaba kuşluğa kadardır; zevâl vaktine kadar
değildir. Binaenaleyh günün ekserisinde niyet tahakkuk edebilmek için kaba
kuşluktan önce yapılması şarttır.» Şeyh İsmail'in Şerhi'nde şu satırlar vardır:
«Bu kavlin esah olduğunu açıklâyanlardan bazıları da Attâbiyye ve Vikâye
sahipleridir. Muhit'te bu Serahsî'ye nisbet edilmiştir ki sahih olan da budur.
Nitekim Kâfi ile Tebyîn'de beyan edilmiştir.»
İhtilâfın semeresi, zevâle yakın niyet
ettiği zaman meydana çıkar. Nasıl ki Tatarhâniyye'de Muhit'ten naklen
bildirilmiştir. Bununla anlaşılıyor ki, Bahır'ın «Zâhire göre ihtilâf hükümde
değil, ibarededir.» sözü acık değildir.
T E T İ M M E : Sirâc'da şöyle denilmiştir:
«Bir kimse gündüzün oruca niyet ederse; bununla günün evvelini de niyet eder.
Hattâ zevâlden önce oruca niyetlenir de o dakikadan itibaren oruçlu olmayı
kasteder; günün evvelini kastetmezse oruçlu olmaz.»
«Mutlak oruç», farz, vâcip veya sünnet diye
kayıtlamadan niyetlenilen oruçtur. Çünkü ramazan mi'yâr (ölçek)dir. Onda başka
oruç meşru değildir. Binaenaleyh farz içinmuayyendir. Muayyen tayine muhtaç
değildir. Nezr-i muayyen de Allah'ın vâcip kılması ile muteberdir. O halde her
biri mutlak niyetle eda edilebilir. İmdâd.
«Ramazan orucunda vasıfta hata caizdir.»
Bütün musannıfların ifadeleri bu şekildedir. Ulemadan bir cemaatın izahatından
anlaşılıyor ki, vasıfta hatadan murad, ramazanı nâfile niyeti ile veya başka
bir vâcip ile vasıflandırmaktır. Zira bir müslümanın kasten bunu yapması
ihtimalden uzaktır. Bundan maksat, yalnız farza niyet değildir. Binaenaleyh
Musannıf'ın Dürer sahibine uyarak «nâfile niyeti ile ve vasıfta hata ederek»
demesi söz götürür. Sadece "vasıfta hatayı söylemekle yetinmeli; yahut
onun yerine «başka bir vâcibe» demeli idi. Çünkü «vasıfta hata» tabirinin
faydası, kasten nâfile niyetinden uzaklaşmaktır. Nafile niyetini açık
söyledikten sonra «vasıfta hata» tabirini söylemekte bir fayda kalmaz; velev ki
Şârih'in tefsir ettiği gibi onunla vâcip kastedilsin. Burada benim anladığım
budur. Buna tembihte bulunan görmedim.
«Vasıfta hata yalnız ramazanın edasında
caizdir.» Nâfilede ve nezr-i muayyen orucunda caiz değildir. Onlarda başka bir
vâcibe niyet sahih olmaz. Neye niyet ederse o olur. Nitekim gelecektir. T.
Ramazan orucu Şâri hazretlerinin tayini ile
muayyendir. Resulullah (s.a.v.), «Şaban ayı çıktığında ramazan orucundan başka
oruç yoktur.» buyurmuştur. Nezir orucu böyle değildir. O ancak nezredenin
tayini ile muayyen olur. İsterse onu iptal edebilir. T.
METİN
Ancak hasta veya yolcu niyet ederse tayine
ihtiyaç olur. Çünkü onlar hakkında bu oruç muayyen değildir, Binaenaleyh
ramazandan sayılmaz. Ekseri ulemaya göre, niyet ettiği nâfile veya vacipten
sayılır. Bahır. Esah olan budur. Sirâc. Bu kavlin zâhir-i rivayet olduğu da
söylenir. Onun için Musannıf Dürer sahibine uyarak onu benimsemiştir. Lâkin
Eşbâh'ın baş tarafında bildirildiğine göre, başka bir farza niyet eden yolcu
müstesna olmak üzere (ramazandaki oruçların) hepsi sahih kavle göre ramazandan
sayılır. ibn-i Kemâl bu kavli ihtiyar etmiştîr. Şurunbulâliyye'de Burhan'dan
naklen bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir.
İZAH
Hasta ile yolcu hakkında ramazan orucu
taayyün etmez. Zira onlar hakkında ramazanın vücûbu edası sâkıt olunca, eda
hususunda ramazan şaban gibi olur. Ama mutlak olarak oruca niyet ederlerse,
bütün rivayetlerin ittifakı ile ramazandan sayılır. Bunu imdâd'dan naklen
Halebî söylemiştir.
Musannıf «ekseri ulemaya göre» diyorsa da:
Ben derim ki: Bu kavlin ekseri ulemaya
nisbeti, Bahır'da yalnız hasta hakkındadır. Ve bu üç kavilden biridir. Nitekim
gelecektir.
Yolcuya gelince: O başka bir farza niyet
ederse, İmam-ı Âzam'a göre niyeti geçerli olur. Nâfileye veya mutlak oruca
niyet ederse, Hazreti İmamdan bu hususta iki rivayet vardır. Bunların esah
olanına göre, ramazandan sayılır. Çünkü nâfilenin faydası sevaptır. Sevap ise
vaktin farzında daha çoktur. Bahır sahibi, «Yolcu gibi hastanın da nâfile
niyeti ramazandan sayılması gerekir. Sahih kavil budur.» diyor. Bunun hâsılı
şudur: Hasta ile yolcu başka bir farza niyet ederlerse geçerli olur. Nâfileye
veya mutlak oruca niyet ederlerse, ramazandan sayılır. Evet, Sirâc'da her
ikisinin farz veya nâfile niyetlerinin nâfile sayılması rivayeti sahih kabul
edilmiştir. Musannıf'ın ve Dürer sahibinin sözleri buna göre yerindedir.
«Sahih kavle göre hepsi ramazandan
sayılır.» Hepsinden murad, hastanın nâfileye veya mutlak oruca yahut başka bir
vâcibe niyet etmesidir. Yolcu da öyledir. Yalnız başka bir vâcibe niyet ederse,
geçerli olur; ramazandan sayılmaz. Çünkü yolcunun oruç tutmamaya hakkı vardır.
Şu halde tuttuğu orucu başka bir vâcibe değiştirebilir. Zira ruhsat, aciz yeri
olan sefere bağlanmıştır; bu da mevcuttur. Hasta böyle değildir. Onun hakkında
ruhsat, aczin haki katına bağlıdır. Oruç tutunca aciz olmadığı anlaşılır.
Sadru'ş-Şeria Tavdîh adlı eserinde bunu müşkil saymış; «Ruhsat oruçla
ziyadeleşen hastalık hakkındadır. Oruca mâni olmayan hastalık hakkında
değildir. Binaenaleyh "oruç tutunca ruhsat şartının ortadan kalktığı anlaşılır"
iddiasını biz kâbul etmiyoruz.» demiştir. Telvîh adlı eserinde şunları
söylemiştir: «Meselenin cevabı şudur: Sözümüz oruca mâni olan hastalık
hakkındadır. Burada ruhsat aczin hakikatına bağlanır. Oruç tutarsa hastalığının
artmasından korkan kimseye gelince; o hilâfsız yolcu gibidir.» Bunu Mebsût'ta
Şemsü'l-Eimme'nin sözü göstermektedir ki. «Kerhî'nin, "yolcu ile hasta
arasında fark yoktur"; demesi hatadır. Yahut oruca takatı olan fakat
oruçtan hastalığı ziyadeleşen hasta ile te'vil olunur» demektedir.
TEMBİH: Bahır'ın ifadesinden
kısaltılmıştır. Hastanın üç hali vardır: Birincisi, burada zikredilen Eşbâh'ın
sözüdür. Fahru'l-İslâm ile Şem-sü'l-Eimme bu kavli seçmiş; Şemsü'l-Eimme Mecma
adlı eserinde onu sahihlemiştir. ikincisi, metinde geçendir ki, hangi oruca
niyet etti ise o geçerlidir. Hidâye sahibi ve ekseri ulema bunu ihtiyar
etmişlerdir. Bunun zâhir-i rivayet olduğunu söyleyenler de vardır. Yukarıda
geçtiği vecihle nâfile de ramazandan sayılması gerekir. Nasıl ki yolcunun hükmü
de budur. Üçüncüsü, orucun zarar vermesi ile vermemesi arasında fark yapmaktır.
Oruç zarar verirse, ruhsat, hastalığın artması korkusuna bağlanır ve yolcu gibi
olur. Neye niyet ederse o geçerli sayılır. Oruç zarar vermezse, ruhsat, aczin
hakikatına bağlanır ve vaktin farzı yerine geçer. Keşif ve Tahrîr sahipleri bu
kavli ihtiyar etmişlerdir. Yukarıda Telvîh'ten naklen zikrettiğimiz kavil
budur. Tahrîr şerhi'nde bu kavil diğer iki kavlin yorumcusu kabul edilmiş,
arayı bulmaya yarayan tahkîk budur; Fahrulislâm ve başkalarının sözleri oruç
kendisine zarar vermeyene; Hidâyesahibinin benimsediğini oruç, zarar verene
hamledilir. Ekmel, Takrîr adındaki eserinde bu kavli tenkît etmiş; «Oruç
kendisine zarar vermeyen kimseye onu terk etmek için ruhsat yoktur; çünkü o
sağlamdır, sözümüz sağlam hakkında değildir» demiştir.
Ben derim ki: Ben Bahır üzerine yazdığım
hâşiyede ona şöyle cevap verdim: Bazen kudret olmakla beraber, oruçla hastalık
artar. Meselâ göz ağrısı böyledir. Bazen da zarar vermez. Mide bozukluğu
böyledir. Oruç ona zarar vermek şöyle dursun, bilâkis fayda verir. Şu halde
birincide "ruhsat", ziyadeleşme korkusuna; ikincide ise, aczin
hakikatına taalluk eder. Öyle ki, o ziyade ile oruç tutması mümkün olmayacak
hale gelir. Oruç tuttu mu âciz olmadığı meydana çıkar ve tuttuğu oruç
ramazandan olur. Velev ki başkasına niyet etmiş olsun. Çünkü oruca kaadir
olunca, zarar da vermezse, aklı başında hiçbir kimse «Ona orucu bırakmaya
ruhsat vardır» demez. Benim anladığım budur. AIIah'u a'lem!
METİN
Nezr-i muayyen orucu, başka bir vâcibe
niyetle sahih olmaz. Bilâkis mutlaka niyet ettiği vâcip olur. Bu, şeriat
sahibinin tayin ettiği oruçla, kulun tayin ettiği arasındaki farkı göstermek
içindir. Mukim bir kimse ramazan orucundan başkasını tutsa - velev ki ramazanı
bilmediği için tutsun - niyet ettiği değil, ramazan orucu olur. Buna delil,
"Ramazan geldiği vakit, ramazan orucundan başka oruç yoktur."
hadisidir. Ramazan orucunun her günü ayrı niyete muhtaçtır. Velev ki sağlam ve
mukim olsun. Bu, ibadeti âdetten ayırmak içindir. İmam Züfer'le Mâlik, «Namazda
olduğu gibi, bir niyet kafidir» demişlerdir.
Biz deriz ki: Bir cüzünün bozulması
bütününün bozulmasını icap etmez. Namaz böyle değildir. Geriye kalan oruçlarda
şart niyetin hükmen olsun fecirle beraber yapılmasıdır.
İZAH
«Başka bir vâcibe niyet» ramazanın kazası
veya kefâret orucu olabilir. Fakat nâfile oruca niyet ederse, nezri muayyen
yerine geçer. Bunu Sirâc sahibi söylemiş; sonra Kerhî'den İmam Muhammed'in
«nâfile». Ebû Yusuf'un ise «nezir olur» dediğini nakletmiştir.
«Mutlaka niyet ettiği vâcip olur.» Yani
ister sağlam, ister hasta olsun: mukim veya misafir bulunsun fark etmez. Niyet
ettiği vâcip yerine geçince, esah kavle göre nezir orucunu kaza etmesi vâcip
olur. Nitekim Zahiriyye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Şarih «velev ki
ramazanı bilmediği için...» cümlesindeki «velev» sözünü, bilmeyenden başkası»
hükümde dahil olsun diye, ziyade etmiştir. Lâkin bunu terk etmesi daha iyi
olurdu. Çünkü "bilen"i az yukarıda «vasıfta hata...» diye
zikretmiştik. T. Orada orucun ramazandan sayılacağını bildirmişti.
Yalnız şunu bildirmemiştir: Dâr-ı harpteki
esir gibi biri, ramazan ayını bilmez de, araştırarak onun yerine bir ay oruç
tutarsa ne olur? Bunun açıklaması Bahır'dadır. Yine Bahır'da beyanedildiğine
göre "Araştırarak senelerce oruç tutarda sonra her sene ramazandan önce
tuttuğu anlaşılırsa, acaba ikinci sene tuttuğu oruç birinci senenin; üçüncü
sene ikincinin yerine ilh... caiz olur mu?" sualine bazıları «olur»,
bazıları «olmaz» cevabını vermişlerdir. Muhît'te sahih kabul edilen şudur: O
kimse belirsiz olarak ramazan orucuna niyet ederse caizdir; kaza yerine geçer.
"İkinci senenin orucuna" diye tefsirli niyet ederse câiz olmaz.
Hadisteki «Ramazan orucundan başka oruç
yoktur» ifadesinden murad; "ramazan orucundan başkası tahakkuk etmez"
demektir. Bunun yeri, ramazan orucu alettayin üzerine farz olan kimsedir.
Binaenaleyh "yolcu neden başka bir oruca niyet edebiliyor?" diye bir
itiraz vârit olamaz. T. (Ona ramazan orucu alettayin farz değildir.)
«İmam Züfer'le Mâlik, "Bir niyet kâfidir"
demişlerdir.» Yani Onlara göre bir ay için bir niyet yeter. İmam Züfer'den
rivayet olunduğuna göre, mukim (evinde) olan kimse niyete muhtaç değildir.
Yolcu ise, geceden niyetlenmedikçe caiz olmaz. Üç imamımıza göre oruca her gün
için ayrı ayrı, geceden yahut zevalden önce niyet edilmezse caiz olmaz. Bu
hususta mukim ile yolcu birdir. Sirâc.
«Biz deriz ki...» Yani İmam Züfer'in orucu
namaza kıyasına karşı; «Her günün orucu başlı başına bir ibadettir. Buna delil;
bir cüzünün bozulması, bütün oruçların bozulmasını icap etmemesidir. Namaz
böyledir» deriz.
«Geriye kalan oruçlarda...» Yani metinde
zikredilen üç neviden geriye kalan oruçlarda ki bunlar; ramazanın kazası,
nezr-i mutlak, nezr-i muayyenin kazası, bozulan nâfile oruç, yedi kefâret orucu
ile onlara katılan av cezası, tıraş cezası ve mût'a oruçlarıdır. «Bunlarda
şart, niyetin fecirde» yani fecrin başında, ilk cüzünde yapılmasıdır. T.
Yedi kefâret yanlıştır. Doğrusu dört
kefârettir. Bunlar; zıhâr, katil, yemin ve oruç bozma kefâretleridir.
«Hükmen olsun fecirle beraber
yapılmasıdır.» Bahır sahibi burada beraberliği, geceden niyetlenme hükmünde
tutmuştur. Halbuki bilirsin, en münasibi Şârih'in yaptığı gibi aksini
söylemektir. Çünkü beraberlik asıldır. Geceden niyetlenmekte hükmen beraberlik
vardır. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir.
METİN
Bu da, zaruretten dolayı niyeti geceden
yapmak ve tayin etmekle olur. Çünkü vakit taayyün etmemiştir. Niyette şart,
kalbi ile hangi orucu tutacağını bilmesidir. Haddadî diyor ki: Sünnet onu dil
ile söylemektir. "İnşallah" demekle niyet bozulmaz. Bilâkis geceden
oruç tutmamaya karar vererek dönmekle bozulur. Oruçlunun bozmaya niyet etmesi
hükümsüzdür. Ama namazda oruca niyet sahihtir. Konuşmadan niyetlenmek namazı
bozmaz. Bir kimse gündüzün kaza orucuna niyet ederse nâfile olur. Bozarsa kaza
eder. Çünkü İslâmmemleketinde, "bilmemek' muteber değildir. Binaenaleyh
maznun gibi olmaz. Bahır.
İZAH
Bir kimse bu oruçlara gündüzleyin niyet
ederse nâfile olurlar. Tamamlanmaları müstehaptır. Bozulurlarsa kaza lâzım
gelmez.
Geceden niyet: Aslında geceleyin yapılan
her fiildir. Bunu Kuhistânî'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Zaruretten dolayı» sözü, hükmen
beraberlikle yetinmenin illetidir, Çünkü fecir vaktini aramak meşakkatli
şeylerdendir. Meşakkat ise dinden kaldırılmıştır. H.
«Çünkü vakit taayyün etmemiştir.» Yani bu
oruçlar için belli vakit yoktur. Ramazanın edası ve nezr-i muayyen böyle
değildir. Onların belli vakitleri vardır. Nafile de öyledir. Ramazandan başka,
senenin bütün günleri onun vaktidir.
«Niyette şart»tan murad; mutlak değil
muayyen niyettir. Çünkü tayin şart olmayan oruçta "kalbi ile bilmek"
niyet yerine kâfidir. Haddâdî'nin ifadesindeki "sünnet'ten murad, ulemanın
âdetidir. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti değildir. Çünkü bu bâbda hadis nakledilmemiştir.
H.
Niyeti dil ile söylemek; "Yarınki gün
oruca niyet ettim." Yahut gündüz niyetlenirse; «Bugün ramazan orucuna
niyet ettim.» şeklinde olur.
«İnşaallah demekle» istihsanen niyet
bozulmaz. Sahih olan budur. Çünkü buradaki "inşaallah" istisna
mânâsında değil, Allah'tan muvaffakiyet dilemek içindir. Ama hakikaten istisna
mânâsını kastederse, oruçlu sayılmaz. Nitekim Tatarhâniyye'de beyan edilmiştir.
«Oruçlunun bozmaya niyet etmesi
hükümsüzdür.» Yani gündüzün buna niyet etmesi hükümsüzdür. Bu söz, «geceleyin
karar vermekle olur» ifadesinin mefhumu muhalifidir. Tatarhâniyye'de
bildirildiğine göre, bir kimse kazaya niyet eder de sabahleyin o orucu nafileye
çevirmek isterse, sahih olmaz.
Maznun: Bir günlük, kaza orucum var zannı
ile niyetlendikten sonra, kazaya kalmış orucu bulunmadığı anlaşılan kimsenin
orucudur. O kimsenin bu orucu tamamlaması lâzım gelmez. Çünkü ona isteyerek
değil, borcunu ödemek için niyetlenmiştir ki, bu halde unutmakla özürlü
sayılır. Bu orucu hemen niyetlendiği gibice bozsa, tamamlaması efdal olmakla
beraber kazası lâzım gelmez. Ama kazaya orucu kalmadığı anlaşıldıktan sonra o
oruca devam ederse iş değişir. Artık onu yarıda bırakamaz. Bırakırsa kazası
lâzım gelir. Fakat bir kimse fecir doğduktan sonra kaza orucuna niyet etse, o
günü tamamlaması lâzım gelir. Ancak geceden niyet lâzım geldiğini bilmemiştir
ki, mazur sayılamaz. Niyeti sahihtir. Bozarsa kazası lâzım gelir. Rahmetî.
«Yevm-i şek şaban ayının otuzuncu günüdür.»
Burada en iyi tâbir «Nûr'ul-îzah» sahibinin yaptığı gibi; «Şabanın yirmi dokuzundan
sonra gelen gün» demektir. Çünkü o gününotuzuncu gün olduğu mâlum değildir.
Ramazanın ilk günü de olabilir. Ama maksat; şabanın başından itibaren otuzuncu
gün, mânâsı da gelebilir.
T E M B İ H : El-Feyz ve diğer kitaplarda
bildirildiğine göre, günün arefe mi yoksa kurban bayramı mı olduğunda şüphe
edilirse; efdal olan o gün oruç tutmaktır.
«Velev ki hava bulutlu olmasın...» Mülteka
şârihi diyor ki: »Bununla Kuhistânî ile diğerlerinin sözü karşılanmış olur.
Onlar sözü; "Şaban ayının sonundaki hilâl buluttan dolayı görülemiyor ve o
günün, şabanın otuzu mu, otuz biri mi olduğu bilinemiyorsa; yahut ramazan
hilâli buluttan görülemiyor da, o günün ramazanın başı mı, şabanın otuzu mu
olduğu bilinemiyorsa; yahut hilâli bir âdil kişi veya iki fâsık görür de
şâhitlikleri reddedilirse..." diye kayıtlamışlar; "gök yüzü açık olur
da hilali hiç kimse görmezse, o gün yevm-i şek değildir." demişlerdir.»
Mi'râc adlı kitapta da «El-Müctebâsdan
naklen buna benzer sözler söylenmiş; Şârih'in burada dediği gibi; «O günü bir
başlangıç olmak üzere ne farz, ne de nâfile olarak oruç tutmak caiz değildir.
Ulemanın sözleri ' ihtilâf-ı metâli ' muteberdir diyenlere göredir.» sözünü de
ziyade etmiştir.(İhtilâf-ı metâli: Ayın muhtelif memleketlerde ayrı ayrı
zamanlarda doğmasıdır ki, bazıları bunu nazar-ı dikkate almış; bazıları
almamıştır.) İhtilaf-ı metâli itibara almayanlara göre, müslüman beldelerinden
birinde ay görülürse, dîğerlerinde görülmese bile hepsine oruç lâzım olur.
«O gün esasen oruç tutulmaz...» Yani ne
farz, ne de nâfile olmak üzere oruca başlanmaz. Çünkü oruç tutmakta havâs için
bir ihtiyat yoktur. Yevmi şek böyle değildir. Şu kadar var ki âdet edindiği
oruç günlerine tesadüf ederse, oruç tutması efdal olur.
«Tahrîmen mekrûh olur...» Zira Ehl-i
Kitab'a benzemiştir. Ehl-i Kitap olanlar oruçlarına gün ziyade etmişlerdir.
Oruca bir veya iki gün önceden başlamayı yasak eden hadis buna yorumlanmıştır.
Bahır.
«Esah kavle göre niyet ettiği vâcip
geçerlidir.» Hidâye'de, «Nâfile olur diyenler de vardır.» denilmiştir. Burada
«Sirâc» adlı kitapta şu ibare vardır: «O gün başka bir vâcip niyeti ile oruç
tutsa, borcu ödenmiş olmaz. Çünkü ramazandan olması ihtimali vardır. İhtimalle
kaza olmaz.» Bu ibareden anlaşılıyor ki hal anlaşılmazsa, tuttuğu oruç niyet
ettiği vacip nâmına kâfi değildir. Şu halde Musannıf'a düşen, Hidâye'de
denildiği gibi, «o günün şabandan olduğu anlaşılırsa, esah kavle göre niyet
ettiği vâcip nâmına yeter; ramazandan olduğu anlaşılırsa, niyetin asıl
bulunduğu için kâfidir.» demek idi.
«O kimse mukim bulunduğu takdirde» sözü
«tenzîhen mekruh olur» cümlesinin kaydıdır. Sirâc sahibi şöyle demiştir: «O
kimse yolcu olur da başka bir vâcibe niyet ederse, mekruh olmaz. Çünkü ona
ramazanın edası farz değildir. Binaenaleyh tuttuğu oruç ziyadeyebenzemez; neyi
niyet etti ise o olur; velev ki o günün ramazandan olduğu anlaşılsın. İmameyn'e
göre mekruhtur. Ama o günün ramazandan olduğu anlaşılırsa, ramazan orucu nâmına
kâfi gelir.»
METİN
Âdeti olan oruç gününe rastlarsa; yahut
şabanın sonundan üç gün veya daha fazla oruç tutarsa, o gün nâfile oruç tutmak
- ulemanın ittifakları ile - daha iyidir. Üç gün tutması bir hadiste,
«Ramazandan bir veya iki gün önce oruca başlamayın!» buyrulduğu içindir. «Her
kim yevm-i şekte oruç tutarsa, muhakkak Ebu'l-Kaasım'a isyan etmiştir!»
hadisinin ise aslı yoktur. Aksi halde o gün havâs takımı oruç tutar. Başkaları
yasak töhmetinden kurtulmak için zevâlden sonra iftar ederler. Fetva buna
göredir.
İZAH
«Âdeti olan oruç gününe rastlarsa...»
Meselâ perşembe veya pazartesi günü oruç tutmayı âdet edinmiş de yevm-i şek o
güne rastlamışsa, o gün nâfile oruca niyetlenmesi daha iyidir. Acaba âdet
hayızda olduğu gibi bir defada sâbit olur mu? Şâfiîlerden bazısı bunda tereddüt
etmiştir.
Ben derim ki: Evet, zahire göre bunu bir
defa yaptı da ileride bir daha yapmaya niyet etti mi, yevm-i şekke rastladığı
takdirde, âdeti gününe rastlamış sayılır. Zira âdet tekrarı bildirir. İleride
bir daha yapmaya niyet etmekle hükmen tekrar hasıl olur. Ama tekrara niyeti
olmazsa âdet sayılmaz. Düşün!
«Ramazandan bir veya iki gün önce oruca
başlamayın!» hadisi, altı hadis kitabında Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet
olunmuştur. Bu hadiste Peygamber (s.a.v.): «Ramazandan bir veya iki gün önce
oruca başlamayın! Meğer ki oruç tutagelen biri ola! O bu günü tutsun!» buyurmuştur.
Bu hadisten murad, nâfileden başka oruç tutulmamasıdır. Tâ ki Ehl-i Kitab'ın
yaptıkları gibi ramazan orucuna ziyade yapılmış olmasın. Bu suretle bu hadisle
Buharî ve Müslim'in Ammâr b. Yâsir (r.a.)'dan rivayet ettikleri şu hadisin
araları bulunmuş olur: «Rasulullah '(s.a.v.) bir adama; "Şabanın sonunda
oruç tuttun mu?" diye sordu. O, "hayır" dedi. "Öyle ise
orucunu bitirdikten sonra onun yerine bir gün oruç tut!" buyurdular.»
Şabanın sonunda ay bir veya iki gece görünmeyebilir. Bu hadisle İmam Ahmed yevm-i
şe'kte oruç tutmanın vâcip olduğunu söylemiştir. Bize göre ise, hadis vücûba
değil orucun müstehap olduğuna hamledilmiştir. Çünkü «önce oruca başlamayın!»
hadisine aykırıdır. Biz "müstehaptır" demekle, mümkün olduğu kadar
iki delilin arasını bulmuş oluruz. Nitekim Fetih'te mesele açıklanmıştır.
Şu da var ki: Hidâye ile şerhlerinde ve
diğer kitaplarda açıklandığına göre, yasak edilen oruç, ramazandan bir veya iki
gün önce başlanandır. Bunun bir veya iki gün diye tahsisişundandır: Bu oruç
ekseriyetle ramazan, yahut hem ramazan hem şaban noksan kaldı zannı ile
tutulur; ve tutan kimse ihtiyat yapıyorum zannederek onu ramazandan sayar.
İmdâd ve Sa'dıyye adlı kitaplarda da böyle denilmiştir.
Fethu'l-Kadîr sahibi diyor ki: «Bu izaha
göre yevm-i şekte başka bir vâcip oruca niyetlenmek mekruh değildir. Et-Tuhfe
adlı kitaptan anlaşılan da budur. Orada şöyle denilmektedir: "O gün başka
bir vâcip oruç veya nâfile oruç tutmak mutlak surette mekruh olmadığını
gösteren delil vardır. Böylece sâbit oluyor ki mekruh olan bizim dediğimizdir;
yani ramazan orucudur." Bu açıklama, şârihlerin, Kâfî ve diğer kitapların
sözlerinden uzak değildir. Onlar da «Ramazandan bir veya iki gün önce oruca
başlamayın!» hadisinden murad, "ramazan orucuna başlamayın" demek
olduğunu söylemişlerdir. Bunun muktezası, başka orucun asla mekruh olmamasıdır.
Mekruh olması ancak isyan hadisindeki yasaklamanın şekline bakaraktır. Bu söz
şöyle düzeltilir: «O gün başka bir vâcip oruç ancak takva için tutulmaz...»
Fethu'I-Kadîr sahibinin sözü kısaltılmış olarak burada sona erer.
Tatarhâniyye'de «kerahet yoktur» sözü
«kerahet-i tahrîmiyye yoktur» şeklinde düzeltilmiştir. Binaenaleyh tenzîhen
terkedilmesi takvaya aykırı değildir. Muhit adlı kitapta şöyle deniliyor: «O
gün başka bir vâcip orucu tutmak mekruh olmamak gerekirdi. Şu kadar var ki
ihtiyatan bu oruç bir nevi kerahetle vasıflanmıştır. O halde gasp edilen yerde
namaz kılmak gibi bu da sevabın noksanlaşmasına tesir etmez.»
«Ebu'l-Kaasım'a isyan etmiştir, hadisinin
aslı yoktur.» diyen Zeyleî'dir. Sonra şunları söylemiştir: «Bu hadis Ammâr b.
Yasir'e mevkuf olarak da rivayet edilmiştir. Bu gibi yerlerde mevkuf hadis
merfu gibidir»
Ben derim ki: «aslı yoktur» sözünü «merfû
oluşunun aslı yoktur» mânâsına yorumlamak gerekir. Bu hadîsi Buhârî muallak olarak
rivayet etmiştir. Fethu'l-Kadîr sahibi diyor ki: «Bu hadisi Sünen sahibi
Dörtler ve başkaları rivayet etmişlerdir.. Tirmizi Sıle b. Züfer'den rivayetini
sahihlemiştir. Sıle şöyle demiştir: Ramazandan olup olmadığına şüphe edilen
günde Ammâr'ın yanında idik. Pişmiş koyun eti getirdi de cemaatten biri bir
tarafa çekildi. Bunun üzerine Ammâr: Bu gün kim oruç tutarsa, muhakkak
Ebu'l-Kaasım'a isyan etmiştir, dedi.» Fethu'l-Kadîr sahibi sözüne şöyle devam
ediyor: «Herhalde Hz. Ammâr, o çekilen adamın ramazan orucuna niyetlendiğini
kastetmiş olsa gerektir. Binaenaleyh yukarıda gecenle çatışmış olmaz. Bu da
hadisi Peygamber (s.a.v.)' den işittiğine göredir; Allah'u alem!»
«Aksi halde o gün havâs takımı oruç tutar.»
Yani âdeti olan oruç gününe rastlamazsa; yahut şabanın sonunda üç gün oruç
tutmazsa, o gün havâs takımının oruca niyetlenmesi müstehap olur. Fetih sahibi
diyor ki: «Et-Tuhfe'de bu şöyle kayıtlanmıştır: Avam takımıbilmeyecek şekilde
tutarlar.'Çünkü bilirlerse bunu âdet edinirler ve cahiller ramazan orucuna
ziyade edildiğini zannederler. Avamdan gizlenmesine İmdâd ve diğer kitaplarda
İmam Ebû Yusuf'tan nakledilen kıssa delâlet etmektedir. Kıssa şudur: Esed b;
Amr Ebû Yusuf'a "sen bu gün oruçsuz musun?" diye sormuş. Ebû Yusuf
onun kulağına eğilerek, "ben oruçluyum" demiş. Musannıf'ın
"havas takımı oruç tutar" sözünde, bekleyerek değil, niyetli olarak
sabahlayacaklarına işaret vardır. Avam ise niyetlenmeden bekleyerek
sabahlarlar. Fakat Zahîriyye'de şöyle denilmektedir: "Efdal olan, yemeden
içmeden beklemektir. Günün yarısı yaklaşınca ise umumiyetle ulemaya göre
hâkimlerle müftilerin nâfile oruca niyetlenmeleri, havâssa da ' tutun ' diye
fetva vermeleri, avâma iftar etmelerini söylemeleri gerekir." Bu ibare,
beklemenin hepsi hakkında efdal olduğunu gösterir. Nitekim Nehir adlı kitapta
da böyle denilmiştir". Lâkin Hidâye, Muhit, Hâniyye ve diğer kitaplarda;
"Muhtar olan kavle göre, müftü ihtiyaten kendisi oruç tutmalı; ahaliye
zevâl vaktine kadar beklemelerini, sonra iftar etmelerini söylemelidir."
denilmektedir»
"Nehî töhmeti"nden murad;
«Ramazandan bir veya iki gün önce oruca başlamayın!» hadisidir .
METİN
Yevm-i şek orucunun keyfiyetini bilen
herkes havastan sayılır. Bilmeyen ise avâmdandır. Burada muteber olan niyet, o
gün oruç tutmak âdeti olmayan kimsenin kesin olarak nâfileye niyetlenmesidir.
Adet sahibinin hükmü İse yukarıda geçmişti, Niyetlenen kimse "bu gün
ramazandansa, tuttuğum oruç ramazandan olsun" diye bir şey
düşünmeyecektir. Bunu Ehîzade söylemiştir. Niyetin aslında tereddüt ederek "yarın
ramazandan ise oruçluyum; değilse oruçsuzum" diyen kimse, kesin
söylemediği için oruçlu değildir. Nasıl ki "yiyecek bulamazsam oruçluyum;
bulursam oruçsuzum" diyen de oruçlu değildir. Fakat orucun vasfında
tereddüt ederek; "yarınki gün ramazandansa ramazan orucuna; değilse başka
bir vacibe niyet ettim" derse, kerahet-i tenzîhiyye ile oruçlu olur. Keza
"yarın ramazandansa ramazan orucuna, değilse nâfile oruca niyet
ettim" derse mekruh olur. Çünkü iki mekruh arasında; yahut bir mekruhla
bir mübah arasında tereddüt etmiştir. Eğer yarının ramazandan olduğu
anlaşılırsa, tuttuğu oruç ramazandan olur; ramazandan olmadığı anlaşılırsa, her
iki surette (yani gerek vâcibe, gerekse nâfileye niyetlensin) orucu nâfile
olur. Kaza ile ödenmez. Zira kasten nâfileye niyetlenmemiştir. Yevm-i şekte
günün yarısına kadar bekleyen kimsenin, unutarak niyetten önce yemesi ile
niyetten sonra yemesi hükümde birdir. Sahih olan budur. Vehbâniyye Şerhi.
İZAH
«Âdet sahibinin hükmü ise yukarıda
geçmişti.» Yani "oruç tutmayı âdet edindiği günerastlarsa tutması
efdaldir", demiştik.
«Bu gün ramazandansa tuttuğum oruç
ramazandan olsun, diye bir şey düşünmeyecektir...» cümlesi, kesin niyetin nasıl
yapılacağını izahtır. Maksat niyette tereddüt göstermeyip kesin söylemektir.
«Yarınki gün şabandansa nâfileye;
ramazandansa farz oruca niyet ettim.» demekle oruca niyetlenmiş olmaz. «Nâfile
oruca niyet ettim.» diyecektir. Bu şekilde kesin niyetlendikten sonra, yarının
ramazandan olması ihtimalini hatırlatması zarar etmez. Çünkü kendisi zaten bu
ihtimalden dolayı oruç tutmaktadır. Gâyetü'l-Beyân'da şöyle deniliyor:
"Müftü ile halk arasında fark olması, müftü ramazana gün ziyade etmenin
caiz olmadığını bildiği içindir. Onun için o ihtiyaten oruç tutar ve ramazanda
oruç yemekten korunur. Halk böyle değildir. Onlar ramazana bir gün katıldı
zannedebilirler. Onun için yarım gün bekledikten sonra iftar etmeleri
efdaldir."
Ehîzâde'nin sözü Sadru'ş-Şerîa üzerine
yazdığı haşiyesindedir. Aynı sözü muhakkık Kemal b. Hümâm Fethu'l-Kadîr'de
zikrettiği gibi, El-Mi'râc ve diğer kitaplarda mevcuttur.
"Yarın ramazandansa oruçluyum
ilh..." cümlesi, meselenin Hidâye'deki kısımlarının tamamlanmasıdır.
Mesele beş kısımdır:
1 -Kesin olarak nafileye niyet,
2 -Bir vâcibe niyet;
3 -Ramazana niyet;
4 -Niyetin aslında tereddüt;
5 -Niyetin vasfında tereddüt.
«Yarın ramazandansa oruçluyum; değilse
oruçsuzum, diyen kimse, kesin söylemediği için oruçlu değildir.» Çünkü niyetin
rüknü bulunmamıştır. Fakat bu o gün yarı olmadan niyeti tazelemediğine göredir.
Eğer oruç kastı ile niyeti tazelerse caizdir. Nitekim ben bunu Hidâye
Hâşiyesi'nde ulemadan birinin el yazısı ile gördüm.
«Kerahet-i tenzîhiyye ile oruçlu olur.»
Çünkü kerahet-i tahrîmiyye ancak "ramazana diye" kesin söylerse olur.
Nitekim şârihimiz bunu yukarıda söylemişti. Oruçlu sayılması ise, niyeti kesin
söylediği içindir.
«Çünkü iki mekruh arasında; yahut bir
mekruhla bir mübah arasın ' da tereddüt etmiştir.» Bu cümle leffü mürettep yolu
ile her iki meseledeki kerahetin illetidir. Birinci meselede tereddüt iki
mekruh arasındadır. Bunlar farzla vâciptir. İkinci de mekruhla mübah
arasındadır. Bunlar da farzla nâfiledir.
«Zira kasten nâfileye niyetlenmemiştir.» Bu
adam bir bakıma borcunu ıskatı, yani farza niyeti kast etmiştir. Binaenaleyh
maznun oruç gibi olur. Zira kasten başlamamış; borcunu ıskatiçin girişmiştir.
«Bekleyen kimsenin, unutarak niyetten önce
yemesi ile niyetten sonra yemesi hükümde birdir.» O günün ramazandan olduğu
anlaşılır da unutarak yedikten sonra oruca niyetlenirse caiz olur.' Çünkü
unutarak yemek orucu bozmaz. Bazıları caiz olmadığını söylemişlerdir. Sirâç ve
Şurunbulâliyye sahipleri kesinlikle buna kail olmuşlardır. Bu husustaki sözün
tamamı bundan sonraki bâbın başında gelecektir.
METİN
Bir mükellef, ramazan veya bayram hilâlini
görür de, sözü şer'i bir delil ile reddedilirse, mutlak surette oruç tutması
vâcip olur. Bazıları "mendup olur" demişlerdir. Şayet iftar ederse,
her ikisinde yalnız kaza eder; (kefâret gerekmez). Zira ret şüphesi vardır.
Fakat şahitliği reddedilmeden iftar ederse;, bu hususta mütekaddimîn ulemadan
bir rivayet olmadığı için, müteehhirîn ihtilaf etmişlerdir. Tercih edilen kavle
göre, kefâret vâcip değildir. Bu kavli birçok âlimler sahih bulmuşlardır. Çünkü
o kimsenin gördüğünün "hilâl" değil, "hayal" olması ihtimali
vardır. şahitliği kabul edildîkten sonra ise, esah kavle göre fâsık bile olsa
yine kefâret vacip olur.
İZAH
Mükellef'ten murad; akıl ve bâliğ olan
müslümandır; velev ki fâsık olsun. Nitekim Zahiriyye'den naklen Bahır'da da
böyle denilmiştir. Şu halde gören, çocuk veya deli ise, ona oruç vâcip
değildir. "Mükellef" tabiri 'hükümdar'a da şâmildir. Hükümdar yalnız
başına görürse, halka oruç tutmalarını veya tutmamalarını emretmez. Yalnız
kendisi tutar. İmdâd'da dahi böyle denilmiştir. Hayreddin-i Remlî'nin beyanına
göre, görenler bir cemaat olur da büyük bir cemaat teşkil etmedikleri için
şahitlikleri kabul olunmazsa, hüküm yine budur. (Kendileri oruç tutarlar.)
«Şer'î bir delil ile sözün reddedilmesi» ya
fâsık olduğu, yahut yanıldığı içindir. Nehir. Kuhistânî'de, «Gök yüzü bulutlu
ise fıskından dolayı;
değilse yalnız bir kişi olduğu için
reddedilir.» ' denilmiştir.
«Mutlak surette oruç» ifadesinden murad,
şer'î oruçtur. Çünkü "mutlak olarak oruç" denilince "şer'î
oruç" kast edilir. Bu sözde fâkih Ebû Cafer'in kavlinin reddedildiğine
işaret vardır. Zira o, «Bunun bayram hilalinde mânâsı, yememek içmemektir.
Lâkin orucu bozması gerekir. Çünkü ona göre o gün bayramdır.» demiştir. Yine
burada, «O gün gizlice orucu bozar.» diyen bazı ulemamızın sözlerinin reddine
işaret vardır. Nitekim Bahır'da beyan olunmuştur. Şârihimiz «mutlak surette»
diyerek buna işaret etmiştir. Yani gerek ramazan, gerekse bayram hilâlinde
olsun, gören kimse oruç tutacaktır.
TEMBİH: Ramazan hilâlini gören kimse oruç
günlerini tamamladığı vakit, ancak hükümetleberaber bayram yapar. Çünkü
Peygamber (s.a.v.), "Orucunuz, hepinizin oruç tuttuğu gün; bayramınız da
hepinizin İftar ettiği gündür." buyurmuştur. Bu hadisi Tirmîzi ye
başkaları rivayet etmiştir. O gün halk bayram yapmamıştır. Binaenaleyh o kimsenin
de iftar etmemesi gerekir. Nehir.
«Reddedilirse mutlak surette oruç tutması
vâcip olur...» Bedâyi'de şöyle deniliyor: «Muhakkık âlimler, o kimseye oruç
vâcip olduğu hususunda rivayet olmadığını; yalnız oruç tutacağı hakkında
rivayet bulunduğunu söylemişlerdir. Bu da ihtiyatan menduba hamledilmiştir.»
Tuhfe'de, «O kimseye oruç vacip olur.» denilmiş; Mebsût'ta dahi ona o günün
orucu lâzım geldiği kaydedilmiştir. Anlaşılan ramazan hilali hakkında
"Sizden kim o aya yetişirse orucunu tutsun!"(1) âyeti ile; bayram hilâlinde
ise ihtiyatla istidlâl etmişlerdir. Nehir. Bedâyi'nin sözü muteber kitapların
çoğuna muhaliftir. Onlar "vâcip" olduğunu açıklamışlardır. Nuh.
Ben derim ki: Anlaşılan burada vücup 'tan
farz mânâsı değil; ıstılah mânâsı kastedilmiştir. Çünkü o günün ramazandan
olduğu kesin değildir. Onun için de oruç tutması menduptur denilebilmiş ve
tutulmazsa kefâret lâzım gelmemiştir. Kesin olsa idi, o gün herkesin oruç
tutması lâzım gelirdi. Şu da var ki, Hasan İbn-i Sirin ve Atâ «O kimse ancak
hükümet reisi ile birlikte oruç tutar.» demişlerdir. Nitekim Bahır'da
nakledilmiştir.
«Zira ret şüphesi vardır.» Bu cümle «yalnız
kaza eder» cümlesinin illetidir. Yani hâkim o kimsenin sözünü şer'î delille
reddedince, bir şüphe meydana gelir. Bu kefâret ise şüphelerle sakıt olur.
Hidâye.
Şüphesiz ki bu, ramazan hilâlinde kefâretin
sukûtuna illettir. Bayram hilâlinde ise illet, o kimseye göre o günün bayram
olmasıdır. Nitekim Nehir ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Şârih'in bundan
bahsetmemesi, herhalde âşikar olduğu içindir.
«Fakat şahitliği reddedilmeden iftar
ederse...» İmam-ı Âzam'a göre şahitlik etmeden dahi oruç tutar da bozarsa,
kefâret lâzım gelip gelmeyeceğinde müteehhirîn ulema ihtilâf etmişlerdir. Çünkü
bu hususta mütekaddimîn ulemadan bir rivayet yoktur. (' Mütekaddimîn'den murad,
seleftir ki, İmam-ı Âzam'dan İmam Muhammed'e kadar geçen ulemadır. İmam
Muhammed'den Şemsüleimme Hulvânî'ye kadar geçen ulemaya ' halef '; onlardan
sonrakilere ' müteehhirîn ' denilir.)
«Çünkü o kimsenin gördüğünün
"hayal" olması ihtimali vardır.» Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.) hilâli
gördüğünü söyleyen şahsa, kaşlarını su ile silmesini emretmiş. Sonra «Hilal
nerede?» diye sormuş. Adam, «Göremez oldum.» demiş. Bunun üzerine Ömer (r.a.)
«İki kaşının arasına bir kıl dikilmiş; sen onu hilâl sanmışsın!» demiş. Sirâc.
Halebî diyor ki: «Bu ancak ramazan hilalinde kefâret lâzım gelmediğine illet
olabilir. Şevvâl hilâlinde ise kefâretlazım gelmemesi, yukarıda geçtiği
vecihle, o kimseye göre o gün bayram olduğu içindir.»
«Esah kavle göre fâsık bile olsa kefâret
vâcip olur.» Çünkü o gün herkesin oruç tuttuğu gündür. Haber veren âdil olsa
idi. kefâretin vâcip olacağında hilâf bulunmazdı. Zira şahitliğin kabul
edilmemesi, o kimsenin şahitliği ile hüküm caiz olmadığı içindir. Burada böyle
bir şey yoktur, "Caiz değil" demek, "helal değil" mânâsına
gelir. Fâsıkın şahitliği ile hüküm vermek ise sahihtir. Velev ki hâkim günâha
girsin.
METİN
Havada bulut ve duman gibi bir illet
bulunursa; oruç için dâvâya ve «şehadet ederim» sözüne, keza hükme ve hüküm meclisine
hacet kalmaksızın âdil bir kimsenin veya Bezzâziye sahibinin zâhir rivayete
aykırı olarak sahihlediğine göre hâli gizli bir kimsenin haberi kabul edilir.
Çünkü bu bir haberdir, şahitlik değildir. Fakat fâsıkın haberi bilittifak kabul
edilmez. Acaba fâsıklığını bildiği halde şahitlik etmeye hakkı var mıdır?
Bezzâzî, «Evet vardır; çünkü hâkim onu kabul edebilir.» diyor.
İZAH
Bu ibare, Kenz sahibinin, «Ramazan sâbit
olur.» demesinden daha güzeldir. Çünkü Bahır'da beyan olunduğuna göre, oruç
isbata muhtaç değildir. O kimsenin görmesinden orucunun sâbit olması lâzım
gelmez. Zira ramazanın gelmesi hüküm altına girmez. Cevhere'de şöyle
denilmiştir: «Adâletli görünen bir adam, hâkimin yanında, hilâli gördüğüne
şahitlik eder de onu birisi işitirse, işitene oruç farz olur. Çünkü sahih
haberi bulmuştur.»
Ben derim ki: Gerçi az ileride Şârih
«Ramazanı isbatın yolu şudur» diyecektir. Ama orada maksat onu zımnen isbattır;
tâ ki ramazanın gelmesine bağlı olan vekâlet sâbit olsun. Onun için de orada
dâvâ ve hüküm lâzımdır.
«Ramazanın gelmesi hüküm altına girmez.»
sözünden murad, kasten girmemesidir. Fakat nice hükümler vardır ki, kasten
değil zımnen sâbit olurlar. Binaenaleyh o kimsenin isbatı, zannedildiği gibi
ramazanın orucu için değildir.
«Âdil bir kimsenin haberi kabul edilir.»
Adalet bir meleke (bir sıfat) dir ki takva ve fazilete götürür. En aşağı
mertebesi, büyük günâhları terk etmek; küçük günâhları ısrarla yapmamaktır ki,
burada şart olan da budur. Adil şahsın, müslüman, akıl-baliğ olması da lâzımdır.
Bahır.
«Bezzâziye sahibinin» sahihlediğini Mirâc
ve Tecnîs sahipleri de sahih bulmuşlardır. Fethu'l-Kadîr'de; «Bu kavil Hasan'ın
rivayetidir. Hulvânî de bununla amel etmiştir.» denilmektedir.
Ben derim ki: Aynı zamanda bu kavil zâhir
rivayedir. imam Muhammed'in zâhir rivaye olan sözlerini kitaplarında toplayan
Hâkim-i Şehid, El-Kâfi nâmındaki eserinde şunları söylemiştir: «Adaletli olsun
olmasın, erkek ve kadın Müslüman'ın şahitliği kabul edilir.» Adaletli
olmayandan murad, hâli gizli olandır. Nitekim az ileride gelecektir
«Fâsıkın haberi bilittifak kabul edilmez.»
Çünkü onun diyanet bâbındaki sözleri, yani âdil kimselerden alınması mümkün
olan haber rivayeti gibi sözleri makbul değildir. Ama suyun temizliği veya
pisliği hususlarındaki haberi, araştırılarak kabul edilir. Zira böyle bir
haberi verecek âdil kimse bulamamak mümkündür. Tahâvî'nin, «ister adaletsiz
olsun» sözü, "hâli gizli" mânâsına yorulmuştur. Nitekim İmam Hasan'ın
rivayeti de öyledir. Zira adaletliden murad, adaleti sâbit olandır. Hâli gizli
olanda ise sübut yoktur. Fâsıklığı meydanda olana gelince: Bizim mezhebimizde
ona cevaz veren yoktur. Buna şu mesele teferru eder: Bir cemaat ramazanın
sonunda oruca başladıklarından bir gün evvel hilâli gördüklerine şahitlik
etseler, o şehirde bulunuyorlarsa şahitlikleri reddedilir. Çünkü hesabı terk
etmişlerdir. Dışarıdan gelmişlerse kabul edilir. Bu satırlar kısaltılarak
Fetih'ten alınmıştır.
«Acaba fâsıklığını bildiği halde şahitliğe
hakkı var mıdır?» Hulvânî diyor ki: «Âdil bir kimse, câriye veya evinden
çıkmayan bir kadın bile olsa, şahitlik etmesi lâzım gelir. Tâ ki halk niyetsiz
sabahlamasınlar. Bu iş farz-ı ayn vazifelerdendir. Fâsıka gelince: Eğer
hâkimin, Tahâvî kavline meylederek kendisinin sözünü kabul edeceğini bilirse,
şahitlik etmesi vâcip olur. Hâli gizli olan kimse hakkında ise, her iki rivayet
şüphesi vardır. Mirâc.»
Ben derim ki: Hulvânî'nin, «Eğer hâkimin..
kabul edeceğini bilirse..» sözü, Tahâvî'nin, «Fâsıklığı meydanda olan bir
kimsenin şahitliği kabul edilir.» sözüne göre söylenmiştir. Hâkimin îtikadı
böyle ise, şahitlik etmesi vâcip olur. Şârihimizin «Acaba fasıklığını bildiği
halde şahitliğe hakkı var mıdır?» sözü ise, hâkimin îtikadını bilmediğine
binaen şahitliğin vâcip olmadığını ifade ediyor. Nitekim «Çünkü hâkim onu kabul
edebilir.» diyerek yaptığı ta'lîl de bunu gösterir.
METİN
Âdil kimse, ister köle, ister kadın veya
kazif haddi vurulmuş da tevbe etmiş biri olsun ve mezhebe göre nasıl gördüğünü
beyan etsin etmesin haberi kabul edilir. Bir köle ile bir kadının şahitliği
gibi, bir kişinin bir kişi üzerine - velev ki kendi emsallerine olsun -
şahitliği kabul edilir. Evinden çıkmayan câriyenin, o gece sahibinin izni
olmaksızın çıkarak şahitlik etmesi vâcip olur. Nitekim Hafiziyye adlı kitapta
beyan olunmuştur. Bayram için gök yüzünde illet ve adalet şartları ile birlikte
şahadetin nisabı ve «şehadet ederim» sözü; keza kulun faydasına taalluk ettiği
için kazif haddi vurulmamış olması şarttır. Fakat dava şart değildir. Nitekim
câriyenin âzâdında ve hür kadının boşanmasında da şart değildir.
İZAH
«Mezhebe göre» sözü, İmam Fazlî'nin
muhalefetine işarettir. Ona göre âdil bir kişininşahitliği, ancak tefsir
ederek, «Hilâli şehrin dışında ovada gördüm.» yahut; «Şehrin içinde bulutun
arasında gördüm.» demesi ile kabul edilir. Bu tefsiri yapmazsa kabul edilmez.
Zahiriyye'de böyle denilmiştir. Bahır.
«Bir kişinin bir kişi üzerine şahitliği
kabul edilir.» Halbuki başka hükümlerde her şahidin şahitliğine iki erkek veya
bir erkekle iki kadın şahitlik etmedikçe şahitlik kabul edilmez.
«Velev ki kendi emsallerine olsun.» sözü
ile Şârih, köle ile kadının şahitliklerini umumileştirmek; hür ve erkeğin
şahitliğine şehadet edebileceklerim anlatmak istemiştir. Bunu Nehir sahibi
bahis mevzuu yapmış; «Ama ben bunu bir yerde görmedim.» demiştir.
«Evinden çıkmayan» ve erkekler arasına
karışmayan câriyenin; ve keza evli hür kadının kocasından izinsiz çıkması
gerekir. Evinden çıkan câriye ile, evli olmayan hurrenin çıkmaları ise
evleviyette kalır. Tahtâvî diyor ki: «Anlaşılan bu, hilâlin isbatı yalnız ona bağlı
kaldığındadır. Aksi takdirde bu mecburiyet yoktur.» «Şehadetin nisabı» mal
isbatı hakkında iki erkek veya bir erkekle iki kadındır.
«Kulun faydasına taalluk ettiği için»
ifadesi, bayram hilâline şahitlik ederken bu söylenenlerin şart olmasının
illetidir. Ramazan hilâlini isbat için bu şart aranmaz; çünkü oruç dînî bir
vazifedir. Bayram ise kulların dünyevî bir menfaatidir; ve başka haklarına
benzer. Onlarda aranan şart bunda da aranır.
«Fakat dava şart değildir.» Fetih'te
Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Dava meselesine gelince: Onun şart
olmaması gerekir. Nasıl ki câriyenin âzâdında ve hür kadının boşanmasında bütün
imamlarımıza göre; kölenin âzâdında İmameyn'e göre dava şart değildir. İmam-ı
Azam'-ın kavline göre ise, her iki hilâlin isbatında dava şart olması gerekir.»
Yani imam-ı Âzam'ın köle âzâdında davayı şart koşmasına bakılırsa, ramazan ve
bayram hilâllerinin isbatında da şart koşması gerekir. Lâkin Haniyye sahibi
ramazan hilâlinde dava şart olmadığını kesinlikle söylemiş; sonra bu bahsi
zikretmiştir. Ama söz götürür. Çünkü İmam-ı Âzam'a göre köle âzâdında dâvânın
şart olması, kul hakkı olduğu içindir .Câriye âzâdı böyle değildir. Onda kul
hakkı ile birlikte Allah hakkı da vardır ki, bu hak onun iffetinin
korunmasıdır. Bayramda her ne kadar kul hakkı olsada, Allah hakkı da vardır. O
gün oruç tutmak haramdır; bayram namazı kılmak vâciptir. Şu halde o, câriyenin
âzâdına daha çok benzer; ve dava şart olmaz. Onun için Şârih başkasına uyarak
bunu kesin söylemiştir. Bunu Rahmetî ifade etmiştir.
«Ve hür kadının boşanmasında da şart
değildir.» cümlesinin mefhumu muhalifinden, câriye kadının boşanmasında dava
şart olduğu anlaşılırsa da, Câmiu'l-Fusuleyn'de' bu mutlak olarak ifade
edilmiştir. Lâkin burada âzâd edilirken, hem kocasının hem sahibinin bulunması
şart tır. T.
METİN
Şayet hâkimi olmayan bir beldede
bulunurlarsa, güvenilir bir kişinin sözü ile oruç tutarlar; fakat iki
adâletlinin haber vermesi ile bayram yaparlar. Gök yüzünde illet bulunduğu
vakit, zaruretten dolayı böyle yapılır. Hilâli yalnız başına hâkim görürse,
oruç hakkında şahit tâyin etmekle, halka oruç tutmalarını emretmek arasında
muhayyer kalır. Bayram hakkında böyle değildir. Nitekim Cevhere'de beyan
edilmiştir.
Muvakkitlerin sözüne itibar yoktur.
Mezhebimize göre adalet sahibi olsalar bile kabul edilmez.
Hâkimi, vâlisi bulunmayan bir beldede veya
köyde yaşayanlar, güvenilir bir kişinin sözü ile oruç tutarlar. Sirâc sahibi
şöyle diyor: «Vâlisi olmayan bir yerde hilâli yalnız bir kişi görür de şahitlik
için şehre gitmezse, güvenilir bir kimse olduğu takdirde onun sözü ile oruç
tutarlar.»
Ben derim ki: Zahire bakılırsa, köylülere
top sesini işitmekle; yahut şehirdeki kandilleri görmekle oruç lâzım olur.
Çünkü bu kanaatbahş bir açık alâmettir. Galebe-i zan (kanaat) ise, ulemanın beyanlarına
göre ameli icap eden bir huccettir. Bu alâmetin, ramazandan başka bir şey için
olması uzak bir ihtimaldir. Zira böyle bir şey, yevm-i şek gecesinde ancak
ramazanın sübutu için yapılır.
«Bir kişinin sözü ile oruç tutarlar.»
cümlesinden murad, "tutmaları farzdı" demektir. Bayram meselesinde
iki âdilin haber vermesi ile amel etmeleri dahi böyledir. Burada Musannıf'tan
başkaları «Bayram yapmalarında bir beis yoktur.» ifadesini kullanmışlardır.
Buna sebep, iki kişinin sözü ile bayram yapmanın haram zannedilmesidir. Yani
haram değil, kabulü lâzımdır. Bu gibi ifadeler ulemanın sözlerinde çoktur.
«Zaruretten dolayı» yani huzurunda şahitlik
yapacak hâkim bulunmaması zaruretinden dolayı demektir.
«Şahit tayin etmekle...» Yani şahitliğini
kendisine dinletecek bir kimse demektir. Bunu Halebî ifade etmiştir.
Cevhere'nin ibaresi ise, «Huzurunda şahitlik yapmak için birini tayin etmek.»
şeklindedir. Anlaşılan mânâ şudur; Hâkim kendi yerine bir nâip tayin eder de
onun huzurunda «hilâli gördüm» diye şehadette bulunur. Nasıl ki hâkimin bir
kimse ile davası olsa, davaya bakmak için kendi yerine bir nâip tayin ederek
onun huzurunda muhakeme olunacağını ulema söylemişlerdir. Çünkü hâkimin kendi
nefsi için hüküm vermesi sahih değildir. Kitabımızın bazı nüshalarında "şahit"
tabiri yerine "nâip" denilmiş olması da buna delâlet eder.
«Bayram hakkında böyle değildir.» Yani
bayram hilâlini isbat için bir kişi yeterli değildir.
«Muvakkitlerin sözüne itibar yoktur.» Yani
halka oruç farz olmak için onların sözü delil olamaz. Hattâ Mi'râc adlı
kitapta, «Onların sözü bilittifak muteber değildir. Müneccimin kendihesabı ile
amel etmesi caiz değildir.» denilmiştir. Nehir'de de şu ibare vardır:
«Muvakkitlerin, filân gece hilâl gök yüzünde şöyle görülecektir; demeleri ile
oruç tutmak lâzım gelmez. Sahih kavle göre velev ki adâlet sahibi olsunlar.
Nitekim El-İzah'ta da böyle denilmiştir. Şâfiîler'den İmam Sübkî'nin bir
te'lîfi vardır ki, onda müneccimlerin sözünü kabule meyletmiştir. Çünkü hesap
kesindir.» Vehbâniyye Şerhi'nde de bunun gibi sözler vardır.
Ben derim ki: Sübkî'nin sözünü kendi
mezhebinin sonra gelen uleması reddetmişlerdir ki, onlardan bazıları İbn-i
Hacer ile Remlî'dir. Şâfiî Remlî'nin «Feteva'ş-Şirâb el-Kebîr»inde bildirdiğine
göre, kendisine Süb'kî'nin şu meselelerdeki kavli sorulmuş:
1) Ayın otuzuncu gecesi hilalin görüldüğüne
beyyine şahitlik etse; hesap erbabı ise o gece hilâli görmenin imkânı
olmadığını söyleseler, hesapçıların kavli ile amel olunur; çünkü hesap yüzde
yüz kesindir. Şahitlik ise zannîdir. Sübkî bu bâbta sözü uzatmıştır.. Onun
kavli ile amel edilir mi edilmez mi?
2) Ayın yirmi dokuzuncu günü hilâl güneş
doğmazdan önce doğsa; beyyine ise şabanın otuzuncu gecesi ramazan hilâlinin
görüldüğüne şahitlik etse, bu şahadet kabul edilir mi edilmez mi? Çünkü ay
tamam olursa, iki gece hilâl kaybolur; noksan olursa bir gece kaybolur.
3) Yahut hilâl üçüncü gece yatsının vakti
girmeden kaybolursa? Zira Peygamber (s.a.v.) üçüncü gece yatsıyı ay kavuştuğu
vakit kılardı. Buralarda şehadetle amel edilir mi edilmez mi, denilmiş.
Remlî şu cevabı vermiş: Bu üç meselede
beyyinenin şahitliği ile amel olunur. Çünkü şeriat sahibi, şahitliği yüzde yüz
(yakîn) yerine kabul etmiştir. Sübkî'nin sözü reddedilmiştir. Onu müteehhirîn
ulemadan bir cemaat kendisine reddetmişlerdir. Beyyine ile amel etmekte,
Peygamber (s.a.v.)'in namazına muhalefet yoktur. Bunun vechi bizim
söylediğimizdir ki, o da şudur: Şâri hazretleri hesaba itimat etmemiş; «Biz
ümmî bir ümmetiz. Okumak ve hesap bilmeyiz. Ay şöyle ve şöyledir.» buyurarak
onu tamamen hükümsüz bırakmıştır. Dakik'il-îd, "Namazda hesaba itimat caiz
değildir" demiştir. Sübkî'nin "çünkü şahit karıştırabilir
ilh..." diyerek söylediği ihtimallerin şer'an bir eseri yoktur. Zira bu
ihtimaller sair şahitliklerde de bulunabilir.
METİN
Vehbâniyye'de şöyle denilmiştir:
«Muvakkitlerin sözü, amel icap eder değildir; ama evet diyenlerle - eğer
çoksalar - bazılarının sözü kabul edilir diyenler olmuştur.» Gök yüzünde bir
illet yoksa, haberleri ile şer'an ilim yani galebe-i zan (kanaat) hasıl olacak
kalabalık bir cemaatın şahitliği kabul edilir ki, bu cemaat sayı ile
sınırlandırılmaksızın hâkimin reyine bırakılmıştır. Mezhep budur. İmam-ı
Azam'dan bir rivayete göre iki şahitle yetinilir. Bahırsahibi bu kavli ihtiyar
etmiştir. Akdiye'de, şehir dışından; yahut yüksek bir yerden gelirse, bir kişi
ile yetinmenin de sahih olacağı bildirilmiştir. Zahîruddîn bu kavli
benimsemiştir.
ÎZAH
Vehbâniyye'nin sözü «hesap ameli icap eder
diyenler olmuştur» zannını veriyorsa da, hakikat öyle değildir. Hilâf, onlara
itimat caiz olup olmadığındadır. Kınye'de burada üç kavil nakledilmiştir.
Evvelâ Kaadî Abdülcebbâr ile Cem'u'l-Ulûm sahibinden hesap erbabının sözlerine
itimat etmekte bir beis olmadığını nakletmiş; sonra ibn-i Mukaatil'den
hesapçılara sorulacağını; şayet onlardan bir cemaat ittifak ederlerse sözlerine
itimat edileceğini; daha sonra Serahsî Şerhi'nden hesabın kabulden uzak
olduğunu, Şemsüleimme Hulvânî'den de orucun ve bayramın vâcip olması için gözle
görmenin şart olduğunu, muvakkitlerin sözü ile amel edilemeyeceğini
nakletmiştir. Mecdüleimme Tercümânî'den dahi naklettiğine göre, Ebû Hanîfe'nin
eshâbı - nadir istisnalarla - ve İmam şâfıî muvakkitlerin sözlerine itimat
olmadığına ittifak etmişlerdir.
«Gök yüzünde bir illet yoksa...» Yani gerek
ramazan, gerekse bayram ve saire hilâllerini isbat için şart, kalabalık bir
cemaatın haber vermesidir. Nitekim İmdâd'da beyan edilmiştir. Bu bâbta sözün
tamamı ileride gelecektir. Bir kişinin haberi kabul edilmez. Çünkü bunca kimse
hilâli görmeye çalışırken; gözler görme hususunda bir birinden farklı olmakla
beraber, görmeye bir mâni de bulunmadığını farz edersek, içlerinden yalnız
birinin görmesi onun açık bir hatasıdır. Bahır. Halebî diyor ki: «Hilâli
görenlerin müslüman ve âdil olmaları da şart değildir. Nitekim İmdâdü'l-Fettâh'ta
da böyle denilmiştir. Kuhistânî'nin beyanına göre hür olmaları ve dava dahî
şart değildir.»
Ben derim ki: Halebî'nin İmdâd'a nisbet
ettiği sözü ben onda göremedim. Müslümanlığın şart olmaması da söz götürür.
Zira buradaki kalabalıktan murad, kesinlikle ilim ifade eden tevatür derecesi
değildir ki, müslümanlık şart olmasın. Buradaki kalabalıktan murad, galebei zan
(kanaat) husule getirendir. Bunun için müslümanlığın şart olmaması mutlaka açık
nakil ister.
«Şer'an ilim»den murad, usûl-i fıkıh ıstılahına
göre ilimdir ki, galebe-i zanna da şâmildir. Yoksa ilim, tevhîd fenninde de
şer'îdir. Fakat orada zanna itibar yoktur. H.
«Galebe-i zan» kalbe kanaat veren ilimdir.
Ameli icap eder; kesinlik mânâsına ilim ifade etmez. Bunu Menâfi ve
Gâyetü'l-Beyân adlı eserlerinde ibn-i Kemal söylemiştir. Bahır'da da Fetih'ten
naklen bunun benzeri vardır. Kuhistânî diyor ki: «O halde Muzmerat'ta işaret
edildiği gibi tevatürden meydana gelen yakîn (kesin) haber şart değildir. Lâkin
şerhin sözü buna işaret etmektedir.» Şerhten muradı, Sadru'ş-Şeria'nın yazdığı
şerhtir. O şöyle demiştir: «Büyük kalabalık, haberleri ile ilim hâsıl olan ve
yalan uydurmak için ittifaklarına akıl hüküm vermeyen cemaattır.» Dürer sahibi
de ona tâbi olmuştur. Fakat ibn-i Kemal bunu reddetmişve «Menhüvvât» adlı
eserinde, «Sadru'ş-Şeria burada ' muteber olanın 'kesinlik' mânâsına ilim
olduğunu sanmakla hata etmiştir.» demiştir.
"Hâkimin reyine bırakılmıştır.» Sirâc
sahibi şöyle diyor: «Bu kalabalık için, zâhir rivayede bir miktar tayin edilmemiştir.
Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre, kasâmede olduğu gibi elli adamdır. Bazıları '
mahalle halkının çoğu ' demiş; bir takımları da ' her mescitten bir veya iki
kişi ' olacağını söylemişlerdir. Halef b. Eyyûb; ' Belh'te beşyüz kişi az
sayılır ' demiştir. Bu kavı'ilerin doğrusu, ' hâkimin reyine bırakılır '
diyendir. Doğruya şahitlik ettiklerine kalben kanaat getirir; şahitler de çok
olursa, oruç tutulmasını emreder.» Mevâhip sahibi de bunu sahihlemiş;
Şurunbulâlî dahi ona uymuştur. Bahır'da Fetih'ten naklen, «Hak olan İmam
Muhammed'le Ebû Yusuf'tan rivayet edilen kavildir ki, itibar, haberin gelmesine
ve her taraftan tevatür olmasınadır.» denilmiştir. Nehir'de, «Bu, Sirâc
sahibinin sahihlediğine uygundur.» denilmiştir.
«Bahır sahibi bu kavli ihtiyar etmiş...» ve
«Zamanımızda bu rivayetle amel gerekir. Çünkü insanlar hilâl gözetmekten üşenir
oldular...» demiş; sonra sözünü teyît için Valvalciyye ile Zahiriyye'nin de,
zâhır rivayet büyük kalabalığın değil, sayının şart olduğuna delâlet ettiğini
bildirdiklerini ileri sürmüştür. Nehir ve Minah sahipleri bunu kabul etmişler.
Fakat Minah Hâşiyesi'ni yazan Remlî itiraz ederek «Zâhir mezhep, kalabalık
cemaatın şart olmasıdır. Binaenaleyh bununla amel lâzım gelir. Çünkü fısk ve
aya iftira almış yürümüştür...» demiştir.
Ben derim ki: Zamanların değişmesi ile
birçok hükümlerin değiştiğini sen bilirsin. Bizim zamanımızda büyük kalabalık
şart koşulursa, halkın ancak iki veya üç geceden sonra oruç tutmaları lâzım
gelir. Çünkü insanların tembelliği meydandadır. Hattâ çok defa görmüşüzdür ki
hilâle şahitlik edene söverler; ona eza ederler. Şu halde iki kişinin
şahitliğinde büyük kalabalıktan ayrılma diye bir şey yoktur ki, şahidin
yanıldığı anlaşılsın. Zâhir rivaye illeti bulunmamış; öteki rivayetle fetva
vermek taayyün etmiştir.
«Akdiye» kitap ismidir. Fetevây-ı Suğra
sahibi de bu kavle itimat etmiştir. Tahâvî'nin kavli de budur. İmam Muhammed
Asıl namındaki kitabının istihsân bahsinde buna işaret etmiştir. Lâkin
Hulâsa'da, «Zâhir rivayete göre şehirle dışarısı arasında fark yoktur.»
denilmiştir. Mi'râc ve başkaları.
Ben derim ki: Lâkin Nihâye'de. «Bir kimse
ramazan hilâlini yalnız başına görürse oruç tutar...» denildiği yerde şu ifade
vardır: «Mebsût'ta beyan olunduğuna göre, hâkim bir kişinin şahitliğini ancak
gök yüzü açık ve o kimse o şehirden olursa reddeder. Hava bulutlu veya o kimse
şehir dışından gelmiş olursa; yahut yüksek bir yerde bulunursa, bize göre
şahitliğini kabul eder.» Nihâye sahibinin, «bize göre» demesi bunun üç
imamımızın kavli olduğunu gösterir. Gerçekten Muhit sahibi de buna kesinlikle
kail olmuş; mukabili için «denilmiştir»ifadesini kullanmıştır. Sonra sözüne
şöyle devam etmiştir: «Zâhir rivayetin vechi şudur: Hilâli görmek, havanın
açıklığına kapalılığına ve yerin alçaklığına yüksekliğine göre değişir. Zira
sahranın havası şehir havasından daha temizdir. Bazen hilâl yüksek yerden
görünür de alçaktan görünmez. Binaenaleyh bir kişinin yalnız başına görmesi
zâhirin hilâfına olamaz. Bilâkis zâhire uygundur.»
Burada bu kavlin zâhir rivaye olduğu
açıklanmıştır ki doğrudur. Çünkü Mebsût da zâhir rivaye kitaplarındandır.
Böylece sabit oluyor ki, her iki rivayet zâhir rivayedir. Sonra bunu Hâkim'in
Kâfî'sinde de gördüm. Hâkim ki, kitaplarında imam Muhammed'in zâhir rivaye olan
sözlerini toplamıştır. İbaresi şudur: «Erkek ve kadın müslümanın şahitliği âdil
olsun olmasın kabul olunur. Elverir ki hilâli şehir dışında gördüğüne; yahut
şehir içinde gördüğüne fakat şehirde herkesin aynı derecede görmesine mâni
bulunduğuna şehadet etsin. Bu iş şehir içinde olur da, gök yüzünde mâni
bulunmazsa, bu hususta cemaattan başkası kabul edilmez.» Bana öyle geliyor ki
bu iki rivayet arasında zıddıyet yoktur. Çünkü metin yazarlarının
benimsedikleri büyük cemaatın şart olması rivayeti, şahit şehirde yüksek bir
yerde olmadığı surete hamledilmiştir.. Şu halde ikinci rivayet birinciyi takyit
etmiş olur. Buna delil birinci rivayette şahitliğin reddedilmesini «yalnız bir
kişinin görmesi yanıldığını göstermekte açıktır» diye illetlendirmesidir.
İkinci rivayette ise redde sebep yoktur. Onun için de Muhît sahibi «O halde
onun yalnız görmesi zâhirin hilâfı olmaz.» demiştir. Bu izaha göre Hulâsa ve
diğer kitaplardaki, «şehir içi ile şehir dışı arasında fark yoktur» sözü,
mutlak olan ilk rivayetten hatıra gelen mânâya binaen söylenmiştir. Allah'u
a'lem.
METİN
Ulema demişlerdir ki: «Ramazan ve bayramı
isbatın yolu, orada bulunan bir şahsın üzerinde bir borcu almak için ramazanın
girmesine bağlanmış vekâlet olduğunu iddia etmektir. O şahıs borçla vekâleti
ikrar; ramazanın girdiğini ise inkâr eder. Bunun üzerine şahitler hilâli
gördüklerine şehadet ederler. Ve o şahsın üzerine borcu almanın sabit
olduğu"o hüküm verilir. Ramazanın girmesi zımnen sabit olur; çünkü o,
hüküm altına girmez.
İZAH
Ramazanı olsun, bayramı olsun, isbatın yolu
şudur: Bir davacı orada bulunan bir şahıs üzerine dava açarak: «Filân gaibin
sende şu kadar alacağı varmış. Bana, "ramazan girdiğinde bu alacağı almak
için vekilim ol" dedi.» diye iddia eder. O kimse de borcu ve vekâleti
ikrar eder. Hayreddin Remlî bunu müşkil saymış; «Bu söz borcunu alsın diye
davacı tarafından gaip aleyhine ikrardır; binaenaleyh geçersizdir.» demiştir.
Ben derim ki: Burada işkâl yoktur. Çünkü
borçlar emsali ile ödenir. O adam bunun kendi milkinden borç alma hakkı sabit
olduğunu ikrar etmiştir. Şayet dava vedia gibi bir ayn davasıolsaydı iş
değişirdi. Çünkü onu ikrar etmesi, vekil için müvekkilin milkinde teslim alma
hakkı sabit olduğunu ikrar oturdu ki bu sahih değildir. Vekâleti ikrar edip
borcu inkârı da bunun hilâfınadır. Çünkü sırf ikrarı ile davada hasım olmaz;
vekilin vekil olduğuna beyyine getirmesi gerekir. Nitekim Hassâf'ın
«Ede-bü'l-Kaadî» şerhinde böyle denilmiştir.
«Ramazanın girmesi zımnen sabit olur.»
Çünkü borcu alma hükmü sahih olmak için bu zaruridir ve kasten değil, kul
hakkını isbat zımnında sabit olmuştur. Onun içindir ki, Bahır sahibi Hulâsa'dan
naklen, «Çünkü ramazanın gelişini İsbat, hüküm altına girmez. Hattâ âdil bir
adam hâkime ramazanın geldiğini haber verse kabul eder; ve halka oruç
tutmalarını emreder. Yani bulutlu günde böyle yapar. Şehadet sözü ve hüküm
şartları şart değildir. Bayramda ise şehadet lâfzı şarttır. O hüküm altına
girer. Zira kul haklarındandır.» demiştir.
Ben derim ki: Hâsılı ramazanın orucu, hilâl
sabit olmadan sırf ihbarla vâcip olur. Çünkü diyanet kabilindendir. Onun orucu
vâcip olmakla, hilâli de sabit olmak lâzım gelmez. Nitekim yukarıda geçti. O
zaman bu zikredilen yolla isbat edilmesinin faydası, gök yüzü açıksa büyük
cemaata bağlı olmamasıdır. Zira burada şahitlik hilâlin görülmesine değil, ayın
girmesi ile vekâlet zamanının girmesinedir. Şüphesiz ki vekâlet zamanının
geldiğini isbat için iki şahitle yetinilir. Çünkü o mücerret kul hakkıdır ve
ancak ayın girmesi ile sabit olur. Zımnen girdiği sabit olunca, orucunu tutmak
da vâcip olur. Bunun benzeri ileride anlatacağımız şu meseledir: Ramazan
günlerinin sayısı tamam olur da, illetten dolayı bayram hilâli görünmezse,
bayram yapmak helâl olur. Velev ki ramazan ayı bir kişinin şahitliği ile sabit
olsun. Çünkü bayram tebean sabit olmuştur. Velev ki kastan sayı ve adâletten
başkası ile sabit olmasın. Benim anladığım budur.
METİN
Şâhidler, filân şehrin hâkimi huzurunda iki
şahidin falan gece hilâl görüldüğüne şehadet ettiklerine ve hâkimin bununla
hüküm verdiğine şahitlik etseler; davanın şartları da bulunsa, o hâkimin bu iki
kişinin şehadetleri ile hüküm vermesi caiz olur. Çünkü hâkimin hükmü bir
huccettir. Şahitler de buna şehadet etmişlerdir. Başkalarının hilâli gördüğüne
şehadet etseler caiz olmazdı; çünkü bu hikâye etmek olurdu. Evet, o haber başka
beldede yayılırsa, mezhebin sahih kavline göre hepsine oruç tutmak lâzım gelir.
Müctebâ ve diğer kitaplar;
İZAH
Hava bulutlu olduğu; yahut hâkim böyle
münasip gördüğü için iki şahit şahadet eder de, hâkimin hükmü ile hilâf
kalkarsa; yahud Bahır sahibinin benimsediği rivayete göre iki şahit dinlenirse,
o hâkimin bu şehadete dayanarak hüküm vermesi caizdir.
«Davanın şartları da bulunursa...» cümlesi,
Mecmûu'n-Nevâzil'den naklen Zahire'de bu şekilde nakledilmiştir. Galiba bu
yukarıda Hâniyye'den naklettiğimiz «İmam-ı Âzam kavlinekıyasen dava şarttır»
esasına göre söylenmiştir. Yahut mahkeme hükmüne şahitlik olsun diyedir. Buna
delil, Şarih'in, «Çünkü hâkimin hükmü bir huccettir.» sözüdür. Zira hâkimin
hükmü ancak şehadetle geçerli olur. Zâhire bakılırsa buna hüküm vermesinden
murad, zımnen hükümdür. Nitekim bunun yolu yukarıda geçti. Aksi takdirde
biliyorsun ki ay hüküm altına girmez.
«Hüküm vermesi caiz olur» cümlesinden
murad, "sahihtir" demek olduğu anlaşılıyor. Binaenaleyh vâcip
mânâsına aykırı düşmez.
«Çünkü bu hikâye etmek olur.» Şahitler ne
kendilerinin, ne de başkalarının gördüklerine şehadet etmiş değillerdir. Onlar
yalnız başkalarının gördüğünü hikâye etmişlerdir. Fethu'l-Kadîr'de böyle
denilmiştir.
Ben derim ki: Başkalarının gördüğüne ve o
şehrin hâkimi halka oruç emri verdiğine şehadet de etseler hüküm yine böyledir.
Çünkü bu da hakimin fiilini hikâyeden ibaret olur. Huccet olmaz. Hüküm vermesi
böyle değildir. Onun için Musannıf «Davanın şartları da bulunsa...» diye
kayıtlamıştır.
«Evet...» Zahire'de şöyle denilmiştir:
«şemsüleimme Hulvânî diyor Ulemamızın sahih kavline göre, haber başka belde
halkı arasında yayılıp tahakkuk etti mi, bu beldenin hükmü onlara da lâzım
gelir.» Bu sözün benzeri Muğnî'den naklen şurunbulâliyye'de de vardır.
Ben derim ki; Bu düzeltmenin vechi şudur:
Bu haberin yayılmasında bir hâkimin hükmüne şahitlik veya şahitlik üzerine
şahitlik yoktur. Lâkin mütevatır haber yerine geçtiği ve bununla o belde
halkının oruç tuttuğu sabit olunca, bunlara da onunla amel lâzım olur. Çünkü
bir belde âdeten şer'î hâkimden hâli kalmaz. O belde halkının oruç tutması
mutlaka şer'î hâkimin hükmüne dayanır. Binaenaleyh bu yayılma adı geçen hükmün
nakli hükmündedir. Ve «Bu beldenin halkı hilâli gördüler de oruç tuttular.»
diye şahitlik etmekten daha kuvvetlidir. Çünkü yüzde yüz ilim ifade eder. Onun
için de ancak hükme veya başkalarının şahitliğine aitse kabul edilir. Tâ ki
muteber bir şahitlik olsun. Aksi takdirde sırf bir ihbardan ibaret kalır.
Yayılmak böyle değildir. O yüzde yüz kesinlik ifade eder. Binaenaleyh daha
öncekine aykırı değildir. Benim anladığım budur.
TEMBİH: Rahmetî diyor ki: «Yayılmanın
mânâsı; o beldeden birkaç cemaatın gelmesi ve her birinin o belde halkı hilâli
görerek oruç tuttu diye haber vermesidir. Yoksa o haberi yayan bilinmeksizin
mücerret duyulması değildir. Nitekim: "Âhır zamanda, şeytan cemaatin
arasında oturup konuşacak; cemaat da onunla konuşacaklar." diye bir haber
yayılmıştır. Fakat sorulsa. "Bunu kim söylediğini bilmiyoruz!"
derler. Böyle bir haberle hüküm sabit olmak şöyle dursun; onu dinlemek bile
doğru değildir.»
Ben derim ki: Bu söz güzeldir. Zahire'nin;
«Haber yayılıp tahakkuk etti mi...» sözü de bunaişaret etmektedir. Çünkü
mücerret şayi olmakla tahakkuk bulunmaz.
METİN
İki adâletlinin sözü ile otuz gün oruç
tuttuktan sonra bayram yapmak helâldir. Çünkü şahitlerin sayısı tamamdır. şayet
caiz olduğu yerde bir adâletlinin sözü ile oruç tutmuş bulunurlarsa, bayram
hilâli görünmediği halde mezhebe göre bayram yapmak helâl olmaz. İmam Muhammed
buna muhaliftir. Bunu Musannıf böyle anlatmıştır. Lâkin İbn-i Kemâl'in
Zahire'den naklettiğine göre, bayram hilâli kapalı olursa, bayram bilittifak
helâl olur. Zeylâî'de ise. «En münasibi, hava kapalı olursa helâldir; kapalı
değilse helâl olmaz.» denilmiştir.
İZAH
«Bayram yapmak helaldir.» Yani otuz birinci
akşamı hava bulutlu olursa bilittifak helaldir. Dirâye. Hulâsa ve Bezzâziye
adlı kitaplarda beyan edildiğine göre, hava açık da olsa hüküm budur.
Mecmûu'n-Nevâzil sahibi ile büyük İmam Nâsıruddin ise hava açık olursa bayramın
helâl olmayacağını sahihlemişlerdir. Nitekim İmdâd'da da böyledir. Allâme Nûh
Efendi dahi ikincisinde (yani hava açık olduğunda) bayramın bilittifak helâl
olduğunu Bedâyi, Sirâc ve Cevhere'den nakletmiş ve «Murad olan bizim üç
imamımızın ittifakıdır. Bu meselede hikâye edilen hilâf diğer bazı ulemaya
aittir.» demiştir.
Ben derim ki. El-Feyz adlı kitapta «Fetva
bayramın helâl olduğunadır.» denilmektedir. İmdâd'da nakledildiğine göre Ehli
Tahkîk'ten Kemal b. Hümâm iki kavlin arasını bularak şöyle demiştir. «Birisi
burada "Eğer ramazan hilâlinde hava açıkken iki âdilin sözü kabul edilmiş
de, gün sayısı tamamlanmışsa bayram yapamazlar; hava bulutlu iken kabul
edilmişse bayram yaparlar," derse, sözü yabana atılamaz. Çünkü ikincide
sübut hususunda ziyade kuvvet tahakkuk etmiştir. Birincide aslâ sabit olmamakta
iştirak vardır ki, bir kişinin şahitliği gibi olmuştur.»
Halebî diyor ki: «Hâsılı şevvalde hava
kapalı olursa, ramazan iki âdilin şahitliği ile sabit olmak şartı ile
bilittifak bayram yaparlar. Bu isbatta havanın açık veya kapalı olması fark
etmez. Fakat şevvalde hava kapalı değilse bazıları "mutlak surette bayram
yapılır" demiş; bazıları da mutlak surette bayram yapılamayacağını
söylemişlerdir. "Ramazanda hava kapalı olursa yine bayram yapılır; açık
olursa yapılmaz." diyenler de olmuştur.»
«Caiz olduğu yerde...» sözü kayıttır. Yani
hâkim bulutlu veya açık havada bir âdilin sözünü caiz görenlerden olup, kabul
ederse olur demektir. Fetih. Meselâ hâkim Şâfiî olur; yahut ovadan gelmek veya
şehirde yüksek bir yerde bulunmak şartı ile açık havada bir kişinin şahitliğini
kabul eden Tahâvî'nin kavli ile amel eder ki, bu kavlin tercih edildiğini
söylemiştik. Buradaki ibare de onu tercih ettirmektedir. Hidâye'nin. «Hâkim bir
kişinin şahitliğini kabul eder de oruç tutarlarsa...« ifadesi için Fetih sahibi
«Rivayet böyle mutlaktır.» demiştir.
«Mezhebe göre bayram helâl olmaz.»
Dürer'de, «O şahide tâzîr cezası verilir. Yani yalanı meydana çıktığı için
te'dîp edilir.» denilmiştir. "Lâkin İbn-i Kemâl'in..." diye başlayan
cümle, Musannıf'ın sözüne istidraktır. Musannıf, İmam Muhammed'in muhalefetini,
"bayram hilâli kapalı olduğu zaman" diye bildirmişti. Şârih diyor ki:
«Zahire'de ve keza Müctebâ'dan naklen Mi'râc'da açıklandığına göre, burada
bayramın helâl olması ittifâkîdir. Hilâf yalnız hava kapalı olmadığı halde
hilâl görülmediği zamana aittir ki, Şeyhayn'a göre bayram yapmak helâl değil;
İmam Muhammed'e göre helâldir. Nitekim bunu Şemsüleimme Hulvanî söylemiş;
Şürunbulâlî de İmdâd'da yazmıştır.»
Gâyetü'l-Beyân sahibi diyor ki: «İmam
Muhammed'in kavlinin - ki esah olan odur - vechi şudur: Bayram baştan bir
kişinin sözü ile sabit olmuş değil, başkasına tâbi olarak sübut bulmuştur. Nice
meseleler vardır ki, kasten sabit olmaz da zımnen sabit olurlar! Bayram
meselesi İmam Muhammed'e sorulduğunda; "Bayram hâkimin hükmü ile sabit
olmuştur; bir kişinin sözü ile değil" demiştir. Yani hâkim ramazan
hilâlinde bir kişinin sözü ile hüküm verince, otuz gün tamamlandıktan sonra
bayram da bu söze binaen sabit olur. Şemsüleimme. Kâfî Şerhi'nde şunları
söylemiştir: "Bu, ebe kadının nesebe şahitliği gibidir. Mezkûr şahitlik
kabul edilir; sonra bu kabul işi, mirasçı olmaya vardırır. Halbuki miras,
baştan ebe kadının şehadeti ile sabit olmaz."»
Şârih, Zeylâî'nin sözünü bir faydayı beyan
için getirmiştir. Bu fayda Zâhire'nin sözünden anlaşılmamıştır. Fayda şudur:
Hava bulutlu değilse bayram helâl değildir; zira şahidin yanıldığı meydana
çıkmıştır. Çünkü (en münasibi diye terceme ettiğimiz) "eşbeh"
kelimesi tercih bildiren kelimelerdendir. Fakat bildiğin gibi Gâyetü'l-Beyân
sahibinin sahih kabul ettiğine muhaliftir. O, İmam Muhammed'in, «bayram yapmak
helâldir» sözünü sahihlemişti. Evet İmdâd sahibi Gâyetü'l-Beyân'ın ifadesini,
«İmam Muhammed'in helâldir» sözü, "şevval ayı kapalı olduğu zamana
hamledilir" şeklinde yorumlamış; ama bu, Musannıfın naklettiği hilâf
tahakkuk ettiğine göredir. Biliyorsun ki bu hilâf tahakkuk etmemiştir. Şu halde
Gâyetü'l-Beyân'ın sözü yerinde değildir; çünkü ittifaklı bir meseleyi
tercihtir.
METİN
Kurban bayramı hilâli ile diğer dokuz ayın
hilâlleri de mezhebe göre ramazan bayramı hilâli gibidir. Hilâlin gündüz
görülmesi, mezhebe göre mutlak surette gelecek gece içindir. Bunu Haddâdî
söylemiştir.
İZAH
Yani zilhicce aynı şevval gibidir. Eğer
hava bulutlu ise, ancak iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şahitlikleri
ile sabit olur. Hava açık olursa, evvelce söylediğimiz gibi mutlak sayılarının
fazla olması gerekir. En-Nevadir adlı kitapta İmam-ı Azam'dan naklen ramazan
gibi olduğu bildirilmiş; Tuhfe'de bu sahih kabul edilmiştir. Ama zâhir mezhep
birincisidir. Hidâye ile şerhlerinde ve Tebyîn'de bu sahihlenmiştir. Demek ki
sahih kabul edilen kaviller muhteliftir. Mezhep olmak üzere birinci kavil
kuvvet bulmuştur. Bahır.
«Diğer dokuz ayın» hilâllerinde de sair
hükümlerde olduğu gibi hür, âdil olmak, had vurulmamış bulunmak şartı ile iki
erkek veya bir erkekle iki kadından başkasının şahitliği kabul edilmez. Bunu
İmam isbicâbî'nin Muhtasaru't-Tahâvî Şerhi'nden Bahır sahibi nakletmiştir. İmdad'da
beyan edildiğine göre bu aylar açık havada ramazan ve bayram gibidirler. Yani
mutlaka büyük bir cemaatla isbat edilirler. Fakat imdâd sahibi bu kavli kimseye
nisbet etmemiştir. Lâkin Hayreddin Remlî şunları söylemiştir: «Zâhire göre
dokuz ayda iki erkeğin şahitliğinin kabulü hususunda havanın açık ve kapalı
olması arasında fark yoktur. Zira kalabalık cemaatın şart koşulmasını
gerektiren illet yoktur. Bu illet, bütün cemaatın hilâli görmeye yönelmesidir.
«Sair hükümlerde olduğu gibi» denilmesi de bunu te'yîd eder. İki âdil kimse
açık havada şaban hilâlini gördüklerine şehadet ederler de şer'î olan sübut
şartları ile sabit olursa, şaban otuz gün olarak tamamlandıktan sonra ramazan
sabit olur. Ramazan açık havada olursa, o iki kişinin haberleri ile sabit
olmaz. Zira bu takdirde onun sübutu zımnî olur. Zımnen sabit olan şeylerde,
kastî olanlarda affedilmeyen affedilir.
«Hilâlin gündüz görülmesi...» Zevâlden önce
veya sonra olsun, mutlak surette gelecek gece içindir.
«Mezhebe göre» sözünden murad, İmam-ı Âzam'la
Muhammed'in kavlidir. Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «O gün, Tarafeyn'e göre
ramazanda değildir. Ebû Yusuf'a göre zevalden sonra olursa hüküm budur. önce
ise, geçen gece içindîr. O gün ramazandan olur. Şevval hilâli de bu hilâfa
göredir. Tarafeyn'e göre mutlak olarak gelecek gece içindir ve o gün ramazandan
olur. Ebû Yusuf'a göre zevâlden önce ise geçen gece içindir ve o gün bayram
günüdür. Çünkü âdeten zevalden önce hilâl görünmez; meğer ki iki gecelik ola!
Binaenaleyh ramazan hilâlinde o günün ramazandan, şevval hilalinde ise bayram
olması icap eder. Tarafeyn'egöre asıl olan, hilâlin gündüz görülmesinin itibara
alınmamasıdır. Muteber olan, güneş kavuştuktan sonra görünmesidir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.): "Hilâli gördüğünüz vakit oruç tutun! Gördüğünüz vakit
bayram edin!" buyurmuş; gerek orucun, gerekse bayramın onu gördükten sonra
olmasını istemiştir. Ebû Yusuf'un dediğinde nâssa muhalefet vardır.» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Fetih'te şöyle denilmektedir: «Hadîs-i
şerif, hilâli görmenin oruç ve bayramdan önce olmasını icap ediyor. Bundan
hemen anlaşılıp hatıra gelen, her ayın sonunda görmektir. Sahâbe, Tâbiîn ve
onlardan sonra gelenlerce bu böyledir. Otuzuncu günün zevâlden evveli' bunun
hilâfınadır. Muhtar olan Tarafeyn'in kavlidir.»
Ben derim ki: Hâsılı, hilâl meselâ cuma
günü zevalden önce görülürse, Ebû Yusuf'a göre evvelki geceye aittir. Şu mânâya
ki, bu hilâl cuma gecesi ufukta bulunmuş da kavuşmuş; sonra gündüzleyin
görünmüş sayılır. Onun gündüz görünmesi, ayın başından itibaren ikinci gecesinde
görünmüş hükmündedir. Zira bir gece evvel mevcut olmasa gündüz görülmesi mümkün
olmazdı. Ay iki günlük olmadan zevâlden önce görülemez. O halde hilâlin evvelki
geceye ait olması ile iki gecelik olması arasında zıddıyet yoktur. Çünkü gündüz
ikinci gece yerini tutmuş olur. Evvelki geceye ait olunca, adı geçen cuma günü
ayın başı olur ve ramazan ise o gün oruç tutmak; şevval ise bayram yapmak icap
eder. Tarafeyn'e göre ise hilâl mutlak surette evvelki geceye ait olamaz; o
ileriki geceye aittir. İleriki geceye ait oluşu, gündüzleyin görülmekle sabit
olmuş değildir. Zira onlara göre gündüz görünmeye itibar yoktur. Sübut bulması,
ancak gün sayısını tamamlamaktadır. Çünkü Bedâyi ve fetih'te açıklandığına
göre, hilâf sadece yevm-i şekde görüldüğündedir. O da ya şabanın otuzuncu
günüdür; yahut ramazandandır. Adı geçen cuma günü ayın otuzu ise ve hilâl
gündüz görülmüşse, Ebû Yusuf'a göre o gün ayın başıdır. Tarafeyn'e göre bu
görmeye itibar yoktur. Ayın başı cumartesi günüdür. Çünkü ay otuz günden fazla
olamaz. Bu görme bir şey ifade etmez. Şu halde ulemanın, «hilâl Tarafeyn'e göre
sonraki geceye aittir» sözü vâkıın beyanı ve «evvelki geceye aittir» sözüne
muhalefeti açıklamaktır. Demek oluyor ki ulemanın, «hilâl Tarafeyn'e göre
ileriki geceye aittir» demeleri ile «Tarafeyn'e göre hilâlin gündüz görülmesine
itibar yoktur» sözü arasında zıddıyet yoktur. Hilâf ancak yevmi şekte
görülmesindendir ki, o da otuzuncu gündür. Çünkü yirmi dokuzuncu gün görülürse,
evvelki geceye ait olacağını söyleyen yoktur ki, ayın yirmi sekiz gün olması
lâzım gelsin. Nasıl ki bunu bazı muhakkıklar söylemiştir.
«Hilâlin gündüz görülmesine itibar yoktur.»
sözü, ayın yirmi dokuzuncu günü güneşten evvel görülmesine de şâmildir. Sonra
otuzuncu gece güneş kavuştuktan sonra görülür de şer'î beyyine buna şahitlik
ederse, hâkim geceleyin görüldüğüne hükmeder. Nitekim nass-ıhadiste de
böyledir. Müneccimlerin, «Aynı günde hem sabahleyin, hem akşamleyin görülmesi
mümkün değildir.» demelerine bakılmaz. Nitekim Şâfiî Remlî'nin «Fetevâ'ş-Şems»
adlı kitabından yukarıda nakletmiştik. Keza hilâlin geceleyin görüldüğü sabit
olduktan sonra, biri çıkarak o gecenin sabahında gördüğünü iddia etse, hâkim
onun sözüne bakmaz. Nasıl baksın ki dört mezhebin imamları "Sahih olan,
hilâlin gündüzleyin görülmesine itibar yoktur! Muteber olan geceleyin
görülmesidir. Müneccimlerin sözüne de itibar yoktur!" diye açık
söylemişlerdir.
Asrın acaibindendir ki zamanımızda 1240
tarihinde şöyle bir şey olmuştur: O senenin ramazanı, şabanın yirmi dokuzuncu
gecesini takip eden pazartesi gecesi olduğu, Dimaşk Camii'nin minaresinden
hilâli gören bir cemaatın şahitlikleri ile sabit oldu. Gök yüzü bulutlu idi.
Hâkim ayı şer'î davadan sonra o cemaatın şehadetleri ile isbat etti. Derken
Şâfiîler'den biri bu isbatın akla aykırı olduğunu, doğru olmadığını çünkü
halktan birinin kendisine, hilâli adı geçen pazartesi günü gördüğünü
söylediğini iddia etti. Sonra kendi mezhebinden bir cemaatla bu hükmü bozmaya
kalkıştı. Fakat yapamadılar. Avam takımının kalplerine şüphe düşürdüler. Sonra
âlemin bayram yaptığı gün oruç tuttular; ve ikinci gün bayram yaptılar; Hattâ
kendilerine, mezhepleri âlimlerinden birisi hata ettiklerini söyledi ve
mezheplerinin açık nakillerini onlara gösterdi. Bunun üzerine bazıları özür
dileyerek bunu Hanefî mezhebine olan saygılarından yaptıklarını, Hanefîler'in
kendi mezheplerini anlamadıklarını söylediler. Şüphesiz bu özür, kabahattan
büyüktü. Çünkü bunda o açık hatayı örttürmek için din âlimlerine iftira vardı.
İşte o zaman ben de «Tenbîhü'l-Gâfil...» adlı geniş bir risale yazmaya
başladım. Bu risalede açık hata, onların irtikâb ettikleri; sahih hak ise,
kaçındıkları şey olduğunu dört mezhebin delillerini toplayarak bildirdim.
METİN
Hilâlin muhtelif memleketlerde başka başka
(zamanlarda ve yerlerde) doğması ve gündüzleyin zevâlden önce ve sonra
görülmesi, mezhebin zâhirîne göre muteber değildir. Ulemanın çoğunluğu bununla
amel etmişlerdir. Fetva da buna göredir. Bunu Hulâsa'dan Bahır nakletmiştir.
Binaenaleyh batıda yaşayanların görmesi ile doğuda yaşayanlara da hüküm lâzım
gelir. Yani kendilerince onların - yukarıda geçtiği gibi - gerektirici bir
surette gördükleri sabit olunca, hüküm hepsine şâmil olur. Zeylâî, «Muteber
sayılması daha münasiptir.» demişse de, Kemal zâhir rivayetle amel etmenin daha
ihtiyatlı olduğunu söylemiştir.
FER'İ BİR MESELE : Cemaat hilâli gördükleri
vakit ona işaret etmeleri mekruhtur. Çünkü bu cahiliyyet amellerindendir.
Nitekim Sirâciyye'de ve Bezzâziye'nin kerahet bahsinde beyan edilmiştir.
İZAH
«Muteber değildir» cümlesinin mânâsı,
onunla hüküm sabit olmaz. Oruç veya bayram vâcip oldu diye onunla hüküm
verilemez, demektir. Bilmiş ol ki; bizzat hilâlin başka başka yerlerde
doğmasında münakaşa yoktur. Şu mânâya ki, bazan iki belde arasındaki mesafe o
kadar uzak olur ki, birinde hilâl falan gece doğar, ötekinde doğmaz. Güneşin
doğuş yerleri de öyledir. Çünkü hilâlin güneş ışığından ayrılması, memleketlere
göre değişir. Hattâ güneş doğuda battığı zaman, batıda da batması lâzım gelmez.
Fecrin doğması ve, güneşin kavuşması da
böyledir. Güneş bir derece hareket ettikçe bu bir kavme fecrin doğması,
başkalarına güneşin doğması, diğerlerine batması, daha başkalarına gece yarısı
olur. Nitekim Zeylâî'de de böyle denilmiştir. Doğma yerlerinin değişmesine
sebep olan mesafe, bir aylık yol ve fâzlasıdır. Bunu Cevâhir'den naklen
Kuhistâni bildirmiştir ki, Süleyman Aleyhisselâm kıssasından alınmıştır. Çünkü
o, her gidiş ve gelişte bir iklimden diğerine geçmiştir ki, aralarında bir
aylık mesafe vardır.
Bu istidlâldeki çürüklük meydandadır.
Remlî'nin Minhâc Şerhi'nde, «Tâc-ı Tebrîzî'nin tembihine göre hilâlin başka
başka yerlerde doğması 24 fersahtan daha azda mümkün değildir. Pederim de
bununla fetva vermiştir. En güzeli bunun tahdîdî olmasıdır. Nitekim buna da
fetva vermiştir.» denilmektedir. Bellenmelidir.
Hilâf şu mânâya değişik yerlerde
doğmasındadır: Her yer halkına, kendi hilâllerinin doğmasını itibara almak
vâcip midir? Kimseye başkasının hilâli ile âmel lâzım gelmez mi? Yoksa ayrı
ayrı hilâl görülmeleri itibara alınmayıp, ilk görülen hilâl ile amel vâcip midir?
Meselâ doğuda cuma gecesi, batıda cumartesi gecesi görülse, doğudakilerin
gördüğü hilâl ile batıdakilere de amel vâcip olur mu? Bazıları, «Herkes kendi
gördüğü hilâl ile amel eder.» demişlerdir. Zeylâî ile Feyz sahibi bu kavle
itimat etmişlerdir. Şâfiîler'e göre sahih olan da budur. Çünkü her cemaat
kendilerince sabit olanla muhataptır. Nitekim namaz vakitlerinde de hüküm
budur. Dürer sahibi de bunu te'yîd etmiş; evvelce geçtiği vecihle «yatsı ile
vitir namazının vakti olmayan yerlerde, bu namazlar vâcip olmazlar» demiştir.
Fakat zâhir rivayet ikincisidir. Bize ve Mâlikîler'le Hanbelîler'e göre itimat
edilen kavil budur. Çünkü «Hilâli görürseniz oruç tutun!» hadisinde, hitâp
mutlak olarak hilâli görmeye umumî bir şekilde taalluk etmiştir. Namaz vakitleri
böyle değildir. Bu meselenin tam açıklaması, adı gecen risalemizdedir.
T E M B İ H : Hac bahsinde ulemanın
sözlerinden anlaşılıyor ki, hacda hilâlin muhtelif görülmesi muteberdir. Başka
bir yerde hilâlin oradan bir gün evvel görüldüğü anlaşılsa, hacılara bir şey
lâzım gelmez. Acaba bu hacı olmayanlar için kurban hakkında da söylenebilir mi?
Bunu bir yerde görmedim. Ama zâhire bakılırsa, evet söylenebilir. Çünkühilâlin
muhtelif beldelerde başka başka zamanlarda doğması, oruçta vücup mutlak olarak
hilâlin görülmesine bağlandığı için itibara alınmamıştır. Bu, kurbanın
hilâfınadır. Zâhire göre kurban, namaz vakitleri gibidir. Her cemaata kendi
gördüğü ile amel vâciptir. Binaenaleyh başkaları hilâli ayın on üçünde görseler
bile, onlar on ikisinde gördülerse o gün kurban kesmeleri kâfidir. Allah'u
a'lem.
«Gerektirici bir surette.» Meselâ iki
şahidin hilâli gördüklerine; yahut filân hâkimin hüküm verdiğine şahitlik
etmeleri veya haberin yayılması gibi hüküm icabedecek bir surette sabit olursa,
hüküm hepsine şâmil olur. Ama; «falan yer ahalisi hilâli görmüşler» diye haber
vermeleri bunun hilâfınadır. Hüküm icabetmez. Çünkü hikâye etmekten ibarettir.
H.
«İşaret etmeleri mekruhtur.» Zâhirine
bakılırsa, görmeyenlere göstermek için bile olsa mekruhtur. Buradaki kerahet
tenzîhî görünüyor. T. Allah'u a'lem.
METİN
Umumiyetle fukahaya göre gıybet de öyledir.
Zeylâî. Lâkin Mülteka sahibi onu kan aldırmakla bir saymış, Bahır sahibi dahi
şüpheden dolayı bu kavli tercih etmiştir.
Oruç kefâreti, kitapla sabit olan zıhâr
kefareti gibidir. Yalnız bu sünnetle sabittir. Bundan dolayı bunu ona
benzetmişlerdir. Sonra kefaret ancak geceden niyetlenir ve mecbur edilmiş
olmazsa; sonradan kefâreti ıskat eden hastalık ve hayız gibi bir ârıza da
bulunmazsa vâcip olur.
ÎZAH
«Gıybet de öyledir.» Yani kefaret icabeder.
Çünkü onunla orucu bozmak kıyasa aykırıdır. Gerçi: "Üç şey oruçlunun
orucunu bozar." hadisinde gıybet de zikredilmişse de, bu hadis bilittifak
"sevabı kalmaz" diye te'vîl edilmiştir. Kan aldırma hadisi böyle
değildir. Zira ulemadan Evzâî ve İmam Ahmed gibi bazı zevât onun zâhiri ile
amel etmişlerdir. Gıybet hakkında Zâhiriyye taifesinin muhalefeti itibara
alınmamıştır. Çünkü bu muhâlefet, geçmişte Selef onu söylediğimiz şekilde
te'vîl ettik'ten sonra çıkmıştır. Fetih. Hâniyye'de şöyle deniliyor: «Bazıları,
bununla kan aldırma birdir dediler. Fakat umumiyetle ulema ona herhalde kefaret
lâzım geldiğini söylemişlerdir; çünkü ulema hadisin zâhiri ile amelin terkine
ittifak etmişler ve, "Bununla Peygamber (s.a.v.) ahiret sevabını
kastetmiştir: Bu hususta muteber bir kavil yoktur. Bu bir zandır; bir delile
dayandığı yoktur. Binaenaleyh bir şüphe meydana getiremez" demişlerdir.»
Sirâc'da da buna benzer sözler vardır. Fetih'te dahi Bedâyi'den naklen böyle
denilmiş; Hidâye sahibi ile şârihleri kesinlikle buna kail olmuşlardır. Rahmetî
diyor ki: «Gıybet hakkında hadis ve fetva şüphe sayılmayınca, bıyık yağlamanın
uzak kalacağı evleviyetle sabit olur.»
Ben derim ki: Onun için Fetih sahibi
Bedâyi'den naklen ikisini müsavi saymıştır. Mebsût'tan naklen Mi'râc sahibi de
öyle yapmıştır.
«şüpheden dolayı» biliyorsun ki icmaa
muhalif olan bir şey, şüphe doğurmaz. Amel ekseri fukahanın kavline göredir.
Allah'u a'lem.
"Oruç kefâreti zıhâr kefâreti
gibidir." Yani evvelâ köle âzâd eder. Köle bulamazsa iki ay peşi peşine
oruç tutar. Buna da gücü yetmezse 60 fakiri doyurur. Delili, altı hadis
kitabındaki meşhur A'râbî hadisidir. Kefaret orucu tutan kimse orucu bırakırsa
- özürden dolayı bile bıraksa -yeniden başlar. Bundan yalnız hayız özrü
müstesnadır. (Onda yeniden başlamak yoktur; devam eder.) Kâtil kefaretinde dahi
peş peşe devam şarttır. Köle âzâdı meşru olan her kefaretin hükmü böyledir.
Nehir. Bu meselenin ferîlerinin tamamı Bahır'dadır. Yine orada beyan edildiğine
göre, kefaretin vâcip olması hususunda erkekle kadın, hür ile köle ve sultanla
başkası arasında fark yoktur. Onun için Bezzâziye sahibi şu meselede
câriyeyeoruç vâcip olduğunu açıklamıştır: «Câriye fecrin doğduğunu bildiği
halde sahibine "doğmadı" diye haber verir de o da kendisi ile cima'da
bulunursa, sahibine oruç vâcip değil fakat câriyeye vaciptir.» Şunu da
kaydetmiştir: Sultana zengin olduğu halde helâl malından kefaret vermek lâzım
gelir de kimseye üzerinde bir hak da bulunmazsa, "köle azâd eder" diye
fetvâ verilir. Ebû Nasr Muhammed b. Selâm, «iki ay oruç tutar diye fetva
verilir; çünkü kefaretten maksat, vazgeçirmektir. Sultana bir ay oruç tutmayıp
bir köle âzâd etmek kolay gelir; binaenaleyh vazgeçirme hasıl olmaz.» demiştir.
«Bundan dolayı bunu ona benzetmişlerdir.»
Yani zıhâr kefâreti kitapla, oruç kefareti ise sünnetle sabit olduğu için, oruç
kefâretini zıhâr kefaretine benzetmişlerdir. Çünkü zıhâr kefareti kitapla sabit
olduğundan, daha kuvvetlidir, T. Bunun muktezâsı, oruç kefaretini inkâr edenin
kâfir olması, zıhâr kefâretini inkâr edenin küfre nisbetinden daha aşağı
olmasıdır. Bunu şu da te'yîd eder: Fetih'te beyan edildiğine göre, Saîd b.
Cübeyr oruç kefaretinin neshedildiğini söylemiştir.
TEMBİH: Bu teşbihte oruç kefaretinin her
yönden zıhar kefâreti gibi olması lâzım gelmediğine işaret vardır. Zira zıhâr
kefâreti esnasında kadına yaklaşmak mutlak surette tetâbu'u zincirini keser;
yani ister kasten, ister unutarak olsun gece veya gündüz cimada bulunmak, peşi
Peşine tutma, sırasını bozar; zira âyet vardır. Fakat oruç ve kâtil kefaretinde
böyle değildir. Onlarda tetâbu'u yalnız özürlü veya özürsüz yiyip içmek bozar.
Düşün! Bu makamda bazı kimselerin ayakları kaymıştır. Remlî. Kuhistânî'de de
buna benzer sözler vardır. 'özürsüz" sözü ile hayızdan başkalarını murad
etmiştir. Hasılı: Oruç kefaretinde cima tetâbu'u kesmez. İster geceleyin
kasten, ister gündüzün unutarak yapsın sırayı bozmaz. Zıhâr kefaretinde ise
bozar.
«Geceden niyetlenirse.» Yani muayyen bir
niyetle başlarsa vâcip olur. Zira evvelce geçtiği vecihle bunlarda Şâfiî'nin
muhalefeti vardır. Bu, kefaretin düşmesi için bir şüphedir.
«Mecbur edilmiş olmazsa» yani velev cima'a
olsun. Nitekim evvelce geçti. Kadın kocasını cima'a mecbur etse bile kefâret
icabetmez. Fetva buna göredir. Zahîriyye'de bildirilmiştir. İhtiyar'da bunun
aksine olarak. "Zorlayan kadın olursa her ikisine kefaret vâcip
olur." denilmiştir. Nitekim Bahır'ın bazı nüshalarında beyan edilmiştir.
«Hastalık ve hayız gibi bir arıza
bulunmazsa» yani mukim olarak geceden niyetlendikten sonra orucunu bozar da
kendi taksiri olmaksızın hastalık ve hayız gibi Allah'tan bir mâni ârız
olmazsa, kefaret vâcip olur.
METİN
Kendini yaralamak sureti ile hasta olan
veya zorla sefere götürülen kimse hakkında ihtilâf olunmuştur. Mutemet kavle
göre kefâret lazımdır. Sıtmaya tutulmak veya hayız görmek âdetiolan kimse ve
düşmanla harp edeceğini kesinlikle bilen kimseler oruçlarını bozarlar da o özür
meydana gelmezse, mutemet kavle göre kefâret sâkıt olur.
Bir kimse birkaç defa orucunu bozar da
birincisi için kefaret vermemiş bulunursa, ona bir kefaret kâfidir. İmam
Muhammed'e göre velev ki iki ramazanda olsun. İtimat bu kavledir. Bezzâziyye.
Müctebâ ve diğer kitaplar.
Bazıları fetva için, "Eğer oruç
cimâ'dan başka bir şeyle bozulmuşsa, kefâret birbirinin içine girer. Aksi
takdirde girmez," demeyi tercih etmişlerdir. Bir kimse özürsüz kasten
âşikâre oruç yerse öldürülür. Tamamı Vehbâniyye şerhindedir.
İZAH
«Mutemet kavle göre kefaret lâzımdır.»
Çünkü bu iş kulun fiilidir. Şârih burada "lâzımdır" diyeceğine
'kefaret sâkıt olmaz" dese daha iyi olurdu. Çünkü kefaret zaten lâzımdı.
Hilâf, sâkıt olup olmayacağı hususundadır. Seferi "zorla" diye
kayıtlaması, orucu bozduktan sonra isteyerek sefer ettiği takdirde bütün
rivayetlere göre kefaret lâzım geleceği içindir. Ama sefere çıktıktan sonra
bozarsa kefaret vâcip olmaz. Nehir. Yani fecirden sonra yola çıkarsa, orucu
bozması haram olursa da kefaret gerekmez. Nitekim ileride gelecektir. Adet
sahibi ile çarpışacağını yüzde yüz bilen kimse oruçlarını bozarlar da bekledikleri
olmazsa, mutemet kavle göre kefaret sâkıt olur. Bunu Bezzaziye sahibi böyle
sahihlediği gibi, Câmiu's-Sağir Şerhi'nde Kâdıhân da sıtma ve hayız âdeti olan
hakkında sahihlemiş; bunu, güneş battı zannı ile iftar edip de batmadığı
anlaşılan hale benzetmiştir. şürunbulâlî de aynı yoldan yürümüştür.
Fakat bu kavil Bahır'da beyan edilene
aykırıdır. Orada şöyle denilmiştir: "Kadın hayız günüm geldi zannı ile
iftar eder de hayız görmezse, en münasibi ona kefaret vacip olmasıdır. Nitekim
bir kimse hastalık günümdür diye iftar etse kefaret icab eder." Ben Bahır
üzerine yaptığım derkenarda şöyle yazdım: "ikinciyi 'müşebbehün bih'
yapması bilittifak olduğu içindir. Hayız meselesi böyle değildir. Onun hakkında
ulema ihtilâf etmişlerdir. Sahih olan kavil vâcip olmasıdır. Nitekim
Tatarhâniyye sahibi bunu yapmıştır." Onun içindir ki Sirâc ve Feyz
sahipleri her iki meselede kefaret lâzım geldiğini kesinlikle söylemişlerdir.
Hâsılı bu iki meselede sahih olan kavil
hakkında ihtilâf edilmiştir. Ama düşmanla çarpışacağını yüzde yüz bilenden
kefaretin düşeceği hakkında kimsenin hilâf zikrettiğini görmedim. Aralarındaki
fark - Câmiulfusûleyn'de beyan edildiğine göre - şudur: Harp evvelâ orucu
bozmayı gerektirir; tâ ki kuvvet kazansın. Hastalık öyle değildir.
«Birincisi için kefaret vermemişse» bir
kefaret kâfidir. Fakat vermişse zâhir rivayete göre bir daha vermek icabeder.
Zira birinci ile vazgeçmediği anlaşılmıştır. Bahır.
«itimat bu kavledir.» Bahır sahibi bunu
Esrâr'dan nakletmiştir. Ondan önce Cevhere'den deşunu nakletmiştir: "Bir
kimse iki ramazanda cima yapsa iki kefaret vermesi icabeder. Zâhir rivayete
göre velev ki birinci için kefaret vermemiş olsun. Sahih olan budur."
Ben derim ki: Gördüğün gibi tercih
muhteliftir. İkinci kavil zâhir rivayet olmakla kuvvet bulmaktadır.
«Aksi takdirde girmez.» Yani iki gün
tekrarlanan oruç bozma işi cima ile olursa, kefaret birbirinin içine girmez.
Velev ki birinci gün için kefaret vermemiş olsun. Zira cinayet büyüktür. Onun
için şâfiî bununla kefareti vâcip görmüş; yiyip içmekle vâcip görmemiştir.
«Tamamı Vehbâniyye şerhi'ndedir.»
Vehbâniyye sahibi manzum olarak şöyle demiştir: "Bir insan kasten ve
alenen yer de, bu hususta bir özrü bulunmazsa, öldürülmesi emredileceği
söylenir." şurunbulâlî diyor ki: «Bunun sureti şudur: özrü olmayan bir
kimse kasten âşikâre oruç yerse öldürülür. Çünkü dinle alay etmiştir. Yahut
dinden olduğu bizzarure sübut bulan bir şeyi inkâr etmiştir. Böylesinin
öldürülmesi ve buna emir verilmesi helâl olduğunda hilâf yoktur. şu halde
müellifin "söylenir" demesi za'f icabetmez.» H.
METİN
Kusacağı kalkar da kusmuk çıkar, fakat geri
dönmezse, ağız dolusu olsun olmasın mutlak surette orucu bozulmaz, - fiili ile
olmaksızın -kendiliğinden geri dönerse, oruçlu olduğunu hatırlamakla beraber
ağız dolusu bile olsa İmam Muhammed'e göre bozulmaz. Ebû Yusuf buna muhaliftir.
Kusmuğunu yahut onun nohut kadarını veya daha fazlasını - ki bunu Haddâdî
söylemiştir - geri çevirirse, ağız dolusu olduğu takdirde bilittifak orucu
bozulur; fakat kefaret lâzım gelmez. Aksi takdirde bozulmaz. Muhtar olan budur.
Şayet oruçlu olduğunu hatırladığı halde kasten kusarsa, ağız dolusu olduğu
takdirde mutlak surette bilittifak orucu bozulur. Daha az olursa Ebû Yusuf'a
göre bozulmaz. Sahih olan budur. Lâkin zâhir rivayet, imam Muhammed'in kavli
gibi bozduğunu ifade eder. Nitekim Fetih'te Kâfî'den naklen beyan edilmiştir.
İZAH
«Kusacağı kalkarsa...» meselesi yirmi dört
surete ayrılır. Şöyle ki: O kimse ya kendiliğinden kusar; yahut kendini
kusturur. Bunların her biri ya ağız dolusu olur; yahut olmaz. Bu dört kısımdan
her biri ya çıkmış da geri dönmüştür; yahut o kimse kendisi döndürmüştür. Bu
suretlerin herbirinde ya oruçlu olduğunu hatırlar; ya hatırlamaz. Esah kavle
göre bu suretlerin hiç birinde oruç bozulmaz. Yalnız kusmuğunu kendisi geri
çevirir veya kendini kusturursa, ağız dolusu olmak ve hatırlamak şartı ile
bozulur. Mülteka Şerhi.
«Ağız dolusu» ifadesini Musannıf mutlak
söylemiştir. Binaenaleyh bir yerde dağınık olup toplansa, ağız dolusu olacak
kusmuğa da şâmil' dir. Nitekim Sirâc'da beyan edilmiştir.
«İmam Muhammed'e göre bozulmaz.» Doğrusu
budur. Çünkü kendi fiilî yoktur. Sûretenorucun bozulması, yani yutmak da
yoktur. Keza manen bozulma dahi yoktur. Zira onunla insan beslenmez. Bilâkis
nefis ondan iğrenir. Bahır.
«Yahut nohut kadarını geri çevirirse...»
ifadesi ile Şârih şuna işaret etmiştir: Aslı ağız dolusu olduktan sonra,
hepsini geri çevirmekle, bir kısmını çevirmek arasında fark yoktur. Haddâdî
Sirâc'da şunları söylemiştir: «Hilâfın esası şudur: Ebû Yusuf ağız dolusu kusmayı
itibara almaktadır. İmam Muhammed ise fiili muteber tutmuştur. Sonra ağız
dolusu kusmuğa dışarı çıkmış hükmü verilmiştir. Daha az olursa çıkmış değildir.
Çünkü onu zaptetmek mümkündür. Hilâfın faydası dört meselede meydana çıkar.
Birincisi; kusmuk ağız dolusundan az olur da geri dönerse; yahut ondan nohut
kadar bir parça geri dönerse, bilittifak oruç bozulmaz. Ebû Yusuf'a göre
bozulmaması, dışarı çıkmadığı içindir; zira ağız dolusundan azdır. İmam
Muhammed'e göre ise kendi fiili ile dönmediği için bozulmaz. İkincisi; kusmuk
ağız dolusu olur da onu, yahut ondan nohut kadar bir parçayı veya fazlasını
geri çevirirse bilittifak oruç bozulur. Çünkü dışarı çıkmış; onu kendisi
midesine indirmiştir. Bir de ortada fiil vardır. Üçüncüsü; kusmuk ağız
dolusundan az olur da onu, yahut bir miktarını geri çevirirse, İmam Muhammed'e
göre orucu bozulur; zira fiil vardır. Ebû Yusuf'a göre bozulmaz; çünkü ağız
dolusu değildir. Dördüncüsü; kusmuk ağız dolusu olur da kendiliğinden geri
döner; yahut nohut kadarı veya daha fazlası midesine dönerse, Ebû Yusuf'a göre
orucu bozulur; çünkü ağız dolusudur. İmam Muhammed'e göre bozulmaz; çünkü fiil
yoktur. Sahih olan da budur.»
Bizim meselemiz "geri çevirirse"
meselesidir ki, bu dörtten, ikinci ile üçüncü kısımdır. Bunların birincisi ittifâkîdir.
Musannıf'ın; "Bilittifak orucu bozulur," dediği budur. İkincisi
ihtilâflıdır. Musannıf'ın; "Aksi takdirde bozulmaz." dediği de budur.
Bu iki meselede bütün kusmuğu geri çevirmekle, bir kısmını çevirmek arasında
fark yoktur. Anla!
«Aksi takdirde bozulmaz.» Yani kusmuk ağız
dolusu olmaz da onun hepsini veya bir kısmını geri çevirirse, Ebû Yusuf'a göre
orucu bozulmaz. Bu söz, yukarıdaki "Nohut kadar kusmuğu geri çevirirse
bilittifak orucu bozulur." ifadesine aykırı değildir. Çünkü yukarıdaki
sözü, kusmuk ağız dolusu olduğuna göre idi ve dışarı çıkmış hükmünde idi; ağız
onu zaptedemiyordu. Dışarı çıkmış hükmünde olan bir kusmuğun bütününü geri
çevirmekle bir kısmını çevirmek arasında fark yoktur. Kusmuk ağız dolusu
olmazsa iş değişir. Çünkü içeride imiş hükmündedir; kendisi geri çevirmedikçe
bozmaz. Velev ki onun nohut kadarını kendi fiili ile çevirmiş olsun. Bu
izahattan anlaşılır ki, Şârih'in söylediği doğrudur. Hiçbir vecihle hatası
yoktur. Anla!
«Muhtar olan budur» cümlesinin yerine
Hâniyye'de "Sahih olan budur." denilmiştir. Ulemadan birçokları bu
kavli sahihlemişlerdir. Remlî. "Oruçlu olduğunu hatırladığı halde"
ifadesi ile şârih Gâyetu'l-Beyân sahibinin sözünü redde işaret etmiştir. O
şöyle demiş: «Şüphesiz isteyerek kusmakla birlikte "kasten" sözünü
zikretmek te'kîd içindir. Çünkü isteyerek kusmak ancak kasıtla olur.» Bu reddin
hâsılı şudur: Kasıttan murad, orucu hatırlamaktır; kusmuğu hatırlamak değildir.
Bu kayıt unutarak yaptığı hali tariften çıkarmaktadır. Çünkü o orucu bozmaz.
Bunu Bahır sahibi söylemiştir. T.
Hâsılı şudur: "Kasıt" kelimesini
zikretmesi, oruçlu olduğunu hatırlayarak bozmayı kastetmeyi beyan içindir.
İsteyerek kusmak bunu ifade etmez; o kasten kusmayı ifade eder.
«Mutlak surette» yani kusmuk kendi kendine
dönsün veya onu döndürsün döndürmesin bilittifak orucu bozulur. H. Fetih sahibi
diyor ki: "Burada kusmuğun dönmesini veya geri çevrilmesini fer'î mesele
yapmak doğru değildir. Çünkü o kimse bunlardan önce mücerret kusmukla orucunu
bozmuştur."
«Daha az olursa...» Yani kusmuk geri
dönmez, o da döndürmezse bozulmaz demektir. Buna delil, Musannıf'ın aşağıda
gelen: "Kendiliğinden dönerse" sözüdür. «Sahih olan budur.» Fetih
sahibi, "Bunu Kenz Şerhi'nde Zeylâî sahîhlemiştir." demiştir. Ebû
Yusuf'un kavli de budur.
METİN
Kusmuk kendiliğinden dönerse orucu
bozulmaz. Oruçlu geri çevirirse, bu hususta iki rivayet vardır. Bunların esah
olanına göre oruç bozulmaz. Muhît.
Bütün bunlar yemek veya su yahut safra veya
kan kustuğuna göredir. Balgam kusarsa mutlak surette bozmaz. Ebû Yusuf buna
muhaliftir. Kemal ve başkaları onun kavlini beğenmişlerdir.
Bir kimse dişlerinin arasındaki eti yerse,
nohut kadar veya daha çok olduğu takdirde orucunu yalnız kaza eder. Doha az
olursa orucu bozulmaz. Meğer ki onu ağzından Çıkarıp tekrar yemiş olsun. Bu
takdirde oruç bozulsa da kefaret lâzım gelmez. Çünkü nefis bundan iğrenir.
Dışarıdân susam tanesi kadar bir şey yemek orucu bozar. Esah kavle göre kefaret
de lâzım gelir. Meğer ki ağzında dağılacak şekilde çiğnemiş ola. Ama tadını
boğazında duyarsa orucu bozulur. Nitekim yukarılarda geçmişti. Kemal bu sözü
beğenerek» "Çiğnediği her az şeyde esas budur." demiştir.
İZAH
«Kusmuk kendiliğinden dönerse orucu
bozulmaz.» Bu Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü dışarı çıkmamıştır; şu halde içeri
girmek de tahakkuk etmez. Fetih. Yanı ağız dolusundan az olan şeye
"çıkmış" hükmü verilmez. Nasıl ki geçmişti.
«İki rivayet vardır.» Bunlar da Ebû
Yusuf'tandır. İmam Muhammed'e göre bu meseleyi kurmak doğru olmaz. Sebebi
yukarıda geçti.
T E M B İ H : Bir kimse bir mecliste birkaç
defa isteyerek ağız dolusu kussa orucu bozulur. Birkaç mecliste olursa
bozulmaz. Keza bir sabahleyin, bir günün yarısında, bir de akşama doğru kusarsa
yine bozulmaz. Hızane'de böyle denilmiştir. Temizlik bahsinde geçmişti ki, imam
Muhammed sebebin bir olmasına bakar; meclisin bir olmasına itibar etmez. Lâkin
bu Onun kavline göre burada mümkün değildir. Bahır'ın ifadesi buna muhaliftir.
Çünkü İmam Muhammed'e göre ağız dolusundan az ile oruç bozulur. Şu halde
Hızane'nin ifadesi Ebû Yusuf'un kavline göredir. Bunu Nehir sahibi söylemiştir.
«Kan kustuğuna göredir.» Anlaşıldığına göre
'kan' dan murad, pıhtılaşmış kandır. Yoksa bu kanla dişlerinin arasından çıkan
kan arasında ne fark olabilir! Bu bâbın başında geçtiği vecihle, dişlerinin
arasından çıkan kan, tükrükten çok veya ona müsavi olursa; yahut tadını
duyarsa, yutulduğu vakit orucu bozar.
"Balgâm"dan murad, göğüsten
çıkandır. Baştan inenin orucu bozmadığında hîlâf yoktur. Nitekim abdesti
bozmadığında da hilâf yoktur. Şurunbulâliyye'de böyle denilmiştir. Bu kelimeyi
mutlak zikrettiğine göre, balgam ağız dolusu olsun olmasın, kendiliğinden geri
dönsün dönmesin orucu bozmaz. Bu mutlak bırakmanın ve keza orucu abdeste kıyas
etmenin sahih olup olmadığını Allah bilîr. Araştırılmalıdır' H.
«Balgam kusarsa mutlak surette bozmaz.»
Yani ister kussun, ister kendisini kustursun, kusmuk ağız dolusu olsun veya
olmasın, kendiliğinden geri dönsün veya dönmesin fark etmez. Ama bu tlak da söz
götürür. Düşün! H.
«Ebû Yusuf buna muhaliftir.» Ona göre
isteyerek ağız dolusu balgam kusarsa orucu bozulur. H. «Kemal onun kavlini
beğenmiş» ve «Ebû Yusuf'un bu kavli daha kuvvetli, Tarafeyn'in
"bozmaz" demeleri ise daha güzeldir. Çünkü orucun bozulması ancak
içeri giren bir şeye kasten kusmaya bağlanmış; temizliğe pisliğe bakılmamıştır.
Binaenaleyh balgamla başkasının arasında fark yoktur. Abdestin bozulması bunun
gibi değildir.» demiştir. Bahır, Nehir ve şurunbulâliyye sahipleri de onu
tasdik etmişlerdir. Şârih'in, "ve başkaları" sözünden muradı budur.
Çünkü bu zevât onu tasdik edince, beğendiler demektir. Kemal b. Hümam'ın,
"Çünkü orucun bozulması ancak içeri giren bir şeye veya kasten kusmaya
bağlanmıştır." sözü de Şurunbulâliyye ile Şârihimizin mutlak olan
ifadeleri hakkında arzettiğimiz görüşü te'yîd etmektedir. Hidâye'nin ta'lîli
iyice anlaşıldıktan sonra düşünülsûn. H.
«Nohut kadar...» diyen Sadruşşehîd'dir.
Debbûsî, "tükrüğün yardımına hacet kalmaksızın yutulabilen" diye
takdir etmiş; Kemal de bunu beğenmiştir. Zira orucu bozmaya mâni korunulması
kolay olmayan şeydir. Bu da tükrükle kendiliğinden akıp gidendir. Kasten içeri
sokulan da değildir.
"Meğer ki ağzında dağılacak şekilde
çiğnemiş ola!" Zira dişlerine yapışır da midesine bir şeygitmez ve
tükrüğüne tâbi olur. Mi'râc. "Esas budur." Yanı tadını boğazında
hissetmektir.
METİN
İbadetlerde "fâsit oldu" demekle
"bâtıl oldu" demek birdir. Oruçlu bir kimse gerek farz, gerekse
nâfile oruçta, sahih kavle göre niyetten önce veya sonra unutarak yer, içer
veya cinsî münasebette bulunursa orucu bozulmaz. Meğer ki hatırlatıldığı halde
hatırlayamaya! O şahıs kuvvetli ise, halini gören kendisine hatırlatır. Değilse
hatırlatmaz. Kul haklarında unutmak özür değildir.
İZAH
Burada müfsit (yani orucu bozan şeyler) iki
kısımdır: Birisi yalnız kaza icabeder; diğeri hem kaza, hem kefâret gerektirir.
Orucu bozmayan şeyler de iki kısımdın Birinin fiili mübah; diğerinin fiili
mekruhtur.
İbadetlerde "fesat" ve
"butlan" kelimeleri aynı mânâya gelirler (ve ikisi de bozulmayı ifade
ederler). Muamelelerde ise farklıdırlar. Eğer bir muamelenin eseri, o muamele
üzerine meydana gelmezse bâtıldır. Meydana gelir de şer'an bozulması gerekirse
fâsit, gerekmezse sahihtir. H. Bu şöyle açıklanır: Bir kimse ölü bir hayvanı
satsa, burada muamelenin eseri olan milk meydana gelmez. Ama fâsit bir şartla
bir köle satsa da teslim etse, müşteri o köleye fâsit olarak mâlik olur; bu
akdi bozmak vâciptir. Köleyi şartsız satarsa, ona sahih akitle mâlik olur.
«Unutarak yerse...» cümlesinden murad,
orucu unutmaktır. Zira o kimse yemeyi, içmeyi ve cinsî münasebeti bilerek
yapar. Mi'râc.
«Niyetten önce veya sonra...» meselesini
Şârih, Vehbâniyye Şerhi'nden alarak evvelce «Bir mükellef ramazan veya bayram
hilâlini görür de sözü reddedilirse...» dediği yerde Vehbâniyye'ye tebean
yevm-i şekte öğleye kadar bekleyen hakkında tasvir etmişti. Çünkü o günün
ramazandan olduğu anlaşılırsa, unutarak yiyip içen kimse oruçlu mânasındadır.
Sonra oruca niyet ederse, unutması tasavvur olunabilir; oruç için beklediğini
unutmuştur. Nâfile oruca niyet eden böyle değil dir. O niyetlenmeden yerse,
unutmuş sayılmaz. Kaza ve kefâret oruçlarında dahi böyledir. Evet, ramazanın
edâsı ile nezr-i muayyen oruçlarında unutma tasavvur olunabilir. Bu meselede
Şârihimizin «sahih kavle göre» demesi, bazılarına göre orucu sahih
olmadığındandır. Sirac sahibi kesinlikle buna kail olmuş, Şurunbulâliyye sahibi
de ona uymuştur. İbn-i Vehbân, manzûmesinde her iki kavilden de bahsetmiş;
fakat birinci kavlin sahih olduğunu bildirmiştir. Bahır ve Nehir sahipleri de
Onu tasdik etmişlerdir. Binaenaleyh mutemet olan kavil odur.
«Meğer ki hatırlatıldığı halde
hatırlayamasın.» Yani unutarak yer de, oruçlu olduğunu birisi hatırlattığı
halde hatırlayamayarak yemeye devam ederse, sahih kavle, göre orucu bozulur.
Bazıları bozulmayacağını söylemişlerdir. Zahiriyye. Çünkü diyanet ve taatlarda,
bir kişininhaberi makbuldür. O kimsenin hâli düşünmesi gerekirdi; kendisine
hatırlatılmıştı. Bahır.
Ben derim ki: Lâkin o kimseye kefâret
yoktur. Muhtar kavil budur. Nitekim Nisâp'tan naklen Tatarhâniyye'de böyle
denilmiştir. Bu meseleyi İmam Ebû Yusuf'a nisbet ederler. Kuhistânî, unutmakla
mutlak surette orucun bozulacağını da Ona nisbet etmiştir. Fakat başkasının
nisbet ettiğini görmedim. İleride bunu reddedecek söz gelecektir.
«O şahıs kuvvetli ise...» Yani zaafa
düşmeden orucu tamamlamaya kudreti varsa, hatırlatmak lâzımdır. Terki, tahrîmen
mekruh olur. Şayet oruçtan zayıflar da, tutmadığı takdirde sair ibadetleri
yapabilirse, hatırlatmayabilir. Fetih. Diğer kitaplarda «Evlâ olan ona
hatırlatmamaktır.» denilmiştir. Zeylâî'nin burada "genç" ve
"ihtiyar" tabirlerini kullanması, ekseriyetle vukua göredir. Sonra bu
tafsilâtı birçok kitaplar yapmıştır. Vâkıât'tan naklen Sirâc'da ise, «Muhtar
olan kavle göre mutlak surette hatırlatır.» denilmiştir. Nehir.
Şeyhinden naklen Halebî diyor ki: «Uyuyarak
namaz vaktini geçirmek de, unutarak oruç yemek gibidir. Çünkü her ikisi haddi
zatında günâhtır. Nitekim ulema; sabah namazına kalkamayacağından korkan
kimsenin, gece muhabbeti yapmasının mekruh olduğunu açıklamışlardır. Lâkin
unutan veya uyuyan kimse kâdir olmadıkları için onlardan günâh sakıt olmuştur.
Ama onların hallerini bilen kimsenin unutana hatırlatması, uyuyanı uyandırması
vâciptir. Ancak zayıf olursa, acıyarak orucu hatırlatmayabilir.»
«Kul haklarında unutmak özür değildir.»
Yani fiili üzerine hüküm terettüp eder. Meselâ emanet bırakılan bir şeyi yerse
öder. Ama âhirette muahaze cihetinden özürdür; günâhı yoktur. Nitekim Allah
haklarında böyledir. Fakat hüküm cihetinden bakılır: Eğer hatırlatıcı bir yerde
ise, sebep de yoksa, kusur ettiği için sâkıt olmaz. Namazda olan kimsenin bir
şey yemesi bu kabildendir. Zira namaz hâli hatırlatıcıdır. Yemeye sebep olacak
uzun zaman da geçmemiştir. Ama ilk oturuşta selâm vermesi, oruçlu iken bir şey
yemesi böyle değildir. Bunlarda günâh sâkıttır. Çünkü sebep vardır; o da
selâmın yeri olan oturuştur. Yemeye sebep olan uzun zaman da vardır;
hatırlatıcı yoktur. Hayvan keserken besmeleyi terk etmek de böyle değildir.
Çünkü kesme hâli hatırlatıcı değil, ürkütücüdür. Sebep de yoktur. Binaenaleyh
burada da günâh sâkıt olur. Bu satırlar ziyade edilerek Bahır'dan alınmıştır.
METİN
Boğazına toz duman veya sinek kaçarsa,
hatırladığı halde bile istihsanen orucu bozulmaz. Çünkü bundan korunmanın
imkânı yoktur. Bundan şu anlaşılır ki, boğazına dumanı kendisi çekerse orucu
bozulur. Hangi duman olursa olsun hüküm budur. Velev ki hatırlayarak öd veya
amber çeksin. Çünkü bundan korunmak mümkündür. Dikkat edilmelidir. Nitekim
Şurunbulâlî izah etmiştir.
Yağ sürünür, sürme çekinir veya kan aldırırsa,
boğazında tadını duysa bile orucu bozulmaz. Öper de meni gelmezse veya ihtilâm
olursa: yahut bakmakla menisi gelirse, velev kadının fercine tekrar tekrar
bakmış olsun veya düşünmekle menisi gelirse, velev ki uzun zaman düşünsün orucu
bozulmaz. Mecma.
Ağzını çalkaladıktan sonra ıslaklık kalır
da onu tükrükle yutarsa orucu bozulmaz. Nasıl ki ilâç tadı duymak ve helile
emmek böyledir. şeker gibi şeyler bunun hilâfınadır. Suyun kulağa girmesi de
orucu bozmaz. Muhtar kavle göre velev ki kendi fiili ile girsin. Nitekim
kulağını bir çöple kaşıyıp, kirlenmiş olarak çıkarır da sonra tekrar kulağına
sokarsa orucu bozulmaz. Velev ki bunu defalarca yapsın.
ÎZAH
«İstihsasen orucu bozulmaz.» Kıyasa göre
sinek girmekle bozulmalı idi. Çünkü orucu bozan bir şey midesine girmiştir.
Velev ki toprak ve ufak taş gibi yenilmeyen bir şey olsun. Hidâye.
«Çünkü bundan korunmanın imkânı yoktur.» Şu
halde toz ve toprağa benzer; bunlar, ağız yumulunca burundan girerler. Nitekim
Fetih'te beyan edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, boğazına toz girmesine mâni
olabilirse, mani olmadığı takdirde orucu bozulur. Şurunbulâliyye.
«Dumanı kendisi çekerse...» Nasıl çekerse
çeksin orucu bozulur. Velev buhuruna durarak içine çeksin. Bunu oruçlu olduğunu
hatırlayarak yaparsa orucu bozulur. Çünkü ondan korunma imkânı vardır. Bundan
insanların çoğu gâfildir. Bunun gül veya gül suyu, yahut misk koklamakla bir
olduğu sanılmamalıdır. Zira misk ve benzeri bir şeyle karışıp güzel kokan hava
ile kasten midesine inen dumanın birbirinden" farkı olduğu açıktır. İmdâd.
Tütün içmenin hükmü de bundan anlaşılır. Şurunbulâli bunu Vehbâniyye Şerhi'nde
şu sözleri ile manzum olarak anlatmıştır: «Tütünü satmak ve içmekten men
edilir. Oruçta onu içen şüphesiz iftar etmiş olur. Şayet faydalı zannederse
kefâret vermesi de lazım gelir.»
«Boğazında tadını duysa bile orucu
bozulmaz.» Yani "sürme veya yağın tadını duysa bile" demek istiyor.
Nitekim Sirâc'da izah edilmiştir. Keza tükürür de renkli olduğunu görürse, esah
kavle göre bozulmaz, Bahır. Nehir sahibi diyor ki: «Çünkü onun boğazında
bulunan, mesâmelerden giren eserdir. Mesâmeler bedenin aralıklarıdır. Orucu
bozan şey ise, ancak giriş yollarından girendir. Zira ittifaklı bir meseledir
ki, bir kimse yıkanır da karnında serinlik hissederse orucu bozulmaz. Gerçi İmam-ı
Âzam oruçlunun suya girmesini ve ıslak elbise ile sarınmasını mekruh görmüşse
de; bu, orucu bozar diye değil, ibadette bıkkınlık gösterdiği içindir. İleride
gelecek ki, sürme ile yağın hiçbiri mekruh değildir. Kan aldırmak da öyledir.
Meğer ki zayıf düşürerek oruca mâni olsun.»
Ağızı çalkaladıktan sonra kalan ıslaklığı,
Fetih ve Bedâyi sahipleri boğaza duman ve toz kaçmasına benzetmişlerdir. Bundan
şu anlaşılır ki, burada illet, korunma imkânıbulunmamasıdır. Ama suyu ağzından
attıktan sonra tükürmeyi şart koşmak gerekir. Çünkü su tükrükle karışır da sırf
ağzından atmakla çıkmaz. Fakat tükürmekle mübalâğa şart değildir. Zira suyu
attıktan sonra kalan sırf bir ıslaklık ve rutubetten ibarettir. Ondan
korunmanın imkânı yoktur. Bezzâziye'nin sözünü bu söylediğimize yormak gerekir.
Orada «Ağzını çalkaladıktan sonra su kalır da, onu tükrükle yutarsa orucu
bozulmaz. Çünkü bundan korunmak imkânsızdır.» denilmiştir.
«Nasıl ki ilâç tadı duymak da böyledir.»
Yani ilâcı döver de kokusunu boğazında hissederse orucu bozulmaz. Bunu Zeylâî
ve başkaları söylemişlerdir. Kuhistâni'de ise «İlâçların tadını ve ıtır
kokularını boğazında hissederse orucu bozulmaz. Nitekim Muhit'te beyan
edilmiştir.» denilmiştir.
«Helile emmek de böyledir.» Yani helile
denilen nebatı çiğner de tükürüğü boğazına kaçar; parçasından bir şey midesine
inmezse orucu bozulmaz. Tatarhâniyye ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir.
«Velev ki kendi fiili ile girsin.» Hidâye
ve Tebyîn sahipleri bu kavli benimsemişler; Muhit sahibi bu kavli
sahihlemiştir. Valvalciyye'de bu kavlin muhtar olduğu bildirilmiştir. Hâniyye
sahibi ise tafsilâta giderek demiştîr ki: «Su kendisi girerse bozmaz, fakat o
şahıs akıtırsa sahih kavle göre bozar. Çünkü içeriye onun fiili ile işlemiştir.
Burada bedenin salâhı itibara alınmaz. Bu sözün benzeri Bezzâziye'dedir. Fetih,
Burhân ve Şurunbulâliye sahipleri de bunu daha açık bulmuşlardır.» Kısaltılarak
alınmıştır.
Hâsılı kulağa yağ akıtmakla bilittifak oruç
bozulur. Su kaçmakla bilittifak bozulmaz. Akıtılırsa bozulup bozulmayacağı ihtilâflıdır,
Nûh.
METİN
Dişlerinin arasındaki yemek kırıntısı
nohuttan ufaksa, onu yutmakla oruç bozulmaz; çünkü tükrüğüne tâbidir. Aşağıda
geleceği vecihle nohut kadar olursa bozar. Dişlerinin arasından kan çıkar da
boğazına kaçarsa, yani midesine varmazsa oruç bozulmaz. Midesine ulaşırsa, kan
daha fazla yahut tükrüğe müsâvî olduğu takdirde bozar. Aksi takdirde bozmaz.
Meğer ki tadını duymuş ola! Bezzâziye. Musannıf bu kavli beğenmiştir. Ekseri
ulema da bununla amel etmişlerdir. İleride gelecektir.
Ok ile yaralanır da içeri işlerse, içinde
kalsa bile orucu bozulmaz. Nasıl ki derin yaraya taş konulsa; yahut ok öbür
taraftan çıksa bozulmaz. Fakat demiri içeride kalırsa bozulur.
İZAH
Metindeki «Dişlerinin arasından kan çıkar
da boğazına kaçarsa.» İfadesi, kan tükrükten çok olsa bile orucu bozmayacağını
gösterir. Vecîz sahibi bu kavli sahihlemiştir. Nitekim Sirâc'da da bildirilmiş
ve «Bunun vechi, âdeten ondan korunmaya imkân bulunmamasıdır. Binaenaleyh
dişlerinin arasında kalan kırıntı ile mazmazanın eseri gibi olmuştur.
Sayrâfi'nin izâh nâmındaki Kitabında böyledir.» denilmiştir. Bu kavil ekser-i
ulemanın tafsilâtı benimsemesine aykırı olduğu için şârihimiz Musannıf'a uyarak
metindeki sözü «midesine varmazsa» diye yorumlamış; ekser-i ulemaya muhalefet
göstermemeye çalışmıştır.
Ben derim ki: Ramazanda diş çıkartan ve
kanı gündüzün midesine inen kimsenin hükmü de bundan anlaşılır. O kimse uykuda
bile olsa kazası vâcip olur. Meğer ki fark yapılarak «Bundan korunmaya imkân
yoktur; binaenaleyh kendiliğinden geri dönen kusmuk gibi olur.» denile!
Araştırmalıdır.
"Musannıf bu kavli beğenmiştir."
Yani bu hususta Vehbâniyye Şerhi'ne uymuştur. Orada şöyle denilmiştir:
«Bezzâziye'de beyan olunduğu vecihle, tükrük fazla olduğu surette orucun
bozulmaması kaydı, tadını duymadığına göredir. Bu kayıt güzeldir»
«İleride gelecektir.» Gelecek olan,
Musannıf'ın beğendiği kavildir ki, şöyle diyecektir: «Dışarıdan susam tanesi
kadar bir şey yemek orucu bozar. Meğer ki ağzında dağılıp bitecek şekilde
çiğnemiş olsun! Ancak boğazında tadını duyarsa yine bozar.»
«İçinde kalsa bile.» Yani demiri içinde
kalsa bile orucu bozulmaz. Bu kavli ulemadan bir cemaat sahih bulmuşlardır ki,
onlardan biri de Kâdıhân'dır. Câmi-i Sağîr Şerhi'nde şöyle demiştir: «Demiri
içeride kalırsa ne hüküm verileceğini Kudûrî zikretmemiştir. Bu hususta ulema
ihtilâf etmişler; bazıları "Dübürüne, kaybolacak şekilde bir çubuk soksa
nasıl bozarsa, bu da orucu bozar" demiş, bir takımları bozmayacağını
söylemişlerdir ki, sahih olan da budur. Çünkü o kimseden fiil bulunmamıştır.
Bedeni ıslâh edecek bir şey de içeri işlememiştir.»
Hâsılı orucun bozulması ya kendi fiili ile
olmasına, yahut bedeninin ıslâhına bağlıdır. Giren şeyin içeride kalması da
şarttır. Binaenaleyh dübüre çubuk girer de kaybolursa oruç bozulur. Zira hem
fiil, hem de içeride kalma vardır. Çubuk içeride kaybolmazsa bozulmaz; çünkü
içeride kalmamıştır. Zorla sokulur veya uyurken girerse yine oruç bozulur. Zira
bunda o kimsenin vücuduna yarar vardır. Nitekim gelecektir.
«Nasıl ki derin yaraya» birisi tarafından
taş konsa, orucu bozulmaz; çünkü kendi fiili değildir. Vücuduna bundan bir
yarar da yoktur. Ama yaraya ilâç akıtmak böyle değildir. Nitekim gelecektir.
«Fakat demiri içeride kalırsa bozulur.» Bu
hüküm iki kavilden birine göredir. Zira ok demiri ile mızrak demiri arasında
fark yoktur. Fethu'l-kadir'de, bunlarda hilâf devam ettiği ve ulemadan bir
cemaata göre orucun bozulmaması sahih kabul edildiği açıklanmıştır. Zeylâî her
iki kavlin sahih olduğunu kesinlikle söylemiştir. Bundan anlaşılır ki Şârihimiz
burada ikilemiş; evvelâ «içinde kalsa bile oruç bozulmaz» demiş; sonra
mukabilini alarak «demir içeride kalırsabozulur» ifadesini kullanmıştır. .
METİN
Dübürüne çubuk ve benzeri bir şey sokar da
bir tarafı dışarıda kalırsa oruç bozulmaz. Fakat tamamen kayboluncaya kadar
batırırsa bozulur. Keza bir odun çöpü veya iplik yutarsa, hüküm yine budur.
Velev ki iplikte bağlı bir lokma bulunsun. Ancak ondan bir parça ayrılırsa
bozulur. Bunun ifade ettiği mânâ şudur: Orucun bozulması için, vücuda giren
şeyin orada kalması şarttır. Bedâyi. Dübürüne veya kadının fercine kuru olarak
parmağını sokarsa orucu bozulmaz; yaş olarak sokarsa bozulur. Kadın, fercine
pamuk parçası sokarsa, iyice kaybolduğu takdirde orucu bozulur. Bir kısmı
dışarıda kalırsa bozulmaz. Taharetlenirken fazla mübalâğa göstererek hukne
yerine ulaşırsa oruç bozulur. Ama bu pek az başa gelir; gelirse büyük bir derde
sebep olur.
Cimâ eden kimse, o halde unutmuş olup
hatırladığı anda ve keza fecir doğarken aletini çıkarırsa, orucu bozulmaz.
Velev ki çıkardıktan sonra menisi gelsin. Çünkü bu ihtilâm olmak gibidir. Biraz
durur da menisi gelirse, kıpırdamadığı takdirde orucunu yalnız kaza eder.
Kendisini hareket ettirirse, hem kaza, hem kefâret lâzım gelir. Nitekim aletini
çıkarır da tekrar sokarsa, yine kaza ve kefâret lâzım gelir.
İZAH
«Odun çöpü veya iplik yutarsa» boğazında
kaybolduğu takdirde orucu bozulur; kaybolmazsa bozulmaz. «Orada kalması»ndan
murad, kaybolmasıdır. Kaybolmaz da bir tarafı dışarıda kalır, yahut dışarıdaki
bir şeye ekli bulunursa bozulmaz. Çünkü kaybolmamıştır.
«Yaş olarak sokarsa bozulur.» Çünkü içeride
ıslaklıktan bir şey kalır. Ama bu, sözün devamından da anlaşılacağı vecihle,
parmağını hukne aletinin yerine kadar batırdığına göredir. Tahtâvî diyor ki:
«Bunun yeri oruçlu olduğunu hatırladığı zamandır. Hatırlamazsa bozulmaz.
Nitekim Zâhidî'den naklen Hindiyye'de beyan edilmiştir.» Fethu'l-Kadîr'de şöyle
denilmiştir: «Bir kimsenin dübürü çıkar da onu yıkarsa, kurulanmadan kalktığı
takdirde orucu bozulur. Kurulanırsa bozulmaz. Çünkü su dışına rastlamış; sonra
içeri işlemeden Kurumuştur.»
«Hukne yeri» dübürün bağırsaklara ilâç
şırınga edildiği yerdir. Bazı nüshalarda bu kelimenin yerine «Mihrane» yani
şırınga aleti denilmiştir. Yani taharetlenirken su, şırınga aletinin dayandığı
yere varırsa oruç bozulur.
«Ve keza fecir doğarken...» Yani fecirden
önce kasten cimâ'a başlar da, fecir doğarken bırakırsa orucu bozulmaz.
«Kendini hareket ettirirse» menisi indiği
vakit hem kaza, hem kefâret lâzım gelir. "Menisigelirse" diye
kayıtlanması, kefâret lâzım gelmek içindir. Kitabımızın şârihi, burada
kefâretin vâcip olacağını kesin" olarak ifade etmiştir. Halbuki Fetih ve
diğer kitaplarda hiçbiri tercih edilmeksizin iki kavil zikredilmiştir. Halebî,
kitabımızın sözüne itirazla, "Kefaretin vâcip olması aşağıda gelecek şu
meseleye aykırıdır: Bir kimse unutarak yer veya cima ederse, ona mezhebe göre
kefâret yoktur. Çünkü İmam Mâlik'in muhalefeti bir şüphe doğurmuştur. Ona göre
unutarak yer veya cimâ ederse oruç bozulur." demiştir.
Ben derim ki: Muhalefetin vechi şudur:
Unutarak cimâ ettikten sonra kasten yemekle kefâret vâcip olmayınca, unutarak
cimâ ettikten sonra hatırlayıp biraz durduktan ve kendini hareket ettirdikten
sonra vâcip olmaması evleviyette kalır. Çünkü hareket ettirmekle orucun bozulması,
ancak bunun yeni bir cimâ gibi olmasındandır. Cimâ, yemek gibidir. Unutarak
cimâ ettikten sonra kasten yer veya kasten cimâ ederse kefâret lâzım gelmez.
Kendini hareket ettirdiği zaman da evleviyetle lâzım gelmez. Lâkin bu mesele
fecrin doğması meselesine aykırı değildir. Evet, o meselede de kefâret lâzım
gelmediğini Bedâyi'nin şu mutlak ifadesi dahi te'yid eder: "Orucun
bozulmaması, hatırladığı vakit, yahut fecir doğduğu zaman aletini çıkardığına
göredir. Çıkarmazsa ona kaza lâzım gelir. Zâhir rivayete göre kefâret lâzım
değildir. İmam Ebû Yusuf'tan, yalnız fecrin doğması meselesinde kefâret vâcip
olacağı rivayet edilmiştir. Çünkü cimâ'a başlayış kastî idi. Cimâ'ın başı sonu
hep birdir. Kastî cimâ, kefâreti icabeder, Hatırlama halinde kefâret yoktur. Zâhirin
vechi şudur: Kefâret ancak orucu bozmakla vâcip olur. Bu ise oruç var olduktan
sonradır. Cimâ'a devam etmesi, orucun vücuduna mânidir. O halde bozması da
imkânsızdır; kefâret de yoktur."
Bu gösterir ki, hatırlama halinde kefâretin
vâcip olmaması ittifakîdir. Çünkü başlangıcı kastî değildir. O bir fiildir;
kendisine şüphe girmiştir. Bir de bildiğin gibi bunda İmam Mâlik'in muhalefeti
şüphesi vardır. Hilâf ancak fecrin doğması meselesindedir. Zâhir rivayeti
açıkladığı ifade, kendini hareket ettirmesi ile ettirmemesi arasında fark
olmadığını gösteriyor. Şu da var ki, Hindiyye'nin naklinde Bedâyi'nin ibaresi
düşmüştür.
«Nitekim aletini çıkarır da tekrar
sokarsa...» Yani bunu her iki meselede yaparsa kaza ve kefâret lâzım gelir.
Zira Hulâsa'da "Hatırladığı vakit çıkarır da sonra tekrarlarsa kefâret
vâcip olur. Fecir meselesinde de öyledir." denilmektedir. Lâkin hatırlama
meselesinde kefâret vâcip' olmamak gerekir. Zira biliyorsun ki Mâlik'in
muhalefeti şüphesi vardır. İhtimal buradaki hüküm, Mâlik'in şüphesini itibara
almayan diğer kavle göredir.
METİN
Hatırladığı vakit, veya fecir doğarken
lokmayı ağzından atarsa orucu bozulmaz. Şayet ağzından çıkarmadan yutarsa
kefaret vermesi gerekir. Ağzından çıkardıktan sonra yutarsa kefâret lâzım
gelmez. Fercden başka bir yere cimâ ederse, yani iki necaset yolundan başka,
göbek ve uyluk gibi bir yere cimâ eder de menisi inmezse orucu bozulmaz. Eli
ile meni getirmek de böyledir. Velev ki "Elini nikâh eden mel'undur."
hadisinden dolayı tahrîmen mekruh olsun. Ama zinadan korkarsa, üzerine bir
vebal olmaması ümit edilir.
İZAH
«Ağzından çıkardıktan sonra yutarsa,
kefâret lâzım gelmez.» Çünkü bundan iğrenir. Esah olan kavil budur. Nitekim
Muhit'ten naklen Vehbâniyye Şerhi'nde beyan edilmiştir. Yine o kitapta
Zahiriyye'den naklen, "Eğer soğumadan yutarsa kefâret verir; soğuduktan
sonra yutarsa vermez." denilmiştir. İbn-i Fadıl'dan rivayet olunduğuna
göre, kendi lokmasını yutarsa kefâret lâzım, başkasının lokmasını yutarsa lâzım
değildir.
Ben derim ki: Esah kavil için "çünkü bundan
iğrenir" diye ta'lilde bulunmak, soğumakla kayıtlamaya delâlet eder.
Böylece ikinci kavil ile birleşir. Zira fukaha, "Sıcak lokmayı ağzından
çıkardıktan sonra âdeten yiyebilir. Ondan iğrenmez." demişlerdir. Lâkin bu
söz, kefâreti icab eden gıda, tabiatın meylettiği ve iştihanın giderildiği
yiyecek olduğuna göredir. Bedene yararlı olduğuna göre değildir. Şârihimiz az
ileride bu ikinci şıkka itimat etmiştir. Bu hususta söz edilecektir. Fetih'te
beyan edildiğine göre, oruçlu bir kimse dişlerinin arasında kalan nohut kadar
veya daha fazla eti yerse, İmam Züfer'e göre kefâret lâzım gelir; Ebû Yusuf'a
göre lâzım gelmez. Çünkü tabiat bundan iğrenir. Binaenaleyh toprak mesabesinde
olur. Bundan sonra Fetih sahibi şunları söylemiştir: "Tahkik şudur ki, başa
gelen vakıalara fetva verecek kimsenin mutlaka bir nevi ictihadda bulunması ve
insanların hallerini bilmesi gerekir. Malûmdur ki, kefâret tam cinayet ister.
Artık fetva verecek zât, sual sahibinin haline bakar. Eğer tabiatını bundan
iğrenir bulursa Ebû Yusuf'un kavli ile; iğrenmez bulursa Züfer'in kavli ile
amel eder."
«Menisi inmezse orucu bozulmaz.» Fakat
inerse sadece orucunu kaza eder; kefâret lâzım gelmez. Nitekim ileride
Musannıfımız bunu söyleyecektir. Fetih sahibi diyor ki: "İki kadının
birbirine erkeklerin yaptığını yapmaları fercden başka bir yere cimâ
hükmündedir. Hiçbirine kaza lâzım gelmez. Ancak menisi inerse kaza lâzımdır.
Kefâret lazım değildir."
«İki necaset yolundan başka...» Bu sözle
Şârih Fethu'l-Kadîr'in şu ifadesine işaret etmiştir: "Fercle, ön ve arddan
her birini kastetmiştir. O halde fercden başkası uyluk ve göbeğe cimâdır."
Yani 'ferc' kelimesi lügat itibarı ile 'dübüre' şâmil değildir; velev ki hükmen
şâmil olsun. El-Muğrib sahibi diyor ki: "Dil âlimlerinin ittifakı ile, erkek
ve kadının önüne ' ferc ' denir. Ama ' ön ve ' ard ' (dübür) kelimelerinin
ikisi de ferctir." Yani "hüküm birdir" demek istiyor.
«El ile meni getirmek de böyledir.» Yani
orucu bozmaz. Fakat bu meni gelmediğine göredir. Meni gelirse kaza icabeder.
Nitekim Şârih bunu ileride açıklayacaktır. Muhtar olan kavilbudur. Lâkin
buradaki sözünden, meni gelse de oruç bozulmayacakmış mânâsı anlaşılıyor ki,
makbul kavil değildir.
«Ama zinâdan korkarsa...» sözü, zâhire göre
bir kayıt değildir. Bilâkis zinâdan kurtulmak ancak bununla olacaksa, yapılması
vâcip olur. Çünkü daha hafiftir. Burada Feth'in ibaresi şöyledir: "Şehveti
galebe çalar da onu teskin için yaparsa cezalanmaması umulur."
Mi'râcü'd-Dirâye'de şu ziyade vardır: "İmam Ahmed'den ve eski kavline göre
Şâfiî'den rivayete göre bu hususta ruhsat vardır. Fakat yeni kavline göre
haramdır. Erkeğin menisini, karısının veya câriyesinin, eli ile indirmesi
caizdir." Şârihimiz Hudûd bahsinde Cevhere'den naklen el ile meni
getirmenin mekruh olduğunu söyleyecektir. Ama ihtimal bundan murad, keraheti
tenzîhiyyedir. Binaenaleyh Mirac'ın "caizdir" demesine aykırı
değildir.
Sirâc'da şöyle denilmektedir: «Bununla
kalbi meşgul edecek derecede fazla olan şehveti teskin etmek ister de,
evlenmemîş bekâr olur, câriyesi de bulunmazsa; yahut bulunur da bir özürden
dolayı ona yaklaşamazsa, Ebulleys, "Böylesine bir vebal olmayacağını
umarım!" demiştir. Ama şehvetini celbetmek için yaparsa günahkar olur.»
Burada bir şey kalıyor ki, o da şudur:
Acaba günahın illeti, hadisin ifade ettiği gibi cüz ile istifade midir? Ulema
bunu "el ile" diye kayıtlamışlarsa da, bir kimse âletini meselâ kendi
uylukları arasına sokarak menisini indirse aynı hükme girer mi? Yoksa illet
meniyi israf etmesi ve özrü yokken haksız yere şehveti coşturması mıdır? Bu
hususta bir şey açıklayan görmedim. Zâhire bakılırsa bu sonuncusudur. Çünkü
karısının eli ile meni indirmesinde ve benzerinde de meniyi israf vardır. Ama
mübahtır. Nitekim uyluk ve göbekle meni indirmek de böyledir. Eli ile veya
benzeri bir şeyle meni getirmek böyle değildir.
Şu izaha göre bir kimse âletini duvara veya
onun gibi bir şeye sokarak menisini indirse; yahut eline bir sargı dolayarak
hararetine mânı olmak sureti ile bu işi eli ile görse yine günahkâr olur. Bu
söylediğimize Zeylâî'nin ifadesi de delâlet eder. Zeylâî bu işin helâl
olmadığına; "Onlar ki iffetlerini korurlar." âyeti kerimesi ile
istidlâl etmiş ve "Cimâ için ancak zevce ile câriyeden istifade mübah
kılınmıştır." demiştir. Bu da, bu ikisinden başka kazay-ı şehvet için helâl
bir şey olmadığını gösterir. Benim anladığım budur, Allah'u a'lem.
METİN
Bir kimse tenasül âletini bir hayvana veya
ölüye sokar da meni gelmezse; yahut hayvanın fercine dokunur veya onu öper de
menisi inerse; yahut âletinin içine su veya yağ akıtırsa orucu bozulmaz.
Mezhebe göre velev ki mesâneye ulaşsın. Fakat kadının fercine akıtılırsa
bilittifak orucunu bozar; çünkü şırınga gibidir. Cünüp olarak sabahlamak orucu
bozmaz. Velev ki bütün gün cünüp kalsın. Gıybet etmek de bozmaz.
İZAH
«Meni gelmezse» orucu bozulmaz. Fakat menisi
gelirse yalnız kazası lâzım gelir. Nitekim ileride gelecektir.
«Karısını öper de menisi inerse» orucu
bozulmaz. Menisi inmezse evleviyetle bozulmaz. Menisi indiğinde orucunun
bilittifak bozulmayacağını Zeylaî ve başkaları nakletmişlerdir. İmdâd sahibi
bunu, el ile meni indirme meselesinin karşısında müşkil saymıştır.
Ben derim ki: Fark şudur: El ile meni
indirme meselesinde, doğrudan doğruya âletini kullanmak vardır. Öpme
meselesinde ise âletini kullanmadan meni inmiştir. Bu izaha göre asıl şudur: Orucu
bozan cimâ'ya sûreten cimâ'dır. Bu açıktır. Yahut yalnız ma'nen cimâ'dır ki,,
bundan murad, âletini ferc olmayan bir şeye yahut âdeten şehvetlenilmeyecek bir
ferce dokundurmak veya adeten şehvetlenilen bir yere âletinden başka bir uzvu
ile dokunmaktır. El ile veya uyluk yahut göbekle meni indirmede, âleti ile ferc
olmayan bir şeye dokunma vardır. İki kadının sürtüşmesinde de öyledir. Çünkü bu
da ferci ferce dokundurmaktır. Ferci ferce sokmak değildir. Hayvana veya ölüye
cimâ'da, fercini âdeten şehvetlenilmeyen bir ferce dokundurmakla meni inmiştir.
insana dokunmak veya öpmekle meni gelmesi meselesinde, şehvet duyulan bir yere
cimâ âletinden başka bir uzuvla dokunmak vardır. Fakat hayvana dokunmakla veya
hayvanı öpmekle meninin gelmesinde cimâ mânâlarından hiçbiri yoktur.
Binaenaleyh o, bakmakla veya hatırlamakla meni getirmek gibi olur. Onun için de
bilittifak orucu bozmaz. Fettâh ve Alîm olan Allah'ın feyzinden bana zâhir olan
budur!
«Mezhebe göre» ifadesinden murad, Ebû
Hanîfe'nin kavlidir. İmam Muhammed de daha ziyade onunla beraber görünüyor. Ebû
Yusuf "orucu bozar" demiştir. Buradaki ihtilâf, mesâne ile karın
arasında bir menfez bulunup bulunmadığına göredir. Tahkike göre bu ihtilâf
değildir. Öyle anlaşılıyor ki karına giden bir menfez yoktur. Sidik, süzülmek
sureti ile mesânede toplanır. Doktorlar böyle demektedirler. Bunu Zeylâî
söylemiş, şunu da ifade etmiştir: "Akıtılan su veya yağ âletin kanalında
kalırsa, bilittifak orucu bozmaz." Bunda şüphe yoktur. Bununla Hızâne'den
naklettiği: "Şayet âletine pamuk tıkıştırır da pamuk görünmez olursa orucu
bozulur." iddiası bâtıl olur. Çünkü illet her iki tarafa göre karın
boşluğuna ulaşıp ulaşmamasıdır. Bu da menfez bulunup bulunmadığına göredir.
Lâkin bu dübüre ve ferce tıkıştırılan pamuğun da orucu bozmamasını iktiza eder.
Bundan kurtuluşa çare yoktur. Meğer ki bunlara giren şeyi tabiatın içeri
çektiği isbat edile! Giren şey artık mûtâd Pislikle beraber çıkar. Meselenin
tamamı Fetih'tedir.
Ben derim ki: En yakın kurtuluş çaresi
şöyle demektir: Dübürle dahili ferc karın boşluğundandır. Zira aralarında perde
yoktur. Şu halde onlar karın hükmündedir. Ağızla burunun da karın boşluğu ile
aralarında perde yoksa da, şeriat sahibi onları oruçta dış âzası saymıştır. Bu,
erkeklik organının borusuna benzemez. Zira mesânenin Tarafeyn kavline
göremenfezi yoktur. Ebû Yusuf kavline göre varsa da sidik kanalına bitişik olan
diğer menfez kapalıdır. O ancak sidik çıkarken açılır. Binaenaleyh sidik
kanalına karın boşluğu hükmü verilemez.
«Kadının fercine akıtılırsa bilittifak orucunu
bozar.» Bazıları ihtilâflı olduğunu söylemişlerse de birinci kavil esahtır.
Bunu Mebsût'tan naklen Fetih sahibi söylemiştir.
METİN
Burnuna sümük iner de içine çeker ve
boğazına kaçarsa, kasten bile çekse orucu bozulmaz. Velev ki burnunun ucuna inmiş
olsun. Nitekim konuşurken dudakları tükrükten ıslanır da yutarsa; yahut tükrüğü
iplik gibi çenesine akar da kesilmeyerek onu içine çekerse orucu bozulmaz.
Sümüğü atmaya kudreti olan kimse hakkında imam Şâfiî buna muhaliftir.
Binaenaleyh ihtiyat gerekir. Ağzı ile bir şey tadarsa, mekruh olsa da oruç
bozulmaz. Keza ipliği tükrüğü ile büker de tekrar tekrar ağzına sokarsa orucu
bozulmaz. Velev ki iplikte tükrük düğümü kalmış olsun. Ancak iplik boyanmış
olur da rengi tükrükte belli olursa, bilerek yuttuğu takdirde bozulur. İbn-i
Şıhne bunu nazma çekmiş ve şöyle demiştir:
"İpliği bükerken tekrar tekrar ağzına
sokarak ıslarsa zarar etmez." "Bazılarından rivayete göre tükrüğü
bundan sonra yutarsa zarar eder."
"Ve iplikte rengi çıkan boya gibi
olur."
İZAH
«Velev ki burnunun ucuna inmiş olsun.» Bu
cümleyi Şurunbulâliyye sahibi ulemanın mutlak olan şu sözlerinden alarak
söylemiştir: "Bir kimse ağzından uzayıp çenesine inen ve kesilmeyen
tükrüğünü içine çekerek yutsa orucu bozulmaz." Zahiriyye'de de şöyle
denilmiştir: "Keza ağzından çıkan tükrüğü ve burnundan çıkan sümüğü içine
çekerse orucu bozulmaz." Bundan sonra şöyle devam edilmiştir: "Lâkin
Kınye'nin sözü buna muhaliftir. Orada; sümük burnunun ucuna inse fakat
görünmese, sonra onu çekerek içeriye ulaşsa orucu bozulmaz, denilmiştir."
Yani bozulmamak görünmezse diye kayıtlanmıştır.
«Binaenaleyh ihtiyat gerekir.» Çünkü hilâfa
riayet menduptur. Bu faydaya İbn-i Şıhne tembihte bulunmuştur. İfade ettiği
mânâ şudur: Bir kimse öksürerek boğazından kopan balgamı yutarsa bize göre
orucu bozulmaz. Şurunbulâliyye sahibi, "Ben bunu görmedim ama ihtimal
sümük gibidir," demiş; sonra şunları söylemiştir: "Bilâhare bunu
Tatarhaniyye'de buldum. Deniliyor ki: îbrahim'e balgam yutmanın hükmü soruldu
da şöyle cevap verdi: Ağız dolusundan az olursa bilittifak bozmaz. Ağız dolusu
olursa Ebû Yusuf'a göre orucu bozulur. Ebû Hanîfe'ye göre bozulmaz."
Şârihimiz de bunu kusmuk bahsinde anlatacaktır.
«Tekrar tekrar ağzına sokarsa...» Yani
iplik bükmek ister de onu tükrüğü ile ıslatır ve tekrartekrar ağzına sokarsa
orucu bozulmaz. Velev ki tükrüğün düğümü iplikte kalsın. Zendevistî'nın
Nazmında ise "bozar" denilmiştir. Kınye'de de öyledir. Zâhiriyye
sahibi birinci kavli Şemsüleimme Hulvânî'den nakletmiş; sonra şunları
söylemiştir: "Zendevistî'nin beyanına göre ipliği büker de tükrüğü ile
ıslatır ve sonra tekrar ağzına sokarsa, o tükrüğü yuttuğu takdirde orucu
bozulur."
Sonra anlaşılıyor ki Şemsüleimme'den
nakledilen kavil, tükrüğü yutmakla kayıtlıdır. Aksi takdirde "orucu
bozulmaz" diye tembihte bir fayda kalmaz. Onun sözü Nazım'da açıklanan
mânâya yorumlanmıştır. Binaenaleyh Zahiriyye sahibinin muradı; o mutlakın bu
mukayyete yorumlanacağını anlatmaktır. Bunların ikisi bir meseledir. Vehbâniyye
Şerhi'nde buna muhalif olarak bunlar iki mesele kabul edilmiş; birincisi
tükrüğünü yutmadığına; ikincisi yuttuğuna yorulmuştur. Zira o zaman aslâ hilâf
kalmaz. Nitekim bu açıktır. Ama bu, Kınye ile Zahiriyye'den anlaşılana
aykırıdır.
«Zarar eder.» Yani orucu bozulur. Çünkü
ağzından çıkarması, sarkmış tükrüğün kopması mesabesindedir. Şurunbulâlî'nin
Şerhi'nde böyle denilmiştir. T.
«Ve iplikte rengi çıkan boya gibi olur.»
Yani oruç bozulur. Bunda hilâf yoktur.
METİN
Hata ederek orucunu bozarsa, meselâ ağzını
çalkalarken boğazına su kaçar veya uyurken su içer; yahut tan yeri ağarmadı
zannı ile sahur yemeği yer, cimâ ederse, ya da zorla veya uyurken boğazına bir
şey akıtılırsa sadece kaza eder. "Hata kaldırılmıştır" hadisine
gelince: Ondan murad, günahın kaldırılmasıdır. Tahrir adlı kitapta beyan
edildiğine göre, biz Hanefîlerce hatadan dolayı muâheze aklen caizdir.
Mu'tezîle fırkası buna muhaliftir. Unutarak yer veya cimâ eder, yahut ihtilâm
olursa; yahut bakmakla menisi iner veya kusacağı kalkar da 'orucum bozuldu '
zannı ile kasten yerse sadece kaza eder; çünkü şüphe vardır.
İZAH
Musannıf orucu bozmayan şeyleri anlattıktan
sonra, burada yalnız kaza icabeden halleri beyana başlamıştır.
"Hata eden"den murad: Kasten
yaptığı bir fiille orucu bozulan, fakat bunu bozma kastı ile yapmayan kimsedir.
Bunu Fetih'ten naklen Nehir sahibi söylemiştir.
«Boğazına su kaçarsa» oruçlu olduğunu
hatırlamak şartı ile orucu bozulur. Hatırlamazsa bozulmaz. Zira hatırlamadan su
içse orucu bozulmaz; burada bozulmaması evleviyette kalır. Bedâyi'de
bildirildiğine göre bazıları; "Üç defa ağzını çalkalarsa bozulmaz; fazla
çalkalarsa bozulur." demişlerdir.
«Veya uyurken su içerse» orucu bozulur.
Burada şöyle denilebilir: Uyuyan kimse hata etmiş değildir. Çünkü o fiili
kasten yapmamıştır. Evet, Nehir'de açıklandığına göre, zorlananlauyuyan, hata
eden gibidir. Ama o unutan gibi değildir. Zira uyuyanın veya aklı başından
giden kimsenin kestiği yenmez. Ama besmeleyi unutan kimsenin kestiği yenir.
Bunu Haniyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Rahmetî diyor ki: "Bunun
mânâsı şudur: Unutmak, besmeleyi terk hususunda özür sayılmıştır. Uyku ve
delilik bunun gibi değildir. Keza unutmak, oruçlunun bir şey yemesi hususunda
özür sayılır. Çünkü nâdir başa gelen bir şey değildir. Hayvan kesmek, uyurken
oruç bozmak ve delirmek ise nâdir başa gelen şeylerdir. Onun için unutmaya
katılmamışlardır."
«Tan yeri ağarmadı zannı ile sahur yemeği
yer, cimâ ederse...» cümlesinden anlaşılıyor ki, cimâ bozan hata yolu ile olur.
Sirac sahibi bunu açıklayarak şunları söylemiştir: "Gece zannederek
cimâ'da bulunur da sonra fecir doğduktan sonra yaptığını anlar ve hemen vaz
geçerse orucu bozulur. Çünkü hata etmiştir. Ama bozmak kastı olmadığı için
kefâret lâzım gelmez." Bu izah, cimâ'da hatanın nasıl olacağını tasvir
hususunda yapılan tekellüfe hacet bırakmaz. Sahur yemeği meselesi ileride
mufassal olarak gelecektir.
«Zorla boğazına bir şey akıtılması» bir
kayıd değildir. Şârih bunu bırakıp "ya da zorlanırsa" dese ve bunu
"hata ederek orucunu bozarsa" cümlesi üzerine atfetse idi daha iyi
olurdu. Zira zorla yiyip içmesine de şâmil olurdu. Tabiî böylesinin orucu da
bozulur. İmam Züfer'le şâfiî buna muhaliftir. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir.
Keza cimâ'a zorlanarak oruç bozmaya da şâmil olurdu. Fetih sahibi diyor ki:
"Mâlûmun olsun! Ebû Hanîfe önceleri cimâ'a zorlanan hakkında hem kaza, hem
kefâret lâzım geldiğini söylüyordu. Çünkü cimâ ancak âletin kalkması ile
yapılır. Bu ise kendi ihtiyarı ile olduğuna alâmettir. Sonra bu kavilden döndü
ve kefâret lâzım gelmediğini söyledi ki, İmâmeyn'in kavilleri de budur. Çünkü
orucun bozulması âletin girmesi ile tahakkuk eder, O kimse buna zorlanmıştır.
Şu da var ki âleti kalkan herkes cima eder değildir." Yani küçük çocukla
uyuyan kimsenin de âletleri kalkar; fakat ortada cimâ yoktur.
«Veya uyurken boğazına bir şey akıtılırsa...»
zorlanan hükmüne girer. Nasıl ki Fetih'te beyan edilmiştir. Uyurken cimâ edilen
kadınla deli kadının cimâ'ları ileride gelecektir.
«Hata kaldırılmıştır.» hadisi şudur:
Peygamber (s.a.v.), "Ümmetimden, hata, unutma ve zorla yaptırılan şey
kaldırılmıştır." buyurmuşlardır. Bu, İmam Şâfiî'nin istidlâline cevaptır.
Ona göre hata ve zorlama yolu ile oruç bozulmaz. Zira hadisin mânâsı
"hatanın hükmü kaldırılmıştır" takdirindedir. Çünkü hatanın kendisi
kaldırılmaz. Hüküm dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki nevidir. Dünyevî hüküm
fesattır. Uhrevî hüküm ise günahtır. Hadis ikisine de şâmildir.
Şafiî'ye cevabımız şudur: İmam Şâfiî sözü
düzeltmek için hükmü takdir etmiştir ki bu muktezâdır. Muktezânın ise umumu
yoktur. Hükümden bilittifak günah muraddır. Binaenaleyh başkasını muradetmek
sahih olamaz. İçeriye orucu bozan şey girdiği için, kıyasbozulmasını
gerektirdiği halde, unutanın orucunun bozulmaması, Peygamber (s.a.v.)
"Oruçlu iken unutarak yiyip içen kimse orucunu tamamlasın! Onu ancak Allah
doyurmuş sulamıştır." buyurduğu içindir. İzahının tamamı müfassal
kitaplardadır.
«Orucum bozuldu, zannı ile kasten yerse»
keza kasten cimâ ederse sadece kaza eder. Nitekim Nûru'l-îzah'ta da böyledir.
Yemekten murad, orucu bozmaktır.
«Çünkü şüphe vardır.» Bu cümle hepsinin illetidir.
Bahır sahibi şunları söylemiştir: "Unutarak yiyip içtikten veya cimâ
ettikten sonra kasten orucunu bozmakla kefâret lâzım gelmemesi, benzeri ile
şüpheye düşülen yerde zan olduğu içindir ki, o da kasten yemektir. Çünkü yemek,
yanılarak olsun, kasten olsun oruca zıttır. Bu bir şüphe getirir. Keza bunda
ulemanın ihtilâfı şüphesi vardır. Zira imam Mâlik unutarak yiyenin orucu
bozulduğuna kaildir. Şârih bu cümleyi mutlak söylemiştir. Binaenaleyh hadisi
veya fetvayı duyarak orucu bozulmadığını anladığı ve anlamadığı hallere
şâmildir. Ebû Hanife'nin kavli budur; sahih olan da budur. Keza kusacağı kalkar
da orucu bozulduğunu zannederek yerse kefâret lâzım gelmez. Zira benzeri ile
şüpheye düşmek şüphesi vardır. Çünkü kusmakla kusacağı kalkmak birbirine benzerler.
ikisinin de çıktıkları yer ağızdır. Keza ihtilâm olur da orucu bozulduğunu
zannederek yerse kefâret lâzım gelmez. Çünkü şehveti kazada benzeyiş vardır.
Şayet bu orucunu bozmadığını bilirse kefâret vermesi icab eder. Çünkü burada
şüpheye düşme şüphesi de yoktur; ihtilâf şüphesi de bulunmamaktadır."
METİN
Orucu bozulmadığını bilirse kefâret lâzım
gelir. Bundan yalnız metindeki mesele müstesnadır. Onda mezhebe göre mutlak
olarak kefâret yoktur. Çünkü İmam Mâlik'in muhalefeti şüphesi vardır. İmameyn
buna muhaliftirler. Nitekim Mecma ve şerhlerinde beyan edilmiştir. Şu halde
"zan' kaydı ancak ittifak yerini beyan içindir. Bir kimse şırınga yaptırır
veya burnuna bir ilaç akıtır yahut kulağına yağ damlatırsa; yahut vücut veya
baş yarasına ilaç akıtır da ilaç hakikaten içine ve beynine işlerse veya ufak
taş ve benzeri insanın yemediği veya iğrenip tiksindiği bir şeyi yutarsa kaza
lâzım gelir. İbn-i Şıhne bunu nazma çekerek; "İğrenç ve bizim gibi
yenmeyen bir şeyin yenmesinde kefâret atılıp terk edilir." demiştir.
İZAH
Metindeki mesele "orucum bozuldu zannı
ile yerse" meselesidir. Su içmesi ve cimâ etmesi de öyledir. çünkü kefâret
lâzım gelmemenin illeti, İmam Mâlik'in muhalefetidir. Onun muhalefeti yemek
içmek ve cimâ etmek hususundadır. Nitekim Zeylâi, Hidâye ve diğer kitaplarda
beyan edilmiştir. H. Buradaki "mutlak olarak" tabirinden murad, orucu
bozulmadığını bilsin bilmesin kefâret lâzım gelmez, demektir.
«İmameyn buna muhaliftir.» Onlara göre
metnin meselesinde orucu bozulmadığını bilirse kefâret lâzım gelir.
Ben derim ki: Bu ifade Halebî'nin bu bâbın
başındaki Kuhistâni'den naklettiği sözü reddetmektedir. Orada şöyle denilmişti:
"Unutarak oruç bozan kimsenin orucu bozulur. Bozulunca ondan sonra kasten
yemesi ile kefâret vermesi lâzım gelmez." Bunu Ondan başka söyleyen
görmedim. Bunu Bedâyi'den naklettiğimiz söz de reddetmektedir. Bedâyi'nin
sözünü yukarıda "kendisini hareket ettirirse hem kaza, hem kefaret lâzım
gelir..." dediğimiz yerde nakletmiştik. Evet ulema Ebû Yusuf'tan evvelce
geçen, "Hatırlatıldığı halde hatırlamazsa orucu bozulur." sözünü
nakletmişlerdir. Vehme sebep bu olmuştur.
"Şu halde zan kaydı" yani
metindeki «orucum bozuldu zannı ile kasten yerse» sözü kefâret lâzım
gelmediğine ittifak ettikleri yeri beyan içindir; bilmekten ihtiraz için
değildir.
«Şırınga ve buruna ilaç akıtma» hallerinde
esah kavle göre kefâret vâcip olmaz. Çünkü kefaret, hem sûreten, hem ma'nen
oruç bozulduğu zaman lâzım gelir. Sûreten bozmak, yutmakla olur. Burada o
yoktur. Mücerret ilaçtan faydalanmak ise yalnız kaza icabeder. İmdâd.
Musannıf'ın «kulağına yağ damlatırsa» diye
kayıtlaması, bununla orucun bozulduğuna hilâf olmadığı içindir. Bir de evvelce
"Kulağına su kaçarsa bozmaz. Velev ki kendi fiili ile olsun!"
demişti. Bu hususta söz geçmişti.
"ilaç hakikaten içine ve beynine
işlerse...» ifadesi, zahir rivayetteki "yaş ilaç orucu bozar"
kaydının adete göre söylenmiş bir söz olduğuna işaret içindir. Zira yaş ilaç
içeri işler. Aksi takdirde muteber olan, ilacın hakikaten işlemesidir. Hattâ
kuru ilacın işlediğini bilirse orucu bozulur; yaş ilacın içeri işlemediğini
bilirse bozulmaz. Hilâf, işleyip işlemediği kesin olarak bilinemediğine
göredir. İmam-ı Âzam âdete bakarak yaş ilacın işleyeceğine hükümle
"bozar" demiş; İmameyn bozmayacağını söylemişlerdir. Fetih sahibi
bunu böyle ifade etmiştir.
Ben derim ki: Fukahânın gerek şırıngayı,
gerekse buruna ve kulağa ilaç damlatmayı "içeri işlerse" diye
kayıtlamamaları, mesele açık olduğu içindir. Yoksa bu mutlaka lâzımdır. Hattâ
ilaç burunda kalır da boşa işlemezse oruç bozulmaz. "İlaç" tabiri bu
hallerin hepsine râci olabilir. "İçine ve beynine işlerse" ifadesinde
lef ve neşri mürettep vardır (Yani vücut yarasında ilaç içeri işler; baş
yarasında beyne ulaşırsa, demektir).
Bahır sahibi diyor ki: "Tahkike göre
başla karın boşluğu arasında aslî bir menfez vardır. Kafa boşluğuna ulaşan bir
şey karın boşluğuna da ulaşır." T.
«Veya ufak taş ve benzeri bir şey yutarsa
kaza lâzım gelir.» Çünkü sûreten oruç bozulmuştur. Manen bozulmadığı için
kefâret lazım gelmez. Manen orucun bozulması, bedene faydası olan bir yiyecek
veya ilacın içeri işlemesi ile olur. Burada oruca cinayetnoksan olduğu için
kefâret gerekmez. Meselenin tamamı Nehir'dedir. Beslenmenin mânâsı hakkındaki
hilâf ileride gerekecektir.
«İğrenip tiksindiği» tabirleri bir mânâyadır.
Çünkü iğrenmek tiksinmeye sebep olur. Onun için İbn-i şıhne, Manzume'sinde
sadece "iğrenç" demekle yetinmiştir. T. Yukarıda geçtiği vecihle esah
kavle göre lokmayı ağzından çıkardıktan sonra tekrar yemek iğrençtir.
METİN
Bir kimse bütün ramazanda oruç tutmaya veya
tutmamaya niyet etmeksizin yiyip içmeyi ve cimâ'ı terk ederse, o günleri kaza
eder; kefâret lâzım gelmez. Çünkü îmam Züfer'in muhalefeti şüphesi vardır.
Yahut oruca niyet etmeden sabahlar da kasten yerse yine sadece kaza eder. Velev
ki zevalden sonra niyet etmiş olsun. Kefâret lâzım gelmemesi, şâfiî'nin
muhalefeti şüphesindendir. Bunun ifade ettiği mânâ şudur ki, mutlak niyetle
oruç da böyledir. Boğazına kendiliğinden yağmur veya kar kaçarsa kaza lâzım
gelir. Çünkü ağzını yumarak bundan korunma imkânı vardır.
İZAH
«Çünkü îmam Züfer'in muhalefeti şüphesi
vardır.» Ona göre, mukim ve sağlam olan bir kimse niyet etmese bile yiyip
içmeyi ve cimâ'ı terk etmekle orucu tutmuş sayılır. Hattâ kasten orucunu
bozarsa Ona göre kefâret lâzım gelir. Nitekim Bedâyi sahibi bunu açıklamıştır.
Bize göre ise niyet mutlaka lâzımdır. Çünkü farz olan vazife, ibadet ciheti ile
kendini tutmaktır. Niyetsiz ise ibâdet olamaz. Niyetsiz yiyip içmekten ve
cimâdan kendini tutarsa oruçlu sayılmaz. Kaza etmesi lâzım gelir; kefâret
gerekmez. Kaza lâzım gelmesi, oruç tahakkuk edemediği içindir. Çünkü şartı
bulunmamıştır. Kefâret icabetmemesi, İmam Züfer'e göre o kimse oruçlu
sayıldığındandır. Orucu bozacak bir hali bulunmamıştır. Binaenaleyh bu hilâf
şüphesinden dolayı ondan kefaret sakıt olur. O kimseye bize göre "şer'an
oruçsuz" denirse de en iyisi "oruç tahakkuk etmemiştir" diye
ta'lîl etmektir. Zira kefâret ancak orucunu bozana icabeder. Burada oruç
yoktur. Olmayan bir şeyin bozulması imkânsızdır. Şüphe ile amel, ancak asıl
tahakkuk ettikten sonra güzel olur. Nitekim aşağıdaki meselede öyledir. Hattâ
evlâ olan, kefâretten asla söz etmemektir. Onun içindir ki Kenz sahibi ve
başkaları bayılma'da ve devam etmeyen delilikte olduğu gibi, yalnız kaza vâcip
olduğunu bildirmekle yetinmişlerdir.
Şu da var ki: Hidâye şârihlerinden biri
burada kaza vâcip olmasını müşkil görmüş; "Bayılan kimse zâhiren niyetli
olduğu için bayıldığı gecenin gününü kaza etmez. O halde burada mutlaka hasta
olursa; yahut hiçbir şeye niyetlenmemiş yolcu ise diye veya ramazanda oruç
yemeyi âdet edinmiş saygısız ise onun hâli oruç tutmaya azîmet ettiğine delil
olmaz, şeklinde bir kayıt koymak gerekir." demişse de Fetih sahibi bunu
reddederek; "Bu lüzumsuz bir tekellüftür. Çünkü sözümüz, baştan niyetlenmeyen
hakkındadır. Unutmayıicabeden bir şeyle değildir. Şüphesiz o kimse kendi halini
daha iyi bilir. Bayılan böyle değildir. Zira baygınlık bazen o kimsenin
ayıldıktan sonra kendinin halini unutmasını icabeder. Bu sebeple onda hüküm
halinin zâhirine göre - ki niyetin bulunmasıdır - verilmiştir." demiştir.
«Velev ki zevalden sonra niyet etmiş
olsun.» Bu, Ebû Hanîfe'ye göredir. Zevalden sonra yerse İmameyn'e göre de hüküm
budur. Fakat zevalden önce ise kefâret lâzım gelir. Çünkü artık elde etme
imkânını kaçırmıştır; ve gâsıbın gâsıbı gibi olur. Bahır. Çünkü zevalden önce
niyet etmesi mümkündü. Yemekle o bu fırsatı kaçırmıştır.. Zevalden sonra yemesi
bunun hilâfınadır. Birinci kavil zâhir rivayedir. Nitekim Bedâyi'de
bildirilmiştir. Sonra zevalden murad, şer'î günün yarısıdır ki kaba kuşluktur.
Yahut zayıf kavle göre zevalin itibar edilmesindendir.
«Şâfiî'nin muhalefeti şüphesindendir.» Zira
Ona göre gündüz oruca niyet sahih değildir. Nitekim mutlak niyetle de sahih
değildir. H. Bu ifade kaza vâcip olmasının ta'lîlidir. Niyetlendikten sonra
yerse kefâretin lüzumunu ta'lîl değildir. Niyetten önce yerse bu husustaki
sözü, geçen meseleden anlamış bulunuyorsun.
«Bunun ifade ettiği mânâ...» cümlesi yerine
Bahır sahibi Zahiriyye'den, "Ona kefâret lâzım gelmemek icabeder; çünkü
şüphe vardır" ibaresini nakletmiştir. Anlaşıldığına göre muhalif niyette
bulunursa hüküm yine böyledir. T.
«Yağmur veya kar kaçarsa» sahih kavle göre
bir damla bile olsa orucu bozulur. Bazıları, "yağmur bozmaz, kar
bozar" demiş; bunun aksini söyleyenler de olmuştur. Bezzâziye.
«Kendiliğinden kaçarsa» yani kendiliğinden
boğazına gider de kendi fiili ile yutmazsa, demektir. İmdâd.
METİN
Toz gibi şeylerle, göz yaşından veya
terinden iki damla bunun hilâfınadır. Fazlasına gelince: Ağzının her yerinde tuzluluğunu
hisseder de çok miktar toplanarak yutarsa orucu bozulur, Aksi takdirde
bozulmaz. Hülâsa.
Ölü bir kadına veya şehvetlenilmeyen küçük
bir kıza cinsî yakınlıkta bulunan kimseye kefâret lâzım gelmez. Nehir. Hayvana,
uyluk veya karına cimâ eder veya kadını öperse, velev sarsmak ve dudaklarını
emmek sureti ile taşkınlık göstererek öpsün kefâret lâzım gelmez. Dokunursa -
velev hararete mâni olmayan bir bezle olsun - hüküm budur. Eli ile menisini
indirir veya çırıl çıplak aşırı bir şekilde sarılırsa - velev ki bu sarılma iki
kadın arasında olsun bunların hepsinde meni geldiği takdirde oruç bozulur. Meni
gelmezse, evvelce geçtiği vecihle oruç bozulmaz.
İZAH
«iki damla» veya fazla olup, tuzluluğunu
ağzının her yerinde duymadığı ter ve göz yaşı bunun hilâfınadır, demektir ki,
orucu bozulmaz.
«Tuzluluğunu ağzının her yerinde
hissederse» ifadesi ile Nehir sahibi Fethu'l-Kadîr'in şu tahkîkini önlemiştir:
"Bir damlanın da tuzluluğunu hisseder. En iyisi, sağlam hissin tuzluluğu
duymasını itibara almaktır. Çünkü bundan fazlasına bir zaruret yoktur. Onun
için Hâniyye sahibi boğaza erişmeyi itibara almıştır."
Bu önleme, Nehir sahibinin şu ifadesiyle
olmuştur: "Hulâsa'nın sözü, orucun bozulması ağızın her yerinde tuzluluk
hissetmeye bağlı olduğu hususunda açıktır. Şüphesiz ki bir veya iki damla böyle
değildir. Hâniyye'nin sözü de buna hamledilir." Makdisî'nin el yazısı ile
imdâd'da şöyle denilmektedir: "Bir damla az olduğu için tadı boğazda
duyulmaz. Oraya varmadan dağılıp gider. Sadruşşehîd'in Vâkıât'ındaki beyanatı
buna şahittir. Der ki: Oruçlunun ağzına göz yaşı girerse, bir veya iki damla
gibi az olduğu takdirde orucunu bozmaz. Çünkü bundan korunmanın imkânı yoktur.
Çok olur da tuzluluğunu ağzının her yerinde duyarsa, yuttuğu takdirde orucu
bozulur. Yüzün teri hakkında da cevap budur." Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır. "Korunma imkânı yoktur" diye yapılan ta'lîl, göz yaşı ile
yağmurun farkını göstermektedir. Nitekim Şârih buna işaret etmiştir.
Sonra «bir damla» tabirinde, muradın gözün
dışından inen göz yaşı olduğuna işaret vardır. Mesâmelerden boğaza işleyen göz
yaşına gelince: Zâhire göre bu tükrük gibidir. Tadı ağzın her yerinde
hissedilse bile orucu bozmaz.
«Ölü bir kadına veya küçük bir kıza cinsî
yakınlıkta bulunana» kefâret lâzım gelmemesi, tam şehvet yeri olmadığındandır.
Zira cimâ edilen yerin tam şehvet yeri olması mutlaka lâzımdır. Bahır. Şehvete
mahal olmayan küçük kıza cimâ etmekle kefâret lâzım gelip gelmeyeceği hususunda
Kınye'de hilaf nakledilmiştir. Bazıları bilittifak kefaret lâzım gelmeyeceğini
söylemişlerdir ki doğrusu da budur. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Remlî
diyor ki: "Ulemanın gusülde beyan ettiklerine göre sahih olan şudur: Küçük
kızın iki pislik yolunu bir etmeden cimâ'ına imkan bulunursa o kız cimâ'a
mahaldır. Aksi takdirde mahal değildir."
«Kadını öperse» diye kayıtlaması şundandır:
Şayet kadın onu Öper de meni lezzetini hisseder, fakat bir ıslaklık görmezse,
İmam Ebû Yusuf'a göre orucu bozulur. İmam Muhammed'e göre bozulmaz. Yıkanmanın
lâzım gelmesi de bu ihtilâfa göredir. Bunu Mi'râc'dan Bahır sahibi
nakletmiştir.
«Taşkınlık göstererek» öptüğünde meni
geldiği zaman kefâret icabetmeyince; taşkınlık göstermeme halinde evleviyetle
icabetmez.
«Dokunursa» tabirinden murad; insana
dokunmaktır. Zira evvelce görmüştük ki, hayvanın fercine dokunur da menisi
inerse orucu bozulmaz. Bunun bilittifak olduğunu dasöylemiştik., Mi'râc'dan
naklen Bahır'da şöyle denilmiştir. "Kadın kocasına dokunur da kocasının
menisi inerse orucu bozulmaz. Bazıları, kocası indirmeye özenirse bozulur;
demişlerdir." Remlî, "Bu kavli tercih gerekir; çünkü meniyi indirmeye
bu daha çok sebep olur." demiştir.
«Velev hararete mâni olmayan bir bezle
olsun...» Böyle bir bez olmazsa orucun kazası evleviyetle vâcip olur. Lâkin
kefâret lâzım gelmemesine bakarak bu evleviyet açık değildir. Halbuki sözümüz
kaza icab edip kefâret icabetmeyen haller hakkındadır. Bezin hararete mâni
olmamakla kaydedilmesi, Bahır'da, "Kadına elbise üzerinden dokunursa
cildinin hararetini hissettiği takdirde meni gelmekle orucu bozulur; aksi halde
bozulmaz." denildiği içindir. "El ile" yahut karısının eli ile
menisini indirirse orucu bozulur. Sirâc.
«Aşırı bir şekilde sarılmak» her ikisinin
fercleri birbirine temas etmekle olur. Zâhire bakılırsa bu bir kayıt değildir.
Çünkü hararete mâni bir bez olmaksızın mutlak surette dokunmakla meninin
inmesinin orucu bozduğunu gördün. O halde "aşırı şekilde" diye
kayıtlamanın faydası, keraheti için olduğu anlaşılır. Nitekim tafsilâtı
gelecektir.
«Velev ki bu sarılma iki kadın arasında
olsun!» Remlî diyor ki: "Keza ister âleti kesik bir erkekle kadın arasında
olsun."
«Evvelce geçtiği vecihle» yani
"fercden başka bir şeye cimâ eder de menisi inmezse..." dediği yerde
geçtiğine îşaret ediyor.
METİN
Bir kimse ramazanın eda orucundan başka bir
orucu bozarsa - çünkü kefaret yalnız ramazanın hürmetini çiğnemekle lâzım gelir
- yahut bir kadına uyurken veya deli iken cima edilirse; meselâ oruçlu olarak
sabahlar da delirirse yahut yemek yediği vakti gece zannederek sahur yemeği yer
veya iftar eder de birincide güneş doğmuş; ikincide henüz batmamış olursa,
yalnız kaza lâzım gelir. Kefaret icabetmez. - Burada Musannıf leffü neşir
yapmıştır - Birincide şüphe kâfidir. İkincide kâfi gelmez. Bu, her ikisinde
asıl ile amel etmek içindir.
İZAH
Ramazan orucunun kazasında yahut başka bir
oruçta bozmakla kefaret lâzım gelmez. Yalnız kaza icabeder. Çünkü ramazanda
orucunu bozmak, cinayet yönünden daha büyüktür. Başkası ona katılamaz; zira
kıyasa muhalif olarak meşru kılınmıştır.
«Yahut bir kadına uyurken cima edilirse»
yalnız kaza lâzım gelir. Fakat cima eden erkeğe hem kaza, hem kefaret lâzımdır.
Çünkü onun aklı başında olan bir kadınla veya olmayanla cima etmesi arasında
fark yoktur. Nitekim Eşbâh ve diğer kitaplarda beyan olunmuştur.
«Oruçlu olarak sabahlar da delirirse» cümlesi,
bir suale cevaptır. Hasılı şudur: Delilik orucaaykırıdır. Binaenaleyh bu mesele
ile tasvir doğru değildir. Cevabın hâsılı da şudur: Delilik oruca aykırı
değildir. O yalnız orucun şartı olan niyete aykırıdır. Bu surette ise niyet
mevcuttur. T. Halebî diyor ki: «Bunun bir misli de, kadının geceleyin oruca
niyetlendikten sonra delirmesi ve gündüzleyin cima edilmesidir. Nitekim
Nehir'de beyan edilmiştir. Keza gündüzleyin kaba kuşluktan önce niyet eder de
sonra delirir ve cima edilirse niyet mevcuttur.»
«Gece zannederek sahur yemeği yerse...»
kaza lâzım gelir; kefaret gerekmez. Çünkü cinayet kusurludur. O da araştırmamak
cinayetidir; iftar cinayeti değildir. Zira onu kastetmemiştir. Onun için ulema
ona günah olmadığını açıklamışlardır. Murad; katil günahı olmamasıdır. Burada
açıkladıklarına göre günah olan, azîmeti ve silahı atarken fazla araştırmayı
terk etmesidir. Bunu Fetih'ten naklen Bahır sahibi söylemiştîr.
Ben derim ki: Lâkin zâhire göre burada asla
günah yoktur. Buna delil, burada kefaret vâcip olmamasıdır. Hata yolu île
meydana gelen ölüm de ise vâciptir. Çünkü onda günah vardır. Zira günaha o
kefaret olur,
Gece zannetmesi bir kayıt değildir. Çünkü
fecir doğdu zannederek yese de sonra zannı doğru çıksa, yalnız kaza etmesi
lâzım gelir; kefaret icabetmez. Zira işi esasa göre kurmuştur. Cinayet tam
değildir. Musannıf burada, "Vakti gece veya gündüz zannetse" dese
daha iyi olurdu. Yemeye hakkı yoktur. Çünkü zannı gâlip yüzde yüz ilim gibidir.
Bahır. Nehir sahibi, "Gece diye kayıtlaması, ' sahur yemeği ' sözüne uygun
düşmek içindir." diye cevap vermiştir.
Ben derim ki: Bahır sahibinin muradı, bunun
hüküm ve sahur yemeği cihetinden bir kayıt olmadığını anlatmaktır. Velev ki
yemek seher vaktinde yenilsin. Ona sahur yemeği' denilmesi, o vakte rastlaması itibarı
iledir. Aksi takdirde bu tabir kullanılmamalı idi. Velev ki gecenin devamını
zannetsin. Çünkü meselenin kuruluşu, fecrin doğmasından sonra olduğuna göredir.
Fecir doğduktan sonra yenilen yemeğe sahur denmez. Adı geçen itibar olmasa
Musannıf'ın "yahut sahur yemeği yer..." demesi doğru olmazdı.
«Birincide...» Yani sahur yemeğinde
kefaretin sâkıt olması için şüphe kâfidir. Çünkü asıl olan, gecenin devamıdır.
Bu şüphe ile çıkmaz. İmdâd. şu halde Musannıf'a gereken, metinde, burada şek
tabirini kullanmaktı. Nasıl ki Nûru'l-îzah'ta, "Fecrin doğduğunda şüphe
ederek sahur yemeği yer veya cîma eder de, o da doğmuş bulunursa; yahut güneşin
battığını zannederse..." denilmiştir. Nehir sahibi diyor ki: «Burada Bahır
sahibinin yaptığı gibi "zan" tabirinden şüpheye şâmil bir mânâ murad
etmek doğru değildir. Çünkü ikinci şıkta bu doğru olmaz; onda şüphe kâfi
değildir. Doğrusu, zannı kendi mânâsında bırakmaktır. Nihayet metin şüphe
tabirini zikretmemiş olur ki bunda bir zarar yoktur.» H.
Ben derim ki: Güneşin battığında şüphe
edildiği vakit, kefaret vâcip olup olmadığında ulemanın ihtilâfı vardır.
Nitekim Bahır sahibi bunu Tahâvî Şerhi'nden nakletmiştir. Bedâyi'den de,
batmadığına kanaat getirdiği vakit kefaret vâcip olmadığının sahihlendiğini
nakletmiştir. Çünkü batmış olması ihtimali vardır. Bu da bir şüphedir. Kefaret
şüphe ile vâcip olmaz. Şüphesiz bu da, güneşin batması hususundaki şüphe ile
kefaret vâcip olmaz sözünü evleviyetle sahihlemeyi iktiza eder. Lâkin Fetih'te
zikredildiğine göre Fâkih Ebû Câfer, şüphe ile kefaret lâzım geldiği
benimsemiştir. Çünkü güneşin battığına kanaat getirme halinde sabit olan ibâha
şüphesidir. İbâhanın kendisi değildir. Şüphe halinde ise bundan daha aşağıdır,
Bu, şüphenin şüphesidir ki, cezaları ıskat etmez. Bundan sonra Fetih sahibi
şunları söylemiştir: «Bu hâl, belli olmadığına göredir. Güneş batmadan yediği
anlaşılırsa kefaret vermesi lâzım gelir. Bu hususta hilâf bilmiyorum.»
Şüphesiz sözümüz ikincisi hakkındadır.
Bununla, Nehir'in şu sözü te'yîd edilmiş olur: «Sonra şüphenin şüphesi güneşin
batması hakkındaki şüphede itibara alınmayınca, batmadığı hakkındaki kanaat
hakkında evleviyetle itibara alınmaz. Bununla Bedâyi'de sahihlenen vâcip olmama
kavli zayıflar. Onun için Zeylâî hem kaza, hem kefaret lâzım geldiğine
kesinlikle hükmetmiştir. Nihaye'de de böyledir.»
«Bu her ikisinde asıl ile amel etmek
içindir.» Zira birincide asıl, gecenin devamıdır. Binaenaleyh kefaret
icabetmez. İkincide asıl, günün devamıdır. Şu halde bildiğin gibi iki
rivayetten birine göre kefaret vâcip olur.
METİN
Eğer hal belli olmazsa zâhir rivayete göre
kaza etmez. Bu mesele 36 kısma ayrılır ki, yerleri mufassal kitaplardır. Bütün
suretlerde sadece kaza eder.
İZAH
«Eğer hal belli olmazsa...» Yani gecenin
devam ettiğini zannettiği, yahut şüpheye düşerek sahur yemeği yediği zaman ki
bu "birincide güneş doğmuş olursa" ifadesine mukabilidir. Çünkü
bundan murad kesinliktir. Hattâ zann-ı gâlibine göre fecir doğduktan sonra
yemiş olsa, en meşhur rivayete göre o kimseye kaza lazım gelmez. Bahır. Belli
olmamâkta bu da dahildir.
«Zâhir rivayete göre kaza etmez.» Yani
gecenin devamını zan veya şüphe ettiği meselede kaza etmez. Çünkü asıl olan
devamıdır. şüphe ile çıkmaz. Bahır. Güneşin battığını zan veya şüphe ettiği
meseleyi ise, belli olup olmadığı suretleri ile ileride anlatacaktır. Burada
şunu da kaydedelim ki, Zeylâî ile Bahır sahibi bunu hilâftan bahsetmeksizin
söylemişlerdir. Bu bir vehim olup Bahır sahibine Zeylâî'nin anlattığı bir
meseleden sirayet etmiştir. Mesele şudur: Bir kimseye fecir doğdu kanatı hasıl
olur da yer, sonra bir şey anlayamazsa, zâhir rivayetegöre o kimseye bir şey
lâzım gelmez. Bazıları, "ihtiyaten kaza eder" demişlerdir. Bunu
Halebî söylemiştir.
«Mesele 36 kısma ayrılır.» Bu Nehir'in
beyanına göredir. Nehir sahibi diyor ki: "Çünkü o kimse ya kanaat
getirecek, ya zan, ya da şüphe edecektir. Bu üç suretten her biri de ya mübah
kılan, yahut haram kılan bir şeyle beraber bulunacaktır ki, altı olurlar.
Bunlardan her biri de üç kısım olur. Ya gördüğünün doğru olduğu, ya bâtıl
olduğu anlaşılır, ya da hiç bir şey anlaşılmaz. Bu 18'den her biri de ya orucun
başında yahut sonunda olur. Mecmu'u 36 eder."
Fakat bu taksim söz götürür. Çünkü Nehir
sahibi ilk taksimde zanla galebe-i zan arasında fark yaptı. Bunlar mefhum
itibarı ile ayrı olsalar da, hükümde birleşmeleri sebebi ile bu fark bir fayda
temin etmez. Zira aklın karşısında mücerret hükmün iki tarafından birinin üstün
gelmesi zannın aslıdır. Bu üstünlük artar da kesinliğe yaklaşırsa, ona
"galebe-i zan ve ekber-i rey' (fikrin daha büyük kısmı) denilir. Onun
içindir ki Bahır sahibi bu kısımları 24'te bırakmıştır. Bununla beraber ikisine
de şu itiraz vârid olur. Şekki (şüpheyi) bazan mübah kılan şeyde, bazan da
haram kılanda saymanın bir vechi yoktur. Zira birinde şek etmek. diğerinde de
şektir; şekte iki taraf müsavidir. Zan öyle değildir. Onun bazan mübah kılana,
bazan da haram kılana taallûkunun sahih olması, iki taraftan birine hususi
nisbeti olduğundandır. Zan gecenin mevcut olduğuna taallûk etti mi, gündüzün
mevcut olduğuna taallûk edemez; aksi de olamaz.
Şu halde taksimde hak söz şudur: O kimse ya
mübah kılan şeyin veya haram kılan şeyin varlığını zannedecek, yahut şekke
düşecektir. Bu üçten her biri ya orucun başında veya sonunda olur. Bu altı
şekilden her birinde ya mübah kılan şeyin, ya haram kılanın bulunduğu
anlaşılacak; yahut anlaşılmayacaktır ki, mecmuu 18 olur. Dokuzu orucun başında,
dokuzu da sonundadır. Zeylâî'nin 18'den başka bir şey zikretmemesi de buna
şahittir. O bunları hükümleri ile birlikte zikretmiştir ki şunlardır: Gece devam
ediyor zannı ile sahur yemeği yerse, devam ettiği belli olsa da olmasa da bir
şey lâzım gelmez. Fecrin doğduğu anlaşılırsa,, yalnız kaza lazım gelir. Fecrin
doğması meselesinde şekketmesi de böyledir. Fecrin doğduğunu zannederek sahur
yerse, doğduğu anlaşıldığı takdirde yalnız kaza lâzım gelir. Hiçbir şey belli
olmazsa, zâhir rivayete göre bir şey lazım gelmez. Bazıları "sadece kaza
eder" demişlerdir. Gecenin devam ettiği anlaşılırsa, bir şey lâzım gelmez.
Bunlar baştaki dokuzdur. Güneşin battığını zanneder de, batmadığı anlaşılırsa,
yalnız kaza etmesi lâzım gelir. Battığı anlaşılır veya hiçbir şey anlaşılmazsa,
bir şey lâzım gelmez. Bunda şek eder de bir şey anlaşılmazsa, kaza lâzım gelir.
Kefaretin lâzım gelip gelmeyeceği hususunda iki rivayet vardır. Batmadığı
anlaşılırsa, hem kaza hem kefaret lâzım gelir. Battığı anlaşılırsa bir şey
lâzım gelmez. Batmadığını zanneder de batmadığı anlaşılır veya hiçbir şey
anlaşılmazsahem kaza, hem kefaret lâzım gelir. Battığı anlaşılırsa bir şey
lâzım gelmez. Bunlar da sondaki dokuz kısımdır.
Hâsılı: On surette hiçbir şey lâzım gelmez.
Dört surette yalnız kaza; dört surette de hem kaza, hem kefaret lâzım gelir.
Bunu Halebî ifade etmiştir.
«Bütün suretlerde...» Yani "hata
ederek orucunu bozarsa..." sözü nün şümulüne giren suretlerin hepsinde,
yalnız fer'î suretlerde değil, yalnız kaza lâzım gelir; kefaret gerekmez.
METİN
Nasıl ki iki şahit güneşin battığına, diğer
iki şahit de batmadığına şehadette bulunur da iftar eder ve batmadığı
anlaşılırsa hüküm budur. Bu şahitlik fecrin doğması hakkında olursa, hem kaza
hem kefaret lâzım gelir. Çünkü nefye şahitlik, ispata şahitliğe karşı gelemez.
Bilmiş ol ki, kefaret lâzım gelmemenin yeri, ma'siyet kastı ile o işi tekrar,
tekrar yapmamaktır. Şayet yaparsa, onu bu işten men etmek için kefaret vâcip
olur. Şehirler uleması bununla fetva vermişlerdir. Fetva da buna göredir.
Kınye. Bu güzeldir. Nehir. Son zikredilen iki kişi esah kavle göre günlerinin
kalan kısmını vâcip olarak oruçlu geçirirler. Çünkü iftar etmek çirkindir.
Çirkini terk etmek şer'an vâciptir.
İZAH
«Nasıl ki iki şahit...» Yani bu meselede
kefaret yoktur. Çünkü cinayet işlememiştir. O şahıs isbat şahidine itimad
etmiştir. T.
«Çünkü nefye sahitlik, isbata şahitliğe
karşı gelemez.» Beyyineler nefi için değil, isbat içindir. Onun için isbat
edenin şahitliği kabul edilir. Nefi edeninki kabul edilmez. Bahır. Zira isbat
edende fazla bilgi vardır. Nefi eden şehadet hükümsüz kalınca, isbat eden kalır
ve zan icabeder. Bu izahatla şu itiraz defedilmiş olur: "Her iki şahitliğin
çatışması şek icabeder. Güneşin battığında şek eder de sonra batmadığı
anlaşılırsa kefaret vâcip olur. Nitekim geçmişti." Lâkin Fetih sahibi.
"Nefiste bundan bir şey var ki, az bir düşünmekle anlaşılır. Düşün!"
demiştir.
Ben derim ki: Herhalde bunun vechi şu
olacaktır: Nefye şehadet ancak haklarda kabul edilmemiştir. Çünkü asıl olan
yokluktur. Binaenaleyh fazla bir şey ifade etmemiştir. İsbat eden böyle
değildir. Lâkin burada nefi şehadeti bir şüphe meydana getiriyor. Binaenaleyh
onunki kefaretin sâkıt olması gerekir. Bezzâziye'de şöyle denilmiştir:
"Bir kimse fecrin doğduğuna, diğer iki kişi de doğmadığına şahitlik
etseler kefaret yoktur." Düşün!
(Araştırmakla İftarın Caiz Olması)
Tetimme-i Musannıf'ın, başkaları gibi
"zannederek" tabirini kullanmasında araştırmakla sahur yemenin ve
iftar etmenin caiz olduğuna işaret vardır. Bazıları "iftarda araştırma
yapmaz" demişlerdir. Keza Musannıf'ın bu sözünde âdil bir kimsenin sözü
ile ve davul, çalmakla sahur yemenin caiz olduğuna da işaret vardır. Horoz
ötmekle sahur caiz olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. iftara gelince: O bir
kişinin sözü ile caiz değildir. İki kişi gerekir. Ama zâhir olan cevap şudur
ki, o bir kişi tasdik ettiği âdil biri olursa, kabulünde bir beis yoktur.
Nitekim Zâhidî'de böyle denilmiştir. Musannıf'ın sözünde şuna da işaret vardır:
Bir köy halkı ayın otuzuncu günü davul sesi duyarak bayram zannı ile iftar
etseler de, davulun başka bir şey için çalındığı anlaşılsa, kefaret vermezler.
Nitekim Münye'de böyle denilmiştir. Kuhistanî.
Ben derim ki: "O bir kişi tasdik
ettiği âdil biri olursa iftarda kabulünde bir beis yoktur." sözünün
muktezası, tasdik etmezse caiz olmamaktır. Hâli kapalı olan kimsenin sözü ile
de mutlak surette caiz değildir. Zamanımızda yeni çıkan davul veya topla ise
evleviyetle caiz olmaz; çünkü başka bir şey için olmak ihtimali vardır. Bir de
ekseriyetle davulcu âdil değildir. şu halde mutlaka araştırmak lâzımdır ki,
caiz olsun. Zira ulemamızın zâhir mezheplerine göre araştırmakla iftar caizdir.
Nitekim bunu Mi'râc sahibi Şemsüleimme Serahsî'den nakletmiştir. Çünkü
araştırmak, galebe-i zan (kanaat) ifade eder. Bu da evvelce geçtiği vecihle
yüzde yüz ilim gibidir. Araştırmazsa iftar etmesi helâl olmaz. Zira Sirâc ve
diğer kitaplarda beyan edildiğine göre, bir kimse güneşin battığında şüphe
ederse iftarı helâl olmaz. Çünkü asıl olan gündüzün devamıdır.
Bahır'da Bezzâziye'den naklen şöyle
denilmiştir: "Zann-ı gâllbine göre güneş batmadıkça iftar edemez; velev ki
müezzin ezan okusun!" Ama burada şöyle denilebilir: Bizim zamanımızda top
galebe-i zan ifade etmektedir; velev ki patlatan fâsık olsun. Çünkü âdete göre
muvakkit günün sonunda hükümet dairesine giderek topçuya patlatacağı vakti
tayin eder. Bunu bakana ve başkalarına da bildirir. Topçu topu patlattığı
vakit, bu iş bakanın ve yardımcılarının o muayyen vakti murakabe etmeleri ile
olur. Bu karînelerle hata ve bozuk niyet olmadığı kanaatına varılır. Aksi
takdirde herkesin günaha girmesi ve bütün ayın orucunu kaza etmeleri lâzım
gelir, Çünkü ekserisi hiç araştırmadan, kanaat getirmeden sırf top sesini
işitmekle iftar ederler. Allah'u a'lem
«Tekrar tekrar yapmamaktır.» Zâhire
bakılırsa, ikinci defa yapmakla kefaret vâcip olur. Velev ki arada birkaç
günlük fâsıla bulunsun. Ma'siyet kastedilmediği vakit, kefaret icabetmez.
Ma'siyet iftardır. T.
«Son zikredilen iki kişi» yani vakit
gecedir zannederek sahur yiyenle iftar eden kimseler o günün kalan cüzlerini
oruçlu geçirirler. Musannıf burada Dürer sahibine tâbi olmuştur. Halbuki
Şârih'in de aşağıda işaret edeceği gibi, bunu tahsisin bir vechi yoktur. Burada
"esah kavle göre" demesi bazıları, "o günün bakıyyesini tutmak
müstehaptır" dedîkleri içindir. Fetih. Hayızlı, nifaslı, yolcu ve hasta
kimselere o günün kazası lâzım gelmeyeceğine ulemaittifak etmişlerdir. Hata yolu
ile veya kasten iftar edene, yahut yevm-i şek zannile iftar edip de sonradan
ramazan olduğu anlaşılan kimselere ise kaza lâzım geleceğine ittifakları
vardır. Bunu Kadıhan zikretmiştir. Şurunbulâliyye.
«Çünkü iftar çirkindir.» Yani orucu bozan
bir iş yapmak çirkindir. Yoksa oruç şimdi bozulur demek değildir. O daha önce
bozulmuştur. Şârihimiz burada birinci şekilden bir kıyasa işaret etmiş; kıyasın
iki mukaddimesini zikrederek neticeyi dürmüştür. İzahı şöyledir: iftar şer'an
çirkindir. Şer'an çirkin olan her şeyin terki vâciptir. Binaenaleyh iftarın
terki de vâciptir.
METİN
Mukîm olan yolcu, hayız ve nifastan
temizlenen kadınlar, ayılan deli ve iyileşen hasta ile velev zorla veya hata
yolu ile iftar eden kimse, bûluğa eren çocuk ve müslüman olan kâfir gibi ki
hepsi tutamadıklarını kaza ederler. Yalnız son îkisi iftar etseler de, günün
ilk cüzünde ehil olmadıklârı için kaza etmeleri gerekmez. Oruçta sebep odur,
Lâkin zevalden önce niyet ederlerse oruç nâfile olur ve bozmakla kaza edilir.
Nitekim Hâniyye'den naklen Şurunbulâliyye'de beyan olunmuştur. Yolcu, deli ve
hasta zevalden önce niyet ederlerse farz namına sahih olur.
İZAH
«Mukim olan yolcu...» Yani günün yarısından
sonra yahut daha önce yedikten sonra mukim olursa demektir. Yemezden önce ise,
bozmaya niyet etse bile oruç tutması vâcip olur. Nitekim bundan sonraki babta
metinde gelecektir. Bu meselelerde asıl olan şudur: Günün sonunda bulunduğu
sıfatta günün başında bulunmuş olsa oruç lâzım gelecekse, o kimseye günün
bakıyyesini tutmak gerekir. Nitekim Hulâsa, Nihâye ve inâye'de böyle
denilmiştir. Lâkin bu kalde umumi değildir. Zira kasten ramazan 'orucunu yiyen
onda dahil değildir. Kaidedeki "sayrûret" yani "oluş"
kelimesi değişme bildirir. "Lev" de kendinden sonra zikredilenin
imkânsızlığını gösterir. Bu iki kelime ile ifade edilen manâ, ramazan orucunda
tahakkuk etmez. Nehir. Yani orucunu yedikten sonra daha önce olmayan bir hâl
yenilenmemiştir. Keza yevm-i şekte oruçsuz sabahlayanla, gece zannederek sahur
yiyen veya iftar eden de buna dahil olmaz. Onun içindir ki Bedâyi sahibi bu
kaideyi zikretmiş; sonra şunları söylemiştir: "Keza sebeb-i vücup ve
ehliyet bulunduğu için üzerine oruç farz olur da devam imkânı olmayan kimse de
böyledir. Meselâ kasten orucunu bozmuştur; yahut yevm-i şekte oruçsuz
sabahlamış da sonra o günün ramazandan olduğu anlaşılmıştır. yahut fecir
doğmamıştır zannı ile sahur yemiş de sonra doğmuş olduğu anlaşılmıştır.
Böylesine oruçlulara benzemek için oruç tutmak vâcip olur."
Bedâyi sahibi oruç farz olmak için iki
kaide göstermiştir ki, bunların ferileri vardır. Fetih sahibi birinci kaideyi
düzeltmeye çalışmış ve "sayrûret" kelimesini "tahakkuk"
mûnâsınadeğiştirmişse de yine imkânsızlık bildiren "lev"i
kullanmış;'bu sebeple maksadına erememiştir. Nitekim bunu Bahır ve Nehir
sahipleri ifade etmişlerdir.
«Hayız ve nifastan temizlenen kadınlar»dan
murad, fecirden sonra yahut fecirle birlikte temizlenenlerdir. Fetih.
"Ayılan deli"den murad da, yemeği
yedikten sonra yahut niyetin vakti geçtikten sonra ayılandır. Aksi takdirde
niyet ederse orucu sahih olur. Nitekim gelecektir. Zâhire bakılırsa yolcu gibi
ona da oruç farz olur.
«İftar eden» tabirini Şârihimiz çeşitli
iftarlar arasında fark olmadığına ve Musannıf'ın yukarıda geçtiği vecihle
"son zikredilen iki kişi günlerinin kalan kısmını oruçlu geçirirler."
demesinin bir vechi olmadığına işaret için kullanmıştır. Bunu Halebî
söylemiştir.
«Son ikisi iftar etseler de kazaları
gerekmez...» Şârih bu cümleyi Bahır'dan almıştır. Orada şöyle denilmiştir:
"O gün iftar etseler de, tutsalar da müsavidir." Lâkin kâfirin
orucunun sahih olmadığı meydandadır. Çünkü orucun şartı olan niyet onda yoktur.
şu halde murad, niyet vaktinde müslüman olursa, müslüman olduktan sonraki
orucudur.
«Ehil olmadıkları için...» cümlesinden
murad, vücubun aslına ehil olmamalarıdır. Hayızlı kadın bunun hilâfınadır.
Çünkü o vücuba ehildir. Ondan yalnız edânın vücubu sâkıt olmuştur. Onun için
ona kaza vâcip olmuştur. Yolcu, hasta ve deli de hayızlı gibidir.
«Oruçta sebep odur.» Yani her günün orucuna
sebep ilk cüz'üdür. Bu söz Serahsî'nin benimsediği, Musannıf'ın da bahsimizin
başında "sebep gece veya gündüzden ayın bir cüzüne yetişmektir."
diyerek tercih ettiği kavlin hilâfınadır. "Oruç" diye kayıtlaması,
namazda sebep edâya bitişen cüz olduğundandır. Onun içindir ki, vakit içinde
bulûğa erse veya müslüman olsa, namaz kendisine vâcip olur. Çünkü sebep
bulunduğu vakit ehliyeti vardır. Günün ilk cüzünde ise bu ehliyet yoktur. Bu
sebeple o günün orucu vâcip olmaz. Züfer buna muhaliftir. Fetih sahibi buna
şöyle itiraz etmiştir: "Oruçta sebep, günün ilk cüzü olsa idi, o gün orucu
vâcip olmamak lâzım gelirdi. Çünkü sebebin vücuptan önce gelmesi mutlaka lâzımdır.
Aksi takdirde vücup sebepten önce gelmek gerekirdi." Bahır sahibi buna
cevap vererek, "Önce bulunmamak şartı burada zaruretten dolayı
düşmüştür..." demiştir. Tahkikinin tamamı Bahır'dadır. Bahsin başında
bundan biraz bahsetmiştik.
«Zevalden önce niyet ederlerse...» cümlesi,
oruç tutmalarından istidraktır. Yani "Çocukla kâfirin oruçları sahih
değildir. Şu halde zâhir rivayete göre farz namına sahih olmaz; İmam Ebû Yüsuf
buna muhaliftir. Ama zevalden önce niyet ederlerse nafile olarak sahihtir.
Hattâ bozarlarsa kazası icabeder." demek istiyor. Zâhir rivayetin vechi
Hidâye'deki şu sözdür: "Oruç vücup cihetinden parçalanmayı kabul etmez.
Başında ise vücuba ehliyet yoktur."
Sonra nâfileye niyetin sahih olmasını Bahır
sahibi Zahiriyye'den naklen çocuğa tahsisetmiştir. Kâfir onun hilâfınadır.
Çünkü o nâfileye ehil değildir. Çocuk ise ehildir. Fetih sahibi ekseri ulemanın
bu farkı kabul ettiklerini söylemiştir. Nihâye'de de öyle denilmiştir. Buradaki
bazılarının sözüdür.
«Lâkin zevalden önce niyet ederlerse...»
cümlesinden murad, günün yarısından önce niyet ederlerse demektir. Bu ibare
ekseriyetle kitapların bir çok yerlerinde ya gaflet eseri, yahut zayıf bir
kavil olmak üzere böyle zikredilmiştir.
«Farz namına sahih olur.» Çünkü daimi
olmayan delilik, hastalık gibidir; vücuba mâni değildir. Şurunbulâliyye. Yolcu
ile hastadan her biri vaktin başında vücuba ehildirler. Velev ki vaktin başında
vücubu eda kendilerinden sâkıt olsun. Bulûğa eren veya müslüman olan bunun
hilâfınadır. Nasıl ki arzettik.
METİN
Hayızlı ile nifaslı oruca niyet ederlerse
asla sahih olmaz. Çünkü vaktin evvelinde ona zıt vardır. Oruç ise parçalanmayı
kabul etmez. Oruca gücü yetmeye başlayınca, çocuğa oruç emredilir. On yaşına
varınca, esah kavle göre namaz için olduğu gibi oruç için de dövülür.
Mükellef bir kimse yukarıda geçtiği vecihle
ramazanda orucu eda ederken, kendisine şehvet duyulan bir insanın iki yolundan
birine - meni gelsin gelmesin - cima eder de sünnet yeri kaybolursa, yahut cima
olunursa veya gıda yahut ilaç olarak bir şeyi yeyip içerse, bunları kasten
yaptığı takdirde hem kaza eder; hem kefaret verir. Gıdadan murad, azıklanılan
şey, ilaçtan murad da, tedavide kullanılan şeydir. Burada kaide, bedene yarayan
bir şeyin karnına ulaşmasıdır. Dirâye ve başka kitaplar. Şurunbulâlî'nın Haddâdî'den
naklettiği sözü Nehir sahibi reddetmiştir.
İZAH
Hayızlı ile nifaslının niyetlerinden murad,
günün yarısından önce temizlenerek oruca niyet etmeleridir. Bu ne farz, ne de
nafile olarak sahih değildir. Şurunbulâliyye.
«Ona zıt vardır.» Yani hayızla nifas mutlak
surette orucun sahih olmasına aykırıdır. Zira bunların bulunmaması orucun sahih
olması için şarttır. Oruç bir ibadettir; parçalanmayı kabul etmez. Başında ona
zıt bir şey bulundu mu, kalanının hükmü de tahakkuk eder. Buluğa erenin ve müslüman
olanın nâfile orucu, ancak bazı ulemanın kavillerine göre sahihtir. Çünkü
çocukluk asıl itibarı ile oruca zıt değildir. Küfür zıt ise de, giderilmesi
mümkündür. Hayız ve nifas böyle değildir. Benim anladığım budur. Ekseriyetle
ulemanın kavillerine göre fark görmeye hacet yoktur.
«Çocuğa oruç emredilir.» Yani velisi veya
vasisi emreder. Zâhire bakılırsa emretmek vâciptir. Hayra alışsın, kötülüğü
terk etsin diye kötülüklerden de sakındırır. T.
Oruca güç yetirmesi yedi yaşla
sınırlandırılmıştır. Ama zamanımızın çocuklarında görülenhal, bu yaşta oruca
tâkat getirememeleridir.
Ben derim ki: Bu iş, çocuğun bedenine ve
mevsimin yaz ve kış olmasına göre değişir. Zahire bakılırsa, çocuğun takatına
göre emredilir. Bütün aya tahammül edemezse bir kısmını tutar.
«Dövülür.» Yani şamarlanır. Yoksa sopa ile
dövülmez. Üç tokatı da aşmamalı. Nitekim namaz için de böyle denilmiştir.
Üsturuşnî'nin Ahkâm adlı eserinde şöyle denilmektedir: "Çocuk orucunu
bozarsa kaza etmez. Çünkü bunda ona güçlük vardır. Namaz böyle değildir. Onu
kaza etmesi emrolunur. Zira onda güçlük yoktur."
«Cima eder de sünnet yeri kaybolursa...»
Musannıf bu cümle ile üçüncü kısma başlamaktadır ki, o da hem kaza, hem kefaret
lâzım gelmesidir. Kefaretin vâcip olması, aşağıdaki "kasten" kaydı
ile mukayyettir. Zorlanmış olmayacak ve iftarı mübah kılan hayız ve hastalık
gibi bir arıza bulunmayacaktır. Kefaretin vâcip olması bir de geceden
niyetlenmiş olmakla mukayyettir. "Mükellef" demekle, çocuk ve deli
hükümden çıkarılmışlardır. Çünkü bunlar muhatap değillerdir.
"insanın" kaydı ile cinnî hükümden çıkarılmıştır. Ebussuûd. Zâhire
göre meni gelirse kaza vâcip olur. Aksi halde bir şey lâzım gelmez. Nasıl meni
gelmezse yıkanmak da icabetmez.
«Kendisinden şehvet duyulan»dan murad,
mükemmel şehvettir. Binaenaleyh hayvana veya ölüye cima etmekle meni gelse bile
kefaret yoktur. Bahır. Hattâ meni gelmezse kaza bile gerekmez. Nitekim
geçmişti. Küçük kızla cima eden hakkında ihtilâf vardır. Bazıları ulemanın
ittifakı ile kefaret lâzım gelmediğini söylemişlerdir. Bu sözün daha yerinde
olduğunu evvelce bildirmiştik.
«Ramazanda» tabirinden murad, gündüzdür.
Bununla işaret ediliyor ki, cima ederken fecir doğsa, hemen vazgeçtiği takdirde
kefaret lâzım gelmez. Nasıl ki unutarak cima etse lâzım gelmez. Ebû Yusuf'tan
bir rivayete göre, fecir doğduktan sonra cima halinde kalırsa kefaret lâzımdır.
Ama orucu hatırladıktan sonra cima halinde kalırsa kefaret gerekmez; yalnız
kaza lâzım gelir. Kuhistânî. Bunu evvelce mufassal olarak arzetmiştik.
«Yukarıda geçtiği vecihle» Yani kefaret
ancak ramazan ayının hürmetini çiğnemekle lâzım geldiği için, ramazanı kaza
ederken bozan kimse ile diğer oruçları bozana kefaret lâzım gelmez.
«Yahut cima olunursa» ifadesi, küçük
yaştaki kocanın karısına cima etmesine şâmildir. Nitekim ulemanın mutlak olan
ifadelerinin gereği budur. Bir de bu surette yalnız kadına yıkanmak vâcip
olduğunu, küçük olan kocasına gusül icabetmediğini açıklamışlardır. Bunu Remlî
ifade etmiştir. Kuhistânî'de bildirildiğine göre erkek, şehvet duyulan bir
kadınla cima ederse kefaret verir. Nasıl ki kadın bir çocuk veya deli ile
cima'da bulunsa hüküm budur. Ama her iki surette ulemanın ihtilâfı vardır;
nitekim Timurtâşî'de beyan edilmiştir.
«Sünnet yeri kaybolursa...» ifadesi cima'ın
hakikatını beyan etmektedir. Çünkü cima bunsuz tahakkuk etmez. T.
«İnsanın iki yolu»ndan murad, ön ve
arkadaki iki pislik yoludur. Bu kelime "dübür" mânâsında sahihtir.
Muhtar kavle göre bu bilittifaktır. Valvalciyye. Çünkü kazayı şehvetle cinayet
tekâmül etmiştir. Bahır.
«Meni gelsin gelmesin.» Kaza ve kefaret
lâzım gelir. çünkü meni gelmesi, o işin kemâlidir. Kazayı şehvet meni gelmeden
tahakkuk eder ki, onunla haddi şer'î vâcip olur. Halbuki hadd sırf bir cezadır.
O halde içinde ibadet mânâsı olan kefaretin onunla vâcip olması evleviyette kalır.
Bahır.
"Gıda"dan murad, buğday, ekmek ve
et gibi azık olabilen şeylerdir. Su besleyici olmadığı halde onun da gıdadan
sayılması gıdaya yardımcı olduğu içindir. Kuhistânî.
«Şurunbulâli'nin Haddâdi'den naklettiği»
şudur ki Hâşiyesinde söylemiştir: «Beslenmenin mânâsında ulema ihtilâf
etmişlerdir. Bazısı, insan tabiatın yemeye meylettiği ve midenin iştihasını
gideren şeydir, demiş; bir takımları da faydası bedenin yararına ait olan
şeydir diye tarif etmişlerdir. Bunun faydası, bir lokmayı çiğneyip çıkardıktan
sonra onu tekrar yuttuğu zaman meydana çıkar. ikinci tarife göre o kimseye
kefaret lâzım gelir. Birinciye göre lâzım değildir. Esrar kullanmakta bunun
aksi olur. Çünkü onun bedene faydası yoktur. O halde ziyade aklını azaltır. Ama
tabiat ona meyleder ve onunla karnının iştihası gider.» Kısaltılarak
alınmıştır.
Nehir sahibi bunu şu sözleri ile
reddetmiştir: «Bu söz tahkikten uzaktır. Çünkü kabul edildiği takdirde ulemanın
"yahut ilaç olarak bir şey yiyip içmesi..." demeleri mânâsız kalır.
Muhakkık âlimlerin söylediklerine göre orucun bozulmasının mânâsı, bedene
yararlı olan bir şeyin karnına ulaşmasıdır. Bu gıdaya da, ilaca da şâmildir ki,
birinci kavle uyar. Hilâf yerini tahkik ederken münâsip olan budur.»
Ben derim ki: Bunun hâsılı hilâfın, orucu
bozmanın mânâsında olduğunu ifade eder; beslenmenin mânâsında olduğunu ifade
etmez. Lâkin Nehir sahibinin muhakkık ulemadan naklettiği sözden, beslenmenin
mânâsında hilâf olmaması lâzım gelmez. Ancak tahkik neticesi anlaşılmıştır ki,
ne beslenmenin, ne de oruç bozmanın mânâlarında hilâf yoktur. Zira ulemanın
bildirdiklerine göre kefaret ancak sureten ve manen orucu bozmakla vâcip olur.
Yemekte sureten orucun bozulması yutmakla; manen bozulması da bedene yarayışlı
olan gıda ve ilaç olması iledir. Binaenaleyh ufak taş gibi bir şey yutmakla
kefaret vâcip olmaz; çünkü bunda yalnız sureten bozulma vardır. îğne vurulmakla
da vâcip olmaz; çünkü yalnız manâ vardır. Nitekim Hidâye sahibi ile başkaları
ta'lîlini yapmışlardır. Bedâyi sahibinin bildirdiğine göre kefaret, ağızdan
gıda veya tedavi niyetiyle mideye alınan şeyle vâcip olur. Başka yerden bedene
girenle vâcip olmaz. Binaenaleyh ceviz veya sağlam kuru badem gibi bir şey
yutmakla kefaret lâzım gelmez. Çünkü bunda yalnız sureten yemek vardır; manen
yemek yoktur. Zira ufak taş "ve çekirdek gibi bunu da yemeyi âdet
edinmemiştir. Hamur veya un yemekle de kefaret lâzım gelmez. Çünkü bunlarla
beslenme ve tedavi kastedilmez. Ağaç yaprağı yerse bakılır; âdeten yenilen
şeylerden ise kefaret vâcip olur; değilse yalnız kaza icabeder. Keza ağzından
tükrük çıkar da sonra yutar veya başkasının tükrüğünü yutarsa, yalnız kaza
lâzım gelir. Çünkü bundan iğrenilir. Sevgilisinin veya dostunun tükrüğü olursa
kefaret icabeder. Nitekim bunu Hulvânî söylemiştir; çünkü bundan iğrenmez. Ağzından
lokmayı çıkarır da sonra tekrar ağzına atarsa, Ebulleys, 'Esah kavle göre
kefaret icabetmez; çünkü o lokma iğrenilir hale gelmiştir.' demiştir.
Kısaltılarak alınmıştır.
Bundan anlaşılır: ki, ulemanın "gıda
alınan şey"den muradları bedene yarayışlı olandır. Bu âdeten ya beslenmek
maksadı ile yenir, ya tedavi yahut da zevk için alınır. O halde hamur ve un her
ne kadar bedene yarasa ve gıda olsa da bu maksatta yenilmez. Ağızdan çıkarılan
lokma da öyledir. Çünkü iğrenildiği için hükmen bedene yararlı olmaktan
çıkmıştır. Nasıl ki ulema, "Bir kimsenin kusmuğu ağzına gelir de
kendiliğinden geri dönerse orucu bozulmaz; çünkü âdeten gıda olarak kullanılan
şeylerden değildir. Sevgilinin tükrüğü böyle değildir; zira ondan lezzet
duyar." demişlerdir. Nitekim Kenz sahibi bunu kitabının sonlarında
söylemiştîr. Binaenaleyh bedene yarayan şeyler hükmüne girmiştir. Sarhoş eden
esrar da bunun gibidir.
Muhit'in sözü de bu söylediklerimizi te'yid
eder. Orada bildirildiğine göre esas şudur: Kefaret, ne zaman gıda olarak yenilen
bir şeyle oruç bozulursa o zaman vâcip olur. Çünkü kefaret, bu işten men etmek
içindir" Men etmeye ise âdeten yenilen bir şeyden vazgeçirmek için muhtaç
olunur. Başka şey böyle değildir. Zira ondan çekinmek tabiaten sabittir. Meselâ
şarap içmek gibi ki içene had vurmak icabeder; çünkü men edilmeye muhtaçtır.
Sidik ve kan içmek bunun hilâfınadır. Sonra âdeten yenilen şey, ister kasten,
ister başkasına tebean yenilsin, yenilen şeylerden sayılır. Bundan başkası
yenilmeyen şeyler hükmündedir. Velev ki haddi zatında besleyici olsun, İlaç
yenilen şeyler hükmündedir. Zira onda bedene yarar vardır.
Bundan sonra Muhît sahibi bir takım fer'î
meseleler zikretmiş. Nihayet lokma hakkında şunları söylemiştir: "Lokmayı
çıkarır da tekrar iade ederse kefaret yoktur. Esah olan budur. Çünkü o iğrenç
ve tiksinilir bir hal almıştır ki, bu suretle gıda mânâsına kusur
girmiştir." Kısaltılarak alınmıştır. Lâkin bu izaha göre çiğ eti yemekle
kefaretin vâcip olması müşkil kalır; velev ki ölü eti olsun! Meğer ki kokmuş ve
kurtlanmış ola! Çünkü ben bu hususta hilâf zikreden görmedim. Halbuki bunun
iğrençliği ağızdan çıkarılan lokmadan daha çoktur. Meğer ki: "Et haddi
zâtında gıda maksadı ile bedenin yararlanması için yenir. Ağızdan çıkarılan
lokma ile hamur böyle değildir. Et kurtlanırsa iş değişir. Çünkü o zaman bedene
eziyet verir. Onunla bedene bir yarar sağlanmaz!" denilsin. Burasını izah
ederken bana zâhir olan budur. Allah'u âlem.
«Bunları kasten yaptığı takdirde...»
ifadesi ile hata eden ve zorla yaptırılan hariç kalır. Bahır.
Ben derim ki: Unutan da öyledir. Çünkü
murad, orucu kasten bozmaktır. Unutan kimse, orucu bozan şeyi kasten kullansa
da orucu bozmayı kastetmemiştir.
METİN
Yahut kan aldırırsa, yani kan aldırmak,
sürme çekmek, kadına dokunmak ve meniyi getirmemek şartı ile hayvana cima etmek
ve dübüre parmak sokmak gibi orucu bozmaz zannedilen bir şey yapar da orucum
bozuldu zannederek kasten yerse, bütün bu suretlerde hem kaza eder, hem kefaret
verir. Çünkü bu zan, yerinde bir zan değildir. Hattâ kendisine, sözüne güvenilir
bir müftî fetva verir yahut bir hadis işitir de te'vilini bilemezse kefaret
vermez; zira şüphe vardır. Velev ki müftî hata etmiş ve hadis sabit olmamış
olsun. Yalnız yağlanmada iş değişir.
İZAH
«Yani kan aldırmak ilh...» cümlesi ile
Şârih hükmün yalnız kan aldırmaya mahsus olmadığına işaret etmiştir. T.
«Orucu bozmaz zannedilen» kaydı ile, bozar
zannedilen fiilden ihtiraz etmiştir. Nasıl ki unutarak yer veya cima eder;
yahut ihtilam olur veya bakmakla menisi gelir yahut kusacağı kalkar da orucum bozuldu
zannederek kasten yerse, kefaret lâzım gelmez. Çünkü şüphe vardır. Nitekim
yukarıda geçti.
«Menîyi getirmemek şartı ile...» meniyi
getirirse kasten yemekle kefaret lâzım gelmez. Çünkü orucu bozulduktan sonra
yemiştir. T.
«Parmak sokmak»tan murad, evvelce geçtiği
vecihle kuru parmaktır. H. Yaş parmağını sokarsa yine kefaret yoktur. Çünkü
ıslaklıkla orucunun bozulduğu tahakkuk ettikten sonra yemiştir. T.
«Bütün bu suretlerde...» Yani "cima
eder de sünnet yeri kaybolursa..." diye başlayarak anlattığı suretlerin
hepsinde kaza ve kefaret lazım gelir. Kaza ve kefaretin ne zaman vâcip
olacağını beyan etmemesi, bunların hemen değil, mühletle vâcip olacağını
bildirmek içindir. Nitekim îmam Muhammed'in kavli budur. Ebû Yusuf derhal vâcip
olduğunu söylemiştir. Ebû Hanife'den bu hususta iki rivayet vardır. Nitekim
Timurtâşî'de beyan edilmiştir. Bazıları iki ramazan arasında vâcip olacağını
söylemişlerdir. Kerhî: "birinci kavil sahihtir" demiştir. Keza o
kimsenin nâfile oruç tutması da mekruh değildir. Nitekim Zâhidî'de
beyanolunmuştur. Kazayı evvel zikretmesî, onu kefaretten önce tutmak
gerektiğini bildirmek içindir. Günleri aralıksız birbiri ardınca tutmak
müstehaptır. Nitekim Hidâye'de bildirilmiştir. Kuhistânî, "Hattâ sözüne
güvenilir bir müftî fetva verirse" cümlesi, "bu zan yerinde bir zan
değildir" cümlesinin mefhumu muhalifi üzerine getirilmiş fer'î bir
meseledir. Yani zan yerinde olmuş olsa, kefaret yoktur. Hattâ kendisine bîr
müftî fetva verirse kefaret lâzım gelmez mânâsınadır.
«Sözüne güvenilir müftî»ye misal, kan
aldırmanın orucu bozduğuna kail olan bir Hambelî'dir. İmdâd. Bahır sahibi diyor
ki: «Çünkü avamdan birinin fetvasına güvendiği bir âlimi taklit etmesi
vâciptir.» Bundan sonra sözüne devamla; «Bundan anlaşılır ki avamdan birinin
mezhebi, müftîsinin mezhebidir.» demiş; hiçbir mezheple kayıtlanmamıştır. Onun
için Fetih sahibi, «Avamdan biri hakkında hüküm, müftîsinin hükmüdür.»
demiştir. Nihâye'de, «Müftînin, kendisinden fıkıh dersi alınacak kimselerden
olması, o beldede fetvasına güvenilmesi şarttır. O zaman fetvası bir şüphe
olur. Başkasının fetvası muteber değildir.» denilmiştir. Bundan anlaşılır ki
"güvenilir" kelimesi - burda olduğu gibi - meçhul kullanılacaktır.
Binaenaleyh sadece fetva soranın güvenmesi kâfi değildir. Anla!
«Yahut bir hadis işîtir...» Meselâ,
"Kan alanın da, aldıranın da orucu bozulmuştur." hadisini işitmiş
olur da kasten yerse, yalnız kaza lâzım gelir. Ama bu İmam Muhammed'e göredir.
Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in sözü, müftînin sözünden daha kuvvetlidir. Binaenaleyh
bir şüphe meydana getirmesi evleviyette kalır. İmam Ebû Yusuf'tan bunun hilâfı
rivayet olunmuştur. Zira avamdan olan bir kimseye, fukahaya uymak düşer. Onun
hakkında hadisleri bilmeye yol yoktur. Zeylâi.
«Te'vilini bilmezse, kefaret icabetmez.»
Fakat bilir de yine yerse kefâret vâcip olur. Çünkü şüphe kalmamıştır.
Evzaî'nin, "orucu bozulur" demesi şüphe doğurmaz; çünkü kıyasa
aykırıdır; hem yiyenin hadisin müevvel olduğunu bildiğini farz ediyordu. Bu
hadis mensuhtur diye te'vil olunmuştur. Yahut Peygamber (s.a.v.)'in oruçlarının
bozulduğunu söylediği o iki kişi gıybet ediyorlardı. Meselenin tamamı
Fetih'tedir. İkinci te'vile göre murad, orucun sevabının gitmesidir. Nitekim
gelecektir.
«Ve hadis sabit olmamış olsun.» Burada
murad, kan aldırma hadisinden başkasıdır; çünkü o sahih ve sabittir.
Gıybetçinin orucunun bozulacağını bildiren bütün hadisler ise uydurmadır.
Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Yine Fetih'te Bedâyi'den naklen şöyle
denilmektedir: "Bir kadına dokunur veya şehvetle öperse yahut onunla yatar
da menisi gelmezse, fakat o kimse orucum bozuldu zannederek kasten yerse,
kefâret vermesi icabeder. Meğer ki bir hadisi te'vil etmiş veya iki fâkihten
fetva almış da iftar etmiş ola. Bu takdirde ona kefaret lâzım gelmez. Velev ki
fâkih hata etmiş ve hadis sabit olmamış bulunsun! çünkü fetvanın zâhiri
vehadis, bir şüphe itibar edilir."
«Yalnız yağlanmada iş değişir.» ifadesi
"kefâret vermez" sözünden istisnadır. Yani yağlanır da sonra yerse
kefâret verir. Çünkü kasten yemiş ve hiçbir şer'î delile dayanmamıştır. Zira
burada bir fâkihin fetvasına veya kendinin hadisi te'vil etmesine bakılmaz. Bu,
fıkıhtan az çok nasibi olan bir kimsenin şüphe etmeyeceği şeylerdendir. Bunu
Kemal Bedâyi'den nakletmiştir. Lâkin bu söz Hâniyye'nin sözüne aykırıdır. Orada
şöyle denilmektedir: «Sürme çekinen veya yağlanan yahut bıyıklarını yağlayan ve
sonra kasten bir şey yiyen kimseye kefâret lâzım gelir. Ancak cahil olur da
kendisine ' yiyebilirsin ' diye fetva verilirse o başka!» İmdâd sahibi diyor
ki: «Bu izaha göre bizim 'meğer ki kendisine bir fâkih fetva vermiş ola'
sözümüz, bıyığı yağlama meselesine şâmil olur.» Görüyorsun ki o istisna
yapılmamasını tercih ediyor. Evlâ olan Şârih'in bunu terk etmesi idi. H.
Ben derim ki: Lâkin Hâniyye ve diğer
kitaplardan gıybet hakkında naklettiklerimiz, Bedâyi'nin sözünü te'yîd
etmektedir.
METİN
Oruçlunun özrü yokken bir şey tatması Ve
keza çiğnemesi mekruhtur. "Özrü yokken" tabiri her ikisinin kaydıdır.
Bunu Aynî söylemiştir. Meselâ kadının kocası veya sahibi kötü huylu olur da,
ondan korktuğu için tadar. Satın alırken bir şeyi tatmanın mekruh olup olmadığı
hususunda iki kavil vardır. Nehir sahibi bunların arasını bularak, "Eğer
tatmamak için imkân bulur, aldanacağından da korkmazsa, tatması mekruh olur.
Aksi takdirde mekruh olmaz." demiştir. Bu farz oruçtadır; nâfilede
değildir. Ulema böyle demişlerdir. Ama söz götürür. Çünkü mezhebe göre özürsüz
nâfile orucu bozmak haramdır. Binaenaleyh kerâhet bâkidir.
İZAH
Anlaşılan bu yerlerdeki kerahet, kerahet-i
tenzihiyyedir. Remli. "Bunu Aynî söylemiştir." Nehir sahibi de ona
uymuş ve "Zeylâî bu kaydı sadece ikinciye vermiştir. Halbuki birinci daha
lâyıktır." demiştir.
«Meselâ kadının kocası kötü huylu olur...»
cümlesi, birincide özrü beyândır. Nehir sahibi diyor ki: "ikincide özür
de, kadının çocuğuna yemek çiğneyecek hayızlı veya nifaslı gibi oruçsuz birini
bulamaması; pişmiş yemek bulamaması olabilir."
"Nehir sahibi..."nin ibaresi
şudur: «Birinciyi yani "mekruhtur" sözünü olmamak için imkân
bulduğuna; ikinciyi de imkân bulamadığına ve aldanacağından korktuğuna
yorumlamak gerekir.» O keraheti satın almamak imkânı bulmakla kayıtlamıştır.
Yani aldanacağından korkup korkmaması müsavidir. Şu halde Şârih'in burada
"aldanacağından korkmazsa" demesi Nehir'in sözüne aykırıdır.
"Aksi takdirde mekruh olmaz."
Yani "satın almamak imkânı bulamaz; aldanacağından da korkarsa mekruh
olmaz" demesi Nehir'in sözüne uygundur. Bu sözün mefhumu muhalifi şudur:
Almamak imkânı bulamaz; aldanacağından da korkmazsa tatmak mekruh olur. Bu
açıktır.
«Bu farz oruçtadır.» Yani özürsüz tatmanın
veya çiğnemenin mekruh olması hükmü, farz oruca mahsustur. T.
«Nâfilede değildir.» çünkü onda özürden
dolayı orucu bozmak bilittifak mübahtır. İmam Hasan'la Ebu Yusuf'un
rivayetlerine göre özürsüz bozmak da mübahtır. Şu halde tatmak evleviyetle
mekruh olmaz. Çünkü o iftar değildir; sadece iftar olabilme ihtimalini haizdir.
Fetih ve diğer kitaplar.
«Ama söz götürür.» Burada söz eden Bahır
sahibidir. Sözünün hulâsası şudur: «Sözümüz, zahir rivayete göre özürsüz oruç
bozmanın helâl olmayacağı hususundadır. Binaenaleyh orucu bozmaya mâruz bırakan
her şey mekruh olur. Bu rivayete göre bunu teslim ediyoruz. Fakat ileride bunun
şâz olduğu görülecektir.» Nehir sahibi ise şöyle cevap vermiştir: «Denilebilir
ki, nâfilede mekruh olmayıp farz oruçta mekruh olması, iki derecenin farkını
göstermek içindir.» Remlî dahi cevap vermiş ve «Farz oruçta mekruh olması,
kuvvetinden dolayıdır. Onu korumak ve fesada mâruz bırakmamak icabeder. Bu
sebeple orucu fesada götürememesinden korkulan şey onda mekruh sayılmış;
nâfilede mekruh sayılmamıştır. Velev ki hakikaten orucu bozmak helâl olmasın.
Çünkü o aslı itibarı ile sırf tetavvudur. Mütetavvı (gönüllü) kimse evvel
emirde kendinin kumandanıdır. Böylece nâfilenin mertebesi farzdan aşağı inmiş;
kanaat bahşolmamakla beraber çok defa orucu bozmaya vardıran bir fiil onda
mekruh sayılmamıştır.» dedikten sonra, «Bu, Nehir'in ifadesinden daha iyidir.
Çünkü bu onlar için zikredilen illeti iptal eder. Düşün!» demiştir.
METİN
Çiğnenmiş, çiğnem halindeki beyaz sakızı
çiğnemek mekruhtur. Böyle olmazsa orucu bozar. Oruçsuz erkeklerin sakız
çiğnemesi mekruhtur. Ancak bir özürden dolayı tenha bir yerde çiğneyebilirler.
Fakat mübah olduğunu söyleyen de vardır. Kadınların sakız çiğnemeleri
müstehaptır. Çünkü bu onların misvakıdır. Fetih.
Orucu bozacak bir şeyden emin olmayan
kimsenin öpmesi, dokunması, sarmaşması ve çıplak sarılması mekruhtur. Emin
olursa zarar etmez.
İZAH
Özürsüz bir şeyi tatmak ve çiğnemek
meselesinde sakız da dahil olduğu halde, Musannıf'ın onu ayrıca zikretmesi,
ondaki özür açık olmadığı içindir. Musannıf onu ehemmiyetinden dolayı özürsüz
mutlak olarak zikretmiştir. Remlî.
Ben derim ki: Şu da var: Onu çiğnemek âdet
olmuştur. Bilhassa kadınlar çok çiğnerler. Çünkü sakız onların misvakıdır.
Nitekim gelecektir. Binaenaleyh bu bir özürdür sanılarak oruçta keraheti
olmadığı zannına düşülebilir. Şarih'in "beyaz" diye kayıtlaması, kara
sakızla çiğnenmemiş ve çiğnem haline getirilmemiş beyaz sakızın kırıntıları
mideye gideceği içindir. İmam Muhammed bu meseleyi mutlak zikretmiştir. Kemal
onu müteehhirîn ulemaya uyarak bu mânâya yorumlamıştır. Demiştir ki: «Çünkü
çiğnem halindeki sakız yüzde yüz mideye varmamakla ta'lîl edilmiştir. Eğer
adeten mideye ulaşan şeylerden olursa, orucun bozulduğuna hükmedilir; zira o,
kesinlikle bilinen gibidir»
«Oruçsuz erkeklerin sakız çiğnemesi
mekruhtur.» Çünkü delil, yani kadınlara benzeme, onlar hakkında itirazsız
kerahet iktiza eder. Fetih. Zâhire göre buradaki kerahet, kerahet-i
tahrîmiyyedir. T.
«Ancak bir özürden dolayı tenha bir yerde
çiğneyebilirler.» Pezdevî'den naklen Mi'râc'da ve Mahbûbî'de de böyle
denilmiştir.
«Mübah olduğunu söyleyen de vardır.» Bundan
murad, Fahrulislâm'dır. Şöyle demiştir: «İmam Muhammed'in kavlinde, oruçlu
olmayana mekruh sayılmadığına işaret vardır. Lâkin erkeklerin bunu terk etmesi
müstehaptır. Meğer ki ağzı kokmak gibi bir özrü ola.»
«Çünkü bu onların misvakıdır.» Kadınların
bünyeleri zayıftır. Misvaka tahammül etmeyebilir ve misvak diş etleri ile
dişlerine zarar verir diye düşünülebilir. Fetih.
«Öpmesi...» Sirâc sahibi kadının
dudaklarını emmek sureti ile şiddetli öpmenin mutlak surette, yani emin olsun
olmasın mekruh olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Nehir sahibi, «Meşhur kavle
göre "sarmaşık" meselesi tafsilâtlıdır. Zâhir rivayete göre
mübaşeret-i fâhişe de öyledir. îmam Muhammed'den bir rivayete göre mutlak
olarak mekruhtur. Hasan'ın rivayeti de budur. Sahih kavlin bu olduğu söylenir.»
demiştir. Fetih sahibi keraheti ihtiyar etmiş; Valvalciyye sahibi ise hilâf
zikretmeksizin kesinlikle buna kail olmuştur.
Mübâşeret-i fâhişe, karı-kocanın
çırılçıplak birbirlerine sarmaşmaları ve edep yerlerinin birbirine değmesidir.
Hattâ Zahîre sahibi bunun hilâfsız mekruh olduğunu söylemiş; "Çünkü
ekseriye cima vardır," demîştir. Bundan anlaşılır ki imam Muhammed'in
rivayeti, zahir rivayetteki sarılmanın mutlak olmadığını, onun "çirkin
olmayan sarılma" mânâsına alınacağını beyan etmektedir. Onun için Hidâye
sahibi, "Sarılmak zâhir rivayete göre öpmek gibidir. İmam Muhammed'den bir
rivayette kendisi mübâşereti fâhişeyi mekruh saymıştır." demiştir. Bu
gösterir ki, yukarıda Nehir'den naklettiğimiz mübâşereti fâhişenin ihtilâflı
olması gerektiği gibi değildir. Sonra Tatarhâniyye'nin muhit'ten naklen benim
söylediğim gibi açıkladığını gördüm; iki rivayetin arasını bulmuş ve aralarında
fark olmadığını beyan etmiş. Hamd Allah'adır.
«Oruç bozacak bir şeyden...» murad, meni
getirmek veya cima'dır İmdâd. "Emin olursa zarar etmez." cümlesinden
anlaşılıyor ki, evlâ olan yapılmamasıdır. Lâkin Fetih sahibi diyor ki: «Buharî
ile Müslim'de rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.v.) oruçlu iken öper ve
kucaklarmış. Ebû Davd güzel bir isnatla Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir ki,
bir adam Peygamber (s.a.v.)'e oruçlunun sarılmasını sormuş da, ona ruhsat vermiş.
Başka biri gelmiş; ona bunu yasak etmiş. Bir de bakmışlar ki ruhsat verdiği
şahıs ihtiyar; yasak ettiği ise genç imiş!»
METİN
Süslenmeyi kast etmezse, bıyık yağlamak ve
sürme çekmek mekruh değildir Sünnet miktarı olursa, sakalı uzatmak da mekruh
değildir. Sünnet miktarı, bir tutamdır. Nihâye sahibinin açıkladığına göre,
sakalın bir tutamdan fazlasını kesmek vâciptir. Bunun muktezası, kesmemenin
günah olmasıdır. Meğer ki vücup ' sübut ' mânâsına yorumlana. Bir tutamdan az
olan sakal, bazı Mağriplilerle kadınlaşmış erkeklerin yaptığı gibi kısaltmaya
gelince: Bunu kimse mübah görmemiştir. Bütün sakalı kazıtmak ise Hint
Yahudileri ile Acem Mecûsilerinin işidir. Fetih.
İZAH
«Bıyık yağlamak ve sürme çekmek...»
İmdâd'da beyan edildiğine göre bundan şu çıkar: Tütün gibi bitişik bir cevher
olmayan misk, gül ve emsalini koklamak oruçluya mekruh değildir. Çünkü ulema
sürme çekmenin hiçbir surette mekruh olmadığını söylemişlerdir. Bu, kokulusuna
da başkalarına da şâmildir. Onu bir nevine tahsis etmemişlerdir. Bıyığı
yağlamak da öyledir.
«Süslenmeyi kast etmezse...» Bilmiş ol ki,
güzelleşmek istemekle süslenmek istemek arasında telâzüm yoktur (Birinin
bulunması diğerinin bulunmasını gerektirmez). Kusuru gidermek vakarlı olmak ve
- övünmek için değil de - şükür için nîmeti açıklamak maksadı ile güzellik
matluptur. Bu, nefsin edep ve terbiyesinin eseridir. Süslenmek ise nefsin
zaafının eseridir. Ulema demişlerdir ki: «Sünnet kınalanmayı emretmiştir: fakat
süslenmek maksadı ile değildir. Kınalandıktan sonra süs meydana gelirse, bu
matlup bir iş zımnında meydana gelmiştir. Binaenaleyh ona ehemmiyet vermedikçe
zararı yoktur.» Fetih. Bundan dolayıdır ki Valvalciyye sahibi şöyle demiştir:
«Güzel elbise giymek, büyüklenmemek şartı ile mübahtır. Zira büyüklenmek
haramdır.» Bunun açıklaması: "Güzel elbiseyi giydikten sonra, giymezden
önceki gibi olmalıdır" Bahır.
«Nihaye sahibi...» şöyle demiştir:
"Bundan geri kalanı kesmek vâciptir; Peygamber (s.a.v.)'den böyle rivayet
olunmuştur. O, sakalının ucundan ve yanı başından alırdı. Bunu Ebû İsa, yani
Tirmîzî Câmii'nde rivayet etmiştir." Bu sözün bir misli de Mirâc'tadır.
Onu Fetih sahibi de nakletmiş ve tasdikte bulunmuştur. Nehir sahibi diyor ki:
«Bazı kıymetli büyüklerden işittiğime göre Nihâye'nin ibaresi. "Bundan
geri kalanı kesmeyi severdi" şeklinde imiş. Bunda bir beis yoktur.» Şeyh
ismail, "Lâkin bu zâhirin hilâfınadır." diyor.
«Meğer ki vücup ' sübut ' mânâsına
yorumlana.» Bunu şu da te'yîd eder ki: Nihâye sahibinin istidlâl ettiği delil,
vücuba delâlet etmemektedir. Çünkü Bahır ve diğer kitaplarda açıklandığına göre
"şöyle yapardı" ifadesi tekrar ve devam iktiza etmez. Onun için
Zeylâî"vâciptir" sözünü çıkararak, "fazlasını keser" demiştir.
Şeyh İsmail Şerhinde, "Sakalını avucuna almakta bir beis yoktur. Bir
tutamdan fazla gelirse onu keser." demiştir. Münye'de de öyledir. Bu
sünnettir. Nitekim Mübteğâ'da böyledir.
Müctebâ, Yenâbî, ve diğer kitaplarda şöyle
denilmektedir: «Sakal uzadığı vakit etrafından almakta bir beis yoktur.
Beyazlaşmış kıl, ancak süslemek için yolunur. Kadınlaşmış erkeklere benzememek
şartı ile kaşlarından ve yüzünün kıllarından almakta da beis yoktur. Boğazın
kılları tıraş edilmez. Ama Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre bunda bir beis
yoktur.»
«Kısaltmaya gelince...» Fetih sahibi
yukarıda geçenle Sahîhayn'da İbn-i Ömer (r.a.)'den rivayet olunan
"Bıyıkları tıraş edin, sakalları çoğaltın!" hadisinin aralarını
bununla bulmuştur. Demiştir ki: «Hadisin râvisi olan İbn-i Ömer'in, bir
tutamdan fazlasını aldığı sahih rivayetle nakledilmiştir. Bu neshe
hamledilmezse - ki râvi rivayet ettiği hadisin zıddı ile amel ettiğinde
kaidemiz budur. Halbuki başka raviden ve Peygamber (s;a.v.)'den de rivayet
olunmuştur - 'çoğaltmak' kelimesi çoğunu almamak veya Acem Mecûsilerinin
yaptıkları gibi hepsini tıraş etmemek mânâsına yorumlanır. Bunu Müslim'in Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği: "Bıyıkları kesin! Sakalları çoğaltın!
Ama Mecûsilere muhalefet edin!" hadisi te'yîd eder. Bu son cümle ta'lîl
yerindedir. Bazı Mağriplilerle, kadınlaşmış erkeklerin yaptığı gibi, bir
tutamdan az olan sakaldan almaya gelince: Bunu kimse mübah görmemiştir.»
Kısaltılarak alınmıştır.
METİN
«Aşûre günü çoluk-çocuğa cömert
davranmak...» hadisi sahihtir. «O günde sürme çekinmek...» hadisleri ile
Abdulaziz oğlunun dediği gibi ' uydurma ' değil, zayıftırlar. Misvak tutunmak
da mekruh değildir. Mezhebe göre velev ki akşam üzeri veya su ile ıslak halinde
olsun. İmam Şâfiî zevâlden sonra misvaklanmayı mekruh görmüştür. Keza kan
aldırmak, yaş elbise ile sarınmak, Ebû Yusuf'a göze ağzına veya burnuna su
çekmek veya serinlemek için yıkanmak da mekruh değildir. Bununla fetva verilir.
Bu meseleyi Burhân'dan şurunbulâliyye nakletmiştir.
İZAH
«Aşûre hadisi» şudur: «Her kim aşûre günü
çoluk-çocuğuna cömert davranırsa, Allah bütün sene ona cömert davranır.» Cabir,
«Ben bunu kırk yıl denedim; hiç aksamadı.» demiştir. T.
Sürme hadisi de Beyhâkî'nin rivayet ettiği
ve zayıf bulduğu şu hadistir: «Her kim aşûre günü sürme taşı ile sürme
çekinirse, ebediyyen göz ağrısı görmez.» İbni'l-Cevzî bu hadîsi mevzû hadisler
arasında "Her kim aşûre günü sürme çekinirse o sene gözü ağrı
görmez." şeklinde rivayet etmiştir. Fetih.
Ben derim ki: Bunu burada zikretmenin
münasebeti, Hidaye sahibi oruçlunun sürme çekinmesi mekruh olmadığına Peygamber
(s.a.v.) aşûre günü sürme çekinmeyi ve oruç tutmayı teşvik buyurmuştur diye
istidlâlde bulunmasıdır. Nehir sahibi diyor ki: «İbn-i İzz kendisini tenkit
ederek, "Peygamber (s.a.v.)'den aşûre günü hakkında orucundan başka bir
şey sahih olmamıştır. Ancak Rafiziler Hz. Hüseyin o günde katledildiği için
aşûre gününde mâtem tutmayı, çadır kurmayı îcat edince, Ehl-i Sünnet'in
cahilleri de şenlik yapıp keşkek ve yemekler pişirmeyi, sürme çekinmeyi îcat
ettiler. Sürme çekinmek ve çoluk-çocuğa cömert davranmak hususunda birtakım
uydurma hadisler rivayet ettiler" demiştir. Bu iddia reddedilmiş;
"Aşure günü sürme çekinmeyi bildiren hadisler uydurma değil
zayıftırlar." denilmiştir. Nasıl uydurma olur ki, onları Fetih sahibi
tahrîc etmiş; sonra "Bunlar birçok yollardan rivayet olunmuştur. Biri ile
ihticâc edilmezse, yolları çok olduğu için mecmuu ile ihticâc edilir."
demiştir. Cömert davranma hadisine gelince: Onu güvenilir râvîler rivayet
etmiştir. Onun hakkında ibnü'l-Karâfî ayrıca bir cüz kitap, yazmıştır.»
Nehir'in sözü burada sona erer. Bu ibare Sa'diyye Hâşiyelerinden alınmıştır.
Lâkin Nehir sahibi, sürme hadislerinde olsun, Fetih'ten naklettiklerinde olsun
ziyadeler yapmıştır. Ama söz götürür. Çünkü Fetih sahibi oruçlunun sürme
çekinmesi hadislerini birçok yollardan tahric etmiştir. Bunların bazısı ' aşûre
' kaydı ile mukayettir ki, o da yukarıda arzettiğimizdir. Bazısı mutlaktır.
Onun muradı, oruçluya sürme çekinmeyi bildiren hadislerin mecmuu ile ihticâc
edilebileceğidir. Bundan, aşûre günü sürme çekinme hadisi ile ihticâc lâzım
gelmez. Ohadisin uydurma olduğuna Hâfız Sehâvî "el-Makâsıdü'i-hasene"
adlı eserinde kesinlikle hükmetmiştir. Başkaları da ona tâbi olmuşlardır ki,
onlardan biri de "el-Mevzûât" nâmındaki eserinde Molla
Aliyyülkaarî'dir. Süyûti dahi "Ed-Dürerü'l-müntesira" adlı eserinde
Hâkim'den naklen onun münker olduğunu söylemiştir. Cerrâhî "Keşfü'l-Hafâi
ve Müzîlü'l-ilbâs" adlı eşer
«Abdülaziz oğlu» yerine Nehir'de Ve
Sa'diyye Hâşiyelerinde "İbnü'l-İzz" denilmiştir.
Ben derim ki: Bu zât "En-Nüket alâ
müşkilâti'l-Hidâye" adlı eserin sahibidir. Nitekim Sa'diyye'nin başka
yerinde zikredilmiştir.
«Misvak tutunmak da mekruh değildir.»
Bilâkis başkaları gibi oruçluya da sünnettir. Bunu Nihaye sahibi açıklamıştır.
Delili, Peygamber (s.a.v.)'in, "Ümmetime meşakkat vereceğini bilmesem her
abdest aldıkça ve her namaz kıldıkça onlara misvakı emrederdim." hadisinin
umumudur. Zira öğle, ikindi ve akşam namazlarına şâmildir. Hükümleri temizlik
bahsinde geçmişti. Bahır.
«Mezhebe göre velev ki akşamüzeri olsun.»
Akşam üzerinden murad, zevâlden sonrasıdır. imam Ebû Yusuf'a göre su ile
ıslatılmış misvakı kullanmak mekruhtur. Zira bunda zaruret yokken suyu ağzına
almak vardır. Ama bu söz, "Islak misvak mazmazadan daha kuvvetli değildir.
diye reddedilmiştir. Yaş ağaçtan yapılan yaş misvakta ise bilittifak zarar
yoktur. Hulâsa'da böyle denilmiştir. Nehir.
«Kan aldırmak» yani oruca mâni olmayacak
kan aldırma da mekruh değildir. Ama bunu güneş batıncaya kadar geciktirmek
gerekir. Şeyhülislâm'ın beyanına göre, kerahetin şartı, orucu bozmaya muhtaç
olacak derecede zayıf düşmektir. Nitekim Tatarhâniyye'de beyan edilmiştir.
İmdâd. Bundan önce şöyle demiş: "Damardan kan aldırmak veya hacama ve ağır
iş gibi oruçtan zayıf düşürmesi zannını veren bir iş yapması mekruh olur. Çünkü
bunda orucu bozmaya mâruz bırakmak vardır."
Ben derim ki: Yaz günü uzun zaman hamamda
durmak da buna katılır. Nasıl ki âşikârdır.
«Bununla fetva verilir.» Çünkü Peygamber
(s.a.v.) oruçlu iken susuzluktan veya sıcaktan başına su dökmüştür. Bu hadisi
Ebû Dâvud rivayet etmiştir. İbn-i Ömer (r.a.) oruçlu iken elbisesini ıslatır da
ona sarınırmış. Bir de bu gibi şeylerde ibadete yardım ve tabiî sıkıntıyı
defetmek vardır. Ama Ebû Hanife bunu mekruh görmüştür. Çünkü bunda ibadete
bıkkınlık mânâsı vardır. Burhân'da böyle denilmiştir. İmdâd.
METİN
Sahura kalkmak ve sahuru geciktirmek;
İftarı acele yapmak müstehaptır. Delili şu hadistir: "Üç haslet
Peygamberlerin ahlâkındandır: İftarı acele etmek, sahuru geciktirmek ve misvak
tutunmak."
İZAH
Sahurun delili, Ebû Dâvud'dan maada hadis
imamlarının Hz. Enes'ten rivayet ettikleri şu hadistir: »Rasulullah (s.a.v.),
"Sahura kalkın! Çünkü sahurda bereket vardır" buyurdu.» Buradaki
bereketten murad, ertesi günün orucuna kuvvet kazanmak veya sevabın ziyadeliği
olduğu söylenmiştir. Sahur, seher vaktinde yenilen yemektir. Bu gecenin son
altıda birindedir. Bahır sahibi diyor ki: «Ulemanın sözlerinde bu sünnetin
sadece su ile hâsıl olacağını açık olarak görmedim. Ama hadisin zahiri bunu
ifade ediyor. Hadis, İmam Ahmed'in rivayet ettiği "Sahurun hepsi
berekettir. Onu bırakmayın! Velev ki biriniz bir yudum su olsun içsin. Çünkü
sahura kalkanlara Allah ve melekleri salât eylerler." hadîsi şerifidir.»
«Sahuru geciktirmek müstehaptır.» Zira
bunun yardım mânâsı daha çoktur. Bedâyi. Müstehap olması, gecenin devamında
şüphe etmemekle kayıtlıdır. Şüphe ederse, yemek sahih kavle göre mekruh olur;
Nitekim bu da Bedâyi'de zikredilmiştir.
«İftarın ise acele edilmesi müstehaptır.»
Ancak bulutlu havada acele etmek müstehap değildir. Zannı gâlibince güneş
batmadıkça iftar edemez. Velev ki mûezzin ezanı okusun. Bunu Bahır sahibi
Bezzâziye'den nakletmiştir. Yine orada Kaadıhân'ın Câmi Şerhi'nden naklen beyan
edildiğine göre, müstehap olan acele yıldızların görünmesinden öncedir.
TEMBİH: Feyz sahibi diyor ki: «Bir kimse
İskenderiye feneri gibi yüksek bir yerde bulunursa, kendince güneş batmadıkça
iftar edemez. Ama o beldenin halkı için daha evvel güneş batarsa onlar iftar
edebilirler. Sabah namazı veya sahur hakkında fecrin doğması da öyledir.»
«Üç haslet...» hadisini Hidâye sahibi böyle
rivayet etmiştir. Fetih sahibi diyor ki: «Onun bu vecihle olup olmadığını Allah
bilir. Taberânî'nin Mu'cem'inde bu hadis şöyledir: "Üç haslet peygamberlerin
ahlâkındandır: İftarı acele etmek, sahuru geciktirmek ve namazda sağ eli sol el
üzerine koymak." Bu hadis müşkil görülmüş ve "Sahur nasıl
peygamberler ahlâkından olabilir; onların şeriatlarında sahur yemek
yoktu," denilmiştir. Fakat buna "Onların şeriatlarında sahur
olmadığını kabul edemeyiz. Velev ki biz bilmemiş olalım. Etsek bile üç hasletin
onlarda toplanması şart değildir." diye cevap verilmiştir.» Bu satırlar
kısaltılarak Mi'râc'dan alınmıştır.
METİN
FER'İ MESELELER: Zayıflatacak bir iş yapmak
caiz değildir. Binaenaleyh ekmekçi günün yarısında hamurunu karar; geri
kalanında istirahat eder. Bu bana yetmiyor derse, kışın en kısa günleri ile
yalanlanır. İşlerken sıcak canına yeter de hastalanarak orucunu bozarsa,
kefaret lâzım gelip gelmeyeceği hususunda iki kavil vardır. Kınye. Bezzâziye'de
bildirildiğine göre, bir kimse oruç tutsa, ayağa kalkmaktan âciz kalacaksa
orucunu tutar ve iki ibadetibirden yapmış olmak için namazı oturarak kılar.
İZAH
«Zayıflatacak iş yapmak caiz değildir.»
meselesini Bahır sahibi Kınye'ye nisbet etmiştir. Tatarhâniyye sahibi diyor ki:
«Fetevâ'da bildirildiğine göre Ali b, Ahmed'e "Bir sanat sahibi sanatı ile
meşgul olsa oruç tutmamayı mübah kılacak bir hastalığa yakalanacağını bilir,
nafakaya da muhtaç olursa, hastalanmadan oruç yemesi mübah olur mu?" diye
sorulmuş da bunu son derece şiddetle men etmiş.» Bunu üstâdı Veberî'den böylece
hikâye etmiştir. Yine Fetevâ'da şöyle denilmiştir: "Ebû Hâmid'e günün
sonunda zayıf düşen ekmekçinin bu işi yapıp yapmayacağını sordum. Şu cevabı
verdi: Hayır! Lâkin günün yarısında hamurunu karar, geri kalanında istirahat
eder. Şayet bu bana yetmez derse, kış günleri ile yalanlanır. Çünkü onlar en
kısa günlerdir. Onlarda ne yaparsa bunda da onu yapar!" Kısaltılarak
alınmıştır.
Remlî de şöyle diyor: «Câmiu'l-Fetevâ'da
bildirildiğine göre bir kimse geçim derdi ile meşgul olurken zayıf düşerek oruç
tutamazsa, orucu bırakarak her gün için yarım sâ yiyecek verebilir. Yani
orucunu kaza edecek başka günlere yetişemezse, demek istiyor. Yetişirse kaza
etmesi vâcip olur. Bu izaha göre orak zamanı oruçlu olarak işe gücü yetmez,
geciktiği takdirde ekin helâk olursa, şüphesiz orucu bırakıp sonra kaza eder.
Ekmekçi de öyledir. "Kış günleri ile yalanlanır." ifadesi söz
götürür. Çünkü yeterlik meselesinde, günün uzunluğunun kısalığının tesiri
yoktur. Onun "bana yetmez" demesinde doğru söylediği meydana
çıkabilir. Binaenaleyh hâlini iyiye yormak için bu söze havale edilir. Düşün!»
Remlî'nin sözü burada bitti. Yani ihtiyaç yaza kışa, ucuzluğa pahalılığa ve çoluk-çocuğun
azlığına çokluğuna göre değişir, demek istiyor. Lâkin onun Câmiu'l-Fetevâ'dan
naklettiği sözü Nûru'l-îzah sahibi ile başkaları ebediyyen oruç tutmayı adayan
hakkında tasvir etmişlerdir. "Orucu bırakır; yiyecek fidye verir."
sözünü mutlak söylemesi de bunu te'yid eder. Bizim sözümüz ramazan orucu
hakkındadır. Sanatçı meselesinde de - zâhire göre yukarıda geçen söz, mezhebin
nakledilmiş bir kavli değil, ulemanın anlayışları olduğundan - şöyle demek
gerekir: O kimsenin kendine ve çoluk-çocuğuna yetecek kadar yiyeceği varsa
orucu bırakması helâl olmaz. Zira âlemden dilenmesi haramdır. Dileneceği
takdirde orucu bırakması evlâdır. Dilenmeyecekse, geçimine kadar çalışması
gerekir. Bu onu orucu bırakmasına vardırırsa, başka bir işte çalışmak imkânı bulamadığı
takdirde orucu bırakması helâl olur. Ekininin helâkinden veya çalışmasından
korkar da ücreti misli ile çalışacak bir kimse de bulamazsa, kendisi
yapabildiği takdirde dahi hüküm budur. Çünkü o kimse bundan daha ehveni için
namazını bozabilir. Lâkin muayyen bir müddet çalışmak üzere birine çırak olur
da ramazan gelirse, zâhire göre yetecek yiyeceği olsa bile, patronu icareyi
bozmaya yanaşmazsaorucunu bırakabilir. Nitekim ücretle tutulan süt ana da
öyledir. Onun da akil icabı çocuğu emzirmesi icabeder ve çocuğun aç öleceğinden
korkarsa orucu bırakması helâl olur. Bu adamın kendi hayatından korkması
evleviyette kalır. Düşün! Benim anladığım, budur. Allah'u a'lem.
«İşlerken sıcak canına yeterse...»
Vehbâniyye sahibi bunu nazımla ifade ederek şöyle demiştir: "insan işle
kendini bitirir de, orucunu bozarsa kefaret hakkında iki kavil yazdılar."
Şurunbulâlî diyor ki: "Bunun sureti şudur: Oruçlu bir kimse bir işte
kendini yorar da susuzluk canına geçerek orucunu bozarsa kefaret vermesi lâzım
gelir. Bazıları lâzım gelmeyeceğini söylemişlerdir. Bakkalî bununla fetva
vermiştir. Bu, câriye meselesinin hilâfınadır. Câriye yorulur da tâkatı
kalmazsa, sahibinin zoru altında mâzurdur. Ama o işten imtina edebilir. Köle de
öyledir." Bu sözün zâhirine bakılırsa, kefaret vâcip olduğu tercih
edilmektedir. Şurunbulâliyye sahibinin Müntekâ'dan naklettiği de budur. T.
Ben derim ki: "İmtina edebilir"
sözünün muktezası isteyerek yaptı ise ona da kefaret lâzım gelmesidir. Bu
cümlenin üst tarafı istemeyerek yaptığına yorumlanır. Ta'IiI bunu
göstermektedir. Allah'u a'lem.
ORUÇ
TUTMAMAYI MÜBAH KILAN ÂRIZALAR
METİN
Musannıf bunlardan beşini zikretmiştir.
Kalanlar zorlama, helâk korkusu veya akıl noksanlığıdır. Velev şiddetli
susuzluk veya açlık sebebi ile olsun. Bir de yılan sokmasıdır.
İZAH
Burada ârızadan murad, insana oruç
tutmamayı mübah kılan bir hal meydana gelmesidir. Nitekim Şârih'in sözü de buna
işaret etmektedir. Bedâyi'de "orucu ıskat eden ârızalar" denilmiştir.
Musannıf'ın böyle demekten vazgeçmesi, Nehir sahibi itiraz ettiği içindir.
Nehir sahibi: "Bu tabir sefere şâmil değildir. Çünkü sefer oruç tutmamayı
mübah kılmaz. O sadece oruca başlamamayı mübah kılar. İhtiyarlık dolayısı ile
oruç tutmamanın mübah olması da böyledir." demiştir. Fakat söz götürdüğü
meydandadır.
«Beşini zikretmiştir.» Bunlar, sefer,
gebelik, çocuk emzirmek, hastalık ve ihtiyarlıktır. Mecmuu dokuz eder ki ben
onları şu kıta ile nazma çektim: "Kişiye bazen oruç affedilen ârızalar
dokuzdur; yazılır." "Gebelik, emzirme, zorlama, sefer, hastalık,
açlık, susuzluk, cihad, ihtiyarlık."
«Kalanlar, zorlama...» İkrah bahsinde beyan
ettiğine göre, bir kimse lâşe, kan veya domuz eti yemeye yahut şarap içmeye,
hapis, dövme veya bağlama gibi muztar bırakmayan bir sebeple zorlanırsa, o işi
yapması helâl olmaz; fakat öldürmek, uzuv kesmek veya şiddetli dövmek gibi
muztar bırakan bir şeyle zorlanırsa, o işi yapması helâl olur. şayet sabreder
de öldürülürse günahkâr olur. Küfertmek için muztar bırakan bir şeyle
zorlanırsa, kalbi îmanla mutmain olmak şartı ile küfür kelimesini söyleyebilir.
Ama sabreder de öldürülürse sevap kazanır. Allah Teâlâ'nın sair hakları da
böyledir. Oruç ve namaz bozmak Harem-i şerif'in avını öldürmek, ihramlı iken
öldürmek ve farziyeti kitapla sabit olan her şey gibi...
Birincide sabrettiği takdirde günâhkâr
olması, bu sayılanlar zaruret halinde haram olmaktan istisna edildiği içindir.
Haramdan istisna edilen şey helaldir. Küfür kelimesini söylemek böyle değildir.
Çünkü onun haramlığı kalkmış değildir; sadece günah sâkıt olmak için ruhsat
verilmiştir. Onun için Bahır sahibi burada Bedâyi'den naklen hasta veya yolcu
iken orucunu bozmaya zorlanan kimse ile sağlam ve mukim arasında fark yapmış;
"Birincide o işi yapmaz da öldürülürse günahkâr olur; ikincide günahkâr olmaz,"
demiştir.
«Helâk korkusu...» Çalışmaktan bitâp düşen
ve oruç tutarsa helak olacağından korkan câriye gibi. Hükümet müteahhidi
tarafından sıcak günlerde acele işte çalıştırılan da helâk olacağından veya
aklının azalacağından korkarsa câriye gibidir. Hulâsa'da beyan edildiğine göre,
bir gâzi düşmanla ramazanda harbedeceğini ve zayıf düşeceğini yüzde yüz bilirse
oruç tutmayabilir. Nehir.
«Bir de yılan sokmasıdır» Yani kendisini
yılan sokan kimse faydalı bir ilâç içebilir.
METİN
Şer'an sefer mesafesi bir yere giden yolcu
velev günah sebebi ile gitsin, zann-ı gâlip ile kendi hayatından veya çocuğunun
hayatından korkan hâmile; yahut - zâhir rivayete göre anne olsun süt ana olsun
- emzikli kadın oruç tutmayabilirler. Behensî Kemâl'e tabi olarak bunu
"Emzirmek için taayyün ederse" diye kayıtlamıştır. Hastalığının
artacağından korkan hasta; hastalanacağından korkan sağlam; bir alamet görerek
zann-ı galiple veya tecrübeyle yahut müslüman, kâmil hali gizli bir doktorun
sözü ile zayıf düşeceğinden korkan hizmetçi kadın da oruç tutmayabilirler.
Nehir sahibi Bahır'a uyarak, bir ibadeti ifsat olmayan yerde kâfir doktorla
tedavi görmenin caiz olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki! Bu, söz götürür. Çünkü
onlarca bir müslümana nasihat vermek küfürdür. O halde onlardan nasıl tedavi
görülebilir!
İZAH
«Şer'an sefer mesafesi» namazların
kısaltıldığı üç gün üç gecelik yoldur. "Velev günah sebebi ile
gitsin." (Meselâ sahibinden kaçan kölenin yolculuğu günah sebebi iledir.
Zira beraberindeki çirkinlik, seferi meşrû olmaktan çıkarmaz. Nitekim Şârih
bunu yolcunun namazında anlatmıştı. T.
«Anne olsun, süt ana olsun...» Annenin
çocuğunu emzirmesi diyaneten mutlak surette, kazaen ise baba fakir olduğu yahut
çocuk başkasının memesini almadığı zaman vâcip olur. Süt ananın emzirmesi akit
sebebi ile vâciptir. Bu ifade ile Zahîre'nin iddiası defedilmiş olur. Orada,
"Emzirenden murad, anne değil, süt anadır. Çünkü baba ücretle anneden
başkasını tutar." denilmiştir. Bahir. Fetih'te de buna benzer bir ifade
vardır. Zâhîre'nin sözünü Zeylâî dahi Kudûrî'nin ve başkalarının şu sözü ile
reddetmiştir: «Anne ile süt ana kendi hayatlarından veya çocuklarının
hayatından korkarlarsa oruç tutmayabilirler.» Çünkü ücretle tutulan kadının
çocuğu yoktur. (Burada maksat onun emzirdiği çocuktur.) Gerçi "emzirdiği
çocuk onun süt çocuğudur." diyenler olmuşsa da, Nehir sahibi bu sözü
reddederek "Bu söz ancak emzirmişse tamamdır. Fakat hüküm bundan umumidir.
Zira bu kadın mücerret akitle çocuğun hayatından korksa oruç
tutmayabilir." demiştir. Ebussuûd'un ifadesine göre akit ramazanda bile
olsa, o kadına orucu bırakmak helâl olur. Nitekim Bercendî'de de böyle
denilmiştir. Sadruşşeria buna muhalefetle helâl olmayı, "ramazandan önce
ise" diye kayıtlamıştır.
«Zann-ı gâlip ile...» beyanı az ileride
gelecektir. "Veya çocuğunun hayatından korkarsa..." ifadesinden
anlaşılan, emzirenin anne olmasıdır. Nitekim gördüm. Çünkü çocuk hakikatta
onundur. Emzirmek ona diyaneten vâciptir. Nitekim Fetih'te bildirilmiştir. Yani
taayyün etmezse hüküm budur; taayyün ederse kazaen de emzirmesi vâcip olur. Şu
halde süt anayaşümulü ilhâk (katma) yolu iledir. Zira akitle onun emzirmesi de
vâciptir.
«Behensi, "emzirmek için taayyün
ederse" diye kayıtlamıştır.» Bu
ifade yukarıda geçtiği vecihle Zahîre'nin
sözüne göredir. Çünkü onun hâsılı şudur: Emzirenden murad, süt anadır; zira
emzirmek ona vâciptir. Emzirmek için anne taayyün ederse, o da süt ana gibi
olur. Meselâ çocuk annesinden başkasının memesini almayıverir; yahut baba fakir
olur. Bu takdirde annenin emzirmesi vâcip olur. Ama gördün ki zâhir rivayet
bunun aksinedir; taayyün etmese bile diyaneten doğurduğu çocuğu emzirmesi
vâciptir.
«Hastalığının artmasından...» veya geç
iyileşmesinden yahut bir uzvun bozulmasından - Bahır - veya göz ağrısından,
yaradan, ağrıdan ve başkasından korkarsa oruç tutmayabilir. Hasta bakıcı da
bunun gibidir. Kuhistâni. T. Yani hastalara o bakar da, oruç tuttuğu takdirde
vazifesini yapamadığı için hastalar zayi ve helâk olacaklarsa, tutmayabilir
demek istiyor.
«Hastalanacağından korkan sağlam...» zann-ı
gâlip ile korkarsa oruç tutmayabilir. Nitekim gelecektir. Şu halde Mecma
şerhi'nin "orucu bırakamaz" sözü, korkudan mücerret vehim
kastedildiğine yorumlanmıştır Nitekim Bahır'la, Şurunbulâliyye'de beyan
edilmiştir.
«Hizmetçi kadın da oruç tutmayabilir.»
Kuhistâni'de Hızane'den naklen şöyle denilmiştir: «Hür hizmetçi veya köle yahut
dereyi tıkamaya veya kiralamaya giden biri, sıcağın şiddetinden helâk
olacağından korkarsa, hamur yoğurmaktan veya elbise yıkamaktan zayıf düşen
hurre veya câriye gibi oruç tutmayabilir.» T. "Tecrübe ile" Velev ki
hastadan başkası yapmış olsun. Yeter ki hastalıkları bir olsun. T.
«Müslüman, kâmil, hâli gizli bir doktorun
sözü ile...» Kâfirin sözüne ise güven olmaz. Çünkü maksadı ibadeti bozmak
olabilir. Meselâ teyemmümle namaza başlayan bir müslüman, kâfirin su vadetmesi
ile namazını bozamaz. Bahır. Kâmilden murad, tıp ilminde yeterli bilgisi olan
doktordur. Az bilgisi olanın sözüne uymak caiz değildir.
«Hâli gizli» bazılarına göre âdil olması
şarttır. Zeylâî kesinlikle buna kaildir. Ama Bahır'la Nehir'in sözlerinden
anlaşılan bu kavlin zayıf olduğudur. T.
Ben derim ki: Bu şartları haiz olmayan bir
doktorun sözü ile amel eder de orucunu bozarsa, zâhire göre kefaret lâzım
gelir. Nitekim alâmetsiz ve tecrübesiz orucunu bozsa, galebe-i zan bulunmadığı
için kefaret lâzımdır. Halk bundan gâfildir.
«Onlardan nasıl tedavi görülebilîr?» Bu
sual nefî mânâsınadır. Halebî diyor ki: «Bunu bizim üstadımız Allâme Suyûtî'nin
"Ed-Dürrü'l-Mensûr" adlı eserinden naklettiği, bir kâfir müslümanla
baş başa kalırsa mutlaka onu öldürmeye azmeder; hadisiyle te'yîd etti.»,
METİN
Bahır'da Zahîriyye'den naklen "Eğer
sahibi farzları eda etmekten âciz bırakıyorsa, câriye, sahibinin emrine imtisal
etmeyebilir. Çünkü farzlar hususunda câriye asıl hürriyet üzerindebırakılmıştır."
denilmiştir. Yalnız ileride geleceği gibi, sefer müstesnadır. Bunların
ellerinden geldiği kadar oruçlarını fidyesiz ve tetabü'süz olarak kaza etmeleri
lâzımdır. Çünkü orucun kazası mühletlidir. Onun için de kazadan önce nâfile
oruç caizdir. Namazın kazası böyle değildir. şayet ikinci ramazan gelirse,
edayı kazadan evvel yapar. Fidye lâzım gelmez. Sebebi yukarıda geçti. Şâfiî
buna muhaliftir. Zarar vermezse, yolcunun oruç tutması menduptur. Çünkü âyette
"oruç tutmanız hayırlıdır" buyrulmuştur. "Hayır' "iyilik
mânâsınadır; ismi tafdîl değildir. Kendisine veya arkadaşına oruç meşakkat
verirse, cemaata uymak için oruç tutmamak efdaldir. Bu zikredilenler, bu özrün
içinde ölürlerse fidye verilmesini vasiyyet etmeleri gerekmez. Çünkü başka
günlere erişmemişlerdir.
İZAH
«Emrine imtisâl etmeyebilir.» Yani bu
hususta sahibinin emrini yapması vâcip değildir. Nitekim namaz vakti daralsa,
evvelâ Allah Teâlâ'ya ibadet eder. Bunun muktezası, sahibine itaat eder de
orucunu bozarsa, kefaret vermesi icabeder; demektir. Şârih'in yaptığı ta'lîl de
bunu ifade eder. Bu bâbdan az evvel bunun benzerini söylemiştik.
«Yalnız sefer müstesnadır.» Bu istisna,
umum özürdendir. Çünkü sefer, özür gününde orucu bozmayı mübah kılmaz.
«İleride geleceği gibi» ifadesinden murad,
metindeki "Mukim bir kimsenin, içerisinde yola çıktığı ramazan gününü
tamamlaması vâciptir." ifadesidir. H.
«Bunların...» yani zikredilen kimselerin,
hattâ hamile ile emziklinin, "Ellerinden geldiği kadar oruçlarını fidyesiz
ve tetâbü'süz kaza etmeleri lâzımdır." 'Fidyesiz' demekle Musannıf İmam
Şâfiî'nin mühalefetine işaret etmiştir. Ona göre her gün için hem kaza, hem de
bir müdd (260 dirhem) buğday vermek icabeder. Nitekim Bedâyi'de zikredilmiştir.
Tetâbü, peşi peşine demektir. Teâlâ Hazretleri mutlak olarak "başka
günlerde tutulacak" buyurduğu için tetâbü şart değildir. Ramazanın
edasında tetâbü'ün şart olduğunda ise hilâf yoktur. Nasıl ki tetâbü şart
kılınmayan yerde yine tetâbü'ye riayetin mendup olduğunda da hilâf yoktur.
Bunun tamamı Nehir'dedir.
«Kazadan önce nâfile caizdir.» Kaza hemen
vâcip olsa idi, ondan önce nâfile oruç mekruh olurdu; zira vâcibi vaktinden
geciktirmiş olurdu. Bahır.
«Namazın kazası böyle değildir.» Yani o
hemen derhal vâciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), «Her kim uyuyarak veya unutarak
bir namazı geçirirse, onu hatırladığı zaman hemen kılsın!» buyurmuştur. Zira
ceza şarttan gecikemez. Ebussuud. Nehir sahibi, "Zâhirine bakılırsa,
üzerinde kaza namazı olan bir kimsenin nâfile kılması mekruhtur: Ama ben bunu
görmedim." diyor.
Ben derim ki: Geçmiş namazların kazası
bahsinde biz bunun mekruh olduğunu söylemiştik. Yalnız beş vaktin sünnetleri
ile regâipte mekruh değildir. Oraya müracaat oluna! T.
«Edayı kazadan evvel yapar» Yani böyle
yapması gerekir. Yoksa kazayı öne alsa yine eda olur; nitekim geçmişti. Nehir.
Ben derim ki: Hattâ zâhire göre evvelâ eda
vâciptir. Zira oruç bahsinin başında geçmişti ki, bir kimse ramazanda nâfileye
veya başka bir vâcibe niyet ederse, küfründen korkulur.
«Sebebi yukarıda geçti.» Yani o mühletli
meşru olmuştur.
«şafiî buna muhaliftir.» Ona göre her günün
kazası ile birlikte bir fakiri doyurmak lâzımdır. H.
«İsmi tafdîl değildir.» (Yani
"hayırlıdır" kelimesi "daha hayırlıdır" mânâsına değildir.)
Çünkü bu mânâya alınırsa, o gün oruç tutmamanın hayırlı olmasını iktiza eder.
Halbuki hayırlı değil, sadece mübahtır. Yalnız burada şöyle denilebilir:
Hadiste vârit olduğuna göre, Allah Teâlâ farzlarının yapılmasını sevdiği gibi
ruhsatlarının yapılmasını da sever. Allah'ın sevmesi sevaba dönüşür.
Binaenaleyh tutmamak ruhsatında da sevap vardır. Lâkin azîmetin sevabı daha
çoktur. Bu hadisi, ruhsatı kabul etmeyene yorumlamak da mümkündür. T.
«Zarar vermezse...» Yani helâk korkusu
olmayan bir zarar vermezse, oruç tutması menduptur. Helâk korkusu olan bir
zarar verirse, orucu bırakması vâcip olur. Bahır.
«Kendisine veya arkadaşına oruç meşakkat
verirse...» ifadesinde "zarar'dan muradın, mutlak meşakkat olduğuna;
zararın bedene mahsus olmadığına işaret vardır. 'Arkadaş' kelimesi cins
ismidir. Bire de, fazlaya da şâmildir. Bazı nüshalarda
"arkadaşlarına" denilmiştir. Bütün arkadaşları veya ekserisi oruçsuz
olur; yiyecekleri de ortak bulunursa, orucu bırakması efdal olur. Nitekim
Hulâsa'da ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
«Cemaata uymak için...» Zira bir kişinin yiyeceğini
ayırmak veya o kişinin kendilerine uymaması onların gücüne gider.
«Bu özrün içinde ölürlerse...» cümlesinden,
bütün zikri geçenlerin; hattâ hâmile ile emziklinin bile kastedildiği zâhirdir.
Fakat başka metîn sahiplerinin yaptıklarından anlaşılan, bu hükmün yalnız hasta
ile yolcuya mahsus olmasıdır. Bahır sahibi diyor ki: «Ben hâmile ile emziklinin
de bu hükümde olduklarını görmedim. Lâkin Bedâyi sahibinin "Kazanıın
şartlarından biri, kazaya kudreti olmaktır." sözünün umumu bunlara da şâmildir.
Şu halde birkaç gün için korku kalmazsa, o miktarı onların da kaza etmeleri
lazım gelir. Hattâ hususiyet yoktur. Her kim bir özürden dolayı oruç tutmaz da
o özür kalkmadan ölürse, ona hiçbir şey lâzım gelmez. Şu halde zorla
bozdurulanla sekiz kısım bunda dahildir.» Bu satırlar kısaltılarak Rahmetî'den
alınmıştır.
«Çünkü başka günlere erişmemişlerdir.»
Binaenaleyh onlara kaza lâzım gelmez. Vasiyetin vâcip olması, kaza lâzım
gelmesinin fer'idir. Vasiyyet de ancak malı olduğu zaman vâciptir. Nitekim
Mültekâ Şerhi'nde böyledir. T.
METİN
Şayet özür kalktıktan sonra ölürlerse,
başka günlerden erişebildikleri miktarınca vasiyyet etmeleri vâcip olur. Kasten
orucunu bozana ise kefaret vâcip olması evlevîyette kalır. Ölenin yerine onun
malında tasarrufta bulunan velisinin fidye vermesi lâzım gelir. Fidye,
miktarınca fitre gibidir ve orucun kazasına kudreti olup öldüğü için bunu
yapamadığı zaman verilir. Eğer on günü kazaya kalır da, bunun beşini kazaya
kudreti oldu ise, sadece beş günlük fidye verir. Fidye, vasiyyetinin üçte
birinden verilir. Fakat, bu, mirasçısı olduğuna göredir. Aksi takdirde bütün
malından verilir. Kuhistânî.
İZAH
«Erişebildikleri miktarınca...» sözünden,
oruç yasak edilen günleri istisna etmek gerekir. Zira ileride göreceğiz ki, o
günlerde vâcip orucun edası caiz değildir. Kuhistânî. Ama şöyle denilebilir:
İstisnaya hacet yoktur. Çünkü o kimse bu günlerde şer'an kazaya kaadir
değildir. Bilâkis o günlerde sefer ve hastalık günlerinden daha âcizdir. Çünkü
sefer ve hastalık günlerinde oruç tutmuş olsa geçerli sayılır; yasak günlerde
tutarsa geçersizdir. Rahmetî.
«Kasten orucunu bozana ise kefaret vâcip
olması evleviyette kalır.»
Bu ifade Kuhistânî'nin sözüne reddiyedir.
O, "özürle kayıtlamak, geçersizliği ifade eder" demiştir. Lakin
bundan sonra Müstesfâ'nın baş tarafında, geçerli olacağına delâlet eden sözler
söylemiştir.
Ben derim ki: Evlâ olmasının vechi şudur:
Bir özürden dolayı orucunu bozarsa, üzerine vasiyyet vâcip oluyor; boş
bırakılmıyor; özrü yokken elbette evleviyetle vâcip olur. Rahmetî diyor ki:
"Bunun kaza edebileceği bir zamana erişmesi de şart değildir. Çünkü eda
etmesi elinde idi. O bunu özürsüz elinden kaçırdı."
«Velisinin fidye vermesi lâzım gelir.»
Vasiyyeti varsa, malının üçte birinden fidye vermesi velisine vâcip olur.
Vasiyyeti yoksa vâcip değil sadece caiz olur. Sirâc sahibi diyor ki:
"Zekât da buna kıyas edilir ve vasiyyet etmedikçe mirasçının onun namına
zekât vermesi lâzım gelmez. Meğer ki mirasçı kendinden teberru ede!"
«Fidye, miktarca fitre gibidir.» Teşbih,
miktar yönündendir. Çünkü burada temlik şart değildir; sadece ibâha (yani mübah
kılmak) kâfidir. Fitrede böyle değildir. (Onda temlik şarttır.) Keza fidye,
cins ve kıymetinin verilmesi caiz olması yönünden de fitre gibidir. Kuhistânî
diyor ki: "Sözünün mutlak olması, bir fakire toptan vermesinin caiz
olduğunu gösteriyor. Sayı ve miktar şart koşmamıştır. Lâkin fakire, yarım
sâ'dan az verirse sayılmaz. Bununla fetva verilir." Yani yukarıda geçtiği
vecihle, bir kavle göre fitre bunun hilâfınadır.
«Eğer on günü kazaya kalır...» cümlesi,
"erişebildikleri miktarınca" sözü üzerine tefrî edilen bir meseledir.
Zira o cümlede Şârih, sadece yetiştiği günler için fidye vereceğine,
yetişemediği günler için fidye lâzım gelmediğine işaret ediyor. Bir de
Tahâvî'nin "Bu söz İmam Muhammed'indir. Şeyhayn'a göre bir gün oruca
kaadir oldu mu bütün ayın fidyesini vasiyyet ve bunu yerine getirmek vâcip
olur." şeklindeki ifadesini redde, işaret etmektedir. Zira hilâf yalnız
nezir hakkındadır. Nitekim beyanı bu bâbın sonunda gelecektir. Burada ise
yalnız kudretine göre vâcip olduğunda hilâf yoktur. Nitekim Hidâye ve diğer
kitaplarda buna tembih olunmuştur.
«Fidye vasiyyetin üçte birinden verilir.»
Yani ölenin techîzü tekfininden ve kul borçlarını ödedikten sonra, malının üçte
birinden verilir. Şayet fidye üçte birden çok tutarsa, ancak mirasçının rızası
ile verilebilir.
«Fakat bu...» Yani yalnız üçte birden
vermek, mirasçısı olup da fazla verilmesine razı olmadığına göredir.
«Aksi takdirde» yani mirasçısı olmaz da
fidye bütün malı kaplarsa bütününden verilir. Çünkü fazlasını vermemek,
mirasçının hakkı içindi. Mirasçı olmayınca, vermemek de olmaz. Nitekim mirasçı
bulunur da razı olursa verilir. Keza karı-kocadan biri gibi red sahiplerinden
olmayan mirasçısı bulunursa, hakkını aldıktan sonra fazlası fidyeye verilir.
Nitekim kitabın sonunda gelecektir inşaallah!
METİN
Vasiyyet etmez de velisi kendinden
teberruda bulunursa, inşaallah caiz olur. Sevabı da velinindir. İhtiyâr. Ölen
namına veli oruç tutar veya namaz kılarsa caiz olmaz. Çünkü Nesâî'nin tahrîc
ettiği bir hadiste, "Hiçbir kimse başkası namına oruç tutamaz; ve hiçbir
kimse başkası namına namaz kılamaz; lâkin onun yerine velisi yiyecek
verir." buyrulmuştur.
İZAH
«Caiz olur.» sözü ile, fidye yerini tutacak
sadaka olduğunu kastedersek ne âla! Fakat bundan kusur işlemekte ısrar ede ede
ölen o kimsenin vasiyyet vâcibinin sükutu kastedilirse bir mânâsı kalmaz. Bu
hususta rivayet edilen haberle; te'vîl edilmişlerdir. Bunu Müctebâ'dan naklen
İsmail söylemişti.
Ben derim ki: Üzerinde geciktirme günahı
kalsa da, bu cevazdan âhirette o kimseden oruç mesuliyetinin düşmesini istemeye
bir mâni yoktur. Nasıl ki borcu olup da ölünceye kadar uzatır da onun namına
vasisi veya başka biri ödese mesuliyetten kurtulur. Şârih'in bu cevazı Allah'ın
dilemesine bağlaması da bunu te'yîd eder. Keza Musannıf'ın, başkaları gibi
"Onun namına veli oruç tutar veya namaz kılarsa caiz olmaz." demesi
de öyledir. Çünkü bu sözün mânâsı, ölen kimse namına kaza caiz değildir;
demektir. Aksi takdirde oruç ve namazın sevabını ölene bağışlamak caizdir.
Bundan anlaşılır ki "caiz olur" sözü, "ölenin borcu namına caiz
olur" mânâsınadır. Tâ ki mukabele güzel olsun!
«İnşaallah.» kelimesi, bazılarına göre caiz
olmaya değil, diğer ibadetlerde olduğu gibi kabule râcî'dir. Fakat bu doğru değildir.
İmam Muhammed (r.) şeyh-i fâninin (geçkin ihtiyarın) fidyesi meselesinde kesin
hüküm vermiş; fakat ona ilhak edilenler hakkında "inşaallah" diyerek
hükmü Allah'ın dilemesine bağlamıştır. Meselâ özürden veya başka sebepten
dolayı bir kimse oruç tutmaz da pîr-i fâni olursa, onun hakkında inşaallah
fidye yeter" demiştir. Keza bir kimse özür sebebi ile ramazan orucunu
tutmaz da kazasını ihmal ederek ölürse, onun hakkında da "inşaallah"
tabirini kullanmıştır. Çünkü bu hususta Etkaanî'nin de dediği gibi nâs yoktur.
Yine bundan dolayı İmam Muhammed namaz fidyesi hakkında "inşaallah"
tabirini kullanmıştır.
Fetih sahibi şunları söylemiştir: «Ulemanın
istihsanı ile namaz da oruç gibidir. Bunun vechi şudur; Oruçla yiyecek vermek
arasında şer'an benzerlik sabit olmuştur. Namazla oruç arasında da benzerlik
sabittir. Bir şeyin denginin dengi, o şeyin dengi olabilir. Bu takdirde yiyecek
vermek (fakir doyurmak) vâcip olur. Denklik olmadığı takdir edilirse, yiyecek
vermek vâcip olmaz. Fakat ihtiyat vâciptir demektir. Eğer vâki denkliğin sübutu
ise maksat hasıl oldu demektir. Yani borç sâkıt olmuştur. Vâki bunun aksi ise,
yeni bir hayır işlenmiş olur ki, günahları gidermeye elverişlidir. Onun için
îmam Muhammed bu hususta kesin hüküm vermeyip "Kâfi gelir inşaallah"
demiştir. Nitekim mirasçının fakir doyurmak sureti ile yaptığı teberru hakkında
da aynı sözü söylemiştir. Ölenin orucu için fidye verilmesini vasiyyet etmesi
bunun hilâfınadır. Onun hakkında "kâfidir" diye kesin söylemiştir.»
«Sevabı da velinindir. İhtiyâr»
Ben derim ki: Benim İhtiyâr'da gördüğüm
şöyledir: "Vasiyet etmezse, mirasçılara yiyecek vermek vâcip olmaz. Çünkü
bu bir ibadettir. Onun emri olmaksızın ödenmez. Ama öderlerse caiz olur. Onun
için de sevap olur." Şüphesiz ki buradaki "onun" zamiri, ölene aittir.
Anlaşılan budur. Çünkü vasi ancak ölen için tasadduk etmiştir. Kendisi için bir
şey yapmamıştır. Binaenaleyh sevabı da ölenin olur. Zira Hidâye'de
açıklandığına göre namaz, oruç, sadaka veya başka bir şey olsun, insan,
amelinin sevabını başkasına bağışlayabilir. Nitekim başkası namına hac bahsinde
gelecektir. Biz bu hususta cenazeler bahsinde şehit bâbından az önce söz
etmiştik. Oraya müracaatla bunu hatırla! Evet, orada demiştik ki: Bir kimse
başkası namına tasadduk ederse, ecrinden bir şey eksilmez.
«Nesâî'nin tahrîc ettiği» hadis İbn-î
Abbâs'a mevkuftur. Fakat Buhârî ile Müslim'de yine İbn-i Abbâs'tan rivayet
edildiğine göre şöyle demiştir: «Peygamber (s.a.v.)'e bir adam gelerek;
"Annem, üzerinde bir ay oruç borcu olduğu halde öldü. Onun namına bunu ben
kaza edebilir miyim?" dedi. Rasulullah (s.a.v.) "Annenin borcu olsa
onun namına ödermiydin?" diye sordu. Adam, "evet" dedi. "O
halde Allah borcu ödemeye daha lâyıktır." buyurdular.» Fakat bu hadis
mensuhtur. Çünkü ravînin rivayetine aykırı fetva vermesi, nesheden hadisi
rivayeti gibidir. İmam Mâlik, "Ben Medine'de Sahabe ve Tâbiîn'den
hiçbirinin başkası namına oruç tutmayı, namaz kılmayı emrettiğini
işitmedim." demiştir. Bu da neshi te'yîd etmektedir ki, şeriat böyle karar
kılmıştır. Tamamı Fetih'te ve Nikâye Şerhi'ndedir.
METİN
Keza velisi ölen namına, köle âzâdı değil
de, yiyecek ve elbise olarak yemin veya kâtil kefareti teberru ederse caiz
olur. Köle âzad etse olmaz; çünkü bundan ölenin rızası olmadan ona velâ (hükmen
yakınlık) ilzâmı vardır.
İZAH
«Yemin veya kâtil kefareti teberru ederse
caiz olur.» Zeylâî, Dürer, Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir. Şurunbulâliyye
sahibi şöyle diyor: «Ben derim ki: Mirasçının kâtil kefaretinde hiçbir teberruu
sahih değildir, Çünkü onda baştan vâcip olan, mü'min bir köle âzâdıdır.
Zeylâî'nin dediği gibi mirasçının onun namına köle âzâd etmesi sahih değildir.
Burada oruç âzâd etmenin bedelidir. Âzâdda fidye sahih değildir. Nitekim
gelecektir. Kâtil kefaretinde yiyecek ve elbise yoktur. Binaenaleyh bunlarda
kâtil kefaretini yemin kefaretine ortak etmek hatadır.» Azmiyye'de de buna
benzer sözler vardır. AIIâme Aksarayî - Ebussuûd'un da Miskin Hâşiyesi'nde
naklettiği gibi - buna şöyle cevap vermiştir: "Bu zevâtın kâtilden
muradları, av öldürmektir. İnsan öldürmek değildir. Zira onda yiyecek verme
yoktur."
Ben derim ki: Buna da şöyle itiraz
edilebilir: Av öldürmede oruç asıl değildir; o bedeldîr. Çünkü orada vâcip olan
avın kıymeti ile Harem'de kesilecek bir hedy kurbanı satın almak yahut her
fakire yarım sâ' (520 dirhem) yiyecek zahîre tasadduk etmek yahut her yarım sâ'
için bir gün oruç tutmaktır. Anla! Yine derim ki: Bazen hayatta iken verilen
fidye ile öldükten sonra verilen fidye arasında fark yapılır. Buna delil,
Nesefî'nin Kâfî'sindeki şu ifadedir: "Üzerinde yemin veya kâtil kefareti
olan bir fakir oruç tutmaktan âciz kalırsa fidye caiz olmaz; bu kurban
kesmekten ve oruç tutmaktan âciz kalan temettü hacısı gibidir. Çünkü burada
oruç bedeldir. Bedelin bedeli olmaz. O kimse ölür de kefaret verilmesini
vasiyet ederse, malının üçte birinden sahih olur. Giyecek ve yiyecekte teberru
sahihtir. Çünkü vasiyet olmaksızın köle âzâdı ölene velâ ilzâm etmektir.
Giyecek ve yiyecekte ise ilzâm yoktur." Görülüyor ki, "ölür de
kefaret verilmesini vasiyet ederse sahih olur." sözü, adı geçen fark
hususunda açıktır. Aşağıda gelecek olan "başkasına bedel olan oruç için
fidye vermek sahih değildir" ifadesi bununla tahsis edilmiş olur. Sonra
Nesefi'nin, "ölür de kefaret verilmesini vasiyet ederse" «sözü, hem
yemin, hem de kâtil kefaretine şâmildir. Zira köle âzâdını vasiyet etmek
sahihtir; teberruunu vasiyet böyle değildir. Onun için teberuun sahih olmasını
giyecek ve yiyecekle' kayıtlamış; burada köle âzâdının sahih olmadığını ise
açıkifade etmiştir. Bu, teberrudan yalnız yemin kefareti kastetildiğine açık
bir karînedir. Zira kâtil kefaretinde giyecek ve yiyecek yoktur.
Kâfî'nin sözünün hulâsası şudur: Yemin ve
kâtil kefaretinde olduğu gibi, başkasına bedel orucu tutmaktan âciz kalan
kimse, kendi hayatında şeyh-i fânî olarak kendi fidyesini verse, her iki
kefarette sahih olmaz. Ama fidye verilmesini vasiyet ederse, ikisinde de sahih
olur. Onun namına velisi teberruda bulunursa, kâtil kefaretinde sahih olmaz.
Çünkü onda vâcip olan köle âzâdıdır; bunu teberru sahih değildir. Yemin kefaretinde
sahih olur. Lâkin yalnız giyecek ve yiyecekte sahihtir. Arz ettiğimiz sebepten
köle âzâdında sahih değildir. Bu makamı böyle anlamak gerekir. Bunu ganimet
bil! Zira burada birçok büyüklerin ayakları kaymıştır.
«Çünkü bunda ölenin rızası olmadan ona velâ
ilzâmı vardır.» Yani velâ, nesep hısımlığı gibi bir yakınlıktır. Şu da var ki
bu hâlis bir menfaat değildir. Çünkü mevtâ, âzâd ettîği kölenin âkılesi olur.
(Akrabası ki hata yolu ile öldürülen kimsenin diyetini öder.) Keza öldükten
sonra asabeleri de öyledir. Buna Hidâye'nin yukarıda geçen "Bir insan
amelinin sevabını başkasına bağışlayabilir." ifadesi ile tiraz edip
"bu ifade köle âzâdına da şâmildir" denilemez. Çünkü burada murad,
onu ölen namına, onun orucuna bedel âzâd etmektir. Kölesini âzâd edip, sevabını
ölene bağışlamak bunun hilâfınadır. Zira âzâd asaleten kendi namına olduğu
gibi, velâ da kendinin olur. Ölene yalnız sevabını bağışlamıştır.
Ölen namına giyecek ve yiyecek teberru
etmesi de bunun hilâfınadır. Zira ilzam olmadığı için niyabet yolu ile bu
sahihtir.
METİN
Her namazın - velev vitir olsun. Nitekim
geçmiş namazların kazası bahsinde geçmişti - fidyesi mezhebe göre bir günün
orucu gibidir. Fitre de öyledir. Vâcip olan itikaf için ölen namına her gün bir
fitre gibi yiyecek tasadduk eder. Valvalciyye.
Hâsılı ibadet bedenî ise, vasi ölen namına
her vâcip için fitre gibi tasaddukta bulunur. Zekât gibi mâlî ise, onun namına
vâcip miktarını verir. Hacc gibi mürekkep ibadetse, ölenin malından onun namına
haccedecek bir adam gönderir. Bahır. Oruçtan âciz olan pîr-i fâni,
tutmayabilir. Ayın başında bile olsa vâcip olarak fidye verir; müteaddit fakir
şart değildir. Zengin ise fitre gibi vâcip olur. Değilse Allah'tan istiğfar
eder.
İZAH
«Namazların kazası bahsinde geçmişti.»
Ölenin malı yoksa yahut malının üçte biri borcuna yetmezse ne yapılacağını,
fidyenin nasıl verileceğini orada görmüştük. "Mezhebe göre" bir
namazın fidyesi bir günün orucu gibidir. Vaktiyle Muhammed b. Mukâtil'in,
"Her günün namazları için o günün orucunda olduğu gibi yarım sâ' buğday
verir." dediği rivayetolunmuşsa da, sonra bu sözden dönmüş ve, "Her
farz namaz bir gün oruç gibidir." demiştir. Sahih olan da budur. Sirâc.
«Fitre de öyledir.» Yani bütün ayın fitresi
bir günün orucu gibidir. Bu söze itirazla, "Bu hüküm evvelce fitre
gibidir. demesinden anlaşılmıştı." denilebilir. Ama teşbihin teberru
meselesine ait olması da mümkündür. Halebî, "Fitre de böyledir, demesi,
onu da veli ölenin vasiyeti üzerine çıkarır mânâsınadır." diyor.
«Her gün bir fitre yiyecek tasadduk eder.»
Yani vasiyeti varsa, malının üçte birinden vermesi lâzımdır. Vasiyeti yoksa
vermesi lâzım değil, caizdir. Ondan sonrakiler hakkında da hüküm budur.
Kuhistânî'de beyan edildiğine göre, mirasçının ölen namına verdiği zekât ve
kefarette yaptığı hacc da hilâfsız geçerlidir. Yani vasiyeti olmasa bile
kâfidir demek istiyor. Nitekim sözünden bu anlaşılıyor. Biz zekâtı Şârih'ten
önce Sirâc'dan nakletmiştik. Hacca gelince: Hacc bahsinde Fetih'ten naklen
"Hacc ise, yapan kimse namına olur. Ölene yalnız sevabı vardır." diyeceği
içindir. Bu sözün muktezası, onun namına birini hacca göndermektir. Kefaret
meselesi kitabımızın metninde geçti.
«Pîr-i fâni oruç tutmayabilir.» Bundan
murad, kuvveti kalmayan yahut ölümü yaklaşan geçkin ihtiyardır. Onun için
fukaha onu, "ölünceye kadar her gün noksanlaşan" diye tarif
etmişlerdir. Nehir. Bu tarifin benzeri de Kirmânî'den naklen Kuhistânî'dedir.
Orada, "Hastanın iyileşmesinden tamamen ümit kesilirse, hastalığının her
günü için fidye vermek icabeder." denilmiştir. Bahır'ın şu sözü de
öyledir: "Bir kimse ebedî oruç tutmayı nezreder de, geçim derdi ile
uğraşırken oruçtan zayıf düşerse, tutmayıp fidye vermesi caizdir. Çünkü kaza
edemeyeceğini kesinlikle anlamıştır."
«Oruçtan âciz» ifadesinden murad, devamlı
âcizdir. Nitekim gelecektir. Ama sıcağın şiddetinden oruca tahammül edemiyorsa,
bırakıp kışın kaza eder. Fetih.
«Vâcip olarak fidye verir.» Çünkü özrü
geçici değildir ki kazaya kalsın da "fidye vâcip olsun. Nehir. Sonra
Kenz'in "o fidye verir" demesi, başkasına fidye olmadığına işaret
içindir. Zira hastalık ve yolculuk gibi şeyler geçicidirler; onlarda kaza
vâciptir. Ölmekle âciz kalınca, fidye vasiyet etmesi icabeder.
«Ayın başında bile olsa» yani ayın başında
vermekle sonunda vermek arasında muhayyer bırakılır. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir.
«Müteaddit fakir şart değildir.» Yani yemin
kefareti gibi şeylerin hilâfınadır. Çünkü yemin kefaretinin müteaddit kimselere
verileceği nâssan bildirilmiştir. Burada iki günlük fidye için bir fakire bir
sâ' (1040 dirhem) verse caiz olur. Lâkin Bahır'da Kınye'den naklen bu hususta
imam Ebû Yusuf'tan iki rivayet olduğu; Ebû Hanife'ye göre yemin kefaretindeki
gibi burada da caiz olmadığı bildirilmiştir. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre,
bir gün için yarım sâ' (520dirhem) buğdayı birkaç fakire vermek caizdir. Hasan,
"Biz bununla amel ederiz." demiştir. Bunun benzeri Kuhistânî'de de
vardır.
«Değilse Allah'tan istiğfar eder.» Bu
cümleyi Fetih ve Bahır sahipleri, ebedî nezirde bulunup da geçim derdi ile oruç
tutamazsa, meselesinin arkasından zikretmişlerdir. Zâhire bakılırsa bu oraya
râcîdir; üst tarafındaki pîr-i fânî meselesine râcî değildir. Çünkü o kimse bir
vecihle kusur etmemiştir. Nezreden öyle değildir; o geçim derdi ile oruç
tutamamakla çok defa bir nevi kusur eder. Velev ki geçim derdi ile uğraşması da
vâcip olsun. Çünkü burada kendi çıkarını tercih etmiştir. Teemmül buyrula!
METİN
Bu, oruç bizzat asıl olup, edası ile
mükellef bulunduğuna göredir. Yoksa yemin veya katil kefaretinden dolayı oruç
tutması lâzım gelir de tutamazsa fidye vermesi caiz olmaz. Zira burada oruç
başkasının bedelidir. Oruç tutmaktan âciz kimse, yolcu olur da mukim olmadan
ölürse, vasiyet etmesi lâzım değildir. Ne zaman imkân bulursa kaza eder. Çünkü
aczin devamı halef olmanın şartıdır. Acaba fidyede mübah kılmak kâfi midir? Bu
hususta iki kavil vardır. Meşhur olana göre, evet kâfidir. Kemâl bu kavle
itimat etmiştir.
Kasten başladığı bir nafileyi tamamlamak
edaen ve kazaen lâzımdır. Nitekim namaz bahsinde geçmişti. Zan üzerine başlar
da hemen orucunu bozarsa kaza gerekmez. Ama bir müddet geçtikten sonra bozarsa
kaza gerekir. Çünkü o müddetin geçmesi ile sanki üzerinden bu müddette geçen
oruca niyet etmiş gibi olur. Tecnîs ve Müctebâ. Yani başladığını tamamlaması
icabeder. Bozulursa - velev hayız ârız olmakla bozulsıın - esah kavle göre kaza
vâcip olur.
İZAH
«Bu» yani pîr-i fâniye ve benzerine
fidyenin vâcip olması, "bizzat asıl olan" ramazan orucu, kazası ve
nezir orucu gibi yerlerdedir. Nitekim ebediyyen oruç tutmayı nezreden hakkında
geçmişti. Keza muayyen bir oruç nezreder de pîr-i fânî oluncaya kadar tutmazsa
fidye vermesi caiz olur. Bahır.
«Yoksa yemin veya kâtil ilh...» cümlesi
"bizzat asıl olan" ifadesinin mefhumu üzerine bir tefrîdir. Yemin
veya kâtil kefareti diye kayıtlaması, zıhar kefareti ile fakirlikten dolayı
köle azad edemeyip oruç da tutmamaktan ve ihtiyarlıktan dolayı oruç tutmamaktan
ihtiraz içindir. Böylesi 60 fakir doyurabilir. Çünkü bu, nâssın beyanı ile
orucun bedeli olmuştur. Yemin kefaretinde yiyecek vermek, orucun bedeli değil,
bilâkis oruç onun bedelidir. Sirâc. Hâniyye'den naklen Bahır'da ve
Gayetü'l-Beyân'da şöyle denilmektedir: "Keza ihramlı iken bir
rahatsızlıktan dolayı başını tıraş eder de kesecek kurban ve altı fakire
dağıtacak üç sâ' buğday bulamazsa, kendisi oruç tutamayacak pîr-i fânî olduğu
takdirde, oruç yerine fakirdoyurması caiz olmaz; çünkü bedeldir."
«Fidye vermesi caiz olmaz.» Yani sağlığında
veremez. Ama verilmesini vasiyet ederse iş değişir. Nitekim yukarıda izahı
geçti.
«Vasiyet etmesi lâzım değildir.» Bu cümleyi
şârihler "vâcip olmadığı söylenir" şeklinde ifade etmişlerdir. Çünkü
pîr-i fânî, hafifletme hususunda başkalarına benzemez; güçleştirme hususunda
değildir. Bahır'da beyan edildiğine göre evlâ olan, bu cümleyi kesin
söylemektir. Zira 'vâcip' mânâsı fukahanın "Yolcu başka günlere erişmeden
ölürse bir şey lâzım gelmez." sözünden anlaşılmaktadır. Herhalde mezhep
âlimlerinin sözlerinde açık olmadığı için, kesin söylememiş olacaklar.
«Çünkü aczin devamı» Yani oruçta aczin
devamı fidyenin onun yerini tutması için şarttır. Bahır sahibi diyor ki:
"Oruçta diye kayıtlamamız, teyemmümlüyü çıkarmak içindir. Teyemmümlü suyu
bulduğu vakit teyemmümle kıldığı namaz bâtıl olmaz. Çünkü teyemmümün halef
olması için, şart sadece suyu kullanmaktan âciz kalmaktır; devam kaydı yoktur.
Ayların, iddet hususunda kur'ların halefi olması için dahi hayızdan kesilme
yaşı ile birlikte kanın kesilmesi şarttır; devamı şart değildir. Hatta hayız
bahsinde beyan ettiğimiz vecihle kanın tekrar gelmesi ile geçmiş nikâhlar bâtıl
olmaz."
«Meşhur olana göre evet kâfidir.» Çünkü
"it'âm" yani "yiyecek verme" lâfzı ile rivayet edilen
sözlerde ibâha ve temlik caizdir. "Eda" ve "vermek" sözleri
ile rivayet edilenler bunun hilâfınadır: Bunlar temlik, ifade ederler. Nitekim
Muzmerât ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Kuhistânî.
«Hemen orucunu bozarsa kaza gerekmez.» Buna
şöyle itiraz edilir: Bir kimse kaza orucuna gündüzleyin niyet etse nâfile
tutmuş olur. Ama bozarsa kazası lâzım gelir. Nitekim baştan oruca niyet etse
kaza gerekir. Bu itirazın cevabı, metinde Musânnıf'ın "yevm-i şekte oruç
tutulmaz" dediği yerden az önce geçmiştir.
Tecnîs'in ibaresi şudur: "Bir kimse
üzerine farz zannı ile oruca niyet eder de, sonra farz olmadığı anlaşılırsa, o
anda bozmayıp bir müddet sonra bozduğu takdirde kazası lâzım gelir. Çünkü
üzerinden bir müddet geçince sanki bu saatte niyetlenmiş gibi olur. Bu iş
zevâlden önce olursa nâfile oruca başlamış sayılır ve üzerine vâcip olur."
«Velev hayız ârız olmakla bozulsun.» Yani
kaza vâcip olmak için, kasten bozmakla kasıtsız bozulması arasında fark yoktur.
İki rivayetin esah olanı budur. Nihâye'de de böyledir. Bu söz Fetih'deki
"hilâf yoktur" naklini zedeler.
«Kaza vâcip olur.» Yani aşağıda
zikredeceğimiz beş günün dışında kaza vâcip olur.
METİN
Ancak iki bayramla teşrik günlerinde bozması
müstesnadır. Onlarda eda ve kaza lazımgelmez. Çünkü mücerret başlamakla oruçlu
sayılır: ve yasak edilen bir şeyi irtikâp etmiş olur. Namaza gelince: Secdeye
varmadıkça namazda sayılmaz. Delili, yemin meselesidir. Bir rivayete göre
nâfile oruca başlayan, özürsüz onu bozamaz. Sahih olan budur. Diğer rivayete
göre kaza niyeti şartıyla bozması helâl olur. Kemâl, Tâcüşşeria ve Sadruşşeria,
Vikâye'de ve şerhinde bu rivayeti benimsemişlerdir.
İZAH
«Yasak bir şeyi irtikâp etmiş olur.»
Binaenaleyh korunması değil, bilâkis bozulması vâcip olur. Kazanın vâcip
olması, korunmanın vâcip olmasına dayanır. Bu oruç edaen vâcip olmadığı gibi
kazaen de vâcip değildir. Bu günlerde oruç tutmayı nezretmesi bunun
hilâfınadır. Çünkü bu oruç ona lâzım olur; onu başka günlerde kaza eder. Zira
bizzat nezirle yasak olan bir şeyi irtikâp etmiş olmaz. Sadece Allah Teâlâ'ya
ibadeti iltizam etmiştir. Günah fiille olur. Binaenaleyh günah başlamanın
zaruretlerindendir; başlamayı icabetmenin zaruretlerinden değildir.» Minah.
Ziyade ile, T.
«Namaza gelince:» ifadesi, mukadder bir
sualin cevabıdır. Hâsılı şudur: Mekruh vakitlerde namazın da bu günlerdeki oruç
gibi başlamakla vâcip olmaması gerekir. Cevap: Biz bu kıyası kabul etmiyoruz.
Çünkü namaz kılan, sırf başlamakla günaha girmiş sayılmaz; hattâ secdeye
varmadıkça günaha girmemiş sayılır. Buna delil, namaz kılmamak için yemin eden
bir kimsenin secdeye gitmedikçe yeminini bozmuş sayılmamasıdır. Bu günlerde
oruç tutmak bunun hilâfınadır. Oruca mücerret başlamakla o kimse günaha girmiş
olur. Minah. Yine Minah'ta beyan edildiğine göre, ulema mücerret niyetle o
kimseyi oruca başlamış saymışlardır. Hattâ o anda bozsa kazası lâzım gelir. Şu
halde günah, mücerret başlamakla tahakkuk ediyor demektir. Yemin meselesi ise
örfe istinat eder. T.
Ben derim ki: Başlamanın sahih olması,
birçok şeylerden meydana gelen mürekkebin tahakkukunu gerektirmez. Ulemanın
açıkladıklarına göre, isimde mürekkebin bazen cüzü bütünü gibi olur. Su
böyledir. Bazen de cüzü bütünü gibi olmaz; hayvan gibi. Oruç birinci kısımdandır.
Çünkü o, birtakım şeylerden kendini tutmaktan ibarettir ki, bunların hepsinin
hakikati birleşik olup, her birine oruç denir. Namaz böyle değildir. Onun
cüzleri olan kıyam, kıraat, rükû, secde ve oturuşun her birine namaz denilmez.
Bunlar bir arada bulunacaklardır ki namaz adı verilsin. Bu da secde ile meydana
gelir. Bundan önce yapılanlar, sadece bir taattır. Ondan sonrasının iki ciheti
vardır... Bu yerin tam izahı Telvîh'in nehî bahsinin başında aranmalıdır. Yemin
meselesini örfe bina etmeye gelince: Bu iş bu hususta örf bulunduğunu isbata
muhtaçtır.
«Sahih olan budur.» Minah ve diğer
kitaplarda beyan edildiğine göre, zâhir rivayet de budur. Binaenaleyh onu
"bir rivayette" diyerek belirsiz ifade etmek güzel değildir.
Çünkübilinmeyen bir şey olduğunu gösterir. İbarenin hakkı evvelâ zâhir rivayeti
naklederek, sonra "ancak bir rivayette şöyledir" demekti. Nasıl ki
Kenz sahibi öyle yapmış; "Bir rivayete göre nâfile oruç tutan özürsüz
orucunu bozabilir." diyerek, zâhir rivayetin başka olduğunu ifade etmiştir.
Rahmetî.
Kemal bu rivayetî benimsemiş ve «Bu
rivayetin delilleri daha çok ve bu kavil daha güzeldir.» demiştir.
Tâcüşşeria, Sadruşşeria'nın dedesidir.
"Vikâye'de ve şerhinde bu rivayeti benimsemişlerdir." ifadesinde
leffü neşri mürettep vardır. Vikâye Tâcüşşeria'nındır. Onu Sadruşşeria
kısaltarak "Nikâyetü'l-Vikâye" adını vermiş; sonra onu şerh etmiştir.
Demek ki Vikaye Onun değil, dedesinin eseridir. Şerh Nikâye Şerhi de olsa
Vikâye'nin kısaltılmışı olduğu için Onun şerhi denilmek sahih olur. Sonra Şârih
bu ibarede Nehir sahibine tâbi olmuştur. Kendisine şöyle itiraz edilmiştir:
«Vikâye ve şerhine nisbet ettiği söz onlarda bulunamamıştır. Vikâye'de olan
şudur: "Bir rivayete göre özürsüz orucunu bozamaz:" Şerhinde de,
"Yani nâfile oruca başlarsa, özürsüz bozması caiz değildir. Çünkü bu ameli
iptal etmektir. Diğer rivayete göre caizdir. Çünkü kaza onun halefidir."
denilmiştir.»
Ben derim ki: Buna şöyle cevap verilebilir:
Musannıf'ın "bir rivayette" demesinden, ekseri rivayetlerin bunun
hilâfına olduğu; bunun sâzz bir rivayet olduğu; muhtar olan, bunun hilâfı
olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu söz bu söylediklerimizi anlatır. Kendince
muhtar rivayet o olsa idi, kesin söyler, "bir rivayete göre" demezdi.
Bu hususta Sadruş-şeria da Nikâye'de ona tâbi olduğu şerhte dahi sözünü akbul
ettiği ve hiçbir tenkitte bulunmadığı için Onun da bunu seçtiği anlaşılmıştır.
METİN
Ziyafet, eğer sahibi mücerret orada
bulunmaya razı olacak kimselerden değil de orucu bozmamaktan üzülecekse, hem
veren, hem verilen için Özürdür. Böylelerden değilse özür değildir: Mezhebin
sahih kavli budur. Zahiriyye. Bir adam oruçlu biri üzerine yemin ederek
"orucunu bozmazsam karım boş olsun" derse, oruçlu da olsa kazaen
orucunu bozar; mutemet kavle göre o kimseye yeminini bozdurmaz. Bazzâziye.
Zahîre'den naklen Nehir'de ve başka kitaplarda beyan olunduğuna göre bu,
zevâlden önce ise böyledir. Zevâlden sonra ise, ikindiye kadar yalnız ana
babadan biri için orucunu bozar; ikindiden sonra bozamaz.
İZAH
«Ziyafet, hem veren, hem verilen için özürdür.»
Vikaye şerhinden naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Bunu Kuhistânî dahi
nakletmiş; sonra «Lâkin "ziyafet veren" rivayeti bulunamamıştır.»
demiştir.
Ben derim ki: Lâkin bu rivayeti Dürer
sahibi de kesin olarak ifade etmiştir. Selmân-ı Fârisî(r.a.) kıssası da buna
şahittir. (Kıssa şudur: Buhârî'nin tahrîc ettiği bir hadiste' buyruluyor ki:
Peygamber (s.a.v,) Selmân'la Ebû'd-Derdâ arasında kardeşlik tesis etti de,
Selmân Ebû'd-Derdâ'ı ziyaret etti. Ve Ümmü Derdâ'ı dağınık bir halde görerek
"Halin nedir?" diye sordu. Kadın "Kardeşin Ebû'd-Derda'ın
dünyaya ihtiyacı yok!" diye cevap verdi. Derken Ebû'd-Derdâ geldi ve Ona
yemek yaptı. Sonra, "Buyur ye! Zira ben oruçluyum!" dedi. Selmân
"Sen yemedikçe ben de yemem!" dedi. Bunun üzerine o da yedi. Bu
hadiste şu cümle de vardır: "Sonra Peygamber (s.a.v.)'e gelerek bunu
anlattı. O da ' Selman doğru iş yapmış! ' buyurdu.")
«Eğer sahibi» yani ziyafetin sahibi ve keza
misafir yalnız yemekten hoşlanmayıp beraber yemeye ısrar edeceklerdense orucunu
bozar, Rahmetî.
«Mezhebin sahih kavli budur.» Bazıları
"Zevâlden önce ise özürdür;
sonra ise özür olamaz." demiş;
birtakımları da kaza etmek için kendine güvenirse, din kardeşinden üzüntüyü
gidermek için orucunu bozacağını; güvenemezse bozmasının caiz olmayacağını
söylemişlerdir. şemsüleimme Hulvânî "Bu kavil bu bâbta söylenenlerin en
güzelidir. Yemin meselesinde de cevap bu tafsile göre verilmek icabeder."
demiştir. Bahır.
Ben derim ki: Sahih kavli, bu son
söylenenle kayıtlamak taayyün eder. Zira şüphesiz kaza için kendine
güvenemezse, arkadaşını düşünmekten önce kendini günaha girmekten menetmesi
evlâdır. Şârih aşağıdaki "zevalden önce ise ilh..." sözü ile, sahih
kavlin diğer kaville dahi kayıtlanacağını ifade etmiştir. Bu suretle üç kavlin
arası bulunmuş oluyor.
«Orucunu bozar.» Yani din kardeşinin
üzüntüsünü gidermek için orucunu bozması mendup olur. "O kimseye yeminini
bozdurmaz." cümlesinden anlaşılıyor ki orucunu bozmazsa yemin bozulur.
Mücerret "bozdu" demekle, yemininde durmuş sayılmaz. Yemini ister
"talâk üzerime şart olsun" diyerek ta'lîk yapsın; isterse
"Vallâhi mutlaka orucunu bozacaksın!" şeklinde yapsın fark etmez.
Ulemanın açıkladıkları tafsile ve mâlik olduğu şeyle mâlik olmadığının
arasındaki farka gelince: Bu "onun şöyle yapmasına müsaade etmem!"
dediği zamandır. Nasıl ki "Filanın bu haneye girmesine müsaade
etmem!" diye yemin ettiği zaman böyledir. Eğer o hane yemin edenin mülkü
değilse, sözle menetmekle yemininde durmuş olur. Şayet ona mâlik olursa, yani
onda tasarruf ederse, mutlaka fiilen menetmesi gerekir. Bunların her ikisinde
yemin ilme yapılır. Hattâ bilmemiş olsa, mutlak surette yemini bozulmaz. Ama
"Haneme girerse..." derse, bilsin bilmesin girmeye hamledilir; terk
etsin etmesin birdir. Keza "Karımın haneme girmesine müsaade edersem"
yahut "Filânın hanesine girmesine müsaade edersem..." sözleri ilme
hamledilir. Eğer bilir de müsaade ederse yemini bozulur. Aksi takdirde,
bozulmaz. "Eğer girerse..." derse, girmeye hamledilir. Nitekim Bahır
ve diğer kitapların yeminler bahsine müracaat edenlere mâlûmdur. Evet, yeminler
bahsinin sonunda Şârih'in ifadesinde, ulemanın açıkladıklarının hilâfını îhâm
eden bir ibare görülmektedir. Nitekim orada izahı gelecektir inşaallah!
Bezzâziye'nin ibaresi şöyledir:
"Nâfile ise orucunu bozar; kaza ise bozmaz. İtimat edilen kavil, her
ikisinde bozup o kimseyi yemininden döndürmemektir." Nehir sahibi dahi bu
meseleyi bu lâfızla nakletmiştir.
«Zahire'den naklen Nehir'de...» Ben derim
ki: Zahîre sahibi ziyafet ve yemin meselelerini ve bunlar hususundaki kavilleri
zikretmiş; sonra "Bütün bunlar orucu zevâlden evvel bozduğuna göredir
ilh..." demiştir. Bundan anlaşılır ki, bu bütün kavillerde cârîdir; buna
muhalif bir kavil yoktur. Böylece, söylediğimiz üç kavlin arası bulunmuş olur
iddası te'yîd edilmiş demektir.
«Zevâlden önce ise böyledir.» Bu ibarenin
ekseri kitaplarda bu şekilde görüldüğünü söylemiştik. Maksat "günün
yarısından önce ise" demektir. Yahut iki kavilden birine göre zevâlden
öncedir.
«İkindiye kadar bozar; ikindiden sonra
bozamaz.» Bu gayeyi Nehir sahibi Sırâc'a nisbet etmiştir. Galiba vechi şu
olacaktır: İftar vaktinin yaklaşması, beklemenin zararını kaldırır.
"İkindiden sonra bozmaz."! sözünün zâhiri, gayenin dahil olduğunu
gösteriyor; lâkin Sirâc sahibi "sonra bozmaz" dememiştir.
METİN
Eşbâh'ta şöyle denilmektedir: "Bir
kimseyi dostlarından biri çağırırsa, ramazanın kazasından başka bir oruç
tuttuğu takdirde bozması mekruh değildir. Kocasının izni olmaksızın kadın
nâfile oruç tutamaz. Meğer ki kocasına bir zararı olmasın! Kocası orucunu
bozdurursa, kazası onun izniyle yahut ondan boşanıp ayrıldıktan sonra vâcip
olur. Köle ve köle hükmünde olan bir kimse efendisinin izni olmadan oruç
tutarsa, caiz olmaz. Orucunu bozdurursa onun izniyle yahut âzâd edildikten
sonra kaza eder.
«Ramazanın kazasından başka bir oruçsa,
bozması mekruh değildir.» Ramazanın kazası ise bozması mekruhtur. Çünkü bu oruç
için ramazan hükmü vardır. Nitekim Zahîriyye'de bildirilmiştir. Şârih'in bunu
söylemekle yetinmesine bakılırsa, kefâret ve nezir oruçlarını ziyafet özrü ile
bozmak mekruh değildir. Bu, îmam Ebû Yusuf'tan da rivayet edilmiştir. Lâkin O,
ramazanın kazasını istisna etmemiştir. Kuhistânî kitabımızın metnindeki
"nâfile orucu ziyafet özrü ile bozar." ifadesini izah ederken,
"Bu, sözde nâfile oruçtan başkasını bozmayacağına işaret vardır. Nitekim
Muhît'te beyan edilmiştir. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre kaza, kefaret ve
nezir oruçlarını bozar," demiştir. Görüyorsun ki, ramazanın kazasını
istisna etmemiştir. Öyle görünüyor ki, Musannıf Ebû Yusuf kavline göre hareket
etmiştir. Ama ramazanın kazası orucunu istisna etmemesi gerekirdi. Bu satırlar
biraz tasarruflaEşbâh Şerhi Hamevî'den alınmıştır. T.
«Kocasının izni olmadan kadın nâfile oruç
tutamaz.» Yani tutması mekruhtur. Nitekim Sirâc'da beyan edilmiştir. Öyle
anlaşılıyor ki, kadın günahı gidermek için oruca başlamışken bozabilir; bu bir
özürdür. Bu suretle bu meseleleri ne münasebetle burada zikrettiği
anlaşılmaktadır. Düşün! Musannıf nâfileyi mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh aslı
nâfile olup, bir sebeple vâcip olan oruca da şâmildir. Onun için Bahır sahibi
Kınye'den naklen şöyle demiştir: «Erkek karısını nâfile, nezir ve yemin
oruçları gibi vücubu Allah tarafından değil de kadın tarafından gelen her
oruçtan men edebilir. Köle de öyledir. Ancak karısına zıhâr yaparsa kefaretini
oruçla ödemesine mâni olamaz; çünkü buna kadının hakkı taalluk etmiştir.»
«Meğer ki kocasına bir zararı olmasın!»
Meselâ kocası hasta veya yolcu yahut hacc veya umre için ihramlı olursa,
karısının nâfile orucuna mâni olamaz. O menetse bile, kadın tutabilir. Çünkü
onun menetmesi, hakkı olan cima içindi. Bu hallerde kadının orucunun ona bir
zararı yoktur. Binaenaleyh mâni olmanın bir mânâsı kalmaz. Sirâc. Zahîriyye
sahibi mutlak surette men edebileceğini söylemiş; Bahır sahibi de bunu daha
münasip görmüştür; çünkü oruç kadını zayıflatır; velev ki o anda kocası cinsî
münasebette bulunmasın. Nehir sahibi diyor ki: «Bence men edebilmesini zarara;
men edememesini zarar bulunmamasına havale etmek daha iyidir. Zira kesinlikle
mâlûmdur ki, bir gün oruç tutmak kadını zayıflatmaz. O halde cima'ına mâni
olandan başka bir şey kalmaz, Bu ise kocasına zarardır. Kocası hasta veya yolcu
olmakla zarar ortadan kalkarsa caiz olur.»
«Kocası orucunu bozdurursa...» ifadesi,
buna hakkı olduğunu gösterir. Nitekim geçmişti. Kölesi de öyledir. Bahır'da
Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir; "Kadın kocasının izni olmadan nâfile
hacc için ihrama girse, kocası ihramını bozdurabilir. Namazlar hakkında da
öyledir."
«Boşanıp ayrıldıktan sonra kaza vacip
olur.» Bu cümlenin mefhumu muhalifini alırsak, ric'î talâkta kaza vâcip
değildir mânâsı anlaşılır. Şârih hidâd bahsinde yaptığı gibi, burada da ricat
ümidi olup olmadığını söylese dahi iyi olurdu. T.
«Köle hükmünde olan»dan murad, câriye,
müdebber köle ve câriye ile ümmü velettir. Bedâyi.
«Caiz olmaz...» Yani tutması mekruhtur.
Hâniyye sahibi, "Ancak sahibi orada yoksa ve bundan ona bir zarar
gelmeyecekse o zaman tutabilir," diyor. Yani "kadın gibidir"
demek istiyor. Lâkin Muhît ve diğer kitaplarda zarar gelmese de tutamayacağı
zikredilmiştir. Çünkü bunların gelirleri, sahiplerinin milkidir. Kadın öyle
değildir. Onun getirdiği faydalar kocasının milki değildir; onun sadece cima
hakkı vardır. Bahır sahibi bunu daha kabule yakıngörmüştür. Çünkü köle,
farzlardan başka ibadetlerde hürriyet aslı üzerine kalmış değildir. Şârih
çıraktan bahsetmemiştir. Sirâc'da deniliyor ki: "Şayet çırağın orucu,
patronuna zarar verir. Meselâ hizmeti noksanlaşırsa, onun izni olmadan nâfile
oruç tutamaz. Zarar vermezse tutabilir. Çünkü patronun hakkı menfaattadır. Menfaat
eksilmezse menetmeye hakkı yoktur. Ama bir kimsenin kızı, anası ve kız kardeşi
onun izni olmaksızın oruç tutabilirler. Çünkü onların menfaatlarında bir hakkı
yoktur."
Beri derim ki: Anne ile babadan biri,
çocuğunun hastalanacağından korkarak onu oruç tutmaktan men ederse, bozmaya
yemin meselesinden alarak, itaat etmesi efdal olmak gerekir.
METİN
Bir yolcu oruç tutmamaya niyet ederse, veya
niyet etmeden mukim olur da oruca vaktinde zevâlden önce niyet ederse, mutlak
surette sahih olur. Bu iş ramazanda olursa, oruç o kimseye vâcip olur; çünkü
onun hakkında ruhsatın sebebi kalmamıştır. Nitekim mukim bir kimse ramazanda
yola çıkarsa, çıktığı günün orucunu tamamlar. Lâkin her ikisinde orucu bozarsa
kefaret lazım gelmez. Zira evvelinde ve sonunda şüphe vardır. Meğer ki unuttuğu
bir şeyi almak için şehrine dönüp de orucunu bozsun. Bu takdirde kefaret lâzım
gelir.
İZAH
«Veya niyet etmeden» demekle Şârih,
Musannıf'ın "tutmamaya niyet ederse" sözünün bîr kayıt olmadığına
işaret etmiştir. Bu söz yalnız şuna işarettir: Niyet zamanında bir şey yemeden
orucu bozmaya niyet etmemiş olsa hüküm yine evleviyetle budur. Çünkü orucun
zıddını niyet etmekle oruç bozulmazsa, böyle bir şey bulunmadığı vakit
bozulmaması evleviyette kalır. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Bir de bozma
niyetine itibar yoktur. Nitekim aşağıda gelecek "oruçlu bir kimse bozmaya
niyet ederse..." sözü ile Musannıf bunu ifade etmiştir.
«Zevâlden önce» yani günün yarısından önce
bir şey yemeden niyet ederse sahih olur. Çünkü sefer vücup ehliyetine ve oruca
başlamaya zıt değildir. Bahır.
«Mutlak surette» yani nâfile olsun nezri
muayyen veya ramazanın eda orucu olsun fark etmez. H. Bundan anlaşılıyor ki
bunun yeri geceden niyet şart olmayan oruçtur. şayet geceden niyet şart olan
bir oruca niyet ederse nâfile olur. Nitekim bunu ifade eden söz geçmişti. T.
Eğer "sahih olur" sözü ile yalnız orucun sahih olduğu kastedilir de
"niyet ettiği olması" kaydı konmazsa o zaman ' mutlak 'tan murad hep
sine şâmil bir mânâ olur.
«O kimseye oruç vacip olur.» Yani o gün
oruç tutması icabeder. Zira vaktinde niyetlendiği ve oruca aykırı bir şey
bulunmadığı için oruç sahih olur. Aksi takdirde oruca zıt bir şey bulunursa,
hayızdan temizlenen kadın ve ayılan deli gibi onun da kendini oruçlu gibi
tutması vâcip olur. Nitekim geçmişti.
«Nitekim mukim bir kimse yola çıkarsa o
günü tamamlar.» Çünkü bu faslın başında görmüştük ki, sefer oruç bozmayı mübah
kılmaz. O yalnız oruca başlamamayı mübah kılar. Fecirden sonra yola çıkarsa orucunu
bozması helâl olmaz. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Keza yolcu geceden
oruca niyet eder de sonra niyetini bozmadan oruçlu olarak sabahlarsa, o gün
orucunu bozması helâl olmaz; ama bozarsa kefaret lâzım gelmez."
Ben derim ki: Gündüz, niyet etse, kefaret
evleviyetle lâzım gelmez. Binaenaleyh "geceden" demesi bir kayıt
değildir. "Lâkin her ikisinde..." yani gerek yolcunun mukim olması,
gerekse mukimin yola gitmesi meselelerinde orucu bozarsa, kefaret lâzım gelmez.
Nitekim Kâfî'deböyle denilmiştir. İhtiyâr sahibi ise ikincide kefaret lâzım
geldiğini açıklamıştır. İbn-i Şilbî Kenz Şerhi'nde, "Kâfî'deki söze itimat
etmelidir." demiştir. Yani "ikisinde de kefaret lâzım değildir"
demek istemiştir.
Ben derim ki: Hattâ Şurunbulâliyye sahibi
bunu Hidâye, İnâye ve Fethu'l-Kadîr'e de nisbet etmiştir.
«Zira evvelinde ve sonunda şüphe vardır.»
Yani birinci meselede vaktin evvelinde; ikincide, sonunda şüphe vardır. Şârih
leffü neşr-i mürettep yapmıştır.
«Bu takdirde kefaret lâzım gelir.» Yani
kıyasen kefaret icabeder. Çünkü yemek yerken mukimdir; evine dönmekle seferi
reddetmiştir. Biz kıyasla amel ederiz. Hâniyye. Bu da kıyasın istihsana tercih
edildiği meselelere katılır. Hâmevî.
Evvelce geçmişti ki, mukim bir kimse yemek
yer de sonra sefere çıkar veya zorla çıkarılırsa, kefaret sâkıt olmaz. Zâhire
bakılırsa, o kimse şehrin evlerini geçtikten sonra yer de sonra dönerek tekrar
yerse kefaret vermesi icabetmez. Velev ki aslen sefere çıkmamaya yedikten sonra
niyet etsin. Çünkü onun yemesi ruhsat yerinde olmuştur. Evet o günün bâkiyesini
tutması icabeder. Şu da var ki: Bedâyi'nin yolcu namazı bahsinde, "Bir
kimse namazında abdestini bozar da su bulamaz ve yakın olan kasabasına girmeyi
niyet ederse, o anda mukim olur. Velev ki girmesin. Eğer girmeden su bulursa
namazını dört rekat olarak kılar. Çünkü niyet etmekle mukim olmuştur."
denilmiştir.
Ben derim ki: Bunun muktezası şudur: O
kimse niyet ettikten sonra kasabaya girmeden orucunu bozarsa, yine kefaret
lâzım gelir.
TEMBİH: Yolcu bir kimse, bir şehirde yarım
aydan az kalmaya niyet etse, acaba bu müddet zarfında ona namazı kısa kılmak
helâl olduğu gibi oruç tutmamak da helâl olur mu? Bunu bana sordular. Fakat
açıkça bir yerde görmedim. Ancak Bedâyi ve diğer kitaplarda şunu gördüm:
"Yolcu kendi şehrine yahut başka bir şehire girmek ister de orada mukim
olmaya niyet ederse o gün orucunu bozması mekruh olur. Velev ki günün evvelinde
yolcu olsun. Çünkü bozmayı haram kılan ' mukimlik ' ile, mübah kılan veya
ruhsat veren sefer, bir günde bir araya gelmişlerdir. Binaenaleyh ihtiyaten
haram kılan taraf tercih edilir. Güneş batmadan o çehre giremeyeceğine aklı
keserse, orada iftar etmesinde bir beis yoktur.» "Mukim olmak niyeti
ile" diye kayıtlamasından anlaşılıyor ki, niyet etmezse girdiği gün
orucunu bozması mübah olur: velev ki günün evvelinde girsin. Çünkü haram kılan
şer'an mukim olma yoktur. Meselâ ikinci günde de öyledir. Hâsılı kaideler
iktizasınca hilâfına açık naklî delil bulunmadıkça caizdir denilir. Düşün!
METİN
Oruçlu bir kimse, orucu bozmayı niyet
etmekle orucu bozulmaz. Nitekim geçmişti. Nasıl kinamazında konuşmayı niyet
eden de konuşmadıkça namazdan çıkmış olamaz. Vehbâniyye Şerhi. Aynı şerhin
sahibi, "Burada Şâfiî'nin hilâfı vardır." demiştir. Bayılan kimse,
baygınlığın meydana geldiği gün veya geceden maada, bütün baygınlık günlerini
kaza eder. Velev ki baygınlık bütün ay devam etsin. Çünkü uzun müddet devam
etmesi nadirdir. Bayıldığı gün veya geceyi kaza etmez. Meğer ki niyet
etmediğini bilmiş olsun. Delilik bütün ayı'" kaplamazsa, kalan günleri
kaza eder. Oruca niyet, sahih olabileceği günlerin hepsini kaplarsa, evvelce
geçtiği vecihle mutlak surette kaza etmez. Zira bunda güçlük vardır.
İZAH
«Nitekim geçmişti.» Yani "yevm-i şekte
oruç ancak nâfile olarak tutulabilir." dediği yerden az önce görmüştük. H.
"Burada Şâfiî'nin hilâfı vardır."
diyen şârih İbn-i Şıhne'dir. İbn-i Şıhne bu meseleyi müşkil görmüş ve
"Şâfii'ye göre unutarak konuşmak namazı bozmuyor da, mücerret konuşmayı
niyet nasıl bozuyor?" demiştir.
Ben derim ki: Unutarak konuşmakla, kasten
konuşmaya niyet arasında fark vardır. Zira kasıt namazı bozar. Sonra gördüm ki
Tahtâvi benim söylediğim farkla cevap vermiş; sonra "Ama Şâfiî'nin
mezhebinde mutemet olan, bozmamasıdır." demiştir.
«Çünkü uzun müddet devam etmesi nadirdir.»
Baygın bir insanın, yiyip içmeden uzun müddet yaşaması nadirdir. Nadir görülen
şeylerde güçlük yoktur. Nitekim Zeylâî'de beyan edilmiştir.
«Bayıldığı gün ve geceyi kaza etmez.» Çünkü
o kimsenin zâhir hali - eh mükemmele yorumlanırsa - oruca geceden niyet etmiş
olmasıdır. O kimse gündüz bayılmışsa, bu şekilde yorumlamak evleviyetle
mümkündür. Hattâ oruç yemeyi âdet edinen bir edepsiz veya yolcu, bütün
baygınlık günlerini kaza eder. Ulema böyle demişlerdir. Ama yolcuyu, "oruç
zarar veren" diye kayıtlamak gerekir. Oruç zarar vermezse, halini iyiye
yormak için yola çıktığı günü kaza etmez. Çünkü yukarıda geçmişti ki, onun oruç
tutması efdaldir. Bazıları, "Yolcunun yarının orucunu geceden kastetmesi
zâhir değildir." demişse de, bu söz oruç zarar vermeyen yolcu hakkında
kabul edilemez. Nehir.
Ben derim ki: Bu kabul edilmeme dahi zâhir
değildir. Bahusus yola çıkmazdan, bu bayılma hadisesi başa gelmezden önce
yolculuğunda oruç tutmayan hakkında hiç zâhir değildir. Evet, daha evvel oruç
tutan veya yolculuklarında oruç tutmayı âdet edinen hakkında zâhirdir.
«Meğer ki niyet etmediğini bilmiş olsun.»
Şumunnî diyor ki: "Bu, niyet edip etmediğini hatırlamadığına göredir.
Niyet ettiğini bilirse, sahih olacağında şüphe yoktur. Niyet etmediğini
bilirse, sahih olmayacağında şüphe yoktur." Şumunnî'nin sözü,
meseleramazanda farzedildiği takdirde zâhirdir. Fakat bayılma şâbanda olursa,
hepsini kaza eder. Nehir. Yani şâbanda, "ramazana" diye niyet sahih
değildir, demek istiyor.
«Oruca niyet sahih olabileceği. .»
vakitler; her gün, fecrin doğmasından günün yarısına kadar geçen zamandır. Bu
zamandan sonraki ayıklık, fecir doğmadan az öncesine kadar muteber değildir.
Velev ki her gün devam etsin. T. Yani bu zaman niyetin vakti de olsa, geceleyin
oruç tutmak sahih değildir. Günün yarısından sonra da oruca niyet sahih
değildir, demek istiyor.
Sonra bu söz Musannıf'ın
"kaplarsa" diye mutlak bıraktığı sözüne ayıklık, fecir doğmazdan az
öncesine kadar muteber değildir. Velev ki geceleyin yahut günün yarısından
sonra olsun - ayılırsa, kaza eder. Aksi takdirde kaza etmez. Biz oruç bahsinin
başında bu husustaki hilâfı anlatmış; bu hususta sahih kabul edilen iki kavil
bulunduğunu, bunların ikincisine itimat edildiğini, çünkü zâhir rivayet
olduğunu, metinlerin onu tercih ettiklerini bildirmiştik.
«Evvelce geçtiği vecihle» yani Musannıf'ın
"Ramazan orucunun sebebi, ayın bir cüzüne erişmektir..." dediği yerde
geçmişti. H.
«Mutlak surette kaza etmez.» Yani delilik
ister aslî, ister bulûğdan sonra ârız olsun kaza etmez. Zâhir rivayet budur.
İmam Muhammed'den bir rivayete göre, ikisinin arasında fark yoktur. Çünkü deli
olarak buluğa erince, çocuk hükmüne girer ve muhataplık kalmaz. Aklı başında
iken buluğa erip de sonra deliren bunun gibi değildir. Bazı muteehhirîn
ulemanın benimsediği kavil budur. Hidâye, İnâye sahibi diyor ki: "Ebû
Abdillah Cürcânî, İmam Rustuğfinî ve Zâhid Saffâr bunlardandır."
Şurunbulâliyye'de Burhân'dan, O da Mebsût'tan naklen "Aslî deliye esah
kavle göre geçmişleri kaza lâzım değildir." denilmiştir; yani ayılmazdan
önceki günlerin kazası vacip değildir.
T E M B İ H : Âşikârdır ki, delilik bütün
ayı kaplarsa, hilâfsız olarak mutlak surette kaza lâzım gelmez. Aksi takdirde
zikri geçen hilaf vardır. Şu halde burada Şârih'in Dürer sahibine uyarak
"mutlak surette" demesi yerinde değildir. Bunu "kapalmazsa geçenleri
kaza eder" dedikten sonra zikretmeli idi ki, zikredilen hilâfa işaret
olsun. Dikkat et!
METİN
Bir kimse yasak günlerde; yahut bu sene
oruç tutmayı nezir etse, muhtar kavle göre mutlak surette sahih olur. Ulema
nezirle, o günlerde oruca başlamak arasında fark görmüş; "Başlamanın
kendisi günah; nezrin kendisi ise taatır. Onun için sahihtir."
demişlerdir. Lâkin günahtan korunmak için yasak günlerde oruç tutmaması vâcip
olur. Vacibi ıskat için de onları kaza eder. Ama o günlerde oruç tutarsa, haram
olmakla beraber mesuliyetten kurtulur.
İZAH
Musannıf Allah'ın vâcip kıldığı orucu
anlattıktan sonra, nezirle kulun kendine vâcip kıldığı oruca başlamaktadır.
Mülteka Şerhi'nde şöyle denilmektedir: "Nezir, dilin amelidir. Sahih
olmasının şartı, şarap içmek gibi günah bir şey olmaması, o anda üzerine vâcip
olan namaz ve oruç gibi hâlen kendisine borç olmaması ve yarının namazı ve
orucu gibi gelecekte borç olacak bir ibadet olmaması; 'li aynihi' vâcipler
cinsinden maksut bir şey olması ve hâkimin hükmü karışmayan şeylerden
olmasıdır." Bu husustaki sözün tamamı sair nezir bahisleri ile birlikte
inşaallah yeminler bahsinde gelecektir.
«Bu sene oruç tutmayı nezretse...» sözü ile
Musannıf yasak edilen orucu - bayram günü gibi - açık söylemekle yarınki gün
gibi - tebean söylemek arasında fark olmadığına işaret etmek istemiştir.
Yarınki günün bayram olduğu anlaşılırsa, bu oruca açık değil, tebean
niyetlenmiş olur. "Bu sene", "bir sene peşi peşine" ve
"ebedî olarak" gibi sözler de bunun gibidir. Nitekim Kuhistânî'den
naklen Halebî böyle demiştir.
«Mutlak surette sahih olur.» Yani yasak
günü zikretsin etmesin nezir sahihtir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir ki,
Kuhistânî'den nakledilen de budur. Keza söylediğini kastetsin etmesin birdir.
Onun için Valvalciyye sahibi şöyle demiştir: «Bir adam, "Allah için bir
gün oruç tutmak borcum olsun!" diyecekken dili "bir ay oruç"
deyiverse, bir ay oruç tutması lazım gelir.» H. Keza bir söz söylemek ister de
ağzından "nezir" (adak) çıkarsa onu yapması lâzım gelir. Çünkü
nezrin, kadın boşamada olduğu gibi şakası ciddisi birdir. Fetih.
«Muhtar kavle göre mutlak surette sahih
olur.» imam Ebû Yusuf'un İmam-ı Âzam'dan rivayetine göre sahih olmaz. İmam
Züfer'in kavli de budur. İmam Hasan'ın rivayetine göre ise, tayin ederek
söylerse sahih olmaz. Fakat "yarın" der de, o gün bayrama tesûdüf
ederse sahih olur. Bu, bir kadının hayız günü oruç nezretmesine benzer ki,
sahih değildir; fakat kadın "yarın" der de o gün bayrama tesadüf
ederse sahih olur. Ulema açıklamışlardır ki, zâhir rivayete göre, yasak günleri
açık söylemekle kapalı söylemek arasında fark yoktur. Nezrin eseri kazanın
vâcip olmasında meydana çıkması için sahih olmakla bayram günü Allah'ın
ziyafetinden çekinmenin haram olması arasında zıddiyet yoktur. Nehir.
«Başlamanın kendisi günahtır.» Çünkü
yukarıda arzettîğimiz gibi, o kimse başlamanınkendisi ile oruçlu oluyor. Onun
için de bunu yapmaması icabediyor; zira günahtır. Binaenaleyh kazası vâcip'
değildir. Nezrin kendisi ise taattır. "Onun için sahihtir." Evlâ olan
"lâzım gelir." demekti. Çünkü bu, nezirle lâzım gelip, başlamakla
lâzım gelmemek orasında farktır. Sahih olmanın kendisi ikisinde de sabittir.
Onun için nezir orucunu yasak günlerde tutarsa kâfi geliyor; sahih olmasa kâfi
gelmezdi. Bunu Rahmetî söylemiştir.
«Tutmaması vâcip olur.» Nihaye'de,
"Efdal olan oruç tutmamaktır." denilmişse de bir gaflettir. Bahır.
Yasak günlerde oruç tutmanın günahlığı, Allah'ın davetine icabetten kaçınmak
olduğu içindir. T.
«Onları kaza eder.» Müslim'in rivayet
ettiği Ziyad b. Cübeyr hadisinde şöyle denilmiştir: «Bir adam Abdullah b.
Ömer'e gelerek, "Ben bir gün oruç nezrettim. Ama kurban bayramına tesadüf
etti. Bozayım mı?" dedi. İbn-i Ömer, "Allah nezrin yerine
getirilmesini emir buyurmuştur. Ama Resulullah (s.a.v.) bu gün oruç tutmayı
yasak etti," cevabını verdi.» Bunun mânâsı, kazası mümkündür demektir. Bu
suretle emir ve nehyin mesuliyetinden kurtulmuş olur. Vikaaye şerhi.
Ama o günlerde oruç tutarsa, haram olmakla
beraber mesuliyetten kurtulur. Çünkü üzerine aldığı gibi eda etmiştir. Bahır.
METİN
Bu, yasak günlerden evvel nezrettiğine
göredir. Yasak günlerden sonra nezrederse, hiçbir şey kaza etmez. Doğru olan
kavle göre, sadece senenin kalan günlerini kaza etmesi lâzımdır,
"Sene" kelimesini belirsiz kullanarak "bir sene" dese;
yahut peşi peşine tutmayı şart koşsa da yasak günleri tutmasa, hüküm yine
budur. Lâkin burada bütün günleri peşi peşine kaza eder. Bir gün bırakırsa,
tekrar yeniden başlar. Seneyi belli etmesi, bunun hilâfınadır. Belirsiz
kullandığında peşi peşine tutmayı şart koşmazsa, 35 gün kaza eder. Bu surette
beş günü tutması geçerli sayılmaz.
İZAH
«Bu» yani muayyen bir sene oruç nezrettiği
surette yasak günlerin kazası, yasak günlerden evvel nezrettiğine göredir. T.
Onlardan sonra, meselâ zilhiccenin on dördüncü gecesi nezir yaparsa bir şey
kaza etmez.
Sadece senenin kalan günlerini - ki
zilhiccenin tamamıdır - kaza eder. «Doğru olan kavle göre» ki Fetih sahibi bunu
tahkik etmiştir; bu böyledir. Çünkü Gâye sahibi, "Kalan günleri tutması
lâzımdır." dediğinde, Zeylâî "Bu yanlıştır. Zira sene nezir vaktinden
nezir vaktine on iki aydır." demiş; Fetih sahibi ise bunu reddederek,
"Yanlış olan budur!" demiştir. "Zira mesele Gâye'de olduğu gibi
Hulâsa ve Hâniyye'de de "bu sene ve bu ay" diye nakledilmiştir. İzahı
şudur: Her arabî sene muayyen bir müddetten ibarettir. "Bu sene"
dediğinde, işaretancak içinde bulunduğu seneyi anlatır. Şu halde sözünün
hakikati, geçmiş ve gelecek müddeti nezretmiş olmasıdır. Fakat geçen müddet
hakkında bu söz hükümsüz kalır. Nasıl ki "Dünkü gün oruç tutmak Allah için
borcum olsun!" dese hükümsüzdür. Nehir'de böyle denilmiştir. H.
«Hüküm yine budur.» Yani muayyen sene
gibidir. "Peşi peşine kaza eder." Yani onları hiç fâsıla vermeden
senenin sonuna ekler ve böylece aralıksız tutmuş olmayı imkân nisbetinde
tahakkuk ettirir. Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiş ve muayyen senede ramazan
ayının kazası icabetmediği gibi, burada da icabetmeyeceğine işarette
bulunmuştur. Çünkü ramazana yetiştiğinde onu nezretmesi sahih olmaz. O Allah'ın
vâcip kılması ile zaten üzerinde borçtur; onu başkası ile değiştirmeye gücü
yetmez. Kendisi vâcip kılıp da yetişemeden ölmesi bunun hilâfınadır. Zira bir
aylık fidye verilmesini vasiyet etmesi vâcip olur. Çünkü ona erişemeyince,
başka bir ayı vâcip kılmış gibi olur. Sirâc.
«Yeniden başlar.» Yani bozduğu günden önce
tuttuğu günlerin orucunu tekrar tutar. H. Velev ki tutmadığı gün, son gün
olsun. T.
«Seneyi belli etmesi bunun hilâfınadır»
Yani burada yasak günlerin orucunu peşi peşine kaza etmesi gerekmez. Zira
burada aralıksız tutmak, vaktin muayyen olması zaruretindendir. H. Onun için
burada bir gün oruç bıraksa, yalnız onu kaza etmesi lâzım gelir. T.
«Otuz beş gün kaza eder.» Bunlar ramazan
ayı ile beş yasak gündür. H. Demek istiyor ki: O kimsenin beş gündeki orucu
nâkıstır. Binaenaleyh kâmilin yerine kâfi gelmez. Ramazan ayı ise ancak ramazan
ayı yerine kâfidir. Binaenaleyh onun miktarınca kaza vacip olur. Bunu geçen
oruca eklemesi gerekir. Fakat sahih kavle göre eklemese de mesuliyetten
kurtulur. Bahır.
«Bu surette beş gün tutması geçerli
sayılmaz.» Yani muayyen sene, veya peşi peşine tutacağı şart kılınan belirsiz
sene bunun hilâfınadır. Çünkü o beş günden hâli değildir. Binaenaleyh o
günlerin orucunu nezretmiş olur; Aralıksız tutacağını şart koşmadığı belirsiz
bir seneye gelince: Bu, sayılı birtakım günlerin adıdır. Sayılı günleri,
ramazandan ve o yasak günlerden ayırmak mümkündür. Nitekim Sirâc sahibi ifade
etmiştir.
METİN
Bilmiş ol ki, sigasının yemine de ihtimali
vardır. Onun için altı suret meydana gelmiştir ki, Musannıf bunları şöyle izah
etmiştir:
1-) Oruç nezrettiği siga ile hiçbir şey
niyet etmezse;
2-) Veya sadece nezri niyet edip, yemini
niyet etmezse;
3-) Yahut nezri niyet, yemin olmamasını
dilerse, bu üç surette siga ile amel edilerek bilittifak yalnız nezir olur.
4-) Yemini niyet eder de nezir olmamasını
dilerse; bu surette tayini ile amel edilerek, bilittifak yalnız yemin olur.
Orucunu bozarsa, yemininden döndüğü için kefaret vermesi icabeder.
5-6) Her ikisine; yahut nezri nefî
etmeksizin yemine niyet ederse, her iki surette hem yemin, hem nezir olur.
Hattâ oruç tutmazsa, umum mecazla amel ederek, nezir için kaza, yemin için
kefaret icabeder. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir.
İZAH
«Nezir sîgasının» hem nezirle birlikte, hem
de nezirden ayrı olarak yemine ihtimali vardır. T.
«Sîga ile amel edilerek» yani birinci
vecihte demek istiyor. İkinci ve üçüncüde de evleviyetle böyledir. Çünkü nezir
azîmetle kuvvetlenmiştir; bir de üçüncüde başkasını nefî ziyadesi vardır.
«Tayini ile amel edilerek bilittifak yalnız
yemin olur.» Çünkü «Allah için filân iş boynuma borç olsun.» demesi, iltizama
delâlet eder. Bu söz nezir mânâsında açıktır. Niyet olmayınca nezre yorumlanır.
Niyet olunca evleviyetle ona hamledilir. Lâkin nezir olmamasını niyet ederse,
lâzımı söyleyip melzumu kastetmek kabilinden yemin olur. Çünkü vâcip olmayan
bir şeyin icâbından, o şeyi terk etmenin haram olması lâzım gelir. Mübahı haram
etmek ise yemindir.
«Umum mecaz» vücuptur. Bu cümle Ebû
Yusuf'un "Birincide nezir, ikincide yemin olur." sözüne cevaptır.
Çünkü bu sözde nezir hakikat, yemin mecazdır. Hattâ birinci, niyyete bağlı
değil; İkinci bağlıdır. Binaenaleyh her ikisine uymaz. Sonra mecaz niyeti ile
taayyün eder. İkisini birden niyet edince hakikat tercih olunur. Tarafeyn'in
delilleri şudur: iki cihet, yani nezir ciheti ile yemin ciheti arasında
zıddiyet yoktur. Çünkü ikisi de vücup iktiza ederler; şu kadar var ki nezir
liaynihî, yemin ligayrihî (nezir kendisi için, yani sîgası icâbı; yemin ise
başkası için, yani Allah'ın ismini korumak için) vücup iktiza eder. Binaenaleyh
her iki delil ile amel etmiş olmak için, ikisini bir araya toplarız. Nasıl ki
ivaz (bedel) şartı ile yapılan hîbede teberru ciheti ile muaveza cihetlerini
bir araya toplarız. Hidâye'de böyle denilmiştir. Bu delil üzerine söylenen
sözlerin tamamı Fetih'te ve usulü fıkıh kitaplarındadır.
METİN
Şevvalin altı gün orucunu aralıklı tutmak
menduptur. Ama muhtar kavle göre peş peşe tutmak da mekruh değildir. İmam Ebû
Yusuf buna muhaliftir. Hâvî. Mekruh olan aralıksız oruç, bayram günü oruç
tutup, ondan sonra beş gün daha eklemektir. Bayram günü oruç tutmazsa mekruh
olmaz. Bilâkis müstehap ve sünnet olur. İbn-i Kemâl.
Bir kimse muayyen olmayan bir ay, aralıksız
oruç tutmayı nezir eder de bir gün bırakırsa, velev yasak günlerden olsun,
yeniden başlar. Çünkü "aralıksız" vasfını ihlâl etmiştir. Halbuki bir
ayda yasak günler de yoktur. Sene bunun hilâfınadır.
İZAH
Şevvâl orucunu nezir meseleleri arasında
zikretmek münasip değildir. Musannıf burada Dürer sahibine tâbi olmuştur.
«Muhtar kavle göre» aralıksız tutmak da
mekruh değildir. Hidâye sahibi Tecnîs adlı eserinde şunları söylemiştir: «Fitre
bayramından sonra, altı gün aralıksız oruç tutmayı, ulemadan bazıları mekruh
saymıştır. Muhtar kavle göre bunda bir beis yoktur. Çünkü kerahet, bu orucu
ramazandan saymasından emin olunamadığı içindir; böylece Hıristiyanlara
benzemiş olur. Ama şimdi bu manâ kalmamıştır.» Ebulleys'in
Kitâbü'n-Nevâzil'inde Husâmü'ş-şehid'in Vâkıat'ında Muhît-i Burhânî'de ve
Zahîre'de de buna benzer sözler vardır. Gâye'de Hasan b. Ziyâd'ın bu oruçta bir
beis görmediği ve «Ramazanla bu günleri ayırmak için bayram günü kâfidir.»
dediği rivayet olunmuştur. Yine aynı eserde kaydedildiğine göre, müteehhirîn
ulemanın ekserisi bunda bir beis görmemiş; yalnız aralıklı mı, yoksa aralıksız
mı tutulmasının efdal olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hakâyık adlı eserde
beyan olunduğuna göre bu orucu bayram gününe bitişik olarak tutmak İmam Mâlik'e
göre mekruhtur, Bize göre mekruh değildir; velev ki ulemamız efdal hakkında
ihtilâf etmiş olsunlar. Bir rivayete göre Ebû Yusuf onun aralıksız tutulmasını
mekruh görmüştür. Fakat muhtar olan kavle göre bunda bir beis yoktur. Vâfî,
Kâfî ve Musaffâ'da "Mâlik'e göre mekruhtur; bize göre mekruh
değildir." denilmektedir. Tamamı Allâme Kâsım'ın "Tahrî-ru'l-akvâl fi
savmi's-sitti min şevvâl" adlı risalesindedir. Bu risalede Nebbanî'nin
manzumesinde ve onun şerhindeki kerahetin mutlak olarak Ebû Hanife'ye nisbeti
meselesini reddetmiş; esah olan bunun usul denilen ana kitaplarda rivayet
olunmaması bulunduğunu; Nebbânî'nin daha önce kimse tarafından sahihlenmemiş
zayıf bir kavli sahihlediğini; delilsiz yalancı bir dava ile çok sevaplı bir
ibadeti kaldırmayı kastettiğini söylemiş; sonra mezhebimizin kitaplarından
birçok ibareler nakletmiştir. Ona müracaat et! Ve anla!
«Mekruh olan aralıksız oruç..» ifadesi,
Bedâyi sahibinindir' ve bu söz Ebû Yusuf'tan rivayet olunanı, Hakâyık sahibinin
anladığının hilâfına tevildir. Nitekim Allâme Kâsım'ın risalesindede böyle
denilmiştir. Lâkin yukarıda Hasan b. Ziyâd'dan naklettiğimiz sözde Ebû Yusuf'a
göre mekruh olanın, aralıksız tutulan olduğuna işaret vardır; velev ki bayram
günü ile ayrılmış olsun. Bu, Hakâyık sahibinin anladığını te'yîd etmektedir.
«Bir ay aralıksız oruç...» Bu orucun sayı
hesabı ile tutulması lâzımdır. Ay hesabı ile tutulamaz. Muayyen ay ise, hilâle
göre hesap edilir. Nitekim Fetih ve emsalinden naklen ileride gelecektir. T.
«Aralıksız oruç tutmayı...» sözü ile
Musannıf, aralıksız tutmanın bunu açık söylediği zaman lâzım geleceğini ifade
etmiştir. Niyet ederse hüküm yine budur. Fakat açık söylemez; niyet de etmezse
muhayyerdir. Dilerse aralıksız, dilerse aralıklı tutar. "Ay" mutlak
zikredilirse hüküm budur. Muayyen bir ay yahut muayyen birkaç gün nezrederse,
aralıksız tutması lâzım gelir. Velev ki söylemesin. Sirâc. Bahır'da şöyle
denilmiştir: «Bir kimse aralıksız oruç tutmayı nezreder de, aralıklı tutarsa
caiz olmaz; fakat bunun aksi caizdir.» Minah'ta da şöyle bir ifade vardır: «Bir
kimse, "Allah için ramazan orucu gibî bir oruç boynuma borç olsun!"
derse, vücup hususunda onun gibi olmasını kast ettiği takdirde, aralıklı
tutabilir. Aralıksız olmakta kast ettiği takdirde, aralıksız tutması gerekir.
Hiçbir kastı yoksa aralıklı tutabilir.» T.
«Bir ayda yasak günler de yoktur.» Bu cümle
bir itirazın cevabıdır. İtiraz şudur: Tuttuğu gün yasak günlerden olsa idi,
vâcip olması için orucu bozmuş olması zaruri idi. Binaenaleyh yeniden
başlamaması,arkacığından kaza etmesi gerekirdi. Nitekim seneyi belirsiz
söyleyip, aralıksız tutmayı şart koşsa, böyle yapacağı yukarıda geçmişti.
Cevap: Aralıksız oruç tutulacak sene, yasak günlerden hâli değildir. Ay bunun
hilâfınadır. Sirâc'ın şu ifadesi bu izaha göredir: "Bir kadının temiz
olduğu günler bir ay veya daha çok ise, temizlik günlerinin başında oruç tutar.
O günlerin ortasında tutar da hayzını görürse yeniden başlar. Hayzı bir aydan
azsa, hayız günlerini aralıksız kaza eder."
METİN
Hepsi vaktin dışında olmasın diye, muayyen
bir ay nezirde yeniden başlamaz. Muallâk olmayan itikaf, hacc, namaz, oruç ve
saire nezri muayyen bile olsa bir zamana, mekâna, dirheme ve fakire mahsus
olmaz. "Cuma günü Mekke'de şu dirhemi filân fakire tasadduk edeceğim"
'diye nezredip aksini yapsa caiz olur. Keza ondan önce peşin verse caizdir.
İtikaf veya oruç için bir ay tayin eder de, ondan önce yaparsa sahih olur. Keza
"filân sene haccedeceğim" diye nezreder de, ondan bir sene evvel
haccederse, sahih olur. Yahut "filân gün bir namaz kılacağım" diye
nezreder de o günden evvel kılarsa caizdir. Çünkü bu vücubun sebebi olan nezir
bulunduktan sonra peşin kılmaktır. Şu halde tayin hükümsüz kalır.
Şurunbulâliyye. Bu bellenmelidir.
İZAH
«Hepsi vaktin dışında olmasın diye.» Çünkü
bu, görüleceği gibi tayinle muayyen olmazsa da, vaktinden sonra yapılması kaza
olur. Onun için yukarıda geçtiği gibi, bunda niyeti geceden yapmak şarttır. Eda
kazadan hayırlıdır. Sonra Şârih'in "hepsi" diye kayıtlaması,
Tahtâvî'nin dediği gibi, ayın son günü oruç tutmadığı zaman anlaşılır. Ama ayın
meselâ onuncu günü oruç tutmazsa, zâhir değildir. Çünkü oruca ayın on birinden
itibaren yeniden başlar da bir ayı tamamlarsa, orucun bir kısmını vaktinde, bir
kısmını da vaktin dışında tutmak lâzım gelir.
«Muayyen bile olsa...» Yani aşağıda
zikredilen zaman, mekân, dirhem ve fakir muayyen bile olsa, hiçbirine mahsus
olmaz. Muayyen olmayanın mahsus olmayacağı ise evleviyette kalır. Nitekim
mutlak olarak belirsiz bir dirhem nezretse, hiçbir şeye mahsus olmaz.
«Aksini yapsa...» Yani bazısında veya
hepsinde söylediğine muhalefet etse; meselâ cumadan başka bir gün, başka bir
beldede, başka bir dirhemi, başka bir şahsa verse caiz olur. Çünkü nezrin
mânâsına giren tayin değil, tasaddukun aslı olan ibadettir. Binaenaleyh tayin
batıl olup ibadet lazım gelir. Nitekim Dürer'de beyan edilmiştir.. Mi'râc'da şöyle
denilmiştir: «Bir kimse yarın oruç tutmayı nezreder de, ertesi güne bırakırsa,
caiz olur ve günahkâr olmaması gerekir. Nasıl ki şimdi bir dirhem tasadduk
etmeyi adar da sonra verirse günahkâr sayılmaz.»
T E M B İ H : Allâme İbn-i Nüceym,
risalesinde sadaka adayan hakkında şunları söylemiştir: «Hâniyye'de beyan
olunduğuna göre, bir kimse muayyen birkaç dirhemi tasadduk için adasa da bu
dirhemler helâk olsalar nezir sâkıt olur. Bu gösterir ki, ulemanın "dinar
ve dirhemin tayini hükümsüzdür" sözü mutlak olarak kabul edilemez ki, bu
mesele müstesnadır diyelim. Çünkü mutlak olarak hükümsüz bırakırsak, vâcip o
kimsenin zimmetinde kalır. Muayyen nesne helâk olduğunda, vâcip zimmetinden
düşmez. Fukahânın "fakirin tayinini de hükümsüz bırakıyoruz!" sözleri
de mutlak olarak kabul edilemez. Zira Bedâyi'de beyan edildiğine göre bir kimse
"şu fakiri doyurmak Allah için boynuma borç olsun!" deyip adını
söylese, fakat yiyeceği tayin etmese, onu o fakire vermesi icabeder. Çünkü
adadığı şeyi tayin etmeyince, fakirin tayini maksut olur ve başkasına vermesi
caiz olamaz.»
Şu da var: Hamevî'de İmâdiyye'den naklen
deniliyor ki: «Bir adama emrederek, "şu malı Kûfe'nin fakirlerine tasadduk
et" der de, o adam Basra'nın fakirlerine verirse caiz olmaz; öder.
Müntekâ'da beyan edildiğine göre, bir kimse "Kûfe'nin fakirlerine şu kadar
para verilecek" diye vasiyyet eder de, vasî Basra'nın fakirlerine verirse,
Ebû Yusuf'a göre caiz olur. İmam Muhammed, "vasî öder" demiştir.»
Ben derim ki: Bunun vechi şudur: Vekil
âmirine muhalefet ederse öder. Ama vasî asıl veyavekil yerinde midir? Düşün!
«Önce yaparsa sahih olur» imam Muhammed'le
Züfer buna muhaliftir. Ancak İmam Muhammed, önce yapmayı mutlak olarak caiz
görmez. Züfer ise, önceki zaman faziletçe daha noksan olursa caiz görmemiştir.
Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
FER'İ Bİ'R MESELE: Bir kimse recep ayını
oruçla geçirmeyi nezreder de, ondan önce yirmi dokuz gün oruç tutarsa, recep
yirmi dokuz çektiği takdirde kaza lâzım gelmemesi gerekir. Esah olan budur.
Nitekim Sirâc'da beyan edilmiştir. Ama recep otuz çekerse, bir gün kaza eder.
«Evvel kılarsa caizdir.» Nasıl ki zekâtta
da caizdir. İmam Muhammed'le Züfer buna muhaliftir. Fetih.
«Tayin hükümsüz kalır.» Bu sadece taat olan
nezri îfa lâzım geldiğine binaendir. Fetih. Az yukarıda Dürer'den naklen
arzettik ki, tayin maksut bir ibadet olmadığı için, nezirle îfası lâzım gelmez
METİN
Muallâk nezir bunun hilâfınadır. Zira onu
şart bulunmadan peşin yapmak caiz değildir. Nitekim yeminler bahsinde
gelecektir. Bir hasta, "Allah için bir ay oruç boynuma borç olsun!"
der de iyileşmeden ölürse, bir şey lâzım gelmez. Ama velev bir gün olsun
iyileşir de, o gün oruç tutmazsa, sahih kavle göre bütün ayı vasiyet etmesi
lâzım gelir. Nasıl ki sağlam bir kimse bunu nezreder de ay tamam olmadan ölürse,
bilittifak bütün ayı vasiyet etmesi lâzım gelir. Nitekim Habbâziye'de beyan
edilmiştir. Kaza bunun gibi değildir. Çünkü onun sebebi, başka günlere
erişmektir.
İZAH
«Muallâk nezir bunun hilâfınadır.» Yani
ister "yolcum gelirse" veya "hastam düzelirse" gibi olmasını
dilediği bir şarta; isterse "zina edersem Allah için filân işi yapmak
boynuma borç olsun" gibi dilemediği bir şarta tâlik etsin müsavidir. Lâkin
birinci surette şart bulunursa, nezrini îfa etmesi lâzım gelir. ikincide
mezhebe göre nezrini îfa ile, yemin kefâreti orasında muhayyer kalır. Çünkü o
zâhirine bakarak nezir; mânâsına bakarak yemindir. Nitekim inşaallah yeminler
bahsinde gelecektir.
«Şart bulunmadan peşin yapmak caiz
değildir.» Çünkü şarta bağlı olan bir şey, hâlen yapmaya sebep olamaz. Usulü
fıkıhta tekerrür ettiği vecihle o, şartı bulunduğu vakit sebep olur. Eğer peşin
yapılması caiz olsa idi, sebebi bulunmazdan önce yapılmış olması lâzım gelirdi
ki, bu sahih değildir. Bundan anlaşılır ki, peşin yapılmasına bakarak,
muallâkta zaman bellidir; geciktirilmesi ise sahihtir; çünkü önceden sebebi
mevcuttur. Keza yine bundan anlaşılır ki, muallâkta mekân, dirhem ve fakir
taayyün etmez; zira tayin sadece sebebiyetingecikmesinde tesirlidir.
Binaenaleyh peşin yapmak imkânsızdır. Mekân, dirhem ve fakir ise, asıl olan
tayinsizlik üzerinde kalırlar. Zira tâlikin bunlardan hiçbirine tesiri yoktur.
Onun için Şârih muallâk olanla olmayanın arasındaki muhalefetin vechini beyan
ederken başkalarının yaptığı gibi "zina onu şart bulunmadan peşin yapmak
caiz değildir." demekle yetinmiştir. Böylece geciktirmenin, mekan, dirhem
ve fakiri - tâlik edilmeyende olduğu gibi -değiştirmenin sahih olduğunu ifade
etmiştir. Galiba anlattığımız zuhur ettiği için, ulema bunu nâssan
bildirmemişlerdir. Bu, anlatılana vâkıf olan bir kimse için, şüphe götürmeyen
şeylerdendir.
«Sahih kavle göre. .» Ki bu kavil
Şeyhayn'ındır. İmam Muhammed'e göre, ramazanın kazasında olduğu gibi, geçirdiği
günler miktarınca vasiyet etmesi lâzımdır. Sirâc sahibi bunu izah ederek şöyle
demiştir: «Bir kimse muayyen olmayarak bir ay oruç nezreder de sonra bir gün
veya daha çok oruca kaadir olarak mukim olur ve oruç tutmazsa, Şeyhayn'a göre
bütün ay için yiyecek verilmesini vasiyet etmesi lâzım gelir. Bunun vechi,
Hâkim'in prensibine göre şudur: O kimsenin yetiştiği zaman nezir günlerinden
her günün orucu için elverişlidir. Oruç tutmayınca, hepsine kaadirmiş gibi
tutulur ve vasiyette bulunması vâcip olur. Tıpkı bir ay sağlam kalmış da oruç
tutmamış gibi olur. Feteva'nın prensibine göre ise, nezir hâlen zimmette
borçtur. Eda imkânı şart değildir. Hilâfın semeresi, yetiştiği günün orucunu
tuttuğu vakit meydana çıkar. Birinciye göre, kalanı vasiyet etmesi vâcip
değildir. İkinciye göre vâciptir. Keza bir kimse geceleyin nezreder de, o gece
ölürse, birinciye göre başka günlere erişmediği için vâcip değildir. İkinciye
göre hepsini vasiyet etmesi vâcip olur.» Kısaltılarak alınmıştır. Bedâyi sahibi
ve başkaları Hâkim'in prensibini söylemekle yetinmişlerdir.
Sonra bilmelisin ki, bütün bu
söylediklerimiz mutlak nezir hakkındadır. Muayyen nezre gelince: Yine Sirâc'da
şöyle denilmektedir: «Bir kimse recep ayını oruçla geçireceğini nezreder de,
sonra oruçsuz bir gün veya daha fazla durursa, oruç tutmadan öldüğü takdirde
Kerhî'de şöyle denilmektedir: Recepten önce ölürse, bir şey lâzım gelmez. Ama
bu yalnız İmam Muhammed'in kavlidir. Çünkü muayyen olan bir şey, vaktinden önce
sebep olamaz. Şeyhayn'a göre ise, Hâkim'in prensibi üzere oruca kaadir olduğu
günler miktarınca vasiyet eder. Çünkü nezir hâlen mülzim bir sebeptir. Şu kadar
var ki, imkân bulması mutlaka lâzımdır. Fetevâ'nın prensibince, bütün ayı
vasiyet eder. Çünkü nezir şartsız mülzimdir. Zira lüzum, eda hakkında kendini
göstermezse, onun halefinde - ki doyurmaktır - kendini gösterir. Ama yetiştiği
günlerde oruç tutarsa, yahut nezrinin arkacığından ölürse, birinciye göre
hiçbir şey vasiyet etmesi gerekmez. İkinciye göre ise kalanı vasiyet etmesi
gerekir. O kimse hasta iken recep ayı girer de, sonra meselâ bir gün iyileşir
ve oruç tutmadan ölürse, bütün ayı vasiyet etmesi gerekir. İkinciye göre
zâhirdir. Birinciye göre de öyledir. Çünkümuayyen olan ayın çıkması ve ondan
sonra meselâ bir gün iyileşmesi ile ona mutlak bir ay oruç vâcip olur. O ayda
tutmazsa, mutlak nezirde olduğu gibi bunda da bütün ayı vasiyet etmesi vâcip
olur. Mutlak nezirde bir gün veya daha fazla kalırsa, oruç tutmaya gücü yettiği
halde tutmadığı takdirde, bütün ayı vasiyet etmesi gerekirdi.» Kısaltılarak
alınmıştır.
«Ay tamam olmadan ölürse...» Yani o ayda
oruç tutmadı ise, bütün ayı vasiyet etmesi lâzım gelir. Burada başka kitapların
ibareleri şöyledir: «Bir gün sonra ölür de, yetiştiğini tuttuğu ile kalırsa,
acaba kalanı vasiyet etmesi lâzım gelir mi gelmez mi? Hastalık hakkında
zikredilen iki prensibe göre olması gerekir.» Bahır'ın bazı nüshalarında
"lâzımdır" diye açıklanmıştır. Lâkin Bahır'ın nüshaları bu
sahifelerde pek değişik ve bozuktur.
«Kaza bunun gibi değildir.» Yani bir
özürden dolayı ramazan orucunu tutamaz da, sonra başka günlere erişir ve
orucunu tutmazsa, kalan günler miktarınca vasiyette bulunması sahih kavle göre
bilittifak lâzım gelir. Tahâvî, hilâfın bu meselede olduğunu sanmıştır. H.
«Kaza böyle değildir» cümlesi, İmam
Muhammed'in nezri kazaya kıyas etmesine cevaptır. Şöyle ki: Nezir yukarıda
geçtiği haldeki gibi mülzim bir sebeptir. Kazanın sebebi ise başka günlere
erişmektir. Bu bulunmamıştır. Binaenaleyh vasiyet ancak eriştiği günler
miktarınca vâcip olur.
METİN
FER'Î MESELELER: Bir kimse "vallahi
oruç tutarım" diye yemin etse, oruç tutması lâzım gelmez. Bilâkis tutarsa
yemini bozulur. Nitekim yeminler bahsinde gelecektir.
Bir kimse recep ayını oruçlu geçirmeyi
nezreder de, o hasta iken recep girerse, tutmaz da onu ramazan orucu gibi kaza
eder. Yahut ebediyyen oruç tutmayı nezreder de, geçim derdi ile meşgul olduğu
için zayıf düşerse, oruç tutmayıp kefaret verir. Nitekim geçti. Yahut
"filânın geldiği gün" diye nezreder de; o kimse, bu yedikten veya
zevalden yahut kadının hayzından sonra gelirse, İmam Ebû Yusuf'a göre kaza
eder. İmam Muhammed buna muhaliftir. O kimse ramazanda gelirse, bilittifak kaza
lâzım gelmez. Bu sözle yemini kastederse, sadece kefaret verir. Ancak niyet
etmezden önce gelir de o da onun namına niyet ederse niyetle yemininde durmuş
olur ve oruç ramazandan olur. Bir ay nezrederse, tam olarak lâzım gelir. "Ayın
orucu" derse, kalanını; "bir cumanın orucu" derse, bir hafta
lâzım gelir. Meğer ki o günü niyet etmiş olsun. Cumartesi günü sekiz günün
orucunu nezrederse, iki cumartesi oruç tutar. "Yedi gün" derse, yedi
cumartesi lâzım gelir. Fark şudur: ' Yedi günün içinde, cumartesi tekerrür
etmez. Onun için sayıya hamledilir. Birincisi bunun hilâfınadır.
İZAH
«Bilâkis tutarsa yemini bozulur.» Çünkü
müsbet fiil-i muzâri (Arapçada) ancak nûn'la te'kitli olarak yemin cevap olur.
Te'kit bulunmadığı vakit, yokluğu takdir vâcip olur. H. Lâkin Şârihyeminler
bahsinde Allâme Makdisî'den naklen, bunun dil değişmezden önce olduğunu
söyleyecektir. Şimdi ise avam takımı, isbatla nefyin arasını ancak
"lâ" "yok" edatının kullanılıp kullanılmaması ile ayırırlar.
Yeminlerde bu Farsça ve diğer bir ıstılah kullanmak gibidir.
«Ramazan orucu gibi kaza eder.» Yani ister
aralıksız, isterse aralıklı tutar. Dürer.
«Kefaret verir.» Yani fidye verir.
"Nitekim" pîr-i fânî meselesinde "fitre gibi yiyecek fidye
verir" diye geçmişti. "Veya zevâlden sonra" ifadesinden murad;
günün yarısından sonra demek olduğu defalarca geçti.
«Ebû Yusuf'a göre kaza eder» Ben derim ki:
Fetih'te de böyle denilmiştir. Lâkin Sirâc'da şu ifade vardır: "Filânın
geldiği gün Allah için oruç tutmak ebediyyen boynuma borç olsun!" der de,
o kimse bunun oruç tutmadığı günde gelirse, o günün orucu kendisine lâzım
gelmez. Ona, gelecekteki her günün orucu lâzım gelir. Çünkü şart bulunduğunda,
nezir sahibi cevabı söylemiş gibi olur. Binaenaleyh "Allah için bu günün orucu
boynuma borç olsun" demiş gibi olur. Ama o gün bir şey yemiştir; kazası da
lâzım gelmez. İmam Züfer "kazası lâzımdır" demiştir. Bahır'da hilâf
zikretmeksizin bunun benzeri vardır. Fakat bu Söz, buradakine muhaliftir.
Sirâc'ın "Ona gelecekteki her günün orucu lâzımdır" ifadesi,
"ebediyyen boynuma borç olsun" cümlesine aittir.
«İmam Muhammed buna muhaliftir.» Nehir
sahibi diyor ki: «Zevâlden sonra gelirse, İmam Muhammed "ona bir şey lâzım
gelmez" demiştir. Diğerlerinden bu hususta rivayet yoktur. Serahsî, en
münasibi ikisinin bir tutulması olduğunu söylemiştir.» Yani yedikten sonra
gelmekle, zevâlden sonra gelmek birdir. demek istemiştir. Demek oluyor ki,
şârih ikinci fer'î meselede, bu münasip görmeye göre hareket etmiştir. T.
«Ramazanda gelirse bilittifak kaza lâzım
gelmez.» Çünkü nezrinin ramazan üzerine olduğu anlaşılmıştır. Ramazanı nezreden
kimseye bir şey lâzım gelmez. H. Yani Sirâc'dan naklen arz ettiğimiz gibi,
ramazana eriştiği vakit bir şey lâzım gelmez.
«Yemini kastederse sadece kefaret verir.»
Ben derim ki: Bu sözün tutmak boynuma borç olsun" der de, bununla yemini
kasteder, o kimse makbul bir günü yoktur. Gerçi onu izah için "Çünkü o
kimse bu orucu ramazandan olmak üzere tutmuştur; yemini namına
tutmamıştır." denilmişse de, bunun da makbul bir yönü yoktur. Çünkü
üzerine yemin edilen şeyin yapılmasında niyet şart değildir. Ulema, o işi zorla
yaptırılmakla, unutarak yapmasının bir olduğunu söylemişlerdir. Üzerine yemin
edilen şey oruçtur; o da mevcuttur. Sonra anlaşıldı ki, Şârih'in ifadesinde,
mânâyı bozacak derecede kısaltma vardır. O bu hususta Nehir sahibine uymuştur.
Meselenin aslı Fetih'te ve diğer kitaplarda şöyledir:"Bir kimse
'"Allah'a şükrolsun diye, filânın geldiği gün Allah için oruç de ramazanda
gelirse, yemin kefaretivermesi lâzım gelir; kaza lâzım değildir. Çünkü yeminde
durmanın şartı olan şükür niyeti ile oruç bulunmamıştır. Gelen kimse bu niyet
etmeden gelir de, yemin sahibi bu sözle ramazandan olmamak üzere şükrü niyet
ederse, niyeti ile yemininde durmuş olur ve tuttuğu oruç ramazan namına yeterli
olur; kazası gerekmez.» Böylece sözünün kalan kısmı da anlaşılmış olur.
Belirsiz: "Bir ay oruç nezrederse tam
olarak lâzım gelir." Bu oruca ne zaman isterse, sayı hesabı ile başlar.
Hilâli görme hesabı ile başlamaz. Muayyen olan ay, hilâl hesabı ile tutulur
Fethu'l-Kadîr'in itikaf bahsinde böyle denilmiştir. H.
«Ayın orucu derse» içinde bulunduğu ayın
kalan günlerini tutması gerekir. Çünkü o aya yetişmekle ay belli olmuştur. Ama
belirsiz bir ayı niyet ederse, niyet ettiği olur. Zira sözü bu ihtimali de
taşır. Bunu Tecnis'ten naklen Fetih sahibi söylemiştir. Bu hususta evvelce söz
geçmişti. "Meğer ki o günü niyet etmiş olsun" demek istiyor ki; bir
hafta oruç lâzım gelmesi, haftanın günlerini niyet ettiği yâhut hiç niyeti
olmadığı zamandır. Çünkü "cuma" sözünden, hem cuma günü, hem haftanın
günleri kastedilebilir. Ancak "haftanın günleri" mânâsında daha çok
kullanılır. Binaenaleyh mutlak söylendiğinde bu mânâya alınır. Tecnîs. Halebî
diyor ki: « 'Cuma' sözünü belirli söylerse "seneyi" ve
"ayı" sözlerine kıyasen, haftanın kalan günlerini de tutması gerekir.
Çünkü haftanın başı pazar; sonu cumartesidir. Bakılsın!»
Ben derim ki: Bahır'da şöyle ifade
edilmiştir: "Cumanın günlerinin orucu" derse, yedi gün oruç tutması
lâzım gelir.
«Birinci bunun hilâfınadır.» Yani birincide
cumartesi tekerrür eder ve söylediği sayıda bu tekrarlanan kastedilmiştir.
Sanki "Bu sekiz günün içindeki cumartesiler" demiş gibidir ki, bunlar
ikidir. Minâh sahibi şöyle diyor: "Âşikârdır ki bu, niyeti olmadığına göredir;
niyeti bulunursa niyetlendiği şey lâzım gelir." T.
METİN
Bilmiş ol ki: Ekseriyetle avam tarafından
ölülere yapılan nezir ve evliyâyı kirâma yakınlaşmak maksadı ile onların
kabirlerine alınan paralar, mum ve zeytin yağı gibi şeyler, bilicma bâtıl ve
bunları insanların fakirlerine vermeyi kast etmedikçe haramdır. İnsanlar fauna
müptelâdır. Bahusus bu devirlerde bu çok yapılmaktadır. Allâme Kâsım bunu
Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde uzun uzadıya izah etmiştir. Gerçekten İmam Muhammed,
"Avam takımı benim kölelerim olsa, onları âzad eder; velâ hakkımı da ıskat
ederdim! Çünkü onlar doğru yolda değillerdir. Bunlarla bütün Müslümanlar
ayıplanmaktadır." demiştir.
İZAH
«Evliyây-ı kirâma yakınlaşmak maksadı ile.»
"Ey seyyid filân! Eğer hastam düzelir veya kaybım elime geçer yahut hacetim
görülürse, sana şu kadar altın veya gümüş, yahut yiyecekveya mum ve zeytin yağı
adadım!" gibi sözler, bil ittifak bâtıldır. Bahır'da böyle denilmiştir.
Bunlar birçok sebeplerden "bâtıl" ve "haram"dır. Şöyle ki:
1) Bu iş mahlûka nezirdir. Mahlûka nezir
caiz değildir. Çünkü nezir ibadettir; mahlûka ibadet yapılmaz.
2) Kendisine nezir yapılan kimse ölüdür.
Ölü hiçbir şeye mâlik olamaz.
3) Bu işi yapan kimse, ölünün tasarrufta
bulunduğunu zannederse, bu îtikadî küfürdür. Meğer ki, « "Allah'ım! Eğer
hastama şifa verir veya kaybımı bana iade eder yahut hacetimi bitirirsen,
Seyyide Nefîse türbesinin veya İmam Şâfiî'nin yahut İmam Leys'in türbelerinin
kapılarında bekleyen fakirlere giyecek vermeyi veya mescitlerine hasır, yakmak
için zeytin yağı satın almayı yahut hizmetlerinde bulunan kayyımlara para
vermeyi nezrettim!" gibi, faydası fakirlere, nezri Allah'a ait sözler
söyleye. Bu takdirde orada yatan zâtın adı, nezrin onun zâviye veya mescidinde
yaşayan hak sahibi fakirlere verilmesine vesile olması itibarı ile zikredilmiş
olur ki, bu itibarla caizdir. Bu mal fakir olmadıkça, âlim, soy-sop sahibi,
şerefli ve zengin kimselere verilemez. Mahlûka nezir bilicma haram olduğu için,
şeriatta zenginlere verilmesinin cevazı sabit olmamıştır. Böyle bir nezir
münakit olmaz; yapılırsa zimmeti meşgul etmez ve çünkü bu haram hattâ
pisliktir. Yatırın hizmetçisine bile onu almak caiz değildir. Meğer ki fakir
ola; yahut fakir ve aciz hane halkı buluna! Böyleleri onu yeni bir sadaka yolu
ile alabilirler. Nezreden kimse, Allah Teâlâ'ya yakınlığı ve fakirlere
verilmesini kastetmedikçe, yatıra nezri aklından çıkarmadıkça, onu almak da
mekruhtur.» Bu satırlar kısaltılarak Allâme Kâsım'ın şerhinden alınmıştır.
Bahır.
«Fakirlerine vermeyi kast etmedikçe...»
Yani nezrin sîgası Allah Teâlâ'ya yakınlık için; yatırın isminden murad'da,
etrafındaki fakirler olmadıkça haramdır. Şüphesiz ki, başka fakirlere de
verebilir. Nitekim yukarıda geçti. Nezredilen şey mutlaka para ve benzeri gibi
adaması caiz olan şeylerden olmalıdır. Yatırın üzerindeki kandilde veya
minarede yakılmak için yağ adamak bâtıldır. Nitekim kadınlar Seyyid
Abdülkaadir'e yağ adarlar da, minarenin doğu tarafına yakılır. Bundan daha
çirkin olmak üzere, minarelerde mevlit okutmayı nezrederler. Halbuki bu
mevlidde şarkı ve oyun gibi şeyler de vardır. Sonra bunun sevabını Peygamber
(s.a.v.)'e hediye de ederler!..
«Bâhusus bu devirlerde» hele de Seyyid
Ahmed Bedevî'nin mevlidinde çok yapılmaktadır. Nehir.
«Gerçekten İmam Muhammed...» Nehir'de bu
bâbda manzum olarak şöyle denilmiştir: "Akıl sahiplerine gizli değildir
ki" "Hz. İmamın bu sözden maksadı" "ancak avam takımını
zemmetmek" ve hangi vecihle olursa olsun kendisine nispet olunmalarından
uzak kalmaktır." "Velev ki sabit olan velâyı ıskat sureti ile
olsun!" "Bu onların cehlinden dolayıdır," "Bir de birçok
hükümleri değiştirmelerinden" "ve bâtılla haramla ibadet
yapmalarındandır." "Binaenaleyh onlar hayvanlar gibidir. Seçkinler
onlar sebebi ile ayıplanır." "Büyükler onların kötülüklerinden
teberrî ederler." "Nitekim Peygamberân-ı kiramın âdetleri de
budur." "Onlar yakınlarının uzaklarının" "Allah Teâlâ'ya
muhalefetleri yüzünden teberrî ederler!" "Bu söylediğimizi anlayıver;
vesselâm!"
METİN
İtikafın oruca münasebetinin ve ondan sonra
zikredilmesinin vechi, bazı îtikaf nevilerinde orucun şart olması ve îtikafın
ramazanın son on gününde kuvvetli bir surette istenmesidir. Lügatta îtikaf,
durmaktır. Şeriatta ise: Bir cemaat mescidinde - velev sabî-i mümeyyiz olsun -
bir erkeğin durmasıdır. Cemaat mescidinden murad, imamı ve müezzini olup,
içinde beş vakit namaz kılınan veya kılınmayan mescittir. İmam-ı Âzam'dan bir
rivayete göre, içinde beş vakit namazın kılınması şarttır. Bazıları bu kavli
sahihlemişlerdir. İmameyn, "îtikaf her mescitte sahihtir." demişlerdir.
Sürûcî bu kavli sahih bulmuştur. Camide ise, mutlak surette bil ittifak sahih
olur.
Yahut kadının, evindeki mescitte
durmasıdır. Umumi mescitte îtikafı mekruhtur. Evinde, namaz kıldığı yerden
başkasında sahih olmaz. Nitekim evinde mescit yoksa hüküm budur. Kadın evindeki
mescidinde îtikafa girdiğinde, ondan çıkamaz.
İZAH
«Oruca münasebetinin... vechi...» Yani
îtikafın oruçla beraber zikredilmesinin ve ondan sonraya bırakılmasının vechi;
bazı îtikaf nevilerinde orucun şart olmasıdır. Oruç şart olan îtikaf, vâcip
olan îtikaftır. Şart meşruttan önce bulunur. Bir de îtikaf, ramazanın son on
gününde kuvvetle istenen bir ibadettir; oruç onunla bitirilir. Binaenaleyh oruç
meselelerini onunla bitirmek münasip olmuştur.
«Lügatta îtikaf, durmaktır» Yani nerede
olursa olsun, beklemek ve kendini orada hapsetmektir. Bahır'da beyan olunduğuna
göre îtikaf; akefe'den iftiâl bâbına nakledilmiş bir kelime olup, durup
beklemek mânâsınadır. Akefe; hapsetti demektir. İbadetin bu nevine bu ismin
verilmesi, birtakım şartlarla mescitte oturduğu içindir. Muğrib.
«Erkeğin durması» diye kayıtlaması -
kadının mescitte îtikafı tahakkuk etmekle beraber - matlûb olan îtikafın
tarifine meylettiği içindir. Çünkü kadının mescitte îtikafı mekruhtur. Nitekim
gelecektir. Hattâ Gâyetü'l-Beyân'ın ifadesinden anlaşıldığına göre, zâhir
rivayet sahih olmamasıdır. Lâkin Gâyetü'l-Beyân sahibi bunun hilâfsız sahih
olduğunu açıklamıştır. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Denilebilir ki:
Bununla kayıtlaması, cemaat mescidinde şart olmasına bakaraktır; çünkü bu
sadece erkeğin îtikafı için şarttır. Birincisi daha evlâdır. Çünkü bundan
sonra, "yahut kadının evindeki mescitte durmasıdır." demektedir.
«Velev ki sabî-i mümeyyiz olsun!» Şu halde
buluğa ermiş olması şart değildir. Nitekim Bedâyi'den naklen Bahır'da beyan
olunmuştur. Bu kelime köleye de şâmildir. Sahibinin izni ile onun îtikafı da
sahihtir. Köle îtikafı nezrederse, sahibi onu men edebilir. Onu, âzâd
edildikten sonra kaza eder. Kadında öyledir. Lâkin izin verdikten sonra kocası
onu men edemez. Köle bunun hilâfınadır; o milke ehil değildir. Mükâtebe
gelince: Sahibi onu menedemez; velev ki nâfileye niyet etmiş olsun. Meselenin
tamamı Bahır'dadır.
«Beş vakit namaz kılınan veya kılınmayan»
ifadesi, İnaye ve Nehir'de böyle mutlaktır. Şeyh İsmail onu Feyz, Bezzâziye,
Hızânetü'l-Fetevâ, Hulâsa ve diğer kitaplara nispet etmiştir. Ama açık açık
mutlak bırakılmasa bile, Şârihin burada Hidâye sahibine uyarak, ikinci kavli
bunun ardından zikretmesinden de anlaşılmaktadır.
«Bazıları bu kavli sahihlemişlerdir.» Bahır
sahibi Kemal b.. Hümâm'ın bunu sahih kabul ettiğini söylemiştir.
«Surûcî bu kavli sahih bulmuştur.» Tahâvî
de bunu kabul etmiştir. Hayreddin Remlî "Bu daha kolaydır. Bâhusus
zamanımızda! Binaenaleyh buna itimat etmelidir." demiştir. Allah'u a'lem!
«Câmide ise mutlak surette sahih olur.»
"Mescit" kelimesi, hem mahalle mescidi gibi hususi mescide, hem de
Dimaşk'daki Emevî Câmii gibi umumi olana şâmil bulunduğundan, Kâfî ve diğer
kitaplara uyarak Şârih onu umumdan çıkarmıştır. Çünkü câmi hakkında hilâf
yoktur. "Mutlak surette" demesi, bütün namazlar kılınmasa da orada
bil ittifak itikaf caiz olacağı içindir. H. Hulâsa ve diğer kitaplarda,
"İsterse orada cemaat olmasın." denilmiştir.
T E M B İ H : Bütün bunlar sahih olduğunu
anlatmak içindir. Nehir ve Fetih'te şöyle denilmektedir: «îtikafın en
faziletlisi ise, Me'scid-i Haram'da
yapılandır. Sonra Peygamber (s.a.v.)'in
mescidinde, sonra Mescid-i Aksâ'da, sonra câmide yapılan gelir. Denilmiştir ki:
Cami, içinde cemaat namaz kılarsa efdaldir. Yoksa dışarı çıkmaya hacet kalmasın
diye mahallesinin mescidi efdaldir. Daha sonra cemaatı çok olan cami gelir.»
«Kadının evindeki mescidi» nâfile
namazlarını kılmak için hazırlanan yerdir. Bunu herkes yapabilir. Nitekim
Bezzâziye ve Nehir'de beyan edilmiştir. Yani erkeğin de nâfile namaz kılmak
için evinde bir yer ayırması menduptur. Farz namazlarla îtikafı ise, tabii ki
mescitte olur. Sirâc'da şöyle denilmiştir: «Kadına kocası izin verdikten sonra,
onunla cinsî münasebette bulunamaz; çünkü menfaatlerini ona temlik etmiştir.
İzinden sonra men ederse, bu sahih olmaz. Kadının ondan izinsiz îtifaka girmesi
doğru değildir. Câriyeye izin verirse, dönmesi mekruh olur. Çünkü vaadinden
dönmüş sayılır. Bununla beraber caizdir. Zira câriye kendi menfaatlerine mâlik
değildir.»
«Umumi mescitte itikafı mekruhtur.»
Nihaye'den anlaşıldığı gibi, bu kerahet tenzîhîdir. Nehir. Bedâyi sahibi bunun,
efdalin hilâfı olduğunu açıklamıştır.
«Evinde mescit yoksa hüküm budur.» Yani
evinde mescit yoksa sahih olmaz. Namaz yerini îtikafa girmek istediği vakit
hazırlarsa sahih olması gerekir.
METİN
Acaba hünsânın evinde îtikafı sahih olur
mu? Bunu görmedim. Zâhire göre sahih olmaz; çünkü erkek olması ihtimali vardır.
İtikafta niyet şarttır. Durmak ise rükûndür. Mescitte yapılması ile, aklı başında,
cünüplükten, hayız ve nifastan temiz olan Müslüman'ın niyeti, onun iki
şartıdır.
İtikaf üç kısımdır:
1) Dili ile nezretmek, başlamak ve tâlik
ile vacip olur. Bunu İbn-i Kemâl söylemiştir.
2) Ramazanın son on gününde sünnet-i
müekkede, yani kifâyedir. Nitekim Burhan ile diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
Zira sahabeden îtikafı yapmayana inkâr buyrulmamıştır.
3) Sair zamanlarda müstehaptır. Bu söz,
sünnet-i gayr-i müekkededir mânâsınadır. Mezhebe göre, yalnız birincinin sahih
olması için bil ittifak oruç şarttır.
«Zâhire göre sahih olmaz.» Çünkü
"hunsây"ı "kadın" itibar edersek, mekruh olmakla beraber
mescitte îtikafı sahih olur. Erkek itibar edersek, evinde hiçbir vecihle sahih
olmaz. H.
Ben derim ki: Lâkin ulemanın
açıkladıklarına göre, vâcip ile bidat arasında tereddüt eden bir şey ihtiyaten
yapılır. Sünnetle bidat arasında tereddüt ederse terk edilir. Meğer ki
"Bidattan maksat, tahrîmen mekruhtur. Bu öyle değildir. Bâhusus îtikaf
nezredilmişse hiç de öyle değildir." denile.
«Durmak ise rüknüdür.» Burada şöyle
denilebilir: Bu, lügat itibarı ile hakikattir. Şer'î hakikati ise, hususi:
bekleyiştir; yani mescitte durmaktır.
«Aklı başında bir Müslüman'ın ilh...» Zira
İslâm ve akıl olmazsa, niyet sahih olmaz. Bunlar niyetin şartlarıdır. Böyle
demekle, bu iki şeyi îtikafın şartı yapmaya hacet kalmaz. Nitekim Bahır sahibi
söylemiştir.
«Cünüplükten, hayız ve nifastan temiz
olan...» Bedâyi sahibi bu üç şeyden "temiz olmayı" îtikafın şartı
saymıştır. Nehir'de şöyle denilmiştir: "Hayız ve nifastan temizliği îtikafta
şart koşmak, naklinde oruç şart kılınan rivayete göre olmak gerekir; naklinde
oruç şartı yoksa, cünüplükten temizlenmek gibi yalnız helâl olmanın
şartlarından sayılmak gerekir. Ben buna temas eden görmedîm!"
Hâsılı bu üç şeyden temiz olmak, helâl
olmanın şartıdır. Hayız ve nifastan temiz olmak, menzurda da sahih olmanın
şartıdır. Nâfile îtikafta, oruç şarttır rivâyetine göre nâfilede de şarttır.
Cünüplük bunun hilâfınadır. Çünkü onunla oruç sahihtir. Rahmetî burada inceleme
yapmıştır. Çünkü ulemanın açıkladıklarına göre, îtîkafın meşru olmasından asıl
maksat, cemaatla namâz kılmayı beklemektir. Hayızlı ile nifaslı namaza ehil
değillerdir. Yani onların îtikafları sahih değildir. Cünüp öyle değildir. Zira
temizlenip namaz kılması mümkündür. Fakat Rahmetî'nin bu sözünden, cünüp bir
kimse temizlenmez ve namaz kılmazsa îtikafının sahih olmaması ve keza îtikafın
sahih olmasının şartlarından biri de cemaatla namaz kılmakolması lâzım gelir
ki, buna hiçbir kimse kail olmamıştır.
«Dili ile nezretmek.» Binaenaleyh îtîkaf
vâcip olmak için, yalnız niyet kâfi değildir. Bunu Minah sahibi Şemsüleimme'den
nakletmiştir.
«Başlamakla...» vâcip olur. Bunu Bahır
sahibi Bedâyi'den nâkletmiş; sonra şunları söylemiştir: "Âşikârdır ki, bu
söz zayıf bir kavil üzerine tefri edilmiştir. O da, nâfile için zaman şart
koşmaktır. Mezhebe göre ise, nâfile itikafın en azı bir andır; zaman şart
değildir." Bu az ileride de cevabı ile birlikte gelecektir.
«Ve tâlik ile vâcip olur.» Bu söz, nezirden
mutlak nezri vardır diye bir itiraz vârit olamaz ve affın muktezası bunun
hilâfıdır; denilemez. Evet, en doğrusu, "nezirle müneccez veya mualtak
vâcip olur" demekti. Nitekim Bahır ve İmdâd sahipleri böyle demişlerdir.
«Sünnet-i kifâyedir.» Bunun benzeri,
cemaatla teravih namazı kılmaktır; bazılarının cemaat olması ile, diğerlerinden
sâkıt olur ve özürsüz devamlı terk etseler bile günahkâr olmazlar. Bu namaz
sünneti ayn olsa, cemaatını terk etmekle vâcibin terkinden daha aşağı bir
günaha girerlerdi. Nitekim temizlik bahsinde izahı geçmişti.
«Zira sahabeden îtikafı yapmayana inkâr
buyrulmamıştır.» Bu cümle, Hidâye'deki "Sahih kavle göre îtikaf sünnet-i
müekkededir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ramazanın son on günlerinde ona devam
buyurmuştur. Devam, sünnet olduğuna delildir." ifadesine yapılan itiraza
cevaptır. İtiraz şudur: "Bırakmadan devam buyurması, o ibadetin vâcip
olduğuna delildir." Buna cevap olarak, "Peygamber (s.a.v.) onu terk
edeni inkâr ve muâhaze buyurmamıştır. Vâcip olsa muâhaze ederdi."
denilmiştir. Nitekim İnâye'de de böyledir.
«Sünnet-i gayr-i müekkede mânâsınadır.»
Bunun muktezası, buna da sünnet denilir" demektir. Hidâye'de vitir namazı
bâbında müstehabba sünnet denilmesi de buna delâlet eder.
«Birincinin sahih olması için» yani nezir
itikafın sahih olması için bil ittifak oruç şarttır. Hattâ bir kimse
"Allah için oruçsuz bir ay îtikaf boynuma borç olsun!" dese, îtikafa
girip oruç tutması icap eder. Bunu Bahır sahibi Zahiriyye'den nakletmiştir.
«Mezhebe göre» sözü, "yalnız
birincinin" ifadesine aittir ki, Asl'ın rivayeti budur. Mukabili, Hasan'ın
rivayetidir. Ona göre nâfilede de oruç şarttır. Bunun esası, nâfile îtikaf bir
günle mukadder midir değil midir meselesinde rivâyetin muhtelif olmasına
dayanır. Asl'ın rivayetine göre, günle sınırlanmış değildir. Şu halde onun için
oruç şart değildir. Bir rivayette, bir günle sınırlıdır ki, bu imam Hasan'dan
da rivayet edilmiştir. Buna göre nâfile îtikafta oruç şarttır. Nitekim Bedâyi
ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
Ben derim ki: Bunun muktezası, sünnet
îtikafta da orucun şart olmasıdır. Çünkü o son on günle sınırlandırılmıştır.
Hattâ birisi bu îtikafı hastalık veya yolculuk gibi bir özürden dolayıoruçsuz
yapsa sahih olmaması; nâfile îtikaf sayılması gerekir. Sünnet-i kifâye bununla
îfa edilmiş olmamalıdır. Kenz'in "Mescitte oruç ve niyetle durmak
sünnettir." sözü de bunu te'yîd eder. Çünkü sünnettir ' diye açıkladığı
için, Kenz'in sözünü nezir îtikafa yorumlamak mümkün olmadığı gibi, nâfileye
yorumlamak da mümkün değildir. Çünkü bu sözün arkasından "îtikafın nâfile
olarak en az müddeti bir andır." demiştir. Şu halde sünneti müekkede olan
îtikafa hamletmek taayyün eder ve bunda orucun şart olduğunu gösterir.
Bahır'da, "Kenz'in sözünü sünnet
îtikafa hamletmek mümkün değildir. Çünkü ulema orucun yalnız nezredilen
îtikafta şart olduğunu açıklamışlardır. Başkasında şart değildir."
denilmişse de söz götürür. Zira ulema sadece orucun nezir îtikafta şart
olduğunu, nâfile îtikafta şart olmadığını açıklamış; sünnet îtikafın hükmünden
bahsetmemişlerdir. Çünkü âdeten îtikafın oruçsuz yapılmadığı meydandadır. Onun
içindir ki Dürer'in metninde îtikaf; menzûr, sünnet ve nâfile olmak üzere üç
kısma ayrılmış; sonra "Birincisi sahih olmak için oruç şart; üçüncüsü için
şart değildir." denilmiş; ikinciden bahsedilmemiştir. Bu da dediğimiz gibi
âdeten oruçsuz îtikaf olmadığındandır. Eğer ulema tetavvu ve nâfileden sünnet
îtikafa şâmil bir mânâ kastetselerdi, Dürer sahibinin "Yalnız birincinin
sahih olması için oruç şarttır." demesi gerekirdi. Nasıl ki Musannıf öyle
demiştir. Binaenaleyh Dürer sahibinin ifadesi, Musannıf'ın ifadesinden daha
güzeldir. Benim anladığım budur.
METİN
Bir kimse bir gecelik itikâfı nezretse
sahih olmaz. Velev ki onunla birlikte günü de niyet etmiş olsun. Çünkü gece,
oruç için mahal değildir. Ama bu sözle günü niyet ederse, sahih olur.
Aralarındaki fark gizli değildir. Nezrinde "gece ve gündüz" derse
bunun hilâfınadır; bu sahih olur. Velev ki gece oruç için mahal olmasın. Çünkü
gece gündüze tâbi olarak dahildir.
Bilmiş ol ki, oruçta şart, onun
mevcudiyetine dikkat etmektir. Meşrutu kasten meydana getirmek değildir.
Binaenaleyh ramazan ayının îtikafını nezreden kimseye, bu îtikafı yapmak lâzım
olur; îtikaf orucu yerine ramazan orucu kâfi gelir. Lâkin ulema demişlerdir
ki:, "Bir kimse nafile oruç tutar da sonra o gün îtikafa girmeyi nezrederse
sahih olmaz. Çünkü başından nâfile olarak münakit olmuştur. Artık onu vâcibe
çevirmek imkânsızdır."
İZAH
«Velev ki onunla birlikte günü de niyet
etsin.» Ama günün İtikafını nezreder de, onunla birlikte geceye de
niyetlenirse, her ikisi lâzım gelir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
«Fark gizli değildir.» Yani şudur:
Birincide günü geceye tâbi kılmıştır. Halbuki gece hakkındaki nezri bâtıldır.
Binaenaleyh ona tâbi olan gün hakkında da bâtıldır. İkincide geceyi mutlak
söylemiş; iki mertebe ile mecâz-ı mürsel olarak günü kastetmiştir. Zira
mukayyet olan geceyi mutlak zaman mânâsında kullanmış; sonra bu mutlakı
mukayyet, yani 'gün'mânâsında kullanmıştır. Böylelikle gün maksut olmuştur. H.
Ben derim ki: Lâkin bu fer'î mesele
müşkildir. Çünkü caiz olan mecaz, gündüzü mutlak zaman mânâsında kullanmaktır;
gecenin mutlak kullanılması değildir. Itlak takyit alâkası ile veya başka bir
sebeple bu ıtlak caiz görülse, ' gök yüzü ' kelimesini ' yer' mânâsında; yahut
hurma ağacını uzun bir şey mânâsında kullanmak caiz görülürdü. Halbuki usül
kitaplarında bunun caiz olmadığı açıklanmıştır. Yine ulemanın açıkladıklarına
göre, bir kimse ' ıtk ' (âzâd) kelimesi ile boşamayı niyet ederse sahih olur.
Çünkü ıtk, milki rakabeyi yok etmek için; boşama ise, milk-i müt'ayı yok etmek
için konmuştur. Bunların birincisi ikincinin sebebidir. Binaenaleyh mecaz
sahihtir. Fakat boşamakla âzad etmeyi niyet böyle değildir. Bu sahih olamaz.
Halbuki bunda, ıtlak takyit de iddia edilemez. Düşünülsün!
«Gece gündüzde tâbi olarak dahildir.» Tâbi
olan şeyde, asıl için aranan şartlar aranmaz. Bahır.
«Meşrûtu kasten meydana getirmek değildir.»
Yani şart olan îtikaf için meşrûtu maksut olarak yapmak şart değildir. Nasıl ki
namaz için abdest almak maksut olarak şart değildir. Namaz kılınacağı zaman
önceden başka bir şey için abdest almış bulunsa, velev ki serinlemek için almış
olsun, namaz için kafidir.
«Ramazan ayının itikafını nezreden
kimseye...» Zâhire bakılırsa, tıpkı bunun gibi muayyen bir ayın orucunu
nezredip de, sonra o ayın itikâfını da nezredene; yahut ebedî orucu nezredip,
sonra îtikaf nezredene, bu îtikafı yapmak lâzım olur. Düşünülsün ve
araştırılsın. H.
Ben derim kî: Düşünmenin veçhi şudur: Ulema
ramazanda îtikaf için ayrıca oruç lâzım gelmemesi, ancak vaktin şerefinden
ileri geldiğini söylemişlerdir. Nitekim izahı gelecektir. Nezir orucunda ise bu
şeref yoktur.
«Lâkin ulema demişlerdir ki...»
Fethu'l-Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Fer'î meselelerdendir ki, bir kimse nâfile
oruca niyetli; yahut oruç için niyet etmeden sabahlar da sonra "Bugün
Allah için îtikafa girmek boynuma borç olsun" derse sahih olmaz. Velev ki
oruca niyet sahih olan, vakitte söylesin. Çünkü bütün günü kaplamak yoktur. Ebû
Yusuf'a göre, niyet sahih olan vaktin en azı, günün ekserisidir. Bu sözü gün
yarı olmazdan önce söylerse, söylediği lâzım gelir. O gün îtikafa girmezse
kazâsı lâzım gelir.» Böylece anlaşılıyor ki, sahih olmamanın illeti, îtikafın
bütün günü kaplamamasıdır; nâfileyi vâcip yapmanın imkânsızlığı değildir. Keza
anlaşılıyor ki Şârih'in, "Lâkın ulema..." diye yaptığı istidrak,
yerinde değildir. O ayn bir meseledir; metindeki mesele ile alâkası yoktur. H.
Ben derim ki: Şârih'in gösterdiği illeti
Tatarhâniyye, Tecnîs, Valvalciyye, Mi'râc sahipleri ve Dürerü'l-Bihâr şârihi de
göstermişlerdir. Şu halde bu nezrin sahih olduğuna, başka bir illet oluyor
demektir. Bununla "şart onun mevcudiyetidir; meşrûtu meydana getirmek
değildir." sözüne istidrak sahih olur. Zira burada şart, yani oruç
mevcuttur. Bununla beraber îtikafı nezir sahih değildir. Hâsılı bunun sahih
olmaması, îtikaf bütün günü kaplamadığı ve vâcip olan oruç günü
kaplamadığındandır. Bundan anlaşılır ki, şart, itikâfı nezretmekle veya ramazan
gibi başka bir sebeple vâcip olan oruçtur. İstidrakı bununla defetmek mümkün
olur.
METİN
Muayyen ramazanda îtikafa girmezse, başka
bir ayı maksut bir oruçla kaza eder. Çünkü şartı, aslî kemâle dönmüştür. Onun
için başka bir ramazanda caiz olmaz. İlk ramazanın kazasından başka bir vâcipte
de olmaz. Zira bu ilk ramazanın halefidir. Tahkîki usul kitaplarında emir
bahsindedir.
İtikafın nâfile olarak en azı, İmam
Muhammed'e göre gece veya gündüzden bir saattir. İmam-ı Azam'dan zâhir rivayet
de budur. Çünkü nâfile kolaylık üzerine kurulmuştur. Bununla fetva verilir.
Fukahanın örfünde saat, zamanın bir cüzüdür. Müneccimlerin dediği gibi, yirmi
dört saatin bir cüzü değildir. Gurerü'lEzkâr ve diğer kitaplarda böyle
denilmiştir. Bir kimse nâfile îtikafa girer de sonra keserse, kaza etmesi lazım
gelmez. Çünkü mezhebin zâhir kavline göre, bunun için oruç şart değildir. Gerçi
bazı muteber kitaplarda, "Nâfile, başlamakta lâzım olur" denilmişse
de, bu zayıf kavle dayanır. Bunu Musannıf ve başkaları söylemişlerdir.
İZAH
«Başka bir ayı kaza eder.» Hem de aralıksız
oruç tutar. Çünkü muayyen bir ayda îtikafı iltizam etmiş; fakat geçirmiştir.
Onun için aralıksız kaza eder. Nasıl ki recep ayında îtikafı nezreder de
yapmazsa böyle yapar. Bedâyi.
«İlk ramazanın kazasından başka bir vâcipte
de olmaz.» İlk ramazanın kazasında ise, aralıksız oruç tutar ve içinde îtikaf
da yaparsa caiz olur. Çünkü içinde îtikaf vâcip olan oruç bâkîdir. Binaenaleyh
aralıksız oruç tutarak her ikisini kaza eder. Bedâyî. Yani, çünkü kaza edanın
halefidir ve edanın hükmü ona da verilir. Nitekim Şârih buna işaret etmiştir.
«Tahkîki usul kitaplarındadır.» Ve şudur:
Nezir maksut bir orucu gerektiriyordu. Lâkin vaktin şerefinden dolayı sükut
etmiştir. Vakit içinde îtikaf yapmayınca, bu nezir, vakitten mutlak olan nezir
gibi olmuş ve şartı kemâle dönmüş; mâni kalmadığı için maksut bir oruçla îtikaf
vâcip olmuştur. Bu oruç ramazan orucudur. Eğer «Öyle ise bu îtikaf, bu ayın
orucunu kaza etmekle eda edilmiş sayılmamalı idi. Nitekim mutlak nezirde
böyledir.» denilirse ben de derim ki: İllet, mutlak surette ayın orucuna
bitişmektir; bu da mevcuttur. Eğer "Şartın vücuduna bakılır; maksut olması
vâcip değildir. Nitekim serinlemek için abdest alsa onunla namaz caiz olur.
İkinci ramazan bu sıfattadır." dersen, ben de derim ki: 'Kemâl' sıfatının
meydana gelmesi, şartı muktezasından men etmiştir. Binaenaleyh mutlaka maksut
olacaktır. Bunu Halebî İbn-i Melek'in Menâr Şerhi'nden nakletmiştir.
T E M B İ H : Bedâyı'de şöyle
denilmektedir: «Bir kimse kendine muayyen, bir ayın îtikafını vâcip kılar da,
bir ay önce yaparsa, Ebû Yusuf'a göre kâfi gelir. İmam Muhammed'e göre kâfi değildir.
Bu muayyer bir ayın orucunu nezredip de, önceden tutarsa meselesindeki ihtilâfa
göredir.» Yani şuna binaen ki, muallâk olmayan nezir, bir zaman veya mekâna
mahsus değildir. Nitekim geçti. Muallâk öyle değildir. Arz etmiştik ki, hilâf
önce yapılmasındadır; geri bırakılmasında değildir. Öyle görülüyor ki, ramazan
ayının îtikafını nezirle, başka muayyen bir ayın nezri arasında fark yoktur.
Binaenaleyh başka ramazandan gayri kazada ve başkasında, önce ve sonra îtikafı
sahihtir. Şu kadar var ki ilk ramazandan veya kazasından evvel yaparsa, mutlaka
maksut bir oruç lazım gelir. Nitekim metinde açıktır. Ulemanın sözlerinde,
bunların ikisinden başkasında mutlak surette sahih olmadığını gösteren bir şey
yoktur. Yalnız bunlarla başkasının arasında fark vardır. Bunlarda yaparsa,
vaktin ve halefinin şerefinden dolayı îtikaf için ayrıca maksut oruca hacet
kalmaz. Başkasında mutlaka maksut bir oruç lâzımdır. Bu açıktır. Anlaşılmayacak
yeri yoktur.
«İtikafa girer de sonra keserse» Burada
"keserse" yerine "terk ederse" demek daha iyidir. Musannıf
İmam Hasan'ın bir günle takdir edileceğini bildiren rivayetine bakarak böyle
demiştir.
«Çünkü bunun için oruç şart değildir.» Evlâ
olan, "bir müddetle takdir edilmez" diye ta'lîl etmektir. Zira geçen
izahattan anladın ki, itikaf için oruç şart mıdır değil midir ihtilâfı, bir
günle takdir edilir mi edilmez mi ihtilafına istinat eder. Şârih'in sözü ise
bunun aksini ifade etmektedir.
«Bazı muteber kitaplar»dan murad,
Bedayi'dır. İbn-ı Kemâl de ona tâbi olmuştur. Nitekim yukarıda Şârih bunu ondan
nakletmişti. «Zayıf kavle» yani İmam Hasan'ın bir günle mukadder olduğunu
bildiren rivayetine dayanır.
Ben derim ki: Lâkin Bedâyi sahibi
başlamakla lâzım geleceğini açıkladıktan sonra, imam Hasan'ın rivayetini
zikretmiş ve incelemiştir. Şöyle ki: Nâfileye başlamak, eda edilen ibadeti
bozulmaktan korumak için ulemamızın kaidesine göre tamamlamayı icap eder.
Bedâyi sahibi bundan sonra Asl'ın rivayetini zikretmiştir. Buna göre, müddet
bir günle mukadder değildir. Hasan'ın rivayetine şu cevabı vermiştir: «Nâfileye
başlamak, tamamlamayı icap eder.» sözünü kabul ediyoruz. Lâkin edanın bitiştiği
miktarda icap eder. Ondan çıktı mı, ancak eda ettiği kadar vâcip olur. Bundan
fazlası lâzım gelmez.
Bu suretle anlaşılıyor ki, Bedâyi sahibinin
evvelâ "başlamakla lâzım gelir" demekten maksadı, edaya bitişen
miktardır. Bir günün lâzım gelmesi değildir. Şu halde mesele zâhir rivayet olan
Asl'ın rivayetine tefrî edilmiştir.
METİN
Ona, yani vâcip olan îtikafa girene, dışarı
çıkmak haramdır. Ancak insanın tabiî ihtiyacı olan küçük ve büyük abdest
bozmak, ihtilâm olur da mescitte yıkanması mümkün değilse yıkanmak gibi şeyler
için çıkabilir. Nehir'de böyle denilmiştir. Nâfile îtikafta ise çıkabilir.
Çünkü bu onu bozucu değil, tamamlayıcıdır. Nitekim geçmişti.
İZAH
«Çıkmak haramdır.» Çünkü ibadeti bozmaktır.
İbadeti bozmak ise Allah Teâlâ'nın "Amellerinizi bozmayın!" kavl-i
kerimi ile haramdır. Bedâyi. Maksat, îtikaf yerinden çıkmasıdır. Velev ki kadın
hakkında evinin mescidi olsun. T. Kadın ondan çıkarsa, - velev evine gitmek
için olsun -vâcip olan îtikaf» bâtıl olur. Nâfile îtikaf ise sona erer. Bahır.
«Ancak insanın tabii ihtiyacı için
çıkabilir.» Ama hacetini gördükten sonra, durmayıp yerine döner, yakındaki
dostunun evine gitmesi lâzım değildir. İki evi olur da, onların uzak olanına
giderse, îtikafının bozulup bozulmayacağında ihtilâf edilmiştir. Mescidin yakın
helâsını bırakıp da evine giderse, her iki kavle göre çıkması gerekir. Nehîr.
Bu mesele ile ihtilâflı mesele arasındaki fark uzak görülemez. Çünkü insan
bazen evinden başkasına alışamaz. Rahmetî. Yani başkasına alışamaz ve evinden
başka yerde hacetini göremezse, hilâfsız caizdir demek çok görülemez. Bu, hacet
için çıkıp da, sonra hasta dolaşmak veya cenaze namazına gitmek gibi değildir.
Kasten bunun için çıkmadığı halde bu caizdir. Nitekim Bedâyi'den naklen
Bahır'da izah edilmiştir.
«Tabiî ihtiyacı...» İbn-i Şilbî,
"Mutlaka lâzım olan ve mescitte görülemeyen ihtiyaç" diye izah
etmiştir. Yıkanmayı Şârih, İhtiyar, Nehir ve diğer kitaplara uyarak tabiî
ihtiyaç saymıştır. Bu, bildiğin gibi tabiî ihtiyacın tefsirine uygundur. Onun
için Kenz sahibinin, "Tabiî ihtiyaç; büyük ve küçük abdest
bozmaktır." diye tefsirine bazı şârihler itiraz etmiş; "Evlâ olan onu
taharet ve mukaddimeleri ile tefsir etmektir. Tâ ki istincâ, abdest ve gusül
dahîl olsun; zira bunlar ihtiyaç ve mescitte caiz olmamak hususunda büyük ve
küçük abdest bozmaya ortaktırlar." demişlerdir.
«Mescitte yıkanması mümkün değilse...»
yıkanmak için çıkabilir. Ama mescidi kirletmeden yıkanmak mümkünse, orada
yıkanmasında beis yoktur. Bedâyi. Meselâ mescitte su birikintisi veya abdest ve
gusül için hazırlanmış bir yer bulunur da orada yıkanır; yahut kullanılmış su
mescide sıçramayacak şekilde büyük bir kapta yıkanır. Bedâyi sahibi diyor ki:
«Kullanılmış sudan mescit kirlenecek şekilde olursa, bundan men edilir. Çünkü
mescidi temiz tutmak vâciptir.» "Mümkün değilse" diye kayıtlaması
gösteriyor ki, söylediğimiz gibi, imkân bulursa çıktığı takdirde îtikafı
bozulur. Acaba iki evi olur da, onların uzak olanına giderse, yukarıda geçen
hilâf burada da cereyan eder mi? İncelemeye değer. Çünkü o çıktıktan sonra idi.
Bununla önceki arasında fark vardır. Buna delil, yukarıda geçen"çıktıktan
sonra hasta dolaşmaya gidebilir" sözüdür. Lâkin Bedâyi sahibinin
"beis yoktur" demesi, daha ziyade caiz olduğunu ifade etmektedir.
«Nâfile îtikafta ise çıkabilir.» Nâfile,
sünnet-i müekkedeye de şâmildir. H.
Ben derim ki: Bunda, orucun şart olduğunu
ifade eden rivâyeti ve bunun son on günle takdir edildiğini; takdirin dahi başlamakla
lâzım gelmeyi ifade ettiğini evvelce arz etmiştik.
Sonra ehl-i tahkîktan Kemal b. Hümam'ın
şöyle dediğini gördüm: «încelemenin muktezası şudur ki, bir kimse sünnet
îtikafa yani ramazanın son on gününde niyet ederek îtikafa başlar da, sonra
bozarsa, Ebû Yusuf'un, nâfile namaza dört rekat niyeti ile başlayan kimse
hakkındaki kavline göre kazası vâcip olur. Tarafeyn'in kavline göre vâcip
olmaz.» Yani birini bozmakla, on günün, hepsini kaza etmesi lâzım olur. Nasıl
ki nâfile namaza başlar da sonra ilk iki rekatı bozarsa, Ebû Yusuf'a göre dört
rekat kaza etmesi lâzım gelir. Lâkin Hulâsa sahibinin sahihlediğine göre,
Tarafeyn'in dedikleri gibi, yalnız iki rekat kaza eder. Evet. Münye şârihi
öğleden ve cumadan önce kılınan dört rekat gibi sabit bir sünnetin bil ittifak
dört rekat olarak kaza edileceğini tercih etmiştir. Fazlî'nin tercih ettiği de
budur. Nisâp sahibi bu kavli sahihlemiştir. Meselenin tamamı nâfile namazlar
bahsinde geçmişti. Ama zâhir rivâyet bunun hilâfınadır. Ne olursa olsun, Kemal
b. Hümam'ın incelemesinden, sünnet îtikafın başlamakla lâzım geleceğini ve
hepsinin yahut kalanının kazası lâzım geleceği Ebû Yusuf'un kavline göredir.
Başkalarının kavline göre ise, bozduğu günü kaza eder. Çünkü her gün kendi
kendine müstakildir. Bizim "yahut kalanını" dememiz, başlamak nezir
gibi mülzim olduğuna binaendir. O da şöyle olur: On günü nezrederse, hepsini
aralıksız tutması lâzım gelir. Birazını bozarsa, yukarıda muayyen bir ayın
nezrinde geçtiği vecihle kalanını kaza eder.
Hâsılı Tarafeyn'e göre, başladığı her günün
tamamlanması lâzım gelir; bu, o günün orucu lâzım geldiğindendir. Kalan günler
bunun hilâfınadır. Çünkü her gün, dört rekatlı nâfilenin iki rekatı gibidir;
velev ki sünnet vecih, on günün tamamını îtikafta geçirmek olsun.
«Nitekim geçmişti.» Maksat, Musannıfın,
"îtikafın nâfile olarak en azı bir saattir..." sözüdür.
METİN
Yahut bayram gibi veya müezzin olup
minarenin kapısı mescidin dışında bulunması, zevâl vaktinde cuma gibi şer'î bir
hacetten dolayı çıkar. Bir kimsenin îtikaf yeri uzaksa, cumaya sünnetleri ile
yetişebilecek bir zamanda yola çıkar. Bu hususta hükmü reyi verir. Cumadan
sonra dört veya altı rekat sünnet kılacağında ihtilâf edilmiştir.
İZAH
«Bayram gibi» sözü, yasak edilen beş günde
îtikafa girmeyi adamanın sahih olduğunu ifade eder. Kadının oruç nezri hakkında
geçen ihtilâf burada da vardır. Çünkü oruç, vâcip olanitikafın
lâzımlarındandır. İmam Muhammed'in İmam-ı Âzam'dan rivayetine göre sahihtir.
Lâkin kendisine, "başka "bir vakitte kaza et!" denir. Yemini
kastetti ise kefaret verir. O günlerde îtikafa girerse sahih, fakat kötülük
yapmış olur. İmam-ı Âzam'dan Ebû Yusuf'un rivayetine göre ise, nezri sahih
olmaz. Nitekim o günlerde oruç tutmayı nezretmek de sahih değildir. Bedâyi.
«Veya müezzin» demesi, zayıf bir kavildir.
Sahih kavle göre müezzinle başkasının arasında fark yoktur. Nitekim Bahır ve
İmdâd'da beyan edilmiştir. Bedâyi. Minarenin kapısı mescidin içinde olursa
evleviyetle çıkar. Bahır sahibi diyor ki: «Minarenin kapısı mescidin içinde ise
bozmaz. Aksi takdirde zâhir rivayete göre yine bozmaz.» Şârih, "Müezzin
olmasa bile, ezan için çıkar da, minarenin kapısı mescidin dışında
bulunursa..." dese daha iyi olurdu. H.
Ben derim ki: Hattâ Bedâyi'den
anlaşıldığına göre, ezan dahi şart değildir. Zira orada minareye çıksa hilâfsız
bozulmaz; velev ki kapısı mescidin dışında olsun. Çünkü minare mescitten
sayılır; mescitte memnû olan bevl ve benzerleri onda da memnûdur. Binaenaleyh
mescidin zâviyelerinden birine benzer. Lakin kapısı mescidin dışında ise,
"ezan için çıkarsa" diye kayıtlamak gerekir. Çünkü minare mescitten'
de sayılsa, onun kapısına ezandan başka bir maksatla çıkmak, özürsüz çıkmaktır.
Bu izahla, Şârih'in sözünün zayıf kavle bina edilmediği anlaşılır.
«Sünnetleri ile...» ve hutbesi ile
yetişebilecek bir zamanda yola çıkar. Nitekim Bedayi'de böyle denilmiştir.
Musannıf'ın onu zikretmemesi, bilindiği içindir. Zira sünnet, hatip minbere
çıkmadan kılınır. Tahiyye-i mescidi de zikretmemiştir. Halbuki diğer ulema onu
burada zikretmişlerdir. Bunun sebebi, bu kavlin zayıf olmasıdır. Zira
açıklamışlardır ki, bir kimse mescide girdiğinde farza başlasa, tahiyye-i
mescit namına kâfidir; o bununla hâsıl olmuştur, ayrıca tahiyye namazına hacet
yoktur. Sünnete başlarsa hüküm yine budur. Fethu'l-Kadîr'e uyarak Bahır'da böyle
denilmiştir. Lâkin Hayreddin Remlî'nin Allâme Makdisi'nin el yazmasından
naklettiğine göre, tahiyye namazının ayrı kılınması şüphesiz farz zımnında
kılınmaktan efdaldir. Âşikârdır ki, îtikaf yapıp kerîm olan Allah'ın kapısına
devam eden bir kimse, ancak fazla lütfü keremi mûcip olacak şey arzu eder.
«İhtilâf edilmiştir.» Yani İmam-ı Âzam'a
göre dört, İmameyn'e göre altı rekat kılınır. Bedâyi. Bahır sahibi diyor ki:
«Bundan anlaşıldığına göre, cumadan sonra "âhır zuhur" niyeti ile
kılınan dört rekat namazın mezhepte aslı yoktur. Çünkü burada cumadan sonra
ancak sünneti kılacağını nâssan bildirmişlerdir. Bir de müteehhîrinden bunu
kabul eden, cuması geçmiştir şüphesi ile kabul etmiştir; bu da bir şehirde
birkaç yerde cuma kılınamayacağına binaendir. Âma İmam Serahsî mezhebin sahih
kavline göre bunun caiz olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh zamanımızda buna
fetva vermek doğru değildir. Çünkü halk, bundan, cumayı terk etmek için bahane
ararlar; cumanın farz olmadığını, onun yerine öğlenin kâfi geleceğini sorarlar.
Buna îtikat etmek ise küfürdür.» Kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: Bu açıklamada gizlilik
vardır. Çünkü asıl olan, cumanın birkaç yerde kılınmamasıdır; ama bütün
memleketlerde kılınamaz demek değildir. Ulemanın sadece sünneti beyan etmeleri,
buna mebnî oluversin. Bir de îtikafa giren kimsenin cumayı mutlaka cuma
camiinde kılması lâzım değildir. Onu îtikaf yaptığı camide kılabilir. Sahih
kavle göre birkaç yerde cuma kılmanın caiz görülmesi, mezhebimizle başka
mezhepler arasındaki kuvvetli hilâftan çıkmak için bu dört rekatın müstehap
olmasına aykırı değildir. Cuma bâbında Nehir ve diğer kitaplardan naklen arz
etmiştik ki, bu namazın müstehap olduğunda şüphe yoktur. Bahır sahibinin
gösterdiği sebepten dolayı buna zamanımızda fetva verilmemesinin evlâ olmasından,
onu hiçbir endişesi olmayanın kılmaması lâzım gelmez. Nitekim orada Makdisî'den
ve başkalarından naklen uzun uzadı ya izahı geçmişti. Müracaat ederek onu
hatırla! Ve anla!
METİN
Daha fazla durursa îtikaf bozulmaz. Çünkü
bu onun yeridir. Ama üzerine aldığı vazifeye zaruret yokken muhalefet ettiği
için tenzîhen mekruh olur. Unutarak bile olsa özürsüz bir saat - yani zaman
saati, kum saati değil - çıkarsa, îtikaf bozulur. Artık onu kaza eder. Meğer ki
dinden dönmek sureti ile bozsun! Günün ekserisi muteberdir. Ulema bunun
istihsan olduğunu söylemişlerdir. Burada Kemâl inceleme yapmıştır.
İZAH
«Daha fazla durursa» meselâ bir gün bir
gece kalır veya îtikafını orada tamamlarsa bozulmaz. Sirâc.
«Çünkü bu onun yeridir.» Yani cuma camii
îtikafın yeridir. Bu sözde bununla, büyük veya küçük abdest bozmak için çıkıp
da, evine girmesi ve orada durması arasında fark olduğuna işaret vardır. Evinde
durduğunda îtikaf bozulur. Nitekim geçti. Bedâyi'de beyan edildiğine göre,
hasta dolaşmak ve cenaze namazı kılmak hususunda Peygamber (s.a.v.)'den rivayet
olunan hadis hakkında İmam Ebû Yusuf, "Bu nâfile îtikafa
hamledilmiştir." demiştir. Bu ruhsatı şöyle yorumlamak da caizdir: İnsanın
tabiî haceti veya cuma gibi mübah bir sebeple çıkar da, hasta dolaşır veya
cenaze namazı kılar fakat kasten bunun için çıkmış bulunmazsa bu caizdir. Bu
izahtan anlaşılır ki, mubah bir sebeple çıktıktan sonra durmak, ancak mescitten
başka bir yerde ve hasta dolaşmaktan başka bir maksatla olursa zarar eder.
«Üzerine aldığı vazifeye» Yani birinci
mescitteki îtikafa muhalefet ettiği için tenzîhen mekruh olur. Çünkü orada
îtikafa başlayınca, sanki o mescidi bu iş için tayin etmiş gibi olur. Bundan
dolayı orada tamamlamak imkânı varken yer değiştirmesi mekruh olur. Bedâyi.
Ben derim ki: Galiba o mescidin taayyün
etmemesi, nezirde zaman ve mekân tayinle taayyün etmediği içindir. Nitekim
geçmişti. Özürsüz oradan çıkmasının caiz olmaması, taayyün etmediği için değil,
çıkmak îtikafın hakikatine, yani durmaya aykırı olduğundandır.
T E T İ M M E : Şârih cemaat için
çıkmasının caiz olduğunu söylemedi. Biz Nehir ve Fetih'ten naklen bunun caiz
olduğunu arz etmiştik. İleride Şârih'in sözünde de gelecektir. Bahır'da
Bedâyi'den naklen şöyle denilmektedir: «Bir kimse hacc veya umre için ihrama
girerse, îtikafında onu bitirinceye kadar durur. Eğer haccın vakti geçeceğinden
korkarsa hacceder; sonra îtikafı yeniden yapar. Çünkü hacc daha mühimdir.
İtikafı yeniden yapması şundandır: Oradan çıkması şer'an vâcip olsa da, ancak
kendi fiili sebebi iledir. Onun fiilinin meydana geleceği ise bilinmiyordu.
Onun için îtikafta müstesna sayılmamıştır.»
«Artık onu kaza eder.» Yani nezirle vâcip
olmuşsa kaza eder. Nâfile îtikaf ise, bir gün olmadan bozduğu takdirde kaza
etmesi gerekmez. Yalnız yukarıda geçtiği vecihle, İmam Hasan'ın rivayetine göre
kazası gerekir. Nezrettiği îtikafı oruçla kaza eder. Şu kadar var ki, muayyen
bir ay ise, bozduğu kadarını kaza eder; değilse yeniden başlar. Çünkü kendisine
aralıksız lâzım gelmiştir. Bunu özürsüz cima gibi kendi fiili ile bozması - ki
bundan yalnız dinden dönme ile hasta dolaşmaya çıkmak gibi haller müstesnadır -
ve hayız, delilik, uzun süren baygınlık gibi kendi fiili olmayan bozulma
arasında fark yoktur.
Hükmüne gelince: Muayyen olan vakti geçerse
bakılır: Yalnız bir kısmı geçmişse, yalnız onu kaza eder; yeniden başlamak
gerekmez. Hepsi kalmışsa, hepsini aralıksız olarak kaza eder. Kazaya kudreti
olur da, ölünceye kadar kaza etmezse, her gün için bir fakir yiyeceği vasiyet
eder. Bir kısmına kudreti olursa, nezir vaktinde sağlam olduğu takdirde, hüküm
yine budur. Sağlam değilse, bir gün iyileştiği takdirde oruçta geçen ihtilâfa
göre halledilir. Aksi takdirde bir şey lâzım gelmez... Bu satırlar kısaltılarak
Bedâyi'den alınmıştır.
«Meğer ki dinden dönmekle bozsun!» Çünkü
dinden dönmek, ondan önce Allah'ın vâcip kılması ile veya kendi borç etmesiyle
boynuna borç olan her şeyi ıskat eder. Nezir, kendisinin borç ettiği
şeylerdendir. H. Yani onun sebebi bâki değildir; zira sebebi nezirdir. Fetih
sahibi, "Kurbet olan bir fiilî nezretmek kurbettir. Binaenaleyh sair
kurbetler gibi o da dinden dönmekle bâtıl olur." demiştir. Sebebi bâtıl
olunca, kazası icap etmez. Hacc ile vakit namazı bunun gibi değildir. Zira
onların sebebi bâkidir.
«İstihsan olduğunu söylemişlerdir.» Çünkü
azda zaruret vardır. Hidâye'de de böyle ise de, "söylemişlerdir" sözü
yoktur. Bu söz, hilâf ve zayıflık olduğunu bildirir. Lâkin Şârih bu sözü
Kemâl'in incelemesine meylettiği için söylemiştir.
«Burada Kemâl'in incelemesi.,.» şöyledir:
«İstihsan budur sözü onun tercihini iktiza eder. Çünkü bu kıyasın istihsana
tercih edildiği sayılı yerlerden değildir.» Sonra istihsan olduğunuzaruretle
menetmiş ve şunları söylemiştir: «Hafifliğe sebep olan zaruret, daimi veya
ekseriyetle vuku bulan zarurettir; Halbuki İmameyn hiç zaruret yokken çıkmayı
da caiz görmektedirler. Çünkü mesele hacet için olsun olmasın; hattâ oyun için
bir günden az çıkması hususunda farz ve tahmin edilmiştir. Ben şüphe etmem ki,
bir kimse mescitten oyun ve kumar için pazar yerine günün yarısından önceye kadar
çıksın da sonra, "Yâ Rasulallah' Ben îtikaftayım!" desin. "Sen
îtikafçılardan ne kadar uzaksın!" der.» Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır. Kemâl merhum, bunu tahkik hususunda sözü uzatmıştır. Nitekim âdeti
budur. Bundan anlaşılır ki, meselenin istihsan olduğu teslim edilmiş değildir
ki, Rahmetî'nin dediği gibi kıyasın istihsana tercih edildiği yerlerden olsun.
METİN
Çok başa gelen bir özürden dolayı çıkarsa -
ki o da yukarıda geçen tabiî veya şer'î hacettir; başkası değildir - îtikaf
bozulmaz. Ama boğulan bir kimseyi kurtarmak ve mescidin yıkılması gibi çok başa
gelmeyen özürden dolayı çıkarsa, bu bâtıl olmayı değil, günahı ıskat eder. Aksi
takdirde unutmak, bozulmamak hususunda evlâ olurdu. Nitekim Kemâl bunu tahkik
etmiştir. Zeylâî'nin ve başkasının tafsile gitmesi bunun hilâfınadır. Lâkin
Nehir sahibi ve başkaları, yıkılmakla, cemaatının dağılması ve zorla
çıkarılmasıyla bozulmamayı istihsan saymışlardır.
İZAH
«Aksi takdirde unutmak evlâ olurdu...»
Çünkü unutmakla bazı hükümlerin şer'an sahih kabul edildiği sabit olmuştur.
Fetih. Nitekim oruçlunun unutarak yemesi, kalmış namazını unutan kimsenin vakit
namazının sahih olması bu kabildendir.
«Kemâl bunu tahkik etmiş...» ve şöyle
demiştir: «Hâniyye ve Hulâsa'da beyan edilen şudur: Unutarak veya zorla yahut
küçük abdest bozmak için îtikaftan çıkar da, alacaklısı bir müddet kendisini
hapsederse, yahut hastalık dolayısı ile çıkarsa, İmam-ı Âzam'a göre bozulur.
Hâniyye sahibi hastalığı "çok başa gelmez" diye illetlendirmiştir. Bu
sebeple icaptan müstesna olmaz; ve hepsinde bozulmayı ifade eder. Bu izaha
göre, hasta dolaşmak veya cenazede bulunmak için çıkarsa, vazife ona taayyün
etse bile îtikaf bozulur. Ancak hastalıkta olduğu gibi burada da günahkâr
olmaz. Bilâkis cumada olduğu gibi vâciptir. Bununla îtikaf bozulmaz; çünkü
vukuu mâlûmdur; binaenaleyh müstesnadır. Bu izaha göre, boğulan bir kimseyi
kurtarmak veya yangın yahut umumi seferberlik için çıkarsa bozulur; ama
günahkâr olmaz. Keza mescit yıkılırsa hüküm budur. Hâniyye ve diğer kitaplarda
bu nassan beyan edilmiştir Cemaatının dağılması, bitmesi de böyledir. Hâkim
Kâfî adlı eserinde bunu bildirmiş ve, "Ebû Hanife'nin kavline göre ise,
büyük veya küçük abdest bozmakla, cumadan başka bir sebeple bir saat çıkarsa
îtikafı bozulur." demiştir.» Kısaltılarak alınmıştır.
«Zeylâî'nin tafsile gitmesi bunun
hilâfınadır.» O, hasta dolaşmak, cenazede ve namazındabulunmak, boğulanı
kurtarmak, yangın, seferberlik ve şahitliği eda gibi bir şey için çıkmayı
bozucu saymıştır. Mescit yıkılıp da veya cemaatı dağılıp da beş vakit namaz
kılınmaz olduğu İçin başka bir mescide gitmesi, zâlim tarafından zorla
çıkarılması, malı ve canı hususunda zorbalardan korkması bunun hilâfınadır.
Nuru'l-îzah sahibi de bu tafsilâta göre hareket etmiştir. Fakat Nehir'den
aşağıda nakledeceğimize uymamıştır.
«Nehir sahibi» şöyle demiştir: «Bedâyi ve
diğer kitaplarda açıklandığına göre, yıkılma ile zorlamada, bozulmaması
istihsandır. Çünkü buna mecburdur; yıkıldıktan sonra artık orası îtikaf yeri
olmaktan çıkmıştır; artık orada cemaatla beş vakit namaz kılınmaz. Bu da
cemaatını dağıtmak ile bozulmayacağını ifade eder.» Şurunbulâliyye'de beyan
olunduğuna göre, bu bâbta istihsan bulunduğu, Muhît, Mübtegâ ve Cevhere'de
bildirilmiştir.
Ben derim ki: Keza Müctebâ, Sirâc ve
Tatarhâniyye'de de bildirilmiştir. Bununla Miskîn Hâşiyesi'ni yazan
Ebussuûd'un, "Bedâyi ve diğer kitaplardaki kavil İmameyn'indir. Zeylaî,
Miskîn, Şurunbulâlî ve başkaları iki kavli birbirine karıştırmışlardır..."
sözü itibardan sâkıt olur. O bu hususta boş yere sözü uzatmıştır. Zira
İmameynin kavli olsa, bazı özürlerde istihsanın bulunması, bazılarında
bulunmaması ne mâna ifade ederdi. İmameyn hiç özür yokken yarım günden az
çıkmakla îtikaf bozulmayacağını söylüyorlar. Şu da var ki, bu onların kavli
olsa, bu zevattan biri naklederdi. Bilakis Bedâyi sahibi, yıkılmakla zorlama
meselelerinde hemen o saatte başka bir mescide girerse istihsanen
bozulmayacağını açıklamıştır. "Hemen o saatte" demesi, açık
gösteriyor ki, bu, İmamı Âzam'ın kavline göredir.
Hâsılı: İmam-ı Âzam'ın mezhebine göre,
mescitten çıkmakla itikâf bozulur. Bundan yalnız büyük ve küçük abdest
bozmakla, cuma için çıkmak müstesnadır. Nitekim Hâkim'in Kâfî adlı eserinden
naklen açıklaması yukarıda geçti. Bu izaha göre Hâniyye, Hulâsa ve Fetih'ten
naklettiğimiz ve bazı ulemanın bazı meselelerde bozulmamayı istihsan etmeleri,
galiba Haniyye sahibinin bu istihsanı beğenmediğinden olacaktır. Zira mescidin
yıkılması, onu îtikaf yeri olmaktan çıkarmaz. Şu kavle binaen ki, beş vakit
namazı o mescitte cemâatla kılmak, bâbın başında geçtiği gibi şart değildir.
Bir de hastalık, hayız ve unutmak, AIIah tarafından olduğu halde bozarsa, kul
tarafından olan zorlama evleviyetle bozar olmalıdır. Muhakkık İbn-i Hümâm bu
cihete bakmış olacak ki, zâhir rivayet kitapları ile Hâniyye ve diğer kitapların
kısaltılmışı olan Hâkim'in Kâfîsine uymuş; Bahır sahibi de ona uymuştur. Burhân
sahibi dahi ona itimat ederek "Mevahibû'r-Rahmân" adlı kitabının
metninde yalnız bununla iktifa etmiştir. Musannıf dahi ona tâbi olmuştur. Kezâ
Allâme Makdisî, şerhinde Şurunbulâlî'ye muhalefet etse de Kemâl'e uymuştur.
METİN
Tatarhâniyye'de Huccet'ten naklen beyan
edildiğine göre, bir kimse nezir vaktinde hastadolaşmak, cenaze namazı kılmak
ve ilim meclisinde bulunmak gibi şeyleri şart koşsa caiz olur. Bu bellenmelidir.
İtikafçıya, mescitte yalnız, yiyip içmek, uyumak ve kendisinin yahut
çoluk-çocuğunun muhtaç olduğu bir akdi yapmak tahsis edilmiştir. Ticaret için
olursa mekruhtur. Muhtaç olduğu akit, alışveriş ve nikâh gibi şeylerdir. Ric'at
dahi muhtaç olduğu şeylerdendir. Ric'at sebebiyle çıkarsa, zaruret bulunmadığı
için îtikaf bozulur. İtikaf yerine satılık bir şey getirmek, tahrîmen
mekruhtur. Çünkü ulema "mekruh" kelimesini kayıtsız kullanırlarsa
kerahet-i tahrîmiyye kastederler. Nitekim îtikaf yerinde îtikafçıdan başkası
ile alışveriş yapmak da mutlak surette mekruhtur. Çünkü yasak edilmiştir. Keza
başkasının orada yemek yemesi ve uyuması da yasak edilmiştir. Bu yalnız
yabancıya caizdir. Eşbâh. Biz bunu vitir bahsinden az önce arz etmiştik. Lâkin
İbn-i Kemâl, "İtikaf yerinde mutlak surette yiyip içmek ve uyumak gibi
şeyler mekruh değildir." demiştir. Bunun benzeri Muctebâ'da da vardır.
İZAH
Tatarhâniyye'den naklettiği sözler
Kuhistânide de vardır. "Şart koşsa" sözünde, niyetle
yetinilmeyeceğine işaret vardır. Ebû Suud.
"Caiz olur." Ben derim ki: Buna,
Hidâye'nin ve başka kitapların "ancak insan haceti için çıkar"
dedikleri yerde, "Çünkü onun alacağı mâlûmdur. Binaenaleyh mutlaka çıkmak
lâzımdır." demeleri işaret etmektedir. Binaenaleyh istisna edilmiş olur.
Hâsılı çok başa gelen bir şey şart koşulmasa bile, hükmen istisna edilmiş olur.
Böyle olmayan, ancak şart koşulursa müstesna olur.
«Tahsis edilmiştir» Yani bunlar ona başka
yerde helâl değildir. Bilmiş ol ki, vâcip îtikafta, yiyip içmek gibi şeyler
mekruh olmadığı gibi; nâfile îtikafta da mekruh değildir. Nitekim
Câmiu'l-Fetevâ'nın kerahet bahsinde beyan edilmiştir. Onun ibaresi şöyledir:
«İtikafçıdan başkası için, mescitte uyumak ve yiyip içmek mekruhtur. Bunu
yapmak isterse, itikafa niyet ederek girmesi lâzım gelir ve içeri girdiğinde,
durmaya niyet ettiği miktarda Allah'ı zikreder yahut namaz kılar. Sonra yapmak
istediği fiili yapar.»
«Ticaret için olursa mekruhtur.» Yani
satılacak eşyayı getirmese bile mekruhtur. Kâdıhan ve Zeylâî bunu tercih
etmişlerdir. Çünkü îtikafa giren Allah için dünya işinden el çeken kimsedir.
Ona dünya işleriyle meşgul olmak gerekmez. Bahır.
«Zaruret bulunmadığı için» Yani bunlar
mescitte caiz olduğundan, çıkmaya zaruret yoktur. Zahîriyye'de şöyle
denilmiştir: «Güneş kavuştuktan sonra yiyip içmek için çıkar diyenler de
olmuştur.» Bu sözü, yemek getiren bulunmadığına hamletmek gerekir. O zaman
abdest bozmak gibi bu da zaruri ihtiyaçlardan olur. Bahır.
«İtikaf yerine satılık bir şey getirmek
mekruhtur.» Çünkü mescid kul haklarından ayrılmıştır. Eşyayı oraya getirmek ise
mescidi kul hakkı ile meşgul etmek demektir. Ulemanın ta'lîli gösteriyor ki,
satılık eşya birkaç dirhem veya bir kitap gibi yer meşgul etmeyen cinsten
olursa, getirmek mekruh değildir. Bahır. Lâkin ilk ta'lîlin muktezası, mekruh
olmaktır. Velev ki yer kaplamasın. Nehir.
Ben derim ki: .Ta'lîl birdir ve manâsı
şudur: Mescit îtikafçının onu kul haklarıyla meşgul etmesinden ayrılmıştır.
Ulemanın, "Eşya getirmek ise mescidi meşgul etmek demektir." sözleri,
ta'lîlin neticesidir. Onun için Mi'rac sahibi bu ibareyi değiştirerek
"Eşya ile mescidi meşgul etmesi mekruh olur." demiştir.
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Mutlak
söylemesi şunu ifade eder ki:Yemek için satın alacağı şeyi getirmek mekruhtur.
Ama anlaşıldığı gibi kerahet olmaması gerekir.» Yani onu getirmesi yemek için
zaruridir. Bir de bu az olduğu için yer tutmaz. Ebû Suûd diyor ki: «Hamevî'nin
Bercendî'den naklettiğine göre, mescitte yer tutmayacak eşyayı ve parayı oraya
getirmek caizdir.»
«Mutlak surette mekruhtur.» Yani ister
kendisi için, ister çoluk-çocuğu namına olsun; yahut ticaret için getirmiş
olsun olmasın fark etmez. Nitekim bundan önceki sözünden ve Zeylâî ile
Bahır'dan da anlaşılmaktadır.
«Çünkü yasak edilmiştir.» Bundan murad,
Sünen sahiplerinden dördünün rivayet ettiği ve Tirmîzî'nin "hasendir"
dediği şu hadistir: «Rasulullah (s,a,v.) mescitte alışveriş yapmayı, kayıp
aramayı, şiir söylemeyi yasak etti. Cuma günü namazdan önce halka olarak
oturmayı da yasak etti.» Fetih.
«Lâkin İbn-i Kemâl» ifadesi, Eşbâh'ın
sözüne itirazdır. İbn-i Kemâl'in ibaresi İsbîcabî'nin Câmi namındaki eserinden
naklen şöyledir: "îtikafçıdan başkası, mukim olsun, yabancı olsun mescitte
uzanarak veya bir şeye dayanarak ayaklarını kıbleye veya başka bir yere doğru
uzatmış olduğu halde yatabilir: Bunu îtikafçının yapması ise evleviyette
kalır" Bu ibareyi Mi'râc sahibi de nakletmiştir. Mutlak bırakılan ifadenin
tafsili bununla anlaşılır. Tahtâvî diyor ki: "Lâkin ayaklarını kıbleye
uzatarak" sözünü kabul etmiyoruz. Çünkü ulema bunun mekruh olduğunu
söylemişlerdir.
Şarihimizin sözünden anlaşılıyor ki,
kendisi Eşbâh'a yapılan bu itirazı tercih etmektedir. Zahire göre mescitte
yiyip içmek, yer işgal etmez ve orasını kirletmezse uyumak gibidir. Çünkü
yukarıda geçtiği vecihle, mescidi temiz tutmak vâciptir. Ancak Vikâye'nin
metninde şöyle denilmiştir: «îtikafçı mescitte yer içer, uyur ve alışveriş
eder, başkası bunları yapamaz.» Molla Ali Kaarî bunu şerhederken, «Yani
itikafçıdan başkası mescitte bunlardan hiçbirini yapamaz.» demiştir. Kuhistânî'de
de böyle sözler vardır. Sonra yukarıda Mücteba'dan nakledilen sözler
zikredilmiştir.
METİN
Şayet îtikafçı susmayı ibadet îtikat
ediyorsa, susmak kerahet-i tahrîmiyye ile mekruhtur. Aksi takdirde kerahet
yoktur. Çünkü hadiste, "Susan kimse necat bulur." buyrulmuştur.
Gürerül-Ezkâr'da beyan edildiği gibi, kötülüğü söylemekten susmak vâciptir.
Çünkü bir hadiste, "Konuşup muvaffak olan, yahut susarak kurtulan kimseye
Allah rahmet eylesin." buyrulmuştur. Konuşmak da mekruhtur. Meğer ki hayır
konuşa! Bunda murad, günah olmayan sözleri söylemektir. Hacet zamanında mübah
sözü söylemek dahi hayırdan sayılır. Hacet yokken söylerse hayır sayılmaz.
Fetih'deki, «Mescitte bu mekruhtur, iyilikleri, odunun ateşi yediği gibi yer.»
sözünün yorumu budur. Nitekim Nehir sahibi bunu tahkik etmiştir. Hayır
konuşmaktan murad, Kur'an, hadis ve ilim okumak, Peygamber (s.a.v.)'in ve diğer
peygamberlerin tarihleri ile, sâlih kimselerin hikâyelerini okutmak, dine ait
işleri yazmak gibi şeylerdir.
Ferce cima etmekle, meni insin inmesin
îtikaf bozulur. Velev ki cimaı mescidin dışında olsun. Bunun, gece veya gündüz,
kasten veya unutarak
yapılması esah kavle göre îtikafı bozar.
Çünkü îtikafçının hâli hatırlatıcıdır.
İZAH
Susmanın mekruh olması, bizim şeriatımızda
meşru olmadığı içindir. Ebû Hanife'nin Hz. Ebû Hureyre'den rivayet ettiği bir
hadiste, "Peygamber.(s.a.v.) visâl orucuyla sükût orucunu yasak
etti." buyrulmuştur. Fetih.
«Kötülüğü söylemekten susmak vâciptir.»
Şarih'in burada 'farzdır' dememesi, vâcibe de şamil olmak içindir. Çünkü bazen
konuşmak, gıybet gibi haram olur. Bazen de kötü şiir okumak gibi mekruh olur.
Bir malı satmak için zikir dahi böyledir. Binaenaleyh gıybetten susmak farz,
şiirden susmak vâciptir. Anla!
"Mubah dahi hayırdan sayılır."
Yani konuşulmasında günah yoktur. Nehir sahibi İnaye'den alarak bu sözü daha
yerinde bulmuş ve bununla Bahır'a ret cevabı vermiştir. Çünkü Bahır'da, «Evlâ
olan, hayrı, yapılmasında sevap olan şey diye tefsir etmektir. Şu halde
itikafçının mubah sözü konuşması mekruhtur. Başkaları bunun hilâfınadır.»
denilmiştir. Nehir sahibi verdiği ret cevabında «Hacet zamanında mubah söz
konuşmaktan müstağni kalamaz. O halde mutlak surette konuşmak ona nasıl mekruh
olur.» demiştir. Maksat dünya işlerine, ait sevap kastedilmeyen işlerdir. Aksi
takdirde bu sözlerde sevap vardır.
"Mescitte bu mekruhtur." Yani
konuşmak için oturursa mekruhtur. Nitekim Zahîriyye'de böyle kaydedilmekledir.
Mi'rac'da İrşad Şerhi'nden naklen, «Mescitte konuşmak, az olursa zarar etmez.
Fakat mescit, konuşmak için kasten seçilirse doğru olmaz.» denilmiştir. Bu
tehdidin zahiri, kerahetin tahrimî olduğunu gösterir.
«Ferc»den murad, ön ve arddır.
«Velev ki mescidin dışında olsun.» Şarih bu
cümleyi Dürer'e uyarak umumileştirmiştir ki, İnaye ve diğer kitaplardaki,
«îtikafçı ancak mescit içinde bulunur. Binaenaleyh onun cima etmesi mümkün
değildir.» ifadesine red cevabı vermek istemiştir. İnaye'de bundan sonra şöyle
denilmiştir: «Ulema bu sözü te'vîl ederek, îtikafçının insan haceti için
çıkması caizdir; işte o zaman cimada bulunması haramdır, demişlerdir.» Te'vîlat
Şerhi'nde beyan edildiğine göre, Ashab-ı Kirâm, îtikaftan çıkarak cima
hacetlerini görürler: sonra yıkanıp îtikaf yerine dönerlerdi. Bunun üzerine;
"Siz mescitlerde kapalı iken kadınlarla münasebette bulunmayın!"
ayeti indi. Şeyh İsmail diyor ki: "Bu, söz götürür. Çünkü mescitte cîmaa
imkân vardır. Velev ki başka cihetten bunda haram hüküm bulunsun. Bu da cünüp
olarak mescide girmesidir. Şu da var ki, karısı evinin mescidinde îtikafa
girmiş olur da, kocası oraya giderek cimada bulunabilir. Bu suretle kadının
îtikafı bozulur. Esah kavle göre îtikafı bozar.» Şurunbulâliyye'de şöyle
denilmektedir: «İmam Şâfiî, unutarak cima etmekle, îtikafın bozulmayacağını
söylemiştir İbn-i Semâa'nın bizim ulemamızdan rivayeti de budur. Onlar bunu
oruca kıyas etmişlerdir. Burhân'da da böyledir.»
«İtikafçının hâli, hatırlatıcıdır.»
cümlesi, esahhın ta'lîlidir. Şöyle ki: itikafla oruç arasında fark vardır.
İtikafçının hâli hatırlatıcıdır. Binaenaleyh unutması affedilmez. O, namaz
kılan ve ihramda olan gibidir. Oruçlu öyle değildir.
METÎN
Öpmek, dokunmak ve uyluğundan faydalanarak
menisi gelmekle îtikaf bozulur. Meni gelmezse bozulmaz. Velev ki bunların hepsi
haram olsun! Çünkü güçlük yoktur. Düşünerek veya bakarak meni gelmekle îtikaf
bozulmadığı gibi; geceleyin sarhoş olarak veya unutarak yemekle de bozulmaz;
zira oruç bâkidir. Kasten yemesi ve dinden dönmesi bunun hilâfınadır. Keza
bayılması ve delirmesî günlerce devam ederlerse, itikafı bozulur. Deliliği bir
sene devam ederse, İtikafı istihsanen kaza eder.
Aralıksız, yani peşi peşine günlerde,
îtikafa girmeyi dili ile nezredene, geceleyin de peşi peşine îtikaf lâzım
gelir. Velev ki peş peşe olmasını şart koşmasın. Aksi de böyledir. Çünkü iki
sayıdan birini cemi sîgası ile söylemek, diğerlerine de şâmildir. Tesniye de
öyledir.
İZAH
«Menisi gelmekle îtikaf bozulur.» Çünkü
meninin gelmesi cima mânâsınadır. Nehir.
«Meni gelmezse bozulmaz.» Zira bunda cima
mânâsı yoktur. Onun için bununla oruç da bozulmaz.
«Velev ki hepsi haram olsun.» Yani zikredilen
cima sebepleri haram olsa da, onlarla bozulmamaktan, bunların helâl olması
lâzım gelmez. Zira güçlük yoktur Mecmâ Şerhi'ndeşöyle denilmiştir: "Eğer
"Neden cima'da olduğu gibi, oruçta ve hayız halinde cima sebepleri de
haram kılınmamıştır?" dersen; ben de "Çünkü oruçla hayızın
mevcudiyetleri çoktur. Bunlarda cima sebepleri haram edilse, kullar güçlüğe
düşerlerdi. Bu ise şer'an defedilmiştir." derim.»
«Unutarak yemekle de bozulmaz.» Esas şudur:
îtikafta memnu olan şeylerdeki maksat, oruç için değil de îtikaf için men
edilenlerdir. Kasıt, yanılma, gece ve gündüz fark etmez. Cima ve mescitten
çıkmak gibi. Oruçta memnu olan şeylerde - maksat oruç için men edilenlerdir -
kasıtla, yanılma, gece ile gündüz fark eder. Yiyip içmek gibi. Bedâyi.
"Dinden dönmesi bunun
hilâfınadır" îtikaf onunla bozulunca kazası lâzım gelmez. Nitekim
geçmişti.
«Günlerce devam ederlerse» İfadesindeki
'günler' den murad, niyet İmkânı bulunmamak sebebi ile oruç tutamamasıdır. H.
Delirmede olduğu gibi, bayılmada da bunu kaza eder. T.
«Deliliği bir sene devam ederse» ibaresi,
Bedâyi ve diğer kitaplarda; "Senelerce devam ederse" şeklindedir.
Maksat mübâlâğadır. Daha azında evleviyetle kaza eder.
«İstihsanen kaza eder.» Kıyasa göre,
ramazan orucunda olduğu gibi kaza etmez. İstihsanın vechi şudur: Ramazanda
kazanın sâkıt olması, ancak güçlüğü defetmek içindi. Zira delilik uzun sürerse,
nadiren düzelir. Binaenaleyh onun üzerinden ramazan tekrar tekrar geçer ve
kazasında güçlük çeker. Bu mânâ îtikafta yoktur. Fetih.
«Dili ile nezredene gecelerinde îtikaf
lâzım gelir.» Binaenaleyh yalnız kalbi ile niyet kâfi değildir. Fetih. Bu
yukarıda geçmişti.
«Peşi peşine îtikaf lâzım gelir.» Bu cümle,
gecelerin halidir. Esasen ne zaman gün ve gece îtikafına dahil olursa, peşi
peşine yapması lâzım gelir. Ayırması caiz değildir. Bahır. Keza muayyen olmayan
bir ay îtikafı nezrederse, hangi ay olursa olsun aralıksız geceli gündüzlü bir
ay îtikafa girmesi gerekir. Bir ay oruç nezredip, "aralıksız" demez
ve bunu niyet de etmezse, bunun hilâfınadır. O kimse isterse aralıklı, isterse
aralıksız tutar. Çünkü îtikaf daimi bir ibadettir. O esas itibariyle aralıksız
yapılır. Zira durup beklemekten ibarettir. Gecelerde bu mümkündür. Oruç bunun
hilâfınadır. Meselenin tamamı Bedâyi'dedir. (Aksi de böyledir.) Yani gecelerde
îtikafı nezrederse, günleri de lâzım gelir. T.
«Cemi siygasıyla söylemek» Meselâ
"otuz gün veya otuz gece"; yahut "üç gün" demek gibi ki, bu
da cemi hükmündedir. İkiyi bildiren tesniye siygası da cemi hükmündedir.
Binaenaleyh 'iki gün' dedi ise, iki günle beraber iki gece de lâzım gelir. Ama
bu Tarafeyn'e (yani İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e) göredir. Ebû Yusuf'a göre,
ilk gece hesaba dahil değildir. Bedâyi. İki sayıdan birinin diğerine de şâmil
olması, örf ve âdete göredir. "Filanın yanında üç gün kaldım'"
dersin, bununla üç de geceyi kastedersin. Allah-ü Tealâ, bir yerde"üç tam
gece" başka bir yerde "üç gün sadece işaretle konuşacaksın"
buyurmuştur. Halbuki kıssa aynı kıssadır.
METİN
Eğer günleri nezrederken yalnız günleri
niyet ederse, niyeti sahih olur; çünkü hakikati niyet etmiştir. Bununla yani
günlerle geceleri niyet ederse, niyeti sahih olmaz. Bilâkis gecelerle günlerin
her biri lâzım gelir, Nitekim bir ay îtikafı nezreder de, yalnız gündüzleri
niyet ederse; yahut aksini yapar, yani yalnız geceleri niyet ederse, bu niyeti
sahih olmaz. Çünkü ' ay ' kelimesi, günlerle gecelerden meydana gelen bir
mürekkebin ismidir. Ondan aşağısına ihtimali yoktur. Meğer ki geceleri istisna
etmiş olsun; Bu takdirde, gündüzlere mahsus kalır. Gündüzleri istisna etmesi de
sahih olur. Bu takdirde ona bir şey lâzım gelmez. Sebebi geçmişti. Bil ki,
geceler günlere tâbidir. Bundan, yalnız arefe gecesiyle kurban bayramı geceleri
müstesnadır. Ki insanlara kolaylık olmak için, onlar geçen gündüzlere
tâbidirler. Nitekim Valvalciyye'nin kurban bahsinde beyan edilmiştir.
İZAH
«Niyeti sahih olur» ve gecesiz olarak
günler lâzım gelir. Bu günleri birbirinden ayırmakta muhayyerdir. Çünkü kurbet,
günlere taalluk etmiştir; onlarsa dağınıktır. Binaenaleyh peş peşe olması lâzım
gelmez. Meğer ki şart koşmuş ola. Nitekim oruçta da böyledir. Mescide her gün
fecir doğmadan girer; güneş kavuştuktan sonra çıkar. Bedâyi.
«Çünkü hakikati niyet etmiştir.» Bundan
murad, lügâvı hakikattir. Örfî hakikat ise, evvelce arz ettiğimiz gibi gecelere
de şâmildir. Bir sözün hem lügâvi, hem örfî hakikati olursa, örf alimlerine
göre, mutlak söylendiği zaman örfî hakikate yorumlanır. Nitekim nâssan
bildirmişlerdir. Onun için lügâvi hakikati murad edilirse, niyete muhtaçtır. Bu
suretle "Hakikat karîne ve niyete muhtaç değildir." şeklindeki itiraz
defedilmiş olur. Bedâyi'de beyan edildiğine göre, lügat manâsında kullanıldığı
vakit, örfî manâsı yine bâkidir; o halde onu niyet sahih olur. Böylece örf
müşterek olur. Zahire bakılırsa, ekseriyetle lügâvi mânânın hilâfına
kullanılır. Onun için de mutlak söylendiğinde örfî mânâya alınır. Lügâvi mânâ
niyete muhtaçtır.
«Niyeti sahih olmaz.» Çünkü sözünün
taşıyamayacağı mânâyı niyet etmiştir. Bahır. Hâsılı o kimse ya kastettiği sözü
söyleyecektir; ya tesniye veya cemi siygası kullanacaktır. Bu üçten her biri ya
gün ya gecedir. Bu altıdan her birinde ya hakikati, ya mecazı yahut her ikisini
niyet eder. Yahut hiç niyet etmez. Böylece yirmi dört suret meydana gelir.
Bunlardan, tesniye ile cem'in hükümlerini, kısımları ile gördün. Yalnız müfret
kaldı. Şöyle ki: Yalnız bir gün îtikafı nezrederse, niyet etsin etmesin yalnız
o lâzım gelir. Onunla birlikte geceyi de niyet ederse, her ikisi lâzım gelir.
Bir gece îtikafı nezrederse, onunla birlikte günü de niyet etmedikçe sahiholmaz.
Nitekim geçti. Tamamı Bahır'dadır.
«Bir ay îtikafı nezreden» yani
"ay" kelimesini söylerse, bu niyeti sahih olmaz. Fakat "otuz
gün" derse, yukarıda arz ettiğimiz olur.
«Sebebi geçmişti.» Bundan murad, Şârih'in
bu bâbın başlarındaki "çünkü gece oruca mahal değildir" sözüdür. H.
Yani günleri istisna ettikten sonra kalan şey sadece gecelerdir. şu halde
nezredilen îtikafı o gecelerde yapmak sahih olmaz; zira şartı olan oruca
aykırıdır.
«Bil ki geceler günlere tâbidir.» Yani her
gece, kendinden sonra gelen güne tâbidir. Görmüyor musun, teravih ramazanın ilk
gecesinde kılınıyor; şevvâlin ilk gecesinde kılınmıyor! Bu izaha göre tesniye
veya cemi olarak söylerse, mescide güneş batmadan önce girer; nezrettiği son
günün güneşi battıktan sonra çıkar. Nitekim Hâniyye'de, bu izah edilmiştir.
Yine orada açıklandığına göre "birkaç gün" dediği vakit, îtikafa
gündüzleyin başlar ve mescide fecir doğmadan girer. Bu izaha göre, günlerin
nezrinde gece dahil değildir. Meğer ki îtikaf için muayyen bir gün sayısı söylemiş
olsun. Bahır.
«Yalnız arefe gecesi müstesnadır...»
Muhit'ten naklen Bahır'ın ifadesi şöyledir: «Yalnız hacda müstesnadır. Çünkü o
gece geçmiş günler hükmündedir. Binaenaleyh arefe gecesi terviye gününe, bayram
gecesi de arefe gününe tâbidir.» Bundan önce Bahır sahibi Valvalciyye'nin
kurban bahsinden şunu nakletmiştir: «Gece her zaman gelecek güne tâbidir.
Yalnız kurban bayramı günlerinde müstesnadır. O günlerde insanlara yardım olmak
üzere geçen güne tâbidir»
Ben derim ki: Valvalciyye'nin hacc bahsinde
bildirildiğine göre, hacc günlerinde gece, geçen güne tâbidir. Onun için bir
kimse Arafaf'ta bayram gecesi fecir doğmadan dursa kâfi gelir.
Hâsılı: Arefe gecesi, hükümde önceki güne
tâbidir. Hattâ o gecede vakfe yapmak sahihtir. Bayram gecesiyle, ondan sonraki
gece dahi öyledir. Hattâ o gecelerde, kurban kesmek ve şeytan taşlamak caizdir.
Demek oluyor ki, gündüz yapılan kurban kesmek ve Arafat'ta durmak gibi işler, o
günden sonra gelen gecede yapılabilir. Bu, insanlara yardım içindir. Bu
sebepten dolayı Şârih, mutlak olarak o gecenin güne tâbi olduğunu söylemiştir.
Yani hakikatte değil, hükümde önceki güne tâbidir. Aksi takdirde her gece
kendinden sonra gelen güne tâbidir. Onun için kurban bayramında önceki geceye
"bayram gecesi" denilmiştir. O gece kendinden önceki güne bağlı
olsaydı, arefe gecesine isim olurdu. Bu îse hem lügaten, hem şer'an caiz
değildir. Binaenaleyh bundan dolayı, "Kurban günlerinin üçüncüsünün gecesi
yoktur; terviye gününün iki gecesi vardır." sözü sahih değildir. Meğer ki
hüküm itibariyle murad oluna. Aksi takdirde, bir kimse terviye günü ile arefe
günü îtikafı nezrederse, iki gün üç gece îtikafta kalması lâzım gelir. Zâhire
bakılırsa bunu kimse söylememiştir. Anla!
METİN
Kadir gecesi, bil ittifak ramazanda
dönmektedir. Ancak kimi önce, kimi sonra gelebilir. İmameyn buna muhaliftir.
Hilâfın semeresi, bir kimsenin o geceden sonra kölesine "sen kadir gecesi
hürsün" yahut karısına "sen kadir gecesi boşsun" derse zahir
olur. İmam-ı Âzam'a göre, gelecek ramazan çıkmadıkça köle azad ve kadın boş
olmaz. Çünkü ilk ramazanda, kadir gecesinin ramazanın ilk gecesinde; ikinci
ramazanda son gecesinde olması caizdir. İmameyn'e göre ise, gelecek ramazanın o
gecesi geçti mi, söylenen vâki olur. O kimse bu sözü ramazan girmeden
söylemişse, o ramazanın geçmesiyle, söylenenin vâki olması hususunda hilâf
yoktur. Muhit sahibi diyor ki: "Fetva, İmam-ı Âzam'ın kavline
göredir." Lâkin bunu, yemin eden kimsenin fâkih olması ve ihtilâfı bilmesi
ile kayıtlamıştır. Aksi takdirde kadir gecesi, ramazanın yirmi yedinci
gecesidir. Allah'u a'lem!
İZAH
«Ramazanda dönmektedir.» Yani ne zaman
bulunursa, o da bulunur, mânâsına onunla beraber döner. Bu hususta imamlarımız
ittifak halindedir. Yalnız İmameyn'e göre muayyen bir gecededir; İmam-ı Âzam'a
göre muayyen değildir. Bizim, ' dönme' nin tefsiri hakkında bu söylediğimize,
Bahır'ın Kâfî'den naklettiği şu söz işaret etmektedir: «Kadir gecesi ramazanda
dönmektedir. Lakin kimi ileri gelir; kimi geri kalır. İmameyn'e göre ramazanda
olur; ileri alınmaz.» Anla!
«Çünkü ilk ramazanda, kadir gecesinin
ramazanın ilk gecesinde; ikinci ramazanda son gecesinde olması caizdir.» Şu
halde birinci ihtimalden dolayı ilk ramazan geçince, bir şey vâki olmaz. İkinci
ramazan geçmedikçe de ikinci ihtimalden dolayı bir şey vâki olmaz. İkincisi
geçti mi, birinde kadir gecesi bulunduğu tahakkuk eder, ve o kimsenin söylediği
vâki olur.
«Gelecek seninin o gecesi geçti mi,
söylenen vâki olur.» Yani kadir gecesi ramazanın ilk gecesi ise, gelecek
ramazanın ilk gecesinde vâki olur. Kadir gecesi ramazanın ikinci gecesi ise,
gelecek ramazanın ikincî gecesinde ilh... vâki olur. Geçen ramazanda kadir
gecesi tahakkuk etmiştir. Binaenaleyh İmameyn'e göre, gelecek ramazanın ilk
gecesinde vücudu kesinlikle tahakkuk eder. Remlî.
«Lâkin bunu...» Muhit sahibi, "yemin
edenin fâkih olması ve ulemanın ihtilâfını bilmesi" ile kayıtlamıştır.
Böyle değil de, o kimse avamdan olursa, kadir gecesi ramazanın yirmi yedinci
gecesidir. Çünkü avam o geceye "kadir gecesi" derler. Binaenaleyh
yemini, kendince örf olan o geceye yorumlanır. Nitekim o gece hakkındaki
kavillerden biri budur ki, hadislerden birçok delilleri vardır. İmam-ı Âzam
buna cevap vererek "Bu o sene idi." demiştir.
TETİMME: Şarih'in İmam-ı Azam'dan
naklettiği kavil, Onun bir kavlidir. Bahır'da beyan edildiğine göre, imam-ı
Âzam'ın meşhur olan kavli şudur: "kadir gecesi bütün senede döner. Ve
bazen ramazanda olur, bazen olmaz."
Ben derim ki: Muhiddin Arabî'nin Fütûhât-ı
Mekkiye'deki şu sözü de bunu te'yid eder: «İnsanlar kadir gecesinde, yani onun
zamanı hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazısı bütün senede döndüğünü söylemiştir.
Ben de öyle diyorum. Çünkü onu bir defa şabanda, bir defa rabî ayında, bir defa
da ramazanda gördüm; onu ekseriyetle ramazanda ve ramazanın son on gününde
görmüşümdür. Bir defa ramazanın ortasında tek olmayan gecede, bir defa da tek
gecede gördüm. Yüzde yüz biliyorum ki o, senenin içinde ayın tek ve çift
gecelerinde dönmektedir,» Bu hususta ulemanın daha başka sözleri de vardır ki,
mecmuu 46'yı bulur.
HATÎME: Mi'râcü'd-Dirâye sahibi şöyle
diyor: «Bilmelisin ki kadir gecesi fazîletli bir gecedir. Aranması müstehaptır.
O bütün senenin, gecelerinden faziletlidir. O gecede yapılan bir amel, başka
gecede yapılandan bin kat daha hayırlıdır. Rivayete göre Saîd b. Müseyyeb.
"Kadir gecesinde kim yatsı namazında bulunursa, ondan nasibini alır."
demiştir. İmam Şâfiî'den "kim yatsı ve sabah namazlarında bulunursa"
diye rivayet edilmiştir. Müminlerden Allah'ın dilediği kimseler onu görürler,
Mâlikîlerden Mühelleb'in, "Onu hakikatiyle görmek mümkün değildir."
dediği rivayet olunmuşsa da bu hatadır. O geceyi görenin, gizlemesi ve Allah
Teâlâ'ya samimiyetle dua etmesi gerekir.»
Allahım! Biz sözde ve amelde senden ihlâs;
ecel geldikte güzel hatîme ve son nefeste yardım dileriz. Ey celâl ve ikram,
sahibi! Bütün hayırlı işler nimeti ile tamam olan Allah'a hamdolsun! Allah
Peygamberimiz Muhammed'e âl ve eshâbına sâlat-ü selâm eylesin!