HADİS USULÜ.. 4

ÖNSÖZ.. 4

I. BÖLÜM... 5

SÜNNET, HADİS, HABER.. 5

1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı 6

2. Söz, Fiil ve Takrir 9

3. Hadîsin Lügat ve Istılah Manâsı 10

4. Hadîs ve Sünnet Arasındaki Fark. 10

5. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı 11

BÖLUM... 12

HABERLER VE HABER ÇEŞİTLERİ. 12

A. MÜTEVÂTİR HABERLER.. 12

1. Mütevâtirin Lügat ve Istılah Manâsı 12

2. Mütevâtir Haberin Şartları ve Tarifi 12

3. Mütevâtir Haberin Çeşitleri 14

a) Mütevâtir Lafzî 14

b) Mütevâtir Manevî 14

B.ÂHÂD HABERLER.. 14

1. Ahâdın Lügat ve Istılah Manâsı 15

2. Ahâd Haberlerin Çeşitleri 16

a) Meşhur Haberler 16

b) Azîz Haberler 16

c) Garîb Haberler ve Çeşitleri 17

1) Ferd-i Mutlak. 18

2) Ferd-i Nisbî 18

III. BÖLÜM... 19

SIHHAT YÖNÜNDEN  HABER ÇEŞİTLERİ. 19

Haberlerin Makbul ve Merdûd Olma Sebepleri 19

A. MAKBUL HABERLER.. 19

1. Sahîh Hadîsler ve Çeşitleri 19

a) Sahîh Li-Zâtihi 21

b) Sahîh Li-Gayrihi 21

2. Hasen Hadîsler ve Çeşitleri 22

a) Hasen Li-Zâtihi 23

b) Hasen Li-Gayrihi 24

3. Hadîste Ziyade. 24

4. Mahfuz Hadîsler 25

5. Maruf Hadîsler 26

6. Mutâbi ve Şâhid Hadîsler 26

7. Muhkem ve Muhtelif Hadîsler 27

Nâsih ve Mensûh Hadîsler 30

B.MERDÛD HABERLER.. 33

1.Merdûd Haberin Tanımı 33

2. Haberin Merdûd Olma Sebepleri 34

3. İsnadda İnkıta ve Munkatı Hadîs Çeşitleri 34

a) Muallak Hadîsler 35

b) Mursel Hadîsler 36

c) Mu'dal Hadîsler 39

d) Munkatı Hadîsler 40

e) Mudelles Hadîsler 41

1) Tedlîsu'l-isnad. 41

2) Tadlîsu't-tesviye. 42

3) Tedlîsu'ş-Şuyûh. 42

4) Tedlîsu'l-Atf. 43

5) Tedlîsu's-Sukût 43

f) Mursel-i Hafi 43

4. Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri 44

5) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri 44

a) Kizbu'r-Râvi 44

b) İttihâmu'r-Râvi bi'1-Kizb. 45

c) Bid'atu'r-Râvi 45

d) Fısku'r-Râvi 46

e) Cehâletu'r-Râvi 47

6.  Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri 48

a) Fuhş-ı Galatı'r-Râvi 48

b) Fuhş-ı Gafleti'r-Râvi 48

c) Muhalefetu'r-Râvi 49

d) Vehmu'r-Râvi 49

e) Sû-i Hıfzı'r-Râvi 50

7. Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri 50

a) Mevzu (Uydurma) Hadîsler 50

b) Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri 51

1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar 51

2. İslâm Düşmanlığı 56

3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları 57

4.Va'z ve Hikâyeler 57

5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu. 58

6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu. 58

c) Mevzu Hadîslerin Bilinmesi 59

1. Hadîs Uyduranın İtirafı 59

2. Râvide Bulunan Karineler 60

3. Hadîste Bulunan Karineler 60

8.Metruk Hadîsler 60

9. Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri 61

a) Şâz Hadîsler 61

b) Munker Hadîsler 62

c) Mu'allel Hadîsler 63

d) Mudrec Hadîsler ve Çeşitleri 64

1. Mudrecu'l-İsnâd. 64

2. Mudrecu'l-Metn. 65

e)  Maklûb Hadîsler 66

f) İsnadında Râvi Ziyâde Edilmiş Hadîsler 67

g) Metninde Ziyade Edilmiş Hadîsler 68

h) Muztarib Hadîsler 69

ı)  Musahhaf Hadîsler 71

i) Muharref Hadîsler 72

4. BÖLÜM... 73

İSNÂD.. 73

1. İsnadın Lügat ve Istılah Manâsı 73

2. Hadîs Rivayetinde İsnad Tatbiki 73

3. İsnâd Çeşitleri 75

a) Âlî İsnadlar 75

l) Uluw-i Mutlak. 76

2) Uluw-i Nisbî 77

b) Nazil İsnadlar 78

4. İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri 78

a) Merfû Hadîsler 78

b) Mevkuf Hadîsler 80

c) Maktu Hadîsler 80

d) Musned Hadîsler 80

V. BÖLÜM... 4

HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ. 4

A. SAHABÎLER.. 4

1. Sahabî Kimlere Denir?. 4

2. Sahabîlerin Tabakaları 5

3.  Sahabîlerin Sayısı 5

4. Sahabîlerin Adaleti 5

5) Sahabîlerin, Rivayet Ettikleri Hadîs Sayısına Göre İki Gruba Ayrılmaları 6

B. TABİİLER.. 6

1. Tâbi'î Kimlere Denir?. 6

2. Bazı Meşhur Tâbi'îler 7

3. Muhadramlar 8

4.Etbâ'u't-Tâbi'în. 8

C. RÂVİLERDE ARANAN ŞARTLAR.. 9

1. Râvînin Adaleti 9

2. Râvinin Zabtı 10

3. Râvinin Akıl ve Bâhğ Olması 11

D.HADÎS RÂVİLERÎNÎN CERH VE TA'DÎLİ. 11

1. Cerh ve Ta'dîl Ne Demektir?. 11

2. Cerh ve Ta'dîlin Lüzumu. 12

3. Cerh ve Ta'dîlin Bir Kavide Birleşmesi 13

4.Cerh Sebeplerinin Açıklanması 13

Cerhe Sebep Teşkil Eden Haller 13

6. Cerh ve Ta'dîlde Kullanılan Bazı Tabirler 16

E. HADÎS RÂVÎLERÎNİN ÂDÂB VE ERKÂNI. 16

1. Hadîs Hâvilerinin Riâyet Etmeleri Gereken Hususlar 16

2. Hadîs Rivayetinin Başlangıç Tarihi 17

F. RÂVİLER TARİHİ. 17

1. Vafeyât Kitapları 17

2. Tabakât Kitapları 18

G. RÂVÎLERİN ÎSÎM, KÜNYE VE LAKABLARI. 19

1. Künyesiyle Şöhret Kazanan Râviler 19

2. İsimleriyle Şöhret Kazanan Râviler 20

3. Lakablar (Elkâb) 21

4. Mu'telif ve Muhtelif. 21

5. Müttefik ve Mufterık. 24

6. Müteşâbih. 25

H. HADÎS RİVAYETİ VE ŞARTLARI. 26

1. Rivayetin Mâhiyeti 26

2. Hadîs Rivayetinde Bazı Müteferri Hükümler 27

3. Hadîslerin Lafzen Rivayeti 29

4. Hadîslerin Manâ Üzere Rivayeti 29

5. Rivayetu'l-Akrân. 30

6. Mudebbec. 30

7.  Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır 32

8.  Rivâyetu'l-Âbâp Ani'1-Ebnâ' 32

9.  Rivâyetu'1-Ebnâ1 Ani'1-Âbâ1. 32

10. Sabık ve Lâhık. 33

11. Mühmel 33

12. Muselsel 34

VI. B ÖL Ü M... 35

HADÎSLERİN ALINMASI. 35

(Tahammulü'l-Hadîs) 35

1. Hadîs Toplamak İçin Yapılan Seyahatler 35

2. Hadîs Alma Yollan (Tahammulü'l-Hadîs) 36

a) Semâ. 36

b) Arz - Kıra'a. 37

c)  İcâze. 40

d) Münâvele. 44

e) Mukâtebe. 45

f) İ'lâm... 46

g) Vasıyye. 47

h) Vİcâde. 47

VII. BÖLÜM... 47

HADÎSLERİN TOPLANMASI VE YAZILMASI. 47

A. KİTÂBETU'L-HADÎS. 47

1. Hadîsin İslâm Dinindeki Yeri 47

2. İlk Yazılı Hadîsler 49

3. Arap Yazısı, İlk Müslümanlar Arasında Yazı Bilgisi 49

4. Sahabîlerin Hadîs Yazmaktan Mene dilmeleri 50

5. Hadîs Yazan Bazı Sahabîler 51

a) Abdullah İbn Amr Ibnrl-As. 52

b) Câbir İbn Abdillah. 53

c) Ebû Hur ey re. 53

d) Alî İbn Ebî Tâlib. 54

e) Semura İbn Cundeb. 55

f) Enes İbn Mâlik. 55

B.HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ. 56

1. Tedvin Ne Demektir?. 56

2. Tedvîn Devrinin Başlangıcı 56

3. Hadîslerin Tasnifi 58

4. İlk Hadîs Eserleri 58

a)  Siyer ve Mağazî Kitapları 59

b)  Sünen Kitapları 59

c) Cami'ler 59

d) Musannaflar 60

e) Belirli Bir Konuya Tahsis Edilmiş Kitaplar 60

f) Mâlik İbn Enes ve Muvattâ' Adlı Eseri 60

5.Üçüncü Asirda Tasnif Faaliyetleri ve Hadîs Eserleri 61

a) Siyer ve Mağâzîler 61

b)Musnedler 62

c) Sunenler 64

1. En-Nesâ'î ve Sunen'i 64

2. Ebû Dâvûd ve Sunen'i 64

3. Et-Tirmizî ve Sunen'i 65

4. İbn Mâce ve Sunen'i 65

d) Musannaflar 65

e) Camı ler 66

1. El-Buhârî ve el-Câmi'u's-Sahîh'i 66

2. Müslim ve el-Câmi'u's-Sahîh'i 67

f) Cüzler 68

g) Belirli Konulara Tahsis Edilmiş Kitaplar 68

h) Mustahrecler 68

ı) Hadîs İlminin Çeşitli Konularına Tahsîs Edilmiş Kitaplar 69

BİBLİYOGRAFYA.. 69

 

 


HADİS USULÜ

 

 

ÖNSÖZ

 

Birinci hicrî asrın ortalarında müslümanlar arasında zuhur eden siyasî ihtilâflar, ikinci asırdan itibaren yabancı kültür akımlarıyle de beslenmeye başlayınca, akaide kadar varan sarsıntı, müslümanların tevhîd kelimesi üzerindeki vahdetini parçalayacak derecede şiddetini artırmış bulunuyordu. Daha üçüncü İslâm Halîfesi Osman İbn Affân'm öldürülmesiyle ortaya çıkan şî'a ve havâric fırkaları, birbirleriyle şiddetli bir mücadeleye girişmiş; havâric, Alî îbn Ebî Tâlib'i tekfir ederken, şî'a, onun tafdîlinde ifrata giderek Hazreti Peygamberin vasîsi ve vârisi olduğunu, hattâ bazıları da nü­büvvetini veya ulûhiyyetini iddia etmişlerdir [1]Bu mücadeleler, iki fırka arasında devanı edip giderken, ikinci asrın başlarında cehmiyye ve mu-şebbihe, cebriyye ve kaderiyye gibi felsefî - itikadî mezhebler zuhur etmiş, bunlar, kadîm Yunan felsefesinden aldıkları bir takım görüşlere İslâmî bir renk vererek onları müslümanlara mal etmeye çalışmışlardır.

Felsefî görüşlerin İslâm akaidi ile uyuşması, veya asıllarının Kurbân ve Sunnet'te bulunması elbette beklenemezdi. Fakat bu görüşleri benimsemiş olan ve onların müslümanlar arasında da yayılmasını ve benimsenmesini şiddetle arzu eden mezhebler, asılları Kur'ân ve Sunnet'te bulunmasa bile, bu görüşleri İslâmî bir renge sokmanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inançlarını gerçekleştirmek için başlıca iki yol bulmuşlardı: Ya Kur'ân-ı Kerîm'de, dışarıdan aldıkları görüşe, çok uzaktan dahî olsa, benzer bir âyet bulmuşlarsa, bu âyete ancak tevîl yolu ile görüşlerine uygun manâlar ver­meye çalışmışlar, sonra da bunları delil olarak kullanmışlardır; yahutta gö­rüşlerine aykırı olarak gelen hadîsleri, tevîl zahmetine katlanmaksızın uy­durma olduklarını ileri sürerek reddetmişler ve eğer bir hadîse dayanmak lüzumunu hissetmişlerse, görüşlerine uygun hadîsler vazetmişlerdir, yâni uydurmuşlardır. Esasen hadîs vaz'ı, Hazreti Osman'ın şehîd edilmesinden sonra şî'a eliyle başlamış ve büyük bir süratle yayılmış bulunuyordu.

Kur'ân âyetlerinin aslına aykırı olarak manâlandırılması, Hazreti Pey­gamberin hadîslerinin de reddedilmesi ve yerine uydurma hadîslerin ko­nulması, Kitap ve Sunnet'e dayanan İslâm akaidi için son derece büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Bu tehlikeye karşı elbette kayıtsız kalınamazdı. Ni­tekim îmam el-Gazâlfnin de dediği gibi, "Allah, kullarına Rasûlünün dilinde dîn ve dünyalarının selâmeti bakımından hak olan bir akîde ver­mişken, şeytan, mübtedi'anm kalbine, Sımnet'e muhalif şeyler üka etmiştir. Onlar şeytanın bu telkinleriyle hak olan akideyi teşviş etmek üzere iken, Allah mutekellimûn taifesini halkedip, dâvalarını Sunnet'in zaferi için ehl-i bid'atm telbîsatım çıkarıp atacak müretteb bir kelâm ile harekete ge­çirmiştir.[2]

Allah, İslâm akaidini mübtedi'anm teşvişinden korumak için kelâm eh­lini harekete geçirdiği gibi, Peygamberinin Sünnetini korumak için de mu-haddisûn taifesini harekete geçirmiş ve ilk defa, cerh ve ta'dü imamları, hadîs râvileriyle isnadlar üzerinde daha fazla durmak lüzumunu his­setmişlerdir. Bu imamlar arasında Şu'be (Ö. 160 H.), Mâlik İbn Enes (Ö. 179 H.), Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 198 H.), Sufyân İbn Uyeyne (Ö. 198 H.), Yahya İbn Sa'îd el-Kattân (Ö. 198 H.) ve bunların talebeleri Yahya İbn Ma'în (Ö. 233 H.), Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234 H.), Ahmed İbn Hanbel (Ö. 241 H.) ve daha sonra el-Buhârî (Ö. 256 H.); Müslim (Ö. 261 H.), Ebû Zur'a (Ö. 264 H.) ve Ebû Hatim (Ö. 277 H.) gibi birçok hadîsçi, râviler hakkında geniş araştırmalara girişerek cerh ve ta'dîl ilmini geliştirmekle büyük şöhret ka­zanmışlardır

Bu imamların her biri, Hicaz, Şâm, Mısır, Irak, Yemen ve Horasan gibi muhtelif beldelere mensûb oldukları için, her birinin hadîs cem'inde, bu hadîslerin tertip ve tanziminde, isnad ve râviler hakkında kendilerine hâs görüşleri bulunuyordu. Hafıza ve zabt yönünden derecelere ayırarak tasnif ettikleri râvilerin rivayetleri olan hadîsler de, kendilerine hâs tâbirlerle isimlendirilmişti. Hadîsçilerin, sahîh hadîsi, zayıf ve uydurma olanlarından ayırmak için başlattıkları bu yoğun faaliyet, İslâmî ilimlerin inşasında atı­lan ilk ve en önemli adım olmuş, bunun neticesinde, bir taraftan Hadîs İlmi zuhur ederken, bunu diğer îslâmî ilimler takip etmiştir. Hadîsçiler, hadîs ilmini, rivayet ve dirayet yönünden iki kısma ayırmışlardır. Rivayet yö­nünden hadîs ilminin konusu, Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerin bilinmesi, zabtı ve rivayetidir. Dirayet yönünden hadîs ilmi ise, rivayetin hakikatini, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, râvilerin hal ve şartlarını ve merviyyatm sınıflarım inceleme konusu yapmıştır. Bu tak­simden de anlaşılmaktadır ki, birincisi, Hazreti Peygamberin hadîslerinin zabt ve rivayetinden ibaret olduğu halde, ikincisi, zabt ve rivayet edilen hadîslerin sıhhatini inceleyen, sahîh olanlarla zayıf olanları birbirinden ayırmayı gaye edinen bir ilimdir. O halde, bu ikincisi olmaksızın, yâni hadîslerin tenkid ve tahlillerini yapıp sahîh olanlarını zayıf olanlarından ayırmaksızın onların zabt ve rivayetinden hiçbir fayda sağlanamaz. Bu sebepledir ki, dirayet yönünden hadîs ilmi, bu ilmin temelini teşkil eder ve hadîs ilmi denildiği zaman da, umumiyetle dirayete dayanan ilim anlaşılır. Nitekim hadîsçiler arasında maruf olan Ilmıı Dirayeti'l-Hadîs, Umu Mus-talahı'l-BacLîs, Umu Usûli'l-Hadîs veya kısaca Ilmu'l-Hadîs tabirleri aynı manâda kullanılmış ve hepsi ile bu ilim kasdedilmiştir.

O halde, takdim ettiğimiz bu eser, ayrı ayrı hadîs ıstılahlarının da in­celendiği Umu Mustalahı'l-Hadîs veya Umu Usûli'l-Hadîs'e âit bir çalışma mahsûlüdür; kısaca ifade etmek gerekirse, bir Hadîs Usûlü kitabıdır.

Hadîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatm sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda tedvin edil­miştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahlanyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını ver­miştir. Ancak bu kitap, hadîs usûlü ile ilgili bütün konuları içine almamıştı. Er-Râmahurmuzî'den sonra gelen ikinci musannif, el-Hâkim Ebû Abdillah en-Neysâbürî (Ö. 405 H.)'dir ve Ma'rifet ulûmi'l-hadîs [3] adlı kitabını telîf etmiştir. Fakat bu kitap da müretteb ve mühezzeb değildi. Bundan sonra gelen Ebû Nu'aym Ahmed îbn Abdillah el-Isfahânî (Ö. 430 H.), el-Hâkim'in yukarıda zikredilen kitabına bir mustahrac yapmış, fakat birçok meseleleri kendinden sonrakilere bırakmıştır. Ebû Nu'aym'den sonra el-Hatîb el-Bağdâdî (Ö. 463 H.) gelir. Bu meşhur müellif, rivayet kaideleri üzerine tasnif ettiği kitabına el-Kifâye fi kavânînVr-rivâye [4]adını vermiş, bunu, ri­vayet âdabı ile ilgili bir başka tasnifi, el-Câmi' li-âdâbi'ş-şeyh ve's-sâmi' adındaki ikinci kitabı ve hadîs ilminin çeşitli bölümleriyle ilgili diğer ki­tapları takip etmiştir. El-Hatîb'ten sonra gelen bütün muhaddislerin kay­nağı, onun bu kitapları olmuştur. El-Hatîb'i takip eden diğer muhaddisler, el-Kâzî lyâz İbn Mûsâ el-Yahsubî (Ö. 544 H.), el-îlmâ' fi zabtı'r-rivâye ve's-semâ' (veya el-îlmâ' ft ma'rifet usûli'r-rivâye ve takyidi's-semâ'); Ebû Hafs Ömer ibn Abdi'l-Mecîd el-Meyâncî (Ö. 580 H.), Mâ lâ yesa'u'l-mukaddise cehluh adlı kitaplarıyle şöhret kazanmışlardır. Nihayet bunlardan sonra gelen Ebû Amr Osman İbn Abdirrahman eş-Şehrazûrî (Ö. 643 H.), Mu-kaddımet Îbni's-Salâh adiyle meşhur olan Ulûmu'l-hadîs [5] adlı kitabını, el-Eşrefiyye Medresesinde hadîs tedrisiyle görevlendirildiği bir sırada ta-ebelerıne imlâ ettiği derslerini bir araya getirmek suretiyle tasnif etmiştir, îgıde^bilhassa el-Hatîb'in dağınık   kitaplarını toplamış ve başka

ilâveler de yapmıştır. Ancak bu kitap, bir nevi ders notlarından ibaret ol­duğu için, tertîbi istenilen mükemmeliyette olmamışsa da, diğerlerine nis-betle daha çok yayılmış ve şöhret kazanmıştır. Bu bakımdan, İbnu's-Salâh'tan sonra gelen ve bu konuda kitap yazan müelliflerin çoğu, mesa­îlerini Îbnu's-Salâh'm bu kitabının şerh ve ihtisarına hasretmişlerdir.[6]

Bunlardan ez-Zeynu'1-Irâkî (Ö. 806 H.), Nazmu'd-Durar ft ılmVl-eser adını verdiği bir elfiyesinde, Îbnu's-Salâh'm mezkûr kitabını önce naz-metmiş, sonra da bu nazmım Fethu'l-muğîs bi şerhi Elfiyeti'l-hadîs adiyle şerhetmiştir. Yine aynı müellifin et-Takyîd ve'l-îzâh adındaki Mukaddime şerhi, büyük şöhret kazanmıştır.

Mezkûr kitabın ihtisarlarına gelince, bunlar arasında en meşhuru, İmam Şerefu'd-Dîn en-Nevevî (Ö. 676 H.J'nin el-îrşâd ft ılmVl-isnâd adlı ki­tabı olup, bilâhara bunu et-Takrîb ve't-teysîr li ma'rifetVs-SunenVl-Beşîr en-Nezîr adiyle tekrar ihtisar etmiştir. Bu kitap üzerine ez-Zeynu'1-Irâkî'nin, es-Sehâvî'nin ve Hafız es-Suyûtî'nin şerhleri vardır. Es-Suyûtî'nin Tedrîbu'r-râvî şerh Takrîbi'n-Nevevî adlı kitabı, rivayet usûlünde telîf edi­len kitapların en mükemmelidir. Bu kitap, müteaddit defalar tabedilmiştir.

Hadîs usûlü ile ilgili diğer meşhur bir kitap da, îbn Hacer el-Askalânî (Ö. 852 H.)'nin Nuhbetu'l-fiker fi mustalahı ehlVl-eser adlı kitabıdır. Yine müellifi tarafından Nuzhetu'n-nazar fî tavzihi nuhbetVl-fiker adiyle şerh edilmiş ve konu ile ilgilenenler için dâima müracaat edilen değerli bir kitap olmuştur. Bu kitap üzerine Alî el-Kârî'nin Mustaîahâtu ehli'l-eser adiyle yaptığı bir şerh de şöhret kazanmış ve her iki kitap da tabedilmiştir.

Tedvin devrinden itibaren, hadîs usûlü ile ilgili olarak telîf edilmiş ki­taplardan bazılarını burada zikretmiş bulunuyoruz. Şüphesiz bunlar, bu ko­nuda telîf edilen pek çok kitaptan birkaçıdır ve hepsini de bu önsözde zik­retmek mümkün değildir. Bununla beraber, zikretmiş olduğumuz bu kitaplar dahî, Hazreti Peygamberin hadîslerini korumak için hadîsçilerin gi­riştikleri geniş ve semereli faaliyet hakkında bilgi vermeye yeterlidir.

Aynı konuyla ilgili olarak takdim ettiğimiz Hadîs Usûlü adlı bu ki­tabımıza gelince, daha önce hazırlanmış ve müteaddit defalar basılmış olan aynı adlı kitabın, Hadîs ıstılahları adı altında telîf edilip muhtelif baskıları yapılan kitabımızdan da faydalanılarak daha geniş ve daha farklı bir tertîble hazırlanmış yeni bir şeklidir.

Hadîs ıstılahları adlı kitabımızın Önsöz'ünde yer verdiğimiz ibareleri, burada da aynen tekrarlayarak sözümüze son vermek istiyoruz: Büyük hadîs imamı el-Buhârî, İslâm'ın Kur'ân-ı Kerîm'den sonra en güvenilir kitabı olarak kabul edilen Sahîftmi tasnif ettiği zaman, inneme'l-a'mâlu bi'n-niyât (ameller niyetlere göre değer kazanır) hadîsini tasnif yönünden yeri ol­mamakla beraber, kitabının başında zikretmiştir. Kendisi bu konuda her­hangi bir açıklama yapmamış ise de, bunun delâlet ettiği manâ çok ulvîdir ve kitabını tasnîf ederken sahip olduğu niyetteki samimiyyetini gösterir. Biz de bu kitabı takdim ederken, aynı hadîse işaretle niyetimizin hâlis olduğunu belirtmek isteriz. Bu itibarla, kitabımızın konu ile ilgilenenler için faydalı olmasını, rastlanacak kusurların bağışlanmasını dileriz. Tevfîk Allah'tandır.

Prof. Dr. Talât KOÇYÎĞÎT [7]

 

I. BÖLÜM

SÜNNET, HADİS, HABER

 

1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı

 

Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e iba­resi, bu manâya uygun olarak "suyu yavaşça döktü" demek olur^. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de, sünnetin, zikrettiğimiz bu lügat manâsında kullanıldığını gösteren âyetler vardır: "Kendilerine hidayet gelince, insanların îman etmelerine ve Rablarından mağfiret dilemelerine, evvelkilerin sünnetinin (gidişatının), yahut çeşit çeşit azabın kendilerine gelmesinden başka bir engel yoktur"'.[8]

Aynı lügat manâsı, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de görülür: "

"Her kim kendisine iyi bir sünnet (yol, âdet) edinirse, onun ve onunla amel edecek olanların sevabı o kimseye âit olur. Kim de kötü bir yol edinir­se, onun ve onunla amel edecek olanların günâhı da o kimseye âit olur" [9].

Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış olan sünnet ke­limesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış, yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur et­tiği "dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen "kötü" veya nıezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetlerde sünnetin bu manâsını açık bir şekilde görmek mümkündür: " Sizin için, Allah'ı ve âhıret gününü arzu eden ve Allah'ı çok zikreden kimseler için, Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.[10] "Şüphesiz sen, insanları dosdoğru yola, Allah'ın yoluna iletirsin".[11]

Aynı manâ, Hazreti Peygamberin şu hadîsinde de görülebilir: "Size iki şey bıraktım; bunlara sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceksiniz: Biri Allah 'm Kitabı, diğeri Rasûlünün Sünneti .[12]

İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır:

Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bu­lunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve dav­ranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak­ririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasmdaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Bu manâsı ile sünnet hadîsin müradifidir.

Söz, fiil ve takrirden ibaret olduğuna işaret ettiğimiz sünnet, aynı za­manda, ilâhî vahyin iki kısmından birini teşkil eder; diğer kısmı ise, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin "kendi hevâ ve he­vesinden konuşmadığını, her ne konuşmuş ise, onun, kendisine vahyedilen bir vahiy olduğunu" beyan buyurmuştur.[13] Bu manâyı teyîd eden Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de, "bana Kur'ân verildi; bir de onunla birlikte onun gibisi" denilmiştir.[14] Kur'ân'le birlikte Hazreti Peygambere verilen Kur'ân gibi vahye müstenid olan şeyin, sünnetten başka bir şey olabileceğini düşünmek elbette mümkün değildir.

Kur'ân ve sünnetin vahye müstenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şüphe yoktur. Kur'ân,manâ ve lafız olarak vah-yedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya nakli caiz değildir. Haz­reti Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekeffül etmiş ve "Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz." [15]buyurmuştur. Lafzı ve manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa sahiptir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muk­tedir olamaz. Allahu Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açık­lamıştır: "(Ey Muhammedi) De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir ben­zerini getirmek üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim yine getiremezler." [16]İşte bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, na­mazda ve namaz dışında okunması ibadet hükmünde olan bir kitaptır.

Vahye müstenid olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden iba­ret olan sünnete gelince, onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş olmamasıdır. Bu sebepledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olan-larca manen rivayet edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.

Şu var ki, İslâm uleması, Hazreti Peygamberin, ilâhî vahyin gelmediği bazı meselelerde ictihadda bulunduğunu ve kendi görüşü ile hüküm ver­diğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bu hususla ilgili olarak Abdulvahhâb Hallâf, islâm Teşrii Tarihi  [17]adlı kitabında şunları söylemiştir: "Hazreti Peygamber devrinde teşrîîn iki kaynağı vardır. Birisi ilâhî vahiy; diğeri ise, Hazreti Peygamberin kendi içtihadı. Herhangi bir ihtilâf, veya bir hâdise, yahutta bir sual veya fetva talebi ile teşrî'i gerektiren bir şey zuhur ederse, Allahu Ta'âlâ, elçisine, hükmü bilinmek istenen mesele hakkında hüküm getiren bir veya bir kaç âyet indiriyor; Hazreti Peygamber de vahyedilen bu âyetleri, uyulması gerekli (vâcib) bir kanun olarak müslümanlara teblîğ edi­yordu. Eğer teşrii gerektiren bir hâdise olur, fakat Allahu Ta'âlâ bu hâdise ile ilgili hükmü beyan edecek bir âyet vahyetmezse, Hazreti Peygamber bu hükmün bilinmesi için ictihadda bulunuyor ve içtihadının ona sağladığı ne­tice ile hüküm veriyordu; yahut sual veya istiftaya icabet ediyordu. İctihad eseri olarak ondan sâdır olan bu hüküm veya cevap, ilâhî vahye istinad eden kanun gibi, uyulması gereken bir kanun oluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olan ahkâm  âyetlerini ve bunların sebeb-i nüzul ile ilgili müfessir rivayetlerini tetkik edenler, her Kur'ânî hükmün, teşrii gerektiren bir hâdise dolayısıyle vazolunduğumı görürler. Bu husus, Allahu Ta'âlâ'nın şu âyetlerinden açıkça anlaşılır:

"(Ey Muhammedi) Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar. (Onlara) de ki: Bu ay içinde savaş yapmak büyük suçtur... [18]

"Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günâh, hem de faydalar vardır; fakat günâhları fay­dalarından daha büyüktür..."  [19]Bunun gibi, bazı tereke üzerinde vu-kubulan ihtilâflar sebebiyle veraset, bazı karı koca arasındaki geçimsizliğin isnad ve iftiraya varması (kazf) sebebiyle li'ân ahkâmı vazolunmuştur.

Bunun gibi, ahkâm hadîslerinin ve hadîsçilerin bu hadîslerin sebeb-i vürûdu ile ilgili rivayetlerinin tetkikinden de anlaşılır ki, Hazreti Pey­gamberin içtihadına dayanan bütün hükümler, bir ihtilâf hakkındaki ka­zası, bir hâdise hakkındaki fetvası ve bir suale cevabıdır. Meselâ, bazı sa­habeden rivayet edildiğine göre, demişlerdir ki: Yâ Rasûlallah! Suyu tuzlu olan denizdeyiz. Yanımızda abdest almaya yetecek kadar tatlı su yok. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz? Hazreti Peygamber, bu suale şöyle cevap ver­miştir: "Deniz suyu temiz ve ölüsü (balığı) helâldir".

Bundan anlaşılıyor ki, Hazreti Peygamber devrinde vazolunan ahkâmın hepsinin de kaynağı vahy-i ilâhî ve ictihad-ı nebevi olup, ortaya çı­kışları, onları gerektiren teşrî'î ihtiyacın zuhuru üzerine mebnîdir. Hazreti Peygamberin, birinci kaynağa göre vazolunan ahkâma nisbetle vazifesi, bu ahkâmı getiren âyetlerin tebliğ ve tebyînidir. Çünkü bu vazîfe, Allahu Ta'âlâ'mn şu emirleri iktizasındandır: "Ey Peygamber! Rabbından sana indirilen (âyetler) i teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan, Rabbının peygamberliğini teblîğ etmemiş olursun"  [20]"Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açık-layasın diye Kur'ân'ı indirdik. [21]

Hazreti Peygamberin ikinci kaynağa nisbetle vazifesi ise, bazen ilâhî il­hamın ifadesi, bazen de maslahatın ve teşrî ruhunun îcab ettirdiği hüküm için istinbat ve istimdad olarak ictihad-ı nebevidir. Allahu Ta'âlâ'nın Haz­reti Peygambere ilham ettiği içtihadı ahkâm, ilâhî ahkâmdan başka bir şey 4egiMir ve Hazreti Peygamberin, (Kur'ân ahkâmı gibi) bunları da söz ve fi­illeriyle tabîr etmekten başka bir tasarrufu yoktur. Allahu Ta'âlâ'nm ilham etmediği, fakat Hazreti Peygamberin tetkik ve takdiri neticesi sâdır olan «iğer içtihadı ahkâm ise, bütün söz ve manâlarıyle ahkâm-ı nebevidir.

Ancak bu ahkâmdan doğru olanlar, Allahu Ta'âlâ tarafından tasvîb edilmiş, hatalı olanlar ise, yine O'nun tarafından tashîh olunmuştur. Bedir esir-leriyle ilgili bir fidye meselesi bunun örneğini teşkil eder:

Bedir gazvesinde, müslümanlarm eline 70 müşrik esir düşmüştü. Bu sıralarda esirlerle ilgili herhangi bir hüküm de vazedilmiş değildi. Hazreti Peygamber, bu esirlere ne yapmak lâzım geldiği hakkında ictihadda bu­lundu; bazı ashabı ile istişare etti. Bunlardan Ebû Bekr, esirlerden fidye alınmasını tavsiye etti ve görüşlerini şöyle açıkladı: "Bunlar senin kavmin ve ehlinden olan kimselerdir. Onları muhafaza et; belki Allah onların tev-belerini kabul eder. Onlardan ashabını kuvvetlendirecek fidye al". Ömer İbnu'l-Hattâb ise, onlardan fidye kabul edilmemesini, hepsinin de öl­dürülmesini ileri sürdü ve görüşlerini Hazreti Peygambere şöyle açıkladı: "Seni yalanladılar ve memleketinden çıkardılar. Onları bırak, boyunlarını vurayım. Bunlar küfür önderleridir. Allah, seni onların fidyesinden müs­tağni kılmıştır". Hazreti Peygamberin içtihadı, onlardan fidye alınması is­tikametinde tecelli etti. Fakat Allahu Ta'âlâ, bu meselede doğru olan hükmü, şu âyet-i kerîme ile beyan etmiştir: "Hiçbir peygamberin, yer­yüzünde ağırlığını koymadıkça esirler alması doğru olmaz. Siz dünya malı istiyorsunuz; Allah ise, âhıreti istiyor. Allah, Azîz'dir; hikmet sahibidir"  [22]

Bir başka misal, özür beyan ederek Tebûk gazvesine iştirak etmek is­temeyenlere Hazreti Peygamberin izin vermesiyle ilgili olup, Allahu Ta'âlâ tarafından doğru olanı şu âyetle açıklanmıştır: "Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sence belli olmadan ve yalancıları bilmeden onlara niçin izin ver­din"?  [23]

Netice olarak, Hazreti Peygamber devrinde teşrî tamamen ilâhî idi. Çünkü bu teşriin kaynağı, ya Allahu Ta'âlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'deki vahyi, ya da ilham-ı ilâhîye veya Hazreti Peygamberin, tetkik ve takdire dayanan içtihadı idi. Ancak bu sonuncusunda Allahu Ta'âlâ'nın murakabesi bahis ko­nusu idi: Eğer ictihad doğru olarak sâdır olmuşsa, Allah onu tasvîb, hatalı olmuşsa, Peygamberini doğru olana irşad ediyordu. Bu bakımdan ilham-ı ilâhîden sâdır olmayan ictihad-ı nebevi hükmü ile ilham-ı ilâhîden sâdır olan ictihad-ı nebevi hükmü arasında ayırım yapmaya gerek yoktur. Ancak Allahu Ta'âlâ'nm, elçisini doğru olan hükme irşad etmesinden anlaşılır ki, ilk hüküm ilham-ı ilâhîden değildir".

Abdulvahhâb Hallâftan naklettiğimiz bu görüşler de, Hazreti Pey­gamberden sâdır olan ve dîne taalluk eden sünnetin, Allahu Ta'âlâ'nın kont­rolü altında teşekkül ettiğini ve dolayısıyle vahiy mahsûlü olduğunu teyîd

eder. Bundan dolayıdır ki sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak tarîf ve tavsîf edilmiştir. Bu hususta Kur'ân-ı Ke-rîm'de şu emirler yer almıştır: "Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız" '. [24] "Kim Peygambere itaat ederse Allah'a  itaat etmiş olur."  [25]

"(Ey Muhammedi Onlara) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Allah, Gafûr'dur; Rahîm'dir"  [26]"(Ve yine) de ki: Allah'a ve Rasûle itaat edin; eğer yüz çe­virirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez"  [27]"Peygamber size neyi verirse, alın- neden sizi nehyederse, ondanda sakının. Allah'tan korkun"  [28]onu Zikrettiğimiz bu âyet meallerinde Hazreti Peygambere itaat, AUahu Ta'âlâ'ya itaatla birlikte zikredilmiş, bu itaatlar arasında hiçbir ayırım ya­pılmamış, hattâ Peygambere itaatin Allah'a itaat demek olduğu, bir âyette apaçık belirtilmiştir. Peygambere itaatla ilgili bu emirlerin, onun sünnetine râci olduğu, ona itaatm, onun sünnetine itaat manâsına geldiği hiçbir şe­kilde inkâr edilemez. Bu mütalâa bizi şu neticeye ulaştırır: Nasıl Allah'a ita­atla Peygamberine itaat arasında hiçbir fark yoksa, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'deki emirlerine itaatla, Peygamberin sünnetle vârid olan emirlerine itaat arasında da hiçbir fark yoktur. Şu var ki insan, yegâne Hâlık ve Hâkim-i mutlak olan Rabbma bir kul olarak ibadet eder; fakat O'nun, yine kendisi gibi kulu olan Peygamberine ibadet etmekle mükellef değildir; yahut başka bir ifadeyle, Peygamber ibadet olunan bir varlık değil, fakat insan olarak o da Allah'ın bir kuludur ve o da, diğer insanlar gibi Allah'a ibadet etmekle mükelleftir. Ancak Allah onu, insanlar arasından seçip çı­kararak kendisine peygamber veya elçi yapmış ve ona, bir vahiy mahsûlü olarak, kendi kelâmından ibaret olan Kur'ân-ı Kerîmi indirmiştir. Tıpkı bunun gibi, dînini ikmal etmek için Peygamberine sünneti de vahyetmiş ve bütün insanlara, Kur'ân ve sünnetle bir bütün teşkîl eden islâm içinde ya­şayabilmelerini sağlamak için, Peygamberine itaat etmelerim emretmiştir. Şu farkla ki, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân, bütün harf ve ke­limeleriyle Allah kelâmı olduğu halde, yalnız manâ yönünden vahyedilen sünnet, Peygamber kelâmıdır ve kıraati Kur'ân gibi ibadet sayılmaz.

Sünnetin Kur'ân'la birlikte İslâm'ın temel kaynağı olduğu gözönünde bulundurulursa, gerek dînin tamamlanmasında ve gerekse bu dînin kısa bir zaman içerisinde bütün Arap ülkesine yayılmasında sünnetin ne derece büyük rol oynadığı kolayca anlaşılır.

Bilindiği gibi ilk İslâm Devleti, müslüm anların 622 senesinde Mekke'den hicret etmelerinden sonra Medine'de kurulmuştur. Fakat bu dev­let, ilk kurulduğu sıralarda, Medine'nin ancak bir kısmına hâkimdi; diğer ve daha büyük kısımlarında ise, müşrik Araplar ve yahudiler yaşıyordu. Kur'ân, Medine'de yeni bir devletin temellerini atarken, bu Araplarda hâlâ câhiliye devrinin bedevi hayatı hüküm sürüyordu. Bunların bir hükümetleri, veya kaza'î bir mercileri yoktu; aşiretler halinde yaşadıkları ve bu aşiretler de zamanla kabilelerden ayrıldıkları için, aralarında bir kan bağı ve ailevî bir karabet bulunuyordu.

Mekke'de İslâmiyetin doğuşu ve Medine'de yeni bir îslâm Devletinin kuruluşu, o zamana kadar bedevî hayatı yaşayan ve sonra müslüman olan kabileleri yeni bir hayat sistemine bağladı. Bir taraftan evlenme (izdivaç), boşanma (talâk), alımsatım (bey1), öldürme (kati), hırsızlık (sirkat) ve daha bir çok meselede İslâm toplumunun harekât hattı çizilirken, diğer taraftan, Mekke'de kısaca temas edilen itikad ve amele âit dînî meseleler yeniden ele alındı ve kesinleştirildi.

Müslümanlar, bu yeni sisteme kendilerini çabuk alıştırmışlardır. Bu intibak, kısa bir zaman içerisinde o kadar süratli olmuştur ki, bu gün dahî buna şaşmamak mümkün değildir. Maamafîh, bunun sebebini, îslâmiyetin, o günün insanına aşılamış olduğu rûh ile, o insanın bu dîne olan bağ­lılığında ve bu bağlılığın samimiyetinde aramak gerekir. Çünkü bir kız çocuk dünyaya getirmenin yüzkarası olarak telâkki edildiği, meşru aile bağ­larının koparılıp atıldığı, içki, kumar ve ribâmn, bütün ferdlerin benliğini kemirip bitirdiği bir toplumun, bu kadar âni bir dönüş yaparak çok kısa bir zaman içerisinde ülkeler fethedecek derecede benlik kazanmasını izah ede­cek başka sebepler bulmak imkânı yoktur. Yeni kurulan bu devletin hu-dudları, kısa bir zamanda, bir taraftan Şimalî Afrikayı atlayıp Endülüs'e, diğer taraftan, Ceyhun ve Mâverâ'unnehr'e; yine bir taraftan Bombay ve Deybil'e, diğer taraftan Ermeniye ve daha ilerisine kadar uzanmıştı. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onlara böyle bir fetih imkânı hazırlayan kuvvet başka ne olabilirdi? Rumlar ve fiirsler gibi harp sanatını bil­miyorlardı; yine onlar gibi çeşitli silâhlara ve büyük ordulara sahip de­ğillerdi. Bildikleri belki de tek şey, göçebe halinde yaşarlarken, biribirlerine baskınlar yapmak ve biribirlerinin hayvanlarını çalmaktı; kısacası âdi yağ­macılıktı. Eğer bunlar, câhiliye Araplarımn bir nevi sanatı sayılabüirse, el­bette ki böyle bir sanatla dünyalar fethetmek mümkün değildi.

Bütün bunlar bir yana, müslümanları fetihlere sevkeden ve onları bu fetihlerde başarılı kılan tek bir kuvvet vardı; bu kuvvet de îman kuvveti idi ve başlıca iki kaynaktan fışkınyordu: Kitâb ve Sünnet.

Bilindiği gibi Kitâb, Allah tarafından Hazreti Peygambere indirilen ve İslâm'ın bütün esaslarını içerisinde toplayan Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ise, yu­karıda manâ ve mahiyetini açıklamaya çalıştığımız Hazreti Peygamberi söz ve fiilleridir.

Sahabe, Hazreti Peygamber devrinde, İslâm dînine taalluk eden me­seleleri Kur'ân-ı Kerîm'den Peygamber vasıtasıyle alıyordu. Çok defa, nazil olan âyetler mücmeldi; müslümanlar, onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hazreti Peygambere başvurarak bu âyetlerin açıklanmasını, ifade etmek is­tediği manânın iyice ortaya konulmasını istiyorlardı. Meselâ Kur'ân, na­mazın muayyen vakitlerde mü'minler üzerine yazılmış bir farz olduğunu bil-dirmiş [29]sık sı^ da, müslümanlara namaz kılmalarını emretmiştir. Sahabe her ne kadar bu emirlerin zahirî manâsını anlamış ise de, namazın nasıl kılınması gerektiğini, hangi vakitlerde ve kaç rik'at kılınacağını öğrenmek için Hazreti Peygambere başvurmuştur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususlar açıklanmamıştı. Hazreti Peygamber de, farz kılınan namaz va­kitlerinin beş adet, öğle ikindi ve yatsı namazlarının dörder, akşam namazının üç, sabah namazının ise, iki rik'at olduğunu açıklamış, nasıl kı­lınması gerektiği hususunda da, arkasında cemaatla namaz kılan müslümanlara "benim kıldığım gibi kılınız"  [30]demiştir. Buhârî"nin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) de, Cebrâ'îl (a.s.)'in arkasında namaz kılmak suretiyle namazın âdâb ve erkânını ondan öğrenmişti'.[31]

Keza Kur'ân-ı Kerîm, "Ey îman edenler! Cuma günü namaz için ses-lenildiğinde, alışverişi bırakarak Allah'ın zikrine koşun." [32]âyetiyle Cuma namazını müslümanlara farz kılmış, fakat bu namazın nasıl kılınması ge­rektiğini açıklamamıştır. Hazreti Peygamber ise, Cuma namazının iki rik'at kılınacağını ve bir de hutbe îrad edileceğini beyan etmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm, müteaddit defalar, müslümanlarm zekât vermeleri ge­rektiğini bildirmiş , [33] fakat müslümanlar, hangi mallarından ne miktar zekât vermeleri gerektiğini öğrenmek için Hazreti Peygambere baş­vurmuşlardır. Oda, emvalin bazısından zekât alınacağım, diğer bazısı için ise, zekât vermek gerekmediğini onlara açıklamıştır. Meselâ mâşiye tabir edilen deve, koyun ve inek gibi bazı hayvanlardan zekât alındığı halde, yine aynı sınıfa giren at, eşek ve katır gibi hayvanlardan zekât alınmamıştır.

Kur'ân-ı Kerîm, gücü yetenlere haccı farz kılrruş  [34]Hazreti Pey­gamber ise, hac vaktini, hac kıyafetini, tavafı, Arefe ve Muzdelife'deki hac ile ilgili amelleri açıklayarak, müslümanlara, hac farizalarını açıklandığı şe­kilde îfa etmelerini emretmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'den, Hazreti Peygamber tarafından açıklanmadan îfa edilmesi mümkün olmayan buna benzer daha birçok örnek zikretmek müm­kündür. İşte Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'deki mücmel ve gayr-i mufassal âyetlerle ilgili bu açıklamaları sayesindedir ki, İslâm dîni ta­mamlanmış ve Allahu Ta'âlâ da Dînin tam olarak tatbîk edilebilmesini sağ­lamak için, Kitabında, Peygamberine itaatla ilgili emirlerini sık sık tek­rarlamıştır. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'le ilgili bu çeşit açıklamaları, kendi istek ve arzusu ile değil, fakat Rabbınm bu hususta kendisine yönelttiği emirlerle vukubulmuştur. Meselâ Nahl sûresinin 44'üncü âyetinde "Sana da, insanlara, kendilerine in­dirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik." buyurulmuş yine aynı sûrenin 64'üncü âyetinde "Biz sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi in­sanlara açıklaman için ve inanan kimselere hidayet ve rahmet olmak üzere indirdik." denilmiştir.

İşte, yukarıdan beri zikrettiğimiz ve açıklamaya çalıştığımız deliller şu gerçeği açıkça ortaya koymuş olmaktadırki, Hazreti Peygamber, gerek Dînin tatbiki ve gerekse çeşitli müşkillerin halli maksadıyle davamlı olarak açıklamalar yapmış, ashabını karşılaşabilecekleri her duruma karşı 1$ a-rarak emirler verip nehiylerde bulunmuş ve onları câhiliye devrinin ko-kuşuk ahlâkından arındırmaya ve bozuk düzeninden uzaklaştırmaya çalışmıştır. İşte, onun bu maksatla yaptığı açıklamalar, ashabına yönelttiği uyarılar, va'z ve nasîhatlar, yukarıda tarifini verdiğimiz sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücut bulmasını ve Kur'ân-ı Kerîm yanında, müslümanlarm her konuda kendisine dâima başvuracakları Dînin vazgeçilmez bir kaynağı olmasını sağlamıştır. [35]

 

2. Söz, Fiil ve Takrir

 

Yukarıda manâ ve mahiyetini açıklamaya çalıştığımız sünnet, Hazreti Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur. Gerek usûlcülerin ve gerekse hadîsçilerin ıstılahında es-Sunnetu'l- Kavliyye (kavlî sünnet) de denilen söz, Hazreti Peygamberin herhangi bir mesele hakkındaki şifahî be­yanından ibaret olup işitmeye müteallik olması dolayısıyle sahabînin (fU) aJJI J^y Jlî (Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu) yahut (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu işittim) gibi ibarelerle naklettiği hadîsleridir.

Es-Sunnetu'l-Fi'liyye (fiilî sünnet), Hazreti Peygamberin, namaz, oruç, hac, zekât vb. çeşitli ibadetlerindeki davranışlarına âit sahabe tarafından görülüp nakledilen haberlerdir ve görmeye müteallik olması dolayısıyle sahabîler tarafından Ijfjjj {^) ^i)| cJj (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle yaptığını gördüm) ve benzeri ibarelerle nakledilmiştir.

Es-Sunnetu't-Takrîriyye (takrîrî sünnet) ise, huzurunda sahabî ta­rafından söylenen bir sözü, veya işlenen bir fiili, Hazreti Peygamberin red-detmeyip sükût etmesi, yahut onu güzel karşılaması ve tasvîb etmesiyle olu­şan sünnettir. Her ne kadar Hazreti Peygamber tarafından işlenmemiş bir fiil olsa bile, herhangi bir sahabînin işlediği fiilin, onun tarafından tasvîb görmesi veya güzel karşılanması, sahabînin o fiili naklederek ondan haber vermesiyle, o da sünnet vasfını kazanmış olmaktadır. Böyle bir sünnetin naklinde sahabînin genellikle şu ifadeyi kullandığı görülür: yr (Nebiy (s.a.s.)'in huzurunda şöyle yaptım Yahut (Nebiy (s.as.)'in hu­zurunda bulan kimse şöyle yaptı) Sahabî bu veya buna benzer bir ibareyi zikrettikten sonra, Hazreti Peygamberin, hu­zurunda yapılan veya söylenen şeyi reddetmediğine de işaret eder ki, onun Hazreti Peygamber tarafından tasvîb edildiğini gösterir. İşte, es-Sunnetu'l-Kavliyye, es-Sunnetu'l-Fi'liyye ve es-Sunnetut-Takrîriyye olmak üzere üç şe­kilde tezahür eden ve sahabî tarafından nakledilen bu sünnete, hadîsçilerin ıstılahında hadîs adı verilmiştir. [36]

 

3. Hadîsin Lügat ve Istılah Manâsı

 

Hadîs, lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'in "Demek onlar, bu söze inanmazlarsa, arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin."  [37]mealindeki âyetinde geçen hadîs kelimesi, söz veya haber manâsında kul­lanılmış olup bu kelime ile Kur'ân kasdedilmiştir. Duhâ sûresinin 11 inci âyetinde geçen ve bu kelimeden türeyen fehaddis fiili ise, anlatmak veya haber vermekten emir sığasında kullanılmış ve "Rabbının nimetini şük­rederek anlat." manâsı kasdedilmiştir.

Daha sonraları, kelimenin kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir değişiklik görülmemekle beraber, dînî çev­relerde bazı haber çeşitlerine isim olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz, Allah'ın Kitabı'dır." [38]

Nihayet hadîs lafzı, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere hadîs denilmiştir. Ebû Hureyre tarafından so­rulan bir soruya Hazreti Peygamberin verdiği cevapta bu kelime, bizzat Hazreti Peygamber tarafından bu manâda kullanılmıştır. Ebû Hureyre, Hazreti Peygambere: " yâ Rasûlallah! Kıyamet günü senin şefaatine nail olacak en mes'ûd kimse kimdir?" diye sorduğu zaman, Rasûlullah (s.a.s.) ona şu cevabı vermiştir: "Senin hadîse karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadîs hakkında hiç kimsenin bana senden Önce soru sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet günü benim şefaatime nail olacak en mes'ûd kimse, hulûs-ı kalble lâ ilahe illa'llah diyen kimsedir"  [39]

 

4. Hadîs ve Sünnet Arasındaki Fark

 

Hadîs kelimesi, umumiyetle ve yukarıda da açıkladığımız gibi, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması tarafından kelimenin delâlet ettiği manâ yönünden bazı farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Buna göre, bazı usûl ulemasının tarifinde hadîs, Hazreti Pey­gamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur ki, bu manâsıyle kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin karşılığıdır. Bazı hadîs uleması ise, hadîs lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen mevkuf ve maktu haberlerede ıtlak etmişlerdir; bu bakımdan kelime, haber'm. de müradifidir. Bazıları ise, yukarıda işaret olunduğu üzere, hadîsi yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözlerde kul­lanmışlar, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu takdirde hadîsle haber arasında belirli bir farkın bulunduğu kolayca anlaşılır.

Hadîsçiler arasında yaygın olan görüşe göre hadîs, nübüvvetten önce ve nübüvvetten sonra Hazreti Peygamberden rivayet edilen bütün söz, fiil ve takrirlerden ibarettir; ancak müslümanlaruı uymakla emrolundukları sünnet, bu üç şekilde sabit olan ve dîne taalluk eden hadîslerdir. Buna göre, eğer Hazreti Peygamberin sünneti, ondan söz olarak sâdır olur ve hadîs ola­rak bize intikal ederse, bu hadîsin tasdîki gerekir. Eğer hadîs, îcab, tahrîm veya ibaha yönünden teşrî'î olursa, keza ona uymak gerekir; çünkü pey­gamberlerin nübüvvetlerine delâlet eden âyetler, onların, Allahu Ta'âlâ'dan naklen haber verdikleri şeylerde masum olduklarını gösterir. Bu bakımdan onların haberleri doğrudur ve haktır. Esasen nübüvvetin manâsı da budur. Bunun içinde, Allahu Ta'âlâ'nm, peygamberlere gaybtan haber vermesi de yer alır. Bu haberi alan peygamber, onu insanlara nakleder. Zâten pey­gamberin vazifesi, halkı davet ve Rabbının risaletini onlara tebliğ etmektir.

Hazreti Peygamberin sünneti fiil olarak sâdır olur ve bu fiil bize kadar intikal ederse, bu fiile uymak gerekir. Uyulması Hazreti Peygamber tarafından emrolunan bazı fiiller daha vardır ki, bunların da ayrı bir özel­likleri vardır. Meselâ "benim namaz kıldığım gibi kılınız" sözü, fiilî bir sün­nete uyulmasını emreden kavlî bir sünnettir.

Hazreti Peygamberin takrirleri de yine onun hadîsi içerisinde yer alır. Meselâ Hazreti Âişe'nin kızlarla oynamasını, yahut bayram günlerinde cariyelerin şarkı söylemelerini ikrarı, bu cümleden olarak zikredilebilir. Bunların hepsi de hadîsten addedilir ve gaye, dîn adına istidlal olunacak hü­kümlerin tesbîtidir; bu ise, ancak Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak-rirleriyle mümkün olur.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hadîs içerisine, Hazreti Peygamberin nübüvvetten evvelki haberleri de girer. Henüz nübüvvet gelmeden önce, meselâ Hıra mağarasında ibadetle meşgul olması, sîretinin güzelliği, ahlâkının yüksekliği, doğruluğu, okuyup yazma bilmeyen bir ümmî oluşu gibi, onunla ilgili haberler, onun nübüvvetinin delili sayıldığı gibi, hepsi de müslümanlar için birer ibret ve örnek vesikası teşkil ederler. Şu var ki, nü­büvvetten önceki haberler, Hazreti Peygamberi tanımak ve ona inanmak içindir; bunlarla amel etmek gerekmez. [40]

 

5. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı

 

Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nak­ledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle uğraşanlara ahbârî denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs de­mlemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre, haber daha umûmî manâ ta­şımakta ve Hazreti Peygamberin sözleriyle birlikte sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen sözler de bu manâ içine girmiş bulunmaktadır.

Haberler, ister Hazreti Peygamberin sözlerine delâlet eden hadîs şek­linde olsun, ister sahabe ve tâbi'ûn ile başkalarından nakledilen söz şek­linde olsun, rivayet yolu ile bize geliş şekilleri çok defa birbirinden farklı olur ve bu farklı durumları itibariyle değişik isimler alırlar. Meselâ bir haber, ilk kaynağından itibaren, her nesilde sayısı belirsiz kalabalık bir ce­maat tarafından rivayet edilirse, bu habere mütevâtir denir. Eğer haber, tevatür  derecesine ulaşmaz ve râvileri  sayılabilecek belirli  şahıslar tarafından nakledilmiş olursa, bu çeşit haberler de Ahâd'tan sayılır ve haber-i âhâd adını alır. Râvileri sayılabilir olan âhâd haberlerden herhangi biri, herhangi bir nesilde en az üç kişi tarafından nakledilmiş olursa, bu haber meşhur, râvi sayısı yine herhangi bir nesilde ikiye düşerse azız, bire düşerse garîb adını alır.

Mütevâtir haberler, aşağıda da açıklanacağı üzere, râvilerinin yalan üzerinde ittifakları aklen ve âdeten mümkün olmadığı için kesinlik ifade ederler ve hadîs ilminin araştırma konusu içine girmezler. Çünkü hadîs il­minin gayesi, hadîslerin araştırılarak sahîh ve zayıf olanlarının ayırt edil­mesi ve sahîh olanlarla amel edilmesinin sağlanmasıdır. Mütevâtir ha­berler, gelişleri itibariyle sağlam ve güvenilir haberlerdir ve bu yönden araştırılmalarına gerek yoktur. Âhâd haberler ise, mütevâtirin kesinliğine sahip olmadıkları için, aralarında makbul olanlar bulunduğu gibi, merdûd olanlar da vardır ve bunların birbirinden ayırt edilmesi, râvilerinin doğruluk ve yalancılık yönünden araştırılıp rivayetlerinin değerlendirilmesine bağlıdır. Bu sebepledir ki hadîsçiler, mütevâtir dışında, rivayet yolu ile gelen bütün haberleri veya hadîsleri araştırmaya tâbi tutmuşlar ve bu u.-.lş-tırma neticesinde sahîh olanım sakîm veya zayıf olanından, yahut makbul olanını merdûd olanından ayırmışlardır. Bu da âhâd haberlerin, makbul ve merdûd olmak üzere iki kısımda incelenmeleri neticesini doğurmuştur.

îşte, bundan sonraki bölümlerde, Hazreti Peygamberden naklediten hadîslerin değerlendirilmesi yönünden hadîs ilminin en önemli ko­nularından birini teşkil eden bu taksimat gözönünde bulundurularak haber çeşitleri üzerinde ayrı ayrı durulacaktır. Burada şuna da işaret edelim ki, haber lafzının, hadîs lafzına nisbetle daha şümullü olması ve hadîs ilmi içe­risinde sahabe ve tâbi'ûndan gelen sözlerin de incelenmesi dolayısıyle, bu ki­tabımızda, hadîs lafzı yerine, onun müradifi manâsında çok defa haber lafzı kullanılmış ve meselâ haberlerin mütevâtir ve âhâd çeşitleri incelenirken, bununla mütevâtir ve âhâd hadîsler kasdedilmiştir. [41]

 

BÖLUM

HABERLER VE HABER ÇEŞİTLERİ

 

A. MÜTEVÂTİR HABERLER

 

 1. Mütevâtirin Lügat ve Istılah Manâsı

 

Mütevâtir, lugatta tetâbu etmek, yâni arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin peşisıra gelmek manâsında kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. Arap dilinde vâtertu'l-kitâbe denir ki, "birbiri arkasına mektup gönderdim" manâsındadır. Şu var ki, bu manâda, gönderilen iki mektup arasında fetret bulunduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Nitekim vâtere's-savme denildiği zaman, bir kimsenin devamlı oruç tuttuğu anlaşı­lırsa da, bu orucun gün aşın veya iki gün ara ile, fakat devamlı olarak tu­tulduğu kasdedilmiş olur. Allahu Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de buyurmuştur ki [42] "Sonra birbiri arkasına peygamberlerimizi gönderdik." manâsına gelir. Gönderilen peygamberler arasında bir fetret, yâni bir zaman boşluğu bulunmasına rağmen, peygamberlerin gönderilmesi birbiri arkasına devam etmiştir.

İşte bu manâya uygun olarak, tevâtere'l-haberu denildiği zaman, ha­berin fasılalarla birbiri  arkasına geldiği,  yahut bir başka deyişle,  ha­bercilerin birbiri arkasına gelerek aynı haberi getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin nesiller boyu herkes tarafından getirilmesi ve nesilden ne-sile haber verilmesi demektir. Bu da, en basit ifade ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir kalabalık tarafından nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber, nesilden nesile, kalabalık bir cemaat tarafından ri-'ayet edilen haberdir. Ancak bu kalabalığın sayı bakımından tayin ve tesbit hlmesi şart değildir. Gerçi bazı kimseler, bir takım delillere istinaden ka-*ugm sayısı hakkında bazı rakamlar ileri sürmüşler ve meselâ bir kısmı, 'fin menşeinden itibaren her nesilde en az dört kişi aynı haberi rivayet se, o haber mütevâtir olur demiş; diğer bazıları da, en az beş, yedi, on, > kırk, ve daha başka rakamlar ileri sürmüşler; bu rakamlardan her-ırını ileri sürenler, o rakamın içinde geçtiği hâdiseyi de delil olarak sûresi, 4 göstermişlerdir. Meselâ "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı, kendi içinizden dört şâhid getirin."  [43]mealindeki âyete istinad edenler, haberin her tabakada en az dört kişi tarafından rivayet edilmesini mütevâtirin şartı olarak ileri sürmüşlerdir. Bunun gibi, 12 rakamını ileri sürenler de "Allah, İsrail oğullarından da söz almıştı: İçlerinden oniki kefil göndermiştik."  [44]mealindeki âyete istinad etmişlerdir. Ancak bu âyetlerde zikri geçen ra­kamların, mütevâtirin şartı olarak ileri sürülmesindeki hikmeti ve ara­larındaki münâsebeti anlamak güçtür. Zira bu âyetlerde zikri geçen ra­kamlar, o âyetlerin konuları ile ilgilidir ve bu rakamları, hiç ilgisi olmayan başka bir konu için delil olarak ileri sürmek manâsızdır. [45]

 

2. Mütevâtir Haberin Şartları ve Tarifi

 

Belirli rakamlarla ilgili görüşler ne olursa olsun, bir haberin mütevâtir olabilmesi için, onu rivayet eden kalabalığın, yalan üzerinde ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık olarak nitelendirilmesi, en doğru görüş olarak tezahür etmektedir. Bu, şu demektir ki, haberi öyle bir ka­labalık rivayet ediyor ki, bu kalabalığı teşkil eden ferdlerin biraraya gelerek o haberi uydurup yaymak hususunda söz birliği etmeleri aklen mümkün de­ğildir. Böyle olunca, her ferdin diğerinden habersiz olarak aynı haberi nak­lettiği ve onun daha önceki nesilden gelen bir esasa istinad ettiği manâsı an­laşılır. Eğer her nesilde, bu kalabalık aynı vasfını muhafaza ederse, bir başka ifade ile, kalabalıkta ferdlerin yalan üzerinde ittifaklarını mümkün kılacak bir azalma olmazsa, böyle bir kalabalığın nesilden nesile rivayet et­tiği haber mütevâtir olur. Bu açıklamaya göre mütevâtirin tarifini yapmak gerekirse, denebilir ki: Mütevâtir, yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız, ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın, yine kendisi gibi bir ka­labalıktan rivayet ettiği haberdir.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, mütevâtir haberden maksat, haber verilen şey hakkında, onu işitenler için reddedilmesi mümkün ol­mayan ve dolayısıyle kabulü zorunlu olan bir bilgi vermektir. Meselâ fulân tarihte dünyanın bazı yerlerinden görülebilen bir kuyruklu yıldız geçmiş ise ve bu yıldızı gören kalabalık bir cemaatın ferdleri "fulân tarihte gökyüzünde geçen bir kuyruklu yıldız gördüm" diyerek hâdiseyi nakletmişlerse, keza bu olay nesiller boyu aynı kalabalık azalmadan sonraki nesillere nakledilirse, "fulân tarihte bir kuyruklu yıldızın geçmesi" ile ilgili olan bu haber mütevâtir olur ve asırlarca sonra bu haberi işiten kimse için onu ya­lanlamak ve "fulân tarihte böyle bir yıldız geçmedi" demek mümkün değildir. Haberin yalanlanması imkânının olmayışı, yıldızın geçişini gö­renlerin çokluğu olduğu kadar, haberin "görme" fiiline dayanmış ol­masındandır.

Haber, verdiğimiz misalde olduğu gibi, bazen "görme" fiiline, bazen de "işitme" fiiline istinad eder ve herhangi bir kimsenin söylediği bir söz, ka­labalık bir cemaat tarafından işitilerek aynı şekilde nakledilir. Bu sözü söyleyenden işiten her ferd, onu "fulân kimsenin şöyle dediğini işittim" diyerek nakleder. İşitilen bu söz, nesiller boyu yine aynı vasıftaki kalabalık ta­rafından nakledilecek olursa, o da mütevâtir olur ve asırlarca sonra, bu ha­beri işiten kimse "fulân kimse böyle bir şey söylemedi" diyerek onu red ve inkâr edemez.

Bu açıklamaların ışığı altında, mütevâtir haberin şartlarım şöylece sı­ralamak mümkündür:

a) Mütevâtir haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.

b) Öyle bir kalabalık ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmeleri mümkün değildir.

c) Herhangi bir nesilde, veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azal­ma olmamalıdır. Ancak sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.

d) Haber, menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya "işitme" fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade ile menşei aklî kazıyyeye müstenid olmamalıdır.

Bu şartlar bir araya geldiği zaman, haber ilm-i zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten kimse için, red ve inkârı mümkün olmayan, ak­sine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hâsıl olur. Bu bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk ediyorsa, ken­disiyle amel etmeyi gerektirir. İşte, Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında bu şartları cemetmiş olarak nakledilen hadîslere mütevâtir hadîs de­nilmiştir.

Mütevâtir haberle onu işiten kimsede hâsıl olan ilm-i yakîn 'den murad, gerçeğe uygun, kesîn itikaddır ve tarifte kasdedilen de budur. Zira mütevâtir haber, biraz önce de zikrettiğimiz gibi zarurî ilim ifade eder ki, reddi mümkün olmaması dolayısıyle, insan, bunun kabulünde muztar kalır. Bunu bir misalle açıklamak gerekirse, dünyanın herhangi bir ülkesinde bu­lunan bir şehrin ismini duyan herhangi bir kimse, o şehrin varlığını haber verenlerin çokluğu karşısında, onu reddetmek imkânına sahip değildir. O şehri görmediğini, hattâ o şehrin bulunduğu ülkeye hiç gitmediğini sebep göstererek, kendi gözü ile görmediği bir şeyin varlığına inanmayacağını ileri süremez; veya o şehirden bahsedenleri, yahut onun varlığım haber verenleri yalancılıkla itham edemez; çünkü o şehir hakkında haber verenlerin bir

yerde toplanarak, aslında bulunmayan bir şehrin, bulunduğu yolunda yalan bir haber üzerinde ittifak etmelerine ve sonra da bunu halk arasında yay­malarına imkân yoktur. Böyle bir ihtimal söz konusu bile olamaz. Çünkü akıl, o şehri haber verenlerin, ister tesadüfen olsun, ister kasden olsun, yalan haber üzerinde ittifak etmiş olabileceklerini kabul etmez. İşte, o şeh­rin varlığı ile ilgili haberlerin insanda hâsıl ettiği bilgi, zarurî olan ve define veya reddine imkân bulunmayan bilgidir ve bu bilgi, ister âlim olsun ister câhil olsun, yahut ister araştırma ehliyetine sahip olsun ister olmasın, yal­nız mütevâtir olarak nakledilen haberlerle herkeste oluşur.

Bazıları da, mütevâtir haberin, ancak ilm-i nazarî ifade ettiğini söy­lemişlerdir ki, bu görüş gerçeğe uygun değildir. Çünkü tevatürle, avam ta­bakasına mensup, araştırma ehliyetine sahip olmayan bir kimse için de ilim hâsıl olur. Nazar (tetkik ve araştırma), malûm ve maznun şeylerin tertibi olup, bununla malûm ve maznuna ulaşılır; avama mensup kimsede bu eh­liyet yoktur. Eğer tevatürle kazanılan ilim nazarî olsaydı, avam için bu ilim hâsıl olmazdı. Bu açıklama ile, ilm-i zarurî ile ilm-i nazarî arasındaki fark anlaşılmış olmaktadır. Buna göre zarurî, istidlal olmaksızın ilim ifade eder; nazarî de ilim ifade eder; fakat istidlal ile.. Zarurî, haberi işiten herkes için hâsıl olur; nazarî ise, ancak bu sahada ehliyeti olan kimseler için hâsıl olur.[46]

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, yukarıda şartlarını açık­ladığımız mütevâtir, hadîsçİlerin inceleme konusu dışında tuttukları bir hadîs çeşididir. Çünkü incelemeden maksat, sahîh olan hadîsi sakîm veya zayıf olanından ayırmaktır. Halbuki mütevâtir hadîslerin hepsi, yukarıda açıkladığımız şartlarla sahihtir ve onları incelemeye gerek yoktur. Bununla beraber, bazı hadîsçİlerin sözleri arasında, herhangi bir hadîsin Hazretİ Peygamberden tevatür ettiğini belirten ifadelere rastlanır. Bu ifadelerde kullanılan tevatür kelimesini, yukarıda şartlarını belirttiğimiz mütevâtirin ıstılah manâsı ile karıştırmamak gerekir. Onlar, daha ziyade, hadîsin şöhret kazandığını ifade etmek maksadıyle bu tabiri kullanmışlardır ve tabiatiyle şöhret kazanan, yâni meşhur olan hadîsle, ıstılahtaki mütevâtir ile anılan hadîs arasında fark vardır.

Mütevâtir hadîslerin hadîs ilmi içerisinde bahis konusu edilmemesi, sa­dece isnad yönündendir. Zira hadîs ilmi, bir bakıma isnad ilmidir. Bu ilmin konusu da, bir hadîsin rivayet zincirini sıhhat yönünden incelemek ve bu zinciri teşkil eden râvi halkalarının, adalet ve zabt yönünden olduğu kadar, birbirleriyle bağlantıları yönünden de sağlam ve güvenilir olup ol­madıklarını tesbît etmektir.

Mütevâtir hadîslerde ise, daha önce de açıkladığımız gibi, belirli bir isnad yoktur; fakat hadîs, Hazreti Peygamberden, rivayetleri ilm-i zarurîyi gerektiren bir kalabalık tarafından nakledilmiş ve bu kalabalık her nesilde artarak çoğalmıştır. Bu derece şöhrete ulaşmış olan bir hadîsin, mütevâtirin şartlarından bahsederken de belirttiğimiz gibi, red ve inkârı mümkün olmaz ve işitenler için ilm-i zarurî ifade eder. Bu sebepledir ki hadîs ilmi, yalnız âhâd adı verilen hadîsleri inceleme konusu yapmıştır; çünkü sahîh veya zayıf olması muhtemel bulunan hadîsler, yalnız âhâd içerisinde yer alırlar. Mütevâtir hadîsin hadîs ilmi içerisinde söz konusu edilmemesi, bazı ulemâ arasında, bu çeşit hadîslerin bulunup bulunmadığı, yahut bulunsa bile sayı itibariyle çok az olduğu yolunda değişik görüşlerin ileri sü­rülmesine sebep olmuştur.

Bazılarına göre Kitap, yâni Kur'ân, tevâtüren sabit olduğu halde, sün­net ve icma, hem tevatür, hem de âhâd yol ile sabit olmuştur. Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir olanlar çok azdır. Hattâ sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar vardır. Meselâ şerîatın asıl­larından olan beş vakit namaz, namaz rek'atlarmın sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı sünnet bu kabîldendir. Hattâ İbnu's-Salâh, mütevâtire misal olarak yalnız hadîsinin gösterilebileceğini ileri sür­müş, bu hadîsin kalabalık bir sahabe gurubu tarafından rivayet edildiğini kaydettikten sonra, el-Bezzâr'm Musned'inden naklen bu sahabîlerin ktffe kişi kadar olduğuna işaret etmiştir [47]Ancak Ibn Hacer, bu görüşte olanlara ve özellikle mütevâtire bir hadîsten başka misal gösteremeyen İbnu's-Salâh'a itiraz ederek şöyle demiştir:

"İbnu's-Salâh, daha önce şartları ile birlikte izah edilen mütevâtirin nâdir bulunduğunu, ancak bunun men kezebe aleyye hadîsi için iddia edi­lebileceğini ileri sürüyor. Onun bu görüşü ve diğerlerinin mütevâtir hadîsin mevcut olmadığı yolundaki iddiaları yanlıştır. Çünkü böyle bir kanaat, mütevâtir hadîslerin turukunun çokluğundan ve râvilerinin yalan üzerinde birleşmelerini âdeten imkânsız kılan hal ve sıfatlarını bilmenin güç­lüğünden ileri gelmektedir. Aslında hadîsler arasında mütevâtir olanlar çok denecek kadar mevcuttur. Nitekim Şarkta ve Garpta ilim ehli arasında elden ele dolaşan ve musannıflarma nisbeti kesinlikle sabit ve sahîh olan bir çok meşhur hadîs kitabı, bir hadîsin naklinde birleştikleri ve bu hadîsin turuku da, yalan üzerinde birleşmelerini imkânsız kılacak şekilde çoğaldığı zaman, diğer şartların da tahakkuku ile onu nakledenlerin doğruluğu hak­kında kesin bir bilgi hâsıl olur. Meşhur kitaplarda bu çeşit hadîsler pek çoktur [48]Es-Suyûtî bu konuda müstekıl bir kitap telîf ederek mütevâtir hadîsleri bâblara göre tasnif etmiş ve kitabına el-Ahbâru'l-mutenâsire fı'l-ahbârVl-mutevâtire adını vermiştir. Kitapta, mütevâtir olarak gösterdiği her bir hadîsi kitaplarında nakledenlerin isnadlan ile birlikte zikretmiştir. [49]Es-Suyûtî'nin mütevâtir hadîsler arasında gösterdiği hadîslerden bazıları şunlardır:

Hadîsu'l-havz (elli küsur sahabî tarafından rivayet edilmiştir); (yetmiş sahabî tarafından rivayet edilmiştir);        (elli sahabî tarafından rivayet edilmiştir); tarafından rivayet edilmiştir); trafından rivayet edilmiştirtarafından rivayet edilmiştir); "kilde mütevâtir olarak rivayet edilmiştir. [50]

 

3. Mütevâtir Haberin Çeşitleri

 

Mütevâtir haberler, ya lafzı, ya da manevî olurlar. [51]

 

a) Mütevâtir Lafzî

 

İsnadın başında olsun, ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin lafzan, yukarıda tarifi yapılan kalabalık ta­rafından rivayet edilmesidir. Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sahabeden itibaren her tabakada sayılamayacak kadar çok sa­yıda müslüman tarafından okunup kendilerini takip eden nesillere nak­ledilmiş ve bu nakil esnasında tek bir harfinde bile değişikliğe uğramadan zamanımıza kadar gelmiştir. Hadîsler arasında da bu şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır. İbnu's-Salâh, bu çeşit hadîslerin başında hadîsini zikretmiştir. Bu hadîsi Haz-reti Peygamberden 40, bir rivayete göre de 62 sahabî rivayet etmiştir. Bun­lar arasında cennetle tebşir edilen 10 sahabî de vardır. [52]Es-Suyûtî, bu gu­ruba giren diğer bazı hadîsleri daha zikretmiştir. 70 sahabî tarafından rivayet edilen sahabî tarafından rivayet edilen hadîsleri bunlardandır. [53]

 

b) Mütevâtir Manevî

 

Kelimenin manâsından da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Maamafih, lafzî mutabakat ol­masa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde birleşmeleri ihtimal dâhilinde ol­mayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart koşulmuştur. Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin aslıdır, yahut özüdür. Meselâ, râvilerden birisi, "fulân kimse bir deve hediye etti" şeklinde bir haber rivayet etse, bir başkası bu haberi "fulân kimse bir at hediye etti", bir diğeri "fulân kimse şu kadar lira hediye etti" şeklinde rivayet eder. Bu ri­vayetlerde tevatür derecesine ulaşan husus, "fulân kimsenin bir şey hediye etmesi" dir.

Es-Suyûtî, mütevâtir manevî hadîse misal olarak Hazreti Peygamberin (du'â esnasında ellerin kaldırılması) hadîsini zikretmiştir. Bu hadîsin muhtelif kaziyelerde zikredilmiş 100 kadar rivayeti vardır; bu kaziyeler tevatür derecesinde olmamakla beraber, "du'â esnasında ellerin kaldırılması", bütün rivayetlerde müşterektir ve tevatür derecesine ulaşan husus da budur. [54]

 

B.ÂHÂD HABERLER

 

 1. Ahâdın Lügat ve Istılah Manâsı

 

Âhâd, lugatta, "bir" manâsına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad veya vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise, tevatür derecesine ulaşmayan, veya mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd (bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından ri­vayet edilen haber kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi tarafından rivayet edilen haberlerdir.

îmam eş-Şâfi'î (Ö. 204)'nin haber-i hâssa da dediği haber-i vâhıd ta­biri, ilk asırlar içinde yalnız bir kişinin rivayet ettiği haberler hakkında kullanılmıştır. Nitekim eş-Şâfi'î, bu çeşit haberleri tarif ederken "Hazreti Peygambere, yahut ondan sonraki bir şahsa müntehi olana kadar bir ki­şinin bir kişiden rivayet ettiği haberdir." demiş; bu haberlerin dînde hüccet olarak kullanılabileceğini isbat hususunda da, Hazreti Peygamberin ha­yatında bir kişinin haberi ile ilgili tatbikattan örnekler vermiştir.[55]

Ancak daha sonraki devirlerde ve özellikle usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i âhâd anlayışında önemli sayılabilecek bir de­ğişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği ha­berler hakkında değil, fakat iki kişinin iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha fazla kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla ki, üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olması lâzımdır. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalığa erişmemiş olması dolayısıyle haber, yine âhâd haberlerden sa­yılır. Nitekim usûl kitaplarında, haberler, onları rivayet edenlerin sa­yılarına göre, önce iki kısma taksim edilmiş, bir kısmına mütevâtir, diğer kısmına da âhâd denilmiştir. Daha sonra âhâd haberler de, meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, mütevâtir haberler, bunları işiten kimseler için ilm-i yakın, veya ilm-i zarurî ifade ettikleri halde, âhâd ha­berler, ilm-i nazarî ifade ederler. Kelimelerin delâlet ettikleri manâ göz Önünde bulundurulacak olursa, ilm4 nazarî (el-ılmu'n-nazarî), inceleme ve araştırma yolu ile insanda hâsıl olan ilim veya bilgi manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, haberlerin, haber verdikleri konularda, ikna yönünden insan üzerinde bıraktıkları tesir olup, ancak zihnî bir tetkik ve tertip neticesi ke-sinleşir ve bilgi halini alır. Bunu bir misal ile açıklamak gerekirse, Hazreti Peygamberden nakledilen bir hadîs, onu ilk işiten kimse için, getirdiği hüküm veya tavsiyede bulunduğu dînî veya ahlâkî herhangi bir davranış yö­nünden ilim veya bilgi ifade eder; başka bir deyişle, insanda, bu hüküm veya davranışla ilgili bir ilim hâsıl olur. Ancak bu ilim zannîdir; kesin de­ğildir. Kesinleşmesi için, insanın bazı inceleme ve araştırmalara, önceden sahip olduğu diğer bilgilere istinaden bir takım istidlallere başvurması ge­rekir. Bu inceleme ve araştırma, hadîsin isnad ve metni yönünden olur. İsnad yönünden araştırma, onun râvilerine ve ittisal yönünden durumuna taalluk eder. Hadîsin râvileri adalet ve zabt yönünden tam ve güvenilir kim­seler midir? Sened muttasıl mıdır; yâni hadîsi birbirinden nakleden râviler, gerçekten birbirine mülâki olup, o hadîsi birbirinden işitmişler midir? Arada herhangi bir inkıta, kopukluk, yâni bir râvi düşmesi var mıdır? Senedin her­hangi bir illeti var mıdır?

Metinle ilgili araştırma ise, onun, Hazreti Peygamberden rivayet edilen diğer hadîslere, umumî manâ yönünden uygun olup olmadığını ortaya çı­karmak gayesine yöneliktir; çünkü herhangi bir aykırılık, hadîsin şâz ol­duğu neticesini doğurur.

İşte, hadîsin hem isnad ve hem de metin yönünden böyle bir araş­tırmaya tâbi tutulması neticesinde, insanda kesin bir kanaat hâsıl olur ve bu kanaat, hadîsin red veya kabulüne taalluk eder. Eğer râvilerin adalet ve zabt yönünden zayıf oldukları, isnadda ittisalin bulunmadığı ve illetli ol­duğu, metnin Hazreti Peygamberden rivayet edilen diğer hadîs metinlerine manâ yönünden aykırı düştüğü, yâni şâz veya münker olduğu anlaşılırsa, hadîsin zayıf olduğuna hükmedilir. Bu hüküm, insanda, hadîsle ilgili olarak teşekkül eden bilginin tabiî bir neticesidir.

İşte, hadîsin kabul veya red yönünden değerini tesbite yarayan böyle bir inceleme ve araştırma, ilm-i nazarî tabirinde yer alan nazar kelimesinin tam karşılığıdır. Zira lugatta nazar kelimesi, gözün görme duygusuna delâlet eder ki [56]bir şeye yöneldiği zaman, bu yönelişte, onun mahiyetini anlamaya matuf bir gaye vardır. Bu sebeple el-Cevherî üy (nazar, bir şeyi gözle düşünmektir) demiştir.[57]

Bu düşünme, tabiatiyle nazar olunan şey hakkında daha önceki bil­gilere de istinaden, yeni bilgiler edinmek gayesine matuftur; bu ise, istidlali gerektirir.

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre, ilm-i nazari, nazar ehliyetine sahip olan, yâni araştırma gücü bulunan kimselerde hâsıl olur. Araştırma gü­cünden maksat, üzerinde durduğu konuya veya konunun bağlı bulunduğu dala vâkıf olma kudretidir. Bu kudrete sahip olmayan câhil kişide nazarî ilim hâsıl olmaz. Bu, hadîs ilmi yönünden şu demektir: Hadîs ilmine vukufu olmayan bir kimse, işitmiş olduğu bir hadîs hakkında, araştırma gücüne sahip olmadığı için, ilm-i nazarîyi elde edemez, veya hadîs hakkında kabul veya red yönünden hüküm veremez.

İlm-i nazarî, hadîs imamları arasında, umumiyetle âhâd haberler için söz konusudur. Çünkü bu haberler arasında makbul haberler bulunduğu gibi, merdûd haberler de vardır. Ancak makbul olanların diğerlerinden ayırt edilmesi, haberlerin, yukarıda açıkladığımız şekilde tetkik edilmelerine bağ­lıdır. Bu bakımdan hadîs imamları, umumiyetle, âhâd haberlerin ilm-i-nazarî ifade ettiklerini söylemişler ve ilim lafzını nazarî lafzıyle tahsis etmişlerdir. Çünkü haber-i âhâdla insanda hâsıl olan ilim, zarurî veya yakîn bir ilim değildir; kesinliği ancak nazar'a, yâni araştırmaya bağlıdır. İlim laf­zını haber-i âhâd için hoş karşılamayan bazı kimseler ise, zan lafzmı kul­lanmışlar ve "haber-i âhâd zannı ifade eder" demişlerdir.[58]  Bununla be­raber, her iki tabirin kullanılışı arasında büyük bir fark mevcut değildir. Önemli olan husus, ilm-i nazarî veya zan ifade eden hadîslerin sahîh ve makbul olanlarını, zayıf ve merdûd olanlarından ayırt etmektir. Bu ise, hadîs imamları tarafından gerektiği şekilde yapılmıştır. [59]

 

2. Ahâd Haberlerin Çeşitleri

 

Ahâd haberler, her tabakada onları nakleden râvilerin sayısına göre meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısma ayrılırlar. [60]

 

a) Meşhur Haberler

 

Meşhur, lügat yönünden şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelirse de, hadîsçiler arasında, ıstılah olarak daha farklı bir manâda kul­lanılmış ve en az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine eriş­meyen hadîslere denilmiştir.[61] Meşhurun bu tarifi, bazı fıkıh ulemâsına göre musteftz denilen hadîsleri tanıtır; çünkü bu kelimenin kökü, bir kaptan dökülen suyun yayılmasını anlatmak için kullanılmış ve fâza'l-mâ'u yeftzu feyzan denilmiştir. Bununla beraber, meşhurla mustefîz arasını ayıranlar da vardır ve bunlar, nıustefîzı, başından sonuna kadar ikiden fazla isnadı olan hadîslere tahsis ettikleri halde, başında bir râvisi olsa bile sonradan şöhrete ulaşan hadîslere de meşhur demişlerdir. Fakat hadîsçiler arasında maruf olan tarîf, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, en az üç isnadla nak­ledilen hadîslerdir.

Meşhurun diğer bir manâsı da, râvisi olsun veya olmasın, yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine alır.

Meselâ,hadîsleri, aslı olmayan, fakat halk dilinde şöhrete ulaşmış bulunan hadîslerdendir. Şu var ki, bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin ıstılah manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet eder.

Bir hadîsin şöhret kazanması, bir emr-i nisbîdir: Bazen yalnız hadîsçiler arasında, bazen hem hadîsçiler, hem de ulemâ ile halk arasında, bazen fukahâ, bazen de usûlcüler arasında meşhur olduğu görülür. Meselâ

hadîsi   fukahâ   arasında   meşhur   olmuştur. hadîsi usûlcüler arasında, il hadîsi ise, hem hadîsçiler, hem de diğer ulemâ ile halk arasında şöhret ka­zanmıştır.

Fakat ıstılah yönünden yukarıda verdiğimiz tarife uygun olan ve yal­nız hadîs uleması tarafından bilinen meşhura misal, el-Buhârî ve Müslim'in de naklettikleri hadîsidir.[62] Gerek el-Buhârî ve gerekse Müslim, bu hadîsi, Süleyman et-Teymî tarikiyle Ebû Meclez'den nakletmişlerdir; Ebû Meclez ise, Enes İbn Mâlik'ten almıştır. El-Hâkim, mezkûr hadîs hakkında şu bilgiyi verir:

"Bu hadîs Sahîh'te nakledilmiştir. Onun, Ebû Meclez'den başka Enes'ten nakleden râvileri vardır. Keza et-Teymîden başka kimseler Ebû Meclez'den ve el-Ensârî'den başka kimseler de et-Teymî'den bu hadîsi ri­vayet  etmişlerdir;   ancak bu  husus,  sanat  ehli dışmdakilerce  bilinmez.

Çünkü bunlar, Süleyman et-Teymî'nin, Enes'in dostlarından olduğunu dü­şünerek ikisi arasında yer alan diğer râvi (Ebû Meclez) vasıtasıyle gelen ri­vayetin garîb olduğunu zannederler. Yine bunlar, hadîsin ez-Zuhrî ve Katâde'den gelen birçok turuku bulunduğunu bilmezler. Bunun gibi daha binlerce hadîs vardır ki, ehlinden başkası bunların şöhretine vâkıf de­ğillerdir. [63]

 

b) Azîz Haberler

 

Azîz, lugatta "bir adam azîz ve şerif olmak ve bir kimse zelîl iken kaviy ve zî kudret olmak" manasınadır.[64] Hadîs ıstılahında ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır. Meselâ ez-Zuhrî, veya Katâde gibi meşhur hadîs imam­larından birinin rivayeti, onlardan rivayet eden bir tek râviye inhisar eder, başka râvi bulunmazsa, bu rivayet garîb olur. Başka bir ifade ile, bir hadîs, ez-Zuhrî ve benzeri imamlardan birinden yalnız bir râvi vasıtasıyle rivayet edilirse, daha sonraki nesillerde hadîsin turuku çoğalmış olsa bile, bu hadîse garîb denir. Hadîsin tek bir râviye inhisar ettiği tabakadan bir başka râvi aynı hadîsi yine o imamdan rivayet ederse, o âna kadar garîb olarak bilinen hadîs, ikinci râvinin rivayetiyle kuvvet kazanır ve azîz olur. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada yalnız iki râvi tarafından rivayet edilen hadîsler ola­rak tarif etmek daha doğru olur. Bununla beraber İbnu's-Salâh, garîb olan bir hadîsi, iki veya üç kişi rivayet ederse azîz olur, demek suretiyle, üç ki­şinin teferrüdünü de azizin tarifine sokmuş olmaktadır' [65]Halbuki îhn Hacer'e göre bir hadîs, herhangi bir tabakada yalnız bir kişi tarafından ri­vayet edilirse o hadîs garîb, iki kişi tarafından rivayet edilirse aziz adını alır.[66]

İbn Hıbbân'm ifadesinden veya bazı kimselerin ileri sürdükleri gö­rüşlere onun verdiği cevaptan, azîzi, bütün tabakalarda yalnız iki kişinin iki kişiden rivayetleri olarak tarif edenlerin bulunduğu anlaşılmakta ve onun "iki kişinin iki kişiden rivayeti asla bulunmaz" demek suretiyle böyle bir azîz çeşidini reddettiği görülmektedir; yahutta îbn Hıbbân, azîzin tarifi bahis konusu olduğu zaman, bu tariften, her tabakada yalnız iki kişinin yal­nız iki kişiden rivayet ettiği hadîs manâsını anlamaktadır'. [67] İbn Hacer, ibn Hıbbân'ın bu anlayışına işaretle şöyle der: "îbn Hıbbân, iki kişinin iki kişiden rivayeti asla bulunmaz, demek suretiyle bütün tabakalarda yalnız iki kişinin yalnız iki kişiden rivayetini kasdediyorsa, bu doğrudur; gerçekten böyle bir rivayeti bulmak, hemen hemen imkânsız gibidir. Fakat tecviz et­tiği azız şekli, iki kişiden az olmayan kimselerin iki kişiden az olmayan kim­selerden rivayet etmeleri suretiyle mevcuttur. Bunun misali, Şeyhân (el-Buhârî ve Müslim) in Enes'ten ve el-Buhârî'nin Ebû Hureyre'den rivayet et­tikleri şu hadîstir: <Ben> içinizden birine, anasından babasından ve çocuğundan daha sevgili olmadıkça o, îman etmiş sayılmaz [68]Bu hadîsi, Enes'ten Katâde ve Abdu'1-Azîz İbn Suheyb; Katâde'den Şu'be ve Sa'îd; Abdu'l-Azîz'den İsmâ'îl İbn Uleyye ve Abdu'l-Vâris; ve bunların her birinden de, sayısı ikinin üstünde birer cemaat ri­vayet etmiştir.[69]

Hz. Peygamber Şemada da görüldüğü gibi, zikri geçen hadîs, ilk üç tabakada yalnız iki­şer kişi tarafından rivayet edilmişse de, üçüncü tabakadan sonra turuku ço­ğalmış ve hadîsi, her birinden ikinin üstünde birer cemaat rivayet etmiştir. Bu hadîs, azizin bir örneğidir. [70]

 

c) Garîb Haberler ve Çeşitleri

 

Garîb, lugatta yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse demektir. Hadîs ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kal­mış, yahut benzeri başka râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.

Garîb hadîsler, sahih ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad yönünden de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden garîb olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle sahîh olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok edici bir vasıf olduğu da ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (gü­venilir) kimseler olmaları halinde sübût bulur. Buna göre rivayetiyle te-ferrüd eden, yâni tek kalan ve bundan dolayı hadîsi garîb olan râvi, gü­venilir kimselerden olduğu takdirde, rivayetini sahîh kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur. Hattâ böyle bir hadîs, râvilerinin adalet ve zabt yön­lerinden bulundukları derecelere göre sahîh olduğu gibi, hasen ve zayıf da olabilir.

Açıkladığımız bu yönleriyle garîb hadîs, sıhhat yönünden diğer hadîs çeşitlerinden farklı olmamakla beraber, hadîs imamları arasında yine de fazla rağbet görmemiş; hattâ bazıları, onları zemmeden sözler bile söylemişlerdir. Meselâ Ahmed İbn Hanbel: Bu garîb hadîsleri yazmayınız; çünkü onlar menâkîrdir ve çoğu zayıf râvilerden gelmedir" demiş; Mâlik İbn Enes de, "ilmin şerrinin garîb, hayrının da halk tarafından rivayet edilen zahir olduğunu" ileri sürmüştür. Abdurrazzâk, "biz, garîb hadîsin hayırlı ol­duğunu zannederdik; halbuki o şer imiş" derken, Ebû Yûsuf da, "dîni kelâm ile arayan zındıklaşır; hadîsin garibini arayan yalancı olur; malı kimya ile arayan ise, iflâs eder" demiştir.[71]

Garibin metin ve isnad yönünden taksimine gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hadîs, hem isnad, hem de metin yönünden garîb olabilir. Garibin bu kısmı, tek bir râvinin rivayet ettiği metinle tek kalması halinde ortaya çıkar. Bazen de hadîs, yalnız isnad yönünden garîb olur. Meselâ sa­habeden bir cemaat tarafından rivayet edilen bir hadîs, başka bir sahabîden nakleden bir tâbi'înin teferrüdü ile garîb olur ve onun, "yalnız bu yönden garîb olduğu" söylenir. Yalnız metin yönünden garîb olan hadîs ise, râvisi o metinle teferrüd eden hadîstir; ancak bu çeşit hadîsler, ferdin şöhret ka­zanmış şekliyle bulunurlar; yâni metin, bidayette garîb olsa bile, sonradan şöhrete kavuşmuş veya meşhur olmuştur. Ömer Îbnu'l-Hattâb (r.a.)'ın oLJL JUxVI Ul (ameller niyetlere göredir) hadîsi garibin bu kısmına bir örnek teşkil eder; zira bu hadîsi Hazreti Peygamberden yalnız Ömer Îbnu'l-Hattâb rivayet etmiştir. Ömer'den yalnız Alkame İbn Vakkâs, Alkame'den yalnız Muhammed ibn İbrahim et-Teymî, ondan da yalnız Yahya İbn Sa'îd almış; Yahya'ya kadar metin garîb olarak rivayet edildiği halde, Yahya'dan rivayet edenlerin çokluğu dolayısıyle de hadîs meşhur olmuştur.

Garabet, yâni râvinin tek kalması, bazen isnadın aslında, yâni sahabî tarafında, bazen de ortasında vukubulur ve birincisine ferd-i mutlak, ikin­cisine ise, ferd-i nisbî denir. Aşağıda bunlar ayrıca incelenmiştir. [72]

 

 

1) Ferd-i Mutlak

 

Ferd, lügat yönünden bir, tek, veya çiftin yarısı manâsına gelir. Hazâ ferdun (bu ferddir) denildiği zaman, onun, yegâne, yekdâne olduğu anlaşı-hr [73]Hadîs ıstılahında ise, ferd, gerek lügat yönünden ve gerekse ıstılah yönünden garı6'in müteradifidir. Ancak ıstılahçılar, her iki kelime arasında, kullanılışlarının azlığına veya çokluğuna göre ayırım yapmışlar ve ferd is­mini çok defa ferd-i mutlak'a, garîb ismini ise, ferd-i nisbî'ye ıtlak et­mişlerdir. Ancak bu, kelimelerin isim olarak kullanılışı yönündendir. Fakat bu kelimelerden türemiş fiillerin kullanılışı bahis konusu olduğu zaman, aralarında hiçbir ayırım yapılmamıştır. Meselâ haber, ister ferd-i mutlak olsun, ister ferd-i nisbî olsun, her ikisinde de teferrede bihi fulânun veya ağ-rabe bihi fulânun denilerek, ferd ve garîbten türemiş fiiller aynı manâda kullanılmıştır.[74]

Ferdin, garibin müteradifi olarak da kullanıldığı gözönünde bu­lundurulursa, kelimenin hadîs ıstılahı yönünden manâsı, isnadın herhangi bir yerinde râvisi tek kalmış haber çeşidi olur. Ancak bu çeşit haberlerin ta­rifinde kullanılan kelime, umumiyetle garîb kelimesidir ve ferd tabiri, yu­karıda da işaret olunduğu üzere, garibin kısımları bahis konusu olduğu zaman daha çok kullanılmıştır.

Buna göre, ferd kelimesinin, tabakalardan herhangi birinde râvisi tek kalmış haberlere delâlet ettiği gözönünde bulundurulursa, ferd-i mutlak (el-ferdu'l-mutlak)'m, tarifini verdiğimiz ferd çeşitlerinden biri olduğu anlaşılır. Nitekim İbn Hacer, "garabet, ya senedin aslında olur, yahutta bir başka ta­rafında.. ."[75] demek suretiyle, ferdiyyetin müteradifi olarak kullanılan ga­rabetin, isnadın bazen bir yerinde, bazen de bir başka yerinde görülmesi se­bebiyle iki kısımda mütalâ edildiğini açıklamıştır ki, bunlardan birisi ferd-i mutlak'tır ve garabetin senedin aslında olması şeklidir.

Senedin aslı (aslu's-sened), kendisinden sonraki turuk ne kadar ço-ğalırsa çoğalsın, isnadın dönüp dolaştığı yerdir ki, evvel, menşe', âhır, intiha, muntehây-ı sened gibi tabirlerin de ıtlak olunduğu sahabînin bu­lunduğu taraftır. Buna göre, garabetin isnadın aslında veya evvelinde oluşu, hadîsi rivayet eden sahabî veya sahabîden rivayet eden tâbi'î sayısının bir­den fazla olmamasıdır. Yâni sahabînin veya tâbİ'înin, rivayet ettiği hadîsle teferrüd etmesi, tek kalmasıdır.

Ferd-i mutlak'a misal olarak, el-Buhârî ve Müslim tarafından nak­ledilen velâ'ın satış ve hibesini yasaklayan İbn Ömer hadîsi zikredilebilir.

Hazreti Peygamber, köle azadından doğan mîras hakkının satışını ve hibe edilmesini bu hadîsiyle nehyetmiştir:[76]

Bu hadîsi Abdullah îbn Ömer'den rivayet eden tâbi'î Abdullah ibn Dînâr rivayetinde tek kalmıştır ve bu teferrüd, senedin aslında olduğu için­dir ki hadîs, ferd-i mutlaktır.

Ferd-i mutlakta bazen tek kalan râviden hadîsi alan râvinin de tek kal­dığı ve bunun bütün râviler boyunca, veya çoğunda devam ettiği görülür, îmanın hasletleriyle ilgili Ebû Hureyre hadîsi, iki râvisi tek kalmış bir hadîstir [77] (îmân yetmiş - veya altmış - küsur şubedir. En üstünü tâ ilahe illa'llah sözüdür. En alt derecesi ise, yoldan (taş, diken vs.) ezâ veren şeyleri kaldırmaktır. Haya da îmandan bir şubedir).

Hazreti Peygamberden Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen bu hadîs, Ebû Hureyre'den Ebû Salih, Ebû Salih'ten de Abdullah İbn Dînâr va-sıtasıyle nakledilmiştir. Gerek Ebû Salih ve gerekse Abdullah İbn Dînâr, bu hadîsin rivayetinde tek kalmışlardır. [78]

 

2) Ferd-i Nisbî

 

Ferd-i nisbî, garabetin senedin ortasında olması halinde ortaya çıkan haber çeşididir. Nisbî denilmesi, haber aslında meşhur olsa bile, teferrüdün belirli bir şahsa nisbetle vukubulması dolayısıyledir. Haberin meşhur ol­ması ise, kendisinde teferrüd etmiş râvileri bulunmayan şâir turuk (is-nadlar) yönündendir. Meselâ Mâlik İbn Enes, Nâfi'den, Nâfı de îbn Ömer'den bir hadîs rivayet etmiş olsa ve bir başka râvi de aynı hadîsi mütâbi'i olmaksızın Mâlik'ten rivayetiyle teferrüd etse, yâni Mâlik'ten bu râviden başka hiç kimse rivayet etmemiş olsa, bu hadîs, Mâlik'ten tek ola­rak rivayet eden râviye nisbetle ferd'tir. Nâfi'den rivayet edenler kalabalık bir cemaat olduğu takdirde ve onlardan bize kadar nakleden aynı şekildeki kalabalık râvi gurubuna nisbetle de hadîs meşhur olur. Bunu şöyle bir şema ile göstermek mümkündür:

Hadîs İbn Ömer[79]

 

III. BÖLÜM

 

SIHHAT YÖNÜNDEN  HABER ÇEŞİTLERİ

 

Haberlerin Makbul ve Merdûd Olma Sebepleri

 

Genel olarak Haber lafzından söz ederken de açıkladığımız gibi, ha­berler, bize gelişleri yönünden mütevâtir ve âhâd olmak üzere iki kısma ay­rıldıkları gibi, âhâd haberler de, aralarında hem sahîh hem de zayıf olan­ların bulunması dolayısıyle makbul ve merdûd olmak üzere iki kısma ayrılmışlardır. Makbul, hadîs âlimlerinin çoğunluğuna göre, ameli ge­rektiren haberlerdir. Râvisinin doğruluğu kabul edilmeyen haberlere de merdûd denilmiştir.

Âhâdın makbul ve merdûd olmak üzere iki kısma ayrılması, onlarla is­tidlalin, râvilerinin adalet ve zabt yönünden ahvallerinin araştırılmasına mütevakkıf olması dolayısıyledir. Mütevâtir haberler bunun aksinedir; çünkü mütevâtir haberler, râvilerinin doğruluğu hususunda kesinlik bu­lunması dolayısıyle hepsi de makbuldür. Âhâd haberler ise, böyle değildir ve onlardan yalnız makbul olanlar ameli gerektirir. Çünkü bunlarda, ya kabul sıfatının esasını teşkil eden râvinin doğruluğu sübût bulmuştur; ya da red sıfatının esasım teşkil eden râvinin yalancılığı sübût bulmuştur; yahutta ne kabulünü ne de reddini gerektiren herhangi bir husus mevcuttur. Bu takdirde, birincisinde, râvisinin doğruluğu sübût bulduğu için haberin de doğ­ruluğu zan üzerinde galebe çalar ve haber kabul edilir, ikincisinde, râvisinin yalancılığı sübût bulduğu için haberin de yalan olduğu zan üze­rinde galebe çalar ve haber atılır. Üçüncüsünde ise, eğer haberi bu iki kı­sımdan birine sokmayı mümkün kılacak bir karîne mevcut ise, haber o Kısma sokulur; böyle bir karîne mevcut değilse, haber üzerinde tevakkuf olunur; yâni onunla amel edilmez. Amel olunmayan haber ise, merdûd haber gibidir; ancak onun merdûd olması, haberde red sıfatının sübûtu do-layısıyle değil, kabulü gerektiren bir sıfatın bulunmaması dolayısıyledir. [80]

 

A. MAKBUL HABERLER

1. Sahîh Hadîsler ve Çeşitleri

 

Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sı­fatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, ameli ge­rektiren sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması gerektiğini göstermektedir. Bir başka ifade ile, bir hadîsin sahîh vasfına sahip olabilmesi için, beş şartın o hadîste biraraya gelmesi lâzımdır. İşte bu beş şartı tam olarak kendisinde birleştiren hadîse, sahîh li-zâtihi, veya kısaca sahîh denilmiştir. Bu şartlardan herhangi birisi hadîste bulunmazsa, o hadîs, sahîh olma vasfinı kaybetmiş olur.

Sahîhin tarifinde zikredilen bu beş şart, sırasıyle şunlardır:

1.Sahîh hadîsin râvileri âdil olmalıdırlar. Âdil, adalet vasfına sahip olan kişidir. Adalet ise, insanı takva ve mürüvvet sahibi yapan bir me­lekedir; zira insanın şirk, fısk ve bid'at gibi her türlü büyük ve küçük günâhlardan sakınması, ancak bu meleke sayesinde mümkün olabilir. Bu sebepledir ki takva ve mürüvvet sahibi kimselere, hadîsçiler arasında adi veya âdil denir. Hadîs rivayetinde, râvilerde adaletin şart koşulması, âdil ol­madıkları bilinen, yahut hali bilinmeyen ve dolayısıyle âdil olup olmadıkları anlaşılamayan, yahutta kim oldukları bilinmeyen kimselerin rivayet et­tikleri hadîsleri sahîhin dışında bırakmak içindir.

2. Sahîh hadîsin râvileri zabıt olmalıdırlar. Zabt, râvinin, rivayet ettiği hadîste, yahut hadîsi yazmış ise, kitabında, fazla hata yapmayacak derecede hafız, dikkatli ve titiz   olmasını sağlayan bir melekedir. Râvilerde zabtm şart koşulması, galatı çok, gafleti fahiş olan kimselerin hadîslerini sahîhin dışında bırakmak içindir.

3. Sahîh hadîsin isnadı muttasıl olmalıdır. İttisal, isnadta yer alan her bir râvinin, hadîsi kendisinden naklettiği şeyhine bizzat mülâkî olmuş ve hadîsi bizzat ondan almış olmasıdır. Böylece râvi ile şeyhi arasında açık veya gizli bir inkıta söz konusu olmaz. İsnadda ittisalin şart koşulması, munkatı, mu'dal, mursel ve mudelles gibi çeşitli mkıtalarla gelen hadîsleri sahîhin dışında bırakmak içindir.

4. Sahîh hadîs şâz olmamalıdır. Şâz, râvileri adalet ve zabt yönünden güvenilir, muttasıl isnadla gelmiş olan, fakat kuvvetli isnadla gelen aynı hadîsin   diğer   rivayetine   veya   rivayetlerine   muhalefetle   infirad   eden hadîstir. Daha kısa bir ifade ile, güvenilir bir râvinin, kendisinden daha gü­venilir bir râviye muhalif rivayetidirki, bu rivayetle râvi tek kalmıştır. Böyle durumlarda, daha güvenilir olan râvinin rivayeti tercih olunur; diğer rivayet ise, sahîh olma vasfinı kaybeder ve buna da şâz denir.

5. Sahîh hadîs muallel olmamalıdır. Muallel, metin veya isnadında il­leti bulunan hadîstir, illet ise, hadîsi za'fa düşüren gizli bir kusurdur. Bu kusur tesbit edilinceye kadar sahîh olduğu sanılan hadîs, kusurun an­laşılmasından sonra sahîh olma vasfını kaybeder.

Hadîsçilere göre, yukarıda zikredilen beş şartı kendisinde cemeden hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir. Eğer bazı hadîslerin sıhhati üzerinde hadîsçiler arasında bir görüş ayrılığı çıkmış ise, bu ayrılık, beş şartın, o hadîslerde var olup olmadığı hususunda ortaya çıkan görüş ayrılığı se­bebiyledir. Zira bazı hadîsçilerin ta'dîl ettikleri bir râvi, diğer bazıları ta­rafından cerhedümiş ise, râvi üzerinde hâsıl olan bu görüş ayrılığı, onun ta­rafından rivayet edilen hadîsin sıhhati üzerinde de ortaya çıkar. Râviyi ta'dîl edenler, hadîsinin sahîh olduğuna hükmederken, onu cerhedenler hadîsinin sıhhati üzerinde de tereddüt gösterirler.

Hadîslerin sıhhati üzerinde beliren görüş ayrılığının bir sebebi de, yu­karıda zikredilen beş şartı yeterli görmeyen bazı kimselerin iddialarıdır. Hadîsçiler dışından geldiği anlaşılan bu iddialar, mezkûr beş şarta ilâveten, hadîsin her tabakada en az iki râvi tarafından rivayet edilmesi esasına da­yanır. Nitekim rivayet olunduğuna göre, İbrâhîm İbn îsmâ'îl İbn Uleyye, ri­vayetin şehadetle aynı derecede ve aynı şey olduğunu ileri sürerek, hadîsin de en az iki âdil ve zabıt râvisi olması gerektiğini söylemiş ve rivayetinde tek kalan âdil ve zabıt râvinin hadîsini kabul etmemiştir. Ne var ki bu zât, fakîh muhaddislerden olmasına rağmen, itizale meyleden bir kimse idi. [81] Ez-Zehebî, onun cehmî olduğunu, Kur'ân'm mahlûk olduğu görüşünü ta­şıdığını ve bu yolda münazaralar yaptığını söylemiştir.[82]

Sahîhin şartı hakkında İbrâhîm îbn îsmâ'îl îbn Uleyye tarafından ileri sürülen bu görüş, aslında diğer bazı mutezile imamlarının da görüşüdür. Ni­tekim Ebû Alî el-Cubbâ'î, bu konuda şöyle demiştir: "Âdil olan tek bir ki­şinin haberi kabul edilmez. Fakat buna başka bir âdil kişinin haberi in­zimam ederse, yahut Kitap (Kur'ân) dan bir âyetin, yahut başka bir haberin zahirinin muvafakati ile haber kuvvet kazanırsa, yahut sahabe arasında münteşir olur veya bazıları o haberle amel ederse, o zaman tek kişinin ha­beri kabul edilir." [83] Buna benzer bir görüş de, el-Hâkim en-Neysâbûrî ta­rafından ileri sürülmüştür: "Sahîh hadîsin sıfatı, kendisinden cehalet ismi zail olmuş sahabînin Hazreti Peygamberden, iki âdil tâbi'înin de sahabîden rivayeti olup, şehadet üzerine şehadet misali, hadîs ehlinin zamanımıza kadar onu nakletmesidir." [84] Mutezile tarafından sahîh hadîsin şartı olarak ileri sürülen her ta­bakada onun en az iki âdil râvi vasıtasıyle rivayet edilmesi keyfiyeti, as­lında, bu mezheb imamlarının haber-i âhâd hakkındaki görüşleri çerçevesi içinde mütalâa edilmek gerekir. Zira mutezile, âhâd haberlerin dînde delil olarak kullanılmasına karşıdırlar.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, hadîs imamlarının sıhhati üze­rinde ittifak ettikleri tek isnadla rivayet edilmiş pek çok hadîs vardı ve bu hadîsleri el-Buhârî ve Müslim gibi Sahîh sahipleri kitaplarına almakta te­reddüt göstermemişlerdir. hadîsi bunun en açık örneğini teş­kil eder. El-Buhârî tarafından Sahîh'in başında nakledilen bu hadîs, Hazreti Peygamberden, yalnız Ömer İbnu'l-Hattâb vasıtasıyle rivayet edilmiş; Ömer'den yalnız Alkame, Alkame'den yalnız Muhammed İbn îbrâhîm, Mu-hammed İbn İbrahim'den de yalnız Yahya İbn Sa'îd rivayet etmiştir. Yahya'dan sonra isnadı çoğalan bu hadîsin sıhhati, değerinin büyüklüğü ve ondan hâsıl olan faydanın çokluğu üzerinde bütün İslâm uleması görüş bir­liğine varmışlardır. İmam Eş-Şâfı'î, bu hadîsin İslâm'ın üçte birine muâdil olduğunu ve yetmiş fıkıh babını ihtiva ettiğini söylemiştir. Abdurrahman İbn Mehdî ise, kitap tasnîf eden herkesin, ilim talebesinin, niyetini dü­zeltmesi için, tenbîh maksadı ile bu hadîsi kitaplarının başında zikretmeleri tavsiyesinde bulunmuştur.[85]

Sahîh hadîsin yukarıda zikrettiğimiz beş şartından ilk ikisini teşkil eden ve râvilerle ilgili olan adalet ve zabt sıfatları, her râvide veya her in­sanda aynı derecede bulunmaz. Bazı kimseler, çok daha âdil ve çok daha hafız oldukları halde, diğer bazıları, bunlara nisbetle daha az âdil ve hafızdırlar. Bu azlık, onları, zayıf hadîs râvileri derecesine düşürmese bile, diğerlerine kıyasla daha aşağı derecede olduklarına kolayca hükmedilebilir. Bu sebeple denebilir ki, ne kadar sahîh hadîs râvisi varsa, o kadar da bir­birinden farklı adalet ve zabt dereceleri vardır. İşte, râvilerin adalet ve zabt yönünden bu farklı durumları, onlar tarafından rivayet edilen hadîslerin de birbirinden farklı sıhhat derecelerinde bulunması sonucunu doğurur. Buna göre, râvileri adalet yönünden en üstün derecede bulunan bir hadîsin, sıh­hat yönünden de en üstün derecede bulunduğuna hükmedilir. Bu hüküm, bazı hadîsçileri, adalet ve zabt yönünden en üstün seviyede bulunan hadîs râvilerinden müteşekkil isnadları asahhu'l-esânîd (isnadların en sahihi) vasfı ile belirtmelerine yol açmıştır. Meselâ ez-Zuhrî'nin Salim îbn Abdullah îbn Ömer'den, onun da babası Abdullah İbn Ömer İbni'l-Hattâb'tan; Mu­hammed îbn Sîrîn'in Ubeyde İbn Amr es-Selmânî'den, onun da Alî'den; îbrâhîm en-Neha'î'nin Alkame'den, onun da İbn Mes'ûd'tan rivayetleri böyledir ve bu isnadlardaki isimler, en üstün adalet ve zabt sıfatlarını hâiz ol­dukları için asahhu'l- esânîd sayılmışlar dır . [86]

Ne var ki, bir isnad hakkında verilen asâhhu'l-esânîd hükmü kesin bir hüküm değildir. Çünkü hadîslerdeki birbirinden farklı sıhhat dereceleri is-nadlarmm sıhhat şartları yönünden sahip oldukları derecelere göre tertip edilir. Halbuki bir isnadı teşkil eden ricalden her birinin teker teker en üstün kabul şartlarım hâiz olması, yahut bu şartları hâiz râvilerin her zaman biraraya gelmesi nâdir olur. Diğer taraftan, râvileri ve dolayısıyle is­nadı değerlendiren kimseler arasında da devamlı bir görüş birliği bulunmaz ve her biri kendi nazarında kuvvetli olan isnadı tercih eder. Bu tercihte bil­hassa değerlendirmeyi yapan kimsenin daha çok itina gösterdiğini ve ya­kından tanıdığı kendi beldesine âit isnadların ön sırada yer aldığını da ha­tırdan çıkarmamak lâzımdır. Bu sebepledir ki İbnu's-Salâh, isnad veya bir hadîs hakkında kesin olarak "en sahîh" hükmünün verilmemesini daha uygun bulmuş [87]İbn Hacer de onun bu görüşüne katılmıştır [88]Ne var ki, hadîsçilerin bazı isnadlar hakkında bu hükmü vermelerinin, haklarındo böyle bir hüküm verilmemiş olan isnadlara tercih edilmeleri yönünden büyük fayda sağladığı da reddedilemez.

Sahîh hadîsin kısımlarına gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, sıhhatin dereceleri olan adalet ve zabt sıfatlarının her râvide farklı olması dolayısıyle, sahîhin de farklı derecelerinin olması gerekir. İbnu's-Salâh bu konu üzerinde durmaz. Ona göre sahîh hadîs, isnad yönünden meşhur, r^z ve garîb olan hadîstir. Ayrıca hadîs ehlinin sıhhati üzerinde ittifak ettikleri hadîsler yanında, bir de mezkûr evsafın vücûdu üzerindeki ihtilâfları se­bebiyle, sıhhati üzerinde ihtilâf ettikleri hadîsler vardır ve bu iki gurup hadîsi muttefekun aleyh ve muhtelefun fth olarak isimlendirir. [89]îbn Hacer ise, Makbul haberler adı altında hadîsleri, sahîh li-zâtihi, sahîh li-gayrihi, hasen li-zâtihi ve kasen li-gayrihi olmak üzere dört kısma ayır­mıştır ki  [90]bizim bu kitabımızda makbul haberlerin taksimatı ile ilgili ter­cihimiz de bu olmuştur. [91]

 

a) Sahîh Li-Zâtihi

 

Kendi şartlanyle sahîh olan ve sıhhat yönünden en üst derecede bu­lunan hadîstir. Yukarıda da açıkladığımız gibi, râvileri âdil ve zabıt, isnadı da muttasıl olup şâz ve illetten salim bulunan her hadîsin sahîh olduğu gö-

zönünde bulundurulursa, sıhhat için gerekli olan şartların, râvilerde adalet ve zabt, isnadda ittisal, hadîste de şüzûz ve illetten selâmet sıfatları olduğu kolayca anlaşılır. Bu sıfatların son üçünde, yâni ittisalde, şüzûz ve illetten selâmette, kuvvet yönünden derecelendirme elbette söz konusu değildir. Başka bir ifade ile, isnadın az veya çok muttasıl olduğunu söylemek nasıl mümkün olmazsa, hadîsin de az veya çok illetli olduğu ileri sürülemez. Çünkü isnad, ya muttasıldır, yahut değildir; keza hadîs de, ya şâz veya mu­alleldir, yahutta değildir. Buna karşılık, sıhhat için zorunlu olan ilk iki sıfat, yâni adalet ve zabt sıfatları ise, bundan farklıdır ve her insan, birbirinden farklı adalet ve zabt sıfatlarına sahiptir. Bir insan, ne derecede îman ve İslâm'a bağlı ve ne derecede takva ve mürüvvet sahibi ise, o derecede âdil, ne derecede hafıza gücüne sahip ise, o derecede zabıttır. Buna göre bir hadîsin sıhhati, onu rivayet eden râvinin adalet ve zabt sıfatlarındaki de­recesine paralel olarak gerçekleşir ve diğer üç şartla birlikte az veya çok sahîh bir hadîs olur.

İşte bu açıklama bize, sahîh li-zâtihi denilen hadîsin tayin ve tarifinde başlıca dayanağı teşkil eder. Eğer bir hadîs, râvileri adalet ve zabt sıfatları yönünden en üstün derecede ise, diğer şartların da vücûdu ile bu hadîs, sahîh li-zâtihi olur; çünkü bu hadîs, bir hadîsin sıhhati için gerekli olan şartların biraraya gelmesiyle sahîh olmuştur; onu sahîh mertebesine yük­selten beş şart dışında ayrı bir unsur, veya ayrı bir kuvvetlendirici yoktur. Kısacası bu hadîsi sahîh mertebesine yükselten sıfatlar, sıhhat için gerekli olan sıfatlardan başkası değildir. Bu sebeple ona sahîh li-zâtihi denilmiştir. [92]

 

b) Sahîh Li-Gayrihi

 

Yukarıda da açıkladığımız gibi, Râvileri âdil ve zabıt, isnadı muttasıl olan, şüzûz ve illetten salim her hadîse sahîh denilmiş, adalet ve zabt sı­fatlarının en üstün derecede bulunması halinde de o hadîs, sahîh li-zâtihi olarak adlandırılmıştır.

Ancak bir hadîs râvisinin zabtında bulunan kusur, yahut zayıflık, o ravi tarafından rivayet edilen hadîsin sahîh olarak tavsif edilmesine engel olursa, bu takdirde o hadîs, diğer sıhhat şartlarının tam olması halinde, hasen olarak isimlendirilir ve aşağıda da açıklanacağı üzere, sahîh hadîs de­recesinin altındaki bir dereceye iner.

Râvisinin zabtmdaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan bir hadîs, başka bir sahîh isnadla rivayet edilecek olursa, hasen hadîs râvisindeki zabt kusuru, diğer rivayetle telâfi edilmiş ve sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselmiş olur. Ancak kendi isnadıyle hasen olan, fakat başka bir isnadla da rivayet edilmek suretiyle sahîh mertebesine yükselen bir hadîse, şüphesiz kendi şartlarıyle sahîh olmaması dolayısıyle sahih li-

zâtihi demek mümkün değildir. Fakat hasen iken, başka bir isnadla da ri­vayet edildiği için sahîh derecesine yükselmiş olması dolayısıyle ona sahîh li-gayrihi denilmiştir. Böyle bir hadîs, kendi şartlarıyle sahîh olan ve sahîh li-zâtihi denilen hadîsin dûnundadır. [93]

 

2. Hasen Hadîsler ve Çeşitleri

 

Lügat yönünden "güzel" manâsına gelen hasen kelimesi, hadîsçilerin ıstılahında, sahîh ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın ol­duğu için makbul hadîsler arasında sayılan bir hadîs çeşidinin adıdır [94]Hadîsler ilk defa el-Hattâbî [95]tarafından sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere üçe taksim edilmiş, bilâhare bu üçlü taksim, hadîsçiler arasında şöh­ret kazandığı gibi, hasen'in çeşitli tarifleri de yapılmıştır. El-Hattâbî'ye göre hasen, "mahreci bilinen, ricali şöhret kazanan, hadîslerin ekseriyetim teşkil eden, ekserî ulemâ tarafından kabul edilen ve ekserî fukahâ tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir" [96]

Et-Tirmizî'nin tarifine göre, isnadında kizb ile müttehem bir râvisi bu­lunmayan, şâz olmaksızın çeşitli yönlerden rivayet edilen her hadîse hasen denir. [97]Et-Tirmizî'nin bu tarifi bazı hadîsçiler arasında itiraza uğramış ve onun, hasen hadîsi sahîh hadîsten ayırt edecek bir vasıf getirmediği, zira sahihin de râvilerinin kizb ile müttehem olmadıkları ve şazdan salim bu­lundukları İleri sürülmüştür. Yalnız et-Tirmizî'nin şart koştuğu bir husus vardır ki, o da, hadîsin başka yönlerden de rivayet edilmesidir ve bu, sahîh hadîslerde şart koşulmamıştır. Bununla beraber, et-Tirmizî'nin tarifinde şu husus açıkça görülür ve bu da mezkûr İtiraza cevap teşkil eder: Et-Tirmizî, hasen hadîs râvilerinin kizb ile müttehem olmamaları gerektiğini söy­lemiştir. Vakıa sahîh hadîs râvilerinin de kizb ile müttehem olmamaları ge­rekir; fakat bu ifadenin içinde, aynı zamanda, bu râvilerin sika olmaları

şartı da yer almış bulunmaktadır. Buna göre hasen hadîste koşulan "râvilerin kizb ile müttehem olmamaları" şartı ile, sahîh hadîsin "râvilerin sika olmaları" şartı arasında fark vardır ve bu bakımdan hasen hadîs râvileri, derece yönünden sahîh hadîs râvilerinden daha aşağı se­viyededirler. Buna ilâveten hasende şart koşulan hadîsin başka yollardan da rivayeti meselesi, sahîhte şart koşulmamıştır; bu da haseni sahihten ayı­ran başka bir özelliktir.

Buna benzer bir itiraz, yukarıda zikrettiğimiz el-Hattâbî'nin tarifine karşı da yapılabilir ve denir ki: Sahîh hadîslerin de mahreçleri bilindiği gibi, ricali de meşhurdur. Ne var ki el-Hattâbî bu ifadesiyle, hasen hadîslerin, sahîh hadîs derecesine ulaşmadıklarını kasdetmiştir. Nitekim bununla ilgili ibareyi takiben şöyle demiştir: "...Ekserî ulemâ tarafından kabul edilen ve ekseri fukahâ tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir". "Mahreci bilinen ve ricali şöhret kazanan..." ibaresinin içine sahîh hadîslerin de girdiği far-zolunsa bile, bu ikinci ibare ile, hasen sahihten ayırt edilmiş olur; zira sahîh hadîsler, ekserî ulemâ ve fukahâ tarafından değil, bütün ulemâ ve fukahâ tarafından kabul edilir ve kullanılırlar'.[98]

El-Hattâbî'nin tarifi ile et-Tirmizî'nin ve diğer bazı müteahhırînin ta­riflerini zikreden İbnu's-Salâh ise, bütün bu tariflerin sadra şifa vermediğini söylemiş ve el-Hattâbî'nin olsun, et-Tirmizî'nin olsun, verdikleri tariflerle hasen ve sahihi birbirinden ayırt etmediklerim ileri sürmüştür. İbnu's-Salâh'a göre hasen hadîs iki kısımdır. Birincisi, isnadmdaki ricali mestur ol­maktan hali bulunmayan ve ehliyetleri tahakkuk etmeyen hadîslerdir. Bu­nunla beraber bu râviler, rivayetlerinde fazla hata yapan ve kizb ile müt­tehem olan, yâni hadîs rivayetinde kizbi kasden ihtiyar ettikleri bilinen kimselerden değillerdir; aynı zamanda hadîsin metni, başka yönden veya birçok yönden benzerinin rivayet edilmesiyle maruf olur ve böylece hadîs şâz veya münker olmaktan uzak kalır. İşte et-Tirmizî'nin tarifi bu kısma aittir.

Hasenin ikinci kısmına gelince, bu da, râvileri sıdk (doğruluk) ve ema­net (güven) ile meşhur olmakla beraber, hıfz ve itkan yönünden daha aşağı derecede olmaları itibariyle sahîh hadîs râvilerinin derecesine ulaşmayan, fakat teferrüdü dolayısıyle hadîsi münker olan kimselerin derecesinden de üstün olan hadîslerdir. Bu hadîsler, aynı zamanda, şâz, münker ve muallel olmaktan da u/aktırlar. Bu kısım da, el-Hattâbî'nin tarifinde söz konusu edilen hasen çe^ididir.[99]

İbnu's-Salâh'm hasen hadîsleri iki kısma ayırarak tarif etmesi, hem el-Hattâbî'nin, hem de et-Tirmizî'nin tariflerini biraraya getirmesi bakımından Önemlidir. Bu Önem, iki meşhur imamın, aynı şeyin tarifini yaparken ara­daki fark ne kadar az olursa olsun, ayrı ayrı şeylerin tariflerini yaptıklarını ortaya çıkardığı için bir kat daha artmaktadır. Nitekim İbnu's-Salâh, gerek el-Hattâbî'nin ve gerekse et-Tirmizî'nin tariflerinin sadra şifa vermediğini söylerken, yine bu tariflere bağlı kalmış, onlara biraz daha açıklık ka­zandırmış ve neticede her iki tarifin birbirinden az çok farklı olduğu ka-naatma vararak, yine bu iki tarife göre hasen hadîslerin iki kısım olduğunu söylemiştir. İbnu's-Salâh'm bu taksimine göre, hasen hadîslerin bir kısmı hasen li-zâtihi, bir kısmı da hasen li-gayrihi'dir.

İbn Hacer de, İbnu's-Salâh gibi, hasenin müstekıl bir tarifini ver­memiş, onu, âhâd haberlerin içinde sahîhin üçüncü ve dördüncü mer­tebelerinde yer alan iki hadîs çeşidi olarak zikretmiştir. Ona göre, âdil ve zabtı tam olan bir râvinin, muttasıl senedle rivayet ettiği şâz ve muallel ol­mayan haber, âhâdtan sahîh li-zâtihi'dir ve en üst derecede bulunur. Bazı kusurlar sebebiyle haber, bir derece aşağıya düşer, fakat bu kusurları telâfi ederek hükümsüz kılacak ve böylece onun sıhhat derecesini kuv­vetlendirecek turuk çokluğu gibi bazı özellikler bulunursa, haber yine sahihtir, fakat li-zâtihi değildir. Bu kusurları telâfi edecek turuk çokluğu gibi özellikleri yoksa, işte o zaman hadîs, hasen li-zâtihi olur. Eğer hadîs, râvisinin hali bilinmediği için başlangıçta derecesi tesbit edilememiş cinsten olur, fakat sonradan bazı karineler yardımı ile zayıflık derecesinden çıkar ve kabul edilebilir olduğu anlaşılırsa, bu hadîs de basendir, fakat li-zâtihi de­ğildir; buna hasen li-gayrihi denir [100]Görüldüğü gibi, İbn Hacer de haseni iki kısma ayırmış ve her iki kısmı ayrı ayrı tarif etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, ona göre hasen, râvilerindeki bazı kusur sebebiyle sahîhin bir derece aşa­ğısına düşen bir hadîs çeşididir. Bu kusurla birlikte haberi takviye edecek, daha doğrusu, kusuru tesirsiz hale getirecek turuk çokluğu gibi bir kuv­vetlendirici bulunmazsa, bu kısma giren haberler hasenin en yüksek mer­tebesinde yer alırlar. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İbn Hacer'e göre, hadîsin sahîh mertebesinden hasen mertebesine düşmesine sebep olan kusur, râvisinin zabtının, sahîh hadîs râvisinin zabtına nisbetle biraz daha az olması, aşağı derecede bulunmasıdır. Eğer bu zabt azlığı bulunmasaydı, hadîs, hasen değil, sahîh mertebesinde bulunacakta.[101]

Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh hadîs derecesinde olmasa bile, kendisiyle ihticac edilme yönünden veya delil olma yönünden ondan fark­sızdır. Bu sebeple el-Hâkim,  îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar, haseni sahîh çeşidi arasında zikretmişlerdir. Bununla beraber hadîsçiler ara­sında bu husus, yine de ihtilâf konusu olmuştur. Zira İbnu's-Salâh'ın da de­diği gibi, iki turuku bulunan bir hadîsin her iki tarîki da infırad etmiş olsa, böyle bir hasen hadîs hüccet olamaz.. Diğer taraftan bazı vasıflar vardır ki, bunlar bir hadîste bulunursa, rivayeti kabul etmek gerekir. Bu vasıfların en aşağı derecesinde dahi hasen haber sahîh hükmündedir; fakat bu vasıflar bulunmazsa, o habere hasen de denilse, onunla ihticac olunmaz. Ancak ha­berin kabulünü gerektiren bu vasıfların bulunmaması halinde, habere hasen denilip denilmeyeceği de ayrı bir konudur.[102]

Yukarıda İbn Hacer'in tarifini zikrederken, râvinin zabt yönünden ku­surlu olması halinde hadîsin hasen mertebesine düştüğüne işaret etmiştik. Aynı konuya temas eden Îbnu's-Salâh, doğruluk yönünden meşhur olan bir râvinin hafıza ve zabt yönünden geri kalması halinde, hadîsinin bir başka yönden de rivayet edilmesiyle kuvvet kazandığını ve böylece hasen mer­tebesinden sahîh mertebesine yükseldiğini belirtir. Meselâ Muhammed ibn Amr İbn Alkame'nin Ebû Seleme'den, onun Ebû Hureyre'den, Ebû Hu-reyre'nin de Hazreti Peygamberden rivayet ettiği: .

"ümmetim Üzerine güç gelmemiş olsaydı, onlara her namazdan önce, dişlerini misvak ile fırçalamalarını emrederdim.  [103]hadîsi, Muhammed ibn Amr sebebiyle hasen hadîslerden addedilmiştir. Bu râvi, sıdk (doğruluk) ile maruf olmakla beraber itkan ehlinden değildir. Hattâ bazıları, hıfzının kö­tülüğü sebebiyle onu zayıf râviler arasında zikretmişler, bazıları da sıdkı ve celâleti dolayısıyle onun güvenilir (sika) olduğunu söylemişlerdir. Ne var ki hıfzının zayıflığı dolayısıyle Muhammed İbn Amr'ın hadîsi hasendir; fakat bu hadîs başka yönlerden de rivayet edildiği için, onun sahîh olduğuna hük-medilmiştir. Mutâbeât, Muhammed İbn Amr'ın Ebû Seleme'den değil, Ebû Seleme'nin Ebû Hureyre'den rivayeti içindir ve Ebû Seleme'den, ayrıca, el-A'rac, Sa'îd el-Makburî, babası ve diğer kimseler aynı hadîsi rivayet et­mişlerdir'.[104]

Bir hadîsin bir çok zayıf yönlerden rivayet edilmesi, o hadîsin hasen ol­masını gerektirmez. Ancak doğru ve emîn olan râvisinin hıfzındaki zayıflık sebebiyle zayıf addedilen hadîs, başka yönden rivayet edilmesi halinde hasen olur. [105]

 

a) Hasen Li-Zâtihi

 

Yukarıda da açıkladığımız gibi, İbnu's-Salâh, et-Tirmizî ve el-Hattâbî'nin hasenle ilgili tariflerine işaretle, bu tariflerin sadra şifa ver­mediklerini söyleyerek haseni ayrı ayrı iki kısımda tarif etmiştir. Onun ikin­ci kısma âit verdiği tarif, el-Hattâbî'nin tarifinde bahis konusu edilen hasen çeşididir ve hasen li-zâtihi'ye aittir.

İbnu's-Salâh'a göre hasen li-zâtihi, râvisi sıdk (doğruluk) ve emanet (güven) yönünden meşhur olan, fakat hıfz ve itkan yönünden kusurları se­bebiyle sahîh hadîs ricalinin derecesine ulaşamayan, bununla beraber ri­vayet ettiği hadîsle infirad eden ve bu sebepten hadîsi münker olan kim­selerden üstün derecede bulunan, hadîsi de şâz, münker ve muallel olmayan kimsenin rivayetidir. [106]İbn Hacer'in tarifinde hasen li-zâtihi, âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve mu­allel olmayan hadîslerdir.[107] İbn Hacer'in bu tarifi, aslında, râvinin zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh hadîsin tarifidir. Zira sahihte zabtın da tam olması şart koşulmuştur. Eğer zabtta, hafıza ve itkan yönünden bir kusur bulunursa, böyle bir râvinin hadîsi hasen lizâtihi olur. Ancak bu kusur, zayıf râvilerde bahis konusu edilen kusur mertebesinde değildir. Keza hadîsin hasen olması, haricî bir sebebe de istinad etmez. Nitekim hasen li-gayrihi, aslında, zayıf bir haberdir; râvilerinin cerh ve adaleti ta­hakkuk etmediği için red veya kabulü mümkün olmayan mestur bir haber cinsinden olabilir. Fakat haricî bir sebebe istinaden bu zayıflık zail olur ve hadîs hasen li-gayrihi mertebesine yükselir. Burada bahis konusu edilen haricî sebep, hadîsi sıhhat itibariyle kuvvetlendiren başka yönlerden de ri­vayet edilmesidir.

Hasen li-zâtihi için haricî sebep bahis konusu değildir; yâni hadîsin başka yönlerden de rivayet edilmesi şart koşulmamıştır; o zâtı itibariyle ha­sendir. Buna göre hasen li-zâtihi, sahîh haberler cinsindendir; ancak de­recesi, sahihin derecesinden aşağıdır.

Hasen li-zâtihi, turukunun çoğalması ve başka yönlerden de rivayet edilmesi halinde sahîh mertebesine yükselir. Çünkü isnadın çokluğu, hadîse hasen vasfını kazandıran râvinin kusurlu zabtını takviye eder. [108]

 

b) Hasen Li-Gayrihi

 

İbnu's-Salâh'ın tarifine göre, isnadı mestur olan, yâni râvilerinin eh­liyetleri tam olarak tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet et­tikleri hadîste fazla hata yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri hadîstir ki, bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen H-gayrihi adını alır. [109]Aslında zayıf nev'i içerisinde yer alan bu çeşit hadîsler, onları takviye eden bir hu­susun ortaya çıkması ile hasen mertebesine yükselirler. Bu hususun bu­lunmaması halinde, zafiyet devam eder ve hüccet olarak kullanılmaları da mümkün olmaz.[110] Bu kaide, umumiyetle, bazı zayıf hadîs çeşitleri için de bahis konusudur. Zira zayıf hadîslerdeki zafiyet, bazen zâü olmakla be­raber, bazen de bu mümkün olmaz. Eğer zafiyeti zail olabilecek hadîslerden ise, bu, bazı râvilerinin doğru ve güvenilir olmalarına rağmen, hafıza yö­nünden zayıflıkları sebebiyledir. Eğer bunların rivayet ettikleri hadîs, bir başka yönden de rivayet edilecek olursa, onların doğru rivayet ettikleri an­laşılır ve böylece, Önceden zayıf olduğu bilinen hadîs hasen mertebesine yük­selir; ancak bu mertebe, hasen li-gayrihi mertebesidir.

İrsal yönünden meydana gelen zayıflık da böyledir. Hafızası sağlam olan bir imamın, bir defasında mürsel olarak rivayet ettiği bir hadîsi, başka bir yönden muttasıl olarak rivayet etmesi halinde, mürseldeki zayıflık zail olur ve hadîs hasen mertebesine yükselir.

Tedlîs ve bazı râviler hakkındaki cehalet de irsal gibidir; bu râvilerin bilinmesi halinde müdelles olan hadîs, hasen gurubuna girer. O halde di­yebiliriz ki, zayıf hadîsin hasen mertebesine yükselmesi, kuvvetlendirici vasfı bulunan haricî bir sebebe istinad eder; işte bu sebep dolayısıyledir ki, zayıf iken hasen olan hadîse, zâtı itibariyle hasen olan, başka bir ifadeyle, kuvvetlendirici haricî bir sebep olmaksızın zâtından hasen sayılan hadîslerden ayırt etmek için, hasen li-gayrihi denilmiştir.

Kuvvetlendirici vasfı bulunan haricî sebeplerin bulunmasına rağmen hadîsteki zafiyetin yine de zâü olmaması, bazı râvilerinin kizb ile müttehenı olmaları ve hadîsin şâz ve illetten salim bulunmaması sebebiyledir. Bu hadîs, başka bir yönden de rivayet edilse, zayıflık zail olmaz ve zayıf mer­tebesinden hasen mertebesine yükselmez. > (üm­metim için kırk hadîs toplayan kimseyi, Allah, Kıyamet Günü fukahâ züm­resi arasında ba'seder) hadîsi, turukunun çokluğuna rağmen, hadîs imamlarının ittifakıyle zayıf hadîslerden addedilmiştik . [111]

 

3. Hadîste Ziyade

 

Hadîs ilminde bilinmesine önem verilen konulardan birisi ziyade olup, bununla, güvenilir (sika) olan bir râvinin, hadîsi rivayet ederken onda yap­tığı fazlalık kasdedilir.. El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde ziyadesinin makbul olduğu gö­rüşünde olduklarına işaret ederek şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, ken­disine şer'î bir hükmün taalluk ettiği, yahutta herhangi bir hüküm yö­nünden bir noksanlığa sebep olacak ziyade arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir hükmün değişmesine yol açacak ziyade ile, buna yol açmayacak ziyade arasında da ayırım yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi, bir rivayetinde bu ziyadeyi yapmasa da, başka bir rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de kendisi rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir.[112]

Bununla beraber el-Hatîb, bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir: Yaptığı ziyade ile tek kalan âdil kişinin ziyadesini kabul eden bazı kimseler, bu ziyadenin kendisine taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu, fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.

Şâfi'î mezhebine mensûb olan bazı kimseler, ziyadenin râvi cihetinden olmayıp sika bir kimseden gelmesi halinde, kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce noksan, sonra da ziyade ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi gerektiğini söylemişlerdir.

Hadîs ehlinden bazı kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kimse ziyadenin rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet etmezlerse, onun kabul edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

El-Hatîb bu görüşleri zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyade, eğer râvisi âdil, hafız, mutkın ve zabıt ise, ne şekilde olur­sa olsun, makbuldür ve kendisiyle amel edilir." demiştir.[113]

Ibnu's-Salâh ise, el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:

1. Râvinin, rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfi düş­mesi halidir ki, bunun hükmü, şazda olduğu gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz.[114]

2. Güvenilir râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette   muhalif  düşmez;   bu   durumda   her   hadîs,   hepsi   güvenilir   olan râvilerin, rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür. Hattâ el-Hatîb, böyle bir hadîsin kabulü hakkında ulemânın ittifakı bulunduğu   gö­rüşündedir.

3. Bu   iki kısım arasında bir de hadîsin ihtiva ettiği bir söz ziyadesi vardır ki, güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyadeyi başkaları rivayet etmez.[115]

İbnu's-Salâh'ın bu açıklamasından anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde, ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan ziyade ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs eh­linin ve fukahânın kabulünde ittifak ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.

İbn Hacer'in ziyade ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uy­gundur. İbn Hacer de, güvenilir bir râvinin, rivayetiyle tek kaldığı zi­yadeden söz ederken şâz'm bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve zi­yadeyi ihtiva eden hadîsin, ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. İbn Hacer bu konuda şöyle der:

"Sahîh ve hasen râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyadeyi yapmayan ve daha güvenilir olan bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe makbuldür. Çünkü hadîsteki ziyade, ya bu ziyadeyi zikretmeyen kimsenin rivayetine aykırı olmaz; bu takdirde ziyadesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Ya-hutta bu ziyade, diğer rivayete aykırı düşer ve kabul edilmesi halinde diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir durumda, ziyadeyi ihtiva eden ri­vayetle onun zıddı olan rivayet arasında tercih yapılır".

"Ziyadenin, tafsile gitmeksizin mutlak kabulü ile ilgili görüş, hadîsçilerle fukahânın ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını sahihte şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir bir râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile gitmeksizin ziyadenin mutlak kabulü doğru ol­mamak gerekir".

Görüldüğü gibi İbn Hacer de İbnu's-Salâh gibi, ziyadenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın değerlendirilenieyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira İbn Hacer'in de ifade ettiği gibi, şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısıyle onun mutlaka kabul edileceğini ileri sürmek apaçık te­zattır. [116]

 

4. Mahfuz Hadîsler

 

Şâz olan hadîsin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, ri­vayetin çokluğu ve buna benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Böyle bir hadîsin râvisi sika da olsa, kendisinden daha üstün durumda olan ve daha fazla isnadla gelen diğer râvilerin rivayetlerine muhalif rivayeti, muhalif olan bu rivayetin terkini, diğerlerinin ri­vayetlerinin tercihini gerektirir. Buna göre terkedilen hadîs şâz, tercih edi­len, yâni kabul edilip alman hadîs de mahfuz diye adlandırılır. Et-Tirmizî, en-Nesâ'î ve îbn Mâce tarafından nakledilen şu hadîs mahfûz'a misal ola­rak zikredilmiştir'[117]

İbn Abbâs'm haber verdiğine göre, Rasûhıllah (s.a.s.) zamanında bir adam vefat etmiş, fakat âzâd ettiği bir köleden başka vâris bırakmamıştır. Hazreti Peygamber de onun mirasını o köleye vermiştir.

Bu hadîs Hammâd İbn Zeyd tarafından da, yine Amr îbn Dînâr ve Av-sece isnadıyle rivayet edilmiş, fakat bu rivayette, Sufyân İbn Uyeyne'nin is­nadında yer alan İbn Abbâs zikredilmemiştir. Gerek Sufyân İbn Uyeyne ve gerekse Hammâd İbn Zeyd, her ikisi de hadîsi Amr İbn Dinar'dan almış, fakat birisi isnadında İbn Abbâs'ı zikretmiş, diğeri ise, zikretmemiştir; yâni biri diğerine muhalefet etmiştir. Bu durumda, bu iki rivayetten hangisi doğ­rudur ve hangisini tercih etmek gerekir; yahut hangisi mahfuz, hangisi ^â^'dır? Ebû Hatim, Sufyân İbn Uyeyne rivayetinin tercih edilmesi ge­rektiğini ve onun mahfuz olduğunu söylemiştir. Çünkü her ne kadar Hammâd İbn Zeyd de adalet ve zabt ehlinden bilinirse de, bu isnadla ri­vayetinde tek kalmış ve ondan başka hiç kimse, hadîsi, İbn Abbâs'ı is­nadında zikretmeksizin nakletmemiştir. Buna mukabil İbn Abbâs'm zik­rinde Sufyân îbn Uyeyne'ye tâbi olan ve aralarında îbn Cureyc gibi tanınmış imamların da bulunduğu kimseler vardır. O halde Sufyân'm ri­vayeti, bu rivayete tâbi olanların çokluğu dolayısıyle Hammâd İbn Zeyd'in rivayetinden daha kuvvetlidir ve onun tercih edilmesi gerekir. İşte tercih edilen bu hadîse mahfuz denir. Tercih edilmeyen Hammâd İbn Zeyd hadîsi ise, şâz'dır. [118]

 

5. Maruf Hadîsler

 

Münker veya şâz merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.

İbn Hacer ve İbn Hacer'den naklen es-Suyûtî, marufa misal olmak üzere, îbn Ebî Hâtim'in Hubeyyib İbn Habîb tarikiyle rivayet ettiği şu hadîsi zikretmişlerdir:

Ebû Hatim'in ifadesine göre, sikattan olan diğer bazı kimseler, mezkûr hadîsi Ebû îshak'tan mevkuf olarak, yâni Hazreti Peygambere isnad et­meksizin İbn Abbâs'ın sözü olarak rivayet etmişlerdir. Maruf olan rivayet budur. [119]Buna karşılık, hadîsin Hazreti Peygambere isnadla merfû olarak gelen rivayeti münkerdir. [120]

 

6. Mutâbi ve Şâhid Hadîsler

 

Ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, mu'cem ve cüz gibi çe­şitli hadîs kitaplarında tetkike tâbi tutularak aranması neticesinde, o hadîsin, teferrüd eden râvisinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyh­lerden birinden de rivayet edildiğinin görülmesi halinde, mutâbe'at ortaya çıkmış demektir. Bu manâya göre mutâbe'at, şeyhinden rivayetiyle tek kal­mış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir. Meselâ: Hammâd îbn Se­leme an Eyyûb an Muhammed îbn Şîrîn an Ebî Hureyre ani'n-Nebiy (s.a.s.) isnadı ile bir hadîs rivayet edilmiş olsa ve Hammâd İbn Seleme'nin bu ri­vayette tek kaldığı sanılsa, bir başka ifade ile, bu isnadla gelen hadîsi Hammâd'tan başka hiç kimsenin rivayet etmediği bilinse, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bir hadîs imamı, bu hadîsin gerçekten garîb olup ol­madığını tesbit etmek için yeni bir araştırmaya girse ve bu maksatla, cami, musned, mu'cem, cüz demlen hadîs kitaplarını karıştırsa, ve nihayet Hammâd'tan başka bir râvinin de mezkûr hadîsi Eyyûb'tan; yahut Eyyûb'tan başka bir râvinin aynı hadîsi Muhammed İbn Sîrîn'den; yahutta Muhammed İbn Sîrîn'den başka bir râvinin onu Ebû Hureyre'den rivayet et­tiğini görse, garîb sanılan hadîs için mutâbe'at vâki olduğunu ve o hadîsin bir mutâbi'i bulunduğunu anlamış olur.

İbn Hacer, mutâbe'ate misal olarak eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm''da ri­vayet ettiği şu hadîsi vermiştir:

15u Hadîste Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ay, yirmi dokuz gündür; fakat yine de Ramazan hilâlini görmedikçe oruca başlamayın. Keza hilâli görmedikçe (Ramazanı bitirip) iftar etmeyin. Eğer hava kapalı olur hilâli göremezseniz, süreyi otuza tamamlayın."

Bazı kimseler, bu isnad ve bu sözlerle gelen hadîsin rivayetinde eş-Şâfi'î'nin teferrüd ettiğini, yâni Mâlik'ten, ondan başkasının bu hadîsi ri­vayet etmediğini zannederek, onu eş-Şâfi'î'nin garîb hadîslerinden say­mışlardır. Zikrolunan bu misalde, rivayetiyle tek kaldığı sanılan râvi eş-Şâfi'î'dir; fakat el-Ka'nebî'nin de aynı hadîsi eş-Şâfi'î'nin şeyhi olan Mâlik'ten rivayet etmesi dolayısıyle, tek kaldığı sanılan eş-Şâfi'î'ye mutâbe'at hâsıl olmuştur [121] Bu mutâbe'ata, mutâbe'at-i tâmme denir. El-Ka'nebî'nin rivayeti de, garîb sanılan eş-Şâfî'î rivayetinin mutâbi'idir.

Aynı hadîs, İbn Huzeyme'nin Sahîh'inde Asım îbn Muhammed an EMhi Muhammed îbn Zeyd an ceddihi Abdullah îbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle, Müslim'in Sahîh'inde ise, Ubeydullah îbn Ömer an A afi an İbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle rivayet edilmiştir.[122] Her iki rivayette de mutâbe'at, eş-Şâfi'î'nin isnadmdaki en yukarıda olan râviye, yâni sahabî Abdullah İbn Ömer'e olmuştur. Bu bakımdan, İbn Huzeyme ve Müslim'in Sahîh'lerinde yer aln bu iki hadîste eş-Şâfi'î'nin hadîsi için mutâbe'at-i kâsıra .  [123]   

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre, mutâbe'at, teferrüd eden râvinin kendisi için hâsıl olursa, bu türlü mutâbe'ata mutâbe'at-ı tâmme denir. Fakat mutâbe'at, daha yukarıdaki şeyhlerden biri için hâsıl olursa, buna da mutâbe'at-ı kâsıra adı verilmiştir.[124]

Mutâbe'atm manâsı bu açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail manâsında kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek kaldığı sanılan bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı hadîstir. Zira ferd sanılan hadîse, bir başka râvinin aynı hadîsi rivayet etmiş olmasıyle mutâbe'at hâsıl olmuş, dolayısıyle ilk hadîsin bir mutâbi'i bulunmuş olur.

Yukarıda zikrettiğimiz İmam eş-Şâfi'î'nin İmam Mâlik'ten, onun Ab­dullah İbn Dinar'dan, onun da İbn Ömer'den merfu olarak rivayet ettiği Ramazan ayının başlangıç ve sonu ile ilgili hadîs, eş-Şâfi'î'nin garîb hadîsle­rinden sayılırken, aynı hadîsin el-Ka'nebî tarafından Mâlik'ten rivayet edil­diği görülmüştür. Buna göre, eş-Şâfî'î'nin rivayetine muvafakat ve mutâ-ba'at eden el-Ka'nebî hadîsi de diğer hadîsin mutâbi'i olmuştur. Mutâbi, ferd sanılan hadîsi ferd olmaktan çıkaran ve onu takviye eden diğer bir rivayet olması itibariyle makbul haberlerden sayılmıştır.

Şâhid'e gelince, ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ yö­nünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir; çünkü araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir. Meselâ:Hammâd'ın Eyyûb'tan, Eyyûb'un İbn Sîrîn'den, İbn Sîrîn'in Ebû Hu-reyre'den, Ebû Hureyre'ninde Hazreti Peygamberden rivayet ettiği bir hadîs vardır ve bu hadîsi Hammâd, Eyyûb'tan rivayetinde tek kalmıştır. Bu yönden hadîs ferddir. İşte böyle bir hadîsin aslı bulunup bulunmadığı araş­tırılır ki, bu araştırmaya i'tibar denir. Araştırma bütün isnad buyunca ya­pılır, önce, Eyyûb'tan başka sika birinin İbn Sîrîn'den bu hadîsi rivayet edip etmediği araştırılır. Bulunmazsa, İbn Sîrîn'den başka birinin Ebû Hu-reyre'den rivayet edip etmediğine bakılır. Yine bulunamazsa, hadîsi Hazreti Peygamberden işiten Ebû Hureyre'den başka bir sahabî aranır. Bu araş­tırmalar da bir sonuç vermezse, hadîsin manâsını teyid eder mahiyette başka bir hadîs bulunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir hadîs bu­lunursa, işte bu hadîse şâhid denir; çünkü ferd olan hadîsin şahididir; manâ yönünden onu teyid ve takviye eder. Şâhid hadîsle, ferd olan hadîsin bir aslı bulunduğuna hükmedilir.

Bazı hadîsçiler, ferd olan hadîsin lafız ve manâ yönünden aynısının bir başka sahabîden rivayet edilmesi halinde, bu sahabînin hadîsine de şâhid demişlerdir. Meselâ yukarıda zikrettiğimiz eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm'de Mâlik îbn Enes'ten, onun Abdullah İbn Dînâr'dan, onun İbn Ömer'den, onun da Hazreti Peygamberden rivayet ettiği Ramazan ayının başlangıç ve bitimi ile ilgili hadîs, İmam eş-Şâfi'î'nin rivayetiyle tek kaldığı hadîslerden sanılmıştır. Oysa bu hadîsin el-Ka'nebî tarikiyle gelen mutâbi'leri bulunduğu gibi, en-Nesâ'î'nin Sunen'inde aynı lafızlarla İbn Abbâs'tan [125]el-Buhârî'nin Sahîh'inde aynı manâ ile Ebû Hureyre'den  [126]gelen rivayetleri de vardır. Bu bakımdan, aynı lafızla İbn Abbâs'tan, değişik lafız, fakat aynı manâ ile Ebû Hureyre'den gelen hadîsler, eş-Şâfi'î'nin Mâlik vasıtasıyle îbn Ömer'den gelen ve garîb sayılan hadîsinin şâhidleri sayılır. [127]  Bundan da

anlaşılmaktadır ki, eş-Şâfi'î'nin rivayetiyle tek kaldığı sanılan hadîsi, hem el-Ka'nebî tarikiyle gelen mutâbi'leri, hem de farklı isnadlar ve farklı la­fızlarla ayrı ayrı sahabîlerden gelen şâhidleri vasıtasıyle teyid ve takviye edilmiş bir hadîstir.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, bir hadîsin mutâbi ve şahidinin bulunup bulunmadığının araştırılması, o hadîsin takviye edilmesi gayesine matuftur. Zira râvileri güvenilir olsa bile, isnadı tek olan bir hadîsle, daha fazla isnadı bulunan bir hadîs arasında kuvvet yönünden fark vardır. Çeşitli hadîs kitaplarında bu maksatla yapılan araştırmaya i'tibâr denilmiştir, î'tibâr, Iugatta, bir şeyi tetkik etmek, saymak, mukayese ve imtihan etmek gibi manâlarda kullanılmış, hadîs ıstılahında ise, yukarıda açıklandığı üzere, ferd sanılan bir hadîsin, başka yollardanda rivayetinin bulunup bu­lunmadığının araştırılması manâsı kasdedilmiştir. [128]

 

7. Muhkem ve Muhtelif Hadîsler

 

Makbul haberler, amel olunan ve amel olunmayan haberler olmak üzere de kısımlara ayrılırlar. Eğer bir haber muârazadan salim bulunursa, yâni ona zıt bir haber gelmezse, bu habere muhkem denilmiştir. Bunların misali çoktur. Fakat bir haberin muarızı veya zıddı bulunursa, bu muarızı da, ya kendisi gibi makbul olur; yahutta merdûd olur. İkincisinin, yâni merdûd olanın hiçbir Önemi yoktur; çünkü zayıf hadîsin muhalefeti, kuvvetli haber üzerine tesîr etmez.

Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında, sayıları fazla olmasa bile, bazen manâ yönünden birbirine zıt, veya birbirini nakzeder gibi görünen sözlerin de yer aldığı görülür. Bu çeşit hadîsler hakkındaki hüküm, basit bir tenakuz iddiasıyle bunların reddedilmesinden ibaret değildir. Bu hadîslerin hepsinin de, bir hikmete mebnî olarak ve insanların mesalihine uygun bir şekilde Hazreti Peygamberden geldiğine şüphe yoktur. Bu itibarla hadîs ulemâsı, zahiri tenakuza delâlet eden bu hadîsler arasında cem ve telîf yaparak, onların aslında birbirini nakzeden manâlarda olmadığını isbat etmişlerdir. İşte, hadîs ulemâsının zıt gibi görünen hadîsler arasındaki bu cem ve telîf gayretleri, hadîs ilminin Önemli konularından birini teşkil eden ve Muhtelifu'l-Hadîs denilen bir ilim dalının ortaya çıkmasına vesile ol­muştur.

Ancak manâ yönünden birbirine zıt olan, fakat cem ve telifi de müm­kün olmayan bazı hadîsler de vardır ki, bunların Hazreti Peygamberden vürûd tarihleri tesbit edilmek suretiyle, tarih yönünden mukaddem olan­ların mensûh, muahhar olanların da nâsih olduklarına hükmedilmiştir.

Bununla beraber, Hazreti Peygamberden gelen ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerin büyük bir yekûn tutmadıklarım, burada bir daha kaydetmek gerekir. Ciltleri dolduran ve yüzbinleri aşan hadîs metinleri, yine de her biri bir hikmete mebnî olarak vârid olan ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerdeki bu türlü muarazadan salimdir. İşte, hadîs ıs­tılahında, hiçbir şüphe ve tereddüde yer vermeksizin alınıp amel edilen ve her türlü muarazadan salim bulunan bu hadîslere muhkem denilmiştir.[129]

Meselâ ü[ ve hadîsleri, mu­arazadan salim olmaları dolayısıyle muhkem hadîslerdendir.

Muhtelif hadîslere gelince, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, bunlar, zahiren birbirine zıt manâda vârid olan hadîslerdir. Manâları arasındaki bu zıtlık dolayısıyle, aralarında cem ve telîf yapılmaksızın, yahut biri di­ğerine tercih edilmeksizin her ikisiyle de müstekıl olarak amel edilmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki, hadîs ilmi içerisinde muhtelif hadîsler arasında cem ve telîf yapılmasını hedef alan bir ilim dalı teşekkül etmiş ve muhtelifu'l-hadîs adiyle şöhret kazanmıştır. Bu konuda ilk kitap telif eden­lerin başında, meşhur îmam Muhammed İbn İdrîs eş-Şâfi'î gelir. Eş-Şâfi'î, bu telifinde birbirine zıt manâlarda vârid olduğu ileri sürülen hadîslerin cem ve telifinde takip ettiği usûle âit bazı bilgiler vermiş, bu çeşit bazı hadîsleri de biraraya getirmiştir..[130]

Bu konuda kitap telif edenlerden biri de, İbn Kuteybe (213-276)'dir. Te'uîlu muhtelifi'i-hadîs adını verdiği bu kitapta İbn Kuteybe, en-Nevevî'nin ifadesine göre, bu bölüme girebilecek hadîsleri topladığı kadar, uygun olmayanlara da yer vermiş; bu bölüme girmesi gereken birçok hadîsi de dı­şarıda bırakmıştır [131]Daha sonra İbn Cerîr et-Taberî (224-310), aynı ko­nuda bir kitap telîf etmiş, Ebû Ca'fer Ahmed ibn Muhammed et-Tahâvî (235-321)'nin Muşkilu'l-âsâr'ı, Osman İbn Sa'îd ed-Dârimî (200-280)'nin yine aynı konudaki kitabı şöhret kazanmıştır.

Zahirî manâsı tearuza delâlet eden ve muhtelif adını alan hadîsler, umumiyet itibariyle iki kısma ayrılırlar. Birincisi, birbirine muhalif gö­rünenler arasında cem ve telîfi mümkün olanlar, diğeri ise, aralarında nesh bahis konusu olmadığı bilindiği takdirde, râvilerinin sıfat ve dereceleri go~ zönünde bulundurularak tercih olunabilenlerdir. Bu taksime göre, Hazreti Peygamberden sahîh olarak gelen hadîsler arasında gerçek bir tearuzun, ancak nesh bulunduğu zaman söz konusu edilebileceği anlaşılır. Nesh, şer'î bir hükmün tatbikattan kaldırılması ve onun yerine başka bir hükmün va-zedilmesidir. Gayet tabiîdir ki, ilk hükmü getirmiş olan nass ile, bu nassm hükmünü iptal eden ve onun yerine vârid olan nassm hükmü arasında söz konusu tearuz veya tenakuz bulunacaktır. Fakat nesh söz konusu olmadığı zaman hadîsler arasındaki tearuz ve tenakuzdan da söz edilemez.Nitekim eş-Şâfi'î, zahiri tearuza delâlet eden hadîsler arasındaki bu ihtilâfın se­beplerine işaretle, Hazreti Peygamberden birbirini nakzeden hadîsler vârid olmadığını açıklamış[132] Muhammed İbn îshak îbn Huzeyme de "birbirine zıt iki hadîsin varolduğunu bilmiyorum. Her kimde böyle hadîs varsa ge­tirsin, aralarını telîf edeyim" demiştir.[133]

Zahirî manâları tearuza delâlet eden, fakat aralarında cem ve telîf ya­pılmak suretiyle gerçekte böyle bir tearuzun bulunmadığı anlaşılan iki hadîse misal olarak lâ advâ hadîsi' [134]' ile fırre mine'l-meczûmi hadîsi zik­redilebilir. Hazreti Peygamber birinci hadîsinde "sirayet yoktur" buyurmuş, ikinci hadîsinde ise, "cüzzamlıdan kaçmayı" emretmiştir. Lâ advâ hadisinin çeşitli rivayetleri vardır. Müslim'deki bir rivayet şöyledir:

El-Buhârî rivayetinde ise, iki hadîs birleştirilerek nakledilmiştir'.[135]

Her iki hadîs de sahîhtir ve zahirî manâlarında bir tearuzun bu­lunduğu aşikârdır. Bu tearuz, sirayetin nefiy ve isbatındadır. Çünkü Haz­reti Peygamber, bir hadîsiyle hastalıkların, hastalıklı kişilerden sağlam ki­şilere geçmeyeceğini belirterek sirayeti nefyederken, diğer hadîsiyle, cüzamlıdan kaçmayı emrederek sirayeti isbat etmiştir. Bununla beraber hadîs ulemâsı, iki hadîs arasını çeşitli yollardan cem ve telîf etmişler ve aralarında bir tenakuzur, bulunmadığını ortaya koymuşlardır. Onların bu cem ve telîfi şöyle özetlenebilir:

1) İbnu's-Salâh'ıt da işaret ettiği gibi [136]hastalıklar, tabiatları iti­bariyle sirayet edici değillerdir; fakat Allahu Ta'âlâ, bir hastalığa nıübtelâ olan kimsenin sağlam kimse ile temasını, hastalığın sağlam olana geçmesi için bir sebep kılmıştr. Bu itibarla Hazreti Peygamber, birinci hadîsi ile, câhiliye Arabmın, hastalıkların tabiatları itibariyle sirayet ettikleri inancını nefyetmiş, ikinci hadîsinde ise, sebep itibariyle isbat etmiştir.

2) İki hadîsin telin İbn Hacer'e göre biraz daha farklıdır: Hazreti Pey­gamberin sirayeti nefi, umûm üzere bakîdir; yâni ne tabiatları itibariyle ve ne de sebep yönünden sirayet asla söz konusu değildir. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadîsinde "bir şey bir şeye sirayet etmez" buyurmakla ve keza ce-rebe yakalanmış bir tevenin sağlam develer arasına girerek onlara da aynı hastalığı aşıladığını siyleyen bir ârâbîye "o halde ilk deveye bu hastalığı kim sirayet ettirdi?" demtide, sirayeti kamilen nefyetmiş ve hastalığın, birinci devede olduğu gibi iknci devede de Allahu Ta'âlâ'mn takdiri ile başladığını anlatmak istemiştir.

Cüzamlı hastadan kaçmakla ilgili olarak gelen emir ise, sedd-i zerayi cümlesindendir; yâni sağlam kişinin, hastalıklı kişi ile teması neticesinde hastalığın diğerine sirayet ettiği vehmini önlemek ve Allah'ın takdiri ile başladığını hatırdan çıkarmamak gayesine matuftur. Zira nisan, hastalığın temas neticesinde sabana insana geçtiğine itikad etmekle Allah'ın takdirini unutur ve bunun dşmda hastalık veren başka kudretler ihdas etmek suretiyle günahkâr olır.[137]

3) Kâzî Ebû Betr el-Bâkıllânî'nin telîfi, diğerlerinden daha farklıdır. Ona göre, birinci haliste sirayet umumî manâda nefyedilmiş olmakla be­raber, ikinci hadîste cüzam ve benzeri hastalıklar için isbat edilmiştir. Bu bakımdan sirayetin ısbatı, umumî nehiyden tahsîs manâsmdadır.    Buna göre her iki hadîsin manâsı, cüzam ve benzeri hastalıklar müstesna, di­ğerlerinde sirayet yıktur. Bu sebeple cüzam ve benzerlerinden aslandan kaçar gibi kaçmak g<rekir. [138]

4) Bir görüşe gffe de, cüzamdan kaçmakla ilgili olarak gelen emir, bu hastalığa yakalanma olan kimselerin hatıralarına riayet etmek gayesine matuftur. Zira meczinı, sıhhatli kimseleri gördüğü zaman, musibetinin bü­yüklüğünü anlar ve ıztırabı çoğalır. Hazret Peygamber "meczûmlara devamlı bakmayınız" mealindeki bir hadîsi ile de bunu ortaya koymuştur.[139]

Zahirî manâları arasında tearuz bulunan iki hadîsin cem ve telîf yollan ile ilgili olarak zikredilen bu misaller, aslında mezkûr hadîsler arasında böyle bir tearuzun bulunmadığını belirtmek gayesine matuftur. Önemli olan mesele, hadîslerle ifade edilmek istenen manânın, daha doğrusu, Hazreti Peygamberin bu hadîslerle murad ettiği manâyı ve hadîslerin vürûduna sebep olan hâdiseleri iyi bir şekilde bilebilmektir. Bunlar bilindiği takdirde, manâları birbirini nakzeder gibi görünen hadîsler arasında gerçek manâda bir tenakuzun bulunmadığı kolayca anlaşılır.

Bununla beraber, hadîs ulemâsının, birbirine muarız manâlarda vârid olan bazı hadîslerin cem ve telifinde âciz kaldıkları görülür. Bu hadîsler ara­sında nesh de söz konusu olmayınca, hadîslerden hangisiyle amel etmek gerektiği hakkında hüküm vermek güçleşir. Fakat bu güçlük, bu gibi du­rumlarda hadîslerden birinin tercîhi ile ortadan kaldırılmıştır. Şu var ki bu tercîh, gelişi güzel değil, bir takım kaidelere bağlı kalınarak yapılmıştır. Meselâ birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsten hangisinin râvüeri, diğerinin râvilerine nisbetle daha titiz ve daha dikkatli ise, bu dikkat ve ti­tizlik, o hadîsin tercîh edilmesinde aranılan şartlardan biri olmuştur. Yahut hangi hadîs daha fazla isnadla rivayet edilmiş ise, bu isnad çokluğu, yine tercîh sebeplerinden biri sayılmıştır. El-İ'tibâr fi'n-nâsih ve'l-mensûh adlı kitabında el-Hâzimî, bu sebeplerden elli tanesini zikretmiştir. Es-Suyûtî'nin yedi gurup içinde zikrettiği bu tercîh sebepleri şöyle Özetlenebilir: 1) Hâvinin haline taalluk eden tercîh sebepleri:

Kavilerin çokluğu: Bir hadîsin râvisi ne kadar çoksa, o hadîse vehiiiı veya yalan karışması ihtimali daha azdır. Bu sebeple râvisi çok olan hadîs, daha az râvi tarafından rivayet edilmiş olan hadîse tercîh edilir.

Bir hadîsin isnadında yer alan râvi sayısının azlığı: Bu gibi isnadlara âlî adı verilmiştir. Ulüv, yâni hadîsin, araya fazla kimse karışmadan daha kısa yoldan rivayet edilmesi, hadîse vehim ve yalan karışmasını önleyen en önemli âmillerden biridir. Bu bakımdan, isnadı âlî olan hadîs, isnadı nazil olan, yâni daha çok râvi ile rivayet edilen hadîse tercîh edilir.

Kavilerin fıkhı: Hadîs, ister manâ ile, ister lafız ile rivayet edilmiş olsun, râvisi fakîh olan hadîs, avamdan herhangi bir kimsenin rivayet ettiği hadîse tercîh olunur. Çünkü fakîhin rivayetinde vehim ve hatâ ihtimali diğerine nisbetle daha azdır.

Râvinin nahiv kaidelerine vâkıf olması, dili iyi bilmesi, hafıza kud­retinin üstünlüğü, hadîse itina ve ihtimam göstermesi yönünden zabtının üstünlüğü, şöhreti - çünkü şöhret, takva gibi, kişiyi yalan söylemekten alı-kor - keza râvinin takvası, itikad yönünden tam olması, yâni mubtedi' (bid'at sahibi) olmaması, hadîs ehli ve diğer ulemâ ile devamlı sohbeti, erkek olması - yâni iki mütenakız hadîsten birinin râvisi erkek, diğerinin râvisi kadın ise, birincisinin rivayeti tercih olunur - keza râvinin hür olması - bu da, köle olan bir râvinin rivayetine tercîh sebebidir - râvinin neseb yö­nünden meşhur olması, isminin, aralarında ayırım yapılmasını güç­leştirecek zayıf bir râvi ismi ile karışmaması, isminin tek olması, ge­rektiğinde müracaat edebileceği bir kitabının bulunması, adaletinin, tezkiye ile sabit olana karşı ihbar yolu ile sabit olması, rivayetiyle amel edilmiş ol­ması, muarızının, tezkiye eden tarafından haberiyle amel olunmamasına karşılık diğerinin haberiyle amel olunması, adaleti üzerinde ittifak edilmesi, tadîl sebeplerinin zikredilmiş olması, tezkiye edenlerinin çok olması, tezkiye edenlerinin ulemâdan olması, râvinin, naklettiği haberle ilgili vaka'ya biz­zat şâhid olması - meselâ Hazreti Peygamberin zevcesi Umm Seleme'nin cünüb olarak gecelemekle ilgili haberi, buna muarız olarak el-Fazl îbn Abbâs tarafından nakledilen habere tercîh edilir; çünkü Umm Seleme, bu konuda el-Fazl İbn Abbâs'tan daha bilgilidir - râvinin İslâm'a müteahhır olarak girmiş olması - bazıları bunun aksini ileri sürmüşlerdir; çünkü mü-tekaddim olanın asalet ve marifeti daha kuvvetlidir. Fakat mütekaddim ola­nın ölümü, İslâm'ı müteahhır olana nisbetle teahhur ederse, rivayeti tercîh olunmaz; çünkü bu durumda, İslâm'ı mütekaddim olan râvinin rivayetinin diğerine teahhur etmiş olması ihtimali vardır. Bununla beraber, mü­tekaddim olanın rivayetlerinin diğerinden mukaddem olduğu bilinirse, mü-tekaddimin hadîsi tercîh olunur -. Râvinin hadîsini dikkat ve titizlikle araştıranlardan olması ve üslûbunun güzelliği; râvinin, muarızına nisbetle şeyhine daha çok mülâzemet etmiş olması; kendi ülkesinin şeyhlerinden hadîs işitmiş olması; hadîs alırken şeyhini bizzat müşahede etmiş ve onunla konuşmuş olması; manâ ile rivayeti tecviz edenlerden olmaması; sahabînin büyüklerden olması; hadîs akzıye ile ilgili ise, râvisinin Alî İbn Ebî Tâlib ol­ması; helâl ve haramla ilgili ise, Mu'âz'dan, ferâ'iz ile ilgili ise, Zeyd'ten gel­miş olması; isnadının Hicâzî olması, yahut râvilerinin tedlîse rıza gös­termeyen bir ülkeye mensûb olmaları...Bunların hepsi de, hadîsin tercîh edilmesinde gözönünde bulundurulan ve râvinin haline taalluk eden se­beplerdir. Bu halde bulunan râvilerin hadîsleri, aynı halde bulunmayan râvilerin muarız olarak rivayet ettikleri hadîslere tercih olunur.

2) Hadîs tahammülü ile ilgili tercîh sebepleri: Bulûğ çağından sonra hadîs alanların hadîsleri, bazısını bulûğ çağından önce, bazısını da bu çağ­dan sonra alanların hadîslerine tercîh olunur; çünkü bu ikincilerin bulûğdan sonra almış oldukları hadîsleri de, bulûğdan önce almış olmaları

ihtimali vardır. Halbuki bulûğdan sonra hadîs tahammül eden kimse, zabt yönünden daha kuvvetlidir.

Râvinin, şeyhinden semâ yolu ile aldığı hadîs, arz yolu ile alan diğer râvinin hadîsine, yahut arz yolu ile aldığı hadîs, kitabe veya munâvele, yahut vicâde yolu ile alan râvinin hadîsine tercîh edilir.

3) Rivayet keyfiyeti ile ilgili tercîh sebepleri:    Lafzan rivayet edilen hadîs, manâ yolu ile rivayet edilen hadîse, sebeb-i vürûdu zikredilen hadîs, sebeb-i vürûdu zikredilmeyen hadîse tercîh olunur; çünkü râvinin, hadîsin vürûd  sebebini bilmesi,  onun hadîs hakkındaki  titizliğine  delâlet eder. Râvisi tarafından hadîs üzerinde tereddüde düşülmemesi; hadîsin    had-desenâ ve semi 'tu gibi ittisale kesinlikle delâlet eden tabirlerle rivayet edil­mesi; refi veya vaslı üzerinde ittifak edilmiş olması; isnadında ihtilâf , yahut lafzında ıztırab olmaması; hadîslerden birisi meşhur iken diğerinin azîz veya garîb olması; yahut birisi azız iken diğerinin garîb olması da ri­vayet keyfiyeti ile ilgili tercîh sebeplerindendir.

4) Hadîsin vürûd vakti ile ilgili tercîh sebepleri: Medenî olan hadîs, Mekkî olana; tahvîfi ihtiva eden hadîs, teahhura delâlet etmesi dolayısıyle şiddeti   ihtiva   eden   hadîse   tercih   olunur.   Çünkü   Hazreti   Peygamber, İslâm'ın  ilk  devirlerinde,  yâni  Mekke   devrinde,   müslümanları  câhiliye âdetlerinden uzaklaştırmak için daha şiddetli bir dil kullanmış, fakat son­raları buna lüzum kalmadığı için daha yumuşak olmaya meyletmiştir. Keza İslâm'ın gelişinden sonra tahammül edilen hadîs, İslâmiyetten Önce ta­hammül edilen hadîse; vürûd tarihi zikredilmeyen hadîs, vürûd tarihi mü­tekaddim olarak zikredilen hadîse; Hazreti Peygamberin vefatına yakın bir tarihte vürûd eden hadîs, vürûd tarihi bilinmeyen hadîse tercîh edilir.

5) Hadîsin lafzı ile ilgili olan tercîh sebepleri: Lafızları hâssı ifade eden hadîs, âm olarak gelen hadîse; âm olarak gelen ve tahsîs olunmayan hadîs, tahsisten sonra şâir ferdlerine delâletinin zayıflığı dolayısıyle tahsîs olunan hadîse; mutlak, bir sebep üzerine vârid olan hadîse; hakikat mecaza; ha­kikate benzeyen mecaz, benzer olmayan mecaza; şer'î olan olmayana tercîh edilir.

6) Hüküm yönünden olan tercîh sebepleri: Tahrîme delâlet eden, yâni bir şeyi haram kılan hadîs, onu mubah kılan hadîse; ihtiyatı gerektiren bir meselede şiddet getiren hadîs, hafifliğe delâlet eden hadîse; haddin nefyine delâlet eden hadis, haddi getiren hadîse tercîh olunur.

7) Haricî tercîh sebepleri: Kur'ân-ı Kerîm'in zahirine, yahut bir başka sünnete, kıyasa, ümmetin veya Hulefâ-i Râşidîn'in amel ve tatbikatı olan diğer bir rivayetle takviye edilen, yahut getirdiği hükümle müttefik bir ben­zeri olan, yahut Seyhan (el-Buhârî ve Müslim) tarafından ittifakla nakledilen hadîs, bu evsafta olmayan hadîse tercih olunur1-. [140]

 

Nâsih ve Mensûh Hadîsler

 

Hadîs ilminin önemli konularından biri olan nesh, birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsin cem ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğuna hükmedilen bir iptal keyfiyetinden, yâni biri ile ge­tirilen hükmün, diğeri ile getirilen hükme tatbikat yönünden son ver­mesinden ibarettir,

Lugatta nesh, nakil, izale ve iptal manâlarına gelir. Nitekim denildiği zaman, kitap içinde bulunan yazıyı aynen başka bir yere kopye edip yazmak, nakletmek manâsı anlaşılır. Yahut denilir ve rüzgârın bütün âsârı, yâni kalıntıları alıp götürdüğü kasdedilmiş olur. Bunun gibi, denilir ve güneşin gölgeyi giderip onun yerine kendi ışığını bıraktığı anlaşıhr. [141]Görülüyor ki fiil olarak kullanılan nesh kelimesinin, her üç misalde de birbirinden çok ince farklarla ayrılmış manâları vardır. Birinci misalde, yazının nakli bahis konusu edilmiş, fakat bu nakilde aslının bakî kaldığı belirtilmiştir. İkinci misalde, âsârın ta­mamen yok olduğu ortaya konmuş olmakla beraber, onun yerine geçmiş hiç­bir şeyin bulunmadığı da ifade edilmiştir. Üçüncü misalde ise, güneş ışığı gölgeyi gidermiş, fakat kendisi onun yerini işgal etmiştir.

Şeriat dilinde ıstılah olarak kullanılan nesh kelimesinin, üçüncü mi­salde zikredilen manâya daha yakın olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Zira daha önce Hazreti Peygamberden gelen bir hadîsle vazedilmiş olan bir hüküm, sonradan vârid olan bir hadîs hükmü ile kaldırılmış ve onun yerine ikinci hadîsin hükmü konulmuştur.

Nesh, beyanın bir çeşididir. Beyan ise, ilk nassla gelen hükmün, ikinci bir nassla tatbik şeklinin gösterilmesidir. Ancak burada, neshin, beyanın bir çeşidi olduğunu söylerken, her beyanın nesh olmadığını da hatırdan çı­karmamak gerekir. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de, namazın kılınması ve zekâtın verilmesi ile ilgili olarak gelen emirlerin tatbiki, ancak Hazreti Pey­gamberin bu emirleri beyan etmesinden sonra mümkün olmuştur. Zira namaz kılmakla ilgili olan emrin tatbiki, yâni namazın nasıl ve hangi va­kitlerde kılınacağı, beyana bağlıdır. Keza ne miktarda ve hangi mallardan zekât verileceği, yine beyandan sonra tatbiki mümkün olan emirlerdendir. Ancak bu hususlardaki beyana nesh demek mümkün değildir.

Nesh, umumiyetle emirlerde vâki olur; haberlerde ise, caiz değildir. Zira ilk haberin neshedilmesi, onun tekzibi veya yalanlanması manâsına gelir ki, hem Allahu Ta'âlâ için, hem de Hazreti Peygamber için ilk ver dikleri haberden dönerek onu yalanlamaları düşünülemez. Bununla be­raber, haber lafzı ile geldiği halde emir manâsını tazammun eden sözler, aynen emir gibidir ve bunlarda neshin vukuu caizdir.

Meselâ  "İbrahîm 'in makamı; her kim oraya girerse (taarruzdan) emîn olur" [142] âyeti haber lafzı ile gelmiştir, fakat emir manâsmdadır ve "Mescid-i Haram'a kim sığınırsa, artık ona tecavüz ve ta­arruz etmeyin" demektir.

Nesh işlemine uğraması ihtimalinda bulunan emir ve nehiyler, şerîatte beş dereceye ayrılmışlardır. Bu beş dereceyi bir eksen üzerinde göstermek gerekirse, bu eksenin bir ucunu haram, diğer ucunu farz teşkil eder ki, birincisi en şiddetli ve en kesin olan yasağı, ikincisi ise, aynı derecedeki emri gösterir. Eksenin ortasında ise, yasağa ve emre uzaklığı eşit olması do-layısıyle işlenmesi ve işlenmemesi sevâb yönünden aynı derecede olan fi­illere delâlet etmek üzere mubah yer alır. Mubahla farz arasında, farza ya­kınlığı dolayısıyle işlenmesi işlenmemesinden daha hayırlı olan maıdûb; mubahla haram arasında ise, harama yakınlığı dolayısıyle işlenmemesi iş­lenmesinden daha hayırlı olan mekruh dereceleri bulunur.

Bu beş derecenin her biri neshedilebilir ve neshten sonraki yeni hüküm, neshi gerektiren nassm lafzına göre diğer derecelerden birine inkılâb eder. Meselâ bidayette haram olan bir fiil, - ki bu fiil "yapnW sözü ile yasaklanmıştır - "yap" emrinin gelmesi ile neshedilmiş olduğu gibi, de­recesi de farza inkılâb eder. Fakat haram, "yapıp yapmamakta sizin için bir beis yoktur" lafzı ile neshedilecek olursa, kendine en yakın olan kerahet derecesine geçmiş olur ki, böyle bir fiili işlememek, işlemekten daha hayırlıdır. İlk emir "yap" sığası ile gelmiş ve bir fiilin yapılmasını farz kılmışken, bu emrin "yapma" sığası ile neshedilmesi halinde, nehyolunan fiil haram de­recesine, "yapıp yapmamakta sizin için bir beis yoktur" sığası ile nes­hedilmesi halinde de, kendisine en yakın olan mendûb derecesine inkılâb etmiş olur. Bundan anlaşılıyor ki, bir şeyi haram kılan nehiy, emir ile neshedilirse, o şey farz kılınmış olur. Nehiy ile haram kılınmış olan bir şeyin iş­lenmesi, nesh ile muhayyer bırakılırsa mekruh olur Buna karşılık, bir emir, nehiy ile neshedilirse, farz harama, muhayyer bırakılırsa mendûba çev­rilmiş olur.

Kitap ve sünnette neshin mevcudiyetini kabul etmenin, îslâm Dînine kusur izafe etmek manâsına geleceğini ileri süren bazı mutezilî mezhebler dışındaki ehl-i sünnet mezhebleri, neshin varlığını kabul etmişler ve bunu, Hazreti Peygamberin sağlığında ve vahyin geldiği zaman içerisinde, İslâm

toplumunun mesalihi yönünden gerekli bir olay olarak açıklamışlardır. Ni­tekim İslâm Dîni ile ilgili ahkâm, "bir kanun halinde ve bir defada değil, 22 sene ve bir kaç ay içinde, hâdiselerin gerektirdiği şekilde ve birbirinden ayrı olarak vazolunmuştur. Her hükmün bir sudur tarihi olduğu gibi, kendine hâs bir teşrî sebebi de vardır. Zamana taalluk eden bu gelişme sayesinde her kanunun madde madde bilinmesi mümkün olduğu gibi, teşrî'i gerektiren hâdiselere vukuf sayesinde de, kanunların getirdiği ahkâmın en mükemmel bir şekilde anlaşılması kolaylaşmıştır".

"Vazolunan ahkâmın çeşitlerine taalluk eden tederruc, islâm'ın ilk günlerinde müslümanlara, yapılması veya terkedilmesi güç olan bir şeyin teklif edilmemesi keyfiyetinde görülür. Bu teklifler, dâima tederrücî bir şe­kilde yumuşaklıkla olmuş, müslümanlarm bunları yüklenebilecek bir istidat kazanmalarına itina gösterilmiştir. Meselâ namaz, ilk zamanlarda gece ve gündüz olmak ve her fariza için muayyen rikâtlarla beş vakit olarak farz kılınmamış, fakat müslümanlardan, sadece akşam ve sabah vakitlerinde mut­lak bir salât taleb edilmiştir. Keza zekât ve oruç, ancak hicretten bir sene sonra farz kılınmıştır; bundan Önceki teklif, tâkatları nisbetinde sadaka ve oruçtan ibaretti. İçki, kumar, bazı evlenme akidleri, riba ve câhiliye dev­rinden beri alışageldikleri bazı muamelât, ilk devirlerde haram kı­lınmamıştı. Çeşitli hükümlerdeki bu tederrücî gelişmenin hikmeti, ka­tılaşmış nefislerin ıslâhı için bir ilâç ve tekliflerin zor kullanmadan ve işi inada bindirmeden kabul edilmesi için bir vesile olması idi" [143]

İslâm teşriinde açık bir şekilde görülen bir husus da, kolaylık ve ha­fifliktir. "Ahkâmın çoğunda, teşrîindeki hikmetin kolaylaştırmak ve ha­fifletmek olduğu açıkça belirtilmiştir. Meselâ Allahu Ta'âlâ, bazı âyetlerinde şöyle buyurmuştur: "Allah size kolaylığı ister; güçlüğü istemez": [144] '; "Allah, sizin sırtınızdaki yükü hafifletmek ister; zira insan zayıf yaratılmıştır"  [145] Emir hükmünün güçlük verdiği her hususî halde ruhsat hükmü va­zolunmuştur. Bu sebeple meselâ, zaruret halinde mahzûrat mubah kılındığı gibi, farz ve vâcibten birinin edası halinde darlık ve güçlük bahis konusu ol­duğu zaman, her ikisinin de terkine izin verilmiştir. Zorlama, hastalık, sefer, hata, unutkanlık ve cehalet, tahfifi gerektiren özürlerden sayılmış­tır.[146]

İslâm şeriatında nesh keyfiyeti kabul edildikten sonra, Kur'ân ve sün­netin menşei gözönünde bulundurularak çeşitli şekillerde neshin vukuu mümkün görülmüştür. Bu şekilleri şöylece sıralayabiliriz:

1. Kur'ân âyetinin yine bir Kur'ân âyeti ile neshedümesi;

2. Kur'ân âyetinin sünneti neshetmesi;

3. Sünnet (hadîs) in sünnet (hadîs) i neshetmesi;

4. Sünnetin Kur'ân âyetini neshetmesi.

Bu dört şekilde tezahür eden nesh keyfiyetinden bazısı diğer bazısına göre daha çok kabul görmüş, aklen ve naklen vukuu mümkün görülmüş; ba­zısı da, özellikle Kur'ân ile sabit olmuş bir hükmün sünnet ile neshedümesi, diğerlerine nisbetle daha çok itiraza uğrayan bir görüş olarak belirlenmiştir. Bu konuda ulemâ arasında ortaya çıkan ihtilâfların, Kur'ân ile sünnetin aynı derecede bir otorite olup olmadığı meselesindeki münâkaşalara da­yandığına şüphe yoktur. Zira sünnetin de Kur'ân gibi vahiy mahsûlü ol­duğunu kabul edenler için, Kur'ân âyetiyle sabit olan bir hükmün sünnet hükmünü neshettiği gibi, sünnetin de Kur'ân hükmünü neshetmesi tabiî olmak gerekir.

Nesh hakkında verilen bu umûmî bilgilerden sonra, hadîsler arasında görülen neshe âit bazı örnekleri de burada zikretmekte fayda vardır; zira hadîsin nâsihini ve mensûhunu bilmeden ondan hüküm istihraç etmek mümkün değildir. Huzeyfe'den nakledildiğine göre, ancak nâsih ve mensûhu bilen kimseler fetva verebilirler''.[147]

Hadîslerde neshin vukuu çeşitli şekillerde bilinir:

1) Bunlardan en açık olanı, örneği Müslim'in Sahîh'inde de görüldüğü gibi, onun nâsih olduğunun hadîs metninden anlaşılanıdır. Hazreti Pey­gamber bir hadîsinde şöyle buyurmuştur:

"Sizi kabirlerin ziyaretinden menetmiştim; onları ziyaret ediniz; zira kabir ziyareti âhıreti hatırlatır" [148]

Buna benzer bir başka hadîs de, Bureyde tarafından rivayet edilmiştir.

Bu hadîsinde Hazretİ Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben sizi deri kap (kırba) lar müstesna, diğer kaplarda kurulan şırayı içmekten menetmiştim. Artık şimdi her çeşit kaptan içebilirsiniz. Yeter ki sarhoş edici içki içmeyin "[149]

Örnek olarak zikrettiğimiz bu iki hadîsin nâsih olduğu ve daha Önce vârid olduğu anlaşılan ve kabir ziyaretiyle bazı kaplarda yapılan şırayı iç­mekten  meneden  hadîslerin  hükümlerini  ortadan  kaldırarak  kabir  ziyaretine ve şıraya izin verdiği açıkça görülmektedir. Nitekim ikinci hadîsle ilgili olarak Müslim'in Sahîh'inde çeşitli isnadlarla şu nehiy hadîsi nak­ledilmiştir:

"Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hazreti Peygamber, Abdu'l-Kays heyetine hitaben şöyle buyurmuştur: Ben sizleri dubbâ (bir çeşit testi) den, hantem (içi sırlı kırmızı topraktan yapılmış kap) dan, nakîr (ağaçtan oyma testi) den ve mukayyer (ziftli testi) den nehy ediyorum. Lâkin deri tu­lumundan iç ve ağzını da sıkıca bağla. [150]

2) Bir hadîsin nâsih olduğu, hadîs metninden anlaşıldığı gibi, bazen de hadîsi Hazreti Peygamberden rivayet eden sahabînin, iki zıt hadîsten mu­ahhar olanı belirtmesiyle anlaşılır. Bu konuda bir örnek, Câbir îbn Abdullah'ın, Sünen sahipleri tarafından da nakledilen şu sözüdür:

"Hazreti Peygamberin (ateşte pişirilmiş şeylerin yenilmesi halinde ab­destin yenilenip yenilenmeyeceği hususunda) iki emrinin sonuncusu, ab­destin terki, (yâni yenilenmesine gerek olmadığı) şeklinde idi.[151]

Câbir'den rivayet edilen bu söz, konu ile ilgili abdest hususunda Haz­reti Peygamberin iki tatbikatı olduğunu, birincisinde, ateşte pişirilmiş veya ısıtılmış şeylerin yenmesi halinde abdestin bozulmuş olduğuna hükmederek yeniden abdest aldığını ve bunu emrettiğini, ikincisinde ise, abdestin bo­zulmayacağına hükmederek yeniden abdest almanın gerekmediğini ve bunu emrettiğini gösterir. Filhakika birincisi ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ateşe değen şeylerden (yediğiniz zaman) abdest alınız".[152] Daha sonraki bir sünnet ile Hazreti Peygamber bu emri değiştirmiş ve kendisi de ateşte pişmiş bir şey yediği zaman yeniden abdest almak lüzumunu duymamıştır. Bu husustaki rivayetler de, abdest almanın lüzumunu belirten rivayetlerin hemen akabinde "ruhsat" ile ilgili bâblarda zikredilmiştir. Yukarıda işaret ettiğimiz Câbir'in sözü de, bu iki değişik tat­bikattan muahhar olanını bildirerek nâsihin anlaşılmasını ko­laylaştırmıştır.

3) Bazen de nâsih, birbirine zıt manâda gelen hadîslerin vürûd ta­rihlerinin bilinmesiyle anlaşılır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, iki zıt hadîs arasında sıhhat yönünden eşitlik bulunması dolayısıyle herhangi bi­rinin tercih edilememesi, cem ve teliflerinin mümkün olmaması ve yukarıda iki şıkta açıkladığımız nesh keyfiyetinin de hadîs metinlerinden açık bir şe­kilde anlaşılamaması halinde, hadîslerin Hazreti Peygamberden vürûd et­tiği tarihler araştırılır ve son vârid olan hadîsin nâsih olduğuna hükmedilir. Bu konuda gösterilebilecek bir örnek, Şeddâd İbn Evs hadîsi ile Abdullah îbn Abbâs hadîsidir. Şeddâd, Hazreti Peygamberden şu hadîsi rivayet etmiştir: «l "Hacamat yapan da yaptıran da oruçlarını bozmuş olurlar"[153] İbn Abbâs ise, rivayetinde 'Hazreti Peygamberin oruçlu ve ihramlı iken hacamat yaptırdığını" bildirmiştir. [154]

Şeddâd İbn Evs ve İbn Abbâs'm haberleri arasındaki zıtlık açıkça gö­rülmektedir. Hazreti Peygamber, Şeddâd rivayetine göre, oruçlu iken ha­camat yaptırmayı, yâni kan aldırmayı menetmiş, hem hacamat yaptıranın, hem de yapanın oruçlarının bozulmuş olacağını bildirmiş iken, îbn Abbâs'tan gelen diğer rivayette, Hazreti Peygamberin bizzat kendisinin, oruçlu olduğu halde hacamat yaptırdığı açıklanmıştır. Her iki hadîs de sahîhtir; ancak cem ve telifleri mümkün olmadığı gibi, herhangi birisinin diğerine tercihi de mümkün değildir. Bu durumda, aralarında bir nesh key­fiyetinin bulunduğuna şüphe yoktur. Şu var ki, bu iki haberden hangisinin nâsih, hangisinin mensûh olduğunu tesbît etmek gerekir. Zira hadîs me­tinlerinde buna delâlet edecek herhangi bir işaret yoktur. Bu da ancak, ha­berlerin vürûd tarihlerinin tesbiti ile mümkün olabilir.

Filhakika, Şeddâd'tan gelen aynı konu ile ilgili diğer bazı rivayetlerde, Hazreti Peygamberin fetih senesinde, yâni hicretin sekizinci senesinde oruç­lu iken hacamatı nıenettiği belirtilmektedir. [155]O halde birinci hadîsin vürûd tarihi, sekizinci senedir.

İbn Abbâs'ın sözü ise, Hazreti Peygamberin ihramlı iken hacamat ol­duğuna ve İbn Abbâs'm da bunu bizzat müşahede ettiğine delâlet eder ki, bunun da ancak bir hac esnasında olduğu anlaşılır. Filhakika İbn Abbâs, yalnız Veda Haccmda, yâni onuncu senede Hazreti Peygamberin re­fakatinde bulunmuş ve ihramlı iken onun hacamat olduğuna şahit olmuştur [156]O halde bu haberin vürûd tarihi de onuncu sene olup Şeddâd'm haberinden muahhardır ve dolayısıyle nâsih hükmündedir.

4) îki zıt hadîs arasında neshin bilinmesi, bazen de icmâ yolu ile müm­kün olur. Şüphesiz icmâ'm neshedici bir vasfı yoktur. Bununla beraber, ulemânın, bazı karinelere istinaden, iki zıt haberden birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğu görüşü üzerinde ittifak etmeleri, neshin bilinmesinde yar­dımcı olabilmektedir. Ebû Dâvûd ve et-Tirmizî tarafından nakledilen bir Mu'âviye hadîsi buna bir örnek teşkil eder. Bu hadîste şöyle denilmiştir:

"Her kim sekir verici içki içerse, onu sopa (celde) ile dövünüz. Eğer dör­düncü defa yine içmeye devam ederse, öldürünüz".[157]

Et-Tirmizi ise, Câbir'den gelen bu rivayetin akabinde "Hazreti Pey­gambere dördüncü defa içki içmiş bir adam getirildiğini, Peygamberin onu dövdüğünü, fakat Öldürmediğini" ilâve etmiş, aynı zamanda öl­dürülmeyeceği hususunda icmâ hâsıl olduğunu belirtmiştir.[158]

Hadîslerin nâsih ve mensuruma dâir zikrettiğimiz bu Örnekler, ko­nunun hadîs tarihinde ne derece önemli olduğunu göstermeye yeterlidir. Hadîsleri bu yönleri ile bilmeden, onlardan hüküm çıkarmak, yahut fetva vermek asla mümkün değildir. [159]

 

B.MERDÛD HABERLER

 

1.Merdûd Haberin Tanımı

 

Reddedilmesi gereken hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mu­kabili olarak genel manâda kullanılan bir tabirdir. İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan ve âhâd denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar. Daha önce de açıkladığımız gibi, bu haberler, ya kabul sı­fatını hâizdirler ve bu sıfat, onları nakleden râvilerin doğruluklarının ke­sinlik kazanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkarlar; yahutta red sıfatını hâizdirler; bu sıfat da, râvilerin yalancı olarak bilinmelerinden sonra ortaya çıkar. Birincisinde, râvilerin doğrulukları dolayısıyle haberlerinin de doğruluğuna hükmedilir; bunlar makbul haberlerdir. İkincisinde ise, râvilerinin yalancılığı dolayısıyle haberlerinin de yalan olduğu kabul edilir; bunlar da merdûd haberlerdir. Bazen râvilerin ne doğrulukları ve ne de yalancılıkları hakkında kesin bir hüküm vermek mümkün olmayabilir. Bu takdirde, bunların haberlerini makbul veya merdûda sokacak herhangi bir karinenin bu­lunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir karîne de mevcut değilse, bu çeşit haberler üzerinde tevekkuf edilir. Bir haber üzerinde tevekkuf, o haberle amel etmemek, bir başka ifade ile, o haberi delil olarak kullanmamak demektir. Üzerinde tevekkuf olunan haber, aynen merdûd haber gibidir; ancak onun merdûd sayılması, onda red sıfatının kesinlik kazanmış olması dolayısıyle değil, kabulünü gerektiren bir sıfatın bulunmaması do-layısıyledir. [160]

 

2. Haberin Merdûd Olma Sebepleri

 

Bir haberin merdûd olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu se­beplerden biri isnadla ilgilidir ve isnaddan bir veya daha fazla râvinin düş­mesiyle haber merdûd olur. Yahutta isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.

îsnaddan râvi düşmesi, değişik şekillerde tezahür eder ve düşen râvinin isnaddaki yerine göre haber veya hadîs değişik isimler alır. Meselâ hadîsi kitabında nakleden bir musannif, kendi tasarrufu ile isnadın ba­şından itibaren bir veya daha fazla râviyi hazfeder; bazen de bütün isnadı zikretmeden sadece Hazreti Peygambere isnadla hadîsin metnini verir ki, bu çeşit hadîslere mu'allak denir. Bazen hadîsi rivayet eden râvilerden bi­rinin, isnadın ortasından veya sonundan, bir veya bir kaç râviyi düşürmesi sebebiyle hadîs merdûd olur. İsnadın ortasından bir râvisi düşmüş olan hadîse munkatı' , birbirini takip eden iki veya daha fazla râvisi düşmüş olan hadîse de mu'dal denir. Eğer isnadın sonunda sahabî düşmüş olursa, bu çeşit hadîslere de mursel adı verilir.

Bazen bir isnad içerisinde muasır olmayan iki râvinin birbirinden hadîs nakletme durumları dolayısıyle aralarında bir râvinin düşmüş olduğu açıkça anlaşıldığı halde, bazen de muasır olan, hattâ birbirine mülâki oldukları bilinen iki râvinin, birbirinden işitmedikleri hadîsleri naklettikleri olur; aslında böyle bir hadîsi diğerinden nakleden râvi, onu naklettiği şa­hıstan işitmemiş, fakat başkası vasıtasıyle ondan almış, sonra da hadîsi ri­vayet ederken o vasıtayı herhangi bir sebeple zikretmemiştir. Böylece, ara­daki vasıtayı isnaddan düşüren râvi, şeyhinden işitmediği hadîsi, ondan işitmiş   gibi   rivayet   etmek   durumunda   kalmıştır.   Ancak   bu   çeşit   rivayetlerde, râvinin şeyhine mülâkî olduğunun bilinmesi dolayısıyle, is-naddan bir râvinin düşürülmüş olduğu çok defa anlaşılmaz ve o hadîsin de râvinin muttasıl senedle rivayet ettiği hadîslerden olduğu sanılır. İsnadında bu çeşir hafi (gizli) râvi düşmesi olan hadîslere de müdelles denilmiştir.

işte, isnadda, çeşitli şekillerde râvi düşmesi sebebiyle ortaya çıkan bu hadîs çeşitlerinin hepsi de merdûd haberler arasında yer alır.

Hadîsin merdûd olmasının diğer bir sebebi de, isnadı oluşturan hadîs râvilerinden birinin veya bir kaçının adalet ve zabt yönünden cer-hedilmesidir. Aşağıda da ayrıca açıklanacağı üzere, bu konuda şiddet yö­nünden birbirinden farklı on çeşit cerh sebebi vardır ve bunlardan herhangi biriyle cerhedilen râvinin hadîsi merdûd sayılır.

Cerh sebeplerinin en şiddetlisi, râvinin kizbi, yâni yalancılığıdır. Ya­lancılığı sabit olan ve bu yönden cerhedilen râvinin hadîsi mevzû'dur, yâni uydurmadır. İkincisi, râvinin yalancılıkla itham edilmesidir; böyle bir râvinin hadîsine de metruk denilmiştir. Cerh sebeplerinin üçüncüsü, râvinin rivayetlerinde fâhış hata yapması, dördüncüsü, gafleti, beşincisi de fışkıdır. Bu hallerinden dolayı cerhedilen râvînin hadîsine de münker denir, altıncı cerh sebebi vehim olup, râvinin mürsel olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahut bunun aksine, muttasıl olan bir hadîsi mürsel olarak rivayet et­mesidir. Bir râvinin, rivayetinde vehmettiğine hükmetmek oldukça güç bir iştir. Eğer bazı karineler yardımıyle rivayette vehim bulunduğuna hük­medilebilir ve râvi bu yönden cerhedilirse, hadîsi muallel olur.

Cerh sebeplerinin yedincisi, râvinin diğer râvilere muhalif rivayetidir. Bu muhalefet, ya rivayetine bazı yabancı isimler veya hadîsten olmayan iba­reler dercetmesiyle olur; bu takdirde kendisine yabancı sözler sokulmuş olan hadîse mudrec denir. Yahut muhalefet, hadîsin isnad veya metninde bazı takdim ve tehirler yapılmak suretiyle ortaya çıkar. Böyle bir hadîse de maklûb adı verilir. Yahut muhalefet, râvinin ibdaliyle olur ve bu halde iki muhalif rivayet arasında tercîh yapılamazsa, hadîse muztarib denir. Yahut muhalefet, yazının şekli değişmeksizin bazı harflerin nokta hatalarından or­taya çıkar ve hatadan dolayı hadîse musahhaf denir. Eğer yazının şeklinde bir değişme olur ve muhalefet bu yönden meydana gelirse, bu takdirde hadîs muharref adını alır.

Cerh sebeplerinden sekizincisi cehalet, yâni râvinin adalet ve zabt yön­lerinden halinin bilinmemesidir. Dokuzuncu sebep râvinin su-i hıfzı, onuncu sebep de, bid'atıdır.

Aşağıda daha geniş bir şekilde açıklanacak olan râvilerin cerh se­bepleriyle ortaya çıkan hadîs çeşitlerinin hepside, merdûd haberler ara­sında yer alırlar. [161]

 

3. İsnadda İnkıta ve Munkatı Hadîs Çeşitleri

 

İnkıta, isnad zincirinden bir veya birden fazla râvi halkasının düş­mesiyle isnadda meydana gelen kopukluktur ve kopuk isnadla nakledilen hadîse munkatı denir. Râvi düşmesinin, isnadın başında, ortasında ve so­nunda olmasına ve düşen râvi sayısına göre, o isnadla gelen hadîs, değişik isimler altında zikredilir. Mürsel, mu'dal ve munkatı gibi. Ancak burada şunu hemen belirtmek gerçkir ki, munkatı tabiri, lügat yönünden, isnadı muttasıl olmayan, yâni isnadında kopukluk bulunan hadîsler için kul­lanıldığı halde, ıstılahta, tâbi'îden sonraki herhangi bir tabakada, is­nadından bir, veya birbirini takip etmeksizin birden fazla râvisi düşmüş olan hadîs çeşidinin adıdır. Bu itibarla biz, bu bahisle ilgili konu başlığında Munkatı Hadîs Çeşitleri ifadesini kullanırken, munkatı kelimesini lügat manâsında kullanmış olduğumuz halde, isnadın çeşitli yerlerinde düşen râvi sayısına göre hadîslerin mürsel, mu'dal ve munkatı gibi isimler altında zikredildiğini söylerken de, aynı kelimeyi ıstılah manâsında kullandık

Bir isnadda râvi düşmesi veya inkıta, bazen zahir, yâni açık ve herkes tarafından kolayca anlaşılabilecek şekilde vukubulduğu halde, bazon de hafiy veya gizli olur ve bu irikıtâya vâkıf herhangi bir kimse tarafından açıklanmadıkça, hiç kimse, o isnadın munkatı olduğunu anlayamaz. Isnaddaki zahir veya açık inkıta, râvinin, muasırı olmayan bir şeyhten hadîs rivayet etmesiyle ortaya çıkan kopukluktur. Herkes tarafından kolayca bilinip an­laşılır ki, o râvi, hadîsini naklettiği o şeyhin muasırı değildir; dolayısıyîe ona mülâkî olmamıştır ve onun hadîsini bizzat ondan almamıştır. O halde, mülâkî olmadığı o şeyhin hadîsini kendisine nakleden başka bir aracı şeyh vardır; fakat hadîsi rivayet ederken isnadında bu aracı şeyhin ismini her­hangi bir sebeple zikretmemiştir. İsnadında açık râvi düşmesiyle ortaya çıkan hadîs çeşitleri, aşağıda da açıklanacağı üzere, muallak, mu'dal, mun­katı ve mürsel 'dir.

İsnaddan hafi veya gizli râvi düşmesi ise, râvinin, mülâkî olduğu ve hattâ bazı hadîslerini aldığı bilinen bir şeyhten işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi halinde ortaya çıkan inkıta şeklidir. Herkes tarafından bilinir ki, bu râvi, normal olarak o şeyhe mülâkî olmuş ve ondan, rivayet ettiği bazı hadîsleri işitmiştir; dolayısıyle işittiği bu hadîsleri o şeyhten rivayet etmeye hakkı vardır. Şu da var ki râvi, bu hadîsleri ondan rivayet ettiği gibi, bunlardan ayrı olarak şeyhten işitmediği, fakat başka vâsıta ile ondan aldığı bazı hadîsleri daha rivayet eder; aradaki bu vâsıtayı da isnadında açıklamaz ve onları da şeyhten işittiği zehabını uyandırır. Râvinin o şeyhe mülâkî ol­duğunu ve ondan hadîs işittiğini bilenler ise, onun işitmediği hadîsleri de ri­vayet ettiğini anlayamazlar. İşte, aşağıda açıklanacağı üzere, râvinin bu tarz hadîs rivayetine tedlls, rivayet ettiği hadîse de müdelles denilmiştir.

Mudelles'ten çok ince bir farkla ayrılan ve mursel-i hafi denilen hadîs çeşidi de, râvinin, muasırı olup da mülâkî olmadığı şeyhten rivayet ettiği hadîstir ve zikrettiğimiz bütün bu hadîs çeşitleri, isnadında düşen râvilerin adalet ve zabt yönünden hallerinin bilinmemesi sebebiyle merdûd hadîsler arasında yer alırlar. [162]

 

a) Muallak Hadîsler

 

İsnadının başından bir veya birbirini takip etmek üzere daha fazla râvisi hazf ve en son hazfedilen râvinin şeyhine isnad edilmiş hadîslere mu­allak denilmiştir. Muallak, ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta bir şeyi asmak, destek veya dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin, kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini, yahut kendi şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ bütün isnadı hazfederek  veya    ibaresiyle, hadîsi,zikrettiği ilk kaynağa isnad etmesidir.

Muallak ismi, umumiyetle cezm sîgasıyle, yâni gibi kesinlik ifade eden tabirlerle rivayet edilen hadîslere verilmiş, fa­kat Îbnu's-Salâh'm da dediği gibi,. gibi temrîz ifade eden tabirlerle nakledilen hadîslerde bu isim kullanılmamıştır''.[163] Bununla be­raber, müteahhırûndan olan bazıları, meselâ Ebu'l-Haccâc el-Mizzî, el-Bu-hârî'nin Sahîh'indeki bu kabilden hadîslere de muallak adım vermiştir''.[164]

El-Buhârî'nin Sahîh'inm muallak hadîslerin başlıca menşei olduğu an­laşılmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak, değerli araştırmacı Fuat Sezgin şu görüşleri ileri sürmüştür: "Kaynakların verdiği malumattan anlaşıldığına göre, Sahîh'te mevcut bu gibi merviyatı ilk defa ciddî bir şekilde ele alıp ta'lîk diye adlandıran kimse, Ebu'l-Hasan ed-Dârakutnî (Ö. 385), daha sonra aynı isimle el-Cem' beyne's-Sahîhayn adlı kitabında mevzuubahs eden Ebû Abdillah el-Humeydî (Ö. 420) olmuştur'. [165] Bu bakımdan muallak hadîs, bir hadîs çeşidi olmaktan ziyade el-Buhârî'nin Sahîh'inin en Önemli hususiyetlerinden birini teşkil eder. Bu hususiyet üzerinde duran İbn Hacer, şöyle der: "Ta'lîk, şeyhten semâ yolu ile alındığını göstermeyecek (meselâ Jli ./i ./i. ;k ,Jli gibi) kat'î veya yarı kat'î bir ifade ile, isnad-tan bir veya daha fazla şahıs hazfetmektir. Eğer kat'î bir ifade kullanılırsa ( ^jj ,JU gibi) kendinden almanın sıhhatine delâlet eder''.[166] Ancak, onun hazfolunan senedinin râvileri üzerinde düşünmek gerekir: Eğer bunlar sikattan iseler, ta'lîklarmdaki sebep, bu hadîsin, kitabın bir başka yerinde, veya manâsının o bâbta diğer bir vâsıta ile de olsa bulunmuş olmasıdır ki, ihtisaren ona ta'lîk ile işaret edilmiştir; yahutta bu ta'lîk, muhaddisin, hadîsi şeyhinden semâ yolu ile aldığını, fakat bu şeyhin tedlîs ile ta­nındığını, yahutta hadîsin mevkuf bulunduğunu, yâni senedin ancak sahabîye kadar çıkabildiğini gösterir. Bir başka ihtimal de, haddizatında si-kattan olmakla beraber, aralarında, el-Buhârî'nin şartına uymayanların bu­lunmasıdır. İşte bu ihtimaller dolayısıyle müellif hadîsini doğrudan doğruya ta'lî-kan, yâni senedini kısaltarak alır; bazen de mütâbeat yolu ile alır. Bu da, yukarıdaki muhtelif sebeplerden biriyle "cezm" (yâni kat'î, meselâ S& \S-ij <Cyfe sîgasıyle yapılır...Musannif, şayed temrîz (yâni kat'î olma­yan, meselâ yukâlu, yurvâ) sîgasıyle bir hadîs almışsa, bu takdirde hadîsin isnadında, ta'lîkda zikrettiği şahsa kadar zayıf bulduğu bir şahıs var de­mektir. Yalnız bazen bu zayıflık, başkalarının seneddeki illeti görmemiş ol­malarından veya mühimsememelerinden dolayı sahîh kabul edecekleri kadar ehemmiyetsiz derecede de olabilir. Bu tarzda, muallak olarak alınmış bulunan hadîsin birinci kategoride olduğu gibi senedinde teemmüle şâyân şüpheli bir taraf var dernektir"''.[167]

Kısaca ifade etmek gerekirse, ta'lîk, el-Buhârî'nin Sahîh'ine hâs özel­liklerden biridir. Onun daha çok bâb başlarında yer verdiği bu çeşit hadîsleri niçin ta'lîk ettiği kesinlikle bilinmezse de, bazı imamlar, bunun için başlıca dört sebep zikretmişlerdir. Bu sebepleri şöyle sıralamak müm­kündür:

1) El-Buhârî'nin ta'lîkan zikrettiği hadîs, hadîsçiler arasında sika (gü­venilir) râvilerin muttasıl rivayetleriyle maruf olan bir hadîstir. El-Buhârî, bâb başında bu hadîsi delil olarak zikretmek lüzumunu hissettiği zaman, ihtisar olmak üzere, isnadını vermeye gerek görmemiştir. Çünkü hadîs is-nadıyle maruf olan bir hadîstir.

2) El-Buhârî'nin, Sâhîh'imn çeşitli fıkıh bâblarmda delil olarak kul­lanılmalarını sağlamak için bazı hadîsleri mükerrer olarak naklettiği bi­linen hususlardandır.  Eğer bir hadîs,  herhangi bir fıkıh babında nak­ledilmişse,  el-Buhârî,  aynı hadîsi bâb başında delil olarak tekrarlamak lüzumunu hissettiği zaman, onun isnadını tekrar vermek lüzumunu duy­mamıştır.

3) El-Buhârî'nin ta'lîkan naklettiği bazı hadîslerin isnadında şartlarına uygun olmayan bir râvinin bulunması ihtiamli de vardır. Eğer el-Buhârî, bâb başında delil olarak zikredebileceği bir hadîs bulamamış ise, şartına uygun olmayan râvinin hadîsini nakletmek zorunda kalmış, fakat kitabında onun ismine yer vermemek için de,ya hadîsin bütün isnadını, yahutta o râvinin şeyhine kadar isnadın bir kısmını hazfetmiştir.

4) Bir görüşe göre de, muallak hadîsler, el-Buhârî'nin vicâde yolu ile al­dığı hadîslerdir. Vicâde, ileride de açıklanacağı üzere, bir hadîsçinin rivayet ettiği hadîsi, zamanına yetiştiği veya yetişemediği herhangi bir şeyhin ki­tabında bulmasından ve işitmeksizin o kitaptan alıp nakletmesinden iba­rettir. El-Buhârî, asıl olarak değil, fakat adını zikrettiği bâb başlarına uygun bir delil olmak üzere bu çeşit hadîsleri talikan kullanmakta bir mah­zur görmemiştir.

Muallak hadîsin sıhhati, isnadının bilinmesine veya hadîsçüer ara­sında maruf olmasına bağlıdır. İsnadı bilinen ve kabul şartlarını hâiz olarak hadîsçiler arasında maruf olan muallak bir hadîsin sahîh veya hasen hük­münü taşıması tabiîdir. Ancak, isnadın başından bir ve daha fazla râvinin hazfedilmesi, çok defa müellifin tasarrufundan olsa bile, hazfolunan râvilerin bilinmemesi dolayısıyle bu çeşit hadîsler merdûd hadîsler arasında yer alır. Hattâ onları hazfeden, veya hadîsim talikan nakleden kimsenin "hazfettiğim râvilerin hepsi de sikattandır" demesi halinde de muallak hadîs yine zayıf hükmündedir; zira müellifin, hazfettiği râvileri ta'dîli müp­hemdir ve hadîs hakkında sıhhat hükmünü vermek için yetersizdir''.[168]

El-Buhârî'nin, Sahîh'inde muallak olarak zikrettiği bir haber şöyledir:

(İlimde haya babı: Mucâhid şöyle demiştir: Utanan da, büyüklenen de ilim sahibi olamaz. A'işe de şöyle demiştir: Şu Ansâr kadınları ne güzel ka­dınlar!.. Haya (yâni utanma), onların dînde faküı olmalarına asla engel ol­muyor) [169]

 

b) Mursel Hadîsler

 

Hazreti Peygambere yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sa­habenin çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin diyerek rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs, isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir ve murselle ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, bize, hadîsçilerin üzerinde ittifak ettikleri ıstılah manâsmdaki murseli tanıtır. Zira bazı usûlcülerle fıkıh ulemâsı, kelimenin lügat manâsını ele alarak, onunla munkatı, hattâ mu'dal denilen hadîs çeşitleri arasında hiçbir ayırım yap­mamışlardır'[170] Aynı görüşe sahip olanlardan biri de el-Hatîb el-Bağdâdî'dir. Murselden bahsederken bu konuya temas ederek der ki: Mu-delles olmayan hadîsin irsali, râvinin, muasırı olmayan, yahut mülakatı bulunmayan kimseden rivayetidir. Meselâ Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in, Ebû Se­leme îbn Abdirrahman'ın, Urve İbnu'z-Zubeyr, Muhammed İbnu'l-Munkedir, el-Hasanu'1-Basrî, Muhammed îbn Şîrîn, Katâde ve tâbi'ûndan olan diğer bir çok kimsenin Hazreti Peygamberden rivayetleri böyledir. Keza tâbi'ûndan olmayan İbn Cureyc'in, Ubeydullah îbn Abdillah îbn Utbe'den, Mâlik îbn Enes'in el-Kâsım İbn Ebî Bekr es-Sıddîk'tan, Hammâd îbn Ebî Süleyman'ın Alkame'den rivayetleri de bu kabildendir. Bunların hepsi de, muasır olmayanların rivayetleridir. Mu'âsırı olup da mülakatı bu­lunmayanların rivayetlerine gelince, bunlara da el-Haccâc İbn Ertât'm, Sufyân es-Sevrî'nin ve Şu'be'nin ez-Zuhrî'den rivayetleri misal olarak gös­terilebilir. Bize göre bunların hepsi hakkındaki hüküm birdir. Hattâ mülâki olduğu şeyhten hadîs işiten, fakat bu arada işitmediği hadîsi irsal eden kim­seler hakkındaki hüküm de böyledir.[171]

El-Hatîb'in bu ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki, ona göre, tâbi'ûnun doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîsler mursel olduğu gibi, tâbi'ûndan olmayan ve daha sonraki tabakalara mensup bu­lunan kimselerin muâsarat etmedikleri, yahut muâsarat etseler bile mülâkî olmadıkları, hattâ mülâkî olup da işitmedikleri kimselerden rivayet ettiklen hadîsler de murselden sayılır. Maamafih, murselin tarifiyle ilgili olan bu ihtilâf, ıstılah ve kelime yönünden olan bir ihtilâftır ve manânın özü üze­rinde herhangi bir tesiri yoktur; zira ister el-Hatîb'in görüşüne uyularak hepsine birden mursel denilsin, ister mursel yalnız tâbi'ûnun rivayetine atfedilmiş olup bunun dışındakilere mu'dal veya munkatı denilmiş olsun, hepsi de, her iki gurup nazarında makbul olmayan hadîs çeşitlerindendir. Şu da var ki, mursel tabirini daha umumî manâda kullanan el-Hatîb, es-Suyûtî'nin ifadesine göre, bu tabirin istimal yönünden çok defa tâbi'ûnun Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîslere ıtlak olunduğunu da be­lirtmiş bulunmaktadır''.[172]

Mursel hadîslerin delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok fukahâ ve usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz. Eş-Şâfi'î de aynı görüşe sâhiptir. [173]Müslim ise,

Sahîh'in mukaddimesinde "rivayetlerden mursel, bize ve haberlere vâkıf kimselere göre hüccet değildir" demiştir.[174]

Murselin zayıf ve merdûd hadîsler arasında yer almasının başlıca se­bebi, mahzûf olan râvinin, yâni tâbi'înin hadîsini almış olup da isnadda zik­retmediği şeyhin, adalet ve zabt yönlerinden halinin bilinmemesidir. Eğer isnaddan düşmüş olan bu şeyhin sahabî olduğuna kesinlikle hükmedilebilse idi, o zaman, sahabîlerin udûl oldukları kaidesine istinaden, hadîs üzerinde tereddüde mahal kalmaz ve onun sahîh olduğuna hükmedilirdi. Fakat tâbi'înin hadîsini alıp ismini hazfettiği şeyhin de kendisi gibi bir tâbi'î ol­ması ihtimali vardır. Keza bu şeyhin tâbi'î olduğu takdirde, ya sika ya da zayıf olması ihtimali vardır. Sika olduğu farzedilse bile, onun da kendisi gibi bir tâbi'îden almış olması ihtimali vardır. Eğer tâbi'î ise, o da diğeri gibi ya sika ya da zayıf olabilir. Velhâsıl bu ihtimaller ilânihaye teselsül eder gider ki, akıl, bu teselsülü sonu gelmeyen bir şekilde tecvîz edebilir. Fakat is-nadlar tetkik edildiği zaman, bazen bir tâbi'înin, en çok altı veya yedi tâbi'îden hadîs rivayet ettiği görülmüştür.[175]

Bu sebepledir ki, tâbi'îden sonraki sahabî makamında râvisi düşmüş hadîsler, düşen râvinin zayıf olması ihtimaline binâen merdûd sa­yılmışlardır. Bununla beraber, murselin sahîh olduğu görüşünü ileri sü­renler de vardır. Bunların başında Mâlik ve Ebû Hanîfe gelir. Bunlara göre, eğer mursil, yâni hadîsi irsal eden râvi, hadîsine güvenilir kimselerden olur ve yine güvenilir kimselerden irsal ettiği bilinirse, onun murselini almakta hiçbir mahzur yoktur.[176]

İbn Cerîr ise, bu konuda şu görüşü ileri sürmüştür: Tâbi'ûn mur-sellerinin kabulü hususunda ittifak etmişlerdir. Ne onlardan ve ne de daha sonraki imamlardan hiçbirinden murselin inkârı ile ilgili bir söz gel-memiştir.[177] İbn Abdi'l-Berr'e göre, İbn Cerîr, bu sözü ile ikinci asrın baş­larında mursele karşı ilk muhalefetin eş-Şâfî'î'den gelmiş olduğuna ve ondan sonra şiddet kazandığına işaret etmiş olacaktır.[178] Bununla beraber, eş-Şâfı'î'nin mursel hadîsleri külliyyen reddetmediği de bir gerçektir. Ni­tekim er-Risâle'deki ifadesine göre, bazı şartlara bağlı olarak kibar-ı tâbi'înin mursel hadîsleri kabul edilebilir. Bu şartlardan biri: Eğer mursel hadîs, hafız ve güvenilir kimseler tarafından bir başka tarîktan ve fakat musned olarak rivayet edilmiş ise, o zaman murselin sıhhatine hükmedilir. Diğer bir şart: Eğer mursel rivayeti takviye eden ikinci tarîk da mursel ise,

bu takdirde ikinci tarîkin mursilinin, kendisinden hadîs alınan kimselerden ve birinci tarîkin mursilinden başka bir kimse olması lâzımdır. Böyle olduğu zaman, ikinci tarîk mursel de olsa, birincisini takviye eder. Şu var ki bu, musned olarak rivayet edilen ilk şekle nisbetle daha zayıftır. Bir başka şart: Mursel hadîsi takviye eden ne musned ve ne de mursel, bir başka tarîkla gelmiş bir rivayet bulunmaz, fakat Hazreti Peygamberden ashabı tarafından rivayet edilen haberler arasında mursel hadîse uygun bir söz bu­lunursa, râvinin, murselini sahîh olan bir asıldan aldığına hükmedilir. Diğer bir şart, mursel hadîsin, ilim ehlinin fetvalarına uygun olmasıdır.

Eş-Şâfı'î, kibar-ı tâbi'înden mursel olarak rivayet edilen hadîslerin kabul edilebilmesi için ileri sürdüğü bu şartların her birinde, hadîslerin mahreçlerinin sıhhatini gösteren delâletler bulunduğunu ve bunlara is­tinaden onların kabul edilebileceğini söylemiş, bu şartları ihtiva etmeyen mursel hadîslerin ise, kabule şâyân olmadıklarını ileri sürmüştür.[179]

Hazreti Peygamberin bazı ashabiyle uzun müddet beraber bulunan kibar-ı tâbi'înden sonrakilerin, yâni sığar-i tâbi'înin, murselleri hakkında ise, eş-Şâfî'î, herhangi bir şart ileri sürmeksizin "bunlardan murseli kabul edilen hiç kimse bilmiyorum" demekle yetinmiştir. [180]

Eş-Şâfi'î'nin mursel hadîslerin kabulü ile ilgili olarak ileri sürdüğü bu şartlar gözönünde bulundurulursa, onun, kibar-ı tâbi'înden Sa'îd Îbnu'l-Museyyib'in mursellerinden başka mursel kabul etmediği yolunda ileri sü­rülen görüşlerin yerinde olmadığı anlaşılır. Filhakika es-Suyûtî, Pa'îd Îbnu'l-Museyyib'in mursellerinden başka murselle ihticac etmediğine dâir eş-Şâfi'î hakkında ileri sürülen bir görüşün şöhret kazandığına işaretle, bu görüşün mesnedi olarak eş-Şâfi'î'nin Mâlik'ten rivayet ettiği şu hadîsi zik-d. [181]

Eş-Şâfî'î bu mursel hadîsi zikrettikten sonra şu görüşü ileri sürmüştür: "El-Kâsım İbn Muhammed, Sa'îd İbnu'l-Museyyib, Urve İbnu'z-Zubeyr ve Ebu Bekr İbn Abdirrahman da etin hayvan karşılığı satılmasını haram sayıyorlardı. Bu, bize göre de böyledir ve Hazreti Peygamberin ashabı içinde herhangi birinin Ebû Bekr es-Sıddîk'a muhalefet ettiğini bilmiyoruz. Bizim nazarımızda İbnu'l-Museyyib'in irsali hasendir" [182]

Eş-Şâfı'î'nin, Sa'îd Îbnu'l-Museyyib'in irsali hakkındaki bu sözü, iki yönden mütalâa edilmiştir. Bazılarına göre, diğerlerinin murselleri hilâfına, İbnu'l-Museyyib'in murselleri, eş-Şâfi'î'nin nazarında hüccettir; çünkü eş-Şâfî'î, onun mursellerini tetkik etmiş ve hepsinin de musned olduğunu gör­müştür. Diğer bazılarına göre ise, İbnu'l-Museyyib'in murselleri de, eş-Şâfi'î'nin nazarında diğerlerinden farksızdır; yâni onlar da diğerleri gibi hüccet değildir. Bununla beraber eş-Şâfi'î, onun mursellerini tercih et­miştir; çünkü her ne kadar hüküm istinbatında mursel delil olarak kul­lanılmasa bile, bazı hallerde onunla tercihte bulunmak caizdir''.[183]

El-Hatîb, bu ikinci şıkka işaretle, kendi nazarında sahîh olan görüşün bu olduğunu söyler ve "esasen Sa'îd'in murselleri arasında musned olmayan hadîsler de bulunmaktadır. Bununla beraber eş-Şâfi'î, kibar-ı tâbi'înin mursellerini diğerlerinden ayırdederek onlara üstün.bir meziyyet atfetmiştir. Bunlar arasında tabiatiyle Sa'îd'in murselleri de vardır" der'.[184]

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, Sa'îd İbnül-Museyyib'in mur­selleri, imamlar arasında umumiyet itibariyle sahîh kabul edilmiştir. Mese­lâ Yahya İbn Ma'în "mursellerin en sahihi, Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mursel-leridir" demiş, Ahmed İbn Hanbel de, buna yakın bir ifade ile, "Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in murselâtinin en sahîh murseller olduklarını" söylemiştir'.[185]

Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mursellerini söz konusu eden el-Hâkim de, bunların en sahîh murseller olduğunu söylemiş ve buna delil olarak şöyle demiştir: "Çünkü Sa'îd, sahabe evlâdındandır. Babası el-Museyyib İbn Hazn, Şecere ve Rıdvan bey'ati ashabından idi. Sa'îd, Ömer'i, Osman'ı, Alî, Talha, ez-Zubeyr ve diğer Aşere-i Mubeşşere'yi idrak etmiştir. Halbuki tâbi'ûn arasında onları idrak eden ve onlardan hadîs alan Sa'îd ve Kays İbn Ebî Hâzim'den başka kimse yoktur. Bütün bunlara ilâveten Sa'îd, Hicaz eh­linin fakîh ve müftisi ve Fukahâ-i Seb'anm ilkidir; o Fukahâ-i Seb'a ki, Mâlik İbn Enes onların icmâ'ını bütün halkın icmâ'ı saymıştır"'.[186]

El-Hâkim'in belirttiğine göre, mursellerin çoğu, Medine ehlinden Sa'îd Îbnu'l-Museyyib, Mekke ehlinden Atâ îbn Ebî Rabâh, Mısır ehlinden Sa'îd İbn Ebî Hilâl, Şâm ehlinden Mekhûl ed-Dımaşkî, Basra ehlinden el-Hasan îbn Ebi'l-Hasan (el-Basrî) ve Küfe ehlinden İbrahim îbn Yezîd en-Naha'î vâsıtasıyle rivayet edilmiştir''. [187]Yukarıdada açıklandığı gibi, bunların en sahîhi, Medîne ehlinden olan Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mur selleridir. Mekke ehlinden gelen Atâ İbn Ebî Rabâh'm murselleri ise, Alî Îbnu'l-Medînî'nin ve Ahmed îbn Hanbel'in belirttiklerine göre, Atâ'nın her çeşit insandan hadîs alması  dolayısıyle  en  zayıf mursellerdir.  Bu  sebeple Alî İbnu'l-Medînî, Mucâhid'in mursellerinin bile Atâ'nın mursellerinden çok daha iyi olduğunu söylemiş; Ahmed İbn Hanbel de, "murselât arasında el-Hasanu'1-Basrî ve Atâ İbn Ebî Rabâh'ınkilerden daha zayıf mursel yoktur" demiştir''.[188] Yahya İbn Sa'îd ise, Sa'îd îbn Cubeyr'in mursellerini Atâ'nm mursellerine tercîh et­miştir''.[189] Basra ehlinden gelen el-Hasanu'1-Basrî'nin mursellerine gelince, Ahmed îbn Hanbel'in bunlar hakkındaki görüşüne biraz Önce işaret et­miştik. Buna ilâveten, el-Irâkî'nin el-Hasan'ın murselleri hakkında "şibhu'r-rîh" denildiğine dâir bir sözüne de işaret edebiliriz''. [190]Bununla beraber, onun mursellerini bu derece zayıf görmeyenler de vardır. Meselâ Alî İbnu'l-Medînî'ye göre,  sikâtm  el-Hasanu'1-Basrî'den  rivayet  ettikleri  murseller sahîhtir. Ebû Zur'a ise, el-Hasan'ın "kale Rasûlullah (s.a.s.) diyerek rivayet ettiği hadîslerin sabit birer aslını buldum; yalnız dört hadîs müstesna" demiş, Yahya İbn Sa'îd el-Kattân da, buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ancak Ebû Zur'a'mn istisna ettiği dört hadîse karşılık, Yahya İbn Sa'îd, bir yahut iki hadîsi müstesna kılmıştır'.[191] Yine bu cümleden olarak, Yûnus İbn Ubeyd'in el-Hasan el-Basrî'ye tevcîh ettiği   "yâ Ebâ Sa'îd, sen Hazreti Peygambere   yetişmediğin   halde,   rivayet   ettiğin   bazı   hadîslerde   kale Rasûlullah diyorsun; bu nasıl olur?" sualine, el-Hasan'ın verdiği şu cevap zikredilebilir: "Ey kardeşimin oğlu, bana Öyle bir şey sordun ki, senden önce hiç kimse bunu bana sormamıştı.   Benim nazarımda senin yerin olmasaydı, sana cevap vermezdim. Ben, kimin zamanında yaşadım, biliyorsun.  El-Haccâc zam anı... Benim kale Rasûlullah dediğimi işittiğin bütün hadîsler Alî İbn Ebî Tâlib'tendir. Ancak ben öyle bir devirde yaşadım ki, Alî'nin ismini açıklayamadım"''.[192]

Nakledilen bu sözlerin sıhhati hakkında kesin bir şey söylemek müm­kün değildir. Bununla beraber şurası bir gerçektir ki, el-Hasan'ın isnad ede­rek naklettiği hadîsler hüccet olarak kabul edildiği halde, murselleri kabul edilmemiştir.

Küfe ehlinden gelen İbrâhîm en-Naha'î'nin murselleri ise, Yahya îbn Ma'în tarafından daha sıhhatli görülmüş ve meselâ eş-Şa'bî'nin mursellerine tercîh edilmiştir. Hattâ İbn Ma'în, "onun murselleri, Salim İbn Abdillah'ın, el-Kâsım ve Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mursellerinden daha çok hoşuma gi­diyor" demiştir. Keza Ahmed İbn Hanbel'e göre de, en-Naha'î'nin mur-sellerinde bir beis yoktur''.[193]

Mursel hadîsler, bazı imamlar tarafından müstekıl kitaplar halinde ce-medilmiştir. Bunlar arasında en çok şöhret kazananları, Sünen sahibi Ebû Dâvûd es-Sicistânî (202-275)'nin Kitâbu'l-merâsîl'i, İbn Ebî Hatim (240-327)'in aynı isimdeki kitabı ve Ebû Sa'îd el-Alâ'î (694-761)'nin Câmi'u't-tahsîl fî ahkâmi'l-merâsH'Vdir.

Burada bir de sahabî mursellerine işaret etmek yerinde olur. Bu mur-seller, bir sahabînin yaşının küçük olması, yahut İslâm'a geç girmesi dolayısıyle bizzat müşahede etmediği, yahut işitmediği şeyleri Hazreti Pey­gambere isnadla naklettiği haberlerdir. Sahîh olan görüş gereğince, bu çeşit mursellerin sıhhatine hükmedilir. El-Buhârî ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde bunlar sayılamayacak kadar çok yer almıştır. Çünkü bir sahabînin, Hazreti Peygamberden işitmeden ona isnad ettiği bir haberi ancak kendisi gibi bir sahabîden almış olduğuna şüphe yoktur. Belki sahabî olmayan kimselerden aldığı haberlerin de bulunabileceği düşünülse bile, bu çok nâdirdir ve bu çe­şit haberlerin kaynakları da genellikle belirtilmiştir. Sahabe, hepsi de udûl oldukları için, heberlerinde herhangi bir şüphe ve tereddüde yer yoktur, [194]

 

 c) Mu'dal Hadîsler

 

İsnadında birbirini takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini takip eden en az iki râvinin düşmüş ol­ması şart koşulduğu için, bazen bir, bazen de birbirini takip etmeksizin ara­lıklarla birden fazla râvisi düşen ve ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı olduğu halde, her munkatı mu'dal de-ğildi.[195]

Meselâ Mâlik îbn Enes'in sojydL hadîsi mu'daldir. El-Irâkî, Mâlik'in, Ebû Hureyre'nin bazı ashabından hadîs işittiğini ve bu hadîsleri doğrudan doğruya Ebû Hureyre'ye isnad etmesi halinde, düşürülen râvi sayısının ancak bir olması ihtimali dolayısıyle, bu hadîsleri mu'dal saymanın güç ola­cağını ileri sürmüş, fakat yukarıda zikredilen hadîs hakkında böyle bir güç­lük bulunmadığını, zira Mâlik'in, bu hadîsi Muvattâ' dışında Muhammed îbn Aclân vâsıtasıyle babasından mevsûl olarak rivayet ettiğini ve bu su­retle Mâlik ile Ebû Hureyre arasında iki râvinin düşmüş olduğunun an­laşıldığını kaydetmiştir.[196]

Meşhur musanmflardan birinin, isnadı başından sonuna kadar haz­fedip (fi-*) aUI J^-j Jü diyerek rivayet ettiği hadîslere de mu'dal denilmiştir. Bu takdirde, mu'dal ile, daha önce üzerinde durduğumuz muallak hadîs çe­şidi birleşmiş olur. Zira muallak, musannifin tasarrufu ile isnadın başından itibaren ya tamamının, ya sahabîye kadar, yahutta tâbi'îye kadar olan râvilerin hazfedilerek rivayet edilen hadîs çeşididir; bazen de musannif, ya kendi şeyhini, yahutta şeyhi ile birlikte onu takip eden şeyhleri hazfedebilir. Şu var ki muallakta, birbirini takip eden râvilerin isnadın başından itibaren düşmüş olması gerekir. Buna göre mu'dal ile muallak, isnadın başında en az iki ve daha fazla râvisi düştüğü zaman birleşirler; fakat isnadın ortasında veya sonunda en az iki veya daha fazla râvisi düşmüş olan mu'dal çeşidi, muallaktan ayrılır; o, sadece mu'daldir; fakat muallak değildir. Bu ba­kımdan, isnadın başında birden fazla râvisi düşmüş her muallakın, aynı za­manda mu'dal olduğu söylenebilirse de, her mu'dala aynı zamanda mu­allaktır demlemez. [197]

Tâbi'u't-tâbi'înin tâbi'îden maktu olarak rivayet ettiği merfû hadîsler de mu'daldir. Meselâ : hadîsini el-A'meş i'dâl etmiştir. Nitekim Müslim'in Sahth'inde Fudayl İbn Amr, eş-Şa'bî tarikiyle Enes İbn Mâlik'ten şu şekilde rivavet et-iti. [198]

Mu'dal hadîsler, isnadlarmdan düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden halleri tesbit edilmedikçe merdûd hadîslerden sa­yılırlar. [199]

 

d) Munkatı Hadîsler

 

Munkatı tabiri, lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu ba-ımdan sahabîsi düşen ve mursel denilen, yahut musannifin tasarrufu ile is­nadın başından hazfedilen ve muallak denilen isnadla munkatı arasında *ugat manâsı yönünden hiçbir fark yoktur.[200]olduğunu söy-

Bununla beraber ıstılahta munkatı, el-Hâkim'in de işaret ettiği gibi, murselden ayrı bir şeydir ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeden ondan rivayetidir.[201]

Bu durum, tabiatiyle râvinin, hadîsi bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi, bu vâsıtanın isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk olmasını gerektirir.

El-Hâkim'e göre munkatı üç çeşittir. Birincisi, tâbi'îye varmadan ön­ceki râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeksizin ondan ri­vayette bulunmasıdır. Bunun en güzel misali şu hadîstir:[202]

El-Hadramî'nin Muhammed Ibn Sehl'den, Muhammed'in Ab-durrazzâk'tan, Abdurrazzâk'm Es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Ebû İshâk'tan, Ebû İshâk'm Zeyd İbn Yusey'den, Zeyd'in Huzeyfe'den, Huzeyfe'nin de Rasûlu'llah (s.a.s.)'tan rivayet ettiğine göre, Allah'ın elçisi şöyle bu­yurmuştur: "Eğer bu işin başına Ebû Bekr'i geçirirseniz, o, kuvvetli ve gü­venilir bir kimsedir. Hiçbir kötü kişinin kötü sözü, onu Allah yolundan alı-komaz. Eğer Alî'yi geçirirseniz, o da hidayete ermiş hidayet edici bir kimsedir. Sizi de dosdoğru yola yöneltir".

Bu rivayetin isnadını gören herkes, ilk anda onun muttasıl olduğuna hükmeder. Çünkü el-Hadramî ve Muhammed İbn Sehl, her ikisi de gü­venilir kimselerdir. Abdurrazzâk'm Sufyân'dan, keza Sufyân'm da Ebû İshâk'tan senıâ'ı maruf ve meşhurdur. Bununla beraber, Abdurrazzâk Sufyân'dan, Sufyân da Ebû İshâk'tan bu hadîsi işitmemişlerdir. Yâni Ab­durrazzâk ile Sufyân ve Sufyân ile Ebû îshâk arasında isimleri isnaddan düşürülmüş iki râvi vardır. Bu sebeple isnad munkatıdır.

Munkatı'm bir başka çeşidi de, isnadda nıübhem şahısların yer almış olmasıyle ortaya çıkar. Meselâ bir hadîs şöyle rivayet edilmiştir'':[203]

Ebu'1-Alâ' İbni'ş-Şihhîr'in, Hanzala oğullarına mensup iki adamdan, < iki adamın Şeddâd İbn Evs'ten rivayet ettiklerine göre, Şeddâd şöyle de mistir: "Rasûlu'llah (s.a.s.), herbirimize namazda şöyle duâ etmesini öğ retirdi: Rabbım! Senden işlerimde sebat, sağlam bir irade, akl-ı selîm, sâdılş bir dil diliyorum. Keza senden nimetlerine karşı şükür, sana ibadetlerimde güzellik diliyorum. Senin bildiğin her çeşit kötülüklerimi bağışlamanı is­tiyor, bildiğin bütün kötülüklerden sana sığınıyor ve bildiğin her iyiliği sen­den diliyorum".

Hadîsin isnadında Ebu'1-Alâ' İbn Abdillah İbni'ş-Şıhhîr ile Şeddâd İ^, Evs arasında yer alan ve hadîsi rivayet etmiş olan Benû Hanzala'dan iki şahsın kim oldukları mübhemdir. Bu sebeple hadîs munkatı sayılmıştır.[204] Bazen de bir hadîs, isnadında isimlendirilmeyen bir râvi ile rivayet edilir; fakat bu hadîs munkatı sayılmaz. Meselâ:

...Ahmed îbn Seyâr'ın Muhammed İbn Kesîr'den, onun Sufyân es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Dâvûd İbn Ebî Hind'ten, onun adını açıklamadığı bir şeyhten, onun Ebû Hureyre'den rivayetine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle bu­yurmuştur: "İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, adam, o zaman gelince, acz ile fücur arasında bocalayacaktır. Kim böyle bir zamana yetişirse, aczi fücura tercih etsin" [205]

Bu hadîsin isnadında bulunan ve ismi açıklanmayan şeyh dolayısıyle rivayet munkatı olarak gelmiştir ve hadîslerin farklı rivayetlerine vâkıf ol­mayanlar nazarında bu hadîs de munkatı bir hadîstir. Ancak isnadlara vukufu olan başka bir hadîsçi, Dâvûd îbn Ebî Hind'ten gelen şu rivayeti de bilirdi): [206]

Hadîsin bu rivayetinde mübhem olan râvinin açıklanmış olması do­layısıyle, diğer rivayet munkatı olarak gelmiş olsa bile, hadîs mevsûldür ve buna göre değerlendirilir.

İbn Hacer, isnadda düşen râvilerin açık ve gizli oluşuna göre munkatı hadîsleri iki kısımda incelemiş, düşen râvinin açık ve herkes tarafından an­laşılır olması halinde bu çeşit hadîslere munkatı, gizli olması halinde de,

bunlara mudelles denildiğini açıklamıştır. Ibn Hacer şöyle demiştir: "...Eğer isnaddan râvi düşmesi, birbirini takip eden iki ve daha fazla râvi ile olursa, bu türlü hadîslere mu'dal denir. Ancak düşme, birbirini takip etmeksizin, meselâ iki ayrı yerde olursa, bu da munkatı'dır. Keza yalnız bir, yahut bir­birini takip etmemek şartıyle ikiden fazla râvi düşerse, bu hadîslere de munkatı denir".

"Bazen râvinin, kendisinden hadîs rivayet ettiği şeyhe muasır ol­maması dolayısıyle isnaddan bir râvinin düşmüş olduğu açık bir şekilde bi­lindiği ve herkes tarafından kolayca anlaşıldığı halde, bazen de bu düşme gizli olur ve bunu, hadîsin isnadlarma ve bu isnadlardaki illetlere vâkıf mü­tehassıs imamlardan başkası anlamaz. Bu iki şıktan birincisi, yâni açık olanı, râvinin şeyhin asrına yetişmemesi, yetişse bile onunla biraraya gel­memesi ve ondan aldığı bir icazet veya vicâdeye sahip bulunmaması do­layısıyle aralarında herhangi bir mülakatın olmaması yönünden anlaşılır. Bu sebeple, râvilerin doğum, ölüm tarihlerini, hadîs öğrenmeye başladıkları vakitleri ve bunun için giriştikleri seyahatları anlatan tarih kitaplarına ih­tiyaç duyulmuş ve bu kitaplar sayesinde, bazı şeyhlerden rivayet iddiasında bulunan kimselerin yalanları ortaya konulmuştur".

"İkinci kısma, yâni gizli olan düşmeye gelince, buna da mudelles denir..."''. [207] İbn Hacer'in bu açıklamasından da anlaşıldığı üzere, mudelles, munkatı hadîs çeşitlerinden biridir. [208]

 

e) Mudelles Hadîsler

 

Mudelles, bir râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, (yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî olmadığı şeyhten işitmiş gibi) rivayet ettiği hadîslere mudelles adı verilmiştir.

Ancak vermiş olduğumuz bu tarifte yer alan "yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî olmadığı şeyhten işitmiş gibi rivayet ettiği" ifadesini ih­tiyatlı kabul etmek gerekir. Çünkü İbn Hacer'e göre mudelles, yalnız, râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden rivayet ettiği, bir başka ifade ile, şeyhe mülâkî olduğu halde, ondan bir vâsıta ile alıp o vâsıtayı zikretmeden doğrudan şeyhe isnadla naklettiği hadîstir. Buna göre, bir hadîse mudelles diyebilmek için, râvisinin, işitmediği halde, kendisinden hadîs naklettiği şeyhe mülâkî olduğunun bilinmesi şarttır''.[209] Bununla beraber, en-Nevevî Takrîb'inde, râvinin muasırı olduğu şeyhten işitmeden'',[210] İbnu's-Salâh ise, Ulûmu''I-hadîs'inde, râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, yahut muasırı olup da mülâkî olmadığı şeyhten mülâkî olmuş gibi rivayet ettiği hadîse mudelles ismini vermişlerdir'.[211] Bundan anlaşılıyor ki, gerek en-Nevevî ve gerekse İbnu's-Salâh, râvi ile şeyhi arasında mülakatın bulunup bulunmadığına itibar etmeksizin muasır olmalarını yeterli görmüşler ve mudellesi buna göre tarif etmişlerdir. Halbuki İbn Hacer'in tarifinde mu­delles, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, birbirine mülâkî oldukları bilinen iki kişiden birinin diğerinden işitmeden rivayet ettiği hadîstir. İbn Hacer'e göre, muasır olan, fakat birbirine mülâkî olmadıkları bilinen iki kişi ara­sında, işitme olmaksızın yapılan rivayet, mudelles değil, mursel-i hafî olarak isimlendirilir. Bu bakımdan mudelles ile mursel-i hafî arasında çok ince bir fark vardır. Mudelles, şeyhe mülâkî olduğu bilinen râviye mahsûstur ve o şeyhten işitmeden rivayet ettiği hadîstir. Mursel-i hafî ise, şeyhe muasır olan ve fakat onunla mülakatı olduğu bilinmeyen râviye mahsûstur; mülakat olmayınca, tabiatiyle râvi o şeyhten işitmediği hadîsi rivayet etmiş olacaktır'[212] O halde mudellesin tarifini yaparken, mülakatı nazarı dik kata almaksızın muâsaratı sözkonusu eden kimse, mursel-i hafîyi de bu ta­rifin içine sokmuş olur ki, bu yanlıştır; doğrusu, her ikisini birbirinden ayır­maktır. İbn Hacer, mudelleste mülakatın şart olduğuna ve muâsarata değil mülakata itibar edilmesi gerektiğine, hadîs ilmine vâkıf kimselerin, Ebû Osman en-Nehdî ve Kays İbn Ebî Hâzim gibi muhadramlarm Hazreti Pey­gamberden rivayet ettikleri hadîslerin mudelles değil, mursel-i hafî cin­sinden oldukları üzerindeki ittifaklarını delil olarak İleri sürer. Çünkü Mu-hadramlar, Hazreti Peygamberin muasırı olan, fakat ona mülâkî olmadıkları bilinen kimselerdir. Bu bakımdan eğer bir muhadram, aradaki vâsıtayı atlayarak doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden hadîs nak-letmişse, bu hadîs mursel-i hafidir, mudelles değildir'.[213]

Mudelles, zulmet veya karanlık manâsına gelen deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef ûl olup, bir şeyin ayıbını ve kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu karanlıkta bırakıp belirsiz hale sokmak de­mektir. Tedlîsin bu manâsı gözönünde bulundurulursa, râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği hadîsleri birbirinden ayırt etmeksizin hepsim de ri­vayet etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de işitmiş olduğu vehmini uyan­dırdığı için, ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: [214]

 

1) Tedlîsu'l-isnad

 

Râvinin, mülâkî olduğu şeyhten, doğrudan doğruya işitmediği, ancak

bir başkası vasıtasıyle aldığı hadîsi, aradaki vâsıtayı kaldırarak ondan ri­vayet etmesidir ki, bu açıklama, genellikle mudelles için verilen tarifi ha­tırlatır. Râvi, bu şekilde aldığı hadîsi rivayet ederken kale fulânun, yahutan fulânin, yahutta enne fulânen kale gibi ittisale de muhtemel olan bir tabir kullanır. Böylece, o hadîsi şeyhten işitmediği halde işitmiş vehmini uyandırır. Tedlîsin en ağır şekillerinden biri sayılan tedlîsu'l-isnad, bazı hadîsçilerin onu en şiddetli dil ile kötülemelerine sebep olmuştur. Meselâ eş-Şân'î'nin Şu'be İbnu'l-Haccâc'tan naklettiğine göre "zina işlemek, ri­vayette tedlîs yapmaktan daha kötü değildir"; yine Şu'be'ye göre "tedlîs kiz-binkardeşidir. [215]

 

2) Tadlîsu't-tesviye

 

Tedlîsin başka bir çeşidi tedlîsu't-tesviye'dir. Tesviye, bir şeyi diğer bir şeyle aynı seviyeye getirmek demektir. Bir hadîsin isnadında hem zayıf hem de güvenilir kimseler yer almış ise, zayıf râvilerin isnaddan çıkartılması halinde bu isnad tesviye edilmiş, yâni yalnız güvenilir râvilerden oluşan bir isnad haline getirilmiş olur. Buna göre bir râvi, şeyhini değil de, ya şeyhinin şeyhini, yahutta daha yukarıdaki bir şeyhi, ya zayıf, ya da küçük olduğu için isnaddan düşürür; yahut başka bir ifade ile, isnadı tesviye eder. Tedlîs ile tesviye edilmiş isnadı gören kimse, râvinin güvenilir olan şeyhinin tedlîs yapmadığını ve kendisinden sonra gelen şeyhten hadîsi almış olduğunu dü­şünerek isnadın sahîh olduğuna hükmeder; oysa râvi, isnaddan şeyhinin şeyhini çıkarmıştır.

Bu çeşit tedlîs yapmakla şöhret kazanmış olan Bakıyye İbnu'l-Velîd'ten şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir:

Bakıyye Îbnu'l-Velîd'ten rivayet olunduğuna göre, Ebû Vehb el-Esedî, Nâfî'den, Nâfı' de İbn Ömer'den şu hadîsi nakletmiştir: "Kişinin gerçek inan­cını bilmeden onun İslâm'ına kanmayın".

İbn Ebî Hâtim'in babasından naklen belirttiğine göre, bu hadîsin is­nadında, çok az kimsenin anlayabileceği bir Özellik vardır: Hadîsi, Ubey-dullah İbn Amr, İshâk İbn Ebî Ferve'den, ibn Ebî Ferve Nâfı'den, o da ibn Ömer'den rivayet etmiştir. Fakat Bakıyye, isnadda tesviye yapmak mak-sadıyle İshâk İbn Ebî Ferve'yi aradan çıkarmıştır. Ancak yaptığı bu işin an­laşılmaması için de, şeyhi olan Ubeydullah îbn Amr yerine, onun meşhur olmayan künyesini kullanmış ve Ebû Vehb el-Esedî demiştir. Böylece şeyhinin şeyhini isnaddan düşürmek suretiyle tedlîsu't-tesviye yapmıştır.[216]

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, aradaki zayıf râvi dü­şürüldüğü zaman, bu râvinin şeyhi ile ondan hadîs rivayet eden şeyhin bir­birlerine mülâki olduklarının bilinmesi lâzımdır ki, böyle bir rivayet hak­kında tedlîs hükmü verilebilsin. Eğer râvi düşürüldüğü zaman, bu iki şeyhin birbirine mülâki olmadıkları anlaşılırsa, bu takdirde isnadda açık bir inkıta bulunduğuna hükmetmek gerekir ki, bu rivayete tedlîs demek müm­kün olmaz. Nitekim Mâlik İbn Enes gibi bazı imamlar bu çeşit rivayette bu­lunmuşlardır; fakat onların rivayetlerine tedlîs denilmemiştir. Meselâ Mâlik, an Sevr, an İbn Abbâs isnadıyle hadîs rivayet etmiş ve Sevr'in şeyhi olan Ikrime'yi, kendi nazarında zayıf olduğu için isnaddan düşürmüştür. Oysa Sevr, îbn Abbâs'a mülâki olmamıştır. Bu sebeptenan Sevr, an İbn Abbâs isnadı munkatı'dır; mudelles değildir. Eğer Sevr'in İbn Abbâs'a mülâki olduğu bilinseydi ve böyle iken Mâlik, Sevr ile îbn Abbâs arasındaki Ikrime'yi düşürmüş olsaydı, o zaman tedlîs yapmış olurdu. Çünkü an Sevr, an îbn Abbâs isnadını görenler, isnaddan Ikrime'nin düşürüldüğünü an­lamazlar ve bu isnadla gelen hadîsin, Sevr'in İbn Abbâs'tan işittiği hadîslerden biri olduğunu zannederlerdi. Zaten tedlîs ile rivayetin kötülüğü de bu zannı uyandırması dolayısıyledir. Çünü bu tarz rivayette başkalarını aldatmak gayesi vardır.

Tedlîsu't-tesviye yi tedlîsu'l-isnad'm. bir çeşidi saymak mümkündür. Ni­tekim Îbnu's-Salâh, tedlîsi tedlîsu'l-isnad ve tedlîsu'ş-şuyûh olmak üzere iki kısma ayırmış, fakat tesviyeden söz etmemiştir'. [217] Bununla beraber es-Suyûtî, tedlîsin üç, hattâ daha fazla çeşidi olduğuna işaret etmiştir ki, bun­lardan biri tedlîsu't-tesviye'dit. [218]

 

3) Tedlîsu'ş-Şuyûh

 

Tedlîsin diğer bir çeşidi tedlîsu'ş-şuyûh'tur. Bu, râvinin, isnadı zik­rederken şeyhim, maruf ve meşhur olan isim, künye, neseb veya lakabı ile değil de, sırf şaşırtmak için bilinmeyen bir isim veya lakabla zikretmesidir. Meselâ Ebû Bekr îbn Mucâhid, haddesenâ Abdullah îbn Ebî Abdillah di­yerek bu çeşit bir tedlîs yapmıştır. Çünkü verdiği isim maruf değildir. Bu­nunla beraber Abdullah'ın babası olarak belirtilen Ebû Abdillah, Sünen mu­sannifi Ebû Davud'un oğlu Ebû Bekr İbn Ebî Dâvûd'tur ve bu künye ile meşhurdur''.  [219] Tedlîsu't-tesviye   ile   ilgili   olarak   zikrettiğimiz   Bakıyye İbnu'l-Velîd hadîsi, isnadında tedlîsu'ş-şuyûhun da yapıldığı güzel bir örnek teşkil eder. Bakıyye, Ubeydnllah İbn Anır tarikiyle İshâk İbn Ebî Ferve'den, onun Nâfi'den, Nâfi'nin de İbn Ömer'den lâ tahmidû İslâme'l-mer'i hadîsini rivayet etmiştir. Ancak İshâk İbn Ebî Ferve'nin zayıf olması dolayısıyle is-nadda tesviye yapmış ve İshâk'ı isnaddan düşürmüştür. Yaptığı işin an­laşılmaması için de Ubeydullah İbn Amr'ı hadîsçiler arasında maruf ol­mayan künyesiyle zikretmiş ve ona Ebû Vehb el-Esedî diyerek tedlîsu'ş-şuyûh yapmıştır.

Tedlîsu'ş-şuyûh, daha önce açıkladığımız iki tedlîs şekli kadar kötü sa­yılmasa bile, eğer râvi, zayıf bir şeyhten rivayet ettiğini gizlemek için bu yolu seçmiş olursa, yine de kötü bir iş yapmış sayılır. Bununla beraber râvinin, kendisinden küçük bir şeyhten hadîs rivayet ettiğini gizlemek, yahut hadîs rivayet ettiği şeyhlerin çokluğunu göstermek, yahutta rivayet ettiği hadîsleri hep aynı şeyhten almadığını isbat etmek gayesiyle bu tarz tedlîs yaparsa, elbette bunun diğeri kadar zararı yoktur. [220]

 

4) Tedlîsu'l-Atf

 

Tedlîs çeşitlerinden bir diğeri tedlîsu'l-atf tır. Râvi, aynı hadîsi rivayet eden iki şeyhinden, o hadîsi rivayet eder ve meselâ haddesenî fulânun ve fulânun diyerek her ikisinin ismini vav harfiyle birbirine atfeder. Aslında bu râvi, hadîsi, ismini birincisine atfettiği ikinci şeyhten işitmemiş, fakat ve fulânun sözüyle hadîsi ikincisinden de işittiği vehmini uyandırmıştır. İşte râvinin bu tarz rivayetine tedlîsu'l-atf denilmiştir. [221]

 

5) Tedlîsu's-Sukût

 

Tedlîs çeşitlerinden bir başkası tedlîsu's-sukûf tur. Râvi, isnadı zik­rederken haddesenâ, yahut semi'tu dedikten sonra, hatırına bir şey gelmiş gibi susar ve sonra hadîsini nakledeceği şeyhinin ismini zikrederek isnadı, sonra da hadîsin metnini verir. Ancak sükûttan sonra zikrettiği şeyhten hadîsi işitmediği halde işitmiş gibi bir zan uyandırır. Onun isnadı zikri sı­rasında bir süre susması, sonra da hadîsini işitmediği şeyhinin ismini zik­retmesi sebebiyle yaptığı bu tedlîse tedlîsu 's-sukût denilmiştir. Gerek tedlîsu'l-atf ve gerekse tedlîsu1 s-sükût, her ikiside, tedlîsul-isnâd'm birer çeşidi sayılmıştır.

Tedlîs ile rivayet edilen hadîsler hakkındaki hükme gelince, bu hu­susta değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre, ne olursa olsun, böyle hadîsler kabul edilmez. Diğer bazıları, Sufyân İbn Uyeyne'nin yaptığı gibi yalnız sika (güvenilir) kimselerden tedlîs yaptığı bilinen kimselerin ri­vayetlerinin kabul edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bir görüşe göre de, eğer tedlîs yapan kimse, güvenilir bir kimse ise, onun yalnız haddesenî ve semi'tu gibi kesinlikle hadîsi işittiğine delâlet eden tabirler kullanarak rivayet ettiği hadîsler kabul edilir; an'ane ile rivayet ettiği hadîsler ise, kabul edilmez. [222]

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, şeyhinden tedlîs ile hadîs ri­vayet eden bir kimse, bu rivayetinde semi'tu, haddesenâ veya buna benzer semâ'a delâlet eden tabirler kullanırsa, bu açık bir yalan olur. Şeyhinden işitmediği halde "işittim" diyerek hadîs rivayet eden bir kimse elbette terke müstehaktır. [223]

 

f) Mursel-i Hafi

 

İbn Hacer'in tarifine göre mursel-i hafi, bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâki olduğu bilinmeyen kimseden rivayet ettiği hadîsin ismidir.[224] İbnu's-Salâh'm ve ona uyan en-Nevevî'nin tariflerinde ise, râvinin, ken­disinden hiçbir hadîs işitmediği, yahut kendisine hiç mülâkî olmadığı bi­linen şeyhten rivayet ettiği hadîstir. [225]

Bu tariflerden anlaşılıyor ki, mursel-i hafî, senedinde inkıta bulunan hadîstir; yâni munkatı dediğimiz bir hadîs çeşididir. Bununla beraber, se­nedinde inkıta bulunan başka hadîs çeşitleri de vardır ve bunları bir­birinden ayırdetmek gerekir; zira bunlar arasında, senedlerindeki inkıta yö­nünden bir benzerlik bulunsa bile, inkıta'm sened içinde bulunduğu yere ve şekle göre ince farklarla birbirlerinden ayrıldıkları bilinen hususlardandır. Umumiyet itibariyle inkıta, bir râvinin, işitmediği şeyhten hadîs rivayet et­mesiyle hâsıl olur ve râvi ile şeyh arasında mülakat ve muâsaratm bulunup bulunmamasına göre de dört hadîs çeşidi ortaya çıkar ki, bunlar, mursel-i hafî, mursel, mudelles ve munkatı'dır.

Mursel-i hafî, yukarıda da belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır olan, fakat mülakatı bulunmayan, yahut aralarında semâ ol­mayan iki râviden birinin diğerinden rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu iki râvi arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının bilinmesidir.

Mursel zahir, daha önce de açıkladığımız gibi, tâbi'ûndan olan bir râvinin kale Rasûlullah (s.a.s.) ibaresiyle naklettiği hadîstir ve yalnız tâbi'ûna mahsustur. Buna göre seneddeki inkıta, sahabînin düşmesiyle hâsıl olmuştur.[226]

Mudelles ise, birbirinin muasırı olan, aralarında mülakat bulunduğu, hattâ birbirinden hadîs işittiği bilinen iki râviden birinin, diğerinden işit­meden rivayet ettiği hadîstir.  Burada râvi, rivayet ettiği bu hadîsi digerinden işitmediğine göre, bir başkasından işitmiş olacaktır. Ancak bu baş­kası senedde yer almadığı için inkıta hâsıl olmuş demektir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, iki râvi arasında mülakat ve semâ bulunduğu halde, birinin diğerinden işitmeden rivayet ettiği hadîsin de, işitmiş olduğu diğer hadîslerden olduğu vehminin insanda galip gelmesidir. Bu açık­lamadan anlaşıldığına göre, mursel-i hafi ile mudelles arasındaki fark, bi­rincisinde, bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâkî olmadığı bilinen bir şeyh­ten hadîs rivayet etmesidir. İkincisinde ise, râvi, mülâkî olduğu ve hattâ hadîsini işittiği şeyhten, işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi ve böylece, bu hadîsi de, diğerleri gibi o şeyhten işitmiş olduğu vehmini uyandırmasıdır. Bu sebepledir ki, mudelles hadîsin isnadında inkıta bulunduğuna hük­metmek, diğerine nisbetle çok daha güçtür.

İnkıta ile hâsıl olan dördüncü hadîs çeşidi de, munkatı'dır. Munkatı, se­nedin neresinde olursa olsun, bir râvisi düşmüş olan hadîstir.[227] Bu ba­kımdan mursel olsun, mudelles olsun, munkatı'ın iki ayrı çeşididir; fakat hepsi de mursel-i hafiden farklıdır. [228]

 

4. Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri

 

Hadîslerin merdûd olma sebepleri, yukarıda da açıklandığı üzere, is­nadın başında, ortasında veya sonunda râvi düşmesi olduğu gibi, isnadı teş­kil eden râvilerden birinin veya birkaçının adalet ve zabt yönünden ta'n edilmiş olmalarıdır. Buna göre, herhangi bir râvi, adalet veya zabtı yö­nünden ta'n edilmiş olursa, o râvinin hadîsi merdûd sayılır.

Ta'n, lugatta, vurmak, kargı ile saldırmak, zemmetmek, kötülemek gibi manâlarda kullanılır. Hadîs ıstılahında İse, râvilerin, hadîslerine zarar veren ve onların zayıf veya merdûd sayılmalarına sebep olan kötü halleri yüzünden cerh edilmeleri demektir. Nitekim râvilerde görülen ve ta'n edil­melerine sebep olan kizb, bid'at, fisk, muhalefet ve su'i hıfz gibi başlıca on hal vardır ki, hadîs ilminde bu haller matâ'ın-i aşere adiyle tanınmıştır ve kendisinde bu hallerden biri görülen râvi, o hal sebebiyle ta'n veya cerh edi­lir ve hadîsi merdûd sayılır.

Hadîs râvilerinin ta'n edilmelerine sebep olan on halin beşi, râvinin adaletiyle, beşi de zabtıyle ilgilidir. Her iki guruba giren ta'n sebeplerini şöyle sıralayabiliriz: [229]

 

5) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri

 

a) Kizbu'r-Râvi

 

Kizb, Hazreti Peygamberin söylemediği bir şeyi kasden ona isnadla ri­vayet etmek, daha açık bir ifade ile yalan söylemektir. Hadîsçilere göre ta'n sebeplerinin en şiddetlisi olan kizb ile tanınmış bir râvi, artık ebediyyen terk olunur ve hadîsi reddedilir. Ahmed îbn Hanbel'in de belirttiği gibi, bir râvinin yalnız bir hadîste yalan söylediği, sonra da bu yalandan tövbe ettiği görülse bile, tövbesi kendisiyle Allah arasında olan bir iştir ve bu râviden artık hiçbir hadîs alınmaz ve yazılmaz. [230] El-Buhârî'nin şeyhlerinden Ebû Bekr el-Humeydî'nin ve Şâfî'î imamlarından Ebû Bekr es-Sayrafî'nin gö­rüşleri de budur. Es-Sayrafî buna ilâveten, "kizbi dolayısıyle hadîsini terkettiğimiz kimsenin, tövbesi dolayısıyle kabulü cihetine gitmeyiz. Keza bazı hallerinden    dolayı    zayıf   gördüğümüz    kimseyi,    bundan    sonra    kuv­vetlendirmeye  çalışmayız"  demiş  ve  şehadeti     bu kaidenin  dışında  bı­rakmıştır. [231] Bu görüşlerden anlaşılıyor ki, hadîs rivayetinde kizb, tu­tunması halinde kıyamete kadar bir şerîat olarak kalabilecek ve dîni ifsad edebilecek büyük bir tehlikedir. Bu sebeple bir râvinin yalnız bir hadîste ya­lanı görülse ve sonradan tövbekar olsa bile, dîni korumak için artık ondan bir daha hadîs alınmaz. Bununla beraber, hadîs dışında, yalanı sabit olan kimse, her ne kadar terke müstehak olsa da, bu yalandan tövbe ettikten sonra onun hadîsleri alınabilir; çünkü hadîs dışındaki yalanın fesadı umumî değildir. Nitekim yalan şehadette bulunduktan sonra tövbekar olan kim­senin şehadeti de kabul olunmaktadır. Ancak en-Nevevî, hadîs rivayeti ile şehadet   arasında   hiçbir   fark   bulunmadığına   işaretle,   şehadettekı   ya­lanından tövbe edenin şehadetinin kabul olunduğu gibi, hadîs rivayetindeki yalanından tövbe eden kimsenin tövbesinin de kabul edilmesi gerektiğini, nitekim kâfir olan bir kimsenin müslümaii olduktan sonra rivayetinin aynı şekilde kabul olunduğunu ileri sürmüştür.[232] Bununla beraber, kâfirin müslüman olması halinde rivayetinin kabul olunduğu yolunda ileri sürülan görüşün, bu konuya uygun bir misal olmadığı anlaşılmaktadır. Zira İslâm vasfı, hadîs rivayet edenlerde aranan ilk ve umumî bir şarttır; fakat bu şart, her  İslâm  vasfını  taşıyan  kimsenin  hadîslerinin  kabul  edilmesini  ge­rektirmemektedir.  Nitekim  hadîs  uydurup  bunları  Hazreti  Peygambere isnad eden kimseler de bu vasfa sahip olan kimselerdir.

Bir râvinin kizbi, çok defa, kendisinden hadîs rivayet ettiği kimsenin vefat tarihi ile, kendisinin doğum tarihinin bilinmesi halinde arada beliren zaman farkından anlaşılır. Hikâye edildiğine göre, Ömer îbn Mûsâ Hımıs'a gelerek bir mescidde hadîs rivayet etmeye başlar. Ancak rivayetlerinin çoğunda haddesenâ şeyhukumu's-sâlih (bize sâlüı bir şeyhiniz rivayet etti) ibaresini tekrar edince, orada bulunanlardan biri "bu sâlih olan şeyhimiz kimdir; açıkla da öğrenelim?" der. Râvi bu şeyhin Hâlid îbn Ma'dân ol­duğunu ve 108 senesinde Ermîniyye gazvesinde onunla karşılaştığını söyler. Bunun üzerine o kimse, râviye şu mukabelede bulunur: "Allah'tan kork ve yalan söyleme. Hâlid îbn Ma'dân 104 senesinde vefat etti; sen ise, onunla ölümünden dört sene sonra karşılaştığını söylüyorsun. Sana şunu da söy­leyeyim ki, o, Ermîniyye seferine değil, Rûm seferine katılmıştı".[233]

Hadîs râvileri arasında bu çeşit yalanları çok çabuk ortaya çıkan pek çok kimse vardır. Bu sebepledir ki, Hafs İbn Gıyâs "bir şeyhi itham ettiğiniz vakit, onu senelerle hesaba çekin", yâni o şeyhin yaşı ile, ondan hadîs ri­vayet eden kimsenin yaşını hesâb edin, demiştir. Nitekim Sufyân es-Sevrî de, "râvilerin yalan söylemeye başlamaları üzerine, kendilerinin de tarihler kullanmaya başladıklarını" söylemiştir'.[234] Bu tarihler sayesinde, mülâkî olmadıkları şeyhlerden hadîs aldıklarını iddia eden kimselerin yalanları kesin bir surette ortaya çıkmıştır. [235]

 

b) İttihâmu'r-Râvi bi'1-Kizb

 

Râvinin hadîsinde yalancılıkla itham olunmasıdır. Râvi, Hazreti Pey­gamberden rivayet ettiği hadîslerde yalan söylemese bile, sair ko­nuşmalarında yalancılıkla tanınması halinde, hadîs rivayetinde de ya­lancılıkla itham olunur ve bu gibi kimselerden hadîs rivayet edilmez. Böyle kimselerin hadîsleri metruk sayılır. [236]

 

c) Bid'atu'r-Râvi

 

Lugatta bid'at, bir şeye ilk defa başlamak, onu ihdas etmek, inşa ey­lemek manâsına gelir.denildiği zaman, enşe'ehu (onu inşâ etti) ve bede'ehu (ona başladı) manâsı anlaşılır. Bid'at, hadis olan şeydir. Istılahta ise bid'at, dînin ikmalinden sonra ihdas olunan ve dîne izafe edilen şeye de­nilmiştir. İbnu's-Sekît'in tarifine göre her muhdes (ihdas olunan şey) bid'attır. [237] Ömer İbmı'l-Hattâb, Ramazan aylarında kılman teravih na­mazı hakkında (bu ne güzel bid'attır) demiştir. Buna göre bid'atı iki kısma ayırmak gerekir. Birincisi hidayete götüren bid'at; ikincisi ise, dalâlete götüren bid'attır. İlki, Allah'ın ve Rasûlünün emir ve teşvik et­tikleri şeylerdir ki, övülmeye lâyıktır. Nitekim Hazreti Ömer, teravih na­mazı hakkında "bu ne güzel bir bid'at" diyerek bu namazı övmüştür. Diğeri ise, Allah'ın ve Rasûlünün emir ve teşvik ettikleri şeylerin hilâfına olan işlerdir; bu da kötülenmeye ve inkâr edilmeye lâyık olur.

Övülmeye lâyık olan bid'at, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de be­lirtildiği gibi, insana sevâb kazandırır. Bu hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "İyi bir şeyi - veya yolu - sünnet ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden kimselerin ecr ve sevabına nail olur.[238]

Kötülenmeye ve inkâr edilmeye lâyık olan bid'at ise, yine Hazreti Pey­gamberin hadîsinde görüldüğü gibi, sahibine günâh kazandıran bid'attır. Hazreti Peygamber, biraz önce zikrettiğimiz hadîsinin devamında şöyle buyurmuştur: "Kötü bir şeyi - veya yolu - sünnet ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden kimselerin günahını yüklenir".

Hazreti Ömer'in teravih namazı hakkında söylediği "bu ne güzel bir bid'at" sözü ile, Övülmüş olan ve bu namazı ikame edene sevâb kazandıran bir sünnet kasdedilmiştir. Ancak bu sünnet, Hazreti Peygamberin sün­netlerinden değildir. Zira Hazreti Peygamber, teravih namazını bazı geceler kılmış, sonra terketmiştir; halkı devamlı ve muntazam bir şekilde böyle bir namaz için toplamamıştır. Hattâ Ebû Bekr devrinde de muntazam bir te­ravih namazı kılınmamıştır. Ancak Ömer İbnu'l-Hattâb halkı bu namaza davet etmiş ve bu sebepledir ki teravih namazı hakkında "ne güzel bir bid'at" tabirini kullanmıştır. Onun "bid'at" olarak vasıflandırdığı bu namaz, Hazreti Peygamberin "benim ve benden sonraki Hulefâ-i Râşidînin sün­netine uymanız sizin için lüzumludur'' [239] hadîsinin delaletiyle yine de bir sünnet sayılmış ve bütün müslümanlarca benimsenmiştir.

Ancak hadîs ıstılahında bid'at kelimesinin, dîne aykırı ve dolayısıyle kötülenmeye lâyık manâlarda kullanıldığım burada belirtmek gerekir. Fil­hakika bu kelimeden türeyen ve fail manâsına sahip bulunan mubtedi' veya mubtedi'a, yahut ehl-i bid'at tabirleri, dîne aykırı olan yollara sapmış veya dalâlete düşmüş kimseler hakkında kullanılmıştır. Nitekim ez-Zehebî, mub-tedi'adan veya bid'at ehlinden bahsederken şöyle demiştir: "Osman'ın hilâfeti zamanında zahir bir bid'at vukubulmamıştı. Fakat onun öl­dürülmesi üzerine birbirine karşı iki bid'at zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden havâric, diğeri de, onun imametini, ismetini, yahut nübüvvetini ve ulûhiyyetini iddia eden râfıza (gulât-ı şî'a) bid'atları idi  [240]Ez-Zehebî'nin bu sözlerinde de görüldüğü gibi, havâric, râfıza veya gulât-ı şî'a ve benzeri fırkalar hakkında bid'at tabiri kullanılmıştır. Bu fırkaların İslâm dışı dav­ranışları ve inançları dolayısıyle dalâlet içinde kalmış bir takım teşekküller olduğu, mezhebler tarihine vâkıf herkes tarafından bilmen hususlardır.

Bid'atm, ıstılah olarak, ihdas edilmiş dîn dışı ve dîne muhalif, fakat dîndenmiş gibi gösterilmiş bir takım inanç ve davranışlar olduğu an­laşılınca, bu gibi inanç ve davranışlardan ve bunlara kendilerini kaptırmış olan kimselerden çekinmek, dînin selâmeti ve insan nefsinin hidayeti ba­kımından zorunlu olmak gerekir. İşte bu sebepledir ki hadîs ilminde bid'atu'r-râvi, yâni hadîs rivayet eden kimsenin bid'ata nisbet edilmesi ve onun bid'at ehlinden sayılması, ta'n sebeplerinden biri olmuştur. Çünkü râvi, sahip olduğu bid'at sebebiyle ya mükefferdir; yâni onun sahip olduğu inanç ve itikad, küfrü gerektiren inanç ve itikadlardan olması dolayısıyle tekfir olunmuştur; yahut râvi, bu inanç ve itikadı dolayısıyle tekfir olun­masa bile, fıska nisbet edilmiş ve onun fâsık olduğu söylenmiştir. Bu iki hal­den birincisinde, yâni râvinin itikadı dolayısıyle küfre nisbet edilmesi ha­linde, bu hadîsçi, hadîsçiler nazarında makbul değildir ve onun rivayeti kabul edilmez. Bununla beraber bazı hadîsçiler, bu râvinin, dîn dışı inanç­larının yaygınlaşması ve herkes tarafından benimsenmesi için yalan söy­lemenin meşru ve helâl olduğuna inananlardan olmadığı kesinlikle bilinirse, onun rivayetlerinin kabul edilebileceğini söylemişlerdir. Bununla beraber, şurası da muhakkaktır ki, herhangi bir bid'at sebebiyle her tekfir olunan râvinin reddedilmesi zorunlu değildir; çünkü her gurup, muhaliflerinin mubtedi'adan olduğunu iddia eder ve çok defa da bu iddiasında mübalâğalı olur. Bu takdirde ortada tekfir olunmamış hiç kimse kalmaz. Bu sebeple, ri­vayeti reddolunacak bir râvinin, her şeyden önce, dînde tevatür yolu ile sabit olmuş ve zarurî olarak bilinmesi sağlanmış bir işi inkâr etmesi veya bunun aksine inanmış olması lâzımdır. Bu evsafta olmayan râvinin, aksine, takvası ve sözünde güvenilir olması da bahis konusu ise, rivayetinin kabulü için hiçbir engel yok demektir.

Eğer râvi, bid'atı tekfiri gerektirmeyen kimselerden olursa, bu gibiler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre bunların ri­vayetleri de mutlaka reddolunur; çünkü bid'at sahibinden rivayet, mez­hebinin propaganda edilmesine ve isminin yücelmesine vesile olur. Bu se­beple mubtedi'adan hiçbir şey rivayet etmemek gerekir. Bu görüşe sahip olanların başında Mâlik İbn Enes gelir. "Hadîsleri kimlerden aldığınıza dik­kat edin" ve "Kaderiyyenin arkasında namaz kılınmaz; hadîsleri de alın­maz"  sözleri,  onun bu konudaki görüşünü  açık bir şekilde  ortaya koy [241] Bazıları, yalanın helâl olduğu inancına sahip olmayan mubtedi'adan ri­vayeti kabul etmişler; bazıları da, mubtedi', rivayetiyle kendi bid'atma daveti gaye edinmedikçe, ondan hadîs rivayet edilebileceğini söylemişlerdir;

çünkü bid'ata davet, onu övmekle gerçekleşir; bu ise, Övgüye mesned teşkil edecek rivayetler vaz'ma veya bazı rivayetlerin tahrifine yol açar. Hadîsçiler arasında umumiyetle kabul edilen görüş de budur''. [242] Bid'at ehlinden olup da doğruluğundan şüphe edilmeyen kimselerden hadîs alınmasında her­hangi bir mahzur görmeyen hadîsçilerin başında imam eş-Şâfî'î gelir. Ibn Bbî Leylâ, Sufyân es-Sevrî ve Kâzî Ebû Yûsuf un da aynı görüşe sahip ol­dukları söylenir'.[243] Ancak eş-Şâfi'î, Râfıza'nm Hattâbiyye kolunu bu gö­rüşten ayrı tutmuştur; çünkü Hattâbiyye, eş-Şâfi'î'ye göre, kendi ta­raftarları için yalan söylemeyi tecvîz ederler  [244]Ebû Yûsuf ise, Hattâbiyye'ye Kaderiyye'yi de ilâve ederek, bu iki taife dışındaki bid'at eh­linden sözüne güvenilir olanların şehadetlerinin kabul edilebileceğini söy­lemiştir. Kaderiyye'nin reddedilmesindeki sebep ise, onların, Allahu Ta'âlâ1 -nın bir şey vücûd bulmadıkça onu bilemeyeceği inancında olmalarıdır''[245]

 

 d) Fısku'r-Râvi

 

Râvinin fışkı, veya onun fâsık olmasıdır. Fısk, "emr-i ilâhîyi terk ile İsyan edip tarîk-ı haktan hurûc eylemek, yahut zina ve fucûr eylemek manâsmdadır"''. [246] Es-Suyûtî'den nakledildiğine göre Araplar, fısk lafzını, bidayette mücerred hurûc manâsında kullanıyorlardı. Sonradan ilâhî tâ'attan hurûc-ı fâhış ile hurûc manâsına nakledip bu vech üzere hâriç olan kimseye fâsık ıtlak eylediler. Buna göre kelime, lügat manâsına değil, ıstılâh-ı şer'î manâsına kullanılmış olmaktadır. [247]

Fışkın yukarıda zikrettiğimiz manâsından anlaşılıyor ki, insan, Allah'ın emirlerine ittiba ve nehiylerinden ictinâb etmediği müddetçe Allah'a isyan etmiş ve İslâm'ın yolundan çıkmış (hurûc etmiş) olmaktadır. Hazreti Peygamber bir hadîsinde bu hususu şöyle açıklamıştır: "Zâni, zina işlediği sıra mü'min olduğu halde zina işlemez. Hırsız, hırsızlık yaptığı sıra mü'min olduğu halde hırsızlık etmez. İçki içen, içki içtiği sıra mü'min olduğu halde içki içmez. [248]

Zikrettiğimiz bu hadîsten anlaşılıyor ki, Allah'a İsyan eden ve O'mın nehyettiği kebâiri işlemekten sakınmayan kimseler, onları işledikleri ânda mü'min vasfını kaybetmekte; veya hiç olmazsa, bazı İslâm ulemâsının Kur'ân-ı Kerîm'deki "Allah, kendisine şirk koşulmayı asla affetmez; fakat bunun dışındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar' [249]âyetine is­tinaden, günah işleyenlerin mü'min olsalar bile, îmanlarındaki noksanlık se­bebiyle gerçek bir mü'min olamayacakları yolundaki görüşlerinin muhatabı olmaktadırlar, işte bu görüşe dayanarak denebilir ki, fısk, insanı kâmil mü'min olmak vasfından mahrum eden ve Allah'ın meşiyyeti tecelli ettiği anda onu azabına sürükleyen bir davranıştır.

Fısk, amelî ve itikadî olmak üzere iki kısımda mütalâ edilmiştir. Amelî fısk, kizb ile birlikte haram olan diğer fiilleri işlemektir. Ancak hadîs il­minde ayrı bir önemi olan kizb, fısk sayılan diğer fiillerden ayrı mütalâ edil­miş ve kizbu'r-râvi adı altında incelenmiştir. İtikadî fısk ise, İslâm'a aykırı inançlardan ibaret olup, fısktan ayrı bid'at olarak mütalâ edilmiş ve bid'atu'r-râvi adı altında incelenmiştir. Buna göre, râvinin cerhine sebep olan fısk, kizb ve bid'at dışında, işlemiş olduğu diğer bütün haram fiillerdir ve bu fiilleri işlemekten sakınmayan bir râvi, fâsık olarak terke müstehak olur; onun munker sayılan hadîsleri de kendisinden alınmaz ve rivayet edilmez. [250]

 

e) Cehâletu'r-Râvi

 

Cehl veya cehalet, lugatta, "umûr-ı mübhemede ilim olmaksızın te-kaddüm" olarak tarif edilmiştir. [251] Râğıb'a göre cehaletin üç şekli vardır:

1. Nefis ilimden tamamiyle halî olur.

2. Bir şey, olduğundan başka bir şe­kilde bilinir ve ona Öylece itikad olunur.

3. Yahutta bir şey, yapılması ge­reken şeklin hilâfına yapılır; bunu yapan, ya itikadı dolayısıyle böyle yapar ve bu itikadında samimidir; yahutta fâsiddir''.[252] Maamafİh cehalet hak­kında, "bilinmesi mümkün olabilecek şey hakkındaki bilginin olmaması" şeklinde gelen tarifi kabul etmek, konumuz yönünden daha uygun gö­rülmektedir. Çünkü hadîs ıstılahında cehalet tabiri, bir râvinin cerh ve ta'dîline sebep olabilecek hallerinin bilinmemesi yönünden kullanılmıştır. Ancak burada şu hususu belirtmek gerekir ki, cehalet lügat manâsıyle alı­nacak olursa,ta'na lâyık olan kimsenin, cehalet vasfına sahip olan kimse ol­duğu anlaşılır. Oysa üzerinde durduğumuz konu ile ilgili olduğu zaman, ce­halet, hadîs râvisi hakkında cerh ve ta'dîl hükmü verecek olan hadîs imamının vasfıdır ve bu imamın câhili olduğu husus da, hadîs râvisinin hal ve meşrebidir. Bu bakımdan hadîs imamının râviye cehaleti dolayısıyle hak­kında ta'n bahis konusu değildir; aksine bahis konusu olan ta'n, râvi hak­kındadır; yâni onun bilinmemesi, cerh ve ta'dîl yönünden mechûl kal­masıdır. Mechûl olan râvi, mechûl kalmış olması dolayısıyle ta'na müstehak olur.

Râvinin bilinmemesi, yâni hadîs imamları arasında mechûl kalması, başlıca iki sebebe dayanır. Birincisi, râvinin isim, künye, lakab, neseb gibi çeşitli ve pek çok sıfatları olduğu halde, bunlardan yalnız birisiyle tanınmış olması ve rivayet isnadında, tanınmış olduğu isimlerden başka bir isimle zikre dilme sidir. Râvinin kendi ismi olmakla beraber, meşhur olmayan bir is­minin kullanılması, onun başka bir şahıs olduğu zannını uyandırır. Bu ise, hadîs rivayetinde güven sağlamış kimseleri arayan hadîsçilerin, bu şahıs hakkında tam bir bilgi edinmelerine engel olur; böylece râvi hadîsçiler ara­sında mechûl kalır veya hadîsçiler bu râvi hakkında câhil olurlar. Râvinin mechûl kalmasının ikinci sebebi, hadis rivayeti yönünden mukıllûn'dan ol­masıdır. Mukıll, (çoğulu mukıllûn), az hadîs rivayet eden kimselere denir. Bunlar arasında, umumiyetle, kendisinden yalnız bir kişinin hadîs aldığı kimseler vardır. Bu kimselerin isimleri çok defa isnadda zikredilmekle be­raber, bazen de zikredilmez ve mubhem bırakılır. Mubhem bırakılan bu isimler yerine ahberanî fulânun, ahberanî şeyhun, ahberanî racuiun, ah-berani ba'zuhum, ahberanî îbn fulânin gibi umumî tabirler kullanılır.

Râviîeri bilinmeyen hadîsler, umumiyetle, hadîs imamları arasında makbul sayılmamıştır. Çünkü bir hadîsin kabul edilebilmesi için, onun râvilerinde adalet ve zabt gibi bazı şartlar aranır; yâni râvinin bu şartları cemeden sika kimselerden olması gerekir. Esasen hadîsçilerin bir râvi hak­kındaki cehaletleri de, bu râvinin adalet ve zabt yönünden durumlarına vâkıf olmamalarından başka bir şey değildir. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin de be­lirttiği gibi, hadîsçiler arasında mechûl olan bir râvi, hadîsle meşgul ol­mayan, ilim talebi (talebu'1-üm) ile şöhret kazanmayan, fazla hadîs rivayet etmeyen ve bu sebepler dolayısıyle de hadîsçiler tarafından bilinmeyen kimsedir. Bunların isimlerinden bahsedilmesi ise, kendilerinden umumiyetle bir kişiden fazla kimsenin rivayet etmemesi sebebiyledir. Meselâ Amr Zû Mur, Cebbar et-Tâ'î, Abdullah İbn Ağar el-Hemdânî, el-Heysem İbn Haneş, Mâlik İbn Ağar, Sa'îd İbn Zî Hıdân, yalnız Ebû İshâk es-Sebî'î'nin kendilerinden rivayet ettiği kimselerdendir. Keza yalnız eş-Şa'bî'nin hadîs aldığı Sem'ân İbn Meşnec ve el-Hezhâz İbn Mîzen; Ebu't-Tufeyl Âmir İbn Vâsile'nin hadîs aldığı Bekr İbn Karvas ve Hallâm İbn Cezel; Hılâs İbn Amr'in hadîs aldığı yezîd İbn Suheym; Katâde'nin hadîs aldığı Curey İbn Kuleyb, hadîsçiler ara­sında mechûl olan kimselerdendir.[253]

Hadîsçiler arasında mechûl olan bu râviler, umumiyetle, mechûlu'1-ayn ve mechûlu'1-hâl olmak üzere iki yönden mechûl sayılırlar. Bu halleri şöyle açıklamak mümkündür:

1) Mechûlu'I-Ayn: Hadîs talebiyle ve rivayetiyle tanınmamış, haklarmda cerh ve ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh veya ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm verilmemiş ve kendilerinden yalnız bir kişi ta­rafından hadîs nakledilmiş kimselere mechûlu'l-ayn denir. Bu tabir, lügat yönünden şahsen mechûl olmak manâsına gelirse de, böyle bir kimseden hadîs rivayetiyle teferrüd eden kimsenin, onun ismini zikrettiği ve bu suretle o şahsın malûm kimselerden olduğu gözönünde bulundurulursa, mechûlu'l-ayn tabirinin hadîsçilere hâs bir ıstılahtan ibaret olduğu anlaşılır. Buna göre, bu tabirle kasdolunan manâ, hadîsi yalnız bir kişi tarafından ri­vayet edildiği için şahsı hadîsçiler arasında mechûl kalan kimsedir.

Mechûlu'l-ayn'm hükmü, aynen mubhem gibidir. Yâni mechûlu'l-ayn olan kimse, hadîsçiler nazarında merdûttur ve hadîsleri alınmaz. Bununla beraber rivayetin kabulü için İslâm'dan başka şart aramayanlar, mechûlu'l-ayn'm rivayetinin kabul edilebileceğini ileri sürmüşler, bazıları da ilim dı­şında bir şeyle, meselâ zühd veya şecaatle şöhret kazanmış olmaları halinde rivayetlerini makbul saymışlardır ki, bu sonuncusu İbn Abdi'l-Berr'in gö-rüşüdür [254]İbn Hacer'e göre ise, mechûlu'l-ayn''dan teferrüd eden râvi, cerh ve ta'dîle ehil bir kimse ise, bu râvinin tezkiyesi ile, değilse, bunun dı­şında cerh ve ta'dîle ehil bir kimsenin tezkiyesi ile mechûlu'l-ayn'm rivayeti kabul edilir; aksi halde, yâni ehil bir kimse tarafından tezkiye edilmeyen mechûlu'l-ayn makbul değildir. Yine İbn Hacer'a göre doğru olan görüş de budur. [255]

2) Mechûlu'1-Hâl: Hadîs talebiyle veya hadîs rivayetiyle tanınmamış, hakkında cerh ve ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh ve ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm verilmemiş ve bu sebeplerle hadîsçiler arasında mechûl kalmış bir kimseden iki veya daha fazla âdil kişi ismini zikrederek bir hadîs rivayet ederlerse, bu kimseye mechûlu'l-hâl veya mestur denir. Bu kimse, her ne kadar ismi zikredilerek kendisinden iki veya daha fazla kim­seler tarafından hadîs rivayet edilmişse de, âdil olup olmadığı açıklanmadığı için, mechûl ve bu yönden hali mestur kalmış demektir. Mechûlu'l-hâl ile mechûlu'l-ayn arasındaki fark, yukarıda da açıklandığı gibi, birincisinden iki ve daha fazla kişinin rivayet etmesiyle şahsının mechûl olmaktan çık­ması ve yalnız adalet yönünden halinin mechûl kalması, buna karşılık ikin­cisinden, yâni mechûlu'l-ayn'dan yalnız bir kişinin rivayet etmesi dolayısıyle hem şahsı, hem de adaleti yönünden mechûl kalmasıdır. İbn Hacer, mechûlu'l-hâl ile mestur arasında hiçbir ayırım yapmaz ve "eğer bir râvi, kendisinden iki ve daha fazla kimse rivayet eder ve fakat tezkiye olun­mazsa, bu râvi mechûlu'l-hâl'dir ve buna mestur denir" der  [256]Ona göre mechûlu'l-hâl veya mestur 'un rivayeti, herhangi bir kayda tâbi tu­tulmaksızın bazı kimseler tarafından kabul edilmiştir. Fakat doğru olanı, her iki ihtimale istinaden ne reddine ve ne de kabulüne hükmetmek, hali belli oluncaya kadar beklemektir.[257]

İbnu's-Salâh'a göre ise, zahiren ve bâtınen adaleti bilinmeyen mechûlu'l-hâl, çoğunluğun nazarında makbul değildir; fakat zahiren âdil ol­duğu bilinen mestur ise, mechûlu'l-hâVi reddedenlerce kabul edilmiştir. Bazı Şâfi'î imamları bu görüşe sahiptirler. Meselâ bunlardan Süleyman İbn Eyyûb er-Râzî, zahiren âdil olan mestûr'un kabulü ile ilgili olarak, şu görüşe yer vermiştir: Bir şey hakkında haber vermek, o haberi nakleden râvi hakkındaki husn-i zanna dayanır. Eğer bir râvi, reddini gerektirecek şekilde cerh edilmemişse, yahut kendisi ile ilgili herhangi bir cerh bilinmiyorsa, o râvi hakkında husn-i zanda bulunmak gerekir. Bu, zahiren de olsa, onun adaletini gösterir. Halbuki cerhedilmemiş bir râvinin, cehalet dolayısıyle tezkiye ve tevsîk edilmemesine istinaden reddine hükmetmek, onun hak­kında su-i zanda bulunmak demektir. Nitekim birçok meşhur hadîs kitabında, bir hayli zaman önce vefat etmiş ve bâtınen adaletlerim tahkik etmek imkânı kalmamış pek çok râvi hakkında bu yolla, yâni husn-i zanla amel edilmiştir'. [258]

 

6.  Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri

 

a) Fuhş-ı Galatı'r-Râvi

 

Hadîs rivayetiyle meşgul olan bir râvinin, rivayet ettiği hadîslerde ya­rıdan fazla hata yapması sebebiyle cerh veya ta'n edilmesine yol açan hal­lerden biri olup, onun zabt sıfatıyle ilgilidir. Bilinen bir gerçektir ki, bir hadîsin onu rivayet eden râviden kabul edilebilmesi için, o râvinin sika (gü­venilir) olması şarttır ve onun sika olması da, adalet ve zabt sıfatlarına sahip olmasına bağlıdır. Râvinin zabt sıfatıyle ilgili olan ve zabtının za­yıflığına ve rivayetinde çok hata yaptığına delâlet eden fuhş-ı galat ise, onun tarafından rivayet edilen hadîslerin munker sayılıp reddedilmelerine sebep olan bir haldir. [259]

 

b) Fuhş-ı Gafleti'r-Râvi

 

Hadîs rivayetiyle meşgul olan bir râvinin, aşırı derecede gafil olması, yahut dikkat ve titizlikten uzak bulunması sebebiyle cerh edilmesine yol açan hallerden biri olup, galat gibi bu da râvinin zabt sıfatıyle ilgilidir. Dal­gınlık manâsına da gelen gaflet, çok defa râvinin rivayetinde hata yap-masma sebep olur. Bu hal, hadîs ıstılahında fuhşı galat olarak ifade edil­miş ve kendilerinde bu halin görüldüğü râviler cerh edilerek hadîsleri merdûd sayılmıştır.[260]

 

c) Muhalefetu'r-Râvi

 

İster zayıf olsun, ister güvenilir olsun, bir râvinin kendinden daha gü­venilir râvilerin rivayetlerine aykırı olarak hadîs nakletmesine muhalefet denilmiştir. Muhalefetin, dâima bir râvinin vehim ve hatası neticesi mey­dana gelmesi dolayısıyle, o râvi, bu vehim ve hatasından dolayı mecruh, mu­halif olarak rivayet ettiği hadîs de merdûd veya zayıf sayılır.

Muhalefet çeşitli şekillerde vukubulur ve gerek muhalif olarak rivayet edilen hadîs ve gerekse bu hadîsin muarızı olan diğer hadîs, muhalefetin vukuu şekline göre değişik isimler alır.

Eğer râvi, gerek râvisinin zaptı yönünden ve gerekse turukunun çok­luğu yönünden daha üstün durumda olan bir rivayete muhalif rivayette bu­lunursa, üstün durumda olan rivayetin tercih edilmesi gerekir. Bu mu­halefet, aynı hadîsin birbirinden farklı iki rivayeti için söz konusudur. Bu bakımdan, kendinden daha güvenilir olan râvilerin rivayetine muhalefet eden râvi, yine de güvenilir bir kimse ise, hadîsine şâz adı verilir. Tu­rukunun çokluğu veya diğer tercih sebeplerinden herhangi birisi ile daha üstün durumda bulunan ve bu sebepten tercih edilen mukabil hadîse de mahfuz denir.

Güvenilir râvilere, rivayetiyle muhalefet eden râvi zayıf bir kimse ise, hadîsi munker'dir. Güvenilir râviler tarafından rivayet edilen ve munkerin mukabili olan diğer hadîs ise, maruf olarak isimlendirilmiştir.

Muhalefet, bazen râvinin, rivayet ettiği hadîsin isnadında yaptığı de­ğişiklik sebebiyle vukubulur. Meselâ bir cemaat, muhtelif isnadlarla bir hadîs rivayet eder. Bir başka râvi de, bu cemaatten aynı hadîsi, cemaattan yalnız birinin isnadında birleştirerek rivayet eder; fakat isnadlar arasındaki ihtilâfı belirtmez. Bu suretle rivayet ettiği hadîsin isnadı, mezkûr cemaatın her râvisinden ayrı ayrı hadîsi rivayet edenlerin isnadına muhalif olur. İs­nadında muhalefet dolayısıyle böyle bir değişikliğe uğramış olan hadîse mudrecu'l-isnad denir.

Muhalefet, bazen de râvinin, rivayet ettiği hadîsin metnine o hadîsten olmayan bir söz ilâve etmesiyle meydana gelir. Bu sözün ilâvesi, çok defa, ya hadîsin getirdiği hükme dikkati çekmek gayesine matuf olur ve râvi, bu maksatla sarfettiği sözü hadîsin metninden ayırt etmez. Bu suretle, hadîsini dinleyenler üzerinde, kendi sözününde hadîs metninden olduğu zannını uyandırır. Yahut hadîs metninde geçen garîb bir kelimenin şerh ve izahı, ya-hutta metinden hüküm istinbatı gayesine matuf olur. Fakat bu ilâveler her ne maksatla yapılmış olursa olsun, râvinin bu ilâvelerini ihtiva eden ri­vayeti ile, bu ilâveleri yapmayan râvilerin rivayetleri arasında muhalefet hâsıl olur. Bu çeşit ilâveleri ihtiva eden hadîslere mudrecu'l-metn adı verilir.

Bazen râvinin, isnaddaki bazı isimlerde ve metnin bazı ibareleri ara­sında yaptığı takdim ve tehirler dolayısıyle muhalefet hâsıl olur. Râvi isim­leri veya ibareleri takdim ve tehire uğramış olan hadîslere maklûb denir.

Bazen muhalefet, muttasıl olan bir isnadın ortasında yapılan râvi zi­yadesiyle hâsıl olur. Bu ziyadeyi yapmayan râvi, yapan râviye nisbetle daha titiz ve daha dikkatli olsa bile, ziyadenin bulunduğu yerde semâ'a kesinlikle delâlet eden semVtu veya ahberanî gibi bir tabir kullanmadıkça, ziyadeyi yapan râvinin rivayeti tercih olunur. İsnadında böyle ziyadeleri ihtiva eden hadîslere el-mezîd fi muttasılı'l-esânîd (muttasıl isnadlarında ziyade edilmiş hadîsler) denilmiştir.

Bazen de muhalefet, metin içinde herhangi bir kelimenin yazılışındaki bir değişme ile meydana gelir. Kelimedeki bu değişme, ya herhangi bir har­fin noktasına nisbetle olur ve hattın şekli bozulmaz; yahutta bazı harfler yer değiştirmek veya yerlerine başka harfler konmak suretiyle olur. Harflerdeki bu değişiklik, tabiatiyle yazının şeklinde de bir değişikliğin meydana gel­mesine sebep olur. Yazının şekli değişmeksizin yalnız noktaya nisbetle vukua gelen değişikliği muhtevî hadîse musahhaf, hat şeklindeki değişikliği ihtiva eden hadîse ise, muharref adı verilmiştir.

Hadîslerin metin ve isnadlarında, râvileri tarafından yapılan bu çeşit değişiklikler, rivayetlerinin, bu değişiklikleri ihtiva etmeyen diğer ri­vayetlere muhalif olarak gelmesine yol açar. Bu bakımdan, yukarıda da işaret olunduğu gibi, hadîsçiler, dâima sahîh olarak gelen rivayetleri tercih et­mişler, muhaliflerini ise, hiç tereddüt etmeden terketmişlerdir. Ancak, birbirine muhalif olarak gelen iki rivayetten birini tercîh etmek, bazen her iki rivayetin de aynı derecede bulunması dolayısıyle, mümkün olmamıştır. Bu takdirde hadîs muztarib addedilmiş ve iki rivayetten birinin tercihini mümkün kılacak herhangi bîr karinenin veya onu takviye edecek diğer bir sahîh isnadın zuhuruna kadar o hadîsle amel edilmemiştir.

Muhalefet sebebiyle ortaya çıkan ve bizim burada kısaca işaret et­tiğimiz hadîs çeşitleri, ileride, râvileri zabt yönünden ta'n edilmiş merdûd hadîsler bölümünde daha geniş bir şekilde ele alınacaktır. [261]

 

d) Vehmu'r-Râvi

 

İnsanın yanlış bir zanna istinaden hataya düşmesi manâsına gelen vehim (vehm), hadîste, râvinin ta'n edilmesine sebep olan hallerden biridir. Zira vehim, râvinin mursel veya munkatı olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahutta bir hadîsin metnini bir başka hadîse idhal ederek rivayet etmesine sebep olur. Bu bakımdan vehmin eseri olan hata, bazen isnadlarda, bazen de metinde görülür. Ancak râvinin vehmi her hadîste kolayca anlaşılmaz ve hadîsin çok defa sahîh olduğuna hükmedilir. Fakat hadîslerin çeşitli isnadlarına vâkıf olan ve çok tetebbuda bulunan bir hadîs imamı, herhangi bir râvinin vehmini kolayca anlayabilir. Önce sahih olarak rivayet edilen, sonra râvisinin vehmine muttali olunan bir hadîs, bu vehmin ortaya çık­masından sonra sahih olma vasfını kaybeder ve illetli bir hadîs olur. Bu çeşit hadîslere muallel denilmiştir.

Ya'lâ İbn Ubeyd et-Tanâfısî, Sufyân es-Sevrî'den, Sufyân, Amr İbn Dinar'dan, Amr, İbn Ömer'den, o da Hazreti Peygamberden el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini rivayet etmiştir. Ancak rivayette Ya'lâ, vehmi dolayısıyle Sufyân'm şeyhini Amr İbn Dînâr olarak zikretmiştir. Oysa Sufyân, hadîsi Amr İbn Dinar'dan değil Abdullah İbn Dinar'dan rivayet etmiştir. Nitekim Sufyân'm Ebû Nu'aym, el-Firyâbî, Mahled İbn Yezîd ve diğer ashabı, ken­disinden Abdullah İbn Dînâr ismiyle bu hadîsi nakletmişlerdir. Bundan an­laşılır ki, hata, Ya'lâ İbn Ubeyd'in hatasıdır ve bu sebeple rivayeti illetlidir ve hadîs mualleVâir [262], Ne var ki bu çeşit illet, metne tesîr etmeyen ve onu zayıflatmayan bir illettir. [263]

 

e) Sû-i Hıfzı'r-Râvi

 

Râvinin kötü hafıza sahibi olmasıdır. Râvide doğru tarafının hatalı ta­rafına tercih edilememesi şeklinde ortaya çıkan bu hafıza zayıflığı, ya do­ğuştan olabilir, yahutta ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle ona sonradan arız olabilir. Hafıza zayıflığının râviye sonradan arız olması halinde, bu gibi râ-vilere muhtalıt denilmiştir. Muhtalıtm hükmü, ihtilâftan önce rivayet ettiği hadîslerin kabulü, ihtılâttan sonra rivayet ettiği hadîslerin de reddidir:[264]Eğer ihtılât tarihi bilinmez ve rivayet ettiği hadîsler birbirinden ayırt edi­lemezse, râvinin bütün hadîsleri üzerinde tevakkuf olunur. Yâni herhangi bir karine ile sıhhati tesbit olunan hadîs çıkarsa onunla amel olunur; di­ğerleriyle amel olunmaz.

Tâbi'ûn ulemâsından Atâ' İbnu's-Sâ'ibes-Sekafî el-Kûfî (Ö. 136), öm­rünün sonlarına doğru ihtlâta maruz kalmış ve hafızası bozulmuştur. Bu se­bepledir ki Ahmed İbn Hanbel onun hakkında "kim ondan eskiden işitmişse o sahihtir; fakat kim yeni işitmişse, o bir şey değildir" demiştir. [265]Ahmed İbn Hanbel'in bu sözlerinden anlaşıldığına göre Atâ', ihtilâttan önce gü­venilir ve hadîsi alınır bir kimse idiyse de, sonraki hali zayıf olup kabule şayan değildir. Hadîs ilminde ihtilâta maruz kalan hadîsçileri bilmek ne kadar önemli ise, bu hadîsçilerde ihtilâtm başlangıç tarihini ve ihtilâttan sonra onlardan kimlerin hadîs aldıklarını tesbît etmek de o kadar önemlidir. Çünkü ihtilâttan önce güvenilir bir râvi olarak hadîsleri ne kadar sahîh ise, ihtilâttan sonra hafıza yönünden  mecruh olmaları dolayısıyle de, onlardan alman hadîsler o kadar zayıf addedilir ve bu itibarla, ihtilâttan sonra on­lardan hadîs rivayet edenlerin, sadece zayıf hadîs naklettiklerine hükmolu-nur. Meselâ yukarıda ismi geçen Atâ' İbnu's-Sâ'ib'ten, yalnız Sufyân es-Sev-rî ve Şu'be İbnu'l-Haccâc'm, yâni yaşları ileri olan ve Atâ'ya sağlam devrin­de yetişen bu iki kişinin rivayetlerini sahîh kabul etmişler, bazıları da bu ikiye Hammâd îbn Zeyd ve Hammâd İbn Seleme'yi eklemişlerdir. Meselâ Yahya İbn Ma'în, Sufyân ve Şu'be müstesna, Atâ'dan hadîs işitenlerin hep­sinin de ihtilâttan sonra ondan hadîs işittiklerini söylemiş, el-Ukaylî ise, aynı iddiayı Basra halkı için ileri sürmüştür. Ona göre Atâ', Basra'ya ihti­lâttan sonra gitmiş ve Basralılar, ondan bu halde iken hadîs almışlardır. [266]

 

7. Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri

 

 a) Mevzu (Uydurma) Hadîsler

 

Başta İslâm Dînine kasdedenler olmak üzere, nıensûb oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, pe­şinden gittikleri imam ve hükümdarları medhetmek, halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde va'zettikleri ce­maatın teveccühüne nail olmak, halkın dînî emir ve nehiylere karşı rağ­betini artırmak maksadıyle dîn düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadîs râvilerindeıı düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hazreti Peygambere iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzu (uydurma) hadîs adı verilmiştir.

Hazreti Peygamber » "ba?ıa yalan isnad etmek, herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın  [267]demiş olmakla beraber, esefle belirtmek gerekir ki, İslâm'ın çok erken bir devrinde başlamak üzere, çeşitli sebeplerle pek çok hadîs uydurulmuş ve Hazreti Peygamberin ismine izafeten sahîh hadîsler nıeyanmda rivayet edilmiştir. Hadîs vaz'ımn çeşitli sebepleri vardır. Bu se­bepler üzerinde durmadan önce, tarihi kesinlikle tesbît edilemese bile, hadîs vaz'ımn başlangıcına, yahut mevzu hadîslerin zuhur etmeye başladığı devre kısaca işaret etmekte fayda vardır. [268]

 

b) Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri

 

1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar

 

islâm tarihinin ilk yarım asırlık müddeti içerisinde müslümanlar, ara­larındaki bazı ufak tefek ihtilâflara rağmen, genellikle, sulh ve sükûn içinde yaşamışlar; zihinlerini, İslâm ordularının dört bir cihette kazandığı za­ferlerle, dînî ahkâmın öğreniminden başka bir şeyle meşgul etmemişlerdir. Bu öğrenimde ele alman başlıca konuları da, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri ile Hazreti Peygamberden işittikleri hadîsler teşkil ediyordu. Tefsir ve hadîs, bu devirde, birbirini tamamlayan ve İslâm Dîninin akaid, ibadet ve mu­amelât yönünden izahı demek olan bir ilim hüviyetini kazanmıştı. Bu ba­kımdan Hazreti Peygamberin hadîslerinde ve sahabe ile daha sonraki ilâhiyatçıların sözlerinde görülen "ilim" tabirinden, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri ile bu tefsire temel teşkil eden hadîslere müteallik bilgi anlaşılmıştır. İslâmiyetin Hulefâ-i Râşidîn devrini içine alan ilk yarım asrında, müs-lümanlarm meşgalesini bu ilmin tahsîli teşkil etmiştir.

Hazreti Peygamberin vefatından henüz çok kısa bir zaman geçmişti ve onun en yakın dostları olan sahabenin büyük çoğunluğu henüz hayatta bu­lunuyordu. Bunlar, Hazreti Peygamberle kader birliği etmiş, her türlü mahrumiyete katlanmış ve yalnız kalblerinde taşıdıkları îman ile îslâmiyetin za­ferini dilemiş kimselerdi. Gerek vasıyyet ve gerekse şûra yolu ile işbaşına gelmiş olan ilk dört halîfenin hilâfeti üzerinde ittifak etmişlerdi. Bu sebeple içlerinde, herhangi siyasî bir gaye, daha doğrusu kendi arzu ve heveslerinin tezahürü olarak taşıdıkları siyasî bir mevki hırsı mevcut değildi. Hazreti Peygamber vefat edince, bu müslümanlarm önünde Kur'ân ve Sünnetten başka bir şey kalmamıştı; fakat bu iki kaynak, onlara, gerçek hayatı sağ­layacak, dünyevî meselelerde her türlü müşkillerini halledecek bir kuvvete sahip bulunuyorlardı. Esasen onların, her ikisine de uymaya ve onların gös­terdiği yolda gitmeye davet olunmalarının başlıca sebebi de bu idi.[269] Müs­lümanların, günün tarihçilerini bile hayrete düşürecek derecede kısa bir zaman içerisinde kuvvet kazanmaları ve Arap Yarımadasının hudutlarını da aşarak büyük bir imparatorluk kurmaları, onların Kitap ve Sünnete uymak hususunda kendilerine yöneltilen bu davete nasıl büyük bir aşkla icabet ettiklerini göstermeye yeterlidir.

Sünnet veya daha umumî ifadesiyle hadîs, İslâm Dîninin hem kaynağı ve hem de Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri olduğu için, sahabe, bunların terkine veya herhangi bir görüşle onlara muhalif hareket edilmesine şiddetle karşıkoyduğu gibi, bunların nakil ve rivayetinde, ufak da olsa, bir hata ya­pılmasına ve bu suretle yalan veya tahrîfe maruz bırakılmasına hiçbir za­man rıza göstermiyordu. Bu çeşit rivayetlerin çoğalmasıyle hatanın da çoğa­lacağı düşüncesiyle, her fırsatta, rivayetin azaltılmasını emrediyorlardı. [270]Kur'ân-ı Kerîm'in açık ve kesîn hükümleriyle Dînde gerçek yerini bulan hadîsler, ilk dört halîfe devrinde, her türlü şüphe ve tereddütten uzak, yalnız İslâm ilâhiyatçıları arasında alınıp rivayet edilmiş, ehil ol­mayanların eli bu sahaya uzanmamıştır. Fakat acı bir gerçek olarak, bu devir uzun sürmemiş, İslâm âlemi, yarım asırlık bir süreyi henüz ta­mamlamadan büyük bir badireye sürüklenmiştir. Bu badirede İslâm'ın üçüncü halîfesi Osman İbn Affân şehîd edilmiş; onun şehadetiyle İslâm'ın binası sarsılmış, inanç ve îman duvarlarında meydana gelen tamiri gayri kaabil çatlaklar zamanımıza kadar devam edegelmiştir. Hazreti Osman'ın katlinden sonra müslümanlar, Alî İbn Ebî Tâlib'e bey'at etmiş olmakla beraber, vukubulan yeni hâdiseler, eski sulh ve sükûnu iade edecek yerde, an­laşmazlıkları bir kat daha artırmıştır. Çünkü bir taraftan Hz. Alî'ye bey'at edilirken, diğer taraftan Hz. Osman'ın ölümünden mes'ûl olduğu ileri sürülerek Alî'den onun "dem" i talebedilmiştir. Bu olaylar, müslüman saf­larında büyük bölünmelere sebep olmuş, bir tarafta Hicaz ve Iraklıların tak­viye ettiği Alî karargâhı teşekkül ederken, diğer taraftan Şâm ve Mısır halkının desteklediği Mu'âviye karargâhı, öbürünün karşısında yer almıştır. Müslümanlar arasındaki bu bölünme, taraflar arasında şiddetli çar­pışmalara sebep olmuş, iş, tahkimle neticeye ulaşmış olmakla beraber, yeni yeni siyasî ve itikadî fırka ve mezheblerin zuhuruna yol açmıştır. Ez-Zehebî, bu durumu hulâsa ederek der ki:

"Sahabe, diğerlerine nisbetle aralarında en az fitne olan kimselerdi. Nübüvvetten itibaren geçen her asırda, bir evvelkine nisbetle daha fazla ihtilâf ve tefrika zuhur ediyordu. Bu sebeple, Osman'ın hilâfetinde zahir bir bid'at vukubulmamıştı. Fakat onun katledilmesi üzerine, birbirine karşı iki bid'at zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden Havâric, diğeri de, onun imametini, ismetini, yahut nübüvvetini veya ulûhiyyetini iddia eden Râfıza (gulâtı Şî'a) bid'atı idi. Sahabe asrının sonlarına doğru, İbnu'z-Zubeyr ve Abdu'l-Melik'in imaretleri sırasında Murci'e ve Kaderiyye bid'atları vukubuldu. Tâbi'ûn as­rının başlarında, Emevî hilâfetinin sonlarına doğru Cehmiyye ve Muşebbihe Mümessile bid'atları zuhur etti. Sahabe devrinde bunların hiçbiri olmamıştı. Silâha istinad eden fitneler de böyle idi. Halk, Mu'âviye devrinde birlik halinde düşmana karşı harbediyordu. Fakat Mu'âviye'nin ölümü üzerine Hü­seyin katledildi. Mekke'de İbnu'z-Zubeyr muhasaraya uğradı. Medine'de Harrâ fitnesi zuhur etti. Yezîd'in ölümü üzerine, Şam'da Mervân ile Dahhâk arasında ayrı bir fitne çıktı. İbn Ziyad'ın Muhtar tarafından öldürülmesi, Mus'ab İbnu'z-Zubeyr'in Muhtâr'ı, Abdu'l-Melik'in de Mus'ab'ı katli, Haccâc'm İbnu'z-Zubeyr'i bir süre muhasara ettikten sonra öldürmesi ve Irak'a vali olarak tayin edilmesinden sonra, Muhammed İbnu'l-Eş'as'm büyük bir kuvvetle Haccâc üzerine yürümesi... Hepsi de ayrı ayrı fitnelerin çıkmasına sebep olmuştu. Ve bu fitneler, Mu'âviye'nin ölümünden hemen sonra başlamıştı. Yine bu arada Horasan'da İbnu'l-Muhelleb fitnesi çıkmış, Kûfe'de Zeyd İbn Alî ve birçok kimse öldürülmüş, yine Horasan'da Ebû Müs­lim ve diğer bazı kimselerin de ortaya atılmasıyle zikri uzayıp gidecek harp­ler ve fitneler vukua gelmiştir." [271]

Burada, İslâm'ın oldukça erken devirlerinde ortaya çıkan bu harpler ve fitnelerin sebepleri veya siyasî neticeleri üzerinde durmaya gerek yoktur. Fakat şunu hemen belirtmek gerekir ki, İslâmiyet bir bütün olarak mütalâ edildiği zaman, onun, zuhurundan önce hiçbir devirde görülmemiş yeni bir dünya görüşü getirdiği ve fertlerin, dînî olduğu kadar, siyasî, içtimaî   v.s. hayatlarını da belirli bir nizama sokmaya büyük ölçüde değer verdiği görülür. Dünya nizamı ile ilgili olarak getirdiği hükümler, insanın, toplum içe­risindeki günlük davranışlarını dâima kontrol eder bir durumda olduğu için, müslümanlar, hayatlarını bu hükümlere göre ayarlamak zorundadırlar. Bu zorunluluk, dağda sürüsünü otlatan çobandan, memleketin idaresini elinde tutan ferde kadar herkes için varittir. Bu bakımdan fertler, hangi mes'ûl makamda olurlarsa olsunlar, muvaffakiyetleri veya muvaffakıyetsizlikleri, dînin vazettiği hükümlere göre değerlendirilir.  İşte İslâm'ın bünyesinde mündemiç olan bu kaide dolayısıyledir ki, siyasî ihtilâfların zuhuru ile dev­letin idaresini elinde bulunduran halîfelerin idarî davranışları, bu kaideye göre değerlendirilmiş, ileri sürülen çeşitli görüşler, yeni yeni fırka ve hi­ziplerin nüvesini teşkil etmiştir. Meselâ Şî'a ile aynı devirlerde ortaya çıkan Havaric,   Hz.   Osman'ın  idarî  ve   siyasî   davranışlarını   bu   yönden   de­ğerlendirerek onlarda bazı hatalar bulmuş ve özellikle Havaric, bu hataları "büyük günâh" (kebîre) olarak tavsif etmiştir. Yine Havarice göre "büyük günâh sahibi" (murtekibu'l-kebîre) hakkında dîn yönünden verilecek hüküm "küfür" den başka bir şey değildir; yâni büyük günâh işleyen kimse, tövbe etmedikçe, kâfirdir''. [272]

Gerek Havaricin ve gerekse  daha sonraları ortaya çıkarak büyük günâh  sahibinin küfürle îman  arasındaki bir derece  (menzile  beyne'l-menzileteyn) de olduğunu ileri süren Mutezilenin ve hattâ bu hususta her­hangi bir görüş ileri sürmekten çekmen Murci'enin, halîfelerle şâir mes'ûl şahısların davranışları hakkında ortaya koydukları bu kabîl hükümleri, Ku'ân âyetleriyle Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında buldukları bazı nasslardan istihraç ettiklerini söylemeye gerek yoktur. Ancak bu, ileri sü­rülen her hükmün, Kur'ân ve hadîste istinad edebileceği bir nassı bu­lunduğu manâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü bu fırkalar, çok defa, gö­rüşlerini teyîd edecek bir âyet bulamadıkları zaman, görüşlerini en yakın bir başka âyeti tevîl etmekten çekinmemişlerdira. [273]İhtilâfların hâd saf­haya geldiği, biribirlerini ittiham eden tarafların, görüşlerini teyîd etmek maksadıyle Kur'ân veya hadîsten mutlaka bir şeyler bulmak lüzumunu his­setmeleri sebebiyle, bu tevil faaliyetinin ne derece ileri gittiğini tahmin etmek güç değildir. İşte böyle durumlarda, her defasında değişen haller için, Kur'ân-ı Kerîm'den ve hadîsten dâima tevil edilebilecek nasslar bu­lunamayacağı ve tarafların, yeni nasslar vazetmek zorunda kalacakları da kolayca tahmin edilebilir. Bu çeşit bir vaz işinin Kur'ân-ı Kerîm için bahis konusu olamayacağına göre, bu konuda hadîslerden istifade edilmesi, baş­lıca çıkar yol olarak hesap edilmiştir. Bu suretle hadîste başlayan va;; ha­reketleriyle, ya bir şahıs Hazreti Peygamberin ağzından tekfir edilmiş, ya-hutta herhangi bir görüş veya İslâm dışı bir mezheb inancı telkin ve tavsiye edilmiştir.

İslâm tarihinde mevzu hadîslerin tam olarak ne zaman sahneye çık­tığını ve vaz'm hangi nesil içerisinde başladığını kesin bir şekilde tesbît etmek güçtür. Fakat tereddüt etmeden şunu söyleyebiliriz ki, kanlarını, canlarım ve mallarını Hazreti Peygamber için feda ederek İslâm yolunda hicretin meşakkatlerine göğüs geren, memleketlerini ve en yakın ak­rabalarım, sırf Allah kelimesini yükseltmek ve onu her şeye hâkim kılmak için terkeden sahabenin, kendi arzu ve heveslerini tatmin, yahut galeyana gelmiş ihtiraslarını teskîn için Hazreti Peygamberin ağzından hadîs uy­duracaklarını, sonra da bunları diğer müslümanlar arasında yayacaklarını düşünmek, her akıl sahibinin kolayca kabul edebileceği bîr iş değildir. îçlerindeki îman, Hazreti Peygamberin . "bana yalan isnad etmek, herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın." hadîsinin ifade etmek is­tediği manâyı anlamalarında en büyük yardımcı idi. Bu sebeple onlar, îslâm Dîninin ve bu Dînin iki aslı olan Kur'ân ve Sunnet'in nıüdâfasını üzerlerine almışlar, her türlü tehlikeye, tehdide, eza ve cefaya rağmen, Pey­gamberlerinden aldıkları dînle ilgili ahkâmı teblîğ etmeyi başta gelen gö­revlerinden saymışlardır. Keza tâbi'ûndan olan hadîsçiler de, sahabeden işittikleri hadislerin kabulünde tereddüt göstermiyorlar, daha doğrusu, Haz­reti Peygambere ve onun sünnetine olan inançları dolayısıyle, hadîsin her türlü yalandan, tahrîf ve tasniften salim bir şekilde nakledildiğine samimî bir kalble inanıyorlardı. Fakat bu inanç uzun müddet devam etmedi. Halîfe Osman îbn Affân'm öldürülmesiyle başlayan ve birbirini takip eden olaylar, müslümanların huzur ve sükûnunu bozduğu gibi, hadîsle meşgul olan kim­selerin, biraz önce işaret ettiğimiz samimî inançlarını da yıkmakta ge­cikmedi; çünkü kendi aralarında alıp verdikleri hadîsler arasına, hiç kim­senin bilmediği bir takım sözler sızmış, hadîs adı altında, halk arasında dolaşmaya başlamıştı. Tanınmış hadîsçilerden Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110)' e isnad edilen bir söz, bunu teyîd eden bir manâya sahiptir. Bu sö­zünde İbn Şîrîn şöyle demektedir: "İlk zamanlar isnad sormuyorlardı; ne zamanki fitne zuhur etti; bize kendilerinden rivayet ettiğiniz kimselerin isimlerini söyleyin, demeye başladılar. Ehl-i sünnetten olanlara bakıyorlar ve onların hadîslerini alıyorlar; ehl-i bid'attan olanlara bakıyorlar, onların hadîslerini de terkediyorlardı." [274]

Hicrî 110 senesinde vefat eden îbn Sîrîn'den nakledilen bu söz, hadîs rivayetinde isnad tatbikinin fitne ile başladığını göstermektedir. Rivayette isnad tatbiki, hiç şüphesiz, hadîsleri garanti altına almak ve sahtelerinden korumak gayesine matuf olmak gerekir. Çünkü isnadın kullanılması, hadîsi rivayet eden râvilerin her yönden bilinmelerini gerektirir. Nitekim İbn Şîrîn, bunu, yukarıdaki sözünde belirtmiş ve "ehl-i sünnetten olanların hadîslerinin alındığını, bid'at ehlinden olanların hadîslerinin ise, ter-kedildiğini" söylemiştir. Sufyân es-Sevrî (Ö. 161)'nin "râviler yalana baş­vurunca, biz de onlar için tarihi kullandık" sözü de  [275]bunu teyîd eder. Buna göre, şu gerçek açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, rivayetlerde isnad kullanılmasına, fitne ile birlikte başlayan vaz' (uydurma) faaliyeti sebep ol­muştur; çünkü fitne, dahilî karışıklık, isyan ve insanların biribirlerini öl­dürmelerine kadar varan kavga demektir. Filhakika Osman İbn Affân'm hilâfetinde böyle bir karışıklık olmuş ve Osman şehîd edilmiştir. Onun ye­rine halîfe seçilen Alî İbn Ebî Tâlib zamanında bu karışıklık daha da şid­detlenmiş ve bilindiği gibi, Hazreti Peygamberin eşi Âişe ve taraftarları ile Âlî ve taraftarları arasında, Basra civarındaki çöllerde İslâm tarihinin "Cemel Vak'ası" denilen meşhur çatışması meydana gelmiş, Talha ve Zubeyr gibi tanınmış bazı sahabîler bu çatışmada şehîd düşmüşlerdir. Buna benzer başka bir çatışma, daha sonraları, yine Alî ve taraftarları ile Şâm valisi Mu'âviye ve taraftarları arasında Sıffîn mevkiinde vukubulmuştur. Her ne kadar bu karşılaşmada İki tarafın hakeme başvurmaları sebebiyle kan dö­külmemiş ise de, hakemler Alî'yi hilâfetten uzaklaştırmışlar, onun yerine de Mu'âviye'yi halîfe tayîn etmişlerdir. İşte İslâm'ın daha birinci yarısı içinde ortaya çıkan bu hâdiseler, müslümanların fırka ve hiziblere ayrılmalarının başlıca âmili olmuştur. Nitekim Mu'âviye'ye halîfe olarak be/at edil­mesinden sonra, bir taraftan hilâfetin Alî'nin hakkı olduğu ve Mu'âviye'nin bu hakkı ondan gasbettiği görüşüne sahip olarak Alî etrafında Şî'a adiyle bir hizib teşekkül ederken, diğer taraftanda, hilâfeti Mu'âviye'ye teslim et­tiği için Alî'ye karşı hurûc eden, fakat Mu'âviye'ye de karşı olan ve hepsini birden işledikleri büyük günâhlar sebebiyle tekfir eden Havâric fırkası or­taya çıkmıştır. Bunları, zamanla, kendi aralarındaki bölünmeler takip etmiş, ayrıca müdafa ettikleri itikadı görüşler dolayısıyle, o zamana kadar müslümanların sahip oldukları görüşlerden ayrılan Cebriyye, Kaderiyye, Murci'e, Mutezile gibi akaid mezheblerinin ortaya çıktığı görülmüştür.

Bu açıklama, şu hususu açıkça ortaya koymuş olmaktadır ki, müs-lümanlar arasında oldukça erken bir devirde başlayan ihtiâflar ve bu ihtilâflar neticesinde ortaya çıkan siyasî ve itikadı fırka ve mezhebler, mevzu hadîslerin zuhurunda en büyük rolü oynamıştır. Şöyle ki:

Bir taraftan siyasî, diğer taraftan itikadî fırka ve mezheblerin doğuşu, müslümanlar arasındaki mücadeleyi şiddetlendirmiş, her fırka ve mezheb, kendi görüşünde haklı olduğunu ileri sürerken muhalifini tekfir etmektende çekinmemiştir. Böyle ortamlarda insanın kendisi için haklılık, başkaları için ise, haktan uzak olmak iddiası, ancak güvenilebilir bir delil bulunması halinde kuvvet kazanır. Eğer iddia dînî bir mahiyet arzediyorsa, ona kuvvet kazandıracak delilin de dînî olmasına bilhassa dikkat edilir. İslâm'ın baş­langıcında ortaya çıkan bu fırka ve mezhebler, şüphesiz dînî bir hüviyete sahip bulunuyorlardı ve delilleri de - bulabildikleri nisbette - Kur'ân âyetlerine ve Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîslere dayanıyordu. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki, bir görüşün hem müdafii, hem de muarızı için bu iki kaynaktan da birer delil bulma imkânı yoktur. Hele o görüş İslâm dînine tam manâsı ile aykırı ise, hiçbir taraftar onu teyîd eden bir nass bulamaz.   İşte böyle hallerde, taraftarın, hikmetli, kendi görüşüne uygun bir söze hadîs süsü vermesi ve böylece görüşünü bununla teyîd ve takviye etmesi işten bile değildir.

İşte, yukarıda zikrettiğimiz Muhammed İbn Sîrîn'in hadîs rivayetinde isnad kullanılmasının fitneden sonra başladığını ifade eden sözlerini bu açı­dan değerlendirmek gerekir. Fitneden sonra ortaya çıkan çeşitli fırkalar, kendi görüşlerine destek olabilecek dînî bir nassa ihtiyaç duydukları zaman hadîs vaz'ına başvurmuşlardır. Buna karşılık hadîsçİler de, Hazreti Pey­gamberin hadîslerini onların tasallutundan korumak için, hadîs rivayet edenlere rivayet ettikleri hadîsleri kimlerden aldıklarını sormaya ve ilk kaynağa inmeye başlamışlardır.

İslâm tarihinde hadîs vaz'ınm, bu fırkaların zuhuru ile başladığını teyîd eden çeşitli haberler vardır. Bu haberlerden birisi, bilhassa Şî'anın ta­nınmış imamlarından olan Nehcu'l-belâğa şârihi îbn Ebi'l-Hadîd'e aittir ve açık yürekle ortaya konmuş bir itiraf sayılır. İbn Ebi'l-Hadîd şöyle der: "Bil ki, faziletlerle ilgili yalan hadîslerin aslı Şî'a yönünden gelmiştir. Onları hadîs vaz'ına sevkeden âmil hasımlarının düşmanlığı idi... Ne zaman ki Bekriyye Şî'anın bu faaliyetini gördü, onlar da kendi imamları hakkında Şî'anın hadîslerine mukabil başka hadîsler vazettiler." [276] İbn Teymiye'nin İbnu'l-Cevzî'den naklen zikrettiği şu sözler de, îbn Ebi'l-Hadîd'in görüşünü teyîd eder: "Alî'nin fazîletleriyle ilgili sahîh hadîsler çoktur; fakat râfızîler bunlarla yetinmemiş, uydurabildikleri kadar hadîs uydurmuşlardır". [277] Abdurrahman İbn Mehdî (Ö. 198) ile Mâlik İbn Enes (Ö. 179) arasında geçen şu konuşma, aynı konuda dikkata şayandır: "Yâ Ebâ Abdülah! Biz sizin beldede (Medine'de) dört yüz hadîsi ancak kırk günde işittik. Burada (Irak'ta) ise, bunların hepsini bir günde işitiyoruz"? Mâlik ona şu cevabı verir: "Yâ Abdarrahman! Sizin darbhaneniz bizde ne gezer. Öyle bir darb-hane ki, gece basıp gündüz dağıtıyorsunuz"'', [278]

Abdurrahman îbn Mehdî, Basralı meşhur bir imam olup Mâlik'in ta-lebelerindendir. Medine'de hadîs işitmenin güç olduğunu, Irak'ta ise, in­sanın kısa zamanda pek çok hadîs işitebileceğini söylediği zaman, Mâlik, Irak'ı darbhaneye benzetmiş ve para basılır gibi burada hadîs vazedildiğini söylemek istemiştir. Mâlik'in Irak hakkındaki bu görüşü, oranın, Şî'anın merkezi olması dolayısıyledir. Hadîsleri ilk defa tedvin etmekle şöhret kazanan İmam îbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124)' nin "eğer şark tarafından bil­mediğimiz ve kabul etmediğimiz bir takım hadîsler gelmemiş olsaydı, ne bir hadîs yazardım, ne de yazılmasına izin verirdim."   sözünde'  [279]zikredilen

"şark taran" ile kasdedilen yer de yine Irak'tır ve Zuhrî bu sözü ile mevzu hadîslerin burada yayılmaya başladığını belirtmek istemiştir.

Şî'a tarafından başlatılan hadîs vaz'ının başlıca gayesi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Alî'nin ve Ehl-i Beyt'in faziletlerini ortaya koymak ve buna dayanarak hilâfetteki haklarını isbat etmekti. Mevzuat kitaplarında bunun çeşitli örneklerini görmek mümkündür. Meselâ:

"Melekler, bana ve Alî İbn Ebî Tâlib'e yetmiş sene duada bulundular. Lâ ilahe illa'llah şehadeti arzdan semaya, ancak, benden ve Alî'den yük-se/ir".[280] Açıklandığına göre hadîsin râvisi Abbâd İbn Abdi's-Samed gulât-ı şî'adandır ve rivayet ettiği hadîslerin hepsi Alî'nin fazîletleriyle ilgilidir. [281]

"Alî'ye bakmak ibadettir". [282]

"(Alî'ye hitaben:) Sen ve şî'an cennettedir. [283]

"Kıyamet günü, Allah, bana ve Alî'ye diyecektir ki: Sizi sevenleri cen­nete, size düşman olanları da cehenneme sokun". [284]

"(İbn Mes'ûd'tan:) Cin taifesinin Hazreti Peygamberi ziyaret ettiği gece onun yanında idim. Ölümün kendisine haber verildiğini söyledi. Halîfe tayin et, dedim. Kimi diye sordu. Ebu Bekr, dedim. Sustu. Aradan uzun bir süre geçti. Sonra yine derin bir nefes aldı. Neyin var ey anam babam Rasulullah, dedim. Bana ölümüm haber verildi, dedi. Yine halîfe tayin et dedim. Kimi? diye sorunca, Alî İbn Ebî Tâlib'i diye cevap verdim. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yenim ede­rim ki, ona itaat ettikleri zaman hepsi cennete girer. [285]

Şî'a, Alî hakkında bu çeşit rivayetleri müslümanlar arasında yayarken, Şî'aya karşı hiç de sempati beslemeyen ve hattâ onlarla mücadelenin zo­runlu olduğuna inanan Emevî taraftarları da, Mu'âviye'nin Alî'den hiç de aşağı olmadığını isbat etmek gerektiğini hissetmiş ve onlar da Mu'âviye hakkında onun faziletlerini ortaya koyan hadîsler uydurmaya baş­lamışlardır. Bunlardan bir kaç Örnek de şöyledir:

"Cibril (a.s.) bana altından bir kalemle indi ve dedi ki: Aliyyu'1-A'lâ sana selâm ediyor ve diyor ki: Habîbim! Sana, Mu'âviye İbn Ebî Sufyân'a ve­rilmek üzere Arşımın üstünden bir kalem gönderdim; bunu ona ulaştır ve bu kalemle Âyetu'l-Kursî'yi yazmasını, harekelemesini ve noktalamasını emret; zira ben, onun yazıldığı saatten Kıyamet Gününe kadar Âyetu'l-Kursî'yi okuyanların adedi kadar Mu'âviye'ye sevab yazdım. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, yanında bulunanlara Mu'âviye'yi bana kim getirecek? dedi. Ebû Bekr kalktı ve biraz sonra onu elinden tutup getirdi. Selâmlaştılar. Hazreti Peygamber Mu'âviye'ye: Yâ Ebâ Abdirrahman! Bana yaklaş, dedi. Mu'âviye yaklaştı. Hazreti Peygamber kalemi ona verdi ve şöyle dedi: Ey Mu'âviye! Bu, Rabbımın Âyetu'l-Kursî'yi yazman için Arş'ının üstünden sana hediye ettiği kalemdir. Kendi hattmla yazacaksın, ha­rekeleyip noktalayacaksın ve bana arzedeceksin. Sana bu kalemi ver­diğinden dolayı Allah'a hamd ve şükr ederim. [286]

"Allah katında güvenilir üç kişi vardır: Cibril, ben ve Mu'âviye. [287]

' "Allah, vahyini, gökte Cibril'e, yerde de Muhammed (s.a.s.)'e ve Mu'âviye îbn Ebî Sufyân'a emanet etti"'. [288]

"Rasûlullah (s.a.s.), Mu'âviye'ye bir ok verdi ve: Bunu cennette bana iade edersin, dedi. [289]

Emevîler   adına  bu   çeşit  hadîsler  vazedilip  yayılırken,   Emevîlerle hilâfet kavgasına girişen ve ikinci hicrî asrın ilk yarısında idareyi ele alarak yeni bir devlet kuran Abbâs oğulları da hadîs vaz'ı yansında geri kalamazlardı ve onların da hilâfette hak sahibi olduklarını isbat edecek de­lilleri bulunmalı idi. Gerçekten Abbasî taraftarları bu çeşit deliller bul­makta güçlük çekmediler. Onlar da diğerleri gibi, uydurdukları hadîslerle hilâfetteki haklarını isbat etmeye çalıştılar. İşte bu hadîslerden bir kaçı:

"(Alî'den nakledilmiştir:) Hazreti Peygamberin yanında bulunuyorduk ki Abbâs İbn Abdi'l-Muttalib çıkageldi. Hazreti Peygamber onu görünce şöyle dedi: Bu, Abbâs îbn Abdi'l-Muttalib, benim hem babam, hem amcam, hem de vasim ve vârisimdir". [290]

"(İbn Abbâs'tan nakledilmiştir:) Hazreti Peygamber, Alî îbn Ebî Tâlib'in de bulunduğu bir toplulukta Abbâs'a şöyle dedi: Mülk (hü­kümdarlık), oğullarında olacaktır. Sonra Alî'ye döndü ve ona da şöyle ,;tap etti: Senin oğullarından hiçbiri buna sahip olamayacaktır'. [291]

"İşte bu (Abbâs), Kureyş'in en cömerdi ve en büyük hâmisi, kırk halîfenin babasıdır. Es-Saffâh, el-Mansûr ve el-Mehdî onun oğullarmdandır. Ey Amca! Allah bu işi benimle başlattı, senin oğullarından birisiyle sona erdirecektir. [292]

Müslümanlar arasındaki siyasî ihtilâflar, vazedilen bu çeşit hadîslerle körüklenip şiddetlendirilirken, ortaya çıkan bazı itikadı mezhebler de, sahip oldukları İslâm dışı inançlarını teyîd edebilmek için hadîs vaz'mdan fay­dalanma yolunu tutmuşlardır. Meselâ bunlardan birisi olan ve birinci asrın ikinci yarısında ortaya çıkmış bulunan Murci'e, îman ile ameli birbirinden ayırmak ve masiyetin îmana zarar vermeyeceği ve dolayısıyle îmanda artma ve eksilme olmayacağı görüşünü benimsemekle şöhret kazanmış bir mez-hebtir. Bu görüşü teyîd eden ve hadîs süsü verilen bir takım sözlerin bu mezheb taraftarlarınca vazedildiğine şüphe yoktur. Bu sözlerden birkaçı şöyledir:

"Her kim îmanın artıp eksildiğini iddia ederse, (bilsin ki) artması nifak, eksilmesi ise, küfürdür. Böyle kimseler, eğer tövbe ederlerse ne âlâ; aksi halde boyunlarını kılıçla vurun. Bunlar, Rahman (olan Allah'ın) düş­manlarıdır. Allah'ın dinini parçalamışlar, küfre intisab etmişler ve Allah'a nıuhasım olmuşlardır. Allah, yeryüzünü bunlardan temizlesin. Haberiniz olsun ki, bunların namazları da, zekât ve hacları da makbul değildir. Ha­beriniz olsun ki, bunların dini de yoktur. Rasûlullah (s.a.s.) onlardan uzak­tır; onlar da Rasûlullah'tan". [293]

"Sekîf heyeti Hazreti Peygambere gelip îmanın artıp eksilmesi hak­kında bir sual sormuş, Hazreti Peygamber de onlara şöyle demiştir: Hayır; iman sabit dağlar gibi kalplerde yerleşmiştir. Artması da eksilmesi de küfurdür. [294]

"İman kavildir; amel, onun şeraiidir; artmaz ve eksilmez. [295]

"Şirk ile birlikte hiçbir şey fayda vermediği gibi, îmanla birlikte hiçbir şey zarar vermez". [296]

Murci'e, görüşlerini, vazettikleri bu çeşit hadîslerle teyide çalışırken, onların muhalifleri de, Murci'eyi kötülemek ve görüşlerini reddetmek için hadîs vazetmekten geri kalmamışlardır. Bunlar için şu örnekler zik­redilebilir:

"Bir murci'î, yahut bir kaderi ölüp de defnedilse, üç gün sonra kabirleri açıldığında, kıble cihetinden dönmüş oldukları görülür. [297]

"Rasûlullah (s.a.s.)'a Murci'e hakkında sorulduğu zaman şu cevabı verdi: Allah, Murci'eye lanet etsin. Bunlar, öyle bir kavimdir ki, amelsiz îman üzerinde konuşurlar; salât, zekât ve haccı farz saymazlar. Bunlar, ya­pılırsa iyidir, yapılmazsa bir şey lâzım gelmez, derler". [298]

"İman kavi ve ameldir; artar ve eksilir. Kim bundan başka bir şey söy­lerse, o, mübtedi'dir." [299]

Mutezile mezhebi, Allah'ın sıfatları hakkında getirdiği ta'tîl akidesi ili' de şöhret kazanmıştır. Bu akidenin bir neticesi olarak Kur'ân-ı Kerîm'İn mahlûk olduğu görüşünü ileri sürmüş ve halîfe el-Me'mûn'un bu mezhebi devletin resmî mezhebi olarak ilân etmesinden sonra da, onun yardımı ile müslümanları bu görüşe davet etmiştir. Halîfe el-Me'mûn, önce müs-lümanların ileri gelen imam ve fakîhlerinin ikrarını almak maksadıyle, başta Ahmed İbn Hanbel olmak üzere birçok tanınmış kimseye davetiye çı­karmış ve onları Kur'ân'm mahlûk olduğunu ikrara çağırmış, fakat müabet bir cevap alamamıştır. El-Me'mûn'dan sonra yerine geçen kardeşi el-Mu'tasım, daha sonra onun oğlu el-Vâsik zamanlarında, halku'l-Kur'ân inancını ikrar etmeyen İmamlara işkence edilmiş, fakat yine de bir netice alınamamıştır. Tarihte mihne adiyle şöhret kazanan bu hâdiseler, Mu­tezilenin tam bir başarısızlığı ile sonuçlanmıştır.

Mutezilenin, İslâmî hiçbir değeri olmayan halku'l-Kur'ân inancını müs-lümanlara zorla kabul ettirmeye kalkışmaları, bunun için de insanlık dışı yollara başvurmaları, büyük tepkilere yol açmıştır. Bazı müslümanlar dev­lete karşı harekete geçme teşebbüsüne girişirken, bazıları da, yine Hazreti Peygamberin hadîslerinden medet ummuşlar ve yukarıda Örneklerini gör­düğümüz hadîsler gibi, tepkilerini Hazreti Peygamberin ağzından dile getirmeye çalışmışlardır:

..Her ^dm Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söylerse kâfir olur'.[300]

"Göklerde ve gökle yer arasında, Allah ve Kur'ân müstesna, her şey mahlûktur. Kur'ân O'nun kelâmıdır; her şey onunla başlamış ve O'na dö­necektir. Ümmetimdem bazı kimseler çıkıp Kur'ân'm mahlûk olduğunu söy­leyeceklerdir. Her kim bunu söylerse, Allah'a küfretmiş olur. Böyle söyleyen kimseyi karısının hemen boşaması lâzımdır; zira mü'min olan bir kadının, kâfir bir erkeğin taht-ı nikâhında bulunması caiz değildir; meğer ki kadın, aynı sözü kendisinden ew*1 dememiş olsun"''. [301]

"Kur'ân Allah'ın kelâmıdır. Hâlık da değildir, mahlûk da.. Kim bundan başka bir şey söylerse kâfirdir"'. [302]

 

2. İslâm Düşmanlığı

 

İslâm tarihinin oldukça erken bir devrinde hadîs vaz'ının baş­lamasında ve büyük bir süratle yaygınlaşmasında rol oynayan siyasî ve iti­kadı ihtilâflar yanında, bu faaliyeti körükleyen ve mevzu hadîs sayısının artmasına yol açan başka sebepler de vardır ve bunların başında, içlerinde, İslâm'a ve müslümanlara karşı aşırı derecede kin ve düşmanlık besleyen zümrelerin faaliyetleri yer alır. Bilindiği gibi müslümanlar Medine'ye hicret edip orada ilk Şehir Devletini kurdukları zaman, henüz bu kçük şehrin ya­rısına bile sahip değildiler. Medîneli Ensar dışında, halkının yarıdan faz­lasını yahudîlerle henüz İslâm'a girmemiş müşrik Araplar teşkil ediyordu. Bununla beraber, hicretten on sene gibi çok kısa bir zaman sonra, yâni Haz-reti Peygamberin vefat ettiği senelerde, İslâm Devleti, bütün Arabistanı, Cenubî Irak'ı ve Filistin'i de içine alarak Avrupa kıt'ası kadar geniş bir sa­haya yayılmış bulunuyordu. İslâmiyetin bu kadar kısa bir zaman içerisinde be derece süratle yayılması ve hele, o sıralarda Fürslerin sahip oldukları im­paratorluğa son vermesi, hükümranlıkları elinden alınmış bu kavimlerin bütün kin ve gayızlarını yeni dîn ile bu dînin mensuplarına yöneltmişti. Ancak, şân ve şerefleriyle birlikte harp gücünü de kaybetmiş olan bu mil­letler, İslâm'dan intikam almak için akaidine fesad sokmak ve müs-lümanlarm vahdetini parçalamaktan başka kendilerinde hiçbir kuvvet bu­lamamışlardı. Bu sebeple İslâm'a gurup gurup girmeye başlamışlar, bazen zühd ve takva, bazen felsefe ve hikmet örtüsüne bürünerek, fakat asıl mak­satlarım içlerinde gizleyerek müslümanlar arasında yayılmışlardır. Zındık ismiyle tanınan bu kimseler, Kur'ân üzerinde herhangi bir tebdîl ve tağyîr yapamadıkları için, bütün güçleriyle Hazreti Peygamberin hadîslerine yö­nelmişler ve uydurdukları binlerce hadîsle İslâm akaidini teşviş etmeye ve müslümanların kalblerinde şüphe yaratmaya çalışmışlardır. Zındıkların ne kadar hadîs vazettiklerini anlamak için şu misali hatırlamak yeterlidir. Abdu'l-Kerîm îbn Ebi'1-Avcâ' , hadîs vaz'ından dolayı öldürülmek üzere ya­kalandığı zaman, suçunu itiraf etmiş ve dört bin hadîs uydurduğunu, bu hadîslerle helâli haram, haramı da helâl kıldığını söylemiştir''. [303]

Zındık tabiri, umumiyetle, zahiren müslüman olan, fakat içinde küfrü gizleyen kimseye ıtlak olunmuştur. Zındıklar, daha ziyade mecûsî dînine mensup olan, yahut Mani ve Senevi akaidini benimseyen, iki ilâha ibadet eden kimselerdir. Abbasî devrinde itikadı bozukluğun yaygınlaşması ve din­sizliğin açığa vurulması dolayısıyle ulûhiyyeti inkâr eden herkese zındık adı verilmiştir.

El-Gazalî, "küfr" ün bir hukm-i şer'î olduğunu ve nass veya kıyasla bi­linebileceğini açıklarken, yahudî ve hıristiyanlar hakkında nass vârid ol­duğunu, brahman, senevî ve dehrîlerin bitarîkılevlâ bunlara iltihak ede­ceğini belirtmek suretiyle, zındıkları, seneviyye ve dehriyye cümlesinden olarak zikretmiş'', [304] bir başka yerde ise, "kâinatın tedbirli, âlim ve muk­tedir bir yaratıcısı bulunduğunu inkâr eden, onun eskiden beri ken­diliğinden böylece mevcut olduğunu, hayvanın nutfeden, nutfenin de hay­vandan meydana geldiğini, eskiden beri böyle olduğunu ve ilelebed de böyle olacağını ileri süren" dehrîlerden bahsederken de, "işte zındıklar bunlardır" demek suretiyle',  [305]dehriyye ve zandakayı, yahut zındık ve dehrîyi mü-radif iki isim olarak kullanmıştır.

Zındıkların İslâm tarihinde zuhuru, Emevî idaresinin sonlarına rast­lar. Halîfe el-Velîd İbn Yezîd İbn Abdi'l-Melik'in mürebbii Abdu's-Samed îbn Abdi'l-Â'lâ'nm zındık olduğu söylenir''. [306] Keza son Emevî halîfesi Mervân İbn Muhammed'in mürebbii Ca'd îbn Dirhem, Îbnu'n-Nedîm'in ifa­desine göre bir zındık idi''.[307] Halîfeye Mervân el-Ca'dî lakabının ve­rilmesine sebep olan Ca'd'',[308] müslümanlar arasında cebr, ta'tîl ve halku'l-Kur'ân akîdelerini yaymakla da şöhret kazanmıştı'.[309] Nitekim bu fa­aliyetlerini halîfe Hişâm İbn Abdi'l-Melik zamanında daha çok artırdığı için, halîfenin Irak'taki valisi Hâlid İbn Abdillah el-Kasrî tarafından bir

Kurban Bayramı sabahı hutbeyi müteakip boğazlanarak öldürülmüştür.[310] Zındıkların İslâm Dîni ve akaidi üzerinde bıraktıkları kötü iz çok derin olmuştur. Bununla beraber, Allah'a şükürler olsun ki, tehlikenin bü­yüklüğünü çok erken bir devirde farkeden hadîs imamları, ortaya koy­dukları rivayet ve tahammül, cerh ve ta'dîl kurallarıyle sahîh hadîsi sakîminden, gerçek hadîsçiyi sahte ve yalancısından ayırt ederek, İslâm akaidini, ona kasdedenlerin şerrinden korumaya muvaffak olmuşlardır. [311]

 

3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları

 

Hadîs vaz'ına sebep olan âmillerden bir diğeri, değişik ırklara, kabilelere ve mezheblere mensup kimseler arasındaki münakaşalar ve mü­cadelelerdir. Bu mücadelelerde her birinin, kendi mensup olduğu topluluğu veya bu topluluğun reisini, yahut imamım övmesi, buna karşılık muhalifi ol­duğu diğer toplulukların reis veya imamlarını yermesi, çok defa, bu ko­nularda uydurduğu ve Hazreti Peygambere isnad ettiği hadîslerle takviye edilmek istenmiştir. Bazı taraftarların, kendi topluluğu adına gösterdikleri bu aşırı taassup, insanı hayretler içinde bırakan uydurma hadîslerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunun en güzel misali, Ebû Hanîfe ile eş-Şâfi'î hakkında uydurulan hadîslerdir. Enes îbn Mâlik'ten merfû olarak rivayet edilen bu mevzu hadîs, İmam Şâfi'î düşmanlığı ile, İmam Ebû Hanîfe sev­gisini taassup derecesine varan bir ifade ile aksettirmektedir. Me'mûn İbn Ahmed es-Sulemî veya Ahmed İbn Abdillah el-Cuveybârî tarafından uy­durulduğu belirtilen bu hadîste şöyle denilmiştir:

"Ümmetim arasından Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î) adında biri çı­kacaktır; bu adamın ümmetime zararı, iblisin zararından çok daha büyük olacaktır. Yine ümmetim arasından Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak ve bu adam, ümmetimin ışığı olacaktır" [312]

Muhtelif şehirlerin, günlerin, ayların ve yiyecek maddelerinin medhi veya zemmi ile ilgili bu çeşit uydurulmuş ve Hazreti Peygambere isnad edil­miş pek çok haber vardır. Mevzû'ât kitapları bu çeşit haberlerle doludur. [313]

 

4.Va'z ve Hikâyeler

 

Cami ve mescidlerde, veya kalabalık halk topluluklarının bulundukları yerlerde, şöhret kazanmak ve hediye toplamak gayesiyle va'zeden ve va'zlarım dâima hikâyelerle süsleyen kimselere kassâs (çoğulu: kussâs) de­nilmiştir. Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarına doğru, fitne tabîr edilen dahilî karışıklıklarla birlikte zuhur etmeye başlayan bu hikayeciler, daha son­raları bütün İslâm âlemine yayılmış, cami ve mescidlerde halkın dînî his­lerini galeyana getirmeyi bir meslek ve sanat haline getirmişlerdir. Ko­nuşmalarındaki heyecan verici ustalık, çok defa, dinleyenleri coşturduğu için, halk arasında aranan, peşlerinden gidilen ve sözlerine güvenilen kim­seler olmuşlardır. Aslında bu hikayecilerden bazılarını, halkın büyük bir te­hacümle etraflarına toplanmasından başka bir şey ilgilendirmiyordu. Ka­zandıkları şöhret, hırslarım daha çok artırır, halkı heyecanlandırmak galeyana getirmek ve üzerlerindeki tesîri va'z boyunca devam ettirmek için akla hayale gelmedik hikâyeler uydururlardı. İşte, Hazreti Peygamberin hadîsleri üzerine gelen büyük belâlardan biri de, bu kassâs sınıfından gelmiştir. [314] Çünkü bunlar, uydurdukları hikâyelerin halk üzerinde daha çok müessir olması için , onları Hazreti Peygambere isnad etmekten çe­kinmezler, bunda herhangi bir günâh, bir bühtan görmezlerdi. Teessüf edi­lecek bir husus da, bu kimselerin, Hazreti Peygamber üzerine en büyük ya­lanları isnad etmelerine, halkın tetkik ve tetebbudan uzak en koyu câhilleri olmalarına rağmen, kendilerini dinleyecek kulak, tasdîk edecek dil, müdâfa edecek kol bulabilmeleri idi. Rivayet olunduğuna göre bunlardan ;jiri, Bağdâd camilerinden birinde, Kur'ân-ı Kerîm'in "Belki böylece Rabbın seni övülecek bir makama yükseltir" '  [315]mealindeki âyetini tefsir eder ve bu âyete istinaden Hazreti Peygamberin Allahu Ta'âlâ ile birlikte Arş üze­rinde oturacağım ileri sürer. Bu hâdise, meşhur müfessir Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'nin kulağına gider; hikayeciye kızar ve itirazını şid­detlendirir; kapısı üzerine de şöyle bir ibare yazar: Ne var ki et-Taberî'nin hikayeciye karşı bu davranışı, Bağdâd halkını galeyana getirir; evini taşa tutarlar; adetâ onu recmederler. Kapısı taş yı­ğını altında kaybolur. [316]

Bağdâd camilerinden birinde Zur'a isminde bir kâs (hikayeci) vardı. Meşhur İmam Ebû Hanîfe'nin anası, bir mesele hakkında fetva almak ister. Ancak Ebû Hanîfe'nin verdiği fetvayı "ben, senin sözünü değil, ancak Zur'a'nm sözünü kabul ederim" diyerek reddeder. Bunun üzerine Ebû Hanîfe anasını Zur'a'ya götürür ve ona: "Bu benim ananıdır; senden şu me­sele hakkında fetva istiyor" der. Zur'a: "Sen benden daha âlim ve fakîhsin; istediği fetvayı sen ver" deyince Ebû Hanîfe, "ben bu mesele hakkında şu fetvayı verdim" cevabını verir. Zur'a'nın "mesele Ebû Hanîfe'nin dediği gibidir" demesi üzerine kadın razı olur ve oradan ayrılırlar.[317]

Bu hikâye, kussâsm, halkın akılları üzerinde ne derece hükümran ol­duklarını göstermeye yeterlidir. Fıkıhta, ilimde, zekâ ve anlayışta en yüksek dereceye ulaşmış, şöhreti her tarafa yayılmış olan Ebû Hanîfe gibi bir imamın verdiği fetva ile anası kani olmuyor, hikayeci Zur'a'mn fetvasını istiyor.

Çoğu câhil olan ve yaptıkları işin tehlikesini de farkedemeyen bu kim­selerden bazısı iyi niyet sahibi olabilirler ve naklettikleri uydurma hadîslerle, halkın bilhassa ibadetlere karşı rağbetini artırmaya çalışırlar. Bazılarının da halk arasında şöhret kazanmak ve dolayısıyle mal ve mülk sahibi olmak niyetini güttükleri şüphesizdir. [318]Fakat bunlar, halkın en hayasızları idiler. Uydurdukları hadîslerin halk arasında tutulması için ez­berledikleri birkaç isnadı bu hadîslerin basma eklerler, sanki Hazreti Pey­gamberden sahîh isnadla rivayet edilmiş ve sanki kendileride isnadın ba­şında yer alan meşhur imamdan bu rivayeti almış gibi, büyük bir ciddiyetle onu tekrarlarlardı. Onların bu hayasızlığını aksettiren başka bir olay da, Ahmed îbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în'i hayret ve dehşet içinde bırakan bir haber olarak nakledilmiştir:

Bir gün Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în, Bağdad'm er-Rusâfe mes­cidinde namazlarını kılmışlardı ki, va'zetmek için kürsüye çıkan bir şahıs diyerek şu hadîsi rivayet eder: "Bir kimse la ilahe illa'llah derse, Allah, bu sözün her kelimesinden bir kuş yaratır; bu kuşun gagası altından, tüyleri de mercandandır..." Bu ibarelerle başlayan hikâye, yirmi varak kadar tutmaktadır. Hikâyeyi işiten Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în şaşkınlık içinde birbirlerine bakarlar ve, "sen bunu rivayet ettin mi?" diye birbirlerine sorarlar. Fakat her ikisi de bu kıssayı hemen orada işittiklerini söylerler. Nihayet va'z bite ve Yahya İbn Ma'în, eliyle vaizi yanlarına ça­ğırarak anlattığı bu kıssayı kimden işittiğini sorar. Adam: Ahmed İbn Han­bel ve Yahya İbn Ma'în'den" deyince, Yahya: "Ben Yahya İbn Ma'în, bu da Ahmed İbn Hanbel; biz hiçbir zaman Hazreti Peygamberin böyle bir hadî­sini işitmedik." der. Bunun üzerine adanı şu cevabı verir: "Ben, Yahya îbn Ma'în'in bu derece ahmak olduğunu bilmiyordum; fakat şu anda öğrenmiş oldum. Sanki sizden başka Yahya îbn Ma'în ve Ahmed îbn Hanbel yok. Ben, on yedi tane Ahmed îbn Hanbel ve Yahya îbn Ma'în'den hadîs yazdım". Bu sözler üzerine Ahmed îbn Hanbel, eliyle yüzünü kapatarak "bırak gitsin" der. Adam, her ikisiyle de istihza eder bir halde yanlarından uzaklaşır. [319]

 

5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu

 

Dünya nimetlerini âhıret nimetlerine tercih ederek halîfe veya emirlerin heveslerine göre fetvalar veren kimseler, hacet ânında hadîs uy­durmaktan da çekinmezler. Bilhassa Abbasî devrinde görülen bu gibi olay­lar, bazı halîfelerin, Emevîleri halkın gözünden düşürmek için böyle kim­selerden istifade ettiklerini ve Emevîler aleyhine çeşitli hadîsler uydurulmasına yol açtıklarını göstermektedir. El-Hâkim'in Hârûn İbn Ebî Abdillah tarîkıyle babasından naklettiği bir haber, tefsîriyle şöhret ka­zanmış olan Mukâtil İbn Süleyman'ın halîfe el-Mehdî'ye yaklaşmak mak-sadıyle Abbâs hakkında nasıl hadîs uydurabileceğini göstermesi bakımın­dan şâyân-ı dikkattir. [320]Yine el-Mehdî ile ilgili bir başka olay, kezzâb (ya­lancı) Gıyâs İbn İbrahim en-Naha'î'nin halîfeye yaklaşmak için böyle bir te­şebbüse giriştiğini gösterir. Bu şahıs, halîfenin yanma girdiği zaman, onun, bir güvercinle oynadığını görmüş ve hemen şu hadîsi rivayet etmiştir:

 (Müsabaka, yalnız okla, yahut tırnaklı hayvanlarla, yahutta kanatlı hayvanlarla yapılır). Bu hadîs, aslında, sonunda yer alan "kanatlı hay­vanlar" ibaresi olmaksızın Sunen-i Erba'a'da nakledilen sahîh hadîslerden­dir. Fakat Gıyâs, halîfenin endişesini gidermek, daha doğrusu ona ya­ranmak ve bu suretle hediye koparmak için hadîsin sonuna "yahut kanatlı hayvanlar" ibaresini ilâve etmekten çekinmemiş ve böylece güvercin gibi ka­natlı hayvanların da diğerleri gibi müsabakalar için beslenebileceğine Haz­reti Peygamberin ağzından izin vermek istemiştir. Vakıa halîfe, Gıyâs'm maksadını anlamış ve ona bir miktar para da vermiş olsa bile, sonunda "gö­rüyorum ki kafan, Hazreti Peygamber adına yalan söyleyen bir kezzabın ka­fası" diyerek onu huzurundan kovalamış, güvercinleri de öldürtmüştür''. [321]

 

6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu

 

Siyasî ihtilâflardan sonra nıüslümanlann çeşitli fırka ve hiziplere ay­rıldığını, bu tefrikanın her fırkayı, kendi görüşlerini teyîd etmek nıaksadıyle hadîs vaz'ına yönelttiğini yukarıda açıklamıştık. Müslümanlar arasındaki bu tefrika, birçok kimseyi endişeye sevkediyor ve durumu büyük bir üzüntü içinde takip ediyorlardı. Bunlar arasında zühd ve takva yönünden kuvvetli, fakat Dînin asıllarına câhil olan bazı kimseler vardı ki, nıüslümanlar ara­sındaki   bu ihtilâfları izale etmek ve fırkaları birbirine yaklaştırmak için hadîs vaz'ım mubah görüyorlardı. Kendilerine Hazreti Peygamberin men kezebe aleyye mute'ammiden... hadîsi hatırlatıldığı zaman "biz ona yalan isnad etmiyoruz; fakat onun için yalan söylüyoruz" diyorlardı.[322] Halbuki bu söz, onların cehaletlerinden ve akıllarının dînî meselelere ermemesin-den kaynaklanıyordu. Yoksa Hazreti Peygamber, Dînin kemali ve fazlı için yalana ve yalancılara muhtaç değildi. [323]

Zâhid ve sâlih kimselerin vaz ettikleri hadîslerin çoğu, Kur'ân sûrelerinin fazîletleriyle ilgili idi. Bu çeşit haberleri rivayet eden Nûh İbn Ebî Meryem'e "Kur'ân sûrelerinin faziletleri hakkında Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan naklettiğin bu haberleri nereden buluyorsun? Halbuki bunlar, Ik-rime'nin ashabında bile yok." denildiği zaman, Nûh şu cevabı vermiştir: "Halkın Kur'ân'dan uzaklaştığını ve Ebû Hanîfe fıkhı ile İbn İshâk'm Mağâzî'sine fazla düştüğünü görünce, bu hadîsleri uydurdum". [324]

Hadîs vaz'ma sebep olan daha birçok âmiller vardır. Biz, bunlardan, usûl kitaplarında, üzerinde en fazla durulmak suretiyle şöhrete ulaşmış bazı örnekler verdik. Daha fazla bilgi almak için mevzû'at kitaplarına başvurmak gerekir. [325]

 

c) Mevzu Hadîslerin Bilinmesi

 

Çeşitli konularda ortaya çıkan mevzu hadîslerin malzemesi, çok defa, yalancıların kendi görüş ve düşüncelerinden ibaret olmuştur. Bu görüş ve düşünceleri, hadîs uydurucuları (el-vaddâ'), kudretleri nisbetinde mu'ciz söz­lerle ifade etmeye çalışmışlar ve başına, halkın itimad ettiği hadîs imam­larının isimlerinden müteşekkil bir isnad ilâve etmişlerdir. Bazen bu kim­selerin, hadîs uydurmak için malzeme sıkıntısı çektikleri de görülmüştür; bu takdirde başvurdukları kaynaklar, bazı hukemânm sözleriyle eski Arap darb-ı meselleridir [326]Uydurmak istedikleri konu ile ilgili olarak, bun­lardan seçtikleri sözlere, yine muttasıl isnadlar eklemişler ve Hazreti Pey­gambere nisbet ederek, onun sözü imiş gibi halk arasında yaymışlardır.

Hadîs ilminin erken bir devirde gelişmiş, usûl ve kaidelerinin kesinlik kazanmış olması dolayısıyle, mevzu hadîslerin, sahîh hadîsleri bünyesinde eritmesine, veya yok etmesine meydan verilmemiş, isnad ve metinlere vâkıf olan muhaddisler, vazettikleri kaidelerle mevzu olanları sahîh olanların arasından ayıklamak imkânını bulmuşlardır.

Bir hadîsin mevzu olduğuna çeşitli şekillerde hükmedilir; ancak onu uyduran râviye nisbetle verilecek hüküm, insanda hâsıl olan zann-ı gâlib yolu iledir; kesin değildir; çünkü çok yalancı olan bir kimsenin bazen doğru söylemiş olması da mümkündür. Böyle bir kimse tarafından rivayet edilen hadîs hakkında mevzu hükmünü vermek, o kimsenin rivayetinde doğru ola­bileceği İhtimali dolayısıyle zanna dayanır; ancak bu zan, râvinin yalancı olarak bilinmesi dolayısıyle de gerçeğe yakındır ve hadîs hakkında sahîh hükmünden ziyade mevzu hükmünün verilmesini sağlar. Diğer taraftan, bu hükmü verecek olan hadîs imamları, sahip oldukları kuvvetli meleke, par­lak zihin, geniş anlayış ve hükme mesned teşkil eden karinelere derin vukuf sayesinde, hadîslerin mevzu olanlarını diğerlerinden ayırt etmekte güçlük çekmezler.

Burada, mevzu hadîslerin bilinmesine yardım eden belli başlı özel­likleri birkaç madde halinde kısaca zikredeceğiz. [327]

 

1. Hadîs Uyduranın İtirafı

 

Bazı mevzu hadîsler, taşıdıkları özelliklere bakılmaksızın, onları bizzat uyduran kimselerin, uydurduklarını itiraf etmeleriyle anlaşılır. Nitekim yu­karıda ismi geçen Nûh İbn Ebî Meryem, Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan ri­vayet ettiği Kur'ân sûrelerinin fazîletleriyle ilgili hadîsleri, halkın Kur'ân'a karşı rağbetini artırmak için uydurduğunu bizzat itiraf etmiştir.[328]

Bunun gibi, Meysere îbn Abdi Rabbih de, zühd ve takva sahibi ol­masına, dünyevî şehvetlerden şiddetle kaçınmasına ve ölümü üzerine bütün Bağdâd çarşısının kapanacak kadar şöhretli olmasına rağmen, hadîs vazederdi. Kendisine "fulân sûreyi okuyan kimse şu kadar ecir, fulân sûreyi okuyan kimse de bu kadar ecir kazanır, gibi ifadeleri ihtiva eden bu çeşit hadîsleri kimden aldın?" denildiği zaman, halkm rağbetini artırmak için va­zettim" demiştir.[329] Keza Ömer İbn Subh da, Hazreti Peygamberin bir hut­besini vazettiğini kendisi söylemiştir.

Bazen râvi, hadîsi uydurduğunu itiraf etmese bile, rivayet ettiği hadîsle ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevap da, hadîsin onun tarafından vazedildiğini ortaya koyabilir ki, bu da, itirafa yakın bir beyan veya açıklama sayılır. Meselâ şeyhinden rivayet eden bir şahsa ne zaman doğduğu sorulur; râvinin cevap olarak verdiği tarih, gerçekte, şeyhin ölümünden çok daha sonraki bir devre rastlar ve anlaşılır ki bu râvi, o şeyhe

hiçbir zaman mülâki olmamıştır. Diğer taraftan, şeyhten rivayet ettiği hadîs de ancak bu râvi vasıtasıyle bilinir; yâni başka hiç kimse, o şeyhten böyle bir hadîs rivayet etmemiştir. Bu hususlar gözönünde bulundurularak o hadîsin mevzu olduğuna hükmedilir. [330]

 

2. Râvide Bulunan Karineler

 

Rivayet olunan bir hadîsin, zamanla, mekânla ve çevredeki olaylarla il­gisi veya o hadîsi nakleden râvinin, zaman, mekân ve olaylara karşı özel bir ilgi göstermesi, hadîsin hemen o anda uydurulduğuna delâlet eder. Eğer hadîsin o râviden başka râvisi yoksa ve hiçbir yönden bilinmiyorsa, onun mevzu olduğuna hükmedilir. Râvinin halinden karîne ile mevzu olduğuna, hükmedilen böyle bir haber, el-Me'mûn îbn Ahmed ile ilgilidir. Bu şahsın önünde el-Hasanu'1-Basrî'nin Ebû Hureyre'den hadîs işitip işitmediği me­selesi ortaya atılıp münakaşa edilince, el-Me'mûn, bir isnadla hemen şu hadîsi nakledivermiştir. [331]

Râvinin herhangi bir mezhebe taassub derecesindeki bağlılığı da, mez-heble ilgili olarak rivayet ettiği hadîslerde vaz'a delâlet eden karinelerden sayılır. Meselâ bir râfızînin Ehl-i Beytin faziletleri hakkındaki rivayeti bu cümledendir. Yukarıda adı geçen Me'mûn İbn Ahmed'in yanında eş-Şâfi'î'den bahsedilir; Me'mûn isnadı ile hemen şu hadîsi ileri sürer: "Üm­metim içinden Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î) adında bir adam çıkacak; bu adam, ümmetime iblisten daha zararlı olacak. Yine ümmetim içinden Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak; bu ise, ümmetimin ışığı olacak, üm­metimin ışığı olacak.[332]

Başka bir misal, Seyf İbn Ömer tarafından Sa'd İbn Tariften nak­ledilen şu haberdir: Seyf der ki: "Sa'd İbn Tarifin yanında idim. Bu sırada oğlu ağlayarak okuldan geldi. Onun hocası tarafından dövüldüğünü öğ­renince, hemen Ikrime'den ibn Abbâs tarîkıyle şu haberi zikretti: Sizin en şeririniz, çocuklarınızın muallimleridir. Bunlar, yetimlere en az rahmeti, kimsesizlere en sert olan kimselerdir"'. [333]

 

3. Hadîste Bulunan Karineler

 

Bir hadîsin mevzu olduğu, bazen de mervînin, yâni rivayet olunan hadîsin metninden anlaşılır. Vaz'a delâlet eden ve hadîsin metninde görülen karinelerin başında, tevîli mümkün olmayacak şekilde akla aykırı olması, Kitab (Kur'ân)'ın , yahut tevatür yolu ile sabit olmuş sünnetin, yahutta ke­sinleşmiş icmâ'm delâlet ettiği hükme aykırı bir hüküm getirmesi bulunur.

Bazen çok mühim bir olayı veya bir hükmü ifade etmesi dolayısıyle, tevâtüren sübût bulması, yahut hiç olmazsa kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmesi gerekirken yalnız bir kişi tarafından nakledilmesi; gayet küçük bir fiil için çok şiddetli bir va'îd (azâb ile korkutma), yahut yine önemsiz bir iş için büyük va'd (müjde) getirmesi de vaz'a delâlet eden karinelerdendir.

Akla aykırı olarak gelen mevzû'a misal, İbnu'l-Cevzî'nin Abdurrahman îbn Zeyd İbn Eşlem tarîkıyle babasından naklettiği şu iki hadîs gös­terilebilir:

"Nuh'un gemisi Beyt'i yedi defa tavaf etmiş, iki rek'at da namaz kılmıştır. [334]

"Yâ Rasülallah! Rabbımız neyden yaratıldı? diye sorulunca, o da şöyle demiştir. Akıp giden sudan. Ne gökten nede yerden. Allah atı yaratmış, sonra koşturmuş; at terlemiş; bundan da kendisini yaratmıştır". [335]

 

8.Metruk Hadîsler

 

İbn Hacer'in tarifine göre, Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (ya­lancılık) ile itham olunan, yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir ko­nuşmalarında kezzâb (yalancı) olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir.[336] Râvinin, Hazreti Peygamberin hadîsle­rinde yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarındaki yalanı dolayısıyle hadîs­te de yalancılıkla itham olunması, îbn Hacer'in tasnifinde cerh sebeplerinin ikincisini teşkil eder. Üçüncü, dördüncü ve beşinci derecelerde yer alan ta'n sebepleri ise, râvinin zabtına taalluk eden galatı, ve gafleti ile adaletine ta­alluk eden fışkıdır. İbn Hacer, biraz önce de zikrettiğimiz gibi, kizb ile itham olunan râvinin hadîsine metruk dediği halde, diğer üç hal ile ta'n edilen râvilerin hadîslerine - yine muhalefeti şart koşmayanların görüşlerine göre  munker denildiğini kaydeder. Metrûk'un tarifini İbn Hacer'e atfeden es-Suyûtî ise, şöyle der: Kendisinde muhalefet bulunmayan ve yalnız kizb ile itham olunan, ya galatı, ya gafleti, yahutta fışkı çok olan bir râvi tarafından rivayet edilmiş hadîslere metruk denir'[337] Bundan da anlaşılıyor ki, İbn Hacer, yalnız kizb üe itham olunanların rivayetiyle teferrüd ettikleri hadîslere metruk dediği halde, es-Suyûtî, îbn Hacer'in munker olarak isim­lendirdiği hadîsleri de metruk içinde zikretmiştir. Maamaflh, munker'i, zayıf râvilerin sika râvilere muhalif rivayetleri olarak kabul edecek olursak, mu­halefet bahis konusu olmaksızın, yalnız zayıf râvilerin rivayetleri cihetinden bilinen hadîslere de metruk demek doğru olur. Nitekim îbn Hacer de, râvinin zafîyetiyle muhalefet vâki olursa, bu çeşit hadîslere munker de­nildiğini kaydetmiştir. [338]

 

9. Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri

 

 Daha önce de açıkladığımız gibi, hadîs râvilerine sika vasfını ka­zandıran adalet ve zabt yönünden cerh veya ta'n edilmeleri halinde, sika vasfını kaybettikleri gibi, rivayet ettikleri hadîsler de, sahîh olmaktan çı­karak cerh edilmelerine sebep olan halin delâlet ettiği bir adla tavsif olu­nurlar. Bir râvinin zabt yönünden cerh sebebi, onun şeyhinden işitmiş ol­duğu hadîsleri, çeşitli sebepler yüzünden, işittiği şekilde hıfzedememesi ve rivayeti sırasında onda çeşitli hatâlara düşmesidir. Onun cerh edilmesine sebep olan haller, rivayetinde çok hata yapması, gafleti, sika veya güvenilir râvilere muhalif rivayetlerde bulunması, vehmi ve hafızasının kötülüğüdür. Bu hallerden herhangi birisiyle cerh veya ta'n edilen râvilerin hadîsleri şun­lardır: [339]

 

a) Şâz Hadîsler

 

Bir şeyle cemaattan ayrılıp tek kalan, istisna teşkîl eden kimse veya şey manâsına gelen şâz kelimesi, hadîs ıstılahında, güvenilir bir râvinin, ce­maatın rivayetine muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayeti ile tek kaldığı hadîs için kullanılmış bir tabirdir. Öyle ki, râvinin rivayeti ile cemaatın ri­vayeti arasında bir tercîh yapmak gerektiği zaman, râvinin rivayeti ter-kedilir ve daha çok isnadla gelen cemaatın rivayeti tercîh edilir. Bu sebepledir ki şâz hadîs, zayıf hadîsler arasında yer alır.

Şazın genel olarak kabul edilen bu tarîfi yanında ileri sürülmüş başka tarifleri de vardır. Bu tariflerin ilki İmam eş-Şâfı'î (Ö. 204)'ye aittir. îbnu's-Salâh'm Yûnus îbn Abdi'l-Alâ'dan naklen bildirdiğine göre, eş-Şâfî'î şöyle demiştir: "Şâz, güvenilir olan bir râvinin rivayet edip de başkalarının ri­vayet etmediği hadis değil, fakat güvenilir bir râvinin, başkalarının rivayet ettiği hadîse muhalif olarak rivayet ettiği hadîstir"' [340]

Eş-Şâfi'fnin bu tarifinden anlaşılıyor ki, şaz olan hadîs, başkalarının rivayet ettiği hadîse muhalif olması dolayisıyle makbul olmayan bir hadîstir; çünkü başkalarının hadîsi, rivayet edenlerinin çokluğu dolayısıyla tercîhe şayandır.

Ebû Ya'lâ el-Halîlî (Ö. 446) ise, daha farklı bir tarîf vermiş ve "tek bir isnadtan başka isnadı bulunmayan ve râvisi güvenilir olsun veya olmasın, bu isnadla tek kalan hadîstir" demiştir. [341]

El-Hâkim en-Neysâbûrî (Ö. 405)'nin tarîfi de Ebû Ya'lâ'nm tarifinden farklı değildir. Ona göre şâz, güvenilir râvilerden birinin rivayetiyle tek kal­dığı hadîstir. Öyleki bu hadîsin mütâbi'i de yoktur. [342]

Gerek el-Hâkim en-Neysâbûrfnin bu tarifi ve gerekse Ebû Yala el-Halîlî'nin bundan farklı olmayan tarîfî, karşımıza, râvinin, rivayeti İle tek kaldığı hadîsi şâz olarak çıkarmaktadır. Buna göre, muteber hadîs ki­taplarında sahîh olarak yer alan pek çok hadîsi şâz olarak değerlendirmek gerekecektir. Meselâ innem'l-a'mâlu bi'n-niyât hadîsi, ferd olan bir hadîstir: Ömer İbnul-Hattâb, bu hadîsi Hazreti Peygamberden rivayetinde teferrüd etmiş, yâni tek kalmıştır. Keza Alkame İbn Vakkâs, Ömer'den, Muhammed îbn İbrahîm, Alkame'den, Yahya ibn Sa'îdde Muhammed îbn îbahîm'den ri­vayetlerinde tek kalmışlardır. Bu bakımdan rivayet garîbtir. Bununla beraber bu hadîs, el-Buhârfnin Sahîh'm başında zikrettiği ilk hadîs olmuş, hiç kimse onu şâz olarak tavsîf etmemiştir.

O halde şâz, el-Hâkim ve Ebû Ya'lâ'nm tariflerinde ortaya koydukları şazdan farklıdır ve her iki imamın tariflerinde göze çarpan noksanlık, bu farkı meydana getirmektedir. Zaten Îbnu's-Salâh'ın bu iki imamın tariflerini ele alışı da bu noksanlığa işaret etmek ve asıl şâzm ne olduğunu ortaya koy­mak içindir. Îbnu's-Salâh, şazın el-Hâkim ve el-Halîlfnin zikrettikleri şe­kilde olmadığını söyledikten sonra şöyle der:

"Râvinin rivayeti ile tek kaldığı hadîse bakılır. Eğer bu hadîs, onun ri­vayet eden râviden hıfz ve zabt yönünden daha üstün bir başka râvinin (aynı hadîsle ilgili) rivayetine muhalif ise, işte o zaman rivayeti ile tek kalan râvinin hadîsi merdûd şazdır. Fakat muhalefet söz konusu değilse, yâni münferid rivayet, bir başkasının rivayetine muhalif (aykırı) değilse, o zaman, onu rivayet eden kimse için bir kadh sebebi değildir. Fakat ri­vayetinde tek kalan kimse, zayıf, güvenilmeyen bir kimse ise, işte o zaman tek kalması onun için bir kadh (cerh) sebebi olur".

Îbnu's-Salâh'ın bu açıklamasından anlaşılıyor ki, bir hadîsin şâz olarak tavsif edilebilmesi için, onun ferd olması, yâni yalnız bir kişi tarafından rivayet edilmiş olması yeterli değildir. Bu hadîsin aynı zamanda başkaları tarafından nakledilen varyantına da muhalif olması gerekir; tâ ki, bu hadîsle muhalifi arasında tercih yapmak durumu hasıl olsun ve muhalifi ya râvisinin daha âdil ve hafız olması, ya da râvilerinin çokluğu dolayısıyle tercîh edilebilsin, işte bu durumda tercih olunan hadîs mahfuz olarak kabul edilirken (bkz. Mahfuz Hadîsler), diğeri terkedilmiş olur ve buna şâz denir.

İbn Hacer (Ö. 852), şazın daha açık bir tarîfini vermiş ve bir örnekle de onun daha kolay anlaşılmasını sağlamıştır. Bu konuda şöyle demiştir: "Bir râvinin hadîsine, ya zabt fazlalığı, ya zabt fazlalığı, yahut aded çokluğu, ya-hutta diğer tercîh sebeplerinden birisi dolayısıyle kendinden daha üstün bir başka râvi yönünden muhalefet vâki olursa, daha üstün olduğu için tercîh olunana mahfuz, diğerine, yâni terkedilene şâz denir. Et-Tırmizî, en-Nesâ'î ve İbn Mâce'nin Sufyân İbn Uyeyne tarîki ile rivayet ettikleri "Hazreti Pey­gamber devrinde bir adam vefat etmiş ve âzâd ettiği köleden başka vâris bı­rakmamıştır..." hadîsif  [343]buna bir misal teşkîl eder. Bu hadîsin İbn Abbâs'a bağlanmasında îbn Curayc ve diğerleri İbn Uyeyne'ye tâbi ol­muşlar, Hammâd İbn Zeyd ise, bunlara muhalefet etmiş ve hadîsi Amr İbn Dînâr vasıtasıyle Avsece'den nakletmiş, fakat İbn Abbâs'ı zikretnıemiştir. Ebû Hatim der ki: "Mahfuz olan îbn Uyeyne'nin hadîsidir". Hammâd İbn Zeyd, adalet ve zabt ehlinden olmakla beraber, Ebû Hatim sayı bakımından Hammâd İbn Zeyd'e nisbetle daha çok olan kimselerin rivayetini tercîh et­miştir. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki şâz, makbul olan râvinin, kendisinden üstün olan kimselere muhalif olarak rivayet ettiği hadîstir. Istılah yö­nünden şâzm muteber olan tarifi budur" [344]

 

b) Munker Hadîsler

 

 Zayıf olan bir râvinin, güvenilir râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadîse munker denilmiştir. Bu tarif, Şey­hülislâm İbn Hacer'in verdiği tariftir''.[345]

İbnu's-Salâh ise, Ebû Bekr Ahmed İbn Hârûn el-Berdîcî'den şu tarifi nakletmiştir: Munker, râvinin rivayetiyle tek kaldığı hadîstir ki, metni yal­nız onun rivayetiyle bilinir; aynı zamanda bu metin, ne onun rivayet ettiği yönden ve ne de başka bir yönden maruftur.[346] Bu tarif, birçok hadîsçinin munker hakkında ileri sürdüğü bir tariftir. Fakat İbnu's-Salâh'a göre, as­lında, şazda olduğu gibi munkerde de işi geniş tutmak gerekir; zira şâz ve munker aynı şeydir. Buna göre munker hadîs iki kısımdır. Birincisi (yâni şâz), güvenilir râvilerin rivayetine muhalif ferd hadîstir ki, örneği, Mâlik İbn Enes'in ez-Zuhrî tarikiyle rivayet ettiği . "müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz" hadîsidir. Mâlik, bu hadîsin isnadını ani'z-Zuhrî, an Alî İbn Huseyn, an Ömer îbn Osman, an Usâme İbn Zeyd, an Rasûli'llah (s.a.s.) şeklinde vermiş ve Usâme İbn Zeyd'ten hadîsi nakleden râviyi Ömer İbn Osman olarak zikretmiştir. Halbuki diğer gü­venilir olan ve hadîsi ez-Zuhrî'den nakleden kimseler, bu ismi Amr İbn Osman olarak zikretmişlerdir. Bu yönden Mâlik, diğer güvenilir râvilere muhalefet etmiş ve ondan başka da hadîsi bu isnadla rivayet eden olmadığı için hadîs munker addedilmiştir''.[347]

Bununla  beraber  İbnu's-Salâh'm  hadîs  hakkındaki   bu  hükmü,   el-Irâkî'nin itirazına uğramıştır. El-Irâkî bu itirazında şöyle der:

"Musannif (İbnu's-Salâh), Mâlik'in bu hadîsi hakkında munker hük­münü vermiştir. Halbuki ona munker ismini veren hiç kimse görmedim. Mâlik'in, hadîsin isnadmdaki bir ismi (yâni Amr'ı) Ömer olarak zikretmesi ve bunda tek kalmasıyle hadîs metninin munker olması gerekmez. Her ne hal ile olursa olsun, metin sahihtir. Nitekim bizzat kendisi de, mu'allel hadîslerden bahsederken, isnadında bulunan ve fakat metne tesiri olmayan illete misal verirken, Ya'lâ İbn Ubeyd'in Sufyân es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Amr İbn Dînâr'dan, İbn Dinar'ın İbn Ömer'den, onun da Hazreti P -gamberden rivayet ettiği el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini zikretmiş ve "bu isnad, âdil kişilerin âdil kişilerden rivayetiyle muttasıl olan bir isnaddir; fakat mu'alleldir ve sahîh değildir. Bununla beraber metin sahihtir. İs­nadmdaki illet ise, Amr İbn Dînâr sözündedir; aslında bunun Abdullah İbn Dînâr olması gerekir" demiştir'.[348] Görüldüğü gibi burada,, isnadda vâki olan vehim, hadîsin metnini sahîh olmaktan çıkarmamıştır. Binâanaleyh, Mâlik'in Ömer İbn Osman tarikiyle rivayet ettiği hadîs metninin de, isim­deki bir vehim dolayısıyle ramker addedilmemesi gerekir" [349]

El-Irâkî, İbnu's-Salâh tarafından zikredilen misalin, söz konusu olan munkere uygun bir misal teşkil etmediğini ortaya koyduktan sonra, Sunen-i Erba'a'da rivayet edilen bir İbn Curayc hadîsini ele almış ve bu hadîsi İbnu's-Salâh'm tarifine uygun bir misal olarak zikretmiştir. Bu hadîs şöy­ledir:

Ebû    Dâvûd,    hadîsi    naklettikten   sonra    şu    görüşü    ileri    sür­müştür: Bu hadîs munkerdir; zira îbn Curayc'ten gelen diğer rivayetler maruftur. îlk rivayetteki vehim Hemmâm îbn Yahya'dan ileri gelmiştir ve İbn Curayc'ten, Hemmâm'dan başka hiç kimse hadîsi bu şekilde rivayet et­memişti.[350]

Sünen sahibi en-Nesâ'î de Hemmâm'm mezkûr rivayetini naklettikten sonra "hadîs mahfuz değildir; Hemmâm îbn Yahya sikadır ve Sahîh sahipleri kendisinden hadîs nakletmişlerdir; fakat burada Hemmâm, diğer sikâta muhalefetle hadîsin metnini bu isnadla ve bu şekilde nakletmiştir. Halbuki diğerleri, hadîsi îbn Curayc'ten Ebû Davud'un işaret ettiği şekilde nakletmişlerdir. Bu sebepten dolayı Hemmâm'ın hadîsi hakkında nekâretle (yâni munker olmakla) hükmedilmiştir.[351]

Yukarıda zikrettiğimiz misaller, Îbnu's-Salâh'ın iki kısma ayırdığı munkerin birinci kısmiyle ilgilidir. Munkerin ikinci kısmı, râvisi sika ve mutkm olmayan hadîs-i ferdtir. İbn Mâce tarafından   isnadıyle merfû olarak rivayet edilen hadîsi, bu konuda misal olarak zikredilebilir. Hadîsin râvilerinden olan Ebû'z-Zukeyr Yahya İbn Muhammed, her ne kadar bazı hadîsleri Müslim tarafından mutâbe'ât olarak nakledilmişse de, imamlar arasında zayıflığı ile bilinen kimselerdendir. Meselâ Yahya îbn Ma'în onun hakkında za 'îfun de­miştir, îbn Hıbbân da, kendisiyle ihticâc olunamayacağını ileri sürmüştür. Bu bakımdan, yukarıda zikredilen hadîsi munkerdir; çünkü bu rivayetiyle teferrüd etmiştir; yâni hadîsi, ondan başka rivayet eden olmamıştır''.[352]

Yukarıda İbnu's-Salâh'm munkerle ilgili olarak verdiği tarif ve ör­nekler göstermiştir ki, ona göre şâz ve munker arasında hiçbir fark yoktur. Şâz da munker gibi iki kısımdan ibarettir. Birincisi, râvinin, kendisinden hafıza ve itkan yönünden daha üstün olan râvilere muhalif rivayeti ve bu ri­vayetle tek kalmasıdır ki, İbnu's-Salâh böyle olan hadîse şâz merdûd adını vermiştir. İkincisi ise, muhalefet söz konusu olmaksızın sika olan râvinin münferid rivayetidir; yâni ondan başka hiç kimsenin rivayet etmediği hadîstir. Yukarıda açıkladığımız munkerin birinci kısmı ise, şâzm birinci kısmında olduğu gibi, sikâtm rivayetine muhalif olan hadîs-i münferidtir. ikinci kısmı da, yine şazda olduğu gibi, muhalefet söz konusu olmaksızın, fakat şazın aksine, zayıf râvinin münferid rivayetidir.

İbn Hacer'in munkerle ilgili tarifi, Îbnu's-Salâh'ın tarifine nisbetle daha farklıdır. Keza bu fark, şazla munker arasında da aynen görülür. Ona göre bir hadîsin munker veya şâz  sayılabilmesi için, rivayette muhalefetin

bulunması şarttır. Yâni hadîs, ister şâz olsun, ister munker olsun, râvinin, o hadîsi, zabt ve itkan yönünden kendisinden daha üstün durumda olan râvilere muhalif rivayet etmiş olması lâzımdır. Hadîsin şâz veya munker vasfını alması ise, sikâta muhalefet eden râvinin durumu ile ilgilidir. Eğer bu râvi zayıf ise, sikâta muhalif olarak rivayet ettiği hadîs munkerdir; râvi sika olmakla beraber, muhalif kaldığı diğer sika râvilerin rivayetleri, isnad çokluğu gibi çeşitli tercih sebeplerinden biri dolayısıyle tercih edilecek olur­sa, o zaman, sika olan, fakat rivayetiyle tek kalan râvinin hadîsi şâz adını alır. Buna göre, munker ile şâz arasında tek yönden umum husus farkı bu­lunmaktadır: Muhalefetin şart olması itibariyle her ikisi arasında birlik, buna karşılık, râvilerin durumları itibariyle ayrılık vardır: Şazın râvisi sika, munkerin râvisi ise, zayıftır.[353]

İbn Hacer'in bu açıklaması gözönünde bulundurularak munkeri tarif etmek gerekirse, denebilir ki: Zayıf olan bir râvinin, sika olan râviye mu­halif olarak rivayet ettiği hadîs-i ferdtir. Şâz ise, sika olan râvinin, ken­disinden daha sika râviye muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir.

İbn Hacer, tarife uygun olarak açıkladığı munkere şu hadîsi misal gös­termiştir:

Ebû Hâtinı'e göre hadîs munkerdir; çünkü Hubeyyib İbn Habîb zayıftır; aynı zamanda hadîsi Ebû îshâk'tan mevkuf olarak rivayet eden, yâni is-nadda Hazreti Peygamberi zikretmeksizin doğrudan İbn Abbâs'm sözü olarak nakleden sikâta muhalefet etmiştir''.[354]

Gerek munkerde ve gerekse şazda, râvinin sika râvilere muhalefeti söz konusu olduğuna göre, ortada aynı hadîsin birbirinden farklı iki rivayeti var demektir ve bu durumda, tabiatiyle sika olan râvilerin rivayetleri tercih edi­lecektir. Eğer hadîs munker ise, tercih olunan mukabiline ma'rûf, şâz ise, onun tercih olunan mukabiline de mahfuz denilmiştir. Makbul haber çe­şitleri arasında bu hadîsler hakkında ayrıca bilgi verilmiştir. [355]

 

c) Mu'allel Hadîsler

 

Görünüşü itibariyle sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini kemiren) bir illeti bulunan hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet keşfedilin edikçe hadîsin mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu sebepten, mu'allelin tarifini yaparken, kendisinde sıhhatini ke­miren bir illeti bulunan, bununla beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir, demek daha doğru olur.

Mu'allel kelimesi, lugatta bir şeye arız olarak onu meşgul etmek manâsına gelen ta'lH'den ism-i mefûldür. Hadîse bir illetin arız olması, onun bu illetle ma'lûl olması neticesini doğurduğu gibi, sahîh olma vasfını kaybetmesinede sebep olur.

El-Buhârî, et-Tirmizî, el-Hâkim, ed-Dârakutnî ve diğer bazı hadîsçiler, mu'allel yerine ma'lûl tabirini kullanmışlardır. Ancak bazıları, hadîse bir il­letin isabetini gözönünde bulundurarak, hiç olmazsa i'lâlin ism-i mefûlünü kullanıp muhil demenin daha doğru olacağını, zira i'lâlden ism-i mefûlün ma'lûl vezninde gelmediğini söyliyerek bu tabirin kullanılışını hatalı gör-müşlerdir. [356]Yine bunlara göre ma'lûl, lugatta, devenin ikinci defa su­lanması manâsında kullanılan aile fiilinin ism-i mefûlüdür. Bu yönden ma'lûl tabirinin illetli hadîsler için kullanılması hatadır [357]Bununla be­raber ma'lûl tabirinin kullanılışında herhangi bir mahzur bulunmadığını ileri sürenler de vardır. Bunlara göre aile fiili, bazı lügat kitaplarında, bir şeye illet isabet etmesi keyfiyetini göstermek için de kullanılmış ve iL üjLs»1 lâl «jj-iJI "jfs. denilmiştir. Buna göre, bazı hadîs imamları tara­fından kullanılan ma'lûl tabirinin bu manâdan alınmış olduğu anlaşılır ve bu kullanışta herhangi bir hata yoktur' [358]

Hadîslerin mu'allel çeşidi, hadîs ilminin en önemli ve en güç bilinen ko­nularından birini teşkil eder. Yüksek anlayış, üstün hafıza, yüzbinleri aşan hadîslerin metin ve isnadlarma derin vukuf sayesinde onların illetlerini keş­fetmek mümkün olabildiği için, hadîsçiler arasında çok az kimse mu'allel bahsindeki bilgisiyle şöhret kazanabilmiştir. Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234), Ahmed îbn Hanbel (Ö. 241), el-Buhârî (Ö. 256), Ya'kûb İbn Şeybe (Ö. 262), Ebû Hâtİm (Ö. 277), Ebû Zur'a (Ö. 264) ve ed-Dârakutnî (Ö.385), mu'allel hadîslere vâkıf olan imamlar arasında en çok zikredilen kimselerdir.

El-Hâkim'in ifadesinden de anlaşıldığı gibi, bir hadîs, çeşitli yönlerden ta'lîl edilir; ancak bunun cerhle hiçbir ilgisi yoktur. Zira cerh, hadîsin metin veya isnadında herkes tarafından kolayca görülebilen bir kusur sebebiyle onun zayıflığını ortaya koymaktan ibarettir. Yahut denilebilir ki cerh, hadîsin malûm olmuş illetine istinaden onun hakkında hüküm vermektir. Bu bakımdan illetin bilinmesi cerhe tekaddüm eder ve bu bilinmedikçe cerhetmek mümkün değildir. Halbuki illet gizli bir kusurdan ibarettir ve yu­karıda da kaydedildiği gibi, bunun keşfedilip bilinmesi ayrı bir ihtisas ister; bilinmediği müddetçe de, hadîsin kusurdan salim ve dolayısıyle sahîh ol­duğuna hükmedilir.

Bir hadîs, ya isnadında, ya da metninde keşfedilen bir takım illetler do­layısıyle mu'allel gurubuna girer. Bu illetlerin birçok çeşidi vardır. El-Hâkim bunların yalnız on tanesine işaret etmiş ve her biri için ayrı ayrı mi­saller vermiştir. [359]Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1)  Sened zahiren sahîh görünse bile, râvilerden birinin hadîs aldığı şey­hinden semâ'ı olduğunun bilinmemesi.

2) Hadîsin bir yönden musned olarak rivayet edilmesine ve bu şekliyle sahîh olmasına rağmen, sika ve hafız olarak bilinen kimseler tarafından bir başka yönden yapılan rivayetinde mursel olması.

3) Malûm bir sahabînin hadîsi olduğu bilinmekle beraber, ayrı ayrı

memleketlere mensup râvilerin birbirlerinden rivayetleri sırasında, başka bir sahabîden rivayet edilmesi.

4) Yine bir sahabînin hadîsi olduğu halde, sıhhatini gerektiren şeyin açıklanıp hatalı olarak bir tâbi'îden rivayet edilemsi; öyle ki, bu tâbi'înin o hadîsten haberi bile olmayabilir.

5) Hadîsin an'ane ile rivayet edilmesi ve senedinde bir râvinin düşmüş olmasıdır ki, bu illet, hadîsin mahfuz olarak bir başka yoldan rivayet edil­mesiyle ortaya çıkar.

6)  Hadîs, gayr-i musned olarak mahfuz bulunduğu halde, bir râvinin onu musned olarak rivayet etmesi.

7) Bir râvinin hadîs aldığı şeyhinin ismini bir rivayette zikretmesi, bir başka rivayette de müphem bırakması.

8) Râvinin idrak ettiği ve hadîs işittiği şeyhinden, işitmemiş olduğu bir hadîsi vasıtasız olarak rivayet etmesi.

9) Hadîsin maruf bir tarîki varken, râvilerden birinin bir başka tarîkla onu rivayet etmesi; hadîsi ondan alan başka bir şahsın da onu maruf tarikiyle rivayet edip gitmesi.

10) Hadîsin bir yönden merfû, bir başka yönden de mevkuf olarak ri­vayet edilmesi.

Hadîsin metin ve isnadlarmda görülen ve el-Hâkim tarafından zik­redilen bu on çeşit illet, belki en çok tesadüf edilen şekiUerindendir; fakat hepsi bunlardan ibaret değildir. Nitekim el-Hâkim de buna işaret ederek ıl-letin bütün çeşitlerini zikretmediğini, ancak hadîs ilminde yükselmek is­teyenleri irşad etmek maksadıyle bazılarını misal olarak verdiğini kay­detmiştir. [360]

 

d) Mudrec Hadîsler ve Çeşitleri

 

Mudrec, bir şeyi bir şeye eklemek veya idhal etmek manâsına gelen Araç'tan ism-i mefûl olup, hadîs ıstılahında, râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden , yahutta metni yönünden idrâc edilmiş hadîs demek olduğundan, mudreci bu iki yönden incelemek gerekir. Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn adiyle bilinir. [361]

 

1. Mudrecu'l-İsnâd

 

Bir râvinin sika râvilere muhalefetle''[362] isnadında değişiklik yaparak rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-isnâd denilmiştir. Mudrecu'l-isnâd, çeşitli şe­killerde vâki olur:

1) Bir hadîs, birçok kimse tarafından muhtelif isnadlarla rivayet edil­miştir. Bir râvi, aynı hadîsi bu kimselerden hepsini tek bir isnad içinde bir­leştirerek rivayet eder, fakat isnadlar arasındaki farkı belirtmez. Meselâ et-Tirmizî, kitabında İsnadıyle şu hadîsi rivayet etmiştir:

Et-Tirmizî'nin bu hadîsinde Vâsü'ın rivayeti Mansûr ve el-A'meş'in ri­vayetlerine idrâc edilmiştir'.[363] Çünkü Vâsıl bu hadîsi Ebû Vâ'il tarikiyle doğrudan doğruya Abdullah İbn Mes'ûd'tan rivayet etmiştir. Nitekim el-Buhârî, Vâsü'dan gelen rivayeti: diyerek zikretmiş, Mansûr ve el-A'meş'in rivayetlerini ise,

 isnadıyle vermiştir''.[364] Bundan anlaşılıyor ki, et-Tirmizî, hadîsinde, Vâsü'ın isnadı, Mansûr ve el-A'meş'in isnadlarmdan farklı olduğu halde, bu farkı belirtmeksizin tek bir isnad içerisinde bir­leştirerek vermiştir.

2) Râvinin elinde iki muhtelif isnadla gelmiş iki ayrı hadîs bulunur. Her iki hadîsi bu isnadlardan birisiyle rivayet eder, yahutta bir hadîsi kendi isnadıyle rivayet ederken, metnine diğer hadîsin metninden bazı ibareler sokarsa, hadîsi mudrecu'Hsnad olur. Meselâ Mâlik İbn Enes tarikiyle mut-tefakun aleyh olan bir hadîs, Sald İbn Ebî Meryem tarafından şu şekilde ri­vayet edilmiştir:

Aslında bu hadîs mudrecu'l-isnadtır ve hadîsi Mâlik'ten rivayet eden Sa'îd îbn Ebî Meryem, metnin sonundaki . başka bir hadî­sin metninden alarak bu hadîse idrâc etmiştir. Diğer hadîsin metni söyle­di: [365]                    

3) Râvinin elinde, bir isnadla, ancak metnin bir kısmı gelmiş olan bir hadîs vardır. Bu metnin isnadı ile, kendisine bir başka isnadla gelmiş olan hadîsin metnini tam olarak rivayet eder. Meselâ Ebû Dâvûd, Sunen'inde Hazreti   Peygamberin   nasıl   namaz   kıldığını   açıklayan  Vâ'il   İbn   Hucr hadîsini isnadıy­le zikrettikten sonra;,[366]  şöyle bir haber daha nakletmiştir:

Bu haberde yine, Asım İbn Kuleyb tarikiyle yukarıda zikredilen hadîsin aynısının aynı isnadla geldiği belirtilir ve hadîs metni verilir.

Keza Ebû Dâvûd, Şureyk tarikiyle Âsim İbn Kuleyb'ten aynı manâdaki haberi yine aynı isnadla nakletmiştir. İşte bu haberin İsnadı, yukarıda zik­rettiğimiz Vâ'il İbn Hucr hadîsinin isnadına dercedilmiştir. Zira bu ikinci haber, aslında, . isnadıyle rivayet olunmuştur.

4) Râvinin, şeyhinden hadîsin ancak bir tarafını işitmesi, sonra bir vâsıta ile yine o şeyhten tamamım alması, bir başka râvinin de, aradaki vâsıtayı hazfederek hadîsin tamamını öbür râviden nakletmesi de mud-recu'l-isnadm bir çeşidini teşkil eder. [367]

 

2. Mudrecu'l-Metn

 

Bir râvinin sika râvilere muhalefetle, metne, metnin aslından olmayan bazı sözler ilâve ederek , bu sözlerin hadîsin aslından olmadığını beyan et­meksizin rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-metn denilmiştir.

Rivayet sırasında hadîsin râvisi tarafından idrâc edilen ve hadîsten ol-ayan bu sözler, ya hadîs metninin başında, ya ortasında, yahutta sonunda yer alır. Mevkuf gibi sahabî sözünün, yahut maktu gibi tâbi'î sözünün, ya-hutta daha sonrakilerin sözlerinin herhangi bir ayırım yapılmaksızın Haz­reti Peygamberin (merfu) sözüne eklenmesi ve ona atfedilmesi dolayısıyle, idrâcm daha çok hadîs metninin sonunda yapıldığı görülür. Metnin ev­velinde yapılan idrâc ise, ortasında yapılana nisbetle daha çoktur; çünkü râvi çok defa bir söz söyler ve bu sözüne kuvvet vermek için Hazreti Pey­gamberini hadîsini delil olarak zikreder; fakat kendi sözüyle zikrettiği hadîsin arasını ayırmaz. Böylece, kendi sözünün de hadîs metninden olduğu zannını uyandırır.

El-Hatîb'in Ebû Kutn ve Şebâbe tarikiyle ayrı ayrı Şu'be'den, onun Mu-hammed îbn Ziyâd'tan, îbn Ziyâd'm da Ebû Hureyre'den rivayet ettiği şu hadîs, metninin evvelinde vâki olan idrâca misal teşkil eder:

(Abdesti eksiksiz alın; cehennemde yanacak olan - yıkanmamış topuk arkalarının - vay haline)

Mezkûr hadîste yer alan (abdesti eksiksiz alın) ibaresi, Ebû Hureyre'ye âit bir sözdür. Muhtemelen yanındakilere abdest alırken dikkat etmeleri gereken hususlardan bahsediyor ve uzuvlarda yıkanmamış yer bırakılmaması gerektiğini söylüyordu. Bu maksatla "abdesti eksiksiz alın" dedi, sonra da Hazreti Peygamberin mezkûr hadîsini zikretti. Bunu işi­tenlerden bazıları da, Ebû Hureyre'nin ihtarı ile Hazreti Peygamberin hadî­sini birleştirerek rivayet etmeye başladılar. Maamafih buradaki hatanın, hadîsi Şu'be'den rivayet eden Ebû Kutn ve Şebâbe'den ileri geldiği ve bu râ-vilerin iki söz arasını ayırmadan rivayet ettikleri anlaşılmaktadır. Nitekim el-Buhârî ve Müslim, Sa/u/ı'lerinde yine Şu'be tarikiyle aynı hadîsi rivayet etmişler ve Ebû Hureyre'nin sözünü hadîs metninden ayırmışlardır.[368]

Safvân'dan rivayet eden Urve İbnu'z-Zubeyr'e aittir. Eyyûb es-Sahtiyânî ve Hammâd İbn Zeyd gibi güvenilir kimseler, Hişâm İbn Urve'den hadîsi bu şe­kilde, yâni   ibaresiyle zikretmişlerdir.

El-Hatîb'in ifadesine göre Urve, hadîs metninden, şehvet mahallinin messinin abdestin bozulması için ilk illet olduğu manâsını anlamış ve bu hükmün zekere yakınlığı dolayısıyle diğer uzuvlar için de sahîh olacağını düşünerek jlibaresini hüküm istihraç etmek maksadıyle hadîsin metnine idrâc etmiştir. Bazı râvilerde, bu sözlerin hadîs metninden ol­duğunu zannederek Urve'den işittikleri şekilde rivayet etmişlerdir. [369] Zik­rettiğimiz bu misal, hüküm istinbatı gayesiyle metin arasında yer alan idrâcla ilgilidir.

Bazen de bir kelimenin tefsiri maksadıyle söylenen sözlerin metin ara­sına idrâc edildiği görülmektedir. Sahîhu'l-BuhârVmn başında yer alan Bed'u'l-Vahy (Vahyin Başlangıcı) ile ilgili hadîste şu ibareler görülür: (Hazreti Peygam­ber Hıra' Mağarasında tehannus ederdi. Tehannus, adedi belirli gece iba­detleridir). Bu hadîs Hazreti Âişe'den rivayet edilmiştir. Yukarıda zik­rettiğimiz ibarenin yalnız ilk kısmı Hazreti Âişe'nin sözleri arasında yer almış, fakat ikinci kısım, yâni tehannus'un ne demek olduğunu açıklayan sözler, hadîsin râvilerinden olan ez-Zuhrî tarafından ilâve edilmiştir. Ez-Zuhrî, hadîsi rivayet ederken, mezkûr kelimeyi söyledikten sonra, manâsını açıklamak gereğini duymuş, onu dinleyenler de, bu açıklamanın hadîs met­ninden olduğunu zannederek metin içinde rivayet etmişlerdir.

Metnin sonundaki idrâca gelince, Ebû Davud'un Sunen'inde nakledilen İbn Mes'ûd'un teşehhud hadîsi buna bir misal teşkil eder:[370]

Metnin ortalarında vukubulan idrâc, ya râvinin hadîs rivayetini ta­mamlamadan önce hüküm istinbat etmeye kalkışması ve bu suretle söz­lerinin metin arasına sokulması halinde olur; yahutta metin içinde geçen bazı garîb kelimelerin tefsir edilmesi veya o kelimelere açıklık kazandıran müradif kelimeler ilâvesiyle olur. Meselâ ed-Dârakutnî, Sunen'inde Abdu'l-Hamîd İbn Ga'fer tarikiyle şu hadîsi nakletmiştir:

Ed-Dârakutnî1 nin ifadesine göre Abdu'l-Hamîd   ibaresi­nin   zikrinde  hataya   düşmüştür.   Aslında  bu   söz,   hadîsi   Busre   Binti

Mezkûr hadîsin isnadında ismi geçen Zuheyr (İbn Mu'âviye) ve hadîsi ondan rivayet eden bazı râviler, fi» ile başlayan ve sonuna ka-dar devam eden ibareyi merfû hadîse eklemişlerdir. Aslında bu söz İbn Me­s'ûd'un sözüdür. Nitekim ed-Dârakutnî rivayetine göre, aynı hadîsi Zuheyr'den nakleden Şebâbe İbn Sevvâr, mezkûr ibareyi diyerek merfû hadîsin metninden ayırmış ve onun Abdullah İbn Mes'ûd'un sözü olduğunu böylece belirtmiştir.[371]

îdrâc, ister isnadta, ister metinde yapılmış olsun, hadîs ve fıkıh as­habının icma'ı ile haramdır. Es-Sem'ânî ve diğer bazı imamlara göre, kasden idrâc yapan kimsenin [372] âyeti gereğince adaleti sakıt olur ve kezzâbûn zümresine iltihak eder. [373] Bununla beraber es-Suyûtî, hadîs metni içerisinde yer alan bazı garîb kelimelerin tefsîri maksadıyle ya­pılan idrâcta bir beis görmemektedir. Nitekim ez-Zuhrî gibi birçok hadîs imamının idrâcları hep bu kabildendir. [374]Bir hadîs metninde idrâc vâki olup olmadığı çeşitli şekillerde bilinir:

1) Hadîsin bir başka sahîh isnadla gelen rivayetinde mudrec olan kısım, kendisine idrâc edilen hadîs metninden ayırt edilmiş olur. Yukarıda zikredilen misallerde bu husus açık bir şekilde görülmektedir.

2) Ya Râvinin, yahutta buna vâkıf imamların açık beyanlarıyle mudrec olan kısım bilinmiş olur. Meselâ Abdullah İbn Mes'ûd'tan

(kim Allah'a şirk koşmadan ölürse cennete girer; kim Allah'a şirk koş­muş olarak ölürse cehenneme girer) hadîsi rivayet edilmiştir. Aynı hadîsin bir başka rivayeti ise, şöyle gelmiştir:

Görülüyor ki birinci rivayette merfû olarak gelen haberin, ikinci ri­vayette, râvisinin, yâni İbn Mes'ûd'un beyanıyle mudrec olduğu an-laşılmıştır.[375]

3) Bir hadîsin mudrec olduğu, bazen de, o sözün Hazreti Peygamber ta­rafından   söylenmiş   olmasının   aklen   imkânsız   bulunmasıyle   anlaşılır. Meselâ Ebû Hureyre'den şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir:

iki kat ecir vardır. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki, Allah yolunda cihad, hacc ve anama iyilik etme arzusu bu-lunmasaydı, köle olduğum halde ölmeyi temenni ederdim. [376]

Bu hadîsin "köle için iki ecir vardır" ibaresi merfû ve sahîh olmakla be­raber "nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki..." sözü ile baş­layan ve sonuna kadar devam eden ibareler Ebû Hureyre'nin sözüdür. Zira Hazreti Peygamberin köle olarak ölmeyi temenni etmesi imkânsız olduğu gibi, anasının o daha küçük iken ölmüş olması dolayısıyle anasına iyilik etme arzusunda bulunduğundan bahsetmesi lüzumsuzdur''. [377]

 

e)  Maklûb Hadîsler

 

Hadîs râvilerinin isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb, kelime manâsına uygun olarak, ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle değişikliğe uğramış hadîs demektir.

Bir hadîs, ya metninde yapılan değişiklik dolayısıyle maklûb olur; ya isnadta bir râvi isminin kalbi, yahut hadîsin maruf olan isnadının bir başka İsnadla, yahutta maruf olan râvisinin bir başka râvi ile değiştirilmesi ha­linde maklûb olur.

Metin yönünden maklûba, Uneyse'nin      (İbn Ummi Mektûm ezan okuduğu zaman yeyin için; Bilâl ezan okuduğu zaman da yeyip içmeyin) hadîsi misal olarak zik­redilebilir. Bu hadîs, İbn Ömer ve Hazreti Âişe rivayetiyle meşhur olup doğ­rusu şöyledir: ? (Bilâl gecel. ;n ezan okur; o okuduğu zaman yeyip için; tâ îbn Ummi Mektûm okuyuncaya kadar... [378] Bir rivayetin dışında, farklı olarak gelen diğer rivayetler maklûbtur. Ancak İbn Hıbbân ve İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektûm'un geceleri münâvebe ile ezan okumuş olabilecekleri ihtimaline da­yanarak Uneyse rivayetini maklûb saymamışlarsa da, bunun zayıf bir ih­timal olduğuna ve basit bir tevilden ibaret bulunduğuna şüphe yoktur.

Râvi isminin kalbedilmesi de, hadîsin maklûb sayılmasına yol açar. Böyle bir kalb, râvi isminin baba, baba isminin de râvi ismi olarak de­ğiştirilmesiyle olur. Ahmed İbn Alî ile Alî îbn Ahmed gibi.

İki veya daha fazla hadîsin isnadlarmm değiştirilmesiyle ortaya çıkan değişik isnadh hadîslere de maklûb adı verilir. Bağdâd ulemasının el~ Buhârî'nin hafızasını ve hadîs ilmindeki kudretini ölçmek için, ona isnadları maklûb yüz hadîs sordukları, onun da her isnadı âit olduğu metne iade etmek suretiyle üstün bilgi kudretini isbat ettiği malûmdur.

Maklûb, bir râvi ile meşhur olan bir hadîsin, bir başka râviden rivayet edilmesiyle de meydana gelir. Meselâ, Sâlim'den rivayetle meşhur olmuş bir hadîsi Nâfî'den, yahut Mâlik'ten rivayetle meşhur olanı, Ubeydullah İbn Ömer'den rivayet ederler.  Meşhur hadîs, Nâfî'den veya Ubeydullah'tan

maklûb olarak rivayet edilmesi halinde, rivayet edildiği isnadla garîb olur ve bazı hadîsçiler arasında rağbeti artar. Ancak hadîsin isnadında bu çeşit değişiklikler yaparak ona karşı rağbeti artırmak, hadîs vazedenlerin işidir. Hammâd ibn Amr, Ebû İsmâ'îl îbrâhîm ibn Ebî Hayye, Behlûl ibn Ubeyd el-Kindî bu işi yapan yalancılardandır. Meselâ yukarıda ismi zikredilen Hammâd İbn Amr, Hazreti Peygamberin selâm ile ilgili bir hadîsini merfû olarak el-A'meş'ten şöyle nakletmiştir:

(Bir yolda müşriklerle karşılaştığınız zaman, onlara ilk defa siz selâm vermeyin). Aslında bu hadîs, el-A'meş'in değil, Süheyl İbn Ebî Salih'in hadîsidir. Fakat Hammâd îbn Amr, Süheyl yerine el-A'meş'i koymuş ve bu suretle hadîse karşı rağbeti garîb isnadla artırmak istemiştir. Nitekim Müs­lim, Sahîh'inde Şu'be, Sufyân es-Sevrî, Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd ve Abdu'l-Azîz ed-Darâverdî'yi zikretmiş ve hepsinin de hadîsi Süheyl'den rivayet et­tiklerini göstermiştir. [379]

Garîb hadîsler, çok defa, onlara rağbeti artırmak gayesi güden yalancı (kezzâb) kimselerin maklûb hadîsleri olduğundan, hadîs uleması arasında garîb peşinde koşmak hoş karşılanmamıştır. Nitekim garîb hadîslerin sahîhide bu yüzden yok denecek kadar azdır.

Bazen maklûbun, râvinin gaflet ve hatası yüzünden meydana geldiği de olur. Meselâ Cerîr İbn Hâzim, Sâbir tarikiyle Enes'ten şöyle bir hadîs nakletmiştir:    (Namaz ikame edildikte beni görmedikçe ayağa kalkmayın).

Halbuki bu hadîs:     isnadıyle meşhurdur. Müslim'in Sahîh'inde yer alan isnad da  [380]Hammâd İbn Zeyd'in ifadesine göre, Cerîr de bu hadîsi Haccâc es-Savvâftan işitmiştir. Hammâd, bu konu ile ilgili olarak şöyle der: Cerîr'le birlikte Sabitin yanında idik; orada Haccâc da bulunuyordu ve bize Yahya îbn Ebî Kesîr'den Abdullah İbn Ebî Katâde tarîkıyle mezkûr hadîsi rivayet etti. Fakat sonradan Cerîr, hadîsi Sabitin rivayet ettiğini zannederek ondan nakletti. [381]

Râvilerin gaflet ve hataları yüzünden hadîslerde meydana gelen   değişiklikler, umumiyetle o hadîslerin zayıf hadîsler arasında yer almalarına sebep olmuştur. Bu zayıflığın asıl sebebi de, hiç şüphesiz, râvinin gafelet ve hataya düşmesini kolaylaştıran zabt azlığıdır. Bununla beraber, sika olan bir râvi isminin sehven kalbedilmesinin, sahîh hadîsi sahîh, veya hasen hadîsi hasen hadîs olmaktan çıkarmadığını da görüyoruz. Nitekim imam ez-Zerkeşî bu konuya işaretle "maklûb, şâz ve muztarib hadîsler, bazen sahîh ve hasen kısmına girerler" demiştir. [382]

 

f) İsnadında Râvi Ziyâde Edilmiş Hadîsler

 

Bazen bir hadîsin muttasıl isnadı ortasında râvi ziyâde edilemek suretiyle aynı hadîsi rivayet eden diğer râvilerin rivayetlerine muhalefet edildiği görülür ki, ortasında râvi ziyâdesi ihtiva eden bu çeşit hadîslere el-mezid fî muttasılı11-esânîd denilmiştir.[383] İsnaddaki bu muhalefet, ancak, ziyâdeyi yapmayan râvinin, ziyâdeyi yapandan daha titiz olması halinde bahis konusudur. Bunun da şartı, ziyâdenin yapıldığı yerde semâ'a açık ola­rak delâlet eden bir sîganm kullanılmasıdır. Semâ'a delâlet etmeyen ta­birler kullanılmışsa, meselâ hadîs o yerde an'ane ile rivayet edilmişse, ziyâdeyi ihtiva eden rivayet tercih olunur. Tecrîd mukaddimesinde bu ko­nuda şu açıklama yapılmıştır: "Muhalefetin üçüncü nev'i, bir râvinin ken­disinden daha mutkın olmakla maruf diğer râvi veya ruvâtm zikretmediği bir râviyi isnadın arasına yanlışlıkla ziyâde etmesiyle olur ki, bu tarzda ri­vayet edilen hadîs- zaîfe mezîd fî muttasıli'l-esânîd nâmını verirler. Bu nev'e dâir Hatîb-i Bağdâdî'nin Temyîzu'l-mezîd fî muttasılı1 esânîd is­minde müstakil bir kitabı vardır".

"Misal: Abdullah İbnu'l-Mubârek tarîkmdan rivayet edilen:

 (Kabirler üzerine oturmayınız, kabirlere karşı namn? r)

isnadı ile vârid olmuştur. Halbuki bu senedde Sufyân ile Ebû îdrîs bu­lunmayacaktı. Ebû İdrîs'in senede idhali Abdullah İbnu'l-Mubârek'in veh­minden neş'et etmiştir. Çünkü birçok sikât, hadîsin senedinde an îbn Câbir, an Busr, an Vasile dedikleri gibi, bazıları da, Busr'un Vasile (r.a.) den semâ'mı tasrîh etmişlerdir. Ebû Hâtim-i Râzî: "Büsr'un Ebû îdrîs'ten rivâyâtı çok olduğu için, İbnu'l-Mubârek yanılmış da bu hadîsi ondan ri­vayet ettiğini zannetmiş" diyor. Sufyân'm ziyâde edilmesi ise, Ibnu'l-Mubârek'ten sonra gelen ruvât'dan birinin eser-i vehmidir diye hük­mediliyor. Zira birçok sikât, hadîsi Sufyân'ı zikretmeksizin   an Abdillah

İbni'l'Mubûrek, an İbn Câbir, an Busr...diye rivayet ettikleri için, bu ikinci vehim kendisinden sonra vâki olmuş demektir".

"Ancak İbn Hacer-i Askalânî'nin tenbîh ettiği üzere, isnaddaki bu ziyâde yüzünden hadîse ta'n edebilmek için, ziyâde etmeyen râvi-i sikanın râvi-i zaidin üst tarafındaki râviden semâ'ını tasrîh etmiş olması iktiza eder. Bu râvi-i sikanın rivayeti şayed tasrîh-i semâ ile olmayıp da an gibi adem-i ittisali de muhtemel bir lafz ile vâki olmuş ise, râvi-i zâid denilen şahsın arada mevcûd olduğu tereccuh edip sikanın isnadında inkıta bu­lunduğuna hükmedilir".[384]

 

g) Metninde Ziyade Edilmiş Hadîsler

 

Hadîs ilminde bilinmesine önem verilen konulardan birisi de ziyâde olup, bununla, güvenilir (sika) olan bir râvinin, hadîsin rivayeti sırasında onda yaptığı fazlalık kasdedilir. El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin rivayetinde tek kalması halinde, ziyâdesinin makbul ol­duğu görüşünde olduklarına işaret ederek şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, kendisine şer'î bir hükmün taalluk ettiği, yahutta herhangi bir hüküm ta­alluk etmeyen ziyâde ile bu ziyâdeyi ihtiva etmeyen haberin hüküm yö­nünden bir noksanlığa sebep olacak ziyâde arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir hükmün değişmesine yol açacak ziyâde ile, buna yol açmayacak ziyâde arasında da ayırım yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi bir rivayetinde bu ziyâdeyi yapmasa da, bir başka rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de, kendisi rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir'. [385] Bununla beraber el-Hatîb bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir:

Yaptığı ziyâde ile tek kalan âdil kişinin ziyâdesini kabul eden bazı kim­seler, bu ziyâdenin kendisine taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu, fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.

Şâfl'î mezhebine mensûb olan bazı kimseler, ziyâdenin râvi cihetinden olmayıp, sika bir kimseden gelmesi halinde kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce noksan, sonra da ziyâde ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi gerektiğini söylemişlerdir.

Hadîs ehlinden bazı kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kirnse ziyâdenin rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet etmezlerse, onun kabul edilemiyeceğini ileri sürmüşlerdir.

El-Hatîb bu görüşleri zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyâde, eğer râvisi âdil, hafız, mutkm ve zabıt ise, ne şekilde olursa olsun makbuldür ve kendisiyle amel edilir." Demiştir. [386]

İbnu's-Salâh ise, el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:

1) Râvinin, rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfî düş­mesi halidir ki, bunun hükmü, şazda görüldüğü gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz. [387]

2) Güvenilir râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette   muhalif düşmez;   bu   durumda her  hadîs,  hepsi  güvenilir  olan râvilerin, rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür.   Hattâ el-Hatîb, böyle bir  hadîsin kabulü hakkında ulemanın ittifakı bulunduğu gö­rüşündedir.

3) Bu iki kısım arasında bir de hadîsin ihtiva ettiği bir söz ziyâdesi var­dır ki, güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyâdeyi başkaları rivayet etmez. [388]

İbnu's-Salâh'm bu açıklamasından anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde, ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan ziyâde ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs eh­linin ve fukahânın kabulünde ittifak ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.

îbn Hacer'in ziyâde ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uy­gundur. İbn Hacer de, güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı ziyâdeden söz ederken şâz'm bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve ziyâdeyi ih­tiva eden hadîsin, ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. îbn Hacer bu konuda şöyle der:

"Sahih ve hasen râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyâdeyi yapmayan ve daha güvenilir olan bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe mak­buldür. Çünkü hadîsteki ziyade, ya bu ziyâdeyi zikretmeyen kimsenin ri­vayetine aykırı olmaz; bu takdirde ziyâdesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Yahutta bu ziyâde, diğer rivayete aykırı düşer ve kabul edilmesi halinde, diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir durumda, ziyâdeyi ihtiva eden ri­vayetle onun zıddı olan rivayet arasında tercih yapılır".

"Ziyâdenin,   tafsile   gitmeksizin   mutlak   kabulü   ile   ilgili   görüş, hadîsçilerle fukahânın ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını sahihte şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir bir râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile gitmeksizin ziyâdenin mutlak kabulü doğru ol­mamak gerekir. [389]

Görüldüğü gibi, İbn Hacer de Îbnu's-Salâh gibi, ziyâdenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın değerlendirilemeyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira Ibn Hacer'in de ifade ettiği gibi, şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısıyle onun mutlaka kabul edileceğini ileri sürmek apaçık te­zattır.

Hadîste ziyadeye, Mâlik İbn Enes'in şu hadîsini misal olarak zik­redebiliriz:

Mâlik, Nâfİ'den, o da İbn Ömer'den rivayet etmiştir'. [390]

(Hazreti Peygamber, Ramazan ayında fıtr (fitre) zekâtını, bir Ölçü hurma veya arpa olarak, hür olsun köle olsun, erkek kadın bütün müs­lümanlara farz kıldı).

Et-Tirmizî mezkûr hadîsi naklettikten sonra, Mâlik'in Nâfi'den Eyyûb gibi rivayet ve ibaresini de ziyâde ettiğini söylemiştir. Yine et-Tirmizî'ye göre, Nâfi'den hadîsi rivayet eden diğer râviler, bu ibareyi zikretmemişler dir. Bu bakımdan Mâlik, bu ziyâdeyi rivayetinde zikretmekle tek kalmıştır. Ne var ki bu hadîsle amel ve fıtr zekâtını edâ etmek hu­susunda ihtilâf ortaya çıkmış; tabiatiyle başta Mâlik olmak üzere eş-Şâfi'î ve Ahmed İbn Hanbel, hadîsteki bu ziyâdeye göre hüküm vererek, kadın olsun erkek olsun, hür olsun köle olsun, fitrenin yalnız müslümanlara farz olduğunu, gayr-i müslim köleler için fitre vermek gerekmediğini ileri sür­müşlerdir. Ziyâdeyi kabul etmeyen Sufyân es-Sevrî, Abdullah Ibnu'l-Mubârek ve İshâk gibi imamlar ise, köle gayr-i müslim de olsa, onun için de fitrenin ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir. [391]

Müslim tarafından nakledilen bir hadîs, Ebû Mâlik Sa'd İbn Târik el-Eşca'î tarafından Rib'î İbn Hırâş'tan rivayet edilmiştir. Rib'î, Huzeyfe'den, oda Hazreti Peygamberden rivayet etmiştir. Hazreti Peygamber şöyle bu­yurmuştur: [392]

(İnsanlar üzerine üç şeyle tafdîl olunduk: Namaz saflarımız meleklerin safları gibi yapıldı; bütün yeryüzü bize mescid ve toprağı da, su bu­lamadığımız zaman, (teyemmüm yapmamız için) teiniz kılındı.

Müslim tarafından nakledilen bu hadîsteki ve cu'ılet turbetuhâ lenâ tuhûran (ve toprağı bize temiz kılındı) ibaresi ziyâde olup, Ebû Mâlik el-Eşca'î bu ziyâdenin rivayetiyle tek kalmıştır. Gerek Müslim'de ve gerekse el-Buhârî'de yer alan aynı hadîsin değişik rivayetlerinde ve cu'ılet lene'l-arzu meselden ve tuhûran ibaresi yer almıştır. [393]

 

h) Muztarib Hadîsler

 

Bazen bir, bazen de iki veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde ri­vayet edilen, fakat ne râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne ken­disinden rivayet ettiği şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi birinin bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih ya­pılamayan hadîse muztarib denilmiştir.

Bu tarifi biraz açıklamak gerekirse, denebilir ki: Bir râvi, şeyhinden bir hadîs rivayet eder; bir başka seferinde, yine aynı hadîsi aynı şeyhten ikinci defa rivayet ederken, ya hadîsin isnadında, yahut metninde bazı de­ğişiklikler yapar. Bu değişiklikler sebebiyle iki rivayet arasında, bazen bariz bir muhalefet hâsıl olur ve hadîs imamı bu iki rivayetten birisini, fakat doğru olanını tercîh etmek zorunluluğu duyarsa da bu tercihi yapamaz. İşte o zaman bu hadîsin muztarib olduğuna hükmedilir.

Bazen de bir hadîsi aynı şeyhten iki veya daha fazla râvi rivayet eder. Bu rivayetler arasında ya isnad, yahut metin, yahutta hem isnad ve hem de metin yönünden muhalefet görülür. Hadîs imamı, râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, yahut şeyhine olan yakınlığı, yahutta rivayetlerden bi­rinin başka râviler tarafından da aynı şeyhten alınmak suretiyle kuvvet ka­zanması gibi çeşitli tercîh sebeplerinden biriyle muhalif rivayetlerden birini tercîh edebilirse, hadîs muztarib olmaktan çıkar ve tercîh olunan rivayet sahih kabul edilir; fakat bu tercîh yapılamazsa, o hadîs yine muztarib ola­rak kalır.

Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, muztarib, birbirine muhalif rivayetleri arasında sıhhat yönünden eşitlik bulunan ve bu sebeple biri diğerine tercîh edilemiyen hadîstir. Iztırâb, râvilerin zabt yönünden zayıflıklarına delâlet

etmesi dolayısıyle, hadîsin de zayıf sayılmasını gerektirir. Bu sebeple muz-tarib hadîsler merdûd hadîsler arasında yer alırlar.

İsnad yönünden muztarib sayılan hadîsin örneği, Ebû Bekr'in şu hadîsidir: (Yâ Rasûlallah, seni yaş­lanmış görüyorum, diyen Ebû Bekr'e Hazreti Peygamber: "Beni, Hûd ve ben­zeri sûreler ihtiyarlattı" cevabını vermiştir. [394] Ebû İshâk es-Sebî'î vâsıtasıyle rivayet edilen bu hadîsin isnadında birbirinden farklı şekiller gö­rülür: Bazı rivayetlerde hadîs mursel olarak, bazılarında Ebû Bekr'in, ba­zılarında Sa'd İbn Ebî Vakkâs'ın, bazılarında da Aişe'nin musnedi olarak gelir. Rivayetlerin hepsinde de râviler sika (güvenilir) kimselerdendir ve aralarında tercîh yapmak mümkün değildir. [395]

Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin İsmâ'îl İbn Umeyye tarikiyle Ebû Arar İbn Muhammed İbn Hurays'ten, onun da, ceddi Hurays vâsıtasıyle Ebû Hu-reyre'den naklettikleri Hazreti Peygamberin "Herhangi biriniz namaz kıl­dığı zaman, Önüne (sütre olacak) bir şey koysun" veya bazı rivayetlerde "eğer dikecek bir âsâ bulamazsa, bir hat çeksin" hadîsi, muhtelif is-nadlarında ıztırabm açık bir şekilde görüldüğü dikkata şâyân bir misal teş­kil eder. [396] Bu isnaddaki ihtilâf, İsmâ'îl İbn Umeyye üzerinde ve onun ri­vayetinde ortaya çıkmaktadır. Bişr İbnu'l-Mufaddal ve Ravh İbnu'l-Kâsım, İsmâ'îl'den hadîsi naklederken onun şeyhini yukarıda zikrettiğimiz şekilde, yâni Ebû Amr İbn Muhammed îbn Hurays olarak vermişlerdir. Daha doğ­rusu, İsmâ'îl İbn Umeyye'nin, şeyhini onlara bu şekilde isimlendirdiği an­laşılmaktadır ve şeyhi de hadîsi ceddinden nakletmiştir. Sufyân es-Sevrî'nin rivayetinde ise, İsmâ'îl, şeyhini ve şeyhinin şeyhini daha değişik bir şekilde vermiş ve an Ebî Amr îbn Hurays, an ebîhi demiştir. Keza îsmâ'îl'den gelen diğer rivayetlerde de değişik şekiller görülür. Meselâ:

Bu isnadlarda da görüldüğü gibi, ihtilâf, îsmâ'îl İbn Umeyye'nin rivayetinden ileri gelmiş ve îsmâ'îl, her defasında şeyhini değişik şekillerde vermiştir. Buna benzer bir ihtilâf, aynı hadîsi İsmâ'îl'den rivayet eden Sufyân İbn Uyeyne'de de görülür:

İbnu's-Salâh tarafından verilen bu misal [397]el-Irâkî'nin ifadesine göre, rivayetler arasında tercîh yapılabilmesi halinde, ıztırabm kaybolacağı görüşüne istinaden itiraza uğramış, hadîsin Sufyân es-Sevrî tarafından da rivayet edildiği ve Sufyân'm hıfz yönünden hadîsi nakleden diğer râvilerden daha üstün olduğu cihetle, rivayetinin diğerlerine tercîh edilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Her ne kadar el-Hâkim ve diğer imamlar, hadîsin sahîh olduğunu söylemişlerse de, tercîh yönü yine de ihtilaflıdır. Gerçi Sufyân di­ğerlerine nisbetle daha üstün hafızaya sahiptir; fakat rivayetinde an Ebi Amr İbn Hurays, an Ebîhi demek suretiyle teferrüd etmiştir. Halbuki diğerlerian Ebîhi yerine an ceddihi demişlerdir ve hepsi de Basralı gü­venilir imamlardır. Keza Sufyân İbn Uyeyne de rivayetinde bunlara mu­vafakat etmiştir. O halde tercîh edilmesi gereken rivayet, çokluğun rivayetidir. Diğer taraftan İsmâ'îl İbn Umeyye Mekkelidir; Sufyân İbn Uyeyne de orada ikamet etmiştir. Bu da, rivayetinin ayrı bir tercîh yönüdür. Sonra, yine Mekkeli olan İbn Curayc, an Hurays îbn Ammar, an Ebî Hu-reyre dediği rivayetiyle diğerlerinin hepsine muhalefet etmiştir. Bu tak­dirde bütün tercîh yönleri birbirine zıt olarak ortaya çıkar. Buna, hadîsin asıl râvisi olan şahsın, yâni İsmail'in şeyhi Ebû Amr İbn Hurays'in mechûl oluşu da ilâve edilirse, [398] hadîsin zayıf olduğu anlaşılır. Nitekim Ebû Dâvûd da, Sufyân İbn Uyeyne'den onun zafiyeti ile ilgili bir haber nak­letmiştik'. [399] Eş-Şâfi'î, el-Beyhakî ve en-Nevevî de hadîsin zayıf olduğunu söyl ey enlerdendir. [400]

 (Hazreti Peygambere zekât hakkında sorulduğu zaman: "Malda, zekâttan başka da bir hak vardır" buyurdu)- Et-Tirmizî, hadîsi Şerik tarikiyle Ebû Hamza'dan, o eş-Şa'bî'den, o da Fâtıma'dan bu şekilde nak-letmiştir. İbn Mâce'nin rivayeti ise, şöyledir: » (Malda, zekâttan başka bir hak yoktur) [401]

Bu iki rivayette tevili mümkün olmayan bir ıztırâb vardır. Bununla beraber bazıları, bu hadîsin de ıztırâb için uygun bir misal olmayacağını ileri sürmüşlerdir; çünkü Şerik'in şeyhi zayıftır ve hadîs, ıztırâb yönünden değil, râvinin za'fı yönünden merdûdtur. Diğer taraftan, iki rivayet ara­sındaki ihtilâfın tevili de mümkün olabilir. Şöyleki: Fâtıma Bint Kays, hadîsi her iki şekilde de Hazreti Peygamberden işitmiş ve rivayet etmiştir; birinci hadîste geçen hak kelimesiyle müstehâb olan, nefyedilen İkincisiyle de vâcib olan hak kasdedilmiştir. Maamafîh bu konuda daha doğru ola­bilecek bir misal daha vermek mümkündür. Bu misal, namazda Fatiha sûresinden Önce öesme/e'nin de okunup okunmayacağı ile ilgili Enes İbn Mâlik hadîsidir. Müslim'in el-Velîd İbn Müslim rivayetiyle teferrüd ettiği bu hadîste Enes îbn Mâlik şöyle demektedir: "Hazreti Peygamberin, Ebû Bekr'in, Osman'ın arkasında namaz kıldım; ile başlıyorlar; kıraatin ne başında ne de sonunda zikretmiyorlardı. [402]

Mâlik'in Humeyd et-Tavîl vâsıtasıyle yine Enes İbn Mâlik'ten rivayeti şöyledir: "Ebû Bekr, Ömer ve Osman'ın arkasında namaz kıldım; hepsi de namaza başladıkları zaman   okumuyorlardı". [403]

El-Buhârî ise, hadîsi Hafs İbn Ömer tarikiyle Enes'ten şu şekilde nak-letmiştir: "Hazreti Peygamber, Ebû Bekr ve Ömer, namaza uil ile başlıyorlardı''. [404]

Mezkûr hadîsi söz konusu eden İbn Abdi'1-Berr şöyle der: Bu hadîsin lafızları üzerinde pek çok ihtilâf edilmiştir. Bazı rivayetlerinde "Hazreti Peygamber, Ebû Bekr ve Ömer'in arkasında kıldım" denilmekte, bazılarında buna Osman ilâve edilmekte, bazılarında yalnız Ebû Bekr ve Osman zik­redilmektedir. Bazı okumuyorlardı", bazılarında "cehretmiyorlardı", bazılarında "cehrediyorlardı", bazılarında "kıraata el-Hamdu li'llahi Rabbi'l-âlemîn ile başlıyorlardı", bazılarında da besmeleyi "okuyorlardı" denilmektedir. Bu öyle bir ıztırâbtır ki, hiçbir râvinin elinde buna dâir bir hüccet yoktur. Şurası muhakkaktır ki Enes, Bu hadîsiyle öes­me/e'nin nefyini kasdetmemiştir. El-Buhârî ve Müslim'in şartına uygun bir senedle Ahmed İbn Hanbel'in ve Huzeyme'nin naklettikleri bir haberden öğ­renildiğine göre, Ebû Seleme'nin "Hazret Peygamber namaza ile mi, yoksa ile mi başlıyordu? şeklindeki bir sualine Enes İbn Mâlik şu cevabı vermiştir: Sen, bana bilmediğim bir şeyi sordun; senden önce de hiç kimse böyle bir sual sormamıştı". [405]

Iztırâb, vermiş olduğumuz bu misallerden de anlaşıldığı gibi, hadîsin za'fını gerektiren bir illettir; zira bunun menşei, hadîs râvilerinin, ne kadar güvenilir olurlarsa olsunlar, rivayet ettikleri bir hadîste, geçici de olsa, gösterdikleri bir zabt zayıflığıdır. Bu zayıflık dolayısıyle değişik şekillerde gelen rivayetlerden herhangi birini tercih etmek mümkün olmadığı zaman, o ri­vayet muztarib olmakta ve merdûd hadîsler arasında yer almaktadır. [406]

 

ı)  Musahhaf Hadîsler

 

Kelimeyi yanlış okumak manâsında tashîften ism-i mefûl olan mu­sahhaf, hadîs ıstılahında, metin veya isnadında bir kelimesi veya râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edil­miş hadîse verilen isimdir.

Hadîsin gerek metnindeki bir kelimenin ve gerekse isnadmdaki bir râvi isminin telaffuzunda vâkî olan hatâ, ya kelime veya ismin şekil ve hat yönünden değişmeden yalnız bazı harflerindeki noktaların değişmesiyle (yâni noktalı bir harften noktanın düşmesiyle, yahut noktasız bir harfin noktalı olarak okunmasıyle), yahutta kelime veya ismin yazılış yönünden şekil değiştirmesiyle olur.

Mütekaddimûndan olan hadîsçiler, bu iki hatâ şekli arasında herhangi bir ayırım yapmamışlardır. Bunlara göre, ister harfte yalnız nokta de­ğişikliği olsun, ister kelimede şekil değişikliği olsun, her ikisi de mu­sahhaf tır; çünkü her ikisi de bir hatânın neticesidir. Nitekim bu konuya bir kitap tahsis eden el-Askerî, her iki şekle de delâlet etmek üzere, kitabına et-Tashtf ve't-tahrîf ve şerhu mâ yaka'u fth adını vermiş [407]ve tashîf ve tahrîrin kendi nazarında bir ve aynı olduğunu belirtmek istemiştir.

Bununla beraber, daha sonraki hadîsçüer, her iki hatâ şeklim bir­birinden ayırmaya meyletmişlerdir. Meselâ îbn Hacer, yazı şeklinin baki ka­larak sadece nokta değişmesiyle bir yahut birkaç harfin değişmesi halinde ortaya çıkan ibareye musahhaf, şekil değişikliğine uğramış ibareye de mu-harref adını vermiştir'. [408]

Tashîf ve tahrifin, bazen hadîsin metninde, bazen de isnadında vâki ol­duğu gözönünde bulundurularak, îbn Hacer'in tarifine göre metin yönünden musahhaf olan bazı hadîsleri misal olarak zikretmekte fayda vardır:

Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hazreti Peygamberden rivayet etmiştir: "Kim Ra­mazan orucunu tutar, sonra da onu takiben Şevvâl'den altı günü oruçlu ge­çirirse, bütün sene oruç tutmuş gibi olur".

Hadîs, Müslim, et-Tirmizî, Ebû Dâvûd ve îbn Mâce tarafından rivayet edilmiştir''. [409]Ancak ed-Dârakutnî'nin belirttiğine göre, yine Ebû Eyyûb tarikiyle hadîsi nakleden Ebû Bekr es-Sûlî, hadîs metninde geçen sitten kelimesinde tashîf yapmış ve demiştir'. [410]

Hazreti Peygamber tarafından sadaka âmili olarak gönderilen Esd (Ezd) kabilesinden Îbnu'l-Lutbiyye adında biri, dönüşünde, topladığı ver­gileri getirip "bunlar sizin" diyerek Hazreti Peygambere teslîm etmiş, bazı şeyleri de yanında alıkoyup "bunlar da benim; bana hediye edildi" demişti. Bunun Üzerine Hazreti Peygamber, Mescidde minbere çıkarak memurların hediye kabul etmelerinin doğru olmadığını bildiren bir konuşma yapmış ve hediye alanların, aldıklarını (deve, inek ve koyun cinsinden olursa, her biri kendi sesleriyle bağırır oldukları halde) kıyamet günü boyunlarında ta­şıyacaklarını haber vermiştir. El-Buhârî ve Müslim tarafından Ebû Humeyd es-Sâ'ıdî tarikiyle rivayet edilen bu hadîste''[411] "eğer bir koyun ise meler" ibaresi yer almıştır. İbnu's-Salâh'm ed-Dârakutnî'den naklen be­lirttiğine göre, Ebû Mûsâ Muhammed İbnu'l-Musennâ bu ibareyi tashîf ede­rek şeklinde rivayet etmiştir'. [412]

Tashîf, bazen de isnadta vâki olur. Bunun güzel bir örneğini el-Hâkim zikretmiştir: Muhammed İbn Abdi'l-Kuddûs el-Mukrî'nin, bazı şeyhlerinden naklettiğine göre, Bağdâd'ta bir şeyh hadîs rivayeti için oturmuş ve şöyle bir isnad zikretmiştir Şeyh, bu kelimelerle şu isimleri söy­lemek istemiştir'':. [413]

Tashîfin, hadîste yapıldığı gibi, bazen Kur'ân kırâ'atinde de yapılmış ol­masına ve âyet-i kerîmelerin doğru bir şekilde ezberlenmemesi halinde bazı harf veya kelimelerin yanlış okunmasına da şaşırmamak gerekir. Ebû Bekr el-Mu'aytî'nin anlattığına göre, bir mürebbi, küçük bir çocuğu önüne oturt­muş ona Kur'ân okutuyordu. Bir âyeti şöyle okuduğunu işittim:

Ona dedim ki: "Yâ fulân, Allah böyle bir şey söy­lemedi. Senin okumak istediğin âyet olacak". Bana şu cevabı verdi: "Sen, Ebû Âsim İbnu'1-Alâ' el-Kisâ'î kıraatine göre oku­yorsun. Ben ise, Ebû Hanıza İbn Âsim el-Medenî kıraatine göre okuyorum". Adama, "senin kurrâ hakkındaki bilgine de diyecek yok, diyerek yanından ayrıldım.[414]

Zikrettiğimiz bu misallerde açıkça görüldüğü gibi, bazı kelimeler üze­rinde yapılan hatâlar, tamamiyle nokta değişmelerinden ibarettir ve İbn Hacer'in tarifine göre bu çeşit hatayı ihtiva eden hadîslere musahhaf de­nilmiştir. Gerek tashîf ve gerekse tahrif, umumiyetle yazılı olan bir isim veya kelimenin yanlış okunması neticesinde meydana gelmiştir. İlk de­virlerde metinlerin noktasız ve harekesiz yazıldığı gözönünde bu­lundurulursa, bunları okumadaki güçlüğün hatâ yapma ihtmalini ne derece artırdığını anlamak güç değildir. Bu bakımdan tashîfâtın çoğu, nazfti (görme) hatâsı olarak ortaya çıkar. Bununla beraber, bilhassa isimlerde, semâ'a, yâni işitmeye dayanan hatâların da vukubulduğu anlaşılmaktadır. Bunun sebebi de, şifahî rivayetlerde isnad zikredilirken söylenen bir isim veya lakabın harfleri, şekil ve nokta yönünden farklı olsa bile, aynı vezin ve kalıptaki başka bir isim ve lakab şeklinde duyulup karıştırılabilmektedir. Meselâ el-Hâkim'in belirttiğine göre, Ehvazlılar, bir isnad içinde geçen Bu-keyr îbn Amir el-Becelî ismini tashîf etmişler ve Bukeyr yerine Ukeyl de­mişlerdir. Bu, Bukeyr'in Ukeyl gibi duyulup anlaşılması neticesinde ortaya çıkmış bir hatadır'.[415] Tashîf, metinlerde vâki olduğu zaman, çok defa manâların bozulmasına da yol açmıştır. Bilhassa bunu yapanların, hadîs bilgisi bakımından kifayetsiz, hafıza bakımından da zayıf oldukları dü­şünülürse, manânın ne şekil alabileceğini tahmin etmek güç olmaz. Bunun güzel bir Örneği, el-Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen aneze (na­mazda     sütre olarak kullanılan baston)     hadîsinin  Muhammed  İbnu'l- Musennâ el-Anezî nazarında kazandığı manâdır. [416]Kutub-i Sitte imam­larının şeyhlerinden olan bu şahıs, Hazreti Peygamberin aneze denilen bir bastonu sütre olarak önüne dikip ona karşı namaz kıldığını bildiren bu hadîsi işittiği zaman, "biz, şerefi büyük olan bir kavimiz; biz, Aneze'deniz. Hazreti Peygamber bize salât (duâ) da bulundu." Demiştir. [417]

 

i) Muharref Hadîsler

 

 Muharref, Tahriften ism-i mefûl olup, harf ve yazı şekli değişikliğe uğ­ramış kelime veya ibarelere verilen bir isimdir. Meselâ bir ibare içinde geçen mahrum kelimesi, bir hatâ neticesi merhum veya mercûm şeklinde okunur ve yazılırsa, bu kelime muharref olur; yâni tahrife, veya yazı şekli değişikliğe uğramış olur.

Hadîsler arasında kelime veya ibareleri bu türlü değişikliğe uğramış haberlere çok rastlanır. Ancak hadîs imamları bu değişiklikleri işaret ede­rek onların doğru şekillerini göstermişlerdir.

Musahhaf hadîslerden söz ederken de açıkladığımız gibi, gerek el-Hâ-kim en-Neysâbûrî ve İbnu's-Salâh ve gerekse en-Nevevî ve onun şârihi es-Suyûtî, yazıda şekil değişikliği ile meydana gelen muharref haberleri, sadece harflerin nokta değişikliğine uğramasıyle meydana gelen musahhaf hadîsler içerisinde mütalâ etmişler ve hepsine birden musahhaf de-mişlerdir.[418] Bununla beraber İbn Hacer, Musahhafı iki kısma ayırarak şekil ve hat değişikliğine uğramış yazılara muharref, yalnız nokta de­ğişikliğine uğramış yazılara da musahhaf adını vermiştir.[419]

Zeyd İbn Sâbit'in, Hazreti Peygamberin Mescid içinde kendisine bir oda edinmesiyle ilgili haberinin tahrif edilmiş bir rivayeti, bunun güzel bir örneğini teşkil eder. Zeyd İbn Sabit, bu haberinde diyerek Hazreti Peygamberin (Mescidde) hurma yaprağından veya hasırdan kendisine bir oda edindiğini bildirmiştir. El-Buhârî ve Müs­lim tarafından da nakledilen bu hadîsi  [420]şeyhinden işitmeden bir ki­taptan alıp rivayet eden İbn Lehî'a, ilk kelimede hataya düşmüş; ihtecere okuyacak yerde, onu tahrif ederek, "hacamat oldu" manâsında ihteceme şeklinde okumuştur'. [421]

 

4. BÖLÜM