İHRAM VE ÎFRAD HACCI YAPMANIN SIFATI
HAKKINDA BİR FASIL
İhrama
Girmekle Haram Olan Ve Olmayan Şeyler
Kâbe'de
Namaz Kılanın Önünden Geçen Men Edilmez
Arafat'ta
İki Namazı Beraber Kılmanın Şartları
Duaların
Kabul Edildiği Yerler
Bayram
Gecesi İle Cuma Gecesi Zilhiccenin Onuncu Gecesi Ve Ramazanın Onuncu Gecesi
Arasındaki Fark
Cemre-i
Akabe'de Şeytan Taşlama
Mina'da
Bayram Ve Cuma Namazları
Mekke
Ve Medine'de Mücavir Kalmanın Hükmü Ve Medine'de Kılınan Namazın Katlanması
Başkası
Namına Hacca Gitmenin Şartları:
HACClN
SADAKADAN EFDAL OLDUĞU; CUMA GÜNÜ VAKFENİN FAZÎLETİ VE HACC-l EKBER
Haccın
Büyük Günahları Örtmesi
Kabeye
Girmek, Kâbe Örtüsünü Kullanmak Ve Harem Dışında Cinayet İşleyerek Harem'e
Sığınmak
METİN
Hacc lügatta ' ha 'nın fetih ve kesri ile '
hacc ' ve ' hıcc ' okunur ki, muazzam bir şeye gitmeyi kastetmektir.
Bazılarının zannettiği gibi, mutlak kast değildir. Şer'an, Mekân-ı Mahsus'u -
yani Kâbe ve Arafat'ı zamanı mahsusta - tavafta, kurban bayramının fecrinden,
ömrün sonuna kadar; vakfede arefe gününün güneşi zevâle erdikten, bayram
sabahının fecrine kadar - fiil-i mahsusla (önceden hacc niyeti ile ihrama
girerek) - ziyarette bulunmak, yani tavaf ve vakfe yapmaktır. Nitekim tafsilâtı
gelecektir. Nâfile hacca da şâmil olsun diye Musannıf, "Dinin
rükünlerinden birini eda etmek için..." dememiştir.
İZAH
Hacc, mal ile bedenden mürekkep ve ömürde
bir defa vâcip olduğu, bir de "İslâm beş haslet üzerine
kurulmuştur..." hadisinde son olarak zikredildiği için, Musannıf da onu
hâlis ibadetlerin sonuncusu olarak zikretmiştir. Yoksa nikâh, kadın boşamak ve
vakıf gibi şeyler de niyetle ibadet olursa da, sırf ibadet maksadı ile meşru
olmamışlardır. Onun için bunlar niyetsiz de sahih olurlar. İslam'ın dört rüknü
bunun hilâfınadır. Onlarda niyet şart olduğundan, onlar sırf ibadettirler. Bûna
zâhir olan budur. Nehir sahibi, ulemanın, "Mürekkep bir ibadettir."
sözlerine itirazla; "O, sırf bedenî bir ibadettir. Mal sadece onun
mevcudiyetinin şartıdır; Mefhumunun cüzü değildir." demiştir. Yine orada
beyan edildiğine göre, haccın mürekkep bir ibadet olduğuna usul ve fürûda bütün
ulemanın sözleri ittifak etmiştir. Hattâ ölü namına haccı vâcip görmüşlerdir.
Velev ki bedenin ameli bulunmasın. Çünkü ikinci cüz olan mal bâkidir. Nitekim
izahı gelecektir.
UIemanın "mürekkeptir" demeleri,
haccın hakikatini beyan için onu tarif değildir ki, "mal, haccın
hakikatinin cüzü değil şartıdır." denilsin. Maksat, bu ibadeti yapmanın,
ekseriyetle bedenin amelleri ile mal harcamaya bağlı olduğunu anlatmaktır.
Namazla oruçta da avret yerini örtecek elbise ve yiyecek gibi mallar mutlaka
lâzım ise de, bunlar olmasa bunu yapmazdı mânâsına, bu ibadetler için lâzım değillerdir.
Onun için mal, namazla orucun şartlarından sayılmamış; haccın şartlarından
sayılmıştır. Bir de namazla oruçta mal az lâzım olur; harcamasında bir meşakkat
yoktur. Uzak yerden hacca giden kimsenin mal harcaması böyle değildir; o
çoktur. Şu halde malın bu ibadette maksut olması münasiptir. Onun için daimi
aciz halinde, malı vekile vermek vâcip olmuştur. Yürümeye kudreti olan fakire
hacc vacip değildir; fakat giyecek ve sahurda yiyecek bulamayana, namazla oruç
vâciptir. Bana zâhir olan budur.
«Bazılarının zannettiği gibi...» sözünden
murad, Zeylâî'dir. O bunu, lügat kitaplarının birçoğunun mutlak olan sözlerine
uyarak söylemiştir. Fetih sahibi "muazzam bir şeye" kaydını, İbn-i
Sikkît'ten nakletmiştir. Bu kaydı Seyyid şerif dahi Ta'rîfâtı'nda zikretmiştir.
İhtiyâr'da da vardır.
«Şer'an...» Bilmelisin ki fukaha haccı,
"Dinin rükünlerinden bir rüknü eda için Kâbe'ye gitmeyi
kastetmektir." diye tarif etmişlerdir. Bu tarifte lügat mânâsı da vardır.
Fetih sahibi fukahaya itiraz ederek, "Haccın rükünleri tavaf ve vakfedir.
Vücut bulan bir şey, ancak ona vücut veren cüzleri ve bunlardan çıkarılan küllî
mahiyeti ile vücut bulur. Amellerden dolayı haccı kasıtla tarif etmek, onu
mefhumundan çıkarır. Meğer ki ismen tarif olup, hakikî tarif olmaya! Bu, ismin
örfen mefhumunu tarif olur. Lâkin burada şöyle denilebilir: Mutlak söylendiği
zaman, bu isimden hemen akla gelen, mahsus olan fiillerdir. Onu mefhumundan
çıkaran, kastın kendisi değildir. Hem bu kendiliğinden fâsittir; çünkü nâfile
hacca şâmil değildir. Tarif ise yalnız farz için değil, namaz ve oruçta olduğu
gibi, mutlak olarak haccın tarifidir. Ve çünkü bu takdirde diğer ibadetlerin
isimlerine aykırı düşer. Zira onlar da fiillerin isimleridir. Meselâ namaz,
kıyam, kıraat ve sairenin: oruç, imsâkın; zekât, mal vermenin ismidir. O halde
hacc dahi Kâbe'nin yanında yapılan fiillerle, Arafat'ta vakfe gibi diğer
fiillerden ibaret oluversin!" demiştir. Kısaltılarak alınmıştır.
Bundan dolayı şarih Zeylâî'nin
"Kastederek ziyarette bulunmaktır." şeklindeki tefsirini bırakarak,
Bahır sahibine uymuş ve "Yani tavaf ve vakfe yapmaktır." demiştir. Tâ
ki sair ibadet isimleri gibi fiil ismi olsun. Musannıf'a itirazla. "Fiil-i
mahsusla, sözü haşv olur. Çünkü ulemanın söylediklerine göre ondan murad, tavaf
ve vakfedir." denildiği için Şarih, "İhrama girerek" diye
tefsirde bulunmak sureti ile bundan kurtulmuştur. Söylendiğine göre, bunun da
söz götürdüğü meydandadır. Zira buna göre, şartı yani ihramı tarife katmak
lâzım gelir. Ziyadeyi, lügat mânâsında yani 'gitmek'te bıraksa ve 'fiil-i
mahsus 'u 'tavaf ve vakfe' ile tefsir etse daha iyi olurdu. Burada şu itiraz da
vârittir: Ziyaret dahi haccın hakiki mahiyeti değildir. Binaenaleyh yukarıda,
"Kastederek ziyarette bulunmaktır." sözünün tefsirinde geçen itiraz
vârit olur. Halbuki ihram iptida en şart olsa da, sonu itibarı ile rükün
hükmündedir Nitekim Şarih bunu açıklayacaktır. Teslim edilse bile, şartın
zikredilmesi tarifi bozmaz. Bilâkis mutlaka lâzımdır. Çünkü onsuz şer'î manâ
tahakkuk etmez; abdestsiz namaz kılmak gibi olur. Onun için ulema, zekât ve
orucun tarifinde niyeti zikretmişlerdir.
Tahkik şudur ki: Haccı kasıtla tefsir
etmek, onu benzerleri olan ibadet isimlerinden çıkarmaz. Zira burada kasıttan
murad, ihramdır; ki o da niyetle kalbin, telbiye ile dilin amelidir. Yahut telbiye
yerini tutan deve göndermektir. Nitekim gelecektir. Şu halde âzânın da ameli
olur. Bir de tarifteki "fiil-i mahsusla" sözündeki ' ba ' harfi,
mülâbeset içindir. Ondan murad, tavaf ve vakfedir. Binaenaleyh bu kasıt, bu
fiillerle beraber olan kasıttır; mücerret bir kasıt değildir. Binaenaleyh diğer
ibadet isimlerinde olduğu gibi, fiil-i mahsus olmaktan çıkmış değildir.
Evet, ulema hacc ile diğer ibadet
isimlerini birbirinden ayırmış; hacda kastı asıl, fıili tâbisaymışlar; diğer
ibadetlerde aksine hareket etmişlerdir. Çünkü lügat mânâlarından nakledilen
ıstılahı mânâlarda şâyi olan âdet, lügat mânâlarından daha hâss olmalarıdır;
onlara zıd olması değildir. Lügatta hacc, muazzam bir şeyi mutlak kasıt olunca,
onu tahsis ederek "Muayyen fiillerle, muayyen bir muazzamı kasıttır."
demişlerdir. Şayet asaleten muayyen fiillere isim yapılsa idi, kendisinden
nakledildiği lügat mânâsına aykırı olurdu. Oruç gibi şeyler bunun hilâfınadır.
Çünkü oruç lügatte, mutlak imsaktir. Onun için onu "Geceden niyetle orucu
bozan şeylerden kendini tutmaktır." diye tahsis etmişlerdir. Zekât da
lügatte temizliktir. Bir şeyi tezkiye, o şeyi temizlemektir. Şer'an zekât adı
verilen mal temizliği, onun bir cüzünü vermekle olur; zira bu da temizliktir.
Çünkü Allah Teâlâ "Onları bununla temizler; tezkiye edersin."
buyurmuştur. Demek ki, zekât da bir fiil-i mahsusla yapılan hususi temizliktir.
O fiil-i mahsus temliktir. Bundan dolayıdır ki kasıt haccın şer'an tarifinde
asıl olmuştur; başkalarında asıl değildir. Velev ki kasıt hepsinden sinde şart
olsun. Keza teyemmümün tarifinde kasıt asıl sayılmıştır. Zira lügatta teyemmüm,
mutlak kasıttır. Ulema şer'an onu, "Temiz yeri hususi bir şekilde
kastetmektir." diye tarif etmişlerdir. Teyemmüm iki vuruştan ibarettir.
Demek ki, o da bir fiille beraber olan kasıttır. Ama kulun fiiline isim
olmaktan çıkmamıştır. İşte Zeylâî'nin, "Hacc, vasıf ziyadesi ile birlikte
hususi kasta isim yapılmıştır. Nasıl ki teyemmüm mutlak kastın ismidir. sonra
şeriatta bir vasıf ziyadesi ile hususi bir kasta isim yapılmamıştır."
sözünün mânâsı budur. Bu mahallin tahkîkinde bana zâhir olan budur!
«Önceden...» Yani vakfe ve tavaftan önce
demektir. Bu niyetin mikattan yapılması ise vâciptir. T.
METİN
Hacc, Hicret'in dokuzuncu yılında farz
kılınmıştır. Peygamber (s.a.v.)' in onu onuncu yıla geciktirmesi, bir özürden
dolayıdır. Hem o, tebliğ vazifesini tamamlamak için hayatta kalacağını
biliyordu. Hacc bir defa farzdır. Çünkü onun sebebi Beytullah'tır. O ise
birdir. Birden ziyadesi nafile olur. Bazen vâcip de olur. Nitekim mikatı
ihramsız geçerse böyledir.
İZAH
"Bir özürden dolayıdır." Bu özür
ya âyetin vakit geçtikten sonra inmesidir, yahut Medine halkı için müşriklerden
endişe duyması, veya Peygamber (s.a.v.)'in kendi hayatından endişe etmesi;
yahut müşriklerle ibadetlerinde karışmak istememesi idi. Zira o vakit
kendileriyle sözleşmeleri vardı. Zeylâî. Geciktirmeyi önce zikretmesi,
Şilbî'nin haşiyesinde İbn-i Kayyım'ın Hedyin'den naklen şöyle dediği içindir:
«Sahih kavle göre hacc, dokuzuncu yılın sonlarında farz kılınmıştır. Onu farz
kılan âyet, "Allah için Beyt'i haccetmek insanların üzerine borçtur."
âyet-i-kerîmesidir. Bu âyet, heyetlerin geldiği dokuzuncu yılın sonunda
inmiştir. Peygamber(s.a.v.) hacc farz olduktan sonra, onu bir sene
ertelememiştir. Onun hâlü şanına lâyık olan da budur. Haccın altıncı veya
yedinci yahut sekizinci veya dokuzuncu yılda farz kılındığını iddia edenin
elinde tek bir delil yoktur, Olsa olsa bununla ihticâc eden, "Hacc ve
umreyi Allah için tamamlayın!" âyeti altıncı yılda indi demektedir ki,
bunda haccın farz oluşunun başlaması meselesi yoktur. Bu âyette yalnız başlanan
haccın tamamlanması emri vardır ilk farz oluşunu bundan nasıl çıkarırlar?»
«Hayatta kalacağını biliyordu.» cümlesi
ayrı bir cevaptır. Özür bulunmasına bağlı değildir. Hâsılı şudur: Hacc,
ihtiyaten mühletsiz hemen farz olan bir ibadettir. Çünkü geciktirilmesi onu
elden kaçırmaya maruz bırakır. Bu, Peygamber (s.a.v.) hakkında bahis mevzuu
olamaz. Çünkü O tebliğ vazifesini tamamlamak için, insanlara hacc ibadetlerini
öğretinceye kadar yaşayacağını biliyordu. Zira Teâlâ Hazretleri, "Andolsun
Allah, Rasulünün rüyasını tasdik etmiştir..." buyurmuştu. Bu, ta'lîl
hususunda daha ustalık göstermek sayılır. Onun için geciktirmeyi buna tâbi
kılmıştır. Bu tıpkı senin, "Zeyde ikram et; çünkü o sana iyilik etmiştir,
aynı zamanda hem babandır." demen gibidir.
«Sebebi Beytullah'tır.» Buna delil, âyette
"Beyt'in haccı" diye izafet edilmesidir. Zira esas olan, hükümleri
sebeplerinde izafe etmektir. Nitekim usulü fıkıhta izah edilmiştir. Sebebi
tekrarlanmayan bir vâcip tekrarlanmaz. Bir de Müslim'in Sahih'inde şu hadis
vardır: "Ey insanlar! Size hacc farz kılınmıştır. Öyle ise haccedîn!"
Bir adam, "Her sene mi ya Rasulallah?" diye sordu. Rasulullah
(s.a.v.) sustu. Hatta adam sualini üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.); "Evet desem size vâcip olur. Siz de güç yettiremezsiniz..."
buyurdular. Nehir sahibi diyor ki: "Âyet, tekrar lâzım gelmediğine
istidtâl için yetiyorsa da - zira emrin tekrara ihtimali yoktur - nefyi nefyin muktezası
ile ispat etmek daha uygundur."
«Nitekim mikatı ihramsız geçerse böyledir.»
Yani mikat yerine dönerek oradan telbiye getirmesi vâcip olur. Keza mikatı
geçmezden önce de vâcip olur. Hidaye'de şöyle denilmiştir: «Sonra uzaklardan
gelen kimse Mekke'ye girmek maksadı ile mikatlara varırsa, bize göre hacc veya
umre kastı ile ihrama girmesi icap eder. Mekke'ye girmek istemese de ihrama
girmesi gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), "Hiçbir kimse mikatı ihramsız
geçemez: velev ki ticaret için gelsin!" buyurmuştur. Bir de ihramın vâcip
olması, bu mübarek yeri tazim içindir. O halde bu hususta tacir, umreci ve
başkaları müsavidir.» Halebî diyor ki: "Bundan şu hâsıl olur ki, uzaktan
gelen için, hacc ve umre nafile olamazlar. Onlar ancak bahçede çalışanla
haremde yaşayanlar için nâfile olurlar."
Ben derim ki: Bu da söz götürür. Çünkü
ihramsız geçmenin haram olması, ihramın uzaktan gelene mutlaka vâcip olduğuna
delâlet etmez; Zira vâcip olan, oradan geçerken ihramabürünmüş bulunmaktır.
İhramın nâfile hacc veya başkası için olması birdir. Çünkü ihram oradan
geçmenin helâl olması için şarttır. Şartın maksut olarak yapılması lâzım
gelmez. Nitekim îtikaf bahsinde geçti. Bunun bir benzeri de şudur; Cünüp bir
kimsenin yıkanmadan mescide girmesi helâl değildir. Ama meselâ cuma gününün sünnetidir
diye yıkanır da girerse caiz olur. Halbuki, sünnet olan guslü niyet etmişti.
Girmek ister de başka bir şey için yıkanmazsa, gusül ancak o zaman icap eder.
Burada mikatı geçmek istediğinde, hacc ibadetlerini kastederek, farz veya nezir
yahut nâfile için ihrama girerse kâfidir. Çünkü o yerin tazimi hususunda maksat
hâsıl olmuştur. Bunu değil de, meselâ ticaret için girmeyi kastederse o zaman
ihrama girmesi vâcip olur. Bunun benzeri tahiyye-i mescittir ki, kıldığı
herhangi bir namazın zımnında hâsıl olur. Hiç namaz kılmazsa, ayrıca kılmak
sureti ile icrası gerekir. Bana zâhir olan budur. Şârih -Allah'u a'lem - bundan
dolayı Bahır ve Nehir'e uyarak vücubun tasvirini, mikati ihramsız geçmekle
yapmıştır. Çünkü böyle bir kimsenin, mikatı dönerek oradan telbiye getirmesi
icap eder. O zaman geçmek için ihrama girmesi vâcip olur. Ama önceden farz veya
nezir yahut nâfile hacc için ihrama girmişse, niyetine göre devam eder. Geçmek
için ayrıca ihrama girmesi icap etmez. Bu takdirde ifadesinde dengesizlik
yoktur. Anla!
METİN
Çünkü ileride geleceği vecihle o kimseye
iki ibadetten biri vâcip olur. Eğer haccı tercih ederse, vücupla vasıflanır.
Bazen haram olmakla da vasıflanır. Haram malla hacc böyledir. Kerahetle
vasıflandığı da olur. İzni gereken kimseden izinsiz hacca gitmek böyledir.
Nevâzil'de beyan edildiğine göre, çocuğun henüz sakalı bitmemişse, sakalı
bitinceye kadar babası haccına mâni olabilir.
İmam Ebû Yusuf'a ve İmam-ı Azam'dan gelen
iki rivayetin esah olanına ve İmam Malik'le İmam Ahmed'e göre, hacc fevren
hemen ilk yıl farzdır.
İZAH
«İleride...» ihram bâbından az önce
gelecektir.
«Haccı tercih ederse vücupla vasıflanır.»
ve muhayyer vâcip kabilinden olur. Yani umreyi tercih ederse, o da vücupla
vasıflanır. Şârih'in bunu söylememesi makam iktiza etmediği içindir. H.
«Haram malla hacc böyledir...» Bahır'da
böyle denilmiştir. Bunu riya için yapılan haccla temsil etse daha iyi olurdu.
Zira denilebilir ki: Haccın kendisi Mekan-ı mahsusu ziyarettir ve haram
değildir. Haram olan, haram malı harcamaktır. Bunların arasında ise telâzüm
yoktur. (Birinden diğeri lâzım gelmez.) Nasıl ki gasp edilen yerde namaz kılmak
farz yerine geçer; haram olan, gasp edilen yerin meşgul edilmesidir; fiil namaz
olduğu için haram edilmiş değildir. Çünkü farzın haramla vasıflanması mümkün
değildir. Burada da öyledir. Zira haddi zatında hacc emredilmiş bir ibadettir.
Haram olması, sarfiyat cihetiyledir. Galiba ona Haram demesi, malın haccda
dahlü tesiri olduğundandır. Hacc, bedenin ameli ile maldan mürekkeptir. Nitekim
yukarıda arz etmiştik. Onun için Bahır sahibi, «Hacca giden kimse helâl nafaka
toplamaya çalışır; çünkü haram malla hacc kabul edilmez. Nitekim hadiste beyan
buyrulmuştur. Bununla beraber haram malla farz sâkıt olur. Farzın sükutu ile
kabul edilmemesi arasında zıddıyet yoktur. Kabul edilmediği için sevap
verilmez; ama haccı terk edenlere verilen ceza da verilmez.» demiştir. Yani
terk etmemek sahih olmaya dayanır ki, o da bütün şart ve rükünlerini yapmakla
olur. Üzerine sevap terettüp eden kabul ise, malın helâl olması ve ihlâs gibi
şeylere dayanır. Meselâ riya için namaz kılar veya oruç tutup gıybet ederse;
fiil sahih, fakat sevabı yoktur. Allah'u alem!
«İzni gereken kimse...» hizmetine muhtaç
anne veya babası gibi ki, onlar yoksa ninelerle dedeler de ana - baba
gibidirler. Malı olmayan borçlunun alacaklısı ve izinle olursa kefil de
öyledir. Bunların izni olmazsa, hacca gitmesi mekruh olur. Nitekim Fetih'te
böyle denilmiştir, Zâhirine bakılırsa, bu kerahet tahrimidir. Onun için Şârih
"vücup" tabirini kullanmıştır. Bahır sahibi Siyer'den naklen, «Keza
karısı ve nafakasını veren hacca gitmesini istemiyorsagitmesi mekruhtur.»
cümlesini ziyade etmiştir. Zâhire bakılırsa bu, o yokken verecek nafakası
olmadığına göredir. Bahır sahibi diyor ki: «Bütün bunlar farz olan hacc
hakkındadır: Nâfile hacca gelince: Anne-babaya itaat mutlak surette evlâdır.
Nitekim Mültekat'ta açıklanmıştır.»
«Sakalı bitinceye kadar mâni olabilir.» Yol
tehlikeli ise, sakalı bitse bile gitmez. Bunu Bahır sahibi Nevâzil'den
nakletmiştir.
«Fevren» "hemen" demektir; ve
mümkün olan ilk vakitte yapmaktır. Bunun mukabili İmam Muhammed'in, "Hacc
terahî üzere farz olur." kavlidir. (Terahî, gecikmeli, mühletli demektir).
Ama bunun mânâsı "gecikme mutlaka yapılmalı" demek değildir.
"Hemen yapmak lâzım gelmez" mânasınadır.
«Mâlik'le İmam Ahmet» İmam-ı Azam üzerine
atfedildiğine göre, Onlardan gelen rivayetlerin de muhtelif olmasını ifade
eder. Dürerü'l-Bihâr Şerhi de bunu ifade etmektedir. Orada şöyle denilmiştir:
"Bu kavil Ebû Hanife ile Mâlik ve Ahmed'den gelen rivayetlerin en
sahihidir."
METİN
Binaenaleyh birkaç sene geciktirmekle
şahitliği reddedilir. Çünkü onu geciktirmek küçük günahtır. Onu bir defa
irtikâp etmekle fâsık sayılmaz; ancak ısrar ederse fâsık olur. Bahır. Bunun
vechi şudur: Haccın tevri olması zannîdir; zira ihtiyat delili zannîdir. Onun
için, gecikirse eda olacağında ulema ittifak etmişlerdir. Velev ki edadan önce
ölmekle günahkâr olsun. Yine ulema, "Bir kimse haccetmeden malını telef
etse, ödünç para alarak haccedebilir. Velev ki ödemeye kudreti olmasın. Bundan
dolayı Allah'ın onu muahaze etmemesi umulur." demişlerdir. Yani
"Kûdreti olduğu vakit ödemeye niyeti varsa" demek istemişlerdir.
Nitekim Zahîriyye'de bu kaydedilmiştir.
İZAH
«Ancak ısrar ederse fâsık olur.» Buradaki
istisna munkatıdır; lâkin ısrar ederse mânâsınadır. Çünkü ısrar bir defada
dahil değildir. H. Sonra âşikârdır ki, fasık olmamaktan günahkâr olmamak lâzım
gelmez. O kimse günahkârdır; velev ki bir defa geciktirsin. İbn-i Nüceym'in
Menâr Şerhi'nde Ekmel'in Takrir'inden naklen şöyle denilmiştir: «Israrın haddi,
dinine aldırış etmediğini gösterecek şekilde tekrarlamasıdır ki, bununla büyük
günah irtikâp edeceğini göstermiş olur.» Bu sözün muktezası, ısrarın bir sayı
ile mukadder olmayıp reye ve örfe bırakılmış cimasıdır. Zâhire bakılırsa, o
kimse iki defa ile ısrar etmiş olmaz; onun için "birkaç sene"
demiştir. Şu halde ibn-i Nüceym'in Mültekâ Şerhi'ndeki, "Fâsık sayılır ve
özürsüz birinci seneden geciktirmekle şahitliği reddedilir." sözü düzeltilmemiş
demektir. Çünkü bu sözün muktezası, iki değil; bir defa ile ısrar hasıl
olmasıdır.
«Bunun vechi şudur» Yani geciktirmenin
küçük günah olmasının vechi şudur: Hemenhacca gitmek vaciptir. Çünkü delili -ki
ihtiyattır- zanni olduğu için, acele gitmek de zannîdir. Zira geciktirmekte onu
terk etmeye maruz bırakmak vardır. Bu ise kesin değildir. Şu halde geciktirmek
kerahet-i tahrimiyye ile mekruh olur. Haram olmaz. Çünkü haram olmak, mukabili
olan farz gibi, ancak kesin delil ile sabit olur. Şârih'in söylediği ise, Bahır
sahibinin günahları beyan için telif ettiğî risalesindeki şu sözlerine
dayanmaktadır: «Bize göre her kerahet-i tahrimiyye küçük günahtır.» Lâkin
orada, bazı kesin delille sabit olan şeyleri küçük günahlardan saymıştır.
Meselâ zıhâr yaptığı karısı ile, kefaret vermeden cimada bulunmayı ve cuma
ezanı zamanında alış veriş yapmayı bunlardan saymıştır.
«Gecikirse eda olacağında ittifak
etmîşlerdir.» Yani kendisinden günah bil ittifak sâkıt olur. Nitekim Bahır'da
beyan edilmiştir. Bazıları, "Murad, haccı geciktirme günahı değil, kaçırma
günahıdır." demişlerdir.
Ben derim ki: Bunun söz götürdüğü
meydandadır. Hattâ zâhire göre, doğrusu geciktirme günahıdır. Çünkü edadan
sonra vaktini geçirmek diye bir şey yoktur. Fetih'te, "İmkân bulduğu ilk
seneden geciktirmekle günahkâr olur. Ondan sonra haccederse günah kalmaz."
denilmektedir. Kuhistânî'de şöyle denilmiştir: "Özürsüz başka seneye
geciktirmekle, Şeyhayn'a göre günahkar olur. Meğer ki ömrünün sonunda olsun eda
etsin, Bu, hilâfsız günahı giderir."
«Velev ki edadan önce ölmekle günahkâr
olsun.» Bu, bilittifaktır. Nitekim Zeylâî'de bildirilmiştir. Şeyhayn'ın kavline
göre, günahkâr olması açıktır. İmam Muhammed'in kavline göre de günahkârdır.
Çünkü geciktirmekle, Ona göre günahkâr olmasa da bu ölmeden eda etmek şartı iledir.
Eda etmeden ölünce, günahkâr olduğu meydana çıkar. Bazıları ilk seneden
itibaren günahkâr olacağını söylemiş; birtakımları kendinde zayıflık gördüğü
son seneden itibaren günahkar sayılacağını bildirmişlerdir. Muayyen bir vakitle
hükmedilmeksizin günahkâr olacağını söyleyenler de vardır. Bunlar, "İlmi
Allah'a kalmıştır." derler. Nitekim Fetih'te böyle denilmiştir.
«Ödünç para ile haccedebilir.» Bazıları,
"Ödünç alması lâzımdır." demişlerdir. Nitekim Lübâbü'l-Menâsik'te
böyledir. Molla Aliyyal-Kaarî buna yazdığı şerhte şöyle demektedir: «Bu kavil
Ebû Yusuf'tan bir rivayettir. Ama zayıflığı meydandadır. Çünkü Allah Teâlâ'nın
haklarını üzerine almak, kul haklarını yüklenmekten daha hafiftir.»
Ben derim ki: Eğer birinci kavildeki
"velev ödemeye kudreti olmasın" sözünde, ödeyecek hiçbir imkanı
olmadığını biliyorsa, bu itiraz ona da vârittir. Fakat halen kudreti olmadığını
bilir de, çalıştığı takdirde ödeyebileceğine aklı keserse, itiraz vârit
değildir. Zahire bakılırsa, Zahiriyye'nin zekât bahsindeki sözünden alarak,
murad budur denilebilir. Orada şöyle denilmiştir: «Malı yok da zekâtı eda için
ödünç almak isterse, çalışırsa ödeyebileceğine aklıkestiği takdirde ödünç
alması efdaldir. Şayet ödünç alarak eda eder de, ölünceye kadar ödeyemezse,
borcunu âhirette Allah Teâlâ'nın ödemesi ümit edilir. Eğer ödeyebileceğine aklı
kesmezse, efdal olan, ödünç almamaktır.» Fakirlerin hakkı taallûk eden zekâtta
hüküm bu olunca, haccda da böyle olacağı evleviyetle kalır.
METİN
Hacc, Müslüman, hür ve mükellef kimseye
farzdır. Çünkü kafir eda hakkında îmanın furuu olan amellerle mükellef
değildir. Biz bunu Menâr üzerine yaptığımız talikatta tahkik ettik.
İZAH
Musannıf burada haccın şartlarını izaha
başlamıştır. Lübab sahibi bu şartları dört kısma ayırmıştır.
Birincisi, vücubunun şartlarıdır. Bunlar
tamamen bulunursa hacc vâcip olur; tamamı bulunmazsa hacc vâcip olmaz. Mezkûr
şartlar yedi olup şunlardır: İslâm, dâr-ı harpte olan Müslüman'ın haccın farz
olduğunu bilmesi, buluğ, akıl, hürriyet, güç yetmesi ve vakit, yani hacc aylarında
yahut memleketi halkının hacca gittikleri vakitte gitmesidir Bu gelecektir.
ikinci nevi, edasının şartlarıdır. Bunların
tamamı vücup şartları ile birlikte bulunursa, o kimsenin bizzat haccı eda
etmesi vâcip olur. Vücup şartları tahakkuk eder de, bunların bazısı bulunmazsa;
bizzat edası değil, yerine bedel göndermesi veya ölürken vasiyet etmesi lâzım
gelir. Bunlar şu beş şarttır: Vücut sağlığı, yol emniyeti, hapsedilmiş olmamak,
kadının mahremi veya kocası bulunmak ve iddet beklememek.
Üçüncü nevi, edanın sahih olmasının
şartlarıdır ki, dokuzdur: İslâm, ihram, zaman, mekan, temyiz, akıl, özür hali
müstesna olmak üzere fiillerî Kenan yapması, cinsi münasebette bulunmaması ve
haccı ihrama girdiği yıl eda etmesi.
Dördüncü nevi, haccın farz namına olmasının
şartlarıdır. Bunlar da dokuzdur: İslam, İslam'ın ölünceye kadar devamı, akıl,
hürriyet, buluğ, kudreti varsa bizzat eda etmesi, nâfileye niyet etmemiş
olması, haccı bozmamak ve başkası namına niyetlenmiş olmamak.
Hacc "Müslüman'a" farzdır. Kâfir,
hacca götürecek mala sahip olsa da fakirledikten sonra Müslümanlığı kabul etse,
bu imkânla kendisine bir şey lazım gelmez. Müslüman olduktan sonra imkân bulup
haccetmemesi bunun hilafınadır; çünkü hacc boynuna borç olup kalır. Fetih. Bu
söz, "hacc fevrîdir" diyenlere göre zâhirdir; fakat "mühletli
farz olur" diyene göre zâhir değildir. Nehir.
Ben derim ki: Bu da söz götürür. Çünkü
"mühletli farz olur" diyene göre vücup, imkân bulduğu ilk seneden
tahakkuk eder; yalnız, o sene eda etmekle, sonraya bırakmak arasında muhayyer
bırakılır. Nitekim namaz da, vaktin evvelinde geniş olarak vâcip olur. Aksi
halde vücup, ancak ölümden az önce tahakkuk etmek, sağlamken hacc farz olup da
sonrahastalanan veya gözleri görmez olan kimsenin bedel göndermesi vacip
olmamak, fazla geciktirip eda etmeden ölenin günahkâr olmaması lâzım gelir ki,
bunların hepsi icmaa muhaliftir. Düşün!
«Hûr» kimseye farz olur. Müdebber olsun,
mükâtep olsun köleye, bir kısmı âzâd edilmiş köleye ve izinli köleye - Mekke'de
bile olsa - hacc farz olmadığı gibi; ümmü veled olana da farz değildir. Çünkü
azık ve vasıtaya mâlik olmaya ehliyeti yoktur. Onun için Mekke'nin kölelerine
farz olmamıştır. Fakir hakkında azık ve vasıtanın şart olması bunun
hilâfınadır. Çünkü o ehliyet için değil, kolaylık içindir. Onun için Mekke'nin
fakirlerine de vaciptir. Bu izahattan, köleye namazla orucun farz olması ile,
haccın farz olmaması arasındaki fark anlaşılmış olur. Nehir. Bu fark, namazla
oruçta ehliyet bulunması, hacc da ehliyet bulunmamasıdır. Maksat vücüp ehliyetidir.
Aksi takdirde köle edaya ehildir ve yaptığı hacc nâfile olur. Nitekim
gelecektir.
«Mükellef»ten murad, akıl bâliğ olan
kimsedir. Çocuğa ve deliye hacc farz değildir. Bunamış kimse hakkında usûlde
ihtilâf edilmiştir. Fahru'l-İslâm'a göre, çocuk gibi bunaktan da hitap
sâkıttır. Binaenaleyh ona hiçbir ibadet farz olmaz. Debbûsî ise ihtiyaten
muhatap olduğunu söylemiştir. Bahır. Biz bunak hakkında zekâtın başında söz
etmiştik. Oraya müracaat et!
T E M B İ H : Bedâyi'de beyan olunduğuna
göre, delinin ve aklı ermeyen çocuğun, haccı eda etmeleri caiz değildir. Nasıl
ki onlara farz da değildir. Başkaları ise, bunların haccının sahih olduğunu
nakletmişlerdir. Lübab Şerhi'nde bu iki kavlin arası bulunarak; bir parça
anlayışı olanla, hiç anlayışı olmayan arasında fark olduğu bildirilmiştir.
Ben derim ki: Bu da söz götürür. Ara
bulmak, birinciyi her ikisinin bizzat eda etmelerine; ikinciyi velinin
yapmasına yorumlamakla olur. Valvalciyye ve diğer kitaplarda beyan edildiğine
göre; çocuğa ve keza deliye, babası haccettirir. Çünkü onlar namına ihrama
girmesi bizzat kendilerinin ihramı gibidir. Meselenin tamamı gelecektir.
«Tahkik ettik.» Orada söylediklerinin
hulâsası şudur: Kâfirin, ibadetlerle mükellef olup olmaması hususunda üç mezhep
vardır.
Birincisi, Semerkantlıların mezhebidir. Ona
göre, eda ve inanç cihetinden muhatap değillerdir.
İkincisi, Buharalıların mezhebidir. Buna
göre kâfirler yalnız îtikat ciheti ile muhataptırlar.
Üçüncüsü, Iraklıların mezhebidir ki, ona
göre, her ikisi ile muhataptırlar ve her ikisinden dolayı ceza görürler. Şarih
orada, "Mutemet olan da budur. Nitekim İbn-i Nüceym açıklamıştır. Çünkü
nâsların zahirleri onlara şahittir; hilâfı tevîldir. Ebû Hanife ile eshabından
bir şey nakledilmemiştir ki, Ona müracaat olunsun!" demektedir. Âşikârdır
ki "eda hakkında" demesinden, yalnız îtikat hakkında füru ile muhatap
oldukları anlaşılıyor. NitekimBuharalıların mezhebi de budur. Menâr sahibinin
sahih kabul ettiği de budur. Lakin Şârih'in sözünde, buradakinin orada itimat
etmiş olduğunu gösteren bir şey yoktur. Buradaki, mezhebin hilâfınadır
deniliyorsa da söz götürür. Çünkü biliyorsun mezhep ulemasından bir nâss
yoktur. Anla!
METİN
Haccın farz olduğunu, ya İslâm memleketinde
bulunmakla; yahut âdil bir kişinin veya hâlleri gizli iki kimsenin haber
vermeleri ile bilecektir. Hacının bedeni sağlam, gözleri görür olacak; hapiste
olmayacak, haccdan men edecek bir sultandan korkusu bulunmayacaktır. Beden
sağlığını koruyacak azığa, ve kendisine mahsus deveye mâlik bulunacaktır. Mutâd
azık, et ve benzeri şeylerdir. Ekmek ve peynirle kaadir sayılmaz. Kendisine
mahsus deveden murad, kudreti varsa mukatteptir. Aksi takdirde mehâraya kudreti
olması şarttır.
İZAH
«İslâm memleketinde bulunmakla» haccın
kendisine farz olduğunu, bilsin bilmesin, orada Müslüman olarak yetişsin
yetişmesin hacc farz olur. Bahır.
«Yahut âdil bir kişinin ilh...» sözü, dâr-ı
harpte Müslüman olan hakkındadır. Böylesine, farz olduğunu bilmezden önce hacc
farz değildir. Kaldı ki, bilmeden önce haccetse. Kutbî'nin Menâsik'înde
inceleyerek anlattığına göre farz yerine geçmez. Bu söz münakaşa edilmiş ve,
«Haccın farz yerine geçmesi için bilmek şart değildir. Nitekim buraya kadar
anlatılanlardan anlaşıldı. Bir de hacc farzı tayin etmeksizin mutlak niyetle
sahih olur. Namaz böyle değildir. Şu da var ki hacc, İslâm memleketinde yetişen
kimseden farz olduğunu bilmese bile sahih olur.» denilmiştir.
«Veya halleri gizli iki kimsenin» haber
vermeleri ile bilinir. Bundan anlaşılır ki şart şahitliğin iki yarısından
biridir; yani ya adet bulunacaktır yahut adalet. Nitekim Nehir'de
bildirilmiştir.
"Hacının bedeni sağlam
olacaktır." Yani seferde lazım olan şeylere mâni olacak dertlerden sâlim
bulunacaktır. Binaenaleyh kötürüm, inmeli ve çok ihtiyar olup vasıta üzerinde
kendiliğinden duramayacak kimselere körlere - yedek kimse bulunsa bile - ve
sultandan korkusu olanlara bizzat haccetmeleri farz olmadığı gibi; İmam-ı
Âzam'dan rivayet edilen zâhir mezhebe göre, bedel göndermek sureti ile de farz
olmaz. Bu kavil İmameyn'den de bir rivayettir. İmameyn'den gelen zâhir rivayete
göre, böylelerin bedel göndermeleri icap eder ve acizleri devam ederse, bedel
onlara kâfidir. Aczleri kalmazsa, bizzat haccı tekrar ederler.
Hâsılı: İmam-ı Âzam'a göre ' sağlamlık '
vücubun şartlarından; İmameyn'e göre ise vücûb-u edasının şartlarındandır. Bu
hilâfın semeresi, bedel göndermekle vasiyetin vâcip olması hususlarında zâhir
olur. Bu, sağlamken hacca kaadir olamamakla kayıtlıdır. Eğer kudreti olur da, '
hacca ' diye yola çıkmadan âciz kalırsa, boynuna borç olarak kalır ve bedel göndermesilâzım
gelir. ' Hacca ' diye çıkar da, yolda ölürse, vasiyet etmesi vâcîp olmaz. Çünkü
icaptan sonra geciktirmiş değildir. Böyleleri bizzat haccetmeyi göze alırlarsa,
üzerlerinden borç sâkıt olur. Tuhfe'nin zâhirine bakılırsa, İmameyn'in kavlini tercih
etmiştir. İsbîcâbî de öyledir. Fetih sahibi de bunu kuvvetli bulmuş ve
'sağlamlığın' vücub-u edanın şartlarından olduğunu kabul etmiştir. Bu satırlar
Bahır ve Nehir'den alınmıştır.
Lübab'da sahih kabul edilen kavlin muhtelif
olduğu hikâye edilmiş; şerhinde ise, Nihâye sahibinin birinci kavle göre
hareket ettiği bildirilmiştir. Bahr-ı Amîk sahibi, sahih mezhebin bu olduğunu;
ikinci kavli ise Câmi Şerhi'nde Kâdıhan'ın sahihlediğini, içlerinde Kemâl b.
Hümam da bulunmak üzere birçok ulemanın bunu tercih ettiklerini söylemiştir.
«Görür olacak» Burada, bildiğin gibi
yukarıda geçen hilâf vardır.
«Hapiste olmayacak.» Bu, edanın
şartlarındandır. Nitekim geçti. Zâhire göre, edasına kaadir olduğu bir hakkını
vermediği için hapsederse, vücub-u eda ondan sâkıt olmaz.
TEMBİH: Lübab Şerhi'nde Şemsülislâm'dan
naklen bildirildiğine göre, sultan ve sultan mânâsındaki emirler mahpusa
katılırlar. Binaenaleyh bölgesinin kul hakkından hâlî olan malından hacc farz
olur. Tamamı oradadır. Şüphesiz ki bu aczi ölünceye kadar devam ettiğine
göredir. Aksi takdirde özrü kalktığı vakit bizzat haccetmesi vâcip olur. Bu
şununla da kayıtlıdır: Evvelâ hacca gitmeye kaadir olup, sonradan âciz
kalacaktır. Aksi takdirde, yukarıda zikredilen hilâfa göre onun namına bedel
göndermek lâzım gelmez.
«Azığa ve bineğe mâlik bulunacaktır.» Bu
cümle şunu ifade eder ki, hacc ancak yiyecek ile vasıta ücretine malik ise farz
olur. İbâha veya emanet almakla olmaz. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Buna
Şârih de işaret edecektir. Binek kendisine mahsus olacaktır. Başkası ile ortak
bir vasıtaya mâlik olup, nöbetle binmeleri kâfi değildir. Lübab şerhi.
«Mukattep» Kâmus'ta "katepli"
demektir. Katep, hörgücün iki yanına konulan küçük semerdir. H.
"Mehâra" hevdece benzer bir nevi eğerdir. Kâmus. Yani öteki yanına
oturacak bir ortak bulmak şartı ile onun bir yanına oturur. Nitekim Şâfiîler
bunu açıklamışlardır. Gerçi Bahır'da, "Öteki yanına da eşyasını
koyabilir." denilmişse de, Hayreddin Remlî bunu reddetmiştir. Lübab
Şerhinde, "Zâmileye, yani mukattebe veya mahmelin yarısına binerek gider.
Mihaffe ise, refah sahiplerinin çıkardığı modalardandır. Ona itibar
yoktur." denilmektedir. Zâhire bakılırsa mihaffeden murad, zamanımızda
"taht adı ile bilinen ve iki deve yahut iki katır arasında taşınan şeydir.
Lâkin buna Şeyh Abdullah Afîf Mensek Şerhinde itiraz etmiş ve, «Bu, ulemanın,
"Herkese, haline göre âdeten ve örfen uygun olana itibar edilir"
sözüne aykırıdır. Bundan başkasına gücü yetmeyen hakkında hiç şüphesiz bu
muteberdir. Mahmelle veya mukatteple gitmeye kaadir olsa bile mazur sayılmaz,
velev ki eşraftan veya servet sahiplerinden olsun.» demiştir.
METİN
Azık ve deve ile gitmek, uzaktan gelenlere
vaciptir. Yürümeye kudreti olan Mekkeliye vacip değildir. Zira bu, cuma için
camiye gitmeye benzer. Bu şunu ifade eder ki, deveden başka katır veya eşek
gibi bir vasıtaya kudreti olsa, hacc vâcip olmaz. Bahır sahibi diyor ki: «Ama
ben bunu açık olarak görmedim. Ulema sadece kerahet bulunduğunu
açıklamışlardır.» Siraciyye'de, "Binekle hacca gitmek, yaya olarak gitmekten
efdaldir." denilmektedir.
İZAH
«Vasıta uzaktan gelenlere vâciptir.» Hâsılı
azık, yani yiyecek, Mekkeli de olsa herkese Iazımdır. Nitekim bunu birçok ulema
açıklamışlardır ki, Yenabî ve Sirâc sahipleri bunlardandır. Şu halde Haniyye
ile Nihâye'deki "Mekkeliye yiyeceği olmayan fakir bile olsa hacc
lazımdır." ifadesi söz götürdüğünü İbn-i Hümam söylemiştir. Meğer ki bu
sözden yolda kazanmak kastedile!
Deveye (vasıtaya) gelince: Yalnız uzaktan
gelene şarttır. Yürümeye kudreti olan Mekkeliye şart değildir. Bazıları mutlak
surette şart olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Mekke ile Arafat arası dört
fersahtır. Onu herkes yürüyemez. Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir. Lübab
sahibi Mensek-i Kebîr'inde birinciyi sahih bulmuştur. Şarihi Aliyyü'l-Kâri ise
bunu tenkit ile şöyle demiştir: «Kudreti olan nâdirdir. Hükümlerse, ekseriyete
göre verilir. Mekkelinin sınırı, bizce mikatların içinden Harem'e kadardır.
Nitekim Kirmani beyan etmiştir. Bu cidden ihtimalden uzaktır. Bilâkis zâhir
olan Sirâc ve diğer kitaplardakidir ki, sınır o kimse ile Mekke arasında üç,
günden az mesafe bulunmaktır. Bahr-ı Zâhir'de beyan edildiğine göre, kendisi
ile Mekke arasında üç günlük veya daha fazla mesafe bulunan kimseye vasıta
şarttır. Bundan aşağı olursa, yürüyebildiği takdirde vasıta şart değildir.»
tamamı Lubab Şerhindedir.
TEMBİH: Lübab'da şöyle denilmektedir:
«Uzaktan gelen fakir mikata ulaştı mı, Mekkeli gibi olur.» Şârihi diyor ki:
"Yani yürümekten aciz değilse, onun hakkında sadece yiyecek ve vasıta
şarttır. Uzaktan gelen zenginin de, mikatlardan birine vardığında binecek
vasıtası bulunmazsa hükmü budur. Şu halde ' fakir' le kayıtlaması, vasıtaya
kudreti olmadığı anlaşıldığı; bir de onun 'fakir olduğum için bana hacc farz
değildir' zannederek nâfile hacca niyetlenmemesi taayyün ettiğini anlatmak
içindir. Çünkü uzaklarda iken ona hacc farz değildi. Mekkeli gibi olunca farz
olur. Eğer bu hacca nâfile olarak niyet ederse, kendisine hacc tekrar farz
olur.» Kısaltılarak alınmıştır. Bunun benzeri, başkası namına hacc bâbında
anlatacağımız şu meseledir: Hacca memur olan şahıs Mekke'ye vardığında, orada
kalması ve kendisine farz olan haccı da eda etmesi lâzım gelir. Çünkü hacca
kâdir olmuştur. Bununla beraber inşaallah göreceksin ki bu iddia söz götürür.
«Cuma için camiye gitmeye benzer.» Yani cumada
vasıta şart olmadığı gibi, bunda da şartdeğildir.
"Bu şunu ifade eder." Yani
mademki 'râhile' tabirini kullanmıştır, başkasına kudreti olmakla ona hacc farz
değildir. Rahile, hâssaten deveden olan vasıtadır. Hidaye ve şerhlerindekine
uygun olan budur. Keza lügat kitaplarında, "Râhile, erkek olsun, dişi
olsun deveden yapılan vasıtadır'" denilmektedir. Kuhistanî'de râhilenin
tefsiri hakkında, "Kendini ve muhtaç olduğu yiyecek vesaire yi taşıyan
hayvandır. Aslında yollara ve yüklere dayanıklı deve mânâsına gelir."
denilmiş olması buna aykırı değildir. Çünkü deveden başka hayvan, insanı eşyası
ile uzak mesafelere götüremez. Müctebâ'da Sabbağî Şerhinden naklen
açıklandığına göre, bir kimse eşek kiralamaya muktedir olsa, nafakadan âciz
sayılır. Söylenmesi gereken söz, Şâfiîlerden imam Ezruî'nin sözüdür. Ona göre
Mekke ile arasında uzak değil de az bir mesafe bulunan kimse hakkında eşek ve
katıra kudreti olmak muteberdir. Çünkü uzak mesafelere deveden başka hayvan
dayanamaz. Sindi Mensik-i Kebir'inde, "Bu çok güzel bir ayrımdır. Ben
bizim ulemamızdan da buna muhalefet eden görmedim. Bilakis muradları, bu ayrıma
göre olsa gerektir." demekledir. Anla!
«Kerahet» yani kerahet-i tenzihiyye
bulunduğunu açıklamışlardır. Nitekim mukabilinin efdal olması delili ile, Bahır
sahibi bunu daha zâhir görmüştür.
METİN
Bununla fetva verilir. Mukattep, mehâradan
efdaldir. Hulâsa'nın icâre bahsinde, "Deve yükü, iki yüz kırk batmandır;
eşek yükü ise yüz elli batmandır." denilmektedir. Bunun zâhirine
bakılırsa, katır eşek gibidir. Bir baba, oğluna, kendisi ile haccedilmeyen bir
şey hîbe etse, kabulü vâcip olmaz. Çünkü vücup şartlarını elde etmek vâcip
değildir. Bu da fukahanın ittifakı ile onlardandır. Usulcüler buna muhaliftir.
Hacc aslî ihtiyaçlardan fazlasından vacip olur. Nitekim zekât bahsinde
geçmişti. Ev ve tamiri de aslî ihtiyaçlardandır. Evi büyük olur da, bir kısmı
kendine yeter; kalanı ile hacc edebilirse, fazlasını satması lâzım gelmez. Evet
efdal olan budur. Bundan anlaşılır ki, evin bütününü satmak ve kirada oturmakla
yetinmek evleviyetle lâzım değildir.
İZAH
«Bununla fetva verilir.» Vechi şu olsa
gerektir: Bunda harcama fazlalığı vardır. Haccda ise bu maksuttur. Onun için
başkası namına hacca gidenin, nafaka yettiği takdirde binekle gitmesi şart
kılınmıştır. Hatta yaya giderse - velev ki emri ile olsun - öder. Nitekim Lübab
sahibi bunu açıklamıştır. Lâkin Hacc bahsinin sonunda geleceği vecihle, bir
kimse yürüyerek hacca gitmeyi nezrederse, esah kavle göre yayan gitmesi vâcip
olur. Metinler buna göre yazılmıştır. Hidaye ve diğer kitaplarda bunun ta'lîli
yapılmış ve şöyle denilmiştir: «O kimse kemâl sıfatı ile ibadet yapmayı iltizam
etmiştir. Zira Peygamber (s.a.v.), "Her kimyürüyerek haccederse, Allah ona
her adım için Harem hasenatından bir hasene yazar!" buyurmuş; "Harem
haseneleri nedir?" denilince, "Bire yedi yüz kat verilen
sevaptır", buyurmuştur. Bir de böyle hacc, bedene daha meşakkatli gelir;
onun için efdaldir.» Tamamı Câmi-i Hânî Şerhindedir. Fetih sahibi diyor ki:
«Eğer, "Ebû Hanife yürüyerek hacca gitmeyi mekruh saymıştır. O halde nasıl
kemâl sıfatı olur?" denilirse; biz de deriz ki: "O bunu ancak
huysuzluğa sebep olması düşünülürse, kerih görmüştür. Meselâ yayan giderken
oruçlu bulunur veya yürüyemezse mekruhtur. Aksi takdirde şüphesiz ki yürüyerek
gitmek haddi zatında efdaldir. Çünkü tevazua daha yakındır..."» Bundan
sonra, yukarıda geçen hadisi ve daha başkasını zikretmiştir.
Ben derim ki: Başkası namına haccetmeye
gelince: İhtimal vechi şudur: Ölü iki meşakkatten biri olan beden meşakkatinden
âciz kalıp, ancak ötekine, yani mal meşakkatine kaadir olunca, sanki maksut o
imiş gibi olur ve onu kâmil olarak îfâ etmesi lâzım gelir. Onun içindir ki,
bedel gidecek kimseyi emredenin evinden göndermek ve onun malından sarf etmek
vâcip olur; onun namına başkasının teberruda bulunması kâfi değildir; zira
maksudu bununla hâsıl olmaz. Düşünülsün!
«Mukattep mehâradan efdaldir.» Çünkü
Peygamber (s.a.v.) böyle haccetmiştir. Bir de bu şekilde hacc riyadan daha
uzak, hayvana daha hafiftir.
«Hulâsanın icâre bahsinde» ki sözü için
Hayreddin Remlî şöyle demektedir: «Bunu Hulâsa sahibi Feteva's-Suğrâ'dan
nakletmiştir. Ömrüme yemin ederim ki, bu, eşek hakkında eksiklik, deve hakkında
insaftır; düşün! Cevhere'de beyan edildiğine göre, batman yirmi altı okıyyedir
Bir okıyye, yedi miskaldir ki on dirhem eder. İki yüz kırk batman, bir vesk
eder. Bu da aşağı yukarı bir Dimaşk kantarıdır.
«Zâhirine bakılırsa katır eşek gibidir.»
Nehir'de böyle denilmiştir. Galiba seferde yük taşımak için hazırlanan kuvvetli
eşeği kast etmiş olacak; çünkü o katır gibidir. Yoksa eşeklerin ekserisi
katırlardan çok aşağıdır.
«Bir baba oğluna» keza oğlu babasına hîbe
etse, kabulü vâcip olmaz. Halbuki bunlar birbirlerine minnet etmezler (başa
kakmazlar). Bundan yabancının hükmü evleviyetle anlaşılır. Şarihin muradı, azık
ve vasıtaya kudrette mutlaka milk lâzım geldiğini, bu işin ibâha ve ödünç
almakla olmayacağını anlatmaktadır. Nitekim arz etmiştir.
«Bu da» yani zikri geçen azık ve vasıtaya
kudret de, o şartlardandır. Usulcüler, "Bunlar vücubu edanın şartlarındandır."
demişlerdir. Tamamı Bahır'da ve bizim Bahır üzerine yazdığımız derkenardadır.
«Nitekim zekât bahsinde geçmişti.» Yani
atı, silâhı, elbiseleri, sanatının aletleri, evinin kilimleri gibi aslî
hacetleri ve kendi borçları ile dostlarının borçlarını - velev tecilli olarak
-ödemesi gibi lüzumlu şeyleri beyan etmişti. Nitekim Lübab ve diğer kitaplarda
da beyan edilmiştir. Maksat, kul borçlarını ödemektir. Onun için Lübab'da da,
"Eğer mal bulur da hacc ve zekât borcu olursa, o malla hacceder. Denilmiştir
ki: Ancak mal kendisinde zekat farz olacak cinsten ise zekâta sarf
edilir." ifadesi vardır.
TEMBİH: Sonradan çıkma akrabaya ve dostlara
hediye getirme âdeti, aslî hacetlerden değildir. Bunu yapamadığı için haccı
terk eden kimse mazur olamaz. Nitekim İmâdî Mensek'inde buna tembih etmiş; Şeyh
İsmail de onu tasdikte bulunmuştur. Bazıları bunu ehl-i tahkiktan İbn-i Emîr
Hâcc'ın Mensik'ine nispet etmişlerdir. Ebussuud Efendi ise Kirmânî'nin
Mensik'ine nisbet etmiştir.
«Ev de aslî ihtiyaçlardandır.» Yani kendi
oturduğu veya iskânı kendine ait bir kimseyi oturttuğu evi de aslî
ihtiyaçlardandır. Bundan fazla ev, köle, ev eşyası, şer'î kitaplar ve arabiyyat
gibi alet kitapları bunun hilafınadır. Tıp, astronomi ve benzerleri riyazî
kitaplarla ise, onlara muhtaç olsa bile hacca kudret sabit olur. Nitekim
Tatarhâniyye'den naklen Lûbab şerhinde beyan olunmuştur.
«Fazlasını satması lâzım gelmez.» Çünkü
ihtiyaçta zaruri miktarı itibara alınmaz. Velev ki o kimsenin bir senelik
yiyeceği olsun. Hacca yeterse, fazlasını satması lâzım gelir. Nitekim Lübab ve
şerhinde beyan edilmiştir.
METİN
Keza elindeki para ile bir ev ve hizmetçi
satın alsa, kalanı hacca yetmeyecekse, haccetmesi lazım gelmez. Hulâsa.
Nehir'de beyan edildiğine göre, sanatı sermayenin devamına muhtaç ise,
sermayenin kalması şarttır; muhtaç değilse şart değildir. Eşbâh'ta, «Bir
kimsenin elinde bin dirhemi bulunur da, bekârlıktan korkarsa, beldesi halkının
hacca çıkmalarından önce ise, evlenebilir. Hacca çıktıkları vakitte ise,
haccetmesi lazım gelir.» denilmektedir.
Hacc, çoluk-çocuğunun nafakasından artan
malla vâcip olur. Bundan murad, dönünceye kadar nafakaları kendisine
düşenlerdir. Çünkü kul hakkı önce gelir. Bazıları, "Döndükten bir gün
sonraya kadar," birtakımları da "Bir ay sonraya kadar nafakaları kendisine
düşenlerdir." demişlerdir. Selâmet galip olmakla, yol emniyeti de şarttır.
İZAH
«Haccetmesi lâzım gelmez...» Şarih bunu
Hulâsa'ya nisbet etmekte Bahır ve Nehir'e uymuştur. Benim Hulâsa'da gördüğüm
şudur: «Evî ve buna ait bir şeyi yok da, kendini hacca götürecek, bir ev ve
hizmetçi alacak parası, kendine yetecek yiyeceği varsa, ona hacc vâcip olur. Bu
parayı başka yere harcarsa günahkâr olur.» Lâkin bu hüküm, beldesi halkının
hacca çıktıkları vakte mahsustur. Nitekim Lübab'da açıklanmıstır. O vakitten
önce olursa, bu para ile dilediğini satın alabilir. Çünkü bu vücuptan öncedir.
Nitekim aşağıda gelen evlenmemeselesinde de öyledir. Şarihin sözü buna
yorumlanır.
«Sermayenin kalması şarttır.» Meselâ
tüccarın, çiftçinin işi sermayeye bağlıdır. Nitekim Hulâsa'da bildirilmiştir.
Sermaye adamına göre değişir. Bahır.
Ben derim ki: Murad, kendîne ve çoluk
çocuğuna yetecek rızkı kazandıran sermayedir. Daha fazlası değildir; çünkü onun
sonu yoktur.
«Eşbâh'ta» ki mesele, Ebu Hanife'den
nakledilmiş olup, haccın evlenmeye tercihi hakkındadır. Bu tafsilâtı Hidâye
sahibi Tecnîs adlı eserinde zikretmiştir. Hidaye'de onu mutlak olarak anmış ve
onunla haccın kendine göre fevrî olduğuna istişhat etmiştir. Bu kavlin
muktezası, haccı evlenmeye tercih etmektir. Velev ki evlenmek, şehvet
fazlalığında vâcip olsun. Bu, İnâye'de açıklananın kendisidir. Hem bu takdirde
o, aslî hacetlerdendir. Onun için İbn-i Kemal Paşa Hidâye, üzerine yazdığı
şerhte, kendisine itiraz ederek, «Şehvetin şiddetlendiği halde evlenmek, bil
ittifak hacca tercih edilir. Çünkü bunun terkinde iki şey vardır. Biri farzı
terk etmek, diğeri de zinaya düşmektir. Ebû Hanife'nin cevabı, şiddetli şehvet
olmadığı hale göredir.» demiştir. Yani zinanın tahakkuk etmeyeceği hâle
mahsustur, demek istemiştir. Çünkü zina tahakkuk ederse, evlenmek farz olur.
Zinadan korkarsa, evlenmek farz değil; vâcip olur. Bu takdirde, farz olan haccı
ona tercih etmek gerekir.
"Hacc, çoluk-çocuğunun nafakasından
artan malla vâcip olur." Bu hüküm aslî hacetlerde dahildir; binaenaleyh
hâssı âm üzerine atıf kabilindendir. Bu ona verilen ehemmiyettendir. Nehir.
Nafaka, yiyecek, giyecek ve meskene şâmildir. Gerek kendi nafakasında, gerekse
çoluk-çocuğununkinde israf ve fazla kısıntı yapmaksızın ortayı itibara almak
gerekir. Bahır. Yani mâlûm olan, kendi halinin ortalaması alınır; yoksa
zenginle fakir nafakasının arası itibara alınmaz. Binaenaleyh Bahır'daki,
"Zeycenin nafakasında ortayı itibara almak müftâbih kavle aykırıdır.
Fetva, her ikisinin halleri itibar edileceğine göredir. Nitekim gelecektir
inşaallah!" ifadesi vârit değildir. Çünkü oradaki 'Orta'dan murad, ikinci
mânâdır. Bundakinden murad ise, birincisidir.
«Çünkü kul hakkı» şeriatın hakkından
öncedir. Bu, şeriatın hakkı küçümsendiğinden değil, kul muhtaç olduğundandır.
Şeriatın ihtiyacı yoktur. Görmüyor musun şer'î hadler bir araya gelir de,
içlerinde kul hakkı da bulunûrsa, beyan ettiğimiz sebepten dolayı kul hakkından
başlanır. Bir de şu var ki, her şeyde Allah'ın hakkı vardır. Bir araya gelen
haklarda şeriatın hakkı öne alınırsa, kul hakları bâtıl olur. Câmi-i Sağîr'de
Kadıhan böyle demiştir. Peygamber (s.a.v.)'in, "Allah borcu daha
ileridir." hadisi, zâhire göre tâ'zim cihetinden daha ileridir
mânâsınadır; tercih cihetinden değildir. Onun için diyoruz ki: Hacca gitmek
için ödünç para almaz; meğer ki ödemeye kudreti ola! Nitekim yukarıda geçti.
Kez bir kimse canından veya malından yahut başkasının canından veya malından
korktuğunda namazı bozabilir vesonraya bırakır. Meselâ ebe kadının, çocuğun
ölmesinden korkması, körün çukura yuvarlanmasından korkutması, çobanın kurttan
korkması ve emsali böyledir.
«Dönünceye kadar...» Yani döndükten sonra
nafakanın kalması şart değildir. Zâhir rivayet budur.
«Selâmet gâlip olmakla yol emniyeti de
şarttır.» Fâkih Ebulleys bunu tercih etmiştir. İtimat bunadır. Deniz yolu ile
gitmekten başka çare yoksa, haccın sakıt olup olmayacağında ihtilâf edilmiştir.
Bazıları sükut edeceğini söylemiş; Kirmânî, "Gidilmesi âdet olan deniz
yolunda selâmet gâlip görülürse hacc vâciptir. Aksi takdirde vâcip değildir."
demiştir ki, esah olan budur. Bahır. Fetih sahibi diyor ki: «Öyle görülüyor ki,
selâmetin galip görülmesi ile birlikte, korkunun galip görülmemesi de
muteberdir. Hattâ yağmacılık olduğu ve eşkıyanın gâlip geldiği defalarca
tecrübe edilmekle, korku gâlip görülür veya bir eşkıya taifesinin yolu kestiği,
hem kuvvetli olduğu duyulur da, hacılar onların karşısında kendilerini zayıf
hissederlerse, hacc vâcip olmaz.» Râzî'nin "Bağdatlılardan hacc
sakıttır." diye verdiği fetvaya; İskâf'ın 636 yılında, "Ben haccın
zamanımızda farz olduğunu söyleyemem." demesine ve Selcî'nin,
"Horasanlılara falan seneden beri hacc yoktur." sözüne gelince:
Bunlar yağmacılığın ve yolda korkunun gâlip olduğu vakitlerde söylenmiş
sözlerdir. Sonra - Allah'a hamdolsun - bu korku kalmamıştır. Yol emniyeti o yer
hacılarının yola çıktıkları vakit şarttır. Velev ki başka zamanlarda
bulunmasın. Bahır. Lübab'dan naklen biz bunun vücûb-u edanın şartlarından
olduğunu arz etmiştik. Lübab şerhi'nde bunun esah olduğu bildirilmiştir. Fetih
sahibi de bunu tercih etmiştir. İmam-ı Azam'dan bir rivayete göre, yol emniyeti
haccın vûcubunun şartlarındandır. Şu halde birinci rivayete göre yol emniyeti
yokken ölürse, haccı vasiyet vâcip olur. Emniyet sağlandıktan sonra ise, bil
ittifak vasiyet vâciptir.Bahır.
METİN
Kul hakkı şeriatın hakkından önce gelir.
Kemâl'in tahkîkine göre, rüşvetle bile olsa
yol emniyeti şarttır. Bahsin sonunda geleceği vecihle, bazı hacıların
öldürülmesi özürdür. Acaba yolda alınan baç ve bekçi parası da özür müdür? Bu
hususta iki kavil vardır. Mutemet olanına göre özür değildir. Nitekim Kınye ve
Müctebâ'da beyan olunmuştur. Böyle olunca, zaruri ihtiyaçlarından artan malında
bâç parası gibi şeylere kudreti olup olmadığını hesaba katar. Nitekim
Tarablûsî'nin Menâsik adlı eserinde beyan edilmiştir.
İZAH
«Kemâl'in tahkiki...» şudur: Saffâr'ın,
"Ben, yol kesiciler çıkalı, yirmi senedir haccın farz olduğuna kail
değilim. Çünkü hacca ancak onlara rüşvet vermekle gidilebiliyor Ve taat günaha
sebep oluyor." ifadesi söz götürür. Çünkü onların programında rüşvet almak
yoktu. Onların halleri, insan öldürmeyi ve mal almayı helâl saymaktan
ibarettir. Beldeleri alarak oralarda hacılar için pusu kurarlardı. Bir defa
hacılara Mekke'de hücum ederek, Harem'de birçok insan öldürmüşlerdi. Kerhî'ye bunlardan
korkarak haccetmeyen kimsenin hükmü sorulmuş da. "Çöl, âfetlerden sâlim
kalmamıştır." cevabını vermiştir. Yani su az olduğu ve nehirler coştuğu
için âfetlerden hâli kalmaz; demek istemiştir. Merhumun bu cevabı îcaptır ve
şöyle yorumlanır: Kendisi ekseriyetle, hacıların bu adamların şerrinden
kurtulacağı kanaatindedir. Rüşvet aldıklarını farz etsek, böyle yerlerde
rüşvetin vebali alanadır; nasıl ki kaza bahsinde rüşvetin taksiminden mâlumdur.
Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
İbn-i Kemâl Paşa Hidaye üzerine yazdığı
şerhinde Kemâl'e itiraz etmiş. "Kaza bahsinde zikredilen mutlak değil,
veren muztar ve mecbur olduğuna göredir. Meselâ kendisi için veya malından
dolayı vermek zorundadır. Kendi iltizamı ile verirse, veren de günahkâr olur.
Sadedinde bulunduğumuz mesele bu kabildendir." demiştir. Nehir sahibi de
Onu tasdikleşmiştir. Fakat Ebussuud Efendi kendisine cevap vererek,
"Burada hacı, kendinden farzı ıskat için muztardır." demiştir.
Ben derim ki: Kınye ile Müctebâ'nın aşağıda
gelen sözleri de bunu te'yîd etmektedir. Çünkü baç ve bekçi parası da
rüşvettir. Halebi'nin Bahır'dan naklettiğine göre, böyle yerlerde rüşvet vermek
caizdir. Ama ben bunu Bahır'da görmedim. Araştırılsın!
«Bazı hacıların öldürülmesi...»nden murad,
ya her senedir; yahut ekseri yıllardadır ki, o zaman selâmet gâlip sayılamaz.
H.
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Zira
selâmetin gâlip olmasından murad, herkes için değil, toplum içindir. Bu ise,
ekserisinin veya birçoklarının öldürülmesi ile olur. Hırsızların büyük bir
toplumdan birkaç kişiyi öldürmesine gelince: Bu husus, cemaattan ayrılmak
sureti ile kendi kusurları ile olursa, orada selamet gâliptir. Evet, ölüm yol
kesicilerle hacılar savaşırken meydana gelirse, korku galip olduğu takdirde bu
bir özürdür. Çünkü yukarıda Fetih'ten naklettik ki, korkunun galip olmaması
şarttır. Şu da var ki: Az yukarıda Kerhî'nin hacıları öldürmeyi helâl sayan yol
kesiciler hakkındaki cevabını işittin. Keza susuzluktan ve nehirlerin
coşmasından meydana gelen ölümler, hırsızların öldürmesi ile meydana gelenlerden
kat kat fazladır. Bu özür olsa idi, hacc yalnız Mekke'ye yakın yerlerde
olanlara hususi vakitlerde farz olurdu. Halbuki Allah Tealâ başka sebeplerde
olduğu gibi, hacc seferinde de, ölme, öldürme ve hırsızlık olacağını bildiği
halde, onu uzaklardan gelecek kimselere farz kılmıştır.
"Mutemet olan kavle göre özür
değildir." Fetva buna göredir. Bunu Minhâc'dan Lübab şârihi nakletmiştir.
«Böyle olunca» Yani mutemet kavle göre özür
sayılmayınca, bâç parası gibi şeyleri hesabakatar. Şârih bunu Tarablûsî'nin
Menâsik adlı eserinden nakletmiştir. Lubab Şerhinde ise, Kırmâni'ye nispet
olunmuştur.
METİN
Hür bir kadına - ihtiyar bile olsa -
seferde akıl bâliğ bir koca veya mahrem lâzımdır. Velev ki köle veya zımmî
yahut süt cihetinden mahremi olsun. 'Akıl bâliğ' kaydı, koca ile mahremin
ikisine de şâmildir. Nitekim Nehir'de, inceleme neticesi beyan olunmuştur.
Mürâhik, baliğ gibidir. Cevhere. Mecûsi ve fâsık olmayacaktır. Çünkü
böylelerinden muhafaza beklenemez. Mahreminin nafakası kadına aittir. Çünkü onun
namına hapsedilmiştir. Acaba kadına evlenmek lâzım mıdır? Bu hususta iki kavil
vardır.
İZAH
«Hür» kelimesi, burada istidrak için
zikredilmiştir. Çünkü sözümüz, kendisine hacc farz olan kimse hakkındadır. Hacc
için hürriyetin şart olduğu evvelce geçmişti. Lâkin Şârih bununla şuna işaret
etmiştir ki, bu makamdan anlaşılan, kadının kocasız veya mahremsiz sefere
çıkamaması meselesi, hür olan kadına mahsustur. Cariye, mukâtebe, müdebbere ve
ümmü veled olanlar yalnız da sefere çıkabilirler. Nitekim Sirâc'da beyan
edilmiştir. Lâkin Lübab Şerhi'nde, zamanımızda bunların yalnız başlarına sefere
çıkmalarının mekrûh olduğuna fetva verildiği bildirilmektedir.
«Kadın ihtiyar bile olsa» yalnız başına
sefere çıkamaz. Çünkü deliller, mutlaktır. Bahır. Şair, "Mahallede, her
düşenin bir kaldıranı vardır. Ve her kesat için bir gün sürüm olur."
demiştir. (Yani "ihtiyar kadının da peşinden giden ihtiyar zampara
bulunur" demek istemiştir.)
«Seferde...» Yani üç gün üç gecelik yolda
akıl bâliğ bir koca veya mahrem lâzımdır. Bundan az olursa, bir hacet için
mahremsiz gidebilir. Bahır, İmam Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'tan bir rivayete
göre, kadının bir günlük yola mahremsiz gitmesi mekruhtur. Zaman bozulduğu için
fetvanın buna göre olması gerekir. Lübab şerhi, Buhârî ile Müslim'in rivayet
ettikleri şu hadis de bunu te'yîd eder: "Allah'a ve âhiret gününe îman
eden bir kadının, bir gün bir gecelik yola mahremsiz gitmesi helâl olmaz."
Müslim'in bir rivayetinde, "bir gecelik yola"; diğer bir rivayetinde,
"bir günlük yola" denilmiştir. Lâkin Fetih'te, "Mezhep birinci
kavil olduğuna göre, kadınla Mekke arasında üç günlükten az bir mesafe
bulunursa, kocası onu haccdan men edemez." denilmiştir. Bu ibaredeki
"koca veya mahrem" tabirleri ile, aşağıda gelecek, "iddeti bulunmamak"
kaydı, kadına mahsus iki şarttır. Diğer şartlar erkekle kadın arasında
müşterektir.
Mahrem, akrabalık veya süt yahut damatlık
dolayısı ile kadını ebediyyen nikâhına alamayan erkektir. Nitekim Tuhfe'de
beyan olunmuştur. Zâhiriyye'de, 'zina ettiği' kadının kızı da sayılmıştır.
Çünkü o erkek ona mahrem olur. 'Bunda mahremiyetin haram cima ile vehürmet-i
musaherenin sabit olduğu şeyle sübut bulduğuna delil vardır. Hâniyye'de böyle
denilmiştir. Nehir. Lâkin Lübab Şerhinde şöyle denilmektedir: «Hidâye şârihi
Kıvamüddin'in beyanına göre, zina sebebi ile mahrem olan erkekle, bazılarına
göre kadın sefere çıkamaz. Kudûri bunu tercih etmiştir. Biz de bununla amel
ederiz.» Dinde ihtiyat ve töhmetten uzak olan kavil de budur.
«Velev ki köle veya zımmî olsun.»
"Köle" sözü, "koca" ile "mahrem" in ikisine de
râcîdir. Zımmî ile süt ise mahreme mahsustur. Nitekim gizli değildir. H. Lâkin
Ebussûd Efendinin, Bezzaziye'nin nafakalar bahsinden naklettiğine göre,
zamanımızda kadın süt kardeşi ile sefere çıkamaz. Yani "Fesat galebe çaldığı
için çıkamaz" demek istemiştir.
Ben derim ki: Bunu, Onunla baş başa
kalmanın mekruh olması da te'yîd eder. Genç kaynana da böyledir. Binaenaleyh
genç kaynanayı burada da istisna etmek gerekir. Çünkü sefer halvet (baş başa
kalmak) gibidir.
«Nehir'de inceleme neticesi beyan
olunmuştur.» ve "Mahremde şart koşulan şey, kocada da şart koşulmak
gerekir. Mahremde akıl ve bulûğ şart koşulmuştur...» denilmiştir. Ancak Şârihin
"bâliğ" kelimesini "akıl" dan sonra zikretmesi gerekirdi.
Bu bahsi Kuhistânî, Tahâvî Şerhi'nden nakletmiştir. H.
«Mürâhik bâliğ gibidir.» cümlesi,
sıfatların arasına girmiş bir itiraz cümlesidir. H. Mürâhik, bulûğa yaklaşan
çocuktur.
«Mecûsi» sözü, mahreme mahsustur. Çünkü
hacı kadının kocasının Mecûsi olması tasavvur olunamaz. H.
«Fâsık» kelimesi hem 'kocaya', hem
'mahreme' şâmildir. Lübab Şerhi'nde bu kelime, "aldırmayan utanmaz"
diye kayıtlanmıştır.
«Böylelerinden muhafaza beklenemez.» Zira
Mecûsi, mahrem ile evlenmeyi helâl îtikat ettiği için, kadına tecavüz
etmesinden korkulur. Fâsıkın da Mürüvveti, kişiliği yoktur; velev ki koca
olsun. Musannıf mahremin güvenilir bir kimse olacağını kaydetmemiştir. Çünkü
anlattıkları buna hacet bırakmamıştır.
«Mahreminin nafakası kadına aittir.» Bu
cümle ile kayıtlamasının sebebi şudur: Kocası da onunla beraber haccederse,
onun nafakası kadına ait değildir; bilâkis kadının nafakası kocasına ait olur.
Kocası beraberinde olmasa da Ebû Yusuf'a göre nafaka yine ona aittir. İmam
Muhammed'e göre o kadına nafaka yoktur. Çünkü kendi fiili ile kendini
kocasından menetmiştir. Sirâc. Onun namına hapsedilmiştir. Yani mahremi kendini
o kadın için hapsetmiştir. Bir kimse kendini başkası için hapsederse nafakası
ona ait olur.
«Bu hususta iki kavil vardır.» Bu iki
kavil, koca ve mahrem bulunması vücubun şartı mı yoksa vücub-u edanın şartı mı
olduğuna ibtina eder, Fetih sahibinin tercih ettiği, sıhhat veyol emniyeti ile
birlikte vücub-u edanın şartı olmasıdır. Binaenaleyh hacca hastalık veya yol
korkusu mâni olur: yahut kadına koca veya mahrem bulunmazsa, haccı vasiyet
etmesi vâcip olur. Mahremi yoksa, kadının evlenmesi vâcip olur. Birinci kavle
göre hiçbir şey lâzım gelmez. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir. H. Nehir'de
şöyle denilmektedir: «Bedâyi sahibi, birinci kavli sahih bulmuştur. Nihâye
sahibi ise Kadıhan'a uyarak ikinciyi tercih etmiş; Fetih sahibi de bunu kabul
etmiştir.»
Ben derim ki: Lâkin Lübab sahibi, bu kadına
evlenmek vâcip olmadığına kesinlikle hükmetmiştir. Halbuki kendisi mahrem veya
koca bulunmasını edanın şartı kabul etmiştir. Cevhere sahibi ile İbn-i Emîr Hâcc
Menâsik'te bunu tercih etmişlerdir. Nitekim Musannıf bunu Minah adlı eserinde
bildirmiş; «Bunun vechi şudur: Evlenmekle kadının maksadı hasıl olmuyor. Çünkü
kocası ona mâlik olduktan sonra, onunla hacca gitmekten vazgeçebilir. O da
kendini ondan kurtaramaz, çok defa da kocası ona uymaz; böylece ondan zarar
görür. Mahreme böyle değildir. O kadına uyarsa, kadın onun nafakasını verir;
uymazsa nafakasını keser ve haccdan vazgeçer.» demiştir.
METİN
Kadının kölesi, kendisine mahrem değildir.
Kocası, kadını farz olan haccı edadan men edemez. Kadın mahremsiz haccederse
kerahetle caiz olur. Kadının mutlak surette iddet için de olmaması şarttır.
Yani hangi iddeti olursa olsun, bekler olmamalıdır. İbn-i Melek. Kadının
seferine mânî olan iddetin vâcip olması için, beldesi halkının hacca gittikleri
vakit itibara alınır. Sair şartlar da öyledir. Bahır.
İZAH
«Kadının kölesi kendisine mahrem değildir.»
Yani aleti kesilmiş veya enenmiş bile olsa yine mahrem olmaz. Çünkü kadının
nikâhı ona ebedî değil, kölesi bulunduğu müddetçe haramdır.
"Kocası kadını... men edemez."
Yani yanında mahremi varsa men edemez; mahremi yoksa men edebilir. Nasıl ki
farz olmayan haccdan men edebilir. Velev ki kendi fiili ile vâcip olsun.
Nitekim nezir hacc böyledir. Keza hacc için ihrama girip de, vaktini geçirir ve
umre yaparak ihramdan çıkarsa, o haccı ancak kocasının izni ile kaza eder.
Mikatı ihramsız geçtikten sonra Mekke'ye girerse, yine kocasının izni ile
mikata döner. Çünkü kocanın hakkını kadın kendi fiili ile men edemez; o, farz
olan haccda Allah'ın vâcip kılması ile men edilir. Rahmetî. Kocası mâlik olduğu
hususta men ederse, kadın muhsara (men edilmiş) olur. Nitekim inşaallah bâbında
gelecektir.
«Kadın mahremsiz haccederse kerahetle caiz
olur.» Bu kerahet, tahrimidir. Çünkü Sahîhayn'ın rivayet ettikleri bir hadiste
bu yasaklanmış; "Bir kadın üç günlük yolamahremsiz gidemez."
buyrulmuştur. Müslim'in bir rivayetinde, "Veya kocasız gidemez."
ifadesi vardır. T.
«İddet içinde olmaması şarttır.» Yani iddet
içinde bulunursa, ona hacc, farz değildir. Nitekim Mecmû Şerhi ile Lübab'da
beyan edilmiştir. Lübab şârihi diyor ki: "Bu söz bunun vücubunun şartı
olduğunu gösterir. Ama İbn-i Emîr Hâcc, onun edanın şartı olduğunu söylemiştir
ki, bu daha zâhirdir."
«Kadının seferine mani olan iddetin...»
seferi esnasında başına gelen iddette ise ric'î talâkla boşarsa, kocası
yanından ayrılmaz. Bâin talâkla boşarsa, memleketi ile Mekke arası her ikisinde
sefer mesafesinden az olduğu takdirde kadın muhayyerdir; Birine sefer mesafesi,
ötekine daha azsa, az olana gitmesi taayyün eder. Her ikisi sefer mesafesi ise,
kadın o anda bir şehirde bulunduğu takdirde, iddeti bitinceye kadar orada
kalır; mahrem bulsa bile oradan çıkmaz. İmameyn buna muhaliftirler. Kadın köyde
veya ovada olup, kendini emniyette görmüyorsa, emin olacağı bir yere gidebilir;
ve iddeti bitinceye kadar oradan çıkmaz. İmam-ı Âzam'a göre velev ki mahremi
bulunsun. İmameyn buna muhaliftirler. Fethu'l-Kadir'de böyle denilmiştir.
«Beldesi halkının hacca gittikleri vakit
itibara alınır.» Velev ki hacc aylarından önce olsun. Çünkü mesafe uzaktır. T.
Sair şartların da o vakit bulunmaları muteberdir.
T E T İ M M E : Lübab sahibinin Mensik-i
Kebir'inde beyan ettiğine göre, şartlardan biri de yürüme imkânıdır. Bundan
maksat mutad yürüyüşle hacca gidecek vakit kalmaktır. Şayet her gün veya bazı
günlerde bir konaktan fazla yol almaya muhtaç olursa, hacc vâcip değildir.
Lübab şârihi, farz namazları, vakitlerinde eda edebilmenin de şartlardan
olduğunu söylemiştir. Kirmâni diyor ki: "Zira başka bir farzı kaçırmak
sureti ile bir farzı meşru kılmak hikmete layık değildir." Tamamı
oradadır;
METİN
Aklı eren bir çocuk ihrama girse, yahut
onun namına babası ihramlansa muhrim olur. Babasının, onu önceden soyarak bir
örtü ve kaftan giydirmesi gerekir. Mebsût. Bunun zâhiri gösteriyor ki, aklı
erdiği halde babasının onun namına ihrama girmesi sahihtir. Aklı ermeyen çocuk
namına girmesi ise evleviyetle sahih olur.
Vakfeden evvel çocuk bulûğa erse, yahut bir
köle ihrama girerek vakfeden evvel âzâd olsa da her biri ihramlı olarak hacca
devam etseler, farz haccları sâkıt olmaz. Çünkü bu yaptıkları nâfile olmuştur.
Çocuk Arafat'ta vakfe yapmadan ihramı yenileyerek farz hacca niyet ederse,
kâfidir. Ama köle bu zikredilen yenilemeyi yaparsa ona kâfi gelmez. Çünkü lâzım
olarak mün'akittir. Çocuk, kâfir ve deli bunun hilâfınadır.
İZAH
«Yahut onun namına babası ihramlansa muhrim
olur.» Maksat, nesep itibarı ile en yakınıdır. Baba ile kardeş bir arada
bulunsalar, baba ihramlanır. Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir. Zâhire bakılırsa
bu, evleviyetin şartıdır. Lübab ve Şerhi.
«Giydirmesi gerekir.» Lübab ile şerhinde
şöyle denilmiştir: «Velisi, çocuğu, dikişli elbise giymek ve koku sürünmek gibi
ihram yasaklarından koruması gerekir. Ama bunları çocuk kendiliğinden
irtikâbederse, ikisine de bir şey lâzım gelmez.»
«Bunun zâhiri gösteriyor ki...» Yani
Mebsût'un sözünün zâhiri, yahut babasının onun namına ihrama girmesi gösteriyor
ki demektir. Lâkin bunu Lübab'ın, "Çocuğun bizzat yapabildiği her şeyde
niyabet caiz değildir." sözü ile birlikte düşün! Kezâ Ustruşnî'nin
Cami'inde Zahire'den naklettiği şu sözü düşün: «İmam Muhammed Asıl adlı
kitabında şöyle demiştir: Kendisi namına babası hacceden çocuk, hacc fiillerini
kaza eder ve şeytan taşlarını atar. Bu, iki surette olur. Birincide çocuk
kendiliğinden edayı akıl etmez. Bu vecihte onun namına babası ihramlanırsa
caizdir. Eğer bizzat edayı akıl ederse, bâliğin yaptığı gibi bütün fiilleri
kaza eder.» Bu ifade, babasının ihramı ancak çocuk akıl etmediği zaman sahih
olacağı hususunda açık gibidir.
«Vakfeden evvel...» haccları sâkıt
olmayınca, vakfeden sonra da evleviyetle sâkıt olmaz.
«Çünkü nâfile olarak mün'akittir.» Kıyasa
göre, vakfe halinde farz hacca niyet ederse farz yerine geçmeli idi. Çünkü
ihram şarttır. Nasıl ki çocuk yıkanır da, sonra bulûğa ererse, o temizlikle
farzı eda etmesi sahih olur. Şu kadar var ki, ihramın rükne benzerliği vardır;
zira niyete şâmildir. Bunu tekrarlamayınca sahih olmaz. Nasıl ki bir namaza
başlar da, sonra bulûğa ererse, niyetini yenileyip farza çevirirse, kıldığı
farz yerine geçer. Aksi takdirde geçmez. Lübab şerhi.
"İhramı yenileyerek farz hacca niyet
ederse kâfidir" Bu, mikatlardan birine dönerek, hacc için telbiye yapmakla
olur. Nitekim Mülteka şerhi'nde böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa, dönmek şart
değildir. Çünkü ihramı mikattan yapmak sadece vâciptir. Nitekim gelecektir. T.
«Arafat'ta vakfe yapmadan...» deniliyor ki,
Mübteğâ'nın ibaresi şöyledir: «Çocuk veya deli yahut kâfir ihrama girer de,
sonra bulûğa erer veya deli ayılırsa, hacc vakti bâki olduğu takdirde, ihramı
yenilerlerse, farz hacc yerine onlara kafidir.» Bunun muktezasınca, "vakfe
yapmadan önce" ifadesinden murad, vakti geçmezden önce demektir. Nitekim
Molla Aliyyü'l-Kâri, Vikâye ve Lübab üzerine yazdığı şerhinde bu tabiri
kullanmıştır. Lâkin Kadi İyâz, Lübab üzerine yazdığı şerhinde Şeyh Hasan
el-Uceymî el-Mekkî'den nakletmiştir ki, bundan murad, Arafat'ta bulunmaktır.
Hattâ zevâlden sonra orada bir lâhza durur da bulûğa ererse, vakfe zamanı bâki
bile olsa, yenilemesi gerekmez. Abdullah el-Afîf Mensik'inin»Şerhi'nde bunu
Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisi ile te'yîd etmiştir: «Her kim Arafat'ta gecenin
veya gündüzün bir saatinde durursa haccı tamam oldu demektir.» Şeyh Abdullah
diyor ki: "Zamanımızda bu meselede ihtilâf edildi. Bazıları vakfe
başladıktan sonra ihramı yenilemesinin sahih olduğuna, bazıları sahih
olmadığına fetva verdiler. Ama bu hususta açık bir delil göremedik."
Kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: Musannıf'ın sözünden
anlaşılan, Dürer'e uyarak "vakfesinden önce" sözü ile, vakfenin,
vaktini değil; haki katını kast etmiş olmasıdır. O, Uceymî'nin sözünü te'yîd
etmektedir.
«Ona kâfi gelemez.» Yani köleye bu yemleme,
farz hacc yerine geçmez. T. Çünkü onun ihramı lâzım, nâfile olarak mün'akittir.
Artık ondan çıkmasına imkân yoktur. Bahır. "Çocuk" bunun hilâfınadır.
"Zira onun ihramı lâzım değildir. Üzerinde lüzum ehliyeti yoktur. Onun
için haccdan men edilip ihramdan çıkmış olsa, ne ceza kurbanı lâzım gelir; ne
de kaza. Yasakları irtikâbından dolayı ona bir ceza yoktur. Fetih.
"Kâfir" de bunun hilâfınadır. Yani kâfir ihrama girer de sonra
Müslüman olursa, farz olan hacc için ihramını yenilediği takdirde, bu ona kâfi
gelir. Çünkü ehliyeti olmadığı için, onun ilk ihramı mün'akit olmamıştır. Bunu,
Tahtâvî Bedâyi'den nakletmiştir.
«Deli» de bunun hilâfınadır. Yani onun
namına velisi ihrama girer de sonra ayılarak vakfeden önce ihramı yenilerse,
farz hacc yerine kâfi gelir. Lübab şerhi. Zâhîre'de bildirildiğine göre,
Asıl'da İmam Muhammed, "Çocuk hakkında babası onun namına ihrama girebilir
diye gördüğün her cevap, deli hakkında da cevaptır." demiştir.
Valvalciyye'de ihsar ba'bından önce şöyle denilmektedir: Çocuk da öyledir. Ona
babası hacc ettirir. Deli de öyledir. Babası onun namına hacc fiillerini yapar;
taşlan atar. Çünkü bunlar, acizken babalarının onlar namına ihrama girmesi,
kendilerinin girmesi gibidir.» Makdisî Şerhi'nde de Bahr-ı Amîk'ten naklen
şöyle denilmektedir: «Müslüman deliye hacc yoktur. Bizzat haccederse sahih
olmaz. Lâkin onun namına velisi ihrama girer.»
Bu nakiller, deli için çocukta olduğu gibi,
velisinin ihrama gireceği hususunda açıktır. Bununla Bahır'daki şu ifade
defedilmiş olur: «Delinin bizzat ihrama girmesi nasıl tasavvur edilebilir?
Velisinin onun namına ihrama girmesi ise açık bir nakle muhtaçtır.» O, çocuk
gibidir demek istiyor.
METİN
Haccın farzları üçtür. Birincisi ihramdır.
İhram, başlarken şarttır. Sonu itibarı ile ona rükün hükmü verilir. Hattâ hacca
yetişemeyene, gelecek sene kaza etmek için ihramda kalmak caiz değildir.
İkincisi, Arafat'ta vakfe zamanında
durmaktır. (Arafat, Mina tarafında bir yerin ismidir. "Tanışma"
mânâsına gelen "marifetten yapılmış bir ismi cemidir.) Bu yere Arafat
denilmesi, Hz. Adem'le Havva orada tanıştıkları içindir.
Üçüncüsü, Ziyaret tavafının ekserisidir.
Bunların ikisi rükündür. Vacipleri yirmi küsürdür: 1) Cem'de durmak. Cem,
Müzdelife'dir. Buraya ("toplanmak" mânasına gelen) bu ismin
verilmesi, Hz. Âdem Havva ile burada bir araya gelip gerdeğe girdiği içindir.
2) Safa ile Merve arasında sa'y. Üç
mezhebin imamlarına göre sa'y rükündür. (Safa ile Merve, Kâbe'nin yanında karşı
karşıya bulunan iki tepedir.) "Safa" adı verilmesi, üzerinde
Safvetullah olan Âdem aleyhisselâm oturduğu içindir. Merve'ye de, üzerinde kadın
yani Havva oturduğu için bu isim verilmiştir. Müennes olması bundandır.
3) Her haccedenin taş atması.
4) Tavaf-ı sader yani uzaklardan gelen
hacının hayızlı olmamak şartı ile veda tavafı yapması.
İZAH
«Farzları» tabirini kullanması, şarta ve
rükne şâmil olsun diyedir.
"İhram» dan murad, niyetle telbiye
yahut telbiye yerini tutan zikir veya devenin boynuna bir şey asarak
göndermektir. Lübab ve şerhi.
«İhram başlarken şarttır.» Hattâ hacc
aylarından önce yapılması mekruh olmakla beraber sahihtir. Nitekim gelecektir.
H.
«Hattâ hacca yetişemeyen ilhe...» cümlesi,
rükne benzemesi üzerine tefri edilmiş bir meseledir. Yani hacca yetişemeyen
kimsenin ihramlı olarak kalması caiz değildir. Ona düşen vazife, umre yaparak
ihramdan çıkmak ve gelecek sene kaza etmektir. Nitekim gelecektir. Sırf şart
olsa idi. ihramda kalması caiz olurdu. H. Yine bunun üzerine Lübab Şerhi'ndeki
şu mesele teferru etmiştir: «Bir kimse ihrama girer de sonra - maazallah -
dinden dönerse, ihramı bâtıl olur. Aksi takdirde dinden dönmek, namaz için abdest
gibi hakiki şartı iptal etmez.» Keza evvelce arz ettiğimiz abdestte niyeti şart
koşmak da böyledir. Halis şart niyete muhtaç değildir. Yukarıda geçen,
"çocuk ihrama girer de bulûğa ererse veya köle ihrama girer de âzâd
olursa, çocuk ihramını yenilemedikçe farz sâkıt olmaz." meselesi de
böyledir.
«Zamanında durmaktır.» Vakfe zamanı, arefe
gününün zevâl vaktinden, bayram sabahı fecir doğmazdan az önceye kadardır. T.
«Ziyaret tavafının ekserisi» dört şavttır.
Kalan üç şavtı vâciptir. Nitekim gelecektir. T.
«Bunların ikisi rükündür.» Bu ifade
karşısında ulemanın şu sözü müşkül kalır: «Hacca memur edilen kimse, Arafat'ta
vakfeyi yaptıktan sonra ziyaret tavafından evvel ölürse, yaptığı kâfi sayılır.
Vakfeden evvel ölmesi bunun hilâfınadır. Çünkü iki rüknü bulunmayan haccın
vücudu yoktur. İki rükün ise bulunmamışlardır. Şu halde memur ölse de, geri
dönse de, gönderen namına kâfi gelmemesi icap eder. Bahır.» Allâme Makdisî
diyor ki: «Şöyle cevap verilebilir: Ölüm hak sahibi tarafındandır. O kimse
elinden geleni yapmıştır. "Hacc arefedir" diye hadis vârit olmuştur.
Dönen kimse bunun hilâfınadır.» Kendi namına hacceden kimseye gelince:
Lubab'dan naklen ileride söyleyeceğiz ki, haccının tamamlanmasını vasiyet
ederse, bir deve vâcip olur. Düşün!
TETİMME: Haccın farzlarından şunlar kaldı:
Tavafı niyet, farzlar arasında tertip: Evvela ihram, sonra vakfe, sonra ziyaret
tavafı yapılacak. Her farzın vaktinde yapılması. Şu halde vakfe, arefe günün
zevâlinden, bayram gününün fecrine kadar yapılacak, ziyaret tavafı ondan sonra
ömrün sonuna kadar yapılabilir. Bir de yeri, yani vakfe yapmak için Arafat'tan
bir yer ve tavaf için Kâbe'nin kendisi. Vakfeyi yapmadan cimaı terk etmek de
farzlardan sayılmıştır. Lübab ve şerhi.
«Vâcipleri yirmi küsürdür.» Şârih'in
yaptığı ziyadelerle yirmi ikisi buradadır. Yahut son olarak zikrettiği mahzur
üç sayılırsa, yirmi dörttür. Lübab sahibi bunları otuz beşe çıkarmıştır ki,
başka on bir vâcip ziyade etmiştir.
Bunlar, 1) Arafat'ta gecenin bir cüzünde
durmak, 2) Arafat'tan dönüşte imama tâbi olmak; yani Arafat toprağından imamdan
sonra çıkmak, 3) Akşamla yatsıyı Müzdelife'ye bırakmak. 4) Ziyaret tavafında
ekseriyet şavtlarından sonraki ziyadeyi yapmak, 5) Bazılarına göre gecenin bir
cüzünü orada geçirmek, 6) Her günün şeytan taşını ertesi güne bırakmamak. 7)
Kıran ve temettu haccı yapanların kurban kesmeden şeytan taşlamaları. 8) Hedy
kurbanı. 9) Ve bu kurbanı tıraştan önce kesmeleri, 10) Bu kurbanı bayram
günlerinde kesmeleri. ve 11) Bazılarına göre kudûm tavafıdır.
Ben derim ki: Lâkin hakikatte haccın
vâcipleri, metinde zikredilen ilk beş şeyle kurban kesmektir. Geri kalanları
onun vasıtalı vâcipleridir, çünkü onlar tavaf ve benzerinin vâcipleridir.
«Cem'de durmak.» Yani orada fecirden sonra
bir an olsun kalmaktır. Nitekim Lübab Şerhi'nde bildirilmiştir.
«Her haccedenin taş atması» yani uzaktan
gelsin, yakından gelsin, kıran yapsın, temettu veya ifrat haccı yapsın her
hacının şeytan taşlaması vâciptir. Bu söz bütün geçenlere râcidir. Bunu
söylemesi, "uzaktan gelen" sözü hepsine râci sanılmasın diyedir.
Yoksa aşağıda gelecek vâciplerden birçoğu her hacıya aittir. Hayızlı olmamak
şartı ile veda tavafı yapmasıvâciptir. Hayızlıdan bu tavaf sâkıttır. Nitekim
gelecektir.
METİN
5) Tıraş olmak veya, 6) Saçını kısaltmak,
7) İhrama mikattan girmek. Arafat'ta vakfenin sınırı gündüz durursa güneşin
batmasına kadardır. 8) Tavafa Haceri Esvet'ten başlamak en münasip kavle göre
vâciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) buna devam buyurmuştur. Bazıları farz,
bazıları da sünnet olduğunu söylemişlerdir. 9) Esah kavle göre tavafa sağından
başlamak. 10) Yürümeye mani özrü olmayanın yürümesi. Emekleyerek tavaf etmeyi
adamış olsa, yürüyerek tavaf etmesi gerekir. Nafile olarak emekleyerek başlarsa
yürümesi efdaldir.
İZAH
«Tıraş olmak veya saçını kısaltmak.» Yani
hacı bunlardan birini yapacaktır. Erkeğin tıraş olması efdaldir. Burada şöyle
bir itiraz vârit olmuştur: Bu iş ihramdan çıkmak için şarttır. Şart ise ancak
farz olur. Lübab Şârihi buna şu cevabı vermiştir: "Onun vâcip olması,
meşru vakitte yapılması yönündendir ki, o da haccda şeytanı taşladıktan sonra;
umrede ise sa'yden sonradır."
Ben derim ki: Burada şöyle de denilebilir:
Bu, başka bir vâciptir; gelecektir. En iyisi şöyle cevap vermektir: İhramdan
çıkmanın buna bağlı olmasından, bunun kesin farz olması lâzım gelmez; vâcip de
olabilir. Nasıl ki vacip olan namazdan çıkma işi vâcip olan selâma bağlıdır.
Düşün! Sonra Fetih'te gördüm ki şöyle denilmiş: «Tıraş olmak Şâfii'ye göre
vâcip değildir. O bize göre vâciptir; çünkü vâcip olan ihramdan çıkış, ancak
onunla olur.» Biraz söz ettikten sonra Fetih sahibi, "Şu kadar var ki, bu
te'vîl zannîdir. Onunla vücup sabit olur; kat'î hüküm sabit olmaz."
demiştir.
«Mikattan» tabiri, Mekkeli ve emsali için
hareme şâmildir. Meselâ hedy kurbanı göndermeyen temettu hacısı böyledir. T.
Bununla kayıtlaması, ondan sonra gelenlerden korunmak içindir. Aksi takdirde
daha önceden caiz, hattâ şartları ile yapılırsa efdaldir. Nitekim Lüb'ab
Şerhinde böyle denilmiştir.
«Güneşin batmasına kadardır.» Burada
"zevâlden başlayarak" dememiştir. Çünkü zevâlden başlamak vâcip
değildir. Vacip olan sadece, tahakkuk ettikten sonra mutlak olarak gün
batıncaya kadar uzatmaktır. Nitekim Lübab Şerhi'nde beyan edilmiştir.
«Gündüz durursa» gün batıncaya kadar
uzatmak vâciptir. Gece durursa, o kimse hakkında vâcip yoktur. Hatta bir an
dursa, kendisine bir şey lâzım gelmez. Nitekim Lübab Şerhi'nde böyle
denilmiştir. Evet, gündüzün gün batıncaya kadar vâcip olan vakfeyi terk etmiş
olur.
«En münasip kavle göre vâciptir.» Kenz
Şerhi el-Matlabü'l-Fâik'te beyan olunduğuna göre, esah olan bunun şart
olmasıdır. Lâkin zahir rivayette sünnettir. Terki mekruhtur. Umumiyetle fukaha
bu kavli benimsemişlerdir. Lübab sahibi bunu sahihlemiş, İbn-i Hümam da,
"Vâcipdenilse uzak sayılmaz. Çünkü bir defa terk etmeksizin devam buyrulması,
vâcip olduğuna delildir." demiştir. Minhâc sahibi Vecîz'den naklen bunu
açıklamıştır. En güzel ve en doğru budur. Binaenaleyh buna itimat edilmelidir.
Bu satırlar Lübab Şerhi'nden alınmıştır.
«Sağından başlamak» tavaf eden kimsenin
Kâbe'yi soluna alması ile olur. Lübab. Burada "esah kavle göre"
demesi, Cumhur böyle açıkladıkları içindir. Bazıları "sünnettir"
demiş; birtakımları da farz olduğunu söylemişlerdir. Lübab Şerhi.
«Özrü olmayanın yürümesi» vâciptir. Özürsüz
terk ederse tekrarlar. Aksi takdirde kurban lazım gelir. Çünkü bize göre
yürümek vâciptir. Ulema bunu nâssan bildirmişlerdir. Bu kavil İmam
Muhammed'indir. Hâniyye'de "efdal olan budur" denilmişse de, bu ya
bir ihmaldir; yahut nâfileye yorumlanır.
«Hattâ nâfilede sadaka vâcip olması
gerekir.» Çünkü başlayınca vâcip olur. O halde "Yürümek vacip
olmuştur." denilemez. Zira farz ve tahminimiz onun başlaması yürüme sıfatı
ile olmamasıdır. Başlamak ancak başladığı şeyi vâcip kılar. Fetih'te böyle
denilmiştir.
«Emekleyerek tavafı nezretse, yürüyerek
tavaf etmesi gerekir.» Lübab sahibi Mensik-i Kebir'inde şöyle diyor: «Sonra
eğer emekleyerek tavaf ederse onu tekrarlar. Asıl adlı eserde böyledir. Kâdı,
Tahâvî muhtasarının şerhinde kafi geleceğini söylemiştir. Çünkü o kimse
kendisine vâcip kıldığı şeyi yapmıştır.» Tamamı Lübab Şerhi'ndedir.
«Yürümesi efdaldir.» Bununla Şarih
emeklemenin kâfi geleceğine işaret etmiştir, ceza kurbanı gerekmez. Asl'ın
rivayetine göre, başlamakla vâcip olanı nezirle vâcip olandan ayırmaya
muhtaçtır. İhtimal fark şudur: Sözle vâcip, fiile vâcip kılmaktan daha
kuvvetlidir. Binaenaleyh sözle kâmil olarak vâcip olur; tâ ki ma'siyeti
nezretmiş olmasın. Nasıl ki oruçsuz îtikaf nezretse, oruçla îtikaf lâzım gelir;
noksan olarak yaptığı vasıf hükümsüz kalır. Başlamakla vâcip olan,
başladığıdır. Ona emekleyerek başlamıştı. O halde başkası lâzım gelmez. Aksi
halde mûcipsiz vâcip olmuş olur.
METİN
11) Tavafta mezhebe göre hükmî necasetten
temiz bulunmak. Bazıları elbise, beden ve tavaf yerinin hakiki necasetten temiz
tutulmasının da vâcip olduğunu söylemişlerdir. Ekseri ulemaya göre bu, sünnet-i
müekkededir. Nitekim Lübâbü'l-Menâsik Şerhi'nde beyan edilmiştir. 12) Tavafta
avret yerini örtmek. Namazda olduğu gibi dörtte biri veya fazlasının açılması
ile kurban cezası vâcip olur. 13) Safa ile Merve arasındaki sa'ye Safâ'dan
başlamak. Merve'den başlarsa, esah kavle göre ilk şavt sayılmaz. 14) Sa'yda
özrü olmayanın yürümesi, Nitekim tavafta geçmişti. 15) Kırân ve temettu
yapanların koyun kesmesi. 16) Her tavaf ta hangi tavaf için olursa olsun, iki
rekat namaz kılmak. Bu namazı terk ederse, acaba ceza kurbanı lâzım gelir mi?
Bazıları, "Evet lâzımdır, bunu vasiyet eder." demişlerdir. 17)
Kurbanbayramı günü şeytan taşlamak, tıraş olmak ve kurban kesmenin aralarında
ileride beyan edilecek tertip; tavafla şeytan taşlamak ve tıraş olmak
arasındaki tertip ise sünnettir. Taş atmadan ve tıraş olmadan tavaf etmiş olsa,
bir şey lâzım gelmez; yalnız mekruhtur. Aşağıda gelecek ki, ifrat haccı yapana
kurban yoktur. Bunu tahkik edeceğiz.
İZAH
«Hükmî necaset», cünüplükle
abdestsizliktir. Velev ki günah ve kefaret hususunda hükümleri değişik olsun.
«Mezhebe göre» sahih olan budur. İbn-i şüca
sünnet olduğunu söylemiştir. Kâri'nin Lübab Şerhi.
«Tavaf yerinin» temizlenmesi vâcip olduğu,
Lübab Şerhi'nde açıkça nakledilmemiştir. Orada sadece şöyle denilmiştir: «Yerin
temizliğine gelince: Izz b. Cemâa'nın Gâye sahibinden naklettiğine göre, bir
kimsenin tavaf ettiği yerde pislik olsa, tavafı bozulmaz. Bu, şart ve farz
olmadığını gösterir. Vâcip veya sünnet olması ihtimali vardır.»
«Ekser-i ulemaya göre bu...» Yani bu nevi
elbise ve beden temizliği sünnet-i müekkededir. Lübab şerhi. Hattâ Fetih
sahibi, "Bazı kitaplarda bütün elbise pislenirse, ceza kurbanı lâzım gelir
denilmişse de, bunun rivayette aslı yoktur." demiştir. Bedâyi'de, "Bu
sünnettir. Bir kimse elbisesinde dirhemden fazla pislik olduğu halde tavaf
ederse, kendisine bir şey lâzım gelmez. Mescide pislik soktuğu için sadece
mekruh olur." denilmektedir.
«Tavafta avret yerinî örtmek.» Avret yerini
örtmek mutlak surette farz olduğu halde, burada onun vâcip olduğunu söylemenin
faydası bundan dolayı ceza kurbanı lâzım gelmesidir. Nasıl kî cumada, terkinden
bozulması lâzım gelmez mânâsına hutbeyi sünnetlerden saymıştır. Aksi halde
sünnet farza aykırıdır. Çünkü onu bir defa terk etmekle, günaha girmiş olmaz.
Bana zâhir olan budur. Biz bunu Cuma bahsinde arz etmiştik.
«Dörtte biri veya fazlasının açılması ile»
ceza vâcip olur. Dörtte birden azı açılırsa mâni değildir. Ama dağınık
pislikler toplanır. Lübab.
«Kurban cezası vâcip olur.» Bu,
tekrarlamadığına göredir. Tekrarlarsa sâkıt olur. Bir de bu, vâcip olan
tavaftadır. Tavaf vâcip değilse, sadaka vermek vâcip olur.
«Esah kavle göre iki şavt sayılmaz.» Bu
kavlin mukabili, Kirmânî'nin söylediğidir ki, şudur: İlk şavt sayılır. Lâkin
sünneti terk ettiği için mekruhtur. Başlaması sünnet vecihle olması için, o
şavtı tekrarlaması müstehap olur. Lübab sahibi Safâ'dan başlamayı sa'yın sahih
olması için şart saymıştır. Birinci şavtın sayılmaması, buna ve vâciptir diyen
kavle teferru eder. Çünkü sayılmamaktan murad, tekrarlanmamasının lâzım
gelmesidir; yahut yapılmazsa ceza gerekmesidir. Fark sadece şu cihetten gelir
ki, ilk şavtı tekrar etmediği vakit, ' şarttır ' diyen kavle göre sa'yı terk
ettiği için ceza lâzım gelir. Çünkü şartı olmadıkça, meşrut sahih olamaz. '
Vâciptir ' diyen kavle göre - ki delil cihetinden tercih edilen daha âdil kavil
budur - ilk şavtı terk ettiği için ceza lâzım gelir. Nitekim Lübab Şerhi'nde
böyledir. Burada şöyle denilebilir: İlk şavt sayılmazsa, Safâ'dan başlamak
ikinci şavtla olmuştur ve şart bulunmuştur; onun terki tasavvur olunamaz; o
kimse yalnız son şavtı terk etmiş olur. Meğer ki ilk şavtı tekrarlamış olsun.
Bunun şart olması vücuba aykırı değildir. Çünkü bir şeyin başkası için şart
olmasından (sahih olması ona bağlı bulunmasından), farz olması lâzım gelmez.
Nitekim bunu tıraş meselesinde arz etmiştik. Lübab şârihinin burada ve tıraş
meselesinde anladığı buna muhaliftir. Eğer farz olsa idi, sa'yın yahut bir
kısmının farz, kalanının vâcip olması lâzım gelirdi. Halbuki sa'yin tamamı
vâciptir. Kurbanla ikmal edilir. O zaman vâcip olduğunu söylemek taayyün eder.
Zira ' şarttır ' diyen kavle göre, açık bir semeresi yoktur. Nitekim bunu
Mensik-i Kebir sahibi bildirmiştir. Velev ki Aliyyü'l-Kâri Lübab Şerhi'nde bunu
garip görmüş olsun! Doğrusunu Allah bilir.
«Bazıları evet» demişlerdir. Şârih burada
bu kavli zayıf gösteriyor. Halbuki Mülteka Şerhi'nde kesin ifade kullanmıştı.
Çünkü Lübab sahibi, kesinlikle hilâfına kail olmuş, "Bu namaz bir zamana
veya mekâna mahsus değildir." demiştir. Yani caiz ve sahih olması itibarı
ile bir şeye hass değildir demek istemiştir. Bu namazın, ölümden başka bir
sebeple vakti geçmeyeceğini, terk ederse kurbanla ödenmeyeceğini, yani kefaret
verilmesini vasiyet etmek vâcip olmadığını söylemiştir. Lübab şârihi de
meselenin ihtilâflı olduğunu, Bahr-ı Amîk'de "Kurban vâcip değildir"
denildiği halde, Cevhere ile Bahr-ı Zâhir'de "vaciptir" denildiği;
bazı menâsik kitaplarında ise; "Ekseriyete göre vâcip değildir. Şâfiî de
buna kaildir. ' Lâzımdır ' diyenler de vardır." denildiğini söylemiştir.
«İleride beyan edilecek tertip...»
cinayetler bâbındadır. Orada şöyle diyecektir: «Kurban bayramı günü dört şey
vâcip olur. Şeytan taşlamak, sonra ifrat yapmayanın kurban kesmesi, sonra tıraş
olmak, sonra tavaf. Lâkin taşlamadan ve tıraştan önce tavaf edene bir şey
yoktur. Evet, mekruh olur. Lübab. Nasıl ki ifrat haccı yapana bir şey yoktur.
Meğer ki taşlamadan tıraş olsun. Çünkü onun kurban kesmesi vâcip değildir.»
Bundan anlaşılır ki, Musannıf'a burada, kurbanı tıraştan evvel söylemek
düşerdi. Ta ki aralarındaki tertip hakikatte uygun olsun. Tavafın dahi
kurbandan önce zikredilmesi lâzım değildir. Çünkü onu kurbandan önce olan
taşlamadan önce yapmak caiz olunca, Halebî'nin dediği gibi kurbandan önce caiz
olması evleviyette kalır. Hâsılı tavafın bu üç şeyden, hiçbirinin üzerine
tertibi vâcip değildir. Onun için onu burada zikretmemiştir. Tertip ancak üç
şeyde; yani şeytan taşlamak, sonra kurban kesmek, sonra tıraş olmakta vaciptir.
Lakin ifrat haccı yapana kurban vâcip değildir. Şu halde onun hakkında tertip,
şeytan taşlamakla tıraş olmak arasında kalır.
METİN
18) Tavaf-ı ifâzayı; yani ziyaret tavafını
bayram günlerinden birinde yapmaktır. Vâciplerden bazıları da, 19) Tavafın Hatîmin
arkasından, 20) Sa'yin geçerli tavaftan sonra yapılması, 21) Tıraşın mekân ve
zamana mahsus olması ve, 22) Vakfeden sonra cimaı, dikişli elbise giymeyi ve
başını yüzünü örtmek gibi bir yasağı terk etmektir. Kaide şudur: Terkinden
dolayı ceza kurbanı vacip olan her şey vâciptir. Bunu Mülteka sahibi
açıklamıştır. Cinayetler bâbında daha iyi anlaşılacaktır.
Bunlardan başkaları sünnet ve âdâptır.
Meselâ nafakayı bol tutmak, temizliğe ve dilini korumaya devam etmek, anne ve
babasından, alacaklısından ve kefilinden izin almak, iki rekat namazla mescide
veda etmek, tanıdıklarına veda edip onlarla helallaşmak ve dualarını istemek,
yola çıkarken biraz sadaka vermek ve yola perşembe günü çıkmak gibi şeyler
bunlardandır. Veda Haccı'nda Peygamber (s.a.v.) perşembe günü yola çıkmıştır.
Yahut tevbe ve istihareden sonra pazartesi veya cuma günü yola çıkmalıdır. Yani
vasıtayı satın mı almalı yoksa kiralamalı mı; karadan mı gitmeli denizden mi;
filân kimse ile arkadaş olmalı mı olmamalı mı diye istihâre etmelidir. Çünkü
vâcip ile mekruhta istihârenin yeri yoktur. Tamamı Nehir'dedir.
İZAH
«Bayram günlerinden birinde yapmaktır.»
îtikaf bahsinde arz etmiştik ki, hacc fiillerinde geceler günlere tâbidir.
«Tavafın, Hatîmin arkasından» yapılması
vâciptir. Çünkü Hatîmin bir kısmı Kâbe'dendir. Nitekim izahı gelecektir.
«Geçerli tavaf...» dört şavt veya daha
fazlasıdır. Tavafı abdestli veya abdestsiz yahut cünüp olarak yapmak birdir.
Abdestsiz veya cünüp olarak yaptıktan sonra, onu tekrarlamak birinci tavaf
bozulduğu için değil, noksanı tamamlamak içindir. Bunu Bahır'dan naklen Halebî
söylemiştir. Sonra bunun vacip olması, Lübab'da sa'yin şartı sayılmış olmasına
aykırı değildir. Nitekim yukarıda görmüştün!
«Tıraşın mekâna» mahsus olmasından murad,
Harem'de yapılmasıdır. Velev ki Mina'dan başka bir yerde olsun. Zamandan murad
da, bayram günleridir. Ama bu, hacıya mahsustur. Umre yapanın tıraşı zamana
bağlı değildir. Nitekim cinayetler babında gelecektir.
«Bir yasağı terk etmektir.» Lübab Şerhi'nde
şöyle deniliyor: Yasaklardan sakınmak farzdır. Vacip olan, ancak kerahet-i
tahrimiyye ile mekruh olanlardan sakınmaktır. Nitekim Kemâl b. Hümâm tahkik
etmiştir. Ancak haram fiille vacipleri terk işi, ceza lâzım gelmekte müşterek
olduğundan bu mânâda vâciplere katılmıştır.
«Vakfeden sonra cimaı» terk etmek,
yasaklanmış şeyleri temsildir. "Vakfeden sonra" diye kayıtlaması,
önce olursa haccı ifsat edeceği içindir. Burada maksat, bozmayandır. Düşün!
«Kaide şudur...» Bütün vâcipleri
saymayınca, bu kaideyi getirmiştir. Bir de kazıyyenin aksi ile vâcibin hükmünü
ifade etmek istemiştir. lâkin bu kazıyye mantıkî olarak akseder; lügat itibarı
ile aksetmez ve, "Bazı vâciplerin terki ile kurban vacip olur"
denilir: "Her vâcibin terki kurban icap eder" denilmez. Çünkü iki rekat
tavaf namazını terk etmekle kurban vacip olmaz. Bir özürden dolayı vacibi terk
etmek de öyledir. Bunu inşaallah cinayetler bâbının başında söyleyeceğiz. Lâkin
birincide geçen hilâf vardır. Onda kurban vâciptir diyen kavle göre - özürsüz
terk kaydı ile beraber - akis küllî olarak sahihtir.
«Bunlardan başkaları sünnet ve âdaptır.»
Burada şöyle denilebilir: Musannıf bütün vacipleri sayıp bitirmiş değildir.
Eğer "Farzlarla vâciplerden başkaları sünnet ve âdaptır" demek
istiyorsa, bunun da bir faydası yoktur.
«Gibi şeyler...» demekle, daha
söylemedikleri bulunduğunu ifade etmiştir. Zira bunlar gelecektir. Uzaklardan
gelene kudûm tavafı, bir kavle göre Hacer-i Esved'den başlamak, üç hutbe,
terviye günü çıkmak ve saire ki göreceksin.
«Dilini korumaya devam etmek...» Yani
mübahtan ve tenzihen mekruh olan şeylerden korumak âdaptandır. Yoksa dili
korumak vâciptir.
«Anne ve babasından izin alır.» Yani
kendisine muhtaç değilseler hüküm budur. Aksi takdirde izinsiz gitmesi mekruh
olur. Keza alacaklısının ve kefilinin izni olmaksızın gitmesi mekruhtur. Zâhire
bakılırsa, bu kerahet tahrimidir. Çünkü ulema keraheti mutlak söylerler.
Evvelce mekruh haccı temsil ederken, yukarıda geçen, "Kendisinden izin
alması gereken kimseden izinsiz haccetmek gibi" demesi de buna delâlet
eder. Binaenaleyh bunu sünnetlerle âdaptan saymak gerekmez.
METİN
Hacc ayları, şevvâl, zilkade ve zilhiccenin
on günüdür. Bu kelime "zilhacce"de okunabilir. Şâfiî'ye göre, kurban
günü bunlardan değildir. İmam Mâlik'e göre bütün zilhicce, hacc aylarındandır.
O bunu âyetle amel ederek söylemiştir. Bîz deriz ki: Cemi isminde, birden
fazlası ortaktır. Vakit beyan etmenin faydası şudur: O kimse hacc fiillerinden
birini bu ayların dışında yaparsa kâfi gelmez. Bir de, hacc için bu aylardan
önce ihrama girmek mekruhtur. Velev ki yasak bir şey irtikâp etmeyeceğine
kendine güveni olsun. Zira yukarıda geçtiği vecihle, ihram rükne benzemektedir.
Keraheti mutlak söylemek, keraheti tahrimiyye ifade eder.
İZAH
"Zîlkade" kelimesi,
"zülkide" şeklinde de okunur; "zilkaide" dahi rivayet olunmuştur.
"Zülhacce" şeklini şeyh İsmail, İmam Nevevî'nin Tahrîr adlı eserine
nisbet etmiş ve, «şumunnî şerhindeki "zülhıcce" şeklinden başkası
işitilmemiştir ifadesi buna muhaliftir.» demiştir. Şâfî 'nin sözü İmam Ebû
Yusuf'tan da rivayet edilmiştir. Nitekim Nehir ve diğer kitaplarda beyan
olunmuştur. Metnin zâhiri ona uygundur. Çünkü sayı zikretmiştir. Şu halde
murad, on gecedir. Lâkin temyiz atıldığı vakit, kelimeyi müzekker kullanmak da
caizdir; ve mânâ "on gün" demek olur. Bunu Halebî Kuhistânî'den nakletmiştir.
Bazıları ' on ' kelimesinin, bu on güne isim olduğunu söylemişlerdir. Bu
takdirde ondan murad, adet ismi değildir. Hattâ müennesle birlikte müzekker
kullanılmasına ve aksi hale dikkat edilir.
«Âyetle amel ederek» Yani "Hacc
belirli aylardır..." âyetine dayanarak söylemiştir.
«Cemi isminde birden fazlası ortaktır.» Bu
söz Zemahşerî'nin 'iki cevabından biridir. Hulâsası şudur: Bu söz, toplanma ve
taaddüt alâkası ile cemi sîgasını birden fazlada kullanmakta mecazdır.
İkincisi, mecaz ayın bir kısmını bütün ay mânâsına almaktadır. Şu halde
"aylar" tabiri hakikattir. Bunlardan birinciye itiraz edilmiş ve,
"Bunda, ' on ' kelimesini murad olmaktan çıkarmak vardır. Çünkü o iki
aydan hariçtir." denilmiştir. Buna cevaben, "O, birden yukarıda
dahildir." denilmiştir. Bütün bunlar, âyet "Hacc aylar
sahibidir." şeklinde takdir edildiğine göredir. Âyet, "Hacc aylar
içindedir." şeklinde takdir edilirse, mecaza hacet yoktur. Çünkü zarf,
olmak, kaplamayı gerektirmez. Lâkin âyeti tefsir eden hadis, muradın, şevvâl,
zilkade ve zilhıccenin on günü olduğunu beyan etmiştir.
«Vakit beyan etmenin faydası...» cümlesi,
bir işkâlin cevabıdır. İzahı şöyledir: Vakit beyanı eğer geçmek için muteberse,
yani hacc fiilleri bu vakitten sonraya bırakılmış olsa; hacc geçecekse, rükün olan
tavafın ondan sonra sahih olmaması lazım gelir. Çünkü vakfeyi onuncu günün
fecrinden sonraya bırakmıştır; onun için vakti gelmiştir. Eğer vakti geçmesini,
en büyük rüknü olan vakfenin geçmesine tahsis edersek; onuncu gün hacc
aylarından sayılmamak lâzım gelir. Nitekim bu İmam Ebû Yusuf'tan bir
rivayettir. Mezkür vakit beyanı, rükünleri kısmen eda için itibara alınırsa,
kurban günlerinin ikincisi ve üçüncüsü hacc aylarından sayılmak gerekir. Çünkü
bu iki günde tavaf caizdir. Şârih, Bahır ve diğer kitaplara uyarak, son şıkkı
seçtiğini ifade eden sözlerle cevap vermiştir. Sebebi şudur: Bunun faydası,
hacc fiillerinden hiçbirinin bu günlerden başkasında caiz olmamasıdır. Hattâ
temettu veya kırân hacısı, hacc aylarından Önce üç gün oruç tutsa caiz olmaz.
Kudûm tavafından sonraki sa'y dahi, ancak o günlerde olursa farz haccın sa'yi
yerine geçer. Hattâ bunu ramazanda yapsa caiz olmaz. Hacılar arefe gününü
şaşırarak vakfe yapsalar; sonra bunun bayram günü olduğu anlaşılsa caiz olur.
Çünkü zamanında olmuştur. On birinci gün olduğu anlaşılırsa caiz olmaz. Nitekim
Lübab ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Kuhistâni diyor ki: «Ondan önce
ihrama girmenin ve şeytan taşlamanın, tıraş olmanın ve ondan sonra ziyaret
tavafı ve saire yapmanın kâfi olması buna aykırı değildir. Çünkü kendisi
bunlarda ihramlıdır.»
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Zira ziyaret
tavafı, bildiğin gibi zilhiccenin onundan sonraki iki gün içinde caizdir; velev
ki evveli efdal olsun. Şu halde bu işkale verilecek münasip cevap şudur: Vakit
tayininin başlarken faydası, o vakitten önce bu fiillerin caiz olmaması;
biterken faydası da, rükünlerinin büyüğü - ki vakfedir - geçmekle haccın elden
kaçırılmış olmasıdır. Onuncu günün çıkması lazım gelmez. Çünkü şaşırıldığı
vakit o günde caiz olduğunu biliyorsun. On birinci gün bunun hilâfınadır. Bana
zâhir olan budur.
«Bir de hacc için bu aylardan önce ihrama
girmek mekruhtur.»Bu cümle, üst taraftaki, "Bu ayların dışında yaparsa
kâfi gelmez." cümlesi üzerine matuftur. Bu, açık olarak gösteriyor ki,
hacc fiillerinden muradı, ihramdan başkalarıdır. Binaenaleyh ihramın kerahetle
kafi gelmesine aykırı değildir. Şu halde "kâfi gelmez" sözü
yerindedir. Evet, kerahetin vakit tayininin faydası olmasında bir anlaşmazlık
vardır. Bunun vechi, ihramın rükne benzemesi olsa gerektir.
"Önce" demesi ifade ediyor ki, o
aylarda hacc için ihrama girse, velev ki gelecek sene için olsun mekruh olmaz.
Onun için Zahire sahibi, "Kurban bayramı günü hacc için ihrama girmek
mekruh değildir. Ama hacc aylarından önce girmek mekruhtur." demiştir.
Nehir sahibi. "Kendinden emin olmadığı yerde mekruh olmak gerekir. Velev
ki hacc aylarında olsun." diyor.
«Çünkü ihram rükne benzemektedir.» Bu
cümle, mekruh olmasının illetidir. Yani hakiki rükün olsa, önce yapılması sahih
olmâzdı. Rükne benzeyince, önce yapılması mekruh olmuştur. Bahır.
«Yukarıda geçtiği vecihle» Yani
"Haccın farzı ihramdır." dediği yerde geçmiştir.
«Kerahet-i tahrimiyye îfade eder.» Bunu
Kuhistânî kaydetmiş ve Tuhfe'den kerahetin bil ittifak olduğunu nakletmiştir.
Bahır sahibi de bunu açıklamış; harama düşmek korkusu olup olmaması arasında
tafsilât vermemiştir. Kuhistânî demiştir ki: «Zahîriyye sahibi gibi, yer
mikatına kıyasen tafsilât veren, gerçekten hata etmiştir.» Lâkin Kuhistâni dahi
Muhiften tafsili nakletmiş; sonra, "Nazım'da ondan nakledildiğine göre
mekruhtur. Yalnız Ebû Yusuf'a göre mekruh değildir." demiştir.
METİN
Ömürde bir defa umre yapmak, mezhebe göre
sünnet-i müekkededir. Cevhere sahibi vâcip olduğunu sahihlemiştir. Biz deriz
ki: Âyette emredilen, tamamlamaktır. Bu ise başladıktan sonradır. Biz de ona
kailiz.
Umre; 'ihram, tavaf, sa'y ve tıraş olmak;
yahut saç kısaltmaktan ibarettir. İhram şarttır. Tavafın çoğu rükündür.
Bunlardan başkaları vâciptir. Muhtar olan kavil budur. Umre yapan, haccedenin
yaptığını yapar. Umre senenin her mevsiminde caizdir. Ama ramazanda yapılması
menduptur.
İZAH
«Ömürde bir defa umre sünnet-i
müekkededir.» Yani onu bir defa yapan, sünneti yerine getirmiş olur. Bir
vakitle mukayyet değildir. Yalnız yasaklandığı sabit olmuş günler vardır.
Ramazanda yapılması efdaldir. Bu,umre yalnız başına yapıldığı zamandır. Şu
halde kırânın efdal olması buna aykırı değildir. Çünkü o umreye değil, hacca
ait bir iştir. Hâsılı: Umreyi en faziletli vechi ile yapmak isteyen, kırân haccı
ile birlikte umre yapmalıdır. Fetih.
Umreyi çok yapmak mekruh değildir. İmam
MâIik buna muhaliftir. Bilâkis cumhur ulemaya göre, çok umre yapmak
müstehaptır.
«Tavafların yedi haftası bir umre gibidir»
denilmiştir. Lübab şerhi.
«Cevhere sahibi vâcip olduğunu
sahihlemiştir.»Bahır'da şöyle denilmektedir: «Bedayi sahibi bunu tercih etmiş
ve İmamlarımızın mezhebinin bu olduğunu söylemiştir. Bazıları ona mutlak olarak
' sünnet ' adını vermişlerdir. Ama bu, vücuba aykırı değildir.» Rivayetten
anlaşılan, sünnet olduğudur. Çünkü İmam Muhammed, umrenin tetavvu olduğunu
nâssan söylemiştir. Fetih sahibi buna meyletmiş ve delilleri naklettikten
sonra, "Vâcip ve nâfile olduğunu iktiza eden deliller çatışmıştır.
Binaenaleyh biri sabit olmayıp mücerret Peygamber (s.a.v.) iIe Ashâb'ının ve
Tâbiîn'in fiilleri kalmıştır. Bu da sünnet olduğunu icap eder; biz de buna kail
olduk." demiştir.
«Biz deriz ki: Âyetle emredilen
tamamlamaktır.» Bu bir mukadder sualin cevabıdır. Onu Gâyetü'l-Beyân sahibi
vâcip olduğuna delil getirmiş; sonra Şârih'in dediği gibi cevap vermiştir.
Sonra bu tamamlamaktan murad, haccla umrenin kendilerini, yani fiillerini
tamamlamak olduğuna göredir. Fakat bundan vasfın ikmali kast edilirse, cevaba
hacet yoktur. Çünkü bu mânâya tamamlama vâcip olmadığına ittifak vardır. Bahır
sahibinin naklettiği, "Sahabe tamamlamayı, hacc ve umreye ailesinin
avlucuğundan ve uzak yerlerden ihrama girmekle tefsir etmişlerdir."
ifadesi buna göredir. Şu halde bu husustaki emir bil ittifak nebd içindir;
umrenin vâcip olduğuna delâlet etmez,
«Tıraş olmak yahut saç kısaltmaktan
ibarettir.» Bu cümleyi Musannıf söylememiş, Şârihzikretmiştir. Çünkü tıraş
olmak, umreden çıkarır. Bahır.
«Bunlardan başkaları vâciptir.» Şarih
"başkaları" sözü ile, burada zikredilenlerden başkalarını murad
etmiştir ki, onlar da tavafın kalan az şavtları, sa'y, tıraş olmak veya saç
kısaltmaktır. Yoksa umrenin sünnetleri ve burada zikredilmeyen haramları da
vardır.
«Muhtar olan kavil budur.» demekle de
Tuhfe'nin sözüne işaret etmiştir. Tuhfe sahibi sa'yi tavaf gibi rükün
saymıştır. Lübab Şerhi'nde, "Bu, mezhepte meşhur değildir."
denilmiştir.
«Umre yapan, haccedenin yaptığını yapar.»
Lübab'da şöyle denilmiştir: Umrenin ihram hükümleri, her yönden haccın ihramı
gibidir. Farzları, vâcipleri, sünnetleri, haramları, müfsitleri, mekruhları ve
ihsarı da iki umreyi bir araya toplamak, yani umreyi niyette başkasına katmak
ve umreyî terk etmek de hep haccdaki hükmü gibidir. Umre hacca yalnız birkaç
şeyde uymaz. Bunlardan biri, onun farz olmamasıdır. Onun muayyen bir vakti de
yoktur. Onun vakti geçmez. Umrede, Arafat'ta ve Müzdelife'de vakfe yoktur.
Şeytan taşlamak, iki namazı bir vakitte kılmak, hutbe okumak, tavaf-ı kudûm ve
tavaf-ı sader yoktur. Bozulursa ve tavafı cünüp olarak yapılırsa deve
boğazlamak icap etmez; sadece bir koyun kesmek gerekir. Onun mikatı, bütün
insanlar için hılldir. Hacc öyle değildir. Onun mikatı, Mekkeli için
Harem'dir.»
«Ramazanda yapılması menduptur.» Yani
"yalnız başına umre yapılacaksa" demek istiyor. Nitekim Fetih'ten
nakli yukarıda geçmişti. Sonra mendup olması zaman itibarı iledir. Zira zâtı
itibarı ile umre sünnet-i müekkede veya vâciptir. Nitekim geçti. Yani ramazanda
umre yapmak başka zamanda yapmaktan efdaldir. Fetih sahibi buna İbn-i Abbâs'tan
rivayet edilen şu hadisle istidlâl etmiştir: «Ramazanda bir umre yapmak bir
hacca bedeldir» Müslim'in bir tarîkında, "Bir hacc iktiza eder veya
benimle bir hacc" denilmiştir. Müslim demiştir ki: «Selef - Allah onlar
sebebi ile bize rahmet eylesin! - ' umreye ' küçük hacc» derlermiş. Peygamber
(s.a.v.) dört defa umre yapmıştır. Sahih rivayete göre, bunların hepsi
Hicret'ten sonra zilkade ayında olmuştur.» Tamamı oradadır.
TEMBİH: Bazılarının, Molla Alî'nin
"El-Edeb fî Raceb" adlı risalesinden naklettiğine göre «Umrenin recep
ayında yapılması sünnettir; Peygamber (s.a.v.) bunu yapmıştır; yâhut
yapılmasını emir buyurmuştur, mealindeki hadis sabit olmamıştır. Evet, rivayet
olunmuştur ki, Abdullah b. Zübeyr Kâbe'nin binasını yenilemeyi bitirdikten
sonra, recebin yirmi yedisinden önce bir deve boğazlamış; kurbanlar kesmiş ve o
zaman Mekkelilere Allah Teâlâ'ya şükür için umre yapmalarını emretmîş! Şüphesiz
Sahabe'nin fiili huccettir. Müslümanların iyi gördüğü şey, Allah indinde de
iyidir. İşte Mekkelilerin umreyi recep ayına tahsis etmelerinin vechi budur.»
Kısaltılarak alınmıştır.
METİN
Arefe günü ile ondan sonra dört gün umre
yapmak, yani ayrıca ihrama girmek sureti ile onu bu günlerde yapmak kerahet-i
tahrimiyve ile mekruhtur. Hattâ terk etse bile ceza kurbanı lâzım gelir. Fakat
evvelki ihramla, o günlerde edası mekruh değildir. Nitekim haccı geçiren kırân
hacısı, o günlerde umre yaparsa mekruh olmaz. Sirâc. Bu izaha göre Hâniyye
sahibinin kırân yapanı istisna etmesi, istisnayı munkatıdır. Binaenaleyh Bahır
sahibinin tevehhüm ettiği gibi, arefe gününe mahsus kalmaz.
İZAH
«Kerahet-i tahrimiyye ile mekruh...»
olduğunu Fetih ve Lübab sahipleri söylemişlerdir.
«Arefe günü...» zevâlden önce olsun sonra
olsun mekruhtur. Mezhep budur. İmam Ebû Yusuf'tan rivayet edilen "O gün
zevâlden önce mekruh değildir." sözü buna muhaliftir. Bahır.
T E M B İ H : Beş günün üzerine, Lübab ve
diğer kitaplardaki şu beyan da ilâve edilir: «Hacc aylarında, Mekkelilerle
'onlar' mânâsında olanlara, yani mukimlere ve mikat dahilinde olanlara umre
yapmak mekruhtur. Çünkü onların ekseriyetle halleri, o sene haccetmektir ve
temettu yapmış olurlar. Halbuki onlara temettu men edilmiştir. Yoksa o sene
haccetmezse, Mekkeliye hacc aylarında tek umre men edilmez. Buna kim muhalefet
ederse beyan ona düşer.» Lübab Şerhi. Bu sözün bir misli de Bahır'dadır. Bu söz
Fetih sahibinin benimsediği "Mekkeliye, haccetmese bile umre
mekruhtur." sözünü reddeder. Kadı İyd'den Mensik Şerhi'nden nakledildiğine
göre, Fetih'teki söz için AIIâme Kâsım, "Bu ne bizim ulemamızın
mezhebidir, ne de dört mezhep imamlarının! Mekkelilere umrenin mekruh
olmadığında hilâf yoktur." demiştir.
Ben derim kî: Bu hususta sözün tamamı
inşaallah temettu bâbında gelecektir. Halebî'nin Şurunbulâliyye'den naklettiği
beş günde umrenin kerahetinin, "yani ihramlı yahut hacca niyet eden
hakkında" sözü ile kayıtlı oluşu, bunlardan başkası hakkında mekruh
olmamasını iktiza eder. Ama ben bunu açıklayan görmedim. Araştırılmalıdır!
"Hattâ terk etse bile ceza kurbanı
lâzım gelir." Bu hususta inşaallah cinayetler bâbının sonunda söz edilecektir.
«Nitekim haccı geçiren kırân hacısı...»
yerine, Mi'râc sahibinin yaptığı gibi. "Haccı geçiren kimse" dese,
temettu yapana da şâmil olurdu.
«Bu izaha göre...» Yani mekruh olan eski
ihramla eda değil, yeni ihram olduğuna göre Hâniyye'nin istisnası munkatıdır.
Orada şöyle denilmiştir: «Kırân yapmayan için, umre beş günde mekruhtur.»
Munkatı olmasının vechi, bildiğin gibi mekruh olan bu günlerde umrenin yeni
ihramla yapılmasıdır. Kırân yapan umreye bu günlerden önce girdiği ihramla
niyetlenmiştir. O öncekilerde dahil değildir. Binaenaleyh yaptığı istisna
munkatıdır.
«Bahır sahibinin tevehhüm ettiği gibi arefe
gününe mahsus kalmaz.» Bahır sahibi Hâniyye'nin sözünden sonra şöyle demiştir:
«Bu güzel bir kayıtlamadır ve beş güne değil, arefe gününe râcî olması gerekir.
Nitekim gizli değildir. Temettu yapan da kırân yapana katılmalıdır.» Nehir
sahibi diyor ki: «Bu açık olarak gösteriyor ki, Bahır sahibi Hâniyye'deki sözün
mânâsını - kırân yapanı istisna etmesini - hacc fiillerini üzerine bina etmek
için mutlaka umre yapması lâzımdır şeklinde anlamış; bundan dolayı da onu arefe
günü ile tahsis etmiştir. Bu ulemanın sözlerinden gaflettir.» Sirâc'da şöyle
denilmektedir: «Bu günlerde umre mekruhtur. Yani ihrama girmek sureti ile
yeniden yapılması mekruhtur. Fakat eski ihramla eda ederse; meselâ kırân haccı
yaparken haccı kaçırırda bu günlerde umreyi eda ederse mekruh olmaz. Şu halde
Hâniyye'deki istisna munkatıdır. Arefe gününün bir ihtisası yoktur.»
Ben derim ki: Hâniyye'nin ifadesindeki
kırân yapan 'dan anlaşılan haccı kaçıran değil, ona yetişendir. Sirac'daki
bunun hilafınadır. O zaman şüphesiz onun umresi arefe gününden sonra olmaz;
çünkü ileride bâbında görüleceği vecihle, vakfe ile bâtıl olur. Bahır'ın
ifadesinde, haccı geçirenden ve istisnanın muttasıl veya münkatı olmasından
bahis yoktur. Öyle ise gaflet nereden gelmiştir? Uyanık ol! Ve anla!
"Arefe gününe mahsus kalmaz" ifadesi, "munkatıdır"
cümlesine teferru eder. Çünkü hâsılı şudur: O kimse bu günlerde yeniden ihrama
girmediği için, umresi o günlerde mekruh olanlara dahil değildir. O zaman
umresinin caiz olması da arefe gününe mahsus kalmaz. Anla!
METİN
Mikâtlar, yani Mekke'ye girmek isteyen
kimsenin ihramsız geçemeyeceği yerler beştir: 1) Zülhuleyfe: Medine'den altı
mil, Mekke'dense on konak mesafede bulunan bir yerdir. Avam takımı ona Ebyâr-ı
Ali (Ali Kuyuları) adını verirler. Bu kuyuların bazılarında Hz. Ali (r.a.)'ın
cinlerle harb ettiğini söylerler ki, yalandır. 2) Zâtü Irk: Mekke'ye iki
konaktır. 3) Cuhfe: Rabığ'a üç konak mesafedir. 4) Karn: Mekke'ye iki konak
mesafededir. Bu kelimeyi "Karen" şeklinde okumak hatadır. Üveys'i ona
nisbet etmek ise ikinci bir hatadır. 5) Yelemlem: Bu da iki konak mesafede bir
dağdır. Bunlar Medineli; Iraklı ve Şamlı'nın - yani Medine'ye uğramayan Iraklı
ile Şamlı'nın "demektir. Buna karine aşağıdakidir. Necdli ve Yemenli'nin
mikâtlarıdır. Musannıf leffü neşri mürettep yapmıştır.
İZAH
«Mîkâtlar...», 'mikât'ın cemidir. Mikât,
sınırlanmış vakit mânâsına gelir; ama yer için istiare edilmiştir. Yani
"ihram yeri" mânâsına alınmıştır. Nasıl ki; "Orada müminler
imtihan edilirler." âyet-i kerîmesinde, 'yer' 'vakit' mânâsına istiare
edilmiştir. Cevherî'nin, "Mikât, ihram yeridir." demesi buna aykırı
değildir. Çünkü onun maksadı, hakikatla mecaz arasında fark yapmak değildir.
Galiba Bahır sahibi Sıhah'ın zâhirine bakarak, bu kelimenin, ' vakit'le '
muayyen yer' arasında müşterek olduğunu söylemiş, "murad ikincisidir"
demiştir. O, ulemanın yukarıda geçen sözlerinden ayrılmıştır. Ama sen vâkiin ne
olduğunu anladın. Nehir. Sonra bilmiş ol ki, yer mikâtı insanlara göre değişir.
Çünkü insanlar üç sınıftır: Uzaktan gelen, ' hıll 'de (yani mikât içinde)
yaşayan ve Harem'de yaşayanlar. Musannıf da onları bu tertip üzerine
zikretmiştir.
«Mekke'ye girmek isteyen...» Yani velev ki
ticaret gibi hacc ibadetle olmayan bir şey için girsin. Nitekim gelecektir.
"İhramsız..." Yani hacc veya
umreye ihramlanmadan giremeyeceği yerdir.
"Huleyfe" kelimesi, 'halefe'nin
ismi tasğîridir ve suda yetişen bir ottur. (Türkçe'si, ' Kandıra Otu'dur.)
«Medine'den altı mil mesafededir.» Bazıları
yedi, bazıları dört mil olduğunu söylemişlerdir. Allame Kutbî, Mensik'inde
şöyle diyor: «Bundan zapt edilen Seyyid Nûreddin Ali Semhudî'nin tarihinde
söylediğidir. Diyor ki: Ben bunu ölçtüm. Mescid-i Nebevî'nin Bâbüsselam adlı
kapısının eşiğinden Zülhuleyfe'deki Mescid-i Şeceran'ın eşiğine kadar 19. 000
arşın; el arşını ile 732,5 arşın geldi.»
Ben derim ki: Bu beş milden azdır. Çünkü
bize göre bir mil halen kullanılan demir arşınla 4.000 arşındır. Allah'u a'lem.
«On konak» yahut dokuz konaktır. Nitekim
Bahır'da beyan edilmiştir.
«Ki kalandır.» Bunu Bahır sahibi, muhakkık
İbn-i Emîr Hâcc Halebî'nin Menâsik adlı kitabından naklen söylemiştir.
«Zâtü Irk» hakkında Kutbî'nin Mensik'inde
şöyle denilmektedir: «Bu adın verilmesi, ırk orada bulunduğundandır. ' Irk '
bir dağdır. Burası bir köy olup, şimdi harap haldedir. Irk Akîk'a bakan bir
dağdır. Akîk bir vâdi olup, suyu Tihâme alçaklarına akar. Bunu Ezherî
söylemiştir.» Onun için Lübab'ta şöyle denilmiştir: "Efdal olan, Akîk'ten
ihrama girmektir. Burası Zâtü Irk'tan bir veya iki konak öncedir."
«Cuhfe», kıyıda su kalıntısı mânâsına
gelir. Bu yere bu ismin verilmesi, bir zamanlar sel gelip ahalisini götürdüğü
içindir. Asıl adı "Mehyea"dır. Lâkin söylendiğine göre, nişanları
kalmamış; yalnız bazı gizli kalıntıları vardır ki, onları da hemen hemen bazı
Bedevîler'den başka kimse tanıyamaz. Onun için Allah'u a'lem, hacılar ihtiyaten
Râbıd denilen yerden ihrama girmeyi tercih etmişlerdir. Bazıları buna ' Râbiğ '
derler. Zira Cuhfe'den yarım konak yahut buna yakın bir mesafe önce gelir.
Bahır. Kutbî diyor ki: «Ben gerçekten bu yerin Araplarından bu işi bilen bir
cemaata sordum da; Râbiğ'den Mekke'ye doğru, sağ taraftan, aşağı-yukarı bir mil
yürüdükten sonra bana bir tepe gösterdiler.»
"Karn", Arafat üzerine uzanan bir
dağdır. Böyle okunduğunda, hadis, fıkıh, lügat ve tarihçilerle başkaları
arasında ihtilâf yoktur. Bunu Nehir sahibi Tehzîbü'l-Esmâ ve'l-lügât'tan
nakletmiştir.
«Bu kelimeyi 'Karen' şeklinde okumak hatâdır.»
Kâmus sahibi diyor ki: «Cevherî bu kelimeyi 'Karen' diye harekelemekte ve
Üveys-i Karenî'yi buna nisbet etmekte yanılmıştır. Çünkü Üveys, dedelerinden
biri olan Karen b. Rûmân b. Nâciye b. Murâd'a mensuptur.»
"Yelemlem"e ' Elemlem 'de denilir
ki, asıl olan da budur. ' Yâ ' ile okunması, onu kolaylaştırmak içindir.
«İki konak mesafede bir dağdır.» Tihâme'de
olup, zamanımızda 'Sa'diyye' adı ile meşhurdur. Bunu bazı menâsik şârihleri
söylemiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu mikâtların Zâtü Irk'tan maadası, Buhârî
ile Müslim'de sabittir. Zâtü Irk da, Müslim'in sahihi ile Ebû Dâvûd'un
"Sünen"inde mevcuttur.»
"Iraklı"dan murad, Basra ve Kûfe
ahalisidir. ' Ehl-i Irakayn ' bunlardır. Sair Şarklılar da öyledir.
"Şamlı" ya, Mısırlı ve Tebük
yolundan gelen Mağripli de katılmalıdır; zira bunlar da onun gibidir. Lübab ve
şerhi.
"Medine'ye uğramayan Iraklı ile
Şamlı" sözü ile demek istiyor ki: Zâtü Irk'ın Iraklılara, Cuhfe'nin de
Şamlılara mahsus olması, Medine'ye uğramadıklarına göredir. Oraya uğrarlarsa,
onların mikâtı da oralıların mikâtı, yani Zülhuleyfe'dir. Bu, efdal olanı
beyandır. Çünkü oralardan gelenlere, Medineliler gibi, Zülhuleyfe'den ihrama
girmek vâcip değildir. Nitekim izahı gelecektir.
«Karîne aşağıdaki...» Keza bunlar oralı
olmayıp, oraya uğrayanlar için de mikâttırlar; ifadesidir. H.
"Necidlî"den murad, Yemen'in
Necd'i, Hicâz'ın Necd'i ve Tihâme'nin Necd'inde yaşayandır.
"Yemenli"den murad, diğer
Yemenlilerle Tihâmeliler'dir. Lübab.
METİN
Bu mikâtları, şâirin şu beyti
toplamaktadır:
«Irak'ın: Irk'ı, Yemen'in Yelemlem'i
Zülhuleyfe'de ihramlanır Medineli
Şam için eğer uğrarsan Cuhfe'dir.
Necdli'ye de Karn'dır iyi ayır!» Keza
bunlar oralı olmayıp, oraya uğrayanlar için de mikâttırlar. Meselâ
Medineliler'in mikâtına uğrayan Şamlı gibi ki, onun mikâtı da orasıdır. Bunu
Şâfii olan Nevevî ile başkaları söylemişlerdir. Ulemamız demişlerdir ki: Bir
kimse iki mikâta uğrarsa, uzak olanından ihrama girmesi efdal olur. Ama ihramı
ikinci mikâta bırakırsa, mezhebe göre kendisine bir şey lâzım gelmez. Lübab'ın
ibaresi, "Kurban cezası ondan sâkıt olur." şeklindedir.
İZAH
Mikâtları, Şeyh Ebülbeka dahi Bahr-ı
Amîk'de şu beytinde toplamıştır:
«Bil ki, Yemen, Necd, Irak, Şam ve
Medineliler'in mikâtları
Yelemlem, Karn, Zâtü Irk'tır. Nebiyyi
Ekrem'in mikâtı da Huleyfe'dir.» "Bunu Şâfiî olan Nevevî ve başkaları
söylemişlerdir." Bazı nüshalardan bu cümle düşmüştür ki, doğrusu da budur.
Çünkü bu mesele mezhebin, gerek metin, gerek şerh bütün kitaplarında
açıklanmıştır. Binaenaleyh onu Nevevî (r.)den nakle hacet yoktur. H. Buna cevap
verilmiş ve, "Şârih bununla meselenin ittifâkî olduğuna işaret
etmiştir." denilmiştir.
«Bir kimse iki mikata uğrasa...» Mesela bir
Medineli Zülhuleyfe'ye uğrayıp sonra Cuhfe'ye varsa, Mekke'ye uzak olanından
ihrama girmesi daha faziletli olur. Yani Zülhuleyfe'den girmelidir. Lâkin Lübab
Şerhi'nde İbn-i Emîr Hâcc'dan naklen bildirildiğine göre, efdal olan ihramı
geçiktirmektir. Sonra bu iki kavlin arasını bulmuş; «Birincinin efdal olması,
onda ulemanın ihtilafından çıkmak ve taata koşmak bulunduğundandır. İkincisinin
efdal olması, harama düşmek onda daha az olduğundandır. Çünkü zaman bozulduğu
için, günah çok işlenir. Binaenaleyh yukarıda zikredilene aykırı olmadığı gibi;
Bedâyı'daki, "Bir kimse bir mikâttan diğerine ihramsız geçerse caiz olur;
şu kadar var ki müstehap olan, birinciden ihrama girmektir. Keza Ebû Hanife'den
rivayet olunmuştur ki, Medineli olmayanlar hakkında: Medine'ye uğrarlar da,
oradan Cuhfe'ye geçerlerse, bunda bir beis yoktur. Ama benceZülhuleyfa'den
ihrama girmeleri daha makbuldür. Çünkü bunlar birinci mikâta vardıklarında,
onun hürmetini muhafaza etmeleri lâzım gelir. Binaenaleyh onu terk etmeleri
mekruh olur." ifadesine de aykırı değildir. Bunun benzerini Kudûrî,
Şerh'inde zikretmiştir. Şu kadar var ki, İmam-ı Azam'ın Medineliler'den
başkaları hakkındaki bu sözünde, Medineli'nin böyle olmadığına işaret vardır.
Bu suretle Hz. İmam'dan ceza kurbanı vâcip olacağına ve olmayacağına dair
nakledilen iki rivayetin arası bulunmuş olur; yani 'vâciptir' rivayeti
Medineli'ye; 'değildir' rivayeti Medineli olmayana yorumlanır.» demiştir.
Ben derim ki: Lâkin Fetih'te nakledildiğine
göre, Medineli Cuhfe'ye geçer de, orada ihrama girerse, bir beis yoktur. Ama
efdal olan, Zülhuleyfe'den ihrama girmektir. Fetih sahibi bundan önce Hâkim'in
Kâfî'sinden - ki İmam Muhammed'in sözlerini zahir rivayet kitaplarına o
toplamıştır - şunu nakletmiştir: «Bir kimse mikâtını ihramsız olarak geçer de,
başka bir mikâta vararak orada ihrama girerse kâfi gelir. Ama ilk mikâtta
ihrama girse bence daha iyi olurdu.» İşte Medineliye bir şey lâzım gelmediği
hususunda bunların birincisi açık, ikincisi zahirdir. Binaenaleyh anlaşılıyor
ki, Hz. İmam'ın, "Medinelilerden başkaları uğrarsa" sözü,
tesadüfîdir; ihtirâzî bir kayıt değildir. Ve zâhir rivayette Medineli ile başkası
arasında fark yoktur.
Hidâye'nin, "Mikât tayininin, yani beş
mikâtla sınırlandırmanın faydası, ihramı bunlardan sonraya bırakmanın yasak
olduğunu bildirmektir. Çünkü mikâttan önce ihrama girmek bil ittifak
caizdir." ifadesine gelince: Fetih sahibi buna itiraz etmiş ve, "Buna
göre, Medinelinin ihramını Zülhuleyfe'den sonraya bırakması caiz değildir.
Halbuki yazılanlar bunun hilâfıdır." demiştir. Evet, İmamı Âzam'dan
rivayet olunduğuna göre, o kimseye ceza kurbanı lâzımdır. Lâkin ondan nakledilen
zâhir rivayet birincisidir. Nehir sahibi diyor ki: «Cevap şudur: Geciktirmeyi
men etmek, son mikâtla kayıtlıdır.» Tamamı oradadır.
«Mezhebe göre...» sözünün mukabili,
"Kurban vâcip olur" rivayetidir.
«Lübab'ın ibaresi, "Ondan kurban sâkıt
olur." şeklindedir.» Bunun muktezası, mikâtı geçmekle vâcip olması; sonra
son mikâttan ihrama girmekle sükut etmesidir. Bu, gördüğün gibi yazılanlara
aykırıdır. Zâhire bakılırsa, bu söz ikinci rivayete göredir.
METİN
Eğer mikatlara uğramazsa, araştırır ve
birinin hizasına gelince ihrama girer. Efdal olanı, Mekke'ye en uzağıdır.
Hizasına gelecek bir yerde değilse, Mekke'den iki konak mesafede ihrama girer.
Mekke'ye, yani Harem'e girmek isteyen bir uzak belde hacısının - velev haccdan
başka bir hacet için olsun - ihramı bu mikâtların hepsinden sonraya bırakması
haramdır, Ama Hill'den, Halîys ve Cidde gibi bir yere gitmek isterse, ihramsız
geçmesî helâl olur. Oraya vardığında 'oralı' hükmüne girer ve artık ihramsız
Mekke'ye girebilir. Bunu arzuedene çare budur.
İZAH
«Eğer mikâtlara uğramazsa...» ifadesi
Fetîh'te de böyledir. Bu şunu anlatır ki, mikâtın hizasına varınca, ihramın
vâcip olması, ancak mikâtlara uğramazsa muteberdir. Uğrarsa, bunlardan birine
varmadıkça, başka mikâtı geçmesi caiz olamaz. Velev ki ondan sonra başka bir
mikâtın hizasına varmış olsun: Bahır sahibi Şâfiîlerden İbn-i Hacer Heytemî ile
Mekke'de görüştükleri vakit kendisine, onun sorduğu suale bununla cevap
vermiştir. Sual şudur: «Sizin iddianıza göre, bir Şamlı ile Mısırlı'ya
Râbığ'dan ihrama girmek lâzım değildir. Halîys'tan girmelidir. Çünkü mikatların
sonu olan Karnülmenâzil'in hizasındadır.» Bahır sahibi ona başka bir cevap da
vermiştir. Şöyle ki: «Ulemamızın muradları, yakın olan hizadır. Karn'dan
geçenlerin, hizaya gelişleri uzaktır. Çünkü onlarla Karn arasında bazı dağlar
vardır.» Lâkin kendisine Nehir sahibi itiraz etmiş; "Uzakla yakın arasında
fark yoktur." demiştir.
«Araştırır.» Yani orasının mikât yeri
olduğunu aklı keserse, soracak kimse bulamayınca, orada ihrama girer.
«Hizasına gelecek bir yerde değilse...»
ifadesi, Fetih'te de böyledir. Lâkin daha doğrusu, Lübab'da olduğu gibi,
"hizasına vardığını bilmezse" demektir. Zira Lübab şârihi,
"Hizaya varmamak tasavvur olunamaz." demiştir. Yani "Mikâtlar
Mekke'nin her tarafına şâmildir; birinin hizasına mutlaka varacaktır."
demek istemiştir.
«İki konak mesafede ihrama girer.» Bunun
vechi vechi şudur: İki konak,
mesafelerin ortasıdır. Yoksa ihtiyat daha fazlasıdır. Makdisî.
«Sonraya bırakması haramdır.» O halde
ihrama girmek için mikâtlardan birine dönmesi icap eder. Velev ki kendi mikâtı
olmasın.
Aksi
takdirde ceza kurbanı vâcip olur. Nitekim cinayetler bâbında beyanı gelecektir.
«Uzak belde hacısının» ve o hükümde olanın
- Harem ve hıllde (dışında) yaşayan kimselerin mikâtı, çıkmaları gibi ki ileride
gelecektir - ihramı mikâttan sonraya bırakması haramdır. Şu halde "uzak
belde hacısı" diye kayıtlaması, bunlar yerlerinde kaldıklarına göredir.
Kalırlarsa haram değildir. Nitekim gelecektir.
«Yani hareme» sözünden murad, hâssaten
Mekke değildir. 'Harem'in sınırlamasını az ileride yapacaktır. Bu kaydı
koyması, ekseriyetle oraya gitmek istenildiği içindir.
«Velev haccdan başka...» Sırf görmek,
gezmek veya ticaret gibi bir hacet için olsun. Fetih.
«Ama hıllden» Yani mikâtla Harem arasından
Cidde gibi bir yere gitmek isterse, ihramsız geçmesi helâl olur. Muteber olan,
yola çıktığı zamanki değil, oradan geçtiği zamanki kastıdır. Nasıl ki
cinayetler bâbında gelecektir. Yani doğrudan doğruya maksadı orası olur.
Mesela, alışveriş için gider de, işini gördükten sonra Mekke'ye girerse,
ihramsız geçebilir. Çünkü evvelâ maksadı Mekke'ye girmek olur da, zaruri olarak
hıllden geçerse, ihramsız helâl olmaz.
«Artık ihramsız Mekke'ye girebilir.» Ama
hacc niyeti ile olmamak şarttır. Nasıl ki az ileride gelecektir.
«Çare budur.» Yani Mekke'ye ihramsız girmek
isteyen için, bu kasıttan başka çare yoktur. Lakin bu çare, ancak dediğimiz
gibi doğrudan doğruya hıllden bir yere gitmeyi kastedip, Mekke'ye girdiğinde
hacc ibadetlerini yapmayı kast etmemekle tamam olur. Bu hususta sözün tamamı
inşaallah cinayetler babının sonunda gelecektir.
METİN
Ancak başkası namına hacca memur olan
müstesnadır. Çünkü muhalefet etmiş olur. İhrama mikâttan önce girmek haram
değil; bilâkis hacc aylarında ise ve kendine güveniyorsa efdal olan budur.
İZAH
«Ancak başkası namına hacca memur olan
müstesnadır.» Bunu Bahır sahîbi inceleme yaparak söylemiş ve şöyle demiştir:
«Bu çarenin, hacca memur olan kimseye caiz olmaması gerekir. Çünkü o zaman onun
seferi hacc için olmamış olur. Bir de o kimse uzaktan gelenlerin haccını
yapmakla memurdur. Mekke'ye îhramsız girince, haccı, Mekkeli haccı olur ve
muhalefet etmiş sayılır. Bu mesele, deniz yolu ile başkası namına hacca
gidenlerde çok olur. Hâdise sene ortasında cereyan eder. Acaba o kimse Cidde'de
mâlûm olan limana gitmeyi kast edebilir mi ki Mekke'ye ihramsız girebilsin. Tâ
ki hacc için ihrama girerse, uzun zaman ihramlı kalmasın. Çünkü başkası namına
hacceden kîmse, umreye ihramlanamaz.» Yani umre yapar da sonra haçc için
Mekke'de ihrama girerse, ulemanın kavillerince muhalif olur. Nitekim
Tatarhâniyye'de Muhit'ten naklen beyan olunmuştur. Acaba bunun muhalefeti,
seferini emrolunduğu haccdan başkasına çevirdiği için midir; yoksa haccını
uzaklardan gelenlerin haccı yapmadığından mıdır? ikinci ihtimale göre, umre
yapar veya limana gitmeyi kastetmek sureti ile çareyi kullanır da, sonra
Mekke'ye girer; sonra hacc zamanı mikâta çıkarak orada ihrama girerse muhalif
olmaz. Çünkü onun haccı, uzaklardan gelenlerin haccı olmuştur. Birinci ihtimale
göre ise, o kimse muhalif iş yapmıştır. İhtimal bu muhalefet, Bahır'ın
ibaresinin başı ifade ettiği gibi, her iki illette birden muhalefettir. Bu
takdirde, ilk illetle muhalefet tahakkuk eder. Lâkin Allâme Aliyyü'l-Karî,
risalelerinin birinde bir meseleden bahsetmiştir ki, asrının fukahası o
meselede ikilemişlerdir. Mesele şudur: Başkası namına hacca giden bir kimse,
hacc için ihramlanmadan mikâtı geçer de, sonra mikâta dönerek ihrama girerse,
gönderen namına bu hacc sahih olur mu olmaz mı? Buna bazıları "hayır"
bazıları "evet" diye cevap vermişlerdir. Kendisi ikinciye meyletmiş
ve, "Şeyh Kutbüddîn ileüstadımız Sinân-ı Rûmî, Mensik'inde ve Ali
el-Makdisî bununla fetva verdiler." demiştir.
Ben derim ki: Bu, adı geçen çarenin, mikâta
dönüp ihramlanmak şartı ile caiz olduğunu gösterir.
"Çünkü o zaman onun seferi hacc için
olmamış olur." sözüne cevap şudur: O kimse oradan geçerken, birkaç gün
kalarak, meselâ alışveriş etmek için limanı kasdettiği; sonra Mekke'ye girdiği
zaman seferi hacc seferi olmaktan çıkmaz. Nasıl ki hacc yolunda başka bir yere
gidip sonra dönmek istese hüküm budur. Allah'u a'lem. Sen de anla! Ama mikâttan
hacca ihramlanır da, Mekke'de ihramlı olarak kalırsa, bu çareye ihtiyacı
kalmaz. Yalnız hacc aylarından evvel ihrama girmek mekruh yani haramdır.
Nitekim umre hükümlerinden az önce arz etmiştik.
«Efdal olan budur.» Sahâbe'nin, ihramı
tamamlamayı, "Evinin avlucuğundan ve uzaklardan tamamlanmaktır" diye
tefsir ettîklerini söylemiştik. Fethu'l-Kadîr sahibi diyor ki; «Mikâtlardan
önce ihrama girmenin efdal olması, bunda ta'zim daha çok; meşakkat daha fazla
olduğundandır. Sevap, meşakkata göredir. Onun için Ashâb, hacc ve umre için
uzak yerlerden ihrama girmeyi severlerdi. Rivayete göre, Abdullah b-Ömer,
Beyt-i Makdis'ten; İmran b. Husayn Basra'dan, İbn-ı Abbâs Şam'dan, İbn-i Mes'ûd
Kaadsiyye'den ihrama girmişlerdir. Peygamber (s.a.v.). Her kim Mescid-i
Aksâ'dan umreye veya hacca ihramlanırsa, AIIah onun geçmiş günahlarını
affeder." buyurmuştur. Bu hadisi İmam Ahmed, bir "enzerini de Ebû
Davûd rivayet etmişlerdir.
«Hacc aylarında ise...» efdal olan budur.
Fakat daha önce olursa, memnu fiilleri yapmayacağına güvense bile mekruh olur.
Zira evvelce görüldüğü gibi, ihram rükne benzer. Kendine güvenmezse, mikâttan
ihram daha faziletlidir. Hattâ en son mikâta tehir etmelidir. Evvelce arz
ettiğimiz gibi, İbn-i Emîr Hâcc bunu tercih etmiştir.
METİN
İçeride yaşayanlar, yani mikâtların içinde
bulunanlar için, Mekke'ye ihramsız girmek helâldir. Elverir ki hacc
ibadetlerini kast etmiş olmasın. Helâl olmanın illeti güçlüktür. Nitekim
Mekke'nin oduncuları onu geçseler hüküm budur. Böyle bir kimsenin mikâtı
hılldir; yani Harem ile mikâtların arasındaki yerdir. Mekke'de yani Harem
dahilinde bulunan kimsenin hacc için mikâtı Haremi, umre için mikâtı hılldir.
Tâ ki bir nevi sefer tahakkuk etsin. Ten'îm'den ihramlanmak efdaldir. Haremin
hududunu İbn-i Mülakk'ın nazma çekerek şöyle demiştir:
"İyi bilmek istersen, Harem için
taşradan sınırlama üç mildir.
Irak ve: Tâif yedi mil; Cidde on, sonra
Ci'râne dokuz mildir."
İZAH
«İçeride yaşayanlar için...» cümlesi ile
Musannıf, mikâtların ikinci sınıfına başlıyor. İçeride yaşayanlardan murad,
mikât dışında olmayanlardır. Şu halde mikâtın kendisinde yaşayanlarla, ondan
sonraki yerlerde bulunanlara şâmildir. Çünkü nassan nakledilen rivayette, bunların
arasında fark yoktur. Nitekim bunu Fetih ve Bahır sahipleri ile başkaları
açıklamışlardır. İki mikât arasında bulunan ve evi Zülhuleyfe ile Cuhfe
arasında olan gibilerin tariften çıkması için, bütün mikâtların içi murad
edilmek gerekir. Çünkü bu adam, Cuhfe'ye bakarak mikâtın dışındadır. Oralı, bir
hacının Harem'e ihramsız girmesi helal değildir. Düşün!
«Elverir ki hacc ibadetlerini kast etmiş
olmasın.» Bunları kast ederse, Harem arazisine girmeden ihramlanması vâcip
olur. Ve onun mikâtı, Harem'e kadar bütün hılldir. Fetih. Bundan dolayı Kutbî,
Mensik'inde, "Dikkat icap eden bir şey de, Cidde ahalisi ile Hıdde ahalisi
ve Mekke'ye yakın vâdilerde yaşayanlardır. Zira bunlar ekseriyetle Mekke'ye
zilhiccenin altısında veya yedisinde ihramsız olarak gelirler ve hac için
Mekke'den ihrama girerler. Bunlara, mikâtı ihramsız geçtikleri için ceza
kurbanı lâzım gelir. Lâkin Arafat'a yollandıktan sonra telbiye ederek hıllin
başına varınca, bu cezanın onlardan düşmesi gerekir. Meğer ki şöyle denilsin:
Bu, mikâta dönmek sayılmaz. Çünkü onlar mikâtı geçmekle bir hacetlerini görmek
için dönmeyi kast etmemişlerdir. Bilâkis Arafat'a gitmeyi kast
etmişlerdir." Kadı Muhammed İd, Mensik'inin şerhinde, "Zâhire göre
ceza kurbanı düşer. Çünkü telbiye ile mikâta dönmek, ceza kurbanını ıskat eder;
velev ki haceti kast etmesin. Zira maksat olan tâ'zim icra edilmiştir."
demektedir.
«Oduncular onu geçseler hüküm budur.» Bu
cümledeki "onu" zamiri, Mekke'ye râcî olabilir. Bu takdirde teşbih
temsil içindir. Çünkü Mekkeli mikât dahilindeki hıılle çıkınca, oralı hükmüne
girer. Nitekim az yukarıda geçti. Ama uzaklardan gelenlerin mikâtını geçmemesi
şarttır. Geçerse, ihramsız girmesi helal olmaz. Nasıl ki bunu Bahır sahibi
söylemiştir. Zamirin mikâtlara râcî olması ihtimali de vardır. Bu takdirde
teşbih, menfiyi tanzîr için olur. Çünkü hıll halkından Mekke'ye girmek
isteyenler, ihramsız giremezler. Bunun nazîri (benzeri), Mekke'den çıkarak
mikâtı geçen Mekkeli'dir. Böylesi ihramsız dönemez; lâkin ihramı mikâttandır.
Hacc ibadetlerini yapmak isteyen bunun hilâfınadır. O, bildiğin gibi hıllden
ihrama girer.
«Böyle bir kimsenin» Yani söylediğimiz
mânâda mikâtların içinde bulunan kimsenin hakkında, Harem huduttur. Ve
uzaklardan gelen için mikât ne ise, o kimse için bu da odur. Binaenaleyh hacc fiillerini
yapmak isterse, Harem'e, ihramsız giremez. Bahır.
«Yani Harem dahilinde...» ifadesi ile
Şarih, Bahır'ın şu sözüne işaret etmiştir: "Mekkeli'den murad, Harem
dahilinde bulunanlardır. Mekkede olsun olmasın; onun ahalisinden sayılsın
sayılmasın fark etmez." O halde "uzaklardan gelen" sözü, sırf
umre yapana, temettu yapanave hıll halkından ihramsız olup bir hacet için
Harem'e girene şâmildir. Nitekim Lübab'ta beyan edilmiştir.
«Tâ ki bir nevi sefer tahakkuk etsin.»
Çünkü haccın edası Arafat'ta olur. Arafat hılldedir. Binaenaleyh Mekkelinin
hacc için ihramı Harem'den olur; ta ki yerin değişmesi ve umrenin Harem'de
edası ile onun hakkında bir nevi sefer tahakkuk etsin. Bu suretle umre için
ihramı hıllden olur ki, onun için bir nevi sefer tahakkuk etsin. Kârî'nin
Nikâye Şerhi. Şayet aksini yaparak, hacc için hıllden veya umre için Harem'den
ihrama girerse kurban lâzım gelir. Meğer ki, telbiye yaparak kendisine meşru
olan mikâta dönsün. Nitekim Lübab ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
«Ten'îm efdaldir...» Burası, Mekke'ye yakın
Mescid-i Âişe yanında bir yerdir. Hıllden en yakın yer burasıdır. T. Yani
buradan umre için ihrama girmek, Ci'rane ve diğer hıll yerlerine gitmekten bize
göre efdaldir. Velev ki Peygamber (s.a.v.) Ci'râne'den ihramlanmış olsun. Çünkü
Abdurrahman b. Ebi Bekr'e, kız kardeşi Âişe'yi ihrama girmek için Ten'îm'e
götürmesini emir buyurmuştur. Bize göre kavlî delil, fiilî delilden daha
kuvvetlidir. Şâfiî'ye göre ise bunun aksinedir.
"İbnü'l-Mülakk'ın." Şâfiî
ulemasındandır. Nevevî'nin "El-Mühezzeb" adlı eserinden naklen,
buradaki beyitlerin yazarı Kaadı Ebu'l-Fadl, en Nüveyrî'nin şöyle dediğini
söylemiştir: «Haremin her tarafında dikilmiş alâmetler vardır. Bunları İbrahim
Halil Aleyhisselâm dikmiştir. Yerlerini ona Cebrail (a.s.) göstermiştir. Sonra
Peygamber (s.a.v.) yenilemelerini emir buyurmuş; sonra Ömer; sonra Osman, daha
sonra Muaviye onları yeniletmişlerdir. Bu alâmetler Harem'in her tarafında
bugüne kadar durmaktadır. Yalnız Cidde ve Ci'râne taraflarında alâmet yoktur..»
Kısaltılarak alınmıştır. "Ciirrâne" kelimesini "Ci'râne"
şeklinde okumak daha fasihtir tamamı, T. dedir.
METİN
İhrama girmek isteyen kimse abdest alır;
yıkanması daha makbuldür. Hacc ibadetlerinin sahih olması için ihram şarttır;
iftitah tekbiri gibidir. Namazla haccın, tahrîm ve tahlilleri vardır. Oruçla
zekât böyle değildir. Sonra hacc iki vecihten daha kuvvetlidir. Birincisi; o
mutlak surette kaza olunur; velev ki zanlı olsun. Namaz öyle değildir. İkincisi;
hacc veya umrede ihramı tamamladığında, ondan ancak ihrama girdiği amel ile
çıkar. Velev ki bozmuş olsun. Ancak vaktini geçirirse, ondan umre ile; ihsar
vuku bulursa, ondan da hedy kurbanını kesmekle çıkar.
Yıkanmak temizlik içindir; abdestli bulunmak
için değildir. Binaenaleyh hayızlı ile nifaslı ve çocuk hakkında da müstehap
görülür.
İZAH
İhramı mikâtlardan sonra getirmenin
munasebeti açıktır. Hiçbir kimsenin onları ihramsız geçmesi caiz değildir.
Lügatta İhram; "Ayaklar altına alınamayan bir hürmete girdi" mânâsına
gelen "ahreme" fiilinin mastarıdır. İhrama girene "harâm"
denir ki, "ihrama girmiş" mânâsınadır. Sıhâh'ta böyle denilmiştir.
Şer'an ihram; hususi birtakım hürmetlere
girmek, yani onları iltizam etmektir. Ancak ihram şer'an zikirle veya
hususiyetle birlikte niyet olmazsa, tahakkuk etmez. Fetih'te böyle denilmiştir.
Şu halde ihramın tahakkuku için bu iki şey şarttır; Bahır sahibinin tevehhüm
ettiği gibi, hakikatının cüz'ü değillerdir. O İhramı, "Hacc veya umre
ibadetlerini zikir veya hususiyetle birlikte yapmaya niyet etmektir." diye
tarif etmiştir. Nehir. Zikir'den murad, telbiye ve benzeridir. Hususiyet'ten,
murad ise; bunun yerini tutan hedy kurbanı göndermek veya deveye gerdanlık
takmak gibi şeylerdir. Binaenaleyh telbiye veya onun yerini tutan bir şey
mutlaka lâzımdır. Niyet eder de telbiye yapmazsa; yahut aksini yaparsa (yani
telbiye yapar niyet etmezse) ihrama girmiş olmaz. Acaba bir kimse niyet ve
telbiye ile; yahut bunlardan birini diğerini de yapmak şartı ile yaparsa,
ihrama girmiş olur mu? Burada mutemet olan kavil, Husâm-ı şehid'in kavlidir ki
şudur: "İhrama niyetle girilir. Ama bu, telbiye ederek olur. Nasıl ki
namaza niyetle girilir, ama tekbir almak şartı iledir. Sadece tekbirle
girilmez. Nitekim Lübab Şerhi'nde böyledir. Onun sahih olması için, zaman,
mekân, hey'et ve hal şart değildir. Dikişli elbise giyerek veya cima ederek
ihrama girse, birincide ihram sahih olarak; ikincide ise fâsit olarak münakit
sayılır. Nitekim Lubab'da beyan olunmuştur."
«İhram için yıkanmak daha makbuldür.» Çünkü
sünnet-i müekkededir. Abdest onun yerini, müstehap olan sünnetin yapılması
hususunda tutar; fazilet hususunda tutamaz. Lübab ve Şerhi. Lakin Kuhistânî'de
her ikisinin müstehap olduğu bildirilmiştir.
«İfrad haccı yapmanın sıfatı» Yani ifrad haccı
yapan kimsenin, ona başladığı tahakkukettikten sonra yapacağı vasıflar
demektir. Musannıf'ın işe kırân ve temettudan önce ifraddan başlaması, bunun
mürekkebe nisbetle müfred hükmünde olmasındandır. 'Nüsük'; 'ibadet demektir.
Sonra bu kelime ekseriyetle hacc veya umre ibadetleri mânâsında
"kullanılmaya başlanmıştır.
«İftitah tekbiri gibidir.» Bundan murad,
duasız zikirdir. Çünkü tekbir lâfzı şart değil, vâciptir.
«Tahrîm ve tahlilleri vardır.» Burada
Şârih, benzerliği te'kîd için 'tahlîl' kelimesini ziyade etmiştir. Namazın
tahlîli (yani çıkmanın helal olması), selâm ve benzeri şeylerle olur. Haccın
tahlîli ise ileride geleceği vecihle tıraş ve tavafladır.
«Hacc iki vecihten daha kuvvetlidir.» Yani
hacc namazdan daha kuvvetlidir. "Efdaldir" demedi. Çünkü zekât
bahsinin başında Tahrîr ve şerhinden naklen arz etmiştik ki, efdal olan
namazdır. Sonra zekât, sonra oruç, sonra hacc, sonra umre, cihâd ve îtikaf
gelir.
«Velev ki zanlı olsun.» cümlesi, mutlakın
beyanıdır. Bir kimse, üzerime farzdır zannı ile hacc için ihrama girer de,
sonra farz olmadığı anlaşılırsa, o hacca devamı vâcip olur. Bozarsa kazası
lâzımdır. Namaz hakkındaki zan böyle değildir. Zira onu bozarsa kaza lâzım
gelmez. Bahır. Mahsur olan hacıya, kaza vâcip olup olmadığında ihtilâf edilmiştir.
Esah kavle göre ona da vaciptir. Nitekim bâbında söyleyeceğiz.
«İhrama girdiği amel ile çıkar.» Namaz
böyle değildir. Ondan, namaza
zıt her fiille çıkar. Bir de bozulan namaza
devam etmek haramdır. Haccda ise, sahihinde olduğu gibi, bozulanında da vakfeden
önce cima ederek devam vâcip olur.
«Vaktini geçirirse, ondan umre ile» çıkar.
Çünkü vakti geçmiştir. Gelecek sene haccetmesi gerekir.
"İhsar vuku bulursa" ondan da
hedy kurbanını Harem'de kesmekle çıkar.
«Hayızlı ile nifaslı ve çocuk hakkında da müstehap
görülür.» Yani bu kadınların kanları kesilmezden evvel demektir. Buna karîne,
meselenin tefri edilişidir. Çünkü kan kesildikten sonra yıkanmak, hem temlik,
hem de abdest olur. Tefri'den murad ise, abdest bulunmayan temizlik suretidir.
Tâ ki yalnız onun için meşru olmadığı bilinsin. Bu ibare, Kuhistânî'nin sözünü
te'yîd eder. Ancak hayızlı ile nifaslı ve başkaları arasında fark görülür;
yahut "müstehap görülür" 'sözünden "sünnettir" mânası
kastedilirse o başka! Çünkü sünnet olan bir şey, şâriin sevdiği iştir.
"Çocuğu" Fetih sahibi ve
başkaları açıkça kaydetmişlerdir. Lakin çocuk aklı erer yaşta ise, onun
yıkanması, abdest olur. Zira bundan murad, cünüplükten temizlenmek değil, namaz
için temizliktir. Çünkü cuma ve bayramlar için yıkanmak, hem temizlik, hem
abdest içindir. Nitekim Nehir'de böyle denilmiştir. Halbuki bu gusül, cünüp
olmayana da sünnettir. O zaman çocuğu hayızlının üzerine atfetmek, yıkanmasının
sadece temizlik için olduğu zannını verir; ve burada ondan, aklı ermeyen çocuk
kastedilmesi taayyün eder. Binaenaleyh onu zikretmek, Nehir sahibinin şu sözüne
işaret olur: «Bilmiş ol ki, yıkanmak, arkadaşı namına niyetlenen kimseye; yahut
küçük olduğu için çocuğu namına niyetlenen babaya da mendup olmak gerekir.
Çünkü ulema ihramın, bayılan ve küçük olan kimse ile kaim olduğunu; ihrama
girenle kaim olmadığını söylemişlerdir. Zira başkası namına ihram, kendisi için
yaptığı ihramla birlikte yapılabilir. Bunun her ihramlı için mendup olduğu
tekerrür etmiştir.» Anla!
METİN
Sudan âciz kaldığında, ihram için teyemmüm
etmek meşru değildir. Çünkü teyemmüm kirleticidir. Cuma ve bayram bunun
hilâfınadır. Bunu Zeylâî ve başkaları söylemişlerdir. Lâkin Kâfî sahibi, cuma
ve bayramla ihramı bir tutmuştur. Nehir sahibi bu kavli tercih etmiştir. Sünnet
sevabına nail olmak için, abdestli olarak ihrama girmesi şart kılınmıştır. Keza
ihrama girmek isteyen kimsenin tırnaklarını kesmesi, bıyıklarını alması, koltuk
altlarını temizlemesi ve âdeti ise başını tıraş etmesi, değilse taraması;
beraberinde olup hayız gibi bir mâni yoksa, karısı veya câriyesi ile cima
etmesi; göbeğinden diz kapağına kadar bir peştamal ve sırtına bir örtü alması
da müstehaptır. Bu örtüyü sağ koltuğunun altından geçirerek sol omuzunun üstüne
koyması sünnettir. Şayet ilikler veya açar; yahut düğümlerse, kötü bir iş
yapmış olur; ama ceza kurbanı icap etmez. Örtü ile peştemalın yeni veya
yıkanmış, temiz ve kefeni kifâyet gibi beyaz olmaları gerekir. Bu, sünnetin
beyanıdır. Yoksa avret yerini örtmesi kâfidir.
İZAH
«İhram için teyemmüm meşru değildir.» Bunu,
Zeylâî, Bahır, Nehir ve Fetih sahipleri gibi birçok ulema kesinlikle beyan
etmişlerdir. Bu, İmâdî'nin Menâsik'indeki, "Eğer bunlardan âciz kalırsa,
teyemmüm eder." sözünü reddeder. Meğer ki bu söz ihram namazını kılmak
isteyene yorumlana!
"Cuma ve bayram bunun
hilâfınadır." Bahır sahibi diyor ki: «Yani bunlarda yıkanmak, abdest
içindir; temizlik için değildir. Onun için âciz halinde bunlar için teyemmüm
meşrudur.»
«Lâkin Kâfî sahibi...» teyemmümün meşru
olmaması hususunda, bunlarla ihramı bir tutmuştur.
«Nehir sahibi bu kavlî tercih etmiştir.»
Nehir sahibi şöyle demiştir: «Tahkik budur. Keza Bahır sahibi Zeylâî'ye itiraz
etmiş; âciz halinde cuma ve bayram için cünüplük ve benzerinden temiz olan
kimseye teyemmüm meşru kılınmamıştır. Sözümüz ise teyemmümdedir. Çünkü o
kirletici ve tozlayıcıdır. Lâkin namazın edası zaruretinden dolayı abdest
sayılmıştır. Bunlarda zaruret yoktur. Onun için Musannıf, Kâfî'de ihramla cuma
ve bayramları bir saymıştır, demiştir.»
«Sünnet sevabına nail olmak için, abdestli
ihrama girmek şarttır.» yani o ancak ihram içinmeşru kılınmıştır. Hattâ yıkanıp
sonra abdestini bozsa, sonra ihrama girip abdest alsa, sevabına nail olamaz.
Cevâmiul-Fıkh'a nisbet edilerek, Binaye'de böyle denilmiştir. Nehir.
«Keza ihrama girmek isteyen kimsenin
tırnaklarını kesmesi ilh...» 'Yıkanmazdan önce' mânâsınadır. Nitekim Kuhistânî,
Lübab ve Sirâc'da böyle denilmektedir. Zeylâi'de ise, «Yıkandıktan sonra»
denilmiştir. 'Düşün!
«Temizlenmesi» tabiri, tırnak kesmeye,
bıyık almaya, kasık tıraş etmeye veya yolmaya yahut ağda kullanmaya şâmildir.
Koltuk altı yolmak da öyledir. 'Kasık'tan murad, kadın ve erkeğin avret
yerindeki kıllardır. Makattaki kıllar da bunun gibidir. Hattâ yok edilmeye daha
lâyıktır. Tâ ki taşla taharetlenirken, çıkan pislikten bir şey yapışmasın.
«Âdeti ise başını tıraş etmesi» ifadesi
Bahır, Nehir ve diğer kitaplarda hep böyledir. Lübab Şerhi'nde buna muhalif
olarak, bu iş avamın fiilierinden sayılmıştır.
«Peştamal ve sırtına örtü» almak erkeğe
mahsustur. «Göbeğinden diz kapağına kadar» ifadesi, peştamalın tefsiridir.
Burada gaye, yani diz kapaklar örtülmekte dahildir; çünkü diz avrettendir.
«Örtü» hakkında Bahır'da şöyle denilmiştir:
"Örtü, sırtla omuzlara ve göğüse örtülür."
«Şayet iliklerse...» keza ip ve benzeri bir
şeyle bağlarsa, kötülük etmiş olur. Çünkü o zaman korumaya ihtiyacı kalmamasına
bakarak, dikişli elbise giymişe benzer. Beline kemer bağlamak bunun gibi
değildir. Çünkü o âdeten peştamalın üzerine bağlanır. Bunu Fethu'l-Kadir sahibi
söylemiştir. Yani ondan maksat peştamalı korumak değildir; velev ki onun
üzerine bağlasın.
«Sol omuzunun üstüne koyması sünnettir.»
Buna iztiba derler; Bu, Bahır'ın, "Örtü sırtla omuzlara ve göğüse
örtülür." sözüne aykırıdır. Buradaki sözü, Kuhistânî Nihâye'ye; Lübab
şârihi ise Hizâne'den naklen Bercendî'ye nisbet etmiş; sonra şunları
söylemiştir. «Bu söz, iztibaın ihrama ilk girişten itibaren müstehap olduğu
zannını verir; avam böyle yaparlar. Halbuki öyle değildir. Çünkü sünnet olduğu
yer, sadece tavaftan az önce başlayıp, tavafın sonuna kadardır.» Hâşiye
yazanlardan biri diyor ki: "Menâsik-i Kenz üzerine yazılan Mürşidî
Şerhi'nde beyan edildiğine göre, esah olan da budur ve sünnettir." Bunu
Sindî, Mensik-i Kebîr'inde, Gâye, Menâsik-i Tarablusî ve Fetih'ten nakletmiş ve
şöyle demiştir: «Mezhebin ekseri kitaplarının beyanına göre, iztiba tavafta
sünnettir. Ondan önceki ihram halinde sünnet değildir. Hadisler bunu
göstermektedir. Şâfiî de buna kaildir.» Keza Kuhistânî'nin Hidâye sahibine ait
Uddetü'l-Menâsik adlı kitabından naklettiğine göre, bunu yapmamak evlâdır.
«Örtü ile peştamalın yeni... olması
gerekir.» Musannıf yeni olmalarını önce zikretmekle, bunun efdal olduğuna:
beyazın, başkalarından daha makbul sayıldığına işaret etmiştir. Eskiolanları
yıkamamak müstehabbı terk sayılır. Bahır.
«Kefen-i kifâyet gibi» ifadesindeki
benzetme, sayı ve sıfattadır. T. "Bu" yani bu şekilde örtü ve
peştamal kullanmak sünnetin beyanıdır. Yoksa avret yerini örten her şey
kafidir; ve bir elbise caiz olduğu gibi, ikiden fazlası da, siyah olanları da,
yamalıları da caizdir. Efdal olan, elbisede dikiş bulunmamaktır. Lübab. Hattâ
dikişsiz kısımdan hâlî olmasa, yine ihramı münakit olur. Nitekim yine Lübab'dan
naklen arz etmiştik. Velev ki ceza kurbanı lâzım gelsin. Bu kurban özürden
dolayı ise bir gün bir gece geçtikten sonra lâzım gelir. Özürden dolayı değilse
sadaka gerekir. Nitekim cinayetler bâbında gelecektir.
METİN
İhrama giren kimse, yanında koku varsa
onunla bedenini kokular. Ama aynı bâkî kalan bir şeyi elbisesine süremez. Esah
olan budur. Bundan sonra, mendup olarak çift rekat yani mekruh vakitte olmamak
şart» ile iki rekat namaz kılar. Farz namazı kılması da bunun için kâfidir. Ve
yalnız hacca niyet eden kimse, dili kalbine uyarak, "Allahım! Ben
haccetmek istiyorum; onu bana müyesser kıl! Yani zorluğunu ve müddetinin
uzunluğunu kolaylaştır. Onu benden kabul eyle" der. Çünkü İbrahim ve
İsmail (aleyhisselâm), "Ey Rabbimiz! Bizden kabul eyle!" demişlerdi.
Umre ve kırân haccı yapan da böyle der. Namaz bunun hilâfınadır. Çünkü onun
müddeti azdır. Hidâye'de böyle denilmiştir. Bir kavle göre namaz kılan da böyle
der. Zeylâî bunu bütün ibadetlere teşmîl etmiştir. Ama Hidaye'nin dediği
evlâdır.
İZAH
«Bedenini kokular.» Yani ihrama girerken bu
müstehaptır. Zeylâi. Velev ki misk ve gâliye gibi aynı kalan kokulardan olsun.
Meşhur olan kavil budur. Nehir.
«Yanında varsa» demesinden anlaşılıyor ki,
yoksa başkasından istemez. Nitekim İnâye'de böyle denilmiştir. Bir de koku
sürünmek sünen-i zevaiddendir; sünen-i hüdâdan değildir. Nasıl ki Sirâc'da
beyan olunmuştur. Elbise ile beden arasında fark şudur: Bedende koku ona tâbi
sayılır. Elbiseye bulaşan ise bedenden ayrıdır. Bir de koku memnu iken,
bedendeki kokudan istifade ile onun sünnet kılınmasından maksat hâsıl olur. Bu
da onun elbisede caiz görülmesine hacet bırakmaz. Nehir.
«Mendup olarak iki rekat namaz kılar.» Gâye
adlı kitapta, bu namazın sünnet olduğu bildirilmiştir. Nehir. Bahır ve Sirâc
sahipleri kesinlikle buna kail olmuşlardır.
"Bundan sonran"dan murad, ihramı
giyip, kokuyu süründükten sonra demektir. Bahır.
«İki rekat namaz kılar.» demekle Şârih,
böyle demenin daha doğru olacağına işaret etmiştir. Çünkü "çift"
tabiri dörde de şâmildir.
«Farz namazı kılması da bunun için
kâfidir.» Zeylaî, Fetih, Bahır, Nehir, Lübab ve diğer kitaplarda böyle
denilmiştir. Bunu Tahiyye-i Mescid namazına benzetirler. Lübab şerhi'ndeşöyle
denilmektedir: «Bu kıyas maalfârıktır. Çünkü ihram namazı müstakil bir
sünnettir. O istihare namazı ile diğer namazlara benzer ki, farz onların yerini
tutamaz. Tahiyye-i Mescid ve abdeste şükür böyle değildir. Çünkü bunlar için
ayrıca namaz yoktur. Nitekim Fetevelhucce'de tahkik edilmiştir. Onun için
başkasının zımnında da eda edilmiş olur.» Bazıları bu sözün, Şeyh Hanifeddin
el-Mürşidî'ye ret cevabı olduğunu nakletmişlerdir.
«Dili kalbine uyarak» Yani kemâl-i
samimiyetle Allah'a teveccüh ederek kabul olunmasını dua eder. Çünkü sırf dille
yapılan dua fayda vermez. Kalpten gelmeyen böyle bir sözle hacca niyet olamaz.
Nitekim yakında anlatacağız. Anla!
«Yani zorluğunu ve müddetinin uzunluğunu kolaylaştır.»
Çünkü haccının edası, ayrı zamanlarda ve aynı yerlerde olur. Bu sebeple,
ekseriye meşakkattan hâli değildir. Onun için Allah'tan kolaylık diler. Zira
her güçlüğü kolaylaştıran Allah'tır. Zeylâi.
"Çünkü İbrahim ve İsmail (as.),"
Kâbe'yi bina ederken böyle dua etmişlerdir. Binaenaleyh hacca niyet eden
kimsenin de aynı şekilde duada bulunması münasiptir. Zira mescitlerde yapılan
ibadet, onları mamur etmek olur. Anla!
«Umre yapan da aynı şekilde dua eder.»
Çünkü hacc meşakkatinden daha az olmakla beraber, umrede de meşakkat vardır.
«Kırân haccına niyet eden kimse»
"Allah'ım! Ben hacc ve umre yapmak istiyorum ilh..." diye dua eder.
Halebî diyor ki: «Şârih temettuya niyet edenin ne diyeceğini söylememiştir.
Çünkü o hacc ve umre için ayrı ayrı ihrama girer. Binaenaleyh evvelce
zikredilenlerde dahildir.»
«Bir kavle göre» sözünü, Tûhfe ve Kınye
sahipleri imam Muhammed'e nisbet etmişlerdir. Nitekim Nehir'de de böyledir.
«Ama Hidâye'nin dediği evlâdır.» Nehir'de
de böyle denilmiştir. Rahmetî diyor ki: «Lâkin namaz pek büyüktür. Onu lâzım
geldiği gibi eda etmek pek güçtür. Allah'tan onu kolaylaştırmasını istemek pek
yerindedir. Onun için Zeylâî başka imamlara uyarak bunu bütün ibadetlere teşmil
etmiştir.»
METİN
Sonra her namazın ardından telbiye getirir,
bununla haccı niyet eder. Bu söz, en mükemmel şeklini beyandır. Yoksa hacc
mutlak niyetle de sahih olur. Velev ki kalbiyle olsun. Lâkin bu niyetin tesbih
ve tehlil gibi tazim için söylenen bir zikirle beraber olması şarttır. Mezhebe
göre, velev ki Arapçayı ve telbiyeyi güzelce bildiği halde Farsça söylesin.
Telbiye şudur:
Lebbeyk allahümme lebbeyk la şerike leke
lebbeyk. İnnel hamde venni'mete leke vel mülk la şerike lek.
"İnne" kelimesinin hemzesi
"esre" ve "üstün" okunabilir. "Venni'mete"
kelimesi de "fetha" ile okunur. Yahut, müpteda ve haberdir.
İZAH
«Bununla haccı niyet eder.» Nehir'de şöyle
denilmiştir: «Burada, niyetin "Allahım! Ben haccetmek istiyorum
ilh..." cümlesi ile tamam olmadığına işaret vardır. Çünkü niyet, istekten
ötede ayrı bir şeydir. İstek, bir şeyi yapmaya azmetmektir. Nitekim Bezzazî
böyle demiştir. Râgıb'ın sözü bunu açıklamıştır. O şöyle demiştir:
"Şüphesiz ki, insanı bir şeyi yapmaya teşvik eden sebepler, derece
derecedir. Evvelâ sanîh, sonra hatır, sonra fikir, sonra irade, sonra himmet,
sonra azim gelir. Bir kimse dili ile ' Hacca niyet ettim ve ona ihrama girdim
Lebbeyk ilh...' derse iyi olur. Çünkü kalple dil bir araya gelir."
Zeylâî'de böyle denilmiştir.» Fetih sahibi, «Namazın şartlarında arz
ettiklerimize kıyasen en iyisi, sözü ile azimeti bir araya gelmemektir; bir
araya gelmek değildir. Peygamber (s.a.v.)'in hacc ibadetlerini rivayet
edenlerden hiç birinin, "Ben onu umreye veya hacca niyet ettim' derken
işittim" dediğini bilmiyoruz. Onun için ulemamız dille söylemek iyidir, tâ
ki kalbe uysun demişlerdir.» diyor.
Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Hâsılı
niyeti dille söylemek, bütün ibadetlerde mutlak surette bidattır.» Lâkin
kendisine Rahmetî, Sahih-i Buhârî'de Enes (r.a.)'den rivayet olunan şu hadisle
itiraz etmiştir: «Ben Ashab'ı her ikisini açık söylerken işittim.» Yine Enes
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre, «Sonra hacc ve umreye niyetlendi. Cemaat da
bunların ikisine niyetlendiler.» demiştir. Bunun gibi daha birçok hadislerde,
niyet mânâsını ifade eden sözler söylediği bildirilmiştir. Ama niyetin hususi
bir sözle, alettayin yapılmasının vâcip veya mendup olduğunu söyleyen yoktur. O
halde nasıl olur da niyet râvîlerden hiçbirinin rivayetinde bulunmamıştır
denilebilir.
Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir:
Murad, hacca niyet ettim sözü ile açıklama bulunmadığıdır. Zikredilen niyet
hususunda rivayet edilen kolaylık ve kabul duasının zımnındakidır. Biliyorsun
ki bu niyet değildir. Niyet ancak Musannıf'ın da işaret ettiği gibi, telbiye
zamanındaki sözdür. Yahut telbiyedeki sözlerdir. Şu halde Lübab ile şerhinde
şöyle denilmiştir: «Niyet ederken, yani yüksek sesle telbiye yaparken, hacca
mı, yoksa umreye mi niyetlendiğini söylemesi müstehaptır. Hacc için ' Lebbeyk '
demelidir.» Bedâyi'de de böyle denilmiştir; Düşün!
«Yoksa hacc mutlak niyetle de sahih olur.»
Yani ' hacc ' veya ' umreye' demeden hacc ibadetlerine niyet etmekle de olur.
Sonra tavaf etmeden tayin ederse ne âlâ; etmezse umre mânâsına alınır. Nitekim
gelecektir. Lübab'da şöyle denilmektedir: «Hacc ibadetlerini tayin şart
değildir. Binaenaleyh müphem niyetlenmek ve başkalarının niyetlendiğine
niyetlenmek de sahihtir.» Lübab'ın başka bir yerinde de şöyle denilmiştir:
«Başkasının niyetlendiğine niyet etse, bu müphem olur ve kendisine bir hacc
veya umre lâzım gelir. Lübab şârihi bunu, "Başkasının niyetlendiğini
bilmediği zaman" diye kayıtlamıştır.»
Hacc niyetini mutlak söylerse; keza farz
hacc anlaşılır. Tamamı az ileride gelecektir.
«Velev ki kalbiyle olsun.» Çünkü ' hacca '
veya ' umreye ' diye niyeti dille söylemek şart değildir. Nitekim namazda da
öyledir. Zeylâî.
«Tâzim için söylenen...» Yani sahih
rivayete göre, velev dua ile karışık zikirle olsun, yapılması şarttır. Lübab
şerhi. Hâniyye'de şöyle denilmektedir: « 'Allahım ' dese de, başka bir şey
söylemese, İmam İbn-i Fadıl bunun namaza başlamaktaki ihtilâf gibi ihtitâflı
olduğunu söylemiştir. Hâsılı niyetin hâssaten telbiye ile beraber yapılması
şart değil sünnettir. Şart olan, niyetin herhangi bir zikirle beraber
yapılmasıdır. Telbiye getirirse, bunun dille olması lâbuttur.» Lübab'da,
"Telbiyeyi kalbi ile yaparsa bu sayılmaz. Dilsizin de dilini kıpırdatması
lâzımdır. Bazıları bunun, lâzım değil, müstehap olduğunu söylemişlerdir."
denilmiştir. Lübab şârihi ikinci kavle meyletmiştir. Çünkü esah olan, dilsize
namazda kıraat için dilini kıpırdatmanın lâzım gelmemesidir. Haccda lâzım
gelmemesi evleviyette kalır. Çünkü hacc daha geniştir. Bir de namazda kıraat
kesin bir farzdır. Müttefekun aleyhtir. Telbiye böyle değildir.
«Velev ki Farsça söylesin.» Yani Arapçadan başka
Türkçe ve Hintçe gibi bir dille söylesin. Nitekim Lübab'da böyle denilmiştir.
Şârih burada Arapça söylemenin efdal olduğuna işaret etmiştir. Nitekim
Hâniyye'de de böyle denilmiştir.
«Velev ki Arapçayı ve telbiyeyi iyi
bilsin.» Yani namaz bunun hilâfınadır. Çünkü hacc bâbı daha geniştir. Hattâ
onda, deveye gerdan takmak gibi zikir olmayan şey zikir yerine geçmiştir. Bunu
Şurunbulâliyye'den naklen Halebî söylemiştir. Yine orada beyan edildiğine göre,
namaza Arapçaya kudreti olduğu, halde Farsça başlamak sahihtir. Şârih orada bu
meseleyi öne almış; Şurunbulâlî ve diğer zevatın şüpheye düştüklerine işaret
etmiştir. Zira başlamayı kıraat gibi saymışlardır. T.
«Telbiye şudur.» Yani "AIIahım! Senin
kapına tekrar tekrar geldim, senin davetine tekrar tekrar icabettim. Senin
şerikin yoktur, Hamd sana mahsustur. Nîmet senindir. Mülk de senindir. Senin
şerikin yoktur" demektir. Bu cümlelerdeki ' Lebbeyk ' sözü, tekrarı ifade
etmek için tesniye sîgası ile söylenir. Nitekim Mülk Sûresinde, "Gözü iki
defa çevir," buyrulmuştur. Yani "çok defalar bak" demektir.
Sözün tekrar edilmesi, bu işi te'kîd içindir. Bazı nüshalarda "Allahümme
Lebbeyk"ten sonra ikinci bir defa ' Lebbeyk ' söylenmiştir. Münasip olan
da budur. Çünkü Kenz, Hidâye, Cevhere, Lübab ve diğer kitaplarda hep böyledir.
Binaenaleyh ' Lebbeyk ' sözünü üçüncü defa tekrarlamak, te'kîdi mubalâğa
içindir. Hâşiye yazarlarından biri diyor ki: «Şâfiîler, cümledeki üçüncü '
Lebbeyk ' üzerinde durulmasının güzel olduğunu söylemişlerdir. Ama ben bunun
bizim imamlarımızdan naklini görmedim. İmdi araştır!»
Ben derim ki: Kuhistânî'nin sözü, ikinci
'Lebbeyk' üzerinde durulmasını gerektirmektedir. Çünkü o ' Lebbeyk',
"Allahümme Lebbeyk" cümlesi üzerinde söz etmiş, sonra yeni bir cümle
olmak üzere "Lebbeyk lâ şerîke lek" demiştir. Bu sözün ifade ettiği
mânâ, üçüncü lebbeyk ile yeni cümleye başlamasıdır. Lübab Şerhi'nde ifade
edilen de budur.
«İnne kelimesinin hemzesi esre ve üstün
okunabilir.» Efdal olan, esre ile ' inne ' okumaktır. Muhit sahibi, "Çünkü
Peygamber (s.a.v.) böyle okumuştur." demiş, fakat Binaye sahibi bunu
reddederek, "Bu belli değildir." demiştir. Evet ekseri ulema efdal
oluşunu; çünkü senaya yeniden başlamaktır diye illetlendirmişlerdir. Şu halde
telbiye zât için olur. Kelime fetha ile okunursa, bunun hilâfınadır. Çünkü
telbiyenin ta'lîli olur. Yani "Sana iki defa icabet ederim. Çünkü hamd
sanadır. Nîmet ve mülk senindir" demek olur. Sonu olmayan icabeti zâta
tâlik etmek, sıfat itibariyle bundan evlâdır. Fakat bu söze itiraz edilmiş;
«İnne okunursa, cümle yine söz başı diye ta'lîl edilebilir. "Hem onlara
dua eyle, çünkü senin duan onlar için rahatlıktır." âyeti ile "Oğluna
ilmi öğret, çünkü ilim faydalıdır." sözleri de bu kabildendir.»
denilmiştir. Buna da şöyle cevap verilmiştir: Burada bunların ikisi de caiz
olmakla beraber, evleviyetinden dolayı istinaf mânâsına hamledilir. Fetha ile
okumak bunun hilâfınadır. Çünkü onda ta'lîlden başka bir şey yoktur. Şârihler
İmam-ı Âzam'dan bu kelimenin ' enne ' okunduğunu; İmam Muhammed ile Kisâ-i ve
Ferra'dan 'inne' okunduğunu rivayet etmişlerdir. Şu kadar var ki, Keşşafta
zikredilen, İmam-ı Âzam'ın ' inne '; Şâfiî'nin ise ' enne ' okuduğudur.
Sözlerinin zâhiri bunu göstermektedir. Nehir.
«Venni'mete kelimesi de fetha ile okunur.»
Doğrusu budur. Çünkü bu kelime mebni değil, mu'rebdir. Nehir'in ibaresi,
"Meşhura göre mensup okunur. Ama merfu okunması da caizdir."
şeklindedir.
«Velmülke» kelimesi mansup okunmalıdır. Ama
' velmülku ' şeklinde merfu okunması da caizdir. Her iki takdire göre haberi
atılmıştır. Bu kelimenin üzerinde durmak iyi görülmüştür. Tâ ki ondan sonra
gelenin haberi sanılmasın. Lübab Şerhi. Bazıları, bunun üzerinde durmanın, dört
mezhebin imamlarına göre müstehap olduğunu nakletmişlerdir.
TEMBİH: Lübab ve şerhinde beyan olunduğuna
göre, telbiyeyi evvekî yüksek sesle yaparak, sonra alçaltmak ve Peygamber
(s.a.v.)'e salâvat getirmek; daha sonra dilediği duayı okumak müstehaptır.
Burada rivayet olunan dua şudur:
"Allahım! Ben senden rızanı ve
Cennet'i dilerim; gazabından ve Cehennemden sana sığınırım." Yine Lübab'da
beyan edildiğine göre, telbîyeyi ilk mecliste tekrarlamak sünnettir. Başka
meclislerde tekrarlamak da öyledir. Haller değiştikçe, tekrarlamak ise müekket
şekilde müstehaptır. Mutlak surette çok telbiye getirmek menduptur. Bir defa
başlayınca, telbiyeyi üç defa tekrarlamak ve dünya sözüyle aralarını kesmemek
de müstehaptır.
METİN
Telbiyeye mendup olarak ziyade yap. Yani
kelimelerinin arasına değil de sonuna, dilediğin duayı ilave et. Ama bu
telbiyeyi noksan bırakma. Çünkü kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur. Ulema onun
bir defa şart olduğunu söylemişlerdir. Fazlası sünnettir. Gerek telbiyeyi,
gerekse onu yüksek sesle söylemeyi terk eden kötülük işlemiş olur.
İZAH
«Telbiyeye mendup olarak ziyade yap.» Ama
rivayet edilmemiş duaları ziyade etmen müstehap olmaz. Nitekim İnâye'de
bildirilmiştir. Nehir'in ifadesi bunun hilâfınadır. Evet, Lübab Şerhi'nde şöyle
denilmiştir; "Rivayet edilmiş bir duayı okumak müstehaptır. Mesela
......................denilebilir. Rivayet edilmeyen bir duayı okumak, caiz
yahut iyidir.»
«Ziyade etmen müstehap olmaz.» Nehir sahibi
diyor ki: «Çünkü ziyade ancak bütününü söyledikten sonra olur. Cümle arasına
getirilmez. Nitekim Sirâc'da beyan edilmiştir.» şu halde yukarıda gösterilen
ziyade - ki bunu Nehir sahibi ibn-i Ömer'den nakletmiştir. - telbiye bittikten»
sonra söylenir. Telbiye esnasında söylenmez.
«Ulema onun bir defa şart olduğunu
söylemişlerdir.» Şârih burada Nehir sahibine tâbi olmuştur. Bu söz Bahır'ın
ifadesine muhaliftir. Söz götürdüğü de meydandadır. Çünkü şarttır" sözüyle
hâssaten geçen sîgayı kastederse şöyle itiraz olunur: Fetih'te beyan edildiği
üzere, zâhir-i mezhep, o kimsenin her türlü sena ve tesbih ile Hırama girmiş
sayılmasıdır. Bu evvelce geçti. Bu sözle mutlak zikri kastederse, iddiasını
ifade edemez. İddiası bu sîgadan az olursa, kerahet-i tahrimiyye lâzım
gelmesidir. Hak olan Bahır'ın sözüdür ki şudur: Hâssaten telbiye sünnettir.
Bunu tamamen terkederse, kerahet-i tenzihiyye işlemiş olur. Noksan bırakırsa,
evleviyetle kerahet-i tenzihiyye ile mekruh olur. El-Kâfî Nesefî'nin "Caiz
değildir" demesi de söz götürür. Bir de şarttır diyenin muradı, hâssaten
telbiyeyi söylemek değil; tâzim kastiyle söylenen sözdür.
"Fazlası sünnettir." Yani tekrarı
sünnettir. Nitekim Lübab'dan naklen arzettik. Zikri geçen sîga üzerine ziyadeye
gelince; yukarıda gördük ki bu menduptur. Kâfî ve diğer kitaplarda, "Bu
müstehaptır." diye geçen sözün mânâsı budur.
«Kötülük işlemiş olur.» Bu sözün muktezası
şudur: Yüksek sesle telbiye sünnettir. Bunu Nehir sahibi Muhit'ten naklen
açıklamıştır. Bu bizim yukarıda arzettiğimize muhaliftir. Müstehap olduğunu
Bahır ve Fetih sahipleri açıklamışlardır. Lâkin Bahır'ın başka bir yerinde,
kötülük işleme sözünün kerahetten aşağı olduğu zikredilmiştir. Binaenaleyh
Şârih'in Muhit'e uyarak, "Kötülük işlemiş olur." demesinden, sünnet-i
müekkede olması lâzım gelmez.
METİN
Hacc fiili niyet ederek telbiye getirir
veya hedy kurbanı gönderir; yahut gerdanlık takar, yani kurbanlık devenin
boynuna gerdanlık asar; yahut haremde yahut eskiden ihram halindeyken öldürdüğü
bir avın cezası olarak bir deveye gerdanlık takar veya cinayet, nezir, müt'a ve
kırân gibi bir vâcibin cezası olarak kurban gönderir veya boynuna gerdanlık
takar da, hacca niyet ederek onunla birlikte yola çıkarsa - acaba "umre de
böyle midir" denilirse, evet ' cevabı vermek gerekir - yahut kurbanı
gönderir de sonra yola revan olur ve mikatdan önce o hayvana yetişirse, -
mikâttan sonra yetişirse, mikattan telbiye ederek ihrama girmesi lâzım gelir -
yahut kurbanı müt'a veya kırân için gönderir ve gerek gerdanlık takmak, gerekse
yola revan olmak hacc aylarında bulunursa - zira bulunmazsa kurbana yetişinceye
kadar ihramlı sayılmaz - ve ihram niyeti ile yola revan olursa, hayvana
yetişmese bile istihsanen ihrama girmiş olur. Çünkü emre icabet tazim bildiren
her zikirle olduğu gibi; ihrama mahsus her fiille de olur. Sonra ihramın sahih
olması, hacc ibadeti niyetine bağlı değildir. Çünkü o kimse ihramı müphem yapsa
da tavafın bir şavtını eda etse, bu umre sayılır. Hacc niyetini mutlak yapsa,
farz hacc sayılır. Ama ' nâfile ' diye tayin ederse nâfile olur. Velev ki farz
haccını îfa etmemiş olsun. Bu, Fetih'ten naklen Şurunbulâliyye'de
bildirilmiştir.
İZAH
«Hacc fiili niyet ederek telbiye
getirirse...» Deniliyor ki burada Musannıf, "Telbiye getirerek
niyetlendiği vakit" demeliydi. Çünkü Musannıf'ın ibaresi, "Niyet
şartıyla telbiye getirirse hacca başlamış olur." mânâsını ifade
etmektedir. Halbuki vâkı bunun aksinedir. Yani bâbımızn başında geçtiği
vecihle, Hüsam-ı Şehid'in dediği gibidir. Cevap şudur ki: Zeylâî'ye tebean
Fetih'te de böyle denilmiştîr. Bu ibareden ancak o kimsenin niyet ve telbiye
anında ihramlı sayılacağı anlaşılmaktadır. Bunların her ikisiyle; yahut diğeri
de bulunmak şartıyla birisiyle ihrama girmek anlaşılmaktadır. Şu halde her
ibare, Nehir sahibinin söylediği gibi bir mânâda dır.
«Hacc fiili»nden murad, hacc, ve umre gibi
muayyen olanı; yahut yukarda beyan edildiği vecihle müphem olanıdır. Şu da
gelecektir ki, ihramın sahih olması, hacc ibadeti niyetine, yani o ibadetin
tayinine bağlı değildir. Ama bu aslâ hacc ibâdeti niyetine bağlı değildir
mânâsına gelmez.
«Veya hedy kurbanı gönderirse» cümlesi,
telbiye yerine geçen fiillerden birinin beyanıdır. Nitekim gelecektir. Lâkin
Musannıf bunu atsa da, yalnız "veya deveye gerdanlık taksa"
cümlesiyle iktifa etseydi, daha kısa ve daha açık olurdu. Nitekim Kenz sahibi
öyle yapmıştır. Çünkü ' hedy ' sözü koyuna da şâmildir. ' Bedene ' sözü böyle
değildir. O, deve ile sığıra mahsustur. Hacı, koyuna gerdanlık takarsa, ihrama
girmiş sayılmaz. Velev ki onu göndermişolsun. Nitekim bu cihet Bahır'da
açıklanmıştır. Kitabımızda da gelecektir. Bundan dolayıdır ki, Lübab şarihi
"Hedy kurbanına gerdanlık takmak telbiye yerini tutar." sözüne itiraz
ederek, "Bunun hakkı, 'hedy' yerine 'bedene' tabirinî kullanmaktı."
demiştir.
Meselenin hulasası Lübab şerhi'nde olduğu
gibi şöyledir: Deveyi telbiye yerine tutmak için bazı şartlar vardır. Onlardan
biri niyet, biri deveyi göndermek veya onunla birlikte yola çıkmak yahut yolda
yetişmektir. Bu, yalnız müt'a ve kırân devesinde böyle değildir. Kurbanlığına
gerdanlık takar da göndermezse; yahut gönderir de onunla beraber yola çıkmaz,
sonra hacc ibadeti niyeti ile yola çıkarsa, deve müt'a ve kırândan başkası
içinse, ona yetişmedikçe ihramlı sayılmaz. Ona yetişir de gönderirse, ihramlı
olur.
«Boynuna gerdanlık asarsa.» Bunun şekli,
yünden yahut kıldan yapma bir ip bükerek, onunla bir ayakkabı veya bir tulum
emziği, yahut ağaç kabuğu gibi bir şey bağlayarak o hayvanın hedy kurbanı
olduğuna nişan yapmaktır. Tâ ki hayvana kimse musallat olmasın. Topallayarak
kesilirse, ondan zengin yemesin
«Eski ihram...» sözü, bir kayıttır. Bu
kayıda sebep, yeni ihrama girmek ancak bu alâmeti asmakla tamam olacağı
içindir. T.
«Veya cinayet» Yani "Geçen sene işlediği
bir cinayet için kurban gönderirse" demektir. Dürer.
«Onunla beraber yola çıkarsa» Yani
"Ondan önce yola çıkarsa" demektir. Kirmânî diyor ki: «Hedy kurbanı
göndermekle beraber, yola çıkarken tekbir almak ve,
"Allah en büyüktür. Allah'tan başka
ilâh yoktur. Allah en büyüktür.. Hamd Allah'a mahsustur." demek
müstehaptır.» Lübab Şerhi.
«Hacca niyet ederek» demesi, doğru olan
kavle göre bununla birlikte mutlaka niyet lâzım geldiği içindir. Nitekim Ashab
bunu açıklamışlardır. Lübab Şerhi.
«Evet cevabı vermek gerekir.» Bahsi eden,
Şurunbulâlîdir. Lübab Şerhi'nin ibaresi, "İki ibadetten birine ihrama
girmeyi niyet ederek" şeklinde olup, bu hususta açıktır.
«Yahut kurbanlığı gönderir de sonra yola
revan olursa» cümlesi, "kurbanlıkla beraber yola çıkarsa" cümlesi
üzerine atfedilmiştir. Böylece iki şeyden birinin şart olduğa ifade
edilmektedir. Ya kurbanlığı gönderip o da beraberinde gidecektir; yahut evvela
kurbanlığı gönderip, arkadan ona yetişecek ve beraber gidecektir. Bu şart,
müt'a ile kırândan başkaları içindir. Müt'a ile kırânda, kurbanlıkla beraber
gitmek veya ona sonradan yetişmek gibi şeyler şart değildir.
«Mikâttan önce o hayvana yetişirse»
cümlesinde, Musannıf yetişmeyi söylemekle yetinmiştir. Çünkü yetişmek
bilittifak şarttır. Ondan sonra, hayvanı göndermek meselesinde ise ihtilâf
vardır. Cami-i Sagîr'de bu şart koşulmamış, Asıl adlı kitapta ise şart koşulmuş
ve, "Hayvanı gönderir ve onunla beraber yola çıkar." denilmiştir.
Fahru'l-İslâm, "Bu, ittifâki bir iştir, şart ancak yetişmek
hususundadır." demiş; Kâfî'de ise, «Şemsü'l-Eimme Serahsî'nin Mebsût'ta
beyanına göre, bu meselede Ashab ihtilâf etmişler; kimisi "hayvana
gerdanlığı takmakla ihrama girmiş olur" demiş, kimisi hayvanın ardından
yola çıkarsa ihramlı sayılacağını söylemiş; birtakımları da, "hayvana
yetişir ve onu gönderirse muhrîm sayılır'' demişlerdir.»
Biz bunların yüzde yüz malûm olanı ile amel
eder ve deriz ki: Hayvana yetişir de onu gönderirse ihramlı olur. Çünkü Ashab
buna ittifak etmişlerdir. Lübab Şerhi.
«Mikâttan telbiye ederek ihrama girmesi
lâzım gelir» Çünkü o kimse mikâta vardığı zaman hayvana gerdanlık asmakla
ihrama girmiş sayılmaz. Kurbanlığa yetişmemiştir. Mikâtı ihramsız geçmesi de
caiz değildir. Binaenaleyh telbiye ile ihrama girmesi lâzım gelir. Rahmetî.
«Hacc aylarında» diye kayıtlaması; hedy
kurbanına gerdanlık hacc aylarında asılmazsa geçersiz olacağı içindir. Çünkü bu
takdirde gerdanlık takması müt'a fiillerinden bir fiil olur. Hacc aylarından
önce yapılan müt'a fiilleri ise geçersizdir. Nâfile olur. Nâfile kurbanında,
ona yetişmedikçe yahut onunla beraber yürümedikçe ihrama girmiş sayılmaz.
Kâdıhan'ın Câmi-i Sagîr Şerhi'nde böyle denilmiştir. Zeylâî.
«Zira bulunmazsa» Yani hayvanı göndermek ve
yola revan olmak hacc aylarında bulunmazsa; yahut yola revan olmak bulunur da,
göndermek bulunmazsa, mikâttan önce hayvana yetişmedikçe ihramlı sayılmaz. T.
«İhram niyetiyle yola revan olursa.»
cümlesi, bu söylenenlerin ancak zikir yerini tuttuğunu; niyet yerine
geçmediğini ifade etmektedir. T.
«Sonra ihramın sahih olması» muayyen bir
hacc ibadeti niyetine bağlı değildir. Bahır sahibi diyor ki: "İhramı
müphem yapar; hangi fiil için olduğunu tayin etmezse, caiz olur. Fiillere
başlamazdan önce tayin etmesi gerekir. Tayin etmeden bir şavt tavaf yaparsa,
umre için olur. Keza hacc fiillerinden önce haccdan men olunarak, kurban kesmek
suretiyle ihramdan çıkarsa, yaptıkları yine umre için olur ve umrenin kazası
icabeder. Haccı kaza etmez. Keza cima yaparak haccı bozarsa, umreye devamı
vâcip olur."
«Bu umre sayılır.» Hacca gelince: Hacc
sayılmak için, hacc fiillerine başlamazdan önce mutlaka onu tayin etmesi lâzım
gelir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Lâkin Lübab ile şerhinde şöyle
denilmiştir: «Tavaftan önce Arafat'ta vakfe yaparsa, ihramı hacc için olduğu
taayyün eder. Velev ki vakfesi esnasında hacca niyet etmemiş olsun.»
«Hacc niyetini mutlak yapsa» Meselâ ' hacca
' diye niyetlense de, farz veya nâfile olduğunu tayin etmese, farz hacc
sayılır.
«Ama 'nâfile' diye tayin ederse nâfile
olur.» Keza başkası namına hacca veya nezir haccına niyet ederse niyeti
geçerlidir. Velev ki kendi farz haccını eda etmiş olmasın. Bunu birçok ulema
söylemişlerdir ki sahih, mutemet ve Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'tan açık olarak
nakledilen budur. Nâfile niyeti ile farz eda edilmez. İmam Muhammed'den bir
rivayete göre, bu hacc o kimseye farz olan hacc yerine geçer, İmam Şâfiî'nin
mezhebi de budur. Galiba o bunu oruca kıyas etmiş olacaktır. Lâkin aralarında
fark vardır. Ramazan, farz olan oruç için mi'yardır. Hacc vakti böyle değildir.
O ömrün sonuna kadar geniş bir zamandır. Bunun bir benzeri de namaz vaktidir.
Lübab şerhi. Evet hacc vaktinin, bir senede, iki hacc sığmamasına bakarak
mi'yara benzeyişi vardır. Onun için mutlak niyetle eda edilir. Meselâ öğlenin
farzına niyet etmek bunun gibi değildir. Çünkü onun vakti her yönden zarftır.
METİN
Şayet sol hörgücünü yaralamak suretiyle
deveyi nişanlar veya üzerine çul koymak suretiyle çullar; yahut müt'a ile
kırândan başka bir fiil için gönderir de, yukarıda geçtiği gibi ona yetişmezse;
yahut koyun boynuna gerdanlık takarsa, ihrama girmiş sayılmaz. Çünkü bunlar
hacc fiillerine mahsus şeyler değillerdir. Bundan sonra, yani ihrama girdikten
sonra mühletsiz olarak rafesten, yani cimadan yahut kadınların yanında onu anmaktan,
füsuktan yani Allah'a taattan çıkmaktan, cidalden sakınır. Çünkü muhrîm
kimsenin bu işleri yapması daha çirkindir.
İZAH
«Deveyi nişanlamak» İmam-ı Azam'a göre
mekruhtur. Çünkü bunu herkes beceremez. Bu suretle hayvana eziyet edilmiş olur.
T. musannıf nişan vurmanın deveye has olduğuna işaret etmiştir.
«Müt'a ile kırândan başka bir fiil için»
Keza hacc aylarından önce olursa, müt'a ile kırân için gönderirse, ihrama
girmiş sayılmaz. Rahmeti.
«Çünkü bunlar hacc fiillerine mahsus şeyler
değillerdir.» Nişan vurmak bazen tedavi için olabilir. Hayvanı çullamak,
soğuktan, sıcaktan ve eziyetten korumak için olur. Bir de yollanırken elinde
gönderecek hedy kurbanı yoksa, mücerret bir niyetten başka bir şey bulunmamış
olur. Bununla ise ihrama girmiş sayılmaz. Koyuna gerdanlık takmak âdet
olmamıştır, sünnet de değildir. Rahmetî.
«Mühletsiz olarak» sözü ile Şârih,
Musannıf'ın burada takibe delâlet eden 'fe' edatını kullanması daha doğru
olacağına işaret etmektedir. Nitekim Kudûrî ile Kenz'de böyle yapılmıştır. Şu
da var ki, Nehir'de şöyle denilmiştir: «Bilmiş ol ki, Musannıf'ın bu sözünden,
bazılarının dediği gibi Peygamber (s.a.v.)'in, "Her kim hacceder de cimada
bulunmaz, Allah'a taattan çıkmazsa; günahlarından, annesinden doğduğu gün gibi
çıkar." hadisinin mânâsı, ihrama girdiğinden itibaren demektir. Çünkü daha
önce o kimseye ' hacı ' denilmez.»
«Yani cimadan» sözü, cumhur-u ulemanındır.
Lübab Şerhi. Çünkü AIIah Teâlâ, "Oruç gecesi size, kadınlarınıza rafes
helâl kılınmıştır." buyurmuştur. Bahır.
«Kadınların yanında onu anmaktan» sözü,
ibn-i Abbas'ındır. Bazıları, cimaın zikri ve mutlak surette ona sebep olan
şeyler olduğunu söylemişlerdir. "Esah olan" budur diyenler vardır.
Lübab Şerhi. Birçok ulemanın sözlerinin zâhirine bakılırsa, İbn-i Abbas'tan
rivayet edilen kavli tercih ettikleri anlaşılır. Nehir.
Ben derîm ki: Zâhir olan, kadınlar'
tabirinin helâl olanlara şümulüdür. Çünkü cima sebeplerinden biri, kadının
helâl oluşudur. Düşün!
«Cidal» yol arkadaşları ile, hizmetçilerle
ve kiracılarla kavga etmektir. Bahır. A'meş'tenrivayet olunduğuna göre,
"Deveciyi dövmek, haccın tamamındandır." demiştir. Bunun te'vîlinde,
"kelime failine muzaftır" denilmişse de; Nikâye Şerhi'nde beyan
olunduğuna göre, Hz. Ebû Bekir (r.a.) yolda kusur ettiği için devecisini dövmüştür.
Ben derim ki; Şu halde onun dövmesi kavga
için değil, te'dip ve vazifesini bildirmek içindir. Herhalde lâftan
anlamamıştır. Böylece iyiliği emir, kötülüğü yasaklama kabilinden olduğu için,
haccın tamamından sayılması doğru olur. Düşün!
«Bu îşleri» Yani zikredilen üç şeyi yapması
daha çirkindir. "İhramlı kimsenin bu işleri yapması daha çirkindir"
diye açıklamasında, ayete uyarak bunları niçin söylediğine işaret vardır.
Meselâ ipek giymek gibi. İpek giymek mutlak olarak haramdır. Fakat namazda daha
çirkindir.
METİN
Kara avını öldürmekten - deniz avını değil
- ve görülen ava işaret etmekten, gaipte olana delâlette bulunmaktan da
sakınmalıdır. Bunların haram olması, ihramlı bilmediğine göredir. İhramlı
bilirse, esah kavle göre işaret ve delâlet haram değildir. Kasdetmese bile,
koku sürünmekten dahi sakınmalıdır. Koklaması ise mekruhtur. Tırnak kesmek ve
yüzünü tamamen yahut bir kısmını, mesela ağzını, çenesini ve başını örtmekten
de sakınmalıdır. Evet Hâniyye'de, "Elini burnuna koymakta bir beis yoktur"
denilmiştir. Ölü ile bedenin sair kısımları bunun hilâfınadır. Hacı, başının
üzerinde elbise taşırsa, bu örtünmek sayılır. Bir gün veya bir gece devam
etmedikçe, yük ve tabak taşımak örtünmek sayılmaz. Binaenaleyh sadaka vermesi
lâzım gelir. Ulemanın söylediklerine göre, hacı Kâbe örtüsünün altına girer de,
örtü başına veya yüzüne gelirse, mekruh olur. Aksi takdirde bir beis yoktur.
İZAH
«Kara avını öldürmekten» Yani diri olarak
tuttuğu avı öldürmekten sakınmalıdır. Burada Musannıf'ın 'kesmekten' demeyip,
"öldürmekten sakınmalıdır" demesi, 'öldürmek' kelimesi ekseriyetle
haram olan şeyde kullanıldığı içindir. Bu da haramdır. Hattâ o avı kesmiş olsa
lâşe olur.
«Deniz avını» yenmese bile avlayabilir.
Çünkü Teâlâ Hazretleri, "Size deniz avı helâl kılınmıştır."
buyurmuştur.
«Görülen» ve "gaipte olan"
tabirleriyle Şârih işaretle delâlet arasında fark olduğunu göstermek
istemiştir.
Ben derim ki: Bir fark da, işaretin elle,
delâletin dille ve yürüyerek gitmek gibi şeylerle yapılmasıdır.
«İhramlı bilmediğine göredir.» Nehir'de
böyle denilmiştir. Maksat kendisine gösterilen kimsedir. En doğrusu böyle
demektir. Sirâc sahibi diyor ki: «Sonra delâlet ancakarkacığından avı tuttuğu
ve kendisine gösterilen kimse avın yerini bilmediği zaman geçerli olur. O
kimseyi delâletinde tasdik etmeli ve izinden gitmelidir. Yoksa onun delâletini
yalanlar ve izinden gitmezse, başka biri delâlet edip onu tasdik ettiği ve
izinden giderek avı öldürdüğü takdirde, delalet edene bir ceza yoktur.
T E T İ M M E : Delâlet eden kimseye yardımda
bulunmak, meselâ ona bıçağını, ok veya kamçısını vermek dahi delâlet
hükmündedir. Avı ürkütmesi, yumurtasını ve bacaklarını, kanatlarını kırması,
sütünü sağması, o avı alıp satması ve yemesi de aynı hükümde olduğu gibi; bit
öldürmek veya atmak yahut başkasına vermek, biti öldürmeyi emretmek, işarette
bulunmak - şayet işaret edilen kimse biti öldürürse - elbisesini - bitler ölsün
diye - güneşe koymak veya yıkamak dahi böyledir. Lübab.
«Kast etmese bile koku sürünmek» ifadesi
üzerine söz edilmiş, "kastı olmayan kimseye korunmayı emretmenin bir
manâsı yoktur." Denilmişse de, buna şöyle cevap Verilir: Maksat koku
sürünmeyi kast etmemektir. O kimse kokuyu tedavi için sürünebilir: Bununla
beraber yine memnudur, korunması gerekir. Rahmeti.
«Koklaması ise mekruhtur.» Yani hûküm
bundan ibarettir. Bir ceza ödemesi icabetmez. Nitekim Hâniyye'de beyan
edilmiştir. Şârih bununla kokulanmaktan muradın, kokuyu elbise ve bedende
kullanmak olduğuna işaret etmektedir. Ulemanın beyanlarına göre, hacı buharlı
elbise giyse bir şey lâzım gelmez. Çünkü kokudan bir cüz kullanılmış değildir.
O ancak burnu ile kokuyu duymuştur. Bundan dolayı Hâniyye'de, "Hacı
kokulanmış bir eve girer de, elbisesine ondan bir şey bulaşırsa, hiçbir ceza
icabetmez." denilmiştir. Nehir.
«Tırnak kesmek» Velev ki bir tanesini
olsun, Keza kendisi yahut kendi emriyle başkası kessin veya başkasının
tırnaklarını kessin aynı hükümdedir. Meğer ki bir daha büyümeyecek şekilde
kırılmış olsun. Bunda bir beis yoktur. Bunu Tahtavî Kuhistânî'den nakletmiştir.
«Yüzünü tamamen yahut bir kısmını örtmekten
sakınmalıdır.» Lakin bir gün veya bir gece, yüzün veya başın bütününü örtmek
kurban icabeder. Bunların dörtte biri bütünü gibidir. Bir günden veya dörtte
birden daha az örtülürse, sadaka lâzım gelir. Nitekim Lübab'da beyan
edilmiştir. Musannıf mutlak ifade etmiştir. Binaenaleyh sözü 'kadına' da
şâmildir. Zîra Bahır'da Gâyetü'l-Beyan'dan naklen, kadının bilittifak yüzünü
kapamayacağı beyan edilmiştir. Yani o ancak yüzünü ecnebilerden örtmek için
üzerine değmeyecek bir şey sarkıtır. Nitekim bu bâbın sonunda gelecektir. İbn-i
Kemâl'in Hidâye Şerhi'nde söylediklerine gelince: O, "Kadın yüzünü çarşafı
veya baş örtüsü ile örtebilir. Ona yasak edilen şey, ancak peçe ve yüz örtüsü
gibi ayrı bir şeyle yüzünü örtmektir." demiştir ki, acaip bir inceleme
yahut işittiğin icma muhalif garip bir nakildir. Keza bu bâbın sonunda
Bahır'dan ve diğer kitaplardan nakil edeceklerimize de muhaliftir. Sonra
ulemadan birinin el yazısı ile bu şerhinkenarında gördüm ki, "Bu söz,
müellifin yalnız başına kaldığı sözlerdendir. Ulemamızdan bilinen bunun
hilâfıdır ki, o da kadının yüzüne bir şey değmemesinin vâcip olmasıdır."
diyor. Daha sonra Kutbî'nin Mensik'inden naklen buna benzer bir söz gördüm.
«Evet Hâniyye'de iIh...» sözü, "yahut
bir kısmını" ifadesi üzerine istidraktır. Çünkü bu söz bunun da memnu
olduğu zannını verir. Halbuki Lübab'da bu, ihramın mübahlarından sayılmıştır.
"Beis yoktur" sözüne gelince: Bu söz daima kerahet bildirmez.
Şârih'in aşağıda gelen "Aksi takdirde bir beis yoktur" sözü de bu
kabildendir.
"Başını örtmekten" tabiri erkeğe
mahsustur. Kadının hükmünü ileride göreceksin.
«Ölü bunun hilâfınadır.» Yani bir kimse
ihramlı olarak ölürse başı ve yüzü örtülür. Çünkü ölmekle onun ihramı bâtıl
olmuştur. Rasulullah (s.a.v.), "Âdemoğlu öldüğü vakit bütün amelleri
kesilir. Ancak üç şeyden müstesna!" buyurmuştur. İhram da bir ameldir.
Onun da hükmü bitmiştir. Bundan dolayıdır ki, başkası namına hacceden bir
kimse, ölenin ihramı üzerine bilittifak ihram yapamaz. Devesinden düşerek boynu
kırılan bedevî hikâyesine gelince: Onun hakkında Peygamber (s.a.v.) "Onun
başını ve yüzünü örtmeyin. Çünkü kıyamet gününde o telbiye ederek
gelecektir." buyurmuştur. Yani o, bu hükümden Peygamber (s.a.v.)'in haber
vermesiyle tahsis edilmiştir. Onun ihramı bâkidir. Başkasında bu hüküm yoktur.
Bu sebeple ölünce ihramı kesildiğini söylüyoruz. Bunu Bahır sahibi ve başkaları
ifade etmişlerdir ve böylece iki hadisin arasını bulmak mümkün olmaktadır.
Bunu, hadisdeki "Çünkü kıyamet gününde o telbiye ederek gelecektir"
cümlesi te'yid etmektedir. Cümle bir vakıayı anlatmaktadır, umumu yoktur.
Nitekim usûl-ü fıkıhta tekarrur etmiştir. Binaenaleyh bedevîden başkasının da
bu meselede onun gibi sayılacağına delâlet etmez.
«Bedenin sair kısımları bunun hilâfınadır.»
Yani bedenin başla yüzden geri kalan kısımlarını örtmek bunun gibi değildir.
Bir şey icabetmez. Ama özürsüz örterse mekruh olur. Lübab. Lübab Şerhi'nde,
"Avuçları da istisna etmek gerekir. Çünkü eldiven giymen men
edîlmiştir." deniliyor.
Ben derim ki: Ayakların potin bağlanan
kısmından yukarısı da öyledir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) çorap giymekten men
etmiştir. Nitekim gelecektir. Ancak örtmekten muradı, elbise olmayan bir şeyle
kapamak ise o başka; yoksa elleri eldivenle, ayakları çorapla örtmek giymek
demektir.
«Bir gün veya bir gece devam etmedikçe yük
ye tabak taşımak sayılmaz.» Çünkü mûtad olan elbiseyi bir gün veya bir gece
giymek ceza kurbanı icabeder. Mutâd olmayan elbiseyi bu şekilde giymek de
sadakayı icabeder. T.
Ban derim ki: Lâkin şarih'in bu söylediğini,
nereden aldığını araştırmalıdır. Çünkü ben birçok kitaplarda gördüm ki, hacı
başını eşya paketi gibi mûtad olmayan bir şeyle örterse, bir şeylâzım gelmez.
Demek oluyor ki, bir şey lâzım gelmemesini mutlak söylemişlerdir. Lübab'da bu,
ihramın mübahlarından sayılmıştır. Evet Nehir'de Hâniyye'den naklen,
"İhramlı bir kimse başının üzerinde insanların giydiği bir şeyi taşırsa
onu giymiş sayılır. Çanak ve benzeri gibi insanların giymediği bir şeyi taşırsa
giymiş sayılmaz. Başını sarması mekruhtur. Bunu bütün bir gün veya bir gece
yaparsa, sadaka vermesi lâzım gelir." denilmiştir. Zâhire bakılırsa,
işaret başını sarmayadır. Ama Şârih onu taşımaya da teşmil etmiştir.
«Ulemanın söylediklerine göre» bunu Lübab
sahibi ve başkaları bildirmişlerdir. Keza yüzünü bir yastığın üzerine
yaslamanın mekruh olduğunu da söylemiştir. Yanaklarını koyması bunun
hilâfınadır. Lübab şârihi şöyle demektedir: «Başını yastığın üzerine koymak
dahi zararsızdır. Çünkü bundan her ne kadar yüzünün veya başının bir kısmını
örtmek lâzım geliyorsa da, uykuda makbul olan şekil budur. Yüzünü yaslamak
bunun hilâfınadır.»
«Mekruh olur.» sözü mutlak olduğuna göre
kerahet-i tahrimiyye kastedilmiş olacaktır. T.
METİN
Başını ve sakalını hatmi ile yıkamaktan
sakınmalıdır. Çünkü bu kokudur yahut böcekleri öldürür. Sabun, delûk ve çöven
bilittifak bunun hilafınadır. Cevhere'de nebk yaprağı da zikredilmiştir. Ama bu
müşkildir. Sakalı kısaltmaktan, başını tıraş etmekten, bedenindeki kılları
gidermekten de sakınmalıdır. Bundan ancak, gözde biten kıl müstesnadır. Bize
göre ondan bir şey lâzım gelmez. Gömlek ve don giymekten, yani bedenine göre
yahut zırh ve bornoz gibi bedenin bir kısmına göre biçilmiş elbise ve kaftan
giymekten sakınmalıdır. Ellerini yenlerine sokmazsa bize göre caizdir. Ancak
ilikler veya çözerse caiz olmaz. Gömlek ve cübbeye sarınmak, uyurken veya başka
bir halde onunla örtünmek bilittifak caizdir. Sarık ve külah gibi şeyler
giymekten de sakınmalıdır.
İZAH
«Çünkü bu kokudur.» sözü ile Şârih,
sakınmanın vâcip olmasının illeti hakkındaki hilâfa işaret etmiştir. Vâcip
olması ittifâkidir. Hilâf ancak illetinde ve mucebindedir. Binaenaleyh İmam-ı
Âzam'a göre bundan korunmalıdır. Çünkü hatminin güzel kokusu vardır. Velev ki
keskin olmasın. Bunun mucebi ceza kurbanıdır. imameyn'e göre kurban gerekmez.
Bununla böcekler öldürülür ve saç yumuşatılır. Mucebi sadakadır. Bu hilâfın
menşei, onun hakkındaki şüphedir. Bundan dolayı bazıları Irak hatmisinde hilâf
olmadığını söylemişlerdir. Çünkü onun güzel kokusu vardır. Bunu Nehir sahibi
söylemiştir.
"Sabun, delûk ve çöven bunun
hilâfınadır." Fethu'l-Kadîr'in cinayetler bahsinde şöyle denilmektedir:
«Sabun ve çövenle yıkarsa, bu hususta rivayet yoktur. Ulema bunlarda bir şey
lâzım gelmediğini söylemişlerdir. Çünkü koku değildir. Böcekleri de öldürmez.»
Bu ta'lîlin muktezası, ceza kurbanı ve sadakanın bilittifak vâcip olmamasıdır.
Onun içinZahîriyye'de, "Ulema ona bir şey lâzım gelmediğine ittifak
etmişlerdir." denilmiştir. Bahır'da da böyle denilmiştir. Tahâvî
şerhi'nden alarak Kuhistânî dahi böyle demiştir. Delük, söylenildiğine göre
Hicaz'da yetişen çöven gibi bir ottur. Ancak çöven beyaz, o siyahtır. Bedeni
rahatlatır kaşıntıları giderir.
"Ama bu müşkildir" Çünkü nebk da
hatmi gibi böcekleri öldürür, saçları yumuşatır. Binaenaleyh İmameyn'e göre
sadaka vâcip olmalıydı. Nitekim Minah'ta böyle denilmiştir. Sabunla çövende de
bu yumuşatma vardır. Rahmetî. Başkaları, "Sabunun güzel kokusu
vardır." ifadesini ziyade etmişlerdir.
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Zira
biliyorsun bunda bilittifak ceza kurbanı ve sadaka yoktur. Zira koku değildir.
Böcekleri de öldürmez.
«Başını tıraş etmekten» keza başkasının
başını tıraş etmekten sakınmalıdır. Velev ki o kimse ihramlı olmasın. Lübab.
"Bedenindeki kılları"ndan murad,
bıyık, koltuk altı, kasık, ense ve kan aldırılan yerler gibi bedenin kalan
kısımlarıdır. Nitekim Lübab'da beyan edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki:
«Maksat, neyle olursa olsun kılları gidermektir. İster tıraş etsin, ister
kısaltsın veya yolsun yahut ağda kullansın yahut yaksın farketmez. Vücudun neresinden
olursa olsun, baştan, bedenden gerek doğrudan doğruya, gerekse imkân vermek
suretiyle giderebilir.»
«Yani bedenine göre biçilmiş ilh...»
sözüyle Şârih, dikişli elbise giymenin yasak olduğuna işaret etmiştir.
Zikredilenleri ayrıca söylemesi, hadiste adları geçtiği içindir. Bahır'da İbn-i
Emir Hâcc'ın Menâsik'inden naklen şöyle denilmektedir: «Bunun kaidesi, bedene
veya bedenin bir kısmına göre biçilmiş elbise giymektir. Öyle ki dikişli olmak
veya parçaları birbirine yapıştırılmak suretiyle bedenini sarmalı ve mücerret
giymekle üzerinde durmalı. Bundan yalnız paşmak müstesnadır.ı»
Ben derim ki: Böylece, yama gibi bedeni
sarmayacak şekilde dikilen şey hariç kalır. Evvelce arzettiğimiz gibi, onu
giymekte beis yoktur.
«Yahut bedenin bir kısmına göre» sözü ile
Şarih, erkeğin ellerine eldiven giymesinin haram olduğunu ifade etmiştir. Bunu
Sindî de Mensik-i Kebir'inde açıklamış. Aliyyü'l-Kâri dahi Lübab Şerhi'nde ona
tâbi olmuştur. Kadına gelince: Onda böyle şeylerin bulunmaması mendupdur.
Nitekim Bedâyi'de beyan edilmiştir. Tamamı, Bahır üzerine yazdığımız
hâşiyededir.
«Bornoz» Kâmus'a göre, uzun külâh yahut
başlığı kendisinden olan uzun elbise demektir. Magriplilerin giydikleri baştan
ayağa kadar örten elbise bu kabildendir.
«Ellerini ceplerine sokmazsa bize göre
caizdir.» Lübab'da şöyle denilmektedir: «Mekruhlardan biri de, kaftan ve aba
gibi şeyleri omuzuna alarak ellerini yenlerinesokmamaktır.» Lübab'ın cinayetler
faslında da şöyle denilmektedir: «Kaftanı omuzlarına alır da, bir gün ilikli
bulundurursa, ona ceza kurbanı lâzım gelir. Velev ki ellerini yenlerine
sokmasın. Keza iliklemez, fakat ellerini yenlerîne sokarsa ceza kurbanı lâzım
gelir. Omuzuna alır da iliklemez, ellerini de yenlerine sokmazsa, ona
kerahetten başka bir şey yoktur» Lübab Şerhi'nde de şu ibare vardır: «Şüphesiz
ellerinden birini yenine sokmak, ikisini de sokmak gibidir. Binaenaleyh
'caizdir' demekten maksadı, ceza olmadığını söylemektir. Çünkü mekruh olduğunu
biliyorsun. Bunu, "bize" göre" demesi de te'yîd eder. "Bize
göre"den muradı, üç imamımızdır. Züfer buna muhaliftir. O ceza kurbanı
lâzım geldiğini söylemiştir.» Şârihi Lübab sahibine itiraz etmiştir. Çünkü o
bunu bir defa ihramın mekruhları arasında zikrettikten sonra, mübahları
arasında da zikretmiştir. Şârih şöyle demiştir: «O halde doğrusu, "kaftan
gibi şeyleri yatarken üzerine koymak" demeliydi Nitekim El-Kebir'de
demiştir.» Hasılı memnu olan, mûtad dikişli elbiseyi giymektir. Galiba kaftan
ve aba gibi şeyleri omuza almanın keraheti, ekseriyetle omuzda taşındıkları içindir.
Düşün!
METİN
Mest giymekten de sakınmalıdır. Meğer ki
ayakkabı bulamaya. Bu takdirde mestleri, konçlarının altından, potin bağlanan
yerden keser. Şu halde zermuze giymek caizdir; çorap giymek caiz değildir. Vers
gibi - ki kürkümdür - ve usfur gibi - ki kurtum çiçeğidir - güzel kokusu olan
şeylerle, boyanmış elbise giymekten sakınmalıdır. Bu ancak esah kavle göre koku
saçmayacak şekilde elbiseden çıktıktan sonra giyilebilir.
İZAH
«Mest giymekten de sakınmalıdır.» Bu
erkeklere yasaktır. Çünkü kadın dikişli elbise ve mest giyebilir. Nitekim
Kâdıhan beyan etmiştir. Kuhistani.
«Meğer ki ayakkabı bulamaya.» Bundan
anlaşılıyor ki, bulursa mestlerini kesmez. Çünkü bunda hâcet yok iken malı
itlaf vardır. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Ayakkabı bulduğu takdirde yine mestlerinin
konçlarını keserse, fidye vermesi vâcip olur diye bir kavli İmam-ı Âzam'a
nisbet edilmişse de, bu mezhebin hilâfınadır. Nitekim Lübab Şerhi'nde beyan
edilmiştir.
«Mestleri keser.» Kesmeden onları bir gün
giyerse, bir ceza kurbanı lâzım gelir. Bir günden az giyerse sadaka vermesi
gerekir. Lübab.
«Konçlarının altından» tabirinin yerinde
hadiste, "Onları kessin, tâ ki topuklardan aşağı insinler."
buyrulmuştur. Bu, Şârih'in ifadesinden daha fasihtir. İbn-i Kemâl. Maksat,
mestlerin konçlarını, topuklarla baldırların üst kısımları açık kalacak şekilde
kesmesidir. Sadece topuk yerlerini kesmesi değildir. Nitekim açıktır.
«Potin bağlanan yer»den maksat; ayağın
üstündeki mafsaldır. Hişam İmam Muhammed'denböyle rivayet etmiştir. Abdestte
bunun hilafınadır. Çünkü orada potin bağlanan yerden murad, çıkık kemiktir.
Hadiste bunların biri tayin edilmemiştir. Lâkin her ikisine topuk denildiğine
göre, ihtiyaten birinci mânâya yorumlanmıştır. Çünkü ihtiyat fazla açılan
kısımdadır Bahır.
"Şu halde zermuze giymek caizdir."
cümlesi, üst tarafından anlaşılan üzerine tefri edilmiştir ki, o da ayağın
ortasındaki tümseği örtmeyen ayakkabıyı giymenin caiz olmasıdır. 'Zermuze'
bazılarına göre papuçtur. Halebî'nin beyanına göre bundan anlaşılan, sırma
dedikleri şeydir.
Ben derim ki: Daha münasibi birinci
kavildir. Çünkü sırma bugün mâlumdur. O ökçeden itibaren bacağa sarılır ve
bacağı örter. Zâhire bakılırsa, bacağı örtmek caiz değildir. Binaenaleyh onu
giyerse, ökçeden itibaren bağlamaması icabeder. Sırmanın veya papucun konçu
uzun olur da, ayağın ortasındaki topuğu örten ziyade kesilir. Yahut içine bez
parçası doldurularak bütün ayağın girmesine mâni olunur. Ben papucun konçunu
kesmektense, ihram vaktinde bunu yaptım. Çünkü kesmekte mal itlâfı vardır.
«Kürkümdür» iddiası söz götürür. Sıhah adlı
lügatta, "Kürküm, "safran'dır" denilmektedir. Yine orada,
"Vers sarı bir nebattır, Yemen'de olur. Ondan yüze sürmek için boya
yaparlar." denilmiştir. Nihaye'de Kanun'dan naklen, "Vers koyu
kırmızı bir şeydir. Safran ununa benzer. Yemen'den celbedilir."
denilmiştir.
"Esah kavle göre" demesi, bir
kavle göre "saçılmayacak şekilde" denildiği içindir. Bu doğru
değildir. Çünkü saçılmaya değil, kokulanmaya itibar olunur. Görmüyor musun
boyalı bir elbiseden koku yayılsa, fakat bir şey saçılmasa, ihramlının böyle
bir elbise giymesi yasaktır» Nitekim Müstesfa'da beyan edilmiştir. Bahır.
METİN
İhramlı kimse hamam yapmaktan korunmaz.
Çünkü Beyhâkî'nin rivayet ettiği bir hadise göre Peygamber (s.a.v.) Cuhfe'de
hamama girmiştir. Gölge başına veya yüzüne isabet etmemek şartıyla bir evin
veya mahmelin gölgesinde bulunmak da korunmayı gerektirmez. Başına veya yüzüne
isabet ederse mekruh olur. Nitekim geçti. Beline uçkur, kemer kılıç ve silâh
bağlamak, yüzük takınmak ve kokusu olmayan bir şeyle sürme çekinmek dahi
korunmayı gerektirmez. Kokusu olan bir şeyle veya iki defa sürme çekinirse,
sadaka vermesi gerekir. Çok defa çekinirse ceza kurbanı lâzım gelir. Sirâciyye.
İZAH
«İhramlı kimse hamam yapmaktan korunmaz.»
Musannıf burada ihramın mübahlarını saymaya başlamıştır. Lübab Şerhi'nde şöyle
denilmiştir: «Kir ve pası rastgele hangi suyla olursa olsun gidermemek, bilâkis
temizliği veya tozu toprağı ve sıcağı gidermeyi niyet etmek müstehaptır.»
«Beyhâkî'nin hadisi»ni Nevevî "pek
zayıftır" diye zikretmiştir. ibn-i Hacer Şemail şerhi'nde onun bütün hadis
hafızlarınca uydurma olduğunu söylemiştir. Arabistan'da hamam ancak Peygamber
(s.a.v.)'in vefatından sonra bilinmeye' başlamıştır.
«Nitekim geçti.» Bu, Musannıf'ın,
"Yüzü ve başı örtmek" dediği yerde geçmişti.
"Kılıç ve silâh bağlamak..."
tahsisten sonra ta'mim için getirilmiştir. ' Silah ' kelimesinde düşmanla
çarpışılan her şey dahildir. Yalnız zırh müstesnadır. Silahta o dahil değildir.
Çünkü giyilir:
«Sadaka vermesi gerekir.» Mutlak söylenirse
sadakadan murad, yarım sâ (buğdaydan bir fitre miktarı) zahîredir. Bahır.
«Çok defa çekinirse...»den murad, mukabele
karinesiyle üç defa veya fazlasıdır. Lübab şârihi bunu daha münasip görmüştür.
Maksat fiilin çokluğudur. yoksa karışan kokunun kendisi değildir. Binaenaleyh
sürmede koku çok olsa da bir defa çekinmekle ceza kurbanı lâzım gelmez. Nitekim
bunu Fetih sahibi cinayetler bâbında beyan etmiştir.
METİN
Sünnet olmaktan, kan aldırmaktan, hacamet
etmekten, diş çıkartmaktan, kırık bağlamaktan, başını ve bedenini kaşımaktan
sakınmaz. Lâkin saçının dökülmesinden veya bitten korkarsa yavaşçacık kaşır.
Zira bir kıl veya bit düşerse, az bir sadaka verir. Üç olursa bir avuç zahîre
verir. Gurar'ül-Ezkâr. İhramlının namaz kıldığında, çok telbiye getirmesi
menduptur. Velev ki nâfile kılmış olsun. Yükseğe çıktığı, vâdiye indiği veya
bir kâfileye rastladığı; yahut yaya gidenlerle karşılaştığı vakit dahi çok
telbiye getirmesi menduptur. Hacılar birbirlerine rastladıklarında ve seher
vaktine erdiklerinde dahi hüküm budur. Çünkü ihramda telbiye, namazda tekbir
gibidir. Telbiyede avam takımının yaptığı gibi, Kendini yormamak şartıyla
sesini kaldırmak sünnettir. Mekke'ye girdiği vakit eşyasını yerleştirdikten
sonra gündüzün Selâm Kapısı'ndan girerek işe, Mescid-i Haram'dan telbiye ile,
tevazu ve huşu ile yerin büyüklüğünü düşünerek başlamak mendup olur. Mekke'ye
girmek için yıkanmak sünnettir. Onun için hayızlı ve nifaslının da yıkanması
makbuldür.
İZAH
«Kan aldırmaktan sakınmaz.» Velev ki eli
bağlamak icabetsin. Zira arzetmiştik ki, yüzle baştan maada bedenin bir yerini
bağlamak, ancak özür yoksa mekruh olur.
«Hacamet»ki aletle kan almak demektir. Saçı
gidermemek suretiyle yapılırsa sakıncası yoktur. Lübab. Aksi takdirde ceza
kurbanı gerektirir. Nitekim gelecektir.
"Az bir sadaka"dan murad; bir
hurma tanesi ve bir parça ekmek gibi şeylerdir.
«Üç olursa» Yani ûç kıl veya üç bitte bir
avuç zahîre tasadduk eder. Daha çok olursa, hükmü cinayetler bâbında
görülecektir.
"Velev ki nâfile kılmış olsun."
Bedâyi'de böyle denilmiştir. Tahâvi ise bunu nâfilelerle kaza namazlarına
değil, sadece farz namazlara tahsis etmiş ve teşrik günlerinde tekbir getirmeye
benzetmiştir. Ama umumi tutmak evlâdır. Fetih. Sahih, mutemet ve zâhir rivayete
muvafık olan da budur. Lübab Şerhi.
«Kâfileye rastladığı vakit» ifadesindeki '
kâfile 'den murad, seferde deve sahipleridir ki, on kişiden aşağı olanlara bu
isim verilmez.'Nehir.
«Seher vaktine ermek»ten murad; gecenin son
altıda biridir.
«Namazda tekbir gibidir.» Namazda nasıl bir
halden bir hale geçilirken tekbir alınırsa, telbiye de öyledir. H. Onun için
Lübab'da şöyle denilmiştir: «Telbiyeyi ayakta, otururken, hayvan üzerinde ve
yerde iken, dururken, yürürken, temizken, cünüpken hayızlı iken ve haller,
zamanlar değiştikçe, geceye gündüze girdikçe, her vasıtaya binip indikçe,
uykudan uyandıkça, hayvanını saptırdıkça çok yapmak müstehaptır» Yine Lübab
sahibi, «Telbiyeyi her defasında arka arkaya üç defa söylemek ve insan sözüyle
kesmemek müstehaptır. Telbiye getirirken selâm almak caizdir; ama başkasının
telbiye getirene selâm vermesi mekruhtur. Hacılar cemaat halinde iseler,
telbiye getirirken biri diğerinin izinden gitmez. Bilâkis herkes bizzat kendisi
telbiye getirir. Mekke, Mina ve Arafat mescidinde telbiye getirilir, tavafta ve
umre için sa'y yapılırken getirilmez.» denilmiştir.
«Sesini kaldırmak sünnettir.» Ancak şehir
içinde olursa; yahut telbiyeyi kadın yaparsa, sesini yükseltmez. Lübab. Lübab
şârihi şunu da ziyade etmiştir: «Yahut mescitte olursa, namaz kılanlarla tavaf
edenleri şaşırtmamak için sesini kaldırmaz.» Sesini kaldırmak sünnet olduğu
içindir ki, kaldırmayan kötülük işlemiş olur. Ama kendisine bir şey lâzım
gelmez.. Fetih. Bazılarına göre sesini kaldırmak müstehaptır. Fakat mutemet
olan birinci kavildir. Lübab Şerhi. Telbiyede yorulmamak şartıyla sesini
kaldırmakla, "Haccın en makbulü acc ve seccdir." hadisi arasında
zıddiyet yoktur. Hadisten murad, "Hacc nevilerinin en faziletlisi bu
şekilde yapılandır" demektir. Yoksa "Hacc fiillerinin en faziletlisi"
demek değildir, Çünkü tavaf ve vakfe bu iki şeyden faziletlidir. Bunlardan
'acc', telbiye ederken sesini kaldırmak; ' ecc' de, kurban keserken kanı
akıtmaktır. Çünkü insan bazen batiatı itibariyle kaba sesli olur da, hiç
yorulmadan sesi yüksek çıkar. Nehir.
«Mekke'ye» gündüz Muallâ Kapısı'ndan girmek
müstehaptır. Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir. Bu, Beyt-i Şerif'e tazim
maksadıyla onu karşısına almak içindir. Çıkarken Mekke'nin aşağısından
çıkmalıdır. Bahır.
«Telbiye ile» sözü de, Mekke'ye girmenin
kaydıdır. Lübab sahibi diyor ki: «Girerken telbiye getirmeli, Selâm Kapısı'na
varıncaya kadar dua etmeli ve işe mescitten başlamalıdır.»
METİN
Beyt-i Şerif'i görünce üç defa tekbir
getirmelidir. Bunun mânâsı, "Allah Kâbe'den daha büyüktür" demektir
ve bir nevi şirk olmasın diye tehlil getirmeli, sonra işe tavaftan
başlamalıdır. Çünkü vakit namazını veya cemaatını yahut vitir namazını veya
vaktin sünnetini kaçıracağından korkmadıkça, tavaf Beyt-i Şerif'in
tahiyyesidir.
İZAH
«Bunun mânâsı, "Allah Kâbe'den daha
büyüktür" demektir.» Gâyetü'l-Beyan'da da böyle denilmiştir. Fakat evla
olan, "Allah kendinden başka her şeyden büyüktür." demektir. Bahır.
Galiba Şârih'in birinci mânâyı tercih etmesi, makam iktizası olacaktır. Nasıl
ki bir işe başlayan; besmele çektiğinde, başladığı işte Allah Teâlâ'nın ismi
ile bereketlenmeyi mülâhaza eder. (Tehlil, "Lâilâhe illallah"
demektir.) Fethu'l-Kadîr'in ibaresi, "Üç defa tekbir ve tehlil
getirir." şeklindedir. İbn-i Şilbi ise, "Üç defa tekbir alır, üç defa
tehlil getirir." demiştir.
«Bir nevi şirk olmasın diye» Yani cahil,
yapılan ibadetin Beyt için olduğunu zannetmesin diye tehlil getirir. Bahır
sahibi diyor ki: «Metinlerde, Kâbe'yi gördüğü zaman hangi duayıokuyacağı
zikredilmemiştir. Bu, gaflet olunmayacak bir şeyden gaflettir. Çünkü Kâbe görülünce,
yapılan dua müstecab ve makbuldür. İmam Muhammed (r.) Asıl namındaki kitabında
hacc yerleri için hiçbir dua tayin etmemiştir. Çünkü tayin, rikkat ve yufkalığı
giderir. Ama teberrüken menkul dualar okumak güzeldir. Hidâye'de böyle
denilmiştir. Fetih'te bildirildiğine göre, en mühim dualardan biri hesapsız
Cennet'e girmeyi istemektir. Peygamber (s.a;v.)'e burada salâvat getirmek en
mühim zikirlerdendir. Nitekim bunu Halebî Menâsik'inde beyan etmiştir.»
T E M B İ H: Lübab sahibi diyor ki:
«Kâbe'yi gördüğü vakit ellerini kaldırmaz. Bazıları kaldıracağını
söylemişlerdir. Aliyyü'l-Kâri, şerhinde, "Yani dua halinde bile olsa
kaldırmaz. Çünkü bu ulemamızın meşhur kitaplarında zikredilmemiştir. Bilâkis
Surûcî, 'mezhep, bunu terk etmektir' demiştir. Tahâvî de, bunun üç İmamımıza
göre mekruh olduğunu açıklamıştır." demektedir.
"Sonra işe tavaftan
başlamalıdır." Eğer tavafı yapan ihramlı değilse bu, tavaf-ı tahiyyedir.
Hacc için ihrama girmişse, tavaf-ı kudûmdur. Bu, bayram gününden önce girdiğine
göredir. Bayram günü girerse, farz olan tavaf tahiyye tavafının yerini tutar.
Umre için niyetlenmişse, bu tavaf umre için olur. Umre için tavaf-ı kudûm
yoktur. Fetih'te de böyle denilmiştir. Nehir. Mutlak söylemesi gösteriyor ki,
namazın mekruh olduğu vakitlerde tavaf mekruh değildir. Nitekim Fetih sahibi
bunu açıklayarak, "şu kadar var ki, iki rekat tavaf namazını mekruh
vakitte kılmaz. Kerahetsiz vakte girinceye kadar sabreder." demiştir.
«Çünkü tavaf, Beyt-i şerifin tahiyyesidir.»
Yani tavaf etmek isteyen için bu tahiyyedir. Tavaf etmek istemeyip oturmak
murad eden bunun hilâfınadır. O, iki rekat tahiyye-i mescit kılmadan oturamaz.
Meğer ki namaz için kerahet vakti girmiş ola. Bu ifade, Aliyyü'l-Kârî'nin Lübab
Şerhi'nden alınmıştır. Nikâye üzerine yazdığı şerhte ise şöyle demiştir: «Eğer
ihramlı değilse, yaptığı tavaf tahiyyedir. Çünkü "Bu mescidin tahiyyesi
tavaftır" derler. Bunun mânâsı, "Tavaf etmeyen tahiyye-i mescit
namazı kılmaz" demek değildir. Nitekim bazı avam böyle anlamışlardır.»
Ben derim ki: Lâkin ulemanın "Bu
mescidin tahiyyesi tavaftır" sözleri şunu ifade eder ki: O kimse namaz
kılar da tavaf etmezse, tahiyye hâsıl olmaz. Meğer ki özürsüz tavafı terk
etmeye tahsis oluna. Bu takdirde özür bulununca tahiyye namazla hâsıl olur.
Sonra yine Lübab Şerhi'nde buna delâlet eden sözler gördüm. Başka bir yerde
Lübab şârihi şöyle demiş: «Bu mescidin tahiyyesi hâssaten tavaftır. Ancak
tavafa bir mâni bulunursa, o zaman kerahet vakti olmamak şartıyla tahiyye-i
mescit namazını kılar.»
«Korkmadıkça ilh...» Yani bütün bu söylenenleri
tavaf-ı tahiyyeden ve başkalarından önce yapan Lübab ve şerhi. Sonra tavaf
eder. Bahır. Bu gösterir ki, bu namazlarla tahiyye hâsılolmaz. Halbuki başka
mescitlerde onlarla tahiyye hâsıl olur. Bunun sebebi ancak şudur: Beyt-i
şerif'in tahiyyesi namaz değil, tavaftır. Sair mescitler bunun hilâfınadır.
Onun için ulemadan bazıları, "Fark iki cihettendir. Birincisi namaz
cinstir; kılınan namazlar birbirinin yerini tutar. Tavaf ise namaz cinsinden
değildir. İkincisi, mescitte farz namazı kılmak mescidin tahiyyesidir. Tavaf se
mescidin değil, Beyt-i şerif'in tahiyyesidir." demişlerdir.
«Çünkü vakit namazını.» Burada murad,
müstehap vaktini kaçıracağından korkmak olmalıdır. Çünkü iki sahih kavilden
birine göre, bu vakti kaçırmakla tertip sâkıt olur. Binaenaleyh buradakini
kaçırmakla evleviyetle sâkıt olur. Lübab Şerhi'nde cenazenin kaçırılacağından
korkmak, Bahır ve Nehir'de halkın tavaftan men edildiği vaktin girmesinden
korkmak, yahut kazaya kalmış farz namazı bulunmak ziyade edilmiştir. Lübab
sahibi bu sonuncuyu zikretmiş, şârihi ise, "şayet tertip sahibi
olursa" diye kayıtlamıştır.
Ben derim ki: Zâhire göre geçmiş namazdan
murad, kasten vaktini geçirdiği ve hemen kazası icabeden namazdır. Aksi
takdirde tavafı bu namazdan önce yapmak zarar etmez. Meğer ki tavafla kaza
namazını öne aldığı takdirde farz olan vakit namazını kaçıracağından korksun.
Bu takdirde farz olan vakit namazını söylemek, kaza namazım söylemeye hacet
bırakmaz. Anla!
METİN
Ve hemen tekbir ve tehlil getirerek;
ellerini de namazda olduğu gibi kaldırarak, Hacer-i Esved'in karşısına geçer ve
kimseye eza vermeksizin iki eliyle onu, istilam ederek sessizce öper. Acaba
üzerinde secde de eder mi? "Evet eder" denilmiştir. Çünkü istilam
sünnettir. Eza etmemek ise vâciptir. Eğer buna kâdir olamazsa, ellerini yahut
ellerinden birini Hacer-i Esved'in üzerine koyar, sonra onları öper. Bu da
mümkün olmazsa, Hacer-i Esved'e elindeki bir şeyle - velev sopa olsun - işaret
eder, sonra o şeyi öper. İkisinden de, yani hem istilamdan, hem işaretten âciz kalırsa,
Hacer-i Esved'in karşısına geçerek ellerinin içi ile ona dokunuyormuş gibi
işaret eder, tekbir ve tehlil getirir, Allah Teâlâ'ya hamd, Peygamberi
(s.a.v.)'e salât eyler. Sonra avuçlarını öper. Haccda bundan gayrı el
kaldırmalarda, avuçlarını gökyüzüne doğru kaldırır. Yalnız iki cemrede Kâbe'ye
doğru kaldırır.
İZAH
Şârih burada, 'hemen' diye tercüme
ettiğimiz 'fa' ile Hacer'in karşısına geçmezden önce tavafa niyet edeceğini
işaret etmiştir. Çünkü aşağıda söyleyeceği vecihle, bütün bedeni ile bütün Hacer'in
yanına varacaktır. Onun içindir ki Lübab sahibi şöyle demiştir: «Sonra Rukn-ü
Yemani'yi takip eden Hacer-i Esved tarafında bütün Hacer-i Esved sağ tarafında
kalacak ve sağ omuzu Hacer-i Esved'in kenarına gelecek şekilde Beyt-i Şerif'e
karşı durarak tavafı niyet eder. Böyle yapmak müstehaptır. Niyet ise farzdır.
Sonra sağına doğru yürüyerekHacer-i Esved'-in hizasına gelir ve onun karşısında
durarak besmele çeker, tekbir alır Hamd eyler, salâvat getirir ve dua eder.»
Şarihi diyor ki: «Yani;
"Allah'ın adıyla! Allah her şeyden
büyüktür. Hamd Allah'a mahsustur. Rasulullah'a salât-u selâm olsun. Ey Allahım!
Sana îman ederek, sana verdiğim sözde durarak ve Peygamberin Muhammed
(s.a.v.)'in sünnetine tâbi olarak başlıyorum" der»
"Ellerini kaldırarak" Yani niyet
ederken değil, tekbir alırken kaldırır. Çünkü niyet ederken el kaldırmak
bidattır. Lübab şârihi Aliyyü'l-Kari, kitabının başka yerinde bir hayli söz
ettikten sonra şunları söylemiştir: «Hâsılı istikbal halinden başka yerlerde el
kaldırmak mekruhtur. Ama el kaldırmadan başlamak da, haram yahut kerahet-i
tahrimiyye ile veya kerahet-ı tenzihiyye ile mekruhtur. Bu, mezhebimizdeki
kavillere göredir ki, kimine göre Hacer-i Esved'den başlamak farz, kimine göre
vâcip veya sünnettir. Müstehap olan yalnız ihtilâftan çıkmak için Hacer-i
Esved'den önce niyetle başlamaktır.»
«Namazda olduğu gibi» Yani kulakları
hizasına kaldırır. Namaz bahsinde Musannıf demişti ki: «istilam ederken ve iki
cemrede ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır ve içlerini Hacer-i Esved'e
ve Kâbe'ye doğru çevirir.» Bu sözü Kuhistânî, Tahavî Şerhi'ne''nisbet etmîştir.
Bedâyi sahibi ve başkaları bunu sahihlemişlerdir. Ama Nikâye ve diğer
kitaplarda birinci kavle göre hareket olunmuş. Gayetü'l-Beyan sahibiyle
başkaları onu sahih bulmuşlardır. Şu halde sahih kaviller muhtelif demektir.
«İstilam ederek...» Yani ellerini saldıktan
sonra öper. Nitekim Nehir'de Tuhfe'den naklen bildirilmiştir. Lübab sahibi
diyor ki: «İstilamın şekli, avuçlarını Hacer-i Esved'in üzerine koyarak, ağzını
da iki avucunun arasına alarak onu öpmektir.» (istilam, elini, yüzünü Hacer-i
Esved'e sürmek demektir.)
«Evet eder denilmiştir.» Lübab sahibi
kesinlikle buna kail olmuş ve, ''Bu müstahaptır, onu öpmekle birlikte üç defa
tekrarlar." demiştir. Şârihi de şunları söylemiştir: «Bu söz Şeyh
Râşıdüddin'in Kenz şerhi'nde naklettiğine muvafıktır. Secde ulemamızdan İzz b.
Cemâa'dan dahi nakledilmiştir. Lâkin Kıvamüddin Kâki bize göre secde etmemek
evla olduğunu söylemiştir. Çünkü meşhur kitaplarda rivayet edilmemişti:» Bu sözün
zâhiri, Kâki'nin Mi'râc'daki sözünü tercih ettiğini gösteriyor. Feth'in
zâhirinden anlaşılan da budur. Onun için Nehir sahibi Bahır'ın "bu
zayıftır" demesine itiraz etmiş; "Hane sahibi daha iyi bilir."
demiştir. Yani Kâki, mezhebimizin mâhir üstadlarındandır. O, mezhebimizi
başkalarından daha iyi bilir. Binaenaleyh onun nakil ettiğini zayıf çıkarmak
yaraşmaz, demek istemiştir.
Ben derim ki: Lâkin Kâki, meşhur kitaplarda
zikredilmediğine dayanmaktadır. Bu, onun meşhur olmayan kitaplarda zikredilmiş
olmasına aykırı değildir. Gerçekten Bahır sahibi bunuPeygamber (s.a.v.) ile
ondan sonra Hz. Ömer'ül-Fâruk'un yaptıklarına dayanarak söylemiştir. Nitekim
bunu Hâkim rivayet etmiş ve sahih bulmuştur. Bununla Molla Ali, Nikâye
Şerhi'nde Kâki'den rivayet ettiğimiz söze itirazda bulunmuş; yine bununla,
İbn-i Cemâa'nın ulemamızdan naklettiği te'yîdde bulunmuştur. Sonra ben
Gayetü's-Surûcî'den bir nakil gördüm ki, yalnız îmam Mâlik Hacer-i Esved'in
üzerine secde etmeyi mekruh görmüş ve onun bidat olduğunu söylemiştir. Halbuki
cumhuru ulema onu müstehap saymışlardır. Hadis Mâlik aleyhine huccettir.
Böylece Bahır ve Lübab'daki 'müstehaptır' sözü tercih olunmaktadır. Çünkü
Surûcî'nin de, ev sahiplerinden olduğu kimseye gizli değildir. Binaenaleyh o
daha iyi bilir. Onun cumhura ve hadise muvafık olarak söylediği söz ile amel
etmek daha ihtiyatlı ve evladır.
«Eza etmemek ise vâciptir» Yani sünneti
yapacağım diye vâcibi terk etmemelidir. Sünnet etmek için avret mahalline
bakmaya gelince: Burada sünneti yapmak için vâcibi terk etmek yoktur. Çünkü
zahurette avret yerine bakmaya izin verilmiştir.
«Eğer buna kâdir olamazsa...» Yani kimseye
eziyet vermeden öpemezse, yahut mutlak surette öpme imkânını bulamazsa,
ellerini Hacer-i Esved'in üzerine koyar, sonra onları öper. Yahut bir elini
Hacer-i Esved'-in üzerine koyar. Evla olan sağ elini koymaktır. Çünkü şerefli
işlerde sağ el kullanılır. şu da var ki, Bahr-ı Amîk'ten nakledildiğine göre,
Hacer-i Esved Allah'ın yeminidir. Onunla kullarına musafaha eder. Musafaha sağ
elle olur.
«Ellerinin içi ile ona işaret eder.» Yani
ellerini kulakları hizasına kaldırır, içlerini Hacer-i Esved'e doğru çevirir ve
işaret eder. Ellerinin üstü yüzüne gelir. Rivayet edilen budur. Bahır.
Aliyyü'l-Kâri'nin Nikâye Şerhi'nde ise, "Ellerini omuzları veya kulakları
hizasına kaldırır." denilmiştir. Galiba bununla, geçen iki kavil hikâye
edilmek istenilmiştir.
«Sonra avuçlarını öper.» Yani zikredilen
işaretten sonra avuçlarını öper. Fetih sahibi diyor ki: «Her şavtta Hacer-i
Esved ruknüne geldiğinde, ilk defa yaptığını yapar.» Bu sözün tamamı
Musannıf'ın, "Hacer-i Esved'in yanından her geçtikçe bu zikredileni
yapar." dediği yerde gelecektir.
«Yalnız iki cemrede Kâbe'ye...» yahut
kıbleye doğru kaldırır. Nitekim bunu ileride beyan edecektir. Lâkin ileride
görüleceği vecihle, 'Kâbe'ye' sözü zâhiri rivayettir.
METİN
Ve Beyt-i Şerif'i tavaf ile tavaf-ı kudûmü
yapar. Uzaklardan gelene bu tavaf sünnettir. Çünkü gelen odur. Tavaf eden kimse
sağ tarafından Kâbe Kapısı'nı takip eden cihete doğru işe başlar. Kâbe solunda
kalır. Çünkü tavaf eden, Kâbe'ye uyan gibidir. İmama uyan bir kişi, onun sağına
durur. Aksini yaparsa, Mekke'de bulunduğu müddetçe tavafı tekrarlar.
Tekrarlamadan memleketine dönerse, ceza kurbanı lâzım gelir. Keza Hacer-i
Esved'den başka bir yerden başlarsa hüküm yine budur, Nitekim geçti. Ulema,
"Bütün bedeniyle Hacer-i Esved'in bütününe uğrar." demişlerdir.
İZAH
«Tavaf-ı kudûm» ki, buna tavaf-ı tahiyye,
tavaf-ı likaa, tavaf-ı evveli ahd bilbeyt, tavaf-ı ihdâsil ahd bilbeyt,
tavafü'l-vârid velvürud dahi denilir. Lübab Şerhi. Bu tavaf, hacc-ı ifrat yapan
kimse tarafından Kâbe'ye geldiği için yapılır. Velev ki geldiği için yaptığına
niyet etmesin; yahut başka bir şey niyet etsin. Çünkü o, geliş için yapılır.
Lübab sahibi diyor ki: «Sonra ihramlı ifrat haccı yapacaksa, bu tavafı gelişi
için olur. Yalnız umre veya temettu yahut kırân yapacaksa, niyet etsin etmesin
umre tavafı olur. Kırân sahibinin kudûm için başka bir tavaf yapması gerekir.»
Yani umrenin sa'yini bitirdikten sonra, bir de kırân için sa'y yapması müstehap
olur. Lübab'da beyan edildiğine göre, bu tavafın ilk vakti Mekke'ye girdiği
andır. Sonu da Arafat'ta vakfeye kadardır. Arafat'ta vakfeyi yaparsa, tavafın
vakti geçmiştir. Yapmazsa, vakti bayram sabahının fecri doğuncaya kadar devam
eder.
«Uzaklardan gelene bu tavaf sünnettir.»
Yani başkasına sünnet değildir. Fetih, Binaenaleyh Mekkelilere, mikâtta
yaşayanlara, mikâtla Mekke arasındakilere sünnet değildir. Sirâc ve Lübab
Şerhi. Şu kadar var ki, Mekkeli uzaklara gider de, sonra hacc için ihrama
girerek dönerse, onun da tavaf-ı kudûm yapması sünnet olur. Lübab. Bu,
Kuhistânî'deki, "Tavaf-ı kudûm, mikâtlar halkıyla mikâtlar içinde
yaşayanlar için sünnettir" sözüne muhaliftir.
«Sağ tarafından» Yani Hacer-i Esved'in
değil, tavaf eden kimsenin sağından Kâbe'nin kapısı istikametinde işe başlar.
Esah kavle göre bu vâciptir. Nitekim geçti.
"Aksini yaparsa" Yani kendinin
solundan başlayarak Kâbe'yi sağ tarafına alırsa, keza Kâbe'yi yüzüne karşı veya
arkasına alır da ondan saparak tavaf ederse, tavafı tekrarlar. Nitekim Lübab
Şerhi'nde ve diğer kitaplarda beyan olunmuştur.
«Başka bir yerden başlarsa hüküm yine
budur.» Yani tavafı tekrar yapar, yapmazsa ceza kurbanı lâzım gelir. Bu,
tavafın vâcip olduğunu söyleyenlere göredir. Şârih, "nitekim geçti"
diyerek, haccın vâciplerinde bunun geçtiğine işaret etmiştir.
«Hacer-i Esved'in bütününe uğrar
demişlerdir.» Bahır'da şöyle denilmiştir: «Hacer-i Esved'den başlamak vâcip
olunca, tavafa da rükn-ü Yemâni'nin Hacer-i Esved'e yakıntarafından başlamak
gerekir. Tâ ki bütün bedeniyle Hacer-i Esved'in bütününe uğramış olsun. Avamdan
çok kimseler gördük ki, tavafa başlıyorlar. halbuki Hacer-i Esved'in bir kısmı
onların tavafının dışında kalıyor. Bundan sakın!»
Ben derim ki: Biz bu şekli Lübab'dan naklen
arzetmiş ve vâcip değil, müstehap olduğunu söylemiştik. Fethu'l-Kadîr sahibi
dahi bunu açıklamış, ta'lilini yaparken, "Bunu bütün bedeniyle Hacer-i
Esved'e uğramayı şart koşanların hilâfından çıkmak için yapar." demiştir.
Lübab Şerhi'nde Aliyyü'l-Kâri de bu hususta ona tâbi olmuş, Kirmânî onun daha
mükemmel ve efdal olduğunu söylemiştir. Sonra Aliyyü'l-Kâri şöyle demiştir:
«Aksi takdirde Hacer-i Esved'i mutlak olarak karşısına alsa da tavafı niyet
etse, bize göre maksut olan asıl da - ki Hacer-i Esved'den başlamaktır - sünnet
de desek, farz veya vâcip, yahut şart olduğunu da söylesek kâfidir»
Şurunbulâliyye'de Bahır'dan naklettiğimiz ibareden sonra şöyle denilmiştir:
«Bu, durduğu zaman Hacer-i Esved'in karşısında bulunmadığına göredir. Meselâ
Mültezem tarafına durur da, bedeninin bir kısmını Hacer-i Esved'i öpmek için
eğiltir. Fakat bedeniyle Hacer-i Esved'in karşısında duran kimsenin karşısına
rüknu Yemâni'nin bir kısmı gelir. Çünkü Hacer-i Esved'le onun bulunduğu rükün
(köşe), karşısında duran kimsenin bedeni kadar geniş değildir, Bununla da
Hacer-i Esved'den başlamış olur.»
Ben derim ki: Lâkin böyle yapmakla, o
kimsenin bütün bedeni bütün Hacâr-i Esved'e uğramış olmaz. Ama biliyorsun ki,
bize göre bu da lâzım değildir. Galiba Şârih, "demişlerdir" sözüyle
bunun zayıf olduğuna işaret etmiştir.
METİN
Tavafa başlamazdan önce omuzundaki örtüyü
sağ koltuğunun altından geçirerek, ucunu sol omuzunun üzerine koyar. Bu
sünnettir. Tavafı Hatim'in arkasından yapmak vâciptir. Çünkü Hatim'in altı
arşın yeri Kâbe'dendir. Aralıktan tavaf ederse caiz değildir. Nitekim ihtiyaten
ona karşı namaz da böyledir. Hatim'in içinde Hz. İsmail ile Hacer'in kabirleri
vardır.
İZAH
«Tavafa başlamazdan önce» Fetih'te burada,
"Tavafa başlamazdan az önce iztıbâ yapmak gerekir." denilmiştir.
(İztıbâ, ihramı sağ koltuğunun altından geçirip, sol omuzunun üstüne
koymaktır.) Şârih de, "Başlamadan az önce" dese daha doğru olurdu.
Anla! Lübab Şerhi'nde şöyle denilmiştir: "Bilmiş ol ki, iztıba tavafın
bütün şavtlarında sünnettir. Nitekim İbn-i Ziya açıklamıştır. Tavafını
bitirdikte hacı bunu terk eder. Hattâ iki rekat tavaf namazını iztıbâlı olarak
kılsa mekruh olur. Çünkü omuzunu açmıştır. Sa'yde iztıba yapılmayacağına dair
söz ileride gelecektir."
«Bu sünnettir.» Yani sonunda sa'y yapılan
tavaf-ı kudûm ve umre gibi her tavafta iztıbâ sünnettir. Sa'y geri bırakır ve
elbisesini giymezse, tavafı ziyaret de öyledir.
Şimdi, bir özürden dolayı dikişli elbise
giyenin hükmü kalır. Acaba onun da ihramlıya benzemesi sünnet midir, değil
midir? Ulemamız bu hususta bir şey söylememişlerdir. Şâfiîlerden bazıları,
"Onun hakkında imkânsızdır." demişlerdir. Yani mükemmel surette
yapması imkânsızdır. Şu halde bu söz, bazı Şâfiîlerin, "Ona meşrudur
denilebilir. Velev ki omuzu, dikişli elbise ile örtülü olsun. Çünkü özrü
vardır." sözüne aykırı değildir.
Ben derim ki: Yapması daha münasiptir. Bu
satırlar kısaltılarak Lübab Şerhi'nden alınmıştır.
"Hatim" Buna Hazire-i İsmail de
derler. Kâbe'nin dışında altın oluğun altına gelen kısımdır. Üzerinde yarım
daire şeklinde duvar olup, Kâbe ile aralarında bir aralık vardır. 'Hatim'
denilmesi, Kâbe'den ayrıldığı içindir. (Çünkü kelimenin aslı, kırılıp ufalanan
mânâsına gelir.) Buna ' Hicır ' dahi denir. (Hicır, men etmektir.) Çünkü ondan
men edilmiştir.
«Çünkü Hatim'in altı arşın yeri
Kâbe'dendir.» Fetih'te şöyle denilmiştir: "Hicrın hepsi Kâbe'den değildir.
Onun yalnız altı arşın yeri Kâbe'dendir. Çünkü Hz. Aişe (r.a.) hadisinde,
"Rasulullah (s.a.v.) Hicrın altı arşını Kâbe'dendir, geri kalanı Kâbe'den
değildir buyurdu." denilmiştir. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.»
«Aralıktan tavaf ederse caiz değildir.»
Aliyyü'l-Kâh Nikâye Şerhi'nde şöyle demektedir: «Aralıktan tavaf ederse,
tavafın mükemmel olması için kâfi değildir. Bu tahakkuk etmek için bütün tavafı
tekrarlamak gerekir. Yalnız Hatim'den tekrarlarsa kâfi gelir. Meselâ Hicr'ın
dışında sağından başlar. Sonuna kadar gider, sonra aralıktan Hicr'ın içine
girer ve öbür tarafından çıkar. Yahut Hicr'ın içine hiç girmez. Bu daha iyidir.
Hicr'ın başından sonuna doğru gider gelir. Bunu yedi defa yapar. Tavafın ramel
ve diğer sıfatlarını da kaza eder. Ama etmese de tavafı sahihtir. Yalnız bir
ceza kurbanı vâcip olur. »
«İhtiyaten ona karşı namaz da böyledir.»
Yani Hatime karşı namaz kılarsa namazı sahih değildir. Çünkü Kâbe'ye karşı
durmanın farz olduğu, kat'î delil ile sabittir. Hatim'in Kâbe'den olması ise,
haber-i vâhit ile sabittir. Binaenaleyh sanki bir cihetten Kâbe'denmiş, bir
cihetten Kâbe'den değilmiş gibi olur. Şu halde ihtiyat, tavafı onun arkasından
yapmanın vâcip olması ve ona karşı namaza durmanın sahih olmamasıdır.
«Hatim'in içinde Hz. İsmail ile Hacer'in
kabirleri vardır.» Bunu Bahır sahibi Gâyetü'l-Beyan'a nisbet etmiştir.
Bazılarının beyanına göre, ibn-i Cevzî Hz. İsmail'in kabrinin, altın olukla
Hicr'ın batı kapısı arasında olduğunu söylemiştir.
T E M B İ H : Şârih şadırvanı
zikretmemiştir. Bu, Kâbe duvarından bir arşının üçte ikisi kadar dışarıya bel
vermiş bir çıkıntıdır ki, Kâbe'den olduğu söylenir. Hatim gibi Kureyş Kâbe'yi
tamir ederken o da dışarıda kalmıştır. Bize göre o Kâbe'den değildir. Lâkin
ulemanın hilâfından çıkmak için, tavafın onun arkasından yapılması gerekir.
Nitekim Fetih, Lübab ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir.
METİN
Tavaf sadece yedi şavttır. Bilerek sekiz
defa tavaf ederse, sahih kavle göre o kimseye yedi şavtı tamamlamak lâzım
gelir. Çünkü başlamıştır. Yanı o şavta kendi iltizamı ile başlamıştır. Onun
yedinci olduğunu zannederek başlaması bunun hilâfınadır. Çünkü ona iltizam
ederek değil, ıskat için başlamıştır. Hacc bunun hilâfınadır. Bilmelisin ki,
tavaf yeri zemzemin arkasından bile olsa, mescidin içi sayılır, dışı değildir.
Çünkü Beyt'i değil, mescidi tavaf etmiş olur. Tavaftan veya sa'yden cenazeye
veya farz namaza; yahut abdest tazelemeye çıkar da sonra dönerse, bina eder.
İZAH
«Tavaf yedi şavttır.» Hacer-i Esved'den
Hacer-i Esved'e bir şavt sayılır. Hâniyye. Ama bu, tavafın farzını değil,
vâcibini beyandır. Çünkü yukarıda geçti ki, yedi şavtın az olan kısmı vâciptir.
Ceza kurbanı ile tamamlanır. Rükün olan bu şavtların ekserisidir. Bahır. Lâkin
zâhire göre bu hem farzda, hem vâciptedir. Ulemanın açıkladıklarına göre, bir
kimse tavaf-ı saderin ekseri şavtlarını bıraksa, kendisine ceza kurbanı lâzım
gelir. Azını bırakırsa, her şavt için sadaka verir. Tavaf-ı kudûmda ise,
başlayıp bıraktıktan sonra kendisine ne lâzım geleceğini açıklamamışlardır.
Sindî'nin Mensik-i Kebir'inde yaptığı incelemeye göre, o da tavaf-ı sader
gibidir. Fakat Lübab şârihi kendisine itiraz etmiş, "Tavaf-ı sader aslı
itibarı ile vâciptir. Binaenaleyh başlamakla vâcip olan tavaf ona kıyas
edilemez. Zâhire bakılırsa, onu terk etmekle nâfile namazda olduğu gibi,
tevbeden başka bir şey lâzım gelmez." demiştir. Mesele kısaltılarak
alınmıştır.
Şöyle denilebilir: Tavafın başlamakla vâcip
olması, tamamlanması vâciptir, ihmal edilirse kazası lâzım gelir mânâsınadır.
Bundan, nâfile namazda olduğu gibi onu bütün vâcipleriyle yapmak lâzım gelir.
Hattâ onun bir vâcibini terk etse, onu tekrarlaması icabeder; yahut iptidaen
vâcip olan namaz gibi ondan terkettiğini tamamlayan bir şey yapması lâzım
gelir. Burada da öyledir. Şavtların azını terkederse sadaka vermesi; çoğunu
terkederse ceza kurbanı vacip olur. Çünkü tavafta terkedilen vâcibin
tamamlanması böyle olur Ve tıpkı nâfile namazda terkettiği vâcibi secde-i sehiv
ile tamamlamasına benzer. Allah'u a'lem!
«Bilerek...» Yani sekizinci tavaf olduğunu
bilir, fakat onu başka tavafa girmek kastıyla değil de vehim veya vesveseye
binaen yaparsa tamamlanması gerekir. Başka tavafa girmek maksadıyla yaparsa, o
zaman ittifaken lâzım gelir. Lübab Şerhi.
Ben derim ki: Lâkin ta'lîl hilâfın başka
tavafa girmek istediği zaman dahi cârî olduğunu ifade etmektedir.
«Çünkü ona iltizam ederek değil, ıskat için
başlamıştır.» Yani ona boynundaki borcu ıskat için başlamıştır. Bu borç yedi
şavtı tamamlamaktır. Kendisine yeni bir şavt lâzım gelsin diyebaşlamamıştır ki,
tamamlaması icabetsin.
«Hacc bunun hilâfınadır.» Çünkü hacca
borcunu ıskat için başladığı vakit, tamamlaması lâzım gelir. Diğer ibadetler
bunun hilâfınadır. Bahır. Elhasıl tavaf; namaz, oruç vesair ibadetler gibidir.
Ona ıskat niyetiyle başlarsa; meselâ farzdır zannıyla başlar da, sonra farz
olmadığı anlaşılırsa, tamamlaması lazım gelmez. Bundan hacc müstesnadır. Zira
faslın başında geçtiği vecihle, onu mutlak surette tamamlamak gerekir.
TEMBİH: Bir kimse tavaf-ı rükünde şavtların
sayısında şüphe ederse, o tavafı tekrarlar. Zann-ı galibi üzerine bina etmez.
Namaz böyle değildir. Bazıları, "Bu hal çok başına gelirse araştırır.
Kendisine âdil bir kimse, kaç şavt yaptığını haber verirse, onun kavli ile amel
etmesi müstehap; iki âdil kimse haber verirse, onların kavliyle amel etmesi
vâcip olur" demişlerdir. Lübab. Lübab şârihi diyor ki: «Bunun mefhumunu
alırsak şöyle olur: Rükün olmayan şavtlarda şüphe ederse tekrarlamaz. Bilâkis
zann-ı galibi üzerine bina eder. Çünkü farzdan başka şeyler, genişlik ve
kolaylık üzerine kurulmuştur. Zâhire bakılırsa, vâcip rükün hükmündedir. Zira
farzı amelidir.»
«Zemzemin» veya Makam-ı İbrahim'in yahut
direklerin arkasından: yahut binanın üzerinden olup Kâbe'den yüksek bile olsa,
mescidin içi sayılır. Lübab.
«Beyt'i değil.» Çünkü mescidin duvarları o
kimseyle Beyt arasına girer. Bunu Muhit'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Mefhum-u muhalifi şudur: Duvarlar yıkılmış olsa sahih olurdu. Fetih sahibinin
tahkikine göre, Mebsût'un ta'lîlinden alarak bu mefhum muteber değildir.
«Bina eder.» Yani yaptığı tavafın üzerine
devam eder. Yeniden başlaması gerekmez. Fetih,
Ben derim ki: Zâhirine bakılırsa, yeniden
başlamakla bir şey lâzım gelmez. Evvelkini tamamlaması da lâzım gelmez. Çünkü
bu yenileme, şavtlar arasında devam suretiyle ikmal için yapılır. Sonra
Lübab'da buna delâlet eden sözler gördüm. Tavafın müstehapları faslında Lûbab
sahibi şöyle diyor: «Müstehaplardan biri de, tavafı böler veya mekruh şekilde
yaparsa, ona yeniden başlamaktır.» Şârihi "bölerse" sözünü
"velev ki bir özürden dolayı olsun" diye şerh etmiştir. Zâhire
bakılırsa, bu tavafın ekserisini yapmamış olmakla kayıtlıdır.
Şimdi şu kalır: Şavt esnasında cenaze yahut
vakit namazı gelirse, o şavtı tamamlar mı, tamamlamaz mı? Bunu bizim
ulemamızdan açıklayan görmedim. İmamla beraber bir rekatı kılamayacağından
korkarsa tamamlamak gerekir. Bir de bıraktığının üzerine bina etmeye döndüğü
vakit, ayrıldığı yerde mi bina eder, yoksa o şavta Hacer-i Esved'den mi başlar?
Zâhire bakılırsa, namazda abdesti bozulana kıyasen, ayrıldığı yerde bina eder.
Sonra gördüm ki, ulemadan biri bunu Sahih-i Buhârî'den, O da Tâbiin'den Atâ b.
Ebi Rabâh'tan nakletmiş. Fetih sahibinin, "Yaptığı tavafın üzerine bina
eder." sözünün zâhiri de budur. Allah'u a'lem.
T E M B İ H : Haceti yokken çıkarsa mekruh
işlemiş olur. Ama tavafı bozulmaz. Lübab sahibi, "Tavafın müfsidi
yoktur." demiş, mekruhlarından olmak üzere tefrîkini, yani şavtların
arasını çok ayırmayı saymıştır. Sa'yde de böyle demiş; hattâ Mensik-i
Kebir'inde şunları söylemiştir: "Sa'yi çok ayırırsa, meselâ her gün bir
şavt yahut daha az yaparsa sa'yi bâtıl olmaz, ama yeniden başlaması müstehap
olur."
METİN
Tavaf ve sa'yde yiyip içmek, fetva vermek
ve okumak caizdir. Lâkin zikir bunlardan daha faziletlidir. Nevevî'nin
Mensik'inde, "Rivayet olunan zikir efdaldir. Ama rivayet olunmayan zikir
yerine Kur'an okumak daha faziletlidir. Araştırılmalıdır." deniliyor.
Sadece ilk üç şavtta ramel yapmak, yani adımlarını sıklaştırıp süratle yürümek
ve omuzlarını sallamak sünnettir. Rameli terk eder veya unutursa, velev ki üç
şavtta olsun, kalan şavtlarda ramel yapmaz. Kendisini cemaat sıkıştırırsa, bir
aralık bulup da ramel yapıncaya kadar durur. İstilam böyle değildir. Çünkü onun
bedeli vardır.
«Tavaf ve sa'yde yiyip içmek, fetva vermek
ve okumak caizdir.» Lübab'da açıklanan, her ikisinde satışın mekruh olduğu,
yemenin ise tavafta mekruh olup sa'yde mekruh olmadığıdır. Satın almak da
satmak gibidir. Lübab'da su içmek, ikisinde de mübahlardan sayılmıştır.
«Lâkin zikir bunlardan daha faziletlidir.»
Yani tavafta zikir, Kur'an okumaktan efdaldir. Fetih sahibinin Tecnîs'ten
naktettiği budur. Diyor ki: «Hâkim'in Kâfî'sinde - ki İmam Muhammed'in
kavillerini toplamıştır "Tavafta yüksek sesle Kur'an okumak mekruhtur.
Haddi zatında Kur'an okumakta bir beis yoktur." denilmektedir. Müntekâ'da
dahi Ebû Hanife'den naklen "Erkeğin tavaf ederken okumaması gerekir. Allah
Teâlâ'yı zikretmesinde bir beis yoktur." denilmektedir. Tecnîs'te zikredilen,
Hâkim'in naklettiğine aykırı değildir. Çünkü "beis yoktur" sözü,
ekseriyetle evlânın hilâfına mânâsına kullanılır.» Yani Müntekâ'nın "beis
yoktur" sözü, ekseriyetle kullanılmayan mânâdadır demek istiyor. Fetih
sahibi bundan sonra şunları söylemiştir: «Hâsılı Peygamber (s.a.v.)'in yolunu
tutmak efdaldir. Ondan ise tavafta Kur'an okuduğu sabit olmamıştır. Bilâkis
zikir rivayet olunmuştur. Selefin birbirine rivayet edip icma haline
getirdikleri budur. Binaenaleyh evlâdır. »
«Araştırılmalıdır.» Ben derim ki: Yukarıda
zikrettiğimiz nakillerden elde edilen şudur: Kur'an okumak evlanın hilâfıdır.
Zikirde bulunmak ondan daha faziletlidir. Zikir rivayet edilmiş veya edilmemiş
olsun fark etmez. Nitekim mutlak sözün muktezası budur. Meğer ki bu kelimeden
kâmil zikir murad olunsun. Bu takdirde rivayet olunan zikir kastedilir ve
Şârih'in Nevevî'den naklettiğine uyar. Lübab Şârihi bunu beğenmiştir. Lâkin
Kur'an okumanın rivayet olunmayan zikirden evlâ oluşuna Müntekâ'nın,
"Tavaf ederken Kur'an okumaması gerekir." sözü aykırıdır. Çünkü bu,
Kur'an okumaktan tenzihen men edildiğini gösterir. Zâhire bakılırsa, rivayet
olunmamış zikirden men edilmez. Buna, yukarıda Hidâye'den naklettiğimiz söz
delâlet etmektedir ki şudur: «imam Muhammed (r.) Asıl adındaki kitabında, hacc
yerlerinde muayyen bir dua zikretmemiştir. Çünkü tayin rikkati giderir. Ama
teberrüken nakledilmiş zikri okursa iyi olur.» Bu gösteriyor ki, burada
zikirden murad, mutlak olan zikirdir. Nitekim ulemanın mutlak sözlerinden bu
kastedilir. Nevevî'nin verdiği izahat buna muhaliftir. Düşünülsün!
T E M B İ H : Rivayet edilmiştir ki,
Peygamber (s.a.v.) iki rükün arasında,
"Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik,
âhirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azabından koru." âyetini okumuştur.
Bu, yukarıda zikrettiklerimize aykırı değildir. Çünkü zâhir olan, içinde zikir
bulunmayan âyeti okumanın men edilmesidir. Yahut Rasulullah (s.a.v.) bunu zikir
kastıyla veya caiz olduğunu göstermek için okumuştur.
«Ramel yapmak» arkasından sa'y yapılmayan
her tavafta olur. Aksi takdirde ramel yapılmaz. Nitekim iztıbâ da böyledir.
Bedâyi. Nehir sahibi diyor ki: «Gâye'de bildirildiğine göre, "Bir kimse
kırân haccı yapar da umrenin tavafında ramelle yürürse, tavaf-ı kudûmda ramel
yapmaz." Muhît'te, "Tavaf-ı tahiyyeyi abdestsiz yapar da, ondan sonra
sa'y eder se, tavaf-ı ziyarede ramel yapması gerekir. Ondan sonra sa'y dahi
yapar. Çünkü birincisi nâkıs tavaftan sonra olmuştur. Onu tekrarlamasa bile bir
şey lâzım gelmez" denilmiştir.»
«Sünnettir.» Müslim ile Ebû Davûd ve
Nesâi'nin sahihlerinde İbn-i Ömer (r.a.)'dan rivayet olunmuştur ki: «Rasulullah
(s.a.v.) Hacer-i Esved'den Hacer-i Esved'e üç şavtta ramel yaptı, dördünde
yürüdü.» demiştir. Fetih. İbn-i Abbâs, "ramel sünnet değildir"
demiştir. Bazı ulema bu kaville amel etmişlerdir. Nitekim Kirmânî'nin Menâsik'inde
zikredilmiştir. Nehir.
«Velev ki üç şavtta olsun.» Fetih sahibi
diyor ki: «Bir şavt yürür de, sonra hatırlarsa, iki şavttan başkasında ramel
yapmaz. Üç şavtta hatırlamazsa, ondan sonra ramel yapmaz.» Yani dört şavtta
rameli terk etmek sünnettir. Onlarda ramel yaparsa, iki sünneti terk etmiş
olur. "Bir sünneti terk etmek daha hafiftir" demek istiyor. Bahır.
Bütün şavtlarda ramel yaparsa, kendisine bir şey lâzım gelmez. Valvalciyye. Ama
sünnete muhalefet ettiği için tenzihen mekruh olması gerekir. Bahır.
«Durur.» Tahâvî şerhi'nde, "Ramel
imkânı buluncaya kadar yürür." denilmiştir ki, daha açıktır. Çünkü durması
sünnete muhaliftir. Nikâya Şerhi Kâri. Lübab şerhi'nde ise şöyle denilmektedir:
"Çünkü şavtlar arasında ve tavafın cüzlerinde muvâlât (peşpeşe gitmek)
bilittifak sünnettir. Hattâ 'vâciptir' diyenler vardır. Binaenaleyh ihtilâflı
bir sünnet için onu terk edemez.»
Ben derim ki: İki kavlin arasını bulmak
için tafsilat vermek gerekir ve sıkışıklık başlamazdanönce olursa durur. Çünkü
tavafa acele başlamak müstehaptır. Binaenaleyh sünnet-i müekkede olan rameli
yapmak için onu terk eder. Sıkışma tavaf esnasında olursa, muvâlâtı kaçırmamak
için durmaz demelidir.
«Çünkü onun bedeli vardır.» Onun bedeli,
Hacer-i Esved'e işaret etmektir. Ramelin ise badeli yoktur.
METİN
Tavaf, her şavtta Hacer-i Esved'dan Hacer-i
Esved'e yapılır ve Hacer-i Esved'in yanından her geçtikçe zikredilen istilamı
yapar. Rükn-ü Yemâni'yi de istilam eder. Bu menduptur. Lâkin öpmek yoktur. imam
Mühammed, "sünnettir ve öper" demiştir. Deliller onu te'yîd
etmektedir. Bunların ikisinden başkasını istilam etmek mekruhtur. Tavafı
Hacer-i Esved'i istilam ederek bitirmek sünnettir; sonra sahih kavle göre mübah
bir vakitte iki rekat namaz kılmak vâciptir. Bu namaz, her haftadan sonra Makam-ı
İbrahim'de kılınır. Makam-ı İbrahim, Hz. İbrahim'in ayak izleri bulunan
taşlardır. Mescidin bir başka yerinde de kılınabilir. Acaba mescit taayyün
etmiş midir? Bu hususta iki kavil vardır.
İZAH
«Hacer-i Esved'den Hacer-i Esved'e
yapılır.» Bazılarının dediği gibi, rükn-ü Yemâni'ye yapılmaz.
«Her şavtadan murad, üç şavttır.
«Ve Hacer-i Esved'in yanından her geçtikçe»
yedi şavtın hepsinde istilam yapar. İstilam, her iki şavtın arasında sünnettir.
Nitekim Gâyetü'l-Beyan'da zikredilmiştir. Muhit ile Valvalciyye'de ise, başta
ve sonda sünnet olduğu zikredilmiştir. Bunların arasında istilam âdaptandır.
Bahır. Lübab Şerhi'nde bu iki kavlin arası bulunmuş, "Başta ve sonda
istilam oradakilerden daha kuvvetlidir." denilmiştir. Lübab şârihi,
"Keza tavafla sa'y arasında da sünnettir." demiştir. Hidâye'de beyan
edildiğine göre, bir kimse istilam yapamazsa, Hacer-i Esved'e doğru dönerek
tekbir ve tehlil getirir. Bunu evvelce söylediğimiz vecihle yapar. Fetih sahibi
diyor ki: «Musannıf, her şavta başlarken Hacer-i Esved'e karşı dönüp her tekbir
aldığında ellerini kaldıracağını söylememiştir. Bence doğru hareket, el
kaldırmamaktır. Rasulullah (s.a.v.)'den bunun hilâfının rivayet olunduğunu
görmedim.»
«Rükn-ü Yemâni'yi de istilam eder.» Yani
bunu her şavtta yapar. Burada istilamdan murad, elleriyle yahut sadece sağ
eliyle öpmeden rükne dokunmaktır. Secde de gerekmez. Kalabalıktan dokunamadığı
zaman, onun yerine işaret de etmez. Lübab Şerhi.
«Deliller onu te'yîd etmektedir. Yani onun
"sünnettir öper" sözünü te'yîd eder. Lâkin Lübab Şerhi'nde beyan
edildiğine göre, zâhir rivayet birinci kavildir. Nitekim Kâfi, Hidâye ve diğer
kitaplarda beyan edilmiştir. Kirmânî'de "Sahih olan budur" denilmiş;
Nuhbe'de, "İmamMuhammed'den rivayet edilen kavil pek zayıftır."
Bedâyi'de, "Onu öpmenin sünnet olmadığında hilâf yoktur.",
Sirâciyye'de ise; "Kavillerin esah olanına göre onu öpmez." ifadeleri
kullanılmıştır.
«İkisinden başkasını istilam etmek
mekruhtur.» Başkası 'ndan murad, rükn-ü Irâkî ilç rükn-ü Şâmî'dir. Çünkü bunlar
hakikatte rükün değil, Beyt-i Şerif'in ortasındadırlar. Zira Hatimin bir kısmı
Beyt'tendir Bedâyi. Buradaki kerahet tenzihiyyedir. Nitekim Bahır'da
zikredilmiştir.
«Sahih kavle göre mübah bir vakitte iki
rekat namaz kılmak vâcip-
tir.» Mübah vakit kaydı, yalnız namaz
içindir, Kerahet vaktinde namaz kılmak mekruhtur. Fakat tavaf mekruh değildir.
Burada sünnet, tavafla namazı peş peşe îfa etmektir. Namazı tavaftan sonraya
geciktirmek mekruhtur. Meğer ki kerahet vaktine tesadüf ede. İkindiden sonra
tavaf ederse akşam namazını kılar; sonra iki rekat tavaf namazını, sonra
akşamın sünnetini kılar. Tavaf namazını mekruh vakitte kılmış olsa, bazılarına
göre kerahetle sahih olur. Ama bozması vâciptir. Bozmayıp devam ederse, onu
tekrar kılması daha iyidir. Lübab. Bunu mutlak bırakması söz götürür. Çünkü
namaz vakitlerinde geçmişti ki, vâcip bir namaz velev ki iki rekat tavaf namazı
ve nezir namazı gibi ligayrihi (başka bir sebeple) vâcip olsun. Yasak olan üç
vakitte, yani güneş doğarken, semanın ortasında iken ve batarken münakit olmaz.
Fecirden ve ikindi namazından sonra kılınan bunun hilâfınadır. Çünkü bunlar
kerahetle münakit olurlar. Bu iki rekatta, Peygamber (s.a.v.)'in fiiline uymuş
olmak için, Kâfirûn ve İhlâs sûreleri okunur. Nehir. Namazdan sonra Hz. Âdem'in
duasını okumak müstehaptır.
(Bu dua şudur:
"Ey Allahım! Şüphesiz sen benim
gizlimi, âşikârımı bilirsin. Benim özrümü kabul et! Hacetimi bilirsin. Bana
isteğimi ver! Gönlümdekini bilirsin. Bana günahlarımı bağışla! Allahım! Ben
senden doğrudan kalbimden gelen bir îman ve sâdık bir yakin isterim. Ta ki bana
yazdığından başkası başıma gelmeyeceğini bileyim. Bana kısmet buyurduğun
şeylere rıza dilerim ey acıyanların acıyanı!")
İki rekattan fazla kılarsa caizdir. Ama
farz namazı ile nezir namazı bu iki rekatın yerini tutmaz. Tavaf namazı
kılanlar birbirlerine uyamazlar; Çünkü birinin tavafı diğerinin de tavafı
değildir. Bir kimse çocuğa tavaf ettirirse, onun namına tavaf namazı kılmaz.
Lübab. Tavaf namazının sünnet olduğunu söyleyenler de vardır. Kuhistânî.
«Bu namaz her haftadan sonra Makam-ı
İbrahim'de kılınır.» Yani başka bir tavaf yapmak istemezse, mühletli olarak
vâcip olur. Başka bir tavaf yapacaksa derhal kılması icabeder. Bahır. Sirâc'da
şöyle denilmiştir: «İmam-ı Âzam'la Muhammed'e göre, iki hafta veya daha fazlası
arasında tavaf namazını kılmadan geçirmek mekruhtur. Velev ki terk ettiği
haftalar tekolsun. İmam Ebû Yusuf, "Üç, beş veya yedi hafta gibi tek
haftaların tavaf namazını bırakmak mekruh değildir." demiştir. Bu hilâf,
mekruh olmayan vakitler hakkındadır. Kerahet vaktinde ise bırakmak bilittifak
mekruh değildir. O namazı mübah bir vakite bırakır.» Kerahet vakti geçince,
acaba her haftanın tavaf namazını kılmadan önce tavafa başlamak mekruh olur mu,
olmaz mı? Bahır sahibi diyor ki: «Ben bunu görmedim. Ama mekruh olması gerekir.
Çünkü o zaman bu haftalar tek bir hafta gibî olur.»
Başka bir tavafa başladıktan sonra bir
şavtını tamamlamadan tavaf namazını kılmadığını hatırlarsa tavafı bozar. Aksi
halde tavafı tamamlar; her hafta için iki rekat tavaf namazı kaza etmesi
gerekir. Lübab. Musannıf haftayı mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh farz, vâcip,
sünnet ve nafile bütün tavaflara şâmildir. Bazıları buna muhalif olarak namazı,
' vâcip olan tavafa ' diye kayıtlamışlardır. Fetih sahibi, "Deliller
mutlak olduğu için, bu söz bir şey ifade etmez." demiştir. Zâhire göre
haftadan murad, sayı değil, tavaftır. Hattâ şavtların az olanını bir özürden
dolayı bıraksa, iki rekat tavaf namazı kılması vâcip olur. Bıraktığının dahi
gereğini yapar. Araştırmalıdır. Lübab şerhi'nde, "Her tavaftan sonra namaz
vâciptir. Velev ki tavafı noksan yapsın. Binaenaleyh sayı noksanlığına da -
abdestsiz ve cünüp olarak yapılan tavafta olduğu gibi - vasıf noksanlığına da
ihtimali vardır." denilmekte ise de, zâhire bakılırsa onun muradı ikincisidir.
Burada Lübab'ın ibaresi, "Makam-ı
İbrahimin arkasında kılar" şeklindedir. Lübab sahibi diyor ki: «Bundan
murad, yakın olduğu için âdeten ve örfen Makam-ı İbrahim denilebilen yerdir.
İbn-i Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Makam-ı İbrahim'in arkasında
namaz kılmak istediği vakit, makamla kendi arasına bir veya iki saf yahut bir
veya iki adam koyarmış. Bunu Abdürrezzak rivayet etmiştir.»
«Taşlardır.» Bunu Bahır sahibi Kâdî
Tefsirinden naklen söylemişse de, 'taştır' diye müfret sîgası kullanmış ve,
"Bu taş, üzerine çıkarak insanları hacca dâvet ettiği yerdir."
demiştir. 'Bazı seçkin âlimlerin bildîrdiklerine göre, Makam-ı ibrahim'deki
taşın yerden yüksekliği, yarım arşın bir çeyrek bir sekizde birdir. Üst kısmı
her tarafından dörtgen olup, yarım arşın ve bir çeyrektir. Ayaklarının battığı
yerin derinliği yedi buçuk kırattır.
«Bu hususta iki kavil vardır.» Ben Şarih'in
hikâye ettiği iki kavli görmedim. Yalnız Nehir'in ibaresi vehim vermektedir ki,
bu ibare söz götürür. Umumiyetle kitaplarda meşhur olan, tavaf namazının
mescitte kılınmasının başka yerde kılınmasından efdal olduğudur. Lübab'da
kaydedildiğine göre, bu namaz bir zamana ve mekâna mahsus değildir. Vakti de
geçmez. Kılınmazsa ceza kurbanı ile ödenmez. Bir kimse onu Harem'in dışında - velev
memleketine döndükten sonra - kılarsa caiz olur. Yalnız mekruhtur. Makam-ı
İbrahim'in arkasında eda edilmesi kuvvetli müstehaptır. Ondan sonra Kâbe
içinde, sonra Hicırda, sonra Mîzâbda, sonra Hicra yakın her yerde, sonra Hicrın
kalan yerinde, sonra Beyt'e yakın yerde, sonra mescitte, sonra Harem'de eda
edilebilir. Harem'den sonra fazilet kalmaz. Artık isaet (kötülük) olur.
METİN
Sonra Mültezem'e gider ve zemzem suyundan
içer. Sa'y yapmak isterse, dönerek Hacer-i Esved'i istilam eder, tekbir ve
tehlil getirerek Safa Kapısı'ndan çıkar. Bu menduptur. Kapıdan Safa'ya Kâbe'yi
görecek şekilde çıkar ve Beyti Şerif'e doğru dönerek yüksek sesle tekbir ve
tehlil alır; Peygamber (s.a.v.)'e salâvat getirir. Hâniyye.
İZAH
«Mültezem», Hacer-i Esved ile Kâbe'nin
kapısı arasıdır. Fetih'te şöyle denilmiştir: «İki rekat tavaf namazından sonra
zemzeme gitmek müstehaptır. Sonra Safa'ya çıkmadan Mültezem'e gelir. Bazıları
evvela Mültezem'e geleceğini; sonra tavaf namazı kılıp zemzeme gideceğini,
sonra Hacer-i Esved'e döneceğini söylemişlerdir. Bunu Surûcî kaydetmiştir.»'
Daha kolay ve efdal olan ikincisidir. Ona göre amel olunmaktadır. Lübab Şerhi.
Şârih'in söylediği ise, zâhire göre iki kavle de muhaliftir. Lâkin atıf
edatlarından 'vav' tertip iktiza etmez. Binaenaleyh sözü birinci kavle
yorumlanır. Lübab Şerhi'nde tavaf-ı saderden bahsedilirken; "Rivayetlerin
meşhur olanı budur. Esah olan da budur. Nitekim Kirmânî ve Zeylâî de bunu
açıklamışlardır." denilmektedir. Şârih burada Mültezem'e ve zemzeme
gidileceğini söylemişse de, birçok kitaplarda tavaf namazı ile Safa'ya teveccüh
arasında bunlara gidileceği zikredilmemiştir. İhtimal müekket sünnet
olmadığındandır.
«Sa'y yapmak isterse» ifadesi gösteriyor
ki, Hacer-i Esved'e dönmek, ancak ondan sonra sa'y yapmak isteyene müstehaptır.
Sa'y yapmak istemezse müstehap değildir. Nitekim Bahır ve diğer kitaplarda
beyan edilmiştir. Keza ramel ve iztıbâ da, arkasında sa'yi yapılacak tavafa
bağlıdırlar. Nitekim arzetmiştik. Şârih Nehir'deki şu ibareye işaret etmiştir:
«Tavaf-ı kudûmden sonra sa'y yapmak ruhsattır; Çünkü hacı, bayram günü farz
olan "tavafla kurban kesmek ve şeytan taşlamakla meşguldür. Yoksa efdal
olan, onu farz olan tavaftan sonraya bırakmaktır. Çünkü vâciptir. Binaenaleyh
onu farza tâbi kılmak evladır. Tuhfe ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir.»
Lâkin Lübab'da efdaliyet hususunda hilâf olduğu zikredilmiştir. Lübab sahibi
sonra şöyle demiştir: «Hilâf, kırân yapandan başkası hakkındadır. Kırân yapana
gelince: Onun için efdal olan, sa'yi baştan yapmaktır. Yahut bu sünnettir.» O
sa'yin tavaftan sonra yapılacağına da işaret etmiştir. Aksine hareket ederse
sa'yi tekrarlar. Çünkü sa'y tavafa bağlıdır. Muhit'te açıklandığına göre sa'yin
sahih olabilmesi için evvela tavaf yapmak şarttır. Bundan anlaşılır ki, sa'yi
geriye bırakmak vâciptir. Lübab sahibi şuna da işaret etmiştir ki, sa'y
tavaftan hemen sonra vâcip değildir. Ama sünnet onu tavafa eklemek" tir.
Bahır. Eğer sa'yi bir özürden dolayı; yahut yorgunluğunu çıkarmak için
geciktirirse beis yoktur. Aksi takdirde isaet etmiş olur. Ama bir şey lâzım
gelmez. Lübab.
"Safa kapısından çıkar." Sirâc'da
böyle denilmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ondançıkmıştır. Hidâye'de beyan
edildiğine göre Peygamber (s.a.v.)'in ondan çıkması, Safa'ya en yakın kapı
olduğu içindir. Sünnettir diye değildir.
«Kapıdan Safa'ya Kâbe'yi görecek şekilde
çıkar.» Bu çıkış ve ondan sonrası sünnettir. Binaenaleyh bunlara çıkmamak
mekruhtur. Bunu Muhit'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yani yürüyerek
çıkarsa hüküm budur. Binek giden bunun hilâfınadır. Nitekim Mürşidî Şerhi'nde
beyan edilmiştir. Bilmiş ol ki, Safa'nın birçok basamakları yere gömülmüştür.
Hattâ mevcut basamaklardan ilkinin üzerinde duran bir kimse, Beyt-i Şerif'i
görebilir. Daha yukarıya çıkmaya ihtiyacı kalmaz. Bazı bidatçılarla cahillerin
yaptığı gibi, tâ duvara yapışıncaya kadar çıkmak, Ehl-i Sünnet Velcemaat yolunâ
aykırıdır. Lübab Şerhi.
"Yüksek sesle tekbir ve tehlil
alır." Lübab'da şöyle denilmiştir: «Allah Teâlâ'ya hamd-ü sena eder ve üç
defa tekbir alarak tehlil eder ve Peygamber (s.a.v.)'e salâvat getirir. Sonra
dilediği şekilde Müslümanlara ve kendisine dua eder. Tekbirle 'beraber zikri de
üç defa tekrar eder ve Safa üzerinde uzun zaman kalır» Yani mufassal sûrelerden
birini okuyacak kadar durur. Nitekim Hidaye sahibinin el-Udde adlı kitabından
naklen Lübab Şerhi'nde böyle denilmiştir. Hâniyye sahibi yalnız tekbir ve
tehlili zikretmekle yetinmiş ve, "Bunları yüksek sesle yapar."
demiştir. Peygamber (s.a.v.)'e salâvata gelince: Telbiye duasında arzetmiştik
ki, bunu alçak sesle söyler. Burada da öyle olmak ihtimali vardır. Düşün!
T E M B İ H : Lübab'da beyan edildiğine
göre sa'y esnasında hacceden telbiye getirir, umre yapan getirmez. Şârihi şunu
da ziyade etmiştir; «Bize göre bunda mutlak surette iztıba yoktur. Nitekim biz
bunu bir risalede tahkik ettik. Şâfiîler buna muhaliftir.»
METİN
Ellerini gökyüzüne kaldırarak, ibadeti
bitirdiği için dilediği şekilde dua eder. Çünkü İmam Muhammed muayyen bir dua
söylememiştir. Dua tayin etmek, kalbin rikkat ve huzurunu giderir. Ama rivayet
edilmiş bir dua ile teberrük iyidir: Sonra mescidin duvarındaki iki yeşil direk
arasında sa'y yaparak Merve'ye doğru yürür. Merve'ye çıkar ve Safa'da yaptığını
orada da yapar. Onu yedi defa tekrarlar. Safa'dan başlayarak Merve'de yedinci
şavtı bitirir. Sa'ye Merve'den başlarsa, birinci şavt sayılmaz. Esah olan
budur. Sa'yi, tavafta olduğu gibi mescitte iki rekat namaz kılarak bitirmek
menduptur.
İZAH
«Ellerini» omuzları hizasına kadar
kaldırır. Lübab ve Bahır.
«İbadeti bitirdiği için dua eder.» Sirâc
sahibi diyor ki: «Musannıf'ın duayı burada zikredip, Hacer-i Esved'i istilam
ederken zikretmemesi, istilam ibadete başlama hali olduğu içindir. Bu ise
bitirme halidir. Çünkü tavafı sa'y ve dua ile bitirmek, onun başında değil
sonunda olur. Nitekim namazda da böyle yapılır.» Yine aynı kitapta beyan
edildiğine göre bu, tavafı bitirmekdeğil sa'ye başlamaktır. Meğer ki şöyle
denile: Sa'y ancak Safa'dan inmekle tahakkuk eder. Merve'ye çıkmakla ise
tavafın bittiği tahakkuk etmiştir. Çünkü tavaftan ona bağlı başka bir ibadete
geçmek istemiştir.
«Dua tayin etmek kalbin rikkat ve huzurunu
giderir.» Yani o duayı ezberlediği için, kalbi huzur duymaksızın diline
geliverir. Bu, namazdaki duanın hilâfınadır. Çünkü namazda ezber bildiği duayı
okuması gerekir. Tâ ki diline insan sözüne benzer sözler gelip de namazı
bozulmasın. Nitekim bunu Tahtâvî de Valvalciyye'den nakletmiştir.
«Ama rivayet edilmiş bir dua ile teberrük
iyidir.» Yani gerek burada, gerekse diğer hacc ibadetlerinde menkul dualar
okumak iyidir. Ben bunu Ğukyetü'l-Menâsik adlı risalemde zikrettim.
«Merve'ye doğru yürür.» Lübab sahibi diyor
ki: «Sonra sa'y ederek, zikrederek vakar ve sükûnetle Merve'ye doğru iner.
Mescidin duvarına asılı direğe varınca, söylendiğine göre altı arşın kadar vâdinin
ortasında şiddetlice koşar. İki direği geçinceye kadar gider. Sonra yine
vakarla yürüyerek Merve'ye varır. İki direk arasındaki sa'yin, ramelin üstünde
koşmanın altında olması müstehaptır ve her şavtta böyle yapılır. Yani tavaftaki
ramelin hilâfınadır. Çünkü o ilk üç şavta mahsustur. Bazıları muhalefet
göstererek onu da bunun gibi saymışlardır. Koşmayı terk eder veya bütün sa'y
esnasında eşkin yürürse, isaet etmiş olur. Ama bir şey lâzım gelmez. Hızlı
gitmekten âciz kalırsa, bir aralık buluncaya kadar bekler. Bulamazsa,
yürüyüşünde kendini koşana benzetir. Hayvan üzerinde ise 'kimseye eziyet
vermemek şartıyla onu harekete geçirir. Söylendiğine göre, altı arşın kadar»
ifadesi hakkında Lübab şârihi, "Bu, Şâfiî'ye mensuptur." demiş; bizim
ulemamızın yazdıkları bazı menâsik ki , taplarında da zikredildiğini
bildirmiştir.
Ben derim ki: Bunu Mi'râc sahibi, Veciz
şerhinden nakletmiş ve şunları söylemiştir: «Direk, vaktiyle sa'yin başlandığı
yerde yolun üzerinde idi ve onu sel yıkardı. Bu sebeple onu mescit duvarının en
yüksek yerine kaldırdılar ve buna Muallâk denildi. Sa'yin başladığı yerden altı
arşın sonraya tesadüf etti. Çünkü buradan daha lâyık yer yoktu. İkinci direk
Abbâs'ın hanesine bitişiktir.» Bunu Şurunbulâliyye sahibi dahi nakletmiş ve
ikrarda bulunmuştur. Hâşiye yazarlarından bazıları bunu İbn-i Acemi'nin
Mensik'inden, Tarablûsi, Bahr-i Amîk ve diğer kitaplardan nakletmişlerdir.
Ben derim ki: Metinlerde "iki mil
(direk) arasında koşarak" denilmesi, buna aykırı değildir. Çünkü asıl
itibariyle söylenmiştir.
«Merve'ye çıkar.» sözü, eski zamana
göredir. Şimdi Merve'nin ilk basamağına, hattâ toprağına çıkan kimseye
"Merve'nin üzerine çıktı" denilebilir. Lübab Şerhi.
«Safa'da yaptığını orada da yapar.» Yani
Kâbe'ye karşı döner, onu karşısına alabilmek içinbiraz sağ tarafına yanlar,
fakat bugün Beyt-i Şerif binalarla örtüldüğü için görülememektedir. Orada
tekbir alır, zikreder, hamd-ü sena ve salat-ü selâma şâmil dua okur. Lübab
Şerhi.
«Safa'dan başlayarak» ifadesinde, Merve'ye
gitmenin bir şavt olduğuna işaret vardır. Ondan Safa'ya dönüş de bir şavttır.
Sahih olan budur. Tahâvî'ye göre, tavafta olduğu gibi, gidiş-dönüş bir şavttır.
Çünkü tavaf Hacer-i Esved'den Hacer-i Esved'e bir şavttır. Sözün tamamı Fetih
ve diğer kitaplardadır.
«Sa'ye Merve'den başlarsa ilh...» Bu
hususta biz vâcipler bâbında söz etmiştik.
«Menduptur.» Bu, Hâniyye ye diğer
kitaplarda zikredilmiştir.
«Tavafın bitirilmesi gibi, tâ ki sa'yin
bitirilmesi de tavafın bitirilmesi gibi olsun.» İfadesi hakkında Fetih sahibi
şöyle diyor: «Bu kıyasa hacet yoktur. Çünkü burada nass vardır. O da
El-Muttalib b. Ebi Vedâa hadisidir. şöyle demiştir: "Ben RasuluIIah
(s.a.v.)'i sa'yini bitirdikten sonra gördüm. Geldi de rüknün karşısına durdu ve
tavaf yerinin kenarında iki rekat namaz kıldı. Kendisi ile tavaf edenler
arasında kimse yoktu." Bu hadisi îmam Ahmed ve İbn-i Hibbân rivayet
etmişlerdir. Bir rivayetinde, "Ben Rasulullah (s.a.v.)'i rükn-ü esved'in
hizasında namaz kılarken gördüm. Erkekler, kadınlar önünden geçiyorlardı.
Onunla aralarında sütre yoktu," demiştir. Tamamı Fetih'tedir.»
T E M B İ H: Allâme Kutbuddin Mensik'inde
şöyle diyor: «Kemal b. Hümam'ın talebelerinden birinin Fethu'l-Kadîr
hâşiyesinde el yazısını gördüm. Bu hadisten dolayı bir kimse Mescid-i Haram'da
namaz kıldığı vakit önünden geçeni men etmemesi gerekir. Bu söz tavaf edenlere
yorumlanır. Çünkü tavaf namazdır. Binaenaleyh önünde namaz kılanlar varmış gibi
olur.» Bir de şöyle demiştir: «Sonra Bahr-i Amîk'da gördüm. İzzeddin b. Cemâa,
tahâvî'nin MüşkiIatü'l-A'sâr adlı kitabından nakletmiş ki;
Kâbe'de namaz kılanın önünden geçmek
caizdir.»
Ben derim kî: Bu garip bir fer'dir.
Bellenmelidir.
METİN
Sonra hacc için ihramlı olarak Mekke'de
kalır. Bize göre haccı umreyle bozmak caiz değildir ve ramelsiz, sa'ysiz nâfile
olarak Beyt-i Şerif'i dilediği kadar tavaf eder. Uzaklardan gelen hacı için bu
nâfile, namazdan efdaldir. Mekkeliye ise aksi evladır. Bahır'da, "Bunu
hacc mevsimiyle kayıtlamak gerekir. Aksi takdirde tavaf mutlak surette namazdan
efdaldir." denilmiştir.
İZAH
«Sonra hacc için ihramlı olarak Mekke'de
kalır.» Burada 'oturur' demeyip 'kalır' demesi, 'oturmak' sözü şer'î ikâmeti
iham ettiği içindir ki doğru değildir. Zira Bahır'ın misafir namazı bâbında
beyan edildiğine göre, bir hacı on günlerde Mekke'ye girer de, yarım ay ikâmeti
niyet ederse sahih olmaz. Çünkü mutlaka Arafat'a çıkacaktır. Binaenaleyh
ikâmeti niyet sahih olmak için şart olan yer birliği tahakkuk edemez. T. Hedy
kurbanı gönderip kırân ve temettu yapanların hükmü de aynı olmakla beraber,
Şârih'in haccı zikretmesi, bu bâb hacc-ı ifrat için tahsis edildiğindendir. T.
«Bize göre haccı umreyle bozmak caiz
değildir.» Yani hacc için ihrama girdikten sonra niyetini ve fiillerini bozarak
ihram ve fiillerini umreye çevirmek caiz değildir. Lübab. Peygamber (s.a.v.)'in
hedy kurbanı göndermemiş bulunan Ashabına bunu emretmesi, ya onlara mahsus bir
iştir, yahut neshedilmiştir. Nehir. Bu makamı muhakkıklardan İbn-i Hümam
açıklamıştır.
«Ramelsiz, sa'ysiz nâfile olarak tavaf
eder.» Çünkü ramel ve keza iztıbâ arkasından sa'y yapılan tavafa bağlıdırlar.
Sa'y ise sadece haccla umrenin vâciplerindendir. Bu tavaf nâfiledir. Bundan
sonra sa'y yapılamaz. Şurunbulâliyye'den Kâfî'den naklen; "Çünkü nâfile
olarak sa'y meşru olmamıştır." denilmiştir.
«Bunu hacc mevsimiyle kayıtlamak gerekir.»
Yani nâfile namazın hacc mevsiminde Mekkeli için nâfile tavaftan efdal olması
kaydını, uzaktan gelenlere kolaylık olmak üzere koymak gerekir.
«Mutlak surette» sözü, hacc mevsiminin
dışında, Mekkeli için olsun, uzaktan gelen için olsun tavaf efdaldir demektir.
Bu bahiste Bahır sahibini Nehir sahibi dahi tasdik etmiştir.
Ben derim ki: Lâkin Valvalciyye'nin ifadesi
buna muhaliftir. Onun ifadesi şudur: «Mekkeli için Mekke'de namaz tavaftan
efdaldir. Yabancılar için ise tavaf efdaldir. Çünkü haddi zatında namaz
tavaftan efdaldir. Zira Peygamber (s.a.v.) Beyt-i Şerif'i tavaf etmeyi namaza
benzetmiştir. Lâkin yabancılar namazla meşgul olsalar, tavaf bir daha tedariki
mümkün olmamak üzere ellerinden gider. Binaenaleyh tedariki mümkün olmayanla
iştigal etmeleri evlâdır.»
T E M B İ H : Mürşidî'nin Kenz üzerine
yazdığı şerhte şöyle denilmektedir: «Ulemanın "namaz tavaftan
efdaldir" sözünden muradları; meselâ iki rekat namaz yedi şavt yapmaktan
efdaldir mânâsına değildir. Çünkü yedi şavt fazlasıyla iki rekata şâmildir.
Onların bundan muradı, içinde yedi şavt yapılan zamanda efdal olan nedir: onu
tavafa mı, yoksa namaza mı sarfetmelidir meselesidir.» Bunun benzeri Allâme
Kâdı İbrahim b. Zahira el-Mekkî'nin cevabıdır. Kendisine "Tavaf mı
efdaldir, umre mi?" diye sorulduğunda, "Şayet tavafla, umre zamanı
kadar zaman harcarsa, tavafın umreden efdal olması tercih edilir. Meğer ki umre
ancak farz-ı kifaye olur denile. Bu takdirde hüküm değişir." demiştir.
TETİMME: Musannıf Kâbe'ye girmekten
bahsetmemiştir. Şüphesiz kendisine veya başkasına eziyet etmemek şartıyla bu
menduptur. Ama kalabalıkta bu az olur. Nehir.
Ben derim ki: Keza kapıcıların aldıkları
rüşveti vermeye şâmil değilse menduptur. Nitekim Molla Ali buna işaret
etmiştir. Bu husustaki sözün tamamı haccın sonunda, Şârih fer'î meseleleri izah
ederken gelecektir.
METİN
İmam, haccın üç hutbesinden birinciyi
zilhiccenin yedinci günü zevalden ve öğleden sonra okur. Zevâlden önce okuması
mekruhtur. Bu hutbede hacc ibadetlerini öğretir. Ayın sekizinde, terviye günü
Mekke'de sabah namazını kıldıktan sonra Mina'ya çıkar. Mina Mekke'ye bir fersah
mesafede Harem'den ma'dut bir köydür. Orada arefe gününün fecrine kadar durur.
Güneş doğduktan sonra Dabb yoluyla Arafat'a gider.
İZAH
«Haccın üç hutbesinden birinciyi okur.»
İkincisi Arafat'ta iki namazı beraber kılmadan önce; üçüncüsü ayın on birinci
günü Mina'da okunur. Bu suretle her hutbenin arasını bir günle ayırmış otur.
Bunların hepsi orta yerde oturmaksızın bir hutbedir. Yalnız arefe gününün
hutbesi müstesna. Keza arefe hutbesinden maada, hepsi öğle kılındıktan sonra
okunur ve hepsi sünnettir. Lübab. Üçüncü hutbeyi gerek Musannıf, gerek Şârih,
yerinde zikretmemişlerdir.
«Bu hutbede hacc ibadetlerini öğretir.»
Yani hacının arefe günü yapması lâzım gelen ihramın nasıl yapılacağını, Mina'ya
nasıl çıkılacağını, orada geceyi geçirip Arafat'a gidileceğini, orada nasıl
namaz kılınıp vakfe yapılacağını, sonra oradan nasıl sökün edip dönüleceğini
vesaireyi; yahut hacc bitinceye kadar hacının muhtaç olacağı şeylerin hepsini
öğretir. Velev ki daha sonra da hutbe okusun. Çünkü te'kîd hayırlıdır.
«Mekke'de sabah namazını kıldıktan sonra
Mina'ya çıkar.» Hidâye'de böyle denilmiştir. Kemâl b. Hümam diyor ki: «Bu
tertibin zahirine bakılırsa, Mina'ya çıkış sabah namazına arkacığından
olacaktır. Fakat bu, sünnetin hilâfınadır. Muhit sahibi çıkmanın zevâlden
sonraolmasını iyi görmüşse de, bu da bir şey değildir. Merginânî, "Güneş
doğduktan sonra" demiştir ki, sahih olan da budur.»
«Terviye günü» denilmesinin sebebi, arefe
günü vakfeye hazırlanmak için hacılar develerini o gün sularlardı. Çünkü
zamanımızda olduğu gibi Arafat'ta akarsu yoktu. Lübab Şerhi.
FAYDA: Nevevî'nin Menâsik'inde beyan
edildiğine göre, terviye günü zilhiccenin sekizi, arefe dokuzu, bayram onudur.
On birinci gün 'karr' yani oturma günüdür. Çünkü o gün hacılar Mina'da
otururlar. On ikinci gün ilk nefer, yani ilk yolculuk; on üçüncü gün ikinci
nefer günüdür.
«Orada arefe gününün fecrine kadar durur.»
Bu gösteriyor ki, orada gecelemek ister. Çünkü bu sünnettir. Nitekim Muhit'te
beyan edilmiştir. Mebsût'ta, "Terviye günü öğle namazını Mina'da kılması
ve arefe gününün sabahına kadar orada kalması müstehaptır." denilmiştir.
Sabah namazını muhtar olan vaktinde orada kılar Bundan murad, aydınlık
zamanıdır. Hâniyye'de ise alaca karanlıkta kılınacağı bildirilmiştir. Galiba
Hâniyye sahibi bunu Müzdelife'nin sabah namazına kıyas etmiş olacaktır. Ekser-i
ulema birinci kavli tercih etmişlerdir. Efdal olan da odur. Lübab şerhi. Nevevî'nin
Menûsik'inde şöyle denilmektedir: «Bu zamanda insanların yaptıklarına, yani
Arafat toprağına sekizinci gün girmelerine gelince: Bu hatadır. Sünnete
muhaliftir. Bunun sebebi ile onlar birçok sünnetler kaçırırlar ki, Mina'da
kılınan namazlar, orada gecelemek, oradan Nemire'ye giderek oraya inmek,
Arafat'a girmezden önce hutbe ve namaz vesaire bunlardandır.» Nevevî'nin,
"Nemire'ye giderek oraya inmek" ifadesi hakkında söz edeceğiz.
Yakında gelecektir.
«Güneş doğduktan sonra Dabb yoluyla
Arafat'a gider.» Musannıf "Sonra Arafat'a gider." diyerek, Kenz'in
ibaresi gibi murad olmayan mânâyı îham eden ibâre kullandığı için, Şârih
"güneş doğduktan sonra" diyerek Fetih ve diğer Hidâye şerhlerinde
olduğu gibi açıklama yapmıştır. Gâyetü'l-Beyan sahibi diyor ki: "Güneş
doğduktan sonra" tabirini Tahâvî, Kerhî Şerhi, îzah ve diğer kitaplar
açıklamışlardır. îzah'ta, "Arefe günü güneş doğduktan sonra Arafat'a
çıkar. Çünkü Peygamber (s.a.v,) böyle yapmıştır." denilmektedir. Sonra,
"Daha evvel gitse de caizdir, fakat evla olan birincisidir."
denilmektedir. Sirâc'da da böyle denilmiştir. Anla! Mi'râc'da şu ifade vardır:
«Arafat'ta istediği yere iner. Ancak yol ve Cebel-i Rahmet efdaldir. Üç
mezhebin imamlarına,göre Nemire denilen yere inmek efdaldir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)
oraya inmiştir. Biz deriz ki: Nemire Arafat'tandır. Peygamber (s.a.v.)'in orada
inmesi kasten olmamıştır.» Bu ifade Feth'in ibaresine muhaliftir. Orada,
"İmamın Nemire'ye inmesi sünnettir." denilmektedir. UIemanın İmam
Râşidüd-din'den naklettikleri şu söze de muhaliftir: «Güneş zevale erinceye
kadar Nemire'deki mescide yakın bir yere inerek Arafat'a girmemek gerektir.»
Lübab Şerhi'nde bu iki kavlin arası bulunmuş; "Nemire'yeinmek imama
nisbetledir, başkasına değildir. Yahut Arafat'ta evvela Nemire'de, sonra
Cebel-i Rahmet'in yanında inilir." denilmiştir. Düşün! Dabb, Mescid-i
Hayf'tan sonra gelen dağın adıdır. Lübab Şerhi.
METİN
Arafat'ın Urane vâdisinden maada her tarafı
vakfe yeridir. Urane veya Urune, Arafat mescidinin batısında Harem'de bir
vâdidir. Zevâlden sonra öğle namazını kılmadan hatip mescitte cuma hutbesi gibi
iki hutbe okur ve hacc vazifelerini anlatır. Hutbeden sonra cemaata bir ezan ve
iki kamet ile öğle ile ikindiyi kıldırır. Bu namazlarda gizli okur. Mezhebe
göre aralarında başka namaz kılmaz. İkindiyi öğle vaktinde eda ettikten sonra
dahi başka namaz kılmaz.
İZAH
«Urane vâdisinden maada her tarafı vakfe
yeridir.» Meşhur kavle göre Urane'de vakfe yapmak sahih değildir. Nitekim
gelecektir.
«Zevâlden sonra ilh...» Yani Arafat'a
vardığında orada salâvat getirerek zikir ve telbiyede bulunarak bekler. Güneş
zevâle erdi mi, yıkanır yahut abdest alır. Yıkanmak efdaldir. Sonra gecikmeden
Nemire Mescidi'ne gider. Oraya vardığında en büyük imam veya naibi minbere
çıkarak oturur. Müezzin onun huzurunda ezan okur. Ezan bitince imam kalkarak
iki hutbe okur. Allah Teâlâ'ya hamd-ü sena eder. Telbiye, tekbir ve tehlil ile
Peygamber (s.a.v.)'e salâvat getirir. Cemaata va'zeder. Emir ve nehiyde
bulunur. Onlara Arafat'ta ve Müzdelife'de durmayı, bu iki yerdeki cem'i, şeytan
taşlamayı, kurban kesmeyi, tıraş olmayı, tavafı ve üçüncü hutbeye kadar olan
diğer vazifeleri öğretir. Sonra Allah Teâtâ'ya dua ederek minberden iner.
Lübab.
Hutbeyi terk eder veya zevâlden önce hutbe
okursa, kâfi olmakla beraber isaet etmiş sayılır. Cevhere. Zeylâî'nin burada
"caizdir" ifadesini kullanması, kerahetle sahihtir mânâsınadır.
Şurunbulâliyye.
«Hutbeden sonra öğle ile ikindiyi
kıldırır.» Zâhirine bakılırsa namazı geciktirmez. Bedâyi sahibi bunu açık
söylemiş; "Güneş zevâle erdikten sonra imam minbere çıkar, hutbeyi
bitirince müezzinler kamet getirirler, imam da namazı kıldırır ilh..."
demiştir. Lübab'da dahi böyle denilmiştir. Bahır'da ise, Mi'râc'dan naklen bu
cem'in öğle vaktinin sonuna tehir edileceği bildirilmiştir. Kâdıhan'ın Câmi-i
Sağîr Şerhi'nde de böyle denilmiştir: Lübab şârihi diyor ki: «Burada şu
söylenebilir: Bundan vakfenin geciktirilmesi lâzım gelir ve Câbir (r.a.)
hadisindeki "güneş zevâle erince" ifadesine aykırıdır. Çünkü bunun zâhirinden
anlaşılıyor ki, hutbe zevâlin başında okunmuştur. Binaenaleyh namaz vaktin
sonunda kılınamaz.»
«Bir ezan ve iki kamet ile öğle ve ikindiyi
kıldırır.» İki namaz için bir ezan okunması, ezan vaktin girdiğini bildirmek
için meşru olduğundandır. Burada vakit birdir, iki ikamete gelince: Bunların
birincisi öğle namazı içindir. O kılındıktan sonra ikindi için tekrar ikamet
getirilir. Çünkü kamet namaza başlandığını bildirmek içindir.
«Bu namazlarda gizli okur.» Çünkü sair
gündüz namazları gibi ikisi de gündüz namazıdır. Sirâc.
«Mezhebe göre aralarında başka namaz
kılmaz.» Yani vaktin sünnetini bile kılmaz. Lübab sahibi diyor ki: «imam ikindi
namazını geciktirirse, cemaat olan kimsenin imam ikindiye niyetleninceye kadar
iki namazın arasında nâfile kılması mekruh değildir.» "Mezhebe göre"
sözüyle zâhir rivayeti kastediyor. şurunbulâliyye. Sahih olan da budur. Arada
başka namaz kılmış olsa mekrüh işlemiş olur ve ikindi için tekrar ezan okur.
Çünkü hemen kılmamış, sanki ikisinin arasında başka bir işle meşgul olmuştur.
Bahır. Yani yiyip-içmek gibi bir iş yapmış sayılır ki, bu takdirde ezanı
tekrarlar. Sirâc. Zâhire, Muhit ve Kâfî'de, öğle namazınıın sünneti istisna
edilmişse de bu, hadise ve ulemanın mutlak olan sözlerine muhaliftir. Fetih.
TEMBİH: Allâme Muhammed Sadık b. Ahmed Paşa
bundan alarak, "Burada ve Müzdelife'de akşamla yatsı arasında tekbir,
teşrik bırakılır. Bu, hadisdeki 'derhal' emrine riayet için yapılır."
demiştir. Nitekim ondan bunu Kâzaruni de Fetevasında nakletmiştir.
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü
hadiste vârit olan şudur: Peygamber (s.a.v.) öğleyi kıldı, sonra kamet
getirerek ikindiyi de kıldı. Aralarında başka namaz kılmadı. Bu hadiste
ikisinin arasında başka namaz kılmadığı açıklanmıştır. Ama bundan, tekbirin
bırakılması lazım gelmez. Tekbir namaza da kıyas edilmez. Çünkü namazsız vâcip
olmuştur. Bir de tekbirin mühleti azdır. Hattâ farzla sünnetin arasını ayırmış
bile sayılmaz Hâsılı tekbirin bize göre vâcip olduğu sübut bulduktan sonra,
burada ancak delille sâkıt olur. Onun söylediği ise, gördüğün gibi delil
olamaz. Bana zâhir olan budur. Allah'u a'lem!
"İkindiyi öğle vaktinde eda ettikten
sonra dahi başka namaz kılmaz.»Bu cümle bazı nüshalardan düşmüştür.
Şurunbulâliyye sahibi onu İbn-i Şıhne'nin Vehbaniyye Şerhi'ne nisbet etmiştir.
METİN
Bu cem'in sahih olması için, en büyük imam
veya naibi şarttır. O bulunmazsa, cemaat yalnız başlarına kılarlar. Her iki
namazda da hacc için ihramlı olmak şarttır. Birini yalnız kılana, ikindiyi cemi
suretiyle kılmak caiz olmaz. Öğleyi yalnız kılarsa ikindiyi imamla kılamaz.
İZAH
«Bu cem'in şahih olması için ilh...» Bu
cem'in sünnet veya müstehap olduğunda, ulema ihtilâf etmişlerdir. Gerçi
"İmam-ı Azam'a göre ikindiyi vaktinden evvel kılmak cemaatı muhafaza etmek
için vâcip olmuştur." denilmişse de, bunu "sabit olmuştur"
mânâsına yorumlamak gerekir. Lübab Şerhi.
TEMBİH: Musannıf, şartlardan yalnız imamla
ihramı beyanla yetinmiştir. Lübab'da ise buna, öğlenin ikindiden önce kılınması
ilâve edilmiştir. Hatta imam öğlenin zevâlden önce veya abdestsiz kılındığını,
ikindinin zevâlden sonra veya abdestli kılındığını anlarsa, her ikisini tekrar
kılar. Lübab'da zaman - ki arefe günüdür -, mekan - ki Arafattır - Arafat'a
yakın olmak ve cemaat da ilâve edilmiştir. Şu halde şartlar altıdır.
Ben derim ki: Lâkin son şart ilk şarta
dahildir. Çünkü imamın şart kılınması, cemaata namaz kıldırmanın şart
olmasıdır. Aralarında bulunması mânâsına değildir. Halbuki şöyle denilmiştir:
«Cemaat şart değildir. Hatta cemaata korku arız olsa da imam iki namazı yalnız
başına kılsa, sahih kavle göre bilittifak caiz olur. Veciz'de de böyle
denilmiştir.» Bahır sahibi bundan sonra Bedâyi'den naklen şöyle demiştir:
"Ebû Hanife'ye göre cemaat cem'in (iki namazı beraber kılmanın) şartıdır.
Lâkin bu şart İmam hakkında değil; imam olmayan hakkındadır. Nikâye, Cevhere ve
Mecma'da "cemaat şarttır" denilmişse de bu zayıftır.» Nehir sahibi
buna itiraz ederek, "Cemaatın şart olduğunu birçok ulema nakletmiş,
İsbicâbî de sahihlemiştir. Bir de korku meselesindeki cevaz zaruretten
dolayıdır." demiştir.
Ben derim ki: Yukarıda Bedâyi'den
nakledilen söz, iki kavlin arasını bulmaya ve ikisini de sahih çıkarmaya yarar.
Bir düşün! Sonra her iki namazın birer cüzünü imamla kılmaya yetişmek kâfidir.
Hattâ öğlenin bir cüzüne yetişip, sonra kalanını kaza etse, sonra ikindinin bir
cüzüne yetişip imamla kılsa kâfidir. Nitekim bunu Bahır ve Lübab sahipleri
söylemişlerdir.
«En büyük imam» dan murad halifedir. Bahır.
Naibinden murad, onun yerine geçendir. Velev ki ölümünden sonra olsun. Çünkü
cem'i, naibi yahut jandarma kumandanı yapar. Zira halifenin ölümü ile naipler
azledilmiş olmazlar. Bahır. Musannıf imamı mutlak söylemiştir. Binaenaleyh
mukim ve misafire şâmildir. Ancak imam Mekke'nin imamı gibi mukim olursa, cemaata
mukim namazı kıldırır. Namazı kısaltması caiz değildir; hacılar da ona
uymazlar. İmam Hulvâni diyor ki: «İmam Nesefî, "Mikât ahalisine şaşarım.
Namazı kısaltma bâbında Mekke'nin imamına tâbi oluyorlar. Bunların namazı nasıl
kabul edilir; yahut bunlarınnamazları caiz değilken kendilerine nasıl hayır
beklenir?" derdi.» Şemsü'l-eimme demiştir ki: «Mikât halkıyla birlikteydim
ve onlardan ayrılarak her namazı vaktinde kıldım. Bunu arkadaşlarıma da tavsiye
ettim. Bir de işittik ki, bunlar zahmet ederek sefer mesafesi uzaklara çıkar,
sonra Arafat'a gelirlermiş. Böyle olursa namazı kısaltmak caizdir, aksi
takdirde caiz değildir. Binaenaleyh ihtiyat vâciptir.» Bu satırlar
Tatarhâniyye'nin Muhitten naklettiği ibarenin kısaltılmışıdır.
«O bulunmazsa cemaat yalnız başlarına
kılarlar.» ifadesi, ikindi namazının Öğle vaktinde caiz olacağını, ikindi kendi
vaktinde kılınırsa cemaat teşkilinin caiz olmayacağını îham etmektedir. Halbuki
maksat bu değildir. En doğrusu Zeylâî'nin sözüdür ki, "iki namazdan her
birini kendi vakitlerinde kılarlar." demiştir. Bunu Halebî söylemiştir.
«Her iki namazda da hacc için ihramlı olmak
şarttır.» Musannıf bu sözle, umreye ihramlanmaktan ihtiraz etmiştir. Bu
takdirde cem'i caiz olmaz. Velev ki ikindi namazından önce hacc için ihrama
girsin. Ve şuna işarette bulunmuştur ki, şart her iki namazı ihramlı olarak
kılmaktır. Esah kavle göre velev ki zevâlden sonra ihrama girsin. Bir
rivayette, zevalden önce mutlaka ihrama girmiş bulunmalıdır. Nitekim Nehir'de
beyan edilmiştir.
«Öğleyi yalnız kılarsa ikindiyi İmamla
kılamaz.» Onu vaktinde kılar, Keza yalnız öğleyi İmamla kılarsa, ikindiyi ancak
kendi vaktinde kılar. H.
METİN
Hacc için ihrama girmeden öğleyi cemaatla
kılıp sonra ihrama giren kimse, ikindiyi ancak kendi vaktinde kılar. İmameyn'e
göre ikindinin sahih olması için yalnız ihram şarttır. Üç mezhebin imamları da
buna kail olmuşlardır. Bu kavli daha zahirdir. Bu ifadeyi Şurunbulâliyye
Burhan'dan nakletmiştir. Sonra sünnet vecihle yıkanmış olarak vakfe yerine
gider. imam, Cebel-i Rahmet yakınındaki büyük kayaların yanında devesinin
üzerinde kıbleye dönerek durur.
İZAH
«Hacc için ihrama girmeden» Yani ya hiç
ihrama girmeden yahut yalnız umre için ihramlanarak öğleyi cemaatla kılan;
sonra ikindiyi kılmadan hacc için ihramlanan kimse, ikindiyi ancak kendi
vaktinde kılar.
«İmameyn'e göre yalnız ihram şarttır.» Bu
şart bize göre bilittifaktır. ifadedeki hasır, burada zikredilene izafetledir.
Yani imameyn'e göre imama veya naibine uymak şart değildir. Yoksa zaman, mekân
ve öğlenin ikindiden önce kılınması şartları bize göre ittifâkîdlr. Nitekim
Lübab şârihi bunu söylemiştir.
«Bu kavil daha zâhirdir.» Daha zâhir olması
delil cihetindendir. Aksi takdirde metinler İmam-ı Azam'ın kavline göre
yazılmıştır. Bedâyi sahibi ve başkaları da bu kavli sahih bulmuş; onunsahih
kabul edildiğini Allame Kasım isbicâbî'den nakletmiş, Burhan-ı Şeria ile
Nesefi'nin de buna itimat ettiklerini söylemiştir.
"Sonra" imam ve cemaat Nemire
Mescidi'nden Arafat'taki vakfe yerine giderler.
"Devesinin üzerinde durur."
Haniyye'de, "İmam için efdal olan, hayvan üzerinde vakfe yapmak; başkasına
efdal olan da, onun yanında durmaktır." denilmiştir. Zâhirine bakılırsa,
hayvan üzerinde durmak sadece imama mahsustur. Musannıfın sözünün mefhumu da
budur. Nitekim Hidâye, Bedâyi ve diğer kitapların mefhumları da bunu ifade
eder. Sirâc'ın ifadesi dahi bunu te'yîd etmektedir. Sirâc sahibi, "Çünkü
imam dua eder, cemaat da onun okuduğu duayı okur. Şayet devesinin üzerinde ise,
cemaatın görmelerine bu daha müsaittir." demiştir. Lâkin Kuhistâni'de,
"Efdal olan, imama en yakın bir yerde hayvan üzerinde bulunmaktır."
Denilmiştir. Mülteka'nın metninde de böyledir. Bazılarının Sirâc'dan, onun da
Mensik-i İbh-i Acemi'den nakline göre, hayvan üzerinde durmak mekruhtur. Ancak
Arafat'ta vakfe halinde bu mekruh değildir. Bilâkis imam olana do, olmayana da
bu efdaldir. Fakat ben bunu Sirâc'da görmedim.
«Cebel-i Rahmet» Arafat'ın ortasında bir
dağdır. Buna 'İlal'da denir. Avam taifesinin yaptıkları gibi, bu dağın üzerine
çıkmaya gelince Sözüne güvenilir ulemadan hiçbiri bunda bir fazilet olduğunu
söylememişlerdir. Bilâkis onun hükmü de sair Arafat arazisinin hükmü gibidir.
Taberî ile Mârûdi bunun müstehap olduğunu iddia etmişler ise de Nevevî,
"Bunun aslı yoktur. çünkü bu hususta sahih veya zayıf bir haber vârit
olmamıştır." diyerek bunu reddetmiştir. Nehir.
«Büyük kayalar» yere döşenmiş gibi duran
siyah taşlardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in vakfe yaptığı yerin burası olduğu
sanılmaktadır. Lübab şerhi. Şeyh İsmail, şerhinde Mensik-i Fârisi'den naklen
şunları söylemiştir: «Kâdı'l-Kudad Bedrüddin diyor ki, Ben Peygamber
(s.a.v.)'in durduğu yeri tayine çalıştım. Bu hususta bana Mekke muhaddisleri
ile ulemasının mutemet olanlarından bazısı da muvafakat etti. Nihayet tayini
hakkında kanaat hâsıl oldu ki, bu yer vakfe yerine bakan, sağında ve arkasında
Cebel'in kayalarına bitişik kayalar bulunan yüksek bir dikdörtgen sahadır. Bu
saha, dağ ile solundaki dörtgen bina arasındadır. Doğa biraz daha yakındır.
öyle ki, kıbleye karşı dönersen, dağ sağdan önüne gelir. Dörtgen bina da
solunda biraz onun arkasındadır.» Bunu Lübab sahibi dahi kısaltarak
nakletmiştir. Kadı Muhammed diyor ki: «Dörtgen bina bugün "Âdem
Mutfağı" namiyle bilinmektedir ve hizasındaki yarık kaya ile tanınır. Bu
kaya ve etrafı o döşeli gibi taşlarla devam eder. Arkalarında siyah ve Cebel'e
bitişik kayalar vardır.»
METİN
Vakfe halinde ayakta durmak ve niyet şart
ve vâcip değildir. Oturarak da dursa haccı caizdir. Çünkü şart orada
bulunmaktır. Binaenaleyh oradan geçenin, kaçanın, borçlu takibedenin, uyuyanın,
delinin ve sarhoşun vakfesi sahihtir. Aşikâre olarak ısrarlı bir şekilde dua
eder. İmam hacc ibadetlerini öğretir, cemaat da ona yakın kıbleye karşı, onun
sözlerini dinleyerek ve huşu ile ağlayarak arkasında dururlar. Burası duaların
kabul edildiği yerlerden biridir. Bunlar Mekke'de on beş yerdir.
İZAH
«Vakfe halinde ayakta durmak ve niyet şart
ve vâcip değildir.»
Lübab'da beyan edildiği gibi, ayakta
durmakta niyetin ikisi de müstehaptır. Niyet sadece tavafta şarttı, vakfede
şart değildir. Çünkü ihramlı iken yapılan niyet, ihram halindeki bütün fiillere
şâmildir. Vakfe her vecihte ihram halinde yapılmaktadır. Binaenaleyh vakfede o
niyetle iktifa olunur; Tavaf ise, bir vecihle ihramlı iken, bir vecihle
değilken yapılır. Çünkü ilk ihramdan çıktıktan sonra yapılır. Şu halde onda
niyetin tayini değil; her iki şartla amel etmiş olmak için niyetin aslı şart
kılınmıştır. Kâri'nin Nikâye Şerhi. Lâkin bu fark umrenin tavafına şâmil
değildir. Çünkü umrenin tavafı ihramdan çıkmadan yapılır. Musannıf, bâbın sonunda
başka bir fark söyleyecektir.
«Çünkü şart orada bulunmaktır.» Ora 'dan
muradın vakfe yeri olduğu, Sözün gelişinden anlaşılmaktadır. Lübab şarihi diyor
ki: «Zâhire bakılırsa bu rükündür. Çünkü onsuz vakfe tasavvur olunamaz. Evet
vakit şarttır.» Yani "ihramla beraber vakit" demek istiyor.
Ben derim ki: Galiba Lübab şarihi şartların
bulunmasıyla, lâbud mânâsını kastetmiş olacaktır. Bu takdirde rükne şâmildir.
Düşün! Orada bulunmak ne suretle olursa olsun kâfidir. Velev ki uyuyarak veya
oranın Arafat olduğunu bilmeyerek; yahut ayık olmayarak veya zorla götürülerek
yahut cünüp olarak veya hızla geçerek gitmiş olsun.
«Âşikâre olarak ısrarlı bir şekilde dua
eder.» Ama ifrata giderek fazla bağırmaz. Lübab. Yani kendini yoracak derecede
bağırmaz. Lâkin Lübab şarihi âşikâr okumanın telbiyede olacağını söylemiş;
"Dua ve zikirlere gelince, bunların gizli sesle okunmaları evlâdır."
demiştir.
Ben derim ki: Bunu Sirâc'ın şu sözü te'yîd
eder: «Duayı ısrarla yapar ama sünnet olan şekli gizli okumasıdır. Çünkü Teâlâ
Hazretleri, "Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin" buyurmuştur.»
Duayı ısrarla yapmaya gelince: Bu hususta şu hadis-i şerif vârit olmuştur;
«Duanın en hayırlısı, arefe günü yapılanıdır. Benim ve benden önceki
peygamberlerin söyledikleri en hayırlı söz, "Allah'tan başka ilah yoktur,
yalnız o vardır. Ortağı yoktur, mülk Onundur, hamd Onadır, o her şeye
kaadirdir" sözüdür.» Bu hadisi, Mâlik Tirmîzi, Âhmed ve diğer imamlar
rivayet etmişlerdir. Nikâye şerhi, Kâri.
İbn-i Uyeyne'ye, «Bu senâdır. Rasulullah
(s.a.v.) ona neden dua demiştir?» diye sorulduğunda, "Kerîm olan bir zatı
senâ etmek duadır. Çünkü o, onun hacetini bilir." cevabını vermiştir.
Fetih.
Ben derim ki: O bununla şu hadise işaret
etmiştir: «Bir kimseyi, benim zikrim benden istemekten meşgul ederse; ben ona,
isteyenlere verilenin en iyisini veririm.»
«Bunlar Mekke'de on beş yerdir.» Yani
Mekke'de ve Mekke yakının da demek istemiştir. Çünkü iki vakfe yeri ile Mina ve
şeytan taşlama yerleri Mekke'de değildirler. On beş yer olduğunu Fetih sahibi
Hasan-ı Basrî'nin risalesinden naklen söylemiştir. İbn-i Hacer Mekkî demiştir
ki «Hasan-ı Basri tâbiinden büyük bir zattır. Birçok sahabe ile görüşmüş tür.
Bu sözü ancak işitmekle söylemiştir.» Bu on beş yeri bazıları, müfessir
Nakkâş'tan "hususi vakitlerde" kaydıyla nakletmişlerdir. Hasan-ı
Basri ise mutlak söylemiştir. Bunları manzum olarak söyleyen de var dır.
Manzumeyi Halebî şurunbulâliyye'den nakletmiştir. Onlara müracaat edebilirsin.
METİN
Nehir sahibi bunları nazma çekerek şöyle
demiştir: «Halkın duası, Kâbe'de, Mültezem'de, İki vakfe yerinde, keza
Hicır'de, tavafta, sa'yde, iki Merve ile Zemzem'de, Makam'da, Mizab'da, şeytan
taşladığın yerlerde muteberdir.» Lübab'da şu da ziyade edilmiştir: «Kâbe'yi
gördüğünde, Sidre ağacında, Rükn-ü Yemâni'de, Hicır'de, Mina'da, Bedir
gecesinin yarısında makbuldür.» Güneş batınca me'zimler yoluyla Müzdelife'ye
gelir. Bunun hududu, Arafat'ın iki me'ziminden Muhassir'in iki me'zimine
kadardır, Buraya yürüyerek gelmesi, tekbir, tehlil getirmesi, hamdetmesi, zaman
zaman telbiyede bulunması müstehaptır. Müzdelife'nin Muhassir vâdisinden gayrı
her yeri mevkıftir. Muhassir, Mina ile Mûzdelife arasında bir vâdidir. Orada ve
Urane vâdisinde vakfe yapmak meşhur kavle göre caiz değildir. Müzdelife'de
Kuzah Dağına yakın bir yere iner. ' Kuzah ' kelimesi, ' yüksek ' mânâsına gelen
Kaazih'ten alınmadır. Esah kavle göre burası Meş'ar-i Haram'dır. Bu dağın
üzerinde ateş yakılan bir yer vardır ki, Hz Âdem'in ocağı olduğu söylenir
İZAH
«Kâbe'de» sözünden murad bizzat Kâbe'nin
içidir
«İki vakfe yeri» Arafat ile Müzdelife'deki
Meş'ar-i Haram'dır
«Tavafta» Yani tavaf yerinde demek
istemiştir. ' Metafta ' dese daha iyi olurdu. Bu yer, Peygamber (s.a.v.)
zamanında mescit idi. Yoksa tavaf caiz olur mânasına Mescid-i Haram'ın her yeri
metaftır. Lübab Şerhi.
"Sa'y" Yani Safa ile Merve
arasında yapılan sa'yde bilhassa iki direk arasında makbuldür. Lübab şerhi.
«İki Merve»den murad, Safa ile Merve'dir.
Tağlib yoluyla ikisine birden Merve adı verilmiştir. ihtimâl burada müennesi
müzekker üzerine tağlibetmesi, ulemanın iki kavlinden birine göredir. Bu kavle
göre Merve Safa'dan efdaldir.
«Makam» yani Makam-ı İbrahim'in arkasında
demektir. Nitekim Lübab'da böyle denilmiştir.
(Mizab, Altın oluğun altıdır.)
«Şeytan taşlama» yerleri üçtür; bunlarla
duaların kabul edildiği yerler on beşi bulur. Lâkin buna itiraz edilmiş;
"Cemre-i Akabe'de, hattâ birinci ve ikinci cemrelerde dua yoktur."
denilmiştir.
«Lübab'da» yani Şeyh Rahmetullah Sindî'nin
Lübabü'l-Menâsik adlı kitabında ziyade edilmiştir. Şeyh Rahmetullah, muhakkık
Kemâl b. Hümam'ın talebesidir. Bu kitabı Mensik-i Kebir adlı kitabından
kısaltma yaparak telif etmiştir. Bunu da kısaltarak, daha küçük bir mensik
meydana getirmiştir.
«Sidre ağacında» Burada denilebilir ki:
Lübab sahibi bu ağacı zikretmemiştir. o, Şurunbulâliyye'de zikredilmiştir.
Sidre ağacı Arafat'ta idi. Bugün bilinmemektedir. Bunu, hâşiye yazarlarından
biri Allâme Kutbî'nin Tarihi Mekke adlı kitabından naklen söylemiştir.
Üstadlarımızın üstadlarından biri de bu sözü, İbn-i Zahirete'l-Hanefi'nin
Fedai'l-i Mekke adlı kitabına nisbet etmiştir.
«Hicır'da» Burada denilebilir ki: Hicır,
Mizab'ın alfındadır. Nitekim Fetih'ten naklen Şurunbulâliyye'de böyle
denilmiştir.
«Bedir gecesi» zilhiccenin on dördüncü
gecesidir. Şimdi hacılar o gecede Mina'ya inerter. T.
Ben derim ki: Ben bu beş yeri, manzum
olarak Nehir sahibinin manzumesine kattım ve şöyle dedim: "Beyt'i görmek,
sonra Hicır ve Sidre;
Rükn-ü Yemâni ile kamerli gecede
Mina."
«Güneş batınca ilh...» ifadesi, vâcibi
beyan içindir. Hattâ güneş batmadan yola çıkar da Arafat hududunu geçerse, ceza
kurbanı lâzım gelir. Meğer ki güneş batmadan geri dönüp de, battıktan sonra
yola revan ola. Bu takdirde ceza kurbanı sakıt olur. İmam Züfer buna
muhaliftir. Ama güneş battıktan sonra dönerse, hüküm bunun hilâfınadır. İmam
Arafattan ayrıldıktan sonra hacı özürsüz olarak çok durursa, isaet etmiş olur.
İmam ağır davranır da gece oluncaya kadar Arafat'tan çekilmezse, hacılar
çekilirler. Çünkü imam sünnette hata etmiştir. Bu satırlar Bahır'la Nehir'den
alınmıştır.
«Me'zimler yoluyla Müzdelife'ye gelir.»
Gelen, imam ve hacılardır. Herbiri sükunet ve vakarla yürür. Aralık bulursa,
kimseye eziyet etmemek şartıyla hızlıca yürür. Bazıları, zamanımızda eziyet çok
olduğu için hızlı gitmenin sünnet olmadığını söylemişlerdir. Me'zim esas
itibariyle iki dağ arasındaki dar geçittir. Fukahanın maksatları, Arafat'la
Müzdelife arasındaki iki dağdan geçen yoldur. İsmail. Bazıları bu sözü İzz b.
Cemâa'ya nisbet etmişlerdir. O da Muhib Taberî'den nakletmiştir. Bu kavil ile,
Nevevî'nin, "Me'zimden murad, Harem'in hududu olan iki nişandır."
sözü reddedilmiş ve bunun garip olduğu söylenilmiştir.
«Buraya yürüyerek gelmesi» Yani
Müzdelife'ye yaklaşınca edep ve tevazu için oraya yürüyerek girer. Çünkü orası,
muhterem olan Haremdendir. Lûbab Şerhi.
«Orada ve Urane vâdisinde vakfe yapmak
meşhur kavle göre caiz değildir.» Urane vâdisinin Arafat'a yakın olduğunu
yukarıda söylemiştik. Yani Muhassir'de vakfe yapmak, vâcip olan Müzdelife
vakfesi yerine geçmediği gibi; Urane vâdisinde vakfe yapmak da, rükün olan
Arafat vakfesinin yerini tutmaz. Meşhur olan kavil budur. Bedâyi'de buna '
muhalif olarak her iki vakfenin caiz. olduğu kaydedilmiştir. Fetih.
«Esah kavle göre burası Meş'ar-i Haram'dır»
Bazıları bütün Müzdelife'nin Meş'ar-i Haram olduğunu söylemişlerdir.
«Bu dağın üzerinde ateş yakılan bir yer
vardır.» Söylendiğine göre, burası yuvarlaktaşlardan yapılmış boru şeklinde bir
yermiş. Çevresi yirmi dört, uzunluğu on iki arşın imiş. içinde yirmi beş
basamak varmış ve yüksek bir ağacın üzerinde bulunuyormuş. Hârun-u Reşid
devrinde burada Müzdelife gecesinde mum yakılırmış. Daha önceleri burada odun
yakılırmış, daha sonraları büyük kandiller yakılmaya başlanmış.
METİN
Ve akşamla yatsıyı, bir ezan bir kâmetle
kılar. Çünkü yatsı vaktinde kılınmış olur. Bildirmeye ihtiyaç yoktur. Nitekim
burada İmama da hacet yoktur. Eğer akşamı ve yatsıyı yolda yahut Arafat'ta
kılarsa, fecır doğmadıkça tekrarlar. Çünkü hadiste, "Namaz
önündedir." buyrulmuştur. Şu halde her iki namaz, zamanla, mekânla ve
vakitle sınırlanmış demektir. Zaman, bayram gecesidir. Mekân, Müzdelife; vakit
de yatsı vaktidir. Hattâ Müzdelife'ye yatsı vaktinden evvel varmış olsa,
yatsının vakti girmeden akşam namazını kılamaz. Binaenaleyh bu mesele birçok
yönlerden luğs olabilir.
İZAH
«Ve akşamla yatsıyı ilh...» Yani yatsı
vaktinin evvelinde kılar. Kuhistanî. Namazı, yükünü indirmeden, hattâ devesini
çöktürüp bağlamadan kılmak gerekir. Bununla, iki namaz arasında - velev
sünnet-i müekkede olsun - nâfile kılınmayacağına işaret olunur. Sahih kavil
budur. Şayet nâfile kılarsa kâmeti tekrarlar. Meselâ iki namaz arasında başka
bir işle meşgul olursa, tekrar kâmet getirir. Bahır. Lübab şerhinde şöyle
denilmiştir: «Akşamın ve yatsının sünnetiyle vitir namazını bundan sonra kılar.
Nitekim Mevlâna Abdurrahman Câmi (k.s.) mensikinde bunu açıklamıştır.» Gerçi
şarih ezan bâbından az önce, "iki cem namazından sonra nâfile kılmak
mekruhtur." demişti. Fakat bunun söz götürdüğünü orada anlatmıştık.
"Çünkü yatsı vaktinde kılınmış
olur." Bu cümle, burada bir kâmetle yetinmenin illetidir. Arafat'taki cem
bunun hilâfınadır. O iki kâmetle kılınır. Çünkü oradaki ikinci namaz vaktinden
sonra eda edilir. Bu sebeple ona başlandığını bildirmek için ikinci bir kâmete ihtiyaç
vardır. Burada ise ikinci namaz vaktinde kılınmaktadır. İlânı yenilemeye hacet
yoktur. Yatsı ile beraber vitir namazını kılmaya benzer. Bedâyi.
«Nitekim burada imama da hacet yoktur.» Her
iki namazı yalnız başına kılsa caiz olur. Bercendî'nin Nikâye şerhinde
söylediği bunun hilâfınadır. Çünkü Onun sözü, mezhebimizde meşhur olana
muhaliftir. Lübab Şerhi. Lübab'da beyan olunduğuna göre, buradaki cem'ide,
namazı cemaatla kılmak sünnettir. Bundan sonra Lübab sahibi şunları
söylemîştir: "Bu cem'in şartları, hacc için ihramlı olmak, vakfeyi cem'den
önce yapmak, zaman, mekân, vakit ilahtır..." Şarihi de der ki: "O
halde hacc için ihramlı olmayana bu cem caiz değildir. Mahbubî "bunda
ihram şart değildir" demişse de doğru değildir. Çünkü ulema buradaki
cem'in, nüsuk cem'i (hacc ibadeti) olduğunu açıklamışlardır. Nüsuk cem'i ise
ancak hacca ihramlaolur" Bununla anlaşılıyor ki, Nehir sahibinin,
"Akşam namazını eda etmiş sayılmak için hacca ihramlı olması şart
kılınmalıdır." sözüyle yaptığı inceleme sahihtir. Ve yine anlaşılıyor ki,
Nihaye ile Hindiyye'de "şart değildir" denilmiş olması, Mahbubî'nin
sözüne binaendir.
«Eğer akşamı ve yatsıyı» Bazı nüshalarda
"akşamı veya yatsıyı" denilmiş, bazılarında ise Kenz ve diğer
kitaplara uyarak sadece akşam namazını söylemekle yetinilmiştir. Bu daha
iyidir. Çünkü maksat, akşam namazını mûtad vaktinden geciktirmenin vâcip
olduğuna tembihte bulunmaktır. Bundan, yatsının da Mûzdelife'ye tehirinin vâcip
olduğu evleviyetle anlaşılır. Evet Lübab'ın ibaresi, "Eğer her iki namazı
veya birini yolda kılarsa...» şeklindedir.
«Tekrarlar» Yani kıldığını tekrarlar.
Allâme Şehâvi, mensikinde şunları söylemiştir: «Bu, Müzdelife'ye kendi yolundan
gittiğine göredir. Mekke'ye Müzdelife yolundan başka bir yolla giderse, yolda
hiç durmaksızın akşam namazını kılması caizdir. Bunu Nihâye ve inâye
sahiplerinden başka kimşenin açıkladığını görmedim. Onlar bunu kaza namazları
bâbında zikretmişlerdir. Kenz şarihinin sözü dahi buna delâlet etmektedir. Bu
büyük bir faydadır» Binaye'de dahi aynı bâbda bu mesele açıklanmıştır. Hâşiye
yazarlarından biri bunu, ulemadan birinin el yazısıyla gördüğünü söylemiştir.
Ben derim ki: Bu hüküm yukarıda geçtiği ve
aşağıda geleceği vecihle, bu cem'in sahih olması için mekân şart kılınmasından
çıkarılır. Çünkü mekânın şart kılınması, Mûzdelife'ye uğramazsa yolda akşam
namazını vaktinde kılmak lâzım gelir mânâsını ifade etmektedir. Zira şart
yoktur. Arafat'ta gecelerse hüküm yine budur. Dikkatli ol!
«Namaz önündedir buyrulmuştur.» Bu hadiste
Peygamber (s.a.v.) Üsame'ye seslenmiştir. Peygamber (s.a.v.) dağ yolunda,
inerek abdest bozduğu ve tazelediğ zaman Üsame, "Namazı Ya
Rasulallah..." demişti. Hadisin manâsı, "Namazın caiz olan vakti veya
yeri ilerdedir" demektir. T. '
"Mekan Müzdelife'dir." Buna
Bahır'da Muhit'ten nakledilen şu sözle itiraz edilebilir: «Her iki namazı
Müzdelife'yi geçtikten sonra kılsa caiz olur.» .'Lübab şerhinde bu söz
Münteka'ya nisbet edilmiştir. Lâkin bundan sonra şârih, "Bu söz Cumhur'un
tuttuğu yola aykırıdır." demiştir.
«Vakit» ile ' zaman ' arasında burada fark,
zamanın daha umumi mânâda kullanılmasıdır.
«Luğs oIabilir» Yani, "Kamet aranmayan
farz hangi farzdır?" diye sorulur ve, "Akşam namazı ile aralarını
ayıran bir fasıla bulunmazsa, Müzdelife'deki yatsı namazıdır" diye cevap
verilir. "Hangi namazdır ki, vaktinde kılınmadığı halde yine eda
olur?" "Hangi namazdır o ki, vaktinde kılınırsa iadesi vâcip
olur?" denilir. Buna, "Müzdelife'nin akşam namazıdır" diye cevap
verilir. "Hangi namazdır o ki, hususi bir yerde kılınması icabeder?"
denilir. Buna da "Müzdelife'de kılınan akşamla yatsıdır" diye cevap
verilir, Düşün! Daha başka luğsları Halebîçıkarmış, Tahtavî de şunu ziyade
etmiştir: "Hangi yatsıdır ki, sahib-i tertip onu akşam namazından önce
kılar da yine eda olur?" Buna, "Müzdelife'de kılınan yatsı" diye
cevap verilir. Rahmetî de şunu ziyade etmiştir: "Hangi namazdır o ki,
vakti zaman zaman değişir?" Bunun cevabı, "Müzdelife"de kılınan
akşam namazı"dır. Bu namaz bayram gecesi kılınırsa vakti başka, sair
günlerde kılınırsa yine başkadır. "Hangi namazdır o ki, bir halde vakti
değişir?" Cevap, "işte bu namaz"dır. Hacc için ihram halinde
vakti değişir. "Hangi fâsit namazdır o ki, ondan sonraki namazın vakti
çıktığında sahihe inkılabeder?" "Hangi namazdır o ki, sünneti ile kılmak
mekruh olur?" Cevap, "işte bu namaz"dır.
METİN
Fecir doğmadan tekrarlarsa cevaza döner;
ama bu, yolda fecir doğacağından korkmadığına göredir. Fecir doğacağından
korkarsa; her iki namazı kılar. Müzdelife'de yatsıyı akşam namazından önce
kılarsa, akşam namazını kıldıktan sonra yatsıyı tekrarlar. Tekrarlamâdan fecir
doğarsa, yatsı cevaza döner. Akşam namazına eda olarak niyet eder. Sünnetini
bırakır ve bayram gecesini ihya eder. Çünkü o, kadir gecesinden daha
şereflidir. Nitekim Nehir sahibi ile başkaları buna fetva vermişler; Buhârî
şarihleri - bilhassa Kastalâni zilhiccenin onuncu gecesinin ramazanın son on
gecesinden efdal olduğuna kesinlikle hükmetmişlerdir,
İZAH
"Cevaza döner." Yani kılmış
olduğu akşam, yahut Müzdelife'den önce bir vâkitte kıldığı akşam ile yatsı caiz
olur. Bunun mefhum-u muhalifi şudur: Fecir doğmazdan önce olsa kâfi gelmez. Bu
Tarafeyn'in kavlidir. imam Ebû Yusuf. "Kâfi gelir amma isaet etmiş
olur" demiştir. Hidâye. Yani yolda kıldığı akşam namazı eğer sahih
olmuşsa, gerek vakit içinde, gerekse çıktıktan sonra tekrar kılması vâcip
olmaz. Sahih olmamışsa, vakit içinde de, çıktıktan da sonra da iadesi vâcip
olur. Yani vakit içinde eda etmediyse, vakit çıktıktan sonra kazası vâcip olur.
Çünkü fâsit olan bir namaz; vaktin geçmesiyle sahihe dönmez. Buna şöyle cevap
verilmiştir: Bu fesat mevkuftur. Eseri ikinci halde meydana çıkar. Nitekim
tertip meselesinde geçti. İnâye'de de böyledir.
Ben derim ki: Bu caiz olmamaktan murad,
sahih olmamaktır mânasında açıktır. Helâl değildir mânasına gelmez. Bahır
sahibinin anlayışı bunun hilâfınadır. Sözün tamamı, Bahır üzerine yazdığımız
hâşiyededir.
"Bu" Yani Müzdelife yolunda
kıldığı namazın caiz olmaması mânasınadır.
«Her iki namazı kılar.» Çünkü kılmazsa
kazaya kalırlar.
"Yatsı cevaza döner." Zahîriyye
sahibi diyor ki: "Bu mesele mutlaka bilinmesi gereken meselelerdendir. Bu,
Ebû Hanife'nin öğle namazını bırakıp da arkasından beş vakit namaz kılan kimse
hakkındaki sözü gibidir. O kimse terkettiklerini hatırlarsa, Ebü Hanife'ye göre
caiz olmaz. Ama altıncı namazı kılarsa, kıldıkları cevaza döner." Bu
meselenin hükmünü Hayreddin-i Remlî müşkil görmüş, "Bunda tertibi kaçırmak
vardır. Halbuki tertip farzdır, o elden giderse cevaz da gider. Bu, vitir
namazını yatsının üzerine tertip gibidir. Meğer ki tertibi sâkıt olana; yahut o
namazdan sonra beş namaz kılınca cevaza döndüğüne yorumlana." demiştir.
Remlî'nin te'vili uzak bir te'vildir. Bilâkis zâhire göre burada tertip düşmektedir.
Buna karine, Zahîriyye'de Ebû Hanife'nin sözünü nazire getirmesidir. Onun
içindir ki Muhammed Ebussuud Efendi, "Bu hususta sahib-i tertip olanla
olmayan arasında farkyoktur. Tertibin vücubunu ıskat eden şeylere bu da ilâve
edilir." demiştir.
"Akşam namazına eda olarak niyet
eder." Sirâc'dan naklen Nehir'de böyle denilmiştir. ,Bu söz Bahır'ın
"kazadır" demesini reddeder. Halbuki Bahır sahibi bundan sonra, o
namazın vaktinin, yatsı namazının vakti olduğunu açıklamıştır.
«Sünnetini bırakır.» Yukarıda Câmi'den naklen
arzettiğimiz söze muvafık olan sünnetini geciktirir demektir.
«Bayram gecesini ihya eder.» O gece veya o
gecenin ekserisinde namaz kılmak, Kur'an okumak, zikirde bulunmak ve şer'i bir
ilim okumak gibi ibadetle meşgul olur.
«Çünkü o, kadir gecesinden daha
şereflidir.» Halebî diyor ki: «Yani haddi zatında daha faziletlidir. Yoksa
Müzdelife'de bulunan hakkında değildir. »
«Nitekim Nehir sahibi ile başkaları buna
fetva vermişlerdir.» Nehir"in ibaresi şöyledir: «Bayram gecesinin cuma
gecesinden daha şerefli olup olmadığı hususunda sual soruldu. Ben buna
meyledenlerden idim. Sonra Cevhere'de gördüm ki, bayram gecesi senenin bütün
gecelerinden faziletli imiş.» Görüyorsun ki, Nehir sahibinin sözü, bayram
gecesinin cuma gecesinden daha faziletli olduğu hususundadır. Kadir gecesinden
efdal olduğu hususunda değildir. Evet Cevhere'nin sözü kadir gecesine şâmildir.
Lakin bu kadarcığı, "Nehir sahibi bununla fetva vermiştir" demeye
kafi değildir. H.
«Kesinlikle hükmetmişlerdir.» cümlesi,
önceki sözü te'yiddir. Şu elhetten ki, ekser-i ulemaya göre kadir gecesi
ramazanın son on gecesi zarfındadır. Zilhiccenin on gecesi bundan efdal olunca,
kadir gecesinden de faziletli olması gerekir. Bayram gecesi on gecenin en
faziletlisidir. şu halde kadir gecesinden de efdaldir. Tahtavî diyor ki:
«Münavi, es-Sağır şerhindeki "dünya günlerinin en faziletlisi on
günlerdir" hadisi hakkında şöyle demiştir: Çünkü başlıca ibadetler onda
toplanır. Allah Teâlâ'nın "fecre ve on geceye yemin olsun" diye kasem
buyurduğu günler, bu günlerdir. Bunlar, şu hadisin iktizasınca ramazanın son on
gününden efdaldirler. Bazıları bu kaville amel etmiştir. Lâkin cumhur-u ulema
aksini almışlardır.» Yine Münavi, el-Kebir şerhinde şunları söylemiştir: «Bu
hilâfın semeresi şurada kendini gösterir. Bir kimse, talâk veya nezir gibi bir
şeyi onların veya günlerin efdaline ta'lîk etse, İbnü'l-Kayyim. "Doğrusu
ramazanın son on gecesi zilhiccenin gecelerinden efdaldir. Çünkü zilhicce ancak
kurban bayramının iki günü ile arefe için; ramazanın son on gecesi ise ancak
kadir gecesi için faziletlendirilmiştir" demiştir.»
Ben derim ki: Rahmetî, bazı ulemadan bu iki
kavlin arasını bulmayı ifade eden sözler nakletmiştir ki şudur: Zilhiccenin on
günü ramazanın on gününden efdaldir. Ramazanın geceleri için zilhiccenin gecelerinden
daha faziletlidir. Çünkü ramazandaki en faziletli gece kadir gecesidir: Onun
şerefi bununla artmıştır. Zilhiccenin şerefi ise, arefe günü ile artmıştır. Bu
söz, yukarıda İbn-i Kayyim'den nakledilenle birlikte kadir gecesinin bayram
gecesinden efdal olması hususunda açık gibidir. Bundan, onun cuma gecesinden de
faziletli olması lâzım gelir. Çünkü yukarıda Nehir'den naklen geçti ki, kurban
bayramı gecesi cuma gecesinden faziletlidir.Bu izahatta Müslim'in rivayet
ettiği "içinde güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür." hadisi ile
itiraz olunamaz. Çünkü sözümüz, cumanın gününde değil, gecesindedir. Şarih cuma
babının sonunda Tâtarhâniyye'den nakletmişdi ki, cumanın günü gecesinden
efdaldir. Yani cuma gecesinin fazileti, cuma namazından dolayıdır. Cuma namazı
ise gündüz kılınır.
TEMBİH: Mi'râc'da şöyle denilmektedir:
«Peygamber (s.a.v.)'den sahih olarak rivayet edilmiştir ki: "Günlerin en
faziletlisi cuma gününe rastlayan arefedir. O gün, yetmiş haccdan daha
faziletlidir." buyurmuştur. Bunu Tecrid-i Sıhah sahibi Muvatta alâmeti ile
zikretmiştir.» Haccın sonunda bunun üzerine söz edilecektir. Tahtavî'nin bazı
şâfiîlerden naklettiğine göre, gecelerin en faziletlisi, Peygamber (s.a.v.)'in
doğduğu gecedir. Sonra kadir gecesi, sonra İsra gecesi ve Mi'rac, sonra Arefe
gecesi, sonra Cuma gecesi, sonra şabanın yarısı gecesi, sonra bayram gecesi
gelir.
METİN
Vakfeden dolayı sabah namazını alaca
karanlıkta kılar. Sonra Müzdelife'de vakfe yapar. Bunun vakti, fecrin
doğmasından güneşin doğmasına kadardır. Velev ki arefede olduğu gibi oradan
geçerken olsun. Lâkin sıkışıklık gibi bir özürden dolayı onu terk ederse, bir
şey lâzım gelmez. Tekbir, tehlil, telbiye ve Mustafa (s.a.v.)'e salâvat
getirir, duada bulunur.
İZAH
«Alaca karanlıkta kılar.» Ki bu, sabah
namazının ilk vaktidir. Bize göre bu yalnız buraya mahsus sünnettir. Yukarıda
Hâniyye'den naklettiğimize göre, arefe günü Mina'da sabah namazı da böyledir.
Ama ekser-i ulemanın buna muhalif olduğunu da arzetmiştik.
«Sonra Müzdelife'de vakfe yapar.» Bu vakfe
bize göre sünnet değil, vâciptir. Müzdelife'de fecre kadar yatmak ise, vâcip
değil sünnet-i müekkededir. Şâfiî bunların ikisinde de bize muhaliftir. Nitekim
Lübab ve şerhinde beyan olunmuştur.
«Bunun vakti» Yani cevazının vakti, fecrin
doğmasından güneşin doğmasına kadardır. Lübab sahibi diyor ki: Bu vakfenin ilk
vakti, bayram günü fecrin doğmasından başlar; sonu da güneşin doğmasında biter.
İmdi kim fecir doğmazdan önce veya güneş doğduktan sonra orada vakfe yaparsa bu
sayılmaz. Vâcip olan vakfe miktarı bir andır. Velev ki az olsun. Sünnet olan
miktarı ise, vakfeyi ortalık iyice aydınlanıncaya kadar uzatmaktır. Vakfenin
rüknü, ister kendi fiili ile, ister başkasının fiiliyle olsun Müzdelife'de
bulunmaktır. Meselâ kendi emriyle veya emri olmaksızın uyurken veya baygın
iken; yahut deli veya sarhoş iken oraya götürülmüş olabilir. Vakfeye niyet
etsin etmesin, onu bilsin veya bilmesin fark etmez. Lübab.
«Sıkışıklık gibi bir özürden dolayı İlh...»
Lübab'ın ibaresi şöyledir: «Ancak bir illetten veya zayıflıktan dolayı olursa;
yahut sıkışıklıktan korkan bir kadın olursa, ona bir şey lazım gelmez,» Lâkin
Bahır sahibi, "Muhit'te sıkışıklıktan korkmayı kadın olursa diye
kayıtlamamış, mutlak söylemiştir. Binaenaleyh erkeğe de şâmildir." demiştir.
Ben derim ki: Bu, şeytan taşlarken
sıkışmaktan korkmaya da şâmildir. Muktezası şudur ki: Geceleyin giderek,
hacılar gelip kalabalık olmadan şeytan taşlasa bir şey lâzım gelmez. Lâkin
şüphesiz ki şeytan taşlarken ve yolda oraya varmadan sıkışıklık olması zamanımızda
muhakkak bir şeydir. Binaenaleyh bundan, Müzdelife'deki vakfe vâcibinin sukûtu
lâzım gelir. En iyisi, sıkışma korkusunu kadınla kayıtlamalı ve Muhit sahibinin
mutlak sözünü ona hamletmelidir. Çünkü kadın hakkında bu, açık bir özürdür.
Bununla vâcip sâkıt olur. Erkek böyle değildir. Yahut Muhit'in mutlak sözü,
hastalık gibi bir şeyden dolayı sıkışmaktan korktuğu zamana hamledilir. Onun
için Sirâc sahibi, "Ancak kendisinde bir illet veya hastalık yahut
zayıflık olur da, sıkışmaktan korkarak geceleyin dönerse, ona bir şey lâzım
gelmez." demiştir. Lâkin burada şöyle bir itiraz vârit olabilir: Sair hacc
ibadetleri dahi sıkışıklıktan hâli değildir. Ulema açık olarak beyan
etmişlerdir ki, bir kimse sıkışıklık korkusu dolayısıyla Arafat'tan dönerek
güneş batmadan Arafat hududunu geçse, daha önce geriye dönmedikçe ceza kurbanı
lâzım gelir. Keza devesi kaçar da onu takip ederse hüküm yine budur. Nitekim
bunu Fetih sahibi açıklamıştır. Şu da var ki, o kimsenin fecir doğduktan sonra
bîr an durmak suretiyle sıkışıklıktan korunması mümkündür. Bu suretle vâcip
yerini bulur ve diğer hacılar dönmeden o Mina'ya döner. Bunda, sıkışıklık
korkusundan dolayı vakfeyi uzatma sünnetini terk etmek vardır. Bu ise vâcibi
terk etmekten ehvendir. O vacibi, ki rükün olduğunu söyleyenler de vardır.
Şöyle de cevap verilebilir: Âcizlik ve hastalık gibi şeyler dolayısıyla
sıkışmaktan korkmayı, ulema burada ancak hadisten dolayı özür saymışlardır.
Hadise göre Peygamber (s.a.v.) ailesinin zayıf olanlarını geceden göndermiş,
fakat Arafat hakkında bunu özür saymamıştır. Çünkü bunda müşriklere muhalif
olduğunu göstermek vardır. Müşrikler güneş batmadan dönerlerdi. Düşünülsün!
"Bir şey lâzım gelmez." Bir
özürden dolayı terk edilen' her vâcibin hükmü böyledir, Bir şey lâzım gelmez.
Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Yani dikişli elbise giymek gibi yasak bir
fiili bir özür dolayısıyla yapmak bunun hilâfınadır. Çünkü özür ceza kurbanını
ıskat etmez. Nitekim cinayetler bâbında gelecektir. Bununla, Şurunbulâliyye
sahibinin, «Lâkin buna şarihin "Sizden kim hasta olursa, yahut başından
bir eziyeti bulunursa, fidye lazım gelir" âyet-i kerîmesiyle açıkladığı
hüküm lâzım gelir.» diyerek yaptığı itiraz sâkıt olur. Evet az yukarıda
Fetih'ten naklettiğimiz, 'Devesi kaçtığı için, Arafat'ı gün batmadan veya sıkışıklık
korkusundan dolayı geçerse, ceza kurbanı lâzım gelir." sözü varit olur.
Buna da, Lübab şerhinden naklen cinayetler bâbında gelecek olan, "İhsar
sebebiyle Müzdelife'de vakfeyi yapamazsa, bir ceza kurbanı lazım gelir."
dediği yerde, "Bu mahlûk tarafından gelme bir özürdür, binaenaleyh tesir
etmez." diye cevap verilir. Lâkin buna da, ulemanın sıkışıklık korkusunu
burada Müzdelife vakfesini terk hususunda özür saymaları ile itiraz olunur.
Cevabını da gördün.
«Duada bulunur.» Dua ederken ellerini
gökyüzüne doğru kaldırır. Bunu Hindiyye'den Tahtavî nakletmiştir.
METİN
Ortalık çok aydınlandığı vakit, tehlil ve
salâvat getirerek Mina'ya gelir. Muhassir vâdisine ulaştığında, "bir taş
atımı miktarı" yeri süratle geçer. Çünkü burası Hıristiyanların durak
yeridir. Vâdinin ortasından Cemre-i Akabe'de şeytan taşlar. Üst taraftan
taşlaması tenzihen mekruh olur.
İZAH
«Ortalık çok aydınlandığı vakit Mina'ya
gelir.» İmam-ı Âzam 'çok aydınlanmayı', "güneşin doğmasına ancak iki rekat
namaz kılacak kadar vakit kalır" diye tefsir etmiştir. Güneş doğduktan
sonra veya hacılar sabah namazını kılmazdan önce dönerse, kötülük işlemiş olur.
Fakat kendisine bir şey lâzım gelmez. Hidiyye. T. Kudûrî nüshalarında,
"Güneş doğduğu vakit imam sökün eder." denilmişse de, Hidâye sahibi
bunun yanlış olduğunu söylemiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) güneş doğmadan önce
dönmüştür. Tamamı şurunbulûliyye'dedir.
«Muhassir vâdisine» Yani vâdinin başına
ulaştığında, bir taş atımı yeri hızla geçer. Bahır'da şöyle denilmiştir:
«Muhassir vâdisi, Mina ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran yerdir. Onların
birinden değildir. Ezrakî onun, beşyüzkırkbeş arşın uzunluğunda olduğunu
söylemiştir.»
«Çünkü burası Hıristiyanların durak
yeridir.» Hıristiyanlardan murad, fil ordusu dur. Bunu şurunbulâliyye'den
Halebî nakletmiştir.
«Cemre-i Akabe'de şeytan taşlar.» Burası
şeytan taşlanan yerlerin üçüncüsüdür. Mina'nın Mekke tarafındaki hudududur. Ama
Mina'dan değildir. Buna Cemre-i Kübra ve Son Cemre dahi denir. Kuhistânî. O gün
bundan başka bir yerde taş atmaz. Burada da durmayarak yerine döner.
Valvalciyye.
«Üst taraftan taşlaması tenzihen mekruh
olur.» Yani atsa kâfidir. Çünkü etrafı nüsuk yerleridir. Hidâye'de de böyle
denilmiştir. şu kadar var ki, sünnete muhalif bir iş olur. Bunu Peygamber
(s.a.v.) sünnet bir iş olmak üzere alt taraftan yapmıştır. Yoksa illa oradan
atılması lâzım değildir. Onun için, Ashab zamanında birçok kimselerin üst
tarafından taş attıkları sabit olmuştur. Kendilerine tekrarı emir edilmemiştir.
Galiba Peygamber (s.a.v.)'in bunu ihtiyar etmesinin vechi, ufak taşları ihtiyar
etmesinin vechi olacaktır. Çünkü üst taraftan atarlarsa, alt taraftakilere
eziyet verebilir. Zira orası insanların geçmesinden hâli değildir. Taşlar
kendilerine isabet edebilir. Alt taraftan atmaları bunun hilâfınadır. Bunun
muktezası, taşlamanın yukarıdan aşağı olması murad edilmektir. Yoksa atan
kimsenin durduğu yerden yukarıya atması değildir. Hidâye'nin ta'lîli muktezası
- ki etrafı nüsuk yeridir demiştir - murad ikincisidir. Meğer ki te'vîl oluna.
Nitekim bazı ulema, "Maksat taş atmak için durduğu yerdir; taşların
düştüğü yer değildir." diye te'vîlde bulunmuşlardır..
METİN
Bu, yedi defa atmakla olur. Yani taşları
parmaklarının ucuyla atar. Taşların atıldığı yerle atan arasında, beş arşın mesafe
bulunmalıdır. Attığı taş bir adamın sırtına veya deveye isabet ederse,
kendiliğinden cemre yakınına düştüğü takdirde caizdir. Aksi takdirde caiz
olmaz. Üç arşın mesafe uzak, daha azı yakın sayılır. Cevhere. Her taşı atarken
tekbir alır. İlk taşta telbiyeyi keser, yedi taştan ziyade atarsa caizdir,
yediden az olursa caiz değildir. Binaenaleyh yedi ' ile kayıtlamak ziyadeyi
değil, noksanı men etmek içindir.
İZAH
«Bu, yedi defa atmakla olur.» Yani şeytan
taşlamak, yedi defa birer taş atmakla olur. Taşları bir defada otsa bir taş
yerine geçer. Nehir.
«Parmaklarının ucuyla» nasıl atılacağı
hususunda şöyle denilmiştir:«Sağ elinin başparmağının ucunu işaret parmağının
ortasına koyar, taşı da baş parmağın üzerine koyar, yetmiş işareti yapar gibi
olunca taşı fırlatır.» Bazıları "İşaret parmağını yumarak on işareti yapar
gibi başparmağın mafsalı üzerine koyar ve fırlatır." demişlerdir. Bir
kavle göre de, taşı işaret ve başparmaklarının uçlarıyla alarak atar. Esah olan
budur. Çünkü en kolay ve mûtaddır. Fetih. Bunu Nihaye ile Valvalciyye sahipleri
de sahihlemişlerdir. Şarihin muradı da budur. Hilaf hangisinin evla
olduğundadır. Muhtar kavle göre taşlar bakla kadar olmalıdır. Lübab. Yahut
fasulye tanesi kadar olur. Nohut kadar veya çekirdek büyüklüğünde yahut parmak
ucu kadar olur diyenler de vardır. Nehir sahibi diyor ki: "Bu mendup olan
şeklini beyandır. Caiz olmaya gelince: Kerahetle beraber daha büyük taş da
atabilir."
«Beş arşın mesafe bulunmalıdır.» Atarken
Mina'yı sağına, Kâbe'yi soluna almalıdır. Lübab. Mesafe beş arşından fazla da
olabilir. Fakat daha az olması mekruhtur. Lübab. Çünkü beş arşından azı, taşı
atmak değil bırakmak olur. Bu caiz ise de, sünnete muhalif olduğu için kötülük
işlemiş olur. Kuhistânî.
«Aksi takdirde caiz olmaz.» Yani attığı taş
isabet eden kimsenin sırtından kendiliğinden düşmez de, o kimsenin veya devenin
hareketiyle düşerse; yahut kendiliğinden düşer fakat cemreden uzak giderse caiz
olmaz. H. Hidâye sahibi diyor ki: «Çünkü taşın ibadet olması, ancak hususi bir
yere düşmekle bilinir.» Lübab'da şöyle denilmiştir: Atılan taş direğe yani
cemrenin etrafına dikilen nişana vurursa kâfidir. Ama direğin kûbbesine düşer
de aşağı inmezse kâfi değildir. Çünkü uzaktır. Attığı taşın kendiliğinden mi
yerine düştüğünü yoksa tesadüf ettiği şahsın hareketiyle mi düştüğünü
bilemezse, ne cevap verileceği hususunda ihtilâf edilmiştir. ihtiyat olan, onu
tekrar atmaktır. Keza atar da yerine düşüp düşmediğinden şüphe ederse, ihtiyat
olan tekrar atmaktır.
«Üç arşın mesafe uzak, daha azı yakın
sayılır.» Yani atılan taşla cemre arasında demekistiyor. Bu cümle,
"kendiliğinden cemre yakınına düştüğü takdirde "ifadesinin izahıdır.
Lâkin Fetih'te yakınlık bir arşın ve emsali ile takdiredilmiştir. Bazıları
örfen itibar edilen yakınlığa itimat ederek ne kadar olacağını
bildirmemişlerdir. Bunun zıddı da uzak sayılır
«Her taşı atarken tekbir alır.» Zâhir
rivayete göre sadece ' Allahuekber ' demekle yetinir. Şu kadar var ki, Hasan b.
Ziyad, "Allahuekber rakmen lişşeytan ve hizbih" denileceğini rivayet
etmiştir. Bazılarına göre şu da ilâve edilir: «Allahım! Haccımı mebrur, sa'yimi
meşkûr ve günahımı mağfur eyle.» Fetih.
«İlk taşta telbiyeyi keser.» Yani sahih
haccda olsun, fâsidinde olsun, gerek ifrada, gerekse temettu veya kırâna niyet
etmiş bulunsun, ilk taşı atarken telbiyeyi keser. Bazıları ancak zevâlden sonra
keseceğini söylemişlerdir. Taşları atmadan tıraş olsa veya taşları atmadan
tıraş olmadan ve kurban kesmeden tavaf etse, telbiyeyi keser. Güneş zevâle
erinceye kadar taşları atmamış olsa, taşları atıncaya kadar telbiyeyi kesmez
Meğer ki güneş kavuşa. Taçları atmadan kurbanı keserse, kırân veya temettua
niyetli olduğu takdirde telbiyeyi keser. İfrada niyetli ise kesmez. Lübab.
Hacc için ihramlı olmayı kayıtlaması
şundandır: Çünkü umre yapan Hacer-i Esved'i istilam ettiğinde telbiyeyi keser.
Zira tavaf umrenin rüknüdür. Binaenaleyh ona başlamadan önce umreyi keser.
Haccı kaza eden de öyledir Çünkü umre ile ihramdan çıkar. Binaenaleyh umre
yapmış gibi olur. İhsarda kalan, telbiyeyi hedy kurbanını kestiği vakit bırakır.
Çünkü kurban kesmek, ihramdan çıkmak içindir. Kırân yapanın haccı kazaya
kalırsa, telbiyeyi ikinci tavafa başlarken keser. Çünkü ondan sonra ihramdan
çıkar. Bahır.
«Yedi taştan ziyade atarsa caizdir.» Fakat
mekruh olur. Lübab.
«Yediden az olursa caiz değildir.» Çünkü
yedi taşın ekserisini terk ederse, ceza kurbanı lâzım gelir. Nitekim hiç taş
atmamış olsa yine ceza kurbanı lâzım olur. Yediden az, meselâ üç taş yahut
ondan da az atarsa, her taş için bir sadaka vermesi icabeder. Nitekim
cinayetler babında gelecektir.
T E M B İ H: Atılan taşların peşipeşine
devamı şart değildir. Bu sünnettir ama terkedilmesi mekruhtur. Lübab.
METİN
Taşlama; yer cinsinden olan taş, moloz,
toprak, kızıl toprak gibi her şeyle ve keza teyemmüme elverişli her şeyle caizdir.
Velev ki bir avuç toprak olsun. Bu, bir taşın yerini tutar. Odun, amber, büyük
inci ve cevahirle taşlamak caiz değildir. Çünkü bu ihanet değil, kıymet vermek
olur. Ama 'caizdir' diyenler de vardır. Altın ve gümüşle dahi câiz değildir.
Çünkü bunları atmaya, taşlamak değil, saçmak denilir. Tezekle dahi taşlamak
caiz değildir. Çünkü tezek yer cinsinden değildir. Gerçi Eşbah'ın furuk babında
tezekle caiz olduğubildirilmişse de bu, mezhebin hilâfınadır.
İZAH
«Yer cinsinden olan her şeyle caizdir.»
Hidâye'de de böyle denilmiş, fakat Hidâye şarihleri firûze ve yâkut ile buna
itirazda bulunmuşlardır. Çünkü bu iki nevi taşdahi yer cinsindendir. Hattâ her
ikisi ile teyemmüm caizdir. Bununla beraber onları atmak caiz değildir. İnâye
sahibi Nihaye'ye tâbi olarak buna cevap vermiş; "Caiz olmak tahkir
Şartiyledir. Bunları atmakla tahkir hâsıl olmaz." demiştir. Hâsılı bu
şart, Hidâye'nin umumi olan sözünü tahsis etmektedir. Binaenaleyh firûze ve
yâkut gibi şeyler hariçtir. Lâkin Tatarhâniyye sahibi diyor ki: «Bu rivayet,
yani tahkiri şart koşan rivayet, Muhit'te zikredilene, aykırıdır. Fetih sahibi
de böyle demiştir. Bazıları bunun şart koşulmadığına bakarak onun caiz olduğunu
söylemişlerdir. Caiz görenlerden biri de Menâsik adlı kitabında Fârisî'dir.»
Tatarhâniyye'nin sözünden anlaşılan, cevazı tercih etmesi ve Hidâye'nin sözünü
umumu üzere bırakmasıdır. Onun içindir ki Sa'diye sahibi, inaye'nin ifadesine,
Surûcî'nin Gâye'si ve Zeylaî'nin şerhi ile itiraz ederek; "Şeytan
taşlamak; yer cinsinden olan taş, moloz, toprak, kızıl toprak, alçı, zırnık
gibi şeylerle, yakut, zümrüt ve benzeri kıymetli taşlarla, kaya tuzu ve sürme
ile veya bir avuç toprakla; zeberced, billûr, akik ve firûze ile caiz olur.
Odun, amber, inci, altın, gümüş ve mücevheratla olmaz. Odun, inci, mücevherat -
ki incinin büyükleridir - ve amber, yer cinsinden değillerdir. Altınla gümüşe
gelince: bunları atmaya taşlamak değil, saçmak denilir."
«Büyük inci» kaydını şarih, Nehir sahibine
uyarak koymuştur. Çünkü atmak, büyükleriyle olur. Yoksa küçük incelerle dahi
şeytan taşlamak caiz değildir. Çünkü onları da ulema ' yer cinsinden değildir '
diye ta'lîl etmişlerdir. Bunu Ebussuud söylemiştir,
«Cevahir»den murad, yukarıda Gâye'den
nakledilen ifadeden anladın ki, incilerin büyükleridir. Şu halde münasip olan, '
büyük ' tabirini kullanmamak ve musannıfın sözünü, Hidâye ve Muhit'te olduğu
gibi "firûze ve yâkutla şeytan taşlamak caizdir" şeklinde bırakmak
idi. Lâkin şarihin ta'lîli buna münasip değildîr. O halde en iyisi, ' cevahir '
kelimesini ' kıymetli taşlar ' diye tefsir etmektir. Tâ ki inciyi büyüklükle
vasfetmeye muvafık olsun. Şarih "caiz diyenler de vardır" sözüyle,
Hidâye ve Muhit'ten yukarıda naklettiklerimize işaret etmiştir. Gördüğün gibi
Surûcî, Zevlâî ve Farisî bu kavli benimsemişlerdir.
"Çünkü bunları atmaya taşlamak değil,
saçmak denilir." Fetih sahibi diyor ki: «Bunlara 'atmak' ismi verilemediği
için caiz olmamıştır. Gizli değildir ki, 'saçmak' denildiği gibi buna 'atmak'
dahi denilebilir. Burada olsa olsa şöyle denilebilir: Bu hususi bir atıştır.
Müteallâkının hususi olması itibariyle başka bir isim almıştır. ' Atma '
isminin buna verilememesinde bunun bir tesiri yoktur. Suretinin de tesiri
yoktur.» Bundan sonra Fetih sahibi şunları söylemiştir: «Hâsılı ya mücerret taş
atmak mülahaza edilecektir, yahut tahkirle beraber taş atmak veya Peygamber
(s.a.v.)'in yaptığı hususiyle yapılacaktır. Bunların birincisi, cevahirle
şeytan taslamanın caiz olmasını; ikincisi, tezek ve kıymetsiz odunla caiz
olmasını; üçüncüsü de hassaten taşla caiz olmasını gerektirmektedir.
Binaenaleyh bu daha zahir oluversin. Çünkü daha salimdir.»
Ben derim ki: Buna şöyle cevap verilebilir:
Rivayet, taşlamanın şeytanı tahkir için olmasıdır. Peygamber (s.a.v.)'in ufak
taşlar atması, delâlet yoluyla şeytan taşlamanın yer cinsinden olân her şeyle
caiz olacağını gösterir. Binaenaleyh ikinci ve üçüncü şıklar beraberce nazarı
itibara alınmış olur. Birinci şık alınmamıştır. Binaenaleyh tezek ve odunla
taşlamak caiz olmadığı gibi, altın ve gümüşle de caiz olmamıştır. Lakin bu:
firûze ve yâkutla dahi şeytan taşlamanın caiz olmamasını gerektirir. Böylelikle
öteki kavil tercih edilmiş olur. Düşün!
«Mezhebin hilafınadır.» Onun için Mebsut
sahibi şunları söylemiştir: «Bazı müşkilpesentler, tezekle şeytan taşlasa caiz
olacağını söylüyorlar. Çünkü maksat, şeytanı tahkirdir. Bu tezekle de hâsıl
olur diyorlar. Biz buna kail değiliz.» Lübab Şerhi, Fetih sahibi, "Şu da
var ki, muhakkikinin ekserisi, bu işlerin teabbüdî olduğunu söylemişlerdir.
'Onlarda mânâ aranmaz." demiştir.
METİN
Taşları cemre yanından almak mekruhtur.
Çünkü bunlar, "Kimin haccı kabul edilirse, cemresi kaldırılır."
hadisiyle merdut şeylerdir. Bir taş olarak, onu yetmiş ufak parçaya ufalamak
mekruhtur. Kesinlikle pis olduğu bilinen taşı atmak da mekruhtur. Şeytan
taşlamanın vakti, fecirden fecire kadardır. Güneşin doğmasından zevâline kadar
atmak sünnet; güneş batıncaya kadar atmak mübah; fecre kadar atmak mekruhtur.
Taşları attıktan sonra, isterse 'kurbanını keser. Çünkü hacc-ı ifrat yapmıştır.
Sonra saclarını kısaltır. Bu, her kıldan parmak ucu kadar almak suretiyle olur
ki vâciptir. Bütün saçlarını kısaltmak menduptur. Dörtte birini kısaltmak ise
vaciptir.
İZAH
«Taşları cemre yanından almak mekruhtur»
Bu, keraheti tenzihiyyeden başka bir şey değildir diyen Fetih sahibi, bu
sözüyle, bu yerden başka nereden alınsa caiz olacağına işaret etmiştir.
Lübab'da, "Müzdelife'den yedi ufak taş âlarak onları Cemre-i Akabe'de
atmak müstehaptır. Müzdelife'den veya yoldan yetmiş taş alırsa bu da caizdir.
Müstehap olduğunu söyleyenler de vardır." denilmiştir. Lübab şarihi diyor
ki: "Lâkin Kirmâni bunun sünnete muhalif olduğunu; bizim mezhebimiz
olmadığını söylemiştir. Bedâyi ve diğer kitaplarda şeytan taşlarının
Müzdelîfe'den veya yoldan alınacağı bildirilmişse de, bunu yedi taşa hamletmek
gerekir. Keza Zahîriyye'nin, "Bu taşları yol kavşaklarından toplamak
müstehaptırsözü de buna hamledilmelidir.» Hâslı yedi taştan geri kolanlarını
toplamak için bize göre hususi bir yer yoktur.
«Merdud şeylerdir.» Yani bunlar uğursuzluğa
yorulabilir. Sirac. Hadisten murad, Dârekutnî ile Hakim'in Ebû Said Hudrî
(r.a.)'dan rivayet ettikleri ve Hakim'in sahihlediği şu hadistir: «Dedim ki:
"Ya Rasulallah! Har sene attığımız bu taşlan biz azalır sanıyoruz."
Rasulullah (s.a.v.), "Onların kabul edilenleri kaldırılır. Böyle olmasaydı,
sen onları dağlar gibi görürdün" buyurdular.» Kârî'nin Nikâye Şerhi.
Fetih'te bu hadis, Said b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur. O şöyle demiştir:
«İbn-î Abbas'a dedim ki: İbrahim Halilullah zamanından beri atılagelen bu
taşlar ne oluyor ki, ufku kaplayacak tepeler haline gelmemiş? Şu cevabı verdi:
Sen bilmiyor musun kimin haccı kabul edilirse onun taşı kaldırılır.»
Sa'diyye'de şöyle denilmiştir: "Diyebilirsin ki cahiliyet devri halkı
müşrik idiler. Müşrikin ameli kabul edilmez." Buna şöyle cevap verilmiştir:
«Kafirlere, dünyada mükafatları verilmek için bazen ibadetleri kabul edilir.»
.Tahtâvî şöyle demiştir: "Bunu, İmam Ahmed'le Müslim'in Enes (r.a.)'den
rivayet ettikleri şu hadis de te'yid eder: Peygamber (s.a.v.),' "Şüphesiz
ki Allah Tealâ hasene hususunda mümine zulmetmez. Ondan dolayı kendisine
dünyada hakettiğini verir. Ahirette de sevaba nail kılar. Kâfire gelince; onu
hasenatı sebebiyle dünyada doyurur. Ahirete göçtüğü vakit karşılığında hayır
verecek bir hasenesi kalmaz" buyurdular.»
Ben derim ki: Lâkin bunun niyete bağlı
ibadetlerle değil de hayır işleri yapmakla tahsis edileceği iddia olunabilir.
Çünkü niyeti, islamiyet şart kılmıştır. Meğer ki niyet sadece bizim
şeriatımızda şarttır denile.
«Kesinlikle pis olduğu bilinen taşı olmak
da mekruhtur.» Fakat kesinlikle bilinmezse mekruh değildir. Çünkü eşyada asıl
olan temizliktir. Lâkin yüzde yüz temiz olması için taçları yıkamak menduptur.
Nitekim bu, Bahır ve diğer kitaplarda zikredilmiştir.
«Şeytan taşlamanın vakti» Yani edası için
caiz olan vakit, kurban bayramı gününün fecrinden, ikinci günün fecrine
kadardır. Bahır sahibi diyor ki: «Hattâ bunu ikinci günün fecri doğana kadar
geciktirirse, İmam-ı Âzam'a göre ceza kurbanı lâzım gelir. İmameyn buna
muhaliftir. Bayram günü fecir doğmazdan önce şeytan taşlasa, bilittifak sahih
olmaz.»
«Güneşin doğmasından, zevâline kadar atmak
sünnet...» Mecmau'r Rivâyât'ta Muhit'ten naklen böyle denilmiş, Nehir sahibi de
ona uymuştur. Aynî ise ' müstehaptır ' tabirini kullanmıştır, Remlî.
«Güneş batıncaya kadar atmak mübah» Yani
zevâlden güneş batıncaya kadar atmak mübahtır. Zahîriyye sahibi bunu mekruh
saymıştır. Fakat ekseriyet birinci kavli tercih etmişlerdir. Bahır.
«Fecre kadar atmak mekruhtur.» Yani güneş
kavuştuktan fecre kadar şeytan taşlamakmekruhtur. Güneş doğmadan önce taşlamak
dahi mekruhtur. Bahır. Bu, özür bulunmadığına göredir. Ama zayıfların güneş
doğmadan, çobanların da geceleyin atmalarında bir isaet yoktur. Nitekim
Fetih'te böyle denilmiştir.
«Çünkü hacc-ı ifrat yapmıştır.» Bu cümle,
"isterse kurbanını keser" ifadesinden anlaşılan muhayyerliğin
ta'lîlidir. Kurban kesmesi efdaldir. Kırân ve temettua niyet edene ise kurban
vâciptir. T. Bayram kurbanına gelince: Seferî ise ona kurban vâcip değildir,
seferî değilse Mekkeliler gibi ona da kurban vâciptir. Nitekim Bahır'da böyle
denilmiştir.
«Sonra saçlarını kısaltır.» Yahut tıraş
olur. Nitekim aşağıda "tıraş olması daha iyidir" demesi buna delâlet
eder. Lübab sahibi diyor ki: "Ondan sonra, yani tıraş olduktan veya
saçlarını kısalttıktan sonra, bıyıklarını alması, tırnaklarını kesmesi müstehap
olur. Eğer tırnaklarını veya bıyıklarını yahut sakalını tıraş olmadan keser
veya koku sürünürse, ona cinayetine göre ceza lâzım gelir." Tafkikinin
tamamı Lübab şerhindedir.
«Her kıldan parmak ucu kadar almakla olur.»
Bahır sahibi diyor ki: «Kısaltmaktan maksat, erkek ve kadının başlarının dörtte
birinin saç uçlarından, parmak ucu miktarını almasıdır. Bunu Zeylâî de böyle
zikretmiştir. Muradı, her kıldan parmak ucu kadar kesmesidir. Nitekim Muhit ve
Bedâyi sahipleri bunu açık söylemişler: "Kısaltmayı parmak ucundan ziyade
yapmak vâciptir. Ta ki başındaki her kıldan parmak ucu kadarını almış olsun.
Çünkü saçların uçları âdeten birbirine müsavi değildir." demişlerdir.»
Halebî, Menâsik'inde, "Bu güzeldir." demiştir. Şurunbulaliyye sahibi
de şunları söylemiştir: «Bana öyle geliyor ki, her kıldan murad, vâcip olarak
başının dörtte birinin kılları; evleviyet yoluyla ise hepsidir. Şu halde
cüzlere ayırmakta muhalefet yoktur. Çünkü tıraşta olduğu gibi, dörtte bir bütün
hükmündedir.» Binaenaleyh şarihin "her kıldan" sözü ' bütünden '
değil; başın dörtte birindendir. Aksi takdirde sözü sonraki sözüyle çelişir.
METİN
Kel ve yaralının, başından -mümkünse -
usturayı geçirmek vâciptir; değilse ondan tıraş sâkıt olur. Tıraş ile
kısaltmanın biri ne zaman bir arızadan dolayı imkânsızlaşırsa, diğerini yapmak
tayinen lâzım gelir. Saçını, kısaltmak mümkün olmayacak derecede zamk sürerek
keçeleştirirse, tıraş olması alettâyin lazım gelir. Bahır. Bütün başını tıraş
etmesi efdaldir. Macun gibi bir şeyle saçını giderirse caiz olur.
İZAH
«Kel ve yaralının, başından -mümkünse-
usturayı geçirmek vaciptir.» Muhtar olan kavil budur. Nitekim Zeylaî, Bahır,
Lübab ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Bazıları bunun müstehap
olduğunu söylemişlerdir. Lübab şerhinde, "Sünnet olduğu söylenir ki, en
zâhir olan da budur." denilmiştir.
«Değilse ondan tıraş sâkıt olur.» Yani
üzerinden ustura geçirmek mümkün değil, kısaltmayâ da yol bulamıyorsa, bu
vazife ondan sâkıt olur. Tıraş olmuş gibi ihramdan çıkar. Böylesine, ihramdan
çıkmayı kurban günlerinin en son vaktine bırakmak daha iyidir. Amma bırakmazsa
bir şey lâzım gelmez. Başında yara olmaz da kırlara çıkarak âlet yahut tıraş
edecek kimse bulamazsa, ona tıraş olmak veya saç kısaltmaktan başka çare
yoktur. Bu özür değildir. Fetih. Çünkü âlete rastlamak her an me'muldür.
Yaraların düzelmesi bunun hilafınadır. Bir de saç gidermek yalnız usturaya
mahsus değildir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Keçeleştirirse ilh...» sözü, kısaltmanın
mümkün olmadığına misaldir. Keza saç kısa olursa tıraş taayyün eder. Saçın
pelik örülmüş veya hotoz yapılmış olmasında hüküm yine budur. Nitekim bu,
Mebsût'a nisbet edilmiştir. Vechi şudur: Saçı çözdüğü zaman bazı kıllar dökülür
ve ihrama cinayet olur. Onun için tıraş olması taayyün eder. Lâkin burada şöyle
denilebilir: Bu saç dökülmesi cinayet değildir. Çünkü kılları ustura ile veya
başka bir şeyle gidermenin caiz olduğu vakitte yapılmıştır. Velev ki kendisi
veya başkası yolmak suretiyle olsun. Nitekim gelecektir. O halde Mebsût'un
sözü, müşkil olarak kalır. Kısaltmak mümkün olmakla beraber, tıraş olmanın
imkânsızlığına misal, tıraş aletini kaybetmek veya tıraş edecek kimse
bulamamak; yahut başının ağırması veya başında yara bulunması gibi bir sebeple
tıraşın kendisine zarar vermesidir. İkisinin birden imkânsızlığına misal, kel
ile başı yaralı meselesinde geçti.
«Bütün başını tıraş etmesi efdaldir.» Yani
sünnet budur. Ama bu, erkek hakkındadır. Kadın için mekruhtur. Zira onun
hakkında bu, erkeğin sakalını tıraş etmesi gibi kılık değiştirmektir. Musannıf
o kimsenin, başının dörtte birini tıraş etmekle yetinse caiz olacağına işaret
etmiştir. Nitekim kısaltmada bu caizdir. Lâkin sünneti terk ettiği için kerahet
işlemiş olur. Çünkü sünnet, bütün başı tıraş etmek veya bütün başın saçlarını
kısaltmaktır. Nitekim Lübab şerhi ile Kuhistânî'de beyan edilmiştir. Nehir
sahibi diyor ki: «Onun mutlak olması, yani Kenz'in mutlak olan sözü -ki tıraş
olmak daha makbuldür demiştir- başının yarısını tıraş etmenin saç kısaltmaktan
evla olduğunu îfade eder. Ama ben bunu görmedim.»
Ben derim ki: Eğer tıraş olmak bütün
saçlarını kısaltmaktan evlâdır demek istiyorsa, bunu kabul edemeyiz. Biliyorsun
ki sünnet olan, bütün başı tıraş etmek veya saçım kısaltmaktır. O halde
yarısını tıraş etmek hepsini kısaltmaktan nasıl evlâ olabilir? Lâkin Sindî'nin
Levami'den nakline göre, başın yarısını tıraş etmek bütün baçın saçlarını
kısaltmaktan evlâdır.
T E M B İ H: Bu söylenenler, muhsardan
(haccdan men edilen kimseden) başkası hakkındadır. Muhsara gelince: İleride
görüleceği vecihle ona tıraş yoktur. Bedâyi.
«Macun gibi bir şeyle» tıraş etmek; veya
yolmakla ve keza birisiyle kavga ederek yolunmakla saçlarının giderilmesi,
kasten tıraş olmak yerine geçer. Fetih.
T E M B İ H: Ulema demişlerdir ki: «Tıraşa,
tıraş olanın değil, tıraş edenin sağından başlamak menduptur. Ancak
Sahihayn'daki bir hadis bunun aksini ifade etmektedir. Hadis şudur: Peygamber
(s.a.v.) berbere ' ol ' dedi ve sağ tarafa işaret buyurdu. Sonra sol tarafı
işaret etti. Sonra usturayı başkalarına verdi. Fetih sahibi diyor ki: Doğrusu
budur. Velev kî mezhebin hilafına olsun.»
Ben derim ki: El-MüItekat'ta İmam-ı
Âzam'dan rivayet edilen» kavil buna uymaktadır. Hz. İmam şöyle demiştir:
«Başımı tıraş ettirdim; Berber üç şeyde benim yanlışımı buldu.
1) Oturduğumda, "kıbleye dön"
dedi.
2) Ona sol tarafımı döndüm, "sağdan
başla" dedi.
3) Gitmek istediğim vakit, "saçlarını
göm" dedi. Ben de dönerek onları gömdüm.» Nehir. Yani bu söz, İmam-ı
Âzam'ın berberin sözüne döndüğünü ifade etmektedir. Onun için Lübab sahibi.
"Muhtar olan budur." Demiş, şarihi de şunları söylemiştir: «Nitekim
İbn-i Acemi'nin Mensik'inde ve Bahır'da da böyledir. Nuhbe'de, sahih olan
budur' denilmiştir. İmamı Azam'ın arkadaşlarının ondan naklettiği kavilden
döndüğü rivayet edilmiştir. Böylelikle son kavlinin sahihlendiği doğrulanmış
ye, ulemaca O'ndan meşhur olarak rivayet edilen kavil defedilmiştir. Surûcî
diyor ki: Şafiî'ye göre berber, tıraş olanın sağından başlar. Bazı ulemamız bu
kadarcık söylemiş, bunu kimseye nisbet etmemiştir. Sünnete tabi olmak evlâdır.
Rasulullah (s.a.v.)'in mübarek başlarına sağdan başladığı sabit olmuştur. Ondan
sonra kimsenin söze hakkı yoktur. İmam-ı Azam berberin sözünü tutmuş, onu inkâr
etmemiştir. Eğer mezhebi onun hilâfına olsaydı, ona muvafakat etmezdi.» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır. Mi'râc ile Gâyetü'l-Beyan'da da bunun gibi
sözler vardır.
(Burada bir yanlışlık olmuştur. Râfiî'nin
bu husustaki satırlarını aynen naklediyoruz: Sindi'de denilmiştir ki:
Kirmânî'nin söylediği sözü -ki İmam-ı Âzam'ın mezhebi, berberin sağından, tıraş
olanın solundan başlamaktır- Gâyetü'l-Beyan sahibi reddetmiştir. O şöyle
demiştir: bunu bazı ulemamız söylemiş, ama kimseye nisbet etmemiştir. Sünnete
tabi olmak evlâdır. Galiba Surûcî'den naklettiği ibareden düşmüş kelimeler
olacaktır. İbarenin aslı şöyledir: Şâfiî'ye göre, tıraş olanın sağından başlar.
İmam-ı Âzam'ın mezhebine göre ise berberin sağından, tıraş olanın solundan
başlar. Sonra Fetih sahibinin söylediği sözün muktezası, mezhebe göre berberin
sağından başlamayı teslim etmesidir. Lâkin bununla amel edilmez. Çünkü sünnetle
sabit olana muhaliftir. Mülteka'ın söylediğinin muktezası ise, bunun İmam-ı
Âzam'ın mezhebi olduğunun teslimdir. Ancak ondan dönmüştür. Surûcî'nin
söylediğinin muktezası ise, onun mezhebi olduğunu teslim etmemektir. Bilâkis
İmam-ı Azam'ın mezhebi, tıraş olanın sağından başlamaktır.)
METİN
Artık ona kadınlardan başka her şey helâl
olmuştur. Bazıları buna koku sürünmeyi ve avlanmayı da katmışalrdır. Sonra üç
kurban gününden birinde ziyaret tavafını yapar. Bu onun vâcip olan vaktinin
beyanıdır. Tavafı yedi şavt olarak yapar. Bu onun en mükemmel şeklini beyandır.
Yoksa rükün, dört şavttır. Tavafı ramelsiz ve önceden bu tavaf için sa'y
yaptıysa bu sefer sa'ysiz yapar. Aksi takdirde ikisini de yapar. Çünkü bunların
tekrarı meşru değildir.
İZAH
«Her şey helâl olmuştur.» Yani dikişli
elbise giymek ve tırnak kesmek gibi, ihramlıya memnu olan şeyler helâl
olmuştur.T. Bu gösteriyor ki, traş olmadan önce şeytan taşlamakla ona hiçbir şey
helâl olmaz. Bize göre mezhep budur. Nitekim Kâri'nin Lübab şerhinde Fârisi'den
böyle nakledilmiştir.Kâri'nin Nihâye şerhinde ise şöyle denilmektedir. Bize
göre meşhur olan kavil, şeytan taşlamanın ihramdan çıkarmasıdır. Mâlik ve
Şâfiî'ye göre ise şeytan taşlamanın ihramdan çıkarmasıdır. Mâlik ile Şâfiî'ye
göre ise şeytan taşlamakla ihramdan çıkılır. Mezhebimizin meşhur olmayan kavli
de budur. Şeytan taşlamakla bize göre ihramdan çıkılacağı, Haherzâde'nin Mebsût
şerhinde ve Kâdıhan'ın Câmi-i Sagîr şerhinde bildirilmiştir. Kâdıhan şöyle
demiştir: «Şeytan taşlarını attıktan sonra traş olmadan evvel kadınlarla koku
sürünmekten başka her şey helâl olur. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre, koku
sürünmek dahi helâl olur.»
Kadınlardan murad, cimada bulunmak ve cimaın
mukaddimeleridir.
«Bazıları buna koku sürünmeyi ve avlanmayı
da katmışlardır.» Şarih burada Nehir sahibine uymuştur. O, kadınlarla koku
sürünme istisnasını Hâniyye sahibine, avlanma istisnasını da Ebu'l-Leys'e
nisbet etmiştir ki doğru değildir. Çünkü Kâdıhan Fetevâ'sında şöyle demiştir:
«Tıraş olduğu veya saçını kısalttığı vakit
ona kadınlardan başka her şey helâl olur. Şeytanı taşladıktan sonra ise, tıraş
olmadan evvel koku sürünmekle kadınlardan manada her şey helâl olur.» Câmi-i
Sağîr şerhinde ondan naklen arzettiklerimiz de böyledir. O, şeytan taşlamakla
ihramdan çıkmaktan koku sürünmeyi istisna etmiştir. Yoksa tıraş olmakla
ihram-dan çıkmaktan istisna etmemiştir. Bu, az yukarıda gördüğün gibi. meşhur
hilâfa mebnidir. Şurunbulâlî Hâniyye'nin ibaresini zikretmiş. sonra şunu
söylemiştir: «Bundan anlaşılır ki, Kâdıhan'a nisbet edilen "tıraş olmakla
kendisine koku sürünmek helâl olmaz" sözü bâtıldır.»
Ben derim ki: Bunu Bedâyi'nin şu sözü de
te'yîd eder: «Tıraş olmanın hükmüne gelince: Bu, onun artık helal olmasıdır.
Kadınlardan başka ona her şey helâl olur. UIemamızın kavli budur. İmam Mâlik
"yalnız kadınlarla koku sürünmek müstesna" demiş, Leys ise
yalnızkadınlarla avlanmanın müstesna olduğunu söylemiştir.» Mi'râc ile Sirâc ve
Gâvetü'l-Beyan'da dahi böyle denilmiştir. Bunlar birinciyi yalnız İmam Mâlik'e,
ikinciyi müctehit İmamlardan biri olan Leys b. Sa'd'a nisbet etmişlerdir.
Nehir'de bu Ebu'I-Leys'e nisbet edilmiştir ki, mezhebimiz ulemasından biri olan
Ebu'l-Leys-i Semerkandî'dir. Fakat bu hatadır. Anla!
«Zivaret tavafını yapar» ki bu, haccın iki
rüknünden biridir. Sirâc sahibi diyor ki: «Buna tavaf-ı ifaza, tavaf-ı yevmi
Nahr ve tavaf-ı mefrud dahi denilir» Bu tavafın sahih olması için şartları,
İslâm, önceden İhram, vakfe, niyet, bu tavafın ekserisini yapmak, zaman - ki
bayram günüyle ondan sonraki günlerdir -, mekân - ki Kâbe'nin etrafı mescidin
içidir - ve tavafı bizzat yapmasıdır. Velev ki tahtırevan üzerinde taşınarak
yapsın. Burada bayılandan başkası için niyabet caiz değildir. Bu tavafın vâcipleri;
kâdir olanın yürümesi, her şeye sağdan başlamak, yedi şavtı tamamlamak,
abdestli olmak, avret yerini örtmek ve tavafı kurban bayramı günlerinde
yapmaktır. Bu tavafla şeytan taşlamak ve tıraş olmak arasında tertibe riayet
ise sünnettir. Müfsidi yoktur. ölmezden önce kazaya do kalmaz. Bu tavafa,
namına bedel caiz değildir. Meğer ki Arafat'ta vakfeyi yaptıktan sonra ölerek
haccının tamamlanmasını vasiyet etmiş olsun. Bu takdirde tavaf-ı ziyaret için
bir deve vâcip olur. Haccı da caizdir. Lübab.
«Bu, onun en mükemmel şeklini beyandır.»
Yani tavafın rüknüne. vâcibine şâmil olan en mükemmel şeklidir. Buna tembihte
bulunması. yedi şavtın hepsi rükün zannedilmesin diyedir. Nitekim üc mezhebin
imamları buna kaildirler. Muhakkıklardan Kemâl b. Hümam, inceleme ne-ticesinde
onlara uyarsa da bu, mezhebimizin hilâfınadır. Kendisine uyul-maz.
«Önceden bu tavaf için sa'y yaptıysa, bu
sefer sa'ysiz yapar.» Musannıf. "Önceden ramel ve sa'yi yaptıysa"
demedi ve önceden sa'y yaptı da ramel yapmadıysa, burada ramel yapmayacağına
işaret etmek istemiştir. Çünkü ramel ancak ardından sa'y yapılan tavafta meşru
olmuştur. Nitekim yukarıda geçti. Burada sa'y yoktur. Inâye ile Lıibab'da do
böyle denilmiştir. Lübab'da, "İztıbâ'a gelince: Bu tavafta mutlak surette
sâkıttır." denilmiştir. Yani önceden sa'y yapsın yapmasın iztıbâ yapmaz.
«Aksi takdirde ikisini de yapar.» Yani
önceden sa'y yapmamışsa. hem ramel hem sa'y yapar. Velev ki rameli yapmış
bulunsun. Kuhistâni. Yani onun önceden sa'ysiz yaptığı ramel meşru değildir.
Binaenaleyh muteber olmaz.
T E M B î H ! Hayreddin-i Remlî diyor ki:
«Tavaf-ı kudûmde ve tavaf-ı ziyarette bunların ikisini de yapmamışsa. tavaf-ı
saderde ikisini de yapar. Çünkü sa'y vakitle mukayyet değildir. Nitekim
musannıf cinayetler bâbında açıklayacaktır. Ulemanın açıkladıklarına göre
ramel, ardından sa'y yapılan her tavafta yapılır. Bundan anlaşılır ki, tavaf-ı
saderde önceden bunları yapmadıysa ikisini de yapar. Ama ben bunu acık olarak
görmedim. Velev ki ulemanın mutlakolan sözlerinden anlaşılmış olsun.
«Çünkü bunların tekrarı meşru değildir.» Bu
söz» ramelsiz ve sa'y-siz olarak sözünün illetidir. T.
T E M B İ H : Şurunbulâliyye sahibi diyor
ki: «Sa'yi, tavaf-ı ifazadan sonraya bırakmanın efdal olduğunu söylemiştik.
Ramel de öyledir. Ta ki her ikisi sünnete değil de farza tâbı olsunlar. Nitekim
Bahır'da da böyle denilmiştir. Yine arzetmiştik ki, tavaf-ı kudûmden sonra
yapılan sa'y muteber değildir. Meğer ki hacc aylarında ola. Buna dikkat
edilmelidir. Çünkü mühimdir.»
Ben derim ki: Sa'y ancak kâmil tavaftan
sonra yapılırsa muteber olur. Tavaf-ı kudûmu cünüp veya abdestsiz olarak
ramelle yapar da. ondan sonra sa'yde îfa ederse. abdestsiz yaptığı takdirde
ikisini de tekrarlaması mendup; cünüp yaptığı takdirde sa'yi tekrarlamaması
farz, ramel sünnettir. Lübab.
METİN
Tavafı ziyaretin ilk vakti. bayram günü
fecir doğduktan sonradır. O, o günde, yani tavaf kurban bayramının ilk gününde
efdaldir. Vakti ömrün sonuna kadar uzar ve sabık tıraşla kadınlar kendisine
helâl olur. Hattâ tıraş olmadan tavaf etse, kendisine hiçbir şey helâl olmaz.
Meselâ tırnağını kesse cinayet işlemiş olur. Çünkü ihramdan ancak tıraş olmakla
çıkar. Bu tavafı kurban günleriyle gecelerinden sonraya bırakması, keraheti
tahrimiye ile mekruh olur ve vâcibi terk ettiği için ceza kurbanı vâcip olur.
Bu, imkan bulunduğundadır.
İZAH
«Fecir doğduktan sonradır.» Daha önce
yapılırsa sahih olmaz. Lübab.
«Vakti ömrün sonuna kadar uzar.» Yani sahih
olması için vakit ömrün sonuna kadardır. Onu yapmadan ölürse, bazı hâşiye
yazarlarının Kadı Muhammed lyd'in Lübab şerhinden, O da Bahr-i Amîk'ten naklen
söylediklerine göre ulema, "0 kimsenin bir deve vasiyet etmesi gerekir.
Çünkü burada özür. hak sahibi tarafından gelmiştir. Velev ki kul geciktirmekle
günahkâr olsun." demişlerdir.
«Ve sabık tıraşla kadınlar kendisine helâl
olur.» Yani tavafla helâl olmaz. Çünkü helâl kılan, tavaf değil tıraştır. Şu
kadar var ki, tıraşın tesiri kadınlar hakkında tavaftan sonraya bırakılmıştır.
Tavafı yaptığı vakît tıraş tesirini gösterir. Tatâk-ı ric'î gibi ki, aynlma
tesiri iddetin bitmesine tehir edilmiştir. Çünkü gerisi geriye alma ihtiyacı
vardır. Zeylâî. Binaenaleyh bazılarının tavafa diğer muhallil adını vermeleri,
şart olması itibarıyla mecazdır. Kadınların helâl olması, tavafın rüknünü
yaptıktan, yâni dört şavt tamamladıktan sonradır. Bahır. Hiç tavaf etmese,
kadınlar kendisine helâl olmaz. Velev ki ara uzayıp seneler geçsin. Bu
bilittifak böyledir. Hindiyye'de dahi kaydedilmiştir. T.
«Tıraş olmadan tavaf etse» Yani bizce
meşhur olan kavle göre şeytanı taşladıktan sonra dahi olsa kendisine hiçbir şey
helâl olmaz. Nitekim izahı yukarıda geçmişti.
«Cînayet işlemiş olur.» Yanî bununla
ihramdan çıkmayı kasdetmiş olsa bile cinayet sayılır. T.
«Kurban günleriyle gecelerinden sonraya
bırakması mekruh olur.» Bayram günlerinden her günün gecesinden murad, o günden
sonra gelen gecedir. Nitekim arefe gecesi de o günü takibeden gecedir. H.
Ben derim ki: Mutlak olan bu söz, şeytan
taşlamak hakkında zâhir-dir. Çünkü taşları bayram günlerinde gündüz atmazsa, o
günü takip eden gecede atar ve bu eda olur. İkinci güne geciktirirse iş değişir
ve kaza olur. Kendisine ceza kurbanı lâzım gelir. Nitekim bunu ileride
söyleyeceğiz. Tavaf hakkında ise bundan murad kurban günlerinin arasına giren
gecelerdir. Çünkü kurban günlerinin sonu olan üçüncü gün güneş kavuşur da tavaf
etmemiş bulunursa, kendisine ceza kurbanı lâzım gelir. Nitekim aşağıdaki
hayızlı meselesinde gelecektir. Binaenaleyh üçüncü günü takip eden gece tavaf
hakkında o güne tâbi değildir. Tâbi olsa, şeytan taşlamakta olduğu gibi ceza
kurbanı lâzım gelmeksizin o gecede yaptığı tavaf eda olurdu.
«Kerahet-i tahrimiye ile mekruh olur.» Yani
velev ki onu teşrik günlerinin sonu olan dördüncü güne bırakmış olsun. Sahih
kavil budur. Nitekim Gâye'de bildirilmiştir. Hâşiyelerden birinde, "bununla
fetva verilir" denilmektedir. Mebsût, Kâdıhan, Kâfî, Bedâyi ve diğer
kitaplarda zikredilen de budur. Kudûrî'nin Muhtasar Kerhi şerhinde söylediği
buna muhâliftir. O, "Tavaf-ı ziyarenin sonu, teşrik günlerinin
sonudur." demiş, Kirmânî ile Menafi ve Lübab şerhi Müstesfa sahipleri de
ona tâbi olmuşlardır.
TEMBİH: Sirâc'da, "Bunun gibi tıraş
olmayı kurban günlerinden sonraya bırakırsa, Ebû Hanife'ye göre yine ceza
kurbanı lâzım gelir. Çünkü tıraş olmak ona göre bir zamana mahsustur. O zaman
da kurban günleridir ve bir mekâna mahsustur. O da Haremdir." denilmiştir.
«Bu» Yani kerahet ve geciktirmekle ceza
kurbanının vâcip olması, imkân bulunduğundadır. T.
METİN
Hayızlı kadın temizlenir de dört şavt tavaf
edecek kadar zaman geçer ve yapmazsa, ceza kurbanı lâzım gelir. Aksi takdirde
bir şey lâzım gelmez.
Sonra Mina'ya gelir ve şeytan taşlamak için
orada geceler. Bayramın ikinci günü zevâlden sonra üç cemrenin taşlarını atar.
İZAH
«Dört şavt tavaf edecek kadar zaman geçerse»
Yani kurban günlerinin üçüncüsünde, güneşin batmasına tavafın dört şavtı
sığacak kadar kalırsa, yapmadığı takdirde ceza kurbanı lâzım gelir. Zâhire
bakılırsa. bununla beraber elbisesini çıkarıp yıkanacak kadar vakit de şarttır.
Araştırılmalıdır. H. Halebî'nin incelemesine kıyasen, kadın evinde ise, tavaf
yerine gelmek için geçireceği zaman bulunması dahi şart kılınmalıdır. T.
Ben derim ki: Bu son şartı Lübab şarihi
açıklamıştır. Bütün bunlar Bahır sahibinin Muhit'ten naklettiği şu ibareden
anlaşılmaktadır: «Kadın kurban günlerinin sonunda temizlenir de güneş batmadan
tavaf imkânını bulduğu halde tavaf etmezse, geciktirdiğinden dolayı ceza
kurbanı lâzım gelir. Dört şavt tavaf imkânını bulamazsa, ona bir şey lâzım
gelmez.» Çünkü tavaf imkânı ancak yıkandıktan ve yürümesi lâzım gelen mesafeyi
yürüdükten sonra hâsıl olur. Bahır'da dahi şöyle denilmiştir: «Kadın tavafa
imkân bulduktan sonra hayzını görür de tavaf etmeden vakıt geçerse, kendisine
ceza kurbanı tâzım gelir. Çünkü tefriti ile kusur işlemiştir.» Yani dört şavt
tavaf imkânı varken bunu yapmamakla kusur işle-miştir. Lübab'da şu da ziyade
edilmiştir. UIemanın, "tavafı geciktirdiği için ona bir şey lâzım
gelmez" sözleri, "tavafın ekserisini yapamayacak bir vakitte hayız
görürse" diye kayıtlıdır. Yahut kurban günlerinden önce hayız görmüş de
ancak o günler geçtikten sonra temizlenmişse kaydıyla mukayyettir. Lâkin
vaktinde hayız görüp de tavafa imkân bulması halinde ceza kurbanı vâciptir
demek müşkildir. Çünkü tavafı vaktinin evvelinde yapması, kadına lâzım
değildir. Evet kadın hayzının vaktini bilir de tavafı ondan sonraya bırakırsa,
o zaman zâhirdir.
TEMBİH : Haşiye yazarlarından birinin,
İbn-i Emir Hâcc'ın Mensik'inden naklettiğine göre, kafile dönmeye hazırlanır da
kadın hâlâ temizlenmezse; "Tavaf edeyim mi, etmeyeyim mi?" diye
sorduğunda ulema demişlerdir ki: «Kendisine, "Sana mescide girmek helâl
değildir. Girer de tavaf edersen günahkâr olursun. Ama tavafın sahih olur. Bir
deve kesmen icabeder" denilir. Bu mesele çok vuku bulur. Kadınlar bunda
şaşırıp kalırlar. Hayzını şaşıran kadının tavafının hükmü, hayız bâbında
geçmişti. Oraya müracaat et.
«Sonra Mina'ya gelîr.» Yani iki rekat tavaf
namazını kıldıktan sonra Mina'ya gelir. Hidâye sahibi ile İbn-i Kemâl'in
yaptıkları gibi, musannıfın da bunu açık söylemesi gerekirdi. Şurunbulâliyye.
TEMBİH: Lübab'da beyan olunduğuna göre.
hacı Mina'ya dön-dükten sonra öğle namazını kılar. Bu, Müslim'in Sahih'inde
rivayet olunmuştur. Lâkin Kütüb-ü Sitte'de, "Peygamber (s.a.v.) öğleyi
Mekke'de kıldı." denilmektedir. Fetih sahibi de buna meyletmiştir. Lübab
şarihi bunun naklen ve aklen daha zâhir olduğunu
söylemiştir. Tamamı o şerhtedir.
Cuma namazına gelince: Lübab'da şöyle
denilmiştir: «Mekke veya Hicaz emiri yahut halife Mina'da olursa, hacı cumayı
orada kılar. Hacc emirinin ise buna hakkı yoktur. Meğer ki Mekke'ye de emir
olsun.» Bayram namazı hakkında ise Mürşidî'nin Menâsik şerhinde Muhit, Zahire
ve diğer kitaplardan naklen şöyle denilmektedir: «Mina'da bayram namazını
kılmaz, cuma bunun hilâfınadır. Halebî'nin Münye şerhinde, "Mina'da
bilittifak bayram namazını kılmaz. Çünkü orada hacc işleriyle meşguldür"
denilmektedir.» Yani bayram namazının vakti
birçok hacc işlerinin de vaktidir. Cumanın vakti böyle değildir. Bir de cuma o
güne nadiren tesadüf eder. Bayram bunun hilâfınadır. Lübab şarihi diyor ki:
«Münye şarihi 'bilittifak' sözüyle icmâ'ı kasdetmiştir. Çünkü bu meselede
ümmetin uleması orasında hilâf yoktur.» Bîrî'nin Eşbâh şerhinde Av bahsinde
şöyle denilmektedir: «Mina öyle bir yerdir ki orada bayram namazı sahihtir.
Ancak hacılardan sâkıttır. Bunca araştırmamıza rağmen biz bu hususta bir nakil
göremedik. Kurban bayramı günü Mekke'de bayram namazı hakkında dahi bir şey
bulamadık. Çünkü biz ve kendilerine yetiştiğimiz üstadlarımız. Mekke'de bayram
namazı kılmadık. Bundaki sebebin ne olduğunu Allah bilir.»
Ben derim ki: Mina'da bayram kılınmamasının
naklî delilini gördün.
Mekke'de kılınmamasına gelince: İhtimal
onun sebebi, bayram kılacak olan kimsenin hacı olarak Mina'da bulunmasıdır.
Allahu a'lem.
«Şeytan taşlamak için orada geceler.» Yani
şeytan taşladığı günlerin gecelerini orada geçirir. Bu sünnettir. Başka yerde
gecelemek mekruhtur. Ama bir şey tâzım gelmez. Lübab.
«Bayramın ikinci günü zevâlden sonra
ilh...» Lübab'da şöyle denilmiştir: «Onbirinci gün gelince -ki bu kurban
günlerinin ikincisidir- öğle namazından sonra imam bir hutbe okur. Hutbe
esnasında yedinci günün hutbesinde olduğu gibi oturmaz. Cemaata şeytan
taşlamanın hükümlerini ve kalan Menâsik işlerini öğretir. Bu hutbe sünnettir.
Terki büyük gaflettir.
METİN
Şeytan taşlamaya Mescid-i Hayf tarafından
başlamak sünnettir. Sonra onu takibeden orta cemreye, sonra Akabe'dekine
giderek yedişer taş atar ve, hamd, tehlil, tekbir ve salâvât getirerek Bakara
Sûresini okuyacak kadar durur. Bunu yalnız arkasından cemre gelen taşlamayı
bitir-dikten sonra yapar. Binaenaleyh üçüncü cemreden sonra durmaz. Bayram günü
taşlarını attıktan sonra dahi durmaz. Çünkü ondan sonra taş atmak yoktur ve
ellerini gökyüzüne yahut kıbleye doğru kaldırarak kendine ve başkalarına dua
eder. Sonra ertesi günü ve şayet durursa daha ertesi günü de böylece taşlarını
atar. Bu daha makbuldür. O gün, yani dördüncü gün şeytan taşlamayı zevâlden
önce yaparsa caizdir. Çünkü o günün taş atma zamanı fecirden gün batıncaya
kadardır. ikinci ve üçüncü günlerde ise, zevâlden güneş doğuncaya kadardır.
İZAH
«Mescid-i Hayf tarafından başlamak
sünnettir.» Hâsılı bu tertip sünnettir, müteayyin değildir. Mecma ve diğer
kitaplarda bu açıklanmış; Fetih sahibi bunu ihtiyar etmiştir. Lübcb'da,
"Ekseri ulemaya göre bu sünnettir." denilmiş; şarihi bu kavli Bedâyi,
Kirmânî, Muhit ve Sirâciyye'ye nisbet etmiştir. Bahır sahibi Muhit'in sözünü
nakletmiş, sonra, "Bu söz ihtilâf bulunduğu hususunda ve sünnet olduğunun
tercih edildiği hakkında açıktır." demiştir. Metin sahipleri dahi hacc
bâbının sonundaki dağınık meseleler bâbında bunu tercih etmişlerdir. Nitekim
gelecektir.
Nehir sahibinin, "Muhit'te açıkça
müteayyin olduğu tercih edilmiştir." demesi söz götürür. Hattâ tayini İmam
Muhammed'den bir rivayet olarak göstermesi de söz götürür. Lübab sahibi diyor
ki: «Bir kimse Cemre-i Akabe'den başlayarak sonra orta. sonra ilk cemreye gitse
ve o gün bunu hatırlasa, orta ve Akabe cemrelerini tekrar vâcip olarak veya
sünnet olarak atar. Keza birinci cemreyi bırakır da, sonraki iki cemreyi atarsa
hüküm yine budur. Birinci cemreyi atar. kalanlarına yeniden başlar. Her cemrede
üçer taş atarsa, birinci cemreyi dört atarak tamamlar. Sonra orta cemreyi yedi
taş atmak suretiyle tekrarlar. Sonra son cemreye de yedi taş atar. Her cemrede
dört taş atmışsa, herbirinde üçer taş atarak tamamlar, tekrarlama yoktur.» Yani
ekser için kül hükmü vardır ("Çok için bütün hükmü vardır." demek
istiyor.) Sanki ikinciyi ve üçüncüyü birinciden sonra atmış gibi olur. Şeytan
taşlamanın hududu büyük Hayf Mescidinin kapısından cemreye kadar demir arşınla
1254 1/6 arşın; birinci cemreden orta cemreye 875 arşın. orta cemreden Cemre-i
Akabe'ye de 208 arşındır. Nitekim bunu Kastalâni. Buhârî Şerhinde Mâlikî
Kârafî'den nakletmiştir. Şâfiî kitaplarında da böyledir. Şu halde
Kuhistânî'deki ifade kalem hatasıdır.
«Tekbir getirerek Bakara Sûresini okuyacak
kadar durur.» Yani her taşı "BismillahiAllahuekber" diyerek atar.
Nitekim geçmişti. Lübab'da şu da ziyade edilmiştir: «Yahut üç hizip, yani bir
cüzün dörtte üçünü veya yirmi âyet okuyacak kadar durur.» Lübab şarihi,
"En az durulacak zaman bu kadardır." demiştir. Hâvî ve Muzmerat
sahipleri de bunu tercih etmişlerdir.
«Taşlamayı bitirdikten sonra yapar.» Taşı
atarken yapmaz. Lübab. «Üçüncü cemreden sonra durmaz.» Yani Cemre-i Akabe'de
taşları attıktan sonra durmaz. Çünkü ondan sonra hiçbir gün taş atmak yoktur.
Lübab sahibi diyor ki: «İlk iki cemrede durmak bütün günlerde sünnettir.»
«Ve ellerini gökyüzüne yahut kıbleye doğru
kaldırarak dua eder.»
Yani durduğu zaman dua eder.
"Gökyüzüne yahut kıbleye doğru" sözü, bu husustaki iki kavlin
hikâyesidir. Lübab şarihi şöyle diyor: «Ellerini omuzları hizasına kaldırır ve
zâhir rivayete göre avuçlarının içini kıbleye doğru çevirir. İmam Ebû Yusuf'tan
bir rivayete göre ise gökyüzüne doğru kaldırır. Kadıhan ve başkaları bu kavli
tercih etmişlerdir. Fakat zâhir olan birinci kavildir.»
«Sonra ertesi günü taşlarını atar.» Yani
kurban gönlerinin üçüncüsünde -ki buna ' ilk nefir ' (yani dağılma) günü
derler- çünkü o gün taşları attıktan sonra Mina'dan çekilmesi caizdir. Teşrik
günlerinin sonu olan dördüncü güne 'ikinci nefir günü' denilir. Fetih.
«Ve şayet durursa» sözü, sonranın kaydıdır.
Nehir sahibi diyor ki:
«Yani İmam-ı Âzam'dan nakledilen zâhir
rivayete göre dördüncü günün fecrine kadar; Hz. İmamdan diğer bir rivayete göre
üçüncü günün kavuşmasına kadar durursa demektir.»
«Bu daha makbuldür.» Çünkü Peygamber
(s.a.v.)'e uymuş olur. Teâlâ Hazretleri, "Ama iki günde dönmek için acele
edene bir günah yoktur." buyurmuştur ki, faziletli ile daha faziletli
arasında muhayyer bırakmıştır. Bu, ramazanda sefere gidene benzer. Oruç
tutmakla tutmamak arasında muhayyer bırakılmıştır. Fakat zarar vermezse oruç
tutması bilittifak evlâdır. Nehlr.
«Caizdir.» Yani İmamı Âzam'a göre keraheti
tenzihiye ile beraber istihsanen sahihtir. İmameyn diğer günlere kıyasen sahih
olmadığını söylemişlerdir. Nehir.
«Çünkü o günün taş atma zamanı» yani
dördüncü gün taş atma zamanı fecirden güneş kavuşuncaya kadardır. Onu takibeden
gece ona tâbi değildir. Önceki günler bunun hilâfınadır. Maksat, kısmen caiz
olduğu vakittir. Çünkü zevâlden öncesi mekruh vakittir. Zevâlden sonrası ise
mesnundur. O gün güneşin batmasıyla eda ve kaza vakti bilittifak elden gider.
Lübab Şerhi.
«Zevâlden güneş doğuncaya kadardır.» Yani
dördüncü günün güneşi doğuncaya kadardır. Maksat kısmen cevaz vaktini
bildirmektir. Lübab sahibi diyor ki: «Kurban günlerinin ikinci veüçüncüsünde üç
cemre taşlarını atmanın vakti zevâlden sonradır. Meşhura göre daha önce caiz
olmaz. Ama caiz olduğunu söyleyenler de vardır. Bu iki günde mesnun olan vakit,
zevâlden güneş kavuşuncaya kadar devam eder. Güneş kavuştuktan fecir doğuncaya
kadar mekruh vakittir. Dördüncü günün fecri doğduğu vakit artık eda vakti
geçmiş demektir ve kaza vakti teşrik günlerinin sonuna kadar devam eder. Taş
atmayı her gün tayin edilen vaktinden geciktirirse, kaza etmesi ve ceza lâzım
gelir. Dördüncü gün güneş batmakla kaza vakti de geçmiş olur.» Sonra şunları
söylemiştir:
Rafiî diyor ki: «Yani dördüncü günün fecri
doğuncaya kadardır. Nitekim Sindi'de böyle denilmiştir. İbare ancak böyle
demekle düzelir ve İki günde eda vaktinin sonu beyan edilmiş olur. Muhaşşi'nin
kaydettiği gibi eda ve kazanın caiz olduğu vaktin beyanı değildir. Çünkü
kazanın vakti dördüncü gün güne; doğmakla sona ermez. Batmakla sona erer. Şu
halde Muhaşş'nin bu ibaredekl tuttuğu yol muvafık değildir.»
«Kurban günü veya ikinci üçüncü günler taş
atmazsa, onu gelecek gece atar. Yani geçen günlerin gecelerinde atar ve özrü
yoksa kötülük işlemiş olmaktan başka kendisine bir şey lâzım gelmez. Onbirinci
gece yahut ertesi günün gecesinde taş atarsa sahih olmaz. Çünkü hacc ibadetinde
geceler geçmiş günler hükmündedir. Gelecek günler hükmünde değildir. Geceleyin
taş atmazsa, kaza olmak üzere gündüzün atar. Kefaret vermesi de lâzım gelir.
Bütün günlerin taşlarını meselâ dördüncü güne bıraksa, o gün hepsini kaza eder
ve ceza vermesi icabeder. Kaza etmeden o günün güneşi batarsa, kaza vakti de
geçmiştir. O gece. kendinden önce geçene tâbi değildir.»
Hâsılı taş atmayı dördüncü günden
başkasında geriye bırakmışsa, bıraktığı günden sonra gelen gecede atar ve bu
eda olur. Çünkü o gece o güne tâbidir. Yalnız sünneti terk ettiği için mekruh
olur. Taş atmayı ikinci güne bırakırsa kaza olur, kendisine ceza lâzım gelir.
Keza bütün günlerin taşlarını dördüncü güne bırakırsa güneş kavuşmadıkça kaza
eder. Güneş kavuşursa, taş atmak borcu sâkıt olur. Ceza kurbanı gerekir. Bu
anlattıklarımızdan anlaşılır ki: Şarihin Bahır sahibine ve başkalarına uyarak, "Taş
atmanın sonu güneş doğuncaya kadardır." demesi, sadece eda vaktini beyan
değildir. Kaza vaktine de şâmildir. Çünkü dördüncü günün fecrinden sonraki
vakit. dördüncü günü taşları için eda vakti, diğer günler için kaza vaktidir.
METİN
Mina'dan dördüncü günün fecri doğmadan
dönebilir.
Doğduktan sonra dönemez. Çünkü taş atma
vakti girmiştir. Taşların hepsini hayvan üzerinde atmak caizdir. Lâkin ilk
ikisinde, yani birinci ve orta cemrelerde yürüyerek atmak efdaldir. Çünkü
bunlarda durur. Son cemrede, yani Akabe'de yürümek efdal değildir. Çünküoradan
gidecektir. Binek giden kimse buna daha muktedirdir. Zahîriyye'de, yürümenin
efdal olduğu mutlak ifade edilmiş, Kemâl ve başkaları bunu tercih etmişlerdir.
İZAH
«Mina'dan dördüncü günün fecri doğmadan
dönebilir.» Lâkin üçüncü günün güneşi batmadan döner. Dönmez de güneş batarsa,
dördüncü günü taş atmadıkça dönmesi mekruh olur. Dördüncü günün fecrinden önce
geceden dönerse, bir şey lâzım gelmez. Fakat kötülük işlemiş olur. Bazıları
güneş battıktan sonra dönemeyeceğini, dönerse ceza kurbanı lâzım geleceğini
söylemişlerdir. Taş atmadan fecir doğduktan sonra dönerse, bilittifak ceza
kurbanı lâzım gelir. Lübab. Bu hususta Mekkeli ile yabancı arasında fark
yoktur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
«Taşların hepsini hayvan üzerinde atmak
caizdir.» Burada Mülteka'nın ibaresi daha kısa olup şöyledir: «Taş atmak hayvan
üzerinde caizdir. Lâkin Cemrei Akabe'den maada taş atılan yerlerde hayvan
üzerinde olmamak efdaldir.» Lübab'da, "Efdal olan, Cemre'i Akabe'yi hayvan
üzerinde, diğerlerini bütün günlerde yaya olarak atmak efdaldir."
denilmiştir.
«Çünkü bunlarda durur.» sözünden murad, her
üç günde birinci ve ikinci cemrelerde taşları attıktan sonra dua için durur
demektir. Akabe'de ilk günle, ondan sonraki üç gün bunun hilâfınadır. Çünkü
ondan sonra dua yoktur. Kaide şudur: Arkasından duraklama yaptığı her taş
atmayı yürüyerek yapar. Yukarıda geçtiği gibi, ardından taş atılan her cemrede
budur. Ardından taş atma yoksa durmak da yoktur. Sonra bu tafsilât imam Ebû
Yusuf'un kavlidir. Onun meşhur bir hikâyesi de vardır ki, onu Tahtâvî ve
başkaları zikretmişlerdir. Hidâye, Kâfî ve Bedâyî sahipleriyle onlardan başka
birçok ulema bunu tercih etmişlerdir. Tarafeyn'in kavline galince: Bahır
sahibinin bildirdiğine göre Hâniyye'de efdal olan, bütün cemrelerde hayvan
üzerinde bulunmaktır denilmiş, Zahîriyye'de ise bütün cemrelerde yaya bulunmak
efdal olduğu söylenmiştir. Bahır sahibi, «Böylece bu meselede üç kavil hâsıl
olmaktadır.» demiştir.
«Kemâl bunu tercih etmiştir.» Yani bu işi
yürüyerek görmek. tevazu ve huşua daha yakındır. Bilhassa bu zamanda öyledir.
Çünkü bütün cemrelerde bütün Müslümanlar yaya bulunurlar. Binaenaleyh onların
arasında hayvana binip sıkışan kimse eziyetten emin olamaz. Peygamber
(s.a.v.)'in hayvan üzerinde taş atması, fiilini göstermek içindir. Tâ ki ümmeti
ona uysunlar. Hayvan üzerinde tavafı da öyledir. Bahır sahibi diyor ki:
«Yürüyerek taş atmak efdaldir. Yalnız son günde Cemre-i Akabe'deki müstesna
denilse yeridir. Çünkü o kimse bu saatte Mekke'ye gidecektir. Nitekim âdet
budur. Ekseriyetle insanlar binek giderler. Binaenaleyh onun hayvana binmesinde
eziyet yoktur. Hem Peygamber (s.a.v.)'e tâbi olmak faziletini kazanır.»
Ben derim ki : Lâkin bu zamanda Akabe'de
taş attıktan sonra hayvana binmesi güç olur. Kalabalığın fazlalığından, çok
defa binek hayvanını şaşırır. «Son günde herkes hayvan üzerinde taş atar.»
denilse, bunun da yeri vardır. Bunda da, kimseye zarar vermeden Peygamber
(s.a.v.)'e tâbi olmak fazileti elde edilir. Çünkü âdet vecihle herkes
bulundukları yerden hayvanlarına binerek Mekke'ye giderler. Fakat son günden
başka günlerde herkes yaya olarak taş atar.
METİN
Ağırlıkları ve hizmetçilerini Mekke'ye
gönderir de kendisi Mina'da kalır veya Arafat'a giderse. emin olmadığı takdirde
bu mekruhtur. Emin olursa mekruh değildir. Keza namaz kılan kimsenin ayakkabı
gibi eşyasını arkasına koyması mekruh olur. Çünkü kalbim meşgul eder. Hacı
Mekke'ye döndüğü vakit -bir saat olsun- Muhassab denilen yere inmesi sünnettir.
Burası ebtahtır. Kabristan ondan değildir. Sonra seferi muradettiğinde yedi
şavt tavaf-ı saderi yani veda tavafını ramel ve sa'yisiz olarak yapar. Bu
vâciptir. Yalnız Mekkelilerle onlar hükmünde olanlara vâcip değil menduptur.
Nasıl ki ondan sonra duranın hükmü de budur.
İZAH
«Veya Arafat'a giderse» Bazı nüshalarda
"veya Arafat'a giderse" yerine "ve Arafat'a giderse"
denilmiştir ki, bu hatadır. En açık şekli. "yahut ağırlıklarını orada
bırakır da Arafat'a giderse" demektir.
«Mekruhtur.» Çünkü İbn-i Ebi Şeybe'nin
İbn-i Ömer (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadiste, "Bir kimse kendisi
dönmeden eşyasını gönderirse, onun haccı yoktur." buyrulmuştur. Yani onun
haccı kâmil değildir, demektir. Bir de eşya onun kalbini meşgul eder. Halbuki
kendisi ibadettedir. Bundan dolayı mekruh olur. Zâhire bakılırsa bu kerahet
tenzihiyedir. Bahır. Nehir sahibi buna itiraz ederek, "Ömer (r.a.) bundan
men ederdi ve bundan dolayı insanı döverdi. Bu gösterir ki, kerahet
tahrimiyyedir." demiştir. Amma söz götürür. Çünkü Hz. Ömer evlânın
hilâfını terkettiği için döverdi.
«Emîn olursa mekruh değildîr.» Bu söz.
Bahır sahibi tarafından bir incelemedir. "Kalbi meşgul eder" diye
yapılan ta'lîlin mefhumundan alarak kardeşi de ona tâbi olmuştur. T.
«Keza ilh.» Sirâc sahibi diyor ki: «Keza
insanın ayakkabı gibi hacetlerinden birini arkasına koyarak namaz kılması
mekruhtur. Çünkü zihnini kurcalar da lâzım geldiği gibi kendini ibâdete
veremez.»
«Bir saat olsun.» hayvanı üzerinde
Muhassab'da durarak dua eder. Sirâc. Bununla sünnetin aslı hâsıl olur. Kemaline
gelince: İbn-i Hümam'ın dediği gibi orada öğle, ikindi, akşam ve yatsıyı kılar,
hafıf bir uyku çıkarır, sonra Mekke'ye girer. Bahır. Kârî'nin Nikâye şerhinde
şöyle denilmiştir: «En zâhiri. buna sünnet-i kifaye demektir. Çünkü bu yor
bütün hacıları almaz. Hacc emirlerinin ve keza başkalarının taatı göstermek
için bir saat olsun oraya inmeleri gerekir.»
«Ebtahtır.» Buna ' Bathâ ' ve ' Hayf ' dahi
denilir. Fetih sahibi diyor ki: «Burası Mekke'nin banliyösüdür. Sınırı.
kabristana bitişen iki dağ ile mukabil dağlardır. Vadiden çıkarak Mina'ya
giderken sol kolda kalır.»
«Sonra seferi murad ettiğinde» Musannıf
burada ' sonra ' diyerek söze başladı. Bu, Nehir vediğer kitaplardaki şu
ifadeye işaret içindir:
«Tavaf-ı ziyareden sonra bu tavafın
vaktinin evveli sefere niyetli olmasıdır. Hattâ bu niyetle tavaf eder de sonra
Mekke'de uzun zaman kalır ve onu kendine vatan ittihaz etmezse tavafı caizdir.
Mukim iken bunun, sonu yoktur. Hattâ ikamete niyet etmeden bir yıl dursa tavaf
edebilir.. Hem de eda olur. Evet müstehap şekli. sefere çıkmak istediği zaman'
bu tavafı yapmaktır.» Lübab'da beyan edildiğine göre. bu tavaf ikamete niyet
etmekle senelerce bile olsa sükut etme?.. Ama Mekke'yi ve etrafındaki yerleri
ilk neferden evvel yani bayram günlerinin üçüncüsünden önce ihramdan çıkmadan
vatan ittihaz etmeyi niyetlenirse sâkıt olur. Ondan sonra vatan ittihaz etmeyi
niyetlenirse sâkıt olmaz. Nefirden önce kalmayı niyet eder de sonra çıkmak
aklına gelirse. şehirden çıkan Mekkeli gibi vâcip olmaz.
«Veda» aynı zamanda bu tavafın adıdır. Buna
'Âhir-i Ahd' tavafı dahi denilir. Sader, misafirin gittiği yerden dönmesi ve su
içenin su kaynağından dönmesi mânâsınadır. Nitekim Kuhistânî'de beyân
edilmiştir.
«Ramel ve sa'yisiz olarak yapar.» Yani
bunları evvelce tavaf-ı kudûmda yahut tavaf-ı saderde yaptıysa. şimdi tekrarına
hacet yoktur. Nitekim Hayreddin-i Remlî'den naklen yukarıda geçti.
«Bu vâcîptir.» Mina'dan döner de tavaf
etmezse, mikâtı geçmedikçe tavaf etmek için geri dönmesi vâcip olur. Mikâtı
geçerse. kurban kesmekle yeni bir umreye ihramlanarak dönmek arasında muhayyer
kalır Yani umreye ihramlandığı takdirde, onun tavafını; sonra tavaf-ı saderi
yapar. Geciktiği için bir şey. lâzım gelmez. Hacıya kolaylık ve fakirlere
menfaat olmak için kurban kesmesi evlâdır. Nehir ve Lübab.
«Yalnız Mekkelilerle onlar hükmünde
olanlara vâcip değildir.» cümlesi, bu tavafın uzaktan gelen bütün hacılara
ifrad, temettu ve kırân farkı gözetmeksizin vâcip olduğunu ifade etmektedir. şu
şartla ki, hacca yetişmiş, mükellef ve özürsüz olmalıdır. Binaenaleyh Mekkeli
ile mutlak surette umre yapana, haccın vaktini geçirene. muhsara, deliye,
çocuğa, hayız ve nifaslıya vâcip değildir. Nitekim Lübab ve diğer kitaplarda
beyan edilmiştir.
«Mekkeli hükmünde olanlar»dan murad,
mikâtların içinde yaşayanlarla nefir ihramından çıkmadan orasını vatan ittihaz
etmeyi niyet edenlerdir. Nitekim geçti.
«Vâcip değil menduptur.» Nehir sahibi diyor
ki: «Onlardan nefyedilen, mendup olması değil vâcip olmasıdır. Gerçekten İmam
Ebû Yusuf. "Mekkelinin tavaf-ı saderi yapması bence daha iyidir. Çünkü bu
tavaf hacc fiillerini bitirmek için meşru olmuştur. Bu mânâ onlar hakkında da
mevcuttur", demiştir.»
«Nasıl ki ondan sonra duranın hükmü de
budur.» Çünkü müstehap olan, bu tavafı sefere çıkmak istediğinde yapmaktır.
Nitekim geçti.
METİN
Sonra tavaf için niyet şarttır. Bir kimse
kaçarak veya birini arayarak tavaf etse caiz değildir. Lâkin niyetin aslı
kâfidir. Seferi kasdettikten sonra tavaf ederek tetavvuu kasdetse, tavaf-ı
sader yerine o kimseye kâfidir. Nitekim kurban günlerinde tatavvu niyetiyle
tavaf etse, farz yerine geçer. îki rekat tavaf namazından sonra zemzem suyundan
içer ve Kâbe'yi tâzim için eşiğini öper. Göğsünü ve yüzünü Mültezem'e sürer ve
Kâbe örtüsüne yapışarak ondan şefaat dilermiş gibi bir az durur. Örtüyü eline
geçiremezse, iki elini açarak dik vaziyette başının üstüne koyar ve duvara
yapışır. İçten gelen bir samimiyetle ağlayarak dua eder yahut ağlar gibi yapar
ve mescitten çıkıncaya kadar kıçça geriye gider. Gözünü Kâbe'den ayırmaz.
İZAH
«Kaçarak tavaf etse» Yani hiç niyet etmeden
Kâbe'nin etrafında dönse yahut borçlusunu veya onun gibi birini takibetse,
tavaf yerine geçmez.
«Niyetin aslı kâfidir.» Yani tavaf-ı sader
veya başka tavaf diye; keza farz veya vâcip tavaf diye tayine hacet kalmaksızın
tavafın aslına niyet etmek kâfidir.
«Tavaf ederek tetavvuu kasdetse tavaf-ı
sader yerine kâfidir.»
Hâsılı Fetih'te ve diğer kitaplarda beyan
edildiği vecihle, bir kimse tavaf vaktinde tavaf ederse, o tavaf yerine geçer.
O tavafı aynen niyet etsin etmesin. yahut başka bir tavaf niyet etsin hep
birdir. Bunun ferîlerinden biri şudur: Bir kimse umreye niyet ederek gelir de
tavaf ederse, umre tavafı yerine geçer. Hacca niyet ederek gelir de, bayram gününden
evvel tavaf ederse, tavaf-ı kudûm yerine geçer. Kırâna niyet ederek gelir de
iki tavaf yaparsa. birincisi umre ikincisi kudûm tavafı yerine geçer. Bayram
günü olursa tavaf-ı ziyaret yerine geçer. Yahut ziyaret tavafını yaptıktan ve
ihramdan çıktıktan sonra olursa tavaf-ı saderdir. Velev ki tetavvu niyetiyle
yapsın. İleriye geriye olmakta niyetin bir tesiri yoktur. Meğer ki ikincisi
daha kuvvetli olsun. Mesetâ, tavaf-ı saderi bırakır da sonra umre ihramı ile
geri dönerse, evvelâ umre tavafını, sonra saderi yapar. Tamam Lübab'dadır.
«İki rekat tavaf namazından sonra» ne
yapacağını evvelce arzetmiştik. Yine arzetmiştik ki, evvelâ Mültezem'e
gideceğini, sonra iki rekat tavaf namazını kılarak zemzeme gideceğini
söyleyenler de vardır. Bu daha kolay ve efdaldir. Bugün böyle amel
olunmaktadır. Ama musannıfın burada söylediği tertip, esah ve meşhur olandır.
Fetih sahibi orada bunu benimsemiş; öteki kavli, "diyenler de var"
tabiri ile anmış, fakat burada kesin olarak ona kail olmuştur.
«Zemzem suyundan içer.» Yani ayakta Kâbe'ye
karşı dönerek kana kana içer. Tekrar tekrarnefes alır ve her defasında Kâbe'ye
bakarak içer. Onunla yüzünü. başını ve bedenini siler. Mümkünse üzerine
dökünür. Nitekim Bahır'da ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Fetih'te bunun
için müstakil bir fasıl tahsis edilmiştir. Ona müracaat edebilirsin. Hacc
bahsinin sonunda zemzem hakkında biraz söz daha gelecektir.
«Göğsünü ve yüzünü Mültezem'e sürer.» Yani
sağ yanağını Mültezem'e sürer, sağ elini de Kâbe kapısının eşiğine kaldırır.
«Kâbe örtüsüne yapışarak» Yani hakir bir
kölenin azametli efendisinin eteğine yapışması gibi bir vaziyette yalvararak
huşu ile tekbir, tehlil ve Peygamber (s.a.v.)'e salâvat ile dua eder.
«Kıçça geriye gider.» Hidâye. Mecma. Nikâye
ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Nevevî'nin Menâsik'inde ise, "Bu
mekruhtur. Çünkü bu hususta rivayet edilmiş bir sünnet veya hikâye edilmiş bir
eser yoktur. Hakkında eser bulunmayan şeye itimat edilmez." denilmiştir.
İbn-i Kemâl ile Menâsik namındaki eserinde Tarablûsî de ona tâbi olmuşlardır.
Lâkin Tarablûsî, "Ashab, yani mezhebimizin uleması bunu
yapmışlardır." demiştir. Zeylâî dahi. "Büyükleri tâzim hususunda bu
cârî âdet olmuştur. Bunu inkâr eden kibirlidir." demektedir. Bahır sahibi.
"Lâkin bunu kimseye çarpmayacak veya kimsenin ayağına basmayacak şekilde
yapar." diyor.
TEMBİH: Musannıfın sözünde Mekke'de
mücavirlik yapılmayacağına işaret vardır. Onun için Mecma sahibi, "Sonra
ailesinin yanına döner. Mekke'de mücavir olarak kalmak İmam-ı Azam'a göre
mekruhtur. İmameyn buna muhaliftir. Allah'tan korkan ihtiyatlı âlimler İmam-ı
Azam'ın kavli ile amel etmektedir. Nitekim İhya'da da beyan edilmiştir."
dedikten sonra sözüne şöyle devam ediyor: «Zannedilmesin ki orada kalmanın
kerih görülmesi o yerin fazileti ile çelişir. Zira bu kerahetin illeti halkın
acizliğl ve o yerin hakkını vermekte kusur etmeleridir.» Fetih sahibi diyor ki:
«Bu izaha göre Medine-i Münevvere'de mücavir kalmak da öyledir. Yani İmam-ı
Âzam'a göre mekruhtur. Çünkü Medine'de günahların katlanması veya büyütülmesi
yoksa da, tekfir ve iclal vazifesini bozmava vardıracak bıkmak. edep ve terbiye
noksanlığı gibi şeyler olabilir.». Nehir.
TETİMME: Seyyid Fâsi Şifâu'l-Garâm adlı
kitabında şöyle diyor: «îbn-i Zübeyr hadisinin muhtelif tariklerinden üç
rivayet hâsıl oluyor: Birîncisi: Mescid-i Haram'da kılınan namaz Medine'nin
mescidinde kılınan namazdan yüz kat daha fazladır. İkıncisi; bin kat daha
fazladır. Ücüncüsü: yüzbin kat daha fazladır. Nitekim Tayâlî'sinin Müsned'i ile
İbn-i Asâkir'in ithafında beyan edilmiştir. Üçüncüsüne göre müseffir Nakkas
Mescid-i Haram'da kılınan bir namazı hesap etmiş: ikiyüzelli sene altı ay yirmi
günlük namaza muadil çıkmıştır. Beş vakit namaz ise ikiyüzyetmişyedi sene dokuz
ay on güne bedeldir. Seyyid diyor ki: "Üstadımız Ibn-i Sahib-i Mısrî'nin
bir eserinde gördüm: Mescid-i Haram'da yalnız başına kılınan namazyüz bin;
cemaatla kılınan namaz iki milyon yediyüzbin: beş vakit namaz ise onüç milyon
beşyüzbin namaza bedeldir. Bir kimsenin vatanında bu iki muazzam mescitten ayrı
olarak yalnız başına kıldığı namazlardan her yüz güneş senesi yüz seksenbin
namaza; ve her bin senenin namazı bir milyon sekizyüzbin namaza çarpılacaktır.
Bundan şu çıkar ki, Mescid-i Haram'da cemaatla kılınan bir namazın sevabı,
memleketinde yalnız başına kılan kimsenin namazından aşağı yukarı iki Nuh
(a.s.) ömrü kadar fazladır." Seyyid bundan sonra ulemanın, bu fazilet farz
ve nâfileye şâmil midir, yoksa yalnız farza mı mahsustur meselesindeki
îhtilâfından bahsetmiştir. Mezhebimizin meşhur kavlinin muktezası budur. Yani
biz Mâlikîlerle Hanefî mezhebine göre bu fazilet yalnız farza mahsustur. Şâfiî
mezhebine göre umumidir. (Hem farza, hem nâfileye şâmildir.) Mescid-i Haram
hakkında ihtilâf olunmuştur. Bazıları bundan murad cemaatın mescididir
demişlerdir. Muhib-i Taberî bunu te'yîd etmiştir. Birtakımları bütün harem
olduğunu söylemiş; bazıları da hassaten Kâbe'dir demişlerdir. Mekke'de tutulan
oruçlarla yapılan diğer ibadetlerin sevabı fazla olacağına delâlet eden
hadisler rivayet olunmuştur. Ancak bu hadisler orada kılınan namazları bildiren
hadisler derecesinde sabit olmamıştır.» Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.İbn-i Hacer'in Tûhfe nam eserinde bildirdiğine göre. bu hadisler
içerisinde sahih olanlar bini üç defa tekrarlamakla ifade olunur. Hâşiye
yazarlarından biri bunu böyle tesbit etmiştir. Bîri'nin Eşbâh şerhinde
mescitlerin hûkmü hakkındaki beyanına göre ulemamızca meşhur olan, katlamanın
bütün Mekke'ye hattâ avı haram olan bütün Mekke haremine şâmil olmasıdır.
Nitekim bunu Nevevî sahihlemiştir.
METİN
Mekke'ye girmeden Arafat'ta bir miktar
duran kimseden tavaf-ı kudûm sâkıt olur. Bunu terk etmekle bir şey lâzım
gelmez. Çünkü sünnettir. Ama terkeden isaet (kötülük) yapmış olur. Bir kimse
arefe gününün zevalinden bayram gününün fecrine kadar Arafat'ta bir saat örfî saat
ki, az bir zaman demektir. Fukaha ' saat ' kelimesinl mutlak söylerse, bu
anlaşılır durursa; yahut süratle geçer veya uykuda yahut baygın bulunursa, keza
onun namına arkadaşı ve keza arkadaşı olmayan kimse hacc için kendi ihramı ile
beraber ihlâl yapar da, uyandığı veya ayrıldığı zaman hacc fiillerini yaparsa
caiz olur.
İZAH
«Tavaf-ı kudûm sâkıt olur ilh...» Bunlar
dağınık meselelerdir. Hidâye ve Kenz sahipleri bunlar için ayrı bir fasıl
tahsis etmişlerdir. Bahır'da beyan edildiğine göre, sükutun hakikatı ancak
lâzım ve farz olan bir şeyde tasavvur edilir. Burada sükut, onun hakkında
sünnet olmamaktan mecazdır. Bu ya bütün fiillerin başında meşru olmasındandır.
Binaenaleyh geriye bırakılırsa sünnet olmaz ve terkinden dolayı bir şey lâzım
gelmez. Yahut tavafı ziyaretonun yerini tutar ve ona hacet bırakmaz. Nasıl ki
farz namaz tahiyye-i mescit namazının yerini tutar. Bundan dolayıdır ki, umre
için "tavaf-ı kudûm" yoktur. Zira umrenin tavafı kudûm tavafına hacet
bırakmamıştır. "Tavaf-ı kudûm" diye kaydetmesi şundandır: Kırân haccı
yapan kimse Mekke'ye girmez de Arafat'ta vakfe yaparsa (durursa), umresini
terketmiş olur ve onu terkettiği için kendisine ceza kurbanı lâzım gelir.
Umreyi de kaza eder. Nitekim kırân bâbının sonunda gelecektir.
«isaet etmiş olur.» Çünkü sünneti
terketmiştir. Evvelce arzetmiştik ki. isaet kerahet-i tahrimiyyeden aşağıdır.
«Örfi saat» Yani lügat örfü âdedince. saat
denilen zaman parçasıdır. Daha açık olmak için örfî veya şer'î saat demeliydi.
Nitekim Lübab şarihi böyle demiştir.
«Süratle geçerse» kaydıyla şarih, saattan
muradın pek az bir zaman olduğuna ve vakfe namına bu kadarcığın kâfi geleceğine
işaret etmiş-tir. Çünkü süratle geçen dahi azıcık olsun durmaktan hâll
değildir. Bir ayağını kaldırırken ötekinin üzerinde durur. Onun için îtikafı da
sahihtir. Nitekim bâbında geçmişti.
«Uykuda yahut baygın bulunursa» ifadesiyle
musannıf. vakfenin niyetsiz de sahih olacağına işaret etmiştir. Nitekim ileride
açık da söyleyecektir. Tavaf bunun hilâfınadır. Bahır sahibi diyor ki: «Fark
şudur: Tavaf maksut bir ibadettir. Onun için nâfile olarak tavaf yapılır.
Binaenaleyh onda asıl niyet şarttır. Velev ki tayine hacet olmasın. Nitekim
yukarıda geçti. Durmak (vakfe) ise maksut bir ibadet değildir. Onun için nâfile
vakfe yanılmaz. Binaenaleyh ibadetin aslı olan ihramda niyetin bulun ması,
vakfe halinde de niyeti şart koşmaya hacet bırakmaz.» Lâkin Nehir sahibi
namazda kıraat meselesiyle ona itiraz etmiştir. Çünkü namaz da Kur'an okumak
müstakil bir ibadettir. Buna delil, nâfile olarak Kur'an okunmasıdır. Halbuki
namazda Kur'an okumak için niyet şart değildir. Nehir sahibi. "Ben bunu
hiçbir kimsenin söylediğini görmedim. Bana bundan bir cevap zâhir olmadı."
demiştir.
Ben derim ki: Kıraatın müstakil ibadet
olması kabul edilmeyebilir. Onun nâfile olarak okunması buna delalet etmez.
Abdest gibi ki nâfile olarak abdest alınır. Bununla beraber müstakil ibadet
değildir. Onun için de nezredilmesi sahih değildir. Kıraat da öyledir.
Kuhistânî'de îtikaf bahsinde, "Kıraatı nezretmek sahih olmaz. Çünkü o namaza
tâbi olarak farz kılınmıştır, zatı için değil." denilmiştir.
«Keza onun namına arkadaşı hacc için ihrama
girerse» Yani baygın veya uyuyan hasta namına arkadaşı ihrama girerse demektir.
Nitekim Lübab şerhinde de böyledir. Çünkü bize göre ihram şarttır. Namaz için
abdest gibidir. Binaenaleyh ibadet niyeti bulunduktan sonra burada niyabet
sahihtir. ibadet niyeti 'hacca' diye yola çıkmaktır. Mi'râc. Nehir'de beyan
edildiğine göre. onun namına ihlâl yapmanın mânâsı. onun namına hacca niyet
etmek vetelbiye getirmektir. Bu suretle baygın kimse ihrama girmiş olur. Çünkü
arkadaşının ihramı kendisine intikal eder. Yoksa bu sözün mânâsı, arkadaşı
elbisesini soyar da kendisine gömlek giydirir demek değildir. Çünkü bu bazı
ihram yasaklarından sakınmaktır. İhramın kendisi değildir. Bu yapılan, o baygın
kimsenin farz haccı için kâfidir. Eğer yasak bir fiili irtikâbederse, mûcebi
arkadaşına değil kendine lâzım gelir. Lübab. Arkadaşı namına İhrama girmek.
evvelâ kendi namına ihrama girmiş olsun olmasın sahihtir. Arkadaşı namına
ihrama girmek İçin dikişli elbiseden soyunması lâzım gelmez. Hem kendi, hem
arkadaşı namına ihrama girdikten sonra yasak bir fiil irtikâbetse kendisine bir
ceza lâzım gelir. Kırâna niyet eden böyle değildir. Çünkü o iki ihrama
girmiştir. Bahır. Arkadaşı namına onun emriyle ihrama girmek şart değildir.
Nitekim Lübab'da beyan edilmiştir. İmameyn buna muhaliftir. Onlara göre
arkadaşının emri şarttır. Bahır'da bu 'baygın' diye kaydedilmiştir. Uyanırsa
açık izni şarttır. Çünkü Muhit'te bildirildiğine göre. tavafa gücü yetmeyen
hasta uyurken arkadaşı tarafından tavaf ettirilirse, kendi emriyle olduğu
takdirde caizdir. Emri yoksa caiz değildir.
Ben derîm ki: Lübab sahibi 'cevazı' bayılan
ile uyuyan kimsenin tavafı faslında 'derhal' kaydıyla kayıtlamış. şöyle
demiştir: «Hastayı uyurken tavaf ettirirler, baygın da değilse kendi emriyle
yaptıkları ve hemen yüklenip taşıdıkları takdirde caiz olur. Aksi takdirde caiz
değildir.» Fetih'te bir hayli söz ettikten sonra şöyle denilmiştir: «Hâsılı
uyuyanla baygın arasındaki fark, açık izin vermenin şart olup olmamasındadır.
Lübab şarihi diyor ki: Ulema 'kifayet eder' sözünü, vakfede uyku ile baygınlık
halleri arasında mutlak söylemişlerdir. Galiba fark şudur: Tavafta Cumhur'a
göre niyet şarttır, vakfede ise değildir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim kî: Sözümüz uyuyan namına ihrama
girmek hakkındadır. Lâkin emri olmadan onun namına tavaf etmek caiz olmayınca,
ihrama girmek evleviyetle caiz olmaz.
«Keza arkadaşı olmayan ilh...» sözü, iki
kavilden biridir. Sirâc sahibi kesinlikle buna kaildir. Fetih ve Bahır
sahipleri de bunu tercih etmişlerdir. Çünkü delâleten hepsine izin vardır.
Nasıl ki kurban günlerinde izni olmadan başkasının kurbanını kesse delâleten
izinli sayılır. Tamamı Bahır'dadır.
«Hacc içîn» Bahır sahibi diyor ki:
«Arkadaşının arkadaşı namına ihrama girmesi, hacca, umreye veya mikâttan yahut
Mekke'den her ikisine ihrama girmeye şâmildir. Ama ben bunu açık olarak bir
yerde görmedim.» Şurunbulâliyye sahibi de şunları söylemiştir: «Bu, söz götürür.
Çünkü yolcu uzak yerlerden gelmiştir. Haccı farz için değildir. Nasıl olur da
onun namına arkadaşı vâcip olmadığı halde umreye niyet edebilir. Baygınlığı
uzayabilir de arkadaşı onun namına hacca ihrama giremez. Bu suretle maksadı
açık olarak elden kaçar.» Feth'in zâhiri gösteriyor ki. kastı olduğunu bilmek
mutlaka lâzımdır. Bu takdirde eğer bilirsesöz yoktur. Bilmezse haccı tayin
gerekir.
«Kendi İhramı ile beraber» caiz olduğu
gibi, kendisi için ihrama girmeden dahi caizdir. Nitekim evvelce arzetmiştik.
«Uyandığı veya ayıldığı zaman» Yani uyuyan
uyandığı, bayılan ayıldığı vakit hacc fiillerini yaparsa caizdir demektir.
Çünkü o kimsenin aczinin yalnız ihram hakkında olduğu anlaşılmıştır.
Binaenaleyh burada niyabet caizdir. Sonra o kimse arkadaşının yaptığı ihram
mucibince hareket eder. Bu sözde hacc fiillerini bizzat yapmanın lüzumuna
işaret vardır. Çünkü âciz kalmamıştır. Lübab'da bu açık beyan edilmiştir.
METİN
Baygınlık devam ederse bakılır; eğer
ihramdan sonra bayıldıysa. kendisi hacc yerlerinde dolaştırılır. Onun namına
arkadaşları ihrama girerlerse, onların dolaşmasıyla yetinilir. Ama bir kimse
delirir de arkadaşları onun namına ihrama girerler ve hacc yerlerini tavaf
ettirirlerse ne hüküm verileceğini görmedim. Fetih'in sözü caiz olduğunu
gösteriyor.
Bir kimse bulunduğu yerin Arafat olduğunu
bilmese haccı sahih olur. Çünkü şart, orada bulunmaktır. Niyet şart değildir.
Arafat'ta vakfe yapmayan (durmayan) haccını kaçırmış sayılır. Çünkü hadiste,
"Hacc Arafat'tır." buyurulmuştur. Böylesi, tavaf ve sa'y yaparak umre
fiilleri ile ihramdan çıkar ve haccını gelecek sene kaza eder. Velev ki haccı,
nezir veya tetavvu olsun. Ama ceza kurbanı tâzım gelmez.
İZAH
«Eğer ihramdan sonra bayıldıysa» Yani
bizzat kendisi ihramını yaptıktan sonra bayıldıysa hacc yerlerinde
dolaştırılır. Ama burada şöyle denilebilir: «Meselemiz, onun namına arkadaşının
ihrama girmesi hakkında farzedilmişti. Binaenaleyh daha açık ve kısa olmak
üzere şöyle demeliydi: Baygınlık devam ederse arkadaşlarının yapmalarıyla
yetinilir. Eğer baygınlık ihrama girdikten sonra olmuşsa, hacc yerlerinde
dolaştırılır. Yani vakfe, tavaf ve benzeri yerlere götürülür.» Bahır sahibi
diyor ki: «Arkadaşları onu taşıdıkları vakit kendisinin niyeti şart olduğu
gibi. onların da tavafa niyet etmeleri şarttır.»
«Onların dolaşmalarıyla yetinilir.» Yani
onu tavaf, sa'y ve vakfe yerlerine götürmeye hacet kalmaz. Esah olan budur.
Nehir'de "Evet. bu evlâdır." denilmiştir. Acaba tavafı yapan kimse,
sırtına alıp tavaf ettirdiğinde olduğu gibi, kendisi ile bayılan kimse için bir
tavafla yetinir mi yetinmez mi? Bunu araştır. Ben görmedim. Ebussuud.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa yetinmez.
Çünkü vakfe yerine vardığında duran odur. Tavaf ettirildiği vakit vasıta
üzerinde tavaf eden gibi olur. Nitekim ulema bunu açık söylemişlerdir. Şu halde
orada bulunması hali buna kıyas edilemez. Arkadaşının kendisi için yaptığından
başka onun namına da ayrıca vakfe için niyet, tavaf ve sa'y yapması mutlaka
lâzımdır.
başka onun namına da ayrıca vakfe için
niyet, tavaf ve sa'y yapması mutlaka lâzımdır.
«Ne hüküm verileceğini görmedim.» Bu
incelemeyi yapan Nehir sahibidir. Haccın farzları babından az önce arzetmiştik
ki, Bahır sahibi burada duraklamış ve, "Velisinin onun namına ihrama
girmesi nakli delile muhtaçtır." demişti. Yine orada Bahr-i Amîk'ten
naklen Makdisî şerhinde şöyle denildiğini görmüştük: «Müslüman deliye hacc
yoktur. Bizzat haccetmesi sahih değildir. Lâkin onun namına velisi ihrama
girer.» Şu halde bir kimse aklı başında iken hacc niyeti ile yola çıkar da.
sonra ihrama girmeden delirirse, onun namına velisi evleviyetle ihrama girer.
İhtimal duraklama, arkadaşının onun namına ihrama girmesi hakkındadır Fetih
sahibinin sözü, Müntekâ'nın İmam Muhammed'den naklettiği şu ifadedir:
«Sağlamken ihrama girer de sonra kendisine bunaklık isabet eder ve arkadaşları
ona hacc fiilleri yaptırırlar, vakfeye durdururlarsa: ve bu hal üzere senelerce
durarak sonra ayılırsa, farz olan hacc namına bu kâfidir.» Nehir sahibi,
"Bu galiba cevaza işaret ediyor." demiştir. "Cevaza işaret ediyor"
demesî, Fetih sahibinin sözü bunak hakkında: bizim sözümüz ise deli hakkında
olduğu için değil. Fetih sahibinin sözü bizzat ihrama girdikten sonra kendisine
bunaklık isabet eden hakkında; bizim sözümüz ise kendi namına ihrama girmezden
önce deliren hakkında olduğu içindir. Fetih sahibinin bu sözle cevaza işaret
etmiş olması son derece gizlidir.
FER'Î MESELE: Faydayı zararı ayıramayan
çocuğun ihramı sahih değildir. Haccı edası da sahih değildir. Bunların îkisini
de velisinin yapması sahih olur. Onun namına en yakını ihrama girer. Baba ile
kardeş mevcut iseler, babası ihrama girer. Delinin hükmü de böyledir. Şu kadar
var ki ihrama girdikten sonra delirirse, ceza lâzım gelir. Kendisinin eda
etmesi sahihtir. Tamamı Lübab'dadır.
«Çünkü hadiste, "Hacc
Arafat'tır." buyurulmuştur.» Yani haccın büyük rüknü Arafat'ta vakfeye
durmaktır. Bu her vecihle değil, yapıldığı zaman haccı bozulmaktan kurtulduğu
içindir. Binaenaleyh tavafın ondan efdal olmasına aykırı değildir. T.
«Umre fiilleri ile ihramdan çıkar.» Lâkin
murad, umre fiilleri gibi yapar demektir. Çünkü bu hakikatta umre değildir.
Nitekim Lübab ve diğer kitapların fevat bâbında açıklanmıştır. Bu sözde hacc
İhramının bâki kaldığına işaret vardır. Bu, İmam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e
göredir. İmam Ebû Yusuf "onun ihramı umreye döner" demiştir. Hilâfın
semeresi şurada zâhir olur: O kimse başka bir ihram için hacca girse, İmam-ı
Âzam'a göre sahih olur. Fakat bir haccın iki ihramını bir araya getirmiş
olmamak için onu terk eder. Kendisine bir ceza kurbanı, iki hacc ve gelecek sene
bir de umre lâzım gelir. İmam Ebû Yusuf, "Haccına devam eder. çünkü
birinci haccın ihramı umreye dönmüştür." demiştir. İmam Muhammed'e göre o
kimsenin ihramı astâ sahih olmaz. Nehir.
«Velev iki haccı nezir veya tetavvu olsun.»
Fâsit olması da böyledir. İster sonradan fâsitolsun, ister baştan fâsit olsun.
Nitekim cima halinde ihrama girmek böyledir. Nehir.
METİN
Geçen hükümler hususunda kadın da erkek
gibidir. Çünkü hususiyet delili bulunmadıkça hitap her ikisine umumidir. Lâkin
kadın yüzünü açar. başını açamaz. Başının üzerine bir şey sarkıtır da başını
ondan aralık tutarsa caiz, hattâ mendup olur. Kadın âşikâre telbiye yapamaz.
Bilâkis kendisi işitecek kadar yapar. Bu, fitneyi def içindir. "Kadının
sesi avrettir" diyenler olmuşsa da bu zayıftır. Kadın ramel ve iztıbâ
yapmaz. İki direk arasında koşmaz, tıraş da olmaz. Sadece saçının dörtte
birinden kısaltma yapar. Nitekim geçmişti. Dikişli elbise ve mest giyer, zînet
takınır, kalabalıkta Hacer-i Esved'e yaklaşmaz. Çünkü erkeklere dokunmaktan
menedilmiştir. Konsa-i müşkil (erkekliği kadınlığı müsavi olan kimse) bu
söylediklerimizde ihtiyaten kadın gibidir. Kadının hayzı hacc ibadetlerine mâni
değildir. Bundan yalnız tavaf müstesnadır. Ama kurban günleri geçmeden
temizlenmezse, tavafı geciktirdiğinden dolayı bir şey lâzım gelmez. Kurban
günlerinde tavafın çok miktarını yapacak kadar temizlenirse, geciktirdiği
takdirde ceza kurbanı lâzım gelir. Lübab. Haccın iki rüknü hâsıl olduktan sonra
o tavaf-ı saderi ıskat eder. Nifas da böyledir. ' Büdn ' kelimesi bedenenin
cem'i olup deve ve sığırdandır. ' Hedy ' ise; deve, sığır ve koyundan olur.
Nitekim gelecektir.
İZAH
«Lâkin kadın yüzünü açar, başını açamaz.»
Kenz'de böyle denilmiştir. Fakat Zeylâî buna itiraz ederek, "Faydasız sözü
uzatmıştır. Çünkü kadın yüzünü açma meselesinde erkeğe muhalif değildir.
'Sadece başını açmaz' dese daha iyi olurdu." demiştir. Bahır sahibi
Zeylâî'ye cevaben şunları söylemiştir: «Kadının yüzünü açması gizli bir iştir.
Çünkü hatıra gelen, onun yüzünü açmamasıdır. Zira yüz fitne yeridir. Bundan
dolayıdır ki, Kenz sahibi bunu nassan bildirmiştir. Velev ki bunda erkekle
kadın ikisi de müsavi olsun. Yüzü açmaktan murad, ona bir şey dokundurmamaktır.
Onun için kadının peçe takması mekruh olur. Çünkü yüzüne dokunur. Mebsût'ta da
böyle denilmiştir.
Ben derim kî: "Yüzü açmaktan
murad" diyeceğine, 'yahut kelimesiyle başlayarak "yahut yüzü açmaktan
murad" dese ayrı bir cevap teşkil eder. Hem birinciden daha güzel olurdu.
«Başını ondan aralık tutarsa» Burada Fetih
sahibi şöyle demiştir:
«Bu maksatla kubbe gibi çubuklar
yapmışlardır. Yüzün üzerine konur. Üzerlerinden elbise sarkıtılır.»
«Caiz olur.» Yani ihram yönünden caiz olur:
yasak değildir mânâsınadır. Çünkü bu örtü değildir. Hattâ mendup olur demesi,
yabancı erkeklerin görmesinden korunmak içindir. Fetih'te 'müstehuptır'
denilmiştir. Fakat Nihaye'de vâcip olduğu açıklanmıştır. Muhit'te şuibare
vardır; «Bu mesele gösterir ki, kadın zaruret yokken yüzünü yabancılara
göstermekten menedilmiştir. Çünkü bu olmasa, hacc ibâdetleri için yüzünü örtmekten
yasak edilirdi. Aksi takdirde bu peçe sarkıtmanın bir faydası olmazdı.»
Hâniyye'de de buna benzer bir ibare vardır. Bahır sahibi şöyle bir yatıştırma
yapmıştır: Başına bir şey sarkıtmasının müstehap oluşu, yabancı erkekler
bulunmadığı zamandır. Bulunurlarsa, bu müstehap değıl vâcip olur. Kadın buna
imkân bulamazsa, ecnebi erkeklerin bakmamaları vâcip olur. Bahır sahibi sonra
bunun üzerine bir istidrak yaparak şöyle demiştir: «Nevevî'nin naklettiğine
göre, ulema yolda kadının yüzünü örtmesinin vâcip olmadığını söylemişlerdir.
Bilâkis erkeklerin bakmaması vâcip olur. Nevevî, bunun zâhiri icma nakli
olduğunu gösterir demiştir.» Nehir sahibi buna itiraz etmiş, «Onun murad' kendi
mezhebinin ulemasıdır.» demiştir.
Ben derim ki: Ben bizim ulemamızın, açık
olarak örtmesi vâciptir, yüzünü açması yasaktır dediklerini işittim ki, bu da
onu te'yîd eder.
TEMBİH: Buraya kadar anlatılandan, İbn-i
Kemal'in Hidâye şerhindeki söylediğinin doğru olmadığını anladın O,
"Kadına yüzünü örtmek mutlak surette yasak edilmemiştir. Ancak peçe ve
yüzörtüsü gibi. yüzü büyüklüğünde ayrı bir şeyle yüzünü örter." demiştir.
Nitekim bâbın başında arzetmiştik.
«Bu, fitneyi def içindir.» Yani kadın
sesini işitmekle erkek fitneye kapılmasın diyedir.
«Kadının sesi avrettir.» diyen Aynî'dir. Şarih
bunu reddetmektedir. «Kadın ramel yapamaz.» Çünkü ramelin aslen meşru olması,
dayanıklılığını göstermek içindir. Bu ise erkeklerde aranır. Bir de ramel
tesettürü bozar. Koşmak da öyledir. Yani sa'y yerindeki iki direk arasında
koşarak gitmek de tesettürü bozar: iztıbâ ise ramelin sünnetidir.
«Tıraş da olmaz.» Çünkü bu, erkeğin
sakalını kazıtması gibi kılığını bozmaktır. Bahır.
«Saçının dörtte birinden kısaltma yapar.»
Yani erkek gibidir. Bütün saçların! kısaltması efdaldir. Kuhistânî. Buna
muhalif olarak bazıları, "Kadın hakkında saç kısaltmak başının dörtte biri
ile sınırlandırılmış değildir. Erkek onun hilâfınadır." demişlerdir.
Bahır.
«Dikişli elbise ve mest giyer.» Yani
erkeklere haram olan dikişli elbisenin, vers, safran ve usfurla boyanmamış olanlarını
giyer. Meğer ki boyanmış o!an elbise yıkanmış, sıçramayacak şekilde ola. Lübab
şerhi Bahır ve diğer kitaplarda mestlere eldivenler de ziyade edilmiştir.
Bedâyi sahibi diyor ki: «Çünkü eldiven giymek, ellerini örtmekten başka bir şey
değildir. Ama kadına bu yasak edilmemiştir. Peygamber (s.a.v.)'in, "Kadın
eldiven giyemez." hadisi, mendup mânâsina yasaktır. Delillerin arasını
bulmak için onu bu mânâya yorumlarız. Lübab Şerhi.
«Kalabalıkta Hacer-i Esved'e yaklaşmaz.» Bu
sözle musannıf, Lübab'daki. "Sıkışıklık anında kadın Safa'ya çıkamaz.
Makamı İbrahim'de namaz kılamaz." ifadesine işaret etmiştir.
«Bundan yalnız tavaf müstesnadır.» Tavaf
iki yönden haramdır. Biri mescide girmesi, diğeri vâcip olan tahareti terk
etmesi yönündendir.
TEMBİH: Muhit'ten naklen arzetmiştik ki,
sa'yin sahih olması için önceden tavaf etmek şarttır. Bundan dolayı Kuhistânî
şöyle demiştir:
«Kadın ihramdan önce hayız görürse,
yıkanarak ihrama girer ve tavafla sa'yden başka bütün ibadet yerlerine gider.»
Çünkü onun tavafsız sa'yi sahih değildir demek istiyor.
«Tavafın çok miktarını yapacak kadar
temizlenirse ilh...» Bu mesele. "Sonra Mina'ya gelir" sözünden biraz
önce geçmişti.
«O, tavaf-ı saderi ıskat eder.» Yani hayız
haccın iki rüknü hâsıl olduktan sonra tavaf-ı saderin vâcip olmasını kadından
ıskat eder. Nitekim arzetmiştik. Kadına ceza kurbanı da lâzım gelmez. Lübab'da
da böyle denilmiştir.
«Büdn kelimesi bedenenin cemidir.» Kenz'de
bu meselenin burada zikredilmesi, "Bir kimse tetavvu veya nezir yahut av
cezası için deveye gerdanlık takar da, sonra onunla beraber haccı murad ederek
yola revan olursa ihrama girmiş olur ilh..." ibaresi münasebetiyledir.
Musannıf gerdanlık takma meselesini ihram bâbının başında zikretti. Çünkü yeri
orasıdır. Bu meseleyi de orada zikretse daha iyi olurdu.
«Nitekim gelecektir.» Yani hedy bâbında
gelecektir. Doğruya hidayet eden Allah'tır. Dönüş ve varış da O'nadır.
METİN
Kırân efdaldir. Çünkü hadiste, «Bana bu
gece, akikda bulunduğum bir sırada Rabbimden biri geldi. Bunun üzerine,
"Ey Al-i Muhammedi Hacc ve umre için birlikte telbiye getirin,"
buyurdu.» denilmektedir.
İZAH
Kırân efdal olmakla beraber musannıfın onu
ifraddan sonraya bırakması. bilinmesi ifradı bilmeye bağlı olduğu içindir.
«Kırân efdaldir.» Yani temettudan etdaldir.
İfraddan ise evleviyetle efdaldir. Bu, İmam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göredir.
Ebû Yusuf'a göre Kırân ile temettu musavidirler. Kuhistâni. Burada söz, âfâkî
yani uzaktan gelen hacı hakkındadır. Yoksa ifrad efdaldir. Nitekim gelecektir.
İmam Malik'e göre temettu efdaldir. Şâfiî'ye göre ise, ifrad yani hacc ile
umrenin herbirine ayrı ayrı ihrama girmek efdaldir. Nitekim Zeylaî hariç
Nihaye, Inâye ve Fetih sahipleri bunu kesinlikle ifade etmişlerdir. Fetih
sahibi şöyle demiştir: «Ama ikisinden biri ile yetinilecek olursa. şüphesiz ki
kırân hilâfsız efdaldir.» Bahır'da şöyle deniliyor: «İmam Muhammed'den,
"Bir Kûfe haccı ve bir Kûfe umresi bence kırândan efdaldir" dediği
rivayet olunmuştur. Ama bu, şâfiî'nin mezhebine muvafık değildir. Çünkü O
mutlak surette ifradın efdal olduğuna kaildir. İmam Muhammed ise onu ancak iki
sefere şâmil olursa efdal görmektedir. Zeylâî'nin anladığı bunun hilâfınadır. O
İmam Muhammed'i Şâfii ile beraber anlamıştır.» Sonra hilâfın menşei. Peygamber
(s.a.v.)'in haccı hakkında Ashabın ihtilâfıdır. Bahır sahibi diyor ki: «Ulema
bu hususta sözü uzatmışlardır. En çok söz edeni de imam Tahâvî'dir. Çünkü bu
hususta bin yapraktan ziyade söz söylemiştir.» Bizim ulemamız Peygamber
(s.a.v.)'in kırâna niyet etmiş olduğunu tercih etmişlerdir. Çünkü ancak böyle
takdir edilirse rivayetlerin arasını bulmak mümkün olur ve denilir ki: İfrad
yaptığını rivayet eden, O'nun yalnız hacca telbiye getirdiğini işitmiştir.
Temettu yaptığını rivayet eden de yalnız umreye telbiye getirdiğini duymuştur.
Kırân yaptığını rivayet eden, her ikisi için telbiye getirdiğini işitmiştir.
Peygamber (s.a.v.)'e gelen emir vahiydir. Ona mutlaka imtisal etmesi lâzımdır.
Fetih sahibi kırân hadislerini tercih hususunda sözü hayli uzatmıştır. Oraya
müracaat et!
TEMBİH: Allâme Abdurrahman imâdî
Menasik'inde temettu'u tercih etmiştir. Çünkü o ifraddan daha faziletli,
kırândan daha kolaydır. Çünkü kırân yapan, her iki hacc ibadetini eda ederken
meşakkatlara katlanır. Kusur işlerse iki ceza kurbanı tâzım gelir. Bizim
gibiler için temettu daha münasiptır. Çünkü hacc ihramını kötü sözler söylemek
vesaire gibi şeylerden korumak için imkân verir. Bu suretle "kendisinde
fuhşiyat konuşmak, sapıklık yapmak ve kavga etmek bulunmayan hacc" diye
tefsir edilen haccı mebrur'u yapması ümit edilir. Çünkükırân ve ifrad haccını
yapanlar, on günden fazla ihramlı kalırlar. İnsan bu müddet zarfında bu
yasaklardan bilhassa hizmetçilerle, şoförlerle kavgadan pek az hâli kalır.
Temettu yapan ise, ancak terviye günü haremden hacc için ihrama girer. Böylece
o iki günde hacc yasaklarından korunmak imkânı bulur. Haccı da inşaallah
kederden salim kalır. Üstadlarımızın üstadı Sihab Ahmed el-Menini, Mensik'inde,
"Bu nefis bir sözdür." demiştir. Bundan, "Haddi zatında kırân
temettudan efdaldir. Lâkin bazen kırân yapanın başına öyle şeyler gelir ki,
temettu'u tercih ettirir. Mesele, kırân yaparak yasak fiillerden kurtulmamakla,
temettu yaparak onlardan kurtulmak arasında deveran ederse, evlâ olan temettu
yapmaktır. Tâ ki haccı salim kalsın ve mebrur olsun. Çünkü o ömürde bir defa
yapılır." demek istemiştir.
Ben derim ki: Bunun bir benzeri de muhakkık
İbn-i Emir Hâcc'dan naklen evvelce arzettiğimiz sözdür ki, O, ihramı bu gibi
illetlerden dolayı mikâtların sonuna bırakmayı daha iyi görmektedir. Bütün
bunlar gösterir ki: "Her kim hacceder de fuhşiyat konuşmaz ilh..."
hadisinden murad, ihramın başlangıcından itibarendir. Çünkü ondan önce hacı
değildir. Nitekim Nehir'de bunun açıklandığını yukarıda arzetmiştik.
«Çünkü hadiste ilh...» Ben bu hadisi bu
lâfızla zikreden görmedim. Evet Hidâye'de şöyle denilmiştir: «Bizim delilimiz,
Peygamber (s.a.v.)'in "Ey Âl-i Muhammed! Hacc ve umre için birlikte
telbiye getirin!" hadisidir.» Fetih sahibi bunu Tahâvî'ye isnat etmiştir.
Âsâr şerhinde Tahâvî şöyle demiştir: «İmam Ahmed Ümmü Seleme hadisinden rivayet
etmiştir. Ümmü Seleme demiştir ki: Ben Rasulullah (s.a.v.)'i, "Ey Âl-i
Muhammed! Haccda umreyo telbiye getirin!" buyururken işittim.» Buhârî'nin
Sahih'inde Hz. Ömer'den bir hadis vardır. Demiştir ki: «Ben Rasulullah (s.a.v.)'!
Akîk vadisinde şöyle buyururken işittim: "Bana bu gece Rabbim azze ve
celle'den biri gelerek, ' Şu mübarek vadide iki rekat hamaz kıl! Ve umre için
de bir hacc! ' dedi"»
Ben derim ki: Hadis Âsâr şerhinde de
böyledir. şarihin söylediği bu hadisten alınmaysa ne âtâ, aksi takdirde bu söz
iki hadisten telfik edilmiştir. 'Buyurdu' fiilinin zamiri 'gelene' değil
Peygamber (s.a.v.)'e aittir.
METİN
Bir de bu daha meşakkatlidir. Doğrusu.
Peygamber (s.a.v.) hacc için ihrama girmiş, sonra caiz olduğunu beyan için
umreyi onun üzerine getirmiş, bu suretle kırân yapmıştır. Kırândan sonra efdal
olan temettu'dur. Daha sonra ifrad gelir. Kırân lügatta iki şeyi biraraya
getirmektir. Şer'an ise hacc ve umre için birlikte ihlâl yapmak, yani yüksek
sesle telbiye getirmektir. Bu hakikaten olduğu gibi, hükmen de olur. Evvelâ
umreye ihramlanır, sonra umre için dört şavt tavaf etmeden hacca niyetlenir.
Yahut aksini yapar. Umrenin ihramını, tavaf-ı kudûmu yapmadan hacc üzerine
getirir. Velev ki kötülük işlemiş olsun. Yahutbaşladıktan sonra getirir, velev
ki ceza kurbanı lâzım gelsin. İhlâli mikâttan yapar. Çünkü kırâna niyet eden
kimse, ancak uzaklardan gelendir. Yahut hacc aylarında mikâttan önce yahut hacc
aylarından önce yapar.
İZAH
«Bir de bu daha meşakkatlidir.» Çünkü
ihramı daha devamlıdır. ibadete daha yakındır. Bunda iki ibadeti biraraya
getirmek vardır. Bunu Minah'tan Tahtavî nakletmiştir.
«Doğrusu ilh...» Bu sözü Bahır sahibi
Nevevî'den nakletmiştir. T.
«Caiz olduğunu beyan için» demesi, bunu
yapmak mekruh olduğu içindir. Nitekim gelecektir. T. Bu. şâfiîlerce da
mekruhtur. Nasıl ki Bahır'da Nevevî'den nakledilmiştir.
«Kırândan sonra efdal olan temettudur.»
Yani hedy kurbanı göndersin göndermesin her iki suretiyle temettu efdaldir. T.
«Sonra ifrad gelir.» Yani yalnız hacc yapmak,
yalnız umreden efdaldir. Nehir'de böyle denilmiştir. T.
«Kırân lügatta iki şeyi biraraya
getirmektir.» Yani haccla umreyi veya başka iki şeyi biraraya getirmektir.
«Yüksek sesle telbiye getirmektir,»
cümlesi, ihlâlin hakikatini tefsirdir. Yoksa burada ondan murad, niyetle
birlikte telbiyedir. Buna ' ihlâl ' demesi, yüksek sesle yapılması müstehap
olduğu içindir. Bahır.
«Bu, hakikaten olduğu gibi hükmen de olur.»
Aynı zamanda ihram yönünden ikisini birarada bulundurmak hakikaten ihlâldir.
Birinin ihramını diğerinden sonraya bırakarak, her ikisinin fiillerini baraber
yapması da hükmen ihlâldir. Bu, iki ihramı hükmen birarada yapmak sayılır.
Lübab'da kırân için yedi şart sayılmıştır.
Birincisi, hacc için ihrama umrenin bütün
tavaflarını veya ekserisini yapmadan girmektir. Ekseri tavaflarını yaptıktan
sonra ihramlanırsa kırân yapmış sayılmaz.
İkincisi, hacc için umreyi bozmadan ihrama
girmektir.
Üçüncüsü, umre için Arafat'ta vakfeden önce
tam tavaf yahut tavafın ekserisini yapmış olmalıdır. Umre tavafını yapmadan
zevâlden sonra Arafat'ta vakfe yapsa umresi ortadan kalkar. Kırânı da bâtıl
olur. Kendisinden kırân kurbanı sâkıt olur. Eğer tavafın ekserisîni yapar da
sonra vakfeye giderse. kalan kısmını tavaf-ı ziyaretten evvel tamamlar.
Dördüncüsü, ikisini de bozulmaktan
korumaktır. Vakfeden ve umre tavafının ekserisini yapmadan cima ederse kırânı
bâtıl olur. kurban da sükût eder. Kurbanı beraberinde götürmüşse, onu nasıl
isterse öyle yapar.
Beşincisi, umre tavafının hepsini veya
ekserisini hac aylarında yapmaktır. Ekserisini hacc aylarından önce yaparsa
kırân yapmış sayılmaz.
Altıncısı, âfâkî (uzaktan gelen) olmaktır.
Velev ki hükmen âfâkî sayılsın. Mekkeliye kırân yoktur. Meğer ki hacc
aylarından önce uzaklara çıkmış olsun.
Yedincisi, haccı kaçırmamaktır. Haccı
kaçırırsa kırân yapmış sayılmaz. Kurban da sâkıt olur. Ama kırân sahih olmak
için ailesinin yanına dönmemek şart değildir. Binaenaleyh Kûfelinin umre
tavafından sonra ailesinin yanına dönmesi sahihtir. Tamamı Lübab'tadır.
«Sonra umre için dört şavt tavaf Gitmeden
hacca niyetlenir.» şayet dört şavt tavafı yapar da sonra hacca ihramlanırsa,
söylediğimiz gibi kırân yapmış olmaz. Eğer tavafı hacc aylarında olmuşsa,
temettu yapmış sayılır. Tavafı hacc aylarından önce ise, ne kırân yapmış
sayılır ne de temettu. Nitekim Lübab şerhinde beyan edilmiştir.
«Velev ki kötülük işlemiş olsun.» Yani
kötülüğü az olduğu, bir de umresini terk etmek vâcip olmadığı için ona şükür
kurbanı gerekir. Lübab şerhi.
«Yahut başladıktan sonra getirir.» Velev ki
başladıktan az sonra veya tamamladıktan sonra getirsin. Bu getirmenin, tıraştan
önce veya sonra olması birdir. Velev ki teşrik günlerinde, velev ki tavaftan
sonra olsun. Çünkü üzerinde bazı hacc vâcipleri kalmıştır. Bu suretle ikisini
fiilen biraraya getirmiş olur. Esah olan, umreyi terketmenin vücubudur.
Kendisine ceza kurbanı ile kaza lâzım gelir. Terketmezse, ikisini birarada
yaptığı için cebir kurbanı lâzım gelir. Nitekim Lübab şerhinde beyan
edilmiştir. Bu meselenin tafsilâtı, cinâyetler bâbının sonunda gelecektir.
«Çünkü kırâna niyet eden kimse ancak
uzaklardan gelendir» Yani uzaktan gelen kimse ancak mikâttan yahut daha önceden
ihrama girer. İhramsız mikâtı geçmesi helâl olmaz. Hattâ geçer de sonra
ihramlanırsa. ihramlı olarak mikâta dönmedikçe ceza kurbanı lâzım gelir.
Nitekim mikâtı ihramsız geçme babında gelecektir. H. Hâsılı ihrama girmek.
mikât ta olduğu gibi daha önce ve daha sonra da olabilir. Lâkin bununla
kayıtlaması, kırânı ancak uzaktan gelenin yapacağını bildirmek içindir. Bahır
sahibi, "Bu, Zeylâî'nin ifadesinden daha güzeldir. O, mikâtla kayıtlamanın
ittifâkî olduğunu söylemiştir." demiştir.
«Yahut hacc aylarında mikâttan önce ihrama
girer.» Velevki ailesinin haneciğinden geçsin. Yapabilen için bu efdaldir. Aksi
takdirde mekruh olur. Nitekim geçmişti. Yahut hacc aylarından önce ihrama
girer. Lâkin yine evvelce geçtiği vecihle, ihrama zaman itibariyle mikâttan
önce girmek mutlak surette mekruhtur. Bu söylediklerimiz ihram hakkındadır.
Diğer hacc fiillerine gelince: Bunları hacc aylarında eda etmek mutlaka
lâzımdır. Nitekim az yukarıda arzetmiştik. Meselâ, umre tavafının ekserisini,
sa'yinin ise bütününü ve hacc için sa'yı bu aylarda eda etmelidir. Lâkin
Muhit'te beyan edildiğine göre, kırânda umre şavtlarının ekserisini hacc
aylarında yapmak şart değildir. Galiba bunun dayandığı delil, İmam Muhammed'den
rivayet edilen şu sözdür: «Bir kimse umresi için ramazanda tavaf edersekırân
yapmış olur. Ama umresi için hacc aylarında tavaf etmediyse kurban kesmesi
vâcip olmaz.» Fetih sahibi buna cevap vermiş; "Bu rivayetteki ' kırân '
sözü. ' biraraya getirmek ' mânâsınadır. Şer'î kırân değildir. Şu delil ile ki,
o kimse şer'î mânâdaki kırânın lâzımını nefyetmiştir. Bu lâzımdan murad, şükür
kurbanı gerekmesidir. Şer'î lâzımı nefyetmek ise melzumunu nefy sayılır."
Meselenin tamamı Bahır'dadır. Lâkın Lübâb şarihi şunları söylemiştir: «Bana
öyle geliyor ki, o kimse şer'î mânâda kırân yapandır. Nitekim İmam Muhammed'in
ve diğer ulemanın 'kırân yapmıştır ' demelerinden de hatıra gelen budur. Bir de
şu delil ile ki, o kimse yasak fiillerden birini işlerse cezası müteaddit olur.
Şu kadar var ki, şükür kurbanı kesmesi lâzım gelmez. Çünkü yaptığı iş sünnet
vecihle olmamıştır.»
METİN
Namazdan sonra, "Allahım! Ben hacc ve
umre yapmak istiyorum. Onları bana kolaylâştır ve onları benden kabul
eyle!" der. Fiilde umre önce yapıldığı için, zikirde de onu evvel söylemek
müstehaptır, ve evvelâ vâcip olarak umre tavafını yapar. Hattâ hacc için niyet
ederse, tavaf ancak umre için olur. Tavaf yedi şavttır. İlk üçünde ramel yapar.
Sonra tıraş olmaksızın sa'yi yapar. Tıraş olursa umresinden çıkmış olmaz. Ama
kendisine iki kurban tâzım gelir. Sonra ifrad haccından geçtiği gibi hacceder,
tavafı kudûm yaparak ondan sonra ailesine sa'yi yapar. Her iki tavafı peşpeşe
yapar da sonra ikisi için sa'yi yaparsa caizdir. Fakat kötülük işlemiş olur.
Ama ceza kurbanı lâzım gelmez.
İZAH
«Müstehaptır» Musannıfın bu sözü geriye
bırakması, kırân yapan kimse hakkında umrenin hacca tâbi olduğunu anlatmak
içindir. Onun için umrenin sa'yini yaptıktan sonra sırf tıraş olmakla
ihramından çıkamaz. Kuhistânî.
«Ve evvetâ vâcip olarak umre tavafını
yapar.» Çünkü Teâlâ Hazretleri, "Her kim umre ile hacca temettu ederse
ilh..." buyurarak haccı gâye kılmıştır. O hem Kuran'ın ıtlakıyla müt'a
mânâsındadır, hem de Ashâb'ın örfü ile, Onların örfüne göre müt'a şer'î mânâda
kırânla müt'aya şâmildir. Nitekim Fetih sahibi bunu tahkik etmiştir.
«Hattâ tavafı hacc için niyet ederse, ancak
umre için olur.» Zira arzetmiştik ki bir kimse tavafı vaktinde yaparsa, o
vaktin tavafı olur. Onu niyet etsin etmesin hüküm budur. Bu bâbın sonunda
şarihin ifadesinde de gelecektir.
«Tavaf yedi şavttır.» Ama bunların ya
hepsinin. yahut ekserisinin yukarıda arzettiğimiz gibi hacc ayları içinde
yapılması şarttır.
«İlk üçünde ramel yapar.» Yani bütün
tavafında iztıbâ'da yapar, sonra iki rekat tavaf namazını kılar. Lübab ve
Şerhi.
«Tıraş olmaksızın...» Çünkü o kimse bütün
umre fiillerini tamamıyla yapmış da olsa, haccaihramlı olduğu için, umreden
çıkması menedilmiştir. Binaenaleyh ihramdan çıkması hacc fullerini de
tamamlamasına bağlıdır. Lübâb Şerhi.
«Kendisine iki kurban lâzım gelir.» Çünkü
iki ihrama cinayet işlemiştir. Bahır. Zâhir olan budur. Bunun hilâfına olarak
Hidâye'de, "Bu, hacc ihramı üzerine cinayettir." denilmiştir. Nitekim
Nehir sahibi izahetmiştir.
«Ondan sonra dilerse sa'yi yapar.» Yani
dilerse tava-ı ifâzadan sonra sa'yi yapar. Kırân yapan için birincisi efdal,
yahut sünnettir. Başkaları bunun hilâfınadır. Çünkü kırân yapanın sa'yini
geciktirmesi efdaldir. Burada hilâf vardır. Nitekim arzetmiştik.
TEMBİH: Anlaşıldı ki, önceden sa'yi
yaptıysa tavaf-ı kudûmda iztıbâ ve ramel yapacaktır. Nitekim Lübâb'da bu
açıklanmıştır. Şarihi Aliyyü'l-Kâri diyor ki: «Cumhur'un kabul ettikleri şudur:
Arkasından sa'y yapılan her tavafta ramel sünnettir. Kirmâni bunu nassan beyan
etmiş, kırân bâbında, tavaf-ı kudûmu yapar, onda da ramelle yürür. Çünkü bu
ardından sa'y yapılan bir tavaftır.» demiştir. Hizânetü'l-Ekmel'de de böyle
denilmiştir. Ramel sadece umre tavafı ile, tavaf-ı kudûmde yapılır. Yapan kimsenin
ifrad haccına veya kırâna niyet etmesi birdir. Zeylâî'nin Sürûci'nin Gâye adlı
kitabından naklettiğine gelince: Orada. "Kırân yapan kimse umrenin
tavafında ramelle yürüdü ise, tavaf-ı kudûmde ramel yapmaz." denilmişse
de, bu ekseri ulemanın kabul ettiklerine aykırıdır.
«Caizdir» Musannıf bu kelimeyi mutlak
söylemiştir. Binaenaleyh ilk tavafı umre, ikinci tavafı hacc için yani tavaf-ı
kudûm olmak üzere; yahut bunun aksine niyet etse veya mutlak olarak tavafı
niyet edip tayin etmese; yahut başka bir tetavvu tavafını niyet etse, bu
suretlerinin hepsine şâmil olur ve birinci tavaf umre için, ikincisi kudûm îçin
olur. Nitekim Lübâb'da böyle denilmiştir.
«Fakat kötülük işlemiş olur.» Yani umrenin
tavafını geciktirdiği, tavafı tahiyyeyi ondan önce yaptığı için kötülük işlemiş
olur. Hidâye.
«Ama ceza kurbanı lâzım gelmez.» İmameyn'e
göre lâzım gelmediği zâhirdir. Çünkü hacc fiillerinde takdim ve tehir onlara
göre ceza kurbanı icabetmez. İmam-ı Azam'a göre ise tavaf-ı tahıyye sünnettir.
Terkrinden dolayı kurban gerekmez. Onu öne almak ise evleviyetle kurban
icabetmez. Sa'yi başka bir amelle geri bırakmak ceza kurbanı gerektirmez.
Tavafla meşgul olurken geciktirmek de öyledir. Hidaye.
METİN
Kırân için bayram günü taşları attıktan
sonra kurban keser, çünkü tertip vâciptir. Bu bir şükür kurbanıdır. Binaenaleyh
ondan yer. Kurban kesmekten âciz kalırsa üç gün oruç tutar. Velevki dağınık
günlerde olsun. Aslını îfâya imkân bulurum ümidiyle bu günlerin sonunu arefeye
bırakmak menduptur. O günden sonra oruç kâfi gelmez. Minâh sahibinin
Bahır'daolduğu gibi "bu efdali beyandır" demesi söz götürür.
İZAH
«Kurban keser» Yani ya bir koyun, ya bir
deve veya devenin yedide birini kurban eder. Yedi kişinin hepsinin ibadete
niyet etmeleri mutlaka lâzımdır. Velevki cihetler muhtelif olsun. Hattâ
içlerinden biri et için kesse caiz olmaz. Nitekim kurban bahsinde gelecektir.
Deve sığırdan. sığır da koyundan efdaldir. Hâniyye ve diğer kitaplarda böyle
denilmiştir. Nehir. Bahır'da şu cümle ziyade edilmiştir: «Sığıra iştirak etmek
koyun kesmekten efdaldir.» Şurunbutâliyye'de Vehbâniyye'ye uyularak bu
ortaklık, "inekten alacağı hisse, koyunun kıymetinden daha fazlaysa"
diye kaydedilmiştir. Ulemanın buradaki 'iştiraki' mutlak söylemeleri, cinayet
kurbanı ile şükür kurbanı arasında fark gözetmeksizin caiz olduğunu gösterir.
Ama Bahır'ın sözü buna muhaliftir. O bu cevazı şükür kurbanına tahsis etmiştir.
Nitekim açıklaması cinayetler bâbının başında gelecektir. Lübâb sahibi diyor
ki: «Kurban kesmenin vâcip olması için şartları; kudreti olmak, kırânın sahih
olması, akıl, bülûğ ve hürriyettir. Binaenaleyh köleye oruç vâcip olur. Fakat
hedy kurbanı vâcip olmaz. Bu kurban zaman ve mekâna da mahsustur. Zamanı,
kurban bayramı günleri. mekânı da Harem'dir. Kurban gününden murad, Cemre-i
Akabe'de taşları attıktan sonra ve tıraş olmazdan öncedir.» Lübâb'ın ibâresi,
"Taş atmakla tıraş olma arasında kesmek vaciptir." şeklindedir.
«Çünkü tertip vâciptir.» Yani evvelâ taş
atmak, sonra kurban kesmek, sonra tıraş olmak suretiyle üçünü tertip üzere
yapmak vâciptir. Tavafa gelince: Onu bunlardan hiçbirinin üzerine tertip etmek
vâcip değildir. İfrad haccı yapana kurban yoktur. Onun taş atmakla tıraş olmak
arasında tertibe riayeti icabeder. Nitekim bunu Haccın vâciplerinde
arzetmiştik.
«Bu bir şükür kurbanıdır. » Yani bir
yolculukla hacc aylarında Allah Teâlâ iki ibadeti biraraya getirmeye muvaffak
kıldığı için şükür kurbanıdır. Lübâb.
«Binaenleyh ondan yer.» Cinayet kurbanı
bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir. Bu kurbandan bir şey tasadduk etmek
vâcip değildir. Ama üçte birini sadaka olarak vermek, üçte birini yemek, üçte
birini de biriktirmek yahut hediye etmek müstehaptır. Lübâb.
Lübab şarihi diyor ki: «Son zikrettiği
ikincinin bedelidir. Velevki Bedâyi'nin zâhirinden. üçüncünün bedeli olduğu
anlaşılsın.»
«Kurban kesmekten aciz kalırsa...» Meselâ
kurbanlık satın alacak kadar parası kalmamışsa, kendi milkinde de kurbanlık
yoksa, üç gün oruç tutar. Lübâb. Buradaki zenginliğin sınırı bundan bilinir.
Burada daha başka kaviller de vardır. Zahîriyye'nin sözünden anlaşıldığına
göre, zenginlik ve fakirlik hususunda muteber olan Mekke'dir, Çünkü kurbanın
kesileceği yer orasıdır. Nitekim bunu birisi Sindî'nin Mensîk-i Kebîr'inden
nakletmiştir.
«Velev ki dağınık günlerde olsun.» cümlesi,
peşipeşine tutmanın lâzım olmadığına işarettir. Yedi gün oruçta da hüküm budur.
Bu söz aynı zamanda her iki oruçta peşpeşe tutmanın efdal olduğuna işarettir.
Nitekim Lübâb'da beyan edilmiştir.
«Arefeye bırakmak menduptur.» Yedinci,
sekizinci ve dokuzuncu günleri oruç tutar. Lübâb şarihi diyor ki: «Lâkin bu onu
Arafat'a çıkmaktan, vakfe yapmaktan ve dualardan zayıf düşürecekse, orucu bu
günlerden önce tutması müstehap olur. Hattâ bu günle»'de vazifesini yapmaktan
zayıf düşecekse, oruç tutmasının mekruh olduğunu söyleyenler bile vardır.» Fetih
sahibi, "Bu kerahet tenzihidir. Meğer ki ahlâkını kötüleştirerek onu haram
irtikâbına götürmüş olsun." diyor.
«Aslını îfâya imkân bulurum ümidiyle...»
demesi, o kimse üç günü yedinci günden önce tutmuş olsa, aslına kâdir olmak
ihtimali olduğundandır. Bu takdirde kurban kesmesi vâcip olur. Orucu hükümsüz
kalır. Bundan dolayı orucu o günlere geciktirmek mendup olur. Bazı nüshalardan
bu cümle düşmüştür.
«O günden sonra oruç kâfi gelmez.» Çünkü
bayram gününden sonraya bırakmıştır. Asıl onun üzerine taayyün eder. Bu cümleyi
zikretmemek daha iyidir. Çünkü musannıf onu. "üç günü kaçırırsa kurban
kesmesi taayyün eder" sözüyle ifade etmişti.
«Söz götürür.» Şarih burada Nehir sahibine
tâbi olmuştur. O şöyle demektedir. «Bu, söz götürür. Çünkü musannıfın, "Bu
günlerin sonu arafe" demesi, iki şeye delâlet eder: Birincisi; o günleri,
yedinci günle onu takibeden günlerden önce tutmaz. İkincisi; orucu bayram
gününden sonraya bırakmaz. Birincisi mendup, ikincisi vâciptir.» Musannıf
ikinciyi açıklayarak, "üç günü kaçırırsa kurban taayyün eder"
dediğine göre. Minâh sahibi Bahır'a uyarak "sonu arefe olur" sözü,
vâcibi değil mendubu beyandır demekle yetinmiştir. Lâkin burada şöyle itiraz
olunabilir: «Üç günü kaçırırsa» sözü, fâi tefrîiyye ile zikredilmiştir ki,
"sonu" sözünden maksat, vâcibi beyan olduğunu gösterir. O da
gecikmenin bulunmamasıdır. Halbuki en mühimi odur. Onun için şarih mendubu
tembih ziyadesini yapmıştır.
METİN
Farz veya vâcip olan haccın günlerini
tamamladıktan sonra da nerede isterse yedi gün oruç tutar. Bu, teşrik
günlerinin geçmesiyle olur. Ama teşrik günlerinde oruç tutması kâfi değildir.
Çünkü Teâlâ Hazretleri, "Döndükten sonra da yedi gün" yani hacc
fiillerini bitirdikten sonra da yedi gün oruç tutsun buyurmuştur. Bu âyet,
vatanı Mina olana veya Mina'yı vatan ittihaz edene şâmildir.
Üç günü kaçırırsa kurban kesmesi taayyün
eder. Buna kudreti olmazsa, iki kurban borcu olduğu halde ihramdan çıkar.
Kurban günlerinde tıraş olmadan kurban kesmeye kâdir olursa orucu bâtıl olur.
İZAH
«Bu» Yani zikredilen tamamlama teşrik
günlerinin geçmesiyle olur. Çünkü o günlerin üçüncüsü o günde Mina'da oturan
için taş atma günüdür.
«Çünkü Teâlâ Hazretleri ilh...» cümlesi,
"nerede isterse" sözünün illetidir. Onu sözün gelişi göstermektedir.
Ama istidrake illet yapmak da caizdir. Çünkü Teâlâ Hazretleri oruç vakti olarak
haccın bitmesini göstermiştir. Haccın bitmesi ise ancak teşrik günlerinin
geçmesiyle olur. Bütün bu sözler ulemamızın ' rücûu ', "Hacc fiillerini
bitirdikten sonra" diye tefsir etmelerine göredir. Çünkü o kimsenin
vatanına dönüşünün sebebi budur. Demek ki mecazen müsebbep zikredilmiş, sebep
muradolunmuştur. Vatanına hakikaten dönmesi muradedilmemiştir. Nasıl ki Şâfiî
buna kaildir. O bu orucun Mekke'de tutulmasını caiz görmemiştir. Bizim 'rücûu'
mecaz mânâsına almamız, ittifâkî bir meseleden dolayıdır. Mesele şudur: "0
kimsenin hiç vatanı olmasa, bu âyetle o günlerin orucunu tutması kendisine
vâcip olur. Meselenin tamamı Fetih'tedir. Hâsılı şudur: Şâfiî'nin tefsiri
muttarid ve umumi değildir. Binaenaleyh mecaze gitmek gerekir. İbn-i Kemâl'in
Hidâye şerhindeki iddiasına göre en doğrusu, hakiki mânâya hamletmektir ki, o
da hacc fiillerini bitirerek Mina'dan dönmektir. Çünkü haccın zikri
geçmiştir." Nehir sahibi buna itiraz etmiş, "Bu da muttarid ve umumi
değildir. Çünkü hüküm Mina'da oturana da şâmil olmaktadır. Mina'dan dönmek ise
ancak hacc işlerini bitirmekle olur. Binaenaleyh ulemanın söyledikleri
evlâdır." demiştir. Şarih "Vatanı Mina olana veya Mina'yı vatan
ittihaz edene şâmildir" diyerek buna işaret etmiştir.
Ben derim ki: Lâkin Fetih sahibinin
söylediğine göre, yedi gün orucunu, vâcip olan hacc fiillerini bitirdikten
sonra Mina'dan dönmeden tutmak caiz değildir. Çünkü bu oruç. âyette dönüş
ta'lîk edilmiştir. Şarta bağlanan bir şey şart bulunmadan yok demektir.
«Üç günü kaçırırsa» Yani üç gün orucu
tutmaz da, kurban bayramı günü girerse, kurban kesmesi taayyün eder. Çünkü oruç
kurbanın bedelidir. Ayet onu hacc vaktine tahsis etmiştir. Bahır.
«Buna kudreti olmazsa» Yani kurbana gücü
yetmezse tıraş olmak veya saçını kısaltmak suretiyle ihramdan çıkar.
«İki kurban borcu olduğu halde ihramdan
çıkar.» Bunlardan biri temettu kurbanı. diğeri de vaktinden önce ihramdan
çıktığı için ceza kurbanıdır. Bunu Bahır sahibi Hidâye'den nakletmiştir, tamamı
Bahır'da ve bizim Bahır üzerine yazdığımız hâşiyededir.
«Oruç bâtıl olur» Yani orucunun hükmü bâtıl
olur ki, o da vaktinde tıraş olmak veya sac kısaltmak suretiyle ihramdan
çıkmanın mübah olması için kurban yerini tutmasıdır. Çünkü burada asıl olan
hedy kurbanıdır. Ondan önce ihramdan çıkmak caiz değildir. Zira yukarıda
geçtiği vecihle aralarında tertip vâciptir. Binaenaleyh oruçtan maksat, tıraş
olmak veya sackısaltmak suretiyle ihramdan çıkmanın mübah olmasıdır. İhramdan
çıkmadan aslı yapmaya kâdir olursa, aslı vâcip olur. Çünkü halefi ile maksat
hâsıl olmadan aslına muktedir olmuştur. Nitekim teyemmüm eden bir kimse vakit
içinde o teyemmümle namazı kılmadan suyu kullanmağa kâdir olursa abdest alır.
Ama kurban kesmeye tıraş olduktan sonra yahut tıraş olmazdan önce fakat kurban
günleri geçtikten sonra kâdir olursa, hüküm bunun hilâfınadır. Bundan dolayı
Fethu'l-Kadîr sahibi şöyle demiştir: «Eğer üç gün içinde veya üç gün geçtikten
sonra bayram gününden önce kurban kesmeye kâdir olursa, kurban lâzım gelir;
oruç sâkıt olur. Çünkü oruç haleftir. Halefte, hüküm eda edilmezden önce aslına
kâdir olursa halef bâtıl olur. Tıraş olmazdan ve yedi gün orucu kurban
günlerinde veya onlardan sonra tutmazdan önce kurban kesmeye kâdir olursa,
kurban kesmesi lâzım gelmez. Çünkü tıraş olmakla ihramdan çıkmıştır. Aslın
bundan sonra bulunması, halefin hükmünü bozmaz. Nasıl ki teyemmümle namaz kılan
kimse suyu namazdan sonra görse, namazı tekrar kılması gerekmez. Keza kurban
günleri geçinceye kadar kurban kesmeye imkân bulamasa da sonra imkân bulsa
hüküm yine böyledir. Çünkü kurban günleriyle sınırlanmıştır. O günler geçince
maksat yani ihramdan çıkmak kurbansız hâsıl olmuştur. Sanki evvelâ ihramdan
çıkmış, sonra kurbanlık bulmuştur. Vakti içinde oruç tutar da aynı zamanda
kurban imkânı da bulursa bakılır: Kurbanlık kurban gününe kadar mevcut kalırsa
oruç kâfi değildir. Çünkü asıla kudret hasıl olmuştur. Kesmeden kurbanlık helâl
olursa caizdir. Çünkü asıldan aciz kalmıştır. Binaenaleyh muteber olan,
ihramdan çıktığı vakittir.» Bu ibarenin benzeri de Kadıhan'ın Câmi şerhinde,
Muhi
«Şurunbulâlî'nin Bediatü'l-Hedy...» adını
verdiği bir risalesi vardır ki onda bu kitapların söylediklerine muhalefet
etmiş; kurban günlerinde bulunursa tıraş olsun olmasın kurban vâciptir
iddiasında bulunmuştur. Delili. ulemanın, "Acz ve kudret hususunda bayram
günleri itibara alınır." sözleridir. Ulema bundan sonra orucu kurban
yerine geçirmek için tıraş olmamayı şart koşmamışlardır. Şurunbulâlî şunu da
iddia etmiştir: «Fetih sahibi ile başkalarının sözleri, asıl olarak kurbanla
ihramdan çıkılacağını; halef olarak da tıraşla çıkılacağını ve tıraşın
kurbandan halef olduğunu göstermektedir.» Sana gizli değildir ki, Fetih
sahibinin sözlerinde böyle bir şey yoktur. Nakledilen delile tâbi olmak
vâciptir. Binaenaleyh bir risaleye itimat edilemez. Ben onun üzerine yazdığım
hâşiyenin birçok yerlerinde, içindeki hatalı yerleri beyan ettim.
METİN
Kırân yapan kimse umre tavafının
ekserisinden önce Arafat'ta vakfe yaparsa, umresi bâtıl olur. Velev kudûm veya
tetavvu tavafı niyetiyle olsun. Dört şavt yapmış olursa, umresi bâtıl olmaz.
Onu bayram günü tamamlar. Kaide şudur: içinde bulunduğu fiil cinsinden bir şeyi
ofiille elverişli bir vakitten yaparsa, ondan sayılır. Ve umreye başlamış
bulunduğu için kazası gerekir. Umreyi bıraktığından dolayı terk kurbanı vâcip
olur. Kırân sâkıt olur. Çünkü iki ibadete muvaffak olamamıştır.
İZAH
«Vakfe yaparsa» Yani zevâlden sonra
Arafta'ta durursa demektir. Çünkü daha önce durmanın itibarı yoktur. 'Durursa'
diye kayıtlaması, mücerret Arafat'a yönelmekle umresini terk etmiş olmadığı
içindir. Sahih olan budur. Tamamı Bahır'dadır.
«Umresi bâtıl olur.» Çünkü onu eda etmeye
imkân kalmamıştır, Zira umre fiillerini hacc fiilleri üzerine bina etmiş olur
ki bu, meşruun hilâfınadır. Bahır.
«Umresi bâtıl olmaz.» Çünkü onu rüknüyle
yapmıştır. Kalan yalnız az sayıdaki vâcipleri, bir de sa'ydir. Bahır.
«Onu bayram günü tamamlar.» Yani tavafı
ziyaretten önce yapar. Lübâb.
«İçinde bulunduğu fiil cinsinden...» Yani
kudûme veya tetavvua diye niyet ettiği tavaf gibi bir fiili, o fiile elverişli
bir vakitte yaparsa, yaptığı iş ondan sayılır. Bu kaidenin ferîlerini tavaf-ı
saderde beyan etmiştik.
«Kazası gerekir» Yani teşrik günlerinden
sonra kaza eder. Lübâb Şerhi. Yukarıda arzetmiştik ki, mekruh olan, umreyi bu
günlerde yeniden yapmaktır. Sabık ihramla onu bu günlerde yapmak mekruh
değildir.
«Başlamış bulunduğu için» demesi, başlamak
nezir etmek gibi mülzim olduğu içindir. Bahır.
«Terk kurbanı vâcip olur.» Çünkü tavafsız
ihramdan çıkan herkese ceza kurbanı lâzım gelir. Buna muhsar misâl
gösterilebilir. Bahır.
«Çünkü iki ibadete muvaffak olamamıştır.»
Yani umresi bâtıl olduğu için iki ibadeti birden yapamamıştır. Nitekim
biliyorsun. Binaenaleyh o kimse kırân yapmış sayılamaz.
METİN
Temettü lügatta, ' meta ' veya ' müta 'dan
alınma bir kelimedir. (Faydalanmak mânâsına gelir.)
Şeriatta; umreyi yahut onun ekseri
şavtlarını hacc aylarında yapmaktır. Şavtlarının az kısmını, mesela ramazanda
yapar da sonra kaIanları şevvâl ayında tavaf ederse, o sene haccettiği takdirde
temettu haccı yapmış olur. Fetih. Musannıf, "Nüshalar bu tarife
çevrilmelidir!" demiştir.
İZAH
Musannıfın temettuyu kırânın arkasından
zikretmesi, iki ibadetten istifade mânâsında birleştikleri içindir. Kırânı
faziletinden dolayı öne almıştır. Nehîr.
«Şeriatta, umreyi...» Yani onun tavafını
hacc aylarında yapmaktır. Çünkü sahih kavle göre sa'y, haccda olduğu gibi
umrede rükün değildir. Şarihin, "o sene haccederse" sözü, tarifin
tamamındandır. Bununla, ihram umresinin hacc aylarında olmasının şart
kılınmadığına, keza temettuun umreye ihramlandığı sene yapılmasının şart
olmadığına işaret etmiştir. Şart olan, umreyi yaptığı yıl ihramlı bulunmaktır.
Hattâ umreye ramazanda ihramlanır da gelecek senenin şevvaline kadar ihramlı
kalarak o sene haccederse, temettu haccı yapmış olur. Nitekim Fetih'te de böyle
denilmiştir.
TEMBİH : Lübâb'da zikredildiğine göre
temettunun onbir şartı vardır.
Birincisi: Hacc aylarında umre için tam
olarak veya ekseri şavtlarını yapmak suretiyle tavaf etmek.
İkincisi: Umre ihramını hacc ihramından
önce yapmak.
Üçüncüsü: Umre için hacc ihramından önce
tam olarak veya ekseri şavtlarını yapmak suretiyle tavaf etmek.
Dördüncüsü: Umreyi bozmamak. Beşincisi:
Haccı bozmamak.
Altıncısı: Sahih olarak ailesinin yanına
dönmemek. Nitekim gelecektir.
Yedincisi: Umre tavafının bütünü veya
ekserisi ile hacc bir seferde olmalıdır. Tavafı tamamlamadan ailesinin yanına
döner de sonra tekrar giderek haccederse bakılır: Birinci seferde tavafın
çoğunu yapmışsa temettu hacısı sayılmaz. Tavafın ekserisi bu ikinci sefere
kalmışsa, temettu hacısı sayılır. Meşhur kitaplarda belirtildiğine göre bu,
hassaten îmam Muhammed'in kavline göre şart kılınmıştır.
Sekizincisi: Her ikisini bir senede eda
etmektir. Umre için bu senenin hacc aylarında tavaf eder. Haccı gelecek seneye
bırakırsa temettu yapmış sayılmaz. Velevki aralarında ailesi yanına dönmemiş
yahut ikinci seneye kadar ihramda kalmış olsun.
Dokuzuncusu: Mekke'yi vatan tutmamaktır.
Umre yapar da sonra ebediyyen Mekke'de oturmaya niyet ederse temettu yapmış
olmaz. Ama meselâ iki ay kalmaya niyetlenir dehaccederse, temettu yapmış
sayılır.
Onuncusu: Hacc ayları, o ihramsız olarak
Mekke'de iken veya ihramlı fakat umre tavafının ekseri şavtlannı önceden yapmış
bulunurken girmemelidir. Meğer ki ailesinin arkacığından umre için ihramlanmış
olsun.
Onbirincisı: Uzak beldeler ahalisinden
olmaktır. İtibar yatan tutulan yerdir. Bir Mekkeli meselâ Medine'yi vatan
tutsa. o âfâkî yani uzaktan gelen sayılır. Bunun aksi de Mekkeli sayılır. Bir
kimsenin bunların ikisinde de ailesi bulunur da, her ikisinde müsavi müddet
oturursa. temettu yapmış sayılmaz. Birinde fazla kalırsa hükmün ne olacağını
ulema açıklamamışlardır. Bahır sahibi, "Hükmün çok olana verilmesi
gerekir." demiş. Hızanetü'l-Ekmel sahibi ise mutlak olarak caiz olmadığını
söylemiştir.
«Meselâ»dan murad, ramazanda olsun, başka
bir ayda olsun bu tavafı hacc aylarından önce yaparsa demektir. T.
«O sene haccettiği takdirde» Yani umre için
ihrama girdiği sene değil, tavaf ettiği sene haccettiği takdirde temettu haccı
yapmış olur. Bundan anlaşılır ki, tavafın ekseri şavtlarını hacc aylarından
önce yapmış olsa temettu haccı sayılmaz. Velev ki o sene haccetmiş olsun. Bu
hususta tavafı cünüp veya abdestsiz yapıp da sonra o aylarda tekrar etmesi ile
etmemesi arasında bir fark yoktur. Çünku abdestsizin tavafı, tekrarlamakla
değişmez, cünübün tavafı da böyledir. Tamamı Nehir'de bu bâbın sonundadır.
Fetih ve Nehir sahipleri demişlerdir ki: «Bir kimse hacc aylarından önce umre
için ihramlanarak Mekke'ye girer de temettu yapmak isterse, buna çare, tavaf
etmeyip hacc ayları girinceye kadar beklemektir. Sonra tavaf eder. Çünkü o
kimse ne vakit tavaf ederse, umre tavafı yerine geçer. Sonra hacc ayları
girdiğinde başka bir umre için ihrama girer de aynı yıl haccederse, bütün
imamlarımıza göre temettu yapmış sayılmaz. Çünkü ' Mekkeli ' hükmüne girmiştir.
Buna delil. onun mikatının da Mekkelilerin mikâtı olmasıdır.»
«Nüshalar bu tarife çevrilmelidir.» '
Nüshalar 'dan muradı, mücerret bir metinde bulduğum şu sözdür: «Temettu, hacc
aylarında mikâttan umreye ihramlanarak tavaf etmektir.» Görülüyor ki bunda
ihrama mikâttan girileceğini söylemiştir. Halbuki bu bir kayıt değildir.
Mikâttan önce ve sonra girse de sahihtir. Velev ki mikâta dönmediği takdirde
ceza kurbanı lazım gelsin. Bu tarifte musannıf "hacc aylarında" diye
kayıtlamıştır. Bu da bir kayıt değildir. Bilakis daha önce ihrama girmiş olsa
kerahetsiz sahih olur. Musannıf tavafı da mutlak zikretmiştir. Bunun muktezası,
yaptığı fiillerin hepsinin mutlaka hacc aylarında olmasıdır. Çünkü ihramın hacc
aylarında olmasını şart koşmuştur. Tavaf ancak ihramdan sonra olur. Halbuki
ekseri kısmının o aylar içinde olması kâfidir. Onun için musannıf evvelki
nüshaların, bu itimat ettiği nüshaya çevirilmesini emretmiştir. İtimat ettiği
nüshada temettu, "Umreyi veyaşavtlarının ekserisini hacc aylarında yapmak;
bunun için ya daha önceden ihrama girmiş olmak yahut o aylarda girerek tavaf
etmektir." diye tarif edilmiştir. Minâh'ta nüshanın üzerine bu şekilde
izahat verilmiş; şerhinde dahi aynen zikredilmiştir. Şarihimiz o nüshanın,
"Bunun için ya daha önceden ihrama girmiş olmak yahut o aylarda
girerek" ifadeslni almamıştır.
Ben derim ki: İhtimal mutlak söylemekle
yetindiği için onu almamıştır. Bu tarife dahi şöyle itiraz edilir: «Hacc ile
umrenin ikisine, iki senede yahut bir senede ihrama girer. Lâkin ailesi nezdine
sahih dönüş yaparsa, temettu yapmış sayılmaz.» Şarih ikinci kaydı nazarı
itibara alarak, aşağıda tarifi, "Bir seferde ilh..." diye
kayıtlamıştır. Binaenaleyh musannıfın da Zeylâi'nin dediği gibi, "Sonra o
sene ailesine sahih olarak dönmeden haccetmesidir." demesi gerekirdi.
Lâkin buna da Nehir'de kaydedildiği gibi şöyle itiraz olunur: «Haccı geçiren
kimse umreyle ihramdan çıkmayı şevvale kadar geciktirir de şevvalde umre için ihrama
girer ve o sene haccederse, temettu yapmış olmaz.» Buna da şöyle cevap verilır:
«Musannıfın "umreyi yapmasıdır." demesi bunu tariften hariç bırakır.
Çünkü haccı geçiren kimse umreyi yapmaz. O umreye değil hacca ihramlanmıştı.
Onun ihramdan çıkması, evvelce arzettiğimiz gibi umre fiillerini yapmasıyla
olur.» Bahır'da da burada buna işaret edilmiştir. Mezkûr tarife şöyle de itiraz
edilir: «Ulemanın açıkladıklarına göre, bir kimse bayram günü umre için
ihramlanır da onun fiillerini yapar, sonra aynı gün hacc için ihrama girerek
gelecek seneye kadar ihramda kalır ve haccederse, temettu yapmış olur.» Lâkin
bu itiraz, Zeylâî ile diğer ulemanın, "Sonra haccederse" sözüne karşı
vârit olur. Musannıfın. "Söhra hacc için ihrama girerse" sözüne karşı
vârit değildir. Çünkü onun sözü, umre senesinde ihrama girip haccetmeyene de
şamildir. Zeylâî'nin sözünü dahi ona hamlederek, "Sonra yeniden
haccederse" mânâsına almak" mümkündür.
METİN
Yukarıda geçtiği vecihle tavaf eder, sa'y
yapar; dilerse tıraş olur veya dilerse saçını kısaltır. Telbiyeyi umre icin
yaptığı tavafın başında keser. Ve ihramdan çıkmış olarak Mekke'de kalır. Sonra
terviye günü hakikaten veya hükmen bir olan seferde hacc için ihrama girer.
Hükmen bir seferde sayılması, ailesinin yanına sahih olmayacak şekilde
dönmesidir. Terviye gününden önce ihrama girmesi efdaldir. t
İZAH
"Dilerse" sözü, tıraşla saç
kısaltmanın ikisine de şâmildir. Dilerse ihramlı olarak kalır. H. Bu gösterir
ki, hedy kurbanı göndermeyen temettu hacısına ihramdan çıkmak lâzım değildir.
Nitekim bunu İsbicâbi ile başkaları söylemişlerdir. Hidâye'nin zâhirinden
anlaşılan bunun hilâfıdır. Tamamı Lübâb şerhindedir.
«Telbiyeyi, umre için yaptığı tavafın
başında keser.» Çünkü Peygamber (s.a.v.) umreyaparken Hacer-i Esved'e istilam
yaptı mı telbiyeyi keserdi. Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Nehir.
«Ve ihramdan çıkmış olarak Makke'de kalır.»
Temettu hacısına bu lâzım değildir. Bilâkis Mekke'de oturursa oralılar gibi
hacceder. Mikâtı Harem'dir. Mikâtlardo yahut mikât içinde oturursa oralılar
gibi hacceder. Mikâtı Hill (yanl Harem dışı yerler) dir. Mikâtların dışında
yaşarsa, mikâtlarda ihrama girer. Kuhistânî'de böyle denilmiştir. Şu halde
"Hacc için ihrama girer" sözü, bu tafsılâta göre yürür. T.
TEMBİH: Musannıf bunun, ihramlı olmayan kimse
gibi yapacağını ifade etti. Binaenaleyh hacdan önce aklına geldikçe Kâbe'yi
tavaf eder ve umre yapar.
Lübâb'da umre yapmayacağı açıklanmıştır.
Yani Mekkeli hükmünde olduğuna binaen umre yapmaz. Çünkü Mekkeliye hacc
aylarında umre yasak edilmiştir. Velev ki haccetmesin. Fetih sahibinin sözü bu
mânâya yorumlanmıştır. Bahır sahibi ile diğerleri buna muhalefet ederek,
"O sene haccederse bu kendisine yasaktır." demişlerdir. Tamamı
ileride gelecektir.
«Bir olan seferde...» sözünün üzerine,
"aynı yılda" sözünü ilave etmeliydi ki umre için ihramlanıp bütün
fiillerini yaptıktan sonra, gelecek seneye kadar ihramlı duran ve sonra hacc
için ihrama girip ikisinin arasına sefer katmayan hariç kalsın. Çünkü
böylesine, temettu hacısı denilmez. Nitekim buna işaret etmiştir.
"Hükmen" bir olan sefer
kendisinden Mekke'ye dönmek istenen ve bunu ya hedy kurbanı göndermek yahut
tıraş olmazdan önce ailesine dönmekle yapan kimsedir. Birinci surette,
gönderdiği hedy kurbanı bayram gününden önce ihramdan çıkmasına mânidir. İkinci
surette ise Harem'e dönmek onun üzerine hak olmuştur. Zira Tarafeyn'e göre
Harem'de tıraş olması vâcip; Ebû Yusuf'a göre müstehaptır. Sahih olan ilmam
ise, Harem'de tıraş olduktan sonra ehline dönmek, hedy kurbanı göndermemiş
bulunmaktır. Zira bundan, dönmek matlup değildir. Şârih için evlâ olan,
"Ailesine sahih olarak dönmemektir." demekti. Tâ ki Kûfeli olup da
umre yaptıktan sonra Basra'ya dönene de şâmil olsun. Maksat, seferi esnasında
ailesine dönmemesidir. Binaenaleyh hiç dönmemeye sâdık değildir.
Sonra bilmiş ol ki, şarihin zikrettiğı
sahih ilmamın şartları, ancak uzaktan gelen hakkındadır. Mekkeliye gelince:
Onun hakkında bunlar şart değildir. Onun ilmamı, mutlak surette sahihtir. Çünkü
onun Harem'e haketmeden dönmesi tasavvur edilemez. O ihramdan çıksa da, çıkmasa
da; hedy kurbanı gönderse de, göndermese de Harem'dedir. Onun için temettu
yapması mutlak surette sahih değildir. Nitekim gelecektir.
«Terviye günü ihrama girmesi...»
Mekkelilerin ihram günü olduğundandır. Aksi takdirde arefe günü ihrama girmiş
olsa caizdir. Mi'râc. Lübab sahibi diyor ki: «Efdal olan mescitten ihrama
girmektir. Ama bütün Harem'den girmek caizdir. Mekke'den ihrama girmek,
dışındangirmekten efdaldir. Ama dışından girmek de sahihtir. Velev ki Harem'in
dışından girmiş olsun. Lâkin orada olması vâciptir. Meğer ki bir hacetten
dolayı Harem'in dışına çıkmış da oradan ihrama girmiş olsun. Bu takdirde bir
şey lâzım gelmez. ihrama girmek niyetiyle çıkarsa bunun hilâfınadır.
METİN
Ve ifrad haccı yapan gibi hacceder. Lâkin
tavaf-ı ziyarette ramel yapar ve şayet ihrama girdikten sonra tavafla sa'yi
önceden yapmadıysa sa'yi de yapar. Kırân yapan gibi kurban keser. Bayram
kurbanı bunun yerini tutmaz. Temettu kurbanından âciz kalırsa, kırânda olduğu
gibi oruç tutar. Ve umrenin ihramından sonra üç gün oruç tutması caiz olur.
Lâkin bu hacc aylarında olur. İhramdan önce olmaz. Yukarıda geçtiği vecihle
hedy kurbanı bulurum ümidiyle geciktirmesi efdaldir. Temettu yapan kimse hedy
göndermek isterse, bu daha faziletlidir. Evvelâ ihrama girer. sonra hedy
kurbanını beraberinde götürür. Bu, yederek götürmekten evlâdır. Meğer ki
sürmekle gitmeye. Bu takdirde yedeğinde götürür. Devesine gerdanlık asar. Bu.
onu çullamaktan evlâdır.
İZAH
«Lâkin tavafı ziyarette ramel yapar.» Yani
bu onun haccında yaptığı ilk tavaf olduğundan ramelle yürür. İfrad haccı yapan
bunun hilafınadır. Çünkü o, tavaf-ı kudûmda kırân hacısı gibi ramel yapar.
Nitekim geçmişte Bahır sahibi diyor ki: «Temettu yapana tavaf-ı kudûm yoktur.»
Nitekim Mubtega'da böyle denilmiştir. Yani onun hakkında bu tavaf sünnet
değildir. Kırân yapan bunun hilâfınadır. Çünkü temettu hacısı Mekke'ye
geldiğinde yalnız umre için ihramlı bulunur. Umrenin ise tavaf-ı kudûm ve
tavaf-ı saderi yoktur. O halde istidrak yerindedir.
«Tavafla sa'yi önceden yapmadıysa...» Yani
hacc için ihrama girdikten sonra tetavvu tavafının arkacığından bunları
yapmadıysa demek istiyor. Binaenaleyh bu sözde temettu hacısı için tavaf-ı
kudûm meşru olduğuna delâlet eden bir şey yoktur. Nihâye ve inâye sahiplerinin
anladıkları bunun hilâfınadır. Nitekim Feith'te anlatılmıştır.
«Kırân yapan gibi kurban keser.» Buradaki
teşbih, vücupta ve kırân kurbanında geçen sair hükümler hususundadır.
«Bayram kurbanı bunun yerini tutmaz.» Çünkü
onu kesen, vâcip olmayan işi yapmıştır. Zira misafire kurban yoktur. Temettu
kurbanı diye de niyet etmemiştir. Bayram kurbanı ancak, o niyetle hayvan satın
almak yahut ikamet niyetiyle vâcip olur. Bunlardan biri bulunmamıştır.
Bulunduğunu farzetsek, yine caiz olmaz. Çünkü bunlar başka şeylerdir. Birisi için
niyet etse öteki namına caiz olmaz. Miracü'd-Diraye. Nehir sahibi diyor ki
:«Bunda, müt'a kûrbanının niyete muhtaç olduğunu açıklama vardır.»
Bahır sahibi, "Derler ki: Bu, tavaf-ı
rükünden üstün ve onun misli değildir. Halbuki yukarıdageçtiği vecihle bununla
tetavvuu niyet etse kâfi gelir. Şu halde kurbanın da böyle olması; hattâ evlâ
sayılması gerekir." demiştir. Şurunbulâliyye sahibi buna cevap vererek
şunları söylemiştir: «Kurban günlerinde tavaf vâcip olarak tayin edildiğine
göre, tavafı ne için yaptıysa kurbanın da onun namına olmasına dikkat edilir.
Başkasını niyet etmesi hükümsüzdür. Bayram kurbanı ise o zamanda müt'a gibi
taayyün etmiş belirlenmiştir. Binaenaleyh aynen belli olduğu halde başka kurban
yerine geçmez.»
Aynen belirlenmesinden murad; vâcip
olmasının değil, zamanının belli olmasıdır. Onun için "bayram kurbanı
misafire vâcip değildir" diye itiraz edilemez. Yani bayram kurbanına ancak
bayram günlerinde kesilirse kurban adı verilir. Müt'a kurbanı da öyledir. Onun
zamanı belli olunca, kurban kesmeye niyet ederse müt'a kurbanı yerine geçmez.
Tavaf bunun hilâfinadır. Çünkü nâfile tavafın sınırlı zamanı yoktur. O kimsenin
üzerinde belirli bir tavaf varsa, onunla başka tavafı niyet ettiği vakit vâcip
olan belirli tavafa yorulur. Çünkü o tavaftan sonra nâfile tavaf yapması
mümkündür. Keza borç olan başka bir tavafı niyet ederse, yine vakti gelen
tavafa yorumlanır; öteki hükümsüz kalır. Bu, tertibe riayet içindir. Nitekim
kırân yapan kimse ilk tavafı ile kudûmü niyet etse, umre tavafı yerine geçer.
Nitekim görmüştük.
Rahmetî şöyle cevap vermiştir: «Kurban,
hacc ve umre fıillerinden değildir. Onun için de bunlardan yalnız birini yapana
vâcip olmaz. O, bunların ikisini de ihsan eden Allah'a şükür için vâcip
olmuştur. Şu halde hacc ve umre niyetinde dahil değildir. Onu mutlaka niyet ve
tayin gerekir. Başkasını niyet etse kâfi gelmez. Nitekim mutlak niyet de
böyledir. Tavaflar bunun hilafınadır. Çünkü onlar hacc ve umrenin
fiillerindendir. Onların ihramlarında dahildirler. Binaenaleyh mutlak niyetle caiz
olurlar.»
«Umrenin ihramından sonra üç gün oruç
tutması caiz olur.» Çünkü bu. sebebi vâcip olduktan sonra tutulan bir oruçtur.
Sebebi temettudur. Zira bu, müt'a niyeti üzere yapılan umre İle hâsıl olur.
Şâflî'ye göre hacc için ihramlanmadıkça caiz değildir. Tamamı Muhit'tedir.
«Lâkin bu hacc aylarında olur.» Sözü, oruç
ve ihramla bağlantılıdır. O aylardan önce ihrama girer de onlarda oruç tutarsa
sahih olmaz. Çünkü hacc aylarından önce yapılan umre ihramının sahih
olmasından, orucun sahih olması lâzım gelmez. Bunu Şurunbulâliyye sahibi
söylemiştir.
«Geciktirmesi efdaldir.» Yani orucu,
yedinci, sekizinci ve dokuzuncu günlere bırakması efdaldir. Nitekim kırân
bâbında geçmişti.
«Hedy göndermek isterse ilh...» ifadesi,
temettu'un ikinci kısmıdır. "Bu daha faziletlidir" sözü, birinci
kısımdan efdal olduğunu göstermektedir. Birinci kısımda beraberinde hedy
kurbanı götürmek yoktur. Bunda ise, Rasulullah (s.a.v.)'in fiiline uymak
vardır. T.
«Sonra hedy kurbanını beraberinde götürür.»
Şarih 'sonra' sözüyle, evvelâ niyet ederektelbiye ile birlikte ihrama
gireceğine işaret etmiştir. Zira bu niyetle kurban götürmekten efdaldır. Velev
ki ihram bâbında arzettiğimiz şartlarla sahih olsun.
METİN
Nişan vurmak mekruhtur. Bundan murad,
devenin hörgücünü soldan veya sağdan yarmaktır. Çünkü bunu herkes beceremez.
Sadece deriyi keserek onu güzel yaparsa, nişan vurmakta beis yoktur. Umreyi
yapar, kurbanı kesinceye kadar onun ihramından çıkmaz. Sonra hacc için ihrama
girer. Nitekim kurban götürmeyenler hakkında yukarıda geçmişti. Bayram günü
tıraş olur. Tıraş olduğunda, zâhire göre her iki ihramından çıkar. Mekkeli ve
Mekkeli hükmünde olan, yalnız ifrad haccı yapar. Kırân veya temettu yaparsa
caizdir. Fakat kötülük işlemiş olur. Ve bir tamamlama kurbanı gerekir.
İZAH
«Devenin hörgücünü yarmaktır.» Hörgücü alt
kısmından kan çıkacak şekilde yaralar. Sonra bu kanı hayvanın hörgücüne sürer.
Tâ ki gerdanlık asmak gibi bu da onun hedy kurbanı olduğuna alâmet olsun. Lübâb
ve Şerhi. Kudûrî, hörgücün sağ tarafından yarılacağını tercih etmiştir. Lâkin
daha uygun olan birincisidir. Nitekim Hidâye'de beyan edilmiştir.
«Çünkü bunu herkes beceremez.» Şarih burada
Tahâvî ile Şeyh Ebû Mansur Maturîdî'nin sözlerine göre hareket etmiştir. Onlar,
"Ebû Hanife nişan vurmayı aslâ kerih görmemişti. Bu bâbta meşhur nice
hadîsler varken onu nasıl mekruh sayar? O ancak zamanı halkının nişan vurmasını
kerih görmüştür ki, ondan hayvanın bilhassa Hicaz sıcağında ölmesinden
korkulurdu. Bu takdirde doğru olan görüş, bu kapıyı avam takımına kapamaktır.
Ama haddini bilir de eti kesmeyip sade deriyi keserse, bunda bir beis
yoktur." demişlerdir.
Kirmâni. "Esah olan budur. Kıvamüddin
ile ib-ni Hümam bunu tercih etmişlerdir. Bu işi becerene müstehap oian
budur." demiştir. Lübâb Şerhi. Nehir sahibi, «Bu söz, "İmameyn'in
kavli ile amel olunur; çünkü o daha güzeldir" demeye, hacet
bırakmamıştır.» diyor.
«Umreyi yapar.» Yani tavaf ve sa'y yapar.
Şart, tavafın çoğunu yapmaktır. Nitekim geçti.
«Kurban kesinceye kadar onun ihramından
çıkmaz.» Çünkü kurbanlık götürmek, kurban gününden önce ihramından çıkmaya
mânidir. Tıraş olsa bile ihramından çıkmaz. Ve kendisine ceza kurbanı lâzım
gelir. Meğer ki hedy kurbanını kestikten ve tıraş olduktan sonra ailesinin
yanına döner. Lübâb ve Şerhi. Tamamı oradadır.
Bahır sahibi diyor ki: «Bunun muktezası,
yani tıraş olmakla ceza kurbanı lâzım gelmesinin gereği şudur: O kimseye, ihram
üzerine işlenen her cinayet lâzım gelir. O ihramlı gibidir.»
Ben derim ki: Hattâ Lübâb sahibinin
"ihramdan çıkmaz" sözünün muktezasınca o adam hakikaten ihramlıdır.
Buna ulemanın şu sözleri de delildir: «Hedy kurbanı götürmenin, işe başlarken
ihramı isbat hususunda tesiri olunca, ihramın devam ve bekasında
evleviyetletesiri olur. Çünkü devam ve beka iptidadan daha kolaydır.»
«Sonra hacc için ihrama girer.» Bilmiş ol
ki temettu haccı yapan kimse hacc için ihramlandığı vakit, hedy kurbanı
götürmüşse yahut götürmemiş fakat hacc için umre ihramından çıkmadan
ihramlanmışsa, kırân hacısı gibi olur. Binaenaleyh kusur işlediği zaman kırân
yapana ne lâzım gelirse, buna da o lâzım gelir. Hedy kurbanı götürmemiş de
tıraş olduktan sonra ihrama girmişse, ifrad haccı yapan gibi olur. Yalnız müt'a
kurbanının ve ona ait şeylerin vâcip olmasında ondan ayrılır. Lübâb Şerhi.
«Zâhire göre» Yani zâhir rivayete göre
umrenin ihramı tıraş oluncaya kadar devam eder. Ve artık o ihramdan her hususta
hattâ kadınlar hususunda bile çıkar. Çünkü ihramdan çıkmasına mâni, hedy
kurbanı götürmesiydi. Onu kesmekle bu mâni ortadan kalktı. Kırân yapanda ise,
ihramdan çıkmakla, kadınlardan maada her şey helâl olur. Bu, hacc ihramı
gibidir. İşte hedy kurbanı götüren temettu hacısıyla kırân hacısı arasında fark
budur. Aksi halde hacc için ihrama girdikten sonra. sahih kavle göre
söylediğimiz gibi aralarında fark yoktur. Bahır. Şu halde tıraş olup sonra
tavaftan önce cima ederse, temettu hacısına bir kurban, kırân hacısına iki
kurban lâzım gelir. Bu sözde, "Umrenin ihramı vakfeyle nihayet
bulur." diyenlerin sözünü red vardır. Nitekim bunu Bahır sahibi ile
başkaları izah etmişlerdir.
«Mekkeli hükmünde» olandan murad,
mikâtların iç tarafında yaşayanlardır.
«Yalnız ifrad haccı yapar.» Bu, orada mukîm
olduğu müddetçedir. Oradan çıkarak Kûfe'ye gider de kırân yaparsa, kerahetsiz
sahih olur. Çünkü umresi ve haccı mikâttandır. Ve o kimse uzaklardan gelen gibi
olur. Mahbubî diyor ki: «Bu, Kûfe'ye hacc aylarından önce çıktığına göredir.
Hacc aylarından sonra çıkarsa, kırândan menedilmiştir. Binaenaleyh mikâttan
çıkmakla değişmez.» İnâye'de böyle denilmiştir. Sahih olan Mahbubî'nin
kavlidir. Onu Şeyh Şilbî Kirmânî'den nakletmiştir. Şurunbulâliyye.
Meseleyi kırânla kaydetmesi şundandır: Bu
Mekkeli o yıl hacc aylarında umre yapmış olsa temettu hacısı olmaz. Çünkü hedy
kurbanı göndermemişse, iki ibadetin arasında ailesine dönmüştür. Keza hedy
kurbanı göndermiş de olsa temettu hacısı sayılmaz. Uzaktan gelen âfâkî hedy
kurbanı getirir de sonra ihramlı olarak ailesi nezdine dönerse, bunun hilâfına
olarak temettu hacısı sayılır. Çünkü dönmek ona borç olmuştur. Binaenaleyh
ailesine dönmenin sahih olmasına mânidir. Mekkeliye îse ailesine dönmek borç
değildir. Velev ki hedy kurbanı göndermiş olsun. Binaenaleyh onun ailesine
dönüşü sahihtir. Onun için de temettu hacısı olmaz. Mebsût'tan naklen Nihâye'de
böyle denilmiştir.
«Kırân veya temettu yaparsa caizdir. Fakat
kötülük işlemiş olur ilh...»
Yani kerahetle sahih olur. Çünkü yasak
edilmiştir. Tûhfe. Gâyetü'I Beyan, İnâye, Sirâc ve İsbicâbî'nin Muhtasar-ı
Tahâvî şerhinde hep bu yoldan yürünmüştür. Bilmiş ol kiFethu'I-Kadîr'de beyan
edildiğine göre ulemanın, "Mekkeliye temettu ve kırân yoktur." sözü,
vücudu nefye ihtimallidir. Bunu şu da te'yid eder ki, onlar uzaklardan gelen
hacının sahih ilmamı (ailesine dönmesi), temettu'nun bozduğunu kabul ederler.
Mekkeli ise ailesine dönmüştür. Onun temettu'u da bâtıl olur. Helâl olmayı
nefye de ihtimali vardır. Şu mânâya ki; sahih olur, fakat yaparsa günaha girer.
Çünkü yasak edilmiştir. Şu izaha göre temettu'un sahih olması için ailesine
dönmemesini şart koşmaları, bunun meşru ve şer'an şükrü mucip olacak şekilde
vücudunun şartıdır, mânâsınadır...
Fetih sahibi bu hususta sözü uzatmıştır.
Sözünün ağır bastığı yeri, birinci ihtimali tercih etmesidir. Çünkü o, mezhep
imamlarının sözlerinin muktezasıdır. Bu kavil bazı ulemanın sözlerini nazarı
itibara almaktan evlâdır. Bundan, Tûhfe sahibi ile başkalarını kasdetmiştir.
Hattâ Fetih sahibi hacc aylarında Mekkeliye umrenin yasak olduğunu tercih
etmiştir. Velev ki haccetmesin. Bedâyi'in ibaresinden anlaşılan da budur.
Kemal'den sonra gelen Bahır, Nehir ve Minâh sahipleriyle Şurunbulâli ve Aliyyü'l-Kâri
gibi zevat O'na muhalefet ederek ikinci ihtimali tercih etmişlerdir. Çünkü
tamamlama kurbanının vâcip olması, sahih olmanın fer'idir. Bir de metinlerde
ihramın ihrama izafeti bâbında, "Mekkeli bir kimse umre için bir şavt
tavaf eder de sonra hacc için ihrama girerse onu bırakır. Bir şeyi bırakmasa da
kâfi gelir." denilmiştir. Fetih'te ve diğer kitaplarda, "Çünkü o
kimse her iki ibadetin fiillerini iltizam ettiği gibi yapmıştır. Şu kadar var
ki, bu yasak edilmiştir. Şer'î bir fiilden yasak edilmek, o fiilin meşru olduğu
şekilde tahakkukuna mâni değildir. Ancak günahına tahammül eder. Nitekim nezir
ettikten sonra bayram günü oruç tutarsa hüküm böyledir." denilmektedir. Bu
söz Fetih sahibinin ilk tercih ettiğini bozmaktadır. Yani bu söz Mekkelinin kırânı
tasavvur edileceğini açıklamaktır. Yalnız kerahetledir. Tamamı
Şurunbulâliyye'dedir.
Ben derim ki: Ben Şurunbulâliyye'nin
Hamiş'ine bir bahis yazmıştım Hulâsası şu idi: Ulemanın açıkladıklarına göre,
hacının ailesine dönmemesi temettu'un sahih olması için şârttır. Kırânın sahih
olması için şart değildir. Ve sahih şekilde ailesine dönmek temettu'u bozar,
kırânı bozmaz. Bunun muktezası şudur: Mekkelinin temettu'u bâtıldır. Çünkü hedy
kurbanı göndersin göndermesin iki ihramı arasında ailesine sahih ilmamla
dönmüştür. Uzaktan gelenin ise ailesine dönmes( ancak hedy kurbanı göndermemiş
ve tıraş olmuşsa sahih olur. Çünkü Mekke'ye dönmek ona borç değildir.
Mekkelinin ise Mekke'ye dönmemesi tasavvur olunamaz. Çünkü kendisi oradadır.
Nitekim bunu İnâye ve diğer kitaplar açıklamıştır. Nihâye'de ve Muhit'ten
naklen Mi'râc'da beyan edildiğine göre ilmamı, sahih umreden sonra ailesi
nezdine dönmektir. Umreye dönmek de o kimseye borç değildir.
Bundan dolayı diyoruz ki: Mekkelilere ve
mikâtlar ahalisine temettu yoktur. Yani kırân bunun hilâfınadır. Çünkü onlardan
kırân tasavvur edilebilir; Zira kırânda ailesine dönmemek şartdeğildir. Galiba
bunun vechi şöyle olacaktır: Meşru olan kırân, hacc ile umreye beraberce
yapılan bir ihramla olur. Sahih ilmam ise, umre ihramı ile hacc ihramı arasında
ailesine dönmekle olur. Bu, temettu yapan hacıda tasavvur edilir. Kırân yapanda
tasavvur edilemez.
Bundan dolayı diyoruz ki: Mekkelinin
temettu'u bâtıl kırânı bâtıl değildir. Bu üçüncü bir kavil oluyor ki açıkça
söyleyenini görmedim. Lâkin Bedâyi sahibinin, "Mekkelinin temettu'u
tasavvur edilemez." sözü, buna detâlet eder. Şurunbulâliyye'deki,
"Bu, hedy kurbanı gönderip tıraş olana mahsustur. Kurban gönderip de tıraş
olmayana; yahut kurban göndermeyene mahsus değildir. Çünkü bu takdirde ailesine
dönmesi sahih değildir." sözü doğru değildir. Çünkü açık olarak beyan
edilenden biliyorsun ki, hedy kurbanı göndersin göndermesin o kimsenin ailesine
dönmesi sahihtir. Muhit'in zikredilen ibaresi ve keza ihramın izafeti bâbında
yukarıda zikri geçen fer'î mesele de buna delâlet etmektedirler. Zira bu fer'î
mesele, o kimsenin kırânının bâtıl olmadığı hususunda açıktır. Sonra buna
delâlet eden bir mesele daha gördüm ki, o da İmam Ebu Zeyd Debbûsi'nin Esrar
adlı kitabından naklen Nihâye'nin şu sözüdür: «Mikâtların ötesinde yaşayan
kimse için bize göre müt'a ve kırân yoktur. Şu manâya ki, ibadet olarak kurban
vâcip değildir. Bunlara temettu yoktur. Çünkü iki ibadet arasında ailesine
döndüğü için temettu tasavvur edilemez. Kırâna gelince O da mekruhtur. Onu terk
etmesi lâzım gelir. Çünkü kırânın aslı, onu yapan kimsenin her iki ihrama
birden girmesiyle olur. Mekke ahalisine iki ihrama birden girmek tasavvur
edilemez. Birinde mutlaka kusur olacaktır. Zira iki ihrama birden Harem'de
girerse, umre ihramının şartını bozmuş olur. Çünkü onun mikâtı HiII denilen
yerdir. Her iki ihrama Hill'de girse, bu sefer hacc mikâtını bozmuş olur. Çünkü
onun mikâtı Harem'dir. Bu hususta asıl olan Mekke ahalisidir. Onun için de
mikât ötesinde yaşayana dahi meşru olmamıştır.»
Yani mikâtın ötesinde, içinde yaşayan
kimseler Mekkeli hükmündedirler. Bu söz, Mekkelilerle Mekkelî hükmünde olanlar
hakkında temettu tasavvur edilemiyeceği hususunda açıktır. Onlar hakkında kırân
tasavvur edilebillr. Ama kerahetledir. Çünkü iki ihramdan birinin mikâtını
bozmak vardır.
Sonra yine bunun gibi bir ifadeyi, zâhir
rivayeti toplayan Hâkim'in Kâfî'sinde gördüm. Şöyle diyor: «Mekkeli bir hacet
için Kûfe'ye çıkar da orada o yıl için umre ve hacc ihramına girerse temettu
yapmış olmaz. Ama Kûfe'den kırân yaparsa, kırân hacısı olur.» Cevhere sahibi
bunu ta'lîl ve izahlı olarak nakletmiştir. Ona müracaat edebilirsin.
Şu izaha göre metinlerin, "Mekkeliye
temettu ve kırân yoktur." sözünün mânâsı, meşru ve helâl değildir
demektir. Birinde tasavvur edilemeyip diğerinde edilmesi buna aykırı değildir.
Karinesi, ulemanın bundan sonra temettu yapanın memleketine sahih olarak
dönmesiyle temettu'un bâtıl olacağını açıklamaları; bir de ihramın izafeti
bâbında, "Kırân yapar da ikiibadetten birini terk etmezse ona kâfi
gelir." demeleridir. Bana zâhir olan budur. Bunu ganimet bil! Çünkü başka
kitapta bulamayacaksın. Doğruyu Allah bilir.
METİN
Fakir de olsa oruç tutması kâfi gelmez. Bir
kimse hedy kurbanı göndermeden umre yapar da, umresinden sonra memleketine dönerek
tıraş olursa, sahih ilmam yapmış olur. Ve temettu'u bozulur. Hedy kurbanı
gönderirse, kırân hacısı gibi temettu yapar. Umre için hacc aylarından önce
dört şavttan az tavaf eder de, hacc aylarında umreyi tamamlar ve haccederse
temettu yapmış olur. Hacc aylarından önce dört şavt tavaf ederse temettu yapmış
olmaz. Çünkü eksere itibar olunur. Bir Kûfeli, yani uzaktan gelen hacı hacc
ayları içinde umresinden çıkar da, Mekke'de, yani mikâtlar dahilinde; yahut
Basra'da yani memleketinden başka bir yerde kalarak aynı sene haccederse
temettu yapmış olur.
İZAH
«Fakir de olsa oruç tutması kâfi gelmez.»
Çünkü oruç ancak şükür kurbanınabedel olur. Tamamlamak kurbanına bedel olmaz.
Lübâb Şerhi.
«Umresinden sonra» diye kayıtlaması, umre
için tavaf şavtlarının azını yaptıktan sonra dönerse, temettu'u bâtıl
olmayacağı içindir. Çünkü bu dönüş ona borçtur. Ailesine ihramlı olarak
dönmüştür. Şavtların çoğunu tavaf ettikten sonra dönmesi bunun hilâfınadır.
Bahır.
«Memleketine dönerek» demesi, memleketinden
başkasına dönerse, İmam-ı Âzam'a göre temettu'u bâtıl olmayacağı içindir.
İmameyn'e göre ikisi de birdir. Nehir.
«Tıraş olursa» Zâhirine bakılırsa, tıraş
döndükten sonradır. Burada Tarafeyn'e göre vâcibi terk, Ebû Yusuf'a göre
müstehabı terk vardır. Nitekim geçmişti. Şarih bunu zikretmese, üst tarafından
anlaşılırdı. Bahır sahibi diyor ki: «Umreden sonra, sözünde tıraş dahildir.
Bâtıl olmak için tıraş mutlaka tâzımdır. Çünkü umrenin vâciplerindendir.
İhramdan çıkmak da onunla olur. Umre tavafını yaptıktan sonra tıraş olmadan
döner de sonra ailesi yanında tıraş olmadan o sene haccederse, o kimse temettu
hacısıdır. Çünkü tıraş olmanın cevazı için Harem'i şart koşanlara göre, dönmek
o kimseye borçtur. Bunu şart koşanlar, Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'dir. Ebû
Yusufa göre ise. borç değilse bu müstehaptır. Bedâyi ve diğer kitaplarda böyle
denilmiştir.»
«Sahih ilmam yapmış olur.» Çünkü dönmek ona
borç değildir. Nitekim yukarıda geçti.
«Temettu bozulur.» Yani niyet etmiş olduğu
temettu'u bozulur. Çünkü şartı kalmamıştır. Şartı, sahih ilmamın
bulunmamasıdır.
«Hedy kurbanı gönderirse temettu yapar.»
Yani Şeyhayn'a göre ailesinin yanına dönmekle temettu'u bozulmaz. İmam Muhammed
buna muhaliftir. Çünkü dönmek ona temettu niyetinde devam ettiği müddetçe
borçtur. Kurbanlık göndermiş olması onun ihramdançıkmasına mânidir. Binaenaleyh
ailesine dönmesi sahih olmamıştır. Hidâye'de de böyledir.
«Devam ettiği müddetçe» sözünde, umreden
sonra o sene haccetmemek aklına gelse, buna hakkı olduğuna işaret vardır. Çünkü
henüz hacc için ihrama girmemiştir. Hedy kurbanını kestiği veya kesilmesini
emrettiği vakit bu tetavvu olur. Fakat memleketine dönmez de hedy kurbanını
kesmek ve o sene haccetmek isterse, buna hakkı yoktur. Yapar da o sene haccederse,
temettu kurbanı ile başka bir kurban lâzım gelir. Çünkü kurban gününden evvel
ihramdan çıkmıştır. Muhit'te böyle denilmiştir. Nehir.
Bahır sahibi diyor ki: «Hâsılı o kimse hedy
kurbanı gönderirse iki şeyden hâli değildir. Ya onu kurban gününe bırakacaktır,
yahut bırakmayacaktır. Kurban gününe bırakırsa temettu'u sahihtir. Ailesinin
yanına dönsün dönmesin ona bu kurbandan başka bir şey lâzım gelmez. Kesmekte
acele ettiyse; ya ailesine döner, yahut dönmez. Dönerse kendisine mutlak
surette bir şey lâzım gelmez. O sene haccetsin etmesin birdir. Ailesine
dönmezse; o sene haccetmediği takdirde kendisine bir şey lâzım gelmez. O sene
haccederse; biri müt'a, biri de vaktinden evvel ihramdan çıktığı için iki
kurban lâzım gelir.»
«Kırân yapan gibi.» Çünkü kırân yapan,
ailesine dönmekle kırânı bâtıl olmaz. Nehir. Zira ailesine dönmemek kırânda
şart değildir. Nitekim geçti.
«Umre için hacc aylarından önce ilh...» Bu
meseleyi şarih bâbın başında zikretmiş, biz de onun hakkında sözümüzü
söylemiştik.
«Yani uzaktan gelen» sözüyle şarih, Kûfe'yi
misâl olarak zikrettiğine işarette bulunmuştur. Ondan maksat, mikât dışında
yaşayandır. Çünkü Mekkeli için temettu haccı yoktur. Nitekim geçti.
«Hacc ayları içinde umresinden çıkarsa.»
Çünkü hacc aylarından önce umre yaparsa bilittifak temettu hacısı olmaz. Nehir.
«Mikâtlar dahilinde» sözüyle, Mekke'nin
kayıt olmadığına, maksat Mekke ve Mekke hükmündeki yerler olduğuna işaret
etmiştir.
«Yani memleketinden başka bir yerde»
sözüyle, ailesinin bulunmadığı bir yeri kasdetmiştir. İster onbeş gün kalmayı
niyet ederek o yeri kendisine vatan ittihaz etsin. ister etmesin müsavidir.
Niteklm Bedâyı ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Bununla kayıtlaması,
vatanına döner de hedy kurbanı göndermezse yine bilittifak temettu hacısı
olmayacağı içindir. Nehir.
METİN
Çünkü seferi devam etmektedir. O umreyi
bozar da Basra'dan Mekke'ye döner ve umreyi kaza ile haccederse, temettu hacısı
olmaz. Çünkü kendisi Mekkeli gibidir. Meğer ki ailesine dönerek sonra tekrar
her ikisini yapmış olsun. Çünkü bu başka bir seferdir. Umreninbozduğunu kaza
olması zarar etmez. Temettu hacısı hangi hacc ibadetini bozarsa, temettu
kurbanı lâzım gelmeksizin onu tamamlar. Bozduğu için kurban keser.
İZAH
«Çünkü seferi devam etmektedir.» Mekke'de
yahut mikâtlar dahilinde kalırsa seferi devam eder. Çünkü hacc aylarında bir
seferde iki ibadetten istifade etmiştir. Bu, temettu alâmetidir. Mekke dışında
kalırsa seferi yine devam eder. Tahâvî'nin beyanına göre bu, imamı-Âzam'ın
kavlidir. İmameyn'e göre temettu yapmış sayılmaz. Çünkü temettu yapan kimsenin;
umresi mikâttan, haccı Mekke'den olur.
İmam-ı Âzam'ın delili şudur: O kimse
vatanına dönmedikçe birinci seferinin hükmü devam etmektedir. Hilâfın eseri,
kurban lâzım gelip gelmemesi hususunda meydana çıkar. Cessâs Tahâvî'nin hilâfı
nakil hususunda hata ettiğini söylemiştir. Bilâkis o kimse ittifaken temettu
hacısı olur. Çünkü İmam Muhammed bu meseleyi zikretmiş, fakat ihtilâflı
olduğunu söylememiştir. Ebu'l-Yusr, "Doğrusu da budur." demiştir.
Mi'râc sahibi de bunun esah olduğunu kaydetmiştir. Lâkin Hakâvık'ta şöyle
denilmiştir: Ulemamızın birçoğu, doğrusunun Tahâvî'nin sözü olduğunu
bildirmişlerdir. Saffâr. "Tahâvî'yi çok denedik. Onun hata ettiğini
aörmedik Cessâs'ı cok denedik; fakat onun hata ettiğini gördük." demiştir.
Zeylâî, "Aşağıdaki mesele Tahâvî'nin söylediğini te'yid eder."
demiştir. Nehir.
«O umreyi bozar da.» Yani ona hacc
aylarında hacc fiillerine girişmeden cima ederek bozarsa demek istiyor. Fakat
umreyi hacc aylarından önce bozar da sonra hacc aylarından önce yola çıkarak
onu Mekke'de kaza eder ve aynı sene haccını yaparsa, bilittifak temettu yapmış
sayılır. Nehir.
«Basra'dan Mekke'ye dönerse...» Evlâ olan,
"Mekke'den Basra'ya dönerse" demekti. Çünkü o kimse umreye başladığı
vakit Mekke'de idi. Mültekâ'da, "Umreyı bozar da kalırsa" denilmiş;
Kenz'de ise, "Mekke'de kalırsa" ifadesi kullanılmıştır. Anlaşılıyor
ki her iki belde kayıt değildir. Onun için Nehir sahibi, «Maksat ailesinin
bulunmadığı yerdir. Buna delil "meğer ki ailesine dönüş olsun" sözüdür.»
demiştir.
«Çünkü kendisi Mekkeli gibidir.» Zira onun
seferi, bozulan umre ile sona ermiştir. Sahih olan umresi, Mekke'de
yapılanıdır. Fakat Mekke ahailisine temettu yoktur. Nehir.
«Meğer ki ailesine dönerek...» Yani
"umreyi bozarak ihramından çıktıktan sonra ailesine dönerse"
demektir. Nehir. Her ikisini yapmasından murad, umrenin kazası ile haccın
edasıdır. Şurunbulâliyye. Ailesine dönmezse, Mekke'de kaldığı takdirde
bilittifak temettu hacısıdır. Basra'da kalırsa, İmamı-Âzam'a göre temettu yapmış
sayılmaz. İmameyn'e göre temettu hacısı olur. Çünkü yeni bir sefer yapmış ve bu
seferde iki hacc ibadeti ifâ eylemiştir. İmam-ı Âzam'a göre o kimse vatanına
dönmedikçe seferinde bâki sayılır. Nitekim Hidâye'dede böyle denilmiştir. Bu
dahi yukarıda Tahâvî'den nakledilen sözü te'yid eder.
«Çünkü bu başka bir seferdir.» Yani
ailesinin yanına geldikten sonra tekrar dönmesi hacc ve umre için başka bir
sefer sayılır. Birinci seferi bâtıl olduğu için o kimse temettu hacısı olur.
Umresinin kaza olması temettu'una zarar etmez.
«Onu tamamlar.» Yani ona devam eder. Çünkü
o kimsenin ihram borcundan çıkması ancak fiillerini yapmakla olur. Hidâye.
«Temettu kurbanı lâzım gelmeksizin
tamamlar.» Çünkü bir seferde iki sahih hacc ibadeti yapmış değildir. Hidâye.
«Bozduğu için kurban keser» Yani bozduğu
ibadetten dolayı kurban lâzım gelir ki, bu, cinayet kurbanıdır. "Lâzım
gelmez" dediği kurban, şükür kurbanıdır.
METİN
Burada 'cinayet' ten murad, ihram veya
Harem-i Şerif sebebiyle haram olan şeydir. Bazen cinayet sebebiyle iki kurban,
bazen bir kurban veya oruç yahut sadaka vâcip olur. Musannıf bunu şu sözüyle
açıklamıştır: «Bâliğ ihramlıya vâcip olan bir kurbandır. Çocuğa bir şey lâzım
gelmez. İmam Şâfiî buna muhaliftir.»
İZAH
Musannıf ihramlıların kısımlarıyla
hükümlerini anlattıktan sonra, ihram ve Harem itibariyle ârız olan cinayetleri,
hacc vaktini geçirmeyi ve ihsarı beyana başladı. Ve cinayetleri öne aldı. Çünkü
kusurlu olarak eda hiç yoktan efdaldir. 'Cinayet' ten murad, mastarı isim yapmak
kabilinden yaptığın kötülüktür. Bu umumi bir kelime ise de, "yapılması
haram olan fiil" diye tahsis edilmiştir. Musannıfın ' cinayetler ' diye
cem yapması, nevileri itibariyledir. Nehir.
«İhram veya Harem sebebiyle haram olan
şeydir.» İhram sebebiyle haram olan şeyler yedidir. Şeyh Kutbuddin onları şöyle
nazma çekmiştir:
«İhramın haram kıldığı şeyler ey bilen!
Kıl gidermek, tırnak kesmek
Dikişli giymek, sebebiyle beraber cima
Koku sürünmek yağlanmak ve kara
avcılığıdır.»
Bahır sahibi bir sekizinci ilâve etmiştir
ki, o da haccın vâciplerinden birini terk etmektir. Şeyh Kutbuddin'
"İhramın haram kıldığı şeyler bir vâcibi terk etmek ilh..." diye
başlasa daha iyi olurdu.
Harem sebebiyle haram olan şeyler; Harem'in
avı ve ağacıdır. Bahır sahibi diyor ki: «Sebebiyle ilh... demesiyle, kadınların
huzurunda cima lâfı etmek hariç kalır. Çünkü o mutlak olarak yasak edilmiştir.
Ceza kurbanı icabetmez.»
Tahtâvî diyor ki: «Yine orada beyan
edildiğine göre, cima'nın zikri ancak yaklaşmak caiz olmayan kadınların huzurunda
mutlak olarak yasaklanmıştır. Helâl kadınların huzurunda ise bundan ancak
ihramlı olanlar men edilir. O da ihram sebebiyle haram olanlarda dahildir.
Velev ki kendisine bir şey lâzım gelmesin.»
«Bazen cinayet sebebiyle iki kurban vâcip
olur.» Hacc ihramını giydikten sonra hedy kurbanı gönderen kırân ve temettu
hacılarının cinayetleri bu kabildendır.T.
«Bazen bir kurban...» ifrad haccı yapmanın
ekseriyetle cinayetleri bir kurbanla ödenir.
«Yahut oruç yahut sadaka vâcip olur.» Bu
cümlelerdeki 'yahut'lar, muhayyerlik içindir (Yani ya kurban kesmek ya oruç
tutmak, ya sadaka vermek arasında muhayyerdir). Bu da av cinayeti yahut
kokulanmak veya elbise giymek, özürden dolayı tıraş olmak gibi cinayetlerde
olur. Ve hayvan kesmekle sadaka vermek ve oruç tutmak arasında muhayyer kaIır.
Nitekimileride gelecektir.
Yahut muhayyerlik sadece oruçla sadaka
arasındadır. Meselâ bir serçe öldürse, oruç tutmakla sadaka vermek arasında
muhayyer bırakılır. Hidâye'de, "İhramda miktarı belli edilmeyen her sadaka
buğdaydan yarım sa'dır (Bir fitre tası). Ancak bit ve çekirge öldürmekle vâcip
olan başkadır." denilmiştir. Şarihler, "Yahut birkaç kıl koparmakla
vâcip olan" ifadesini ziyade etmişlerdir. Lâkin burada sadakadan murad
umumidir. Buna delil, Mültekâ şerhinde, "Yahut sadakadır. Velev bir
güvercin öldürmekle çeyrek sa' buğday yahut bir çekirge öldürmekle bir kuru
hurma olsun." denilmesidir. (Sindî'de şöyle denilmiştir: «Oruçta vücup
ancak onunla kurban ve sadaka arasında muhayyer bırakılarak sabit olmuştur.
Bundan yalnız iki şey müstesnadır:
Birincisi, hastalık özüründen dolayı ihram
yasaklarından birini irtikâbettiği vakittir. Teâlâ Hazretleri, "Sizden
biriniz hasta olur veya başından elemi bulunursa, ya oruçtan ya sadakadan yahut
nûsükten bir fidye versin." buyurmuştur. Oruç fidyesı üç gün, sadaka altı
fakire yarımşar sa' nûsük de kurbandır.
İkincisi, av cinayeti işleyen kimse avın
kıymetiyle bir hedy kurbanı satın almak yahut fakirlere yiyecek vermek, yahut
her fakirin yiyeceği yerine bir gün oruç tutmak arasında muhayyerdir.»
(Takrirat-ı Râfiî.)
«Bâliğ ihramlıya vâcip olan bir kurbandır.»
İbn-i Melek bunu koyunla tefsir etmiştir. Bahır sahibi bunun sırrına işaret
ederek, "Çünkü devenin yedide biri bu hususta kâfi gelmez. Şükür kurbanı
bunun hilâfınadır" demiştir. Ama bundan sonra, haccını iki yoldan birine
cima etmek suretiyle bozan kimse hakkında "Devede olmak, koyun yerini
tutar." demiştir. Şurunbulâliyye.
Ben derim ki: Kuhistânî'nin kurban bahsinde
şöyle denilmiştir; «Yedi kişi, kimisi kurban, kimisi müt'a, kırân, ihsar ve av
yahut tıraş cezası, kimisi akika, kimisi tetavvu namına kesmiş olsalar, temel
kitapların zâhirine göre sahih olur. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre bir
cinsten olmaları efdaldir. Ayrı cinslerden olurlar da herbiri ibadet niyetiyle
keserse caizdir. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre mekruhtur. Nitekim Nazım'da da
böyledir» Sonra hâşiye yazarlarından birinin şöyle dediğini gördüm: «tBahır'ın
ifadesi. kendisinin hedy bâbında bir devenin yedide biri kâfidir, demesiyle
çelişmektedir. Keza mezhebin ekseri kitaplarıyla Menâsik'te kâfidir diye
açıklanmıştır.»
TEMBİH : Aliyyü'l - Kâri'nln Nikâye
şerhinde şöyle denilmektedir: «Sonra bütün kefaretler mühletli olarak vâciptir.
Binaenaleyh ne vakit verse eda olur. Vücup ancak ömrünün sonunda zan-nı
galibine göre vermezse elden gidecek bir vakitte daralır. Artık o vakit eda
etmez de ölürse günahkâr olur. Onu vasiyet etmesi gerekir. Vasiyet etmezse,
mirasçılaravâcip olmaz. Ama onun namına teberru ederlerse, oruçtan geri kalanı
caiz olur.»
METİN
Velev ki unutarak veya bilmeyerek yahut
zorla yapmış olsun. Binaenaleyh uyurken yüzünü örtene de vâcip olur.
İZAH
«Velev ki unutarak yapsın» Lübab'da şöyle
denilmiştir: «Sonra cezanın vâcip olması için, kasten cinayet işlemekle hataen
işlemek arasında fark olmadığı gibi; yeni yapmakla tekrarlamak, hatırlamakla
unutmak, bilerek yapmakla bilmeyerek yapmak, isteyerek yapmakla zorla
yaptırılmak, uyuyarak yapmakla uyanık olarak yapmak, sarhoş olmakla ayık
bulunmak, baygın olmakla ayık bulunmak, zengin olmakla fakir olmak, kendi yapmasıyla
başkasına yaptırması arasında da fark yoktur.»
Şarihi Aliyyü'l-Kâri de şunları
söylemiştir: İbn-i Cemaâ'nın dört mezhep imamlarından rivayetlne göre bir kimse
ihramın yasak olan bir fiilini kasten irtikâbederse günahkâr olur. Fidye ve o
fiilden vazgeçmek kendisini âsî olmaktan çıkarmaz. Nevevî demiştir ki: Çok defa
avamdan bazıları bu yasak fiillerden birini irtikâbeder de; "Ben fidye
iltizamı iIe ma'siyet vebalinden kurtulunacağını zannederek fidye
veriyorum" der. Bu açık bir hata, çirkin bir cehalettir. Zira fiil ona
haramdır. Muhalefet ettiğinde günahkâr olur, kendisine fidye lâzım gelir. Ama
fidye haram fiile yönelmeyi mübah kılmaz. Böylesinin cahilliği, "Ben
şarabı içiyorum, zina da ediyorum, ama vurulan hadd beni temizliyor." diyenin
cehaletine benzer. Her kim haram olduğuna hükmedilen bir şey yaparsa, haccın»
mebrûr olmaktan çıkarmıştır.»
Ulemamız buna benzer sözleri hudûd bahsinde
açıklamış ve; "Şüphesiz hadd vurmak, günahtan temizleyici değildir.
Günahın sükutuna da tesir etmez. Bilâkis mutlaka tevbe lazımdır. Tevbe ederse
had onu temizler ve uhrevî cezası bilittifak sâkıt olur. Tevbe etmezse sâkıt
olmaz." demişlerdir.
Lâkln Mültekât sahibi yeminler bahsinde
şöyle demiştir: «Kefaret günahı giderir. Velev ki sahibi o cinayetten tevbe
etmemiş olsun.» Şeyh Necmeddin-i Nesefî'nin Teysir adlı tefsirinde "Bundan
sonra kim tecavüz ederse, ona acıklı bir azap vardır." âyeti kerîmesinde,
yani bu başlangıçtan sonra avlarsa dediği yerde, "Söylendiğine göre bu,
dünyadaki kefaretle birlikte tevbe edilmezse âhiretteki azaptır. Çünkü kefaret
ısrarla günah işleyen kimseden günahı kaldırmaz." demesi de bunu te'yid
eder. Bu güzel bir izah, hoş bir kayıtlamadır. Bütün delillerle rivayetlerin
arasını toplamaktadır. Allah'u a'lem! Yani Mültekât'ın söylediği ısrar
etmeyene; başkalarının söyledikleri ısrar edene yorumlanır. Bu yorumu Allâme
Nûh da Dürer hâşiyesinde zikretmiştir.
TETİMME: Cezanın vâcip olması hakkında
yukarıda geçen mutlak sözden Lübâb'dakl şumesele istisna edilir: «Bir kimse
özürden dolayı haccın vâciplarinden bir şey terkederse, Bedâyi'de
bildirildiğine göre ona bir şey lâzım gelmez. Bazıları ceza vâcip olduğunu
mutlak söylemiş, ancak nass vârit olan hususu istisna etmiştir. Bunlar da;
Müzdelife'de vakfeyi terketmek, tavaf-ı ziyareti vaktinden geciktirmek, hayız
ve nifastan dolayı tavaf-ı saderi terketmek, tavaf ve sa'yde yürümeyi
terketmek, sa'yi terketmek ve başındaki bir rahatsızlıktan dolayı tıraşı
terketmektir.» Lâkin Lübab şarihi özürden muradın, kullardan gelmeyen arıza
olduğuna delâlet eden sözler söylemiş, Lübab sahibinin, "İhsar sebebiyle
Muzdelife'de vakfeyi yapamazsa kurban kesmesi gerekir." dediği yerde
şunları söylemiştir: «Bu zâhir değildir. Çünkü ihsar özürler cümlesindendir.
Meğer ki şöyle denile: Bu mahlûk tarafından gelme bir mânidir. Binaenaleyh
tesir etmez.» Buna Bedâyi'de vakfeden sonra kurban günleri geçinceye kadar
tevkif edilerek sonra serbest bırakılan kimse hakkında: "Müzdelife'de
vakfeyi terkettiği için ona bir kurban lâzım gelir. Bir kurban da şeytan
taşlamayı terkettiği için, bir kurban da tavaf-ı ziyareti geciktirdiği için
lâzım gelir." denilmiş olması da delildir. Bahır'ın ihsar bâbında bunun
benzeri vardır. İzahı inşaallah ihsar bâbında gelecektir.
METİN
İhramlı tam bir uzvunu kokularsa-velev
kokulu bir şeyi çok yemekle ağzını olsun yahut toplandığında bir uzuv olacak
yerlerine koku sürsün- kurban kesmesi vâcip olur. Meclis bir olursa bütün beden
bir uzuv hükmündedir. Aksi takdirde her kokulama için bir kefaret lâzım gelir.
İZAH
«İhramlı bir uzvunu kokularsa...» Meselâ
uyluk, bacak, yüz ve baş gibi bir uzvuna koku sürerse, istifade tamam olduğu
için cinayet de tamam olduğundan kurban lâzım gelir. Kokudan murad. safran,
menekşe ve yasemin gibi kokusu olan tatlı cisimlerdir. Sözün mefhumu şartından
anlaşılıyor ki böyle bir şeyi yahut olgun meyveyi koklasa kefaret lâzım gelmez.
Velev ki mekruh olsun. 'Ihramlı' diye kaydetmesi, ihramsız bir kimsenin koku
sürünüp de sonra ihrama girmesi ve ondan başkalarına koku gitmesi sebebiyle
bilittifak bir şey lâzım gelmeyeceği içindir. 'Kendi uzuvlarını' diye
kayıtlamamız da, başkasının uzvunu kokularsa veya başkasına dikişli elbise
giydirirse bilittifak lâzım gelmeyeceği içindir. Nitekim Zahîriyye'de de böyle
denilmiştir. Nehir.
«Tam bir uzvunu» diye kayıtlaması, çokluğa
itibar edildiği içindir. İbn-i Kemâl Hidâye şerhinde şöyle demektedir: «UIema
azla çoğun arasını ayıran sınırın ne olacağında ihtilâf etmişlerdir. Çünkü İmam
Muhammed' den rivayet edilen ibareler çeşitlidir. Bazılarında çokluğun sınırını
büyük bir uzuv göstermiş bazılarında ise kokunun kendisindegöstermiştir. Onun
için ulemadan bazıları birinciyi, bazıları da ikinciyi itibara almış ve
"Bakan kimse çok görürse çoktur. Meselâ gülsuyundan iki avuç, misk ve
galiyeden bir avuç çoktur. Az görürse azdır." demişlerdir. Bir takımları
çokluğu büyük bir uzvun dörtte biriyle ölçmüş ve, "Baldırının veya
uyluğunun dörtte birini kokularsa ceza kurbanı lâzımdır, bundan daha az olursa
sadaka vermesi gerekir." demişlerdir. Şeyhülislâm ise, "Koku kendisi
azsa tam uzva bakılır, çok ise uzva bakılmaz." demiştir.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
Şeyhülislâm'ın bu sözü üç kavlin arasını
bulmaktadır. Hattâ az kokuyla tam bir uzvu yahut çok kokuyla bir uzvun dörtte
birini kokularsa ceza kurbanı lâzım gelir. Aksi takdirde sadaka gerekir. Muhit
sahibi bu kavli sahih bulmuş, Fetih sahibi de, "Tevfik işte budur."
demiştir. Bahır sahibi birinci kavli tercih etmiştir. Metinlerde olan da odur.
Şurunbulâliyye sahibi diyor ki; "Boş gibi demesi, uzuvdan muradın ne
olduğuna beyandır. O avret uzuvları gibi değildir. Şu halde meselâ kulak
müstakil bir uzuv değildir." İbn-i Kemâl de bunun gibi söylemiş;
"Murad burun ve kulak gibi küçük uzuvdan ihtirazdır. Çünkü biliyorsun
çokluğun sınırında tam bir uzvu itibara alan onu büyük olmakla kayıtlamıştır."
demiştir. Sonra "Kâmil uzuvdan az olursa sadaka gerekir." sözü,
İmam-ı Âzam'la Ebû Yusuf'undur. İmam Muhammed. "Miktarına göre vâcip olur.
Uzvun yarısına varırsa bir koyunun yarısı miktarından sadaka vâcip olur. Uzvun
dörtte birini bulursa koyun kıymetinin dörtte biri lâzım gelir. Böylece hesap
edilir." demiştir. Bahır sahibinin söylediğine göre İmam İsbicâbî bunu
tercih etmiş; hilâf nakletmeksizin bunu söylemekle yetinmiştir.
«Velev kokulu bir şeyi çok yemekle...» Yani
başka bir şey karıştırmadan ve pişirmeden sırf kokulu şeyi yerse demek
istemiştir.
Hükmü ileride gelecektir. 'Çok'tan maksadı,
ağzının ekserisine bulaşandır. O kimseye ceza kurbanı lâzım gelir. Fetih sahibi
diyor ki: «Bu söz kurban lazım gelmek için mutlak surette uzuv itibara
alınmayacağına şahittir. Bilâkis o mesele yukarıda arzettlğimiz gibi haddi
zatında çokluk derecesine varmadığı zamandır.» Bahır. Yani burada çok koku
sebebiyle ceza kurbanının lâzım gelmesi - velev ki bütün ağıza yayılmasın-
yukarıda geçen tevfika (ara bulmaya) şahitlik etmektedir. Bununla anlaşılıyor
ki şarihin "tam bir uzvu" dedikten sonra "velev ağzını
olsun" demesi söz götürür. Çünkü burada çokluktan murad, bütün ağıza
dağılan mânâsı muradmış vehmini verir.
«Yahut toplandığında bir uzuv olacak
ilh...» Yani toplanmış olsa tam bir uzuv olacak yerlerine koku sürse ceza
kurbanı vâcip olur. Zâhire bakılırsa, koku sürülen uzuvların en küçüğü kadar
olursa kurban lâzım geIir. Nitekim avret yerinin açılmasında ulema en küçük
uzvu itibara almışlardır. Lâkin o en küçük uzuv büyük bir uzuv kadar olursa
kurban lâzım gelir. Biliyorsun ki küçük uzuvda kurban vâcip olmaz. Meğer ki
kokulu şey çok olsun. Nitekim yukarıda geçen tevfiktan anlaşılmıştır.
«Her kokulama için...» Yani bu meclislerden
(kokulama vaziyetlerinden) her biri bütün bir uzva yahut bir uzvun ekserisine
şâmil olursa, bir kefaret Iâzım gelir. Şeyhayn'a göre ilk süründüğü koku için
kefaret versin vermesin ikinciye ayrı kefaret gerekir. İmam Muhammed;
"Birinci için kefaret vermemişse bir kefaret kâfidir." demiştir.
Bahır.
METİN
Kurban keser de kokuyu gidermezse, onu
yerinde bıraktığı için ikinci bir kurban lâzım gelir. Ekserisi kokulanmış
elbiseye gelince: Ceza kurbanı lâzım gelmek için onu bir gün devamlı olarak
giymesi şarttır. Yahut başını ince kına ile kınalarsa bir ceza kurbanı lâzım
gelir. Keçeleşecek şekilde kınalarsa iki ceza kurbanı gerekir.
İZAH
«Yerinde bıraktığı için ikinci bir kurban
lâzım gelir.» Çünkü iptidaen koku sürünmek haram idi. Binaenaleyh devamı için
de iptida hükmü verilir. Bahır.
«Ekserisi kokulanmış elbiseye gelince:» Bu
sözün zâhirine bakılırsa, muteber olan, kokunun çokluğu değil elbisenin
ekserisidir. Şarih burada Şurunbulâlı'ye tâbi olmuştur. Halbuki gerek
Şurunbulâlîyye'de gerekse Fetih ve diğer kitaplarda zikredilen, elbisede
kokunun çokluğu itibara alınacak şeklindedir. Burada örfü- âdete müracaat
edilecektir. Hattâ Bahır sahibi örfün üç kavilden ikinciyi tercih ettirdiğini
söylemiştir. Çünkü koku hem bedene, hem elbiseye yayılır.
Ben derim ki: Lâkin ulemanın Mücerred'den
naklettiklerine göre, elbisesinde dörtgen şeklinde bir karış koku sürülmüş yer
bulunur da, o elbiseyle bir gün geçirirse yarım sâ' (bir fitre tası) zahîre
sadaka verir. Bir günden daha az olursa bir avuç zahîre verir. Fetih sahîbi
diyor ki: «Bu söz, dörtgen şeklinde bir karışın azda dahil olduğunu nassan
ifade etmektedir.» Yani bununla kurban değil sadaka vâcip olur. Bununla beraber
çokluğun kokuda değil elbisede itibara alınacağını gösteriyor. Şu kadar var ki
elbisenin ekserisinin muteber olacağını göstermiyor. Bilâkis zâhirinden
anlaşılan, bir karıştan fazla olursa çok sayılır, ceza kurbanı icabeder. Çünkü
o zaman koku örfen çoktur. Böylece çokluğun elbisede değil, kokuda itibar
edileceğine dönmüştür. Bu izaha göre yukarıda geçen tevfîki (ara bulmayı) da,
"Koku haddi zatında çoksa ceza kurbanı lâzım gelir. Velev ki elbiseye bir
karıştan az bulaşsın, koku azsa dörtgen bir karıştan fazla yere isabet
etmedikçe bir şey lâzım gelmez." şeklinde yürütmek mümkündür. Ulemanın şu
sözü de işaret olabilir: «Beline bağladığı veya omuzuna aldığı peşkirin bir
tarafına misk, kâfur veya anber gibi kokulardan çok miktar çıkılasa ceza
kurbanı lâzım gelir.» Yani bir gün devam ederse kurban, daha az olursa sadaka
lâzım gelir.
«Ceza kurbanı lâzım gelmek için bir gün
giymesi şarttır.» Şarihin ceza kurbanını ayrıca söylemesi, elbiseden murad
ihramlı kimsenin elbisesi olduğu içindir. Bu iki peşkirden ibarettir. Fakat
dikişli elbise giyerse, ondan dolayı bir kurban daha vâcip olur, Bundan
bahsetmemesi, ileride geleceği içindir. "Bir gün giymesi" diyerek
kokunun elbisede zamanla ölçüleceğini göstermesi, elbiseyle uzuv arasında fark
olduğuna işaret içindir. Zira uzuvda zaman muteber değildir. Hattâ koku bulaşan
uzvu derhal yıkasa yine kurban vâciptir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
Elbise bunun gibi değildir.
«Yahut başını kınalarsa» demesi misâl
içindir. Yoksa kadın elini, erkek sakalını kınalamış olsa yine kurban vâcip
olur. Nitekim Nehir sahibi bunu izah etmiştir. Bahır'ın sözü buna muhaliftir.
Kına kokuda dahil olduğu halde musannıfın ayrıca ondan bahsetmesi, ihtilâflı
olduğu içindir. Bahır.
«Keçeleşecek şekilde ilh...» Keçeleştirmek,
hatmi, mersin ağacı ve zamk gibi bir şey alarak saçlarının köküne koymaktır.
Bahır. Burada münasip olan, "koyu kınaya gelince" demekti. Fetih
sahibi diyor ki: «Kına koyu olur da başını keçeleştirirse iki ceza kurbanı
lâzım gelir. Bunun birisi koku için, birisi de - bir gün bir gece bütün başını
veya dörtte birini kaplayarak devam ettiyse - başını örttüğü içindir.» Bir
günden daha az örterse sadaka vermesi lâzım gelir. Bu erkek hakkındadır. Kadına
gelince: O başını örtmekten menedilemez. Şurunbulâliyye sahibi, kınayla
örtmekten kurban lâzım gelmesini, ulemanın, "Mûtad olmayan bir şeyle
örtmek hiçbir ceza gerektirmez." sözü karşısında müşkil saymıştır.
Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir; Saçı
keçeleştirmek suretiyle örtmek çöl halkınca mûtaddır. Onlar bunu saçın
dağılmasını ve kirlenmesini menetmek için yaparlar. Bunu Peygamber (s.a.v.)
dahi ihramında yapmıştır. Bunu Bahır sahibi de müşkil saymış ve, "İhramdan
önceki örtmeyi istishâb yapmak (şimdi de örtü saymak) caiz değildir. Koku bunun
hilâfınadır." demiştir. Lâkin Makdisî buna şu cevabı vermiştir: «Peygamber
(s.a.v.)'in yaptığı keçeleştirmeyi caize hamletmek icabeder. Bundan murad,
örtünme teşkil etmeyecek derecede az olanıdır.»
Ben derim ki: Fetih'te Râşidüddin'in
Menâsik'inden nakledilen, "İhrama girmezden önce başını keçeleştirmesi iyi
olur." sözü buna yorumlanır.
METİN
Zeytinyağı yahut susamyağı ile yağlanırsa,
velev ki her ikisi de hâlis olsun kurban gerekir. Çünkü bunlar kokunun aslıdır.
Sair yağlar bunun hilâfınadır. Onu yer veya burnuna çeker yahut bir yara tedavi
eder yahut ayaklarının yarık yerlerine sürerse, veya kulaklarına akıtırsa
ittifaken kurban ve sadaka vâcip olmaz. Misk, amber, gâliye, kâfûr ve benzeri
bizzat koku sayılan şeyler bunun hilafınadır. Çünkü bunları kullanmakla ceza
lâzım gelir. Velev ki tedaviyoluyla kullansın. Bunu pişmiş bir yiyeceğin içine
koyarsa, bir şey lâzım gelmez.
İZAH
«Yağlanırsa...» Yani tam bir uzvu yağlarsa
demektir. Lübab. Lübab şarihi diyor ki: «Bazıları kokunun çokluğunu, bakan
kimsenin çok görmesiyle ölçmüşlerdir. Herhalde bunun yeri, yukarıda geçen
tevfik gereğince tam uzuv olmayan şeydir. Nevâdir'de beyanedildiğine göre başın
veya sakalın dörtte birini yağlamakla kurban vacip olur. Bu mesele kokuda
dörtte bir rivayeti üzerine tefrî edilmiştir. Doğrusu bunun hilafıdır.»
«Çünkü bunlar kokunun aslıdır.» Şu itibarla
ki gül ve menekşe gibi çiçekler bunların içine konulur da koku yapılır.
Kendileri de bir nevi kokudan hâli değillerdir. Böcekleri öldürürler, saçı
yumuşatırlar, kiri ve dağınıklığı önlerler. Bahır. Bu, İmamı- Azam'a göredir.
İmameyn o kimseye sadaka lâzım geldiğini söylemişlerdir.
«Sair yağlar bunun hilâfınadır.» Bahır'in
ibaresi şöyledir: «Zeyt'-den zeytinyağını kasdetmiştir. Simsim, susam denilen
şeydir. Böylece içyağı ve tereyağı gibi diğer yağlar hariç kalmıştır.» Bu sözün
muktezası, bademyağı ile kayısı çekirdeği gibi şeylerin harîç kalmasıdır.
«Onu yer veya burnuna çekerse...» Yani
zeytinyağını yahut susamyağını yerse veya burnuna çekerse bilittifak birşey
lâzım gelmez. Çünkü hiçbir cihetten koku değildir. Kokulanmak için
kullanılmayınca, ona koku hükmü verilmez.
«Velev ki tedavi yoluyla kullansın.» Lâkin
kurban kesmekle oruç tutmak ve fakir doyurmak arasında muhayyerdir. Nitekim
gelecektir. Nehir.
«Bunu pişmiş bir yiyeceğin içîne
koyarsa...» Yani kokuyu pişmiş yemeğe katarsa bir şey lâzım gelmez. Bilmelisin
ki kokuyu başka şeye karıştırmak muhtelif şekillerde olur. Zira ya pişmiş
yiyeceğe katılır, yahut pişmemiş olana. Birincide koku ister gâlip, ister
mağlûp olsun hükümsüzdür. İkincide hüküm galebe çalana verilir. Kokan şey
galipse kurban vâciptir, velev ki kokusu duyulmasın. Nitekim Fetih'te de böyle
denilmiştir. Aksi takdirde bir şey lâzım gelmez. Şu kadar var ki kokusu
hissedilirse mekruhtur. Kokan şey meşrubata karıştırılırsa, burada galip gelsin
mağlûp olsun hüküm kokan şeyedir. Ancak kokan şey galip ise kurban vâcip olur.
Mağlûp ise sadaka icabeder. Meğer ki tekrar tekrar içmiş olsun. Bu takdirde
kurban vâcip olur. Bahır sahibi inceleme yaparak, "Yenilen içilen şeylere
az koku karışırsa, ya hiçbir şey vâcip olmamak, yahut her ikisinde sadaka vâcip
olmak suretiyle ikisini bir tutmak gerekir.'' demiştir. Tamamı Bahır'dadır.
TEMBİH: İbn-i Emir Hâcc Halebî diyor ki
«Yalnız kokan şeyi yerse galebenin ne suretle itibar edileceğini görmedim.
UIema burada azla çoğun orasını ayırmamışlardır. Zâhire bakılırsa, karıştıran
kimse kokulu nesnenin kokusunu karıştırmazdan önceki gibi duyarsa o galiptir.
Duymazsa mağlûptur. Gâlip olduğu takdirde ondan çok yer veya İçerse kurban
vâcip olur. Çok. bilen âdil bir kişinin çok saydığı şeydir. Bundan maadası
azdır. Öd ağacı ve benzeri bir şeyle buhurlanarak yapılan helvadan yerse bir
şey tâzım gelmez. Ancak kokusunu duyarsa mekruh olur. İçine gülsuyu ve misk
gibi bir şey karıştırılarak yapılan helva bunun hilâfınadır. Ondan çok yerse
kurban, az yerse sadaka tâzım gelir.» Nehir.
«Ben derim ki: Lâkin Fetih'in pişmemiş
yiyecek hakkında geçen, "kokusu duyulmazsa" sözü, galebenin cüzle
değil. kokuyla ölçüleceğini anlatmaktadır. Lübab şerhinde bu açıkça ifade
edilmiştir. Sonra zâhire göre 'helva' sözünden pişmemiş olanı kasdetmiştir.
Aksi halde pişmiş helva hakkında bildiğin gibi tafsilât yoktur. Yenilen içilen
şeylerin hükmü budur. Bedene sürülen çöven ve benzeri bir şeyle karıştırılırsa,
bu hususta Lübab şerhinde Müntekâ'dan naklen şöyle denilmektedir: «Bakıldığı
zaman bu çövendir derlerse sadaka vermesi gerekir; kokudur derlerse kurban
vâcip olur.»
METİN
Pişmemiş ve mağlûp olursa, güzel kokan bir
şeyi ve elmayı koklamak gibi yenilmesi mekruh olur. Dikişli bir elbiseyi mûtad
şekilde bütün bir gün veya bir gece giyer yahut başını mûtad örtüyle bir gün
veya bir gece örterse kurban vâcip olur. Elbiseyi üzerine ilikler veya omuzlarına
koyarsa bir şey lâzım gelmez. Başının üzerinde testi veya denk gibl bir şey
taşırsa bir şey tâzım gelmez. Bir günden ve bir geceden az olursa sadaka lâzım
gelir. Bir günden fazlası bir gün gibidir. Elbiseyi geceleyin çıkarıp gündüzün
giyse ve bütün giyim eşyasını böyle yapsa bile. çıkarırken tekrar giymemeye
niyet etmedikçe bir kurban lâzım gelir. Eğer giymemeye niyet eder de sonra yine
giyerse ceza çoğalır. Evvelâ birinci için kefaret verir. Keza bir gün elbise
giyer de giydiği için kurban keser, sonra ertesi gün yine giymeye devam ederse
ceza yine çoğalır. Ertesi gün için de kurban lâzım gelir. Çünkü yasak
edilmiştir. Ona devamı için iptidanın hükmü verilir.
İZAH
«Mekruh olur.» Yani yukarıda geçtiği
vecihle kokusunu duyarsa mekruh olur.
«Dikişli elbise»nin tarifi ihram faslında
geçmişti.
«Mûtad şekilde giyerse...» Yani çalışırken
onu 'korumaya dikkat etmesi gerekmezse demektir. Bunun zıddı, korumaya muhtaç
olmasıdır. Meselâ entarisinin eteğini yukarıya kıvırmak, yakasını aşağıya
indirmek böyledir. Lübab şerhî.
«Veya omuzlarına koyar»da iliklemezse
birşey lazım gelmez. Yalnız bu mekruhtur. Bu hususta sözün tamamı ihram
faslında geçmişti.
«Başını örterse...» Yanı başının bütününü
veya dörtte birini örterse demektir. Yüz de baş gibidir. Nitekim gelecektir.
Elini veya benzeri bir uzvu sarması bunun hilâfınadır.
«Veya denk gibi bir şey»den murad, blr
hayvan yükünün yansıdır. Lübab şerhi. Dengi Bahır ve Minâh sahipleri dolu
olmakla kayıtlamışlardır. Hatta içi dolu olmazsa ona denk denilmezmiş. Çünkü ancak
içi dolu olduğu takdirde yükün diğer yarısına muadil olurmuş. Onun için burada
mutlak zikretmiştir. Rahmetî.
Ben derim ki: Lâkin ben Bahır ve Minâh'ta
bu söylenenlerle kaydedildiğini görmedim. Başka nüshaya müracaat etmelidir!
«Bütün bir gün veya bir gece»den murad,
zâhire göre bunların miktarıdır. Günün yarısından itibaren elbiseyi çıkarmadan
gecenin yarısına kadar giyse, yahut bunun aksini yapsa kurban lâzım gelir.
Nitekim "daha azda sadaka lâzım gelir." demesi buna işarettir. Lübab
şerhi.
«Az olursa sadaka lâzım gelir.» Yani
buğdaydan yarım sâ (bir fitre tası) vermesi gerekir. 'Az' tabirinin içinde bir
saat ve daha azı da dahildir. Hızânetü'I-Ekmel'de, "Bunun hilâfına olarak
bir saat için yarımsâ, daha azı için bir avuç buğday lâzım gelir." denilmiştir.
Bahır. Lübab sahibi de Hızâne'nin yolundan yürümüş, şarihi bunu ikrar etmiş,
fakat fukahanın söylediğine muhalefetinden dolayı O'na itirazda bulunmuştur.
TEMBİH: Bazı Menâsik şarihlerinin beyanına
göre bir kimse bir hacc nevi için ihrama girer de, dikişli elbise giymiş
bulunursa, ve bu ibadeti bir günden azda tamamlayıp ihramdan çıkarsa ne hüküm
verileceği hususunda açık bir söz görmedim. Fukahanın, "Ceza kurbanı
icabeden kâmil istifade ancak tam bir gün giymekle hasıl olur." demeleri,
sadaka vermesini gerektirir. Şöyle de denilebilir: istifadenin kemâline bakarak
bir günle sınırlandırmak ancak ihram zamanı uzun sürdüğüne göredir. Ama
meselemizde olduğu gibi kısa sürerse, tüm istifade hasıl oldu demektir.
Binaenaleyh kurban vacip olması gerekir. Bununla beraber mutlaka açık bir delil
lâzımdır.
«Elbiseyi geceleyin çıkarıp gündüzün
giyse...» Aksi de böyledir. Yani geceleyin giyip gündüzün çıkarsa hüküm birdir.
Nitekim Lübab şerhinde böyle denilmiştir.
«Ve bütün giyim eşyasını böyle yapsa»
cümlesi. "dikişli elbise giyerse" sözü üzerine mübalâğadır. Yani
gömlek, kaftan, sarık, külâh, don ve mest gibi bütün elbiseleri toplayıp bir
gün giyse sebep bir olduğu takdirde bir kurban kesmesi icabeder. Nitekim
Lübab'da beyan edilmiştir. Yani hepsini zaruretten dolayı veya hepsini
zaruretsiz olarak giymişse hüküm budur. Bazısını giymeye muztar ve mecbur olur
da kalanlarını hiçbir zaruret yokken giyerse, müteaddit kurban lazım gelir.
Nitekim ileride izah edeceğiz. Musannıfın söylediğine bakılırsa, bu eşyanın
hepsini bir mecliste giymek lâzım değildir. Aliyyü'lKâri buna muhâlif olarak
hepsinin bir mecliste giyilmesini şart koşmuştur. Bu eşyanın hepsini bir günde
giymek kâfidir. Lübâb'da, "Çeşitli elbiseleri giymekle beraber bir takım
sebeplerden dolayı ceza bir olur. Bunlar, hepsinin sebebi bir olması,
çıkarırken artık giymemeğe niyet etmemesi, bütünelbiselerini bir mecliste veya
bir günde giymek gibi şeylerdir." Yani sebep bir olmakla beraber demektir.
Nitekim biliyorsun. Fakat bazısını bir gün, bazısını başka gün giyerse, sebep
bir bile olsa ceza müteaddit olur.
«Çıkarırken tekrar giymemeye niyet
etmedikçe bir kurban lâzım gelir.» Tekrar niyetiyle yahut yerine başkasını
giymek niyetiyle çıkarırsa, ikinci bir kefaret lâzım gelmez. Çünkü giyme işi iç
içe girer, ikisine bir fiil hükmü verilir. Lübab şerhi.
METİN
Elbisesi sırtında iken ihrama girdikten
sonra o elbiseyle devam etmesi, ondan sonra yeniden giymesi gibidir. Velev ki
zorla veya uyurken giydirilmiş olsun. Giyme sebebi başka başka olursa, ceza da
başka başka olur. Bir gömlek giymeye muztar kalır da, iki gömlek giyer yahut
bir külâh giymeye muztar kalır da onu sarığı ile beraber giyerse, hem kurban
lâzım gelir, hem günah. Zaruretin kalmadığını kesin olarak bilir de yine o
halde devam ederse, ikinci bir kefaret verir. Başın veya yüzün dörtte birini
örtmek, bütününü örtmek gibidir. Kulaklarını ve ensesini örtmekte, elbisesiz
olarak ellerini burnunun üzerine koymakta beis yoktur.
İZAH
«Yeniden giymesi gibidir.» Yani bir gün
veya bir gece devam ederse kurban vâcip olur. Burada özürsüz olarak elbisesi
sırtında iken ihrama girmenin sahih olduğuna işaret vardır. Avamın îtikadı
bunun hilâfınadır. Çünkü dikişli elbiseden soyunmak ihramın vâciplerindendir.
Sıhhatinin şartlarından değildir.
«Giyme sebebi başka başka olursa.» Meselâ
sıtmalı olup elbisesini giymeye muhtaç olur da sıtma geçer, başka bir hastalığa
tutulursa veya başka bir sıtmaya tutulur da elbisesini tekrar giyerse. iki
kefaret vermesi icabeder. Birincisi için evvelden kefaret verip vermemesi
farketmez. Düşman muhasara eder de onunla çarpışmak için günlerce elbisesini
giymeye muhtaç olursa ve çarpışmaya çıkarken elbisesini giyer, döndüğü vakit
çıkarırsa, o düşman oradan gitmedikçe bu adama bir kefaret lâzım gelir. Düşman
gider de başka bir düşman gelirse iki kefaret icabeder. Bunun muktezası,
Halebî'nin dediği gibidir. Yani soğuktan korunmak için giymiş, sonra hep aynı
sebepten dolayı giyip çıkarmış, nihayet bu soğuk giderek başka bir soğuğa
tutulmuş ve ondan dolayı giymişse, kendisine iki kefaret vâcip olur.
«Bir gömlek giymeye muztar kalır da iki
gömlek giyerse ilh...» cümlesi öncekini tahsistir. önceki cümle, sebep
değişince cezanın da değişeceğini anlatıyordu. Zahîre sahibi diyor ki: «Bu
meselenin cinsinde asıl olan şudur: Zaruret yerinde ziyade, yeni bir cinayet
sayılmaz. Lübab'da şöyle denilmektedir: Sebep başka başka olursa, meselâ bir
elbise giymeye muztar kalır da iki elbise giyerse, bunları zaruret yerinde
giydiği takdirde meselâ bir gömleğemuhtaç olup da iki gömlek yahut bir gömlekle
bir cübbe giydiği, veya bir külâha muhtaç olup da onu sarıkla beraber giydiği
takdirde bir kefaret vermesi vâcip olur. Bu kefarette muhayyer bırakılır.»
Şarihi diyor ki: «Bir mecliste her ikisini giymeye zaruret bulunursa, bunları
iki yerde giymesi de böyledir. Meselâ bir özürden dolayı bir sarıkla bir mest
giyerse bir kefaret vermesi icabeder.» Bunları iki muhtelif yerde giyerse, yani
biri zaruret yerinde, diğeri zaruretten başka bir yerde olursa nitekim sarık
giymeye muztar kalır da, onu meselâ gömlekle beraber giyerse, yahut zaruretten
dolayı bir gömlek giyer. zaruret yokken de iki mest giyerse o kimseye iki
kefaret lâzım gelir. Bunların birincisi zaruret kefaretidir. Bu kefaret
hakkında muhayyerdir. Bir de ihtiyârî kefaret verir. Bunda muhayyerlik yoktur.
«Hem kurban lâzım gelir, hem günah.» Kurban
lâzım gelmesi biri sebebiyledir. Diğeri sebebiyle günah lâzım gelir. Burada
münasip olan tabir, yukarıda arzettiğimiz gibi muhayyer kefaretin Iüzumudur
demekti. Çünkü bir özürden dolayı olunca kurban taayyün etmez. Nitekim gelecektir.
Sarıkla külâh giymekte - iki gömlekte olduğu gibi - bir kefaret lâzım gelmesi
nassan bildirilmiştir. Nitekim Lübab'dan nakli, yukarıda geçti. Fetih ve
Mi'râc'da da böyle denilmiştir. Bahır sahibi buna muhalif olarak aralarında
fark görmüştür. Nitekim Şurunbulâliyye'de buna tembih edilmiştir. "Hem
günah lâzım gelir" diye söylediğine Bahır sahibi dahi Halebî'den naklen
tembihte bulunmuş; sonra; "Bu bellenmelidir. Çünkü birçok ihramlılar
bundan gafildirler. 'Nasıl ki gördük.' demiştir.
«İkinci bir kefaret verir.» Yani kesin
bildikten sonra bir gün devam ederse, muhayyerlik olmaksızın ikinci bir kefaret
verir. Fakat zaruretin kalmadığını şüpheyle bilerek devam ederse bir şey tâzım
gelmez. Bahır.
«Bütününü örtmek gibidir.» Ebû Hanife'den
meşhur rivayet budur Birçoklarının söylediği vecihle sahih olan da budur. Lübab
şerhi.
«Kulaklarını ve ensesini örtmekle...» Keza
bedenin ellerle ayaklardan maada yerlerini örtmekte beis yoktur. Ellere
eldiven. ayaklara çorap giymek ise yasaklanmıştır. Meselenin tamamı ihram
faslında geçmişti.
«Elbisesiz olarak» ifadesi, Fetih ve
Bahır'da da vardır. Zâhire bakıIırsa, ellerini elbiseyle burnuna koyması sadece
kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur. Çünkü burun yüzün dörtte biri etmez. Bunu
Tahtâvî söylemiştir.
METİN
Başının dörtte birini tıraş eder, yani
saçlarını giderirse yahut sakalının dörtte birini tıraş eder veya kan alınan
yerlerini tıraşlarsa. yani kan aldırırsa kurban vâcip olur. Aksi halde vâcip
olan sadakadır. Nitekim Fetih'ten naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Yahut
koltuklarından birini veya kasıklarını yahut ensesini veya bunların bütününü
tıraş ederse, yine kurban lâzımgelir.
İZAH
«Yani saçlarını giderirse...» Tıraştan
ustura veya başka bir şeyle isteyerek veya istemeyerek saçlarını kazımayı
kastediyor. Ağdayla giderir veya sakalını yolarsa, yahut ekmek kararken saçı
yanarsa, yahut eliyle saçına dokunur da düşerse, tıraş olmak gibidir.
Saçlarının hastalıktan veya ateşten dökülmesi bunun hilafınadır. Bahır.
Ben derim ki: Bu, saç kısaltmaya da
şâmildir. Nitekim Lübab'da açıklanmıştır. Lübab şarihi diyor ki: «Bunu Kâfî
sahibi ve Kirmânî açıklamışlardır. ihramdan çıkmaya kıyasen doğru olan da
budur. Hidâye şerhi Kifaye'de saç kısaltmanın kurban icabetmediği
söylenilmiştir.»
«Başının dörtte birini» tıraş eder. Sahih
ve ekseriyetle mezhebimiz ulemasının tercih ettikleri muhtar kavil budur.
Tahtâvî'nin Muhtasar'ında bildirildiğine göre İmameyn, başının ekserisini tıraş
etmedikçe kurban vâcip olmaz, demişlerdir. Lübab şerhi. Hacının başı saçsız
ise, saç biten yerleri dörtte birini bulduğu takdirde kurban lâzım olur. Aksi
takdirde sadaka vermesi gerekir. Sakalı son derece hafifse,dörtte bir miktarı
tam olduğu takdirde kurban kesmesi vâcip olur. Aksi takdirde sadaka vermesi
gerekir. Lübab. Sakalla bıyıklar bir uzuv sayılır. Fetih.
«Kan alınan yerleri»'nden murad, boynundaki
hacamet yerleridir. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir.
«Aksi halde vâcip olan sadakadır. » Yani
tıraştan sonra kan aldırmazsa sadaka vermesi vâcip olur.
«Nitekim Fetih'ten naklen Bahır'da böyle
denilmiştir.» Nehir sahibi; "Ben kendi nüshamda 'Fetih'ten naklen '
denildiğini görmedim." diyor.
Ben derim ki: Herhalde O'nun nüshalarından
bu kelime düşmüş olacaktır. Yoksa Fetih'te onu ben de gördüm. Fetih sahibi buna
Zeylâî'nin, "Tıraş olması kan aldıran için maksuttur. Muteber olan budur.
Başka şey için tıraş olması bunun hılâfınadır." sözünü şahit getirmiştir.
«Veya bunların bütününü...» Yani zikredilen
üç şeyin hepsini tıraş ederse kurban lâzım gelir. 'Bütününü' diye kayıtlaması,
bu uzuvların dörtte biri bütünü yerine geçmediği içindir. Çünkü bunların bir
kısmını tıraş etmekle yetinmek âdet olmamıştır. Şu halde bir kısmını tıraş
etmek tam istifade sayılmaz. Başın dörtte biri ile sakal bunun hilâfınadır.
Çünkü bu şekil tıraş bazı insanların âdetidir. Muhit'te, "Boynunun
ekserisi bütün gibidir. Çünkü bedenin eşi bulunmayan her uzvunun ekserisi
bütünü makamınadır." denilmişse de bu söz zayıftır. Keza Hâniyye'nin.
"Koltuk çok kıllı olursa kurban vâcip olmak için dörtte biri itibara
alınır, değilse ekserisi itibara alınır." sözü dahi böyledir. Mezhep
musannıfın zikrettiğidir ki, dörtte bir başta ve sakalda itibara alınır.
Bunlardan maada yerlerde kurban lâzım gelmek için uzvunbütünü nazarı itibara
alınır. Bahır. Kısaltılarak alınmıştır.
Lübab'da bu üç şey gibi göğsünü, baldırını,
dizini, uyluğunu, pazusunu ve kolunu tıraş edene dahi kurban lâzım geleceği
bildirilmiştir. Bazıları bunlarda sadaka gerektiğini söylemişlerdir. Azını
tıraş ederse sadaka lâzım gelir. Bunların dörtte biri bütünün yerini tutmaz.
Lübab şarihi diyor ki: Musannıf (bazıları bunlarda sadaka gerektiğini
söylemişlerdir) sözüyle Mebsut'un ibaresine işaret etmektedir. Orada şöyle
denilmiştir: "Her ne zaman kasten tıraş edilen bir uzvu tıraş ederse bir
kurban kesmesi vâcip olur. Kasten tıraş edilmeyen bir yerini tıraş ederse
sadaka vermesi gerekir." Mebsut sahibi bundan sonra şunları söylemiştir:
"Maksut olmayan yerlerden biri, göğüs ve baldırların kıllarını tıraş
etmektir. Maksut olan yerlerden biri de başı ve koltukları tıraş etmektir."
Bedayi, Timurtâşî ve Nuhbe'de dahi böyle denilmektedir. Esah olan Mebsut
sahibinin söylediğidir. İbn-i Hümâm, "Hak olan budur." demiştir.
Hâsılı üçten her biri, yani koltuk, kasık ve boyun başlı başına kasten tıraş
edilen yerlerdir. Binaenaleyh bunlarda kurban vâcip olur. Lâkin hiçbirinin
dörtte biri bütünü yerine geçmez. Sebebini yukarıda gördük. Göğüs, baldır ve
benzerleri bunun hilafınadır. Onları tıraş etmekle sadaka vâcip olur. Fetih
sahibi diyor ki: "Çünkü bunları tıraş etmek arzusu ancak başka yerlerin
zımnındadır. Zira yalnız baldırı parlatmak âdet olmamıştır. Âdet sırttan ayağa
kadar her yeri parlatmaktır." Bahır sahibi de şunları söylemiştir:
"Bu izaha göre üçle kayıtlamak, göğüs ve baldır gibi maksut olmayan
uzuvlardan ihtiraz içindir." Bilmelisin ki tıraş edilen dağınık yerler
koku gibi toplanır. Ayrı ayrı yerlerden başının dörtte birini tıraş ederse, bir
kurban kesmesi vâcip olur. Lübab. İleride gelecek ki bıyıklarını tıraş edene
sadaka lâzım gelir.
TEMBİH: Tıraş etmeyi, Câmi-i Sağîr'e uyarak
koltuklarda da zikretmesi, caiz olduğuna işaret içindir. Sünnet olan onları
yolmaktır. Onun için Asıl nam kitapta bu tabir kullanılmıştır. Bıyığın
kısaltılması mı sünnettir, yoksa tıraş edilmesi mi meselesi ihtilâflıdır?
Müteehhirîn ulemamızdan bazılarına göre mezhep, kısaltılmasıdır. Bedayi sahibi,
"Sahih olan budur." demiş; Tahâvî; "Kısaltmak iyidir, tıraş
etmekse daha iyidir." ifadesini kullanmıştır. Üç İmamımızın kavli budur.
Nehir. Fetih sahibi diyor kl: «Kısaltmanın tefsiri, bıyıklan dudak
kenarlarından alarak kısaltmasını temin etmektir.» Hidâye sahibinin sözüne göre
ise, bıyıklarını dudakları hizasında bırakmaktır.
Bıyıkların iki ucuna gelince: Bazılarına
göre bunlar bıyıktan, bazılarına göre sakaldandır. Bu takdirde onları
terketmekte beis yoktur, diyenler olmuş; mekruh olduğunu söyleyenler de
bulunmuştur. Çünkü bunda alemlere ve Ehl-i Kitap'a benzemek vardır. Bu söz
doğru olmaya lâyıktır. Tamamı Nûh Efendi Hâşiyesindedir. Bahır sahibi
Tahâvi'nin söylediğini tercih etmiş; sonra, "Buhârî ile Müslim'de rivayet
edilen İ'fay-i Lihye, sakalı sıklaşıp çoğalmayabırakmaktır. Bunun sünnet
miktarı bir tutamdır, ziyadesini keser." demiştir. Tamamı bu kitap üzerine
yazdığımız hâşiyededir. Bir kısmı da oruç bahsinde geçmişti.
Kasıklara gelince; Bahır'da Nihâye'den
naklen, "Sünnet olan onları tıraş etmektir. Çünkü hadiste on haslet
sünnettendir. Bunlardan biri de istihdâttır. buyrulmuştur. Bu kelime kasıkları
demirle tıraş etmektir diye tefsir edilmiştir." denilmiştir.
METİN
Ellerinin veya ayaklarının yahut hepsinin
tırnaklarını bir mecliste kesmekle kurban lâzım gelir. Meclis ayrı ayrı olursa
kurban da müteaddit olur. Meğer ki yer bir olsun. Mesela koltuklarını iki
mecliste yahut başını dört mecliste tıraş etmek böyledir. Yahut bir elle bir
ayağının tırnaklarını keserse yine kurban lazım gelir. Çünkü dörtte bir, bütün
gibidir. Tavaf-ı kudûmü veya tavaf-ı sadori cünüp yahut hayızlı olarak yaparsa
yine bir kurban lâzım gelir. Zira tavaf-ı kudûm başlamakla vâcip hükmüne girer.
Farz olan tavafı abdestsiz yaparsa, hüküm yine budur. Cünüp olarak yaparsa,
tekrarlamadığı takdirde bir deve vâcip olur.
İZAH
«Meselâ koltuklarını iki mecliste tıraş
etmek böyledir.» Bunu mahal birliği sayıp, iki elin tırnaklarını kesmeyi mahal
birliği saymamak müşkildir. Bununla beraber bu hususta rivayet yoktur. Nitekim
bunu inâye sahibi söylemiştir. Yani bu meselenin hükmü, mezhebimiz ulemasından
bazıları tarafından çıkarılmıştır ki, bir olduğu takdirde bir kurban lâzım
geleceği nakledilmiştir. Nitekim şarihin yaptığı da bunu iktiza etmektedir. Ama
bunu açık söyleyen görmedim. İnâye sahibi rivayet sabit olduğu takdirde bu
işkale şöyle cevap vermiştir: «Burada birkaç yerin bir sayılmasını icabeden bir
şey vardır ki, o da tenvîrdir (Yani macunla kılları gidermektir). O kimse bütün
bedeninin kıllarını paklasa, kendisine yalnız bir kefaret lâzım gelir. Tıraş
etmek de tenvîr gibidir. Bahis mevzuu kısaltma meselesinde onu böyle yapacak
bir şey yoktur.» Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Kısaltmak da böyledir.
Hem tıraş yeri müteaddit olur, meclis de değişirse, kısaltmak kefaret icabeder.
Halbuki her meclis için o mecliste yapılan cinayetin gereği vâcip olurdu.
Nitekim bunu Bahır sahibi ve başkaları açıklamışlardır.
«Başını dört mecliste tıraş etmek», her
mecliste dörtte birini almakla olur. Birinci meclis için kefaret vermemişse,
mecmuu için bilittifak bir kurban vâcip olur. Lübab şerhi.
«Başlamakla vacip hükmüne girer.» sözüyle
şarih, nâfile olarak yapılan her tavafta hükmün böyle olacağına işaret
etmiştir. Binaenaleyh tavafı cünüp olarak yapmışsa kurban; abdestsiz yapmışsa
sadaka vâcip olur. Nitekim Zeylâî'den naklen Şurunbulâliyye'de böyle
denilmiştir. Şarihin bu sözü şunu da ifade eder ki, kefaret, kavi ile zayıf
arasında fark yapmaksızın ıstılâhî vâcibi terk etmekle lâzım gelir. Çünkü
başlamakla vâcip olan bir şey, Allah'ın vâcipkılmasıyla vâcip olan tavâfı-
sader gibi vâcipten daha aşağıdır. Zira bunların ikisi de zannî delil ile sabit
olan vücupta müşterektirler. Kat'î delille sabit olan farz tavaf bunun
hilâfınadır. Onun için cinayet işlenirse, oralarında farkı göstermek ve sübut
cihetinden bu tavafta deve boğazlamak vâcip olur.
«Farz olan tavafı abdestsiz yaparsa» diye
kayıtlaması, tavafın sadece pis elbise veya pislik bulaşmış bedenle yapılması
mekruh olduğu içindir. Zahîriyye'de her pis elbiseyle yapılan tavafta bir
kurban vâcip olacağı kaydedilmişse de, rivayet itibariyle bunun aslı yoktur.
Musannıf şuna da işaret etmiştir ki, namaz caiz olmayacak şekilde çıplak olarak
tavaf ederse, vâcip olan örtünmeyi terk ettiği için kurban lâzım gelir. 'Farz' diye
kaydetmiştir ki bundan murad, tavafın ekseri şavtlarıdır. Çünkü az miktarını
abdestsiz tavaf eder de tekrarlamazsa, her şavt için yarım sâ' buğday tasadduk
etmesi vâcip olur. Ancak sadakanın kıymeti, kurban kıymetine yükselirse, ondan
dilediği miktarı kısar. Bahır.
"Cünüp olarak yaparsa, tekrarlamadığı
takdirde bir deve vâcip olur." Ama az şavtlarını cünüp olarak tavaf eder
de bunları tekrarlamazsa, bir koyun vâcip olur. Tekrarlarsa her şavt için yarım
sâ' sadaka vâcip olur. Çünkü tavafı ziyaretin az olan şavtlarını
geciktirmiştir. Bahır. Lakin Lübab'da, "Az miktarını cünüp olarak tavaf
ederse, her şavt için sadaka vermesi vâcip olur. Tekrarlarsa sadaka sâkıt
olur." denilmiştir. "Tekrarlamadığı takdirde" ifadesinden murad,
tavaftır ki kudûme, sadare ve farza şâmildir. Tekrarlarsa bir şey lazım gelmez.
Çünkü ile zaman tavafı herhangi hadesle yapar da sonra tekrarlarsa, hadesli
tavafın gerektirdiği ceza sâkıt olur. H.
Ben derim ki: Lâkin farz tavafı kurban
günlerinden sonra tekrarlarsa, İmam-ı Âzam'a göre geciktirdiğinden dolayı
kurban lâzım gelir. Bu, tekrarlama cünüplükten dolayı olduğuna göredir. Aksi
takdirde bir şey lâzım gelmez. Nitekim kurban günlerinde tavafı mutlak surette
tekrarlaması böyledir. Bu, Hidâye'de bildirilmiştir. Bahır sahibi buna göre
hareket etmiş; Sirâc sahibi ile diğer ulema da bu kavli sahih bulmuşlardır.
Gâyetül'-Beyan sahibi bunun hata olduğunu söylemiştir. Çünkü tahâvî şerhinde,
gecikmekle mutlak surette kurban lâzım geleceği rivayeti açıklanmıştır. Bahır
sahibi buna cevap vermiş; "Bu, başka bir rivayettir." demiştir.
TEMBİH: Tavafı tekrarlama meselelerinden
biri de Lübâb'da zikredilen şu meseledir: Tavafı ziyareti cünüp olarak, tavaf-ı
saderi ise abdestli yaparsa, tavaf-ı saderi kurban günlerinde yaptığı takdirde,
saderi terk ettiği için kurban vâcip olur. Çünkü yaptığı sader tavafı, tavafı
ziyarete intikal etmiştir. Ziyaret için ikinci defa tavaf ederse, ziyaret
tavafı sadere intikal ettiği için bir şey lâzım gelmez. Sader için kurban
günlerinden sonra tavaf ederse, iki kurban vâcip olur. Biri saderi terk ettiği
için, yani sader ziyarete döndüğü içindir. İkincisi de ziyaret
tavafınıgeciktirdiği içindir. Sader için ikinci defa tavaf ederse, onun kurbanı
sâkıt olur. Ziyaret tavafını abdestsiz, sader tavafını abdestli yaparsa, sader
tavafı bayram günlerinde yapıldığı takdirde ziyaret tavafına intikal eder.
Sonra sader için ikinci defa tavaf ederse, bir şey lâzım gelmez. ikinci defa
tavaf etmezse, onu terk ettiği için kurban vâcip olur. Tavaf kurban günlerinden
sonra yapılırsa intikal etmez. Tavaf-ı ziyareti abdestsiz yaptığı için bir
kurban vâcip olur. Tavaf-ı ziyareti abdestsiz, tavaf-ı saderi cünüp olarak
yaparsa iki kurban vâcip olur.
METİN
Esah olan, cünüplükte vâcip, abdestsizlikte
mendup olmasıdır. Hem muteber olan birincidir. ikincisi onun tamamlayıcısıdır.
Binaenaleyh sa'yi tekrarlamak vâcip değildir. Cevhere. Fetih'te beyan
edildiğine göre. umre için cünüp veya abdestsiz olarak tavaf etse kurban vâcip
olur. Onun tavafından bir şavt bırakması da kurban gerektirir. Çünkü umrede
sadakanın tesiri yoktur. Arafat'tan - velev ki devesi kaçtığı için olsun -
imamdan ve güneş batmazdan önce çekilirse kurban vâcip olur. Ama geri dönerse
kurban sâkıt olur. Esah kavle göre velev ki güneş battıktan sonra dönsün. Gâye.
İZAH
«Esah olan, cünüplükte vâcip,
abdestsizlikte mendup olmasıdır.»
Yani tekrarlamak cünüp olana vâcip,
abdestsiz olana menduptur. Bahır sahibi, "Tavaf-ı kudûmu cünüp olarak
yaparsa tekrarlaması lazım gelir." diyor. Tavaf-ı kudûmde tekrarlamak
vâcip olunca, tavaf-ı saderle farz tavafta evleviyetle vâcip olur. H.
TEMBİH: Bahır sahibi diyor ki: «Vâcip olan
iki şeyin biri, yani ya koyun kesmek yahut tekrarlamaktır. Mekke'de bulunduğu
müddetçe tekrarlamak asıldır. Tâ ki tamamlayıcı tamamlanan cinsinden olsun. Bu
kurbandan efdaldir. Fakat ailesinin yanına dönerse, abdestsiz hakkında koyun
göndermenin tekrarlamaktan efdal olduğuna ulema ittifak etmişlerdir. Cünüp
hakkında Hidâye sahibi geri dönmenin efdal olduğunu tercih etmiştir. Muhit
sahibi ise fakirterin menfaatı için koyun göndermenin efdal olduğunu tercih
etmiştir. Birinciye döndü mü yeni ihramla döner. Bu, tavaf-ı ziyareti cünüp
olarak yapmakla kadınlar hakkında ihramdan çıkmış sayıldığına binaendir. Umre
için ihrama girerse ondan başlar, sonra tavaf-ı ziyareti yapar. Onun vaktini
geçirdiği için kendisine kurban lâzım gelir.
«Ham muteber olan birincidir» Bu cümle,
cünüplükte vâciptir cümlesi üzerine atfedilmiştir. Kerhî'nin kavli budur. îzâh
sahibi de bu kavli sahih bulmuştur. Râzî buna muhaliftir. Bu cünüplük
hakkındadır. Abdestsizliğe gelince: Muteber olan bilittifak birincisidir.
Sirâc. Şarihin, "Binaenaleyh sa'yi tekrarlamak vâcip değildir." sözü,
bu hilâfın semeresini beyandır. Râzî'nin kavline göre sa'yi tekrarlamak
vâciptir. Çünkü birinci tavaf bozulmuştur. Sanki hiçyapılmamıştır. Sirâc. Bahır
sahibinin, "Bu hilâfırı. semeresi yoktur." demesi. vakiin
hilâfınadır.
«Fetih'te beyan edildiğine göre ilh...»
Fetih sahibi bunu Muhit'e nisbet etmiştir. Onu Şurunbulâliyye sahibi de
nakletmiştir. Bir benzeri de Lübab'dadır. Orada şöyle denilmiştir: «Bütün umre
için veya ekserisi yahut azı için tavaf eder de bir şavtında olsun cünüp veya
hayızlı nifaslı yahut abdestsiz bulunursa, bir koyun vâcip olur. Burada çokla
azın, cünüplükle abdestsizliğin arasında fark yoktur. Çünkü umrenin tavafında
devenin ve sadakanın bir tesiri yoktur. Tavaf-ı ziyaret bunun hilâfınadır. Keza
umrenin tavafından az miktarını velev bir şavtını - terkederse, kurban vâcip
olur. Tekrarlarsa kurban sâkıt olur.»
Lâkin Bahır'da Zahîriyye'den naklen şöyle
denilmektedir: «Azını abdestsiz olarak tavaf ederse, her şavt için buğdaydan
yarım sâ' vermesi vâcip olur. Ancak bunun kıymeti kurbanın kıymeti kadar
olursa, ondan dilediği kadar azaltır.» Sirâc'da da böyle denilmiştir. Zâhire
bakılırsa bu başka bir kavildir. Musannıfın ileride gelecek olan "İfrad
haccı yapana ihramına cinayeti sebebiyle nerede kurban lâzım gelirse, kırân
yapana orada iki kurban lâzım gelir. Sadaka da öyledir." ifadesi ki şarih
orada temettu yapanın da kırân yapan gibi olduğunu söylemiştir- buradakine ters
düşmez. Velev ki temettu yapanın cinayeti hem hacc ihramına, hem umre ihramına
karşı işlenmiş olsun. Çünkü orada murad, ihram yasaklarından birini yapmak
suretiyle işlenen cinayettir. Vâcıplerden birini terk etmek bunun hilafınadır.
Nitekim şarihin sözünde gelecektir. Burada ise cinayet, vâcip olan temizliği
terketmekle olmuştur. Binaenaleyh umrede yasak bir fiili yapmakla sadakanın
vâcip olmasına aykırı değildir. Onun için Lübab sahibi umumileştirmeyerek,
"Umrenin tavafında sadakanın tesiri yoktur." demiştir. Şarih ise
Fetih sahibine uyarak ibareyi mutlak söylemiştir.
«Arafat'tan imamdan önce çekilirse ilh...»
Yani güneş batmadan Arafat hududundan çıkarsa mânâsınadır. Aksi takdirde bir
şey lâzım gelmez. Nitekim Lübab'da beyan edilmiştir.
«Velev ki devesi kaçtığı için olsun.» Lübab
sahibi diyor ki: «Devesi kaçar da kendisini güneş batmadan Arafat'tan
çıkarırsa, ona kurban Iâzım gelir. Keza devesi kaçar da, o da yakalamak için
arkasından giderse hüküm budur.» Lübab şarihi Aliyyü'l-Kâri, "Burada- vâcibi
özür için terketmek kurbanı ıskat eder diye itiraz olunabilir." demiştir.
Fakat kendisine şöyle cevap verilmiştir: «Geri dönmek suretiyle bunun tedariki
mümkündür. Kurbanı geri dönmek ıskat eder.»
Ben derim ki: En iyisi bâbın başında
arzettiğimiz şekilde cevap vermektir. Yani, "Kurbanı ıskat eden özürden
murad, kullar tarafından gelmeyen özürdür." demelidir. Bunun izahı ihsar
bâbında gelecektir.
«Ve güneş batmazdan önce...» Sarih bu
atıfla, ulemanın imamdan muradlarının, güneşin batması olduğunu anlatmak
istemiştir. Çünkü aralarında mülâbeset (karışma) vardır. Ziraimama güneş
battıktan sonra yola çekilmek vâcip olunca, onunla beraber çekilmek, güneş
battıktan sonra çekilmek olur. Yoksa güneş batar da hacılar yola çekilir imam
yerinde durursa, hacılara bir şey lâzım gelmez. İmam güneş batmadan çekilir de
hacılar da ona tâbi olurlarsa, hem imama hem hacılara kurban vâcip olur. Bunun
sebebi şudur: Gecenin bir cüzünde Arafat'ta durmak (vakfe) vâciptir. Onu terk
edene kurban lâzım gelir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. H.
«Esah kavle göre velev ki güneş battıktan
sonra dönsün.» Güneş battıktan sonra dönerse, zâhir rivayete göre kurban sâkıt
olmaz. Kudûrî, İbn-i Şücâ'ın İmam-ı Âzam'dan "sakıt olur" diye
naklettiği rivayeti sahihlemiş ve, "Güneş batmadan geri dönerse, esah
kavle göre evleviyetle kurban sâkıt olur." demiştir. Nitekim Bahır'da da
böyledir. Nikâye'nin Aliyyü'l-Kâri şerhinde şöyle denilmektedir: «Cumhur-u
ulema, zâhir rivayetin esah olduğu kanaatindedir. Güneş batmadan geri dönerse.
en zâhir hal sükût etmemektir. Çünkü vakfeyi güneş batıncaya kadar devam
ettirmek vaciptir. Bir kısmının bulunmamasıyla vakfe bulunmamış olur.»
Ben derim ki : İbn-i Kemâl Hidâye şerhinde
hulâsaten şunları söylemiştir: «Şarihler burada rivayeti naklederken hata etmişlerdir.
Çünkü Bedâyi'de anlatıldığına göre, hacı güneş batmadan ve imam Arafat'tan
çekilmeden geri dönerse, bize göre kurban sâkıt olur. İmam Züfer buna
muhaliftir. Güneş batmadan fakat imam Arafat'tan çıktıktan sonra dönerse, İbn-i
Şücâ'ın imam-ı Azam'dan rivayetine göre kurban sâkıt olur. Kudûrî buna itimat
etmiştir. Asıl'da sâkıt olmadığı zikredilmiştir. Güneş battıktan sonra dönerse,
hilâfsız kurban sâkıt olmaz. Çünkü vâcip tekerrür etmiştir. Artık geri dönmekle
sükuta tahammülü yoktur.»
METİN
Yahut farzın yedi tavafından az miktarını
terkederse, yani ondan başka tavaf yapmazsa kurban lâzım gelir. Hattâ tavaf-ı
sederi yaparsa, farzı tamamlayacak kadarı ona intikal eder. Sonra saderin azı
kalırsa sadaka vâcip olur. Aksi halde kurban lâzım gelir. Farz tavafın ekseri
şavtlarını bırakmakla, kadınlar hakkında tâ o tavafı yapıncaya kadar ihramlı
kalır. Her cima ettikçe meclis değişmek şartıyla kurban lâzım gelir. Meğer ki
terk etmek istemiş olsun. Fetih.
İZAH
«Yahut farzın yedi tavafından az miktarını
terkederse» kurban vâcip olur. Çünkü tavaf şavtlarının farz olanları, yedi
şavtın tamamı değil ekserisidir. Velev ki muhakkak İbn-i Hümam, "Bizim
Allah Teâlâ huzurunda inandığımız şudur ki: Yedi şavttan az olan tavaf kâfi
değildir. Onun noksanı hiçbir şeyle tamamlanmaz." demiş olsun. Çünkü bu
O'nun, bütün mezhep ulemasına muhalif olan bahislerinden biridir. Nitekim
Bahır'da belirtilmiştir. Amatalebesi Allâme Kâsım, "Onun mezhebe muhalif
olan bahisleri muteber değildir." demiştir.
«Hattâ tavaf-ı saderi yaparsa...» Meselâ
tavaf-ı saderi yaparsa demektir. Çünkü vakfeden sonra hangi tavafı yaparsa
yapsın farz yerine geçer. Nitekim arzetmiştik. Şurunbulâliyye. Şarih bunu,
"Yani ondan başka tavaf yapmazsan" sözüyle ifade etmiştir.
«Sonra saderin azı kalırsa sadaka vâcip
olur.» Yani sader şavtlarından azı kalırsa ki, bundan murad, rükne intikal eden
miktardır. Meselâ farz tavaftan üç şavt bırakmış, sader için yedi şavt
yapmışsa, bu yedinin üçü farz tavafa intikal eder. Bu üç şavt, tavaf-ı saderden
onun borcudur. Bundan dolayı sadaka lâzım gelir. Ama sader için altı şavt tavaf
etmiş de onlardan üçü farza intikal etmiş bulunursa, saderin ekserisi yani dört
şavtı boynuna borç kalır. Bunun için kendisine kurban tâzım gelir. Sonra bu
izah, tavaf-ı saderin sonu teşrik günlerinin sonuna kadar yapılmadığına
göredir. Aksi takdirde kendisine sadaka veya kurbanla beraber başka bir sadaka
lâzım gelir. Çünkü İmam-ı Âzam'a göre farzın az miktarını geciktirmiştir. Her
şavt için buğdaydan yarım sa' (bir fitre tası) verecektir. İmameyn buna
muhaliftir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Tatarhâniyye ile Kuhistâni ve
Lübab'da dahi böyle denilmiştir. Lâkin Şurunbulâliyye' de Fetih'ten naklen.
"Azını yani farz tavafın azını terk ederse, geciktirdiği için kurban;
saderin terk edilen şavtları için sadaka lâzım gelir" denilmiştir. Demek
ki O'na göre azını geciktirdiği için kurban vâciptir. Nitekim görüyorsun.
«İhramlı kalır.» Ailesinin yanına dönerse,
aynı ihramla geri dönmesi icabeder. Onun yerine bedel kifayet etmez. Lübab.
«Kadınlar hakkında» demesi, tıraş olmakla
tavafa kadar kadınlardan maada her şey kendisine helâl olduğu içindir.
«Her cima ettikçe kurban lâzım gelir.» Bu,
ileride görüleceği vecihle ya koyun yahut deve olacaktır.
«Meğer ki terk etmek istemiş olsun.» Yani
ikinci cima ile artık kendisine bir şey lâzım gelmez. Velev ki meclis değişsin.
Halbuki terk niyeti bâtıldır. Çünkü o haccdan kendisini ancak ameller çıkarır.
Lâkin yasak fiiller bir niyete - yani ihramdan acele çıkmak niyetine istinat
edince, hepsi bir sayılır ve ona bir kurban kâfi gelir. Bahır. Lübab sahibi
şöyle demektedir: «Bilmiş ol ki ihramlı bir kimse ihramı bırakmayı niyet eder
de, ihramsızların yaptığı gibi elbise giymeye, koku sürünmeye, tıraş olmaya,
cima etmeye ve av vurmaya başlarsa, bunlarla ihramdan çıkamaz. Eski ihram
haline dönmesi icabeder. İrtikâbettiği yasak fiiller için bir kurban vâcip
olur. Velev ki bütün yasak fiilleri İrtikâbetmiş olsun. Ceza ancak bırakmayı
niyet etmediği vakit cinayetlerin çoğalmasıyla müteaddit olur. Sonra bırakma
niyeti. ancak çıkmamak meselesini bilmediği için bu kasıtla ihramdan çıktığını
zanneden hakkında muteberdir. Bu kasıtla ihramdan çıktığını bilirse niyeti
muteber değildir.»
Ben derim ki: Lübab sahibinin zikrettiği,
"Bırakma niyeti bâtıldır. İhramdan ancak fiillerle çıkar." sözü,
bırakmaya memur olmadığı zamana yorumlanır. Nitekim cinayetler bâbının sonunda
bundan bahsedeceğiz. Hastalık veya düşman korkusu sebebiyle haccdan men edilen
kimse onu bırakmaya memurdur. Çünkü hedy kurbanını mikât dışında keser ve onun
ihramı hükümsüz kalır. Nitekim bâbında gelecektir. Yine orada söyleyeceğiz ki,
kul hakkından dolayı ihramın mucebini yapmaktan men edilen kimse, hedysiz
ihramdan çıkar. Nasıl ki kocasının izni olmaksızın ihrama giren köle böyledir.
Bunlar kurban kesmeden derhal ihramdan çıkabilirler. Bu anlattıklarımızla
Şurunbulâliyye'nin itirazı defedilmiş olur. Şurunbulâliyye sahibi, yukarıda
geçen; "İhramdan ancak fiillerle çıkar." sözü ile, bir kimsenin
cariyesini tırnak kesmek veya cima etmek suretiyle ihramdan çıkarması meselesi
arasında aykırılık olduğunu söylemiştir.
METİN
Tavaf-ı saderi veya onun dört şavtını terk
ederse, yine kurban lâzım gelir. Bunu terketmesi ancak Mekke'den çıkmakla
gerçekleşir. Sa'yi yahut sa'yin ekserisini terkeder veya özrü yokken sa'yi
esnasında vasıtaya binerse; veya cem'de yani Müzdelife'de vakfeyi terkederse
yahut bütün şeytan taşlamalarını, yahut bir günün taşlamasını veya ilk
taşlamayı yahut bir günün ekseri taşlarını terk ederse yahut mikât dışında
kurban günlerinde haccdan tıraş olursa bir kurban vâcip olur. O günlerden sonra
tıraş olursa iki kurban tâzım gelir.
İZAH
«Yahut onun dört şavtını terk ederse kurban
lâzım gelir.» Daha azını terk ederse sadaka vermesi gerekir. Nitekim
gelecektir.
TEMBİH: Ulema tavaf-ı kudûma başlayıp da
ekserisini veya azını terk edenin hükmünü açıklamamışlardır. Zâhire bakılırsa,
başlamakla vâcip olduğu için, o da sader gibidir. Sözün tamamını ihram bâbında
arzetmiştik.
«Bunu terketmesi ancak Mekke'den çıkmakla
gerçekleşir.» Çünkü Mekke'de oldukça sefer kasdetmeden kendisinden bu istenmez.
Bahır sahibi diyor ki: «Şarih 'terk' sözüyle, bıraktığını yaparsa, mutlak
surette kendisine bir şey lâzım gelmeyeceğine işaret etmiştir. Çünkü bunun
vakitle bir sınırı yoktur.» Yani bir vakti yoktur ki o vaktin geçmesiyle kazaya
kalsın. Nehir ve Lübab'dan naklen arzetmiştik ki, Mekke'ye gelir de tavaf
etmezse, mikâtı geçmedikçe dönerek tavaf etmesi vâciptir. O kimse hayvan
kesmekle umre için yeni ihrama girerek dönmek arasında muhayyerdir. Geciktiği
için kendisine bir şey lâzım değildir.
«Özrü yokken» sözü hem terkin, hem binmenin
kaydıdır. Fetih sahibi Bedâyi'den naklen, "Bu bâbta vâcibi terk etmenin
hükmü budur." demiştir. Yani özürsüz bırakırsa kurban lâzım gelir. Özürden
dolayı bırakırsa mutlak surette bir şey lâzım gelmez. Bazıları yalnız
hakkındadelil bulunan şeyde lâzım gelmez demişlerdir. Bu, elbise giymek, koku
sürünmek gibi yasak bir fiili irtikabetmenin hilâfınadır. Çünkü bâbın başında
arzettiğimiz gibi böyle bir fiil irtikâbederse, özürden dolayı bile olsa mucebi
lâzım gelir. Sonra ihramdan çıkıp cima ettiğinde sa'yi tekrar yaparsa,
kendisine kurban lâzım değildir. Çünkü sa'y vakitle sınırlandırılmamıştır.
Bilâkis şart, onu tavaftan sonra yapmaktır. Bu da mevcuttur. Bahır.
«Yahut bütün şeytan taşlamalarını terk
ederse» kurban lâzım gelir. Bütününe karşı bir kurban vâcip olması, cins bir
olduğu içindir. Nasıl ki tıraşta da öyledir. Terk etmek ancak taşlama
günlerinin sonu olan dördüncü günde güneşin batmasıyla tahakkuk eder. Çünkü
bunun yalnız orada ibadet olduğu malûmdur. Günler bâkî oldukça tekrarlamak da
mümkündür. Binaenaleyh tamamlamak üzere taşları atar. Sonra bunu geciktirmekle
İmam-ı Âzam'a göre kurban vâcip olur. İmameyn buna muhaliftir. Bahır. Bundan
anlaşılır ki, bütün taşları geciktirmekle yahut bir günün taşlarını ertesi güne
bırakmakla kurban vâcip olmak için; terk etmek kayıt değildir. Ama şeytan
taşlamayı geceye bırakırsa, kendisine bir şey lâzım gelmez. Nitekim izahı taş
atma bahsinde geçti.
«Yahut bir günün taşlamasını terk ederse» -
velev ki kurban günü olsun - kurban vâcip olur. Çünkü bu tam bir ibadettir.
Bahır.
«Veya ilk taşlamayı ilh...» Bu, bildiğin
gibi üst taraftakinde dahildir. Lâkin musannıf Hidâye'ye uyarak ayrıca
zikretmiştir. Zira sair günlerde Cemre-i Akabe'yi terk etse sadaka vermesi
lâzım gelir. Çünkü o günlerde en az taş atılan yer burasıdır. İlk gün bunun
hilâfınadır. Çünkü bütün taş atılan yer ondan ibarettir. Rahmetî.
«Yahut bir günün ekseri taşlarını terk
ederse...» Bayram gününde dört veya fazla taş atmak, sonraki günlerde onbir taş
atmak gibi onu geciktirirse hüküm yine böyledir. Ama bundan daha azını terk
eder veya geciktirirse, her taş için bir sadaka lâzım gelir. Ancak kurban
kıymetine yükselirse, dilediği kadar azaltır. Lübab.
«Yahut mikât dışında kurban günlerinde
haccdan tıraş olursa...» Yani mikât dışında hacc veya umreden çıkmak için tıraş
olursa kurban lâzım gelir. Çünkü mekânla sınırlıdır. Bu, İmam-ı Âzam'la İmam
Muhammed'e göredir. Ebû Yusuf buna muhaliftir.
«Kurban günlerinde» sözü, hacc için olmak
kaydıyla tıraşa mütealliktir. Onun için onu umreden evvel zikretmiştir. Şu
halde haccedenin tıraşı zamanla da mukayettir. Bunda İmam Muhammed muhaliftir.
Ebû Yusuf ise ikisinde de muhaliftir. Bu hilâf, ihramdan çıkmakta değil,
kurbanla ödetmek hususundadır. Çünkü ihramdan çıkmak ne zaman ve nerede olursa
olsun tıraşla hasıl olur. Fetih. Umrenin tıraşı ise bilittifak zamana bağlı
değildir. Hidâye. Dürer sahibinin sözü, "kurban günleri" tabirinin
hem hacc hem umre için kayıt olduğu zannını veriyor. O bu sözü Zeylâî'ye nisbet
etmiştir. Halbuki Zeylâî'nin ifadesinde bu zannı verecekbir şey yoktur. Nitekim
müracaat edilirse anlaşılır.
«O günlerden sonra tıraş olursa iki kurban
lâzım gelir.» Bunların biri mekân, diğeri zaman içindir. T.
METİN
Mikât dışında umre sebebiyle tıraş olursa,
yine bir kurban lâzım gelir. Çünkü tıraş Harem'e mahsustur. Harem'den çıkıp
mikât dışına varan ve oradan tekrar Harem'e dönen, sonra saçlarını kısaltan
umreciye kurban lâzım değildir. Hacceden dahi çıkar da bayram günlerinde
dönerse hükmü budur. Bayram günlerinde dönmezse, geciktiği için kurban lâzım
gelir.
Hacı şehvetle öper veya dokunursa, meni
gelsin gelmesin esah kavle göre kurban lâzım değildir. Eliyle meni getirir veya
hayvana cima eder de menisi gelirse; yahut hacceden kimse tıraşı veya farz tavafı
kurban günlerinden geciktirirse kurban lâzım değildir. Çünkü bunların ikisi de
kurban günleriyle sınırlıdır.
İZAH
«Ve oradan...» Tıraş olmadan yahut mikât
dışında saçını kısaltmadan tekrar Harem'e dönen kimseye kurban lâzım değildir.
«Hacceden dahi çıkar da ilh...» ifadesi,
Dürer sahibi ile Sadru'ş-Şeria'ya ve İbn-i Kemâl'e reddiyedir. Onlar ihramdar,
çıkmadan mikât dışına gider sonra dönerse, kurban vâcip olacağını mutlak
söylemişlerdir. Çünkü sırf Harem'den çıkmakla ihramlıya bir şey lâzım gelmez. Hidâye
sahibi diyor ki: «Bir kimse umreye niyet ederek Harem'den çıkar ve saçlarını
kısaltırsa, İmam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göre ona kurban vâcip olur. Ebû
Yusuf'a göre bir şey lâzım değildir. Saçlarını kısaltmadan döner de sonra
kısaltırsa, hepsinin kavline göre bir şey lâzım gelmez. Çünkü bu işi yerinde
yapmıştır. ödemesi lazım gelmez.» İnâye sahibi, "Hacı bunu yaparsa Ebû
Hanife'ye göre ondan geciktirme kurbanı sâkıt olmaz." demiştir. Böylece
nassan beyan ediyor ki, hacıya lâzım gelen kurban, ancak tıraşı kurban
günlerinden geciktirdiği içindir. Şunu da ifade ediyor ki: Harem'den çıktıktan
sonra tekrar döner de, kurban günlerinde orada tıraş olursa bir şey lâzım
gelmez. Bunda fıkıh meseleleri ile az çok teması bulunan kimse durup kalmaz.
Buna dikkat etmelidir. Şurunbulâliyye.
«Hacı şehvetle öperse ilh...» Bu meselenin
hulâsası şudur: Sarmaşmak, çıplak olarak birbirine sarılmak, fercden başka bir
yere cima, şehvetle öpmek ve dokunmak gibi cimayı davet eden mukaddimeleri
kurban icabeden cinayetlerdir. Meni gelsin gelmesin; bunlar vakfeden önce veya
sonra yapılsın hüküm birdir. Ama bunların hiçbirinden hacc bozulmaz. Nitekim
Lübab'da beyan edilmiştir. «Vakfeden önce veya sonra» sözü üç surete şâmildir:
Birincisi; vakfe ve tıraştan önceye.
İkincisi; vakfeden sonra tıraştan önceye,
Üçüncüsü; vakfe ve tıraştan sonra, tavaftan
önceyedir. ilk iki surette, cima ile mukaddimeleri arasında fark hâsıl olur.
Bunu iktiza eden bir şey vardır ki, o da birincide cimanın müfsit olmasıdır.
Çünkü haccın fesadı hakikaten cimaya bağlıdır. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir. Haccın cima mukaddimeleri ile bozulmaması, onun bozulması nass ile
hakiki cimaya bağlandığı içindir. Mânen cima sayılan şey hakiki cimadan
aşağıdır. Onun için ona cima hükmü verilemez. İkincide cinayet ağır olduğu için
deve boğazlamak vâcip olur. Ama haccı bozulmaz. Çünkü vakfeyle tamam olmuştur.
Mukaddimelerde bundan bir şey yoktur. Üçüncü suretle ise, koyunun vâcip
olmasında cima ile mukaddimeleri müşterektir. Zira zikredilen farkı
gerektirecek muktazî yoktur. Çünkü burada cima ağır cinayet değildir. İlk
tıraşla ihramdan çıkılmıştır. Onun için cima sebebiyle deve vâcip olmamıştır.
Cimanın mukaddimeleri birçok hükümlerde cimaya katılmıştır.
TEMBİH: Musannıf 'öpmek' ve 'dokunmak'
kelimelerini mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh bunlar kendi karısına, cariyesine
ve ecnebi bir kadına şâmildir. Zâhire göre yalabık oğlan da ecnebi kadın
gibidir. Velev ki Hamevî onun için bir şey diyememiş olsun.
Ecnebi kadın ve yalabık oğlan sebebiyle
fikir ve istidlâl sözü ecnebi bir kadının fercine şehvetle bakmaya getirir. O
kadına şehvetle bakar da menisi inerse bir şey lâzım gelmez. Nitekim uzun uzun
düşünüp hayaline getirmek suretiyle veya bu tekerrür etmekle meni inerse bir
şey lâzım gelmez. İhtilâm da böyledir. Bir şey icabetmez. Hindiyye. T.
«Esah kavle göre» dediğine göre, burada bir
de sahih kavil olması gerekir. Ben sahih diye açıklayan görmedim. Galiba şarih
bunu Mebsût, Hidâye, Kâfi, Bedâyi, Mecma şerhi gibi kitaplardaki mutlak
kavillerden almış olacaktır. Nitekim Lübab'da da böyle denilmiş; Bahır sahibi
dahi bunu tercih etmiş; "Mukaddimeler mutlak surette ihram icin haram
kılınmıştır. Binaenaleyh mutlak surette kurban vâcip olur" demiştir.
Câmi-i Sağîr'de meni gelmesi şart koşulmuş; Kâdıhân da şerhinde bu kavli sahih
bulmuştur.
«Hayvana cima eder de menisi gelirse» sözü,
her iki meselenin kaydıdır. Bunlardan meni gelmezse bir şey icabetmez. T.
«Yahut hacceden tıraşı geciktirirse» diye
kayıtlaması, umre yapanın tıraş olması zamanla kayıtlı olmadığı içindir. Onun
tavafı da böyledir. Binaenaleyh bunları geciktirmekle bir şey lâzım gelmez. T.
«Veya farz tavafı...» Yani bütününü yahut
ekserisini geciktirirse demektir. Az kısmını geciktirirse sadaka vâcip olur.
Musannıf tavaf-ı saderi geciktirene bir şey vâcip olmayacağına işaret etmiştir.
Kuhistânî.
«Çünkü bunların ikisi de ..» Yani tıraşla
farz tavaf, kurban günleriyle sınırlıdır. Bu, İmam-ı Azam'a göredir. Ve
geciktirilmeleriyle kurban vâcip olmasının illetidir. Şurunbulâliyye
sahibidiyor ki: «Bu tavafın geciktirilmesi özürsüz olduğu zamandır. Hattâ
bayram günlerinden evvel kadın hayız görür de o günler geçinceye kadar devam
ederse, geciktirdiğinden dolayı bir şey tâzım gelmez. O günlerde hayız görürse,
önceden yaptığı ihmal sebebiyle kurban vâcip olur. Cevhere'de Veciz'den naklen
böyle denilmiştir.» Üstadımızın ifadesine göre ihmal diye bir şey yoktur. Çünkü
vaktinin evvelinde tavaf aynen vâcip değildir. Binaenaleyh "o günlerde
hayız görmüşken bu kadına kurban vâciptir" demek söz götürür. Meselenin
tamamı tavaf bahsinde geçmiştir.
METİN
Yahut bir hacc ibadetini diğerinden önce
yaparsa kurban vâcip olmaz. şu halde kurban bayramı günü dört şey vâcip
demektir. Bunlar;
1 - şeytan taşlamak,
2 - ifrad haccı yapmayanın ondan sonra
kurban kesmesi,
3 - sonra tıraş olmak,
4 - sonra tavaf etmektir. Lâkin taş atıp
tıraş olmadan tavaf edene bir şey lâzım gelmez. Sadece mekruh olur. Lübab. Bu,
evvelce geçmişti. Nitekim ifrad haccı yapana da bir şey lâzım değildir. Meğer
ki şeytanı taşlamadan tıraş olsun. Çünkü onun kurban kesmesi vâcip değildir.
Kurban kesmeden tıraş atan kırân hacısına iki kurban vâcip olur. Bunların biri
geciktirdiği için, bîri de mezhebe göre musannıfın dediği gibi kırân içindir.
Bununla bazılarının tevehhüm ettiği "Her iki kurban cinayet içindir."
sözü defedilmiş olur.»
Bir uzuvdan daha azına koku sürer veya
başını örter yahut bir günden daha az elbise giyerse sadaka vâcip olur.
Hızane'de, "Bir saat için yarım sa' (bir fitre tası), daha azı için bir
avuç buğday verir." denilmiştir. Zâhire göre saatten murad, felekî saat
(yani 60 dakika)dır. Bıyığını tıraş eder veya başının dörtte birinden azını
yahut sakalını veya boynunun bir kısmını tıraş ederse yine hüküm budur.
İZAH
«Bir hacc ibadetini diğerinden önce
yaparsa...» Yani kurban günlerinde yapmış bulunduğu bir ibadeti diğerinden önce
yaparsa demek istiyor. Tâ ki bundan önce, "Yahut hacceden, tıraşı kurban
günlerinden geciktirirse" sözüyle buna hacet kalmamış olmasın.
Şurunbulâliyye.
«Şu halde kurban günü dört şey vâcip
demektir.» Musannıfın, "Bir hacc ibadetini diğerinden önce yaparsa
ilh..." sözü, tertibin aksine olarak kurbanın vâcip olduğunu bildirdiği
için şarih buna tefrian tertibin vâcip olduğunu ve nerelerde vâcip olup
olmadığını beyan etmiştir.
«İfrad haccı yapmayanın kurban kesmesi»dir.
İfrad haccı yapana ise yukarıda geçtiği vecihle, kurban kesmek müstehaptır.
«Lâkin taş atıp tıraş olmadan tavaf edene»,
ifrad haccı yapsın, kırân veya temettu yapsın bir şey lâzım gelmez. Kurban
kesmeden tavaf ederse, evleviyetle bir şey lâzım gelmez. Çünkü taş atmak kurban
kesmekten öncedir. Tavafın şeytan taşlama üzerine tertibi vâcip olmayınca,
kurban kesme üzerine tertibi de vâcip değildir.
«Bu evvelce» haccın vâciplerini sayarken
geçmişti. «Nitekim ifrad haccı yapana da bir şey lâzım değildir.» Demek oluyor
ki ifrad haccı yapanla diğer hacılara tıraştan önce şeytan taşlamak, kurban
kesmezden önce şeytan taşlamak, ifrad haccı yapmayana tıraştan önce kurban
kesmek vâcip olur. İfrad haccı yapan veya başkası şeytan taşlamadan ve tıraş
olmadan tavaf ederse, bir şey lâzım gelmez. Lübab. Kurban kesmeden tavaf etmesi
de böyledir. Nitekim biliyorsun. Hâsılı tavafın bu üç şey üzerine tertibi vâcip
değildir. Ancak bu üç şeyin tertibi vâciptir. Evvelâ şeytan taşlanacak, sonra
kurban kesilecek, sonra tıraş olunacaktır. Lâkın ifrad haccı yapana kurban
vâcip değildir. Şu halde ona yalnız şeytan taşlamakla tıraş olmak arasında
tertip vâciptir.
«Kurban kesmeden tıraş olan...» Keza şeytan
taşlamadan tıraş olan kırân hacısına evleviyetle iki kurban vâcip olur. Bahır.
Musannıfın bu meseleyi kırân yapan hakkında tasvir etmesi, ifrad hacısına bu
hususta bir şey lâzım gelmediği içindir. Çünkü ona kurban yoktur. Binaenaleyh
onun hakkında bir ibadeti diğerinden önce veya sonra yapmak tasavvur edilemez.
İbn-i Kemâl.
"Bununla" Yani mezhebe göre kurbanın
biri gecikme. diğeri kırân için - ki şükür kurbanıdır - olduğundan demek
istiyor.
«Bazılarının tevehhüm» etmesinden murad,
Hidâye sahibidir. O şöyle demiştir: «Zamanında tıraş olmadığı için bir kurban
lâzım gelir. Çünkü tıraşın zamanı, kurbanı kestikten sonradır. Kurbanı tıraştan
sonra kestiği için de bir kurban lâzım gelir.» Hidâye şarihleri Hidâye
sahibinin birkaç vecihle hata ettiğini söylemişlerdir. Bunlardan biri, Câmi-i
Sağîr'in ibaresine muhalefet etmesidir. Orada, "iki kurbanın biri kırân için,
diğeri geciktirdiğinden dolayıdır." denilmiştir. Biri de bundan o kimseye
"umrenin ihramı vakfeyle sona ermez." diyenlerin kavline göre beş
kurban vâcip olur. Çünkü o kimsenin cinayeti iki ihram namına olmuştur. Takdim
tehir de iki cinayettir. İki bunlar, iki de ihram için, dört kurban olur. Bir
de kırân kurbanı katılınca kurbanlar beş olur. Bahır sahibi birinci veche şöyle
cevap vermiştir: «Hidâye sahibinin benimsediği rivayet, Câmi-i Sağîr
rivayetinden başka ayrı bir rivayettir. Velev ki mezhep onun hilâfına olsun.»
ikinci veche de şöyle cevap vermiştir: «Kırân hacısına katlama, ceza kurbanı
ancak umresinin ihramında noksanlık yaptığı zaman vâcip olur. Aksi takdirde
yalnız bir kurban vâciptir. Bundan dolayıdır ki kırân hacısı Arafat'tan imamdan
evvel çekilirse; yahut ziyaret tavafını cünüp veya abdestsiz yaparsa, kendisine
yalnız bir kurban'lâzım gelir. Çünkü umrenin vakfe ve tavaf-ı ziyarette
ilişkisi yoktur.» Bu hususta sözün tamamı ve diğer itirazlara cevabın bakiyyesi
Bahır'da ve bizim Bahır üzerine yazdığımız tâlikattadır.
«Bir uzuvdan daha azına koku sürer»se ki,
yukarıda geçtiği vecihle çoğuna sürmesi de öyledir, Ceza kurbanı vâcip olur. Bu
hüküm, yukarıda geçen ara bulma uyarınca, koku az olduğuna göredir.
«Hızâne'de ilh...» Bâbın başında arzettiğimiz
vecihle Bahır sahibi bu sözün zayıf olduğunu beyan etmiştir.
«Bıyığını tıraş ederse» yine sadaka
lâzımdır. Çünkü bıyık sakala tâbidir. Sakalın dörtte biri kadar da değildir.
Sahih mezhep, bıyık hakkında sadakanın vâcip olmasıdır. Bazıları, "Âdil bir
kişinin vereceği hükümdür." demiş; birtakımları da ceza kurbanı lâzım
geleceğini söylemişlerdi?. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
«Veya başının dörtte birinden azını ilh...»
ifadesinin zâhirine bakılırsa, vâcip olan yarım sa'dır. Velev ki bir kıl olsun.
Nitekim Kenz'den de anlaşılan budur. Lâkin Hâniyye'de, "Başından veya
burnundan yahut sakalından birkaç kıl yolarsa, her kıl için bir avuç zahîre
verir." denilmiştir. Hızânetü'l-EkmeI'de ise bir tutam saçta yarım sa'
sadaka verileceği kaydedilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki. musannıfın sözünde
şüphelenme! Çünkü sadakanın ne kadar olacağını beyan etmemiştir.
METİN
Yahut tırnaklarından beşinden azını veya
beşini dağınık bir şekilde her uzuvdan dört tırnak olmak üzere onaltıya kadar
keserse, yine yarım sa' buğday tasadduk eder. Tekarrur etmiştir ki, her tırnak
için yarım sa' sadaka verilir. Ancak kurban fiyatına çıkarsa iş değişir.
Dilediğini eksiltir. Tavaf-ı kudûmu yahut tavaf-ı saderi abdestsiz yapar veya
tavaf-ı saderin yedi şavtından üçünü terk ederse. yine sadaka lâzım gelir. Ve
bu tavafın her şavtı ile sa'yın her şavtına yarım sa' sadaka vâcip olur. Üç
şeytan taşlamanın birini terk ederse, yine sadaka gerekir ve atacağı her taş
için bir sadaka vâcip olur. Meğer ki sadakalar kurban fiyatı kadar olsun. Bu
takdirde yukarıda geçtiği gibi dilediğini eksiltir. Haddâdî yarım sa'
eksilteceğini söylemiştir. Yahut başka bir ihramlının veya ihramsızın başını
veya boynunu tıraş eder yahut tırnağını keserse, fıtra'da olduğu gibi buğdaydan
yarım sa' sadaka verir. Başkasının uzvuna koku sürmek veya başkasına dikişli
elbise giydirmek bunun hilâfınadır. Çünkü bilittifak bir şey lâzım gelmez.
Zahîriyye.
İZAH
«Tekarrur etmiştir ki» ifadesiyle şarih,
musannıfın ibaresinde de Dürer, Sadru'ş-Şeria ve İbn-i Kemâl'in ibarelerinde
olduğu gibi îham bulunduğuna işaret etmiştir. Çünkü bunlardananlaşıldığına
göre. bir tırnaktan beşe kadar keserse yarım sa' sadaka vâcip olur.
Şurunbulâliyye sahibi şunları söylemiştir: «Bu yanlıştır. Çünkü Kâfî'de, Hidâye
ve şerhlerinde bildirildiğine göre beş tırnaktan azını keserse her tırnak
mukabilinde bir sadaka lâzım gelir. Meğer ki bunlar bir kurban fiyatını bulsun.
Bu takdirde dilediğini eksiltir. Her uzuvdan dört tırnak olmak üzere onaltı
tırnak kesse. her tırnak için bir fakir giyeceği sadaka vâcip olur. Ancak
bunlar bir kurban fiyatını bulursa. o zaman dilediğini eksiltir.
TEMBİH: Lübâb sahibi diyor ki: «Tavafta
vâcip olan her sadaka bir şavt için yarım sa'dır. Şeytan taşlamakta ise her taş
için bir sadaka. tırnak kesmede her tırnak için bir sadaka, Harem-i Şerif'in av
ve nebatında kıymeti kadar sadaka vâcip olur.
«Dilediğini eksiltir.» Yani azda çokta
vâcip olan sadaka lâzım gelmesin diye eksiltir. Lübab'da bildirildiğine göre
"Bazıları yarım sa' eksilteceğini söylemişlerdir." izahı, yakında
gelecektir.
«Tavaf-ı kudûmu» ve keza abdestsiz yaptığı
için noksan kalan her tavafı tamamlarken abdestsiz bulunması da bu hükümdedir.
Nehir.
«Tavaf-ı saderin yedi şavtından üçünü terk
ederse» hüküm musannıfın dediği gibidir. Fakat tavaf-ı kudûmun yedi şavtından
üçünü terk ederse hükmün ne olacağını fukaha söylememişlerdir. Biz bu hususta
evvelce söz etmiştik.
«Sa'yin her şavtına...» Yani sa'yin üç
şavtını veya daha azını bırakırsa, her şavt için bir sadaka lâzım gelir. Ancak
sadakanın kıymeti kurban kıymetine yükselirse, kurban kesmekle sadakayı
eksiltmek arasında muhayyer kalır. Lübab.
«Üç şeytan taşlamanın...» Yani bayram
gününden sonraki üç şeytan taşlamanın birini bırakırsa sadaka gerekir. T.
Maksat, bir günün taşlarının azını bırakmasıdır. Meselâ bayram günü üç, sonraki
gün on taş noksan atması böyledir. Rahmeti.
«Haddâdi» Sirâc'da yarım sa' eksilteceğini
söylemiştir. Lübab'dan naklen bu kavlin zayıf olduğuna işaret için
'denilmiştir' ifadesinin kullanıldığını evvelce arzetmiştik. Çünkü bu ifade
umumiyetle kitapların ibarelerine muhaliftir. Kitaplarda istediğini eksilteceği
mutlak olarak ifade edilmiştir. Lâkin izah edilmemiştir. Ve az miktarı
dilemesine de şâmildir. Meselâ üç taşa mukabil bir avuç buğday verse, vâcip
olan cezanın kıymeti ise kurban kıymeti kadar olsa caiz olmak gerekir. Halbuki
bir tek taşa mukabil yarım sa' sadaka vermesi vâciptir. Bazı şarihler bunu
iltizam ederek, "Ulemanın mutlak sözlerinden anlaşılan budur."
demişlerdir. Fakat bildiğin gibi bu hakikattan uzaktır. Çünkü ulemanın kurban
kıymetinden eksiltmeleri, azda da çokta vâcip olan ceza gerekmesin diyedir.
Binaenaleyh Sirâc'ın ifadesi ulemanın mutlak sözlerinin beyanı olmak gerekir.
Şu mânâya ki: O kimse yarım sa'a kadar dilediğini eksiltir. Daha fazlasını
eksiltemez. Lâkin Sirâc'ın sözü mücmeldir. Bazılarının Bahr-iZâhir'den
naklettiği şu söz onu tefsir etmiştir: Sadakaların kıymeti kurbanlık kıymetine
ulaştığı vakit ondan yarım sa' eksiltir. Tâ ki mecmuunun kıymeti bir koyunun
kıymetinden az olsun. Böylece yarım sa' eksilttiğinde, kalan sadakanın kıymeti
bir koyun fiyatı olursa, sadakanın kıymeti koyunun kıymetinden eksilinceye
kadar düşer. Hattâ işin başında vâcip olan sadaka yalnız yarım sa' olsa, meselâ
bir tırnak kesmiş bulunsa ve bu yarım sa' hedy kurbanının kıymeti kadar olsa,
kalanın kıymeti hedy kurbanının kıymetinden azalıncaya kadar eksiltir.
«Yahut tıraş ederse ilh...» Bilmelisin ki
tıraş edenle tıraş olan ya ikisi de ihramlı, ya ikisi de ihramsız; yahut tıraş
eden ihramlı, tıraş olan ihramsız olur. Yahut bunun aksine bulunurlar. Bu
suretlerin her birinde tıraş edene sadaka lâzım olur. Meğer ki ikisi de
ihramsız bulunsunlar. Tıraş olana da kurban lâzım gelir. Meğer ki ihramsız
olsun. Nihâye. Lâkin ihramlı bir kimse ihramsızın başını tıraş ederse, tıraş
eden dilediği kadar sadaka verir. İhramsızdan başkası tıraş ederse, sadaka
yarım sa' (bir fitre tası)dır. Nitekim Fetih ve Bahır'da böyle denilmiştir.
Bundan anlaşılır ki şarihin, "veya ihramsızın" demesi söz götürür.
İnâye'de; tıraş eden ihramsız, tıraş olan ihramlı olursa, tıraş edene
bilittifak bir şey lâzım gelmeyeceği bildirilmiştir. ı
«Çünkü bilittifak bir şey lâzım gelmez.»
Yani tıraş edene bir şey tâzım değildir. Tıraş olan ihramlı ise ona ceza
vardır. Lübab ve şerhi.
«Fıtrada olduğu gibi» sözüyle şarih,
"buğdaydan yarım sa' " diye yapılan kaydın ittifâki olduğunu anlatmak
istemiştir. Binaenaleyh kuru hurmadan veya arpadan bir sa' vermek caizdir. Bunu
Tahtâvî Kuhistânî'den nakletmiştir. Hâşiye yazarlarından biri diyor ki: «Arpa
ile karışık buğdaya gelince: Bakılır; eğer arpa fazlaysa bir sa' vermesi vâcip
olur. Buğday fazla ise yarım sa' verir. Hızânetü'l-Ekmel'de de böyle
denilmiştir. Arpa ile buğday müsavi iseler, ihtiyaten bir sa' vâcip olması
gerekir. Ulemanın fıtra meselesinde söyledikleri burada da geçerlidir.»
METİN
Bir özürden dolayı koku sürünür veya tıraş
olur yahut elbise giyerse muhayyerdir. Dilerse Harem'de kurban keser. Dilerse
üç sa' buğdayı dilediği yerde altı fakire tasadduk eder; yahut üç gün oruç
tutar. Velev ki aralıklı günlerde olsun.
İZAH
«Bir özürden dolayı» sözü, her üçünün
kaydıdır. Fakat zikredilen üç şey (koku, tıraş ve elbise) kayıt değildirler.
Çünkü bütün ihram yasakları özürden dolayı yapılırsa, her birinde bu üc
muhayyerlik vardır. Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir. Kuhistânî. Fakat bir
özürden dolayı vâciplerden birini terk ederse bir şey lâzım gelmez. Nitekim
bâbın başında Lübab'dan naklengeçmişti. Lübab'da, "Humma, soğuk, yara,
çıban, baş ağrısı, yarım baş ağrısı ve bit gibi şeyler özürdür."
denilmiştir. İlletin devamı veya ölüme sebep olması şart değildir. şart olan,
ağrı ve sızı ile beraber olması ve bunu mübah kılacak meşakkatin bulunmasıdır.
Hata, unutma, bayılma, zorla yaptırılma, uyku ve kefarete gücü yetmemek gibi
şeyler muhayyerlik hususunda özür sayılmazlar. özürsüz yasak bir fiili işlerse,
ona vâcip olan, aynen bir kurban veya sadakadır. Kurban namına yiyecek vermek
ve oruç tutmak caiz olmadığı gibi, sadaka yerine oruç da caiz değildir. Buna
imkân bulamazsa, zimmetinde borç kalır. Gerçi Zahîriyye'de, "Kurban kesmekten
âciz kalırsa üç gün oruç tutar." denilmişse de bu kavil zayıftır. Nitekim
Bahır'da bildirilmiştir. Yine Bahır'da helâk korkusu dahi özürlerden
sayılmıştır. Herhalde korkudan murad, mücerret vehim değil, zann-ı galip olsa
gerektir. Kanaatimce örtünmekle kurtulacaksa örtünmek caizdir. Lâkin bu
örtünmenin zaruret yerini aşmaması şarttır. Binaenaleyh zaruret başını örtmekle
giderilecekse, yalnız başını külâhla örter. Bu takdirde üzerine sarık dolamak,
ya ceza kurbanı yahut sadaka gerektirir.
Ben derim ki: Yani sarık baştan aşağı
sarkar da örtülmesi haram olan yerlerin dörtte birini örterse, bu söylediği
lâzım gelir. Aksi takdirde evvelce Fetih ve diğer kitaplardan naklen açıkça
bunun hilâfını arzetmiştik. Ve, "Meselâ bir cübbe giymeye muztar kalıp da
iki cübbe giyen gibi olur. Evet böylesi günahkâr olur. Ama cübbeyle külâh
giymiş olsa bunun hilâfınadır. Zira burada iki kefaret lâzım gelir."
demiştir.
«Dilerse Harem'de kurban keser.» Bu, kurban
vâcip olan yerdedir. Sadaka vâcip olan yerde ise, dilediği takdirde üzerine
vâcip olan yarım sa' buğdayı veya daha azını bir fakire tasadduk eder. İsterse
bir gün oruç tutar. Nitekim Lübab'da beyan edilmiştir.
"Kurban keser" ifadesi gösteriyor
ki, mücerret kesmekle borçtan kurtulur. Hayvan helâk olur veya çalınırsa başkası
vâcip olmaz. Fakat diri iken çalınırsa bunun hilâfınadır. O hayvanın etinden
yememesi, tasadduk cihetine riayet ettiği içindir. Meselenin tamamı
Bahır'dadır. Kurbanı Harem'den başka bir yerde keserse caiz olmaz. Meğer ki
etini altı fakire tasadduk etsin ve her birine yarım sa' buğday kıymetinde et
düşsün. Bu takdirde buğday yerine geçer. Bahır.
«Üç sa' buğdayı altı fakire» her birine
yarım sa' (bir fitre tası) vermek şartıyla tasadduk eder. Hattâ bunu üç veya
yedi kişiye paylaştırsa, ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre caiz olmaz.
Çünkü sayı nassan bildirilmiştir. Ama yiyeceği mübah kılmak kâfidir diyenlerin
kavline göre, bir fakiri akşam sabah altı gün doyursa kefaretler meselesinden
alarak caizdir denilir. Bunu Bahır'a uyarak Nehir sahibi söylemiştir.
«Dilediği yerde...» Yani ister Harem'de,
ister başka yerde velev ki Harem'de yaşamayan kimselere vermesi caizdir. Çünkü
nass mutlaktır. Kesmek böyle değildir. Ama Mekkefakirlerine tasadduk etmek
efdaldir. Bahır. Oruç dahi Harem'le mukayyet değildir. Onu da dilediği yerde
tutabilir. Nitekim Bahır sahibi buna işaret etmiş, Şurunbulâliyye sahibi ise
Cevhere ve diğer kitaplardan naklen açık söylemiştir.
«Yahut tasadduk eder» sözü, İmam Muhammed'e
göre mutlaka temlik lâzım geldiğini ifade eder. Bahır sahibi Fethu'l-Kadir'e
uyarak bunu tercih etmiştir. Binaenaleyh mübah kılmak kâfi değildir. Ebû Yusuf
temlike muhaliftir. İmam-ı Azam'dan bu hususta muhtelif nakiller vardır.
METİN
Hacının farz olan vakfeden önce bir insanın
iki su yolundan birine cimada bulunması, velev ki unutarak yahut zorla olsun.
kadın uykuda bulunsun yahut erkek çocuk veya deli olsun haccını ifsat eder.
Bunu Haddâdî söylemiştir. Lâkin ceza kurbanı veya o haccın kazası lâzım gelmez.
İZAH
«Farz olan vakfedan önce» ifadesinden
murad, rükündür. Binaenaleyh nâfile hacca da şâmildir. Bundan, Müzdelife'de
vakfeden önce cima etmesi hariç kalır. Çünkü o haccı bozmaz. Fakat ceza olarak
bir deve boğazlaması lâzım gelir.
«Bir insanın iki su yolundan birine cima
etmesi»nden murad, sünnet miktarının girmesidir. Velev ki meni gelmesin, velev
ki hararet ve lezzet duymasına mâni olmayacak bir şey bulunsun. Ve bu ister bir
kadınla, ister fazlasıyla, ister ecnebi kadınla, ister kendi karısıyla bir veya
çok defa vuku bulsun bir ceza kurbanı lâzım gelir. Meğer ki meclis değişmiş
olsun. Bu takdirde ikinci cima ile birinci ihramı bırakmayı niyet etmezse ayrı
ceza kurbanı lâzım gelir. Nitekim evvelce beyan edilmişti. Bunu Bahır sahibi
söylemiştir.
İki su yolundan murad ön ve arkadır. Nehir
sahibi diyor ki: «Sonra bu kelime iki rivayetten en sahih olanına göre dübürde
kullanılır. İmameynin kavli de budur.» Hayvana cima etmekle mutlak surette hacc
bozulmaz. Çünkü o tam cima değil kusurludur. Bahır. Yani meni gelsin gelmesin
müsavidir. Kendisinden şehvetlenilmeyen küçük kıza da ulema 'hayvan' hükmünü
vermişlerdir. Nitekim oruç bahsinde geçmişti. Binaenaleyh ölü ve şehvet
duyulmayan küçük kıza cima etmekle haccın bozulmaması iktiza eder. Remli. Bunun
benzeri de Lübob şerhindedir.
«Velev ki unutarak yahut zorla olsun»
ifadesiyle yaptığı ta'mim köleye de şâmildir. Lâkin âzâd edildikten sonra farz
haccdan maada bu haccı da kaza etmesi ve hedy göndermesi lazım gelir. Mal vâcip
olan her şeyde köle âzâd edildikten sonra sorumludur. Oruç lazım gelen şey
bunun hilâfınadır. Çünkü onunla derhal sorumlu olur. Sahibi onun namına insar
halinden başka hiçbir yerde sadaka vermez. İhsarda ise, ihramdan çıkması için
kölesinamına yiyecek sadaka gönderir. Âzâd olduğunda bir hacc ve umre yapması
icabeder. Bahır. Zorla yaptırdığı takdirde zorlanandan bir şey ıstsmeye hakkı
yoktur. Nitekim bunu İsbicâbî söylemiştir. Fetih sahibi ise, kadını kocası
cimaya zorladığı vakit kadının kestiği kurbanı geri istemekte hakkı olup
olmadığı hususunda ihtilâf edildiğini bildirmiştir. Fakat ben kadının hacc
masraflarını isteyebiliceğine dair bir kavil görmedim. Bahır.
«Yahut erkek çocuk veya deli olsun haccını
bozar.» Bunu şu da te'yid eder ki; namazla orucu bozan şeylerde, mükellef
olanla olmayan arasında fark yoktur. Hacc da öyledir. Fetih'te "haccı bozulmaz"
denilmişse de bu kavil zayıftır. Bahır ve Nehir.
«Lâkin» çocuk ve deliye ceza kurbanı ve o
haccın kazası lâzım gelmez. Keza ihramlarında devam dahi lâzım değildir. Çünkü
ikisi de mükellef değildirler. Lübab şerhî.
Haccını ifsat eder.» Yani fena halde
noksanlaştırır, ama bozmaz. Nitekim Muzmerat'ta beyan edilmiştir. Kuhistânî.
Lübab sahibi bunu ondan naklettikten sonra, "Bu güzel bir kayıttır. Bazı
işkalleri ortadan kaldırır." demiştir. Aliyyü'1Kâri şöyle demiştir: «Ben
derim ki: O işkallerden biri de hacc fiillerine devamdır. Lâkin haccın
bozulmamasında yine de bir nevi işkal vardır. O da kazadır. Ancak bu işkali
şöyle defetmek mümkündür:
Kaza lâzım gelmesi, kemâl vechi üzere eda
edilmek içindir.»
Ben derim ki: Sözün hâsılı şudur: Burada '
fesat 'tan murad, abdestsiz namaz gibi şer'î bir fiilin hakikati bulunmamak
mânâsına bâtıl olması değildir. Murad, fiili sayılmayacak derecede bozuk ve
kaza icabedendir. Tâ ki borçtan kurtulsun. Şu halde şer'î hakikat mevcuttur.
Fakat o derece noksandır ki, bu noksanlık onu yeterlilikten çıkarmıştır. Onun
için Fetih'te Mebsut'tan naklen, "İhramı ifsat etmekle amellerden önce
ondan çıkmış olmaz." denilmiştir. Her vecihten bâtıl olsaydı, ihramdan
çıkmış sayılırdı ve kendisine bundan sonra işlediği yasak fiillerden dolayı
ceza lâzım gelmezdi. Lübab ve diğer kitaplarda beyan edildiğine göre. o kimse
bu haccı eda etmeden onun kazasını niyet ederek başka bir hacca ihlâl yapsa,
niyeti hükümsüz kalır. Fâsit olan haccı bitirmedikçe hacc odur. Bundan
anlaşılır ki; Bahır sahibinin muasırlarından birinin, "Hacc fâsit olduğu
vakit ihram fâsit olmaz." sözü, zikrettiğimiz mânâda bâtıl olmaz demektir.
Sonra bu hacda fesatla butlan arasında fark olduğunu gösterir. Sair ibadetler
bunun hilâfınadır. Bu söz, ulemanın. "İbadetlerde fesatla butlan arasında
fark yoktur. Muamelât bunun hilâfınadır." sözünden istisna edilmiştir.
Bunu şu da te'yid eder ki; Lübâb'ın, ihramın haram kıldığı şeyler faslında,
"İhramı ifsat eden şey, vakfeden önce cimadır. İptal eden ise dinden
dönmektir." diye açıklanmıştır. Allah'u a'lem!
METİN
Keza kadın fercine eşek aleti veya kesilmiş
bir alet soksa haccı biiittifak fâsit olur. Ama fâsit olan hacca, caizi gibi
devam eder. Kurban keser ve onu kaza eder. Velev ki nâfile olsun. Acaba kazayı
da ifsat etse. kazası vâcip olur mu? Bunu görmedim. Öyle anlaşılıyor ki,
kazadan murad tekrarlamadır. Kaza ederken karı -koca vücûben ayrılmazlar. Belki
erkek cimadan korkarsa ayrılmaları mendup olur.
İZAH
«Keza kadın fercine eşek aleti veya
kesilmiş bir alet soksa, haccı bilittifak fâsit olur.» Halbuki hayvana cima
etse haccı fâsit olmaz. Aralarındaki fark şudur: Kadınlarda şehvete sebep daha
mükemmeldir. Binaenaleyh onların tarafında noksanlık yoktur. Erkeğin hayvana
cima etmesi böyle değildir. T. Kesilmiş alet, insan aletinden başkasına da
şâmildir. T.
«Ama fâsit olan hacca devam eder.» Çünkü
ihramdan çıkmak, ancak fiilleri eda etmekle yahut ihsarla olur. Bunların biri
yoktur. Fâsit olmakla beraber o hacca devam gerekmesi, aslı itibariyle meşru
olup, vasfı itibariyle meşru olmadığındandır. Ve noksan olduğu için vâcip
bununla ödenmiş olmaz. Nehır.
«Caizi gibi devam eder.» Yani sahih haccda
neler yapacaksa, bunda da onları yapar. Sahih haccda nelerden kaçınacaksa,
bunda da onlardan kaçınır. Yasak bir şeyi yaparsa sahih haccda ne lazım
gelecekse bunda da o lâzım gelir. Lübab.
«Kurban keser...» Bir devenin yedide biri
bir koyun yerine geçer. Nitekim Gâyetü'l-Beyan sahibi bunu açıklamıştır. Bahır.
Ben derim ki: Bu açıktır. Bundan önce
söylediği bunun hilâfınadır. Nitekim biz onu bâbın başında arzettik.
«Kaza eder.» Yani hemen kaza eder. Nitekim
bunu hâşiye yazarlarından biri Bahr-i Amîk'ten nakletmiştir. Hayreddin-i Remlî
diyor ki: "Kaza eder"den maksat, gelecek yıldır. Çünkü boşladığına
devam etmek vâciptir. Kaza ancak gelecek sene olur. Mikâtı ihramsız geçenler
faslında gelecektir ki, bir kimse döner de umreye veya hacca ihramlanır, sonra
o umreyi veya haccı ifsat ederse, haccı o sene kaza ettiği takdirde kendisinden
ceza kurbanı sâkıt olur. Bu söz, yetişemediğini yapabilmek için o sene kaza
etmesi caiz olduğunu açık olarak göstermektedir.
«Velev ki nâfile olsun.» Çünkü başlamakla
nâfile de vâcip olur.
«Acaba onun da kazası vâcip olur mu?» Yani
ifsat ettiği kazanın da kazası var mıdır ki, iki hacc kazası lâzım gelsin.
«Bunu görmedim.» Bahsi Nehir sahibi yapmış,
bu mesele sorulunca şöyle demiştir: «Ben bu meseleyi görmedim. Ama bu hacca
mülzim olarak değil, muskıt olarak başladığına bakılırsa, kazadan murad lügavî
mânâsıdır. Maksat tekrarlamaktır. Nitekim zâhir o!an da budur.»
Kuhistânî'nln şu sözü de buna uygundur:
«Evlâ olan, iade eder demesidir. Çünkü bütünömür onun vaktidir.» Onun için
Kemâl b. Hümam, Tahrir'de, "Buna kaza adını vermek mecazdır."
demiştir. Tahrir şarihi de şunu söylemiştir: Çünkü vaktinde yapılmaktadır. Vakti
bütün ömürdür. Binaenaleyh ulemamızın kavline göre bu edadır. Yani ikincide eda
olduğuna ve başka bir hacc olmadığına göre onu ifsat eder. Çünkü ona başka bir
haccı iltizam ederek başlamamıştır. Bilâkis hakikatta boynuna borç olanı ıskat
etmek için başlamıştır. Bu adam zanla iş gören de değildir. Tâ ki zanla iş
görene de kaza lâzımdır diye itiraz olsun. Nitekim ihram faslının başında
geçmişti. Bu gizli değildir. O halde başka bir hacc kaza etmesi de lâzım
gelmez. Ancak üçüncü olarak onu eda etmesi lâzım gelir. Çünkü ona vâcip olan,
kâmil hacc idi. Tâ ki boynuna borç olan onunla ödensin. Onu her ifsat ettikçe,
ilk boynuna borç olandan başkası lazım gelmez. Nitekim farz bir namaza başlasa
da sonra onu ifsat etse hüküm budur. Allâme İsmail Nablusî bu meselenin naklini
bulmuş ve şöyle demiştir: «Mübtegâ'nın ibaresi şöyledir: Hacc vaktini geçirir
de sonra gelecek sene onu kaza niyetiyle hacceder ve haccını ifsat ederse,
kendisine bir hacc kazasından başka bir şey lâzım gelmez. Nitekim ramazan
orucunun kazasını ifsat etse, hüküm yine böyledir.»
TEMBİH: Namaz bahsinde geçmişti ki,
tekrarlamak ifsattan başka bir bozukluktan dolayı vâcibin mislini vaktinde
yapmaktır. Burada bozukluk fesattır. Binaenaleyh tekrar olamaz. Lâkin ulemanın
orada fesattan muradları, bâtıl olmaktır. Bu ibadetlerde fesatla butlan
arasında fark olmadığına binaendir. Az yukarıda hacda aralarında fark olduğunu
gördün. Mezkûr tarif ona da uyar. Halbuki biz orada Mîzan'dan naklen ikisinin
de tariflerini, "İlk fiilin mislini kemâl sıfatıyla yapmaktır." diye
arzettik.
«Karı-koca vücûben ayrılmazlar...» Yani
cima ile haccı ifsat ettikten sonra karı ile koca başka başka yollardan gitmek
suretiyle, birbirlerini görmemek üzere ayrılmazlar. Nehir.
«Belki erkek cimadan korkarsa ayrılmaları
mendup olur.» Bahır'da Muhit ve diğer kitaplardan naklen böyle denilmiştir.
Lübab'da da öyledir. Keza Kuhistânî'de İhtiyar'dan naklen böyle denilmiştir.
Ben İhtiyar'a müracaat ettim ve öyle olduğunu gördüm. Lübab şarihi diyor ki: '
Câmi-i Sağîr'de, "ayrılmak birşey değildir." denilmiştir. Maksat
zaruri bir iş değildir demektir. Kâdîhân vâcip değildir mânâsına olduğunu
söylemiştir. İmam Züfer, Mâlik ve Şâfiî birbirlerinden ayrılmalarının vâcip
olduğunu söylemişlerdir. Ayrılmanın vaktine gelince: Biz ve Züfer'e göre ihrama
girdikleri vakit, İmam Mâlik'e göre evden çıktıkları vakit, İmam Şâfiî'ye göre
ise cima yerine vardıkları vakittir.
METİN
Vakfeyi yaptıktan sonra cimada bulunması,
haccını ifsat etmez. Bir deve vâcip olur. Tavaftan önce tıraş olduktan sonra
cima ederse, bir koyun lâzım gelir. Çünkü cinayet hafiftir. Umresinde dört
tavaftan önce cima etmesi umreyi ifsat eder. Ama umreye devamla kurbankeser ve
umreyi vâcip olmak üzere kaza eder. Dört tavaf yaptıktan sonra cima ederse,
umresi fâsit olmaz. Ve bir koyun keser. imam Şâfiî buna muhaliftir.
İZAH
«Vakfeyi yaptıktan sonra...» Yani tıraş
olmadan ve tavaftan önce cima etmesi haccını bozmaz.
«Bir deve vâcip olur.» sözü, bir defaya ve
meclis bir olmak şartıyla birkaç defa cimaya şâmildir. Meclis değişirse,
birinci cima için bir deve, ikincisi için bir koyun lâzım gelir. Bahır. Bu söz,
kasten yapanla unutana da şâmildir. Nasıl ki metinlerde ve Lübab'da
açıklanmıştır. Sirâc'da buna muhalif olarak, unutana bir koyun lâzım geldiği
kaydedilmiştir. Lübab şarihi bunun meşhur rivayetlere muhalif olduğunu
söylemiştir. O rivayetlere göre, sair cinayetlerde aralarında fark yoktur.
Hâniyye sahibi bu mesele hususunda açıklama yapmıştır.
«Tavaftan önce» ifadesinden murad, tavaf-ı
ziyaretin tamamı yahut ekserisidir. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir.
«Çünkü cinayet hafiftir.» Yani tıraş
olmakla kadınlardan maada her şey ona helâl olmuştur. Musannıfın zikrettiği
tafsilât metinlerde de böyledir. Mebsut ve Bedâyi sahipleriyle İsbicâbî,
tıraştan önce olsun, sonra olsun deve vâcip olacağını söylemişlerdir. Fetih'te
bu daha muvafık görülmüştür. Çünkü zâhir rivayette vakfeden sonra olursa kurban
icabedeceği mutlak bırakılmış, tafsilât verilmemiştir. Bahır ve Nehir sahipleri
Fetih sahibi ile münakaşa etmişlerdir. Ama tavaf-ı ziyaretin tamamından veya
ekserisini yaptıktan sonra tıraş olmadan cima ederse bir koyun kesmesi
icabeder. Lübab. Lübab şarihi Aliyyü'l-Kâri şunları söylemiştir: «Bahr-ı Zâhir
ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Bunun vechi şu olsa gerektir:
Cinayeti büyütmek, ancak bu rükne riayet içindi. Ve onun muktezasınca bu hüküm
tavaftan önce tıraş olduktan sonra bile yapsa devam etmeliydi. Ancak ihramdan
çıkma suretine bakarak bunda müsamaha gösterilmiştir. Velev ki cimaya nisbetle
tavafın edasına bağlı olsun.» Bu sözün zâhiri gösteriyor ki, bu meselede koyun
vâcip olması hususunda kimsenin sözü yoktur. Buna yalnız Nikaye şerhinde
Aliyyü'l-Kâri muhalefet etmiş, meseleyi önceki hilafın yeri saymıştır. Evet,
Fetih sahibi de bu meseleyi müşkil saymış, "Tıraş olmazdan önceki tavaf
ile hiçbir şey helâl olmamıştır. Binaenaleyh deve vâcip olması gerekirdi."
demiştir. Ona verilecek cevap Lübab şerhinden nakledilen mezkûr izahtan
anlaşılır.
Musannıf kırân hacısının cimasından
bahsetmemiştir. Nehir sahibi diyor ki: «Kırân hacısı vakfeden ve umrenin
tavafından önce cima ederse, hem haccı, hem umresi fâsit olur. Ve kendisine iki
kurban lâzım gelir. Kırân kurbanı sâkıt olur. Eğer vakfeyle umrenin tavafından
sonra, tıraştan önce cima ederse, hacc için bir deve, umre için de bir koyun
lâzım gelir. Bundan sonrası hakkında ihtilâf edilmiştir.» İzahı Bahır'dadır.
«Umresinde cima etmesi» temettu umresine de
şâmildir.
«Kurban keser...» Bundan murad, bir
koyundur. Bahır.
«Dört tavaf yaptıktan sonra cima ederse
umresi fâsit olmaz.» Bahır sahibi diyor ki: «Musannıfın sözü, kolanın, tavaf
edip sa'yi yapmasına da yapmamasına da şâmildir. Lâkin tıraş olmadan yapmış
olması şarttır. Bunu söylememesi,bilindiği içindir. Çünkü o kimse tıraş olmakla
umrenin ihramından tamamıyla çıkar. Hacc ihramı bunun hilâfınadır. Musannıf
ifrad haccı yapanla yalnız umre yapanın hükmünü beyan edince, bundan kırân ve
temettu hacılarının hükümleri de anlaşılmıştır.»
METİN
İhramlı bir kimse av öldürürse, yani
yaratılışı itibariyle vahşî bir kara hayvanı hayvanı vurur veya vuracak kimseye
gösterirse, vuran kimse onu tasdik eder ve avı bilmezse, avın ölümü onun
göstermesine veya işaretine bitişik olur, gösteren ve işaret eden kimse
ihramında bâkî olursa, vuran kimse de avı yerinden kaçmadan alırsa, ister yeni
göstermiş ister tekrar etmiş olsun, ister yanılarak, ister kasten göstersin ve
av ister mübah, ister birinin milki olsun cezası gösterene olur.
İZAH
«Vahşi bir kara hayvanı ilh...» Başkaları
bu tarife, "Kendini kanatlarıyla veya bacaklarıyla koruyan" ifadesini
katmışlardır. Bu ilâve, yılan, akrep vesair böceklerden ihtiraz içindir. Kara
hayvanından murad, karada doğandır. Yaşadığı yere itibar yoktur. Şarih bu
kayıtla deniz hayvanından ihtiraz etmiştir. Deniz hayvanı, suda doğandır. Velev
ki karada yaşasın. Çünkü doğum yeri asıldır. Ondan sonra bulunacağı yer
ârızîdir. Binaenaleyh su köpeği ve kurbağa su hayvanıdır. Nitekim Fetih'te
kaydedilmiştir. Orada beyan edildiğine göre, yengeç, timsah ve deniz
kaplumbağası da su hayvanıdır. Avlanması ihramlıya âyetin nassı ile helâldir.
Ayetin umumu, yenilmeyen su hayvanına da şâmildir. Sahih olan budur.
Kırmanî'nin Menâsik'inde buna muhalif olarak, su hayvanı yalnız balığa tahsis
edilmiş; kara hayvanının ise, domuz gibi yenilmeyeni bile olsa avlanması mutlak
surette haram olduğu söylenmiştir. Nitekim Muhlt'ten naklen Bahır'da böyle
zikredilmiştir. Kirmânî, yalnız kurt, karga, çaylak, saldırgan, yırtıcı gibi
hayvanları istisna etmiştir. "Geri kalan yırtıcılar av değildir"
demiştir. Lübab sahibi diyor ki: «Deniz kuşlarına gelince: Onları avlamak helâl
değildir. Çünkü doğumlar karada olur.» Lübab şarihi bu sözü Bedâyi ile Muhit'e
nisbet etmiştir. Bahır sahibinin, "Bunlar suda doğar." sözü kalem
hatasıdır. Aksi halde bu söz yukarıda zikrettiğimiz doğum yerlerine aykırıdır.
«Yaratılışı itibariyle vahşî» ifadesinde,
ehlileşmlş geyik de dahildir. Velev ki kesmek suretiyletemiz olsun. Vahşileşen
deve ve koyun bu sözden hariçtirler. Velev ki kesilmek suretiyle
temizlensinler. Çünkü av hayvanı olmak hususunda dikkat edilecek cihet, asıl
yaratılışıtır. Kesmekte ise imkân ve imkânsızlık nazarı itibara alınır. Bahır.
Köpek de hariçtir. Velev ki vahşî olsun. Çünkü köpek aslı itibariyle ehlidir.
Ev kedisi de öyledir. Yaban kedisine gelince: Onun hakkında İmam-ı Azam'-dan
iki rivayet vardır. Fetih sahibi onun köpek gibi olduğuna kesin olarak
hükmetmiştir.
T E M B İ H : Lübab şarihi diyor ki: Zâhire
bakılırsa, deniz suyu Harem-i Şerif'in toprağında bulunsa, avı yine helâldir.
Çünkü âyet umumidir. "Deniz, suyu temizleyici, ölüsü helâl olan bir
şeydir." hadisi de öyledir. Şâfiîler bunu açıkça beyan etmiş; "Deniz
Hill'de veya Harem'de olmuş fark etmez." demişlerdir. Burada şöyle
denilebilir: Hayvanlardan bazıları bazı yerlerde vahşî, bazılarında ise ehlî
olarak bulunurlar. Manda gibi ki Sudan memleketlerinde vahşîdir. O
memleketlerde ehlisi bilinmemektedir. Musannıf böylesinin hükmünü beyan
etmemiştir. Zâhirine bakılırsa, o memleketler hakkından ihramlı olanlara orada
bulundukça bu hayvanın avlanması haramdır. Allah'u a'lem.
«Veya vuracak kimseye gösterirse» ifadesiyle,
öldürmesine yardımı kasdetmiştir. İster orada olmayana yerini bildirmek
suretiyle hakikaten delâlette bulunsun, ister bizzat hayvanı göstersin. Bahır.
Şu halde göstermekte işaret de dahildir. Nitekim şarihin sözü de buna işaret
etmektedir. İşaret, yanında olana yapılır. Fetih sahibi işareti, "Delâleti
başka bir şeye yapmaktır." diye tarif etmiştir. Bu sözün muktezası,
delâletin umumi olmasıdır. Çünkü dille de yapılır, dilden başka bir uzuvla da
yapılır. Şeyh İsmail, Bercendî'den şunu nakletmiştir: «Aşikârdır ki 'delâlet
kelimesini zikretmek, işarete hacet bırakmaz. Bazen, işaret yanındakine;
delâlet yanında olmayana mahsus olur.» Binaenaleyh musannıfın, "Yahut avı
tutmak için ona yardımda bulunur veya öldürmesini emrederse" ifadesini ziyade
etmesi gerekirdi. Çünkü Buhârî ile Müslim'de-ki Ebû Katâde hadisinde,
"Sizden biriniz ona emretti mi, yahut işarette bulundu mu?"
buyrulmuştur. Müslim'in rivayetinde, "Ona işaret veya yardım ettiniz mi
diye sordu. Ashab, 'hayır' dediler. öyle ise yeyin buyurdu." şeklindedir.
Bahır sahibinin, "Delâletten murad, yardımdır." sözü, emre şâmil
değildir. Çünkü delâletle beraber olmayınca, emirde yardım yoktur. Nitekim
yakında gelecektir. Evet, av bir yere girer de yolu üzerinde veya kapısında ona
gösterirse, bir de avı vuracak aleti gösterirse, emre şâmildir. Mutemet kavle
göre av aletini ona ödünç vermesi de böyledir. Meğer ki kâtilin yanında başka
silâhı bulunsun. Ekseri ulemamız bu şekilde hüküm vermişlerdir.
T E M B i H : Musannıfın ava delâlet eden
kimseyi ihramlı olmakla kaydetmesi; vuranı mutlak söylemesi, gösteren ihramsız
olursa kendisine bir şey lâzım gelmiyeceği içindir. Meşhur kitaplarda
kaydedildiğine göre ona yalnız günah vardır. Bazıları ona avın yarı
kıymetininödettirileceğini söylemişlerdir. Lübab şerhi. Kendisine av gösterilen
kimsenin ihramlı olması şart değildir. İhramlı bir kimse Harem dışında,
ihramsız birine av gösterir de o da vurursa, gösterene ceza var, gösterilene
yoktur. Lübab.
«Vuran kimse onu tasdik ederse ilh...» Bu
şartlar, gösteren kimse ihramlı olduğunda kendisine ceza vâclp olmak içindir.
Günaha gelince;
o mutlak surette tahakkuk eder. Nitekim
Bahır'da bildirilmiştir. Nehir'de şu da ziyade edilmiştir: «Tasdikin mânâsı,
tasdik ettim demek değil,onu yalanlamamaktır. Hattâ ihramlı bir kimse bir avı
haber verir de o kimse göremezse, başka bir ihramlı haber verir de birinciyi
tasdik etmez, tekzib de etmezse, sonra avı arayarak vurduğu takdirde her
ikisine de ceza vardır. Ama birinciyi tekzib ederse ona ceza verilmez.»
«Ve avı bilmezse» gösterene ceza verilir.
Fakat gösterir de o kimse avı evvelden görmüş veya başka bir suretle öğrenmiş
bulunursa, gösterene birşey yoktur. Çünkü onun göstermesi hâsılı tahsil olur.
Binaenaleyh hiç göstermemiş gibi olur. Bu izaha göre Muhit'te Mülteka'dan nakledilen
şu ifade müşkil kalır. «Gösteren kimse, "şu iki avdan birini al"
dese; halbuki avcı onları zaten görür bulunsa ve her ikisini vursa, gösterene
bir ceza vardır. Aksi takdirde ceza iki olur.» Bahır sahibi buna şu cevabı
vermiştir: a ' Al ' diye emretmesi, göstermek kabilinden değildir. Binaenaleyh
mutlak surette ceza icabeder. Buna Fetih ve diğer kitaplardaki şu ifade delâlet
eder: İhramlı bir kimse, başkasına avı almasını emreder o da başkasına
emrederse, ceza ikinci emredenedir. Çünkü kendisi ilk emredenin dediğini
yapmamıştır. Ama ilk emreden avı gösterir de tutmasını emreder, o da üçüncü bir
şahsa vur emrini verirse iş değişir. Ve üçüne de ceza vâcip olur. Ulema,
mücerret emirle, göstererek yapılan emir arasında fark görmüşlerdir.»
Hâsılı bilmemek göstermek için şarttır,
emir vermek için şart değildir. Emir o emire uymak şartıyla mutlak cezayı
muciptir.
«Avın ölümü onun göstermesine bitişik...»
Yani onun göstermesiyle meydana gelirse demektir. Lübab şerhi.
«Gösteren ve işaret eden kimse» yerine,
"gösteren veya işaret eden" dese daha iyi olurdu. Çünkü hüküm
bunların biriyle sabit olur. Bir de "ihramında bâkî olursa" sözü
bununla sahih olur. Şarih bu sözle şundan ihtiraz etmiştir: «Avı gösteren veya
işaret eden şahıs ihramdan çıkar da gösterilen kimse o zaman vurursa, gösterene
bir şey lazım gelmez. Ama günahkâr olur.» Hlndlyye. T.
«Avı yerinden kaçmadan yakalarsa» ceza
lâzım gelir. Fakat yerinden kaçar da sonra yakalayarak öldürürse, gösterene bir
şey lâzım gelmez. Hlndiyye. T.
«İster yeni, ister tekrar göstermiş olsun.»
Yani ceza lazım gelmek için, ilk avı vurmakla tekrarvurmak arasında fark
yoktur. İbn-İ Abbas tekrar vurana ceza olmadığını söylemiştir. Davud-u Zâhiri
ile Kâdî Şüreyh buna kail olmuşlardır. Lâkin vuran kimseye, "Git şuradan!
AIIah senden intikamını alır!" denilir. Mi'râc.
«İster yanılarak, ister kasten olsun...»
bizzat yakalaması da böyledir. Velev ki kastı olmasın. - Uyuyan kimsenin avın
üstüne yuvarlanarak öldürmesi bu kabildendir.- Yakalanmasına sebep olması da
böyledir. Bu, haddini tecavüz ettiği zaman olur. Meselâ bir ağ kurar veya çukur
kazar da av onun içine düşer. Fakat kendisi için bir çadır kurar da ona bir av
hayvanı takılır yahut su toplansın diye, yahut kurt gibi katli mübah bir hayvan
düşsün diye bir kuyu kazar da içine av düşerse veya köpeğini mübah bir hayvanın
arkasından gönderir de, o da haram olan hayvanı yakalarsa yahut Harem dışında
kehdisi ihramsız iken bir avın peşine takar da köpek Harem hududuna girerse bir
şey lâzım gelmez. Çünkü bunlarda tecavüz yoktur. Meselenin tamamı Nehir ile
Bahır'dadır.
«İster birinin milki olsun.» O kimsenin iki
kıymet ödemesi lâzım gelir. Kıymetin birini hayvanın sahibine öder, biri de
Allah Teâlâ'nın hakkı olmak üzere vereceği cezadır. Bunu Bahır sahibi Muhit'ten
nakletmiştir. Köpek öğretilmiş olursa, hükmü aşağıda gelecektir.
«Cezası gösterene olur.» öldürülen avın
sayısınca ceza da çoğalır. Meğer ki bununla ihramdan çıkmayı isteyerek onu
terketmiş olsun. Nasıl ki Asıl adlı kitapta bu açıklanmıştır. Bahır. Biz bunu
Lübab'dan naklen arzetmiştik.
METİN
Velev ki av hayvanı saldırgan olmayan bir
yırtıcı veya evcilleştirilmiş bir hayvan yahut paçalı güvercin olsun. Paçalıdan
murad, ayaklarında don giymiş gibi görünen tüyler bulunmaktır. Yahut onu yemeye
muztar kalmış olsun. Nitekim o kimse bir insan öldürüp etini yese kendisine
kısas lâzım gelir. Ölü eti av üzerine, av eti başkasının malı ve insan eti
üzerine tercih edilir. Bazıları domuz eti üzerine de tercih edileceğini
söylemişlerdir. Ölü bir peygamber ise, etini yemek hiçbir halde helâl olmaz.
Nasıl ki başka bir muztar kimsenin yiyeceğini de yiyemez.
İZAH
"Yırtıcı" kelimesi, avını
yaralayarak öldüren ve âdeten saldırgan olan her hayvana verilen bir isimdir.
Burada ondan murad, hadiste sayılan yedi fâsık hayvanla böceklerden geri kalanlardır.
Yırtıcı olup olmaması müsavidir. Velev ki domuz veya maymun yahut fil olsun.
Nitekim Mecma'da böyle denilmiştir. Bahır. Şahin ve atmaca gibi yırtıcı kuşlar
da bunda dahildir. Musannıfın "saldırgan olmayan" diye kayıtlaması,
saldırgan olursa onu öldürmekle bir şey lâzım gelmeyeceği içindir. Nitekim
ileride görülecektir.
«Evcilleştirilmiş bir hayvan...» Velev ki
evcilleştirilmiş bir geyik olsun. Çünkü onun alışmasıârızîdir. Muteber olan
aslıdır. Nitekim yukarıda geçti.
«Yahut paçalı güvercin olsun.» Paçalı diye
kayıtlaması, İmam Mâlik muhalif olduğu içindir. O'na göre paçalı güvercinde
ceza yoktur. Çünkü o evcilleşmiştir. Kanatlarıyla uçamaz, ördek gibi olmuştur.
«Ölü eti av üzerine tercih edilir.» Bu, Ebû
Hanîfe ile İmam Muhammed'e göredir. Ebû Yusuf ile İmam Hasan'a göre avı keser.
Fetva birinciye göredir. Nitekim Şurunbulâliyye'de böyle denilmiştir. H.
Ben derim ki: Bahır sahibi dahi bunu tercih
etmiş; "Çünkü av etinde iki haramı irtikâbetmek vardır. Bunların biri
yemek, biri de öldürmektir. Ölü etini yemekte ise sadece bir irtikâp vardır. O
da yemektir." demiştir. Hilâf evleviyyet meselesindedir. Nitekim Bahır
sahibinin Hâniyye'den naklettiği "ölü evlâdır." sözünden anlaşılan da
budur. Bir haram, iki haram sözlerinden murad, muztar kalmazdan önceki aslî
hükümdür. Çünkü muztar kaldıktan sonra artık haram diye birşey yoktur.
«Av eti başkasının malına tercih edilir.»
Bu kul hakkını muhafaza içindir. Çünkü kul muhtaçtır. Zeylâî.
TEMBİH: Bahır'da Hâniyye'den naklen şöyle
denilmiştir: "Bazı ulemamızdan rivayet olunduğuna göre, bir kimse
başkasının yiyeceğini bulursa, ölü eti yemesi mübah olmaz." İbn-i Semâa
ile Bişr'den dahi buna benzer bir kavil rivayet olunmuş; "Gasp ölü etinden
evlâdır." denilmiştir. Tahâvî bununla amel etmiş; Kerhî ise "O kimse
muhayyerdir." demiştir.
Av etinin insan eti üzerine tercih
edilmesi, insanın kıymet ve kerametinden dolayıdır. Bir de av eti Harem'in
dışında veya ihramsız halde helâldir. insan eti ise hiçbir halde helâl
değildir. H.
«Bazıları domuz eti üzerine de tercih edileceğini
söylemişlerdir. Hâniyye'den naklen Bahır'ın ibaresi şöyledir: "İmam
Muhammed'den bir rivayete göre av eti domuz etinden evlâdır." Şarih bu
rivayetin zayıf olduğunu belirtti. Lâkin domuzdan murad ölü domuz ise,
zayıflığın vechi zahirdir. Çünkü o da sair laşeler gibidir. Ve onu yiyen yalnız
yemek yağını irtikâbetmiştir. Ölü domuz değilse, zayıflığın vechi zahir
değildir. Çünkü o da avdır. Ama başkasını avlamak evlâdır. Zira herbirinde iki
haramı irtikâb vardır. Ancak domuzun haram olması daha şiddetlidir. Bana zâhir
olan budur. Bahır'da Hâniyye'den naklen, "Köpek yemek avdan evlâdır. Çünkü
avda iki haramı irtikâp vardır." denilmiştir.
«Ölü bir peygamber ise» sözü, mezhebimizde
nakledilmemiştir. Onu Nehir sahibi Şâfiîlerden nakletmiştir.
METİN
Bezzaziye'de, "Kesilmiş av bilittifak
evlâdır." denilmektedir. Eşbah. Cezadan sonra olursa, yediğinin kıymetini
dahi öder. Ceza iki âdil kimsenin koyduğu kıymettir. Bir âdil kişinin koyduğu
kıymet kâfidir diyen de vardır. Velev ki kâtil olsun. Kıymeti öldürülen yerde
veya orada kıymet yoksa oraya en yakın yerde konur. Yırtıcı, yani yenilmeyen
hayvanda - velev ki domuz veya fil olsun - ceza, bir koyun kıymetinden fazla
olamaz. Velev ki yırtıcı hayvan koyundan daha büyük olsun. Çünkü yenilmeyen
hayvanda fesat ancak kan akıtmakla işlenir. Binaenaleyh onda ancak kan akıtmak
vacip olur.
İZAH
«Kesilmiş av evlâdır.» Yani başka bir
ihramlının yahut muztar kalmazdan önce kendisinin kestiği hayvan evlâdır. Çünkü
onu yemekte bir haramı irtikâp vardır. Yemek için başkasının avladığı bunun
hilâfınadır.
«Yediğinin kıymetini dahi öder.» Yani
cezayı ödedikten sonra olursa, en kimse cezadan maada yediğinin kıymetini de
öder. Cezayı ödemezden önce ise, yediğinin kıymeti, ödeyeceği avın kıymetinde
dahildir. Ayrıca bir şey ödemesi gerekmez. Bu hususta kendi yemesiyle
köpeklerine yedirmesi arasında bir fark yoktur. İmameyn kendi yerse bir şey
ödemez demişlerdir. Meselenin tamamı Nehir'dedlr. Lübab sahibi diyor ki
:«Kesenden başkası o avdan yerse, kendisine bir şey lâzım gelmez. İhramdan
çıkan kimse Harem'de kestiği avı ödedikten sonra ondan yerse, yediği için bir
şey lâzım gelmez.»
«Ceza iki âdil kimsenin koyduğu kıymettir.»
Ve râcih kavle göre yaratıldığı sıfat üzerine kıymet konulur. Meselâ
sevimlilik, güzellik ve ötücülük sıfatları itibara alınır. Kulların fiiliyle
meydana gelen sıfatları itibara alınmaz. Bu yalnız kıymetini sahibine öderken
muteberdir. Ancak horozun dövüşmesi, koçun süsmesi gibi keyif için olanları
gibi itibara alınmaz. Nitekim şarkıcı cariyede de hüküm budur. Âdilden murad,
avın kıymeti hususunda, görgüsü bilgisi olan kimsedir. Şahitlik bâbındaki adale
değildir. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır. Musannıf cezanın
kıymet olduğunu mutlak söylemiştir. Binaenaleyh misli olan ava da, misli
olmayana da şamildir. İmam-ı Âzam'la Ebu Yusuf'un kavilleri budur İmam Muhammed
ise bunu misli olmayana tahsis etmiştir. Misli olana misli verilmesi vâcip
olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh geyik gibi bir ava karşılık koyun; devekuşuna
karşılık dişi bir deve; yaban eşeğine karşılık bir inek verilir. Bunların
herbirinin izahı mufassal kitaplardadır.
«Bir âdil kişinin koyduğu kıymet kâfidli.
Velev ki kâtil olsun.» Burada "velev ki kâtil olsun" cümlesini
anmamak dahi iyidir. Çünkü bu söz Bahır sahibinin bir incelemesidir. Ondan
sonra, "Lâkin bu nakle bağlıdır. Ben naklini görmedim." demiştir.
Şu da var ki, Lübab sahibi bunun aksini
açıklamış; "Kıymet koymak için cinayeti işleyenden başka iki âdil kimse
şarttır. Bir kişi yeter diyen de vardır." demiştir. Hidâye sahibi bununaksini
alarak bir kişi ile yetinmiş ve âyettekinin evleviyet bildirdiğine meylederek,
iki kişi lâzımdır diyenler de vardır demiştir. Tebyîn, Sırâc, Cevhere ve Kâfî
sahipleri de O'na uymuşlardır. İnâye'den anlaşılan da budur.
Musannıfın ve Lübab sahibinin benimsediği
kavli Fetih sahibi zâhir görmüştür. Mi'rac'da Mebsut'tan naklen, "Kul
haklarında olduğu gibi kıyas yoluyla kıymet biçmek için bir kişi kâfidir. Velev
ki iki kişi daha ihtiyat olsun. Lâkin iki kişinin hakemliği nassla
muteberdir." denilmiştir Bu sözün bir misli de Gâyetü'l-Beyân'dadır. Bunun
muktezası ikiyi seçmektir. Bahır ve Nehir sahipleri bu kavlin sahihlendiğini,
Dürer şerhlne nisbet etmişlerdir. Bu herhalde metinde bununla yetindiği
cihetten olacaktır. Bununla, Şurunbulâlî'nin, "Dürer'de bu kavlin
sahihlendiği açıklanmamıştır." diye Bahır ve Nehir sahiplerine yaptığı
itiraz defedilmiş olur. Dürer'den murad, Molla Hüsrev'in eseridir. Konevî'nin
Dürerü'l-Bi hâr'ında dahi bunun benzeri vardır. Şerhi Gurerü'l-Ezkâr'da bir
kişi ile iktifa edilmiştir.
«Kıymet, öldürülen yerde konur.» Muhit
sahibi diyor ki: «Asl'ın rivayetine göre, kıymet hususunda mekânla beraber
zaman da itibara alınır. Esah olan budur.» Nehir.
"Yırtıcı"dan murad, yukarıda
geçtiği gibi saldırgan olmayandır. Saldırgan yırtıcının katlinden dolayı birşey
lâzım gelmez. Nitekim yakında gelecektir.
«Yani yenilmeyen hayvan» cümlesi, murad
edilen mânâyı tefsirdir. Yoksa yukarıda arzettiğimiz tefsirinden anladın ki '
yırtıcı ' kelimesi daha hususi mânâda kullanılır. Ve "Yedi fâsıklardan ve
böceklerden olmayan" ifadesini mutlaka ziyade etmek gerekir.
«Bir koyun kıymeti»nden burada murad; gerek
hedy, gerekse bayram kurbanlıklarında en azından kâfi gelecek hayvandır ki, o
da koyundan altı aylık kuzudur. Bahır.
«Velev ki yırtıcı hayvan koyundan daha
büyük olsun.» Bu ibarenin yerine, "Velev ki kıymeti koyundan daha çok
olsun." dese daha iyi olurdu. Çünkü musannıfın söylediği misli suret
itibar etmekle sadece İmam Muhammed'in kavline uyar.
«Çünkü yenilmeyen hayvanda fesat ancak kan
akıtmakla işlenir.» Yani ette işlenmez. Çünkü eti yenmez. Eti yenilen hayvanda
ise fesat etinde de işlenir. Onun için kaça çıkarsa çıksın kıymeti vâcip olur.
Bunu Nehir sahibi Hâniyye'den nakletmiştir.
METİN
Keza öğretilmiş bir yırtıcı öldürürse, onu
Allah hakkı için öğretilmemiş olarak; sahibi için ise öğretilmiş olarak öder.
Sonra kâtil o parayla bir hedy kurbanı satınalarak Mekke'de kesebilir. Yahut
zahîre satınalarak, istediği yerde her fakire -velev zımmî olsun - yarım sâ'
(bir fitre tası) buğday yahut bir sâ' kuru hurma; veya fitrede olduğu gibi bir
sâ' arpa olmak üzere tasadduk edebilir. Bundan azı veya çoğu kâfi gelmez.
Verirse sevabına olur. Yahut her fakirin yiyeceği için bir gün oruç tutar.
Fakirin yiyeceğinden artarsa, veya baştan vâcip bir fakirinyiyeceğinden az
olursa, onu tasadduk eder; yahut onun yerine bir gün oruç tutar. Yarım sâ'
buğdayı birkaç fakire dağıtmak caiz değildir. Musannıf Bahır sahibine uyarak
demiştir ki: «Ulema bunu burada böyle zikretmişlerdir. Fitrede ise caiz
olduğunu söylemiştir. Burada da öyle olmak gerekir. Burada kıymetini vermek
gibi mübah kılmak da kâfidir.»
İZAH
"Keza" Yani yırtıcının kıymeti
koyunun kıymetinden çok bile olsa, koyunun kıymetinden fazla verilmediği gibi;
yırtıcı hayvan öğretilmiş olursa, öğretmekle artan kıymeti Allah hakkı için
ödenmez. Ama sahibi ise, sahibine öğretilmiş olarak ikinci bir kıymet öder.
Öğretme kaydını koyması, güzellik, sevimlilik gibi yaratılıştan bir ziyade
vasfı bulunursa, Allah hakkı için dahi ödeneceğini bildirmek içindir. Nitekim
kemerli güvercinde hal böyledir .Yukarıda geçmişti.
«Sonra kâtil ilh...» Bazıları, muhayyerlik
iki âdil kimseye aittir demişlerdir. O kimse bir av cezasında üçünü biraraya
getirebilir. Meselâ avın kıymeti birkaç hedy kurbanı kıymeti kadar olur da bir
kurban keser ve diğer kurban namına fukaraya yiyecek verir,diğeri namına oruç
tutar. Keza avın kıymeti iki hedy kurbanı kadar olursa, o kimse muhayyerdir.
İsterse ikisini de keser, isterse ikisini de tasadduk eder. Yahut onların
yerine oruç tutar. Yahut birini keser, diğerinin yerine kefaret verir, yahut
üçünü birden yapar. Avın kıymeti deve kıymeti kadar olursa, dilediği takdirde
deveyi satın alır. Yahut yedi koyun satın alır. Ama birincisi daha
faziletlidir. Şayet kıymetten bir şey artarsa, dilediği ve yettiği takdirde
onunla başka bir hedy kurbanı satın alır, yahut onu yiyeceğe sarfeder yahut
oruç tutar. Meselenin tamamı Lübab ve şerhindedir.
«Mekke'de kesebilir.» Mekke'den murad,
Harem'dir. Âyetteki Kâbe' den murad da Harem'dir. Nitekim müfessirler beyan
etmişlerdir. Nehir. Kurbanı Harem dışında keserse, hedy yerine geçmez. Yiyecek
vermek yerine geçer ve yiyecek vermede şart olan bunda da şarttır. ' Kesmek '
tabirini kullanmakla, musannıf muradın kan akıtmak suretiyle Allah'a yaklaşmak
olduğunu ifade etmiştir. Ondan sonra çalınsa bile kendisine kâfi gelir. Ama onu
diri olarak tasadduk ederse kâfi değildir. Kurbanı kestikten sonra yerse,
yediğini öder. Kurbanın bütün etini tasadduk etmek caiz olduğu gibi; sadece
yediğinin kıymetini bir fakire vermesi de caizdir. Bahır.
«Velev zımmi olsun.» Sadakaların verileceği
yer bâbında geçmişti ki, fetva İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir. Yani vâcip
plan sadakaları zımmîye vermek doğru değildir.
«Fitrede olduğu gibi» sözünden anlaşılan
teşbih, sadece miktardadır. Başka hususta değildir. Nitekim Zeylâî ve başkaları
bu kavil üzerine hareket etmişlerdir. Binaenaleyh Bahır'daki "Burada ibaha
kâfidir." sözü vârit değildir. Nitekim ileride gelecektir. Bunu
Nehirsahibi söylemiştir.
«Veya çoğu kâfi gelmez.» Meselâ vâcip olan
miktar üç sâ' olur da, onları iki fakire verir. Hepsini bir fakire vermesi de
öyledir. Lâkin ileride bunun açıklandığı görülecektir.
«Verirse sevabına olur.» Yani hepsi en az
surette olur. Çok olduğu surette, yarım sâ'dan ziyade olan her fakire tetavvu
olarak verilir.
«Oruç tutar...» Gerek orucu, gerekse
yiyecek vermeyi musannıf mutlak söylemiştir. Bu gösterir ki bunlar, Harem'de
olsun, Harem dışında olsun; gerek ayrı ayrı, gerek peşpeşe verilsin caizdirler.
Çünkü her ikisi hakkındaki nass mutlaktır. Bahır.
«Veya baştan bir fakirin yiyeceğinden az
olursa...» Meselâ bir kelemne sıçanı veya serçe öldürmüşse o da muhayyerdir.
Bahır.
«Onu tasadduk eder.» Yani ilk
verdiklerinden başkalarına verir. Lübab şerhi.
«Bahır sahibine uyarak demiştir ki İlh...»
Bahır sahibinin İbaresini biz sadaka-i fıtır bâbında tahkik etmiştik. İbare
şöyleydi: Mezhebe göre yarım sa' buğdayı birkaç fakire dağıtmak caizdir. Caiz
olmaz diyen Kerhidir. Burada da öyle olmak gerekir. Burada nass mutlaktır.
İtlakı üzerine bırakılır. Ama fitre gibi bir fakire vermesi caiz olmaz. Çünkü
adet nassan beyan edilmiştir. Bu sözün hasılı şudur: Yarım sâ' buğday birkaç
fakire dağıtıldığı vakit; nass mutlak olduğu için, bir de fitreye kıyasen Bahır
sahibi cevazı tercih etmiştir. Ancak vâcip olan miktarın hepsini bir fakire
verirse caiz olmaz. Çünkü âyet-i kerimede, birkaç fakirin yiyeceği
buyrulmuştur.
Bu suretle bildirilen adet ortadan kalkar.
Lâkin âşikârdır ki dağıtmanın caiz olması, umûmiyetle mezhebin kitaplarına
muhaliftır. Şu da var ki, mutlak olan nass şeriatta malûm olana yorumlanır. O
da yarım sâ'ı bir fakire vermektir.
«Burada mübah kılmak da kâfidir.» Yani
fitre buna muhaliftir. Nitekim geçti. Lübab şarihi diyor ki: « Bu Ebû Yusuf'a
göredir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Ebû Hanîfe'den iki rivayet vardır. Esah
rivayete göre O Ebû Yusuf'la beraberdir. Ama bu hilâf, eziyetten dolayı tıraş
kefareti hakkındadır. Av kefaretine gelince: Onu ibaha yoluyla yedirmek
hilâfsız caizdir. Fakirler için vâcip miktarı yiyecek yapar ve onlara yedirir.
Bunun miktarı, akşam-sabah iki doyurucu yemeği bitirecek kadardır. Sabah
yemeğini verir de koyunun kıymetini öderse; yahut bunun aksini yaparsa caizdir.
Müstehap olan, yiyeceğin katıklı olmasıdır. Ama buğday ekmeğinde katık şart
değildir. Başka ekmeklerde ihtilâf edilmiştir.» Tamamı Lübab şerhindedir.
Fakirler, kendilerine vâcip miktarı yapılan yemekle doymazlarsa, acaba onları
doyuruncaya kadar ziyade vermesi lâzım gelir mi? Zâhire bakılırsa evet
lazımdır.
«Kıymetini vermek gibi...» Yani her fakire
buğdaydan yarım sâ' (blr fitre tası) miktarın kıymetini verir. Bundan daha az
vermesi caiz değildir. Nitekim Ayn'da beyan edilmiştir. Bahır. Lâkin nassan
bildirilen miktarın, kıymet itibariyle bir kısmını bir kısmının yerine vermek
caiz değildir. Hattâ iyi buğdaydan yarım sâ'ı, orta buğdaydan bir sâ' yerine;
yahut yarım sâ' buğday kıymetini bulan veya daha çok olan yarım sâ' kuru hurma
vermesi muteber değildir. Belki verdiği kendi namına geçer. Ve kalanı
tamamlaması lâzım gelir. Lübab şerhi.
Ben derim ki: Nassan bildirilen buğday,
arpa ve bunların unu ile kavrulmuşları, kuru hurma ve kuru üzümdür. Mısır,
fasulye ve mercimek gibi şeyler bunun hilâfınadır. Bunlar ancak kıymet
itibariyle caiz olur. Ekmek de öyledir. Sahih kavle göre yarım sâ' ağırlığında
ekmek vermek caiz değildir. Nitekim Lübab şerhinde beyan edilmiştir.
METİN
Burada bütün yiyeceği bir fakire vermek de
caiz değildir. Fitre bunun hilâfınadır. Çünkü adet nassan bildirilmiştir.
Nitekim cezanın lehine şehadeti kabul edilmeyen kimseye verilmesi de caiz
değildir. Aslı gibi ki, ne kadar yukarı çıkarsa çıksın kendisine verilmek caiz
olmadığı gibi; fer'ine, ne kadar aşağı inerse insin kocanın karısına, ve
karının kocasına da caiz değildir. Her vâcip sadakada hüküm budur. Nitekim
zekâtın sarfedileceği yerler bahsinde geçmiştir. Avı yaralamak, tüyünü yolmak
ve bir uzvunu kesmekle şayet ıslah kasdetmediyse kıymetinden azalttığı miktarı
ödemesi vâcip olur. Islah kasdederse, meselâ bir güvercini kediden veya kapana
tutulmaktan kurtarmak arzusuyla yaralar veya yolarsa, ölse bile birşey lâzım
gelmez. Tüyünü yolmakla ve kendini koruyamayacak derecede bacaklarını kesmekle
ve cılk olmayan yumurtasını kırmakla kıymeti vâcip olur.
İZAH
«Burada bütün yiyeceği bir fakire vermek de
caiz değildir.» Lübab şarihi diyor ki: «Altı fakirin yiyeceğini bir günde bir
defada veya birkaç defada bir fakire verse, ne hüküm verileceği hususunda bir
rivayet yoktur. UIema bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Ekserisine göre, yalnız
biri namına caiz olur. Fetva da buna göredir.»
«Bir günden» sözüyle, bir kişiye altı günde
her gün yarım sâ' olmak üzere vermekten ihtiraz etmiştir. Çünkü bize göre bu
caizdir. Nitekim onu evvelce açıklamıştı. Âşikârdır ki, "bir fakir"
sözü kayıt değildir. Hatta bütün yiyeceği iki fakire verse, yalnız iki fakir
namına kâfidir. Geri kalan nâfiledir.
«Lehine şehadeti kabul edilmeyen kimseye
verilmesi caiz değildir. »
Bahır sahibi bu ifadeyi bırakarak,
"Aslına ilh... veremez." tabirini kullanmış ve, "Evla olan
budur." demiştir. Onun için musannıf kendisine tâbi olmuştur. Lâkin şarih
buna muhalefet etmiştir. Çünkü onun ifadesi daha kısa ve daha zâhirdir. Çünkü
memlûküne de şâmildir, şerîk ile de nakzedilemez. Çünkü şerîkin şahitliği kabul
edilmemesi mutlak değil, aralarında ortak maldır.
«Nitekim zekâtın sarfedileceği yerler
bahsinde geçmişti.» Orada, "Aralarında çocuklar veya karı-kocalık
bulunanlara da verilemez." demişti. Bunu bu bâbda da zikretmesi, hükmün
her vâcip sadakada bu olduğunu göstermek hususunda açıktır.
«Avı yaralamakla ilh...» cümlesini katlden
sonra zikretmesi, avın bu yaradan ölmediğini gösterir. Şayet av kaybolur da
ölüp ölmediği bilinmezse, istihsana göre ihtiyaten bütün kıymeti lâzım gelir.
Nitekim bir kimse Harem'den bir av tutsa da sonra onu salsa ve Harem'e girip
girmediğini bilmese, istihsanen bütün kıymetini verir. Muhit. Avın yarası
iyileşir de eseri kalmazsa ceza sâkıt olmaz. Bedâyi. Muhit'te bunun hilâfı
zikredilmiştir. Bahır sahibi birinciyi zâhir görmüş, Lübab sahibi ise ikinci
kavle göre amel etmiştir. Nehir sahibi de onu kuvvetli bulmuştur.
«Kıymetinden azalttığı miktarı ödemesi
vâcip olur» Ava evvelâ sağlamken, sonra yaralıyken kıymet biçer ve iki kıymetin
ortasıyla bir hedy kurbanı satınalır, yahut oruç tutar. Bunu Tahtâvî
"Kuhistânî'den nakletmiş; "Ama bu yara ve benzeri onu korunamaz hale
getirmediğine göredir. Aksi takdirde bütün kıymetini öder." demiştir.
Kefaret vermeden, yara avı öldürürse, yalnız kıymetini öder, yaranın getirdiği
noksan sâkıt olur. Nitekim Fetih sahibi Bedâyi'ye uyarak bunu tahkik etmiştir.
Bahır'ın Muhit'ten naklettiği bunun hilâfınadır. Meselenin tamamı benim Bahır
üzerine yazdığım hâşiyededir.
«Kendini koruyamayacak derecede» tabirini
Dürer'e uyarak kullanmıştır. Çünkü tüy ve bacaklardan murad cinsleridir ki,
azına da şamildir. Şüphesiz ki bütün kıymetin lâzım gelmesi için bütün tüyleri
yolmak ve bütün bacakları kesmek şart değildir. Murad, korunamayacak hale
getirmektir.
«Cılk olmayan» bozuk olmayan mânâsınadır.
Bununla kayıtlaması, cılk bir yumurta kırarsa bir şey lâzım gelmeyeceği
içindir. Çünkü yumurtayı ödemesi yumurta olduğu için değil; av olabilmek
imkânından dolayıdır. Bozuk yumurtada bu imkân yoktur. Velev ki kabuğunun
devekuşu yumurtası kabuğu gibi kıymeti olsun. Kirmânî'nin söylediği bunun
hilâfınadır. Çünkü ihramlı, kabuğuna dokunmaktan men edilmemiştir. Nitekim Fetih'te
beyan edilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır.
METİN
Yumurtayı kırmakla ölü yavru çıkması,
ihramlı olmayan bir kimsenin Harem'in avını kesmesi, sütünü sağması, otunu ve
ağacını kimsenin milki ve korusu olmaksızın kesmesi - ki maksat kendiliğinden
bitendir. Birinin milki olup olmaması müsavîdir. Hatta derler ki: Mülkünde
dikenağacı biter de bir insan onu keserse, sahibine ödemesi gerekir. İmameyn'in
müftabih olan "Harem'in yeri milk edinilebilir" sözlerine göre,
ikinci bir kıymetini de şeriat hakkı için öder. her birinin kıymetini ödemesini
gerektirir. Korusu olmaksızından murad, insanların yetiştirdikleri cinsinden
olmamaktadır. İnsanların yetiştirdikleri cinsinden olursa, bir şey ödemesi
gerekmez. Kökünden çıkarılmış ağaç ile, ağaca zarar vermeyen yaprak bu
kabildendir. Onun için yemiş ağacını kesmek helâldir. Çünkü yemiş vermesi, onu
yetiştirmek yerine tutulmuştur.
İZAH
«Yumurtayı kırmakla ölü yavru çıkması»
hususunda Lübab sahibi şöyle diyor: «Eğer yumurtadan ölü yavru çıkarsa, o
yavrunun diri kıymetini öder. Yumurta için birşey lâzım gelmez.»
"Yumurtayı kırmakla" diye kaydetmesi, başka bir sebeple öldüğünü
bilirse yavruyu ödemek lâzım gelmediği içindir. Çünkü bu takdirde ne yavruyu
öldürmüş, ne yumurtayı kırmıştır. Yavrunun yumurtayı kırmakla mı yoksa başka
bir sebeple mi öldüğünü bilmezse, kıyasa göre yumurtadan başka bir şey ödememek
gerekir. Çünkü yavrunun yaşadığı bilinmemektedir. İstihsana göre, yavrunun diri
olarak kıymetini ödemesi lâzım gelir. Gâye.
«İhramlı olmayan bir kimsenin Harem'in
avını kesmesi ilh...» Bu meseleyi musannıf ileride tekrar edecektir. Biz de
sözümüzü orada söyleyeceğiz.
«Sütünü sağması» ile kıymetini ödemesi; süt
avın cüzlerinden olduğu içindir. Binaenaleyh kıymeti vâcip olur. Nitekim Nikâye
ve Mülteka'da açıklanmıştır. Yumurtasını kırmak ve yaralamak da öyledir. Onları
da öder. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
«Otunu ve ağacını kesmesi...» Nevevî'nin
lügat ulemasından nakline göre 'ot' diye terceme ettiğimiz 'haşiş' kelimesi
kuru ot mânâsına gelir. Yaş ota Araplar 'Uşp' ve 'hale' derler. Ama fukaha yaş
ota do mecazen 'haşiş' derler. Çünkü o da sonunda kurur. Fetih'te, "Şecer,
ayakta durup büyüyen otun ismidir. Kurursa 'hatab' ismi verilir."
denilmiştir. Musannıf keseni mutlak zikrettiği için, ihramlıya ihramsıza
şâmildir. Ağacı kesmekle kayıtlaması, kökünden çıkarılan ağacı ödemek lazım
gelmediği içindir.
«Kıymetini öder.» demekle, burada orucun
yeri olmadığına ve ödemekle diğer kul haklarında olduğu gibi ağaca mâlik
olduğuna işaret etmiştir. Satmak gibi şeylerle ondan faydalanmak mekruhtur.
Fakat satınalana mekruh değildir. Tamamı Bahır'dadır.
«Kimsenin milki ve korusu olmaksızın
ilh...» Bilmelisin ki Harem'de yetişen ağaçlar ya kuru, yahut kırılmıştır. Ya
izhîr (boya otu), yahut başka bir şeydir. Bu söylediklerimizden üçü ödenmez.
Nitekim izahı gelecektir. Geri kalanları ya insanların yetiştirdiği cinstendir,
yahut değildir. İnsanların yetiştirdiği ise ödenmez. Bu hususta, ekin gibi
insanların ektiği cinsten olmakla; diken gibi ekmediği cinsten olmak arasında
fark yoktur. İnsanların ekmediği cinsten ise, onu koruyup büyüttükleri takdirde
yine bir şey lâzım gelmez. Böyle değilse cezasını öder. Şu halde ceza icabeden
nebat; kendi kendine yetişip ekilmeyen, kırık ve kuru olmayan, boya otu dahi
olmayandır. Nitekim Bahır'da açıklanmıştır. Ve denilmiştir ki: «Kenz'in sahibi
olmayarak» ifadesinden maksat, sahibi olsun olmasın kendiliğinden bitendir. Tâ
ki itiraz edilerek, "Bir adamın mülkünde kendisinin yetiştirmediği diken
gibi bir ağaç biterse, o da ödenir. Nasıl ki Muhit'te beyan edilmiştir."
denilmesin. Nehir sahibinin verdiği cevabın doğruluğu bence zâhir olmamıştır.
Bundan dolayı şarih âdeti hilâfına ona tâbi olmamış, Bahır sahibine uymuştur.
Yakında şerhte gelecektir.
«Bir insan onu keserse» denilmiş; sahibi
keserse ne olacağı zikredilmemiştir. Bu hususta Gâyetü'l-İtkân'da İmam
Muhammed'den naklen şöyle denilmiştir: «Harem toprağında bir adamın yerinde
biten diken ağacı hakkında İmam Muhammed, "Sahibi onu kesebilir. Ama
keserse Allah'ın lâneti olur" demiştir.» Bu sözün muktezası, ceza vâcip
olmamasıdır. Fakat bu, yukarıda geçen, "Kendiliğinden biten ve insanların
yetiştirdiği cinsten olmayan her nebatın kıymeti ödenir; sahipli olup olmaması
müsavidir." ifadesine muhaliftir. Binaenaleyh şeriatın hakkı için bir
kıymet ödemesî gerekir. Bunu Nuh Efendi söylemiş; Lübab şarihi ise ödeneceğini
kesin dille açıklamıştır.
«İmameyn'in müftabih olan kavline göre»
ödenir ise de, İmam-ı Azam'ın kavline göre Harem arazisi vakıftır. Binaenaleyh,
"Milkinde biterse" sözü, bu yer hakkında tasavvur edilemez. Bahır. Şu
halde O'nun kavline göre yalnız şeriatın hakkı olmak üzere bir kıymet ödenir.
«İnsanların yetiştirdikleri cinsinden
olursa, bir şey ödemesi gerekmez.» Çünkü insanların yetiştirdikleri bilittifak
korunmaya lâyık değildir. Adeten yetiştirmedikleri ise, yetiştirdikleri
,takdirde âdeten yetiştirdikleri hükmüne girer ve onun gibi olur. Bunun sebebi,
başkasının yetiştirdiğine nisbet etmekle Harem-i şerif'e olan tam nisbetinin
kesilmesidir. Nitekim Hidâyeve Gâye'de beyan edilmiştir. Şurunbulâliyye.
«Kökünden çıkarılmış ağaç...» Yani ağaç
yerden sökülüp de kökleri onu sulamaz olursa, onu kesmekte bir şey yoktur.
Lübab.
«Onun için...» Yani insanların yetiştirdiği
cinsten olan ağaç ve otda şer'an bir ceza tâzım gelmediği; haram da olmadığı
için demektir. T.
«Yemiş ağacını kesmek helâldir.» Yanı velev
ki insanların yetiştirdiği cinsten olmasın. Lâkin sahibi varsa, onun rızasına
bağlıdır. Razı olmazsa, kıymetini ona ödemek vâciptir. Nitekim bu gizli
değildir. T.
«Çünkü yemiş vermesi ilh...» ibaresi,
yukarıdaki çünkünün bedelidir. Zira insanların yetiştirdiği cinsten bir ağaç
veya nebat kendiliğinden yetişirse, bir şey lâzım gelmemesi, yetiştirdikleri
cins gibi sayıldığındandır.
Bu zikredilen sekiz meselede telef edilenin
kıymetinin lâzım gelmesi şöyle izah olunur: İlk iki ile beşinci meselede avın
kıymeti, üçüncüde yumurtanın, dördüncüde yavrunun, altıncıda sütün, yedincide
otun, sekizincide ağacın kıymeti ödenir.
METİN
Meğer ki kurumuş veya kırılmış olsun. Çünkü
bunlarda büyüme yoktur. Yahut kuyu kazmak veya çadır kurmakla tutulsun. Çünkü
bundan korunmaya imkân yoktur. O tâbidir. İtibar ağacın aslınadır. Dalına,
budağına değildir. Gövdenin bir cüzü bütünü gibidir. Bu haram tarafı tercih
edildiğindendir. Kuşta muteber olan yeridir. Dal üzerinde bulunur da, av
düştüğü vakit Harem içine düşecekse, o Harem'in avı sayılır. Aksi takdirde
Harem'in avı değildir. Ayakta duran avın bacakları Harem'de, başı Harem dışında
bulunursa, bacaklarına itibar olunur. Bunların bazısı hepsi yerinedir. Başına
itibar olunmaz. Ama bu, ayakta durduğuna göredir.Yatmışsa,itibar başınadır.
Çünkü bu takdirde ayaklan itibardan sâkıttır. Ve mübah kılanla haram kılan bir
araya gelmiştir.
İZAH
«Meğer ki kurumuş veya kırılmış olsun.»
Yani onu kesen ödemez. Fakat sahipliyse, kıymetini sahibine öder. Nitekim Lübab
şerhinde izah edilmiştir.
«Veya çadır kurmakla tutulsun.» Kendi
yürümesiyle veya hayvanının gitmesiyle tutulursa hüküm yine budur. Nitekim
Lübab'da beyan edilmiştir.
«O tâbi'dir.» Bazı nüshalarda böyle
denilmiştir. Doğrusu, bu kelimeyi, alt yanındaki "Dalına, budağına
değildir." sözünden sonra zikretmektir. Nitekim bazı nüshalarda öyle
yapılmıştır.
«İtibar ağacın aslınadır ilh...» Bahır'da
şöyle denilmektedir: «Dallar, gövdeye bağlıdır. Bu üç kısım olur.
Birincisi; ağacın gövdesi Harem'de, dalları
Harem dışında olur. Binaenaleyh dalları kesenkıymeti öder.
İkincisi; bunun aksinedir. Bu takdirde
gövdeyle dalların hiçbirinde bir şey ödemez.
Üçüncüsü; gövdenin birazı Harem'de, birazı
Harem dışında olur. Bu takdirde dallar ister Harem'de, ister dışında olsun
öder.»
«Kuşta muteber olan, yeridir.» Yani ağacın
gövdesine değil, kuşun bulunduğu yere bakılır. Çünkü av ağacın gövdesine değil,
bulunduğu yere bağlıdır. T.
«Av düştüğü vakit...» Burada kuştan
bahsedildiği halde, şarihin ondan 'av' diye bahsetmesi, hükmü umumileştirmek
içindir. Çünkü hüküm yalnız kuşa mahsus değildir. H.
«Aksi takdirde Harem'ln avı değildir» Yani
Harem'in dışına düşecekse, Harem dışına ait bir av olur. Dalın bir kısmı dışarıda,
bir kısmı Harem içinde olursa, yasak tarafını tercih için hüküm Harem'e göre
verilir.Nitekim bu meselenin benzerlerinden de hükmün böyle olduğu anlaşılır.
T.
«Bunların bazısı hepsi yerinedir.» Yani
ayaklarının bazısı Harem içinde bulunursa, hepsi oradaymış gibi olur ve ceza
icabeder. Lübab şerhinde. "Yani ayakların azına çoğuna, Harem'de midir,
dışarıda mıdır diye bakmaksızın Harem'dedir hükmü verilir." denilmiştir.
T.
«Yatmışsa, itibar başınadır.» Bu sözün
muktezası şudur: Avın yalnız başı Harem dışında kalmışsa, o hayvan Harem dışı
avıdır. Sirâc'da bu açıkça beyan edilmiştir. Lâkin şarihin, "Mübah kılanla
haram kılan biraraya gelmiştir." demesi, Harem'in avı olmasını gerektirir.
Çünkü kaide haram kılanı tercih etmektir. Bahır'ın ibaresi, bu söylediğimiz
mânâda açık gibidir. Keza Lübab'ın, "Harem dışında yatar da, bir cüzü
Harem içinde bulunursa, Harem avı sayılır." sözü de böyledir. Lübab şarihi
Aliyyü'lKâ-ri, "Hangi cüzü olursa olsun." demiştir. Kirmânî de
şunları söylemiştir:
«Hayvan Harem dışında yatar da başı Harem
içinde kalırsa öder. Çünkü itibar başınadır.» Bu söz, hayvanda muteber olan cüz
yalnız başmış mânâsını îham etmektedir. Halbuki öyle değildir. Hayvan
ayaklarının üstünde durmazsa, atılmış bir şey hükmündedir. Burada helâlla haram
bir yere gelmiş olur ve ihtiyaten haram tarafı tercih edilir. Bedâyi'de,
"Avda hayvanın ayakları, ancak onların üzerinde durduğu vakit muteberdir.
Yatarsa bütünü itibara alınır." denilmektedir. Zâhirine bakılırsa bu da,
Gâye'de olduğu gibi Harem dışında olmasının, ancak yatarken bütün uzuvlarının
Harem dışında kalmasıyla sabit olacağını gösterir. Halbuki öyle değildir.
Mebsut'ta, "Uyurken bir cüzü Harem'de kalırsa, o Harem avıdır."
denilmektedir. Allah'u a'lem.
METİN
Muteber olan atış halidir. Ancak Harem
dışından atar da ok Harem'e geçerse, o zaman istihsanen ceza vâcip olur.
Bedâyi. Yumurta veya çekirge pişirir, yahut avın sütünü sağar daöderse yemesi
haram olmaz. Satması da caizdir. Ama mekruhtur. Parasını dilerse fidyeye
harcayabilir. Çünkü kesilmemiştir. İhramlının hayvan kesmesi yahut Harem'in avı
bunun hilâfınadır. Çünkü o lâşedir. Harem'in otunu hayvanına otlatamaz. Orakla
da biçemez.
İZAH
«Muteber olan atış halidir.» Yani silah
atan kimsede itibar edilecek hal, atış halidir. İmam-ı Azam'a göre merminin ava
isabet hali değildir. Hattâ bir Mecusi ava silah atar da mermisi ava varmadan
Müslüman olursa, o av yenmez. Müslüman atar da dinden döner, sonra mermi ava
isabet ederse, o av yenir. Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
«Ancak Harem dışından atarsa ilh...» Ben
derim ki: Lübab'da şöyle ifade edilmiştir: «Harem dışında bir ava silah atar da
av kaçarsa, mermi ona Harem içinde isabet ettiği takdirde öder. Harem dışında
atar da hayvana Harem dışında isabet ederek Harem'e girer ve orada ölürse, ceza
ödemesi gerekmez. Lâkin bu hayvanın yenilmesi helâl değildir. Silahı atan ve av
Harem dışında bulunurlar da aralarına Harem'den bir parça girerse, mermi o
parçadan geçtiği takdirde birşey ödemesi lâzım gelmez.» Aşikârdır ki şarihin
söylediği bu son meseledir. Nitekim akla gelen de budur. Bununla beraber Bahır
sahibi dahi kesinlikle burada bir şey lâzım gelmediğini söylemiş; bir istihsan
veya kıyastan bahsetmemiştir. O bundan ancak birinci meselede bahsetmiş, evvelâ
Hâniyye'den naklen ceza vâcip olduğunu bildirmiş; Mebsut'un ifadesinin
birbirini tutmadığını, bir yerde vâcip değil, başka bir yerde vâciptir dediğini
ve bu meselenin Ebû Hanife'nin kaidesinden müstesna olduğunu söylemiştir.
Çünkü, "Ona göre muteber olan atış halidir. Yalnız bu mesele hassaten
müstesnadır." demiştir. Bundan sonra Bedâyi'den naklen, "Vücup
istihsandır. Vâcip olmaması kıyastır." diyerek Mebsut'un iki sözünün
arasını bulmuştur. Keza Aliyyü'l-Kâri dahi Kirmânî'den naklen bu meselenin
ihtiyaten ödemek vâcip olmak hususunda müstesna teşkil ettiğini açıklamıştır.
Bundan anlaşılır ki şarih iki meseleyi biribirine karıştırmıştır. Ondan önce bu
işi Nehir sahibi yapmıştır. Şarihin sözünü, "Mermi Harem içine geçer de
ava Harem'de isabet ederse" mânâsına yorumlamak doğru değildir. Çünkü
mermiyi atarken av Harem'de olursa, mesele atış halini itibara almaktan
müstesna teşkil etmez. Ve cezanın vâcip olması hem kıyasen, hem istihsanen
şüphe götürmez. Halebî'nln Bahır'dan naklettiğini ben Bahır'da görmedim. Şayet
mermiyi atarken av Harem dışında bulunur; isabet Harem'de olursa, o zaman
"Mermi Harem'e geçerse" ifadesinin bir faydası kalmaz.
«Satması da caizdir.» Bunun benzeri de,
Harem'ln otunu biçmek veya ağacını kesmek ve kıymetini ödemektir. Ona mâlik
olur ise de satması mekruhtur. Hidâye'de şöyle denilmiştir: «Çünkü ona şer'an
haram olan bir sebeple mâlik olmuştur. Satması mutlak surette caizdir
denilirse, insanlar mutlaka emsalini yapmaya yol ararlar. Şu kadar var ki,
kerahetle berabersatış caizdir. Av bunun hilâfınadır.» Çünkü ölüyü satmak olur.
«Çünkü kesilmemiştir.» sözü, yenilmesinin
ve satılmasının caiz olduğuna illettir. Zira çekirgeyi kesmeye hacet yoktur.
Binaenaleyh o lâşe olmaz. Onun için pişirilmeden yenilmesi de mübahtır. Bunu
Bahır sahibi Muhit'ten nakletmiştir.
«İhramlının hayvan kesmesi bunun
hilâfınadır ilh...» Yani Harem dışından olsun, içinden olsun avlanan bir avı
kesmesi bunun hilâfınadır.
«Yahut Harem'in avı» cümlesi, ihramlının
hayvan kesmesi cümlesi üzerine atfedilmiştir. Yani ihramlı olsun, ihramsız
olsun bir kimsenin Harem avını kesmesi bunun hilâfınadır demektir. Bazı
nüshalarda, "Yahut ihramsızın Harem avını kesmesi" denilmiştir ki
daha güzeldir. Lâkin ihramsızın Harem avını kesmesi leş hükmündedir, sözü iki
kavilden biridir. Nitekim ileride göreceksin.
«Harem'in otunu hayvanına otlatamaz.» Bu
Tarafeyn'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir. Çünkü zaruret vardır.
Hayvanları ondan menetmek imkânsızdır. Tamamı Hidâye'dedir. Hâşiye
yazarlarından biri Burhan'dan naklen O'nun bu kavli te'yîd ettiğini şöyle ifade
etmiştir: «Hayvan otlatmaya ihtiyaç, boya otuna olan ihtiyaçtan daha çoktur.
Harem'in en yakın hududu dört milden fazladır. Çobanlar oraya çıkıp sonra
dönecek olurlarsa, gündüzden hayvanları doyuracak kadar vakit kalmayabilir.
Rasulullah (s.a.v.)'in, "Otu biçilmez, dikeni kesilmez" buyurarak,
merasının otlatılmamasından bahsetmemesi, caiz olduğuna işarettir. Caiz olmasa
beyan ederdi. Bunların arasında müsâvât da yoktur ki, delâlet yoluyla aynı
hüküm verilsin. Çünkü kesmek akıllı işi, otlatmak ise hayvan işidir. Hayvanın yaptığı
hederdir; insanlar böyle amel edegelmişlerdir. Nassda otlatmanın caiz
olmadığına delâlet eden bir şey yoktur ki zarureti itibara almak ona aykırı
gelsin. Ot biçmek bunun hilâfınadır.» Lâkin "Otlamak hayvan işidir."
demesi söz götürür. Çünkü hayvan kendiliğinden otlarsa, o kimseye bilittifak
birşey tâzım gelmez. Hilâf ancak meraya göndermesi hususundadır. Bu gönderene
izafe edilir.
METİN
Bundan yalnız izhîr (boya otu) müstesnadır.
Harem'in mantarını toplamakta bir beis yoktur. Çünkü o kuru gibidir. Bedeninden
bir bit öldürmekte veya atmakta; yahut bit ölsün diye elbisesini güneşe
bırakmakta, çekirgede olduğu gibi dilediği miktar sadaka verir. Onda, yani
bitde ceza, avda olduğu gibi delâletle vâclp olur. Çekirgenin çoğunda yarım sâ'
vermek vâciptir. Çok sayılan miktar üçün üzeridir. Çekirge de bit gibidir.
Bahır. Karga öldürmekle bir şey lâzım gelmez. Ancak zâhire göre saksağan
müstesnadır. Zâhîriyye. Bahır sahibinin hükmü umumileştirmesini Nehir sahibi
reddetmiştir. Çaylak, kurt, akrep, yılan, fare, kuduz köpek, yani vahşî olanı
öldürmekle de bir şey lâzım gelmez. Vahşî olmayan köpek iseesasen av değildir.
Sivrisinek ve karınca öldürmekle dahi bir şey lâzım gelmez. Lâkin eziyet
vermeyen haşeratı öldürmek helâl değildir. Onun içindir ki eziyet vermeyen
evcil köpeği öldürmek helâl değildir derler. Köpeklerin öldürülmesi emri
neshedilmiştir. Nitekim Fetih'te bildirilmiştir. Yani zarar vermezse
öldürülmeyecektir.
İZAH
«Bundan yalnız izhîr müstesnadır. » İzhîr,
Mekke'de yetişen güzel kokulu, ince saplı bir nebattır. Bunu tavan tahtasının
aralarına koyarlar. Kabirlerde kerpiçlerin aralarını bununla tıkarlar. Bu
satırlar kısaca Kuhistânî'den alınmıştır. Hadiste bunun ne suretle istisna
edildiği Bahır ve diğer kitaplarda zikredilmiştir.
«Bir beis yoktur.» sözü, burada mübahtır
mânâsına kullanılmıştır. Çünkü karşılığında haram zikredilmiştir. Burada o,
terki evladır mânâsına değildir. Kârî.
«Bir bit öldürmekte ilh...» ifadesi, gerek
doğrudan doğruya öldürmeye, gerekse kasten ölümüne sebep olmaya şâmildir.
Nitekim "bit ölsün diye" sözüyle, elbiseyi bıraktığında öldürmeyi
kasdetmemekten ihtiraz etmiştir. Meselâ elbisesini yıkar da bit de ölür.
Elbisesini çıkarması bedeninden biti gidermek için olur. Hassaten öldürmek için
değildir. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir. ' Bir bit 'ten murad, çok
olmayandır. İzahı aşağıda gelecektir. Lübab sahibi tafsilât vererek, "Bir
bit öldüren bir parça ekmek; iki veya üç öldüren bir avuç buğday; bundan
fazlasını öldüren mutlak surette yarım sâ' buğday tasadduk eder." demiştir.
«Çekirge de bit gibidir.» Bahır sahibi
diyor ki: «Ben az çekirge ile çok çekirge arasındaki fark hususunda söz eden
görmedim. Ama bit gibi olmak gerekir. Üç ve daha az bit öldürürse, istediği
kadar sadaka verir. Bundan daha fazla olursa yarım sâ' buğday vermesi gerekir.»
Muhit'te de şöyle denilmektedir: «Bir köle, ihramı esnasında bir çekirge
öldürür de, bir gün oruç tutarsa çok gelir. İsterse çekirgeleri toplar, birkaç
tane olunca, bir gün oruç tutar.» Âşikârdır ki Muhit'in ibaresi, azla çoğun
hükmü arasındaki farkı beyan hususunda açıktır. Lâkin orada az miktar ile çok
miktar arasındaki fark gösterilmemiştir. Bahır sahibinin ' göremedim' demesi
ona yorumlanır. Nehir sahibinin itirazı da bununla defedilmiş olur.
«Saksağan müstesnadır.» Saksağan, akla kara
alacalı, bir kuştur. Kâmus sahibi, sesinin 'aynkaf'a benzediğini söyler.
«Bahır sahibinln hükmü umumileştirmesin...»
Yani saksağanı da karga gibi saymasını, Nehir sahibi kabul etmemiştir. Bahır
sahibi Hidâye'nin, "Saksağana karga denilmez. Çünkü o doğrudan doğruya
eziyet etmez." sözüne itiraz etmiş. "Bu iddia söz götürür. Çünkü
saksağan dalma hayvanın arka tarafına konar. Nitekim Gâyetü'l-Beyan'da da
böyledir." demiştir.
«Nehir sahibi reddetmiştir.» Yani
Mi'râc'ın, "Bunu o ekseriyetle yapmaz." ifadesiyle veZahîriyye'nin,
"Saksağan hakkında iki rivayet vardır. Zâhire bakılırsa av
kuşlarındandır." sözüyle karşılık vermiştir.
«Kuduz köpek» diye kayıtlaması, hadise
uymuş olmak içindir. Yoksa kuduz olsun olmasın; ve keza evcil olsun vahşî olsun
müsavidir. Bahır.
"Vahşî" kelimesi de, kuduzun
tefsiri değil, kaydıdır. H. Yani kuduz, dalayıcı köpektir. Burada murad,
fenalığı fazla olan köpektir. Kuhistânî.
«Vahşî olmayan» köpekten murad, ev
köpeğidir ki, o zaten av değildir. Binaenaleyh onu istisna etmek mânâsız olur.
Lâkin Fetih'ten naklen arzetmiştik ki, köpek mutlak olarak av değildir. Çünkü
esasında evcildir. Keza akrep ve ondan sonra zikredilenler de av değildir.
"Lâkin" kelimesiyle yapılan
istidrak, mutlak olarak karınca hakkındadır. Çünkü zâhirine bakılırsa, bütün
nevilerinin öldürülmesi caizdir. Halbuki onun eziyet vermeyen nevi de vardır.
Bu hüküm, bütün eziyet vermeyen hayvanlara âm ve şâmildir. Nitekim ulema bunu
birçok yerlerde açıklamışlardır. T.
«Yani zarar vermezse öldürülmeyecektir» Bu
cümle, neshin kaydıdır. Bunu Nehir sahibi Mültekât'ın şu sözünden çıkarmıştır:
«Bir beldede köpekler çoğalır da halkına zarar verirse, sahiplerine onları
öldürmeleri emrolunur. Onlar buna yanaşmazsa, mesele hakime şikayet edilir.
Bunu o emreder.»
METİN
Pire, kene, kaplumbağa, pervane, sinek,
keler, sarıcaarı, kirpi, çırçır ve hamamböceği, gelincik, bukalemun, kırkayak
ve keza bütün yerde yaşayan böcekleri öldürmekle bir şey lâzım gelmez. Çünkü
bunlar av hayvanı değillerdir. Ve bedenden doğmazlar. Yırtıcı, yani öldürmekten
başka define çare olmayan saldırgan hayvanı öldürmekle dahi birşey lâzım
gelmez. Başka bir vesileyle başından uzaklaştırmak mümkün olur da öldürürse,
ceza lâzım gelir. Nitekim başkasının malı olsa, kıymeti ne edecekse o kıymeti
vermesi lâzım gelir. İhramlı bir kimse koyun kesebilir. Velev ki babası geyik
olsun. Çünkü asıl olan anadır. Sığır, deve. tavuk ve ördeği dahi keser. İhramlı
olmayan kimsenin avladığını - velev bir ihramlı için avlamış olsun yiyebilir.
İhramlı biri göstermemiş. emretmemiş ve yardımda bulunmamış olmak şartıyla,
Harem dışında kestiği hayvan helâldir. Bunlardan biri bulunursa, o hayvan
ihramsıza helâldir; muhtar olan kavle göre ihramlıya helâl değildir.
İZAH
«Ve keza bütün yerde yaşıyan böcekleri»
yerine, "geriye kalan böcekleri" dese daha iyi olurdu.
«Yırtıcı hayvan» ifadesiyle Nehr'in şu
sözüne işaret etmiştir: «Bu hüküm yalnız yırtıcıya mahsus değildir. Zira başka
hayvanlar da saldırgan olursa, onları öldürmekten dahi bir şeylâzım gelmez.
Bunu Şeyhü'l-İslâm söylemiştir. Binaenaleyh tahsis etmese evlâ olurdu. Çünkü
rivayetlerde mefhum bilittifak muteberdir.» Lâkin hayvanı, "eti
yenilmeyen" diye kayıtlamak gerekir. Çünkü Bahır'da, "Deve insana
saldırır da insan onu öldürürse, kaça çıkarsa çıksın kıymetini ödemesi lâzım gelir.
Çünkü yırtıcının öldürülmesine izin, hak sahibi tarafından mevcuttur. Hak
sahibi de şerîatın sahibidir. Deveye gelince: Onun sahibinden izin
alınmamıştır." denilmiştir.
«Saldırgan hayvanı» diye kayıtlaması,
yukarıda geçtiği vecihle saldırmayan hayvanı öldürmekle ceza vâcip olacağı
içindir; ve bu bir koyunu geçmeyecektir. Bedâyi'de, "Bu, yani bir şey
vâcip olmaması ancak doğrudan doğruya ezaya başlamayan sırtlan, tilki vesair
yırtıcılar hakkındadır. Ama ekseriyetle doğrudan hücuma geçen arslan, kaplan,
pars ve kurt gibi yırtıcıları ihramlı öldürebilir; bir şey ödemesi de lâzım
gelmez." denilmiştir. Bazı müteehhirin, bunun Şâfiî'nin mezhebine daha
münasip olduğunu söylemiştir. Nehir.
Ben derim ki: Bunu söyleyen İbni Kemâl'dir.
Lâkin Fetih sahibi bu bâbın başında Bedâyi'nin sözünü zikretmîş, onu zâhir
rivâyette nassan bildirilen kavle mukabil tutmuştur, sonra şunları söylemiştir:
«Sonra bunun Ebû Yusuf'tan bir rivayet olarak nakledildiğini gördük.
Hâniyye'de, "Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre, aslan, kurt mesabesindedir. Ama
zâhir rivayette yırtıcıların hepsi avdır. Bundan yalnız köpekle kurt
müstesnadır." deniliyor.»
«Nitekim başkasının malı olsa ilh...»
kıymeti kaça çıkarsa çıksın sahibine öder. Yani bir kıymet de Allah için öder
ki, o kıymet koyunun kıymetini geçmez. Bahır.
Ben derim ki: Bu, saldırgan olmayan
hakkındadır. Saldırgan olursa, biliyorsun Allah hakkı için bir şey vâcip olmaz.
Onun için şarih bir kıymeti söylemekle yetinmiştir.
«Velev ki babası geyik olsun.» Bu ifade,
anası geyik olursa hükmün başka olacağını gösterir. Zira şarihin gösterdiği
sebepten dolayı anası geyik olduğu surette ceza lâzım gelir.T.
«Ev ördeği dahi keser.» Ev ördeğinden
murad, evlerde, havuzlarda yaşayandır. Çünkü yaratılışı itibariyle evcildir. Bu
kayıt, havada uçan yaban ördeğinden ihtiraz içindir. Zira o avdır. Onu
öldürmekle ceza vâcip olur. Bahır.
«Velev bir ihramlı için avlamış olsun.»
Yani ihramsız kimse ihramlı için, velev ki onun emri olmadan avlasın. İhramlı o
avdan yiyebilir. İmam Mâlik buna muhaliftir. Nitekim Hidâye'de belirtilmiştir.
«Harem dışında kestiği hayvan helâldir.»
Fakat Harem içinde keserse, evvelce söylediği gibi lâşe olur. Lübab'da şöyle
denilmiştir: «İhramlı veya ihramsız bir kimse Harem'de bir av keserse, bize
göre onun kestiği ölü hükmündedir. Yenilmesi ne ona, ne başkasına helâl
değildir. Bu hususta ihramlı, ihramsız müsavidir. Ve avı ister kesen kimse
bizzat avlasın, ister başka bir ihramlı veya ihramsız avlasın fark etmez.
Harem'in dışında keserse, ihramlı iken kesen kimse borcunu ödemeden veya
ödedikten sonra ondan birşey yerse, yediğinin kıymetini öder. Kesenden başkası
yerse, birşey ödemesi icabetmez. İhramdan çıkan kimse, Harem'de iken borcunu
ödedikten sonra kestiği hayvandan yemiş olsa, yediği için birşey ödemesi lâzım
gelmez. İhramlı olmayan bir kimse bir hayvanı avlar da, ona o hayvanı ihramlı
biri keserse; yahut ihramlı avlar da onun namına ihramsız keserse, o hayvan
lâşedir.»
Lübab şarihi Kârî şöyle diyor: «Bilmiş ol
ki, îzah, Bahru'z-Zâhir ve Bedâyi sahipleriyle daha başka birçok kimseler,
ihramsız kimsenin Harem avını kesmesinin onu ölü hükmüne sokacağını
açıklamışlardır. Cezasını verse bile o avın yenmesi helâl olmayacağını
söylemişler; hilâftan bahsetmemişlerdir. Kâdıhan'ın beyanına göre. bu avdan
yemek tenzihen mekruh olur. İhtilâfu'l-Mesâil adlı kitapta bildirildiğine göre,
ulema ihramsız bir kimsenin Harem'de kestiği av hususunda ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik, Şâfiî ve Ahmed yenilmesinin helâl olmayacağını söylemişlerdir. Ebû
Hanîfe'nin ashabı ise ihtitâf etmiş; Kerhî o avın ölmüş hükmünde olduğunu.
diğerleri ise mübah olduğunu söylemişlerdir.»
«Muhtar olan kavle göre» sözü,
"İhramlıya helâl değildir." ifadesine râcîdir. Tahâvî'nin rivayeti
budur. Cürcânî, "Haram değildir." demişse de, Kudûrî bunun hata
olduğunu söyleyerek Tahâvî'nın rivayetine itimat etmiştir. Fetih ve Bahır.
METİN
İhramsız bir kimse Harem'in avını keserse,
kıymeti vâcip olur. Ve onu tasadduk eder. Oruç tutması kâfi değildir. Çünkü bu.
kefaret değil garamet (borç)tir. Hattâ kesen ihramlı olsa, kendisine oruç kâfi
gelir. ' Keserse' diye kayıtlaması, yalnız gösterdiği takdirde günahtan başka
birşey lâzım gelmediği içindir. Bir kimse - velev ihramsız olsun - Harem'e
girer veya mikât dışında olsun ihramlanır da elinde avın hakikatı yani
yabancısı bulunduğu halde Harem'e girerse, salıvermesi vâciptir. Yani ya
uçurması, yahut emanet olarak Harem dışına salıvermesi gerekir. Kuhistânî.
İZAH
«İhramsız bir kimse Harem'ln avını keserse»
cümlesi tekrarlanmıştır. Şu kadar var ki, musannıf bu tekrarı, "Oruç
tutması kâfi değildir." diyebilmek için yapmıştır. T. Kesmekten muradı,
itlâftır. Velev ki buna tecavüz yoluyla sebep olsun. Haremi Şerif'e bir şahin
sokar da Harem'in güvercinini öldürürse ödemez. Çünkü kendisi bir vâcibi eda
etmiş, avlanmak istememiştir. Binaenaleyh bu sebepte tecavüz değildir. Bilâkis
memurdur. Bahır.
«Oruç tutması kâfi değildir.» Yalnız orucu
bildirmekle yetinmesi, hedy kurbanı caiz olduğunu anlatmak içindir. Zâhir
rivayet de budur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Lübab'da şöyle
denilmektedir: «Eğer kıymeti hedy kurbanına varıyorsa, dilediği takdirde onunla
hedykurbanı satın alır. Dilerse yiyecek satın alarak tasadduk eder.» Nitekim
geçmişti. Burada hedy kurbanının caiz olması, kesilmezden evvel kıymeti avın
kıymeti kadar olmak şartıyladır. Kestikten sonra avın kıymeti kadar olması şart
değildir. Oruca gelince: Harem'in avı hakkında ihramsıza caiz değil, ihramlıya
caizdir.
«Çünkü bu garamettir.» Zira mahal yani av
olması itibariyle ödeme bunda yapılır. Binaenaleyh mal borcu gibi olur. İhramlı
bunun hilâfınadır. Çünkü onun ödemesi fiilin cezasıdır; mahallin cezası
değildir. Oruç buna elverişlidir. Çünkü kefarettir. Bahır.
«Yalnız gösterdiği takdirde...» Yani
ihramsız bir kimsenin velev ki ihramlıya olsun avı göstermesiyle günahtan başka
bir şey tâzım gelmez. İhramlının göstermesiyle ihramsızın göstermesi arasında
fark şudur: İhramlı ihrama girmekle kimseye sataşmayacağını iltizam etmiştir.
Avı gösterince bu iltizamı terketmiş olur ve öder. Nasıl ki emanetçi hırsıza
emanetin bulunduğu yeri gösterirse o vediayı öder. İhramsız olan kimse bir
iltizamda bulunmamıştır. Binaenaleyh göstermekle kendisine ödemek lâzım gelmez.
Nasıl ki ecnebi bir kimse hırsıza birinin malını gösterse ödemez. Bahır.
«Velev ihramsız olsun» kaydını
Mecmau'l-Enhur sahibi dahi koymuş ve şöyle demiştir: «Bununla kayıtlamamız,
Harem'e girme kaydının faydası anlaşılsın diyedir. Çünkü ihramlının avı
salması, Harem'e girmeye bağlı değildir. Mücerret ihramlanmakla bu ona vâcip
olur. Nitekim Islah ve diğer kitaplarda izah edilmiştir. Böylece, "ihramlı
olsun olmasın" diyenlerin sözünün zayıf olduğu meydana çıkar.» Bu izaha
göre, "velev mikât dışında olsun" ifadesinin yerine, "kendisi
mikât dışında olduğu halde" denilmek gerekir. H. Hâsılı sözümüz, mikât
dışında ihramsız olup da, ihrama yahut Harem'e girmek isteyen fakat elinde bir
av bulunan kimse hakkındadır. O kimsenin bu avı salıvermesi vâciptir. Lübab ve
şerhinde şöyle denilmektedir: «Bilmelisin ki av üç şeyle emniyette olur.
Bunlar; ya avcının ihramlanması, ya Harem'e girmesi, yahut avın Harem'e girmesidir.
Mikât dışında yahut Harem'de bir av tutar da kendisi ihramlı bulunursa; yahut
Harem'de av tutar da kendisi ihramsız bulunursa, o ava mâlik olamaz. Onu
salıvermesi vâcip olur. Av elinde veya kafesindeymiş yahut evinde bulunuyormuş
farketmez. Onu salıvermez de hayvan helâk olursa, kendisi ihramlı olsun
ihramsız olsun ceza ödemesi icabeder.»
«Salıvermesi vâciptir.» Bahır sahibi bunun
bilittifak vâclp olduğunu söylemiştir.
«Yani ya uçurması» yerine ' salıvermesi '
dese daha şumüllü olurdu. Ve vahşî hayvanları da ifade ederdi. Çünkü bu hüküm
yalnız kuşlara mahsus değildir. H. Musannıfın bu sözü mutlak söylemesi. o
hayvanı ihramsızın ihramsızdan gasbedip sonra gasbedenin' ihramlanması haline
de şâmildir. Çünkü böylesinin de o hayvanı salıvermesi lâzımdır, sahibine de
kıymetini öder. Hayvanı sahibine iade ederse borçtan kurtulur, ama ceza
lâzımdır. Dirâye'deMünteka'ya nisbet edilerek böyle denilmiştir. Nehir. Fetih
sahibi diyor ki: «Bu bir luğzdur ve şöyle denilir: Hangi gâsıptır ki aldığını
geri vermemesi vâcip olur. Bilâkis verirse bu sebeple ödemesi icabeder.»
«Yahut emanet olarak Harem dışına
salıvermesi gerekir» Bu cümle, avı salmanın tefsiri hakkında ikinci bir
kavildir. Bunu Kuhistânî birinci kavli hikâye ettikten sonra zikretmiş ve
Tuhfe'ye nisbet eylemiştir. Buna göre gâsıp meselesi müşkil kalır. Çünkü ona,
aldığını sahibine iade etse bile ceza lâzım geliyor. Şu da var ki, avı almaya
gönderilen adam onu alırken Harem'dedir. Şu halde gâsıp gibi onu salıvermesi ve
kıymetini sahibine ödemesi lâzım gelir. Nitekim Tahtâvî böyle demiştir. Keza
İbn-i Kemâl kendisine itiraz etmiş; "Vedia alanın eli, vedia verenin eli
gibidir." demiştir. Lâkin bu sözü Nehir sahibi Fevaidü'z-Zahîriyye'nin şu
ifadesiyle reddetmiştir: «Hizmetçisinin eli onun yükü gibidir.»
Hâsılı yasak olan, avın hakikaten elinde
bulunmasıdır. Emanetçinin elinde bulunması onun hakiki eli değildir. Bilâkis
yükündeki veya kafesindeki yahut hizmetçisindeki eli gibidir. Lâkin buna da
yukarıda Tahtâvî'den nakledilen itiraz vârit olur. Ama şöyle cevap verilebilir:
«O kimsenin avı Harem'in kenarından dışarıda olan bir kimseye vermesi
mümkündür, yahut onu kafes içinde gönderir.» Sonra bil ki ulemanın sözlerinden
anlaşılan, bu iki kavlin yalnız ikinci meseleye ait olduğudur. İkinci mesele,
bir kimse Harem dışında ihrama girer de elinde bir av bulunursa meselesidir.
Birincide, yani Harem'e elinde av olduğu halde girmesi meselesinde, o kimseye
vâcip olan, onu salıvermektir. Çünkü Hidâye sahibi, "Onu orada yani
Harem'de salıvermesi icabeder." demiştir. Meselenin ta'lîlinde de şunları
söylemiştir: «Harem'de bulununca, Harem'in hürmetine tecavüz etmemek vâciptir
ve hayvan Harem'in avı olur.» Yukarıda Lübab'dan naklettiğimiz "Av üç
şeyle emniyette olur..." ifadesi de böyledir. Keza Lübab'ın, "İhramlı
veya ihramsız bir kimse dışarısının avını Harem'e soksa, bunun hükmü Harem'in
avı hükmü gibi olur." ifadesiyle, musannıfın aşağıda gelen, "yırtıcı
olursa ilh..." sözü dahi böyledir. Çünkü yırtıcı kuşu Harem'e soktuktan
sonra emanet etmesi caiz olsa da, âdeti avı öldürmek olduğunu bilip dururken
onu salıvermesi caiz değildir. Lübab sahibinin, "Harem'in avını tutar da
Harem dışına salarsa, sağsalım Harem'e eriştiği bilinmedikçe ödemekten
kurtulamaz. O halde emanet bırakmakla nasıl kurtulur." sözü de öyledir.
METİN
Hayvanı salıvermesi, onu zayi etmeyecek
şekilde olmalıdır. Çünkü hayvanı başıboş salıvermek haramdır.
Câmiu-'lFetevâ'nın kerahet bahsinde şöyle denilmektedir: «Bir kimse avcıdan
birkaç serçe satın alarak onları âzâd etse, eğer, "Bunları kim tutarsa
onun olsunlar" derse caizdir. Âzâd etmekle milkinden çıkmazlar. Bazıları,
"Caiz olmaz. Çünkü bu malı zayi etmektir." demişlerdir.»
Ben derim ki: O zaman uçurmak mübah
kılmakla kayıtlanır.
İZAH
«Hayvanı salıvermesi onu zayi etmeyecek
şekilde olmalıdır.» Bu
cümlenin tefsiri, ondan önce geçen
cümledir. Evlâ olan, o cümleyi bundan sonraya bırakmaktı. Nasıl ki Mülteka
üzerine yazdığı şerhte böyle yapmış; "Meselâ onu emanet bırakır. yahut
kafes İçinde gönderir." demiştir.
«Cami'ul-Fetevâ'nın kerahet bahsinde
ilh...» ibaresi, buradan başlayarak musannıfın aşağıda gelen "vâcip
değildir" sözüne kadar bazı nüshalardan düşmüştür. Hâsılı şudur: Avı âzâd
etmek, yani elinden salıvermek, tutan kimseye mübah kılmak şartıyla caizdir. Bu
söz, "Çünkü hayvanı başıboş salıvermek haramdır." ifadesinin
kaydıdır.
Bazıları, "Caiz olmaz; yani âzâd
etmesi mutlak surette caiz değildir." demişlerdir. Nitekim başıboş
bırakmanın haram olduğunu mutlak söylemesinden de bu anlaşılır. Çünkü tutana
mübah kılarsa da ekseriyetle o hayvan kimsenin eline geçmez. Ve başıboş olarak
kalır. Bu da malı zayi etmek demektir.
«Âzâd etmekle milkinden çıkmazlar.» sözünün
iki mânâya ihtimali vardır. Birincisi; o hayvanı kimse tutmadan sahibinin
milkinden çıkmaz. Mübah kıldıktan sonra birisi tutarsa, ona mâlik olur. Nitekim
Muhtarâtü'n-Nevâzil'in ibaresi de bunu ifade etmektedir. ikincisi; hayvan
mutlak surette milkinden çıkmaz. Çünkü meçhule temlik mutlak surette sahih
değildir. Yahut mâlûm bir kavme derse sahih olur. Çünkü Hidâye'den naklen
Bahır'ın lükata bahsinde şöyle denilmektedir: «Lükata (bulunan mal). bir
çekirdek ve bir nar kabuğu gibi sahibinin aramayacağı bilinen bir şeyse. onu
bırakmak mübah kılmak mânâsına gelir. Ve ilân etmeden ondan istifade caizdir.
Lâkin mâlikinin milkinde kalır. Çünkü meçhule temlik sahih değildir.
Bezzazîye'de beyan edildiğine göre, sahibi onu alabilir. Meğer ki onu atarken
mâlûm bir kavmi kastederek, "bunu kim alırsa onun olsun" demiş olsun.
Serahsî bu tafsilden bahsetmemiştir.» Binaenaleyh avı âzâd etmek de böyle olmak
gerekir. Ve mübah kılmanın faydası, o mal sahibinin milkinde kalmakla beraber
ondan istifadenin helâl olmasıdır. Lâkin Tatarhâniyye'nin lükata bahsinde şöyle
denilmiştir:«Bir kimse anklığından dolayı kıymeti kalmamış bir hayvanı terk
eder de bırakırken kimseye mübah kılmazsa, onu biri alarak ıslah ettiği
taktirde, kıyasa göre yere atılmış nar kabukları gibi hayvan alanın malı olur.
İstihsana göre ise, sahibinin malıdır. İmam Muhammed, "Çünkü biz buna
hayvanda cevaz verirsek, hasta olarak sokağa atılan kıymetsiz cariyede de cevaz
vermeliyiz. Bu takdirde onu bir adam alır, nafakasını verir, ortada satış,
bağış, miras ve sadaka gibi bir şey olmaksızın onunla cima eder veya milki
olmadığı halde onu âzâd eder ki, bu çirkin bir iştir." demiştir.» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Sözün muktezası şudur ki: Hayvandan geri
kalan kabuk gibi şeyleri atmak, açık söylemeden mübah kılmakla olur. Bunlar
alanın milkine girer. Hayvan öyle değildir. Bulana mübah olsun demedikçe, bulan
kimse ona mâlik olamaz. Bu, Bahır'dan naklettiğimizin hilâfınadır.
Muhtârâtu'n-Nevâzil'in sözü buna göre değerlendirilir. Az ileride üçüncü bir
kavil gelecektir ki, o da şudur: «İhramlı olmayan bir kimse avı salarsa, bu
mübah kılmak olur. Çünkü onu ihtiyarı ile salmıştır. Binaenaleyh nar kabukları
gibi olur.»
«O zaman...» Yani avı âzâd etmek ancak
"Tutan kimseye mübah olsun!" demesiyle caiz olunca, salıvermek diye
tefsir edilen uçurmak, mübah kılmakla kayıtlanır. Bunu Mi'râc'ın şu sözü de
te'yid eder: «Elinde bulunursa, onu zayi olmayacak şekilde salıvermesi gerekir.
Çünkü hayvanı başıboş bırakmak gibi avı da salıvermek mendup değil, bilâkis
haramdır. Meğer ki onu otlamak için salsın yahut tutanlara helâl kılsın.
Zahîriyye' nin fevaid bahsinde de böyle denilmiştir.» Mi'râc sahibi bundan
sonra, "O şekilde salmalıdır ki, hayvan zayi olmamalıdır. Meselâ onu evine
bırakmalı, yahut ihramsız bir kimseye emanet etmelidir." demiştir. Lâkin
Kuhistânî'den naklen arzettiğimiz iki kavlin, salıvermeyi tefsirinden zâhir
olan şudur: Eğer salıvermeyi uçurmakla tefsir ederse, mübah kılmak kaydına
hacet yoktur. Çünkü Kuhistânî, salıvermek vâciptir diyor. Bu, memnu olan
başıboş salıvermek mânâsına değildir. Salıvermeyi emanet etmek mânâsına tefsir
eden, sanki şöyle demiş gibidir: «Hayvana, avlamak için saldırmayı önleyecekse,
o takdirde milki zayi eden uçurmaya hacet yoktur. Zira onsuz da zaruret
giderilmiştir.» Bundan dolayıdır ki Kâdıhân Câmi şerhinde şunları söylemiştir:
«Av elinde iken ihrama girerse, onu salıvermesi icabeder. Lâkin zayi olmayacak
şekilde salmalıdır. Çünkü vâcip olan, hakikaten elden çıkarmakla ona saldırmayı
önlemektir. Milki iptal ile önlemek değildir.» Mübah kılmanın zayi olmayı
önleyeceğini kabul etmiyoruz. Çünkü avda ekseriyetle görülen hal, salıverildiği
zaman ikinci defa avlanmamaktır. Binaenaleyh milki zayi olarak kalır. Başıboş
salmak da caiz değildir. Mutlak surette salıvermek ancak ihram halinde avladığı
hayvan hakkında vâciptir. Nitekim geçti. Çünkü ona mâlik olmamıştır.
Binaenaleyh burada milki zayi etmek yoktur. Bana zâhir olan budur. Buraya kadar
arzettiklerimizden anladın ki, bütün bunlar bir av tutup da sonra ihrama
girdiğine göredir. Harem'e av elinde olduğu halde girerse, onu uçurmak mânâsına
salıvermesi lâzım gelir. Emanet bırakmaya hakkı yoktur. Çünkü Harem'in avı
olmuştur.
METİN
Muhtârâtü'n-Nevâzil'in kerahet bahsinde de
şöyle deniliyor: «Bir kimse hayvanını başıboş bırakır da, başka biri alarak onu
ıslah ederse, hayvanı salarken, "bunu kim yakalarsa onun olsun"
derse, sahibinin onu geri almaya hakkı yoktur. Ama "benim buna ihtiyacım
yok" derse, geri alabilir. Söz, yeminiyle beraber onundur.» Av, evinde
veya kafesinde ise, salıvermesi vâcip değildir. Çünkü bu hususta yaygın âdet
vardır. Bu da delillerden biridir. Velev ki kafes elinde olsun. Buna delil;
abdestsiz bir kimseye, "Mushafı kılıfıyla ol!" sözüdür. Bu salıverme
ile av milkinden çıkmaz. Binaenaleyh Harem dışında onu yakalayabilir. Ve onu
orada yakalayan bir insandan da geri alabilir. Çünkü milkinden çıkmamıştır. Ona
ihramsızken mâlik olmuştu. İhramlıyken yakalaması bunun hilafınadır. Sebebi
ileride gelecektir. Çünkü onu kendi isteğiyle solmamıştır.
İZAH
«Onu ıslah ederse» tabiri, görünüşe göre
kayıt değildir. Çünkü temlikte asıl olan ibâhadır. Ama şöyle denilebilir:
«Bununla kayıtlaması, yakalanmasına mâni olmak içindir. Çünkü "kim
yakalarsa onun olsun" sözü bağış yerine geçer. Islah, bu bağıştan dönmeyi
meneden bir ziyadedir. Ama onsuz da dönebilir. Çünkü mâni yoktur.» Böyle
düzeltmelidir. T.
«Söz, yeminiyle beraber onundur.» Yani o
hayvanı kimseye mübah kılmadıysa, söz mâlikindir. Çünkü temliki ibâha ettiğini
inkâr etmektedir. Yakalayan şahit getirir. Yahut yeminden çekinirse, hayvan
yakalayanın olur. Bunu Tahtâvî, Bahır'ın lükata bahsinden nakletmiştir.
«Av, evinde veya kafesinde ise, salıvermesi
vâcip değildir.» Yani onu ihram halinde avlamadıysa hüküm budur. Fakat ihram
halinde avladı ise, salıvermesi bilittifak lâzımdır. Mi'râc.
«Yaygın âdet vardır.» Hem de Ashab
zamanından şimdiye kadar devam edegelmiştir ki murad, Tâbiin ile onlara tâbi
olanlardır. Bu zevat, evlerindeki kümeslerde, güvercinler, tavuklar ve kuşlar
olduğu halde ihramlanagelmişler, bu hayvanları salmamışlardır. Bu da bir
delildir ve elinde bulundurmadan milkinde devam ettirmeye delâlet eder. Bu,
memnu olan sataşma değildir. Fetih.
«Velev kî kafes elinde olsun.» Yani
hizmetçisiyle yahut yükünde olsun. Mi'râc. Bazıları, "Kafes elindeyse, o
hayvanı salması lâzımdır. Lâkin zayi olmayacak şekilde salmalıdır."
demişlerdir. Hidâye. Ama bu kavil zayıftır. Nitekim Nehir'de açıklanmıştır.
Halebî diyor kı: «Zâhire göre bunun misali, avın boynunda bağlı bulunan ipin
elinde bulunmasıdır.»
«Buna delil ilh...» O kimse, eliyle kılıfı
almakla mushafı eline almış olmaz. Kafesi eline almakla da öyledir. Kuşu eline
almış sayılmaz.
«Onu Harem dışında yakalayandan geri
alabilir.» Harem'de yakalayandan ise evleviyetle geri alır. Çünkü o av sahipsiz
iken yakalayan ona mâlik olamazsa, sahipliyken evleviyetle mâlik olamaz.
«Çünkü milkinden çıkmamıştır.» Evlâ olan,
bu cümleyi atarak ikinci ta'Iil ile yetinmektir. Çünkü bu musannıfın söylediğinin
aynıdır. T.
«Ona ihramsızken mâlik olmuştu» cümlesi,
avın milkinden çıkmamasının illetidir. Bunun mefhumu, "İhramlıyken mâlik
olsaydı milkinden çıkardı." şekline girer. Halbuki ihramlı kimse ava mâlik
olmaz. Şu halde, "Çünkü onu kendisi ihramsız iken yakalamıştır." dese
daha güzel olurdu.
«Sebebi ileride gelecektir.» Yani musannıf,
"Ava ihramlı kimse mâlik olamaz. ilh..." diyecektir.
«Kendi isteğiyle salmamıştır.» Bazı
nüshalarda böyle denilmiştir. Yani çünkü şeriat kendisine salıvermeyi ilzam
etmiştir. Binaenaleyh şer'an buna muztar ve mecburdur demektir. Bu cümleyi
'vav'la atfetse münasip olurdu, çünkü yakalarsa cümlesinin ikinci illetidir.
Gerçekten Timurtâşî de bununla illetlendirmiştir. Nitekim Fetih sahibi bunu ona
nisbet etmiş ve şöyle demiştir: «Bu gösterir ki, o avı ihramsız olarak
salıverse ibâha olur.» Yani onu yakalayandan geri alamaz. Velev ki salarken
"yakalayana mübahtır" diye açıklamasın. Çünkü buna mecbur değildir.
Binaenaleyh mücerret salıvermesi, nar kabuklarını atmak gibi mübah kılmak olur.
Nitekim yukarıda arzettik.
METİN
Hayvan, şahin gibi yırtıcı olur da Harem'in
güvercinini öldürürse, bir şey ödemesi gerekmez. Çünkü vazifesini yapmıştır. O
avı satarsa, satılan bâki kaldığı takdirde onu iade eder. Aksi takdirde ceza
vermesi gerekir. Çünkü Harem ile ihramın hürmeti avın satılmasına mânidir.
İhramsız bir kimse bir avı yakalar da arkacığından ihrama girerse, avı salan
öder. Hükmü elinden salarsa bilittifak; hakiki elinden salarsa. İmamı Azam'a
göre öder. İmameyn buna muhaliftir. İmameyn'in kavli istihsandır. Nitekim
Burhan'da beyan edilmiştir.
İZAH
«Hayvan, şahin gibi yırtıcı olursa»
cümlesi, "salıvermesi vâciptir cümlesi üzerine tefri edilmiştir. Avın
yırtıcısı, kendisiyle avlandığı azı dişi veya pençesi olandır.
«Çünkü vazifesini yapmıştır» Vazifesi, av
maksadıyla olmayarak salıvermesidir. Mesele Harem-i Şerif' e o hayvanla
girdiğine göre farzedilmiştir. Bu da yukarıda söylediğimizi te'yid eder ki;
"Bir kimse bir avla Harem'e girerse, onu uçurmak mânâsında salıvermesi
vâcip olur. Çünkü o hayvan Harem'in avı olmuştur. Onu emanet dahi edemez. Aksi
takdirde yırtıcılarda vâcip, salmak değil, emanet etmek olurdu. Çünkü
yırtıcıların âdeti avı öldürmektir. Binaenaleyh o kimse Harem'de salmakla
haddini tecavüz etmiş olur." demiştik.
«O avı satarsa» cümlesi, yine
"salıvermesi vâciptîr" ifadesi üzerine tefri edilmiştir. Buradaki
zamir, ihramsızken yakaladığı ava râcîdir. Sonra ihrama girmiştir. Yahut elinde
olduğu halde Harem'e girmiştir. Çünkü "Satılanı geri çevirir"
sözünde, satışın bâtıl değii, fâsit olduğuna işaret vardır. Nitekim Kâfî'den
naklen Şurunbulâliyye sahibi ve Zeylâî bunu nassan bildirmişlerdir. Avı
ihramlıyken yakalayıp da satması bunun hilâfınadır. Çünkü onu satmasıbâtıldır.
Nitekim ileride anlatacaktır. Satışı mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh Harem'de
iken sattığına ve Harem dışına çıkarıp sattığına şâmildir. Çünkü Harem içine
getirmekle o hayvan Harem'in avı olmuştur. Artık bundan sonra çıkarması helâl
değildir. Bahır sahibi böylece bunu şarihlere nisbet etmiş, sonra Muhit'ten
bunun hilâfını, yani satışın ve çıkardıktan sonra kerahetle beraber yemenin
caiz olduğunu nakletmiştir. Lâkin Nehir sahibi bunun zayıf olduğunu
söylemiştir.
Ben derim ki: Bu, çıkardıktan sonra ceza
vermediğine göredir. Ceza öderse, o hayvan mâlik ve Harem avı olmaktan çıkar.
Nitekim geyik meselesinde gelecektir. Sonra bu dahi bizim söylediğimizi te'yid
eder. Demiştik ki: Harem'e avla girdiği vakit o avı Harem dışına emaneten
gönderemez. Bilirsin ki oradan çıkarması helâl değildir.
Ancak onu Harem'de salıvermesi gerekir.
Yukarıda geçen. "Bu salıvermekle o hayvan onun milkinden çıkmaz. Onu Harem
dışında yine yakalayabilir. Yakalayandan geri almaya da hakkı vardır."
sözünün muktezası, o kimsenin bu avı satmaya ve yemeye hakkı vardır demektir.
Ve burdakine aykırı değildir. Çünkü oradaki, avı salarak kendiliğinden
çıktığına göredir. Çıkarmış olması bunun hilâfınadır. Lübab sahibi diyor ki:
İharamlı ona mâlik olamaz. Bu takdirde onu yakalayandan alamaz. İhramlı,
satınalma ve bağış gibi ihtiyari bir sebeple ava mâlik olamaz. Ama cebrî
sebeple mâlik olur. Cebrî sebep onbir meselede olup Eşbâh'ta beyan «Av
Harem'den kendiliğinden çıkarsa onu yakalamak helâldir. Fakat biri çıkarırsa
helâl olmaz. Anla!»
«Aksi takdirde» yani satılan mal müşterinin
elinde kalmazsa, yani onu ya itlâf etmiş, ya kendiliğinden telef olmuşsa; yahut
müşteri gözden kaybolmuş da yetişmesi mümkün değilse ceza vermesi gerekir. Bunu
Tahtâvî Ebussuud'dan nakletmiştir.
«Ceza vermesi gerekir.» Az yukarıda beyanı
geçti. Ve gördük ki Harem'in avı hakkında ihramsıza oruç caiz değil, ihramlıya
caizdir.
«Çünkü Harem'in hürmeti...» Yani avı
Harem'e getirerek orada sattıktan sonra Harem'in hürmeti avın satılmasına
mânidir. Bundan murad, Harem'den çıkarıp satmaktır. Çünkü o hayvan Harem'in avı
olmuştur ve satılması yukarıda geçtiği gibi mutlak surette yasaktır.
İhramın hürmetinden murad ise, avı
yakalayıp ondan sonra ihrama girdiği haldir.
«İhramsız bir kimse» Harem dışında bir av
yakalar da sonra ihrama girerse, salıveren öder. Çünkü avı yakalayan muhterem
bir ava mâlik olmuştur. Onun muhteremliği bunun ihramıyla bâtıl olmaz. Avı
itlâf eden salandır. Binaenaleyh o öder. İhram halinde yakalaması bunun
hilâfınadır. Çünkü ona mâlik olmaz. Onun vazîfesi ava dokunmamaktır. Evinde
bırakmak suretiyle bunu yapması da mümkündür. Avı elinden çıkarmakla tecavüz
etmiş olur. Hidâye. Yukarıda arzettiklerimizle birlikte bu sözün muktezası
şudur: O kimse avla birlikte Harem'egirer de avı başka bir kimse salıverirse
salan ödemez. Çünkü yakalayana onu salıvermek lazım gelir. Milki de olursa,
evine bırakması da mümkün olmasa, salıveren yine tecavüz etmiş olmaz.
«İmameyn'in kavli istihsandır» Vechi şudur:
Avı salan, iyiliği emir kötülüğü yasak etmiş sayılır. İyilik edenlere karşı
durmaya izin yoktur. Hidâye sahibi diyor ki: «Bunun benzeri. tambur gibi çalgı
aletlerini kırmaktaki ihtilâftır.» Bahır sahibi, "Bu söz burada İmameyn'
in kavli ile fetva vermeyi gerektirir. Çünkü çalgı aletlerini kırmakla ödemek
tâzım gelmeyeceği hususunda fetva İmameyn'in kavline göredir." demiştir.
Tahtâvî diyor kl: «Şarih buna işaret etmiştir. Çünkü fetva istihsana göre
verilir. Bundan yalnız birkaç mesele müstesnadır.»
METİN
Avı ihramlı biri yakalarsa, salıveren
bilittifak ödemez. Çünkü ihramedilmiştir. Onun için musannıf, Muhit'ten nakleden
Bahır sahibine uyarak miras gibi demiştir. Eşbâh'ta miras bilittifak cebrî
sebep gösterilmiş; lâkin Nehir' de Sirâc' dan naklen, "Ona mirasla mâlik
olamaz." denilmiştir ki, zâhir olan da budur. İhramlının yakaladığı avı
Müslüman ve bâliğ başka bir ihramlı öldürürse, ikisi iki ceza öderler.
Yakalayan yakaladığı için, öldüren de öldürdüğü için ceza öder. Ama yakalayan
verdiği cezayı öldürenden alır. Çünkü sükut kabul eden bir şeyi onun üzerinde
bırakan odur. Bu hüküm, mal ile kefaret verdiğine göredir. Kefareti oruçla
ödemişse, Kemâl'in tercihine göre bir şey alamaz. Çünkü hiçbir borcu yoktur.
Avı öldüren, hayvan ise sahibinden bir şey alamaz. Çocuk veya Hıristiyan ise,
kendisine AIlah hakkı olarak bir ceza yoktur. Lâkin avı yakalayan kıymetini
ondan alır. Çünkü böylelerine Allah Teâlâ'nın hakkı lâzım gelmese de, kul
hakkını ödemek lâzımdır.
İZAH
«Çünkü ihramlı ona mâlik olamaz.» Zira
ihramlı hakkında av, milk edinmeye lâyık değildir. Binaenaleyh şarap satın
almış gibi olur. Hîdâye.
«Cebrî sebeple mâlik olur.» Cebrî sebep,
kendi ihtiyarı ve kabulü olmaksızın ona mal eden şeydir.
«Eşbâh'ta beyan edilmiştir.» Burada zikrine
hacet yoktur. «Eşbâh'tamiras bilitifak cebrî sebep gösterilmiş»; şöyle denilmiş
tir: «Hiç bir kimsenin milkine kendi
ihtiyarı olmaksızın bir şey girmez. Bundan bilittifak miras müstesnadır.»
«Lâkin Nehir'de ilh...» Bu istidrak yerinde
değildir. Çünkü Eşbâh' ın sözü, gördüğün gibi mutlaktır. Bu suretle mukayyet
değildir. Mirasın mutlak surette cebrî bir sebep olmasında şüphesiz ittifak vardır.
O ancak, Sirâc'ın söylediğine göre, ihramlının murisi av bırakarak öldüğü
surette sebep sayılmaz. Çünkü mâni vardır. O da ihramdır ve dört mâniden
birigibidir. Dört mâni; kölelik. küfür, katl ve milkin değişmesidir. Bu mâniler
mirasın sebep oluşuna nasıl dokunmazsa bu da öyledir. H. Şarih bunu metine
istidrak yapsa yerinde olurdu. T.
«Zâhir olan da budur.» Bu söz Nehir
sahibinindir. O, "Zâhir olan da budur. Sebebi gelecektir. Yani ihramlıya
av aynen haramdır." demiştir. Ama bence zâhir olmasının vechi açık
değildir. Çünkü mirasın sebebi olan murisinin ölümü tahakkuk ettikten sonra,
ihramın ava mirasçı olmaya mâni teşkil edeceğini gösteren bir delil bulunması
lâzımdır. Nasıl ki dört mâni hakkında delil vardır. Avın ihramlıya aynen haram
kılındığına Teâlâ Hazretlerinin, "İhramda bulunduğunuz müddetçe kara avı
size haram kılınmıştır." âyet-i kerimesi delil olması ve onun için başka
tasarruflardan menedilmesi, mirastan menedildiğine delâlet etmez. Çünkü şarap
da aynen haram kılınmıştır, ama miras olarak alınır.
«Başka bir ihramlı ilh...» kaydıyla
musannıf hayvanı öldürmesinden ihtiraz ettiği gibi, bâliğ müslim kaydıyla da
çocukla kâfirden ihtiraz etmiştir. Nitekim gelecektir. Deliden ihtiraz için
âkil kaydını da ziyade etmesi gerekirdi. Çünkü o da çocuk hükmündedir. Nitekim
Tahtâvî'nin Hamevî'den rivayetinde böyle denilmiştir. Avı ihramsız bir kimsenin
öldürmesi de hariçtir. Çünkü o kimse Harem'de ise ceza ödemesi lâzımdır;
değilse ceza da lâzım değildir. Lâkin avı yakalayan, ödediği parayı kendisinden
alabilir. Bu bâbta, yani ödediğini almak hususunda ihramlı ile ihramsız
arasında fark yoktur. Bahır.
«Çünkü sükut kabul eden bir şeyi onun
üzerinde bırakan odur.» Zira o öldürmezden önce avın salınması ihtimali vardı.
Üzerinde bırakmaya ise, ödetme hususunda iptida hükmü vardır. Cimadan önce
karısını boşadığına şahitlik eden talâk şahitleri gibi ki, şahitlikten
dönerlerse öderler. Nasıl ki Hidâye'de beyan edilmiştir.
«Kemâl'in tercihine göre» ki Zeylâî de
kesinlikle buna kail olmuş; Muhit sahibi Mübtegâ'dan naklen bunu açıklamıştır.
Nihâye'nin ibaresinden anlaşılan, avı yakalayanın mutlak surette kıymetini
alabilmesidir. Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
«Avı öldüren hayvan ise sahibinden bir şey
alamaz.» Lübab'ın ibaresi şöyledir: «Avı elindeki bir hayvan öldürürse, ceza
vermesi icabeder. Bunu kimseden isteyemez.» Şarihi, "Yani hayvanın
sahibinden veya üzerme binenden yahut sürücüsünden ve yedicisinden isteyemez.
Mesele Bahri-Zâhir'de açıklanmıştır." demiştir.
Ben derim ki: Bu, biniciden ve emsalinden
istemek hususundadır. Binici ile emsalinin ceza ödemeleri ise şüphesizdir.
Mi'râcı Dirâye sahibi diyor ki: «Hayvanın binicisi, sürücüsü veya yedicisi de
öyledir. Hayvan ön veya arka ayağı yahut ağzı ile bir av öldürürse, ceza ona
ait olur.»
«Çocuk veya Hıristiyan ise» sözünden,
yukarıdaki bâliğ müslim tabirleriyle ihtiraz etmişti. Mi'râc'ın ibaresi
şöyledir: «Çocuğa, deli ve kâfire ceza yoktur.» O deliyi de ziyade etmiştir.
Çünkü deli, yukarıda görüldüğü vecihle çocuk gibidir. Kâfir tabirini
kullanmıştır. Çünkü Hıristiyan olması şart değildir. Onu ihramlıdan çıkarması
şekil itibariyledir. Yoksa kâfir, ihramın şartı olan niyete zaten ehil
değildir.
«Bir ceza yoktur.» Ceza sadece yakalayana
aittir.
«Kul hakkını ödemek lâzımdır.» Burada da
öder. Çünkü sükuta ihtimali olan bir şeyi yakalayanın üzerinde bırakmıştır.
METİN
İfrad hacısına ihramı üzerine işlediği bir
cinayet sebebiyle, yani mutlak değil ihram yasaklarından bir fiil işlemekle -
bir ceza kurbanı lâzım gelirse, - çünkü haccın vâciplerinden birini terk eder
veya Harem-i Şerif'in nebatını keserse ceza müteaddit olmaz; o, ihram üzerine
cinayet değildir - kırân hacısına iki ceza kurbanı lâzım gelir. Hedy kurbanı
götüren temettu hacısı da onun gibidir. Sadaka hakkında dahi hüküm budur. Kırân
hacısı iki ihramına birden cinayet işlediği için sadakayı da çifte verir. Meğer
ki mikâtı ihramsız geçmiş olsun. Bu takdirde üzerine bir kurban borç olur.
Çünkü kırân hacısı değildir. İki ihramlı bir av öldürürlerse, ceza müteaddit
olur. Çünkü fiil müteaddittir. İki ihramsız kimse Harem'in avını öldürürlerse
ceza bir olur. Çünkü mahal birdir.
İZAH
«Bir ceza kurbanı lâzım gelirse»
diyeceğine, "bir kefaret" dese sadakaya da şâmil olurdu. "Sadaka
hakkında dahi hüküm budur." demeye hacet kalmazdı. Kefaretten murad,
zaruret kefaretine şâmildir. Çünkü kırân hacısı zaruretten dolayı elbise giyer
veya başını örterse kefaret müteaddit olur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
«İhram yasaklarından bir fiil işlemekle
ilh...» Yani bizzat ihram sebebiyle kendisine haram olan bir şeyi yaparsa
demektir. Yoksa hacc veya umre olduğu için yahut ihramdan başka bir sebeple
haram olan mânâsına değildir. Başka sebeple haramdan murad, elbise giymek, koku
sürünmek, saç veya tırnak kesmek gibi şeylerdir. Binaenaleyh bir vâcibi
terketmesi bundan hariçtir. Meselâ sa'yi veya şeytan taşlamayı terkeder yahut
Arafat'tan imamdan önce döner veya hacc ve umre için cünüp yahut abdestsiz
tavaf ederse, kefaret vermesi icabeder. Kırân yapana müteaddit kefaret yoktur.
Çünkü bu bizzat ihrama cinayet değil hacc veya umrenin, vâciplerinden birini
terktir. Keza ihramlı değilken cünüp olarak tavaf ederse, kendisine bir ceza
kurbanı lâzım gelir. Nitekim Bahır'da açıklanmıştır. Elbise giymek gibi şeyler
bunun hilâfınadır. Çünkü hacc veya umre olması bir yana, bu doğrudan doğruya
ihrama cinayettir. Onun için hacc veya umrenin fiillerine boşlamadan bu ona
haram olur ve kırân yapana ceza müteaddit olur. Çünkü iki ihrama birden
girmiştir. Harem'in nebatınıkesmek dahi hariçtir. Kırân yapana ondan dolayı da
müteaddit ceza tâzım gelmez. Bahır sahibi diyor ki: «Çünkü o, borçlar
kabilindendir. ihramla alâkası yoktur. Kırân hacısının Harem'in avını öldürmesi
bunun hilâfınadır. Ona iki kıymet lâzım gelir. Çünkü ihrama cinayet yapmıştır.
İhram ise müteaddittir. Harem'e cinayet olduğuna bakılmaz. Çünkü iki haramın en
kuvvetlisi, zayıf olanı kendine tâbi kılar. İhram daha kuvvetlidir. Binaenaleyh
kıymetin vâcip olması yalnız ihram sebebiyledir. Harem sebebiyle değildir.
Harem'e ancak öldüren ihramsız olduğu vakit bakılır. Burada, izahı bana zâhir
olan budur.» Sirâc'ın ifadesine bakılırsa, "İfrad hacısına bir ceza
kurbanı lâzım gelirse" sözünden murad, fiildir. Bununla sa'yi, vakfenin
haddini ve temizliği terk gibi şeylerden ihtiraz olunmuştur. Şarihin sözü de
bunu anlatmaktadır. Lâkin buna nebat kesmekle itiraz olunur. Çünkü o da
fiildir.
«Hedy kurbanı götüren temettu hacısı da
onun gibidir.» Lübab'ın ibaresi bundan daha güzeldir. Orada şöyle denilmiştir:
«Zikrettiğimiz kırân hacısına iki ceza lâzım gelmesi hükmü iki ihramı birden
yapan herkese lâzım gelir. Hedy kurbanı götürenin veya götürmeyip hacca
ihramlanıncaya kadar umre ihramından çıkmayan temettu hacısının, keza iki haccı
veya iki umreyi birden yapanın hükmü budur. Bu izaha göre bir kimse yüz hacc
veya umre için ihrama girerek, sonra onları terketmeden cinayet işlese,
kendisine yüz ceza lâzım gelir.»
«İki ihramına birden...» Yani hem hacc
ihramına, hem de umre ihramına cinayet işlediğinden iki sadaka verir. Kurban ve
sadakanın müteaddit olmasının illeti budur.
«Bu takdirde üzerine bir kurban borç olur.»
O da ihramı mikâttan sonraya bıraktığı içindir. Tekrar mikâta döner de ihrama
girerse ceza kurbanı sâkıt olur. T. Nihâye sahibi bir suret zikretmiştir ki, o
surette mikâtı geçtiği için iki kurban lâzım gelir. O suret şudur: Mikâtı geçer
de hacc için ihramlanır, sonra umre yaparak Mekke'ye girer de ihramlı olarak
Harem dışına çıkmazsa, iki kurban kesmesi icabeder. Ama bu suret vârit
değildir. Çünkü birinci kurban mikâtı geçtiği için, ikincisi umre mikâtını terk
ettiği içindir. Zira o kimse Mekke'ye girince Mekkeliler hükmüne katılır.
Bahır.
«Çünkü kırân hacısı değildir.» Bu ta'lîl
bir kurban vâcip olması içindir. ve buradaki istisna munkatıdır. Sebebi şudur:
O kimse bundan sonra hacca veya umreye yahut her ikisine ihramlansın veya hiç ihramlanmasın
kendisine ceza kurbanı tâzımdır. Binaenaleyh bu kurbanın vâcip olması için
kırân hacısı olmasının bir tesiri yoktur. T.
«Çünkü fiil müteaddittir.» Yani her biri
ortaklaşa bir cinayet işlemişlerdir ki, bu cinayet avı gösterme cinayetinden
büyüktür. Binaenaleyh cinayet müteaddit olunca ceza da müteaddit olur. Hidâye.
«Çünkü mahal birdir.» Zira ihramlı hakkında
ödeme fiilin cezasıdır. Fiil ise müteaddittir. Harem'in avı hakkında ise
mahallin cezasıdır. Mahal birdir. Meselâ iki kişi hata yoluyla biradamı
öldürseler, ikisine bir diyet vâcip olur. Çünkü diyet mahallin bedelidir. Ama
her biri kefaret verecektir. Çünkü kefaret fiilin cezasıdır. Bahır. Bir kimseyi
bir cemaat öldürürse, diyetin hepsi arasında taksim edilmesi gerekir. Ama o
kimseyi biri ihramlı, biri ihramsız iki kişi öldürürse, bütün kıymeti
ihramlının vermesi gerekir. İhramsıza yarısını vermek icabeder. O şahsı biri
ihramsız, biri ifrad hacısı, biri de kırân hacısı olmak üzere üç kişi
öldürürse; ihramsız, cezanın üçte birini, ifrad haccı yapan bir ceza, kırân
haccı yapan ise iki ceza öder. Kuhistâni. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
METİN
İhramlının av satması ve keza her türlü
tasarrufu ve şayet o ihramIıyken avlanmışsa, avı satın alması bâtıldır. Aksi
takdirde satış fâsittir. Müşteri avı teslim alır da, av onun elinde ölürse,
alana da satana da ceza lâzım gelir. Fâsit satışta kıymetini dahi öder. Nitekim
yukarıda geçti. Dişi bir geyik Harem'den çıkarıldıktan sonra doğurur da,
yavrusuyla ikisi de ölürlerse, ikisini de ödemesi icabeder. Anne geyiğin
cezasını öder de sonra doğurursa, yavrunun cezasını vermez. Çünkü bu takdirde
emniyet yavruya sirayet etmez. Acaba cezayı ödedikten sonra geyiği iade etmesi
vâcip midir? Zâhire göre evet vâciptir.
İZAH
«İhramlının av satması ilh...» bâtıldır. Musannıf
bunu mutlak ifade etmiştir. Binaenaleyh akdi yapanların ikisinin de ihramlı
veya birisinin ihramlı olmasına şâmildir. Şunu da ifade eder ki; ihramlının
satışı bâtıldır. Velev ki müşteri ihramsız olsun. İhramlının satın alması da
batıldır. Velev ki satıcı ihramsız olsun. Cezaya gelince: O yalnız
ihramlıyadır. Hattâ satıcı ihramsız müşteri ihramlı olursa, ceza yalnız
müşteriye lâzım gelir. Her tasarrufun hükmü böyledir. Bahır. Bundan murad;
hîbe, vasiyet, mehir koymak ve hul bedeli yapmaktır. Çünkü ayn (o mal) diğer
tasarruflara mahal olmaktan çıkmıştır. T. Burada evlâ olan, bu sözü "avı
satın alması" ifadesinden sonraya bırakmaktı. Tâ ki tahsisten sonra ta'mim
yapılmış olsun.
«Şayet o ihramlıyken avlamışsa» satın
alması bâtıldır. Çünkü yukarıda geçtiği gibi ona mâlik olmamıştır. Şarih bu
şartla satışın ve avlamanın her ikisini, ihramlıyken yaptığı takdirde bâtıl
olacağını ifade etmiştir. O ihramlıyken avlar da ihramdan çıktıktan sonra
satarsa satış caizdir. Nitekim Sirâc'da açıklanmıştır. İhramsız iken avlar da
ihrama girdikten sonra satarsa, satış fâsittir. Nitekim bunu yine Sirâc'a
uyarak açıklamıştır. Yani müşteri ihramsızsa demek istemiştir. Müşteri ihramlı
olursa, satış bâtıldır. Velev ki satıcı ihramsız olsun. Nasıl ki biraz önce
geçmişti. Sonra şarihin zikrettiği şart, ancak ihramlının satışındadır. Nitekim
yukarıda geçti.
«Nehir'de deniliyor ki:» Halebî,
"Çünkü ihramlı iken avladıysa, ihramlının satın alması bâtıldır demenin
bir mânâsı kalmaz." demiştir. Binaenaleyh şartı birinciden sonra söylemesigerekirdi.
«Fâsit satışta kıymetini dahi öder.» Yani
müşteri mezkûr ceza ile birlikte avın kıymetini satıcıya öder. Çünkü satıcı ona
mâlik olmuştur. H. Aşikârdır ki cezayı ödemesi ancak ihramlı olduğu zaman lâzım
gelir, ihramlı değilse, kıymetten başka bir şey ödemesi gerekmez.
«Nitekim yukarıda geçti.» Yani
"ihramsız bir kimse bir av yakalarsa, onu salıveren öder." demiştik.
TEMBİH: Bahır'da Muhit'ten naklen Kenz'in,
"İhramsız bir kimsenin vurduğu avın eti ihramlıya helâldir." dediği
yerden az önce şöyle denilmiştir: «Bir ihramlı diğer îhramlıya av hîbe eder de
onu yerse, Ebû Hanife yiyene üç ceza lâzım geleceğini söylemiştir. Kestiği için
bir kıymet, yasaklanmış eti yediği için bir kıymet ve hîbe eden için bir kıymet
ödeyecektir. Çünkü bu hîbe fâsit idi. Hîbe edenin de onun kıymetini ödemesi
gerekir. İmam Muhammed yiyene iki kıymet lâzım geleceğini söylemiştir. Bir
kıymet hîbe edene, bir kıymet de kestiği için ödeyecektir. Ona göre yediğine
mukabil bir şey lâzım gelmez.» Zâhire bakılırsa hîbe edene kıymet ödemenin
vâcip olması, ihramsızken avladığı zamandır. Tâ ki ona mâlik olsun. Aksi
takdirde ona mâlik olmaz ve ona kıymet ödenmek de vâcip olmaz. Onun için hîbe
fâsittir, bâtıl değildir. Bazılarına göre bu hüküm, fâsit hîbe teslim almakla
mülkiyet ifade etmez diyenlerin kavline binaendir. Mukabil kavle göre o kimse
hîbe edene bir şey ödemez.
Ben derim ki: Bu doğru değildir. Çünkü hîbe
her iki kavle göre de ödenir. Nasıl ki fâsit satış teslim almakla milk ifade
eder ve misliyle yahut kıymetiyle ödenir. Nitekim musannıf bunu hîbe bahsinde
inşaallah zikredecektir.
«Dişi bir geyik Harem'den çıkarıldıktan
sonra...» çıkaran ihramlı veya ihramsız olsun "doğurur da yavrusuyla ikisi
birden ölürlerse" ikisini de öder. Bundan, kestiği veya herhangi bir
suretle itlâf ettiği zaman hükmün ne olacağı evleviyetle anlaşılır.
«İkisini de ödemesi icabeder.» Çünkü av
Harem'den çıkarıldıktan sonra şer'an korunmayı hak eder. Onun için de emin
olacağı bir yere götürülmesi vâcip olur. Bu, şer'î bir sıfat olup, yavruya da
sirayet eder. H.
«Yavrunun cezasını vermez.» Avdaki semizlik
ve kıl gibi ziyadelerin ödenmesi bu tafsile göredir. Nehîr. Yani geyiğin
cezasını ölmezden evvel vermediyse ziyadeyi öder. Verdiyse ziyadeyi ödemez. Bu
izahtan anlaşılır ki, geyik Harem'den çıkarıldıktan sonra gebe kalırsa, hüküm
yine böyledir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
«Çünkü bu takdirde emniyet yavruya sirayet
etmez.» Çünkü aslı ödemekle ona mâlik olmuştur. Böylece geyik Harem'in avı
olmaktan çıkmış ve emniyet istihkakı bâtıl olmuştur. Kâdıhân. Nehir sahibi
diyor ki: Hattâ anneyi ve yavruları kesse helâl olur. Lâkin keraheti vardır.
Nitekim Gâye'de de böyle denilmiştir.
«Zâhire göre evet vâclptir.» Bunu Nehir
sahlbi Bahır'dan şu iboreyle nakletmiştir: Cezayı ödediği vakit. geyiğe habis
bir milkle mâlik olur. Onun içın ulema yenilmesinin mekruh olduğunu
söylemişlerdir. Kerahet mutlak söylenirse, kerahet-i tahrimiye mânâsına
yorumlanır. Bu da gösterir ki, cezayı verdikten sonra geyiği iade etmek
vâciptir.
METİN
Afâkî bâliğ bir Müslüman velev nâfile
olarak haccı yahut umreyi murad eder de mikâtını geçerse, Nehir'in Bedâyi'den
naklettiği ibarenin zâhirine göre irade mikâttan geçerken muteberdir. Sonra
ihrama girdiği takdirde bir ceza kurbanı lâzım gelir. Nitekim ihrama girmeden
geçerse hüküm yine budur. Haccla umreden birini kasdetmezse, mikâtı geçmekle
bir şey vâcip olmaz. Velev ki Mekke'ye yahut Harem'e girmek istediği takdirde
bir hacc veya umre vâcip olsun. Nitekim yakında geçmişti.
İZAH
"Âfâkî" yani uzaktan gelen bâliğ
bir Müslüman meselesini Kenz sahibi, "mikâtı ihramsız geçme" namıyla
ayrı bir bâb yapmıştır. Musannıf ise onu yukarkinin devamı yapmıştır. Çünkü o
da cinayettir. Ancak yukarıda geçenler ihramdan sonra yapılan cinayetlerdir. Bu
ise ihramdan öncedir. Halebî diyor ki: «Kenz sahibinin yaptığı gibi musannıf da
"mikâtı geçen" dese sözü, hacca niyet eden Mekkeliye de, Harem'den
umre için ihrama giren Harem hakkında da; hacc veya umresi için Harem'den
ihrama giren bahçeliye de şâmil olurdu. Çünkü kendisi için tayin edilen mikâttan
ihrama girmeyen kimseye, o mikâta dönmedikçe, ister Harem halkından olsun,
ister bahçeli veya âfâkî olsun ceza kurbanı lâzım gelir. Şu var ki; bahçeli ile
Harem halkına ihram lâzım gelmek için, ibadet kastı şarttır. Uzaktan gelen için
Harem'e girmek kastı kâfidir. Onunla birlikte ibadet niyeti olmuş olmamış
müsavidir.» Bahçeliden muradı, Harem'in dışında, mikâtların içinde
yaşayanlardır.
Hâsılı ihrama girenler üç sınıftır.
Âfâkîler, Harem dışında yaşayanlar ve Harem içinde yaşayanlar. Bunların
herbirine mahsus mikâtlar vardır ki, izahı mikâtlar bâbında geçmişti. Bir kimse
ibadeti niyet eder de mikâtını geçerse, oraya dönmesi lâzım gelir.
Mikâtı bir kâfir geçer de Müslüman olursa;
yahut çocuk geçer de bülûğa ererse, ikisine de bir şey lâzım gelmez. Şarihin
bunu hür ile kayıtlamaması, köleye şâmil olsun diyedir. Çünkü köle ihramsız
mikâtı geçer de sonra sahibi izin vererek Mekke'de ihrama girerse, bir ceza
kurbanı kesmesi gerekir. Bunu âzâd olduktan sonra keser. Fetih.
«Haccı yahut umreyi murad eder de ilh...»
ifadesi Sadru'ş-Şeria'da dahi böyledir. Dürer sahibi ile İbn-i Kemâl Paşa da
ona tabi olmuşlardır. Ama doğru değildir. Sebebini ileride söyleyeceğiz. Bu
hatanın menşei Hidâye'nin şu ifadesidir: «Bu söylediğimiz, yani mikâtı geçmekle
ceza kurbanı lâzım gelmesi, hacc veya umre yapmak istediğine göredir.
Birhacetten dolayı bahçeye girerse, o kimse ihramsız Mekke'ye girebilir.» Fetih
sahibi diyor ki: «Bu ibarenin zâhiri, zikrettiğimiz ihramsız geçme meselesinde
ceza kurbanı vâcip olduğunu îham etmektedir. Meğer ki hacc ibadetini kasdettiği
vakit mahalli bu ihramı gidermiş olsun. Çünkü ticaret veya seyahat maksadıyla
geçerse, ihramdan sonra ona bir şey lâzım gelmez. Halbuki böyle değildir. Çünkü
bütün kitaplar Mekke'ye gitmek isteyen kimseye ihram tâzım geldiğini beyan
etmektedir. İbadet kastı olsun olmasın müsavidir. Bunu musannıf, yani Hidâye
sahibi dahi mikâtlar faslında açıklamıştır. Binaenaleyh Mekke'ye gitmek isteyen
âfâkî hacılar ekseriyetle ibadet kasdederler, mânâsına yorumlanmak icabeder. O
halde (haccı veya umreyi murad ederse) ifadesinden murad, Mekke'ye gitmeyi
murad ederse demektir.» Bu satırlar Halebî'nin Şurunbulâliyye'den naklettiği
ibareden kısaltılmıştır. Mekke'den murad, hassatan Mekke değil, ihramı mucip
olan mutlak Harem'dir. Nitekim ihram faslından az önce geçmişti. Fethu'l-Kadir
ve diğer kitaplarda bu açıklanmıştır.
«Nitekim yakında geçmişti.» Yani bahsimizin
başında mikâtlar bâbında "Mekke'ye girmek isteyene velev ki bir hacet için
olsun, ihramı bu mikâttan sonraya bırakmak haramdır." ifadesinde geçmişti.
Bazı nüshalarda burada "Nitekim az ileride gelecektir." denilmiştir.
Bununla metindeki, "Mekke'ye ihramsız girene bir hacc veya umre lâzım
gelir." ifadesi kasdedilmiştir.
«İrade mikâttan geçerken muteberdir.» Yani
mikâtını geçen âfâkînin (uzak memleketler hacısının) iradesi, mikâtı geçerken
muteberdir. O anda hacc veya başka bir maksatla Mekke'ye girmeyi murad
ediyorsa, mikâttan ihrama girmesi lâzımdır. Aksi takdirde meselâ bir hacet
dolayısıyla Harem dışında bir yere gitmek istiyorsa ona bir şey lâzım gelmez.
Bahır sahibi iradenin evinden çıkarken muteber sayılacağını zâhir görmüştür.
Lâkin bunu aşağıda gelen bahçe meselesinde zikretmiş, şarih de onun zikrettiği
yerde iki mekân arasında fark olmadığına işaret etmiştir. Biz orada Bahır ve
Nehir'in ibaresini zikredeceğiz.
METİN
Bir hangi mikâta döner de ihrama girerse;
yahut mihâta ihramlı fakat velev bir şavt tavaf gibi hacc ibadetine başlamamış
olarak döner de telbiye getirirse, ceza kurbanı sâkıt olur. "Telbiye
getirirse" demesi, İmam-ı Azam'a göre mikâta döndükten sonra telbiyeyi
yenilemek şart olduğu içindir. İmameyn buna muhaliftir. Efdal olan mikata
dönmektir. Meğer ki haccı kaçıracağından korkmuş olsun.
İZAH
«Bir hangi mikâta döner de ihrama
girerse...» Bazı nüshalarda "bir hangi" lâfzı zikredilmemiştir. Her
ne halse, maksat hangi mikâta olursa olsun dönmesidir. İster ihramsız geçtiği
mikâtı, ister başkası olsun, ister daha yakınına, ister daha uzak olanına
gitsin farketmez. Çünkü ihramlı hakkında bunların hepsi birdir. Ama geçtiği
mikâtından ihrama girmesi evladır. Bunu Muhit'ten naklen Bahır sahibi
söylemiştir.
«Bir şavt tavaf gibi...» Keza tavafı kudûmu
yapmadan Arafat'ta vakfe gibi bir hacc fiiline başlamadan dönerse, ceza kurbanı
sâkıt olur. Fetih. Musannıf "bir şavt tavaf gibi" sözünü Bahır'dan
almıştır. Bu sözün muktezası şudur: Ceza kurbanı mutlaka lâzımdır. Kâmil bir
şavttan dolayı bu sâkıt olmaz. Hidâye'nin ibaresi şöyledir: «Tavafa başlar ve
Hacer-i Esved'e istilâm yaptıktan sonra dönerse, ceza kurbanı bilittifak sâkıt
olmaz.» Yani "Hacer-i Esved" cümlesini 've' diyerek atfetmiştir. Bazı
nüshalarda ' ve ' yerine ta'kip ve tertibe delâlet eden ' fa ' ile
atfedilmiştir. Bunun şerhinde İbn-i Kemâl şöyle demiştir: «Bunu zikretmesi, bu
hususta tam bir şavtın muteber olacağına tembih içindir. Zira sünnet vechi, iki
şavtın arasını istilâmla ayırmaktır. Yoksa bu şart değildir. » İnâye'de de
bunun benzeri vardır. Şu halde istilâmdan murad, iki şavtın arasında
yapılandır. Tavafın başında yapılan değildir. Bunu Bedâyi'nin, "Bir veya
iki şavt tavaf ettikten sonra" demesi de te'yid eder. Böylece anlaşılır ki
Dürer'de bu cümlenin ' yahut ' edatıyla atfedilmesi zâhir değildir. Çünkü bu
şavtın bir kısmıyla yetinmeyi iktiza eder.
«Telbiyeyi yenilemek şart olduğu içindir.»
Yani ceza kurbanı sâkıt olmak için şarttır. Yoksa ibadetin sahih olması için
şarttır mânâsına değildir. Çünkü ihramı mikâttan tayin etmek vâciptir. Hattâ
kurbanla tamamlanır. Şart olsaydı farz demek olurdu. Ve onu terketmekle hacc
bozulurdu. Bunu Hamevî söylemiştir.
«Mikâta döndükte» sözü, mikâtın içinden
ihtirazdır. Dışından ihtiraz değildir. Hattâ ihramlı olarak döner de mikâtta
telbiye getirmeyip onu geçtikten sonra telbiye getirir, sonra dönerek mikâtı
susarak geçerse, ceza kurbanı birinci ile sâkıt olur. Çünkü o Beyt'i ta'zim hususunda
kendisine vâcip olanın üstündedir. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir. H.
«İmameyn buna muhaliftir» Onlara göre
telbiye etmese de ceza kurbanı sâkıt olur. Nitekim ihramlı olduğu halde susarak
geçse hüküm budur. İmam-ı Âzam'ın delili, ihramda azimet, ona ailesinin
avlusundan girmektir. Mikâta kadar geciktirmesine ruhsat verilince telbiye
yaparak hakkını kaza etmesi vâcip olur. Binaenaleyh bunun telâfisi telbiye
ederek dönmekle olur. Hidâye. İbn-i Kemâl'in Hidâye şerhinde şöyle denilmiştir:
«Bilmiş ol ki; kitabın şarihlerinden olan
ve olmayan birçok zevat bu makamda fikir yürüterek âfakî için bu söylenenin
azimet olduğuna ittifak etmişlerdir. Ama işkâlden hâli değildir. Çünkü ne
Peygamber (s.a.v.)'den, ne de Ashab'ının birinden, ailesinin avlusundan ihrama
girdiği nakledilmemiştir. Şu halde bütün ulemanın azimeti ve efdal olanı terk
hususunda ittifakları nasıl sahih olabilir?»
Ben derim ki: Bu memnudur. Çünkü evinin
avlusundan ihrama girmekten murad, mikâtlardan uzak beldelerin Harem halkına
yakın olanlarıdır. Bunu Ashab'dan bir cemaatın yaptıkları rivayet olunmuştur.
Hadiste de istenildiği bildirilmiştir. Nitekim mikâtlar bahsinde Fetih'ten
naklen arzetmiştik. Ashab, "Haccı tamamlayın." âyetindeki tamamlamayı
bununla tefsir etmişlerdir. Bu onu yapabilen hakkındadır. Nitekim orada
geçmişti.
«Efdal olan mikâta dönmektir.» Muhit'ten
naklen Bahır'ın ibaresinden anlaşılan, dönmenin vâcip olmasıdır. Lübab şarihi
bunu açık söylemiştir.
«Meğer ki haccı kaçıracağından korkmuş
olsun.» Yani bu takdirde dönmez. Ve ihramında devam eder. Bahır sahibi
Muhit'ten naklen bunun illetini şu sözleriyle beyan etmiştir: «Çünkü hacc
farzdır. Mikâttan ihrama girmek ise vâciptir. Vâcibin terki farzın terkinden
ehvendir.» Bunun muktezası şudur: Haccı kaçıracağından korkmazsa, söylediğimiz
gibi dönmek vâciptir. Çünkü mâni yoktur. Ama kaçıracağından korkarsa, dönmemek
vâciptir. Bundan anlaşılır ki Nehir'in, "Her ne zaman döndüğü takdirde
haccı kaçıracağından korkarsa, efdal olan dönmemesidir. Aksi takdirde dönmesi
efdaldir. Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir." ifadesi söz götürür. Şu da
var ki Bahır'da, "Bundan, yani Muhit'ten naklen zikrettiği sözden şu mânâ
çıkarılır: Umre hakkında tafsilât yoktur. Onda döner. Çünkü umrenin aslâ vakti
geçmez." denilmiştir. Şüphesiz ki bu, vaktin geçmesine bakaraktır. Yoksa
vaktin geçmesinden başka mâniler bulunabilir. Malının veya canının telef
olacağından korkar da umrede dahi mikâta dönmenin vücubu sâkıt olur.
METİN
Aksi takdirde, yani dönmezse yahut
başladıktan sonra dönerse, ceza kurbanı sâkıt olmaz. Nasıl ki haccetmek isteyen
Mekkeli umresini bitirmiş olan temettu hacısı - ki Mekkeli olmuştur - Harem'den
çıkarlar da, Harem dışından hacca ihramlanırlarsa, her ikisine ceza kurbanı
lâzım gelir. Çünkü Mekkelinin mikâtını ihramsız geçmişlerdir. Keza Harem'den
umre için ihrama girerlerse hüküm budur. Dönmekle yukarıda geçtiği gibi ceza
kurbanı sâkıt olur.
Kûfell, yanl âfâkî bir hacı bahçeye yani
mikât içinde Harem'in dışında yere dilediği bir hacet için girerse, velev ki
geçtiği anda dilesin. Nitekim evvelce geçmişti; mezhebe göre mukim olmaya niyet
şart değildir. Mekke'ye ihramsız girebilir.
İZAH
«Yahut başladıktan sonra dönerse...» şunu
da söylemeliydi: "Yahut başlamazdan önce dönüp mikâtta telbiye
getirmezse" ceza kurbanı sâkıt olmaz H.
«Nasıl ki haccetmek isteyen Mekkeli...»
Fakat başka bir hacet için Harem dışına çıkıp orada ihramlanan ve Arafat'ta
vakfe yapan Mekkeli'ye âfâkî gibi bahçeyi kasdederek mikâtı geçer, sonra
bahçede ihrama girerse, bir şey lâzım gelmez. Temettu hacısı hacc niyetiyle
çıkarsa, meselenin kayıtlandığını görmedim. Onun da bununla kayıtlanması
gerekir. Ve bir hacet içinHarem dışına çıkar da orada hacca ihrama girerse,
Mekkeli gibi ona da birşey vâcip olmaz. Fetih.
«Ki Mekkeli olmuştur.» Çünkü meşru bir
şekilde bir yere varan kimse oralı hükmünde olur. Burada da umre ihramı ile
Mekke'ye vararak, umreyi bitirince hedy kurbanı götürsün götürmesin Mekkeli
hükmünde olur. Hacc için ihrama girmek isteyince, onun mikâtı Harem olur. Umre
için ihrama girmek isterse, mikâtı Harem dışıdır. Aynı söz Hill halkı hakkında
da söylenir. Hill halkından murad; mikât dahilinde yaşayanlardır. Böyle bir
kimsenin hacc ve umre için mikatı Hill (Harem dışı)dır. Harem'den ihrama
girerse, bir ceza kurbanı lâzım gelir. Meğerki Hill'e dönsün. Nitekim
Halebî'den naklen yukarıda geçti. Orada bunu Nehir ve Lübab'dan naklen
açıklamıştır.
«Keza Harem'den umre için ihrama
girerlerse...» Bundan murad, Mekkeli ile Mekkeli hükmündeki temettu hacısıdır.
Çünkü umre için Mekkelinin mikâtı Hill (Harem dışı)dir.
"Dönmekle" tabirinden, mutlak
surette vâcip olan mikâta gitmeyi kasdetmiştir. Tâ ki "Keza Harem'den umre
için ihrama girerlerse" sözüne de şâmil olsun. Çünkü ceza kurbanı sâkıt
olmak için Harem dışına çıkmaları vâciptir. Tabii ki orada bulunurken oraya dönmek
tasavvur olunamaz.
«Yukarıda geçtiği gibi»ki âfâkî hakkında,
"Mikâta döner; sonra ihramlı değilse oradan ihrama girer. İhramlı olup bir
hacc ibadetine başlamamışsa, mikâta dönerek telbiye getirir." demiştik.
«Yani âfâkî» ifadesinden murad, mikâtlar dışında
yaşayanlardır.
"Bahçeye" ifadesinden murad; Benî
Âmir bahçesidir. Burası Mekke'ye yakın mikât dahilinde Harem'in dışında bir
yerdir. Şimdi oraya Mahmud İbn-i Kemâl'in hurmalığı diyorlar. Başkaları burada,
"Bu yerden Mekke'ye kadar yirmidört mil mesafe vardır." ifadesini
ziyade etmişlerdir. Hâşiye yazarlarından biri diyor ki: «Nevevî şunu
söylemiştir: "Bazı ulemamızın söylediğine göre bu köy, Arafat'ta Kâbe'ye
karşı duran bir kimsenin soluna düşer." Sûrûcî'nin Gâye adlı kitabında, "Arafat
Dağı'na yakın Irak ve Kûfe'den Mekke'ye gelen yolun üzerindedir."
denilmiştir.»
«Harem'in dışında bir yere» sözüyle,
bahçenin kayıt olmadığına işaret etmiştir. Maksat mikâtlar dahilinde Hill'in
bir yeridir. Zâhire bakılırsa muayyen bir yeri kasdetmesi şart değildir. Çünkü
şart, mikâtı geçerken Harem'e girmeyi kasdetmemektir. Binaenaleyh mikâtlar
dahilinde kasdetse maksat hâsıl olur. Nitekim ileride anlaşılacaktır.
«Bir hacet için...» Bedâyi, Hidâye, Kenz ve
diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Bu kelime, Hill'in bir yerine sırf
Mekke'ye geçmek için girmeyi istemekten ihtirazdır. Çünkü oraya ihramsız
gitmesi helâl değildir. Onun için bu kayıt mutlaka lâzımdır. Yoksa Mekke'ye
girmek isteyen her âfâkînin mutlaka Hill'in bir yerine girmesi icabeder. Şu da
var ki: Bahır'daevinden çıktığı andan itibaren Hill'i kasdetmesi şart
koşulmuştur. Yanı seferi Harem'e girmek için değil de Hill'e gitmek için olsun
diye bu şarttır. Nitekim ileride gelecektir. Onun içindir ki İbn-i Şilbî ve
Molla Miskîn, "Mekke'ye girmek için değil, bahçede bir hacet için"
demişlerdir. Bunun izahı gelecektir.
«Velev ki geçtiği anda dilesin.» Geçtikten
sonra hacet kastı muteber olmaz. Çünkü geçerken Mekke'yi kasdediyordu.
Binaenaleyh mikâta dönmedikçe ceza kurbanı sâkıt olmaz demek istiyor ki, mikâtı
geçmezden önce bir hacet için bahçeye girmeyi kasdetse evleviyetle hüküm budur.
Evinden çıkarken bunu kasdetmiş olması şart değildir. Bahır'ın ifadesi buna
muhaliftir. Bahır sahibi bu meselenin akabinden şöyle demiştir: «Bu, ihramsız
Mekke'ye girmek isteyen âfâkî için bir hile (çare)dir. Ama evinden çıkarken
bunu kasdetmesi mutlaka lâzım mıdır, değil midir görmedim! Zâhir olan lâzım
olmasıdır. Çünkü âfâkînin mikâtla Harem arasında bulunan Hill'e girmek istemesi
şüphesizdir. Ama bu kââfi değildir. Evinden çıkarken mikât dahilindeki Hill'den
hususi bir yeri kasdetmesi mutlaka lâzımdır.» Bu sözün hâsılı şudur: şart,
seferini Hill'e girmek için yapmasıdır. Aksi takdirde mikâtı ihramsız geçmesi
helâl olamaz.
Nehir sahibi diyor ki: Zâhire göre geçerken
bu kastın bulunması kâfidir. Buna şu da delildir ki: Bedâyi sahibi mikâtı
ihramsız geçmenin hükmünü beyan ettikten sonra, "Bu, beş mikâttan birini
hacc veya umre yapmak yahut Mekke'ye veya Harem'e girmek için ihramsız geçtiği
zamandır. Böyle bir şey kasdetmez de sadece Benî Amir bahçesine yahut bir hacet
için başka bir yere gitmek isterse, kendisine bir şey lâzım gelmez."
demiştir. Görüyorsun ki kastı, mikâttan geçerken itibara almıştır. Yani hacc ve
emsalini yahut bahçeyi kasdetmesi mikâtı geçerken olacaktır. Onun için şarih
bunu evvelce arzettiğimiz gibi iki yerde zikretmiştir. Bahır sahibinin,
"Hill'den hususi bir yere gitmeyi kasdetmek mutlaka lâzımdır." sözü
zâhir değildir. Bilâkis şart yalnız Hill'i kasdetmektir.
«Mezhebe göre...» Bunun mukabili Ebû
Yusuf'un kavlidir ki; "Bahçede onbeş gün kalmayı niyet ederse Mekke'ye
ihramsız girebilir. Aksi takdirde giremez." demiştir. Bunu Halebî
Bahır'dan nakletmiştir.
«Mekke'ye ihramsız girebilir.» Yani bahçeye
Mekke'ye geçmek için değil de, bir hacet için girmek ister de sonra bir
hacetten dolayı Mekke'ye gitmek aklına gelirse, Mekke'ye ihramsız girebilir.
Nitekim İbn-i Şilbî şerhiyle Molla Miskîn'de de böyle denilmiştir. Kâfî sahibi
diyor ki:
«Çünkü mikâtta ihramın vâcip olması,
Mekke'ye gitmek isteyenleredir. O kimse Mekke'ye gitmek istemiyor, sadece
bahçeye girmek istiyor, bahçe ise tâzime müstahak değildir. Ona girmek
isteyince ihramlanmak lazım gelmez.»
Ben derim ki: Bu, ibadetten başka bir hacet
için Mekke'ye girmek istediği vakittir. Aksitakdirde mikâtını ancak ihramla
geçer. Onun için ihram faslından az önce mikâtlardan bahsederken,
"Mikâtlar dahilinde yaşayanlar için ibadet kasdetmedikçe ihramsız olarak
Mekke'ye girmek caizdir." demişti.
METİN
Onun mikâtı bahçedir. Kendisine bir şey
lâzım gelmez. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle oralılar hükmüne girmiştir.
Mekke'ye ihramsız girmek isteyen âfâkî için çare budur.
İZAH
«Onun mikâtı bahçedir.» Yani hacc ibadeti
yapmak isterse, gerek hacc gerekse umre için mikâtı bahçedir. Daha doğrusu
mikâtlarla Harem arasındaki Hill'in her yeridir. Nitekim mikâtlar bahsinde
geçmişti. Şayet Harem'den ihrama girerse, Hill'e dönmedikçe kendisine bir ceza
kurbanı lâzım gelir. Nitekim bunu az yukarıda Nehir'le Lübab'dan naklen
arzetmiştik. Meğerki Harem'e bir hacet için girmiş de sonra ibadet etmek
istemiş olsun. Böylesi Harem'den ihrama girer. Zira yukarıda geçtiği vecihle
Mekkeli olmuştur.
«Kendisine bir şey lâzım gelmez.» Bu cümle,
ihramsız olarak Mekke'ye girmekle ilgilidir. Binaenaleyh "onun mikâtı
bahçedir" ifadesinden evvel zikredilmesi daha iyi olurdu.
«Çünkü yukarıda geçtiği gibi...» Yanı ihram
faslından az önce geçtiği gibi oralılar hükmüne girmiştir. Orada şöyle demişti.
«Fakat Hill'den Halîs ve Cidde gibi bir yere gitmek isterse, ihramsız geçmesi
helâl olur. Oraya vardı mı oralı hükmüne girer. Artık ihramsız Mekke'ye girmesi
de caizdir.»
«Âfâkî için çare budur.» Yani başkası
namına haccetmek için memur edilmemişse çare budur. Nitekim şarih bunu orada
söylemiş, biz de bunun üzerine orada söz etmiştik. Sonra bu çare müşkildir. Biliyorsun
ki, bir kimse bir hacet dolayısıyla Hill'in bir yerine gitmek istemedikçe
mikâtı ihramsız olarak geçmesi caiz değildir. Yoksa Mekke'ye gitmek isteyen her
âfâkî'nin Hill'den geçmesi zaruridir. Yine orada arzetmiştik ki; hacetle
kayıtlaması, mikâttan geçerken Mekke'ye gitmek istemesinden ihtirazdır.
Mekke'ye ihramsız girmesi ancak mikâtı geçtikten sonra oraya gitmeyi arzu
ettiği zaman caiz olur. Nitekim bunu İbn-i Şilbî'nin şerhi ile Molla Miskîn'den
nakletmiştik. Böylece anlaşıldı ki, ihramın sâkıt olması için şart, sadece
Hill'e girmeyi kasdetmektir. Buna Kâfî'den naklettiğimiz ibare de delâlet eder
ki şudur: «O, Mekke'ye girmek istemiyor, sadece bahçeye girmek istiyor.»
Bedâyi'den naklettiğimiz şu ibare de öyledir: «Ama bunu dilemez de sadece Benî Amir'in
bahçesine gitmek isterse...» Keza Lübab sahibinin, "Bir kimse Hill'den bir
yere gitmek isteyerek mikâtını geçer de, sonra Mekke'ye girmek aklına gelirse,
Mekke'ye ihramsız girebilir." sözü de öyledir. Bu söz gereğince, mikâtı
geçerken Mekke'ye gitmek istese, ihrama girmesi lâzım geIir. Velev ki bahçeye
girmek de istesin. Çünkü Mekke'ye gitmek, aklına gelmiş değil, aslî maksadıdır.
Bahır sahibi hem bu işkale, hem de cevabına işaret etmiş; yukarıda O'ndan
naklettiğimiz ifadede şöyle demiştir: «Evinden çıktığı zaman bahçeyi kasdetmesl
mutlaka lâzımdır.» Yani kasdettiği seferi Mekke'ye değil de, bahçeye olmak için
bu lâzımdır demektir. Nitekim yukarıda arzetmiştik. Lübab şarihi dahi şöyle
cevap vermiştir: «Bu cümlenin izahı şudur: Bahçeyi evvel emirde kasdedecektir.
Bundan sonra zımnî veya ârızî bir kasıtla Harem'e girmesi zarar etmez. Nasıl ki
bir Hintli alışveriş için evvelâ Cidde'ye gitmeyi istese, işini bitirdikten
sonra ikinci defa Mekke'ye gitmeyi hatırından geçirmese hüküm budur. Evvelâ
hacc niyetiyle Hindistan'dan gelip de sonra ona tebean Cidde'ye gitmek istemesi
bunun hilâfınadır. Velev ki alışverişi kasdetsin.» Bu ifade dahi Bahır
sahibinin cevabına yakındır. Çünkü hâsılı şudur: O kimsenin seferinden maksadı,
Hill denilen yerde alışveriş olmalıdır. Mekke'ye girmek arzusu ona tâbi
bulunmalıdır. Lâkin ulemanın, "Sonra Mekke'ye gitmek aklına gelirse"
sözleri buna aykırıdır. Çünkü bu söz Mekke'ye girmek istemenin mutlaka ârızî
olmasını ne asaleten, ne tebean maksut olmamasını, kasdedilen yer yalnız Hill'e
gitmek olmasını ifade ediyor. Nitekim Bahır, Kâfî, Bedâyi ve Lübab sahipleriyle
başkalarının cevaplarından anlaşılan da budur ve bu, ulemanın, "Mekke'ye
ihramsız girmek isteyen âfâkî için çare budur." sözüne aykırıdır. Çünkü
yalnız Hill denilen yere gitmek isterse, Mekke'ye girmek aklına geldiği vakit
çare aramaya hacet yoktur. Halbuki bu dahi Mekke'ye ibadet için değil de başka
bir hacetten dolayı girmek isteyen hakkındadır. İbadet yapmak isterse, ihramsız
girmesi helâl olamaz. Çünkü Hill ahalisinden olmuştur. Onun mikâtı da onların
mikâtıdır ki, defalarca geçtiği vecihle bu mikât Hill'dir. Şu halde evinden
hacc niyetiyle çıkan, Mekke'ye nasıl ihramsız girebilir?
METİN
Mekke'ye ihramsız giren kimseye her defası
için bir hacc veya umre vâcip olur. Döner de ibadet için ihramlanırsa, son
girişi namına kifayet eder. Tamamı Fetih'tedir. Ama boynuna borç olan farz
haccı, nezir veya nezir umresini niyet ederse; Mekke'ye girmekle kendisine
lâzım gelen ibadet namına sahih olur. Lâkin terk edilen vaktinde yetişmiş olmak
için, o sene haccetmesi lâzım gelir. O seneden sonra caiz değildir. Çünkü sene
değişmekle borç olur.
İZAH
«Mekke'ye...» Yani Harem'e giren kimseye;
ister ticaret, ister ibadet veya başka bir şey kasdıyla girsin, bir hacc veya
umre vâcip olur. Nitekim Bedâyi'nin yukarıda geçen ibaresi de bunu ifade
etmektedir. Bunun açık ifadesi, şerh ve metinde ihram faslından az önce
geçmişti. Bunu Lübab sahibi dahi açıklamıştır.
«Döner de...» Yani mikâta dönerek hacca
niyet ederse, son girişi namına kâfidir. Evvelce girdikleri için kaza lâzım
gelir. Lübab. Lâkin Bedâyi'de kaydedildiğine göre, Mekke'de otururda sene
değişirse, Mekkelilerin mikâtı olan Harem, haccı için Hill (Harem dışı) umresi
için kâfi getir. Çünkü o kimse Mekke'de oturmakla Mekkeli hükmüne girmiştir.
Ta'lîl, sene değişmesinin kayıt olmadığını göstermektedir. Fetih'te de böyle
denilmiştir. Sonra mikâta çıkmakla kayıtlamak, ceza kurbanı sâkıt olsun
diyedir. Caiz olsun diye değildir. Çünkü ihramsız Mekke'ye girdiği için o
kimseye iki şey vâcip olur. Ceza kurbanı ve nüsûk. Tevfik (yatıştırma) da
bununla hasıl olur. Nitekim Şurunbulâliyye sahibi söylemiştir.
«Tamamı Fetih'tedir. Fetih sahibi bunu
şöyle ta'lîl etmiştir: «Son girişinden önce vâcip o kimsenin zimmetinde borç
olmuştur. Artık ancak niyetle tayin etmek suretiyle sâkıt olur. H.
«Boynuna borç olan farz haccı» sözüyle,
girmesi sebebiyle farz olandan ihtiraz etmiştir. Onu az önce, "döner de
ibadet için ihramlanırsa ilh...» diyerek ifade etmişti. Zâhire bakılırsa, o
kimse mikâta döner de nâfile hacc niyet ederse, o hacc Mekke'ye girmesi
sebebiyle boynuna borç olan hacc yerine geçer. Nâfile olmaz. Çünkü onu, boynuna
borç tekerrür ettikten sonra yapmıştır. Mikâtı geçmezden önce niyet ettiği
nâfile hacc bunun hilâfınadır. Çünkü henüz üzerine bir şey vâcip olmadığı için
o nâfile olur. İhramla maksut olan yerin tâzimi hâsıl olmuştur. Nitekim hacc
bahsinin başında tahkik etmiştik.
«Kendisine lazım gelen ibadet namına sahih
olur.» Yani Mekke'ye ihramsız girer de, bu sebeple kendisine bir hacc veya umre
lâzım gelirse, o da mikâta çıkarak kendisine başka bir sebeple vâcip olan bir
hacc veya umre için ihrama girerse, bu hacc Mekke'ye girmekle kendisine lâzım
olan hacc yerine geçer. Bunu sonraya bırakmayıp o sene yaparsa, niyet etmese
bile yine kendisine lâzım olan hacc yerine geçer.
«O sene haccetmesi lâzım gelir.» Yani
Mekke'ye girdiği sene haccetmesi gerekir. Hidâye sahibi diyor ki: «Çünkü bu,
vaktinde terk edileni telâfidir. Zira ona vâcip olan, ihramla o yeri tâzim
etmektir. Nitekim baştan mikâta farz hacca ihramlanarak gelse hüküm yine budur.
Sene değişmesi bunun hilâfınadır. Zira boynuna borc olur da ancak maksut bir
ihramla ödenir. Nitekim nezredilen îtikafta hal böyledir. O îtikaf o senenin
ramazan orucunu tutmakla ödenir. İkinci senenin orucuyla ödenmez.»
Fetih sahibi şöyle demiştir: «Burada biri
şöyle diyebilir: O seneyle gelecek sene arasında fark yoktur. Onu ne zaman
yapsa eda olur. Çünkü delil onun muayyen bir senede yapılmasını icabetmemiştir
ki, o sene geçmekle borç olup kaza etsin. Binaenaleyh ne zaman mikâttan boynuna
borç bir hacca ihramlanırsa, bu vâcip onun zımnında ödenir. Bu izaha göre,
ihramsız Mekke'ye girmesi tekerrür ederse, tayine hacet kalmaması gerekir,
Nasıl ki üzerinde ramazandan iki gün oruç borcu olan kimse, mücerret üzerindeki
borcu kazaya niyet eder de tayin yapmazsa, tayine hacet yoktur. Esah kavle göre
o iki gün iki ayrı ramazandan da olsa hüküm yine budur. Keza deriz ki:
Defalarca mikâta dönerek herdefasında bir hacca ihramlansa ve bunu Mekke'ye
girişinin sayısınca yapsa, üzerine borç olandan kurtulur.» Bahır sahibi
kendisini tasdik etmiştir.
«Çünkü sene değişmekle...» terk edilen
boynuna borç olur. Biliyorsun ki bunun üzerine Fethu'l-Kadir sahibi inceleme
yapmış ve şöyle de itirazda bulunmuştu: İhramsız Mekke'ye girmekle vâcip olan
umrenin, ikinci sene nezredilen umreyle sükut etmesi gerekir. Çünkü umre
muayyen bir vakitle sınırlanmadığı için borç olmaz. Hacc bunun hilâfınadır.»
Gâyetü'l-Beyan sahibi buna cevap vermiş; «Umreyi bayram ve teşrik günlerine
geciktirmek mekruhtur. O günlere geciktirirse, onu kazaya bırakmış gibi olur ve
umre borç olur.» demiştir. Bahır sahibi de onu tasdik etmiştir. Bunun söz
götürdüğü meydandadır. Çünkü mekruh olan, onu bu günlerde yapmaktır. Onlar
geçtikten sonra yapmak mekruh değildir.
METİN
Bir kimse mikâtı ihramsız geçer de, umre
için ihramlanır sonra onu ifsat ederse, umresine devam ve sonra kaza eder.
Mikâtta ihramı terk ettiği için kendisine ceza kurbanı lâzım gelmez. Çünkü
kazada mikâttan ihramlandığı için, terk ettiği onunla tamamlanmıştır. Mekkeli
ve Mekkeli hükmünde biri, umresi için bir şavt olsun yani şavtlarının en azmı
tavaf eder de hacc için ihrama girerse, onu tıraş olarak vücûben terk eder.
Çünkü Mekkeli ikisini beraber yapmaktan nehyedilmiştir.
İZAH
«Umre için ihramlanırsa» demesinden, hacc
için ihramlanmanın hükmü evleviyetle anlaşılır. Nehir.
«Çünkü kazada mikâttan ihramlandığı
için...» cümlesi, "Kendisine ceza kurbanı lâzım gelmez ilh..."
sözünün illetidir. Bununla şarih, ceza kurbanı sâkıt olmak için, kaza ederken
mutlaka mikâttan ihrama girmesi lâzım geldiğine işaret etmiştir. Nitekim Bahır
sahibi bunu açık söylemiştlr. Bu mânâ, bizim Şurunbulâlliyye'den naklen evvelce
arzettlğimiz ibareden de anlaşılmaktadır.
«Mekkeli ve Mekkeli hükmünde biri...»
ifadesi, iki ihrama birden girme meselesine giriştir. Bu. Mekkeli ile onun
mânâsında olan bir kimse hakkında cinayettir. Âfâkî hakkında cinayet değildir.
Meğer ki umrenin ihramını hacca izafe etmiş olsun. Birinci itibara göre
musannıf onu cinayetler bâbında zikretmiştir. Kenz sahibi ikinci itibara göre
ona bir bâb tahsis etmiştir. Sonra bilmelisin ki bunun kısımları dörttür:
Birincisi; hacc ihramını umre üzerine,
İkincisi; hacc ihramını hacc üzerine,
Üçüncüsü; umre ihramını umre üzerine,
Dördüncüsü; umre ihramını hacc üzerine
yapmaktır. Musannıfın birinciden başlaması, cinayette daha tesirli olduğu
içindir. Onun için bununla ceza kurbanı hiçbir halde sâkıt olmaz. Sonra
ikinciyi diğerlerinden önce zikretmiştir. Çünkü onun hali daha kuvvetlidir. O
farza da şâmildir. Sonra üçüncüyü, dördüncüden evvel zikretmiştir. Çünkü
kemiyet ve keyfiyetçe onda ittifak edilmiştir. Nehir.
Şarih, "Mekkeli hükmünde"
sözüyle, Nehir'in ibaresine işaret etmiştir. Nehir'in ibaresi şöyledir:
Mekkeliden murad, âfâkî olmayandır. Binaenaleyh Hill'de ve Harem'de bütün
mikâtlar dahilinde yaşayanlara şâmildir. Şu halde ' Mekkeli ' sözüyle, âfâkîden
ihtiraz olunmuştur. Çünkü âfâkî bunlardan hiçbirini terk etmez. Şu kadar var
ki; az olanı yaptıktan sonra izafe ederse, kırân hacısı olur. Aksi takdirde bu
yaptığı hacc aylarında ise temettu hacısıdır. Nitekim geçti. Nehir.
«Şavtların en azını» ifadesi gösteriyor ki;
'şavf' kelimesi kayıt değildir. Musannıf onu mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh
hacc aylarında yapılıp yapılmamasına şâmildir. Nitekim Bahır'da Mebsut'tan
naklen beyan edilmiştir. Nehir'de de Fetih'ten nakledilmiştir. Ekseri şavtları
hacc günlerinin dışında tavaf etse, Mebsut'ta ona da ceza kurbanı lâzım
geleceği bildirilmektedir. Çünkü umreyi bitirmeden hacc için ihrama girmiştir.
Halbuki Mekkelinin bunların ikisini birden yapmaya hakkı yoktur. Bir vecihle
bunları biraraya getirince, ceza kurbanı lâzım olur. Yine Mebsut'ta beyan
edildiğine göre, umre ile kayıtlaması, evvelâ hacc için telbiye getirip onun
tavafını yaptıktan sonra umre için telbiye getirdiği takdirde, umreyi
bilittifak terk edeceği içindir. "Tavaf ederse" diye kayıtlaması,
tavaf etmediği takdirde yine bilittifak umreyi terk edeceği içindir.
"Şavtlarının en azını" diye kayıtlaması, çoğunu tavaf ettiği takdirde
haccı bilittifak terk edeceği içindir. Mebsut'ta haccla umreden hiçbirini terk
etmeyeceği bildirilmiştir. İsbicâbî bu kavli zâhir rivayet saymıştır.
«Onu vücûben terk eder.» Bunu, yani haccı
terk etmesi Ebû Hanîfe'ye göre evlâdır. İmameyn'e göre ise umreyi terk etmesi
evlâdır. Çünkü hal itibariyle umre haccdan aşağıdır. İmam-ı Azam'ın delili
şudur: Umrenin ihramı, amellerinden bir şey yapmakla kuvvet bulmuştur. Kuvvetli
olmayanı terk etmek daha kolaydır. Bir de umreyi terk etmekte ameli iptal
vardır. Haccı terk etmekte ise ona yanaşmamak vardır. Bunu Bahır sahibi
söylemiştir. 'Vücûben' demesi. Bahır'ın ifadesine muhaliftlr. Bahır'da,
"Anlaşılmıştır ki haccı terk etmek, vâcip değil müstehaptır."
denilmiştir. Yani vâcip olan sadece birini terk etmektir. Muayyen değildir;
demek istemiştir.
«Tıraş olarak» kelimesini şarih misal
olarak söylemiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Nehyle terk etmiş olacağını
söylememiştir. Terkin fille olması; meselâ umre fiillerini bitirdikten sonra
tıraş olmakla bırakması gerekir. Söz veya niyetle yetinmemelidir. Çünkü Hidâye
sahibi bunu ihramdan çıkmak saymıştır. İhramdan çıkmak ise ancak ihram
yasaklarından bir şeyyapmakla olur.»
Ben derim ki: Lübab'da şu ibare vardır:
«Üzerinde terk borcu olan herkes, terki niyet etmeye muhtaçtır. Ancak vakfeyi
kaçırmadan iki haccı birleştirenle, birincisi için sa'yi yapmadan önce iki
umreyi birleştiren müstesnadır. Bu iki surette bunların biri niyetsiz terk
edilmiş olur. Lâkin bu da ya Mekke'ye gitmekle yahut birinin amellerine
başlamakla olur.» Lübab'la Bahır'ın ifadeleri mecmuundan anlaşılıyor ki; terk
ancak ihram yasaklarından birini terk niyetiyle bırakmakla hâsıl olur. Gerçi
cinayetler bâbının başında, "Ekserisini bırakmakla ihramlı kalır."
ifadesinin yanında, "İhramlı bir kimse ihramı terk etmek ister de, ihramsızın
yaptığı gibi elbise giyer, tıraş olur ve diğer işleri yaparsa, bununla ihramdan
çıkmaz. Terk niyeti bâtıldır." demiştik. Fakat bu söz, orada da tembih
ettiğimiz gibi terk etmeye memur olmadığına yorumlanmıştır. Tıraşı umre
bittikten sonra diye kayıtlaması, umrenin ihramına cinayet olmasın diyedir.
METİN
Terk ettiği için bir ceza kurbanı ile bir
hacc ve umre lâzım gelir. Çünkü o kimse hacca yetişememiş gibidir. Hattâ o sene
haccederse umre sâkıt olur. Umreyi terk ederse. yalnız onu kaza eder.
Tamamlarsa sahîhtir. Fakat kötülük işlemiş olur. Ve bir kurban keser. Bu,
tamamlama kurbanıdır. Afâkî hakkında ise şükür kurbanıdır. Bir kimse hacc için
ihrama girerek hacceder de, sonra bayram günü başka bir ihrama girerse. birinci
hacc için tıraş olduğu takdirde, ikinci hacc gelecek seneye kurbansız lâzım
gelir. Çünkü birinci hacc bitmiştir. Birinci hacc için tıraş olmadıysa, ikinci
kurbanla birlikte lâzım gelir.
İZAH
«Çünkü hacca yetişememiş gibidir.» Onun
hükmü, umre ile ihramdan çıkmak, sonra gelecek sene haccı yapmaktır. T.
«Hattâ o sene haccederse umre sâkıt olur.»
Çünkü o zaman hacca yetişememiş hükmünde değil, ihramdan çıkıp da sonra o sene
hacceden muhsar mânâsında olur. O zaman kendisine umre vâcip olmaz. Sene
değişirse iş de değişir. T. ve Bahır.
«Umreyi terk ederse, yalnız onu kaza eder»
Yani tavafını yaptığı umreyi terk ederek üzerine hacc yaparsa, yalnız onu kaza
eder. Velev ki o sene olsun. Çünkü bir senede umrenin tekrarı caizdir. Hacc
öyle değildir. Bunu Hindiyye sahibi söylemiştir. T. Yalnız onun sözünden murad,
başka umre kaza etmez demektir. Yoksa kurban lâzım gelmez mânâsına değildir.
Çünkü Hidâye'de, "Hangisini terk ederse, terk sebebiyle bir kurban
icabeder." denilmiştir. H.
«Tamamlarsa sahihtir.» Çünkü her ikisinin
fiillerini üzerine aldığı gibi yapmıştır. Nehir.
«Fakat kötülük işlemiş olur.» Yani
günahıyla beraber sahih olur. Çünkü ulemanınaçıkladıklarına göre. Mekkeliye
haccla umrenin ikisini birden yapmak yasaktır. Yaparsa günahkâr olur. 'Kötülük'
diye terceme ettiğimiz 'isaet', kerâhetten aşağı mıdır, yukarı mıdır, bu
bâbtaki ihtilâfı evvelce arzetmiş ve aralarını bulmuştuk.
«Ve bir kurban keser.» Çünkü yasaklanmış
bir fiili irtikâb etmekle, ibadetine eksiklik karışmıştır. Zira kendisi kırân
hacısıdır. Ekserisini yaptıktan sonra katar da, bu yaptığı hacc aylarında
olursa, temettu hacısı sayılır. Mekkeliye ise, yukarıda geçtiği vecihle temettu
ile kırânın ikisi de yoktur. Bu da, "Mekkeliye temettu ve kırânın müsaade
edilmemesinin mânâsı helal değildir demektir." diyenlerin sözünü teyid eder.
Nitekim geçmişti. Nehir. Yani sahih değil mânâsına gelmez.
Ben derim ki: Bu, temettu bâbında geçmişti.
Biz orada üçüncü bir kavli tahkîk etmiştik ki, o da, "Mekkelinin temettuu
bâtıl, kırânı sahihtir, caiz değildir." sözüdür. Müracaat ederek onu
hatırla!
«Bu, tamamlama kurbanıdır.» Çünkü iki
ibadeti bir arada yapmak veya terketmek sebebiyle vâcip olan her kurban,
tamamlama kurbanı ve kefarettir. Onun yerini oruç tutamaz. Velev ki fakir
olsun.
Kendisi de o kurbandan yiyemez, zengine
yediremez. Şükür kurbanı böyle değildir. Lübab şerhi.
«Bir kimse hacc için ihrama girerse.»
cümlesi, ikinci ve üçüncü kısma giriştir. Yani hacc üzerine hacc ve umre
üzerine umre yapmanın beyanı hakkındadır. Bilmelisin ki iki veya daha fazla
hacca ihramlanmak ya birbirinden aralıklı olarak, ya beraberce yahut peşipeşine
olur. Birincisi musannıfın metinde zikrettiğidir. Onun için 'aralıklı' mânâsına
gelen 'sümme (sonra)' edatını kullanmıştır. Diğer ikisi hakkında Nehir'de şöyle
denilmiştir: «O kimseye, İmam-ı Azam'la Ebû Yusuf'a göre iki hacc tâzım gelir.
Lâkin zâhir rivayete göre, yola revan olunca birisi terk edilmiş olur. İmam Ebû
Yusuf'a göre ihramlı olduktan hemen sonra oralıksız olarak biri terkedilmiş
olur. Bu hilâfın eseri, başlamazdan önce cinayet işlediği zaman meydana çıkar. İmam
Muhammed, "Beraber yaptığında o kimseye iki haccın biri, peşipeşine
yaptığında yalnız birincisi tâzım gelir. İki umre iki hacc gibidir."
demiştir.»
Ben derim ki: Hilâfın eseri, Şeyhayn'a göre
cinayet sebebiyle iki kurban, İmam Muhammed'e göre bir kurban lâzım gelmesidir.
Nitekim Bedâyi'de de böyle denilmiştir. Lübab şarihi bunu müşkil görmüş;
"Çünkü Ebu Yusuf'a göre iki haccdan biri ihramın akabinde beklemeden hemen
terk edilmiş olur. Yani ona göre cinayet iki ihrama değil bir ihrama
yapılmıştır. Binaenaleyh İmam Muhammed'in kavli gibi bir kurban lâzım
gelmeli." demiştir.
«Sonra bayram günü başka bir ihrama
girerse...» "Bayram günü" diye kayıtlaması, Arafat'ta gece veya
gündüz ihrama girmiş olsa, ikincisini terketmiş olacağı ve kendisine bir
terkkurbanıyla hacc ve umre tâzım geleceği içindir. Sonra İmam Ebû Yusuf'a göre
yukarıda anlatıldığı şekilde terk edilmiş ol.ur. İmam-ı Âzam'a göre ise
vakfesiyle terkedilmiş sayılır. Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir. O kimse
gündüzün vakfeyi yaptıktan sonra bayram gecesi ihrama girse, haccı Müzdelife'de
vakfe yapmakla terk edilmiş olmak gerekir. Arafat'taki vakfeyle terk edilmiş
sayılmaz. Çünkü o geçmiştir. Bahır. Lâkin yukarıda geçen zâhir rivayete
kıyasla, Müzdelife'ye yürümekle bâtıl olması gerekir. Nehir.
«Birinci hacc için» ikinciye ihramlanmadan
tıraş olduğu takdirde ikinci hacc lâzım gelir. Yani ihramda kalarak onu gelecek
seneye eda eder. Lübab.
«Çünkü birinci hacc bitmiştir.» Zira tıraş
olduktan sonra kalan yalnız şeytan taşlamaktır. Bununla da ikinci defa ihramlandığında
cinayet işlemiş sayılmaz. Nehir. Bunun muktezası şudur: ikinci ihram tıraştan
sonra olmuştur. Tavafı ziyaretten dahi sonradır. O kimse tıraş olduktan sonra
tavaftan önce ihrama girse, kendisine cemi (iki ibadeti birden yapma) kurbanı
lâzım gelir. Çünkü birinci ihram, kadınların haram olması hakkında bâkidir.
Kirmânî bunu açıklamıştır. Lâkin kitabımızın metninden ve Hidâye ile şerhleri
ve Kâfî gibi diğer kitaplardan anlaşılan bunun hilâfıdır. Çünkü onlar, tıraştan
sonra kurban lâzım gelmeyeceğim mutlak söylemiş; "tavaftan sonra"
diye dahi kayıtlamışlardır. Lâkin Lübab şarihi, "Onların mutlak söylemesi
Kirmânî'nin kayıtlamasına aykırı değildir." diyor. Yani mutlak mukayyede
yorumlanır demek istiyor.
Ben derim ki: Lâkin Kirmânî'nin ifadesi,
umrenin iki ihramı gibi haccın iki ihramı beraber yapıldığında kurban vâcip
olması esasına dayanır. Bu hususta yakında söz edilecektir.
METİN
Saçını kısaltsın kısaltmasın müsavidir.
Çünkü saçını kısaltmakla yahut gecikmekle ihramına cinayet işlemiştir. Musannıfın
burada "saç kısaltma" tabirini kullanması, kadına da şâmil olsun
diyedir. Bir kimse umre yapar da tıraş olmadan başka bir umreye ihramlanırsa,
ceza kurbanı keser. Esasen iki umre için iki ihramı bir arada yapmak, keraheti
tahrimiye ile mekruhtur. Binaenaleyh kurban lâzım gelir. Ama zâhir rivayete
göre iki hacc için değildir. Şu halde cemi kurbanı lâzım gelmez.
İZAH
«Saçını kısaltsın kısaltmasın müsavidir.»
Yani birinci hacc için tıraş olmadan ikinci haccın ihramına girdiyse, kurban
lâzım gelir. Bu hususta ikinci ihramdan sonra tıraş olsun olmasın fark etmez.
İsterse tıraşı gelecek senenin haccına kadar geciktirsin. Bu, İmam-ı Âzam'a
göredir. İmameyn ise vücubu tıraş olmaya tahsis ederler. Çünkü onlara göre
gecikmeyle bir şey vâcip olmaz. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
«İhramına cinayet işlemiştir.» Yani ikinci
haccın ihramına cinayet işlemiştir. Birinci haccınihramı ise birkaç kısaltmayla
sona ermiştir. Ona cinayet yoktur.
«Yahut gecikmekle» cümlesi, 'çünkü' üzerine
mâtuftur, kısaltma üzerine mâtuf değildir. Zira tıraşı kurban günlerinden
sonraya bırakmak bir vâcibi terketmektir. İhram üzerine cinayet değildir. Şârih
burada 'ihramına' demese daha iyi olurdu. O zaman kurban vâcip olması için, saç
kısaltmakla gecikmeden biri illet olurdu. Bunlardan birini illet yapmakla, iki
hacc ihramını birden yaptığı için cemi kurbanı tâzım gelmediğine işaret
etmiştir. Çünkü o cinayet değildir. Nitekim gelecektir. Bunu Halebî
söylemiştir.
«Saç kısaltma tabirini kullanması ilh...»
ifadesiyle şarih, saç kısaltmanın kayıt olmadığına işaret etmiştir. Bu tabir
kadına da şâmil olmak içindir. Lâkin burada, "bundan önce tıraş tabirini
kullandı" diye itiraz edilebilir. Buna şöyle cevap verilir: Bu, ihtibâk
kabilindendir. İhtibâk, bir yerde söylenmeyen şeyi başka yerde açıklamaktır. Tâ
ki kısaca ikisinin de murad olduğu ifade edilsin. Gerçi Nehir'de, "Burada
saç kısaltmaktan murad, tıraş olmaktır. Çünkü saç kısaltmada kurban yoktur.
Onda ancak sadaka vardır." denilmişse de, cinayetler bâbının başında biz
doğrusunun bunun hilâfı olduğunu arzetmiştik
«Umre yapar da tıraş olmadan başka bir
umreye ihramlanırsa ilh...»
Evvelce arzetmiştik ki, iki umreyi bir
arada yapmanın hükmü, iki haccı bir arada yapmak gibidir. Yani gerek lâzım
gelmek, gerekse terketmek ve mikât hususlarında umrede tasavvur edilebilen
şeylerde ikisinin hükmü birdir. Nitekim Lübab'da beyan edilmiştir. Lübab sahibi
sonra şöyle demiştir: «Umre için ihrama girer de bir şavt yahut bütün
şavtlarını tavaf eder yahut hiç tavaf etmezse, sonra başka bir umre için ihrama
girdiği takdirde. ikinci umreyi terk ile kaza etmesi ve terk ettiği için kurban
kesmesi lâzım gelir. Birinci umre için tavaf ve sa'y yapar da tıraştan başka
bir vazifesi kalmazsa, başka bir umreye başladığı takdirde o umre kendine lâzım
gelir. Onu terk edemez ve cemi kurbanı tâzım gelir. İkinci umreyi bitirmeden
birincisi için tıraş olursa, başka bir kurban lâzım gelir. Bitirdikten sonra
tıraş olursa lâzım gelmez. Birinci umreyi ifsat ederse, yani tavafını yapmadan
cimada bulunur da ikinci umrenin ihlâlini yaparsa onu terk eder, birinciye
devam eder. Birinciyi bırakmayı veya yaptıklarına ikinci için olmasın! niyet
etse bile fayda vermez. Bu Iki haccda da böyledir.» Lâkin ondan naklen demiştik
ki: O kimse birinci umrenin sa'yini yapmadan iki umreyi biraraya getirirse,
başlamakla ikisinden birisi bırakılmış olur. Bırakmak için niyet lâzım
değildir. Binaenaleyh burada, "ikinciyi terk etmesi lâzımdır." demesi
söz götürür.
«Binaenaleyh kurban lâzım gelir.» Yani
beraber yapma cinayetinden dolayı kurban lâzımdır. Burada tıraşı geciktirdiği
için kurban yoktur. Çünkü kurban umrede vakitle sınırlanmış değildir. Nitekim
yukarıda geçti. Meğer ki ikinciyi bitirmeden tıraş olsun. Bu takdirde az
yukarıda gördüğün gibi başka bir kurban lâzım gelir.
«Ama zâhir rivayete göre iki hacc için
değildir.» Bu cümle, "iki umre" cümlesi üzerine mâtuftur. (Yani iki
hacc için beraberce ihrama girmek mekruh değildir.) Şu halde cemi kurbanı lâzım
gelmez. Sadece gecikme veya saç kısaltma kurbanı lâzım gelir. Nitekim yukarıda
geçti. Şarihimiz burada Bahır sahibine uymuştur. O şöyle demiştir: «Hidâye'de
açıklandığına göre. iki hacc veya iki umre ihramına birden girmek bidattır.
Gâyetü'l-Beyan sahibi ifrata kaçarak haram olduğunu söylemiş; çünkü bidattır
demiştir. Bu hatadır. Çünkü Muhit'te; "Haccın iki ihramını birarada yapmak
zâhir rivayete göre mekruh değildir. Çünkü umrede bunun mekruh olması fiilen
ikisini beraber yapmış sayıldığındandır. Çünkü her ikisini bir senede yapar.
Hacc böyle değildir." denilmiştir.» Onun içindir ki musannıf Câmii Sağîr
sahibine uyarak haccla umrenin arasında fark yapmıştır. Zira Câmii Sağîr sahibi
hacc için bir kurban vâcip olduğunu bildirmiştir. Ulemanın bazısı Asl'ın
rivayetine uyarak, cemi için başka bir kurban lâzım geldiğini söylemiştir.
Görüyorsun ki aralarındaki fark zâhir rivayettir. Bu satırlar Bahır'daki
beyanın hülasasıdır.
Ben derim ki: Mi'râc'da Kâfî'den naklen
şöyle denilmiştir: «Söylendiğine göre, iki rivayetin arasında yani Câmii Sağîr
ile Asl'ın rivayetleri arasında hilâf yoktur. Çünkü Câmii Sağîr'de cemi kurbanı
vâcip olacağından bahsedilmemiş, fakat lâzım değil de denilmemiştir. Bazıları
burada iki rivayet olduğunu söylemişlerdir.» Lübab şerhinde de şöyle
denilmiştir: «Ulema burada iki rivayet bulunduğunu ve bunların esah olanına
göre kurban vâcip olduğunu söylemişlerdir. Timurtâşî ve başkaları bunu
açıklamışlardır. Bazıları vücup rivayetinden başka rivayet olmadığını
söylemişlerdir. Kemâl b. Hümam, "bu daha uygundur" demiştir.» İbni
Hümam, Muhit'in şu ifadesini tenkit etmiştir: «İkinci umreyi bir sene içinde
yapabilmesi, fiilen ikisini birden yapmayı gerektirmez. Binaenaleyh haccla umre
müsavidir.»
Ben derim ki: Asıl namındaki kitapta -ki
Mebsut'tur- zâhir rivayet kitaplarındandır. Onun için rivayetin muhtelif olduğu
tahakkuk etmekle. ulema vücup rivayetini sahih kabul etmişlerdir. Aksi takdirde
asıl olan ihtilâfın bulunmamasıdır. Çünkü Asıl ile Cami-i Sağîr'in ikisi de
İmam Muhammed'in kitaplarındandır. Zâhir şudur ki: birinde mutlak bıraktığı bir
söz. diğerinde mukayyet olarak söylediğine yorumlanır. Onun için Fetih sahibi
ortada yalnız vücup rivayeti olmasını daha makbûl görmüştür. Yukarıda
zikredilen Hidâye ve Gâyetü'l-Beyan'ın sözleri de bunu teyid etmektedir.
Binaenaleyh Bahır sahibinin, "Bu hatadır." demesi, yakışmayan
sözlerdendir. Nasıl yakışsın ki Tatarhâniyye'de, "Hacc ihramıyla umre
ihramını birarada yapmak bidattır." denilmiş; Attâbî, "Hanamdır.
Çünkü büyük günahların en büyüklerindendir. Peygamber (s.a.v.)'den böyle
rivayet olunmuştur." demiştir.
METİN
Âfâkî bir kimse hacc için ihrama girer de
sonra umre için de ihramlanırsa, kendisine ikisi delazım gelir ve bu âfâkî
kötülük işleyen kırân hacısı olur. Onun için umre fiillerinden önce vakfe
yapmakla umresi bâtıl olur. Çünkü umreye, hacc üzerine mürettep olarak
başlanmamıştır. Arafat'a yollanmakla bâtıl olmaz. Hacc için tavaf-ı kudûm yapar
da sonra umre için ihramlanır ve her ikisine devam ederse kurban keser. Bu
tamamlama kûrbanıdır.
İZAH
«Âfâkî bir kimse» sözüyle musannıf dördüncü
kısma başlamaktadır. «Sonra umre için de ihramlanırsa...» Yani tavafı kudûme
başlamazdan önce ihramlanırsa demektir. Lübab. Buna delil, "onun için
tavaf ederse" yani tavafa başlarsa sözüyle mukabelede bulunmasıdır.
Nitekim az sonra göreceksin. Biz bunu kırân bâbının başında arzetmiştik. Hilâfı
geçmemiştir.
«İkisi de lâzım gelir.» Çünkü âfâkî
hakkında ikisini birden yapmak meşrudur. O bununla kırân hacısı olur. Lâkin
sünnette hata ettiği için kötülük işlemiş olur. Hidâye. Çünkü kırânda sünnet ya
ikisine birden ihramlanmak yahut umre ihramına hacc ihramından önce girmektir.
Zeylâî. Lâkin bu ikinciye örfen temettu denilir.
«Kötülük işleyen kırân hacısı olur.» Lübab
şârihi diyor ki: «Kötülüğü az olduğu ve umresini terk etmesi vâcip olmadığı
için ona şükür kurbanı lâzım gelir.»
Ben derim ki: Evlâ olan, "umresini
terk etmek mendup olmadığı için" demektir. Hacc için tavafı kudûmu
yaptıktan sonra umre için ihramlanması bunun hitâfınadır. Çünkü onu terk etmek
menduptur. Nitekim gelecektir.
«Vakfe yapmakla umresi bâtıl olur.» Münasip
olan, aşağıdaki "Çünkü umreye hacc üzerine mürettep olarak
başlanmamıştır." ifadesini bundan önce söylemekti. Çünkü kötülük işleyen
kırân hacısı olması, umrenin hacc üzerine mürettep olarak başlanmamasıyla
illetlendirilmiştir. Umresinin vakfeyle bâtıl olması, bu ta'lîl üzerine tefrî
edilmiştir. Nitekim Hidâye ve diğer kitaplardan anlaşılır. Vakfeden murad,
Mekke'ye girmeden Arafat'ta durmasıdır. Bu vakfeyle umresini terk etmiş olur.
Arafat'a yollanır do orada durmazsa, umreyi terketmiş sayılmaz. Çünkü kırân
hacısı olur. Zeylai. Murad; umre için ihrama girip şavtlarının çoğunu yapmadan
Arafat'ta durmasıdır. Şavtlarının azını yapması yok hükmündedir. Bahır. Şu
halde, "umre fiillerinden önce" sözünden murad, şavtlarının çoğudur.
«Hacc içln tavafı kudûmu yaparsa...» Yani
velev bir şavtını yapsın demek istiyor. Nitekim Bahır sahibi bunu kırân babında
zikretmiştir. Fetih sahibi şunları söylemiştir: «Umrenin ihramını hacc ihramı
üzerine getirirse, tavafı kudûmdan hiçbir şavt yapmadan önce olduğu takdirde, o
kimse kötülük işlemiş kırân hacısı olur ve kendisine bir şükür kurbanı lâzım
gelir. Başladıktan sonra olursa, velev ki az olsun kötülüğü daha ziyadedir ve
bir kurban lâzım gelir.» Biz bunun benzerini kırân bâbında Lübab ile şerhinden
naklen arzetmiştik. Bu, her ikisurette kurban vâcip olacağı hususunda açık
delildir. Birincisi bilittifak şükür kurbanıdır. İkincisinin şükür kurbanı mı
yoksa tamamlama kurbanı mı olduğunda ihtilâf edildiği aşağıda gelecektir.
Bunların her ikisinde tavaftan muradın, velev bir şavtla olsun tavafa başlamak
olduğu görülecektir. Az yukarıda Bahır'dan naklen arzettiğimiz, "Azı yok
hükmündedir." sözü, umrenin tavafına aittir. Bizim sözümüz ise haccın
tavafındadır.
«Her ikisine devam ederse...» Zeylâî diyor
ki: «Her ikisine devamdan murad, umre fiillerini hacc fiillerinden önce yapmasıdır.
Çünkü beyan ettiğimiz gibi o kıran hacısıdır. Yalnız birinciden daha fazla
kötülük işlemiştir. Çünkü umrenin ihramını haccın tavafından yani tavafı
kudûmden sonraya bırakmıştır. Şu kadar var ki, burada bu rükün olmadığı için
evvelâ umre fiillerini, ondan sonra hacc fiillerini yapması mümkündür. Ama
üzerine kurban vâcip olur.
«Bu, tamamlama kurbanıdır.» Yani
Fahru'l-İslâm'ın tercihine göre tamamlama kurbanı; Şemsü'l-Eimme'nin tercihine
göre şükür kurbanıdır. Hilâfın semeresi, yenilmesinin caiz olup olmadığında
meydana çıkar. Zeylâî. Hidâye sahibi birinciyi sahih bulmuş, Fetih sahibi
ikinciyi tercih etmiş onu kuvvetli bulmuştur. Bu bâbta hayli de söz etmiştir.
Bahır.
Ben derim ki: Keza Lübab sahibi de onu
ihtiyar etmiş, birinci kavli 'denilmiştir' sözüyle ifade etmiştir.
METİN
Hacc ihramı tavafı ile kuvvet bulduğu için
umreyi terk etmek müstehap olur. Terk ederse ona başlaması sahih olduğu için
kaza eder ve terkinden dolayı kurban keser. Bir kimse hacc eder de arkasından
bayram günü yahut ondan sonraki üç gün içinde umre için ihlâl yaparsa,
başlamakla umre kendisine lâzım olur. Lâkin kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur.
Günahtan kurtulmak için terki vâciptir. Terkinden dolayı kurbanla birlikte kaza
eder. O umreye devam ederse sahih olur. Fakat keraheti irtikâbettiği için
kurban lazım gelir. Bu kurban tamamlama kurbanıdır.
İZAH
«Hacc ihramı tavafı ile kuvvet bulduğu
içln...» Yani hacc ihramı onun amellerinden birini yapmakla kuvvet bulduğu icin
umreyi terk etmek müstehap olur. Hacc için hiç tavaf etmediyse iş değişir.
Hidâye. Yani kuvvet bulmadığı için umreyi terk etmek müstehap olmaz. Çünkü o
adam ihramdan başka bir şey yapmamıştır. Onda da tertip yoktur. Burada ise bir
vecihle tertibi kaçırmıştır. Çünkü tavafı kudûmu önce yapmıştır. Terkin vâcip olmaması,
eda edilen kısım haccın rüknü olmadığındandır. Nitekim Zeylâî'de beyan
edilmiştir.
«Kaza eder.» Yani umreyi kaza eder.
Başlaması sahih olduğu için sözünden murad, umre başlamakla bitirilmesi lâzım
gelen şeylerden olduğu içindir. T.
«Bir kimse hacc eder de ilh...» cümlesi,
bundan önceki meselenin tamamındandır. Çünkü evvelki cümle tavafı kudûme
başladıktan sonra veya ondan önce umreyi hacc üzerine yapmak hususundaydı. Bu
da umreyi vakfeden sonra, tıraştan önce yahut tavaf-ı ziyaretten önce veya sonra
bayram günü yahut teşrik günlerinde haccın üzerine yapması hususundadır.
Nitekim bunu Lübab sahibi söylemiş ve kırân hacısı olmadığını açıklamıştır.
Lâkin aşağıda gelen ifadenin zahirine muhaliftir.
«Başlamakla umre kendisine lâzım olur.»
Çünkü umreye başlamak mülzimdir. Nitekim yukarıda geçmişti.
«Günahtan kurtulmak için terki vâciptir.»
Hidâye sahibi burada hilâftan bahsederek şöyle demiştir: Bazıları hacc için
tıraş olur da sonra ihrama girerse. Asıl nam kitaptakinin zâhirinden
anlaşıldığına göre, umreyi terk etmez demişlerdir. Birtakımları ise nehyden
korunmak için terk edeceğini söylemişlerdir. Fakih Ebû Ca'fer, "Bizim
ulemamız bu kavil üzeredir." demiştir. Yani terkin vâcip olduğuna
kaildirler. Velev ki tıraştan sonra olsun demek istemiştir. Müteehhirin ulema
bunu sahih bulmuşlardır. Çünkü o kimsenin üzerinde, şeytan taşlamak, tavaf-ı
sader ve Mina'da gecelemenin sünnet oluşu gibi hacc vazifeleri kalmıştır.
Halbuki o günlerde umre mekruhtur. Binaenaleyh hiç şüphesiz umre fiillerini
hacc fiilleri üzerine bina etmiş olur. Fetih'te böyle denilmiştir.
Ben derîm ki: Bunun zâhiri, o kimsenin
kötülük işlemiş kırân hacısı olduğunu gösterir.
«O umreye devam ederse sahih olur.» Çünkü
kerahet başkasından gelen bir mânâdandır ki, o da o kimsenin bu günlerde kalan
hacc fiillerini eda ile meşgul bulunmasıdır. Hidâye.
«Keraheti irtikabettiği için kurban lâzım
gelir.» Yani ikisini biraraya getirdiği için demek istiyor. Bu ya ihram
hususunda yahut kalan amellerdedir. Hidâye. Yani umre için tıraştan önce
ihramlandıysa, iki ihramı biraraya getirdiği için; tıraştan sonra
ihramlandıysa, sair amellerde beraberlik olduğu için kerahet irtikâbetmiştir.
TEMBİH: Lübab şarihi bu meselenin hükmünü
anlattıktan sonra, "Bundan bir mesele anlaşılır ki, Mekkelilerle
başkalarının çok başına gelir. O da şudur: Bunlar, haccları için sa'y yapmadan
umre yaparlar." demiştir. Yani kendilerine ya terk kurbanı yahut cemi
kurbanı lâzım gelir demek istemiştir. Lakin umre ihramını bayram günü yahut
teşrik günleri diye kayıtlamalarının muktezası şudur ki; bu günlerden sonra
yaparsa kurban lâzım gelmez. Ama bu da senin Hidâye'nin ta'lîlinden anladığına
aykırıdır. Sa'yin bayram ve teşrik günlerinden sonraya bırakılması caiz olsa
da, ondan önce umre için ihramlanmakla, umre ve hacc fillerini biraraya
getirmiş olur. Bana öyle geliyor ki, kerahetin illeti ve terkin lüzumu cemidir.
Yahut ihramın bu günlere rastlamasıdır. Bu ikiden hangisi bulunursa kâfidir.
Lâkin bu günler haccın kalan amellerinin en mükemmel şekilde yapıldığı günler
olduğundan, onlarlakayıtlamışlardır. Nitekim Hidâye'den naklettiğimiz ibare de
buna işaret etmektedir. Hidâye sahibinin terkin lüzumunu ta'lil ederken
söylediği şu söz de öyledir: «Çünkü o adam haccın rüknünü eda etmiştir.
binaenaleyh umre fiillerini her cihetten hacc fiilleri üzerine bina etmiş olur.
Halbuki umre bu günlerde de mekruhtur. Onun için terki tâzım gelir.»
METİN
Hacca yetişemeyen kimse ona veya umreye
ihramlanırsa, terk vâcip olur. Çünkü iki hacc veya umre için iki ihrama birden
girmek meşru değildir. Hacca yetişemeyince ihramında kalır ve haccın ihramından
umrenin fiilleriyle çıkması lâzım gelir. Ondan sonra ihrama girdiğini kaza
eder. Çünkü başlaması sahihtir. Vaktinden evvel terk etmekle ihramdan çıktığı
için ceza kurbanı keser.
İZAH
«Hacca yetişemeyen kimse ilh...» cümlesi
dahi öncekinin tetimmesindendir. Geçen cemi meselelerinin caiz olmaması
hususunda hacca yetişenle yetişemeyen arasında fark yoktur.
«Çünkü iki ihrama birden girmek meşru
değildir ilh...» Bunun izahı şudur: Hacca yetişemeyen kimse ihram cihetinden
hacıdır. Çünkü haccın ihramı bâkîdir. Ama eda cihetinden umrecidir. Çünkü
ihramı umre ihramına dönmeden umre fiillerini yaparak ihramdan çıkar. Hacc için
ihramlanınca, ihram yönünden iki haccı birlikte yapmış olur. Bu ise bidattır.
Onun için onu terk eder. Umre için ihrama girerse, fiil cihetinden her iki
umreyi birarada yapmış olur. Bu da bidattır ve onu da terk eder. Zeylâî ve
diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Bil ki şarihin buradaki sözünde iki şey
vardır:
Birincisi: İki ihram demeden, "Çünkü
iki haccı veya iki umreyi birden yapmak ilh..." demesi gerekirdi.
Biliyorsun ki umre için ihrama girmenin lâzımı, fiil cihetinden iki umreyi
beraber yapmaktır. İhram cihetinden beraberlik değildir. Çünkü haccın ihramı
umre ihramına çevrilmemiştir.
İkincisi: "Meşru değildir." sözü,
evvelâ kendi tuttuğu yola aykırıdır. Kendisi, "iki umrenin ihramlarını
biraraya getirmek mekruhtur. İki haccın ihramlarını biraraya getirmek zâhir
rivayete göre mekruh değildir. Çünkü gayrı meşru dediğimiz şey, şâri
hazretlerinin yapılmasını veya terkini yasakladığı şeydir. Mekruh da o
cümledendir. Meşru bunun hilâfınadır. Binaenaleyh mekruha şâmil değildir.
Nitekim Kuhistanî'de beyan edilmiştir." demişti.
Ben derim ki: Birinciye şöyle cevap
verilebilir: "Yahut iki umre için" sözü, cem'a müteallik olan zarf
üzerine atfedilmiştir. Binaenaleyh cem'a da taallûk eder. İkinciye de şöyle
cevap yerilir: "Şarih ikinci rivayete göre hareket etmiştir. Onun dahi
tercih edildiğini biliyorsun. Binaenaleyh buna bir mâni yoktur."
«Ondan sonra ihrama girdiğini kaza eder.»
Umre fiilleriyle ihramdan çıktıktan sonra demektir.
«Vaktinden evvel terk etmekle...» Yani
ikinci ihramla üzerine aldığını terk etmekle demektir ki. bu, ihramdan çıkmanın
illetidir. Allah'u a'lem.
METİN
İhsâr, lügatta men etmek demektir. Şeriatta
iki rükünden men etmektir. Hacı, bir düşman veya hastalık yahut mahreminin
ölümü veya nafakasının helâkı sebebiyle haccdan mahsur kalırsa, ihramdan
çıkması helâl olur. O zaman ifrad haccı yapan, bir kurban veya kıymetini
gönderir, bulamazsa buluncaya yahut bir tavafla ihramdan çıkıncaya kadar
ihramlı olarak kalır.
İZAH
İhsâr sebebiy'le ihramdan çıkmak, bir nevi
cinayet olduğundan, musannıf onu cinayetlerden sonra zikretmiştir. Sonra
getirmesinin sebebi, ihsarın temeli iztırara; cinayetlerinse ihtiyârî fiillere
dayandığındandır. Nehir. İhsârın cinayet olduğuna delil, kendisine lâzım gelen
kurbandan yiyememesidir.
«İhsâr lügatta men etmek demektir.» Yani
korku, hastalık, acz gibi bir şeyle men edilmektir. Hapishaneye veya bir şehre
kapamak suretiyle düşmanı kendisini men ederse, buna 'hasr' denir. Nitekim
Keşşâf ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. El-Muğrib'te, "Meşhur olan
budur." denilmektedir. Tamamı İbn-i Kemâl'in şerhindedir.
«Şeriatta iki rükünden men etmektir.» Bunlar,
vakfe ile haccda tavaftır. Lâkin ileride göreceğiz ki umrede de ihsâr tahakkuk
etmektedir. Halbuki onun bir rüknü vardır. O da tavaftır. Hâsılı hasr, bir
yerden çıkmayı men etmektir. İhsâr ise matluba erişmeye hastalık veya düşman
sebebiyle mâni olmaktır.
«Hacı, bir düşman veya hırsızlık sebebiyle
ilh...» Yani insan olsun, yırtıcı mahlûk olsun bir düşman sebebiyle yahut
yürümekle artan bir hastalıkla veya mahreminin ölümüyle haccına devam edemezse
demektir. Mahremden murad, kadınla başbaşa kalması haram olmayan kimsedir.
Binaenaleyh kocasına da şâmildir. Bunların iptidaen bulunmamaları, ölümleri
hükmündedir. Kadın mahremi veya kocası olmadan ihrama girerse muhsaradır.
Nitekim Lübab ve Bahır'da beyan edilmiştir. Sonra bu kadınla Mekke arasında
sefer mesafesi bulunup, beldesi sefer mesafesinden daha az veya daha çok, lâkin
bulunduğu yerde kalması mümkün olduğuna göredir. Aksi takdirde zâhire göre
ihsâr yoktur.
«Nafakasının helâkı sebebiyle...» haccdan
mahsur kalırsa, ihramdan çıkması helâl olur. Nafakası çalınırsa, yürüyebildiği
takdirde muhsar değildir, yürüyemezse muhsardır. O anda yürümeye kâdir olur da
yolun bir kısmında yürüyemeyeceğinden korkarsa, ihramdan çıkması caiz olur.
Lübab. UIemanın bu sözlerinin zâhirine bakılırsa, nafakadan murad, konağa da
şâmildlr.
TETİMME: Lübab'da hacının birtakım şeylerle
muhsar olacağı ilâve edilmiştir ki, bazıları şunlardır:
1) İddet. Kadın hacca niyet eder de kocası
kendisini boşayarak iddet beklemesi lâzım gelirse muhsara olur. İster mukim,
ister yolcu olup yanında mahremi bulunsun.
2) Bir kimse yolunu şaşırır da hedy
kurbanını gönderecek birini bulursa, o kimse kendisine yolu gösterir, bulamazsa
muhsardır. Hedy kurbanını yerine göndermekten âciz kaldığı için ihramdan
çıkabilir. Fetih sahibi diyor ki: «O kimse hedy kurbanı gönderemeyen muhsar
gibidir.»
3) Karısı kocasından izinsiz nâfile hacc
için ihrama girdiği vakit, kocasının men etmesiyle; veya köleyi olsun, cariyeyi
olsun sahibi men ettiği zaman muhsar olur. Kadın izniyle ihrama girer yahut
farz hacc için ihramlanırsa, mahremi veya kocası beraberinde olmak şartıyla
muhsar değildir. Kocası kendisini men edemez, ihramdan çıkaramaz. Bu, hacc
aylarında veya hacc aylarından önce beldesinin hacıları yola çıktığı vakit veya
ondan biraz önce farz hacc için ihrama girdiğine göredir. Aksi takdirde kocası
kendisini men edebilir. Memlûke gelince: Sahibi izin verdikten sonra onu
ihramdan men etmesi mekruh olur. Cariyeye sahibi izin verdikten sonra kocası
mâni olamaz. Bilmelisin ki kul hakkından dolayı ihramın mûcebini yapmaktan men
edilen hacı hedy kurbanı göndermeden ihramdan çıkar. Kadın veya köle izinsiz
olarak ihrama girerlerse, kadını kocası, köleyi sahibi derhal ihramdan
çıkarabilirler. Nitekim izahı hacc bahsinin sonunda gelecektir. Bu, kurbana
bağlı değildir. Kadının hedy kurbanını veya onun kıymetini Harem'e göndermesi
icabeder. Şayet hacc için ihrama girdiyse, bir hacc ve umre borcu vardır. Umre
için ihramlandıysa, yalnız umre yapacaktır. Yolda kocası veya mahreminin ölmesi
bunun hilâfınadır. Böyle bir kadın ancak hedy kurbanıyla ihramdan çıkar.
Herhalde fark şu olsa gerektir: Bu kadının ihsârı hakiki, birincinin ihsârı
hükmîdir. Köle âzâd edildikten sonra ihsâr kurbanı götürerek bir hacc ve umre
yapacaktır. Bu satırlar Lübab ve şerhinden kısaltılmıştır.
«İhramdan çıkması helâl olur.» cümlesi,
bunun o kimse hakkında bir ruhsat olduğunu anlatır. Tâ ki ihramı uzun zaman
devam edip de ona meşakkat vermesin. Ama ihramında devam etmeye de hakkı
vardır. Nitekim gelecektir.
«İfrad haccı yapan bir kurban gönderir.»
Yani mücerret hacc veya umre yapan Harem'e bir kurban gönderir. Kuhistânî.
Bunun izahı hedy kurbanı bâbında gelecektir. İki kurban gönderirse, birincisi
ile ihramdan çıkar. Çünkü ikincisi tetavvudur. Nitekim Yenâbî'de beyan
edilmiştir. Kuhistânî.
«Yahut kıymetini gönderir.» Yani o parayla
Harem'de bir koyun satın alınarak onun namına kesilir. Hidâye. Burada kıymetin
tasadduk edilmesi caiz olmadığına işaret vardır. Lübab şerhi.
«Bulamazsa buluncaya kadar» ihramlı kalır.
Bize göre kurban kesmedikçe ihramdançıkamaz. Nihâye. Oruç ve yiyecek sadakası
bunun yerini tutmaz. Bahır. İhrama girerken ondan çıkmayı şart koşmak bir şey
ifade etmez. Lübab. Lübab şarihi diyor ki: Mezhebin kitaplarında yazılan budur.
Kirmânî ile Surûcî İmam Muhammed'in şu kavlini nakletmişlerdir:
«İhrama girerken mahsur kalırsa, ihramdan
çıkarım diye şart koşarsa, hedy kurbanı kesmeden ihramdan çıkması caiz olur.»
«Yahut bir tavafla ihramdan çıkıncaya kadar
ihramlı olarak kalır.»
Yani tavaftan sonra sa'y yapar ve tıraş
olarak ihramdan çıkar. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den naklen söylemiştir. Bu,
Mekke'ye varmaya kudreti olduğuna göredir. Bundan ve hedy göndermekten âciz
kalırsa, ebediyyen ihramlı kalır. Fetih sahibi, "Ma'ruf olan mezhep
budur." demiştir.
METİN
İkinci İmamdan nakledildiğine göre, kurbana
yiyecekle kıymet biçilir ve o yiyecek tasadduk edilir. Bunu da bulamazsa her
yarım sâ' için bir gün oruç tutar.
Kırân hacısı iki kurban gönderir. Bir
gönderirse, ihramdan çıkamaz. Ne zaman ihramdan çıkacağı belli olsun diye
kurban keseceği günü tayin eder. Kurbanı Harem'de keser. Velev ki bayram
gününden önce olsun. İmameyn buna muhaliftir. Bunu yapmaz da ihramdan çıkmadan
ailesine döner ve korku geçinceye kadar ihramlı olarak sabrederse caizdir.
Hacca yetişebilirse ne âlâ, yetişemezse umre ile ihramdan çıkar. Çünkü kurban
kesmekle ihramdan çıkmak ancak zaruret için meşru olmuştur. Tâ ki uzun müddet
ihramda kalıp zahmet çekmesin. Zeylâî, Kurbanı kesmekle ihramdan çıkar. Velev
ki tıraş olmamış veya saçını kısaltmamış bulusun. Tayinin faydası budur. Kurban
kestiğini zanneder de ihramsız yaptığı işleri yapar, sonra kesmediği meydana
çıkarsa; yahut Harem dışında kestiği anlaşılırsa, yaptığı bu cinayetin cezası
lâzım gelir.
İZAH
«İkinci İmamdan nakil...» edileni Fetih
sahibi nassa muhaliftir diyerek reddetmiştir.
«Kırân hacısı iki kurban gönderir.» Burada
ancak iki kurbanı kesmekle ihramdan çıkabileceğine işaret vardır. Kurbanların
biri hacc, diğeri umre için diye tayin edilmesi şart değildir. Kuhistânî. Kırân
hacısı, iki haccı yahut iki umreyi birden yapan ve Mekke'ye varmadan mahsur
kalan kimsedir. Mekke'ye vardıktan sonra mahsur kalırsa bir kurban kesmesi
gerekir. Lübab. Çünkü birini terketmiş olur. Bahır.
«Bir gün gönderirse ihramdan çıkamaz.»
Hidâye'nin ibaresi şöyledir:
«Hacc ihramından çıkmak ve umre ihramında
kalmak için bir hedy kurbanı gönderirse, hiçbirinin ihramından çıkamaz. Çünkü
her ikisinin ihramından çıkmak, bir halde meşru kılınmıştır.» Lübab'da şu da
ziyade edilmiştir: İki kurban kıymetinin bir kısmını gönderir debu parayla
Mekke'de yalnız bir kurban bulunur ve onu keserse, her iki ihramdan çıkamadığı
gibi, birinin ihramından da çıkamaz.»
«Kurban keseceği günü tayin eder.» O gün
keseceği saati dahi mutlaka tayin etmelidir. Tâ ki kurbanı kesmeden ihramdan
çıkmış olmasın. Meselâ zevâl vakti keseceğini tayin ederse, ondan sonra
ihramdan çıkar. Aksi takdirde kurbanı ikindi vakti kesmesi, ihramdan ise daha
önce çıkması ihtimali vardır.
«İmameyn buna mühaliftlr.» Onlar şöyle
demişlerdir: «Haccdan mahsur kalan kimseye kurban gününden başka bir zamanda
kurban kesmek caiz değildir. Ama umreden mahsur kalana ne zaman isterse
caizdir.» Hidâye. İmameyn'ln kavline göre hacc Içln bayram gününü vakit
tayinine hacet yoktur. Ancak bu tayini kurban günleri geçtikten sonra yaparsa,
o zaman bütün imamlarımıza göre umreden mahsur kalan kimse ona muhtaç olur.
Bunu Lübab şarihi söylemiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu söz götürür. Çünkü
İmameyn'e göre kurban bayramı günleriyle sınırlandırılmıştır. Birinci gün diye
tayin edilmemiştir ki; birinci, ikinci veya üçüncü gün diye tayin va'dine
muhtaç olsun. Denilebilir ki o adam üç gün geçinceye kadar sabredebilir de vade
tayinine muhtaç olmaz.»
«Ve korku geçinceye kadar...» sözünden
murad, mânidir. Bu mâni, korku veya başka bir şey olabilir.
«Yetişemezse...» Meselâ vakfeye yetişememek
suretiyle haccı kaçırırsa. T. Umreyle ihramdan çıkar. Bu, haccederken mahsur
kaldığına göredir. Umre yaparken mahsur kalırsa, ona muktedir olduğu an
muhasara ortadan kalkar.
«Kurbanı kesmekle ihramdan çıkar.»
Lübab'da, "Mücerret kurbanı kesmekle ihramdan çıkmış olmaz. Fiilen çıkması
gerekir." denilmiştir. Yani ihram yasaklarından velev tıraştan başka bir
şey yapması lâzımdır. Kârî.
Ben derim ki: Bu, musannıfın ve dlğer
ulemanın sözlerine muhalîftir. Halbuki bir semeresi de görülmemektedir. Bu şunu
ifade eder ki; kurban kesildikten sonra çalınırsa, kendisine bir şey lâzım
gelmez. Çalınmazsa onu tasadduk eder. Vekil zengin ise, yediğinin kıymetini
öder. Ve onu fakirlere tasadduk eder. Nitekim Lübab'da böyle denilmiştir.
«Velev ki tıraş olmamış veya saçını
kısaltmamış bulunsun.» Lâkin bunu yaparsa iyi olur. Bu İmameyn'e göredir. Ebû
Yusuf'tan iki rivayet vardır. Bir rivayete göre, tıraşla kısaltmadan biri
vâciptir. Bunu yapmazsa ceza kurbanı lâzım gelir. Diğer rivayete göre. yapması
gerekir. Ama yapmazsa bir şey lâzım gelmez. Zâhir olan rivayet budur.
Mebsut'tan naklen Hakâyık'ta böyle denilmiştir. O halde zâhir rivayete göre
hilâf yoktur. Sirâc'da şöyle denilmiştir: «Bu hilâf, Harem dışında mahsur
kaldığına göredir. Harem içinde mahsur kalırsa, tıraş olmak vâciptir.»
Şurunbulâliyye sahibi diyor ki: «Cevhere'de ve Kâfî'de böyle kesin ifade
edilmiştir. Bercendî ise onu Musaffâ'dan ' denilmiştir ' sözüyle hikâye etmiş
ve şöyle demiştir: İmameyn'ln kavline göre, tıraş vâcip olmaması, İhsâr Harem'de
olmadığına göredir. Harem'de olursa, tıraş olması vâciptir denilmiştir.»
«İhramsızın yaptığı işleri yapar» Yani onun
yaptığı gibi tıraş olur, koku sürünür ve buna benzer şeyleri yaparsa demektir.
«Yaptığı bu cinayetin cezası lazım gelir.»
Cinayet çoksa ceza da çok olur. T.
Ben derim ki: Bunu açık söyleyen görmedim.
Evet ulemanın sözlerinden anlaşılıyor. Ama bununla, yukarıda geçen
"ihramlı bir kimse onu terk etmeyi niyet eder de, ihramsızın yaptığını
yapar ve bununla ihramdan çıktığını zannederse, irtikâbettiği bütün yasak
fiillere karşılık bir kurban kesmesi lâzım gelir. Çünkü hepsi bir kasta
dayanır." meselesinin arasında ne fark olduğu incelenmelidir. Ulema o
meseleyi ta'lîl ederek, "Dünyevî ödemeleri defetmek için fâsit te'vîl
muteberdir." demişlerdir. 'Meselâ bir yankesici âdil bir insanın malını
itlâf eder veya kendisini öldürürse, yaptığı fâsit te'vîl kabul olunur.
Şüphesiz ki meselemizde de bütün yasaklanmış fiiller bir kasta dayanmaktadır.
Onun için Zeylâî üzerine hâşîye yazanlardan biri, burada da taaddüt olmadığını
söylemiştir.
METİN
O kimse haccının ihramından çıkmışsa -
velev ki nâfile olsun - ona başlamakla üzerine bir hacc vâcip olur. O sene
haccetmezse, ihramdan çıktığı için bir de umre yapması lâzım gelir. Umresinin
ihramından çıkmışsa bir umre; kırânın ihramından çıkmışsa, bir hacc iki umre
yapması lâzım gelir. Umrelerin biri ihramdan çıktığı içindir. Hedy kurbanı
gönderir de sonra muhasara kalkarsa, ve kurbanıyla haccın ikisine de
yetişebilecekse, yola çıkması vâcip olur. Her ikisine yetişemeyecekse, yola
çıkması lâzım gelmez. Mesele dörtlüdür.
İZAH
«Velev kl nâfile olsun.» ifadesl, kaza
vâcip olmasının, farza, nâfileye, maznûna, müfside, başkası namına haccedene,
hür ve köleye şumulünü gösterir. Şu kadar var ki; kölenin kaza borcu, âzâd
olunduktan sonraya kalır. Lübab. Maznûndan murad, üzerine hacc farz olduğunu
zannederek ihrama giren, sonra farz olmadığı anlaşılan ve muhasara edilen
kimsedir. Pezdevî lle Keşif sahibi ona kaza lâzım gelmediğini söylemişlerdir.
Lâkin Surûcî Gâye adlı eserinde esah kavle göre vâcip olduğunu açıklamıştır.
Nasıl ki ihsâr olmaksızın haccını ifsat etse kaza etmesi lâzım gelir. Bunu Kârî
söylemiştir.
«Üzerine bir hacc vâcip olur.» Yani lâzım
gelir. "Vâcip olur" tabiri "farz olur" mânâsına da,
ıstılahî vâcip mânâsına da şâmildlr. Meselâ farz haccı yaparken ihsâr vuku
bulsa, o kimseye bir hacc vaciptir denildiği gibi; nâfile haccda ihsâr vaki
olsa yine o kimseye bir hacc vâciptir denilir. Halbuki bu ikincisi ıstılahî
vâciptir. (Tercememizde biz bu kelimeyi ekseriyetle 'farzdır'mânâsında
kullandık. Istılahî vâcip mânâsında kullandıksa, ona tembihte bulunduk.)
«Başlamakla...» Yani ona başlaması
sebebiyle demektir. Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: «Bu ancak nâfilede
zâhirdir. Farzda ise kaza başlamakla değil emirle vâciptir.»
«İhramdan çıktığı için...» Çünkü o kimse
hacca yetişememiş mânâsındadır. Umre fiilleriyle ihramdan çıkar. Onu eda
edemeyince kaza eder. Nehir. Hâsılı hacc için ihrama giren kimseye evvel emirde
hacc lâzım gelir. Aciz kalınca umre yapması gerekir. İkisini de yapamazsa,
ikisini de kaza etmesi gerekir. Nitekim ikisi için ihrama girmiş olsa, ikisinin
de kazası gerekirdi. Bu, Kâdıhan'ın Câmi'inde beyan edilmiştir.
«O sene haccetmezse ilh...» Fakat o sene
haccederse. beraberinde umre yapması vâcip değildir. Çünkü o kimse hacca
yetişemeyen gibi olmaz. Fetih. Bir de şu var ki, haccla birlikte umre ancak
kurban keserek ihramdan çıktığı vakit vâcip olur. Umre fiilleriyle ihramdan
çıkarsa, kaza ederken kendisine umre lâzım değildir. Lübab şerhi.
TEMBİH : Hacc ile umreyi kaza ederken
onları dilerse beraberce, dilerse ayrı ayrı yapar. Bilmelisin ki kaza niyeti,
sene değiştiği vakit ihsârı nâfile haccda olmak şartıyla bilittifak lâzımdır.
İhsân farz haccda olmuşsa, kaza niyeti lâzım değildir. Çünkü bu hacc onun
üzerinde bâkidir. Onu ödeyememiştir ki, gelecek seneye tekkrar niyet etsin.
Fetih.
«Umresinin ihramından çıkmışsa bir umre...»
Yani umre yaparken ihsâr vuku bulmuşsa, onu umre olarak kaza eder. Bu mesele,
umrede ihsâr tahakkuk ettiğini gösteren fer'î bir meseledir. Diğer bir Ter'î de
şudur: Belirsiz bir hacca niyetlenir de tayin etmeden ihsâr vuku bulursa,
istihsanen bir hedy kurbanı gönderip umreyi kaza etmesi gerekir. Kıyasa göre
ise ona bir hacc iIe umre lâzımdır. Tamamı Nehir'dedir.
«Kırânın ihramından çıkmışsa, bir hacc iki
umre yapması lazım gelir» Kaza ederken ifradla kırân arasında muhayyerdir.
Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Bahır sahibi de tahkik etmiştir. Yani ya
üçünüde ayrı yapar, yahut hacc ile umreyi beraberce yaparak sonra bir umre daha
yapar. Nitekim Lübab şerhinde böyle denilmiştir.
«Umrelerin biri ihramdan çıktığı içindir.»
şarih bu sözüyle, iki umre, ihsârın vâki olduğu senede haccetmediği zaman lâzım
olduğuna işaret etmektedir. Çünkü kurban kestikten sonra ihsâr kalkar da o sene
haccederse, sadece kırân umresi lâzım gelir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
Çünkü o kimse hacca yetişemeyen gibi değildir. Binaenaleyh ihramdan çıkma
umresi lâzım gelmez.
Ben derim ki: Umre fiilleri ile ihramdan
çıkarsa, bunun misli lâzım gelir. Nitekim yukarıda geçenlerden anlaşılmıştır.
«Yola çıkması vâcip olur.» Çünkü bedelle
maksut hâsıl olmadan aslı edaya imkân bulmuştur. Nehir. Hedy kurbanını nasıl
isterse öyle yapar. Yani ister satar, ister hîbe veya sadaka verir. Lübab
şerhi.
«Yola çıkması lâzım gelmez.» İkisine birden
yetişemeyecekse; yahut yalnız hedy kurbanı kesmeye gücü yetecekse, mesele
zâhirdir. Lâkin umre fiilleriyle ihramdan çıkmak için yola koyulursa caizdir.
Çünkü ihramdan çıkmakta asıl olan budur. Bunda kendisinden umrenin sükutu da
vardır. Ama yalnız haccı yapabilecek, hedy kurbanını kesemeyecekse, ihramdan
çıkmanın caiz olması İmam-ı Âzam'ın kavline göredir. İstihsan da budur. Çünkü
ihramdan çıkmasa malı nâhak yere zayi olacaktır. Malın hürmeti canın hürmeti
gibidir. Şu kadar var ki, yola çıkması efdaldir. Tamamı Nehir'dedir.
TEMBİH: Yalnız umre yapan hakkında umreye
yetişememek tasavvur edilemez. Çünkü umrenin vakti bütün ömürdür. Umre için
dört suretin yalnız ikisi vardır. Ya hem umreye, hem hedy kurbanına yetişir. Yahut
yalnız umreye yetişir. Her ikisinin hükümleri mâlûmdur. Bunu Rahmetî
söylemiştir. Benzeri de Lübab'dadır.
FER'Î MESELE: Hedy kurbanını gönderir de
sonra ihsârı kalkarak başka bir ihsâr vâki olursa, hedy kurbanına yetişeceğini
bildiği ve onunla ikinci ihsârını niyetlendiği caizdir. Onunla ihramdan çıkar,
niyet etmezse caiz değildir. Av cezası olarak bir hedy kurbanı gönderir de
sonra ihsâr vâki olur ve o kurbanın ihsârı için olmasına niyet ederse caizdir.
Kendi yerine başkasını tayin etmesi gerekir. Lübab.
METİN
Arafat'ta vakfeyi yaptıktan sonra ihsar
yoktur. Çünkü artık haccı kaçırmayacağından emindir. Haccdan men edilen kimse
Mekke'de olup iki rükün yapmasına mâni olunursa, esah kavle göre muhsardır. iki
rükünden birine kâdir olan muhsar değildir. Vakfeye kâdir olan muhsar değildir.
Çünkü haccı onunla tamam olmuştur. Tavafa kadir olan da muhsar değildir. Çünkü
onunla ihramdan çıkmıştır. Nitekim evvelce geçmişti.
İZAH
«Vakfeyi yaptıktan sonra ihsâr yoktur.»
Arafat'ta vakfeyi yaptıktan sonra kendisine bir mâni zuhur ederse, hedy
kurbanıyla ihramdan çıkmaz. Bilâkis tıraş olmadıysa, yani vakti gelip tıraş
olmadıysa, herşey hususunda ihramlı kalır. Tıraş olduysa, yalnız kadınlar
hakkında ihramlıdır. Bu da tavafı ziyareti yapıncaya kadardır. Mâni devam eder
de kurban günleri geçerse, dört kurban kesmesi gerekir. Bunların biri
Müzdelife'de vakfeyi terk ettiği için, biri şeytan taşlamayı terk ettiği için,
biri tavafı geciktirdiği, biri de tıraşı geciktirdiği içindir. Nitekim Lübab.
Zeylâî ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Bahır sahibi bunu İmam Muhammed'in
altı kitabını -ki bunlar zâhir rivayettir- toplayan Hâkim'in Kûfî'sinden
nakletmiş. sonra müşkil görmüş ve şöyle demiştir: «Haccın bir vâcibi bir
özürden dolayı bırakılırsa birşey lâzım gelmez. Hattâ izdiham korkusuyla
Müzdelife'de vakfeyi terk etse bir şey lâzım değildir. Vetavaf-ı saderi
terkeden hayızlı kadın gibi olur. Şüphesiz ki ihsâr da bir özürdür.» Sonra buna
cevap vermiş; buradaki ihsârı mutlak değil, düşman muhasarasına yorumlamıştır.
Çünkü ihsâr hastalık sebebiyle olursa semâvîdir (Allah' tandır). Vâcipleri terk
hususunda özür sayılır. Kul tarafından geleni bunun hilâfınadır. Çünkü o
Allah'ın hakkını ıskat etmez. Nitekim teyemmüm de öyledir. Nehir sahibi bunu
nakletmiş, Makdisî de Kenz şerhinde kesinlikle buna kail olmuştur. Lübab
şerhinin cinayetler bâbında bunun benzeri zikredilmiştir.
Ben derim ki: izdiham korkusuyla vakfeyi
terk etme meselesi vârit değildir. Çünkü teyemmümde geçtiği vecihle, korku
kulun tehdidinden neşet etmezse, o semâvîdir.
«Çünkü artık haccı kaçırmayacağından
emindir.» Burada şöyle denilebilir: Umre yapan da böyledir. Çünkü umrede ihsâr
tahakkuk etmekle beraber, o bir vakitle sınırlı değildir. Buna şöyle cevap
verilmiştir: Umre yapan kimseye ihramın uzamasıyla iltizam ettiğinden daha
fazla zarar lâzım gelir. Bayram günü tıraş olarak ihramdan çıkması da mümkün
değildir. Binaenaleyh özrü yokken hedy kurbanıyla ihramdan çıkmasına hacet
yoktur. Bunu Zeylâî söylemiştir. Lâkin denilmiştir ki: «O kimsenin Harem
dışında bulunduğu yerde tıraş olmaya hakkı yoktur. Tıraşını tavafı ziyaretten
sonraya bırakır.» Bazıları buna hakkı olduğunu söylemiştir. Gâyetü'l-Beyân'da
Attâbî'den naklen bunun daha zâhir olduğu bildirilmiştir.
«Esah kavle göre...» sözünün mukabili,
İmam-ı Âzam'dan rivayet edilen şu kavildir: «Bugün Mekke'de ihsar yoktur. Çünkü
İslâm beldesidir.»
«Çünkü haccı onunla tamam olmuştur.» Ulema
demişlerdir ki: «Başkası namına hacca gönderilen bir kimse. Arafât'ta vakfeyi
yaptıktan sonra tavafı ziyareti yapmadan ölürse kâfi gelir. Bahır.» Biz bu
hususta hacc bahsinin başında söz etmiştik.
«Tavafa kâdir olan da muhsar değildir.»
Buna, haccın iki rüknünden biri demesi sureti itibariyledir. Yoksa rükün olan
tavaf, vakfeden sonra yapılandır. Burada vakfe yoktur. Bunu Tahtâvî söylemiştir.
«Çünkü onunla ihramdan çıkmıştır.» Çünkü
hacca yetişemeyen bununla ihramdan çıkar. İhramdan çıkma hususunda kurban
kesmek bunun bedelidir. Binaenaleyh hedy kurbanına hacet yoktur. Zeylâî. Lübab
şerhinde ise, "0 kimse hacca yetişemeyen mânâsındadır. Binaenaleyh vakfeyi
kaçırdıktan sonra umre fiilleriyle İhramından çıkar. Kendisine ceza kurbanı ve
umre kazası lâzım değildir." denilmiştir. Şu halde tavafı zikretmekle
yetinmesi, umrenin rüknü olduğu içindir. Aksi takdirde mücerret tavafla ihramdan
çıkılmaz. Onunla birlikte mutlaka sa'y ve tıraş lâzımdır. Şarih, "Nitekim
geçmiştir." diyerek buna işaret etmiştir. Yani bu, musannıfın ibaresinde,
"Aksi takdirde umre ile ihramdan çıkar." cümlesiyle geçmiştir. Keza
kırân bâbından önce geçmiş ve orada," Arafat'ta vakfe yapmayan haccı
kaçırmıştır. O, tavaf ve sa'y yaparak ihramdan çıkar. Ve haccını gelecek sene
kaza eder." demiştir. Bunun üzerine biz de orada söz etmiştik.
TEMBİH: Musannıf burada Kenz ve diğer
kitaplarda zikredilen fevat (vaktini geçirme) bâbını zikretmemiştir. Çünkü
kıran bâbından önce söylediklerini yeterli görmüştür. Mâlûmdur ki haccın
kazasını icabeden sebepler dörttür:
1 - Vaktini geçirmek,
2 - Vakfeden ihsâr (men edilmek). Bunların
arasındaki fark, ihramdan çıkmanın keyfiyetindedir.
3 - Cimâ'la ifsat. Velev ki fâsidine devam
lâzım gelsin.
4 - Haccı rafd (terk) ve geçen bâbta
zikredilen fer'leridir.
METİN
(İbadetin sevabını başkasına hediye
meselesi)
Asıl olan şudur ki: Bir ibadeti yapan
kimse, onun sevabını başkasına bağışlayabilir. Velev ki onu yaparken kendisi
için niyet etmiş olsun. Çünkü delillerin zâhiri bunu göstermektedir.
İZAH
"Bir ibadet"ten murad, bilumum
ibadetlerdir. Namaz, oruç, sadaka, Kur'an okumak, zikirde bulunmak, tavaf
etmek, hacc, umre vesaire gibi ki, peygamberlerin kabirleriyle şehitlerin,
evliyanın ve sülehânın kabirlerini ziyaret etmek, ölüyü kefenlemek ve bütün
hayrât işleri bunda dahildir. Nitekim Hindiyye'de beyan edilmiştir. T.
Zekât bahsinde Tatarhâniyye'den naklen
arzetmiştik ki. nâfile bir ibadeti tasadduk etmek isteyen kimseye efdal olan,
erkek-kadın bütün müminleri niyet etmektir. Çünkü bu hediyye onlara hiç
noksansız ulaşır. Bahır sahibi şu incelemeyi yapmıştır: Ulemanın bu bâbtaki
mutlak sözleri, farza da şâmildir. Lâkin hediye etmekle farz tekrar zimmetine
borç olmaz. Çünkü sevap bulunma/nası zimmetten sükût etmemeyi (Yani ödenmemiş
olmayı) gerektirmez. Halbuki bildiğin gibi sevap tamamen yok olmaz. İleride
göreceğiz ki bir kimse anne ve babası namına hacca niyetlense, "Bu onun farz
haccı namına kâfidir." denilmiştir. Bu da Bahır sahibinin bahsini te'yid
eder. Yine Bahır sahibinin tetkikine göre bir ibadeti yaparken kendi namına
niyet ederek sonra sevabını başkasına bağışlamakla. başkası namına niyet etmek
arasında fark yoktur. Çünkü ulemanın sözleri mutlaktır.
Ben derim ki: Bunun farza şâmil olduğunu
söylemek yerindedir. Çünkü farza kendi namına niyet eder. Sevabını başkasına
bağışlamak sahih olunca,bu gösterir ki, sevabının başkasına erişmesi için bu
fiili yaparken başkasını niyet etmek şart değildir. Cenazeler bahsinin sonunda
şehit bâbından az önce Hambelî İbn-i Kayyim'dan naklen arzetmiştik ki,
Hambelîlerce, filli yaparken başkasına niyetin şart olup olmadığında ihtilâf
edilmiştir. Bazıları şart olmadığını söylemiş; "Çünkü sevap kendisinindir.
Onu istediğine teberru edebilir." demişlerdir. Niyetin şart olduğunu
söyleyenler de bulunmuştur. Hattâ bu kavil evlâ görülmüştür. "Çünkü fiil
işleyen namına kabul edilince, başkasına intikal kabul etmez."
denilmiştir. Yine İbn-i Kayyım'dan naklen arzetmiştik ki, sevabın gönderilene
erişmesi için lâfzan hediye etmesi şart değildir. Meselâ zekât niyetiyle bir
fakire para vermek nasıl caizse, bu da caizdir. Çünkü sünnette bu şart
kılınmamıştır. Ne başkası namına yapılan hacc hadisinde, ne de diğer
benzerlerinde böyle bir şey yoktur. Evet fiili kendi için yapar da sonra
sevabını başkasına hediye ederse kâfi gelmez. Nitekim hîbe etmeyi, âzad veya
tasaddukta bulunmayı niyet etmesi böyledir. Ama sevabının yarısını veya dörtte
birini niyet etmesi sahihtir. Bunu şu da izah eder ki: Bir kimse fiilinin bütün
sevabını dört kişiye hediye etse, her biri için çeyrek sevap hâsıl olur. Tamamı
oradadır.
TEMBiH: Bahır sahibi diyor ki: «Bir kimse
ibadetinin karşılığında dünyalık bir şey alsa hükmü ne olur görmedim. Ama bunun
sahih olmaması gerekir.» Demek istiyor ki: Bu dünyalığı sâbık bir ibadeti
karşılığında alırsa, onu satmış olur ki, bu kesin olarak bâtıldır. Dünyalığı
alıp karşılığında ibadet yapmayı şart koşarsa, ibadet için kiralanmış olur ki,
bu da bâtıldır. Nasıl ki bütün metinlerde, şerhlerde ve fetva kitaplarında
nassan bildirilmiştir. Bundan yalnız müteehhirin ulemanın cevaz verdikleri
okuma öğretmek, müezzinlık ve imamlık gibi şeyler için verilen ücret
müstesnadır. Onlar bunu zaruretle illetlendirmiş, zamanımızda Beytülmal'dan bir
şey verilmediği için dinin zayi olacağı korkusunu da ilâve etmişlerdir. Bundan
anlaşılır ki, ölü namına ücretle haccedecek birini göndermek caiz değildir.
Çünkü bunda bir zaruret yoktur. Nitekim bu bâbta beyan edilecektir. Yine
zaruret olmadığı için Kur'an okumak ve zikretmek için ücretle adam tutmak da
caiz değildir. Bu bâbta sözün tamamı, bizim. "Şifâü'l-Alîl...." adlı
risalemizdedir.
«Sevabını başkasına bağışlayabilir.»
Mutezile taifesi bütün ibadetlerde; İmam Mâlik ile Şâfiî ise namaz ve Kur'an
okumak gibi sırf bedenî ibadetlerde buna muhaliftirler. Mâlik ile Şâfiî bedenî
ibadetlerin ölüye vâsıl olmayacağına kaildirler. Sadaka ve hacc gibi diğer
ibadetler bunun hilâfınadır. Hilâf, bir kimse bunu yapabilir mi, yapamaz mı meselesinde
değil; onun yapmasıyla hediye olur mu olmaz mı meselesindedir. Onun hediye
etmesiyle hediye olmazsa, hediye etmesi hükümsüz kalacaktır. Bunu Fetih sahibi
söylemiştir. Yani hilâf, sevabının vâsıl olup olmamasındadır, Başkası'ndan
murad, ölüler de olabilir, diriler de. Bunu Bedâyi' den naklen Bahır sahibi
söylemiştir.
Ben derim ki: 'Başkası' tabirinin mutlak
bırakılması, Peygamber (s.a.v.)'e de şâmildir. Ama bizim imamlarımızdan bunu
açıkça söyleyen görmedim. Diğer mezhepler uleması arasında bu hususta uzun
münakaşa vardır. İmam Sübkî ile Şafiîlerin müteehhirin ulemasına göre caizdir.
Nitekim cenazeler bahsinin sonunda izah etmiştik. Oraya müracaat edebilirsin.
METİN
«İnsana kazandığından başka bir şey
yoktur.» âyetine gelince: Ondan murad, ancak biri ona hîbe ederse o zaman
vardır, demektir. Nitekim Kemâl tahkîkini yapmıştır. Yahut âyetteki 'lâm' 'alâ'
manâsınadır. Nitekim "Onlara da lânet vardır." âyeti kerimesindeki
'lâm' 'alâ' mânâsınadır.
İZAH
«Âyetine gelince...» O te'vil edilmiştir,
Yani ancak bağışlarsa caiz olur denilmiştir.
«Nitekim Kemâl tahkikini yapmış...» ve
kısaca şöyle demiştir: «Âyeti kerîme, Mutezile taifesinin söylediği mânâda
zâhir ise de. nesih veya takyîd edilmiş o!ması ihtimali vardır. Buneticeyi
tesbit eden hadis sabit olmuştur ki, o da Peygamber (s.a.v.)'in iki bakla koç
kurban etmesidir. Bunların birini kendi namına, diğerini Ümmeti namına
kesmiştir. Bu hadisi Sahabeden birçok kimseler rivayet etmiş; hadis yaygın bir
hal almıştır. Binaenaleyh meşhur olması ihtimalden uzak değildir. Meşhur
hadisle ise, mutlak olan ayet takyîd edilebilir. Dârekutnî'nin rivayetine göre,
biri Peygamber (s.a.v.)'e sormuş; "Annem babam vardır. Hayatlarında
kendilerine itaat ederdim. Ölümlerinden sonra onlara ne iyilik edeyim?"
demiş. Rasulullah (s.a.v.); "ÖIdükten sonra hayır namına kendi namazınla
birlikte onlar için de namaz; orucunla birlikte onlar için de oruç
tutmaklısın." buyurmuştur. Hz. Ali'den dahi Rasulullah (s.a.v.)'den naklen
şu hadis rivayet olunmuştur: "Bir kimse kabristana uğrar da onbir defa
ihlâs suresini okur ve sevabını ölülere bağışlarsa, kendisine ölülerin
sayısınca sevap verilir." Enes'den de rivayet olunmuştur ki: "Yâ
RasusulIah! Biz ölülerimiz namına sadaka veriyoruz. Onlar namına haccediyor,
duado bulunuyoruz. Acaba bu onlara vâsıl oluyor mu?" diye sormuş.
Rasulullah (s.a.v.), "Evet, onlara vâsıl olur ve onlar bundan, sizden
birinize bir tabak hediye geldiği zaman nasıl sevinirse öyle sevinirler."
buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Hafs Ükberî rivayet etmiştir. Bir rivayete göre
Peygamber (s.a.v.), "ölülerinize Yâsîn okuyun!" buyurmuştur. Bu
hadisi Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Bütün bunlar, ve sözü uzatırız korkusuyla
bıraktıklarımız arasındaki kadir-i müşterek tevatür derecesini bulmaktadır. Bu
kadiri müşterekten murad, başkasının amelinden faydalanmaktır. Kezâ Kur'an-ı
Kerîm'de anneye babaya dua edilmesi emir buyrulmuştur. Meleklerin müminlere
istiğfarda bulundukları haber verilmiştir ki, bunlar fayda hâsıl olduğunu
göstermekte kesindir. Ve bunlar Mutezilenin istidlâl ettikleri âyetin zâhirine
muhaliftir. Çünkü o âyetin zâhiri, bir kimsenin biri için istiğfarda bulunması
hiçbir vecihle fayda vermeyeceğini gösterir. Çünkü bu kendi emeği değildir.
Biz, "Ayetin zâhiri murad değildir." diyerek, onu kişi hîbe etmezse
diye kayıtladık. Bu, mensuhtur demekten evlâdır. Zira daha kolaydır. İrade
ettikten sonra bâtıl olma yoktur. Bir de bu âyet haber kabilindendir.
Haberlerde nesih yoktur»
«Yahut âyetteki 'lâm', 'alâ' mânâsınadır.»
Bu ikinci bir cevaptır. Ama Kemâl onu reddetmiştir. Çünkü âyetin zâhirinden ve
gelişinden uzaktır. Âyet, yüz çeviren ve cimrilik eden kimseye va'z ve
nasihattir. Şu da var ki bu âyet, "Hiç kimse başkasının günahını
yüklenmez." âyetiyle tekerrür etmektedir. Daha başka cevaplar da
verilmiştir ki, onları Zeylâî ve başkaları Sıralamıştır. Bazıları şunlardır:
1- Bu âyet neshedilmiştir.
2- Bu âyet Mûsa ve İbrahim (a.s.)'in
kavimlerine mahsustur. Çünkü onların sahifelerindekini hikaye etmektedir.
3- Bu âyetteki insandan murad kâfirdir.
4- Bu, adâlet yoluyla değil, fakat fazi ve
ihsan yoluyla olur demektir.
5- İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır.
Lâkin bazan çalışması esbaba tevessülle olur. İhvanını çoğaltır, îmânı tahsil
eder. Peygamber (s.a.v.)'in, "Ademoğlu ölünce ameli kesilir. Ancak üç
şeyden kesilmez..." hadisine gelince: Bu hadis, başkasının ameli
kesildiğine delâlet etmez. Bizim sözümüz ise. başkasının ameli hakkındadır.
Zeylâî.
«Kimse kimse namına oruç tutamaz ve kimse
kimse namına namaz kılamaz.» hadisi ise borçtan kurtulmak hususundadır. Sevap
hakkında değildir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
METİN
Yemin ederim ki Zahidî burada Mutezili
olduğunu açıklamıştır. Hidayeti veren Allah'tır. Zekât ve kefaret gibi mâlî
ibadetler, mükellef namına mutlak surette niyabet kabul ederler. Yani kudreti
olsun olmasın caizdirler. Velev ki naip zımmî olsun. Çünkü itibar, vekâlet
verenin niyetinedir. Velev ki vekil verirken niyet etsin. Namaz ve oruç gibi
bedenî ibadetler ise, mutlak surette niyabet kabul etmezler.
İZAH
«Zahidî Mutezili olduğunu açıklamıştır.»
Çünkü Müctebâ'da Hidâye'nin ibaresini naklettikten sonra şöyle demiştir: «Ben
derim ki: Adâlet ve tevhit ehlinin mezhebine göre, buna hakkı yoktur ilh...»
Böylece Hidâye'den ayrılmış; kendi îtikadında olanlara adâlet ve tevhit ehli
adını vermiştir. Çünkü onlar, "En iyiyi yaratmak Allah'a vâciptir. Bunu
yapmazsa zulmetmiş olur." derler. Bir de Allah'ın sıfatlarını kabul
etmezler. Derler ki: «Allah'ın kadîm sıfatları olsa, kadîmler çoğalırdı.
Halbuki kadîm birdir...» Onların bu sapık îtikadının nasıl iptal edileceğini
kelam kitapları beyan etmiştir. Zahidî'nin sözünü Mi'racı Dirâye sahibi
nakletmiş, reddini de üzerine almıştır. Şeyh Mustafa Rahmetî dahi hâşiyesinde
onu reddetmiştir. Sözü uzun tutmuş, fakat güzelce hatayı sevaptan ayırmıştır.
«Hidayeti veren Allah'tır.» cümlesindeki
güzel îham, akıl sahiplerinin gözünden kaçmamaktadır.
"ibadet" kelimesi hakkında İmam
Lameşî şunları söylemiştir: «İbadet; tevazu ve tezellülden ibarettir. Tarifi
şudur: Ancak Allah Teâlâ'nın emrini ta'zim için yapılan iştir. Kurbet ise, ya
sadece Allah'a yaklaşmak için yapılan iştlr; yahut kışla ve mescit yapmak gibi
insanlara da iyilik sayılan şeylerle birlikte Allah'a yaklaşmak için yapılan
şeydir. Tâat ise Allah'tan başkasına da yapılması caiz olan şeydir. Tâat emre
uymak demektir. Allah Teâlâ, "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin,
sizden olan emir sahiplerine de itaat edin!" buyurmuştur. Bu satırlar
Tahtâvî'nin Ebussuud'dan naklettiği ibareden kısaltılmıştır.
"Zekat'dan murad, malın zekatı, yahut
sadakayı fıtır gibi canın zekâtı; yahut öşür gibi yerinzekâtıdır. Buradaki
teşbihte nafakalar da dahildir. Şârih mâlî ibadetten murad; ya hâlis ibadet, ya
nafaka mânâsını taşıyan ibadet yahut ibadet manasını taşıyan nafaka olduğuna
işaret etmiştir. Bunlar usûl-i fıkıhtan öğrenilir.
"Kefaret" ten murad da; köle
âzâdı, fakir doyurmak ve giydirmek gibi nevileridir. Bahır.
«Nihayet kabul ederler.» Burada kaide
şudur; Tekliflerden maksat, deneme ve meşakattır. Bu, bedenî ibadette nefsi ve
hususi fiillerle âzâyı yorarak yapılır. Naibinin yapmasıyla, bir insanın kendisinin
çekeceği meşakkat tahakkuk etmez. Onun için onlarda mutlak surette niyabet caiz
değildir. Yani âciz de olsa, kâdir de olsa caiz değildir. Mâlî ibadetlerde ise
maksat, nefsin sevdiği malı eksiltip fakire ulaştırmak suretiyle onu
denemektir. Bu deneme, naibin yapmasıyla da hâsıl olur. Kıyasa bakılırsa,
haccda niyabet caiz olmamalıydı. Çünkü haccda hem bedenî hem mâlî meşakkatlar
vardır. Bedenî ibadette naiple iktifa edilmez. Lâkin Allah Teâlâ sırf
tarafından bir rahmet ve fazîlet olmak üzere, ölüme kadar devam eden aczde hacc
parasını naibe vermek suretiyle, mâli meşakkatın tahammülüne ve haccın ıskatına
ruhsat vermiştir. Bahır.
«Velev ki vekil verirken niyet etsin.» Bu
umumda şunlar dahildir:
1 - Müvekkil parayı vekile verirken niyet
edebilir.
2 - Vekil parayı fakirlere verirken niyet
edebilir.
3 - Vekille müvekkil kendi oralarında niyet
ederler.
Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Şimdi şu
kalır: Parayı ayırır da vekile vermeden onunla zekâtı niyet ederse ne olur?
Şarihin ibaresi buna da şâmildir. Zâhire göre caiz olur. Nitekim şu halde o
paraları bizzat kendisi bir fakire verse, ulema bunun caiz olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü verirken hükmen niyet vardır. Bir de şu kalır: Vekil
paraları fakire verdikten sonra, paralar fakirin elindeyken niyet etmiş olsa,
zâhire göre caiz olur: Nitekim paraları bizzat kendisi fakire verse, ulema caiz
olduğunu söylemişlerdir.
"Oruç"un bedenî ibadet olmasının
mânâsı, onda beden amellerini terk etmek bulunduğundandır. Bunu Nehir sahibi
Sa'diyye hâşiyelerinden nakletmiştir. "Oruç, iftar ettiren şeylerden
kendini tutmaktır" dese daha iyi olurdu.
METİN
Farz olan hacc gibi her ikisinden mürekkep
olan ibadet yalnız acz halinde niyabet kabul eder. Lâkin aczin ölüme kadar
devamı şarttır. Çünkü hacc ömürde bir defa farz olur. Hattâ özrün kalkmasıyla
iadesi lâzım gelir. Gönderen namına hacca niyet etmesi de şarttır. "Filan
namına ihrama girdim ve filan namına telbiye ettim" diyecektir. İsmini
unutur da, "gönderen namına" diyerek niyet ederse sahih olur. Kalbin
niyeti kâfidir. Bu, yani aczin ölüme kadar devamının şart olması, acz, hapis ve
düzelmesi umulan yani düzelmesi mümkün hastalıkgibi bir şey olduğuna göredir.
Böyle değil de körlük ve kötürümlük gibi olursa, başkasının onun namına
haccetmesiyle farz kendisinden sâkıt olur. Artık mutlak surette, yani ister bu
özür devam etsin, ister etmesin haccı tekrarlamak lâzım gelmez. Kendisi sağlam
iken yerine birini hacca gönderir de sonra aciz olur ve aczi devam ederse, bu
kâfi gelmez. Çünkü şartı yoktur.
İZAH
«Her ikisinden mürekkep olan ibadet»
Gâyetü's-Surûci sahibi diyor ki: «Mebsut'ta bildirildiğine göre, haccda mal
vücûbun şartıdır. Ve hacc bedenle maldan mürekkep değildir.»
Ben derim ki: Bu söz doğruya daha yakındır.
Onun için Arafat'ta yürümeye kâdir olan Mekkeli hakkında mal şart değildir.
Kâdıhân'da, "Hacc, oruç ve namaz gibi bedenî bir ibadettir."
denilmektedir. Haccda kudretin şart kılınması, kudretin de azık vasıtaya mâlik
olmak diye tefsir edilmesinden haccın malla bedenden mürekkep olması lâzım
gelmez. Çünkü şart meşruttan başkadır. Bir şey meşrutundan mürekkep olamaz.
Nasıl ki namazın sahih olması için avret mahallini örtmek ve abdest için su
şarttır. Bunların her ikisi malla olur. Ama hiçbir kimse namaz malla bedenden
mürekkeptir dememiştir. Hâşiye yazarlarından biri böyle demiş;biz de hacc
bahsinin başında cevabını vermiştik.
Farz olan hacc gibi diyerek mutlak
bırakılan bu ibare, nezredilen hacca da şâmildir. Nitekim Bahır'da da böyle
denilmiştir. Şarih aczin ölüme kadar devam şartına bakarak bu kaydı koymuştur.
Çünkü nâfile hacc - devamı şöyle dursun - acz bile şart koşmaksızın niyabet
kabul eder. Nitekim gelecektir. T. Cihad dahi bu kısımdandır. Yalnız bedenî
ibadet kısmından değildir. Hattâ haccdan da evlâdır. Çünkü cihad için harp
aleti lâzımdır. Hacc ise bazan malsız da yapılır. Nitekim Mekkelinin haccı
böyledir. Meselenin tam tahkîki İbn-î Kemâl'in şerhindedir.
«Çünkü hacc ömürde bir defa farz olur.» Bu
cümle, aczin ölüme kadar devamı şartının ta'lîlidir. Yani bunda kolan ömrü
kaplayacak acz muteberdir. Tâ ki bedenle eda etmekten ümit kesilsin. Bunu İbn-i
Kemâl Kâfî'den nakletmiştir.
TEMBİH: Âciz namına haccettirmenin vâcip
olduğu yer, evvelâ hacca gitmeye kâdir olup da sonra âciz kalmaktır. Ama bu,
îmamı Âzam'a göredir. İmameyn'e göre o kimsenin malı varsa, onun namına birini hacca
göndermek vâcip olur. Evvela sağlamken üzerine hacc farz olması şart değildir.
Zeylâi. Hâsılı sağlamken hacca gitmeye kâdir olup da sonra âciz kalan kimse
namına birini hacca göndermek bilittlfak lazımdır. Fakat hiçbir malı olmayıp
bizzat eda etmekten âciz kalan hakkında ihtilâf edilmiştir. Esasen vücup için
İmamı Âzam'a göre bedenin sağlam olması şarttır. İmameyn'e göre ise, bedenin
sağlamlığı eda vâcip olmak içinşarttır. Hacc bahsinin başında sahih kabul
edilen kavillerin muhtelif olduğunu, mezhebin kavlinin İmamı Azam'ınki olduğunu
arzetmiştik.
«Hattâ özrün kalkmasıyla...» Yani hapis ve
hastalık gibi kalkması umulan bir özür ortadan kalkmakla ladesi lâzım gelir.
Körlük gibi özürler bunun hilâfınadır. Öyle bir özür yok olursa iade lâzım
gelmez. Nitekim ileride göreceğiz.
«İsmini unutur da...» müphem olarak
ihramlanırsa, yani "hacca niyet ettim" der de, kimin namına niyet
ettiğini söylemezse, hacc fiillerine başlamadan kendisinin veya başkasının
tayin etmesi sahihtir. Nitekim Lübab ve şerhinde beyan edilmiştir. Şarihi bu
bâbta nass olmadığını Kâfî'den naklettikten sonra; "Tayinin bilittifak
sahih olması gerekir. Şüphesiz ki icmanın yeri, o kimsenin üzerinde farz hacc
bulunmadığı zamandır. Aksi takdirde o kimsenin başkasını tayini caiz olmaz.
Hattâ başkasını tayin etse, Şâflî'ye göre hacc başkası namına olur."
demiştir.
«Hapis ve hastalık gibi» sözü ile musannıf,
özrün semâvî olmasıyla kuldan gelmesi arasında fark olmadığına işaret etmiştir.
Bahır'da Tecnîs'ten naklen şöyle denilmiştir: Kendisi ile Mekke arasında düşman
bulunduğu için yerine birini hacca gönderse, düşman yolun üzerinde dururken o
kimse ölürse, vekilin haccı kâfidir. Aksi takdirde kâfi olmaz. Kalkması umulan
aczin bir nevi de kadının mahrem bulamamasıdır. Böyle bir kadın haccdan âciz
kalacağı bir zamana kadar, yani ihtiyarlayıncaya veya kör, kötürüm oluncaya
kadar bekler. Artık o zaman kendi namına haccedecek birini gönderir. Bundan
önce gönderirse caiz olmaz. Çünkü mahrem bulunması ihtimali vardır. Ancak
mahrem yokluğu ölünceye kadar devam ederse caiz olur. Nasıl ki hasta kendi
namına bir adamı hacca gönderir de hastalığı ölünceye kadar devam ederse
caizdir. Nitekim Bahır'da ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
«Artık mutlak surette tekrarlamak lâzım
gelmez.» Metinlerin mutlak olan ifadelerinden anlaşıldığına göre, şart olan
daimi aczdir. Aczin, kalkması umulanla umulmayan arasında tekrarın lüzumu
hususunda fark yoktur. Fetih sahibi buna göre hareket etmiştir. Bahır sahibi
diyor ki: «Bu doğru değildir. Hak olan, tafsilât vermektir. Nasıl ki Muhit,
Hâniyye ve Mi'râc'da açıklanmıştır.» Nehir sahibi de bunu kabul etmiş, musannıf
da ona uymuştur. Şurunbulâliyye sahibi bunu tahkik etmiş; Kâfî'den bunu
açıkladığını nakletmiştir.
«Sonra âciz olur ve aczi devam ederse...»
Yani gönderilen vekil, haccı bitirdikten sonra âciz olursa demek istiyor. Vekil
haccı bitirmeden gönderen âciz kalırsa, aczi devam ettiği takdirde vekilin
haccı kâfidir. Şarihin "Kâfi gelmez" sözünün mânâsı, farz yerine kâfi
değildir demektir. Yoksa nâfile olarak gönderen namına sahihtir. Bunu Bahır
sahibi söylemiştir. Hamevî diyor ki: «Sultanların, vezirlerin kendileri namına
başkalarını hacca göndermelerinin doğru olmadığı bundan anlaşılır. Çünkü
onların aczleri ölüme kadar devam etmez.» Yahutesas itibariyle âciz
değillerdir. Maksat farz namına sahih olmadığını anlatmaktır. Yoksa nâfile
olarak sahihtir. T.
Ben derim ki: Lâkin Lübab şerhinden - o do
Şemsü'l-İslâm'dan naklen - arzetmiştik ki, sultan ve sultan mânâsındaki emirler
mahpus hükmündedir. Binaenaleyh içinde kul hakkı olmayan malından kendi namına
birini hacca göndermesi icab eder. Mezkûr şekilde aczi tahakkuk eder de
ölünceye kadar devam ederse böyle yapılır.
METİN
Gönderen, kendi namına hacca gitmesini
emretmesi şarttır. Binaenaleyh izni olmaksızın başkasının onun namına
haccetmesi caiz değildir. Meğer ki mirasçısı olup vârisi namına haccetsin veya
hacca göndersin. Çünkü burada delâleten emir vardır, şartlardan nafaka kaldı.
Nafakanın bütünü veya ekserisi gönderenin malından olacaktır. Gönderilen bizzat
haccetmelidir. Gönderen tayin ettiyse, vekil taayyün eder. "Benim namıma
filan kimse haccetsin, başkası değil" derse, başkasının haccı caiz olmaz.
"Başkası değil" demezse caiz olur. Bu şartları Lübab sahibi yirmiye çıkarmıştır.
Bunlardan biri de ücreti şart koşmamaktır.
İZAH
«Başkasının onun namına haccetmesi caiz
değildir.» Yani gönderen namına haccetmiş olmaz. Kendi namına haccetmiş olur.
Sevabını gönderene bağışlayabilir. Bunun izahı gelecektir.
«Meğer ki mirasçı olup vârisi namına haccetsin.»
Bu inşaallah kafi gelir. Nitekim Bedâyi ve Lübab'da bildirilmiştir. Ama bu
mirasçı vasiyet etmediği zamandır. Kendi namına hacca gönderilmesini vasiyet
ederse, onun namına başkasının teberruu geçerli olmaz. Nitekim metinde
gelecektir. Sonra bil ki, mirasçı diye kayıtlamaktan, ecnebinin buna uymadığı
anlaşılıyor. Aksi takdirde bu şartı aslından kaldırmak gerekir. Gariptlr ki
Lübab sahibi bu şartı zikretmiş, şarihi ise onu mirasçı olsun olmasın bütün
teberru sahiplerine teşmil etmiştir. Yani teberru edilen hacc farz hacc yerine
geçer. Surûcî'nin Menâsik'inde şöyle denilmektedir: «Bir kimse kendisine hacc
farz olduktan sonra vasiyet etmeden ölürse, onun namına biri haccettiği yahut
babasının veya annesinin yerine vasiyetleri olmaksızın farz hacc için oğlu
gittiği takdirde, Ebû Hanife, "İnşaallah ona kâfi gelir." demiştir.
Vasiyetten sonra ise inşaallahsız kâfi gelir.» Sonra Lübab şarihi bu meseleyı
başka bir yerde zikrederek şöyle demiştir:«Ölen namına mirasçı veya ecnebi biri
haccederse, ona kâfi gelir ve farz olan hacc inşaallah sâkıt olur. Çünkü sevabı
ulaştırmaktır. Bu ise Kirmânî ile Surûcî'nin açıkladıklarına göre uzak veya
yakın hiçbir kimseye mahsus değildir." Tamamı ileride gelecektir. Zâhire
bakılırsa, bu şart hususunda rivayet ihtilâfı vardır. İkinci rivayete göre
mirasçıyı zikretmekkayıt değildir.
«Çünkü burada delâleten emir vardır.» Zira
mirasçı, ölenin malında onun halifesidir ve sanki onun borcunu ödemeye memur
gibidir. Yahut şöyle denilebilir: Mirasçı kelimesi kayıt olmadığına göre, ölen kimse
bu hususta herkese izin verir. Bedâyi sahibi bunu nassla dahi
illetlendirmiştir. Zâhirine bakılırsa,bundan Has'amiyye hadisini kasdetmiştir.
«Gönderilen bizzat haccetmelidir.»
Gönderenin izni olmadıkça, vekil hasta bile olsa; ölen namına başkasını hacca
gönderemez. Nitekim metinde gelecektir.
«Başkasının haccı caiz olmaz.» Yani filan
diye zikrettiği şahıs ölse bile, onun yerine başkası gidemez. Çünkü vasiyeti
yapan, ondan başkasının haccını kabul etmediğini açık söylemiştir. Nitekim bunu
Lübab sahibi ile şarihi beyan etmişlerdir.
«Başkası değil demezse caiz olur.» Lübab
sahibi diyor ki: «Başkasını kabul etmeyeceğini açıklamaz da, "benim namıma
filan haccetsin" derse, o filan ölüp yerine başkasını gönderdikleri
takdirde caiz olur.»
«Bu şartları Lübab sahibi yirmiye
çıkarmıştır.» Şimdiye kadar bunlardan altısı zikredilmiş, yedinciyi de şarih
söylemiştir.
Sekizincisi; haccın farz olmasıdır. Fakir
veya üzerine hacc farz olmayan biri farz namına vekil gönderse, vekilin onun
namına haccı caiz olmaz. Velev ki bundan sonra hacc farz olsun.
Dokuzuncusu; hacca göndermezden önce özrün
bulunmasıdır. Sağlam bir kimse vekil gönderir de sonra sakatlanırsa, vekilin
haccı kâfi gelmez.
Onuncusu; hacca vasıtaya binerek gitmektir.
Yürüyerek haccederse, velev ki emriyle gitsin nafakayı öder. Muteber olan,
yolun ekseriyesinde vasıtaya binmektir. Ancak nafaka azalır da yürüyerek
haccederse caiz olur.
Onbirincisi; malının üçte biri yettiği
takdirde vatanından vekil gönderilir. Yetmezse yettiği yerden gönderilir.
Nitekim izahı gelecektir.
Onikincisi; mikâttan ihrama girmektir.
Vekile hacc yapmasını emretmişken, o umre yapar da sonra Mekke'den haccederse,
caiz olmaz ve öder.
Onüçüncüsü; haccını ifsat etmemekdir. İfsat
ederse, gönderen namına olmaz. Velev ki onu kaza etsin. İzahı ileride
gelecektir.
Ondördüncüsü; muhalefet etmeyecektir.
Gönderen ifrad haccı yapmasını emreder de vekil kırân veya temettu yaparsa,
velev ki ölen biri için gitmiş olsun onun namına geçerli olmaz ve nafakayı
öder. Nitekim gelecektir. Vekile umre yapmasını emreder de o da umre yapar
sonra kendi namına haccederse; yahut vekile haccı emreder, o da hacceder sonra
kendi namına umre yaparsa caiz olur. Ancak kendi nâmına yaptığı hacc veya umre
için orada kaldığıgünlerin nafakasını kendi malından öder. Bitirdiği zaman
nafaka ölenin malına avdet eder. Bunun aksini yaparsa caiz olmaz.
Onbeşincisi; bir hacc için ihrama
girmektir. Bir gönderen namına, bir de kendi namına ihrama girerse caiz olmaz.
Meğer ki ikinciyi terk etsin.
Onaltıncısı; vekili iki kimse gönderirse,
biri namına hacca niyetlenmelidir. İkisi namına niyetlenirse öder. Bu hususta
sözün tamamı ileride gelecektir.
Onyedinci ve onsekizincisi; gönderenle
vekilin müslüman ve akıllı olmalarıdır. Nitekim ileride gelecektir. Müslümanın
kâfir için haccı sahih olmadığı gibi; delinin de başkası için haccı sahih
değildir. Aksi de böyledir. Lâkin delirmeden hacc farz olursa, onun namına
vekil göndermek sahihtir.
Ondokuzuncusu; vekilin temyiz sahibi olması
lâzımdır. Kârı - zararı ayıramayan küçük çocuğu vekil göndermek doğru değildir.
Ama mürahikı (bülûğa yaklaşan çocuğu) vekil göndermek sahih olur. Nitekim
gelecektir.
Yirmincisl; hacc vaktini kaçırmamaktır. Bu
hususta söz ileride gelecektir. Lübab sahibi diyor ki: «Bu şartların hepsi farz
haccı hakkındadır. Nâfilede İslâm, akıl ve temyizden başka hiçbir şart aranmaz.
Ücretle göndermek de böyledir. Ama biz bunu nâfile haccda açık olarak bir yerde
bulamadık. Lübab şarihi bunu kesinlikle söylemiştir. Lâkin bu, "Hacc ölü
namına olmaz." sözüne binaendir. Burada, az sonra söyleyeceğimiz itiraz
vardır,
METİN
«Benim namıma şu kadar paraya haccetmen
için seni kiraladım.» diyerek bir adam kiralasa, haccı caiz olmaz. Kira lâfı
etmeksizin, "benim namıma hacca gitmeni sana emrediyorum" demelidir.
O adam kendi malından harcar veya nafakayı kendi malıyla karıştırır da hacceder
ve bütün nafakayı yahut ekserisini harcarsa, caiz olur; ödemekten de kurtulur.
İZAH
«Haccı caiz olmaz.» Yani gönderen namına
haccetmiş olmaz. Lübab'da böyle denilmiştir. Lâkin Lübab şarihi şunları
söylemiştir: «Kifâye'de beyan edildiğine göre, Asl'ın Ebû Hanife'den
rivayetinde, hacc, gönderen namına sahih olur.» Şemsü'l-Eimme Serahsî buna kail
imiş. Mezhep de budur. Hâniyye sahibi zâhir rivayetin cevaz olduğunu açıklamış,
lâkin şunu da söylemiştir: «Kiralanan kimseye de ecri misli vardır.»
Fethu'I-Kadir sahibi, ulemanın; "Memurun harcadığı ancak ölünün milkl
hükmündedir." sözü karşısında bunu müşkil görmüştür. Çünkü milki olmuş
olsa, kiralanmış olur. Halbuki ibadetler için kiralamak caiz değildir.
Binaenaleyh düzeltilmiş ibare, Hâkim'in, "Ona mislinln nafakası
verilir." sözüdür. Mebsut sahibi bunu izah ederken şunu da katmıştır: «O,
bu nafakaya bedel yoluylahak kazanmış değildir. Onu kifayet yoluyla hak eder.
Çünkü kendisini kiralayanın faydalanacağı bir işe vermiştir. Onun namına
haccetmesi şunun için caizdir ki, icare bâtıl olunca, hacc emri kalır. Bu
sebeple kendisine emsalinin nafakası verilir.»
Ben derim ki: Rahmetî'nin nakline göre,
Kâfî'nin ibaresi şöyledir:«Bir adam kendi namına haccetmek için birini
kiralasa, kiralamak caiz değildir. Ama o adama mislinin nafakası verilir.
Hapiste olan bir kimse oradan çıkmadan ölürse, onun namına farz hacc caiz
olur.» Bunun bir misli de isbicâbî'den naklen Bahır'dadır ki, şöyle
denilmiştir: «Haccetmek için adam kiralamak caiz değildir. Ücreti verir de, o
da haccederse, ölü namına caiz olur. O kimseye yol masrafı kadar ücret verilir.
Fazlasını mirasçılara iade eder. Meğer ki mirasçılar teberru etsin; yahut ölen
kimse, "artan para haccedenin olsun" diye vasiyet etsin.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
Hâsılı şarihin, "Haccı caiz
olmaz." sözü, zâhir rivayete muhaliftir ve Hâniyye'nin, "Ona ecri
misli vardır." demesi, kiralamanın fâsit olduğunu bildirir. Halbuki sair
ibadetlerde olduğu gibi, burada da kiralamak bâtıldır. Bazıları buna şöyle
cevap vermiştir: «Ecri misilden murad; mislinin nafakası demektir. Nitekim Kâfi
sahibi de bu tabiri kullanmıştır. Buna ' ecr ' demesi mecâzdır.» Böyle demek,
"Bu söz; ibadetler için adam kiralamak caizdir diyen müteehhirin mezhebine
göre söylenmiştir." demekten daha iyidir. Biliyorsun ki bâbın başında
müteehhirinin bunu mutlak söylemediğini, zaruretten dolayı sadece Kur'an
okutmak, müezzinlik ve imamlık yapmak için adam kiralamanın caiz olduğuna fetva
verdiklerini, bunu bütün ibadetlere teşmil etmediklerini söylemiştik. Aksi
takdirde oruç tutmak ve namaz kılmak için de odam kiralamanın caiz olması
gerekirdi. Halbuki buna kail olan yoktur. Hacc için adam kiralamaya zaruret de
yoktur. Çünkü niyabet yoluyla ölenin malından olmak üzere kendisine harcamak
için malı ona vermek mümkündür. Nitekim bunun Mebsut'ta ve metinlerde
açıklandığını gördün. Onlarda hacc için adam kiralamanın caiz olduğu
zikredilmemiştir. Bilâkis mezhebin bütün metin kitaplarında açıklanan; hacc
için adam kiralamak caiz değildir sözüdür. Kenz, Vikâye, Mecma, Muhtar,
Mevahibü'r-Rahmân vesairede hep böyledir. Hattâ AIIâme Şurunbulâlî,
Bütâgu'l-Erab adlı risalesinde, "Ulemamızdan hiçbiri hacc için adam
kiralamanın caiz olduğunu söylememiştir." demiştir.
Ben derim ki: Caizdir denilirse, bundan
birçok fer'î meselelerin yıkılması lâzım gelir ki, yukarıda geçen, "Vekil
ölenin mülkü hükmünce harcar, fazlasını iade etmesi vâciptir ilh..."
bunlardandır.
«O adam kendi malından harcarsa...» Fetih
sahibi diyor ki: «O adam masrafın çoğunu veya hepsini kendi malından verir de,
kendisine verilen mal haccına yeterse, harcadığını o maldan alır. Çünkü bazan
kendi malından harcamak mecburiyetinde kalır. Ansızın sarfetmeye hacetgörülür,
verilen mal da yanında bulunmaz, binaenaleyh kendi malından vermesi caiz olur.
Vasî ve vekilde olduğu gibi ki, vasî yetim için vekil de müvekkili için kendi
parasıyla bir şey satın alır, sonra onu yetimin ve müvekkilin malından alır.»
Bahır sahibi diyor ki: «Bundan anlaşıldığına göre, ulemanın, nafaka gönderenin
malından olacaktır diye şart koşmaları, teberrudan korunmak içindir, mutlak
değildir.» Hâniyye sahibi de şöyle demiştir: «Hacca memur olan kimse, verilen
nafakayı kendi malıyla karıştırırsa, Kudûrî'de ödeyeceği bildirilmiştir. Ama
hacceder de harcarsa caizdir, ödemekten kurtulur.» Bunu anladıktan sonra
şarihin, "bütün nafakayı yahut ekserisinin harcarsa" cümlesindeki
zamirler, gönderenin malına aittir, Mânâ şudur: Hacca memur olan kimse kendi
malından harcar da hacceder ve bu harcadığı, gönderenin verdiği bütün mal kadar
olur yahut o malın ekserisi miktarını bulursa caizdir. Keza hacc nafakasını
kendi malıyla karıştırır da haccederse caiz olur. Bunu Halebî söylemiştir.
«Ödemekten de kurtulur.» cümlesinin mânâsı,
karıştırmakla hâsıl olan ödemeden kurtulur demektir. Ama bu, gönderenin izni
olmadığına göredir. Hattâ Sâihânî'nin Zahîre'den naklettiğine göre, gönderenin
izni olsun olmasın vekil kendisine verilen nafakayı yol arkadaşlarının
paralarıyla karıştırabilir. Çünkü bu hususta örf ve âdet vardır.
TEMBİH: İleride söyleyeceğiz ki, ölen kimse
kendi malından bin dirheme hacc vekili gönderilmesini vasiyet eder de, vasî
onun malından almak üzere kendi malından bir vekil gönderirse, sonra ölenin
malından bu parayı alamaz. Çünkü vasiyet sözle olmuştur. Binaenaleyh vasiyet
edenin sözü itibara alınır. O ise malı kendine izafe etmiştir. Bu
değiştirilemez. Bahır.
Ben derim ki: Şu izaha göre malı kendi
nefsine izafe ettiği zaman, vekil dahi vasî gibi o malı kendi malıyla
değiştiremez. Meğer ki aralarında fark görülerek memur bazan buna mecbur kalır
denilsin. Nitekim yukarıda geçmişti.
METİN
Zikredilen acz şartı farz hacc içindir.
Nafile için değildir. Çünkü onun kapısı geniştir. Mezhebin zâhirine göre, farz
hacc gönderen namına olur. Bazıları, "Hacc nâfile olarak gönderilen
namına; nafakanın sevabı da nâfilede olduğu gibi gönderen namına olur."
demişlerdir. Lâkin niyabet sahih olabilmek için, gönderilenin hacc fiillerinin
sahih olmasına ehliyeti şarttır. Musannıf bunun üzerine şu meseleyi tefri
etmiştir: Binaenaleyh sarûrenin yani hiç hacca gitmemiş kimsenin, kadının -
velev cariye olsun - kölenin ve köleden başkasının yani mürâhik gibilerinin
haccı caizdir. Bunlardan başkalarının haccı ise evleviyetle caiz olur. Çünkü
hilâf yoktur.
İZAH
«Acz şartı farz hacc içindir.» Çünkü
Lübab'dan naklen yukarıda söylediklerimizden biliyorsun ki, şartların hepsi
farz hacc için şarttır. Nâfile hacc için değildir. Nâfile için İslâm, akıl ve
temyizden başka şart yoktur, Yukarıda beyan edildiği vecihle, kiralanmamış
olmak da şarttır.
«Çünkü onun kapısı geniştir.» Yani farzda
gösterilmeyen müsamaha nâfilede gösterilir. Fetih sahibi diyor ki: «Nafile
hacca gelince: Onda acz şart değildir. Çünkü o kimseye iki meşakkatten yani
beden meşakkatiyle mal meşakkatinden biri vâcip olmamıştır. Bunların ikisini de
terk etmeye hakkı olunca, Rabbi Teâlâ'ya yaklaşmak için birini üzerine almaya
da hakkı vardır. Sahih olarak bu bâbta vekil göndermeye de hakkı vardır.»
«Mezhebin zâhirine göre farz hacc gönderen
namına olur.» Mebsut'da da böyle denilmiştir. Sahih olan da budur. Nitekim
birçok kitaplarda böyle denilmiştir. Bahır. Sünnetten bazı eserler ve mezhepten
bazı fer'î meseleler de buna şahittir. Fetih.
«Bazıları, "hacc, nâfile olarak
gönderilen namına olur" demişlerdir.»
Müteehhirin ulemanın ekserisi buna kail
olmuşlardır. Nitekim kitaplarda beyan edilmiştir. Onlar bunun, imam
Muhammed'den bir rivayet olduğunu söylerler. Ama bu iş, semeresi olmayan bir
ihtilâftır. Çünkü bu zevat, farzın gönderilenden değil; gönderenden sâkıt olduğuna
ve giden vekilin gönderen namına niyetlenmesinin lâzım olduğuna ittifak
etmişlerdir. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
Ben derim ki: Hacc, gönderen namına olur
denildiği takdirde dahi, giden memur sevaptan hâlî değildir. Hattâ Allâme Nûh
Efendi, Kâdî'nin Menâsik'inden naklen, "Bir insanın başkası namına yaptığı
hacc, farz olan haccı edadan sonra, kendi namına yaptığı haccdan daha
faziletlidir. Çünkü onun faydası başkasına geçer ve o başkasına geçmeyenden
efdaldir." demiştir.
«Nâfilede olduğu gibi...» sözünün muktezası
şudur. Nâfile bilittifak memur edilen vekil namına olur. Gönderene ise, verdiği
nafakanın sevabı vardır. Şarihlerden bazısı bunu açıklamış; Lübab sahibi de
buna göre hareket etmiştir. Ama Efkânî Gâyetü'l-Beyân'da bunu redderek;
"Bu, rivayetin hilâfınadır. Çünkü Hâkim-i Şehid Kâfi'de sağlam bir kimse
namına yapılan nâfile haccın sahih olduğunu söylemiştir." demiş, sonra
Asıl nam kitapta, "Hacc, gönderen namına olur." denildiğini
söylemiştir.
«Hacc fiillerinin sahih olmasına ehliyeti
şarttır.» Burada hacc fiilleri "vâcip olmasına" demeyip, "sahih
olmasına" tabirini kullanması, sabî-i mürâhika (yani bülûğa yaklaşan
çocuğa) da şâmil olsun diyedir. Çünkü sabî-i mürâhik, fiilin sahih olmasına
ehildir; vâcip olmasına ehil değildir.
«Musannıf bunun üzerine...» Yanişartın
ehliyet olduğuna, vekilin kendi namına haccetmiş olması, erkek, hür ve bâliğ
olması şart olmadığına aşağıdaki meseleyi tefri etmiştir.
«Yani hiç hacca gitmemiş kimsenin ilh...»
haccı caizdir. Kâmus'ta sarûre; hiç hacca gitmemiş kimse demektir şeklinde izah
edilmiş; Fetih'te ise, "Sarûreden, kendi namına haccetmeyen
kasdedilir." denilmiştir. Yani farz haccı yapmayan mânâsına alınmıştır.
Çünkü İmam Şâfiî'nin muhalefefeti bunun hakkındadır. Bu mânâ lügat mânâsından
daha şümullüdür. Binaenaleyh şarihin bunu söylemesi icabederdi. Çünkü hiç
haccetmeyene, başkası namına haccedene, kendi namına nafile olarak haccedene
veya nezir hacca yahut fâsit olan farza veya sahih olan farz haccı eda edip
sonra dinden dönen, sonra yine müslüman olan kimselere şâmildir. Nitekim bunu
Halebî söylemiştir.
«Çünkü hilâf yoktur.» Yani Şâfiî'nin
muhalefeti yoktur. Çünkü o, bu söylenenlerin haccını caiz görmemektedir.
Nitekim Zeylâî'de beyan edilmiştir. H. Âşikârdır ki, ta'lîl buradaki kerahetin
keraheti tenzihiyye olduğunu gösterir. Çünkü hilâfa riayet etmek müstehaptır.
Fetih sahibi, kadın hakkındaki keraheti Mebsut'taki, "Onun haccı daha
noksandır. Çünkü kadına ramel olmadığı gibi, vadinin ortasında koşmak,
telbiyeyi yüksek sesle almak ve tıraş olmak da yoktur." ifadesiyle
illetlendirdiği gibi; köle hakkındaki keraheti de Bedâyi'nin, "Çünkü o
kendisi namına farzı edaya ehil değildir." sözüyle ta'lîl etmiştir. Bedâyi
sahibi köleyi hacca göndermenin sahih olduğunu mutlak olarak söylemiştir.
Binaenaleyh sahibinin izni olduğu ve olmadığı suretlere şâmildir. Nitekim
Mi'râc sahibi bunu açıklamıştır. Fetih sahibi şunu da söylemiştir: «Efdal olan,
hilâftan çıkmak için vekil gidenin kendisine farz olan haccı yapmış
bulunmasıdır. Yine efdal olan, hür ve kendi namına haccettiğinden yapmış olduğu
hacc ibadetlerini bilen bir kimseyi göndermektir. Bedâyi sahibi hacca gitmemiş
bir kimseyi vekil göndermenin mekruh olduğunu söylemiştir. Çünkü o kimse farz
olan haccı terketmiştir.» Fetih sahibi uzun uzadıya delil getirdikten sonra
şöyle demiştir: «İstidlâl şunu gerektirir ki: Haccetmeyen birinin başkası
namına hacca gitmesi, şayet sıhhati yerinde olup hacc masraflarına mâlık
bulunmak suretiyle kendisine hacc farz olduğu tahakkuk ettikten sonra ise bu,
keraheti tahrimiyye ile mekruhtur. Çünkü hacc, imkân bulduğu senelerin ilkinde
kendisine farz olur ve onu terketmekle günaha girer. Kendi namına nafile hacc
yapmış olması da böyledir. Mamafih yine de sahihtir. Çünkü buradaki nehy,
yapılan haccın aynı için değil: gayrı içindir ki o da haccı kaçırmasıdır. Çünkü
bir sonede ölmek nâdirdir.» Bahır sahibi diyor ki: «Doğrusu bu kerahet,
keraheti tenzihiyye olup gönderene aittir. Çünkü ulema (efdal olan, kendi
namına farz haccı yapmış olmasıdır ilh...) sözleriyle, kendisinde haccın
şartları mevcut olup da haccetmemiş bulunan vekil, sarûrenin geciktirdiği için
keraheti tahrimiyye işlediğini bildirmişlerdir.»
Ben derim ki: Bu söz Fetih sahibinin
ifadesine aykırı değildir. Çünkü onun sözü vekil hakkındadır. Şarihin sözü de
gönderene yorumlanır ve Bahır'ın ifadesine uyar. Velev ki vekil hakkında
keraheti tahrimiyye olsun.
TEMBİH: İbn-i Hamza, Nehcü'n-Necât adlı
eserinde Bahır'ın yukarıda geçen sözünü andıktan sonra şunları söylemiştir:
«Ben derim ki: Bu sözün zâhiri, fakir olan sarûreye Mekke'ye girmekle hacc farz
olmayacağını gösterilmektedir. Bedâyi sahibinin, mutlak olan sözünden ise,
kerahet anlaşılmaktadır. Yani "Sarûreyi hacca göndermek mekruhtur. Çünkü
o, farz olan haccı terketmiştir." sözüyle, Mekke'ye girdiğinde o kimsenin
kendi namına haccetmeye kâdir olduğunu anlatıyor. Velev ki vakti başkası namına
yaptığı hacc ile meşgul olsun. Fetva vak'ası da budur.» Ben derim ki: O kimseye
hacc, farz olur diye, İstanbul Müftüsü Allâme Ebussuud fetva vermiş;
Şekbü'l-Enhûr sahibi de ona ,tâbi olmuştur. Keza Seyyid Ahmed Padişah bu
şekilde fetva vermiş ve bu hususta bir risale yazmıştır. Abdülgâni Nablûsi ise
bunun hilâfına fetva vermiş ve bu bâbta bir risale yazmıştır. Çünkü vekilin o
sene kendi namına haccetmesi mümkün değildir. Onun seferi gönderenin malıyla olmuştur.
Onun namına ihrama girmiş; onun namına haccetmiştir. Kendi namına gelecek
seneye haccetmek için Mekke'de kalmasını teklif etmek, çoluğunu çocuğunu
memleketinde bıraktırmak ise büyük güçlüktür. Fakir olduğu halde memleketinden
tekrar hacca gelmesini teklif dahi büyük güçlüktür.
Bedâyi'nin ifadesine gelince: Onun,
keraheti mutlak söylemesi ve bundan keraheti tahrimiyye anlaşılması, sözünun
evvelden kendisine hacc farz olan sarûre hakkında olmasını gerektirir. Nitekim
Fetih'ten naklettiğimiz de bunu ifade etmektedir. Evet hacc bahsinin başında
Lübab ve şerhinden naklen arzetmiştik ki; uzaklardan gelen fakir, mikâta
erişmekle Mekkeli gibi olur. Yürümeye kudreti varsa, kendisine hacc lâzım
gelir. Fakirim, çünkü âfâkî iken bu hacc bana vâcip değildi diye nâfileye niyet
etmemelidir. Mekkeli gibi olunca, hacc kendisine farz olur. Hatta o hacca
nâfile diye niyet ederse, ikinci defa hacca gitmesi lâzım gelir. Lâkin bu
fakir, sarûrenin de böyle olduğuna delâlet etmez. Çünkü onun kudreti,
söylediğimiz gibi başkasının kudretiyledir. Başkasının kudreti ise muteber
değildir. Kendi namına haccetmek için fakir olarak yola çıkması bunun
hilâfınadır. Çünkü mikâta erişince, kendi kudretiyle kâdir olur ve hacc
kendisine farz olur. Velev ki seferi baştan tetavvu diye olsun. Eğer fakire
sarûre bunun gibi olsaydı, Kemâl b. Hümâm'ın keraheti tahrimiyyeyi kendisine
haccın farz olduğu tahakkuk ettikten sonra başkası namına hacca gittiği zaman
diye kayıtlaması ve bu keraheti o kimsenin üzerine farzı daraltır diye ta'lîlde
bulunması sahih olmazdı.
METİN
Bir zımmîye veya deliye hacca gitmesini
emrederse, sahih olmaz. Hacca gönderilen kimse yolda hastalanırsa, malı
başkasına vererek ölü namına haccettiremez. Meğer ki kendisine bu hususta izin
verilmiş olsun. Meselâ parayı verirken, "nasıl istersen öyle yap"
denilirse, hasta olsun olmasın bunu yapması caiz olur. Çünkü mutlak surette
vekil olmuştur. Bir mükellef 'hacca' diye yola çıkar da yolda ölürse ve kendisi
namına haccedilmesini vasiyet ederse, malı veya yerini tefsir ettiği takdirde,
iş onun tefsir ettiği gibi olur. Ama bunu vasiyet etmesi, farz olup da
geciktirdikten sonra vâciptir. Farz olduğu yıl haccederse vasiyet vâcip olmaz.
İZAH
«Sahih olmaz.» Çünkü zikredilen ehliyet
yoktur.
«Yolda hastalanırsa...» Yani hastalık ve
hapis gibi girmesine mâni bir şey çıkarsa demektir. Bu söz, gönderenin tayin
ettiği ye etmediği kimseye de şâmildir
«Ölü namına...» sözünden murad; ölü olsun,
diri olsun, namına haccettiği kimsedir.
«Bir mükellef 'hacca" diye yola
çıkarsa ilh...» Fakat hacca diye çıkmaz da, kendi namına haccedilmesini
vasiyette bulunursa, mutlak söyleyerek mal ve mekân tayini etmediği takdirde,
onun namına yeterse, malının üçte birinden kendi beldesinden hacca vekil
gönderilir. Çünkü ona vâcip olan, yaşadığı beldeden hacca gitmektir. Yetmezse
yettiği yerden bedel gönderilir. Hiçbir yerden göndermek mümkün değilse,
vasiyet bâtıl olur. Nitekim Lübab'da beyan edilmiştir. Lübab şarihi diyor ki:
«İhtimal yer, mikâtlardan önce olmakla kayıtlıdır. Aksi takdirde mümkün olan en
az bir şeyle onun namına Mekke'den bedel gönderilir. Keza kendi namına
haccedilmesini vasiyette bulunarak bir meblâğ gösterirse, hüküm yine budur.
Yani memleketinden bedel göndermeye yeterse memleketinden yetmezse yettiği
yerden bedel gönderilir.» 'Mükellef' sözü ile şarih, mükellef olmayan çocuk ve
deliden ihtiraz etmiştir. Çünkü böylesinin vasiyetine itibar yoktur.
«Hacca diye çıkarsa...» sözüyle, ticaret ve
benzeri bir şey için çıkıp da vasiyetle bulunmasından ihtiraz etmiştir. Çünkü
böylesi için bilittifak memleketinden bedel gönderilir. Mi'râc ve diğer
kitaplarda böyle denilmiştir. "Kendisi çıkarsa diye kayıtlaması başkasını
gönderir de vekil yolda ölürse hükmün ne olacağını daha sonra söyleyeceği
içindir.
«Yolda ölürse...» gözünden maksadı.
Arafafta vakfe yapmazdan önce ölürse demektir. Velev kî Mekke'de olsun. Bahır.
Tecnîs'te beyan edildiğine göre, Arafat'ta vakfeden sonra ölürse, ölü namına
kifayet eder. Çünkü haccın Arafat'tan ibaret olduğu nassan bildirilmiştir.
Haccın farzları hakkında söz ederken bildirmiştik ki, kendi namına hacceden bir
kimse haccının tamamlanmasını vasiyet ederse, bir deve boğazlaması vacip olur.
«Ama bunu vasiyet etmesi farz olup da
geciktirdikten sonra vâciptir.» Tecnîs'te de böyle denilmiştir. Kemâl, "Bu
güzel bir kayıttır." demiştir.
«İş onun tefsir ettiği gibi olur.» Yani
onun tayinine göre hareket edilir. Malı tefsir ettiyse, nereden yetecekse
oradan bedel gönderilir. Mekânı tefsir ettiyse, onun dediği yerden gönderilir.
H.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa, malının
üçte biri yettiği takdirde, memleketinden hacca gönderilecek birini vasiyet
etmesi gerekir. Bundan azını vasiyet ederse, yahut memleketinden başka bir yeri
tayin ederse günahkâr olur. Biliyorsun ki, ona vâcip olan, yaşadığı memleketten
hacca gitmektir.
METİN
Malı veya yeri tefsir etmezse, kıyasen
memleketinden onun namına haccedecek biri gönderilir. İstihsanen gönderilmez.
Bu bellenmelidir. Vasî onun yerine başka beldeden birini hacca gönderirse sahih
olmaz. Ama bu, malının üçte biri memleketinden hacı göndermeye yettiğine göredir.
Yetmezse istihsanen yettiği yerden gönderilir. Ölenin vasisi ile mirasçısının
bedel giden kimseden ihrama girmemiş olmak şartıyla, malı geri almaya hakları
vardır. Sonra bu malı kendi hıyaneti sebebiyle çevirirse, dönme masrafı kendi
malından olur. Aksi takdirde ölenin malından çıkarılır.
İZAH
«Kıyasen memleketinden gönderilir.» Şayet
birkaç tane memleketi varsa, Mekke'ye on yakın olanından gönderilir. Hiç
memleketi yoksa, öldüğü yerden bedel gönderilir. Bir Horasanlı Mekke'de yahut
Mekkeli Rey şehrinde vasiyet etse, onlar namına vatanlarından bedel gönderilir.
Rey'de ölen Mekkeli, kendisi için kırân yapılmasını vasiyet ederse, onun namına
Rey'den kırân hacısı gönderilir. Lübab. Çünkü Mekke'de bulunan bir kimseye
kırân yoktur demek istiyor.
«İstihsanen gönderilmez.» Kıyâs İmam-ı
Âzam'ın kavli, istihsan îse İmameyn'in kavlidir. Hidâye sahibi, İmam-ı Âzam'ın
delilini sonra zikretmiştir. İhtimal ki onu tercih etmiştir. Çünkü umumiyetle
suretlerin çoğunda istihsan tercih edilir. İnâye. Mi'râc sahibi de bunu kuvvetli
bulmuştur. Lâkin metinler kıyasa göre yazılmıştır. Bunun sahih kabul edildiğini
Allâme Kâsım vasiyetler bahsinde söylemiştir. Bu mesele kıyasın istihsana
tercih edildiği yerlerden biridir. Şarih ' bellenmelidir ' demekle buna işaret
etmiştir,
«Başka beldeden birini hacca gönderirse
sahih olmaz.» Yani kendi memleketinden hacca göndermek vacip iken, başka
memleketten birini gönderirse sahih olmaz ve nafakayı öder, hacc vasînin olur.
Ölen için ikinci bir şahsı hacca gönderir. Çünkü muhalif hareket etmiştir.
Meğer ki o yer kendi memleketine yakın olup, gündüz giderek akşam olmadan
dönebilecek halde olsun. Nitekim Lübab ile Bahır'da belirtilmiştir.
«Malının üçte biri...» Yani vasiyet eden
kimsenin malının üçte birinin, memleketinden hacıgöndermeye yeteceğine göredir.
Eğer bu miktar vasıta ile hacca göndermeye yeter de, o yaya olarak gönderirse
caiz olmaz. Malının üçte biri memleketinden ancak yaya olarak birini göndermeye
yeterse, İmam Muhammed, "bu, paranın götüreceği yere kadar vasıtayla
gönderilir" demiştir. İmam-ı Âzam'dan bir rivayete göre gönderen, vasıta
ile vasıtasız gönderme arasında muhayyerdir. Malın üçte biri bir haccdan
fazlasına yeterse, ölen kimse bir hacc diye tayin ettiği takdirde, artan mal
mirasçıların olur. Mutlak söylediyse, her sene ölen namına bir hacc bedeli
gönderilir; yahut bir senede birkaç hacı gönderilir. Vasiyeti acele yerine
getirmiş olmak için bu daha makbuldür. Çünkü ileride mal helâk olabilir. Ölen
kimse her sene için bir hacc tayin ederse, mutlak söylemesi gibidir. Nitekim vasî
bir adamı bu sene hacca gönderir de o adam gelecek seneye bırakırsa, ölen
namına caiz olur. Ve ödemez. Çünkü seneyi zikretmesi acele ettiği içindir.
Kayıt için söylenmiş değildir. Bahır.
Ben derim ki: Ölen, "Benim namıma bin
dirheme hacı gönderin." der de, bin dirhem birkaç hacc için yeterse, bu da
üçte bir meselesi gibidir. Nitekim Lübab ve şerhinde beyan edilmiştir.
«Yetmezse, istihsanen yettiği yerden
gönderilir.» Lâkin yettiği yerden gönderir de, üçte birin bir miktarı da artar
ve daha uzak yerden göndermeye yeteceği anlaşılırsa vasî öder. Ve ölü namına
malın yeteceği yerden bedel gönderir. Ancak artan miktar az bir yiyecek veya
giyecek olursa o zaman ödemez. Lübab şerhi. Fetih sahibi bunu Bedâyi'den
nakletmiştir.
«Ölenin vasîsi ile mirasçısı...» diyeceğine,
ölenin vasîsi veya mirasçısı dese daha iyi olurdu. Nitekim Lübab sahibi öyle
yapmıştır. Çünkü vasiyet ederse, vasiyet hakkında mirasçının sözü yoktur. Evet,
ölen hacca gidecek vekile parayı kendisi verir de, sonra ölürse; vâris hacca
gidecek vekilin elinden o parayı geri alabilir. Velev ki ihrama girmiş olsun.
Nitekim fer'î meselelerde gelecektir Yani vasî mevcut bile olsa alabilir. Çünkü
ölen vasiyet etmediği için, kalan mal miras olmuştur.
«İhrama girmemiş olmak şartıyla, geri
almaya hakları vardır.» İhrama girmiş bulunursa, geri alamazlar. İhramlı
ihramında devam eder. Haccı bitirdikten sonra dahi ailesinin yanına dönmedikçe
geri alamaz. Tam malı almak istediği sırada ihrama girerse, malı alabilir. O
kimsenin ölen namına ihramı tetavvu olur. Bunu Lübab şarihi
Hızanetü'l-Ekmel'den nakletmiştir.
«Aksi takdirde...» Yani hıyanetten başka bu
hususta reyi zayıf olmak veya hacc ibadetlerini bilmemek gibi bir sebeple geri
çevirirse, ölenin malından çıkarılır. Ama hiç sebepsiz geri çevirirse, masraf
verenin malından çıkarılır. Bahır sahibi diyor ki: «Memurdan meydana gelen bir
hıyanet dolayısıyla malı geri alırsa, masraf hassaten onun malından çıkartılır.
Hıyanet ve töhmet olmayan bir sebeple geri alırsa, masraf hassaten vasînin
malındançıkarılır. Rey zayıflığı veya hacc fiillerini bilmemek gibi bir sebeple
geri alır da, ondan daha elverişli birine vermek isterse, masrafı ölenin
malından çıkarılır. Çünkü ölenin menfaati için geri almıştır.» Bunu Halebî
söylemiştir.
METİN
Bir kimse haccı vasiyet eder de onun namına
biri nâfile haccederse kâfi gelmez. Velev ki ölen emretmiş olsun. Çünkü o kimse
bunun maksadını yapmamıştır. Onun maksadı, harcadığının sevabıdır^. Lâkın ölen
namına masrafını terkeden almak üzere oğlu haccederse, "benim
malımdan" dememiş olmak şartıyla caizdir. Keza sonra almamak şartıyla
birini hacca gönderirse caiz olur. Borç gibi ki, onu kendi malından öderse
caizdir.
İZAH
«Bir kimse haccı vasiyet ederse...» diye
vasiyetle kayıtlaması şundandır: O kimse vasiyet etmez de vârisi onun namına
teberruan bir hacc yapar veya yaptırırsa salih olur. Nitekim musannıf yukarıda
söylemişti. Yani ölen kimsenin farz haccı namına inşaallah sahih olur. Onu biz
de arzetmiştik. Tahtâvî'nin Valvalciyye'den naklettiğine göre, buradaki meşiyet
kabuledir, cevaza değildir. Yani inşaallah kabul olunur demektir. Yine Lübab
şerhinden nakletmiştik ki, mirasçı olmak dabir kayıt değildir. Ölen vasiyet
etmemişse; mirasçının olsun, ecnebininolsun teberruu kâfidir. Bu hususta sözün
tamamı ileride gelecektir.
«Onun namına biri nâfile hacc ederse...»
Musannıf nâfile haccedeni mutlak söylemiştir. Binaenaleyh mirasçıya da
şâmildlr, Kâdıhân onu açık söylemiş; "Ölen kimse kendisi namına malından
haccedilmesini vasiyet eder de onun namına bir mirasçı veya ecnebi teberru
ederse caiz olmaz." demiştir.
Ben derim ki: Ölenin farz haccı namına caiz
olmaz. Yoksa bu haccın sevabı onun olur. Bunu Halebî Şurunbulâliyye'den
nakletmiştir. Onun için musannıf, "kâfi gelmez" tabirini
kullanmıştır. Lâkin ileride göreceğiz ki, ölen kimseye sevabın hâsıl olması,
ancak hacceden kimse onu edadan sonra bağışladığı takdirdedir.
«Velev ki ölen emretmiş olsun.» Yani ölen
kimse kendi namına haccedilmesini vasiyet eder de, "Benim yerime Zeyd
hacca gitsin." derse, Zeyd onun namına kendi malından hacca gittiği takdirde,
ölen için caiz olmaz. Çünkü ölenin vasiyeti tutulmuştur.
«Lâkin ölen namına oğlu haccederse...»
cümlesindeki 'oğlu' kelimesi misal olarak zikredilmiştir. Yoksa diğer
mirasçıların hükmü de böyledir. Lübab şerhi.
Ben derim ki: Hattâ vasî de öyledir. Nitekim
az ileride Umdetü'l-Fetevâ'dan naklen açıklanacaktır. Sonra bu istidrak,
musannıfın, "Onun namına biri nâfile haccederse" sözündeki mutlak
ifade üzerine yapılmıştır ki, mirasçı veya vasî ecnebi gibi değildir. O bir
vecihle tetavvu yapar. Meselâ sonra terekeden olmak üzere kendi malından
harcarsa caizolur. Ecnebi böyle değildir. Çünkü mirascı ölenin halifesidir.
Onun içindir ki terekeden olmak üzere ölenin borcunu kendi malından öderse caiz
olur. Bahır sahibi diyor ki: «Terekeden olmamak üzere haccetse, bu hacc ölen
namına caiz olmaz. Çünkü ölenin arzusunu yapmamıştır. Onun arzusu, harcananın
sevabıdır.»
Ben derim ki: Yukarıda mirasçının ölenin
malıyla haccetmeye hakkı olmadığını söylemiştik. Meğer ki mirasçılar büyük
olup, bunu kabul etsinler. Çünkü bu mal teberru etmek gibidir. Zâhire
bakılırsa, mirasçının haccı burada da bununla kayıtlanır.
«Benim malımdan dememiş olmak şartıyla... »
Bahır'da Sadru's-Şehîd'in Umdetü'l-Fetevâ adlı kitabından naklen şöyle
denilmiştir: «Bir kimse kendi malından bin dirheme kendi namına haccedilmesîni
vasiyette bulunur da, vasî sonra terekeden almak üzere kendi malından
haccetirirse, buna hakkı yoktur. Çünkü vasiyet sözle olmuştur. Vasiyet edenin
sözü muteberdir. O ise malı kendine izafe ederek söylemiştir. Binaenaleyh değiştirilemez.»
«Keza sonra almamak şartıyla birini hacca
gönderirse caiz olur.»Bundan şu anlaşılır ki, sonra terekeden almak şartıyla
birini hacca gönderse, evleviyetle caiz olur. Hâniyye sahibi her iki şıkkı
kaydederek şöyle demiştir: «Bir kimse kendisi namına hacca gönderilmesini
vasiyet eder de, mirasçı sonra terekeden almak şartıyla kendi malından birini
hacca gönderirse caiz olur. Ve sonra terekeden parasını alabilir. Zekât ve
kefaret dahi böyledir. Bunu ecnebi yaparsa, terekeden alamaz. Kendi namına haccedilmesini
vasiyette bulunur da, mirasçı terekeden almamak şartıyla kendi malından hacca
gönderirse, farz hacc namına ölen için caiz olur.» Lübab şarihi bunu
naklettikten sonra: "Görülüyor ki bu söz götürür.» demiştir. Demek istiyor
ki, yukarıda geçtiği vecihle vasiyet varsa, başkası namına hacc için o kimsenin
malından harcamak şarttır. Bu, teberrudan korunmak içindir. Binaenaleyh Hâniyye
sahibinin terekeden olmamak şartıyla haccı caiz görmesi buna aykırıdır. Onun
içindir ki terekeden almamak şartıyla mirasçı kendisi haccetse caiz
olmayacağını kendisi söylemiştir. Onların arasında fark görünmemektedir.
Biliyorsun ki ölen kimsenin vasiyetten maksadı, kendi malından harcamanın
sevabıdır. Bu, mirasçının sonra terekeden almak şartıyla onun namına haccetmesi
veya haccettirmesiyle hâsıl olmaktadır. Almamak şartıyla haccader veya
ettirirse, bu maksat hâsıl olmaz. Şurunbulâliyye sahibi bunu da müşkil
görmüştür. Aralarında fark görülerek; "Haccettirirse, malı vermek
hususunda mirasçı ölenin yerini tutar. Sanki hacca giden vekil ölenin malından
harcamıştır. Mirasçının bizzat haccetmesi böyle değildir. Çünkü onun tarafından
mal verme yoktur. Hattâ onun yaptığı sadece fiillerdir. Binaenaleyh terekeden
almayı niyet etmedikçe caiz olmaz." denilmişse de, bu fark açık değildir.
Çünkü mirasçının bizzat yaptığı hacc dahi mutlaka harcamaya dayanır.
METİN
Bir kimse her iki müvekkili namına
haccederse, haccı kendi namına olur, onların mallarını öder. Çünkü kendilerine
muhalefet etmiştir. Yaptığı haccı birine tahsis edemez. Zira evleviyet yoktur.
Ama ihramı mutlak yaparsa, tayininin sahih olması gerekir, ihramı müphem
yaparsa, tavaf ve vakfeden önce birini tayin ettiği takdirde caiz olur.
İZAH
«Her iki müvekkili namına haccederse...»
Yani hacca niyetlenirse demektir. Çünkü amellere hacet kalmaksızın mücerret
telbiye getirmekle muhalefet etmiş olur. Bunu Halebî söylemiştir.
Ben derim ki: Metindeki surete göre
böyledir. Yoksa bazan hacca başlamadıkça muhalif sayılmaz. Nitekim göreceksin.
İki müvekkil, anne-babası veya ecnebi
olabilir. Nitekim Fetih'te açıklanmıştır. Şu halde Bahır sahibinin, "İki
müvekkil anne-babaya da şâmildir. Ama bunları çıkaracak söz aşağıda
gelecektir." demesi itiraz götürür. Çünkü aşağıda gelecek olan anneyle
babanın emri olmaksızın onlar namına ihrama girmek hakkındadır. Burada ise
sözümüz iki müvekkil namına ihrama girmek hususundadır.
«Haccı kendi namına olur.» Yani vekil için
nâfile olur. Farz haccının yerine geçmez. Bahır ve Nehir. Ama bu söz götürür.
Az ileride gelecektir.
«Çünkü kendilerine muhalefet etmiştir.» Bu
cümle, haccın,kendi namına olmasının ve ödemesi gerektiğinin illetidir. Şöyle
demek istiyor: Çünkü müvekkillerden her biri sırf kendi parasıyla hacca
gitmesini emretmiştir. O ise bu parayı kendi haccına sarfetmiştir. Çünkü
evleviyet olmadığı için bu haccı onlardan birine tahsis edemez.
«Ama ihramı mutlak yaparsa tayinin sahih
olması gerekir.» Meselâ, "Bir hacc için Lebbeyk" der de susarsa,
ihram mutlak olur. Zeylâî diyor ki: «Kimin namına haccettiğini muayyen veya
müphem olarak söylemeksizin mutlak telbiye yapar da susarsa, Kâfî sahibi bu
hususta bir nass bulunmadığını söylemiştir. Ama muhalefet bulunmadığı için
burada bilittifak tayinin sahih olması gerekir.» Tayinin sahih olmasından
muradı, tavaf ve vakfeden önce iki müvekkilinden birini tayin etmesidir.
Nitekim müphem bıraktığı zaman da hüküm budur. Zeylâî bilittifak diyorsa da,
bizim üstadımız, "Burada İmam Ebû Yusuf'un aşağıda zikredilen ibham
meselesindeki muhalefeti câri olmasıdır. Çünkü aşağıdaki meselenin illeti
burada da câridir." demiştir. H.
«İhramı müphem yaparsa.» Yani "iki
müvekkilimden biri namına hacc için lebbeyk" derse, tavaftan ve vakfeden
önce birini tayin ettiği takdirde caiz olur. Buradaki tavaftan murad, tavafı
kudûmdur. Nitekim bir kimse iki hacc için iki ihrama birden girer de sonra
tavafı kudûma başlarsa, Ebû Hanife'ye göre haccın biri terkedilmiş olur.
«Caiz olur» ifadesinden murad, İmam-ı
Azam'la İmam Muhammed'e göre demektir. EbûYusuf'a göre bu hacca hiçbir şeye
tevekkuf etmeksizin kendi namına olur ve her iki müvekkilin paralarını öder.
Kıyas da budur. Çünkü müvekkillerden her biri, haccı kendisi için tayinini
emretmişti. Tayin etmeyince, emre emre muhalefet etmiş olur. Tarafeyn'in kavli
- ki istihsandır - şöyle "izah olunur: Bu, ihramı müphem yapmaktır.
Halbuki ihram maksat değildir. O ancak diğer fiillere vasıtadır. Müphem tayin
suretiyle vesile olabilir. Binaenaleyh şart olarak onunla yetinmiştir. Bunu
Halebî Zeylâî'den nakletmiştir.
Ben derim ki: Hâsılı müphem bırakma
suretleri dörttür:
1 - Her iki müvekkili namına bir hacc için
telbiye getirmek. Metindeki mesele de budur.
2 - İki müvekkilden biri namına müphem
olarak.
3 - Bir hacc için mutlak şekilde tehlil
getirmek.
4 - Hacca mı yoksa umreye mi ihramlandığını
tayin etmeksizin iki müvekkilinden muayyen biri namına ihrama girmektir. Şarih
"dördüncüyü zikretmemiştir. Çünkü o hilafsız caizdir. Nitekim Fetih'te
bildirilmiştir. Orada beyan edildiğine göre, bu suretlerde cevabın esası şudur:
Hacc, vekilin kendisi namına vaki olunca, ondan sonra müvekkiline değişmez. Vekil
müvekkilin parasını kendisi için harcadıktan ve o parayı sarfedeceği yola
gittikten sonra, ihramın kendi namına değişmesi, ancak muhalefet yahut şer'an
tayinden acz tahakkuk ettiği vakit caiz olur. İmdi dört suretten birincide
muhalefet ve tayinden acz tahakkuk etmiştir. Buna aşağıda gelen ebeveyn
meselesiyle itiraz edilemez. Çünkü o meselede emir yoktur. Nitekim gelecektir.
Binaenaleyh tayini terk etmekle muhalefet tahakkuk etmez. Sonunda tayin etmesi
de mümkündür. Çünkü onun hakikatı sevabı bağışlamaktır. Onun için ebeveyni
kendisine haccı emretseler, hüküm ecnebi müvekkillerde olduğu gibidir. Dört
suretten ikincide hacc amellerine başlamadıkça, mücerret ihramla muhalefet
tahakkuk etmez. Haccı ona tahsis de mümkün değildir. Çünkü onu iki
müvekkilinden birine ayırmakla, kendinin olmaktan çıkarmıştır. Artık kendinin
olamaz. Meğer ki muhalefetin tahakkuku veya tayinden acz bulunsun. Böyle bir
şey de tahakkuk etmemiştir. Çünkü tayin etmesi mümkündür. Ancak hacc amellerine
başlarsa, velev bir şavtla olsun iş değişir. Çünkü ameller tayin edilmeyen bir
kimse için olamaz. Ve kendi namına olur. Artık o amelleri başkasına çevirmeye
imkânı yoktur. Sadece sevabını değiştirebilir. Nass olmasa sevabını da
değiştiremezdi. Üçüncü surette müvekkillerden birine muhalefet bulunmadığı,
tayin de imkânsız olmadığı âşikârdır. Ama yukarıda söylediğimiz sebepten dolayı
kendi namına olmaz. Dördüncü suret hepsinden zâhirdir. Bu ibare kısaltılarak
Fetih'ten alınmıştır. Görüyorsun ki ikinci surette söylediği, iki müvekkilinden
birini tayin etmezden önce hacc amellerine başladığı hususunda açıktır.
Muhalefet ve tayinden acz tahakkuk ettiği için hacc» kendinin olmuştur. Birinci
surette de evteviyetle kendinin olur. Zâhire bakılırsa, bu hacc farz olan
haccın yerinitutar Çünkü tayin ve itlak ile sahihtir. Bununla nâfileyi niyet
ederse iş değişir. Vekil bu haccı müvekkillerine yahut ikisinden birine tahsis
ederek kendinin olmaktan çıkarmak istese de muhalefet tahakkuk edince bu
tasarruf bâtıl olur. Aksi takdirde aslâ kendi namına da vâki olmaz. O zaman
boştan kendi namına ihramlanmış gibi olur. Nâfileye de niyet etse, farz hacc
yerine geçer. Bundan dolayıdır ki müvekkil haccı emreder de, vekil hacda
birlikte kendisi için bir umre yaparak kırâna çevirirse, Fetih sahibi dahi caiz
olmadığını ve bilittifak ödemesi lâzım geldiğini söylemiş; sonra şöyle
demiştir: Bu, kendi namına farz hacc yerine de geçmez. Çünkü mutlak niyetle en
azı vâki olur, o ise niyette bu haccı kendinden değiştirmiştir. Ama bu söz
götürür.» Zâhire bakılırsa, söz götürmesi bizim anlattığımız gibi muhalefetin
tahakkuk etmesi ve haccın kendi namına vâki olmasıdır. Niyeti değiştirmesi
bâtıl olur ve yaptığı haccı farz hacc yerine geçer. Binaenalayh Bahır sahibinin
yukarıda geçen, "Vekil namına nafile olur, onun namına farz hacc yerine
geçmez." ifadesi söz götürür. Gerçekten Bâkânî Mülteka şerhinde ve Mülteka
şarihi dahi bununla farz haccı eda etmiş olacağını açıklamışlardır. Bana zâhir
olan budur.
METİN
Ebeveyni veya ecnebi iki kimse namına
teberru için hacca telbiye getirip, ondan sonra tayinde bulunmak bunun
hilâfınadır. Bu caizdir. Çünkü sevabını teberru etmiştir. Onu her ikisine yahut
birisine bağışlayabilir.
İZAH
«Bunun hilâfınadır ilh...» Bu cümle,
yukardaki "bir kimse her iki müvekkili namına haccederse" cümlesine
bağlıdır.
«Bu caizdir» cümlesi, iki mesele arasındaki
muhalefetin vechini göstermek için getirilmiş yeni bir cümledir. Çünkü
birincide caiz değildir, ikincisi onun hilâfınadır. Lâkin burada caiz olması,
haccı emretmemiş olmaları şartıyladır. Musannıfın "ebeveyni veya ecnebi iki
kimse namına" demesi. Kenz'de geçen 'ebeveyn' sözünün ihtirâzî bir kayıt
olmadığına tembih içindir. Bunun faydası, evlâdın anne ve babası için
haccetmesi pek münasip ve mendup olduğuna işarettir. Nitekim Nehir'de böyle
denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, bu meselede 'ebeveyn' diye kayıtlaması,
yukardaki meselede geçen iki müvekkilin ecnebi olduğuna delâlet etmez. Ebeveyn
de emrederlerse, hüküm iki ecnebinin hükmü gibidir. Nitekim Fetih'ten naklen
arzetmiştik. Böylece anlaşılır ki, her iki meselede ebeveynle ecnebiler
arasında fark yoktur. İtibar, emrin bulunup bulunmamasınadır. Yani açık olarak
emretmiş olmasınadır. Nitekim yakında anlaşılacaktır. İki kişi ayrı ayrı
"benim namıma haccet" diye emreder de, her ikisi için bir hacca
ihramlanırsa, hacc kendi namına olur. Onu ikisinden birine tahsis edemez. Ama
emir olmaksızın ikisi namına ihrama girerse, o haccı birine veyaher ikisine
tahsis edebilir. Keza müphem olarak biri namına ihrama girerse, sonradan tayini
evleviyetle sahih olur. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
Fetih sahibi diyor ki: Bunun esası şudur:
Her ikisi için yaptığı niyet emir bulunmadığından dolayı geçersiz olur. O kimse
teberru etmiş olur, Binaenaleyh yaptığı ameller kesin olarak kendinin olur.
Ancak sevabını onlara bağışlar. Sevap terettübü edadan sonra olur. Binaenaleyh
önceki niyeti hükümsüzdür. O sevabı, ikisinden birine yahut her ikisine tahsisi
sahihtir. Her ikisi namına yaptığı bu hacc nâfile ise, meselede işkâl yoktur.
Anne-babasından birinin üzerinde farz hacc olup onu vasiyet ederse, mirasçının
kendi malından teberru suretiyle yaptığı bu hata ödenmez. Ama vasiyet etmemiş
de, mirasçı teberruan onun namına birini hacca göndermiş veya bizzat kendisi
haccetmiş olursa, Ebû Hanîfe, "ona kâfi gelir inşaallah" demiştir.
Çünkü Peygamber (s.a.v.) Has'em kabilesinden bir kadına, "Ne dersin,
babanın borcu olsa ödermiydin? ilh..." buyurmuştur. Bundan, bu meseleyi
ebeveynle kayıtlamanın başka bir faydası daha olduğu anlaşılır. O da, vasiyet
yoksa müphem bıraktıktan sonra, tayin ettiği şahıstan farzın sâkıt olmasıdır.
Lâkin şu müşkil ortaya çıkar: Emir bulunmayınca, "anne-babasına" diye
yaptığı niyet geçersiz kalıp, bütün hacc amelleri sırf kendinin olunca, bunları
ebeveyninden birine çevirmesi nasıl sahih olur. Yukarıda geçmişti ki, hacc vekil
namına sahih olunca; onu müvekkiline çevirmek mümkün değildir. Evet, yalnız
sevabını çevirmek mümkündür. Bu bâbta nass vardır. Nitekim yukarıda geçti.
Allahu a'lem. Bunun için Fetih sahibi, "Ebeveyni namına nâfile hacc
yaptırsa, bunda işkâl yoktur." demiştir. Yani nâfile ibadet yapan, nihayet
sevabını başkasına bağışlayabilir demek istemiştir ki, doğrudur. Fakat emri
olmaksızın başkasının farzı yerine geçmesi müşkildir. Bunun cevabı şarihin
sözünde geçmişti: «Mirasçı, mûrisî namına hacceder veya ettirirse caizdir.
Çünkü burada delâleten emir vardır. demişti. Yani mirasçı onun tarafından memur
edilmiş gibidir demek istemiştir. Bu izaha göre yapılan ameller, yapan namına
değil ölen namına geçerli olur. Şu halde Fetih sahibinin, "Bunun esası
şudur: Her ikisi için yaptığı niyet emir bulunmadığından dolayı geçersiz olur
ilh..." sözü, ebeveyninîn üzerinde vasiyet ettikleri farz hacc olmamakla
tahsis edilmiştir. Bunun nassla ta'lilini dahi Bedâyi'den nakletmiştir ki, o da
bildiğin Has'amiyye hadisi idi. Bununla mirasçı ecnebiden ayrılır. Lâkin Lübab
şerhinden naklen biz ecnebinin de böyle olduğunu söylemiştik. Evet, bu başkası
namına haccda emrin şart kılınmasına muhaliftir. Ecnebi, ne sarahaten, ne
delâleten hacca memur değildir. Cevaben arzetmiştik ki, bu mesele, bu şart
hakkındaki rivayetin muhtelif olmasına dayanır. Meşhur olan şart olmasıdır.
Mirasçıda delâleten bulunduğu bilinince, Kenz ve diğer kitapların ebeveyni
zikirle yetinmelerinin üçüncü bir faydası meydana çıkar ki, o da delâlet
yoluyla olan emrin her cihetçe hakiki emir hükmünde olmamasıdır. Biliyorsun ki,
ebeveyni okimseye hakikaten haccı emretmezse, müphem söyledikten sonra tayın
etmesi sahih olmazdı. Nitekim iki ecnebi hakkında sahih değildir. Açık olarak
emretmezlerse, tayin sahih olur. Ulema bu meseleyi baştan iki ecnebi hakkında
farzetseler, ebeveynîn tayini sahih olmayacak sanılırdı. Çünkü delaleten emir
vardır. Binaenaleyh meseleyi ebeveyn hakkında farz ve tâhmin etmişlerdir ki,
delâleten emir bulunsa bile tâyinin sahih olduğu anlaşılsın. Bir de birinci
meseledeki emirden murad, açık emir olduğu anlaşılsın. Allahu a'lem.
TEMBİH: Bütün bu anlattıklarımızdan hâsıl
olan şudur ki; bir kimse iki şahıs namına hacca niyet ederse, her ikisi de
haccı emrettikleri takdirde, yaptığı hacc mutlaka kendisi için olur. Velev ki
ondan sonra haccı birisine tahsis etsin. Ama hacc bittikten sonra sevabını her
ikisine yahut birisine bağışlayabilir. Haccı emretmemişlerse hüküm yine budur.
Ancak mirasçı olur da ölenin vasiyet etmediği farz haccı bulunursa yaptığı hacc
ölünün farz haccı yerine geçer. Çünkü delâleten emir ve bir de nass vardır.
Vasiyet ederse iş değişir. Çünkü maksadı, kendi malından harcananın sevabıdır.
Binaenaleyh mirasçının onun namına teberruu sahih olmaz. Ecnebi ise mutlak
surette bunun hilâfınadır. Çünkü emir yoktur.
«Çünkü sevabını teberru etmiştir.» cümlesi,
müvekkiller meselesinde değil, ebeveyn meselesinde tayinin sahih olmasının
vechini beyandır. Yukarıda Fetih'ten naklettiğimiz, "Bunun esası şudur:
Her ikisi için yaptığı niyet, emir bulunmadığından dolayı geçersiz olur
ilh..." ifadesinin mânâsı da budur. Şurunbulâliyye sahibi şöyle demiştir:
Bu meselenin ta'lîli, haccın, yapan namına olduğunu ifade eder. Bununla farz
hacc sakıt olur. Velev ki sevabını başkasına bağışlasın. Fetih sahibinin rivayet
ettiği hadisler de buna delâlet etmektedir. O şöyle demiştir: Bilmiş ol ki
evlâdın bunu yapması pek yerinde ve menduptur. Çünkü Dârekutnî'nin İbn-i Abbas
(r.a.)'dan, Onun da Peygamber (s.a.v.)'den naklen rivayet ettiği bir hadiste,
ebeveyni için hacceden veya onların borcunu ödeyen kişi için bir olacak vardır.
O kıyamet gününde iyilerle beraber haşrolunacaktır, buyrulmuştur. Dârekutnî
Câbir'den şu hadisi tahriç etmiştir: Peygamber (s.a.v.), "Bir kimse babası
veya annesi namına haccederse, onun hacc borcunu ödemiştir. Ona, fazladanda on
hacc sevabı verilir", buyurdu. Zeyd b. Erkam'dan da şunu tahriç etmiştir:
«Rasulullah (s.a.v.), "Bir adam ebeveyni namına haccederse, haccı kendisi
ve ebeveyni namına kabul olunur. Ebaveyninin ruhları şâd olur. Kendisi de Allah
indinde iyi kul yazılır," buyurdu.»
Ben derim ki: Bu anlattıklarımızdan
anlamışsındır ki, bir mirasçı ebeveyni namına hacceder de onlardan birinin
üzerinde vasiyet etmediği farz haccı bulunursa, o hacc ölen namına geçer.
İnşaallah bununla onun farz haccı sâkıt olur. Şu halde bununla hacceden
kimseden dahi farzın sâkıt olduğu nasıl iddia edilebilir. Bu adam onu başkasına
sarfetmiş, biz de onun bu tasarrufunu caiz görmüşüzdür. Evet, bu şurada zâhir
olur: Ebeveyninden birininüzerinde vasiyet ettiği farz hacc olur. Yahut farz
hacc hiç bulunmaz. Buna delil, Fetih sahibinin, "O ancak ebeveynine
sevabını bağışlar. Bu da edadan sonra olur." sözüdür. Kâdıhân'ın Câmi
şerhindeki şu sözü de bunun gibidir: «O ancak fiilinin sevabını ebeveynine
bağışlayabilir. Bu bize göre caizdir. Haccının sevabını başkasına bağışlamak
ise ancak haccı eda ettikten sonra olur. Böylece ihram hakkındaki niyeti bâtıl
olur, kendisi sevabını hangisine isterse bağışlayabilir.»
Bu açık olarak gösteriyor ki, niyet,
ebeveyn için yapılmamıştır. Hacc amelleri kendi namına olmuştur. O şahıs edadan
sonra sevabını dilediğine bağışlayabilir. Bu surette farzın hacceden şahıstan
sükutu iddia edilebilir. Nitekim biz bunu iki müvekkil namına hacc meselesinde
yazdık. Bundan anlaşılır ki, insan farz haccının sevabını da başkasına
bağışlayabilir. Nitekim bâbın başında da zikretmiştik. Ama ölenin üzerinde,
vasiyet etmediği farz hacc bulunur da, onunla ölenin farzı sâkıt olursa, bundan
hem niyetin, hem amellerin haccı yapan için değil, ölen için yapılmış olması
lâzım gelir. Meğer ki ameller burada dahi yapana aittir, denilsin. Nitekim
Fetih, Kâdıhân ve diğer kitapların mutlak olan ibareleri bunu iktiza eder.
Lâkin bununla Allah'tan bir fazilet olmak üzere ölenin farz haccı da sâkıt
olur. Bunu nassla yani Has'em kabileli kadının hadisiyle amel ederek
söylüyoruz. Velev ki kıyasa muhalif olsun. Onun içindir ki Ebû Hanife
'inşaallah' diyerek onu meşiete ta'lîk etmiştir. Bu haccla hacceden kimsenin
farzı dahi sâkıt olur. Bu hükmü. zikri gecen hadislerden alıyoruz. Onun için de
bu hususta mirasçının hükmü ecnebiye uymamıştır.
«Yukarıda delâleten emir bulunduğu için
mirasçının haccı caizdir.» şeklinde geçen ta'lîl, amellerin ölen namına
olacağını gerektirir. Çünkü açık olarak emretseydi, şüphesiz onun namına
olurdu. Binaenaleyh Fetih ve diğer kitapların mutlak olan sözlerinin muktezası
buna muhaliftir. Ve o zaman bununla farzın haccedenden sükutu da mümkün
değildir, dersen: ben de şöyle derim: Biliyorsun ki delâleten emir, her yönden
açık emir gibi değildir. Onun içindir ki sözünü müphem bıraktıktan sonra
ebeveyninden birini tayin etmesi sahih olur. Eğer açık olarak emretseydi, iki
ecnebi hakkındaki gibi burada da sahih olmazdı. Nitekim evvelce arzettik. Eğer
delâlet yoluyla "emir, amellerin ölen namına olmasını gerektirseydi, tayin
sahih olmazdı. Bu sebeple biz de amellerin amel sahibine ait olduğunu söyledik.
O amellerle onun farzı sâkıt olur. Keza zikri geçen hadislerle amel ederek,
babanın veya annenin farzı da sâkıt olur diyoruz. Allahu a'lem.
Bu müşkil meseleleri izah hususunda benim
kısa aklımın erebildiği son nokta budur. Öyle meseleler ki, onları böyle izah
eden hiç görmedim. Hamd Allah'a mahsustur.
METİN
Hadiste, "Her kim ebeveyni namına
haccederse, onun haccını eda etmiş olur. Kendisi için deon hacc fazlası vardır.
Hem iyiler meyanında haşrolunur." buyrulmuştur. İhsar kurbanı - başkası
değil - gönderenin malından kesilir. Velev ki ölmüş olsun. Bazıları bunun üçte
birden bazıları da bütün maldan verileceğini söylemişlerdir. Sonra vekil bu
haccı kendi işlediği bir kusurdan dolayı kaçırırsa öder. Semâvî (Allah
tarafından) bir âfetten dolayı kaçırırsa ödemez.
İZAH
"Hadiste" demesi, bunun bir hadis
olduğu zannını veriyor. Halbuki bu söylediği, bildiğin gibi bazı lâfız
değişiklikleriyle iki hadisten alınmıştır. Çünkü sahih kavle göre bilen bir
kimse hadisi mana itibariyle rivayet edebilir. H.
«Başkası değil...» Yani ihsar kurbanından
başkası değil demektir ki murad, kırân ve temettu'da kesilen şükür kurbanı ile
cinayet kurbanıdır. Bunlar, hacca gönderenin malından kesilmezler.
«Gönderen malından kesilir.» Bu, İmam-ı
Âzam'la İmam Muhammed'e göredir. Kitap metinleri hep buna göre yazılmıştır. Ebû
Yusuf'a göre ise hacca memur olan kimsenin malından kesilir.
«Bazıları bunun üçte birden verileceğini
söylemişlerdir.» Çünkü hacc vasiyeti malın üçte» birinden zzzzzzzz edilir. Bu
da vasiyetin tâbîlerindendir.
Bazıları da bütün maldan verileceğini
söylemişlerdir. Çünkü bu hacca memur olan kimsenin ölen üzerinde sabit olmuş
bir hakkıdır. Binaenaleyh bütün malından alınır. Nasıl ki ölen kimse kölesinin
satılmasını ve parasının tasadduk edilmesini vasiyet etse, vasî köleyi satarak
parasını kaybetse, sonra köle benim hakkımdır diyen biri çıksa, Ebû Hanife'nin
son kavline göre müşteri parasını vasîden, vasî de terekenin bütününden alır.
Bu satırlar Kadıhan'ın Câmi şerhinden alınmıştır. Tahtavi birinci kavli,
Rahmeti ise ikinciyi beğenmişlerdir.
«Sonra vekil bu haccı ..» Yani hacca memur
olan kimse kendi kusurundan dolayı hacca yetişemezse demektir. Yetişememeyi
sarih mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh ihsar sebebiyle olsun, başka bir sebeple
olsun hacca yetişememeye şâmildir. Zira ihsan'da kendi kusurundan ileri
gelebilir, Kasten kendisini hasta eden bir ilaç alır da bulunduğu yerde kalır
Bunu Halebî söylemiştir. Şu da var ki, ulema sair hacca yetişemeyenler gibi,
bunun da gelecek seneye kendi malıyla haccetmesi lazım geldiğini
açıklamışlardır. Nitekim Bahır'da zikredilmiştir. Bahır sahibi bundan sonra
şunları söylemiştir: «O kimse ihsarda kalıp hacca yetişemeyince, onu kaza
ettiğinde acaba haccı gönderen namına mı olur, giden namına mı? Ulema bu ciheti
açıklamamışlardır. Gönderen namına olursa, acaba gelecek seneye kendi malıyla
hacca gitmeye mecbur edilir mi, edilmez mi? »
Ben derim ki: Bedâyi sahibi şunları
söylemiştir: «Hacca yetişemezse, başlayıp da haccıkaçıran kimsenin yaptığını
yapar ve nafakayı ödemez. Çünkü haccı kendi kusuru olmaksızın kaçırmıştır. O
kimseye kendisi hakkında gelecek seneye hacc farzdır. Çünkü hacc ona başlamakla
vacip olmuştur. Binaenaleyh kazası lâzım gelir. Bu İmam Muhammed'in kavline
göre zâhirdir. Çünkü Ona göre hacc, haccedenin olur.» Bunu Nehir sahibi
Sirâc'dan nakletmiş, sonra şöyle demiştir:«İmam Muhammed'den başkalarının
kavline göre hacc gönderen namına olur ki, kazanın da namına olması gerekir.
Masrafı da onun vermesi lazımdır.»Bunu şu da te'yid eder: Lübab'da
açıklandığına göre o kimse semavi bir afetten dolayı hacca yetişememişse,
masrafı ödemez ve ölen namına hacca yeniden başlar. Yani İmam Muhammed'in
kavline göre o kimseye kendisi için hacc lazımdır. Başkalarının kavline göre
ise, ölen namına haccedecektir. Zahirine bakılırsa, hacc o kimseye kendi
malından vaciptir. Lakin Tatarhaniyye'de Münteka'dan naklen şöyle denilmiştir:
«İmam Muhammed'e göre ölen namına parası yetişirse, memleketinden hacceder.
Yetişmezse yetiştiği yerden gider. İhramlı bir kimseye geçirdiği haccın kazası
kendisi için lâzımdır. Yaptığı sarfiyatı ödemez. Haccı kaçırdıktan sonra da
hacc nafakası alamaz.»
Bu sözün muktezası şudur: Ölen namına hacc,
ölenin malından olur. Hacca memur edilen kimsenin başladığını kaza etmek için
kendi malından bir hacc daha yapması gerekir. Buna yine Tatarhâniyye'de
Tehzib'den nakledilen şu ifade muhaliftir: «İmam Ebû Yusuf demiştir ki:
Vakfeden önce haccı fâsit olursa, hacc nafakasını ödemesi icabeder. İfsat ettiği
haccı da kaza eder. Gönderen için bir umre ve bir hacc yapar. Haccı kaçırırsa
ödemez. Çünkü kendisi güvenilir insandır. Ama kaçırdığı haccı kaza etmesi.
gönderen namına da bir hacc yapması icabeder.»
«Ama kaçırdığı haccı kaza etmesi ilh...»
ifadesi, o kimsenin kendi malından iki defa haccetmesini gerektirir. Meğer ki
"gönderen namına da bir hacc yapması icabeder" ifadesi meçhule
çevrile. Yani mirasçılara onun malından haccettirmek düşer mânâsına alına.
Sonra anlaşıldığına göre bu söz, İmam Ebû Yusuf'un kavlindendir ve Nehir'den
yukarıda naklettiğimize aykırıdır. Bunun üzerinde daha söz edilecektir.
METİN
Kırân ve temettu kurbanıyla cinayet kurbanı
haccedene düşer. Ama hacca gönderenin kırân ve temettua izin vermiş olması
şarttır. Aksi takdirde muhalif sayılır ve öder. Vakfeyi yapmadan cima ederse,
hacc masrafını öder ve kendi malıyla haccı tekrar eder. Vakfeden sonra cima
ederse ödemez. Çünkü maksat hâsıl olmuştur. Hacca memur edilen kimse ölür veya
vakfe yapmadan yolda hacc nafakası çalınırsa, gönderenin evinden malının kalan
üçte biriyle bedel gönderilir. Yetmezse yeteceği yerden gönderilir. O vekil de
ölür veya parası ikinci defa çalınırsa, ondan sonra kalan (malının üçte biriyle
hacca bedel gönderilir. Böylecedefalarca tekerrür ederse, malının üçte birinden
hacca götürecek miktar kalmayıncaya kadar tekrarlanır, nihayet vasiyet bâtıl
olur.
İZAH
"Cinayet" kelimesini musannıf
mutlak söylemiştir. Binaenaleyh cima kurbanına av cezası kurbanına ve tıraş
cezasına dikişli elbise, koku sürünme ve mikâtı ihramsız geçme cezalarına
şâmildir. Bahır.
«Haccedene düşerse» Yani bunlar hacca memur
olan kimseye aittir. Kırân ve temettu kurbanı iki ibadeti biraraya getirmek
nasip olduğuna şükür içindir. Velev ki yaptığı hacc gönderenin olsun. Çünkü bu
şer'î bir vuku'dur; hakiki değildir. Cinayetin cezasına gelince: Bu da onun
işlediği cinayete taalluku itibariyledir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.
«Muhalif sayılır.» Bu kavil Ebû
Hanife'nindir. Vechi şudur: O kimse kendisine emredileni yapmamıştır. Çünkü
gönderen ona yalnız hacc için sefer etmesini söylemiştir. O, bu emre muhalefet
etmiştir. Onun için öder. Bedâyi. Muhit'te şu ziyade vardır: «Çünkü umre
gönderen namına olmamıştır. O bunu emretmemiştir. Binaenaleyh sanki gönderen
namına haccetmiş, kendi namına umre yapmış olur ve muhalefet etmiş sayılır.
Gönderen hacc yapmasını emreder de, o evvelâ umre yapar, sonra Mekke'den
haccederse, muhalefet etmiş sayılır. Çünkü kendisi mikâttan haccetmeye
memurdur. Ama gönderen umre yapmasını emreder de, o da bunu yapar sonra kendisi
için haccederse, muhalefet etmiş sayılmaz. Evvelâ haccedip sonra umre yapması
bunun hilâfınadır.» İhram bâbından az önce söylediklerimize bir bak!
«Hacc masrafını öder» Kurban ise herhalde
memurun vazifesidir. Bahır.
«Kendi malıyla haccı tekrar eder.» Çünkü
haccı ifsat ettiği vakit, emredilen fiil meydana gelmemiştir. Olan, memur
edilen namına olmuştur. Binaenaleyh kendi haccı için başkasının malından
harcadığı miktarı öder. Sonra gelecek sene o haccı sahih olarak kaza ettiğinde,
ölenden hacc sakıt olmaz. Çünkü geçen sene haccı bozarak ona muhalefet edince,
ihram kendi namına vâki olur. Onun sebebiyle eda edilen hacc da kendi namına
olur. İbn-i Kemâl. Gönderen için bir hacc daha yapması gerekir. Nitekim az
yukarıda Tatarhâniyye'den naklen arzettik. Yani kaza ettiği haccdan başka bir
hacc daha yapacaktır. Esah olan budur. Nitekim Mi'râc'da bildirilmiştir.
Bununla Bahır'ın sözü karşılanmış olur. Bahır'da, "Haccını ifsat ederse,
gelecek sene kendi malıyla haccetmesi lâzım gelir." denilmiştir. Bu
ibarede haccın gönderen namına olmayacağı tereddütlüdür.
«Vakfeyi yapmadan» diye kayıtlaması,
vakfeyi yaptıktan sonra tavaftan önce ölürse, gönderen namına hacc caiz olacağı
içindir. Çünkü en büyük rüknünü eda etmiştir. Hâniyye ve Fetih. Buna benzer bir
ibareyi Tecnîs'ten nakletmiştik. Bahır sahibinin bahsettiği, "Büyüklük
meselesi ondan sonra fesattan emin olduğu içindir. Kâfi geldiği için değildir.
Binaenaleyh gönderenin tekrar haccettirmesi gerekir." ifadesi nakledilene
muhaliftir. Ama sağ kalır da haccı tamamlar, yalnız ziyaret tavafını yapamadan
dönerse, Fetih sahibi böylesi hakkında, "Hacc masrafını ödemez. Şu kadar
var ki, o kimse kadınlara haramdır. Üzerinde kalanı kaza için kendi parasıyla
haccadöner. Çünkübu surette kendisi cinayet işlemiştir." demiştir.
«Gönderenin evinden...» Yani bir yer tayin
etmemişse, gönderenin evinden etmişse, o yerden gönderilir. Nitekim geçmişti.
«Ondan sonra kalan malının üçte biriyle...»
Yani nafaka helâk olduktan sonra kalanın üçte birinden bedel gönderilir.
Ulemanın, "malın kalan üçte birinden" sözünden muradları budur. Bu,
İmam-ı Âzam'a göredir. Ebû Yusuf'a göre üçte birin kalanıyla, İmam Muhammed'e
göre ise hacca memur edilen kimsenin elinde kalanla gönderilir. Misali şudur:
Bir adam kendi namına hacca bedel gönderilmesini vasiyet ederek ölür ve dörtbin
dirhem bırakırsa, vasî de hacca memur tayin ettiği kimseye bin dirhem verir de
bu para çalınırsa, İmam-ı Âzam'a göre terekeden kalanın üçte birinden hacca
yetecek miktar alınır ki, bu da bin dirhemdir. Yine çalınırsa, kalan iki binin
üçte birinden alınır. Böylece üçte biri hacca yetecek miktar kalmayıncaya kadar
devam edilir. Ebû Yusuf'a göre birinci bin dirhem çalınınca, terekenin üçte
biri namına sadece üçyüzotuz dirhemle bir dirhemin üçte biri kalır. Yeterse,
hacca memur edilene bu para verilir. Başka bir defa artık para alınmaz. İmam
Muhammed'e göre ilk binden hacca götürecek kadar kalırsa, onunla hacceder.
Kalmazsa haccetmez. Umumiyetle ulema hilâfı böyle anlatmışlardır. Bazıları da,
"Bu, malının üçte birinden haccettirilmesini vasiyet ettiğine göredir.
Yahut haccettirilmesini vasiyet edip, başka bir şey söylemediğine göredir.
Fakat malının üçte biriyle haccettirilmesini vasiyet ederse, İmam Muhammed'in
kavli Ebû Yuusuf'un kavli gibidir." demişlerdir. Tamamı Kâdıhân'ın Câmi'i
ile Fetih'tedir. Bu ihtilâf, mal hacca memur edilenin elinde helâk olduğuna
göredir. Mirasçılar mirası taksim ettikten sonra vasînin elindeyken helâk
olursa, bilittifak kalan malın üçte biriyle haccettirilir. Nitekim
Tatarhââniyye'de beyan edilmiştir.
METİN
Ben derim ki: Zâhirine bakılırsa, memurun
terekesine dönmek yoktur. Araştırılmalıdır. Memurun öldüğü yerden bedel
gönderilmez. İmameyn buna muhaliftir. Onların kavli istihsandır.
FER'Î MESELELER: Hacca memur edilen kimse
yukarıda geçtiği gibi kırân veya temettu yapmakla âmirine muhalefet etmiş olur.
İlk seneden geciktirmekle tayin edilmiş bile olsa muhalefet etmiş sayılmaz.
Çünkü bu tayin kayıt için değil, acele etmek içindir. Efdal olan, âmirinin
evine dönmektir. Artan parayı çevirmesi icabeder. Onu kendisi için şart koşmuşsa,
bu şart bâtıldır. Meğer ki artanını kendine hîbe etmeye onu tevkil etmiş olsun.
Yahut ölen kimse onun muayyen bir şahsa verilmesini vasiyet etmiş bulunsun.
İZAH
«Zâhirine bakılırsa, memurun terekesine
dönmek yoktur.» Bu ibareden murad; gönderenin mirasçıları hacca gönderilenin
yanında kalan terekesinden bir şey olamaz demekse, bu pek uzak bir ihtimaldir.
Çünkü memur edilen, bu mala mâlik değildir. Hattâ haccı tamamlamış olsa, artan
parayı çevirmesi vâcip olur. Nitekim ileride gelecektir. şu halde bu kalan
miktara, âmirin malıdır denilebilir. Ve üçte birden hesap edilir. Bunu
Kuhistânî şu, sözüyle açıklamıştır: «Mirasçıların ve hacca memur edilenin
ellerinde kalanın üçte biriyle haccettirilir.» Eğer murad mirasçılar hacca
memur olanın ölmezden evvel harcadıklarını yahut ondan çalınanı alamazlar
demekse, emre muhalefet etmediği yerde şüphesiz öyledir. Nitekim kendi taksiri
olmaksızın hacca yetişemediği yerde geçmişti. Şayet murad, ikinci gönderilen
hacc vekiline verilen parayı alamazlar demekse;
ulemanın, "Malından kalan miktarın
üçte biriyle" yani gönderenin malından kalanın üçte biriyle sözlerinden
anlaşılan budur. Zâhire bakılırsa, şarihin muradı da budur. O, bununla şuna
tembihte bulunmuştur: Kendi taksiri olmaksızın hacca yetişemez de kaza etmesi lâzım
gelirse, bu kaza bilittifak kendi namına olur. Yukarıda arzettiğimiz, "Bu,
İmam Muhammed'in kavline göre zâhirdir. Başkalarının kavline göre kaza haccı
emreden namına olur. Masrafı da memur edilen kimseye lâzım gelir." ifadesi
bunun hilâfınadır. Çünkü muktezası şudur: Hacca memur edilen kimse yolda
ölürse, gönderenin mirasçıları onun terekesinden mûrisleri namına verdikleri
parayı alabilir. Bu ise fukahanın bu hilâfî meselede anlattıklarına aykırıdır.
Çünkü onlar ikinci defa bedel gönderirken paranın, hacc emrini verenin bütün
malından kalanın üçte birinden yahut üçte birinin kalanından yahut hacca memur
kimsenin elinde kalanından verileceğini söylemişlerdir. Hacca memur edilen
kimsenin malından verileceğini hiçbiri söylememiştir. Binaenaleyh yukarıda Bedâyi.
Sirac ve Nehr'in incelemelerinden naklettiklerimize aykırıdır. Aferin bu
şarihe! ne kadar da uzak görüşlüymüş!..
«İmameyn buna muhaliftir.» Yani hem ikinci
defa verilen para hususunda, hem de ikinci defa nereden vekil gönderileceği
hususunda muhaliftirler. Fetih.
«Onların kavli istihsandır.» Yani nereden
gönderileceği hakkındaki sözleri istihsandır. Fakat ikinci defa verilecek para
hakkında ulema istihsandan bahsetmemişlerdir. Fetih'te beyan edildiğine göre,
ikinci defa verilecek para hakkında İmam-ı Âzam'ın kavli daha güzeldir. Burada
da İmameyn'in kavli daha güzeldir. Onların bu kavlinin tercih edildiğini biz
İnâye ve Mi'râc'dan nakletmiştik. Ama yine demiştik ki: «Metinler İmam-ı
Âzam'ın kavline göreyazılmıştır. Bunu sahih kabul edildiğini Allâme Kâsım
nakletmiştir.»
«Kayıt için değil, acele etmek içindir.»
Çünkü hacc, senelerin geçmesiyle değişmez. Hangi senede yapılsa o kimse namına
olur. Şüphesiz ki tayin edilen ilk senede yapılması evlâdır. Çünkü paranın
harcanacağından veya haccın menedileceğinden korkulur. T.
«Efdal olan, âmirinin evine dönmektir.»
Bahır sahibi diyor ki: «Bir kimseyi hacca gönderir de, o da haccederek Mekke'de
kalırsa caizdir. Çünkü farz eda edilmiş olur. Ama efdal olan, haccedip
ailesinin yanına dönmektir.»
«Artan parayı çevirmesi icabeder.» Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Hâsılı hacca memur olan kimse aldığı nafakaya mâlik olamaz.
Onda; gönderen sağ olsun, ölmüş olsun ve miktarı muayyen olsun olmasın,
gönderenin milki olmak üzere tasarruf eder. Artanı kendisine ancak aşağıda zikredilen
şartla helâl olur. Artanın çok veya az olması müsâvidir. Nitekim Zahîriyye'de
açıklanmıştır.»
Ben derim ki: Bu da gösterir ki, hacc için
ücretle adam tutmak müteehhirin ulemaya göre sahih değildir. Nitekim evvelce bu
hususta söz etmiştik.
«Onu tevkil etmiş olsun ilh...» Fetih
sahibi diyor ki: «Artan paranın memurun olmasını isterse; ona, seni artanını
kendine hîbe etmeye ve kendin için kabul etmeye tevkil ettim, der. Şayet ölüm
üzerine tevkil ederse; kalanı benden sana vasiyet olsun der.» Lübab'da şu da
ziyade edilmiştir: «Eğer haccı emreden belli bir adam tayin etmezse; vasîye,
"Nafakadan kalanı dilediğine ver." der. Mutlak bırakır da; nafakadan
kalanı derse, kalan memurun olur, vasiyet bâtıldır.» Çünkü meçhûle vasiyettir
demek istiyor.
METİN
Hacca memur olan kimse ihrama girmedikçe,
ölenin vârisi malı ondan geri alabilir. Keza kendisi namına vasîsi haccetsin
diye mal verip ihrama girer de sonra âmir ölürse, hüküm yine budur. Vasî
kendisi haccedebilir. Meğer ki haccı emreden, parayı başkasına vermesini
söylemiş olsun yahut mirasçı olup diğer vârisler razı olmasınlar. Hacca memur
olan kimse, ben haccdan men olundum der de, mirasçılar kendisini yalanlarsa,
tasdik edilmez. Meğer ki meydanda bir iş olsun. Vekil, ben haccettim der de,
mirasçılar yalanlarsa, yeminiyle tasdik edilir. Ancak ölene borçlu olur da
ödeyeceği borçtan harcaması emrolunmuşsa, o zaman tasdik olunmaz. Mirasçıların,
bu adam kurban bayramı günü memlekette idi diye beyyineleri de kabul edilmez.
Ancak haccetmediğini ikrarı üzerine beyyine getirirlerse, o zaman kabul edilir.
İZAH
«Vârisi malı ondan geri alabilir ilh...» Bu
mesele. musannıfın, "Üçte biri yeterse..." dediği yerde geçmişti.
Ancak iki yerde de birbirinden farklı ziyadelerle zikredilmiştir. İkisini bir
yerdesıralasa daha iyi olurdu. H.
«Keza kendisi namına vasîsi haccetsin diye
mal verip ihrama girer de sonra amir ölürse ilh...» cümlesi, mânâ itibariyle
bozuktur. Bir nüshada, "Keza kendisi namına vasiyetsiz olarak haccetmesi
için mal verdiyse" denildiği görülmüştür ki doğrusu da budur. Çünkü murad,
kendi namına hacı gönderilen kimse haccı vasiyet etmez, lâkin kendi namına
haccetsin diye para verir de sonra ölürse. mirasçılara kalan parayı o adamdan
geri alabilirler. Velev ki hacc için ihrama girmiş olsun demektir. Nehir sahibi
diyor ki: Emredenin kendi namına haccı vasiyet etmesini kaydetmemiz, Muhit'te
şöyle denildiği içindir: "Bir adama kendi namına haccetsin diye mal verir
de, o da hacca niyet eder, sonra, emreden ölürse, mirasçıları onun elinde kalan
malı geri alabilirler. ÖIdükten sonra harcadıklarını da ödettirirler. Çünkü
hacc nafakası, zevilerham (akraba) nafakası gibidir, ölümle bâtıl olur."
«Vasî kendisi haccedebilir.» Fethu'l-Kadir
sahibi diyor ki: ibadetler için ücretle adam tutmak caiz değildir. Bundan
dolayıdır ki, bir kimse kendi namına haccedilmesini vasiyette bulunur da. fazla
bir şey söylemezse. onun namına vasi kendisi haccedebilir diyoruz. Meğer ki
mirasçı olsun yahut o malı haccetsin diye bir mirasçıya vermiş olsun. Bu caiz
değildir. Ancak mirasçılar büyük olur do rıza gösterirlerse caiz olur. Çünkü
bu, mal teberru gibidir. Sair mirasçılar razı olmadıkça. bir mirasçı bunu
yapamaz. ölen kimse vasîye, "Şu malı benim namıma haccedecek birine
ver." dese. vasî mutlak surette bizzat haccedemez.»
«Ben haccdan men olundum ilh...» derse,
mirasçılar yalanladıkları takdirde, sözü tasdik edilmez ve ölenin malından
harcadığı miktarı öder. Meğer ki açık bir iş olup, doğru söylediğini göstersin.
Çünkü ödetmenin sebebi meydandadır. Bunu defetmek için ancak açık açık
doğruluğunu gösteren bir şey lâzımdır. Fetih.
«Yeminiyle tasdik edilir.» Çünkü kendisi
elindeki emanet borcundan kurtulduğunu iddia etmektedir. Fetih.
«Ancak ölene borçlu olursa ilh...» Yani o
zaman ancak beyyineyle tasdik olunur demektir. Çünkü kendisi borcu ödediğini iddia
etmektedir. Birçok kitaplarda bu mesele böyledir. İtimat da bunadır.
Hızânetü'l-Ekmel'in ifadesi buna muhaliftir. Bahır.
«Mirasçıların beyyineieri kabul olunmaz
ilh...» Çünkü bu, nefye şehadettir. Bahır. Yani onların maksadı onun haccını
kabul etmemektedir. Velev ki şahitlikleri sûreten isbat olsun. H.
«Ancak haccetmediğini ikrar üzerine beyyine
getirirlerse kabul edilmez.» Çünkü ikrarı - ki bu cümleyi söylemesidir -
isbattır. H.
TETİMME: Muhit'te Müntekâ'dan naklen şöyle
denilmiştir: «Bir kimse bir adama bin; fakirlere bin ve farz haccı için bin
dirhem vasiyette bulunsa, malının üçte biri de ikibin dirhem etse, bu üçte bir
aralarında üçte bir hesabıyla taksim olunur. Sonra fakirlerin hissesi hacca
katılır. Haccdan artan da fakirlere verilir. Çünkü farzdan başlamak daha
mühimdir. O kimsenin üzerinde bir haccla zekât bulunur da, bir insana da
vasiyet ederse, üçte biri paylaşırlar. Sonra zekâtla hacca bakılır ve vasiyet
eden hangisinden söze başladıysa, ondan başlanır. Biri farz, biri nezir olursa,
farzdan başlanır. Biri nâfile, biri nezir olursa, nezirden başlanır. Hepsi
nâfile veya hepsi farz yahut vâcip olursa, ölenin söze başladığından işe
başlanır.» Bu meselenin izahı vasiyetler bahsinde gelecektir. Onu belle! Çünkü
mühimdir, çok vuku bulur. Bu bâbtan birçok fer'î meseleler daha kalır ki, Fetih
iIe Lübab'dan öğrenilebilir. Allahu a'lem.
METİN
Hedy, lügatta ve şeriatta Harem-i Şerif'te
kendisiyle ibadet edilmek için oraya hediye edilen hayvandır ki, en aşağısı bir
koyundur. Hedy deveden beş yaşında, sığırdan iki yaşında ve koyundan bir
yaşında olandır. Tarifi vâcip değildir. Yalnız şükür kurbanında menduptur,
İZAH
Hedy kurbanı, geçen meseleler içinde kimi
ibadet, kimi ceza olarak zikredildiği için açıklanması ve ona taallûk eden
şeylerin beyanına ihtiyaç görülmüştür. İbn-i Kemâl.
«Hediye edilen hayvandır.» Bu kelime,
'hedy'den daha umumi olan' hediyye'den alınmıştır. 'Hareme' sözüyle musannıf
'Harem'den başkasına hediye edilen hayvan vesaireden ihtiraz ettiği gibi;
'hayvan' sözüyle de Harem'e hediye edilen hayvandan başka şeylerden ihtiraz
etmiştir. Fukahanın yemin ve nezirler bâbında bundan başkasına 'hedy' ismi
vermeleri mecazdır. Bahır.
«Kendisiyle ibadet edilmek için» sözünden
maksat, Harem'de kesilerek kanı akıtılmaktır. Bununla Harem-i Şerif'te bir
adama hediye olmak üzere verilen hayvandan ihtiraz etmiştir ve bununla velev
delâleten olsun hedyde niyet lâzım olduğunu anlatmıştır. Bahır'da Muhit'ten
naklen şöyle denilmektedir: «Hayvanlardan biri ya açık söylemekle yahut delâlet
yoluyla hedy olur. Delâlet yoluyla hedy ya niyetle, yahut Mekke'ye bir deve
götürmekle olur. Velev ki niyet etmesin istihsânen caizdir. Çünkü hedy niyeti
örfen sabittir. Mekke'ye deve götürmek örfü adette binmek ve ticaret için
değil, hedy için olur.» Götürmekten muradı da, gerdanlık taktıktan sonra
götürmektir. Mücerret deveyi sevketmek değildir.
«En aşağısı bir koyundur.» Yani en yukarısı
da bir deve veya sığırdır. Bir devenin yedide biri hedyin en aşağısı
hükmündedir. Lübab şerhi. Musannıf en aşağısını beyan etmekle, bir kimse
"AIIah için hedy göndermek boynuma borç olsun." diyerek birşey niyet
etmese, bir koyun kesmesi lâzım geleceğine işaret etmiştir. Çünkü hedyin en
aşağısı bir koyundur. Muayyen bir şey söylerse, onu göndermesi lâzım gelir. Bir
rivayette kıymetini hediye etmesi de caizdir. Diğer rivayette caiz değildir ki,
tercih edilen de budur. Edilen nezir kanı akıtılmayan menkul eşyadan olursa,
arsa bile olsa kıymetini Harem'de veya Harem dışında tasadduk edeceği hususunda
söz yoktur. Çünkü bu nezir tasadduktan mecazdır. Bunu Bahır ve Lübab sahipleri
söylemiştir.
«Deveden beş yaşında» olandır. Bu, hedyde
caiz olan en az yaşın beyanıdır. Hedyi caiz olacak deve beş yaşını bitirmiş,
altısına basmış ol-malıdır. Sığırdan iki yaşını bitirmiş üçüne basmış koyundan
bir yaşını bitirmiş ikisine basmış olandan caizdir. Lâkin bu söz, altı aylık
kuzudan hedy olmayacağı zannını vermektedir. Lübab sahibi diyor ki: «îki
yaşından aşağı, ancak tokludan caiz olur ki, o da senenin ekserisini geçiren
hayvandır ve ancak büyükolmak şartıyla caizdir.»
«Tarifi vâcip değildir.» Tariften murad, ya
Arafat'a götürmek, yahut gerdanlık takarak sergilemektir. Bunu Bahır'dan naklen
Halebî söylemiştir.
«Şükür kurbanında menduptur.» Yani şükür
kurbanında her iki mânâda tarif menduptur. H. Lâkin koyuna gerdanlık takmak
mendup değildir. Lübab'da, "Şükür devesine gerdanlık takmak sünnettir.
Kusur tamamlamak için boğazlanan cebir devesine gerdanlık takmak sünnet
değildir. Şükür kurbanını Arafat'a götürmek iyidir." denilmiştir. Görülüyor
ki, birincide koyun hariç kalsın diye tabiri kullanılmış, ikincide koyun dahil
olsun diye hedy denilmiştir. Birincinin sünnet, ikincisinin mendup olduğu da
ifade edilmiştir. Şarihin sözünde kısalık vardır.
«Şükür kurbanı»ndan murad, kıran ve temettu
kurbanıdır. Tetavvu ve nezir kurbanlarına da gerdanlık takılabilir. İhsar ve
cinayet kurbanına da takılsa caizdir, beis yoktur. Nitekim gelecektir.
METİN
Kurbanlıklar nelerden caiz olursa, hedy
kurbanları da onlardan caiz olur. Nitekim gelecektir. Binaenaleyh satın alınan
bir deveye ibadet niyetiyle altı kişinin iştirak etmesi sahihtir. Velev ki
ibadet cinsleri muhtelif olsun.
İZAH
«Kurbanlıklar nelerden caiz olursa...»
ifadesi, Hidâye'de de bu şekildedir. Hidâye sahibi onun illetini göstererek,
"Çünkü kurbanda olduğu gibi bu da kan akıtmaya taallûk eden bir ibadettir.
Onun için her ikisi bir yere mahsus olmuştur." demiş; bunun muttarid
mün'akis olduğuna işaret etmiştir. Yani kurbanda caiz olan burada da caiz; onda
caiz olmayan bunda da caiz değildir.
«Altı kişinin iştirak etmesi sahihtir.»
Yani bu kurbanda caiz olduğu gibi burada da caizdir. Fetih sahibi Asıl ve
Mebsut'tan naklen diyor ki: «Bir kimse meselâ temettu için bir deve satın alır
da onu kendisine tahsis ettikten sonra altı kişi iştirak ederse caiz olmaz. Çünkü
kendisine tahsis edince, devenin bütünü vâcip olmuştur. Bunun bir kısmı
şeriatın vâcip kılmasıyla, bir kısmı da kendi vâcip kılmasıyla olmuştur. Ortak
kabul ederse, kıymetini tasadduk etmesi lâzım gelir. Ama o deveye altı kişiyi
ortak etmeyi niyetlenirse caiz olur. Çünkü onu satın almakla bütününü kendine
vâcip kılmış değildir. Satın alırken yok da, deveyi kendine vâcip kılmadan altı
kişiyi ortak kabul ederse caiz olur. En iyisi, satın almayı o altı kişi yahut
onlardan biri diğerIerinin emriyle yapmalıdır. Tâ ki işin başında ortaklık
sabit olsun.» "Çünkü onu satın almakla bütününü kendine vâcip kılmış
değildir." sözü gösteriyor ki, kendisine vâcip kılmanın mânâsı, kendisi
için satın alması yahut aldıktan sonra ibadetiniyet etmesidir. Bu ibarenin bir
misli de Lübab şerhindedir. Orada, "Yani niyeti kendisi için tayin ve
tahsis etmesidir." denilmiştir. Bunu öğrendikten sonra bil ki suretler
altıdır:
1) O kimse deveyi ya hassaten kendisi için
satın alır yahut
2) Niyetsiz satın alır da sonra kendisi
için tayin eder.
3) Yahut niyetsiz satın alır, kendisi için
tayin de etmez.
4) Yahut ortak olmak niyetiyle satın alır.
5) Yahut altı kişiyle birlikte;
6) Veya onların emriyle kendisi satın alır.
Binaenaleyh şarihin, "İbadet niyetiyle satın alınan" demesi, mutlak
şekliyle sahih değildir. Bu söz, ilk iki suretten geri kalan şekillere
mahsustur. Lâkin bu tafsilâtın fakire yorumlanması gerekir. Çünkü zengine,
satın almakla o hayvanı kurban etmek vâcip olmaz. Buna delil, Bedâyi'nin kurban
bahsinde Asıl'dan nakledilen şu sözdür: «Bir kimse kendi namına kurban etmek
için bir inek satın alır da, başkalarını ona ortak ederse, hepsine kâfi gelir.
En iyisi bu ortaklığı satın almadan yapmaktır.» Bedâyi sahibi, "Ulemanın
hepsine kâfidir sözü, zengine yorumlanmıştır. çünkü zengine bu hayvan taayyün
etmemiştir. Fakire gelince: O hayvana başkasını ortak etmesi caiz olmaz. Çünkü
kurban etmek için satın almakla onu kendisine vâcip kılmıştır. O hayvan taayyün
etmiştir." diyor. Lakin Hâniyye sahibi kurban meselesinde zenginle fakir
arasında fark göstermemiştir.
«Velev ki ibadet cinsleri muhtelif olsun.»
Fetih'te Asıl ile Mebsut'tan naklen şöyle denilmiştir: «Hacc kurbanlarından bir
kimseye ne vacip olursa, ona kendilerine kurban vâcip olmuş altı kişiyi ortak
edebilir. Velev ki cinsleri muhtelif olsun da, kimisi temettu, kimisi ihsar, av
cezası vesaire için lâzım gelsin. Ama hepsinin bir cinsten olması daha
makbuldür.» Bahır'da da burada buna benzer bir ibare zikredilmiştir. Bundan
anlaşılır ki, Bahır sahibinin kırân ve cinayetler bâblarında,
"Cinayetlerde ortaklık kâfi değildir. Şükür kurbanı bunun
hilâfınadır." demesi söz götürür. Biz buna cinayetler bâbının başında
tembihte bulunmuştuk.
METİN
Haccda her şeyde bir koyun caizdir, yalnız
rükün tavafını cünüp veya hayızlı olarak yapana ve vakfeden sonra evvelce
geçtiği vecihle tıraş olmadan cima edene kâfi gelmez. Tetavvu için götürdüğü
hedy hayvanı Harem'e ulaşırsa, ondan ve yalnız temettu ile kırân hayvanlarından
yemesi caizdir. Hattâ kurbanda olduğu gibi menduptur. Başka kurbanlardan yerse,
yediğinin kıymetini öder.
İZAH
«Haccda her şeyde...» Yani hacca taallûk
eden şükür, cinayet, ihsar ve nâfile gibi her kan için bir koyun caizdir. Nehir
sahibi diyor ki: «Burada deve nezredene koyun kâfi değildir diye itiraz vârit
olamaz.»
«Yalnız rükün tavafını ilh...» istisna
etmektedir ki, burada deve boğazlamak vâcip olur. Bu iki yerin üçüncüsü yoktur.
Lübab. Lübab şârihi diyor ki: «Bu iddia söz götürür. Çünkü yukarıda geçti ki,
bir kimse vakfeden sonra ölür de haccının tamamlanmasını vasiyet ederse,
ziyaret tavafı için bir deve vâcip olur ve haccı caizdir. Keza İmam Muhammed'e
göre devekuşu öldürene bir deve vâcip olur. Sonra haccda demesi, umreden
ihtiraz içindir. Umrede rüknü olan tavaftan önce cima etmekle veya onun
tavafını cünüp, hayızlı veya nifaslı olarak eda etmekle deve vâcip olmaz.»
«Evvelce geçtiği vecihle tıraş olmadan cima
edene kâfi gelmez.»
Tıraş olduktan sonra cima ederse, vâcip
olup olmayacağı ihtilâflıdır. Bir koyun vâcip olması tercih edilmiştir. Bunu
Halebî Bahır'dan nakletmiştir. Mesele evvelce cinayetler bahsinde geçmişti. H.
«Tetavvu için götürdüğü hedy hayvanı
Harem'e ulaşırsa...» Bunu Harem'e ulaşırsa diye kaydetmesi, fakirlerden başkası
ondan faydalanmak için hayvanın Harem'e ulaşması şart olduğu içindir. Nitekim
ileride gelecektir. Bahır'da beyan edildiğine göre, bu kayda hacet yoktur.
Çünkü o hayvan Harem'e ulaşmadan hedy değildir. Binaenaleyh musannıfın
ibaresinde dahil değildir ki, çıkarmaya hacet kalsın. Bahır sahibi şöyle
demiştir: «İkisinin arasında fark şudur: Hayvan Harem'e ulaşırsa, orada kurbet
kan akıtmakla olur. Bu da olmuştur. Şu halde yenilmesi kurbetten sonra
demektir. Hayvan Harem'e ulaşmamışsa, kurbet tasaddukla olur. Yemek buna
aykırıdır.» Nehir sahibi, bu söz götürür demiş, fakat bir şey söylememiştir.
İhtimal söyleyeceği şudur: Caiz olmaması, Harem'e ulaşmadan hedy ismi
verilemeyeceğindendir. Çünkü Teâlâ Hazretlerinin "Kâbe'ye ulaşan
hedy..." buyurması, oraya ulaşmadan o hayvana hedy denilebileceğini
göstermektedir. Bir de Harem'e ulaşmasına bağlı olan hüküm o hayvandan yemenin
ve zengine yedirmenin caiz olmasıdır. Hedy olması değildir. Onun içindir ki,
zaruret olmadıkça yolda o hayvana binemez, sütünü sağamaz. Oraya varmadan
hayvan helâk olur veya kusurlanırsa onu boğazlar. Hörgücünün yan tarafına kanını
bulaştırır. Tâ ki onun fakirler için hedy olduğu bilinsin de zenginler yemesin.
Nitekim beyanı gelecektir.
«Hattâ kurbanda olduğu gibi menduptur.»
sözüyle şarih kurbanı üçe bölerek üçte birini tasadduk etmesi, üçte birini
zenginlere yedirmesi, üçte birini de biriktirmesinin müstehap olduğuna işaret
etmiştir. Bunu Bahır'dan naklen Halebî söylemiştir.
«Başka kurbanlardan yerse...» Yani bu üçten
geri kalan kefaret, nezir, hedy, ihsar ve Harem'e ulaşmayan tetavvu hayvanı
gibilerinden yerse: keza zengine yedirirse, yenileni öder. Bunu Bahır sahibi
söylemiştir.
METİN
Müt'a ve kırân hayvanlarını kesmek için
yalnız kurban günü yani kurbanın vakti olan üç gün taayyün eder ve ondan evvel
kesmesi caiz olmaz. Ondan sonra caiz olursa da, bir ceza kurbanı lazım gelir.
Kesilen hayvanların hepsi için Mina değil Harem taayyün eder. Bu onun fakiri
için değildir. Lakin onun fakirine vermek efdaldir. Hayvanın çulunu ve yularını
tasadduk eder. Kasaba, yani kesen kimseye ücretini o hayvandan vermez. Verirse
öder. Fakat ona tasadduk ederse caiz olur. Zaruret olmadıkça o hayvana mutlak
surette binemez. Binmeye muztar kalırsa, binmekle ve eşyasını taşıtmakla
noksanlaşan kıymetini öder. Onu fakirlere tasadduk eder. Şurunbulaliyye. Ondan
zengine yedirirse kıymetini öder. Mebsut. Hayvanı sağmaz. Mezbah yakınsa
hayvanın memelerine su serper, değilse sütünü sağarak tasadduk eder.
İZAH
«Kurbanın vakti» demekle, günden mutlak
olarak vakit kasdedildiğine işaret etmiştir. Onun için bütün kurban günlerine
şâmildir. Yahut kelime müfret muzaftır; ve yine hepsine şâmildir. T.
«Yalnız kurban günü...» Yani temettu ile
kırândan başkası o günlerde alettayin kesilmez. Meselâ tetavvu için gönderilen
hedy hayvanı kir, Harem'e ulaştığında bir zamanla mukayyet olmaz. Sahih olan
kavil budur. Velev ki onu da kurban günü kesmek efdal olsun. Nitekim bunu
Zeylâi söylemiştir. Kudûrî buna muhaliftir. Bahır.
«Ondan sonra caiz olur.» Yani kurban
günleri geçtikten sonra caiz olursa da, İmam-ı Azam'a göre vâcibi terk ettiği
için gecikme cezası hayvan kesmek lâzım gelir. İmameyn'e göre ise,
geciktirmemek sünnettir. Hattâ tıraş olarak ihramdan çıktıktan sonra kesse bir
şey lâzım gelmez.
«Kesilen hayvanların hepsi için Mina değil
Harem taayyün eder. »
cümlesi, hedyin mekânla mukayyet olduğunu
beyandır. İster şükür, ister cinayet kurbanı olsun fark etmez. Çünkü daha önce
geçmiştir ki, hedy Harem-i Şerif'e hediye edilen hayvanın ismidir. Onda
nezredilen hedy dahildir. Nezredilen deve bunun hilâfınadır. İmam-ı Azam'la
İmam Muhammed'e göre; o Harem'Ie mukayyet değildir. Ebû Yusuf ise onu
nezredilen hedye kıyas etmiştir. Aralarındaki fârk meydandadır. Bunu Bahır
sahibi Muhit'ten nakletmiştir. Hayvan kesmek icin Mina taayyün etmezse de,
orada kesmek yine de sünnettir. Çünkü Mebsut'ta bildirildiğine göre, kurban günlerinde
hedy hayvanları için sünnet olan yer Mina'dır. Kurban günlerinden başka
zamanlarda ise Mekke'de kesmek evlâdır. Lübab şerhi.
«Verirse öder.» Yani şart koşmadan verirse
öder. Fakat şart koşarsa caiz değildir. Nitekim Lübab'da beyan edilmiştir.
Lübab şarihi diyor ki: «Bunun izahı. Tarablusî'nin dediği gibidir. Yani kesen
kimse ücretinin o hayvandan verilmesini şart koşarsa, hayvana ortak olur.
Kendisi et maksadıyla kestiği için, artık bütün hayvan kurban olarak caiz
değildir.»
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü
kesenin ortak olması. icarenin sahih olmasına teferru eder. Fâsit icarede
gelecektir ki, bir kimse yarıya dokunmak için birine iplik verir veya bir katır
kiralar da yiyecek yükletir, ücretini yiyecekten verirse; yahut değirmene
gitmek için öküz kiralar da ücretini buğdayının unundan verirse. icare fâsit
olur. Çünkü amelinin bir cüzü ile kiralamıştır. İcare fâsit olunca, para olarak
ecr-i misil lâzım gelir. Nitekim ulema bunu da açıklamışlardır. Bu, kasaba da
para olarak ecr-i misil ödemesi lâzım geldiğini gösterir. Etten hiçbir şeye
hakkı yoktur. Ona ortak da olmamıştır. Ben Mi'râc-ı Dirâye'de şunu gördüm:
«Ücret olarak verilen et parçası, değirmencinin ölçeği yerinedir. Çünkü kendi
amelinin menfaatlarındandır. Binaenaleyh ücret olamaz.» Sonra sözüne devamla,
"O hayvanın etinden kasaba tasadduk ederse caiz olur. Fakat kestiğine
karşılık bir şey verirse onu öder." demiştir. Böylece ilk sözünün, ücreti
şart koştuğu zamana; son sözünün, şart koşmadığına ait olduğu anlaşılmıştır.
Yani aralarında fark yoktur. Allahu a'lem.
«Mutlak surette binemez.» Yani ondan yemek
caiz olsun olmasın binemez demektir. Nehir. Muhit'te bunun haram olduğu
açıklanmıştır.
«Onu fakirlere tasadduk eder» Bunu
Şurunbulâliyye sahibi Cevhere, Bercendî ve Hidâye'den, Nesefî ile Hâkim'in
Kâfî'lerinden nakletmiştir. Bir misli de Lübab'dadır. Şu halde Bahır'da Nehir
sahiplerinin, "Ulemanın zâhir olan sözlerinden anlaşıldığına göre,
hayvanın kıymeti zaruretten dolayı bindiği için azalırsa, ödemesi
icabetmez." demeleri açık olarak nakledilene muhaliftir.
«Ondan zengine yedirirse...» Yani ödediği
noksanlıktan zengine yedirirse kıymetini öder. Çünkü zengine sadaka vermek caiz
değildir. Bahır'ın ibaresi şöyledir: «Hayvana biner veya üzerine bir şey
yükletir de noksanlaşırsa, noksanın kıymetini ödemesi icabeder ve onu fakirlere
tasadduk eder. Zenginlere vermez. Çünkü zenginlerin ondan faydalanmasının caiz
olması, hayvanın Harem'e ulaşmasına bağlanmıştır.»
«Mezbah yakınsa...» cümlesindeki 'mezbah
'tan murad, zaman ismidir. Yani kesme zamanı yakınsa mânâsınadır. H. Bazı
nüshalarda mezbah ' yerine ' zebh ' (kesmek) kullanılmıştır. Bu daha iyidir.
Çünkü kesme zamanına da, mekânına da şamildir. Zira bazen Harem'de olur da
vakti girmemiştir. Vakti kurban bayramı günüdür. Bazen de Harem dışında olur da
vakti girmiştir. Bir mimli mastar olan 'mezbah' kelimesinden, hem zaman, hem
mekân muradedilemez. Çünkü müşterek bir kelime, her iki mânâsında kullanılamaz.
Bunu Rahmetî söylemiştir.
«Tasadduk eder.» Yani fukaraya verir.
Kendisi için bırakırsa, yahut istihlâk eder veya bir zengine verirse kıymetini
öder. Yani ya mislini, ya kıymetini tasadduk eder. Lübab şerhi.
METİN
Vâcip olan hedy kurbanı helâk olur veya
kurban olmasına mâni bir şekilde sakatlanırsa, onun bedeli olan kıymetini
verir. Sakatlanan hayvanı nasıl isterse öyle yapar. Sakatlanan hayvan tetavvu
ise, onu boğazlar ve gerdanlığını kanıyla boyar. Bunu fakirlere hedy olduğu
bilinsin de yenilmesin diye kanlı gerdanlığıyla hörgücünün yan tarafına vurur.
Zenginse, etinden yemez. Çünkü hayvan Harem'e ulaşmamıştır. Yalnız tetavvu,
temettu ve kırân için boğazlanacak deveye gerdanlık asmak menduptur. Nezir de
tetavvudandır. Çünkü ibadeti ilân etmek daha lâyık; ibadet olmayanı gizlemek
daha muvafıktır. Şahitler vakfe yapıldıktan sonra, hacıların vakfeyi vakti
geçtikten sonra yaptıklarına şahitlik etseler, bu şehadetleri kabul edilmez.
İstihsanen vakfe sahihtir. Hattâ şahitlerin haccı da sahihtir. Çünkü bunda
şiddetle güçlük vardır.
İZAH
«Kıymetini verir ilh...» Çünkü vücup o
kimsenin zimmetine taallûk etmiştir. Bu, zengin olduğuna göredir. Fakir olursa
o kusurlu hayvan kâfidir. Çünkü fakirin zimmetine vücup taallûk etmemiştir.
Vücup onun tayin ettiği hayvana taallûk eder. Sirâc. Acaba burada muayyen bir
koyun nezreder de helâl olursa, vâcip zimmette değil ayndadır diye başka bir
koyun lâzım gelir mi gelmez mi? Bahır. Zâhir olan lâzım gelmemesidir. Nitekim
Sirâc'dan naklettiğimiz ve az sonra yine ondan nakledeceğimiz ibare bunu
göstermektedir.
«Helâk olur veya sakatlanırsa...» sözünden
murad, Harem-i Şerif'e varmazdan önce yahut muayyen zamanı gelmeden
sakatlanırsa demektir. Lübab şerhi. Kurban olmasına mâni sakatlık topallık ve
körlük gibi şeylerdir. Bunu Kuhistânî'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Nasıl isterse öyle yapar.» Yani isterse
satar, isterse hîbe eder. Fetih.
«Sakatlanan hayvan tetavvu ise onu
boğazlar.» Sakatlanan diye ayrıca zikretmesi, helâk olanın kesilmesi mümkün
görülmediğindendir. Hidâye sahibi meseleyi helâk olan hayvan hakkında farz
ettiği için, Fetih sahibi, "Birinci helâktan murad, hakikatidir. İkinciden
murad, helâke yaklaşmasıdır." demiştir. Bu ibarenin bir misli de
Bahır'dadır. Bu daha iyidir. Çünkü helake yaklaşan hayvanın Harem'e ulaşması
mümkün değildir. Onu yolda boğazlar. Bu hale düşmeyen sakat hayvan bunun
hilâfınadır. Çünkü götürülmesi mümkün olunca, Harem'den başka bir yerde
boğazlanmasına sebep yoktur. Onu harem 'de keser. Binaenaleyh sakatlanan
tabirinde iham vardır.
"Boğazlar." Yani üzerine başkası
vâcip olmaz. Çünkü borç zimmetine taallûk etmiş değildi. Nasıl ki bir kimse
muayyen dirhemlere işaret ederek, "Allah için şu dirhemleri tasadduk etmek
boynuma borç olsun." dedikten sonra dirhemler telef olsa vücup sâkıt olur.
O dirhemlerden başkasını vermesi lâzım gelmez. Sirâc.
«Zenginse etinden yemez.» Kendisi yer veya
bir zengine yedirirse, yenileni öder. Lübab.
«Çünkü hayvan Harem'e ulaşmamıştır.» Hidâye
sahibi diyor ki: «Çünkü yeme izni, hayvanın yerine ulaşması şartına bağlıdır.
Binaenaleyh ondan önce asla helâl olmamak gerekir. Şu kadar var ki, yırtıcı
hayvanlara yem olarak bırakmaktansa, Fakirlere tasadduk etmek daha
faziletlidir. Hem bunda bir nevi tekarrup (Allah'a yaklaşma) vardır. Maksat
tekarruptur.»
"Deveye" diye kayıtlaması, koyuna
gerdanlık asmak sünnet olmadığındandır. Hem âdeten koyuna gerdanlık asılmaz. Bahır.
«Nezir de tetavvudandır.» Çünkü kulun vâcip
kılmasıyla vâcip olmuştur. Yanı iptidaen Allah'ın vâcip kılmasıyla vâcip olmuş
değildir. Bahır. Burada musannıfın "yalnız" ifadesini kullanması,
cinayet ve ihsar kurbanlarında gerdanlık olmadığını anlatmak içindir. Çünkü
bunlar tamamlamak içindir. O halde kendi cinslerine katılırlar. Nitekim
Hidâye'de beyan edilmiştir. Ama gerdanlık takarsa zararı da yoktur. Bunu
Mebsut'tan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
FER'Î BİR MESELE: Gerdanlık takılan her
hayvan Arafat' çıkarılır. Takılmayan, çıkarılmayarak Harem'de kesilir.
Gerdanlık takılan hayvanın tanıtılması yapılmasa zarar etmez. Sirâc.
«Şahitler ilh...» meselesi, Lübab'da şöyle
beyan edilmiştir: «Zilhicce hilâli görülemez de hacılar zilkâdeyi otuz gün
olarak tamamladıktan sonra vakfe yaparlarsa, sonradan şahitlik yoluyla o günün
bayram günü olduğu anlaşıldığı takdirde, hacıların vakfesi sahihtir; haccları
tamamdır. Bu şahitlik kabul edilmez. »
«Hattâ şahitlerin haccı da sahihtir.» Velev
ki onlarca o gün kurban beyandır. Yani bunda umumî belva vardır. Ondan korunmak
mümkün demez. İmamla birlikte tekrar vakfe yapmaları gerekir. Tekrarlamazlarsa,
haccı kaçırmış sayılırlar. Umre ile ihramdan çıkarak gelecek seneye o haccı
kaza etmeleri lâzımdır. Nitekim Lübab ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
«Çünkü bunda şiddet ve güçlük vardır.»
cümlesi, İstihsanın vechini beyandır. Yani bunda umumi belva vardır. Ondan
korunmak mümkün değildir. Düzeltilmesi de kabil değildir. Tekrarını emir ise
açık acık güçlüktür. Binaenaleyh şüphe hâsıl olduğu vakit bununla iktifa etmek
vâciptir. Terviye günü vakfe yaparlarsa iş değişir. Çünkü bunun tedariki kısmen
mümkündür. Şüphe arefe günü ortadan kalkabilir. Hidâye.
METİN
Vakfeyi vaktinden evvel yaptıklarına
şahitlik ederlerse, geceleyin çoğunluklarıyla birlikte tedariki mümkün olduğu
takdirde kabul edilir. Aksi takdirde kabul edilmez. Bir kimse ikinci veya
üçüncü yahut dördüncü gün orta ve üçüncü cemrede taşlarını atar da birinci
cemrede atmazsa, kaza ederken hepsini tertip üzere atması iyi olur. Yalnız
birinciyi kaza etmesi decaizdir. Çünkü tertip sünnettir.
İZAH
«Vakfeyi vaktinden evvel yaptıklarına
şahitlik ederlerse...» şahitlikleri kabul edilir. Fakat musannıfın,
"tedariki mümkün olduğu takdirde" demesi söz götürür. Çünkü terviye
günü vakfe yaptıklarına şahitlik edince, şüphesiz arefe günü vakfe yaparak
bunun tedariki mümkündür. Nitekim İbn-i Kemâl de böyle demiş ve Hidâye
sahibinin "Kısmen ilh..." sözüne itirazla. "Buna hacet
yoktur." demiştir.
Ben derim ki: Lâkin onun itirazı sakıttır.
Çünkü Hidâye'nin, "Arefe günü şüphe ortadan kalkmak suretiyle"
ifadesi, ' kısmen ' sözünün izahıdır ve mânâsı şudur: Şahitler arefe günü
şahitlik yaparak şüphe ortadan kalkınca vakfenin tedariki mümkündür. Bayram
günü şahitlik etmeleri bunun hilâfınadır. Çünkü artık tedariki mümkün değildir.
Burada kısmen, yani bazı suretlerde tedarik mümkün olunca, şahadet kabul
edilir. Günü geçtikten sonra vakfe yaptılar diye şehadette bulunmaları bunun
hilâfınadır. Çünkü tedariki aslâ mümkün değildir. Onun için de kabul edilmez.
İki mesele arasında zikredilen bu fark gereğince, şahitler vaktinden önce vakfe
yapıldığına şehadet ederlerse kabul edilir. Velev ki tedariki mümkün olmasın.
Çünkü bazı suretlerinde tedarik mümkün olunca, şahitliğin kabulüne mahal vardır
ve mutlak olarak kabul edilir. Vakti geçtikten sonra vakfe yapıldığına şahitlik
bunun hilafınadır. Zira burada aslâ tedarik mümkün olmadığından kabulüne mahal
yoktur. Sonra Kâdıhân'ın Câmi şerhinde bunun açıklandığını gördüm. Birinci
meselede kıyası anlatırken şöyle demiş: «Onun içindir ki terviye günü vakfe
yaptıkları anlaşılırsa, bu kendilerine kâfi değildir. Velev ki bunu ancak
bayram günü anlamış olsunlar.» Bunun hâsılı şudur: Orada kıyas, şahitliğin
kabul edilmesi ve haccın sahih olmamasıdır. Velev ki tedariki mümkün olmasın.
Nitekim bu meselede de terviye günü vakfe yaptıklarını ancak bayram günü
anlarlarsa hüküm budur. Bu bizim söylediğimiz mânâda açıktır. Hamd Allah'a
mahsustur.
Bunu anladıktan sonra musannıfın,
"Tedariki mümkün olursa kabul edilir." sözünün doğru olmadığı meydana
çıkar. Bilâkis bu meselede şahitlik mutlak surette makbuldür. Evet ulema bu
kaydı üçüncü bir meselede zikretmişlerdir. Bahır sahibi diyor ki: «Burada
üçüncü bir mesele kalıyor. O da şudur: Şahitler terviye günü hacılar Mina'da
iken bugün arefedir diye şahitlik ederlerse, bakılır; eğer imamın hacılarla
veya ekserisiyle birlikte gündüzün vakfe yapması mümkünse, hem kıyasen hem
istihsanen şahitlikleri kabul edilir. Çünkü vakfe yapmaya imkan vardır. Akşam
üzeri vakfe yapmazlarsa, haccı kaçırmış sayılırlar. İmamın hacılarla geceleyin
vakfe yapması mümkünse, istihsanen hüküm yine budur. Eğer hacıların ekserisiyle
geceleyin vakfe yapması mümkün değilse, şahitlikleri kabul edilmez. İstihsanen
cemaata ertesi gün vakfe yapmalarını emreder. Bu hususta şahitler başkaları
gibidir. Nitekimarzetmiştik. Zahîriyye'de, "imamın bu bâbta bir veya iki
kişinin ve benzerlerinin şehadetini kabul etmesi gerekmez." denilmektedir.
"Acaba musannıfın sözünü tashih için bu meseleyi yorumlamak mümkün değil midir?"
dersen, ben de derim ki: Tekellüfle (zorlanarak) mümkündür. O da
"vaktinden evvel" sözünü "şehadet ederlerse" cümlesine zarf
yapmakla ve şehadet edilen şeyi hazfetmekle olur. Bu takdirde mânâ.
"Hacılar vakfe yapmazdan önce şahitler
bugün arefe günüdür diye şahitlik ederlerse, tedariki mümkün olduğu takdirde
kabul edilir ilh..." şekline girer. Şarih yalnız geceleyin tedarik
imkânını söylemekle yetinmiştir. Çünkü gündüzün mümkün olduğu takdirde
şehadetin kabul edileceği evleviyetle anlaşılır. Bu biricik izahı anla ve
ganimet bil!
T E T İ M M E: Lübab sahibi diyor ki:
«İhtilâf-ı metalia itibar yoktur. (Yani hilâlin muhtelif yerlerde başka başka
zamanlarda doğmasına bakılmaz.) Binaenaleyh batılıların görmesiyle doğululara
da hilâlin sübûtu lâzım gelir. Zâhir rivayete göre bir şehirde hilal sabit
olunca, sair insanlara da lâzım gelir. Bazıları, "Aralarında mesafe çoksa
her beldede kendi hilâlinin doğması muteberdir." demişlerdir. Bu çokluk,
bir ayla takdir edilmiştir.
Biz bu husustaki sözün tamamını oruç
bahsinde arzetmiştik. Yine orada bildirmiştik ki, ulemanın buradaki sözlerinin
zâhiri, ihtilâf-ı metalia İtibar edileceğini gösterir.
«Üçüncü yahut döndürücü gün» ifadesi,
ikinci gün tabirinin tekerrüre misal olduğuna işarettir. Bu birinci günden
ihtiraz içindir. Çünkü ilk gün Cemre-i Akabe'den başka şeytan taşlamak yoktur.
«Hepsini tertip üzere atması iyi olur.»
Sonra bunları vaktinde atarsa, bir şey lazım gelmez. İkinci güne geciktirirse,
bir cemreyi geciktirdiği için yedi sadaka vermesi icabeder. Çünkü o günün en az
taşı yedidir. Hepsini geciktirirse, yahut bir günün ekserisini teşkil eden
onbir taşı geciktirirse, İmam-ı Âzam'a göre bir kurban kesmesi gerekir.
İmameyn'e göre bu gecikmeden dolayı bir şey lâzım gelmez. Rahmetî. Şeytan
taşlama bahsinde arzetmiştik ki, dördüncü günden maada her gün veya onu takip
eden her gece taş atmak eda sayılır. Ertesi güne kalırsa. kaza sayılır. Cezası
da vardır. Dördüncü günün kavuşmasıyla eda ve kaza vakti geçer. Artık o kimseye
ceza lazım gelir.
«Çünkü tertip sünnettir.» Muhtar olan Kavil
budur. İmam Muhammed'den bir rivayete göre vâciptir. Nitekim şeytan taşlama
bahsinde arzetmiştik.
METİN
Mükellef bir kimse yürüyerek hacca gitmeyi
nezrederse, esah kavle göre evinden yürüyerek gitmesi vâciptir ve farz tavafı
yapıncaya kadar yürür. Çünkü rükünler bununla biter. Bütün yolculukta veya
ekserisinde vasıtaya binerse, kurban kesmesi lazım gelir. Yolun az bir kısmında
binerse, hesabına göre sadaka verir. Ama Mescid-i Haram'a veya Medinemescidine
yahut başkalarına yürümeyi nezrederse, bir şey lazım gelmez. İhramlı bir cariye
satın alırsa, velev izinle ihrama girmiş olsun onu ihramdan çıkarabilir. Bunda
bir kerahet de yoktur. Çünkü vad'inden dönmüş değildir. İhramdan çıkarması,
cariyenin saçını kısaltmak veya tırnağını kesmek yahut koku sürmekle olur.
Sonra onunla cima eder. Bu şekil, cima İle ihramdan çıkarmaktan daha iyidir.
Keza İhramlı hür bir kadın nikâh ederse, ihramı nâfileye olduğu takdirde hüküm
yine budur. Kadının mahremi varsa, farz için ihramlanması bunun hilâfınadır.
Mahremi yoksa o kadın muhsaradır; hedy kurbanı kesinceye kadar ihramdan
çıkamaz. Bir kimse karısına nâfile ihram için izin verirse, artık ondan
dönemez. Çünkü kadın menfaatlerine maliktir.
İZAH
"Vaciplik" sözü, "evinden
yürüyerek gitmesi" cümlesine râcîdir. Esah kaye sözü ise, her ikisinde
vâcip olduğuna râcidir. Birincinin mukabil aslı yani İmam Muhamed'in
Mebsut'unun rivayetidir. Ona göre inmek, binmek ikisi arasında muhayyerdir.
İmam-ı Âzam'dan rivayet edilen "Binek efdaldir." kavline de mukabildir.
İkincinin mukabili,"Vücubun yeri, yürümeye mikattan başlamaktır."
kavli ile. "ihrama girdiği yerden vacip olur." sözüdür. Çünkü haccın
başı ihram, sonu tavaf-ı ziyarettir. Binaenaleyh iltizam ettiği kadarı
kendisine lazım gelir. itimat edilen kavil, sahihlenen birinci kavildir. Zira
Ebû Hanife'den rivayet olunduğuna göre, Bağdatlı biri, "Filân kişiyle
konuşursam yürüyerek haccetmek boynuma borç olsun." der de o kimseye
Kûfe'de rastlayıp konuşursa, Bağdat'tan yürüyerek haccetmesi lâzım gelir. Tamamı
Fetih ile Bahır dadır.
T E M B İ H: Ulemanın buradaki açık
sözleri, yürüyerek haccın binek haccdan efdal olduğunu göstermektedir. Şarihin
hacc bahsinin başında söyledikleri bunun hilâfınadır. Biz de ona
söyleyeceklerimizi orada söylemiştik.
«Ve farz tavafı yapıncaya kadar yürür.»
Umreyi nezretmişse bu, tıraş olmakla sona erer. Lübab. Lübab şarihi diyor ki: «
Bunun haccda kıyası, ihramından çıkmak için tavaftan önce veya sonra tıraş
olmasıyla kayıtlamaktır.»
Ben derim ki: Lâkin haccda mücerret tavaf,
kadınlardan başka her şeyi helâl kılar.
«Yolun az bir kısmında binerse...» bindiği
miktar için orta bir koyunun kıymeti üzerinden sadaka vermesi lâzım gelir.
Bahır.
«Bir şey lâzım gelmez.» Çünkü orada, bir
ibadeti üzerine almak âdet olmamıştır. Bir de Medine mescidine ihramsız girmek
caizdir. Binaenaleyh ona yürümeyi nezretmekle ihramı nezretmiş sayılmaz.
Nitekim Fetih ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir.
«İhramlı bir cariye satın alırsa.» Keza
ihramlı bir köle satın alırsa, onu da ihramdan çıkarabilir. Bahır.
«Velev izinle...» Yani satanın izniyle
ihrama girmiş olsun. Onu ihram dan çıkarabilir.
«Çünkü va'dinden dönmüş değildir.» Yani
müşteri va'dinden dönmüş değildir. Çünkü ona bir va'dde bulunmamıştır.
Satıcının izin vermesi bunun hilâfınadır. Çünkü ona bu cariyeyi ihramdan
çıkarmak mekruh idi. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir.
«Saçını kısaltmakla olur ilh...» ifadesi
gösteriyor ki, ihramdan çıkarmak, "seni ihramdan çıkardım" demekle
sabit olmaz. Bilâkis ya kendi fiili veya kendi emriyle cariyenin taranması gibi
bir fiiliyle olur. Bahır.
Ben derim ki: Bu şunu da ifade eder ki;
cariyeyi ihramdan çıkarmak hacc fiillerine bağlı değildir. O mücerret yasak bir
fiili yapmakla ihramdan çıkar. Bunu ulemanın açıkça söyledikleri şu sözle
itiraz edilemez:
«Haccı fâsit olan kimse, İhramdan ancak
fiillerle çıkar. O kimseye bunlarla ihramdan çıkmak lâzım gelir.» Nasıl ki
Şurunbulâlî cinayetler bahsinde bunu tevehhüm etmiştir. Çünkü terk etmeye memur
olanla, kendisine yasak edilen arasında açık fark vardır. Görmüyor musun iki
hacc için ihrama giren kimseye bunlardan birini terk etmesi ve tıraş olarak
ihramdan çıkması lâzım gelir. Fiilleri lâzım değildir. Düşman veya hastalık
sebebiyle ihsarda kalan da öyledir. Hedy kurbanı keserek ihramdan çıkar. Burada
da öyledir. Çünkü cariye sahibinin hakkından dolayı hacca devam etmekten
menedilmiştir. Zevce de öyledir.
Haccı fâsit olana gelince: Cinayetler
bahsinde tembih ettiğimiz gibi; o kimse fâsit haccına devam etmeye memurdur.
Musannıfın bu sözü şunu da ifade eder ki; her ikisinin ihramdan çıkmaları hedy
kurbanına bağlı değildir. Velev ki üzerlerine vâcip olsun. Nitekim Lübab'da
açıklanmıştır. Bunlara düşen, şayet ihramları hacc için ise, bir hedy
göndererek gelecek yıl hacc ve umre yapmaktır. İhramları umre içinse, sadece
bir umre yapmaktır. Köleyle cariye bunu âzâd olunduktan sonra yaparlar. Nitekim
ihsar bâbının başında arzetmiştik.
«Bu şekil daha iyidir.» Çünkü cima ihram
yasaklarının en büyüğüdür. Hattâ buna fesat taallûk eder. Bahır. Bahır sahibi
bundan sonra şunu zikretmiştir: «Cariye ile cima etmek, onun ihramlı olduğunu
bilirse kendisini ihramdan çıkarmaktır. Bilmezse ihramdan çıkarmak değildir ve
haccı fâsit olur.»
"Keza..." Yani kadını ihramdan
çıkarabilir ve ihramdan çıkarması hedy kurbanını kesinceye kadar gecikmez. Bahır.
«Kadının mahremi varsa, farz için
ihramlanması bunun hilâfınadır.» Çünkü bu takdirde kadında bütün vücup şartları
mevcut demektir. Artık kocası ona mâni olamaz. H.
«Muhsaradır.» Çünkü mahremi yoktur. Kocası
onu menedebilir. Zira kendisinin karısıyla beraber gitmesi vâcip değildir.
Kadın şer'an muhsaradır.
«Hedy kurbanı kesinceye kadar ihramdan
çıkamaz.» Yani nâfile haccda olduğu gibi, kocasıonu derhal ihramdan çıkaramaz.
İhramdan çıkarması hedy kurbanını kesinceye kadar gecikir. Bu, iki kavilden biridir.
Bunu Mensik-i Kebir sahibi, Kerhî ile Mebsut'a nisbet etmiştir. Kocasının hedy
kurbanı kesmeden ihramdan çıkabileceğini de Asıl adlı kitaba nisbet etmiştir.
Nitekim Lübab şerhinde belirtilmiştir. Şu halde Asıl'ın rivayetine göre, nâfile
ile farz arasında fark yok demektir.
HACClN SADAKADAN EFDAL OLDUĞU; CUMA GÜNÜ VAKFENİN FAZÎLETİ
VE HACC-l EKBER
METİN
Mükâtep cariye de öyledir. Hâlis cariye
bunun hilâfınadır. Meğer ki sahibi cariyesine izin vermiş olsun. Bu takdirde kocası
ona mâni olamaz.
FER'Î MESELELER:
1) Zenginin haccı fakirin haccından
efdaldir.
2) Farz hacc, anneye-babaya itaattan
evlâdır. Nâfile hacc bunun hilâfınadır.
3) Kışla yaptırmak nâfile haccdan evlâdır.
Sadaka hakkında ihtilâf edilmiştir. Bezzâziye'de haccın efdal olduğu tercih
edilmiştir. Çünkü haccda hem mal, hem beden hususunda meşakkat vardır. Ebû
Hanife, haccettiği vakit meşekkatı gördüğünde bununla fetva vermiştir.
4) Cuma günü yapılan vakfe için yetmiş hacc
meziyeti vardır. O vakfede her ferdin günahları vasıtasız affolunur.
İZAH
«Mükâtep cariye de öyledir.» Çünkü bir
vecihten hür olmuş sayılır.T.
«Hâlis cariye bunun hilâfınadır.» Ona izin
verdikten sonra dönebilir. Çünkü cariyeye menfaatlerini temlik etmiştir.
Menfaatler ise temlik edilemez. Binaenaleyh söz efendisinindir. T. Lâkin
dönmesi mekruhtur. Nitekim geçmişti.
«Kocası ona mâni olamaz.» Çünkü cariye,
evlendikten sonra dahi sahibinin tasarrufundadır. Sahibi onu hizmetinde
kullanabilir. Kocasıyla başbaşa bırakması vâcîp değildir. T.
«Zenginin haccı fakirin haccından
efdaldir.» Çünkü fakir, farzı Mekke'den eda eder. Oraya gitmek hususunda
gönüllü sayılır. Farzın fazileti ise tetavvuun faziletinden daha çoktur. Bunu
Halebî Minah'tan nakletmiştir. Ama bu, Tahtâvî'nin dediği gibi ancak farz olan
haccda, bir de her İkisi mikâttan ihrama girdiklerinde meydana çıkar. İkisi de
memleketinde ihrama girerlerse, gitmenin vücubunda müsavi olmuşlardır.
«Farz hacc anneye-babaya itaatten evladır.»
Çünkü Hâlik'a (Allah'a) ma'siyet olan yerde mahlûka itaat yoktur. Lâkin bu,
onun yolculuğu sebebiyle helâk olmayacaklarına göredir. Zira hacc bahsinin
başında beyan edildiğine göre, izin alması vâcip olan bir kimseden izinsiz
hacca gitmek mekruhtur. İzin alması vâcip olanlar, kendi hizmetine muhtaç olan
anne ve babası gibi kimselerdir. Anne-baba bulunmadığı zaman dedelerle
ninelerin de onlar gibi olduğunu söylemiştik.
«Nâfile hacc bunun hilafınadır.» Yani
anneye-babaya itaat mutlak surette nâfile haccdan evlâdır. Nitekim bunu
Bahır'dan nakletmiştik.
«Bezzâziye'de haccın efdal olduğu tercih
edilmiştir.» Bezzâziye sahibi şöyle demiştir: «Sadaka nâfîle haccdan efdaldir.
İmam-ı Âzam'dan böyle rivayet olmuştur. Lâkin kendisihaccedip meşekkatı
görünce, haccın efdal olduğuna fetva vermiştir. Onun muradı şudur: Nâfile
haccederek bin dirhem harcarsa, bu parayı muhtaçlara sadaka vermek daha yerinde
olur. Yoksa maksadı bir kuruş sadaka vermek, Allah yolunda bin dirhem
harcamaktan efdal demek değildir. Haccda çekilen meşekkat hem mala, hem bedene
ait olduğundan, muhtar kavle göre haccı sadakadan üstün görmüştür.»
Rahmeti diyor ki: «Hak olan, tafsilâta
gitmektir. Hangisine ihtiyaç daha çok ve menfaati daha şumüllü ise, o daha
faziletlidir. Nitekim hadis-i şerifte, "Bir hacc on gazadan
efdaldir", buyrulmuştur. Bunun aksi de rivayet olunmuştur. Binaenalyh
hangîsi daha faydalıysa o daha fazîletlidir diye yorumlanır. O kimse daha cesur
ve harpte daha faydalıysa, cihadı haccından efdaldir. Bunun aksine ise haccı
efdaldir. Kışta yaptırmak da öyledir. İhtiyaç varsa, sadakadan ve nâfile
haccdan evlâdır. Fakir muztar kalmışsa, yahut salah ve takva ehlinden veya
Peygamber (s.a.v.)'in sülalesinden ise, ona ikramda bulunmak, birkaç haccla
umreden ve kışla yaptırmaktan efdal olur. Nitekim Müsâmerât'da hikâye
edildiğine göre: bir adam hacca niyet ederek bin altın hazırlamış, giderken
yolda bir kadına rastlamış. Kadın, "Ben Peygamber (s.a.v)'in
sülalesindenim ve zaruret içindeyim." demiş. Bunun üzerine elinde olan
bütün parayı kadına vermiş. Memleketinin hacıları döndüğü vakit onlardan hangisine
rastlarsa, buna "Allah senden kabul etsin." dermiş. O da hacıların
böyle demesine şaşarmış. Derken rüyasında Peygamber (s.a.v.)'i görmüş. O
kendisine, "Sen hacıların Allah senden kabul etsin demesine mi
şaşıyorsun?" diye sormuş. "Evet ya Rasulullah!" deyince şöyle
buyurmuşlar: "Gerçekten Allah senin şeklinde bir melek yarattı. Senin
yerine o haccetti. Benim sülâlemden nâçar kalan bir kadına ikramda bulunduğun
için, o melek senin namına kıyamete kadar haccedecek." Şu zâtın nâil
olduğu ikrama bak!.. Buna, defalarca haccederek ve kışlalar yaptırarak nâil
olmamıştır.»
«Cuma günü yapılan vakfe için yetmiş hacc
meziyeti vardır.» Şurunbulâliyye'de Zeylâî'den naklen şöyle denilmiştir:
«Günlerin en faziletlisi, cumaya rastlayan arefe günüdür. O, cumaya rastlanmayan
yetmiş haccdan daha faziletlidir. Bunu Rezîn b. Muâviye Tecrid-i Sıhah'ta
rivayet etmiştir.» Menâvi'nin bazı hâfızlardan nakline göre bu hadis bâtıldır,
aslı yoktur. Evet İmam Gazâlî'nin İhya'da beyan ettiğine göre, Seleften biri,
"Arefe günü cumaya rastlarsa, bütün Arafat'takilerin günahları
affolunur." demiştir. Dünyada en faziletli gün odur. Rasulullah (s.a.v.)
Vedâ Haccını o gün yapmıştır. Vakfe halinde iken (Size dininizi bugün ikmâl
ettim ve size olan ni'metimi tamamladım...) âyeti inmiştir. Bunun üzerine Ehl-i
Kitap olanlar, "Bu âyet bize inseydi, mutlaka biz bu günü bayram
ederdik." demişler, Ömer (r.a.) de, "Ben şahidim! Gerçekten bu âyet,
iki bayram olan bir günde, yani hem arefe hem cuma olan günde Rasulullah
(s.a.v.)'e Arafat'ta vakfe esnasında indi." demiştir.
«Vasıtasız affolunur.» Sindî'nin Mensik-i
Kebir'inde şöyle denilmektedir: Eğer, bütün vakfe yapanların mutlak surette
affolunacağı rivayet edilmiştir. Şu halde bunu cuma gününe tahsis etmenin vechi
nedir? denilirse; şöyle cevap verilir: Çünkü cuma gününde vasıtasız affedilir.
Başka günde ise vasıtayla bağışlanır. Bazıları, cuma gününün vakfesinde
haccedenlere de, etmeyenlere de günahları affolunur. Başka günlerde ise yalnız
hacıların günahları affolunur demişlerdir. Vakfe yerinde haccı kabul
olunmayanlar da bulunabilir. Onun günahı nasıl affedilir? denilirse şöyle cevap
verilir: Caiz ki günahları affolunur da hacc-ı mebrur sevabı verilmez.
Mağfiret, kabulle kayıtlı değildir. Bu şunu icabeder ki, bütün hadisler vakfe
yapanların günahları affolunur şeklinde rivayet olunmuştur. Blnaenaleyh bu
kayıt mutlaka lâzımdır. Allahu a'lem!
T E T İ M M E: Allâme Nûh Efendi, hacc-ı
ekberi tahkik için yazdığı risalesinde şöyle demiştir: «Söylenildiğine göre
hacc-ı ekber (en büyük hacc) Rasulullah (s.a.v.)'ın haccettiği senedir. Meşhur
olan da budur. Bazıları cumaya rastlasın rastlamasın arefe günü olduğunu
söylemişlerdir. İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr ve başkaları buna
kaildirler. Birtakımları, hacc-ı ekber kurban bayramı günüdür demişlerdir. Hz.
Ali (r.a.) ile İbn-i Ebi Evfâ ve Muğîre b. Şu'be'nin kavilleri budur. Bazıları
da Mina günlerinin hepsi hacc-ı ekber olduğunu söylemişlerdir. Mücahid ile
Süfyan-ı Sevrî'nin kavillerl de budur. Mücahid, "Hacc-ı ekber kırândır,
hacc-ı asgar (küçük hacc) da ifrâddır." demiş, Zührî ile Şa'bî ve Atâ,
ekberin hacc; asgarın umre olduğunu söylemişlerdir.»
METİN
5) Yatsının vaktiyle vakfe daralırsa,
namazı bırakır ve Arafat'a gider. Çünkü güçlük vardır.
6) Hacc büyük günahları örter mi örtmez mi?
Bazıları buna evet cevabını vermişlerdir ve Müslüman olan harbî gibidir
demişlerdir. Birtakımları insana taallûk etmeyen günahları örteceğini
söylemişlerdir ve Müslüman olan zımmî gibidir demişlerdir. Kadı iyâz diyor ki:
Büyük günahları ancak tevbenin örteceğine Ehl-i Sünnet uleması ittifak
etmişlerdir. Borcun sâkıt olduğunu söyleyen yoktur. Velev ki namaz ve zekât
gibi Allah Teâlâ'nın hakkı olan borç olsun. Evet uzatmanın, namazı
geciktirmenin ve benzerlerinin günahı sâkıt olur. Kefaret olur diyenlerce
tekfirin mânâsı budur.
İZAH
«Yatsının vaktiyle vakfe daralırsa...»
Meselâ yatsıyı kılmak için yolda durmuş olsa, Arafat'a varmadan fecir
doğacaksa, yahut Arafat'a giderek vakfeyi yapsa, yatsının vakti geçecekse
namazı bırakır. Sirâc sahibi bu yoldan yürümüştür. Lübab şarihi ise aksini
tercih etmiştir. Çünkü bir özürden dolayı vakfeyi tehir etmek, hele de gelecek
sene tedariki mümkünse caizdir. Fakat şeriatta başka bir farzı yapmak için
vakti gelmiş farzı terk etmek yoktur. Naklî ve aklî delillerden zâhir olan ve
akla gelen budur. Râfiî de bunu tercih etmiştir. Şâfiî imamlarından Nevevi buna
muhaliftir. Nuhbe sahibi diyor ki: «Caizdir diyenlerin kavline göre, yürürken
îmâ ile namaz kılar, sonra ihtiyaten onu kaza eder. Bu güzel bir sözdür ve iyi
bir ara bulmadır.»
«Bazıları evet cevabını vermişlerdir.»
Çünkü İbn-i Mâce'nin Süneninde Abdullah b. Kinâne b. Abbas b. Mirdâs'tan, ona
da babası dedesinden naklen haber vermiş olmak üzere rivayet edilen bir hadiste
şöyle denilmektedir: «Rasulullah (s.a.v.) arefe günü akşam üzeri ümmeti için
dua etti de kendisine, "Ben onların zâlimden maada hepsinin günahlarını
affettim. Çünkü zâlimden mazlumun hakkını alacağım", diye cevap verildi.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.), "Ey Rabbim! Sen dilersen mazluma
cenneti verir, zâlimi de affedersin." dedi. Arefe günü akşamı kendisine
cevap verilmedi. Ertesi sabah Müzdelife'de bu duayı tekrarladı ve dileğî kabul
edildi...»
İbn-i Hibbân, "Kinâne'nin kendisinden
oğlunun rivayet ettiği hadis münkerdir. Oğul-baba her ikisiyle ihticac
olunmaz." demiştir. Beyhâkî de şunları söylemiştir: «Bu hadisin birçok
şahitleri vardır. Biz onları Kitabü'şşüab'da zikrettik. Eğer hadis,
şahitleriyle sahih ise, huccet teşkil eder. Değilse, Allah Teâlâ, "Bundan
aşağısını dilediğine affeder" buyurmuştur. Şirkten gayrı kulların
birbirine zulmünü da bağışlar.»
İbn-i Mübârek'in rivayet ettiğl bir hadiste
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki Allah Azze ve Cell Arafat'ta
ve Meş'ar-i Haram'da duranları affetmiş, mes'uliyetleriniüzerine almıştır.
Bunun üzerine Ömer kalkarak, "Ya Rasulallah! Bu yalnız bize mi
mahsus?" diye sormuş. Rasulallah (s.a.v.), "Size ve sizden sonra
kıyamet gününe kadar gelenleredir" buyurmuş. Ömer (r.a.) de,
"Rabbimizin hayrı çoktur." demiştir. » Tamamı Fetih'tedir. Fetih
sahibi başka hadisler de rivayet etmiştir. Hâsılı İbn-i Mâce hadisi zayıf da
olsa onu sahihleyecek şahitleri vardır. Âyet dahî onu te'yîd etmektedir.
Buhâri'nin merfu olarak rivayet ettiği şu hadis dahi ona şahittir: «Bir kimse
hacceder de kötülük konuşmaz, fâsıklık yapmazsa, günahlarından anasının
doğurduğu gün gibi döner.»
Müslim'in merfu olarak rivayet ettiği şu
hadis da öyledir: «İslâm, kendinden öncekini yıkar hicret kendinden öncekini
yıkar: hacc dahi kendinden öncekini yıkar.» Lâkin Ekmel'in Meşârik şerhinde bu
hadisi şerhederken bildirdiğine göre; harbînin bütün günahları; İslâmiyet,
hicret ve haccla sâkıt olur. Hattâ insan öldürürse, ve malını alıp düşman
memleketine götürse, sonra Müslüman olduğu takdirde kendisine hiçbir hesap sorulmaz.
Bu izaha göre, maksadını elde etmek için Müslüman olması kâfi idi. Lâkin
Peygamber (s.a.v.) onun müjdesini te'kîd, bey'atını tergib için hicretle haccı
da zikretmiştir. Zira hicret ile hacc, yapılan zulümlere kefaret olmazlar.
Onların büyük günahları mahvettiği kesin söylenemez. Ancak küçük günahları
örterler. Zımmînin Müslüman olması gibi, kimsenin hukukuna temas etmeyen büyük
günahları da mahvettikleri söylenebilir. Bu satırlar Meşârik şerhinden
kısaltılmıştır. İmam Tibî dahi şerhinden böyle zikretmiş, şarihlerin buna
ittifak ettiklerini söylemiştir. Nevevî ile Kurtubî dahi Müslim şerhinden bunu
söylemişlerdir. Bahır'da da mezkûrdur. Lübab şerhinde şöyle denilmiştir: «Tîbî,
"Hacc büyük günahları ve zulümleri yıkar." demiştir. Hanefîlerden Emir
Padişah ile Şâfiîlerden İbn-i Hacer-i Mekkî arasında garip bir münakaşa
olmuştur. Emir Padişah Tîbî'nin sözüne meyletmiş. İbn-i Hacer ise Cumhur'un
kavlini tutmuştur. Ben bu meseleyi açıklamak için bir risale yazdım.»
Ben derim ki: Fetih sahibinin zâhir olan
sözüne bakılırsa, o haccın zulümlere de kefaret olduğuna meyletmektedir. İmam
Serahsî dahi Siyer-i Kebir şerhinde bu yoldan yürümüş; Allah için sabrederek
ölen şehidi buna kıyas etmiştir. Bunu Menâvî de Kurtubî'ye nisbet etmiş ve
şöyle demiştir: «Bu büyük günahlara ve mes'uliyetlere şamildir. Kurtubî de buna
kaildir. Kadı İyâz bu zulümlere nisbetle tevbe edip de icabını yapmaktan âciz
kalana yorumlanmıştır. demiştir.» Tirmizî de bunun Allah Teâl'ânın hakkına
müteallik günahlara mahsus olduğunu; kulların günahlarına taallûku olmadığını
söylemiş ve, "Bizzat hak sâkıt olmaz. Bilâkis üzerinde namaz borcu olanın
namazı geciktirmekle günahı sâkıt olur. Ondan sonra bir daha geciktirecek
olursa günah yenilenir." demiştir. Bahır'da da buna benzer bir ifade vardır.
Burhan-ı Lakkânî bunu Cevheratü't Tevhid şerhinde tahkik etmiş; «Peygamber
(s.a.v.)'in, "Günahlarından çıkar." buyurması, Allah haklarıyla
kullarının haklarına şâmildeğildir. Çünkü bunlar zimmette olup günah
değildirler. Günah olan onları uzatmaktır. Düşen de sadece Allah Teâlâ'ya
muhalefetten doğan günahtır.» demiştir.
Hâsılı borç vesaireyi geciktirmekle ve
Allah haklarından namaz ve zekât gibileri geciktirmekle sadece geciktirme
günahı sâkıt olur. Asılları sâkıt olmaz. İleride geciktirilecek olanlar da
sâkıt olmaz. Bahır sahibi diyor ki: «Şu halde kefaret olmanın mânâsı, birçok
kimselerin zannettiği gibi, borcun o kimseden sâkıt olması değildir. Keza
namazın, orucun ve zekâtın da kazaları sâkıt olmaz. Çünkü bunu hiçbir kimse
söylememiştir.» Bununla anlaşılır ki, şarihin, "Müslüman olan harbî
gibi" sözü yersizdir. Çünkü Halebînin dediği gibi bizzat hakkın sâkıt
olmasını gerektirir. Bildiğin gibi buna kail olan yoktur. Bilâkis bu hüküm,
Ekmel'den naklettiğimiz gibi harbîye mahsustur.
Ben derim ki: Bazen bizzat hak sâkıt olur
denilebilir. Kul hakkı olsun Allah Teâlâ'nın hakkı olsun; edasına imkân
bulamadan ölür de ödeyecek malı bulunmazsa, bizzat hak da sâkıt olur. Çünkü
geciktirmenin günahı sâkıt olur da, bir daha günah işlemezse, bizzat hakkın
sâkıt olmasına bir mâni yoktur. Allah Teâlâ'nın hakkında bu zâhirdir.
Kul hakkına gelince: Allah Teâlâ hasmını
ondan razı eder. Nitekim hadiste geçmiştir. Zâhire bakılırsa, zulümlere de
kefaret olur diyenlerin murada budur. Aksi takdirde onların kefaret olmasını
söylemeye mahal yoktur. Şu da var ki, bizzat borcu vermeyip uzatmak dahi kul
hakkıdır. Çünkü bunda hakkını geciktirmekle o kula cinayet vardır. Madem ki
ulema bunun sâkıt olduğunu söylemişlerdir, acz halinde borcun kendisi de sâkıt
oluversin. Nitekim Kadı İyâz'dan naklen yukarıda geçti. Lâkin iyâz' ın tevbe ve
aczle kayıtlaması zâhir değildir. Çünkü tevbe bizzat kefaret olur. O ancak
Allah'ın hakkını ıskat eder, kul hakkını ıskat etmez. Binaenaleyh yukarıda
geçen hadislerin iktizasınca ıskat eden hacc olarak taayyün eder.
«Borcun sükutuna kail olan yoktur.» sözüne
gelince: Biz de evet deriz. Ama bu, haccdan sonra ödemeye kâdir olduğuna
göredir. Şarihlerin gecen sözleri buna yorumlanır. O zaman şarihimizin
"Müslüman olan harbî gibi" sözü bu itibarla sahih olur. Sonra bilmiş
ol ki, ulemanın hicret ve haccın büyük günahlara kefaret olduğunu caiz
görmeleri, Kadı İyâz'ın, "Büyük günahlara tevbeden başka hiçbir şey
kefaret olamayacağına icma vardır." demesine aykırıdır. Bâhusus yapılan
zulümlere de kefaret-tir diyen kavle aykırıdır. Hattâ borcu uzatma ve namazı
geciktirme günahına da kefaret olduğunu bildiren kavil bile buna aykırıdır.
Çünkü bu büyük bir günahtır, hacc ona tevbesiz kefaret olmuştur. Teâlâ
Hazretlerinin, "Bundan aşağısını dilediğine affeder." âyet-i
kerimesine dahi aykırıdır. Ehl-i Hakkın îtikadı şudur ki: Küfürden maada bütün
büyük günahları ısrarla işleyerek ölen bir kimse şefaat sayesinde yahut sırf
Allah'ın fadl-u keremiyle affolunur. Hâsılı Bahır'da denildiği gibi mesele
zannîdir. Kul hakları şöyle dursun, haccın Allah haklarının büyüklerine bile
kefaret olacağı kesinliklesöylenemez. Allah-u a'lem!
METİN
İbn-i Mâce'nin rivayet ettiği,
"Peygamber (s.a.v.)'in kanlar ve zulümler hakkındaki duası bile kabul
olunmuştur." hadisi zayıftır.
7) Kendine veya başkasına eziyet
vermeyecekse. Kâbe'nin içine girmek menduptur. Avam takımının Urvetü'l-Vüskâ
dedikleri ve onun ortasındaki dünyanın göbeği adını verdikleri çivinin aslı
yoktur Kâbe örtüsünü Benî Şeybe kabîlesinden satın almak caiz değildir Bu, ya
imamdan, yahut naibinden satın alınır Alan kimse o örtüyü giyebilir Velev ki
cünüp veya hayızlı olsun.
Burası Kâbe'nin duvarında yüksek bir
yerdir.
8) Harem-i Şerif'te insan öldürülmez. Meğer
ki kâtil orada insan öldürmüş olsun.
İZAH
"Zayıftır." Yani râvileri
arasında Kinâne ile oğlu Abdullah bulunduğu için zayıftır. Yukarıda geçtiği
vecihle, bunların ikisiyle ihticac olunmaz. Babası Abbas b. Mirdâs Bahır'da
bildirdiği gibi zayıf değildir. Çünkü sahabidir. Ashabın hepsi âdildirler.
Nitekim yerinde beyan edilmiştir.
«Kâbe'nin İçine girmek menduptur.» Kâbe'nin
içinde Peygamber (s.a.v.)'in namaz kıldığı yere gitmek gerekir. İbn-i Ömer
(r.a.) Kâbe'ye girdiği vakit yüzü istikametinde yürür, kapıyı arka tarafında
bırakırmış. Yüzü tarafındaki duvara üç arşın kaldı mı orada namaz kılar.
Peygamber (s.a.v.)'in namaz kıldığı yeri ararmış. İki direk arasındaki yeşil
mozaik Peygamber (s.a.v.)'in namaz kıldığı yer değildir. Zikredilen duvara
karşı namaz kılındığında,yanağını o duvara sürerek hamd-ü senâ ve istiğfar
etmeli, sonra direklere tehlil, tesbih, tekbir getirmeli, Allah'a hamd etmeli
ve O'ndan dileğini istemelidir. İçi ile dışarıya mümkün olduğu kadar edbe riyat
etmelidir. Fetih.
«Eziyet vermeyecekse ilh...» Anlaşıldığına
göre. girmek için rüşvet vermemek de bu kabildendir. Çünkü Lübab şerhinde.
"Kâbe'ye girmek veya Makam-ı İbrahim'i ziyaret etmek isteyenden ücret
almak İslam uleması ve cihan imamların arasında hilâfsız haramdır. Nitekim
Bahîr sahibi ve başkaları bunu açıklamışlardır." denilmiştir. Ulemanın
açıkladıklarına göre, alması haram olan şeyin vermesi de haramdır. Bundan ancak
zaruret müstesnadır. Burada ise zaruret yoktur. Çünkü Kâbe'nin içine girmek,
haccın ibadetlerinden değildir.
«Caiz değildir ilh... » Derler ki Mürşidî
Tezkire'sinde şunu zikretmiştir: «Allâme Kutbiddin Hanefî şöyle demiştir: Bana
öyle geliyor ki, eğer Kâbe örtüsü sultan tarafından Beytü'l-Malden
gönderilmişse, bu iş sultana râcî'dir. Onu, Benî Şeybe'den olsun başkalarından
olsun, dilediğine verir. Sultanların veya başkalarının evkafından ise,
meselevakfeden zâtın bu husustaki şartına râci'dar. O kimi tayin ettiyse, Kâbe
örtüsü ona verilir. Vâkıfın bu husustaki şartı bilinmezse, bu hususta eskiden
âdet ne ise ona göre hareket edilir. Nitekim sair vakıflarda hüküm budur.
Kâbe-i Şerife'nin bugünkü örtüsü sultanların vakıflarındandır. Bu husustaki
şart da bilinmemektedir. Benî Şeybe kabîlesi âdet edinmiştir. Kâbe'nin yeni
örtüsü geldi mi, ekserisini kendilerine alırlar. Allah-u a'lem.»
«Alan kimse... » Erkek olsun. kadın olsun,
o örtüyü elbise yapabilir. Yalnız erkek için ipek olmaması şarttır. Nitekim
Lübab şerhinde beyan edilmiştir. Hâşiye yazarlarından biri, Sindi'nin Mensikk-i
Kebir'inden naklen bunun, üzerinde yazı -bilhassa Kelime-i Tevhit - bulunmaması
ile kayıtlı olduğunu söylemiştir.
«Meğer ki kâtil orada insan öldürmüş
olsun.» Mürted, yani dinden dönen de orada öldürülür. Evvelâ kendisine İslâm
arzolunur, kabul ederse selâmet bulur, etmezse öldürülür. Şeyh İsmail'in
şerhinde Müntekâ'dan naklen böyle denilmiştir. Lâkin Lübab'ın ibaresi şöyledir:
«Bir kimse Harem dışında bir cinayet işler, meselâ adam öldürür veya dinden
döner yahut zina eder, içki içer veya haddi icabedecek başka bir şey yapar da
Harem'e sığınırsa, orada bulunduğu müddetçe kendisine dokunulmaz. Lâkin onunla
alış-verişte bulunulmaz. Beraber yemek yenilmez, oturulmaz ve himaye edilmez.
Oradan çıkıp da kendisinden kısas alınıncaya kadar beklenir. O kimse Harem'de
bu söylediklerimizden birini yaparsa, kendisine Harem'de had vurulur.
Harem-i şerif'e harbederek giren kimse
orada öldürülür.» Keza metinde cinayetlerde kısas bâbından az önce gelecektir
ki, idama mahkûm bir kimse Harem'e sığınırsa, orada öldürülmez. Öldürülmek için
oradan çıkarılmaz ilh... Şarih orada şu cümleyi de ziyade etmiştir: «Ama can
almaktan aşağı bir cinayet işlemişse, Harem'de bilittifak kısas edilir.» Lübab
şarihi Netif'ten yukarıda Müntekâ'dan naklettiğimiz tafsilâtın benzerini
nakletmiş ve, "Bu, zâhiri ile ulemanın mutlak olan sözlerine
muhaliftir." demiş; sonra cevap vererek, ulemanın mutlak olan öldürülmez
sözleri kendisine İslâmiyet arzolunmadığı, onun da İslâm'dan kaçınmadığı
zamandır diye kayıtlanır demiştir. Çünkü İslâm'dan yüz çevirmesi, Harem'de bir
cinayettir. Lübab şarihi Hâniyye'den de şunu nakletmiştir: «Ebû Hanife'den
rivayet olunduğuna göre, Harem'de hırsızın eli kesilmez. İmameyn buna
muhaliftirler.»
Ben derim ki: Hâniyye'nin ibaresinin tamamı
şöyledir: «Bunlardan birini Harem'de yaparsa, kendisine orada had vurulur.»
Hâniyye'nin sözüyle Lübab'ın yukarıda geçen ifadesi gösteriyor ki, Harem
dışında bir cinayet işleyip de sonra Ona sığınan kimseye Harem'de had vurulmaz.
Velev ki bu cinayet ölümden başka olsun. Ama cinayet Harem'de işlenirse bunun
hilâfınadır. Bu izaha göre, had vurmakla kısas almak arasında ölümden başka
yerlerde fark vardır. Harem'de had vurulmaz. Meğer ki cinayet Harem'de işlenmiş
olsun. Kısas bununhilâfınadır. Farkın vechi şu olsa gerektir: Ulemanın
açıkladıklarına göre, kol ve bacaklara mal muamelesi yapılır. Mala cinayet
işleyip de Harem-i Şerif'e sığınan kimseden o mal alınır. Çünkü kul hakkıdır.
Bunun gibi kul ve bacaklar hususunda da kısas alınır. Had vurmak bunun
hilâfınadır. Çünkü o Allah Teâlâ'nın hakkıdır. ölüm hakkında kısas da bunun
hilâfınadır. Çünkü mal mesabesinde değildir. Sahih-i Buhârî'de Peygamber
(s.a.v.)'in Fetih yılında Benî Mahzûm kabîlesinden bir kadının elini Mekke'de
kestiği bildiriliyorsa da, bu bizim söylediğimize aykırı değildir. Meğer ki
kadının Harem dışında hırsızlık ettiği sübut bulmuş olsun. Allah-u a'lem!
METİN
Evde öldürürse, kendisi Harem'de öldürülmez
9) Zemzem suyu ile taharetlenmek mekruhtur;
yıkanmak mekruh değildir.
10) Bize göre Medine'nin Harem'i yoktur.
Râcih kavle göre Mekke Medine'den efdaldir. Bundan yalnız Peygamber (s.a.v.)'in
mübarek nâşının bulunduğu yer müstesnadır. O, mutlak surette efdaldir. Hattâ
Kâbe'den de, Arş-u Kürsî'den de efdaldir.
İZAH
«Kendisi Harem'de öldürülmez.» Çünkü bunda
Beyt-i Şerif'i kirletmek vardır. Halbuki Allah Teâlâ onu temiz tutmayı emir
buyurmuştur. Mescidin diğer yerlerinde de hüküm budur. Çünkü oralarını da
pislikten temizlemek vâciptir. Rahmetî.
Ben derim ki: Eğer sebep ve illet buysa,
bütün mescitlere şâmildir. «Zemzem suyu ile taharetlenmek mekruhtur.» Orada
bedeninden veya elbisesinden hakiki pisliği gidermek de öyledir. Hattâ ulemadan
bazıları bunun haram olduğunu söylemişlerdir. Zemzemi memlekete götürmek
müstehaptır. Tirmizî'nin Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadiste, Hz.
Aişe'nin onu memleketine götürdüğü ve Rasulullah (s.a.v.)'in götürdüğünü haber
verdiği bildirilmektedir. Tirmizî'den başkalarının rivayet ettiği bir hadiste. "Peygamber
(s.a.v.) zemzemi memleketine götürür, onu hastaların üzerine serper ve onlara
içirirdi. Hasan'la Hüseyin'in ağızlarına zemzemle tatlı çalmıştı."
buyrulmuştur. Bu satırlar Lübab ile şerhinden alınmıştır.
T E M B İ H : Harem'den taş ve toprak çıkarmakta
beis yoktur. Az olmak şartıyla Beyt-i Muazzam'ın toprağından teberrük için
almakta da bir beis olmadığı söylenir. Öyle ki oradan toprak almakla yerin
düzeni bozulmamalıdır. Zahîriyye'de böyle denilmiştir. İbn-i Vehban,
"Beyt-i Şerifin toprağını almak caiz değildir." sözünü tasvip
etmiştir. Tâ ki cahiller ona musallat olup da iş Beytullah'ın harabına
varmasın. (Allah'a sığınırız.) Çünkü çoktan alınan az, çok olur. Musannıfın
Muînu'l-Müftî adlı kitabında böyle denilmiştir.
«Bize göre Medine'nin Harem'i yoktur.»
Diğer üç mezhebin imamlarına göre vardır. Kâfî sahibi diyor ki: «Çünkü biz
burada avlanmanın helâl olduğunu kesin nassla bildik. Binaenaleyh kesin bir
delil bulunmadıkça naram olamaz. Böyle bir delil de yoktur.» İbn-i Münzir diyor
ki: «Yeni mezhebinde İmam Şâfiî ve meşhur kavline göre İmam Mâlik ile
rastladığımız şehirler ulemasının ekserisi, Medine'nin avını vurana ve ağacını
kesene ceza olmadığına kaîldirler. Ceza tâzımdır diyen İbn-i Ebî Leylâ ile
İbn-i Ebî Zi'b ve Mâlikîlerden İbn-i Nâfi'dir. Şâfiî'nin eski mezhebi de
budur.» Nevevî de bunu tercih etmiştir. Tamamı Mi'râc'dadır.
«Râcih kavle göre...» sözü, burada mezhep
imamları arasında hilâf olduğu zannım veriyor. Ben böyle bir şey görmedim.
Lübab ile şerhinin sonunda şöyle denilmektedir: İttifak etmişlerdir ki, Mekke
ile Medine memleketlerin en faziletlisidirler. Allah şeref ve ta'zimlerini
arttırsın. Bu İkisinden hangisinin efdal olduğunda ihtilâf edilmiş; bazıları
Mekke'nin efdal olduğunu söylemişlerdir. Üç imamımızın mezhepleri budur. Bu kavil,
Sahabenin bazılarından dahi rivayet olunmuştur. Birtakımları Medine'nin efdal
olduğunu söylemişlerdir. Bazı Mâlikîler ile Şâfiîlerin kavli budur. Bunun da
bazı Ashabdan rivayet olunduğu söylenir. Bu herhalde Peygamber (s.a.v.)'in
hayatına mahsus olsa gerektir. Yahut Mekke'den hicret edenlere nisbetledir.
Mekke ile Medine'nin faziletçe müsavi olduklarını söyleyenler de vardır. Fakat
bu kavil meşhuldür. Naklî ve aklî delili yoktur.
«Bundan yalnız Peygamber (s.a.v.)'in
mübarek nâşının bulunduğu yer müstesnadır.» Lübâb sahibi diyor ki: «Hilâf,
Kabr-i Şerif'ten ve Rasulullah (s.a.v.)'in mübarek uzuvlarının bulunduğu yerden
başka yerlerdedir. Kabr-i Şerif bilittifak dünyanın en faziletli yeridir.»
Şarihi de şöyle demiştir: «Keza, yani hilâf Beytullah'tan başka yerler
hakkındadır. Zira Kâbe Medine'den de efdaldir. Yalnız Kabr-i Şerif müstesnadır.
Keza Kabr-i Şerif Mescid-i Haram'dan da faziletlidir. Kadı İyâz ve başkaları
Kabr-i Şerf'in Kâbe'den dahi efdal olduğuna icma nakletmişlerdir. Hilâf ondan
başkası hakkındadır.» Hambelî İbn-i Ukayı'den nakledildiğine göre, Kabr-i
Şerif'in yeri Arş'tan da efdaldir. Bekrî Tarikatının büyükleri de bu hususta
Ona muvafakat etmişlerdir. Tâc-i Fakihî'nin açıkladığına göre, yer göklerden
efdaldir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ondadır. Bu kavli bazıları ekser-i ulemadan
nakletmişlerdir. Çünkü peygamberler topraktan yaratılmış toprağa
defnedilmişlerdir. Nevevî diyor ki: «Cumhur'a göre gökyüzü yerden faziletlidir.
Ama ulemanın sözlerinin orasını bulmak için bundan peygamberlerin uzuvlarının
bulunduğu yerleri istisna etmek gerekir.»
METİN
Peygamber (s.a.v.)'in kabrini ziyaret etmek
menduptur. Hattâ vakti olana vâciptir diyenler vardır. Farz haccı yapacak olan,
işe evvelâ hacc-dan başlar. Nâfile hacc yapacak olan, Medine'ye uğramadıkça
muhayyerdir. Oraya uğrarsa, işe mutlaka Kabr-i Şerif'i ziyaretten başlaması
gerekir. Haccla birlikte Peygamberimizin mescidini ziyareti de niyet etmelidir.
Hadiste haber verildiğine göre; orada bir namaz, başka yerdeki bin namazdan
daha hayırlıdır. Bundan yalnız Mescid-i Haram müstesnadır.
İZAH
"Menduptur." Yani bunda
Müslümanların icmaı vardır. Nitekim Lübab'da beyan edilmiştir. Hambelîlerden
Hâfız İbn-i Teymiyye'nin, "Bu yasaktır." dediği nisbet edilmişse de,
ulemadan bazıları bunun aslı olmadığını söylemiş; onun sadece üç mescitten
başkasına seferi yasak ettiğini; nefsi ziyarete, sair kabir ziyaretleri gibi
muhalif olmadığını bildirmişlerdir. Bununlaberaber Onun sözünü ulemadan
birçokları reddetmişlerdir. İmam Subkî'nin bu hususta güzel bir eseri vardır.
Lübab şarihi diyor ki: «Acaba Peygamber
(s.a.v.)'in kabrini ziyaret kadınlara da müstehap mıdır?» Sahih kavle göre evet
bazı ulemanın açıkladığı şartlarla kerahetsiz caizdir. Mezhebimizin esah
kavline göre, kabirleri ziyaret hakkındaki ruhsat erkek ve kadınlara toptan
sabittir. Kerhî ve diğer ulemanın kavilleri de budur. İşkâl yoktur.
Başkalarının kavline göre de müstehap olduğunu söyleriz. Çünkü Ashab-ı Kiram
mutlak haber vermişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.
«Hattâ vâciptir diyenler vardır.» Bunu Lübab
şarihi söylemiş, Hayreddin-i Remlî dahi Minah hâşiyesinde İbn-i Hacer'den
nakletmiş ve, «Evet buna Lübab ile Feth'in ibareleri ve Muhtar şerhindeki,
"vakti olana bu ziyaret vâcibe yakındır", sözü de yardım etmektedir.»
demiştir. Bu ziyaretin fazileti, keyfiyeti ve âdâbı hakkında vârit olan
haberleri Fetih sahibi uzun uzadıya beyan etmiştir. Muhtar ve Lübab şerhlerinde
de öyledir. İsteyenler müracaat edebilirler.
«Evvelâ haccdan başlar ilh...» Lübab şarihi
diyor ki: «İmam Hasan'ın Ebû Hanife'den rivayetine göre, farz hacc için en
iyisi hacının işe hacc dan başlayarak ziyareti sonra yapmasıdır. Ama ziyaretten
başlaması da caizdir.» Bu zâhirdir. Çünkü nâfileyi farzdan önce yapmak, farzı
kaçıracağından korkmazsa bilittifak caizdir.
«Medine'ye uğramadıkça muhayyerdir.»
Şamlı'lar, gibi Medine'ye uğrayarak geçerse, mutlaka işe Peygamber (s.a.v.)'in
kabrini ziyaretten başlaması icabeder. Çünkü yakınına gelmişken onu terketmesi
kasavet ve şekavetten sayılır. O zaman ziyaret vesile mesabesinde ve namaz için
kıblenin sünnet olması mertebesinde olur. Lübab şerhi.
«Ziyareti de niyet etmelidir ilh...» Kemâl
b. Hümam diyor ki: «Ben âcizlerine göre evlâ olan, Peygamber (s.a.v.)'in
kabrini ziyaret için ayrı niyet etmelidir. Sonra mescidi ziyarete geldiğinde
yahut Allah'ın fadlını dilediğinde orada tekrar niyet etmelidir. Çünkü bunda
Peygamber (s.a.v.)'e fazla tâzim ve iclâl vardır. Buna zikrettiğimiz şu hadisin
zâhiri de uymaktadır: "Her kim beni ziyarete gelir de, bunu beni
ziyaretten başka bir şey için yapmazsa, kıyamet günü ona şefaatçi olmam boynuma
borç olur."» H. Rahmetî'nin Molla Câmi'den naklettiğine göre, Câmi
seferine bir maksat karışmasın diye ziyareti haccdan ayırırmış.
«Hadiste haber verildiğine göre ilh...»
Bundan murad, Peygamber (s.a.v.)'in, "Benim şu mescidimde kılınan bir
namaz, başka mescitlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Bundan yalnız Mescid-i
Haram müstesnadır. Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz, benim mescidimde
kılınan yüz namazdan efdaldir." hadis-i şerifidir. Bu hadisi imam Ahmed
ile İbn-i HibbânSahih'inde rivayet etmiştir. İbn-i Abdi'l-Berr onu sahihlemiş
ve umumiyetle hadis ulemasının mezhebi olduğunu söylemiştir. Lübab şerhi. Biz
bu katlamayı kırân bâbından az önce arzetmiştik. Müttefekun aleyh bir hadiste,
"Üç mescitten başkası için yükler bağlanmaz (yolculuk edilmez). Bunlar
Mescid-i Haram, benim şu mescidim ve Mescid-i Aksâ'dır." buyrulmuştur.
Mânâ ihya'da beyan edildiği gibi, "Mescitlerden hiçbiri için sefer
edilmez. Ancak şu üç mescit için edilir. Çünkü bunlarda katlama sevap vardir.
Geri kalan mescitlerde bu yoktur. Onlar bu hususta müsavidir." demektir.
Binaenaleyh, "Bundan başka, akraba dolaşmak, ilim öğrenmek,
Peygamberimizin ve Halilu'r-Rahman (a.s.)'ın kabirlerini ziyaret gibi şeyler
için de sefer edilebilir." diye bir itiraz vârit olamaz.
METİN
Geri kalan ibadetler de öyledir. Medine'de
mücavir kalmak mekruh değildir. Kendine güvenen için Mekke'de mücavir kalmak da
öyledir.
İZAH
«Geri kalan ibadetler de öyledir.» Yani
oruç, îtikaf, sadaka. zikir ve Kur'an okumak gibi ibadetlerin sevabı da
katlanır. Bâkânî Tahâvî'den naklen bu katlamanın farzlara mahsus olduğunu
söylemiştir. Başkalarından nâfilelerin de öyle olduğu nakledilmiştir.
«Medine'de mücavir kalmak mekruh değildir
ilh...» Bazıları Mekke'de olduğu gibi burada da mücavir kalmanın mekruh
olduğunu söylemiş;
birtakımları bunun Ebû Hanife ile İmameyn
arasında ihtilâflı olduğunu bildirmişlerdir. Kırân bahsinden az önce
arzetmiştik ki, Medine'de mücavir kalmak Mekke'dekinden efdaldir. Lübab sahibi bunu
tercih etmiş ve birçok yollardan te'yîdde bulunmuştur. Şarihi Aliyyü'I-Kârî
Fetih sahibinin sözünü tercih ederek bu hususta inceleme yapmıştır. Fetih
sahibi Mekke'de mücavir kalmanın faziletinden bahsetmiş; sonra şunları
söylemiştir: «Lâkin bunda selâmetle muvaffak olan ekalli kalildir (azın
azıdır). Binaenaleyh fıkıh onları itibara alarak bina edilemez. Onların hali
cevaz hususunda kayıt olarak zikredilemez. Çünkü nefislerin şânı yalancı dâvâda
bulunmaktır. Onlar yemin ettikleri vakit en ziyade yalan söylerler. İddiada
bulunurlarsa nice olur!.. Bu izaha göre Medine-i Münevvere'de mücavir kalmak da
öyle olmak gerekir. Çünkü orada her ne kadar kötülükler katlanmasa veya
büyümese de, bıkmak korkusu, vâcip olan tâzîm ve iclâli bozmaya vardıracak edep
noksanlığı mevcuttur.»
Halebî, "Bu güzeldir." demiştir.
Binaenaleyh şarihe yaraşan, keraheti söylemek, güvenme kaydını terketmekti.
Yani insanların bilhassa şu zamanda ekseriyetle hallerine bakarak bu kaydı
koymamalıydı. Yardım Allah'tandır.
HATİME:
Hacı, ailesi nezdine dönmek istediği vakit Mescid-i Haram'a namazla veda
etmesi, namazdan sonra dilediği duayı okuması ve Peygamber (s.a.v.)'in kabrine
giderek selâm vermesi, duada bulunması, Allah Teâlâ'dan kendisini sağ salim
çoluğuna çocuğuna kavuşturmasını dilemesi müstehaptır. Veda etmeyerek "Yâ
Rasulallah!" demeli, gözyaşı dökmeye gayret etmelidir. Çünkü bu, kabul
alâmetlerindendir. Peygamber (s.a.v.)'in civarında olanlara bir şeyler tasadduk
etmesi, sonra Huzur-ı Nebevi'den ayrıldığına üzülerek ağlar vaziyette oradan
ayrılmalıdır. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Yine orada beyan edildiğine
göre, sünnetlerden biri de, yeryüzünde her yüksek yere çıktıkça tekbir getirmek
ve,
"Dönüyoruz! Tevbekarlarız! Abidleriz!
Rabbimize secde ve hamd edenleriz! Allah va'dinde durmuş; kuluna yardım etmiş;
hizipleri yalnız başına kahretmiştir!"demelidir. Bu hadis, Peygamber
(s.a.v.)'den müttefekun aleyh olarak rivayet edilmiştir.
Memleketine yaklaştığı vakit hayvanını
harekete geçirmeli ve yine "Ayibûn tâibûn ilh..." demelidir. Ailesine
haberci göndermeli, ansızın yanlarına varmamalıdır. Çünkü bu yasak edilmiştir.
Memleketine vardığında, işe mescitten başlamalı; kerahet vakti değilse orada
iki rekât namaz kılmalıdır. Sonra evine girerek orada da iki rekât namaz
kılmalı; ibadetini tamamlayarak selâmetle dönmeyi müyesser kıldığı için Allah'a
hamd-ü şükür eylemelidir. Artık bu hamd-ü şükrü yaşadığı müddetçe devam
ettirmeli; kalan ömründe amellerini düşürecek şeylerden sakınmalıdır. Mebrûr
(makbul) haccın alâmeti, gittiğinden daha hayırlı dönmesidir.
Bu, Allah Taâlâ'nın şu zayıf kuluna
müyesser kıldığı ibadetler çeyreğinin tamamıdır. Cömertliği umumi olan
âlemlerin Rabbi Allah'tan dilerim ki, bana bu hususta ihlâs nâsib etsin!
Eserimi kıyamet gününe kadar faydalı kılsın! çünkü O, dilediğine kâdir ve
icabete lâyıktır. DiIerim ki bu kitabı ihlâsla tamamlamayı müyesser kılsın!
Dilerim faydası bana ve ekseri memleketlerde bilumum kullara şâmil olsun!
Evvelen ve âhiren, zâhiren ve bâtınen hamd Allah'a mahsustur! Allah, Efendimiz
Muhammed ile Al-ü Ashabına salât-ü selâm eylesin! Bu kısım, mahlûkatın en
fakiri ve toplayıcısı hakir Muhammed Abidin'in eliyle sona ermiştir. Allah
onun, ebeveyninin ve bütün Müslümanların günahlarını af buyursun. Hamd,
âlemlerin Rabbine mahsustur. Sene 1243.