METİN
Mürted lügatta: Mutlak surette herhangi bir
şeyden dönen kimsedir. Şeriat ıstılahında: İslâm dininden dönen kimsedir.
Rüknü, İmândan sonra küfür kelimesinin lisan ile söylenilmesidir. İmân, Hz.
Muhammed (S.A.V.)' in kesin olarak dininden olup Allah-ü Teâlâ tarafından
getirmiş olduğu bilinen şeylerin hepsinde Resûlullah'ı tasdik etmektir. İmân
yalnız tasdik midir? Yoksa ikrarla beraber tasdik midir? Bunda iki kavil
vardır. Hanefilerin ekserisine göre; tasdikle beraber ikrardır. Muhakkıklara
göre; yalnız tasdiktir. İkrar ise dünya ahkâmının icrâsı için şarttır. İkrarı
imanın rüknü kabul etmeyenler şunun üzerine ittifak etmişlerdir. Kalbiyle
tasdik eden kimseden her ne zaman diliyle ikrar etmesi istenir. İkrar etmesinin
lâzım olduğuna inanmalıdır. Diliyle ikrar istendiğinde ikrar etmezse, bu inad
küfrüdür ki kalbindeki tasdiki kendisine fayda vermez.
Fetih'de zikredilmiştir ki: bir kimse inanmasa
bile şaka ve latife yoluyla küfür kelimesini söylese. Allah'a sığınırız -
mürted olur. Çünkü dini hafife alıp küçümsemiştir. Buna göre şaka yoluyla küfür
kelimesini söylemek inad küfrü gibidir.
Küfür lügatte, örtmek mânâsınadır. Şeriatta
ise; Hz. Muhammed'in kesin olarak dininden olup, Cenab-ı Hak tarafından
getirmiş olduğu bilinen şeylerde Resûlullah'ı yalanlamaktır. Küfür kelimeleri
fetva kitaplarında zikredilmiştir.
Elfazı küfür (küfür kelimelerin)e ait
müstakil eserler de vardır. Kitablarda zikredilen küfür kelimelerinden hiç
biriyle bir kimsenin küfrüne fetva verilmez. Ancak âlimlerin küfrüne ittifak
ettikleri surette onun küfrüyle hükmolunur. Nitekim ilerde gelecektir.
Bahır sahibi "Ben küfür kelimelerinden
hiç biriyle küfrün vaki olduğuna fetva vermemeyi kendi nefsime vâcib
kıIdım." demiştir.
İZAH
"Mürted bâbı İlh..." Musannıf
asıl küfrün hükümlerini bitirince iman ettikten sonra arız olan küfrün
hükümlerini beyan etmeye başlamıştır.
"Rüknü İlh..." "Bir kimsenin
lisânıyla küfür kelimesini söylemesiyle kâfir olması" hâkimin onun kâfir
olduğuna hüküm vermesi içindir. Yoksa lisânıyla küfür kelimesini söylemeden
batıla itikad etse veya bir zaman sonra kâfir olmaya niyet etse. derhal kâfir
olur. T.
"İmândan sonra ilh..."
"imândan sonra" ifadesiyle kâfir hariç kalmıştır. Kâfir, küfür
kelimesini söylediğinde kendisine mürted hükmü verilmez. Şu kadar var ki.
yukarıda geçtiği üzere bir kâfir kadın olsa bile Peygamber Efendimize dil
uzatma cüretinde bulunursa, öldürülür.
"Tasdik etmektir ilh..." Tasdik:
Hz. Muhammed'in kesin olarak dininden olup Allah-ü Teâlâ tarafından getirmiş
olduğu düşünmeye ve delile muhtaç olmaksızın AIIah'ın birliği, Resûl-i Ekrem'in
Peygamberliği, öldükten sonra dirilme, kıyâmet günü, namaz ve zekâtın farz,
şarab ve zinânın haram olması gibi, bütün insanların malûmu olan şeylerin
hepsini kalbin kabul ve iz'ânıdır. Müsâyere şerhi.
"İmân yalnız tasdik midir ilh..."
Eşârilerin cumhurunun muhtar olan kavline göre imân yalnız tasdikten ibarettir.
Matûrîdi'nin kavli de böyledir. Müsâyere şerhi.
"Yoksa ikrarla beraber tasdik midir
ilh..." İmam-ı Azam talebeleri ve Eşârilerin muhakkıklarına göre; imân,
ikrarla beraber tasdikten ibarettir. Haricilere göre; imân, tâatla beraber
tasdikten ibarettir. Bundan dolayı günâh işleyeni -imânın cüzü- bulunmadığı
için kâfir saymışlardır.
Kerrâmîlere göre; imân, yalnız lisân ile
tasdikten ibarettir. Eğer lisânın tasdîki, kalbin tasdikine uygun olursa o
kimse Cehennem azabından kurtulmuş mü'mindir. Aksi takdirde Cehennemde ebedî
kalacak mümindir.
Ben derim ki: Müsâyere'de: "İmânın
hakikatinde gerek söz cihetinden gerekse fiil cihetinden dinin hafife alınıp
küçümsenmesine delâlet eden bir şeyin bulunmaması lâzımdır." diye
zikredilmiştir.
"İkrar ise dünya ahkâmının icrası için
şarttır ilh..." Yani "İmân yalnız tasdikten ibarettir" diyenlere
göre; ikrar, kalbiyle tasdik eden kimsenin müslümanla evlenmesi, peşinde namaz
kılınması, öldüğü zaman cenaze namazının kılınması, müslüman kabrine
defnedilmesi, öşür ve zekatının kabul edilmesi gibi dünya ahkâmının üzerine icrâ
edilmesi için şarttır. Bundan dolayı ikrarı müslümanların yanında açıktan
söylemesi lâzımdır. "İmân, ikrarla beraber tasdikten ibarettir"
diyenlere göre, İkrar imânın hakikatinden cüzdür. Artık ikrar etmeyen kimse, ne
Allah yanında ne de dünya ahkâmında mümindir. Şu kadar var ki; ikrar edecek
kadar bir zamana yetişmesi şarttır. Böyle bir zamanda yetişmezse, ittifakla
kalben tasdiki kafidir. İhtilaf, kelime-i şehâdeti söylemeye muktedir olan
kimse hakkındadır. Dilsiz gibi kelimei Böyle bir zamana yetişmezse, ittifakla
kalben tasdiki kâfidir. İhtilâf, kelime-i şehâdeti söylemekten âciz olan kimse,
ittifakla mümindir. Kelime-i şehâdeti ikrar etmesi istendiğinde özürsüz olarak
ikrar etmemek üzere ısrar eden kimse, ittifakla kâfirdir. Çünkü ikrar etmemesi,
tasdik etmediğinin alâmetidir. Bundan dolayı ulema, Ebû Talib'in küfrü üzerine
ittifak etmişlerdir.
Fakat kelam ulemasının tavsiyelerine göre
bize düşen ileri geri dil uzatmamak, kendimizi tutmaktır. (A.D.)
"Şaka ve lâtife yoluyla küfür
kelimesini söylese ilh..." Yani söylediği kelimenin mânâsını
kasdetmeksizin şaka yoluyla olsa bile kendi isteğiyle küfür kelimesini söyleyen
kimse dinden çıkar. Bu, "İmân, yalnız tasdikten veya ikrar ile beraber
tasdikten ibarettir." İfadesine münâfi değildir. Çünkü tasdik her ne kadar
hakikatte mevcud olsa bile hükmen yok kabul edilmiştir. Zira Şâir (Allah-ü
Teâlâ veya Resûli Ekrem) şaka yoluyla söylenen küfür kelimesi gibi bazı
günâhları, tasdikin olmadığına alâmet kılmıştır. Nitekim bir kimse kalbi ile
tasdik etse bile puta secdede bulunuyorsa veya Mushaf-ı Şerif'i pisliğe atarsa,
kafir olur. Çünkü bunlar, dini yalanlama hükmündedir. Akaid Şerhi.
"İnad küfrü gibidir ilh..." Yani
kalbiyle tasdik edip muhalefet ve inad için kelime-i şehâdeti ikrar etmekten
çekinen kimsenin küfrü gibidir. Çünkü bu, her ne kadar ikrar imânın rüknü
değilse de tasdik etmediğinin alametidir.
"Resûlullahı yalanlamaktır
ilh..." Resûlullahı yalanlamak ile "Cenâb-ı Hak tarafından getirmiş
olduğu kesin olarak bilinen şeylerde Resûlullahı tasdik etmemek" murad
edilmiştir.
= İcmâyı inkâr beyanında =
Nuru'l-Ayn de zikredilmiştir ki; âyeti
kerime veya mütevatir haberin delaleti kesin olmazsa yahut haber mütevatir
olmazsa yahut haber kesin olup fakat kendisinde şüphe bulunursa yahut icmâsı
bütün müctehidlerin icmâsı olmazsa yahut bütün müctehidlerin icmâsı olup fakat
sahabenin icmâsı olmazsa yahut sahabenin icmâsı olup fakat bütün sahabenin
icmâsı olmazsa yahut bütün sahabenin icmâsı olup fakat tevatür yoluyla sâbit
olmadığı için kesin olmazsa yahut kesin olup fakat sukûti icmâsı olursa, bu
suretlerin her birinde inkâr eden kâfir olmaz. Bunu usûl-ı fıkıh kitablarını
okuyan kimseler bilir. Bu kaideyi ezberle. Fıkıh meselelerini çıkarmada sana
fayda verir. Hatta fıkıh kitablarında "Şunu söyleyen veya işleyen kâfir olur.
Şunu söyleyen veya işleyen kafir olmaz" diye zikredilenlerden hangisinin
sahih olup olmadığını bilirsin.
TENBİH : Bahır'da zikredilmiştir ki; bu
hususta asıl ve kaide şudur: Bir kimse haramı, helâl itikad ederse bakılır:
Eğer haram li-gayrihi (başkasından dolayı haram) olursa, meselâ başkasının malı
gibi, kafir olmaz. Eğer haram li-aynihi (kendinden dolayı haram) olursa yine
bakılır: Eğer haram li-aynihinin delili kesin olursa kâfir olur, delili kesin
olmazsa kâfir olmaz. Bazı fukahâya göre bu tafsilât âlim hakkındadır. Cahil,
haram li-aynihi ile haram li-gayrihi orasını fark edemez. Cahilin helâl itikad
ettiği haram kesin delille sabit olan haramlardan olursa, kafir olur. Aksi
takdirde kafir olmaz. Meselâ cahil "şarab haram değildir" dese, kâfir
olur. Bu bahsin tamamı Bahır.'dadır.
"Elfâz-ı küfüre aid müstakil eserler
vardır ilh..." Elfâz-ı küfre aid telif edilenlerin en güzeli Nuru'I-Ayn'ın
sonundaki müstakil eserdir. Yine İbn-i Hacer-i Mekkî'nin "Kitabü'l-A'lam
fi-Kavatii'l-İslâm" isimli eseri de bu hususta yazılmış en güzel
eserlerdendir. Bunda Hanefî ve Şâfiîlere göre; küfür olan kelimeler
zikredilmiştir.
"Bahır ilh..."
Câmiü'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; bir kimse imanın şartlarını inkâr
etmedikçe dinden çıkmaz.
= Bir müslümanın dinden çıkıp çıkmadığında
şübhe edilirse mürted olduğuna hükmedilmez =
Bir müslümanın söylemiş olduğu küfür
kelimesiyle dinden çıktığı kesin olarak bilinirse mürted olduğuna hükmolunur.
Dinden çıktığı kesin olarak bilinmezse, mürted olduğuna hükmolunmaz. Çünkü
sâbit olan müslümanlık şübhe ile zâil olmaz. Küfür büyük bir şeydir. Bir mümin
kâfir olmadığına dâir rivâyet bulunduğu takdirde küfre nisbet edilemez.
Hülâsa'da zikredilmiştir ki, bu mesele
hakkında küfrü gerektiren bir çok vecihler bulunup, bir vecih de küfrü gerektirmediğine
dâir bulunsa, müslüman hakkında hüsn-ü zanda bulunmak için müftü küfrü
gerektirmeyen veche meyleder. Bezzaziye'de : "Küfrü gerektireni murad
ettiğini açıklarsa te'vil fayda vermez." diye zikredilmiştir.
Tatarhaniyye'de "İhtimal ile bir müslüman küfre nisbet edilemez. Çünkü
küfür, ukubet (ceza) de nihayettir. Cinayette de nihayet olmasını gerektirir. O
halde ihtimal ile nihayet olmaz. Bir müslümanın sözünü hamletmek için güzel bir
yol bulunursa yahut zayıf rivayet olsa bile küfründe ihtilaf edilirse, küfrüne
fetva verilemez. Buna göre: kitablarda zikredilen küfür kelimelerinin çoğuyla
bir müslümanın kâfir olduğuna fetva verilmemelidir. Bunun için ben küfür
kelimelerinden hiç biriyle küfrün vaki olduğuna fetva vermemeyi kendi nefsime
vacib kıldım. Burada Bahır sahibinin sözü tamam olmuştur.
METİN
İrtidâd (İslâm dininden dönmen) in sahih
olması için üç şart vardır:
Birinci şart akıldır. Bundan dolayı
delinin, matûhun, müvesvısın ve aklı ermeyen çocuğun irtidâdı sahih değildir.
İkinci şart ayıklıktır. Bundan dolayı
sarhoşun irtidâdı sahih değildir.
Üçüncü şart isteyerek yapmaktır. Bundan
dolayı mükrehin irtidâdı sahih değildir.
İrtidâdın sahih olması için bâliğ olmak ve
erkek olmak şart değildir. Bedâyı.
Eşbâh'da zikredilmiştir ki; sarhoşun
irtidadı sahih değildir. Ancak irtidâdı Peygamber Efendimize dil uzatma
cüretinde bulunmak suretiyle olursa sahih olur. Tevbe etse bile afvolunmayıp
öldürülür.
-AIIah'a sığınırız- bir kimse mürted olsa
mezhebimizin muhtar olan kavline göre müstehab olarak kendisine hakim
tarafından İslâmiyete geri dönmesi teklif edilir. -İslâmiyete geri dönmesi için
teklifin vâcib olmayıp müstehab olması daha önce kendisine teklif ulaşmış
olduğu içindir. Bir şüphesi varsa giderilir.- Düşünmek için müsaade isterse, üç
gün hapsedilerek müsaade edilir. Bu üç gün içinde İslâmiyete geri dönmesi
teklif edilir. Bu üç gün içinde İslâmiyete dönerse bırakılır, dönmezse
öldürülür. Çünkü hadîs-i şerifte:
"Kim dinini değiştirirse,onu
öldürünüz." buyurulmuştur. Eğer düşünmek için müsaade istemezse kendisine
İslâmiyete dönmesi teklif edilip şüpheleri giderildikten sonra İslamiyete
dönerse ne alâ, dönmezse derhal öldürülür. Ancak islamiyete geri dönmesi umut
edilirse, derhal öldürülmeyip bir müddet tehir edilir. Mürted İslâmiyete
döndükten sonra ikinci defa mürted olsa yine İslâmiyete geri dönmesi için
teklif edilip şübhesi giderilir. Tekrarİslâmiyete dönerse dövüldükten sonra
bırakılır. Üçüncü defa mürted olsa yine İslâmiyete geri dönmesi için teklif
edilip şübhesi giderilir. Tekrar İslâmiyete dönerse, yüzünde tevbe alâmeti
görülünceye kadar hapsedilir. Bundan sonra yine mürted olursa yine hüküm
böylecedir. "İslâmiyete dönmüyorum" demedikçe öldürülmez.
Şârih der ki; Belhî'ye nisbet edilerek
Hâniyye'nin Hudûd Bahsinin sonundan naklen Zevâhir'de: "Bir kimse üç defa
mürted olup her defasında İslâmiyete dönerse kabul olunur. Üç defadan sonra
yine mürted olursa, İslâm diniyle alay etmiş olacağından İslâmiyete dönmesi
kabul edilmeyip öldürülür." diye zikredilmiştir. Mürted olan bir kimsenin
İslâmiyete geri dönmesi, şehâdet kelimelerini söyledikten sonra İslâmiyetten
başka bütün bâtıl dinlerden veya girmiş olduğu bâtıl dinden beri ve uzak
olmasıyladır. İslâmiyetten başka bütün bâtıl dinlerden veya girmiş olduğu bâtıl
dinden berî ve uzak olmadıkça alışkanlık yoluyla şehâdet kelimelerini
söylemesiyle İslâmiyete dönmüş sayılmaz. Fetih. Bezzâziye.
İZAH
"Matûhun ilh..." Sirâc'dan naklen
Nehir'de zikredilmiştir ki; matûh, aklı noksan olan kimsedir. Bazı fukahâya
göre; matûh deli olmayıp şaşkın olan kimsedir. Muğrib'de de böyle
zikredilmiştir. Eşbâh'ın Ahkâmü'l-matûh bahsinde: "Matûhun hükmü aklı eren
çocuğun hükmü gibi olup yapmış olduğu ibâdetleri sahih olur. Fakat îbâdetler
kendisine vâcib olmaz. Bazı fukahâya göre; matûh deli olan kimse gibi olup
yapmış olduğu ibâdetleri sahih de değildir. İbâdetler kendisine vâcib de
değildir. Bazı fukahâya göre; matûh bâliğ ve akıllı kimse gibi olup, hem yapmış
olduğu ibâdetleri sahih, hem de ibâdetler kendisine vâcibdir." diye
zikredilmiştir.
Ben derim ki: Usûl-i Fıkıh'da beyan edildiğine
göre, matûhun hükmü aklı eren çocuğun hükmü gibidir. Aklı eren çocuğun irtidâdı
sahîh olup öldürülmediği gibi, matûhun irtidâdı da sahih olup öldürülmez. Sonra
Hâniyye'de: "Matûhun irtidâdı bilinen ve meşhur olan kitablarda
zikredilmemiştir. Fakat fukahâya göre, matûh mürted olma hükmünde aklı eren
çocuk hükmündedir." diye zikredilmiş olduğunu gördüm.
"Müvesvisin ilh..." Yani
kalbinden küfür sözleri geçip, diliyle o sözleri söylemeyen kimse mürted olmaz.
Çünkü insan kalbinden geçen şeylerden mes'ul değildir. Nitekim bir hadîs-i
şerifte:
"Şübhe yok ki, dilleriyle söylemedikçe
Allah-ü Teâlâ ümmetimin gönüllerinden geçirdikleri şeyleri onlara
bağışlamıştır." buyurulmuştur.
"Aklı ermeyen ilh..." Yani iyiyi
kötüden ayıracak yaşta olmayan bir çocuk küfür olan sözleri söylese, mürted
olmaz. Çünkü böyle küçük çocuk henüz ne söylediğini bilmemektedir.
Fetâvây-ı Karii'l-Hidâye'de: "Yedi
yaşından küçük olan çocuklara aklı ermeyen (iyiyi kötüden ayıramayan) çocuklar
denir. Yedi yaşında olan çocuklara aklı eren (iyiyi kötüden ayıran) çocuklar
denir." diye zikredilmiştir. Nehir. Nitekim bahsin sonunda gelecektir.
"Sarhoşun ilh..." Eşbâh'ın
Ahkâmü's-sekran bahsinde zikredilmiştir ki; kendi isteğiyle haram olan
şeylerden birini kullanmak suretiyle sarhoş olan kimse, ayık olan kimse gibi
olup sözleri ve yapmış olduğu işleri geçerlidir. Ancak üç meselede geçerli
değildir;
a) Sarhoşun mürted olması sahih ve mu'teber
değildir.
b) Sarhoşun halis hadleri ikrar etmesi
sahih ve muteber değildir.
c) Sarhoşun kendinin şâhidliği üzerine
başkasını şâhid tutması sahih ve muteber değildir. (Bu mesele için şâhidlik
üzerine şâhidlik bahsine bak.)
"Mükrehin ilh..." Yani
öldürülmesi yahut bir uzvunun kesilmesi yahut şiddetli dövülmesi gibi
tahammülünü aşan bir şeyle mürted olması için zorlanan kimsenin kalbi imân
üzere sâbit ve bununla mutmain olduğu halde lisânıyla emredilen şeyi
söylemesiyle mürted olmaz. Çünkü böyle zorlama halinde kalbi imân üzere sâbit
olduğu halde lisânıyla küfür sözlerinin söylenilmesine şer'an ruhsat verilmiştir.
Nitekim kendi bahsinde gelecektir.
"Bâliğ olmak ve erkek olmak şart
değildir ilh..." Aklı eren çocuğun mürted olması sahih ve muteberdir. Bu,
İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre muteber
değildir. Kadınların mürted olmaları da sahih ve mu'teberdir. Bu hususta
ittifak vardır. Ancak erkekler ile kadınların mürted olmaları arasında bazı
hükümler itibarıyla fark vardır. Nitekim bahsin sonunda gelecektir.
"Tevbe etse bile afvolunmayıp
öldürülür ilh..." Yani kendi isteğiyle haram olan şeylerden birini
kullanmak suretiyle sarhoş olup Peygamber Efendimize dil uzatmak suretiyle
mürted olursa, bu suretle mürted olması sahih ve muteber olup tevbe etse bile
-tevbesi Allah yanında makbul ise de - bu tevbesi kendisinden dünyevî cezayı
düşüremeyeceğinden afvolunmayıp öldürülür. Eğer haram olan şeylerden birisi
kendisine zorla içirilip sarhoş olan kimse, sarhoş iken Peygamber Efendimize
dil uzatırsa mürted olmaz. Çünkü bu suretle sarhoş olan kimse deli hükmünde
olup söylemiş olduğu sözlerine itibar edilmez. Bahır.
Ben derim ki: Şarih "Burada tevbe etse
bile afvolunmayıp öldürülür." diye kesin olarak hüküm verdi, Halbuki
ileride gelecek olan sözü buna muhâlifdir.
"Bir kimse mürted olsa ilh..."
Yanı bir kimse İslâm dininden dönerse öldürülmeyi hak etmiş olur. Ancak
kendisine önce tevbe etmesi teklif edilir. Eğer İslâmiyete geri dönerse
bırakılır. Eğer dönmezse -metinde geçtiği üzere öldürülür.
Bir Yahudi, Hıristiyan veya Mecûsî olsa
yahut bir Hıristiyan. Yahudi veya Mecûsî olsa tekrar kendi dinine dönmesi için
cebrolunmaz. Çünkü küfrün hepsi bir millettir. Dürr-i Münteka
"Şübhesi giderilir ilh..." Çünkü
bir müslümanın mürted olması ancak bir şübheden dolayıdır. Şübhesi ne ise
giderilir ve haleti ruhiyesi tetkik edilerek irşadına gayret edilir. İslâmiyete
geri dönmesi için teklif edilmenin faydası da budur.
"Dönmezse derhal öldürülür
ilh..." Mürted olup İslâmiyete geri dönmeyen köle olsa bile
-öldürülmesinde efendisinin hakkını iptal var ise de-öldürülür. Çünkü:
"Kim dinini değiştirirse onu
öldürünüz." hadis-i şerifi mutlaktır. Fetih.
Minah'da zikredilmiştir ki; bir kimse
hâkimden izinsiz mürted olan köleyi öldürse veya onun bir uzvunu kesse, hâkim o
kimseyi tedip eder.
"Şehâdet kelimelerini söyledikten
sonra ilh..." Yani mürted olan bir kimsenin İslâmiyete geri dönmesi,
şehâdet yani "Eşhedü enla ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû
ve Resûlühû" kelimelerini söyledikten sonra girmiş olduğu din Yahudi dini
ise Yahudi dininden, Hıristiyan dini ise Hıristiyan dininden berî olmasıyla
yahut bütün bâtıl dinlerden berî olmasıyla yahut mürtedliği inkâr ederek ondan
tamamıyla berî olmasıyladır.
"Alışkanlık yoluyla şehâdet
kelimelerini ilh..." Bahır'da zikredilmiştir ki; mürted olan kimse
söylemiş olduğu küfür sözünden tevbe edip beri olmadıkça alışkanlık yoluyla
şehadet kelimelerini söylemesiyle tevbe etmiş ve İslâmiyete dönmüş sayılmaz.
Çünkü söylemiş olduğu küfür sözünden tevbe edip dönmedikçe şehâdet kelimelerini
söylemekle mürtedlikten kurtulmuş olmaz.
Ben derim ki: Bundan "başka bir dine
girmiş olmayıp yalnız küfür kelimesini söylemekle mürted olmuş kimsenin de
İslâm dinine geri dönmesi için bütün bâtıl dinlerden berî oldum, demesinin şart
olduğu" anlaşılmaktadır. Halbuki yalnız küfür kelimesini söylemekle mürted
olmuş kimsenin bütün bâtıl dinlerden beri oldum demesi şart değildir. Fakat
bâtıl bir dine girerek mürted olan kimsenin İslâmiyete geri dönmesi için
"şehâdet kelimelerini söyledikten sonra o batıl dinden berî oldum"
diye söylemesinin şart olması, müslüman bir kadınla evlenebilmesi, müslümanlara
mirâsçı olması, öldüğü zaman cenaze namazının kılınması ve müslümanların
kabrine defnedilmesi gibi dünya ahkamının kendisine tatbik edilmesi içindir.
Yoksa ahiret ahkâmınca müslüman sayılması için ihlâsla şehâdet kelimelerini
söylemesi kâfidir.
METİN
Mürted olan bir kimseyi, İslâmiyete geri
dönmesi için teklif edilmeden önce öldürmek tenzihen mekrûhdur. Yukarıda
geçtiği üzere İslâmiyete geri dönmesi için teklifin yapılması müstehabdır. Bu
şekilde öldürmek de diyetini vermek yoktur. Çünkü mürteddin kanı mubahdır.
Musannıf "Mürteddin İslâmiyete geri
dönmesi, şehadet kelimelerini söyledikten sonra İslâmiyetten başka bütün bâtıl
dinlerden veya girmiş olduğu bâtıl dinden berî ve uzak olmasıyladır" diye
kayıdlamış ve kayıdlaması da münasibdir. Çünkü kâfirler beş sınıfdır:
1- Allah-ü Teâla Hazretlerini inkâr
edenlerdir. Bunlara "Dehriyye" denilir.
2- Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin varlığını
ikrar edip fakat vahdaniyyetini "birliğini" inkâr edenlerdir. Bunlara
"seneviyye" denilir.
3- Allah'ın varlığını ve vahdaniyyetini
ikrar edip peygamberleri inkar edenlerdir. Bunlara "Pelâsife:
Filozoflar" denilir.
4- Bunların hepsini inkâr edenlerdir.
Bunlara "Veseniyye" denilir.
5- Bunların hepsini ikrar edip yalnız
Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini inkar edenlerdir. Yahudiler ve
Hıristiyanlar gibi ki, bunlara "Ehl-i kitap" denilir.
Birinci ve ikinci sınıfdan olanların
müslüman olmalarında "lâ ilâhe illallâh" demeleriyle iktifa olunur.
Üçüncü sınıfdan olanların Müslüman olmalarında "Muhammedün
Resûlullâh" demeleriyle iktifa olunur.
Dördüncü sınıfdan olanların müslüman
olmalarında bu iki mübârek kelimeden birisim söylemeleriyle iktifa olunur.
Beşinci sınıfdan olanların müslüman
olmalarında, bu iki mübârek kelimeyi söylemekle birlikte bütün bâtıl dinlerden
de berî ve uzak olduklarını söylemeleriyle iktifa olunur. Bedâyı'de ve Dürer'in
Kerâhiyet Bahsinin sonunda böyle zikredilmiştir.
Kâfirlerin beş sınıf olduğu ve bunların
müslüman olmaları için hükümlerinin ayrı ayrı olduğu bilinmiş olunca hali
bilinmeyen bir kimseden halini açıklaması istenir. Dürer'de: "Yahudi ve
hıristiyanlardan müslüman olmak isteyen bir kimsenin müslüman olması için bütün
bâtıl dinlerden berî olması şarttır." diye zikredilmiştir. Musannıfın
İbn-i Nüceym'in ve diğerlerinin fetvalarında da böyle yazılıdır.
Fetâvây-ı Kariü'I-Hidâye'nin Rehin
Bahsinde: "Âlimlerimiz böyle fetva vermişlerdir. Fakat ben, yahudi ve
hıristiyanlardan bir kimsenin bütün bâtıl dinlerden berî oldum demeksizin
şehâdet kelimelerini söylemesiyle müslüman olmasının sahih olacağına fetva
veririm. Çünkü şehâdet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alâmettir.
Artık şehâdet kelimelerini söyledikten sonra İslâm dininden dönerse, tevbe edip
İslâmiyete geri dönmesi kendisine teklif edilir. İslâmiyete geri dönerse ne
alâ, dönmezse öldürülür." diye zikredilmiştir.
İZAH
"Dehriyye ilh..." Bunlara
"Dehriyye" denilmesinin sebebi; "bizi dehirden (sürekli
zamandan) başkası helâk etmez" dedikleri içindir. Bunlar "Kâinâtın
bir yaratıcısı yoktur. Bu Kâinât bir tesadüf eseri olarak kendi kendine
oluvermiştir." derler. Ve bütün hâdiselerin var olup yok olmasını dehre ve
tabiata nisbet ederler. Bunlara "Gulât-i tabîıyyin" de denilir.
"Seneviyye ilh..." Bunlar
mecûsilerdir ki, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin varlığını ikrar ederler. Fakat
O'nun tek olduğunu inkâr ederler. Bunlar; "Biryaratıcı, bu kainâta kâfi
gelmez. Çünkü bu kâinatta olup bitenlerin bazısı hayırdır, bazısı da şerdir.
Hayrı yaratan hayır yapar, şerri yaratan da şer yapar. Bu zaruridir. Bundan
dolayı iki yaratıcı olmak lâzımdır. Hayrı yaratan "Yezdân" dır. Şerri
yaratan ise "Ehremen"dir." derler.
"Felâsife: Filozoflar ilh..."
Nehir'de zikredildiğine göre, filozoflardan bazıları Peygamberleri inkâr
ederler. Yoksa ekserisi Peygamberleri ikrar ve isbat ederler. Çünkü onlar:
"Kâinât, ihtiyar ve irade yoluyla değil ziyânın güneşten, sıcaklığın
ateşten meydana geldiği gibi icab ve illiyet yoluyla meydana gelmiştir."
derler. Bundan dolayı onlar Allah Teâlâ'nın Fâil-i muhtâr (dilediğini yapan)
olduğunu, gökten melek (Cebrâil) in indiğini, öldükten sonra dirilme. Cennet ve
Cehennem gibi dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylerden çoğunu inkâr
ederler.
Velhâsıl: Filozofların peygamberleri isbat
ve ikrarı müslümanların isbat ve ikrarı gibi değildir. Onların peygamberleri
isbat ve ikrar etmeleri inkâr hükmündedir. Bundan dolayı şârihin
"felâsife: Filozoflar, Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğin ikrar
ederler. Fakat peygamberleri inkâr ederler" demesi doğrudur ve yerindedir.
Müsâyere şerhinde de böyle zikredilmiştir.
"Veseniyye ilh..." Bunlar,
putlara tapanlardır. Kâinâtın yaratıcısını inkâr etmezler. Siyer-i Kebîr
Şerhinde zikredilmiştir ki; puta tapanlar Allah Teâlâ Hazretlerini ikrar
ederler. Nitekim bunlar hakkında Hak Teâlâ:
"Andolsun ki kendilerini kimin
yarattığını onlara sorarsan elbette "Allah" derler." (Zuhruf
Suresi; âyet: 87) buyurmaktadır.
Puta tapanlar Allah-ü Teâlâ'nın varlığını
ikrar ederler. Fakat Vahdaniyetini (birliğini) kabul etmezler. Nitekim bu
hususta Hak Teâlâ:
"Onlara Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur, denildiğinde kibirlenip küfürlerinde ısrar ederler." (Saffât
Suresi; âyet: 35) buyurmaktadır.
Bedâyı'da zikredilen kâfirlerin sınıfları
üzerine Dürer sahibi "Veseniyye"yi ayrı bir sınıf olarak zikretmiş,
şârih de ona tâbi olmuştur. Bedâyi sahibi "Veseniyye"yi,
"Seneviyye" sınıfına katmıştır. Çünkü Veseniyye'de putları ikinci bir
ilâh ittihaz edip mecûsîler gibi Allah Teâlâ'nın Vahdaniyyetini inkâr
etmektedirler. İleride geleceği üzere Seneviyye ile Veseniyye'nin müslüman
olmalarında hüküm birdir.
"Ehl-i kitab ilh..." Ehl-i kitab,
Yahudiler ile Hıristiyanlardır. Bunlar, Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini,
Peygamberleri, şeriatları ikrar ve itiraf ederler. Fakat Resûl-i Ekrem
Efendimizin peygamberliğini kabul etmezler. Bunların bazıları Resûl-i Ekrem
Efendimizin peygamberliğini kabul ederler. Ancak bütün insanlara peygamber
olarak gönderilmiş olduğunu kabul etmezler. Resûl-i Ekrem Efendimizin
peygamberliğini kabul etmedikleri için "Ehl-i kitab" da kafirdirler.
Bedâyı, Muhit ve Hâniyye.
"Birinci ve ikinci sınıftan
ilh..." Bedâyı'nın ibâresi şöyledir: "Dehriyyeden veya seneviyyeden
olanlar "lâ ilâhe illallâh" dediklerinde müslüman olduklarına
hükmolunur. Bunlar şehadet kelimelerini asla söylemezler. Şehâdet kelimelerini
söylediklerinde ise müslüman olduklarına hükmedilir. Yalnız "Eşhedü Enne
Muhammeden rasûlullâh" dediklerinde de müslüman olduklarına hükmedilir.
Çünkü bunlar "Eşhedü enlâ ilâhe illallâh" şehadet kelimesi ile
"ve Eşhedü Enne Muhammeden rasûlullah" kelimesinden hiç birini
söylemezler. Bu iki şehâdet kelimesinden birisini söylediklerinde müslüman
olduklarına hükmedilir. Bu iki şehâdet kelimesinden birisine imân ettiklerinde
diğerine de imân etmiş olurlar.
Enfeu'l-Vesâil sahibi de böylece
zikrettikten sonra şöyle devam etmiştir: Puta tapanlar, ateşe tapanlar, Allah
Tealâ'ya ortak koşanlar veya Allah Teâla'nın birliğini inkâr edenler "la
ilâhe illallah" yahut "Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah" yahut
"biz müslüman olduk" yahut "Allah Teâlâ'ya imân ettik"
dediklerinde müslüman olduklarına hükmedilir.
Muhit'de: "Bir kâfir inandığını inkâr
ederek kelime-i şehâdet getirse müslüman olduğuna hükmedilir." diye
zikrolunmuştur. Siyer-i Kebir Şerhinde de böyle denilmiştir.
İbn-i Ebî Şerif Şâfii'nin Müsayere
Şerhi'nde: "Seneviyye veya Veseniyye'den olan bir kimse, bütün bâtıl
dinlerden berî oldum demeksizin şehadet kelimelerini söylese müslüman olduğuna
hükmedilir." diye zikretmesi kendi mezhebine göredir.
"Üçüncü sınıftan ilh..." Yani
Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini ikrar edip, peygamberleri inkâr eden
filozoflardan bir kimse "lâ ilâhe illallâh" dese müslüman olduğuna
hükmedilmez. Çünkü bunlar peygamberleri inkar ederler. Bundan dolayı "Lâ
ilâhe illallâh" demekten çekinmezler. Eğer "Eşhedü enne Muhammeden
rasûlullah" dese, müslüman olduğuna hükmedilir Çünkü bunlar şehadet
kelimesini söylemekten çekinirler. Bundan dolayı bunlardan olan bir kimsenin
şehâdet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alamettir Bedâyı.
"Dördüncü sınıftan ilh..." Yani
putlara tapanlardan bir kimse "Lâ İlâhe İllallâh" yahut
"Muhammedün rasûlullah" dese müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü
bunlar hem Allah Tealâ'nın birliğini hem de peygamberleri inkâr ederler. Bundan
dolayı bunlardan olan bir kimse bu iki mübârek kelimeden birisini söylediğinde
müslüman olduğuna hükmedilir. Bunlardan olan bir kimse "ben
müslümanım" dese müslüman olmuş sayılır. Çünkü putlara tapanlar hiç bir
zaman müslüman olduklarını söylemezler. Bilâkis müslümanları kızdırmak
maksadıyla müslümanlıktan berî olduklarını söylerler. Bunlardan birisi
"ben Muhammed (S.A.V.)'in dinindenim" yahut "İslâm
dinindenim" dese müslüman olduğuna hükmedilir.
"Beşinci sınıftan olanlar ilh..."
Bu sınıf yahudi ile hıristiyanlardır.
= Şehâdet kelimelerini getirmekle birlikte
bâtıl dinlerden berî olmanın şart kılınması =
Bunların müslüman olduğuna hükmedilmek için
"Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
resûlühû" demekle birlikte "bütün bâtıl dinlerden berî olduk"
demeleri de şarttır.
İbn-i Hümam Müsâyere adlı eserinde
"Yahudi ve hıristiyanların müslüman olmaları için "Eşhedü enlâ ilâhe
illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû" dedikten sonra
"bütün bâtıl dinlerden beri olduk" demelerinin şart olması
kendilerine dünya ahkâmının, yani müslümanlarla evlenmeleri, müslümanlara
mirâsçı olmaları, arkalarında namaz kılınması, öldüklerinde cenaze namazlarının
kılınması, müslüman kabristanına defnedilmeleri gibi dünya hükümlerinin tatbik
edilmesi içindir. Yoksa kendileri ile Allah Teâlâ arasındaki imânın sâbit
olması için şart değildir. Hatta onlardan bir kimse ResüI-i Ekrem Efendimizin
bütün insanlara ve cinlere Peygamber gönderilmiş olduğuna inanarak:
"Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
resûlühû" dese Allah Teâlâ katında imân etmiş olur." diye
zikretmiştir.
Bedâyı'da zikredilmiştir ki; yahudi veya
hıristiyan olan bir kimse "şehâdet kelimelerini" söylese "kendi
bâtıl dinimden berî oldum" demedikçe müslüman olduğuna hükmedilmez.
Muhît sahibi şunu ilave etmiştir:
"Kendi bâtıl dinimden beri oldum" dedikten sonra "İslâm dinine
girdim" demedikçe müslüman olduğuna hüküm verilmez. Çünkü o kimse yahudi
ise yahudilikten çıkıp hıristiyan dinine, hıristiyan ise hıristiyanlıktan çıkıp
yahudi dinine girmiş olabilir. Fakat kendi dinimden çıktım ve İslâm dinine
girdim dediği takdirde böyle bir ihtimal kalmaz.
Bazı fukahâ "islâm dinine girdim"
deyip "kendi dinimden çıktım" demese bile yine müslüman olduğuna
hükmedilir. Çünkü "islâm dinine girdim" demesi, "eski dinimden
çıktım" mânâsını ifade etmektedir, demişlerdir. Siyer-i Kebîr'de de böyle
zikredilmiştir.
Ben derim ki "Kendi dinimden beri
oldum" dediği takdirde "İslâm dinine girdim" demesi de şarttır.
Fakat "ben bütün batıl dinlerden beri oldum" dediği takdirde
"İslâm dinine girdim" demesi şart değildir. Çünkü böyle söylediğinde
başka bâtıl bir dine girmiş olacağına ihtimal kalmaz. Bundan dolayı şârih
"yahudi ve hıristiyanların müslüman olmalarında "Lâ ilâhe illallâh
Muhammedün rasûlullah" demekle birlikte bütün bâtıl dinlerden berî ve uzak
olduklarını söylemeleri ile iktifa olunur." demiştir.
TENBİH : Fetih'de zikredilmiştir ki;
müslümanlar arasında yaşayan yahudi ve hıristiyanların müslüman olduklarına
hüküm verilmek için şehâdet kelimelerini söyledikten sonra bütün bâtıl
dinlerden beri olduklarını söylemeleri de şarttır. Fakat harb meydanında bir
müslüman bir yahudiye veya hıristiyana saldırdığında o yahudi veya hıristiyan
"şehâdet" getirse yahut "İslam dinine girdim" yahut
"Hz.Muhammed (S.A.V.)' in dinine girdim" veya Muhammedün
resûlullah" dese müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü vakit dar olduğu için
bütün bâtıl dinlerden berî oldum" demeğe zamanı yoktur.
"Hali bilinmeyen bir kimseden
ilh..." İsfahanlı İsa denilen bir kimseye tâbi olan yahudilerden bir fırka
vardır ki; bunlara "İseviyye" denir. Bunlar Resûl-i Ekrem Efendimizin
Peygamberliğini kabul ederler. Ancak bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş
olduğunu kabul etmezler.
"Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü
enne Muhammeden abdühû ve resûlühû" diyen bir yahudinin hali bilinmezse
kendisine sorulur. Eğer "İseviyye" fırkasından olduğunu söylerse
Peygamber Efendimizin bütün İnsanlara peygamber olarak gönderilmiş olduğunu ve
kendi bâtıl inancından berî olduğunu söylemedikçe müslüman olduğuna hüküm
verilmez. Eğer "İseviyye" fırkasından olmayıp Resûl-i Ekrem
Efendimizin peygamber olduğunu inkâr edenlerden ise şehâdet kelimelerini söylediğinde
müslüman olduğuna hükmedilir.
"Dürer'de ilh..." Zahîre'den
naklen Bahır'ın cihâd bahsinin evvelinde zikredilmiştir ki; Resûl-i Ekrem
Efendimizin zamanındaki yahudi ve hıristiyanlar şehâdet kelimelerini
söylediklerinde müslüman olduklarına hükmolunuyordu. Çünkü onlar Resûl-i Ekrem
Efendimizin Peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Ama bugün Irak'ta yaşayan
yahudiler şehadet kelimelerini söyledikten sonra kendi bâtıl dinlerinden berî
olduklarını ve İslâm dinine girdiklerini söylemedikçe haklarında müslüman
olduklarına hüküm verilemez. Çünkü onlar "Resûl-i Ekrem Efendimizin
peygamberliğini kabul ederler. Fakat "israiloğullarına peygamber olarak
gönderilmeyip diğer insanlara gönderilmiştir." derler.
Siyer-i Kebîr şerhinde zikredilmiştir ki;
bugün müslümanlar arasında yaşayan yahudi veya hıristiyanlardan birisi
"Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
rasûlühû" dese müslüman olduğuna hükmolunmaz. Çünkü onların hepsi bu
şehâdet kelimelerini söylerler. Kendilerine şehâdet kelimelerinin mânâsı
sorulunca "Hz. Muhammed (S.A.V.) bize değil size peygamber olarak
gönderilmiştir." derler.
Yine onlardan birisi "ben
müslümanım" dese bununla müslüman olduğuna hüküm verilemez. Zira her fırka
kendilerinin müslüman olduğunu söylerler. Çünkü "müslüman" Hakk'a
teslim olan mânâsına olup her din sahibi kendisinin Hakk'a teslim olduğunu
iddia eder. İmam-ı Hulvânî: "Memleketimizdeki mecûsilerden birisi
"ben müslümanım" dese müslüman olduğuna hükmolunur. Çünkü bunlar
hiçbir zaman "müslümanız" demezler. Hatta çocuklarına sövmek
maksadıyla "ey müslüman" derler." demiştir.
Ben derim ki: İmam-ı Hulvânî:
"Yukarıda geçtiği üzere puta tapanlardan bir kimse "ben
müslümanım" yahut "ben Hz. Muhammed (S.A.V.)' in dinindenim"
yahut "İslam dinindenim" dese müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü
bunlar hiç bir zaman "müslümanız" demezler." demiştir. Buna göre
memleketimizdeki yahudi ve hıristiyanlar hakkında da aynı şey söylenebilir.
Çünkü bunlar da hiç bir zaman "müslümanız" demezler. Hatta bunlardan
birisi, bir iş yapmaktan kendisini menetmek için "şu işi yaparsam müslüman
olayım" der. Bundan dolayı bunlardan birisi kendi rızasıyla "ben
müslümanım" dese, bu sözü - her ne kadar şehadet kelimelerini söylediği
kendisinden işitilmese bile- müslüman olduğuna delil sayılır. "Ben
müslümanım" dediği işitilmeyip, fakat cemaatle namaz kılan veya
müslümanların alâmet ve işaretini kullanan kimsenin de müslüman olduğuna
hükmolunur. Öldüğü zaman cenaze namazı kılınır.
Şehâdet kelimelerini asla söylemeyen yahudi
ve hıristiyanlardan birisi kendi rızasıyla şehâdet kelimelerini söylediğinde
müslüman olduğuna hüküm verilir. Çünkü şehâdet kelimelerini söylemek,
müslümanlara mahsus alâmet ve işareti kullanmanın üstündedir.
Şüphe yok ki, İmam Muhammed: "Kendi
zamanındaki yahudi ve hıristiyanlardan Resûl-i Ekrem Efendimizin kendilerinden
başkalarına peygamber olarak gönderilmiş olduğunu ikrar ettiklerinden onların
müslüman olmaları için şehâdet kelimelerini söyledikten sonra Peygamber
Efendimizin bütün insan ve cinlere peygamber gönderilmiş olduğunu ikrar etmeleri
ve bütün bâtıl dinlerden berî olduklarını söylemeleri şarttır. Çünkü bunlar
Resûl-i Ekrem Efendimizin zamanında Peygamberimizin. peygamber olduğunu inkâr
edip şehâdet kelimelerini asla söylemedikleri için o zaman onlardan birisi
şehâdet kelimelerini söylediğinde müslüman olduğuna hüküm veriliyordu."
demiştir. Zamanımızdaki yahudi ve hıristiyanlar Resül-i Ekrem Efendimizin
peygamber olduğunu inkâr edip şehâdet kelimelerini asla söylemezler ise
bunlardan birisi kendi rızasıyla şehâdet kelimelerini söylediğinde müslüman
olduğuna hüküm verilir.
"Çünkü şehadet kelimelerini söylemesi
müslüman olduğuna alamettir. İlh..." Kariü'l-Hidâye: "Yahudi ve
hıristiyanlardan birinin şehâdet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna
alâmettir." sözüyle İmam Muhammed'in zamanındaki vaziyetin değiştiğini
ifade etmiştir. Çünkü İmam Muhammed zamanındaki yahudi ve hıristiyanlar kendi
dinlerinde oldukları halde şehadet kelimelerini söylediklerinden, şehadet
getirmeleri muslüman olduklarına alâmet kılınmamıştır. Bundan dolayı İmam Muhammed:
"Yahudi ve hıristiyanların müslüman olmaları için şehâdet kelimelerini
söyledikten sonra bütün bâtıl dinlerden beri olduklarını söylemeleri de
şarttır." demiştir. Ama Kariü'l-Hidaye zamanında yahudi ve hıristiyanlar
şehâdet kelimelerini söylemediklerinden onlardan birisinin şehadet kelimelerini
söylemesi müslüman olduğuna alâmet kılınmıştır. Günkü o zaman şehâdet
kelimelerini ancak müslüman olanlar söylüyorlardı. Zamanımızda da böyledir.
HÂTİME :
= Müslüman olmayan bir kimse cemaate namaz
kılma gibi İslâmi fiillerden birini yapmakla da müslüman olur.
Müslüman olmayan bir kimse "cemaatle
namaz kılsa" yahut "namazı ikrar etse" yahut "bir mescidde
namaz vaktinde ezan okusa" yahut "hac etse" müslüman olduğuna
hükmedilir. Fakat tek başına "namaz kılsa" yahut "sadece ihrama
girse" müslüman olduğuna hüküm verilmez.
Ahirette insanı kurtaracak olan
Müslümanlık; Hz. Muhammed (S.A.V.)in Cenâb-ı Hak tarafından getirmiş olduğu
kesin olarak bilinen şeylerin hepsinde Resûlullahı kalble tasdik etmekten
ibarettir.
METİN
Bir müslümanın sözünü güzel bir veçhile
tevil etmek mümkün olursa veya kâfir olmayacağına dâir zaif olsa bile bir
rivâyet bulunursa müslümanın küfrüne fetva verilmez. Nitekim Bahır'da ve
Eşbâh'da naklen böyle zikredilmiştir.
Dürer'de ve diğer mu'teber fıkıh
kitablarında zikredilmiştir ki: bir meselede küfrü gerektiren bir çok vecihler
bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen yalnız bir vecih bulunsa, müftüye lâzım
olan küfrü gerektirmeyen tarafa meyledip onunla fetva vermelidir. Eğer o
müslüman küfrü gerektirmeyen tarafı niyet etmiş ise müslümandır. Küfrü
gerektirmeyen tarafı niyet etmemiş ise müftünün onun sözünü niyetinin hilâfına
tefsir ve tevil etmesi faide vermez.
Sabahta ve akşamda şu dûa ile küfürden
Allah Teâlâ'ya sığınmalıdır. Çünkü bu dûaya devam etmek küfürden korunmaya
sebep olacağı Peygamber Efendimiz tarafından bildirilmiştir. Dûa şudur:
"Allahümme innî eûzübike min enüşrikebike şey'en ve ene a'lemü ve
estağfiruke lima lâa'lemü inneke ente allâmül ğuyubi"
Tevbe-i yeis makbuldur, iman-ı yeis makbul
değildir. Yine Dürer'de zikredilmiştir ki; iki hıristiyan bir hıristiyanın
müslüman olduğuna şâhidlik edip o da inkâr etse şâhidlikleri kabul edilmez.
Yine müslümanlardan bir erkekle bir kadın
bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik edip o da inkâr etse, bunların
şâhidlikleri de kabul edilmez.
Nevazil'de: "Müslümanlardan bir
erkekle iki kadın bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik yapsalar yahut
iki hıristiyan bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik yapsalar
şâhidlikleri kabul edilir." diye zikredilmiştir.
İZAH
"Bir müslümanın sözünü ilh..."
Mürted olan bir erkek öldürülmeyi hak etmiş olur. Bundan dolayı bir müslümanın
sözü tevil edilebilirse, onu öldürülmekten kurtarmak için tevil edilir, küfrüne
fetva verilmez. -Allah Teâlâ Hazretlerine sığınırız- bir müslüman kendi
rızasıyla küfür olduğunda ittifak bulunan bir kelimeyi söylese, bütün
ibâdetleri ve nikâhı bâtıl olur. Hacca gitmiş ise tekrar hacca gitmesi tâzım
gelir. Fakat diğer ibâdetlerini kaza etmesi lazım gelmez. Küfür olduğunda
ihtilâf bulunan bir kelimeyi söylese, kendisine tevbe ve istiğfar etmesi ve
nikâhını yenilemesi emrolunur.
= Müslümanın dinine sövmenin hükmü =
Müslüman bir kimse, müslüman bir şahsın
dinine sövse küfrüne hükmolunmaz. Çünkü "O kimse sövmesiyle İslâm dininin
hakikatını kasdetmeyip sövdüğü şahsın çirkin ahlâkını ve fena muamelesini
kasdetmiştir." diye tevil etmek imkânı vardır. Böyle söven kimsenin nikâhı
bozulmuştur diye hükmedilmez ise de ihtiyaten kendisine nikâhını yenilemesi
emrolunur. Çünkü rezil ve ahlak olan kimseler böyle fena sövmeleriyle
sövdüklerikimsenin çirkin ahlâkını ve fena muamelesini kasdetmeleri hatırlarına
bile gelmez.
Remlî Hayrüddin'e "Bir hâkim bir
müslümana" şeriata razı ol" demiş; o da "ben şeriatı kabul
etmem" demiş. Bir müftü "Böyle söyleyen kimse kâfir olur, karısı da
boş olur." diye fetva vermiş. Böyle söyleyen kimsenin küfrü sâbit olur
mu?" diye sorulduğunda Remlî Hayrüddin: "Bir âlim, bir müslümanı
küfre nisbet etmede acele etmemelidir." diye cevap vermiş. Fetâvây-ı Hayriyye.
"Zaif olsa bile bir rivâyet bulunursa
ilh..." Yani bir müslümanın kâfir olmayacağına dâir zaif olsa bile bir
rivâyet bulunursa, her ne kadar bu rivâyet bizim mezhebimize aid olmasa bile,
bu zaif rivâyetle amel edilir ve müslümanın küfrüne fetva verilmez. Çünkü bir
müslümanın küfrüne fetva verilebilmesi için söylemiş olduğu sözün küfür
olduğunda bütün İslâm âlimlerinin ittifak etmiş olmaları şarttır.
"Bir meselede küfrü gerektiren birçok
vecihler ilh..." Yani bir meselede küfrü gerektiren pek çok ihtimal
bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen yalnız bir ihtimal bulunsa, müftü küfrü
gerektirmeyen ihtimalle fetva vermelidir. Çünkü bir müslümanın kâfir
olmayacağına dâir bir ihtimal olsun bulunduğu takdirde müslümanı küfre nisbet
etmemelidir. Şu kadar var ki, eğer o müslüman küfrü gerektirmeyen ihtimali
niyet etmiş ise müslümandır, mü'mindir. Küfrü gerektiren ihtimali niyet etmiş
veya hiç bir şeye niyet etmemiş ise müftünün onun sözünü tevil ederek kâfir
olmaması üzerine hamletmesi bir fâide vermez. Meselâ bir müslüman İslam dinine
sövdüğünde, müftü onu öldürülmekten kurtarmak için o müslüman İslâm dininin
hakikatine sövmeyip, sövdüğü şahsın çirkin ahlâkına sövmüştür, diye tevil etse
bakılır: Eğer İslâm dinine söven kimse hakikaten İslâm dininin kendisini
kasdetmeyip sövdüğü şahsın çirkin ahlakını kasdetmiş ise, o kimse müslümandır
ve mümindir. Eğer İslâm dininin hakikatını kasdetmiş ise, kendisi ile Allah
arasında kâfir olur. Bu takdirde tevbe ve istiğfar etmesi, nikâhını yenilemesi
hacca gitmiş ise yeniden hacca gitmesi lâzım gelir. Müftünün onun sözünü tevil
ederek kâfir olmaz diye fetva vermesi bir fâide vermez.
"Sabahta ve akşamda şu dûa ile
küfürden Allah Teâlâ'ya sığınmalıdır ilh..." Sabah virdi, gece yarısından
itibaren başlayıp zeval vaktine kadar devam eder. Akşam virdi, zevdi vaktinden
itibaren başlayıp gece yarısına kadar devam eder.
Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Ey insanlar
şirkten sakınınız. Çünkü şirk karıncanın yürüyüşünden daha gizlidir."
buyurduğunda ashab-ı kiram:
"Yâ Resûlullah ondan nasıl
sakınalım?" dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:
"Allahümme inna neuzübike ennüşrike
şey'en na'lemühü ve nestağfiruke lima lana'lemühü" diye dûa ediniz.
buyurmuşlardır.
"Tevbe-i yeis makbuldür. İmân-ı yeis
makbul değildir ilh..." Yani ölüm döşeğinde hayatından umudunu kesen fâsık
müslümanın o haldeki tevbesi kabul edilir. Fakat kâfirin o haldeki imânı kabul
edilmez. Dürer sahibi, Bezzâziye sahibine tâbi olarak bunun sebebini şöyle
açıklamıştır:
Kâfir o zamana kadar Allah Teâlâ'yı
tanımamaktadır. Hayattan umudunu kesip hakkı ve hakikatı görünce o onda İmân
etmektedir. O halde yapılan iman ise makbul ve muteber değildir. Fâsık, Allah
Tealâ'yı tanımaktadır. Müslümandır, mümindir. İmânı mevcuddur ve bâkîdir. Bâkî
olan bir şey, yeni baştan yapılandan kolaydır.
Ölüm döşeğinde hayatından umudunu kesen
fâsık müslümanın tevbesinin kabul edileceğine delil; Allah Teâlâ'nın :
"Kullarının tevbesini kabul eden ancak
O'dur." (Şûra Sûresi: âyet : 185) kavl-i kerîminin mutlak olmasıdır.
Bezzâziye sahibi: "ölüm döşeğinde
hayatından umudunu kesen fâsık müslümanın tevbesinin de, o haldeki kâfirin
imânının da kabul edilmeyeceğine dair bir kavil nakletmiş ve bu kavil hanefi,
Mâlikî, Şâfii mezheplerine aiddir." demiştir. Molla Aliyyül-Kari,
Bed'ü'l-Emâli Şerhinde bu kavli teyid etmiştir. Cenaze namazı bâbının evvelinde
bu mesele hakkında geniş malûmat geçmiştir (oraya bakınız).
= Firavun'un küfründe ittifak vardır. Yunus
(A.S.)'ın kavmi müstesnadır =
Hak olan mezheblere göre, ölüm döşeğinde
can çekiştiren kâfirin imânı ile kendilerini yok edecek azabı gördüklerinde
imân eden kâfirlerin imânı fâide vermez. Çünkü Hak Teâlâ Hazretleri:
"Azabımızın şiddetini gördükler) zaman
imânları kendilerine fâide verecek değildir." (Mü'min Sûresi: âyet : 185)
buyurmaktadır. Bundan dolayı Firavun'un küfründe ittifak vardır. Nitekim bunu
Tirmizî Yûnus Sûresi'nin tefsirinde rivâyet etmiştir. Yalnız Muhyiddin-i Arabî
"Fütûhât" ismindeki kitabında "Firavun'un imânının kabul edilmiş
olduğunu" söylemiştir.
Allâme İbn-i Hacer "Ezzevâcir"
ismindeki kitabında:: "Biz Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin büyük bir âlim
olduğuna inanırız. Fakat Firavun'un imânı hakkında söylemiş olduğu sözünü kabul
edemeyiz. Çünkü peygamberlerden başka hiç bir kimse masûm (hatasız) değildir.
Muhyiddin-i Arabî eserlerinin bazısında "Firavun'un Hâmân ve Kârûn ile
beraber Cehennemde olduğunu" açıklamıştır. Muhyiddin-i Arabî'nin bir
mesele hakkında değişik iki sözü bulunduğu takdirde açık delillere uygun olan
sözü kabul edilir. Açık delillere uygun olmayan sözü kabul edilmez."
diyerek Muhyiddin-i Arabî'nin Firavun'un imânı hakkındaki sözünü reddettikten
sonra şöyle devam etmiştir:
"Hayattan umutlarını kesenlerin imânı
kabul edilmez." Bundan Yûnus (A.S.)'ın kavmi istisnâ edilmiştir. Bazı
müfessirlere göre, "Allamül uyub" ayet-i kerimesindeki istisnâyı
muttasıl istisna kılıp, Yûnus (A.S.)'ın kavmi kendilerini yok edecek azabı
görür görmez imân edip, imânlarının kabul edilmesi peygamberlerinin bir
kerameti ve bir hususiyetidir. Bundan dolayı buna başkası kıyas edilemez.
Nitekim Kurtubi, İbn-i Nasırü'ddin Hafızı'ş-Şam ve kendilerine itimad edilen
âlimlerden pek çoğunun sahihtir dedikleri bir hadîs-i şerife göre, Allah Teâlâ
Resûl-i Ekrem Efendimize bir mûcize ve birikram olarak anasını babasını
diriltmiş, onlar da Peygamber Efendimize imân etmişler. Âdet-i ilahînin hilâfına
olarak öldükten sonra imânlarıyla faidelenmişlerdir. Nitekim İsrailoğulları
arasında öldürülmüş bir kimse, kendisini öldüreni haber vermesi için Cenâb-ı
Hak tarafından diriltilmiştir. İsâ (A.S.), Allah'ın izniyle ölüleri diriltirdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de Allah Tealâ'nın izniyle bir çok ölüleri
diriltmiştir.
"Peygamber Efendimiz, Hz. Ali (R.A.)
ikindi namazını kılsın, diye Allah Teâlâ'ya güneşi geri göndermesi için dûa
etmiş. Allah Teâlâ da batmış olan güneşi geri göndermiş. Hz. Ali (R.A.) ikindi
namazını kılmıştır." diye vârid olan rivâyet sahihtir.
Allah Teâlâ Peygamber Efendimize batmış
olan güneşi geri gönderip geçmiş olan vakti geri çevirerek ikram ettiği gibi,
anasını babasını da dirilterek geçmiş olan imân vaktini imân edilecek vakte
çevirerek ikram etmiştir.
"Sen, Cehennemliklerin küfür ve günâh
işlemekteki ısrarlarından mesul değilsin." (Bakara Sûresi; âyet : 119)
âyet-i kerîmesi, "Resûl-i Ekrem Efendimizin anası, babası hakkında nazil
olmuştur." diye vârid olan rivâyet sahih değildir.
Sahih-i Müslim'de: "Bir adam: "Ya
Resûlullah! Benim babam nerededir?" diye sormuş. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
"Cehennemdedir." buyurmuş. Adam dönüp gidince Resûl-i Ekrem Efendimiz
onu çağırarak:
"Benim babam da, senin baban da
Cehennemdedir." buyurmuşlar. "diye vârid olan haber, Resûl-i Ekrem
Efendimizin anasının babasının hallerini bilmezden önce idi. Dirilme hadisesi
bundan sonra olmuştur." İbn-i Hacer'in sözü burada bitmiştir. Bu hususda
daha geniş malûmat Kafirin Nikâhı Bâbında geçmiştir. (Oraya bakınız.)
METİN
Mürted olan bir müslüman tevbe edip
İslâmiyete geri dönerse tevbesi kabul edilir. Ancak şu kimselerin tevbeleri
kabul edilmez:
1 - Tekrar tekrar mürted olan müslümanın
tevbesi kabul edilmez. Yukarıda geçtiği üzere bir müslüman dördüncü defa mürted
olsa tevbesi kabul edilmeyip öldürülür.
2 - Peygamberlerden birine dil uzatma
cüretinde bulunmak suretiyle kâfir olan bir müslümanın tevbesi kabul edilmeyip,
mutlaka hadden öldürülür. Çünkü bu, kul hakkıdır. Tevbe ile ortadan kalkmaz.
Peygamberlerden birine dil uzatma cüretinde bulunan bir müslümanın azab
edilmesinde ve kâfir olmasında şübhe eden kimse de kâfir olur. Allah Teâlâ'ya
dil uzatma cüretinde bulunmak suretiyle kâfir olan bir müslümanın tevbesi kabul
edilir. Çünkü bu Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Bu meselenin tamamı Bezzâziye'den
naklen Dürer'in cizye faslındadır.
Resûl-i Ekrem Efendimize kalbiyle buğzeden
müslümanın da tevbesi kabul edilmez. Fetih. Eşbâh.
Musannıf Fetâvâsında : "Resûl-i Ekrem
Efendimiz ile alay etmeyi ve onu küçümsemeyi, hakîr görmeyi, Peygambere dil
uzatmaya, kalble buğzetmeye katmak vâcibdir. Çünkü buna da kul hakkı teallûk
etmektedir." diye zikretmiştir.
Musannıfın Fetâvâsında zikredilmiştir ki;
musannıfa "Şerif (Hz. Hüseyin'in soyundan) olan bir zata "Allah
Teâlâ, senin anana - babana ve seni geride bırakıp giden atalarına, dedelerine
lânet etsin." diyen şahsa şer'an ne ceza terettüb eder?" diye
sorulmuş, o da: "Atalarına, dedelerine" kelimeleriyle şerifin muayyen
ataları, dedeleri murad edilmedikçe Peygamber Efendimiz şâmil olur. Artık lânet
eden şahsın küfrüne hükmolunur." diye cevap vermiştir. Lânet etmesi
sebebiyle kâfir olunca -Bezzâziye'nin zikrettiği ve şârihlerin de ona tâbi
olduğu üzere- tevbesi kabul edilmez. Ebû Hâşim ile İmamü'l-Harameyn: "
"Atalarına, dedelerine" kelimeleriyle şerifin muayyen olan ataları,
dedeleri murad edilmese bile bu söz Peygamber Efendimize şâmil olmaz."
demişlerdir.
Ebû Hâşim ite İmamü'l-Harameyn'in
kavillerine göre "alalarına, dedelerine" ifadeleriyle şerifin yakın
olan ataları, dedeleri murad edilmesi ihtimali bulununca Resûl-i Ekrem
Efendimize şâmil olmaz. Dolayısıyla lânet eden şahsın küfrüne hükmolunmaz.
Bizim mezhebimize lâyık olan da budur. Çünkü fukahâ "küfür olmayan
ihtimale meyledilir" diye açıklamışlardır.
Musannıfın Fetâvâsında zikredilmiştir ki;
Peygamber Efendimize dil uzatma cüretinde bulunan veya ona kalbiyle buğzeden
müslüman hadden öldürülür. Nitekim yukarda geçmiştir. Fakat Kitabüşşifâ'da:
"Peygamber
Efendimize dil uzatma cüretinde bulunan
veya kalbiyle buğzeden müslümanın hükmü mürteddin hükmü gibidir." diye
zikredilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, o müslümanın tevbesi kabul edilir.
Yani hadden öldürülmez. Nitekim akıl sahiblerine gizli değildir.
Musannıf kendi şerhinde: "Ben Mısır'da
Hanefi müftüsü Şeyhülislâm İbn-i Abdülâl'den işittim ki, Kemâl ve diğer fukahâ
Bezzâziye sahibine tâbi olmuşlar. Bezzâziye sahibi de Esseyfülmeslûl sahibine
tâbi olmuş. Esseyfülmeslûl sahibi Peygamber Efendimize dil uzatan ve buğzeden
müslümanın tevbesinin kabul edilmeyeceğini kendisine nisbet edip kendisinden
başka Hanefi âlimlerinden "hiç bir kimseye nisbet etmemiştir." diye
zikretmiştir. Netf, Muînülhükkâm, Şerhüttâhavi, Hâvizzahidi ve diğer muteber
fıkıh kitablarında: "Peygamberimize dil uzatan müslümanın hükmü, mürteddin
hükmü gibidir." diye açıklanmıştır.
Netf'in ibâresi şöyledir: Peygamber
Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Hükmü mürteddin hükmü gibidir.
Mürtedde tatbik edilen ceza buna da tatbik olunur. Bundan anlaşılmıştır ki;
Peygamberimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir, hadden öldürülmez.
Nitekim evvelce geçtiği vecihle Kitabüşşifâ'da da böyle zikredilmiştir.
Şârih der ki; Kitabüşşifâ'nın ibâresinden
anlaşıldığına göre şerif olan bir zata "ey bin domuzun oğlu" yahut
"ey yüz köpeğin oğlu" yahut Hâşimi olan bir zata "Allah Teâlâ Hâşim
oğullarına lânet etsin" diyen bir müslüman Peygamber Efendimize dil
uzatmış olur. Meleklere dil uzatma, Peygamberlere dil uzatma gibidir.
"Bir Hanefi kaadısı peygambere dil
uzatma cüretinde bulunmuş olan bir müslümanın küfrüne hükmetse, Şâfiî kaadısı için
o müslümanın tevbesinin kabul edileceğine hükmedip öldürülmesini önlemesi câiz
midir?" diye fetva sorulmaktadır. Evet, şâfiî kaadısının vermiş olduğu
hüküm câiz ve meşrudur. Çünkü Şâfiî kaadısı her ne kadar Peygamber Efendimize
dil uzatıma cür'etinde bulunmanın gereğiyle hüküm vermiş ise de bu verilen
hüküm Hanefi kaadısının küfür ile hüküm vermiş olduğu hadiseden başkadır.
Şârih der ki; bundan sonra ben Ebussûud
Efendinin Mârûzat'ında bir soru gördüm ki hülâsası şöyledir: "Ebussûud
Efendiye: Bir talebenin yanında bir hadis-i şerif zikredildiğinde, 'talebe
"her hadîs-i şerif doğru olur mu ve kendisiyle amel edilir mi?" dese.
talebeye ne hüküm terettüp eder?" diye sorulmuş. Ebussûud Efendi de:
"Birincisi istifham-ı inkârisi sebebiyle yani hadîs-i şeriflerin
doğruluğunu inkâr ettiği için, ikincisi Resûl-i Ekrem Efendimize kusur ve
noksanlık nisbet ettiği için kâfir olur." diye cevap vermiştir. İstifham-ı
inkârı sebebiyle olan küfrü, itikadından dolayı olursa imânını yenilemesiyle
emrolunur. Fakat öldürülmez. Resûl-i Ekrem Efendimize kusur ve noksanlık nisbet
etmesi, zındık olduğunu ifade eder. Buna göre bu talebe yakalandıktan sonra
tevbe ederse, ittifakla tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Yakalanmadan önce
tevbe ederse, tevbesinin kabul edilmesinde ihtilâf edilmiştir. İmam-ı Azam'a
göre tevbesi kabul edilip öldürülmez. Diğer imamlara göre tevbesi kabul
edilmez, hadden öldürülür. Böyle söyleyen talebenin tevbesinin kabul edilip
edilmemesinde âlimler arasında ihtilâf bulunduğu için âlimlerin görüşlerine riayet
edilerek: "Dokuzyüz kırkdört tarihinde kaadılara böyle söyleyen talebenin
salâhı, tevbesi, müslümanlığının güzelliği görülürse İmam-ı Azam'ın kavliyle
amel edilerek öldürülmesin, tazir ve hapsedilmesiyle iktifa edilsin. Eğer iyi
hali görülür cinsten olmazsa diğer imamların kavilleriyle amel edilerek
öldürülsün." diye sultan tarafından emir çıkarılmıştır. Bundan sonra
"dokuzyüz ellibeş tarihinde böyle söyleyen talebenin haline bakılsın. İki
fırkanın hangisinden ise onun gereğiyle amel edilsin." diye ikinci bir
emir daha çıkarılıp, bununla birinci emir teyid edilmiştir. Bu kaide
hıfzedilmeli ve bununla "tevbesi kabul edilir" diyen âlimler ile
"tevbesi kabul edilmez" diyen âlimlerin kavillerinin arası
bulunmalıdır.
İZAH
"Hadden öldürülür ilh..." Yani
peygamberlerden birine dil uzatan müslümanın cezası, had olmak üzere
öldürülmesidir. Çünkü had tevbe ile düşmez. Bundan anlaşılmıştır ki, tevbesi
kabul edilmeyip öldürülmesi dünya hükmüdür. Ama Allah Teâlâ katında tevbesi
makbuldür. Nitekim Bahır'da da böyledir. Bilmiş ol ki, şârih bunu Dürer ve
Bezzâziye sahiblerine tâbi olarak zikretmiştir. Yoksa ileride bunun hilâfını
zikredecek ve tahkîki gelecektir.
"Mutlaka ilh..." Yani
peygamberlerden birine dil uzatan müslüman, gerek dil uzattığını kendisi ikrar
edip tevbe etsin, gerekse dil uzattığına şâhidlik yapıldıktan sonra tevbe
etsin, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Bahır.
"Dürer'in cizye faslında ilh..."
Mâliki mezhebinden İbn-i Suhnun:
"Peygamberlerden birine dil uzatma
cür'etinde bulunan müslüman kafirdir, hükmü öldürülmektir. Bunun azab
edilmesinde ve kâfir olmasında şübhe eden kimse de kâfirdir, diye bütün âlimler
ittifak etmiştir." demiştir.
Ben derim ki: Bu ibâre Mâliki mezhebinden
kaadı İyâz'ın Kitabüşşifâ'sında zikredilmiştir. Bu ibâreyi oradan Bezzaziye sahibi
nakletmiş. Fakat ibâreyi anlamada hata etmiştir. Çünkü orada bu ibâre ile
"Peygambere dil uzatanın tevbe etmeden önce öldürülmesi murad
edilmiştir." Bu murad edilmese idi. Peygambere dil uzatanın tevbesi kabul
edilir. Tevbesi sebebiyle öldürülmesi de önlenir." diyen birçok
müctehidlerin küfre nisbet edilmesi lâzım gelirdi. Hatta "tevbe etse bile
öldürülür" diyen kimsenin "tevbe ettiği takdirde ahirette azap
edilmez" demesi lâzımdır. Nitekim fukahâ: "Tevbe eden kimseye ahirette
azap edilmez." demişlerdir. Şu halde Kitabüşşifâ'da zikredilen ibâre ile
kesin olarak bizim zikrettiğimiz mânâ murad edilmiştir.
"Fakat Kitabüşşifâ'da ilh..."
Kitabüşşifâ'nın ibâresi şöyledir: "Ebû Bekir b. Münzir: Bütün ilim ehli,
Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman öldürülür. diye ittifak etmişlerdir,
demiştir."
İmam Mâlik, Leys b. Sad, Ahmed b. Hanbel,
İshak b. Râheveyh de: "Peygamberimize dil uzatan müslüman öldürülür."
demişlerdir. Bu, İmam şâfiî'nin mezhebidir. Hz. Ebû Bekir (R.A.)'in kavli de
budur. Bu zatlara göre Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul
edilmeyip öldürülür.
İmam-ı Azam, talebeleri, Süfyanî Sevrî,
Ehl-i Kûfe, Evzâî Abdurrahman: "Resûl-i Ekrem Efendimize dil uzatan
müslüman mürteddir. Eğer tevbe etmezse öldürülür." demişlerdir. Velid b. Müslim,
İmam Mâlik'in "Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir."
dediğini rivâyet etmiştir. Buna göre İmam Mâlik'den bu hususda iki rivâyet
bulunmuş olur.
Taberî: "İmam-ı Azam ve talebelerinin
"Peygamber Efendimize bir kusur nisbet eden" yahut "Peygamber
Efendimizden berî olan" yahut "Peygamber Efendimizin mübârek
sözlerinden bir sözünü yalanlayan müslüman mürteddir." dediklerini"
rivâyet etmiştir. Kitabüşşifâ'nın ibaresi burada bitmiştir.
Velhâsıl: "Peygamber Efendimize dil
uzatan müslüman kâfirdir" diye icmâ nakledilmiştir. Sonra İmam Mâlik ve
ondan sonra zikredilenlerden "Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın
tevbesi kabul edilmeyip öldürülür" diye nakledilmiştir. Bundan
anlaşılmıştır ki, "Peygamber Efendimize dil uzatan öldürülür" diye nakledilen
"icmâ" ile "tevbe etmeden önce öldürülmesi" murad
edilmiştir. Bundan sonra İmam-ı Azam vetalebeleri "Peygamberimize dil
uzatan müslüman mürteddir. Eğer tevbe etmezse öldürülür." demişlerdir.
Daha sonra Velid b. Müslim, İmam Mâlik'den "İmam-ı Azam'ın kavli gibi bir
kavil" rivâyet etmiştir. Şu halde İmam Mâlik'den "Peygamber
Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesinin kabul edilip, edilmemesi"
hakkında iki rivayet bulunmaktadır.
İmam Mâlik'den meşhur olan rivâyet
"tevbesinin kabul edilmemesi" dir. Bundan dolayı bu rivâyeti önce
zikredilmiştir. Kitabüşşifâ'nın başka bir yerinde "İmam-ı Azam ve
talebeleri: Hz. Muhammed (S.A.V.)'den berî olan veya onu yalanlayan bir
müslüman mürteddir, kanı helâldir. Ancak İslâmiyete geri dönüp tevbe ederse
tevbesi kabul edilir, demişlerdir." diye zikredilmiştir. Kitabüşşifâ'daki
bu ikinci ibâre, birinci ibâreden anlaşılmış olanı, daha çok açıklamıştır.
Kitabüşşifâ'nın başka bir yerinde de
"Mâlikî mezhebinden olan fukahânın "Peygamber Efendimize dil uzatan
müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür" demekten maksadları
"kâfir olduğu için değil had olarak öldürülmesidir" diye
zikredilmiştir. Ama Velid b. Müslim'in İmam Mâlik'den ve ona uyan ehl-i ilimden
naklettiği rivâyete göre, Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir.
Kendisinden mürtedlikten tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse tazîr olunur. Tevbe
etmezse öldürülür. Yani mürtedde tatbik edilen hüküm buna da tatbik edilir.
Fakat İmam Mâlik'in "Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi
kabul edilmez" kavli, Velid b. Müslim'in, İmam Mâlik'den "tevbesi
kabul edilir" diye rivâyet ettiği kavlinden daha meşhurdur.
İşte Kitabüşşifâ'nın "Hanefî
mezhebinde Peygambere dil uzatan müslümanın tevbesinin kabul edilmesi"
şekklindeki ibâresi açıktır. Nitekim Velid b. Müslim'in İmam Malik'den rivâyeti
de böyledir. Süfyanı Sevri, ehl-i Kûfe, Evzâî Abdurrahman'ın kavilleri de
böyledir.
İmam-ı Azam'a ve diğer âlimlere göre,
Peygamber Efendimize dil uzatan zimmînin (İslâm memleketinde yaşayan gayr-i
müslimin) ahdi bozulmaz. Nitekim önceki bâbda zikredilmiştir.
"Peygamber Efendimize dil uzatan
müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür" sözü İmam Şâfiî'nin
mezhebidir, diye geçen kavil, İmam Şâfiî'nin meşhur kavli değildir.
"Tevbenin kabul edilmesi" hakkındaki meşhur kavlinde tafsilât vardır.
Şöyle ki: Takıyyüddin Sübkî "Esseyfü'l-meslûl alâ men sebbe'r-rasûl"
isimli kitabında: "Peygamber Efendimize dil uzatan müslümana verilecek
hüküm hakkında İmam Şâfiî'den nakledilmiş olanın hülâsası şöyledir: Peygamber
Efendimize dil uzatan müslüman eğer tevbe edip islâmiyete geri dönmezse kesin
olarak öldürülür. Tevbe edip İslâmiyete geri dönerse bakılır: Eğer Peygamber
Efendimize dil uzatması, kazf (zinâ isnad etme) yoluyla olursa, bu hususta İmam
şâfii'den "öldürülür" yahut "celd vurulur" yahut "hiç
bir şey lâzım gelmez" diye üç vecih nakledilmiştir. Peygamber Efendimize
dil uzatması kazfden başka bir şey ile olursa, bu hususta İmam Şâfii'den
"tevbesi kabul edilir" diye nakledilmiş olan kavlinden başka bir
kavlinin bulunduğunu bilmiyorum.
İmam-ı Azam'ın "Peygamber Efendimize
dil uzatan müslümanın tevbesinin kabul edilmesi", hakkındaki kavli de İmam
Şâfiî'nin kavline yakındır. İmam-ı Azam'ın "tevbesinin kabul edilir"
diye nakledilen kavlinden başka kavlı bulunmamaktadır.
Peygamber Efendimize dil uzatan müslümana
tatbik edilecek hüküm hususunda Hanbelî mezhebi, Mâlikî mezhebi gibidir."
diye zikretmiştir. Takiyyuddin Sübkî'nin sözü burada bitmiştir. İşte
Takiyyüddin Sübkî'nin de açıkladığına göre, Hanefî mezhebinde "Peygamber
Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir." Hanefî mezhebinde
"tevbesi kabul edilmez" diye bir kavil mevcud değildir.
Hanbelî mezhebinden İbn-i Teymiyye
"Essârimü'l-meslûl alâ şatim'ir-rasûl" isimli kitabında bu meseleyi
Takiyyüddin Sübkî'den daha önce nakletmiştir. İbn-i Teymiyye'nin kendi hattı
ile yazılı eski bir nüshasını gördüm. Şu ibâre vardı: Hanbelî fukahâsına göre;
Peygamber Efendimize dil uzatan kimse gerek müslüman, gerekse kâfir olsun
tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Buna İmam-ı Azam'la İmam Şâfiî muhalefet
etmişlerdir. Onların kavilleri şöyledir: Peygamberimize dil uzatan müslüman ise
kendisinden tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Tevbe
etmezse mürted gibi öldürülür. Peygamber Efendimize dil uzatan zimmî ise İmam-ı
Azam'a göre ahdi bozulmaz. Aynı eserde bir yaprak sonra şu ibâre vardır:
"Ebü'l-Hattab: Bir müslüman
Peygamberimizin annesine kazf (zina isnad) ederse tevbesi kabul edilmeyip
öldürülür. Bir kâfir Peygamberimizin annesine dil uzattıktan sonra müslüman
olsa iki rivâyet vardır. Bir rivâyete göre tevbesi kabul edilmeyip öldürülür.
Diğer rivâyete göre tevbesi kabul edilip öldürülmez. İmam-ı Azam ile İmam
Şâfiî'ye göre bir müslüman gerek Peygamber Efendimize, gerek annesine dil
uzatırsa kendisinden tevbe istenir. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir."
demiştir. İbn-i Teymiyye'nin eserindeki ibâre burada bitmiştir.
İbn-i Teymiyye'nin eserinin başka bir
yerinde "İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbel'in meşhur olan kavillerine göre,
Peygamber Efendimize dil uzatan müslümandan tevbe etmesi istenmez. Tevbe etse
bile tevbesi Allah katında makbul ise de kendisinden dünya cezasını kaldırmaz.
Bundan dolayı hakkında hadden öldürme cezası tatbik edilir. Leys b. Sad'ın
kavli de budur. Kadı lyâz zikretmiştir ki; selefin de Cumhur-ı ulemanın meşhur
kavilleri de budur. Şâfii fukahâsının iki kavlinden biri de budur. İmam Mâlik
ile Ahmed b. Hanbel'den "Peygamberimize dil uzatan müslümanın tevbesi
kabul edilir" diye nakledilmiştir. Hanefî fukahâsının kavli de budur.
Mürteddin tevbesi kabul edildiği için İmam Şâfiî'nin meşhur olan kavli de
budur.
Buna göre, Kitabüşşifâ'da Kadı lyâz'ın,
Takiyüddin Sübkî'nin, İbn-i Teymiyye'nin ve onun mezheb imamlarının sözleri
açıktır ki, Hanefi mezhebinde Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın
ittifakla tevbesi kabul edilir. Diğer mezheblerde tevbesinin kabul edilmesinde
ihtilaf vardır. Bu zatlar - her ne kadar nakil bulunmasa bile- hüccet olarak
kafidir. Bizim Hanefi mezhebimizin kitablarında Bezzâziye'den ve ona tâbi
olanlardan önce buhususda nakil de mevcuddur. Nitekim ileride buna dâir şârihin
sözü de gelecektir.
Ben bu hususda "Tenbihu'l-vülât
velhük'kâm alâ ahkâm-ı şâtim-i hayri'l-Enâm ev ahad-i ashabihi'l-kirâm aleyhi
ve aleyhimüssalâtü vesselâm" isimli eserimde gerekli malûmatı verdim.
"Bezzâziye sahibi de Esseyfülmeslûl
sahibine tâbi olmuş ilah.." Bezzâziye sahibi, İbn-i Teymiyye'ye tâbi olup:
"Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman gerek öldürülmek için
yakalandıktan ve aleyhine şahidlik yapıldıktan sonra tevbe etsin, gerekse
kendiliğinden tevbe edip gelmiş olsun, tevbesi asla kabul edilmeyip zındık gibi
hakkında hadden öldürme cezası tatbik edilir. Çünkü bu öldürme hadden vâcibdir.
Tevbe ile düşmez. Bu meselede hiç bir âlimin ihtilâfı tesavvur olunamaz. Zira
bu had, kul hakkına teallûk eden bir haddir." dedikten sonra "Bu
meselenin delilleri "Essârimü'l-meslûl olâ şatimi'r-rasûl" İsimli
kitabda mevcuddur." demiştir.
Bu mesele hakkında müctehidlerin ihtilafı
bulunduktan sonra Bezzâziye sahibinin "bu meselede hiç bir âlimin ihtilâfı
tasavvur olunamaz" demesine şaşılır. Nitekim müctehidlerin ihtilâfı İbn-i
Teymiyye'nin "Essârimü'l-meslûl", Takiyyidini Sübkî'nin
"Esseyfü'l-meslûl", Kadı Iyâz'ın "Kitabüşşifâ" isimli
eserlerinde beyan edilmiştir. Bu eserlerde "Hanefî mezhebi ile Şâfiî
mezhebine göre, Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul
edilir" diye açıklanmıştır. Bezzâziye'nin ibâresinin çoğu Kitabüşşifâ'dan
alınmıştır. Bilinmiş olduğu üzere Bezzâziye sahibi bu meseleyi naklederken
kolay görerek ihmal etmiştir. Keşke bu meseleyi bizim mezhebimizden hiç bir
kimseden nakletmeyip "Kitabüşşifâ" ile "Essârimü'l-meslûl"
isimli kitablara isnad etseydi. Bu kitablar dikkatle incelenirse, Bezzâziye
sahibi bu meseleyi naklettiği kimselerden anlaşılana muhâlif nakletmiş olduğu
açık olarak görülür. Buna göre Bezzâziye sahibinin bu meseleyi naklederken
ihmalliği, bütün müteahhir alimlerin bu mesele hakkında hataya düşmelerine
sebeb olmuştur. Çünkü bu alimler Bezzaziye sahibinin nakline itimad ederek bu
hususda ona tâbi olmuşlardır. Onlardan hiç birisi bu meseleyi Hanefî
kitablarının hiç birinden nakletmemişlerdir. Hatta Bezzâziye sahibi tarafından
bu kavil ortaya atılmadan önce, gerek bizim Hanefî kitablarında ve gerek diğer
mezheb kitablarında nakledilmiş olan kavil Bezzâziye sahibinin kavline
muhâlifdir.
"Netf ilh..." Ben derim ki: İmam
Ebû Yusufu'n Harac kitabında şöyle bir ibâre gördüm: Herhangi müslüman bir
erkek "Peygamber Efendimize dil uzatır" yahut "onu
yalanlar" yahut "onu ayıplar" yahut "ona kusur nisbet
ederse" Allah'a küfretmiş olur ve karısı boş düşer. Eğer tevbe ederse,
tevbesi kabul edilir. Tevbe etmezse öldürülür. Müslüman bir kadın da bu
hususlarda müslüman erkek gibidir. Ancak İmam-ı Azam'a göre, kadın öldürülmez.
Müslüman olması için cebredilir.
Remlî Hayrüddin Bahır'ın Hâşiyesinde:
"Mezhebimiz Hanefî kitablarında "Peygamber Efendimize dil uzatan
kadın mürteddir. Onun hükmü mürteddin hükmü gibidir" diye yazılıdır."
şeklinde naklettikten sonra "Netf" ile "Muînü'l-hükkâm"
isimli kitabların ibârelerini de nakletmiştir. Bununla beraber Fetâvây-ı Hayriyyesi'nde
buna muhâlif olarak fetva vermiş olmasına şaşılır.
Ben hocamın hocası Sâihânî'nin bu hususda:
"Musannıfın Şeyhülislâm İbn-i Abdülâl'in sözünü işittikten ve bu kadar
nakilleri gördükten sonra "Peygamberimize dil uzatan müslümanın tevbesi
kabul edilmeyip öldürülür" demesine şaşılır." diye bir yazısını
gördüm.
Bazı hocalarım bana bir risâle okuttular. O
risâlede: "Peygamberimize dil uzatan bir müslüman tevbe edip islâmiyete
geri dönerse öldürülmez. Mezhebin muhtar olan kavli budur." diye
yazılıydı.
Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın
tevbesi kabul edildiği takdirde. Hz. Ebu Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e
veya bunlardan birine dil uzatan müslümanın tevbesi evleviyetle kabul edilir.
"Nûru'l-Ayn" isimli kitabın
sonunda zikredilmiştir ki; Hüsâm Çelebi. Bezzâziye sahibine bir raddiye yazıp
sonunda: "Hanefî kitaplarını araştırdım. Bezzâziye sahibinin kavlinden
başka "Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın tövbesi kabul
edilmez" diye hiç bir kavil bulamadım." demiştir.
"Bundan anlaşılmıştır ki,
Peygamberimize dil uzatan Müslüman'ın tövbesi kabul edilir ilh..." Dünyada
tövbesinin kabul edilmesiyle kendisinden ölüm cezasının kaldırılması murat
edilmiştir. Ahirette tövbesinin kabul edileceğinde ittifak vardır.
Şerif olan bir zata "ey bin domuzun oğlu"
şeklindeki çirkin sözü söyleyen Müslüman'ın tövbesinin kabul edilip
edilmemesinde ihtilâf vardır. Bu çirkin söz, şerif olmayan bir kimseye
söylendiğinde bu kimsenin yüz tane baba ve dedeleri arasında Peygamber
bulunmayabilir. Bir de bu söz ile kendisine söylenilen şahsın anasının üzerine
yüz tane köpeğin toplanmış olduğu murad edilir de o şahsın babası ve dedeleri
murad edilmiş olmaz. Biz Hanefîlere göre, tevile ihtimali olan bir söz ile bir
Müslüman'ın küfrüne hüküm olunmaz. Nitekim yukarda geçmiştir.
"Meleklere dil uzatma ilh..."
Fukahâ: "Bir Müslüman peygamberlerden veya meleklerden birine dil uzatırsa
kâfir olur." demişlerdir. Bilindiği vecihle peygamberlere dil uzatmak
suretiyle olan küfür mürtedlik küfrüdür. Meleklere dil uzatmak suretiyle olan
küfür do mürtetlik küfrüdür. Bir Müslüman -Haşa- peygamberlerden veya
meleklerden birine dil uzattıktan sonra tevbe ederse tövbesi kabul edilir,
tövbe etmezse öldürülür.
"Şâfii kadısı için o Müslüman'ın,
tövbesinin kabul edileceğine hük-medip öldürülmesini önlemesi câiz midir
ilh..." Bu mesele Bezzâziye sahibinin zikrettiğine göredir. Bilindiği
gibi, bizim Hanefî mezhebine göre Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın
tövbesi kabul edilir. Tövbesinin kabul edilmemesi Hanefî mezhebine göre
değildir. Nitekim bu mesele Hanefî kitaplarında beyan edilmiştir. Hanefî
kitaplarından Mâlikî Kadı lyâz, İbn-i Ebî Cemre gibi âlimler nakletmişlerdir.
Şu halde bu meseleyi zikretmenin bir mânâsı yoktur.
""Kâfir olur" diye cevap
vermiştir ilh..." Sâihânî: "Ebussûud Efendinin böyle bir cevap
vereceği kanaatında değilim. Zira "Her hadis-i şerif doğru olur mu?"
diyen talebenin bu ifadesiyle "Mevcut olan her hadîs-i şerif doğru
değildir. Çünkü mevcut olan hadîs-i şerifler arasında mevzu hadîsler
bulunmaktadır." demesi muhtemeldir. Bu ihtimal diğer daha yakındır.
Dürer'de ve diğer muteber fıkıh kitaplarında: "Bir meselede küfrü
gerektiren bir çok ihtimaller bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen yalnız bir
ihtimal bulunsa, müftüye lâzım olan küfrü gerektirmeyen ihtimale meyledip onunla
fetva vermelidir." diye zikredilmiştir. "Resûl-i Ekrem Efendimize
kusur ve noksanlık nispet etmesi, zındık olduğunu ifade eder. "Bu tâbir de
doğru değildir. Çünkü zındık, hiç bir dini kabul etmeyen kimsedir."
demiştir.
"Bu talebe yakalandıktan sonra tövbe
ederse ittifakla tövbesi kabul edilmeyip öldürülür ilh..." Bu ifade
talebenin zındık olması üzerine tefrî'dir. Sözün kısası şudur: Zındık hâkimin
huzuruna çıkarılmadan önce tövbe ederse, bizim Hanefî mezhebine göre tövbesi
kabul edilir. Hâkimin huzuruna çıkarıldıktan sonra tövbe ederse ittifakla
tövbesi kabul edilmez.
«"Tövbesi kabul edilir" diyen
âlimler ile "tövbesi kabul edilmez" diyen âlimlerin kavillerinin
arası bulunmalıdır ilh...» Yani Netf ve diğer muteber fıkıh kitaplarında
"Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'a mürtedde tatbik edilen ceza
tatbik edilir" diye geçen hüküm yakalanmadan önce tövbe etmesi üzerine
hamledilmekle ve Bezzâziye'de "öldürülür" diye geçen hüküm
yakalandıktan sonra tövbe etmesi üzerine hamledilmekle "tövbesi kabul
edilir" diyen âlimler ile "tövbesi kabul edilmez" diyen
âlimlerin kavillerinin arası bulunabilir. Fakat bu mümkün değildir. Çünkü
âlimlerimiz "Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın hükmü, mürteddin
hükmü gibidir. Hiç şüphe yok ki mürteddin hükmü zındığın hükmünden
başkadır." diye açıklamışlardır. Alimlerimizden hiç birisi
"Peygamberimize dil uzatan Müslüman yakalanmadan önce tövbe ederse tövbesi
kabul edilmez." diye tafsilât vermemiştir. Bezzâziye sahibi ve ona tâbi
olanlar: "Peygamberimize dil uzatan Müslüman gerek öldürülmek için
yakalandıktan ve aleyhine şahitlik yapıldıktan sonra tövbe etsin, gerekse
kendiliğinden tövbe edip gelmiş olsun, tövbesi asla kabul edilmeyip
öldürülür." demişlerdir. Bu Malikî ile Hanbelî mezhebidir. Buna göre
"Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın tövbesinin kabul edilip
edilmemesi ayrı ayrı iki kavlidir. Hatta birbirinize zıt olan iki mezhebdir.
Zındıklıkla bilinen ve insanları zındıklığa davet eden zındık kimsenin
yakalandıktan sonra tövbesi kabul edilmez. Kızdığından dolayı Peygamber
Efendimize dil uzatan Müslüman bu manada zındık değildir.
METİN
= Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer
(R.A.)'e dil uzatanın hükmü=
3 - Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer
(R.A.)'e veya bunlardan birine dil uzatan Müslüman'ın tövbesi kabul edilmez.
Hâkim-i Şehid'e nispet edilerek Cevhere'den
naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e
dil uzatan veya bunlara ta'n eden Müslüman kâfir olur ve tevbesi kabul edilmez.
Bu kavil ile İmam Debbûsî ve Ebu'l-leys amel etmişlerdir. Fetva için muhtâr
olan da budur. Eşbâh sahibi de kesin olarak bununla hükmetmiştir.
Musannıf "Bu kavil, Resûl-i Ekrem
Efendimize dil uzatan Müslüman'ın tövbesinin kabul edilmeyeceğine dâir olan
kavli, takviye eder." diyerek bunu ikrar etmiştir. Peygamberimiz Muhammed
Mustafa (S.A.V.)'nın hakkına riâyet etmek için hükümde ve fetvada kendisine
itimat edilmeye lâyık olan kavil de budur. Fakat Nehir'de: "Cevhere'den
nakledilen ibârenin aslı, Cevhere'de yoktur. Ancak Cevhere'nin bazı
nüshalarının kenarında bulunduğu için kitabın aslına katılmıştır. Halbuki bu
ibârenin daha önceki ibâre ile bağlantısı yoktur." diye zikredilmiştir.
Şârih der ki; bize yukarıda geçen emir kifayet eder.
Eşşeyhu'l-Ekber Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin
hall beyanında - AIlah Teâlâ bizi onunla fâidelendirsin -
Ebussûud Efendi'nin Marûzât'ında
zikredilmiştir ki, Ebussûud Efendi'ye "Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin
"Füsûsu'l-Hikem" isimli eserindeki bazı sözleri şeriata uymamaktadır.
O eseri kendinden sonra gelenleri sapıtmak için yazmıştır. Onu okuyan
mülhiddir, diyen kimsenin sözünün mânası nedir? Ve bu kimseye ne lâzım
gelir?" diye sorulmuş. Ebussûud Efendi de: "Evet, o eserde şeriata
uymayan bazı sözler vardır. Bazıları bu sözleri şeriata uydurmak için tevîl
etmişlerdir. Fakat biz, bu şeriata uymayan sözlerin bazı Yahudiler tarafından
Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabî Hazretlerine iftira edilmiş olduğunu yakinen
biliyoruz. Artık bu şeriata uymayan sözleri ihtiyaten okumamak vâcibdir.
Sultan, bunların okunmasını yasaklayan bir de emir çıkarmıştır. Buna göre
şeriata uymayanı eserleri okumaktan, ezberlemekten ve dinlemekten sakınmak
vâcibdir." diye cevap vermiştir.
Kâmûs sahibine Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabî
hakkında sorulduğunda onu çok medh-ü senâ edip, onun fasîh ve beliğ olan
sözlerini güzel bir vecih ile, tefsir ve tevîl edip dedi ki: AIIah'ım! O Şeyh-i
Ekber'in i'tikad ve kendisiyle Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerine amel ve
ibâdet ettiği şeylerde ve kendisinde Senin rızan olan hayırlı sözleri bize
ilham ederek söylet! Muhyidin İbnü'l-Arabi, hal ve ilim cihetinden Tarîkatın
şeyhidir. Hakikaten ve resmen erbab-ı hakayık ve ashab-ı dekayık olan kâmil,
mükemmel ve vâkıf-ı esrarın imamıdır. Yıkılmış ve harap olmuş -Maârifi fiiliyle
eserleriyle, talim ve terbiyesiyle ihyâ eden büyük bir zattır. Şeyh-i Ekber'in
uçsuz bucaksız deniz gibi olan ilimlerinden bir tarafına âlimlerin fikirleri
ulaşınca, orada fikirleri ve düşünceleri gark olup hayrette kalırlar. Şeyh-i
Ekber öyle bir ırmaktır ki, onu kovalar bulandırıp, onun fezâil ve kemâlâtına
bir noksanlık arız olmaz. Şeyh-i Ekber, zamanında yıldızlar gibi olan âlimleri
gizleyen bir buluttur ki, kendisiyle beraber meydana çıkıp şöhret bulamazlar.
Dûaları yedi kat semâyı geçip berekâtı
etraf ve afâkı dolduran ve dûası kabul olunan pek muhterem bir zat idi. Ben, o
ilim ve hikmet kaynağı, faziletve kerametin toplanma yeri olan o zatı güzel
vasıflar ve beğenilen fiiller ile tavsif ediyorum. Halbuki o zatın benim vasıf
ve methettiğimden çok yüksekte olduğunu yakinen bilmekteyim. Kendisini hakkıyla
vasfetmekten acizim. Hakkında yazmış olduğum vasıfların doğruluğunu
kavillerinin fiillerine uygun olması ikrar etmektedir.
Ben zann-ı galibime göre, kendilerini
lâyıkıyla medh-u sena edemedim.
Ben kendi inandığım şeyi söylediğim
takdirde bana bir vebal yoktur. Şeyh-i Ekber'in kadrinin yüksekliğini ve
şânının büyüklüğünü bilmeyip, onu şeriatın hududunu tecavüz eden kimselerden
zanneden cahilin sözüne bakma! Ve onun sözüne itibar etme!
Ben, Allah azimuşşân'a ve kendisini Allah
Teâlâ'nın hükmünü ve sırlarını beyan etmek için hüccet ve delil olarak diktiği
kimsenin Rabbisine yemin ederim ki, şübhesiz benim zikir ve beyan ettiğim
Şeyh-i Ekber'in medih ve senasının bazısıdır. Yoksa her ne kadar medholunsa
medhe lâyık dır.
Bu dereceye kadar Şeyh-i Ekber'in
medihlerinde ziyade ettiğim ancak kendi nefsime noksanlığın ziyade olmasından
korktuğum içindir Çünkü bu gibi pek çok fazilet sahibi bir zatı az bir fazilet
ve kemâl ile zikretmek hakkında noksanlık olur.
Kâmûs sahibi Şeyh'in medh-u senasına devam
ederek: "Şeyh-i Ekber'in kitaplarının hâssalarındandır ki, onları okumaya
devam eden kimsenin en güç ve en müşkil meseleleri çözmek için zihni
açılır." demiştir.
İmanı Şarani de "Şeyh-i Ekber
Hazretlerini medh-ü sena" etmiştir. Bilhassa "Tenbihü'l-Ağbiya alâ
katretinmin bahır-ı ulûmi'l-evliya" isimli eserinde "medh-ü
senâ" etmiştir.
İZAH
"Fakat Nehir'de Cevhere'den nakledilen
ibârenin aslı, Cevhere'de yoktur. ilh..." Cevhere'nin bütün nüshalarında
bu ibârenin mevcut olduğunu kabul etsek bile "Peygamberlerden birine dil
uzatan Müslüman'ın tevbesi Mâliki mezhebiyle Hanbelî mezhebine göre kabul
edilmez. Fakat bizim Hanefî mezhebine göre kabul edilir." diye yukarda
geçtiği için bu kavle itibar edilmez.
Peygamberlerden birine dil uzatan
Müslüman'ın tevbesi kabul edilince. "Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile, Hz. Ömer
(R.A.)'e dil uzatan Müslüman'ın tevbesi kabul edilmez" denilen kavle hiç
itibar edilmez. Hatta "Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil
uzatan Müslüman'ın tevbesi kabul edilmez" diye dört mezhep imamlarının
hiçbirinden sâbit olmamıştır.
Ben derim ki: Evet. Hülâsa'dan naklen
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; şübhesiz Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer
(R.A.)'e dil uzatan ve onlara lânet eden Râfızî kâfirdir. Hz. Ali (R.A.)'yi Hz.
Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'den üstün tutan Râfızî bidatcıdır. Bu. Hz.
Ebû Bekir (R. A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan kimsenin tevbesinin kabul
edilmeyeceğini gerektirmez ve böyle bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmek
müşküldür. Çünkü "ihtiyar" isimli kitabda zikredilmiştir ki; dört
mezhep imamı "Bütün bidat ehil, dalâlet ve hataya nispet edilir. Sahabeden
birisine dil uzatan veya buğz eden kimse kâfir olmaz. Fakat dalâlete düşmüş
olur." diye ittifak etmişlerdir.
Fethü'l-Kadir'de zikredilmiştir ki;
Cumhur-ı fukahâ ve ehl-i hadîse göre, Müslümanların kanlarını ve mallarını
helâl sayan, ashab-ı kiramı küfre nisbet eden Haricilerin hükmü, bâğîlerin
(haklı olan Müslüman hükümdarına isyan edip, itâat dairesinden çıkan
kimselerin) hükmü gibidir. Ehl-i hadîsden bazılarına göre, bunlar mürteddirler.
İbnü'l-Münzir: " "Hariciler
mürteddir" diyen ehl-i hadîsden bazılarına muvafakat eden hiç bir âlim
bilmiyorum. Bu. haricilerin küfre nisbet edilmeyeceğine dâir fükahânın
icmâ'ının nakledilmiş olduğunu gerektirir." demiştir.
Muhît'te zikredilmiştir ki; bazı fukahâ:
"Bidat ehlinden hiç bir kimse küfre nisbet edilmez." demiştir. Bazı
fukahâ ise: "Bidatıyla kesin delile muhalefet eden bidat ehil küfre nisbet
edilir." demiştir ve bu görüşü ehl-i sünnetin ekserisine nisbet etmiştir.
Hülâsa'dan naklen Bezzâziye'de zikredilen
daha sâbittir. İbnü'l-Münzir ise, müctehidlerin nakledilen kelâmlarını çok iyi
bilendir. Evet, mezhep ehline göre, bidat ehlinden çoğu küfre nisbet edilir.
Fakat bu, müctehid olan fukahânın sözleri değildir. Müctehid olmayan fukahânın
sözleridir. Müctehid olmayanların sözlerine itibar yoktur. Müctehidlerden
nakledilmiş olan kavillere göre bid'at ehlinden hiç bir kimse küfre nisbet
edilmez.
Fıkıh kitaplarında zikredilen müctehidlerin
kavillerine göre, selef (ashab-ı kiram ve tâbiîn)'e açıktan dil uzatan kimselerin
şahitlikleri kabul edilmez. Fakat Mutezile, Cebriyye, Şîa, Hariciyye,
Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at ve dalâlet ehlinin şahitlikleri kabul edilir.
Yalnız bid'at ve dalâlet ehlinden olan Hattabiyye fırkasının şahitlikleri kabul
edilmez. Çünkü bunlar kendi taraftarları için yalancı şahitlik yapmayı câiz
görürler. Hiç bir âlim "Gerek selefe açıktan dil uzatanların ve gerekse
Hattabiyye fırkasının şahitliklerinin kabul edilmemesi kâfir olduklarından
dolayıdır." dememiştir.
Muhaddisler: "Fâsid tevîllerinden
dolayı ashab-ı kirama dil uzatan ve onları küfre nisbet eden bidat ve dalâlet
ehlinin rivâyeti kabul edilir." demişlerdir. Buna göre Hülâsa'dan naklen
Bezzâziye'de- "Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan ve
onlara lânet eden Râfızî kâfirdir." diye zikredilen kavil zayıftır. Çünkü
fıkıh kitaplarının metin ve şerhlerinde zikredilen kavillere muhaliftir.
Bilindiği gibi fukahânın icmâsına da muhâlifdir.
Molla Aliyyü'l-Kari Hülasa sahibine bir
reddiye risâlesi yazmıştır. Bununla kesin olarak bilinmiştir ki, "Hz. Ebû
Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan kâfir olur ve tevbesi kabul
edilmez." diye Cevhere'ye nisbet edilen ibârenin aslı Cevhere'de mevcud
olduğunu farz etsek bile bu bâtıldır. Aslı yoktur. Bununla amel etmek câiz
değildir. Yukarıda geçtiği vecihle bir meselede küfrü gerektiren bir çok
ihtimaller bulunduğu halde küfrügerektirmeyen zayıf olsa bile yalnız bir
ihtimal bulunsa, müftüye lâzım olan küfrü gerektirmeyen ihtimale meyledip
onunla fetva vermelidir. Ashab-ı kiramdan birine dil uzatan kimsenin kâfir
olmayacağına dair fukahânın icmâsı nakledilmiştir. Buna göre ashab-ı kiramdan
birine dil uzatan kimsenin küfrüne hükmolunmaz. Yukarda geçtiği üzere bizim
Hanefî mezhebine göre. Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın tevbesi
kabul edildiği takdirde, Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e veya
bunlardan birine dil uzatan Müslüman'ın tevbesi evleviyetle kabul edilir.
Bahır sahibinin: "Ben fetâvâ
kitablarında zikredilen küfür kelimelerinden hiç biriyle bir Müslüman'ın kâfir olacağına
fetva vermemeyi kendi nefsime vâcib kıldım." dediği halde "Hz. Ebû
Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan veya onlara tan eden Müslüman
kâfir olur ve tevbesi kabul edilmez." diye fetva vermesine şaşılır.
Evet, Hz. Aişe (R.A.)'ye kazf (zinâ isnad)
eden yahut Hz. Ebû Bekir (R.A.)'in sahabe olduğunu inkâr eden yahut Hz. Ali
(R.A.)'nin ulûhiyyetine inanan yahut Cebrâil Aleyhisselâm'a vahyi Hz. Ali
(R.A.)'ye indirmesi emredildiği halde yanılarak vahyi Hz. Muhammed (S.A.V.)'e
indirdi, diye iddia eden kimselerin kâfir olduğunda hiç şübhe yoktur. Çünkü
bunlar, Kur'an-ı Kerîm'e muhâlif olduğu için küfür olması açıktır. Fakat tevbe
ederlerse tevbeleri kabul edilir. Bu, "Tenbîhü'l-Vülât ve'l-hükkâm"
kitabımızda yazdığımızın hülâsasıdır. Daha ziyade bilgi edinmek isteyen o
eserimize baksın ve ona itimad etsin!
"Bize yukarıda geçen emir kifâyet eder
ilh..." Buradaki emir ile -yukarıda geçen- dokuz yüz kırk dört tarihinde
sultanın kadılara gönderdiği emir murad edilmiştir.
Velhâsıl: Peygamber Efendimize dil uzatan
kimsenin kâfir sayılmasında ve öldürülmesinin mubah olmasında şek ve şübhe
yoktur. Dört mezheb imamlarından nakledilmiş olan da budur. Ancak dört mezheb
imamları arasında ihtilâf böyle bir kimse tekrar Müslüman olup tevbe ettiği
takdirde tevbesi Allah Teâlâ katında makbul ise de bu tevbesi dünyada
kendisinden öldürme cezasını düşürüp düşürmemesindedir. Bizim Hanefî mezhebine
göre, tevbesi kabul edilip kendisinden dünyada öldürme cezasını düşürür. İmam
Şâfiî'nin meşhur olan kavli de budur. Mâliki mezhebi ile Hanbelî mezhebine göre
tevbesi kabul edilmeyip hakkında hadden öldürme cezası tatbik edilir.
Hz. Aişe (R.A.)'ye kazf (zinâ isnad)
etmeyen. Hz. Ebû Bekir (R.A.)'in sahabe olduğunu inkâr etmeyen fakat Hz. Ebû
Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan Râfızî kâfir olmaz. Bidat ve
dalâlet ehlinden olur. Bu bahsin tamamı Bâğîler Bahsinin evvelinde gelecektir.
"Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabi
İlh..." Muhyiddin İbnü'l-Arabi (560 - 637) Muvahhidler Sultanı Ebû Yusuf
Yakub devrinde (560) senesinde İspanya'daki Mürsiyye'de dünyaya gelmiştir. Daha
küçük yaşlarında ailesiyle birlikte İşbiliyye şehrine gitmiş, ilk tahsilini
burada tamamlamıştır. O günün öğretim sistemine göre Kur'ân-ı Kerim'i
ezberlemiş, tefsir, hadîs ve fıkıh okumuştur. İbnü'l-Arabi, meşhur Arap Tayyî
kabîlesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne
ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılmaktadır.
Akrabaları arasında tasavvufi bilgilere
sahip kimseler mevcuttu. Kendisi de, ifadesine göre, Tasavvufda, kutupluk
mertebelerine varmış bir zat idi.
Dayısı Ebû Müslim el-Havlâni de, kutupların
büyüklerindendi. Diğer dayısı Yahya b. Yaan Telemsan şehrinin meliki
bulunuyordu. İbnü'l-Arabî'nin rivâyetine göre Ebû Abdillah et-Tûsî adlı bir
şeyhin tesiri ile hükümdarlığı bırakıp tasavvuf yoluna girmiştir.
Yine kendi ifadesine göre, babası Ali b.
Muhammed'in devlet ileri gelenleriyle, bilhassa filozof İbn-i Rüşd ile dostluğu
vardı.
İbnü'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir
aralık halvete çekilmiş. Her sahada ve bilhassa tasavvufî marifetler sahasında
hiç bir şey bilmezken ve bu hususta hiç bir kitap da okumadan, mükâşefe
tarikiyle bir çok şeylere muttali olarak halvetten çıkmıştır.
İbnü'l-Arabî, Endülüs'te bir müddet daha
kaldıktan sonra seyahate çıkmış, Şam, Bağdat ve Mekke'ye giderek orada bulunan
tanınmış âlim ve şeyhlerle görüşmüş, onlardan pek çok istifade ve istifaza
etmiştir.
Bir aralık Konya'ya gelip Selçuk Meliki
tarafından hürmet ve ikram görmüş, burada iken Sadrüddin Konevî'nin dul bulunan
annesini de kendisine nikahlamıştır.
Bundan sonra tekrar Şam'a donmuş ve (637)
tarihinde orada vefat etmiştir.
Nefahat'ın beyanına göre, Bağdat
ulemasından biri Muhyiddin hakkında bir kitap telif etmiş ve bu kitapta
eserlerinin beş yüzden fazla olduğunu beyan etmiştir.
Muhyiddin İbnu'l-Arabi'nin eserlerinden
bugün elde mevcut olanlarının bir kısmı şunlardır:
1 - Fütuhat-ı Mekkiyye fi
Esrari'l-Malikiyye ve'l-Mülkiyye.
2 - Kitabu'l-İsra ilâ Makâmi'l-Esrâ.
3 - Füsûsu'l-Hikem.
4 - Muhadaratü'l-Ebrâr ve Müsâmeretü'l-Ahyâr.
5 - Kelâmü'l-Abâdile.
6 - Tâcü'r-Resail ve Minhâcü'l-Vesail.
7 - Mevâkiu'n-Nücûm ve Metali
Ehilletü'l-Esrâr vel Ulûm.
8 - Rûhu'l-Kuds fi Münasahâti'n-Nefs.
9 - Kitabü'l-Esfâr.
10 - El-İsfar an Netâici'l-Esfâr.
11 - Divan.
12 - Tercemânü'l-Eşvak.
13 - Kitabu Hidâyeti'l-Ebdâl.
14 - Kitabü'ş-Şevâhid.
15 - Kitabü'l-Bâ.
"Yakînen biliyoruz ilh..." Yani
şeriata uymayan sözlerin bazı Yahudiler tarafından Muhyiddin Arabî Hazretlerine
iftira edilmiş olduğunu Ebussûud Efendinin yakînen bilmesi ya yanında sâbit
olan bir delil iledir veya Şeyh-i Ekber'in bu sözler ile muradı anlaşılmayıp
tevili de mümkün olmadığı için bu sözlerin Şeyh-i Ekber'e iftira olduğu taayyün
etmekledir. Nitekim İmam Şarânî'yi de çekemeyenler, bazı kitaplarına şeriata
muhâlif sözler ilave edip İmam Şarânî'ye iftirada bulunmuşlardır. Bunun üzerine
İmam Şarânî asrındaki âlimleri toplayıp, bu kitabların müsveddelerini
göstermiş. Bu müsveddelerde şeriata muhâlif sözlerin bulunmadığı görülmüştür.
Şeyh-i Ekber'in itiraz ettikleri sözlerinin
açıklanmasını isteyenler Nablûsi Abdülganî'nin "Er-Reddü'l-metin alâ
müntakısı'l-ârif Muhyiddin" isimli kitabına müracaat etsinler.
"İhtiyaten okumamak vâcibdir
ilh..." Şeyh-i Ekber'in kitabında şeriata uymayan sözlerin iftira olduğu
sâbit olursa zaten bunların okunmaması vâcibdir. İftira olduğu sâbit olmazsa
herkes bu sözler ile Şeyh-i Ekber'in ya muradını anlayamaz veya muradının
hilâfını onlar da bu sözleri inkâr eder. Bu takdirde de bu sözlerin okunmaması
vâcibdir.
İmam Suyûtî "Tenbihü'l-gabî
bi-tebriet-i İbn-i Arabî" ismindeki risâlesinde: "Muhyiddin
İbnü'l-Arabî hakkında âlimler iki fırkaya ayrılıp birisi onun velî olduğuna,
diğeri ise velî olmadığına inanmıştır. Bence iki fırkanın da razı olmayacağı
bir yol vardır: Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin velî olduğuna inanılması, fakat
kitablarının okunmasının haram olmasıdır." demiştir.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî'den "Biz öyle
bir zümreyiz ki, bizden olmayanların kitablarımızı okumaları haramdır."
diye nakledilmiştir. Çünkü Sufiler ıstılah olarak bir takım lâfızlar üzerine
anlaşıp o lâfızlar ile fukahâ arasında bilinen mânaları murad etmemişlerdir.
Kim o lâfızları fukahâ arasında bilinen mânâlara hamlederse kâfir olur.
İmam Gazâli bazı kitablarında;
"Sufilerin bazı sözleri, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şerifdeki yed, ayn,
istivâ gibi müteşabih olan âyet ve hadîslere benzemektedir." demiştir.
Bir kitabın Muhyiddin Arabî'ye aid olduğu
sâbit olunca, o kitaba bir düşman veya bir mülhid veyahut bir zındık tarafından
kelimeler sokulmuş olması ihtimali bulunabileceğinden o kitapta mevcud olan her
kelimenin Şeyhin sözlerinden olduğunun sâbit olması veya o kelimeler ile
sufiler arasında bilinen manânın kasdedilmiş olduğunun sâbit olması lazımdır.
Bunu bilmek ise mümkün değildir. Bildiğini iddia eden insan kâfir olur. Çünkü
bu kalbe aid olan işlerdendir ki, bunu ancak Allah Teâlâ bilir.
Büyük âlimlerden birisi sufilerin
büyüklerinden birisine "Zâhiri inkârı gerektiren lâfızlar üzerine anlaşıp
ıstılah yapmağa sizi sevk eden nedir?" diye sormuş. Sufi de: "Bu
ıstılahları bilmeyen, tarikat dâvâsında bulunmasın ve ehil olmayan tarikata
girmesin. Ehil olmayan kitaplarımızı okumasın. Bilhassa kitaplarımızı okuyan
zâhiri ilimleri anlamaktan âciz ise hem kendisi sapar, hem de başkalarını
sapıtır. Kitaplarımızı okuyan ârif ise müritlerine kitap okutmak
tarikatlarından değildir ve ilmi de kitaplardan almazlar." diye cevap
vermiştir.
İmam Suyûtî'nin Risâlesinin başka bir
yerinde "Fakîh, âlim İzzüddin b. Abdüsselâm "Muhyiddin İbnü'l-Arabî
aleyhinde konuşur ve o, zındık dır." derdi. Bir gün arkadaşları kendisine
"Bize kutubu göstermeni istiyoruz." dediler. O da Muhyiddin
İbnü'l-Arabi'yi gösterdi. Bunun üzerine arkadaşları: "Sen ona hem
zındıkdır, hem de kutubdur diyorsun. Bu nasıl olur?" dediler. İzzüddin b.
Abdüsselâm: "Ben, ona zındık demekle şeriatı koruyorum. Kutub demekle
hakikatı söylüyorum." demiştir." diye zikredilmiştir. İmam Suyûtî'nin
sözü burada bitmiştir.
Muhakkık İbn-i Kemal Paşa Fetvasında
"Muhyiddin İbnü'l-Arabi'yi medhetmiş, onun pek çok eserleri bulunduğunu
söylemiş, "Füsusû'l-Hikem" ile "Fütuhât-ı Mekkiyye" onun
eserlerindendir. Bu kitabların meselelerinin bazıları, Allah Teâlâ'nın emrine
ve Peygamber Efendimizin sünnetine muvafıktır. Bu kitapların meselelerinin
bazılarını, zahir ehil anlayamaz. Ancak keşif ve batın ehli anlar. Bu meseleler
ile murad edilen mânâyı anlayamayan kimsenin bu hususda sükût etmesi vâcibdir.
Çünkü Hak Teâlâ Hazretleri:
"Senin için hakkında bir bilgi hasıl
olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp: Bunların her biri bundan
mesuldür." (İsra Suresi: âyet : 36) buyurmuştur, diye zikretmiştir.
"Muhyiddin-i İbnü'l-Arabi hal ve ilim
cihetinden tarikatın şeyhidir îlh..." Tarikat; Allah Teâlâ'ya ulaşmak
arzusuyla menzillerden geçerek, makamlarda yükselerek giden kimselerin takib
ettikleri hususi yoldan ibarettir.
Ehl-i Hakk'a göre hal: Sırf Hakk'ın lütfün
dan kalbe gelen neşe, hüzün, sıkıntı, ferahlık gibi şeylerdir ki, bunlar
insanın kendi kendine elde ettiği hallerden olmayıp, Hakk'tan kalbe gelen
hallerdir.
Makam: Allah yolcusunun manevi menziline
denir ki, çalışma neticesinde elde edilir.
İlim : Gerçeğe uygun olan kesin inanç dan
ibarettir.
"Erbab-ı hakayık ilh..." Hakikat:
Allah Teâlâ'nın sırlarını kalp ile müşahede etmekten ibarettir. Hakikat, manevi
bir sırdır ki, onun sınırı ve ciheti yoktur. Şeriat, tarikat ve hakikat bir
mânayadır. Allah Teâlâ'ya giden yolun bir zâhiri, bir de bâtını vardır. Zâhiri:
şeriat ile tarikattır. Batını ise; hakikattir. Şeriat ile tarikattaki hakikatin
gizli olması, sütte kaymağın gizli olması gibidir. Sütü yaymadan kaymağını elde
etmek mümkün değildir. Şeriat, tarikat ve hakikatten maksat, kulun kendisinden
istenilen şekilde kulluk vazifesini yerine getirmesinden ibarettir. Futûhât-ı
ilahiyye.
METİN
Sihir yapan ve zındık hakkında:
4 - Sihir yapan ve sihrin tesirine inanmak
sebebiyle kâfir olan kimse kadın olsa bile yeryüzünde fesat çıkartmaya
çalıştığı için, esah olan kavle göre tevbe etmeden önce yakalanırsa,
yakalandıktan sonra tevbe etse bile tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Tevbe
ettikten sonra yakalanırsa tevbesi kabul edilip öldürülmez.
5 - Zındık olması sebebiyle kâfir olan ve
insanları zındıklığa dâvet etmesiyle bilinen kimse, tevbe etmeden önce
yakalanırsa, yakalandıktan sonra tevbe etse bile tevbesi kabul edilmeyip
öldürülür. Tevbe ettikten sonra yakalanırsa tevbesi kabul edilip öldürülmez.
Fetih'de: "Sihrin tesirine inanan ile
zındığın tevbelerinin kabul edilmeyip öldürülmeleri zahir-i mezhebdir."
diye zikredilmiştir.
6 - Adam boğmayı âdet edinmiş kimsenin de
tevbesi kabul edilmeyip -şerrinden insanları kurtarmak için- öldürülür. Sirâc.
7 - Kâhinin hükmü, sihrin tesirine inananın
hükmü gibidir. Şümunni.
8 - İnsanları ilhâd (sapıklığ)a dâvet eden
mülhidin hükmü zındığın hükmü gibidir.
9 - İbahinin hükmü de zındığın hükmü
gibidir. Molla Hüsrev'in Beyzavi Hâşiyesinde böyle zikredilmiştir.
10 - Küfrünü gizleyip Müslüman olduğunu
söyleyen münâfığın hükmü de hiç bir dini kabul etmeyen zındığın hükmü gibidir.
11 - Şarabın haram olması gibi İslam
dininde haram olduğu kesin olarak bilinen bazı şeylerin haram olduğuna kalbiyle
inanmadığı halde diliyle haram olduğuna inandığını söyleyen kimsenin hükmü de
zındığın hükmü gibidir. Bu bahsin tamamı Fetih'dedir.
Yine Fetih'de zikredilmiştir ki; sihrin
haram olduğuna inansın veya inanmasın sihri öğrenip yapan kimse kâfir olur ve
öldürülür.
Hâniyye'nin Hazar Bahsinde: "Sihrin
tesirine inanmadığı halde tecrübe ve denemek için kullanan kimse kâfir
olmaz." diye zikredilmiştir. Şu halde musannıfın: "Mürted olan bir
müslümanın tevbesi kabul edilir. Ancak şu kimselerin tevbeleri kabul
edilmez." diye zikrettiği kimselerin adedi on bir olmuş olur.
İZAH
"Sihir yapan ve sihrin tesirine
inanmak sebebiyle kâfir olon kimse ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki;
sihir ehl-i ilim arasında ihtilafsız haramdır. Sihrin mubah olduğuna inanmak
küfürdür. Bizim Hanefî âlimlerinden, İmam Mâlik'den ve İmam Ahmed b.
Hanbel'den: "Sihrin haram olduğuna inansın veya inanmasın sihri öğrenip
yapan kimse kâfir olur ve öldürülür." diye nakledilmiştir. Çünkü Peygamber
Efendimiz:
"Sihir yapanın haddi (cezası) kılıçla
öldürülmesidir." buyurmuşlardır.
İmam Şâfii'ye göre; sihir yapan kimse
sihrin mubah olduğuna inanmadıkça kafir olmaz ve öldürülmez.
Kahin:
Bazılarına göre kâhin, sihir yapan
kimsedir. Bazılarına göre ise, arrâfdır. Zan ve tahminle gaybdan haber veren
kimsedir. Bazılarına göre kâhin, cinlerden bir dostu olup, kendisine bütün
haberleri getirdiğini iddia eden kimsedir.
Kadı lyâz'ın beyanına göre, Araplarda üç
kısım kâhinlik vardı:
Birinci kısım; kâhinin cinlerden bir dostu
olup gökyüzünden aldığı haberleri ona bildirirdi. Bu kısım Peygamber
Efendimizin gönderilmesiyle bâtıl olmuştur.
İkinci kısım; kâhine cinni yeryüzünde olup
bitenler, uzakta ve yakında meydana gelen gizli şeyleri haber verirdi.
Üçüncü kısım; kahinler müneccimlerdir.
Bunlar yıldızlara bakarak bir takım hükümler çıkarmaya çalışırlar. Bu
kısımların hepsine kehânet denilir ve şeriat hepsinin yalan olduğunu meydana
çıkarmış, kâhinleri dinleyip tasdik etmeyi yasak etmiştir.
T E N B İ H : Astronomi ve Kozmoğrafya gibi
gökteki varlıklardan bahseden ilimlerin kehânetle bir ilgisi yoktur.
Bizim Hanefî imamları: "Kâhin, eğer
şeytanların kendisi için dilediği şeyi yaptıklarına inanırsa kâfir olur.
Şeytanların yaptıkları şeylerin hayalden ibaret olduğuna inanırsa kâfir
olmaz." demişlerdir.
İmam Şâfiî'ye göre; kâhin, yıldızlara yakın
olup, yapılmasını istediği şeyleri yıldızların yaptığına inanması gibi küfrü
gerektiren bir şeye inanırsa kafirolur. Küfrü gerektiren bir şeye inanmazsa
kâfir olmaz.
İmam Ahmed b. Hanbel'e göre; kâhinin hükmü,
sihrin tesirine inananın hükmü gibidir. Ondan bir rivâyete göre öldürülür.
Diğer bir rivâyete göre tevbe etmezse öldürülür.
Sihir yapanın ve kâhinin kâfir olup
olmaması hususunda Şâfiî mezhebinden ayrılmamak vâcibdir.
Sihir bilenin öldürülmesine gelince; eğer
sihir yapma işiyle uğraştığı bilinirse kendisine tevbe etmesi çini mühlet
verilmeden öldürülmesi vâcibdir. Çünkü yeryüzünde fesat çıkarmaya
çalışmaktadır. Eğer sihir yapma işiyle uğraşmaz ve küfrü gerektiren bir şeye de
inanmazsa yalnız sihri bilmesinden dolayı öldürülmez. Velhâsıl: Sihri bilen
kimse küfrü gerektiren bir şeye inanmadıkça kâfir olmaz. Nehir sahibi kesin
olarak bununla hükmetmiştir. Şârih de Nehir sahibine tâbi olmuştur.
Sihir bilen kimse, sihir yapma işiyle
uğraştığı takdirde küfrü gerektiren bir şeye inansın veya inanmasın mutlak
surette öldürülür.
Hâniyye'de: "Bir kimse karı ile koca
arasını ayırmak için büyü yapar ve büyünün tesirine inanırsa mürtet olur,
öldürülür. Çünkü büyüden dolayı ayrılacaklarına inandığı için kâfir
olmuştur." diye zikredilmiştir.
El-Muhtârât'tan naklen Nuru'l-Ayn'da
zîkredilmiştir ki; bir kimse sihir yapar ve bu yaptığı şeyi kendisinin
yarattığını iddia ederse kâfir olur ve mürtet olduğu için öldürülür.
Bir kimse sihir yapar ve sihir yaptığını
inkâr ederse, sihir yaptığı sâbit olduğu takdirde insanlardan şerrini defetmek
için tevbe etmesine müsaade verilmeden öldürülür. Bir kimse sihrin tesirine
inanmadığı halde tecrübe için sihir yaparsa kâfir olmaz.
İmam-ı Azam'a göre, sihir yapan kimse gerek
Müslüman, gerek zimmî, gerek hür, gerek köle olsun sihir yaptığını ikrar eder
veya sihir yaptığı şahitle sâbit olursa, kendisine tevbe etmesi için mühlet
verilmeden öldürülür. Bazılarına göre sihir yapan Müslüman ise öldürülür. Fakat
kitâbi (gökten inen kitaplardan birine inananlardan) ise öldürülmez.
Gözbağcılığı ile tılsım, sihir değildir.
"Kadın olsa bile yeryüzünde fesat
çıkartmaya çalıştığı için ilh..." Yani sihir yapıp, sihrin tesirine inanan
kadın olsa bile yeryüzünde fesat çıkartmaya çalıştığı için öldürülür. Sihrin
tesirine inanıp mürtet olduğundan dolayı öldürülmez. Çünkü bizim Hanefi
mezhebine göre, mürtet olan kadın öldürülmez.
Müntekâ'da zikredilmiştir ki; sihir yapıp
sihrin tesirine inanan kadın da mürtet olan kadın gibi dövülür, tevbe edinceye
kadar hapsedilir. Nitekim Zeylaî'de de böyle zikredilmiştir.
"Zındık olması sebebiyle kâfir sayılan
ilh..."
= Zındık, münâfık dehri ve mülhid
arasındaki fark beyanında =
Allâme İbn-i Kemal Paşa risâlesinde
zikretmiştir ki; zındık: Arap dilinde, "Allah Teâlâ'yı inkâr eden, Allah
Teâlâ'ya ortak koşan veya Allah Teâlâ'nın hikmetini tasdik etmeyen
kimselere" denilir.
Zındık ile mürtet arasında umûm ve husûs
min vech vardır. Çünkü bir kimse zındık olur, mürtet olmaz: Asılda zındık olup,
İslâm dininden dönmemiş olan kimse böyledir.
Bir Müslüman mürtet olur, zındık olmaz; Bir
Müslüman'ın Hıristiyan veya Yahudi olması böyledir.
Müslüman olan bir kimse zındık olur.
Şeriat ıstılâhında zındık: Küfrünü gizleyip
Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar ve itiraf eden kimsedir.
Küfrü gizlemekte zındık, Münâfık, dehri ve
mülhid ortak oldukları halde aralarındaki fark:
Münâfık: Resûl-i Ekrem Efendimizin
Peygamberliğini ikrar ve itiraf etmeyen kimsedir.
Dehri: Resûl-i Ekrem Efendimizin
Peygamberliğini ikrar etmemekle beraber, hadiselerin Allah Teâlâ'ya isnadını da
inkâr eden kimsedir.
Mülhid: İslâm dininden, küfür yoluna sapan
kimsedir. Mülhidin Allah Teâlâ'nın varlığını ve Resûl-i Ekrem Efendimizin
Peygamberliğini ikrar ve itiraf etmesi şart kılınmamıştır. Bununla mülhid,
dehriden ayrılmıştır. Mülhidin küfrü gizlemesi de şart kılınmamıştır. Bununla
da mülhid, münâfıktan ayrılmıştır. Mülhidin daha önce Müslüman olması da şart
kılınmamıştır. Bununla da mülhid, mürtedden ayrılmıştır. Mülhid küfür
fırkalarının tarif bakımından en genişidir. İbn-i Kemal Paşanın sözü burada
bitmiştir.
Ben derim ki: Bir kimse gerek Müslümanlığı
kabul ettikten sonra zındık olsun, gerekse Müslümanlığı kabul etmeden asılda
zındık olsun her iki surette de zındığın Resûl-i Ekrem Efendimizin
Peygamberliğini itiraf ve ikrar etmesi şart kılınmamıştır. İleride Fetih'den
naklen zikredilecektir ki, zındık hiçbir dini kabul etmeyen kimsedir.
Zındığın hükmü: Zındık ya insanları
sapıklığa dâvet etmekle bilinir veya sapıklığa dâvet etmekle bilinmez.
İnsanları sapıklığa dâvet etmekle
bilinmeyen zındık da üç vecih vardır: Ya asılda şirk üzerine zındık dır; veya
Müslüman olup sonradan zındık olmuştur, veyahut zimmî olup sonradan zındık
olmuştur. Asılda şirk üzerine zındık olan kimse Arap olmazsa şirki üzerine
bırakılır. Arap olursa şirki üzerine bırakılmaz. Ya Müslüman olur veya
öldürülür. Müslüman olup sonradan zındıklığı kabul eden kimse tekrar
Müslümanlığa geri dönmezseöldürülür. Çünkü mürted olmuştur.
Zimmî olup sonradan zındık olan kimse de
hali üzerine bırakılır. Çünkü küfür bir millettir.
İnsanları sapıklığa davet etmekle bilinen
zındık eğer yakalanmadan önce kendi isteğiyle tevbe edip zındıklıktan dönerse,
tevbesi kabul edilip öldürülmez. Yakalandıktan sonra tevbe edip zındıklıktan
dönerse, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Bu bahsin tamamı Tecnis'dedir.
"Tevbe etse bile tevbesi kabul
edilmeyip öldürülür ilh..." "Tevbesinin kabul edilmemesi" ile
"dünyada kendisinden ölüm cezasını düşürmemesi" murad edilmiştir.
Yoksa kendisi ile Allah arasında tevbesinin kabul edileceğinde ittifak vardır.
Şümunni Risâle-i İbn-i Kemâl.
"İnsanları zındıklığa dâvet etmesiyle
bilinen kimse ilh..." Biri "Şeriat ıstılâhında zındık: "küfrünü
gizleyen kimsedir" diye tarif edilmiştir. Burada ise "zındık olan
kimse, insanları zındıklığa dâvet etmesiyle bilinirse" denilmektedir. Buna
göre bu iki ifade arasında zıtlık vardır. Çünkü bir kimse hem küfrünü
gizleyecek hem de insanları zındıklığa dâvet etmekle bilinecektir; bu nasıl
olur?" diye sorarsa, buna: "Zındık olan kimse küfrünü ve bozuk olan
inancını yaldızlı sözlerle süsleyip doğru gösterir ve insanları ona dâvet eder.
Şu halde küfrünü gizlemesi ile insanları yaldızlı sözlerle süslediği zındıklığa
dâvet etmesi arasında bir zıtlık yoktur." diye cevap verilir. İbn-i Kemâl.
"Adam boğmayı âdet edinmiş kimsenin de
tevbesi kabul edilmeyip öldürülür ilh..." Bir kimse bir defa adam boğarsa
öldürülmez. Musannıf: Cihad bahsinden önce "Bir kimse şehirde birkaç defa
adam boğarsa öldürülür; bir defa adam boğarsa öldürülmez" demiştir.
Ben derim ki: Adam boğanın burada
zikredilmesi istitradi (asıl mevzudan olmayıp, münasebeti gelmişken söylenen
söz) dir. Çünkü asıl mevzu dünya ahkâmında tevbesi kabul edilmeyen kafir
hakkındadır.
Adam boğmayı âdet haline getiren kimse ise
kafir değildir. Bunun tevbesinin kabul edilmemesi yeryüzünde fesad çıkarmasını
önlemek ve insanları onun şerrinden kurtarmak içindir.
Yol kesicinin hükmü de. adam boğmayı âdet
edinenin hükmü gibidir.
"Kâhinin hükmü, sihrin tesirine
inananın hükmü gibidir îlh..." Bir hadis-i şerifde:
"Her kim bir arrâfa veya bir kâhine
gelir de onu söylediklerinde tasdik ederse, Hz. Muhammed (S.A.V.)'e indirilene
küfretmiş olur." buyurulmuştur.
= Kâhin ile arrâf beyanında =
İmam Suyûtî'nin Muhtasaru'n-Nihâye'sinde
zikredilmiştir ki; kahin: İlerde olacak hadiselerden haber aldığını ve sırları
bildiğini iddia eden kimsedir.
Arrâf; müneccimdir.
Hattâbî: "Arraf; çalınan ve kaybolan
malın yerini bulacağını iddia eden kimsedir." demiştir.
Velhâsıl: Kahin, çeşitli sebeplerle gaybı
bildiğini iddia eden kimsedir. Bundan dolayı kâhin; arrâf, remmâl ve müneccim
gibi bir çok nevilere ayrılır.
Müneccim: Yıldızların doğuş ve batışıyla
ileride olacak hadiseleri bildiğini iddia eden kimsedir.
Remmâl: Remil denilen garip ilim yoluyla
hüküm çıkaran, murad ve niyetleri haber veren kimsedir.
Remil: Arabça kum demektir. Remilciler
eskiden kâğıt yerine kum kullandıkları, nokta ve çizgileri parmakla kum üstüne
çizdikleri için bu adı almışlardır. Sonradan bu işaretler kağıt ve tahta
üzerinde yapılır ve ona göre hüküm çıkarılırdı.
Kâhin: Kendisinin cinden bir dostu olduğunu
ve kendisine ileride olacak hadiseleri haber verdiğini iddia eden kimsedir.
Bu kısımların hepsi şer'an zemmedilmiş,
bunları yapanların ve yapanları tasdik edenlerin üzerine küfürle
hükmedilmiştir.
= Gaybı bildiğini iddia edenin beyanında ==
Bezzâziye'de: "Gaybı bildiğini iddia
eden kimse de, kâhine gidip onu tasdik eden kimse de kâfir olur." diye
zikredilmiştir.
Tatarhâniyye'de: "Bir kimse: Ben
çalınan malların yerini bilirim veya cinlerin bana haber vermesiyle çalınan
malların yerini haber veririm, dese kâfir olur." diye zikredilmiştir.
Ben derim ki: Peygamberlerin ve bazı
velilerin ileride olacak hadiseleri haber vermeleri -hâşâ kehânet yoluyla
değil- Allah Teâlâ'nın vahiy veya ilham yoluylâdır.
Hâsılı: Gaybı bilme dâvâsında bulunma
Kur'ân-ı Kerîm'in nassına (âyetine) muarızdır. Gaybı bilme davâsında bulunan
kimse kâfir olur. Ancak bu gaybı bilmeyi, vahy veya ilham gibi Allah Teâlâ
tarafından açık veya delâlet yoluyla olan bir sebebe isnad ederse kafir olmaz.
Kezâ: Gaybı bilmeyi Allah Teâla'nın
yarattığı bir alâmete isnâd ederse kâfir olmaz.
Hidâye sahibinin
"Muhtârâtü'n-Nevâzil" isimli kitabında zikredilmiştir ki; ilmi Nücûm,
hadd-ı zâtında güzeldir, mezmum değildir. İki kısımdır:
Birinci kısım hisab iledir ve bu haktır.
Bunun hak olduğunu Kitabullâh beyan etmektedir. Çünkü Hak Teâla Hazretleri:
"Güneş ve ayın hareketi hesap
iledir." (Rahman Süresi : âyet : 5)buyurmuştur.
İkinci kısım istidlâl iledir. Şöyle ki:
Allah Tealâ'nın kaza ve kaderiyle seyir ve hareket eden yıldızlarla hadiselerin
olacağına istidlâl etmektir. Bu, doktorun nabza bakıp bununla hasta olup
olmadığına istidlâl etmesine benzer ki, bu kısım da câizdir.
Eğer yıldızların seyir ve hareketiyle
meydana gelen hadiselerin Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderiyle olduğuna inanmazsa
yahut istidlal yoluyla değil demücerred ilm-i gaybı bildiğini iddia ederse
kâfir olur.
"İbâhinin hükmü de zındığın hükmü
gibidir ilh..." İbâhi; bütün haramların mubah olduğuna inanan kimsedir.
Haramların mubah olduğuna inanmak zındığın inancıdır.
Fetavây-ı Karii'l-Hidâye'de zikredilmiştir
ki; zındık: Dünyanın bâkî olduğuna ve bütün malların insanlar arasında ortak
olduğuna inanan kimsedir.
İbn-i Kemâl'in risâlesinde zikredilmiştir
ki; tasavvuf dâvâsında bulunanlardan bazısı, yüksek bir dereceye vasıl olduğunu,
kendisinden ibadet ve tâatın düştüğünü ve kendisine bütün günâhları işlemenin
helâl olduğunu iddia eder. Böyle kimsenin öldürülmesinin vâcib olmasında şübhe
yoktur. Çünkü bunun dine zararı pek büyüktür. Böyle bir davâda bulunmakla her
şeyi mubah kılan kimse kapanmayan bir kapı açmış olur ve bu kimsenin zararı
haramların mubah olduğuna inanan kimsenin zararından daha büyüktür. Çünkü
haramların mubah olduğuna inanan kimse küfrünün meydana çıkacağından korkmak bu
sapık fikrini söylemekten çekinir. Bu kimse ise ibâdet ve tâatın, haram ve
helâlın dinde kendi derecesine ulaşamayan kimselere mahsus olduğunu iddia edip
bütün fâsıkları kendisi gibi yüksek mertebeye ulaştıklarını iddiaya dâvet eder.
Bidatları açık olan ehl-i ehvâ (sapık
fırkalar) beyanında =
Temhîd'den naklen Nuru'l-Ayn'da
zikredilmiştir ki; sapık fırkaların bidatları küfrü gerektirecek şekilde açık
olursa, bu bidatlarından dönüp tevbe etmezlerse hepsinin öldürülmeleri mubah
olur. Eğer bu bidatlarından tevbe edip Müslüman olurlarsa hepsinin tevbesi
kabul edilip öldürülmezler. Ancak İbâhiyye, Gâliyye, Şiâ, Karâmita, Zenâdika
fırkaları gerek yakalanmadan önce tevbe etsinler, gerek yakalandıktan sonra
tevbe etsinler hiçbir suretle tevbeleri kabul edilmeyip öldürülürler, Çünkü
bunlar Allah Teâlâ'ya inanmazlar ki, tevbe edip küfürlerinden dönsünler.
Bazılarına göre, bunlar yakalanmadan ve
küfürlerini açığa vurmadan önce tevbe ederlerse, tevbeleri kabul edilip
öldürülmezler. Yakalandıktan ve küfürlerini açığa vurduktan sonra tevbe
ederlerse, tevbeleri kabul edilmeyip öldürülürler.
İmam-ı Azam'ın kavli budur ve bu cidden
güzeldir.
Sapık fırkaların bidatı, küfrü
gerektirmezse, hangi tazîr ile o bidattan menetmek mümkün olursa o şekilde
tazir etmek vâcib olur. Hapsetmeden ve dövmeden o bid'attan menetmek mümkün
olmazsa, hapsetmek ve dövmek câizdir
Kezâ: Bu sapık fırkanın reisinin
öldürülmeden bidatından menetmek mümkün olmazsa, onu bidatından menetmek için
siyaseten öldürülmesi câizdir.
Bir bidatcının kuvveti bulunup insanları
bidatına dâvet eder. Bidatını yaymaktan korkulursa - her ne kadar bidatı
sebebiyle küfrüne hükmolunmasa bile- fesadının tesiri dinde umumi olduğu için
hükümdarın onu siyaseten öldürtmesi câizdir.
Bidat küfür olursa, bidatçıların hepsinin
öldürülmesi mubah olur. Bidat küfür olmazsa diğerlerini menetmek için yalnız
bidatı öğreten reisleri öldürülür.
"Bu bahsin tamamı Fetih'dedir
ilh..." Feth'in ibâresi şöyledir: Münâfığın tevbesinin kabul edilmemesinin
hükmü, zındığın hükmü gibidir. Çünkü zındığın tevbesinin kabul edilmemesi hiç
bir dine inanmamasından ibaret olan küfrünü gizlediği ve dili ile açıkladığı
tevbeye kalbiyle inanmadığı içindir. Münâfık da küfrünü gizlemekte zındık
gibidir. Buna göre zındığın ve münâfığın halini bilme yolu, ya bazı kimselerin
bunların haline muttali olmasıyla veya bunların kendi hallerini emin oldukları
kimselere gizli olarak bildirmeleriyledir.
TENBİH :
Durzi, Teyâmıne, Nasariyye ve
İsmâiliyye'nin hükmü beyanında:
Durziler, Teyamıne Suriye ve Lübnan'da
yaşarlar. Müslüman olduklarını söylerler, namaz kılarlar, oruç tutarlar.
Ruhların tenâsuhuna (ruhun, bir cisimden diğer bir cisme bazen insandan
hayvana, bazen de hayvandan insana geçtiğine), içki ve zinanın helal olduğuna,
ülûhiyetin (tanrılığın) bir şahıstan diğer bir şahısa geçtiğine inanırlar,
öldükten sonra dirilmeye, oruca, namaza ve hacca inanmazlar. Bunların mânâları
"dünyada yaşama yollarını düzeltmektir" derler. Resûl-i Ekrem
Efendimiz hakkında çirkin şeyler söylerler. Allâme muhakkık Abdurrahman
İmâdî'nin bunlar hakkında uzun bir fetvası vardır. Orada "Bunların
Karâmita ve-Batıniyye lakabını alan Nuseyriyye ve İsmailiyye gibi
inandıklarını" zikretmiştir. Dört mezhebin imamları: "Bunlardan cizye
alarak İslâm memleketlerinde oturmalarına izin vermek, bunlardan kız alıp
vermek ve bunların kestiklerini yemek caiz değildir." demişlerdir.
Fetâvây-ı Hayriyye'de bunlar hakkında fetva vardır. Oraya bak.
Velhâsıl: Bunlara "zındık, münâfık ve
mulhid" denir. İnanışları bozuk olduğu için şehadet kelimelerini
söylemekle Müslüman sayılmazlar. Onların Müslüman sayılmaları için, İslâm
dinine uymayan bütün inanışlarından vazgeçip beri olmaları şarttır. Çünkü
onlar, Müslüman olduklarını iddia ederler ve şehâdet kelimelerini söylerler.
Yakalandıktan sonra tevbe ederlerse tevbeleri kabul edilmeyip öldürülür.
Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki;
Semerkand fukahâsına "Bir kimse: Ben Karamita mezhebine inanıyor ve
insanları ona dâvet ediyordum. Şimdi ise o mezhebden dönüp tevbe ettim ve
Müslüman oldum, diye ikrar etse, o kimsenin tevbesi kabul edilip müslüman
sayılır mı?" diye sorulmuş. Onlar da: "Tevbesi kabul edilip Müslüman
sayılır." diye cevap vermişlerdir.
Ebû Abdurrahîm b. Muhammed: "Karâmita
fırkasını öldürmek ve kökünü kurutmak farzdır." demiştir. Bazı fukahâ:
"Karâmita mezhebinden olduğunu ve ondan dönüp tevbe ettiğini ikrar eden
kimseye mühlet verilir. Eğer mezhebinden dönmediği anlaşılırsa öldürülür."
demişlerdir.
Bazı fukahaya göre, mühlet verilmeden
öldürülür. Çünkü Karâmita mezhebinden olup, insanları o mezhebe davet ettiği
bilinen bir kimse sonraondan dönüp tevbe ettiğini iddiada bulunsa tasdik
edilmez. Böyle kimselerin tevbeleri kabul edildiği takdirde, onların
öldürülmeleri mümkün olmaz. Buna göre sapık olan fırkalar Müslümanları da
sapıtıp İslâmiyet'i yıkmağa çalışırlar. Fakat mutemed olan kavle göre, bu sapık
fırkalar yakalanmadan önce tevbe ederlerse, tevbeleri kabul edilip öldürülmez.
Yakalandıktan sonra tevbe ederlerse, tevbeleri kabul edilmeyip öldürülürler.
"Hâniyye'nin Hazr Bahsinde
ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki, bizim Hanefî mezhebinin fukahâsının
muhtâr olan kavline göre sihir yapan küfrü gerektiren şeye inanmadıkça kâfir
olmaz, fakat öldürülür. Hanefi fukahâsına göre, galiba sihir ile küfrü
gerektiren şey murad edilmektedir. Nitekim Allah Teâlâ'nın :
"Halbuki onlar (o iki melek); Biz
ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir), sakın (sihir, büyü yapıp da)
kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye (sihir) öğretmezlerdi." (Bakara
Sûresi: âyet: 102) âyet-i kerîmesi de bunu ifade etmektedir. Buna göre küfrü
gerektirmeyen şeye sîhir denilmez. Nitekim Muhtârâtü'n-Nevazil'de
"Gözbağcılığı ile tılsım sihir değildir." diye geçen ifadede de bunu
teyid etmektedir. Bundan dolayı Hâniyye'nin Hazr Bahsinde: "Sihrin
tesirine inanmadığı halde tecrübe ve denemek için yapan kâfir olmaz." diye
zikredilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, sihrin tesirine inanmayan veya küfrü
gerektiren bir şey yapmayan kimseye "sihir yapıcı" denmez, işin
hakikatını Allah Teâlâ Hazretleri bilir.
"On bir olmuş olur ilh..."
= Tevbeleri kabul edilmeyip öldürülecek
olan kimseler şunlardır.;
1) Tekrar tekrar mürted olanlar.
2) - Hâşâ - Resûl-i Ekrem Efendimize
diluzatmacür'etinde bulunanlar.
3) Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer
(R.A.)'e veyabunlardan birine dil uzatanlar.
4) Sihir yapıp, sihrin tesirine inananlar.
5) Zındıklar.
6) Adam boğmayı ödet edinmiş olanlar.
7) Kahinler.
8) Mülhidler.
9) İbâhiler.
10) Münafıklar.
11) İslâm dininde haram olduğu kesin olarak
bilinen şeyleri kalbiyle tasdik etmediği halde diliyle haram olduğuna
inandığını söyleyenler.
Ben derim ki: Sihir yapan kimsenin asılda
Müslüman olup, sihir yapmakla mürted olduğu için öldürülmesi şart değildir.
Çünkü sihir yapan kimse kâfir olsa bile öldürülür. Adam boğmayı âdet edinmiş
kimsenin öldürülmesi, kafir olduğu için değil, onun şerrinden insanları
kurtarmak içindir. Zındıklığa ve ilhâd (sapıklığ)a dâvet eden kimseler asılda
kâfir olsalar bile, Müslüman olduklarını söyledikleri için öldürülmemeleri
lâzımdı, Fakat yeryüzünde fesad çıkarmaya çalıştıkları için öldürülürler.
Bundan anlaşılmıştır ki; "Tevbeleri kabul edilmeyip öldürülecek olan kimseler"
ile "gerek Müslüman gerek kafir olsun işledikleri cinayetten dolayı
tevbeleri kabul edilmeyip öldürülecek kimseler" murad edilmiştir. Yoksa
"kâfir oldukları veya mürted oldukları için tevbeleri kabul edilmeyip
öldürülecek kimseler" murad edilmemiştir. Buna göre. yol kesicilerin,
sapık fırkaların, üzerine zina yahut hırsızlık yahut kazf yahut içki haddi
(cezası) lâzım gelen kimselerin de zikredilmesi münâsib olurdu.
METİN
= Mürted olduklarında öldürülmeyenler =
Bilmiş ol ki, mürted olan Müslüman tevbe
edip İslâmiyet'e geri dönmezse muhakkak öldürülür. Ancak şu kimseler
öldürülmeyip hapsedilir ve Müslüman olmaları için cebrolunur:
Kadın, hünsâ, Müslümanlığı tebaiyetle olan
kimse, Müslüman olan kâfir bir çocuk, zorla Müslümanlığı kabul eden kimse, iki
erkeğin şahitlikleriyle Müslümanlığı sâbit olup sonra o iki erkek,
şâhidliklerinden dönseler böyle Müslümanlığı şahitlikle sâbit olan kimse; Eşbâh
sahibi, bir erkek ile iki kadının şâhidlikleriyle Müslümanlığı sâbit olan
kimseyi de ziyade etmiştir.
İki Hıristiyan erkek bir Hıristiyan erkeğin
Müslüman olduğuna şahitlik edip o da Müslüman olduğunu inkâr etse şahitlikleri
kabul edilmez. Bazılarına göre kabul edilir. İşte böyle Müslüman olduğuna
şahitlik edilen kimse, eğer iki Hıristiyan erkek bir Hıristiyan kadının
Müslüman olduğuna şahitlik etseler, şahitlikleri ittifakla kabul edilir. Bu
bahsin tamamı Dürer'in Kerahiyet bahsinin sonundadır. Böyle mürted olan bir
kadının İslâm memleketinde doğurmuş olduğu çocuk mürted olarak bâliğ olduğunda
yahut sarhoş olan bir kimse Müslüman olduğunda aklı eren çocuk gibi kabul
edilir. Buluntu çocuk da böyledir. Müslümanlığı hükmî olup hakiki değildir.
Haniyye'de ve diğer fıkıh kitaplarında : "Yukarıda geçen zorla
Müslümanlığı kabul eden kimsenin harbi (Müslümanlar ile aralarında anlaşma
bulunmayan gayri Müslimlere aid ülke ahalisinden) olması lâzımdır." diye
kayıdlanmıştır. Zimmî (İslâm devleti tebaasından olup İslâm ülkesinde oturan
gayrı Müslim) ile müste'men (kendisine emân verilen gayrı Müslim) zorla
Müslümanlığı kabul etseler, Müslümanlıkları sahih olmaz. Fakat musannıf:
"İkrâh (zorlama) bahsinde, kıyasa göre zimminin zorla Müslümanlığı kabul
etmesi sahihdeğildir." demiştir. İstihsana göre, zimmînin zorla
Müslümanlığı kabul etmesi sahihdir. Buna göre mürted olduklarında öldürülmeyen
kimseler on dört olmuş olur.
Birkaç kimse bir şahsın mürted olduğuna
şâhidlik edip, o da inkâr etse, adâletli olan şâhidleri yalanlamak için değil,
onun inkârı tevbe ve mürtedlikten dönme sayılacağı için kendisine dokunulmaz.
Yani mürtedliği tevbesi kabul edilen şeyler ile olmuşsa amelinin sevâbından
mahrum olması, vakfının bâtıl olması, karısı ile arasında ayrılık vâki olması
gibi, mürteddin diğer hükümleri sâbit olur. Fakat kendisi tevbe edip
Müslümanlığa geri dönmüş olduğu için öldürülmez. Eğer mürtedliği -hâşâ-
Peygamber Efendimize dil uzatma gibi tevbesi kabul edilmeyen şeyle olmuşsa,
tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Nitekim yukarıda geçmiştir. Eşbâh.
Bahır'da: "Bazıları: Bir Müslüman'ın
mürted olması ve mürtedliğin diğer hükümleri hakkında şâhidlik asla kabul
edilmez; diyerek yanılmışlardır." diye zikredilmiştir. Musannıf da bunu
ikrar etmiştir. Böylece mürted olduklarında öldürülmeyenler on beş olmuş olur.
Şürunbulâlî'nin Vehbâniyye şerhinde
zikredilmiştir ki; mürtedliğin ittifakla küfür olan suretlerinde amel ve nikâh
batıl olur. Hemen mürtedlikten tevbe edip İslâmiyet'e dönmez ve nikahı
yenilemezse çocukları veledi zina olur.
Mürtedliğin küfür olmasında ihtilal bulunan
suretlerinde istiğfar tevbe ve nikahı yenilemekle emrolunur.
İZAH
"Kadın ilh..." Kadınlar mürted
olduklarında öldürülmeyip hapsedilirler ve Müslüman olmaları için
cebredilirler. Ancak -yukarıda geçtiği üzere- sihir yapıp, tesirine inanmak
sebebiyle mürted olan kadın öldürülür. Bahır.
"Hünsâ ilh..." Yani hünsâ-ı
muşkil, erkek veya kadın olduğu tayin edilemeyen kimse, mürted olursa
öldürülmeyip hapsedilir ve Müslüman olması için cebrolunur. Tatarhâniyye'den
naklen Bahır'da böyle zikredilmiştir.
"Müslümanlığı tebaiyetle olan kimse
ilh..." Bedâyı'dan naklen Bahır'da zikredilmiştir ki: anası babası
Müslüman olan bir çocuk, onlara tâbi olmakla Müslüman sayıldığı halde
kendisinden İslâmiyet'e dair bir ikrar işitilmeksizin kâfir olarak bâliğ olacak
olsa mürted sayılamayacağından öldürülmesi câiz değildir. Çünkü mürtedlik,
tasdikten sonra meydana gelen bir yalanlamanın ismidir. Halbuki bu çocuk, bâliğ
olduktan sonra İslâmiyet'i tasdik etmemiştir. Zira tasdikin delili olan ikrar
mevcud değildir. Ancak bu çocuk, bâliğ olmadan önce ebeveynine tebaiyetle
Müslüman hükmünde bulunmuş olduğu için, baliğ olduktan sonra görülen küfründen
dolayı tevbe edinceye kadar hapsolunur. Kazancı hakkındaki hüküm, mürtedlerin
kazançları hakkındaki hüküm gibidir. Zira hükmen mürteddir.
"Müslüman olan kafir bir çocuk
ilh..." Yani kâfir bir çocuk anasına babasına tâbi olmakla değil, kendisi
bizzat Müslüman olup sonra mürted olarak bâliğ olsa öldürülmeyip hapsedilir ve
Müslüman olması için cebrolunur. Bahır.
"Zorla Müslümanlığı kabul eden kimse
ilh..." Zorla Müslümanlığı kabul eden kimsenin, Müslüman olduğuna hükmetmek,
zahire (görünüşe) göredir. Çünkü kılıç başı üzerinde bulunurken inanmadığı
açıktır. Fakat bununla beraber bir şübhe meydana gelir ve o kimsenin
öldürülmesini düşürür. Fetih sahibi, bunları Mebsût'dan naklettikten sonra
şöyle devam etmiştir: "Bu zikredilenlerden her biri öldürülmeyip Müslüman
olmaları için cebrolunur. Eğer bir kimse bu zikredilenlerden birini henüz tevbe
edip İslâmiyet'e geri dönmeden önceöldürürse, o kimseye bir şey lâzım
gelmez."
"Sonra o iki erkek şâhidliklerinden
dönseler ilh..." Çünkü geri dönmeleri, şâhidlikleri hususunda yalancı
oldukları şüphesini verir.
"Bir Hıristiyan kadının Müslüman
olduğuna şâhidlik etseler, şâhidlikleri ittifakla kabul edilir ilh..."
Çünkü mürted olan erkek öldürülür. Mürted olan kadın öldürülmeyip Müslüman
olması için cebrolunur.
"Mürted olan bir kadının İslâm
memleketinde doğurmuş olduğu çocuk mürted olarak bâliğ olduğunda ilh..."
Yani anası gibi öldürülmeyip Müslüman olması için cebrolunur.
"Sarhoş olan bir kimse Müslüman
olduğunda ilh..." Yani sarhoş olan bir kimsenin Müslüman olması sahihdir.
Eğer bundan sonra mürted olursa aklı eren çocuk hükmünde olup, çocuk mürted
olduğunda öldürülmediği gibi bu da öldürülmez. Bu, Tatarhâniyye'den naklen
Bahır'da zikredilmiştir.
Ben derim ki: Ayıldıktan sonra mürted
olursa öldürülmez. Çünkü sarhoşun Müslüman olmasında şüphe vardır.
"Hükmî olup ilh..." Yani buluntu
bir çocuk, İslâm memleketine tâbi olmakla Müslüman sayılır. Nitekim bâbında
gelecektir.
"İstihsana göre, zimminin zorla
Müslümanlığı kabul etmesi sahihdir îlh..." Bununla amel edilir. Remli.
Bazı âlimlere göre doğru olan da budur. T.
Ben derim ki: Bunun vechi şudur: Harbî olan
kimse Müslümanlarla savaşır. Bunda kıyas ve istihsan câri değildir. Fakat zimmî
böyle değildir. Çünkü zimmi zimmeti kabul ettikten sonra Müslümanlarla
savaşamaz. Artık kıyasa göre zorla bir Müslüman'ın mürted olması sahih olmadığı
gibi, zorla bir zimmînin Müslüman olması da sahih değildir. Fakat istihsana
göre, zimmînin zorla Müslüman olması sahihdir. Ancak mürted olursa öldürülmez.
"Mürted olduklarında öldürülmeyen
kimseler on dört olmuş olur ilh..." Bunlar şunlardır:
1 - Kadınlar.
2 - Hünsâlar.
3 - Müslümanlığı tebaiyetle olan kimseler.
4 - Anasına babasına tâbi olmakla değil
bizzat kendileri Müslüman olan kâfir çocuklar.
5 - Zorla Müslümanlığı kabul eden harbîler.
6 - Zorla Müslümanlığı kabul eden zimmîler.
7 - Zorla Müslümanlığı kabul eden
müstemenler
8 - İki erkeğin şahidlikleriyle
Müslümanlıkları sâbitolup, sonra şâhidleri dönen kimseler.
9 - Müslümanlıkları bir erkek ile iki kadının
şâhidlikleriyle sâbit olan kimseler.
10 - İki Hıristiyan erkeğin Müslüman
olmuşlardır, diye şâhidlik yaptıkları Hıristiyan erkekler.
11 - İki Hıristiyan erkeğin Müslüman
olmuşlardır, diye şâhidlik yaptıkları kadınlar.
12 - Müslüman memleketinde mürted olan
kadınlardan doğup mürted olarak bâliğ olan kimseler.
13 - Sarhoş iken Müslüman olan kimseler.
14 - Buluntu olan çocuklar.
"Onun inkârı tevbe ve mürtedlikten
dönme sayılacağı için kendisine dokunulmaz ilh..." Bundan anlaşılmıştır
ki, şehâdet kelimelerini söylemese bile İslâmiyet'e dönmüş sayılır. Çünkü
mürtedlik bahsinin evvelinde: "Mürted olan bir kimsenin tevbe edip
İslâmiyet'e geri dönmesi için şehâdet kelimelerini söylemesi şart kılınmayıp
bâtıl olan bütün dinlerden berî olduğunu ve İslâm dinine girdiğini söylemesi
şarttır." diye zikredilmiştir. Onun inkârı, şehâdet kelimelerini
söylemekle beraber olması da muhtemeldir. Hâkim'in Kafî'sinde zikredilen mesele
bunu teyid eder. Şöyle ki: Mürted olan bir kadın, hâkimin huzuruna
çıkarıldığında "Ben mürted olmadım ve ben Allah'dan başka ilâh olmadığına,
Hz. Muhammed (S.A.V.)'in Allah'ın resûlu olduğuna şehâdet ederim" dese bu
inkârı tevbe sayılır.
İnkâr, ancak üç şart ile tevbe olarak kabul
edilir:
1 - Mürted olan kimsenin mürtedliğini inkâr
etmesi.
2 - Allah Teâlâ'nın birliğini ve Hz.
Muhammed (S.A.V.)'in Peygamberliğini ikrar etmesi.
3 - İslâm dinini ikrar ve kabul etmesi.
Eşbâh şerhi, Zahire.
"Vakfının bâtıl olması ilh..."
Yani bir Müslüman mürted olunca, her türlü vakfı bâtıl olur. Çünkü vakıf bir
kurbet ve bir ibâdettir. Kurbet ile ibâdet ise mürtedlikle bâkî kalmaz. Sonra
tevbe edip İslâmiyet'e dönünce, vakıfları geri dönmüş olmaz. Yeniden vakfetmesi
lazım gelir. Bundan dolayı bir mürted ölür yahut öldürülür yahut dar-ı harbe
kaçtığına hükmolunursa, Müslüman iken vakfetmiş olduğu şeyler varislerine mirâs
olarak intikal eder. Bahır.
"Karısı ile arasında ayrılık vâki
olması ilh..." Yani mürtedlik ile karı koca arasında ayrılık vâki olur.
İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre, erkek mürted olursa, bu ayrılık fesih
(nikahın bozulması) yoluyla olur. İmam Muhammed'e göre, bu ayrılık talâk
yoluyla olur. Kadın mürted olursa, bu ayrılık ittifakla fesih yoluyla olur.
Karı ile koca arasında mürtedlik sebebiyle meydana gelen ayrılık, mürtedlikten
tevbe edip İslâmiyet'e geri dönmekle ortadan kalkmış olmaz. Mutlaka nikâhın
yenilenmesi lâzım gelir.
"On beş olmuş olur ilh..."
İnkârı, hükmen (tevbe sayılıp hakikaten tevbe etmediği için bu kimse de mürted
olup tevbe etmediklerinde öldürülmeyen kimselere dahil olmuştur.
"Çocukları veled-i zina olur
ilh..." Nuru'l- Ayn'da zikredilmişti ki, Müslüman bir erkek mürted olursa
nikâhı bâtıl olur. Erkek tevbe edip İslamiyet'e geri dönünce kadın razı olursa
yeniden evlenirler. Razı olmazsa evlenemezler. Mürted olduktan sonra nikah yenilenmeden
önce cinsî münasebetten hasıl olan çocukların nesebleri sabit olur Fakat
veled-i zina olurlar.
Ben derim ki; Galiba nesebin sâbit olması,
ihtılâf şübhesinden dolayıdır. Çünkü İmam Şâfiî'ye göre, mürted olan kimse ile
karısı arasında ayrılık vâki olmaz.
"Nikahı yenilemekle emrolunur
ilh..." Küfür olduğunda ittifak bulunan bir şeyi, bir Müslüman yaptığında
veya söylediğinde kendisine o şeyden tevbe ve istiğfar etmesi ve mutlaka
nikâhını yenilemesi emrolunur.
Küfür olduğunda ihtilaf bulunan bir şeyi, bir
Müslüman yaptığında veya söylediğinde kendisine o şeyden tevbe ve istiğfar
etmesi ve ihtiyaten nikâhını yenilemesi emrolunur.
Küfrü gerektirmeyen fakat hatalı ve
tehlikeli olan bir şey, bir Müslüman yaptığında veya söylediğinde ondan tevbe
ve istiğfar etmesi emrolunur, nikâhını yenilemesi emrolunmaz.
METİN
Mürted olan kimse, cizye vermesiyle yahut
kendisine geçici veya devamlı emân verilmekle mürtedliği üzere bırakılmaz.
Dar-ı harbe kaçtıktan sonra esir edilip yakalansa, köle olarak da bırakılmaz.
Çünkü onun hakkında terettüp eden hüküm, ya tevbe edip İslâmiyet'e dönmek veya
öldürülmektir. Mürted olan kadın, mürted erkek gibi değildir.
Bir Hıristiyan, Yahudi veya bir Yahudi
Hıristiyan olsa hali üzere bırakılırlar. Kendi dinlerine geri dönmeleri için
cebrolunmazlar. Çünkü küfür bir millettir. İmam Şâfii buna muhâlefet etmiştir.
Mürtedin kendi mallarına malik olması
geçici olarak durdurulur. Tevbe edip İslâmiyet'e dönerse malına mâlik olur.
Eğer mürted olarak ölür yahut öldürülür, yahut dar-ı harbe kaçtığına
hükmolunursa Müslüman iken kazandığı mala, Müslüman iken almış olduğu borcu
ödedikten sonra Müslüman vârisleri mirâsçı olur. Eğer vârisi karısı olursa
iddeti bitmemiş olması şartıyla mirâsçı olur. Mürted iken kazandığı malından
mürted iken almış olduğu borcu ödedikten sonra geri kalan malı ganimet olur.
İmameyn'e göre, mürted olan kadının kazancı
gibi, mürted erkeğin kazancı da gerek Müslüman iken kazandığı olsun, gerekse
mürted iken kazandığı olsun Müslüman olan vârislerinin olur.
Hâkim, mürtedin kaçtığına hükmederse,
malının üçte birinden müdebberi, malının hepsinden ümmüveledi âzâd olur. Sonra
vereceği borcunun hemen verilmesi lâzım gelir, malı varisleri arasında taksim
edilir, mükâtebi kitabet bedelini vârislere öder. Velâ hakkı mürtedde aid olur.
Çünkü o, âzâd etmiştir. Bedâyı.
Bir mürtedin dar-ı harbe kaçtığına
hükmetmek, ancak kölenin kendi hakkını dâvâ etmesi zımında sahih olmalıdır.
İZAH
"Mürted olan kadın, mürted erkek gibi
değildir ilh..." Yani mürted olan bir kadın dar-ı harbe kaçtıktan sonra esir
edilip yakalansa, öldürülmesi câiz olmadığı için cariye olur. Fakat İslâmiyet'e
dönmesi için cebrolunur. Bu cebrolunma, hapsedilmek ve dövülmek suretiyle
yapılır. Bu muamele onun İslâmiyet'e dönmesine veya ölmesine kadar devam eder.
Cariye olması, İslâmiyet'e geri dönmesi için cebredilmesini kendisinden
düşürmez. Nitekim Müslüman olan bir cariye mürted olsa İslâmiyet'e dönmesi için
cebrolunur. Bedâyı, Bahır.
"Mürtedin kendi mallarına mâlik olması
geçici olarak durdurulur ilh..." İmameyn'e göre, durdurulmaz. Bedâyı'da
zîkredilmiştir ki; mürted, tevbe edip İslâmiyet'e dönerse malına mâlik
alacağında, mürted olarak ölür yahut öldürülür yahut dar-ı harbe kaçtığına
hükmolunursa malına mâlik olamayacağında ihtilâf yoktur. Ancak ihtilâf mürted
olarak öldüğünde yahut öldürüldüğünde yahut dar-ı harbe kaçtığına
hükmolunduğunda vardır. İmameyn'e göre, o ândan itibaren malına mâlik olamaz.
İmam-ı Azam'a göre, mürted olduğu andan itibaren malına mâlik olamaz.
İhtilâfın faidesi; İmameyn'e göre, mürtedin
tevbe edip İslâmiyet'e dönmeden önceki tasarrufları geçerlidir. İmam-ı Azam'a
göre, durdurulur. Çünkü malına mâlik olması, durdurulmuştur. İslâmiyet'e
dönerse tasarrufları geçerli olur. İslâmiyet'e dönmezse bâtıl olur. Kiraya
vermesi, kiralaması, vasiyeti, vasî tâyin etmesi, vekil tâyin etmesi, vekil
olması durdurulmayıp derhal bâtıl olur. Amelinin sevâbı gider, nikâhı bozulur.
İslâmiyet'e dönünce nikâhını yenilemesi lâzım gelir. Ancak karı ile kocanın her
ikisi birlikte mürted olup yine birlikte İslâmiyet'e dönerlerse aralarındaki
nikâh olduğu gibi bâkî kalıp nikâhın yenilenmesine lüzum görülmez.
"Müslüman iken kazandığı mala Müslüman
vârisleri mirasçı olur ilh..." İmam Muhammed'den bir rivâyete göre,
mürtedde mürted olarak öldüğü yahut öldürüldüğü yahut dar-ı harbe kaçtığına
hükmolunduğu zaman vâris bulunanlara itibar edilir. Esah olan rivâyet de budur.
İmam Muhammed'den diğer bir rivâyete göre, mürted olduğu zaman vâris
bulunanlara itibar edilir. İmam Muhammed'den üçüncü bir rivâyete göre, mürtedin
hem mürted olduğu zaman hem de mürted olarak öldüğü yahut öldürüldüğü yahut
dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğu za-man vâris bulunanlara itibar edilir. İmam
Muhammed'den sahih olan rivâyete göre, mürted olan bir kimsenin mürted olduğu
günde: kafir çocuğu bulunup, bu çocuk babası mürted olduktan sonra fakat babası
mürted olarak ölmeden yahut öldürülmeden yahut dar-ı harbe kaçtığına
hükmolunmadan önce Müslüman olsa babasına mirâsçı olur.
Kezâ: Bir kimsenin mürted olduktan sonra
Müslüman cariyesinden olan çocuğu kendisine mirâsçı olur. Her ne kadar çocuk
anasına tebaiyetle Müslüman sayılsa bile "Dar-ı harbe kaçtığına hüküm
olunduğu zaman vâris bulunanlara itibar edilir." ifadesi esah kavle
muhaliftir. Esah olan kavle göre "dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğu zaman"
vâris bulunanlara değil, "dar-ı harbe kaçtığı zaman" vâris
bulunanlara itibar edilir. Bu zâhir rivâyettir.
Siyer-i Kebîr Şerhi'nde: "Dar-ı harbe
kaçtığına hükmolunduğu zaman vâris bulunanlara itibar edilir." diye
zikredilmiştir.
"Eğer vârisi karısı olursa
ilh..." Yani mürted olan kimseye karısı iddeti içinde vâris olur. Mürted
olan kimse mürted olmakla ölüm hastalığına yakalanmış gibidir. Çünkü mürted
olan kimse öldürülünceye kadar küfür üzerinde ısrar etmesiyle ölümün sebebi
olan mürtetliği seçmiştir. Nehir.
"İddeti bitmemiş olması şartıyla
ilh..." Bu ifadeye göre, mürtedin karısı kendisine cinsî yakınlıkta
bulunulmamış yahut cinsî yakınlıkta bulunulup mürted olan kocası mürted olarak
ölmeden yahut öldürülmeden yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmeden önce
iddetini bitirmiş olursa kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü mirasçı olacağı
zamandan önce aralarındaki evlilik tamamıyla ortadan kalkmıştır. Birbirine
yabancı olmuşlardır. Nehir.
"Müslüman iken almış olduğu borcu
ödendikten sonra ilh..." Yani "bir mürtedin Müslüman iken almış olduğu
borcu Müslüman iken kazanmış olduğu maldan, mürted iken almış olduğu borcu
mürted iken kazanmış olduğu maldan ödenmesi" İmam Züfer'in İmam-ı Azam'dan
rivâyetidir. İmam Ebû Yusuf'un İmam-ı Azam'dan rivâyetine göre, mürtedin bütün
borçları mürted iken kazanmış olduğu maldan ödenir. Bu kazancı kâfi gelmezse
gerikalan borcu Müslüman iken kazanmış olduğu malından ödenir. Hasan b.
Ziyad'in İmam-ı Azam'dan rivâyetine göre, mürteddin bütün borçları yalnız
Müslüman iken kazanmış olduğu maldan ödenir. Bu kazancı kâfi gelmezse geri
kalan borcu mürted iken kazanmış olduğu maldan ödenir. Bedâyı'da,
Valvalciyye'de: "Sahih olan Hasan b. Ziyad'ın rivâyetidir." diye
zikredilmiştir. Çünkü ölünün borcu kendi malından ödenir. Mürtedin malı ise
Müslüman iken kazanmış olduğu malıdır. Mürted iken kazanmış olduğu malı ise,
ganimet olarak Müslümanlara aiddir. Bu maldan borç ancak zaruret zamanı ödenir.
Zaruret zamanı ise, Müslüman iken kazanmış olduğu malı borcuna kâfi gelmediği
zamandır. Nehir.
TENBİH: Kuhistânî'de zikredilmiştir ki;
İmam-ı Azam'dan zikredilen bu üç rivâyet, mürted olan kimsenin hem Müslümanlığı
halinde hem de mürtetliği halinde olmak üzere iki kazancı bulunduğu
takdirdedir. Eğer iki kazancı bulunmazsa borcu bulunan kazancından ödenir.
Bunda ihtilaf yoktur. Yine bu ihtilâf mürteddin kendi ikrarıyla sâbit olmayan
borcunun ödenmesi hakkındadır. Mürtedin kendi ikrarıyla sâbit olan borcu mürted
iken kazanmış olduğu maldan ödenir.
"Mürted iken kazandığı malından mürted
iken almış olduğu borcu ödendikten sonra geri kalan malı ganimet olur
îlh..." Yani geri kalan malı, Müslümanlar için beytülmale konulur. Mürted
iken kazandığı malı ile, dar-ı harbe kaçmadan önce kazanmış olduğu malı murad
edilmiştir. Dar-ı harbde kazanmış olduğu malı ise, dar-ı harbde mürted olarak
öldükten sonra ancak mürted olup kendisi ile beraber dar-ı harbe kaçmış olan
çocuğuna tahsis olunur. Zira o malı, ehl-i harbden (Müslümanlar ile harb edecek
kimselerden) iken kazanmıştır. Mürted olup kendisiyle beraber kaçmış olan
çocuğu da ehl-i harbden olmuştur. Ehl-i harb birbirine vâris olup, ehl-i İslâm
ehl-i harbe vâris olamaz. Eğer o mürte-din Müslüman çocuğu da kendisi ile
birlikte dar-ı harbe kaçmış olursa, bu Müslüman çocuğu İmam-ı Azam'a göre ancak
babasının Müslüman iken kazanmış olduğu malına vâris olup, mürted iken kazanmış
olduğu malına vâris olamaz. Çünkü Müslüman nerede bulunursa bulunsun Müslüman
memleketi ehlinden sayılacağından Müslüman çocuğun dar-ı harbde bulunduğu hali,
İslâm memleketinde bulunduğu hali gibidir. Siyer-i Kebîr şerhi.
"İmameyn'e göre, mürted olan erkeğin
bütün malına Müslüman va-risleri mirâsçı olur ilh..." Çünkü İmameyn'e
göre, bir mürtedin malları kendi mülkünden yalnız mürted olmasıyla çıkmış
olmaz. Mürted olarak öldüğü yahut öldürüldüğü yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğu
ândan itibaren mülkünden çıkar. Bundan dolayı mürtedin gerek Müslüman iken
kazanmış olduğu mallarına, gerekse mürted iken kazanmış olduğu mallarına
Müslüman vârisleri mirâsçı olur.
"Mürted olan kadının kazancı gibi
ilh..." Yani mürted olan kadının kazancı Müslüman vârislerinin olur. Kadın
hasta iken mürted olursa ona Müslüman kocası da vâris olur. Çünkü kadın hasta
iken mürted olmakla kocasının hakkını iptal etmeyi kasdetmiştir. Hasta olmadığı
halde mürted olursa, kocası ona vâris olamaz. Zira mürted olan kadın
öldürülmez. Bundan dolayı mürted olan kadının malına kocasının hakkı teallûk
etmiş olmaz. Mürted olan erkek böyle değildir.
Velhâsıl: Mürted olan erkeğin karısı iddet
içinde ona mutlak surette vâris olur. Şöyle ki: Bir erkek gerek hasta iken gerekse
hasta olmadığı, halde mürted olsun, mürted olarak öldüğünde yahut
öldürüldüğünde yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğunda karısının iddeti
henüz bitmemiş ise ona mirâsçı olur. Kadın hasta iken mürted olursa, Müslüman
olan kocası ona vâris olur. Kadın hasta olmadığı halde mürted olursa, kocası
ona vâris olamaz.
"Sonra vereceği borcunun hemen
verilmesi lâzım gelir ilh..." Çünkü mürted olan kimsenin dar-ı harbe
kaçtığına hükmolunmakla ehl-i harbden olmuş olur. Ehl-i harb ise İslâm ahkâmı
hakkında ölülerle müsavidir. Bundan dolayı bir mürteddin dar-ı harbe kaçtığına
hükmolunduğunda ölmüş olduğuna hükmedilmiş olur. Artık ölmüş kimse ile ilgili
hükümler sâbit olur. Nehir.
"Bir mürtedin dar-ı harbe kaçtığına
hükmetmek ilh..." Bilmiş ol ki, bazı fukahâ: "Bir mürtedin dar-ı
harbe kaçtığına hükmetmek şart olmayıp, mürtedin ahkâmından birisine
hükmedilmesi, dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmesi için kâfidir." demiştir.
Fakat ekser-i fukahaya göre, mürted ile ilgili hükümlere karar verilmeden önce,
mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmiş olması şarttır. Müctebâ, Fetih,
Bundan anlaşılmıştır ki; mürtedin dar-ı harbe kaçtığına kasden hüküm verilmesi
sahihtir. Fakat lâyık ve münasip olan, mürtedin dar-ı harbe kaçtığına
hükmetmek, ancak kölenin kendi hakkını dâvâ etmesi zımnında sahih olmasıdır.
Çünkü mürtedin dar-ı harbe kaçması, öldüğü gün gibi olduğundan kasden hüküm
altına girmemelidir. Bahır.
Nehir'de zikredilmiştir ki; "Mürted
ile ilgili hükümlere karar verilmeden önce mürtedin dar-ı harbe kaçtığına
hükmedilmiş olması şarttır." ifadesinin mânâsı, hâkimin ibtidâen "ben
falan mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hüküm verdim" demesi olmayıp, bilâkis
meselâ; bir müdebber: "benim efendim mürted olarak dar-ı harbe kaçtı, bu
yüzden ben âzâd oldum" diye dâvâ edip ispat ederse, hâkim önce efendisinin
dar-ı harbe kaçtığına, sonra da o müdebberin âzâd olduğuna hükmeder. Nitekim
fukahânın kelâmından anlaşılan da budur.
Mücteba'da zikredilmiştir ki; bazı fukahâya
göre, hakimin müdebberin azâd olduğuna hükmetmesi zımnında mürteddin dar-ı
harbe kaçtığı sâbit olur. Ama ekser-i fukahâya göre, hâkimin önce mürtedin
dar-ı harbe kaçtığına hükmetmesi lâzımdır. Çünkü mürted olan efendisinin dar-ı
harbe kaçtığına hükmedilmesi, müdebberin azâd olmasının sebebidir.
Mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmedilince,
mürtedin ölmüş hükmünde olmasında İmam Şâfiî'nin ihtilafı vardır. Bu ihtilâf
şüphesinden dolayı önce mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmeli, sonra da
mü debberin âzâd olmuş olduğum hükmedilmelidir.
METİN
Bilmiş ol ki, mürtedin mürted iken
tasarrufları dört kısımdır:
1 - Mürtedin bir kısım tasarrufları
ittifakla geçerlidir. Bunlar, tam velâyete dayanmayan şu beş tasarrufdur:
a) İstilâdı,
b) Talâkının vâki olması,
c) Hibeyi kabul etmesi,
d) Şuf'ayı teslim etmesi,
e) İzin verilmiş kölesini hacr ve men
etmesidir.
2 - Mürtedin bir kısım tasarrufları da
ittifakla bâtıldır. Bunlar, yapan kimsenin her hangi bir dine bağlı olmasıyla
sahih olan şu beş tasarrufdur:
a) Nikahı,
b) Kestiği hayvan,
c) Avladığı av,
d) Şahitliği,
e) Vâris olmasıdır.
3 - Mürtedin bir kısım tasarrufları da
ittifakla durdurulandır. Bunlar, eşitlik esasına dayanan mufavaza ortaklığı ile
başkasına geçerli velâyet esasına dayanan küçük çocuğu üzerindeki
tasarruflardan ibarettir.
4 - Mürtedin bir kısım tasarrufları da
İmam-ı Azam'a göre, mülkü zail olduğu için durdurulur. İmameyn'e göre geçerli
olur. Bunlar malı mal ile mübadele veya teberru akdi yoluyla olan
tasarruflardır. Alış-veriş, sarf, selem, köle âzâd etme, müdebber kılma,
kitabete kesme, hibe etme, rehin verme, kiraya verme, ikrardan sulh olma,
hükmen mübadele olduğundan borcu alma, vasiyet gibi. Bu tasarruflar İmam Azam'a
göre durdurulur. Bunlar mürtedin İslâmiyet'e dönmesiyle geçerli olur. Mürted
olarak ölmesi yahut öldürülmesi yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmesiyle bâtıl
olur. İmameyn'e göre, bu tasarruflar sahih ve geçerlidir.
Mürtedin bir kâfire emân vermesi ve
âkılesinin diyetini ödemesi beyan edilmeyip bâkî kalmıştır. Bunların bâtıl
olmasında şübhe yoktur. Mürtedin emanet vermesi, emaneti kabul etmesi, yitiği
alması, hamam kapısına veya yol üzerine bırakılmış çocuğu alması câizdir.
Nehir.
Mürted olan bir kimse dar-ı harbe kaçıp,
kaçtığına dair hüküm verilmeden önce Müslüman olarak gelirse hakikaten öldükten
sonra dirilmiş gibi olup sanki mürted olmamıştır. Zeylaî.
Mürted olan kimse dar-ı harbe kaçtıktan
sonra Müslüman olarak gelirse vârislerinin elinde bulunan malını hâkimin
hükmüyle veya vârislerinin rızasıyla alır. Malı beytülmale verilmişse ganimet
olduğu için onu alamaz. Malı helâk olmuş veya varisi onu mülkünden çıkarmışsa,
her ne kadar malı başkasının elinde mevcud olsa bile alamaz. Çünkü mürtedin
dar-ı harbe kaçtığına dair hâkimin vermiş olduğu hüküm sahihdir. Müdebberinin,
ümmü veledinin âzâd edilmiş olmaları bozulmaz. Bunların velâsı kendisinin olur.
Mükâtebi de kitabet bedelini vârislerine öde-memişse ondan kendisi alır. Eğer
kitabet bedelini ödemekten aciz olursa kendisine köle olarak döner. Bedâyı.
İZAH
"Mürted iken tasarrufları dört
kısımdır ilh..." Yani:
1) Mürteddin tasarrufu ittifakla
geçerlidir.
2) Tasarrufu ittifakla bâtıldır.
3) Tasarrufu ittifakla durdurulur.
4) Tasarrufu İmam-ı Azam'a göre,
durdurulur, İmameyn'e göre geçerli olur. T.
"Tam velâyete dayanmayan şu beş
tasarrufdur ilh..." Zeylaî: "Bu beş tasarruf tam velâyeti gerektirmez
ve hakiki mülke de dayanmaz. Hatta bu tasarruflar, velâyeti noksan olan köleden
de sahihdir." demiştir. T.
"İstiladı ilh..." Yani bir
mürteddin cariyesi çocuk doğurup mürted çocuğun nesebinin kendisinden olduğunu
iddia etse, çocuğun nesebi kendisinden sâbit olur. Bu çocuk diğer vârisleriyle
beraber ona vâris olur. Cariye de ümmü veledi olmuş olur. Bahır. T.
"Talâkının vâki olması ilh..."
Yani bir mürted, henüz iddeti içinde bulunan karısını boşayacak olsa talâk vâki
olur. Çünkü mürtedlik ile meydana gelen haram olma, ebedî değildir. Mürtedin
Müslüman olmasıyla karısının haram olması ortadan kalkmış olur. Dar-ı harbe
kaçmadan önceki talâkı vâki olur. Dar-ı harbe kaçıp orada karısını boşasa talâk
vâki olmaz. Ancak karısının iddeti bitmeden Müslüman olarak döner de onu boşarsa
talâk vâki olur. Fetih, Hâniyye.
"Şufayı teslim etmesi ilh..."
Yanı bir mürted şufa hakkını düşürebilir. Bu, İmam Muhammed'in kavlidir. İmam-ı
Azam'a göre, İslâmiyet'e dönünceye kadar şuf'a hakkına mâlik değildir.
İslâmiyet'e dönüp vaktinde şuf'a hakkını taleb etmeyince, bu hak düşmüş olur.
"İzin verilmiş kölesini ilh..."
Yani bir mürted, ticaret yapması için önce izin vermiş olduğu kölesini mürted
iken ticaretten men edebilir.
"Bunlar, yapan kimsenin her hangi bir
dine bağlı olmasıyla sahih olan şu beş tasarruftur ilh..." Yani bir
mürted, mürted olarak bırakılmayacağı için, hiç bir dine bağlı değildir.
"Din" ile "semâvi bir din" murad edilmeyip bütün dinler
murad edilmiştir. Çünkü Mecûsilerin ve puta tapanların nikahları sahihtir.
Halbuki bunların dinleri semâvî bir din değildir.
"Nikahı ilh..." Yani bir mürted,
her hangi bir dine bağlı sayılmayacağından onun bir kadınla nikah akdi -
isterse kadın da kendisi gibi mürted olsun - sahih ve muteber değildir.
"Kestiği hayvan ilh..." Yani bir
mürteddin kestiği hayvan yenmez.
"Avladığı hayvan ilh..." Yani
mürteddin köpek, doğan veya tüfek ile avladığı hayvanların eti de yenmez.
"Şahidliği ilh..." Yani mürteddin
şâhidliği yüklenmesi sahihdir. Fakat başkaları lehine veya aleyhine şahidlik
yapması sahih ve muteber değildir.
Valvalciyye'nin Şehâdât bahsinden naklen
Eşbâh'da: "Bir mürtedin mürted olmadan önce hadîs-i şerif rivâyeti bâtıl
olur, Bundan dolayı kendisinden daha önce işitilmiş olan hadis-i şerifin
rivayet edilmesi caiz değildir." diye zikredilmiştir. Fakat bizim sözümüz
mürtedin, mürtedlik halinde yapmış olduğu tasarrufu hakkındadır. Eşbâh'da ise
bir mürtedin, mürted olmadan önceki tasarrufu beyan edilmiştir.
"Vâris olmasıdır ilh..." Yani bir
mürted hiç bir kimseye varis olamaz, Mürtedin, mürted olmadan önce kazandığı
mal ile mürted olduktan sonra kazandığı mala başkalarının vâris olup olmayacağı
hakkındaki meseleler ise yukarıda geçmiştir.
"Mufaveza ortaklığı ilh..." Bir
mürted bir Müslüman ile mufaveza ortaklığı kursa ittifakla durdurulur. Mürted
İslâmiyet'e dönerse geçerli olur. Mürted olarak ölürse İmameyn'e göre aslından
inâne ortaklığı olmuş olur. İmam-ı Azam'a göre bâtıl olur, Çünkü mufaveza
ortaklığında ortakların dinde de eşit olmaları lazımdır. Bahır
"İmameyn'e göre geçerli olur
ilh..." Ancak mürtedin bu kısım tasarrufları İmam Ebû Yusuf'a göre, hasta
olmayan bir Müslüman'ın tasarrufları gibi geçerlidir. İmam Muhammed'e göre
hasta bir Müslüman'ın tasarrufları gibi geçerlidir. İmam Muhammed:
"Mürtedlik, öldürmeye vardıracağı için, ölüm hastalığı gibidir."
demiştir. İmam Ebû Yusuf ise: "Mürtedin İslâmiyet'e dönerek nefsini
öldürülmekten kurtarmak kendi elindedir. Hasta ise kendi nefsinden hastalığı
gidermeye kâdir değildir. Buna göre mürted, hasta kimseye benzemez."
demiştir. T. Bahır.
"Hibe etme ilh..." Eğer hibe, bir
şey karşılığında yapılırsa mübadele kabilinden olur Bir şey karşılığında
olmazsa teberru kabilinden olur. Nehir. H.
"Rehin verme ilh..." Rehin, helâk
olduğunda borcun karşılığı ödenmiş olur. Buna göre rehin borcun karşılığı olmuş
olur.
"İkrardan sulh olma ilh..." Yani
ikrardan sulh olma, mübadele olur. Ama sulh, inkardan veya sukûttan olursa -
sulh bahsinde zikredildiği üzere - dâvâcı hakkında karşılıktır. Dâvâlı hakkında
yemin fidyesi ve nizayı kesmektir. Bundan "mürted dâvâcı olursa sulhun
mübadele akdinde dahil olacağı, dâvâlı olursa sulhun teberru akdinde dahil
olacağı" anlaşılır. Fakat sulhun teberru olması düşündürücüdür. Çünkü
mürted malı meccanen vermeyip yeminine fidye olarak vermiştir. Yemine fidye
olarak verilen şey ise malı, mal ile mübadele akdi olmadığı gibi, teberrü akdi
de değildir.
"Hükmen mübadele olduğundan borcu alma
ilh..." Fukahâ: "Borç misliyle ödenir ve ödeşme vaki olur. Buna göre
alacağını alan kimse, borçlunun zimmetinde bulunan bedeli almış olur"
demişlerdir. T.
"Vasiyyet ilh..." Yani mürtedin,
mürted iken yapmış olduğu vasiyyeti İmam-ı Azam'a göre durdurulur. İmameyn'e
göre geçerlidir. Müslüman iken yapmış olduğu vasiyyeti kurbet ve ibâdet olsun
olmasın bâtıl olur. Bunda ihtilaf yoktur. Mebsût, Fetih.
"Bunların batıl olmasında şübhe yoktur
ilh..." Yani zimminin emân vermesi sahih olmayınca mürtedin emân vermesi
evleviyetle sahih değildir. Mürteddin âkilesinin diyetini ödemesi bâtıldır.
Çünkü mürtedden yardım da kabul edilmez ve Kendisine yardım da edilmez. Diyet
ödeme ise yardım esasına dayanır. H.
"Sanki mürted olmamıştır ilh..."
Buna göre müdebberi, ümmüveledi âzâd olmaz. Borcunun vadesi gelmiş olmaz. Kendi
malında vârisinin yapmış olduğu tasarrufu iptal edebilir. Çünkü varisi fuzûlî
olmuş olur. Vârislerinin yanında bulunan malı hâkimin hükmü ve vârislerinin
rızaları olmaksızın kendi mülküne döner. Bahır. Dürr-i Müntekâ.
Ben derim ki: Buna misâl: Mürteddin dar-ı
harbe kaçtıktan sonra henüz hâkim kaçtığına hüküm vermeden, İslâm memleketinde
bulunan kölesini âzâd etmesi veya o köleyi dar-ı harbde bulunan bir Müslüman'a
satmasıdır. Birtakım tasarruflarda bulunduktan sonra tevbe ederek geri dönse
bütün malları kendisine verilir. Dar-ı harbde iken yapmış olduğu bütün
tasarrufları da batıl olur. Çünkü dar-ı harbe kaçmakla malları üzerindeki
mülkiyet hakkı kalkmıştır. Mallarının, vârislerinin mülküne dahil olması
hâkimin dar-ı harbe kaçtığına hüküm vermesine bağlıdır. Dar-ı harbe kaçtıktan
sonra henüz hâkim kaçtığına hüküm vermezden önce orada iken yapmış olduğu
tasarrufları mülkü olmayan mallara tesadüf etmiş olduğundan -her ne kadar bu
malları sonra kendi mülküne dönecek olsa bile- sahih ve muteber değildir. Bunun
benzeri şudur: Müşterinin muhayyer olması şartıyla malını satan kimse henüz
müşteri satışı bozmadan önce satmış olduğu malında tasarruf da bulunsa -her ne
kadar satılmış olan mal müşterinin satışı bozmasıyla satan kimsenin mülküne
dönecek olsa bile- bu tasarrufu sahih ve muteber değildir. Eğer dar-ı harbe
kaçıp henüz kaçtığına hüküm verilmemiş olan mürted, orada iken İslâm
memleketinde bırakmış olduğu kölesi hakkında aslen hürdür, veya fülanın
kölesidir, ben ondan gasbettim, diye ikrar ettikten sonra tevbe ederek geri
dönse, bu ikrarı tasarruf olmayıp lâzım olan bir ikrar olduğundan sahih ve
mu'teberdir. Nitekim bir kimse bir şahsın kölesi hakkında aslen hürdür veya
fülanın kölesidir diye ikrar ettikten sonra, o köleyi o şahıstan alsa, önceki
ikrarı satın aldıktan sonraki ikrarı gibi sahih ve muteberdir. Siyer-i Kebîr
Şerhi.
"Hakikaten öldükten sonra dirilmiş
gibi olup ilh..." Yani hakikaten ölmüş bir kimseyi Allah Teâlâ diriltip
dünyaya gönderse, o kimse vârislerinin elinde bulduğu mallarını alır. Bahır.
Fakat Bahır sahibi bu meseleyi "Bir mürted dar-ı harbe kaçıp, kaçtığına
dair hâkim tarafından hüküm verildikten sonra tevbe edip geri gelirse,
vârislerinin elinde bulduğu mallarını alır." meselesinden sonra
zikretmiştir.
"Hakimin hükmüyle veya vârislerin
rızasıyla alır ilh..." Çünkü hâkim, bir mürtedin dar-ı harbe kaçtığına
hüküm verince, malı vârislerinin mülkü olmuş olur. Bundan sonra mürted tevbe
edip geri gelse, hâkim malının kendisine geri verilmesi için hüküm vermeden
önce malını geri alamaz.
Hatta hâkim malının kendisine geri
verilmesi için hüküm vermeden önce vârisi kölesini âzâd etse, bu mürted
dönmeden önce âzâd etmiş hükmünde olup sahihtir ve mürted için bir şey ödemesi
lazım gelmez.
Mürted, döndükten sonra henüz hâkim malının
kendisine verilmesine hüküm vermeden önce kölesini âzâd etse, bu sahih olmaz.
Çünkü âzâd etme hakikaten mülkü gerektirir. Zeylai. Siyer-i Kebîr Şerhi.
"Malı beytülmale verilmişse ganimet
olduğu için onu alamaz ilh..." Bu ifadeden anlaşılmıştır ki, mürtedin malı
varisi bulunmadığı için beytülmale konulmuşsa o malını alır.
"Veya vârisi onu, mülkünden çıkarmışsa
ilh..." Mürtedin malını vârisi gerek satma veya hibe etme gibi feshi kabul
eden bir sebeple mülkünden çıkarmış olsun, gerekse âzâd etme, müdebber ve
ümmüveled kılma gibi feshi kabul etmeyen bir sebeble mülkünden çıkarmış olsun
mürted bu malını geri alamaz. Çünkü vârisinin yapmış olduğu tasarruf
geçerlidir. Fetih.
"Müdebberinin, ümmüveledinin azad
edilmiş olmaları bozulmaz ilh..." Çünkü bunların azad edilmiş olduğuna
dair verilmiş olan hüküm sahihdir. Azâd etme, sahih olduktan sonra bâtıl olmayı
kabul etmez. Fetih.
"Mükâtebi de kitabet bedelini
vârislerine ödememişse ondan kendisi alır ilh..." Mükâtebi kitabet
bedelini vârislerine ödemişse, bu ödenen bedel vârislerinin elinde mevcudsa
alır, mevcud değilse alamaz. Mükâtebi kitabet bedelini ödemekle âzâd olmuştur.
Azâd olma feshi kabul etmez. Bahır.
METİN
Bir mürted Müslüman iken terk etmiş olduğu
ibâdetlerini mürtedlikden döndükten sonra da kaza etmekle mükellef olur. Çünkü
namazı ve orucu terk etmek günahtır. Günâh ise, mürtedlikten sonra da bâki
kalır. Bu günâhtan kurtulmak ancak kaza etmekle mümkün olur.
Mürted olan kimsenin Müslüman iken yapmış
olduğu ibâdetleri bâtıl olur. Mürtedlikten İslâmiyet'e döndükten sonra o
ibâdetlerini kaza etmesi lâzım gelmez. Bundan yalnız hacc farizası müstesnadır.
Bunu zengin olduğu takdirde kaza etmesi lâzım gelir. Çünkü diğer ibâdetlerin
sebepleri olan vakitler geçmiş olduğundan geri getirilmesi mümkün değildir.
Hacc farizasının sebebi ise, Kâbe-i Muazzama'dır. Bu Sebep mevcuddur.
İslâmiyet'e geri dönen bir mürted ise bir kâfir gibi yeniden Müslüman olmuş
sayılacağından üzerine zengin olduğu takdirde hacc farizası yeniden farz olur.
Bir Müslüman bir şahsın malını çalma gibi
kendisine mal yahut kısas yahut diyet vâcib olacak bir cinâyet işledikten sonra
mürted olup dar-ı harbe kaçsa yahut İslâm memleketinde bu cinâyetlerden
birisini mürted olarak işledikten sonra dar-ı harbe kaçsa ve bir zaman
Müslümanlar ile harp ettikten sonra Müslüman olarak İslâm memleketine gelse,
işlemiş olduğu cinâyetlerin hepsiyle muaheze olunur. Cinâyeti hırsızlık haddi
olduğu takdirde çaldığı malı öderse hırsızlığından dolayı had lâzım gelmez.
Çünkü bunda asıl ve kaide şudur: Mürted, kul hakkı ile muâhaze olunur. Kul
hakkı olmayanda tafsilât vardır. Mürted olarak dar-ı harbe kaçtıktan sonra
orada bu cinâyetleri işledikten sonra Müslüman olarak İslâm memleketine gelse,
bu cinâyetlerinden dolayı muâhaze olunmaz. Çünkü bu cinâyetleri harbî
(Müslümanlar de harbeden kimse) iken yapmıştır. Nitekim bir harbi, Müslüman
olduktan sonra, daha önce Müslümanlarla harp ederken işlemiş olduğu cinâyetlerinden
dolayı muâhaze olunmaz.
Bir kadına, kendisine itimat edilen bir
kimse kocasının öldüğünü veya üç talâk ile boşadığını haber verdiğinde, kadının
iddetini bitirdikten sonra evlenmesi câiz olduğu gibi, bir kadına kocasının
mürted olduğu haber verildiğinde de iddetini bitirdikten sonra istihsânen
başkasıyla evlenmesi câizdir.
Kezâ: Kadına, haber veren itimatlı bir
kimse olmayıp fakat kocasının boşadığını bildiren bir mektup getirip, kadın da
mektubun doğru olduğuna kanaat getirse, yine iddetini bitirdikten sonra
evlenmesinde bir beis yoktur. Mebsût.
Mürted olan her hangi bir kadın öldürülmez.
Küçük veya hunsa olsa bile İslâmiyet'e dönünceye kadar hapsolunur; kendisiyle
beraber oturulmaz, kendisiyle beraber yemek yenilmez. İmam Şâfii'ye göre,
mürted kadın da öldürülür
Bizim Hanefi mezhebinin esah olan kavline
göre, mürted olan bir kadını, isterse kadın cariye olsun, bir kimse öldürürse
kendisine kısas ve diyetten bir şey lâzım gelmez. Esah olan kavle göre, mürted
olan cariye, efendisi istesin istemesin cinsî yakınlıktan başka hizmet için
efendisinin yanında hapsedilir. İki hak arasını birleştirmek için, cariyenin
dövme işini efendisi üzerine alır.
Mürted olan bir kadının İslâmiyet'e dönmesi
ve kocasıyla evlenmesi için cebrolunur. Kocasından başka bir kimse ile
evlenmesi câiz değildir. Bununla fetva verilir. İmam-ı Azam'dan: "Mürted
olan bir kadının İslam memleketinde olsa bile cariye olması câizdir." diye
rivayet edilmiştir. Kendi kocalarından ayrılmak maksadıyla mürted olacak
kadınların bu fena maksatlarını önlemek için bu kavil ile fetva verilse, bunda
bir beis yoktur. İstila sebebiyle kocası için cariye olur. Müctebâ.
Fetih'de: "Mürted kadın, Müslümanlar
için ganimet olur. Kocası onu hükümdardan satın alır yahut kocası, kendilerine
ganimet verilenlerden olursa hükümdar, karısını kendisine hibe eder." diye
zikredilmiştir.
Mürted olan bir kadın öldürülmediği için
tasarrufu sahihdir. Mutlak surette kazancı vârislerinin olur. - Hastanın talakı
bahsinde geçtiği gibi- kadın hasta iken mürted olup iddeti içinde ölürse,
Müslüman kocası kendisine vâris olur.
Şârih der ki; Zevahir'de zikredilmiştir ki;
kadın sıhhatta iken mürted olursa, öldürülmeyeceği için mal kaçırıcı
sayılmayacağından kocası kendisine vâris olmaz.
Mürted olan bir kimsenin cariyesi bir çocuk
doğursa, mürted kimse o çocuğun kendisinden olduğunu iddia ettiği takdirde
çocuk hür olarak onun oğlu olur, cariye de ümmüveledi olur. Cariye Müslüman
olursa, o kimsenin mürted olmasıyla çocuğun doğumu arasında gerek altı aydan
az, gerekse ziyade müddet bulunsun, çocuk anasına tebaiyetle Müslüman olur.
Mürted ölür veya dar-ı harbe kaçarsa, Müslüman olan çocuk ona vâris olur.
Cariye kitabi olup efendisinin mürted olmasından itibaren altı aydan önce
doğurursa, çocuk Müslüman olup mürted ba-basına vâris olur. Ancak kitabi olan
cariye, efendisinin mürted olmasından itibaren altı aydan ziyade veya altı ayda
doğurursa, mürtedin suyundan hâsıl olduğundan mürted olan kocasına tâbi olur.
Çünkü mürted, İslâmiyet'e dönmesi için cebrolunacağından İslâmiyet'e yakındır.
Buna göre çocuk mürted olacağından mürted olan babasına vâris olamaz.
İZAH
Mürtedlikten sonra da günâhları bâkidir -
"Günah ise mürtedlikten sonra da bâki kalır ilh ." Timurtaşi'den
naklen Kuhistâni'de zikredilmiştir ki; âmme-i fukahâya göre mürtedin mürted iken
ve mürted değil iken işlemiş olduğu günâhları düşer. Fakat muhakkıkların
ekserisine göre düşmez.
Ben derim ki: Âmme-i fukahâya göre,
mürteddin işlemiş olduğu gü-nâhlarının düşmesi, mürted tevbe edip İslamiyet'e
döndüğü takdirdedir. Çünkü bir hadîs-i şerifde :
"İslâm (Müslümanlık) daha önce
işlenmiş küfür ve günâhı siler, sü-pürür." buyurulmuştur. Eğer mürted,
mürted olarak ölecek olursa mürted iken ve mürted değil iken işlemiş olduğu
günâhları bâkî kalır. Çünkü mürted olmakla en büyük günâhı işlemiştir. En büyük
günâh ise, diğer günâhları nasıl giderebilir. elbette gideremez. Bundan
anlaşılmıştır ki, Müslüman iken kendisinden tevbe etmiş olduğu günâhları da
tevbe etmemiş gibi geri döner. Çünkü tevbe, bir tâat ve bir ibâdettir. Tâat ve
ibâdetlerinin sevâbı ise, mürted olmakla gitmiştir. Nitekim Sirâciyye'den
naklen Tatarhâniyye'de: "Bir kimse mürted olduktan sonra Müs-lüman olsa,
sonra kâfir olup küfür üzere ölecek olsa, hem birinci küfrün hem de ikinci
küfrün ukûbeti ile muâhaze olunur. Bu, Fakîh Ebulleys'in kavlidir." diye
zikredilmiştir.
Yukarıda geçen hadîs-i şerif. âmme-i
fukahanın kavlini teyid eder. Fakat buna, mürtedin Müslüman iken terk etmiş
olduğu ibâdetlerini kaza etmekle ve üzerinde bulunan kul haklarını ödemekle
mükellef olması münafi değildir. Çünkü ibâdetlerin kazası ve kul haklarının
ödenmesi zimmetinde sâbittir. Bunlar bizzat günâh değildir. Günâh ise, ancak
ibâdetleri vaktinden çıkarmak ve kul üzerine cinayet işlemektir. Bunların
günâhlarının düşmesiyle, zimmetinde sâbit olan hakların da düşmesi lâzım
gelmez. Nitekim bazı muhakkıklar: "Kabul edilen hac ile büyük günâhlar
affedilir." diye vârid olan haber ile: "Hakların kendilerinin
affedilmesi değil, hakların günâhlarının affedilmesi murad edilmiştir."
demişlerdir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
"Mürted olan kimsenin Müslüman iken
yapmış olduğu ibâdetleri bâtıl olur ilh..."
= Mürted olan kimse tevbe edip İslâmiyet'e
dönünce, düşmüş olan ibâdetlerinin sevâbı tekrar geri döner mi?
Tetimme'ye nisbet edilerek Tatarhâniyye'de
zikredilmiştir ki; bir mürted tevbe edip İslâmiyet'e dönünce, mürted olmasıyla
düşmüş olan ibâdetlerinin sevâbının tekrar geri dönüp dönmemesinde ihtilâf
vardır.
Ebû Ali, Ebû Hâşim ve bizim Hanefi
imamlarına göre, düşmüş olan ibâdetlerin sevabı tekrar geri döner. Ebu'l-Kasım
Kabî'ye göre, geri dönmez. Biz: "Düşmüş olan bir sevap bir daha geri
dönmez. Fakat evvelce yapılmış tâat ve ibâdetler sonraki sevâbda
müessirdir." deriz. Bahır.
Muhakkık Teftezâni Makâsıd şerhinin Tevbe
Bahsinde zikretmiştir ki; Mutezile fırkası "tevbe ile günâhın ukûbetine
müstehik olma düşünce, günâhın iptal etmiş olduğu tâat ve ibâdetin sevâbına
müstehik olmanın tekrar geri dönüp dönmemesinde" ihtilâf etmişlerdir.
Ebû Ali ile Ebû Haşim: Günâhın iptal etmiş
olduğu tâat ve ibâdetin sevâbına müstehik olma tekrar geri dönmez. Çünkü
yapılan tâat ve ibâdet derhal yok olur. Ancak sevâba müstehik olma bâkî kalır,
sevaba mustehik olma da günâhla düşmüştür. Düşen bir şey bir daha geri
dönmez." demişlerdir.
Ebu'l-Kasım Kâbi: "Günâhın iptal etmiş
olduğu tâat ve ibâdetin sevâbına müstehlk olma tekrar geri döner. Çünkü büyük
günâh ibâdet ve tâatı yok etmez. Ancak ibâdet ve tâatın hükmü olan sevabın
meydana çıkmasına mâni olur. Güneşin önüne gelen bulut güneşin ziyasının
meydana çıkmasına mâni olup bulut gidince, güneşin ziyasının meydana çıktığı
gibi, tevbe edilince günâh işlenmemiş gibi olur ve ibadetin sevâbı
meydanaçıkar." demiştir.
Bazıları: "Ebu'l-Kasım Kâbi'nin kavil,
müteahhirin alimlerin ihtiyarıdır ki; mürted olan kimse, tevbe edip İslâmiyet'e
dönünce mürtedlikle düşmüş olan ibâdetlerin sevâbı tekrar geri dönmez. Fakat
evvelce yapılmış tâat ve ibâdetler, gelecek zamanda sevaba müstehik olmasında
tesir edici olarak tekrar geri döner. Bu, dalları ve meyveleri yanan, zamanla
yeşerip dal budak salarak yeniden meyve vermeye başlayan ağaca benzer."
demişlerdir. Makasıd şerhinin ibâresi burada bitmiştir.
Makâsıd şerhinde Ebû Ali ile Ebû Hâşim ve
Ebu'l-Kasım arasındaki zikredilen ihtilaf, Bahır'da zikredilen ihtilâfın
aksinedir. Bunlar arasında zikredilen ihtilâf büyük günâhların tâat ve
ibâdetlerin sevâbını düşürmesi hakkındadır. Çünkü bu âlimler Mutezile
fırkasındandır. Mutezile fırkasına göre; büyük günâh işleyen imândan çıkar.
Fakat her ne kadar Cehennemde ebedî kalsa bile kâfir olmaz. İmândan çıkması, tâat
ve ibâdetlerinin sevâbının düşmesini gerektirir. Bu cihetten bunlara göre büyük
günâh, biz ehl-i sünnete göre, mürtedlik gibidir. Artık bu âlim-lerin arasında
zikredilen büyük günâh hakkındaki ihtilâfı, mürtedliğe nakletmek sahih olur.
"Mürted, kul hakkı ile muahaze olunur
ilh..." Yani mürted olan bu kimseden mürtedliği sebebiyle kul hakları
düşmez. Ancak mürted olan kimse kadın gibi mürtedliği sebebiyle öldürülmeyen
kimselerden olup dar-ı harbe kaçtıktan sonra esir edilerek cariye olsa,
vaktiyle zimmetinde bulunan bütün kul hakları düşer Ancak kısas düşmez. Tahâvi
Şerhi.
"Kul hakkı olmayanda tafsilat vardır
ilh..." Yani bir mürted Müslüman iken terk etmiş olduğu ibâdetlerini
mürtedlikten döndükten sonra da kaza etmekle mükelleftir. Nitekim yukarıda
geçmiştir.
Hadlere gelince: Siyer-i Kebir Şerhinde
zikredilmiştir ki; bir kimse İslâm memleketinde Müslüman veya mürted iken bir
cinâyette veya haddi gerektiren herhangi bir harekette bulunduktan sonra mürted
olarak dar-ı harbe kaçıp sonra tevbe edip İslam memleketine geri gelse bakılır:
Eğer o cinâyet, kısas, gasb, kazf haddi gibi kul hakları ile ilgili olursa
bunlardan dolayı muâhaze olunur. Yani hakkında kısas, diyet, gasbettiği malı
ödeme, kazf haddi gibi cezalar tatbik olunur. Eğer zina, hırsızlık, yol kesme ve
içki haddi gibi Allah hakkı ile ilgili olursa muâhazeye mahal kalmayıp icab
eden had düşmüş olur. Çünkü dar-ı harbe kaçmak, ölme hükmünde olduğundan şübhe
meydana getirir. Şer'i hadler ise şübhe ile düşer. Bu cinâyet, hırsızlıktan
ibaret olduğu takdirde dahi çalınan mal ödettirilse de, bu hırsızlıktan dolayı
had lâzım gelmez. Yol kesme cinâyetinde, kasden adam öldürmüşse kısas edilir.
Hata en adam öldürmüşse bakılır: Bu öldürme mürted olmadan önce vâki olmuş ise
diyeti âkilesi üzerine vâcib olur Mürted olduktan sonra vâki olmuşa, diyeti
kendi malından vâcib olur.
Bir mürted hapiste iken içki içip sarhoş
olsa, ayıldıktan sonra İslamiyet'e dönse yine kendisine had vurulmaz. Çünkü
şer'î hadler, hadleri gerektiren haram şeyleri, işlemekten menetmek için meşru
kılınmıştır. Buna göre insanları fenalıklardan menetmek için meşru kılınan
hadlerin faydalı olabilmesi için bu fena şeyleri işleyen kimsenin bunların
haram olduğuna inanması lâzımdır. Mürted ise, mürted iken şarabın haram
olduğuna inanmaz, ama bu mürted, hapiste iken şarap haddinden başka Allah
hakkına aid haddi gerektiren her hangi bir cinâyet işlerse, haram olduğuna
inandığı için hakkında işlemiş olduğu cinâyetin haddi tatbik olunur. Eğer
hapiste değil iken Allah hakkına aid herhangi bir cinâyet işleyip dar-ı harbe
kaçmadan tevbe edip İslâmiyet'e dönerse, hakkında işlemiş olduğu cinâyetin
haddi tatbik edilmez.
Bir murted dar-ı harbe kaçtıktan sonra
orada gerek Allah haklarıyla ve gerek kul haklarıyla ilgili herhangi bir
cinayette bulunduktan sonra tevbe edip İslam memleketine gelse, o cinayetten
dolayı muaheze edilemez. Çünkü o cinâyeti işlerken ehl-i harb hükmünde
bulunduğundan işlediği cinâyet muahezeyi gerektirecek bir surette işlenmemiş ve
kendisi İslâm hükümetinin velayeti altında bulunmamıştır.
"Bir kadına kocasının mürted olduğu
haber verildiğinde ilh..." Yani Siyer-i Kebir'in rivâyetine göre, bir
kadına iki erkek veya bir erkek ile iki kadın, kocasının mürted olduğunu haber
verseler, kadın iddetini bitirdikten sonra evlenebilir. Kitabü'l-İstihsânın rivâyetine
göre, bu husus da adâletli bir kimsenin haberi de kafidir. Çünkü evlenmenin
helâl ve haram olması dini bir iştir. Nitekim bir kimsenin öldüğünü adâletli
bir şahıs haber verse, onun haberi kâfi gelir.
"Üç talâk ile boşadığını ilh..."
Bâin talâk da üç talâk gibi olmalıdır. Bundan anlaşılmıştır ki, kadın ric'i
talâkla boşanmış olsa, evlenmesi câiz olmaz. Çünkü kocasının müracaat etme
ihtimali vardır. T.
"Kocasının boşadığını bildiren bir
mektup getirip ilh..." Bundan an-laşılmıştır ki, itimatlı olmayan bir
kimse kadına kocasının boşadığını bildiren mektup getirmemiş olsa, kadın o
kimsenin doğru söylediğine kanaat getirse bile evlenmesi helal olmaz.
"İddetini bitirdikten sonra
evlenmesinde bir beis yoktur ilh..." Yani kadının iddeti boşandığı veya
kocasının öldüğü zamandan itibaren başlamış olur, haberi aldığı andan itibaren
başlamış olmaz. Kadın evlendikten sonra ilk kocası sağ olarak gelse veya
boşadığını veyahut mürted olduğunu inkâr etse, kadın da ilk kocasının
boşadığını veya mürted olduğunu ispat edemese, ikinci nikah bozulur kadın ilk
kocasına geri döner.
"Mürted olan herhangi bir kadın
öldürülmez ilh..." Ancak herhangi bir kadın sihir yapıp tesirine inanırsa
yahut Peygamber Efendimize açıktan dil uzatma cüretinde bulunursa öldürülür.
Nitekim cizye bahsinde geçmiştir.
"Hapsolunur ilh..." Yani mürted
olan her hangi bir kadın öldürülmeyip hapsedilir. Zahir rivayette, hapsedilen
mürted kadının dövüleceğizikredilmemiştir. İmam-ı Azam'dan: "Mürted olan
kadın hapsedilir. İslâmiyet'e dönünceye kadar veya ölünceye kadar her gün üç
kamçı vurulur." diye rivâyet edilmiştir. Hasan b. Ziyâd'dan:
"Müslüman oluncaya veya ölünceye kadar her gün otuz dokuz kamçı
vurulur." diye rivayet edilmiştir. Dövmek, manen öldürmektir. Çünkü
hapishânede her gün dövmek ölüme vardırır. Bazılarına göre her gün yetmiş beş
kamçı vurulur. Bunda İmam Ebû Yusuf'un kavline meyil vardır. İmam Ebû Yusuf'a
göre; tazir, yetmiş beş kamçıya kadar vurulabilir. Hâvî Kudsî: "Dövme ile
olan her tazirde bununla amel olunur.' demiştir.
Zeylaî: "Her üç günde bir
dövülür." diye kesin olarak hükmetmiştir. Bunlardan anlaşılmıştır ki,
mürted olan küçük kız çocuğu hapsedilmez ve dövülmez. Fetih.
"İmam Şâfii'ye göre, mürted kadın da
öldürülür ilh..." Diğer mezhep İmamlarına göre de öldürülür. Delilleri
Fetih'de zikredilmiştir.
"Kendisine kısas ve diyetten bir şey
lâzım gelmez ilh..." Fakat helâl olmayan bir şeyi işlediği için tedib
olunur. Bahır.
"Mürted olan bir kadının kocasından
başka bir kimse ile evlenmesi câiz değildir ilh..." Hâkimin Kâfî'sinde
zikredilmiştir ki; mürted bir kadın, dar-ı harbe kaçtığı takdirde iddeti
bitmeden önce kocasının onun kız kardeşi ile evlenmesi câizdir. Bu kadın esir
edilip İslâm memleketine getirilse veya kendisi tevbe edip geri gelirse, kız
kardeşinin nikâhına bir zarar gelmez. Esir edildiği takdirde cariye olur ve
İslâmiyet'e geri dönmesi için cebredilir. Kendisi tevbe edip İslâm memleketine
gelirse, gelir gelmez dilediği kimse ile evlenebilir.
Fetih'de zikredilmiştir ki; Debbûsî, Saffâr
ve Semerkand Fukahâsından bazıları: "Kadının mürted olmasıyla kocasından
ayrılık vâki olmaz." diye fetva vermişlerdir. Ekser-i fukahâya göre,
mürted olan bir kadına yetmiş beş kamçı vurulur, İslâmiyet'e dönmesi ve
kocasıyla nikâhı yenilemesi için cebredilir. Kâdihân fetva için bunu seçmiştir.
"İstilâ sebebiyle kocası için cariye
olur ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki; bazı fukahâ: "Tatarlar
Harzem-i istilâ ettikleri gibi bir İslâm memleketini istilâ edip, Müslümanları
sürüp ve çıkardıktan sonra orada kendi hükümlerini icra ederlerse, bir Müslüman
daha önce mürted olmuş karısını orada ele geçirdiği takdirde ona mâlik olur.
Çünkü orası dar-ı harb olmuştur. Karısını hükümdardan satın almasına hâcet
yoktur." demişlerdir.
"Fetih'de ilh..." Fetih sahibi
metinde geçeni naklettikten sonra şöyle devam etmiştir: "İslâm
memleketinde bir kadın mürted olursa Müslümanlar için ganimet olur. Nevâdir'ln
rivâyetine göre, cariye olur. Kocası onu hükümdardan satın alır yahut kocası
kendilerine ganimet verilenlerden olursa hükümdar karısını kendisine hibe eder.
Ama kâfilerin istilâ ettiği dar-ı harb olan yerde Müslüman bir kadın mürted
olsa, kocası satın almaksızın ve kendisine hibe edilmeksizin ona cariye olarak
mâlik olabilir. Hırsız olarak dar-ı harbe girip, onlardan birisini esir eden
kimsenin ona mâlik olması gibi. Bu, Nevâdir'in rivâyetine göre değildir. Çünkü
mürted kadının cariye olması dar-ı harbde vâki olmuştur, İslâm memleketinde
vâki olmamıştır.
"Tasarrufu sahihdir ilh..." Yani
mürted bir kadının alışverişi gibi hiç bir tasarrufu durdurulmaz. Mürted erkeğin
yukarıda geçtiği gibi bazı tasarrufları durdurulur, bazıları da batıl olur.
"Öldürülmediği için ilh..." Yani
mürted olan bir kadının mürtedliği, mülkünün elinden gitmesine sebep değildir.
Bundan dolayı mürted bir kadının malında tasarrufu ittifakla câizdir. Bahır.
Makdisî: "Eğer kadın sihir yapıp, sihrin tesirine inanan veya zındık gibi
öldürülmesi vâcib olanlardan olursa, mürted olan erkek gibi olup milki elinden
gider ve malındaki tasarrufları durdurulur.
"Mutlak surette kazancı varislerinin
olur ilh..." Yani mürted olan bir kadının gerek Müslüman iken kazanmış
olduğu malı gerekse mürted iken kazandığı vârislerinin olur. Bir kimse mürted
olup Müslümanlığında bir şübhe bulunursa, mürted kadın hükmündedir. Yani gerek
Müslüman iken gerek mürted iken kazanmış olduğu malı vârislerinin olur.
"Mal kaçırıcı sayılmayacağı için
ilh..." Yani mürted olan bir kadın öldürülmeyeceği için ölüm hastası
hükmünde değildir. Artık kocasından mal kaçırıcı sayılamayacağından kocası ona
vâris olamaz. Çünkü kadın mürted olmakla kocasından ayrılmıştır ve kâfir olarak
ölmüştür. Fakat mürted olan erkek, ölüm hastası hükmünde sayıldığı için mürted
olarak öldüğü veya öldürüldüğü takdirde karısının iddeti bitmemiş ise, karısı
ona vâris olur.
"Çünkü mürted, İslâmiyet'e dönmesi
için cebrolunacağından İslâmiyet'e yakındır ilh..." Yani çocuk mürted olan
babasına tâbi olur ve Müslüman olması için cebrolunur. Çocuk kitabî olan cariye
annesine tabi olmaz. Çünkü annesi Müslüman olması için cebrolunamaz. Dürer.
METİN
Mürted olan bir kimse malıyla beraber dar-ı
harbe kaçsa ve İslâm ordusu harb neticesinde o ülkenin ahâlisi üzerine gâlip
gelse, o kimsenin malı ganimet olur, kendisi ganimet olmaz. Çünkü murtedin köle
olması meşru değildir.
Mürted olan bir kimse, malsız olarak dar-ı
harbe kaçtıktan sonra -zahir rivâyete göre, gerek dar-ı harbe kaçtığına hüküm
verilmiş olsun gerek olmasın- yine mürted olarak İslam'ın memleketine gelip
malını olarak tekrar dar-ı harbe kaçsa, yine İslâm ordusu harp neticesinde o
ülkenin ahâlisi üzerine galip gelse, mürtedin ilk kaçmasıyla malı vârislerine
intikal etmiş olduğundan vârisleri malın eski mâliki olmuş olurlar. Yukarıda
geçtiği üzere eski mâliklerin hükmü, mallarını mücahitlerin elinde
bulduklarında bakılır: Eğer mal, mücahitler arasında taksim edilmiş ise, isterlerse
onu kıymetiyle alırlar bir faide olmadığı için o malı misliyle almazlar.
Mürted olup dar-ı harbe kaçan kimsenin
kölesini hâkim, mürtedin oğlu için hükmetse, o da köleyi kitabete kestikten
sonra mürted olan babasıİslâmiyet'e dönerek gelse, hem kitabet bedeli hem velâ
hakkı babasına aid olur ve babası oğlunu vekil tâyin etmiş gibi olur. Mürted
olan bir kimse hata en bir şahsı öldürdükten sonra mürted olarak dar-ı harbe
kaçsa veya öldürülse, öldürdüğü şahsın diyeti mürtedin varsa Müslüman iken
kazanmış olduğu malından, yoksa mürted iken kazanmış olduğu malından alınır.
Hâniyye'den naklen Bahır'da böyle zikredilmiştir.
Bir mürted bir şahsın malını gasb edip onu
zâyi ettiğini ikrar etse, zâyi edilmiş mal varsa Müslüman iken kazanmış olduğu
malından, yoksa mürted iken kazanmış olduğu malından ödenir. Eğer mürtedin
gasbı görülmekle veya şâhidle isbat edilmiş olsa, ittifakla o gasb edilmiş mal
hem Müslüman iken kazanmış olduğu malından hem de mürted iken kazandığı
malından ödenir. Zahiriyye.
Bilmiş ol ki, kölenin cariyenin, mükâtebin
ve müdebberin mürted oldukları halde işledikleri cinâyetleri mürted değil iken
işledikleri cinâyetleri gibidir.
Bir kimsenin eli kasden kesilip -Allah'a
sığınırız- sonra mürted olur ve elindeki yaradan dolayı ölür yahut dar-ı harbe
kaçıp, kaçtığına hüküm verildikten sonra İslâmiyet'e dönerek geri gelir ve
elindeki yaradan dolayı ölürse, bu iki surette elini kesen şahıs malından
diyetin yarısını mürtedin vârisine verir. Çünkü sirayet masûm olmayan bir
mahalle hulûl etmekle heder kılınmıştır. Elinin kesilmesi, kasden kesilmekle
kayıtlanmıştır. Çünkü hatada diyet akile üzerine lâzım gelir.
Şârih: "Dar-ı harbe kaçtığına hüküm
verildikten sonra..." diye kayıdlamıştır. Çünkü mürted dar-ı harbe
kaçtığına hüküm verilmeden önce İslamiyet'e dönerek geri gelirse yahut dar-ı
harbe kaçmadan İslâmiyet'e dönerse ve elindeki yaranın sirayetinden dolayı
ölürse, elini kesen şahıs diyetin hepsini öder. Zira eli kesilen kimse, eli
kesikliği vakit masûm olduğu gibi, yaranın sirayet ettiği vakitte de masumdur.
El kesen şahıs mürted olup mürted olarak
öldürüldükten veya öldükten sonra eli kesilen kimsenin elindeki yarası nefsine
sirayet edip ölürse bakılır: Eğer el kesme kasden vâki olmuş ise kanı hederdir.
Çünkü kısas edilecek mahal kalmamıştır. Yani eli kesen ölmüştür. Eğer el kesme
hata en vâki olmuş ise diyeti el kesenin âkilesinden hüküm gününden itibaren üç
senede ödemeleri lâzım gelir. Hâniyye.
Bir mükâteb mürted olup dar-ı harbe kaçsa
ve mürted iken kazanmış olduğu malı ile beraber esir edilse, İslâmiyet'e
dönmediği için öldürülse, kitabet bedeli efendisine verilir. Geri kalan malı
vârislerine verilir. Çünkü mürtedlik kitabete tesir etmez.
Karı koca mürted olup dar-ı harbe kaçsalar
ve kadın orada bir çocuk doğursa, bundan sonra o çocuğun da oğlu olsa daha
sonra o ülke ile harp edilerek İslâm ordusu üstün gelse, o çocukların ikisi de
ana ve babaları gibi ganimet olurlar. Birinci çocuğun hamli her ne kadar dar-ı
harbde olsa bile çocuk ana - babasına tâbi olduğu için dövülerek İslâmiyet'e
cebrolunur. Fakat İslâmiyet'i kabul etmezse öldürülmez. İkinci çocuk zâhir
rivâyete göre dedesine tâbi olmadığı için, onun hükmü esir edilen bir harbînin
(kâfirin) hükmü gibidir.
Musannıf: "Karı - koca mürted olup dar
-ı harbe kaçsalar" diye kayıdlamıştır. Çünkü ikisi birden mürted olmayıp
da meselâ; Müslüman bir koca ölüp karısını hâmile bıraksa, o da mürted olarak
dar-ı harbe kaçıp orada doğursa sonra o ülkenin ahâlisi üzerine İslâm ordusu
gâlip gelse, o çocuk köle olmaz. Babasına tebaiyetle Müslüman sayılacağı için
ona vâris olur.
Mürted olarak dar-ı harbe kaçan kadın orada
doğurmayıp esir edilerek getirildikten sonra İslâm memleketinde doğursa, çocuk
babasına tebaiyetle Müslüman, anasına tebaiyetle köle sayılır. Köle olduğu için
babasına vâris olamaz. Bedâyı.
İZAH
"O kimsenin malı ganimet olur
ilh..." Yani ganimet olarak beytülmale konulur, vârislerine verilmez.
Bahır.
"Mürteddin köle olması meşru değildir
ilh..." Yani mürted olan erkek, eğer İslâmiyet'e geri dönmezse öldürülür.
Mürted olan bir erkeğin malının ganimet olup, kendisinin ganimet olmamasında
bir müşkülât yoktur. Çünkü müşrik Araplar da böyledir. Yani bunlar hakkında
terettüb eden hüküm ya İslâmiyet'i kabul etmeleri veya öldürülmeleridir. Bahır.
"Mürted olan bir kimse malsız olarak
dar-ı harbe kaçtıktan sonra ilh..." Burada üçüncü bir mesele kalmıştır.
Şöyle ki; Mürted olan bir kimse bir kısım malıyla beraber dar-ı harbe kaçtıktan
sonra yine mürted olarak İslâm memleketine gelip geri kalan malını da alıp
tekrar dar-ı harbe götürse de sonra bu mallar bir harb neticesinde İslâm
ordusunun eline geçse, önce götürdüğü mallan ganimet olur sonra götürdüğü
malları vârislerinindir. Vârisleri bu malları askerler arasında taksim
edilmeden önce bulurlarsa meccânen alırlar. Taksim edildikten sonra bulurlarsa
kıymetleriyle alırlar. H.
"Mürted olan babası İslamiyet'e
dönerek gelse ilh..." Yani kitabete kesilen köle kitabet bedelini mürtedin
oğluna ödemeden babası İslâmiyet'e dönerek geri gelse hem kitâbet bedeli hem de
velâ hakkı babasına aid olur. Eğer kitâbet bedelini mürtedin oğluna ödedikten
sonra babası İslâmiyet'e dönerek geri gelirse, velâ hakkı oğluna aid olur.
Musannıf "mürtedin oğlu köleyi
kitabete kesse" diye kayıtlamıştır. Çünkü oğlu, köleyi müdebber kıldıktan
sonra babası İslâmiyet'e dönerek geri gelse, vela hakkı oğlunun olur, babasının
olmaz.
Köleyi kitâbete kesme ile müdebber kılma
arasında fark: Kitâbete kesilmiş bir köle kitâbet bedelini ödeyemediği takdirde
kitâbet feshi kabul eder. Çünkü kitabete kesme her bakımdan âzâd etme değildir.
Fakat müdebber kılma ise, her bakımdan âzâd etme olduğundan feshi kabul etmez.
Nehir.
"Mürted olarak dar-ı harbe kaçsa
ilh..." Ama mürted olan bir kimse dar-ı harbe kaçtıktan sonra orada hata
en adam öldürdükten sonra tevbe edip İslâm memleketine gelse, kendisine bir şey
lâzım gelmez. Kezâ orada gasb veya kazfde bulunduktan sonra tevbe edip İslâm
memleketine gelse, ehl-i harb hükmünde olduğu için yine kendisine bir şey lâzım
gelmez. Bahır.
"Diyeti, mürtedin varsa Müslüman iken
kazanmış olduğu malından ilh..." Bu Hasan b. Ziyad'ın İmam-ı Azam'dan
rivâyetine göredir. Ki,- yukarıda geçtiği üzere- mürtedin borcu, önce Müslüman
iken kazanmış olduğu malından ödenir. Kifayet etmezse, mürted iken kazanmış
olduğu malından ödenir. Nitekim Bahırın ibaresinden anlaşılan da budur. Bu,
mürtedin diğer borçlarının ödenmesi hakkında musannıfın beyan ettiğine
muhaliftir.
"Hâniyye'den naklen ilh..." Doğru
olan Haniyye'den değil, Tatarhâniyye'den naklen Bahır'da zikredilmiştir. Buna
göre Fetih'de: "Hata en adam öldüren mürtedin mürtedlik halindeki kazancından
başka malı bulunmasa bu maldan İmam-ı Azam'a göre diyet alınmaz. İmameyn'e göre
alınır." diye zikredilen kavil yanlıştır. Çünkü hata en adam öldüren
mürtedin hem Müslüman iken kazandığı hem de mürted iken kazandığı malı bulunsa
İmameyn'e göre, diyet her iki maldan da alınır. İmam-ı Azam'a göre, önce
Müslüman iken kazanmış olduğu maldan alınır. O malı kifayet etmezse mürted iken
kazanmış olduğu maldan alınır.
"Bir mürted, bir şahsın malını gasb
edip onu zayi ettiğini ikrar etse ilh..." Fevâidü'z-Zahîriyye'den naklen
Şürunbulalî'de zikredilmiştir ki: gasb mürtedin ikrarı ile sâbit olursa,
İmameyn'e göre hem Müslüman iken hem de mürted iken kazanmış olduğu malından
ödenir. İmam Azam'a göre mürted iken kazanmış olduğu malından ödenir. Çünkü
ikrar mürtedden bir tasarruf olup, malında sahih olur. Mürtedlik halinde
kazanılan mal ise, İmam-ı Azam'a göre mürtedin malıdır. Tatarhâniyye'den naklen
Bahır'da da böyle zikredilmiştir.
"Mürted değil iken işledikleri
cinâyetleri gibidir ilh..." Yani köle, cariye, mükâteb ve müdebberin
mürted oldukları halde işledikleri cinâyetleri mürted değil iken işledikleri
cinâyetleri gibidir. Artık efendi muhayyerdir. Dilerse köle ile cariyenin
kendilerini cinâyetleri karşılığında verir, dilerse cinâyetlerinin fidyesini
verip onları kurtarır. Mükâtebin cinâyetinin fidyesi kendisinin kazanmış olduğu
malından alınır. Müdebberin cinayeti ise, cinâyetler bahsinde gelecektir.
Mürted olan köleyi cariyeyi, mükâtebi ve müdebberi öldüren kimseye bir şey
lazım gelmez. Bahır. T.
"Bir kimsenin eli kasden kesilip
-Allah'a sığınırız- sonra mürted olup ilh..." Eğer mürted olan bir
kimsenin eli kasden kesilip elindeki yaradan ölse, elini kesen şahsa bir şey
lâzım gelmez. Çünkü mürted olan kimseyi öldüren şahsa bile bir şey lâzım
gelmez.
"Diyetin yarısını münadin vârisine
verir ilh..." Çünkü bu diyet mürtedin Müslüman iken kazanmış olduğu malı
yerindedir. T.
''Çünkü sirayt masûm olmayan ilh..."
Yanı eli kasden kesilen kimse, mürted olup elindeki yaranın sirayetiyle ölse
veya bu kimse dar-ı harbe kaçıp, kaçtığına hüküm verildikten sonra tevbe edip
Müslüman olarak geri gelse ve elindeki yaranın sirayetiyle ölse, elini kesen
şahıs üzerine diyetin yarısı lâzım gelir. Bu iki surette de kısas lâzım gelmez.
Çünkü birinci surette sirayet masûm olmayan bir mahalle hulûl etmekle heder
kılınmıştır. İkinci surette ise dar-ı harbe kaçtığına hüküm verilmekle o kimse
takdiren ölmüştür ölüm ise sirayeti keser. O kimsenin sonra tevbe edip
İslamiyet'e geri dönmesi ise, yeni bir hayat sayılır ve ilk cinâyetin hükmü
geri dönmüş olmaz. Hidâye.
"Karı-koca mürted olup dar-ı harbe
kaçsalar kadın orada bir çocuk doğursa ilh..." Kezâ: Müslüman olan
karı-koca, çocukları dünyaya geldikten sonra ikisi de mürted olsa, bu çocuklar
İslâm memleketinde bulundukça mürted sayılmazlar. Çünkü önce ana-babalarına
tebaiyetle Müslüman sayılan bu çocuklar daha sonra bulundukları İslâm
memleketine tebaiyetle Müslüman sayılırlar. Eğer mürted olan karı - koca
çocuklarıyla beraber dar-ı harbe kaçsalar veya bu mürted olan karı kocadan
birisi çocuklarıyla beraber dar-ı harbe kaçsa, artık bu çocuklar Müslüman
sayılmazlar. Çünkü bu çocukların Müslüman sayılması ana -babalarına veya İslâm
memleketine tebaiyetle idi, bunlardan hiç birisi kalmamıştır.
İslâm ordusu orasını istila etse, mürted
olan karı - koca hakkında yukarıda geçen hüküm tatbik edilir. Çocuklar ganimet
olur. Baliğ olduklarında anaları gibi Müslüman olmaları için cebrolunurlar.
Çocukların yalnız babaları mürted olup çocuklarını dar-ı harbe götürse,
çocukların anaları Müslüman olarak İslâm memleketinde kalsa, sonra İslâm ordusu
orasını istilâ edip çocukları esir alsalar çocuklar analarına tebaiyetle
Müslüman sayılacakları için ganimet olmazlar. Bahır.
"Çocukların ikisi de ana ve babaları
gibi ganimet olur ilh..." Yani mürted olan ana - babanın dar-ı harbdeki
çocuklarının ganimet olması açıktır. Çünkü çocukların anaları cariye olur.
Çocuklar ise, hürriyette ve kölelikte analarına tâbi olur. Oğlunun oğullarına
yani torunlara gelince: Bunlar ninelerine tâbi olmazlar. Zira torunlar dedeye
tâbi olmazlar. Nineler ise dedeleri hükmündedir. Torunlar kendi babalarına da
tâbi olmazlar. Çünkü kendi babaları da tâbidir. Tâbi olan bir kimse ise
başkasını kendisine tâbi kılamaz. Nitekim ileride gelecektir. Esir edilen
torunların hükmü esir edilen harbînin (kâfirin) hükmü gibi olup ya cizyeyi
kabul ederler veya öldürülürler.
"Çocuk ana babasına tâbi olduğu için
ilh..." Yani çocuk Müslümanlıkta ve mürtedlikte ana - babasına tâbidir.
Mürted olan ana - babası Müslüman olmaları için cebrolunacağı gibi çocukları da
Müslüman olmak için cebrolunur. Şu kadar var ki çocuk Müslümanlığı kabul
etmezse öldürülmez. T.
"Zâhir rivâyete göre ilh..." Yani
zahir rivâyete göre torun dedeye tâbi olmaz. Hasan b. Ziyad'ın İmam-ı Azam'dan
bir rivâyetine göre torun dedeye tâbi olur.
Zâhir rivâyetin vechi: Torun dedeye tâbi
olacak olsaydı, bütün insanların Hz. Adem (A.S.) ile Hz. Havva'ya tebaiyyetle
Müslüman olup zürriyetlerinde mürtedden başka kâfir bulunmaması lâzım gelirdi.
Bu meselenin tamamı Zeylaî'dedir. Dedenin baba gibi olmadığı meseleler on üç
olup feraiz bahsinde gelecektir.
"Dedesine tâbi olmadığı için
ilh..." İkinci çocuk yani torun dedesine tâbi olmadığı gibi kendi babasına
da tâbi olmaz. Çünkü kendi babasının mürtedliği tebaiyyetledir. Tâbi olan bir
kimse ise başkasını kendisine tâbi kılamaz; zaten tebaiyyetin aslı kıysa
muhâlif olarak sâbit olmuştur. Çünkü mürtedin oğlunun mürted olması hakiki
nıürtedlik olmayıp hükmî mürtedlik olduğundan hapsedilerek Müslüman olması için
cebrolunur. Hakkında öldürme cezası tatbik edilemez. Babası hakkında öldürme
cezası tatbik edilir. Bahır.
METİN
= Aklı eren bir çocuğun mürted ve Müslüman
olması hakkında =
Aklı eren bir çocuğun Müslüman olması
ittifakla sahih olduğu gibi mürted olması da sahihdir. İmam Ebû Yusuf'a göre,
mürted olması sahih değildir. Küfür ve şirk af ve mağfiret edilmediği için
mürted çocuğun ebedî cehennemde kalmasında ihtilaf yoktur. Artık Müslüman olan
bir çocuk kâfir olan ana ve babasına vâris olamaz.
Aklı eren bir çocuk mürted olursa dövülerek
Müslüman olması için cebrolunur. Telvih. Aklı eren çocuk yedi veya daha ziyade
yaşta bulunup, iyiyi kötüden faydalıyı zararlıdan ayırabilen çocuktur. Müctebâ,
Sirâciyye.
Tarsûsi "Enfeu'l-Vesail" isimli
eserinde: "Aklı erme yaşını takdir edeni göremedim diyerek aklı eren
çocuk, İslâmiyetin kurtuluşa sebeb olduğunu bilip iyiyi kötüden tatlıyı acıdan
ayırabilen çocuktur." diye tarif etmiştir.
Çocuğun imân etmesi vacib midir?
Şârih: "Müctebâ ve Sirâciyye'de aklı
erme yaşı nakledildiği halde Tarsûsî'nin "Aklı erme yaşını takdir edeni
göremedim." demesi doğru değildir." demiştir. Bu nakli Resûl-i Ekrem
Efendimizin yedi yaşında bulunan Hz. Ali (R.A.)'a İslamiyet'i arz etmesi de
teyid ve takviye eder. H. Ali (R.A.) bu yaşta İslâm eşrefi ile müşerref
olmasıyla iftihar ederek: "Sizin hepinizi, henüz bâliğ olmamış bir çocuk
iken Müslüman olarak geçtim. Sizleri, kesici kılıç gibi olan yüksek himmetimle
mızrak gibi tesirli azim ve kasdımla Müslümanlığa sevk ettim." demiştir.
Bundan sonra deriz ki: Aklı eren çocuğun
baliğ olmadan önce etmiş olduğu imânı farz mıdır? Fukahânın kelâmlarının
zâhirine göre evet ittifakla farzdır.
Tahrir-i Muhtar isimli eserde
zikredilmiştir ki; Ebû Mansur-ı Matüridî'ye göre aklı eren çocuk da bâliğ gibi
imân etmekle muhâtabdır. Hatta çocuk aklı erdikten sonra imân etmeksizin ölse
ebedi cehennemde kalır. Nehir.
Vehbâniyye Şerhinde zikredilmiştir ki; bazı
alimlere göre bir kimse "derviş, dervişân" dese kafir olur. Fakat
fukahânın sahih olan kavillerine göre kâfir olmaz.
Kezâ: Bazı âlimlere göre, Allah için bir
şey ver diyen dilenci kâfir olur. Allah-ü Teâla'ya, Ya Hâzır Ya Nâzır! diyen
kimse kâfir olmaz. Fukahâ: "Raksı helâl sayıp bilhassa defle oynayarak
tegannî eden kimse kâfir olur." demişlerdir.
Velî olan kimse için tayy-î mesafe
(mesafeyi zamanı atlarcasına geçme) câizdir, diyen şahıs cahildir. Bazı âlimler
veli olan kimse için tayy-î mesafe câizdir diyen şahıs kâfir olur demişlerdir.
Necmüddin Ömerü'n-Nesefi'den:
"Evliya-ı kirâm için her türlü harikulâde kerâmetin isbatı câizdir."
diye rivâyet edilmiştir.
İZAH
"Mürted olması da sahihdir
ilh..." Yani aklı eren çocuk gerek bizzat kendisi gerekse ana - babasına
tebaiyyelle Müslüman olduktan sonra bâliğ olmadan önce mürted olsa, karısı
kendisine haram olur ve Müslümanlara vâris olamaz. Mürted olan çocuk
öldürülmez. Çünkü öldürme bir ukûbettir, çocuk ise dünyada ukûbet ehlinden
değildir. Fakat bir kimse onu öldürürse kendisine kısasdan ve diyetten bir şey
lazım gelmez. Nitekim mürted olan bir kadın öldürülmez ve onu öldürene de kısas
ve diyetten bir şey lazım gelmez. Kuhistânî, Fetih.
"İmam Ebû Yusuf'a göre mürted olması
sahih değildir ilh..." Çünkü mürtedlik sırf zarardır. Müntekâ'dan naklen
Tatarhâniyye'de: "İmam-ı Azam da İmam Ebû Yusuf'un kavline
dönmüştür." diye zikredilmiştir. Fetih'de de böyle zikredilmiştir.
"Mürted çocuğun ebedi cehennemde
kalmasında ihtilâf yoktur ilh..."
İhtilâf ancak dünya ahkâmına göredir. Çünkü
ahiret ahkamına göre küfrün affedilmesi ve şirkle beraber cennete girilmesi
şeriat ve aklın hükmüne muhaliftir. Bahır. Kuhistânî.
"Aklı eren bir çocuğun Müslüman olması
ilh..." Yani aklı eren bir çocuğun Müslüman olması sahihdir. Böyle bir
çocuk üzerine nefsine ve malına dokunulmaması, kestiği hayvanın yenilmesi,
Müslüman bir kızın evlenmesi ve Müslümanlara vâris olması gibi İslâm-i hükümler
terettub eder Kuhistânî.
"Dövülerek Müslüman olması için
cebrolunur ilh..." Yani aklı eren bir çocuk mürted olursa dövülmek ve
hapsedilmek suretiyle Müslüman olması için cebrolunur.
Ben derim ki: Mürted olan çocuk bâliğ
olduktan sonra Müslüman olması için dövülür ve hapsedilir. Çünkü - yukarıda
geçtiği üzere - çocuk ukûbete ehil değildir.
Hâkim'in Kâfi'sinde zikredilmiştir ki;
mürâhik ki; mürâhik (bâliğ olmaya yaklaşmış) olan bir çocuk mürted olup kâfir
olarak akıl bâliğ olsa öldürülmez. Fakat tevbe edinceye kadar hapsedilir.
"Aklı eren çocuk ilh..." Hidâye
sahibi: "Aklı eren çocuk ile İslâmiyet'e aklı eren çocuk murad
edilmiştir." demiştir. Mebsût'da: "Aklı eren çocuk ile münazara eden
ve sözü anlayan çocuk murad edilmiştir." diye zikredilmiştir.
Ben derim ki: Münazaranın manâsı çocuğun
"Müslüman cennete, kafir cehenneme girecektir ana ve babanın dinine
muhalefet etmen yakışmaz denildiğinde evet dinleri hak ise muhalefet
edilmez" demesidir. Gizli değildir ki yedi yaşındaki çocuk çok defa
bunları düşünemez.
Münazara ile dünya işleri de murad
edilebilir. Şöyle ki: Bir Çocuk bir şey satın alıp parayı satıcıya verdiğinde,
satıcı: "Sen küçüksün malı ancak babana teslim ederim" dediğinde
çocuğun ona: "Benden parayı niçin aldın, malı bana teslim etmeyeceksen
paramı geri ver" demesi gibi. Bu ve buna benzer sözler çok defa yedi
yaşındaki çocuktan vaki olabilir. Buna göre "Çocuğun münazarasının din
hususunda olması lâzımdır." diyen kimsenin kavli ile "Çocuğun
münazarasının dünya işleri hususunda olması lâzımdır." diyen kimsenin
kavli birleşmiş olur.
"Yedi yaşında bulunan Hz. Ali (R.A.)'a
ilh..." Bazı alimler "Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Ali (R.A.'ye
İslâmiyet'i arz ettiği vakit Hz. Ali (R.A.) sekiz yaşındaydı."
demişlerdir. Sahih olan da budur. İmam-ı Buharî Tarihinde Urve'den bunu tahric
etmiştir. Hâkim Müstedrek'inde on yaşında olduğunu tahric etmiştir. Bazı
alimler "on beş yaşında olduğunu" söylemişlerdir. Fakat bu doğru
değildir. Bu meselenin tamamı Fetih'dedir.
İlk İslâm şerefiyle müşerref olan
çocuklardan Hz. Ali (R.A.). hür erkeklerden Hz. Ebû Bekiri's-Sıddık (R.A.),
kadınlardan Hz. Hadicetü'l-Kübra (R.A.), kölelerden Zeyd b. Hârise (R.A.)'dır.
Bu bahsin tamamı Dürr-ü Müntekâ'dadır.
Kâmûs'un "Ve. De. Ka." maddesinde
zikredilmiştir ki; Mâzini: "Hz. Ali (R.A.) Kureyş'e hitab ederek "İşte
siz beni öldürmek isteyen kavimsiniz..." beyitlerinden başka şiir
söylememiştir." demiştir. Zemahşeri bunu doğru görmüştür. Bundan
anlaşılmıştır ki metinde Hz. Ali (R.A.)'a nisbet edilen beyitler Hz. Ali (R.A.)
tarafından söylenmiş olduğu sahih değildir.
"Fukahânın kelâmlarının zâhirine göre
evet, ittifakla farzdır ilh..." Yani aklı eren çocuğun bâliğ olmadan önce
imân etmesinin farz olmasının faidesi bâliğ olduktan sonra yeniden ikrar
etmesinin farz olmamasıdır. Fetih sahibi: "Delilin muktezası, çocuk üzerine
iman bâliğ olduktan sonra vâcib olur." demiş, sonra şöyle devam etmiştir:
"Alimler: Çocuk üzerine imân vâcib değildir, fakat imân ederse farz olarak
vaki olur, diye ittifak etmişlerdir.
Fahrü'l-İslâm'a göre; imânın asıl vücubunun
sebebi olan alemin hâdis olması, çocuk hakkında da sabittir. Fakat imânın edâsı
çocuğa vâcib değildir. Çünkü imânın edâsının vücubu muhatap olmakladır, çocuk
ise muhatap değildir. Sebebi bulunduktan sonra imân bulunursa farz olarak vâki
olur. Nitekim üzerine zekât farz olan bir kimse malının üzerinden bir sene
geçmeden zekâtını vermiş olsa, vermiş olduğu zekât farz olarak vâki olur.
Şemsü'l-eimme'ye göre; imânın hükmü olan
edâsının vücubu bulunmadığı için çocuk hakkında imân asla vâcib değildir.
İmânın edâsının vücubu bulununca asıl vücubu da bulunmuş olur. Çocuk müsafir
olan kimseye benzer. Misafire cuma namazı farz değildir. Fakat cuma namazını
kılarsa kendisinden o günün öğle namazının farzı düşmüş olur." Feth'in
ibâresi burada bitmiştir.
"Tahrir-i Muhtar isimli ilh..."
Ebû Mansur-i Matüridî'ye, Irak Meşayihinin ekserisine ve Mutezile'ye göre: aklı
eren çocuğun ima etmesi vacibdir. İmân etmediği takdirde azaba müstehik olur.
Bunu diğer Hanefî âlimleri kabul etmemiştir. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz:
"Üç sınıfdan kalem kaldırılmış ve
bunlar hakkında tekâlif-i şer'iyye düşmüştür: Uyanana kadar uyuyan kimseden,
bâliğ oluncaya kadar çocuktan, iyi oluncaya kadar deliden."
buyurmuşlardır. Bir de imân nedir? diye sorulduğunda imânı tarif edemeyen
mürâhika (bâliğ olmaya yaklaşmış kız çocuğu)nın nikâhının bozulmamasıdır.
İmam-ı Azam'dan: "Allah Teâlâ,
insanlara peygamber göndermemiş olsaydı, yine insanların akıllarıyla Allah
Teâla'yı bilmeleri vâcib olurdu." diye nakledilmiştir.
Buhârâ alimleri de Eşariler gibi
"kendilerine peygamber gönderilip tebliğ edilmeyen kimselerin mükellef
olmadıklarını" söyleyip muhtar olan budur, dedikten sonra: "İmam-ı
Azam'dan: "Hiç bir kimse gökleri, yeri ve kendisini görüp dururken
Yaratanını tanımamakta mazûr değildir." diye nakledilen rivâyet ile
"Kendilerine peygamber gönderildikten sonra Yaratanını tanımamakta mazûr
değildir, mânası murad edilmiştir." diye hükmetmişlerdir. Bu takdirde
İmam-ı Azam'ın: "insanların akıllarıyla Allah Teâlâ'yı bilmeleri vâcib
olurdu." kavlindeki "vâcib olurdu" kelimesinin manâsını
"layık olurdu" mânasına hamletmek vâcib olur.
Derviş, dervişânın mânâsı beyanında
"Bazı alimlere göre, bir kimse
"derviş, dervişân" dese kâfir olur ilh..." Çünkü bunun mânası,
her şey mubahdır demektir. Bunda mubah olmayan şeyler dahil olacağından harama
helâl demiş olur da kâfir olur. Fakat fukahânın sahih olan kavline göre kâfir
olmaz. Çünkü bunun mânâsı, yoksulların yoksulluğu veya fakirlerin fakirliği
demektir. Buna göre o kimse "biz yoksulların yoksulluğuna yapışmışız"
veya "biz sana fakirlerin fakirliği ile muhtacız" demiş olur. Bunda
ise her şeyin mubah olduğuna değil, bir şeyin bile mubah olduğuna delâlet
yoktur. Nuru'l-Ayn sahibi buna karşı çıkarak: "Fukahanın zikrettiği mânâ,
lügat mânâsıdır. Melâhide ve Kalenderiyye istilahında ise, "her şey senin
için mubahtır" mânâsında kullanılması örf ve âdet olmuştur. Buna göre bunu
söyleyen kimse, bu fırkalardan ise yahut onların murad ettiği mânâyı murad
etmiş olursa yahutmânâsını bilmeyip onları taklit ederek veya onlara benzemek
isteyerek söylemiş olursa kâfir olur veya kâfir olmasından korkulur. Artık
imânını yenilemesi kendisine vâcib olur. Eğer "derviş, dervişân"
diyen bunun mânâsını bilmeyen veya mânâsını, düşünmeyen bir kimse olursa hata
etmiş olur ve kendisine tevbe, istiğfar lâzım gelir " demiştir Netice
olarak, böyle sözlerin söylenmesine müsaade edilmemelidir.
"Bazı ilimlere göre, Allah için bir
şey ver diyen dilenci kafir olur ilh..." Yani bu âlimler: "Allah
Teâlâ Hazretleri her şeyden müstağni olup her şey kendisine muhtaç iken, Sanki
dilenci Allah için bir şey taleb etmiş olur." dediler. Fakat bunda da
racih olan kavil dilencinin kâfir olmamasıdır. Çünkü dilencinin bu sözünün
"Allah Teâlâ Hazretlerinin rızası için sizlerden bir şey taleb
ediyorum" diye tevil edilmesi mümkündür. Vehbâniyye Şerhi.
Ben derim ki: Böyle sözlerin söylenmemesi
vâcibdir. Yukarıda geçtiği üzere küfür olmasında ihtilâf bulunan bir sözü
söyleyen kimseye tevbe ve istiğfar etmesi ve nikâhını yenilemesi emrolunur.
Fakat bu, söyleyen kimse söylediği sözün mânâsını bilmediğine göredir. Eğer
söylediği söz ile doğru olan mânâyı kasdederse o sözü söylemesinde bir beis
yoktur.
"Allah Teâlâ'ya, Ya Hâzır, Ya Nâzırî
diyen kimse kâfir olmaz ilh..." Çünkü huzûr ilim (bilmek) mânâsınadır.
Nâzar ise rüyet (görmek) mânâsınadır. Buna göre, Ya Hâzır: Ya Âlım: Ey her şeyi
bilen; Ya Nâzır: Ya men yerâ: Ey her şeyi gören Zat-ı Âlâ mânâlarına olmuş
olur. Bezzâziye.
Raksı helâl sayan kimse hakkında
"Fukahâ: Raksı helâl sayıp bilhassa
defle oynayarak tegannı eden kimse kâfir olur, demîşlerdir ilh.."
Raks: Tarikata bağlı olan bazı kimselerin
yaptığı gibi ölçülü hareketlerle sallanıp oynamaktan ibarettir.
Bezzâziye sahibi Kurtubi'den:
"Ginânın, çalgı çalmanın ve raksın haram olduğu hususundu imamların icma'ı
vardır diye naklettikten sonra: "Ben Şeyhülislâm Kirmani'nin: Raksı helâl
gören kâfir olur, diye fetvasını gördüm." demiştir. Bu bahsin tamamı
Vehbâniyye Şerhindedir.
Nuru'l-Ayn sahibi Temhid'den. "Raksı
helal gören fasık olur, kâfir olmaz." diye naklettikten sonra şöyle devam
etmiştir: Raks ve semâ hakkında niza ve münakaşayı kesen tahkikat geniş olarak
Avârifü'l-Maârif ve İhyau'l-Ulûm'da zikredilmiştir. Bunu İbn-i Kemal Paşa şöyle
hülasa etmiştir: "İhlâs ile tahkîka vâsıl olmuş isen, heyecanla salınarak
zikretmende bir beis yoktur. Sen ayak üstünde Hakka ibâdet edersen, onun baş
üstünde Hakka yalvarması hakkıdır. Muhtelif vaziyetlerde zikir ve sema
vakitlerini en iyi amellere sarf eden âriflere, çirkin hallerden nefislerini
zapta muktedir olan saliklere müsaade verilir. Onlar Hak'dan başka bir ses
işitmezler. Allah'dan başkasını arzu etmezler. Zikrederken inlerler.
şükrederken seslerini yükseltirler. Vecde geldikleri zaman sayha ederler,
bağırırlar, şuhud halinde sükûn ve istirahata kavuşurlar.
İbn-ı Kemal Paşa. "İşte vecd ile
zikreden zümre hakkında benim cevabım bundan ibarettir. Doğrusunu Allah Teâlâ
Hazretleri bilir." demiştir. Nuru'l-Ayn sahibinin sözü burada bitmiştir.
"Evliya-i kirâm için her türlü
harikulade kerâmetin isbatı câizdir ilh.." Bezzaziye'de zikredilmiştir ki;
âlimlerimiz: "Ölülerin diriltilmesi asanın yılana çevrilmesi, ayın ikiye
bölünmesi, az yemekle bir çok kimselerin doyurulması, parmakların arasından su
çıkması gibi büyük mûcizelerin bir veli için kerâmet olarak icrâ edilmesi
mümkün değildir. Tayy-i mesafe de büyük mûcizelerdendir. Çünkü Peygamber
Efendimiz
"Yer benim için dürüldü."
buyurmuşlardır. Eğer tayy-i mesafe (yerin dürülmesi) başkası için de câiz
olsaydı, bunun Peygamber Efendimiz için tahsis edilmesinin bir fâidesi
kalmazdı." demişlerdir. Fakat Kadı Ebû Zeyd'in kelâmında "Veli için
Tayy-i mesafe câizdir." denilmesinde küfür olmadığına delâlet vardır.
Bezzâziye'nin ibâresi burada bitmiştir
Ben derim ki: Fukahânın "Doğuda olun
bir kimse batıda bulunan bir kadın ile evlenip, kadın bir çocuk doğursa, bu
çocuğun nesebi doğuda olan babasından sâbit olur" demeleri tayy-ı
mesafenin caiz olduğuna delalet eder
İmamu'l-Haremeyn: "Bize göre Kur'an-ı
Kerim gibi benzerini hiç bir kimsenin getiremeyeceği hakkında kesin delil
bulunan bazı mûcizeler dışında kerâmet olarak her türlü harikulâdelerin zuhuru
câizdir." Demiştir.
İns ve cinnin müftüsü, asrında evliyaların
reisi İmam Necmüddin Ömer'ün-Nesefî'ye: "Evliyaullahtan bazısını Kâbe-i
Muazzama ziyaret edermiş, bunu söylemek câiz olur mu?" diye sorulmuş. O
da: "Ehl-i sünnete göre velâyet sahibi olan zatlar için kerâmet olarak her
türlü harikulâde hallerin zuhuru câiz ve mümkündür." diye cevap vermiştir.
Bu bahsin tamamı Vehbâniyye Şerhindedir. işin hakikatini Hak Tealâ Hazretleri
bilir.