1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı
3. Hadîsin Lügat ve Istılah Manâsı
4. Hadîs ve Sünnet Arasındaki Fark
5. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı
1. Mütevâtirin Lügat ve Istılah Manâsı
2. Mütevâtir Haberin Şartları ve Tarifi
3. Mütevâtir Haberin Çeşitleri
1. Ahâdın Lügat ve Istılah Manâsı
c) Garîb Haberler ve Çeşitleri
SIHHAT YÖNÜNDEN
HABER ÇEŞİTLERİ
Haberlerin Makbul ve Merdûd Olma Sebepleri
1. Sahîh Hadîsler ve Çeşitleri
2. Hasen Hadîsler ve Çeşitleri
7. Muhkem ve Muhtelif Hadîsler
2. Haberin Merdûd Olma Sebepleri
3. İsnadda İnkıta ve Munkatı Hadîs Çeşitleri
4. Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri
5) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri
6. Râvinin Zabtına
Taalluk Eden Ta'n Sebepleri
7. Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri
b) Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri
1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar
3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları
5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu
6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu
9. Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri
d) Mudrec Hadîsler ve Çeşitleri
f) İsnadında Râvi Ziyâde Edilmiş Hadîsler
g) Metninde Ziyade Edilmiş Hadîsler
1. İsnadın Lügat ve Istılah Manâsı
2. Hadîs Rivayetinde İsnad Tatbiki
4. İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri
HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ
5) Sahabîlerin, Rivayet Ettikleri Hadîs Sayısına Göre İki
Gruba Ayrılmaları
3. Râvinin Akıl ve Bâhğ Olması
D.HADÎS RÂVİLERÎNÎN CERH VE TA'DÎLİ
1. Cerh ve Ta'dîl Ne Demektir?
3. Cerh ve Ta'dîlin Bir Kavide Birleşmesi
4.Cerh Sebeplerinin Açıklanması
Cerhe Sebep Teşkil Eden Haller
6. Cerh ve Ta'dîlde Kullanılan Bazı Tabirler
E. HADÎS RÂVÎLERÎNİN ÂDÂB VE ERKÂNI
1. Hadîs Hâvilerinin Riâyet Etmeleri Gereken Hususlar
2. Hadîs Rivayetinin Başlangıç Tarihi
G. RÂVÎLERİN ÎSÎM, KÜNYE VE LAKABLARI
1. Künyesiyle Şöhret Kazanan Râviler
2. İsimleriyle Şöhret Kazanan Râviler
2. Hadîs Rivayetinde Bazı Müteferri Hükümler
4. Hadîslerin Manâ Üzere Rivayeti
7. Rivâyetu'l-Ekâbir
Ani'l-Esâğır
8. Rivâyetu'l-Âbâp
Ani'1-Ebnâ'
9.
Rivâyetu'1-Ebnâ1 Ani'1-Âbâ1
1. Hadîs Toplamak İçin Yapılan Seyahatler
2. Hadîs Alma Yollan (Tahammulü'l-Hadîs)
HADÎSLERİN TOPLANMASI VE YAZILMASI
1. Hadîsin İslâm Dinindeki Yeri
3. Arap Yazısı, İlk Müslümanlar Arasında Yazı Bilgisi
4. Sahabîlerin Hadîs Yazmaktan Mene dilmeleri
B.HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ
e) Belirli Bir Konuya Tahsis Edilmiş Kitaplar
f) Mâlik İbn Enes ve Muvattâ' Adlı Eseri
5.Üçüncü Asirda Tasnif Faaliyetleri ve Hadîs Eserleri
1. El-Buhârî ve el-Câmi'u's-Sahîh'i
2. Müslim ve el-Câmi'u's-Sahîh'i
g) Belirli Konulara Tahsis Edilmiş Kitaplar
ı) Hadîs İlminin Çeşitli Konularına Tahsîs Edilmiş
Kitaplar
Birinci hicrî asrın
ortalarında müslümanlar arasında zuhur eden siyasî ihtilâflar, ikinci asırdan
itibaren yabancı kültür akımlarıyle de beslenmeye başlayınca, akaide kadar
varan sarsıntı, müslümanların tevhîd kelimesi üzerindeki vahdetini parçalayacak
derecede şiddetini artırmış bulunuyordu. Daha üçüncü İslâm Halîfesi Osman İbn
Affân'm öldürülmesiyle ortaya çıkan şî'a ve havâric fırkaları, birbirleriyle
şiddetli bir mücadeleye girişmiş; havâric, Alî îbn Ebî Tâlib'i tekfir ederken,
şî'a, onun tafdîlinde ifrata giderek Hazreti Peygamberin vasîsi ve vârisi
olduğunu, hattâ bazıları da nübüvvetini veya ulûhiyyetini iddia etmişlerdir
[1]Bu
mücadeleler, iki fırka arasında devanı edip giderken, ikinci asrın başlarında
cehmiyye ve mu-şebbihe, cebriyye ve kaderiyye gibi felsefî - itikadî mezhebler
zuhur etmiş, bunlar, kadîm Yunan felsefesinden aldıkları bir takım görüşlere
İslâmî bir renk vererek onları müslümanlara mal etmeye çalışmışlardır.
Felsefî görüşlerin
İslâm akaidi ile uyuşması, veya asıllarının Kurbân ve Sunnet'te bulunması
elbette beklenemezdi. Fakat bu görüşleri benimsemiş olan ve onların müslümanlar
arasında da yayılmasını ve benimsenmesini şiddetle arzu eden mezhebler,
asılları Kur'ân ve Sunnet'te bulunmasa bile, bu görüşleri İslâmî bir renge
sokmanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inançlarını gerçekleştirmek için
başlıca iki yol bulmuşlardı: Ya Kur'ân-ı Kerîm'de, dışarıdan aldıkları görüşe,
çok uzaktan dahî olsa, benzer bir âyet bulmuşlarsa, bu âyete ancak tevîl yolu
ile görüşlerine uygun manâlar vermeye çalışmışlar, sonra da bunları delil
olarak kullanmışlardır; yahutta görüşlerine aykırı olarak gelen hadîsleri,
tevîl zahmetine katlanmaksızın uydurma olduklarını ileri sürerek reddetmişler
ve eğer bir hadîse dayanmak lüzumunu hissetmişlerse, görüşlerine uygun hadîsler
vazetmişlerdir, yâni uydurmuşlardır. Esasen hadîs vaz'ı, Hazreti Osman'ın şehîd
edilmesinden sonra şî'a eliyle başlamış ve büyük bir süratle yayılmış
bulunuyordu.
Kur'ân âyetlerinin
aslına aykırı olarak manâlandırılması, Hazreti Peygamberin hadîslerinin de
reddedilmesi ve yerine uydurma hadîslerin konulması, Kitap ve Sunnet'e dayanan
İslâm akaidi için son derece büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Bu tehlikeye
karşı elbette kayıtsız kalınamazdı. Nitekim îmam el-Gazâlfnin de dediği gibi,
"Allah, kullarına Rasûlünün dilinde dîn ve dünyalarının selâmeti
bakımından hak olan bir akîde vermişken, şeytan, mübtedi'anm kalbine, Sımnet'e
muhalif şeyler üka etmiştir. Onlar şeytanın bu telkinleriyle hak olan akideyi
teşviş etmek üzere iken, Allah mutekellimûn taifesini halkedip, dâvalarını
Sunnet'in zaferi için ehl-i bid'atm telbîsatım çıkarıp atacak müretteb bir
kelâm ile harekete geçirmiştir.[2]
Allah, İslâm akaidini
mübtedi'anm teşvişinden korumak için kelâm ehlini harekete geçirdiği gibi,
Peygamberinin Sünnetini korumak için de mu-haddisûn taifesini harekete geçirmiş
ve ilk defa, cerh ve ta'dü imamları, hadîs râvileriyle isnadlar üzerinde daha
fazla durmak lüzumunu hissetmişlerdir. Bu imamlar arasında Şu'be (Ö. 160 H.),
Mâlik İbn Enes (Ö. 179 H.), Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 198 H.), Sufyân İbn
Uyeyne (Ö. 198 H.), Yahya İbn Sa'îd el-Kattân (Ö. 198 H.) ve bunların
talebeleri Yahya İbn Ma'în (Ö. 233 H.), Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234 H.), Ahmed
İbn Hanbel (Ö. 241 H.) ve daha sonra el-Buhârî (Ö. 256 H.); Müslim (Ö. 261 H.),
Ebû Zur'a (Ö. 264 H.) ve Ebû Hatim (Ö. 277 H.) gibi birçok hadîsçi, râviler
hakkında geniş araştırmalara girişerek cerh ve ta'dîl ilmini geliştirmekle
büyük şöhret kazanmışlardır
Bu imamların her biri,
Hicaz, Şâm, Mısır, Irak, Yemen ve Horasan gibi muhtelif beldelere mensûb
oldukları için, her birinin hadîs cem'inde, bu hadîslerin tertip ve tanziminde,
isnad ve râviler hakkında kendilerine hâs görüşleri bulunuyordu. Hafıza ve zabt
yönünden derecelere ayırarak tasnif ettikleri râvilerin rivayetleri olan
hadîsler de, kendilerine hâs tâbirlerle isimlendirilmişti. Hadîsçilerin, sahîh
hadîsi, zayıf ve uydurma olanlarından ayırmak için başlattıkları bu yoğun
faaliyet, İslâmî ilimlerin inşasında atılan ilk ve en önemli adım olmuş, bunun
neticesinde, bir taraftan Hadîs İlmi zuhur ederken, bunu diğer îslâmî ilimler
takip etmiştir. Hadîsçiler, hadîs ilmini, rivayet ve dirayet yönünden iki kısma
ayırmışlardır. Rivayet yönünden hadîs ilminin konusu, Hazreti Peygambere isnad
edilen söz, fiil ve takrirlerin bilinmesi, zabtı ve rivayetidir. Dirayet
yönünden hadîs ilmi ise, rivayetin hakikatini, şartlarını, çeşitlerini,
hükümlerini, râvilerin hal ve şartlarını ve merviyyatm sınıflarım inceleme
konusu yapmıştır. Bu taksimden de anlaşılmaktadır ki, birincisi, Hazreti
Peygamberin hadîslerinin zabt ve rivayetinden ibaret olduğu halde, ikincisi,
zabt ve rivayet edilen hadîslerin sıhhatini inceleyen, sahîh olanlarla zayıf
olanları birbirinden ayırmayı gaye edinen bir ilimdir. O halde, bu ikincisi
olmaksızın, yâni hadîslerin tenkid ve tahlillerini yapıp sahîh olanlarını zayıf
olanlarından ayırmaksızın onların zabt ve rivayetinden hiçbir fayda sağlanamaz.
Bu sebepledir ki, dirayet yönünden hadîs ilmi, bu ilmin temelini teşkil eder ve
hadîs ilmi denildiği zaman da, umumiyetle dirayete dayanan ilim anlaşılır.
Nitekim hadîsçiler arasında maruf olan Ilmıı Dirayeti'l-Hadîs, Umu
Mus-talahı'l-BacLîs, Umu Usûli'l-Hadîs veya kısaca Ilmu'l-Hadîs tabirleri aynı
manâda kullanılmış ve hepsi ile bu ilim kasdedilmiştir.
O halde, takdim
ettiğimiz bu eser, ayrı ayrı hadîs ıstılahlarının da incelendiği Umu
Mustalahı'l-Hadîs veya Umu Usûli'l-Hadîs'e âit bir çalışma mahsûlüdür; kısaca
ifade etmek gerekirse, bir Hadîs Usûlü kitabıdır.
Hadîs rivayetiyle bu
rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatm
sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu
ilim ilk defa IV. asırda tedvin edilmiştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi
vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahlanyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû
Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına
el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını vermiştir. Ancak bu kitap,
hadîs usûlü ile ilgili bütün konuları içine almamıştı. Er-Râmahurmuzî'den sonra
gelen ikinci musannif, el-Hâkim Ebû Abdillah en-Neysâbürî (Ö. 405 H.)'dir ve
Ma'rifet ulûmi'l-hadîs
[3] adlı
kitabını telîf etmiştir. Fakat bu kitap da müretteb ve mühezzeb değildi. Bundan
sonra gelen Ebû Nu'aym Ahmed îbn Abdillah el-Isfahânî (Ö. 430 H.), el-Hâkim'in
yukarıda zikredilen kitabına bir mustahrac yapmış, fakat birçok meseleleri
kendinden sonrakilere bırakmıştır. Ebû Nu'aym'den sonra el-Hatîb el-Bağdâdî (Ö.
463 H.) gelir. Bu meşhur müellif, rivayet kaideleri üzerine tasnif ettiği
kitabına el-Kifâye fi kavânînVr-rivâye
[4]adını
vermiş, bunu, rivayet âdabı ile ilgili bir başka tasnifi, el-Câmi'
li-âdâbi'ş-şeyh ve's-sâmi' adındaki ikinci kitabı ve hadîs ilminin çeşitli
bölümleriyle ilgili diğer kitapları takip etmiştir. El-Hatîb'ten sonra gelen
bütün muhaddislerin kaynağı, onun bu kitapları olmuştur. El-Hatîb'i takip eden
diğer muhaddisler, el-Kâzî lyâz İbn Mûsâ el-Yahsubî (Ö. 544 H.), el-îlmâ' fi
zabtı'r-rivâye ve's-semâ' (veya el-îlmâ' ft ma'rifet usûli'r-rivâye ve
takyidi's-semâ'); Ebû Hafs Ömer ibn Abdi'l-Mecîd el-Meyâncî (Ö. 580 H.), Mâ lâ
yesa'u'l-mukaddise cehluh adlı kitaplarıyle şöhret kazanmışlardır. Nihayet
bunlardan sonra gelen Ebû Amr Osman İbn Abdirrahman eş-Şehrazûrî (Ö. 643 H.), Mu-kaddımet
Îbni's-Salâh adiyle meşhur olan Ulûmu'l-hadîs
[5] adlı
kitabını, el-Eşrefiyye Medresesinde hadîs tedrisiyle görevlendirildiği bir
sırada ta-ebelerıne imlâ ettiği derslerini bir araya getirmek suretiyle tasnif
etmiştir, îgıde^bilhassa el-Hatîb'in dağınık
kitaplarını toplamış ve başka
ilâveler de yapmıştır.
Ancak bu kitap, bir nevi ders notlarından ibaret olduğu için, tertîbi
istenilen mükemmeliyette olmamışsa da, diğerlerine nis-betle daha çok yayılmış
ve şöhret kazanmıştır. Bu bakımdan, İbnu's-Salâh'tan sonra gelen ve bu konuda
kitap yazan müelliflerin çoğu, mesaîlerini Îbnu's-Salâh'm bu kitabının şerh ve
ihtisarına hasretmişlerdir.[6]
Bunlardan
ez-Zeynu'1-Irâkî (Ö. 806 H.), Nazmu'd-Durar ft ılmVl-eser adını verdiği bir
elfiyesinde, Îbnu's-Salâh'm mezkûr kitabını önce naz-metmiş, sonra da bu nazmım
Fethu'l-muğîs bi şerhi Elfiyeti'l-hadîs adiyle şerhetmiştir. Yine aynı
müellifin et-Takyîd ve'l-îzâh adındaki Mukaddime şerhi, büyük şöhret
kazanmıştır.
Mezkûr kitabın
ihtisarlarına gelince, bunlar arasında en meşhuru, İmam Şerefu'd-Dîn en-Nevevî
(Ö. 676 H.J'nin el-îrşâd ft ılmVl-isnâd adlı kitabı olup, bilâhara bunu
et-Takrîb ve't-teysîr li ma'rifetVs-SunenVl-Beşîr en-Nezîr adiyle tekrar
ihtisar etmiştir. Bu kitap üzerine ez-Zeynu'1-Irâkî'nin, es-Sehâvî'nin ve Hafız
es-Suyûtî'nin şerhleri vardır. Es-Suyûtî'nin Tedrîbu'r-râvî şerh
Takrîbi'n-Nevevî adlı kitabı, rivayet usûlünde telîf edilen kitapların en
mükemmelidir. Bu kitap, müteaddit defalar tabedilmiştir.
Hadîs usûlü ile ilgili
diğer meşhur bir kitap da, îbn Hacer el-Askalânî (Ö. 852 H.)'nin
Nuhbetu'l-fiker fi mustalahı ehlVl-eser adlı kitabıdır. Yine müellifi
tarafından Nuzhetu'n-nazar fî tavzihi nuhbetVl-fiker adiyle şerh edilmiş ve
konu ile ilgilenenler için dâima müracaat edilen değerli bir kitap olmuştur. Bu
kitap üzerine Alî el-Kârî'nin Mustaîahâtu ehli'l-eser adiyle yaptığı bir şerh
de şöhret kazanmış ve her iki kitap da tabedilmiştir.
Tedvin devrinden
itibaren, hadîs usûlü ile ilgili olarak telîf edilmiş kitaplardan bazılarını
burada zikretmiş bulunuyoruz. Şüphesiz bunlar, bu konuda telîf edilen pek çok
kitaptan birkaçıdır ve hepsini de bu önsözde zikretmek mümkün değildir.
Bununla beraber, zikretmiş olduğumuz bu kitaplar dahî, Hazreti Peygamberin
hadîslerini korumak için hadîsçilerin giriştikleri geniş ve semereli faaliyet
hakkında bilgi vermeye yeterlidir.
Aynı konuyla ilgili
olarak takdim ettiğimiz Hadîs Usûlü adlı bu kitabımıza gelince, daha önce
hazırlanmış ve müteaddit defalar basılmış olan aynı adlı kitabın, Hadîs
ıstılahları adı altında telîf edilip muhtelif baskıları yapılan kitabımızdan da
faydalanılarak daha geniş ve daha farklı bir tertîble hazırlanmış yeni bir
şeklidir.
Hadîs ıstılahları adlı
kitabımızın Önsöz'ünde yer verdiğimiz ibareleri, burada da aynen tekrarlayarak
sözümüze son vermek istiyoruz: Büyük hadîs imamı el-Buhârî, İslâm'ın Kur'ân-ı
Kerîm'den sonra en güvenilir kitabı olarak kabul edilen Sahîftmi tasnif ettiği
zaman, inneme'l-a'mâlu bi'n-niyât (ameller niyetlere göre değer kazanır)
hadîsini tasnif yönünden yeri olmamakla beraber, kitabının başında
zikretmiştir. Kendisi bu konuda herhangi bir açıklama yapmamış ise de, bunun
delâlet ettiği manâ çok ulvîdir ve kitabını tasnîf ederken sahip olduğu
niyetteki samimiyyetini gösterir. Biz de bu kitabı takdim ederken, aynı hadîse
işaretle niyetimizin hâlis olduğunu belirtmek isteriz. Bu itibarla, kitabımızın
konu ile ilgilenenler için faydalı olmasını, rastlanacak kusurların
bağışlanmasını dileriz. Tevfîk Allah'tandır.
Prof. Dr. Talât
KOÇYÎĞÎT
[7]
Sünnet, lugatta, iyi
olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister
kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına
gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı
söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e ibaresi, bu manâya uygun olarak
"suyu yavaşça döktü" demek olur^. Araplar, takip edilen yolu ve
devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş
gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı
kelimeyi kullanmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de, sünnetin, zikrettiğimiz bu lügat
manâsında kullanıldığını gösteren âyetler vardır: "Kendilerine hidayet
gelince, insanların îman etmelerine ve Rablarından mağfiret dilemelerine,
evvelkilerin sünnetinin (gidişatının), yahut çeşit çeşit azabın kendilerine
gelmesinden başka bir engel yoktur"'.[8]
Aynı lügat manâsı,
Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de görülür: "
"Her kim
kendisine iyi bir sünnet (yol, âdet) edinirse, onun ve onunla amel edecek
olanların sevabı o kimseye âit olur. Kim de kötü bir yol edinirse, onun ve
onunla amel edecek olanların günâhı da o kimseye âit olur"
[9].
Lugatta, yukarıda
zikredilen manâlarda kullanılmış olan sünnet kelimesi, İslâm'ın bidayetinden
itibaren özel bir manâ kazanmış, yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını
muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve
sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin,
Allah'ın tebliğine memur ettiği "dîn" ile ilgili olması dolayısıyle,
kelimenin lugatta görülen "kötü" veya nıezmûm yol" manâsı,
ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu
zaman, bu sünnetin zemme lâyık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu
yol ve gidiş, övülmeye ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de
yer alan bazı âyetlerde sünnetin bu manâsını açık bir şekilde görmek mümkündür:
" Sizin için, Allah'ı ve âhıret gününü arzu eden ve Allah'ı çok zikreden
kimseler için, Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.[10]
"Şüphesiz sen, insanları dosdoğru yola, Allah'ın yoluna iletirsin".[11]
Aynı manâ, Hazreti
Peygamberin şu hadîsinde de görülebilir: "Size iki şey bıraktım; bunlara
sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceksiniz: Biri Allah 'm Kitabı,
diğeri Rasûlünün Sünneti .[12]
İslâm'ın başlangıcında
sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine
tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin
ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması
yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah
manâları kazanmıştır:
Fıkıh usûlü âlimleri,
sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb,
haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm
ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler
bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın,
umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu
takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise
sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takririnden ibarettir. Keza onun
ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için
çekildiği Hıra mağarasmdaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Bu manâsı ile sünnet
hadîsin müradifidir.
Söz, fiil ve takrirden
ibaret olduğuna işaret ettiğimiz sünnet, aynı zamanda, ilâhî vahyin iki
kısmından birini teşkil eder; diğer kısmı ise, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Allahu
Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin "kendi hevâ ve hevesinden konuşmadığını, her
ne konuşmuş ise, onun, kendisine vahyedilen bir vahiy olduğunu" beyan
buyurmuştur.[13] Bu manâyı teyîd eden
Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de, "bana Kur'ân verildi; bir de onunla
birlikte onun gibisi" denilmiştir.[14]
Kur'ân'le birlikte Hazreti Peygambere verilen Kur'ân gibi vahye müstenid olan
şeyin, sünnetten başka bir şey olabileceğini düşünmek elbette mümkün değildir.
Kur'ân ve sünnetin
vahye müstenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şüphe yoktur.
Kur'ân,manâ ve lafız olarak vah-yedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya
nakli caiz değildir. Hazreti Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl
tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde
korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekeffül etmiş ve
"Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette
biziz."
[15]buyurmuştur. Lafzı ve
manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün
vasfa sahiptir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muktedir olamaz. Allahu
Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açıklamıştır: "(Ey
Muhammedi) De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek
üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim
yine getiremezler."
[16]İşte
bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, namazda ve namaz dışında okunması ibadet
hükmünde olan bir kitaptır.
Vahye müstenid
olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden ibaret olan sünnete
gelince, onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş
olmamasıdır. Bu sebepledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz
değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olan-larca manen rivayet
edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.
Şu var ki, İslâm
uleması, Hazreti Peygamberin, ilâhî vahyin gelmediği bazı meselelerde ictihadda
bulunduğunu ve kendi görüşü ile hüküm verdiğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Bu hususla ilgili olarak Abdulvahhâb Hallâf, islâm Teşrii Tarihi
[17]adlı
kitabında şunları söylemiştir: "Hazreti Peygamber devrinde teşrîîn iki
kaynağı vardır. Birisi ilâhî vahiy; diğeri ise, Hazreti Peygamberin kendi
içtihadı. Herhangi bir ihtilâf, veya bir hâdise, yahutta bir sual veya fetva
talebi ile teşrî'i gerektiren bir şey zuhur ederse, Allahu Ta'âlâ, elçisine,
hükmü bilinmek istenen mesele hakkında hüküm getiren bir veya bir kaç âyet
indiriyor; Hazreti Peygamber de vahyedilen bu âyetleri, uyulması gerekli
(vâcib) bir kanun olarak müslümanlara teblîğ ediyordu. Eğer teşrii gerektiren
bir hâdise olur, fakat Allahu Ta'âlâ bu hâdise ile ilgili hükmü beyan edecek
bir âyet vahyetmezse, Hazreti Peygamber bu hükmün bilinmesi için ictihadda
bulunuyor ve içtihadının ona sağladığı netice ile hüküm veriyordu; yahut sual
veya istiftaya icabet ediyordu. İctihad eseri olarak ondan sâdır olan bu hüküm
veya cevap, ilâhî vahye istinad eden kanun gibi, uyulması gereken bir kanun
oluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olan ahkâm
âyetlerini ve bunların sebeb-i nüzul ile ilgili müfessir rivayetlerini
tetkik edenler, her Kur'ânî hükmün, teşrii gerektiren bir hâdise dolayısıyle
vazolunduğumı görürler. Bu husus, Allahu Ta'âlâ'nın şu âyetlerinden açıkça
anlaşılır:
"(Ey Muhammedi)
Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar. (Onlara) de ki: Bu ay içinde
savaş yapmak büyük suçtur...
[18]
"Sana içkiyi ve
kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günâh,
hem de faydalar vardır; fakat günâhları faydalarından daha
büyüktür..."
[19]Bunun
gibi, bazı tereke üzerinde vu-kubulan ihtilâflar sebebiyle veraset, bazı karı
koca arasındaki geçimsizliğin isnad ve iftiraya varması (kazf) sebebiyle li'ân
ahkâmı vazolunmuştur.
Bunun gibi, ahkâm
hadîslerinin ve hadîsçilerin bu hadîslerin sebeb-i vürûdu ile ilgili
rivayetlerinin tetkikinden de anlaşılır ki, Hazreti Peygamberin içtihadına
dayanan bütün hükümler, bir ihtilâf hakkındaki kazası, bir hâdise hakkındaki
fetvası ve bir suale cevabıdır. Meselâ, bazı sahabeden rivayet edildiğine
göre, demişlerdir ki: Yâ Rasûlallah! Suyu tuzlu olan denizdeyiz. Yanımızda
abdest almaya yetecek kadar tatlı su yok. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz?
Hazreti Peygamber, bu suale şöyle cevap vermiştir: "Deniz suyu temiz ve
ölüsü (balığı) helâldir".
Bundan anlaşılıyor ki,
Hazreti Peygamber devrinde vazolunan ahkâmın hepsinin de kaynağı vahy-i ilâhî
ve ictihad-ı nebevi olup, ortaya çıkışları, onları gerektiren teşrî'î
ihtiyacın zuhuru üzerine mebnîdir. Hazreti Peygamberin, birinci kaynağa göre
vazolunan ahkâma nisbetle vazifesi, bu ahkâmı getiren âyetlerin tebliğ ve
tebyînidir. Çünkü bu vazîfe, Allahu Ta'âlâ'mn şu emirleri iktizasındandır:
"Ey Peygamber! Rabbından sana indirilen (âyetler) i teblîğ et. Eğer bunu
yapmazsan, Rabbının peygamberliğini teblîğ etmemiş olursun"
[20]"Sana
da, insanlara, kendilerine indirileni açık-layasın diye Kur'ân'ı indirdik.
[21]
Hazreti Peygamberin
ikinci kaynağa nisbetle vazifesi ise, bazen ilâhî ilhamın ifadesi, bazen de
maslahatın ve teşrî ruhunun îcab ettirdiği hüküm için istinbat ve istimdad
olarak ictihad-ı nebevidir. Allahu Ta'âlâ'nın Hazreti Peygambere ilham ettiği
içtihadı ahkâm, ilâhî ahkâmdan başka bir şey 4egiMir ve Hazreti Peygamberin,
(Kur'ân ahkâmı gibi) bunları da söz ve fiilleriyle tabîr etmekten başka bir
tasarrufu yoktur. Allahu Ta'âlâ'nm ilham etmediği, fakat Hazreti Peygamberin
tetkik ve takdiri neticesi sâdır olan «iğer içtihadı ahkâm ise, bütün söz ve
manâlarıyle ahkâm-ı nebevidir.
Ancak bu ahkâmdan
doğru olanlar, Allahu Ta'âlâ tarafından tasvîb edilmiş, hatalı olanlar ise,
yine O'nun tarafından tashîh olunmuştur. Bedir esir-leriyle ilgili bir fidye
meselesi bunun örneğini teşkil eder:
Bedir gazvesinde,
müslümanlarm eline 70 müşrik esir düşmüştü. Bu sıralarda esirlerle ilgili
herhangi bir hüküm de vazedilmiş değildi. Hazreti Peygamber, bu esirlere ne
yapmak lâzım geldiği hakkında ictihadda bulundu; bazı ashabı ile istişare
etti. Bunlardan Ebû Bekr, esirlerden fidye alınmasını tavsiye etti ve
görüşlerini şöyle açıkladı: "Bunlar senin kavmin ve ehlinden olan
kimselerdir. Onları muhafaza et; belki Allah onların tev-belerini kabul eder.
Onlardan ashabını kuvvetlendirecek fidye al". Ömer İbnu'l-Hattâb ise,
onlardan fidye kabul edilmemesini, hepsinin de öldürülmesini ileri sürdü ve
görüşlerini Hazreti Peygambere şöyle açıkladı: "Seni yalanladılar ve
memleketinden çıkardılar. Onları bırak, boyunlarını vurayım. Bunlar küfür
önderleridir. Allah, seni onların fidyesinden müstağni kılmıştır".
Hazreti Peygamberin içtihadı, onlardan fidye alınması istikametinde tecelli
etti. Fakat Allahu Ta'âlâ, bu meselede doğru olan hükmü, şu âyet-i kerîme ile
beyan etmiştir: "Hiçbir peygamberin, yeryüzünde ağırlığını koymadıkça
esirler alması doğru olmaz. Siz dünya malı istiyorsunuz; Allah ise, âhıreti
istiyor. Allah, Azîz'dir; hikmet sahibidir"
[22]
Bir başka misal, özür
beyan ederek Tebûk gazvesine iştirak etmek istemeyenlere Hazreti Peygamberin
izin vermesiyle ilgili olup, Allahu Ta'âlâ tarafından doğru olanı şu âyetle
açıklanmıştır: "Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sence belli olmadan
ve yalancıları bilmeden onlara niçin izin verdin"?
[23]
Netice olarak, Hazreti
Peygamber devrinde teşrî tamamen ilâhî idi. Çünkü bu teşriin kaynağı, ya Allahu
Ta'âlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'deki vahyi, ya da ilham-ı ilâhîye veya Hazreti
Peygamberin, tetkik ve takdire dayanan içtihadı idi. Ancak bu sonuncusunda
Allahu Ta'âlâ'nın murakabesi bahis konusu idi: Eğer ictihad doğru olarak sâdır
olmuşsa, Allah onu tasvîb, hatalı olmuşsa, Peygamberini doğru olana irşad
ediyordu. Bu bakımdan ilham-ı ilâhîden sâdır olmayan ictihad-ı nebevi hükmü ile
ilham-ı ilâhîden sâdır olan ictihad-ı nebevi hükmü arasında ayırım yapmaya
gerek yoktur. Ancak Allahu Ta'âlâ'nm, elçisini doğru olan hükme irşad
etmesinden anlaşılır ki, ilk hüküm ilham-ı ilâhîden değildir".
Abdulvahhâb Hallâftan
naklettiğimiz bu görüşler de, Hazreti Peygamberden sâdır olan ve dîne taalluk
eden sünnetin, Allahu Ta'âlâ'nın kontrolü altında teşekkül ettiğini ve
dolayısıyle vahiy mahsûlü olduğunu teyîd
eder. Bundan dolayıdır
ki sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak
tarîf ve tavsîf edilmiştir. Bu hususta Kur'ân-ı Ke-rîm'de şu emirler yer
almıştır: "Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız" '.
[24]
"Kim Peygambere itaat ederse Allah'a
itaat etmiş olur."
[25]
"(Ey Muhammedi
Onlara) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki Allah da sizi
sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Allah, Gafûr'dur; Rahîm'dir"
[26]"(Ve
yine) de ki: Allah'a ve Rasûle itaat edin; eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz
Allah kâfirleri sevmez"
[27]"Peygamber
size neyi verirse, alın- neden sizi nehyederse, ondanda sakının. Allah'tan
korkun"
[28]onu
Zikrettiğimiz bu âyet meallerinde Hazreti
Peygambere itaat, AUahu Ta'âlâ'ya itaatla birlikte zikredilmiş, bu itaatlar
arasında hiçbir ayırım yapılmamış, hattâ Peygambere itaatin Allah'a itaat
demek olduğu, bir âyette apaçık belirtilmiştir. Peygambere itaatla ilgili bu
emirlerin, onun sünnetine râci olduğu, ona itaatm, onun sünnetine itaat
manâsına geldiği hiçbir şekilde inkâr edilemez. Bu mütalâa bizi şu neticeye
ulaştırır: Nasıl Allah'a itaatla Peygamberine itaat arasında hiçbir fark
yoksa, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'deki emirlerine itaatla, Peygamberin sünnetle
vârid olan emirlerine itaat arasında da hiçbir fark yoktur. Şu var ki insan,
yegâne Hâlık ve Hâkim-i mutlak olan Rabbma bir kul olarak ibadet eder; fakat
O'nun, yine kendisi gibi kulu olan Peygamberine ibadet etmekle mükellef değildir;
yahut başka bir ifadeyle, Peygamber ibadet olunan bir varlık değil, fakat insan
olarak o da Allah'ın bir kuludur ve o da, diğer insanlar gibi Allah'a ibadet
etmekle mükelleftir. Ancak Allah onu, insanlar arasından seçip çıkararak
kendisine peygamber veya elçi yapmış ve ona, bir vahiy mahsûlü olarak, kendi
kelâmından ibaret olan Kur'ân-ı Kerîmi indirmiştir. Tıpkı bunun gibi, dînini
ikmal etmek için Peygamberine sünneti de vahyetmiş ve bütün insanlara, Kur'ân
ve sünnetle bir bütün teşkîl eden islâm içinde yaşayabilmelerini sağlamak
için, Peygamberine itaat etmelerim emretmiştir. Şu farkla ki, yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân, bütün harf ve kelimeleriyle Allah kelâmı olduğu
halde, yalnız manâ yönünden vahyedilen sünnet, Peygamber kelâmıdır ve kıraati
Kur'ân gibi ibadet sayılmaz.
Sünnetin Kur'ân'la
birlikte İslâm'ın temel kaynağı olduğu gözönünde bulundurulursa, gerek dînin
tamamlanmasında ve gerekse bu dînin kısa bir zaman içerisinde bütün Arap
ülkesine yayılmasında sünnetin ne derece büyük rol oynadığı kolayca anlaşılır.
Bilindiği gibi ilk
İslâm Devleti, müslüm anların 622 senesinde Mekke'den hicret etmelerinden sonra
Medine'de kurulmuştur. Fakat bu devlet, ilk kurulduğu sıralarda, Medine'nin
ancak bir kısmına hâkimdi; diğer ve daha büyük kısımlarında ise, müşrik Araplar
ve yahudiler yaşıyordu. Kur'ân, Medine'de yeni bir devletin temellerini
atarken, bu Araplarda hâlâ câhiliye devrinin bedevi hayatı hüküm sürüyordu.
Bunların bir hükümetleri, veya kaza'î bir mercileri yoktu; aşiretler halinde yaşadıkları
ve bu aşiretler de zamanla kabilelerden ayrıldıkları için, aralarında bir kan
bağı ve ailevî bir karabet bulunuyordu.
Mekke'de İslâmiyetin
doğuşu ve Medine'de yeni bir îslâm Devletinin kuruluşu, o zamana kadar bedevî
hayatı yaşayan ve sonra müslüman olan kabileleri yeni bir hayat sistemine
bağladı. Bir taraftan evlenme (izdivaç), boşanma (talâk), alımsatım (bey1),
öldürme (kati), hırsızlık (sirkat) ve daha bir çok meselede İslâm toplumunun
harekât hattı çizilirken, diğer taraftan, Mekke'de kısaca temas edilen itikad
ve amele âit dînî meseleler yeniden ele alındı ve kesinleştirildi.
Müslümanlar, bu yeni
sisteme kendilerini çabuk alıştırmışlardır. Bu intibak, kısa bir zaman
içerisinde o kadar süratli olmuştur ki, bu gün dahî buna şaşmamak mümkün değildir.
Maamafîh, bunun sebebini, îslâmiyetin, o günün insanına aşılamış olduğu rûh
ile, o insanın bu dîne olan bağlılığında ve bu bağlılığın samimiyetinde aramak
gerekir. Çünkü bir kız çocuk dünyaya getirmenin yüzkarası olarak telâkki
edildiği, meşru aile bağlarının koparılıp atıldığı, içki, kumar ve ribâmn,
bütün ferdlerin benliğini kemirip bitirdiği bir toplumun, bu kadar âni bir
dönüş yaparak çok kısa bir zaman içerisinde ülkeler fethedecek derecede benlik
kazanmasını izah edecek başka sebepler bulmak imkânı yoktur. Yeni kurulan bu
devletin hu-dudları, kısa bir zamanda, bir taraftan Şimalî Afrikayı atlayıp
Endülüs'e, diğer taraftan, Ceyhun ve Mâverâ'unnehr'e; yine bir taraftan Bombay
ve Deybil'e, diğer taraftan Ermeniye ve daha ilerisine kadar uzanmıştı. Bu
kadar kısa bir zaman içerisinde onlara böyle bir fetih imkânı hazırlayan kuvvet
başka ne olabilirdi? Rumlar ve fiirsler gibi harp sanatını bilmiyorlardı; yine
onlar gibi çeşitli silâhlara ve büyük ordulara sahip değillerdi. Bildikleri
belki de tek şey, göçebe halinde yaşarlarken, biribirlerine baskınlar yapmak ve
biribirlerinin hayvanlarını çalmaktı; kısacası âdi yağmacılıktı. Eğer bunlar,
câhiliye Araplarımn bir nevi sanatı sayılabüirse, elbette ki böyle bir sanatla
dünyalar fethetmek mümkün değildi.
Bütün bunlar bir yana,
müslümanları fetihlere sevkeden ve onları bu fetihlerde başarılı kılan tek bir
kuvvet vardı; bu kuvvet de îman kuvveti idi ve başlıca iki kaynaktan
fışkınyordu: Kitâb ve Sünnet.
Bilindiği gibi Kitâb,
Allah tarafından Hazreti Peygambere indirilen ve İslâm'ın bütün esaslarını
içerisinde toplayan Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ise, yukarıda manâ ve mahiyetini
açıklamaya çalıştığımız Hazreti Peygamberi söz ve fiilleridir.
Sahabe, Hazreti
Peygamber devrinde, İslâm dînine taalluk eden meseleleri Kur'ân-ı Kerîm'den
Peygamber vasıtasıyle alıyordu. Çok defa, nazil olan âyetler mücmeldi;
müslümanlar, onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hazreti Peygambere başvurarak
bu âyetlerin açıklanmasını, ifade etmek istediği manânın iyice ortaya
konulmasını istiyorlardı. Meselâ Kur'ân, namazın muayyen vakitlerde mü'minler
üzerine yazılmış bir farz olduğunu bil-dirmiş
[29]sık
sı^ da, müslümanlara namaz kılmalarını emretmiştir. Sahabe her ne kadar bu
emirlerin zahirî manâsını anlamış ise de, namazın nasıl kılınması gerektiğini,
hangi vakitlerde ve kaç rik'at kılınacağını öğrenmek için Hazreti Peygambere
başvurmuştur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususlar açıklanmamıştı. Hazreti
Peygamber de, farz kılınan namaz vakitlerinin beş adet, öğle ikindi ve yatsı
namazlarının dörder, akşam namazının üç, sabah namazının ise, iki rik'at
olduğunu açıklamış, nasıl kılınması gerektiği hususunda da, arkasında cemaatla
namaz kılan müslümanlara "benim kıldığım gibi kılınız"
[30]demiştir.
Buhârî"nin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, Allah'ın Rasûlü
(s.a.s.) de, Cebrâ'îl (a.s.)'in arkasında namaz kılmak suretiyle namazın âdâb
ve erkânını ondan öğrenmişti'.[31]
Keza Kur'ân-ı Kerîm,
"Ey îman edenler! Cuma günü namaz için ses-lenildiğinde, alışverişi
bırakarak Allah'ın zikrine koşun."
[32]âyetiyle
Cuma namazını müslümanlara farz kılmış, fakat bu namazın nasıl kılınması gerektiğini
açıklamamıştır. Hazreti Peygamber ise, Cuma namazının iki rik'at kılınacağını
ve bir de hutbe îrad edileceğini beyan etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm,
müteaddit defalar, müslümanlarm zekât vermeleri gerektiğini bildirmiş ,
[33]
fakat müslümanlar, hangi mallarından ne miktar zekât vermeleri gerektiğini
öğrenmek için Hazreti Peygambere başvurmuşlardır. Oda, emvalin bazısından
zekât alınacağım, diğer bazısı için ise, zekât vermek gerekmediğini onlara
açıklamıştır. Meselâ mâşiye tabir edilen deve, koyun ve inek gibi bazı
hayvanlardan zekât alındığı halde, yine aynı sınıfa giren at, eşek ve katır
gibi hayvanlardan zekât alınmamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm, gücü
yetenlere haccı farz kılrruş
[34]Hazreti
Peygamber ise, hac vaktini, hac kıyafetini, tavafı, Arefe ve Muzdelife'deki
hac ile ilgili amelleri açıklayarak, müslümanlara, hac farizalarını açıklandığı
şekilde îfa etmelerini emretmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'den,
Hazreti Peygamber tarafından açıklanmadan îfa edilmesi mümkün olmayan buna
benzer daha birçok örnek zikretmek mümkündür. İşte Hazreti Peygamberin
Kur'ân-ı Kerîm'deki mücmel ve gayr-i mufassal âyetlerle ilgili bu açıklamaları
sayesindedir ki, İslâm dîni tamamlanmış ve Allahu Ta'âlâ da Dînin tam olarak
tatbîk edilebilmesini sağlamak için, Kitabında, Peygamberine itaatla ilgili
emirlerini sık sık tekrarlamıştır. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki,
Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'le ilgili bu çeşit açıklamaları, kendi istek
ve arzusu ile değil, fakat Rabbınm bu hususta kendisine yönelttiği emirlerle
vukubulmuştur. Meselâ Nahl sûresinin 44'üncü âyetinde "Sana da, insanlara,
kendilerine indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik." buyurulmuş
yine aynı sûrenin 64'üncü âyetinde "Biz sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa
düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve inanan kimselere hidayet ve rahmet
olmak üzere indirdik." denilmiştir.
İşte, yukarıdan beri
zikrettiğimiz ve açıklamaya çalıştığımız deliller şu gerçeği açıkça ortaya koymuş
olmaktadırki, Hazreti Peygamber, gerek Dînin tatbiki ve gerekse çeşitli
müşkillerin halli maksadıyle davamlı olarak açıklamalar yapmış, ashabını
karşılaşabilecekleri her duruma karşı 1$ a-rarak emirler verip nehiylerde
bulunmuş ve onları câhiliye devrinin ko-kuşuk ahlâkından arındırmaya ve bozuk
düzeninden uzaklaştırmaya çalışmıştır. İşte, onun bu maksatla yaptığı
açıklamalar, ashabına yönelttiği uyarılar, va'z ve nasîhatlar, yukarıda
tarifini verdiğimiz sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücut bulmasını ve
Kur'ân-ı Kerîm yanında, müslümanlarm her konuda kendisine dâima başvuracakları
Dînin vazgeçilmez bir kaynağı olmasını sağlamıştır.
[35]
Yukarıda manâ ve mahiyetini
açıklamaya çalıştığımız sünnet, Hazreti Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak
sâdır olmuştur. Gerek usûlcülerin ve gerekse hadîsçilerin ıstılahında
es-Sunnetu'l- Kavliyye (kavlî sünnet) de denilen söz, Hazreti Peygamberin
herhangi bir mesele hakkındaki şifahî beyanından ibaret olup işitmeye
müteallik olması dolayısıyle sahabînin (fU) aJJI J^y Jlî (Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurdu) yahut (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu işittim) gibi
ibarelerle naklettiği hadîsleridir.
Es-Sunnetu'l-Fi'liyye
(fiilî sünnet), Hazreti Peygamberin, namaz, oruç, hac, zekât vb. çeşitli
ibadetlerindeki davranışlarına âit sahabe tarafından görülüp nakledilen
haberlerdir ve görmeye müteallik olması dolayısıyle sahabîler tarafından Ijfjjj
{^) ^i)| cJj (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle yaptığını gördüm) ve benzeri ibarelerle
nakledilmiştir.
Es-Sunnetu't-Takrîriyye
(takrîrî sünnet) ise, huzurunda sahabî tarafından söylenen bir sözü, veya
işlenen bir fiili, Hazreti Peygamberin red-detmeyip sükût etmesi, yahut onu
güzel karşılaması ve tasvîb etmesiyle oluşan sünnettir. Her ne kadar Hazreti
Peygamber tarafından işlenmemiş bir fiil olsa bile, herhangi bir sahabînin
işlediği fiilin, onun tarafından tasvîb görmesi veya güzel karşılanması,
sahabînin o fiili naklederek ondan haber vermesiyle, o da sünnet vasfını
kazanmış olmaktadır. Böyle bir sünnetin naklinde sahabînin genellikle şu
ifadeyi kullandığı görülür: yr (Nebiy (s.a.s.)'in huzurunda şöyle yaptım Yahut
(Nebiy (s.as.)'in huzurunda bulan kimse şöyle yaptı) Sahabî bu veya buna benzer
bir ibareyi zikrettikten sonra, Hazreti Peygamberin, huzurunda yapılan veya
söylenen şeyi reddetmediğine de işaret eder ki, onun Hazreti Peygamber
tarafından tasvîb edildiğini gösterir. İşte, es-Sunnetu'l-Kavliyye,
es-Sunnetu'l-Fi'liyye ve es-Sunnetut-Takrîriyye olmak üzere üç şekilde tezahür
eden ve sahabî tarafından nakledilen bu sünnete, hadîsçilerin ıstılahında hadîs
adı verilmiştir.
[36]
Hadîs, lugatta
kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve
bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda
kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'in "Demek onlar, bu söze inanmazlarsa,
arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin."
[37]mealindeki
âyetinde geçen hadîs kelimesi, söz veya haber manâsında kullanılmış olup bu
kelime ile Kur'ân kasdedilmiştir. Duhâ sûresinin 11 inci âyetinde geçen ve bu
kelimeden türeyen fehaddis fiili ise, anlatmak veya haber vermekten emir
sığasında kullanılmış ve "Rabbının nimetini şükrederek anlat." manâsı
kasdedilmiştir.
Daha sonraları,
kelimenin kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir
değişiklik görülmemekle beraber, dînî çevrelerde bazı haber çeşitlerine isim
olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde
bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz,
Allah'ın Kitabı'dır."
[38]
Nihayet hadîs lafzı,
Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere
hadîs denilmiştir. Ebû Hureyre tarafından sorulan bir soruya Hazreti
Peygamberin verdiği cevapta bu kelime, bizzat Hazreti Peygamber tarafından bu
manâda kullanılmıştır. Ebû Hureyre, Hazreti Peygambere: " yâ Rasûlallah!
Kıyamet günü senin şefaatine nail olacak en mes'ûd kimse kimdir?" diye
sorduğu zaman, Rasûlullah (s.a.s.) ona şu cevabı vermiştir: "Senin hadîse
karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadîs hakkında hiç kimsenin bana senden
Önce soru sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet günü benim şefaatime nail
olacak en mes'ûd kimse, hulûs-ı kalble lâ ilahe illa'llah diyen
kimsedir"
[39]
Hadîs kelimesi,
umumiyetle ve yukarıda da açıkladığımız gibi, Hazreti Peygamberin sözlerine
ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması tarafından kelimenin delâlet ettiği manâ
yönünden bazı farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Buna göre, bazı usûl
ulemasının tarifinde hadîs, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine
ıtlak olunmuştur ki, bu manâsıyle kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin
karşılığıdır. Bazı hadîs uleması ise, hadîs lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin
sözlerine değil, sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen mevkuf ve maktu haberlerede
ıtlak etmişlerdir; bu bakımdan kelime, haber'm. de müradifidir. Bazıları ise,
yukarıda işaret olunduğu üzere, hadîsi yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen
sözlerde kullanmışlar, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu
takdirde hadîsle haber arasında belirli bir farkın bulunduğu kolayca anlaşılır.
Hadîsçiler arasında
yaygın olan görüşe göre hadîs, nübüvvetten önce ve nübüvvetten sonra Hazreti
Peygamberden rivayet edilen bütün söz, fiil ve takrirlerden ibarettir; ancak
müslümanlaruı uymakla emrolundukları sünnet, bu üç şekilde sabit olan ve dîne
taalluk eden hadîslerdir. Buna göre, eğer Hazreti Peygamberin sünneti, ondan söz
olarak sâdır olur ve hadîs olarak bize intikal ederse, bu hadîsin tasdîki
gerekir. Eğer hadîs, îcab, tahrîm veya ibaha yönünden teşrî'î olursa, keza ona
uymak gerekir; çünkü peygamberlerin nübüvvetlerine delâlet eden âyetler,
onların, Allahu Ta'âlâ'dan naklen haber verdikleri şeylerde masum olduklarını
gösterir. Bu bakımdan onların haberleri doğrudur ve haktır. Esasen nübüvvetin
manâsı da budur. Bunun içinde, Allahu Ta'âlâ'nm, peygamberlere gaybtan haber
vermesi de yer alır. Bu haberi alan peygamber, onu insanlara nakleder. Zâten
peygamberin vazifesi, halkı davet ve Rabbının risaletini onlara tebliğ
etmektir.
Hazreti Peygamberin
sünneti fiil olarak sâdır olur ve bu fiil bize kadar intikal ederse, bu fiile
uymak gerekir. Uyulması Hazreti Peygamber tarafından emrolunan bazı fiiller
daha vardır ki, bunların da ayrı bir özellikleri vardır. Meselâ "benim
namaz kıldığım gibi kılınız" sözü, fiilî bir sünnete uyulmasını emreden
kavlî bir sünnettir.
Hazreti Peygamberin takrirleri
de yine onun hadîsi içerisinde yer alır. Meselâ Hazreti Âişe'nin kızlarla
oynamasını, yahut bayram günlerinde cariyelerin şarkı söylemelerini ikrarı, bu
cümleden olarak zikredilebilir. Bunların hepsi de hadîsten addedilir ve gaye,
dîn adına istidlal olunacak hükümlerin tesbîtidir; bu ise, ancak Hazreti
Peygamberin söz, fiil ve tak-rirleriyle mümkün olur.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, hadîs içerisine, Hazreti Peygamberin nübüvvetten evvelki
haberleri de girer. Henüz nübüvvet gelmeden önce, meselâ Hıra mağarasında
ibadetle meşgul olması, sîretinin güzelliği, ahlâkının yüksekliği, doğruluğu,
okuyup yazma bilmeyen bir ümmî oluşu gibi, onunla ilgili haberler, onun
nübüvvetinin delili sayıldığı gibi, hepsi de müslümanlar için birer ibret ve
örnek vesikası teşkil ederler. Şu var ki, nübüvvetten önceki haberler, Hazreti
Peygamberi tanımak ve ona inanmak içindir; bunlarla amel etmek gerekmez.
[40]
Lügat yönünden
herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi manâsına
geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî
olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri
anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur.
Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için
kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen
sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara mühaddis
denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle uğraşanlara ahbârî
denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu
söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs demlemeyeceğini
ileri sürmüşlerdir. Buna göre, haber daha umûmî manâ taşımakta ve Hazreti
Peygamberin sözleriyle birlikte sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen sözler de bu
manâ içine girmiş bulunmaktadır.
Haberler, ister
Hazreti Peygamberin sözlerine delâlet eden hadîs şeklinde olsun, ister sahabe
ve tâbi'ûn ile başkalarından nakledilen söz şeklinde olsun, rivayet yolu ile
bize geliş şekilleri çok defa birbirinden farklı olur ve bu farklı durumları
itibariyle değişik isimler alırlar. Meselâ bir haber, ilk kaynağından itibaren,
her nesilde sayısı belirsiz kalabalık bir cemaat tarafından rivayet edilirse,
bu habere mütevâtir denir. Eğer haber, tevatür
derecesine ulaşmaz ve râvileri
sayılabilecek belirli şahıslar
tarafından nakledilmiş olursa, bu çeşit haberler de Ahâd'tan sayılır ve haber-i
âhâd adını alır. Râvileri sayılabilir olan âhâd haberlerden herhangi biri,
herhangi bir nesilde en az üç kişi tarafından nakledilmiş olursa, bu haber
meşhur, râvi sayısı yine herhangi bir nesilde ikiye düşerse azız, bire düşerse
garîb adını alır.
Mütevâtir haberler,
aşağıda da açıklanacağı üzere, râvilerinin yalan üzerinde ittifakları aklen ve
âdeten mümkün olmadığı için kesinlik ifade ederler ve hadîs ilminin araştırma
konusu içine girmezler. Çünkü hadîs ilminin gayesi, hadîslerin araştırılarak
sahîh ve zayıf olanlarının ayırt edilmesi ve sahîh olanlarla amel edilmesinin
sağlanmasıdır. Mütevâtir haberler, gelişleri itibariyle sağlam ve güvenilir
haberlerdir ve bu yönden araştırılmalarına gerek yoktur. Âhâd haberler ise,
mütevâtirin kesinliğine sahip olmadıkları için, aralarında makbul olanlar
bulunduğu gibi, merdûd olanlar da vardır ve bunların birbirinden ayırt
edilmesi, râvilerinin doğruluk ve yalancılık yönünden araştırılıp
rivayetlerinin değerlendirilmesine bağlıdır. Bu sebepledir ki hadîsçiler,
mütevâtir dışında, rivayet yolu ile gelen bütün haberleri veya hadîsleri
araştırmaya tâbi tutmuşlar ve bu u.-.lş-tırma neticesinde sahîh olanım sakîm
veya zayıf olanından, yahut makbul olanını merdûd olanından ayırmışlardır. Bu
da âhâd haberlerin, makbul ve merdûd olmak üzere iki kısımda incelenmeleri
neticesini doğurmuştur.
îşte, bundan sonraki
bölümlerde, Hazreti Peygamberden naklediten hadîslerin değerlendirilmesi
yönünden hadîs ilminin en önemli konularından birini teşkil eden bu taksimat
gözönünde bulundurularak haber çeşitleri üzerinde ayrı ayrı durulacaktır.
Burada şuna da işaret edelim ki, haber lafzının, hadîs lafzına nisbetle daha
şümullü olması ve hadîs ilmi içerisinde sahabe ve tâbi'ûndan gelen sözlerin de
incelenmesi dolayısıyle, bu kitabımızda, hadîs lafzı yerine, onun müradifi
manâsında çok defa haber lafzı kullanılmış ve meselâ haberlerin mütevâtir ve
âhâd çeşitleri incelenirken, bununla mütevâtir ve âhâd hadîsler kasdedilmiştir.
[41]
Mütevâtir, lugatta
tetâbu etmek, yâni arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin
peşisıra gelmek manâsında kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. Arap dilinde
vâtertu'l-kitâbe denir ki, "birbiri arkasına mektup gönderdim" manâsındadır.
Şu var ki, bu manâda, gönderilen iki mektup arasında fetret bulunduğunu
hatırdan çıkarmamak gerekir. Nitekim vâtere's-savme denildiği zaman, bir
kimsenin devamlı oruç tuttuğu anlaşılırsa da, bu orucun gün aşın veya iki gün
ara ile, fakat devamlı olarak tutulduğu kasdedilmiş olur. Allahu Ta'âlâ,
Kur'ân-ı Kerîm'de buyurmuştur ki
[42]
"Sonra birbiri arkasına peygamberlerimizi gönderdik." manâsına gelir.
Gönderilen peygamberler arasında bir fetret, yâni bir zaman boşluğu bulunmasına
rağmen, peygamberlerin gönderilmesi birbiri arkasına devam etmiştir.
İşte bu manâya uygun
olarak, tevâtere'l-haberu denildiği zaman, haberin fasılalarla birbiri arkasına geldiği, yahut bir başka deyişle, habercilerin birbiri arkasına gelerek aynı
haberi getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin nesiller boyu herkes
tarafından getirilmesi ve nesilden ne-sile haber verilmesi demektir. Bu da, en
basit ifade ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir kalabalık
tarafından nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber, nesilden
nesile, kalabalık bir cemaat tarafından ri-'ayet edilen haberdir. Ancak bu
kalabalığın sayı bakımından tayin ve tesbit hlmesi şart değildir. Gerçi bazı
kimseler, bir takım delillere istinaden ka-*ugm sayısı hakkında bazı rakamlar
ileri sürmüşler ve meselâ bir kısmı, 'fin menşeinden itibaren her nesilde en az
dört kişi aynı haberi rivayet se, o haber mütevâtir olur demiş; diğer bazıları
da, en az beş, yedi, on, > kırk, ve daha başka rakamlar ileri sürmüşler; bu
rakamlardan her-ırını ileri sürenler, o rakamın içinde geçtiği hâdiseyi de
delil olarak sûresi, 4
göstermişlerdir. Meselâ
"Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı, kendi içinizden dört şâhid
getirin."
[43]mealindeki
âyete istinad edenler, haberin her tabakada en az dört kişi tarafından rivayet
edilmesini mütevâtirin şartı olarak ileri sürmüşlerdir. Bunun gibi, 12 rakamını
ileri sürenler de "Allah, İsrail oğullarından da söz almıştı: İçlerinden
oniki kefil göndermiştik."
[44]mealindeki
âyete istinad etmişlerdir. Ancak bu âyetlerde zikri geçen rakamların,
mütevâtirin şartı olarak ileri sürülmesindeki hikmeti ve aralarındaki
münâsebeti anlamak güçtür. Zira bu âyetlerde zikri geçen rakamlar, o âyetlerin
konuları ile ilgilidir ve bu rakamları, hiç ilgisi olmayan başka bir konu için
delil olarak ileri sürmek manâsızdır.
[45]
Belirli rakamlarla
ilgili görüşler ne olursa olsun, bir haberin mütevâtir olabilmesi için, onu
rivayet eden kalabalığın, yalan üzerinde ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir
kalabalık olarak nitelendirilmesi, en doğru görüş olarak tezahür etmektedir.
Bu, şu demektir ki, haberi öyle bir kalabalık rivayet ediyor ki, bu kalabalığı
teşkil eden ferdlerin biraraya gelerek o haberi uydurup yaymak hususunda söz
birliği etmeleri aklen mümkün değildir. Böyle olunca, her ferdin diğerinden
habersiz olarak aynı haberi naklettiği ve onun daha önceki nesilden gelen bir
esasa istinad ettiği manâsı anlaşılır. Eğer her nesilde, bu kalabalık aynı
vasfını muhafaza ederse, bir başka ifade ile, kalabalıkta ferdlerin yalan
üzerinde ittifaklarını mümkün kılacak bir azalma olmazsa, böyle bir kalabalığın
nesilden nesile rivayet ettiği haber mütevâtir olur. Bu açıklamaya göre
mütevâtirin tarifini yapmak gerekirse, denebilir ki: Mütevâtir, yalan üzerinde
kasıtlı veya kasıtsız, ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın,
yine kendisi gibi bir kalabalıktan rivayet ettiği haberdir.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, mütevâtir haberden maksat, haber verilen şey hakkında, onu
işitenler için reddedilmesi mümkün olmayan ve dolayısıyle kabulü zorunlu olan
bir bilgi vermektir. Meselâ fulân tarihte dünyanın bazı yerlerinden görülebilen
bir kuyruklu yıldız geçmiş ise ve bu yıldızı gören kalabalık bir cemaatın
ferdleri "fulân tarihte gökyüzünde geçen bir kuyruklu yıldız gördüm"
diyerek hâdiseyi nakletmişlerse, keza bu olay nesiller boyu aynı kalabalık
azalmadan sonraki nesillere nakledilirse, "fulân tarihte bir kuyruklu
yıldızın geçmesi" ile ilgili olan bu haber mütevâtir olur ve asırlarca
sonra bu haberi işiten kimse için onu yalanlamak ve "fulân tarihte böyle
bir yıldız geçmedi" demek mümkün değildir. Haberin yalanlanması imkânının
olmayışı, yıldızın geçişini görenlerin çokluğu olduğu kadar, haberin
"görme" fiiline dayanmış olmasındandır.
Haber, verdiğimiz
misalde olduğu gibi, bazen "görme" fiiline, bazen de
"işitme" fiiline istinad eder ve herhangi bir kimsenin söylediği bir
söz, kalabalık bir cemaat tarafından işitilerek aynı şekilde nakledilir. Bu
sözü söyleyenden işiten her ferd, onu "fulân kimsenin şöyle dediğini
işittim" diyerek nakleder. İşitilen bu söz, nesiller boyu yine aynı
vasıftaki kalabalık tarafından nakledilecek olursa, o da mütevâtir olur ve
asırlarca sonra, bu haberi işiten kimse "fulân kimse böyle bir şey
söylemedi" diyerek onu red ve inkâr edemez.
Bu açıklamaların ışığı
altında, mütevâtir haberin şartlarım şöylece sıralamak mümkündür:
a) Mütevâtir
haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.
b) Öyle bir kalabalık
ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmeleri mümkün
değildir.
c) Herhangi
bir nesilde, veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azalma olmamalıdır. Ancak
sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.
d) Haber,
menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya "işitme"
fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade ile menşei aklî
kazıyyeye müstenid olmamalıdır.
Bu şartlar bir araya
geldiği zaman, haber ilm-i zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten
kimse için, red ve inkârı mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu olan
bir bilgi hâsıl olur. Bu bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona
inanmayı, amele taalluk ediyorsa, kendisiyle amel etmeyi gerektirir. İşte,
Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında bu şartları cemetmiş olarak nakledilen
hadîslere mütevâtir hadîs denilmiştir.
Mütevâtir haberle onu
işiten kimsede hâsıl olan ilm-i yakîn 'den murad, gerçeğe uygun, kesîn
itikaddır ve tarifte kasdedilen de budur. Zira mütevâtir haber, biraz önce de
zikrettiğimiz gibi zarurî ilim ifade eder ki, reddi mümkün olmaması
dolayısıyle, insan, bunun kabulünde muztar kalır. Bunu bir misalle açıklamak
gerekirse, dünyanın herhangi bir ülkesinde bulunan bir şehrin ismini duyan
herhangi bir kimse, o şehrin varlığını haber verenlerin çokluğu karşısında, onu
reddetmek imkânına sahip değildir. O şehri görmediğini, hattâ o şehrin
bulunduğu ülkeye hiç gitmediğini sebep göstererek, kendi gözü ile görmediği bir
şeyin varlığına inanmayacağını ileri süremez; veya o şehirden bahsedenleri,
yahut onun varlığım haber verenleri yalancılıkla itham edemez; çünkü o şehir
hakkında haber verenlerin bir
yerde toplanarak,
aslında bulunmayan bir şehrin, bulunduğu yolunda yalan bir haber üzerinde
ittifak etmelerine ve sonra da bunu halk arasında yaymalarına imkân yoktur.
Böyle bir ihtimal söz konusu bile olamaz. Çünkü akıl, o şehri haber verenlerin,
ister tesadüfen olsun, ister kasden olsun, yalan haber üzerinde ittifak etmiş
olabileceklerini kabul etmez. İşte, o şehrin varlığı ile ilgili haberlerin
insanda hâsıl ettiği bilgi, zarurî olan ve define veya reddine imkân bulunmayan
bilgidir ve bu bilgi, ister âlim olsun ister câhil olsun, yahut ister araştırma
ehliyetine sahip olsun ister olmasın, yalnız mütevâtir olarak nakledilen
haberlerle herkeste oluşur.
Bazıları da, mütevâtir
haberin, ancak ilm-i nazarî ifade ettiğini söylemişlerdir ki, bu görüş gerçeğe
uygun değildir. Çünkü tevatürle, avam tabakasına mensup, araştırma ehliyetine
sahip olmayan bir kimse için de ilim hâsıl olur. Nazar (tetkik ve araştırma),
malûm ve maznun şeylerin tertibi olup, bununla malûm ve maznuna ulaşılır; avama
mensup kimsede bu ehliyet yoktur. Eğer tevatürle kazanılan ilim nazarî
olsaydı, avam için bu ilim hâsıl olmazdı. Bu açıklama ile, ilm-i zarurî ile ilm-i
nazarî arasındaki fark anlaşılmış olmaktadır. Buna göre zarurî, istidlal
olmaksızın ilim ifade eder; nazarî de ilim ifade eder; fakat istidlal ile..
Zarurî, haberi işiten herkes için hâsıl olur; nazarî ise, ancak bu sahada
ehliyeti olan kimseler için hâsıl olur.[46]
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, yukarıda şartlarını açıkladığımız mütevâtir, hadîsçİlerin
inceleme konusu dışında tuttukları bir hadîs çeşididir. Çünkü incelemeden
maksat, sahîh olan hadîsi sakîm veya zayıf olanından ayırmaktır. Halbuki
mütevâtir hadîslerin hepsi, yukarıda açıkladığımız şartlarla sahihtir ve onları
incelemeye gerek yoktur. Bununla beraber, bazı hadîsçİlerin sözleri arasında,
herhangi bir hadîsin Hazretİ Peygamberden tevatür ettiğini belirten ifadelere
rastlanır. Bu ifadelerde kullanılan tevatür kelimesini, yukarıda şartlarını
belirttiğimiz mütevâtirin ıstılah manâsı ile karıştırmamak gerekir. Onlar, daha
ziyade, hadîsin şöhret kazandığını ifade etmek maksadıyle bu tabiri
kullanmışlardır ve tabiatiyle şöhret kazanan, yâni meşhur olan hadîsle,
ıstılahtaki mütevâtir ile anılan hadîs arasında fark vardır.
Mütevâtir hadîslerin
hadîs ilmi içerisinde bahis konusu edilmemesi, sadece isnad yönündendir. Zira
hadîs ilmi, bir bakıma isnad ilmidir. Bu ilmin konusu da, bir hadîsin rivayet
zincirini sıhhat yönünden incelemek ve bu zinciri teşkil eden râvi
halkalarının, adalet ve zabt yönünden olduğu kadar, birbirleriyle bağlantıları
yönünden de sağlam ve güvenilir olup olmadıklarını tesbît etmektir.
Mütevâtir hadîslerde
ise, daha önce de açıkladığımız gibi, belirli bir isnad yoktur; fakat hadîs,
Hazreti Peygamberden, rivayetleri ilm-i zarurîyi gerektiren bir kalabalık
tarafından nakledilmiş ve bu kalabalık her nesilde artarak çoğalmıştır. Bu
derece şöhrete ulaşmış olan bir hadîsin, mütevâtirin şartlarından bahsederken
de belirttiğimiz gibi, red ve inkârı mümkün olmaz ve işitenler için ilm-i
zarurî ifade eder. Bu sebepledir ki hadîs ilmi, yalnız âhâd adı verilen
hadîsleri inceleme konusu yapmıştır; çünkü sahîh veya zayıf olması muhtemel bulunan
hadîsler, yalnız âhâd içerisinde yer alırlar. Mütevâtir hadîsin hadîs ilmi içerisinde söz konusu
edilmemesi, bazı ulemâ arasında, bu çeşit hadîslerin bulunup bulunmadığı, yahut
bulunsa bile sayı itibariyle çok az olduğu yolunda değişik görüşlerin ileri sürülmesine
sebep olmuştur.
Bazılarına göre Kitap,
yâni Kur'ân, tevâtüren sabit olduğu halde, sünnet ve icma, hem tevatür, hem de
âhâd yol ile sabit olmuştur. Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir
olanlar çok azdır. Hattâ sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar
vardır. Meselâ şerîatın asıllarından olan beş vakit namaz, namaz rek'atlarmın
sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı sünnet bu kabîldendir. Hattâ
İbnu's-Salâh, mütevâtire misal olarak yalnız hadîsinin gösterilebileceğini ileri
sürmüş, bu hadîsin kalabalık bir sahabe gurubu tarafından rivayet edildiğini
kaydettikten sonra, el-Bezzâr'm Musned'inden naklen bu sahabîlerin ktffe kişi
kadar olduğuna işaret etmiştir
[47]Ancak
Ibn Hacer, bu görüşte olanlara ve özellikle mütevâtire bir hadîsten başka misal
gösteremeyen İbnu's-Salâh'a itiraz ederek şöyle demiştir:
"İbnu's-Salâh,
daha önce şartları ile birlikte izah edilen mütevâtirin nâdir bulunduğunu,
ancak bunun men kezebe aleyye hadîsi için iddia edilebileceğini ileri sürüyor.
Onun bu görüşü ve diğerlerinin mütevâtir hadîsin mevcut olmadığı yolundaki
iddiaları yanlıştır. Çünkü böyle bir kanaat, mütevâtir hadîslerin turukunun
çokluğundan ve râvilerinin yalan üzerinde birleşmelerini âdeten imkânsız kılan
hal ve sıfatlarını bilmenin güçlüğünden ileri gelmektedir. Aslında hadîsler
arasında mütevâtir olanlar çok denecek kadar mevcuttur. Nitekim Şarkta ve
Garpta ilim ehli arasında elden ele dolaşan ve musannıflarma nisbeti kesinlikle
sabit ve sahîh olan bir çok meşhur hadîs kitabı, bir hadîsin naklinde
birleştikleri ve bu hadîsin turuku da, yalan üzerinde birleşmelerini imkânsız
kılacak şekilde çoğaldığı zaman, diğer şartların da tahakkuku ile onu
nakledenlerin doğruluğu hakkında kesin bir bilgi hâsıl olur. Meşhur kitaplarda
bu çeşit hadîsler pek çoktur
[48]Es-Suyûtî
bu konuda müstekıl bir kitap telîf ederek mütevâtir hadîsleri bâblara göre
tasnif etmiş ve kitabına el-Ahbâru'l-mutenâsire fı'l-ahbârVl-mutevâtire adını
vermiştir. Kitapta, mütevâtir olarak gösterdiği her bir hadîsi kitaplarında nakledenlerin
isnadlan ile birlikte zikretmiştir.
[49]Es-Suyûtî'nin
mütevâtir hadîsler arasında gösterdiği hadîslerden bazıları şunlardır:
Hadîsu'l-havz (elli
küsur sahabî tarafından rivayet edilmiştir); (yetmiş sahabî tarafından rivayet
edilmiştir); (elli sahabî
tarafından rivayet edilmiştir); tarafından rivayet edilmiştir); trafından
rivayet edilmiştirtarafından rivayet edilmiştir); "kilde mütevâtir olarak
rivayet edilmiştir.
[50]
Mütevâtir haberler, ya
lafzı, ya da manevî olurlar.
[51]
İsnadın başında olsun,
ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin lafzan,
yukarıda tarifi yapılan kalabalık tarafından rivayet edilmesidir. Mütevâtir
lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sahabeden itibaren her tabakada
sayılamayacak kadar çok sayıda müslüman tarafından okunup kendilerini takip
eden nesillere nakledilmiş ve bu nakil esnasında tek bir harfinde bile
değişikliğe uğramadan zamanımıza kadar gelmiştir. Hadîsler arasında da bu
şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır.
İbnu's-Salâh, bu çeşit hadîslerin başında hadîsini zikretmiştir. Bu hadîsi
Haz-reti Peygamberden 40, bir rivayete göre de 62 sahabî rivayet etmiştir. Bunlar
arasında cennetle tebşir edilen 10 sahabî de vardır.
[52]Es-Suyûtî,
bu guruba giren diğer bazı hadîsleri daha zikretmiştir. 70 sahabî tarafından
rivayet edilen sahabî tarafından rivayet edilen hadîsleri bunlardandır.
[53]
Kelimenin manâsından
da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Maamafih,
lafzî mutabakat olmasa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde birleşmeleri
ihtimal dâhilinde olmayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart koşulmuştur.
Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin aslıdır, yahut
özüdür. Meselâ, râvilerden birisi, "fulân kimse bir deve hediye etti"
şeklinde bir haber rivayet etse, bir başkası bu haberi "fulân kimse bir at
hediye etti", bir diğeri "fulân kimse şu kadar lira hediye etti"
şeklinde rivayet eder. Bu rivayetlerde tevatür derecesine ulaşan husus,
"fulân kimsenin bir şey hediye etmesi" dir.
Es-Suyûtî, mütevâtir
manevî hadîse misal olarak Hazreti Peygamberin (du'â esnasında ellerin
kaldırılması) hadîsini zikretmiştir. Bu hadîsin muhtelif kaziyelerde
zikredilmiş 100 kadar rivayeti vardır; bu kaziyeler tevatür derecesinde
olmamakla beraber, "du'â esnasında ellerin kaldırılması", bütün
rivayetlerde müşterektir ve tevatür derecesine ulaşan husus da budur.
[54]
Âhâd, lugatta,
"bir" manâsına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad veya
vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise, tevatür derecesine ulaşmayan, veya mütevâtir
olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd
(bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından rivayet edilen haber
kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi tarafından rivayet edilen haberlerdir.
îmam eş-Şâfi'î (Ö. 204)'nin
haber-i hâssa da dediği haber-i vâhıd tabiri, ilk asırlar içinde yalnız bir
kişinin rivayet ettiği haberler hakkında kullanılmıştır. Nitekim eş-Şâfi'î, bu
çeşit haberleri tarif ederken "Hazreti Peygambere, yahut ondan sonraki bir
şahsa müntehi olana kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği
haberdir." demiş; bu haberlerin dînde hüccet olarak kullanılabileceğini
isbat hususunda da, Hazreti Peygamberin hayatında bir kişinin haberi ile
ilgili tatbikattan örnekler vermiştir.[55]
Ancak daha sonraki devirlerde
ve özellikle usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i âhâd
anlayışında önemli sayılabilecek bir değişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız bir
kişinin bir kişiden rivayet ettiği haberler hakkında değil, fakat iki kişinin
iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha fazla
kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla ki,
üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan
daha az olması lâzımdır. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı
tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalığa erişmemiş olması dolayısıyle
haber, yine âhâd haberlerden sayılır. Nitekim usûl kitaplarında, haberler,
onları rivayet edenlerin sayılarına göre, önce iki kısma taksim edilmiş, bir
kısmına mütevâtir, diğer kısmına da âhâd denilmiştir. Daha sonra âhâd haberler
de, meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, mütevâtir haberler, bunları işiten kimseler için ilm-i yakın,
veya ilm-i zarurî ifade ettikleri halde, âhâd haberler, ilm-i nazarî ifade
ederler. Kelimelerin delâlet ettikleri manâ göz Önünde bulundurulacak olursa,
ilm4 nazarî (el-ılmu'n-nazarî), inceleme ve araştırma yolu ile insanda hâsıl
olan ilim veya bilgi manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, haberlerin, haber
verdikleri konularda, ikna yönünden insan üzerinde bıraktıkları tesir olup,
ancak zihnî bir tetkik ve tertip neticesi ke-sinleşir ve bilgi halini alır.
Bunu bir misal ile açıklamak gerekirse, Hazreti Peygamberden nakledilen bir
hadîs, onu ilk işiten kimse için, getirdiği hüküm veya tavsiyede bulunduğu dînî
veya ahlâkî herhangi bir davranış yönünden ilim veya bilgi ifade eder; başka
bir deyişle, insanda, bu hüküm veya davranışla ilgili bir ilim hâsıl olur.
Ancak bu ilim zannîdir; kesin değildir. Kesinleşmesi için, insanın bazı
inceleme ve araştırmalara, önceden sahip olduğu diğer bilgilere istinaden bir
takım istidlallere başvurması gerekir. Bu inceleme ve araştırma, hadîsin isnad
ve metni yönünden olur. İsnad yönünden araştırma, onun râvilerine ve ittisal
yönünden durumuna taalluk eder. Hadîsin râvileri adalet ve zabt yönünden tam ve
güvenilir kimseler midir? Sened muttasıl mıdır; yâni hadîsi birbirinden
nakleden râviler, gerçekten birbirine mülâki olup, o hadîsi birbirinden
işitmişler midir? Arada herhangi bir inkıta, kopukluk, yâni bir râvi düşmesi
var mıdır? Senedin herhangi bir illeti var mıdır?
Metinle ilgili
araştırma ise, onun, Hazreti Peygamberden rivayet edilen diğer hadîslere, umumî
manâ yönünden uygun olup olmadığını ortaya çıkarmak gayesine yöneliktir; çünkü
herhangi bir aykırılık, hadîsin şâz olduğu neticesini doğurur.
İşte, hadîsin hem
isnad ve hem de metin yönünden böyle bir araştırmaya tâbi tutulması
neticesinde, insanda kesin bir kanaat hâsıl olur ve bu kanaat, hadîsin red veya
kabulüne taalluk eder. Eğer râvilerin adalet ve zabt yönünden zayıf oldukları,
isnadda ittisalin bulunmadığı ve illetli olduğu, metnin Hazreti Peygamberden
rivayet edilen diğer hadîs metinlerine manâ yönünden aykırı düştüğü, yâni şâz
veya münker olduğu anlaşılırsa, hadîsin zayıf olduğuna hükmedilir. Bu hüküm,
insanda, hadîsle ilgili olarak teşekkül eden bilginin tabiî bir neticesidir.
İşte, hadîsin kabul
veya red yönünden değerini tesbite yarayan böyle bir inceleme ve araştırma,
ilm-i nazarî tabirinde yer alan nazar kelimesinin tam karşılığıdır. Zira
lugatta nazar kelimesi, gözün görme duygusuna delâlet eder ki
[56]bir
şeye yöneldiği zaman, bu yönelişte, onun mahiyetini anlamaya matuf bir gaye
vardır. Bu sebeple el-Cevherî üy (nazar, bir şeyi gözle düşünmektir) demiştir.[57]
Bu düşünme, tabiatiyle
nazar olunan şey hakkında daha önceki bilgilere de istinaden, yeni bilgiler
edinmek gayesine matuftur; bu ise, istidlali gerektirir.
Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre, ilm-i nazari, nazar ehliyetine sahip olan, yâni araştırma
gücü bulunan kimselerde hâsıl olur. Araştırma gücünden maksat, üzerinde
durduğu konuya veya konunun bağlı bulunduğu dala vâkıf olma kudretidir. Bu
kudrete sahip olmayan câhil kişide nazarî ilim hâsıl olmaz. Bu, hadîs ilmi
yönünden şu demektir: Hadîs ilmine vukufu olmayan bir kimse, işitmiş olduğu bir
hadîs hakkında, araştırma gücüne sahip olmadığı için, ilm-i nazarîyi elde
edemez, veya hadîs hakkında kabul veya red yönünden hüküm veremez.
İlm-i nazarî, hadîs
imamları arasında, umumiyetle âhâd haberler için söz konusudur. Çünkü bu
haberler arasında makbul haberler bulunduğu gibi, merdûd haberler de vardır.
Ancak makbul olanların diğerlerinden ayırt edilmesi, haberlerin, yukarıda
açıkladığımız şekilde tetkik edilmelerine bağlıdır. Bu bakımdan hadîs
imamları, umumiyetle, âhâd haberlerin ilm-i-nazarî ifade ettiklerini
söylemişler ve ilim lafzını nazarî lafzıyle tahsis etmişlerdir. Çünkü haber-i
âhâdla insanda hâsıl olan ilim, zarurî veya yakîn bir ilim değildir; kesinliği
ancak nazar'a, yâni araştırmaya bağlıdır. İlim lafzını haber-i âhâd için hoş
karşılamayan bazı kimseler ise, zan lafzmı kullanmışlar ve "haber-i âhâd
zannı ifade eder" demişlerdir.[58] Bununla beraber, her iki tabirin kullanılışı
arasında büyük bir fark mevcut değildir. Önemli olan husus, ilm-i nazarî veya
zan ifade eden hadîslerin sahîh ve makbul olanlarını, zayıf ve merdûd
olanlarından ayırt etmektir. Bu ise, hadîs imamları tarafından gerektiği
şekilde yapılmıştır.
[59]
Ahâd haberler, her
tabakada onları nakleden râvilerin sayısına göre meşhur, azîz ve garîb olmak
üzere üç kısma ayrılırlar.
[60]
Meşhur, lügat yönünden
şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelirse de, hadîsçiler arasında,
ıstılah olarak daha farklı bir manâda kullanılmış ve en az üç isnadla rivayet
edilen, fakat tevatür derecesine erişmeyen hadîslere denilmiştir.[61]
Meşhurun bu tarifi, bazı fıkıh ulemâsına göre musteftz denilen hadîsleri
tanıtır; çünkü bu kelimenin kökü, bir kaptan dökülen suyun yayılmasını anlatmak
için kullanılmış ve fâza'l-mâ'u yeftzu feyzan denilmiştir. Bununla beraber,
meşhurla mustefîz arasını ayıranlar da vardır ve bunlar, nıustefîzı, başından
sonuna kadar ikiden fazla isnadı olan hadîslere tahsis ettikleri halde, başında
bir râvisi olsa bile sonradan şöhrete ulaşan hadîslere de meşhur demişlerdir.
Fakat hadîsçiler arasında maruf olan tarîf, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi,
en az üç isnadla nakledilen hadîslerdir.
Meşhurun diğer bir
manâsı da, râvisi olsun veya olmasın, yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk
dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine alır.
Meselâ,hadîsleri, aslı
olmayan, fakat halk dilinde şöhrete ulaşmış bulunan hadîslerdendir. Şu var ki,
bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin ıstılah
manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet eder.
Bir hadîsin şöhret
kazanması, bir emr-i nisbîdir: Bazen yalnız hadîsçiler arasında, bazen hem
hadîsçiler, hem de ulemâ ile halk arasında, bazen fukahâ, bazen de usûlcüler
arasında meşhur olduğu görülür. Meselâ
hadîsi fukahâ
arasında meşhur olmuştur. hadîsi usûlcüler arasında, il
hadîsi ise, hem hadîsçiler, hem de diğer ulemâ ile halk arasında şöhret kazanmıştır.
Fakat ıstılah yönünden
yukarıda verdiğimiz tarife uygun olan ve yalnız hadîs uleması tarafından
bilinen meşhura misal, el-Buhârî ve Müslim'in de naklettikleri hadîsidir.[62]
Gerek el-Buhârî ve gerekse Müslim, bu hadîsi, Süleyman et-Teymî tarikiyle Ebû
Meclez'den nakletmişlerdir; Ebû Meclez ise, Enes İbn Mâlik'ten almıştır.
El-Hâkim, mezkûr hadîs hakkında şu bilgiyi verir:
"Bu hadîs
Sahîh'te nakledilmiştir. Onun, Ebû Meclez'den başka Enes'ten nakleden râvileri
vardır. Keza et-Teymîden başka kimseler Ebû Meclez'den ve el-Ensârî'den başka
kimseler de et-Teymî'den bu hadîsi rivayet
etmişlerdir; ancak bu husus,
sanat ehli dışmdakilerce bilinmez.
Çünkü bunlar, Süleyman
et-Teymî'nin, Enes'in dostlarından olduğunu düşünerek ikisi arasında yer alan
diğer râvi (Ebû Meclez) vasıtasıyle gelen rivayetin garîb olduğunu
zannederler. Yine bunlar, hadîsin ez-Zuhrî ve Katâde'den gelen birçok turuku
bulunduğunu bilmezler. Bunun gibi daha binlerce hadîs vardır ki, ehlinden
başkası bunların şöhretine vâkıf değillerdir.
[63]
Azîz, lugatta
"bir adam azîz ve şerif olmak ve bir kimse zelîl iken kaviy ve zî kudret
olmak" manasınadır.[64]
Hadîs ıstılahında ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet
edilmek suretiyle kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır. Meselâ ez-Zuhrî, veya
Katâde gibi meşhur hadîs imamlarından birinin rivayeti, onlardan rivayet eden
bir tek râviye inhisar eder, başka râvi bulunmazsa, bu rivayet garîb olur.
Başka bir ifade ile, bir hadîs, ez-Zuhrî ve benzeri imamlardan birinden yalnız
bir râvi vasıtasıyle rivayet edilirse, daha sonraki nesillerde hadîsin turuku
çoğalmış olsa bile, bu hadîse garîb denir. Hadîsin tek bir râviye inhisar
ettiği tabakadan bir başka râvi aynı hadîsi yine o imamdan rivayet ederse, o
âna kadar garîb olarak bilinen hadîs, ikinci râvinin rivayetiyle kuvvet kazanır
ve azîz olur. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada yalnız iki râvi tarafından
rivayet edilen hadîsler olarak tarif etmek daha doğru olur. Bununla beraber
İbnu's-Salâh, garîb olan bir hadîsi, iki veya üç kişi rivayet ederse azîz olur,
demek suretiyle, üç kişinin teferrüdünü de azizin tarifine sokmuş olmaktadır'
[65]Halbuki
îhn Hacer'e göre bir hadîs, herhangi bir tabakada yalnız bir kişi tarafından rivayet
edilirse o hadîs garîb, iki kişi tarafından rivayet edilirse aziz adını alır.[66]
İbn Hıbbân'm
ifadesinden veya bazı kimselerin ileri sürdükleri görüşlere onun verdiği
cevaptan, azîzi, bütün tabakalarda yalnız iki kişinin iki kişiden rivayetleri
olarak tarif edenlerin bulunduğu anlaşılmakta ve onun "iki kişinin iki
kişiden rivayeti asla bulunmaz" demek suretiyle böyle bir azîz çeşidini
reddettiği görülmektedir; yahutta îbn Hıbbân, azîzin tarifi bahis konusu olduğu
zaman, bu tariften, her tabakada yalnız iki kişinin yalnız iki kişiden rivayet
ettiği hadîs manâsını anlamaktadır'.
[67] İbn
Hacer, ibn Hıbbân'ın bu anlayışına işaretle şöyle der: "îbn Hıbbân, iki
kişinin iki kişiden rivayeti asla bulunmaz, demek suretiyle bütün tabakalarda
yalnız iki kişinin yalnız iki kişiden rivayetini kasdediyorsa, bu doğrudur;
gerçekten böyle bir rivayeti
bulmak, hemen hemen imkânsız gibidir. Fakat tecviz ettiği azız şekli, iki
kişiden az olmayan kimselerin iki kişiden az olmayan kimselerden rivayet
etmeleri suretiyle mevcuttur. Bunun misali, Şeyhân (el-Buhârî ve Müslim) in
Enes'ten ve el-Buhârî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadîstir:
<Ben> içinizden birine, anasından babasından ve çocuğundan daha sevgili
olmadıkça o, îman etmiş sayılmaz
[68]Bu
hadîsi, Enes'ten Katâde ve Abdu'1-Azîz İbn Suheyb; Katâde'den Şu'be ve Sa'îd;
Abdu'l-Azîz'den İsmâ'îl İbn Uleyye ve Abdu'l-Vâris; ve bunların her birinden
de, sayısı ikinin üstünde birer cemaat rivayet etmiştir.[69]
Hz. Peygamber
Şemada da görüldüğü gibi, zikri geçen
hadîs, ilk üç tabakada yalnız ikişer kişi tarafından rivayet edilmişse de,
üçüncü tabakadan sonra turuku çoğalmış ve hadîsi, her birinden ikinin üstünde
birer cemaat rivayet etmiştir. Bu hadîs, azizin bir örneğidir.
[70]
Garîb, lugatta
yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse demektir. Hadîs
ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kalmış, yahut benzeri başka
râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.
Garîb hadîsler, sahih
ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad yönünden
de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden garîb
olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle sahîh
olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok
edici bir vasıf olduğu da ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (güvenilir)
kimseler olmaları halinde sübût bulur. Buna göre rivayetiyle te-ferrüd eden,
yâni tek kalan ve bundan dolayı hadîsi garîb olan râvi, güvenilir kimselerden
olduğu takdirde, rivayetini sahîh kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur. Hattâ
böyle bir hadîs, râvilerinin adalet ve zabt yönlerinden bulundukları
derecelere göre sahîh olduğu gibi, hasen ve zayıf da olabilir.
Açıkladığımız bu
yönleriyle garîb hadîs, sıhhat yönünden diğer hadîs çeşitlerinden farklı
olmamakla beraber, hadîs imamları arasında yine de fazla rağbet görmemiş; hattâ
bazıları, onları zemmeden sözler bile söylemişlerdir. Meselâ Ahmed İbn Hanbel:
Bu garîb hadîsleri yazmayınız; çünkü onlar menâkîrdir ve çoğu zayıf râvilerden
gelmedir" demiş; Mâlik İbn Enes de, "ilmin şerrinin garîb, hayrının
da halk tarafından rivayet edilen zahir olduğunu" ileri sürmüştür.
Abdurrazzâk, "biz, garîb hadîsin hayırlı olduğunu zannederdik; halbuki o
şer imiş" derken, Ebû Yûsuf da, "dîni kelâm ile arayan zındıklaşır;
hadîsin garibini arayan yalancı olur; malı kimya ile arayan ise, iflâs
eder" demiştir.[71]
Garibin metin ve isnad
yönünden taksimine gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hadîs, hem
isnad, hem de metin yönünden garîb olabilir. Garibin bu kısmı, tek bir râvinin
rivayet ettiği metinle tek kalması halinde ortaya çıkar. Bazen de hadîs, yalnız
isnad yönünden garîb olur. Meselâ sahabeden bir cemaat tarafından rivayet
edilen bir hadîs, başka bir sahabîden nakleden bir tâbi'înin teferrüdü ile
garîb olur ve onun, "yalnız bu yönden garîb olduğu" söylenir. Yalnız
metin yönünden garîb olan hadîs ise, râvisi o metinle teferrüd eden hadîstir;
ancak bu çeşit hadîsler, ferdin şöhret kazanmış şekliyle bulunurlar; yâni
metin, bidayette garîb olsa bile, sonradan şöhrete kavuşmuş veya meşhur olmuştur.
Ömer Îbnu'l-Hattâb (r.a.)'ın oLJL JUxVI Ul (ameller niyetlere göredir) hadîsi
garibin bu kısmına bir örnek teşkil eder; zira bu hadîsi Hazreti Peygamberden
yalnız Ömer Îbnu'l-Hattâb rivayet etmiştir. Ömer'den yalnız Alkame İbn Vakkâs,
Alkame'den yalnız Muhammed ibn İbrahim et-Teymî, ondan da yalnız Yahya İbn
Sa'îd almış; Yahya'ya kadar metin garîb olarak rivayet edildiği halde,
Yahya'dan rivayet edenlerin çokluğu dolayısıyle de hadîs meşhur olmuştur.
Garabet, yâni râvinin
tek kalması, bazen isnadın aslında, yâni sahabî tarafında, bazen de ortasında
vukubulur ve birincisine ferd-i mutlak, ikincisine ise, ferd-i nisbî denir.
Aşağıda bunlar ayrıca incelenmiştir.
[72]
Ferd, lügat yönünden
bir, tek, veya çiftin yarısı manâsına gelir. Hazâ ferdun (bu ferddir) denildiği
zaman, onun, yegâne, yekdâne olduğu anlaşı-hr
[73]Hadîs
ıstılahında ise, ferd, gerek lügat yönünden ve gerekse ıstılah yönünden
garı6'in müteradifidir. Ancak ıstılahçılar, her iki kelime arasında,
kullanılışlarının azlığına veya çokluğuna göre ayırım yapmışlar ve ferd ismini
çok defa ferd-i mutlak'a, garîb ismini ise, ferd-i nisbî'ye ıtlak etmişlerdir.
Ancak bu, kelimelerin isim olarak kullanılışı yönündendir. Fakat bu
kelimelerden türemiş fiillerin kullanılışı bahis konusu olduğu zaman,
aralarında hiçbir ayırım yapılmamıştır. Meselâ haber, ister ferd-i mutlak
olsun, ister ferd-i nisbî olsun, her ikisinde de teferrede bihi fulânun veya
ağ-rabe bihi fulânun denilerek, ferd ve garîbten türemiş fiiller aynı manâda
kullanılmıştır.[74]
Ferdin, garibin
müteradifi olarak da kullanıldığı gözönünde bulundurulursa, kelimenin hadîs
ıstılahı yönünden manâsı, isnadın herhangi bir yerinde râvisi tek kalmış haber
çeşidi olur. Ancak bu çeşit haberlerin tarifinde kullanılan kelime, umumiyetle
garîb kelimesidir ve ferd tabiri, yukarıda da işaret olunduğu üzere, garibin
kısımları bahis konusu olduğu zaman daha çok kullanılmıştır.
Buna göre, ferd
kelimesinin, tabakalardan herhangi birinde râvisi tek kalmış haberlere delâlet
ettiği gözönünde bulundurulursa, ferd-i mutlak (el-ferdu'l-mutlak)'m, tarifini
verdiğimiz ferd çeşitlerinden biri olduğu anlaşılır. Nitekim İbn Hacer,
"garabet, ya senedin aslında olur, yahutta bir başka tarafında.. ."[75]
demek suretiyle, ferdiyyetin müteradifi olarak kullanılan garabetin, isnadın
bazen bir yerinde, bazen de bir başka yerinde görülmesi sebebiyle iki kısımda
mütalâ edildiğini açıklamıştır ki, bunlardan birisi ferd-i mutlak'tır ve
garabetin senedin aslında olması şeklidir.
Senedin aslı
(aslu's-sened), kendisinden sonraki turuk ne kadar ço-ğalırsa çoğalsın, isnadın
dönüp dolaştığı yerdir ki, evvel, menşe', âhır, intiha, muntehây-ı sened gibi
tabirlerin de ıtlak olunduğu sahabînin bulunduğu taraftır. Buna göre,
garabetin isnadın aslında veya evvelinde oluşu, hadîsi rivayet eden sahabî veya
sahabîden rivayet eden tâbi'î sayısının birden fazla olmamasıdır. Yâni
sahabînin veya tâbİ'înin, rivayet ettiği hadîsle teferrüd etmesi, tek
kalmasıdır.
Ferd-i mutlak'a misal
olarak, el-Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen velâ'ın satış ve hibesini
yasaklayan İbn Ömer hadîsi zikredilebilir.
Hazreti Peygamber,
köle azadından doğan mîras hakkının satışını ve hibe edilmesini bu hadîsiyle
nehyetmiştir:[76]
Bu hadîsi Abdullah îbn
Ömer'den rivayet eden tâbi'î Abdullah ibn Dînâr rivayetinde tek kalmıştır ve bu
teferrüd, senedin aslında olduğu içindir ki hadîs, ferd-i mutlaktır.
Ferd-i mutlakta bazen
tek kalan râviden hadîsi alan râvinin de tek kaldığı ve bunun bütün râviler
boyunca, veya çoğunda devam ettiği görülür, îmanın hasletleriyle ilgili Ebû
Hureyre hadîsi, iki râvisi tek kalmış bir hadîstir
[77]
(îmân yetmiş - veya altmış - küsur şubedir. En üstünü tâ ilahe illa'llah
sözüdür. En alt derecesi ise, yoldan (taş, diken vs.) ezâ veren şeyleri
kaldırmaktır. Haya da îmandan bir şubedir).
Hazreti Peygamberden
Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen bu hadîs, Ebû Hureyre'den Ebû Salih, Ebû
Salih'ten de Abdullah İbn Dînâr va-sıtasıyle nakledilmiştir. Gerek Ebû Salih ve
gerekse Abdullah İbn Dînâr, bu hadîsin rivayetinde tek kalmışlardır.
[78]
Ferd-i nisbî,
garabetin senedin ortasında olması halinde ortaya çıkan haber çeşididir. Nisbî
denilmesi, haber aslında meşhur olsa bile, teferrüdün belirli bir şahsa
nisbetle vukubulması dolayısıyledir. Haberin meşhur olması ise, kendisinde
teferrüd etmiş râvileri bulunmayan şâir turuk (is-nadlar) yönündendir. Meselâ
Mâlik İbn Enes, Nâfi'den, Nâfı de îbn Ömer'den bir hadîs rivayet etmiş olsa ve
bir başka râvi de aynı hadîsi mütâbi'i olmaksızın Mâlik'ten rivayetiyle
teferrüd etse, yâni Mâlik'ten bu râviden başka hiç kimse rivayet etmemiş olsa,
bu hadîs, Mâlik'ten tek olarak rivayet eden râviye nisbetle ferd'tir. Nâfi'den
rivayet edenler kalabalık bir cemaat olduğu takdirde ve onlardan bize kadar
nakleden aynı şekildeki kalabalık râvi gurubuna nisbetle de hadîs meşhur olur.
Bunu şöyle bir şema ile göstermek mümkündür:
Hadîs İbn Ömer[79]
Genel olarak Haber lafzından
söz ederken de açıkladığımız gibi, haberler, bize gelişleri yönünden mütevâtir
ve âhâd olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, âhâd haberler de, aralarında
hem sahîh hem de zayıf olanların bulunması dolayısıyle makbul ve merdûd olmak
üzere iki kısma ayrılmışlardır. Makbul, hadîs âlimlerinin çoğunluğuna göre,
ameli gerektiren haberlerdir. Râvisinin doğruluğu kabul edilmeyen haberlere de
merdûd denilmiştir.
Âhâdın makbul ve
merdûd olmak üzere iki kısma ayrılması, onlarla istidlalin, râvilerinin adalet
ve zabt yönünden ahvallerinin araştırılmasına mütevakkıf olması dolayısıyledir.
Mütevâtir haberler bunun aksinedir; çünkü mütevâtir haberler, râvilerinin
doğruluğu hususunda kesinlik bulunması dolayısıyle hepsi de makbuldür. Âhâd
haberler ise, böyle değildir ve onlardan yalnız makbul olanlar ameli
gerektirir. Çünkü bunlarda, ya kabul sıfatının esasını teşkil eden râvinin
doğruluğu sübût bulmuştur; ya da red sıfatının esasım teşkil eden râvinin
yalancılığı sübût bulmuştur; yahutta ne kabulünü ne de reddini gerektiren
herhangi bir husus mevcuttur. Bu takdirde, birincisinde, râvisinin doğruluğu
sübût bulduğu için haberin de doğruluğu zan üzerinde galebe çalar ve haber
kabul edilir, ikincisinde, râvisinin yalancılığı sübût bulduğu için haberin de
yalan olduğu zan üzerinde galebe çalar ve haber atılır. Üçüncüsünde ise, eğer
haberi bu iki kısımdan birine sokmayı mümkün kılacak bir karîne mevcut ise,
haber o Kısma sokulur; böyle bir karîne mevcut değilse, haber üzerinde tevakkuf
olunur; yâni onunla amel edilmez. Amel olunmayan haber ise, merdûd haber
gibidir; ancak onun merdûd olması, haberde red sıfatının sübûtu do-layısıyle
değil, kabulü gerektiren bir sıfatın bulunmaması dolayısıyledir.
[80]
Makbul hadîs
çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sıfatlarını hâiz olan
râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan
hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, ameli gerektiren
sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması
gerektiğini göstermektedir. Bir başka ifade ile, bir hadîsin sahîh vasfına
sahip olabilmesi için, beş şartın o hadîste biraraya gelmesi lâzımdır. İşte bu
beş şartı tam olarak kendisinde birleştiren hadîse, sahîh li-zâtihi, veya
kısaca sahîh denilmiştir. Bu şartlardan herhangi birisi hadîste bulunmazsa, o
hadîs, sahîh olma vasfinı kaybetmiş olur.
Sahîhin tarifinde
zikredilen bu beş şart, sırasıyle şunlardır:
1.Sahîh
hadîsin râvileri âdil olmalıdırlar. Âdil, adalet vasfına sahip olan kişidir.
Adalet ise, insanı takva ve mürüvvet sahibi yapan bir melekedir; zira insanın
şirk, fısk ve bid'at gibi her türlü büyük ve küçük günâhlardan sakınması, ancak
bu meleke sayesinde mümkün olabilir. Bu sebepledir ki takva ve mürüvvet sahibi
kimselere, hadîsçiler arasında adi veya âdil denir. Hadîs rivayetinde,
râvilerde adaletin şart koşulması, âdil olmadıkları bilinen, yahut hali
bilinmeyen ve dolayısıyle âdil olup olmadıkları anlaşılamayan, yahutta kim
oldukları bilinmeyen kimselerin rivayet ettikleri hadîsleri sahîhin dışında
bırakmak içindir.
2. Sahîh
hadîsin râvileri zabıt olmalıdırlar. Zabt, râvinin, rivayet ettiği hadîste,
yahut hadîsi yazmış ise, kitabında, fazla hata yapmayacak derecede hafız,
dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir
melekedir. Râvilerde zabtm şart koşulması, galatı çok, gafleti fahiş olan
kimselerin hadîslerini sahîhin dışında bırakmak içindir.
3. Sahîh
hadîsin isnadı muttasıl olmalıdır. İttisal, isnadta yer alan her bir râvinin, hadîsi
kendisinden naklettiği şeyhine bizzat mülâkî olmuş ve hadîsi bizzat ondan almış
olmasıdır. Böylece râvi ile şeyhi arasında açık veya gizli bir inkıta söz
konusu olmaz. İsnadda ittisalin şart koşulması, munkatı, mu'dal, mursel ve
mudelles gibi çeşitli mkıtalarla gelen hadîsleri sahîhin dışında bırakmak
içindir.
4. Sahîh
hadîs şâz olmamalıdır. Şâz, râvileri adalet ve zabt yönünden güvenilir,
muttasıl isnadla gelmiş olan, fakat kuvvetli isnadla gelen aynı hadîsin diğer
rivayetine veya rivayetlerine muhalefetle
infirad eden hadîstir. Daha kısa
bir ifade ile, güvenilir bir râvinin, kendisinden daha güvenilir bir râviye
muhalif rivayetidirki, bu rivayetle râvi tek kalmıştır. Böyle durumlarda, daha
güvenilir olan râvinin rivayeti tercih olunur; diğer rivayet ise, sahîh olma
vasfinı kaybeder ve buna da şâz denir.
5. Sahîh
hadîs muallel olmamalıdır. Muallel, metin veya isnadında illeti bulunan
hadîstir, illet ise, hadîsi za'fa düşüren gizli bir kusurdur. Bu kusur tesbit
edilinceye kadar sahîh olduğu sanılan hadîs, kusurun anlaşılmasından sonra
sahîh olma vasfını kaybeder.
Hadîsçilere göre,
yukarıda zikredilen beş şartı kendisinde cemeden hadîsin sahîh olduğuna
hükmedilir. Eğer bazı hadîslerin sıhhati üzerinde hadîsçiler arasında bir görüş
ayrılığı çıkmış ise, bu ayrılık, beş şartın, o hadîslerde var olup olmadığı
hususunda ortaya çıkan görüş ayrılığı sebebiyledir. Zira bazı hadîsçilerin
ta'dîl ettikleri bir râvi, diğer bazıları tarafından cerhedümiş ise, râvi
üzerinde hâsıl olan bu görüş ayrılığı, onun tarafından rivayet edilen hadîsin
sıhhati üzerinde de ortaya çıkar. Râviyi ta'dîl edenler, hadîsinin sahîh
olduğuna hükmederken, onu cerhedenler hadîsinin sıhhati üzerinde de tereddüt
gösterirler.
Hadîslerin sıhhati
üzerinde beliren görüş ayrılığının bir sebebi de, yukarıda zikredilen beş
şartı yeterli görmeyen bazı kimselerin iddialarıdır. Hadîsçiler dışından
geldiği anlaşılan bu iddialar, mezkûr beş şarta ilâveten, hadîsin her tabakada
en az iki râvi tarafından rivayet edilmesi esasına dayanır. Nitekim rivayet
olunduğuna göre, İbrâhîm İbn îsmâ'îl İbn Uleyye, rivayetin şehadetle aynı
derecede ve aynı şey olduğunu ileri sürerek, hadîsin de en az iki âdil ve zabıt
râvisi olması gerektiğini söylemiş ve rivayetinde tek kalan âdil ve zabıt râvinin
hadîsini kabul etmemiştir. Ne var ki bu zât, fakîh muhaddislerden olmasına
rağmen, itizale meyleden bir kimse idi.
[81]
Ez-Zehebî, onun cehmî olduğunu, Kur'ân'm mahlûk olduğu görüşünü taşıdığını ve
bu yolda münazaralar yaptığını söylemiştir.[82]
Sahîhin şartı hakkında
İbrâhîm îbn îsmâ'îl îbn Uleyye tarafından ileri sürülen bu görüş, aslında diğer
bazı mutezile imamlarının da görüşüdür. Nitekim Ebû Alî el-Cubbâ'î, bu konuda
şöyle demiştir: "Âdil olan tek bir kişinin haberi kabul edilmez. Fakat
buna başka bir âdil kişinin haberi inzimam ederse, yahut Kitap (Kur'ân) dan
bir âyetin, yahut başka bir haberin zahirinin muvafakati ile haber kuvvet
kazanırsa, yahut sahabe arasında münteşir olur veya bazıları o haberle amel
ederse, o zaman tek kişinin haberi kabul edilir."
[83] Buna
benzer bir görüş de, el-Hâkim en-Neysâbûrî tarafından ileri sürülmüştür:
"Sahîh hadîsin sıfatı, kendisinden cehalet ismi zail olmuş sahabînin
Hazreti Peygamberden, iki âdil tâbi'înin de sahabîden rivayeti olup, şehadet
üzerine şehadet misali, hadîs ehlinin zamanımıza kadar onu nakletmesidir."
[84]
Mutezile tarafından sahîh hadîsin şartı
olarak ileri sürülen her tabakada onun en az iki âdil râvi vasıtasıyle rivayet
edilmesi keyfiyeti, aslında, bu mezheb imamlarının haber-i âhâd hakkındaki görüşleri
çerçevesi içinde mütalâa edilmek gerekir. Zira mutezile, âhâd haberlerin dînde
delil olarak kullanılmasına karşıdırlar.
Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, hadîs imamlarının sıhhati üzerinde ittifak ettikleri tek
isnadla rivayet edilmiş pek çok hadîs vardı ve bu hadîsleri el-Buhârî ve Müslim
gibi Sahîh sahipleri kitaplarına almakta tereddüt göstermemişlerdir. hadîsi
bunun en açık örneğini teşkil eder. El-Buhârî tarafından Sahîh'in başında
nakledilen bu hadîs, Hazreti Peygamberden, yalnız Ömer İbnu'l-Hattâb
vasıtasıyle rivayet edilmiş; Ömer'den yalnız Alkame, Alkame'den yalnız Muhammed
İbn îbrâhîm, Mu-hammed İbn İbrahim'den de yalnız Yahya İbn Sa'îd rivayet
etmiştir. Yahya'dan sonra isnadı çoğalan bu hadîsin sıhhati, değerinin
büyüklüğü ve ondan hâsıl olan faydanın çokluğu üzerinde bütün İslâm uleması
görüş birliğine varmışlardır. İmam Eş-Şâfı'î, bu hadîsin İslâm'ın üçte birine
muâdil olduğunu ve yetmiş fıkıh babını ihtiva ettiğini söylemiştir. Abdurrahman
İbn Mehdî ise, kitap tasnîf eden herkesin, ilim talebesinin, niyetini düzeltmesi
için, tenbîh maksadı ile bu hadîsi kitaplarının başında zikretmeleri
tavsiyesinde bulunmuştur.[85]
Sahîh hadîsin yukarıda
zikrettiğimiz beş şartından ilk ikisini teşkil eden ve râvilerle ilgili olan
adalet ve zabt sıfatları, her râvide veya her insanda aynı derecede bulunmaz.
Bazı kimseler, çok daha âdil ve çok daha hafız oldukları halde, diğer bazıları,
bunlara nisbetle daha az âdil ve hafızdırlar. Bu azlık, onları, zayıf hadîs
râvileri derecesine düşürmese bile, diğerlerine kıyasla daha aşağı derecede
olduklarına kolayca hükmedilebilir. Bu sebeple denebilir ki, ne kadar sahîh
hadîs râvisi varsa, o kadar da birbirinden farklı adalet ve zabt dereceleri
vardır. İşte, râvilerin adalet ve zabt yönünden bu farklı durumları, onlar
tarafından rivayet edilen hadîslerin de birbirinden farklı sıhhat derecelerinde
bulunması sonucunu doğurur. Buna göre, râvileri adalet yönünden en üstün
derecede bulunan bir hadîsin, sıhhat yönünden de en üstün derecede bulunduğuna
hükmedilir. Bu hüküm, bazı hadîsçileri, adalet ve zabt yönünden en üstün
seviyede bulunan hadîs râvilerinden müteşekkil isnadları asahhu'l-esânîd
(isnadların en sahihi) vasfı ile belirtmelerine yol açmıştır. Meselâ
ez-Zuhrî'nin Salim îbn Abdullah îbn Ömer'den, onun da babası Abdullah İbn Ömer
İbni'l-Hattâb'tan; Muhammed îbn Sîrîn'in Ubeyde İbn Amr es-Selmânî'den, onun
da Alî'den; îbrâhîm en-Neha'î'nin Alkame'den, onun da İbn Mes'ûd'tan
rivayetleri böyledir ve bu isnadlardaki isimler, en üstün adalet ve zabt
sıfatlarını hâiz oldukları için asahhu'l- esânîd sayılmışlar dır .
[86]
Ne var ki, bir isnad
hakkında verilen asâhhu'l-esânîd hükmü kesin bir hüküm değildir. Çünkü
hadîslerdeki birbirinden farklı sıhhat dereceleri is-nadlarmm sıhhat şartları
yönünden sahip oldukları derecelere göre tertip edilir. Halbuki bir isnadı
teşkil eden ricalden her birinin teker teker en üstün kabul şartlarım hâiz
olması, yahut bu şartları hâiz râvilerin her zaman biraraya gelmesi nâdir olur.
Diğer taraftan, râvileri ve dolayısıyle isnadı değerlendiren kimseler arasında
da devamlı bir görüş birliği bulunmaz ve her biri kendi nazarında kuvvetli olan
isnadı tercih eder. Bu tercihte bilhassa değerlendirmeyi yapan kimsenin daha
çok itina gösterdiğini ve yakından tanıdığı kendi beldesine âit isnadların ön
sırada yer aldığını da hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Bu sebepledir ki
İbnu's-Salâh, isnad veya bir hadîs hakkında kesin olarak "en sahîh"
hükmünün verilmemesini daha uygun bulmuş
[87]İbn
Hacer de onun bu görüşüne katılmıştır
[88]Ne
var ki, hadîsçilerin bazı isnadlar hakkında bu hükmü vermelerinin, haklarındo
böyle bir hüküm verilmemiş olan isnadlara tercih edilmeleri yönünden büyük
fayda sağladığı da reddedilemez.
Sahîh hadîsin
kısımlarına gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, sıhhatin dereceleri olan
adalet ve zabt sıfatlarının her râvide farklı olması dolayısıyle, sahîhin de
farklı derecelerinin olması gerekir. İbnu's-Salâh bu konu üzerinde durmaz. Ona
göre sahîh hadîs, isnad yönünden meşhur, r^z ve garîb olan hadîstir. Ayrıca
hadîs ehlinin sıhhati üzerinde ittifak ettikleri hadîsler yanında, bir de
mezkûr evsafın vücûdu üzerindeki ihtilâfları sebebiyle, sıhhati üzerinde
ihtilâf ettikleri hadîsler vardır ve bu iki gurup hadîsi muttefekun aleyh ve
muhtelefun fth olarak isimlendirir.
[89]îbn
Hacer ise, Makbul haberler adı altında hadîsleri, sahîh li-zâtihi, sahîh
li-gayrihi, hasen li-zâtihi ve kasen li-gayrihi olmak üzere dört kısma ayırmıştır
ki
[90]bizim
bu kitabımızda makbul haberlerin taksimatı ile ilgili tercihimiz de bu
olmuştur.
[91]
Kendi şartlanyle sahîh
olan ve sıhhat yönünden en üst derecede bulunan hadîstir. Yukarıda da
açıkladığımız gibi, râvileri âdil ve zabıt, isnadı da muttasıl olup şâz ve
illetten salim bulunan her hadîsin sahîh olduğu gö-
zönünde
bulundurulursa, sıhhat için gerekli olan şartların, râvilerde adalet ve zabt,
isnadda ittisal, hadîste de şüzûz ve illetten selâmet sıfatları olduğu kolayca
anlaşılır. Bu sıfatların son üçünde, yâni ittisalde, şüzûz ve illetten
selâmette, kuvvet yönünden derecelendirme elbette söz konusu değildir. Başka
bir ifade ile, isnadın az veya çok muttasıl olduğunu söylemek nasıl mümkün
olmazsa, hadîsin de az veya çok illetli olduğu ileri sürülemez. Çünkü isnad, ya
muttasıldır, yahut değildir; keza hadîs de, ya şâz veya mualleldir, yahutta
değildir. Buna karşılık, sıhhat için zorunlu olan ilk iki sıfat, yâni adalet ve
zabt sıfatları ise, bundan farklıdır ve her insan, birbirinden farklı adalet ve
zabt sıfatlarına sahiptir. Bir insan, ne derecede îman ve İslâm'a bağlı ve ne
derecede takva ve mürüvvet sahibi ise, o derecede âdil, ne derecede hafıza
gücüne sahip ise, o derecede zabıttır. Buna göre bir hadîsin sıhhati, onu
rivayet eden râvinin adalet ve zabt sıfatlarındaki derecesine paralel olarak
gerçekleşir ve diğer üç şartla birlikte az veya çok sahîh bir hadîs olur.
İşte bu açıklama bize,
sahîh li-zâtihi denilen hadîsin tayin ve tarifinde başlıca dayanağı teşkil
eder. Eğer bir hadîs, râvileri adalet ve zabt sıfatları yönünden en üstün
derecede ise, diğer şartların da vücûdu ile bu hadîs, sahîh li-zâtihi olur;
çünkü bu hadîs, bir hadîsin sıhhati için gerekli olan şartların biraraya
gelmesiyle sahîh olmuştur; onu sahîh mertebesine yükselten beş şart dışında
ayrı bir unsur, veya ayrı bir kuvvetlendirici yoktur. Kısacası bu hadîsi sahîh
mertebesine yükselten sıfatlar, sıhhat için gerekli olan sıfatlardan başkası
değildir. Bu sebeple ona sahîh li-zâtihi denilmiştir.
[92]
Yukarıda da
açıkladığımız gibi, Râvileri âdil ve zabıt, isnadı muttasıl olan, şüzûz ve
illetten salim her hadîse sahîh denilmiş, adalet ve zabt sıfatlarının en üstün
derecede bulunması halinde de o hadîs, sahîh li-zâtihi olarak adlandırılmıştır.
Ancak bir hadîs
râvisinin zabtında bulunan kusur, yahut zayıflık, o ravi tarafından rivayet
edilen hadîsin sahîh olarak tavsif edilmesine engel olursa, bu takdirde o
hadîs, diğer sıhhat şartlarının tam olması halinde, hasen olarak isimlendirilir
ve aşağıda da açıklanacağı üzere, sahîh hadîs derecesinin altındaki bir
dereceye iner.
Râvisinin zabtmdaki
kusur sebebiyle isnadı hasen olan bir hadîs, başka bir sahîh isnadla rivayet
edilecek olursa, hasen hadîs râvisindeki zabt kusuru, diğer rivayetle telâfi
edilmiş ve sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselmiş olur.
Ancak kendi isnadıyle hasen olan, fakat başka bir isnadla da rivayet edilmek
suretiyle sahîh mertebesine yükselen bir hadîse, şüphesiz kendi şartlarıyle
sahîh olmaması dolayısıyle sahih li-
zâtihi demek mümkün
değildir. Fakat hasen iken, başka bir isnadla da rivayet edildiği için sahîh
derecesine yükselmiş olması dolayısıyle ona sahîh li-gayrihi denilmiştir. Böyle
bir hadîs, kendi şartlarıyle sahîh olan ve sahîh li-zâtihi denilen hadîsin
dûnundadır.
[93]
Lügat yönünden
"güzel" manâsına gelen hasen kelimesi, hadîsçilerin ıstılahında,
sahîh ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın olduğu için makbul
hadîsler arasında sayılan bir hadîs çeşidinin adıdır
[94]Hadîsler
ilk defa el-Hattâbî
[95]tarafından
sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere üçe taksim edilmiş, bilâhare bu üçlü taksim,
hadîsçiler arasında şöhret kazandığı gibi, hasen'in çeşitli tarifleri de
yapılmıştır. El-Hattâbî'ye göre hasen, "mahreci bilinen, ricali şöhret
kazanan, hadîslerin ekseriyetim teşkil eden, ekserî ulemâ tarafından kabul
edilen ve ekserî fukahâ tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir"
[96]
Et-Tirmizî'nin
tarifine göre, isnadında kizb ile müttehem bir râvisi bulunmayan, şâz
olmaksızın çeşitli yönlerden rivayet edilen her hadîse hasen denir.
[97]Et-Tirmizî'nin
bu tarifi bazı hadîsçiler arasında itiraza uğramış ve onun, hasen hadîsi sahîh
hadîsten ayırt edecek bir vasıf getirmediği, zira sahihin de râvilerinin kizb
ile müttehem olmadıkları ve şazdan salim bulundukları İleri sürülmüştür.
Yalnız et-Tirmizî'nin şart koştuğu bir husus vardır ki, o da, hadîsin başka
yönlerden de rivayet edilmesidir ve bu, sahîh hadîslerde şart koşulmamıştır.
Bununla beraber, et-Tirmizî'nin tarifinde şu husus açıkça görülür ve bu da
mezkûr İtiraza cevap teşkil eder: Et-Tirmizî, hasen hadîs râvilerinin kizb ile
müttehem olmamaları gerektiğini söylemiştir. Vakıa sahîh hadîs râvilerinin de
kizb ile müttehem olmamaları gerekir; fakat bu ifadenin içinde, aynı zamanda,
bu râvilerin sika olmaları
şartı da yer almış
bulunmaktadır. Buna göre hasen hadîste koşulan "râvilerin kizb ile
müttehem olmamaları" şartı ile, sahîh hadîsin "râvilerin sika
olmaları" şartı arasında fark vardır ve bu bakımdan hasen hadîs râvileri,
derece yönünden sahîh hadîs râvilerinden daha aşağı seviyededirler. Buna ilâveten
hasende şart koşulan hadîsin başka yollardan da rivayeti meselesi, sahîhte şart
koşulmamıştır; bu da haseni sahihten ayıran başka bir özelliktir.
Buna benzer bir
itiraz, yukarıda zikrettiğimiz el-Hattâbî'nin tarifine karşı da yapılabilir ve
denir ki: Sahîh hadîslerin de mahreçleri bilindiği gibi, ricali de meşhurdur.
Ne var ki el-Hattâbî bu ifadesiyle, hasen hadîslerin, sahîh hadîs derecesine
ulaşmadıklarını kasdetmiştir. Nitekim bununla ilgili ibareyi takiben şöyle
demiştir: "...Ekserî ulemâ tarafından kabul edilen ve ekseri fukahâ
tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir". "Mahreci bilinen ve
ricali şöhret kazanan..." ibaresinin içine sahîh hadîslerin de girdiği
far-zolunsa bile, bu ikinci ibare ile, hasen sahihten ayırt edilmiş olur; zira
sahîh hadîsler, ekserî ulemâ ve fukahâ tarafından değil, bütün ulemâ ve fukahâ
tarafından kabul edilir ve kullanılırlar'.[98]
El-Hattâbî'nin tarifi
ile et-Tirmizî'nin ve diğer bazı müteahhırînin tariflerini zikreden
İbnu's-Salâh ise, bütün bu tariflerin sadra şifa vermediğini söylemiş ve
el-Hattâbî'nin olsun, et-Tirmizî'nin olsun, verdikleri tariflerle hasen ve
sahihi birbirinden ayırt etmediklerim ileri sürmüştür. İbnu's-Salâh'a göre
hasen hadîs iki kısımdır. Birincisi, isnadmdaki ricali mestur olmaktan hali
bulunmayan ve ehliyetleri tahakkuk etmeyen hadîslerdir. Bununla beraber bu
râviler, rivayetlerinde fazla hata yapan ve kizb ile müttehem olan, yâni hadîs
rivayetinde kizbi kasden ihtiyar ettikleri bilinen kimselerden değillerdir;
aynı zamanda hadîsin metni, başka yönden veya birçok yönden benzerinin rivayet
edilmesiyle maruf olur ve böylece hadîs şâz veya münker olmaktan uzak kalır.
İşte et-Tirmizî'nin tarifi bu kısma aittir.
Hasenin ikinci kısmına
gelince, bu da, râvileri sıdk (doğruluk) ve emanet (güven) ile meşhur olmakla
beraber, hıfz ve itkan yönünden daha aşağı derecede olmaları itibariyle sahîh
hadîs râvilerinin derecesine ulaşmayan, fakat teferrüdü dolayısıyle hadîsi
münker olan kimselerin derecesinden de üstün olan hadîslerdir. Bu hadîsler,
aynı zamanda, şâz, münker ve muallel olmaktan da u/aktırlar. Bu kısım da,
el-Hattâbî'nin tarifinde söz konusu edilen hasen çe^ididir.[99]
İbnu's-Salâh'm hasen
hadîsleri iki kısma ayırarak tarif etmesi, hem el-Hattâbî'nin, hem de
et-Tirmizî'nin tariflerini biraraya getirmesi bakımından Önemlidir. Bu Önem,
iki meşhur imamın, aynı şeyin tarifini yaparken aradaki fark ne kadar az
olursa olsun, ayrı ayrı şeylerin tariflerini yaptıklarını ortaya çıkardığı için
bir kat daha artmaktadır. Nitekim İbnu's-Salâh, gerek el-Hattâbî'nin ve gerekse
et-Tirmizî'nin tariflerinin sadra şifa vermediğini söylerken, yine bu tariflere
bağlı kalmış, onlara biraz daha açıklık kazandırmış ve neticede her iki
tarifin birbirinden az çok farklı olduğu ka-naatma vararak, yine bu iki tarife
göre hasen hadîslerin iki kısım olduğunu söylemiştir. İbnu's-Salâh'm bu
taksimine göre, hasen hadîslerin bir kısmı hasen li-zâtihi, bir kısmı da hasen
li-gayrihi'dir.
İbn Hacer de,
İbnu's-Salâh gibi, hasenin müstekıl bir tarifini vermemiş, onu, âhâd
haberlerin içinde sahîhin üçüncü ve dördüncü mertebelerinde yer alan iki hadîs
çeşidi olarak zikretmiştir. Ona göre, âdil ve zabtı tam olan bir râvinin,
muttasıl senedle rivayet ettiği şâz ve muallel olmayan haber, âhâdtan sahîh
li-zâtihi'dir ve en üst derecede bulunur. Bazı kusurlar sebebiyle haber, bir
derece aşağıya düşer, fakat bu kusurları telâfi ederek hükümsüz kılacak ve
böylece onun sıhhat derecesini kuvvetlendirecek turuk çokluğu gibi bazı
özellikler bulunursa, haber yine sahihtir, fakat li-zâtihi değildir. Bu
kusurları telâfi edecek turuk çokluğu gibi özellikleri yoksa, işte o zaman
hadîs, hasen li-zâtihi olur. Eğer hadîs, râvisinin hali bilinmediği için
başlangıçta derecesi tesbit edilememiş cinsten olur, fakat sonradan bazı
karineler yardımı ile zayıflık derecesinden çıkar ve kabul edilebilir olduğu
anlaşılırsa, bu hadîs de basendir, fakat li-zâtihi değildir; buna hasen
li-gayrihi denir
[100]Görüldüğü
gibi, İbn Hacer de haseni iki kısma ayırmış ve her iki kısmı ayrı ayrı tarif etmiştir.
Öyle anlaşılıyor ki, ona göre hasen, râvilerindeki bazı kusur sebebiyle sahîhin
bir derece aşağısına düşen bir hadîs çeşididir. Bu kusurla birlikte haberi
takviye edecek, daha doğrusu, kusuru tesirsiz hale getirecek turuk çokluğu gibi
bir kuvvetlendirici bulunmazsa, bu kısma giren haberler hasenin en yüksek mertebesinde
yer alırlar. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İbn Hacer'e göre, hadîsin
sahîh mertebesinden hasen mertebesine düşmesine sebep olan kusur, râvisinin
zabtının, sahîh hadîs râvisinin zabtına nisbetle biraz daha az olması, aşağı
derecede bulunmasıdır. Eğer bu zabt azlığı bulunmasaydı, hadîs, hasen değil,
sahîh mertebesinde bulunacakta.[101]
Hasen hadîs, kuvvet
yönünden sahîh hadîs derecesinde olmasa bile, kendisiyle ihticac edilme yönünden
veya delil olma yönünden ondan farksızdır. Bu sebeple el-Hâkim, îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar,
haseni sahîh çeşidi arasında zikretmişlerdir. Bununla beraber hadîsçiler arasında
bu husus, yine de ihtilâf konusu olmuştur. Zira İbnu's-Salâh'ın da dediği
gibi, iki turuku bulunan bir hadîsin her iki tarîki da infırad etmiş olsa,
böyle bir hasen hadîs hüccet olamaz.. Diğer taraftan bazı vasıflar vardır ki,
bunlar bir hadîste bulunursa, rivayeti kabul etmek gerekir. Bu vasıfların en
aşağı derecesinde dahi hasen haber sahîh hükmündedir; fakat bu vasıflar
bulunmazsa, o habere hasen de denilse, onunla ihticac olunmaz. Ancak haberin
kabulünü gerektiren bu vasıfların bulunmaması halinde, habere hasen denilip
denilmeyeceği de ayrı bir konudur.[102]
Yukarıda İbn Hacer'in
tarifini zikrederken, râvinin zabt yönünden kusurlu olması halinde hadîsin
hasen mertebesine düştüğüne işaret etmiştik. Aynı konuya temas eden
Îbnu's-Salâh, doğruluk yönünden meşhur olan bir râvinin hafıza ve zabt yönünden
geri kalması halinde, hadîsinin bir başka yönden de rivayet edilmesiyle kuvvet
kazandığını ve böylece hasen mertebesinden sahîh mertebesine yükseldiğini
belirtir. Meselâ Muhammed ibn Amr İbn Alkame'nin Ebû Seleme'den, onun Ebû
Hureyre'den, Ebû Hu-reyre'nin de Hazreti Peygamberden rivayet ettiği: .
"ümmetim Üzerine
güç gelmemiş olsaydı, onlara her namazdan önce, dişlerini misvak ile
fırçalamalarını emrederdim.
[103]hadîsi,
Muhammed ibn Amr sebebiyle hasen hadîslerden addedilmiştir. Bu râvi, sıdk
(doğruluk) ile maruf olmakla beraber itkan ehlinden değildir. Hattâ bazıları,
hıfzının kötülüğü sebebiyle onu zayıf râviler arasında zikretmişler, bazıları
da sıdkı ve celâleti dolayısıyle onun güvenilir (sika) olduğunu söylemişlerdir.
Ne var ki hıfzının zayıflığı dolayısıyle Muhammed İbn Amr'ın hadîsi hasendir;
fakat bu hadîs başka yönlerden de rivayet edildiği için, onun sahîh olduğuna
hük-medilmiştir. Mutâbeât, Muhammed İbn Amr'ın Ebû Seleme'den değil, Ebû
Seleme'nin Ebû Hureyre'den rivayeti içindir ve Ebû Seleme'den, ayrıca, el-A'rac,
Sa'îd el-Makburî, babası ve diğer kimseler aynı hadîsi rivayet etmişlerdir'.[104]
Bir hadîsin bir çok
zayıf yönlerden rivayet edilmesi, o hadîsin hasen olmasını gerektirmez. Ancak
doğru ve emîn olan râvisinin hıfzındaki zayıflık sebebiyle zayıf addedilen
hadîs, başka yönden rivayet edilmesi halinde hasen olur.
[105]
Yukarıda da
açıkladığımız gibi, İbnu's-Salâh, et-Tirmizî ve el-Hattâbî'nin hasenle ilgili
tariflerine işaretle, bu tariflerin sadra şifa vermediklerini söyleyerek
haseni ayrı ayrı iki kısımda tarif etmiştir. Onun ikinci kısma âit verdiği
tarif, el-Hattâbî'nin tarifinde bahis konusu edilen hasen çeşididir ve hasen
li-zâtihi'ye aittir.
İbnu's-Salâh'a göre
hasen li-zâtihi, râvisi sıdk (doğruluk) ve emanet (güven) yönünden meşhur olan,
fakat hıfz ve itkan yönünden kusurları sebebiyle sahîh hadîs ricalinin
derecesine ulaşamayan, bununla beraber rivayet ettiği hadîsle infirad eden ve
bu sebepten hadîsi münker olan kimselerden üstün derecede bulunan, hadîsi de
şâz, münker ve muallel olmayan kimsenin rivayetidir.
[106]İbn
Hacer'in tarifinde hasen li-zâtihi, âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin
muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve muallel olmayan hadîslerdir.[107] İbn
Hacer'in bu tarifi, aslında, râvinin zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh
hadîsin tarifidir. Zira sahihte zabtın da tam olması şart koşulmuştur. Eğer
zabtta, hafıza ve itkan yönünden bir kusur bulunursa, böyle bir râvinin hadîsi
hasen lizâtihi olur. Ancak bu kusur, zayıf râvilerde bahis konusu edilen kusur
mertebesinde değildir. Keza hadîsin hasen olması, haricî bir sebebe de istinad
etmez. Nitekim hasen li-gayrihi, aslında, zayıf bir haberdir; râvilerinin cerh
ve adaleti tahakkuk etmediği için red veya kabulü mümkün olmayan mestur bir
haber cinsinden olabilir. Fakat haricî bir sebebe istinaden bu zayıflık zail
olur ve hadîs hasen li-gayrihi mertebesine yükselir. Burada bahis konusu edilen
haricî sebep, hadîsi sıhhat itibariyle kuvvetlendiren başka yönlerden de rivayet
edilmesidir.
Hasen li-zâtihi için
haricî sebep bahis konusu değildir; yâni hadîsin başka yönlerden de rivayet
edilmesi şart koşulmamıştır; o zâtı itibariyle hasendir. Buna göre hasen
li-zâtihi, sahîh haberler cinsindendir; ancak derecesi, sahihin derecesinden
aşağıdır.
Hasen li-zâtihi,
turukunun çoğalması ve başka yönlerden de rivayet edilmesi halinde sahîh
mertebesine yükselir. Çünkü isnadın çokluğu, hadîse hasen vasfını kazandıran
râvinin kusurlu zabtını takviye eder.
[108]
İbnu's-Salâh'ın
tarifine göre, isnadı mestur olan, yâni râvilerinin ehliyetleri tam olarak
tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet ettikleri hadîste fazla hata
yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri hadîstir ki,
bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen
H-gayrihi adını alır.
[109]Aslında
zayıf nev'i içerisinde yer alan bu çeşit hadîsler, onları takviye eden bir hususun
ortaya çıkması ile hasen mertebesine yükselirler. Bu hususun bulunmaması
halinde, zafiyet devam eder ve hüccet olarak kullanılmaları da mümkün olmaz.[110] Bu
kaide, umumiyetle, bazı zayıf hadîs çeşitleri için de bahis konusudur. Zira
zayıf hadîslerdeki zafiyet, bazen zâü olmakla beraber, bazen de bu mümkün
olmaz. Eğer zafiyeti zail olabilecek hadîslerden ise, bu, bazı râvilerinin
doğru ve güvenilir olmalarına rağmen, hafıza yönünden zayıflıkları
sebebiyledir. Eğer bunların rivayet ettikleri hadîs, bir başka yönden de
rivayet edilecek olursa, onların doğru rivayet ettikleri anlaşılır ve böylece,
Önceden zayıf olduğu bilinen hadîs hasen mertebesine yükselir; ancak bu
mertebe, hasen li-gayrihi mertebesidir.
İrsal yönünden meydana
gelen zayıflık da böyledir. Hafızası sağlam olan bir imamın, bir defasında
mürsel olarak rivayet ettiği bir hadîsi, başka bir yönden muttasıl olarak rivayet
etmesi halinde, mürseldeki zayıflık zail olur ve hadîs hasen mertebesine
yükselir.
Tedlîs ve bazı râviler
hakkındaki cehalet de irsal gibidir; bu râvilerin bilinmesi halinde müdelles
olan hadîs, hasen gurubuna girer. O halde diyebiliriz ki, zayıf hadîsin hasen
mertebesine yükselmesi, kuvvetlendirici vasfı bulunan haricî bir sebebe istinad
eder; işte bu sebep dolayısıyledir ki, zayıf iken hasen olan hadîse, zâtı
itibariyle hasen olan, başka bir ifadeyle, kuvvetlendirici haricî bir sebep
olmaksızın zâtından hasen sayılan hadîslerden ayırt etmek için, hasen
li-gayrihi denilmiştir.
Kuvvetlendirici vasfı
bulunan haricî sebeplerin bulunmasına rağmen hadîsteki zafiyetin yine de zâü
olmaması, bazı râvilerinin kizb ile müttehenı olmaları ve hadîsin şâz ve illetten
salim bulunmaması sebebiyledir. Bu hadîs, başka bir yönden de rivayet edilse,
zayıflık zail olmaz ve zayıf mertebesinden hasen mertebesine yükselmez. >
(ümmetim için kırk hadîs toplayan kimseyi, Allah, Kıyamet Günü fukahâ zümresi
arasında ba'seder) hadîsi, turukunun çokluğuna rağmen, hadîs imamlarının
ittifakıyle zayıf hadîslerden addedilmiştik .
[111]
Hadîs ilminde
bilinmesine önem verilen konulardan birisi ziyade olup, bununla, güvenilir (sika)
olan bir râvinin, hadîsi rivayet ederken onda yaptığı fazlalık kasdedilir..
El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin, rivayetinde tek
kalması halinde ziyadesinin makbul olduğu görüşünde olduklarına işaret ederek
şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, kendisine şer'î bir hükmün taalluk
ettiği, yahutta herhangi bir hüküm yönünden bir noksanlığa sebep olacak ziyade
arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir hükmün değişmesine
yol açacak ziyade ile, buna yol açmayacak ziyade arasında da ayırım
yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi, bir rivayetinde bu ziyadeyi yapmasa da,
başka bir rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de kendisi
rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir.[112]
Bununla beraber
el-Hatîb, bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir: Yaptığı ziyade ile tek
kalan âdil kişinin ziyadesini kabul eden bazı kimseler, bu ziyadenin kendisine
taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu,
fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Şâfi'î mezhebine
mensûb olan bazı kimseler, ziyadenin râvi cihetinden olmayıp sika bir kimseden
gelmesi halinde, kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce
noksan, sonra da ziyade ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi
gerektiğini söylemişlerdir.
Hadîs ehlinden bazı
kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kimse ziyadenin
rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet
etmezlerse, onun kabul edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
El-Hatîb bu görüşleri
zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyade, eğer
râvisi âdil, hafız, mutkın ve zabıt ise, ne şekilde olursa olsun, makbuldür ve
kendisiyle amel edilir." demiştir.[113]
Ibnu's-Salâh ise,
el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü
üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:
1.
Râvinin,
rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfi düşmesi halidir ki, bunun
hükmü, şazda olduğu gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz.[114]
2. Güvenilir
râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette muhalif
düşmez; bu durumda
her hadîs, hepsi
güvenilir olan râvilerin,
rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür. Hattâ el-Hatîb, böyle
bir hadîsin kabulü hakkında ulemânın ittifakı bulunduğu görüşündedir.
3.
Bu iki kısım arasında bir de hadîsin ihtiva
ettiği bir söz ziyadesi vardır ki, güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyadeyi
başkaları rivayet etmez.[115]
İbnu's-Salâh'ın bu açıklamasından
anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde,
ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan ziyade ile
herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs ehlinin ve fukahânın kabulünde ittifak
ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.
İbn Hacer'in ziyade
ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uygundur. İbn Hacer de,
güvenilir bir râvinin, rivayetiyle tek kaldığı ziyadeden söz ederken şâz'm
bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve ziyadeyi ihtiva eden hadîsin,
ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. İbn Hacer bu konuda şöyle
der:
"Sahîh ve hasen
râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyadeyi yapmayan ve daha güvenilir olan
bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe makbuldür. Çünkü hadîsteki
ziyade, ya bu ziyadeyi zikretmeyen kimsenin rivayetine aykırı olmaz; bu
takdirde ziyadesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir
râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi
başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Ya-hutta bu ziyade, diğer rivayete aykırı
düşer ve kabul edilmesi halinde diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir
durumda, ziyadeyi ihtiva eden rivayetle onun zıddı olan rivayet arasında
tercih yapılır".
"Ziyadenin,
tafsile gitmeksizin mutlak kabulü ile ilgili görüş, hadîsçilerle fukahânın
ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını sahihte
şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir bir
râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile gitmeksizin
ziyadenin mutlak kabulü doğru olmamak gerekir".
Görüldüğü gibi İbn
Hacer de İbnu's-Salâh gibi, ziyadenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın
değerlendirilenieyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması
dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira İbn Hacer'in de ifade ettiği gibi,
şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısıyle onun mutlaka kabul edileceğini
ileri sürmek apaçık tezattır.
[116]
Şâz olan hadîsin
mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı
verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, rivayetin çokluğu ve buna
benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere
muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Böyle bir
hadîsin râvisi sika da olsa, kendisinden daha üstün durumda olan ve daha fazla
isnadla gelen diğer râvilerin rivayetlerine muhalif rivayeti, muhalif olan bu
rivayetin terkini, diğerlerinin rivayetlerinin tercihini gerektirir. Buna göre
terkedilen hadîs şâz, tercih edilen, yâni kabul edilip alman hadîs de mahfuz
diye adlandırılır. Et-Tirmizî, en-Nesâ'î ve îbn Mâce tarafından nakledilen şu
hadîs mahfûz'a misal olarak zikredilmiştir'[117]
İbn Abbâs'm haber
verdiğine göre, Rasûhıllah (s.a.s.) zamanında bir adam vefat etmiş, fakat âzâd
ettiği bir köleden başka vâris bırakmamıştır. Hazreti Peygamber de onun
mirasını o köleye vermiştir.
Bu hadîs Hammâd İbn
Zeyd tarafından da, yine Amr îbn Dînâr ve Av-sece isnadıyle rivayet edilmiş,
fakat bu rivayette, Sufyân İbn Uyeyne'nin isnadında yer alan İbn Abbâs
zikredilmemiştir. Gerek Sufyân İbn Uyeyne ve gerekse Hammâd İbn Zeyd, her ikisi
de hadîsi Amr İbn Dinar'dan almış, fakat birisi isnadında İbn Abbâs'ı zikretmiş,
diğeri ise, zikretmemiştir; yâni biri diğerine muhalefet etmiştir. Bu durumda,
bu iki rivayetten hangisi doğrudur ve hangisini tercih etmek gerekir; yahut
hangisi mahfuz, hangisi ^â^'dır? Ebû Hatim, Sufyân İbn Uyeyne rivayetinin
tercih edilmesi gerektiğini ve onun mahfuz olduğunu söylemiştir. Çünkü her ne
kadar Hammâd İbn Zeyd de adalet ve zabt ehlinden bilinirse de, bu isnadla rivayetinde
tek kalmış ve ondan başka hiç kimse, hadîsi, İbn Abbâs'ı isnadında
zikretmeksizin nakletmemiştir. Buna mukabil İbn Abbâs'm zikrinde Sufyân îbn
Uyeyne'ye tâbi olan ve aralarında îbn Cureyc gibi tanınmış imamların da
bulunduğu kimseler vardır. O halde Sufyân'm rivayeti, bu rivayete tâbi
olanların çokluğu dolayısıyle Hammâd İbn Zeyd'in rivayetinden daha kuvvetlidir
ve onun tercih edilmesi gerekir. İşte tercih edilen bu hadîse mahfuz denir.
Tercih edilmeyen Hammâd İbn Zeyd hadîsi ise, şâz'dır.
[118]
Münker veya şâz merdûd
olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz
merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf,
münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.
İbn Hacer ve İbn
Hacer'den naklen es-Suyûtî, marufa misal olmak üzere, îbn Ebî Hâtim'in Hubeyyib
İbn Habîb tarikiyle rivayet ettiği şu hadîsi zikretmişlerdir:
Ebû Hatim'in ifadesine
göre, sikattan olan diğer bazı kimseler, mezkûr hadîsi Ebû îshak'tan mevkuf
olarak, yâni Hazreti Peygambere isnad etmeksizin İbn Abbâs'ın sözü olarak
rivayet etmişlerdir. Maruf olan rivayet budur.
[119]Buna
karşılık, hadîsin Hazreti Peygambere isnadla merfû olarak gelen rivayeti
münkerdir.
[120]
Ferd olduğu sanılan
bir hadîsin, cami, musned, mu'cem ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında tetkike
tâbi tutularak aranması neticesinde, o hadîsin, teferrüd eden râvisinin
şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyhlerden birinden de rivayet edildiğinin
görülmesi halinde, mutâbe'at ortaya çıkmış demektir. Bu manâya göre mutâbe'at,
şeyhinden rivayetiyle tek kalmış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya
o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir.
Meselâ: Hammâd îbn Seleme an Eyyûb an Muhammed îbn Şîrîn an Ebî Hureyre
ani'n-Nebiy (s.a.s.) isnadı ile bir hadîs rivayet edilmiş olsa ve Hammâd İbn
Seleme'nin bu rivayette tek kaldığı sanılsa, bir başka ifade ile, bu isnadla
gelen hadîsi Hammâd'tan başka hiç kimsenin rivayet etmediği bilinse, aradan
uzun bir zaman geçtikten sonra bir hadîs imamı, bu hadîsin gerçekten garîb olup
olmadığını tesbit etmek için yeni bir araştırmaya girse ve bu maksatla, cami,
musned, mu'cem, cüz demlen hadîs kitaplarını karıştırsa, ve nihayet Hammâd'tan
başka bir râvinin de mezkûr hadîsi Eyyûb'tan; yahut Eyyûb'tan başka bir râvinin
aynı hadîsi Muhammed İbn Sîrîn'den; yahutta Muhammed İbn Sîrîn'den başka bir
râvinin onu Ebû Hureyre'den rivayet ettiğini görse, garîb sanılan hadîs için
mutâbe'at vâki olduğunu ve o hadîsin bir mutâbi'i bulunduğunu anlamış olur.
İbn Hacer, mutâbe'ate
misal olarak eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm''da rivayet ettiği şu hadîsi
vermiştir:
15u Hadîste Hazreti
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ay, yirmi dokuz gündür; fakat yine de
Ramazan hilâlini görmedikçe oruca başlamayın. Keza hilâli görmedikçe (Ramazanı
bitirip) iftar etmeyin. Eğer hava kapalı olur hilâli göremezseniz, süreyi otuza
tamamlayın."
Bazı kimseler, bu
isnad ve bu sözlerle gelen hadîsin rivayetinde eş-Şâfi'î'nin teferrüd ettiğini,
yâni Mâlik'ten, ondan başkasının bu hadîsi rivayet etmediğini zannederek, onu
eş-Şâfi'î'nin garîb hadîslerinden saymışlardır. Zikrolunan bu misalde,
rivayetiyle tek kaldığı sanılan râvi eş-Şâfi'î'dir; fakat el-Ka'nebî'nin de
aynı hadîsi eş-Şâfi'î'nin şeyhi olan Mâlik'ten rivayet etmesi dolayısıyle, tek
kaldığı sanılan eş-Şâfi'î'ye mutâbe'at hâsıl olmuştur
[121] Bu
mutâbe'ata, mutâbe'at-i tâmme denir. El-Ka'nebî'nin rivayeti de, garîb sanılan
eş-Şâfî'î rivayetinin mutâbi'idir.
Aynı hadîs, İbn
Huzeyme'nin Sahîh'inde Asım îbn Muhammed an EMhi Muhammed îbn Zeyd an ceddihi
Abdullah îbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle, Müslim'in Sahîh'inde ise, Ubeydullah
îbn Ömer an A afi an İbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle rivayet edilmiştir.[122] Her
iki rivayette de mutâbe'at, eş-Şâfi'î'nin isnadmdaki en yukarıda olan râviye,
yâni sahabî Abdullah İbn Ömer'e olmuştur. Bu bakımdan, İbn Huzeyme ve Müslim'in
Sahîh'lerinde yer aln bu iki hadîste eş-Şâfi'î'nin hadîsi için mutâbe'at-i
kâsıra .
[123]
Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre, mutâbe'at, teferrüd eden râvinin kendisi için hâsıl olursa,
bu türlü mutâbe'ata mutâbe'at-ı tâmme denir. Fakat mutâbe'at, daha yukarıdaki
şeyhlerden biri için hâsıl olursa, buna da mutâbe'at-ı kâsıra adı verilmiştir.[124]
Mutâbe'atm manâsı bu
açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail manâsında
kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek kaldığı sanılan
bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki
şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı hadîstir. Zira ferd
sanılan hadîse, bir başka râvinin aynı hadîsi rivayet etmiş olmasıyle mutâbe'at
hâsıl olmuş, dolayısıyle ilk hadîsin bir mutâbi'i bulunmuş olur.
Yukarıda zikrettiğimiz
İmam eş-Şâfi'î'nin İmam Mâlik'ten, onun Abdullah İbn Dinar'dan, onun da İbn
Ömer'den merfu olarak rivayet ettiği Ramazan ayının başlangıç ve sonu ile ilgili
hadîs, eş-Şâfi'î'nin garîb hadîslerinden sayılırken, aynı hadîsin el-Ka'nebî
tarafından Mâlik'ten rivayet edildiği görülmüştür. Buna göre, eş-Şâfî'î'nin
rivayetine muvafakat ve mutâ-ba'at eden el-Ka'nebî hadîsi de diğer hadîsin
mutâbi'i olmuştur. Mutâbi, ferd sanılan hadîsi ferd olmaktan çıkaran ve onu
takviye eden diğer bir rivayet olması itibariyle makbul haberlerden
sayılmıştır.
Şâhid'e gelince, ferd
olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs
kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ yönünden bir benzerine
rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir; çünkü araştırma neticesinde bulunan
benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu ile takviye etmiş, onun şahidi
olmuş demektir. Meselâ:Hammâd'ın Eyyûb'tan, Eyyûb'un İbn Sîrîn'den, İbn
Sîrîn'in Ebû Hu-reyre'den, Ebû Hureyre'ninde Hazreti Peygamberden rivayet
ettiği bir hadîs vardır ve bu hadîsi Hammâd, Eyyûb'tan rivayetinde tek
kalmıştır. Bu yönden hadîs ferddir. İşte böyle bir hadîsin aslı bulunup
bulunmadığı araştırılır ki, bu araştırmaya i'tibar denir. Araştırma bütün
isnad buyunca yapılır, önce, Eyyûb'tan başka sika birinin İbn Sîrîn'den bu
hadîsi rivayet edip etmediği araştırılır. Bulunmazsa, İbn Sîrîn'den başka
birinin Ebû Hu-reyre'den rivayet edip etmediğine bakılır. Yine bulunamazsa,
hadîsi Hazreti Peygamberden işiten Ebû Hureyre'den başka bir sahabî aranır. Bu
araştırmalar da bir sonuç vermezse, hadîsin manâsını teyid eder mahiyette
başka bir hadîs bulunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir hadîs bulunursa,
işte bu hadîse şâhid denir; çünkü ferd olan hadîsin şahididir; manâ yönünden
onu teyid ve takviye eder. Şâhid hadîsle, ferd olan hadîsin bir aslı
bulunduğuna hükmedilir.
Bazı hadîsçiler, ferd
olan hadîsin lafız ve manâ yönünden aynısının bir başka sahabîden rivayet
edilmesi halinde, bu sahabînin hadîsine de şâhid demişlerdir. Meselâ yukarıda
zikrettiğimiz eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm'de Mâlik îbn Enes'ten, onun Abdullah
İbn Dînâr'dan, onun İbn Ömer'den, onun da Hazreti Peygamberden rivayet ettiği
Ramazan ayının başlangıç ve bitimi ile ilgili hadîs, İmam eş-Şâfi'î'nin
rivayetiyle tek kaldığı hadîslerden sanılmıştır. Oysa bu hadîsin el-Ka'nebî
tarikiyle gelen mutâbi'leri bulunduğu gibi, en-Nesâ'î'nin Sunen'inde aynı
lafızlarla İbn Abbâs'tan
[125]el-Buhârî'nin
Sahîh'inde aynı manâ ile Ebû Hureyre'den
[126]gelen rivayetleri de
vardır. Bu bakımdan, aynı lafızla İbn Abbâs'tan, değişik lafız, fakat aynı manâ
ile Ebû Hureyre'den gelen hadîsler, eş-Şâfi'î'nin Mâlik vasıtasıyle îbn
Ömer'den gelen ve garîb sayılan hadîsinin şâhidleri sayılır.
[127] Bundan da
anlaşılmaktadır ki,
eş-Şâfi'î'nin rivayetiyle tek kaldığı sanılan hadîsi, hem el-Ka'nebî tarikiyle
gelen mutâbi'leri, hem de farklı isnadlar ve farklı lafızlarla ayrı ayrı
sahabîlerden gelen şâhidleri vasıtasıyle teyid ve takviye edilmiş bir hadîstir.
Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, bir hadîsin mutâbi ve şahidinin bulunup bulunmadığının
araştırılması, o hadîsin takviye edilmesi gayesine matuftur. Zira râvileri
güvenilir olsa bile, isnadı tek olan bir hadîsle, daha fazla isnadı bulunan bir
hadîs arasında kuvvet yönünden fark vardır. Çeşitli hadîs kitaplarında bu
maksatla yapılan araştırmaya i'tibâr denilmiştir, î'tibâr, Iugatta, bir şeyi
tetkik etmek, saymak, mukayese ve imtihan etmek gibi manâlarda kullanılmış,
hadîs ıstılahında ise, yukarıda açıklandığı üzere, ferd sanılan bir hadîsin,
başka yollardanda rivayetinin bulunup bulunmadığının araştırılması manâsı
kasdedilmiştir.
[128]
Makbul haberler, amel
olunan ve amel olunmayan haberler olmak üzere de kısımlara ayrılırlar. Eğer bir
haber muârazadan salim bulunursa, yâni ona zıt bir haber gelmezse, bu habere
muhkem denilmiştir. Bunların misali çoktur. Fakat bir haberin muarızı veya
zıddı bulunursa, bu muarızı da, ya kendisi gibi makbul olur; yahutta merdûd
olur. İkincisinin, yâni merdûd olanın hiçbir Önemi yoktur; çünkü zayıf hadîsin
muhalefeti, kuvvetli haber üzerine tesîr etmez.
Hazreti Peygamberin
hadîsleri arasında, sayıları fazla olmasa bile, bazen manâ yönünden birbirine
zıt, veya birbirini nakzeder gibi görünen sözlerin de yer aldığı görülür. Bu
çeşit hadîsler hakkındaki hüküm, basit bir tenakuz iddiasıyle bunların
reddedilmesinden ibaret değildir. Bu hadîslerin hepsinin de, bir hikmete mebnî
olarak ve insanların mesalihine uygun bir şekilde Hazreti Peygamberden
geldiğine şüphe yoktur. Bu itibarla hadîs ulemâsı, zahiri tenakuza delâlet eden
bu hadîsler arasında cem ve telîf yaparak, onların aslında birbirini nakzeden
manâlarda olmadığını isbat etmişlerdir. İşte, hadîs ulemâsının zıt gibi görünen
hadîsler arasındaki bu cem ve telîf gayretleri, hadîs ilminin Önemli
konularından birini teşkil eden ve Muhtelifu'l-Hadîs denilen bir ilim dalının
ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Ancak manâ yönünden
birbirine zıt olan, fakat cem ve telifi de mümkün olmayan bazı hadîsler de
vardır ki, bunların Hazreti Peygamberden vürûd tarihleri tesbit edilmek
suretiyle, tarih yönünden mukaddem olanların mensûh, muahhar olanların da
nâsih olduklarına hükmedilmiştir.
Bununla beraber,
Hazreti Peygamberden gelen ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerin büyük bir
yekûn tutmadıklarım, burada bir daha
kaydetmek
gerekir. Ciltleri dolduran ve yüzbinleri aşan hadîs metinleri, yine de her biri
bir hikmete mebnî olarak vârid olan ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerdeki
bu türlü muarazadan salimdir. İşte, hadîs ıstılahında, hiçbir şüphe ve
tereddüde yer vermeksizin alınıp amel edilen ve her türlü muarazadan salim
bulunan bu hadîslere muhkem denilmiştir.[129]
Meselâ ü[ ve
hadîsleri, muarazadan salim olmaları dolayısıyle muhkem hadîslerdendir.
Muhtelif hadîslere
gelince, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, bunlar, zahiren birbirine zıt manâda
vârid olan hadîslerdir. Manâları arasındaki bu zıtlık dolayısıyle, aralarında
cem ve telîf yapılmaksızın, yahut biri diğerine tercih edilmeksizin her
ikisiyle de müstekıl olarak amel edilmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki,
hadîs ilmi içerisinde muhtelif hadîsler arasında cem ve telîf yapılmasını hedef
alan bir ilim dalı teşekkül etmiş ve muhtelifu'l-hadîs adiyle şöhret
kazanmıştır. Bu konuda ilk kitap telif edenlerin başında, meşhur îmam Muhammed
İbn İdrîs eş-Şâfi'î gelir. Eş-Şâfi'î, bu telifinde birbirine zıt manâlarda
vârid olduğu ileri sürülen hadîslerin cem ve telifinde takip ettiği usûle âit
bazı bilgiler vermiş, bu çeşit bazı hadîsleri de biraraya getirmiştir..[130]
Bu konuda kitap telif
edenlerden biri de, İbn Kuteybe (213-276)'dir. Te'uîlu muhtelifi'i-hadîs adını
verdiği bu kitapta İbn Kuteybe, en-Nevevî'nin ifadesine göre, bu bölüme
girebilecek hadîsleri topladığı kadar, uygun olmayanlara da yer vermiş; bu
bölüme girmesi gereken birçok hadîsi de dışarıda bırakmıştır
[131]Daha
sonra İbn Cerîr et-Taberî (224-310), aynı konuda bir kitap telîf etmiş, Ebû
Ca'fer Ahmed ibn Muhammed et-Tahâvî (235-321)'nin Muşkilu'l-âsâr'ı, Osman İbn
Sa'îd ed-Dârimî (200-280)'nin yine aynı konudaki kitabı şöhret kazanmıştır.
Zahirî manâsı tearuza
delâlet eden ve muhtelif adını alan hadîsler, umumiyet itibariyle iki kısma
ayrılırlar. Birincisi, birbirine muhalif görünenler arasında cem ve telîfi
mümkün olanlar, diğeri ise, aralarında nesh bahis konusu olmadığı bilindiği
takdirde, râvilerinin sıfat ve dereceleri go~ zönünde bulundurularak tercih
olunabilenlerdir. Bu taksime göre, Hazreti Peygamberden sahîh olarak gelen
hadîsler arasında gerçek bir tearuzun,
ancak
nesh bulunduğu zaman söz konusu edilebileceği anlaşılır. Nesh, şer'î bir hükmün
tatbikattan kaldırılması ve onun yerine başka bir hükmün va-zedilmesidir. Gayet
tabiîdir ki, ilk hükmü getirmiş olan nass ile, bu nassm hükmünü iptal eden ve
onun yerine vârid olan nassm hükmü arasında söz konusu tearuz veya tenakuz
bulunacaktır. Fakat nesh söz konusu olmadığı zaman hadîsler arasındaki tearuz
ve tenakuzdan da söz edilemez.Nitekim eş-Şâfi'î, zahiri tearuza delâlet eden
hadîsler arasındaki bu ihtilâfın sebeplerine işaretle, Hazreti Peygamberden
birbirini nakzeden hadîsler vârid olmadığını açıklamış[132]
Muhammed İbn îshak îbn Huzeyme de "birbirine zıt iki hadîsin varolduğunu
bilmiyorum. Her kimde böyle hadîs varsa getirsin, aralarını telîf edeyim"
demiştir.[133]
Zahirî manâları
tearuza delâlet eden, fakat aralarında cem ve telîf yapılmak suretiyle
gerçekte böyle bir tearuzun bulunmadığı anlaşılan iki hadîse misal olarak lâ
advâ hadîsi'
[134]' ile fırre
mine'l-meczûmi hadîsi zikredilebilir. Hazreti Peygamber birinci hadîsinde
"sirayet yoktur" buyurmuş, ikinci hadîsinde ise, "cüzzamlıdan
kaçmayı" emretmiştir. Lâ advâ hadisinin çeşitli rivayetleri vardır.
Müslim'deki bir rivayet şöyledir:
El-Buhârî rivayetinde ise,
iki hadîs birleştirilerek nakledilmiştir'.[135]
Her iki hadîs de
sahîhtir ve zahirî manâlarında bir tearuzun bulunduğu aşikârdır. Bu tearuz,
sirayetin nefiy ve isbatındadır. Çünkü Hazreti Peygamber, bir hadîsiyle
hastalıkların, hastalıklı kişilerden sağlam kişilere geçmeyeceğini belirterek
sirayeti nefyederken, diğer hadîsiyle, cüzamlıdan kaçmayı emrederek sirayeti
isbat etmiştir. Bununla beraber hadîs ulemâsı, iki hadîs arasını çeşitli
yollardan cem ve telîf etmişler ve aralarında bir tenakuzur, bulunmadığını
ortaya koymuşlardır. Onların bu cem ve telîfi şöyle özetlenebilir:
1)
İbnu's-Salâh'ıt
da işaret ettiği gibi
[136]hastalıklar,
tabiatları itibariyle sirayet edici değillerdir; fakat Allahu Ta'âlâ, bir
hastalığa nıübtelâ olan kimsenin sağlam kimse ile temasını, hastalığın sağlam
olana geçmesi için bir sebep kılmıştr. Bu itibarla Hazreti Peygamber, birinci
hadîsi ile, câhiliye Arabmın, hastalıkların tabiatları itibariyle sirayet
ettikleri inancını nefyetmiş, ikinci hadîsinde ise, sebep itibariyle isbat etmiştir.
2) İki
hadîsin telin İbn Hacer'e göre biraz daha farklıdır: Hazreti Peygamberin
sirayeti nefi, umûm üzere bakîdir; yâni ne tabiatları itibariyle ve ne de sebep
yönünden sirayet asla söz konusu değildir. Nitekim Hazreti Peygamber bir
hadîsinde "bir şey bir şeye sirayet etmez" buyurmakla ve keza ce-rebe
yakalanmış bir tevenin sağlam develer arasına girerek onlara da aynı hastalığı
aşıladığını siyleyen bir ârâbîye "o halde ilk deveye bu hastalığı kim
sirayet ettirdi?" demtide, sirayeti kamilen nefyetmiş ve hastalığın,
birinci devede olduğu gibi iknci devede de Allahu Ta'âlâ'mn takdiri ile
başladığını anlatmak istemiştir.
Cüzamlı hastadan
kaçmakla ilgili olarak gelen emir ise, sedd-i zerayi cümlesindendir; yâni
sağlam kişinin, hastalıklı kişi ile teması neticesinde hastalığın diğerine
sirayet ettiği vehmini önlemek ve Allah'ın takdiri ile başladığını hatırdan
çıkarmamak gayesine matuftur. Zira nisan, hastalığın temas neticesinde sabana
insana geçtiğine itikad etmekle Allah'ın takdirini unutur ve bunun dşmda
hastalık veren başka kudretler ihdas etmek suretiyle günahkâr olır.[137]
3)
Kâzî Ebû
Betr el-Bâkıllânî'nin telîfi, diğerlerinden daha farklıdır. Ona göre, birinci
haliste sirayet umumî manâda nefyedilmiş olmakla beraber, ikinci hadîste cüzam
ve benzeri hastalıklar için isbat edilmiştir. Bu bakımdan sirayetin ısbatı,
umumî nehiyden tahsîs manâsmdadır.
Buna göre her iki hadîsin manâsı, cüzam ve benzeri hastalıklar müstesna,
diğerlerinde sirayet yıktur. Bu sebeple cüzam ve benzerlerinden aslandan kaçar
gibi kaçmak g<rekir.
[138]
4)
Bir
görüşe gffe de, cüzamdan kaçmakla ilgili olarak gelen emir, bu hastalığa
yakalanma olan kimselerin hatıralarına riayet etmek gayesine matuftur. Zira
meczinı, sıhhatli kimseleri gördüğü zaman, musibetinin büyüklüğünü anlar ve ıztırabı
çoğalır. Hazret Peygamber "meczûmlara devamlı bakmayınız" mealindeki
bir hadîsi ile de bunu ortaya koymuştur.[139]
Zahirî manâları
arasında tearuz bulunan iki hadîsin cem ve telîf yollan ile ilgili olarak
zikredilen bu misaller, aslında mezkûr hadîsler arasında böyle bir tearuzun
bulunmadığını belirtmek gayesine matuftur. Önemli olan mesele, hadîslerle ifade
edilmek istenen manânın, daha doğrusu, Hazreti Peygamberin bu hadîslerle murad
ettiği manâyı ve hadîslerin vürûduna sebep olan hâdiseleri iyi bir şekilde
bilebilmektir. Bunlar bilindiği takdirde, manâları birbirini nakzeder gibi
görünen hadîsler arasında gerçek manâda bir tenakuzun bulunmadığı kolayca
anlaşılır.
Bununla beraber, hadîs
ulemâsının, birbirine muarız manâlarda vârid olan bazı hadîslerin cem ve
telifinde âciz kaldıkları görülür. Bu hadîsler arasında nesh de söz konusu
olmayınca, hadîslerden hangisiyle amel etmek gerektiği hakkında hüküm vermek
güçleşir. Fakat bu güçlük, bu gibi durumlarda hadîslerden birinin tercîhi ile
ortadan kaldırılmıştır. Şu var ki bu tercîh, gelişi güzel değil, bir takım
kaidelere bağlı kalınarak yapılmıştır. Meselâ birbirine zıt manâlarda vârid
olan iki hadîsten hangisinin râvüeri, diğerinin râvilerine nisbetle daha titiz
ve daha dikkatli ise, bu dikkat ve titizlik, o hadîsin tercîh edilmesinde
aranılan şartlardan biri olmuştur. Yahut hangi hadîs daha fazla isnadla rivayet
edilmiş ise, bu isnad çokluğu, yine tercîh sebeplerinden biri sayılmıştır.
El-İ'tibâr fi'n-nâsih ve'l-mensûh adlı kitabında el-Hâzimî, bu sebeplerden elli
tanesini zikretmiştir. Es-Suyûtî'nin yedi gurup içinde zikrettiği bu tercîh
sebepleri şöyle Özetlenebilir: 1) Hâvinin haline taalluk eden tercîh sebepleri:
Kavilerin çokluğu: Bir
hadîsin râvisi ne kadar çoksa, o hadîse vehiiiı veya yalan karışması ihtimali
daha azdır. Bu sebeple râvisi çok olan hadîs, daha az râvi tarafından rivayet
edilmiş olan hadîse tercîh edilir.
Bir hadîsin isnadında
yer alan râvi sayısının azlığı: Bu gibi isnadlara âlî adı verilmiştir. Ulüv,
yâni hadîsin, araya fazla kimse karışmadan daha kısa yoldan rivayet edilmesi,
hadîse vehim ve yalan karışmasını önleyen en önemli âmillerden biridir. Bu
bakımdan, isnadı âlî olan hadîs, isnadı nazil olan, yâni daha çok râvi ile
rivayet edilen hadîse tercîh edilir.
Kavilerin fıkhı:
Hadîs, ister manâ ile, ister lafız ile rivayet edilmiş olsun, râvisi fakîh olan
hadîs, avamdan herhangi bir kimsenin rivayet ettiği hadîse tercîh olunur. Çünkü
fakîhin rivayetinde vehim ve hatâ ihtimali diğerine nisbetle daha azdır.
Râvinin nahiv
kaidelerine vâkıf olması, dili iyi bilmesi, hafıza kudretinin üstünlüğü,
hadîse itina ve ihtimam göstermesi yönünden zabtının
üstünlüğü, şöhreti - çünkü şöhret, takva
gibi, kişiyi yalan söylemekten alı-kor - keza râvinin takvası, itikad yönünden
tam olması, yâni mubtedi' (bid'at sahibi) olmaması, hadîs ehli ve diğer ulemâ
ile devamlı sohbeti, erkek olması - yâni iki mütenakız hadîsten birinin râvisi
erkek, diğerinin râvisi kadın ise, birincisinin rivayeti tercih olunur - keza
râvinin hür olması - bu da, köle olan bir râvinin rivayetine tercîh sebebidir -
râvinin neseb yönünden meşhur olması, isminin, aralarında ayırım yapılmasını
güçleştirecek zayıf bir râvi ismi ile karışmaması, isminin tek olması, gerektiğinde
müracaat edebileceği bir kitabının bulunması, adaletinin, tezkiye ile sabit
olana karşı ihbar yolu ile sabit olması, rivayetiyle amel edilmiş olması,
muarızının, tezkiye eden tarafından haberiyle amel olunmamasına karşılık
diğerinin haberiyle amel olunması, adaleti üzerinde ittifak edilmesi, tadîl
sebeplerinin zikredilmiş olması, tezkiye edenlerinin çok olması, tezkiye
edenlerinin ulemâdan olması, râvinin, naklettiği haberle ilgili vaka'ya bizzat
şâhid olması - meselâ Hazreti Peygamberin zevcesi Umm Seleme'nin cünüb olarak
gecelemekle ilgili haberi, buna muarız olarak el-Fazl îbn Abbâs tarafından
nakledilen habere tercîh edilir; çünkü Umm Seleme, bu konuda el-Fazl İbn
Abbâs'tan daha bilgilidir - râvinin İslâm'a müteahhır olarak girmiş olması -
bazıları bunun aksini ileri sürmüşlerdir; çünkü mü-tekaddim olanın asalet ve
marifeti daha kuvvetlidir. Fakat mütekaddim olanın ölümü, İslâm'ı müteahhır
olana nisbetle teahhur ederse, rivayeti tercîh olunmaz; çünkü bu durumda,
İslâm'ı mütekaddim olan râvinin rivayetinin diğerine teahhur etmiş olması
ihtimali vardır. Bununla beraber, mütekaddim olanın rivayetlerinin diğerinden
mukaddem olduğu bilinirse, mü-tekaddimin hadîsi tercîh olunur -. Râvinin
hadîsini dikkat ve titizlikle araştıranlardan olması ve üslûbunun güzelliği;
râvinin, muarızına nisbetle şeyhine daha çok mülâzemet etmiş olması; kendi
ülkesinin şeyhlerinden hadîs işitmiş olması; hadîs alırken şeyhini bizzat
müşahede etmiş ve onunla konuşmuş olması; manâ ile rivayeti tecviz edenlerden
olmaması; sahabînin büyüklerden olması; hadîs akzıye ile ilgili ise, râvisinin
Alî İbn Ebî Tâlib olması; helâl ve haramla ilgili ise, Mu'âz'dan, ferâ'iz ile
ilgili ise, Zeyd'ten gelmiş olması; isnadının Hicâzî olması, yahut râvilerinin
tedlîse rıza göstermeyen bir ülkeye mensûb olmaları...Bunların hepsi de,
hadîsin tercîh edilmesinde gözönünde bulundurulan ve râvinin haline taalluk
eden sebeplerdir. Bu halde bulunan râvilerin hadîsleri, aynı halde bulunmayan
râvilerin muarız olarak rivayet ettikleri hadîslere tercih olunur.
2) Hadîs
tahammülü ile ilgili tercîh sebepleri: Bulûğ çağından sonra hadîs alanların
hadîsleri, bazısını bulûğ çağından önce, bazısını da bu çağdan sonra alanların
hadîslerine tercîh olunur; çünkü bu ikincilerin bulûğdan sonra almış oldukları
hadîsleri de, bulûğdan önce almış olmaları
ihtimali vardır.
Halbuki bulûğdan sonra hadîs tahammül eden kimse, zabt yönünden daha
kuvvetlidir.
Râvinin, şeyhinden
semâ yolu ile aldığı hadîs, arz yolu ile alan diğer râvinin hadîsine, yahut arz
yolu ile aldığı hadîs, kitabe veya munâvele, yahut vicâde yolu ile alan râvinin
hadîsine tercîh edilir.
3) Rivayet
keyfiyeti ile ilgili tercîh sebepleri:
Lafzan rivayet edilen hadîs, manâ yolu ile rivayet edilen hadîse,
sebeb-i vürûdu zikredilen hadîs, sebeb-i vürûdu zikredilmeyen hadîse tercîh
olunur; çünkü râvinin, hadîsin vürûd
sebebini bilmesi, onun hadîs
hakkındaki titizliğine delâlet eder. Râvisi tarafından hadîs
üzerinde tereddüde düşülmemesi; hadîsin
had-desenâ ve semi 'tu gibi ittisale kesinlikle delâlet eden tabirlerle
rivayet edilmesi; refi veya vaslı üzerinde ittifak edilmiş olması; isnadında
ihtilâf , yahut lafzında ıztırab olmaması; hadîslerden birisi meşhur iken
diğerinin azîz veya garîb olması; yahut birisi azız iken diğerinin garîb olması
da rivayet keyfiyeti ile ilgili tercîh sebeplerindendir.
4) Hadîsin
vürûd vakti ile ilgili tercîh sebepleri: Medenî olan hadîs, Mekkî olana;
tahvîfi ihtiva eden hadîs, teahhura delâlet etmesi dolayısıyle şiddeti ihtiva
eden hadîse tercih
olunur. Çünkü Hazreti
Peygamber, İslâm'ın ilk devirlerinde,
yâni Mekke devrinde,
müslümanları câhiliye
âdetlerinden uzaklaştırmak için daha şiddetli bir dil kullanmış, fakat sonraları
buna lüzum kalmadığı için daha yumuşak olmaya meyletmiştir. Keza İslâm'ın
gelişinden sonra tahammül edilen hadîs, İslâmiyetten Önce tahammül edilen
hadîse; vürûd tarihi zikredilmeyen hadîs, vürûd tarihi mütekaddim olarak
zikredilen hadîse; Hazreti Peygamberin vefatına yakın bir tarihte vürûd eden
hadîs, vürûd tarihi bilinmeyen hadîse tercîh edilir.
5) Hadîsin
lafzı ile ilgili olan tercîh sebepleri: Lafızları hâssı ifade eden hadîs, âm
olarak gelen hadîse; âm olarak gelen ve tahsîs olunmayan hadîs, tahsisten sonra
şâir ferdlerine delâletinin zayıflığı dolayısıyle tahsîs olunan hadîse; mutlak,
bir sebep üzerine vârid olan hadîse; hakikat mecaza; hakikate benzeyen mecaz,
benzer olmayan mecaza; şer'î olan olmayana tercîh edilir.
6) Hüküm
yönünden olan tercîh sebepleri: Tahrîme delâlet eden, yâni bir şeyi haram kılan
hadîs, onu mubah kılan hadîse; ihtiyatı gerektiren bir meselede şiddet getiren
hadîs, hafifliğe delâlet eden hadîse; haddin nefyine delâlet eden hadis, haddi
getiren hadîse tercîh olunur.
7) Haricî
tercîh sebepleri: Kur'ân-ı Kerîm'in zahirine, yahut bir başka sünnete, kıyasa,
ümmetin veya Hulefâ-i Râşidîn'in amel ve tatbikatı olan diğer bir rivayetle
takviye edilen, yahut getirdiği hükümle müttefik bir benzeri olan, yahut
Seyhan (el-Buhârî ve Müslim) tarafından ittifakla nakledilen hadîs, bu evsafta
olmayan hadîse tercih olunur1-.
[140]
Hadîs ilminin önemli
konularından biri olan nesh, birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsin cem
ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğuna hükmedilen bir iptal
keyfiyetinden, yâni biri ile getirilen hükmün, diğeri ile getirilen hükme
tatbikat yönünden son vermesinden ibarettir,
Lugatta nesh, nakil,
izale ve iptal manâlarına gelir. Nitekim denildiği zaman, kitap içinde bulunan
yazıyı aynen başka bir yere kopye edip yazmak, nakletmek manâsı anlaşılır.
Yahut denilir ve rüzgârın bütün âsârı, yâni kalıntıları alıp götürdüğü
kasdedilmiş olur. Bunun gibi, denilir ve güneşin gölgeyi giderip onun yerine
kendi ışığını bıraktığı anlaşıhr.
[141]Görülüyor
ki fiil olarak kullanılan nesh kelimesinin, her üç misalde de birbirinden çok ince
farklarla ayrılmış manâları vardır. Birinci misalde, yazının nakli bahis konusu
edilmiş, fakat bu nakilde aslının bakî kaldığı belirtilmiştir. İkinci misalde,
âsârın tamamen yok olduğu ortaya konmuş olmakla beraber, onun yerine geçmiş
hiçbir şeyin bulunmadığı da ifade edilmiştir. Üçüncü misalde ise, güneş ışığı
gölgeyi gidermiş, fakat kendisi onun yerini işgal etmiştir.
Şeriat dilinde ıstılah
olarak kullanılan nesh kelimesinin, üçüncü misalde zikredilen manâya daha
yakın olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Zira daha önce Hazreti Peygamberden gelen
bir hadîsle vazedilmiş olan bir hüküm, sonradan vârid olan bir hadîs hükmü ile
kaldırılmış ve onun yerine ikinci hadîsin hükmü konulmuştur.
Nesh, beyanın bir çeşididir.
Beyan ise, ilk nassla gelen hükmün, ikinci bir nassla tatbik şeklinin
gösterilmesidir. Ancak burada, neshin, beyanın bir çeşidi olduğunu söylerken,
her beyanın nesh olmadığını da hatırdan çıkarmamak gerekir. Meselâ Kur'ân-ı
Kerîm'de, namazın kılınması ve zekâtın verilmesi ile ilgili olarak gelen
emirlerin tatbiki, ancak Hazreti Peygamberin bu emirleri beyan etmesinden
sonra mümkün olmuştur. Zira namaz kılmakla ilgili olan emrin tatbiki, yâni
namazın nasıl ve hangi vakitlerde kılınacağı, beyana bağlıdır. Keza ne
miktarda ve hangi mallardan zekât verileceği, yine beyandan sonra tatbiki
mümkün olan emirlerdendir. Ancak bu hususlardaki beyana nesh demek mümkün
değildir.
Nesh, umumiyetle
emirlerde vâki olur; haberlerde ise, caiz değildir. Zira ilk haberin
neshedilmesi, onun tekzibi veya yalanlanması manâsına
gelir ki, hem Allahu Ta'âlâ için, hem de
Hazreti Peygamber için ilk ver dikleri haberden dönerek onu yalanlamaları
düşünülemez. Bununla beraber, haber lafzı ile geldiği halde emir manâsını
tazammun eden sözler, aynen emir gibidir ve bunlarda neshin vukuu caizdir.
Meselâ "İbrahîm 'in makamı; her kim oraya
girerse (taarruzdan) emîn olur"
[142]
âyeti haber lafzı ile gelmiştir, fakat emir manâsmdadır ve "Mescid-i
Haram'a kim sığınırsa, artık ona tecavüz ve taarruz etmeyin" demektir.
Nesh işlemine uğraması
ihtimalinda bulunan emir ve nehiyler, şerîatte beş dereceye ayrılmışlardır. Bu
beş dereceyi bir eksen üzerinde göstermek gerekirse, bu eksenin bir ucunu
haram, diğer ucunu farz teşkil eder ki, birincisi en şiddetli ve en kesin olan
yasağı, ikincisi ise, aynı derecedeki emri gösterir. Eksenin ortasında ise,
yasağa ve emre uzaklığı eşit olması do-layısıyle işlenmesi ve işlenmemesi sevâb
yönünden aynı derecede olan fiillere delâlet etmek üzere mubah yer alır.
Mubahla farz arasında, farza yakınlığı dolayısıyle işlenmesi işlenmemesinden
daha hayırlı olan maıdûb; mubahla haram arasında ise, harama yakınlığı
dolayısıyle işlenmemesi işlenmesinden daha hayırlı olan mekruh dereceleri
bulunur.
Bu beş derecenin her
biri neshedilebilir ve neshten sonraki yeni hüküm, neshi gerektiren nassm
lafzına göre diğer derecelerden birine inkılâb eder. Meselâ bidayette haram
olan bir fiil, - ki bu fiil "yapnW sözü ile yasaklanmıştır -
"yap" emrinin gelmesi ile neshedilmiş olduğu gibi, derecesi de farza
inkılâb eder. Fakat haram, "yapıp yapmamakta sizin için bir beis
yoktur" lafzı ile neshedilecek olursa, kendine en yakın olan kerahet
derecesine geçmiş olur ki, böyle bir fiili işlememek, işlemekten daha
hayırlıdır. İlk emir "yap" sığası ile gelmiş ve bir fiilin
yapılmasını farz kılmışken, bu emrin "yapma" sığası ile neshedilmesi
halinde, nehyolunan fiil haram derecesine, "yapıp yapmamakta sizin için
bir beis yoktur" sığası ile neshedilmesi halinde de, kendisine en yakın
olan mendûb derecesine inkılâb etmiş olur. Bundan anlaşılıyor ki, bir şeyi
haram kılan nehiy, emir ile neshedilirse, o şey farz kılınmış olur. Nehiy ile
haram kılınmış olan bir şeyin işlenmesi, nesh ile muhayyer bırakılırsa mekruh
olur Buna karşılık, bir emir, nehiy ile neshedilirse, farz harama, muhayyer
bırakılırsa mendûba çevrilmiş olur.
Kitap ve sünnette
neshin mevcudiyetini kabul etmenin, îslâm Dînine kusur izafe etmek manâsına
geleceğini ileri süren bazı mutezilî mezhebler dışındaki ehl-i sünnet mezhebleri,
neshin varlığını kabul etmişler ve bunu, Hazreti Peygamberin sağlığında ve
vahyin geldiği zaman içerisinde, İslâm
toplumunun mesalihi
yönünden gerekli bir olay olarak açıklamışlardır. Nitekim İslâm Dîni ile
ilgili ahkâm, "bir kanun halinde ve bir defada değil, 22 sene ve bir kaç
ay içinde, hâdiselerin gerektirdiği şekilde ve birbirinden ayrı olarak
vazolunmuştur. Her hükmün bir sudur tarihi olduğu gibi, kendine hâs bir teşrî
sebebi de vardır. Zamana taalluk eden bu gelişme sayesinde her kanunun madde madde
bilinmesi mümkün olduğu gibi, teşrî'i gerektiren hâdiselere vukuf sayesinde de,
kanunların getirdiği ahkâmın en mükemmel bir şekilde anlaşılması
kolaylaşmıştır".
"Vazolunan
ahkâmın çeşitlerine taalluk eden tederruc, islâm'ın ilk günlerinde müslümanlara,
yapılması veya terkedilmesi güç olan bir şeyin teklif edilmemesi keyfiyetinde
görülür. Bu teklifler, dâima tederrücî bir şekilde yumuşaklıkla olmuş,
müslümanlarm bunları yüklenebilecek bir istidat kazanmalarına itina
gösterilmiştir. Meselâ namaz, ilk zamanlarda gece ve gündüz olmak ve her fariza
için muayyen rikâtlarla beş vakit olarak farz kılınmamış, fakat müslümanlardan,
sadece akşam ve sabah vakitlerinde mutlak bir salât taleb edilmiştir. Keza
zekât ve oruç, ancak hicretten bir sene sonra farz kılınmıştır; bundan Önceki
teklif, tâkatları nisbetinde sadaka ve oruçtan ibaretti. İçki, kumar, bazı
evlenme akidleri, riba ve câhiliye devrinden beri alışageldikleri bazı
muamelât, ilk devirlerde haram kılınmamıştı. Çeşitli hükümlerdeki bu tederrücî
gelişmenin hikmeti, katılaşmış nefislerin ıslâhı için bir ilâç ve tekliflerin
zor kullanmadan ve işi inada bindirmeden kabul edilmesi için bir vesile olması
idi"
[143]
İslâm teşriinde açık
bir şekilde görülen bir husus da, kolaylık ve hafifliktir. "Ahkâmın
çoğunda, teşrîindeki hikmetin kolaylaştırmak ve hafifletmek olduğu açıkça
belirtilmiştir. Meselâ Allahu Ta'âlâ, bazı âyetlerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah size kolaylığı ister; güçlüğü istemez":
[144] ';
"Allah, sizin sırtınızdaki yükü hafifletmek ister; zira insan zayıf
yaratılmıştır"
[145]
Emir hükmünün güçlük verdiği her hususî halde ruhsat hükmü vazolunmuştur. Bu
sebeple meselâ, zaruret halinde mahzûrat mubah kılındığı gibi, farz ve vâcibten
birinin edası halinde darlık ve güçlük bahis konusu olduğu zaman, her ikisinin
de terkine izin verilmiştir. Zorlama, hastalık, sefer, hata, unutkanlık ve
cehalet, tahfifi gerektiren özürlerden sayılmıştır.[146]
İslâm şeriatında nesh
keyfiyeti kabul edildikten sonra, Kur'ân ve sünnetin menşei gözönünde
bulundurularak çeşitli şekillerde neshin vukuu mümkün görülmüştür. Bu şekilleri
şöylece sıralayabiliriz:
1. Kur'ân
âyetinin yine bir Kur'ân âyeti ile neshedümesi;
2. Kur'ân
âyetinin sünneti neshetmesi;
3. Sünnet
(hadîs) in sünnet (hadîs) i neshetmesi;
4. Sünnetin
Kur'ân âyetini neshetmesi.
Bu dört şekilde
tezahür eden nesh keyfiyetinden bazısı diğer bazısına göre daha çok kabul
görmüş, aklen ve naklen vukuu mümkün görülmüş; bazısı da, özellikle Kur'ân ile
sabit olmuş bir hükmün sünnet ile neshedümesi, diğerlerine nisbetle daha çok
itiraza uğrayan bir görüş olarak belirlenmiştir. Bu konuda ulemâ arasında
ortaya çıkan ihtilâfların, Kur'ân ile sünnetin aynı derecede bir otorite olup
olmadığı meselesindeki münâkaşalara dayandığına şüphe yoktur. Zira sünnetin de
Kur'ân gibi vahiy mahsûlü olduğunu kabul edenler için, Kur'ân âyetiyle sabit
olan bir hükmün sünnet hükmünü neshettiği gibi, sünnetin de Kur'ân hükmünü
neshetmesi tabiî olmak gerekir.
Nesh hakkında verilen
bu umûmî bilgilerden sonra, hadîsler arasında görülen neshe âit bazı örnekleri
de burada zikretmekte fayda vardır; zira hadîsin nâsihini ve mensûhunu bilmeden
ondan hüküm istihraç etmek mümkün değildir. Huzeyfe'den nakledildiğine göre,
ancak nâsih ve mensûhu bilen kimseler fetva verebilirler''.[147]
Hadîslerde neshin
vukuu çeşitli şekillerde bilinir:
1) Bunlardan
en açık olanı, örneği Müslim'in Sahîh'inde de görüldüğü gibi, onun nâsih
olduğunun hadîs metninden anlaşılanıdır. Hazreti Peygamber bir hadîsinde şöyle
buyurmuştur:
"Sizi kabirlerin
ziyaretinden menetmiştim; onları ziyaret ediniz; zira kabir ziyareti âhıreti
hatırlatır"
[148]
Buna benzer bir başka
hadîs de, Bureyde tarafından rivayet edilmiştir.
Bu hadîsinde Hazretİ
Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ben sizi deri
kap (kırba) lar müstesna, diğer kaplarda kurulan şırayı içmekten menetmiştim.
Artık şimdi her çeşit kaptan içebilirsiniz. Yeter ki sarhoş edici içki içmeyin
"[149]
Örnek olarak
zikrettiğimiz bu iki hadîsin nâsih olduğu ve daha Önce vârid olduğu anlaşılan
ve kabir ziyaretiyle bazı kaplarda yapılan şırayı içmekten meneden
hadîslerin hükümlerini ortadan
kaldırarak kabir ziyaretine ve şıraya izin verdiği açıkça
görülmektedir. Nitekim ikinci hadîsle ilgili olarak Müslim'in Sahîh'inde
çeşitli isnadlarla şu nehiy hadîsi nakledilmiştir:
"Ebû Hureyre'den
rivayet olunduğuna göre Hazreti Peygamber, Abdu'l-Kays heyetine hitaben şöyle
buyurmuştur: Ben sizleri dubbâ (bir çeşit testi) den, hantem (içi sırlı kırmızı
topraktan yapılmış kap) dan, nakîr (ağaçtan oyma testi) den ve mukayyer (ziftli
testi) den nehy ediyorum. Lâkin deri tulumundan iç ve ağzını da sıkıca bağla.
[150]
2) Bir
hadîsin nâsih olduğu, hadîs metninden anlaşıldığı gibi, bazen de hadîsi Hazreti
Peygamberden rivayet eden sahabînin, iki zıt hadîsten muahhar olanı
belirtmesiyle anlaşılır. Bu konuda bir örnek, Câbir îbn Abdullah'ın, Sünen
sahipleri tarafından da nakledilen şu sözüdür:
"Hazreti
Peygamberin (ateşte pişirilmiş şeylerin yenilmesi halinde abdestin yenilenip
yenilenmeyeceği hususunda) iki emrinin sonuncusu, abdestin terki, (yâni
yenilenmesine gerek olmadığı) şeklinde idi.[151]
Câbir'den rivayet
edilen bu söz, konu ile ilgili abdest hususunda Hazreti Peygamberin iki
tatbikatı olduğunu, birincisinde, ateşte pişirilmiş veya ısıtılmış şeylerin
yenmesi halinde abdestin bozulmuş olduğuna hükmederek yeniden abdest aldığını
ve bunu emrettiğini, ikincisinde ise, abdestin bozulmayacağına hükmederek
yeniden abdest almanın gerekmediğini ve bunu emrettiğini gösterir. Filhakika
birincisi ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisinde
Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ateşe değen
şeylerden (yediğiniz zaman) abdest alınız".[152]
Daha sonraki bir sünnet ile Hazreti Peygamber bu emri değiştirmiş ve kendisi de
ateşte pişmiş bir şey yediği zaman yeniden abdest almak lüzumunu duymamıştır.
Bu husustaki rivayetler de, abdest almanın lüzumunu belirten rivayetlerin hemen
akabinde "ruhsat" ile ilgili bâblarda zikredilmiştir. Yukarıda işaret
ettiğimiz Câbir'in sözü de, bu iki değişik tatbikattan muahhar olanını
bildirerek nâsihin anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
3) Bazen de nâsih,
birbirine zıt manâda gelen hadîslerin vürûd tarihlerinin bilinmesiyle
anlaşılır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, iki zıt hadîs arasında sıhhat
yönünden eşitlik bulunması dolayısıyle herhangi birinin tercih edilememesi,
cem ve teliflerinin mümkün olmaması ve yukarıda iki şıkta açıkladığımız nesh
keyfiyetinin de hadîs metinlerinden açık bir şekilde anlaşılamaması halinde,
hadîslerin Hazreti Peygamberden vürûd ettiği tarihler araştırılır ve son vârid
olan hadîsin nâsih olduğuna hükmedilir. Bu konuda gösterilebilecek bir örnek,
Şeddâd İbn Evs hadîsi ile Abdullah îbn Abbâs hadîsidir. Şeddâd, Hazreti
Peygamberden şu hadîsi rivayet etmiştir: «l "Hacamat yapan da yaptıran da
oruçlarını bozmuş olurlar"[153] İbn
Abbâs ise, rivayetinde 'Hazreti Peygamberin oruçlu ve ihramlı iken hacamat
yaptırdığını" bildirmiştir.
[154]
Şeddâd İbn Evs ve İbn
Abbâs'm haberleri arasındaki zıtlık açıkça görülmektedir. Hazreti Peygamber,
Şeddâd rivayetine göre, oruçlu iken hacamat yaptırmayı, yâni kan aldırmayı
menetmiş, hem hacamat yaptıranın, hem de yapanın oruçlarının bozulmuş olacağını
bildirmiş iken, îbn Abbâs'tan gelen diğer rivayette, Hazreti Peygamberin bizzat
kendisinin, oruçlu olduğu halde hacamat yaptırdığı açıklanmıştır. Her iki hadîs
de sahîhtir; ancak cem ve telifleri mümkün olmadığı gibi, herhangi birisinin
diğerine tercihi de mümkün değildir. Bu durumda, aralarında bir nesh keyfiyetinin
bulunduğuna şüphe yoktur. Şu var ki, bu iki haberden hangisinin nâsih,
hangisinin mensûh olduğunu tesbît etmek gerekir. Zira hadîs metinlerinde buna
delâlet edecek herhangi bir işaret yoktur. Bu da ancak, haberlerin vürûd
tarihlerinin tesbiti ile mümkün olabilir.
Filhakika, Şeddâd'tan
gelen aynı konu ile ilgili diğer bazı rivayetlerde, Hazreti Peygamberin fetih senesinde,
yâni hicretin sekizinci senesinde oruçlu iken hacamatı nıenettiği
belirtilmektedir.
[155]O
halde birinci hadîsin vürûd tarihi, sekizinci senedir.
İbn Abbâs'ın sözü ise,
Hazreti Peygamberin ihramlı iken hacamat olduğuna ve İbn Abbâs'm da bunu bizzat
müşahede ettiğine delâlet eder ki, bunun da ancak bir hac esnasında olduğu
anlaşılır. Filhakika İbn Abbâs, yalnız Veda Haccmda, yâni onuncu senede Hazreti
Peygamberin refakatinde bulunmuş ve ihramlı iken onun hacamat olduğuna şahit
olmuştur
[156]O halde bu haberin vürûd
tarihi de onuncu sene olup Şeddâd'm haberinden muahhardır ve dolayısıyle nâsih
hükmündedir.
4) îki zıt
hadîs arasında neshin bilinmesi, bazen de icmâ yolu ile mümkün olur. Şüphesiz
icmâ'm neshedici bir vasfı yoktur. Bununla beraber, ulemânın, bazı karinelere
istinaden, iki zıt haberden birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğu görüşü
üzerinde ittifak etmeleri, neshin bilinmesinde yardımcı olabilmektedir. Ebû
Dâvûd ve et-Tirmizî tarafından nakledilen bir Mu'âviye hadîsi buna bir örnek
teşkil eder. Bu hadîste şöyle denilmiştir:
"Her kim sekir
verici içki içerse, onu sopa (celde) ile dövünüz. Eğer dördüncü defa yine
içmeye devam ederse, öldürünüz".[157]
Et-Tirmizi ise,
Câbir'den gelen bu rivayetin akabinde "Hazreti Peygambere dördüncü defa
içki içmiş bir adam getirildiğini, Peygamberin onu dövdüğünü, fakat
Öldürmediğini" ilâve etmiş, aynı zamanda öldürülmeyeceği hususunda icmâ
hâsıl olduğunu belirtmiştir.[158]
Hadîslerin nâsih ve
mensuruma dâir zikrettiğimiz bu Örnekler, konunun hadîs tarihinde ne derece
önemli olduğunu göstermeye yeterlidir. Hadîsleri bu yönleri ile bilmeden,
onlardan hüküm çıkarmak, yahut fetva vermek asla mümkün değildir.
[159]
Reddedilmesi gereken
hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mukabili olarak genel manâda
kullanılan bir tabirdir. İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan
ve âhâd denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar. Daha önce de
açıkladığımız gibi, bu haberler, ya kabul sıfatını hâizdirler ve bu sıfat,
onları nakleden râvilerin doğruluklarının kesinlik kazanmasının bir sonucu
olarak ortaya çıkarlar; yahutta red sıfatını hâizdirler; bu sıfat da, râvilerin
yalancı olarak bilinmelerinden sonra ortaya çıkar. Birincisinde, râvilerin
doğrulukları dolayısıyle haberlerinin de doğruluğuna hükmedilir; bunlar makbul
haberlerdir. İkincisinde ise, râvilerinin yalancılığı dolayısıyle haberlerinin
de yalan olduğu kabul edilir; bunlar da merdûd haberlerdir. Bazen râvilerin ne
doğrulukları ve ne de yalancılıkları hakkında kesin bir hüküm vermek mümkün
olmayabilir. Bu takdirde, bunların haberlerini makbul veya merdûda sokacak
herhangi bir karinenin bulunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir karîne
de mevcut değilse, bu çeşit haberler üzerinde tevekkuf edilir. Bir haber üzerinde
tevekkuf, o haberle amel etmemek, bir başka ifade ile, o haberi delil olarak
kullanmamak demektir. Üzerinde tevekkuf olunan haber, aynen merdûd haber
gibidir; ancak onun merdûd sayılması, onda red sıfatının kesinlik kazanmış
olması dolayısıyle değil, kabulünü gerektiren bir sıfatın bulunmaması
do-layısıyledir.
[160]
Bir haberin merdûd
olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu sebeplerden biri isnadla ilgilidir
ve isnaddan bir veya daha fazla râvinin düşmesiyle haber merdûd olur. Yahutta
isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden
cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.
îsnaddan râvi düşmesi,
değişik şekillerde tezahür eder ve düşen râvinin isnaddaki yerine göre haber
veya hadîs değişik isimler alır. Meselâ hadîsi kitabında nakleden bir musannif,
kendi tasarrufu ile isnadın başından itibaren bir veya daha fazla râviyi
hazfeder; bazen de bütün isnadı zikretmeden sadece Hazreti Peygambere isnadla
hadîsin metnini verir ki, bu çeşit hadîslere mu'allak denir. Bazen hadîsi
rivayet eden râvilerden birinin, isnadın ortasından veya sonundan, bir veya
bir kaç râviyi düşürmesi sebebiyle hadîs merdûd olur. İsnadın ortasından bir
râvisi düşmüş olan hadîse munkatı' , birbirini takip eden iki veya daha fazla
râvisi düşmüş olan hadîse de mu'dal denir. Eğer isnadın sonunda sahabî düşmüş
olursa, bu çeşit hadîslere de mursel adı verilir.
Bazen bir isnad
içerisinde muasır olmayan iki râvinin birbirinden hadîs nakletme durumları
dolayısıyle aralarında bir râvinin düşmüş olduğu açıkça anlaşıldığı halde,
bazen de muasır olan, hattâ birbirine mülâki oldukları bilinen iki râvinin,
birbirinden işitmedikleri hadîsleri naklettikleri olur; aslında böyle bir
hadîsi diğerinden nakleden râvi, onu naklettiği şahıstan işitmemiş, fakat
başkası vasıtasıyle ondan almış, sonra da hadîsi rivayet ederken o vasıtayı
herhangi bir sebeple zikretmemiştir. Böylece, aradaki vasıtayı isnaddan
düşüren râvi, şeyhinden işitmediği hadîsi, ondan işitmiş gibi
rivayet etmek durumunda
kalmıştır. Ancak bu
çeşit rivayetlerde, râvinin
şeyhine mülâkî olduğunun bilinmesi dolayısıyle, is-naddan bir râvinin
düşürülmüş olduğu çok defa anlaşılmaz ve o hadîsin de râvinin muttasıl senedle
rivayet ettiği hadîslerden olduğu sanılır. İsnadında bu çeşir hafi (gizli) râvi
düşmesi olan hadîslere de müdelles denilmiştir.
işte, isnadda, çeşitli
şekillerde râvi düşmesi sebebiyle ortaya çıkan bu hadîs çeşitlerinin hepsi de
merdûd haberler arasında yer alır.
Hadîsin merdûd
olmasının diğer bir sebebi de, isnadı oluşturan hadîs râvilerinden birinin veya
bir kaçının adalet ve zabt yönünden cer-hedilmesidir. Aşağıda da ayrıca
açıklanacağı üzere, bu konuda şiddet yönünden birbirinden farklı on çeşit cerh
sebebi vardır ve bunlardan herhangi biriyle cerhedilen râvinin hadîsi merdûd
sayılır.
Cerh sebeplerinin en
şiddetlisi, râvinin kizbi, yâni yalancılığıdır. Yalancılığı sabit olan ve bu
yönden cerhedilen râvinin hadîsi mevzû'dur, yâni uydurmadır. İkincisi, râvinin
yalancılıkla itham edilmesidir; böyle bir râvinin hadîsine de metruk
denilmiştir. Cerh sebeplerinin üçüncüsü, râvinin rivayetlerinde fâhış hata
yapması, dördüncüsü, gafleti, beşincisi de fışkıdır. Bu hallerinden dolayı
cerhedilen râvînin hadîsine de münker denir, altıncı cerh sebebi vehim olup,
râvinin mürsel olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahut bunun aksine, muttasıl
olan bir hadîsi mürsel olarak rivayet etmesidir. Bir râvinin, rivayetinde
vehmettiğine hükmetmek oldukça güç bir iştir. Eğer bazı karineler yardımıyle
rivayette vehim bulunduğuna hükmedilebilir ve râvi bu yönden cerhedilirse,
hadîsi muallel olur.
Cerh sebeplerinin
yedincisi, râvinin diğer râvilere muhalif rivayetidir. Bu muhalefet, ya
rivayetine bazı yabancı isimler veya hadîsten olmayan ibareler dercetmesiyle
olur; bu takdirde kendisine yabancı sözler sokulmuş olan hadîse mudrec denir.
Yahut muhalefet, hadîsin isnad veya metninde bazı takdim ve tehirler yapılmak
suretiyle ortaya çıkar. Böyle bir hadîse de maklûb adı verilir. Yahut
muhalefet, râvinin ibdaliyle olur ve bu halde iki muhalif rivayet arasında
tercîh yapılamazsa, hadîse muztarib denir. Yahut muhalefet, yazının şekli
değişmeksizin bazı harflerin nokta hatalarından ortaya çıkar ve hatadan dolayı
hadîse musahhaf denir. Eğer yazının şeklinde bir değişme olur ve muhalefet bu
yönden meydana gelirse, bu takdirde hadîs muharref adını alır.
Cerh sebeplerinden
sekizincisi cehalet, yâni râvinin adalet ve zabt yönlerinden halinin
bilinmemesidir. Dokuzuncu sebep râvinin su-i hıfzı, onuncu sebep de,
bid'atıdır.
Aşağıda daha geniş bir
şekilde açıklanacak olan râvilerin cerh sebepleriyle ortaya çıkan hadîs
çeşitlerinin hepside, merdûd haberler arasında yer alırlar.
[161]
İnkıta, isnad zincirinden
bir veya birden fazla râvi halkasının düşmesiyle isnadda meydana gelen
kopukluktur ve kopuk isnadla nakledilen hadîse munkatı denir. Râvi düşmesinin,
isnadın başında, ortasında ve sonunda olmasına ve düşen râvi sayısına göre, o
isnadla gelen hadîs, değişik isimler altında zikredilir. Mürsel, mu'dal ve
munkatı gibi. Ancak burada şunu hemen belirtmek gerçkir ki, munkatı tabiri,
lügat yönünden, isnadı muttasıl olmayan, yâni isnadında kopukluk bulunan
hadîsler için kullanıldığı halde, ıstılahta, tâbi'îden sonraki herhangi bir
tabakada, isnadından bir, veya birbirini takip etmeksizin birden fazla râvisi
düşmüş olan hadîs çeşidinin adıdır. Bu itibarla biz, bu bahisle ilgili konu
başlığında Munkatı Hadîs Çeşitleri ifadesini kullanırken, munkatı kelimesini
lügat manâsında kullanmış olduğumuz halde, isnadın çeşitli yerlerinde düşen
râvi sayısına göre hadîslerin mürsel, mu'dal ve munkatı gibi isimler altında
zikredildiğini söylerken de, aynı kelimeyi ıstılah manâsında kullandık
Bir isnadda râvi
düşmesi veya inkıta, bazen zahir, yâni açık ve herkes tarafından kolayca
anlaşılabilecek şekilde vukubulduğu halde, bazon de hafiy veya gizli olur ve bu
irikıtâya vâkıf herhangi bir kimse tarafından açıklanmadıkça, hiç kimse, o
isnadın munkatı olduğunu anlayamaz. Isnaddaki zahir veya açık inkıta, râvinin,
muasırı olmayan bir şeyhten hadîs rivayet etmesiyle ortaya çıkan kopukluktur.
Herkes tarafından kolayca bilinip anlaşılır ki, o râvi, hadîsini naklettiği o
şeyhin muasırı değildir; dolayısıyîe ona mülâkî olmamıştır ve onun hadîsini
bizzat ondan almamıştır. O halde, mülâkî olmadığı o şeyhin hadîsini kendisine
nakleden başka bir aracı şeyh vardır; fakat hadîsi rivayet ederken isnadında bu
aracı şeyhin ismini herhangi bir sebeple zikretmemiştir. İsnadında açık râvi düşmesiyle
ortaya çıkan hadîs çeşitleri, aşağıda da açıklanacağı üzere, muallak, mu'dal,
munkatı ve mürsel 'dir.
İsnaddan hafi veya
gizli râvi düşmesi ise, râvinin, mülâkî olduğu ve hattâ bazı hadîslerini aldığı
bilinen bir şeyhten işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi halinde ortaya çıkan
inkıta şeklidir. Herkes tarafından bilinir ki, bu râvi, normal olarak o şeyhe
mülâkî olmuş ve ondan, rivayet ettiği bazı hadîsleri işitmiştir; dolayısıyle
işittiği bu hadîsleri o şeyhten rivayet etmeye hakkı vardır. Şu da var ki râvi,
bu hadîsleri ondan rivayet ettiği gibi, bunlardan ayrı olarak şeyhten
işitmediği, fakat başka vâsıta ile ondan aldığı bazı hadîsleri daha rivayet
eder; aradaki bu vâsıtayı da isnadında açıklamaz ve onları da şeyhten işittiği
zehabını uyandırır. Râvinin o şeyhe mülâkî olduğunu ve ondan hadîs işittiğini
bilenler ise, onun işitmediği hadîsleri de rivayet ettiğini anlayamazlar.
İşte, aşağıda açıklanacağı üzere, râvinin bu tarz hadîs rivayetine tedlls,
rivayet ettiği hadîse de müdelles denilmiştir.
Mudelles'ten çok ince
bir farkla ayrılan ve mursel-i hafi denilen hadîs çeşidi de, râvinin, muasırı
olup da mülâkî olmadığı şeyhten rivayet ettiği hadîstir ve zikrettiğimiz bütün
bu hadîs çeşitleri, isnadında düşen râvilerin adalet ve zabt yönünden hallerinin
bilinmemesi sebebiyle merdûd hadîsler arasında yer alırlar.
[162]
İsnadının başından bir
veya birbirini takip etmek üzere daha fazla râvisi hazf ve en son hazfedilen
râvinin şeyhine isnad edilmiş hadîslere muallak denilmiştir. Muallak,
ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta bir şeyi asmak, destek veya
dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin,
kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini, yahut kendi
şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ bütün isnadı
hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi,zikrettiği ilk kaynağa
isnad etmesidir.
Muallak ismi,
umumiyetle cezm sîgasıyle, yâni gibi kesinlik ifade eden tabirlerle rivayet
edilen hadîslere verilmiş, fakat Îbnu's-Salâh'm da dediği gibi,. gibi temrîz
ifade eden tabirlerle nakledilen hadîslerde bu isim kullanılmamıştır''.[163]
Bununla beraber, müteahhırûndan olan bazıları, meselâ Ebu'l-Haccâc el-Mizzî,
el-Bu-hârî'nin Sahîh'indeki bu kabilden hadîslere de muallak adım vermiştir''.[164]
El-Buhârî'nin
Sahîh'inm muallak hadîslerin başlıca menşei olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuyla
ilgili olarak, değerli araştırmacı Fuat Sezgin şu görüşleri ileri sürmüştür:
"Kaynakların verdiği malumattan anlaşıldığına göre, Sahîh'te mevcut bu
gibi merviyatı ilk defa ciddî bir şekilde ele alıp ta'lîk diye adlandıran
kimse, Ebu'l-Hasan ed-Dârakutnî (Ö. 385), daha sonra aynı isimle el-Cem'
beyne's-Sahîhayn adlı kitabında mevzuubahs eden Ebû Abdillah el-Humeydî (Ö.
420) olmuştur'.
[165] Bu
bakımdan muallak hadîs, bir hadîs çeşidi olmaktan ziyade el-Buhârî'nin
Sahîh'inin en Önemli hususiyetlerinden birini teşkil eder. Bu hususiyet
üzerinde duran İbn Hacer, şöyle der: "Ta'lîk, şeyhten semâ yolu ile
alındığını göstermeyecek (meselâ Jli ./i ./i. ;k ,Jli gibi) kat'î veya yarı
kat'î bir ifade ile, isnad-tan bir veya daha fazla şahıs hazfetmektir. Eğer
kat'î bir ifade kullanılırsa ( ^jj ,JU gibi) kendinden almanın sıhhatine
delâlet eder''.[166]
Ancak, onun hazfolunan senedinin râvileri üzerinde düşünmek gerekir: Eğer bunlar
sikattan iseler, ta'lîklarmdaki sebep, bu hadîsin, kitabın bir başka yerinde,
veya manâsının o bâbta diğer bir vâsıta ile de olsa bulunmuş olmasıdır ki,
ihtisaren ona ta'lîk ile işaret edilmiştir; yahutta bu ta'lîk, muhaddisin,
hadîsi şeyhinden semâ yolu ile aldığını, fakat bu şeyhin tedlîs ile tanındığını,
yahutta hadîsin mevkuf bulunduğunu, yâni senedin ancak sahabîye kadar
çıkabildiğini gösterir. Bir başka ihtimal de, haddizatında si-kattan olmakla
beraber, aralarında, el-Buhârî'nin şartına uymayanların bulunmasıdır. İşte bu
ihtimaller dolayısıyle müellif hadîsini doğrudan doğruya ta'lî-kan, yâni
senedini kısaltarak alır; bazen de mütâbeat yolu ile alır. Bu da, yukarıdaki
muhtelif sebeplerden biriyle "cezm" (yâni kat'î, meselâ S& \S-ij
<Cyfe sîgasıyle yapılır...Musannif, şayed temrîz (yâni kat'î olmayan,
meselâ yukâlu, yurvâ) sîgasıyle bir hadîs almışsa, bu takdirde hadîsin
isnadında, ta'lîkda zikrettiği şahsa kadar zayıf bulduğu bir şahıs var demektir.
Yalnız bazen bu zayıflık, başkalarının seneddeki illeti görmemiş olmalarından
veya mühimsememelerinden dolayı sahîh kabul edecekleri kadar ehemmiyetsiz
derecede de olabilir. Bu tarzda, muallak olarak alınmış bulunan hadîsin birinci
kategoride olduğu gibi senedinde teemmüle şâyân şüpheli bir taraf var
dernektir"''.[167]
Kısaca ifade etmek
gerekirse, ta'lîk, el-Buhârî'nin Sahîh'ine hâs özelliklerden biridir. Onun
daha çok bâb başlarında yer verdiği bu çeşit hadîsleri niçin ta'lîk ettiği
kesinlikle bilinmezse de, bazı imamlar, bunun için başlıca dört sebep
zikretmişlerdir. Bu sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) El-Buhârî'nin
ta'lîkan zikrettiği hadîs, hadîsçiler arasında sika (güvenilir) râvilerin
muttasıl rivayetleriyle maruf olan bir hadîstir. El-Buhârî, bâb başında bu
hadîsi delil olarak zikretmek lüzumunu hissettiği zaman, ihtisar olmak üzere,
isnadını vermeye gerek görmemiştir. Çünkü hadîs is-nadıyle maruf olan bir
hadîstir.
2) El-Buhârî'nin,
Sâhîh'imn çeşitli fıkıh bâblarmda delil olarak kullanılmalarını sağlamak için
bazı hadîsleri mükerrer olarak naklettiği bilinen hususlardandır. Eğer bir hadîs, herhangi bir fıkıh babında nakledilmişse, el-Buhârî,
aynı hadîsi bâb başında delil olarak tekrarlamak lüzumunu hissettiği
zaman, onun isnadını tekrar vermek lüzumunu duymamıştır.
3) El-Buhârî'nin
ta'lîkan naklettiği bazı hadîslerin isnadında şartlarına uygun olmayan bir
râvinin bulunması ihtiamli de vardır. Eğer el-Buhârî, bâb başında delil olarak
zikredebileceği bir hadîs bulamamış ise, şartına uygun olmayan râvinin hadîsini nakletmek zorunda
kalmış, fakat kitabında onun ismine yer vermemek için de,ya hadîsin bütün
isnadını, yahutta o râvinin şeyhine kadar isnadın bir kısmını hazfetmiştir.
4) Bir
görüşe göre de, muallak hadîsler, el-Buhârî'nin vicâde yolu ile aldığı
hadîslerdir. Vicâde, ileride de açıklanacağı üzere, bir hadîsçinin rivayet
ettiği hadîsi, zamanına yetiştiği veya yetişemediği herhangi bir şeyhin kitabında
bulmasından ve işitmeksizin o kitaptan alıp nakletmesinden ibarettir.
El-Buhârî, asıl olarak değil, fakat adını zikrettiği bâb başlarına uygun bir
delil olmak üzere bu çeşit hadîsleri talikan kullanmakta bir mahzur
görmemiştir.
Muallak hadîsin
sıhhati, isnadının bilinmesine veya hadîsçüer arasında maruf olmasına
bağlıdır. İsnadı bilinen ve kabul şartlarını hâiz olarak hadîsçiler arasında
maruf olan muallak bir hadîsin sahîh veya hasen hükmünü taşıması tabiîdir.
Ancak, isnadın başından bir ve daha fazla râvinin hazfedilmesi, çok defa
müellifin tasarrufundan olsa bile, hazfolunan râvilerin bilinmemesi dolayısıyle
bu çeşit hadîsler merdûd hadîsler arasında yer alır. Hattâ onları hazfeden,
veya hadîsim talikan nakleden kimsenin "hazfettiğim râvilerin hepsi de
sikattandır" demesi halinde de muallak hadîs yine zayıf hükmündedir; zira
müellifin, hazfettiği râvileri ta'dîli müphemdir ve hadîs hakkında sıhhat
hükmünü vermek için yetersizdir''.[168]
El-Buhârî'nin,
Sahîh'inde muallak olarak zikrettiği bir haber şöyledir:
(İlimde haya babı:
Mucâhid şöyle demiştir: Utanan da, büyüklenen de ilim sahibi olamaz. A'işe de
şöyle demiştir: Şu Ansâr kadınları ne güzel kadınlar!.. Haya (yâni utanma),
onların dînde faküı olmalarına asla engel olmuyor)
[169]
Hazreti Peygambere
yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sahabenin çoğunu gören ve
onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden
hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin
diyerek rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs,
isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir ve murselle ilgili olarak verdiğimiz bu
tarif, bize, hadîsçilerin üzerinde ittifak ettikleri ıstılah manâsmdaki murseli
tanıtır. Zira bazı usûlcülerle fıkıh ulemâsı, kelimenin lügat manâsını ele
alarak, onunla munkatı, hattâ mu'dal denilen hadîs çeşitleri arasında hiçbir
ayırım yapmamışlardır'[170]
Aynı görüşe sahip olanlardan biri de el-Hatîb el-Bağdâdî'dir. Murselden
bahsederken bu konuya temas ederek der ki: Mu-delles olmayan hadîsin irsali,
râvinin, muasırı olmayan, yahut mülakatı bulunmayan kimseden rivayetidir.
Meselâ Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in, Ebû Seleme îbn Abdirrahman'ın, Urve
İbnu'z-Zubeyr, Muhammed İbnu'l-Munkedir, el-Hasanu'1-Basrî, Muhammed îbn Şîrîn,
Katâde ve tâbi'ûndan olan diğer bir çok kimsenin Hazreti Peygamberden
rivayetleri böyledir. Keza tâbi'ûndan olmayan İbn Cureyc'in, Ubeydullah îbn
Abdillah îbn Utbe'den, Mâlik îbn Enes'in el-Kâsım İbn Ebî Bekr es-Sıddîk'tan,
Hammâd îbn Ebî Süleyman'ın Alkame'den rivayetleri de bu kabildendir. Bunların
hepsi de, muasır olmayanların rivayetleridir. Mu'âsırı olup da mülakatı bulunmayanların
rivayetlerine gelince, bunlara da el-Haccâc İbn Ertât'm, Sufyân es-Sevrî'nin ve
Şu'be'nin ez-Zuhrî'den rivayetleri misal olarak gösterilebilir. Bize göre
bunların hepsi hakkındaki hüküm birdir. Hattâ mülâki olduğu şeyhten hadîs işiten,
fakat bu arada işitmediği hadîsi irsal eden kimseler hakkındaki hüküm de
böyledir.[171]
El-Hatîb'in bu
ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki, ona göre, tâbi'ûnun doğrudan doğruya
Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîsler mursel olduğu gibi, tâbi'ûndan olmayan
ve daha sonraki tabakalara mensup bulunan kimselerin muâsarat etmedikleri,
yahut muâsarat etseler bile mülâkî olmadıkları, hattâ mülâkî olup da
işitmedikleri kimselerden rivayet ettiklen hadîsler de murselden sayılır.
Maamafih, murselin tarifiyle ilgili olan bu ihtilâf, ıstılah ve kelime yönünden
olan bir ihtilâftır ve manânın özü üzerinde herhangi bir tesiri yoktur; zira
ister el-Hatîb'in görüşüne uyularak hepsine birden mursel denilsin, ister
mursel yalnız tâbi'ûnun rivayetine atfedilmiş olup bunun dışındakilere mu'dal
veya munkatı denilmiş olsun, hepsi de, her iki gurup nazarında makbul olmayan
hadîs çeşitlerindendir. Şu da var ki, mursel tabirini daha umumî manâda
kullanan el-Hatîb, es-Suyûtî'nin ifadesine göre, bu tabirin istimal yönünden çok
defa tâbi'ûnun Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîslere ıtlak
olunduğunu da belirtmiş bulunmaktadır''.[172]
Mursel hadîslerin
delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür. En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok
fukahâ ve usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz.
Eş-Şâfi'î de aynı görüşe sâhiptir.
[173]Müslim
ise,
Sahîh'in
mukaddimesinde "rivayetlerden mursel, bize ve haberlere vâkıf kimselere
göre hüccet değildir" demiştir.[174]
Murselin zayıf ve
merdûd hadîsler arasında yer almasının başlıca sebebi, mahzûf olan râvinin,
yâni tâbi'înin hadîsini almış olup da isnadda zikretmediği şeyhin, adalet ve
zabt yönlerinden halinin bilinmemesidir. Eğer isnaddan düşmüş olan bu şeyhin
sahabî olduğuna kesinlikle hükmedilebilse idi, o zaman, sahabîlerin udûl
oldukları kaidesine istinaden, hadîs üzerinde tereddüde mahal kalmaz ve onun
sahîh olduğuna hükmedilirdi. Fakat tâbi'înin hadîsini alıp ismini hazfettiği
şeyhin de kendisi gibi bir tâbi'î olması ihtimali vardır. Keza bu şeyhin
tâbi'î olduğu takdirde, ya sika ya da zayıf olması ihtimali vardır. Sika olduğu
farzedilse bile, onun da kendisi gibi bir tâbi'îden almış olması ihtimali
vardır. Eğer tâbi'î ise, o da diğeri gibi ya sika ya da zayıf olabilir.
Velhâsıl bu ihtimaller ilânihaye teselsül eder gider ki, akıl, bu teselsülü
sonu gelmeyen bir şekilde tecvîz edebilir. Fakat is-nadlar tetkik edildiği
zaman, bazen bir tâbi'înin, en çok altı veya yedi tâbi'îden hadîs rivayet
ettiği görülmüştür.[175]
Bu sebepledir ki,
tâbi'îden sonraki sahabî makamında râvisi düşmüş hadîsler, düşen râvinin zayıf
olması ihtimaline binâen merdûd sayılmışlardır. Bununla beraber, murselin
sahîh olduğu görüşünü ileri sürenler de vardır. Bunların başında Mâlik ve Ebû
Hanîfe gelir. Bunlara göre, eğer mursil, yâni hadîsi irsal eden râvi, hadîsine
güvenilir kimselerden olur ve yine güvenilir kimselerden irsal ettiği
bilinirse, onun murselini almakta hiçbir mahzur yoktur.[176]
İbn Cerîr ise, bu
konuda şu görüşü ileri sürmüştür: Tâbi'ûn mur-sellerinin kabulü hususunda
ittifak etmişlerdir. Ne onlardan ve ne de daha sonraki imamlardan hiçbirinden
murselin inkârı ile ilgili bir söz gel-memiştir.[177] İbn
Abdi'l-Berr'e göre, İbn Cerîr, bu sözü ile ikinci asrın başlarında mursele karşı
ilk muhalefetin eş-Şâfî'î'den gelmiş olduğuna ve ondan sonra şiddet kazandığına
işaret etmiş olacaktır.[178]
Bununla beraber, eş-Şâfı'î'nin mursel hadîsleri külliyyen reddetmediği de bir
gerçektir. Nitekim er-Risâle'deki ifadesine göre, bazı şartlara bağlı olarak
kibar-ı tâbi'înin mursel hadîsleri kabul edilebilir. Bu şartlardan biri: Eğer
mursel hadîs, hafız ve güvenilir kimseler tarafından bir başka tarîktan ve
fakat musned olarak rivayet edilmiş ise, o zaman murselin sıhhatine hükmedilir.
Diğer bir şart: Eğer mursel rivayeti takviye eden ikinci tarîk da mursel ise,
bu takdirde ikinci
tarîkin mursilinin, kendisinden hadîs alınan kimselerden ve birinci tarîkin
mursilinden başka bir kimse olması lâzımdır. Böyle olduğu zaman, ikinci tarîk
mursel de olsa, birincisini takviye eder. Şu var ki bu, musned olarak rivayet
edilen ilk şekle nisbetle daha zayıftır. Bir başka şart: Mursel hadîsi takviye
eden ne musned ve ne de mursel, bir başka tarîkla gelmiş bir rivayet bulunmaz,
fakat Hazreti Peygamberden ashabı tarafından rivayet edilen haberler arasında
mursel hadîse uygun bir söz bulunursa, râvinin, murselini sahîh olan bir
asıldan aldığına hükmedilir. Diğer bir şart, mursel hadîsin, ilim ehlinin
fetvalarına uygun olmasıdır.
Eş-Şâfı'î, kibar-ı
tâbi'înden mursel olarak rivayet edilen hadîslerin kabul edilebilmesi için
ileri sürdüğü bu şartların her birinde, hadîslerin mahreçlerinin sıhhatini
gösteren delâletler bulunduğunu ve bunlara istinaden onların kabul
edilebileceğini söylemiş, bu şartları ihtiva etmeyen mursel hadîslerin ise,
kabule şâyân olmadıklarını ileri sürmüştür.[179]
Hazreti Peygamberin
bazı ashabiyle uzun müddet beraber bulunan kibar-ı tâbi'înden sonrakilerin,
yâni sığar-i tâbi'înin, murselleri hakkında ise, eş-Şâfî'î, herhangi bir şart
ileri sürmeksizin "bunlardan murseli kabul edilen hiç kimse
bilmiyorum" demekle yetinmiştir.
[180]
Eş-Şâfi'î'nin mursel
hadîslerin kabulü ile ilgili olarak ileri sürdüğü bu şartlar gözönünde
bulundurulursa, onun, kibar-ı tâbi'înden Sa'îd Îbnu'l-Museyyib'in
mursellerinden başka mursel kabul etmediği yolunda ileri sürülen görüşlerin
yerinde olmadığı anlaşılır. Filhakika es-Suyûtî, Pa'îd Îbnu'l-Museyyib'in
mursellerinden başka murselle ihticac etmediğine dâir eş-Şâfi'î hakkında ileri
sürülen bir görüşün şöhret kazandığına işaretle, bu görüşün mesnedi olarak
eş-Şâfi'î'nin Mâlik'ten rivayet ettiği şu hadîsi zik-d.
[181]
Eş-Şâfî'î bu mursel
hadîsi zikrettikten sonra şu görüşü ileri sürmüştür: "El-Kâsım İbn
Muhammed, Sa'îd İbnu'l-Museyyib, Urve İbnu'z-Zubeyr ve Ebu Bekr İbn Abdirrahman
da etin hayvan karşılığı satılmasını haram sayıyorlardı. Bu, bize göre de
böyledir ve Hazreti Peygamberin ashabı içinde herhangi birinin Ebû Bekr
es-Sıddîk'a muhalefet ettiğini bilmiyoruz. Bizim nazarımızda İbnu'l-Museyyib'in
irsali hasendir"
[182]
Eş-Şâfı'î'nin, Sa'îd
Îbnu'l-Museyyib'in irsali hakkındaki bu sözü, iki yönden mütalâa edilmiştir. Bazılarına göre,
diğerlerinin murselleri hilâfına, İbnu'l-Museyyib'in murselleri, eş-Şâfi'î'nin
nazarında hüccettir; çünkü eş-Şâfî'î, onun mursellerini tetkik etmiş ve hepsinin
de musned olduğunu görmüştür. Diğer bazılarına göre ise, İbnu'l-Museyyib'in
murselleri de, eş-Şâfi'î'nin nazarında diğerlerinden farksızdır; yâni onlar da
diğerleri gibi hüccet değildir. Bununla beraber eş-Şâfi'î, onun mursellerini
tercih etmiştir; çünkü her ne kadar hüküm istinbatında mursel delil olarak kullanılmasa
bile, bazı hallerde onunla tercihte bulunmak caizdir''.[183]
El-Hatîb, bu ikinci
şıkka işaretle, kendi nazarında sahîh olan görüşün bu olduğunu söyler ve
"esasen Sa'îd'in murselleri arasında musned olmayan hadîsler de
bulunmaktadır. Bununla beraber eş-Şâfi'î, kibar-ı tâbi'înin mursellerini
diğerlerinden ayırdederek onlara üstün.bir meziyyet atfetmiştir. Bunlar
arasında tabiatiyle Sa'îd'in murselleri de vardır" der'.[184]
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, Sa'îd İbnül-Museyyib'in murselleri, imamlar arasında
umumiyet itibariyle sahîh kabul edilmiştir. Meselâ Yahya İbn Ma'în
"mursellerin en sahihi, Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mursel-leridir"
demiş, Ahmed İbn Hanbel de, buna yakın bir ifade ile, "Sa'îd
İbnu'l-Museyyib'in murselâtinin en sahîh murseller olduklarını"
söylemiştir'.[185]
Sa'îd
İbnu'l-Museyyib'in mursellerini söz konusu eden el-Hâkim de, bunların en sahîh
murseller olduğunu söylemiş ve buna delil olarak şöyle demiştir: "Çünkü
Sa'îd, sahabe evlâdındandır. Babası el-Museyyib İbn Hazn, Şecere ve Rıdvan
bey'ati ashabından idi. Sa'îd, Ömer'i, Osman'ı, Alî, Talha, ez-Zubeyr ve diğer
Aşere-i Mubeşşere'yi idrak etmiştir. Halbuki tâbi'ûn arasında onları idrak eden
ve onlardan hadîs alan Sa'îd ve Kays İbn Ebî Hâzim'den başka kimse yoktur.
Bütün bunlara ilâveten Sa'îd, Hicaz ehlinin fakîh ve müftisi ve Fukahâ-i
Seb'anm ilkidir; o Fukahâ-i Seb'a ki, Mâlik İbn Enes onların icmâ'ını bütün
halkın icmâ'ı saymıştır"'.[186]
El-Hâkim'in belirttiğine
göre, mursellerin çoğu, Medine ehlinden Sa'îd Îbnu'l-Museyyib, Mekke ehlinden
Atâ îbn Ebî Rabâh, Mısır ehlinden Sa'îd İbn Ebî Hilâl, Şâm ehlinden Mekhûl
ed-Dımaşkî, Basra ehlinden el-Hasan îbn Ebi'l-Hasan (el-Basrî) ve Küfe ehlinden
İbrahim îbn Yezîd en-Naha'î vâsıtasıyle rivayet edilmiştir''.
[187]Yukarıdada
açıklandığı gibi, bunların en sahîhi, Medîne ehlinden olan Sa'îd
İbnu'l-Museyyib'in mur selleridir. Mekke ehlinden gelen Atâ İbn Ebî Rabâh'm
murselleri ise, Alî Îbnu'l-Medînî'nin ve Ahmed îbn Hanbel'in belirttiklerine
göre, Atâ'nın her çeşit insandan hadîs
alması dolayısıyle
en zayıf mursellerdir. Bu
sebeple Alî İbnu'l-Medînî, Mucâhid'in mursellerinin bile Atâ'nın
mursellerinden çok daha iyi olduğunu söylemiş; Ahmed İbn Hanbel de,
"murselât arasında el-Hasanu'1-Basrî ve Atâ İbn Ebî Rabâh'ınkilerden daha
zayıf mursel yoktur" demiştir''.[188]
Yahya İbn Sa'îd ise, Sa'îd îbn Cubeyr'in mursellerini Atâ'nm mursellerine
tercîh etmiştir''.[189]
Basra ehlinden gelen el-Hasanu'1-Basrî'nin mursellerine gelince, Ahmed îbn
Hanbel'in bunlar hakkındaki görüşüne biraz Önce işaret etmiştik. Buna
ilâveten, el-Irâkî'nin el-Hasan'ın murselleri hakkında "şibhu'r-rîh"
denildiğine dâir bir sözüne de işaret edebiliriz''.
[190]Bununla
beraber, onun mursellerini bu derece zayıf görmeyenler de vardır. Meselâ Alî
İbnu'l-Medînî'ye göre, sikâtm el-Hasanu'1-Basrî'den rivayet
ettikleri murseller sahîhtir. Ebû
Zur'a ise, el-Hasan'ın "kale Rasûlullah (s.a.s.) diyerek rivayet ettiği
hadîslerin sabit birer aslını buldum; yalnız dört hadîs müstesna" demiş,
Yahya İbn Sa'îd el-Kattân da, buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ancak Ebû
Zur'a'mn istisna ettiği dört hadîse karşılık, Yahya İbn Sa'îd, bir yahut iki
hadîsi müstesna kılmıştır'.[191]
Yine bu cümleden olarak, Yûnus İbn Ubeyd'in el-Hasan el-Basrî'ye tevcîh
ettiği "yâ Ebâ Sa'îd, sen Hazreti
Peygambere yetişmediğin halde,
rivayet ettiğin bazı
hadîslerde kale Rasûlullah
diyorsun; bu nasıl olur?" sualine, el-Hasan'ın verdiği şu cevap
zikredilebilir: "Ey kardeşimin oğlu, bana Öyle bir şey sordun ki, senden
önce hiç kimse bunu bana sormamıştı.
Benim nazarımda senin yerin olmasaydı, sana cevap vermezdim. Ben, kimin
zamanında yaşadım, biliyorsun. El-Haccâc
zam anı... Benim kale Rasûlullah dediğimi işittiğin bütün hadîsler Alî İbn Ebî
Tâlib'tendir. Ancak ben öyle bir devirde yaşadım ki, Alî'nin ismini
açıklayamadım"''.[192]
Nakledilen bu sözlerin
sıhhati hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Bununla beraber
şurası bir gerçektir ki, el-Hasan'ın isnad ederek naklettiği hadîsler hüccet
olarak kabul edildiği halde, murselleri kabul edilmemiştir.
Küfe ehlinden gelen
İbrâhîm en-Naha'î'nin murselleri ise, Yahya îbn Ma'în tarafından daha sıhhatli
görülmüş ve meselâ eş-Şa'bî'nin mursellerine tercîh edilmiştir. Hattâ İbn
Ma'în, "onun murselleri, Salim İbn Abdillah'ın, el-Kâsım ve Sa'îd
İbnu'l-Museyyib'in mursellerinden daha çok hoşuma gidiyor" demiştir. Keza
Ahmed İbn Hanbel'e göre de, en-Naha'î'nin mur-sellerinde bir beis yoktur''.[193]
Mursel hadîsler, bazı
imamlar tarafından müstekıl kitaplar halinde ce-medilmiştir. Bunlar arasında en
çok şöhret kazananları, Sünen sahibi Ebû Dâvûd es-Sicistânî (202-275)'nin
Kitâbu'l-merâsîl'i, İbn Ebî Hatim (240-327)'in aynı isimdeki kitabı ve Ebû
Sa'îd el-Alâ'î (694-761)'nin Câmi'u't-tahsîl fî ahkâmi'l-merâsH'Vdir.
Burada bir de sahabî
mursellerine işaret etmek yerinde olur. Bu mur-seller, bir sahabînin yaşının
küçük olması, yahut İslâm'a geç girmesi dolayısıyle bizzat müşahede etmediği,
yahut işitmediği şeyleri Hazreti Peygambere isnadla naklettiği haberlerdir.
Sahîh olan görüş gereğince, bu çeşit mursellerin sıhhatine hükmedilir.
El-Buhârî ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde bunlar sayılamayacak kadar çok yer
almıştır. Çünkü bir sahabînin, Hazreti Peygamberden işitmeden ona isnad ettiği
bir haberi ancak kendisi gibi bir sahabîden almış olduğuna şüphe yoktur. Belki
sahabî olmayan kimselerden aldığı haberlerin de bulunabileceği düşünülse bile,
bu çok nâdirdir ve bu çeşit haberlerin kaynakları da genellikle
belirtilmiştir. Sahabe, hepsi de udûl oldukları için, heberlerinde herhangi bir
şüphe ve tereddüde yer yoktur,
[194]
İsnadında birbirini
takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu
tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini
takip eden en az iki râvinin düşmüş olması şart koşulduğu için, bazen bir,
bazen de birbirini takip etmeksizin aralıklarla birden fazla râvisi düşen ve
ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı
olduğu halde, her munkatı mu'dal de-ğildi.[195]
Meselâ Mâlik îbn
Enes'in sojydL hadîsi mu'daldir. El-Irâkî, Mâlik'in, Ebû Hureyre'nin bazı
ashabından hadîs işittiğini ve bu hadîsleri doğrudan doğruya Ebû Hureyre'ye
isnad etmesi halinde, düşürülen râvi sayısının ancak bir olması ihtimali
dolayısıyle, bu hadîsleri mu'dal saymanın güç olacağını ileri sürmüş, fakat
yukarıda zikredilen hadîs hakkında böyle bir güçlük bulunmadığını, zira
Mâlik'in, bu hadîsi Muvattâ' dışında Muhammed îbn Aclân vâsıtasıyle babasından
mevsûl olarak rivayet ettiğini ve bu suretle Mâlik ile Ebû Hureyre arasında
iki râvinin düşmüş olduğunun anlaşıldığını kaydetmiştir.[196]
Meşhur musanmflardan
birinin, isnadı başından sonuna kadar hazfedip (fi-*) aUI J^-j Jü diyerek
rivayet ettiği hadîslere de mu'dal denilmiştir. Bu takdirde, mu'dal ile, daha
önce üzerinde durduğumuz muallak hadîs çeşidi birleşmiş olur. Zira muallak,
musannifin tasarrufu ile isnadın başından itibaren ya tamamının, ya sahabîye
kadar, yahutta tâbi'îye kadar olan râvilerin hazfedilerek rivayet edilen hadîs
çeşididir; bazen de musannif, ya kendi şeyhini, yahutta şeyhi ile birlikte onu
takip eden şeyhleri hazfedebilir. Şu var ki muallakta, birbirini takip eden
râvilerin isnadın başından itibaren düşmüş olması gerekir. Buna göre mu'dal ile
muallak, isnadın başında en az iki ve daha fazla râvisi düştüğü zaman
birleşirler; fakat isnadın ortasında veya sonunda en az iki veya daha fazla
râvisi düşmüş olan mu'dal çeşidi, muallaktan ayrılır; o, sadece mu'daldir;
fakat muallak değildir. Bu bakımdan, isnadın başında birden fazla râvisi
düşmüş her muallakın, aynı zamanda mu'dal olduğu söylenebilirse de, her
mu'dala aynı zamanda muallaktır demlemez.
[197]
Tâbi'u't-tâbi'înin
tâbi'îden maktu olarak rivayet ettiği merfû hadîsler de mu'daldir. Meselâ :
hadîsini el-A'meş i'dâl etmiştir. Nitekim Müslim'in Sahth'inde
Fudayl İbn Amr, eş-Şa'bî tarikiyle Enes
İbn Mâlik'ten şu şekilde rivavet et-iti.
[198]
Mu'dal hadîsler,
isnadlarmdan düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden
halleri tesbit edilmedikçe merdûd hadîslerden sayılırlar.
[199]
Munkatı tabiri, lügat
yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için kullanılmıştır.
İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister ortasında veya sonunda
olsun, o isnad munkatıdır. Bu ba-ımdan sahabîsi düşen ve mursel denilen, yahut
musannifin tasarrufu ile isnadın başından hazfedilen ve muallak denilen
isnadla munkatı arasında *ugat manâsı yönünden hiçbir fark yoktur.[200]olduğunu
söy-
Bununla beraber
ıstılahta munkatı, el-Hâkim'in de işaret ettiği gibi, murselden ayrı bir şeydir
ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir râvinin, kendisinden hadîs naklettiği
şahsı işitmeden ondan rivayetidir.[201]
Bu durum, tabiatiyle
râvinin, hadîsi bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi,
bu vâsıtanın isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk
olmasını gerektirir.
El-Hâkim'e göre
munkatı üç çeşittir. Birincisi, tâbi'îye varmadan önceki râvinin, kendisinden
hadîs naklettiği şahsı işitmeksizin ondan rivayette bulunmasıdır. Bunun en
güzel misali şu hadîstir:[202]
El-Hadramî'nin
Muhammed Ibn Sehl'den, Muhammed'in Ab-durrazzâk'tan, Abdurrazzâk'm
Es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Ebû İshâk'tan, Ebû İshâk'm Zeyd İbn Yusey'den,
Zeyd'in Huzeyfe'den, Huzeyfe'nin de Rasûlu'llah (s.a.s.)'tan rivayet ettiğine
göre, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Eğer bu işin başına Ebû Bekr'i
geçirirseniz, o, kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir. Hiçbir kötü kişinin kötü
sözü, onu Allah yolundan alı-komaz. Eğer Alî'yi geçirirseniz, o da hidayete
ermiş hidayet edici bir kimsedir. Sizi de dosdoğru yola yöneltir".
Bu rivayetin isnadını
gören herkes, ilk anda onun muttasıl olduğuna hükmeder. Çünkü el-Hadramî ve
Muhammed İbn Sehl, her ikisi de güvenilir kimselerdir. Abdurrazzâk'm
Sufyân'dan, keza Sufyân'm da Ebû İshâk'tan senıâ'ı maruf ve meşhurdur. Bununla
beraber, Abdurrazzâk Sufyân'dan, Sufyân da Ebû İshâk'tan bu hadîsi
işitmemişlerdir. Yâni Abdurrazzâk ile Sufyân ve Sufyân ile Ebû îshâk arasında
isimleri isnaddan düşürülmüş iki râvi vardır. Bu sebeple isnad munkatıdır.
Munkatı'm bir başka
çeşidi de, isnadda nıübhem şahısların yer almış olmasıyle ortaya çıkar. Meselâ
bir hadîs şöyle rivayet edilmiştir'':[203]
Ebu'1-Alâ'
İbni'ş-Şihhîr'in, Hanzala oğullarına mensup iki adamdan, < iki adamın Şeddâd
İbn Evs'ten rivayet ettiklerine göre, Şeddâd şöyle de mistir: "Rasûlu'llah
(s.a.s.), herbirimize namazda şöyle duâ etmesini öğ retirdi: Rabbım! Senden
işlerimde sebat, sağlam bir irade, akl-ı selîm, sâdılş bir dil diliyorum. Keza
senden nimetlerine karşı şükür, sana ibadetlerimde güzellik diliyorum. Senin
bildiğin her çeşit kötülüklerimi bağışlamanı istiyor, bildiğin bütün
kötülüklerden sana sığınıyor ve bildiğin her iyiliği senden diliyorum".
Hadîsin isnadında
Ebu'1-Alâ' İbn Abdillah İbni'ş-Şıhhîr ile Şeddâd İ^, Evs arasında yer alan ve
hadîsi rivayet etmiş olan Benû Hanzala'dan iki şahsın kim oldukları mübhemdir.
Bu sebeple hadîs munkatı sayılmıştır.[204]
Bazen de bir hadîs, isnadında isimlendirilmeyen bir râvi ile rivayet edilir;
fakat bu hadîs munkatı sayılmaz. Meselâ:
...Ahmed îbn Seyâr'ın
Muhammed İbn Kesîr'den, onun Sufyân es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Dâvûd İbn Ebî
Hind'ten, onun adını açıklamadığı bir şeyhten, onun Ebû Hureyre'den rivayetine
göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İnsanlara öyle bir zaman
gelecektir ki, adam, o zaman gelince, acz ile fücur arasında bocalayacaktır.
Kim böyle bir zamana yetişirse, aczi fücura tercih etsin"
[205]
Bu hadîsin isnadında
bulunan ve ismi açıklanmayan şeyh dolayısıyle rivayet munkatı olarak gelmiştir
ve hadîslerin farklı rivayetlerine vâkıf olmayanlar nazarında bu hadîs de
munkatı bir hadîstir. Ancak isnadlara vukufu olan başka bir hadîsçi, Dâvûd îbn
Ebî Hind'ten gelen şu rivayeti de bilirdi):
[206]
Hadîsin bu rivayetinde
mübhem olan râvinin açıklanmış olması dolayısıyle, diğer rivayet munkatı
olarak gelmiş olsa bile, hadîs mevsûldür ve buna göre değerlendirilir.
İbn Hacer, isnadda
düşen râvilerin açık ve gizli oluşuna göre munkatı hadîsleri iki kısımda incelemiş,
düşen râvinin açık ve herkes tarafından anlaşılır olması halinde bu çeşit
hadîslere munkatı, gizli olması halinde de,
bunlara mudelles
denildiğini açıklamıştır. Ibn Hacer şöyle demiştir: "...Eğer isnaddan râvi
düşmesi, birbirini takip eden iki ve daha fazla râvi ile olursa, bu türlü
hadîslere mu'dal denir. Ancak düşme, birbirini takip etmeksizin, meselâ iki
ayrı yerde olursa, bu da munkatı'dır. Keza yalnız bir, yahut birbirini takip
etmemek şartıyle ikiden fazla râvi düşerse, bu hadîslere de munkatı
denir".
"Bazen râvinin,
kendisinden hadîs rivayet ettiği şeyhe muasır olmaması dolayısıyle isnaddan
bir râvinin düşmüş olduğu açık bir şekilde bilindiği ve herkes tarafından
kolayca anlaşıldığı halde, bazen de bu düşme gizli olur ve bunu, hadîsin isnadlarma
ve bu isnadlardaki illetlere vâkıf mütehassıs imamlardan başkası anlamaz. Bu
iki şıktan birincisi, yâni açık olanı, râvinin şeyhin asrına yetişmemesi,
yetişse bile onunla biraraya gelmemesi ve ondan aldığı bir icazet veya
vicâdeye sahip bulunmaması dolayısıyle aralarında herhangi bir mülakatın
olmaması yönünden anlaşılır. Bu sebeple, râvilerin doğum, ölüm tarihlerini,
hadîs öğrenmeye başladıkları vakitleri ve bunun için giriştikleri seyahatları
anlatan tarih kitaplarına ihtiyaç duyulmuş ve bu kitaplar sayesinde, bazı
şeyhlerden rivayet iddiasında bulunan kimselerin yalanları ortaya
konulmuştur".
"İkinci kısma,
yâni gizli olan düşmeye gelince, buna da mudelles denir..."''.
[207] İbn
Hacer'in bu açıklamasından da anlaşıldığı üzere, mudelles, munkatı hadîs
çeşitlerinden biridir.
[208]
Mudelles, bir râvinin
mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, (yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî
olmadığı şeyhten işitmiş gibi) rivayet ettiği hadîslere mudelles adı
verilmiştir.
Ancak vermiş olduğumuz
bu tarifte yer alan "yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî olmadığı
şeyhten işitmiş gibi rivayet ettiği" ifadesini ihtiyatlı kabul etmek
gerekir. Çünkü İbn Hacer'e göre mudelles, yalnız, râvinin mülâkî olduğu şeyhten
işitmeden rivayet ettiği, bir başka ifade ile, şeyhe mülâkî olduğu halde, ondan
bir vâsıta ile alıp o vâsıtayı zikretmeden doğrudan şeyhe isnadla naklettiği
hadîstir. Buna göre, bir hadîse mudelles diyebilmek için, râvisinin, işitmediği
halde, kendisinden hadîs naklettiği şeyhe mülâkî olduğunun bilinmesi şarttır''.[209]
Bununla beraber, en-Nevevî Takrîb'inde, râvinin muasırı olduğu şeyhten
işitmeden'',[210] İbnu's-Salâh ise,
Ulûmu''I-hadîs'inde, râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, yahut muasırı
olup da mülâkî olmadığı şeyhten mülâkî olmuş gibi rivayet ettiği
hadîse mudelles ismini vermişlerdir'.[211]
Bundan anlaşılıyor ki, gerek en-Nevevî ve gerekse İbnu's-Salâh, râvi ile şeyhi
arasında mülakatın bulunup bulunmadığına itibar etmeksizin muasır olmalarını
yeterli görmüşler ve mudellesi buna göre tarif etmişlerdir. Halbuki İbn
Hacer'in tarifinde mudelles, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, birbirine
mülâkî oldukları bilinen iki kişiden birinin diğerinden işitmeden rivayet
ettiği hadîstir. İbn Hacer'e göre, muasır olan, fakat birbirine mülâkî
olmadıkları bilinen iki kişi arasında, işitme olmaksızın yapılan rivayet,
mudelles değil, mursel-i hafî olarak isimlendirilir. Bu bakımdan mudelles ile
mursel-i hafî arasında çok ince bir fark vardır. Mudelles, şeyhe mülâkî olduğu
bilinen râviye mahsûstur ve o şeyhten işitmeden rivayet ettiği hadîstir.
Mursel-i hafî ise, şeyhe muasır olan ve fakat onunla mülakatı olduğu bilinmeyen
râviye mahsûstur; mülakat olmayınca, tabiatiyle râvi o şeyhten işitmediği
hadîsi rivayet etmiş olacaktır'[212] O
halde mudellesin tarifini yaparken, mülakatı nazarı dik kata almaksızın
muâsaratı sözkonusu eden kimse, mursel-i hafîyi de bu tarifin içine sokmuş
olur ki, bu yanlıştır; doğrusu, her ikisini birbirinden ayırmaktır. İbn Hacer,
mudelleste mülakatın şart olduğuna ve muâsarata değil mülakata itibar edilmesi
gerektiğine, hadîs ilmine vâkıf kimselerin, Ebû Osman en-Nehdî ve Kays İbn Ebî
Hâzim gibi muhadramlarm Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîslerin
mudelles değil, mursel-i hafî cinsinden oldukları üzerindeki ittifaklarını
delil olarak İleri sürer. Çünkü Mu-hadramlar, Hazreti Peygamberin muasırı olan,
fakat ona mülâkî olmadıkları bilinen kimselerdir. Bu bakımdan eğer bir
muhadram, aradaki vâsıtayı atlayarak doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden
hadîs nak-letmişse, bu hadîs mursel-i hafidir, mudelles değildir'.[213]
Mudelles, zulmet veya
karanlık manâsına gelen deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef ûl olup, bir
şeyin ayıbını ve kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu
karanlıkta bırakıp belirsiz hale sokmak demektir. Tedlîsin bu manâsı gözönünde
bulundurulursa, râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği hadîsleri birbirinden
ayırt etmeksizin hepsim de rivayet etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de
işitmiş olduğu vehmini uyandırdığı için, ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin
çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
[214]
Râvinin, mülâkî olduğu
şeyhten, doğrudan doğruya işitmediği, ancak
bir başkası
vasıtasıyle aldığı hadîsi, aradaki vâsıtayı kaldırarak ondan rivayet etmesidir
ki, bu açıklama, genellikle mudelles için verilen tarifi hatırlatır. Râvi, bu
şekilde aldığı hadîsi rivayet ederken kale fulânun, yahutan fulânin, yahutta
enne fulânen kale gibi ittisale de muhtemel olan bir tabir kullanır. Böylece, o
hadîsi şeyhten işitmediği halde işitmiş vehmini uyandırır. Tedlîsin en ağır
şekillerinden biri sayılan tedlîsu'l-isnad, bazı hadîsçilerin onu en şiddetli
dil ile kötülemelerine sebep olmuştur. Meselâ eş-Şân'î'nin Şu'be
İbnu'l-Haccâc'tan naklettiğine göre "zina işlemek, rivayette tedlîs
yapmaktan daha kötü değildir"; yine Şu'be'ye göre "tedlîs
kiz-binkardeşidir.
[215]
Tedlîsin başka bir
çeşidi tedlîsu't-tesviye'dir. Tesviye, bir şeyi diğer bir şeyle aynı seviyeye
getirmek demektir. Bir hadîsin isnadında hem zayıf hem de güvenilir kimseler
yer almış ise, zayıf râvilerin isnaddan çıkartılması halinde bu isnad tesviye
edilmiş, yâni yalnız güvenilir râvilerden oluşan bir isnad haline getirilmiş
olur. Buna göre bir râvi, şeyhini değil de, ya şeyhinin şeyhini, yahutta daha
yukarıdaki bir şeyhi, ya zayıf, ya da küçük olduğu için isnaddan düşürür; yahut
başka bir ifade ile, isnadı tesviye eder. Tedlîs ile tesviye edilmiş isnadı
gören kimse, râvinin güvenilir olan şeyhinin tedlîs yapmadığını ve kendisinden
sonra gelen şeyhten hadîsi almış olduğunu düşünerek isnadın sahîh olduğuna
hükmeder; oysa râvi, isnaddan şeyhinin şeyhini çıkarmıştır.
Bu çeşit tedlîs
yapmakla şöhret kazanmış olan Bakıyye İbnu'l-Velîd'ten şöyle bir hadîs rivayet
edilmiştir:
Bakıyye
Îbnu'l-Velîd'ten rivayet olunduğuna göre, Ebû Vehb el-Esedî, Nâfî'den, Nâfı' de
İbn Ömer'den şu hadîsi nakletmiştir: "Kişinin gerçek inancını bilmeden
onun İslâm'ına kanmayın".
İbn Ebî Hâtim'in
babasından naklen belirttiğine göre, bu hadîsin isnadında, çok az kimsenin anlayabileceği
bir Özellik vardır: Hadîsi, Ubey-dullah İbn Amr, İshâk İbn Ebî Ferve'den, ibn
Ebî Ferve Nâfı'den, o da ibn Ömer'den rivayet etmiştir. Fakat Bakıyye, isnadda
tesviye yapmak mak-sadıyle İshâk İbn Ebî Ferve'yi aradan çıkarmıştır. Ancak
yaptığı bu işin anlaşılmaması için de, şeyhi olan Ubeydullah îbn Amr yerine,
onun meşhur olmayan künyesini kullanmış ve Ebû Vehb el-Esedî demiştir. Böylece
şeyhinin şeyhini isnaddan düşürmek suretiyle tedlîsu't-tesviye yapmıştır.[216]
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, aradaki zayıf râvi düşürüldüğü zaman, bu râvinin şeyhi ile
ondan hadîs rivayet eden şeyhin birbirlerine mülâki olduklarının bilinmesi
lâzımdır ki, böyle bir rivayet hakkında tedlîs hükmü verilebilsin. Eğer râvi
düşürüldüğü zaman, bu iki şeyhin birbirine mülâki olmadıkları anlaşılırsa, bu
takdirde isnadda açık bir inkıta bulunduğuna hükmetmek gerekir ki, bu rivayete
tedlîs demek mümkün olmaz. Nitekim Mâlik İbn Enes gibi bazı imamlar bu çeşit
rivayette bulunmuşlardır; fakat onların rivayetlerine tedlîs denilmemiştir.
Meselâ Mâlik, an Sevr, an İbn Abbâs isnadıyle hadîs rivayet etmiş ve Sevr'in
şeyhi olan Ikrime'yi, kendi nazarında zayıf olduğu için isnaddan düşürmüştür.
Oysa Sevr, îbn Abbâs'a mülâki olmamıştır. Bu sebeptenan Sevr, an İbn Abbâs isnadı
munkatı'dır; mudelles değildir. Eğer Sevr'in İbn Abbâs'a mülâki olduğu
bilinseydi ve böyle iken Mâlik, Sevr ile îbn Abbâs arasındaki Ikrime'yi
düşürmüş olsaydı, o zaman tedlîs yapmış olurdu. Çünkü an Sevr, an îbn Abbâs
isnadını görenler, isnaddan Ikrime'nin düşürüldüğünü anlamazlar ve bu isnadla
gelen hadîsin, Sevr'in İbn Abbâs'tan işittiği hadîslerden biri olduğunu
zannederlerdi. Zaten tedlîs ile rivayetin kötülüğü de bu zannı uyandırması
dolayısıyledir. Çünü bu tarz rivayette başkalarını aldatmak gayesi vardır.
Tedlîsu't-tesviye yi
tedlîsu'l-isnad'm. bir çeşidi saymak mümkündür. Nitekim Îbnu's-Salâh, tedlîsi
tedlîsu'l-isnad ve tedlîsu'ş-şuyûh olmak üzere iki kısma ayırmış, fakat
tesviyeden söz etmemiştir'.
[217]
Bununla beraber es-Suyûtî, tedlîsin üç, hattâ daha fazla çeşidi olduğuna işaret
etmiştir ki, bunlardan biri tedlîsu't-tesviye'dit.
[218]
Tedlîsin diğer bir
çeşidi tedlîsu'ş-şuyûh'tur. Bu, râvinin, isnadı zikrederken şeyhim, maruf ve
meşhur olan isim, künye, neseb veya lakabı ile değil de, sırf şaşırtmak için
bilinmeyen bir isim veya lakabla zikretmesidir. Meselâ Ebû Bekr îbn Mucâhid,
haddesenâ Abdullah îbn Ebî Abdillah diyerek bu çeşit bir tedlîs yapmıştır.
Çünkü verdiği isim maruf değildir. Bununla beraber Abdullah'ın babası olarak
belirtilen Ebû Abdillah, Sünen musannifi Ebû Davud'un oğlu Ebû Bekr İbn Ebî
Dâvûd'tur ve bu künye ile meşhurdur''.
[219]
Tedlîsu't-tesviye ile ilgili
olarak zikrettiğimiz Bakıyye İbnu'l-Velîd
hadîsi, isnadında tedlîsu'ş-şuyûhun da yapıldığı güzel bir örnek teşkil eder.
Bakıyye, Ubeydnllah İbn Anır tarikiyle İshâk İbn Ebî Ferve'den, onun Nâfi'den,
Nâfi'nin de İbn Ömer'den lâ tahmidû İslâme'l-mer'i hadîsini rivayet etmiştir.
Ancak İshâk İbn Ebî Ferve'nin zayıf olması dolayısıyle is-nadda tesviye yapmış
ve İshâk'ı isnaddan düşürmüştür. Yaptığı işin anlaşılmaması için de Ubeydullah
İbn Amr'ı hadîsçiler arasında maruf olmayan künyesiyle zikretmiş ve ona Ebû
Vehb el-Esedî diyerek tedlîsu'ş-şuyûh yapmıştır.
Tedlîsu'ş-şuyûh, daha
önce açıkladığımız iki tedlîs şekli kadar kötü sayılmasa bile, eğer râvi,
zayıf bir şeyhten rivayet ettiğini gizlemek için bu yolu seçmiş olursa, yine de
kötü bir iş yapmış sayılır. Bununla beraber râvinin, kendisinden küçük bir
şeyhten hadîs rivayet ettiğini gizlemek, yahut hadîs rivayet ettiği şeyhlerin
çokluğunu göstermek, yahutta rivayet ettiği hadîsleri hep aynı şeyhten
almadığını isbat etmek gayesiyle bu tarz tedlîs yaparsa, elbette bunun diğeri
kadar zararı yoktur.
[220]
Tedlîs çeşitlerinden
bir diğeri tedlîsu'l-atf tır. Râvi, aynı hadîsi rivayet eden iki şeyhinden, o
hadîsi rivayet eder ve meselâ haddesenî fulânun ve fulânun diyerek her ikisinin
ismini vav harfiyle birbirine atfeder. Aslında bu râvi, hadîsi, ismini
birincisine atfettiği ikinci şeyhten işitmemiş, fakat ve fulânun sözüyle hadîsi
ikincisinden de işittiği vehmini uyandırmıştır. İşte râvinin bu tarz rivayetine
tedlîsu'l-atf denilmiştir.
[221]
Tedlîs çeşitlerinden
bir başkası tedlîsu's-sukûf tur. Râvi, isnadı zikrederken haddesenâ, yahut
semi'tu dedikten sonra, hatırına bir şey gelmiş gibi susar ve sonra hadîsini
nakledeceği şeyhinin ismini zikrederek isnadı, sonra da hadîsin metnini verir.
Ancak sükûttan sonra zikrettiği şeyhten hadîsi işitmediği halde işitmiş gibi
bir zan uyandırır. Onun isnadı zikri sırasında bir süre susması, sonra da
hadîsini işitmediği şeyhinin ismini zikretmesi sebebiyle yaptığı bu tedlîse
tedlîsu 's-sukût denilmiştir. Gerek tedlîsu'l-atf ve gerekse tedlîsu1 s-sükût,
her ikiside, tedlîsul-isnâd'm birer çeşidi sayılmıştır.
Tedlîs ile rivayet
edilen hadîsler hakkındaki hükme gelince, bu hususta değişik görüşler ileri
sürülmüştür. Bazılarına göre, ne olursa olsun, böyle hadîsler kabul edilmez. Diğer
bazıları, Sufyân İbn Uyeyne'nin yaptığı gibi yalnız sika (güvenilir)
kimselerden tedlîs yaptığı bilinen kimselerin rivayetlerinin kabul
edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bir görüşe göre de, eğer tedlîs yapan
kimse, güvenilir bir kimse ise, onun yalnız haddesenî ve semi'tu gibi
kesinlikle hadîsi işittiğine delâlet eden tabirler kullanarak rivayet ettiği
hadîsler kabul edilir; an'ane ile rivayet
ettiği hadîsler ise, kabul edilmez.
[222]
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, şeyhinden tedlîs ile hadîs rivayet eden bir kimse, bu
rivayetinde semi'tu, haddesenâ veya buna benzer semâ'a delâlet eden tabirler
kullanırsa, bu açık bir yalan olur. Şeyhinden işitmediği halde
"işittim" diyerek hadîs rivayet eden bir kimse elbette terke
müstehaktır.
[223]
İbn Hacer'in tarifine
göre mursel-i hafi, bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâki olduğu bilinmeyen
kimseden rivayet ettiği hadîsin ismidir.[224]
İbnu's-Salâh'm ve ona uyan en-Nevevî'nin tariflerinde ise, râvinin, kendisinden
hiçbir hadîs işitmediği, yahut kendisine hiç mülâkî olmadığı bilinen şeyhten
rivayet ettiği hadîstir.
[225]
Bu tariflerden
anlaşılıyor ki, mursel-i hafî, senedinde inkıta bulunan hadîstir; yâni munkatı
dediğimiz bir hadîs çeşididir. Bununla beraber, senedinde inkıta bulunan başka
hadîs çeşitleri de vardır ve bunları birbirinden ayırdetmek gerekir; zira
bunlar arasında, senedlerindeki inkıta yönünden bir benzerlik bulunsa bile,
inkıta'm sened içinde bulunduğu yere ve şekle göre ince farklarla
birbirlerinden ayrıldıkları bilinen hususlardandır. Umumiyet itibariyle inkıta,
bir râvinin, işitmediği şeyhten hadîs rivayet etmesiyle hâsıl olur ve râvi ile
şeyh arasında mülakat ve muâsaratm bulunup bulunmamasına göre de dört hadîs
çeşidi ortaya çıkar ki, bunlar, mursel-i hafî, mursel, mudelles ve munkatı'dır.
Mursel-i hafî,
yukarıda da belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır olan,
fakat mülakatı bulunmayan, yahut aralarında semâ olmayan iki râviden birinin
diğerinden rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu
iki râvi arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının bilinmesidir.
Mursel zahir, daha
önce de açıkladığımız gibi, tâbi'ûndan olan bir râvinin kale Rasûlullah
(s.a.s.) ibaresiyle naklettiği hadîstir ve yalnız tâbi'ûna mahsustur. Buna göre
seneddeki inkıta, sahabînin düşmesiyle hâsıl olmuştur.[226]
Mudelles ise,
birbirinin muasırı olan, aralarında mülakat bulunduğu, hattâ birbirinden hadîs
işittiği bilinen iki râviden birinin, diğerinden işitmeden rivayet ettiği
hadîstir. Burada râvi, rivayet ettiği bu
hadîsi digerinden işitmediğine göre, bir başkasından işitmiş olacaktır. Ancak
bu başkası senedde yer almadığı için inkıta hâsıl olmuş demektir. Burada
dikkat edilmesi gereken husus, iki râvi arasında mülakat ve semâ bulunduğu
halde, birinin diğerinden işitmeden rivayet ettiği hadîsin de, işitmiş olduğu
diğer hadîslerden olduğu vehminin insanda galip gelmesidir. Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre, mursel-i hafi ile mudelles arasındaki fark, birincisinde,
bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâkî olmadığı bilinen bir şeyhten hadîs
rivayet etmesidir. İkincisinde ise, râvi, mülâkî olduğu ve hattâ hadîsini
işittiği şeyhten, işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi ve böylece, bu hadîsi
de, diğerleri gibi o şeyhten işitmiş olduğu vehmini uyandırmasıdır. Bu
sebepledir ki, mudelles hadîsin isnadında inkıta bulunduğuna hükmetmek,
diğerine nisbetle çok daha güçtür.
İnkıta ile hâsıl olan
dördüncü hadîs çeşidi de, munkatı'dır. Munkatı, senedin neresinde olursa
olsun, bir râvisi düşmüş olan hadîstir.[227] Bu
bakımdan mursel olsun, mudelles olsun, munkatı'ın iki ayrı çeşididir; fakat
hepsi de mursel-i hafiden farklıdır.
[228]
Hadîslerin merdûd olma
sebepleri, yukarıda da açıklandığı üzere, isnadın başında, ortasında veya
sonunda râvi düşmesi olduğu gibi, isnadı teşkil eden râvilerden birinin veya
birkaçının adalet ve zabt yönünden ta'n edilmiş olmalarıdır. Buna göre,
herhangi bir râvi, adalet veya zabtı yönünden ta'n edilmiş olursa, o râvinin
hadîsi merdûd sayılır.
Ta'n, lugatta, vurmak,
kargı ile saldırmak, zemmetmek, kötülemek gibi manâlarda kullanılır. Hadîs
ıstılahında İse, râvilerin, hadîslerine zarar veren ve onların zayıf veya
merdûd sayılmalarına sebep olan kötü halleri yüzünden cerh edilmeleri demektir.
Nitekim râvilerde görülen ve ta'n edilmelerine sebep olan kizb, bid'at, fisk,
muhalefet ve su'i hıfz gibi başlıca on hal vardır ki, hadîs ilminde bu haller
matâ'ın-i aşere adiyle tanınmıştır ve kendisinde bu hallerden biri görülen
râvi, o hal sebebiyle ta'n veya cerh edilir ve hadîsi merdûd sayılır.
Hadîs râvilerinin ta'n
edilmelerine sebep olan on halin beşi, râvinin adaletiyle, beşi de zabtıyle
ilgilidir. Her iki guruba giren ta'n sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
[229]
Kizb, Hazreti
Peygamberin söylemediği bir şeyi kasden ona isnadla rivayet etmek, daha açık
bir ifade ile yalan söylemektir. Hadîsçilere göre ta'n
sebeplerinin en şiddetlisi olan kizb ile
tanınmış bir râvi, artık ebediyyen terk olunur ve hadîsi reddedilir. Ahmed îbn
Hanbel'in de belirttiği gibi, bir râvinin yalnız bir hadîste yalan söylediği,
sonra da bu yalandan tövbe ettiği görülse bile, tövbesi kendisiyle Allah
arasında olan bir iştir ve bu râviden artık hiçbir hadîs alınmaz ve yazılmaz.
[230]
El-Buhârî'nin şeyhlerinden Ebû Bekr el-Humeydî'nin ve Şâfî'î imamlarından Ebû
Bekr es-Sayrafî'nin görüşleri de budur. Es-Sayrafî buna ilâveten, "kizbi
dolayısıyle hadîsini terkettiğimiz kimsenin, tövbesi dolayısıyle kabulü
cihetine gitmeyiz. Keza bazı hallerinden
dolayı zayıf gördüğümüz
kimseyi, bundan sonra
kuvvetlendirmeye
çalışmayız" demiş ve
şehadeti bu kaidenin dışında
bırakmıştır.
[231] Bu
görüşlerden anlaşılıyor ki, hadîs rivayetinde kizb, tutunması halinde kıyamete
kadar bir şerîat olarak kalabilecek ve dîni ifsad edebilecek büyük bir
tehlikedir. Bu sebeple bir râvinin yalnız bir hadîste yalanı görülse ve
sonradan tövbekar olsa bile, dîni korumak için artık ondan bir daha hadîs
alınmaz. Bununla beraber, hadîs dışında, yalanı sabit olan kimse, her ne kadar
terke müstehak olsa da, bu yalandan tövbe ettikten sonra onun hadîsleri
alınabilir; çünkü hadîs dışındaki yalanın fesadı umumî değildir. Nitekim yalan
şehadette bulunduktan sonra tövbekar olan kimsenin şehadeti de kabul
olunmaktadır. Ancak en-Nevevî, hadîs rivayeti ile şehadet arasında
hiçbir fark bulunmadığına işaretle,
şehadettekı yalanından tövbe
edenin şehadetinin kabul olunduğu gibi, hadîs rivayetindeki yalanından tövbe
eden kimsenin tövbesinin de kabul edilmesi gerektiğini, nitekim kâfir olan bir
kimsenin müslümaii olduktan sonra rivayetinin aynı şekilde kabul olunduğunu
ileri sürmüştür.[232]
Bununla beraber, kâfirin müslüman olması halinde rivayetinin kabul olunduğu
yolunda ileri sürülan görüşün, bu konuya uygun bir misal olmadığı
anlaşılmaktadır. Zira İslâm vasfı, hadîs rivayet edenlerde aranan ilk ve umumî
bir şarttır; fakat bu şart, her
İslâm vasfını taşıyan
kimsenin hadîslerinin kabul
edilmesini gerektirmemektedir. Nitekim
hadîs uydurup bunları
Hazreti Peygambere isnad eden
kimseler de bu vasfa sahip olan kimselerdir.
Bir râvinin kizbi, çok
defa, kendisinden hadîs rivayet ettiği kimsenin vefat tarihi ile, kendisinin
doğum tarihinin bilinmesi halinde arada beliren zaman farkından anlaşılır.
Hikâye edildiğine göre, Ömer îbn Mûsâ Hımıs'a gelerek bir mescidde hadîs
rivayet etmeye başlar. Ancak rivayetlerinin çoğunda haddesenâ şeyhukumu's-sâlih
(bize sâlüı bir şeyhiniz rivayet etti) ibaresini tekrar edince, orada bulunanlardan
biri "bu sâlih olan şeyhimiz kimdir; açıkla da öğrenelim?" der. Râvi
bu şeyhin Hâlid îbn Ma'dân olduğunu ve 108 senesinde Ermîniyye gazvesinde
onunla karşılaştığını söyler. Bunun üzerine o kimse, râviye şu mukabelede
bulunur: "Allah'tan kork ve yalan söyleme. Hâlid îbn Ma'dân 104 senesinde
vefat etti; sen ise, onunla ölümünden dört sene sonra karşılaştığını
söylüyorsun. Sana şunu da söyleyeyim ki, o, Ermîniyye seferine değil, Rûm
seferine katılmıştı".[233]
Hadîs râvileri
arasında bu çeşit yalanları çok çabuk ortaya çıkan pek çok kimse vardır. Bu
sebepledir ki, Hafs İbn Gıyâs "bir şeyhi itham ettiğiniz vakit, onu
senelerle hesaba çekin", yâni o şeyhin yaşı ile, ondan hadîs rivayet eden
kimsenin yaşını hesâb edin, demiştir. Nitekim Sufyân es-Sevrî de, "râvilerin
yalan söylemeye başlamaları üzerine, kendilerinin de tarihler kullanmaya
başladıklarını" söylemiştir'.[234] Bu
tarihler sayesinde, mülâkî olmadıkları şeyhlerden hadîs aldıklarını iddia eden
kimselerin yalanları kesin bir surette ortaya çıkmıştır.
[235]
Râvinin hadîsinde
yalancılıkla itham olunmasıdır. Râvi, Hazreti Peygamberden rivayet ettiği
hadîslerde yalan söylemese bile, sair konuşmalarında yalancılıkla tanınması
halinde, hadîs rivayetinde de yalancılıkla itham olunur ve bu gibi kimselerden
hadîs rivayet edilmez. Böyle kimselerin hadîsleri metruk sayılır.
[236]
Lugatta bid'at, bir
şeye ilk defa başlamak, onu ihdas etmek, inşa eylemek manâsına gelir.denildiği
zaman, enşe'ehu (onu inşâ etti) ve bede'ehu (ona başladı) manâsı anlaşılır.
Bid'at, hadis olan şeydir. Istılahta ise bid'at, dînin ikmalinden sonra ihdas
olunan ve dîne izafe edilen şeye denilmiştir. İbnu's-Sekît'in tarifine göre
her muhdes (ihdas olunan şey) bid'attır.
[237]
Ömer İbmı'l-Hattâb, Ramazan aylarında kılman teravih namazı hakkında (bu ne
güzel bid'attır) demiştir. Buna göre bid'atı iki kısma ayırmak gerekir.
Birincisi hidayete götüren bid'at; ikincisi ise, dalâlete götüren bid'attır.
İlki, Allah'ın ve Rasûlünün emir ve teşvik ettikleri şeylerdir ki, övülmeye
lâyıktır. Nitekim Hazreti Ömer, teravih namazı hakkında "bu ne güzel bir
bid'at" diyerek bu namazı övmüştür. Diğeri ise, Allah'ın ve Rasûlünün emir
ve teşvik ettikleri şeylerin hilâfına olan işlerdir; bu da kötülenmeye ve inkâr
edilmeye lâyık olur.
Övülmeye lâyık olan
bid'at, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de belirtildiği gibi, insana sevâb
kazandırır. Bu hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "İyi bir
şeyi - veya yolu - sünnet ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden
kimselerin ecr ve sevabına nail olur.[238]
Kötülenmeye ve inkâr
edilmeye lâyık olan bid'at ise, yine Hazreti Peygamberin hadîsinde görüldüğü
gibi, sahibine günâh kazandıran bid'attır. Hazreti Peygamber, biraz önce zikrettiğimiz
hadîsinin devamında şöyle buyurmuştur: "Kötü bir şeyi - veya yolu - sünnet
ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden kimselerin günahını
yüklenir".
Hazreti Ömer'in
teravih namazı hakkında söylediği "bu ne güzel bir bid'at" sözü ile, Övülmüş
olan ve bu namazı ikame edene sevâb kazandıran bir sünnet kasdedilmiştir. Ancak
bu sünnet, Hazreti Peygamberin sünnetlerinden değildir. Zira Hazreti
Peygamber, teravih namazını bazı geceler kılmış, sonra terketmiştir; halkı
devamlı ve muntazam bir şekilde böyle bir namaz için toplamamıştır. Hattâ Ebû
Bekr devrinde de muntazam bir teravih namazı kılınmamıştır. Ancak Ömer
İbnu'l-Hattâb halkı bu namaza davet etmiş ve bu sebepledir ki teravih namazı
hakkında "ne güzel bir bid'at" tabirini kullanmıştır. Onun
"bid'at" olarak vasıflandırdığı bu namaz, Hazreti Peygamberin
"benim ve benden sonraki Hulefâ-i Râşidînin sünnetine uymanız sizin için
lüzumludur''
[239] hadîsinin delaletiyle
yine de bir sünnet sayılmış ve bütün müslümanlarca benimsenmiştir.
Ancak hadîs
ıstılahında bid'at kelimesinin, dîne aykırı ve dolayısıyle kötülenmeye lâyık
manâlarda kullanıldığım burada belirtmek gerekir. Filhakika bu kelimeden
türeyen ve fail manâsına sahip bulunan mubtedi' veya mubtedi'a, yahut ehl-i
bid'at tabirleri, dîne aykırı olan yollara sapmış veya dalâlete düşmüş kimseler
hakkında kullanılmıştır. Nitekim ez-Zehebî, mub-tedi'adan veya bid'at ehlinden
bahsederken şöyle demiştir: "Osman'ın hilâfeti zamanında zahir bir bid'at
vukubulmamıştı. Fakat onun öldürülmesi üzerine birbirine karşı iki bid'at
zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden havâric, diğeri de, onun imametini,
ismetini, yahut nübüvvetini ve ulûhiyyetini iddia eden râfıza (gulât-ı şî'a)
bid'atları idi
[240]Ez-Zehebî'nin
bu sözlerinde de görüldüğü gibi, havâric, râfıza veya gulât-ı şî'a ve benzeri
fırkalar hakkında bid'at tabiri kullanılmıştır. Bu fırkaların İslâm dışı davranışları
ve inançları dolayısıyle dalâlet içinde kalmış bir takım teşekküller olduğu,
mezhebler tarihine vâkıf herkes tarafından bilmen hususlardır.
Bid'atm, ıstılah
olarak, ihdas edilmiş dîn dışı ve dîne muhalif, fakat dîndenmiş gibi
gösterilmiş bir takım inanç ve davranışlar olduğu anlaşılınca, bu gibi inanç
ve davranışlardan ve bunlara kendilerini kaptırmış olan kimselerden çekinmek,
dînin selâmeti ve insan nefsinin hidayeti bakımından zorunlu olmak gerekir.
İşte bu sebepledir ki hadîs ilminde bid'atu'r-râvi, yâni hadîs rivayet eden
kimsenin bid'ata nisbet edilmesi ve onun bid'at ehlinden sayılması, ta'n
sebeplerinden biri olmuştur. Çünkü râvi, sahip olduğu bid'at sebebiyle ya
mükefferdir; yâni onun sahip olduğu inanç ve itikad, küfrü gerektiren inanç ve
itikadlardan olması dolayısıyle tekfir olunmuştur; yahut râvi, bu inanç ve
itikadı dolayısıyle tekfir olunmasa bile, fıska nisbet edilmiş ve onun fâsık
olduğu söylenmiştir. Bu iki halden birincisinde, yâni râvinin itikadı
dolayısıyle küfre nisbet edilmesi halinde, bu hadîsçi, hadîsçiler nazarında
makbul değildir ve onun rivayeti kabul edilmez. Bununla beraber bazı
hadîsçiler, bu râvinin, dîn dışı inançlarının yaygınlaşması ve herkes
tarafından benimsenmesi için yalan söylemenin meşru ve helâl olduğuna
inananlardan olmadığı kesinlikle bilinirse, onun rivayetlerinin kabul
edilebileceğini söylemişlerdir. Bununla beraber, şurası da muhakkaktır ki, herhangi
bir bid'at sebebiyle her tekfir olunan râvinin reddedilmesi zorunlu değildir;
çünkü her gurup, muhaliflerinin mubtedi'adan olduğunu iddia eder ve çok defa da
bu iddiasında mübalâğalı olur. Bu takdirde ortada tekfir olunmamış hiç kimse
kalmaz. Bu sebeple, rivayeti reddolunacak bir râvinin, her şeyden önce, dînde
tevatür yolu ile sabit olmuş ve zarurî olarak bilinmesi sağlanmış bir işi inkâr
etmesi veya bunun aksine inanmış olması lâzımdır. Bu evsafta olmayan râvinin,
aksine, takvası ve sözünde güvenilir olması da bahis konusu ise, rivayetinin
kabulü için hiçbir engel yok demektir.
Eğer râvi, bid'atı
tekfiri gerektirmeyen kimselerden olursa, bu gibiler hakkında çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür. Bazılarına göre bunların rivayetleri de mutlaka reddolunur;
çünkü bid'at sahibinden rivayet, mezhebinin propaganda edilmesine ve isminin
yücelmesine vesile olur. Bu sebeple mubtedi'adan hiçbir şey rivayet etmemek
gerekir. Bu görüşe sahip olanların başında Mâlik İbn Enes gelir.
"Hadîsleri kimlerden aldığınıza dikkat edin" ve "Kaderiyyenin
arkasında namaz kılınmaz; hadîsleri de alınmaz" sözleri,
onun bu konudaki görüşünü açık
bir şekilde ortaya koy
[241]
Bazıları, yalanın helâl olduğu inancına sahip olmayan mubtedi'adan rivayeti
kabul etmişler; bazıları da, mubtedi', rivayetiyle kendi bid'atma daveti gaye
edinmedikçe, ondan hadîs rivayet edilebileceğini söylemişlerdir;
çünkü bid'ata davet,
onu övmekle gerçekleşir; bu ise, Övgüye mesned teşkil edecek rivayetler vaz'ma
veya bazı rivayetlerin tahrifine yol açar. Hadîsçiler arasında umumiyetle kabul
edilen görüş de budur''.
[242]
Bid'at ehlinden olup da doğruluğundan şüphe edilmeyen kimselerden hadîs
alınmasında herhangi bir mahzur görmeyen hadîsçilerin başında imam eş-Şâfî'î
gelir. Ibn Bbî Leylâ, Sufyân es-Sevrî ve Kâzî Ebû Yûsuf un da aynı görüşe sahip
oldukları söylenir'.[243]
Ancak eş-Şâfi'î, Râfıza'nm Hattâbiyye kolunu bu görüşten ayrı tutmuştur; çünkü
Hattâbiyye, eş-Şâfi'î'ye göre, kendi taraftarları için yalan söylemeyi tecvîz
ederler
[244]Ebû
Yûsuf ise, Hattâbiyye'ye Kaderiyye'yi de ilâve ederek, bu iki taife dışındaki
bid'at ehlinden sözüne güvenilir olanların şehadetlerinin kabul
edilebileceğini söylemiştir. Kaderiyye'nin reddedilmesindeki sebep ise,
onların, Allahu Ta'âlâ1 -nın bir şey vücûd bulmadıkça onu bilemeyeceği
inancında olmalarıdır''[245]
Râvinin fışkı, veya
onun fâsık olmasıdır. Fısk, "emr-i ilâhîyi terk ile İsyan edip tarîk-ı
haktan hurûc eylemek, yahut zina ve fucûr eylemek manâsmdadır"''.
[246]
Es-Suyûtî'den nakledildiğine göre Araplar, fısk lafzını, bidayette mücerred
hurûc manâsında kullanıyorlardı. Sonradan ilâhî tâ'attan hurûc-ı fâhış ile
hurûc manâsına nakledip bu vech üzere hâriç olan kimseye fâsık ıtlak eylediler.
Buna göre kelime, lügat manâsına değil, ıstılâh-ı şer'î manâsına kullanılmış
olmaktadır.
[247]
Fışkın yukarıda
zikrettiğimiz manâsından anlaşılıyor ki, insan, Allah'ın emirlerine ittiba ve
nehiylerinden ictinâb etmediği müddetçe Allah'a isyan etmiş ve İslâm'ın
yolundan çıkmış (hurûc etmiş) olmaktadır. Hazreti Peygamber bir hadîsinde bu
hususu şöyle açıklamıştır: "Zâni, zina işlediği sıra mü'min olduğu halde
zina işlemez. Hırsız, hırsızlık yaptığı sıra mü'min olduğu halde hırsızlık
etmez. İçki içen, içki içtiği sıra mü'min olduğu halde içki içmez.
[248]
Zikrettiğimiz bu
hadîsten anlaşılıyor ki, Allah'a İsyan eden ve O'mın nehyettiği kebâiri
işlemekten sakınmayan kimseler, onları işledikleri ânda mü'min vasfını
kaybetmekte; veya hiç olmazsa, bazı İslâm ulemâsının Kur'ân-ı Kerîm'deki
"Allah, kendisine şirk koşulmayı asla affetmez; fakat
bunun dışındaki günahları dilediği
kimseler için bağışlar'
[249]âyetine
istinaden, günah işleyenlerin mü'min olsalar bile, îmanlarındaki noksanlık sebebiyle
gerçek bir mü'min olamayacakları yolundaki görüşlerinin muhatabı olmaktadırlar,
işte bu görüşe dayanarak denebilir ki, fısk, insanı kâmil mü'min olmak
vasfından mahrum eden ve Allah'ın meşiyyeti tecelli ettiği anda onu azabına
sürükleyen bir davranıştır.
Fısk, amelî ve itikadî
olmak üzere iki kısımda mütalâ edilmiştir. Amelî fısk, kizb ile birlikte haram
olan diğer fiilleri işlemektir. Ancak hadîs ilminde ayrı bir önemi olan kizb,
fısk sayılan diğer fiillerden ayrı mütalâ edilmiş ve kizbu'r-râvi adı altında
incelenmiştir. İtikadî fısk ise, İslâm'a aykırı inançlardan ibaret olup,
fısktan ayrı bid'at olarak mütalâ edilmiş ve bid'atu'r-râvi adı altında
incelenmiştir. Buna göre, râvinin cerhine sebep olan fısk, kizb ve bid'at
dışında, işlemiş olduğu diğer bütün haram fiillerdir ve bu fiilleri işlemekten
sakınmayan bir râvi, fâsık olarak terke müstehak olur; onun munker sayılan
hadîsleri de kendisinden alınmaz ve rivayet edilmez.
[250]
Cehl veya cehalet,
lugatta, "umûr-ı mübhemede ilim olmaksızın te-kaddüm" olarak tarif
edilmiştir.
[251] Râğıb'a göre cehaletin
üç şekli vardır:
1.
Nefis
ilimden tamamiyle halî olur.
2.
Bir şey,
olduğundan başka bir şekilde bilinir ve ona Öylece itikad olunur.
3.
Yahutta
bir şey, yapılması gereken şeklin hilâfına yapılır; bunu yapan, ya itikadı
dolayısıyle böyle yapar ve bu itikadında samimidir; yahutta fâsiddir''.[252]
Maamafİh cehalet hakkında, "bilinmesi mümkün olabilecek şey hakkındaki
bilginin olmaması" şeklinde gelen tarifi kabul etmek, konumuz yönünden
daha uygun görülmektedir. Çünkü hadîs ıstılahında cehalet tabiri, bir râvinin
cerh ve ta'dîline sebep olabilecek hallerinin bilinmemesi yönünden
kullanılmıştır. Ancak burada şu hususu belirtmek gerekir ki, cehalet lügat
manâsıyle alınacak olursa,ta'na lâyık olan kimsenin, cehalet vasfına sahip
olan kimse olduğu anlaşılır. Oysa üzerinde durduğumuz konu ile ilgili olduğu
zaman, cehalet, hadîs râvisi hakkında cerh ve ta'dîl hükmü verecek olan hadîs
imamının vasfıdır ve bu imamın câhili olduğu husus da, hadîs râvisinin hal ve
meşrebidir. Bu bakımdan hadîs imamının râviye cehaleti dolayısıyle hakkında
ta'n bahis konusu değildir; aksine bahis konusu olan ta'n, râvi hakkındadır;
yâni onun bilinmemesi, cerh ve ta'dîl yönünden mechûl kalmasıdır. Mechûl olan
râvi, mechûl kalmış olması dolayısıyle ta'na müstehak olur.
Râvinin bilinmemesi,
yâni hadîs imamları arasında mechûl kalması, başlıca iki sebebe dayanır.
Birincisi, râvinin isim, künye, lakab, neseb gibi çeşitli ve pek çok sıfatları
olduğu halde, bunlardan yalnız birisiyle tanınmış olması ve rivayet isnadında,
tanınmış olduğu isimlerden başka bir isimle zikre dilme sidir. Râvinin kendi
ismi olmakla beraber, meşhur olmayan bir isminin kullanılması, onun başka bir
şahıs olduğu zannını uyandırır. Bu ise, hadîs rivayetinde güven sağlamış
kimseleri arayan hadîsçilerin, bu şahıs hakkında tam bir bilgi edinmelerine
engel olur; böylece râvi hadîsçiler arasında mechûl kalır veya hadîsçiler bu
râvi hakkında câhil olurlar. Râvinin mechûl kalmasının ikinci sebebi, hadis
rivayeti yönünden mukıllûn'dan olmasıdır. Mukıll, (çoğulu mukıllûn), az hadîs
rivayet eden kimselere denir. Bunlar arasında, umumiyetle, kendisinden yalnız
bir kişinin hadîs aldığı kimseler vardır. Bu kimselerin isimleri çok defa
isnadda zikredilmekle beraber, bazen de zikredilmez ve mubhem bırakılır.
Mubhem bırakılan bu isimler yerine ahberanî fulânun, ahberanî şeyhun, ahberanî
racuiun, ah-berani ba'zuhum, ahberanî îbn fulânin gibi umumî tabirler
kullanılır.
Râviîeri bilinmeyen
hadîsler, umumiyetle, hadîs imamları arasında makbul sayılmamıştır. Çünkü bir
hadîsin kabul edilebilmesi için, onun râvilerinde adalet ve zabt gibi bazı
şartlar aranır; yâni râvinin bu şartları cemeden sika kimselerden olması
gerekir. Esasen hadîsçilerin bir râvi hakkındaki cehaletleri de, bu râvinin
adalet ve zabt yönünden durumlarına vâkıf olmamalarından başka bir şey
değildir. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin de belirttiği gibi, hadîsçiler arasında
mechûl olan bir râvi, hadîsle meşgul olmayan, ilim talebi (talebu'1-üm) ile
şöhret kazanmayan, fazla hadîs rivayet etmeyen ve bu sebepler dolayısıyle de
hadîsçiler tarafından bilinmeyen kimsedir. Bunların isimlerinden bahsedilmesi
ise, kendilerinden umumiyetle bir kişiden fazla kimsenin rivayet etmemesi
sebebiyledir. Meselâ Amr Zû Mur, Cebbar et-Tâ'î, Abdullah İbn Ağar el-Hemdânî,
el-Heysem İbn Haneş, Mâlik İbn Ağar, Sa'îd İbn Zî Hıdân, yalnız Ebû İshâk
es-Sebî'î'nin kendilerinden rivayet ettiği kimselerdendir. Keza yalnız
eş-Şa'bî'nin hadîs aldığı Sem'ân İbn Meşnec ve el-Hezhâz İbn Mîzen;
Ebu't-Tufeyl Âmir İbn Vâsile'nin hadîs aldığı Bekr İbn Karvas ve Hallâm İbn
Cezel; Hılâs İbn Amr'in hadîs aldığı yezîd İbn Suheym; Katâde'nin hadîs aldığı
Curey İbn Kuleyb, hadîsçiler arasında mechûl olan kimselerdendir.[253]
Hadîsçiler arasında
mechûl olan bu râviler, umumiyetle, mechûlu'1-ayn ve mechûlu'1-hâl olmak üzere
iki yönden mechûl sayılırlar. Bu halleri şöyle açıklamak mümkündür:
1)
Mechûlu'I-Ayn: Hadîs talebiyle ve rivayetiyle tanınmamış, haklarmda cerh ve
ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh veya ta'dîlle ilgili hiçbir
hüküm verilmemiş ve kendilerinden yalnız bir kişi tarafından hadîs nakledilmiş
kimselere mechûlu'l-ayn denir. Bu tabir, lügat yönünden şahsen mechûl olmak
manâsına gelirse de, böyle bir kimseden hadîs rivayetiyle teferrüd eden
kimsenin, onun ismini zikrettiği ve bu suretle o şahsın malûm kimselerden
olduğu gözönünde bulundurulursa, mechûlu'l-ayn tabirinin hadîsçilere hâs bir
ıstılahtan ibaret olduğu anlaşılır. Buna göre, bu tabirle kasdolunan manâ,
hadîsi yalnız bir kişi tarafından rivayet edildiği için şahsı hadîsçiler
arasında mechûl kalan kimsedir.
Mechûlu'l-ayn'm hükmü,
aynen mubhem gibidir. Yâni mechûlu'l-ayn olan kimse, hadîsçiler nazarında
merdûttur ve hadîsleri alınmaz. Bununla beraber rivayetin kabulü için İslâm'dan
başka şart aramayanlar, mechûlu'l-ayn'm rivayetinin kabul edilebileceğini ileri
sürmüşler, bazıları da ilim dışında bir şeyle, meselâ zühd veya şecaatle
şöhret kazanmış olmaları halinde rivayetlerini makbul saymışlardır ki, bu
sonuncusu İbn Abdi'l-Berr'in gö-rüşüdür
[254]İbn
Hacer'e göre ise, mechûlu'l-ayn''dan teferrüd eden râvi, cerh ve ta'dîle ehil
bir kimse ise, bu râvinin tezkiyesi ile, değilse, bunun dışında cerh ve
ta'dîle ehil bir kimsenin tezkiyesi ile mechûlu'l-ayn'm rivayeti kabul edilir;
aksi halde, yâni ehil bir kimse tarafından tezkiye edilmeyen mechûlu'l-ayn
makbul değildir. Yine İbn Hacer'a göre doğru olan görüş de budur.
[255]
2)
Mechûlu'1-Hâl:
Hadîs talebiyle veya hadîs rivayetiyle tanınmamış, hakkında cerh ve ta'dîl
imamlarından herhangi biri tarafından cerh ve ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm
verilmemiş ve bu sebeplerle hadîsçiler arasında mechûl kalmış bir kimseden iki
veya daha fazla âdil kişi ismini zikrederek bir hadîs rivayet ederlerse, bu
kimseye mechûlu'l-hâl veya mestur denir. Bu kimse, her ne kadar ismi
zikredilerek kendisinden iki veya daha fazla kimseler tarafından hadîs rivayet
edilmişse de, âdil olup olmadığı açıklanmadığı için, mechûl ve bu yönden hali
mestur kalmış demektir. Mechûlu'l-hâl ile mechûlu'l-ayn arasındaki fark,
yukarıda da açıklandığı gibi, birincisinden iki ve daha fazla kişinin rivayet
etmesiyle şahsının mechûl olmaktan çıkması ve yalnız adalet yönünden halinin
mechûl kalması, buna karşılık ikincisinden, yâni mechûlu'l-ayn'dan yalnız bir
kişinin rivayet etmesi dolayısıyle hem şahsı, hem de adaleti yönünden mechûl
kalmasıdır. İbn Hacer, mechûlu'l-hâl ile mestur arasında hiçbir ayırım yapmaz
ve "eğer bir râvi, kendisinden iki ve daha fazla kimse rivayet eder ve
fakat tezkiye olunmazsa, bu râvi mechûlu'l-hâl'dir ve buna mestur denir"
der
[256]Ona
göre mechûlu'l-hâl veya
mestur 'un rivayeti, herhangi bir kayda tâbi tutulmaksızın bazı kimseler
tarafından kabul edilmiştir. Fakat doğru olanı, her iki ihtimale istinaden ne
reddine ve ne de kabulüne hükmetmek, hali belli oluncaya kadar beklemektir.[257]
İbnu's-Salâh'a göre
ise, zahiren ve bâtınen adaleti bilinmeyen mechûlu'l-hâl, çoğunluğun nazarında
makbul değildir; fakat zahiren âdil olduğu bilinen mestur ise, mechûlu'l-hâVi
reddedenlerce kabul edilmiştir. Bazı Şâfi'î imamları bu görüşe sahiptirler.
Meselâ bunlardan Süleyman İbn Eyyûb er-Râzî, zahiren âdil olan mestûr'un kabulü
ile ilgili olarak, şu görüşe yer vermiştir: Bir şey hakkında haber vermek, o
haberi nakleden râvi hakkındaki husn-i zanna dayanır. Eğer bir râvi, reddini
gerektirecek şekilde cerh edilmemişse, yahut kendisi ile ilgili herhangi bir
cerh bilinmiyorsa, o râvi hakkında husn-i zanda bulunmak gerekir. Bu, zahiren
de olsa, onun adaletini gösterir. Halbuki cerhedilmemiş bir râvinin, cehalet
dolayısıyle tezkiye ve tevsîk edilmemesine istinaden reddine hükmetmek, onun
hakkında su-i zanda bulunmak demektir. Nitekim birçok meşhur hadîs kitabında,
bir hayli zaman önce vefat etmiş ve bâtınen adaletlerim tahkik etmek imkânı
kalmamış pek çok râvi hakkında bu yolla, yâni husn-i zanla amel edilmiştir'.
[258]
Hadîs rivayetiyle
meşgul olan bir râvinin, rivayet ettiği hadîslerde yarıdan fazla hata yapması
sebebiyle cerh veya ta'n edilmesine yol açan hallerden biri olup, onun zabt
sıfatıyle ilgilidir. Bilinen bir gerçektir ki, bir hadîsin onu rivayet eden
râviden kabul edilebilmesi için, o râvinin sika (güvenilir) olması şarttır ve
onun sika olması da, adalet ve zabt sıfatlarına sahip olmasına bağlıdır.
Râvinin zabt sıfatıyle ilgili olan ve zabtının zayıflığına ve rivayetinde çok
hata yaptığına delâlet eden fuhş-ı galat ise, onun tarafından rivayet edilen
hadîslerin munker sayılıp reddedilmelerine sebep olan bir haldir.
[259]
Hadîs rivayetiyle
meşgul olan bir râvinin, aşırı derecede gafil olması, yahut dikkat ve
titizlikten uzak bulunması sebebiyle cerh edilmesine yol açan hallerden biri
olup, galat gibi bu da râvinin zabt sıfatıyle ilgilidir. Dalgınlık manâsına da
gelen gaflet, çok defa râvinin rivayetinde hata yap-masma sebep olur. Bu hal,
hadîs ıstılahında fuhşı galat olarak ifade edilmiş ve kendilerinde bu halin
görüldüğü râviler cerh edilerek hadîsleri merdûd sayılmıştır.[260]
İster zayıf olsun,
ister güvenilir olsun, bir râvinin kendinden daha güvenilir râvilerin
rivayetlerine aykırı olarak hadîs nakletmesine muhalefet denilmiştir.
Muhalefetin, dâima bir râvinin vehim ve hatası neticesi meydana gelmesi
dolayısıyle, o râvi, bu vehim ve hatasından dolayı mecruh, muhalif olarak
rivayet ettiği hadîs de merdûd veya zayıf sayılır.
Muhalefet çeşitli
şekillerde vukubulur ve gerek muhalif olarak rivayet edilen hadîs ve gerekse bu
hadîsin muarızı olan diğer hadîs, muhalefetin vukuu şekline göre değişik
isimler alır.
Eğer râvi, gerek
râvisinin zaptı yönünden ve gerekse turukunun çokluğu yönünden daha üstün
durumda olan bir rivayete muhalif rivayette bulunursa, üstün durumda olan
rivayetin tercih edilmesi gerekir. Bu muhalefet, aynı hadîsin birbirinden
farklı iki rivayeti için söz konusudur. Bu bakımdan, kendinden daha güvenilir
olan râvilerin rivayetine muhalefet eden râvi, yine de güvenilir bir kimse ise,
hadîsine şâz adı verilir. Turukunun çokluğu veya diğer tercih sebeplerinden
herhangi birisi ile daha üstün durumda bulunan ve bu sebepten tercih edilen
mukabil hadîse de mahfuz denir.
Güvenilir râvilere,
rivayetiyle muhalefet eden râvi zayıf bir kimse ise, hadîsi munker'dir.
Güvenilir râviler tarafından rivayet edilen ve munkerin mukabili olan diğer
hadîs ise, maruf olarak isimlendirilmiştir.
Muhalefet, bazen
râvinin, rivayet ettiği hadîsin isnadında yaptığı değişiklik sebebiyle
vukubulur. Meselâ bir cemaat, muhtelif isnadlarla bir hadîs rivayet eder. Bir
başka râvi de, bu cemaatten aynı hadîsi, cemaattan yalnız birinin isnadında
birleştirerek rivayet eder; fakat isnadlar arasındaki ihtilâfı belirtmez. Bu
suretle rivayet ettiği hadîsin isnadı, mezkûr cemaatın her râvisinden ayrı ayrı
hadîsi rivayet edenlerin isnadına muhalif olur. İsnadında muhalefet
dolayısıyle böyle bir değişikliğe uğramış olan hadîse mudrecu'l-isnad denir.
Muhalefet, bazen de
râvinin, rivayet ettiği hadîsin metnine o hadîsten olmayan bir söz ilâve
etmesiyle meydana gelir. Bu sözün ilâvesi, çok defa, ya hadîsin getirdiği hükme
dikkati çekmek gayesine matuf olur ve râvi, bu maksatla sarfettiği sözü hadîsin
metninden ayırt etmez. Bu suretle, hadîsini dinleyenler üzerinde, kendi
sözününde hadîs metninden olduğu zannını uyandırır. Yahut hadîs metninde geçen
garîb bir kelimenin şerh ve izahı, ya-hutta metinden hüküm istinbatı gayesine
matuf olur. Fakat bu ilâveler her ne maksatla yapılmış olursa olsun, râvinin bu
ilâvelerini ihtiva eden rivayeti ile, bu ilâveleri yapmayan râvilerin
rivayetleri arasında muhalefet hâsıl olur. Bu çeşit ilâveleri ihtiva eden
hadîslere mudrecu'l-metn adı verilir.
Bazen râvinin,
isnaddaki bazı isimlerde ve metnin bazı ibareleri arasında yaptığı takdim ve
tehirler dolayısıyle muhalefet hâsıl olur. Râvi isimleri veya ibareleri takdim
ve tehire uğramış olan hadîslere maklûb denir.
Bazen muhalefet,
muttasıl olan bir isnadın ortasında yapılan râvi ziyadesiyle hâsıl olur. Bu
ziyadeyi yapmayan râvi, yapan râviye nisbetle daha titiz ve daha dikkatli olsa
bile, ziyadenin bulunduğu yerde semâ'a kesinlikle delâlet eden semVtu veya
ahberanî gibi bir tabir kullanmadıkça, ziyadeyi yapan râvinin rivayeti tercih
olunur. İsnadında böyle ziyadeleri ihtiva eden hadîslere el-mezîd fi
muttasılı'l-esânîd (muttasıl isnadlarında ziyade edilmiş hadîsler) denilmiştir.
Bazen de muhalefet,
metin içinde herhangi bir kelimenin yazılışındaki bir değişme ile meydana
gelir. Kelimedeki bu değişme, ya herhangi bir harfin noktasına nisbetle olur
ve hattın şekli bozulmaz; yahutta bazı harfler yer değiştirmek veya yerlerine
başka harfler konmak suretiyle olur. Harflerdeki bu değişiklik, tabiatiyle yazının
şeklinde de bir değişikliğin meydana gelmesine sebep olur. Yazının şekli
değişmeksizin yalnız noktaya nisbetle vukua gelen değişikliği muhtevî hadîse
musahhaf, hat şeklindeki değişikliği ihtiva eden hadîse ise, muharref adı
verilmiştir.
Hadîslerin metin ve
isnadlarında, râvileri tarafından yapılan bu çeşit değişiklikler,
rivayetlerinin, bu değişiklikleri ihtiva etmeyen diğer rivayetlere muhalif
olarak gelmesine yol açar. Bu bakımdan, yukarıda da işaret olunduğu gibi,
hadîsçiler, dâima sahîh olarak gelen rivayetleri tercih etmişler,
muhaliflerini ise, hiç tereddüt etmeden terketmişlerdir. Ancak, birbirine
muhalif olarak gelen iki rivayetten birini tercîh etmek, bazen her iki
rivayetin de aynı derecede bulunması dolayısıyle, mümkün olmamıştır. Bu takdirde
hadîs muztarib addedilmiş ve iki rivayetten birinin tercihini mümkün kılacak
herhangi bîr karinenin veya onu takviye edecek diğer bir sahîh isnadın zuhuruna
kadar o hadîsle amel edilmemiştir.
Muhalefet sebebiyle ortaya
çıkan ve bizim burada kısaca işaret ettiğimiz hadîs çeşitleri, ileride,
râvileri zabt yönünden ta'n edilmiş merdûd hadîsler bölümünde daha geniş bir
şekilde ele alınacaktır.
[261]
İnsanın yanlış bir
zanna istinaden hataya düşmesi manâsına gelen vehim (vehm), hadîste, râvinin
ta'n edilmesine sebep olan hallerden biridir. Zira vehim, râvinin mursel veya
munkatı olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahutta bir hadîsin metnini bir başka
hadîse idhal ederek rivayet etmesine sebep olur. Bu bakımdan vehmin eseri olan
hata, bazen isnadlarda, bazen de metinde görülür. Ancak râvinin vehmi her
hadîste kolayca anlaşılmaz ve hadîsin çok defa sahîh olduğuna hükmedilir. Fakat
hadîslerin çeşitli isnadlarına vâkıf olan ve çok tetebbuda bulunan bir hadîs imamı,
herhangi bir râvinin vehmini kolayca anlayabilir. Önce sahih olarak rivayet
edilen, sonra râvisinin vehmine muttali olunan bir hadîs, bu vehmin ortaya çıkmasından
sonra sahih olma vasfını kaybeder ve illetli bir hadîs olur. Bu
çeşit hadîslere muallel denilmiştir.
Ya'lâ İbn Ubeyd
et-Tanâfısî, Sufyân es-Sevrî'den, Sufyân, Amr İbn Dinar'dan, Amr, İbn Ömer'den,
o da Hazreti Peygamberden el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini rivayet etmiştir.
Ancak rivayette Ya'lâ, vehmi dolayısıyle Sufyân'm şeyhini Amr İbn Dînâr olarak
zikretmiştir. Oysa Sufyân, hadîsi Amr İbn Dinar'dan değil Abdullah İbn
Dinar'dan rivayet etmiştir. Nitekim Sufyân'm Ebû Nu'aym, el-Firyâbî, Mahled İbn
Yezîd ve diğer ashabı, kendisinden Abdullah İbn Dînâr ismiyle bu hadîsi
nakletmişlerdir. Bundan anlaşılır ki, hata, Ya'lâ İbn Ubeyd'in hatasıdır ve bu
sebeple rivayeti illetlidir ve hadîs mualleVâir
[262], Ne
var ki bu çeşit illet, metne tesîr etmeyen ve onu zayıflatmayan bir illettir.
[263]
Râvinin kötü hafıza
sahibi olmasıdır. Râvide doğru tarafının hatalı tarafına tercih edilememesi
şeklinde ortaya çıkan bu hafıza zayıflığı, ya doğuştan olabilir, yahutta
ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle ona sonradan arız olabilir. Hafıza
zayıflığının râviye sonradan arız olması halinde, bu gibi râ-vilere muhtalıt
denilmiştir. Muhtalıtm hükmü, ihtilâftan önce rivayet ettiği hadîslerin kabulü,
ihtılâttan sonra rivayet ettiği hadîslerin de reddidir:[264]Eğer
ihtılât tarihi bilinmez ve rivayet ettiği hadîsler birbirinden ayırt edilemezse,
râvinin bütün hadîsleri üzerinde tevakkuf olunur. Yâni herhangi bir karine ile
sıhhati tesbit olunan hadîs çıkarsa onunla amel olunur; diğerleriyle amel
olunmaz.
Tâbi'ûn ulemâsından
Atâ' İbnu's-Sâ'ibes-Sekafî el-Kûfî (Ö. 136), ömrünün sonlarına doğru ihtlâta
maruz kalmış ve hafızası bozulmuştur. Bu sebepledir ki Ahmed İbn Hanbel onun
hakkında "kim ondan eskiden işitmişse o sahihtir; fakat kim yeni
işitmişse, o bir şey değildir" demiştir.
[265]Ahmed
İbn Hanbel'in bu sözlerinden anlaşıldığına göre Atâ', ihtilâttan önce güvenilir
ve hadîsi alınır bir kimse idiyse de, sonraki hali zayıf olup kabule şayan
değildir. Hadîs ilminde ihtilâta maruz kalan hadîsçileri bilmek ne kadar önemli
ise, bu hadîsçilerde ihtilâtm başlangıç tarihini ve ihtilâttan
sonra onlardan kimlerin hadîs aldıklarını
tesbît etmek de o kadar önemlidir. Çünkü ihtilâttan önce güvenilir bir râvi
olarak hadîsleri ne kadar sahîh ise, ihtilâttan sonra hafıza yönünden mecruh olmaları dolayısıyle de, onlardan
alman hadîsler o kadar zayıf addedilir ve bu itibarla, ihtilâttan sonra onlardan
hadîs rivayet edenlerin, sadece zayıf hadîs naklettiklerine hükmolu-nur. Meselâ
yukarıda ismi geçen Atâ' İbnu's-Sâ'ib'ten, yalnız Sufyân es-Sev-rî ve Şu'be
İbnu'l-Haccâc'm, yâni yaşları ileri olan ve Atâ'ya sağlam devrinde yetişen bu
iki kişinin rivayetlerini sahîh kabul etmişler, bazıları da bu ikiye Hammâd îbn
Zeyd ve Hammâd İbn Seleme'yi eklemişlerdir. Meselâ Yahya İbn Ma'în, Sufyân ve
Şu'be müstesna, Atâ'dan hadîs işitenlerin hepsinin de ihtilâttan sonra ondan
hadîs işittiklerini söylemiş, el-Ukaylî ise, aynı iddiayı Basra halkı için
ileri sürmüştür. Ona göre Atâ', Basra'ya ihtilâttan sonra gitmiş ve
Basralılar, ondan bu halde iken hadîs almışlardır.
[266]
Başta İslâm Dînine
kasdedenler olmak üzere, nıensûb oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı
mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam
ve hükümdarları medhetmek, halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler
kazanmak, cami ve mescidlerde va'zettikleri cemaatın teveccühüne nail olmak,
halkın dînî emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak maksadıyle dîn
düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan
şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadîs râvilerindeıı düzdükleri
isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hazreti Peygambere iftira ile isnad ettikleri
sözlere mevzu (uydurma) hadîs adı verilmiştir.
Hazreti Peygamber »
"ba?ıa yalan isnad etmek, herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi
değildir. Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine
hazırlansın
[267]demiş
olmakla beraber, esefle belirtmek gerekir ki, İslâm'ın çok erken bir devrinde
başlamak üzere, çeşitli sebeplerle pek çok hadîs uydurulmuş ve Hazreti
Peygamberin ismine izafeten sahîh hadîsler nıeyanmda rivayet edilmiştir. Hadîs
vaz'ımn çeşitli sebepleri vardır. Bu sebepler üzerinde durmadan önce, tarihi
kesinlikle tesbît edilemese bile, hadîs vaz'ımn başlangıcına, yahut mevzu
hadîslerin zuhur etmeye başladığı devre kısaca işaret etmekte fayda vardır.
[268]
islâm tarihinin ilk
yarım asırlık müddeti içerisinde müslümanlar, aralarındaki bazı ufak tefek
ihtilâflara rağmen, genellikle, sulh ve sükûn içinde yaşamışlar; zihinlerini,
İslâm ordularının dört bir cihette kazandığı zaferlerle, dînî ahkâmın
öğreniminden başka bir şeyle meşgul etmemişlerdir. Bu öğrenimde ele alman
başlıca konuları da, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri ile Hazreti Peygamberden
işittikleri hadîsler teşkil ediyordu. Tefsir ve hadîs, bu devirde, birbirini
tamamlayan ve İslâm Dîninin akaid, ibadet ve muamelât yönünden izahı demek
olan bir ilim hüviyetini kazanmıştı. Bu bakımdan Hazreti Peygamberin hadîslerinde
ve sahabe ile daha sonraki ilâhiyatçıların sözlerinde görülen "ilim"
tabirinden, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri ile bu tefsire temel teşkil eden
hadîslere müteallik bilgi anlaşılmıştır. İslâmiyetin Hulefâ-i Râşidîn devrini
içine alan ilk yarım asrında, müs-lümanlarm meşgalesini bu ilmin tahsîli teşkil
etmiştir.
Hazreti Peygamberin
vefatından henüz çok kısa bir zaman geçmişti ve onun en yakın dostları olan
sahabenin büyük çoğunluğu henüz hayatta bulunuyordu. Bunlar, Hazreti Peygamberle
kader birliği etmiş, her türlü mahrumiyete katlanmış ve yalnız kalblerinde
taşıdıkları îman ile îslâmiyetin zaferini dilemiş kimselerdi. Gerek vasıyyet
ve gerekse şûra yolu ile işbaşına gelmiş olan ilk dört halîfenin hilâfeti
üzerinde ittifak etmişlerdi. Bu sebeple içlerinde, herhangi siyasî bir gaye,
daha doğrusu kendi arzu ve heveslerinin tezahürü olarak taşıdıkları siyasî bir
mevki hırsı mevcut değildi. Hazreti Peygamber vefat edince, bu müslümanlarm
önünde Kur'ân ve Sünnetten başka bir şey kalmamıştı; fakat bu iki kaynak,
onlara, gerçek hayatı sağlayacak, dünyevî meselelerde her türlü müşkillerini
halledecek bir kuvvete sahip bulunuyorlardı. Esasen onların, her ikisine de
uymaya ve onların gösterdiği yolda gitmeye davet olunmalarının başlıca sebebi
de bu idi.[269] Müslümanların, günün
tarihçilerini bile hayrete düşürecek derecede kısa bir zaman içerisinde kuvvet
kazanmaları ve Arap Yarımadasının hudutlarını da aşarak büyük bir imparatorluk
kurmaları, onların Kitap ve Sünnete uymak hususunda kendilerine yöneltilen bu
davete nasıl büyük bir aşkla icabet ettiklerini göstermeye yeterlidir.
Sünnet veya daha umumî
ifadesiyle hadîs, İslâm Dîninin hem kaynağı ve hem de Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri
olduğu için, sahabe, bunların terkine veya herhangi bir görüşle onlara muhalif
hareket edilmesine şiddetle karşıkoyduğu gibi, bunların nakil ve rivayetinde,
ufak da olsa, bir hata yapılmasına ve bu suretle yalan veya tahrîfe maruz
bırakılmasına hiçbir zaman rıza göstermiyordu. Bu çeşit rivayetlerin
çoğalmasıyle hatanın da çoğalacağı düşüncesiyle, her fırsatta, rivayetin
azaltılmasını emrediyorlardı.
[270]Kur'ân-ı
Kerîm'in açık ve kesîn hükümleriyle Dînde gerçek yerini bulan hadîsler, ilk
dört halîfe devrinde, her türlü şüphe ve tereddütten uzak, yalnız İslâm ilâhiyatçıları
arasında alınıp rivayet edilmiş, ehil olmayanların eli bu sahaya uzanmamıştır.
Fakat acı bir gerçek olarak, bu devir uzun sürmemiş, İslâm âlemi, yarım asırlık
bir süreyi henüz tamamlamadan büyük bir badireye sürüklenmiştir. Bu badirede
İslâm'ın üçüncü halîfesi Osman İbn Affân şehîd edilmiş; onun şehadetiyle
İslâm'ın binası sarsılmış, inanç ve îman duvarlarında meydana gelen tamiri
gayri kaabil çatlaklar zamanımıza kadar devam edegelmiştir. Hazreti Osman'ın
katlinden sonra müslümanlar, Alî İbn Ebî Tâlib'e bey'at etmiş olmakla beraber,
vukubulan yeni hâdiseler, eski sulh ve sükûnu iade edecek yerde, anlaşmazlıkları
bir kat daha artırmıştır. Çünkü bir taraftan Hz. Alî'ye bey'at edilirken, diğer
taraftan Hz. Osman'ın ölümünden mes'ûl olduğu ileri sürülerek Alî'den onun
"dem" i talebedilmiştir. Bu olaylar, müslüman saflarında büyük
bölünmelere sebep olmuş, bir tarafta Hicaz ve Iraklıların takviye ettiği Alî
karargâhı teşekkül ederken, diğer taraftan Şâm ve Mısır halkının desteklediği
Mu'âviye karargâhı, öbürünün karşısında yer almıştır. Müslümanlar arasındaki bu
bölünme, taraflar arasında şiddetli çarpışmalara sebep olmuş, iş, tahkimle
neticeye ulaşmış olmakla beraber, yeni yeni siyasî ve itikadî fırka ve
mezheblerin zuhuruna yol açmıştır. Ez-Zehebî, bu durumu hulâsa ederek der ki:
"Sahabe,
diğerlerine nisbetle aralarında en az fitne olan kimselerdi. Nübüvvetten
itibaren geçen her asırda, bir evvelkine nisbetle daha fazla ihtilâf ve tefrika
zuhur ediyordu. Bu sebeple, Osman'ın hilâfetinde zahir bir bid'at
vukubulmamıştı. Fakat onun katledilmesi üzerine, birbirine karşı iki bid'at
zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden Havâric, diğeri de, onun imametini,
ismetini, yahut nübüvvetini veya ulûhiyyetini iddia eden Râfıza (gulâtı Şî'a)
bid'atı idi. Sahabe asrının sonlarına doğru, İbnu'z-Zubeyr ve Abdu'l-Melik'in
imaretleri sırasında Murci'e ve Kaderiyye bid'atları vukubuldu. Tâbi'ûn asrının
başlarında, Emevî hilâfetinin sonlarına doğru Cehmiyye ve Muşebbihe Mümessile
bid'atları zuhur etti. Sahabe devrinde bunların hiçbiri olmamıştı. Silâha
istinad eden fitneler de böyle idi. Halk, Mu'âviye devrinde birlik halinde
düşmana karşı harbediyordu. Fakat Mu'âviye'nin ölümü üzerine Hüseyin
katledildi. Mekke'de İbnu'z-Zubeyr muhasaraya uğradı. Medine'de Harrâ fitnesi
zuhur etti. Yezîd'in ölümü üzerine, Şam'da Mervân ile Dahhâk arasında ayrı bir
fitne çıktı. İbn Ziyad'ın Muhtar tarafından öldürülmesi, Mus'ab
İbnu'z-Zubeyr'in Muhtâr'ı, Abdu'l-Melik'in de Mus'ab'ı katli, Haccâc'm
İbnu'z-Zubeyr'i bir süre muhasara ettikten sonra öldürmesi ve Irak'a vali
olarak tayin edilmesinden sonra, Muhammed İbnu'l-Eş'as'm büyük bir kuvvetle
Haccâc üzerine yürümesi... Hepsi de ayrı ayrı fitnelerin çıkmasına sebep
olmuştu. Ve bu fitneler, Mu'âviye'nin ölümünden hemen sonra başlamıştı. Yine bu
arada Horasan'da İbnu'l-Muhelleb fitnesi çıkmış, Kûfe'de Zeyd İbn Alî ve birçok
kimse öldürülmüş, yine Horasan'da Ebû Müslim ve diğer bazı kimselerin de
ortaya atılmasıyle zikri uzayıp gidecek harpler ve fitneler vukua
gelmiştir."
[271]
Burada, İslâm'ın oldukça
erken devirlerinde ortaya çıkan bu harpler ve fitnelerin sebepleri veya siyasî
neticeleri üzerinde durmaya gerek yoktur. Fakat şunu hemen belirtmek gerekir
ki, İslâmiyet bir bütün olarak mütalâ edildiği zaman, onun, zuhurundan önce
hiçbir devirde görülmemiş yeni bir dünya görüşü getirdiği ve fertlerin, dînî
olduğu kadar, siyasî, içtimaî v.s.
hayatlarını da belirli bir nizama sokmaya büyük ölçüde değer verdiği görülür.
Dünya nizamı ile ilgili olarak getirdiği hükümler, insanın, toplum içerisindeki
günlük davranışlarını dâima kontrol eder bir durumda olduğu için, müslümanlar,
hayatlarını bu hükümlere göre ayarlamak zorundadırlar. Bu zorunluluk, dağda
sürüsünü otlatan çobandan, memleketin idaresini elinde tutan ferde kadar herkes
için varittir. Bu bakımdan fertler, hangi mes'ûl makamda olurlarsa olsunlar,
muvaffakiyetleri veya muvaffakıyetsizlikleri, dînin vazettiği hükümlere göre
değerlendirilir. İşte İslâm'ın
bünyesinde mündemiç olan bu kaide dolayısıyledir ki, siyasî ihtilâfların zuhuru
ile devletin idaresini elinde bulunduran halîfelerin idarî davranışları, bu
kaideye göre değerlendirilmiş, ileri sürülen çeşitli görüşler, yeni yeni fırka
ve hiziplerin nüvesini teşkil etmiştir. Meselâ Şî'a ile aynı devirlerde ortaya
çıkan Havaric, Hz. Osman'ın
idarî ve siyasî
davranışlarını bu yönden
değerlendirerek onlarda bazı hatalar bulmuş ve özellikle Havaric, bu
hataları "büyük günâh" (kebîre) olarak tavsif etmiştir. Yine Havarice
göre "büyük günâh sahibi" (murtekibu'l-kebîre) hakkında dîn yönünden
verilecek hüküm "küfür" den başka bir şey değildir; yâni büyük günâh
işleyen kimse, tövbe etmedikçe, kâfirdir''.
[272]
Gerek Havaricin ve
gerekse daha sonraları ortaya çıkarak
büyük günâh sahibinin küfürle îman arasındaki bir derece (menzile
beyne'l-menzileteyn) de olduğunu ileri süren Mutezilenin ve hattâ bu
hususta herhangi bir görüş ileri sürmekten çekmen Murci'enin, halîfelerle şâir
mes'ûl şahısların davranışları hakkında ortaya koydukları bu kabîl hükümleri,
Ku'ân âyetleriyle Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında buldukları bazı
nasslardan istihraç ettiklerini söylemeye gerek yoktur. Ancak bu, ileri sürülen
her hükmün, Kur'ân ve hadîste istinad edebileceği bir nassı bulunduğu
manâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü bu fırkalar, çok defa, görüşlerini teyîd
edecek bir âyet bulamadıkları zaman, görüşlerini en yakın bir başka âyeti tevîl
etmekten çekinmemişlerdira.
[273]İhtilâfların
hâd safhaya geldiği, biribirlerini ittiham eden tarafların, görüşlerini teyîd
etmek maksadıyle Kur'ân veya hadîsten mutlaka bir şeyler bulmak lüzumunu hissetmeleri
sebebiyle, bu tevil faaliyetinin ne derece ileri gittiğini tahmin etmek güç
değildir. İşte böyle durumlarda, her defasında değişen haller için, Kur'ân-ı
Kerîm'den ve hadîsten dâima tevil edilebilecek nasslar bulunamayacağı ve
tarafların, yeni nasslar vazetmek zorunda kalacakları da kolayca tahmin
edilebilir. Bu çeşit bir vaz işinin Kur'ân-ı Kerîm için bahis konusu
olamayacağına göre, bu konuda hadîslerden istifade edilmesi, başlıca çıkar yol
olarak hesap edilmiştir. Bu suretle hadîste başlayan va;; hareketleriyle, ya
bir şahıs Hazreti Peygamberin ağzından tekfir edilmiş, ya-hutta herhangi bir
görüş veya İslâm dışı bir mezheb inancı telkin ve tavsiye edilmiştir.
İslâm tarihinde mevzu
hadîslerin tam olarak ne zaman sahneye çıktığını ve vaz'm hangi nesil
içerisinde başladığını kesin bir şekilde tesbît etmek güçtür. Fakat tereddüt
etmeden şunu söyleyebiliriz ki, kanlarını, canlarım ve mallarını Hazreti
Peygamber için feda ederek İslâm yolunda hicretin meşakkatlerine göğüs geren,
memleketlerini ve en yakın akrabalarım, sırf Allah kelimesini yükseltmek ve
onu her şeye hâkim kılmak için terkeden sahabenin, kendi arzu ve heveslerini
tatmin, yahut galeyana gelmiş ihtiraslarını teskîn için Hazreti Peygamberin
ağzından hadîs uyduracaklarını, sonra da bunları diğer müslümanlar arasında
yayacaklarını düşünmek, her akıl sahibinin kolayca kabul edebileceği bîr iş
değildir. îçlerindeki îman, Hazreti Peygamberin . "bana yalan isnad etmek,
herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime
kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın." hadîsinin ifade
etmek istediği manâyı anlamalarında en büyük yardımcı idi. Bu sebeple onlar,
îslâm Dîninin ve bu Dînin iki aslı olan Kur'ân ve Sunnet'in nıüdâfasını
üzerlerine almışlar, her türlü tehlikeye, tehdide, eza ve cefaya rağmen, Peygamberlerinden
aldıkları dînle ilgili ahkâmı teblîğ etmeyi başta gelen görevlerinden
saymışlardır. Keza tâbi'ûndan olan hadîsçiler de, sahabeden işittikleri
hadislerin kabulünde tereddüt göstermiyorlar, daha doğrusu, Hazreti Peygambere
ve onun sünnetine olan inançları dolayısıyle, hadîsin her türlü yalandan,
tahrîf ve tasniften salim bir şekilde nakledildiğine samimî bir kalble
inanıyorlardı. Fakat bu inanç uzun müddet devam etmedi. Halîfe Osman îbn
Affân'm öldürülmesiyle başlayan ve birbirini takip eden olaylar, müslümanların
huzur ve sükûnunu bozduğu gibi, hadîsle meşgul olan kimselerin, biraz önce
işaret ettiğimiz samimî inançlarını da yıkmakta gecikmedi; çünkü kendi aralarında
alıp verdikleri hadîsler arasına, hiç kimsenin bilmediği bir takım sözler
sızmış, hadîs adı altında, halk arasında dolaşmaya başlamıştı. Tanınmış
hadîsçilerden Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110)' e isnad edilen bir söz, bunu teyîd
eden bir manâya sahiptir. Bu sözünde İbn Şîrîn şöyle demektedir: "İlk
zamanlar isnad sormuyorlardı; ne zamanki fitne zuhur etti; bize kendilerinden
rivayet ettiğiniz kimselerin isimlerini söyleyin, demeye başladılar. Ehl-i
sünnetten olanlara bakıyorlar ve onların hadîslerini alıyorlar; ehl-i bid'attan
olanlara bakıyorlar, onların hadîslerini de terkediyorlardı."
[274]
Hicrî 110 senesinde
vefat eden îbn Sîrîn'den nakledilen bu söz, hadîs rivayetinde isnad tatbikinin
fitne ile başladığını göstermektedir. Rivayette isnad tatbiki, hiç şüphesiz,
hadîsleri garanti altına almak ve sahtelerinden korumak gayesine matuf olmak
gerekir. Çünkü isnadın kullanılması, hadîsi rivayet eden râvilerin her yönden
bilinmelerini gerektirir. Nitekim İbn Şîrîn, bunu, yukarıdaki sözünde belirtmiş
ve "ehl-i sünnetten olanların hadîslerinin alındığını, bid'at ehlinden
olanların hadîslerinin ise, ter-kedildiğini" söylemiştir. Sufyân es-Sevrî
(Ö. 161)'nin "râviler yalana başvurunca, biz de onlar için tarihi
kullandık" sözü de
[275]bunu
teyîd eder. Buna göre, şu gerçek açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki,
rivayetlerde isnad kullanılmasına, fitne ile birlikte başlayan vaz' (uydurma)
faaliyeti sebep olmuştur; çünkü fitne, dahilî karışıklık, isyan ve insanların
biribirlerini öldürmelerine kadar varan kavga demektir. Filhakika Osman İbn
Affân'm hilâfetinde böyle bir
karışıklık olmuş ve Osman şehîd edilmiştir. Onun yerine halîfe seçilen Alî İbn
Ebî Tâlib zamanında bu karışıklık daha da şiddetlenmiş ve bilindiği gibi,
Hazreti Peygamberin eşi Âişe ve taraftarları ile Âlî ve taraftarları arasında,
Basra civarındaki çöllerde İslâm tarihinin "Cemel Vak'ası" denilen
meşhur çatışması meydana gelmiş, Talha ve Zubeyr gibi tanınmış bazı sahabîler
bu çatışmada şehîd düşmüşlerdir. Buna benzer başka bir çatışma, daha sonraları,
yine Alî ve taraftarları ile Şâm valisi Mu'âviye ve taraftarları arasında
Sıffîn mevkiinde vukubulmuştur. Her ne kadar bu karşılaşmada İki tarafın hakeme
başvurmaları sebebiyle kan dökülmemiş ise de, hakemler Alî'yi hilâfetten
uzaklaştırmışlar, onun yerine de Mu'âviye'yi halîfe tayîn etmişlerdir. İşte
İslâm'ın daha birinci yarısı içinde ortaya çıkan bu hâdiseler, müslümanların
fırka ve hiziblere ayrılmalarının başlıca âmili olmuştur. Nitekim Mu'âviye'ye
halîfe olarak be/at edilmesinden sonra, bir taraftan hilâfetin Alî'nin hakkı
olduğu ve Mu'âviye'nin bu hakkı ondan gasbettiği görüşüne sahip olarak Alî
etrafında Şî'a adiyle bir hizib teşekkül ederken, diğer taraftanda, hilâfeti
Mu'âviye'ye teslim ettiği için Alî'ye karşı hurûc eden, fakat Mu'âviye'ye de
karşı olan ve hepsini birden işledikleri büyük günâhlar sebebiyle tekfir eden
Havâric fırkası ortaya çıkmıştır. Bunları, zamanla, kendi aralarındaki
bölünmeler takip etmiş, ayrıca müdafa ettikleri itikadı görüşler dolayısıyle, o
zamana kadar müslümanların sahip oldukları görüşlerden ayrılan Cebriyye,
Kaderiyye, Murci'e, Mutezile gibi akaid mezheblerinin ortaya çıktığı
görülmüştür.
Bu açıklama, şu hususu
açıkça ortaya koymuş olmaktadır ki, müs-lümanlar arasında oldukça erken bir
devirde başlayan ihtiâflar ve bu ihtilâflar neticesinde ortaya çıkan siyasî ve
itikadı fırka ve mezhebler, mevzu hadîslerin zuhurunda en büyük rolü
oynamıştır. Şöyle ki:
Bir taraftan siyasî,
diğer taraftan itikadî fırka ve mezheblerin doğuşu, müslümanlar arasındaki
mücadeleyi şiddetlendirmiş, her fırka ve mezheb, kendi görüşünde haklı olduğunu
ileri sürerken muhalifini tekfir etmektende çekinmemiştir. Böyle ortamlarda
insanın kendisi için haklılık, başkaları için ise, haktan uzak olmak iddiası,
ancak güvenilebilir bir delil bulunması halinde kuvvet kazanır. Eğer iddia dînî
bir mahiyet arzediyorsa, ona kuvvet kazandıracak delilin de dînî olmasına
bilhassa dikkat edilir. İslâm'ın başlangıcında ortaya çıkan bu fırka ve
mezhebler, şüphesiz dînî bir hüviyete sahip bulunuyorlardı ve delilleri de - bulabildikleri
nisbette - Kur'ân âyetlerine ve Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîslere
dayanıyordu. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki, bir görüşün hem müdafii, hem
de muarızı için bu iki kaynaktan da birer delil bulma imkânı yoktur. Hele o
görüş İslâm dînine tam manâsı ile aykırı ise, hiçbir taraftar onu teyîd eden
bir nass bulamaz. İşte böyle hallerde,
taraftarın, hikmetli, kendi görüşüne uygun
bir söze hadîs süsü vermesi ve böylece görüşünü bununla teyîd ve takviye etmesi
işten bile değildir.
İşte, yukarıda
zikrettiğimiz Muhammed İbn Sîrîn'in hadîs rivayetinde isnad kullanılmasının
fitneden sonra başladığını ifade eden sözlerini bu açıdan değerlendirmek
gerekir. Fitneden sonra ortaya çıkan çeşitli fırkalar, kendi görüşlerine destek
olabilecek dînî bir nassa ihtiyaç duydukları zaman hadîs vaz'ına
başvurmuşlardır. Buna karşılık hadîsçİler de, Hazreti Peygamberin hadîslerini
onların tasallutundan korumak için, hadîs rivayet edenlere rivayet ettikleri
hadîsleri kimlerden aldıklarını sormaya ve ilk kaynağa inmeye başlamışlardır.
İslâm tarihinde hadîs
vaz'ınm, bu fırkaların zuhuru ile başladığını teyîd eden çeşitli haberler
vardır. Bu haberlerden birisi, bilhassa Şî'anın tanınmış imamlarından olan
Nehcu'l-belâğa şârihi îbn Ebi'l-Hadîd'e aittir ve açık yürekle ortaya konmuş
bir itiraf sayılır. İbn Ebi'l-Hadîd şöyle der: "Bil ki, faziletlerle
ilgili yalan hadîslerin aslı Şî'a yönünden gelmiştir. Onları hadîs vaz'ına
sevkeden âmil hasımlarının düşmanlığı idi... Ne zaman ki Bekriyye Şî'anın bu
faaliyetini gördü, onlar da kendi imamları hakkında Şî'anın hadîslerine mukabil
başka hadîsler vazettiler."
[276] İbn
Teymiye'nin İbnu'l-Cevzî'den naklen zikrettiği şu sözler de, îbn Ebi'l-Hadîd'in
görüşünü teyîd eder: "Alî'nin fazîletleriyle ilgili sahîh hadîsler çoktur;
fakat râfızîler bunlarla yetinmemiş, uydurabildikleri kadar hadîs
uydurmuşlardır".
[277]
Abdurrahman İbn Mehdî (Ö. 198) ile Mâlik İbn Enes (Ö. 179) arasında geçen şu
konuşma, aynı konuda dikkata şayandır: "Yâ Ebâ Abdülah! Biz sizin beldede
(Medine'de) dört yüz hadîsi ancak kırk günde işittik. Burada (Irak'ta) ise,
bunların hepsini bir günde işitiyoruz"? Mâlik ona şu cevabı verir:
"Yâ Abdarrahman! Sizin darbhaneniz bizde ne gezer. Öyle bir darb-hane ki,
gece basıp gündüz dağıtıyorsunuz"'',
[278]
Abdurrahman îbn Mehdî,
Basralı meşhur bir imam olup Mâlik'in ta-lebelerindendir. Medine'de hadîs
işitmenin güç olduğunu, Irak'ta ise, insanın kısa zamanda pek çok hadîs
işitebileceğini söylediği zaman, Mâlik, Irak'ı darbhaneye benzetmiş ve para
basılır gibi burada hadîs vazedildiğini söylemek istemiştir. Mâlik'in Irak
hakkındaki bu görüşü, oranın, Şî'anın merkezi olması dolayısıyledir. Hadîsleri
ilk defa tedvin etmekle şöhret kazanan İmam îbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124)' nin
"eğer şark tarafından bilmediğimiz ve kabul etmediğimiz bir takım
hadîsler gelmemiş olsaydı, ne bir hadîs yazardım, ne de yazılmasına izin
verirdim." sözünde'
[279]zikredilen
"şark taran"
ile kasdedilen yer de yine Irak'tır ve Zuhrî bu sözü ile mevzu hadîslerin
burada yayılmaya başladığını belirtmek istemiştir.
Şî'a tarafından
başlatılan hadîs vaz'ının başlıca gayesi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi,
Alî'nin ve Ehl-i Beyt'in faziletlerini ortaya koymak ve buna dayanarak
hilâfetteki haklarını isbat etmekti. Mevzuat kitaplarında bunun çeşitli
örneklerini görmek mümkündür. Meselâ:
"Melekler, bana
ve Alî İbn Ebî Tâlib'e yetmiş sene duada bulundular. Lâ ilahe illa'llah
şehadeti arzdan semaya, ancak, benden ve Alî'den yük-se/ir".[280]
Açıklandığına göre hadîsin râvisi Abbâd İbn Abdi's-Samed gulât-ı şî'adandır ve
rivayet ettiği hadîslerin hepsi Alî'nin fazîletleriyle ilgilidir.
[281]
"Alî'ye bakmak
ibadettir".
[282]
"(Alî'ye
hitaben:) Sen ve şî'an cennettedir.
[283]
"Kıyamet günü,
Allah, bana ve Alî'ye diyecektir ki: Sizi sevenleri cennete, size düşman
olanları da cehenneme sokun".
[284]
"(İbn
Mes'ûd'tan:) Cin taifesinin Hazreti Peygamberi ziyaret ettiği gece onun yanında
idim. Ölümün kendisine haber verildiğini söyledi. Halîfe tayin et, dedim. Kimi
diye sordu. Ebu Bekr, dedim. Sustu. Aradan uzun bir süre geçti. Sonra yine
derin bir nefes aldı. Neyin var ey anam babam Rasulullah, dedim. Bana ölümüm
haber verildi, dedi. Yine halîfe tayin et dedim. Kimi? diye sorunca, Alî İbn
Ebî Tâlib'i diye cevap verdim. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yenim ederim ki, ona itaat ettikleri
zaman hepsi cennete girer.
[285]
Şî'a, Alî hakkında bu
çeşit rivayetleri müslümanlar arasında yayarken, Şî'aya karşı hiç de sempati
beslemeyen ve hattâ onlarla mücadelenin zorunlu olduğuna inanan Emevî
taraftarları da, Mu'âviye'nin Alî'den hiç de aşağı olmadığını isbat etmek gerektiğini hissetmiş ve
onlar da Mu'âviye hakkında onun faziletlerini ortaya koyan hadîsler uydurmaya
başlamışlardır. Bunlardan bir kaç Örnek de şöyledir:
"Cibril (a.s.)
bana altından bir kalemle indi ve dedi ki: Aliyyu'1-A'lâ sana selâm ediyor ve
diyor ki: Habîbim! Sana, Mu'âviye İbn Ebî Sufyân'a verilmek üzere Arşımın
üstünden bir kalem gönderdim; bunu ona ulaştır ve bu kalemle Âyetu'l-Kursî'yi
yazmasını, harekelemesini ve noktalamasını emret; zira ben, onun yazıldığı
saatten Kıyamet Gününe kadar Âyetu'l-Kursî'yi okuyanların adedi kadar
Mu'âviye'ye sevab yazdım. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, yanında bulunanlara
Mu'âviye'yi bana kim getirecek? dedi. Ebû Bekr kalktı ve biraz sonra onu
elinden tutup getirdi. Selâmlaştılar. Hazreti Peygamber Mu'âviye'ye: Yâ Ebâ
Abdirrahman! Bana yaklaş, dedi. Mu'âviye yaklaştı. Hazreti Peygamber kalemi ona
verdi ve şöyle dedi: Ey Mu'âviye! Bu, Rabbımın Âyetu'l-Kursî'yi yazman için
Arş'ının üstünden sana hediye ettiği kalemdir. Kendi hattmla yazacaksın, harekeleyip
noktalayacaksın ve bana arzedeceksin. Sana bu kalemi verdiğinden dolayı
Allah'a hamd ve şükr ederim.
[286]
"Allah katında
güvenilir üç kişi vardır: Cibril, ben ve Mu'âviye.
[287]
' "Allah,
vahyini, gökte Cibril'e, yerde de Muhammed (s.a.s.)'e ve Mu'âviye îbn Ebî
Sufyân'a emanet etti"'.
[288]
"Rasûlullah
(s.a.s.), Mu'âviye'ye bir ok verdi ve: Bunu cennette bana iade edersin, dedi.
[289]
Emevîler adına
bu çeşit hadîsler
vazedilip yayılırken, Emevîlerle hilâfet kavgasına girişen ve ikinci hicrî asrın ilk
yarısında idareyi ele alarak yeni bir devlet kuran Abbâs oğulları da hadîs
vaz'ı yansında geri kalamazlardı ve onların da hilâfette hak sahibi olduklarını
isbat edecek delilleri bulunmalı idi. Gerçekten Abbasî taraftarları bu çeşit
deliller bulmakta güçlük çekmediler. Onlar da diğerleri gibi, uydurdukları
hadîslerle hilâfetteki haklarını isbat etmeye çalıştılar. İşte bu hadîslerden
bir kaçı:
"(Alî'den
nakledilmiştir:) Hazreti Peygamberin yanında bulunuyorduk ki Abbâs İbn
Abdi'l-Muttalib çıkageldi. Hazreti Peygamber onu görünce şöyle dedi: Bu, Abbâs
îbn Abdi'l-Muttalib, benim hem babam, hem amcam, hem de vasim ve
vârisimdir".
[290]
"(İbn Abbâs'tan
nakledilmiştir:) Hazreti Peygamber, Alî îbn Ebî Tâlib'in de bulunduğu bir toplulukta
Abbâs'a şöyle dedi: Mülk (hükümdarlık), oğullarında olacaktır. Sonra Alî'ye
döndü ve ona da şöyle ,;tap etti: Senin oğullarından hiçbiri buna sahip
olamayacaktır'.
[291]
"İşte bu (Abbâs),
Kureyş'in en cömerdi ve en büyük hâmisi, kırk halîfenin babasıdır. Es-Saffâh,
el-Mansûr ve el-Mehdî onun oğullarmdandır. Ey Amca! Allah bu işi benimle
başlattı, senin oğullarından birisiyle sona erdirecektir.
[292]
Müslümanlar arasındaki
siyasî ihtilâflar, vazedilen bu çeşit hadîslerle körüklenip
şiddetlendirilirken, ortaya çıkan bazı itikadı mezhebler de, sahip oldukları
İslâm dışı inançlarını teyîd edebilmek için hadîs vaz'mdan faydalanma yolunu
tutmuşlardır. Meselâ bunlardan birisi olan ve birinci asrın ikinci yarısında
ortaya çıkmış bulunan Murci'e, îman ile ameli birbirinden ayırmak ve masiyetin
îmana zarar vermeyeceği ve dolayısıyle îmanda artma ve eksilme olmayacağı
görüşünü benimsemekle şöhret kazanmış bir mez-hebtir. Bu görüşü teyîd eden ve
hadîs süsü verilen bir takım sözlerin bu mezheb taraftarlarınca vazedildiğine
şüphe yoktur. Bu sözlerden birkaçı şöyledir:
"Her kim îmanın
artıp eksildiğini iddia ederse, (bilsin ki) artması nifak, eksilmesi ise,
küfürdür. Böyle kimseler, eğer tövbe ederlerse ne âlâ; aksi halde boyunlarını
kılıçla vurun. Bunlar, Rahman (olan Allah'ın) düşmanlarıdır. Allah'ın dinini
parçalamışlar, küfre intisab etmişler ve Allah'a nıuhasım olmuşlardır. Allah,
yeryüzünü bunlardan temizlesin. Haberiniz olsun ki, bunların namazları da, zekât
ve hacları da makbul değildir. Haberiniz olsun ki, bunların dini de yoktur.
Rasûlullah (s.a.s.) onlardan uzaktır; onlar da Rasûlullah'tan".
[293]
"Sekîf heyeti
Hazreti Peygambere gelip îmanın artıp eksilmesi hakkında bir sual sormuş,
Hazreti Peygamber de onlara şöyle demiştir: Hayır; iman sabit dağlar gibi
kalplerde yerleşmiştir. Artması da eksilmesi de küfurdür.
[294]
"İman kavildir;
amel, onun şeraiidir; artmaz ve eksilmez.
[295]
"Şirk ile birlikte
hiçbir şey fayda vermediği gibi, îmanla birlikte hiçbir şey zarar vermez".
[296]
Murci'e, görüşlerini,
vazettikleri bu çeşit hadîslerle teyide çalışırken, onların muhalifleri de,
Murci'eyi kötülemek ve görüşlerini reddetmek için hadîs vazetmekten geri
kalmamışlardır. Bunlar için şu örnekler zikredilebilir:
"Bir murci'î,
yahut bir kaderi ölüp de defnedilse, üç gün sonra kabirleri açıldığında, kıble
cihetinden dönmüş oldukları görülür.
[297]
"Rasûlullah
(s.a.s.)'a Murci'e hakkında sorulduğu zaman şu cevabı verdi: Allah, Murci'eye
lanet etsin. Bunlar, öyle bir kavimdir ki, amelsiz îman üzerinde konuşurlar;
salât, zekât ve haccı farz saymazlar. Bunlar, yapılırsa iyidir, yapılmazsa bir
şey lâzım gelmez, derler".
[298]
"İman kavi ve
ameldir; artar ve eksilir. Kim bundan başka bir şey söylerse, o,
mübtedi'dir."
[299]
Mutezile mezhebi,
Allah'ın sıfatları hakkında getirdiği ta'tîl akidesi ili' de şöhret
kazanmıştır. Bu akidenin bir neticesi olarak Kur'ân-ı Kerîm'İn mahlûk olduğu
görüşünü ileri sürmüş ve halîfe el-Me'mûn'un bu mezhebi devletin resmî mezhebi
olarak ilân etmesinden sonra da, onun yardımı ile müslümanları bu görüşe davet
etmiştir. Halîfe el-Me'mûn, önce müs-lümanların ileri gelen imam ve
fakîhlerinin ikrarını almak maksadıyle, başta Ahmed İbn Hanbel olmak üzere
birçok tanınmış kimseye davetiye çıkarmış ve onları Kur'ân'm mahlûk olduğunu
ikrara çağırmış, fakat müabet bir cevap alamamıştır. El-Me'mûn'dan sonra yerine
geçen kardeşi el-Mu'tasım, daha sonra onun oğlu el-Vâsik zamanlarında,
halku'l-Kur'ân inancını ikrar etmeyen İmamlara işkence edilmiş, fakat yine de
bir netice alınamamıştır. Tarihte mihne adiyle şöhret kazanan bu hâdiseler, Mutezilenin
tam bir başarısızlığı ile sonuçlanmıştır.
Mutezilenin, İslâmî
hiçbir değeri olmayan halku'l-Kur'ân inancını müs-lümanlara zorla kabul
ettirmeye kalkışmaları, bunun için de insanlık dışı yollara başvurmaları, büyük
tepkilere yol açmıştır. Bazı müslümanlar devlete karşı harekete geçme
teşebbüsüne girişirken, bazıları da, yine Hazreti Peygamberin hadîslerinden
medet ummuşlar ve yukarıda Örneklerini gördüğümüz hadîsler gibi, tepkilerini
Hazreti Peygamberin ağzından dile getirmeye çalışmışlardır:
..Her ^dm Kur'ân'ın
mahlûk olduğunu söylerse kâfir olur'.[300]
"Göklerde ve
gökle yer arasında, Allah ve Kur'ân müstesna, her şey mahlûktur. Kur'ân O'nun
kelâmıdır; her şey onunla başlamış ve O'na dönecektir. Ümmetimdem bazı
kimseler çıkıp Kur'ân'm mahlûk olduğunu söyleyeceklerdir. Her kim bunu
söylerse, Allah'a küfretmiş olur. Böyle söyleyen kimseyi karısının hemen
boşaması lâzımdır; zira mü'min olan bir kadının, kâfir bir erkeğin taht-ı
nikâhında bulunması caiz değildir; meğer ki kadın, aynı sözü kendisinden ew*1
dememiş olsun"''.
[301]
"Kur'ân Allah'ın
kelâmıdır. Hâlık da değildir, mahlûk da.. Kim bundan başka bir şey söylerse
kâfirdir"'.
[302]
İslâm tarihinin
oldukça erken bir devrinde hadîs vaz'ının başlamasında ve büyük bir süratle
yaygınlaşmasında rol oynayan siyasî ve itikadı ihtilâflar yanında, bu
faaliyeti körükleyen ve mevzu hadîs sayısının artmasına yol açan başka sebepler
de vardır ve bunların başında, içlerinde, İslâm'a ve müslümanlara karşı aşırı
derecede kin ve düşmanlık besleyen zümrelerin faaliyetleri yer alır. Bilindiği
gibi müslümanlar Medine'ye hicret edip orada ilk Şehir Devletini kurdukları
zaman, henüz bu kçük şehrin yarısına bile sahip değildiler. Medîneli Ensar
dışında, halkının yarıdan fazlasını yahudîlerle henüz İslâm'a girmemiş müşrik
Araplar teşkil ediyordu. Bununla beraber, hicretten on sene gibi çok kısa bir
zaman sonra, yâni Haz-reti Peygamberin vefat ettiği senelerde, İslâm Devleti,
bütün Arabistanı, Cenubî Irak'ı ve Filistin'i de içine alarak Avrupa kıt'ası
kadar geniş bir sahaya yayılmış bulunuyordu. İslâmiyetin bu kadar kısa bir
zaman içerisinde be derece süratle yayılması ve hele, o sıralarda Fürslerin
sahip oldukları imparatorluğa son vermesi, hükümranlıkları elinden alınmış bu
kavimlerin bütün kin ve gayızlarını yeni dîn ile bu dînin mensuplarına
yöneltmişti. Ancak, şân ve şerefleriyle birlikte harp gücünü de kaybetmiş olan
bu milletler, İslâm'dan intikam almak için akaidine fesad sokmak ve
müs-lümanlarm vahdetini parçalamaktan başka kendilerinde hiçbir kuvvet bulamamışlardı.
Bu sebeple İslâm'a gurup gurup girmeye başlamışlar, bazen zühd ve takva, bazen
felsefe ve hikmet örtüsüne bürünerek, fakat asıl maksatlarım içlerinde
gizleyerek müslümanlar arasında yayılmışlardır. Zındık ismiyle tanınan bu
kimseler, Kur'ân üzerinde herhangi bir tebdîl ve tağyîr
yapamadıkları için, bütün güçleriyle
Hazreti Peygamberin hadîslerine yönelmişler ve uydurdukları binlerce hadîsle
İslâm akaidini teşviş etmeye ve müslümanların kalblerinde şüphe yaratmaya
çalışmışlardır. Zındıkların ne kadar hadîs vazettiklerini anlamak için şu
misali hatırlamak yeterlidir. Abdu'l-Kerîm îbn Ebi'1-Avcâ' , hadîs vaz'ından
dolayı öldürülmek üzere yakalandığı zaman, suçunu itiraf etmiş ve dört bin
hadîs uydurduğunu, bu hadîslerle helâli haram, haramı da helâl kıldığını
söylemiştir''.
[303]
Zındık tabiri,
umumiyetle, zahiren müslüman olan, fakat içinde küfrü gizleyen kimseye ıtlak
olunmuştur. Zındıklar, daha ziyade mecûsî dînine mensup olan, yahut Mani ve
Senevi akaidini benimseyen, iki ilâha ibadet eden kimselerdir. Abbasî devrinde
itikadı bozukluğun yaygınlaşması ve dinsizliğin açığa vurulması dolayısıyle
ulûhiyyeti inkâr eden herkese zındık adı verilmiştir.
El-Gazalî,
"küfr" ün bir hukm-i şer'î olduğunu ve nass veya kıyasla bilinebileceğini
açıklarken, yahudî ve hıristiyanlar hakkında nass vârid olduğunu, brahman,
senevî ve dehrîlerin bitarîkılevlâ bunlara iltihak edeceğini belirtmek
suretiyle, zındıkları, seneviyye ve dehriyye cümlesinden olarak zikretmiş'',
[304] bir
başka yerde ise, "kâinatın tedbirli, âlim ve muktedir bir yaratıcısı
bulunduğunu inkâr eden, onun eskiden beri kendiliğinden böylece mevcut
olduğunu, hayvanın nutfeden, nutfenin de hayvandan meydana geldiğini, eskiden
beri böyle olduğunu ve ilelebed de böyle olacağını ileri süren"
dehrîlerden bahsederken de, "işte zındıklar bunlardır" demek
suretiyle',
[305]dehriyye
ve zandakayı, yahut zındık ve dehrîyi mü-radif iki isim olarak kullanmıştır.
Zındıkların İslâm
tarihinde zuhuru, Emevî idaresinin sonlarına rastlar. Halîfe el-Velîd İbn
Yezîd İbn Abdi'l-Melik'in mürebbii Abdu's-Samed îbn Abdi'l-Â'lâ'nm zındık
olduğu söylenir''.
[306]
Keza son Emevî halîfesi Mervân İbn Muhammed'in mürebbii Ca'd îbn Dirhem,
Îbnu'n-Nedîm'in ifadesine göre bir zındık idi''.[307]
Halîfeye Mervân el-Ca'dî lakabının verilmesine sebep olan Ca'd'',[308]
müslümanlar arasında cebr, ta'tîl ve halku'l-Kur'ân akîdelerini yaymakla da
şöhret kazanmıştı'.[309] Nitekim
bu faaliyetlerini halîfe Hişâm İbn Abdi'l-Melik zamanında daha çok artırdığı
için, halîfenin Irak'taki valisi Hâlid İbn Abdillah el-Kasrî tarafından bir
Kurban Bayramı sabahı
hutbeyi müteakip boğazlanarak öldürülmüştür.[310]
Zındıkların İslâm Dîni ve akaidi üzerinde bıraktıkları kötü iz çok derin
olmuştur. Bununla beraber, Allah'a şükürler olsun ki, tehlikenin büyüklüğünü
çok erken bir devirde farkeden hadîs imamları, ortaya koydukları rivayet ve
tahammül, cerh ve ta'dîl kurallarıyle sahîh hadîsi sakîminden, gerçek hadîsçiyi
sahte ve yalancısından ayırt ederek, İslâm akaidini, ona kasdedenlerin
şerrinden korumaya muvaffak olmuşlardır.
[311]
Hadîs vaz'ına sebep
olan âmillerden bir diğeri, değişik ırklara, kabilelere ve mezheblere mensup
kimseler arasındaki münakaşalar ve mücadelelerdir. Bu mücadelelerde her
birinin, kendi mensup olduğu topluluğu veya bu topluluğun reisini, yahut imamım
övmesi, buna karşılık muhalifi olduğu diğer toplulukların reis veya imamlarını
yermesi, çok defa, bu konularda uydurduğu ve Hazreti Peygambere isnad ettiği
hadîslerle takviye edilmek istenmiştir. Bazı taraftarların, kendi topluluğu
adına gösterdikleri bu aşırı taassup, insanı hayretler içinde bırakan uydurma
hadîslerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunun en güzel misali, Ebû Hanîfe
ile eş-Şâfi'î hakkında uydurulan hadîslerdir. Enes îbn Mâlik'ten merfû olarak
rivayet edilen bu mevzu hadîs, İmam Şâfi'î düşmanlığı ile, İmam Ebû Hanîfe sevgisini
taassup derecesine varan bir ifade ile aksettirmektedir. Me'mûn İbn Ahmed
es-Sulemî veya Ahmed İbn Abdillah el-Cuveybârî tarafından uydurulduğu
belirtilen bu hadîste şöyle denilmiştir:
"Ümmetim
arasından Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î) adında biri çıkacaktır; bu adamın
ümmetime zararı, iblisin zararından çok daha büyük olacaktır. Yine ümmetim
arasından Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak ve bu adam, ümmetimin ışığı
olacaktır"
[312]
Muhtelif şehirlerin,
günlerin, ayların ve yiyecek maddelerinin medhi veya zemmi ile ilgili bu çeşit
uydurulmuş ve Hazreti Peygambere isnad edilmiş pek çok haber vardır. Mevzû'ât
kitapları bu çeşit haberlerle doludur.
[313]
Cami ve mescidlerde,
veya kalabalık halk topluluklarının bulundukları yerlerde, şöhret kazanmak ve hediye
toplamak gayesiyle va'zeden ve va'zlarım dâima hikâyelerle süsleyen kimselere
kassâs (çoğulu: kussâs) denilmiştir. Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarına
doğru, fitne tabîr edilen dahilî
karışıklıklarla
birlikte zuhur etmeye başlayan bu hikayeciler, daha sonraları bütün İslâm
âlemine yayılmış, cami ve mescidlerde halkın dînî hislerini galeyana getirmeyi
bir meslek ve sanat haline getirmişlerdir. Konuşmalarındaki heyecan verici
ustalık, çok defa, dinleyenleri coşturduğu için, halk arasında aranan, peşlerinden
gidilen ve sözlerine güvenilen kimseler olmuşlardır. Aslında bu hikayecilerden
bazılarını, halkın büyük bir tehacümle etraflarına toplanmasından başka bir
şey ilgilendirmiyordu. Kazandıkları şöhret, hırslarım daha çok artırır, halkı
heyecanlandırmak galeyana getirmek ve üzerlerindeki tesîri va'z boyunca devam
ettirmek için akla hayale gelmedik hikâyeler uydururlardı. İşte, Hazreti
Peygamberin hadîsleri üzerine gelen büyük belâlardan biri de, bu kassâs
sınıfından gelmiştir.
[314]
Çünkü bunlar, uydurdukları hikâyelerin halk üzerinde daha çok müessir olması
için , onları Hazreti Peygambere isnad etmekten çekinmezler, bunda herhangi
bir günâh, bir bühtan görmezlerdi. Teessüf edilecek bir husus da, bu
kimselerin, Hazreti Peygamber üzerine en büyük yalanları isnad etmelerine,
halkın tetkik ve tetebbudan uzak en koyu câhilleri olmalarına rağmen,
kendilerini dinleyecek kulak, tasdîk edecek dil, müdâfa edecek kol
bulabilmeleri idi. Rivayet olunduğuna göre bunlardan ;jiri, Bağdâd camilerinden
birinde, Kur'ân-ı Kerîm'in "Belki böylece Rabbın seni övülecek bir makama
yükseltir" '
[315]mealindeki
âyetini tefsir eder ve bu âyete istinaden Hazreti Peygamberin Allahu Ta'âlâ ile
birlikte Arş üzerinde oturacağım ileri sürer. Bu hâdise, meşhur müfessir
Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'nin kulağına gider; hikayeciye kızar ve itirazını
şiddetlendirir; kapısı üzerine de şöyle bir ibare yazar:
Ne var ki et-Taberî'nin hikayeciye karşı
bu davranışı, Bağdâd halkını galeyana getirir; evini taşa tutarlar; adetâ onu
recmederler. Kapısı taş yığını altında kaybolur.
[316]
Bağdâd camilerinden
birinde Zur'a isminde bir kâs (hikayeci) vardı. Meşhur İmam Ebû Hanîfe'nin
anası, bir mesele hakkında fetva almak ister. Ancak Ebû Hanîfe'nin verdiği
fetvayı "ben, senin sözünü değil, ancak Zur'a'nm sözünü kabul ederim"
diyerek reddeder. Bunun üzerine Ebû Hanîfe anasını Zur'a'ya götürür ve ona:
"Bu benim ananıdır; senden şu mesele hakkında fetva istiyor" der.
Zur'a: "Sen benden daha âlim ve fakîhsin; istediği fetvayı sen ver"
deyince Ebû Hanîfe, "ben bu mesele hakkında şu fetvayı verdim"
cevabını verir. Zur'a'nın "mesele Ebû Hanîfe'nin dediği gibidir"
demesi üzerine kadın razı olur ve oradan ayrılırlar.[317]
Bu hikâye, kussâsm,
halkın akılları üzerinde ne derece hükümran olduklarını göstermeye yeterlidir.
Fıkıhta, ilimde, zekâ ve anlayışta en yüksek dereceye ulaşmış, şöhreti her
tarafa yayılmış olan Ebû Hanîfe gibi bir imamın verdiği fetva ile anası kani
olmuyor, hikayeci Zur'a'mn fetvasını istiyor.
Çoğu câhil olan ve
yaptıkları işin tehlikesini de farkedemeyen bu kimselerden bazısı iyi niyet
sahibi olabilirler ve naklettikleri uydurma hadîslerle, halkın bilhassa
ibadetlere karşı rağbetini artırmaya çalışırlar. Bazılarının da halk arasında
şöhret kazanmak ve dolayısıyle mal ve mülk sahibi olmak niyetini güttükleri
şüphesizdir.
[318]Fakat bunlar, halkın en
hayasızları idiler. Uydurdukları hadîslerin halk arasında tutulması için ezberledikleri
birkaç isnadı bu hadîslerin basma eklerler, sanki Hazreti Peygamberden sahîh
isnadla rivayet edilmiş ve sanki kendileride isnadın başında yer alan meşhur
imamdan bu rivayeti almış gibi, büyük bir ciddiyetle onu tekrarlarlardı.
Onların bu hayasızlığını aksettiren başka bir olay da, Ahmed îbn Hanbel ve
Yahya İbn Ma'în'i hayret ve dehşet içinde bırakan bir haber olarak nakledilmiştir:
Bir gün Ahmed İbn
Hanbel ve Yahya İbn Ma'în, Bağdad'm er-Rusâfe mescidinde namazlarını
kılmışlardı ki, va'zetmek için kürsüye çıkan bir şahıs
diyerek şu hadîsi rivayet eder: "Bir
kimse la ilahe illa'llah derse, Allah, bu sözün her kelimesinden bir kuş
yaratır; bu kuşun gagası altından, tüyleri de mercandandır..." Bu
ibarelerle başlayan hikâye, yirmi varak kadar tutmaktadır. Hikâyeyi işiten
Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în şaşkınlık içinde birbirlerine bakarlar ve,
"sen bunu rivayet ettin mi?" diye birbirlerine sorarlar. Fakat her
ikisi de bu kıssayı hemen orada işittiklerini söylerler. Nihayet va'z bite ve
Yahya İbn Ma'în, eliyle vaizi yanlarına çağırarak anlattığı bu kıssayı kimden
işittiğini sorar. Adam: Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în'den" deyince,
Yahya: "Ben Yahya İbn Ma'în, bu da Ahmed İbn Hanbel; biz hiçbir zaman
Hazreti Peygamberin böyle bir hadîsini işitmedik." der. Bunun üzerine
adanı şu cevabı verir: "Ben, Yahya îbn Ma'în'in bu derece ahmak olduğunu
bilmiyordum; fakat şu anda öğrenmiş oldum. Sanki sizden başka Yahya îbn Ma'în
ve Ahmed îbn Hanbel yok. Ben, on yedi tane Ahmed îbn Hanbel ve Yahya îbn
Ma'în'den hadîs yazdım". Bu sözler üzerine Ahmed îbn Hanbel, eliyle yüzünü
kapatarak "bırak gitsin" der. Adam, her ikisiyle de istihza eder bir
halde yanlarından uzaklaşır.
[319]
Dünya nimetlerini
âhıret nimetlerine tercih ederek halîfe veya emirlerin heveslerine göre
fetvalar veren kimseler, hacet ânında hadîs uydurmaktan da çekinmezler.
Bilhassa Abbasî devrinde görülen bu gibi olaylar, bazı halîfelerin, Emevîleri
halkın gözünden düşürmek için böyle kimselerden istifade ettiklerini ve
Emevîler aleyhine çeşitli hadîsler uydurulmasına yol açtıklarını
göstermektedir. El-Hâkim'in Hârûn İbn Ebî Abdillah tarîkıyle babasından
naklettiği bir haber, tefsîriyle şöhret kazanmış olan Mukâtil İbn Süleyman'ın
halîfe el-Mehdî'ye yaklaşmak mak-sadıyle Abbâs hakkında nasıl hadîs
uydurabileceğini göstermesi bakımından şâyân-ı dikkattir.
[320]Yine
el-Mehdî ile ilgili bir başka olay, kezzâb (yalancı) Gıyâs İbn İbrahim
en-Naha'î'nin halîfeye yaklaşmak için böyle bir teşebbüse giriştiğini
gösterir. Bu şahıs, halîfenin yanma girdiği zaman, onun, bir güvercinle
oynadığını görmüş ve hemen şu hadîsi rivayet etmiştir:
(Müsabaka, yalnız okla, yahut tırnaklı
hayvanlarla, yahutta kanatlı hayvanlarla yapılır). Bu hadîs, aslında, sonunda
yer alan "kanatlı hayvanlar" ibaresi olmaksızın Sunen-i Erba'a'da
nakledilen sahîh hadîslerdendir. Fakat Gıyâs, halîfenin endişesini gidermek, daha
doğrusu ona yaranmak ve bu suretle hediye koparmak için hadîsin sonuna
"yahut kanatlı hayvanlar" ibaresini ilâve etmekten çekinmemiş ve
böylece güvercin gibi kanatlı hayvanların da diğerleri gibi müsabakalar için
beslenebileceğine Hazreti Peygamberin ağzından izin vermek istemiştir. Vakıa
halîfe, Gıyâs'm maksadını anlamış ve ona bir miktar para da vermiş olsa bile,
sonunda "görüyorum ki kafan, Hazreti Peygamber adına yalan söyleyen bir
kezzabın kafası" diyerek onu huzurundan kovalamış, güvercinleri de
öldürtmüştür''.
[321]
Siyasî ihtilâflardan
sonra nıüslümanlann çeşitli fırka ve hiziplere ayrıldığını, bu tefrikanın her
fırkayı, kendi görüşlerini teyîd etmek nıaksadıyle hadîs vaz'ına yönelttiğini
yukarıda açıklamıştık. Müslümanlar arasındaki bu tefrika, birçok kimseyi
endişeye sevkediyor ve durumu büyük bir üzüntü içinde takip ediyorlardı. Bunlar
arasında zühd ve takva yönünden kuvvetli, fakat Dînin asıllarına câhil olan
bazı kimseler vardı ki, nıüslümanlar arasındaki bu ihtilâfları izale etmek ve fırkaları
birbirine yaklaştırmak için
hadîs
vaz'ım mubah görüyorlardı. Kendilerine Hazreti Peygamberin men kezebe aleyye
mute'ammiden... hadîsi hatırlatıldığı zaman "biz ona yalan isnad
etmiyoruz; fakat onun için yalan söylüyoruz" diyorlardı.[322]
Halbuki bu söz, onların cehaletlerinden ve akıllarının dînî meselelere
ermemesin-den kaynaklanıyordu. Yoksa Hazreti Peygamber, Dînin kemali ve fazlı
için yalana ve yalancılara muhtaç değildi.
[323]
Zâhid ve sâlih
kimselerin vaz ettikleri hadîslerin çoğu, Kur'ân sûrelerinin fazîletleriyle
ilgili idi. Bu çeşit haberleri rivayet eden Nûh İbn Ebî Meryem'e "Kur'ân
sûrelerinin faziletleri hakkında Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan naklettiğin bu
haberleri nereden buluyorsun? Halbuki bunlar, Ik-rime'nin ashabında bile
yok." denildiği zaman, Nûh şu cevabı vermiştir: "Halkın Kur'ân'dan
uzaklaştığını ve Ebû Hanîfe fıkhı ile İbn İshâk'm Mağâzî'sine fazla düştüğünü
görünce, bu hadîsleri uydurdum".
[324]
Hadîs vaz'ma sebep
olan daha birçok âmiller vardır. Biz, bunlardan, usûl kitaplarında, üzerinde en
fazla durulmak suretiyle şöhrete ulaşmış bazı örnekler verdik. Daha fazla bilgi
almak için mevzû'at kitaplarına başvurmak gerekir.
[325]
Çeşitli konularda
ortaya çıkan mevzu hadîslerin malzemesi, çok defa, yalancıların kendi görüş ve
düşüncelerinden ibaret olmuştur. Bu görüş ve düşünceleri, hadîs uydurucuları
(el-vaddâ'), kudretleri nisbetinde mu'ciz sözlerle ifade etmeye çalışmışlar ve
başına, halkın itimad ettiği hadîs imamlarının isimlerinden müteşekkil bir
isnad ilâve etmişlerdir. Bazen bu kimselerin, hadîs uydurmak için malzeme
sıkıntısı çektikleri de görülmüştür; bu takdirde başvurdukları kaynaklar, bazı
hukemânm sözleriyle eski Arap darb-ı meselleridir
[326]Uydurmak
istedikleri konu ile ilgili olarak, bunlardan seçtikleri sözlere, yine
muttasıl isnadlar eklemişler ve Hazreti Peygambere nisbet ederek, onun sözü
imiş gibi halk arasında yaymışlardır.
Hadîs ilminin erken
bir devirde gelişmiş, usûl ve kaidelerinin kesinlik kazanmış olması
dolayısıyle, mevzu hadîslerin, sahîh hadîsleri bünyesinde eritmesine, veya yok
etmesine meydan verilmemiş, isnad ve metinlere vâkıf olan muhaddisler,
vazettikleri kaidelerle mevzu olanları sahîh olanların arasından ayıklamak
imkânını bulmuşlardır.
Bir hadîsin mevzu
olduğuna çeşitli şekillerde hükmedilir; ancak onu uyduran râviye nisbetle
verilecek hüküm, insanda hâsıl olan zann-ı gâlib yolu iledir; kesin değildir; çünkü çok yalancı olan
bir kimsenin bazen doğru söylemiş olması da mümkündür. Böyle bir kimse
tarafından rivayet edilen hadîs hakkında mevzu hükmünü vermek, o kimsenin
rivayetinde doğru olabileceği İhtimali dolayısıyle zanna dayanır; ancak bu
zan, râvinin yalancı olarak bilinmesi dolayısıyle de gerçeğe yakındır ve hadîs
hakkında sahîh hükmünden ziyade mevzu hükmünün verilmesini sağlar. Diğer
taraftan, bu hükmü verecek olan hadîs imamları, sahip oldukları kuvvetli
meleke, parlak zihin, geniş anlayış ve hükme mesned teşkil eden karinelere
derin vukuf sayesinde, hadîslerin mevzu olanlarını diğerlerinden ayırt etmekte
güçlük çekmezler.
Burada, mevzu
hadîslerin bilinmesine yardım eden belli başlı özellikleri birkaç madde
halinde kısaca zikredeceğiz.
[327]
Bazı mevzu hadîsler, taşıdıkları
özelliklere bakılmaksızın, onları bizzat uyduran kimselerin, uydurduklarını
itiraf etmeleriyle anlaşılır. Nitekim yukarıda ismi geçen Nûh İbn Ebî Meryem,
Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan rivayet ettiği Kur'ân sûrelerinin
fazîletleriyle ilgili hadîsleri, halkın Kur'ân'a karşı rağbetini artırmak için
uydurduğunu bizzat itiraf etmiştir.[328]
Bunun gibi, Meysere
îbn Abdi Rabbih de, zühd ve takva sahibi olmasına, dünyevî şehvetlerden
şiddetle kaçınmasına ve ölümü üzerine bütün Bağdâd çarşısının kapanacak kadar
şöhretli olmasına rağmen, hadîs vazederdi. Kendisine "fulân sûreyi okuyan
kimse şu kadar ecir, fulân sûreyi okuyan kimse de bu kadar ecir kazanır, gibi
ifadeleri ihtiva eden bu çeşit hadîsleri kimden aldın?" denildiği zaman,
halkm rağbetini artırmak için vazettim" demiştir.[329]
Keza Ömer İbn Subh da, Hazreti Peygamberin bir hutbesini vazettiğini kendisi
söylemiştir.
Bazen râvi, hadîsi
uydurduğunu itiraf etmese bile, rivayet ettiği hadîsle ilgili olarak kendisine
yöneltilen bir soruya verdiği cevap da, hadîsin onun tarafından vazedildiğini
ortaya koyabilir ki, bu da, itirafa yakın bir beyan veya açıklama sayılır.
Meselâ şeyhinden rivayet eden bir şahsa ne zaman doğduğu sorulur; râvinin cevap
olarak verdiği tarih, gerçekte, şeyhin ölümünden çok daha sonraki bir devre
rastlar ve anlaşılır ki bu râvi, o şeyhe
hiçbir zaman mülâki
olmamıştır. Diğer taraftan, şeyhten rivayet ettiği hadîs de ancak bu râvi
vasıtasıyle bilinir; yâni başka hiç kimse, o şeyhten böyle bir hadîs rivayet
etmemiştir. Bu hususlar gözönünde bulundurularak o hadîsin mevzu olduğuna
hükmedilir.
[330]
Rivayet olunan bir
hadîsin, zamanla, mekânla ve çevredeki olaylarla ilgisi veya o hadîsi nakleden
râvinin, zaman, mekân ve olaylara karşı özel bir ilgi göstermesi, hadîsin hemen
o anda uydurulduğuna delâlet eder. Eğer hadîsin o râviden başka râvisi yoksa ve
hiçbir yönden bilinmiyorsa, onun mevzu olduğuna hükmedilir. Râvinin halinden
karîne ile mevzu olduğuna, hükmedilen böyle bir haber, el-Me'mûn îbn Ahmed ile
ilgilidir. Bu şahsın önünde el-Hasanu'1-Basrî'nin Ebû Hureyre'den hadîs işitip
işitmediği meselesi ortaya atılıp münakaşa edilince, el-Me'mûn, bir isnadla
hemen şu hadîsi nakledivermiştir.
[331]
Râvinin herhangi bir
mezhebe taassub derecesindeki bağlılığı da, mez-heble ilgili olarak rivayet
ettiği hadîslerde vaz'a delâlet eden karinelerden sayılır. Meselâ bir râfızînin
Ehl-i Beytin faziletleri hakkındaki rivayeti bu cümledendir. Yukarıda adı geçen
Me'mûn İbn Ahmed'in yanında eş-Şâfi'î'den bahsedilir; Me'mûn isnadı ile hemen
şu hadîsi ileri sürer: "Ümmetim içinden Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î)
adında bir adam çıkacak; bu adam, ümmetime iblisten daha zararlı olacak. Yine
ümmetim içinden Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak; bu ise, ümmetimin ışığı
olacak, ümmetimin ışığı olacak.[332]
Başka bir misal, Seyf
İbn Ömer tarafından Sa'd İbn Tariften nakledilen şu haberdir: Seyf der ki:
"Sa'd İbn Tarifin yanında idim. Bu sırada oğlu ağlayarak okuldan geldi.
Onun hocası tarafından dövüldüğünü öğrenince, hemen Ikrime'den ibn Abbâs
tarîkıyle şu haberi zikretti: Sizin en şeririniz, çocuklarınızın
muallimleridir. Bunlar, yetimlere en az rahmeti, kimsesizlere en sert olan
kimselerdir"'.
[333]
Bir hadîsin mevzu
olduğu, bazen de mervînin, yâni rivayet olunan hadîsin metninden anlaşılır.
Vaz'a delâlet eden ve hadîsin metninde görülen karinelerin başında, tevîli
mümkün olmayacak şekilde akla aykırı olması, Kitab (Kur'ân)'ın , yahut tevatür
yolu ile sabit olmuş sünnetin, yahutta kesinleşmiş icmâ'm delâlet ettiği hükme
aykırı bir hüküm getirmesi bulunur.
Bazen çok mühim bir
olayı veya bir hükmü ifade etmesi dolayısıyle, tevâtüren sübût bulması, yahut
hiç olmazsa kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmesi gerekirken yalnız bir
kişi tarafından nakledilmesi; gayet küçük bir fiil için çok şiddetli bir va'îd
(azâb ile korkutma), yahut yine önemsiz bir iş için büyük va'd (müjde)
getirmesi de vaz'a delâlet eden karinelerdendir.
Akla aykırı olarak
gelen mevzû'a misal, İbnu'l-Cevzî'nin Abdurrahman îbn Zeyd İbn Eşlem tarîkıyle
babasından naklettiği şu iki hadîs gösterilebilir:
"Nuh'un gemisi
Beyt'i yedi defa tavaf etmiş, iki rek'at da namaz kılmıştır.
[334]
"Yâ Rasülallah!
Rabbımız neyden yaratıldı? diye sorulunca, o da şöyle demiştir. Akıp giden
sudan. Ne gökten nede yerden. Allah atı yaratmış, sonra koşturmuş; at terlemiş;
bundan da kendisini yaratmıştır".
[335]
İbn Hacer'in tarifine
göre, Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (yalancılık) ile itham olunan,
yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarında kezzâb (yalancı)
olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu
rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir.[336]
Râvinin, Hazreti Peygamberin hadîslerinde yalanı görülmese bile, şâir
konuşmalarındaki yalanı dolayısıyle hadîste de yalancılıkla itham olunması,
îbn Hacer'in tasnifinde cerh sebeplerinin ikincisini teşkil eder. Üçüncü,
dördüncü ve beşinci derecelerde yer alan ta'n sebepleri ise, râvinin zabtına
taalluk eden galatı, ve gafleti ile adaletine taalluk eden fışkıdır. İbn
Hacer, biraz önce de zikrettiğimiz gibi, kizb ile itham olunan râvinin hadîsine
metruk dediği halde, diğer üç hal ile ta'n edilen râvilerin hadîslerine - yine
muhalefeti şart koşmayanların görüşlerine göre
munker
denildiğini kaydeder. Metrûk'un tarifini İbn Hacer'e atfeden es-Suyûtî ise,
şöyle der: Kendisinde muhalefet bulunmayan ve yalnız kizb ile itham olunan, ya
galatı, ya gafleti, yahutta fışkı çok olan bir râvi tarafından rivayet edilmiş
hadîslere metruk denir'[337]
Bundan da anlaşılıyor ki, İbn Hacer, yalnız kizb üe itham olunanların
rivayetiyle teferrüd ettikleri hadîslere metruk dediği halde, es-Suyûtî, îbn
Hacer'in munker olarak isimlendirdiği hadîsleri de metruk içinde zikretmiştir.
Maamaflh, munker'i, zayıf râvilerin sika râvilere muhalif rivayetleri olarak
kabul edecek olursak, muhalefet bahis konusu olmaksızın, yalnız zayıf
râvilerin rivayetleri cihetinden bilinen hadîslere de metruk demek doğru olur.
Nitekim îbn Hacer de, râvinin zafîyetiyle muhalefet vâki olursa, bu çeşit
hadîslere munker denildiğini kaydetmiştir.
[338]
Daha önce de açıkladığımız gibi, hadîs
râvilerine sika vasfını kazandıran adalet ve zabt yönünden cerh veya ta'n
edilmeleri halinde, sika vasfını kaybettikleri gibi, rivayet ettikleri hadîsler
de, sahîh olmaktan çıkarak cerh edilmelerine sebep olan halin delâlet ettiği
bir adla tavsif olunurlar. Bir râvinin zabt yönünden cerh sebebi, onun
şeyhinden işitmiş olduğu hadîsleri, çeşitli sebepler yüzünden, işittiği
şekilde hıfzedememesi ve rivayeti sırasında onda çeşitli hatâlara düşmesidir.
Onun cerh edilmesine sebep olan haller, rivayetinde çok hata yapması, gafleti,
sika veya güvenilir râvilere muhalif rivayetlerde bulunması, vehmi ve
hafızasının kötülüğüdür. Bu hallerden herhangi birisiyle cerh veya ta'n edilen
râvilerin hadîsleri şunlardır:
[339]
Bir şeyle cemaattan ayrılıp
tek kalan, istisna teşkîl eden kimse veya şey manâsına gelen şâz kelimesi,
hadîs ıstılahında, güvenilir bir râvinin, cemaatın rivayetine muhalif olarak
rivayet ettiği ve bu rivayeti ile tek kaldığı hadîs için kullanılmış bir
tabirdir. Öyle ki, râvinin rivayeti ile cemaatın rivayeti arasında bir tercîh
yapmak gerektiği zaman, râvinin rivayeti ter-kedilir ve daha çok isnadla gelen
cemaatın rivayeti tercîh edilir. Bu sebepledir ki şâz hadîs, zayıf hadîsler
arasında yer alır.
Şazın genel olarak
kabul edilen bu tarîfi yanında ileri sürülmüş başka tarifleri de vardır. Bu
tariflerin ilki İmam eş-Şâfı'î (Ö. 204)'ye aittir. îbnu's-Salâh'm Yûnus îbn
Abdi'l-Alâ'dan naklen bildirdiğine göre, eş-Şâfî'î şöyle demiştir: "Şâz,
güvenilir olan bir râvinin rivayet edip de başkalarının rivayet etmediği hadis
değil, fakat güvenilir bir râvinin, başkalarının rivayet ettiği hadîse muhalif
olarak rivayet ettiği hadîstir"'
[340]
Eş-Şâfi'fnin bu
tarifinden anlaşılıyor ki, şaz olan hadîs, başkalarının rivayet ettiği hadîse
muhalif olması dolayisıyle makbul olmayan bir hadîstir; çünkü başkalarının
hadîsi, rivayet edenlerinin çokluğu dolayısıyla tercîhe şayandır.
Ebû Ya'lâ el-Halîlî
(Ö. 446) ise, daha farklı bir tarîf vermiş ve "tek bir isnadtan başka
isnadı bulunmayan ve râvisi güvenilir olsun veya olmasın, bu isnadla tek kalan
hadîstir" demiştir.
[341]
El-Hâkim en-Neysâbûrî
(Ö. 405)'nin tarîfi de Ebû Ya'lâ'nm tarifinden farklı değildir. Ona göre şâz,
güvenilir râvilerden birinin rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Öyleki bu
hadîsin mütâbi'i de yoktur.
[342]
Gerek el-Hâkim
en-Neysâbûrfnin bu tarifi ve gerekse Ebû Yala el-Halîlî'nin bundan farklı
olmayan tarîfî, karşımıza, râvinin, rivayeti İle tek kaldığı hadîsi şâz olarak
çıkarmaktadır. Buna göre, muteber hadîs kitaplarında sahîh olarak yer alan pek
çok hadîsi şâz olarak değerlendirmek gerekecektir. Meselâ innem'l-a'mâlu
bi'n-niyât hadîsi, ferd olan bir hadîstir: Ömer İbnul-Hattâb, bu hadîsi Hazreti
Peygamberden rivayetinde teferrüd etmiş, yâni tek kalmıştır. Keza Alkame İbn
Vakkâs, Ömer'den, Muhammed îbn İbrahîm, Alkame'den, Yahya ibn Sa'îdde Muhammed
îbn îbahîm'den rivayetlerinde tek kalmışlardır. Bu bakımdan rivayet garîbtir.
Bununla beraber bu hadîs, el-Buhârfnin Sahîh'm başında zikrettiği ilk hadîs
olmuş, hiç kimse onu şâz olarak tavsîf etmemiştir.
O halde şâz, el-Hâkim
ve Ebû Ya'lâ'nm tariflerinde ortaya koydukları şazdan farklıdır ve her iki
imamın tariflerinde göze çarpan noksanlık, bu farkı meydana getirmektedir.
Zaten Îbnu's-Salâh'ın bu iki imamın tariflerini ele alışı da bu noksanlığa
işaret etmek ve asıl şâzm ne olduğunu ortaya koymak içindir. Îbnu's-Salâh,
şazın el-Hâkim ve el-Halîlfnin zikrettikleri şekilde olmadığını söyledikten
sonra şöyle der:
"Râvinin rivayeti
ile tek kaldığı hadîse bakılır. Eğer bu hadîs, onun rivayet eden râviden hıfz
ve zabt yönünden daha üstün bir başka râvinin (aynı hadîsle ilgili) rivayetine
muhalif ise, işte o zaman rivayeti ile tek kalan râvinin hadîsi merdûd şazdır.
Fakat muhalefet söz konusu değilse, yâni münferid rivayet, bir başkasının
rivayetine muhalif (aykırı) değilse, o zaman, onu rivayet eden kimse için bir
kadh sebebi değildir. Fakat rivayetinde tek kalan kimse, zayıf, güvenilmeyen
bir kimse ise, işte o zaman tek kalması onun için bir kadh (cerh) sebebi
olur".
Îbnu's-Salâh'ın bu
açıklamasından anlaşılıyor ki, bir hadîsin şâz olarak tavsif edilebilmesi için,
onun ferd olması, yâni yalnız bir kişi tarafından rivayet edilmiş olması
yeterli değildir. Bu hadîsin aynı zamanda başkaları tarafından nakledilen
varyantına da muhalif olması gerekir; tâ ki, bu hadîsle muhalifi arasında
tercih yapmak durumu hasıl olsun ve muhalifi ya râvisinin daha âdil ve hafız
olması, ya da râvilerinin çokluğu dolayısıyle tercîh edilebilsin, işte bu
durumda tercih olunan hadîs mahfuz olarak kabul edilirken (bkz. Mahfuz
Hadîsler), diğeri terkedilmiş olur ve buna şâz denir.
İbn Hacer (Ö. 852),
şazın daha açık bir tarîfini vermiş ve bir örnekle de onun daha kolay
anlaşılmasını sağlamıştır. Bu konuda şöyle demiştir: "Bir râvinin
hadîsine, ya zabt fazlalığı, ya zabt fazlalığı, yahut aded çokluğu, ya-hutta
diğer tercîh sebeplerinden birisi dolayısıyle kendinden daha üstün bir başka
râvi yönünden muhalefet vâki olursa, daha üstün olduğu için tercîh olunana
mahfuz, diğerine, yâni terkedilene şâz denir. Et-Tırmizî, en-Nesâ'î ve İbn
Mâce'nin Sufyân İbn Uyeyne tarîki ile rivayet ettikleri "Hazreti Peygamber
devrinde bir adam vefat etmiş ve âzâd ettiği köleden başka vâris bırakmamıştır..."
hadîsif
[343]buna
bir misal teşkîl eder. Bu hadîsin İbn Abbâs'a bağlanmasında îbn Curayc ve diğerleri
İbn Uyeyne'ye tâbi olmuşlar, Hammâd İbn Zeyd ise, bunlara muhalefet etmiş ve
hadîsi Amr İbn Dînâr vasıtasıyle Avsece'den nakletmiş, fakat İbn Abbâs'ı
zikretnıemiştir. Ebû Hatim der ki: "Mahfuz olan îbn Uyeyne'nin
hadîsidir". Hammâd İbn Zeyd, adalet ve zabt ehlinden olmakla beraber, Ebû
Hatim sayı bakımından Hammâd İbn Zeyd'e nisbetle daha çok olan kimselerin
rivayetini tercîh etmiştir. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki şâz, makbul olan
râvinin, kendisinden üstün olan kimselere muhalif olarak rivayet ettiği
hadîstir. Istılah yönünden şâzm muteber olan tarifi budur"
[344]
Zayıf olan bir râvinin, güvenilir râvilere muhalif
olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadîse munker denilmiştir.
Bu tarif, Şeyhülislâm İbn Hacer'in verdiği tariftir''.[345]
İbnu's-Salâh ise, Ebû
Bekr Ahmed İbn Hârûn el-Berdîcî'den şu tarifi nakletmiştir: Munker, râvinin
rivayetiyle tek kaldığı hadîstir ki, metni yalnız onun rivayetiyle bilinir;
aynı zamanda bu metin, ne onun rivayet ettiği yönden ve ne de başka bir yönden
maruftur.[346] Bu tarif, birçok
hadîsçinin munker hakkında ileri sürdüğü bir tariftir. Fakat İbnu's-Salâh'a
göre, aslında, şazda olduğu gibi munkerde de işi geniş tutmak gerekir; zira
şâz ve munker aynı şeydir. Buna göre munker hadîs iki kısımdır. Birincisi (yâni
şâz), güvenilir râvilerin rivayetine muhalif ferd hadîstir ki, örneği, Mâlik
İbn Enes'in ez-Zuhrî tarikiyle rivayet ettiği . "müslüman kâfire, kâfir de
müslümana vâris olamaz" hadîsidir. Mâlik, bu hadîsin isnadını ani'z-Zuhrî,
an Alî İbn Huseyn, an Ömer îbn Osman, an Usâme İbn Zeyd, an Rasûli'llah
(s.a.s.) şeklinde vermiş ve Usâme İbn Zeyd'ten hadîsi nakleden râviyi Ömer İbn
Osman olarak zikretmiştir. Halbuki diğer güvenilir olan ve hadîsi ez-Zuhrî'den
nakleden kimseler, bu ismi Amr İbn Osman olarak zikretmişlerdir. Bu yönden
Mâlik, diğer güvenilir râvilere muhalefet etmiş ve ondan başka da hadîsi bu
isnadla rivayet eden olmadığı için hadîs munker addedilmiştir''.[347]
Bununla beraber
İbnu's-Salâh'm hadîs hakkındaki
bu hükmü, el-Irâkî'nin itirazına uğramıştır. El-Irâkî
bu itirazında şöyle der:
"Musannif
(İbnu's-Salâh), Mâlik'in bu hadîsi hakkında munker hükmünü vermiştir. Halbuki
ona munker ismini veren hiç kimse görmedim. Mâlik'in, hadîsin isnadmdaki bir
ismi (yâni Amr'ı) Ömer olarak zikretmesi ve bunda tek kalmasıyle hadîs metninin
munker olması gerekmez. Her ne hal ile olursa olsun, metin sahihtir. Nitekim
bizzat kendisi de, mu'allel hadîslerden bahsederken, isnadında bulunan ve fakat
metne tesiri olmayan illete misal verirken, Ya'lâ İbn Ubeyd'in Sufyân
es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Amr İbn Dînâr'dan, İbn Dinar'ın İbn Ömer'den, onun
da Hazreti P -gamberden rivayet ettiği el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini
zikretmiş ve "bu isnad, âdil kişilerin âdil kişilerden rivayetiyle muttasıl
olan bir isnaddir; fakat mu'alleldir ve sahîh değildir. Bununla beraber metin
sahihtir. İsnadmdaki illet ise, Amr İbn Dînâr sözündedir; aslında bunun
Abdullah İbn Dînâr olması gerekir" demiştir'.[348]
Görüldüğü gibi burada,, isnadda vâki olan vehim, hadîsin metnini sahîh olmaktan
çıkarmamıştır. Binâanaleyh, Mâlik'in Ömer İbn Osman tarikiyle rivayet ettiği
hadîs metninin de, isimdeki bir vehim dolayısıyle ramker addedilmemesi
gerekir"
[349]
El-Irâkî, İbnu's-Salâh
tarafından zikredilen misalin, söz konusu olan munkere uygun bir misal teşkil
etmediğini ortaya koyduktan sonra, Sunen-i Erba'a'da rivayet edilen bir İbn
Curayc hadîsini ele almış ve bu hadîsi İbnu's-Salâh'm tarifine uygun bir misal
olarak zikretmiştir. Bu hadîs şöyledir:
Ebû Dâvûd,
hadîsi naklettikten sonra
şu görüşü ileri
sürmüştür: Bu hadîs munkerdir; zira îbn Curayc'ten gelen diğer
rivayetler maruftur. îlk
rivayetteki vehim Hemmâm îbn Yahya'dan ileri gelmiştir ve
İbn Curayc'ten, Hemmâm'dan başka hiç
kimse hadîsi bu şekilde rivayet etmemişti.[350]
Sünen sahibi en-Nesâ'î
de Hemmâm'm mezkûr rivayetini naklettikten sonra "hadîs mahfuz değildir;
Hemmâm îbn Yahya sikadır ve Sahîh sahipleri kendisinden hadîs nakletmişlerdir;
fakat burada Hemmâm, diğer sikâta muhalefetle hadîsin metnini bu isnadla ve bu
şekilde nakletmiştir. Halbuki diğerleri, hadîsi îbn Curayc'ten Ebû Davud'un
işaret ettiği şekilde nakletmişlerdir. Bu sebepten dolayı Hemmâm'ın hadîsi
hakkında nekâretle (yâni munker olmakla) hükmedilmiştir.[351]
Yukarıda zikrettiğimiz
misaller, Îbnu's-Salâh'ın iki kısma ayırdığı munkerin birinci kısmiyle
ilgilidir. Munkerin ikinci kısmı, râvisi sika ve mutkm olmayan hadîs-i ferdtir.
İbn Mâce tarafından isnadıyle merfû olarak rivayet edilen
hadîsi, bu konuda misal olarak zikredilebilir. Hadîsin râvilerinden olan
Ebû'z-Zukeyr Yahya İbn Muhammed, her ne kadar bazı hadîsleri Müslim tarafından
mutâbe'ât olarak nakledilmişse de, imamlar arasında zayıflığı ile bilinen
kimselerdendir. Meselâ Yahya îbn Ma'în onun hakkında za 'îfun demiştir, îbn
Hıbbân da, kendisiyle ihticâc olunamayacağını ileri sürmüştür. Bu bakımdan,
yukarıda zikredilen hadîsi munkerdir; çünkü bu rivayetiyle teferrüd etmiştir;
yâni hadîsi, ondan başka rivayet eden olmamıştır''.[352]
Yukarıda
İbnu's-Salâh'm munkerle ilgili olarak verdiği tarif ve örnekler göstermiştir
ki, ona göre şâz ve munker arasında hiçbir fark yoktur. Şâz da munker gibi iki
kısımdan ibarettir. Birincisi, râvinin, kendisinden hafıza ve itkan yönünden
daha üstün olan râvilere muhalif rivayeti ve bu rivayetle tek kalmasıdır ki,
İbnu's-Salâh böyle olan hadîse şâz merdûd adını vermiştir. İkincisi ise,
muhalefet söz konusu olmaksızın sika olan râvinin münferid rivayetidir; yâni
ondan başka hiç kimsenin rivayet etmediği hadîstir. Yukarıda açıkladığımız
munkerin birinci kısmı ise, şâzm birinci kısmında olduğu gibi, sikâtm
rivayetine muhalif olan hadîs-i münferidtir. ikinci kısmı da, yine şazda olduğu
gibi, muhalefet söz konusu olmaksızın, fakat şazın aksine, zayıf râvinin
münferid rivayetidir.
İbn Hacer'in munkerle
ilgili tarifi, Îbnu's-Salâh'ın tarifine nisbetle daha farklıdır. Keza bu fark,
şazla munker arasında da aynen görülür. Ona göre bir hadîsin munker veya
şâz sayılabilmesi için, rivayette
muhalefetin
bulunması şarttır.
Yâni hadîs, ister şâz olsun, ister munker olsun, râvinin, o hadîsi, zabt ve
itkan yönünden kendisinden daha üstün durumda olan râvilere muhalif rivayet
etmiş olması lâzımdır. Hadîsin şâz veya munker vasfını alması ise, sikâta
muhalefet eden râvinin durumu ile ilgilidir. Eğer bu râvi zayıf ise, sikâta muhalif
olarak rivayet ettiği hadîs munkerdir; râvi sika olmakla beraber, muhalif
kaldığı diğer sika râvilerin rivayetleri, isnad çokluğu gibi çeşitli tercih
sebeplerinden biri dolayısıyle tercih edilecek olursa, o zaman, sika olan,
fakat rivayetiyle tek kalan râvinin hadîsi şâz adını alır. Buna göre, munker
ile şâz arasında tek yönden umum husus farkı bulunmaktadır: Muhalefetin şart
olması itibariyle her ikisi arasında birlik, buna karşılık, râvilerin durumları
itibariyle ayrılık vardır: Şazın râvisi sika, munkerin râvisi ise, zayıftır.[353]
İbn Hacer'in bu
açıklaması gözönünde bulundurularak munkeri tarif etmek gerekirse, denebilir
ki: Zayıf olan bir râvinin, sika olan râviye muhalif olarak rivayet ettiği
hadîs-i ferdtir. Şâz ise, sika olan râvinin, kendisinden daha sika râviye
muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir.
İbn Hacer, tarife
uygun olarak açıkladığı munkere şu hadîsi misal göstermiştir:
Ebû Hâtinı'e göre hadîs
munkerdir; çünkü Hubeyyib İbn Habîb zayıftır; aynı zamanda hadîsi Ebû îshâk'tan
mevkuf olarak rivayet eden, yâni is-nadda Hazreti Peygamberi zikretmeksizin
doğrudan İbn Abbâs'm sözü olarak nakleden sikâta muhalefet etmiştir''.[354]
Gerek munkerde ve gerekse
şazda, râvinin sika râvilere muhalefeti söz konusu olduğuna göre, ortada aynı
hadîsin birbirinden farklı iki rivayeti var demektir ve bu durumda, tabiatiyle
sika olan râvilerin rivayetleri tercih edilecektir. Eğer hadîs munker ise,
tercih olunan mukabiline ma'rûf, şâz ise, onun tercih olunan mukabiline de
mahfuz denilmiştir. Makbul haber çeşitleri arasında bu hadîsler hakkında
ayrıca bilgi verilmiştir.
[355]
Görünüşü itibariyle
sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini kemiren) bir illeti bulunan
hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet keşfedilin edikçe hadîsin
mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu sebepten, mu'allelin
tarifini yaparken, kendisinde sıhhatini kemiren bir illeti bulunan, bununla
beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir, demek daha doğru olur.
Mu'allel kelimesi,
lugatta bir şeye arız olarak onu meşgul etmek manâsına gelen ta'lH'den ism-i
mefûldür. Hadîse bir illetin arız olması, onun bu illetle ma'lûl olması
neticesini doğurduğu gibi, sahîh olma vasfını kaybetmesinede sebep olur.
El-Buhârî, et-Tirmizî,
el-Hâkim, ed-Dârakutnî ve diğer bazı hadîsçiler, mu'allel yerine ma'lûl
tabirini kullanmışlardır. Ancak bazıları, hadîse bir illetin isabetini
gözönünde bulundurarak, hiç olmazsa i'lâlin ism-i mefûlünü kullanıp muhil
demenin daha doğru olacağını, zira i'lâlden ism-i mefûlün ma'lûl vezninde
gelmediğini söyliyerek bu tabirin kullanılışını hatalı gör-müşlerdir.
[356]Yine
bunlara göre ma'lûl, lugatta, devenin ikinci defa sulanması manâsında kullanılan
aile fiilinin ism-i mefûlüdür. Bu yönden ma'lûl tabirinin illetli hadîsler için
kullanılması hatadır
[357]Bununla
beraber ma'lûl tabirinin kullanılışında herhangi bir mahzur bulunmadığını
ileri sürenler de vardır. Bunlara göre aile fiili, bazı lügat kitaplarında, bir
şeye illet isabet etmesi keyfiyetini göstermek için de kullanılmış ve iL üjLs»1
lâl «jj-iJI "jfs. denilmiştir. Buna göre, bazı hadîs imamları tarafından
kullanılan ma'lûl tabirinin bu manâdan alınmış olduğu anlaşılır ve bu
kullanışta herhangi bir hata yoktur'
[358]
Hadîslerin mu'allel
çeşidi, hadîs ilminin en önemli ve en güç bilinen konularından birini teşkil
eder. Yüksek anlayış, üstün hafıza, yüzbinleri aşan hadîslerin metin ve
isnadlarma derin vukuf sayesinde onların illetlerini keşfetmek mümkün
olabildiği için, hadîsçiler arasında çok az kimse mu'allel bahsindeki
bilgisiyle şöhret kazanabilmiştir. Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234), Ahmed îbn Hanbel
(Ö. 241), el-Buhârî (Ö. 256), Ya'kûb İbn Şeybe (Ö. 262), Ebû Hâtİm (Ö. 277),
Ebû Zur'a (Ö. 264) ve ed-Dârakutnî (Ö.385), mu'allel hadîslere vâkıf olan
imamlar arasında en çok zikredilen kimselerdir.
El-Hâkim'in
ifadesinden de anlaşıldığı gibi, bir hadîs, çeşitli yönlerden ta'lîl edilir;
ancak bunun cerhle hiçbir ilgisi yoktur. Zira cerh, hadîsin metin veya
isnadında herkes tarafından kolayca görülebilen bir kusur sebebiyle onun
zayıflığını ortaya koymaktan ibarettir. Yahut denilebilir ki cerh, hadîsin
malûm olmuş illetine istinaden onun hakkında hüküm vermektir. Bu bakımdan
illetin bilinmesi cerhe tekaddüm eder ve bu bilinmedikçe cerhetmek mümkün
değildir. Halbuki illet gizli bir kusurdan ibarettir ve yukarıda da
kaydedildiği gibi, bunun keşfedilip bilinmesi ayrı bir ihtisas ister;
bilinmediği müddetçe de, hadîsin kusurdan salim ve dolayısıyle sahîh olduğuna
hükmedilir.
Bir hadîs, ya
isnadında, ya da metninde keşfedilen bir takım illetler dolayısıyle mu'allel
gurubuna girer. Bu illetlerin birçok çeşidi vardır. El-Hâkim bunların yalnız on
tanesine işaret etmiş ve her biri için ayrı ayrı misaller vermiştir.
[359]Bunları
şöyle özetleyebiliriz:
1) Sened zahiren sahîh görünse bile, râvilerden
birinin hadîs aldığı şeyhinden semâ'ı olduğunun bilinmemesi.
2) Hadîsin
bir yönden musned olarak rivayet edilmesine ve bu şekliyle sahîh olmasına
rağmen, sika ve hafız olarak bilinen kimseler tarafından bir başka yönden
yapılan rivayetinde mursel olması.
3) Malûm bir
sahabînin hadîsi olduğu bilinmekle beraber, ayrı ayrı
memleketlere mensup
râvilerin birbirlerinden rivayetleri sırasında, başka bir sahabîden rivayet edilmesi.
4) Yine bir
sahabînin hadîsi olduğu halde, sıhhatini gerektiren şeyin açıklanıp hatalı
olarak bir tâbi'îden rivayet edilemsi; öyle ki, bu tâbi'înin o hadîsten haberi
bile olmayabilir.
5) Hadîsin
an'ane ile rivayet edilmesi ve senedinde bir râvinin düşmüş olmasıdır ki, bu
illet, hadîsin mahfuz olarak bir başka yoldan rivayet edilmesiyle ortaya
çıkar.
6) Hadîs, gayr-i musned olarak mahfuz bulunduğu
halde, bir râvinin onu musned olarak rivayet etmesi.
7) Bir
râvinin hadîs aldığı şeyhinin ismini bir rivayette zikretmesi, bir başka
rivayette de müphem bırakması.
8) Râvinin
idrak ettiği ve hadîs işittiği şeyhinden, işitmemiş olduğu bir hadîsi vasıtasız
olarak rivayet etmesi.
9) Hadîsin
maruf bir tarîki varken, râvilerden birinin bir başka tarîkla onu rivayet
etmesi; hadîsi ondan alan başka bir şahsın da onu maruf tarikiyle rivayet edip
gitmesi.
10) Hadîsin
bir yönden merfû, bir başka yönden de mevkuf olarak rivayet edilmesi.
Hadîsin metin ve
isnadlarmda görülen ve el-Hâkim tarafından zikredilen bu on çeşit illet, belki
en çok tesadüf edilen şekiUerindendir; fakat hepsi bunlardan ibaret değildir.
Nitekim el-Hâkim de buna işaret ederek ıl-letin bütün çeşitlerini
zikretmediğini, ancak hadîs ilminde yükselmek isteyenleri irşad etmek
maksadıyle bazılarını misal olarak verdiğini kaydetmiştir.
[360]
Mudrec, bir şeyi bir
şeye eklemek veya idhal etmek manâsına gelen Araç'tan ism-i mefûl olup, hadîs ıstılahında,
râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş
hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden , yahutta metni yönünden
idrâc edilmiş hadîs demek olduğundan, mudreci bu iki yönden incelemek gerekir.
Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn adiyle bilinir.
[361]
Bir râvinin sika
râvilere muhalefetle''[362]
isnadında değişiklik yaparak rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-isnâd denilmiştir.
Mudrecu'l-isnâd, çeşitli şekillerde vâki olur:
1) Bir
hadîs, birçok kimse tarafından muhtelif isnadlarla rivayet edilmiştir. Bir
râvi, aynı hadîsi bu kimselerden hepsini tek bir isnad içinde birleştirerek
rivayet eder, fakat isnadlar arasındaki farkı belirtmez. Meselâ et-Tirmizî,
kitabında İsnadıyle şu hadîsi rivayet etmiştir:
Et-Tirmizî'nin bu
hadîsinde Vâsü'ın rivayeti Mansûr ve el-A'meş'in rivayetlerine idrâc
edilmiştir'.[363] Çünkü Vâsıl bu hadîsi
Ebû Vâ'il tarikiyle doğrudan doğruya Abdullah İbn Mes'ûd'tan rivayet etmiştir.
Nitekim el-Buhârî, Vâsü'dan gelen rivayeti: diyerek zikretmiş, Mansûr ve
el-A'meş'in rivayetlerini ise,
isnadıyle vermiştir''.[364]
Bundan anlaşılıyor ki, et-Tirmizî, hadîsinde, Vâsü'ın isnadı, Mansûr ve
el-A'meş'in isnadlarmdan farklı olduğu halde, bu farkı belirtmeksizin tek bir
isnad içerisinde birleştirerek vermiştir.
2) Râvinin
elinde iki muhtelif isnadla gelmiş iki ayrı hadîs bulunur. Her iki hadîsi bu
isnadlardan birisiyle rivayet eder, yahutta bir hadîsi kendi isnadıyle rivayet
ederken, metnine diğer hadîsin metninden bazı ibareler sokarsa, hadîsi
mudrecu'Hsnad olur. Meselâ Mâlik İbn Enes tarikiyle mut-tefakun aleyh olan bir
hadîs, Sald İbn Ebî Meryem tarafından şu şekilde rivayet edilmiştir:
Aslında bu hadîs
mudrecu'l-isnadtır ve hadîsi Mâlik'ten rivayet eden Sa'îd îbn Ebî Meryem,
metnin sonundaki . başka bir hadîsin metninden alarak bu hadîse idrâc
etmiştir. Diğer hadîsin metni söyledi:
[365]
3)
Râvinin
elinde, bir isnadla, ancak metnin bir kısmı gelmiş olan bir hadîs vardır. Bu
metnin isnadı ile, kendisine bir başka isnadla gelmiş olan hadîsin metnini tam
olarak rivayet eder. Meselâ Ebû Dâvûd, Sunen'inde Hazreti Peygamberin
nasıl namaz kıldığını
açıklayan Vâ'il İbn
Hucr hadîsini isnadıyle zikrettikten sonra;,[366] şöyle bir haber daha nakletmiştir:
Bu haberde yine, Asım
İbn Kuleyb tarikiyle yukarıda zikredilen hadîsin aynısının aynı isnadla geldiği
belirtilir ve hadîs metni verilir.
Keza Ebû Dâvûd, Şureyk
tarikiyle Âsim İbn Kuleyb'ten aynı manâdaki haberi yine aynı isnadla
nakletmiştir. İşte bu haberin İsnadı, yukarıda zikrettiğimiz Vâ'il İbn Hucr
hadîsinin isnadına dercedilmiştir. Zira bu ikinci haber, aslında, . isnadıyle
rivayet olunmuştur.
4) Râvinin,
şeyhinden hadîsin ancak bir tarafını işitmesi, sonra bir vâsıta ile yine o
şeyhten tamamım alması, bir başka râvinin de, aradaki vâsıtayı hazfederek
hadîsin tamamını öbür râviden nakletmesi de mud-recu'l-isnadm bir çeşidini
teşkil eder.
[367]
Bir râvinin sika
râvilere muhalefetle, metne, metnin aslından olmayan bazı sözler ilâve ederek ,
bu sözlerin hadîsin aslından olmadığını beyan etmeksizin rivayet ettiği hadîse
mudrecu'l-metn denilmiştir.
Rivayet sırasında
hadîsin râvisi tarafından idrâc edilen ve hadîsten ol-ayan bu sözler, ya hadîs
metninin başında, ya ortasında, yahutta sonunda yer alır. Mevkuf gibi sahabî sözünün, yahut maktu gibi
tâbi'î sözünün, ya-hutta daha sonrakilerin sözlerinin herhangi bir ayırım
yapılmaksızın Hazreti Peygamberin (merfu) sözüne eklenmesi ve ona atfedilmesi
dolayısıyle, idrâcm daha çok hadîs metninin sonunda yapıldığı görülür. Metnin
evvelinde yapılan idrâc ise, ortasında yapılana nisbetle daha çoktur; çünkü
râvi çok defa bir söz söyler ve bu sözüne kuvvet vermek için Hazreti Peygamberini
hadîsini delil olarak zikreder; fakat kendi sözüyle zikrettiği hadîsin arasını
ayırmaz. Böylece, kendi sözünün de hadîs metninden olduğu zannını uyandırır.
El-Hatîb'in Ebû Kutn
ve Şebâbe tarikiyle ayrı ayrı Şu'be'den, onun Mu-hammed îbn Ziyâd'tan, îbn
Ziyâd'm da Ebû Hureyre'den rivayet ettiği şu hadîs, metninin evvelinde vâki
olan idrâca misal teşkil eder:
(Abdesti eksiksiz
alın; cehennemde yanacak olan - yıkanmamış topuk arkalarının - vay haline)
Mezkûr hadîste yer
alan (abdesti eksiksiz alın) ibaresi, Ebû Hureyre'ye âit bir sözdür. Muhtemelen
yanındakilere abdest alırken dikkat etmeleri gereken hususlardan bahsediyor ve
uzuvlarda yıkanmamış yer bırakılmaması gerektiğini söylüyordu. Bu maksatla
"abdesti eksiksiz alın" dedi, sonra da Hazreti Peygamberin mezkûr
hadîsini zikretti. Bunu işitenlerden bazıları da, Ebû Hureyre'nin ihtarı ile
Hazreti Peygamberin hadîsini birleştirerek rivayet etmeye başladılar. Maamafih
buradaki hatanın, hadîsi Şu'be'den rivayet eden Ebû Kutn ve Şebâbe'den ileri
geldiği ve bu râ-vilerin iki söz arasını ayırmadan rivayet ettikleri
anlaşılmaktadır. Nitekim el-Buhârî ve Müslim, Sa/u/ı'lerinde yine Şu'be
tarikiyle aynı hadîsi rivayet etmişler ve Ebû Hureyre'nin sözünü hadîs
metninden ayırmışlardır.[368]
Safvân'dan rivayet
eden Urve İbnu'z-Zubeyr'e aittir. Eyyûb es-Sahtiyânî ve Hammâd İbn Zeyd gibi
güvenilir kimseler, Hişâm İbn Urve'den hadîsi bu şekilde, yâni ibaresiyle zikretmişlerdir.
El-Hatîb'in ifadesine
göre Urve, hadîs metninden, şehvet mahallinin messinin abdestin bozulması için ilk
illet olduğu manâsını anlamış ve bu hükmün zekere yakınlığı dolayısıyle diğer
uzuvlar için de sahîh olacağını düşünerek jlibaresini hüküm istihraç etmek
maksadıyle hadîsin metnine idrâc etmiştir. Bazı râvilerde, bu sözlerin hadîs
metninden olduğunu zannederek Urve'den işittikleri şekilde rivayet
etmişlerdir.
[369] Zikrettiğimiz bu misal,
hüküm istinbatı gayesiyle metin arasında yer alan idrâcla ilgilidir.
Bazen de bir kelimenin
tefsiri maksadıyle söylenen sözlerin metin arasına idrâc edildiği görülmektedir.
Sahîhu'l-BuhârVmn başında yer alan Bed'u'l-Vahy (Vahyin Başlangıcı) ile ilgili
hadîste şu ibareler görülür: (Hazreti Peygamber Hıra' Mağarasında tehannus
ederdi. Tehannus, adedi belirli gece ibadetleridir). Bu hadîs Hazreti Âişe'den
rivayet edilmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz ibarenin yalnız ilk kısmı Hazreti
Âişe'nin sözleri arasında yer almış, fakat ikinci kısım, yâni tehannus'un ne
demek olduğunu açıklayan sözler, hadîsin râvilerinden olan ez-Zuhrî tarafından
ilâve edilmiştir. Ez-Zuhrî, hadîsi rivayet ederken, mezkûr kelimeyi söyledikten
sonra, manâsını açıklamak gereğini duymuş, onu dinleyenler de, bu açıklamanın
hadîs metninden olduğunu zannederek metin içinde rivayet etmişlerdir.
Metnin sonundaki
idrâca gelince, Ebû Davud'un Sunen'inde nakledilen İbn Mes'ûd'un teşehhud
hadîsi buna bir misal teşkil eder:[370]
Metnin ortalarında
vukubulan idrâc, ya râvinin hadîs rivayetini tamamlamadan önce hüküm istinbat
etmeye kalkışması ve bu suretle sözlerinin metin arasına sokulması halinde
olur; yahutta metin içinde geçen bazı garîb kelimelerin tefsir edilmesi veya o
kelimelere açıklık kazandıran müradif kelimeler ilâvesiyle olur. Meselâ
ed-Dârakutnî, Sunen'inde Abdu'l-Hamîd İbn Ga'fer tarikiyle şu hadîsi
nakletmiştir:
Ed-Dârakutnî1 nin ifadesine
göre Abdu'l-Hamîd ibaresinin zikrinde
hataya düşmüştür. Aslında
bu söz, hadîsi
Busre Binti
Mezkûr hadîsin
isnadında ismi geçen Zuheyr (İbn Mu'âviye) ve hadîsi ondan rivayet eden bazı
râviler, fi» ile başlayan ve sonuna ka-dar devam eden ibareyi merfû hadîse
eklemişlerdir. Aslında bu söz İbn Mes'ûd'un sözüdür. Nitekim ed-Dârakutnî
rivayetine göre, aynı hadîsi Zuheyr'den nakleden Şebâbe İbn Sevvâr, mezkûr
ibareyi diyerek merfû hadîsin metninden ayırmış ve onun Abdullah İbn Mes'ûd'un
sözü olduğunu böylece belirtmiştir.[371]
îdrâc, ister isnadta,
ister metinde yapılmış olsun, hadîs ve fıkıh ashabının icma'ı ile haramdır.
Es-Sem'ânî ve diğer bazı imamlara göre, kasden idrâc yapan kimsenin
[372]
âyeti gereğince adaleti sakıt olur ve kezzâbûn zümresine iltihak eder.
[373]
Bununla beraber es-Suyûtî, hadîs metni içerisinde yer alan bazı garîb
kelimelerin tefsîri maksadıyle yapılan idrâcta bir beis görmemektedir. Nitekim
ez-Zuhrî gibi birçok hadîs imamının idrâcları hep bu kabildendir.
[374]Bir
hadîs metninde idrâc vâki olup olmadığı çeşitli şekillerde bilinir:
1) Hadîsin
bir başka sahîh isnadla gelen rivayetinde mudrec olan kısım, kendisine idrâc
edilen hadîs metninden ayırt edilmiş olur. Yukarıda zikredilen misallerde bu
husus açık bir şekilde görülmektedir.
2) Ya
Râvinin, yahutta buna vâkıf imamların açık beyanlarıyle mudrec olan kısım
bilinmiş olur. Meselâ Abdullah İbn Mes'ûd'tan
(kim Allah'a şirk
koşmadan ölürse cennete girer; kim Allah'a şirk koşmuş olarak ölürse cehenneme
girer) hadîsi rivayet edilmiştir. Aynı hadîsin bir başka rivayeti ise, şöyle
gelmiştir:
Görülüyor ki birinci
rivayette merfû olarak gelen haberin, ikinci rivayette, râvisinin, yâni İbn
Mes'ûd'un beyanıyle mudrec olduğu an-laşılmıştır.[375]
3) Bir
hadîsin mudrec olduğu, bazen de, o sözün Hazreti Peygamber tarafından söylenmiş
olmasının aklen imkânsız
bulunmasıyle anlaşılır. Meselâ
Ebû Hureyre'den şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir:
iki kat ecir vardır.
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki, Allah yolunda cihad, hacc
ve anama iyilik etme arzusu bu-lunmasaydı, köle olduğum halde ölmeyi temenni
ederdim.
[376]
Bu hadîsin "köle
için iki ecir vardır" ibaresi merfû ve sahîh olmakla beraber "nefsim
yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki..." sözü ile başlayan ve sonuna
kadar devam eden ibareler Ebû Hureyre'nin sözüdür. Zira
Hazreti Peygamberin köle olarak ölmeyi
temenni etmesi imkânsız olduğu gibi, anasının o daha küçük iken ölmüş olması
dolayısıyle anasına iyilik etme arzusunda bulunduğundan bahsetmesi lüzumsuzdur''.
[377]
Hadîs râvilerinin
isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri
değiştirilerek rivayet edilen hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb,
kelime manâsına uygun olarak, ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle
değişikliğe uğramış hadîs demektir.
Bir hadîs, ya metninde
yapılan değişiklik dolayısıyle maklûb olur; ya isnadta bir râvi isminin kalbi,
yahut hadîsin maruf olan isnadının bir başka İsnadla, yahutta maruf olan
râvisinin bir başka râvi ile değiştirilmesi halinde maklûb olur.
Metin yönünden
maklûba, Uneyse'nin (İbn Ummi Mektûm
ezan okuduğu zaman yeyin için; Bilâl ezan okuduğu zaman da yeyip içmeyin)
hadîsi misal olarak zikredilebilir. Bu hadîs, İbn Ömer ve Hazreti Âişe
rivayetiyle meşhur olup doğrusu şöyledir: ? (Bilâl gecel. ;n ezan okur; o
okuduğu zaman yeyip için; tâ îbn Ummi Mektûm okuyuncaya kadar...
[378] Bir
rivayetin dışında, farklı olarak gelen diğer rivayetler maklûbtur. Ancak İbn
Hıbbân ve İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektûm'un geceleri münâvebe ile ezan
okumuş olabilecekleri ihtimaline dayanarak Uneyse rivayetini maklûb
saymamışlarsa da, bunun zayıf bir ihtimal olduğuna ve basit bir tevilden
ibaret bulunduğuna şüphe yoktur.
Râvi isminin
kalbedilmesi de, hadîsin maklûb sayılmasına yol açar. Böyle bir kalb, râvi
isminin baba, baba isminin de râvi ismi olarak değiştirilmesiyle olur. Ahmed
İbn Alî ile Alî îbn Ahmed gibi.
İki veya daha fazla
hadîsin isnadlarmm değiştirilmesiyle ortaya çıkan değişik isnadh hadîslere de
maklûb adı verilir. Bağdâd ulemasının el~ Buhârî'nin hafızasını ve hadîs
ilmindeki kudretini ölçmek için, ona isnadları maklûb yüz hadîs sordukları,
onun da her isnadı âit olduğu metne iade etmek suretiyle üstün bilgi kudretini
isbat ettiği malûmdur.
Maklûb, bir râvi ile
meşhur olan bir hadîsin, bir başka râviden rivayet edilmesiyle de meydana
gelir. Meselâ, Sâlim'den rivayetle meşhur olmuş bir hadîsi Nâfî'den, yahut
Mâlik'ten rivayetle meşhur olanı, Ubeydullah İbn Ömer'den rivayet ederler. Meşhur hadîs, Nâfî'den veya Ubeydullah'tan
maklûb olarak rivayet
edilmesi halinde, rivayet edildiği isnadla garîb olur ve bazı hadîsçiler
arasında rağbeti artar. Ancak hadîsin isnadında bu çeşit değişiklikler yaparak
ona karşı rağbeti artırmak, hadîs vazedenlerin işidir. Hammâd ibn Amr, Ebû
İsmâ'îl îbrâhîm ibn Ebî Hayye, Behlûl ibn Ubeyd el-Kindî bu işi yapan
yalancılardandır. Meselâ yukarıda ismi zikredilen Hammâd İbn Amr, Hazreti
Peygamberin selâm ile ilgili bir hadîsini merfû olarak el-A'meş'ten şöyle
nakletmiştir:
(Bir yolda müşriklerle
karşılaştığınız zaman, onlara ilk defa siz selâm vermeyin). Aslında bu hadîs,
el-A'meş'in değil, Süheyl İbn Ebî Salih'in hadîsidir. Fakat Hammâd îbn Amr,
Süheyl yerine el-A'meş'i koymuş ve bu suretle hadîse karşı rağbeti garîb
isnadla artırmak istemiştir. Nitekim Müslim, Sahîh'inde Şu'be, Sufyân
es-Sevrî, Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd ve Abdu'l-Azîz ed-Darâverdî'yi zikretmiş ve
hepsinin de hadîsi Süheyl'den rivayet ettiklerini göstermiştir.
[379]
Garîb hadîsler, çok
defa, onlara rağbeti artırmak gayesi güden yalancı (kezzâb) kimselerin maklûb
hadîsleri olduğundan, hadîs uleması arasında garîb peşinde koşmak hoş
karşılanmamıştır. Nitekim garîb hadîslerin sahîhide bu yüzden yok denecek kadar
azdır.
Bazen maklûbun,
râvinin gaflet ve hatası yüzünden meydana geldiği de olur. Meselâ Cerîr İbn
Hâzim, Sâbir tarikiyle Enes'ten şöyle bir hadîs nakletmiştir: (Namaz ikame edildikte beni görmedikçe
ayağa kalkmayın).
Halbuki bu hadîs: isnadıyle meşhurdur. Müslim'in Sahîh'inde
yer alan isnad da
[380]Hammâd İbn Zeyd'in ifadesine göre, Cerîr de bu hadîsi
Haccâc es-Savvâftan işitmiştir. Hammâd, bu konu ile ilgili olarak şöyle der:
Cerîr'le birlikte Sabitin yanında idik; orada Haccâc da bulunuyordu ve bize
Yahya îbn Ebî Kesîr'den Abdullah İbn Ebî Katâde tarîkıyle mezkûr hadîsi rivayet
etti. Fakat sonradan Cerîr, hadîsi Sabitin rivayet ettiğini zannederek ondan
nakletti.
[381]
Râvilerin gaflet ve
hataları yüzünden hadîslerde meydana gelen
değişiklikler, umumiyetle o hadîslerin zayıf hadîsler arasında yer almalarına
sebep olmuştur. Bu zayıflığın asıl sebebi de, hiç şüphesiz, râvinin gafelet ve
hataya düşmesini kolaylaştıran zabt azlığıdır. Bununla beraber, sika olan bir
râvi isminin sehven kalbedilmesinin, sahîh hadîsi sahîh, veya hasen hadîsi
hasen hadîs olmaktan çıkarmadığını da görüyoruz. Nitekim imam ez-Zerkeşî bu
konuya işaretle "maklûb, şâz ve muztarib hadîsler, bazen sahîh ve hasen
kısmına girerler" demiştir.
[382]
Bazen bir hadîsin muttasıl
isnadı ortasında râvi ziyâde edilemek suretiyle aynı hadîsi rivayet eden diğer
râvilerin rivayetlerine muhalefet edildiği görülür ki, ortasında râvi ziyâdesi
ihtiva eden bu çeşit hadîslere el-mezid fî muttasılı11-esânîd denilmiştir.[383]
İsnaddaki bu muhalefet, ancak, ziyâdeyi yapmayan râvinin, ziyâdeyi yapandan
daha titiz olması halinde bahis konusudur. Bunun da şartı, ziyâdenin yapıldığı
yerde semâ'a açık olarak delâlet eden bir sîganm kullanılmasıdır. Semâ'a
delâlet etmeyen tabirler kullanılmışsa, meselâ hadîs o yerde an'ane ile
rivayet edilmişse, ziyâdeyi ihtiva eden rivayet tercih olunur. Tecrîd
mukaddimesinde bu konuda şu açıklama yapılmıştır: "Muhalefetin üçüncü
nev'i, bir râvinin kendisinden daha mutkın olmakla maruf diğer râvi veya
ruvâtm zikretmediği bir râviyi isnadın arasına yanlışlıkla ziyâde etmesiyle
olur ki, bu tarzda rivayet edilen hadîs- zaîfe mezîd fî muttasıli'l-esânîd
nâmını verirler. Bu nev'e dâir Hatîb-i Bağdâdî'nin Temyîzu'l-mezîd fî
muttasılı1 esânîd isminde müstakil bir kitabı vardır".
"Misal: Abdullah
İbnu'l-Mubârek tarîkmdan rivayet edilen:
(Kabirler üzerine oturmayınız, kabirlere karşı
namn? r)
isnadı ile vârid
olmuştur. Halbuki bu senedde Sufyân ile Ebû îdrîs bulunmayacaktı. Ebû İdrîs'in
senede idhali Abdullah İbnu'l-Mubârek'in vehminden neş'et etmiştir. Çünkü
birçok sikât, hadîsin senedinde an îbn Câbir, an Busr, an Vasile dedikleri
gibi, bazıları da, Busr'un Vasile (r.a.) den semâ'mı tasrîh etmişlerdir. Ebû
Hâtim-i Râzî: "Büsr'un Ebû îdrîs'ten rivâyâtı çok olduğu için,
İbnu'l-Mubârek yanılmış da bu hadîsi ondan rivayet ettiğini zannetmiş"
diyor. Sufyân'm ziyâde edilmesi ise, Ibnu'l-Mubârek'ten sonra gelen ruvât'dan
birinin eser-i vehmidir diye hükmediliyor. Zira birçok sikât, hadîsi Sufyân'ı
zikretmeksizin an Abdillah
İbni'l'Mubûrek, an İbn
Câbir, an Busr...diye rivayet ettikleri için, bu ikinci vehim kendisinden sonra
vâki olmuş demektir".
"Ancak İbn
Hacer-i Askalânî'nin tenbîh ettiği üzere, isnaddaki bu ziyâde yüzünden hadîse
ta'n edebilmek için, ziyâde etmeyen râvi-i sikanın râvi-i zaidin üst
tarafındaki râviden semâ'ını tasrîh etmiş olması iktiza eder. Bu râvi-i sikanın
rivayeti şayed tasrîh-i semâ ile olmayıp da an gibi adem-i ittisali de muhtemel
bir lafz ile vâki olmuş ise, râvi-i zâid denilen şahsın arada mevcûd olduğu
tereccuh edip sikanın isnadında inkıta bulunduğuna hükmedilir".[384]
Hadîs ilminde
bilinmesine önem verilen konulardan birisi de ziyâde olup, bununla, güvenilir
(sika) olan bir râvinin, hadîsin rivayeti sırasında onda yaptığı fazlalık
kasdedilir. El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin
rivayetinde tek kalması halinde, ziyâdesinin makbul olduğu görüşünde
olduklarına işaret ederek şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, kendisine
şer'î bir hükmün taalluk ettiği, yahutta herhangi bir hüküm taalluk etmeyen
ziyâde ile bu ziyâdeyi ihtiva etmeyen haberin hüküm yönünden bir noksanlığa
sebep olacak ziyâde arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir
hükmün değişmesine yol açacak ziyâde ile, buna yol açmayacak ziyâde arasında da
ayırım yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi bir rivayetinde bu ziyâdeyi yapmasa
da, bir başka rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de,
kendisi rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir'.
[385]
Bununla beraber el-Hatîb bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir:
Yaptığı ziyâde ile tek
kalan âdil kişinin ziyâdesini kabul eden bazı kimseler, bu ziyâdenin kendisine
taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu,
fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Şâfl'î mezhebine
mensûb olan bazı kimseler, ziyâdenin râvi cihetinden olmayıp, sika bir kimseden
gelmesi halinde kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce noksan,
sonra da ziyâde ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi gerektiğini
söylemişlerdir.
Hadîs ehlinden bazı
kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kirnse ziyâdenin
rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet
etmezlerse, onun kabul edilemiyeceğini ileri sürmüşlerdir.
El-Hatîb bu görüşleri
zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyâde, eğer
râvisi âdil, hafız, mutkm ve zabıt ise, ne şekilde olursa olsun makbuldür ve
kendisiyle amel edilir." Demiştir.
[386]
İbnu's-Salâh ise,
el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü
üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:
1) Râvinin,
rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfî düşmesi halidir ki, bunun
hükmü, şazda görüldüğü gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz.
[387]
2) Güvenilir
râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette muhalif düşmez; bu
durumda her hadîs, hepsi
güvenilir olan râvilerin,
rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür. Hattâ el-Hatîb, böyle bir hadîsin kabulü hakkında ulemanın ittifakı
bulunduğu görüşündedir.
3) Bu iki
kısım arasında bir de hadîsin ihtiva ettiği bir söz ziyâdesi vardır ki,
güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyâdeyi başkaları rivayet etmez.
[388]
İbnu's-Salâh'm bu
açıklamasından anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek
kalması halinde, ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan
ziyâde ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs ehlinin ve fukahânın kabulünde
ittifak ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.
îbn Hacer'in ziyâde
ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uygundur. İbn Hacer de,
güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı ziyâdeden söz ederken şâz'm
bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve ziyâdeyi ihtiva eden hadîsin,
ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. îbn Hacer bu konuda şöyle
der:
"Sahih ve hasen
râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyâdeyi yapmayan ve daha güvenilir olan
bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe makbuldür. Çünkü hadîsteki
ziyade, ya bu ziyâdeyi zikretmeyen kimsenin rivayetine aykırı olmaz; bu
takdirde ziyâdesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir
râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi
başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Yahutta bu ziyâde, diğer rivayete aykırı
düşer ve kabul edilmesi halinde, diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir
durumda, ziyâdeyi ihtiva eden rivayetle onun zıddı olan rivayet arasında tercih
yapılır".
"Ziyâdenin, tafsile
gitmeksizin mutlak kabulü
ile ilgili görüş,
hadîsçilerle
fukahânın ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını
sahihte şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha
güvenilir bir râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile
gitmeksizin ziyâdenin mutlak kabulü doğru olmamak gerekir.
[389]
Görüldüğü gibi, İbn
Hacer de Îbnu's-Salâh gibi, ziyâdenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın
değerlendirilemeyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması
dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira Ibn Hacer'in de ifade ettiği gibi,
şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısıyle onun
mutlaka kabul edileceğini ileri sürmek apaçık tezattır.
Hadîste ziyadeye,
Mâlik İbn Enes'in şu hadîsini misal olarak zikredebiliriz:
Mâlik, Nâfİ'den, o da
İbn Ömer'den rivayet etmiştir'.
[390]
(Hazreti Peygamber,
Ramazan ayında fıtr (fitre) zekâtını, bir Ölçü hurma veya arpa olarak, hür
olsun köle olsun, erkek kadın bütün müslümanlara farz kıldı).
Et-Tirmizî mezkûr
hadîsi naklettikten sonra, Mâlik'in Nâfi'den Eyyûb gibi rivayet ve ibaresini de
ziyâde ettiğini söylemiştir. Yine et-Tirmizî'ye göre, Nâfi'den hadîsi rivayet eden
diğer râviler, bu ibareyi zikretmemişler dir. Bu bakımdan Mâlik, bu ziyâdeyi
rivayetinde zikretmekle tek kalmıştır. Ne var ki bu hadîsle amel ve fıtr
zekâtını edâ etmek hususunda ihtilâf ortaya çıkmış; tabiatiyle başta Mâlik
olmak üzere eş-Şâfi'î ve Ahmed İbn Hanbel, hadîsteki bu ziyâdeye göre hüküm
vererek, kadın olsun erkek olsun, hür olsun köle olsun, fitrenin yalnız
müslümanlara farz olduğunu, gayr-i müslim köleler için fitre vermek
gerekmediğini ileri sürmüşlerdir. Ziyâdeyi kabul etmeyen Sufyân es-Sevrî,
Abdullah Ibnu'l-Mubârek ve İshâk gibi imamlar ise, köle gayr-i müslim de olsa,
onun için de fitrenin ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir.
[391]
Müslim tarafından
nakledilen bir hadîs, Ebû Mâlik Sa'd İbn Târik el-Eşca'î tarafından Rib'î İbn
Hırâş'tan rivayet edilmiştir. Rib'î, Huzeyfe'den, oda Hazreti Peygamberden
rivayet etmiştir. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
[392]
(İnsanlar üzerine üç
şeyle tafdîl olunduk: Namaz saflarımız meleklerin safları gibi yapıldı; bütün
yeryüzü bize mescid ve toprağı da, su bulamadığımız zaman, (teyemmüm yapmamız
için) teiniz kılındı.
Müslim tarafından
nakledilen bu hadîsteki ve cu'ılet turbetuhâ lenâ tuhûran (ve toprağı bize
temiz kılındı) ibaresi ziyâde olup, Ebû Mâlik el-Eşca'î bu ziyâdenin
rivayetiyle tek kalmıştır. Gerek Müslim'de ve gerekse el-Buhârî'de yer alan
aynı hadîsin değişik rivayetlerinde ve cu'ılet lene'l-arzu meselden ve tuhûran
ibaresi yer almıştır.
[393]
Bazen bir, bazen de iki
veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde rivayet edilen, fakat ne
râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne kendisinden rivayet ettiği
şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi birinin
bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih yapılamayan hadîse
muztarib denilmiştir.
Bu tarifi biraz
açıklamak gerekirse, denebilir ki: Bir râvi, şeyhinden bir hadîs rivayet eder;
bir başka seferinde, yine aynı hadîsi aynı şeyhten ikinci defa rivayet ederken,
ya hadîsin isnadında, yahut metninde bazı değişiklikler yapar. Bu
değişiklikler sebebiyle iki rivayet arasında, bazen bariz bir muhalefet hâsıl
olur ve hadîs imamı bu iki rivayetten birisini, fakat doğru olanını tercîh
etmek zorunluluğu duyarsa da bu tercihi yapamaz. İşte o zaman bu hadîsin
muztarib olduğuna hükmedilir.
Bazen de bir hadîsi
aynı şeyhten iki veya daha fazla râvi rivayet eder. Bu rivayetler arasında ya
isnad, yahut metin, yahutta hem isnad ve hem de metin yönünden muhalefet
görülür. Hadîs imamı, râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, yahut
şeyhine olan yakınlığı, yahutta rivayetlerden birinin başka râviler tarafından
da aynı şeyhten alınmak suretiyle kuvvet kazanması gibi çeşitli tercîh
sebeplerinden biriyle muhalif rivayetlerden birini tercîh edebilirse, hadîs
muztarib olmaktan çıkar ve tercîh olunan rivayet sahih kabul edilir; fakat bu
tercîh yapılamazsa, o hadîs yine muztarib olarak kalır.
Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki, muztarib, birbirine muhalif rivayetleri arasında sıhhat
yönünden eşitlik bulunan ve bu sebeple biri diğerine tercîh edilemiyen
hadîstir. Iztırâb, râvilerin zabt yönünden zayıflıklarına delâlet
etmesi dolayısıyle,
hadîsin de zayıf sayılmasını gerektirir. Bu sebeple muz-tarib hadîsler merdûd
hadîsler arasında yer alırlar.
İsnad yönünden muztarib
sayılan hadîsin örneği, Ebû Bekr'in şu hadîsidir: (Yâ Rasûlallah, seni yaşlanmış
görüyorum, diyen Ebû Bekr'e Hazreti Peygamber: "Beni, Hûd ve benzeri
sûreler ihtiyarlattı" cevabını vermiştir.
[394] Ebû
İshâk es-Sebî'î vâsıtasıyle rivayet edilen bu hadîsin isnadında birbirinden
farklı şekiller görülür: Bazı rivayetlerde hadîs mursel olarak, bazılarında
Ebû Bekr'in, bazılarında Sa'd İbn Ebî Vakkâs'ın, bazılarında da Aişe'nin
musnedi olarak gelir. Rivayetlerin hepsinde de râviler sika (güvenilir) kimselerdendir
ve aralarında tercîh yapmak mümkün değildir.
[395]
Ebû Dâvûd ve İbn
Mâce'nin İsmâ'îl İbn Umeyye tarikiyle Ebû Arar İbn Muhammed İbn Hurays'ten,
onun da, ceddi Hurays vâsıtasıyle Ebû Hu-reyre'den naklettikleri Hazreti
Peygamberin "Herhangi biriniz namaz kıldığı zaman, Önüne (sütre olacak)
bir şey koysun" veya bazı rivayetlerde "eğer dikecek bir âsâ
bulamazsa, bir hat çeksin" hadîsi, muhtelif is-nadlarında ıztırabm açık
bir şekilde görüldüğü dikkata şâyân bir misal teşkil eder.
[396] Bu
isnaddaki ihtilâf, İsmâ'îl İbn Umeyye üzerinde ve onun rivayetinde ortaya
çıkmaktadır. Bişr İbnu'l-Mufaddal ve Ravh İbnu'l-Kâsım, İsmâ'îl'den hadîsi
naklederken onun şeyhini yukarıda zikrettiğimiz şekilde, yâni Ebû Amr İbn
Muhammed îbn Hurays olarak vermişlerdir. Daha doğrusu, İsmâ'îl İbn Umeyye'nin,
şeyhini onlara bu şekilde isimlendirdiği anlaşılmaktadır ve şeyhi de hadîsi
ceddinden nakletmiştir. Sufyân es-Sevrî'nin rivayetinde ise, İsmâ'îl, şeyhini
ve şeyhinin şeyhini daha değişik bir şekilde vermiş ve an Ebî Amr îbn Hurays,
an ebîhi demiştir. Keza îsmâ'îl'den gelen diğer rivayetlerde de değişik
şekiller görülür. Meselâ:
Bu isnadlarda da
görüldüğü gibi, ihtilâf, îsmâ'îl İbn Umeyye'nin rivayetinden ileri gelmiş ve
îsmâ'îl, her defasında şeyhini değişik şekillerde vermiştir. Buna benzer bir
ihtilâf, aynı hadîsi İsmâ'îl'den rivayet eden Sufyân İbn Uyeyne'de de görülür:
İbnu's-Salâh
tarafından verilen bu misal
[397]el-Irâkî'nin
ifadesine göre, rivayetler arasında tercîh yapılabilmesi halinde, ıztırabm
kaybolacağı görüşüne istinaden itiraza uğramış, hadîsin Sufyân es-Sevrî
tarafından da rivayet edildiği ve Sufyân'm hıfz yönünden hadîsi nakleden diğer
râvilerden daha üstün olduğu cihetle, rivayetinin diğerlerine tercîh edilmesi
gerektiği ileri sürülmüştür. Her ne kadar el-Hâkim ve diğer imamlar, hadîsin
sahîh olduğunu söylemişlerse de, tercîh yönü yine de ihtilaflıdır. Gerçi Sufyân
diğerlerine nisbetle daha üstün hafızaya sahiptir; fakat rivayetinde an Ebi
Amr İbn Hurays, an Ebîhi demek suretiyle teferrüd etmiştir. Halbuki diğerlerian
Ebîhi yerine an ceddihi demişlerdir ve hepsi de Basralı güvenilir imamlardır.
Keza Sufyân İbn Uyeyne de rivayetinde bunlara muvafakat etmiştir. O halde
tercîh edilmesi gereken rivayet, çokluğun rivayetidir. Diğer taraftan İsmâ'îl
İbn Umeyye Mekkelidir; Sufyân İbn Uyeyne de orada ikamet etmiştir. Bu da,
rivayetinin ayrı bir tercîh yönüdür. Sonra, yine Mekkeli olan İbn Curayc, an
Hurays îbn Ammar, an Ebî Hu-reyre dediği rivayetiyle diğerlerinin hepsine
muhalefet etmiştir. Bu takdirde bütün tercîh yönleri birbirine zıt olarak
ortaya çıkar. Buna, hadîsin asıl râvisi olan şahsın, yâni İsmail'in şeyhi Ebû
Amr İbn Hurays'in mechûl oluşu da ilâve edilirse,
[398]
hadîsin zayıf olduğu anlaşılır. Nitekim Ebû Dâvûd da, Sufyân İbn Uyeyne'den
onun zafiyeti ile ilgili bir haber nakletmiştik'.
[399]
Eş-Şâfi'î, el-Beyhakî ve en-Nevevî de hadîsin zayıf olduğunu söyl ey
enlerdendir.
[400]
(Hazreti Peygambere zekât hakkında sorulduğu
zaman: "Malda, zekâttan başka da bir hak vardır" buyurdu)-
Et-Tirmizî, hadîsi Şerik tarikiyle Ebû Hamza'dan, o eş-Şa'bî'den, o da
Fâtıma'dan bu şekilde nak-letmiştir. İbn Mâce'nin rivayeti ise, şöyledir: »
(Malda, zekâttan başka bir hak yoktur)
[401]
Bu iki rivayette
tevili mümkün olmayan bir ıztırâb vardır. Bununla beraber bazıları, bu hadîsin
de ıztırâb için uygun bir misal olmayacağını ileri sürmüşlerdir; çünkü Şerik'in
şeyhi zayıftır ve hadîs, ıztırâb yönünden değil, râvinin za'fı yönünden
merdûdtur. Diğer taraftan, iki rivayet arasındaki ihtilâfın tevili de mümkün
olabilir. Şöyleki: Fâtıma Bint Kays, hadîsi her iki şekilde de Hazreti
Peygamberden işitmiş ve rivayet etmiştir; birinci hadîste geçen hak kelimesiyle
müstehâb olan, nefyedilen İkincisiyle de vâcib olan hak kasdedilmiştir.
Maamafîh bu konuda daha doğru olabilecek bir misal daha vermek mümkündür. Bu
misal, namazda Fatiha sûresinden Önce öesme/e'nin de okunup okunmayacağı ile
ilgili Enes İbn Mâlik hadîsidir. Müslim'in el-Velîd İbn Müslim rivayetiyle
teferrüd ettiği bu hadîste Enes îbn Mâlik şöyle demektedir: "Hazreti
Peygamberin, Ebû Bekr'in, Osman'ın arkasında namaz kıldım; ile başlıyorlar;
kıraatin ne başında ne de sonunda zikretmiyorlardı.
[402]
Mâlik'in Humeyd
et-Tavîl vâsıtasıyle yine Enes İbn Mâlik'ten rivayeti şöyledir: "Ebû Bekr,
Ömer ve Osman'ın arkasında namaz kıldım; hepsi de namaza başladıkları
zaman okumuyorlardı".
[403]
El-Buhârî ise, hadîsi
Hafs İbn Ömer tarikiyle Enes'ten şu şekilde nak-letmiştir: "Hazreti
Peygamber, Ebû Bekr ve Ömer, namaza uil ile başlıyorlardı''.
[404]
Mezkûr hadîsi söz
konusu eden İbn Abdi'1-Berr şöyle der: Bu hadîsin lafızları üzerinde pek çok
ihtilâf edilmiştir. Bazı rivayetlerinde "Hazreti
Peygamber, Ebû Bekr ve Ömer'in arkasında
kıldım" denilmekte, bazılarında buna Osman ilâve edilmekte, bazılarında
yalnız Ebû Bekr ve Osman zikredilmektedir. Bazı okumuyorlardı", bazılarında
"cehretmiyorlardı", bazılarında "cehrediyorlardı",
bazılarında "kıraata el-Hamdu li'llahi Rabbi'l-âlemîn ile
başlıyorlardı", bazılarında da besmeleyi "okuyorlardı"
denilmektedir. Bu öyle bir ıztırâbtır ki, hiçbir râvinin elinde buna dâir bir
hüccet yoktur. Şurası muhakkaktır ki Enes, Bu hadîsiyle öesme/e'nin nefyini
kasdetmemiştir. El-Buhârî ve Müslim'in şartına uygun bir senedle Ahmed İbn
Hanbel'in ve Huzeyme'nin naklettikleri bir haberden öğrenildiğine göre, Ebû
Seleme'nin "Hazret Peygamber namaza ile mi, yoksa ile mi başlıyordu?
şeklindeki bir sualine Enes İbn Mâlik şu cevabı vermiştir: Sen, bana bilmediğim
bir şeyi sordun; senden önce de hiç kimse böyle bir sual sormamıştı".
[405]
Iztırâb, vermiş
olduğumuz bu misallerden de anlaşıldığı gibi, hadîsin za'fını gerektiren bir
illettir; zira bunun menşei, hadîs râvilerinin, ne kadar güvenilir olurlarsa
olsunlar, rivayet ettikleri bir hadîste, geçici de olsa, gösterdikleri bir zabt
zayıflığıdır. Bu zayıflık dolayısıyle değişik şekillerde gelen rivayetlerden
herhangi birini tercih etmek mümkün olmadığı zaman, o rivayet muztarib olmakta
ve merdûd hadîsler arasında yer almaktadır.
[406]
Kelimeyi yanlış okumak
manâsında tashîften ism-i mefûl olan musahhaf, hadîs ıstılahında, metin veya
isnadında bir kelimesi veya râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş
ve bu hata ile rivayet edilmiş hadîse verilen isimdir.
Hadîsin gerek
metnindeki bir kelimenin ve gerekse isnadmdaki bir râvi isminin telaffuzunda
vâkî olan hatâ, ya kelime veya ismin şekil ve hat yönünden değişmeden yalnız
bazı harflerindeki noktaların değişmesiyle (yâni noktalı bir harften noktanın
düşmesiyle, yahut noktasız bir harfin noktalı olarak okunmasıyle), yahutta
kelime veya ismin yazılış yönünden şekil değiştirmesiyle olur.
Mütekaddimûndan olan
hadîsçiler, bu iki hatâ şekli arasında herhangi bir ayırım yapmamışlardır.
Bunlara göre, ister harfte yalnız nokta değişikliği olsun, ister kelimede
şekil değişikliği olsun, her ikisi de musahhaf tır; çünkü her ikisi de bir hatânın
neticesidir. Nitekim bu konuya bir kitap tahsis eden el-Askerî, her iki şekle
de delâlet etmek üzere, kitabına et-Tashtf ve't-tahrîf ve şerhu mâ yaka'u fth
adını vermiş
[407]ve tashîf ve tahrîrin
kendi nazarında bir ve aynı olduğunu belirtmek istemiştir.
Bununla beraber, daha
sonraki hadîsçüer, her iki hatâ şeklim birbirinden ayırmaya meyletmişlerdir.
Meselâ îbn Hacer, yazı şeklinin baki kalarak sadece nokta değişmesiyle bir
yahut birkaç harfin değişmesi halinde ortaya çıkan ibareye musahhaf, şekil değişikliğine
uğramış ibareye de mu-harref adını vermiştir'.
[408]
Tashîf ve tahrifin,
bazen hadîsin metninde, bazen de isnadında vâki olduğu gözönünde
bulundurularak, îbn Hacer'in tarifine göre metin yönünden musahhaf olan bazı
hadîsleri misal olarak zikretmekte fayda vardır:
Ebû Eyyûb el-Ensârî,
Hazreti Peygamberden rivayet etmiştir: "Kim Ramazan orucunu tutar, sonra
da onu takiben Şevvâl'den altı günü oruçlu geçirirse, bütün sene oruç tutmuş
gibi olur".
Hadîs, Müslim,
et-Tirmizî, Ebû Dâvûd ve îbn Mâce tarafından rivayet edilmiştir''.
[409]Ancak
ed-Dârakutnî'nin belirttiğine göre, yine Ebû Eyyûb tarikiyle hadîsi nakleden
Ebû Bekr es-Sûlî, hadîs metninde geçen sitten kelimesinde tashîf yapmış ve
demiştir'.
[410]
Hazreti Peygamber
tarafından sadaka âmili olarak gönderilen Esd (Ezd) kabilesinden
Îbnu'l-Lutbiyye adında biri, dönüşünde, topladığı vergileri getirip
"bunlar sizin" diyerek Hazreti Peygambere teslîm etmiş, bazı şeyleri
de yanında alıkoyup "bunlar da benim; bana hediye edildi" demişti.
Bunun Üzerine Hazreti Peygamber, Mescidde minbere çıkarak memurların hediye
kabul etmelerinin doğru olmadığını bildiren bir konuşma yapmış ve hediye
alanların, aldıklarını (deve, inek ve koyun cinsinden olursa, her biri kendi
sesleriyle bağırır oldukları halde) kıyamet günü boyunlarında taşıyacaklarını
haber vermiştir. El-Buhârî ve Müslim tarafından Ebû Humeyd es-Sâ'ıdî tarikiyle
rivayet edilen bu hadîste''[411]
"eğer bir koyun ise meler" ibaresi yer almıştır. İbnu's-Salâh'm
ed-Dârakutnî'den naklen belirttiğine göre, Ebû Mûsâ Muhammed İbnu'l-Musennâ bu
ibareyi tashîf ederek şeklinde rivayet etmiştir'.
[412]
Tashîf, bazen de
isnadta vâki olur. Bunun güzel bir örneğini el-Hâkim zikretmiştir: Muhammed İbn
Abdi'l-Kuddûs el-Mukrî'nin, bazı şeyhlerinden naklettiğine göre, Bağdâd'ta bir
şeyh hadîs rivayeti için oturmuş ve şöyle bir isnad zikretmiştir Şeyh, bu
kelimelerle şu isimleri söylemek istemiştir'':.
[413]
Tashîfin, hadîste
yapıldığı gibi, bazen Kur'ân kırâ'atinde de yapılmış olmasına ve âyet-i kerîmelerin
doğru bir şekilde ezberlenmemesi halinde bazı harf veya kelimelerin yanlış
okunmasına da şaşırmamak gerekir. Ebû Bekr el-Mu'aytî'nin anlattığına göre, bir
mürebbi, küçük bir çocuğu önüne oturtmuş ona Kur'ân okutuyordu. Bir âyeti
şöyle okuduğunu işittim:
Ona dedim ki: "Yâ
fulân, Allah böyle bir şey söylemedi. Senin okumak istediğin âyet
olacak". Bana şu cevabı verdi: "Sen, Ebû Âsim İbnu'1-Alâ' el-Kisâ'î
kıraatine göre okuyorsun. Ben ise, Ebû Hanıza İbn Âsim el-Medenî kıraatine
göre okuyorum". Adama, "senin kurrâ hakkındaki bilgine de diyecek
yok, diyerek yanından ayrıldım.[414]
Zikrettiğimiz bu
misallerde açıkça görüldüğü gibi, bazı kelimeler üzerinde yapılan hatâlar,
tamamiyle nokta değişmelerinden ibarettir ve İbn Hacer'in tarifine göre bu
çeşit hatayı ihtiva eden hadîslere musahhaf denilmiştir. Gerek tashîf ve
gerekse tahrif, umumiyetle yazılı olan bir isim veya kelimenin yanlış okunması
neticesinde meydana gelmiştir. İlk devirlerde metinlerin noktasız ve harekesiz
yazıldığı gözönünde bulundurulursa, bunları okumadaki güçlüğün hatâ yapma
ihtmalini ne derece artırdığını anlamak güç değildir. Bu bakımdan tashîfâtın
çoğu, nazfti (görme) hatâsı olarak ortaya çıkar. Bununla beraber, bilhassa
isimlerde, semâ'a, yâni işitmeye dayanan hatâların da vukubulduğu
anlaşılmaktadır. Bunun sebebi de, şifahî rivayetlerde isnad zikredilirken
söylenen bir isim veya lakabın harfleri, şekil ve nokta yönünden farklı olsa
bile, aynı vezin ve kalıptaki başka bir isim ve lakab şeklinde duyulup
karıştırılabilmektedir. Meselâ el-Hâkim'in belirttiğine göre, Ehvazlılar, bir
isnad içinde geçen Bu-keyr îbn Amir el-Becelî ismini tashîf etmişler ve Bukeyr
yerine Ukeyl demişlerdir. Bu, Bukeyr'in Ukeyl gibi duyulup anlaşılması
neticesinde ortaya çıkmış bir hatadır'.[415]
Tashîf, metinlerde vâki olduğu zaman, çok defa manâların bozulmasına da yol
açmıştır. Bilhassa bunu yapanların, hadîs bilgisi bakımından kifayetsiz, hafıza
bakımından da zayıf oldukları düşünülürse, manânın ne şekil alabileceğini
tahmin etmek güç olmaz. Bunun güzel bir Örneği, el-Buhârî ve Müslim tarafından
rivayet edilen aneze (namazda sütre
olarak kullanılan baston)
hadîsinin Muhammed İbnu'l-
Musennâ
el-Anezî nazarında kazandığı manâdır.
[416]Kutub-i
Sitte imamlarının şeyhlerinden olan bu şahıs, Hazreti Peygamberin aneze
denilen bir bastonu sütre olarak önüne dikip ona karşı namaz kıldığını bildiren
bu hadîsi işittiği zaman, "biz, şerefi büyük olan bir kavimiz; biz,
Aneze'deniz. Hazreti Peygamber bize salât (duâ) da bulundu." Demiştir.
[417]
Muharref, Tahriften ism-i mefûl olup, harf ve yazı
şekli değişikliğe uğramış kelime veya ibarelere verilen bir isimdir. Meselâ
bir ibare içinde geçen mahrum kelimesi, bir hatâ neticesi merhum veya mercûm
şeklinde okunur ve yazılırsa, bu kelime muharref olur; yâni tahrife, veya yazı
şekli değişikliğe uğramış olur.
Hadîsler arasında
kelime veya ibareleri bu türlü değişikliğe uğramış haberlere çok rastlanır.
Ancak hadîs imamları bu değişiklikleri işaret ederek onların doğru şekillerini
göstermişlerdir.
Musahhaf hadîslerden
söz ederken de açıkladığımız gibi, gerek el-Hâ-kim en-Neysâbûrî ve İbnu's-Salâh
ve gerekse en-Nevevî ve onun şârihi es-Suyûtî, yazıda şekil değişikliği ile
meydana gelen muharref haberleri, sadece harflerin nokta değişikliğine uğramasıyle
meydana gelen musahhaf hadîsler içerisinde mütalâ etmişler ve hepsine birden
musahhaf de-mişlerdir.[418]
Bununla beraber İbn Hacer, Musahhafı iki kısma ayırarak şekil ve hat
değişikliğine uğramış yazılara muharref, yalnız nokta değişikliğine uğramış
yazılara da musahhaf adını vermiştir.[419]
Zeyd İbn Sâbit'in,
Hazreti Peygamberin Mescid içinde kendisine bir oda edinmesiyle ilgili
haberinin tahrif edilmiş bir rivayeti, bunun güzel bir örneğini teşkil eder.
Zeyd İbn Sabit, bu haberinde diyerek Hazreti Peygamberin (Mescidde) hurma
yaprağından veya hasırdan kendisine bir oda edindiğini bildirmiştir. El-Buhârî
ve Müslim tarafından da nakledilen bu hadîsi
[420]şeyhinden işitmeden bir
kitaptan alıp rivayet eden İbn Lehî'a, ilk kelimede hataya düşmüş; ihtecere
okuyacak yerde, onu tahrif ederek, "hacamat oldu" manâsında ihteceme
şeklinde okumuştur'.
[421]