HADİS USULÜ.. 4

ÖNSÖZ.. 4

I. BÖLÜM... 5

SÜNNET, HADİS, HABER.. 5

1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı 6

2. Söz, Fiil ve Takrir 9

3. Hadîsin Lügat ve Istılah Manâsı 10

4. Hadîs ve Sünnet Arasındaki Fark. 10

5. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı 11

BÖLUM... 12

HABERLER VE HABER ÇEŞİTLERİ. 12

A. MÜTEVÂTİR HABERLER.. 12

1. Mütevâtirin Lügat ve Istılah Manâsı 12

2. Mütevâtir Haberin Şartları ve Tarifi 12

3. Mütevâtir Haberin Çeşitleri 14

a) Mütevâtir Lafzî 14

b) Mütevâtir Manevî 14

B.ÂHÂD HABERLER.. 14

1. Ahâdın Lügat ve Istılah Manâsı 15

2. Ahâd Haberlerin Çeşitleri 16

a) Meşhur Haberler 16

b) Azîz Haberler 16

c) Garîb Haberler ve Çeşitleri 17

1) Ferd-i Mutlak. 18

2) Ferd-i Nisbî 18

III. BÖLÜM... 19

SIHHAT YÖNÜNDEN  HABER ÇEŞİTLERİ. 19

Haberlerin Makbul ve Merdûd Olma Sebepleri 19

A. MAKBUL HABERLER.. 19

1. Sahîh Hadîsler ve Çeşitleri 19

a) Sahîh Li-Zâtihi 21

b) Sahîh Li-Gayrihi 21

2. Hasen Hadîsler ve Çeşitleri 22

a) Hasen Li-Zâtihi 23

b) Hasen Li-Gayrihi 24

3. Hadîste Ziyade. 24

4. Mahfuz Hadîsler 25

5. Maruf Hadîsler 26

6. Mutâbi ve Şâhid Hadîsler 26

7. Muhkem ve Muhtelif Hadîsler 27

Nâsih ve Mensûh Hadîsler 30

B.MERDÛD HABERLER.. 33

1.Merdûd Haberin Tanımı 33

2. Haberin Merdûd Olma Sebepleri 34

3. İsnadda İnkıta ve Munkatı Hadîs Çeşitleri 34

a) Muallak Hadîsler 35

b) Mursel Hadîsler 36

c) Mu'dal Hadîsler 39

d) Munkatı Hadîsler 40

e) Mudelles Hadîsler 41

1) Tedlîsu'l-isnad. 41

2) Tadlîsu't-tesviye. 42

3) Tedlîsu'ş-Şuyûh. 42

4) Tedlîsu'l-Atf. 43

5) Tedlîsu's-Sukût 43

f) Mursel-i Hafi 43

4. Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri 44

5) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri 44

a) Kizbu'r-Râvi 44

b) İttihâmu'r-Râvi bi'1-Kizb. 45

c) Bid'atu'r-Râvi 45

d) Fısku'r-Râvi 46

e) Cehâletu'r-Râvi 47

6.  Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri 48

a) Fuhş-ı Galatı'r-Râvi 48

b) Fuhş-ı Gafleti'r-Râvi 48

c) Muhalefetu'r-Râvi 49

d) Vehmu'r-Râvi 49

e) Sû-i Hıfzı'r-Râvi 50

7. Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri 50

a) Mevzu (Uydurma) Hadîsler 50

b) Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri 51

1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar 51

2. İslâm Düşmanlığı 56

3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları 57

4.Va'z ve Hikâyeler 57

5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu. 58

6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu. 58

c) Mevzu Hadîslerin Bilinmesi 59

1. Hadîs Uyduranın İtirafı 59

2. Râvide Bulunan Karineler 60

3. Hadîste Bulunan Karineler 60

8.Metruk Hadîsler 60

9. Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri 61

a) Şâz Hadîsler 61

b) Munker Hadîsler 62

c) Mu'allel Hadîsler 63

d) Mudrec Hadîsler ve Çeşitleri 64

1. Mudrecu'l-İsnâd. 64

2. Mudrecu'l-Metn. 65

e)  Maklûb Hadîsler 66

f) İsnadında Râvi Ziyâde Edilmiş Hadîsler 67

g) Metninde Ziyade Edilmiş Hadîsler 68

h) Muztarib Hadîsler 69

ı)  Musahhaf Hadîsler 71

i) Muharref Hadîsler 72

4. BÖLÜM... 73

İSNÂD.. 73

1. İsnadın Lügat ve Istılah Manâsı 73

2. Hadîs Rivayetinde İsnad Tatbiki 73

3. İsnâd Çeşitleri 75

a) Âlî İsnadlar 75

l) Uluw-i Mutlak. 76

2) Uluw-i Nisbî 77

b) Nazil İsnadlar 78

4. İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri 78

a) Merfû Hadîsler 78

b) Mevkuf Hadîsler 80

c) Maktu Hadîsler 80

d) Musned Hadîsler 80

V. BÖLÜM... 4

HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ. 4

A. SAHABÎLER.. 4

1. Sahabî Kimlere Denir?. 4

2. Sahabîlerin Tabakaları 5

3.  Sahabîlerin Sayısı 5

4. Sahabîlerin Adaleti 5

5) Sahabîlerin, Rivayet Ettikleri Hadîs Sayısına Göre İki Gruba Ayrılmaları 6

B. TABİİLER.. 6

1. Tâbi'î Kimlere Denir?. 6

2. Bazı Meşhur Tâbi'îler 7

3. Muhadramlar 8

4.Etbâ'u't-Tâbi'în. 8

C. RÂVİLERDE ARANAN ŞARTLAR.. 9

1. Râvînin Adaleti 9

2. Râvinin Zabtı 10

3. Râvinin Akıl ve Bâhğ Olması 11

D.HADÎS RÂVİLERÎNÎN CERH VE TA'DÎLİ. 11

1. Cerh ve Ta'dîl Ne Demektir?. 11

2. Cerh ve Ta'dîlin Lüzumu. 12

3. Cerh ve Ta'dîlin Bir Kavide Birleşmesi 13

4.Cerh Sebeplerinin Açıklanması 13

Cerhe Sebep Teşkil Eden Haller 13

6. Cerh ve Ta'dîlde Kullanılan Bazı Tabirler 16

E. HADÎS RÂVÎLERÎNİN ÂDÂB VE ERKÂNI. 16

1. Hadîs Hâvilerinin Riâyet Etmeleri Gereken Hususlar 16

2. Hadîs Rivayetinin Başlangıç Tarihi 17

F. RÂVİLER TARİHİ. 17

1. Vafeyât Kitapları 17

2. Tabakât Kitapları 18

G. RÂVÎLERİN ÎSÎM, KÜNYE VE LAKABLARI. 19

1. Künyesiyle Şöhret Kazanan Râviler 19

2. İsimleriyle Şöhret Kazanan Râviler 20

3. Lakablar (Elkâb) 21

4. Mu'telif ve Muhtelif. 21

5. Müttefik ve Mufterık. 24

6. Müteşâbih. 25

H. HADÎS RİVAYETİ VE ŞARTLARI. 26

1. Rivayetin Mâhiyeti 26

2. Hadîs Rivayetinde Bazı Müteferri Hükümler 27

3. Hadîslerin Lafzen Rivayeti 29

4. Hadîslerin Manâ Üzere Rivayeti 29

5. Rivayetu'l-Akrân. 30

6. Mudebbec. 30

7.  Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır 32

8.  Rivâyetu'l-Âbâp Ani'1-Ebnâ' 32

9.  Rivâyetu'1-Ebnâ1 Ani'1-Âbâ1. 32

10. Sabık ve Lâhık. 33

11. Mühmel 33

12. Muselsel 34

VI. B ÖL Ü M... 35

HADÎSLERİN ALINMASI. 35

(Tahammulü'l-Hadîs) 35

1. Hadîs Toplamak İçin Yapılan Seyahatler 35

2. Hadîs Alma Yollan (Tahammulü'l-Hadîs) 36

a) Semâ. 36

b) Arz - Kıra'a. 37

c)  İcâze. 40

d) Münâvele. 44

e) Mukâtebe. 45

f) İ'lâm... 46

g) Vasıyye. 47

h) Vİcâde. 47

VII. BÖLÜM... 47

HADÎSLERİN TOPLANMASI VE YAZILMASI. 47

A. KİTÂBETU'L-HADÎS. 47

1. Hadîsin İslâm Dinindeki Yeri 47

2. İlk Yazılı Hadîsler 49

3. Arap Yazısı, İlk Müslümanlar Arasında Yazı Bilgisi 49

4. Sahabîlerin Hadîs Yazmaktan Mene dilmeleri 50

5. Hadîs Yazan Bazı Sahabîler 51

a) Abdullah İbn Amr Ibnrl-As. 52

b) Câbir İbn Abdillah. 53

c) Ebû Hur ey re. 53

d) Alî İbn Ebî Tâlib. 54

e) Semura İbn Cundeb. 55

f) Enes İbn Mâlik. 55

B.HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ. 56

1. Tedvin Ne Demektir?. 56

2. Tedvîn Devrinin Başlangıcı 56

3. Hadîslerin Tasnifi 58

4. İlk Hadîs Eserleri 58

a)  Siyer ve Mağazî Kitapları 59

b)  Sünen Kitapları 59

c) Cami'ler 59

d) Musannaflar 60

e) Belirli Bir Konuya Tahsis Edilmiş Kitaplar 60

f) Mâlik İbn Enes ve Muvattâ' Adlı Eseri 60

5.Üçüncü Asirda Tasnif Faaliyetleri ve Hadîs Eserleri 61

a) Siyer ve Mağâzîler 61

b)Musnedler 62

c) Sunenler 64

1. En-Nesâ'î ve Sunen'i 64

2. Ebû Dâvûd ve Sunen'i 64

3. Et-Tirmizî ve Sunen'i 65

4. İbn Mâce ve Sunen'i 65

d) Musannaflar 65

e) Camı ler 66

1. El-Buhârî ve el-Câmi'u's-Sahîh'i 66

2. Müslim ve el-Câmi'u's-Sahîh'i 67

f) Cüzler 68

g) Belirli Konulara Tahsis Edilmiş Kitaplar 68

h) Mustahrecler 68

ı) Hadîs İlminin Çeşitli Konularına Tahsîs Edilmiş Kitaplar 69

BİBLİYOGRAFYA.. 69

 

 


HADİS USULÜ

 

 

ÖNSÖZ

 

Birinci hicrî asrın ortalarında müslümanlar arasında zuhur eden siyasî ihtilâflar, ikinci asırdan itibaren yabancı kültür akımlarıyle de beslenmeye başlayınca, akaide kadar varan sarsıntı, müslümanların tevhîd kelimesi üzerindeki vahdetini parçalayacak derecede şiddetini artırmış bulunuyordu. Daha üçüncü İslâm Halîfesi Osman İbn Affân'm öldürülmesiyle ortaya çıkan şî'a ve havâric fırkaları, birbirleriyle şiddetli bir mücadeleye girişmiş; havâric, Alî îbn Ebî Tâlib'i tekfir ederken, şî'a, onun tafdîlinde ifrata giderek Hazreti Peygamberin vasîsi ve vârisi olduğunu, hattâ bazıları da nü­büvvetini veya ulûhiyyetini iddia etmişlerdir [1]Bu mücadeleler, iki fırka arasında devanı edip giderken, ikinci asrın başlarında cehmiyye ve mu-şebbihe, cebriyye ve kaderiyye gibi felsefî - itikadî mezhebler zuhur etmiş, bunlar, kadîm Yunan felsefesinden aldıkları bir takım görüşlere İslâmî bir renk vererek onları müslümanlara mal etmeye çalışmışlardır.

Felsefî görüşlerin İslâm akaidi ile uyuşması, veya asıllarının Kurbân ve Sunnet'te bulunması elbette beklenemezdi. Fakat bu görüşleri benimsemiş olan ve onların müslümanlar arasında da yayılmasını ve benimsenmesini şiddetle arzu eden mezhebler, asılları Kur'ân ve Sunnet'te bulunmasa bile, bu görüşleri İslâmî bir renge sokmanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inançlarını gerçekleştirmek için başlıca iki yol bulmuşlardı: Ya Kur'ân-ı Kerîm'de, dışarıdan aldıkları görüşe, çok uzaktan dahî olsa, benzer bir âyet bulmuşlarsa, bu âyete ancak tevîl yolu ile görüşlerine uygun manâlar ver­meye çalışmışlar, sonra da bunları delil olarak kullanmışlardır; yahutta gö­rüşlerine aykırı olarak gelen hadîsleri, tevîl zahmetine katlanmaksızın uy­durma olduklarını ileri sürerek reddetmişler ve eğer bir hadîse dayanmak lüzumunu hissetmişlerse, görüşlerine uygun hadîsler vazetmişlerdir, yâni uydurmuşlardır. Esasen hadîs vaz'ı, Hazreti Osman'ın şehîd edilmesinden sonra şî'a eliyle başlamış ve büyük bir süratle yayılmış bulunuyordu.

Kur'ân âyetlerinin aslına aykırı olarak manâlandırılması, Hazreti Pey­gamberin hadîslerinin de reddedilmesi ve yerine uydurma hadîslerin ko­nulması, Kitap ve Sunnet'e dayanan İslâm akaidi için son derece büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Bu tehlikeye karşı elbette kayıtsız kalınamazdı. Ni­tekim îmam el-Gazâlfnin de dediği gibi, "Allah, kullarına Rasûlünün dilinde dîn ve dünyalarının selâmeti bakımından hak olan bir akîde ver­mişken, şeytan, mübtedi'anm kalbine, Sımnet'e muhalif şeyler üka etmiştir. Onlar şeytanın bu telkinleriyle hak olan akideyi teşviş etmek üzere iken, Allah mutekellimûn taifesini halkedip, dâvalarını Sunnet'in zaferi için ehl-i bid'atm telbîsatım çıkarıp atacak müretteb bir kelâm ile harekete ge­çirmiştir.[2]

Allah, İslâm akaidini mübtedi'anm teşvişinden korumak için kelâm eh­lini harekete geçirdiği gibi, Peygamberinin Sünnetini korumak için de mu-haddisûn taifesini harekete geçirmiş ve ilk defa, cerh ve ta'dü imamları, hadîs râvileriyle isnadlar üzerinde daha fazla durmak lüzumunu his­setmişlerdir. Bu imamlar arasında Şu'be (Ö. 160 H.), Mâlik İbn Enes (Ö. 179 H.), Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 198 H.), Sufyân İbn Uyeyne (Ö. 198 H.), Yahya İbn Sa'îd el-Kattân (Ö. 198 H.) ve bunların talebeleri Yahya İbn Ma'în (Ö. 233 H.), Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234 H.), Ahmed İbn Hanbel (Ö. 241 H.) ve daha sonra el-Buhârî (Ö. 256 H.); Müslim (Ö. 261 H.), Ebû Zur'a (Ö. 264 H.) ve Ebû Hatim (Ö. 277 H.) gibi birçok hadîsçi, râviler hakkında geniş araştırmalara girişerek cerh ve ta'dîl ilmini geliştirmekle büyük şöhret ka­zanmışlardır

Bu imamların her biri, Hicaz, Şâm, Mısır, Irak, Yemen ve Horasan gibi muhtelif beldelere mensûb oldukları için, her birinin hadîs cem'inde, bu hadîslerin tertip ve tanziminde, isnad ve râviler hakkında kendilerine hâs görüşleri bulunuyordu. Hafıza ve zabt yönünden derecelere ayırarak tasnif ettikleri râvilerin rivayetleri olan hadîsler de, kendilerine hâs tâbirlerle isimlendirilmişti. Hadîsçilerin, sahîh hadîsi, zayıf ve uydurma olanlarından ayırmak için başlattıkları bu yoğun faaliyet, İslâmî ilimlerin inşasında atı­lan ilk ve en önemli adım olmuş, bunun neticesinde, bir taraftan Hadîs İlmi zuhur ederken, bunu diğer îslâmî ilimler takip etmiştir. Hadîsçiler, hadîs ilmini, rivayet ve dirayet yönünden iki kısma ayırmışlardır. Rivayet yö­nünden hadîs ilminin konusu, Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerin bilinmesi, zabtı ve rivayetidir. Dirayet yönünden hadîs ilmi ise, rivayetin hakikatini, şartlarını, çeşitlerini, hükümlerini, râvilerin hal ve şartlarını ve merviyyatm sınıflarım inceleme konusu yapmıştır. Bu tak­simden de anlaşılmaktadır ki, birincisi, Hazreti Peygamberin hadîslerinin zabt ve rivayetinden ibaret olduğu halde, ikincisi, zabt ve rivayet edilen hadîslerin sıhhatini inceleyen, sahîh olanlarla zayıf olanları birbirinden ayırmayı gaye edinen bir ilimdir. O halde, bu ikincisi olmaksızın, yâni hadîslerin tenkid ve tahlillerini yapıp sahîh olanlarını zayıf olanlarından ayırmaksızın onların zabt ve rivayetinden hiçbir fayda sağlanamaz. Bu sebepledir ki, dirayet yönünden hadîs ilmi, bu ilmin temelini teşkil eder ve hadîs ilmi denildiği zaman da, umumiyetle dirayete dayanan ilim anlaşılır. Nitekim hadîsçiler arasında maruf olan Ilmıı Dirayeti'l-Hadîs, Umu Mus-talahı'l-BacLîs, Umu Usûli'l-Hadîs veya kısaca Ilmu'l-Hadîs tabirleri aynı manâda kullanılmış ve hepsi ile bu ilim kasdedilmiştir.

O halde, takdim ettiğimiz bu eser, ayrı ayrı hadîs ıstılahlarının da in­celendiği Umu Mustalahı'l-Hadîs veya Umu Usûli'l-Hadîs'e âit bir çalışma mahsûlüdür; kısaca ifade etmek gerekirse, bir Hadîs Usûlü kitabıdır.

Hadîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatm sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda tedvin edil­miştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahlanyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını ver­miştir. Ancak bu kitap, hadîs usûlü ile ilgili bütün konuları içine almamıştı. Er-Râmahurmuzî'den sonra gelen ikinci musannif, el-Hâkim Ebû Abdillah en-Neysâbürî (Ö. 405 H.)'dir ve Ma'rifet ulûmi'l-hadîs [3] adlı kitabını telîf etmiştir. Fakat bu kitap da müretteb ve mühezzeb değildi. Bundan sonra gelen Ebû Nu'aym Ahmed îbn Abdillah el-Isfahânî (Ö. 430 H.), el-Hâkim'in yukarıda zikredilen kitabına bir mustahrac yapmış, fakat birçok meseleleri kendinden sonrakilere bırakmıştır. Ebû Nu'aym'den sonra el-Hatîb el-Bağdâdî (Ö. 463 H.) gelir. Bu meşhur müellif, rivayet kaideleri üzerine tasnif ettiği kitabına el-Kifâye fi kavânînVr-rivâye [4]adını vermiş, bunu, ri­vayet âdabı ile ilgili bir başka tasnifi, el-Câmi' li-âdâbi'ş-şeyh ve's-sâmi' adındaki ikinci kitabı ve hadîs ilminin çeşitli bölümleriyle ilgili diğer ki­tapları takip etmiştir. El-Hatîb'ten sonra gelen bütün muhaddislerin kay­nağı, onun bu kitapları olmuştur. El-Hatîb'i takip eden diğer muhaddisler, el-Kâzî lyâz İbn Mûsâ el-Yahsubî (Ö. 544 H.), el-îlmâ' fi zabtı'r-rivâye ve's-semâ' (veya el-îlmâ' ft ma'rifet usûli'r-rivâye ve takyidi's-semâ'); Ebû Hafs Ömer ibn Abdi'l-Mecîd el-Meyâncî (Ö. 580 H.), Mâ lâ yesa'u'l-mukaddise cehluh adlı kitaplarıyle şöhret kazanmışlardır. Nihayet bunlardan sonra gelen Ebû Amr Osman İbn Abdirrahman eş-Şehrazûrî (Ö. 643 H.), Mu-kaddımet Îbni's-Salâh adiyle meşhur olan Ulûmu'l-hadîs [5] adlı kitabını, el-Eşrefiyye Medresesinde hadîs tedrisiyle görevlendirildiği bir sırada ta-ebelerıne imlâ ettiği derslerini bir araya getirmek suretiyle tasnif etmiştir, îgıde^bilhassa el-Hatîb'in dağınık   kitaplarını toplamış ve başka

ilâveler de yapmıştır. Ancak bu kitap, bir nevi ders notlarından ibaret ol­duğu için, tertîbi istenilen mükemmeliyette olmamışsa da, diğerlerine nis-betle daha çok yayılmış ve şöhret kazanmıştır. Bu bakımdan, İbnu's-Salâh'tan sonra gelen ve bu konuda kitap yazan müelliflerin çoğu, mesa­îlerini Îbnu's-Salâh'm bu kitabının şerh ve ihtisarına hasretmişlerdir.[6]

Bunlardan ez-Zeynu'1-Irâkî (Ö. 806 H.), Nazmu'd-Durar ft ılmVl-eser adını verdiği bir elfiyesinde, Îbnu's-Salâh'm mezkûr kitabını önce naz-metmiş, sonra da bu nazmım Fethu'l-muğîs bi şerhi Elfiyeti'l-hadîs adiyle şerhetmiştir. Yine aynı müellifin et-Takyîd ve'l-îzâh adındaki Mukaddime şerhi, büyük şöhret kazanmıştır.

Mezkûr kitabın ihtisarlarına gelince, bunlar arasında en meşhuru, İmam Şerefu'd-Dîn en-Nevevî (Ö. 676 H.J'nin el-îrşâd ft ılmVl-isnâd adlı ki­tabı olup, bilâhara bunu et-Takrîb ve't-teysîr li ma'rifetVs-SunenVl-Beşîr en-Nezîr adiyle tekrar ihtisar etmiştir. Bu kitap üzerine ez-Zeynu'1-Irâkî'nin, es-Sehâvî'nin ve Hafız es-Suyûtî'nin şerhleri vardır. Es-Suyûtî'nin Tedrîbu'r-râvî şerh Takrîbi'n-Nevevî adlı kitabı, rivayet usûlünde telîf edi­len kitapların en mükemmelidir. Bu kitap, müteaddit defalar tabedilmiştir.

Hadîs usûlü ile ilgili diğer meşhur bir kitap da, îbn Hacer el-Askalânî (Ö. 852 H.)'nin Nuhbetu'l-fiker fi mustalahı ehlVl-eser adlı kitabıdır. Yine müellifi tarafından Nuzhetu'n-nazar fî tavzihi nuhbetVl-fiker adiyle şerh edilmiş ve konu ile ilgilenenler için dâima müracaat edilen değerli bir kitap olmuştur. Bu kitap üzerine Alî el-Kârî'nin Mustaîahâtu ehli'l-eser adiyle yaptığı bir şerh de şöhret kazanmış ve her iki kitap da tabedilmiştir.

Tedvin devrinden itibaren, hadîs usûlü ile ilgili olarak telîf edilmiş ki­taplardan bazılarını burada zikretmiş bulunuyoruz. Şüphesiz bunlar, bu ko­nuda telîf edilen pek çok kitaptan birkaçıdır ve hepsini de bu önsözde zik­retmek mümkün değildir. Bununla beraber, zikretmiş olduğumuz bu kitaplar dahî, Hazreti Peygamberin hadîslerini korumak için hadîsçilerin gi­riştikleri geniş ve semereli faaliyet hakkında bilgi vermeye yeterlidir.

Aynı konuyla ilgili olarak takdim ettiğimiz Hadîs Usûlü adlı bu ki­tabımıza gelince, daha önce hazırlanmış ve müteaddit defalar basılmış olan aynı adlı kitabın, Hadîs ıstılahları adı altında telîf edilip muhtelif baskıları yapılan kitabımızdan da faydalanılarak daha geniş ve daha farklı bir tertîble hazırlanmış yeni bir şeklidir.

Hadîs ıstılahları adlı kitabımızın Önsöz'ünde yer verdiğimiz ibareleri, burada da aynen tekrarlayarak sözümüze son vermek istiyoruz: Büyük hadîs imamı el-Buhârî, İslâm'ın Kur'ân-ı Kerîm'den sonra en güvenilir kitabı olarak kabul edilen Sahîftmi tasnif ettiği zaman, inneme'l-a'mâlu bi'n-niyât (ameller niyetlere göre değer kazanır) hadîsini tasnif yönünden yeri ol­mamakla beraber, kitabının başında zikretmiştir. Kendisi bu konuda her­hangi bir açıklama yapmamış ise de, bunun delâlet ettiği manâ çok ulvîdir ve kitabını tasnîf ederken sahip olduğu niyetteki samimiyyetini gösterir. Biz de bu kitabı takdim ederken, aynı hadîse işaretle niyetimizin hâlis olduğunu belirtmek isteriz. Bu itibarla, kitabımızın konu ile ilgilenenler için faydalı olmasını, rastlanacak kusurların bağışlanmasını dileriz. Tevfîk Allah'tandır.

Prof. Dr. Talât KOÇYÎĞÎT [7]

 

I. BÖLÜM

SÜNNET, HADİS, HABER

 

1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı

 

Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e iba­resi, bu manâya uygun olarak "suyu yavaşça döktü" demek olur^. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de, sünnetin, zikrettiğimiz bu lügat manâsında kullanıldığını gösteren âyetler vardır: "Kendilerine hidayet gelince, insanların îman etmelerine ve Rablarından mağfiret dilemelerine, evvelkilerin sünnetinin (gidişatının), yahut çeşit çeşit azabın kendilerine gelmesinden başka bir engel yoktur"'.[8]

Aynı lügat manâsı, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de görülür: "

"Her kim kendisine iyi bir sünnet (yol, âdet) edinirse, onun ve onunla amel edecek olanların sevabı o kimseye âit olur. Kim de kötü bir yol edinir­se, onun ve onunla amel edecek olanların günâhı da o kimseye âit olur" [9].

Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış olan sünnet ke­limesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış, yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur et­tiği "dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen "kötü" veya nıezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetlerde sünnetin bu manâsını açık bir şekilde görmek mümkündür: " Sizin için, Allah'ı ve âhıret gününü arzu eden ve Allah'ı çok zikreden kimseler için, Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.[10] "Şüphesiz sen, insanları dosdoğru yola, Allah'ın yoluna iletirsin".[11]

Aynı manâ, Hazreti Peygamberin şu hadîsinde de görülebilir: "Size iki şey bıraktım; bunlara sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceksiniz: Biri Allah 'm Kitabı, diğeri Rasûlünün Sünneti .[12]

İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır:

Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bu­lunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve dav­ranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak­ririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasmdaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Bu manâsı ile sünnet hadîsin müradifidir.

Söz, fiil ve takrirden ibaret olduğuna işaret ettiğimiz sünnet, aynı za­manda, ilâhî vahyin iki kısmından birini teşkil eder; diğer kısmı ise, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin "kendi hevâ ve he­vesinden konuşmadığını, her ne konuşmuş ise, onun, kendisine vahyedilen bir vahiy olduğunu" beyan buyurmuştur.[13] Bu manâyı teyîd eden Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de, "bana Kur'ân verildi; bir de onunla birlikte onun gibisi" denilmiştir.[14] Kur'ân'le birlikte Hazreti Peygambere verilen Kur'ân gibi vahye müstenid olan şeyin, sünnetten başka bir şey olabileceğini düşünmek elbette mümkün değildir.

Kur'ân ve sünnetin vahye müstenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şüphe yoktur. Kur'ân,manâ ve lafız olarak vah-yedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya nakli caiz değildir. Haz­reti Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekeffül etmiş ve "Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz." [15]buyurmuştur. Lafzı ve manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa sahiptir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muk­tedir olamaz. Allahu Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açık­lamıştır: "(Ey Muhammedi) De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir ben­zerini getirmek üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim yine getiremezler." [16]İşte bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, na­mazda ve namaz dışında okunması ibadet hükmünde olan bir kitaptır.

Vahye müstenid olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden iba­ret olan sünnete gelince, onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş olmamasıdır. Bu sebepledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olan-larca manen rivayet edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.

Şu var ki, İslâm uleması, Hazreti Peygamberin, ilâhî vahyin gelmediği bazı meselelerde ictihadda bulunduğunu ve kendi görüşü ile hüküm ver­diğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bu hususla ilgili olarak Abdulvahhâb Hallâf, islâm Teşrii Tarihi  [17]adlı kitabında şunları söylemiştir: "Hazreti Peygamber devrinde teşrîîn iki kaynağı vardır. Birisi ilâhî vahiy; diğeri ise, Hazreti Peygamberin kendi içtihadı. Herhangi bir ihtilâf, veya bir hâdise, yahutta bir sual veya fetva talebi ile teşrî'i gerektiren bir şey zuhur ederse, Allahu Ta'âlâ, elçisine, hükmü bilinmek istenen mesele hakkında hüküm getiren bir veya bir kaç âyet indiriyor; Hazreti Peygamber de vahyedilen bu âyetleri, uyulması gerekli (vâcib) bir kanun olarak müslümanlara teblîğ edi­yordu. Eğer teşrii gerektiren bir hâdise olur, fakat Allahu Ta'âlâ bu hâdise ile ilgili hükmü beyan edecek bir âyet vahyetmezse, Hazreti Peygamber bu hükmün bilinmesi için ictihadda bulunuyor ve içtihadının ona sağladığı ne­tice ile hüküm veriyordu; yahut sual veya istiftaya icabet ediyordu. İctihad eseri olarak ondan sâdır olan bu hüküm veya cevap, ilâhî vahye istinad eden kanun gibi, uyulması gereken bir kanun oluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olan ahkâm  âyetlerini ve bunların sebeb-i nüzul ile ilgili müfessir rivayetlerini tetkik edenler, her Kur'ânî hükmün, teşrii gerektiren bir hâdise dolayısıyle vazolunduğumı görürler. Bu husus, Allahu Ta'âlâ'nın şu âyetlerinden açıkça anlaşılır:

"(Ey Muhammedi) Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar. (Onlara) de ki: Bu ay içinde savaş yapmak büyük suçtur... [18]

"Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günâh, hem de faydalar vardır; fakat günâhları fay­dalarından daha büyüktür..."  [19]Bunun gibi, bazı tereke üzerinde vu-kubulan ihtilâflar sebebiyle veraset, bazı karı koca arasındaki geçimsizliğin isnad ve iftiraya varması (kazf) sebebiyle li'ân ahkâmı vazolunmuştur.

Bunun gibi, ahkâm hadîslerinin ve hadîsçilerin bu hadîslerin sebeb-i vürûdu ile ilgili rivayetlerinin tetkikinden de anlaşılır ki, Hazreti Pey­gamberin içtihadına dayanan bütün hükümler, bir ihtilâf hakkındaki ka­zası, bir hâdise hakkındaki fetvası ve bir suale cevabıdır. Meselâ, bazı sa­habeden rivayet edildiğine göre, demişlerdir ki: Yâ Rasûlallah! Suyu tuzlu olan denizdeyiz. Yanımızda abdest almaya yetecek kadar tatlı su yok. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz? Hazreti Peygamber, bu suale şöyle cevap ver­miştir: "Deniz suyu temiz ve ölüsü (balığı) helâldir".

Bundan anlaşılıyor ki, Hazreti Peygamber devrinde vazolunan ahkâmın hepsinin de kaynağı vahy-i ilâhî ve ictihad-ı nebevi olup, ortaya çı­kışları, onları gerektiren teşrî'î ihtiyacın zuhuru üzerine mebnîdir. Hazreti Peygamberin, birinci kaynağa göre vazolunan ahkâma nisbetle vazifesi, bu ahkâmı getiren âyetlerin tebliğ ve tebyînidir. Çünkü bu vazîfe, Allahu Ta'âlâ'mn şu emirleri iktizasındandır: "Ey Peygamber! Rabbından sana indirilen (âyetler) i teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan, Rabbının peygamberliğini teblîğ etmemiş olursun"  [20]"Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açık-layasın diye Kur'ân'ı indirdik. [21]

Hazreti Peygamberin ikinci kaynağa nisbetle vazifesi ise, bazen ilâhî il­hamın ifadesi, bazen de maslahatın ve teşrî ruhunun îcab ettirdiği hüküm için istinbat ve istimdad olarak ictihad-ı nebevidir. Allahu Ta'âlâ'nın Haz­reti Peygambere ilham ettiği içtihadı ahkâm, ilâhî ahkâmdan başka bir şey 4egiMir ve Hazreti Peygamberin, (Kur'ân ahkâmı gibi) bunları da söz ve fi­illeriyle tabîr etmekten başka bir tasarrufu yoktur. Allahu Ta'âlâ'nm ilham etmediği, fakat Hazreti Peygamberin tetkik ve takdiri neticesi sâdır olan «iğer içtihadı ahkâm ise, bütün söz ve manâlarıyle ahkâm-ı nebevidir.

Ancak bu ahkâmdan doğru olanlar, Allahu Ta'âlâ tarafından tasvîb edilmiş, hatalı olanlar ise, yine O'nun tarafından tashîh olunmuştur. Bedir esir-leriyle ilgili bir fidye meselesi bunun örneğini teşkil eder:

Bedir gazvesinde, müslümanlarm eline 70 müşrik esir düşmüştü. Bu sıralarda esirlerle ilgili herhangi bir hüküm de vazedilmiş değildi. Hazreti Peygamber, bu esirlere ne yapmak lâzım geldiği hakkında ictihadda bu­lundu; bazı ashabı ile istişare etti. Bunlardan Ebû Bekr, esirlerden fidye alınmasını tavsiye etti ve görüşlerini şöyle açıkladı: "Bunlar senin kavmin ve ehlinden olan kimselerdir. Onları muhafaza et; belki Allah onların tev-belerini kabul eder. Onlardan ashabını kuvvetlendirecek fidye al". Ömer İbnu'l-Hattâb ise, onlardan fidye kabul edilmemesini, hepsinin de öl­dürülmesini ileri sürdü ve görüşlerini Hazreti Peygambere şöyle açıkladı: "Seni yalanladılar ve memleketinden çıkardılar. Onları bırak, boyunlarını vurayım. Bunlar küfür önderleridir. Allah, seni onların fidyesinden müs­tağni kılmıştır". Hazreti Peygamberin içtihadı, onlardan fidye alınması is­tikametinde tecelli etti. Fakat Allahu Ta'âlâ, bu meselede doğru olan hükmü, şu âyet-i kerîme ile beyan etmiştir: "Hiçbir peygamberin, yer­yüzünde ağırlığını koymadıkça esirler alması doğru olmaz. Siz dünya malı istiyorsunuz; Allah ise, âhıreti istiyor. Allah, Azîz'dir; hikmet sahibidir"  [22]

Bir başka misal, özür beyan ederek Tebûk gazvesine iştirak etmek is­temeyenlere Hazreti Peygamberin izin vermesiyle ilgili olup, Allahu Ta'âlâ tarafından doğru olanı şu âyetle açıklanmıştır: "Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sence belli olmadan ve yalancıları bilmeden onlara niçin izin ver­din"?  [23]

Netice olarak, Hazreti Peygamber devrinde teşrî tamamen ilâhî idi. Çünkü bu teşriin kaynağı, ya Allahu Ta'âlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'deki vahyi, ya da ilham-ı ilâhîye veya Hazreti Peygamberin, tetkik ve takdire dayanan içtihadı idi. Ancak bu sonuncusunda Allahu Ta'âlâ'nın murakabesi bahis ko­nusu idi: Eğer ictihad doğru olarak sâdır olmuşsa, Allah onu tasvîb, hatalı olmuşsa, Peygamberini doğru olana irşad ediyordu. Bu bakımdan ilham-ı ilâhîden sâdır olmayan ictihad-ı nebevi hükmü ile ilham-ı ilâhîden sâdır olan ictihad-ı nebevi hükmü arasında ayırım yapmaya gerek yoktur. Ancak Allahu Ta'âlâ'nm, elçisini doğru olan hükme irşad etmesinden anlaşılır ki, ilk hüküm ilham-ı ilâhîden değildir".

Abdulvahhâb Hallâftan naklettiğimiz bu görüşler de, Hazreti Pey­gamberden sâdır olan ve dîne taalluk eden sünnetin, Allahu Ta'âlâ'nın kont­rolü altında teşekkül ettiğini ve dolayısıyle vahiy mahsûlü olduğunu teyîd

eder. Bundan dolayıdır ki sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak tarîf ve tavsîf edilmiştir. Bu hususta Kur'ân-ı Ke-rîm'de şu emirler yer almıştır: "Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız" '. [24] "Kim Peygambere itaat ederse Allah'a  itaat etmiş olur."  [25]

"(Ey Muhammedi Onlara) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Allah, Gafûr'dur; Rahîm'dir"  [26]"(Ve yine) de ki: Allah'a ve Rasûle itaat edin; eğer yüz çe­virirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez"  [27]"Peygamber size neyi verirse, alın- neden sizi nehyederse, ondanda sakının. Allah'tan korkun"  [28]onu Zikrettiğimiz bu âyet meallerinde Hazreti Peygambere itaat, AUahu Ta'âlâ'ya itaatla birlikte zikredilmiş, bu itaatlar arasında hiçbir ayırım ya­pılmamış, hattâ Peygambere itaatin Allah'a itaat demek olduğu, bir âyette apaçık belirtilmiştir. Peygambere itaatla ilgili bu emirlerin, onun sünnetine râci olduğu, ona itaatm, onun sünnetine itaat manâsına geldiği hiçbir şe­kilde inkâr edilemez. Bu mütalâa bizi şu neticeye ulaştırır: Nasıl Allah'a ita­atla Peygamberine itaat arasında hiçbir fark yoksa, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'deki emirlerine itaatla, Peygamberin sünnetle vârid olan emirlerine itaat arasında da hiçbir fark yoktur. Şu var ki insan, yegâne Hâlık ve Hâkim-i mutlak olan Rabbma bir kul olarak ibadet eder; fakat O'nun, yine kendisi gibi kulu olan Peygamberine ibadet etmekle mükellef değildir; yahut başka bir ifadeyle, Peygamber ibadet olunan bir varlık değil, fakat insan olarak o da Allah'ın bir kuludur ve o da, diğer insanlar gibi Allah'a ibadet etmekle mükelleftir. Ancak Allah onu, insanlar arasından seçip çı­kararak kendisine peygamber veya elçi yapmış ve ona, bir vahiy mahsûlü olarak, kendi kelâmından ibaret olan Kur'ân-ı Kerîmi indirmiştir. Tıpkı bunun gibi, dînini ikmal etmek için Peygamberine sünneti de vahyetmiş ve bütün insanlara, Kur'ân ve sünnetle bir bütün teşkîl eden islâm içinde ya­şayabilmelerini sağlamak için, Peygamberine itaat etmelerim emretmiştir. Şu farkla ki, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân, bütün harf ve ke­limeleriyle Allah kelâmı olduğu halde, yalnız manâ yönünden vahyedilen sünnet, Peygamber kelâmıdır ve kıraati Kur'ân gibi ibadet sayılmaz.

Sünnetin Kur'ân'la birlikte İslâm'ın temel kaynağı olduğu gözönünde bulundurulursa, gerek dînin tamamlanmasında ve gerekse bu dînin kısa bir zaman içerisinde bütün Arap ülkesine yayılmasında sünnetin ne derece büyük rol oynadığı kolayca anlaşılır.

Bilindiği gibi ilk İslâm Devleti, müslüm anların 622 senesinde Mekke'den hicret etmelerinden sonra Medine'de kurulmuştur. Fakat bu dev­let, ilk kurulduğu sıralarda, Medine'nin ancak bir kısmına hâkimdi; diğer ve daha büyük kısımlarında ise, müşrik Araplar ve yahudiler yaşıyordu. Kur'ân, Medine'de yeni bir devletin temellerini atarken, bu Araplarda hâlâ câhiliye devrinin bedevi hayatı hüküm sürüyordu. Bunların bir hükümetleri, veya kaza'î bir mercileri yoktu; aşiretler halinde yaşadıkları ve bu aşiretler de zamanla kabilelerden ayrıldıkları için, aralarında bir kan bağı ve ailevî bir karabet bulunuyordu.

Mekke'de İslâmiyetin doğuşu ve Medine'de yeni bir îslâm Devletinin kuruluşu, o zamana kadar bedevî hayatı yaşayan ve sonra müslüman olan kabileleri yeni bir hayat sistemine bağladı. Bir taraftan evlenme (izdivaç), boşanma (talâk), alımsatım (bey1), öldürme (kati), hırsızlık (sirkat) ve daha bir çok meselede İslâm toplumunun harekât hattı çizilirken, diğer taraftan, Mekke'de kısaca temas edilen itikad ve amele âit dînî meseleler yeniden ele alındı ve kesinleştirildi.

Müslümanlar, bu yeni sisteme kendilerini çabuk alıştırmışlardır. Bu intibak, kısa bir zaman içerisinde o kadar süratli olmuştur ki, bu gün dahî buna şaşmamak mümkün değildir. Maamafîh, bunun sebebini, îslâmiyetin, o günün insanına aşılamış olduğu rûh ile, o insanın bu dîne olan bağ­lılığında ve bu bağlılığın samimiyetinde aramak gerekir. Çünkü bir kız çocuk dünyaya getirmenin yüzkarası olarak telâkki edildiği, meşru aile bağ­larının koparılıp atıldığı, içki, kumar ve ribâmn, bütün ferdlerin benliğini kemirip bitirdiği bir toplumun, bu kadar âni bir dönüş yaparak çok kısa bir zaman içerisinde ülkeler fethedecek derecede benlik kazanmasını izah ede­cek başka sebepler bulmak imkânı yoktur. Yeni kurulan bu devletin hu-dudları, kısa bir zamanda, bir taraftan Şimalî Afrikayı atlayıp Endülüs'e, diğer taraftan, Ceyhun ve Mâverâ'unnehr'e; yine bir taraftan Bombay ve Deybil'e, diğer taraftan Ermeniye ve daha ilerisine kadar uzanmıştı. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onlara böyle bir fetih imkânı hazırlayan kuvvet başka ne olabilirdi? Rumlar ve fiirsler gibi harp sanatını bil­miyorlardı; yine onlar gibi çeşitli silâhlara ve büyük ordulara sahip de­ğillerdi. Bildikleri belki de tek şey, göçebe halinde yaşarlarken, biribirlerine baskınlar yapmak ve biribirlerinin hayvanlarını çalmaktı; kısacası âdi yağ­macılıktı. Eğer bunlar, câhiliye Araplarımn bir nevi sanatı sayılabüirse, el­bette ki böyle bir sanatla dünyalar fethetmek mümkün değildi.

Bütün bunlar bir yana, müslümanları fetihlere sevkeden ve onları bu fetihlerde başarılı kılan tek bir kuvvet vardı; bu kuvvet de îman kuvveti idi ve başlıca iki kaynaktan fışkınyordu: Kitâb ve Sünnet.

Bilindiği gibi Kitâb, Allah tarafından Hazreti Peygambere indirilen ve İslâm'ın bütün esaslarını içerisinde toplayan Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ise, yu­karıda manâ ve mahiyetini açıklamaya çalıştığımız Hazreti Peygamberi söz ve fiilleridir.

Sahabe, Hazreti Peygamber devrinde, İslâm dînine taalluk eden me­seleleri Kur'ân-ı Kerîm'den Peygamber vasıtasıyle alıyordu. Çok defa, nazil olan âyetler mücmeldi; müslümanlar, onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hazreti Peygambere başvurarak bu âyetlerin açıklanmasını, ifade etmek is­tediği manânın iyice ortaya konulmasını istiyorlardı. Meselâ Kur'ân, na­mazın muayyen vakitlerde mü'minler üzerine yazılmış bir farz olduğunu bil-dirmiş [29]sık sı^ da, müslümanlara namaz kılmalarını emretmiştir. Sahabe her ne kadar bu emirlerin zahirî manâsını anlamış ise de, namazın nasıl kılınması gerektiğini, hangi vakitlerde ve kaç rik'at kılınacağını öğrenmek için Hazreti Peygambere başvurmuştur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususlar açıklanmamıştı. Hazreti Peygamber de, farz kılınan namaz va­kitlerinin beş adet, öğle ikindi ve yatsı namazlarının dörder, akşam namazının üç, sabah namazının ise, iki rik'at olduğunu açıklamış, nasıl kı­lınması gerektiği hususunda da, arkasında cemaatla namaz kılan müslümanlara "benim kıldığım gibi kılınız"  [30]demiştir. Buhârî"nin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) de, Cebrâ'îl (a.s.)'in arkasında namaz kılmak suretiyle namazın âdâb ve erkânını ondan öğrenmişti'.[31]

Keza Kur'ân-ı Kerîm, "Ey îman edenler! Cuma günü namaz için ses-lenildiğinde, alışverişi bırakarak Allah'ın zikrine koşun." [32]âyetiyle Cuma namazını müslümanlara farz kılmış, fakat bu namazın nasıl kılınması ge­rektiğini açıklamamıştır. Hazreti Peygamber ise, Cuma namazının iki rik'at kılınacağını ve bir de hutbe îrad edileceğini beyan etmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm, müteaddit defalar, müslümanlarm zekât vermeleri ge­rektiğini bildirmiş , [33] fakat müslümanlar, hangi mallarından ne miktar zekât vermeleri gerektiğini öğrenmek için Hazreti Peygambere baş­vurmuşlardır. Oda, emvalin bazısından zekât alınacağım, diğer bazısı için ise, zekât vermek gerekmediğini onlara açıklamıştır. Meselâ mâşiye tabir edilen deve, koyun ve inek gibi bazı hayvanlardan zekât alındığı halde, yine aynı sınıfa giren at, eşek ve katır gibi hayvanlardan zekât alınmamıştır.

Kur'ân-ı Kerîm, gücü yetenlere haccı farz kılrruş  [34]Hazreti Pey­gamber ise, hac vaktini, hac kıyafetini, tavafı, Arefe ve Muzdelife'deki hac ile ilgili amelleri açıklayarak, müslümanlara, hac farizalarını açıklandığı şe­kilde îfa etmelerini emretmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'den, Hazreti Peygamber tarafından açıklanmadan îfa edilmesi mümkün olmayan buna benzer daha birçok örnek zikretmek müm­kündür. İşte Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'deki mücmel ve gayr-i mufassal âyetlerle ilgili bu açıklamaları sayesindedir ki, İslâm dîni ta­mamlanmış ve Allahu Ta'âlâ da Dînin tam olarak tatbîk edilebilmesini sağ­lamak için, Kitabında, Peygamberine itaatla ilgili emirlerini sık sık tek­rarlamıştır. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'le ilgili bu çeşit açıklamaları, kendi istek ve arzusu ile değil, fakat Rabbınm bu hususta kendisine yönelttiği emirlerle vukubulmuştur. Meselâ Nahl sûresinin 44'üncü âyetinde "Sana da, insanlara, kendilerine in­dirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik." buyurulmuş yine aynı sûrenin 64'üncü âyetinde "Biz sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi in­sanlara açıklaman için ve inanan kimselere hidayet ve rahmet olmak üzere indirdik." denilmiştir.

İşte, yukarıdan beri zikrettiğimiz ve açıklamaya çalıştığımız deliller şu gerçeği açıkça ortaya koymuş olmaktadırki, Hazreti Peygamber, gerek Dînin tatbiki ve gerekse çeşitli müşkillerin halli maksadıyle davamlı olarak açıklamalar yapmış, ashabını karşılaşabilecekleri her duruma karşı 1$ a-rarak emirler verip nehiylerde bulunmuş ve onları câhiliye devrinin ko-kuşuk ahlâkından arındırmaya ve bozuk düzeninden uzaklaştırmaya çalışmıştır. İşte, onun bu maksatla yaptığı açıklamalar, ashabına yönelttiği uyarılar, va'z ve nasîhatlar, yukarıda tarifini verdiğimiz sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücut bulmasını ve Kur'ân-ı Kerîm yanında, müslümanlarm her konuda kendisine dâima başvuracakları Dînin vazgeçilmez bir kaynağı olmasını sağlamıştır. [35]

 

2. Söz, Fiil ve Takrir

 

Yukarıda manâ ve mahiyetini açıklamaya çalıştığımız sünnet, Hazreti Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur. Gerek usûlcülerin ve gerekse hadîsçilerin ıstılahında es-Sunnetu'l- Kavliyye (kavlî sünnet) de denilen söz, Hazreti Peygamberin herhangi bir mesele hakkındaki şifahî be­yanından ibaret olup işitmeye müteallik olması dolayısıyle sahabînin (fU) aJJI J^y Jlî (Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu) yahut (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu işittim) gibi ibarelerle naklettiği hadîsleridir.

Es-Sunnetu'l-Fi'liyye (fiilî sünnet), Hazreti Peygamberin, namaz, oruç, hac, zekât vb. çeşitli ibadetlerindeki davranışlarına âit sahabe tarafından görülüp nakledilen haberlerdir ve görmeye müteallik olması dolayısıyle sahabîler tarafından Ijfjjj {^) ^i)| cJj (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle yaptığını gördüm) ve benzeri ibarelerle nakledilmiştir.

Es-Sunnetu't-Takrîriyye (takrîrî sünnet) ise, huzurunda sahabî ta­rafından söylenen bir sözü, veya işlenen bir fiili, Hazreti Peygamberin red-detmeyip sükût etmesi, yahut onu güzel karşılaması ve tasvîb etmesiyle olu­şan sünnettir. Her ne kadar Hazreti Peygamber tarafından işlenmemiş bir fiil olsa bile, herhangi bir sahabînin işlediği fiilin, onun tarafından tasvîb görmesi veya güzel karşılanması, sahabînin o fiili naklederek ondan haber vermesiyle, o da sünnet vasfını kazanmış olmaktadır. Böyle bir sünnetin naklinde sahabînin genellikle şu ifadeyi kullandığı görülür: yr (Nebiy (s.a.s.)'in huzurunda şöyle yaptım Yahut (Nebiy (s.as.)'in hu­zurunda bulan kimse şöyle yaptı) Sahabî bu veya buna benzer bir ibareyi zikrettikten sonra, Hazreti Peygamberin, hu­zurunda yapılan veya söylenen şeyi reddetmediğine de işaret eder ki, onun Hazreti Peygamber tarafından tasvîb edildiğini gösterir. İşte, es-Sunnetu'l-Kavliyye, es-Sunnetu'l-Fi'liyye ve es-Sunnetut-Takrîriyye olmak üzere üç şe­kilde tezahür eden ve sahabî tarafından nakledilen bu sünnete, hadîsçilerin ıstılahında hadîs adı verilmiştir. [36]

 

3. Hadîsin Lügat ve Istılah Manâsı

 

Hadîs, lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'in "Demek onlar, bu söze inanmazlarsa, arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin."  [37]mealindeki âyetinde geçen hadîs kelimesi, söz veya haber manâsında kul­lanılmış olup bu kelime ile Kur'ân kasdedilmiştir. Duhâ sûresinin 11 inci âyetinde geçen ve bu kelimeden türeyen fehaddis fiili ise, anlatmak veya haber vermekten emir sığasında kullanılmış ve "Rabbının nimetini şük­rederek anlat." manâsı kasdedilmiştir.

Daha sonraları, kelimenin kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir değişiklik görülmemekle beraber, dînî çev­relerde bazı haber çeşitlerine isim olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz, Allah'ın Kitabı'dır." [38]

Nihayet hadîs lafzı, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere hadîs denilmiştir. Ebû Hureyre tarafından so­rulan bir soruya Hazreti Peygamberin verdiği cevapta bu kelime, bizzat Hazreti Peygamber tarafından bu manâda kullanılmıştır. Ebû Hureyre, Hazreti Peygambere: " yâ Rasûlallah! Kıyamet günü senin şefaatine nail olacak en mes'ûd kimse kimdir?" diye sorduğu zaman, Rasûlullah (s.a.s.) ona şu cevabı vermiştir: "Senin hadîse karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadîs hakkında hiç kimsenin bana senden Önce soru sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet günü benim şefaatime nail olacak en mes'ûd kimse, hulûs-ı kalble lâ ilahe illa'llah diyen kimsedir"  [39]

 

4. Hadîs ve Sünnet Arasındaki Fark

 

Hadîs kelimesi, umumiyetle ve yukarıda da açıkladığımız gibi, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması tarafından kelimenin delâlet ettiği manâ yönünden bazı farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Buna göre, bazı usûl ulemasının tarifinde hadîs, Hazreti Pey­gamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur ki, bu manâsıyle kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin karşılığıdır. Bazı hadîs uleması ise, hadîs lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen mevkuf ve maktu haberlerede ıtlak etmişlerdir; bu bakımdan kelime, haber'm. de müradifidir. Bazıları ise, yukarıda işaret olunduğu üzere, hadîsi yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözlerde kul­lanmışlar, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu takdirde hadîsle haber arasında belirli bir farkın bulunduğu kolayca anlaşılır.

Hadîsçiler arasında yaygın olan görüşe göre hadîs, nübüvvetten önce ve nübüvvetten sonra Hazreti Peygamberden rivayet edilen bütün söz, fiil ve takrirlerden ibarettir; ancak müslümanlaruı uymakla emrolundukları sünnet, bu üç şekilde sabit olan ve dîne taalluk eden hadîslerdir. Buna göre, eğer Hazreti Peygamberin sünneti, ondan söz olarak sâdır olur ve hadîs ola­rak bize intikal ederse, bu hadîsin tasdîki gerekir. Eğer hadîs, îcab, tahrîm veya ibaha yönünden teşrî'î olursa, keza ona uymak gerekir; çünkü pey­gamberlerin nübüvvetlerine delâlet eden âyetler, onların, Allahu Ta'âlâ'dan naklen haber verdikleri şeylerde masum olduklarını gösterir. Bu bakımdan onların haberleri doğrudur ve haktır. Esasen nübüvvetin manâsı da budur. Bunun içinde, Allahu Ta'âlâ'nm, peygamberlere gaybtan haber vermesi de yer alır. Bu haberi alan peygamber, onu insanlara nakleder. Zâten pey­gamberin vazifesi, halkı davet ve Rabbının risaletini onlara tebliğ etmektir.

Hazreti Peygamberin sünneti fiil olarak sâdır olur ve bu fiil bize kadar intikal ederse, bu fiile uymak gerekir. Uyulması Hazreti Peygamber tarafından emrolunan bazı fiiller daha vardır ki, bunların da ayrı bir özel­likleri vardır. Meselâ "benim namaz kıldığım gibi kılınız" sözü, fiilî bir sün­nete uyulmasını emreden kavlî bir sünnettir.

Hazreti Peygamberin takrirleri de yine onun hadîsi içerisinde yer alır. Meselâ Hazreti Âişe'nin kızlarla oynamasını, yahut bayram günlerinde cariyelerin şarkı söylemelerini ikrarı, bu cümleden olarak zikredilebilir. Bunların hepsi de hadîsten addedilir ve gaye, dîn adına istidlal olunacak hü­kümlerin tesbîtidir; bu ise, ancak Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak-rirleriyle mümkün olur.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hadîs içerisine, Hazreti Peygamberin nübüvvetten evvelki haberleri de girer. Henüz nübüvvet gelmeden önce, meselâ Hıra mağarasında ibadetle meşgul olması, sîretinin güzelliği, ahlâkının yüksekliği, doğruluğu, okuyup yazma bilmeyen bir ümmî oluşu gibi, onunla ilgili haberler, onun nübüvvetinin delili sayıldığı gibi, hepsi de müslümanlar için birer ibret ve örnek vesikası teşkil ederler. Şu var ki, nü­büvvetten önceki haberler, Hazreti Peygamberi tanımak ve ona inanmak içindir; bunlarla amel etmek gerekmez. [40]

 

5. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı

 

Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nak­ledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle uğraşanlara ahbârî denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs de­mlemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre, haber daha umûmî manâ ta­şımakta ve Hazreti Peygamberin sözleriyle birlikte sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen sözler de bu manâ içine girmiş bulunmaktadır.

Haberler, ister Hazreti Peygamberin sözlerine delâlet eden hadîs şek­linde olsun, ister sahabe ve tâbi'ûn ile başkalarından nakledilen söz şek­linde olsun, rivayet yolu ile bize geliş şekilleri çok defa birbirinden farklı olur ve bu farklı durumları itibariyle değişik isimler alırlar. Meselâ bir haber, ilk kaynağından itibaren, her nesilde sayısı belirsiz kalabalık bir ce­maat tarafından rivayet edilirse, bu habere mütevâtir denir. Eğer haber, tevatür  derecesine ulaşmaz ve râvileri  sayılabilecek belirli  şahıslar tarafından nakledilmiş olursa, bu çeşit haberler de Ahâd'tan sayılır ve haber-i âhâd adını alır. Râvileri sayılabilir olan âhâd haberlerden herhangi biri, herhangi bir nesilde en az üç kişi tarafından nakledilmiş olursa, bu haber meşhur, râvi sayısı yine herhangi bir nesilde ikiye düşerse azız, bire düşerse garîb adını alır.

Mütevâtir haberler, aşağıda da açıklanacağı üzere, râvilerinin yalan üzerinde ittifakları aklen ve âdeten mümkün olmadığı için kesinlik ifade ederler ve hadîs ilminin araştırma konusu içine girmezler. Çünkü hadîs il­minin gayesi, hadîslerin araştırılarak sahîh ve zayıf olanlarının ayırt edil­mesi ve sahîh olanlarla amel edilmesinin sağlanmasıdır. Mütevâtir ha­berler, gelişleri itibariyle sağlam ve güvenilir haberlerdir ve bu yönden araştırılmalarına gerek yoktur. Âhâd haberler ise, mütevâtirin kesinliğine sahip olmadıkları için, aralarında makbul olanlar bulunduğu gibi, merdûd olanlar da vardır ve bunların birbirinden ayırt edilmesi, râvilerinin doğruluk ve yalancılık yönünden araştırılıp rivayetlerinin değerlendirilmesine bağlıdır. Bu sebepledir ki hadîsçiler, mütevâtir dışında, rivayet yolu ile gelen bütün haberleri veya hadîsleri araştırmaya tâbi tutmuşlar ve bu u.-.lş-tırma neticesinde sahîh olanım sakîm veya zayıf olanından, yahut makbul olanını merdûd olanından ayırmışlardır. Bu da âhâd haberlerin, makbul ve merdûd olmak üzere iki kısımda incelenmeleri neticesini doğurmuştur.

îşte, bundan sonraki bölümlerde, Hazreti Peygamberden naklediten hadîslerin değerlendirilmesi yönünden hadîs ilminin en önemli ko­nularından birini teşkil eden bu taksimat gözönünde bulundurularak haber çeşitleri üzerinde ayrı ayrı durulacaktır. Burada şuna da işaret edelim ki, haber lafzının, hadîs lafzına nisbetle daha şümullü olması ve hadîs ilmi içe­risinde sahabe ve tâbi'ûndan gelen sözlerin de incelenmesi dolayısıyle, bu ki­tabımızda, hadîs lafzı yerine, onun müradifi manâsında çok defa haber lafzı kullanılmış ve meselâ haberlerin mütevâtir ve âhâd çeşitleri incelenirken, bununla mütevâtir ve âhâd hadîsler kasdedilmiştir. [41]

 

BÖLUM

HABERLER VE HABER ÇEŞİTLERİ

 

A. MÜTEVÂTİR HABERLER

 

 1. Mütevâtirin Lügat ve Istılah Manâsı

 

Mütevâtir, lugatta tetâbu etmek, yâni arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin peşisıra gelmek manâsında kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. Arap dilinde vâtertu'l-kitâbe denir ki, "birbiri arkasına mektup gönderdim" manâsındadır. Şu var ki, bu manâda, gönderilen iki mektup arasında fetret bulunduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Nitekim vâtere's-savme denildiği zaman, bir kimsenin devamlı oruç tuttuğu anlaşı­lırsa da, bu orucun gün aşın veya iki gün ara ile, fakat devamlı olarak tu­tulduğu kasdedilmiş olur. Allahu Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de buyurmuştur ki [42] "Sonra birbiri arkasına peygamberlerimizi gönderdik." manâsına gelir. Gönderilen peygamberler arasında bir fetret, yâni bir zaman boşluğu bulunmasına rağmen, peygamberlerin gönderilmesi birbiri arkasına devam etmiştir.

İşte bu manâya uygun olarak, tevâtere'l-haberu denildiği zaman, ha­berin fasılalarla birbiri  arkasına geldiği,  yahut bir başka deyişle,  ha­bercilerin birbiri arkasına gelerek aynı haberi getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin nesiller boyu herkes tarafından getirilmesi ve nesilden ne-sile haber verilmesi demektir. Bu da, en basit ifade ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir kalabalık tarafından nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber, nesilden nesile, kalabalık bir cemaat tarafından ri-'ayet edilen haberdir. Ancak bu kalabalığın sayı bakımından tayin ve tesbit hlmesi şart değildir. Gerçi bazı kimseler, bir takım delillere istinaden ka-*ugm sayısı hakkında bazı rakamlar ileri sürmüşler ve meselâ bir kısmı, 'fin menşeinden itibaren her nesilde en az dört kişi aynı haberi rivayet se, o haber mütevâtir olur demiş; diğer bazıları da, en az beş, yedi, on, > kırk, ve daha başka rakamlar ileri sürmüşler; bu rakamlardan her-ırını ileri sürenler, o rakamın içinde geçtiği hâdiseyi de delil olarak sûresi, 4 göstermişlerdir. Meselâ "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı, kendi içinizden dört şâhid getirin."  [43]mealindeki âyete istinad edenler, haberin her tabakada en az dört kişi tarafından rivayet edilmesini mütevâtirin şartı olarak ileri sürmüşlerdir. Bunun gibi, 12 rakamını ileri sürenler de "Allah, İsrail oğullarından da söz almıştı: İçlerinden oniki kefil göndermiştik."  [44]mealindeki âyete istinad etmişlerdir. Ancak bu âyetlerde zikri geçen ra­kamların, mütevâtirin şartı olarak ileri sürülmesindeki hikmeti ve ara­larındaki münâsebeti anlamak güçtür. Zira bu âyetlerde zikri geçen ra­kamlar, o âyetlerin konuları ile ilgilidir ve bu rakamları, hiç ilgisi olmayan başka bir konu için delil olarak ileri sürmek manâsızdır. [45]

 

2. Mütevâtir Haberin Şartları ve Tarifi

 

Belirli rakamlarla ilgili görüşler ne olursa olsun, bir haberin mütevâtir olabilmesi için, onu rivayet eden kalabalığın, yalan üzerinde ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık olarak nitelendirilmesi, en doğru görüş olarak tezahür etmektedir. Bu, şu demektir ki, haberi öyle bir ka­labalık rivayet ediyor ki, bu kalabalığı teşkil eden ferdlerin biraraya gelerek o haberi uydurup yaymak hususunda söz birliği etmeleri aklen mümkün de­ğildir. Böyle olunca, her ferdin diğerinden habersiz olarak aynı haberi nak­lettiği ve onun daha önceki nesilden gelen bir esasa istinad ettiği manâsı an­laşılır. Eğer her nesilde, bu kalabalık aynı vasfını muhafaza ederse, bir başka ifade ile, kalabalıkta ferdlerin yalan üzerinde ittifaklarını mümkün kılacak bir azalma olmazsa, böyle bir kalabalığın nesilden nesile rivayet et­tiği haber mütevâtir olur. Bu açıklamaya göre mütevâtirin tarifini yapmak gerekirse, denebilir ki: Mütevâtir, yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız, ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın, yine kendisi gibi bir ka­labalıktan rivayet ettiği haberdir.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, mütevâtir haberden maksat, haber verilen şey hakkında, onu işitenler için reddedilmesi mümkün ol­mayan ve dolayısıyle kabulü zorunlu olan bir bilgi vermektir. Meselâ fulân tarihte dünyanın bazı yerlerinden görülebilen bir kuyruklu yıldız geçmiş ise ve bu yıldızı gören kalabalık bir cemaatın ferdleri "fulân tarihte gökyüzünde geçen bir kuyruklu yıldız gördüm" diyerek hâdiseyi nakletmişlerse, keza bu olay nesiller boyu aynı kalabalık azalmadan sonraki nesillere nakledilirse, "fulân tarihte bir kuyruklu yıldızın geçmesi" ile ilgili olan bu haber mütevâtir olur ve asırlarca sonra bu haberi işiten kimse için onu ya­lanlamak ve "fulân tarihte böyle bir yıldız geçmedi" demek mümkün değildir. Haberin yalanlanması imkânının olmayışı, yıldızın geçişini gö­renlerin çokluğu olduğu kadar, haberin "görme" fiiline dayanmış ol­masındandır.

Haber, verdiğimiz misalde olduğu gibi, bazen "görme" fiiline, bazen de "işitme" fiiline istinad eder ve herhangi bir kimsenin söylediği bir söz, ka­labalık bir cemaat tarafından işitilerek aynı şekilde nakledilir. Bu sözü söyleyenden işiten her ferd, onu "fulân kimsenin şöyle dediğini işittim" diyerek nakleder. İşitilen bu söz, nesiller boyu yine aynı vasıftaki kalabalık ta­rafından nakledilecek olursa, o da mütevâtir olur ve asırlarca sonra, bu ha­beri işiten kimse "fulân kimse böyle bir şey söylemedi" diyerek onu red ve inkâr edemez.

Bu açıklamaların ışığı altında, mütevâtir haberin şartlarım şöylece sı­ralamak mümkündür:

a) Mütevâtir haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.

b) Öyle bir kalabalık ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmeleri mümkün değildir.

c) Herhangi bir nesilde, veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azal­ma olmamalıdır. Ancak sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.

d) Haber, menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya "işitme" fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade ile menşei aklî kazıyyeye müstenid olmamalıdır.

Bu şartlar bir araya geldiği zaman, haber ilm-i zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten kimse için, red ve inkârı mümkün olmayan, ak­sine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hâsıl olur. Bu bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk ediyorsa, ken­disiyle amel etmeyi gerektirir. İşte, Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında bu şartları cemetmiş olarak nakledilen hadîslere mütevâtir hadîs de­nilmiştir.

Mütevâtir haberle onu işiten kimsede hâsıl olan ilm-i yakîn 'den murad, gerçeğe uygun, kesîn itikaddır ve tarifte kasdedilen de budur. Zira mütevâtir haber, biraz önce de zikrettiğimiz gibi zarurî ilim ifade eder ki, reddi mümkün olmaması dolayısıyle, insan, bunun kabulünde muztar kalır. Bunu bir misalle açıklamak gerekirse, dünyanın herhangi bir ülkesinde bu­lunan bir şehrin ismini duyan herhangi bir kimse, o şehrin varlığını haber verenlerin çokluğu karşısında, onu reddetmek imkânına sahip değildir. O şehri görmediğini, hattâ o şehrin bulunduğu ülkeye hiç gitmediğini sebep göstererek, kendi gözü ile görmediği bir şeyin varlığına inanmayacağını ileri süremez; veya o şehirden bahsedenleri, yahut onun varlığım haber verenleri yalancılıkla itham edemez; çünkü o şehir hakkında haber verenlerin bir

yerde toplanarak, aslında bulunmayan bir şehrin, bulunduğu yolunda yalan bir haber üzerinde ittifak etmelerine ve sonra da bunu halk arasında yay­malarına imkân yoktur. Böyle bir ihtimal söz konusu bile olamaz. Çünkü akıl, o şehri haber verenlerin, ister tesadüfen olsun, ister kasden olsun, yalan haber üzerinde ittifak etmiş olabileceklerini kabul etmez. İşte, o şeh­rin varlığı ile ilgili haberlerin insanda hâsıl ettiği bilgi, zarurî olan ve define veya reddine imkân bulunmayan bilgidir ve bu bilgi, ister âlim olsun ister câhil olsun, yahut ister araştırma ehliyetine sahip olsun ister olmasın, yal­nız mütevâtir olarak nakledilen haberlerle herkeste oluşur.

Bazıları da, mütevâtir haberin, ancak ilm-i nazarî ifade ettiğini söy­lemişlerdir ki, bu görüş gerçeğe uygun değildir. Çünkü tevatürle, avam ta­bakasına mensup, araştırma ehliyetine sahip olmayan bir kimse için de ilim hâsıl olur. Nazar (tetkik ve araştırma), malûm ve maznun şeylerin tertibi olup, bununla malûm ve maznuna ulaşılır; avama mensup kimsede bu eh­liyet yoktur. Eğer tevatürle kazanılan ilim nazarî olsaydı, avam için bu ilim hâsıl olmazdı. Bu açıklama ile, ilm-i zarurî ile ilm-i nazarî arasındaki fark anlaşılmış olmaktadır. Buna göre zarurî, istidlal olmaksızın ilim ifade eder; nazarî de ilim ifade eder; fakat istidlal ile.. Zarurî, haberi işiten herkes için hâsıl olur; nazarî ise, ancak bu sahada ehliyeti olan kimseler için hâsıl olur.[46]

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, yukarıda şartlarını açık­ladığımız mütevâtir, hadîsçİlerin inceleme konusu dışında tuttukları bir hadîs çeşididir. Çünkü incelemeden maksat, sahîh olan hadîsi sakîm veya zayıf olanından ayırmaktır. Halbuki mütevâtir hadîslerin hepsi, yukarıda açıkladığımız şartlarla sahihtir ve onları incelemeye gerek yoktur. Bununla beraber, bazı hadîsçİlerin sözleri arasında, herhangi bir hadîsin Hazretİ Peygamberden tevatür ettiğini belirten ifadelere rastlanır. Bu ifadelerde kullanılan tevatür kelimesini, yukarıda şartlarını belirttiğimiz mütevâtirin ıstılah manâsı ile karıştırmamak gerekir. Onlar, daha ziyade, hadîsin şöhret kazandığını ifade etmek maksadıyle bu tabiri kullanmışlardır ve tabiatiyle şöhret kazanan, yâni meşhur olan hadîsle, ıstılahtaki mütevâtir ile anılan hadîs arasında fark vardır.

Mütevâtir hadîslerin hadîs ilmi içerisinde bahis konusu edilmemesi, sa­dece isnad yönündendir. Zira hadîs ilmi, bir bakıma isnad ilmidir. Bu ilmin konusu da, bir hadîsin rivayet zincirini sıhhat yönünden incelemek ve bu zinciri teşkil eden râvi halkalarının, adalet ve zabt yönünden olduğu kadar, birbirleriyle bağlantıları yönünden de sağlam ve güvenilir olup ol­madıklarını tesbît etmektir.

Mütevâtir hadîslerde ise, daha önce de açıkladığımız gibi, belirli bir isnad yoktur; fakat hadîs, Hazreti Peygamberden, rivayetleri ilm-i zarurîyi gerektiren bir kalabalık tarafından nakledilmiş ve bu kalabalık her nesilde artarak çoğalmıştır. Bu derece şöhrete ulaşmış olan bir hadîsin, mütevâtirin şartlarından bahsederken de belirttiğimiz gibi, red ve inkârı mümkün olmaz ve işitenler için ilm-i zarurî ifade eder. Bu sebepledir ki hadîs ilmi, yalnız âhâd adı verilen hadîsleri inceleme konusu yapmıştır; çünkü sahîh veya zayıf olması muhtemel bulunan hadîsler, yalnız âhâd içerisinde yer alırlar. Mütevâtir hadîsin hadîs ilmi içerisinde söz konusu edilmemesi, bazı ulemâ arasında, bu çeşit hadîslerin bulunup bulunmadığı, yahut bulunsa bile sayı itibariyle çok az olduğu yolunda değişik görüşlerin ileri sü­rülmesine sebep olmuştur.

Bazılarına göre Kitap, yâni Kur'ân, tevâtüren sabit olduğu halde, sün­net ve icma, hem tevatür, hem de âhâd yol ile sabit olmuştur. Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir olanlar çok azdır. Hattâ sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar vardır. Meselâ şerîatın asıl­larından olan beş vakit namaz, namaz rek'atlarmın sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı sünnet bu kabîldendir. Hattâ İbnu's-Salâh, mütevâtire misal olarak yalnız hadîsinin gösterilebileceğini ileri sür­müş, bu hadîsin kalabalık bir sahabe gurubu tarafından rivayet edildiğini kaydettikten sonra, el-Bezzâr'm Musned'inden naklen bu sahabîlerin ktffe kişi kadar olduğuna işaret etmiştir [47]Ancak Ibn Hacer, bu görüşte olanlara ve özellikle mütevâtire bir hadîsten başka misal gösteremeyen İbnu's-Salâh'a itiraz ederek şöyle demiştir:

"İbnu's-Salâh, daha önce şartları ile birlikte izah edilen mütevâtirin nâdir bulunduğunu, ancak bunun men kezebe aleyye hadîsi için iddia edi­lebileceğini ileri sürüyor. Onun bu görüşü ve diğerlerinin mütevâtir hadîsin mevcut olmadığı yolundaki iddiaları yanlıştır. Çünkü böyle bir kanaat, mütevâtir hadîslerin turukunun çokluğundan ve râvilerinin yalan üzerinde birleşmelerini âdeten imkânsız kılan hal ve sıfatlarını bilmenin güç­lüğünden ileri gelmektedir. Aslında hadîsler arasında mütevâtir olanlar çok denecek kadar mevcuttur. Nitekim Şarkta ve Garpta ilim ehli arasında elden ele dolaşan ve musannıflarma nisbeti kesinlikle sabit ve sahîh olan bir çok meşhur hadîs kitabı, bir hadîsin naklinde birleştikleri ve bu hadîsin turuku da, yalan üzerinde birleşmelerini imkânsız kılacak şekilde çoğaldığı zaman, diğer şartların da tahakkuku ile onu nakledenlerin doğruluğu hak­kında kesin bir bilgi hâsıl olur. Meşhur kitaplarda bu çeşit hadîsler pek çoktur [48]Es-Suyûtî bu konuda müstekıl bir kitap telîf ederek mütevâtir hadîsleri bâblara göre tasnif etmiş ve kitabına el-Ahbâru'l-mutenâsire fı'l-ahbârVl-mutevâtire adını vermiştir. Kitapta, mütevâtir olarak gösterdiği her bir hadîsi kitaplarında nakledenlerin isnadlan ile birlikte zikretmiştir. [49]Es-Suyûtî'nin mütevâtir hadîsler arasında gösterdiği hadîslerden bazıları şunlardır:

Hadîsu'l-havz (elli küsur sahabî tarafından rivayet edilmiştir); (yetmiş sahabî tarafından rivayet edilmiştir);        (elli sahabî tarafından rivayet edilmiştir); tarafından rivayet edilmiştir); trafından rivayet edilmiştirtarafından rivayet edilmiştir); "kilde mütevâtir olarak rivayet edilmiştir. [50]

 

3. Mütevâtir Haberin Çeşitleri

 

Mütevâtir haberler, ya lafzı, ya da manevî olurlar. [51]

 

a) Mütevâtir Lafzî

 

İsnadın başında olsun, ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin lafzan, yukarıda tarifi yapılan kalabalık ta­rafından rivayet edilmesidir. Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sahabeden itibaren her tabakada sayılamayacak kadar çok sa­yıda müslüman tarafından okunup kendilerini takip eden nesillere nak­ledilmiş ve bu nakil esnasında tek bir harfinde bile değişikliğe uğramadan zamanımıza kadar gelmiştir. Hadîsler arasında da bu şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır. İbnu's-Salâh, bu çeşit hadîslerin başında hadîsini zikretmiştir. Bu hadîsi Haz-reti Peygamberden 40, bir rivayete göre de 62 sahabî rivayet etmiştir. Bun­lar arasında cennetle tebşir edilen 10 sahabî de vardır. [52]Es-Suyûtî, bu gu­ruba giren diğer bazı hadîsleri daha zikretmiştir. 70 sahabî tarafından rivayet edilen sahabî tarafından rivayet edilen hadîsleri bunlardandır. [53]

 

b) Mütevâtir Manevî

 

Kelimenin manâsından da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Maamafih, lafzî mutabakat ol­masa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde birleşmeleri ihtimal dâhilinde ol­mayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart koşulmuştur. Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin aslıdır, yahut özüdür. Meselâ, râvilerden birisi, "fulân kimse bir deve hediye etti" şeklinde bir haber rivayet etse, bir başkası bu haberi "fulân kimse bir at hediye etti", bir diğeri "fulân kimse şu kadar lira hediye etti" şeklinde rivayet eder. Bu ri­vayetlerde tevatür derecesine ulaşan husus, "fulân kimsenin bir şey hediye etmesi" dir.

Es-Suyûtî, mütevâtir manevî hadîse misal olarak Hazreti Peygamberin (du'â esnasında ellerin kaldırılması) hadîsini zikretmiştir. Bu hadîsin muhtelif kaziyelerde zikredilmiş 100 kadar rivayeti vardır; bu kaziyeler tevatür derecesinde olmamakla beraber, "du'â esnasında ellerin kaldırılması", bütün rivayetlerde müşterektir ve tevatür derecesine ulaşan husus da budur. [54]

 

B.ÂHÂD HABERLER

 

 1. Ahâdın Lügat ve Istılah Manâsı

 

Âhâd, lugatta, "bir" manâsına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad veya vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise, tevatür derecesine ulaşmayan, veya mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd (bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından ri­vayet edilen haber kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi tarafından rivayet edilen haberlerdir.

îmam eş-Şâfi'î (Ö. 204)'nin haber-i hâssa da dediği haber-i vâhıd ta­biri, ilk asırlar içinde yalnız bir kişinin rivayet ettiği haberler hakkında kullanılmıştır. Nitekim eş-Şâfi'î, bu çeşit haberleri tarif ederken "Hazreti Peygambere, yahut ondan sonraki bir şahsa müntehi olana kadar bir ki­şinin bir kişiden rivayet ettiği haberdir." demiş; bu haberlerin dînde hüccet olarak kullanılabileceğini isbat hususunda da, Hazreti Peygamberin ha­yatında bir kişinin haberi ile ilgili tatbikattan örnekler vermiştir.[55]

Ancak daha sonraki devirlerde ve özellikle usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i âhâd anlayışında önemli sayılabilecek bir de­ğişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği ha­berler hakkında değil, fakat iki kişinin iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha fazla kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla ki, üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olması lâzımdır. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalığa erişmemiş olması dolayısıyle haber, yine âhâd haberlerden sa­yılır. Nitekim usûl kitaplarında, haberler, onları rivayet edenlerin sa­yılarına göre, önce iki kısma taksim edilmiş, bir kısmına mütevâtir, diğer kısmına da âhâd denilmiştir. Daha sonra âhâd haberler de, meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, mütevâtir haberler, bunları işiten kimseler için ilm-i yakın, veya ilm-i zarurî ifade ettikleri halde, âhâd ha­berler, ilm-i nazarî ifade ederler. Kelimelerin delâlet ettikleri manâ göz Önünde bulundurulacak olursa, ilm4 nazarî (el-ılmu'n-nazarî), inceleme ve araştırma yolu ile insanda hâsıl olan ilim veya bilgi manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, haberlerin, haber verdikleri konularda, ikna yönünden insan üzerinde bıraktıkları tesir olup, ancak zihnî bir tetkik ve tertip neticesi ke-sinleşir ve bilgi halini alır. Bunu bir misal ile açıklamak gerekirse, Hazreti Peygamberden nakledilen bir hadîs, onu ilk işiten kimse için, getirdiği hüküm veya tavsiyede bulunduğu dînî veya ahlâkî herhangi bir davranış yö­nünden ilim veya bilgi ifade eder; başka bir deyişle, insanda, bu hüküm veya davranışla ilgili bir ilim hâsıl olur. Ancak bu ilim zannîdir; kesin de­ğildir. Kesinleşmesi için, insanın bazı inceleme ve araştırmalara, önceden sahip olduğu diğer bilgilere istinaden bir takım istidlallere başvurması ge­rekir. Bu inceleme ve araştırma, hadîsin isnad ve metni yönünden olur. İsnad yönünden araştırma, onun râvilerine ve ittisal yönünden durumuna taalluk eder. Hadîsin râvileri adalet ve zabt yönünden tam ve güvenilir kim­seler midir? Sened muttasıl mıdır; yâni hadîsi birbirinden nakleden râviler, gerçekten birbirine mülâki olup, o hadîsi birbirinden işitmişler midir? Arada herhangi bir inkıta, kopukluk, yâni bir râvi düşmesi var mıdır? Senedin her­hangi bir illeti var mıdır?

Metinle ilgili araştırma ise, onun, Hazreti Peygamberden rivayet edilen diğer hadîslere, umumî manâ yönünden uygun olup olmadığını ortaya çı­karmak gayesine yöneliktir; çünkü herhangi bir aykırılık, hadîsin şâz ol­duğu neticesini doğurur.

İşte, hadîsin hem isnad ve hem de metin yönünden böyle bir araş­tırmaya tâbi tutulması neticesinde, insanda kesin bir kanaat hâsıl olur ve bu kanaat, hadîsin red veya kabulüne taalluk eder. Eğer râvilerin adalet ve zabt yönünden zayıf oldukları, isnadda ittisalin bulunmadığı ve illetli ol­duğu, metnin Hazreti Peygamberden rivayet edilen diğer hadîs metinlerine manâ yönünden aykırı düştüğü, yâni şâz veya münker olduğu anlaşılırsa, hadîsin zayıf olduğuna hükmedilir. Bu hüküm, insanda, hadîsle ilgili olarak teşekkül eden bilginin tabiî bir neticesidir.

İşte, hadîsin kabul veya red yönünden değerini tesbite yarayan böyle bir inceleme ve araştırma, ilm-i nazarî tabirinde yer alan nazar kelimesinin tam karşılığıdır. Zira lugatta nazar kelimesi, gözün görme duygusuna delâlet eder ki [56]bir şeye yöneldiği zaman, bu yönelişte, onun mahiyetini anlamaya matuf bir gaye vardır. Bu sebeple el-Cevherî üy (nazar, bir şeyi gözle düşünmektir) demiştir.[57]

Bu düşünme, tabiatiyle nazar olunan şey hakkında daha önceki bil­gilere de istinaden, yeni bilgiler edinmek gayesine matuftur; bu ise, istidlali gerektirir.

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre, ilm-i nazari, nazar ehliyetine sahip olan, yâni araştırma gücü bulunan kimselerde hâsıl olur. Araştırma gü­cünden maksat, üzerinde durduğu konuya veya konunun bağlı bulunduğu dala vâkıf olma kudretidir. Bu kudrete sahip olmayan câhil kişide nazarî ilim hâsıl olmaz. Bu, hadîs ilmi yönünden şu demektir: Hadîs ilmine vukufu olmayan bir kimse, işitmiş olduğu bir hadîs hakkında, araştırma gücüne sahip olmadığı için, ilm-i nazarîyi elde edemez, veya hadîs hakkında kabul veya red yönünden hüküm veremez.

İlm-i nazarî, hadîs imamları arasında, umumiyetle âhâd haberler için söz konusudur. Çünkü bu haberler arasında makbul haberler bulunduğu gibi, merdûd haberler de vardır. Ancak makbul olanların diğerlerinden ayırt edilmesi, haberlerin, yukarıda açıkladığımız şekilde tetkik edilmelerine bağ­lıdır. Bu bakımdan hadîs imamları, umumiyetle, âhâd haberlerin ilm-i-nazarî ifade ettiklerini söylemişler ve ilim lafzını nazarî lafzıyle tahsis etmişlerdir. Çünkü haber-i âhâdla insanda hâsıl olan ilim, zarurî veya yakîn bir ilim değildir; kesinliği ancak nazar'a, yâni araştırmaya bağlıdır. İlim laf­zını haber-i âhâd için hoş karşılamayan bazı kimseler ise, zan lafzmı kul­lanmışlar ve "haber-i âhâd zannı ifade eder" demişlerdir.[58]  Bununla be­raber, her iki tabirin kullanılışı arasında büyük bir fark mevcut değildir. Önemli olan husus, ilm-i nazarî veya zan ifade eden hadîslerin sahîh ve makbul olanlarını, zayıf ve merdûd olanlarından ayırt etmektir. Bu ise, hadîs imamları tarafından gerektiği şekilde yapılmıştır. [59]

 

2. Ahâd Haberlerin Çeşitleri

 

Ahâd haberler, her tabakada onları nakleden râvilerin sayısına göre meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısma ayrılırlar. [60]

 

a) Meşhur Haberler

 

Meşhur, lügat yönünden şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelirse de, hadîsçiler arasında, ıstılah olarak daha farklı bir manâda kul­lanılmış ve en az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine eriş­meyen hadîslere denilmiştir.[61] Meşhurun bu tarifi, bazı fıkıh ulemâsına göre musteftz denilen hadîsleri tanıtır; çünkü bu kelimenin kökü, bir kaptan dökülen suyun yayılmasını anlatmak için kullanılmış ve fâza'l-mâ'u yeftzu feyzan denilmiştir. Bununla beraber, meşhurla mustefîz arasını ayıranlar da vardır ve bunlar, nıustefîzı, başından sonuna kadar ikiden fazla isnadı olan hadîslere tahsis ettikleri halde, başında bir râvisi olsa bile sonradan şöhrete ulaşan hadîslere de meşhur demişlerdir. Fakat hadîsçiler arasında maruf olan tarîf, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, en az üç isnadla nak­ledilen hadîslerdir.

Meşhurun diğer bir manâsı da, râvisi olsun veya olmasın, yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine alır.

Meselâ,hadîsleri, aslı olmayan, fakat halk dilinde şöhrete ulaşmış bulunan hadîslerdendir. Şu var ki, bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin ıstılah manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet eder.

Bir hadîsin şöhret kazanması, bir emr-i nisbîdir: Bazen yalnız hadîsçiler arasında, bazen hem hadîsçiler, hem de ulemâ ile halk arasında, bazen fukahâ, bazen de usûlcüler arasında meşhur olduğu görülür. Meselâ

hadîsi   fukahâ   arasında   meşhur   olmuştur. hadîsi usûlcüler arasında, il hadîsi ise, hem hadîsçiler, hem de diğer ulemâ ile halk arasında şöhret ka­zanmıştır.

Fakat ıstılah yönünden yukarıda verdiğimiz tarife uygun olan ve yal­nız hadîs uleması tarafından bilinen meşhura misal, el-Buhârî ve Müslim'in de naklettikleri hadîsidir.[62] Gerek el-Buhârî ve gerekse Müslim, bu hadîsi, Süleyman et-Teymî tarikiyle Ebû Meclez'den nakletmişlerdir; Ebû Meclez ise, Enes İbn Mâlik'ten almıştır. El-Hâkim, mezkûr hadîs hakkında şu bilgiyi verir:

"Bu hadîs Sahîh'te nakledilmiştir. Onun, Ebû Meclez'den başka Enes'ten nakleden râvileri vardır. Keza et-Teymîden başka kimseler Ebû Meclez'den ve el-Ensârî'den başka kimseler de et-Teymî'den bu hadîsi ri­vayet  etmişlerdir;   ancak bu  husus,  sanat  ehli dışmdakilerce  bilinmez.

Çünkü bunlar, Süleyman et-Teymî'nin, Enes'in dostlarından olduğunu dü­şünerek ikisi arasında yer alan diğer râvi (Ebû Meclez) vasıtasıyle gelen ri­vayetin garîb olduğunu zannederler. Yine bunlar, hadîsin ez-Zuhrî ve Katâde'den gelen birçok turuku bulunduğunu bilmezler. Bunun gibi daha binlerce hadîs vardır ki, ehlinden başkası bunların şöhretine vâkıf de­ğillerdir. [63]

 

b) Azîz Haberler

 

Azîz, lugatta "bir adam azîz ve şerif olmak ve bir kimse zelîl iken kaviy ve zî kudret olmak" manasınadır.[64] Hadîs ıstılahında ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır. Meselâ ez-Zuhrî, veya Katâde gibi meşhur hadîs imam­larından birinin rivayeti, onlardan rivayet eden bir tek râviye inhisar eder, başka râvi bulunmazsa, bu rivayet garîb olur. Başka bir ifade ile, bir hadîs, ez-Zuhrî ve benzeri imamlardan birinden yalnız bir râvi vasıtasıyle rivayet edilirse, daha sonraki nesillerde hadîsin turuku çoğalmış olsa bile, bu hadîse garîb denir. Hadîsin tek bir râviye inhisar ettiği tabakadan bir başka râvi aynı hadîsi yine o imamdan rivayet ederse, o âna kadar garîb olarak bilinen hadîs, ikinci râvinin rivayetiyle kuvvet kazanır ve azîz olur. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada yalnız iki râvi tarafından rivayet edilen hadîsler ola­rak tarif etmek daha doğru olur. Bununla beraber İbnu's-Salâh, garîb olan bir hadîsi, iki veya üç kişi rivayet ederse azîz olur, demek suretiyle, üç ki­şinin teferrüdünü de azizin tarifine sokmuş olmaktadır' [65]Halbuki îhn Hacer'e göre bir hadîs, herhangi bir tabakada yalnız bir kişi tarafından ri­vayet edilirse o hadîs garîb, iki kişi tarafından rivayet edilirse aziz adını alır.[66]

İbn Hıbbân'm ifadesinden veya bazı kimselerin ileri sürdükleri gö­rüşlere onun verdiği cevaptan, azîzi, bütün tabakalarda yalnız iki kişinin iki kişiden rivayetleri olarak tarif edenlerin bulunduğu anlaşılmakta ve onun "iki kişinin iki kişiden rivayeti asla bulunmaz" demek suretiyle böyle bir azîz çeşidini reddettiği görülmektedir; yahutta îbn Hıbbân, azîzin tarifi bahis konusu olduğu zaman, bu tariften, her tabakada yalnız iki kişinin yal­nız iki kişiden rivayet ettiği hadîs manâsını anlamaktadır'. [67] İbn Hacer, ibn Hıbbân'ın bu anlayışına işaretle şöyle der: "îbn Hıbbân, iki kişinin iki kişiden rivayeti asla bulunmaz, demek suretiyle bütün tabakalarda yalnız iki kişinin yalnız iki kişiden rivayetini kasdediyorsa, bu doğrudur; gerçekten böyle bir rivayeti bulmak, hemen hemen imkânsız gibidir. Fakat tecviz et­tiği azız şekli, iki kişiden az olmayan kimselerin iki kişiden az olmayan kim­selerden rivayet etmeleri suretiyle mevcuttur. Bunun misali, Şeyhân (el-Buhârî ve Müslim) in Enes'ten ve el-Buhârî'nin Ebû Hureyre'den rivayet et­tikleri şu hadîstir: <Ben> içinizden birine, anasından babasından ve çocuğundan daha sevgili olmadıkça o, îman etmiş sayılmaz [68]Bu hadîsi, Enes'ten Katâde ve Abdu'1-Azîz İbn Suheyb; Katâde'den Şu'be ve Sa'îd; Abdu'l-Azîz'den İsmâ'îl İbn Uleyye ve Abdu'l-Vâris; ve bunların her birinden de, sayısı ikinin üstünde birer cemaat ri­vayet etmiştir.[69]

Hz. Peygamber Şemada da görüldüğü gibi, zikri geçen hadîs, ilk üç tabakada yalnız iki­şer kişi tarafından rivayet edilmişse de, üçüncü tabakadan sonra turuku ço­ğalmış ve hadîsi, her birinden ikinin üstünde birer cemaat rivayet etmiştir. Bu hadîs, azizin bir örneğidir. [70]

 

c) Garîb Haberler ve Çeşitleri

 

Garîb, lugatta yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse demektir. Hadîs ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kal­mış, yahut benzeri başka râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.

Garîb hadîsler, sahih ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad yönünden de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden garîb olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle sahîh olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok edici bir vasıf olduğu da ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (gü­venilir) kimseler olmaları halinde sübût bulur. Buna göre rivayetiyle te-ferrüd eden, yâni tek kalan ve bundan dolayı hadîsi garîb olan râvi, gü­venilir kimselerden olduğu takdirde, rivayetini sahîh kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur. Hattâ böyle bir hadîs, râvilerinin adalet ve zabt yön­lerinden bulundukları derecelere göre sahîh olduğu gibi, hasen ve zayıf da olabilir.

Açıkladığımız bu yönleriyle garîb hadîs, sıhhat yönünden diğer hadîs çeşitlerinden farklı olmamakla beraber, hadîs imamları arasında yine de fazla rağbet görmemiş; hattâ bazıları, onları zemmeden sözler bile söylemişlerdir. Meselâ Ahmed İbn Hanbel: Bu garîb hadîsleri yazmayınız; çünkü onlar menâkîrdir ve çoğu zayıf râvilerden gelmedir" demiş; Mâlik İbn Enes de, "ilmin şerrinin garîb, hayrının da halk tarafından rivayet edilen zahir olduğunu" ileri sürmüştür. Abdurrazzâk, "biz, garîb hadîsin hayırlı ol­duğunu zannederdik; halbuki o şer imiş" derken, Ebû Yûsuf da, "dîni kelâm ile arayan zındıklaşır; hadîsin garibini arayan yalancı olur; malı kimya ile arayan ise, iflâs eder" demiştir.[71]

Garibin metin ve isnad yönünden taksimine gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hadîs, hem isnad, hem de metin yönünden garîb olabilir. Garibin bu kısmı, tek bir râvinin rivayet ettiği metinle tek kalması halinde ortaya çıkar. Bazen de hadîs, yalnız isnad yönünden garîb olur. Meselâ sa­habeden bir cemaat tarafından rivayet edilen bir hadîs, başka bir sahabîden nakleden bir tâbi'înin teferrüdü ile garîb olur ve onun, "yalnız bu yönden garîb olduğu" söylenir. Yalnız metin yönünden garîb olan hadîs ise, râvisi o metinle teferrüd eden hadîstir; ancak bu çeşit hadîsler, ferdin şöhret ka­zanmış şekliyle bulunurlar; yâni metin, bidayette garîb olsa bile, sonradan şöhrete kavuşmuş veya meşhur olmuştur. Ömer Îbnu'l-Hattâb (r.a.)'ın oLJL JUxVI Ul (ameller niyetlere göredir) hadîsi garibin bu kısmına bir örnek teşkil eder; zira bu hadîsi Hazreti Peygamberden yalnız Ömer Îbnu'l-Hattâb rivayet etmiştir. Ömer'den yalnız Alkame İbn Vakkâs, Alkame'den yalnız Muhammed ibn İbrahim et-Teymî, ondan da yalnız Yahya İbn Sa'îd almış; Yahya'ya kadar metin garîb olarak rivayet edildiği halde, Yahya'dan rivayet edenlerin çokluğu dolayısıyle de hadîs meşhur olmuştur.

Garabet, yâni râvinin tek kalması, bazen isnadın aslında, yâni sahabî tarafında, bazen de ortasında vukubulur ve birincisine ferd-i mutlak, ikin­cisine ise, ferd-i nisbî denir. Aşağıda bunlar ayrıca incelenmiştir. [72]

 

 

1) Ferd-i Mutlak

 

Ferd, lügat yönünden bir, tek, veya çiftin yarısı manâsına gelir. Hazâ ferdun (bu ferddir) denildiği zaman, onun, yegâne, yekdâne olduğu anlaşı-hr [73]Hadîs ıstılahında ise, ferd, gerek lügat yönünden ve gerekse ıstılah yönünden garı6'in müteradifidir. Ancak ıstılahçılar, her iki kelime arasında, kullanılışlarının azlığına veya çokluğuna göre ayırım yapmışlar ve ferd is­mini çok defa ferd-i mutlak'a, garîb ismini ise, ferd-i nisbî'ye ıtlak et­mişlerdir. Ancak bu, kelimelerin isim olarak kullanılışı yönündendir. Fakat bu kelimelerden türemiş fiillerin kullanılışı bahis konusu olduğu zaman, aralarında hiçbir ayırım yapılmamıştır. Meselâ haber, ister ferd-i mutlak olsun, ister ferd-i nisbî olsun, her ikisinde de teferrede bihi fulânun veya ağ-rabe bihi fulânun denilerek, ferd ve garîbten türemiş fiiller aynı manâda kullanılmıştır.[74]

Ferdin, garibin müteradifi olarak da kullanıldığı gözönünde bu­lundurulursa, kelimenin hadîs ıstılahı yönünden manâsı, isnadın herhangi bir yerinde râvisi tek kalmış haber çeşidi olur. Ancak bu çeşit haberlerin ta­rifinde kullanılan kelime, umumiyetle garîb kelimesidir ve ferd tabiri, yu­karıda da işaret olunduğu üzere, garibin kısımları bahis konusu olduğu zaman daha çok kullanılmıştır.

Buna göre, ferd kelimesinin, tabakalardan herhangi birinde râvisi tek kalmış haberlere delâlet ettiği gözönünde bulundurulursa, ferd-i mutlak (el-ferdu'l-mutlak)'m, tarifini verdiğimiz ferd çeşitlerinden biri olduğu anlaşılır. Nitekim İbn Hacer, "garabet, ya senedin aslında olur, yahutta bir başka ta­rafında.. ."[75] demek suretiyle, ferdiyyetin müteradifi olarak kullanılan ga­rabetin, isnadın bazen bir yerinde, bazen de bir başka yerinde görülmesi se­bebiyle iki kısımda mütalâ edildiğini açıklamıştır ki, bunlardan birisi ferd-i mutlak'tır ve garabetin senedin aslında olması şeklidir.

Senedin aslı (aslu's-sened), kendisinden sonraki turuk ne kadar ço-ğalırsa çoğalsın, isnadın dönüp dolaştığı yerdir ki, evvel, menşe', âhır, intiha, muntehây-ı sened gibi tabirlerin de ıtlak olunduğu sahabînin bu­lunduğu taraftır. Buna göre, garabetin isnadın aslında veya evvelinde oluşu, hadîsi rivayet eden sahabî veya sahabîden rivayet eden tâbi'î sayısının bir­den fazla olmamasıdır. Yâni sahabînin veya tâbİ'înin, rivayet ettiği hadîsle teferrüd etmesi, tek kalmasıdır.

Ferd-i mutlak'a misal olarak, el-Buhârî ve Müslim tarafından nak­ledilen velâ'ın satış ve hibesini yasaklayan İbn Ömer hadîsi zikredilebilir.

Hazreti Peygamber, köle azadından doğan mîras hakkının satışını ve hibe edilmesini bu hadîsiyle nehyetmiştir:[76]

Bu hadîsi Abdullah îbn Ömer'den rivayet eden tâbi'î Abdullah ibn Dînâr rivayetinde tek kalmıştır ve bu teferrüd, senedin aslında olduğu için­dir ki hadîs, ferd-i mutlaktır.

Ferd-i mutlakta bazen tek kalan râviden hadîsi alan râvinin de tek kal­dığı ve bunun bütün râviler boyunca, veya çoğunda devam ettiği görülür, îmanın hasletleriyle ilgili Ebû Hureyre hadîsi, iki râvisi tek kalmış bir hadîstir [77] (îmân yetmiş - veya altmış - küsur şubedir. En üstünü tâ ilahe illa'llah sözüdür. En alt derecesi ise, yoldan (taş, diken vs.) ezâ veren şeyleri kaldırmaktır. Haya da îmandan bir şubedir).

Hazreti Peygamberden Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen bu hadîs, Ebû Hureyre'den Ebû Salih, Ebû Salih'ten de Abdullah İbn Dînâr va-sıtasıyle nakledilmiştir. Gerek Ebû Salih ve gerekse Abdullah İbn Dînâr, bu hadîsin rivayetinde tek kalmışlardır. [78]

 

2) Ferd-i Nisbî

 

Ferd-i nisbî, garabetin senedin ortasında olması halinde ortaya çıkan haber çeşididir. Nisbî denilmesi, haber aslında meşhur olsa bile, teferrüdün belirli bir şahsa nisbetle vukubulması dolayısıyledir. Haberin meşhur ol­ması ise, kendisinde teferrüd etmiş râvileri bulunmayan şâir turuk (is-nadlar) yönündendir. Meselâ Mâlik İbn Enes, Nâfi'den, Nâfı de îbn Ömer'den bir hadîs rivayet etmiş olsa ve bir başka râvi de aynı hadîsi mütâbi'i olmaksızın Mâlik'ten rivayetiyle teferrüd etse, yâni Mâlik'ten bu râviden başka hiç kimse rivayet etmemiş olsa, bu hadîs, Mâlik'ten tek ola­rak rivayet eden râviye nisbetle ferd'tir. Nâfi'den rivayet edenler kalabalık bir cemaat olduğu takdirde ve onlardan bize kadar nakleden aynı şekildeki kalabalık râvi gurubuna nisbetle de hadîs meşhur olur. Bunu şöyle bir şema ile göstermek mümkündür:

Hadîs İbn Ömer[79]

 

III. BÖLÜM

 

SIHHAT YÖNÜNDEN  HABER ÇEŞİTLERİ

 

Haberlerin Makbul ve Merdûd Olma Sebepleri

 

Genel olarak Haber lafzından söz ederken de açıkladığımız gibi, ha­berler, bize gelişleri yönünden mütevâtir ve âhâd olmak üzere iki kısma ay­rıldıkları gibi, âhâd haberler de, aralarında hem sahîh hem de zayıf olan­ların bulunması dolayısıyle makbul ve merdûd olmak üzere iki kısma ayrılmışlardır. Makbul, hadîs âlimlerinin çoğunluğuna göre, ameli ge­rektiren haberlerdir. Râvisinin doğruluğu kabul edilmeyen haberlere de merdûd denilmiştir.

Âhâdın makbul ve merdûd olmak üzere iki kısma ayrılması, onlarla is­tidlalin, râvilerinin adalet ve zabt yönünden ahvallerinin araştırılmasına mütevakkıf olması dolayısıyledir. Mütevâtir haberler bunun aksinedir; çünkü mütevâtir haberler, râvilerinin doğruluğu hususunda kesinlik bu­lunması dolayısıyle hepsi de makbuldür. Âhâd haberler ise, böyle değildir ve onlardan yalnız makbul olanlar ameli gerektirir. Çünkü bunlarda, ya kabul sıfatının esasını teşkil eden râvinin doğruluğu sübût bulmuştur; ya da red sıfatının esasım teşkil eden râvinin yalancılığı sübût bulmuştur; yahutta ne kabulünü ne de reddini gerektiren herhangi bir husus mevcuttur. Bu takdirde, birincisinde, râvisinin doğruluğu sübût bulduğu için haberin de doğ­ruluğu zan üzerinde galebe çalar ve haber kabul edilir, ikincisinde, râvisinin yalancılığı sübût bulduğu için haberin de yalan olduğu zan üze­rinde galebe çalar ve haber atılır. Üçüncüsünde ise, eğer haberi bu iki kı­sımdan birine sokmayı mümkün kılacak bir karîne mevcut ise, haber o Kısma sokulur; böyle bir karîne mevcut değilse, haber üzerinde tevakkuf olunur; yâni onunla amel edilmez. Amel olunmayan haber ise, merdûd haber gibidir; ancak onun merdûd olması, haberde red sıfatının sübûtu do-layısıyle değil, kabulü gerektiren bir sıfatın bulunmaması dolayısıyledir. [80]

 

A. MAKBUL HABERLER

1. Sahîh Hadîsler ve Çeşitleri

 

Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sı­fatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, ameli ge­rektiren sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması gerektiğini göstermektedir. Bir başka ifade ile, bir hadîsin sahîh vasfına sahip olabilmesi için, beş şartın o hadîste biraraya gelmesi lâzımdır. İşte bu beş şartı tam olarak kendisinde birleştiren hadîse, sahîh li-zâtihi, veya kısaca sahîh denilmiştir. Bu şartlardan herhangi birisi hadîste bulunmazsa, o hadîs, sahîh olma vasfinı kaybetmiş olur.

Sahîhin tarifinde zikredilen bu beş şart, sırasıyle şunlardır:

1.Sahîh hadîsin râvileri âdil olmalıdırlar. Âdil, adalet vasfına sahip olan kişidir. Adalet ise, insanı takva ve mürüvvet sahibi yapan bir me­lekedir; zira insanın şirk, fısk ve bid'at gibi her türlü büyük ve küçük günâhlardan sakınması, ancak bu meleke sayesinde mümkün olabilir. Bu sebepledir ki takva ve mürüvvet sahibi kimselere, hadîsçiler arasında adi veya âdil denir. Hadîs rivayetinde, râvilerde adaletin şart koşulması, âdil ol­madıkları bilinen, yahut hali bilinmeyen ve dolayısıyle âdil olup olmadıkları anlaşılamayan, yahutta kim oldukları bilinmeyen kimselerin rivayet et­tikleri hadîsleri sahîhin dışında bırakmak içindir.

2. Sahîh hadîsin râvileri zabıt olmalıdırlar. Zabt, râvinin, rivayet ettiği hadîste, yahut hadîsi yazmış ise, kitabında, fazla hata yapmayacak derecede hafız, dikkatli ve titiz   olmasını sağlayan bir melekedir. Râvilerde zabtm şart koşulması, galatı çok, gafleti fahiş olan kimselerin hadîslerini sahîhin dışında bırakmak içindir.

3. Sahîh hadîsin isnadı muttasıl olmalıdır. İttisal, isnadta yer alan her bir râvinin, hadîsi kendisinden naklettiği şeyhine bizzat mülâkî olmuş ve hadîsi bizzat ondan almış olmasıdır. Böylece râvi ile şeyhi arasında açık veya gizli bir inkıta söz konusu olmaz. İsnadda ittisalin şart koşulması, munkatı, mu'dal, mursel ve mudelles gibi çeşitli mkıtalarla gelen hadîsleri sahîhin dışında bırakmak içindir.

4. Sahîh hadîs şâz olmamalıdır. Şâz, râvileri adalet ve zabt yönünden güvenilir, muttasıl isnadla gelmiş olan, fakat kuvvetli isnadla gelen aynı hadîsin   diğer   rivayetine   veya   rivayetlerine   muhalefetle   infirad   eden hadîstir. Daha kısa bir ifade ile, güvenilir bir râvinin, kendisinden daha gü­venilir bir râviye muhalif rivayetidirki, bu rivayetle râvi tek kalmıştır. Böyle durumlarda, daha güvenilir olan râvinin rivayeti tercih olunur; diğer rivayet ise, sahîh olma vasfinı kaybeder ve buna da şâz denir.

5. Sahîh hadîs muallel olmamalıdır. Muallel, metin veya isnadında il­leti bulunan hadîstir, illet ise, hadîsi za'fa düşüren gizli bir kusurdur. Bu kusur tesbit edilinceye kadar sahîh olduğu sanılan hadîs, kusurun an­laşılmasından sonra sahîh olma vasfını kaybeder.

Hadîsçilere göre, yukarıda zikredilen beş şartı kendisinde cemeden hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir. Eğer bazı hadîslerin sıhhati üzerinde hadîsçiler arasında bir görüş ayrılığı çıkmış ise, bu ayrılık, beş şartın, o hadîslerde var olup olmadığı hususunda ortaya çıkan görüş ayrılığı se­bebiyledir. Zira bazı hadîsçilerin ta'dîl ettikleri bir râvi, diğer bazıları ta­rafından cerhedümiş ise, râvi üzerinde hâsıl olan bu görüş ayrılığı, onun ta­rafından rivayet edilen hadîsin sıhhati üzerinde de ortaya çıkar. Râviyi ta'dîl edenler, hadîsinin sahîh olduğuna hükmederken, onu cerhedenler hadîsinin sıhhati üzerinde de tereddüt gösterirler.

Hadîslerin sıhhati üzerinde beliren görüş ayrılığının bir sebebi de, yu­karıda zikredilen beş şartı yeterli görmeyen bazı kimselerin iddialarıdır. Hadîsçiler dışından geldiği anlaşılan bu iddialar, mezkûr beş şarta ilâveten, hadîsin her tabakada en az iki râvi tarafından rivayet edilmesi esasına da­yanır. Nitekim rivayet olunduğuna göre, İbrâhîm İbn îsmâ'îl İbn Uleyye, ri­vayetin şehadetle aynı derecede ve aynı şey olduğunu ileri sürerek, hadîsin de en az iki âdil ve zabıt râvisi olması gerektiğini söylemiş ve rivayetinde tek kalan âdil ve zabıt râvinin hadîsini kabul etmemiştir. Ne var ki bu zât, fakîh muhaddislerden olmasına rağmen, itizale meyleden bir kimse idi. [81] Ez-Zehebî, onun cehmî olduğunu, Kur'ân'm mahlûk olduğu görüşünü ta­şıdığını ve bu yolda münazaralar yaptığını söylemiştir.[82]

Sahîhin şartı hakkında İbrâhîm îbn îsmâ'îl îbn Uleyye tarafından ileri sürülen bu görüş, aslında diğer bazı mutezile imamlarının da görüşüdür. Ni­tekim Ebû Alî el-Cubbâ'î, bu konuda şöyle demiştir: "Âdil olan tek bir ki­şinin haberi kabul edilmez. Fakat buna başka bir âdil kişinin haberi in­zimam ederse, yahut Kitap (Kur'ân) dan bir âyetin, yahut başka bir haberin zahirinin muvafakati ile haber kuvvet kazanırsa, yahut sahabe arasında münteşir olur veya bazıları o haberle amel ederse, o zaman tek kişinin ha­beri kabul edilir." [83] Buna benzer bir görüş de, el-Hâkim en-Neysâbûrî ta­rafından ileri sürülmüştür: "Sahîh hadîsin sıfatı, kendisinden cehalet ismi zail olmuş sahabînin Hazreti Peygamberden, iki âdil tâbi'înin de sahabîden rivayeti olup, şehadet üzerine şehadet misali, hadîs ehlinin zamanımıza kadar onu nakletmesidir." [84] Mutezile tarafından sahîh hadîsin şartı olarak ileri sürülen her ta­bakada onun en az iki âdil râvi vasıtasıyle rivayet edilmesi keyfiyeti, as­lında, bu mezheb imamlarının haber-i âhâd hakkındaki görüşleri çerçevesi içinde mütalâa edilmek gerekir. Zira mutezile, âhâd haberlerin dînde delil olarak kullanılmasına karşıdırlar.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, hadîs imamlarının sıhhati üze­rinde ittifak ettikleri tek isnadla rivayet edilmiş pek çok hadîs vardı ve bu hadîsleri el-Buhârî ve Müslim gibi Sahîh sahipleri kitaplarına almakta te­reddüt göstermemişlerdir. hadîsi bunun en açık örneğini teş­kil eder. El-Buhârî tarafından Sahîh'in başında nakledilen bu hadîs, Hazreti Peygamberden, yalnız Ömer İbnu'l-Hattâb vasıtasıyle rivayet edilmiş; Ömer'den yalnız Alkame, Alkame'den yalnız Muhammed İbn îbrâhîm, Mu-hammed İbn İbrahim'den de yalnız Yahya İbn Sa'îd rivayet etmiştir. Yahya'dan sonra isnadı çoğalan bu hadîsin sıhhati, değerinin büyüklüğü ve ondan hâsıl olan faydanın çokluğu üzerinde bütün İslâm uleması görüş bir­liğine varmışlardır. İmam Eş-Şâfı'î, bu hadîsin İslâm'ın üçte birine muâdil olduğunu ve yetmiş fıkıh babını ihtiva ettiğini söylemiştir. Abdurrahman İbn Mehdî ise, kitap tasnîf eden herkesin, ilim talebesinin, niyetini dü­zeltmesi için, tenbîh maksadı ile bu hadîsi kitaplarının başında zikretmeleri tavsiyesinde bulunmuştur.[85]

Sahîh hadîsin yukarıda zikrettiğimiz beş şartından ilk ikisini teşkil eden ve râvilerle ilgili olan adalet ve zabt sıfatları, her râvide veya her in­sanda aynı derecede bulunmaz. Bazı kimseler, çok daha âdil ve çok daha hafız oldukları halde, diğer bazıları, bunlara nisbetle daha az âdil ve hafızdırlar. Bu azlık, onları, zayıf hadîs râvileri derecesine düşürmese bile, diğerlerine kıyasla daha aşağı derecede olduklarına kolayca hükmedilebilir. Bu sebeple denebilir ki, ne kadar sahîh hadîs râvisi varsa, o kadar da bir­birinden farklı adalet ve zabt dereceleri vardır. İşte, râvilerin adalet ve zabt yönünden bu farklı durumları, onlar tarafından rivayet edilen hadîslerin de birbirinden farklı sıhhat derecelerinde bulunması sonucunu doğurur. Buna göre, râvileri adalet yönünden en üstün derecede bulunan bir hadîsin, sıh­hat yönünden de en üstün derecede bulunduğuna hükmedilir. Bu hüküm, bazı hadîsçileri, adalet ve zabt yönünden en üstün seviyede bulunan hadîs râvilerinden müteşekkil isnadları asahhu'l-esânîd (isnadların en sahihi) vasfı ile belirtmelerine yol açmıştır. Meselâ ez-Zuhrî'nin Salim îbn Abdullah îbn Ömer'den, onun da babası Abdullah İbn Ömer İbni'l-Hattâb'tan; Mu­hammed îbn Sîrîn'in Ubeyde İbn Amr es-Selmânî'den, onun da Alî'den; îbrâhîm en-Neha'î'nin Alkame'den, onun da İbn Mes'ûd'tan rivayetleri böyledir ve bu isnadlardaki isimler, en üstün adalet ve zabt sıfatlarını hâiz ol­dukları için asahhu'l- esânîd sayılmışlar dır . [86]

Ne var ki, bir isnad hakkında verilen asâhhu'l-esânîd hükmü kesin bir hüküm değildir. Çünkü hadîslerdeki birbirinden farklı sıhhat dereceleri is-nadlarmm sıhhat şartları yönünden sahip oldukları derecelere göre tertip edilir. Halbuki bir isnadı teşkil eden ricalden her birinin teker teker en üstün kabul şartlarım hâiz olması, yahut bu şartları hâiz râvilerin her zaman biraraya gelmesi nâdir olur. Diğer taraftan, râvileri ve dolayısıyle is­nadı değerlendiren kimseler arasında da devamlı bir görüş birliği bulunmaz ve her biri kendi nazarında kuvvetli olan isnadı tercih eder. Bu tercihte bil­hassa değerlendirmeyi yapan kimsenin daha çok itina gösterdiğini ve ya­kından tanıdığı kendi beldesine âit isnadların ön sırada yer aldığını da ha­tırdan çıkarmamak lâzımdır. Bu sebepledir ki İbnu's-Salâh, isnad veya bir hadîs hakkında kesin olarak "en sahîh" hükmünün verilmemesini daha uygun bulmuş [87]İbn Hacer de onun bu görüşüne katılmıştır [88]Ne var ki, hadîsçilerin bazı isnadlar hakkında bu hükmü vermelerinin, haklarındo böyle bir hüküm verilmemiş olan isnadlara tercih edilmeleri yönünden büyük fayda sağladığı da reddedilemez.

Sahîh hadîsin kısımlarına gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, sıhhatin dereceleri olan adalet ve zabt sıfatlarının her râvide farklı olması dolayısıyle, sahîhin de farklı derecelerinin olması gerekir. İbnu's-Salâh bu konu üzerinde durmaz. Ona göre sahîh hadîs, isnad yönünden meşhur, r^z ve garîb olan hadîstir. Ayrıca hadîs ehlinin sıhhati üzerinde ittifak ettikleri hadîsler yanında, bir de mezkûr evsafın vücûdu üzerindeki ihtilâfları se­bebiyle, sıhhati üzerinde ihtilâf ettikleri hadîsler vardır ve bu iki gurup hadîsi muttefekun aleyh ve muhtelefun fth olarak isimlendirir. [89]îbn Hacer ise, Makbul haberler adı altında hadîsleri, sahîh li-zâtihi, sahîh li-gayrihi, hasen li-zâtihi ve kasen li-gayrihi olmak üzere dört kısma ayır­mıştır ki  [90]bizim bu kitabımızda makbul haberlerin taksimatı ile ilgili ter­cihimiz de bu olmuştur. [91]

 

a) Sahîh Li-Zâtihi

 

Kendi şartlanyle sahîh olan ve sıhhat yönünden en üst derecede bu­lunan hadîstir. Yukarıda da açıkladığımız gibi, râvileri âdil ve zabıt, isnadı da muttasıl olup şâz ve illetten salim bulunan her hadîsin sahîh olduğu gö-

zönünde bulundurulursa, sıhhat için gerekli olan şartların, râvilerde adalet ve zabt, isnadda ittisal, hadîste de şüzûz ve illetten selâmet sıfatları olduğu kolayca anlaşılır. Bu sıfatların son üçünde, yâni ittisalde, şüzûz ve illetten selâmette, kuvvet yönünden derecelendirme elbette söz konusu değildir. Başka bir ifade ile, isnadın az veya çok muttasıl olduğunu söylemek nasıl mümkün olmazsa, hadîsin de az veya çok illetli olduğu ileri sürülemez. Çünkü isnad, ya muttasıldır, yahut değildir; keza hadîs de, ya şâz veya mu­alleldir, yahutta değildir. Buna karşılık, sıhhat için zorunlu olan ilk iki sıfat, yâni adalet ve zabt sıfatları ise, bundan farklıdır ve her insan, birbirinden farklı adalet ve zabt sıfatlarına sahiptir. Bir insan, ne derecede îman ve İslâm'a bağlı ve ne derecede takva ve mürüvvet sahibi ise, o derecede âdil, ne derecede hafıza gücüne sahip ise, o derecede zabıttır. Buna göre bir hadîsin sıhhati, onu rivayet eden râvinin adalet ve zabt sıfatlarındaki de­recesine paralel olarak gerçekleşir ve diğer üç şartla birlikte az veya çok sahîh bir hadîs olur.

İşte bu açıklama bize, sahîh li-zâtihi denilen hadîsin tayin ve tarifinde başlıca dayanağı teşkil eder. Eğer bir hadîs, râvileri adalet ve zabt sıfatları yönünden en üstün derecede ise, diğer şartların da vücûdu ile bu hadîs, sahîh li-zâtihi olur; çünkü bu hadîs, bir hadîsin sıhhati için gerekli olan şartların biraraya gelmesiyle sahîh olmuştur; onu sahîh mertebesine yük­selten beş şart dışında ayrı bir unsur, veya ayrı bir kuvvetlendirici yoktur. Kısacası bu hadîsi sahîh mertebesine yükselten sıfatlar, sıhhat için gerekli olan sıfatlardan başkası değildir. Bu sebeple ona sahîh li-zâtihi denilmiştir. [92]

 

b) Sahîh Li-Gayrihi

 

Yukarıda da açıkladığımız gibi, Râvileri âdil ve zabıt, isnadı muttasıl olan, şüzûz ve illetten salim her hadîse sahîh denilmiş, adalet ve zabt sı­fatlarının en üstün derecede bulunması halinde de o hadîs, sahîh li-zâtihi olarak adlandırılmıştır.

Ancak bir hadîs râvisinin zabtında bulunan kusur, yahut zayıflık, o ravi tarafından rivayet edilen hadîsin sahîh olarak tavsif edilmesine engel olursa, bu takdirde o hadîs, diğer sıhhat şartlarının tam olması halinde, hasen olarak isimlendirilir ve aşağıda da açıklanacağı üzere, sahîh hadîs de­recesinin altındaki bir dereceye iner.

Râvisinin zabtmdaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan bir hadîs, başka bir sahîh isnadla rivayet edilecek olursa, hasen hadîs râvisindeki zabt kusuru, diğer rivayetle telâfi edilmiş ve sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselmiş olur. Ancak kendi isnadıyle hasen olan, fakat başka bir isnadla da rivayet edilmek suretiyle sahîh mertebesine yükselen bir hadîse, şüphesiz kendi şartlarıyle sahîh olmaması dolayısıyle sahih li-

zâtihi demek mümkün değildir. Fakat hasen iken, başka bir isnadla da ri­vayet edildiği için sahîh derecesine yükselmiş olması dolayısıyle ona sahîh li-gayrihi denilmiştir. Böyle bir hadîs, kendi şartlarıyle sahîh olan ve sahîh li-zâtihi denilen hadîsin dûnundadır. [93]

 

2. Hasen Hadîsler ve Çeşitleri

 

Lügat yönünden "güzel" manâsına gelen hasen kelimesi, hadîsçilerin ıstılahında, sahîh ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın ol­duğu için makbul hadîsler arasında sayılan bir hadîs çeşidinin adıdır [94]Hadîsler ilk defa el-Hattâbî [95]tarafından sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere üçe taksim edilmiş, bilâhare bu üçlü taksim, hadîsçiler arasında şöh­ret kazandığı gibi, hasen'in çeşitli tarifleri de yapılmıştır. El-Hattâbî'ye göre hasen, "mahreci bilinen, ricali şöhret kazanan, hadîslerin ekseriyetim teşkil eden, ekserî ulemâ tarafından kabul edilen ve ekserî fukahâ tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir" [96]

Et-Tirmizî'nin tarifine göre, isnadında kizb ile müttehem bir râvisi bu­lunmayan, şâz olmaksızın çeşitli yönlerden rivayet edilen her hadîse hasen denir. [97]Et-Tirmizî'nin bu tarifi bazı hadîsçiler arasında itiraza uğramış ve onun, hasen hadîsi sahîh hadîsten ayırt edecek bir vasıf getirmediği, zira sahihin de râvilerinin kizb ile müttehem olmadıkları ve şazdan salim bu­lundukları İleri sürülmüştür. Yalnız et-Tirmizî'nin şart koştuğu bir husus vardır ki, o da, hadîsin başka yönlerden de rivayet edilmesidir ve bu, sahîh hadîslerde şart koşulmamıştır. Bununla beraber, et-Tirmizî'nin tarifinde şu husus açıkça görülür ve bu da mezkûr İtiraza cevap teşkil eder: Et-Tirmizî, hasen hadîs râvilerinin kizb ile müttehem olmamaları gerektiğini söy­lemiştir. Vakıa sahîh hadîs râvilerinin de kizb ile müttehem olmamaları ge­rekir; fakat bu ifadenin içinde, aynı zamanda, bu râvilerin sika olmaları

şartı da yer almış bulunmaktadır. Buna göre hasen hadîste koşulan "râvilerin kizb ile müttehem olmamaları" şartı ile, sahîh hadîsin "râvilerin sika olmaları" şartı arasında fark vardır ve bu bakımdan hasen hadîs râvileri, derece yönünden sahîh hadîs râvilerinden daha aşağı se­viyededirler. Buna ilâveten hasende şart koşulan hadîsin başka yollardan da rivayeti meselesi, sahîhte şart koşulmamıştır; bu da haseni sahihten ayı­ran başka bir özelliktir.

Buna benzer bir itiraz, yukarıda zikrettiğimiz el-Hattâbî'nin tarifine karşı da yapılabilir ve denir ki: Sahîh hadîslerin de mahreçleri bilindiği gibi, ricali de meşhurdur. Ne var ki el-Hattâbî bu ifadesiyle, hasen hadîslerin, sahîh hadîs derecesine ulaşmadıklarını kasdetmiştir. Nitekim bununla ilgili ibareyi takiben şöyle demiştir: "...Ekserî ulemâ tarafından kabul edilen ve ekseri fukahâ tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir". "Mahreci bilinen ve ricali şöhret kazanan..." ibaresinin içine sahîh hadîslerin de girdiği far-zolunsa bile, bu ikinci ibare ile, hasen sahihten ayırt edilmiş olur; zira sahîh hadîsler, ekserî ulemâ ve fukahâ tarafından değil, bütün ulemâ ve fukahâ tarafından kabul edilir ve kullanılırlar'.[98]

El-Hattâbî'nin tarifi ile et-Tirmizî'nin ve diğer bazı müteahhırînin ta­riflerini zikreden İbnu's-Salâh ise, bütün bu tariflerin sadra şifa vermediğini söylemiş ve el-Hattâbî'nin olsun, et-Tirmizî'nin olsun, verdikleri tariflerle hasen ve sahihi birbirinden ayırt etmediklerim ileri sürmüştür. İbnu's-Salâh'a göre hasen hadîs iki kısımdır. Birincisi, isnadmdaki ricali mestur ol­maktan hali bulunmayan ve ehliyetleri tahakkuk etmeyen hadîslerdir. Bu­nunla beraber bu râviler, rivayetlerinde fazla hata yapan ve kizb ile müt­tehem olan, yâni hadîs rivayetinde kizbi kasden ihtiyar ettikleri bilinen kimselerden değillerdir; aynı zamanda hadîsin metni, başka yönden veya birçok yönden benzerinin rivayet edilmesiyle maruf olur ve böylece hadîs şâz veya münker olmaktan uzak kalır. İşte et-Tirmizî'nin tarifi bu kısma aittir.

Hasenin ikinci kısmına gelince, bu da, râvileri sıdk (doğruluk) ve ema­net (güven) ile meşhur olmakla beraber, hıfz ve itkan yönünden daha aşağı derecede olmaları itibariyle sahîh hadîs râvilerinin derecesine ulaşmayan, fakat teferrüdü dolayısıyle hadîsi münker olan kimselerin derecesinden de üstün olan hadîslerdir. Bu hadîsler, aynı zamanda, şâz, münker ve muallel olmaktan da u/aktırlar. Bu kısım da, el-Hattâbî'nin tarifinde söz konusu edilen hasen çe^ididir.[99]

İbnu's-Salâh'm hasen hadîsleri iki kısma ayırarak tarif etmesi, hem el-Hattâbî'nin, hem de et-Tirmizî'nin tariflerini biraraya getirmesi bakımından Önemlidir. Bu Önem, iki meşhur imamın, aynı şeyin tarifini yaparken ara­daki fark ne kadar az olursa olsun, ayrı ayrı şeylerin tariflerini yaptıklarını ortaya çıkardığı için bir kat daha artmaktadır. Nitekim İbnu's-Salâh, gerek el-Hattâbî'nin ve gerekse et-Tirmizî'nin tariflerinin sadra şifa vermediğini söylerken, yine bu tariflere bağlı kalmış, onlara biraz daha açıklık ka­zandırmış ve neticede her iki tarifin birbirinden az çok farklı olduğu ka-naatma vararak, yine bu iki tarife göre hasen hadîslerin iki kısım olduğunu söylemiştir. İbnu's-Salâh'm bu taksimine göre, hasen hadîslerin bir kısmı hasen li-zâtihi, bir kısmı da hasen li-gayrihi'dir.

İbn Hacer de, İbnu's-Salâh gibi, hasenin müstekıl bir tarifini ver­memiş, onu, âhâd haberlerin içinde sahîhin üçüncü ve dördüncü mer­tebelerinde yer alan iki hadîs çeşidi olarak zikretmiştir. Ona göre, âdil ve zabtı tam olan bir râvinin, muttasıl senedle rivayet ettiği şâz ve muallel ol­mayan haber, âhâdtan sahîh li-zâtihi'dir ve en üst derecede bulunur. Bazı kusurlar sebebiyle haber, bir derece aşağıya düşer, fakat bu kusurları telâfi ederek hükümsüz kılacak ve böylece onun sıhhat derecesini kuv­vetlendirecek turuk çokluğu gibi bazı özellikler bulunursa, haber yine sahihtir, fakat li-zâtihi değildir. Bu kusurları telâfi edecek turuk çokluğu gibi özellikleri yoksa, işte o zaman hadîs, hasen li-zâtihi olur. Eğer hadîs, râvisinin hali bilinmediği için başlangıçta derecesi tesbit edilememiş cinsten olur, fakat sonradan bazı karineler yardımı ile zayıflık derecesinden çıkar ve kabul edilebilir olduğu anlaşılırsa, bu hadîs de basendir, fakat li-zâtihi de­ğildir; buna hasen li-gayrihi denir [100]Görüldüğü gibi, İbn Hacer de haseni iki kısma ayırmış ve her iki kısmı ayrı ayrı tarif etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, ona göre hasen, râvilerindeki bazı kusur sebebiyle sahîhin bir derece aşa­ğısına düşen bir hadîs çeşididir. Bu kusurla birlikte haberi takviye edecek, daha doğrusu, kusuru tesirsiz hale getirecek turuk çokluğu gibi bir kuv­vetlendirici bulunmazsa, bu kısma giren haberler hasenin en yüksek mer­tebesinde yer alırlar. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İbn Hacer'e göre, hadîsin sahîh mertebesinden hasen mertebesine düşmesine sebep olan kusur, râvisinin zabtının, sahîh hadîs râvisinin zabtına nisbetle biraz daha az olması, aşağı derecede bulunmasıdır. Eğer bu zabt azlığı bulunmasaydı, hadîs, hasen değil, sahîh mertebesinde bulunacakta.[101]

Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh hadîs derecesinde olmasa bile, kendisiyle ihticac edilme yönünden veya delil olma yönünden ondan fark­sızdır. Bu sebeple el-Hâkim,  îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar, haseni sahîh çeşidi arasında zikretmişlerdir. Bununla beraber hadîsçiler ara­sında bu husus, yine de ihtilâf konusu olmuştur. Zira İbnu's-Salâh'ın da de­diği gibi, iki turuku bulunan bir hadîsin her iki tarîki da infırad etmiş olsa, böyle bir hasen hadîs hüccet olamaz.. Diğer taraftan bazı vasıflar vardır ki, bunlar bir hadîste bulunursa, rivayeti kabul etmek gerekir. Bu vasıfların en aşağı derecesinde dahi hasen haber sahîh hükmündedir; fakat bu vasıflar bulunmazsa, o habere hasen de denilse, onunla ihticac olunmaz. Ancak ha­berin kabulünü gerektiren bu vasıfların bulunmaması halinde, habere hasen denilip denilmeyeceği de ayrı bir konudur.[102]

Yukarıda İbn Hacer'in tarifini zikrederken, râvinin zabt yönünden ku­surlu olması halinde hadîsin hasen mertebesine düştüğüne işaret etmiştik. Aynı konuya temas eden Îbnu's-Salâh, doğruluk yönünden meşhur olan bir râvinin hafıza ve zabt yönünden geri kalması halinde, hadîsinin bir başka yönden de rivayet edilmesiyle kuvvet kazandığını ve böylece hasen mer­tebesinden sahîh mertebesine yükseldiğini belirtir. Meselâ Muhammed ibn Amr İbn Alkame'nin Ebû Seleme'den, onun Ebû Hureyre'den, Ebû Hu-reyre'nin de Hazreti Peygamberden rivayet ettiği: .

"ümmetim Üzerine güç gelmemiş olsaydı, onlara her namazdan önce, dişlerini misvak ile fırçalamalarını emrederdim.  [103]hadîsi, Muhammed ibn Amr sebebiyle hasen hadîslerden addedilmiştir. Bu râvi, sıdk (doğruluk) ile maruf olmakla beraber itkan ehlinden değildir. Hattâ bazıları, hıfzının kö­tülüğü sebebiyle onu zayıf râviler arasında zikretmişler, bazıları da sıdkı ve celâleti dolayısıyle onun güvenilir (sika) olduğunu söylemişlerdir. Ne var ki hıfzının zayıflığı dolayısıyle Muhammed İbn Amr'ın hadîsi hasendir; fakat bu hadîs başka yönlerden de rivayet edildiği için, onun sahîh olduğuna hük-medilmiştir. Mutâbeât, Muhammed İbn Amr'ın Ebû Seleme'den değil, Ebû Seleme'nin Ebû Hureyre'den rivayeti içindir ve Ebû Seleme'den, ayrıca, el-A'rac, Sa'îd el-Makburî, babası ve diğer kimseler aynı hadîsi rivayet et­mişlerdir'.[104]

Bir hadîsin bir çok zayıf yönlerden rivayet edilmesi, o hadîsin hasen ol­masını gerektirmez. Ancak doğru ve emîn olan râvisinin hıfzındaki zayıflık sebebiyle zayıf addedilen hadîs, başka yönden rivayet edilmesi halinde hasen olur. [105]

 

a) Hasen Li-Zâtihi

 

Yukarıda da açıkladığımız gibi, İbnu's-Salâh, et-Tirmizî ve el-Hattâbî'nin hasenle ilgili tariflerine işaretle, bu tariflerin sadra şifa ver­mediklerini söyleyerek haseni ayrı ayrı iki kısımda tarif etmiştir. Onun ikin­ci kısma âit verdiği tarif, el-Hattâbî'nin tarifinde bahis konusu edilen hasen çeşididir ve hasen li-zâtihi'ye aittir.

İbnu's-Salâh'a göre hasen li-zâtihi, râvisi sıdk (doğruluk) ve emanet (güven) yönünden meşhur olan, fakat hıfz ve itkan yönünden kusurları se­bebiyle sahîh hadîs ricalinin derecesine ulaşamayan, bununla beraber ri­vayet ettiği hadîsle infirad eden ve bu sebepten hadîsi münker olan kim­selerden üstün derecede bulunan, hadîsi de şâz, münker ve muallel olmayan kimsenin rivayetidir. [106]İbn Hacer'in tarifinde hasen li-zâtihi, âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve mu­allel olmayan hadîslerdir.[107] İbn Hacer'in bu tarifi, aslında, râvinin zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh hadîsin tarifidir. Zira sahihte zabtın da tam olması şart koşulmuştur. Eğer zabtta, hafıza ve itkan yönünden bir kusur bulunursa, böyle bir râvinin hadîsi hasen lizâtihi olur. Ancak bu kusur, zayıf râvilerde bahis konusu edilen kusur mertebesinde değildir. Keza hadîsin hasen olması, haricî bir sebebe de istinad etmez. Nitekim hasen li-gayrihi, aslında, zayıf bir haberdir; râvilerinin cerh ve adaleti ta­hakkuk etmediği için red veya kabulü mümkün olmayan mestur bir haber cinsinden olabilir. Fakat haricî bir sebebe istinaden bu zayıflık zail olur ve hadîs hasen li-gayrihi mertebesine yükselir. Burada bahis konusu edilen haricî sebep, hadîsi sıhhat itibariyle kuvvetlendiren başka yönlerden de ri­vayet edilmesidir.

Hasen li-zâtihi için haricî sebep bahis konusu değildir; yâni hadîsin başka yönlerden de rivayet edilmesi şart koşulmamıştır; o zâtı itibariyle ha­sendir. Buna göre hasen li-zâtihi, sahîh haberler cinsindendir; ancak de­recesi, sahihin derecesinden aşağıdır.

Hasen li-zâtihi, turukunun çoğalması ve başka yönlerden de rivayet edilmesi halinde sahîh mertebesine yükselir. Çünkü isnadın çokluğu, hadîse hasen vasfını kazandıran râvinin kusurlu zabtını takviye eder. [108]

 

b) Hasen Li-Gayrihi

 

İbnu's-Salâh'ın tarifine göre, isnadı mestur olan, yâni râvilerinin eh­liyetleri tam olarak tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet et­tikleri hadîste fazla hata yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri hadîstir ki, bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen H-gayrihi adını alır. [109]Aslında zayıf nev'i içerisinde yer alan bu çeşit hadîsler, onları takviye eden bir hu­susun ortaya çıkması ile hasen mertebesine yükselirler. Bu hususun bu­lunmaması halinde, zafiyet devam eder ve hüccet olarak kullanılmaları da mümkün olmaz.[110] Bu kaide, umumiyetle, bazı zayıf hadîs çeşitleri için de bahis konusudur. Zira zayıf hadîslerdeki zafiyet, bazen zâü olmakla be­raber, bazen de bu mümkün olmaz. Eğer zafiyeti zail olabilecek hadîslerden ise, bu, bazı râvilerinin doğru ve güvenilir olmalarına rağmen, hafıza yö­nünden zayıflıkları sebebiyledir. Eğer bunların rivayet ettikleri hadîs, bir başka yönden de rivayet edilecek olursa, onların doğru rivayet ettikleri an­laşılır ve böylece, Önceden zayıf olduğu bilinen hadîs hasen mertebesine yük­selir; ancak bu mertebe, hasen li-gayrihi mertebesidir.

İrsal yönünden meydana gelen zayıflık da böyledir. Hafızası sağlam olan bir imamın, bir defasında mürsel olarak rivayet ettiği bir hadîsi, başka bir yönden muttasıl olarak rivayet etmesi halinde, mürseldeki zayıflık zail olur ve hadîs hasen mertebesine yükselir.

Tedlîs ve bazı râviler hakkındaki cehalet de irsal gibidir; bu râvilerin bilinmesi halinde müdelles olan hadîs, hasen gurubuna girer. O halde di­yebiliriz ki, zayıf hadîsin hasen mertebesine yükselmesi, kuvvetlendirici vasfı bulunan haricî bir sebebe istinad eder; işte bu sebep dolayısıyledir ki, zayıf iken hasen olan hadîse, zâtı itibariyle hasen olan, başka bir ifadeyle, kuvvetlendirici haricî bir sebep olmaksızın zâtından hasen sayılan hadîslerden ayırt etmek için, hasen li-gayrihi denilmiştir.

Kuvvetlendirici vasfı bulunan haricî sebeplerin bulunmasına rağmen hadîsteki zafiyetin yine de zâü olmaması, bazı râvilerinin kizb ile müttehenı olmaları ve hadîsin şâz ve illetten salim bulunmaması sebebiyledir. Bu hadîs, başka bir yönden de rivayet edilse, zayıflık zail olmaz ve zayıf mer­tebesinden hasen mertebesine yükselmez. > (üm­metim için kırk hadîs toplayan kimseyi, Allah, Kıyamet Günü fukahâ züm­resi arasında ba'seder) hadîsi, turukunun çokluğuna rağmen, hadîs imamlarının ittifakıyle zayıf hadîslerden addedilmiştik . [111]

 

3. Hadîste Ziyade

 

Hadîs ilminde bilinmesine önem verilen konulardan birisi ziyade olup, bununla, güvenilir (sika) olan bir râvinin, hadîsi rivayet ederken onda yap­tığı fazlalık kasdedilir.. El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde ziyadesinin makbul olduğu gö­rüşünde olduklarına işaret ederek şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, ken­disine şer'î bir hükmün taalluk ettiği, yahutta herhangi bir hüküm yö­nünden bir noksanlığa sebep olacak ziyade arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir hükmün değişmesine yol açacak ziyade ile, buna yol açmayacak ziyade arasında da ayırım yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi, bir rivayetinde bu ziyadeyi yapmasa da, başka bir rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de kendisi rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir.[112]

Bununla beraber el-Hatîb, bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir: Yaptığı ziyade ile tek kalan âdil kişinin ziyadesini kabul eden bazı kimseler, bu ziyadenin kendisine taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu, fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.

Şâfi'î mezhebine mensûb olan bazı kimseler, ziyadenin râvi cihetinden olmayıp sika bir kimseden gelmesi halinde, kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce noksan, sonra da ziyade ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi gerektiğini söylemişlerdir.

Hadîs ehlinden bazı kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kimse ziyadenin rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet etmezlerse, onun kabul edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

El-Hatîb bu görüşleri zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyade, eğer râvisi âdil, hafız, mutkın ve zabıt ise, ne şekilde olur­sa olsun, makbuldür ve kendisiyle amel edilir." demiştir.[113]

Ibnu's-Salâh ise, el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:

1. Râvinin, rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfi düş­mesi halidir ki, bunun hükmü, şazda olduğu gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz.[114]

2. Güvenilir râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette   muhalif  düşmez;   bu   durumda   her   hadîs,   hepsi   güvenilir   olan râvilerin, rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür. Hattâ el-Hatîb, böyle bir hadîsin kabulü hakkında ulemânın ittifakı bulunduğu   gö­rüşündedir.

3. Bu   iki kısım arasında bir de hadîsin ihtiva ettiği bir söz ziyadesi vardır ki, güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyadeyi başkaları rivayet etmez.[115]

İbnu's-Salâh'ın bu açıklamasından anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde, ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan ziyade ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs eh­linin ve fukahânın kabulünde ittifak ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.

İbn Hacer'in ziyade ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uy­gundur. İbn Hacer de, güvenilir bir râvinin, rivayetiyle tek kaldığı zi­yadeden söz ederken şâz'm bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve zi­yadeyi ihtiva eden hadîsin, ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. İbn Hacer bu konuda şöyle der:

"Sahîh ve hasen râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyadeyi yapmayan ve daha güvenilir olan bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe makbuldür. Çünkü hadîsteki ziyade, ya bu ziyadeyi zikretmeyen kimsenin rivayetine aykırı olmaz; bu takdirde ziyadesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Ya-hutta bu ziyade, diğer rivayete aykırı düşer ve kabul edilmesi halinde diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir durumda, ziyadeyi ihtiva eden ri­vayetle onun zıddı olan rivayet arasında tercih yapılır".

"Ziyadenin, tafsile gitmeksizin mutlak kabulü ile ilgili görüş, hadîsçilerle fukahânın ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını sahihte şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir bir râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile gitmeksizin ziyadenin mutlak kabulü doğru ol­mamak gerekir".

Görüldüğü gibi İbn Hacer de İbnu's-Salâh gibi, ziyadenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın değerlendirilenieyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira İbn Hacer'in de ifade ettiği gibi, şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısıyle onun mutlaka kabul edileceğini ileri sürmek apaçık te­zattır. [116]

 

4. Mahfuz Hadîsler

 

Şâz olan hadîsin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, ri­vayetin çokluğu ve buna benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Böyle bir hadîsin râvisi sika da olsa, kendisinden daha üstün durumda olan ve daha fazla isnadla gelen diğer râvilerin rivayetlerine muhalif rivayeti, muhalif olan bu rivayetin terkini, diğerlerinin ri­vayetlerinin tercihini gerektirir. Buna göre terkedilen hadîs şâz, tercih edi­len, yâni kabul edilip alman hadîs de mahfuz diye adlandırılır. Et-Tirmizî, en-Nesâ'î ve îbn Mâce tarafından nakledilen şu hadîs mahfûz'a misal ola­rak zikredilmiştir'[117]

İbn Abbâs'm haber verdiğine göre, Rasûhıllah (s.a.s.) zamanında bir adam vefat etmiş, fakat âzâd ettiği bir köleden başka vâris bırakmamıştır. Hazreti Peygamber de onun mirasını o köleye vermiştir.

Bu hadîs Hammâd İbn Zeyd tarafından da, yine Amr îbn Dînâr ve Av-sece isnadıyle rivayet edilmiş, fakat bu rivayette, Sufyân İbn Uyeyne'nin is­nadında yer alan İbn Abbâs zikredilmemiştir. Gerek Sufyân İbn Uyeyne ve gerekse Hammâd İbn Zeyd, her ikisi de hadîsi Amr İbn Dinar'dan almış, fakat birisi isnadında İbn Abbâs'ı zikretmiş, diğeri ise, zikretmemiştir; yâni biri diğerine muhalefet etmiştir. Bu durumda, bu iki rivayetten hangisi doğ­rudur ve hangisini tercih etmek gerekir; yahut hangisi mahfuz, hangisi ^â^'dır? Ebû Hatim, Sufyân İbn Uyeyne rivayetinin tercih edilmesi ge­rektiğini ve onun mahfuz olduğunu söylemiştir. Çünkü her ne kadar Hammâd İbn Zeyd de adalet ve zabt ehlinden bilinirse de, bu isnadla ri­vayetinde tek kalmış ve ondan başka hiç kimse, hadîsi, İbn Abbâs'ı is­nadında zikretmeksizin nakletmemiştir. Buna mukabil İbn Abbâs'm zik­rinde Sufyân îbn Uyeyne'ye tâbi olan ve aralarında îbn Cureyc gibi tanınmış imamların da bulunduğu kimseler vardır. O halde Sufyân'm ri­vayeti, bu rivayete tâbi olanların çokluğu dolayısıyle Hammâd İbn Zeyd'in rivayetinden daha kuvvetlidir ve onun tercih edilmesi gerekir. İşte tercih edilen bu hadîse mahfuz denir. Tercih edilmeyen Hammâd İbn Zeyd hadîsi ise, şâz'dır. [118]

 

5. Maruf Hadîsler

 

Münker veya şâz merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.

İbn Hacer ve İbn Hacer'den naklen es-Suyûtî, marufa misal olmak üzere, îbn Ebî Hâtim'in Hubeyyib İbn Habîb tarikiyle rivayet ettiği şu hadîsi zikretmişlerdir:

Ebû Hatim'in ifadesine göre, sikattan olan diğer bazı kimseler, mezkûr hadîsi Ebû îshak'tan mevkuf olarak, yâni Hazreti Peygambere isnad et­meksizin İbn Abbâs'ın sözü olarak rivayet etmişlerdir. Maruf olan rivayet budur. [119]Buna karşılık, hadîsin Hazreti Peygambere isnadla merfû olarak gelen rivayeti münkerdir. [120]

 

6. Mutâbi ve Şâhid Hadîsler

 

Ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, mu'cem ve cüz gibi çe­şitli hadîs kitaplarında tetkike tâbi tutularak aranması neticesinde, o hadîsin, teferrüd eden râvisinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyh­lerden birinden de rivayet edildiğinin görülmesi halinde, mutâbe'at ortaya çıkmış demektir. Bu manâya göre mutâbe'at, şeyhinden rivayetiyle tek kal­mış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir. Meselâ: Hammâd îbn Se­leme an Eyyûb an Muhammed îbn Şîrîn an Ebî Hureyre ani'n-Nebiy (s.a.s.) isnadı ile bir hadîs rivayet edilmiş olsa ve Hammâd İbn Seleme'nin bu ri­vayette tek kaldığı sanılsa, bir başka ifade ile, bu isnadla gelen hadîsi Hammâd'tan başka hiç kimsenin rivayet etmediği bilinse, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bir hadîs imamı, bu hadîsin gerçekten garîb olup ol­madığını tesbit etmek için yeni bir araştırmaya girse ve bu maksatla, cami, musned, mu'cem, cüz demlen hadîs kitaplarını karıştırsa, ve nihayet Hammâd'tan başka bir râvinin de mezkûr hadîsi Eyyûb'tan; yahut Eyyûb'tan başka bir râvinin aynı hadîsi Muhammed İbn Sîrîn'den; yahutta Muhammed İbn Sîrîn'den başka bir râvinin onu Ebû Hureyre'den rivayet et­tiğini görse, garîb sanılan hadîs için mutâbe'at vâki olduğunu ve o hadîsin bir mutâbi'i bulunduğunu anlamış olur.

İbn Hacer, mutâbe'ate misal olarak eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm''da ri­vayet ettiği şu hadîsi vermiştir:

15u Hadîste Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ay, yirmi dokuz gündür; fakat yine de Ramazan hilâlini görmedikçe oruca başlamayın. Keza hilâli görmedikçe (Ramazanı bitirip) iftar etmeyin. Eğer hava kapalı olur hilâli göremezseniz, süreyi otuza tamamlayın."

Bazı kimseler, bu isnad ve bu sözlerle gelen hadîsin rivayetinde eş-Şâfi'î'nin teferrüd ettiğini, yâni Mâlik'ten, ondan başkasının bu hadîsi ri­vayet etmediğini zannederek, onu eş-Şâfi'î'nin garîb hadîslerinden say­mışlardır. Zikrolunan bu misalde, rivayetiyle tek kaldığı sanılan râvi eş-Şâfi'î'dir; fakat el-Ka'nebî'nin de aynı hadîsi eş-Şâfi'î'nin şeyhi olan Mâlik'ten rivayet etmesi dolayısıyle, tek kaldığı sanılan eş-Şâfi'î'ye mutâbe'at hâsıl olmuştur [121] Bu mutâbe'ata, mutâbe'at-i tâmme denir. El-Ka'nebî'nin rivayeti de, garîb sanılan eş-Şâfî'î rivayetinin mutâbi'idir.

Aynı hadîs, İbn Huzeyme'nin Sahîh'inde Asım îbn Muhammed an EMhi Muhammed îbn Zeyd an ceddihi Abdullah îbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle, Müslim'in Sahîh'inde ise, Ubeydullah îbn Ömer an A afi an İbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle rivayet edilmiştir.[122] Her iki rivayette de mutâbe'at, eş-Şâfi'î'nin isnadmdaki en yukarıda olan râviye, yâni sahabî Abdullah İbn Ömer'e olmuştur. Bu bakımdan, İbn Huzeyme ve Müslim'in Sahîh'lerinde yer aln bu iki hadîste eş-Şâfi'î'nin hadîsi için mutâbe'at-i kâsıra .  [123]   

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre, mutâbe'at, teferrüd eden râvinin kendisi için hâsıl olursa, bu türlü mutâbe'ata mutâbe'at-ı tâmme denir. Fakat mutâbe'at, daha yukarıdaki şeyhlerden biri için hâsıl olursa, buna da mutâbe'at-ı kâsıra adı verilmiştir.[124]

Mutâbe'atm manâsı bu açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail manâsında kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek kaldığı sanılan bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı hadîstir. Zira ferd sanılan hadîse, bir başka râvinin aynı hadîsi rivayet etmiş olmasıyle mutâbe'at hâsıl olmuş, dolayısıyle ilk hadîsin bir mutâbi'i bulunmuş olur.

Yukarıda zikrettiğimiz İmam eş-Şâfi'î'nin İmam Mâlik'ten, onun Ab­dullah İbn Dinar'dan, onun da İbn Ömer'den merfu olarak rivayet ettiği Ramazan ayının başlangıç ve sonu ile ilgili hadîs, eş-Şâfi'î'nin garîb hadîsle­rinden sayılırken, aynı hadîsin el-Ka'nebî tarafından Mâlik'ten rivayet edil­diği görülmüştür. Buna göre, eş-Şâfî'î'nin rivayetine muvafakat ve mutâ-ba'at eden el-Ka'nebî hadîsi de diğer hadîsin mutâbi'i olmuştur. Mutâbi, ferd sanılan hadîsi ferd olmaktan çıkaran ve onu takviye eden diğer bir rivayet olması itibariyle makbul haberlerden sayılmıştır.

Şâhid'e gelince, ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ yö­nünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir; çünkü araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir. Meselâ:Hammâd'ın Eyyûb'tan, Eyyûb'un İbn Sîrîn'den, İbn Sîrîn'in Ebû Hu-reyre'den, Ebû Hureyre'ninde Hazreti Peygamberden rivayet ettiği bir hadîs vardır ve bu hadîsi Hammâd, Eyyûb'tan rivayetinde tek kalmıştır. Bu yönden hadîs ferddir. İşte böyle bir hadîsin aslı bulunup bulunmadığı araş­tırılır ki, bu araştırmaya i'tibar denir. Araştırma bütün isnad buyunca ya­pılır, önce, Eyyûb'tan başka sika birinin İbn Sîrîn'den bu hadîsi rivayet edip etmediği araştırılır. Bulunmazsa, İbn Sîrîn'den başka birinin Ebû Hu-reyre'den rivayet edip etmediğine bakılır. Yine bulunamazsa, hadîsi Hazreti Peygamberden işiten Ebû Hureyre'den başka bir sahabî aranır. Bu araş­tırmalar da bir sonuç vermezse, hadîsin manâsını teyid eder mahiyette başka bir hadîs bulunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir hadîs bu­lunursa, işte bu hadîse şâhid denir; çünkü ferd olan hadîsin şahididir; manâ yönünden onu teyid ve takviye eder. Şâhid hadîsle, ferd olan hadîsin bir aslı bulunduğuna hükmedilir.

Bazı hadîsçiler, ferd olan hadîsin lafız ve manâ yönünden aynısının bir başka sahabîden rivayet edilmesi halinde, bu sahabînin hadîsine de şâhid demişlerdir. Meselâ yukarıda zikrettiğimiz eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm'de Mâlik îbn Enes'ten, onun Abdullah İbn Dînâr'dan, onun İbn Ömer'den, onun da Hazreti Peygamberden rivayet ettiği Ramazan ayının başlangıç ve bitimi ile ilgili hadîs, İmam eş-Şâfi'î'nin rivayetiyle tek kaldığı hadîslerden sanılmıştır. Oysa bu hadîsin el-Ka'nebî tarikiyle gelen mutâbi'leri bulunduğu gibi, en-Nesâ'î'nin Sunen'inde aynı lafızlarla İbn Abbâs'tan [125]el-Buhârî'nin Sahîh'inde aynı manâ ile Ebû Hureyre'den  [126]gelen rivayetleri de vardır. Bu bakımdan, aynı lafızla İbn Abbâs'tan, değişik lafız, fakat aynı manâ ile Ebû Hureyre'den gelen hadîsler, eş-Şâfi'î'nin Mâlik vasıtasıyle îbn Ömer'den gelen ve garîb sayılan hadîsinin şâhidleri sayılır. [127]  Bundan da

anlaşılmaktadır ki, eş-Şâfi'î'nin rivayetiyle tek kaldığı sanılan hadîsi, hem el-Ka'nebî tarikiyle gelen mutâbi'leri, hem de farklı isnadlar ve farklı la­fızlarla ayrı ayrı sahabîlerden gelen şâhidleri vasıtasıyle teyid ve takviye edilmiş bir hadîstir.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, bir hadîsin mutâbi ve şahidinin bulunup bulunmadığının araştırılması, o hadîsin takviye edilmesi gayesine matuftur. Zira râvileri güvenilir olsa bile, isnadı tek olan bir hadîsle, daha fazla isnadı bulunan bir hadîs arasında kuvvet yönünden fark vardır. Çeşitli hadîs kitaplarında bu maksatla yapılan araştırmaya i'tibâr denilmiştir, î'tibâr, Iugatta, bir şeyi tetkik etmek, saymak, mukayese ve imtihan etmek gibi manâlarda kullanılmış, hadîs ıstılahında ise, yukarıda açıklandığı üzere, ferd sanılan bir hadîsin, başka yollardanda rivayetinin bulunup bu­lunmadığının araştırılması manâsı kasdedilmiştir. [128]

 

7. Muhkem ve Muhtelif Hadîsler

 

Makbul haberler, amel olunan ve amel olunmayan haberler olmak üzere de kısımlara ayrılırlar. Eğer bir haber muârazadan salim bulunursa, yâni ona zıt bir haber gelmezse, bu habere muhkem denilmiştir. Bunların misali çoktur. Fakat bir haberin muarızı veya zıddı bulunursa, bu muarızı da, ya kendisi gibi makbul olur; yahutta merdûd olur. İkincisinin, yâni merdûd olanın hiçbir Önemi yoktur; çünkü zayıf hadîsin muhalefeti, kuvvetli haber üzerine tesîr etmez.

Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında, sayıları fazla olmasa bile, bazen manâ yönünden birbirine zıt, veya birbirini nakzeder gibi görünen sözlerin de yer aldığı görülür. Bu çeşit hadîsler hakkındaki hüküm, basit bir tenakuz iddiasıyle bunların reddedilmesinden ibaret değildir. Bu hadîslerin hepsinin de, bir hikmete mebnî olarak ve insanların mesalihine uygun bir şekilde Hazreti Peygamberden geldiğine şüphe yoktur. Bu itibarla hadîs ulemâsı, zahiri tenakuza delâlet eden bu hadîsler arasında cem ve telîf yaparak, onların aslında birbirini nakzeden manâlarda olmadığını isbat etmişlerdir. İşte, hadîs ulemâsının zıt gibi görünen hadîsler arasındaki bu cem ve telîf gayretleri, hadîs ilminin Önemli konularından birini teşkil eden ve Muhtelifu'l-Hadîs denilen bir ilim dalının ortaya çıkmasına vesile ol­muştur.

Ancak manâ yönünden birbirine zıt olan, fakat cem ve telifi de müm­kün olmayan bazı hadîsler de vardır ki, bunların Hazreti Peygamberden vürûd tarihleri tesbit edilmek suretiyle, tarih yönünden mukaddem olan­ların mensûh, muahhar olanların da nâsih olduklarına hükmedilmiştir.

Bununla beraber, Hazreti Peygamberden gelen ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerin büyük bir yekûn tutmadıklarım, burada bir daha kaydetmek gerekir. Ciltleri dolduran ve yüzbinleri aşan hadîs metinleri, yine de her biri bir hikmete mebnî olarak vârid olan ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerdeki bu türlü muarazadan salimdir. İşte, hadîs ıs­tılahında, hiçbir şüphe ve tereddüde yer vermeksizin alınıp amel edilen ve her türlü muarazadan salim bulunan bu hadîslere muhkem denilmiştir.[129]

Meselâ ü[ ve hadîsleri, mu­arazadan salim olmaları dolayısıyle muhkem hadîslerdendir.

Muhtelif hadîslere gelince, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, bunlar, zahiren birbirine zıt manâda vârid olan hadîslerdir. Manâları arasındaki bu zıtlık dolayısıyle, aralarında cem ve telîf yapılmaksızın, yahut biri di­ğerine tercih edilmeksizin her ikisiyle de müstekıl olarak amel edilmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki, hadîs ilmi içerisinde muhtelif hadîsler arasında cem ve telîf yapılmasını hedef alan bir ilim dalı teşekkül etmiş ve muhtelifu'l-hadîs adiyle şöhret kazanmıştır. Bu konuda ilk kitap telif eden­lerin başında, meşhur îmam Muhammed İbn İdrîs eş-Şâfi'î gelir. Eş-Şâfi'î, bu telifinde birbirine zıt manâlarda vârid olduğu ileri sürülen hadîslerin cem ve telifinde takip ettiği usûle âit bazı bilgiler vermiş, bu çeşit bazı hadîsleri de biraraya getirmiştir..[130]

Bu konuda kitap telif edenlerden biri de, İbn Kuteybe (213-276)'dir. Te'uîlu muhtelifi'i-hadîs adını verdiği bu kitapta İbn Kuteybe, en-Nevevî'nin ifadesine göre, bu bölüme girebilecek hadîsleri topladığı kadar, uygun olmayanlara da yer vermiş; bu bölüme girmesi gereken birçok hadîsi de dı­şarıda bırakmıştır [131]Daha sonra İbn Cerîr et-Taberî (224-310), aynı ko­nuda bir kitap telîf etmiş, Ebû Ca'fer Ahmed ibn Muhammed et-Tahâvî (235-321)'nin Muşkilu'l-âsâr'ı, Osman İbn Sa'îd ed-Dârimî (200-280)'nin yine aynı konudaki kitabı şöhret kazanmıştır.

Zahirî manâsı tearuza delâlet eden ve muhtelif adını alan hadîsler, umumiyet itibariyle iki kısma ayrılırlar. Birincisi, birbirine muhalif gö­rünenler arasında cem ve telîfi mümkün olanlar, diğeri ise, aralarında nesh bahis konusu olmadığı bilindiği takdirde, râvilerinin sıfat ve dereceleri go~ zönünde bulundurularak tercih olunabilenlerdir. Bu taksime göre, Hazreti Peygamberden sahîh olarak gelen hadîsler arasında gerçek bir tearuzun, ancak nesh bulunduğu zaman söz konusu edilebileceği anlaşılır. Nesh, şer'î bir hükmün tatbikattan kaldırılması ve onun yerine başka bir hükmün va-zedilmesidir. Gayet tabiîdir ki, ilk hükmü getirmiş olan nass ile, bu nassm hükmünü iptal eden ve onun yerine vârid olan nassm hükmü arasında söz konusu tearuz veya tenakuz bulunacaktır. Fakat nesh söz konusu olmadığı zaman hadîsler arasındaki tearuz ve tenakuzdan da söz edilemez.Nitekim eş-Şâfi'î, zahiri tearuza delâlet eden hadîsler arasındaki bu ihtilâfın se­beplerine işaretle, Hazreti Peygamberden birbirini nakzeden hadîsler vârid olmadığını açıklamış[132] Muhammed İbn îshak îbn Huzeyme de "birbirine zıt iki hadîsin varolduğunu bilmiyorum. Her kimde böyle hadîs varsa ge­tirsin, aralarını telîf edeyim" demiştir.[133]

Zahirî manâları tearuza delâlet eden, fakat aralarında cem ve telîf ya­pılmak suretiyle gerçekte böyle bir tearuzun bulunmadığı anlaşılan iki hadîse misal olarak lâ advâ hadîsi' [134]' ile fırre mine'l-meczûmi hadîsi zik­redilebilir. Hazreti Peygamber birinci hadîsinde "sirayet yoktur" buyurmuş, ikinci hadîsinde ise, "cüzzamlıdan kaçmayı" emretmiştir. Lâ advâ hadisinin çeşitli rivayetleri vardır. Müslim'deki bir rivayet şöyledir:

El-Buhârî rivayetinde ise, iki hadîs birleştirilerek nakledilmiştir'.[135]

Her iki hadîs de sahîhtir ve zahirî manâlarında bir tearuzun bu­lunduğu aşikârdır. Bu tearuz, sirayetin nefiy ve isbatındadır. Çünkü Haz­reti Peygamber, bir hadîsiyle hastalıkların, hastalıklı kişilerden sağlam ki­şilere geçmeyeceğini belirterek sirayeti nefyederken, diğer hadîsiyle, cüzamlıdan kaçmayı emrederek sirayeti isbat etmiştir. Bununla beraber hadîs ulemâsı, iki hadîs arasını çeşitli yollardan cem ve telîf etmişler ve aralarında bir tenakuzur, bulunmadığını ortaya koymuşlardır. Onların bu cem ve telîfi şöyle özetlenebilir:

1) İbnu's-Salâh'ıt da işaret ettiği gibi [136]hastalıklar, tabiatları iti­bariyle sirayet edici değillerdir; fakat Allahu Ta'âlâ, bir hastalığa nıübtelâ olan kimsenin sağlam kimse ile temasını, hastalığın sağlam olana geçmesi için bir sebep kılmıştr. Bu itibarla Hazreti Peygamber, birinci hadîsi ile, câhiliye Arabmın, hastalıkların tabiatları itibariyle sirayet ettikleri inancını nefyetmiş, ikinci hadîsinde ise, sebep itibariyle isbat etmiştir.

2) İki hadîsin telin İbn Hacer'e göre biraz daha farklıdır: Hazreti Pey­gamberin sirayeti nefi, umûm üzere bakîdir; yâni ne tabiatları itibariyle ve ne de sebep yönünden sirayet asla söz konusu değildir. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadîsinde "bir şey bir şeye sirayet etmez" buyurmakla ve keza ce-rebe yakalanmış bir tevenin sağlam develer arasına girerek onlara da aynı hastalığı aşıladığını siyleyen bir ârâbîye "o halde ilk deveye bu hastalığı kim sirayet ettirdi?" demtide, sirayeti kamilen nefyetmiş ve hastalığın, birinci devede olduğu gibi iknci devede de Allahu Ta'âlâ'mn takdiri ile başladığını anlatmak istemiştir.

Cüzamlı hastadan kaçmakla ilgili olarak gelen emir ise, sedd-i zerayi cümlesindendir; yâni sağlam kişinin, hastalıklı kişi ile teması neticesinde hastalığın diğerine sirayet ettiği vehmini önlemek ve Allah'ın takdiri ile başladığını hatırdan çıkarmamak gayesine matuftur. Zira nisan, hastalığın temas neticesinde sabana insana geçtiğine itikad etmekle Allah'ın takdirini unutur ve bunun dşmda hastalık veren başka kudretler ihdas etmek suretiyle günahkâr olır.[137]

3) Kâzî Ebû Betr el-Bâkıllânî'nin telîfi, diğerlerinden daha farklıdır. Ona göre, birinci haliste sirayet umumî manâda nefyedilmiş olmakla be­raber, ikinci hadîste cüzam ve benzeri hastalıklar için isbat edilmiştir. Bu bakımdan sirayetin ısbatı, umumî nehiyden tahsîs manâsmdadır.    Buna göre her iki hadîsin manâsı, cüzam ve benzeri hastalıklar müstesna, di­ğerlerinde sirayet yıktur. Bu sebeple cüzam ve benzerlerinden aslandan kaçar gibi kaçmak g<rekir. [138]

4) Bir görüşe gffe de, cüzamdan kaçmakla ilgili olarak gelen emir, bu hastalığa yakalanma olan kimselerin hatıralarına riayet etmek gayesine matuftur. Zira meczinı, sıhhatli kimseleri gördüğü zaman, musibetinin bü­yüklüğünü anlar ve ıztırabı çoğalır. Hazret Peygamber "meczûmlara devamlı bakmayınız" mealindeki bir hadîsi ile de bunu ortaya koymuştur.[139]

Zahirî manâları arasında tearuz bulunan iki hadîsin cem ve telîf yollan ile ilgili olarak zikredilen bu misaller, aslında mezkûr hadîsler arasında böyle bir tearuzun bulunmadığını belirtmek gayesine matuftur. Önemli olan mesele, hadîslerle ifade edilmek istenen manânın, daha doğrusu, Hazreti Peygamberin bu hadîslerle murad ettiği manâyı ve hadîslerin vürûduna sebep olan hâdiseleri iyi bir şekilde bilebilmektir. Bunlar bilindiği takdirde, manâları birbirini nakzeder gibi görünen hadîsler arasında gerçek manâda bir tenakuzun bulunmadığı kolayca anlaşılır.

Bununla beraber, hadîs ulemâsının, birbirine muarız manâlarda vârid olan bazı hadîslerin cem ve telifinde âciz kaldıkları görülür. Bu hadîsler ara­sında nesh de söz konusu olmayınca, hadîslerden hangisiyle amel etmek gerektiği hakkında hüküm vermek güçleşir. Fakat bu güçlük, bu gibi du­rumlarda hadîslerden birinin tercîhi ile ortadan kaldırılmıştır. Şu var ki bu tercîh, gelişi güzel değil, bir takım kaidelere bağlı kalınarak yapılmıştır. Meselâ birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsten hangisinin râvüeri, diğerinin râvilerine nisbetle daha titiz ve daha dikkatli ise, bu dikkat ve ti­tizlik, o hadîsin tercîh edilmesinde aranılan şartlardan biri olmuştur. Yahut hangi hadîs daha fazla isnadla rivayet edilmiş ise, bu isnad çokluğu, yine tercîh sebeplerinden biri sayılmıştır. El-İ'tibâr fi'n-nâsih ve'l-mensûh adlı kitabında el-Hâzimî, bu sebeplerden elli tanesini zikretmiştir. Es-Suyûtî'nin yedi gurup içinde zikrettiği bu tercîh sebepleri şöyle Özetlenebilir: 1) Hâvinin haline taalluk eden tercîh sebepleri:

Kavilerin çokluğu: Bir hadîsin râvisi ne kadar çoksa, o hadîse vehiiiı veya yalan karışması ihtimali daha azdır. Bu sebeple râvisi çok olan hadîs, daha az râvi tarafından rivayet edilmiş olan hadîse tercîh edilir.

Bir hadîsin isnadında yer alan râvi sayısının azlığı: Bu gibi isnadlara âlî adı verilmiştir. Ulüv, yâni hadîsin, araya fazla kimse karışmadan daha kısa yoldan rivayet edilmesi, hadîse vehim ve yalan karışmasını önleyen en önemli âmillerden biridir. Bu bakımdan, isnadı âlî olan hadîs, isnadı nazil olan, yâni daha çok râvi ile rivayet edilen hadîse tercîh edilir.

Kavilerin fıkhı: Hadîs, ister manâ ile, ister lafız ile rivayet edilmiş olsun, râvisi fakîh olan hadîs, avamdan herhangi bir kimsenin rivayet ettiği hadîse tercîh olunur. Çünkü fakîhin rivayetinde vehim ve hatâ ihtimali diğerine nisbetle daha azdır.

Râvinin nahiv kaidelerine vâkıf olması, dili iyi bilmesi, hafıza kud­retinin üstünlüğü, hadîse itina ve ihtimam göstermesi yönünden zabtının üstünlüğü, şöhreti - çünkü şöhret, takva gibi, kişiyi yalan söylemekten alı-kor - keza râvinin takvası, itikad yönünden tam olması, yâni mubtedi' (bid'at sahibi) olmaması, hadîs ehli ve diğer ulemâ ile devamlı sohbeti, erkek olması - yâni iki mütenakız hadîsten birinin râvisi erkek, diğerinin râvisi kadın ise, birincisinin rivayeti tercih olunur - keza râvinin hür olması - bu da, köle olan bir râvinin rivayetine tercîh sebebidir - râvinin neseb yö­nünden meşhur olması, isminin, aralarında ayırım yapılmasını güç­leştirecek zayıf bir râvi ismi ile karışmaması, isminin tek olması, ge­rektiğinde müracaat edebileceği bir kitabının bulunması, adaletinin, tezkiye ile sabit olana karşı ihbar yolu ile sabit olması, rivayetiyle amel edilmiş ol­ması, muarızının, tezkiye eden tarafından haberiyle amel olunmamasına karşılık diğerinin haberiyle amel olunması, adaleti üzerinde ittifak edilmesi, tadîl sebeplerinin zikredilmiş olması, tezkiye edenlerinin çok olması, tezkiye edenlerinin ulemâdan olması, râvinin, naklettiği haberle ilgili vaka'ya biz­zat şâhid olması - meselâ Hazreti Peygamberin zevcesi Umm Seleme'nin cünüb olarak gecelemekle ilgili haberi, buna muarız olarak el-Fazl îbn Abbâs tarafından nakledilen habere tercîh edilir; çünkü Umm Seleme, bu konuda el-Fazl İbn Abbâs'tan daha bilgilidir - râvinin İslâm'a müteahhır olarak girmiş olması - bazıları bunun aksini ileri sürmüşlerdir; çünkü mü-tekaddim olanın asalet ve marifeti daha kuvvetlidir. Fakat mütekaddim ola­nın ölümü, İslâm'ı müteahhır olana nisbetle teahhur ederse, rivayeti tercîh olunmaz; çünkü bu durumda, İslâm'ı mütekaddim olan râvinin rivayetinin diğerine teahhur etmiş olması ihtimali vardır. Bununla beraber, mü­tekaddim olanın rivayetlerinin diğerinden mukaddem olduğu bilinirse, mü-tekaddimin hadîsi tercîh olunur -. Râvinin hadîsini dikkat ve titizlikle araştıranlardan olması ve üslûbunun güzelliği; râvinin, muarızına nisbetle şeyhine daha çok mülâzemet etmiş olması; kendi ülkesinin şeyhlerinden hadîs işitmiş olması; hadîs alırken şeyhini bizzat müşahede etmiş ve onunla konuşmuş olması; manâ ile rivayeti tecviz edenlerden olmaması; sahabînin büyüklerden olması; hadîs akzıye ile ilgili ise, râvisinin Alî İbn Ebî Tâlib ol­ması; helâl ve haramla ilgili ise, Mu'âz'dan, ferâ'iz ile ilgili ise, Zeyd'ten gel­miş olması; isnadının Hicâzî olması, yahut râvilerinin tedlîse rıza gös­termeyen bir ülkeye mensûb olmaları...Bunların hepsi de, hadîsin tercîh edilmesinde gözönünde bulundurulan ve râvinin haline taalluk eden se­beplerdir. Bu halde bulunan râvilerin hadîsleri, aynı halde bulunmayan râvilerin muarız olarak rivayet ettikleri hadîslere tercih olunur.

2) Hadîs tahammülü ile ilgili tercîh sebepleri: Bulûğ çağından sonra hadîs alanların hadîsleri, bazısını bulûğ çağından önce, bazısını da bu çağ­dan sonra alanların hadîslerine tercîh olunur; çünkü bu ikincilerin bulûğdan sonra almış oldukları hadîsleri de, bulûğdan önce almış olmaları

ihtimali vardır. Halbuki bulûğdan sonra hadîs tahammül eden kimse, zabt yönünden daha kuvvetlidir.

Râvinin, şeyhinden semâ yolu ile aldığı hadîs, arz yolu ile alan diğer râvinin hadîsine, yahut arz yolu ile aldığı hadîs, kitabe veya munâvele, yahut vicâde yolu ile alan râvinin hadîsine tercîh edilir.

3) Rivayet keyfiyeti ile ilgili tercîh sebepleri:    Lafzan rivayet edilen hadîs, manâ yolu ile rivayet edilen hadîse, sebeb-i vürûdu zikredilen hadîs, sebeb-i vürûdu zikredilmeyen hadîse tercîh olunur; çünkü râvinin, hadîsin vürûd  sebebini bilmesi,  onun hadîs hakkındaki  titizliğine  delâlet eder. Râvisi tarafından hadîs üzerinde tereddüde düşülmemesi; hadîsin    had-desenâ ve semi 'tu gibi ittisale kesinlikle delâlet eden tabirlerle rivayet edil­mesi; refi veya vaslı üzerinde ittifak edilmiş olması; isnadında ihtilâf , yahut lafzında ıztırab olmaması; hadîslerden birisi meşhur iken diğerinin azîz veya garîb olması; yahut birisi azız iken diğerinin garîb olması da ri­vayet keyfiyeti ile ilgili tercîh sebeplerindendir.

4) Hadîsin vürûd vakti ile ilgili tercîh sebepleri: Medenî olan hadîs, Mekkî olana; tahvîfi ihtiva eden hadîs, teahhura delâlet etmesi dolayısıyle şiddeti   ihtiva   eden   hadîse   tercih   olunur.   Çünkü   Hazreti   Peygamber, İslâm'ın  ilk  devirlerinde,  yâni  Mekke   devrinde,   müslümanları  câhiliye âdetlerinden uzaklaştırmak için daha şiddetli bir dil kullanmış, fakat son­raları buna lüzum kalmadığı için daha yumuşak olmaya meyletmiştir. Keza İslâm'ın gelişinden sonra tahammül edilen hadîs, İslâmiyetten Önce ta­hammül edilen hadîse; vürûd tarihi zikredilmeyen hadîs, vürûd tarihi mü­tekaddim olarak zikredilen hadîse; Hazreti Peygamberin vefatına yakın bir tarihte vürûd eden hadîs, vürûd tarihi bilinmeyen hadîse tercîh edilir.

5) Hadîsin lafzı ile ilgili olan tercîh sebepleri: Lafızları hâssı ifade eden hadîs, âm olarak gelen hadîse; âm olarak gelen ve tahsîs olunmayan hadîs, tahsisten sonra şâir ferdlerine delâletinin zayıflığı dolayısıyle tahsîs olunan hadîse; mutlak, bir sebep üzerine vârid olan hadîse; hakikat mecaza; ha­kikate benzeyen mecaz, benzer olmayan mecaza; şer'î olan olmayana tercîh edilir.

6) Hüküm yönünden olan tercîh sebepleri: Tahrîme delâlet eden, yâni bir şeyi haram kılan hadîs, onu mubah kılan hadîse; ihtiyatı gerektiren bir meselede şiddet getiren hadîs, hafifliğe delâlet eden hadîse; haddin nefyine delâlet eden hadis, haddi getiren hadîse tercîh olunur.

7) Haricî tercîh sebepleri: Kur'ân-ı Kerîm'in zahirine, yahut bir başka sünnete, kıyasa, ümmetin veya Hulefâ-i Râşidîn'in amel ve tatbikatı olan diğer bir rivayetle takviye edilen, yahut getirdiği hükümle müttefik bir ben­zeri olan, yahut Seyhan (el-Buhârî ve Müslim) tarafından ittifakla nakledilen hadîs, bu evsafta olmayan hadîse tercih olunur1-. [140]

 

Nâsih ve Mensûh Hadîsler

 

Hadîs ilminin önemli konularından biri olan nesh, birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsin cem ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğuna hükmedilen bir iptal keyfiyetinden, yâni biri ile ge­tirilen hükmün, diğeri ile getirilen hükme tatbikat yönünden son ver­mesinden ibarettir,

Lugatta nesh, nakil, izale ve iptal manâlarına gelir. Nitekim denildiği zaman, kitap içinde bulunan yazıyı aynen başka bir yere kopye edip yazmak, nakletmek manâsı anlaşılır. Yahut denilir ve rüzgârın bütün âsârı, yâni kalıntıları alıp götürdüğü kasdedilmiş olur. Bunun gibi, denilir ve güneşin gölgeyi giderip onun yerine kendi ışığını bıraktığı anlaşıhr. [141]Görülüyor ki fiil olarak kullanılan nesh kelimesinin, her üç misalde de birbirinden çok ince farklarla ayrılmış manâları vardır. Birinci misalde, yazının nakli bahis konusu edilmiş, fakat bu nakilde aslının bakî kaldığı belirtilmiştir. İkinci misalde, âsârın ta­mamen yok olduğu ortaya konmuş olmakla beraber, onun yerine geçmiş hiç­bir şeyin bulunmadığı da ifade edilmiştir. Üçüncü misalde ise, güneş ışığı gölgeyi gidermiş, fakat kendisi onun yerini işgal etmiştir.

Şeriat dilinde ıstılah olarak kullanılan nesh kelimesinin, üçüncü mi­salde zikredilen manâya daha yakın olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Zira daha önce Hazreti Peygamberden gelen bir hadîsle vazedilmiş olan bir hüküm, sonradan vârid olan bir hadîs hükmü ile kaldırılmış ve onun yerine ikinci hadîsin hükmü konulmuştur.

Nesh, beyanın bir çeşididir. Beyan ise, ilk nassla gelen hükmün, ikinci bir nassla tatbik şeklinin gösterilmesidir. Ancak burada, neshin, beyanın bir çeşidi olduğunu söylerken, her beyanın nesh olmadığını da hatırdan çı­karmamak gerekir. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de, namazın kılınması ve zekâtın verilmesi ile ilgili olarak gelen emirlerin tatbiki, ancak Hazreti Pey­gamberin bu emirleri beyan etmesinden sonra mümkün olmuştur. Zira namaz kılmakla ilgili olan emrin tatbiki, yâni namazın nasıl ve hangi va­kitlerde kılınacağı, beyana bağlıdır. Keza ne miktarda ve hangi mallardan zekât verileceği, yine beyandan sonra tatbiki mümkün olan emirlerdendir. Ancak bu hususlardaki beyana nesh demek mümkün değildir.

Nesh, umumiyetle emirlerde vâki olur; haberlerde ise, caiz değildir. Zira ilk haberin neshedilmesi, onun tekzibi veya yalanlanması manâsına gelir ki, hem Allahu Ta'âlâ için, hem de Hazreti Peygamber için ilk ver dikleri haberden dönerek onu yalanlamaları düşünülemez. Bununla be­raber, haber lafzı ile geldiği halde emir manâsını tazammun eden sözler, aynen emir gibidir ve bunlarda neshin vukuu caizdir.

Meselâ  "İbrahîm 'in makamı; her kim oraya girerse (taarruzdan) emîn olur" [142] âyeti haber lafzı ile gelmiştir, fakat emir manâsmdadır ve "Mescid-i Haram'a kim sığınırsa, artık ona tecavüz ve ta­arruz etmeyin" demektir.

Nesh işlemine uğraması ihtimalinda bulunan emir ve nehiyler, şerîatte beş dereceye ayrılmışlardır. Bu beş dereceyi bir eksen üzerinde göstermek gerekirse, bu eksenin bir ucunu haram, diğer ucunu farz teşkil eder ki, birincisi en şiddetli ve en kesin olan yasağı, ikincisi ise, aynı derecedeki emri gösterir. Eksenin ortasında ise, yasağa ve emre uzaklığı eşit olması do-layısıyle işlenmesi ve işlenmemesi sevâb yönünden aynı derecede olan fi­illere delâlet etmek üzere mubah yer alır. Mubahla farz arasında, farza ya­kınlığı dolayısıyle işlenmesi işlenmemesinden daha hayırlı olan maıdûb; mubahla haram arasında ise, harama yakınlığı dolayısıyle işlenmemesi iş­lenmesinden daha hayırlı olan mekruh dereceleri bulunur.

Bu beş derecenin her biri neshedilebilir ve neshten sonraki yeni hüküm, neshi gerektiren nassm lafzına göre diğer derecelerden birine inkılâb eder. Meselâ bidayette haram olan bir fiil, - ki bu fiil "yapnW sözü ile yasaklanmıştır - "yap" emrinin gelmesi ile neshedilmiş olduğu gibi, de­recesi de farza inkılâb eder. Fakat haram, "yapıp yapmamakta sizin için bir beis yoktur" lafzı ile neshedilecek olursa, kendine en yakın olan kerahet derecesine geçmiş olur ki, böyle bir fiili işlememek, işlemekten daha hayırlıdır. İlk emir "yap" sığası ile gelmiş ve bir fiilin yapılmasını farz kılmışken, bu emrin "yapma" sığası ile neshedilmesi halinde, nehyolunan fiil haram de­recesine, "yapıp yapmamakta sizin için bir beis yoktur" sığası ile nes­hedilmesi halinde de, kendisine en yakın olan mendûb derecesine inkılâb etmiş olur. Bundan anlaşılıyor ki, bir şeyi haram kılan nehiy, emir ile neshedilirse, o şey farz kılınmış olur. Nehiy ile haram kılınmış olan bir şeyin iş­lenmesi, nesh ile muhayyer bırakılırsa mekruh olur Buna karşılık, bir emir, nehiy ile neshedilirse, farz harama, muhayyer bırakılırsa mendûba çev­rilmiş olur.

Kitap ve sünnette neshin mevcudiyetini kabul etmenin, îslâm Dînine kusur izafe etmek manâsına geleceğini ileri süren bazı mutezilî mezhebler dışındaki ehl-i sünnet mezhebleri, neshin varlığını kabul etmişler ve bunu, Hazreti Peygamberin sağlığında ve vahyin geldiği zaman içerisinde, İslâm

toplumunun mesalihi yönünden gerekli bir olay olarak açıklamışlardır. Ni­tekim İslâm Dîni ile ilgili ahkâm, "bir kanun halinde ve bir defada değil, 22 sene ve bir kaç ay içinde, hâdiselerin gerektirdiği şekilde ve birbirinden ayrı olarak vazolunmuştur. Her hükmün bir sudur tarihi olduğu gibi, kendine hâs bir teşrî sebebi de vardır. Zamana taalluk eden bu gelişme sayesinde her kanunun madde madde bilinmesi mümkün olduğu gibi, teşrî'i gerektiren hâdiselere vukuf sayesinde de, kanunların getirdiği ahkâmın en mükemmel bir şekilde anlaşılması kolaylaşmıştır".

"Vazolunan ahkâmın çeşitlerine taalluk eden tederruc, islâm'ın ilk günlerinde müslümanlara, yapılması veya terkedilmesi güç olan bir şeyin teklif edilmemesi keyfiyetinde görülür. Bu teklifler, dâima tederrücî bir şe­kilde yumuşaklıkla olmuş, müslümanlarm bunları yüklenebilecek bir istidat kazanmalarına itina gösterilmiştir. Meselâ namaz, ilk zamanlarda gece ve gündüz olmak ve her fariza için muayyen rikâtlarla beş vakit olarak farz kılınmamış, fakat müslümanlardan, sadece akşam ve sabah vakitlerinde mut­lak bir salât taleb edilmiştir. Keza zekât ve oruç, ancak hicretten bir sene sonra farz kılınmıştır; bundan Önceki teklif, tâkatları nisbetinde sadaka ve oruçtan ibaretti. İçki, kumar, bazı evlenme akidleri, riba ve câhiliye dev­rinden beri alışageldikleri bazı muamelât, ilk devirlerde haram kı­lınmamıştı. Çeşitli hükümlerdeki bu tederrücî gelişmenin hikmeti, ka­tılaşmış nefislerin ıslâhı için bir ilâç ve tekliflerin zor kullanmadan ve işi inada bindirmeden kabul edilmesi için bir vesile olması idi" [143]

İslâm teşriinde açık bir şekilde görülen bir husus da, kolaylık ve ha­fifliktir. "Ahkâmın çoğunda, teşrîindeki hikmetin kolaylaştırmak ve ha­fifletmek olduğu açıkça belirtilmiştir. Meselâ Allahu Ta'âlâ, bazı âyetlerinde şöyle buyurmuştur: "Allah size kolaylığı ister; güçlüğü istemez": [144] '; "Allah, sizin sırtınızdaki yükü hafifletmek ister; zira insan zayıf yaratılmıştır"  [145] Emir hükmünün güçlük verdiği her hususî halde ruhsat hükmü va­zolunmuştur. Bu sebeple meselâ, zaruret halinde mahzûrat mubah kılındığı gibi, farz ve vâcibten birinin edası halinde darlık ve güçlük bahis konusu ol­duğu zaman, her ikisinin de terkine izin verilmiştir. Zorlama, hastalık, sefer, hata, unutkanlık ve cehalet, tahfifi gerektiren özürlerden sayılmış­tır.[146]

İslâm şeriatında nesh keyfiyeti kabul edildikten sonra, Kur'ân ve sün­netin menşei gözönünde bulundurularak çeşitli şekillerde neshin vukuu mümkün görülmüştür. Bu şekilleri şöylece sıralayabiliriz:

1. Kur'ân âyetinin yine bir Kur'ân âyeti ile neshedümesi;

2. Kur'ân âyetinin sünneti neshetmesi;

3. Sünnet (hadîs) in sünnet (hadîs) i neshetmesi;

4. Sünnetin Kur'ân âyetini neshetmesi.

Bu dört şekilde tezahür eden nesh keyfiyetinden bazısı diğer bazısına göre daha çok kabul görmüş, aklen ve naklen vukuu mümkün görülmüş; ba­zısı da, özellikle Kur'ân ile sabit olmuş bir hükmün sünnet ile neshedümesi, diğerlerine nisbetle daha çok itiraza uğrayan bir görüş olarak belirlenmiştir. Bu konuda ulemâ arasında ortaya çıkan ihtilâfların, Kur'ân ile sünnetin aynı derecede bir otorite olup olmadığı meselesindeki münâkaşalara da­yandığına şüphe yoktur. Zira sünnetin de Kur'ân gibi vahiy mahsûlü ol­duğunu kabul edenler için, Kur'ân âyetiyle sabit olan bir hükmün sünnet hükmünü neshettiği gibi, sünnetin de Kur'ân hükmünü neshetmesi tabiî olmak gerekir.

Nesh hakkında verilen bu umûmî bilgilerden sonra, hadîsler arasında görülen neshe âit bazı örnekleri de burada zikretmekte fayda vardır; zira hadîsin nâsihini ve mensûhunu bilmeden ondan hüküm istihraç etmek mümkün değildir. Huzeyfe'den nakledildiğine göre, ancak nâsih ve mensûhu bilen kimseler fetva verebilirler''.[147]

Hadîslerde neshin vukuu çeşitli şekillerde bilinir:

1) Bunlardan en açık olanı, örneği Müslim'in Sahîh'inde de görüldüğü gibi, onun nâsih olduğunun hadîs metninden anlaşılanıdır. Hazreti Pey­gamber bir hadîsinde şöyle buyurmuştur:

"Sizi kabirlerin ziyaretinden menetmiştim; onları ziyaret ediniz; zira kabir ziyareti âhıreti hatırlatır" [148]

Buna benzer bir başka hadîs de, Bureyde tarafından rivayet edilmiştir.

Bu hadîsinde Hazretİ Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben sizi deri kap (kırba) lar müstesna, diğer kaplarda kurulan şırayı içmekten menetmiştim. Artık şimdi her çeşit kaptan içebilirsiniz. Yeter ki sarhoş edici içki içmeyin "[149]

Örnek olarak zikrettiğimiz bu iki hadîsin nâsih olduğu ve daha Önce vârid olduğu anlaşılan ve kabir ziyaretiyle bazı kaplarda yapılan şırayı iç­mekten  meneden  hadîslerin  hükümlerini  ortadan  kaldırarak  kabir  ziyaretine ve şıraya izin verdiği açıkça görülmektedir. Nitekim ikinci hadîsle ilgili olarak Müslim'in Sahîh'inde çeşitli isnadlarla şu nehiy hadîsi nak­ledilmiştir:

"Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hazreti Peygamber, Abdu'l-Kays heyetine hitaben şöyle buyurmuştur: Ben sizleri dubbâ (bir çeşit testi) den, hantem (içi sırlı kırmızı topraktan yapılmış kap) dan, nakîr (ağaçtan oyma testi) den ve mukayyer (ziftli testi) den nehy ediyorum. Lâkin deri tu­lumundan iç ve ağzını da sıkıca bağla. [150]

2) Bir hadîsin nâsih olduğu, hadîs metninden anlaşıldığı gibi, bazen de hadîsi Hazreti Peygamberden rivayet eden sahabînin, iki zıt hadîsten mu­ahhar olanı belirtmesiyle anlaşılır. Bu konuda bir örnek, Câbir îbn Abdullah'ın, Sünen sahipleri tarafından da nakledilen şu sözüdür:

"Hazreti Peygamberin (ateşte pişirilmiş şeylerin yenilmesi halinde ab­destin yenilenip yenilenmeyeceği hususunda) iki emrinin sonuncusu, ab­destin terki, (yâni yenilenmesine gerek olmadığı) şeklinde idi.[151]

Câbir'den rivayet edilen bu söz, konu ile ilgili abdest hususunda Haz­reti Peygamberin iki tatbikatı olduğunu, birincisinde, ateşte pişirilmiş veya ısıtılmış şeylerin yenmesi halinde abdestin bozulmuş olduğuna hükmederek yeniden abdest aldığını ve bunu emrettiğini, ikincisinde ise, abdestin bo­zulmayacağına hükmederek yeniden abdest almanın gerekmediğini ve bunu emrettiğini gösterir. Filhakika birincisi ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ateşe değen şeylerden (yediğiniz zaman) abdest alınız".[152] Daha sonraki bir sünnet ile Hazreti Peygamber bu emri değiştirmiş ve kendisi de ateşte pişmiş bir şey yediği zaman yeniden abdest almak lüzumunu duymamıştır. Bu husustaki rivayetler de, abdest almanın lüzumunu belirten rivayetlerin hemen akabinde "ruhsat" ile ilgili bâblarda zikredilmiştir. Yukarıda işaret ettiğimiz Câbir'in sözü de, bu iki değişik tat­bikattan muahhar olanını bildirerek nâsihin anlaşılmasını ko­laylaştırmıştır.

3) Bazen de nâsih, birbirine zıt manâda gelen hadîslerin vürûd ta­rihlerinin bilinmesiyle anlaşılır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, iki zıt hadîs arasında sıhhat yönünden eşitlik bulunması dolayısıyle herhangi bi­rinin tercih edilememesi, cem ve teliflerinin mümkün olmaması ve yukarıda iki şıkta açıkladığımız nesh keyfiyetinin de hadîs metinlerinden açık bir şe­kilde anlaşılamaması halinde, hadîslerin Hazreti Peygamberden vürûd et­tiği tarihler araştırılır ve son vârid olan hadîsin nâsih olduğuna hükmedilir. Bu konuda gösterilebilecek bir örnek, Şeddâd İbn Evs hadîsi ile Abdullah îbn Abbâs hadîsidir. Şeddâd, Hazreti Peygamberden şu hadîsi rivayet etmiştir: «l "Hacamat yapan da yaptıran da oruçlarını bozmuş olurlar"[153] İbn Abbâs ise, rivayetinde 'Hazreti Peygamberin oruçlu ve ihramlı iken hacamat yaptırdığını" bildirmiştir. [154]

Şeddâd İbn Evs ve İbn Abbâs'm haberleri arasındaki zıtlık açıkça gö­rülmektedir. Hazreti Peygamber, Şeddâd rivayetine göre, oruçlu iken ha­camat yaptırmayı, yâni kan aldırmayı menetmiş, hem hacamat yaptıranın, hem de yapanın oruçlarının bozulmuş olacağını bildirmiş iken, îbn Abbâs'tan gelen diğer rivayette, Hazreti Peygamberin bizzat kendisinin, oruçlu olduğu halde hacamat yaptırdığı açıklanmıştır. Her iki hadîs de sahîhtir; ancak cem ve telifleri mümkün olmadığı gibi, herhangi birisinin diğerine tercihi de mümkün değildir. Bu durumda, aralarında bir nesh key­fiyetinin bulunduğuna şüphe yoktur. Şu var ki, bu iki haberden hangisinin nâsih, hangisinin mensûh olduğunu tesbît etmek gerekir. Zira hadîs me­tinlerinde buna delâlet edecek herhangi bir işaret yoktur. Bu da ancak, ha­berlerin vürûd tarihlerinin tesbiti ile mümkün olabilir.

Filhakika, Şeddâd'tan gelen aynı konu ile ilgili diğer bazı rivayetlerde, Hazreti Peygamberin fetih senesinde, yâni hicretin sekizinci senesinde oruç­lu iken hacamatı nıenettiği belirtilmektedir. [155]O halde birinci hadîsin vürûd tarihi, sekizinci senedir.

İbn Abbâs'ın sözü ise, Hazreti Peygamberin ihramlı iken hacamat ol­duğuna ve İbn Abbâs'm da bunu bizzat müşahede ettiğine delâlet eder ki, bunun da ancak bir hac esnasında olduğu anlaşılır. Filhakika İbn Abbâs, yalnız Veda Haccmda, yâni onuncu senede Hazreti Peygamberin re­fakatinde bulunmuş ve ihramlı iken onun hacamat olduğuna şahit olmuştur [156]O halde bu haberin vürûd tarihi de onuncu sene olup Şeddâd'm haberinden muahhardır ve dolayısıyle nâsih hükmündedir.

4) îki zıt hadîs arasında neshin bilinmesi, bazen de icmâ yolu ile müm­kün olur. Şüphesiz icmâ'm neshedici bir vasfı yoktur. Bununla beraber, ulemânın, bazı karinelere istinaden, iki zıt haberden birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğu görüşü üzerinde ittifak etmeleri, neshin bilinmesinde yar­dımcı olabilmektedir. Ebû Dâvûd ve et-Tirmizî tarafından nakledilen bir Mu'âviye hadîsi buna bir örnek teşkil eder. Bu hadîste şöyle denilmiştir:

"Her kim sekir verici içki içerse, onu sopa (celde) ile dövünüz. Eğer dör­düncü defa yine içmeye devam ederse, öldürünüz".[157]

Et-Tirmizi ise, Câbir'den gelen bu rivayetin akabinde "Hazreti Pey­gambere dördüncü defa içki içmiş bir adam getirildiğini, Peygamberin onu dövdüğünü, fakat Öldürmediğini" ilâve etmiş, aynı zamanda öl­dürülmeyeceği hususunda icmâ hâsıl olduğunu belirtmiştir.[158]

Hadîslerin nâsih ve mensuruma dâir zikrettiğimiz bu Örnekler, ko­nunun hadîs tarihinde ne derece önemli olduğunu göstermeye yeterlidir. Hadîsleri bu yönleri ile bilmeden, onlardan hüküm çıkarmak, yahut fetva vermek asla mümkün değildir. [159]

 

B.MERDÛD HABERLER

 

1.Merdûd Haberin Tanımı

 

Reddedilmesi gereken hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mu­kabili olarak genel manâda kullanılan bir tabirdir. İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan ve âhâd denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar. Daha önce de açıkladığımız gibi, bu haberler, ya kabul sı­fatını hâizdirler ve bu sıfat, onları nakleden râvilerin doğruluklarının ke­sinlik kazanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkarlar; yahutta red sıfatını hâizdirler; bu sıfat da, râvilerin yalancı olarak bilinmelerinden sonra ortaya çıkar. Birincisinde, râvilerin doğrulukları dolayısıyle haberlerinin de doğruluğuna hükmedilir; bunlar makbul haberlerdir. İkincisinde ise, râvilerinin yalancılığı dolayısıyle haberlerinin de yalan olduğu kabul edilir; bunlar da merdûd haberlerdir. Bazen râvilerin ne doğrulukları ve ne de yalancılıkları hakkında kesin bir hüküm vermek mümkün olmayabilir. Bu takdirde, bunların haberlerini makbul veya merdûda sokacak herhangi bir karinenin bu­lunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir karîne de mevcut değilse, bu çeşit haberler üzerinde tevekkuf edilir. Bir haber üzerinde tevekkuf, o haberle amel etmemek, bir başka ifade ile, o haberi delil olarak kullanmamak demektir. Üzerinde tevekkuf olunan haber, aynen merdûd haber gibidir; ancak onun merdûd sayılması, onda red sıfatının kesinlik kazanmış olması dolayısıyle değil, kabulünü gerektiren bir sıfatın bulunmaması do-layısıyledir. [160]

 

2. Haberin Merdûd Olma Sebepleri

 

Bir haberin merdûd olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu se­beplerden biri isnadla ilgilidir ve isnaddan bir veya daha fazla râvinin düş­mesiyle haber merdûd olur. Yahutta isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.

îsnaddan râvi düşmesi, değişik şekillerde tezahür eder ve düşen râvinin isnaddaki yerine göre haber veya hadîs değişik isimler alır. Meselâ hadîsi kitabında nakleden bir musannif, kendi tasarrufu ile isnadın ba­şından itibaren bir veya daha fazla râviyi hazfeder; bazen de bütün isnadı zikretmeden sadece Hazreti Peygambere isnadla hadîsin metnini verir ki, bu çeşit hadîslere mu'allak denir. Bazen hadîsi rivayet eden râvilerden bi­rinin, isnadın ortasından veya sonundan, bir veya bir kaç râviyi düşürmesi sebebiyle hadîs merdûd olur. İsnadın ortasından bir râvisi düşmüş olan hadîse munkatı' , birbirini takip eden iki veya daha fazla râvisi düşmüş olan hadîse de mu'dal denir. Eğer isnadın sonunda sahabî düşmüş olursa, bu çeşit hadîslere de mursel adı verilir.

Bazen bir isnad içerisinde muasır olmayan iki râvinin birbirinden hadîs nakletme durumları dolayısıyle aralarında bir râvinin düşmüş olduğu açıkça anlaşıldığı halde, bazen de muasır olan, hattâ birbirine mülâki oldukları bilinen iki râvinin, birbirinden işitmedikleri hadîsleri naklettikleri olur; aslında böyle bir hadîsi diğerinden nakleden râvi, onu naklettiği şa­hıstan işitmemiş, fakat başkası vasıtasıyle ondan almış, sonra da hadîsi ri­vayet ederken o vasıtayı herhangi bir sebeple zikretmemiştir. Böylece, ara­daki vasıtayı isnaddan düşüren râvi, şeyhinden işitmediği hadîsi, ondan işitmiş   gibi   rivayet   etmek   durumunda   kalmıştır.   Ancak   bu   çeşit   rivayetlerde, râvinin şeyhine mülâkî olduğunun bilinmesi dolayısıyle, is-naddan bir râvinin düşürülmüş olduğu çok defa anlaşılmaz ve o hadîsin de râvinin muttasıl senedle rivayet ettiği hadîslerden olduğu sanılır. İsnadında bu çeşir hafi (gizli) râvi düşmesi olan hadîslere de müdelles denilmiştir.

işte, isnadda, çeşitli şekillerde râvi düşmesi sebebiyle ortaya çıkan bu hadîs çeşitlerinin hepsi de merdûd haberler arasında yer alır.

Hadîsin merdûd olmasının diğer bir sebebi de, isnadı oluşturan hadîs râvilerinden birinin veya bir kaçının adalet ve zabt yönünden cer-hedilmesidir. Aşağıda da ayrıca açıklanacağı üzere, bu konuda şiddet yö­nünden birbirinden farklı on çeşit cerh sebebi vardır ve bunlardan herhangi biriyle cerhedilen râvinin hadîsi merdûd sayılır.

Cerh sebeplerinin en şiddetlisi, râvinin kizbi, yâni yalancılığıdır. Ya­lancılığı sabit olan ve bu yönden cerhedilen râvinin hadîsi mevzû'dur, yâni uydurmadır. İkincisi, râvinin yalancılıkla itham edilmesidir; böyle bir râvinin hadîsine de metruk denilmiştir. Cerh sebeplerinin üçüncüsü, râvinin rivayetlerinde fâhış hata yapması, dördüncüsü, gafleti, beşincisi de fışkıdır. Bu hallerinden dolayı cerhedilen râvînin hadîsine de münker denir, altıncı cerh sebebi vehim olup, râvinin mürsel olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahut bunun aksine, muttasıl olan bir hadîsi mürsel olarak rivayet et­mesidir. Bir râvinin, rivayetinde vehmettiğine hükmetmek oldukça güç bir iştir. Eğer bazı karineler yardımıyle rivayette vehim bulunduğuna hük­medilebilir ve râvi bu yönden cerhedilirse, hadîsi muallel olur.

Cerh sebeplerinin yedincisi, râvinin diğer râvilere muhalif rivayetidir. Bu muhalefet, ya rivayetine bazı yabancı isimler veya hadîsten olmayan iba­reler dercetmesiyle olur; bu takdirde kendisine yabancı sözler sokulmuş olan hadîse mudrec denir. Yahut muhalefet, hadîsin isnad veya metninde bazı takdim ve tehirler yapılmak suretiyle ortaya çıkar. Böyle bir hadîse de maklûb adı verilir. Yahut muhalefet, râvinin ibdaliyle olur ve bu halde iki muhalif rivayet arasında tercîh yapılamazsa, hadîse muztarib denir. Yahut muhalefet, yazının şekli değişmeksizin bazı harflerin nokta hatalarından or­taya çıkar ve hatadan dolayı hadîse musahhaf denir. Eğer yazının şeklinde bir değişme olur ve muhalefet bu yönden meydana gelirse, bu takdirde hadîs muharref adını alır.

Cerh sebeplerinden sekizincisi cehalet, yâni râvinin adalet ve zabt yön­lerinden halinin bilinmemesidir. Dokuzuncu sebep râvinin su-i hıfzı, onuncu sebep de, bid'atıdır.

Aşağıda daha geniş bir şekilde açıklanacak olan râvilerin cerh se­bepleriyle ortaya çıkan hadîs çeşitlerinin hepside, merdûd haberler ara­sında yer alırlar. [161]

 

3. İsnadda İnkıta ve Munkatı Hadîs Çeşitleri

 

İnkıta, isnad zincirinden bir veya birden fazla râvi halkasının düş­mesiyle isnadda meydana gelen kopukluktur ve kopuk isnadla nakledilen hadîse munkatı denir. Râvi düşmesinin, isnadın başında, ortasında ve so­nunda olmasına ve düşen râvi sayısına göre, o isnadla gelen hadîs, değişik isimler altında zikredilir. Mürsel, mu'dal ve munkatı gibi. Ancak burada şunu hemen belirtmek gerçkir ki, munkatı tabiri, lügat yönünden, isnadı muttasıl olmayan, yâni isnadında kopukluk bulunan hadîsler için kul­lanıldığı halde, ıstılahta, tâbi'îden sonraki herhangi bir tabakada, is­nadından bir, veya birbirini takip etmeksizin birden fazla râvisi düşmüş olan hadîs çeşidinin adıdır. Bu itibarla biz, bu bahisle ilgili konu başlığında Munkatı Hadîs Çeşitleri ifadesini kullanırken, munkatı kelimesini lügat manâsında kullanmış olduğumuz halde, isnadın çeşitli yerlerinde düşen râvi sayısına göre hadîslerin mürsel, mu'dal ve munkatı gibi isimler altında zikredildiğini söylerken de, aynı kelimeyi ıstılah manâsında kullandık

Bir isnadda râvi düşmesi veya inkıta, bazen zahir, yâni açık ve herkes tarafından kolayca anlaşılabilecek şekilde vukubulduğu halde, bazon de hafiy veya gizli olur ve bu irikıtâya vâkıf herhangi bir kimse tarafından açıklanmadıkça, hiç kimse, o isnadın munkatı olduğunu anlayamaz. Isnaddaki zahir veya açık inkıta, râvinin, muasırı olmayan bir şeyhten hadîs rivayet etmesiyle ortaya çıkan kopukluktur. Herkes tarafından kolayca bilinip an­laşılır ki, o râvi, hadîsini naklettiği o şeyhin muasırı değildir; dolayısıyîe ona mülâkî olmamıştır ve onun hadîsini bizzat ondan almamıştır. O halde, mülâkî olmadığı o şeyhin hadîsini kendisine nakleden başka bir aracı şeyh vardır; fakat hadîsi rivayet ederken isnadında bu aracı şeyhin ismini her­hangi bir sebeple zikretmemiştir. İsnadında açık râvi düşmesiyle ortaya çıkan hadîs çeşitleri, aşağıda da açıklanacağı üzere, muallak, mu'dal, mun­katı ve mürsel 'dir.

İsnaddan hafi veya gizli râvi düşmesi ise, râvinin, mülâkî olduğu ve hattâ bazı hadîslerini aldığı bilinen bir şeyhten işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi halinde ortaya çıkan inkıta şeklidir. Herkes tarafından bilinir ki, bu râvi, normal olarak o şeyhe mülâkî olmuş ve ondan, rivayet ettiği bazı hadîsleri işitmiştir; dolayısıyle işittiği bu hadîsleri o şeyhten rivayet etmeye hakkı vardır. Şu da var ki râvi, bu hadîsleri ondan rivayet ettiği gibi, bunlardan ayrı olarak şeyhten işitmediği, fakat başka vâsıta ile ondan aldığı bazı hadîsleri daha rivayet eder; aradaki bu vâsıtayı da isnadında açıklamaz ve onları da şeyhten işittiği zehabını uyandırır. Râvinin o şeyhe mülâkî ol­duğunu ve ondan hadîs işittiğini bilenler ise, onun işitmediği hadîsleri de ri­vayet ettiğini anlayamazlar. İşte, aşağıda açıklanacağı üzere, râvinin bu tarz hadîs rivayetine tedlls, rivayet ettiği hadîse de müdelles denilmiştir.

Mudelles'ten çok ince bir farkla ayrılan ve mursel-i hafi denilen hadîs çeşidi de, râvinin, muasırı olup da mülâkî olmadığı şeyhten rivayet ettiği hadîstir ve zikrettiğimiz bütün bu hadîs çeşitleri, isnadında düşen râvilerin adalet ve zabt yönünden hallerinin bilinmemesi sebebiyle merdûd hadîsler arasında yer alırlar. [162]

 

a) Muallak Hadîsler

 

İsnadının başından bir veya birbirini takip etmek üzere daha fazla râvisi hazf ve en son hazfedilen râvinin şeyhine isnad edilmiş hadîslere mu­allak denilmiştir. Muallak, ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta bir şeyi asmak, destek veya dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin, kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini, yahut kendi şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ bütün isnadı hazfederek  veya    ibaresiyle, hadîsi,zikrettiği ilk kaynağa isnad etmesidir.

Muallak ismi, umumiyetle cezm sîgasıyle, yâni gibi kesinlik ifade eden tabirlerle rivayet edilen hadîslere verilmiş, fa­kat Îbnu's-Salâh'm da dediği gibi,. gibi temrîz ifade eden tabirlerle nakledilen hadîslerde bu isim kullanılmamıştır''.[163] Bununla be­raber, müteahhırûndan olan bazıları, meselâ Ebu'l-Haccâc el-Mizzî, el-Bu-hârî'nin Sahîh'indeki bu kabilden hadîslere de muallak adım vermiştir''.[164]

El-Buhârî'nin Sahîh'inm muallak hadîslerin başlıca menşei olduğu an­laşılmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak, değerli araştırmacı Fuat Sezgin şu görüşleri ileri sürmüştür: "Kaynakların verdiği malumattan anlaşıldığına göre, Sahîh'te mevcut bu gibi merviyatı ilk defa ciddî bir şekilde ele alıp ta'lîk diye adlandıran kimse, Ebu'l-Hasan ed-Dârakutnî (Ö. 385), daha sonra aynı isimle el-Cem' beyne's-Sahîhayn adlı kitabında mevzuubahs eden Ebû Abdillah el-Humeydî (Ö. 420) olmuştur'. [165] Bu bakımdan muallak hadîs, bir hadîs çeşidi olmaktan ziyade el-Buhârî'nin Sahîh'inin en Önemli hususiyetlerinden birini teşkil eder. Bu hususiyet üzerinde duran İbn Hacer, şöyle der: "Ta'lîk, şeyhten semâ yolu ile alındığını göstermeyecek (meselâ Jli ./i ./i. ;k ,Jli gibi) kat'î veya yarı kat'î bir ifade ile, isnad-tan bir veya daha fazla şahıs hazfetmektir. Eğer kat'î bir ifade kullanılırsa ( ^jj ,JU gibi) kendinden almanın sıhhatine delâlet eder''.[166] Ancak, onun hazfolunan senedinin râvileri üzerinde düşünmek gerekir: Eğer bunlar sikattan iseler, ta'lîklarmdaki sebep, bu hadîsin, kitabın bir başka yerinde, veya manâsının o bâbta diğer bir vâsıta ile de olsa bulunmuş olmasıdır ki, ihtisaren ona ta'lîk ile işaret edilmiştir; yahutta bu ta'lîk, muhaddisin, hadîsi şeyhinden semâ yolu ile aldığını, fakat bu şeyhin tedlîs ile ta­nındığını, yahutta hadîsin mevkuf bulunduğunu, yâni senedin ancak sahabîye kadar çıkabildiğini gösterir. Bir başka ihtimal de, haddizatında si-kattan olmakla beraber, aralarında, el-Buhârî'nin şartına uymayanların bu­lunmasıdır. İşte bu ihtimaller dolayısıyle müellif hadîsini doğrudan doğruya ta'lî-kan, yâni senedini kısaltarak alır; bazen de mütâbeat yolu ile alır. Bu da, yukarıdaki muhtelif sebeplerden biriyle "cezm" (yâni kat'î, meselâ S& \S-ij <Cyfe sîgasıyle yapılır...Musannif, şayed temrîz (yâni kat'î olma­yan, meselâ yukâlu, yurvâ) sîgasıyle bir hadîs almışsa, bu takdirde hadîsin isnadında, ta'lîkda zikrettiği şahsa kadar zayıf bulduğu bir şahıs var de­mektir. Yalnız bazen bu zayıflık, başkalarının seneddeki illeti görmemiş ol­malarından veya mühimsememelerinden dolayı sahîh kabul edecekleri kadar ehemmiyetsiz derecede de olabilir. Bu tarzda, muallak olarak alınmış bulunan hadîsin birinci kategoride olduğu gibi senedinde teemmüle şâyân şüpheli bir taraf var dernektir"''.[167]

Kısaca ifade etmek gerekirse, ta'lîk, el-Buhârî'nin Sahîh'ine hâs özel­liklerden biridir. Onun daha çok bâb başlarında yer verdiği bu çeşit hadîsleri niçin ta'lîk ettiği kesinlikle bilinmezse de, bazı imamlar, bunun için başlıca dört sebep zikretmişlerdir. Bu sebepleri şöyle sıralamak müm­kündür:

1) El-Buhârî'nin ta'lîkan zikrettiği hadîs, hadîsçiler arasında sika (gü­venilir) râvilerin muttasıl rivayetleriyle maruf olan bir hadîstir. El-Buhârî, bâb başında bu hadîsi delil olarak zikretmek lüzumunu hissettiği zaman, ihtisar olmak üzere, isnadını vermeye gerek görmemiştir. Çünkü hadîs is-nadıyle maruf olan bir hadîstir.

2) El-Buhârî'nin, Sâhîh'imn çeşitli fıkıh bâblarmda delil olarak kul­lanılmalarını sağlamak için bazı hadîsleri mükerrer olarak naklettiği bi­linen hususlardandır.  Eğer bir hadîs,  herhangi bir fıkıh babında nak­ledilmişse,  el-Buhârî,  aynı hadîsi bâb başında delil olarak tekrarlamak lüzumunu hissettiği zaman, onun isnadını tekrar vermek lüzumunu duy­mamıştır.

3) El-Buhârî'nin ta'lîkan naklettiği bazı hadîslerin isnadında şartlarına uygun olmayan bir râvinin bulunması ihtiamli de vardır. Eğer el-Buhârî, bâb başında delil olarak zikredebileceği bir hadîs bulamamış ise, şartına uygun olmayan râvinin hadîsini nakletmek zorunda kalmış, fakat kitabında onun ismine yer vermemek için de,ya hadîsin bütün isnadını, yahutta o râvinin şeyhine kadar isnadın bir kısmını hazfetmiştir.

4) Bir görüşe göre de, muallak hadîsler, el-Buhârî'nin vicâde yolu ile al­dığı hadîslerdir. Vicâde, ileride de açıklanacağı üzere, bir hadîsçinin rivayet ettiği hadîsi, zamanına yetiştiği veya yetişemediği herhangi bir şeyhin ki­tabında bulmasından ve işitmeksizin o kitaptan alıp nakletmesinden iba­rettir. El-Buhârî, asıl olarak değil, fakat adını zikrettiği bâb başlarına uygun bir delil olmak üzere bu çeşit hadîsleri talikan kullanmakta bir mah­zur görmemiştir.

Muallak hadîsin sıhhati, isnadının bilinmesine veya hadîsçüer ara­sında maruf olmasına bağlıdır. İsnadı bilinen ve kabul şartlarını hâiz olarak hadîsçiler arasında maruf olan muallak bir hadîsin sahîh veya hasen hük­münü taşıması tabiîdir. Ancak, isnadın başından bir ve daha fazla râvinin hazfedilmesi, çok defa müellifin tasarrufundan olsa bile, hazfolunan râvilerin bilinmemesi dolayısıyle bu çeşit hadîsler merdûd hadîsler arasında yer alır. Hattâ onları hazfeden, veya hadîsim talikan nakleden kimsenin "hazfettiğim râvilerin hepsi de sikattandır" demesi halinde de muallak hadîs yine zayıf hükmündedir; zira müellifin, hazfettiği râvileri ta'dîli müp­hemdir ve hadîs hakkında sıhhat hükmünü vermek için yetersizdir''.[168]

El-Buhârî'nin, Sahîh'inde muallak olarak zikrettiği bir haber şöyledir:

(İlimde haya babı: Mucâhid şöyle demiştir: Utanan da, büyüklenen de ilim sahibi olamaz. A'işe de şöyle demiştir: Şu Ansâr kadınları ne güzel ka­dınlar!.. Haya (yâni utanma), onların dînde faküı olmalarına asla engel ol­muyor) [169]

 

b) Mursel Hadîsler

 

Hazreti Peygambere yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sa­habenin çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin diyerek rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs, isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir ve murselle ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, bize, hadîsçilerin üzerinde ittifak ettikleri ıstılah manâsmdaki murseli tanıtır. Zira bazı usûlcülerle fıkıh ulemâsı, kelimenin lügat manâsını ele alarak, onunla munkatı, hattâ mu'dal denilen hadîs çeşitleri arasında hiçbir ayırım yap­mamışlardır'[170] Aynı görüşe sahip olanlardan biri de el-Hatîb el-Bağdâdî'dir. Murselden bahsederken bu konuya temas ederek der ki: Mu-delles olmayan hadîsin irsali, râvinin, muasırı olmayan, yahut mülakatı bulunmayan kimseden rivayetidir. Meselâ Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in, Ebû Se­leme îbn Abdirrahman'ın, Urve İbnu'z-Zubeyr, Muhammed İbnu'l-Munkedir, el-Hasanu'1-Basrî, Muhammed îbn Şîrîn, Katâde ve tâbi'ûndan olan diğer bir çok kimsenin Hazreti Peygamberden rivayetleri böyledir. Keza tâbi'ûndan olmayan İbn Cureyc'in, Ubeydullah îbn Abdillah îbn Utbe'den, Mâlik îbn Enes'in el-Kâsım İbn Ebî Bekr es-Sıddîk'tan, Hammâd îbn Ebî Süleyman'ın Alkame'den rivayetleri de bu kabildendir. Bunların hepsi de, muasır olmayanların rivayetleridir. Mu'âsırı olup da mülakatı bu­lunmayanların rivayetlerine gelince, bunlara da el-Haccâc İbn Ertât'm, Sufyân es-Sevrî'nin ve Şu'be'nin ez-Zuhrî'den rivayetleri misal olarak gös­terilebilir. Bize göre bunların hepsi hakkındaki hüküm birdir. Hattâ mülâki olduğu şeyhten hadîs işiten, fakat bu arada işitmediği hadîsi irsal eden kim­seler hakkındaki hüküm de böyledir.[171]

El-Hatîb'in bu ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki, ona göre, tâbi'ûnun doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîsler mursel olduğu gibi, tâbi'ûndan olmayan ve daha sonraki tabakalara mensup bu­lunan kimselerin muâsarat etmedikleri, yahut muâsarat etseler bile mülâkî olmadıkları, hattâ mülâkî olup da işitmedikleri kimselerden rivayet ettiklen hadîsler de murselden sayılır. Maamafih, murselin tarifiyle ilgili olan bu ihtilâf, ıstılah ve kelime yönünden olan bir ihtilâftır ve manânın özü üze­rinde herhangi bir tesiri yoktur; zira ister el-Hatîb'in görüşüne uyularak hepsine birden mursel denilsin, ister mursel yalnız tâbi'ûnun rivayetine atfedilmiş olup bunun dışındakilere mu'dal veya munkatı denilmiş olsun, hepsi de, her iki gurup nazarında makbul olmayan hadîs çeşitlerindendir. Şu da var ki, mursel tabirini daha umumî manâda kullanan el-Hatîb, es-Suyûtî'nin ifadesine göre, bu tabirin istimal yönünden çok defa tâbi'ûnun Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîslere ıtlak olunduğunu da be­lirtmiş bulunmaktadır''.[172]

Mursel hadîslerin delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok fukahâ ve usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz. Eş-Şâfi'î de aynı görüşe sâhiptir. [173]Müslim ise,

Sahîh'in mukaddimesinde "rivayetlerden mursel, bize ve haberlere vâkıf kimselere göre hüccet değildir" demiştir.[174]

Murselin zayıf ve merdûd hadîsler arasında yer almasının başlıca se­bebi, mahzûf olan râvinin, yâni tâbi'înin hadîsini almış olup da isnadda zik­retmediği şeyhin, adalet ve zabt yönlerinden halinin bilinmemesidir. Eğer isnaddan düşmüş olan bu şeyhin sahabî olduğuna kesinlikle hükmedilebilse idi, o zaman, sahabîlerin udûl oldukları kaidesine istinaden, hadîs üzerinde tereddüde mahal kalmaz ve onun sahîh olduğuna hükmedilirdi. Fakat tâbi'înin hadîsini alıp ismini hazfettiği şeyhin de kendisi gibi bir tâbi'î ol­ması ihtimali vardır. Keza bu şeyhin tâbi'î olduğu takdirde, ya sika ya da zayıf olması ihtimali vardır. Sika olduğu farzedilse bile, onun da kendisi gibi bir tâbi'îden almış olması ihtimali vardır. Eğer tâbi'î ise, o da diğeri gibi ya sika ya da zayıf olabilir. Velhâsıl bu ihtimaller ilânihaye teselsül eder gider ki, akıl, bu teselsülü sonu gelmeyen bir şekilde tecvîz edebilir. Fakat is-nadlar tetkik edildiği zaman, bazen bir tâbi'înin, en çok altı veya yedi tâbi'îden hadîs rivayet ettiği görülmüştür.[175]

Bu sebepledir ki, tâbi'îden sonraki sahabî makamında râvisi düşmüş hadîsler, düşen râvinin zayıf olması ihtimaline binâen merdûd sa­yılmışlardır. Bununla beraber, murselin sahîh olduğu görüşünü ileri sü­renler de vardır. Bunların başında Mâlik ve Ebû Hanîfe gelir. Bunlara göre, eğer mursil, yâni hadîsi irsal eden râvi, hadîsine güvenilir kimselerden olur ve yine güvenilir kimselerden irsal ettiği bilinirse, onun murselini almakta hiçbir mahzur yoktur.[176]

İbn Cerîr ise, bu konuda şu görüşü ileri sürmüştür: Tâbi'ûn mur-sellerinin kabulü hususunda ittifak etmişlerdir. Ne onlardan ve ne de daha sonraki imamlardan hiçbirinden murselin inkârı ile ilgili bir söz gel-memiştir.[177] İbn Abdi'l-Berr'e göre, İbn Cerîr, bu sözü ile ikinci asrın baş­larında mursele karşı ilk muhalefetin eş-Şâfî'î'den gelmiş olduğuna ve ondan sonra şiddet kazandığına işaret etmiş olacaktır.[178] Bununla beraber, eş-Şâfı'î'nin mursel hadîsleri külliyyen reddetmediği de bir gerçektir. Ni­tekim er-Risâle'deki ifadesine göre, bazı şartlara bağlı olarak kibar-ı tâbi'înin mursel hadîsleri kabul edilebilir. Bu şartlardan biri: Eğer mursel hadîs, hafız ve güvenilir kimseler tarafından bir başka tarîktan ve fakat musned olarak rivayet edilmiş ise, o zaman murselin sıhhatine hükmedilir. Diğer bir şart: Eğer mursel rivayeti takviye eden ikinci tarîk da mursel ise,

bu takdirde ikinci tarîkin mursilinin, kendisinden hadîs alınan kimselerden ve birinci tarîkin mursilinden başka bir kimse olması lâzımdır. Böyle olduğu zaman, ikinci tarîk mursel de olsa, birincisini takviye eder. Şu var ki bu, musned olarak rivayet edilen ilk şekle nisbetle daha zayıftır. Bir başka şart: Mursel hadîsi takviye eden ne musned ve ne de mursel, bir başka tarîkla gelmiş bir rivayet bulunmaz, fakat Hazreti Peygamberden ashabı tarafından rivayet edilen haberler arasında mursel hadîse uygun bir söz bu­lunursa, râvinin, murselini sahîh olan bir asıldan aldığına hükmedilir. Diğer bir şart, mursel hadîsin, ilim ehlinin fetvalarına uygun olmasıdır.

Eş-Şâfı'î, kibar-ı tâbi'înden mursel olarak rivayet edilen hadîslerin kabul edilebilmesi için ileri sürdüğü bu şartların her birinde, hadîslerin mahreçlerinin sıhhatini gösteren delâletler bulunduğunu ve bunlara is­tinaden onların kabul edilebileceğini söylemiş, bu şartları ihtiva etmeyen mursel hadîslerin ise, kabule şâyân olmadıklarını ileri sürmüştür.[179]

Hazreti Peygamberin bazı ashabiyle uzun müddet beraber bulunan kibar-ı tâbi'înden sonrakilerin, yâni sığar-i tâbi'înin, murselleri hakkında ise, eş-Şâfî'î, herhangi bir şart ileri sürmeksizin "bunlardan murseli kabul edilen hiç kimse bilmiyorum" demekle yetinmiştir. [180]

Eş-Şâfi'î'nin mursel hadîslerin kabulü ile ilgili olarak ileri sürdüğü bu şartlar gözönünde bulundurulursa, onun, kibar-ı tâbi'înden Sa'îd Îbnu'l-Museyyib'in mursellerinden başka mursel kabul etmediği yolunda ileri sü­rülen görüşlerin yerinde olmadığı anlaşılır. Filhakika es-Suyûtî, Pa'îd Îbnu'l-Museyyib'in mursellerinden başka murselle ihticac etmediğine dâir eş-Şâfi'î hakkında ileri sürülen bir görüşün şöhret kazandığına işaretle, bu görüşün mesnedi olarak eş-Şâfi'î'nin Mâlik'ten rivayet ettiği şu hadîsi zik-d. [181]

Eş-Şâfî'î bu mursel hadîsi zikrettikten sonra şu görüşü ileri sürmüştür: "El-Kâsım İbn Muhammed, Sa'îd İbnu'l-Museyyib, Urve İbnu'z-Zubeyr ve Ebu Bekr İbn Abdirrahman da etin hayvan karşılığı satılmasını haram sayıyorlardı. Bu, bize göre de böyledir ve Hazreti Peygamberin ashabı içinde herhangi birinin Ebû Bekr es-Sıddîk'a muhalefet ettiğini bilmiyoruz. Bizim nazarımızda İbnu'l-Museyyib'in irsali hasendir" [182]

Eş-Şâfı'î'nin, Sa'îd Îbnu'l-Museyyib'in irsali hakkındaki bu sözü, iki yönden mütalâa edilmiştir. Bazılarına göre, diğerlerinin murselleri hilâfına, İbnu'l-Museyyib'in murselleri, eş-Şâfi'î'nin nazarında hüccettir; çünkü eş-Şâfî'î, onun mursellerini tetkik etmiş ve hepsinin de musned olduğunu gör­müştür. Diğer bazılarına göre ise, İbnu'l-Museyyib'in murselleri de, eş-Şâfi'î'nin nazarında diğerlerinden farksızdır; yâni onlar da diğerleri gibi hüccet değildir. Bununla beraber eş-Şâfi'î, onun mursellerini tercih et­miştir; çünkü her ne kadar hüküm istinbatında mursel delil olarak kul­lanılmasa bile, bazı hallerde onunla tercihte bulunmak caizdir''.[183]

El-Hatîb, bu ikinci şıkka işaretle, kendi nazarında sahîh olan görüşün bu olduğunu söyler ve "esasen Sa'îd'in murselleri arasında musned olmayan hadîsler de bulunmaktadır. Bununla beraber eş-Şâfi'î, kibar-ı tâbi'înin mursellerini diğerlerinden ayırdederek onlara üstün.bir meziyyet atfetmiştir. Bunlar arasında tabiatiyle Sa'îd'in murselleri de vardır" der'.[184]

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, Sa'îd İbnül-Museyyib'in mur­selleri, imamlar arasında umumiyet itibariyle sahîh kabul edilmiştir. Mese­lâ Yahya İbn Ma'în "mursellerin en sahihi, Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mursel-leridir" demiş, Ahmed İbn Hanbel de, buna yakın bir ifade ile, "Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in murselâtinin en sahîh murseller olduklarını" söylemiştir'.[185]

Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mursellerini söz konusu eden el-Hâkim de, bunların en sahîh murseller olduğunu söylemiş ve buna delil olarak şöyle demiştir: "Çünkü Sa'îd, sahabe evlâdındandır. Babası el-Museyyib İbn Hazn, Şecere ve Rıdvan bey'ati ashabından idi. Sa'îd, Ömer'i, Osman'ı, Alî, Talha, ez-Zubeyr ve diğer Aşere-i Mubeşşere'yi idrak etmiştir. Halbuki tâbi'ûn arasında onları idrak eden ve onlardan hadîs alan Sa'îd ve Kays İbn Ebî Hâzim'den başka kimse yoktur. Bütün bunlara ilâveten Sa'îd, Hicaz eh­linin fakîh ve müftisi ve Fukahâ-i Seb'anm ilkidir; o Fukahâ-i Seb'a ki, Mâlik İbn Enes onların icmâ'ını bütün halkın icmâ'ı saymıştır"'.[186]

El-Hâkim'in belirttiğine göre, mursellerin çoğu, Medine ehlinden Sa'îd Îbnu'l-Museyyib, Mekke ehlinden Atâ îbn Ebî Rabâh, Mısır ehlinden Sa'îd İbn Ebî Hilâl, Şâm ehlinden Mekhûl ed-Dımaşkî, Basra ehlinden el-Hasan îbn Ebi'l-Hasan (el-Basrî) ve Küfe ehlinden İbrahim îbn Yezîd en-Naha'î vâsıtasıyle rivayet edilmiştir''. [187]Yukarıdada açıklandığı gibi, bunların en sahîhi, Medîne ehlinden olan Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mur selleridir. Mekke ehlinden gelen Atâ İbn Ebî Rabâh'm murselleri ise, Alî Îbnu'l-Medînî'nin ve Ahmed îbn Hanbel'in belirttiklerine göre, Atâ'nın her çeşit insandan hadîs alması  dolayısıyle  en  zayıf mursellerdir.  Bu  sebeple Alî İbnu'l-Medînî, Mucâhid'in mursellerinin bile Atâ'nın mursellerinden çok daha iyi olduğunu söylemiş; Ahmed İbn Hanbel de, "murselât arasında el-Hasanu'1-Basrî ve Atâ İbn Ebî Rabâh'ınkilerden daha zayıf mursel yoktur" demiştir''.[188] Yahya İbn Sa'îd ise, Sa'îd îbn Cubeyr'in mursellerini Atâ'nm mursellerine tercîh et­miştir''.[189] Basra ehlinden gelen el-Hasanu'1-Basrî'nin mursellerine gelince, Ahmed îbn Hanbel'in bunlar hakkındaki görüşüne biraz Önce işaret et­miştik. Buna ilâveten, el-Irâkî'nin el-Hasan'ın murselleri hakkında "şibhu'r-rîh" denildiğine dâir bir sözüne de işaret edebiliriz''. [190]Bununla beraber, onun mursellerini bu derece zayıf görmeyenler de vardır. Meselâ Alî İbnu'l-Medînî'ye göre,  sikâtm  el-Hasanu'1-Basrî'den  rivayet  ettikleri  murseller sahîhtir. Ebû Zur'a ise, el-Hasan'ın "kale Rasûlullah (s.a.s.) diyerek rivayet ettiği hadîslerin sabit birer aslını buldum; yalnız dört hadîs müstesna" demiş, Yahya İbn Sa'îd el-Kattân da, buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ancak Ebû Zur'a'mn istisna ettiği dört hadîse karşılık, Yahya İbn Sa'îd, bir yahut iki hadîsi müstesna kılmıştır'.[191] Yine bu cümleden olarak, Yûnus İbn Ubeyd'in el-Hasan el-Basrî'ye tevcîh ettiği   "yâ Ebâ Sa'îd, sen Hazreti Peygambere   yetişmediğin   halde,   rivayet   ettiğin   bazı   hadîslerde   kale Rasûlullah diyorsun; bu nasıl olur?" sualine, el-Hasan'ın verdiği şu cevap zikredilebilir: "Ey kardeşimin oğlu, bana Öyle bir şey sordun ki, senden önce hiç kimse bunu bana sormamıştı.   Benim nazarımda senin yerin olmasaydı, sana cevap vermezdim. Ben, kimin zamanında yaşadım, biliyorsun.  El-Haccâc zam anı... Benim kale Rasûlullah dediğimi işittiğin bütün hadîsler Alî İbn Ebî Tâlib'tendir. Ancak ben öyle bir devirde yaşadım ki, Alî'nin ismini açıklayamadım"''.[192]

Nakledilen bu sözlerin sıhhati hakkında kesin bir şey söylemek müm­kün değildir. Bununla beraber şurası bir gerçektir ki, el-Hasan'ın isnad ede­rek naklettiği hadîsler hüccet olarak kabul edildiği halde, murselleri kabul edilmemiştir.

Küfe ehlinden gelen İbrâhîm en-Naha'î'nin murselleri ise, Yahya îbn Ma'în tarafından daha sıhhatli görülmüş ve meselâ eş-Şa'bî'nin mursellerine tercîh edilmiştir. Hattâ İbn Ma'în, "onun murselleri, Salim İbn Abdillah'ın, el-Kâsım ve Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mursellerinden daha çok hoşuma gi­diyor" demiştir. Keza Ahmed İbn Hanbel'e göre de, en-Naha'î'nin mur-sellerinde bir beis yoktur''.[193]

Mursel hadîsler, bazı imamlar tarafından müstekıl kitaplar halinde ce-medilmiştir. Bunlar arasında en çok şöhret kazananları, Sünen sahibi Ebû Dâvûd es-Sicistânî (202-275)'nin Kitâbu'l-merâsîl'i, İbn Ebî Hatim (240-327)'in aynı isimdeki kitabı ve Ebû Sa'îd el-Alâ'î (694-761)'nin Câmi'u't-tahsîl fî ahkâmi'l-merâsH'Vdir.

Burada bir de sahabî mursellerine işaret etmek yerinde olur. Bu mur-seller, bir sahabînin yaşının küçük olması, yahut İslâm'a geç girmesi dolayısıyle bizzat müşahede etmediği, yahut işitmediği şeyleri Hazreti Pey­gambere isnadla naklettiği haberlerdir. Sahîh olan görüş gereğince, bu çeşit mursellerin sıhhatine hükmedilir. El-Buhârî ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde bunlar sayılamayacak kadar çok yer almıştır. Çünkü bir sahabînin, Hazreti Peygamberden işitmeden ona isnad ettiği bir haberi ancak kendisi gibi bir sahabîden almış olduğuna şüphe yoktur. Belki sahabî olmayan kimselerden aldığı haberlerin de bulunabileceği düşünülse bile, bu çok nâdirdir ve bu çe­şit haberlerin kaynakları da genellikle belirtilmiştir. Sahabe, hepsi de udûl oldukları için, heberlerinde herhangi bir şüphe ve tereddüde yer yoktur, [194]

 

 c) Mu'dal Hadîsler

 

İsnadında birbirini takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini takip eden en az iki râvinin düşmüş ol­ması şart koşulduğu için, bazen bir, bazen de birbirini takip etmeksizin ara­lıklarla birden fazla râvisi düşen ve ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı olduğu halde, her munkatı mu'dal de-ğildi.[195]

Meselâ Mâlik îbn Enes'in sojydL hadîsi mu'daldir. El-Irâkî, Mâlik'in, Ebû Hureyre'nin bazı ashabından hadîs işittiğini ve bu hadîsleri doğrudan doğruya Ebû Hureyre'ye isnad etmesi halinde, düşürülen râvi sayısının ancak bir olması ihtimali dolayısıyle, bu hadîsleri mu'dal saymanın güç ola­cağını ileri sürmüş, fakat yukarıda zikredilen hadîs hakkında böyle bir güç­lük bulunmadığını, zira Mâlik'in, bu hadîsi Muvattâ' dışında Muhammed îbn Aclân vâsıtasıyle babasından mevsûl olarak rivayet ettiğini ve bu su­retle Mâlik ile Ebû Hureyre arasında iki râvinin düşmüş olduğunun an­laşıldığını kaydetmiştir.[196]

Meşhur musanmflardan birinin, isnadı başından sonuna kadar haz­fedip (fi-*) aUI J^-j Jü diyerek rivayet ettiği hadîslere de mu'dal denilmiştir. Bu takdirde, mu'dal ile, daha önce üzerinde durduğumuz muallak hadîs çe­şidi birleşmiş olur. Zira muallak, musannifin tasarrufu ile isnadın başından itibaren ya tamamının, ya sahabîye kadar, yahutta tâbi'îye kadar olan râvilerin hazfedilerek rivayet edilen hadîs çeşididir; bazen de musannif, ya kendi şeyhini, yahutta şeyhi ile birlikte onu takip eden şeyhleri hazfedebilir. Şu var ki muallakta, birbirini takip eden râvilerin isnadın başından itibaren düşmüş olması gerekir. Buna göre mu'dal ile muallak, isnadın başında en az iki ve daha fazla râvisi düştüğü zaman birleşirler; fakat isnadın ortasında veya sonunda en az iki veya daha fazla râvisi düşmüş olan mu'dal çeşidi, muallaktan ayrılır; o, sadece mu'daldir; fakat muallak değildir. Bu ba­kımdan, isnadın başında birden fazla râvisi düşmüş her muallakın, aynı za­manda mu'dal olduğu söylenebilirse de, her mu'dala aynı zamanda mu­allaktır demlemez. [197]

Tâbi'u't-tâbi'înin tâbi'îden maktu olarak rivayet ettiği merfû hadîsler de mu'daldir. Meselâ : hadîsini el-A'meş i'dâl etmiştir. Nitekim Müslim'in Sahth'inde Fudayl İbn Amr, eş-Şa'bî tarikiyle Enes İbn Mâlik'ten şu şekilde rivavet et-iti. [198]

Mu'dal hadîsler, isnadlarmdan düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden halleri tesbit edilmedikçe merdûd hadîslerden sa­yılırlar. [199]

 

d) Munkatı Hadîsler

 

Munkatı tabiri, lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu ba-ımdan sahabîsi düşen ve mursel denilen, yahut musannifin tasarrufu ile is­nadın başından hazfedilen ve muallak denilen isnadla munkatı arasında *ugat manâsı yönünden hiçbir fark yoktur.[200]olduğunu söy-

Bununla beraber ıstılahta munkatı, el-Hâkim'in de işaret ettiği gibi, murselden ayrı bir şeydir ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeden ondan rivayetidir.[201]

Bu durum, tabiatiyle râvinin, hadîsi bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi, bu vâsıtanın isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk olmasını gerektirir.

El-Hâkim'e göre munkatı üç çeşittir. Birincisi, tâbi'îye varmadan ön­ceki râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeksizin ondan ri­vayette bulunmasıdır. Bunun en güzel misali şu hadîstir:[202]

El-Hadramî'nin Muhammed Ibn Sehl'den, Muhammed'in Ab-durrazzâk'tan, Abdurrazzâk'm Es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Ebû İshâk'tan, Ebû İshâk'm Zeyd İbn Yusey'den, Zeyd'in Huzeyfe'den, Huzeyfe'nin de Rasûlu'llah (s.a.s.)'tan rivayet ettiğine göre, Allah'ın elçisi şöyle bu­yurmuştur: "Eğer bu işin başına Ebû Bekr'i geçirirseniz, o, kuvvetli ve gü­venilir bir kimsedir. Hiçbir kötü kişinin kötü sözü, onu Allah yolundan alı-komaz. Eğer Alî'yi geçirirseniz, o da hidayete ermiş hidayet edici bir kimsedir. Sizi de dosdoğru yola yöneltir".

Bu rivayetin isnadını gören herkes, ilk anda onun muttasıl olduğuna hükmeder. Çünkü el-Hadramî ve Muhammed İbn Sehl, her ikisi de gü­venilir kimselerdir. Abdurrazzâk'm Sufyân'dan, keza Sufyân'm da Ebû İshâk'tan senıâ'ı maruf ve meşhurdur. Bununla beraber, Abdurrazzâk Sufyân'dan, Sufyân da Ebû İshâk'tan bu hadîsi işitmemişlerdir. Yâni Ab­durrazzâk ile Sufyân ve Sufyân ile Ebû îshâk arasında isimleri isnaddan düşürülmüş iki râvi vardır. Bu sebeple isnad munkatıdır.

Munkatı'm bir başka çeşidi de, isnadda nıübhem şahısların yer almış olmasıyle ortaya çıkar. Meselâ bir hadîs şöyle rivayet edilmiştir'':[203]

Ebu'1-Alâ' İbni'ş-Şihhîr'in, Hanzala oğullarına mensup iki adamdan, < iki adamın Şeddâd İbn Evs'ten rivayet ettiklerine göre, Şeddâd şöyle de mistir: "Rasûlu'llah (s.a.s.), herbirimize namazda şöyle duâ etmesini öğ retirdi: Rabbım! Senden işlerimde sebat, sağlam bir irade, akl-ı selîm, sâdılş bir dil diliyorum. Keza senden nimetlerine karşı şükür, sana ibadetlerimde güzellik diliyorum. Senin bildiğin her çeşit kötülüklerimi bağışlamanı is­tiyor, bildiğin bütün kötülüklerden sana sığınıyor ve bildiğin her iyiliği sen­den diliyorum".

Hadîsin isnadında Ebu'1-Alâ' İbn Abdillah İbni'ş-Şıhhîr ile Şeddâd İ^, Evs arasında yer alan ve hadîsi rivayet etmiş olan Benû Hanzala'dan iki şahsın kim oldukları mübhemdir. Bu sebeple hadîs munkatı sayılmıştır.[204] Bazen de bir hadîs, isnadında isimlendirilmeyen bir râvi ile rivayet edilir; fakat bu hadîs munkatı sayılmaz. Meselâ:

...Ahmed îbn Seyâr'ın Muhammed İbn Kesîr'den, onun Sufyân es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Dâvûd İbn Ebî Hind'ten, onun adını açıklamadığı bir şeyhten, onun Ebû Hureyre'den rivayetine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle bu­yurmuştur: "İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, adam, o zaman gelince, acz ile fücur arasında bocalayacaktır. Kim böyle bir zamana yetişirse, aczi fücura tercih etsin" [205]

Bu hadîsin isnadında bulunan ve ismi açıklanmayan şeyh dolayısıyle rivayet munkatı olarak gelmiştir ve hadîslerin farklı rivayetlerine vâkıf ol­mayanlar nazarında bu hadîs de munkatı bir hadîstir. Ancak isnadlara vukufu olan başka bir hadîsçi, Dâvûd îbn Ebî Hind'ten gelen şu rivayeti de bilirdi): [206]

Hadîsin bu rivayetinde mübhem olan râvinin açıklanmış olması do­layısıyle, diğer rivayet munkatı olarak gelmiş olsa bile, hadîs mevsûldür ve buna göre değerlendirilir.

İbn Hacer, isnadda düşen râvilerin açık ve gizli oluşuna göre munkatı hadîsleri iki kısımda incelemiş, düşen râvinin açık ve herkes tarafından an­laşılır olması halinde bu çeşit hadîslere munkatı, gizli olması halinde de,

bunlara mudelles denildiğini açıklamıştır. Ibn Hacer şöyle demiştir: "...Eğer isnaddan râvi düşmesi, birbirini takip eden iki ve daha fazla râvi ile olursa, bu türlü hadîslere mu'dal denir. Ancak düşme, birbirini takip etmeksizin, meselâ iki ayrı yerde olursa, bu da munkatı'dır. Keza yalnız bir, yahut bir­birini takip etmemek şartıyle ikiden fazla râvi düşerse, bu hadîslere de munkatı denir".

"Bazen râvinin, kendisinden hadîs rivayet ettiği şeyhe muasır ol­maması dolayısıyle isnaddan bir râvinin düşmüş olduğu açık bir şekilde bi­lindiği ve herkes tarafından kolayca anlaşıldığı halde, bazen de bu düşme gizli olur ve bunu, hadîsin isnadlarma ve bu isnadlardaki illetlere vâkıf mü­tehassıs imamlardan başkası anlamaz. Bu iki şıktan birincisi, yâni açık olanı, râvinin şeyhin asrına yetişmemesi, yetişse bile onunla biraraya gel­memesi ve ondan aldığı bir icazet veya vicâdeye sahip bulunmaması do­layısıyle aralarında herhangi bir mülakatın olmaması yönünden anlaşılır. Bu sebeple, râvilerin doğum, ölüm tarihlerini, hadîs öğrenmeye başladıkları vakitleri ve bunun için giriştikleri seyahatları anlatan tarih kitaplarına ih­tiyaç duyulmuş ve bu kitaplar sayesinde, bazı şeyhlerden rivayet iddiasında bulunan kimselerin yalanları ortaya konulmuştur".

"İkinci kısma, yâni gizli olan düşmeye gelince, buna da mudelles denir..."''. [207] İbn Hacer'in bu açıklamasından da anlaşıldığı üzere, mudelles, munkatı hadîs çeşitlerinden biridir. [208]

 

e) Mudelles Hadîsler

 

Mudelles, bir râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, (yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî olmadığı şeyhten işitmiş gibi) rivayet ettiği hadîslere mudelles adı verilmiştir.

Ancak vermiş olduğumuz bu tarifte yer alan "yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî olmadığı şeyhten işitmiş gibi rivayet ettiği" ifadesini ih­tiyatlı kabul etmek gerekir. Çünkü İbn Hacer'e göre mudelles, yalnız, râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden rivayet ettiği, bir başka ifade ile, şeyhe mülâkî olduğu halde, ondan bir vâsıta ile alıp o vâsıtayı zikretmeden doğrudan şeyhe isnadla naklettiği hadîstir. Buna göre, bir hadîse mudelles diyebilmek için, râvisinin, işitmediği halde, kendisinden hadîs naklettiği şeyhe mülâkî olduğunun bilinmesi şarttır''.[209] Bununla beraber, en-Nevevî Takrîb'inde, râvinin muasırı olduğu şeyhten işitmeden'',[210] İbnu's-Salâh ise, Ulûmu''I-hadîs'inde, râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, yahut muasırı olup da mülâkî olmadığı şeyhten mülâkî olmuş gibi rivayet ettiği hadîse mudelles ismini vermişlerdir'.[211] Bundan anlaşılıyor ki, gerek en-Nevevî ve gerekse İbnu's-Salâh, râvi ile şeyhi arasında mülakatın bulunup bulunmadığına itibar etmeksizin muasır olmalarını yeterli görmüşler ve mudellesi buna göre tarif etmişlerdir. Halbuki İbn Hacer'in tarifinde mu­delles, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, birbirine mülâkî oldukları bilinen iki kişiden birinin diğerinden işitmeden rivayet ettiği hadîstir. İbn Hacer'e göre, muasır olan, fakat birbirine mülâkî olmadıkları bilinen iki kişi ara­sında, işitme olmaksızın yapılan rivayet, mudelles değil, mursel-i hafî olarak isimlendirilir. Bu bakımdan mudelles ile mursel-i hafî arasında çok ince bir fark vardır. Mudelles, şeyhe mülâkî olduğu bilinen râviye mahsûstur ve o şeyhten işitmeden rivayet ettiği hadîstir. Mursel-i hafî ise, şeyhe muasır olan ve fakat onunla mülakatı olduğu bilinmeyen râviye mahsûstur; mülakat olmayınca, tabiatiyle râvi o şeyhten işitmediği hadîsi rivayet etmiş olacaktır'[212] O halde mudellesin tarifini yaparken, mülakatı nazarı dik kata almaksızın muâsaratı sözkonusu eden kimse, mursel-i hafîyi de bu ta­rifin içine sokmuş olur ki, bu yanlıştır; doğrusu, her ikisini birbirinden ayır­maktır. İbn Hacer, mudelleste mülakatın şart olduğuna ve muâsarata değil mülakata itibar edilmesi gerektiğine, hadîs ilmine vâkıf kimselerin, Ebû Osman en-Nehdî ve Kays İbn Ebî Hâzim gibi muhadramlarm Hazreti Pey­gamberden rivayet ettikleri hadîslerin mudelles değil, mursel-i hafî cin­sinden oldukları üzerindeki ittifaklarını delil olarak İleri sürer. Çünkü Mu-hadramlar, Hazreti Peygamberin muasırı olan, fakat ona mülâkî olmadıkları bilinen kimselerdir. Bu bakımdan eğer bir muhadram, aradaki vâsıtayı atlayarak doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden hadîs nak-letmişse, bu hadîs mursel-i hafidir, mudelles değildir'.[213]

Mudelles, zulmet veya karanlık manâsına gelen deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef ûl olup, bir şeyin ayıbını ve kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu karanlıkta bırakıp belirsiz hale sokmak de­mektir. Tedlîsin bu manâsı gözönünde bulundurulursa, râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği hadîsleri birbirinden ayırt etmeksizin hepsim de ri­vayet etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de işitmiş olduğu vehmini uyan­dırdığı için, ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: [214]

 

1) Tedlîsu'l-isnad

 

Râvinin, mülâkî olduğu şeyhten, doğrudan doğruya işitmediği, ancak

bir başkası vasıtasıyle aldığı hadîsi, aradaki vâsıtayı kaldırarak ondan ri­vayet etmesidir ki, bu açıklama, genellikle mudelles için verilen tarifi ha­tırlatır. Râvi, bu şekilde aldığı hadîsi rivayet ederken kale fulânun, yahutan fulânin, yahutta enne fulânen kale gibi ittisale de muhtemel olan bir tabir kullanır. Böylece, o hadîsi şeyhten işitmediği halde işitmiş vehmini uyandırır. Tedlîsin en ağır şekillerinden biri sayılan tedlîsu'l-isnad, bazı hadîsçilerin onu en şiddetli dil ile kötülemelerine sebep olmuştur. Meselâ eş-Şân'î'nin Şu'be İbnu'l-Haccâc'tan naklettiğine göre "zina işlemek, ri­vayette tedlîs yapmaktan daha kötü değildir"; yine Şu'be'ye göre "tedlîs kiz-binkardeşidir. [215]

 

2) Tadlîsu't-tesviye

 

Tedlîsin başka bir çeşidi tedlîsu't-tesviye'dir. Tesviye, bir şeyi diğer bir şeyle aynı seviyeye getirmek demektir. Bir hadîsin isnadında hem zayıf hem de güvenilir kimseler yer almış ise, zayıf râvilerin isnaddan çıkartılması halinde bu isnad tesviye edilmiş, yâni yalnız güvenilir râvilerden oluşan bir isnad haline getirilmiş olur. Buna göre bir râvi, şeyhini değil de, ya şeyhinin şeyhini, yahutta daha yukarıdaki bir şeyhi, ya zayıf, ya da küçük olduğu için isnaddan düşürür; yahut başka bir ifade ile, isnadı tesviye eder. Tedlîs ile tesviye edilmiş isnadı gören kimse, râvinin güvenilir olan şeyhinin tedlîs yapmadığını ve kendisinden sonra gelen şeyhten hadîsi almış olduğunu dü­şünerek isnadın sahîh olduğuna hükmeder; oysa râvi, isnaddan şeyhinin şeyhini çıkarmıştır.

Bu çeşit tedlîs yapmakla şöhret kazanmış olan Bakıyye İbnu'l-Velîd'ten şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir:

Bakıyye Îbnu'l-Velîd'ten rivayet olunduğuna göre, Ebû Vehb el-Esedî, Nâfî'den, Nâfı' de İbn Ömer'den şu hadîsi nakletmiştir: "Kişinin gerçek inan­cını bilmeden onun İslâm'ına kanmayın".

İbn Ebî Hâtim'in babasından naklen belirttiğine göre, bu hadîsin is­nadında, çok az kimsenin anlayabileceği bir Özellik vardır: Hadîsi, Ubey-dullah İbn Amr, İshâk İbn Ebî Ferve'den, ibn Ebî Ferve Nâfı'den, o da ibn Ömer'den rivayet etmiştir. Fakat Bakıyye, isnadda tesviye yapmak mak-sadıyle İshâk İbn Ebî Ferve'yi aradan çıkarmıştır. Ancak yaptığı bu işin an­laşılmaması için de, şeyhi olan Ubeydullah îbn Amr yerine, onun meşhur olmayan künyesini kullanmış ve Ebû Vehb el-Esedî demiştir. Böylece şeyhinin şeyhini isnaddan düşürmek suretiyle tedlîsu't-tesviye yapmıştır.[216]

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, aradaki zayıf râvi dü­şürüldüğü zaman, bu râvinin şeyhi ile ondan hadîs rivayet eden şeyhin bir­birlerine mülâki olduklarının bilinmesi lâzımdır ki, böyle bir rivayet hak­kında tedlîs hükmü verilebilsin. Eğer râvi düşürüldüğü zaman, bu iki şeyhin birbirine mülâki olmadıkları anlaşılırsa, bu takdirde isnadda açık bir inkıta bulunduğuna hükmetmek gerekir ki, bu rivayete tedlîs demek müm­kün olmaz. Nitekim Mâlik İbn Enes gibi bazı imamlar bu çeşit rivayette bu­lunmuşlardır; fakat onların rivayetlerine tedlîs denilmemiştir. Meselâ Mâlik, an Sevr, an İbn Abbâs isnadıyle hadîs rivayet etmiş ve Sevr'in şeyhi olan Ikrime'yi, kendi nazarında zayıf olduğu için isnaddan düşürmüştür. Oysa Sevr, îbn Abbâs'a mülâki olmamıştır. Bu sebeptenan Sevr, an İbn Abbâs isnadı munkatı'dır; mudelles değildir. Eğer Sevr'in İbn Abbâs'a mülâki olduğu bilinseydi ve böyle iken Mâlik, Sevr ile îbn Abbâs arasındaki Ikrime'yi düşürmüş olsaydı, o zaman tedlîs yapmış olurdu. Çünkü an Sevr, an îbn Abbâs isnadını görenler, isnaddan Ikrime'nin düşürüldüğünü an­lamazlar ve bu isnadla gelen hadîsin, Sevr'in İbn Abbâs'tan işittiği hadîslerden biri olduğunu zannederlerdi. Zaten tedlîs ile rivayetin kötülüğü de bu zannı uyandırması dolayısıyledir. Çünü bu tarz rivayette başkalarını aldatmak gayesi vardır.

Tedlîsu't-tesviye yi tedlîsu'l-isnad'm. bir çeşidi saymak mümkündür. Ni­tekim Îbnu's-Salâh, tedlîsi tedlîsu'l-isnad ve tedlîsu'ş-şuyûh olmak üzere iki kısma ayırmış, fakat tesviyeden söz etmemiştir'. [217] Bununla beraber es-Suyûtî, tedlîsin üç, hattâ daha fazla çeşidi olduğuna işaret etmiştir ki, bun­lardan biri tedlîsu't-tesviye'dit. [218]

 

3) Tedlîsu'ş-Şuyûh

 

Tedlîsin diğer bir çeşidi tedlîsu'ş-şuyûh'tur. Bu, râvinin, isnadı zik­rederken şeyhim, maruf ve meşhur olan isim, künye, neseb veya lakabı ile değil de, sırf şaşırtmak için bilinmeyen bir isim veya lakabla zikretmesidir. Meselâ Ebû Bekr îbn Mucâhid, haddesenâ Abdullah îbn Ebî Abdillah di­yerek bu çeşit bir tedlîs yapmıştır. Çünkü verdiği isim maruf değildir. Bu­nunla beraber Abdullah'ın babası olarak belirtilen Ebû Abdillah, Sünen mu­sannifi Ebû Davud'un oğlu Ebû Bekr İbn Ebî Dâvûd'tur ve bu künye ile meşhurdur''.  [219] Tedlîsu't-tesviye   ile   ilgili   olarak   zikrettiğimiz   Bakıyye İbnu'l-Velîd hadîsi, isnadında tedlîsu'ş-şuyûhun da yapıldığı güzel bir örnek teşkil eder. Bakıyye, Ubeydnllah İbn Anır tarikiyle İshâk İbn Ebî Ferve'den, onun Nâfi'den, Nâfi'nin de İbn Ömer'den lâ tahmidû İslâme'l-mer'i hadîsini rivayet etmiştir. Ancak İshâk İbn Ebî Ferve'nin zayıf olması dolayısıyle is-nadda tesviye yapmış ve İshâk'ı isnaddan düşürmüştür. Yaptığı işin an­laşılmaması için de Ubeydullah İbn Amr'ı hadîsçiler arasında maruf ol­mayan künyesiyle zikretmiş ve ona Ebû Vehb el-Esedî diyerek tedlîsu'ş-şuyûh yapmıştır.

Tedlîsu'ş-şuyûh, daha önce açıkladığımız iki tedlîs şekli kadar kötü sa­yılmasa bile, eğer râvi, zayıf bir şeyhten rivayet ettiğini gizlemek için bu yolu seçmiş olursa, yine de kötü bir iş yapmış sayılır. Bununla beraber râvinin, kendisinden küçük bir şeyhten hadîs rivayet ettiğini gizlemek, yahut hadîs rivayet ettiği şeyhlerin çokluğunu göstermek, yahutta rivayet ettiği hadîsleri hep aynı şeyhten almadığını isbat etmek gayesiyle bu tarz tedlîs yaparsa, elbette bunun diğeri kadar zararı yoktur. [220]

 

4) Tedlîsu'l-Atf

 

Tedlîs çeşitlerinden bir diğeri tedlîsu'l-atf tır. Râvi, aynı hadîsi rivayet eden iki şeyhinden, o hadîsi rivayet eder ve meselâ haddesenî fulânun ve fulânun diyerek her ikisinin ismini vav harfiyle birbirine atfeder. Aslında bu râvi, hadîsi, ismini birincisine atfettiği ikinci şeyhten işitmemiş, fakat ve fulânun sözüyle hadîsi ikincisinden de işittiği vehmini uyandırmıştır. İşte râvinin bu tarz rivayetine tedlîsu'l-atf denilmiştir. [221]

 

5) Tedlîsu's-Sukût

 

Tedlîs çeşitlerinden bir başkası tedlîsu's-sukûf tur. Râvi, isnadı zik­rederken haddesenâ, yahut semi'tu dedikten sonra, hatırına bir şey gelmiş gibi susar ve sonra hadîsini nakledeceği şeyhinin ismini zikrederek isnadı, sonra da hadîsin metnini verir. Ancak sükûttan sonra zikrettiği şeyhten hadîsi işitmediği halde işitmiş gibi bir zan uyandırır. Onun isnadı zikri sı­rasında bir süre susması, sonra da hadîsini işitmediği şeyhinin ismini zik­retmesi sebebiyle yaptığı bu tedlîse tedlîsu 's-sukût denilmiştir. Gerek tedlîsu'l-atf ve gerekse tedlîsu1 s-sükût, her ikiside, tedlîsul-isnâd'm birer çeşidi sayılmıştır.

Tedlîs ile rivayet edilen hadîsler hakkındaki hükme gelince, bu hu­susta değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre, ne olursa olsun, böyle hadîsler kabul edilmez. Diğer bazıları, Sufyân İbn Uyeyne'nin yaptığı gibi yalnız sika (güvenilir) kimselerden tedlîs yaptığı bilinen kimselerin ri­vayetlerinin kabul edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bir görüşe göre de, eğer tedlîs yapan kimse, güvenilir bir kimse ise, onun yalnız haddesenî ve semi'tu gibi kesinlikle hadîsi işittiğine delâlet eden tabirler kullanarak rivayet ettiği hadîsler kabul edilir; an'ane ile rivayet ettiği hadîsler ise, kabul edilmez. [222]

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, şeyhinden tedlîs ile hadîs ri­vayet eden bir kimse, bu rivayetinde semi'tu, haddesenâ veya buna benzer semâ'a delâlet eden tabirler kullanırsa, bu açık bir yalan olur. Şeyhinden işitmediği halde "işittim" diyerek hadîs rivayet eden bir kimse elbette terke müstehaktır. [223]

 

f) Mursel-i Hafi

 

İbn Hacer'in tarifine göre mursel-i hafi, bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâki olduğu bilinmeyen kimseden rivayet ettiği hadîsin ismidir.[224] İbnu's-Salâh'm ve ona uyan en-Nevevî'nin tariflerinde ise, râvinin, ken­disinden hiçbir hadîs işitmediği, yahut kendisine hiç mülâkî olmadığı bi­linen şeyhten rivayet ettiği hadîstir. [225]

Bu tariflerden anlaşılıyor ki, mursel-i hafî, senedinde inkıta bulunan hadîstir; yâni munkatı dediğimiz bir hadîs çeşididir. Bununla beraber, se­nedinde inkıta bulunan başka hadîs çeşitleri de vardır ve bunları bir­birinden ayırdetmek gerekir; zira bunlar arasında, senedlerindeki inkıta yö­nünden bir benzerlik bulunsa bile, inkıta'm sened içinde bulunduğu yere ve şekle göre ince farklarla birbirlerinden ayrıldıkları bilinen hususlardandır. Umumiyet itibariyle inkıta, bir râvinin, işitmediği şeyhten hadîs rivayet et­mesiyle hâsıl olur ve râvi ile şeyh arasında mülakat ve muâsaratm bulunup bulunmamasına göre de dört hadîs çeşidi ortaya çıkar ki, bunlar, mursel-i hafî, mursel, mudelles ve munkatı'dır.

Mursel-i hafî, yukarıda da belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır olan, fakat mülakatı bulunmayan, yahut aralarında semâ ol­mayan iki râviden birinin diğerinden rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu iki râvi arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının bilinmesidir.

Mursel zahir, daha önce de açıkladığımız gibi, tâbi'ûndan olan bir râvinin kale Rasûlullah (s.a.s.) ibaresiyle naklettiği hadîstir ve yalnız tâbi'ûna mahsustur. Buna göre seneddeki inkıta, sahabînin düşmesiyle hâsıl olmuştur.[226]

Mudelles ise, birbirinin muasırı olan, aralarında mülakat bulunduğu, hattâ birbirinden hadîs işittiği bilinen iki râviden birinin, diğerinden işit­meden rivayet ettiği hadîstir.  Burada râvi, rivayet ettiği bu hadîsi digerinden işitmediğine göre, bir başkasından işitmiş olacaktır. Ancak bu baş­kası senedde yer almadığı için inkıta hâsıl olmuş demektir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, iki râvi arasında mülakat ve semâ bulunduğu halde, birinin diğerinden işitmeden rivayet ettiği hadîsin de, işitmiş olduğu diğer hadîslerden olduğu vehminin insanda galip gelmesidir. Bu açık­lamadan anlaşıldığına göre, mursel-i hafi ile mudelles arasındaki fark, bi­rincisinde, bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâkî olmadığı bilinen bir şeyh­ten hadîs rivayet etmesidir. İkincisinde ise, râvi, mülâkî olduğu ve hattâ hadîsini işittiği şeyhten, işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi ve böylece, bu hadîsi de, diğerleri gibi o şeyhten işitmiş olduğu vehmini uyandırmasıdır. Bu sebepledir ki, mudelles hadîsin isnadında inkıta bulunduğuna hük­metmek, diğerine nisbetle çok daha güçtür.

İnkıta ile hâsıl olan dördüncü hadîs çeşidi de, munkatı'dır. Munkatı, se­nedin neresinde olursa olsun, bir râvisi düşmüş olan hadîstir.[227] Bu ba­kımdan mursel olsun, mudelles olsun, munkatı'ın iki ayrı çeşididir; fakat hepsi de mursel-i hafiden farklıdır. [228]

 

4. Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri

 

Hadîslerin merdûd olma sebepleri, yukarıda da açıklandığı üzere, is­nadın başında, ortasında veya sonunda râvi düşmesi olduğu gibi, isnadı teş­kil eden râvilerden birinin veya birkaçının adalet ve zabt yönünden ta'n edilmiş olmalarıdır. Buna göre, herhangi bir râvi, adalet veya zabtı yö­nünden ta'n edilmiş olursa, o râvinin hadîsi merdûd sayılır.

Ta'n, lugatta, vurmak, kargı ile saldırmak, zemmetmek, kötülemek gibi manâlarda kullanılır. Hadîs ıstılahında İse, râvilerin, hadîslerine zarar veren ve onların zayıf veya merdûd sayılmalarına sebep olan kötü halleri yüzünden cerh edilmeleri demektir. Nitekim râvilerde görülen ve ta'n edil­melerine sebep olan kizb, bid'at, fisk, muhalefet ve su'i hıfz gibi başlıca on hal vardır ki, hadîs ilminde bu haller matâ'ın-i aşere adiyle tanınmıştır ve kendisinde bu hallerden biri görülen râvi, o hal sebebiyle ta'n veya cerh edi­lir ve hadîsi merdûd sayılır.

Hadîs râvilerinin ta'n edilmelerine sebep olan on halin beşi, râvinin adaletiyle, beşi de zabtıyle ilgilidir. Her iki guruba giren ta'n sebeplerini şöyle sıralayabiliriz: [229]

 

5) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri

 

a) Kizbu'r-Râvi

 

Kizb, Hazreti Peygamberin söylemediği bir şeyi kasden ona isnadla ri­vayet etmek, daha açık bir ifade ile yalan söylemektir. Hadîsçilere göre ta'n sebeplerinin en şiddetlisi olan kizb ile tanınmış bir râvi, artık ebediyyen terk olunur ve hadîsi reddedilir. Ahmed îbn Hanbel'in de belirttiği gibi, bir râvinin yalnız bir hadîste yalan söylediği, sonra da bu yalandan tövbe ettiği görülse bile, tövbesi kendisiyle Allah arasında olan bir iştir ve bu râviden artık hiçbir hadîs alınmaz ve yazılmaz. [230] El-Buhârî'nin şeyhlerinden Ebû Bekr el-Humeydî'nin ve Şâfî'î imamlarından Ebû Bekr es-Sayrafî'nin gö­rüşleri de budur. Es-Sayrafî buna ilâveten, "kizbi dolayısıyle hadîsini terkettiğimiz kimsenin, tövbesi dolayısıyle kabulü cihetine gitmeyiz. Keza bazı hallerinden    dolayı    zayıf   gördüğümüz    kimseyi,    bundan    sonra    kuv­vetlendirmeye  çalışmayız"  demiş  ve  şehadeti     bu kaidenin  dışında  bı­rakmıştır. [231] Bu görüşlerden anlaşılıyor ki, hadîs rivayetinde kizb, tu­tunması halinde kıyamete kadar bir şerîat olarak kalabilecek ve dîni ifsad edebilecek büyük bir tehlikedir. Bu sebeple bir râvinin yalnız bir hadîste ya­lanı görülse ve sonradan tövbekar olsa bile, dîni korumak için artık ondan bir daha hadîs alınmaz. Bununla beraber, hadîs dışında, yalanı sabit olan kimse, her ne kadar terke müstehak olsa da, bu yalandan tövbe ettikten sonra onun hadîsleri alınabilir; çünkü hadîs dışındaki yalanın fesadı umumî değildir. Nitekim yalan şehadette bulunduktan sonra tövbekar olan kim­senin şehadeti de kabul olunmaktadır. Ancak en-Nevevî, hadîs rivayeti ile şehadet   arasında   hiçbir   fark   bulunmadığına   işaretle,   şehadettekı   ya­lanından tövbe edenin şehadetinin kabul olunduğu gibi, hadîs rivayetindeki yalanından tövbe eden kimsenin tövbesinin de kabul edilmesi gerektiğini, nitekim kâfir olan bir kimsenin müslümaii olduktan sonra rivayetinin aynı şekilde kabul olunduğunu ileri sürmüştür.[232] Bununla beraber, kâfirin müslüman olması halinde rivayetinin kabul olunduğu yolunda ileri sürülan görüşün, bu konuya uygun bir misal olmadığı anlaşılmaktadır. Zira İslâm vasfı, hadîs rivayet edenlerde aranan ilk ve umumî bir şarttır; fakat bu şart, her  İslâm  vasfını  taşıyan  kimsenin  hadîslerinin  kabul  edilmesini  ge­rektirmemektedir.  Nitekim  hadîs  uydurup  bunları  Hazreti  Peygambere isnad eden kimseler de bu vasfa sahip olan kimselerdir.

Bir râvinin kizbi, çok defa, kendisinden hadîs rivayet ettiği kimsenin vefat tarihi ile, kendisinin doğum tarihinin bilinmesi halinde arada beliren zaman farkından anlaşılır. Hikâye edildiğine göre, Ömer îbn Mûsâ Hımıs'a gelerek bir mescidde hadîs rivayet etmeye başlar. Ancak rivayetlerinin çoğunda haddesenâ şeyhukumu's-sâlih (bize sâlüı bir şeyhiniz rivayet etti) ibaresini tekrar edince, orada bulunanlardan biri "bu sâlih olan şeyhimiz kimdir; açıkla da öğrenelim?" der. Râvi bu şeyhin Hâlid îbn Ma'dân ol­duğunu ve 108 senesinde Ermîniyye gazvesinde onunla karşılaştığını söyler. Bunun üzerine o kimse, râviye şu mukabelede bulunur: "Allah'tan kork ve yalan söyleme. Hâlid îbn Ma'dân 104 senesinde vefat etti; sen ise, onunla ölümünden dört sene sonra karşılaştığını söylüyorsun. Sana şunu da söy­leyeyim ki, o, Ermîniyye seferine değil, Rûm seferine katılmıştı".[233]

Hadîs râvileri arasında bu çeşit yalanları çok çabuk ortaya çıkan pek çok kimse vardır. Bu sebepledir ki, Hafs İbn Gıyâs "bir şeyhi itham ettiğiniz vakit, onu senelerle hesaba çekin", yâni o şeyhin yaşı ile, ondan hadîs ri­vayet eden kimsenin yaşını hesâb edin, demiştir. Nitekim Sufyân es-Sevrî de, "râvilerin yalan söylemeye başlamaları üzerine, kendilerinin de tarihler kullanmaya başladıklarını" söylemiştir'.[234] Bu tarihler sayesinde, mülâkî olmadıkları şeyhlerden hadîs aldıklarını iddia eden kimselerin yalanları kesin bir surette ortaya çıkmıştır. [235]

 

b) İttihâmu'r-Râvi bi'1-Kizb

 

Râvinin hadîsinde yalancılıkla itham olunmasıdır. Râvi, Hazreti Pey­gamberden rivayet ettiği hadîslerde yalan söylemese bile, sair ko­nuşmalarında yalancılıkla tanınması halinde, hadîs rivayetinde de ya­lancılıkla itham olunur ve bu gibi kimselerden hadîs rivayet edilmez. Böyle kimselerin hadîsleri metruk sayılır. [236]

 

c) Bid'atu'r-Râvi

 

Lugatta bid'at, bir şeye ilk defa başlamak, onu ihdas etmek, inşa ey­lemek manâsına gelir.denildiği zaman, enşe'ehu (onu inşâ etti) ve bede'ehu (ona başladı) manâsı anlaşılır. Bid'at, hadis olan şeydir. Istılahta ise bid'at, dînin ikmalinden sonra ihdas olunan ve dîne izafe edilen şeye de­nilmiştir. İbnu's-Sekît'in tarifine göre her muhdes (ihdas olunan şey) bid'attır. [237] Ömer İbmı'l-Hattâb, Ramazan aylarında kılman teravih na­mazı hakkında (bu ne güzel bid'attır) demiştir. Buna göre bid'atı iki kısma ayırmak gerekir. Birincisi hidayete götüren bid'at; ikincisi ise, dalâlete götüren bid'attır. İlki, Allah'ın ve Rasûlünün emir ve teşvik et­tikleri şeylerdir ki, övülmeye lâyıktır. Nitekim Hazreti Ömer, teravih na­mazı hakkında "bu ne güzel bir bid'at" diyerek bu namazı övmüştür. Diğeri ise, Allah'ın ve Rasûlünün emir ve teşvik ettikleri şeylerin hilâfına olan işlerdir; bu da kötülenmeye ve inkâr edilmeye lâyık olur.

Övülmeye lâyık olan bid'at, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de be­lirtildiği gibi, insana sevâb kazandırır. Bu hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "İyi bir şeyi - veya yolu - sünnet ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden kimselerin ecr ve sevabına nail olur.[238]

Kötülenmeye ve inkâr edilmeye lâyık olan bid'at ise, yine Hazreti Pey­gamberin hadîsinde görüldüğü gibi, sahibine günâh kazandıran bid'attır. Hazreti Peygamber, biraz önce zikrettiğimiz hadîsinin devamında şöyle buyurmuştur: "Kötü bir şeyi - veya yolu - sünnet ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden kimselerin günahını yüklenir".

Hazreti Ömer'in teravih namazı hakkında söylediği "bu ne güzel bir bid'at" sözü ile, Övülmüş olan ve bu namazı ikame edene sevâb kazandıran bir sünnet kasdedilmiştir. Ancak bu sünnet, Hazreti Peygamberin sün­netlerinden değildir. Zira Hazreti Peygamber, teravih namazını bazı geceler kılmış, sonra terketmiştir; halkı devamlı ve muntazam bir şekilde böyle bir namaz için toplamamıştır. Hattâ Ebû Bekr devrinde de muntazam bir te­ravih namazı kılınmamıştır. Ancak Ömer İbnu'l-Hattâb halkı bu namaza davet etmiş ve bu sebepledir ki teravih namazı hakkında "ne güzel bir bid'at" tabirini kullanmıştır. Onun "bid'at" olarak vasıflandırdığı bu namaz, Hazreti Peygamberin "benim ve benden sonraki Hulefâ-i Râşidînin sün­netine uymanız sizin için lüzumludur'' [239] hadîsinin delaletiyle yine de bir sünnet sayılmış ve bütün müslümanlarca benimsenmiştir.

Ancak hadîs ıstılahında bid'at kelimesinin, dîne aykırı ve dolayısıyle kötülenmeye lâyık manâlarda kullanıldığım burada belirtmek gerekir. Fil­hakika bu kelimeden türeyen ve fail manâsına sahip bulunan mubtedi' veya mubtedi'a, yahut ehl-i bid'at tabirleri, dîne aykırı olan yollara sapmış veya dalâlete düşmüş kimseler hakkında kullanılmıştır. Nitekim ez-Zehebî, mub-tedi'adan veya bid'at ehlinden bahsederken şöyle demiştir: "Osman'ın hilâfeti zamanında zahir bir bid'at vukubulmamıştı. Fakat onun öl­dürülmesi üzerine birbirine karşı iki bid'at zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden havâric, diğeri de, onun imametini, ismetini, yahut nübüvvetini ve ulûhiyyetini iddia eden râfıza (gulât-ı şî'a) bid'atları idi  [240]Ez-Zehebî'nin bu sözlerinde de görüldüğü gibi, havâric, râfıza veya gulât-ı şî'a ve benzeri fırkalar hakkında bid'at tabiri kullanılmıştır. Bu fırkaların İslâm dışı dav­ranışları ve inançları dolayısıyle dalâlet içinde kalmış bir takım teşekküller olduğu, mezhebler tarihine vâkıf herkes tarafından bilmen hususlardır.

Bid'atm, ıstılah olarak, ihdas edilmiş dîn dışı ve dîne muhalif, fakat dîndenmiş gibi gösterilmiş bir takım inanç ve davranışlar olduğu an­laşılınca, bu gibi inanç ve davranışlardan ve bunlara kendilerini kaptırmış olan kimselerden çekinmek, dînin selâmeti ve insan nefsinin hidayeti ba­kımından zorunlu olmak gerekir. İşte bu sebepledir ki hadîs ilminde bid'atu'r-râvi, yâni hadîs rivayet eden kimsenin bid'ata nisbet edilmesi ve onun bid'at ehlinden sayılması, ta'n sebeplerinden biri olmuştur. Çünkü râvi, sahip olduğu bid'at sebebiyle ya mükefferdir; yâni onun sahip olduğu inanç ve itikad, küfrü gerektiren inanç ve itikadlardan olması dolayısıyle tekfir olunmuştur; yahut râvi, bu inanç ve itikadı dolayısıyle tekfir olun­masa bile, fıska nisbet edilmiş ve onun fâsık olduğu söylenmiştir. Bu iki hal­den birincisinde, yâni râvinin itikadı dolayısıyle küfre nisbet edilmesi ha­linde, bu hadîsçi, hadîsçiler nazarında makbul değildir ve onun rivayeti kabul edilmez. Bununla beraber bazı hadîsçiler, bu râvinin, dîn dışı inanç­larının yaygınlaşması ve herkes tarafından benimsenmesi için yalan söy­lemenin meşru ve helâl olduğuna inananlardan olmadığı kesinlikle bilinirse, onun rivayetlerinin kabul edilebileceğini söylemişlerdir. Bununla beraber, şurası da muhakkaktır ki, herhangi bir bid'at sebebiyle her tekfir olunan râvinin reddedilmesi zorunlu değildir; çünkü her gurup, muhaliflerinin mubtedi'adan olduğunu iddia eder ve çok defa da bu iddiasında mübalâğalı olur. Bu takdirde ortada tekfir olunmamış hiç kimse kalmaz. Bu sebeple, ri­vayeti reddolunacak bir râvinin, her şeyden önce, dînde tevatür yolu ile sabit olmuş ve zarurî olarak bilinmesi sağlanmış bir işi inkâr etmesi veya bunun aksine inanmış olması lâzımdır. Bu evsafta olmayan râvinin, aksine, takvası ve sözünde güvenilir olması da bahis konusu ise, rivayetinin kabulü için hiçbir engel yok demektir.

Eğer râvi, bid'atı tekfiri gerektirmeyen kimselerden olursa, bu gibiler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre bunların ri­vayetleri de mutlaka reddolunur; çünkü bid'at sahibinden rivayet, mez­hebinin propaganda edilmesine ve isminin yücelmesine vesile olur. Bu se­beple mubtedi'adan hiçbir şey rivayet etmemek gerekir. Bu görüşe sahip olanların başında Mâlik İbn Enes gelir. "Hadîsleri kimlerden aldığınıza dik­kat edin" ve "Kaderiyyenin arkasında namaz kılınmaz; hadîsleri de alın­maz"  sözleri,  onun bu konudaki görüşünü  açık bir şekilde  ortaya koy [241] Bazıları, yalanın helâl olduğu inancına sahip olmayan mubtedi'adan ri­vayeti kabul etmişler; bazıları da, mubtedi', rivayetiyle kendi bid'atma daveti gaye edinmedikçe, ondan hadîs rivayet edilebileceğini söylemişlerdir;

çünkü bid'ata davet, onu övmekle gerçekleşir; bu ise, Övgüye mesned teşkil edecek rivayetler vaz'ma veya bazı rivayetlerin tahrifine yol açar. Hadîsçiler arasında umumiyetle kabul edilen görüş de budur''. [242] Bid'at ehlinden olup da doğruluğundan şüphe edilmeyen kimselerden hadîs alınmasında her­hangi bir mahzur görmeyen hadîsçilerin başında imam eş-Şâfî'î gelir. Ibn Bbî Leylâ, Sufyân es-Sevrî ve Kâzî Ebû Yûsuf un da aynı görüşe sahip ol­dukları söylenir'.[243] Ancak eş-Şâfi'î, Râfıza'nm Hattâbiyye kolunu bu gö­rüşten ayrı tutmuştur; çünkü Hattâbiyye, eş-Şâfi'î'ye göre, kendi ta­raftarları için yalan söylemeyi tecvîz ederler  [244]Ebû Yûsuf ise, Hattâbiyye'ye Kaderiyye'yi de ilâve ederek, bu iki taife dışındaki bid'at eh­linden sözüne güvenilir olanların şehadetlerinin kabul edilebileceğini söy­lemiştir. Kaderiyye'nin reddedilmesindeki sebep ise, onların, Allahu Ta'âlâ1 -nın bir şey vücûd bulmadıkça onu bilemeyeceği inancında olmalarıdır''[245]

 

 d) Fısku'r-Râvi

 

Râvinin fışkı, veya onun fâsık olmasıdır. Fısk, "emr-i ilâhîyi terk ile İsyan edip tarîk-ı haktan hurûc eylemek, yahut zina ve fucûr eylemek manâsmdadır"''. [246] Es-Suyûtî'den nakledildiğine göre Araplar, fısk lafzını, bidayette mücerred hurûc manâsında kullanıyorlardı. Sonradan ilâhî tâ'attan hurûc-ı fâhış ile hurûc manâsına nakledip bu vech üzere hâriç olan kimseye fâsık ıtlak eylediler. Buna göre kelime, lügat manâsına değil, ıstılâh-ı şer'î manâsına kullanılmış olmaktadır. [247]

Fışkın yukarıda zikrettiğimiz manâsından anlaşılıyor ki, insan, Allah'ın emirlerine ittiba ve nehiylerinden ictinâb etmediği müddetçe Allah'a isyan etmiş ve İslâm'ın yolundan çıkmış (hurûc etmiş) olmaktadır. Hazreti Peygamber bir hadîsinde bu hususu şöyle açıklamıştır: "Zâni, zina işlediği sıra mü'min olduğu halde zina işlemez. Hırsız, hırsızlık yaptığı sıra mü'min olduğu halde hırsızlık etmez. İçki içen, içki içtiği sıra mü'min olduğu halde içki içmez. [248]

Zikrettiğimiz bu hadîsten anlaşılıyor ki, Allah'a İsyan eden ve O'mın nehyettiği kebâiri işlemekten sakınmayan kimseler, onları işledikleri ânda mü'min vasfını kaybetmekte; veya hiç olmazsa, bazı İslâm ulemâsının Kur'ân-ı Kerîm'deki "Allah, kendisine şirk koşulmayı asla affetmez; fakat bunun dışındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar' [249]âyetine is­tinaden, günah işleyenlerin mü'min olsalar bile, îmanlarındaki noksanlık se­bebiyle gerçek bir mü'min olamayacakları yolundaki görüşlerinin muhatabı olmaktadırlar, işte bu görüşe dayanarak denebilir ki, fısk, insanı kâmil mü'min olmak vasfından mahrum eden ve Allah'ın meşiyyeti tecelli ettiği anda onu azabına sürükleyen bir davranıştır.

Fısk, amelî ve itikadî olmak üzere iki kısımda mütalâ edilmiştir. Amelî fısk, kizb ile birlikte haram olan diğer fiilleri işlemektir. Ancak hadîs il­minde ayrı bir önemi olan kizb, fısk sayılan diğer fiillerden ayrı mütalâ edil­miş ve kizbu'r-râvi adı altında incelenmiştir. İtikadî fısk ise, İslâm'a aykırı inançlardan ibaret olup, fısktan ayrı bid'at olarak mütalâ edilmiş ve bid'atu'r-râvi adı altında incelenmiştir. Buna göre, râvinin cerhine sebep olan fısk, kizb ve bid'at dışında, işlemiş olduğu diğer bütün haram fiillerdir ve bu fiilleri işlemekten sakınmayan bir râvi, fâsık olarak terke müstehak olur; onun munker sayılan hadîsleri de kendisinden alınmaz ve rivayet edilmez. [250]

 

e) Cehâletu'r-Râvi

 

Cehl veya cehalet, lugatta, "umûr-ı mübhemede ilim olmaksızın te-kaddüm" olarak tarif edilmiştir. [251] Râğıb'a göre cehaletin üç şekli vardır:

1. Nefis ilimden tamamiyle halî olur.

2. Bir şey, olduğundan başka bir şe­kilde bilinir ve ona Öylece itikad olunur.

3. Yahutta bir şey, yapılması ge­reken şeklin hilâfına yapılır; bunu yapan, ya itikadı dolayısıyle böyle yapar ve bu itikadında samimidir; yahutta fâsiddir''.[252] Maamafİh cehalet hak­kında, "bilinmesi mümkün olabilecek şey hakkındaki bilginin olmaması" şeklinde gelen tarifi kabul etmek, konumuz yönünden daha uygun gö­rülmektedir. Çünkü hadîs ıstılahında cehalet tabiri, bir râvinin cerh ve ta'dîline sebep olabilecek hallerinin bilinmemesi yönünden kullanılmıştır. Ancak burada şu hususu belirtmek gerekir ki, cehalet lügat manâsıyle alı­nacak olursa,ta'na lâyık olan kimsenin, cehalet vasfına sahip olan kimse ol­duğu anlaşılır. Oysa üzerinde durduğumuz konu ile ilgili olduğu zaman, ce­halet, hadîs râvisi hakkında cerh ve ta'dîl hükmü verecek olan hadîs imamının vasfıdır ve bu imamın câhili olduğu husus da, hadîs râvisinin hal ve meşrebidir. Bu bakımdan hadîs imamının râviye cehaleti dolayısıyle hak­kında ta'n bahis konusu değildir; aksine bahis konusu olan ta'n, râvi hak­kındadır; yâni onun bilinmemesi, cerh ve ta'dîl yönünden mechûl kal­masıdır. Mechûl olan râvi, mechûl kalmış olması dolayısıyle ta'na müstehak olur.

Râvinin bilinmemesi, yâni hadîs imamları arasında mechûl kalması, başlıca iki sebebe dayanır. Birincisi, râvinin isim, künye, lakab, neseb gibi çeşitli ve pek çok sıfatları olduğu halde, bunlardan yalnız birisiyle tanınmış olması ve rivayet isnadında, tanınmış olduğu isimlerden başka bir isimle zikre dilme sidir. Râvinin kendi ismi olmakla beraber, meşhur olmayan bir is­minin kullanılması, onun başka bir şahıs olduğu zannını uyandırır. Bu ise, hadîs rivayetinde güven sağlamış kimseleri arayan hadîsçilerin, bu şahıs hakkında tam bir bilgi edinmelerine engel olur; böylece râvi hadîsçiler ara­sında mechûl kalır veya hadîsçiler bu râvi hakkında câhil olurlar. Râvinin mechûl kalmasının ikinci sebebi, hadis rivayeti yönünden mukıllûn'dan ol­masıdır. Mukıll, (çoğulu mukıllûn), az hadîs rivayet eden kimselere denir. Bunlar arasında, umumiyetle, kendisinden yalnız bir kişinin hadîs aldığı kimseler vardır. Bu kimselerin isimleri çok defa isnadda zikredilmekle be­raber, bazen de zikredilmez ve mubhem bırakılır. Mubhem bırakılan bu isimler yerine ahberanî fulânun, ahberanî şeyhun, ahberanî racuiun, ah-berani ba'zuhum, ahberanî îbn fulânin gibi umumî tabirler kullanılır.

Râviîeri bilinmeyen hadîsler, umumiyetle, hadîs imamları arasında makbul sayılmamıştır. Çünkü bir hadîsin kabul edilebilmesi için, onun râvilerinde adalet ve zabt gibi bazı şartlar aranır; yâni râvinin bu şartları cemeden sika kimselerden olması gerekir. Esasen hadîsçilerin bir râvi hak­kındaki cehaletleri de, bu râvinin adalet ve zabt yönünden durumlarına vâkıf olmamalarından başka bir şey değildir. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin de be­lirttiği gibi, hadîsçiler arasında mechûl olan bir râvi, hadîsle meşgul ol­mayan, ilim talebi (talebu'1-üm) ile şöhret kazanmayan, fazla hadîs rivayet etmeyen ve bu sebepler dolayısıyle de hadîsçiler tarafından bilinmeyen kimsedir. Bunların isimlerinden bahsedilmesi ise, kendilerinden umumiyetle bir kişiden fazla kimsenin rivayet etmemesi sebebiyledir. Meselâ Amr Zû Mur, Cebbar et-Tâ'î, Abdullah İbn Ağar el-Hemdânî, el-Heysem İbn Haneş, Mâlik İbn Ağar, Sa'îd İbn Zî Hıdân, yalnız Ebû İshâk es-Sebî'î'nin kendilerinden rivayet ettiği kimselerdendir. Keza yalnız eş-Şa'bî'nin hadîs aldığı Sem'ân İbn Meşnec ve el-Hezhâz İbn Mîzen; Ebu't-Tufeyl Âmir İbn Vâsile'nin hadîs aldığı Bekr İbn Karvas ve Hallâm İbn Cezel; Hılâs İbn Amr'in hadîs aldığı yezîd İbn Suheym; Katâde'nin hadîs aldığı Curey İbn Kuleyb, hadîsçiler ara­sında mechûl olan kimselerdendir.[253]

Hadîsçiler arasında mechûl olan bu râviler, umumiyetle, mechûlu'1-ayn ve mechûlu'1-hâl olmak üzere iki yönden mechûl sayılırlar. Bu halleri şöyle açıklamak mümkündür:

1) Mechûlu'I-Ayn: Hadîs talebiyle ve rivayetiyle tanınmamış, haklarmda cerh ve ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh veya ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm verilmemiş ve kendilerinden yalnız bir kişi ta­rafından hadîs nakledilmiş kimselere mechûlu'l-ayn denir. Bu tabir, lügat yönünden şahsen mechûl olmak manâsına gelirse de, böyle bir kimseden hadîs rivayetiyle teferrüd eden kimsenin, onun ismini zikrettiği ve bu suretle o şahsın malûm kimselerden olduğu gözönünde bulundurulursa, mechûlu'l-ayn tabirinin hadîsçilere hâs bir ıstılahtan ibaret olduğu anlaşılır. Buna göre, bu tabirle kasdolunan manâ, hadîsi yalnız bir kişi tarafından ri­vayet edildiği için şahsı hadîsçiler arasında mechûl kalan kimsedir.

Mechûlu'l-ayn'm hükmü, aynen mubhem gibidir. Yâni mechûlu'l-ayn olan kimse, hadîsçiler nazarında merdûttur ve hadîsleri alınmaz. Bununla beraber rivayetin kabulü için İslâm'dan başka şart aramayanlar, mechûlu'l-ayn'm rivayetinin kabul edilebileceğini ileri sürmüşler, bazıları da ilim dı­şında bir şeyle, meselâ zühd veya şecaatle şöhret kazanmış olmaları halinde rivayetlerini makbul saymışlardır ki, bu sonuncusu İbn Abdi'l-Berr'in gö-rüşüdür [254]İbn Hacer'e göre ise, mechûlu'l-ayn''dan teferrüd eden râvi, cerh ve ta'dîle ehil bir kimse ise, bu râvinin tezkiyesi ile, değilse, bunun dı­şında cerh ve ta'dîle ehil bir kimsenin tezkiyesi ile mechûlu'l-ayn'm rivayeti kabul edilir; aksi halde, yâni ehil bir kimse tarafından tezkiye edilmeyen mechûlu'l-ayn makbul değildir. Yine İbn Hacer'a göre doğru olan görüş de budur. [255]

2) Mechûlu'1-Hâl: Hadîs talebiyle veya hadîs rivayetiyle tanınmamış, hakkında cerh ve ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh ve ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm verilmemiş ve bu sebeplerle hadîsçiler arasında mechûl kalmış bir kimseden iki veya daha fazla âdil kişi ismini zikrederek bir hadîs rivayet ederlerse, bu kimseye mechûlu'l-hâl veya mestur denir. Bu kimse, her ne kadar ismi zikredilerek kendisinden iki veya daha fazla kim­seler tarafından hadîs rivayet edilmişse de, âdil olup olmadığı açıklanmadığı için, mechûl ve bu yönden hali mestur kalmış demektir. Mechûlu'l-hâl ile mechûlu'l-ayn arasındaki fark, yukarıda da açıklandığı gibi, birincisinden iki ve daha fazla kişinin rivayet etmesiyle şahsının mechûl olmaktan çık­ması ve yalnız adalet yönünden halinin mechûl kalması, buna karşılık ikin­cisinden, yâni mechûlu'l-ayn'dan yalnız bir kişinin rivayet etmesi dolayısıyle hem şahsı, hem de adaleti yönünden mechûl kalmasıdır. İbn Hacer, mechûlu'l-hâl ile mestur arasında hiçbir ayırım yapmaz ve "eğer bir râvi, kendisinden iki ve daha fazla kimse rivayet eder ve fakat tezkiye olun­mazsa, bu râvi mechûlu'l-hâl'dir ve buna mestur denir" der  [256]Ona göre mechûlu'l-hâl veya mestur 'un rivayeti, herhangi bir kayda tâbi tu­tulmaksızın bazı kimseler tarafından kabul edilmiştir. Fakat doğru olanı, her iki ihtimale istinaden ne reddine ve ne de kabulüne hükmetmek, hali belli oluncaya kadar beklemektir.[257]

İbnu's-Salâh'a göre ise, zahiren ve bâtınen adaleti bilinmeyen mechûlu'l-hâl, çoğunluğun nazarında makbul değildir; fakat zahiren âdil ol­duğu bilinen mestur ise, mechûlu'l-hâVi reddedenlerce kabul edilmiştir. Bazı Şâfi'î imamları bu görüşe sahiptirler. Meselâ bunlardan Süleyman İbn Eyyûb er-Râzî, zahiren âdil olan mestûr'un kabulü ile ilgili olarak, şu görüşe yer vermiştir: Bir şey hakkında haber vermek, o haberi nakleden râvi hakkındaki husn-i zanna dayanır. Eğer bir râvi, reddini gerektirecek şekilde cerh edilmemişse, yahut kendisi ile ilgili herhangi bir cerh bilinmiyorsa, o râvi hakkında husn-i zanda bulunmak gerekir. Bu, zahiren de olsa, onun adaletini gösterir. Halbuki cerhedilmemiş bir râvinin, cehalet dolayısıyle tezkiye ve tevsîk edilmemesine istinaden reddine hükmetmek, onun hak­kında su-i zanda bulunmak demektir. Nitekim birçok meşhur hadîs kitabında, bir hayli zaman önce vefat etmiş ve bâtınen adaletlerim tahkik etmek imkânı kalmamış pek çok râvi hakkında bu yolla, yâni husn-i zanla amel edilmiştir'. [258]

 

6.  Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri

 

a) Fuhş-ı Galatı'r-Râvi

 

Hadîs rivayetiyle meşgul olan bir râvinin, rivayet ettiği hadîslerde ya­rıdan fazla hata yapması sebebiyle cerh veya ta'n edilmesine yol açan hal­lerden biri olup, onun zabt sıfatıyle ilgilidir. Bilinen bir gerçektir ki, bir hadîsin onu rivayet eden râviden kabul edilebilmesi için, o râvinin sika (gü­venilir) olması şarttır ve onun sika olması da, adalet ve zabt sıfatlarına sahip olmasına bağlıdır. Râvinin zabt sıfatıyle ilgili olan ve zabtının za­yıflığına ve rivayetinde çok hata yaptığına delâlet eden fuhş-ı galat ise, onun tarafından rivayet edilen hadîslerin munker sayılıp reddedilmelerine sebep olan bir haldir. [259]

 

b) Fuhş-ı Gafleti'r-Râvi

 

Hadîs rivayetiyle meşgul olan bir râvinin, aşırı derecede gafil olması, yahut dikkat ve titizlikten uzak bulunması sebebiyle cerh edilmesine yol açan hallerden biri olup, galat gibi bu da râvinin zabt sıfatıyle ilgilidir. Dal­gınlık manâsına da gelen gaflet, çok defa râvinin rivayetinde hata yap-masma sebep olur. Bu hal, hadîs ıstılahında fuhşı galat olarak ifade edil­miş ve kendilerinde bu halin görüldüğü râviler cerh edilerek hadîsleri merdûd sayılmıştır.[260]

 

c) Muhalefetu'r-Râvi

 

İster zayıf olsun, ister güvenilir olsun, bir râvinin kendinden daha gü­venilir râvilerin rivayetlerine aykırı olarak hadîs nakletmesine muhalefet denilmiştir. Muhalefetin, dâima bir râvinin vehim ve hatası neticesi mey­dana gelmesi dolayısıyle, o râvi, bu vehim ve hatasından dolayı mecruh, mu­halif olarak rivayet ettiği hadîs de merdûd veya zayıf sayılır.

Muhalefet çeşitli şekillerde vukubulur ve gerek muhalif olarak rivayet edilen hadîs ve gerekse bu hadîsin muarızı olan diğer hadîs, muhalefetin vukuu şekline göre değişik isimler alır.

Eğer râvi, gerek râvisinin zaptı yönünden ve gerekse turukunun çok­luğu yönünden daha üstün durumda olan bir rivayete muhalif rivayette bu­lunursa, üstün durumda olan rivayetin tercih edilmesi gerekir. Bu mu­halefet, aynı hadîsin birbirinden farklı iki rivayeti için söz konusudur. Bu bakımdan, kendinden daha güvenilir olan râvilerin rivayetine muhalefet eden râvi, yine de güvenilir bir kimse ise, hadîsine şâz adı verilir. Tu­rukunun çokluğu veya diğer tercih sebeplerinden herhangi birisi ile daha üstün durumda bulunan ve bu sebepten tercih edilen mukabil hadîse de mahfuz denir.

Güvenilir râvilere, rivayetiyle muhalefet eden râvi zayıf bir kimse ise, hadîsi munker'dir. Güvenilir râviler tarafından rivayet edilen ve munkerin mukabili olan diğer hadîs ise, maruf olarak isimlendirilmiştir.

Muhalefet, bazen râvinin, rivayet ettiği hadîsin isnadında yaptığı de­ğişiklik sebebiyle vukubulur. Meselâ bir cemaat, muhtelif isnadlarla bir hadîs rivayet eder. Bir başka râvi de, bu cemaatten aynı hadîsi, cemaattan yalnız birinin isnadında birleştirerek rivayet eder; fakat isnadlar arasındaki ihtilâfı belirtmez. Bu suretle rivayet ettiği hadîsin isnadı, mezkûr cemaatın her râvisinden ayrı ayrı hadîsi rivayet edenlerin isnadına muhalif olur. İs­nadında muhalefet dolayısıyle böyle bir değişikliğe uğramış olan hadîse mudrecu'l-isnad denir.

Muhalefet, bazen de râvinin, rivayet ettiği hadîsin metnine o hadîsten olmayan bir söz ilâve etmesiyle meydana gelir. Bu sözün ilâvesi, çok defa, ya hadîsin getirdiği hükme dikkati çekmek gayesine matuf olur ve râvi, bu maksatla sarfettiği sözü hadîsin metninden ayırt etmez. Bu suretle, hadîsini dinleyenler üzerinde, kendi sözününde hadîs metninden olduğu zannını uyandırır. Yahut hadîs metninde geçen garîb bir kelimenin şerh ve izahı, ya-hutta metinden hüküm istinbatı gayesine matuf olur. Fakat bu ilâveler her ne maksatla yapılmış olursa olsun, râvinin bu ilâvelerini ihtiva eden ri­vayeti ile, bu ilâveleri yapmayan râvilerin rivayetleri arasında muhalefet hâsıl olur. Bu çeşit ilâveleri ihtiva eden hadîslere mudrecu'l-metn adı verilir.

Bazen râvinin, isnaddaki bazı isimlerde ve metnin bazı ibareleri ara­sında yaptığı takdim ve tehirler dolayısıyle muhalefet hâsıl olur. Râvi isim­leri veya ibareleri takdim ve tehire uğramış olan hadîslere maklûb denir.

Bazen muhalefet, muttasıl olan bir isnadın ortasında yapılan râvi zi­yadesiyle hâsıl olur. Bu ziyadeyi yapmayan râvi, yapan râviye nisbetle daha titiz ve daha dikkatli olsa bile, ziyadenin bulunduğu yerde semâ'a kesinlikle delâlet eden semVtu veya ahberanî gibi bir tabir kullanmadıkça, ziyadeyi yapan râvinin rivayeti tercih olunur. İsnadında böyle ziyadeleri ihtiva eden hadîslere el-mezîd fi muttasılı'l-esânîd (muttasıl isnadlarında ziyade edilmiş hadîsler) denilmiştir.

Bazen de muhalefet, metin içinde herhangi bir kelimenin yazılışındaki bir değişme ile meydana gelir. Kelimedeki bu değişme, ya herhangi bir har­fin noktasına nisbetle olur ve hattın şekli bozulmaz; yahutta bazı harfler yer değiştirmek veya yerlerine başka harfler konmak suretiyle olur. Harflerdeki bu değişiklik, tabiatiyle yazının şeklinde de bir değişikliğin meydana gel­mesine sebep olur. Yazının şekli değişmeksizin yalnız noktaya nisbetle vukua gelen değişikliği muhtevî hadîse musahhaf, hat şeklindeki değişikliği ihtiva eden hadîse ise, muharref adı verilmiştir.

Hadîslerin metin ve isnadlarında, râvileri tarafından yapılan bu çeşit değişiklikler, rivayetlerinin, bu değişiklikleri ihtiva etmeyen diğer ri­vayetlere muhalif olarak gelmesine yol açar. Bu bakımdan, yukarıda da işaret olunduğu gibi, hadîsçiler, dâima sahîh olarak gelen rivayetleri tercih et­mişler, muhaliflerini ise, hiç tereddüt etmeden terketmişlerdir. Ancak, birbirine muhalif olarak gelen iki rivayetten birini tercîh etmek, bazen her iki rivayetin de aynı derecede bulunması dolayısıyle, mümkün olmamıştır. Bu takdirde hadîs muztarib addedilmiş ve iki rivayetten birinin tercihini mümkün kılacak herhangi bîr karinenin veya onu takviye edecek diğer bir sahîh isnadın zuhuruna kadar o hadîsle amel edilmemiştir.

Muhalefet sebebiyle ortaya çıkan ve bizim burada kısaca işaret et­tiğimiz hadîs çeşitleri, ileride, râvileri zabt yönünden ta'n edilmiş merdûd hadîsler bölümünde daha geniş bir şekilde ele alınacaktır. [261]

 

d) Vehmu'r-Râvi

 

İnsanın yanlış bir zanna istinaden hataya düşmesi manâsına gelen vehim (vehm), hadîste, râvinin ta'n edilmesine sebep olan hallerden biridir. Zira vehim, râvinin mursel veya munkatı olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahutta bir hadîsin metnini bir başka hadîse idhal ederek rivayet etmesine sebep olur. Bu bakımdan vehmin eseri olan hata, bazen isnadlarda, bazen de metinde görülür. Ancak râvinin vehmi her hadîste kolayca anlaşılmaz ve hadîsin çok defa sahîh olduğuna hükmedilir. Fakat hadîslerin çeşitli isnadlarına vâkıf olan ve çok tetebbuda bulunan bir hadîs imamı, herhangi bir râvinin vehmini kolayca anlayabilir. Önce sahih olarak rivayet edilen, sonra râvisinin vehmine muttali olunan bir hadîs, bu vehmin ortaya çık­masından sonra sahih olma vasfını kaybeder ve illetli bir hadîs olur. Bu çeşit hadîslere muallel denilmiştir.

Ya'lâ İbn Ubeyd et-Tanâfısî, Sufyân es-Sevrî'den, Sufyân, Amr İbn Dinar'dan, Amr, İbn Ömer'den, o da Hazreti Peygamberden el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini rivayet etmiştir. Ancak rivayette Ya'lâ, vehmi dolayısıyle Sufyân'm şeyhini Amr İbn Dînâr olarak zikretmiştir. Oysa Sufyân, hadîsi Amr İbn Dinar'dan değil Abdullah İbn Dinar'dan rivayet etmiştir. Nitekim Sufyân'm Ebû Nu'aym, el-Firyâbî, Mahled İbn Yezîd ve diğer ashabı, ken­disinden Abdullah İbn Dînâr ismiyle bu hadîsi nakletmişlerdir. Bundan an­laşılır ki, hata, Ya'lâ İbn Ubeyd'in hatasıdır ve bu sebeple rivayeti illetlidir ve hadîs mualleVâir [262], Ne var ki bu çeşit illet, metne tesîr etmeyen ve onu zayıflatmayan bir illettir. [263]

 

e) Sû-i Hıfzı'r-Râvi

 

Râvinin kötü hafıza sahibi olmasıdır. Râvide doğru tarafının hatalı ta­rafına tercih edilememesi şeklinde ortaya çıkan bu hafıza zayıflığı, ya do­ğuştan olabilir, yahutta ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle ona sonradan arız olabilir. Hafıza zayıflığının râviye sonradan arız olması halinde, bu gibi râ-vilere muhtalıt denilmiştir. Muhtalıtm hükmü, ihtilâftan önce rivayet ettiği hadîslerin kabulü, ihtılâttan sonra rivayet ettiği hadîslerin de reddidir:[264]Eğer ihtılât tarihi bilinmez ve rivayet ettiği hadîsler birbirinden ayırt edi­lemezse, râvinin bütün hadîsleri üzerinde tevakkuf olunur. Yâni herhangi bir karine ile sıhhati tesbit olunan hadîs çıkarsa onunla amel olunur; di­ğerleriyle amel olunmaz.

Tâbi'ûn ulemâsından Atâ' İbnu's-Sâ'ibes-Sekafî el-Kûfî (Ö. 136), öm­rünün sonlarına doğru ihtlâta maruz kalmış ve hafızası bozulmuştur. Bu se­bepledir ki Ahmed İbn Hanbel onun hakkında "kim ondan eskiden işitmişse o sahihtir; fakat kim yeni işitmişse, o bir şey değildir" demiştir. [265]Ahmed İbn Hanbel'in bu sözlerinden anlaşıldığına göre Atâ', ihtilâttan önce gü­venilir ve hadîsi alınır bir kimse idiyse de, sonraki hali zayıf olup kabule şayan değildir. Hadîs ilminde ihtilâta maruz kalan hadîsçileri bilmek ne kadar önemli ise, bu hadîsçilerde ihtilâtm başlangıç tarihini ve ihtilâttan sonra onlardan kimlerin hadîs aldıklarını tesbît etmek de o kadar önemlidir. Çünkü ihtilâttan önce güvenilir bir râvi olarak hadîsleri ne kadar sahîh ise, ihtilâttan sonra hafıza yönünden  mecruh olmaları dolayısıyle de, onlardan alman hadîsler o kadar zayıf addedilir ve bu itibarla, ihtilâttan sonra on­lardan hadîs rivayet edenlerin, sadece zayıf hadîs naklettiklerine hükmolu-nur. Meselâ yukarıda ismi geçen Atâ' İbnu's-Sâ'ib'ten, yalnız Sufyân es-Sev-rî ve Şu'be İbnu'l-Haccâc'm, yâni yaşları ileri olan ve Atâ'ya sağlam devrin­de yetişen bu iki kişinin rivayetlerini sahîh kabul etmişler, bazıları da bu ikiye Hammâd îbn Zeyd ve Hammâd İbn Seleme'yi eklemişlerdir. Meselâ Yahya İbn Ma'în, Sufyân ve Şu'be müstesna, Atâ'dan hadîs işitenlerin hep­sinin de ihtilâttan sonra ondan hadîs işittiklerini söylemiş, el-Ukaylî ise, aynı iddiayı Basra halkı için ileri sürmüştür. Ona göre Atâ', Basra'ya ihti­lâttan sonra gitmiş ve Basralılar, ondan bu halde iken hadîs almışlardır. [266]

 

7. Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri

 

 a) Mevzu (Uydurma) Hadîsler

 

Başta İslâm Dînine kasdedenler olmak üzere, nıensûb oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, pe­şinden gittikleri imam ve hükümdarları medhetmek, halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde va'zettikleri ce­maatın teveccühüne nail olmak, halkın dînî emir ve nehiylere karşı rağ­betini artırmak maksadıyle dîn düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadîs râvilerindeıı düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hazreti Peygambere iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzu (uydurma) hadîs adı verilmiştir.

Hazreti Peygamber » "ba?ıa yalan isnad etmek, herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın  [267]demiş olmakla beraber, esefle belirtmek gerekir ki, İslâm'ın çok erken bir devrinde başlamak üzere, çeşitli sebeplerle pek çok hadîs uydurulmuş ve Hazreti Peygamberin ismine izafeten sahîh hadîsler nıeyanmda rivayet edilmiştir. Hadîs vaz'ımn çeşitli sebepleri vardır. Bu se­bepler üzerinde durmadan önce, tarihi kesinlikle tesbît edilemese bile, hadîs vaz'ımn başlangıcına, yahut mevzu hadîslerin zuhur etmeye başladığı devre kısaca işaret etmekte fayda vardır. [268]

 

b) Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri

 

1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar

 

islâm tarihinin ilk yarım asırlık müddeti içerisinde müslümanlar, ara­larındaki bazı ufak tefek ihtilâflara rağmen, genellikle, sulh ve sükûn içinde yaşamışlar; zihinlerini, İslâm ordularının dört bir cihette kazandığı za­ferlerle, dînî ahkâmın öğreniminden başka bir şeyle meşgul etmemişlerdir. Bu öğrenimde ele alman başlıca konuları da, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri ile Hazreti Peygamberden işittikleri hadîsler teşkil ediyordu. Tefsir ve hadîs, bu devirde, birbirini tamamlayan ve İslâm Dîninin akaid, ibadet ve mu­amelât yönünden izahı demek olan bir ilim hüviyetini kazanmıştı. Bu ba­kımdan Hazreti Peygamberin hadîslerinde ve sahabe ile daha sonraki ilâhiyatçıların sözlerinde görülen "ilim" tabirinden, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri ile bu tefsire temel teşkil eden hadîslere müteallik bilgi anlaşılmıştır. İslâmiyetin Hulefâ-i Râşidîn devrini içine alan ilk yarım asrında, müs-lümanlarm meşgalesini bu ilmin tahsîli teşkil etmiştir.

Hazreti Peygamberin vefatından henüz çok kısa bir zaman geçmişti ve onun en yakın dostları olan sahabenin büyük çoğunluğu henüz hayatta bu­lunuyordu. Bunlar, Hazreti Peygamberle kader birliği etmiş, her türlü mahrumiyete katlanmış ve yalnız kalblerinde taşıdıkları îman ile îslâmiyetin za­ferini dilemiş kimselerdi. Gerek vasıyyet ve gerekse şûra yolu ile işbaşına gelmiş olan ilk dört halîfenin hilâfeti üzerinde ittifak etmişlerdi. Bu sebeple içlerinde, herhangi siyasî bir gaye, daha doğrusu kendi arzu ve heveslerinin tezahürü olarak taşıdıkları siyasî bir mevki hırsı mevcut değildi. Hazreti Peygamber vefat edince, bu müslümanlarm önünde Kur'ân ve Sünnetten başka bir şey kalmamıştı; fakat bu iki kaynak, onlara, gerçek hayatı sağ­layacak, dünyevî meselelerde her türlü müşkillerini halledecek bir kuvvete sahip bulunuyorlardı. Esasen onların, her ikisine de uymaya ve onların gös­terdiği yolda gitmeye davet olunmalarının başlıca sebebi de bu idi.[269] Müs­lümanların, günün tarihçilerini bile hayrete düşürecek derecede kısa bir zaman içerisinde kuvvet kazanmaları ve Arap Yarımadasının hudutlarını da aşarak büyük bir imparatorluk kurmaları, onların Kitap ve Sünnete uymak hususunda kendilerine yöneltilen bu davete nasıl büyük bir aşkla icabet ettiklerini göstermeye yeterlidir.

Sünnet veya daha umumî ifadesiyle hadîs, İslâm Dîninin hem kaynağı ve hem de Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri olduğu için, sahabe, bunların terkine veya herhangi bir görüşle onlara muhalif hareket edilmesine şiddetle karşıkoyduğu gibi, bunların nakil ve rivayetinde, ufak da olsa, bir hata ya­pılmasına ve bu suretle yalan veya tahrîfe maruz bırakılmasına hiçbir za­man rıza göstermiyordu. Bu çeşit rivayetlerin çoğalmasıyle hatanın da çoğa­lacağı düşüncesiyle, her fırsatta, rivayetin azaltılmasını emrediyorlardı. [270]Kur'ân-ı Kerîm'in açık ve kesîn hükümleriyle Dînde gerçek yerini bulan hadîsler, ilk dört halîfe devrinde, her türlü şüphe ve tereddütten uzak, yalnız İslâm ilâhiyatçıları arasında alınıp rivayet edilmiş, ehil ol­mayanların eli bu sahaya uzanmamıştır. Fakat acı bir gerçek olarak, bu devir uzun sürmemiş, İslâm âlemi, yarım asırlık bir süreyi henüz ta­mamlamadan büyük bir badireye sürüklenmiştir. Bu badirede İslâm'ın üçüncü halîfesi Osman İbn Affân şehîd edilmiş; onun şehadetiyle İslâm'ın binası sarsılmış, inanç ve îman duvarlarında meydana gelen tamiri gayri kaabil çatlaklar zamanımıza kadar devam edegelmiştir. Hazreti Osman'ın katlinden sonra müslümanlar, Alî İbn Ebî Tâlib'e bey'at etmiş olmakla beraber, vukubulan yeni hâdiseler, eski sulh ve sükûnu iade edecek yerde, an­laşmazlıkları bir kat daha artırmıştır. Çünkü bir taraftan Hz. Alî'ye bey'at edilirken, diğer taraftan Hz. Osman'ın ölümünden mes'ûl olduğu ileri sürülerek Alî'den onun "dem" i talebedilmiştir. Bu olaylar, müslüman saf­larında büyük bölünmelere sebep olmuş, bir tarafta Hicaz ve Iraklıların tak­viye ettiği Alî karargâhı teşekkül ederken, diğer taraftan Şâm ve Mısır halkının desteklediği Mu'âviye karargâhı, öbürünün karşısında yer almıştır. Müslümanlar arasındaki bu bölünme, taraflar arasında şiddetli çar­pışmalara sebep olmuş, iş, tahkimle neticeye ulaşmış olmakla beraber, yeni yeni siyasî ve itikadî fırka ve mezheblerin zuhuruna yol açmıştır. Ez-Zehebî, bu durumu hulâsa ederek der ki:

"Sahabe, diğerlerine nisbetle aralarında en az fitne olan kimselerdi. Nübüvvetten itibaren geçen her asırda, bir evvelkine nisbetle daha fazla ihtilâf ve tefrika zuhur ediyordu. Bu sebeple, Osman'ın hilâfetinde zahir bir bid'at vukubulmamıştı. Fakat onun katledilmesi üzerine, birbirine karşı iki bid'at zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden Havâric, diğeri de, onun imametini, ismetini, yahut nübüvvetini veya ulûhiyyetini iddia eden Râfıza (gulâtı Şî'a) bid'atı idi. Sahabe asrının sonlarına doğru, İbnu'z-Zubeyr ve Abdu'l-Melik'in imaretleri sırasında Murci'e ve Kaderiyye bid'atları vukubuldu. Tâbi'ûn as­rının başlarında, Emevî hilâfetinin sonlarına doğru Cehmiyye ve Muşebbihe Mümessile bid'atları zuhur etti. Sahabe devrinde bunların hiçbiri olmamıştı. Silâha istinad eden fitneler de böyle idi. Halk, Mu'âviye devrinde birlik halinde düşmana karşı harbediyordu. Fakat Mu'âviye'nin ölümü üzerine Hü­seyin katledildi. Mekke'de İbnu'z-Zubeyr muhasaraya uğradı. Medine'de Harrâ fitnesi zuhur etti. Yezîd'in ölümü üzerine, Şam'da Mervân ile Dahhâk arasında ayrı bir fitne çıktı. İbn Ziyad'ın Muhtar tarafından öldürülmesi, Mus'ab İbnu'z-Zubeyr'in Muhtâr'ı, Abdu'l-Melik'in de Mus'ab'ı katli, Haccâc'm İbnu'z-Zubeyr'i bir süre muhasara ettikten sonra öldürmesi ve Irak'a vali olarak tayin edilmesinden sonra, Muhammed İbnu'l-Eş'as'm büyük bir kuvvetle Haccâc üzerine yürümesi... Hepsi de ayrı ayrı fitnelerin çıkmasına sebep olmuştu. Ve bu fitneler, Mu'âviye'nin ölümünden hemen sonra başlamıştı. Yine bu arada Horasan'da İbnu'l-Muhelleb fitnesi çıkmış, Kûfe'de Zeyd İbn Alî ve birçok kimse öldürülmüş, yine Horasan'da Ebû Müs­lim ve diğer bazı kimselerin de ortaya atılmasıyle zikri uzayıp gidecek harp­ler ve fitneler vukua gelmiştir." [271]

Burada, İslâm'ın oldukça erken devirlerinde ortaya çıkan bu harpler ve fitnelerin sebepleri veya siyasî neticeleri üzerinde durmaya gerek yoktur. Fakat şunu hemen belirtmek gerekir ki, İslâmiyet bir bütün olarak mütalâ edildiği zaman, onun, zuhurundan önce hiçbir devirde görülmemiş yeni bir dünya görüşü getirdiği ve fertlerin, dînî olduğu kadar, siyasî, içtimaî   v.s. hayatlarını da belirli bir nizama sokmaya büyük ölçüde değer verdiği görülür. Dünya nizamı ile ilgili olarak getirdiği hükümler, insanın, toplum içe­risindeki günlük davranışlarını dâima kontrol eder bir durumda olduğu için, müslümanlar, hayatlarını bu hükümlere göre ayarlamak zorundadırlar. Bu zorunluluk, dağda sürüsünü otlatan çobandan, memleketin idaresini elinde tutan ferde kadar herkes için varittir. Bu bakımdan fertler, hangi mes'ûl makamda olurlarsa olsunlar, muvaffakiyetleri veya muvaffakıyetsizlikleri, dînin vazettiği hükümlere göre değerlendirilir.  İşte İslâm'ın bünyesinde mündemiç olan bu kaide dolayısıyledir ki, siyasî ihtilâfların zuhuru ile dev­letin idaresini elinde bulunduran halîfelerin idarî davranışları, bu kaideye göre değerlendirilmiş, ileri sürülen çeşitli görüşler, yeni yeni fırka ve hi­ziplerin nüvesini teşkil etmiştir. Meselâ Şî'a ile aynı devirlerde ortaya çıkan Havaric,   Hz.   Osman'ın  idarî  ve   siyasî   davranışlarını   bu   yönden   de­ğerlendirerek onlarda bazı hatalar bulmuş ve özellikle Havaric, bu hataları "büyük günâh" (kebîre) olarak tavsif etmiştir. Yine Havarice göre "büyük günâh sahibi" (murtekibu'l-kebîre) hakkında dîn yönünden verilecek hüküm "küfür" den başka bir şey değildir; yâni büyük günâh işleyen kimse, tövbe etmedikçe, kâfirdir''. [272]

Gerek Havaricin ve gerekse  daha sonraları ortaya çıkarak büyük günâh  sahibinin küfürle îman  arasındaki bir derece  (menzile  beyne'l-menzileteyn) de olduğunu ileri süren Mutezilenin ve hattâ bu hususta her­hangi bir görüş ileri sürmekten çekmen Murci'enin, halîfelerle şâir mes'ûl şahısların davranışları hakkında ortaya koydukları bu kabîl hükümleri, Ku'ân âyetleriyle Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında buldukları bazı nasslardan istihraç ettiklerini söylemeye gerek yoktur. Ancak bu, ileri sü­rülen her hükmün, Kur'ân ve hadîste istinad edebileceği bir nassı bu­lunduğu manâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü bu fırkalar, çok defa, gö­rüşlerini teyîd edecek bir âyet bulamadıkları zaman, görüşlerini en yakın bir başka âyeti tevîl etmekten çekinmemişlerdira. [273]İhtilâfların hâd saf­haya geldiği, biribirlerini ittiham eden tarafların, görüşlerini teyîd etmek maksadıyle Kur'ân veya hadîsten mutlaka bir şeyler bulmak lüzumunu his­setmeleri sebebiyle, bu tevil faaliyetinin ne derece ileri gittiğini tahmin etmek güç değildir. İşte böyle durumlarda, her defasında değişen haller için, Kur'ân-ı Kerîm'den ve hadîsten dâima tevil edilebilecek nasslar bu­lunamayacağı ve tarafların, yeni nasslar vazetmek zorunda kalacakları da kolayca tahmin edilebilir. Bu çeşit bir vaz işinin Kur'ân-ı Kerîm için bahis konusu olamayacağına göre, bu konuda hadîslerden istifade edilmesi, baş­lıca çıkar yol olarak hesap edilmiştir. Bu suretle hadîste başlayan va;; ha­reketleriyle, ya bir şahıs Hazreti Peygamberin ağzından tekfir edilmiş, ya-hutta herhangi bir görüş veya İslâm dışı bir mezheb inancı telkin ve tavsiye edilmiştir.

İslâm tarihinde mevzu hadîslerin tam olarak ne zaman sahneye çık­tığını ve vaz'm hangi nesil içerisinde başladığını kesin bir şekilde tesbît etmek güçtür. Fakat tereddüt etmeden şunu söyleyebiliriz ki, kanlarını, canlarım ve mallarını Hazreti Peygamber için feda ederek İslâm yolunda hicretin meşakkatlerine göğüs geren, memleketlerini ve en yakın ak­rabalarım, sırf Allah kelimesini yükseltmek ve onu her şeye hâkim kılmak için terkeden sahabenin, kendi arzu ve heveslerini tatmin, yahut galeyana gelmiş ihtiraslarını teskîn için Hazreti Peygamberin ağzından hadîs uy­duracaklarını, sonra da bunları diğer müslümanlar arasında yayacaklarını düşünmek, her akıl sahibinin kolayca kabul edebileceği bîr iş değildir. îçlerindeki îman, Hazreti Peygamberin . "bana yalan isnad etmek, herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın." hadîsinin ifade etmek is­tediği manâyı anlamalarında en büyük yardımcı idi. Bu sebeple onlar, îslâm Dîninin ve bu Dînin iki aslı olan Kur'ân ve Sunnet'in nıüdâfasını üzerlerine almışlar, her türlü tehlikeye, tehdide, eza ve cefaya rağmen, Pey­gamberlerinden aldıkları dînle ilgili ahkâmı teblîğ etmeyi başta gelen gö­revlerinden saymışlardır. Keza tâbi'ûndan olan hadîsçiler de, sahabeden işittikleri hadislerin kabulünde tereddüt göstermiyorlar, daha doğrusu, Haz­reti Peygambere ve onun sünnetine olan inançları dolayısıyle, hadîsin her türlü yalandan, tahrîf ve tasniften salim bir şekilde nakledildiğine samimî bir kalble inanıyorlardı. Fakat bu inanç uzun müddet devam etmedi. Halîfe Osman îbn Affân'm öldürülmesiyle başlayan ve birbirini takip eden olaylar, müslümanların huzur ve sükûnunu bozduğu gibi, hadîsle meşgul olan kim­selerin, biraz önce işaret ettiğimiz samimî inançlarını da yıkmakta ge­cikmedi; çünkü kendi aralarında alıp verdikleri hadîsler arasına, hiç kim­senin bilmediği bir takım sözler sızmış, hadîs adı altında, halk arasında dolaşmaya başlamıştı. Tanınmış hadîsçilerden Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110)' e isnad edilen bir söz, bunu teyîd eden bir manâya sahiptir. Bu sö­zünde İbn Şîrîn şöyle demektedir: "İlk zamanlar isnad sormuyorlardı; ne zamanki fitne zuhur etti; bize kendilerinden rivayet ettiğiniz kimselerin isimlerini söyleyin, demeye başladılar. Ehl-i sünnetten olanlara bakıyorlar ve onların hadîslerini alıyorlar; ehl-i bid'attan olanlara bakıyorlar, onların hadîslerini de terkediyorlardı." [274]

Hicrî 110 senesinde vefat eden îbn Sîrîn'den nakledilen bu söz, hadîs rivayetinde isnad tatbikinin fitne ile başladığını göstermektedir. Rivayette isnad tatbiki, hiç şüphesiz, hadîsleri garanti altına almak ve sahtelerinden korumak gayesine matuf olmak gerekir. Çünkü isnadın kullanılması, hadîsi rivayet eden râvilerin her yönden bilinmelerini gerektirir. Nitekim İbn Şîrîn, bunu, yukarıdaki sözünde belirtmiş ve "ehl-i sünnetten olanların hadîslerinin alındığını, bid'at ehlinden olanların hadîslerinin ise, ter-kedildiğini" söylemiştir. Sufyân es-Sevrî (Ö. 161)'nin "râviler yalana baş­vurunca, biz de onlar için tarihi kullandık" sözü de  [275]bunu teyîd eder. Buna göre, şu gerçek açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, rivayetlerde isnad kullanılmasına, fitne ile birlikte başlayan vaz' (uydurma) faaliyeti sebep ol­muştur; çünkü fitne, dahilî karışıklık, isyan ve insanların biribirlerini öl­dürmelerine kadar varan kavga demektir. Filhakika Osman İbn Affân'm hilâfetinde böyle bir karışıklık olmuş ve Osman şehîd edilmiştir. Onun ye­rine halîfe seçilen Alî İbn Ebî Tâlib zamanında bu karışıklık daha da şid­detlenmiş ve bilindiği gibi, Hazreti Peygamberin eşi Âişe ve taraftarları ile Âlî ve taraftarları arasında, Basra civarındaki çöllerde İslâm tarihinin "Cemel Vak'ası" denilen meşhur çatışması meydana gelmiş, Talha ve Zubeyr gibi tanınmış bazı sahabîler bu çatışmada şehîd düşmüşlerdir. Buna benzer başka bir çatışma, daha sonraları, yine Alî ve taraftarları ile Şâm valisi Mu'âviye ve taraftarları arasında Sıffîn mevkiinde vukubulmuştur. Her ne kadar bu karşılaşmada İki tarafın hakeme başvurmaları sebebiyle kan dö­külmemiş ise de, hakemler Alî'yi hilâfetten uzaklaştırmışlar, onun yerine de Mu'âviye'yi halîfe tayîn etmişlerdir. İşte İslâm'ın daha birinci yarısı içinde ortaya çıkan bu hâdiseler, müslümanların fırka ve hiziblere ayrılmalarının başlıca âmili olmuştur. Nitekim Mu'âviye'ye halîfe olarak be/at edil­mesinden sonra, bir taraftan hilâfetin Alî'nin hakkı olduğu ve Mu'âviye'nin bu hakkı ondan gasbettiği görüşüne sahip olarak Alî etrafında Şî'a adiyle bir hizib teşekkül ederken, diğer taraftanda, hilâfeti Mu'âviye'ye teslim et­tiği için Alî'ye karşı hurûc eden, fakat Mu'âviye'ye de karşı olan ve hepsini birden işledikleri büyük günâhlar sebebiyle tekfir eden Havâric fırkası or­taya çıkmıştır. Bunları, zamanla, kendi aralarındaki bölünmeler takip etmiş, ayrıca müdafa ettikleri itikadı görüşler dolayısıyle, o zamana kadar müslümanların sahip oldukları görüşlerden ayrılan Cebriyye, Kaderiyye, Murci'e, Mutezile gibi akaid mezheblerinin ortaya çıktığı görülmüştür.

Bu açıklama, şu hususu açıkça ortaya koymuş olmaktadır ki, müs-lümanlar arasında oldukça erken bir devirde başlayan ihtiâflar ve bu ihtilâflar neticesinde ortaya çıkan siyasî ve itikadı fırka ve mezhebler, mevzu hadîslerin zuhurunda en büyük rolü oynamıştır. Şöyle ki:

Bir taraftan siyasî, diğer taraftan itikadî fırka ve mezheblerin doğuşu, müslümanlar arasındaki mücadeleyi şiddetlendirmiş, her fırka ve mezheb, kendi görüşünde haklı olduğunu ileri sürerken muhalifini tekfir etmektende çekinmemiştir. Böyle ortamlarda insanın kendisi için haklılık, başkaları için ise, haktan uzak olmak iddiası, ancak güvenilebilir bir delil bulunması halinde kuvvet kazanır. Eğer iddia dînî bir mahiyet arzediyorsa, ona kuvvet kazandıracak delilin de dînî olmasına bilhassa dikkat edilir. İslâm'ın baş­langıcında ortaya çıkan bu fırka ve mezhebler, şüphesiz dînî bir hüviyete sahip bulunuyorlardı ve delilleri de - bulabildikleri nisbette - Kur'ân âyetlerine ve Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîslere dayanıyordu. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki, bir görüşün hem müdafii, hem de muarızı için bu iki kaynaktan da birer delil bulma imkânı yoktur. Hele o görüş İslâm dînine tam manâsı ile aykırı ise, hiçbir taraftar onu teyîd eden bir nass bulamaz.   İşte böyle hallerde, taraftarın, hikmetli, kendi görüşüne uygun bir söze hadîs süsü vermesi ve böylece görüşünü bununla teyîd ve takviye etmesi işten bile değildir.

İşte, yukarıda zikrettiğimiz Muhammed İbn Sîrîn'in hadîs rivayetinde isnad kullanılmasının fitneden sonra başladığını ifade eden sözlerini bu açı­dan değerlendirmek gerekir. Fitneden sonra ortaya çıkan çeşitli fırkalar, kendi görüşlerine destek olabilecek dînî bir nassa ihtiyaç duydukları zaman hadîs vaz'ına başvurmuşlardır. Buna karşılık hadîsçİler de, Hazreti Pey­gamberin hadîslerini onların tasallutundan korumak için, hadîs rivayet edenlere rivayet ettikleri hadîsleri kimlerden aldıklarını sormaya ve ilk kaynağa inmeye başlamışlardır.

İslâm tarihinde hadîs vaz'ınm, bu fırkaların zuhuru ile başladığını teyîd eden çeşitli haberler vardır. Bu haberlerden birisi, bilhassa Şî'anın ta­nınmış imamlarından olan Nehcu'l-belâğa şârihi îbn Ebi'l-Hadîd'e aittir ve açık yürekle ortaya konmuş bir itiraf sayılır. İbn Ebi'l-Hadîd şöyle der: "Bil ki, faziletlerle ilgili yalan hadîslerin aslı Şî'a yönünden gelmiştir. Onları hadîs vaz'ına sevkeden âmil hasımlarının düşmanlığı idi... Ne zaman ki Bekriyye Şî'anın bu faaliyetini gördü, onlar da kendi imamları hakkında Şî'anın hadîslerine mukabil başka hadîsler vazettiler." [276] İbn Teymiye'nin İbnu'l-Cevzî'den naklen zikrettiği şu sözler de, îbn Ebi'l-Hadîd'in görüşünü teyîd eder: "Alî'nin fazîletleriyle ilgili sahîh hadîsler çoktur; fakat râfızîler bunlarla yetinmemiş, uydurabildikleri kadar hadîs uydurmuşlardır". [277] Abdurrahman İbn Mehdî (Ö. 198) ile Mâlik İbn Enes (Ö. 179) arasında geçen şu konuşma, aynı konuda dikkata şayandır: "Yâ Ebâ Abdülah! Biz sizin beldede (Medine'de) dört yüz hadîsi ancak kırk günde işittik. Burada (Irak'ta) ise, bunların hepsini bir günde işitiyoruz"? Mâlik ona şu cevabı verir: "Yâ Abdarrahman! Sizin darbhaneniz bizde ne gezer. Öyle bir darb-hane ki, gece basıp gündüz dağıtıyorsunuz"'', [278]

Abdurrahman îbn Mehdî, Basralı meşhur bir imam olup Mâlik'in ta-lebelerindendir. Medine'de hadîs işitmenin güç olduğunu, Irak'ta ise, in­sanın kısa zamanda pek çok hadîs işitebileceğini söylediği zaman, Mâlik, Irak'ı darbhaneye benzetmiş ve para basılır gibi burada hadîs vazedildiğini söylemek istemiştir. Mâlik'in Irak hakkındaki bu görüşü, oranın, Şî'anın merkezi olması dolayısıyledir. Hadîsleri ilk defa tedvin etmekle şöhret kazanan İmam îbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124)' nin "eğer şark tarafından bil­mediğimiz ve kabul etmediğimiz bir takım hadîsler gelmemiş olsaydı, ne bir hadîs yazardım, ne de yazılmasına izin verirdim."   sözünde'  [279]zikredilen

"şark taran" ile kasdedilen yer de yine Irak'tır ve Zuhrî bu sözü ile mevzu hadîslerin burada yayılmaya başladığını belirtmek istemiştir.

Şî'a tarafından başlatılan hadîs vaz'ının başlıca gayesi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Alî'nin ve Ehl-i Beyt'in faziletlerini ortaya koymak ve buna dayanarak hilâfetteki haklarını isbat etmekti. Mevzuat kitaplarında bunun çeşitli örneklerini görmek mümkündür. Meselâ:

"Melekler, bana ve Alî İbn Ebî Tâlib'e yetmiş sene duada bulundular. Lâ ilahe illa'llah şehadeti arzdan semaya, ancak, benden ve Alî'den yük-se/ir".[280] Açıklandığına göre hadîsin râvisi Abbâd İbn Abdi's-Samed gulât-ı şî'adandır ve rivayet ettiği hadîslerin hepsi Alî'nin fazîletleriyle ilgilidir. [281]

"Alî'ye bakmak ibadettir". [282]

"(Alî'ye hitaben:) Sen ve şî'an cennettedir. [283]

"Kıyamet günü, Allah, bana ve Alî'ye diyecektir ki: Sizi sevenleri cen­nete, size düşman olanları da cehenneme sokun". [284]

"(İbn Mes'ûd'tan:) Cin taifesinin Hazreti Peygamberi ziyaret ettiği gece onun yanında idim. Ölümün kendisine haber verildiğini söyledi. Halîfe tayin et, dedim. Kimi diye sordu. Ebu Bekr, dedim. Sustu. Aradan uzun bir süre geçti. Sonra yine derin bir nefes aldı. Neyin var ey anam babam Rasulullah, dedim. Bana ölümüm haber verildi, dedi. Yine halîfe tayin et dedim. Kimi? diye sorunca, Alî İbn Ebî Tâlib'i diye cevap verdim. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yenim ede­rim ki, ona itaat ettikleri zaman hepsi cennete girer. [285]

Şî'a, Alî hakkında bu çeşit rivayetleri müslümanlar arasında yayarken, Şî'aya karşı hiç de sempati beslemeyen ve hattâ onlarla mücadelenin zo­runlu olduğuna inanan Emevî taraftarları da, Mu'âviye'nin Alî'den hiç de aşağı olmadığını isbat etmek gerektiğini hissetmiş ve onlar da Mu'âviye hakkında onun faziletlerini ortaya koyan hadîsler uydurmaya baş­lamışlardır. Bunlardan bir kaç Örnek de şöyledir:

"Cibril (a.s.) bana altından bir kalemle indi ve dedi ki: Aliyyu'1-A'lâ sana selâm ediyor ve diyor ki: Habîbim! Sana, Mu'âviye İbn Ebî Sufyân'a ve­rilmek üzere Arşımın üstünden bir kalem gönderdim; bunu ona ulaştır ve bu kalemle Âyetu'l-Kursî'yi yazmasını, harekelemesini ve noktalamasını emret; zira ben, onun yazıldığı saatten Kıyamet Gününe kadar Âyetu'l-Kursî'yi okuyanların adedi kadar Mu'âviye'ye sevab yazdım. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, yanında bulunanlara Mu'âviye'yi bana kim getirecek? dedi. Ebû Bekr kalktı ve biraz sonra onu elinden tutup getirdi. Selâmlaştılar. Hazreti Peygamber Mu'âviye'ye: Yâ Ebâ Abdirrahman! Bana yaklaş, dedi. Mu'âviye yaklaştı. Hazreti Peygamber kalemi ona verdi ve şöyle dedi: Ey Mu'âviye! Bu, Rabbımın Âyetu'l-Kursî'yi yazman için Arş'ının üstünden sana hediye ettiği kalemdir. Kendi hattmla yazacaksın, ha­rekeleyip noktalayacaksın ve bana arzedeceksin. Sana bu kalemi ver­diğinden dolayı Allah'a hamd ve şükr ederim. [286]

"Allah katında güvenilir üç kişi vardır: Cibril, ben ve Mu'âviye. [287]

' "Allah, vahyini, gökte Cibril'e, yerde de Muhammed (s.a.s.)'e ve Mu'âviye îbn Ebî Sufyân'a emanet etti"'. [288]

"Rasûlullah (s.a.s.), Mu'âviye'ye bir ok verdi ve: Bunu cennette bana iade edersin, dedi. [289]

Emevîler   adına  bu   çeşit  hadîsler  vazedilip  yayılırken,   Emevîlerle hilâfet kavgasına girişen ve ikinci hicrî asrın ilk yarısında idareyi ele alarak yeni bir devlet kuran Abbâs oğulları da hadîs vaz'ı yansında geri kalamazlardı ve onların da hilâfette hak sahibi olduklarını isbat edecek de­lilleri bulunmalı idi. Gerçekten Abbasî taraftarları bu çeşit deliller bul­makta güçlük çekmediler. Onlar da diğerleri gibi, uydurdukları hadîslerle hilâfetteki haklarını isbat etmeye çalıştılar. İşte bu hadîslerden bir kaçı:

"(Alî'den nakledilmiştir:) Hazreti Peygamberin yanında bulunuyorduk ki Abbâs İbn Abdi'l-Muttalib çıkageldi. Hazreti Peygamber onu görünce şöyle dedi: Bu, Abbâs îbn Abdi'l-Muttalib, benim hem babam, hem amcam, hem de vasim ve vârisimdir". [290]

"(İbn Abbâs'tan nakledilmiştir:) Hazreti Peygamber, Alî îbn Ebî Tâlib'in de bulunduğu bir toplulukta Abbâs'a şöyle dedi: Mülk (hü­kümdarlık), oğullarında olacaktır. Sonra Alî'ye döndü ve ona da şöyle ,;tap etti: Senin oğullarından hiçbiri buna sahip olamayacaktır'. [291]

"İşte bu (Abbâs), Kureyş'in en cömerdi ve en büyük hâmisi, kırk halîfenin babasıdır. Es-Saffâh, el-Mansûr ve el-Mehdî onun oğullarmdandır. Ey Amca! Allah bu işi benimle başlattı, senin oğullarından birisiyle sona erdirecektir. [292]

Müslümanlar arasındaki siyasî ihtilâflar, vazedilen bu çeşit hadîslerle körüklenip şiddetlendirilirken, ortaya çıkan bazı itikadı mezhebler de, sahip oldukları İslâm dışı inançlarını teyîd edebilmek için hadîs vaz'mdan fay­dalanma yolunu tutmuşlardır. Meselâ bunlardan birisi olan ve birinci asrın ikinci yarısında ortaya çıkmış bulunan Murci'e, îman ile ameli birbirinden ayırmak ve masiyetin îmana zarar vermeyeceği ve dolayısıyle îmanda artma ve eksilme olmayacağı görüşünü benimsemekle şöhret kazanmış bir mez-hebtir. Bu görüşü teyîd eden ve hadîs süsü verilen bir takım sözlerin bu mezheb taraftarlarınca vazedildiğine şüphe yoktur. Bu sözlerden birkaçı şöyledir:

"Her kim îmanın artıp eksildiğini iddia ederse, (bilsin ki) artması nifak, eksilmesi ise, küfürdür. Böyle kimseler, eğer tövbe ederlerse ne âlâ; aksi halde boyunlarını kılıçla vurun. Bunlar, Rahman (olan Allah'ın) düş­manlarıdır. Allah'ın dinini parçalamışlar, küfre intisab etmişler ve Allah'a nıuhasım olmuşlardır. Allah, yeryüzünü bunlardan temizlesin. Haberiniz olsun ki, bunların namazları da, zekât ve hacları da makbul değildir. Ha­beriniz olsun ki, bunların dini de yoktur. Rasûlullah (s.a.s.) onlardan uzak­tır; onlar da Rasûlullah'tan". [293]

"Sekîf heyeti Hazreti Peygambere gelip îmanın artıp eksilmesi hak­kında bir sual sormuş, Hazreti Peygamber de onlara şöyle demiştir: Hayır; iman sabit dağlar gibi kalplerde yerleşmiştir. Artması da eksilmesi de küfurdür. [294]

"İman kavildir; amel, onun şeraiidir; artmaz ve eksilmez. [295]

"Şirk ile birlikte hiçbir şey fayda vermediği gibi, îmanla birlikte hiçbir şey zarar vermez". [296]

Murci'e, görüşlerini, vazettikleri bu çeşit hadîslerle teyide çalışırken, onların muhalifleri de, Murci'eyi kötülemek ve görüşlerini reddetmek için hadîs vazetmekten geri kalmamışlardır. Bunlar için şu örnekler zik­redilebilir:

"Bir murci'î, yahut bir kaderi ölüp de defnedilse, üç gün sonra kabirleri açıldığında, kıble cihetinden dönmüş oldukları görülür. [297]

"Rasûlullah (s.a.s.)'a Murci'e hakkında sorulduğu zaman şu cevabı verdi: Allah, Murci'eye lanet etsin. Bunlar, öyle bir kavimdir ki, amelsiz îman üzerinde konuşurlar; salât, zekât ve haccı farz saymazlar. Bunlar, ya­pılırsa iyidir, yapılmazsa bir şey lâzım gelmez, derler". [298]

"İman kavi ve ameldir; artar ve eksilir. Kim bundan başka bir şey söy­lerse, o, mübtedi'dir." [299]

Mutezile mezhebi, Allah'ın sıfatları hakkında getirdiği ta'tîl akidesi ili' de şöhret kazanmıştır. Bu akidenin bir neticesi olarak Kur'ân-ı Kerîm'İn mahlûk olduğu görüşünü ileri sürmüş ve halîfe el-Me'mûn'un bu mezhebi devletin resmî mezhebi olarak ilân etmesinden sonra da, onun yardımı ile müslümanları bu görüşe davet etmiştir. Halîfe el-Me'mûn, önce müs-lümanların ileri gelen imam ve fakîhlerinin ikrarını almak maksadıyle, başta Ahmed İbn Hanbel olmak üzere birçok tanınmış kimseye davetiye çı­karmış ve onları Kur'ân'm mahlûk olduğunu ikrara çağırmış, fakat müabet bir cevap alamamıştır. El-Me'mûn'dan sonra yerine geçen kardeşi el-Mu'tasım, daha sonra onun oğlu el-Vâsik zamanlarında, halku'l-Kur'ân inancını ikrar etmeyen İmamlara işkence edilmiş, fakat yine de bir netice alınamamıştır. Tarihte mihne adiyle şöhret kazanan bu hâdiseler, Mu­tezilenin tam bir başarısızlığı ile sonuçlanmıştır.

Mutezilenin, İslâmî hiçbir değeri olmayan halku'l-Kur'ân inancını müs-lümanlara zorla kabul ettirmeye kalkışmaları, bunun için de insanlık dışı yollara başvurmaları, büyük tepkilere yol açmıştır. Bazı müslümanlar dev­lete karşı harekete geçme teşebbüsüne girişirken, bazıları da, yine Hazreti Peygamberin hadîslerinden medet ummuşlar ve yukarıda Örneklerini gör­düğümüz hadîsler gibi, tepkilerini Hazreti Peygamberin ağzından dile getirmeye çalışmışlardır:

..Her ^dm Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söylerse kâfir olur'.[300]

"Göklerde ve gökle yer arasında, Allah ve Kur'ân müstesna, her şey mahlûktur. Kur'ân O'nun kelâmıdır; her şey onunla başlamış ve O'na dö­necektir. Ümmetimdem bazı kimseler çıkıp Kur'ân'm mahlûk olduğunu söy­leyeceklerdir. Her kim bunu söylerse, Allah'a küfretmiş olur. Böyle söyleyen kimseyi karısının hemen boşaması lâzımdır; zira mü'min olan bir kadının, kâfir bir erkeğin taht-ı nikâhında bulunması caiz değildir; meğer ki kadın, aynı sözü kendisinden ew*1 dememiş olsun"''. [301]

"Kur'ân Allah'ın kelâmıdır. Hâlık da değildir, mahlûk da.. Kim bundan başka bir şey söylerse kâfirdir"'. [302]

 

2. İslâm Düşmanlığı

 

İslâm tarihinin oldukça erken bir devrinde hadîs vaz'ının baş­lamasında ve büyük bir süratle yaygınlaşmasında rol oynayan siyasî ve iti­kadı ihtilâflar yanında, bu faaliyeti körükleyen ve mevzu hadîs sayısının artmasına yol açan başka sebepler de vardır ve bunların başında, içlerinde, İslâm'a ve müslümanlara karşı aşırı derecede kin ve düşmanlık besleyen zümrelerin faaliyetleri yer alır. Bilindiği gibi müslümanlar Medine'ye hicret edip orada ilk Şehir Devletini kurdukları zaman, henüz bu kçük şehrin ya­rısına bile sahip değildiler. Medîneli Ensar dışında, halkının yarıdan faz­lasını yahudîlerle henüz İslâm'a girmemiş müşrik Araplar teşkil ediyordu. Bununla beraber, hicretten on sene gibi çok kısa bir zaman sonra, yâni Haz-reti Peygamberin vefat ettiği senelerde, İslâm Devleti, bütün Arabistanı, Cenubî Irak'ı ve Filistin'i de içine alarak Avrupa kıt'ası kadar geniş bir sa­haya yayılmış bulunuyordu. İslâmiyetin bu kadar kısa bir zaman içerisinde be derece süratle yayılması ve hele, o sıralarda Fürslerin sahip oldukları im­paratorluğa son vermesi, hükümranlıkları elinden alınmış bu kavimlerin bütün kin ve gayızlarını yeni dîn ile bu dînin mensuplarına yöneltmişti. Ancak, şân ve şerefleriyle birlikte harp gücünü de kaybetmiş olan bu mil­letler, İslâm'dan intikam almak için akaidine fesad sokmak ve müs-lümanlarm vahdetini parçalamaktan başka kendilerinde hiçbir kuvvet bu­lamamışlardı. Bu sebeple İslâm'a gurup gurup girmeye başlamışlar, bazen zühd ve takva, bazen felsefe ve hikmet örtüsüne bürünerek, fakat asıl mak­satlarım içlerinde gizleyerek müslümanlar arasında yayılmışlardır. Zındık ismiyle tanınan bu kimseler, Kur'ân üzerinde herhangi bir tebdîl ve tağyîr yapamadıkları için, bütün güçleriyle Hazreti Peygamberin hadîslerine yö­nelmişler ve uydurdukları binlerce hadîsle İslâm akaidini teşviş etmeye ve müslümanların kalblerinde şüphe yaratmaya çalışmışlardır. Zındıkların ne kadar hadîs vazettiklerini anlamak için şu misali hatırlamak yeterlidir. Abdu'l-Kerîm îbn Ebi'1-Avcâ' , hadîs vaz'ından dolayı öldürülmek üzere ya­kalandığı zaman, suçunu itiraf etmiş ve dört bin hadîs uydurduğunu, bu hadîslerle helâli haram, haramı da helâl kıldığını söylemiştir''. [303]

Zındık tabiri, umumiyetle, zahiren müslüman olan, fakat içinde küfrü gizleyen kimseye ıtlak olunmuştur. Zındıklar, daha ziyade mecûsî dînine mensup olan, yahut Mani ve Senevi akaidini benimseyen, iki ilâha ibadet eden kimselerdir. Abbasî devrinde itikadı bozukluğun yaygınlaşması ve din­sizliğin açığa vurulması dolayısıyle ulûhiyyeti inkâr eden herkese zındık adı verilmiştir.

El-Gazalî, "küfr" ün bir hukm-i şer'î olduğunu ve nass veya kıyasla bi­linebileceğini açıklarken, yahudî ve hıristiyanlar hakkında nass vârid ol­duğunu, brahman, senevî ve dehrîlerin bitarîkılevlâ bunlara iltihak ede­ceğini belirtmek suretiyle, zındıkları, seneviyye ve dehriyye cümlesinden olarak zikretmiş'', [304] bir başka yerde ise, "kâinatın tedbirli, âlim ve muk­tedir bir yaratıcısı bulunduğunu inkâr eden, onun eskiden beri ken­diliğinden böylece mevcut olduğunu, hayvanın nutfeden, nutfenin de hay­vandan meydana geldiğini, eskiden beri böyle olduğunu ve ilelebed de böyle olacağını ileri süren" dehrîlerden bahsederken de, "işte zındıklar bunlardır" demek suretiyle',  [305]dehriyye ve zandakayı, yahut zındık ve dehrîyi mü-radif iki isim olarak kullanmıştır.

Zındıkların İslâm tarihinde zuhuru, Emevî idaresinin sonlarına rast­lar. Halîfe el-Velîd İbn Yezîd İbn Abdi'l-Melik'in mürebbii Abdu's-Samed îbn Abdi'l-Â'lâ'nm zındık olduğu söylenir''. [306] Keza son Emevî halîfesi Mervân İbn Muhammed'in mürebbii Ca'd îbn Dirhem, Îbnu'n-Nedîm'in ifa­desine göre bir zındık idi''.[307] Halîfeye Mervân el-Ca'dî lakabının ve­rilmesine sebep olan Ca'd'',[308] müslümanlar arasında cebr, ta'tîl ve halku'l-Kur'ân akîdelerini yaymakla da şöhret kazanmıştı'.[309] Nitekim bu fa­aliyetlerini halîfe Hişâm İbn Abdi'l-Melik zamanında daha çok artırdığı için, halîfenin Irak'taki valisi Hâlid İbn Abdillah el-Kasrî tarafından bir

Kurban Bayramı sabahı hutbeyi müteakip boğazlanarak öldürülmüştür.[310] Zındıkların İslâm Dîni ve akaidi üzerinde bıraktıkları kötü iz çok derin olmuştur. Bununla beraber, Allah'a şükürler olsun ki, tehlikenin bü­yüklüğünü çok erken bir devirde farkeden hadîs imamları, ortaya koy­dukları rivayet ve tahammül, cerh ve ta'dîl kurallarıyle sahîh hadîsi sakîminden, gerçek hadîsçiyi sahte ve yalancısından ayırt ederek, İslâm akaidini, ona kasdedenlerin şerrinden korumaya muvaffak olmuşlardır. [311]

 

3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları

 

Hadîs vaz'ına sebep olan âmillerden bir diğeri, değişik ırklara, kabilelere ve mezheblere mensup kimseler arasındaki münakaşalar ve mü­cadelelerdir. Bu mücadelelerde her birinin, kendi mensup olduğu topluluğu veya bu topluluğun reisini, yahut imamım övmesi, buna karşılık muhalifi ol­duğu diğer toplulukların reis veya imamlarını yermesi, çok defa, bu ko­nularda uydurduğu ve Hazreti Peygambere isnad ettiği hadîslerle takviye edilmek istenmiştir. Bazı taraftarların, kendi topluluğu adına gösterdikleri bu aşırı taassup, insanı hayretler içinde bırakan uydurma hadîslerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunun en güzel misali, Ebû Hanîfe ile eş-Şâfi'î hakkında uydurulan hadîslerdir. Enes îbn Mâlik'ten merfû olarak rivayet edilen bu mevzu hadîs, İmam Şâfi'î düşmanlığı ile, İmam Ebû Hanîfe sev­gisini taassup derecesine varan bir ifade ile aksettirmektedir. Me'mûn İbn Ahmed es-Sulemî veya Ahmed İbn Abdillah el-Cuveybârî tarafından uy­durulduğu belirtilen bu hadîste şöyle denilmiştir:

"Ümmetim arasından Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î) adında biri çı­kacaktır; bu adamın ümmetime zararı, iblisin zararından çok daha büyük olacaktır. Yine ümmetim arasından Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak ve bu adam, ümmetimin ışığı olacaktır" [312]

Muhtelif şehirlerin, günlerin, ayların ve yiyecek maddelerinin medhi veya zemmi ile ilgili bu çeşit uydurulmuş ve Hazreti Peygambere isnad edil­miş pek çok haber vardır. Mevzû'ât kitapları bu çeşit haberlerle doludur. [313]

 

4.Va'z ve Hikâyeler

 

Cami ve mescidlerde, veya kalabalık halk topluluklarının bulundukları yerlerde, şöhret kazanmak ve hediye toplamak gayesiyle va'zeden ve va'zlarım dâima hikâyelerle süsleyen kimselere kassâs (çoğulu: kussâs) de­nilmiştir. Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarına doğru, fitne tabîr edilen dahilî karışıklıklarla birlikte zuhur etmeye başlayan bu hikayeciler, daha son­raları bütün İslâm âlemine yayılmış, cami ve mescidlerde halkın dînî his­lerini galeyana getirmeyi bir meslek ve sanat haline getirmişlerdir. Ko­nuşmalarındaki heyecan verici ustalık, çok defa, dinleyenleri coşturduğu için, halk arasında aranan, peşlerinden gidilen ve sözlerine güvenilen kim­seler olmuşlardır. Aslında bu hikayecilerden bazılarını, halkın büyük bir te­hacümle etraflarına toplanmasından başka bir şey ilgilendirmiyordu. Ka­zandıkları şöhret, hırslarım daha çok artırır, halkı heyecanlandırmak galeyana getirmek ve üzerlerindeki tesîri va'z boyunca devam ettirmek için akla hayale gelmedik hikâyeler uydururlardı. İşte, Hazreti Peygamberin hadîsleri üzerine gelen büyük belâlardan biri de, bu kassâs sınıfından gelmiştir. [314] Çünkü bunlar, uydurdukları hikâyelerin halk üzerinde daha çok müessir olması için , onları Hazreti Peygambere isnad etmekten çe­kinmezler, bunda herhangi bir günâh, bir bühtan görmezlerdi. Teessüf edi­lecek bir husus da, bu kimselerin, Hazreti Peygamber üzerine en büyük ya­lanları isnad etmelerine, halkın tetkik ve tetebbudan uzak en koyu câhilleri olmalarına rağmen, kendilerini dinleyecek kulak, tasdîk edecek dil, müdâfa edecek kol bulabilmeleri idi. Rivayet olunduğuna göre bunlardan ;jiri, Bağdâd camilerinden birinde, Kur'ân-ı Kerîm'in "Belki böylece Rabbın seni övülecek bir makama yükseltir" '  [315]mealindeki âyetini tefsir eder ve bu âyete istinaden Hazreti Peygamberin Allahu Ta'âlâ ile birlikte Arş üze­rinde oturacağım ileri sürer. Bu hâdise, meşhur müfessir Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'nin kulağına gider; hikayeciye kızar ve itirazını şid­detlendirir; kapısı üzerine de şöyle bir ibare yazar: Ne var ki et-Taberî'nin hikayeciye karşı bu davranışı, Bağdâd halkını galeyana getirir; evini taşa tutarlar; adetâ onu recmederler. Kapısı taş yı­ğını altında kaybolur. [316]

Bağdâd camilerinden birinde Zur'a isminde bir kâs (hikayeci) vardı. Meşhur İmam Ebû Hanîfe'nin anası, bir mesele hakkında fetva almak ister. Ancak Ebû Hanîfe'nin verdiği fetvayı "ben, senin sözünü değil, ancak Zur'a'nm sözünü kabul ederim" diyerek reddeder. Bunun üzerine Ebû Hanîfe anasını Zur'a'ya götürür ve ona: "Bu benim ananıdır; senden şu me­sele hakkında fetva istiyor" der. Zur'a: "Sen benden daha âlim ve fakîhsin; istediği fetvayı sen ver" deyince Ebû Hanîfe, "ben bu mesele hakkında şu fetvayı verdim" cevabını verir. Zur'a'nın "mesele Ebû Hanîfe'nin dediği gibidir" demesi üzerine kadın razı olur ve oradan ayrılırlar.[317]

Bu hikâye, kussâsm, halkın akılları üzerinde ne derece hükümran ol­duklarını göstermeye yeterlidir. Fıkıhta, ilimde, zekâ ve anlayışta en yüksek dereceye ulaşmış, şöhreti her tarafa yayılmış olan Ebû Hanîfe gibi bir imamın verdiği fetva ile anası kani olmuyor, hikayeci Zur'a'mn fetvasını istiyor.

Çoğu câhil olan ve yaptıkları işin tehlikesini de farkedemeyen bu kim­selerden bazısı iyi niyet sahibi olabilirler ve naklettikleri uydurma hadîslerle, halkın bilhassa ibadetlere karşı rağbetini artırmaya çalışırlar. Bazılarının da halk arasında şöhret kazanmak ve dolayısıyle mal ve mülk sahibi olmak niyetini güttükleri şüphesizdir. [318]Fakat bunlar, halkın en hayasızları idiler. Uydurdukları hadîslerin halk arasında tutulması için ez­berledikleri birkaç isnadı bu hadîslerin basma eklerler, sanki Hazreti Pey­gamberden sahîh isnadla rivayet edilmiş ve sanki kendileride isnadın ba­şında yer alan meşhur imamdan bu rivayeti almış gibi, büyük bir ciddiyetle onu tekrarlarlardı. Onların bu hayasızlığını aksettiren başka bir olay da, Ahmed îbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în'i hayret ve dehşet içinde bırakan bir haber olarak nakledilmiştir:

Bir gün Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în, Bağdad'm er-Rusâfe mes­cidinde namazlarını kılmışlardı ki, va'zetmek için kürsüye çıkan bir şahıs diyerek şu hadîsi rivayet eder: "Bir kimse la ilahe illa'llah derse, Allah, bu sözün her kelimesinden bir kuş yaratır; bu kuşun gagası altından, tüyleri de mercandandır..." Bu ibarelerle başlayan hikâye, yirmi varak kadar tutmaktadır. Hikâyeyi işiten Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în şaşkınlık içinde birbirlerine bakarlar ve, "sen bunu rivayet ettin mi?" diye birbirlerine sorarlar. Fakat her ikisi de bu kıssayı hemen orada işittiklerini söylerler. Nihayet va'z bite ve Yahya İbn Ma'în, eliyle vaizi yanlarına ça­ğırarak anlattığı bu kıssayı kimden işittiğini sorar. Adam: Ahmed İbn Han­bel ve Yahya İbn Ma'în'den" deyince, Yahya: "Ben Yahya İbn Ma'în, bu da Ahmed İbn Hanbel; biz hiçbir zaman Hazreti Peygamberin böyle bir hadî­sini işitmedik." der. Bunun üzerine adanı şu cevabı verir: "Ben, Yahya îbn Ma'în'in bu derece ahmak olduğunu bilmiyordum; fakat şu anda öğrenmiş oldum. Sanki sizden başka Yahya îbn Ma'în ve Ahmed îbn Hanbel yok. Ben, on yedi tane Ahmed îbn Hanbel ve Yahya îbn Ma'în'den hadîs yazdım". Bu sözler üzerine Ahmed îbn Hanbel, eliyle yüzünü kapatarak "bırak gitsin" der. Adam, her ikisiyle de istihza eder bir halde yanlarından uzaklaşır. [319]

 

5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu

 

Dünya nimetlerini âhıret nimetlerine tercih ederek halîfe veya emirlerin heveslerine göre fetvalar veren kimseler, hacet ânında hadîs uy­durmaktan da çekinmezler. Bilhassa Abbasî devrinde görülen bu gibi olay­lar, bazı halîfelerin, Emevîleri halkın gözünden düşürmek için böyle kim­selerden istifade ettiklerini ve Emevîler aleyhine çeşitli hadîsler uydurulmasına yol açtıklarını göstermektedir. El-Hâkim'in Hârûn İbn Ebî Abdillah tarîkıyle babasından naklettiği bir haber, tefsîriyle şöhret ka­zanmış olan Mukâtil İbn Süleyman'ın halîfe el-Mehdî'ye yaklaşmak mak-sadıyle Abbâs hakkında nasıl hadîs uydurabileceğini göstermesi bakımın­dan şâyân-ı dikkattir. [320]Yine el-Mehdî ile ilgili bir başka olay, kezzâb (ya­lancı) Gıyâs İbn İbrahim en-Naha'î'nin halîfeye yaklaşmak için böyle bir te­şebbüse giriştiğini gösterir. Bu şahıs, halîfenin yanma girdiği zaman, onun, bir güvercinle oynadığını görmüş ve hemen şu hadîsi rivayet etmiştir:

 (Müsabaka, yalnız okla, yahut tırnaklı hayvanlarla, yahutta kanatlı hayvanlarla yapılır). Bu hadîs, aslında, sonunda yer alan "kanatlı hay­vanlar" ibaresi olmaksızın Sunen-i Erba'a'da nakledilen sahîh hadîslerden­dir. Fakat Gıyâs, halîfenin endişesini gidermek, daha doğrusu ona ya­ranmak ve bu suretle hediye koparmak için hadîsin sonuna "yahut kanatlı hayvanlar" ibaresini ilâve etmekten çekinmemiş ve böylece güvercin gibi ka­natlı hayvanların da diğerleri gibi müsabakalar için beslenebileceğine Haz­reti Peygamberin ağzından izin vermek istemiştir. Vakıa halîfe, Gıyâs'm maksadını anlamış ve ona bir miktar para da vermiş olsa bile, sonunda "gö­rüyorum ki kafan, Hazreti Peygamber adına yalan söyleyen bir kezzabın ka­fası" diyerek onu huzurundan kovalamış, güvercinleri de öldürtmüştür''. [321]

 

6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu

 

Siyasî ihtilâflardan sonra nıüslümanlann çeşitli fırka ve hiziplere ay­rıldığını, bu tefrikanın her fırkayı, kendi görüşlerini teyîd etmek nıaksadıyle hadîs vaz'ına yönelttiğini yukarıda açıklamıştık. Müslümanlar arasındaki bu tefrika, birçok kimseyi endişeye sevkediyor ve durumu büyük bir üzüntü içinde takip ediyorlardı. Bunlar arasında zühd ve takva yönünden kuvvetli, fakat Dînin asıllarına câhil olan bazı kimseler vardı ki, nıüslümanlar ara­sındaki   bu ihtilâfları izale etmek ve fırkaları birbirine yaklaştırmak için hadîs vaz'ım mubah görüyorlardı. Kendilerine Hazreti Peygamberin men kezebe aleyye mute'ammiden... hadîsi hatırlatıldığı zaman "biz ona yalan isnad etmiyoruz; fakat onun için yalan söylüyoruz" diyorlardı.[322] Halbuki bu söz, onların cehaletlerinden ve akıllarının dînî meselelere ermemesin-den kaynaklanıyordu. Yoksa Hazreti Peygamber, Dînin kemali ve fazlı için yalana ve yalancılara muhtaç değildi. [323]

Zâhid ve sâlih kimselerin vaz ettikleri hadîslerin çoğu, Kur'ân sûrelerinin fazîletleriyle ilgili idi. Bu çeşit haberleri rivayet eden Nûh İbn Ebî Meryem'e "Kur'ân sûrelerinin faziletleri hakkında Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan naklettiğin bu haberleri nereden buluyorsun? Halbuki bunlar, Ik-rime'nin ashabında bile yok." denildiği zaman, Nûh şu cevabı vermiştir: "Halkın Kur'ân'dan uzaklaştığını ve Ebû Hanîfe fıkhı ile İbn İshâk'm Mağâzî'sine fazla düştüğünü görünce, bu hadîsleri uydurdum". [324]

Hadîs vaz'ma sebep olan daha birçok âmiller vardır. Biz, bunlardan, usûl kitaplarında, üzerinde en fazla durulmak suretiyle şöhrete ulaşmış bazı örnekler verdik. Daha fazla bilgi almak için mevzû'at kitaplarına başvurmak gerekir. [325]

 

c) Mevzu Hadîslerin Bilinmesi

 

Çeşitli konularda ortaya çıkan mevzu hadîslerin malzemesi, çok defa, yalancıların kendi görüş ve düşüncelerinden ibaret olmuştur. Bu görüş ve düşünceleri, hadîs uydurucuları (el-vaddâ'), kudretleri nisbetinde mu'ciz söz­lerle ifade etmeye çalışmışlar ve başına, halkın itimad ettiği hadîs imam­larının isimlerinden müteşekkil bir isnad ilâve etmişlerdir. Bazen bu kim­selerin, hadîs uydurmak için malzeme sıkıntısı çektikleri de görülmüştür; bu takdirde başvurdukları kaynaklar, bazı hukemânm sözleriyle eski Arap darb-ı meselleridir [326]Uydurmak istedikleri konu ile ilgili olarak, bun­lardan seçtikleri sözlere, yine muttasıl isnadlar eklemişler ve Hazreti Pey­gambere nisbet ederek, onun sözü imiş gibi halk arasında yaymışlardır.

Hadîs ilminin erken bir devirde gelişmiş, usûl ve kaidelerinin kesinlik kazanmış olması dolayısıyle, mevzu hadîslerin, sahîh hadîsleri bünyesinde eritmesine, veya yok etmesine meydan verilmemiş, isnad ve metinlere vâkıf olan muhaddisler, vazettikleri kaidelerle mevzu olanları sahîh olanların arasından ayıklamak imkânını bulmuşlardır.

Bir hadîsin mevzu olduğuna çeşitli şekillerde hükmedilir; ancak onu uyduran râviye nisbetle verilecek hüküm, insanda hâsıl olan zann-ı gâlib yolu iledir; kesin değildir; çünkü çok yalancı olan bir kimsenin bazen doğru söylemiş olması da mümkündür. Böyle bir kimse tarafından rivayet edilen hadîs hakkında mevzu hükmünü vermek, o kimsenin rivayetinde doğru ola­bileceği İhtimali dolayısıyle zanna dayanır; ancak bu zan, râvinin yalancı olarak bilinmesi dolayısıyle de gerçeğe yakındır ve hadîs hakkında sahîh hükmünden ziyade mevzu hükmünün verilmesini sağlar. Diğer taraftan, bu hükmü verecek olan hadîs imamları, sahip oldukları kuvvetli meleke, par­lak zihin, geniş anlayış ve hükme mesned teşkil eden karinelere derin vukuf sayesinde, hadîslerin mevzu olanlarını diğerlerinden ayırt etmekte güçlük çekmezler.

Burada, mevzu hadîslerin bilinmesine yardım eden belli başlı özel­likleri birkaç madde halinde kısaca zikredeceğiz. [327]

 

1. Hadîs Uyduranın İtirafı

 

Bazı mevzu hadîsler, taşıdıkları özelliklere bakılmaksızın, onları bizzat uyduran kimselerin, uydurduklarını itiraf etmeleriyle anlaşılır. Nitekim yu­karıda ismi geçen Nûh İbn Ebî Meryem, Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan ri­vayet ettiği Kur'ân sûrelerinin fazîletleriyle ilgili hadîsleri, halkın Kur'ân'a karşı rağbetini artırmak için uydurduğunu bizzat itiraf etmiştir.[328]

Bunun gibi, Meysere îbn Abdi Rabbih de, zühd ve takva sahibi ol­masına, dünyevî şehvetlerden şiddetle kaçınmasına ve ölümü üzerine bütün Bağdâd çarşısının kapanacak kadar şöhretli olmasına rağmen, hadîs vazederdi. Kendisine "fulân sûreyi okuyan kimse şu kadar ecir, fulân sûreyi okuyan kimse de bu kadar ecir kazanır, gibi ifadeleri ihtiva eden bu çeşit hadîsleri kimden aldın?" denildiği zaman, halkm rağbetini artırmak için va­zettim" demiştir.[329] Keza Ömer İbn Subh da, Hazreti Peygamberin bir hut­besini vazettiğini kendisi söylemiştir.

Bazen râvi, hadîsi uydurduğunu itiraf etmese bile, rivayet ettiği hadîsle ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevap da, hadîsin onun tarafından vazedildiğini ortaya koyabilir ki, bu da, itirafa yakın bir beyan veya açıklama sayılır. Meselâ şeyhinden rivayet eden bir şahsa ne zaman doğduğu sorulur; râvinin cevap olarak verdiği tarih, gerçekte, şeyhin ölümünden çok daha sonraki bir devre rastlar ve anlaşılır ki bu râvi, o şeyhe

hiçbir zaman mülâki olmamıştır. Diğer taraftan, şeyhten rivayet ettiği hadîs de ancak bu râvi vasıtasıyle bilinir; yâni başka hiç kimse, o şeyhten böyle bir hadîs rivayet etmemiştir. Bu hususlar gözönünde bulundurularak o hadîsin mevzu olduğuna hükmedilir. [330]

 

2. Râvide Bulunan Karineler

 

Rivayet olunan bir hadîsin, zamanla, mekânla ve çevredeki olaylarla il­gisi veya o hadîsi nakleden râvinin, zaman, mekân ve olaylara karşı özel bir ilgi göstermesi, hadîsin hemen o anda uydurulduğuna delâlet eder. Eğer hadîsin o râviden başka râvisi yoksa ve hiçbir yönden bilinmiyorsa, onun mevzu olduğuna hükmedilir. Râvinin halinden karîne ile mevzu olduğuna, hükmedilen böyle bir haber, el-Me'mûn îbn Ahmed ile ilgilidir. Bu şahsın önünde el-Hasanu'1-Basrî'nin Ebû Hureyre'den hadîs işitip işitmediği me­selesi ortaya atılıp münakaşa edilince, el-Me'mûn, bir isnadla hemen şu hadîsi nakledivermiştir. [331]

Râvinin herhangi bir mezhebe taassub derecesindeki bağlılığı da, mez-heble ilgili olarak rivayet ettiği hadîslerde vaz'a delâlet eden karinelerden sayılır. Meselâ bir râfızînin Ehl-i Beytin faziletleri hakkındaki rivayeti bu cümledendir. Yukarıda adı geçen Me'mûn İbn Ahmed'in yanında eş-Şâfi'î'den bahsedilir; Me'mûn isnadı ile hemen şu hadîsi ileri sürer: "Üm­metim içinden Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î) adında bir adam çıkacak; bu adam, ümmetime iblisten daha zararlı olacak. Yine ümmetim içinden Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak; bu ise, ümmetimin ışığı olacak, üm­metimin ışığı olacak.[332]

Başka bir misal, Seyf İbn Ömer tarafından Sa'd İbn Tariften nak­ledilen şu haberdir: Seyf der ki: "Sa'd İbn Tarifin yanında idim. Bu sırada oğlu ağlayarak okuldan geldi. Onun hocası tarafından dövüldüğünü öğ­renince, hemen Ikrime'den ibn Abbâs tarîkıyle şu haberi zikretti: Sizin en şeririniz, çocuklarınızın muallimleridir. Bunlar, yetimlere en az rahmeti, kimsesizlere en sert olan kimselerdir"'. [333]

 

3. Hadîste Bulunan Karineler

 

Bir hadîsin mevzu olduğu, bazen de mervînin, yâni rivayet olunan hadîsin metninden anlaşılır. Vaz'a delâlet eden ve hadîsin metninde görülen karinelerin başında, tevîli mümkün olmayacak şekilde akla aykırı olması, Kitab (Kur'ân)'ın , yahut tevatür yolu ile sabit olmuş sünnetin, yahutta ke­sinleşmiş icmâ'm delâlet ettiği hükme aykırı bir hüküm getirmesi bulunur.

Bazen çok mühim bir olayı veya bir hükmü ifade etmesi dolayısıyle, tevâtüren sübût bulması, yahut hiç olmazsa kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmesi gerekirken yalnız bir kişi tarafından nakledilmesi; gayet küçük bir fiil için çok şiddetli bir va'îd (azâb ile korkutma), yahut yine önemsiz bir iş için büyük va'd (müjde) getirmesi de vaz'a delâlet eden karinelerdendir.

Akla aykırı olarak gelen mevzû'a misal, İbnu'l-Cevzî'nin Abdurrahman îbn Zeyd İbn Eşlem tarîkıyle babasından naklettiği şu iki hadîs gös­terilebilir:

"Nuh'un gemisi Beyt'i yedi defa tavaf etmiş, iki rek'at da namaz kılmıştır. [334]

"Yâ Rasülallah! Rabbımız neyden yaratıldı? diye sorulunca, o da şöyle demiştir. Akıp giden sudan. Ne gökten nede yerden. Allah atı yaratmış, sonra koşturmuş; at terlemiş; bundan da kendisini yaratmıştır". [335]

 

8.Metruk Hadîsler

 

İbn Hacer'in tarifine göre, Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (ya­lancılık) ile itham olunan, yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir ko­nuşmalarında kezzâb (yalancı) olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir.[336] Râvinin, Hazreti Peygamberin hadîsle­rinde yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarındaki yalanı dolayısıyle hadîs­te de yalancılıkla itham olunması, îbn Hacer'in tasnifinde cerh sebeplerinin ikincisini teşkil eder. Üçüncü, dördüncü ve beşinci derecelerde yer alan ta'n sebepleri ise, râvinin zabtına taalluk eden galatı, ve gafleti ile adaletine ta­alluk eden fışkıdır. İbn Hacer, biraz önce de zikrettiğimiz gibi, kizb ile itham olunan râvinin hadîsine metruk dediği halde, diğer üç hal ile ta'n edilen râvilerin hadîslerine - yine muhalefeti şart koşmayanların görüşlerine göre  munker denildiğini kaydeder. Metrûk'un tarifini İbn Hacer'e atfeden es-Suyûtî ise, şöyle der: Kendisinde muhalefet bulunmayan ve yalnız kizb ile itham olunan, ya galatı, ya gafleti, yahutta fışkı çok olan bir râvi tarafından rivayet edilmiş hadîslere metruk denir'[337] Bundan da anlaşılıyor ki, İbn Hacer, yalnız kizb üe itham olunanların rivayetiyle teferrüd ettikleri hadîslere metruk dediği halde, es-Suyûtî, îbn Hacer'in munker olarak isim­lendirdiği hadîsleri de metruk içinde zikretmiştir. Maamaflh, munker'i, zayıf râvilerin sika râvilere muhalif rivayetleri olarak kabul edecek olursak, mu­halefet bahis konusu olmaksızın, yalnız zayıf râvilerin rivayetleri cihetinden bilinen hadîslere de metruk demek doğru olur. Nitekim îbn Hacer de, râvinin zafîyetiyle muhalefet vâki olursa, bu çeşit hadîslere munker de­nildiğini kaydetmiştir. [338]

 

9. Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri

 

 Daha önce de açıkladığımız gibi, hadîs râvilerine sika vasfını ka­zandıran adalet ve zabt yönünden cerh veya ta'n edilmeleri halinde, sika vasfını kaybettikleri gibi, rivayet ettikleri hadîsler de, sahîh olmaktan çı­karak cerh edilmelerine sebep olan halin delâlet ettiği bir adla tavsif olu­nurlar. Bir râvinin zabt yönünden cerh sebebi, onun şeyhinden işitmiş ol­duğu hadîsleri, çeşitli sebepler yüzünden, işittiği şekilde hıfzedememesi ve rivayeti sırasında onda çeşitli hatâlara düşmesidir. Onun cerh edilmesine sebep olan haller, rivayetinde çok hata yapması, gafleti, sika veya güvenilir râvilere muhalif rivayetlerde bulunması, vehmi ve hafızasının kötülüğüdür. Bu hallerden herhangi birisiyle cerh veya ta'n edilen râvilerin hadîsleri şun­lardır: [339]

 

a) Şâz Hadîsler

 

Bir şeyle cemaattan ayrılıp tek kalan, istisna teşkîl eden kimse veya şey manâsına gelen şâz kelimesi, hadîs ıstılahında, güvenilir bir râvinin, ce­maatın rivayetine muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayeti ile tek kaldığı hadîs için kullanılmış bir tabirdir. Öyle ki, râvinin rivayeti ile cemaatın ri­vayeti arasında bir tercîh yapmak gerektiği zaman, râvinin rivayeti ter-kedilir ve daha çok isnadla gelen cemaatın rivayeti tercîh edilir. Bu sebepledir ki şâz hadîs, zayıf hadîsler arasında yer alır.

Şazın genel olarak kabul edilen bu tarîfi yanında ileri sürülmüş başka tarifleri de vardır. Bu tariflerin ilki İmam eş-Şâfı'î (Ö. 204)'ye aittir. îbnu's-Salâh'm Yûnus îbn Abdi'l-Alâ'dan naklen bildirdiğine göre, eş-Şâfî'î şöyle demiştir: "Şâz, güvenilir olan bir râvinin rivayet edip de başkalarının ri­vayet etmediği hadis değil, fakat güvenilir bir râvinin, başkalarının rivayet ettiği hadîse muhalif olarak rivayet ettiği hadîstir"' [340]

Eş-Şâfi'fnin bu tarifinden anlaşılıyor ki, şaz olan hadîs, başkalarının rivayet ettiği hadîse muhalif olması dolayisıyle makbul olmayan bir hadîstir; çünkü başkalarının hadîsi, rivayet edenlerinin çokluğu dolayısıyla tercîhe şayandır.

Ebû Ya'lâ el-Halîlî (Ö. 446) ise, daha farklı bir tarîf vermiş ve "tek bir isnadtan başka isnadı bulunmayan ve râvisi güvenilir olsun veya olmasın, bu isnadla tek kalan hadîstir" demiştir. [341]

El-Hâkim en-Neysâbûrî (Ö. 405)'nin tarîfi de Ebû Ya'lâ'nm tarifinden farklı değildir. Ona göre şâz, güvenilir râvilerden birinin rivayetiyle tek kal­dığı hadîstir. Öyleki bu hadîsin mütâbi'i de yoktur. [342]

Gerek el-Hâkim en-Neysâbûrfnin bu tarifi ve gerekse Ebû Yala el-Halîlî'nin bundan farklı olmayan tarîfî, karşımıza, râvinin, rivayeti İle tek kaldığı hadîsi şâz olarak çıkarmaktadır. Buna göre, muteber hadîs ki­taplarında sahîh olarak yer alan pek çok hadîsi şâz olarak değerlendirmek gerekecektir. Meselâ innem'l-a'mâlu bi'n-niyât hadîsi, ferd olan bir hadîstir: Ömer İbnul-Hattâb, bu hadîsi Hazreti Peygamberden rivayetinde teferrüd etmiş, yâni tek kalmıştır. Keza Alkame İbn Vakkâs, Ömer'den, Muhammed îbn İbrahîm, Alkame'den, Yahya ibn Sa'îdde Muhammed îbn îbahîm'den ri­vayetlerinde tek kalmışlardır. Bu bakımdan rivayet garîbtir. Bununla beraber bu hadîs, el-Buhârfnin Sahîh'm başında zikrettiği ilk hadîs olmuş, hiç kimse onu şâz olarak tavsîf etmemiştir.

O halde şâz, el-Hâkim ve Ebû Ya'lâ'nm tariflerinde ortaya koydukları şazdan farklıdır ve her iki imamın tariflerinde göze çarpan noksanlık, bu farkı meydana getirmektedir. Zaten Îbnu's-Salâh'ın bu iki imamın tariflerini ele alışı da bu noksanlığa işaret etmek ve asıl şâzm ne olduğunu ortaya koy­mak içindir. Îbnu's-Salâh, şazın el-Hâkim ve el-Halîlfnin zikrettikleri şe­kilde olmadığını söyledikten sonra şöyle der:

"Râvinin rivayeti ile tek kaldığı hadîse bakılır. Eğer bu hadîs, onun ri­vayet eden râviden hıfz ve zabt yönünden daha üstün bir başka râvinin (aynı hadîsle ilgili) rivayetine muhalif ise, işte o zaman rivayeti ile tek kalan râvinin hadîsi merdûd şazdır. Fakat muhalefet söz konusu değilse, yâni münferid rivayet, bir başkasının rivayetine muhalif (aykırı) değilse, o zaman, onu rivayet eden kimse için bir kadh sebebi değildir. Fakat ri­vayetinde tek kalan kimse, zayıf, güvenilmeyen bir kimse ise, işte o zaman tek kalması onun için bir kadh (cerh) sebebi olur".

Îbnu's-Salâh'ın bu açıklamasından anlaşılıyor ki, bir hadîsin şâz olarak tavsif edilebilmesi için, onun ferd olması, yâni yalnız bir kişi tarafından rivayet edilmiş olması yeterli değildir. Bu hadîsin aynı zamanda başkaları tarafından nakledilen varyantına da muhalif olması gerekir; tâ ki, bu hadîsle muhalifi arasında tercih yapmak durumu hasıl olsun ve muhalifi ya râvisinin daha âdil ve hafız olması, ya da râvilerinin çokluğu dolayısıyle tercîh edilebilsin, işte bu durumda tercih olunan hadîs mahfuz olarak kabul edilirken (bkz. Mahfuz Hadîsler), diğeri terkedilmiş olur ve buna şâz denir.

İbn Hacer (Ö. 852), şazın daha açık bir tarîfini vermiş ve bir örnekle de onun daha kolay anlaşılmasını sağlamıştır. Bu konuda şöyle demiştir: "Bir râvinin hadîsine, ya zabt fazlalığı, ya zabt fazlalığı, yahut aded çokluğu, ya-hutta diğer tercîh sebeplerinden birisi dolayısıyle kendinden daha üstün bir başka râvi yönünden muhalefet vâki olursa, daha üstün olduğu için tercîh olunana mahfuz, diğerine, yâni terkedilene şâz denir. Et-Tırmizî, en-Nesâ'î ve İbn Mâce'nin Sufyân İbn Uyeyne tarîki ile rivayet ettikleri "Hazreti Pey­gamber devrinde bir adam vefat etmiş ve âzâd ettiği köleden başka vâris bı­rakmamıştır..." hadîsif  [343]buna bir misal teşkîl eder. Bu hadîsin İbn Abbâs'a bağlanmasında îbn Curayc ve diğerleri İbn Uyeyne'ye tâbi ol­muşlar, Hammâd İbn Zeyd ise, bunlara muhalefet etmiş ve hadîsi Amr İbn Dînâr vasıtasıyle Avsece'den nakletmiş, fakat İbn Abbâs'ı zikretnıemiştir. Ebû Hatim der ki: "Mahfuz olan îbn Uyeyne'nin hadîsidir". Hammâd İbn Zeyd, adalet ve zabt ehlinden olmakla beraber, Ebû Hatim sayı bakımından Hammâd İbn Zeyd'e nisbetle daha çok olan kimselerin rivayetini tercîh et­miştir. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki şâz, makbul olan râvinin, kendisinden üstün olan kimselere muhalif olarak rivayet ettiği hadîstir. Istılah yö­nünden şâzm muteber olan tarifi budur" [344]

 

b) Munker Hadîsler

 

 Zayıf olan bir râvinin, güvenilir râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadîse munker denilmiştir. Bu tarif, Şey­hülislâm İbn Hacer'in verdiği tariftir''.[345]

İbnu's-Salâh ise, Ebû Bekr Ahmed İbn Hârûn el-Berdîcî'den şu tarifi nakletmiştir: Munker, râvinin rivayetiyle tek kaldığı hadîstir ki, metni yal­nız onun rivayetiyle bilinir; aynı zamanda bu metin, ne onun rivayet ettiği yönden ve ne de başka bir yönden maruftur.[346] Bu tarif, birçok hadîsçinin munker hakkında ileri sürdüğü bir tariftir. Fakat İbnu's-Salâh'a göre, as­lında, şazda olduğu gibi munkerde de işi geniş tutmak gerekir; zira şâz ve munker aynı şeydir. Buna göre munker hadîs iki kısımdır. Birincisi (yâni şâz), güvenilir râvilerin rivayetine muhalif ferd hadîstir ki, örneği, Mâlik İbn Enes'in ez-Zuhrî tarikiyle rivayet ettiği . "müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz" hadîsidir. Mâlik, bu hadîsin isnadını ani'z-Zuhrî, an Alî İbn Huseyn, an Ömer îbn Osman, an Usâme İbn Zeyd, an Rasûli'llah (s.a.s.) şeklinde vermiş ve Usâme İbn Zeyd'ten hadîsi nakleden râviyi Ömer İbn Osman olarak zikretmiştir. Halbuki diğer gü­venilir olan ve hadîsi ez-Zuhrî'den nakleden kimseler, bu ismi Amr İbn Osman olarak zikretmişlerdir. Bu yönden Mâlik, diğer güvenilir râvilere muhalefet etmiş ve ondan başka da hadîsi bu isnadla rivayet eden olmadığı için hadîs munker addedilmiştir''.[347]

Bununla  beraber  İbnu's-Salâh'm  hadîs  hakkındaki   bu  hükmü,   el-Irâkî'nin itirazına uğramıştır. El-Irâkî bu itirazında şöyle der:

"Musannif (İbnu's-Salâh), Mâlik'in bu hadîsi hakkında munker hük­münü vermiştir. Halbuki ona munker ismini veren hiç kimse görmedim. Mâlik'in, hadîsin isnadmdaki bir ismi (yâni Amr'ı) Ömer olarak zikretmesi ve bunda tek kalmasıyle hadîs metninin munker olması gerekmez. Her ne hal ile olursa olsun, metin sahihtir. Nitekim bizzat kendisi de, mu'allel hadîslerden bahsederken, isnadında bulunan ve fakat metne tesiri olmayan illete misal verirken, Ya'lâ İbn Ubeyd'in Sufyân es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Amr İbn Dînâr'dan, İbn Dinar'ın İbn Ömer'den, onun da Hazreti P -gamberden rivayet ettiği el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini zikretmiş ve "bu isnad, âdil kişilerin âdil kişilerden rivayetiyle muttasıl olan bir isnaddir; fakat mu'alleldir ve sahîh değildir. Bununla beraber metin sahihtir. İs­nadmdaki illet ise, Amr İbn Dînâr sözündedir; aslında bunun Abdullah İbn Dînâr olması gerekir" demiştir'.[348] Görüldüğü gibi burada,, isnadda vâki olan vehim, hadîsin metnini sahîh olmaktan çıkarmamıştır. Binâanaleyh, Mâlik'in Ömer İbn Osman tarikiyle rivayet ettiği hadîs metninin de, isim­deki bir vehim dolayısıyle ramker addedilmemesi gerekir" [349]

El-Irâkî, İbnu's-Salâh tarafından zikredilen misalin, söz konusu olan munkere uygun bir misal teşkil etmediğini ortaya koyduktan sonra, Sunen-i Erba'a'da rivayet edilen bir İbn Curayc hadîsini ele almış ve bu hadîsi İbnu's-Salâh'm tarifine uygun bir misal olarak zikretmiştir. Bu hadîs şöy­ledir:

Ebû    Dâvûd,    hadîsi    naklettikten   sonra    şu    görüşü    ileri    sür­müştür: Bu hadîs munkerdir; zira îbn Curayc'ten gelen diğer rivayetler maruftur. îlk rivayetteki vehim Hemmâm îbn Yahya'dan ileri gelmiştir ve İbn Curayc'ten, Hemmâm'dan başka hiç kimse hadîsi bu şekilde rivayet et­memişti.[350]

Sünen sahibi en-Nesâ'î de Hemmâm'm mezkûr rivayetini naklettikten sonra "hadîs mahfuz değildir; Hemmâm îbn Yahya sikadır ve Sahîh sahipleri kendisinden hadîs nakletmişlerdir; fakat burada Hemmâm, diğer sikâta muhalefetle hadîsin metnini bu isnadla ve bu şekilde nakletmiştir. Halbuki diğerleri, hadîsi îbn Curayc'ten Ebû Davud'un işaret ettiği şekilde nakletmişlerdir. Bu sebepten dolayı Hemmâm'ın hadîsi hakkında nekâretle (yâni munker olmakla) hükmedilmiştir.[351]

Yukarıda zikrettiğimiz misaller, Îbnu's-Salâh'ın iki kısma ayırdığı munkerin birinci kısmiyle ilgilidir. Munkerin ikinci kısmı, râvisi sika ve mutkm olmayan hadîs-i ferdtir. İbn Mâce tarafından   isnadıyle merfû olarak rivayet edilen hadîsi, bu konuda misal olarak zikredilebilir. Hadîsin râvilerinden olan Ebû'z-Zukeyr Yahya İbn Muhammed, her ne kadar bazı hadîsleri Müslim tarafından mutâbe'ât olarak nakledilmişse de, imamlar arasında zayıflığı ile bilinen kimselerdendir. Meselâ Yahya îbn Ma'în onun hakkında za 'îfun de­miştir, îbn Hıbbân da, kendisiyle ihticâc olunamayacağını ileri sürmüştür. Bu bakımdan, yukarıda zikredilen hadîsi munkerdir; çünkü bu rivayetiyle teferrüd etmiştir; yâni hadîsi, ondan başka rivayet eden olmamıştır''.[352]

Yukarıda İbnu's-Salâh'm munkerle ilgili olarak verdiği tarif ve ör­nekler göstermiştir ki, ona göre şâz ve munker arasında hiçbir fark yoktur. Şâz da munker gibi iki kısımdan ibarettir. Birincisi, râvinin, kendisinden hafıza ve itkan yönünden daha üstün olan râvilere muhalif rivayeti ve bu ri­vayetle tek kalmasıdır ki, İbnu's-Salâh böyle olan hadîse şâz merdûd adını vermiştir. İkincisi ise, muhalefet söz konusu olmaksızın sika olan râvinin münferid rivayetidir; yâni ondan başka hiç kimsenin rivayet etmediği hadîstir. Yukarıda açıkladığımız munkerin birinci kısmı ise, şâzm birinci kısmında olduğu gibi, sikâtm rivayetine muhalif olan hadîs-i münferidtir. ikinci kısmı da, yine şazda olduğu gibi, muhalefet söz konusu olmaksızın, fakat şazın aksine, zayıf râvinin münferid rivayetidir.

İbn Hacer'in munkerle ilgili tarifi, Îbnu's-Salâh'ın tarifine nisbetle daha farklıdır. Keza bu fark, şazla munker arasında da aynen görülür. Ona göre bir hadîsin munker veya şâz  sayılabilmesi için, rivayette muhalefetin

bulunması şarttır. Yâni hadîs, ister şâz olsun, ister munker olsun, râvinin, o hadîsi, zabt ve itkan yönünden kendisinden daha üstün durumda olan râvilere muhalif rivayet etmiş olması lâzımdır. Hadîsin şâz veya munker vasfını alması ise, sikâta muhalefet eden râvinin durumu ile ilgilidir. Eğer bu râvi zayıf ise, sikâta muhalif olarak rivayet ettiği hadîs munkerdir; râvi sika olmakla beraber, muhalif kaldığı diğer sika râvilerin rivayetleri, isnad çokluğu gibi çeşitli tercih sebeplerinden biri dolayısıyle tercih edilecek olur­sa, o zaman, sika olan, fakat rivayetiyle tek kalan râvinin hadîsi şâz adını alır. Buna göre, munker ile şâz arasında tek yönden umum husus farkı bu­lunmaktadır: Muhalefetin şart olması itibariyle her ikisi arasında birlik, buna karşılık, râvilerin durumları itibariyle ayrılık vardır: Şazın râvisi sika, munkerin râvisi ise, zayıftır.[353]

İbn Hacer'in bu açıklaması gözönünde bulundurularak munkeri tarif etmek gerekirse, denebilir ki: Zayıf olan bir râvinin, sika olan râviye mu­halif olarak rivayet ettiği hadîs-i ferdtir. Şâz ise, sika olan râvinin, ken­disinden daha sika râviye muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir.

İbn Hacer, tarife uygun olarak açıkladığı munkere şu hadîsi misal gös­termiştir:

Ebû Hâtinı'e göre hadîs munkerdir; çünkü Hubeyyib İbn Habîb zayıftır; aynı zamanda hadîsi Ebû îshâk'tan mevkuf olarak rivayet eden, yâni is-nadda Hazreti Peygamberi zikretmeksizin doğrudan İbn Abbâs'm sözü olarak nakleden sikâta muhalefet etmiştir''.[354]

Gerek munkerde ve gerekse şazda, râvinin sika râvilere muhalefeti söz konusu olduğuna göre, ortada aynı hadîsin birbirinden farklı iki rivayeti var demektir ve bu durumda, tabiatiyle sika olan râvilerin rivayetleri tercih edi­lecektir. Eğer hadîs munker ise, tercih olunan mukabiline ma'rûf, şâz ise, onun tercih olunan mukabiline de mahfuz denilmiştir. Makbul haber çe­şitleri arasında bu hadîsler hakkında ayrıca bilgi verilmiştir. [355]

 

c) Mu'allel Hadîsler

 

Görünüşü itibariyle sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini kemiren) bir illeti bulunan hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet keşfedilin edikçe hadîsin mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu sebepten, mu'allelin tarifini yaparken, kendisinde sıhhatini ke­miren bir illeti bulunan, bununla beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir, demek daha doğru olur.

Mu'allel kelimesi, lugatta bir şeye arız olarak onu meşgul etmek manâsına gelen ta'lH'den ism-i mefûldür. Hadîse bir illetin arız olması, onun bu illetle ma'lûl olması neticesini doğurduğu gibi, sahîh olma vasfını kaybetmesinede sebep olur.

El-Buhârî, et-Tirmizî, el-Hâkim, ed-Dârakutnî ve diğer bazı hadîsçiler, mu'allel yerine ma'lûl tabirini kullanmışlardır. Ancak bazıları, hadîse bir il­letin isabetini gözönünde bulundurarak, hiç olmazsa i'lâlin ism-i mefûlünü kullanıp muhil demenin daha doğru olacağını, zira i'lâlden ism-i mefûlün ma'lûl vezninde gelmediğini söyliyerek bu tabirin kullanılışını hatalı gör-müşlerdir. [356]Yine bunlara göre ma'lûl, lugatta, devenin ikinci defa su­lanması manâsında kullanılan aile fiilinin ism-i mefûlüdür. Bu yönden ma'lûl tabirinin illetli hadîsler için kullanılması hatadır [357]Bununla be­raber ma'lûl tabirinin kullanılışında herhangi bir mahzur bulunmadığını ileri sürenler de vardır. Bunlara göre aile fiili, bazı lügat kitaplarında, bir şeye illet isabet etmesi keyfiyetini göstermek için de kullanılmış ve iL üjLs»1 lâl «jj-iJI "jfs. denilmiştir. Buna göre, bazı hadîs imamları tara­fından kullanılan ma'lûl tabirinin bu manâdan alınmış olduğu anlaşılır ve bu kullanışta herhangi bir hata yoktur' [358]

Hadîslerin mu'allel çeşidi, hadîs ilminin en önemli ve en güç bilinen ko­nularından birini teşkil eder. Yüksek anlayış, üstün hafıza, yüzbinleri aşan hadîslerin metin ve isnadlarma derin vukuf sayesinde onların illetlerini keş­fetmek mümkün olabildiği için, hadîsçiler arasında çok az kimse mu'allel bahsindeki bilgisiyle şöhret kazanabilmiştir. Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234), Ahmed îbn Hanbel (Ö. 241), el-Buhârî (Ö. 256), Ya'kûb İbn Şeybe (Ö. 262), Ebû Hâtİm (Ö. 277), Ebû Zur'a (Ö. 264) ve ed-Dârakutnî (Ö.385), mu'allel hadîslere vâkıf olan imamlar arasında en çok zikredilen kimselerdir.

El-Hâkim'in ifadesinden de anlaşıldığı gibi, bir hadîs, çeşitli yönlerden ta'lîl edilir; ancak bunun cerhle hiçbir ilgisi yoktur. Zira cerh, hadîsin metin veya isnadında herkes tarafından kolayca görülebilen bir kusur sebebiyle onun zayıflığını ortaya koymaktan ibarettir. Yahut denilebilir ki cerh, hadîsin malûm olmuş illetine istinaden onun hakkında hüküm vermektir. Bu bakımdan illetin bilinmesi cerhe tekaddüm eder ve bu bilinmedikçe cerhetmek mümkün değildir. Halbuki illet gizli bir kusurdan ibarettir ve yu­karıda da kaydedildiği gibi, bunun keşfedilip bilinmesi ayrı bir ihtisas ister; bilinmediği müddetçe de, hadîsin kusurdan salim ve dolayısıyle sahîh ol­duğuna hükmedilir.

Bir hadîs, ya isnadında, ya da metninde keşfedilen bir takım illetler do­layısıyle mu'allel gurubuna girer. Bu illetlerin birçok çeşidi vardır. El-Hâkim bunların yalnız on tanesine işaret etmiş ve her biri için ayrı ayrı mi­saller vermiştir. [359]Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1)  Sened zahiren sahîh görünse bile, râvilerden birinin hadîs aldığı şey­hinden semâ'ı olduğunun bilinmemesi.

2) Hadîsin bir yönden musned olarak rivayet edilmesine ve bu şekliyle sahîh olmasına rağmen, sika ve hafız olarak bilinen kimseler tarafından bir başka yönden yapılan rivayetinde mursel olması.

3) Malûm bir sahabînin hadîsi olduğu bilinmekle beraber, ayrı ayrı

memleketlere mensup râvilerin birbirlerinden rivayetleri sırasında, başka bir sahabîden rivayet edilmesi.

4) Yine bir sahabînin hadîsi olduğu halde, sıhhatini gerektiren şeyin açıklanıp hatalı olarak bir tâbi'îden rivayet edilemsi; öyle ki, bu tâbi'înin o hadîsten haberi bile olmayabilir.

5) Hadîsin an'ane ile rivayet edilmesi ve senedinde bir râvinin düşmüş olmasıdır ki, bu illet, hadîsin mahfuz olarak bir başka yoldan rivayet edil­mesiyle ortaya çıkar.

6)  Hadîs, gayr-i musned olarak mahfuz bulunduğu halde, bir râvinin onu musned olarak rivayet etmesi.

7) Bir râvinin hadîs aldığı şeyhinin ismini bir rivayette zikretmesi, bir başka rivayette de müphem bırakması.

8) Râvinin idrak ettiği ve hadîs işittiği şeyhinden, işitmemiş olduğu bir hadîsi vasıtasız olarak rivayet etmesi.

9) Hadîsin maruf bir tarîki varken, râvilerden birinin bir başka tarîkla onu rivayet etmesi; hadîsi ondan alan başka bir şahsın da onu maruf tarikiyle rivayet edip gitmesi.

10) Hadîsin bir yönden merfû, bir başka yönden de mevkuf olarak ri­vayet edilmesi.

Hadîsin metin ve isnadlarmda görülen ve el-Hâkim tarafından zik­redilen bu on çeşit illet, belki en çok tesadüf edilen şekiUerindendir; fakat hepsi bunlardan ibaret değildir. Nitekim el-Hâkim de buna işaret ederek ıl-letin bütün çeşitlerini zikretmediğini, ancak hadîs ilminde yükselmek is­teyenleri irşad etmek maksadıyle bazılarını misal olarak verdiğini kay­detmiştir. [360]

 

d) Mudrec Hadîsler ve Çeşitleri

 

Mudrec, bir şeyi bir şeye eklemek veya idhal etmek manâsına gelen Araç'tan ism-i mefûl olup, hadîs ıstılahında, râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden , yahutta metni yönünden idrâc edilmiş hadîs demek olduğundan, mudreci bu iki yönden incelemek gerekir. Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn adiyle bilinir. [361]

 

1. Mudrecu'l-İsnâd

 

Bir râvinin sika râvilere muhalefetle''[362] isnadında değişiklik yaparak rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-isnâd denilmiştir. Mudrecu'l-isnâd, çeşitli şe­killerde vâki olur:

1) Bir hadîs, birçok kimse tarafından muhtelif isnadlarla rivayet edil­miştir. Bir râvi, aynı hadîsi bu kimselerden hepsini tek bir isnad içinde bir­leştirerek rivayet eder, fakat isnadlar arasındaki farkı belirtmez. Meselâ et-Tirmizî, kitabında İsnadıyle şu hadîsi rivayet etmiştir:

Et-Tirmizî'nin bu hadîsinde Vâsü'ın rivayeti Mansûr ve el-A'meş'in ri­vayetlerine idrâc edilmiştir'.[363] Çünkü Vâsıl bu hadîsi Ebû Vâ'il tarikiyle doğrudan doğruya Abdullah İbn Mes'ûd'tan rivayet etmiştir. Nitekim el-Buhârî, Vâsü'dan gelen rivayeti: diyerek zikretmiş, Mansûr ve el-A'meş'in rivayetlerini ise,

 isnadıyle vermiştir''.[364] Bundan anlaşılıyor ki, et-Tirmizî, hadîsinde, Vâsü'ın isnadı, Mansûr ve el-A'meş'in isnadlarmdan farklı olduğu halde, bu farkı belirtmeksizin tek bir isnad içerisinde bir­leştirerek vermiştir.

2) Râvinin elinde iki muhtelif isnadla gelmiş iki ayrı hadîs bulunur. Her iki hadîsi bu isnadlardan birisiyle rivayet eder, yahutta bir hadîsi kendi isnadıyle rivayet ederken, metnine diğer hadîsin metninden bazı ibareler sokarsa, hadîsi mudrecu'Hsnad olur. Meselâ Mâlik İbn Enes tarikiyle mut-tefakun aleyh olan bir hadîs, Sald İbn Ebî Meryem tarafından şu şekilde ri­vayet edilmiştir:

Aslında bu hadîs mudrecu'l-isnadtır ve hadîsi Mâlik'ten rivayet eden Sa'îd îbn Ebî Meryem, metnin sonundaki . başka bir hadî­sin metninden alarak bu hadîse idrâc etmiştir. Diğer hadîsin metni söyle­di: [365]                    

3) Râvinin elinde, bir isnadla, ancak metnin bir kısmı gelmiş olan bir hadîs vardır. Bu metnin isnadı ile, kendisine bir başka isnadla gelmiş olan hadîsin metnini tam olarak rivayet eder. Meselâ Ebû Dâvûd, Sunen'inde Hazreti   Peygamberin   nasıl   namaz   kıldığını   açıklayan  Vâ'il   İbn   Hucr hadîsini isnadıy­le zikrettikten sonra;,[366]  şöyle bir haber daha nakletmiştir:

Bu haberde yine, Asım İbn Kuleyb tarikiyle yukarıda zikredilen hadîsin aynısının aynı isnadla geldiği belirtilir ve hadîs metni verilir.

Keza Ebû Dâvûd, Şureyk tarikiyle Âsim İbn Kuleyb'ten aynı manâdaki haberi yine aynı isnadla nakletmiştir. İşte bu haberin İsnadı, yukarıda zik­rettiğimiz Vâ'il İbn Hucr hadîsinin isnadına dercedilmiştir. Zira bu ikinci haber, aslında, . isnadıyle rivayet olunmuştur.

4) Râvinin, şeyhinden hadîsin ancak bir tarafını işitmesi, sonra bir vâsıta ile yine o şeyhten tamamım alması, bir başka râvinin de, aradaki vâsıtayı hazfederek hadîsin tamamını öbür râviden nakletmesi de mud-recu'l-isnadm bir çeşidini teşkil eder. [367]

 

2. Mudrecu'l-Metn

 

Bir râvinin sika râvilere muhalefetle, metne, metnin aslından olmayan bazı sözler ilâve ederek , bu sözlerin hadîsin aslından olmadığını beyan et­meksizin rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-metn denilmiştir.

Rivayet sırasında hadîsin râvisi tarafından idrâc edilen ve hadîsten ol-ayan bu sözler, ya hadîs metninin başında, ya ortasında, yahutta sonunda yer alır. Mevkuf gibi sahabî sözünün, yahut maktu gibi tâbi'î sözünün, ya-hutta daha sonrakilerin sözlerinin herhangi bir ayırım yapılmaksızın Haz­reti Peygamberin (merfu) sözüne eklenmesi ve ona atfedilmesi dolayısıyle, idrâcm daha çok hadîs metninin sonunda yapıldığı görülür. Metnin ev­velinde yapılan idrâc ise, ortasında yapılana nisbetle daha çoktur; çünkü râvi çok defa bir söz söyler ve bu sözüne kuvvet vermek için Hazreti Pey­gamberini hadîsini delil olarak zikreder; fakat kendi sözüyle zikrettiği hadîsin arasını ayırmaz. Böylece, kendi sözünün de hadîs metninden olduğu zannını uyandırır.

El-Hatîb'in Ebû Kutn ve Şebâbe tarikiyle ayrı ayrı Şu'be'den, onun Mu-hammed îbn Ziyâd'tan, îbn Ziyâd'm da Ebû Hureyre'den rivayet ettiği şu hadîs, metninin evvelinde vâki olan idrâca misal teşkil eder:

(Abdesti eksiksiz alın; cehennemde yanacak olan - yıkanmamış topuk arkalarının - vay haline)

Mezkûr hadîste yer alan (abdesti eksiksiz alın) ibaresi, Ebû Hureyre'ye âit bir sözdür. Muhtemelen yanındakilere abdest alırken dikkat etmeleri gereken hususlardan bahsediyor ve uzuvlarda yıkanmamış yer bırakılmaması gerektiğini söylüyordu. Bu maksatla "abdesti eksiksiz alın" dedi, sonra da Hazreti Peygamberin mezkûr hadîsini zikretti. Bunu işi­tenlerden bazıları da, Ebû Hureyre'nin ihtarı ile Hazreti Peygamberin hadî­sini birleştirerek rivayet etmeye başladılar. Maamafih buradaki hatanın, hadîsi Şu'be'den rivayet eden Ebû Kutn ve Şebâbe'den ileri geldiği ve bu râ-vilerin iki söz arasını ayırmadan rivayet ettikleri anlaşılmaktadır. Nitekim el-Buhârî ve Müslim, Sa/u/ı'lerinde yine Şu'be tarikiyle aynı hadîsi rivayet etmişler ve Ebû Hureyre'nin sözünü hadîs metninden ayırmışlardır.[368]

Safvân'dan rivayet eden Urve İbnu'z-Zubeyr'e aittir. Eyyûb es-Sahtiyânî ve Hammâd İbn Zeyd gibi güvenilir kimseler, Hişâm İbn Urve'den hadîsi bu şe­kilde, yâni   ibaresiyle zikretmişlerdir.

El-Hatîb'in ifadesine göre Urve, hadîs metninden, şehvet mahallinin messinin abdestin bozulması için ilk illet olduğu manâsını anlamış ve bu hükmün zekere yakınlığı dolayısıyle diğer uzuvlar için de sahîh olacağını düşünerek jlibaresini hüküm istihraç etmek maksadıyle hadîsin metnine idrâc etmiştir. Bazı râvilerde, bu sözlerin hadîs metninden ol­duğunu zannederek Urve'den işittikleri şekilde rivayet etmişlerdir. [369] Zik­rettiğimiz bu misal, hüküm istinbatı gayesiyle metin arasında yer alan idrâcla ilgilidir.

Bazen de bir kelimenin tefsiri maksadıyle söylenen sözlerin metin ara­sına idrâc edildiği görülmektedir. Sahîhu'l-BuhârVmn başında yer alan Bed'u'l-Vahy (Vahyin Başlangıcı) ile ilgili hadîste şu ibareler görülür: (Hazreti Peygam­ber Hıra' Mağarasında tehannus ederdi. Tehannus, adedi belirli gece iba­detleridir). Bu hadîs Hazreti Âişe'den rivayet edilmiştir. Yukarıda zik­rettiğimiz ibarenin yalnız ilk kısmı Hazreti Âişe'nin sözleri arasında yer almış, fakat ikinci kısım, yâni tehannus'un ne demek olduğunu açıklayan sözler, hadîsin râvilerinden olan ez-Zuhrî tarafından ilâve edilmiştir. Ez-Zuhrî, hadîsi rivayet ederken, mezkûr kelimeyi söyledikten sonra, manâsını açıklamak gereğini duymuş, onu dinleyenler de, bu açıklamanın hadîs met­ninden olduğunu zannederek metin içinde rivayet etmişlerdir.

Metnin sonundaki idrâca gelince, Ebû Davud'un Sunen'inde nakledilen İbn Mes'ûd'un teşehhud hadîsi buna bir misal teşkil eder:[370]

Metnin ortalarında vukubulan idrâc, ya râvinin hadîs rivayetini ta­mamlamadan önce hüküm istinbat etmeye kalkışması ve bu suretle söz­lerinin metin arasına sokulması halinde olur; yahutta metin içinde geçen bazı garîb kelimelerin tefsir edilmesi veya o kelimelere açıklık kazandıran müradif kelimeler ilâvesiyle olur. Meselâ ed-Dârakutnî, Sunen'inde Abdu'l-Hamîd İbn Ga'fer tarikiyle şu hadîsi nakletmiştir:

Ed-Dârakutnî1 nin ifadesine göre Abdu'l-Hamîd   ibaresi­nin   zikrinde  hataya   düşmüştür.   Aslında  bu   söz,   hadîsi   Busre   Binti

Mezkûr hadîsin isnadında ismi geçen Zuheyr (İbn Mu'âviye) ve hadîsi ondan rivayet eden bazı râviler, fi» ile başlayan ve sonuna ka-dar devam eden ibareyi merfû hadîse eklemişlerdir. Aslında bu söz İbn Me­s'ûd'un sözüdür. Nitekim ed-Dârakutnî rivayetine göre, aynı hadîsi Zuheyr'den nakleden Şebâbe İbn Sevvâr, mezkûr ibareyi diyerek merfû hadîsin metninden ayırmış ve onun Abdullah İbn Mes'ûd'un sözü olduğunu böylece belirtmiştir.[371]

îdrâc, ister isnadta, ister metinde yapılmış olsun, hadîs ve fıkıh as­habının icma'ı ile haramdır. Es-Sem'ânî ve diğer bazı imamlara göre, kasden idrâc yapan kimsenin [372] âyeti gereğince adaleti sakıt olur ve kezzâbûn zümresine iltihak eder. [373] Bununla beraber es-Suyûtî, hadîs metni içerisinde yer alan bazı garîb kelimelerin tefsîri maksadıyle ya­pılan idrâcta bir beis görmemektedir. Nitekim ez-Zuhrî gibi birçok hadîs imamının idrâcları hep bu kabildendir. [374]Bir hadîs metninde idrâc vâki olup olmadığı çeşitli şekillerde bilinir:

1) Hadîsin bir başka sahîh isnadla gelen rivayetinde mudrec olan kısım, kendisine idrâc edilen hadîs metninden ayırt edilmiş olur. Yukarıda zikredilen misallerde bu husus açık bir şekilde görülmektedir.

2) Ya Râvinin, yahutta buna vâkıf imamların açık beyanlarıyle mudrec olan kısım bilinmiş olur. Meselâ Abdullah İbn Mes'ûd'tan

(kim Allah'a şirk koşmadan ölürse cennete girer; kim Allah'a şirk koş­muş olarak ölürse cehenneme girer) hadîsi rivayet edilmiştir. Aynı hadîsin bir başka rivayeti ise, şöyle gelmiştir:

Görülüyor ki birinci rivayette merfû olarak gelen haberin, ikinci ri­vayette, râvisinin, yâni İbn Mes'ûd'un beyanıyle mudrec olduğu an-laşılmıştır.[375]

3) Bir hadîsin mudrec olduğu, bazen de, o sözün Hazreti Peygamber ta­rafından   söylenmiş   olmasının   aklen   imkânsız   bulunmasıyle   anlaşılır. Meselâ Ebû Hureyre'den şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir:

iki kat ecir vardır. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki, Allah yolunda cihad, hacc ve anama iyilik etme arzusu bu-lunmasaydı, köle olduğum halde ölmeyi temenni ederdim. [376]

Bu hadîsin "köle için iki ecir vardır" ibaresi merfû ve sahîh olmakla be­raber "nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki..." sözü ile baş­layan ve sonuna kadar devam eden ibareler Ebû Hureyre'nin sözüdür. Zira Hazreti Peygamberin köle olarak ölmeyi temenni etmesi imkânsız olduğu gibi, anasının o daha küçük iken ölmüş olması dolayısıyle anasına iyilik etme arzusunda bulunduğundan bahsetmesi lüzumsuzdur''. [377]

 

e)  Maklûb Hadîsler

 

Hadîs râvilerinin isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb, kelime manâsına uygun olarak, ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle değişikliğe uğramış hadîs demektir.

Bir hadîs, ya metninde yapılan değişiklik dolayısıyle maklûb olur; ya isnadta bir râvi isminin kalbi, yahut hadîsin maruf olan isnadının bir başka İsnadla, yahutta maruf olan râvisinin bir başka râvi ile değiştirilmesi ha­linde maklûb olur.

Metin yönünden maklûba, Uneyse'nin      (İbn Ummi Mektûm ezan okuduğu zaman yeyin için; Bilâl ezan okuduğu zaman da yeyip içmeyin) hadîsi misal olarak zik­redilebilir. Bu hadîs, İbn Ömer ve Hazreti Âişe rivayetiyle meşhur olup doğ­rusu şöyledir: ? (Bilâl gecel. ;n ezan okur; o okuduğu zaman yeyip için; tâ îbn Ummi Mektûm okuyuncaya kadar... [378] Bir rivayetin dışında, farklı olarak gelen diğer rivayetler maklûbtur. Ancak İbn Hıbbân ve İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektûm'un geceleri münâvebe ile ezan okumuş olabilecekleri ihtimaline da­yanarak Uneyse rivayetini maklûb saymamışlarsa da, bunun zayıf bir ih­timal olduğuna ve basit bir tevilden ibaret bulunduğuna şüphe yoktur.

Râvi isminin kalbedilmesi de, hadîsin maklûb sayılmasına yol açar. Böyle bir kalb, râvi isminin baba, baba isminin de râvi ismi olarak de­ğiştirilmesiyle olur. Ahmed İbn Alî ile Alî îbn Ahmed gibi.

İki veya daha fazla hadîsin isnadlarmm değiştirilmesiyle ortaya çıkan değişik isnadh hadîslere de maklûb adı verilir. Bağdâd ulemasının el~ Buhârî'nin hafızasını ve hadîs ilmindeki kudretini ölçmek için, ona isnadları maklûb yüz hadîs sordukları, onun da her isnadı âit olduğu metne iade etmek suretiyle üstün bilgi kudretini isbat ettiği malûmdur.

Maklûb, bir râvi ile meşhur olan bir hadîsin, bir başka râviden rivayet edilmesiyle de meydana gelir. Meselâ, Sâlim'den rivayetle meşhur olmuş bir hadîsi Nâfî'den, yahut Mâlik'ten rivayetle meşhur olanı, Ubeydullah İbn Ömer'den rivayet ederler.  Meşhur hadîs, Nâfî'den veya Ubeydullah'tan

maklûb olarak rivayet edilmesi halinde, rivayet edildiği isnadla garîb olur ve bazı hadîsçiler arasında rağbeti artar. Ancak hadîsin isnadında bu çeşit değişiklikler yaparak ona karşı rağbeti artırmak, hadîs vazedenlerin işidir. Hammâd ibn Amr, Ebû İsmâ'îl îbrâhîm ibn Ebî Hayye, Behlûl ibn Ubeyd el-Kindî bu işi yapan yalancılardandır. Meselâ yukarıda ismi zikredilen Hammâd İbn Amr, Hazreti Peygamberin selâm ile ilgili bir hadîsini merfû olarak el-A'meş'ten şöyle nakletmiştir:

(Bir yolda müşriklerle karşılaştığınız zaman, onlara ilk defa siz selâm vermeyin). Aslında bu hadîs, el-A'meş'in değil, Süheyl İbn Ebî Salih'in hadîsidir. Fakat Hammâd îbn Amr, Süheyl yerine el-A'meş'i koymuş ve bu suretle hadîse karşı rağbeti garîb isnadla artırmak istemiştir. Nitekim Müs­lim, Sahîh'inde Şu'be, Sufyân es-Sevrî, Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd ve Abdu'l-Azîz ed-Darâverdî'yi zikretmiş ve hepsinin de hadîsi Süheyl'den rivayet et­tiklerini göstermiştir. [379]

Garîb hadîsler, çok defa, onlara rağbeti artırmak gayesi güden yalancı (kezzâb) kimselerin maklûb hadîsleri olduğundan, hadîs uleması arasında garîb peşinde koşmak hoş karşılanmamıştır. Nitekim garîb hadîslerin sahîhide bu yüzden yok denecek kadar azdır.

Bazen maklûbun, râvinin gaflet ve hatası yüzünden meydana geldiği de olur. Meselâ Cerîr İbn Hâzim, Sâbir tarikiyle Enes'ten şöyle bir hadîs nakletmiştir:    (Namaz ikame edildikte beni görmedikçe ayağa kalkmayın).

Halbuki bu hadîs:     isnadıyle meşhurdur. Müslim'in Sahîh'inde yer alan isnad da  [380]Hammâd İbn Zeyd'in ifadesine göre, Cerîr de bu hadîsi Haccâc es-Savvâftan işitmiştir. Hammâd, bu konu ile ilgili olarak şöyle der: Cerîr'le birlikte Sabitin yanında idik; orada Haccâc da bulunuyordu ve bize Yahya îbn Ebî Kesîr'den Abdullah İbn Ebî Katâde tarîkıyle mezkûr hadîsi rivayet etti. Fakat sonradan Cerîr, hadîsi Sabitin rivayet ettiğini zannederek ondan nakletti. [381]

Râvilerin gaflet ve hataları yüzünden hadîslerde meydana gelen   değişiklikler, umumiyetle o hadîslerin zayıf hadîsler arasında yer almalarına sebep olmuştur. Bu zayıflığın asıl sebebi de, hiç şüphesiz, râvinin gafelet ve hataya düşmesini kolaylaştıran zabt azlığıdır. Bununla beraber, sika olan bir râvi isminin sehven kalbedilmesinin, sahîh hadîsi sahîh, veya hasen hadîsi hasen hadîs olmaktan çıkarmadığını da görüyoruz. Nitekim imam ez-Zerkeşî bu konuya işaretle "maklûb, şâz ve muztarib hadîsler, bazen sahîh ve hasen kısmına girerler" demiştir. [382]

 

f) İsnadında Râvi Ziyâde Edilmiş Hadîsler

 

Bazen bir hadîsin muttasıl isnadı ortasında râvi ziyâde edilemek suretiyle aynı hadîsi rivayet eden diğer râvilerin rivayetlerine muhalefet edildiği görülür ki, ortasında râvi ziyâdesi ihtiva eden bu çeşit hadîslere el-mezid fî muttasılı11-esânîd denilmiştir.[383] İsnaddaki bu muhalefet, ancak, ziyâdeyi yapmayan râvinin, ziyâdeyi yapandan daha titiz olması halinde bahis konusudur. Bunun da şartı, ziyâdenin yapıldığı yerde semâ'a açık ola­rak delâlet eden bir sîganm kullanılmasıdır. Semâ'a delâlet etmeyen ta­birler kullanılmışsa, meselâ hadîs o yerde an'ane ile rivayet edilmişse, ziyâdeyi ihtiva eden rivayet tercih olunur. Tecrîd mukaddimesinde bu ko­nuda şu açıklama yapılmıştır: "Muhalefetin üçüncü nev'i, bir râvinin ken­disinden daha mutkın olmakla maruf diğer râvi veya ruvâtm zikretmediği bir râviyi isnadın arasına yanlışlıkla ziyâde etmesiyle olur ki, bu tarzda ri­vayet edilen hadîs- zaîfe mezîd fî muttasıli'l-esânîd nâmını verirler. Bu nev'e dâir Hatîb-i Bağdâdî'nin Temyîzu'l-mezîd fî muttasılı1 esânîd is­minde müstakil bir kitabı vardır".

"Misal: Abdullah İbnu'l-Mubârek tarîkmdan rivayet edilen:

 (Kabirler üzerine oturmayınız, kabirlere karşı namn? r)

isnadı ile vârid olmuştur. Halbuki bu senedde Sufyân ile Ebû îdrîs bu­lunmayacaktı. Ebû İdrîs'in senede idhali Abdullah İbnu'l-Mubârek'in veh­minden neş'et etmiştir. Çünkü birçok sikât, hadîsin senedinde an îbn Câbir, an Busr, an Vasile dedikleri gibi, bazıları da, Busr'un Vasile (r.a.) den semâ'mı tasrîh etmişlerdir. Ebû Hâtim-i Râzî: "Büsr'un Ebû îdrîs'ten rivâyâtı çok olduğu için, İbnu'l-Mubârek yanılmış da bu hadîsi ondan ri­vayet ettiğini zannetmiş" diyor. Sufyân'm ziyâde edilmesi ise, Ibnu'l-Mubârek'ten sonra gelen ruvât'dan birinin eser-i vehmidir diye hük­mediliyor. Zira birçok sikât, hadîsi Sufyân'ı zikretmeksizin   an Abdillah

İbni'l'Mubûrek, an İbn Câbir, an Busr...diye rivayet ettikleri için, bu ikinci vehim kendisinden sonra vâki olmuş demektir".

"Ancak İbn Hacer-i Askalânî'nin tenbîh ettiği üzere, isnaddaki bu ziyâde yüzünden hadîse ta'n edebilmek için, ziyâde etmeyen râvi-i sikanın râvi-i zaidin üst tarafındaki râviden semâ'ını tasrîh etmiş olması iktiza eder. Bu râvi-i sikanın rivayeti şayed tasrîh-i semâ ile olmayıp da an gibi adem-i ittisali de muhtemel bir lafz ile vâki olmuş ise, râvi-i zâid denilen şahsın arada mevcûd olduğu tereccuh edip sikanın isnadında inkıta bu­lunduğuna hükmedilir".[384]

 

g) Metninde Ziyade Edilmiş Hadîsler

 

Hadîs ilminde bilinmesine önem verilen konulardan birisi de ziyâde olup, bununla, güvenilir (sika) olan bir râvinin, hadîsin rivayeti sırasında onda yaptığı fazlalık kasdedilir. El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin rivayetinde tek kalması halinde, ziyâdesinin makbul ol­duğu görüşünde olduklarına işaret ederek şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, kendisine şer'î bir hükmün taalluk ettiği, yahutta herhangi bir hüküm ta­alluk etmeyen ziyâde ile bu ziyâdeyi ihtiva etmeyen haberin hüküm yö­nünden bir noksanlığa sebep olacak ziyâde arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir hükmün değişmesine yol açacak ziyâde ile, buna yol açmayacak ziyâde arasında da ayırım yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi bir rivayetinde bu ziyâdeyi yapmasa da, bir başka rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de, kendisi rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir'. [385] Bununla beraber el-Hatîb bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir:

Yaptığı ziyâde ile tek kalan âdil kişinin ziyâdesini kabul eden bazı kim­seler, bu ziyâdenin kendisine taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu, fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.

Şâfl'î mezhebine mensûb olan bazı kimseler, ziyâdenin râvi cihetinden olmayıp, sika bir kimseden gelmesi halinde kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce noksan, sonra da ziyâde ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi gerektiğini söylemişlerdir.

Hadîs ehlinden bazı kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kirnse ziyâdenin rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet etmezlerse, onun kabul edilemiyeceğini ileri sürmüşlerdir.

El-Hatîb bu görüşleri zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyâde, eğer râvisi âdil, hafız, mutkm ve zabıt ise, ne şekilde olursa olsun makbuldür ve kendisiyle amel edilir." Demiştir. [386]

İbnu's-Salâh ise, el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:

1) Râvinin, rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfî düş­mesi halidir ki, bunun hükmü, şazda görüldüğü gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz. [387]

2) Güvenilir râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette   muhalif düşmez;   bu   durumda her  hadîs,  hepsi  güvenilir  olan râvilerin, rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür.   Hattâ el-Hatîb, böyle bir  hadîsin kabulü hakkında ulemanın ittifakı bulunduğu gö­rüşündedir.

3) Bu iki kısım arasında bir de hadîsin ihtiva ettiği bir söz ziyâdesi var­dır ki, güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyâdeyi başkaları rivayet etmez. [388]

İbnu's-Salâh'm bu açıklamasından anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde, ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan ziyâde ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs eh­linin ve fukahânın kabulünde ittifak ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.

îbn Hacer'in ziyâde ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uy­gundur. İbn Hacer de, güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı ziyâdeden söz ederken şâz'm bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve ziyâdeyi ih­tiva eden hadîsin, ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. îbn Hacer bu konuda şöyle der:

"Sahih ve hasen râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyâdeyi yapmayan ve daha güvenilir olan bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe mak­buldür. Çünkü hadîsteki ziyade, ya bu ziyâdeyi zikretmeyen kimsenin ri­vayetine aykırı olmaz; bu takdirde ziyâdesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Yahutta bu ziyâde, diğer rivayete aykırı düşer ve kabul edilmesi halinde, diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir durumda, ziyâdeyi ihtiva eden ri­vayetle onun zıddı olan rivayet arasında tercih yapılır".

"Ziyâdenin,   tafsile   gitmeksizin   mutlak   kabulü   ile   ilgili   görüş, hadîsçilerle fukahânın ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını sahihte şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir bir râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile gitmeksizin ziyâdenin mutlak kabulü doğru ol­mamak gerekir. [389]

Görüldüğü gibi, İbn Hacer de Îbnu's-Salâh gibi, ziyâdenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın değerlendirilemeyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira Ibn Hacer'in de ifade ettiği gibi, şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısıyle onun mutlaka kabul edileceğini ileri sürmek apaçık te­zattır.

Hadîste ziyadeye, Mâlik İbn Enes'in şu hadîsini misal olarak zik­redebiliriz:

Mâlik, Nâfİ'den, o da İbn Ömer'den rivayet etmiştir'. [390]

(Hazreti Peygamber, Ramazan ayında fıtr (fitre) zekâtını, bir Ölçü hurma veya arpa olarak, hür olsun köle olsun, erkek kadın bütün müs­lümanlara farz kıldı).

Et-Tirmizî mezkûr hadîsi naklettikten sonra, Mâlik'in Nâfi'den Eyyûb gibi rivayet ve ibaresini de ziyâde ettiğini söylemiştir. Yine et-Tirmizî'ye göre, Nâfi'den hadîsi rivayet eden diğer râviler, bu ibareyi zikretmemişler dir. Bu bakımdan Mâlik, bu ziyâdeyi rivayetinde zikretmekle tek kalmıştır. Ne var ki bu hadîsle amel ve fıtr zekâtını edâ etmek hu­susunda ihtilâf ortaya çıkmış; tabiatiyle başta Mâlik olmak üzere eş-Şâfi'î ve Ahmed İbn Hanbel, hadîsteki bu ziyâdeye göre hüküm vererek, kadın olsun erkek olsun, hür olsun köle olsun, fitrenin yalnız müslümanlara farz olduğunu, gayr-i müslim köleler için fitre vermek gerekmediğini ileri sür­müşlerdir. Ziyâdeyi kabul etmeyen Sufyân es-Sevrî, Abdullah Ibnu'l-Mubârek ve İshâk gibi imamlar ise, köle gayr-i müslim de olsa, onun için de fitrenin ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir. [391]

Müslim tarafından nakledilen bir hadîs, Ebû Mâlik Sa'd İbn Târik el-Eşca'î tarafından Rib'î İbn Hırâş'tan rivayet edilmiştir. Rib'î, Huzeyfe'den, oda Hazreti Peygamberden rivayet etmiştir. Hazreti Peygamber şöyle bu­yurmuştur: [392]

(İnsanlar üzerine üç şeyle tafdîl olunduk: Namaz saflarımız meleklerin safları gibi yapıldı; bütün yeryüzü bize mescid ve toprağı da, su bu­lamadığımız zaman, (teyemmüm yapmamız için) teiniz kılındı.

Müslim tarafından nakledilen bu hadîsteki ve cu'ılet turbetuhâ lenâ tuhûran (ve toprağı bize temiz kılındı) ibaresi ziyâde olup, Ebû Mâlik el-Eşca'î bu ziyâdenin rivayetiyle tek kalmıştır. Gerek Müslim'de ve gerekse el-Buhârî'de yer alan aynı hadîsin değişik rivayetlerinde ve cu'ılet lene'l-arzu meselden ve tuhûran ibaresi yer almıştır. [393]

 

h) Muztarib Hadîsler

 

Bazen bir, bazen de iki veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde ri­vayet edilen, fakat ne râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne ken­disinden rivayet ettiği şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi birinin bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih ya­pılamayan hadîse muztarib denilmiştir.

Bu tarifi biraz açıklamak gerekirse, denebilir ki: Bir râvi, şeyhinden bir hadîs rivayet eder; bir başka seferinde, yine aynı hadîsi aynı şeyhten ikinci defa rivayet ederken, ya hadîsin isnadında, yahut metninde bazı de­ğişiklikler yapar. Bu değişiklikler sebebiyle iki rivayet arasında, bazen bariz bir muhalefet hâsıl olur ve hadîs imamı bu iki rivayetten birisini, fakat doğru olanını tercîh etmek zorunluluğu duyarsa da bu tercihi yapamaz. İşte o zaman bu hadîsin muztarib olduğuna hükmedilir.

Bazen de bir hadîsi aynı şeyhten iki veya daha fazla râvi rivayet eder. Bu rivayetler arasında ya isnad, yahut metin, yahutta hem isnad ve hem de metin yönünden muhalefet görülür. Hadîs imamı, râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, yahut şeyhine olan yakınlığı, yahutta rivayetlerden bi­rinin başka râviler tarafından da aynı şeyhten alınmak suretiyle kuvvet ka­zanması gibi çeşitli tercîh sebeplerinden biriyle muhalif rivayetlerden birini tercîh edebilirse, hadîs muztarib olmaktan çıkar ve tercîh olunan rivayet sahih kabul edilir; fakat bu tercîh yapılamazsa, o hadîs yine muztarib ola­rak kalır.

Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, muztarib, birbirine muhalif rivayetleri arasında sıhhat yönünden eşitlik bulunan ve bu sebeple biri diğerine tercîh edilemiyen hadîstir. Iztırâb, râvilerin zabt yönünden zayıflıklarına delâlet

etmesi dolayısıyle, hadîsin de zayıf sayılmasını gerektirir. Bu sebeple muz-tarib hadîsler merdûd hadîsler arasında yer alırlar.

İsnad yönünden muztarib sayılan hadîsin örneği, Ebû Bekr'in şu hadîsidir: (Yâ Rasûlallah, seni yaş­lanmış görüyorum, diyen Ebû Bekr'e Hazreti Peygamber: "Beni, Hûd ve ben­zeri sûreler ihtiyarlattı" cevabını vermiştir. [394] Ebû İshâk es-Sebî'î vâsıtasıyle rivayet edilen bu hadîsin isnadında birbirinden farklı şekiller gö­rülür: Bazı rivayetlerde hadîs mursel olarak, bazılarında Ebû Bekr'in, ba­zılarında Sa'd İbn Ebî Vakkâs'ın, bazılarında da Aişe'nin musnedi olarak gelir. Rivayetlerin hepsinde de râviler sika (güvenilir) kimselerdendir ve aralarında tercîh yapmak mümkün değildir. [395]

Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin İsmâ'îl İbn Umeyye tarikiyle Ebû Arar İbn Muhammed İbn Hurays'ten, onun da, ceddi Hurays vâsıtasıyle Ebû Hu-reyre'den naklettikleri Hazreti Peygamberin "Herhangi biriniz namaz kıl­dığı zaman, Önüne (sütre olacak) bir şey koysun" veya bazı rivayetlerde "eğer dikecek bir âsâ bulamazsa, bir hat çeksin" hadîsi, muhtelif is-nadlarında ıztırabm açık bir şekilde görüldüğü dikkata şâyân bir misal teş­kil eder. [396] Bu isnaddaki ihtilâf, İsmâ'îl İbn Umeyye üzerinde ve onun ri­vayetinde ortaya çıkmaktadır. Bişr İbnu'l-Mufaddal ve Ravh İbnu'l-Kâsım, İsmâ'îl'den hadîsi naklederken onun şeyhini yukarıda zikrettiğimiz şekilde, yâni Ebû Amr İbn Muhammed îbn Hurays olarak vermişlerdir. Daha doğ­rusu, İsmâ'îl İbn Umeyye'nin, şeyhini onlara bu şekilde isimlendirdiği an­laşılmaktadır ve şeyhi de hadîsi ceddinden nakletmiştir. Sufyân es-Sevrî'nin rivayetinde ise, İsmâ'îl, şeyhini ve şeyhinin şeyhini daha değişik bir şekilde vermiş ve an Ebî Amr îbn Hurays, an ebîhi demiştir. Keza îsmâ'îl'den gelen diğer rivayetlerde de değişik şekiller görülür. Meselâ:

Bu isnadlarda da görüldüğü gibi, ihtilâf, îsmâ'îl İbn Umeyye'nin rivayetinden ileri gelmiş ve îsmâ'îl, her defasında şeyhini değişik şekillerde vermiştir. Buna benzer bir ihtilâf, aynı hadîsi İsmâ'îl'den rivayet eden Sufyân İbn Uyeyne'de de görülür:

İbnu's-Salâh tarafından verilen bu misal [397]el-Irâkî'nin ifadesine göre, rivayetler arasında tercîh yapılabilmesi halinde, ıztırabm kaybolacağı görüşüne istinaden itiraza uğramış, hadîsin Sufyân es-Sevrî tarafından da rivayet edildiği ve Sufyân'm hıfz yönünden hadîsi nakleden diğer râvilerden daha üstün olduğu cihetle, rivayetinin diğerlerine tercîh edilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Her ne kadar el-Hâkim ve diğer imamlar, hadîsin sahîh olduğunu söylemişlerse de, tercîh yönü yine de ihtilaflıdır. Gerçi Sufyân di­ğerlerine nisbetle daha üstün hafızaya sahiptir; fakat rivayetinde an Ebi Amr İbn Hurays, an Ebîhi demek suretiyle teferrüd etmiştir. Halbuki diğerlerian Ebîhi yerine an ceddihi demişlerdir ve hepsi de Basralı gü­venilir imamlardır. Keza Sufyân İbn Uyeyne de rivayetinde bunlara mu­vafakat etmiştir. O halde tercîh edilmesi gereken rivayet, çokluğun rivayetidir. Diğer taraftan İsmâ'îl İbn Umeyye Mekkelidir; Sufyân İbn Uyeyne de orada ikamet etmiştir. Bu da, rivayetinin ayrı bir tercîh yönüdür. Sonra, yine Mekkeli olan İbn Curayc, an Hurays îbn Ammar, an Ebî Hu-reyre dediği rivayetiyle diğerlerinin hepsine muhalefet etmiştir. Bu tak­dirde bütün tercîh yönleri birbirine zıt olarak ortaya çıkar. Buna, hadîsin asıl râvisi olan şahsın, yâni İsmail'in şeyhi Ebû Amr İbn Hurays'in mechûl oluşu da ilâve edilirse, [398] hadîsin zayıf olduğu anlaşılır. Nitekim Ebû Dâvûd da, Sufyân İbn Uyeyne'den onun zafiyeti ile ilgili bir haber nak­letmiştik'. [399] Eş-Şâfi'î, el-Beyhakî ve en-Nevevî de hadîsin zayıf olduğunu söyl ey enlerdendir. [400]

 (Hazreti Peygambere zekât hakkında sorulduğu zaman: "Malda, zekâttan başka da bir hak vardır" buyurdu)- Et-Tirmizî, hadîsi Şerik tarikiyle Ebû Hamza'dan, o eş-Şa'bî'den, o da Fâtıma'dan bu şekilde nak-letmiştir. İbn Mâce'nin rivayeti ise, şöyledir: » (Malda, zekâttan başka bir hak yoktur) [401]

Bu iki rivayette tevili mümkün olmayan bir ıztırâb vardır. Bununla beraber bazıları, bu hadîsin de ıztırâb için uygun bir misal olmayacağını ileri sürmüşlerdir; çünkü Şerik'in şeyhi zayıftır ve hadîs, ıztırâb yönünden değil, râvinin za'fı yönünden merdûdtur. Diğer taraftan, iki rivayet ara­sındaki ihtilâfın tevili de mümkün olabilir. Şöyleki: Fâtıma Bint Kays, hadîsi her iki şekilde de Hazreti Peygamberden işitmiş ve rivayet etmiştir; birinci hadîste geçen hak kelimesiyle müstehâb olan, nefyedilen İkincisiyle de vâcib olan hak kasdedilmiştir. Maamafîh bu konuda daha doğru ola­bilecek bir misal daha vermek mümkündür. Bu misal, namazda Fatiha sûresinden Önce öesme/e'nin de okunup okunmayacağı ile ilgili Enes İbn Mâlik hadîsidir. Müslim'in el-Velîd İbn Müslim rivayetiyle teferrüd ettiği bu hadîste Enes îbn Mâlik şöyle demektedir: "Hazreti Peygamberin, Ebû Bekr'in, Osman'ın arkasında namaz kıldım; ile başlıyorlar; kıraatin ne başında ne de sonunda zikretmiyorlardı. [402]

Mâlik'in Humeyd et-Tavîl vâsıtasıyle yine Enes İbn Mâlik'ten rivayeti şöyledir: "Ebû Bekr, Ömer ve Osman'ın arkasında namaz kıldım; hepsi de namaza başladıkları zaman   okumuyorlardı". [403]

El-Buhârî ise, hadîsi Hafs İbn Ömer tarikiyle Enes'ten şu şekilde nak-letmiştir: "Hazreti Peygamber, Ebû Bekr ve Ömer, namaza uil ile başlıyorlardı''. [404]

Mezkûr hadîsi söz konusu eden İbn Abdi'1-Berr şöyle der: Bu hadîsin lafızları üzerinde pek çok ihtilâf edilmiştir. Bazı rivayetlerinde "Hazreti Peygamber, Ebû Bekr ve Ömer'in arkasında kıldım" denilmekte, bazılarında buna Osman ilâve edilmekte, bazılarında yalnız Ebû Bekr ve Osman zik­redilmektedir. Bazı okumuyorlardı", bazılarında "cehretmiyorlardı", bazılarında "cehrediyorlardı", bazılarında "kıraata el-Hamdu li'llahi Rabbi'l-âlemîn ile başlıyorlardı", bazılarında da besmeleyi "okuyorlardı" denilmektedir. Bu öyle bir ıztırâbtır ki, hiçbir râvinin elinde buna dâir bir hüccet yoktur. Şurası muhakkaktır ki Enes, Bu hadîsiyle öes­me/e'nin nefyini kasdetmemiştir. El-Buhârî ve Müslim'in şartına uygun bir senedle Ahmed İbn Hanbel'in ve Huzeyme'nin naklettikleri bir haberden öğ­renildiğine göre, Ebû Seleme'nin "Hazret Peygamber namaza ile mi, yoksa ile mi başlıyordu? şeklindeki bir sualine Enes İbn Mâlik şu cevabı vermiştir: Sen, bana bilmediğim bir şeyi sordun; senden önce de hiç kimse böyle bir sual sormamıştı". [405]

Iztırâb, vermiş olduğumuz bu misallerden de anlaşıldığı gibi, hadîsin za'fını gerektiren bir illettir; zira bunun menşei, hadîs râvilerinin, ne kadar güvenilir olurlarsa olsunlar, rivayet ettikleri bir hadîste, geçici de olsa, gösterdikleri bir zabt zayıflığıdır. Bu zayıflık dolayısıyle değişik şekillerde gelen rivayetlerden herhangi birini tercih etmek mümkün olmadığı zaman, o ri­vayet muztarib olmakta ve merdûd hadîsler arasında yer almaktadır. [406]

 

ı)  Musahhaf Hadîsler

 

Kelimeyi yanlış okumak manâsında tashîften ism-i mefûl olan mu­sahhaf, hadîs ıstılahında, metin veya isnadında bir kelimesi veya râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edil­miş hadîse verilen isimdir.

Hadîsin gerek metnindeki bir kelimenin ve gerekse isnadmdaki bir râvi isminin telaffuzunda vâkî olan hatâ, ya kelime veya ismin şekil ve hat yönünden değişmeden yalnız bazı harflerindeki noktaların değişmesiyle (yâni noktalı bir harften noktanın düşmesiyle, yahut noktasız bir harfin noktalı olarak okunmasıyle), yahutta kelime veya ismin yazılış yönünden şekil değiştirmesiyle olur.

Mütekaddimûndan olan hadîsçiler, bu iki hatâ şekli arasında herhangi bir ayırım yapmamışlardır. Bunlara göre, ister harfte yalnız nokta de­ğişikliği olsun, ister kelimede şekil değişikliği olsun, her ikisi de mu­sahhaf tır; çünkü her ikisi de bir hatânın neticesidir. Nitekim bu konuya bir kitap tahsis eden el-Askerî, her iki şekle de delâlet etmek üzere, kitabına et-Tashtf ve't-tahrîf ve şerhu mâ yaka'u fth adını vermiş [407]ve tashîf ve tahrîrin kendi nazarında bir ve aynı olduğunu belirtmek istemiştir.

Bununla beraber, daha sonraki hadîsçüer, her iki hatâ şeklim bir­birinden ayırmaya meyletmişlerdir. Meselâ îbn Hacer, yazı şeklinin baki ka­larak sadece nokta değişmesiyle bir yahut birkaç harfin değişmesi halinde ortaya çıkan ibareye musahhaf, şekil değişikliğine uğramış ibareye de mu-harref adını vermiştir'. [408]

Tashîf ve tahrifin, bazen hadîsin metninde, bazen de isnadında vâki ol­duğu gözönünde bulundurularak, îbn Hacer'in tarifine göre metin yönünden musahhaf olan bazı hadîsleri misal olarak zikretmekte fayda vardır:

Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hazreti Peygamberden rivayet etmiştir: "Kim Ra­mazan orucunu tutar, sonra da onu takiben Şevvâl'den altı günü oruçlu ge­çirirse, bütün sene oruç tutmuş gibi olur".

Hadîs, Müslim, et-Tirmizî, Ebû Dâvûd ve îbn Mâce tarafından rivayet edilmiştir''. [409]Ancak ed-Dârakutnî'nin belirttiğine göre, yine Ebû Eyyûb tarikiyle hadîsi nakleden Ebû Bekr es-Sûlî, hadîs metninde geçen sitten kelimesinde tashîf yapmış ve demiştir'. [410]

Hazreti Peygamber tarafından sadaka âmili olarak gönderilen Esd (Ezd) kabilesinden Îbnu'l-Lutbiyye adında biri, dönüşünde, topladığı ver­gileri getirip "bunlar sizin" diyerek Hazreti Peygambere teslîm etmiş, bazı şeyleri de yanında alıkoyup "bunlar da benim; bana hediye edildi" demişti. Bunun Üzerine Hazreti Peygamber, Mescidde minbere çıkarak memurların hediye kabul etmelerinin doğru olmadığını bildiren bir konuşma yapmış ve hediye alanların, aldıklarını (deve, inek ve koyun cinsinden olursa, her biri kendi sesleriyle bağırır oldukları halde) kıyamet günü boyunlarında ta­şıyacaklarını haber vermiştir. El-Buhârî ve Müslim tarafından Ebû Humeyd es-Sâ'ıdî tarikiyle rivayet edilen bu hadîste''[411] "eğer bir koyun ise meler" ibaresi yer almıştır. İbnu's-Salâh'm ed-Dârakutnî'den naklen be­lirttiğine göre, Ebû Mûsâ Muhammed İbnu'l-Musennâ bu ibareyi tashîf ede­rek şeklinde rivayet etmiştir'. [412]

Tashîf, bazen de isnadta vâki olur. Bunun güzel bir örneğini el-Hâkim zikretmiştir: Muhammed İbn Abdi'l-Kuddûs el-Mukrî'nin, bazı şeyhlerinden naklettiğine göre, Bağdâd'ta bir şeyh hadîs rivayeti için oturmuş ve şöyle bir isnad zikretmiştir Şeyh, bu kelimelerle şu isimleri söy­lemek istemiştir'':. [413]

Tashîfin, hadîste yapıldığı gibi, bazen Kur'ân kırâ'atinde de yapılmış ol­masına ve âyet-i kerîmelerin doğru bir şekilde ezberlenmemesi halinde bazı harf veya kelimelerin yanlış okunmasına da şaşırmamak gerekir. Ebû Bekr el-Mu'aytî'nin anlattığına göre, bir mürebbi, küçük bir çocuğu önüne oturt­muş ona Kur'ân okutuyordu. Bir âyeti şöyle okuduğunu işittim:

Ona dedim ki: "Yâ fulân, Allah böyle bir şey söy­lemedi. Senin okumak istediğin âyet olacak". Bana şu cevabı verdi: "Sen, Ebû Âsim İbnu'1-Alâ' el-Kisâ'î kıraatine göre oku­yorsun. Ben ise, Ebû Hanıza İbn Âsim el-Medenî kıraatine göre okuyorum". Adama, "senin kurrâ hakkındaki bilgine de diyecek yok, diyerek yanından ayrıldım.[414]

Zikrettiğimiz bu misallerde açıkça görüldüğü gibi, bazı kelimeler üze­rinde yapılan hatâlar, tamamiyle nokta değişmelerinden ibarettir ve İbn Hacer'in tarifine göre bu çeşit hatayı ihtiva eden hadîslere musahhaf de­nilmiştir. Gerek tashîf ve gerekse tahrif, umumiyetle yazılı olan bir isim veya kelimenin yanlış okunması neticesinde meydana gelmiştir. İlk de­virlerde metinlerin noktasız ve harekesiz yazıldığı gözönünde bu­lundurulursa, bunları okumadaki güçlüğün hatâ yapma ihtmalini ne derece artırdığını anlamak güç değildir. Bu bakımdan tashîfâtın çoğu, nazfti (görme) hatâsı olarak ortaya çıkar. Bununla beraber, bilhassa isimlerde, semâ'a, yâni işitmeye dayanan hatâların da vukubulduğu anlaşılmaktadır. Bunun sebebi de, şifahî rivayetlerde isnad zikredilirken söylenen bir isim veya lakabın harfleri, şekil ve nokta yönünden farklı olsa bile, aynı vezin ve kalıptaki başka bir isim ve lakab şeklinde duyulup karıştırılabilmektedir. Meselâ el-Hâkim'in belirttiğine göre, Ehvazlılar, bir isnad içinde geçen Bu-keyr îbn Amir el-Becelî ismini tashîf etmişler ve Bukeyr yerine Ukeyl de­mişlerdir. Bu, Bukeyr'in Ukeyl gibi duyulup anlaşılması neticesinde ortaya çıkmış bir hatadır'.[415] Tashîf, metinlerde vâki olduğu zaman, çok defa manâların bozulmasına da yol açmıştır. Bilhassa bunu yapanların, hadîs bilgisi bakımından kifayetsiz, hafıza bakımından da zayıf oldukları dü­şünülürse, manânın ne şekil alabileceğini tahmin etmek güç olmaz. Bunun güzel bir Örneği, el-Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen aneze (na­mazda     sütre olarak kullanılan baston)     hadîsinin  Muhammed  İbnu'l- Musennâ el-Anezî nazarında kazandığı manâdır. [416]Kutub-i Sitte imam­larının şeyhlerinden olan bu şahıs, Hazreti Peygamberin aneze denilen bir bastonu sütre olarak önüne dikip ona karşı namaz kıldığını bildiren bu hadîsi işittiği zaman, "biz, şerefi büyük olan bir kavimiz; biz, Aneze'deniz. Hazreti Peygamber bize salât (duâ) da bulundu." Demiştir. [417]

 

i) Muharref Hadîsler

 

 Muharref, Tahriften ism-i mefûl olup, harf ve yazı şekli değişikliğe uğ­ramış kelime veya ibarelere verilen bir isimdir. Meselâ bir ibare içinde geçen mahrum kelimesi, bir hatâ neticesi merhum veya mercûm şeklinde okunur ve yazılırsa, bu kelime muharref olur; yâni tahrife, veya yazı şekli değişikliğe uğramış olur.

Hadîsler arasında kelime veya ibareleri bu türlü değişikliğe uğramış haberlere çok rastlanır. Ancak hadîs imamları bu değişiklikleri işaret ede­rek onların doğru şekillerini göstermişlerdir.

Musahhaf hadîslerden söz ederken de açıkladığımız gibi, gerek el-Hâ-kim en-Neysâbûrî ve İbnu's-Salâh ve gerekse en-Nevevî ve onun şârihi es-Suyûtî, yazıda şekil değişikliği ile meydana gelen muharref haberleri, sadece harflerin nokta değişikliğine uğramasıyle meydana gelen musahhaf hadîsler içerisinde mütalâ etmişler ve hepsine birden musahhaf de-mişlerdir.[418] Bununla beraber İbn Hacer, Musahhafı iki kısma ayırarak şekil ve hat değişikliğine uğramış yazılara muharref, yalnız nokta de­ğişikliğine uğramış yazılara da musahhaf adını vermiştir.[419]

Zeyd İbn Sâbit'in, Hazreti Peygamberin Mescid içinde kendisine bir oda edinmesiyle ilgili haberinin tahrif edilmiş bir rivayeti, bunun güzel bir örneğini teşkil eder. Zeyd İbn Sabit, bu haberinde diyerek Hazreti Peygamberin (Mescidde) hurma yaprağından veya hasırdan kendisine bir oda edindiğini bildirmiştir. El-Buhârî ve Müs­lim tarafından da nakledilen bu hadîsi  [420]şeyhinden işitmeden bir ki­taptan alıp rivayet eden İbn Lehî'a, ilk kelimede hataya düşmüş; ihtecere okuyacak yerde, onu tahrif ederek, "hacamat oldu" manâsında ihteceme şeklinde okumuştur'. [421]

 

4. BÖLÜM

 

İSNÂD

 

1. İsnadın Lügat ve Istılah Manâsı

 

İsnad, lugatta ya lâzım (geçişsiz) olarak dağın eteğinden zirvesine doğru tırmanmak ve yükselmek, yahutta müteaddî (geçişli) olarak yük­seltmek manâsında kullanılmıştır. Bundan ayrı olarak, İsnadın, bir de iti-mad etmek manâsı vardır ve her iki manâ, sülâsîden kullanılan sened ke­limesinin tam karşılığıdır. Hadîs ıstılahında ise, isnâd, sözün, aracılar vâsıtasıyle asıl sahibine yükseltilmesidir ve bu tarif, kelimenin, dağın zir­vesine yükselmek veya yükseltmek manâsından alındığına delâlet eder.

İsnad, başka milletlerde bulunmayan ve yalnız müslümanlara hâs olan bir sistemdir. İbn Hazm'in ifadesine göre. [422]hadîsin, Hazreti Peygambere varıncaya kadar muttasıl bir şekilde güvenilir kimselerin yine güvenilir kimselerden rivayet edilmesi keyfiyeti, Allah'ın yalnız müslümanlara hâs kıldığı bir sistemdir. Her ne kadar yahudîlerde irsal ve i'dâl cinsinden is­nada benzer bazı rivayet şekilleri görülürse de, bunlar vâsıtasıyle Hazreti Musa'ya yaklaşmaları, bizim Hazreti Peygambere yaklaşmamız gibi de­ğildir. İsnad, bizi tâbi'ûn ve sahabe vâsıtasıyle Hazreti Peygambere yak­laştırdığı halde, onları, Hazreti Musa'dan ancak otuz asır sonrası bir devre kadar götürebilmiştir; yâni isnadın son bulduğu devirle Hazreti Mûsâ ara­sında otuz asırlık bir inkıta, bir kopukluk vardır. Bu bakımdan yahudîlerin elinde, peygamberleriyle ilgili kesin ve güvenilir haberler mevcut değildir. [423]

Hıristiyanlarda ise, talâkın tahrîmi İle ilgili birkaç haber müstesna, bu vasfa sahip bir nakil mevcut değildir. Fakat yalana ve yalancılara müstenid haberler, gerek yahudîlerde ve gerekse hıristiyanlarda bol miktarda görülür.[424]

İsnadın hadîs rivayetinde ve dolayısıyle İslâmiyetteki ehemmiyetine dâir hadîs imamlarından muhtelif sözler nakledilmiştir. Meselâ Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110)'in "bu ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et"  [425]Sufyân es-Sevrî (Ö. 161)'nin "isnad, mü'minin silâhıdır" [426] Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 181)'in "isnad, dîndendir; o olmasaydı, isteyen istediğini söylerdi"[427] Ahmed îbn Hanbel (Ö. 241)'in "âlî isnad için seyahata çıkmak, önceki nesillerden bize intikal eden bir sünnettir. Nitekim Abdullah'ın as­habı, Kûfe'den Medine'ye rıhlet ederek Ömer'den dinliyorlar ve öğ­reniyorlardı" [428]Muhammed İbn Eşlem et-Tûsî'nin "isnadın yakınlığı (âlî isnad), Allah'a yakınlıktır" [429] gibi sözleri, bunlardan bazılarıdır. Bu sözler, hadîsçiler arasında isnada verilen değeri gösterdiği gibi, birbirinden farklı senelerde vefat eden kimselere âit olması bakımından da, bu değerin muh­telif devirlerdeki derecesi hakkında da açık bir fikir verir.

Netice itibariyle isnad, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, yalnız müs-lümanlara mahsus bir rivayet sistemidir. Ebû Alî el-Ceyyânî'nin belirttiğine göre, Allah, müslümanları diğer milletlerden üç özellikle ayırmıştır. İsnad, bu üç özellikten biridir. Diğer ikisi ise, ensâb ve i'râbtır. Nitekim el-Hâkim'in ve diğer imamların Mataru'l-Varrâk'tan rivayet ettiklerine göre, Kur'ân-ı Kerîm'den nazil olan ev esaretin min ilmin (yahut bir bilgi kı­rıntısı. .. [430] âyeti de, isnada delâlet eden ve bu manâda tefsir edilen bir ibaredir. [431]

 

2. Hadîs Rivayetinde İsnad Tatbiki

 

Yukarıda naklettiğimiz Muhammed İbn Sîrîn'e âit bir söz, rivayetlerde isnad tatbikinin Önemini belirtmesi yönünden ayrı bir değere sahiptir. Eğer îbn Sîrîn'in Hicrî 110 senesinde vefat ettiği de gözönündebulundurulacak olursa, onun bu sözünden, hadîs rivayet edenlere hadîslerini kimlerden al­dıklarım sorma işinin ve dolayısıyle rivayette isnad tatbikinin oldukça erken bir devirde başladığı anlaşılır. Nitekim kaynaklardan Öğrendiğimize göre İkinci halîfe Ömer thnu'l-Hattâb'm, hadîs nakleden bazı kimselere, hadîslerini kimden ve ne zaman işittiklerini sorması ve onu başka kim­selerin de işitip işitmediğini araştırması [432] keza Alî îbn Ebî Tâlib'in, kendisine hadîs nakledenleri yemîne davet etmesi, [433] ilk isnad tatbikinin bazı işaretleri olarak gösterilebilir. Maamafîh sahabe devrinde, daha sonraki de­virlerde görülen mükemmel bir isnad tatbikini aramaya da gerek yoktur. Çünkü sahabe, Hazreti Peygamberin muasırlarıdır ve bunlarla Hazreti Pey­gamber arasında, onlara Hazreti Peygamberin hadîslerim nakleden başka bir nesil mevcut değildir. Her ne kadar küçük yaşta olan sahabîlerin çoğu, hadîslerim yaşlı sahabîlerden almışlarsa da, İslâm'ın bu ilk müntesibleri için yalan söylemek, veya söylenen yalanları Hazreti Peygambere isnad etmek   elbette   söz   konusu   değildir.   Hepsi   de   udûl  ve   rivayetlerinde sadûk'turlar. Bu sebeple rivayet ettikleri hadîslerin garantisi olarak, veya doğru rivayet edip etmediklerini tahkik etmek maksadıyle, onlardan ha­berlerinin kaynaklarım sormak lüzumsuz gibidir. Fakat sahabe arasında ye­tişmeye başlayan yeni neslin, yâni tâbi'ûn neslinin hadîs rivayetine iştirak etmesinden sonra durum değişmiştir. Çünkü bu nesil içerisinde, sahabenin, katıksız, saf ve her türlü şüpheden uzak îmanına sahip olmayan kimseler de vardır. Yalan, bu kimselerin ağızlarından su gibi akmaktadır. Böyle olduğu içindir ki ilk defa üçüncü halîfe Osman îbn Affân devrinde fitne adı verilen bazı karışıklıklar başgöstermiş, Hazreti Osman şehîd edilmiş, Şî'a, Havâric, Mürcie, Cebriyye, Kaderiyye, Cehmiyye ve Mutezile gibi siyasî ve itikadî fırka ve mezhebler ortaya çıkmıştır. Bu fırka ve mezhebler, İslâm dünyasına yeni bir takım görüş ve inançlar getirmiş; fakat bu görüş ve inançlar, umu­miyetle, islâm inanç ve itikadına aykırı düşmüştür. Bu aykırılık ise, kendi mensuplarını, sahip oldukları görüş ve inançların müdâfasmda ve onlara îslâmî bir libas giydirilmesinde yeni bir takım faaliyetlere sürüklemiş; iç­lerinde muhafaza ettikleri İslâmî îmanın za'f ve noksanlığı sebebiyle de, giriştikleri bu faaliyetlerde kendi yönlerinden başarılı olmuşlardır. Çeşitli fırka mensuplarının, fıtratları icabı, kolayca başardıkları bu faaliyetlerin başında, inançlarım destekleyecek hadîsler uydurmak ve bunları Hazreti Peygambere isnad ederek halk arasında yaymak geliyordu.

İşte, daha önce mevzu hadîslerin zuhuru ile ilgili bölümde de açık­ladığımız bu gelişmeler, hadîsçileri, hadîs rivayet eden kimselerden, haber kaynaklarını sormaya, daha doğrusu isnadlaruıı daha titiz bir şekilde araş­tırmaya sevketmiştîr. Çünkü kişi için neseb ne ise, haber için isnad da o idi. İsnadın bu ehemmiyeti dolayisıyledir ki, yukarıda bir sözüne işaret et-tiğimiz Muhammed İbn Sîrîn'üı başka bir sözü, isnad tatbikinin başlangıcını belirtmesi yönünden de ayrı bir değer taşır. Bu sözünde İbn Şîrîn şöyle de­miştir: "Bidayette isnad sormuyorlardı. Ne zaman ki fitne zuhur etti, (hadîs rivayet eden kimselere), bize hadîs aldığınız kimselerin isimlerini söyleyin, demeye başladılar. Bakıyorlar, (ismi verilen şahıs) sünnet ehlinden ise, hadîsini alıyorlardı; bid'at ehlinden ise, hadîsini terkediyorlardı". [434]

Burada şunu tekrar belirtmek gerekir ki, İbn Sîrîn'in bu sözü, fitneden önce hiç isnad kullanılmadığına delâlet etmez. Ancak, yukarıda da be­lirttiğimiz gibi, sahabîler, işitmiş oldukları hadîsin sıhhatinden mutmain olmak için, bazen kaynak soruyorlar, veya hadîsi nakleden sahabîden şâhid taleb ediyorlardı, fakat bu titizlik, karşılarındaki râvinin doğruluğuna gü­venmemekten değil, sadece kendilerini mutmain kılmak arzusundan ileri geliyordu. Yoksa isnad tatbiki, Araplar arasında câhiliyye devrinde de bi­linmekte ve bazı şiirlerini ve kıssalarını isnadlarıyle nakletmekte idiler. Bu­nunla beraber isnadın sistemli bir şekilde tatbiki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sahabenin son, tâbi'ûnun da ilk devirlerinde ve müslümanlar arasında zuhur eden fitneden sonra başlamıştır. Muhammed İbn Sîrîn'in yukarıda naklettiğimiz haberine ilâveten, Müslim'in kesiksiz isnadla Mucâhid'ten naklettiği şu haber de aynı hususu teyîd etmektedir. Mucâhid der ki: "Bu-şeyr el-Adevî, İbn Abbâs'a gelerek Hazreti Peygamber şöyle dedi, Hazreti Peygamber böyle dedi, diyerek hadis rivayet etmeye başladı. Fakat İbn Abbâs onu dinlemiyor, hadîs rivayetine de müsade etmiyordu. Nihayet Bu-şeyr dayanamadı ve şöyle dedi: Yâ îbn Abbâs! Görüyorum ki benim Hazreti Peygamberden rivayet ettiğim hadîslere kulak asmıyorsun; beni dinlemiyorsun, îbn Abbâs Buşeyr'e şu cevabı verdi: Biz, bir zamanlar, bir kim­senin Hazreti Peygamber şöyle dedi, dediğini işittiğimiz zaman, onun söy­lediğini gözlerimizle Hazreti Peygamberden görüyor, kulaklarımızlada işitiyorduk. O zamanlar onun üzerine yalan söylenmiyordu. Fakat ne zaman ki halk, iyi olsun kötü olsun, sülük ettiği yolu ayırt etmez oldu; biz de ancak bildiğimiz hadîsleri almaya başladık'. [435]

Tâbi'ûn devrinde isnad gerçek değerini kazanmış, hadîsçiler, isnadsız hadîs rivayet edenleri dâima ikaz ederek hadîs aldıkları kimseleri açık­lamaya davet etmişlerdir. Meselâ yukarıda ismi geçen İbn Şîrîn "bu ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et" diyerek isnada önem verilmesini tavsiye ederken, [436]   Hicrî 124 senesinde vefat etmiş olan İbn Şihâb ez Zuhrî, kale Rasûlullah (s.a.s.) diyerek kendisiyle Hazreti Peygamber ara­sındaki râviyi atlayan İbn Ebî Ferve'yi azarlamış ve "hadîsini niçin isnada bağlamıyorsun da, bize ipi ve halkası olmayan hadîsleri rivayet ediyorsun?" demiştır.[437] Sufyân es-Sevrî (Ö.161) ve Abdullah Ibnu'l-Mubârek (Ö. 181)'in isnadla ilgili sözlerine yukarıda işaret etmiştik.

İsnada verilen bu değer sayesinde, hadîs rivayet eden kimselerin hal ve meşreblerini öğrenmek de mümkün olmuş ve herbiri hakkında tanzim edi­len biyografik tarihler yardımı ile, kimin güvenilir, kimin zayıf ve yalancı ol­duğu tesbît edilerek bu ilimle meşgul olanların istifadelerine sunulmuştur. [438]

 

3. İsnâd Çeşitleri

 

Hadîs ilminde isnadlar, ihtiva ettikleri râvi sayısının azlığına veya çok­luğuna, yahut başka bir ifade ile, bir hadîsi rivayet eden en son râviyi ilk kaynağına ulaştıran yolun kısalığına veya uzunluğuna göre değerlendiril­miş, onlara verilen bu değer, kendileriyle gelen hadîsler için de ayrı bir değer Ölçüsü olmuştur. Basit bir misalle açıklamak gerekirse, tâbi'ûndan olan bir râvi, Hazreti Peygamberin bir hadîsini, en kısa yoldan, ancak bir sahabî vâsıtasıyle alıp rivayet edebilir. Buna göre, tâbi'î ile Hazreti Pey­gamber arasında, hadîsi tâbi'îye ulaştıran sadece bir râvi vardır ve ı da sahabîdir. Bununla beraber, bazen bu isnadın uzadığı ve hadîsi tâbi'îye ulaş­tıran râvi sayısının arttığı görülür. Bu artış ise, tâbi'înin o hadîsi bir sahabîden değil de, kendisi gibi başka bir tâbi'îden almış olmasından mey­dana gelir. İlerdeki tabakalarda bazen bu artışın daha da çoğaldığı gö­rülebilir. Meselâ el-Buhârî, Sahih 'indeki 22 kadar hadîsi, Hazreti Pey­gamberden sadece üç râvi vâsıtasıyle naklettiği, yâni kendisiyle Hazreti Peygamber arasında üç râvi bulunduğu halde, diğer hadîslerim, normal ola­rak, dört, beş veya altı râvi vâsıtasıyle nakletmiştir. İşte bu kısa açık­lamadan da anlaşıldığı üzere, isnadlar, kendilerini oluşturan râvi sayılarının az veya çok oluşu yönünden iki kısımda değerlendirilmiş ve kaynağa daha az râvi ile ulaşan isnada âlî, daha çok râvisi olan isnada da nazil denilmiştir. [439]

 

a) Âlî İsnadlar

 

Alî, lugatta, yücelik veya yükseklik manâsına gelen uluv'dan ism-i fail olup, râvi sayısının azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakınlık (kurb) kasdedilmiştir. Isnaddaki bu yakınlık, hadîsi en kısa yoldan Hazreti Peygambere ulaşan sahüı bir isnadla rivayet etmek suretiyle meydana gelir. Yukarıda zikrettiğimiz misalden de anlaşıldığı gibi, bir tâbi'înin Hazreti Peygambere yakınlığı, hadîsi bir sahabî vâsıtasıyle ondan nakletmesidir.

Fakat tâbi'î, hadîsini nakletmek istediği sahabîyi görmemiş ve ondan hadîs işitmemiş ise, ondan işiten bir başka tâbi'îden hadîsi nakletmek zorunda kalır. Bu durumda, kendisiyle Hazreti Peygamber arasında , birisi kendisi gibi bir tâbi'î, birisi de bu tâbi'înin hadîs aldığı sahabî olmak üzere iki vâsıta bulunur ve dolayısıyle uluv, yâni Hazreti Peygambere yakınlık ortadan kalkmış olur. Halbuki bu tâbi'î, hadîsi, kendisi gibi başka bir tâbi'îden ri­vayet etmek yerine, o hadîsi rivayet eden sahabîyi arayıp bulsa ve ondan işitse idi, kendisi ile Hazreti Peygamber arasında yalnız o sahabî bulunacak ve dolayısıyle kısa yoldan ona ulaşmış olacaktı.

Râvi sayısının azlığı dolayısıyle âlî olan bir isnadla rivayet edilen hadîs, râvi sayısının çokluğu dolayısıyle nazil olan aynı hadîsin diğer ri­vayetine tercih edilir. Çünkü bir isnadda yer alan ricalden herbirinin kendi cihetinden bir hatâ yapması ihtimali gözönünde bulundurulursa, ricalin bir isnadda çoğalması halinde hatanın da o nisbette artabileceği, buna karşılık daha az rical ile rivayet edilen bir hadîste daha az hatâ yapılacağı tabiîdir [440] Bu bakımdan uluv, isnada yüksek bir değer kazandırır. Hadîs imam­ları, âlî isnadla rivayet eden kimselerden hadîs almak için meşakkatli se-yehatları bu sebepten ihtiyar etmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel, bunu şu söz­leriyle açıklamıştır: "Âlî isnad talebi, bize seleften kalan bir sünnettir" [441]Filhakika bunun örneklerini gerek Hazreti Peygamberin hayatında ve ge­rekse sahabe ve tâbi'ûn devirlerinde görmek mümkündür. El-Hâkim Ebû Abdillah, Enes İbn Mâlik'ten şöyle bir. haber nakletmiştir: "Hazreti Pey­gambere herhangi bir şey sormaktan nehyolunmuştuk. Bu sebeple bir bedevinin ona gelip bazı şeyler sorması ve bizim de bunu dinlememiz ho­şumuza gidiyordu. Bir gün böyle bir adam geldi ve dedi ki: Ey Muhammed, bize habercin geldi ve senin Allah tarafından gönderildiğini söyledi; sen böyle diyormuşsun. Hazreti Peygamber, evet doğru, deyince, bedevi suallerine devam etti ve Allahu Ta'âlâ ile İslâm'ın şartlarına dâir birçok sual sordu; öğreneceğini öğrenip oradan ayrıldı"(18). El-Hâkim, haberi nak­lettikten sonra şöyle der: "Bu hadîs Müslim'in Sahîh'inde yer almış olup, âlî isnad talebinin caiz olduğuna delâlet eder. Bedevî, Allah'ın üzerlerine farz kıldığı ibadetleri Hazreti Peygamberin elçisinden öğrenmiş olmakla beraber, bununla iktifa etmemiş, Hazreti Peygamberin bulunduğu yere seyahat ederek elçinin haber verdiklerini bizzat onun ağzından işitmiştir" [442]

Buna benzer seyehatlar sahabe devrinde de görülür. Yine el-Hâkim'in bir haberine göre, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Mısır'da bulunan Ukbe İbn Âmir'e bir hadîs sormak için Medine'den Mısır'a gitmiş ve o hadîsi sorup öğ-

rendikten sonra tekrar Medine'ye dönmüştür. El-Hâkİm'in ifadesine göre, o sıralarda bu hadîsi Hazreti Peygamberden işiten Ebû Eyyûb ile Ukbe İbn Âmir'den başka sahabî kalmamıştı. Bununla beraber Medine'de hadîsi ikin­ci elden alan kimseler de yok değildi. Ebû Eyyûb, hadîs üzerindeki te­reddüdünü izale etmek için Mısır'a gitmeden bu kimselere başvurabilirdi. Fakat o, bununla iktifa etmemiş ve hadîsi bizzat Hazreti Peygamberin ağ­zından işiten Ukbe'ye danışmak için Mısır'a gitmiştir'.[443] İsnadta uluv, mutlak ve nisbî olmak üzere başlıca iki kısımda mütalâ edilmiştir: [444]

 

l) Uluw-i Mutlak

 

Güvenilir bir isnadla Hazreti Peygambere olan yakınlıktır. Bu ya­kınlık, Muhammed İbn Eşlem et-Tûsî'nin ifadesine göre, Allah'a yakınlık gi­bidir. Çünkü isnadın yakınlığı, Hazreti Peygambere yakınlıktır; Hazreti Peygambere yakınlık ise, Allah'a yakınlıktır.[445] Bu kısım, uluvvun en yük­sek derecesini teşkil eder ve buna uluvv- mutlak denir. [446]

Burada şu hususu da belirtmek gerekir ki, âlî isnadta aranması ge­reken en mühim şart, isnadın zayıf olmaması, hele içinde, sahabeden hadîs işittiğini iddia eden yalancıların bulunmamasıdır. îbn Hudbe, Dînâr, Harrâş, Nu'aym îbn Salim, Ya'lâ îbn Eşdak, ve Ebu'd-Dunyâ el-Eşec gibi bazı kimseler, sahabeden bazılarına mülâkî olduklarını ileri sürerek on­lardan bazı hadîsler rivayet etmişlerdir. Bu suretle isnadları uluv mer­tebesini kazanmış olmakla beraber, zayıflıkları dolayısıyle hiçbir değer İiade etmezler ve tabiatiyle daha sağlam olan nazil isnadlar, bu çeşit âlî isnadlara tercih edilirler' [447]

Bazı hadîs eserleri gözden geçirilecek olursa, nazil isnadlar yanında âlî isnadların da yer aldığı kolayca görülür. Meselâ Mâlik İbn Enes'in âlî isnadı ikilidir; yâni İmam Mâlik ile Hazreti Peygamber arasında, biri sahabî biri tâbi'î olmak üzere iki râvî halkası yer almıştır. El-Buhârî, sayıları 22 yi bulan bazı hadîsleri, Hazreti Peygamberden yalnız üç râvi vâsıtasıyle nak­letmiş, bazı hadîslerin isnadında ise, râvi sayısı dokuzu bulmuştur. El-Buhârî'den sonra gelen hadîsçilerin âlî isnadlarmdaki râvi sayısı daha da artmıştır; bu artış, tabiatiyle, her gelen yeni nesille ve Hazreti Peygamber devrinden uzaklaştıkça fazlalaşmıştır. Meselâ Hicrî 256 senesinde vefat eden el-Buhârî'nin âlî isnadı, biraz Önce de kaydettiğimiz gibi, üçlü iken, Hicrî 911 senesinde vefat eden Celâlu'd-Dîn es-Suyûtî devrinde on ikili olmuştur. Es-Suyûtî bu konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Bu devirde bize ve bizim emsalimize semâ yolu ile ve muttasıl isnadla sahîh olarak gelen hadîslerin en âlî olanları, bizimle Hazreti Peygamber arasında on iki râvisi bulunan isnadlardır. Araya icazet girmiş olan hadîslerin âlî isnadları on birli, biraz zayıf olmakla beraber yalan sayılamıyacak olanlar onludur".[448]

Uluvvun en yüksek mertebesi olarak açıklamaya çalıştığımız bu kısım, el-Hâkim Ebû Abdillah tarafından tenkide tâbi tutulmuş ve her nedense, râvi adedinin azlığı dolayısıyle tezahür eden Hazreti Peygambere yakınlık, matlûb olan uluvden addedilmemiştir. Kitabında âlî isnad talebiyle ilgili bazı haberleri zikrettikten sonra, uluvvun bilinmesi konusuna geçmiş ve şöyle demiştir:  "...İsnadlardan âlî olanların bilinmesine gelince, bunlar, avamın zannettiği gibi, râvi sayısı bakımından Hazreti Peygambere yakın olan isnadlar değildir"'. [449] El-Hâkim'in bu ifadesi, herhangi bir izaha lüzum hissettirmeyecek kadar açıktır. Ancak bu ifadeyi takip eden misaller, üze­rinde dikkatle durulması gereken bir Özellik arzeder. El-Hâkim, bu mi­sallerin birincisinde, kendisine âlî olarak ulaşan bir isnad verir. Bu isnadta uhıv, Ebû Hudbe İbrahim İbn Hudbe'nin Enes İbn Mâlik'ten rivayeti iti­bariyledir.   Keza   bunu   takip   eden   misallerde,   Abdullah   İbn   Dînâr'ın Enes'ten, Mûsâ İbn Abdillah et-Tavîl'in yine Enes İbn Mâlik'ten, Ebu'd-Dünyâ Osman İbnul-Hattâb'm Alî îbn Ebî Tâlib'ten rivayetlerini zikreder. El-Hâkim'e göre, bu ve buna benzer isnadlarla ihticac olunmaz; yâni bunlar delil olarak kullanılamaz. Hiçbir hadîs imamının musnedinde bunlardan nakledilmiş tek bir hadîs yoktur. O halde ricalin sayısına göre değil, fakat anlayışa göre bilinen âlî isnad daha başka bir şeydir. Çünkü Öyle isnadlar vardır ki, râvi sayısı yedi ile on arasında değiştiği halde, dörtlü olanlardan daha âlîdir. Bu esasa istinaden, meselâ Müslim'in Sahîh'inde yer alan el-A'meş'in "dört şey vardır ki kimde bulunursa, o kimse münafık olur" hadîsi  [450]ve(ravj]j bir isnada sahiptir ve bu isnad âlîdir. Çünkü buradaki ya­kınlık, Süleyman İbn Mihrân el-A'meş'e olan yakınlıktır ve hadîs el-A'meş'in hadîsidir; el-A'meş ise, hadîs imamlarından biridir. Buna göre uluv, sahîh bir rivayette, hadîs imamlarından birine az bir râvi sayısıyle yakınlıktan ibarettir. [451]

El-Hâkim'den özetlediğimiz bu görüş, uluvvu, yalnız hadîs imam­larından birine olan yakınlık şeklinde ortaya koymakta, fakat Hazreti Pey­gambere olan yakınlığı uluvden saymamaktadır. Oysa daha sonraki mus-talahu'l-hadîs müellifleri, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, uluvvu beş kısma ayırmışlar ve Hazreti Peygambere yakınlığı, uluvvun en yüksek mertebesi olarak tavsif etmişlerdir. El-Hâkim ise, bu kısmı reddederek zayıf olan âlî isnadları misal olarak ileri sürmüştür. Halbuki daha sonraki müellifler, sahîh olan rivayetleri bahis konusu ederek, bu çeşit rivayetlerde Hazreti peygambere yakınlığı uluvvun en yüksek derecesi saymışlardır. [452]

 

2) Uluw-i Nisbî

 

Uluvvun ikinci kısmı, uluvvu't-tenzîl de denilen uluvu-i nishîdir ki, el-A'meş (Ö. 148), îbn Cureyc (Ö. 150), el-Evzâ'î (Ö. 157), Şu'be (Ö. 160), Mâlik (Ö. 179), Huşeym (Ö. 188) ve emsali hadîs imamlarından birine, râvi sa­yısının azlığı dolayısıyle, veya Kutub-i Sitte gibi mutemed kitaplardan bi­rinin rivayetine nisbetle ortaya çıkan yakınlıktır. Bu kısımda, Hazreti Pey­gamberle hadîs imamı arasındaki râvi sayısının azlığı veya çokluğu nazar-ı dikkate alınmaz; bu arada râvi sayısı çok olsa bile, uluv, hadîs imamı ile daha sonraki devirdeki hadîsin son râvisi arasındaki yakınlık ile teşekkül eder. Keza mutemed kitaplardan birine nisbetle olan yakınlık da, son râvinin, hadîsi, kitap tarîkmdan başka bir tarîkla rivayet etmesi halinde te­şekkül edecek olan yakınlıktır. Meselâ et-Tirmizî, Alî İbn Hucr'dan; o, Halef İbn Halîfe'den; o, Humeyd el-A'rec'ten; o, Abdullah İbnu'l-Hâris'ten; o da İbn Mes'ûd'tan "Allahu Ta'âlâ, Mûsâ fa.s.) ile konuştuğu zaman Hazreti Musa'nın üzerinde yünden bir cübbe vardı" hadîsim rivayet etmişti.[453] Bir kimse, et-Tirmizî tarikiyle bu hadîsi rivayet etse, o kimse ile Halef İbn Halîfe arasında meselâ dokuz râvi bulunduğu halde, bir cüz sahibi olan Hasan İbn Arafe vâsıtasıyle rivayet etse, kendisiyle Halef arasında yedi râvi bulunacak.[454] Bunu şöyle bir şema ile göstermek, konunun daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır:

1 No.lu şemada görüldüğü gibi, el-Irâkî, Hazreti Peygamberin Hz. Mûsâ ile ilgili bir hadîsini et-Tirmizî'nin el- Cami 'indeki tarîkıyle aldığı zaman, kendisiyle Halef İbn Halîfe arasında et-Tirmizî de dâhil dokuz râvi bulunmaktadır. Fakat aynı hadîsi el-Hasan ibn Arafe'nin Cüz'ünden aldığı zaman, kendisi ile Halef arasında yedi râvi vardır. Yâni isnad diğerine nis-betle âlîdir. Buna uluvv-i nisbî denir. Maamafih İbn Arafe'nin Cüz' ü tarîkıyle gelen isnad da bizatihi mutlak âlîdir. Zira el-Irâkî ile Hazreti Pey­gamber arasındaki yakınlık buna delâlet eder; hadîsin bundan daha âlî bir senedi yoktur''.[455]

Uluvv-i nisbî, rivayetteki duruma göre dört şekilde tezahür eder ve her biri ayrı ayrı isimler alır.

a) Muvafakat: Muvafakat,  mutemed kitaplardan  birinin  şeyhine, daha âlî bir başka senedle vusuldür.

Meselâ 2 No.lu şemada görüldüğü gibi, musannif el-Buhârî, şeyhi Mu-hammed İbn Abdillah el-Ensârî tarikiyle bir hadîs rivayet etmiştir. Bir kimse, el-Buhârî tarikiyle değil de onun şeyhi el-Ensârî'nin kitabına varan bir başka tarîkla bu hadîsi rivayet etmiş olsa, isnadı el-Buhârî'ye nisbetle âlî olduğu gibi, şeyhi el-Ensârf den rivayet etmek hususunda el-Buhârî ile aralarında muvafakat meydana gelmiş olur.

b) Bedel:Uluvv-i   nisbînin   ikinci    şekli   bedeVdir   ve    buradaki muvafakat, musannifin şeyhinin şeyhi üzerinde hâsıl olur. Yukarıda ver­diğimiz ilk şema bedele misal teşkil eder. El-Irâkî, bir başka tarîkla et-Tirmizî'nin şeyhinin şeyhine vâsıl olmuştur ve et-Tirmizî ile aralarında muvafakat, onun şeyhinin şeyhinde vukubulmuştur.

c) Musâvât:Uluvv-i nisbînin üçüncü şekli musâuât'tır.  Bu,  kitap sahibi ile Hazreti Peygamber veya sahabî arasında kaç râvi varsa, bir kim­senin, bir başka tarîkla Hazreti Peygambere veya o sahabîye kadar aynı sa­yıdaki râviler vâsıtasıyle o hadîsi rivayet etmesidir.

d) Musâfaha: Bu musâvât, râvi ile değil de râvinin şeyhi ile kitap sahibi arasında olursa, buna da musâfaha denir ve uluvv-i nisbînin dör­düncü şeklini teşkîl eder.[456]

Bir başka uluv şekli, râvinin diğer bir isnaddaki râviye nisbetle erken ölmesi halinde teşekkül eder. Bu durumda meselâ, iki isnaddan birinde di­ğerine nisbetle râvi sayısının az olması bahis konusu değildir. İbnu's-Salâh, ÜÇ râvi vâsıtasıyle el-Beyhakî (Ö. 458) 'den, onun da el-Hâkim (Ö. 504)'den rivayetini misal olarak zikretmiş ve bu isnadın, yine üç râvi vâsıtasıyle Ebû Bekr İbn Halef (Ö. 487)'den, onun da el-Hâkim'den rivayetine nisbetle âlî ol­duğunu söylemiştir.[457]

3 No.lu şemada görüldüğü gibi, İbnu's-Salâh'la el-Hâkim arasında iki rivayet zinciri vardır ve her iki zincirdeki râvi halkası aynı sayıdadır. Bu­nunla beraber, İbnu's-Salâh'm el-Beyhakî tarikiyle aldığı rivayet senedi, İbn Halef tarikiyle aldığı rivayet senedine nisbetle âlîdir; çünkü el-Beyhakî, İbn Haleften 29 sene önce vefat etmiştir.

Bu uluv, bir râvinin diğer bir râviye nisbetle erken ölmesi halinde bir isnad için verilen hükümdür. Yâni burada iki râvinin veya iki şeyhin vefat tarihleri nazarı dikkate alınarak yapılmış bir kıyas vardır. Bazen de böyle bir kıyasa gidilmeden tek bir isnad üzerinde durulur ve şeyhin ölümünün te-kaddümü halinde senedin âlî olduğuna hükmedilir. Çünkü şeyhin ölü­münün tekaddümü ile, ondan yapılan rivayet arasına uzun bir zaman gir­miştir. Bazılarına göre bu zaman 50, diğer bazılarına göre de 30 sene olarak tesbît edilmiştir. Bir başka ifade ile râvi, şeyhin ölümünden 50 veya 30 sene sonra rivayet etmiş olursa isnad âlî olur.[458]

Uluvvun başka bir şekli, râvi sayısı yine aynı olmak üzere, bir şeyhten işiten iki râviden birinin, diğerine nisbetle şeyhini daha evvel işitmesi ile te­şekkül eder. Yâni bir şeyhten, râvilerden biri altmış, diğeri kırk sene evvel hadîs işitmiş ise, birincisi diğerine nisbetle âlî sayılır. Bu çeşit uluv, bil­hassa âhır ömürlerinde ihtüâta maruz kalan güvenilir şeyhlerden hadîs alınması halinde değer kazanır. [459] Zira semâ'ı tekaddüm eden râvi, şeyhin hâl-i sıhhatinde, semâ'ı teahhur eden râvi ise, onu hâl-i ihtilâtmda işitmiş olur. Bununla beraber, bazen de şeyhin, ilk rivayetinden sonra itkan ve zabt derecesine baliğ olduğu gözönünde bulundurularak, semâ'ı teahhur eden râvinin isnadı âlî sayılır. Ancak bu uluv, uluvv-i manevîdir. [460]

İbn Tâhir ve İbn Dakîk el-îd, uluvvün son iki kısmında yer alan te-kaddüm-i vefat ve tekaddüm-i semâ'ı tek bir kısım içinde mütalâ etmişler, buna karşılık el-Buhârî ve Muslini ile diğer bazı meşhur kitaplara az bir râvi sayısı ile vüsûlü, uluvvün başka bir kısmı olarak zikretmişlerdir. Ay­rıca nadiren bulunan ve zikrinde zaruret görülen azîz hadîsler de, hangi yönden rivayet edilirlerse edilsinler, âlî sayılmışlardır. [461]

 

b) Nazil İsnadlar

 

Nuzûl kelimesi, uluvvün karşıtı olup bir hadîsi rivayet eden en son râviyi o hadîsin kaynağına en çok râvi sayısı ile ulaştıran isnadın key­fiyetidir. Buna göre nazil, hadîs rivayetinde en son râvi ile Hazreti Pey­gamber veya hadîs imamlarından biri arasındaki râvi sayısının azlık veya çokluğuna, yahut meşhur hadîs kitaplarından birinin rivayetine, râvinin erken veya geç vefat etmesine, yahutta hadîs semâmın erken veya geç vu-kubulmasma göre, isnadın uzunluk veya kısalık yönünden kazandığı iki va­sıftan biridir. Diğer vasıf, daha önce üzerinde durulan isnadın âlî olmasıdır.

Bilindiği gibi âlî isnad, en son râviyi haberin kaynağına en az râvi sa­yısı ile ulaştıran en kısa yoldur. Bunlar, daha önce de açıklandığı üzere beş kısma ayrıldıkları gibi, nazil isnadlar da beş kısma ayrılırlar ve bu beş kıs­mın her biri, âlî isnaddaki kısımların mukabilidir. Buna göre, meselâ âlînin birinci kısmı, Hazreti Peygambere sahîh bir isnadla yakınlıktır. Nazilin bi­rinci kısmı da, aynı hadîsin rivayetinde daha çok râvi sayısı ve daha uzun bir isnadla Hazreti Peygambere ulaşmaktır. Meselâ el-Buhârî'yi üç râvi va-sıtasıyle Hazreti Peygambere ulaştıran isnad âlî olduğu halde, aynı had: sın altı veya yedi râvi ile gelen diğer bir isnadına nazil denir. Nazilin diğer kı­sımlarını da âlînin bilinen kısımlarına göre tesbît etmek mümkündür.

Nazil isnadlar, râvi sayısının çokluğu ve bu çokluk halinde hata ya­pılması ihtimalinin fazlalığı dolayısıyle, hadîsçiler arasında rağbet gör­memiştir. Bununla beraber, nazil isnadın râvileri, güven yönünden, yahut hafıza ve fıkıh yönlerinden üstünlükleri dolayısıyle âli isnad râvilerine te­mayüz ederlerse, yahut âlî isnad râvileri hadîsi munâvele veya icazet gibi bazı münakaşalı tahammül yollarından biri ile aldıkları halde, nazil isnad râvilerinin semâ ile muttasıl oldukları görülürse, nazilin âlî isnada tercîh edilmesi tabiî olur. Zira isnaddan maksat, onun âlî veya nazil olanını bul­mak değil, fakat onun vâsıtasıyle gelen hadîsin sıhhatinden emîn olmaktır. Bu emniyeti temîn eden isnad, âlî veya nazilden hangisi ise, tercîh ona gö­redir. Nitekim Vekî İbnu'l-Cerrâh, bir gün ashabına: "Size göre el-A'meş, an Ebî Vâ'il, an Abdillah isnadı mı, yoksa Sufyân, an Mansûr, an ibrahim, an Alkame, an Abdillah isnadı mı daha iyidir?" sorusunu sor­muş, onlar da bu soruya: "El-A'meş, an Ebî VâHl, an Abdillah" cevabını vermişlerdir. "Çünkü bu isnad daha yakındır; yâni âlîdir". Bunun üzerine Vekî onlara şöyle demiştir: "El-A'meş bir şeyhtir; fakat Sufyân, an Mansûr, an İbrahim, an Alkame isnadı fakîhun, an fakîhin, an fakîhin, an fakîhin isnadı gibidir". [462]

 

4. İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri

 

Râvi halkalarından oluşan isnad zinciri, bir bakıma metne götüren bir tarîk, veya bir yol olduğuna göre, bu yolun, bazen Hazreti Peygambere kadar ulaşsa bile, bazen de yalnızca sahabîye, veya yalnızca tâbi'îye kadar ulaştığı olağan hallerdendir ve her kime ulaşmış ise, onun bize aksettirdiği haber de, o kimsenin söz veya fillerinden biri olup hadîs ilminde kendilerine hâs isimlerle belirlenmişlerdir. Buna göre isnad, ya Hazreti Peygamberde son bulmuştur ve dolayısıyle onun söz veya fiillerini aksettirir ki, bunlara merfû denilmiştir. Yahut sahabîde son bulmuştur; onların hadîslerine mevkuf denilmiş; yahutta tâbi'îde son bulmuş ve onun maktu denilen söz­lerini aksettirmiştir. Bunların yanında bir de musned denilen hadîsler var­dır ki, bunlar da, bazı görüş farklılıklarına rağmen genellikle isnadı merfû ve muttasıl olan hadîsler hakkında kullanılmıştır. İsnadla ilgili olarak or­taya çıkan bu hadîs çeşitleri hakkında aşağıda daha geniş bilgi verilmiştir. [463]

 

 a) Merfû Hadîsler

 

Özellikle Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerden -ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl isnadla rivayet edilmiş olsun - bütün hadîslere merfû denilmiştir. Bu söz, fiil ve takrirler, ya açık bir ifade ile Hazreti Peygambere isnad edilirler; yahutta bunlar Hazreti Peygambere açık bir şekilde isnad edilmemiş olsalar bile, onların, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olduklarına hükmetmekte herhangi bir güçlük çekilmez. Meselâ sahabînin "Peygamber (s.a.s.)'i işittim, şöyle dedi", veya "bize şöyle buyurdu", gibi ibarelerle naklettiği hadîsler tasrîhan merfû olan sos Zer'dendir. Yine sahabînin "Peygamber (s.a.s.)'in şöyle yaptığını gör­düm"   diyerek   naklettiği   hadîsler,   tasrîhan   merfû   olan   fiiller'dendir. Tasrîhan merfû olan takrirler ise, yine sahabînin "Peygamber (s.a.s.)'in hu­zurunda şöyle yaptım", yahut "fulan kimse Peygamber (s.a.s.)'in huzurunda şöyle yaptı", yahutta "Peygamber (s.a.s.)'in huzurunda şöyle yapıldı" diyerek naklettiği, fakat Hazreti Peygamberin yapılan bu fiil ve hareketlere karşı inkâr veya itirazda bulunduğuna dâir hiçbir işarette bulunmadığı ha­berlerdir.

Söz, fiil ve takrir olarak nakledilen hadîslerin tasrîhan merfû ol­malarından maksat, bunların açık bir şekilde Hazreti Peygambere izafe edilmeleridir; yahut başka bir ifade ile, Hazreti Peygambere âit söz, fiil ve takrirler olduklarının, onları rivayet edenler tarafından açık bir şekilde ifade edilmeleridir.

Hükmen merfû olan, yâni Hazreti Peygambere aidiyetleri açıkça be­lirtilmeyen, bununla beraber, nakledilen haberlerin mahiyetinden ona âit oldukları   anlaşılan  ve  merfû  olduklarına  hükmedilen hadîsler  de,  yukarıdakiler gibi, söz, fiil ve takrirlerden ibarettir.

İsrailiyyattan alınmamış, bir ictihadla, bir lügatin beyanı, veya bir garîb kelimenin şerhi ile ilgisi olmayan, fakat yaratılışın başlangıcı ve gelip geçmiş peygamberler hakkında maziye, harpler, fitneler, kıyamet gününün ahvali gibi geleceğe âit sahabî haberleriyle, bir fiilin yapılması halinde ka­zanılacak sevâb, veya bir başka fiilin yapılması halinde maruz kalınacak ıkabla ilgili Hazreti Peygambere isnad edilmeyen sahabî sözleri, hükmen merfû olan haberlerdir. Çünkü sahabînin bu konulardaki sözlerini, kendi nefsinden söylemesine, ictihadda bulunarak bunlardan haber vermesine imkân yoktur; dolayısıyle bu çeşit sözler, bunları ona haber veren bir baş­kasının bulunmasını gerektirir. Ona bunları haber verenin de ancak Hazreti Peygamber olduğuna hükmedilir ve dolayısıyle sahabînin bu konulardaki sözleri hükmen merfû olur. Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, sahabînin bunları bizzat Hazreti Peygamberin ağzından işitmiş olması şart değildir. Fakat Hazreti Peygamberden işiten bir başka sahabîden, ikinci ve hattâ üçüncü veya dördüncü elden işitmiş olması da mümkündür.

Hükmen merfû olan fiiller, içtihadına mecali olmadığı bir takım ha­reketlerdir ki, bunları Hazreti Peygamber yaparken gördüğünü söylemese bile, onların Hazreti Peygambere âit olduklarına hükmedilir. Meselâ eş-Şâfi'î, Hazreti Alî'nin küsûf namazını her rek'atta ikiden fazla rükû ile kıl­dığını haber vermiştir. Hazreti Alî'nin bu namazı kendi içtihadı ile bur.-kilde kılmış olabileceği söylenemez. Fakat bunu Hazreti Peygamberden böy­lece öğrendiğine hükmedilir ve küsûf namazının her rek'atta ikiden fazla rükû ile kılınması hükmen merfû olur.

Hükmen merfû olan takrirler ise, sahabînin, Hazreti Peygamber za­manında bir işi şu veya bu şekilde yaptıklarını haber vermesidir. "Biz Haz­reti Peygamber zamanında şöyle yapardık" denilerek nakledilen bir haberin hükmen merfü olduğuna şüphe yoktur. Çünkü sahabenin devamlı olarak yaptıkları bir fiilden Hazreti Peygamberin habersiz olduğu söylenemez. Keza yasak olan bir fiilin sahabe tarafından devamlı olarak yapılması da düşünülemez. Bundan şu neticeye varılır ki, Hazreti Peygamberin ya­pılmasına müsade ettiği veya müsamaha gösterdiği her fiil merfûdur.

Söz, fiil ve takrirler dışında sahabe ve tâbi'ûnun, sarîh bir tabir kul-lanmaksızm naklettikleri bazı haberler daha vardır ki, bunlar da merfû hükmündedirler. Meselâ bir tâbi'î, bir hadîsi sahabîye isnad ettikten sonra, hadîsi ref eder", yahut "onu rivayet eder", yahut "isnad eder", yahut "ri­vayet ederek", yahut "sözü sahibine ulaştırır", yahutta "rivayet etti" gibi bazı tabirler kullanır; fakat meselâ "hadîsi ref eder" dediği zaman, sahabînin badîsi kime ref ettiğini, yahut "rivayet eder" dediği zaman, sahabînin hadîsi

kimden rivayet ettiğini tasrîh etmez. Bununla beraber, sözün asıl sahibinin Hazreti Peygamber olduğu anlaşılır ve hadîsin merfû olduğuna hükmedilir.

Sahabînin herhangi bir şey hakkında "bu şey sünnettendir" demesi de, ekseriyetin görüşüne göre merfû hükmündedir; ancak bu sünnet, herhangi bir sahabîye izafe edilir ve meselâ "bu, Ebû Bekr ve Ömer'in sünneti idi" de­nilirse, o zaman bu sünnetin merfû olmadığı anlaşılır. Bununla beraber, "bu şey sünnet cümlesindendir" ibaresinin dâima merfû olan bir sünnete delâlet etmediğini ileri sürenler de vardır. Meselâ bu konuda İmam eş-Şâfi'î'ye iki görüş isnad edilir ve bu görüşlerden ikincisi, mezkûr ibarenin dâima merfû olan sünnete delâlet etmediği yolundadır. Keza Şâfi'î imamlarından Ebû Bekr es-Sayrafî, Hanefî imamlarından Ebû Bekr er-Râzî ve Zahirî imam­lardan İbn Hazm da sünnetin Hazreti Peygamberle diğerleri arasında de­ğiştiğini ileri sürerek bu görüşü benimsemişlerdir.

Sahabînin "fulân şeyden nehyolunduk" sözleri de, emrin ve nehyin Hazreti Peygamberden gelmesi dolayısıyle merfû hükmünde dirler. Bununla beraber bazıları, emr ve nehyedenle başkalarının da kasdedilmiş olabileceği ihtimaline dayanarak, bu sözlerin merfû olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Sonuç olarak denebilir ki, kaynağı Hazreti Peygamber olan ve ister muttasıl, ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, bütün söz, fiil ve tak­rirler merfû hadîslerdir.

Burada, merfû mursel denilen bir haber çeşidine de işaret etmekte fayda vardır. Eğer merfû hükmünde olan bir sözün, tâbi'îden sonraki râvisi zikredilmez ve tâbi'înin o sözü sahibine ulaştırdığı belirtilirse, bu söz merfû mursel olur. Çünkü tâbi'îden sonra isnadtan düşen râvi sahabîdir. Sahabî atlanarak Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîslere mursel denir. Bu­rada her ne kadar sahabî ile beraber Hazreti Peygamber de tasrîh edil­memiş ise de, tâbi'înin hadîsi ref ettiğine, veya rivayet ettiğine, yahutta sözü sahibine ulaştırdığına işaret olunmakla, hadîsin, mursel olmaktan başka merfû olduğuna da hükmedilir ve dolayısıyle hadîs merfû mursel olur. [464]

 

b) Mevkuf Hadîsler

 

Sahabeden, isnadı ister muttasıl olsun ister munkatı olsun, söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen haberlere mevkuf denilmiştir. Sahabe sözlerine bu ismin verilmesi, isnadın sahabîde son bulması ve Hazreti Peygambere ulaşmamış olması dolayısıyledir. Bununla beraber, sahabîde son bulmuş her isnadla gelen habere mevkuf denilemiyeceğini de hatırdan çıkarmamak ge­rekir. Zira bazı mevkuf haberler, aslında hükmen merfû olabilirler. Bu ise, merfû hadîslerle ilgili bir evvelki bahiste de açıklandığı üzere, sahabîden mevkuf isnadla rivayet edilen bir haberin, Hazreti Peygamberin, söz, fiil ve takrirlerinden olması itibariyledir. Nitekim sahabînin "Hazreti Peygamber devrinde şöyle derdik" yahut "şöyle yapardık" demesi, bu söz veya fiilin Haz­reti Peygamber devrine izafe edilmesi dolayısıyle merfû hükmüne sahip ol­masını gerektirir; fakat böyle bir izafe yapılmamış, yahut bu söz veya fiilin merfû olduğuna delâlet edecek herhangi bir karine bulunmamış olsaydı, o haber sahabînin kendi sözü olması dolayısıyle ona mevkuf demek mümkün olurdu.

Mevkuf haberlerde isnadın sahabîye kadar muttasıl olarak gelmesi şart koşulmamış ise de, el-Hâkim'in mevkuf için verdiği tarifte "sahabîye kadar i'dal ve İrsal etmeksizin hadîsin rivayet edilmesi..." demesi [465] bazı hadîsçİler nazarında böyle bir şartın söz konusu edildiğini gösterir. Ancak bu görüş, çoğunluk arasında itibar görmemiş [466]isnadı muttasıl olsun veya olmasın, sahabe kavillerine mevkuf denilmiştir.

Mevkuf tabiri, bazen de sahabî dışında herhangi bir râviye atfen kul­lanılır ve meselâ hazâ mevkufun alâ Atâ' denir. Bu tabir, isnadın Atâ'ya kadar geldiğine işaretten ibarettir ve kelime, burada, ıstılah manâsında değil, lügat manâsında kullanılmıştır. [467]

 

c) Maktu Hadîsler

 

İsnadı tâbi'ûnda son bulan ve tâbi'ûnun söz ve fiillerinden ibaret olan haberlere maktu denilmiştir. Eş-Şâfî'î ve et-Taberânî, maktu kelimesini, munkatî olan, yâni isnadı muttasıl olmayan haberler hakkında kul­lanmışlardır.[468] Bu kullanış, muhtemelen, kelimenin ıstılah olarak istikrar kazanmasından önceki bir devre âit olacaktır. Zira bu istikrar meydana gel­dikten sonra, maktu, isnadı muttasıl olarak tâbi'îye varan ve onda son bulan haberlere denilmiştir. Munkatî ise, Hazreti Peygambere nisbet olu­nan, fakat isnadında inkıta bulunan hadîstir. Bu bakımdan maktu, metinle ilgili konular arasında incelendiği halde, munkatî, isnada müteallik bir ko­nudur ve isnadın özelliklerinden birini teşkil eder. Şu var ki, maktu hadîslerin isnadları da, merfû ve mevkuf hadîs isnadları gibi, bazen mut­tasıl olmayabilirler. [469]

 

d) Musned Hadîsler

 

Umumiyet itibariyle isnadı, ilk râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan hadîslere musned denilmiştir. El-Hâkim Ebû Ab-dillah'ın musnedle ilgili açıklaması da bize bu tarifi vermektedir. Ona göre musned, "muhaddisin yaşı dolayısıyle işittiği açık olan şeyhinden rivayet et­mesi ve bu şekilde isnadın Hazreti Peygambere kadar ulaşmasıdır.

"Meselâ'bu hadîsi benim (söz el-HâkmVindir) Ebû Amr Osman ita a v, H%^makten işittiğim zahirdir. Onun da el-Hasan Ibn Mukrem den Ahmed ^-Sımakt™ Osman İbn Ömer'den,  Osman Ibnişitügme TOnus ibn Yezîd'ten böyledir. Yûnus'un ez-Omertn, rtibatian l^uftur. Ka'b ise, Hazret, Peygamberin ashabmdandı, hadîs arasından diğerlerine delâlet etmek üzere seçılnnş bir örnektir. Buna karşılık meselâ-

"Bu da isnadıyle birlikte örnek olarak seçilmiş bir hadîstir. Fakat bu sanatın ehli olmayan kimse, bu hadîse baktığı zaman, onun ve senedinin sıhhatinden şüphe etmez. Halbuki öyle değildir. Çünkü Ma'mer İhn Râşid es-San'ânî sika ve emîn bir kimse olmakla beraber, Muhammed İbn Vâsi'den işitmemiştir. Keza Muhammed İbn Vâsi1 de sika ve emîn bir kim­sedir; fakat o da Ebû Salih'ten işitmemiştir. Bu sebepten hadîsin, şerhi uza­yıp gidecek bir illeti vardır. Bu da, kendisi gibi binlerce hadîs arasından se­çilmiş bir örnektir ve bunları, bu ilmin ehli olanlardan başkası anlamaz".

"Musned hadîsin başka şartları da vardır. Bunlardan bazıları, meselâ: Musnedin mevkuf olmaması lâzımdır. Keza isnadında ittisalde şüphe yaratan rivayet tabirleri kul­lanılmamış olmalıdır. Bu şartları cemeden hadîs musnedtir. Ancak bu şart­ları cemeden her hadîs hakkında, biz, sıhhatle hükmetmeyiz. Zira sahîhin, sırasında zikredilecek olan başka şartları da vardır; bu sebeple her musned hadîs sahîh değildir" [470]

El-Hâkim'den naklen verdiğimiz musnedle ilgili bu açıklamadan an­laşıldığına göre, bir hadîsin musned olabilmesi için iki şart vardır. Biri se­nedin ittisali, diğeri de hadîsin merfû olması. İttisal, her râvinin, hadîsi, ri­vayet ettiği şeyhten bizzat işitmiş olması ve bu halin isnadın sonuna kadar devam etmesidir. Bu şarta göre, munkatı, mürsel, mu'dal ve müdelles gibi gibi senedinde kopukluk bulunan hadîs çeşitleri tarifin dışında kalmaktadır. Hadîsin merfû olması ise, senedin. Hazreti Peygamber ulaşması, yâni hadîsin Hazreti Peygambere isnad edilmesidir. Bazen senedi sahabîde kalan, fakat hükmen merfû sayılan hadîsler de, tabiatİyle bu tarîfin içine girmiş olacaktır. Musned için merfû şartının ileri sürülmesiyle de, mevkuf denilen sahabî ve maktu denilen tâbi'î sözleri tarîfin dışına çıkarılmış ol­maktadır.

O halde, bazılarının zannettikleri gibi musned ve merfû tabirleri bir­birinin müradifî olan kelimeler değildir; fakat merfü, hadîsin musned ol­ması için gerekli olan unsurlardan biridir. Bu bakımdan her musned hadîs merfû olduğu halde, her merfû hadîs, senedi muttasıl olmadıkça musned de­ğildir. Bu itibarladır ki, el-Hâkim, musned tabirinin, ancak senedi muttasıl merfû hadîsler için kullanılabileceği görüşünü ileri sürmüştür.[471]

El-Hatîb'e göre musned, hadîs ehli nazarında, râvisinden son bulduğu yere kadar senedi muttasıl olan hadîstir  [472]El-Hatîb'in bu tarifi, yukarıda açıkladığımız el-Hâkim'in tarifinden oldukça büyük bir farklılık arzeder. Zira el-Hatîb'in verdiği bu tarife göre, hadîsin musned olması için merfû ol­ması şart koşulmamıştır. Tarife dikkat edilecek olursa, isnadın son râvisinden nihayet bulduğu yere kadar muttasıl olmasının şart koşulduğu görülecektir ki, bir isnadın bazen sahabîde, bazen de tâbi'îde nihayet bul­duğu gözönünde bulundurulacak olursa, mevkuf ve maktu olan hadîslerin de tarîfin içine sokulduğu anlaşılır. O halde el-Hatîbe göre musned h.tdîs, ister merfû olsun, ister mevkuf veya maktu olsun, senedi muttasıl olan hadîstir.

Diğer taraftan el-Hatîb, buradaki ittisali de tarif etmiş ve "râvinin, bir üstündeki şeyhten hadîsi işitmesi ve isnadın başından sonuna kadar böyle devam etmesidir. Şu var ki, râvi, semâ'mı açıkça belirtmese ve an'ane ile iktifa etse bile, senedin ittisaline hükmedilir" demiştir.[473] İttisalle ilgili bu tarif de el-Hâkim'in tarifinden farklıdır. El-Hâkim, isnaddaki her bir râvi ile şeyhi arasındaki semâ'm açıklıkla bilinmesi gerektiğini ittisalin şartı olarak ileri sürmüşken, el-Hatîb, zahirî bir ittisal ile iktifa etmiştir ki, bu takdirde hafî olan bir inkıtayı, meselâ mudellisin an'ane ile rivayetini, yahut râvinin muasırı olan, fakat nıülâkî olup olmadığı bilinmeyen şeyhten rivayetini nazar-ı dikkate almamış olmaktadır.

Musned hakkında üçüncü bir tarif daha vardır; o da İbn Abdi'1-Berr en-Nemerî (Ö. 463)'nin tarifidir. Ona göre, ister senedi Mâlik an Nâfi an İbn Ömer anVn-Nebiyyi (s.a.s.) gibi muttasıl olsun, ister Mâlik anVz-Zuhrî an Ibn Abbâs anVn-Nebiyyi (s.a.s.) gibi munkatı olsun -zira ez-Zuhrî, İbn Abbâs'ı işitmemiştir- Hazreti Peygamberden gelen hadîse musned denir; Çünkü hadîs, belirli bir isnadla Hazreti Peygambere izafe edilmiştir. Bu tariften anlaşılıyor ki, İbn Abdi'1-Berr, musned ile merfû arasında hiçbir ayı­rım yapmamaktadır. Nitekim bu tarîfı söz konusu eden Ibn Hacer, "bu tak­dirde İbn Abdi'1-Berr'e, merfû olsun, mursel, mu'dal ve munkatı olsun, bütün hadîslere musned denilmesini kabul etmek düşer; halbuki bu görüşte olan hiç kimse yoktur" diyerek itirazda bulunmuştur. [474]

Musned hadîslerin tarifi ile ilgili bu açıklamaya burada son verirken şu hususu da belirtmek yerinde olur: Gerek el-Hâkim'in ve gerekse el-Hatîb ve İbn Abdi'1-Berr'in tarifleri dışında yapılan musnedle ilgili tarifler, umumiyetle bu üç farklı tariften birinin tekrarından ibaret olmuştur. Meselâ îbn Hacer "hadîs ehli arasında musned denildiği zaman, zahiri ittisale delâlet eden bir senedle rivayet edilmiş sahabî merfûları anlaşılır" demiştir. [475] "Zahiri ittisale delâlet eden sened" sözü ile, zahiri munkatı olan hadîsleri ta­rifin dışına çıkarmış, bununla beraber, an'ane ile mudelles olan, yahut râvinin muasırı olup da mülâki olup olmadığı bilinmeyen şeyhlerden rivayet ettiği gizli bir inkıta ile muallel olan hadîsleri tarifin içine almakta bir beis görmemiştir. Zira İbn Hacer'e göre bunlar, hadîsi musned olmaktan çı­karmazlar. Nitekim hadîs imamları Musned adı altında telîf ettikleri ki­taplarda bu çeşit hadîslere de yer vermişlerdir. [476]

Ancak İbn Hacer'in tarifi ile ilgili olarak, bir noktaya daha işaret etmek yerinde olur. Müellif, musnedin tarifini verdikten sonra, bu tarifin, el-Hâkim'in görüşüne de uyduğunu kaydetmiş ve "zira el-Hâkim, musned ta­birini, muhaddisin şeyhinden, bu şeyhin de kendi şeyhinden semâ'ları zahir olarak Hazreti Peygambere kadar bu şekilde devam eden bir ittisalle rivayet ettikleri hadîslere ıtlak etti" demiştir.[477] İbn Hacer'e göre "muhaddisin şey­hinden semâ'ınm zahir olması" sözü içinde, gizli bir inkıtâ'ı bulunan is-nadlann da yer alması ihtimali mevcuttur. Halbuki bize göre, el-Hâkim'in tarifle ilgili olarak yaptığı açıklamadan böyle bir ihtimalin de önlendiği ve mutlak bir ittisalin şart koşulduğu anlaşılmaktadır. [478]

 


V. BÖLÜM

 

HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ

 

A. SAHABÎLER

 

1. Sahabî Kimlere Denir?

 

Hazreti Peygamber devrini idrak etmiş, müslüman olarak Peygamberi görmüş, onun sohbetinde bulunmuş ve yine müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî (çoğulu: Sahabe) denir. Gerek hadîs rivayetinde ve gerekse inanç ve amel olarak İslâm Dîninin müteakip nesillere öğretilmesinde ilk kaynak olmaları bakımından sahabenin önemi pek büyüktür. Bu sebepledir ki, İslâm Dîni tarihinde her bir sahabî üzerinde titizlikle durulmuş, her bi­rinin tercemesi veya hayat hikâyesi yazılarak cildler dolusu sahabe tarihleri vücuda getirilmiştir. İbn Sa'd (Ö. 230)'ın et-Tabakâtu'l-Kubrâ'sı, îbn Abdi'l-Berr en-Nemerî (Ö. 463)'nin el-İstfâb fî maYifetVl-ashâb'ı, İbnu'1-Esîr (O. 630)'in Usdu'l-gâbe fi ma'rifetî's-sahâbe'&i, îbn Hacer el-Askalânî (Ö. 852)'nin el-îsâbe fî temytzi's-sahâbe'si, bugün matbu olarak elimizde bu­lunan ve sahabe teracimine tahsis edilmiş olan en meşhur eserlerdir.

Sahabîler, îslâm Dîninin korunmasında, yayılmasında ve sonraki ne­sillere öğretilmesinde ve yine bu gayeler uğrunda Hazreti Peygamberle bir­likte omuz omuza dövüşerek hayatlarını feda etmekte müslümanların en hayırlı nesli olarak kabul edilmişlerdir. Nitekim bu husus, Hazreti Pey­gamber tarafından da ifade edilmiş ve "ümmetimin en hayırlısı benim muâsırlarımdır..." denilmiştir. [479] Kur'ân-ı Kerîm'de de sahabîlerin söz ko­nusu edildiğine şüphe olmayan bazı âyetler yer almıştır. Bunlardan ba­zılarının meali şöyledir:

"Siz, insanların (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz; Allah'ada iman edersiniz. [480]

"insanlara şâhid olmanız, Peygamberin de size şâhid olması için, biz sizi, orta (vasat) bir ümmet kıldık" [481]

"Ağaç altında sana bey 'at etmeleri dolayısıyle Allah mü 'mirilerden hoş­nud olmuştur, Gönüllerindekini bilmiş, üzerlerine huzur indirmiş ve onlara, yakın bir fetih ve elde edecekleri pek çok ganimet vermiştir"  [482]

"Muhacirlerden ve Ensardan (İslâm yolunda) yarışanların öncüleriyle, onlara güzellikle tâbi olanlardan Allah hoşnud olmuş, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır" [483]

"Bu ganimetler, yurtlarından ve mallarından atılmış, Allah'tan bir lütuf ve hoşnudluk arayan, Allah'a ve Rasûlüne yardım eden Muhacir fa­kirlere aittir. İşte asıl doğru olanlar da bunlardır" [484]

Hazreti Peygamberin İslâm Dînini ilk defa tebliğ etmeye başladığı yerin Mekke olduğu malûmdur. İlk tebliğle birlikte Hz. Hatice, Ebû Bekr, Alî İbn Ebî Tâlib, Bilâl el-Habeşî, Zeyd İbn Harise müslüman olmuşlar, bun­ları diğerleri takip etmiştir. Müslümanların giderek çoğalması Mekkeli müş­rikler için büyük bir endişe kaynağı oluyordu. Atalarından kendilerine in­tikal eden müşrik inanç ve  âdetlerini kaybetmek, reislerinin itibar ve mevkilerini elden kaçırmak korkusu, onları, İslâm Dîninin yayılmasını ön­lemeye ve müslümanlara akla gelmedik işkenceleri yapmaya şevketti. Ni­hayet bu işkencelerin tahammül edilmez bir hal alması üzerine, Hazreti Peygamber, müslümanlarla birlikte Mekke'den ayrıldı ve Medine'ye hicret etti.. Bu sırada Medine, daha önceleri Hazreti Peygamberle temasa geçerek İslâm'ı  kabul   etmiş,   Dînin  yayılmasında  emeği  geçmiş,   Mekkeli  müs-lümanlarm Medine'ye hicret etmeleri halinde onlara kucak açmaya ve yar­dım etmeye söz vermiş müslümanlann bulunduğu bir şehir idi. Gerçekten müslümanlar, Medine'ye hicret ettikleri zaman, Medîneli müslümanlar ta­rafından büyük bir sevgi ile karşılandılar; Medîneliler, onlara akla ge­lebilecek her çeşit yardımı yapmaktan geri kalmadılar. Böylece, Hazreti Peygamberin sahabîleri, hicretle birlikte, iki isim altında toplanmış oldular. Birisi, herkesten evvel müslüman olup, çeşitli tehdit ve işkencelere al­dırmadan, yılmadan, İslâm uğrunda mücadele eden, vakti zamanı gelince de mallarını, yurtlarım, hattâ bazen müslüman olmayan ana ve babalarını, yahut eşlerini ve çocuklarını terkedip Medine'ye hicret eden ve bu sebeple Muhacir   (çoğul:    Muhâcirûn)    diye    adlandırılan    sahabîler;    diğeri    de, Mekke'den muhaceret eden müslümanlara evlerini, mallarını, işlerini, tarlalarını ve hattâ boşayıp serbest bıraktıkları eşlerini vererek yardım ellerini uzatan ve bu sebeple Ensârî (çoğulu: Ensâr) adı verilen Medîneli müslüm anlardır.

Kur'ân-ı Kerîm, Muhacirlerden söz ederken şöyle buyurur: "îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte asıl kur­tuluşa erenler bunlardır". [485]

"îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte Allah'ın rahmetini umanlar bunlardır.. Allah, çok bağışlayıcı, çok esir­geyicidir". [486] 

"...Hicret edenlerin, ülkelerinden sürülüp çıkarılanların, benim yo­lumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve (savaşta şehîd olarak) öl­dürülenlerin, Allah katından (yaptıklarının) sevabı olarak, kusurlarını mut­laka örteceğim ve onları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır" . [487]

Kur'ân-ı Kerîm'de Ensâr hakkında da nazil olmuş âyetler vardır. Bun­lardan bazıları şöyledir:

"Muhacirler gelmezden önce Medine'yi -yurt edinenler ve îmanı kalb-lerine sindirmiş olanlar, kendilerine hicret edenleri severler; onlara veHlen şeylerden dolayı içlerinde bir hasedlik hissetmezler; kendileri ihtiyaç tçinde olsalar bile, onları kendilerinden Önce tutarlar. Kim nefsinin mal hırsından korunursa, işte asıl kurtuluşa erenler bunlardır" . [488]

"îman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler ve (mu­hacirleri) barındırıp yardım edenler, işte hakkıyle mü'min olanlar I un­lardır. Bağışlanma ve hudutsuz rızık onlar içindir" . [489]

Kur'ân-ı Kerîm'de Allahu Ta'âlâ'nm medh u senasına mazhar olan Muhâcirûn ve Ensârm, kısacası Hazreti Peygamberin ashabının faziletleri, daha sonraki müslümanlarla kıyaslanamıyacak kadar üstündür. Bu se­bepten sahîh hadîs kitaplarında, onların faziletlerine ayrı bölümler tahsîs etmişler ve bu faziletleri ayrı ayrı belirtmişlerdir. [490]

 

2. Sahabîlerin Tabakaları

 

Hadîsçiler, sahabîleri, derece, itibar ve fazilet yönünden çeşitli ta­bakalara ayırmışlardır. Bunlar arasında, el-Hâkim'in tasnifi büyük şöhret kazanmıştır. Bu tasnife göre sahabe, fazilet bakımından 12 tabakaya ayrılır.

Bunlar sırasıyle şöyledir:

1) Mekke'de  ilk defa müslüman olanlar:  Bunlar arasında cennetle tebşir edilen şu on sahabî de vardır: İlk dört halîfe, Ebû Bekr, Ömer İbnu'l-Hattâb, Osman Ibn Affân, Alî İbn Ebî Tâlib ile, Talha İbn Ubeydillah, ez-Zubeyr İbnu'l-Avvâm, Abdurrahman İbn Avf, Sa'd îbn Ebî Vakkâs, Ubeyde Îbnu'l-Cerrâh ve Sa'd İbn Zeyd.

2)  Dâru'n-Nedve azaları.

3)  Habeşistan'a hicret edenler.

4)  Birinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.

5)  İkinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.

6)  Hazreti   Peygamber  Küba'da   iken   kendisine   iltihak   eden   müs-lümanlar.

7)  Bedir savaşına iştirak edenler.

8)  Bedir savaşı ile Hudeybiye andlaşması arasında hicret edenler.

9)  Hudeybiye yakınındaki ağaç altında Hazreti Peygambere bey'at eden­ler.

10)  Hudeybiye andlaşması ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.

11)  Mekke 'nin fethedüdiği gün müslüman olanlar.

12)  Mekke'nin fethinde ve Hazreti Peygamberin Veda Haccı'nda onu gören çocuklar. [491]

 

3.  Sahabîlerin Sayısı

 

Sahabîlerin sayısı hakkında kat'î bir rakam söylenmemiştir. Ebû Zur'a er-Râzî, Hazreti Peygamberin vefat ettiği sıralarda Mekke, Medîne ve ci­varlarında 114 bin müslüman bulunduğunu söyler. El-Medînî, "yüz binden fazla" demek suretiyle yukarıdakine yakın bir rakam vermekle beraber er-Râfi'î ve eş-Şâfı'î, 60 bin rakamı üzerinde durmuşlardık. [492]

Sahabîlerin terceme-i hallerine tahsis edilen eserlerde sahabî sayısının 10 binin üzerine çıkmaması da bu konuda kesin bir bilginin mevcut ol­madığını gösterir. [493]

 

4. Sahabîlerin Adaleti

 

Sahabîler, yukarıda meallerini zikrettiğimiz Kur'ân âyetlerinden de an­laşıldığı gibi, Allahu Ta'âlâ'nm tezkiye ve ta'dîline mazhar olmaları do-layısıyle udûl addedilmişlerdir; yâni ister hadîs rivayetinde olsun, İster şâir hususlarda olsun, yalan söylemezler; tashîf ve tahrif yapmazlar. Nihayet on-

larm da birer beşer olmaları itibariyle bazen unutkanlık illetine maruz kal­dıkları ve hatâya düştükleri görülse bile, bu, onların rivayet ettikleri hadîslerden şüpheye düşmek için bir sebep.teşkil etmez. Esasen bu çeşit hatâlar, hadîsler üzerinde titizlikle duran diğer sahabîlerin işaret ve ih­tarları ile düzeltilmiştir. Cerh ve ta'dîl kitaplarında fazla yekûn tutmayan bu çeşit olaylara zaten işaret edilmiştir. Bazı kimselerin, bütün ömürlerini ve bütün mesailerini sahabîlerin tenkidine ayırmaları, bu ulu neslin sanki bütün yaşayışlarını yalan üzerine bina etmiş gibi onların yalanlarını araş­tırmayı gaye edinip de bir şey bulamadıkları halde, yine de dil uzatmaktan geri kalmamaları, İslâm düşmanlığından başka bir şeyle izah edilemez.

Hazreti Peygamberin hadîsleri, daha sonraki nesillere sahabîler ta­rafından nakledilmiştir. Ancak, şunu hemen belirtmek gerekir ki, sahabîlerin hepsi de hadîs nakli ile meşgul olmamıştır. Hadîsler üzerinde şüphe izhar edenler, yahut hadîslerin güvenilir olmadığını ileri sürenler, sanki bütün sahabîler hadîs rivayet etmiş gibi, bunlar arasında çoğunun câhil, ne söylediğini bilmez ve bu sebeple rivayet ettikleri hadîslerde pek çok hatâ yapan kimseler bulunduğunu söylerler ve bunun, hadîslerin reddi için yeterli bir sebep olduğunu ileri sürerler. Oysa biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, 100 bin civarındaki sahabî arasında hadîsle meşgul olanların sayısı çok azdır ve bu azlık, kanaatımızca, hadîslerin sıhhati için sağlam bir garanti teşkil eder. Çünkü bu, hadîsin, daha sahabe devrinde bir ihtisas dalı olarak belirdiğini ve bununla, yalnız gücü ve kaabiliyeti bulunanların meşgul olduklarını, bunun dışındakilerin ise, bu sahaya el atmadıklarını gösterir. Hadîs rivayet eden bütün sahabîlerin hadîslerini Musned adlı eserinde top­ladığı söylenen Bakıy îbn Mahled, 1300 sahabî ismi zikretmiştir; yâni ona göre hadîs rivayet eden sahabî sayısının 1300 kişi olduğu anlaşılır. İbnu'l-Cevzî ise, aynı esere istinaden 1060 sahabî ismi zikretmiştir.[494] 1300 sahabîden 1000'inin en çok ikişer hadîs rivayet ettiği gözönünde bulundurulursa, geride kalan 300 sahabinin gerçek manâda hadîsle meşgul ol­dukları söylenebilir. Halbuki bu üç yüz sahabîden

de yalnız yedi kişi binin üstünde, yalnız dört kişi 500 ün, 27 kişi de 100'ün üstünde hadîs rivayet etmişlerdir.[495] Bu rakamlar, 100 bin civarındaki sahabî arasında ne kadar az kimsenin hadîsle meşgul olduğunu göstermeye yeterlidir. Bugün bile bir ül­kenin kalabalık nüfusuna rağmen çeşitli ihtisas dallarına intisab etmiş olanların, sayıca çok az oldukları ve bunların, kendi aralarında farklı de­receleri bulunsa bile, kendi sahalarında diğerlerine nisbetle otorite sa­yıldıkları bilinen hususlardandır. [496]

 

5) Sahabîlerin, Rivayet Ettikleri Hadîs Sayısına Göre İki Gruba Ayrılmaları

 

Usûl kitapları, sahabîleri, rivayet ettikleri hadîs sayısına göre iki gu­ruba ayırmışlardır. Birinci gurupta, çok sayıda hadîs rivayet eden sahabîleri zikretmişlerdir ki, bunların başında Ebû Hureyre gelir. Es-Suyûtî'nin ver­diği bilgiye göre' [497] bu meşhur sahabî, 5375 hadîs rivayet etmiş, el-Buhârî ve Müslim, bu hadîslerin 325'ini Sahîh'levine ittifakla almışlardır. Ayrıca el-Buhârî 93, Müslim de 189 hadîsle infirad etmiştir. Yine es-Suyûtî'nin eş-Şâfi'î'den naklen verdiği habere göre, Ebû Hureyre, zamanında hadîs ri­vayet edenlerin en kuvvetli hafızı idi. Kendisinden, 800 den fazla kimse hadîs rivayet etmiştir.

Ebû Hureyre'den sonra, rivayet ettiği 2630 hadîsle Abdullah İbn Ömer İbni'l-Hattâb gelir. Bunu, sırasıyle 2286 hadîsle Enes İbn Mâlik, 2210 hadîsle Umrnu'l-mu'minîn Âişe, 1969 hadîsle İbn Abbâs, 1540 hadîsle Câbir İbn Abdillah ve 1170 hadîsle Ebû Sa'îd el-Hudrî takip eder. İsimleri zik­redilen bu sahabîlerden başka binin üzerinde hadîs rivayet eden kimse yok­tur. İşte, binin üstünde hadîs rivayet etmekle şöhret kazanan bu yedi sahabî muksirûn adı ile anılmıştır.

Bu yedi kişi dışında kalan ve binin altında hadîs rivayet eden sahabîler ise, mukülûn adiyle tanınmışlardır ki, ilk dört halîfe ile sahabîlerin çoğu bunlar arasında yer alır. Ashabın büyük bir kısmının ve Özellikle ilk dört halîfe gibi en meşhurlarının, az sayıda hadîs rivayet eden­ler arasında bulunmalarını, muhtelif sebepler ileri sürerek açıklamak müm­kündür. Bu hususta ilk akla gelen sebep, Hazreti Peygamberle olan sohbet süresinin kısalığı olabilir. Ancak bu sebep, ekseri sahabîler için sahîh kabul edilse bile, ilk dört halîfenin, Hazreti Peygamberle sohbetlerinin kısa süreli olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Bununla beraber, savaşlar, devlet işleriyle iştigal, diğer birçok sahabîyi hadîs rivayetinden alıkoyduğu gibi, ilk dört halîfeyi bunların daha çok meşgul edeceğine şüphe yoktur. Bilhassa Osman İbn Affân'm şehîd edilmesinden sonra başlayan fitne, Şî'a ve Havâric gibi siyasî, Mürci'e, Kaderiyye, Cebriyye, Mutezile ve Cehmiyye gibi itikadî fırka ve mezheblerin zuhuru, hadîs rivayetini sınırlayan belli başlı engellerden sayılmak îcab eder. [498]

 

B. TABİİLER

 

1. Tâbi'î Kimlere Denir?

 

Hazreti Peygamberin ashabından herhangi birine mülâki olan ve onun­la sohbeti bulunan kimseye tâbi'î (çoğulu: Tâbi'ûn) denilmiştir. Bununla be­raber, tâbi'înin tarifi hakkında değişik görüşlerin ileri sürüldüğünü de göz­den uzak tutmamak gerekir. El-Hâkim en-Neysâbûrî (Ö.405), bir kimsenin tâbi'î olabilmesi için, herhangi bir sahabîye mülâkî olmasını yeterli saymış ve bu sebeple dâima lika tabirini kullanmıştır' [499] Bununla beraber el-Hatîb (Ö. 463)'e göre lika tabiri tâbi'înin tarifi için yeterli değildir; lika ile birlikte sohbet de şarttır; yâni tâbi'înin bir sahabî ile görüşüp konuşmuş olması lâzımdır.[500] Her ne kadar sahabînin tarifinde bir kimsenin Hazreti Peygambere mülâkî olması yeterli görülmüş ise de, bu, Hazreti Peygamberin her yönden derecesinin yüksek olması dolayısıyledir. Bir sahabî elbette Haz­reti Peygamberin derecesinde değildir ve bu sebeple bir kimsenin herhangi bir sahabîye mücerred mülâkî olması onu tâbi'î saymaya yeterli bir sebep teşkil etmez. Maamafih, el-Hatîb'ten nakledilen bu görüşe rağmen, hadîsçilerin çoğu, bir kimsenin, sahabî ile sohbeti bulunmasa bile, ona mülâkî olması halinde tâbi'î sayılacağını ileri sürmüşlerdir. Nitekim Müslim ve İbn Hıbbân, el-A'meş'i tâbi'ûn tabakası içinde zikretmişlerdir. Çünkü el-A'meş, kendisinden hadîs işitmemiş olsa bile, Enes İbn Mâlik'e mülâkî ol­muştur. Keza Yahya İbn Ebî Kesir (Ö. 129), Enes'e, Mûsâ îbn Ebî Âişe, Amr İbn Hureys'e mülâkî oldukları için tâbi'ûndan sayılmışlardır'. [501]

Tâbi'ûnun, gerek hadîs rivayetinde ve gerekse İslâm Dîninin daha son­raki nesillere Öğretilmesinde büyük rolleri ve hizmetleri olmuştur. İslâmî ilimlerin çoğuna âit kitaplar onların devrinde tedvîn ve tasnif olunmaya başlamış, usûle âit birçok kaideler onlar tarafından ortaya konmuştur. Al-lahu Ta'âlâ Kur'ân-ı Kerîm'de "Muhacirlerden ve Ensârdan (İslâm yolunda) yarışanların öncüleriyle, onlara güzellikle tâbi olanlardan Allah hoşnûd olmuş, onlarda Allah'tan hoşnûd olmuşlardır. Allah onlara, içinde daimî kalacakları, (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetler vazetmiştir. İşte bu, en büyük kurtuluştur. "' [502] buyurmuş, ve "onlara güzellikle tâbi olanlar" derken, bununla tâbi'îleri murad etmiştir. Hazreti Peygamber de "in­sanların en hayırlısı benim muâsırlarımdır. Sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler..." [503] buyurarak, sahabeden sonraki tâbi'ûnun, ümmetinin en hayırlı nesli olduğuna işaret etmiştir.

Tâbi'ûnun sayısı hakkında hiçbir rakam ileri sürülmemiştir. Sahabî-lerin, Hazreti Peygamberin vefatından sonra, fethedilen çeşitli ülkelere da­ğıldıkları ve buralarda kendilerine pek çok müslümanm mülâki olduğu gÖ-zönünde bulundurulursa, bunların sayısını tesbit etmenin mümkün ola-mıyacağı kolayca anlaşılır. Bununla beraber İslâm'ın çeşitli ilim dallarında şöhret kazanmış pek çok tâbi'înin tarih ve tabakat kitaplarında zik-redildiğini ve bunların hal tercenıelerinin verildiğini gözden uzak tutmamak gerekir. [504]

 

2.  Bazı Meşhur Tâbi'îler

 

Tâbi'ûn, sahabîlere mülâki olmaları itibariyle sahabeden sonra ikinci tabakayı teşkil ederler. Bununla beraber, onlar da kendi aralarında muh­telif tabakalara ayrılmışlardır. İbn Sa'd'a göre tâbi'ûn dört, Müslim'e göre Üç tabakadır. El-Hâkim ise, tâbi'îleri onbeş tabakaya ayırmış ve bu tabakaların ilkinde, Aşere-i Mubeşşere'ye mülâki olduklarım zikrettiği bazı isimler ver­miştir. Bunlar arasında, Sa'îd Îbnu'l-Museyyib (Ö. 93), Kays İbn Ebî Hâzim (ö. 98), Ebû Osman en-Nehdî (Ö. 100) ve diğer bazı isimler daha vardır.[505] Ancak İbnu's-Salâh, Sa'îd Îbnu'l-Museyyib'in Aşere-i Mubeşşere'ye mülâki olduğu hususundaki el-Hâkim'in sözüne itiraz etmiş ve "onun, Sa'd İbn Ebî Vakkâs müstesna, Aşere-i Mubeşşere'den hiç kimseye mülâkî olmadığını" söylemiştir:!.[506]

Tâbi'ûn içinde, el-Fukaha'u's-Seb'a unvanı ile tanınan "yedi fakîh", ilimleriyle büyük şöhret kazanmıştır. Bunlar: Sa'îd Îbnu'l-Museyyib, el-Kasım İbn Muhammed îbn Ebî Bekr, Urve Îbnu'z-Zubeyr, Hârice îbn Zeyd İbn Sabit, Ebû Seleme İbn Abdirrahman îbn Avf, Ubeydullah İbn Abdillah îbn Utbe ve Süleyman İbn Yesâr'dır.

Hicaz ulemâsı, yedi fakîhi umumiyetle bu şekilde saymış olmakla be­raber, diğer bazı münferid görüşler de ileri sürülmüş ve meselâ Abdullah İbmı'l-Mubârek, Ebû Seleme İbn Abdirrahman îbn Avf yerine Salim İbn Ab­dillah îbn Ömer'i, Ebu'z-Zinâd, yine Ebû Seleme yerine Ebû Bekr İbn Ab-dirrahman'ı zikretmiş, Alî Îbnu'l-Medînî ise, Medine fakîhlerinin on iki kişi olduklarını söyleyerek bunların isimlerini vermiştir'. [507]

Tâbi'ûn içerisinde ilmiyle şöhret kazanmış daha pek çok kimse vardır. Kaynaklar, bunların şehirlere göre dağılımını vererek her biri hakkında geniş bilgi verirler. İslâmî ilimlerde ve özellikle hadîs sahasında en meşhur tâbi'îler şunlardır:

Mekke'de: Abdullah îbn Abbâs'ın kölesi Ikrime (Ö. 105), Atâ îbn Ebî Rabâh (Ö. 115), Ebu'z-Zubeyr Muhammed İbn Müslim (Ö. 128).

Medine'de: Sa'îd İbnu'l-Museyyib (Ö.93), Süleyman îbn Yesâr (Ö. 93), Urve İbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö. 106), el-Kâsım îbn Muhammed İbn Ebî Bekr (Ö. 112), Abdullah İbn Ömer Îbni'l-Hattâb'm kölesi Nâfi (Ö. 117), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124), Ebu'z-Zinâd (Ö. 130).

Kûfe'de: Alkame îbn Kays en-Naha'î (Ö. 62), İbrahim en-Naha'î (Ö. 96), Âmir İbn Şerâhîl eş-Şa'bî (Ö. 104).

Basra'da: El-Hasan el-Basrî (Ö. 110), Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110), Katâde (Ö. 117).

Şam'da: Kabîsa (Ö. 86), Ömer İbn Abdi'1-Azîz (Ö. 101), Mekhûl (Ö. 118). Yemen'de: Tâvûs îbn Keysân (Ö. 106), Vehb îbn Munebbih (Ö. 110). [508]

 

3. Muhadramlar

 

Muhadram, câhiliyye devrinde yaşayan, Hazreti Peygamberin devrini de idrak eden ve fakat onunla sohbeti bulunmayan müslümanlara verilmiş bir isimdir. Kelimenin lügat manâsı çeşitlidir. Meselâ <ji^l jv-3*- denir ki, "ku­lağı kesti" manâsına gelir. Bu manâda fj**3*" *^ "kulağı kesik deve" t ıbiri kullanılır. Yahut fj*** pi- denir ve etin erkek veya dişi hayvan eti olup ol­madığının bilinmediği kasdedilir. Keza fj^** * L» tabiri de, suyun ne tatlı ne acı olduğuna delâlet eder. Babası beyaz, kendisi siyah olan çocuğa da mu­hadram denilmiştir.

Câhiliyye ve îslâm devirlerini idrak etmiş olmakla beraber, Hazreti Peygamberle sohbetleri bulunmayan ve onu hiç görmeyen kimselere de mu­hadram denilmesi, şüphesiz, yukarıda zikrettiğimiz lügat manâlarından bi­rine uygun düşer. Fakat bu isim, hangi manâdan alınmış olursa olsun, ıtlak olunduğu kimselerin tarifi hususunda hadîsçilerle lugatçılar arasında bazı görüş ayrılıklarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Lugatçılara göre mu­hadram, yarı ömrünü câhiliyye, diğer yarısını da ister sahabîyi idrak etsin ister etmesin, İslâm devrinde yaşamış olan kimsedir. Hadîsçiler nazarında ise, Mekke fethinden önce kendi kavmini veya başkalarını küfür halinde idrak eden kimsedir. Zira Araplar fetihten sonra İslâm'a tamamen dâhil ol­muşlar ve câhiliyye ismi üzerlerinden bundan sonra kalkmıştır. Nitekim Müslim'e göre Buşeyr îbn Amr, hicretten sonra dünyaya geldiği halde mu­hadram sayılmıştır. [509] Lugatçılar ise, hadîsçilere göre sahabî olan Hakîm îbn Hızâm'ın muhadram olduğunu söylemişlerdir.

Müslim Îbnu'l-Haccâc yirmi muhadram ismi saymış, es-Suyûtî bunlara başka isimler de ilâve etmiştir[510] Es-Suyûtî'nin el-Irâkî'den naklen verdiği bu isimler yanmda, [511] muhadram olarak zikredilen daha birçok kimse vardır. Bunların hepsi de Hazreti Peygamberi görmek şerefine nail olmadıkları için tâbi'ûndan addedilmişlerdir.[512]

 

4. Etbâ'u't-Tâbi'în

 

Etbâ'u't-tâbi'în, Hazreti Peygamberin, sahabîlerle ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz "insanların en hayırlısı benim muâsırlarımdır..." hadîsinde üçüncü derecede hayırlı nesil olarak söz konusu ettiği kimseler olup, tâbi'ûn arasında yetişip büyümüşler ve onlardan hadîs almışlardır. Bu nesle men­sup olanlar, çok defa tâbi'îlerle karıştırılırlar ve herhangi bir sahabîyi idrak etmedikleri halde tâbi'ûndan addedilirler. Nitekim el-Hâkim de, etbâ'u't-tâbi'îne mensup olan bazı isimler vermiş ve bunların ekseriya cedlerine nis­bet edilerek tâbi'ûndan addedildiklerim, bu sebepten de etbâ marifetinin, hadîs ilminin en önemli kollarından biri olduğunu söyler. [513]

El-Hâkim'in vermiş olduğu bu isimler arasında, meselâ, İbrahim İbn Muhammed İbn Sa'd İbn Ebî Vakkâs vardır ve sahabeden hiç kimse ile kar­şılaşmamıştır; çok defa İbrahim İbn Sa'd İbn Ebî Vakkâs olarak zikredilir ve bunu işiten râvi, İbrahim'i, meşhur sahabî Sa'd İbn Ebî Vakkâs'm oğlu zan­nederek, onu tâbi'ûndan sayar. Keza Hafs İbn Ömer İbn Sa'd, ceddine nisbet edilir ve tâbi'ûndan addedilir; halbuki Sa'd, sahabîdir ve Hafs ise, onu idrak etmemiştir''.[514]

Etbâ'u't-tâbi'în devri, hadîs tahammülü ve rivayeti usullerinin en mü­kemmel şekle girdiği devir sayılır. Bu devrede, hadîslerin, gelişi güzel top­lanıp sahîfelerde sıralanmasıyle iktifa edilmemiş, aynı zamanda, konularına göre bâblara ayrılmış, bir tasnife tâbi tutulmuştur. Bu hususta er-Râmahurmuzî bize şu bilgileri vermektedir: "Bildiğime göre hadîsleri ilk tasnif eden kimse, Basra'da er-Rebî' İbn Subeyh (Ö. 160), Sa'îd İbn Ebî Arûbe (Ö. 156), Yemen'de Hâlid İbn Cemîl ve Ma'mer İbn Râşid (Ö. 152), Mekke'de İbn Cureyc (Ö. 150), Kûfe'de Sufyân es-Sevrî (Ö. 161), Basra'da Hamnıâd İbn Seleme (Ö. 167) ve yine Mekke'de Sufyân İbn Uyeyne (Ö. 198), Şam'da el-Velîd îbn Müslim (Ö. 195), Rey'de Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd (Ö. 182), Horasan ve Merv'de Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 181), Vâsıt'da Hu-şeym İbn Beşîr (Ö. 193) ve bu asırda Kûfe'de îbn Ebî Zâ'ide (Ö. 193), îbn Fu-zayl (O. 196) ve daha sonraları Yemen'de Abdu'r-Razzâk İbn Hemmâm (Ö. 211) ve Ebû Kurra Mûsâ İbn Tarık olmuştur". [515] Şüphesiz bu devre âit, za­manımıza kadar intikal eden en önemli musannaf eser, Mâlik İbn Enes (ö.179)'in el-Muvattâ\dır.

Yukarıdan beri zikretmiş olduğumuz bu üç nesil, sahabe, tâbi'ûn ve etbâ'u't-tâbi'în, İslâm Dîninin, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra ikinci esas kaynağı olan hadîslerin toplanıp muhafaza edilmesinde ve müteakip nesillere rivayetinde en Önemli rolü oynayan kimseler olmuştur. [516]

 

C. RÂVİLERDE ARANAN ŞARTLAR

 

Hadîs rivayet eden râvilerin şahıslarında, rivayet ettikleri hadîslerin kabul edilebilmesi için bazı şartlar aranır. Bu şartlardan herhangi birinin o râvide bulunmaması, hem râvinin zayıf addedilmesine, hem de rivayetinin reddine sebep olur. Eş-Şâfi'î, bu şartları şöyle sıralamıştır:

"...Hadîs rivayet eden bir râvi, dîninde sika, hadîsinde sıdk ile maruf; rivayet ettiği şeyi bilir (âkil); hadîsin manâsım bozacak lafzı anlar (âlim), yahut hadîsi işittiği şekilde harfiyle rivayet eder ve manâ üzere rivayet etmez - zira manâ üzere rivayet ederse, manâyı bozacak lafzı anlamamış de­mektir, bu halde helâli haram yapabilir - hıfzından veya kitabından rivayet ederse hafız; bir hadîsin rivayetinde diğer hafızlarla birleşirse, rivayet ettiği hadîs, diğerlerinin hadîsine uyar; mülâkî olduğu şahıslardan işitmediği şey­leri ve sikâtm Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîslere muhalif ri­vayet etmez ve hadîsi Hazreti Peygambere kadar mevsûl olursa, bu râvinin rivayet etmiş olduğu hadîsin alınmasında tereddüt edilmez" [517]

İmam eş-Şâfi'î'nin bu ibarelerinde toplanan şartlar, gerek îbnu's-Salâh'ta ve gerekse en-Nevevî'nin Takrîb'i ile onun şerhi Tedrîb'de gö­rüldüğü gibi, meşhur hadîs ve fıkıh imamları tarafından formüle edilmiş ve "bir râvinin rivayetinin kabul edilebilmesi için adalet ve zabt şart koşuldu" denilmiştir [518]Adalet, İslâm ve akıl ile, zabt ise, müteyakkız ve hafız ol­makla izah edilmiştir. Aşağıda, hadîs râvisinde bulunması gereken bu şart­lar üzerinde ayrıca durulacaktır. [519]

 

1.  Râvînin Adaleti

 

Adalet, hadîs rivayetinde, bu rivayetin kabul edilebilmesi için râvilerde bulunması gereken vasıflardan biri ve en önemlisidir. El-Cezâ'irî'nin de be­lirttiği gibi, bu kelimenin ihtiva ettiği manâyı bütün incelikleriyle kavramak ve tarifini yapmak en güç işlerden biridir. Bu sebeple ulemâ, mesaîlerinin bir kısmını bu konunun aydınlanmasına tahsis etmişlerdir. Bunlardan ba­zılarına göre adalet, insanı, kebâir (büyük günâh) iktisabından ve sağâ'ir (küçük günâh) üzerinde direnmekten alıkoyan bir melekedir. Bazılarına

göre de, şehadet ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde, insana, tâ'at ve mürüvuet'in hâkim olmasıdır. Zira insanın işlerinde ma'sıyet ve mürüvvetsizlik galebe çalarsa, şehadet ve rivayeti reddedilir', [520]

El-Gazâlî'ye göre rivayet ve şehadette adalet, dînde slret (gidiş)in doğ­ruluğu ve düzgünlüğüdür ki, ruha sağlamlık verir ve onun takva ve mü­rüvvete yönelmesini sağlar; bu suretle, insanın doğruluğu hakkında ne­fislerde güven hâsıl olur. Zira insanı yalandan alıkoyacak Allah korkusuna sahip olmayan bir kimsenin sözüne güvenilmez. Diğer taraftan, mubah ol­makla beraber, meselâ yolda bir şey yemek, cadde ortasında işemek, rezîlâne sohbetlerde bulunmak, şakada ifrata gitmek gibi, mürüvveti ze­deleyebilecek fiil ve hareketlerden sakınmak, adalette şart koşulduktan sonra, bir soğan tanesi çalmak, veya kasden bir buğday tanesi ağırlığında noksan tartmak gibi, küçük büyük bütün günâhlardan sakınmak da, bi-tarîkı'1-evlâ, adaletin şartlarmdandır. Zira bütün bunlar, dînin zayıflığına delâlet eden kusurlardır; o dereceye kadar ki, bu kusurları nefsinde ce-meden bir insan, dünyevî gayeleri için yalan söylemekten bile çekinmez'.[521]

El-Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Bekr Muhammed Îbnu't-Tayyib'ten nak-letmiştir: Şâhid ve muhbirin sıfatı olarak matlûb olan adalet, kişinin, dîninde istikameti, mezhebinde selâmeti, fısk'tan, kalbinin ve organlarının adaleti iptal ettikleri bilinen düşünce ve hareketlerden uzaklığıdır. Bu ba­kımdan, adaleti tanıtan sıfatların tümü için "Allah'ın emirlerine ittiba, ne-hiylerinden intihadır" demek gerekir. Bununla beraber, insanın bütün günâhlardan salim olmadığı da bilinen gerçeklerdendir. Kendisine em-rolunan şeylerden bazılarını terkedenlerle, bütün vecîbelerini terkeden kim­selere kadar, çeşitli derecelerde yer alanlar vardır. Buna göre, adaletle mevsûf olan kimseyi tarif ederken, şu hususları belirtmek lâzımdır: Âdil o kimsedir ki, farzları edâ ettiği, kendisine emrolunan şeylere sıkıca yapıştığı, nehyolunanlardan korunduğu, adaletini iskat eden fuhşiyyattan ictinab et­tiği, fiil ve hareketlerinde hak ve vâcib olanı araştırdığı, dînini ve mü­rüvvetini ihlâl eden sözlerden kaçındığı cümlenin maruf ve malûmudur. İşte hali böyle olan kimse, dîninde adaletle mevsûf, hadîsinde sıdk ile maruftur. Şunu da unutmamak gerekir ki, bu kimsenin, failini fâsık derekesine in­diren büyük günâhlardan sakınması kâfi değildir. Halk arasında, küçük günâhlar arasında bilinen yalancılık, az miktarda dahî olsa yanlış tartı, bir patlıcan hırsızlığı ve müslümanlann yalan sözlerle kandırılması gibi fiil ve hareketlerden de sakınması lâzımdır'.[522]

Hadîs râvilerinde aranan bu şartlar, onların hal ve hareketlerinin takip ve tesbit edilmesiyle bilinir ve ancak bundan sonra adalet vasfınasahip olduklarına hükmedilir. Eş-Şâfi'î, Ahmed îbn Hanbel ve ekser ilim ehli, hal ve hareketi meçhul olan, yâni adaleti yakînen bilinmeyen kim­selerin rivayetlerinin makbul olmadığı görüşü üzerinde birleşmişlerdir'.[523] Irak ehlinden Ebû Hanîfe ile ona tâbi olanlar ise, rivayetin kabulünde İslâmiyetin izharını ve râvinin zahir bir fısktan selâmetini yeterli gör­müşlerdir''.[524] Yâni bunlara göre adalet, İslâm'ın izharı ve müslümanın yine zahir bir fısktan selâmetidir  [525]Bu görüş için Iraklıların ileri sürdükleri delil, bir ârâbînin, Hazreti Peygamberin huzurunda Ramazan ayının girişi ile ilgili şehadetidir. İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre, bir ârâbî, Hazreti Peygambere gelerek hilâli gördüğünü söylemiş, Hazreti Peygamber de ona "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in, O'nun elçisi olduğuna şehadet edip etmediğini" sormuş, ârâbînin "evet, şehadet ediyorum" demesi üzerine de, orada bulunan Bilâl'e'[526] "Ey Bilâl, halka duyur, yarın oruca başlasınlar" diye emir buyurmuştur'.[527] Irak ehli bu haberi ele alarak "gö­rülüyor ki Hazreti Peygamber, ârâbînin adaletini, başka herhangi bir şeylt tahkik etmeksizin, sadece İslâmiyetin izharı ile yetinmiş ve onun, Ramazan ayı ile ilgili şehadetini kabul etmiştir" demişlerdir'.[528] Bununla beraber, aynı görüşe sahip olmayan el-Hatîb, bu delile itiraz ederek "Ramazan ayma şehadet eden şahsın ârâbî olması, onun âdil olmasına ve Hazreti Pey­gamberin daha önceden onun adaletine vâkıf bulunmasına, yahut ta halkın, onun halini Hazreti Peygambere bildirmiş olmasına mâni teşkil etmez" demiş, bir ihtimal olarak da, "belki, ârâbînin tasdiki hususunda o anda bir vahiy gelmiş olabileceğini, netice itibariyle Hazreti Peygamberin, ârâbînin haberini kabul etmek için sadece İslâmiyetin izharı ile iktifa edip et­mediğinin kesin olarak bilinemiyeceğini" ileri sürmüştür'.[529]

Adaletin tesbiti ile ilgili olarak imamlar arasında ortaya çıkan bu çeşit ihtilâflar, adaletin tahakkukunda İslâm'ın ve fısktan selâmetin birinci plâna alınması dolayısıyle, esasa taalluk etmemiş bulunmaktadır. Çünkü İslâm'ın izharı ve zahir bir fısktan selâmet ile iktifa dahî, netice itibariyle İslâmî ahvali şart koşmuş olmaktadırlar. Filhakika adaleti meçhul olanların rivayetini kabul etmeyenler, bu rivayette yalan olması ihtimaline da­yanırlar; fakat şurası da muhakkaktır ki, adaleti meçhul olan şahsın yalan söylemesi ihtimali bulunmakla beraber, böyle bir şahsın, îslâmiyetini izhar etmesi ile zahir bir fısktan salim bulunması halinde doğruyu söylemesi ih­timali daha kuvvetli olacaktır.

Bir hadîs râvisinde adaletin sübût bulması için bazı delillere ihtiyaç vardır, Bu deliller, ya iki âlimin o râvinin adaleti hakkında şehadette bu­lunmasıdır ki, bu şehadet, hadîsçiler arasında şuyûbulur; ya da râvinin ada­leti, hadîsçiler ve şâir ilim ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bı­rakmayacak şekilde şöhret kazanır. Meselâ Mâlik İbn Enes, Sufyân es-Sevrî, Sufyân İbn Uyeyne, el-Evzâ'î, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanbel ve emsali, adaletlerine şehadet edecek herhangi bir muaddile muhtaç değillerdir. Keza hadîsçilerden el-Leys İbn Sa'd, Şu'be İbnu'l-Haccâc, Abdullah Îbnu'1-Mubâ-rek, Veki İbnu'l-Cerrâh, Yahya İbn Ma'în, Alî İbnu'l-Medînî ve bunun gibile­ri, ilim ehli arasında adaletleriyle şöhret kazanmış kimseler olup, hiç kimse, bunları adalet yönünden incelemeye tâbi tutmaz. Meselâ Ahmed İbn Han-bel'e İshâk İbn Râhûye hakkında sorulduğu zaman: "İshâk gibisi sorulurmu?" demiş, Ebû Ubeyd'i soranlara da Yahya îbn Ma'in: "Benim gibisine Ebû Ubeyd sorulur mu? Ebû Ubeyd'e başkaları sorulur" cevabını vermiştir. [530]

Netice olarak adalet, hadîs rivayetinde, râvinin sahip olması gereken sıfatlardan en mühimmi olup, aşağıda ayrıca açıklayacağımız zabt şartıyle birlikte râviye sika vasfını kazandıran bir sıfattır. [531]

 

 2. Râvinin Zabtı

 

İnsanın, işittiği herhangi bir şeyi, aradan uzun zaman geçmiş olsa bile, dilediği anda hatırlayabilecek bir şekilde iyi belleyip hıfzetme yeteneğine sahip olması manâsına gelen zabt, hadîs ıstılahında, rivayetinin kabulü için bir râvide bulunması gereken iki Önemli sıfattan birini teşkil eder. Bu iki sıfat bir râvide birleştiği zaman, o râvi, sika (güvenilir) olma vasfını kazanır. Diğer sıfat, daha önce üzerinde durduğumuz adalettir.

Zabtın yokluğu, râvinin rivayetinde vehim ve hatasının çokluğu ile an­laşılır. Nitekim yalancılıkla itham olunan kimselerin hemen hepsi, hatası çok olanlardır ki, bunlar, umumiyetle zabt yönünden cerhedilmişlerdir.

Bazılarının iddialarına göre bir kimsedeki zabt, kuvvet ve za'f yö­nünden değerlendirilemez; yâni insan, ya zabıt olur ve zabtla tavsif olunur ; yahutta gayr-i zabıt olur ve bu yönü ile tavsîf olunur. Zabt ile tavsif olu­nanların hepsi de aynı derecede zabıt olup, birisinin diğerine nisbetle daha zabıt olduğu söylenemez. [532]

Zabtla ilgili olarak vermeye çalıştığımız bu bilgi, İbn Hacer'e göre göğüs zabtı (zabtu's-sadr) dır ve insanın işittiği bir şeyi dilediği zaman

hemen hatırlayabilecek şekilde hıfzetmesinden ibarettir. Göğüs zabtı ya­nında bir de kitap zabtı (zabtu'l-kitâb) vardır ve râvinin, işittiği ve tashihini yaptığı andan, içindeki hadîsleri edâ, veya rivayet edinceye kadar kitabını

korum ası di r. [533]

 

3.  Râvinin Akıl ve Bâhğ Olması

 

Akıldan murad, hadîs râvisinin temyiz kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu sebeple, hadîs rivayetinde belirli bir yaş haddi konulmamış, fakat temyîz kudreti olan her yaştaki çocuğun rivayeti kabul edilmiştir. Ancak akıl şartı içerisinde bulûğ zımnen mülâhaza edildiği için, bulûğ çağına girmemiş bir çocuğun hadîs tahammülü (yâni işitmesi, alması) caiz görülmüş olsa bile bulûğdan önce bu hadîsleri rivayet etmesi tecviz edilmemiştir; yâni bulûğ çağından önce işitilen hadîsler, ancak bulûğ çağına girdikten sonra rivayet edilmişse makbul sayılmıştır. Bununla beraber bazı bölgeler, muhtemelen iklim şartlarını gözönünde bulundurarak, hadîs semâ'ının bazı muayyen yaşlarda daha sıhhatli olabileceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Meselâ Kûfeliler, ancak yirmi yaşın tamamlanmasından sonra hadîs semâ'ım doğru görmüşler ve bu yaşa kadar Kur'ân hıfzıyle ve İbadetle meşgul olmuşlar­dı.[534] Basralılar on, Şamlılar ise, otuz yaşından sonra hadîs yazmaya baş-lamışlardır. [535]

Hazreti Peygamberin ashabı içerisinde küçük yaşta iken hadîs hıf­zeden birçok kimse vardır. Meselâ Sehl İbn Sa'd es-Sâ'ıdî, Hazreti Pey­gamber vefat ettiği sıralarda onbeş yaşında bulunuyordu ve ondan pek çok hadîs hıfzetmişti. Hazreti Peygamberden hadîs rivayet eden el-Hasan îbn Alî İbn Ebî Tâlib, hicretin ikinci senesinde dünyaya gelmişti. Keza Abdullah İbnu'z-Zubeyr İbni'l-Avvâm, en-Nu'mân îbn Beşîr, Ebu't-Tufeyl el-Kinânî ve es-Sâ'ib İbn Yezîd, aşağı yukarı aynı yaşta idiler. Ummu'l-Mu'minîn Aişe, Hazreti Peygamberle evlendiği zaman henüz altı yaşlarında bulunuyordu; dokuz yaşma geldikten sonra, ondan işitmiş olduğu hadîsleri rivayet etmeye başlamıştır. Yine sahabeden Enes îbn Mâlik, Abdullah İbn Abbâs, Ebû Sa'îd el-Hudrî gibi daha birçok kimse, Hazreti Peygamberden hadîs işitmeye baş­ladıkları zaman, küçük yaşta çocuk idiler. [536]

Bu haberler bize gösteriyor ki, bazı bölgelerde câri olan âdetlere rağ­men, belirli bir yaş haddi konulmamış, çocuğun temyîz kabiliyetine sahip ol­duğu devreden itibaren hadîs rivayetleri makbul sayılmıştır. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin de kaydettiği gibi, [537] eğer belirli bir yaş haddi tatbik edilse idi,

Hazreti Peygamberden küçük yaşta hadîs hıfzeden birçok sahabî bir yana, yine birçok ilim ehlinin rivayetleri yok olur giderdi. [538]

 

D. HADÎS RÂVİLERÎNÎN CERH VE TA'DÎLİ

 

 1. Cerh ve Ta'dîl Ne Demektir?

 

Lugatta, bir kimseyi yaralamak manâsına gelen cerh ile, bir kimsenin adaletinin açıklanması demek olan ta'dîl, her ikisi birden hadîs ilminin en Önemli konularından birini teşkil eder. Cerh ve ta'dîl olmaksızın bir hadîsin sahîh veya zayıf olduğunu tesbit etmek mümkün değildir. Çünkü sıhhat ve zafiyet, her şeyden Önce, hadîsi nakleden râvinin güvenilir olup olmamasına bağlı olarak ortaya çıkan sıfatlardır. Bir râvi, ne derece güvenilir bir kimse ise, onun rivayet ettiği hadîs de o derece sıhhat kazanmış olur. Bir hadîsin isnadını teşkil eden râvilerin hepsi güvenilir oldukları takdirde, o hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir. Aksi halde, yâni râvilerden birinin veya bir­kaçının güvenilir olmaması halinde, onların bu halleri, rivayet ettikleri hadîsin sıhhati üzerinde şüphe ve tereddütlerin belirmesine ve dolayısıyle onun sahîh olmadığı hükmünün verilmesine sebep olur. îşte bu basit ve basit olduğu kadar da önemli olan kaide dolayısıyle, hadîs râvilerinin gö-zönünde tutulmasına ve hallerinin araştırılıp ortaya konmasına büyük bir titizlikle önem verilmiştir.

Bir râvi zayıf halleri dolayısıyle cerhedilir ve bu haller açıklanır. Zayıf hali görülmeyen ve güvenilir olduğu anlaşılan bir râvi de ta'dîl edilir; başka bir ifade ile, tezkiye olunur.

Cerh, baştarafta da işaret ettiğimiz gibi, lugatta, yaralamak manâsında kullanılır. Yaralamak fiili herhangi bir âletle olabileceği gibi dil ile de olur ve Kâmûs tercemesinde denildiği gibi, "bir kimseye kadh ve ta'n, ya şetm ile zebandırazlık edip dilâzâr eylemek manâsına istimal olunur ki cerahati sinandan eşed olur. Bu sebeple bir kimse bir kimseye sebb u şetm ettiği zaman, cerahahu denir" [539] Bunun dışında cerh kelimesi, bir hâkimin kizb ve fısk töhmeti altında bulunan bir şahidin adaletini, yâni gü­venilir olma vasfını iskat ile şehadetini reddetmesi manâsında da kullanılır ki, bu manâ ile kelime, biraz önce lügat manâsında zikrettiğimiz sebbetmek, şetmetmek v.s. gibi manâların tanıamiyle aksi bir manâ kazanmış olur. Zira sebb ve şetmde (birisine sövmek ve küfretmekte), umumiyetle muhataba karşı, haklı veya haksız, bir tecavüz bulunduğu halde, adaletin iskatı ve şe-hadetin reddi meselesinde böyle bir tecavüz bahis konusu değildir. Burada bahis konusu olan husus, muhatabın kâzib ve fâsık olması, yahutta şehadetinin reddini gerektiren bazı vasıfların bulunması dolayısıyle görülecek bir işin ona gördürülmemesi ve ondan sakımlmasıdır. Hadîs ıstılahında cerh bu manâda kullanılmıştır ve hadîs râvisinin, rivayet ettiği hadîsin doğ­ruluğuna şehadetini redde müncer olabilecek adi, zabt v.s. yönlerden sahip olduğu kusurlu vasıfları dolayısıyle reddedilmesi demektir. Hadîs ilminin Önemli konularından birini, hattâ en önemlisini teşkil eden cerh, Hazreti Peygamberin hadîslerini, yalan ve sahte olanlarıyle karışmaktan korumak, karışanları diğerlerinden ayıklamak gayesini güder. Yahya İbn Ma'în'in söy­lediği gibi, hadîsin âleti sâdık (doğru) olmak, bid'ati terketmek ve kebâir (büyük günâh) dan sakınmaktır''. [540] Keza Allahu Ta'âlâ, âdil olanın ka­bulünü, fâsık olanın da reddini emretmiştir. O halde, adi olsun, fısk olsun, her ikisinin bütün ayrmtılarıyle açıklanması gerekir; tâ ki, fâsık ve kâzib olanın haberi veya şehadeti, âdil olanın haber ve şehadetini bulandırıp boz­madan reddedilebilsin.

O halde cerh, bir hadîs râvisinin kusurlu sıfatlarını ortaya koymak, onun şehadetini reddetmek, yâni rivayet ettiği hadîsin reddedilmesini sağ­lamaktır. Ancak burada, üzerinde durulması gereken bazı önemli noktalar vardır. Bunların başında, râvinin cerhine gerçekten sebep teşkil edecek hal­lerin bulunması ve herkesin, cerhediyorum diye, dilediği kimseyi dilediği şe­kilde kötülememesi gereğinin bilinmesi gelir. Çünkü öyle haller vardır ki, bunlar, çoğunluğun nazarında sahibinin cerhedilmesini gerektirecek kö­tülükler olmadığı halde, bazıları bunları kötü görürler ve bu hallere sahip olan kimseleri cerhederler daha doğrusu onların haksız yere kö-tülenmelerine sebep olurlar. Bundan dolayıdır ki hadîs imamları, bir râvinin cerhedilmesi halinde, cerhe sebep teşkil eden hallerin de açık­lanmasını şart koşmuşlardır''. [541]

 

2. Cerh ve Ta'dîlin Lüzumu

 

Hadîs râvilerinin cerh ve ta'dîli, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bu ilmin en önemli kısımlarından birini teşkil eder. Çünkü hadîslerin sahîh ve sakimi, makbul ve merdûdu, onları rivayet edenlerin hal ve meşreblerinin tesbit edilmesiyle bilinir. Bu bakımdan ilim ehli, râvilerin cerh ve ta'dîlinİn müslümanlar üzerine farz olduğunu açık bir şekilde beyan etmişlerdir. Meselâ Sahîh sahibi Müslim İbnu'l-Haccâc, bu sahada büyük şöhret ka­zanmış birçok imamın, hadîs râvilerinin ayıplarını açıklayarak onları itham ettiklerini, bunu zarurî gördüklerini, kendilerine bu hususta bir şey so­rulduğu zaman fetva verdiklerini, çünkü böyle râvilerin, nakletmiş ol­dukları haberlerin dînle ilgili olup, ya bir şeyi helâl, ya haram kıldığını, yaemr ya da nehyettiğini, yahutta, onların terğîb ve terhîbe âit olduğunu, hal­buki zayıf râvilerin bu konularda nakletmiş oldukları birçok hatalı hattâ yalan haberle, müslümanlan yanlış yollara sevkettiklerini açık bir şekilde izah etmiştir. [542] Keza şârîh en-Nevevî de, aynı konuya temasla "râvilerin cerhi, şeriatın korunması bakımından büittifak caizdir, hattâ vâcibtir. Bu, müslümanlara haram kılman gıybetlerden değil, aksine, Allah ve Rasûlü için, müslümanlar için bir nasihattir. Nitekim fazilet sahibi birçok imam bu konuda ittifakla söz söylemişlerdir." Demiştir. [543]

Filhakika bu konu, teknik tabirler yönünden sonradan inkişâf etmiş olsa bile, tatbikatının sahabe içerisinde başladığı müşahede edilmektedir. Meselâ Abdullah İbn Abbâs, Ubâde İbnu's-Sâmit ve Enes İbn Mâlik, hadîs râvileri hakkında ilk söz söyleyen sahabîlerden addedilirler. [544] Tâbi'ûn devrinde ise, eş-Şa'bî, Muhammed İbn Şîrîn ve Sa'îd İbnu'l-Museyyib gö­rülmektedir; fakat tabiilerin ilk tabakasını teşkil eden bu gibi kimseler, kendilerinden sonra gelenlere nisbetle daha az bir yekûn tutmaktadır. Bunun sebebi de, kendi devirlerinde hadîs rivayet edenler arasında zayıf olanların çok az bulunmasıdır. Fakat tâbi'ûn devrinin sonlarına doğru, hadîs ricali arasında ehil olmayanların, işittikleri hadîslerin râvilerini zik-retmeksizin onları mürsel olarak rivayet edenlerin veya mevkufu merfû, merfû'u mevkuf yapanların çoğalması, cerh ve ta'dîl faaliyetini artırmış, yüzlerce hadîs râvisi, bu faaliyetler neticesi çürüğe çıkarılmak suretiyle hadîslerin ifsad edilmesi mümkün mertebe önlenebilmiştir. Bu devirde, hadîs imamları arasında el-A'meş (Ö. 148), Şu'be İbnu'l-Haccâc (Ö. 160), Mâlik İbn Enes (Ö. 179), Abdullah Ibnu'l-Mubârek (Ö. 181), Yahya İbn Sa'îd el-Kattân (Ö. 189), Vekî İbnu'l-Cerrâh (Ö. 197), Abdurrahman İbn Mehdî (Ö. 198), Yahya İbn Ma'în (Ö. 233) ve Ahmed İbn Hanbel (Ö. 241) gibi kimseler, cerh ve ta'dîl faaliyetinde büyük şöhret kazanmış, bunlardan bazıları ta­rafından yalnız bu konuda telîf edilen eserler, zamanımıza kadar intikal et­miştir.

Hadîs râvilerinin cerh ve ta'dîl bahsi, usûl kitaplarında geniş bir yer işgal eder. Bilindiği gibi cerh, bir yaranındeşilip içindekilerin açığa çı­karılması gibi, bir râvinin, hadîs rivayetini tehlikeye düşürebilecek her türlü ayıplarının tesbit edilip ortaya konmasıdır; bu bakımdan ta'dîle nis­betle daha güçtür ve dîn yönünden ağır bir mes'ûliyeti muciptir. Ta'dîl ise, râvilerde bulunması gereken şartlar çerçevesi içinde cereyan eder ve bu şartları hâiz olan kimselerde cerh alâmeti görülmez. [545]

 

3. Cerh ve Ta'dîlin Bir Kavide Birleşmesi

 

Bir hadîs râvisinin, bir veya iki hadîs imamı tarafından cerh, bir veya iki hadîs imamı tarafından da ta'dîl edilmesi halinde, birincisi, yâni cerh kabul edilir ve hüküm ona göre verilir. Çünkü cârih (yâni hadîs râvısini cerheden, veya onun hadîs rivayetinde kusur teşkil edecek ayıplarını ortaya koyan kimse), hadîs râvisinde gizli olan ve muaddil (yâni hadîs râvisinin adaletini isbat eden kimse) tarafından bilinmeyen bir kusuru ortaya koymaktadır. Her ne kadar cârih, muaddil tarafından ortaya konan zahirî hükme vâkıf olsa bile, kendisi tarafından bilinen kusurları da ortaya koy­mak zorundadır. Bu bakımdan muaddilin râvi hakkındaki hükmü, cârinin hükmünün doğruluğunu ortadan kaldırmaz. [546]

Bir hadîs râvisi, kalabalık bir hadîs imamı tarafından ta'dîl, buna kar­şılık daha az imam tarafından cerh edilmiş olsa, hüküm, yine cârihlerin söz­lerine göre verilir. Bazıları, muaddillerin daha fazla olması sebebiyle, bunun aksini ileri sürmüşlerse de, bu iddia, usûlcüler tarafından kabul edil­memiştir. Meselâ el-Hatîb el-Bağdâdî, bu iddianın hatalı olduğunu zikreder ve "cârihler, muaddillerin râvi hakkındaki zahirî bilgilerini kabul ederler; fakat onların bilmedikleri bazı hususlar vardır ki, bunlara da cârihler vâkıftır ve diğerlerinden fazla bilgiye sahiptirler" der. [547]

 

 4. Cerh Sebeplerinin Açıklanması

 

Usûlcülerin ittifak ettikleri diğer bir husus, cârihin, râvinin cerhine sebep teşkil eden halleri bilmesi ve bunları açıklamasıdır. Eş-Şâfi'î'den ri­vayet edildiğine göre, bir şahıs, diğer bir şahsı cerheder; bunun sebebi so­rulduğu zaman, cârih: "Onu ayakta işerken gördüm" der. "Bunda cerhi ge­rektirecek ne var?" denilince adam: "Orasına burasına idrar sıçrar, sonra bu halde namaz kılar" diye cevap verir. Bu ve bunun gibi haller, te'vîl yolu ile cerhetmektir; fakat gerçek bilgiye sahip olanlar, bir kimseyi bu şekilde cer-hetmezler. Bu gibi hallerde, cârihten cerh sebeplerini sormak gerekir. [548] Keza el-Kâzî Ebu't-Tayyib de cerhin müfesser (yâni cerh sebepleri açıklanmış) olmadıkça kabul edilemiyeceğini zikretmiş ve "hadîs ehlinin, fulân zayıftır, fulân bir şey değildir, demeleri, cerh addedilemiyeceği gibi, ha­berlerinin reddini de gerektirmez; çünkü halk, ifsad edici şeyler hakkında Çok çeşitli görüşlere sahiptir; cârihin cerh sebebini açıklaması lâzımdır ki, bilinmek suretiyle onun fısk olup olmadığı anlaşılsın" demiştir. [549]Aynı şekilde, iki şahsın  abdest alınacak bir su hakkında  "bu pistir"  demeleri makbul sayılmaz. Halkın, suyu pisleten şeyler hakkında görüşleri muhtelif olduğu için, suyun pis olmasına sebep teşkil eden şeylerin, onun pisliğine şe-hadet eden kimseler tarafından açıklanması gerekir. [550]

 

Cerhe Sebep Teşkil Eden Haller

 

Hadîs râvilerinde, birçok hadîs imamının ittifakıyle ayıp görülen ve cerh edilmek suretiyle rivayet ettikleri hadîslerin reddine sebep olan muh­telif haller vardır. Ebû Hatim İbn Hıbbân'ın da belirttiği gibi, hadis ta­hammülü ve rivayetiyle yakından meşgul olan kimselerin bu halleri bil­meleri,   kendisinde   bu  hallerden   biri   veya  birkaçı   bulunan   kimsenin hadîslerini  ihtiyatla  karşılamak,  kendilerinde  bu  hallerden  hiçbiri  gö­rünmeyen kimseleri ise, haksız yere cerhetmemek bakımından gerekli gö­rülmüştür.[551] Mâlik İbn Enes de bir sözünde bu hallerin ancak bir kısmını ve en önemlilerini toplayarak şöyle zikretmiştir: "Dört gurup kimseden ilim (hadîs)  alma; bunun dışmd akil erden alabilirsin: 

1.  Herkesten daha çok hadîs rivayet etmiş olsa bile, sefîh olan ve sefahatini ilân eden kimseden;

2. Hazreti Peygamberden rivayet ettiği hadîslerde kizb (yalancılık) ile itham olunmasa bile, günlük hayatında yalan söylediği sabit olan kimseden;

3. Hevâ ehlinden olan ve halkı da kendi hevâsına davet eden kimseden;

4.  İba­det ve faziletiyle tanınmış olsa bile, ne rivayet ettiğini bilmeyen kimseden ilim alma. [552]

Mâlik İbn Enes'in bu sözünden anlaşılıyor ki, sefahat, yalancılık, hevâ ehline mensubiyet ve ne rivayet ettiğini bilmemek, cerhe sebep teşkil eden en önemli hallerdendir. Bunun dışında diğer bazı haller daha vardır ki, bunlarıda gözönünde bulundurarak hepsini ayrı ayrı açıklamakta fayda vardır.

a) Kizb (yalancılık): Hadîs imamlarının titizlikle üzerinde durdukları cerh sebeplerinden biridir. Halk arasında ve günlük hayatında yalan söy­lediği sabit olan kimseler cerhedilir ve haberleri kabul olunmaz. Eğer böyle kimseler yalancılıktan tövbe eder ve bir daha yalana dönmezlerse, o zaman, rivayetlerini kabul etmek gerekir. Hazreti Peygamberin hadîslerinde yalan söyleyenler, ona yalan isnad edenler ve işitmedikleri hadîsleri işitmiş gibi ileri sürenler ise, yalandan tövbe etseler bile, artık bunlardan hadîs alın­maz. Bu gibileri hakkında Ahmed İbn Hanbel şöyle demiştir: "Bir hadîste yalan söylediği tesbit edilen bir kimse, sonradan tövbe etse, onun tövbesi

kendisiyle Allah arasındadır. Fakat artık ondan ebediyyen hadîs yazılmaz" [553] Râfi' İbn Eşras'tan buna benzer şu haber nakledilmiştir: "Denilir ki, ya­lancının akıbeti, doğruluğunun kabul edilmemesidir. Ben de derim ki: Bid'at ehlinden olan fâsıkm akıbeti, iyi hallerinin zikredilmemesidir". [554]

Hadîsi ebediyyen terkedilen kimseler hakkında el-Humeydî Abdullah İbnu'z-Zubeyr de şunları söylemiştir: "Zamanına yetişmediği kimseyi işit­tiğini iddia ile ondan hadîs rivayet eden kimse, yahutta zamanına ye­tişmekle beraber işitmediği hadîsleri işitmiş gibi rivayet eden kimse ebe­diyyen terkedilir.[555]

b) Sefeh:Lugatta kötü yaratılış, cehalet ve hafiflik manâlarına gelen sefeh, yukarıda zikrettiğimiz Mâlik İbn Enes'in bir sözünden de anlaşıldığı gibi, râvinin cerhini ve hadîsinin terkini gerektiren sıfatlardan biridir. El-Hatîb, Yahya İbn Sa'îd el-Kattân'dan şöyle bir haber nakleder: Yahya der ki:  En-Nadr İbn Mutarrıf1ltan[556]işittim:  "Eğer size rivayet etmediysem anam zâniyedir" diyordu. Bu sebepten onun hadîsini terkettinı.[557] El-Hatîb. sözüne inandırmak için anasının zâniye olduğunu ileri süren en-Nadr İbn Mutarrıf adındaki bu şahsın sözlerini, onun sefahatine Örnek göstermiş ir. Filhakika bu sözdeki bayağılık, Hazreti Peygamberin hadîslerini öğrenmek ve  başkalarına  nakletmek  iddiasında  bulunan  kimseler  için  tasavvuru imkânsız bir haldir. Bu gibi kimselerin sefahatlarım dinlememek, onlardan hadîs almaktan evlâdır.

c) Bid'at ve hevâ:Cerh sebeplerinden biri de, râvinin bid'at ve hevâ sahibi olmasıdır. Dîn dışı ve dîne muhalif inanç ve davranışları olan, bu inanç ve davranışları dînden bir mesele imiş gibi göstererek halkı da bun­lara davet eden kimseler, haklı olarak cerhedilmişlerdir. Çünkü bu gibi kim­seler, inançlarına dînî bir hüviyet kazandırabilmek için, onları teyîd eden hadîsler uydurmaktan çekinmezler. Nitekim Şî'a, Mürci'e, Cehmiyye, Ka-deriyye ve  Cebriyye gibi  siyasî ve  itikadî mezheb mensuplarından ba­zılarının, mezhebleri adına nasıl hadîs uydurdukları, mevzu hadîslerle ilgili bahislerde ayrıca açıklanmıştı. Şu var ki, başkalarını bid'atlarına davet etmeyen ve yalan söylemeyi büyük günâh sayan bazı bid'at ehlinden olanların hadîslerini alıp almamak hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür.

d) İhtilât ve tegayyür:Ömürlerinin sonlarına doğru, hafızalarının za­yıflaması sebebiyle rivayet ettikleri hadîsleri karıştıranların, bir hadîsin is­nadını diğer bir hadîse, veya diğer hadîsin isnadını beriki hadîse bağ­layanların,   Mâlik'in   hadîsini   Şu'be'den,   Şu'be'nin   hadîsini   Sufyân'dan rivayet edenlerin halleri de hadîs imamları arasında cerh sebebi olarak kabul edilmiş; bilhassa râvilerde bu hastalığın belirmesinden sonra rivayet ettikleri hadîslerden şiddetle kaçınılmıştır. Ya yaşlılık sebebiyle, ya da bir hastalık sebebiyle ihtilâta maruz kalan ve bu yüzden hafızasını kaybederek hatalı hadîs nakleden kimseler arasında pek çok tanınmış hadîsçi vardır.

e) Rivayetleri arasında şâz, münker ve garîb hadîslere fazla yer verenler:El-Hatîb, bu gibi kimseleri kasdederek şöyle demiştir: Bu devirde hadîs talebesinin çoğu, meşhur hadîsler yerine garîbleri, ma'rûf olanlar yerine münkerleri yazmak, cerhedilmiş ve zayıf oldukları belirlenmiş olan kimselerin hatalı ve yanlış rivayetleri ile meşhur olmak hevesinde...O de­ki,   çoğunun   nazarında   sahîh,   sakınılan;   sabit,   çıkarılıp   atılanrece

hadîslerden olmuş. Bütün bunların sebebi, râvilerin hallerim bilmemeleri ve doğruyu yanlıştan, sahihi zayıftan ayırt edecek bilgiden mahrum ol­malarıdır. Onların bu halleri, seleflerimizden ileri gelen muhaddislerin hal­lerine ne kadar aykırıdır. [558]

Garibi, kendisiyle amel olunmaz ve itimad edilmez bir hadîs çeşidi ola­rak tarif eden Ahmed İbn Hanbel de, el-Hatîb'in görüşünü teyîd edecek bir şekilde, gerçek hadîsin terkedildiğini ve garîb hadîslere teveccüh gösterildiğini, halbuki bunlarda çok az "fıkıh" bulunduğunu sÖylemiştir.[559]

Şâz ve münker ise, güvenilir kimseler tarafından rivayet edilen bir hadîse, bu râviler tarafından muhalif olarak nakledilen hadîstir ki, bu râvinin adalet ve zabt yönünden derecesine göre hadîs, ya şâz, ya da mün­ker olur. Binâanaleyh, garîb olsun, şâz veya münker olsun, rivayetlerinde bu çeşit hadîslere yer veren, sahîh hadîsten çok bu çeşit hadîsleri rivayet eden kimseler, hadîs imamları tarafından cerh edilmişler ve rivayetleri kabul olunmamıştır.

f) Rivayetlerinde fazla yanlışlık yapanlar: Hadîs rivayetinde yan­lışlık, hadîslerin doğruluğunu yok eden en büyük tehlikedir. Bu bakımdan hadîs imamları, devamlı yanlışlık yapanları, kizb ile itham olunan kim­selerle aynı derecede tutmuşlardır. Nitekim Abdurrahman İbn Mehdî, bir sözünde  "yalnız kizb ile müttehem olan ve rivayetinde dâima yanlışlık yapan kimselerin hadîsleri terkolunur" demiştir. [560]Abdullah İbnu'l-jylubârek'ten de şöyle bir söz nakledilmiştir: "Yalnız dört gurup insandan hadîs yazılmaz: Yanlışlık yapan ve yanlışından dönmeyen kimselerden; kezzâb (yalancı) olanlardan; halkı bid'atlarma davet eden bid'at sahibi kim­selerden; hadîs hıfzetmeyen, fakat hafızasından rivayet eden kim-selerden..." [561]

İmam eş-Şâfi'î ise, "şehadetinde fazla hata yapan kimselerin şe-hadetleri kabul olunmadığı gibi, hadîsçilerden çok hatâ yapanların da - eğer ellerinde sahîh kitapları yoksa - hadîsleri terkolunur" demiştir.[562] Bu ha­berlerinde delâlet ettiği gibi, hadîs rivayetinde fazla hatâ yapmak, cerh se­beplerinden biri sayılmış ve bu yönden cerh edilenlerin hadîsleri kabul olun­mamıştır.

g) Gaflet:Çok defa cehalet ve düşüncesizliğin bir neticesi olarak te­zahür eden gaflet, râvinin, kitabında yaptığı bir hatâyı, başkalarının ikazı üzerine düzeltmeye kalkışması, fakat daha büyük bir hatâ yaparak bunu öy­lece rivayet etmesidir. Bazen, başkalarının hatalı tashihlerine kapılıp ki-taptakini terketmek ve hatalı olanı rivayet etmek de gafletin değişik bir Ör­neğidir. Bu gibi durumlarda hadîsin manâ yönünden bozulduğunu farkedemeyen râvi, haklı olarak hadîs imamlarının cerhinden kendisini kur­taramaz.

h) Telkin:Hafıza yönünden zayıf olan ve rivayet ettikleri hadîsleri bil­meyen kimselerin maruz kaldıkları durumlardan birisidir. Bu gibi kim­selere bazıları gelip "bunlar senin hadîslerindir; bu hadîsleri senden rivayet edelim mi?" diye sorduklarında, kendi hadîsleri olup olmadığını bilmedikleri için "peki, rivayet et" derler. Aslında bu hadîsler kendilerine âit değildir; fakat kendilerini karşılarındakilerin telkinlerine kaptırarak bu hadîsleri on­lara rivayet etmiş olurlar. Bu çeşit telkine maruz kalanların hadîsleri sahîh olsa bile, başkalarının, onlardan aldıkları hadîsler arasına zayıf ve hattâ uy­durma olanları karıştırmaları telkin yolu ile kolaylaşmış olur. Bu sebepten telkin, ona maruz kalan râvinin terkini ve hadîslerinin reddini gerektiren bir illet sayılır.

ı)  Rivayet  ettikleri  hadîslerin   yalan   olduğunu  bilmeyenler:Hadîs ehlinden olmayan ve hadîs ilminin inceliklerini bilmeyen, bununla be­raber, inanç, itikad ve ibadet yönünden "dîni bütün" kimselerin maruz      kaldıkları durumlardan biri de, cehaletleri dolayısıyle yalan söylemeleri, fakat bu söylediklerinin yalan olduğunu bilmemeleridir. Yezîd İbn Hârûn anlatır

ve der ki: Vâsıt'da Enes İbn Mâlik'ten hadîs rivayet eden bir kimse vardı. Bir gün bu şahsın, Enes'in hadîslerini bir kitapta topladığı haberi geldi. Ona gittik; bize kitabını gösterdi; fakat kitaptaki hadîsler Şerîk İbn Abdillah'ın hadîsleri idi. Ancak adam haddesenâ Enes (Enes bize rivayet etti) diyerek hadîsleri okumaya başlamıştı bile..Ona, bu hadîslerin Şerîk'e âit olduğunu söylediğimiz zaman "haklısınız" dedi ve arkasından haddesenâ Enes an Şerîk (Enes bize Serik'ten rivayet etti) diyerek hadîs nakletmeye başladı. [563]

j) Görmedikleri ve hiç karşılaşmadıkları şeyhlerden hadîs nak­ledenler: Bu gibi kimseler, çok defa ellerine geçirdikleri başkalarına âit ki­taplardan rivayet ederler. Aslında kitapta bulunan hadîsler sahih olsa bile, kitap sahibini hiç görmedikleri ve onlardan bu hadîsleri işitmedikleri için ri­vayet ettikleri hadîslere güvenilmez. Bu durum, bu gibi kimselerin cerhini ve hadîslerinin terkini gerektirir. [564]

k) Hayatta iken görüp hadîs işittikleri şeyhlerinden, hiç işit­medikleri hadîsleri de rivayet edenler: Bu gibi kimseler, bir şeyhten bir miktar hadîs işitirler; fakat şeyhin vefatından sonra, daha önce ondan hiç işitmedikleri hadîsleri ya başkalarından işitmek, ya da kitaptan almak suretiyle rivayet ederler; fakat bu hadîsleri rivayet ederken aradaki vâsıtayı kaldırırlar ve doğrudan doğruya şeyhten işitmiş gibi ona isnad ederler. Yahya İbn Ma'în'in ifadesine göre böyle kimseler yalancıdırlar ve bu yönden cerhedilirler. [565]

1) Kitapları kaybolduktan sonra başkalarına âit kitaplardan ri­vayet edenler: Hafıza yönünden zayıf olan bu gibi kimseler, kitaplarından rivayet ettikleri zaman itimada şâyân olurlar. Ancak, kitapları kaybolduğu zaman, hafızalarından rivayet edemezler ve kendi kitaplarının diğer nüs­halarına başvururlar. Çok defa hatalı olan bu nüshalar ise, râvinin hatalı hadîs nakletmesine ve dolayısıyle bu yönden cerhedümesine sebep olurlar.

m)Hadîslerine başkaları tarafından yapılan ilâvelerin farkına varmayanlar: Umumiyetle hadîs ehlinden olmayan ve kitaplarındaki hadîsleri de hıfzetmeyen bu kimseler kitaplarına yapılan herhangi bir ilâveyi kendi hadîsleri zannedip rivayet ederler. Bunlardan bazıları da, ilâveden bahsedildiği zaman bunu kabul etmezler ve hatâ üzerinde ısrar ederler. Bu kimseler, îman yönünden zayıf olan kimselerdir ve bu yüzden

n) Hadîs rivayeti esnasında dillerinde vâki olan hatâyı dü­zeltmekten kaçanlar: Bunlar, ilk anda hatâ yaptıklarının farkında de­ğillerdir; fakat farkına vardıkları zaman da bu hatâyı düzeltmezler ve hadîs rivayetine devam ederler. Böyle kimseler "kezzâb" (yalancı) sayılırlar ve bu sebepten cerhedilirler. [566]

o) Görmedikleri, yahut görüp de işitmedikleri şeyhlerden hadîs rivayet edenler: Müdellis denilen bu gibi kimseler, tedlîs'in çok kötü bir rivayet tarzı olması dolayısıyle şiddetli bir şekilde cerhedilmişlerdir. [567]

Yukarıdanberi açıklamaya çalıştığımız ve daha ziyade rivayet usûlüne taalluk eden bu haller, râvilerin belli başlı cerh sebeplerindendir. Bunun dı­şında başka haller de bulunabilir ve bunlar da râvinin dînî ve ahlâkî durumlarıyle ilgili olabilir. Meselâ nıü'min ve muslini görünen, fakat gayeleri müslümanlar arasına fitne fesad sokmak, İslâm'ı yıkıp parçalamak olan zın­dıklar, elbette hadîsleri reddedilen kimselerdir. Bunun gibi ahlâkî seviyeleri düşük olan kimseler de, bu yönden cerhedilerek rivayetleri terkolunur. Bütün bunlar, Hazreti Peygamberin hadîslerini her türlü tahrif ve tashîften korumak için alınan tedbirlerdendir. [568]

 

6. Cerh ve Ta'dîlde Kullanılan Bazı Tabirler

 

Hadîs tenkitçileri, cerh ve ta'dîlde, râvilerin kuvvet ve zayıflık, doğ­ruluk ve yalancılık yönünden çeşitli hallerine delâlet etmek üzere muhtelif tabirler kullanmışlardır. İbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dîl adlı meşhur eserinin mukaddimesinde, bu tabirleri derecelerine göre sıralamış, İbnu's-Salâh ve es-Suyûtî de, bu tertibe riayet ederek, başkalarından kendilerine ulaşan diğer tabirlerle birlikte onları zikretmişlerdir, [569]

îbn Ebî Hatim ve İbnu's-Salâh'a göre ta'dîle delâlet etmek üzere kul­lanılan tabirler şunlardır:

a) Bir kimse hakkında, sika veya mutkın denildiği zaman, onun ta­rafından rivayet edilen hadîslerin hüccet olarak kullanılacağı anlaşılır. Keza sebt, hucce, hafız ve zabıt tabirleri de aynı manâda kullanılmıştır.

b) Bir kimse hakkında ennehu sadûkun, veya mahalluhu es-sıdku, ya-hutta   la   be'se   bihi   denilirse,   hadîslerinin   tetkik   edilmek   üzere   ya­zılabileceğine delâlet eder. Zira bu ibareler, râvide zabt şartının mevcut olup olmadığını kesin bir surette tayin etmez. Bunu tesbit etmek maksadıyle râvinin hadîsi itibâr (araştırma) maksadıyle yazılır ve başka râviler ta­rafından da rivayet edilip edilmediğine bakılır. Eğer o hadîs başka bir isnadla daha rivayet edilmişse, râvinin doğruluğuna, eğer hadîsin başka bir

rivayeti yoksa ve bir asla dayanmıyorsa, onun zayıflığına hükmedilir.

c) Bir kimse hakkında şeyhun denilirse, onun da hadîsi itibâr mak-sadıyle yazılır; fakat bu mertebe, daha evvelkilerin dûnundadır.

d) Bir kimse hakkında sâlihu'l-hadîs denilirse, keza hadîsi itibâr için yazılır. Bu da yukarıdaki mertebelerin dûnundadır.

Ta'dîle delâlet etmek üzere, bazı hadîsçiler, yukarıda zikredilenlerden başka tabirler de kullanmışlardır. Meselâ bazıları, râvinin doğruluğunu medhetmek için, sıfatları bazen e fal vezninde kullanarak meselâ euskau'n-nâs demişler, bazıları da meselâ sika sika diyerek onları mükerrer kul­lanmışlardır. Bazen de, yukarıda ikince derecede zikredilen la be'se bihi ye­rine, leyse bihi be'sun demişlerdir. [570]

Cerhte kullanılan tabirlere gelince:

a) Bir kimse hakkında leyyinu'l-hadîs denildiği zaman, bu, hadîslerinin itibar için yazılabileceğine delâlet eder. Böyle râviler, kendilerinden adaleti iskat etmiyecek bir hal ile mecruh addedilirler.

b) bir kimse hakkında leyse bi-kaviyyin denilirse, bu da birinci derecede olduğu gibi, râvinin hadîslerinin itibar için yazılabileceğine delâlet eder; fakat onun dûnundadır.

c) Bir kimse hakkında Za'îfu'l-hadîs denilirse, bundan evvelkilerin dûnunda olmakla beraber, yine de hadîsleri itibar için yazılır.

d) Fakat metrûku'l-hadîs veya zâhibu'l-hadıs, yahutta   kezzâbun de­nilirse, o kimsenin hadîslerine itibâr edilmez. Bu derece, cerhin en aşağı de­recesidir''.[571]

Bunlar gibi, cerhe delâlet etmek üzere diğer bazı tabirler daha kul-lanılmışır. Meselâ kendisinden tevsik edilmeyen bazı kimselerin rivayet et­tiği hal ve meşrebi tam anlaşılmayan bir kimse hakkında mesturun veya mechûlu'l-hâl tabirleri kullanılmıştır. Keza hakkında muteber olabilecek bir tevsîk bulunmayan, bununla beraber bazı zayıf halleri görülen kimseler hakkında za'îfun, kendisinden, halini tevsîk edecek bir kişiden fazla rivayet etmeyen kimseler hakkında muttehemun bi'l-kezibi, kendilerine, yalancılık ve hadîs uydurma vasıfları ıtlak olunan kimseler hakkında kezzâbun veya vazzâ'un tabirleri kullanılmıştır. [572]

 

E. HADÎS RÂVÎLERÎNİN ÂDÂB VE ERKÂNI

 

 1. Hadîs Hâvilerinin Riâyet Etmeleri Gereken Hususlar

 

Hadîs ilmi, diğer ilimler arasında en yüksek şerefi hâiz olan bir ilimdir. Onunla meşgul olanlar, Hazreti Peygamberin söz ve fiillerine âit haberlerin tashihi ile ve onun söylemediği şeyleri ona âit haberlerden temizlemekle uğ­raştıkları için, bu ilim, onlarla Hazreti Peygamber arasında gerçek bir bağ oluşturmuş ve bu bağla onlar, kendilerim Hazreti Peygambere daha yakın hissetmişlerdir.

"Sözlerimi işiten ve onları belleyip hıfzeden ve sonra da tebliğ eden kim-seleri, Allah aydınlatsın; olaki fıkıh hâmili olan kimse, onları kendisinden daha fakîh bir kimseye tebliğ eder... ";[573]  Sufyân îbn Uyeyne'den rivayet edildiğine göre, hadîs ehlinden hiç kimse yoktur ki, bu hadîs-i şerîf sebebiyle yüzünde o zikredilen aydınlık veya nûr bulunmasın. [574] Bu bakımdan hadîs ilmi, bir âhıret ilmidir; onunla meşgul olacak kimsenin niyet ve ihlâsını ona göre doğrultması ve kalbini dünyevî gayelerden temizlemesi gerekir. [575]

Doğruluğu gaye edinmesi, yalancılık (kizb) tan çekinmesi, meşhur olan hadîsleri yalnız sika olan kimselerden rivayet etmesi, münker olanları ter-ketnıesi, kendisinden öncekiler (selef) arasında cereyan eden şeyleri zikretmemesi, tashîf ve lahinden korunması, mizahı terketmesi, derecesi yük­seltildiği zaman nimete şükretmesi, tevazu göstermesi, rivayet ettiği şeylerin feraiz, sünnet ve edeb yönünden müslümanların faydalanabilecek­leri haberlerden olması, kendi kitabında bulunmayan şeyleri rivayet et­memesi ve bir hadîsi diğer bir hadîse karıştırmaması gibi hususlar, bir hadîs râvisinin âdâb ve erkânmdandır.[576]

Bir hadîs râvisinin, yaş ve ilim bakımından kendisinden daha büyük ve daha üstün kimseler yanında hadîs rivayet etmemesi gerekir. Hattâ aynı şehir içerisinde dahî, bir râvinin, kendisinden daha üstün bir kimse bulunduğu halde hadîs rivayet etmesi kerîh görülmüştür.[577] Bununla beraber, ondan bir şey sorulursa ona cevap vermesi gerekir.

Kalabalık bir dinleyici gurubuna hadîs rivayet etmek gerektiği zamanlarda, hadîs râvisinin, yer ve zamanını onlara bildirmesi ve böyle mec­lislere, abdest alarak, güzel elbiseler giyerek, güzel kokular sürünüp çık­ması, vakar ve heybetini muhafaza etmesi, mecliste herhangi bir kimse se­sini yükselterek konuşursa, ona ihtar etmesi gerekir.[578] Meclisin, Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetler ve bunun arkasından Allah'a hamd ve Peygamberine salât okunmak suretiyle açılması âdet olmuştur.

Hâvinin, hadîs imlâ etmek maksadıyle meclisler akdetmesi de müs-tehabtır. İmlâ meclisleri, daha ziyade, yüksek mertebede bulunan râvilerin âdet edindikleri bir rivayet şeklidir ve bu meclislerde hadîs ahnıp yazılması, hadîs alma usûllerinin en güzeli sayılır. Bazen râviler, bilhassa cemaatin çok olduğu zamanlarda, müstemlîler kullanırlar; bunlar, râvinin okuduğu hadîsleri yüksek sesle tekrarlamak suretiyle uzaklardan duyulmasını sağlarlar. [579]

 

2. Hadîs Rivayetinin Başlangıç Tarihi

 

Hadîs  râvilerüıin rivayete başlayacakları yaş hususunda imamlar muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebû Muhammed İbn Hallâd, olgunluk çağının sonları olması dolayısıyle elli yaşını, hadîs rivayetinin başlangıç ta­rihi olarak zikretmiştir.[580] Fakat el-Kâzî Iyâz, bunu reddederek daha önce gelip geçen seleften kaç kişinin bu yaşa ulaştığını sormuş ve bunlardan bir­çoğunun bu yaştan önce vefat ettiğini zikretmiştir. Meselâ sayılamıyacak kadar çok hadîsin toplanmasında ve neşrinde büyük rol oynayan Ömer İbn Abdi'1-Azîz, kırk yaşını ikmal etmeden vefat etmiştir. Sa'îd îbn Cubeyr ise, bu yaşa ulaşmamıştır. Keza İbrahim en-Naha'î de bu yaşa ulaşmadan vefat etmiştir. Mâlik İbn Enes ise, hadîs rivayet etmeye başladığı zaman, henüz yirmi yaşlarında bulunuyordu ve meclisinde, dâima kalabalık bir cemaat ondan hadîs dinliyordu.[581]

Râvinin, hadîs rivayetini terkedeceği yaş haddinde de belirli bir rakam ileri sürülmemiştir. Her ne kadar, yukarıda ismi zikredilen İbn Hallâd, bunun için seksen yaşım ileri sürmüşse de, sahabeden Enes İbn Mâlik, Sehl İbn Sa'd, Abdullah îbn Ebî Evfâ ve daha sonraki nesillerden Mâlik İbn Enes, el-Leys İbn Sa'd, Sufyân İbn Uyeyne, Alî İbnu'1-Ca'd ve diğer birçok hadîsçi, daha ileri yaşlarına kadar hadîs rivayet etmişlerdir. Burada mühim olan mesele, râvinin, ihtiyarlık sebebiyle hafızasını kaybederek hadîsleri birbirine karıştırıp karıştırmadığının bilinmesidir. Bu âfetlerden masun kal­dığı sürece, onun hadîs rivayet etmesinde hiçbir mahzur yoktur. [582]

 

F. RÂVİLER TARİHİ

 

1. Vafeyât Kitapları

 

Hadîslerin sıhhatinin doğru olarak tesbît ve sahîh olan hadîsin sakîminden ayırt edilebilmesi için, her şeyden önce, onları rivayet eden kim­selerin hal ve meşrebi erinin, güvenilir olup olmadıklarının, doğum ve vefat tarihlerinin doğru bir şekilde bilinmesine ihtiyaç vardır. Çünkü bunların bi-linmesiyle, râvinin, kendisinden hadîs rivayet ettiği şeyhine hakikaten ula­şıp ulaşmadığı, onu idrak edip etmediği, onunla teması olup olmadığı ve ni­hayet ondan hadîs işitip işitmediği Öğrenildiği gibi, râvinin, rivayetinde yalan söyleyip söylemediği, hatâ yapıp yapmadığı, hatâlarının, hadîsin sıh­hatini tehlikeye sokacak derecede büyük olup olmadığı da anlaşılır. Bu konuyu bir misalle açıklamak gerekirse, İsmâ'îl İbn Ayyâş'm, bir şahsa sor­duğu şu sual ve cevabını zikredebiliriz: "Hâlid İbn Ma'dân'dan ne zaman hadîs yazdın"? "113 senesinde". "O halde sen ondan, ölümünden yedi sene sonra hadîs dinlemişsin; zira o, 106 senesinde vefat etti"' [583]

Bu hususu gözönünde bulunduran hadîs imamları, Sufyân es-Sevrî'nin "ruvâtm, kizbi istimal etmeye başladıklarını görünce, biz de onlar için tarih istimal etmeye başladık. Şeyhe ne zaman doğduğunu soruyorduk; eğer do­ğumunu ikrar ederse, onun güvenilir olup olmadığını öğreniyorduk"'[584] söz­lerinden de anlaşılacağı üzere, râviler hakkında tarih kitapları telîf et­mişlerdir. Bu cümleden olarak, başta Vafeyât kitapları olmak üzere, hadîs ricali ile ilgili kitaplar hazırlanmıştır. Bunlardan Ebû Süleyman Mu­hammed İbn Abdillah ed-Dımaşkî (Ö. 379) Vafeyât adlı kitabını telîf etmiş, bu kitapta, Hicretin bidayetinden 338 senesine kadar olan râvilerin ta­rihlerini zikretmiştir. Bundan sonra Ebû Muhammed Abdu'1-Azîz îbn Ahmed el-Kettânî (ö. 446) aynı konudaki kitabını telîf etmiş, buna, Ebû Mu­hammed Hibetu'llah İbn Ahmed el-Ekfânî (Ö. 485) küçük bir zeyl yapmış, Ebu'l-Hasan Alî Îbnu'l-Mufaddal el-Makdisî, el-Ekfânfye 581 senesine kadar, Zekiyyu'd-Dîn Ebû Muhammed Abdu'1-Azîm el-Munzirî (Ö. 656) de Îbnu'l-Mufaddal'a büyük bir zeyl yapmış ve bu eserme et-Tekmile li-vafeyâti'n-nakale adını vermiştir. Ayrıca el-Munzirî, bu konuda telîf edilen kitapların, birçok ismi ihmal ettiklerim söylemiş ve bunları ta­mamlayacağını va'detmiştir.  Bununla beraber talebesi Izzu'd-Dîn Ebu'l-

Abbâs Ahmed İbn Muhammed el-Huseynî (Ö. 695), el-Munzirî'nin mezkûr kitabına bir zeyl yapmış ve kitabını harf sırasına göre değil, vefat ta­rihlerine göre tertip etmiştir. El-Huseynî'nin bu kitabına Şihâbu'd-Dîn Ebu'l-Huseyn Ahmed İbn Aybek ed-Dimyâtî, 749 senesine kadar, buna da meşhur muhaddis Zeynu'd-Dîn el-Irâkî (Ö.805), kendi zamanına kadar birer zeyl yapmışlardır. [585]

Râvileri genel olarak içine alan bu kitaplar yanında, bazı sahîh hadîs kitaplarının ricaline tahsis edilen kitaplar da vardır. Meselâ el-Buhârî'nin ricalini toplayan Ahmed İbn Muhammed el-Kelâbâzî (Ö: 398) ve Muhammed İbn Dâvûd el-Kurdî (Ö. 925); Müslim'in ricalini toplayan Ahmed İbn Alî İbn Mencûye (Ö. 428) ve Ahmed İbn Alî el-Isfahânî'nin kitapları bu cümleden olarak zikredilebilir. Muhammed İbn Tâhir el-Makdisî (Ö. 507), el-Kelâbâzî ile İbn Mencûye'nin kitaplarını ele alarak el-Buhârî ve Müslim'in ricalini bi-raraya getirmiş ve kitabını alfabetik sıraya göre tertip etmiştir. Keza el-Lâlkâ'î (Ö. 498), Sahîhayn'in ricalini aynı şekilde tertip ederek bir kitap vücûda getirmiştir. Ebû Alî el-Gassânî, Sunen-i Ebî Davud'un, es-Suyûtî el-Muvattâ'nm, İbn Hacer el-Askalânî de el-Muvattâ ile Ebû Hanîfe, eş-Şâfi'î ve Ahmed İbn Hanbel'in Musned'lerindeki ricali tertip etmiş ve kitabına Ta'cüu'l-menfe'a bi-riuayeti Ricâli'l-E^immetVl-Erba'a adını vermiştir' [586]1. Keza Ahmed İbn Ahmed el-Kurdî (Ö. 763) Sunen-i Erba'a ricalini toplamış, nihayet Cemâlu'd-Dîn İbn Yûsuf îbn Zekî (Ö. 742), Tehzîbu'l-kemâl fi esma 'İ 'r-ricâl adını verdiği büyük bir kitap tertip etmiş ve bu kitapta Kutub-i Sitte ricalini biraraya getirmiştir. O zamana kadar eşine rastlanmayan ha­cimdeki bu kitap, muhtelif kimseler tarafından ihtisar edilmiştir. Bu ih­tisarlar arasında İbn Hacer el-Askalânî'nin Tehzîbu't-tehzîb'i matbu olup, rical kitapları arasında büyük bir şöhret kazanmıştır. [587]

 

 2. Tabakât Kitapları

 

Tabakât kelimesi, lugatta, birbirine benzeyen kimseler manâsına gelen tabaka'nm çoğulu olup, ıstılahta, birbirine yakın yaşlarda bulunan şeyh­lerden, yine birbirine yakın kimselerin hadîs rivayet etmek, yahut hadîs ri­vayet etmeseler bile o şeyhlerin devrine yetişmek suretiyle meydana ge­tirdikleri gruplardır. Bazen iki kimse, bir hususta birbirine benzemek suretiyle aynı tabakadan sayıldıkları halde, benzemedikleri diğer bir husus sebebiyle ayrı tabakalardan sayılırlar. Buna göre, meselâ sahabîler, Hazreti Peygamberle sohbetleri itibariyle hepsi de bir tabaka teşkil ederler. Bu­nunla beraber, İslâm'a ilk girenler, bazı gazvelere iştirak edenler, hicrette bir   olanlar   ve   bunun   gibi   bazı   tarihî   olaylara   katılanlar   itibariyle sahabîlerin de tabakalara ayrıldıkları görülür. İbn Sa'd onları beş tabakaya ayırmış, el-Hâkim en-Neysâbûrî ise, onların oniki tabaka olduklarını söy­lemiştir. El-Hâkime göre birinci tabaka, Mekke'de ilk müslüman olan sahabîlerdir. Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Alî bunlardandır. İkinci tabaka Dâru'n-Nedve ashabıdır ki, Ömer'in İslâm'a girmesi üzerine Mekkeli bir ce­maat da Hazreti Peygambere bey'at edip müslüman olmuştu. Üçüncü ta­baka, Habeşistan'a hicret eden sahabîlerdir. Dördüncü tabaka, Akabe'de Hazreti Peygambere bey'at edenlerdir. İkinci Akabe'de bey'at edenler beşinci tabakayı, Hazreti Peygamberin hicreti esnasında Medine'ye varmadan önce Küba'da iken hicret maksadıyle Mekke'den ayrılıp ona iltihak edenler al­tıncı tabakayı, Bedir savaşma katılanlar yedinci, Bedir ile Hudeybiye arasında hicret edenler sekizinci, Rızvân bey'atmda bulunanlar dokuzuncu, Hu­deybiye ile Mekke'nin Fethi arasında hicret edenler onuncu, Fetihte müslüman olanlar onbirinci, fetih günü ve Veda Haccı'nda Hazreti Peygamberi görüp müslüman olanlar da onikinci tabakayı teşkîl ederler. [588]

Tâbi'ûn da sahabe gibidir. Hepsi de bir veya birkaç sahabîye mülâkî ol­maları itibariyle bir tabaka teşkîl ederler; bununla beraber, onlar da kendi aralarında muhtelif tabakalara ayrılmışlardır. El-Hâkim, tâbi'ûnun onbeş tabakadan ibaret olduğunu söyler ve birkaç tabakadan örnekler verir. Ona göre, Hazreti Peygamberin cennetle tebşîr ettiği on sahabî (el-Aşeretu'l-MubeşşereJ'ye yetişen tîbi'îler birinci tabakada yer alırlar. Bunların başında Sa'îd Îbnu'l-Museyyib (Ö. 89, 91, 105), Kays îbn Ebî Hâzini (Ö. 97), Ebû Osman en-Nehdî (Ö. 100), Kays İbn Ubâd (Ö. 97), Ebû Vâ'il Şakîk İbn Se­leme (Ö. 82), Ebû Recâ el-Utâridî (Ö. 107, 108) gibi isimler bulunur.

El-Esved İbn Yezîd (Ö. 75), Alkame îbn Kays, (Ö. 62), Mesrûk îbnu'l-Ecda (Ö. 63), Ebû Seleme İbn Abdirrahman (Ö. 94), Hârice İbn Zeyd (Ö. 99) ve diğer bazı tabiiler ikinci tabakadan; Âmir İbn Şerâhîl eş-Şa'bî (Ö. 104), Ubeydullah îbn Abdillah îbn Utbe (Ö. 89), Şureyh Îbnu'l-Hâris (Ö. 80) ve ak­ranları da üçüncü tabakadan sayılırlar. Basralılardan Enes îbn Mâlik'e, Kûfelilerden Abdullah îbn Ebî Evfâ'ya, Medînelilerden es-Sâ'ib İbn Yezîd'e, Mısırlılardan Abdullah Îbnu'l-Hâris îbn Cez'e, Şamlılardan Ebû Umâme el-Bâhilî'ye mülâkî olanlar da tâbi'ûnun onbeşinci tabakasını teşkîl ederler. [589]

El-Hâkim'in bu ayırımına rağmen, îbn Sa'd (Ö. 230), tâbi'ûnu dört, Müslim (Ö. 261) ise, üç tabaka olarak zikretmişlerdir. Gerek hadîs râvilerinin ve gerekse diğer ulemânın mensûb oldukları tabakaları bilmek, hadîs ilmi yönünden çok önemlidir. Bazen iki râvinin aynı isimde bir­leştikleri olur ve bu benzerlik, çok defa, birinin diğeri olduğu zannına yol açar. Bu şekilde yanlış bir zanna düşmemek için, râvilerin tabakalarının bi­linmesi gerekir. Bu da onların doğum ve vefat târihlerini, kimlerden hadîs rivayet ettiklerini ve kimlerin kendilerinden hadîs aldıklarını bilmek su­retiyle mümkün olur. îşte bu maksatla çeşitli tabakât kitapları tasnif edil­miş ve râvilerin doğum ve vefatları ile târih olayları içindeki yerleri açık­lanmıştır. İbn Sa'd (Ö. 230)'m et-Tabakâtu'l-Kubrâ1 sı bu kitapların en çok şöhret kazananıdır. Halîfe İbn Hayyât (Ö. 240) ve Sahîh sahibi Müslim İbnu'l-Haccâc (Ö. 261)'m Kitâbu't-Tabakâfları, Ebû Hatim er-Râzî (Ö. 275)'nin Tabakâtu't-Tâbi'în'i bunlardandır. Daha sonraki asırlarda ez-Zehebî (Ö. 748) tarafından telîf edilen Tezkiretu'l-Huffâz veya Tabakâtu'l-Huffâz adlı eseri de bu sahada şöhret kazanmış değerli bir kitaptır.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, tabakat kitapları ile târih ki­taplarını birbirleriyle karıştırmamak lâzımdır. Her ne kadar târih ki­taplarının hadîs râvilerini konu edinmek yönünden tabakât kitapları ile benzerlikleri varsada, târihî olayları incelemeleri yönünden diğerlerinden ayrılırlar. Meselâ târihin konusu, Bedir savaşını, bu savaşa katılanlarla bir­likte incelemek olduğu halde, tabakât kitapları, bu savaşa katılanlarla, yaş­ları küçük olduğu için katılamayanları, aynı zamanda daha Önemli olarak, savaşa katıldıkları halde, küçük yaşta olup da katılamayanlara nisbetle daha çok yaşayan ve onlardan sonra vefat edenleri inceleyip ortaya korlar. [590]

 

G. RÂVÎLERİN ÎSÎM, KÜNYE VE LAKABLARI

 

Hadîs ilmiyle meşgul olanlar, râvîlerin, bazen isim ve künyeleriyle, bazen de isim ve lakablarıyle zikredildiklerini görürler. Keza bazıları yalnız isimleriyle şöhret kazandıkları halde, bazıları da künye veya lakablarıyle şöhret kazanmışlardır. Hadîs imamları, bu konu üzerinde de titizlikle dur­muşlar ve her bir râvinin şöhret kazandığı isimle, künye ve lakabım gös­teren kitaplar veya fihristler tertip etmişlerdir. Bu kitaplarla ulaşılmak is­tenen gaye, râviler hakkında fazla bilgisi olmayanların, bazen ismiyle, bazen de künyesiyle zikredilen bir hadîs râvisinin iki ayrı şahıs olduğu ze­habına kapılmalarını önlemektir.

Bu konuda telîf ettikleri kitaplarla şöhret kazanmış imamlar arasında Alî İbnu'l-Medînî, Müslim, en-Nesâ'î, İbn Ebî Hatim, İbn Hıbbân, el-Hâkim Ebû Ahmed'in isimleri zikredilebilir. El-Hâkim Ebû Ahmed'in kitabı, bu konuda tasnif edilen kitapların en önemlisidir. El-Hâkim, bu kitapta, ismi bi­linen ve bilinmeyen râvileri zikretmiştir. Müslim ve en-Nesâ'î'nin ki­taplarında ise, yalnız ismi bilinen râviler ele alınmıştır. [591]

 

1. Künyesiyle Şöhret Kazanan Râviler

 

Musannıflar, konu ile ilgili kitaplarım muhtelif yollarda tertip et­mişlerdir. Es-Suyûtî bunları dokuz bölümde zikreder. [592]

a) Künyesiyle isimlendirilenler: Bunların künyelerinden başka isimleri yoktur ve iki kısma ayrılırlar:

1. İsim olarak kullanılan künyelerinden başka bir de künyeleri olanlar: Fukahâ-i Seb'a'dan Ebû Bekr İbn Abdirrahman İbni'l-Hâris gibi. Bu şahsın ismi Ebû Bekr, künyesi ise, Ebû Abdirrahman'dır. Bu durumda sanki kün­yenin bir de künyesi vardır'. [593]

2. İsim olarak kullanılan künyeden başka künyesi olmayanlar: Şerîk'in râvisi Ebû Bilâl el-Eş'arî ve Ebû Hatim er-Râzî'nin râvisi Ebû Hasın gibi. Bunların her biri, isim ve künyelerinin bir olduğunu söylemişlerdir.

b) Künyesiyle maruf olanlar ve ayrıca ismi olup olmadığı bilinmeyenler: Ebû Unâs (sahabî) ve Hazreti Peygamberin kölesi Ebû Muveyhibe ve İs­tanbul muhasarasında şehîd düşen ve orada defnolunan Ebû Şeybe el-Hudrî gibi. Sahabe dışında da künyesiyle maruf olanlar vardır. Enes İbn Mâlik'ten rivayet eden Ebu'l-Ebyaz, Abdullah İbn Ömer'in kölesi Ebû Bekr İbn Nâfi, Abdullah İbn Amr Îbm'l-Âs'ın kölesi Ebu'n-Necîb ve Ebû Harb İbn Ebi'l-Esved ed-Du'elî bunlardandır.

c) Künye ile lakablananlar, ayrıca ismi ve künyesi olanlar: Ebû Turâb Alî îbn Ebî Tâlib, Ebu'l-Hasan gibi. Ebû Turâb lakabı, Alî îbn Ebî Tâlib ismi, Ebu'l-Hasan da künyesidir. Hazreti Peygamber, toprak üzerinde uyuyan Alî İbn Ebî tâlib'e "kalk yâ Ebâ Turâb" diyerek ona bu lakabı vermiştir. Ebu'z-Zinâd Abdullah îbn Zekvân, künyesi Ebû Abdirrahman'dır; Ebu'z-Zinâd ise, onun lakabıdır. Ebu'r-Ricâl Muhammed îbn Abdirrahman el-Ensârî,  Ebû Abdirrahman künyesi, Ebu'r-Ricâl ise,  lakabıdır.  Hepsi de erkek olan on çocuğu olduğu için ona bu lakab verilmiştir. Ebû Turneyle Yahya İbn Vâdıh el-Ensârî el-Mervezî, künyesi Ebû Muhammed, lakabı ise, Ebû Tumeyle'dİr. Ebû'1-Âzân Ömer İbn İbrahîm, künyesi Ebû Bekr, lakabı ise, kulaklarının çok büyük olması dolayısıyle Ebu'l-Âzân'dır. Ebu'ş-Şeyh Abdullah İbn Muhammed el-Isbahânî, künyesi Ebû Muhammed, lakabı ise, Ebu'ş-Şeyh'tir. Ebû Hâzini Ömer İbn Ahmed el-Abduvî, künyesi Ebû Hafs, lakabı ise Ebû Hâzim'dir.

d) İki ve daha fazla künyesi olanlar: Meşhur hadîsçi Abdu'l-Melik îbn Abdi'1-Azîz îbn Cureyc'in Ebû Hâlid ve Ebu'l-Velîd olmak üzere iki künyesi vardı. Abdullah îbn Ömer İbn Hafs el-Umarfnin de Ebû'l-Kâsım olarak bilinen bir künyesi vardı; fakat sonradan bu künyeyi terketmiş ve Ebû Ab~ dirrahman ile künyelenmiştir. Îbnu's-Salâh'm şeyhlerinden Mansûr îbn Ebi'l-Ma'âlî en-Neysâbûrî'nin ise, Ebû Bekr, Ebu'1-Feth ve Ebu'l-Kâsım olmak üzere üç künyesi vardı.

e) Künyesi üzerinde ihtilâf olunanlar: Bunlar, isimleri bilindiği halde, iki veya daha fazla künye ile zikredilen, fakat künyeleri üzerinde ihtilâf olu­nan kimselerdir. Hazreti Peygamberin evlâtlığı Usâme İbn Zeyd, bunlardan biridir. îsrni maruf olduğu halde, künyesi üzerinde ihtilâf olunmuş, bazıları onun Ebû Zeyd olduğunu söylerken, diğer bazıları Ebû Muhammed, Ebû Ab-dillah ve Ebû Hârice olduğunu söylemişlerdir. Keza meşhur sahabî Ubey İbn Ka'b için, Ebu'l-Munzir ve Ebu't-Tufeyl; el-Kâsım îbn Muhammed İbn Ebî Bekr es-Sıddîk için, Ebû Abdirrahman ve Ebû Muhammed; Süleyman İbn Bilâl el-Medenî için de Ebû Bilâl ve Ebû Muhammed olmak üzere ikişer künye ileri sürülmüştür.

f) Künyesi bilinen ve fakat ismi üzerinde ihtilâf olunanlar: Sahabeden Ebû Basra el-Gıfârî, bu künye ile maruf olduğu halde, ismi üzerinde ihtilâf olunmuş, bazıları isminin Cemîl İbn Basra olduğunu söylerken, bazılarıda, onun Humeyl olduğunu ileri sürmüşlerdir. Keza künyesi Ebû Cuhayfe es-Suvâ'î olan sahabînin Vehb İbn Abdillah mı, yoksa Vehbu'llah İbn Abdillah mı olduğu kesinlik kazanmamıştır. Meşhur sahabî Ebû Hureyre'nin ismi üzerinde ortaya çıkan ihtilâf ise, son derece büyüktür. İbn Abdi'l-Berr'in ifa­desine göre, gerek Ebû Hureyre ve gerekse babası için yirmi kadar ihtilaflı isim ileri sürülmüştür. Müslüman olarak bu isimlerden akla en uygun olan­ları, Abdullah veya Abdurrahman'dır.

Sahabe dışındaki râvilerden Ebû Burde îbn Ebî Mûsâ el-Eş'arî, ço­ğunluk, isminin Âmir olduğu görüşünde birleşmiş olsa büe, bazı kimseler onun el-Hâris olduğunu ileri sürmüşlerdir. Âsim kırâ'atinin râvisi Ebû Bekr îbn Ayyaş 'm ismi hakkında ortaya çıkan ihtilâf çok daha büyüktür. Onunla ilgili olarak ileri sürülen on bir farklı görüş veya isim vardır. Bazıları is­minin Şu'be olduğunu söylerken, bazıları da ondan rivayet edilen "benim, Ebû Bekr'den başka ismim yoktur" sözüne istinaden "onun ismi künyesidir" demişlerdir.

g) Hem künyesi, hem de ismi üzerinde ihtilâf olunanlar: Bunlar sayı iti­bariyle diğerlerinden daha azdır. Hazreti Peygamberin âzadlı kölesi Sefine, bunun bir örneğini teşkil eder. Bazıları isminin Umeyr, bazıları Salih, diğer bazıları da Mihrân olduğunu söylemiş, künyesinin ise, Ebû Abdirrahman, yahut Ebul-Buhterî olduğu ileri sürülmüştür.

h) Hem künyesi, hem de ismi üzerinde ihtilâf bulunmayan, fakat her ikisiyle de şöhret kazananlar: İlk dört halîfe Abdullah Ebû Bekr Es-Sıddîk,Ebû Hafs Ömer İbmı'-Hattâb, Ebû Amr Osman İbn Affân, Ebu'-Hasan Alî İbn Ebî Tâlib ile mezheb imamları Ebû Abdillah Sufyân es-Sevrî, Ebû Ab­dillah Mâk îbn Enes, Ebû Abdillah Ahmed İbn Hanbel, Ebû Abdillah eş-Şâfi'î ve Ebû Hanîfe en-Nu'mân İbn Sabit gibi.

ı) İsmi bilinmekle beraber künyesiyle şöhret kazananlar: îsmi Amr ol­duğu halde Ebû İsbâk es-Sebî'î ve Müslim olduğu halde Ebu'd-Duhâ kün­yesiyle tanınanlar bunlardandır. [594]

 

2. İsimleriyle Şöhret Kazanan Râviler

 

İbn Hacer tarafından dokuz kısımda zikredilen ve künyesiyle tanınmış olan bu hadîsçiler yanında, bir de künyeleri bilinmeyen, veya bilinse bile isimleriyle şöhret kazanan kimseler vardır. Hadîs ricali ile ilgili müstekıl ki­taplar meydana getirmiş olanlar, bunlar hakkında da kitap tasnif et­mişlerdir. Ancak bu konuda tasnîf edilen kitap, diğerlerine nisbetle daha azdır. [595]Bunun sebebi, herhalde isimleriyle şöhret kazanan hadisçilerin künyeleriyle şöhret kazananlar arasında mütalâa edilmiş olmalarıdır. Ni­tekim el-Irâkî, Takyîd'inde, İbnu's-Salâh'm bu tasnifine işaretle, isimleri maruf olan fakat künyeleri bilinmeyen bu ricalin yukarıda zikredilen dokuz guruptan beşinci kısım içinde ele alınmasının daha doğru olacağını be-lirtmiştir. [596]Bilindiği gibi beşinci kısımda ismi bilindiği halde künyesi üze­rinde ihtilâf olunan ve iki veya daha fazla künyesi olduğu ileri sürülen kim­seler ele alınmıştır. [597]

 

3. Lakablar (Elkâb)

 

Lakab, lugatta, bir şahsın, asıl isim ve künyesi dışında müsemmâ ol­duğu başka bir isme denir. Aynı kökten kullanılan telktb, bir kimseye lakab takmak, telakkub ise, lakablanmak manâsına gelir. [598]

Hadîs ilminde, bilhassa bu ilmin ricale taalluk eden kısımlarında, la-kablara ayrı bir ihtimam gösterilmiş, isim ve lakablarıyle şöhret kazanmış hadîs ricali için müstekıl biyografik kitaplar tasnîf edilmiştir. Hadîsçilerin bu konu üzerinde hassasiyetle durmalarının başlıca sebebi, hadîs rivayet eden kimselere verilmiş lakabların bazı kimseler tarafından karıştırılması ve çok defa isim zannedilmesidir. Lakabları bilmeyen kimseler, bazı yerde ismini, bazı yerde de lakabını gördükleri bir râvinin ayrı ayrı şahıslar ol­duğu zehabına kapılırlar. Meselâ Abdullah îbn Ebî Salih, veya Abbâd İbn Ebî Salih, ismi ve lakabı karıştırılan ve ayrı şahıslar olduğu zannma varılan kimselerden biridir. Aslında Abbâd, Abdullah'ın lakabıdır bazen Abbâd la-kabıyle, bazen de Abdullah ismiyle zikredilir.[599]

Bir şahsın, hoşuna gitmeyecek bir isimle lakablandırılması caiz gö­rülmemiştir. Ancak gıybet kasdı olmaksızın bir şahsa lakab vermek bazı imamlar tarafından hoş karşılanmıştır. [600]

İslâmiyette ilk defa zikrolunan lakab, Ebû Bekr es-Sıddîk'ın lakabı olmuş ve ona Atık denilmiştir; ancak bu lakabın ona niçin verildiği kesin olarak tesbît edilememiştir. Bazıları, yüzünün atakati, yâni güzelliği do­layısıyle ona Atîk denildiğini söylemişler, bazıları da Atîku'llah   demişlerDir. [601]

Yukarıdaki misalde olduğu gibi, lakablardan bazılarının sebebi bi­linmese bile, bu konuda telîf edilen kitaplarda'[602]bilinen telkîb sebepleri ayrı ayrı açıklanmıştır. Burada, misal olmak üzere şu isim ve lakabları zikredebiliriz:

Mu'âviye İbn Abdi'l-Kerîm ed-Dâl: Mekke yolunda şaşırıp yolunu kay­bettiği için ed-Dâl ismiyle telkîb edilmiştir. Aslında dâl, dalalette kalmış kimseye denir.

Abdullah İbn Muhammed ed-Da'îf: Vücutça zayıf bir kimse olduğu için ed-Da'îf denilmiştir; yoksa hadîs yönünden zayıf olduğu için değil. Bazıları da zabt ve itkamn şiddeti dolayısıyle ezdâd babından telkîb olunduğunu söy­lemişlerdir. Abdu'1-Ganî İbn Sa'îd, bu hususa işaret ederek iki büyük ada­mın kabîh lakablarla telkîb edildiklerine işaret etmiş, bunlardan birinin ed-Dâl, diğerinin de ed-Da'îf olduğunu ileri sürmüştür.

Muhammed İbnu'1-Fadl Ebu'n-Nu'mân es-Sedûsî Ârirn: Âbid, zâhid ve arametten uzak bir kimse olmasına rağmen fâsid manâsına gelen Ârim is­miyle telkîb edilmiştir.

Yûnus İbn Yezîd el-Kaviy: Tâbi'ûndan rivayet eden zayıf bir kişi idi. İbadeti dolayısıyle el-Kaviy denilmiştir.

Yûnus İbn Muhammed es-Sadûk: Sığâr-ı etbâdan kezzâb (yalancı) bir kimse olmasına rağmen ona es-Sadûk lakabı verilmiştir.

Yûnus el-Kezûb: Ahmed İbn Hanbel devrinde yaşamış sika (güvenilir) bir kimse idi. Hıfzı ve itkanı dolayısıyle Kezûb denilmiştir. [603]

 

4. Mu'telif ve Muhtelif

 

Hadîs ilminin önemli konularından biri olan mu'telif ve muhtelif, isim, lakab ve neseblerden yazılış (hat) yönünden aynı, fakat okunuş yönünden ayrı olanlara verilen bir isimdir.

Hadîs râvilerinin isim, lakab ve neseblerinin doğru olarak bilinmesi, herbirini diğerinden ayırt edilmesi yönünden zorunludur. Çünkü râviler, adalet ve zabt yönlerinden birbirlerinin aynı olmadıkları gibi, rivayet ettikleri hadîsler de aynı derecede kabule şâyân değillerdir. Bu bakımdan, bir hadîsçinin, hadîs râvilerinin isimlerini, anıldıkları lakab ve neseblerini, bil­hassa hat yönünden aynı oldukları halde okunuş ve söyleniş yönünden ayrı oldukları için ayırt edilmeleri güçlük arzedenleri bilmesi zorunlu sayılnnşır. Birçok kimse, konunun önemi dolayısıyle müstekıl kitaplar tasnif etmişler ve bu çeşit isimleri bu kitaplarda tesbît etmeye çalışmışlardır. Bu mu-sanmfların ilki, ed-Dârakutnî (Ö. 385), ikincisi ise, Abdu'1-Ganî İbn Sa'îd (Ö. 409) olmuş, bunları diğerleri takip etmiştir. Bu konuda telîf edilen ki­tapların en güzeli - bazı noksanlıkların bulunmasına rağmen - Ebû Nasr İbn Mâkûlâ (Ö. 487)'nın el-îkmâl adlı kitabıdır.[604] Ebû Bekr îbn Nukta (Ö. 629), bu kitaba yaptığı bir zeyl ile noksanlıkları tamamlamaya çalışmış, Hafız Mansûr îbn Suleym (Ö. 677) ve Hafız Cemâlu'd-Dîn Îbnu's-Sâbûnî (Ö. 680) de İbn Nukta'nm zeyli üzerine birer zeyl daha yapmışlardır. Hafız Alâ'u'd-Dîn Muğlatây (Ö. 762)'m bu iki kitap üzerine yaptığı zeyl ise, büyük bir hacme sahiptir. Daha sonra Ebû Abdillah ez-Zehebî (Ö. 748), bir cilt ola­rak ayrı bir kitap telîf etmiş ve buna Muştebehu'n-nisbe adını vermiştir. Şeyhülislâm İbn Hacer (Ö. 852)'in Tabsîru'l-muntebeh bi-tahrîri'l-muşte-beh'i bu konuda yapılan teliflerin en faydahsıdır.

Mu'telif ve muhtelif İsimler yaygın olup çoğu zabtedilmiş değildir. Zab-tedilenlerin bir kısmı umûmî, diğer bir kısmı da Sahîhân ve Muvattâ'daki isimlere mahsûs olmak üzere iki kısımdan ibarettir.

Birinci kısma misal olarak şu isimler zikredilebilir:

Sellâm: Bu hat ile yazılan bütün isimler, beşi müstesna sellâm şek­linde okunur. İstisna olan beş isim Selâm'dır. Bunlardan biri sahabî Abdullah îbn Selâm el-İsrâ'îlî'nin babası, ikincisi el-Buhârînin şeyhi Mu-hammed îbn Selâm Îbni'l-Ferec el-Bîkendî[605] üçüncüsü Selâm İbn Mu-hammed îbn Nâhıd el-Makdisî [606]dördüncüsü Mutezileden Muhammed İbn Abdi'l-Vehhâb îbn Selâm el-Cubbâ'î'nin ceddi, beşincisi de Selâm İbn Ebi'l-Hukayk'tır. Bazıları bunlara câhiliye devrinde şarapçılık yapan Selâm îbn Muşkem'i de ilâve etmişlerse de, bunun Sellâm olduğu marûftur.[607]

Umara: Mu'telif ve muhtelif isimlerden Umara, umumiyetle ayn har­finin zammı (ötür©) ile okunur. Yalnız bir kişi, sahabî Ubeyy îbn imâra, bu harfin kesri iledir. Bu hat ile yazılan isimler arasında, erkek ve kadın olmak üzere, ayn harfinin fethi (üstün) ile ve min harfinin teşdîdi (şedde) ile Ammâra okunanlar da vardır.

Kerîz ve Kureyz: Huzâ'a kabilesinden olanlar Kerîz, Abdu Şems'ten olanlar da Kureyz şeklinde okunur.

Hizam ve Haram: Kureyş'ten olanlar Hızâm, Ensâr'dan olanlar Harâm'dır. Bu, Hızâm olanların mutlaka Kureyş'ten, Haram olanların da mutlaka Ensâr'dan oldukları manâsında değildir. Fakat Kureyş'te bu isim Hızâm, Ensâr arasında ise, Haram olarak okunmuştur. Kureyş ve Ensâr dı­şındaki diğer kabilelerde isim daha ziyade Haram şeklinde yaygındır. Huzâ'a'da ise, her iki şekil de görülür'. [608]

Ebû Ubeyde: Künye olarak yalnız ayn harfinin zammı ile okunur. Abîde ismi bulunmakla beraber Ebû Abîde denildiği duyulmamıştır.

Es-Sefr: Künye olarak kullanıldığı zaman fâ' harfinin fethi ile Ebu's-Sefer, isimlerde ise, es-Sefr'dir. Bununla beraber Mağribliler arasında Ebu's-Sefr künyesi de görülür. Ebu's-Sefr Sa'îd İbn Yuhmid gibi. [609]

Isl: Bu hat ile yazılan bütün isimler, Asel İbn Zekvân el-Ahbârî el-Basrî müstesna, baştaki ayn harfinin kesri ile IsVdir.Gannâm: Alî İbn Assam ez-Zâhid'in babası Assam îbn Alî müstesna, hepsi dağayn harfiyle Gannâm olarak okunur.

Kumeyr: Mesrûk İbnul-Ecda'm karısı Kamîr Bint Amr müstesna, bu hat ile yazılan bütün isimler Kumeyr okunur.

Mîsver: Sahabî Musevver îbn Yezîd ve Musevver îbn Abdi'l-Melik el-Yerbû'î müstesna, diğerleri Misver'dir.

El-Cemâl: El-Buhârî ve Müslim'in şeyhi Muhammed îbn Mıhrân el-Cenıâl'de olduğu gibi sıfat olarak okunur. Bununla beraber, ya bez cin­sinden fazla yük taşıdığı için, yahutta ilim sahibi olduğu için Hârûn İbn Ab-dillah, el-Hammâl lakabı ile anılmıştır. Bunun gibi el-Hammâl lakabı ile anılan başka kimseler de vardır: Beyân İbn Muhammed el-Hammâl, Râfi1 ibn Nasr el-Hammâl, Ahmed İbn Muhammed el-Hammâl gibi. Hammâl, isim olarak da kullanılmıştır. Yemenli sahabî Ebyaz İbn Hammâl ve Hammâl İbn Mâlik gibi. El-Hammâl ve el-Cemâl arasında hat yönünden hiçbir fark yoktur.

El-Hemdânî: Hemdân kabilesine nisbetle mütekaddimûn arasında bu isimle anılanlar pek çoktur. Fakat müteahhırûndan olanların çoğu da Hemezân şehrine nisbetle el-Hemezânî fel-Hemedânî) olarak anılırlar.

El-Hannât: Isâ îbn Ebî îsâ'nm "buğday satıcısı" manâsında lakabı el-Hannât'tır. Bu kelime, aynı zamanda, deve yiyeceği satanlar için el-Habbât ve terzi manâsında el-Hayyât şeklinde de okunur. Yukarıda ismini ver­diğimiz îsâ İbn Ebî îsâ, her üç meslekle de meşgul olduğu için, her üç la-kabla da anılması hatâ sayılmamıştır; ancak el-Hannât olarak şöhret ka­zanmıştır. Kendisinden bu konu ile ilgili olarak şu söz nakledilmiştir: Ene hayyâtun, ve hannâtun ve habbâtun. (Ben, hem terziyim, hem buğday ve hem de deve yemi satıcısryım. [610]

Müslim İbn Ebî Müslim de, îsâ İbn Ebî îsâ gibi, hem Hayyât, hem Hannât, hem de Habbât'tır.

Mu'telif ve muhtelif olan isim, lakab ve künyelerden yalnız Sahîhan'da, yahut Sahîhân ile birlikte Muvattâ'da, yahutta bu üç kitaptan birinde bu­lunanlar ise şöyledir:

Yesâr: Bu hat ile yazılanların hepsi Yesâr'dır. Yalnız Muhammed îbn Beşşâr müstesna; Beşşâr ismi tâbi'ûn arasında nâdir, sahabe arasında ise hiç yoktur.

Bişr: Hepsi Bişr'dir. Yalnız dört isim, ba' harfinin zammı ve sakin sin harfi ile Busr'dür: Abdullah îbn Busr el-Mâzenî, Busr İbn Sa'îd, Busr îbn Ubeydillah el-Hadramî ve Busr îbn Mıhcen ed-Dîlî.

şr: İki İsim müstesna, diğerleri Beşîr'dir. İki isim ise, Buşeyr olarak ° u nur- Buşeyr îbn Ka'b el-Adevî ve Buşeyr îbn Yesâr el-Hârisî el-Medenî. hat ile yazılan iki isim daha vardır ki, birisi Yuseyr îbn Amr (bazılarına gOre bu Useyr)'dir; diğeri ise, Kutn İbn Nuseyr'dir.

Yezîd: Üç isim müstesna, hepsi zây harfi ile Yezîd'tir. Diğer üç isimden biri Bureyd İbn Abdillah İbn Ebî Burde İbn Ebî Mûsâ el-Eş'arî, diğeri Mu-hammed İbn Ar'ara İbni'l-Birind veya el-Berend, üçüncüsü ise, Alî İbn Hişâm İbni'l-Berîd'tir.

El-Berâ': İki isim müstesna, hepsi râ harfinin tahfifi ile el-Berâ'dır. Diğer iki isim ise, bu harfin teşdidi ile el-Berrâ'dır: Ebû Ma'şer Yûsuf İbn Yezîd el-Berrâ' ve Ebu'l-Âliye Ziyâd îbn Fîrûz el-Berrâ'.

Harise: Hepsi Hâ' harfi ile Hârise'dir. Ancak Câriye îbn Kudâme, Yezîd İbn Câriye, el-Esved İbnu'1-Âlâ1 îbn Câriye es-Sekafî, Amr İbn Ebî Sufyân îbn Useyd îbn Câriye es-Sekafî, cim ve râ' harfleri ile Câriye'dir.

Cerîr: İki isim müstesna, hepsi de Cerîr'dir. Müstesna olan isimler ise, baştaki hâ' ve sondaki zây harfleriyle Harîz'dir. Harîz İbn Osman el-Humusî ve Ebû Harîz Abdullah îbn Huseyn el-Ezdî'dir.

Hırâş: Hepsi Hı harfinin kesriyle Hırâş'tır. Yalnız Rib'î İbn Hırâş nok­tasız hâ' iledir.

Husayn: Ebû Hasîn Osman îbn Asım ve Huzayn Îbnu'l-Munzir müs­tesna, hepsi Husayn'dır. Burada ismi zikredilen kimseden başka Huzayn adını taşıyan birinin bulunduğu bilinmemektedir.

Hâzim: Bütün isimler noktasız Hâ1 harfi ile Hâzim'dir. Yalnız Ebû Mu'âviye Muhammed İbn Hâzim ed-Darîr, noktalı Hı harfi ile Hâzim'dir.

Hayyân: Bu harf ile yazılan bütün isimler Yâ' harfi ile Hayyân'dır. Ancak Habbân İbn Munkız, Vâsi' İbn Habbân'm babası, Muhammed îbn Yahya İbn Habbân'm dedesi, Habbân îbn Vâsi' îbn Habbân ve Habbân îbn Hilâl, Bâ' harfi ile Habbân okunur. Bunlar bazen babalarına nisbet edilerek yazılırlar; bazen de nisbet edilmeksizin sadece Habbân olarak zikredilirler. Fakat diğerlerinden ayırt edilmeleri şeyhleri yönünden olur. Meselâ Habbân an Şu'be, Habbân an Vuheyb, Habbân an Hemmâm, Habbân an Ebân ve Habbân an Süleyman İbni'l-Muğîre denildiği zaman, Şu'be'den, Vuheyb'ten, Hemmâm'dan, Ebân ve Süleyman İbnu'l-Muğîre'den rivayet eden bu şa­hısların Habbân oldukları anlaşılır. Fakat babalarına nisbet edilmeyen ve Abdullah İbnu'l-Mubârek'ten rivayet eden ismi aynı hatla yazılmış olan şahıs, Hâ' harfinin kesri ile Hıbbân okunur. Hıbbân İbn Mûsâ es-Sulemî el-Mervezî ve Hıbbân îbn Atıyye böyledir.

Habîb: Bütün isimler noktasız Hâ' ile Habîb şeklinde okunur. Ancak Hubeyb İbn Adiy ve Hubeyb İbn Abdirrahman îbn Hubeyb el-Ensârî, Hı harfi ile Hubeyb'tir. Bu ikincisi, yâni Hubeyb İbn Abdirrahman, Sahîhan'da Hafs İbn Âsım'dan babasına nisbet edilmeksizin rivayet eden kimsedir: Hu­beyb an Hafs İbn Âsim. Keza Abdullah İbnu'z-Zubeyr'in künyesi de oğluna nisbetle Ebû Hubeyb'tir.

Hakîm: İki isim müstesna, bütün isimler Hâ' harfinin fethi ile Hakîm'dir. Müstesna olan iki isim ise, Hukeym İbn Abdillah İbn Kays el-Kurası el-Mısrî ve Ruzeyk İbn Hukeym, Hâ' harfinin zammı iledir.

Rabâh: Bu hatla yazılanların hepsi Rabâh okunur. Yalnız Ziyâd İbn Riyâh, Râ' harfinin kesri ile Riyâh'tır. Bu şahıs, aynı zamanda, babasının ismi ile künyelenmiş ve Ebû Riyâh denilmiştir.

Zubeyd: Sahîhan'da yalnız Zubeyd İbnu'l-Hâris ve Muvattâ'da iki Yâ' harfi ile Zuyeyd İbnu's-Salt İbn Ma'd Yekrub'tan başka bu hatla yazılan kimse yoktur.

Suleym: Hepsi Suleym okunur. Yalnız Selîm îbn Habbân, Sin harfinin fethi iledir.

Şurayh: Hepsi Şın ve Hâ' harfleriyle Şurayh'tır. Yalnız Müslim'in şeyhi Surayc İbn Yûnus, Surayc Îbnu'n-Nu'mân ve Ahmed Ebû Surayc es-Sabbâh, Sin ve Cim harfleriyle Surayc okunur.

Salim: Hepsi Sin'den sonra Elif harfinin fethi ile Sâlim'dir. Bazı isim­lerde ise, Elif harfinin hazfi ile Selm okunur. Selm İbn Zerîr, Selm îbr Ku-teybe, Selm İbn Ebi'z-Zeyyâl ve Selm îbn Abdirrahman gibi. [611]

Seleme: Bütün isimler Lâm harfinin fethi ile Seleme okunur. Yalnız Amr İbn Selime ve Ensârdan bir kabile olan Benû Selime, Lâm harfinin kesri iledir. Müslim tarafından Abdu'l-Kays'a âit bir elçilik heyetinin gelişi ile ilgili hadîsi rivayet edilen Abdu'l-Hâlık İbn Selime (Seleme) hakkında her iki görüş de ileri sürülmüştür. Bu şahıs, Yezîd îbn Harun'a göre İbn Se­leme, İbn Uleyye'ye göre ise, îbn Selime'dir. [612]

Ubeyde: Hepsi Ayn harfinin zammı ile Ubeyde'dir. Yalnız Abîde es-Selmânî, Abîde îbn Sufyân el-Hadramî, Abîde İbn Humeyd, Âmir İbn Abîde el-Bâhilî, Ayn harfinin fethi ile okunur.

Ubâde: El-Buhârî'nin şeyhi Muhammed îbn Abâde müstesna, hepsi Ayn harfinin zammı ile Ubâde'dir.

Abde: Hepsi Bâ' harfinin iskânı ile Abde'dir. Yalnız Âmir İbn Abede (Abde) el-Becelî ve Becele İbn Abede (Abde), bu harfin hem fethi hem de iskânı ile, her iki şekilde de okunmuştur.

Abbâd: Hepsi Ayn harfinin fethi, Bâ' harfinin de teşdidi ile Abbâd oku­nur. Ancak Kays İbn Ubâd el-Kaysî, Ayn harfinin zammı ve Bâ' harfinin tahfifi ile Ubâd'tır.

Akıl: Hepsi Ayn harfinin fethi, Kâf harfinin de kesri ile Akıl okunur. Ancak, ez-Zuhrî'den, gayr-i mensûb olarak rivayet eden Ukayl İbn Hâlid el-îlî, Yahya İbn Ukayl el-Huzâ'î ve meşhur kabilelerden Benû Ukayl - ki bu kabileye mensup olanlara Ukaylî denir - Ayn harfinin zammı, Kâf harfinin fethi ile Ukayl'dir.

Vâkıd: Hepsi Kâf harfi ile Vâkıd okunur. Bununla beraber Sahîhân'da ve Muvattâ'da ismi geçmeyen Vâfid İbn Selâme ve Vâfid İbn Mûsâ ed-Dârî, Fâ' harfi iledir.

Ensâb arasında görülen mu'telif isimlerden bazı Örnekler de şunlardır:

El-Eylî: Hepsi de Hemze'nin fethi ve Yâ'nm iskânı ile Eylî okunur. Ancak üç kitapta yer almamakla beraber Bâ' harfi ile ve Hemze'nin zammı ile Ubullî de vardır.

El-Basrî: Hepsi de meşhur bir şehir olan Basra'ya nisbetle Basrî oku­nur. Ancak muhadramlardan Mâlik İbn Evs, Abdu'l-Vâhıd İbn Abdillah ve Salim Mevlâ'n-Nasriyyîn, Nün harfi ile Nasrî olarak nisbetlenirler.

Es-Sevrî: Hepsi Sevrî'dir. Yalnız Ebû Ya'lâ Muhammed İbnu's-Salt, et-Tevvezî olarak nisbet edilir. Tevvez, İran'da bir yer adıdır.

El-Curayrî: Hepsi Curayr'e nisbetle Curayrî okunur. Sa'îd el-Curayrî ve Abbâs el-Curayrî gibi. Ancak el-Buhârî ve Müslim'in şeyhlerinden olan Yahya İbn Bişr, Hâ' harfi ile el-Harîrî olarak nisbet edilir. Bundan başka el-Buhârî'nin kitabında Cerîr îbn Abdülah'ın oğullarından Yahya îbn Eyyûb el-Cerîrî vardır ve Cim harfinin fethi ile Cerîrî okunur. [613]

Es-Selemî: Selime'ye nisbetle Selemi okunur. Bununla beraber hara harfinin kesri ile Selimi diyenler de vardır. Benû Suleym kabilesine mensup olanlar ise, Sin harfinin zammı ile Sulemî'dir.

Mu'telif ve muhtelif, yâni yazılış yönünden aynı, fakat okunuş yö­nünden farklı olan isim, lakab ve nesebler, şüphesiz, bu zikrtettiklerimizden ibaret değildir. Bununla beraber bu isimler, en çok rastlanan ve en meşhur olan isimlerdendir. İslâmî ilimlerle meşgul olanların bu gibi isimleri yanlış okumamaları için bunlara ayrı bir itina göstermeleri gerekir. [614]

 

5. Müttefik ve Mufterık

 

Müttefik ve mufterık, isim, künye ve nesebleri, yazılış ve okunuş yö­nünden aynı, fakat şahıslan yönünden ayrı olan râviler hakkında kullanılan bir tabirdir. Bu çeşit râvilerin bilinmesinde, özellikle, muasır olup da aynı şeyhten rivayet eden, veya kendilerinden rivayette başkaları tarafından iş­tirak edilen aynı isim ve nesebteki kimselerin birbirleri ile karıştırılmaması yönünden büyük faydalar vardır.

Müttefik ve mufterık, çeşitli kısımlara ayrılır ve her bir kısımda, isim neseb ve künye yönünden birbirine benzeyen kimseler bulunur.

Birinci kısım: İsimleri ve baba isimleri müttefik olanlar, meselâ Halîl İbn Ahmed bunlardandır ve bu isimde altı ayrı şahıs vardır. Biri meşhur Sîbeveyh'in şeyhi olan Halil İbn Ahmed'tir. Basrah olup Âsim el-Ahvel'den rivayet etmiştir. Hicretin 100 üncü senesinde doğmuş, 170 ci­varında vefat etmiştir. Babası, Hazreti Peygamberden sonra İslâm'da ilk defa Ahmed ismi ile isimlendirilen kimse idi.

îsmi Halîl İbn Ahmed olan ikinci şahıs, Ebû Bişr el-Muzenî el-Basrî olup el-Mustenîr İbn Ahzar'dan rivayet etmiş ve bundan önce ismi geçen Sîbeveyh'in şeyhi Halîl 'in aruzla İlgili haberlerim toplamıştır.

Aynı isimdeki üçüncü şahıs, el-Halîl İbn Ahmed el-İsbahânî'dir ve

Ravh İbn Ubâde'den rivayet etmiştir.

Dördüncüsü, Semerkand kadısı Ebû Sa'îd es-Siczî el-Hanefî'dir. İbn Huzeyme, îbn Sa'îd ve el-Beğavî'den rivayet etmiş, 387 H. de ölmüştür.

Beşincisi, Ebû Sa'îd el-Bustî olup, bundan önce ismi geçen el-Halîl es-Siczî'den ve Ahmed İbnu'l-Muzaffer el-Bekrî'den rivayet etmiştir.

Altıncısı ise, Ebû Sa'îd el-Bustî eş-Şâfi'î'dir ve Ebû Hâmid el-İsferâyinî'den rivayet etmiştir.

ikinci kısım: İsimleri ve baba isimleri ile birlikte dede isimleri de

müttefik olanlardır. Meselâ Ahmed İbn Ca'fer İbn Hamdan bunlardandır ve bu isimde dört kişi vardır. Hepsi de aynı asırda yaşamışlardır ve hepsi de Abdullah isimli kimselerden rivayet etmişlerdir. Bu sebeple bunları bir­birinden ayırmak, ancak râviler üzerindeki yüksek ihtisasla mümkün olur. Bu dört şahıstan biri, el-Katî'î Ebû Bekr el-Bağdâdî (Ö. 368) olup Abdullah îbn Ahmed İbn Hanbel'den Musned'i rivayet etmiştir.

İkincisi, es-Sekatî Ebû Bekr el-Basrî (Ö. 304) dir ve Abdullah îbn Ahmed ed-Devrakî'den rivayet etmiştir. Her ikisinden de Ebû Nu'aym el-Isbahânî hadîs almıştır.

Üçüncüsü, Abdullah İbn Muhammed îbn Sinan'dan rivayet eden Dîneverî, dördüncüsü ise, Abdullah İbn Câbir et-Tarsûsî'den rivayet eden ve Ebu'l-Hasan künyesi ile bilinen Tarsûsî'dir.

Aynı kısma başka bir örnek de Muhammed İbn Ya'kûb İbn Yûsuf gös­terilebilir. Bu isimde iki kişi vardır; birisi en-Neysâbûrî, diğeri ise, Ebû Ab-dillah el-Ahram olup, her ikisi de aynı asırda yaşamışlar ve her ikisinden de el-Hâkim Ebû Abdillah (Ö. 405) hadîs rivayet etmiştir.

Yine bu kısımda en enteresan ittifak, Muhammed îbn Ca'fer İbn Mu­hammed İbni'l-Heysem el-Enbârî ile Hafız Muhammed İbn Ca'fer îbn Mu­hammed İbn Matar en-Neysâbûrî Ebû Amr ve Muhammed İbn Ca'fer îbn Muhammed îbn Kinâne el-Bağdâdî Ebû Bekr arasında vâki olmuş ve her üçü de H. 360 senesinde vefat etmiştir.

Üçüncü kısım: Hem künyeleri, hem de nisbetleri ittifak eden kim­selerdir. Ebû Imrân el-Cevnî bunlardan olup iki kişidir. Biri tâbi'î Abdu'l-Melik îbn Hanbîb el-Cevnî (Ö. 129), diğeri ise, daha sonraki tabakalardan olan ve er-Rabî İbn Süleyman'dan rivayet eden Mûsâ îbn Sehl İbn Abdi'l-Hamîd el-Basrî'dir.

Yine bu kısımdan Ebû Bekr İbn Ayyaş, üç ayrı kişidir. Biri Kârî, diğeri el-Hımsî, üçüncüsü de es-Sulemî el-Bâceddâ'î'dir. [615]

Dördüncü kısım: Üçüncü kısmın aksine, isimleri ve babalarının kün­yeleri ittifak eden kimselerdir. Salih İbn Ebî Salih bunlardandır. Bu isimde dört kişi vardır ve hepsi de tâbi'îdir. Biri Mevlâ't-Tev'eme lakabı üe bilinir; babasının ismi Nebhân, künyesi ise, Ebû Muhammed'tir. Ebû Hurayra'dan, İbn Abbâs ve Enes İbn Mâlik'ten rivayet etmiştir. Et-Tev'eme ise, Umeyye İbn Halef el-Cumahfnin kızıdır.

İkincisi, Ebû Salih es-Semmân Zekvân'm oğlu Salih olup künyesi Ebû Abdirrahman'dır.

Üçüncüsü, Alî ve Â'işe'den rivayet eden es-Sedûsî, dördüncüsü ise, Amr îbn Hurays'in kölesi olan Salih'tir. Babasının ismi Mihrân olup Ebû Hu­rayra'dan rivayet etmiştir.

Beşinci kısım: İsimleri, baba isimleri ve nesebleri ittifak eden kim­selerdir. Muhammed İbn Abdillah el-Ensârî gibi. Bu isim ve nesebte iki kişi vardır ve her ikisi de birbirine yakın tabakalara mensûbtur. Biri el-Buhârî'nin kendisinden hadîs rivayet ettiği meşhur Basralı Kâzî olup ceddi el-Musennâ İbn Abdillah İbn Enes İbn Mâlik'tir ve H. 215' te vefat etmiştir. Diğeri ise, yine Basrah Ebû Seleme olup zayıf râvilerden biridir.

Altıncı kısınv Yalnız isimleri veya yalnız künyeleri ittifak eden kim­seler olup diğerlerine nisbetle daha çoktur. Bu isimler yönünden hasıl olan güçlük, isnada baba ismi veya nisbeti zikredilmeksizin yalnız başına yer alması ve bu suretle o ismin hangi şahsa âit olduğunun bilinmemesi iti­bariyledir. Meselâ isnadda yalnız Hammâd ismi zikredildiği takdirde, bunun, Hammâd İbn Zeyd mi, yoksa Hammâd İbn Seleme mi olduğunu tesbît etmek güçleşir. Bununla beraber, bu gibi durumlarda ismin delâlet et­tiği şahsı bulmak, ondan hadîs rivayet edenler cihetinden mümkün ol­maktadır. Meselâ Muhammed İbn Yahya ez-Zuhlî, er-Râmahurmuzî ve el-Mizzî'ye göre, Hammâd'tan rivayet eden râvi Süleyman İbn Harb veya Ârim ise, bu şahıs Hammâd îbn Zeyd; Mûsâ îbn İsmâ'îl ise, Hammâd İbn Se-leme'dir. Keza Affân'm, babasına nisbet etmeksizin hadîs aldığı Hammâd, yine İbn Seleme'dir.

Hammâd İbn Zeyd'ten hadîs rivayeti ile teferrüd eden birçok râvi var­dır ki, bunlar da isnadlarında babasına nisbet etmeksizin yalnız Hammâd ismini kullandıkları zaman, bunun îbn Zeyd olduğu anlaşılır. Ancak, ondan teferrüd eden bu râvilerin kimler olduklarını da bilmek gerekir.

îsnadda babasına nisbet edilmeksizin zikredilen Abdullah ismi de, aynı şekilde, bu ismi zikredenler yönünden bilinir. Eğer râvi Mekkeli ise, hadîs aldığı Abdullah, İbnu'z-Zubeyr'dir. Medîneli ise, İbn Amr, Kûfeli ise, İbn Mes'ûd, Basralı ise, îbn Abbâs, Horasanlı ise, Îbnu'l-Mubârek'tir.

Yedinci kısım: Nisbette lafız yönünden ittifak ettikleri halde, ken­disine nisbet olunan şey yönünden iftirak edenlerdir. Meselâ Âmul, biri Ta-beristan'da, diğeri Ceyhun tarafında bulunan iki yer ismidir ve bunlardan birine nisbetle şahıs Âmulî olur. Ulemânın çoğu, Taberistan Âmul'üne mensûb oldukları halde, el-Buhârî'nin şeyhlerinden Abdullah İbn Ahmed el-Anıulî Ceyhun Âmul'üne mensûbtur.

Hanefî nisbeti de böyledir. Bazı kimseler, Benû Hanîfe kabîlesine nis­betle Hanefî oldukları halde, diğer bazıları, İmam Ebû Hanîfe'nin mez­hebine nisbetleri dolayısıyle Hanefî olurlar. Meselâ Ebû Abdu'l-Kebîr İbn Abdi'l-Mecîd el-Hanefî ve kardeşi Ubeydullah Benû Hanîfe kabîlesine mensûb olanlardandır. Hadîsçilerin birçoğu da İmam Ebû Hanîfe mezhebine mensûbturlar.

Müttefik ve mufterıkla ilgili en önemli kitabı el-Hatîb el-Bağdâdî telîf etmiştir. Hafız Muhammed İbn Neccâr el-Bağdâdî ve Ebû Bekr el-Cevzekî'nin de bu konuya tahsîs edilmiş birer kitapları vardır. [616]

 

6. Müteşâbih

 

Mu'telif müttefik isimlerle birlikte iki neviden mürekkeb olan müteşâbih, iki ayn şahsın isim veya neseblerinin lafız ve hat yönünden müt­tefik, fakat baba isimlerinin mu'telif ve muhtelif, yâni hat yönünden aynı, lafız ve okunuş yönünden ayrı olmasıdır. Bazen de bunun aksi olur; iki ayrı şahsın isimleri mu'telif ve muhteliftir; yâni hat yönünden aynı, lafız yö­nünden ayrıdır; fakat baba isimleri müttefiktir; yâni hat ve lafız yönünden aynıdır. Meselâ Mûsâ İbn Alî ve Mûsâ İbn Uley gibi. Bu iki şahsın isimleri müttefiktir; fakat babalarının isimleri, hat yönünden aynı olmakla beraber, lafız yönünden ayrıdır; yâni mu'telif ve muhteliftir.

Bu çeşit isimlere Kutub-i Sitte'de ve diğer bazı meşhur rical kitapla­rında rastlanmaz. Daha çok müteahhırûn arasında yer alan bu isimlerden yalnız ikisi el-Hatîb'in Târîhu Bağdad'mda zikredilmiştir. Birisi Ebû Bekr Mûsâ İbn Âlî el-Ahvel olup Ca'fer el-Firyâbî'den rivayet etmiştir. [617]Diğeri ise, Ebû îsâ Mûsâ İbn Alî olup İbnu'l-Enbârî'nin şeyhidir.[618] Ebû Imrân Mûsâ İbn Alî es-Sıkıllî (Ebû Zerr el-Herevî'den rivayet etmiştir), Mûsâ İbn Alî el-Kuraşî (meçhuldür), Mûsâ İbn Alî Ebu'1-Fadl el-Hayyât (İbn Asâkir ve Îbnu's-Sen'ânî'nin şeyhidir), Mûsâ îbn Alî İbn Gâlib el-Emevî el-Endelusî, Mûsâ îbn Alî İbn Âmir el-Harîrî el-îşbîlî, aynı isme sahip ayrı şahıslardır. Buna karşılık Mûsâ İbn Uleyy İbn Rabâh el-Mısrî, Ayn harfinin zammı ile, yukarıda zikredilen şahısların baba isimleriyle hat yönünden mu'telif, fakat lafız yönünden muhteliftir.

Muhammed İbn Abdillah el-Muharrimî (el-Muhremî) de nisbet yö­nünden müteşâbih isimlerdendir. El-Buhârî ve Ebû Davud'un şeyhlerinden olan Muhammed İbn Abdillah Ebû Ca'fer el-Kuraşî el-Bağdâdî, Bağdâd'm meşhur mahallesi Muharrim'e nisbetle el-Muharrimî olarak anılır. Eş-Şâfi'î'den rivayet eden Muhammed îbn Abdillah ise, Mahrame İbn Nevfel'e nisbetle Mahramî'dir ve meşhur değildir.

Künyede müttefik, nisbette mu'telif ve muhtelif olanlara misal olmak üzere, Ebû Amr eş-Şeybânî ile Ebû Anır es-Seybânî gösterilebilir. Her ikisi de tâbi'undandır. Birincisinin ismi Sa'd İbn İyâs, ikincisinin ismi ise, Yahya İbn Ebî Amr es-Seybânî'nin babası Zur'a'dır. Bu iki şahsın künyesi aynı ol­duğu halde nisbetleri mu'teliftir; yâni hat yönünden aynı, fakat birincisi Şıh, ikincisi ise, Sin ile olup okunuşları ayrıdır.

Müteşâbih ile ilgili misallerin bir başka şekli, yukarıda zik­rettiklerimizin aksine, baba ismi müttefik, fakat şahıs ismi mu'telif olanlardır. Amr İbn Zurâre ile Ömer İbn Zurâre gibi. Birinci isme sahip birçok kimse vardır. İkincisi ise, el-Hadesî olarak maruftur.

Hayyân el-Esedî ve Hanân el-Esedî de bu kısım içinde yer alan müteşâbih isimlerdendir. Birincisi Ammâr îbn Yâsir'den rivayet eden Tâbi'î Hayyân îbn Husayn, ikincisi ise, Benû Esed'ten olup meşhur râvi Mu-sedded'in babası Muserhed 'in amcasıdır.

îsim ve neseb yönünden müteşâbih olup da baba ve oğul isimleri ara­sında takdim ve te'hîr ile birbirinden ayrılan râvilere gelince, bunlar, hat yö­nünden değil, fakat benzer isimlerin takdîm ve te'hîri yönünden zihinde bazı tereddütlere sebep olurlar. Bu isimlerin teşekkülü iki râviden birinin is­minin diğerinin baba ismi olması iledir. Meselâ Yezîd İbnu'l-Esved ile el-Esved îbn Yezîd ve el-Velîd İbn Müslim ile Müslim İbnu'l-Velîd böyledir. Bu son iki isimden birincisi Cundub İbn Abdillah el-Becelî'den rivayet eden tâbi'î el-Velîd İbn Müslim el-Basrî'dir. Aynı isimdeki diğer meşhur hadîsçi îmam el-Evzâ'î'nin ashabından ve Ahmed İbn Hanbel'in şeyhlerinden olan el-Velîd îbn Müslim ed-Dımaşkî'dir. İkincisi ise, Abdu'1-Azîz ed-Darâver-dî'nin şeyhi Müslim İbnu'l-Velîd İbn Rabâh el-Medenî'dir. Mu'telif ve müttefik isimlerden teşekkül eden müteşâbih isimlerle ilgili olarak el-Hatîb el-Bağdâdî Telhîsıt'l-muteşâbih adlı kitap telîf etmiştir. Bu kitap, onun en güzel kitaplarından biridir. Keza yine el-Hatîb'in baba ve oğul isimleri arasında takdîm ve te'hîrle meydana gelen müteşâbih isimler hakkında Refu'l-irtiyâb fVl-maklûb mine'l-esmâ' ve'l-ensâb adlı bir başka kitabı vardır. [619]

 

 

H. HADÎS RİVAYETİ VE ŞARTLARI

 

 1.  Rivayetin Mâhiyeti

 

Hadîs ıstılahında rivayet, sünnetin, hadîsin, veya benzeri haberlerin nakli ile, bunların, onları haber verenlere isnadından ibarettir. Bu tarîf, bize, rivayetin üç temel unsuru bulunduğunu gösterir: Birincisi, rivayete konu teşkîl eden sünnet, hadîs, veya benzeri olan haber; ikincisi, bu haberi kendisine nakledene isnad ile rivayet eden şahıs; üçüncüsü de, haberi ken­disine rivayet edenden alan diğer şahıs. Kısacası, mervî, bu mervîyi elinde bulunduran ilk kaynak veya şeyh; onu bu kaynaktan alıp nakleden râvi.

Rivayetin gayesi, her şeyden önce, Hazreti Peygamberin söz ve fiille­rinden ibaret olan sünnetini, yahut daha umumî manâsıyle hadîsini, asır­larca sonra gelecek olan nesillere duyurmak olunca, biraz önce işaret ettiği-nıiz üçlü unsur sistemi, bu duyurma işinin en emîn yolu olarak ortaya çıkar. Nitekim Hazreti Peygamberden haberi alan sahabî, bunu Hazreti Peygam­bere isnad ile tâbi'îye rivayet ettiği gibi, aynı haberi sahabîden alan tâbi'îde, onu kendisine rivayet eden sahabîye isnad ile, kendisini takip eden ne­silden tâbi'u't-tâbi'îye rivayet etmiş; böylece haberin, Hazreti Peygamberden asırlarca sonra yaşamış olan kimselere ulaştırılması mümkün olmuştur.

Rivayetin sıhhati, bu üçlü unsurun sıhhatine bağlıdır. Üçlü unsurun sıhhati ise, rivayet edilen haberde herhangi bir değişiklik yapılmaması ve ri­vayet eden şahsın da, haberi kaynağına isnadının sahîh olması ile ger­çekleşir. Bu sebepledir ki hadîs ilminde, bir taraftan rivayet edilen haberin aslında, hangi suretle olursa olsun, bir değişikliğin yapılıp yapılmadığı in­celenirken, bir taraftan da haberi rivayet eden şahsın, onu kendisine rivayet eden şahsa isnadının sıhhati araştırılmıştır. Keza haberi rivayet eden şah­sın güvenilir olup olmadığının araştırılması da rivayetin sıhhatini tesbît yö­nünden gerekli görülmüştür. Nitekim bu araştırma sonucudur ki, metinde vukubulan değişiklikler sebebi ile şâz, münker, mu'allel gibi metne mü­teallik zayıf hadîs çeşitleri tesbît edilirken, mürsel, munkatı, mu'dal ve mu-delles gibi isnadla ilgili zayıf hadîsler de belirlenmiştir. Ayrıca, telif edilen ciltler dolusu râviler tarihi ile de, hadîs rivayeti ile meşgul olan râvüerin doğum ve ölüm tarihleri, hal ve meşrebleri, şeyhleri ve talebeleri, hadîs ri-vayetindeki mevkileri gözler önüne serilmiştir. Bütün bunlar, Hazreti Pey­gambere isnad edilen haberlerden sahîh olanlarını sakîm olanlarından ayırt etmek için girişilen faaliyetlerin sonucudur. [620]

 

2. Hadîs Rivayetinde Bazı Müteferri Hükümler

 

 Hadîs rivayetinin sahîh olabilmesi için bazı şartlar ileri sürülmüşse de, bu şartlar üzerinde tam bir ittifak hasıl olmamıştır. Hadîsçilerden bazıları, rivayette büyük bir şiddet gösterirken, diğer bazıları, işin daha kolay ta­rafına meyletmişlerdir. Meselâ Mâlik îbn Enes, Ebû Hanîfe ve Ebû Bekr es-Saydalânî eş-Şâfi'î, hafızadan rivayet edilmeyen hadîslerin, dînde hüccet olarak kullanılamıyacağını ileri sürmek suretiyle şiddet taraftarları ara­sında yer almışlardır  [621]Bazıları ise, ellerinde bulunan kitaptan rivayet etmiş olmaları bir tarafa, bu kitabın, asıl nüsha ile mukabele edilip edil­mediğine bile ehemmiyet vermemişlerdir. [622] Tabiatiyle böyle kimseler, hadîs tenkitçileri tarafından mecruh addedilmişlerdir. Maanıafih, şiddet göstermekte ifrata, işin kolay tarafına meyletmekte tefrite varanlar bir tarafa bırakılacak olursa, ekser hadîsçilerin orta yolu muhafaza ettikleri an­laşılır. Bunlara göre,rivayetin hafızadan yapılacağı tabiî görülmekle be­raber, mukabele edilmiş bir kitaptan yapılmasında da hiç mahzur yoktur. Bunun gibi, hadîs rivayetinde riâyet edilmesi gereken usûl ve şartlar zik-redildiği zaman, bu usûl ve şartların, ekser hadîsçiler nazarında ger­çekleşmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim usûl kitaplarında bunlar zikredilirken, onlara muhalif kalan bazı isimlere de tesadüf edilir ki, bunlar o meselede ekalliyette kalan gurubu temsil ederler.

Hadîs rivayetinin sahîh olabilmesi için riâyet edilmesi gereken usûl ve şartlar, İbnu's-Salâh tarafından maddeler halinde ve geniş bir şekilde açık­lanmıştır. Bunlardan bazılarını misal olarak kısaca zikredecek ve bilâhare oldukça mühim bir konu olan hadîslerin manâ ve lafızlarıyle rivayeti üze­rinde biraz duracağız.

a) Gözleri görmeyen kimselerin rivayet etmiş oldukları hadîslerin alı­nıp alınmaması hususunda görüş ayrılığı vardır. El-Hatîbe göre gözleri gör­meyen kimseler, gören fakat câhil olan kimseler gibidir  [623] Bununla be­raber, güvenilir bir kimse, gözü görmeyen bir kimsenin hadîs hıfzetmesinde yardımcı   olursa,   onun   rivayeti   bazı   hadîsçiler   tarafından   makbul   sa­yılmıştır.

b) Râvinin, kendi semâ'ını ihtiva etmemekle beraber içerisinde şeyhi tarafından işitilmiş yahut şeyhinden yazılmış hadîsler bulunan bir kitaptan rivayet etmesi, bütün hadîsçiler tarafından tecviz edilmemiştir. Bununla be­raber râvi, şeyhinden umumî bir icazet almışsa rivayeti sahîh addedilir. Eğer kitap, şeyhin şeyhinin semâ'ını ihtiva ediyorsa, râvinin, şeyhinden al­dığı umumî icazet gibi, şeyhinin de kendi şeyhinden umumî bir icazete sahip olması gerekir.[624]

c) Râvi, hıfzetmiş olduğu bir hadîsi, kitabında değişik bir şekilde bu­lursa, takip edeceği usûl, hadîsi kitaptan mı yoksa şeyhin ağzından mı hıf­zettiğini araştırmaktır. Eğer kitaptan hıfzetmişse, hafızasındaki hadîsi bı­rakır  ve  kitaptaki  hadîse  itimad  eder;   eğer  şeyhin   ağzından  işiterek hıfzetmişse ve hafızasına da güveniyorsa, kitabını, hafızasındaki hadîse göre tashih eder. Fakat hadîsin rivayetinde, "hıfzımda şöyle, kitabımda şöyle" diyerek ayrı ayrı belirtmesi gerekir.[625]

d) Eğer râvi, kitabında, şeyhinden işittiğini hatırlayamadığı bir hadîs bulursa, Ebû Hanîfe ve bazı Şâfi'î imamlarına göre, hadîsin rivayeti caiz de­ğildir. Fakat İmam Ebû Yûsuf, Muhammed ve eş-Şâfi'î ile ekser ashabı ri­vayeti tecviz etmişlerdir. [626]Ancak bu, râvinin, kitabına güvenmesi ve hadîsi şeyhinden işittiğine dâir kendisinde mevcut olan zannın kuvvetli ol­ması halindedir; eğer şüphesi kuvvetli olursa, hadîsin rivayeti caiz olmaz. Eş-Şâfı'î'den rivayet edilen bir habere göre, Mâlik İbn Enes, hadîsin her­hangi bir yerinden şüphelenirse bütün hadîsi terk ederdi. [627]El-Hatîb el-Bağdâdî'nin bu konudaki görüşü de aynı merkezdedir ve "bir kimse, ki­tabında bulunan bir hadîsi işitip işitmediğinden şüpheye düşerse, o hadîsi terkedip diğerlerini rivayet etmesinde bir mahzur yoktur; fakat kitabı içe­risindeki şüpheli hadîsin hangisi olduğunu bilmezse bütün hadîsleri ter-ketmesi gerekir" demiştir. [628]

e) Râvinin, rivayet ettiği hadîslerde lâhn ve tashîf yapmamaya dikkat etmesi gerekir. Lâhn, i'rabıtı aksidir; yâni mu'reb kelimeleri aslına uygun olarak zikretmemek ve i'rabmda hatâ yapmaktır. Bu hatâdan korunabümek için, hadîs rivayetiyle meşgul olanların, nahiv kaidelerini ve lügati iyi bil­meleri gerekir. El-Asma'î'den nakledilen bir habere göre, hadîs talebesi, nahiv kaidelerini bilmediği zaman çok defa, Hazreti Peygamberden rivayet etmiş olduğu hadîslerde lâhin yapar ve onun "bana yalan isnad eden kimse, cehennemdeki  yerine   hazırlansın"   hadîs-i   şerîfinin  muhatabı   mevkiine düşer; çünkü Hazreti Peygamber, lâhin yapmazdı. Ondan hadîs rivayet eden kimse ise, lâhin yapmak suretiyle ona yalan isnad etmiş olur" . [629]

Lâhin üzere alman bir hadîsin, yine lâhin üzere mi yoksa bu lâhnin dü­zeltilerek aslına uygun bir şekilde mi rivayet edileceği hususunda, hadîsçüer arasında tam bir görüş birliği yoktur. Bazıları, meselâ Mu­hammed İbn Şîrîn, Recâ İbn Hayve, el-Kâsım îbn Muhammed, Ebû Ma'mer, İsma'îl îbn Ebî Hâlid, Sufyân, Mâlik İbn Enes gibi hadîsçüer, lâhinle alman bir hadîsin yine aynı şekilde rivayet edilmesi lâzım geldiğini ileri sür­müşlerdir. İbnu's-Salâh'a göre bu hadîsçilerin istinad ettikleri husus, hadîslerin lafz üzere, yâni işitildiği şekilde rivayet edilmesi esasıdır  [630]El-Hasanu'l-Basrî, eş-Şâ'bî, İbrahim en-Naha'î, el-A'meş, el-Evzâ'î ve Abdullah Ibnu'l-Mubârek gibi birçok hadîsçi ise, lâhnin düzeltilmesi ve hadîsin doğru bir şekilde rivayet edilmesi lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir.  îbnu's-Salâh'a göre, hadîsçilerin çoğu bu fikirdedir ve doğru olanı da budur. [631]

f) Râvi, bir hadîsi iki veya daha fazla kimseden işittiği zaman, eğer bu hadîsler arasında lafız yönünden bazı farklılıklar bulunsa bile manâ yö­nünden herhangi bir değişiklik yoksa, hadîsi bir tek isnad altında nakleder ve hadîsin lafzının hangi râviye âit olduğunu ayrıca belirtir. Meselâ Müslim İbnu'l-Haccâc, Sahîh'inde ekseriya şöyle bir usûl takip etmiştir:

Bu şekilde verdiği isnadla hadîsi iki kişiden aldığını gösterdikten sonra, kale Ebû Bekr demek suretiyle de hadîs lafzının Ebû Bekr îbn Ebî Şeybe'ye âit olduğunu belirtmiştir'. [632] Eğer râvi, muhtelif isnadlarla gelen aynı hadîsin, yalnız bir isnada âit olan lafzını almaz ve lafızlar arasında bir birleştirme yaparsa, aralarındaki manânın birliğine işaret etmek üzere şöyle bir ibare kullanır: ... &ni"fulân ve fulân bana haber verdiler, söylediklerinin manâsı hemen hemen aynı İdi; bunlar dediler ki:...". [633]

g) Râvinin, şeyhinden sonraki râvilerin isim ve neseblerinin zikri hu­susunda şeyhine tâbi olması gerekir. Eğer şeyhi, hadîsin isnadında zik­rettiği râvinin yalnız ismini verirse, râvinin aynı ismi vermesi ve o ismin ne­sebini zikretmemesi lâzımdır. Bununla beraber, ismi, nesebini zikretmek suretiyle tafsîl etmek lüzumunu hissederse, ayrı bir fasılda bunu verebilir.

Eğer şeyh, aynı râviye âit müteaddit hadîsleri, birbiri arkasından sı­ralarken ilk hadîsin isnadında râvinin isim ve nesebini bütün uzunluğu ile sıralar ve ondan sonraki hadîslerde yalnız ismi vermekle iktifa ederse, şeyh­ten rivayet eden râvinin, her hadîsin başında, diğer râvinin isim ve nesebini bütün uzunluğu ile zikretmesi caiz olur.[634]

Aynı isnadı ihtiva eden hadîs sahîfe ve kitaplarının rivayetinde is­nadın, ilk hadîsin başında zikredilip diğer hadîslerde zikredümemesi, bütün hadîsçilerin tatbik ettikleri usûllerden biridir. Ancak, diğer hadîslere baş­larken ve bi 'l-isnâdi veya ve bihi gibi tabirlerin konulması gerekir. Aynı is­nadla manâsına gelen bu tabirler, birinci hadîsin başında zikredilen isnadın yerine kaim olur. Meselâ Ebû Hureyre'den rivayet eden Hemmâm îbn Munebbih'in 150 kadar hadîsi ihtiva eden meşhur sahîfesi bu şekilde nak­ledilmiştir. Sahîfeyi, Hemmâm'dan Ma'mer îbn Râşid, ondan da Abdu'r-Razzâk İbn Hemmâm rivayet etmiştir ve her hadîsin başında Abdu'r-Razzâk  Ma'mer - Hemmâm - Ebû Hureyre isnadı yer alır. Fakat bu sahîfeden na­killer yapan bütün hadîs eserleri (meselâ Ahmed îbn Hanbel'in Musned'İ), birinci hadîste isnadı zikretmiş, ikinci ve onu takip eden hadîslerde ise, onu kaldırarak "aynı isnadla" manâsına gelen ve bi'l-isnâd veya ve bi - isnâdihi gibi tabirler kullanmışlardır''.[635]

h) Hadîsin isnadı ile metnini takdim ve te'hîr ile zikretmek, yâni önce metni sonra isnadı vermek, yahut isnadın yarısını metnin başında, diğer ya­rısını da metinden sonra nakletmek umumiyetle tecviz edilmemiştir ve bu şekilde rivayet edilen hadîs muttasıl sayılır. Bununla beraber, bir râvi, is­nadı bu bölünmüş şekliyle şeyhinden işitmiş ve sonra onu metne takdîm ederek rivayet etmişse, hadîsin manâ üzere rivayetini tecviz edenler tarafından makbul sayılmış, fakat onun, işitildiği şekilde rivayet edilmesi ge­rektiğini ileri sürenler tarafından kabul edilmemiştir. [636]

i) Bir râvi, isnadıyle birlikte bir hadîsi zikrettikten sonra ikinci bir isnad zikreder ve bunun sonuna mislehu veya nahvehu gibi tabirler ilâve ederse, bu aynı hadîsin iki isnad vâsıtasıyle alındığına delâlet eder. Fakat Şu'be İbnu'l-Haccâc, ikinci hadîsin zikredilmeme si suretiyle yapılan bu kı­saltmayı tecvîz etmemekle beraber' [637]Rivayet edilen bir habere göre Şu'be, fuları an fulân mislehu, hadîs değildir, demiştir, diğer bazı imamlar, râvinin, hafız ve zabıt olması halinde böyle bir tasarrufta bulunmasını mah­zurlu saymamışlardır. Diğer bir ihtilâf, mislehu ve nahvehu tabirleri üze­rinde çıkmıştır. Şu'be, mislehu tabiri, rivayete kifayet etmez; nahvehu ta­birinde de şüphe vardır, derken, Sufyân es-Sevrî mislehu tabiri hakkında kifayet eder demiş, buna mukabil Yahya İbn Ma'în, mislehu tabiri ile ri­vayeti tecvîz etmiş ve fakat nahvehu tabirine iltifat etmemiştir [638]Ancak bu da manâ üzere rivayeti tecvîz etmeyenlere göredir. Diğerlerine göre ise, mislehu ile nahvehu arasında hiçbir fark yoktur'. [639]

j) Râvinin, isnadıyle birlikte hadîs metninin ancak bir kısmını işittiği halde tamamını rivayet etmesi umumiyetle tecvîz edilmemiştir. Böyle hal­lerde, gerek şeyh olsun gerekse ondan rivayet eden kimse olsun, hadîsin zik­redilen kısmını rivayet ettikten sonra zekere'l-hadîs, yahut zekere'l-hadîse

zikrine bazıları cevaz vermişlerdir. İbnu's-Salâh'a göre böyle bir rivayet, hadîsin bir kısmında semâ' mevcut olmakla beraber icazet tarikiyle caiz olur' [640]

k) Nebî ve Rasûl lafızlarının değişik olarak zikredilmesinde, umu­miyetle herhangi bir mahzur görülmemiştir. Her ne kadar Abdullah îbn Ahmed îbn Hanbel'den, babası Ahmed'in, Rasûl yerine Nebî yazmış olan bir hadîsçinin kitabım düzelttiğine dâir bir haber nekledilmişse de, el-Hatîb, bunun lüzumsuz olduğunu ve Ahmed İbn Hanbel'den, bunda herhangi bir mahzur olmadığına dâir ayrı bir haber de nakledildiğini zikretmiş, ayrıca onun, manâ üzere rivayeti tecvîz edenlerden olduğunu sözlerine ilâve et­miştir' [641]

 

3. Hadîslerin Lafzen Rivayeti

 

Sahabe, rivayetin mes'ûliyetinİ müdrik olarak, Hazreti Peygamberden nakletmiş oldukları hadîslerde büyük bir titizlik gösteriyor, değil bir kelime değişikliğine, aynı kelimenin cümle İçerisinde yer değiştirmesine bile rıza göstermiyorlardî. Hadîs rivayet eden bir kimsenin, Hazreti Peygamberin ağ­zından bir sözü harf harf ve kelime kelime nasıl işitmişse, onu aynen nek-letmesini şart koşuyorlardı. Meselâ Abdullah îbn Ömer. hadîsini . şeklinde manâyı bozma­yan bir kelime değişikliğiyle rivayet eden kimseyi azarlamış ve "yazıklar olsun sana; Hazreti Peygambere yalan isnad etme" demiştir'[642] Keza yine İbn Ömer, İslâm'ın beş şartını birbiri arkasına sıralayarak sayan bir kim­seye, Ramazan orucunu beşinci şart olarak sona almasını ihtar etmiş ve Hazreti Peygamberin ağzından nasıl işitti ise, onu öyle rivayet etmesini söy­lemiştir''.[643]

Sahabeden sonra gelen tâbi'ûn ve etbâ'u't-tâbi'în devirlerinde de hadîslerin, Hazreti Peygamberden işitildiği şekilde rivayet edilmesi üze­rinde birçok hadîsçi ittifak etmiştir. Meselâ el-Kâsım îbn Muhammed, Mu-hammed İbn Şîrîn, İbrahim İbn Meysere, Abdurrahman İbn Mehdî, Recâ îbn Hayve, Sufyân îbn Uyeyne, Abdu'l-Vâris ve Yezîd İbn Zuray' bun­lardandır. Hadîslerin lafzen rivayeti hususunda, bu muhaddisler tarafından ileri sürülen delillerin başında, Hazreti Peygamberin "benim sözümü işitip ezberleyen ve sonra da işittiği gibi rivayet eden kimselerin yüzlerini Allah ak etsin"  [644]Hadîsi gelir.

Diğer bir cihet, Hazreti Peygamberin, Araplar arasında en fasîh konuşan ve kendisine cevâmi'u'l-kelim verilen bir kimse oluşudur. Bu ise, onun hadîslerinin, manâ üzere rivayetini güçleştirir ve değişik lafızlarla nak­linde, manânın bozulmasına müncer olur. Nitekim, yukarıda zikredilen hadîsin devamında,   yâni, "olabilir ki, içinizde, fıkıh hâmili olan kimseler, (işittikleri hadîsleri) kendilerinden daha fakîh bir kimseye ulaştırırlar" ibaresi yer almıştır. Bu ise, hadîslerin ifade ettikleri manânın, herkes tarafından aynı derecede anlaşılamıyacağına delâlet eder. Her ne kadar bir talebe ile şeyhi arasında alınıp rivayet edilen bir hadîste manâ değişimi fark edilmezse de, Hazreti Peygamberden işitildikten iki veya Üç asır sonra değişik lafızlarla rivayet edilen aynı hadîste manâ bakımından belirli farklar meydana gelebilir. Bu da hadîslerin lafzen ri­vayetini zorunlu kılar. [645]

 

4. Hadîslerin Manâ Üzere Rivayeti

 

Hadîslerin lafzen rivayetini şart koşan hadîsçüer tarafından ileri sü­rülmüş olan bu gibi mütalâlara rağmen, aralarında birçok sahabenin de bu­lunduğu büyük bir hadîsçi gurubunun, hadîslerin manâ yününden rivayet edilmesine cevaz verdikleri ve kendilerinin de bu yolda hadîs rivayet et­tikleri görülmektedir. Meselâ, Alî İbn Ebî Tâlib, Abdullah İbn Abbâs, Enes îbn Mâlik, Ebu'd-Derdâ1, Vasile Îbnül-Eska', Ebû Hureyre, el-Hasan el-Basrî, eş-Şa'bî, Amr İbn Dînâr, İbrahim en-Naha'î, Mucâhid, Ikrime, bu ko­nuda zikredilen isimlerden bazılarıdır. Bunlardan nakledilen ve manâ üzere rivayeti tecviz eden haberler ise, pek çoktur. Meselâ Mekhûl eş-Şâmî, yu­karıda ismi geçen meşhur sahabî Vasile İbnu'l-Eskâ'a gelerek hiçbir eksiklik veya fazlalık yapmadan Hazreti Peygamberden işitmiş olduğu bir hadîs ri­vayet etmesini istemiştir. Vasile, ona, akşam Kur'ân-ı Kerîm okurken hiç elif veya vâv ilâve edip etmediğini sormuş, o da, "hıfzımız o derece olmadığı için böyle ilâveler bazen oluyor" demiştir. Bunun üzerine Vasile İbnu'1-Eskâ1 ona şu cevabı vermiştir: "Bu Kur'ân-ı Kerîm, her gün elinizde ve onu gece gündüz okuyorsunuz; {böyle olduğu halde ona bazen vâv, bazen elif ilâve edi­yorsunuz). Biz ise, Hazreti Peygamberden bir veya iki defa işitmiş ol­duğumuz hadîsleri rivayet ediyoruz; bunları size manâ üzere nakledersek, bu sizin için kâfidir". [646]Yine sahabeden Ebû Sa'îd el-Hudrî der ki: "Hadîs dinlemek için sekiz on kişi Hazreti Peygamberin etrafına oturur ve din­lerdik. İçimizden, bu dinlediklerimizi aynen tekrar eden iki kişi belki çık­mazdı; fakat hepimiz de tekrarladığımız zaman, manâda hiçbir fark olmazdı" [647] Meşhur tâbi'î el-Hasan el-Basrî, kendisine "bugün bize bir hadîs rivayet ediyorsun, ertesi gün ise, aynı hadîsi başka sözlerle naklediyorsun" denildiği zaman şu cevabı vermiştir: Manâda isabet etmişsem bunda bir mahzur yoktur". [648]

Hadîslerin manâ üzere rivayetini tecvîz edenlerin ileri sürdükleri de­lillerin bir kısmı, yine Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında görülür. Sa­habeden bazıları, Hazreti Peygambere kendisinden işittikleri hadîsleri, işit­tikleri şekilde tekrar etmeye muktedir olmadıklarını söyledikleri zaman Hazreti Peygamber onlara şu cevabı vermiştir: "Manâda isabet ettiğiniz zaman onları rivayet etmenizde bir mahzur yoktur"  [649]Nitekim sahabenin büyük bir çoğunluğu da, Hazreti Peygamberden rivayet edilen bu ve buna benzer haberlere istinaden, ondan bir hadîs naklettikleri zaman hadîsin so­nuna ev kemâ kal ibaresini eklemişlerdir. "Yahut buna benzer bir şey söy­ledi" manâsına gelen bu ibare, sahabenin naklettikleri hadîslerin lafızdan ziyade manâya istinad ettiğini açıkça göstermektedir. Keza sahabenin, "Hazreti Peygamber bize şunu emretti" veya "Hazreti Peygamber bizi şun­dan nehyetti" gibi ibarelerle onun sünnet ve hadîsini nakletmeleri de ta-mamiyle manâya dayanan bir rivayet şeklidir.

Gerek sahabe ve gerekse sahabeden sonra gelen nesiller, hadîslerin manâ yönünden rivayet edilmesini hoş karşılamış olmakla beraber, bu ri­vayetin doğruluğuna güvenebilmek için rivayet sahibinde bazı şartlar aramışlardır. Gerçekte bu şartlar, râviler tarafından lafızları değiştirilerek ri­vayet edilen hadîslerin, manâlarındada herhangi ufak bir değişiklik ihtimalini önlemek maksadıyle ortaya konulmuştur. Bu şartların en önem­lileri şu birkaç maddede zikredilebilir:

1)  Hadîs râvisinin, sarf ve nahiv ka­idelerine tam manâsıyle vâkıf olması.

2) Lügat ilmine sahip olması.

3) La­fızların delâlet ettiği manâyı iyi bilmesi.

4) Bir hadîsi değişik lafızlarla rivayet ettiği zaman, o hadîsin, Hazreti Peygamberin kasdetmiş olduğu manâyı verdiğine her bakımdan kanaat getirmesi. Bu gibi şartları şahsında cemetmeyen bir şahıs, hadîsin asıl lafızlarını terkedip, onların yerine ko­yacağı lafızlarla hadîsin manâsını bozup bozmayacağım büemiyeceği, veya hadîs metninde yapacağı bazı takdim ve tehirlerle hadîsin manâsında de­ğişiklik yapıp yapmıyacağını anlayamıyacağı için, manâ üzere rivayeti tecvîz edilmemiştir. Zira manâda herhangi bir değişiklik meydana gelirse râvi, yalancı mevkiine düşer ve Hazreti Peygamberin "bana yalan isnad eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın" hadîsinin muhatabı olur. Bu sebepledir   ki   biz,   hadîsleri   lafızlarıyle   rivayet   etmek   kudretini   gösteremeyen, zikrettiğimiz bu hadîs dolayısıyle de manâ üzere rivayete ce­saret edemeyen birçok sahabînin "biz yorulduk ve ihtiyarladık; Hazreti Pey­gamberden hadîs rivayet etmek çok güçtür" diyerek hadîs rivayetinden çe­kindiklerini görürüz'. [650] Rivayet edenler ise, rivayetin ağır mes'ûliyetini müdrik olarak bu sahada büyük gayretler sarfetmişlerdir. [651]

 

 5.  Rivayetu'l-Akrân

 

Akran olan, yâni aynı yaşlarda bulunan râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri, hadîs ilminde rivayetu'l-akrân adı ile incelenmiştir. Bu ko­nuyla ilgili olarak İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: "Râvi ile kendisinden hadîs rivayet ettiği kimse, yaş ve mülakat gibi rivayete müteallik meselelerde bir-leşirlerse, bu kısma rivayetu'l-akrân (aynı yaşta olan kimselerin rivayeti) denir. Akran olan râvi ile şeyhi birbirinden rivayet ederlerse, bu da mu-debbec ismini alır" .[652] Ancak mudebbec'ten farklı olarak, rivayetu'l-akrân ile kasdedilen asıl manânın, aynı yaşta olan iki râviden yalnız birinin di­ğerinden rivayet etmesi ve bu rivayetin tek taraflı olmasıdır. Meselâ Suleymân et-Teymî, karini olan Mis'ar'dan rivayet etmiş olmakla beraber, Mis'ar'm Süleyman et-Teymî'den rivayeti bilinmemektedir. [653]

 

6. Mudebbec

 

Îbnu's-Salâh'ın ifadesine göre Mudebbec, akranın, yâni yaşça birbirine yakın olan râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleridir. Keza isnadca olan yakınlıkta da râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri bu isimle adlandırılmıştır. [654]Bu konuda İbnu's-Salâh şöyle der: Yaşça aynı olan râvilerden birinin diğerinden rivayeti muhtelif kısımlara ayrılır. Bunlardan biri de mudebbec'tiv. Mudebbec, aynı yaşlarda olan iki râvinin birbirinden hadîs rivayet etmesidir. Meselâ sahabeden Hazreti Âişe ile Ebû Hureyre gibi ki, bazen Âişe Ebû Hureyre'den, bazen de Ebû Hureyre Âişe'den rivayet etmiştir. Keza tâbi'ûndan ez-Zuhrî ile Ömer İbn Abdi'1-Azîz, etbâdan Mâlik ile el-Evzâ'î ve daha sonrakilerden Ahmed İbn Hanbel ile Alî İbnu'l-Medînî de böyledir ve birbirlerinden hadîs nakletmişlerdir. [655]

El-Irâkî, Îbnu's-Salâh'a yazdığı Takyîd'in&e, Îbnu's-Salâh'ın mudebbec ile ilgili bu tarifine bazı itirazlarda bulunur ve şöyle der: "Musannifin mu-debbeci birbirinden hadîs rivayet eden iki karine, yâni aynı yaşlardaki iki râviye hasretmesi, el-Hâkim'e tâbi olması dolayısıyledir. Nitekim el-Hâkim, Ulûmu'l-hadîs   adlı  kitabının   "Akranların  Rivayeti"   başlıklı   46'ncı  bölümünde şöyle demiştir: İki karîn, yaş ve isnad yönünden birbirine yakın ol­dukları zaman, üç kısım ortaya çıkar ki, bunlardan birincisi, şeyhlerimizin mudebbec olarak isimlendirdikleri kısımdır. Bu, bir karinin kendi karîninden rivayet etmesidir. Sonra ikinci karîn öbüründen rivayet edince mudebbec olur".

"El-Hâkim'in kısaca ortaya koyduğu ve İbnu's-Salâh'm ona tâbi olarak tekrarladığı bu tariflerden anlaşıldığına göre mudebbec, iki karinin bir­birinden rivayetidir. Fakat aslında bu böyle değildir. Mudebbec, iki râvi, ister karîn olsun, ister biri diğerinden yaşça büyük olsun, birbirinden ri­vayet etmeleridir. Ancak büyüğün küçükten rivayet etmesi halinde, bu, usûlde büyüklerin küçüklerden rivayeti (rivâyetu'l-ekâbir ani'l-asâğır) bö­lümüne girer".

"El-Hâkim bu ismi (yâni mudebbeci), kimliğini açıklamadığı bazı şeyh­lerinden almıştır. Onun asıl kasdettiği kimse de ed-Dârakutnî1 dir ve bu şahıs, onun şeyhlerinden biridir. Bildiğime göre mudebbec ismini de ilk defa kullanan ed-Dârakutnî olmuştur ve bu konuda el-Mudebbec adını verdiği bir ciltlik mufassal bir de kitap tasnif etmiştir. Bu kitabın sahih bir nüshası elimdedir; burada iki râvinin karîn olmalarını şart koşmamıştır. Kitapta Ebû Bekr'in Hazreti Peygamberden ve Hazreti Peygamberin Ebû Bekr'den, Ömer'in Hazreti Peygamberden ve Hazreti Peygamberin Ömer'den , Sa'd İbn Ubâde'nin Hazreti Peygamberden ve Hazreti Peygamberin Sa'd İbn Ubâde'den rivayetlerini zikrettiği gibi, bazı sahabenin tâbi'ûndan ri­vayetlerine de yer vermiştir ki, bu tâbi'ûnun, kendilerinden rivayet eden sahabîlerden rivayetleri vardır. Meselâ Ömer'le Ka'bu'l-Ahbâr'ın, İbn Ömer'le Atıyye el-Avfî'nin ve Bekr îbn Abdillah el-Muzenî'nin, îbn Abbâs'la Amr İbn Dînâr, Ebû Seleme İbn Abdirrahman ve Ikrime'nin, Ebû Sa'îd el-Hudrî ile Ebû Nadra el-Abdî'nin, Enes îbn Mâlik ile Bekr îbn Abdillah el-Muzenî'nin birbirinden rivayetleri bunlar arasındadır. Keza kitapta, bazı tâbi'ûnun, bazı etbâ'u't-tâbi'înden rivayetleri de zikredilmiştir. Meselâ Ab­dullah İbn Avn ve Yahya İbn Sa'îd el-Ensârî ile Mâlik'in, Amr İbn Dînâr, Ebû İshâk es-Sebî'î ve Süleyman ibn Mihrân el-A'meş ile Sufyân îbn Uyey-ne'nin, Ebû İshak es-Sebî'î ile oğlu Yûnus îbn Ebî İshâk'm birbirlerinden ri­vayetleri bu zikredilenler arasındadır. Bunlara ilâveten daha sonraki ta-bakalardakilerin buna benzer rivayetleri de gözönünde bulundurulursa, mudebbecin, birbirinden rivayet eden râvilerin karîn olmakla takyîd edil­medikleri, aksine hükmün bundan daha geniş olduğu anlaşılır". [656]

El-Irâkî, bu görüşleriyle el-Hâkim ve Îbnu's-Salâh'a itiraz etmiş ol­makla beraber, İbn Hacer'in Nuhbe şerhinde, bir şeyhin tilmizinden hadîs rivayet etmesi halinde, bu rivayetin mudebbec olarak isimlendirilenıiye-ceğini, bunun, büyüklerin küçüklerden rivayeti kısmına gireceğini ileri sür­mesi de, onun el-Irâkî'ye muhalif bir görüşe sahip olduğunu ve bu görüşü ile el-Hâkim'e uyduğunu gösterir. [657]

Birbirinden hadîs nakleden râviler ister karin olsun ister olmasın, hadîsçiler arasında bu konuda beliren görüş ayrılıkları bir tarafa, bu rivayet şeklinin mudebbec olarak isimlendirilmesini gerektiren sebep ve hikmetin ne olduğu da kesin olarak bilinmemektedir. El-Irâkî, bu istifhama işaretle şöyle der: Bu çeşit rivayete mudebbec isminin verilmesini gerektiren sebep nedir, aralarında ne gibi bir münâsebet vardır ve kelimenin iştikakı ne olabilir? Şimdiye kadar bu konu üzerinde kimse durmamıştır. Görünüşe göre bu ismin verilmesi, bu çeşidin güzelliği dolayısıyledir. Çünkü mudebbec, lügat yönünden müzeyyen demektir. Nitekim el-Muhkem müellifinin be­lirttiğine göre, debc, nakış ve tezyin manâsına gelir. Kelime farsçadan mu-arrebtir. Dîbâcetu'l-vech  denildiği  zaman,  yüzün güzelliği  anlaşılır.  îbn Mes'ûd'un, Havâmim'i Dîbâcu'l-Kur'ân olarak isimlendirmesi bundandır. Buna göre, eğer mudebbec'in bu manâdan geldiği kabul edilirse, isnadda iki karinin, veya biri büyük diğeri küçük olmak üzere birbirinden rivayet eden iki râvinin birleşmesi, çok defa ikisinin de, yahut yalnız birisinin âlim ve hafız olması halinde vukubulduğu için, bu vasıflar dolayısıyle, âlî ve nazil olan başka isnadlardan vazgeçilmesi mümkün olur. Bu ise, muıdebbec de­diğimiz ve tercih ettiğimiz isnad için bir tezyin ve tahsîn vesilesidir. Meselâ Yahya İbn Ma'în'in Ahmed İbn Hanbel'den ve Ahmed îbn Hanbel'in Yahya İbn Ma'în'den rivayeti böyledir. Akranların rivayeti, çok defa, bilgileriyle te­mayüz etmiş ilim ehli arasında görülür.

Bununla beraber, mudebbec'in, yukarıda açıkladığımız manânın ta-mamiyle zıddı olan bir manâya da delâlet ettiği ileri sürülebilir. Eğer mu-debbec'te yer alan iki karın, aynı tabakadan ve aynı dereceden olursa, bir­birine benzeyen iki yanağa teşbih edilir ve bunlara dîbâcetân denir. Bu takdirde manâ, el-Hâkim ve İbnu's-Salâh'm mudebbec'i iki karînle takyîd etmelerindeki hikmete de uygun olur; çünkü bununla isnad nazil olur ve is­nadın nüzulü dolayısıyle mudebbec olarak isimlendirilmesi ihtimali ortaya çıkar. Eğer râviler karın ise, her biri bir derece, büyüğün küçükten rivayeti ise, iki derece düşmüş olur. Yahya İbn Ma'în'e göre, nüzul, yüzdeki bir leke (karha) gibidir. Alî Îbnu'l-Medînî ve Ebû Amr el-Mustemlî ise, onun şu'm ol­duğunu ileri sürmüşlerdir. Bu takdirde mudebbec, isnad için bir medih alâmeti olmaktan ziyade zemme delâlet eden bir isim olur. Nitekim bu manâda raculun mudebbecun denir ve çirkin yüzlü (kabîhu'l-vech) manâsı kesdedilir. [658]

 

7.  Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır

 

Büyük yaşta olanların küçük yaşta olanlardan hadîs rivayet et­meleridir ki, kendisinden hadîs rivayet edilen küçüğün, ondan hadîs rivayet eden büyükten daha üstün ve daha faziletli olduğu vehmine düşülmemesi için konunun bilinmesinde fayda mülâhaza eden hadîsçiler, rivayetin bu çe­şidiyle de yakından ilgilenmişlerdir.

Büyüklerin küçüklerden rivayeti, çeşitli şekillerde mütalâ edilmiştir. Birincisi, râvinin, hadîsini rivayet ettiği kimseden yaşça büyük, tabaka yö­nünden de önde olmasıdır. İbn Şihâb ez-Zuhrî ve Yahya İbn Sa'ıd el-Ensârî'nin, tilmizleri olan Mâlik İbn Enes'ten, Ebu'l-Kâsım Ubeydullah îbn Ahmed el-Ezherî'nin, tilmizi olan el-Hatîb el-Bağdâdî'den rivayetleri böy­ledir. İkincisi, râvinin yaşça değil, fakat mertebece hadîsini rivayet ettiği kimseden büyük olması, yahut başka bir ifade ile, hafız ve âlim bir kim­senin, yaşlı, fakat bilgisi olmayan kimseden rivayetidir. İmam Mâlik'in Ab­dullah İbn Dinar'dan, İmam Ahmed İbn Hanbel ve İshâk İbn Râhûye'nin, Ubeydullah İbn Musa'dan rivayetleri böyledir. Üçüncüsü, râvinin, hem yaşça, hem de mertebe yönünden hadîsini rivayet ettiği kimseden büyük ol­masıdır. Hafız Abdu'1-Ganî İbn Sa'îd'in, tilmizi Muhammed İbn Alî es-Sûrî'den; el-Burkânî'nin, el-Hatîb'ten, el-Hatîb'in de İbn Mâkûlâ'dan ri­vayetleri böyledir. Keza sahabenin tâbi'ûndan, tâbi'ûnun da etbâ'mdan ri­vayetleri de bu kısım içinde mütalâ edilmiştir. [659]

 

8.  Rivâyetu'l-Âbâp Ani'1-Ebnâ'

 

Hadîs tarihinde âba' ve ebnâ', bir aile içerisindeki hadîs rivayeti münâsebetiyle sık sık kullanılan tabirlerden biri olarak görülür. Âbâ', eb (baba)'mn, ebnâ' da îbn (oğul)'un çoğuludur. Babaların oğullardan rivayet ettikleri hadîsler, bazı hadîsçilerin dikkatini çekmiş ve bu hadîsleri toplayan kitaplar telîf etmişlerdir. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin, babaların oğullarından ri­vayet ettikleri hadîsleri biraraya getiren böyle bir kitabı vardır.[660] Es-Suyûtî'nin bu kitaptan verdiği bir misale göre, Abbâs, oğlu tarikiyle Hazreti Peygamberden şu hadîsi rivayet etmiştir:

Es-Suyûtî, oğullarından hadîs rivayet eden bazı babaların bir listesini de vermiştir. Enes İbn Mâlik'in, ismi zikredilmeyen bir oğlundan; Yûnus İbn Ebî îshâk'm, oğlu İsrâ'îl'den; Ebû Bekr İbn Ebî Ayyâş'm, oğlu İbrahim'den; Şueâ' İbnu'l-Velîd'in, oğlu Ebû Hişâm'dan; Ömer İbn Yûnus el-Yemâmî'nin, oğlu Muhammed'ten; Sa'îd İbnu'l-Hakem el-Mısrî'nin, oğlu Muhammed'ten; îshâk el-Behlûl'un, oğlu Ya'kûb'tan; Yahya İbn Ca'fer İbn A'yun'un, oğlu el-

Huseyn'den; Sünen sahibi Ebû Davud'un, oğlu Ebû Bekr'den rivayetleri, bunlardan bazılarıdır. [661]

 

9.  Rivâyetu'1-Ebnâ1 Ani'1-Âbâ1

 

Aile içerisinde görülen hadîs rivayetinin en meşhuru, hiç şüphesiz, oğulların babalarından yaptıkları rivayetlerdir. Ancak bunları iki kısımda mütalâ etmek gerekir. Birincisi, yalnız oğulların babalarından rivayetleridir ki, bu yolla gelen hadîsler, dâima, an ebîhi ibaresiyle nakledilmiştir. Bu şe­kilde rivayet edilmiş pek çok hadîs vardır. Ebû Nasr el-Vâ'ilî (Ö. 444), bu ko­nuda bir kitap telîf etmiş ve babalarından rivayet eden oğulların hadîslerini bu kitapta toplamaya çalışmıştık. [662]

Oğulların  babalarından yaptıkları  rivayetin  ikinci kısmı,   babaları vâsıtasıyle cedlerinden rivayetleridir. Bu rivayetlerde kullanılan isnad, ge­nellikle şu ibareyle gelmiştir: An Ebîhi, an Ceddihi. Ancak bu çeşit iba­relerde bazen bir müşküle karşılaşma ihtimali bulunur. Bu müşkil, çok defa ced'din tayininde ortaya çıkar; çünkü oğul, çoğu zaman kendi ceddini, yâni babasının babasını, yâni dedesini kasdetmiş olmakla beraber, bazen de ba­basının ceddini kasdetmiş olabilir. Başka bir ifadeyle, Ceddihi ibaresindeki zamirin bazen Eb'e (babaya), bazen de Eb'ten sonra gelen îbn'e (oğula) matuf olduğu görülür. Meşhur sahabîlerden Abdullah İbn Amr Îbni'l-Âs'ın es-Sâdıka  adını verdiği birçok hadîsi ihtiva eden Sahîfe'si torunları ta­rafından bu yolla rivayet edilmiş ve isnadında Amr îbn Şu'ayb, an Ebîhi, an Ceddihi ibaresi kullanılmıştır. Oğul olarak Amr'ın aile ismi, Amr İbn Şu'ayb İbn Muhammed İbn Abdülah İbn Amr Îbni'l-Âs'tır. Amr îbn Şu'ayb, an Ebîhi, an Ceddihi ibaresine göre Eb (baba)'dan murad, Amr'ın babası Şu'ayb'tır. Ced (dede) ise, Amr'ın dedesi Muhammed, ya da Şu'ayb'm dedesi Abdullah'tır. Filhakika hadîsçİler arasında bu husus ihtilâf konusu olmuş, bazıları Ced (dede)'in Muhammed, bazıları da Abdullah olduğunu ileri sür­müşler ve bu isnadla gelen hadîsleri tenkîd etmişlerdir. [663]Bununla beraber Ahmed İbn Hanbel, Alî İbnu'l-Medmî, İshâk İbn Râhûye ve Ebû Ubey-de   gibi   bazı   hadîs   imamlarıda,   bu   isnadla   nakledilen   hadîslerin doğruluğuna inanmışlardır'.[664]

Oğulların   babalarından   yaptıkları   rivayete   en   güzel   örnek,   es-Suyûtî'nin haber verdiği.[665] el-Hatîb el-Bağdâdî'nin şu rivayetidir: [666]

 

10. Sabık ve Lâhık

 

Sabık ve lâhık, iki râvinin, aynı şeyhten hadîs rivayet ettikleri halde, vefat tarihleri arasında uzun zaman farkı bulunması dolayısryle, isnada ulüv yönünden ayrı bir özellik kazandıran ve bu farkın bilinmemesi halinde isnadda inkıta bulunduğu vehmim uyandıran bir haldir ki, hadîs ilminin Önemli konularından birini teşkil eder. Bazı örneklerle tarife uygun bir açık­lama yapmak gerekirse, şöyle denebilir:

Muhammed îbn İshâk es-Serrâc, el-Buhârî'nin şeyhlerindendir ve Tarîh'inde ondan rivayet etmiştir. Keza Ebu'l-Huseyn Ahmed el-Haffâf en-Neysâbûrî de es-Serrâc'tan hadîs rivayet etmiştir. Buna göre, gerek el-Buhârî ve gerekse el-Haffâf, her ikisi de es-Serrâc'tan hadîs aldıkları için onun talebesidirler ve her ikisinin de aşağı yukarı aynı yaşlarda olması ge­rekir; yahut hiç olmazsa insan böyle düşünür. Fakat görülüyor ki el-Buhârî 256, el-Haffâf ise, 395 (393, 394) senesinde vefat etmiştir ve her ikisinin ve­fatları arasında 139 (yahut 137 veya 138) senelik bir zaman vardır''. [667]

İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124), Mâlik İbn Enes (Ö. 179)'in şeyhlerinden ol­makla beraber, büyüklerin küçüklerden rivayeti kabilinden ez-Zuhrî de Mâlik'ten hadîs rivayet etmiştir. Mâlik'in son ashabından olan Ahmed İbn îsma'îl es-Sehmî de Mâlik'ten hadîs rivayet edenlerdendir ve vefatı 259 dur. Buna göre ez-Zuhrî ile es-Sehmî'nin vefatları arasında 135 sene vardır. [668]

Bir şeyhten rivayette iştirak eden iki râvinin vefatları arasında bu kadar uzun süre bulunmasının sebebi, kendisinden hadîs işitilen şeyhin, râvilerden birinin ölümünden sonra daha uzun bir süre yaşamasıdır. Öyle ki, bazı küçük yaştaki kimseler de aynı şeyhten hadîs işitir ve uzun süre ya­şarlar. Bu suretle şeyhin, ilk râvinin vefatından sonra hayatta geçirdiği süre ile ikinci râvinin ölümüne kadar geçen sürenin toplamından, iki râvinin ve­fatları arasındaki bu uzun zaman hâsıl olur. [669]

El-Hatîb el-Bağdâdî, bu konuda es-Sâbık ve'l-Lâhık adını verdiği bir kitap telîf etmiş ve bu çeşit râvileri ve şeyhlerini göstermiştir. [670]

 

11. Mühmel

 

Lugatta ihmal edilmiş, veya terkedilmiş manâsına gelen mühmel, bir râvinin., isimleriyle baba ve dede isimleri, yahut nisbetleri aynı olan iki ayrı şeyhten hadîs rivayet etmesi, fakat bu iki şeyhi belirleyecek ve onları bir­birinden ayırt edecek herhangi bir isim veya sıfatı terketmesi, yahut ihmal etmesidir ki, bunlar, neseblerinin ihmal edilmiş olmaları dolayısıyle müh­mel olarak adlandırılmışlardır. İbn Hacer, bu konuyla ilgili olarak, el-Buhârî'nin mühmel olarak zikrettiği iki şeyhine de işaretle şu açıklamayı

yapmıştır;

"Bir râvi, yalnız ismi, yahut bu isimle birlikte baba veya ced isimleri, yahutta nisbetleri aynı olan iki şeyhten rivayet eder ve bu iki şeyh, ken­dilerine hâs bir sıfatla birbirinden ayırt edilemezse, râvinin iki şeyhten bi­rine hâs olan yakınlığıyle mühmel anlaşılmış olur. Birbirinden ayırt edi-lemiyen iki şeyhin her ikisi de sika (güvenilir) kimselerden olursa, ayırt edilememeleri bir mahzur teşkil etmez; çünkü maksat, kendilerinden hadîs alman kimselerin sika olmalarıdır. Meselâ el-Buhârî'nin Ahmed tarikiyle İbn Vehb'ten rivayeti bu kabildendir. El-Buhârî, Ahmed'i gayr-i mensûb ola­rak zikretmiştir. Bu şahıs, ya Ahmed îbn Salih'tir; Ya da Ahmed İbn îsâ'dır. Keza, yine gayr-i mensûb olarak Muhammed tarikiyle Iraklılardan rivayeti de böyledir. Muhammed, ya Muhammed îbn Selâm'dır; yahutta Muhammed İbn Yahya ez-Zuhlî'dir. Bu çeşit isimleri, el-Buhârî üzerine yazdığımız şer­hin mukaddimesinde zikrettik. Bunlar arasında tam bir ayırım yapmak is­teyen kimselerin, râvinin iki şeyhten birine olan yakınlığını bilmeleri ge­rekir. Bu, yakınlıkla da anlaşılmaz, veya şeyhler ayırt edilemez, yahut râvi­nin her iki şeyhle de yakınlığı bulunursa, müşkilin halli güçleşir; bu takdir­de ayırımı mümkün kılacak kuvvetli zan ve karinelere müracaat edilir"'. [671]

 

12. Muselsel

 

Birbirini takip etmek manâsına gelen teselsül'den ism-i mefûl olan muselsel, ıstılahta, isnadındaki bütün ricalin, bazen râvilerin, bazen de ri­vayetin belirli bir hal ve sıfatını takip ettikleri hadîslere verilmiş bir isim­dir.

Hâvilerin hal ve sıfatları, ya onların sözlerinden, ya fiillerinden, ya da beraberce söz ve fiillerinden ibarettir. Rivayetin sıfatları ise, ya semi'tu, ah-beranâ ve haddesenâ gibi rivayet sığalarıdır; ya da rivayetin zamanı ve yeridir. Ancak bunların da çeşitli şekilleri bulunması dolayısıyle, bir söz veya fiilin isnad boyunca teselsül etmeside sayılamıyacak kadar çok şekillerde tezahür eder.

El-Hâkim Ebû Abdillah, rivayet sıfatları ve râvilerin söz ve fiilleriyle il­gili sekiz muselsel çeşidi zikretmiştir; fakat biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bunların sayısı çok daha fazladır. Burada, el-Hâkim tarafından nak­ledilen muselsel çeşitlerinden bazı örnekler vererek konuyu açıklamak daha faydalı olacaktır:

Bu isnadla gelen ve ateşin değdiği şeyi yemekten dolayı abdest alın­ması gerektiğine delalet eden bu hadîs, semi'tu lafzıyle muselseldir. İsnadda da görüldüğü gibi her râvi, hadîsi şeyhinden semâ' yolu ile almış ve rivayet ederken semi'tu lafzını kullanmıştır.

Hadîs, Cebrâ'îl (a.s.)'in Hazreti Peygambere nasıl abdest alınması ge­rektiğini Öğretmesiyle ilgilidir. Hazreti Peygamber, Cebrâ'îl'den öğrendiği abdest alma tarzını ashabından İbn Mes'ûd'a öğretmek için kum fe-subbe aleyye hattâ urîke vuzû'e Cebrâ'îl (a.s.) (kalk, bana su dök de, sana Cebrâ'îl (a.s.)'in abdest alışını göstereyim) demiştir. Bu söz, her tabakaya mensup râvi tarafından aynen tekrar edilmiş ve abdest, bir sonraki tabakaya mensup râviye öğretilmiştir. Mezkûr sözün tabakalar arasında teselsülü do­layısıyle hadîs muselseldir.

Enes îbn Mâlik tarafından rivayet edilen bu hadîste Hazreti Pey­gamber, kadere îmanın lüzumunu belirtmiş ve "kul, kadere, hayrına ve şer­rine, tatlısına ve acısına îman etmedikçe îmanın tadını bulamaz" demiş, daha sonra sakalını kavrayarak "kadere, hayrına ve şerrine, tatlısına ve acı­sına îman ettim" buyurmuştur. Hazreti Peygamberden hadîsi rivayet eden Enes îbn Mâlik, metni naklettikten sonra, aynı şekilde sakalını tutmuş ve "kadere, hayrına ve şerrine, tatlısına ve acısına îman ettiğini" tekrarlamıştır. Hadîsin nesiller boyu rivayeti sırasında aynı sözlerin tekrarı ile birlikte sakal kavrama fiilinin de aynı şekilde tekerrür etmesi dolayısıyle hem kavli ve hem de fiilî bir teselsül meydana gelmiş ve bu hadîs de bu yönden mu­selsel addedilmiştir.

Hazreti Peygamber, buhadîsüıde "Allahu Ta'âlâ'nm, arzı Cumartesi, dağları Pazar, ağaçları Pazartesi, mekruhu Salı, Nuru Çarşamba, hay­vanları perşembe, Âdem'i de Cuma günü yarattığını" buyurmuş, bunu söy­lerken de, Ebû Hureyre'nin elini, parmaklarım onun parmakları arasına ge­çirmiş olduğu halde tutmuştur. Ebû Hureyre de, aynı hadîsi Abdullah İbn Râfi'e rivayet ederken aynı fiili tekrerlamıştır. Bu suretle fiilin hadîs rivayet edilirken bütün râvi tabakalarında teselsül etmesi dolayısıyle, hadîse mu­selsel denilmiştir.

Verdiğimiz bu örnekler dışında, başka muselsel çeşitleri de vardır. Meselâ bir hadîsin rivayet isnadında bütün râvilerin isimleri muhammed olabilir; yahut nisbetleri ittifak edebilir ve hepsi Mekkî, yahut Dımaşkî, yahut Mısrî olur. Hepsi fakîh olur; hafız olur; yahut şâir olur. Bunlar, râvilerin sıfatları ile ilgili olan muselsel hadîsler arasında yer alırlar. [672]

Bazen hadîs, yukarıda semi'tu fulânen ibaresiyle Örneğini verdiğimiz gibi, ahberanâ fulânen vallahi, yahutta eşhedu billahi le-semi'tu fulânen gibi lafızlarla rivayet edilir. Bu çeşit hadîsler de rivayetin sıfatına müteallik muselsellerden addedilir.

Muselsel  hadîsler,  râvileri  cerhedilmedikçe  tedlîsten  ve  inkıtadan sâlim olma yönünden en sağlam hadîslerdir. Bununla beraber, ibn Kesîr'in de işaret ettiği gibi, teselsül yolu ile hadîsin sıhhati hakkında hüküm ver­mek nâdir olan hallerdendir. [673]

Aslında hadîsin metni belki sahîh olabilir; fakat zayıflık sıfatı, çok defa, ona bazı söz ve fiillerin bütün isnad boyunca muntazam bir şekilde te­selsül etmesinden dolayı arız olur; çünkü haberin naklinde böyle bir te­selsülün ve benzerliğin vücûdu nâdirdir. Bu bakımdan her muselsel hadîsin sahîh olduğuna hükmedilemiyeceği gibi, teselsülün azlığına bakarak, her muselsel hakkında zayıflıkla hükmetmek de doğru değildir.. Nitekim İbn Hacer, teselsülü isnadın sıfatlarından addetmiştir. [674] Ref (hadîsin merfû olması) ve benzerleri de metnin sıfatlarındandır; fakat sıhhat, hem isnadın hem de metnin sıfatı sayılır. Bu itibarla bir hadîsin sıhhati hakkında ve­rilecek hüküm, hem isnad, hem de metin hakkında beraberce verilecek sıh­hat hükmüne istinad eder.

Es-Suyûtî, İbn Hacer'e atfen, dünyada en sahîh muselselin, Saf sûresi­nin kıraatiyle ilgili rivayet olduğunu kaydeder. [675]Yine es-Suyûtî'nin İbn Hacer'den naklettiğine göre, hafız olan râvilerin isnadda teselsülü ılm-i kat'î ifade eder. [676]

 

VI. B ÖL Ü M

 

HADÎSLERİN ALINMASI

 

(Tahammulü'l-Hadîs)

 

 

1. Hadîs Toplamak İçin Yapılan Seyahatler

 

İslâmiyetin ilk devlet merkezi olan Medine, aynı zamanda, hadîs ve sünnetin de intişar ettiği bir şehirdi. Sahabenin büyük bir kısmı burada otu­ruyor, Hazreti Peygamberden işitmiş oldukları hadîsleri burada toparlayıp aralarında müzakere ediyorlardı. Bu bakımdan Medine'ye Dâru's-Sunne adı verilmişti. Mekke'nin fethinden ve hattâ İslâmiyetin daha geniş ülkelere ya­yılmasından sonra da Medine, bu vasfından hiçbir şey kaybetmemiş, gerek hacc için ve gerekse hadîs dinlemek için Hicaz ülkesine gelen seyyahların daimî bir ziyaretgâhı olmuştur.

Fetihlerin çoğalması ve yeni îslâm devleti hudutlarının genişlemesi, sahabîlerin büyük bir kısmının diğer ülkelere dağılmasına vesîle oldu. Bun­ların bir kısmı, halîfeler tarafından muallim olarak gönderildikleri gibi, bir kısmı ordu içerisinde vazifeli olarak gidiyor, diğer bir kısmı ise, devlet işleri için görevlendiriliyor ve bu sebeple Medine'den ayrılıyorlardı. Sahabîlerin, çeşitli sebeplerle, genişleyen İslâm ülkesinin dört bir yanına dağılmaları,ta-biatiyle onların zihinlerinde veya hafızalarında bulundurdukları hadîslerin de onlarla birlikte dağılmasına sebep olmuş, böylece, Önceleri hadîs öğ­renmek için çok daha dar ve belirli bir beldeye gelen hadîs talebesi, sahabîlerin dağılmalarından sonra, hadîs kaynaklarını, çok daha geniş ve dağınık bir muhit içerisinde aramak zorunda kalmışlardır. Maamafih, bir tek hadîs için bile olsa yapılması îcab eden uzun ve meşakkatli seyahatler, hadîs talebesinin gözünü hiçbir zaman yıldırmamış, aksine bu seyahatlerde aşk ve şevk dâima hâkim olmuştur. Meselâ meşhur sahabî Câbir İbn Ab-dillah, el-Buhârî'nin kaydettiği bir habere göre, Abdullah İbn Uneys'in elin­de bulunan bir tek hadîsi öğrenebilmek için bir aylık bir yolu katetmek zo­runda kalmıştır.[677] Ebû Eyyûb, keza bir hadîs öğrenebilmek için Mısır'da

bulunan Ukbe îbn Amir'in yanına gitmiştir. [678] Yine bu konu ile ilgili olarak, tanınmış sahabî Abdullah İbn Abbâs'm şöyle dediği rivayet edilmiştir: Haz-reti Peygamberin ashabından birinin elinde bir hadîs olduğunu işitiyorum. Ona haber göndersem hemen gelir ve o hadîsi bana rivayet eder; fakat ben, onun kapısına gidiyor ve hadîsi ondan alıyorum. [679]

İlim elde etmek için girişilen seyahatlerin ulvîliği ve ilini talebesinin bu yolda kazanmış olduğu şân, şeref ve faziletler hakkında Hazreti Pey­gamberden rivayet edilen hadîsleri burada zikretmek lüzumunu his­setmiyoruz. Eğer bu hadîslerin sahabe tarafından rivayet edildiği ve her­kesten önce onların bu hadîslerle amel etmek isteyecekleri gözönünde bulundurulursa, bir tek hadîs için dahî olsa bu seyahatleri tabiî görmek îcab eder. Oysaki bu şeref ve fazilete sahip olma arzusu, yalnız sahabîlere mün­hasır kalmamış, onlardan sonra gelen nesillerde bu arzu, belki daha şiddetli bir şekilde kendisini hissettirmiştir. Çünkü sonraki nesiller, sahabîler gibi, Hazreti Peygamberle temas imkânına sahip olmadıkları için onunla iligili haberleri kolayca öğrenememişlerdir. Keza Hazreti Peygamber zamanında cereyan eden bir hâdise, sahabenin gözü önünde cereyan ettiği için, onlar, bu hâdise ile ilgili haberleri öğrenmekte güçlük çekmemişler, fakat onlardan sonra gelen nesiller, onu, en küçük teferruatına kadar ve en doğrusunu öğ­renebilmek için müteaddit kaynaklardan araştırmak zorunda kalmışlardır. Bu güçlük ise, ilim arama ve elde etme faaliyetlerinin kıymetini bir kat daha artırmış ve bu faaliyetlere girişenlerin samimiyetleri nisbetinde onlara şân, şöhret ve fazilet kazandırmıştır.

Bir tek hadîs için girişilen bu meşakkatli seyehatlerin neticesi ne ol­muştur? Bu seyehatler, onların meşakkatlerine katlananlara büyük fazîletler kazandırmıştır; fakat gaye sadece bu mu olmuştur? Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, hadisçilerin gayesi, şöhret ve fazilet kazanmak olmamıştır. Biz, hadîs ve sünnetin İslâm Dinindeki yerini ve değerini ki­tabımızın baştaraflannda açıklamaya çalışırken bu konuya da temas etmiş ve müteaddit defalar, hadîs ve sünnetin, İslâm'ın ikinci ana kaynağı ol­duğunu ve sahabîlerin sadece dîn için bunları büyük bir dikkatle muhafaza ettiklerini zikretmiştik. Aynı faaliyet sahabeden sonraki nesiller arasında da devam etmiştir. Bu faaliyetlerin neticesi ise, çok büyük olmuştur. Bugün elimizde bulunan muazzam hadîs külliyatının teşekkülü bir yana, onları toplamak için yapılan meşakkatli seyahatler, müslümanlar arasındaki tevhîdi sağlamış, hadîsler Üzerinde yapılan müzakere ve münakaşalar, on­ların, sahîh ve sakîmini birbirinden ayırt etme imkânını hazırlamıştır. Aynı zamanda, gerek hadîs öğrenmek için seyahat edenlerin, gerekse onlara

hadîs nakledenlerin şahsiyetlerini ortaya çıkarmış, hadîsçilere, biribirlerini daha iyi tanıma imkânım vermiştir. Meselâ, fulân kimsenin hafıza yö­nünden zayıf olduğu, fulân kimsenin hadîs kitabını iyi muhafaza edemediği, fulân kimsenin rivayet ettiği hadîsler arasına bazen yalan da karıştırdığı, fulân kimsenin rivayetinde tesahül gösterdiği, fulân kimsenin fevkalbeşer bir hafızaya sahip olduğu ve buna benzer, hadîsçilere atfedilen daha bir çok vasıf, birbirlerinin marufu olmuştur. Hadisçilerin birbirleri hakkında edin­miş oldukları bu bilgiler, yalnız kendilerine münhasır kalmamış, geniş çapta biyografik eserler hazırlanarak sonraki nesillere devredilmiştir. Hadîs râvilerinin hayatlarını, hal ve meşreblerini ihtiva eden bu kitaplar, bugün, bu konu ile uğraşanların en çok müracaat ettikleri kitaplar arasında yer al­mıştır. Yine bu seyahatlerin ve hadîsçilerin biribirlerini tanımalarının ne­ticesi, muhtelif râvilerin sahip oldukları hafıza ve adalet derecelerinin sı­nıflandırılması mümkün olmuş, bu suretle, her sınıfa mensup kimselerin rivayet ettikleri hadîsler de, râvilerine göre sıhhat yönünden değerlendirilebilmi ştir.

Görülüyor ki, sahabe devrinde başlayan ve daha sonraki nesillerde devam eden bu seyahatler, boş ve yorucu bir gayretten ibaret kalmamış, ak­sine, İslâm teşriini sağlam esaslara bağlayabilmek için tamamiyle ilmî bir faaliyet olarak arzu edilen neticeyi doğurmuştur.

Bu seyahatlerin gayesi, birinci plânda hadîs toplamak olduğuna göre, toplama işi nasıl olmuştur? Bir hadîs talebesi, hadîs rivayet eden bir şeyh ile karşılaştığı zaman, ondan hadîsleri ne şekilde ve hangi yollarda almıştır? Bazen, böyle bir meşakkatli seyahata katlanmadan hadîs alındığı da olmuş mudur? Usûl kitaplarında tahammulu'l-hadîs adı altında bu meseleler ayrı ayrı incelenmiş ve akla gelebilecek buna benzer sorular cevaplandırılmıştır. Biz de bunları, burada, kısaca açıklamaya çalışacağız. [680]

 

2. Hadîs Alma Yollan (Tahammulü'l-Hadîs)

 

 a) Semâ

 

İşitmek ve dinlemek manâsına gelen semâ', hadîs tahammül yol­larından biri ve en önemlisidir. Hadîs tarihi, Hazreti Peygamberin ha­yatında semâ1 ile başlamış ve yine semâ' ile devam etmiştir. Çünkü sahabîler, Hazreti Peygamberden hadîs rivayet etmeye başladıkları zaman, yalnız işittikleri ve belledikleri hadîsleri rivayet etmişlerdir, ve bu tarz ri­vayet müteakip nesillerde de devam etmiştir.

İcaze, munâvele, kitabe, vicâde gibi çeşitli tahammül yolları veya hadîs alma usûlleri arasında bulunan semâ', diğerlerinden daha üstün ve daha makbul sayılmıştır. Çünkü semâ'da şeyh ile talebe karşı karşıya gelir ve ta­lebe, arada herhangi bir vâsıta olmaksızın, şeyhi doğrudan doğruya işitir.

Şeyh, hadîslerini rivayet ederken talebe bu hadîsleri ya dinleyerek hıfzeder, yahut dinlerken bir taraftan da yazar. Bazen de talebenin şeyhin hadîslerini önceden elde ettiği olur. Ancak talebe, bunları rivayet etmek için şeyhten icazet veya izin almadıkça rivayet edemez. Rivayet hakkını almak mak-sadıyle şeyhe mülâki olur ve şeyhten o hadîsleri bizzat dinler; daha önce elde ettiği bu hadîslerden hatalı olanlar varsa, onları tashih eder.

Semâ' yolu ile alınan hadîslerin rivayetinde değişik rivayet sîgaları kul­lanılmıştır. El-Kâzî Iyâz, hadîs işiten kimsenin, rivayet sırasında had-desenâ, ahberanâ, enbe'enâ, semi'tu fulânenyakûlu, kale lenâ fulânun, veze-kerelenâ fulânun gibi tabirleri kullanmasını caiz görmüştür.[681] Ancak İbnu's-Salâh'm da işaret ettiği. [682] gibibu tabirlerden bazısı, şeyhten semâ' yolu ile alınmayan hadîslerin rivayetine hâs olarak kullanılmış ve bu kul­lanış hadîsçiler arasında şuyûbulmuştur. Bu sebeple bu çeşit tabirleri bizzat şeyhten işitilen hadîslerin rivayetinde kullanmamak gerekir; aksi halde bir takım karışıklığa ve yanlış anlaşılmaya yol açılmış olur.

El-Hatîb'e göre şeyhi bizzat işiten râvi, semi'tu, haddesenâ, ahberanâ ve enbe'enâ tabirlerinden birini kullanabilir. Ancak bu ibarelerin en üstünü semi'tu'dur. Nitekim bir isnad içerisinde bütün ricalin bu tabiri kul­lanmaları halinde, o isnadla gelen hadîse muselsel adı verilmiştir. Semi'tu'nun diğer tabirlerden daha üstün oluşunun bir başka sebebi de, bu tabirin yalnız semâ' yolu ile alman hadîslerin rivayetine tahsis olunmasıdır. Hemen hiç kimse, icâze, mukâtebe ve tedlîs gibi, şeyhi bizzat işitmeksizin ri­vayet ettiği hadîslerde bu tabiri kullanmamıştır.[683]

Semi'tu'dan sonra semâ'da kullanılan tabir haddesenâ'dır. Ancak bu tabir, derece yönünden semi'tu'nun altındadır; çünkü bazı hadîsçiler, had-desenâ'yı icazetle aldıkları hadîslerin rivayetinde de kullanmışlardır. Bu ba­kımdan tabirin semâ'da mı yoksa icazette mi kullanıldığını, yâni hadîsin bu iki yoldan hangisi ile alındığını ayırt etmek güçtür.

Semâ'da kullanılan üçüncü derecedeki tabir ahberanâ'dır. Bu tabirin semâ'da kullanılışına çok rastlanır. Hattâ hadîs ehlinden bir cemaat, işit­tikleri hadîsleri yalnız bu tabirle haber vermişlerdir. Bunların başında Hammâd İbn Seleme, Abdullah İbnu'l-Mubârek, Huşeym İbn Beşîr, Ubey-dullah İbn Mûsâ, Abdurrazzâk İbn Hemmâm, Yezîd İbn Hârûn, Amr İbn Avn gibi hadîsçiler vardır. [684]

Nebbe'enâ  yahut  enbe'enâ  tabirlerinin   semâ'da  kullanılışı  ise,   diğerlerine nisbetle çok daha az olmuştur. [685]

Hadîs semâ'mın sıhhati için gerekli olan yaş haddinde bazı görüş ay­rılıkları vardır. Genellikle hadîsçiler, müslim ve baliğ olan bir kimsenin bu iki halden, yâni müslüman olmadan ve bulûğ çağına girmeden Önce işitmiş olduğu hadîslerin rivayetini kabul etmişlerdir. Ancak İbnu's-Salâh'm be­lirttiğine göre, bazı kimseler, bulûğa ermemiş çocuğun semâ'ını sahih say­mamışlar ve bu görüşte hataya düşmüşlerdir; zira hadîsçiler, el-Hasan İbn Alî îbn Ebî Tâlib, İbn Abbâs, İbnu'z-Zubeyr, en-Nu'mân İbn Beşîr gibi küçük yaştaki sahabîlerin, bulûğ çağından önce ve sonra, işittikleri hadîsler ara­sında hiçbir ayırım yapmaksızın onları kabul etmişlerdir. İlk devirlerde ol­duğu gibi daha sonraki devirlerde de küçük çocuklar dâima rivayet ve semâ' meclislerinde hazır bulunmuşlar ve işittikleri hadîsleri rivayet etmişlerdir. [686]

Semâ'ın sahîh olması için hadîsçiler arasında hâkim olan görüş, her halde, çocuğun her şeyi ayırt edebilecek bir yaşta bulunmasıdır. Mûsâ İbn Harun'a, çocuğun ne zaman hadîs işitebileceği sorulduğu zaman, "sığırla merkebi ayırt ettiği zaman" cevabını vermiştir. Buna benzer bir soruya Ahmed îbn Hanbel de "aklı erdiği ve işittiğini aklında tutabildiği zaman" de­miştir. İbnu's-Salâhin da işaret ettiği gibi, rakamla tesbit edilmiş herhangi bir yaş haddinin hiç kıymeti yoktur. Önemli olan husus, çocuğun akıllıca ko­nuşur ve sorulan soruya akıllıca cevap verir halde olmasıdır. Böyle olmayan bir kimse, beş yaşında değil, elli yaşında da olsa, semâ'mı sahîh kabul etmek mümkün değildir. [687]

 

b)  Arz - Kıra'a

 

Râvinin, bir şeyhe âit olup da ondan işitmediği, fakat herhangi bir ki­taptan, veya başka bir şahıstan aldığı hadîslerin o şeyhten rivayet hakkını almak maksadıyle şeyhe başvurarak ona okuması manâsına gelen arz, lu-gatta, bir şeyi bir kimseye göstermek, ibraz ve izhar etmek demektir ki, [688] hadîs ıstılahında kırâ'at ile eş anlamda el-kırâ'a ale'ş-şeyh tabirinin tam karşılığı olarak kullanılmıştır. Bununla beraber İbn Hacer, kırâ'at ile arz arasında umûm husus farkı bulunduğuna işaret ederek, arzın ancak kırâ'at yolu ile tahakkuk edebileceğini, fakat her kırâ'atta arz gayesinin bu­lunmadığını söylemişse de [689] bu fark, hadîs tahammülü metodunda ar^'ın umumiyetle kırâ'at, veya kırâ'atın arz manâsında anlaşılmasına engel ol­mamıştır. Esasen hadîsçiler arasında da bu konu ile ilgili herhangi bir ihtilâf mevcut değildir.

Râvinin, şeyhe hadîslerini arzetmesi, ya bizzat onun, yahutta şeyhin huzurunda bulunan bir başka şahsın şeyhe okuması ve râvinin de okunan hadîsleri dnlemesiyle olur. Keza okuma işinin kitaptan veya hafızadan ya­pılması, yahut şeyhin, okunan hadîsleri kitaptan veya hıfzından takip et­mesi arasında hiçbir fark yoktur ve hangi şekilde olursa olsun, arz ta­hakkuk etmiş olur. [690]

Arz yolu ile alınan hadîslerin rivayetinin caiz olup olmadığı meselesi, hadîsçiler arasında, birkaç isim müstesna, ihtilâf konusu olmamakla be­raber, arzın hadîs semâ'ı karşısındaki mertebesi, hadîsçilerin üç mezheb üzerinde toplanmalarına yol açmıştır. Bunlardan, birincisi, arzın, semâ' mer­tebesinde ve ona eşit derecede olduğu görüşünü savunanların mezhebidir. İkincisi,   arzı semâ'a, üçüncüsü ise, semâ'ı arza tercîh edenlerin mezhebidir.[691]

Arz ile semâ1 arasında hiçbir fark görmeyen ve arzın bizatihi semâ' ol­duğunu söyleyen hadîsçilerin başında Medine ehlinden Abdurrahman İbnu'l-Hâris, Ikrime, İbn Şihâb ez-Zuhrî, Mekke ehlinden Alkame İbn Kays, Âmir İbn Şerâhîl eş-Şa'bî, Basra ehlinden Katâde, Ebu'l-Âliye, Sa'îd İbn Ebî Arûbe, Mısır ehlinden Abdurrahman İbnu'l-Kâsım, Eşheb îbn Abdi'1-Azîz, Abdullah İbn Vehb ve daha birçok hadîsçi gelir.

Arz ile semâ' arasında hiçbir fark görmeyenler, Sa'd İbn Bekr kabilesinden Zımâm îbn Sa'lebe'nin hadîsini delil olarak gösterirler. El-Buhârî, Sahîh'inin Kitâbu'l-ılm'inde kırâ'at ve arza tahsîs ettiği bir bâbta, el-Hasan, Sufyân ve Mâlik'in arzı caiz gördüklerine işaretle, Enes îbn Mâlik'ten Zımâm'm şu hadîsini nakletmiştir:

"Enes İbn Mâlik der ki: Mescidde Hazreti Peygamberle birlikte otu­ruyorduk. Devesiyle bir adam geldi. Deveyi çökertip bağladıktan sonra, han­giniz Muhammed, diye sordu. Hazreti Peygamber, ashabı arasında da­yanmış oturuyordu. Şu dayanmış oturan beyaz adam, dedik. Adam, Hazreti Peygambere, ey Abdu'l-Muttalib'in oğlu, diye hitap edince, Hazreti Pey­gamber, seni dinliyorum, dedi. Adam: Sana bazı şeyler soracağım; bu so­racaklarım ağırdır, gönlün incinmesin, dedi. Hazreti Peygamber, aklına ge­leni sor, deyince, adam sorularına başladı: Senin ve senden öncekilerin Rabbı aşkına söyle: Seni bütün halka Allah mı gönderdi"..? [692]

El-Buhârî'de yer alan bu hadîs, bir sahabîmn daha önceden öğrenmiş olduğu İslâm esaslarını Hazreti Peygambere arzetmesinden başka bir şey değildir. Hadîsin sonunda, "ben kavmimin geride kalanlarının elçisiyim" demek suretiyle Hazreti Peygamberden teyîden öğrenmiş olduğu bu esasları onlara tebliğ edeceğini de açıklamıştır.

Er-Râmahurmuzî'nin Alî İbn Ebî Tâlib'ten ve İbn Abbâs'tan naklettiği haberler de, arz ve semâ1 arasında fark görmeyenler için birer delil olarak ileri sürülmüştür. Alî'nin bu konudaki sözü şöyledir:" Âlime bir şeyi oku­yarak arzetmek, ondan işitmek mesabesindedir" [693] İbn Abbâs ise, "bana okuyunuz. Bana okumanız, benim size okumam gibidir" demiştir. [694]

Arz ve kırâ'ati semâ'a tercîh edenlerin mezhebine gelince, başlarında İbn Cureyc, Osman İbnu'l-Esved, Hanzala İbn Ebî Sufyân, Talha İbn Amr, Sufyân es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve Şu'be gibi tanınmış hadîsçilerin bulunduğu bir gurup da, "âlime okuman, âlimin sana okumasından hayırlıdır" diyerek arzı semâ'a tercîh etmişlerdir. [695]

El-Hatîb el-Bağdâdî, Alî İbn Ebî Tâlib'ten bu mezhebe sâlik olanların görüşünü de teyîd edecek şu haberi nakletmiştir: "Kendi hadîsi olduğunu ikrar ettikten sonra âlime hadîslerini okumak, âlimin okumasından daha

iyidir". [696]

Semâ'ı arza tercîh edenler ise, umumiyetle meşrık ehlinden olanlardır. Îbnu's-Salâh olsun, ona teb'an en-Nevevı ve es-Suyûtî olsun, doğru olan mezhebin de bu olduğunu kabul etmişlerdir. [697]

Arzla semâ' arasında fark görmeyenlerin, veya birini diğerine tercîh edenlerin, görüşlerine mesned ittihaz ettikleri esasları bazı haberlerden çı­karmak mümkündür. Meselâ Abdurrahman İbn Mehdî, "Mâlîk'e okuyup arzettiği hadîslerin, ondan dinlediği hadîslerden daha sağlam olduğunu" söy­ler ve sebep olarak da, onun bazen, hadîs rivayetini kesip başka sözlere yer verdiğini ileri sürer [698]Ebu'l-Velîd, yine arzın daha sağlam olduğunu ifade etmek için şöyle der: "Bana okuduğun zaman daha sağlam oluyor; çünkü bu suretle ben, bütün kalbimi ve bütün dikkatimi, okuduğun şeye has­redebiliyorum. Halbuki ben okursam, okuduğumu anlamadığım zamanlar oluyor". [699] Mûsâ İbn Davud'un sözü de buna benzemektedir: "Kırâ'at ri­vayetten daha sağlamdır. Bana okuduğun zaman, nefsim seni dinlemekle meşgul oluyor. Ben rivayet edecek olursam, senden gaflete düşüyorum". [700]

Es-Suyûtî'nin açıkladığına göre, kırâ'ati semâ'a tercih edenlerin ileri sürdükleri bir başka sebep de, semâ1 esnasında, yâni şeyhin okuması ha­linde, onun tarafından yapılacak herhangi bir hatanın , talebe tarafından kolay kolay düzeltileni eme sidir. Halbuki şeyhe okunduğu zaman, talebe ta­rafından yapılabilecek bir hatânın, bütün dikkatini kırâ'ate hasretmiş olan şeyh tarafından düzeltilmesi çok daha kolay olur.[701] Bununla beraber, ta­lebenin şeyhe okuması halinde şeyhin de hatâ yapabileceğini gözönünde bu­lunduranlar, semâ'ı arza tercih etmişlerdir. Bunun da misali, yine el-Hatîb tarafından zikredilmiştir: İshâk İbn îsâ et-Tabbâ'ın söylediğine göre, Mâlik İbn Enes'e okunurken, Mâlik uyuklamış ve İshâk da bundan sonra şeyhe kırâ'atin hiçbir değer ifade etmediğini anlamışt. [702]

Semâ'ı arza veya arzı semâ'a tercih edenlerin ileri sürdükleri bu gö­rüşler, yahut her iki tarafta da görülen ve kolayca reddedileni eyen bu ak­saklıklar karşısında bazı hadîsçiler de tesviye cihetine gitmişler ve "gerek şeyhin, gerek talebenin hatâya düşmesi bahis konusu olunca, arz ve semâ' arasında hiçbir fark yoktur" demişlerdir.[703] Fakat şeyh, hadîslerini ki­tabından değil de hıfzından okuyacak olursa, bu durum, şüphesiz daha iti­mada şayandır ve o zaman semâ'm arza tercihi gerekir'. [704]

Görüldüğü gibi her üç şekilden birini tercih edenler, diğerlerinin mahzurlarını gözönünde bulundurarak bu tercihi yapmaktadırlar. O halde ister şeyhe arz şeklinde olsun, ister bizzat şeyhin hıfzından veya kitabından okuyarak hadîslerini rivayet etmesi şeklinde olsun, önemli olan mesele, ri­vayeti za'fa uğratabilecek çeşitli mahzurların önlenmesidir. Eğer bu mah­zurlar önlenebilirse, Hazretİ Peygamberin hadîslerini doğru olarak nakletmekten ibaret olan gaye tahakkuk etmiş olur. Esasen hadîsçileri arza sevkeden âmil de, müşahedeleri neticesi, tercih ettikleri usûl ile bu gayenin en iyi bir şekilde gerçekleştiğine inanmaları olmuştur.

Kırâ'at veya arzın, daha doğrusu hadîs tahammülünün kırâ'at veya arz metodu ile gerçekleşebilmesi için bazı hususların gözönünde bulundurulma­sı gerekmektedir. Bunları, bikaç madde halinde şöyle sıralayabiliriz:

1. Hadîslerin şeyhe okunması halinde, şeyhin aslının (yâni kitabının) orada hazır bulunanlardan güvenilir bir kimsenin elinde bulunması ve oku­nan hadîslerin onun tarafından da kitaptan takip edilmesi caizdir. Eğer

şeyh, bu hadîsleri hıfzından biliyorsa, kitap sanki kendi elinde imiş gibidir; fakat okunan hadîsler, hem onları ezbere bilen şeyh ve hem de şeyhin ki­tabını elinde tutan diğer şahıs tarafından takip ve tashih edileceği için bu usûl daha üstün bir derecededir. Eğer böyle bir durumda şeyh, hadîslerini ezbere bilmiyorsa, el-Kâzî Iyâz'ın el-Bâkıllânî'den ve İmam el-Hara-nıeyn'den nakline gace, arz sahîh olmaz; Bununla beraber bütün hadîsçiler bunun sahîh olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü şeyh, hadîslerini ezbere bilmese bile, o hadîsleri ihtiva eden kitabı dîni bütün güvenilir bir şahsın elindedir ve kırâ'at esnasında bu kitaptan takip edilmektedir. Ancak oku­nan hadîsleri şeyhin kitabından takip eden şahıs, itimada şâyân bir kimse değilse ve şeyh de hadîslerini ezbere bilmiyorsa, şüphesiz böyle bir arz sahîh . [705]

2. Kırâ'at esnasında şeyh, kendisine okunan hadîsleri dinler, hepsini anlar, reddetmez, fakat ikrar mahiyetinde hiçbir ses de çıkarmazsa, kırâ'av yine sahîh ve bu suretle alınan hadîslerin rivayeti hadîs ve fıkıh ehli ile usûlcülerin ittifakıyle caiz olur. Ancak Ebû îshâk eş-Şîrâzî, İbnu's-Sabbâğ ve Suleym er-Râzî gibi bazı Şâfi'î imamlarıyle Dâvûd ez-Zâhirî'ye tâbi olan bazı imamlar, arz esnasında şeyhin ikrarını şart koşmuşlardır.

3. Kırâ'at yolu ile alman hadîslerin rivayetinde kullanılacak ibarelerde belirli bir ittifak bulunmamakla beraber, tahammül yolunun açıklanması genellikle iyi karşılanan ve tavsiye edilen bir husus olmuştur. Şeyhe bizzat okuyan kimse, okuduğu hadîsleri rivayet ederken kara'tu ala fulânin der. Bir başkası okumuş ve o dinlemiş ise, kuri'e aleyhi ve ene esma'u ibaresini kullanır. Bunun dışında "kırâ'at" lafzıyle mukayyed diğer semâ1 ibareleri de arzda kullanılan tabirlerdendir.  Meselâ haddesenâ bi-kırâ'atî veya had-desenâ kırâ'aten aleyh ve ene esma'u; ahberanâ bi-kırâ'atî veya ahberanâ kırâ'aten aleyh ve ene esma'u gibi.

Arz yolu ile alman hadîslerin rivayetinde, semâ'da olduğu gibi, yalnız haddesenâ veya ahberanâ gibi tabirlerin kullanılmasını bazı hadîsçiler hoş görmemişlerdir. Bunların başında Abdullah İbnu'l-Mübarek, Yahya et-Temîmî, Ahmed İbn Hanbel ve en-Nesâ'î gelmektedir.[706] Bununla beraber haddesenâ ve ahberanâ tabirlerinin kullanılması, Hicaz ve Küfe ulemâsının büyük çoğunluğunca tecviz edilmiştir. Bu da, ez-Zuhrî, Mâlik İbn Enes, Sufyân es-Sevrî, Ebû Hanîfe, Yezîd İbn Hârûn, Ebû Âsim en-Nebü, Vehb îbn Cerîr, Sa'lebe, et-Tahâvî ve Ebû Nu'aym el-Isbahânî'nin mezhebidir. [707]

Bunlar arasında Mâlik, Sufyân İbn Uyeyne ve Sufyân es-Sevrî gibi bazı imamlar da, arz yolu ile alman hadîslerin rivayetinde semi'tu tabirinin kul­lanılmasını tecviz etmişlerdir. [708]

Eş-Şâfi'î ve ashabı, Müslim İbnu'l-Haccâc, el-Evzâ'î ve İbn Vehb'in temsil ettikleri bir mezheb de, haddesenâ'nm hilâfına, yalnız ahberanâ ta­birinin arz yolu ile alman hadîslerin rivayetinde kullanılmasını uygun gör­müşlerdir. El-Cevherî'nin el-İnsâf adlı kitabındaki beyanına göre ahberanâ tabiri, hadîsçüer arasında "ben şeyhe okudum" manâsına gelen bir alem ol-nıuştur. [709]

İbnu's-Salâh'm el-Hâkim Ebû Abdillah'tan naklettiğine ve en-Nevevî ile es-Suyûtî'nin de İbnu's-Salâh'a tâbi olarak zikrettiklerine göre, râvinin yalnız başına şeyhe okuduğu hadîslerin rivayetinde ahberanî fulânun, baş­kalarının da hazır bulunduğu bir mecliste şeyhe okunan hadîslerin ri­vayetinde ise, ahberanâ fulânun demesi güzel bir usûl sayılmıştır, [710] Ab­dullah îbn Vehb, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanble, et-Tirmizî ve el-Beyhakî'nin tercih ettikleri görüş de budur.

4. Râvi, şeyhe hadîs okuduğunu bilir, fakat sonradan, bu okumanın başkalarının huzurunda mı, yoksa yalnız basma mı olduğunda şüpheye dü­şerse, rivayet esnasında ahberanî tabirini kullanır; çünkü aslolan râvinin bizzat okumasıdır. Başkalarının vücûdu veya adem-i vücûdu şüphelidir. Eğer râvinin şüphesi, böyle bir toplulukta kendisinin mi yoksa başkasının mı okumasıyle hadîs aldığı üzerinde vukubulursa, bu şüphede aslolan, ken­disinin okumadığıdır. El-Burkânî, bu gibi hallerde kara'nâ alâ fulânin iba­resini kullanmıştır. Çünkü bu ibare, başkasının okuduğu zamanlarda da kullanılan bir tabirdir. [711]

5. Kırâ'at esnasında okunanı dinlemek vazifesini üzerine alan şeyhin, veya orada hazır bulunan sâmi'ûndan birinin başka bir şeyle meşgul olması ve meselâ yazı yazması halinde, hadîs ahzınuı sahîh olup olmadığı bazı imamlar arasında ihtilâf konusu olmuştur. İbrahim el-Harbî, Ebû Ahmed îbn Adî, Ebû İshâk el-îsferâyînî ve diğer bazı imamlar, böyle bir hadîs alı­şının mutlak surette sahîh olmadığını, buna mukabil Mûsâ İbn Hârûn ve di­ğerleri ise, mutlaka sahîh olduğunu ileri sürmüşlerdir.[712] Fakat burada Önemli olan mesele, İbnu's-Salâh'm da işaret ettiği gibi, kırâ'at esnasında başka bir işle meşgul olan şahsın, kırâ'at olunanı anlayıp anlanıamasıdır.

Eğer anlarsa, hadîs ahzi sahîh olur; arılamazsa, tabiatiyle bu alış sahîh kabul olunmaz. Bu konuda ed-Dârakutnî'ye atfen bazı misaller zik­redilebilir: Bir şahıs, hadîslerini ed-Dârakutnî'ye arzederken, ed-Dârakutnî namaza durmuş. Kırâ'at esnasında, bir hadîsin isnadında Nuseyr îbn Zu'luk ismi geçmiş; fakat şahıs, ismi Buseyr olarak okumuş. Ed-Dârakutnî na­mazda subhâna'llah demiş; öbürü, bu sefer, ismi Yuseyr diye okumuş. Ed-Dârakutnî namazda "Nûn ve'l-kalem" âyetini okumaya başlayınca, adam, ismin baş harfinin Nûn olduğunu anlamış ve hatâsını düzeltmiş.[713] Yine ed-Dârakutnî ile ilgili başka bir habere göre, bir şahıs, onun nafile namaza dur­duğu bir sırada Amr İbn Şu'ayb ismini Amr İbn Sa'îd olarak okuyunca, ed-Dârakutnî subhâna'llah diyerek hatâyı tashih etmek istemiş, fakat şahsın yine Sa'îd demesi üzerine şeyh, namazda "yâ Şu'ayb e-salâtuke te'muruke" âyetini okumuş'. [714]

6. Şu'be İbnu'l-Haccâc, perde arkasında bulunan şeyhi başlangıçta gör­meyi şart koşmuş olmakla beraber, umumiyetle, şeyhin orada bulunduğunu güvenilir bir kimsenin haber vermesinden sonra, ona okunanın sahîh ol­duğu kabul edilmiştir. [715]

 

c)  İcâze

 

îcâze veya icazet, "bir nesneyi reva ve makûl görmek ve düstûr vermek ve münâsib tutmak manâsına müstameldir...", keza "bir maddenin cevazına imza ve takrir eylemek manâsına müstameldir"[716] İbnu's-Salâh'm lugatçı Ebu'l-Huseyn Ahmed İbn Fâris'ten naklettiğine göre, icâze, hayvan veya arazi sulamak için alman suya delâlet etmek üzere kullandıkları cevaz ke­limesinden müştaktır. Nitekim denildiği zaman, "ondan su is­tedim; oda bana, hayvan ve arazi sulamak için su verdi" manâsı anlaşılır'. [717]İlim talebi de böyledir ve (âlimden ilmini bana ba­ğışlamasını istedim, o da bana bağışladı) denir. Buna göre bir kimsenin, semâ' yolu ile aldığı hadîslerin rivayetini fulân kim­seye bağışlaması manâsına gelir ki, bu bağışlama, bir bakıma hadîslerinin rivayetine izin vermesi manâsında kullanılmış olur. [718]

İcâze de, semâ', arz-kırâ'a gibi hadîs tahammül yollarından biridir. Umumiyetle şeyhe hitaben râvi cihetinden gelen ve "senin fulân ve fulân ki­taplarında yer alan hadîslerini rivayet edeyim mi?" tarzında bir istek olarak ortaya çıkan izin talebi, şeyhin, "onları rivayet etmen için sana icazet ver.

dini" demesiyle, hadîs tahammülü gerçekleşmiş olur. Râvinin, bu hadîsleri şeyhten dinlemesi veya ona arzetmesi artık söz konusu değildir. Bununla beraber, Şu'be, İbrahim el-Harbî, Ebû Nasr el-Vâ'üî, Ebu'ş-Şeyh el-Isbahânî gibi bazı hadîs imamlarıyle, fukahâdan el-Kâzî Huseyn, el-Mâverdî, Ebû Bekr el-Hucendî, icazet yolu ile alınan hadîslerin rivayetini tecviz et­memişler, bu yolla gelen hadîslerle amel etmenin caiz olmadığını ileri sür­müşlerdir. Yukarıda ismi geçen Şu'be, "eğer icazet caiz olsaydı, ilim talebi için yapılan seyahatler bâtıl olurdu" demiş; bazı fakîhler ise, "sana benden işitmediğin şeyin rivayeti için icazet verdim" demenin, "benim üzerime yalan söylemene izin verdim" manâsına geleceğini, halbuki şeriatın işi­tilmeyen şeyin rivayetini mubah karşılamadığını ileri sürmüşlerdir. Bazı ri­vayetlere göre bu görüşe sahip olanlar arasında eş-Şâfı'î, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve îbn Hazm bulunmaktadır.[719]

Bununla beraber çoğunluk, icazetin caiz olduğunu kabul etmiştir. Konu İle ilgili olarak ihtilâfları da zikreden el-Hatîb el-Bağdâdî şöyle demiştir: "İcazetle rivayet edilen hadîsler üzerinde ihtilâfa düştüler. Bazıları bunların sahih oldukları görüşüne bağlandılar; bazıları da reddettiler; fakat kabul edenler daha çoktur. Sonra bunları kabul edenler, ahkâma taalluk eden hadîslerle amel etmenin vücûbu üzerinde ihtilâfa düştüler. Zâhiriyye mez­hebine mensup olanlarla, müteahhırûndan Zâhiriyyeye tâbi olanlar, icâze yolu ile rivayet edilen hadîslerin, mursel olan ve meçhul kimselerden ri­vayet edilen hadîsler hükmünde olduğunu ileri sürerek bu hadîslerle amel etmenin caiz olmadığını söylediler. Fakat ulemânın çoğu, bunlarla amelin vâcib olduğu görüşündedir" [720]

İcazetin sıhhati üzerindeki görüş için, Hazreti Peygamberin nıağâzîsinden Abdullah İbn Cahş hadîsini asıl olarak göstermişlerdir. Ri­vayete göre Hazreti Peygamber, Abdullah İbn Cahş'ı bir işle görevlendirmiş, fakat ona nereye gideceğini ve ne yapacağını açıklamamış, sadece eline ka­palı bir yazı vererek "adamlarınla beraber yola çık; iki gün yürüdükten sonra yazıyı aç ve sana emrettiklerimi oku; sonra onları yerine getir. Adam­larından hiçbirini seninle beraber gitmesi için zorlama" demiştir. Abdullah, iki gün yürüdükten sonra yazıyı okumuş ve Nahle'ye giderek Kureyş ile il­gili haberler toplamak hususundaki Hazreti Peygamberin emrini öğ­renmiştir. Bunun üzerine adamlarına şöyle demiştir: "İçinizden şehîd olmak isteyen varsa benimle beraber gelsin; çünkü ben, Hazreti Peygamberin em­rini yerine getireceğim. Eğer benimle birlikte gitmek istemeyen varsa, geri dönsün; zira Hazreti Peygamber gitmeniz için sizi zorlamaktan beni menetti". Adamlarının hepsi de Abdullah'la beraber yola devam etmişlerdir'. [721]

Yukarıda özet olarak verdiğimiz bu hâdise, icazetin sahîh olduğuna delîl gösterilmek için zikredilmiştir.

îcâzetin sıhhati üzerindeki görüş ayrılığı yanında, bir de, genellikle kabul edilse bile, onunla amel etmenin gerekli olup olmadığı hususunda görüş ayrılıkları bulunduğunu yukarıda kaydetmiştik. İcazetle amel et­menin gerekli olduğu görüşüne sahip olanlar, bu konuda yine Hazreti Pey­gamberin bir hadîsine dayanırlar. Hazreti Peygamber, Berâ'e sûresini bir sahîfeye yazarak onu Ebû Bekr'e vermiş, ondan Alî îbn Ebî Tâlib almış, fakat birbirlerine okumamışlardır. Sonra da aynı sûre, Mekke'ye va­rıldığında halka aynı sahîfeden okunmuştur. Bu da bir icazet şeklidir ve hükmün sübût buluşunda icazet, semâ mertebesinde olmuştur. [722]

Burada şu hususa da işaret etmek gerekir ki, icazet, umumiyetle kabul edilmiş olmakla beraber, bu metoda kolay ve meşakkatsiz hadîs alma yolu olarak bakılmamıştır. Meselâ yukarıda icazeti kabul edenler arasında is­mini zikrettiğimiz Mâlik İbn Enes'e âlimin "şu, benim kitabımdır; onu al ve içindekileri   benden   rivayet   et"   demesini   nasıl  karşılıyorsun,   denildiği zaman, Mâlik şu cevabı vermiştir: "Bunu caiz görmüyorum. Bazıları böyle yapıyorlar; fakat ben hoşlanmıyorum. Bunlar az zamanda pek çok hadîs yüklenmek istiyorlar". [723] Bundan anlaşılıyor ki, verilecek icazet, ehil ol­mayan, bu yolda meşakkate katlanmak ve hizmet etmek istemeyen kimseler İçin değildir. Bu sebepledir ki Mâlik İbn Enes, bu vasfa sahip olan bir kim­seye icazet vermekten çekindiği zaman "biri kiliseye hizmet etmek değil, kıssîs olmak sevdasında" der; ve mesel olarak zikrettiği bu sözlerle, o şah­sın,  icazete  dayanarak hadîs  öğrenmek yorgunluğuna ve  seyahat me­şakkatine katlannıaksızm, ülkesinin fakîhi ve şehrinin muhaddisi olmak he­vesinde bulunduğunu açıklamak ister'. [724] Bununla beraber bazı haberlerden Öğrendiğimize göre, icazet, çok defa hadîs alma İşini kolaylaştırmış ve bu maksatla yapılan seyahatları azaltmıştır. Sufyân îbn Uyeyne anlatır: İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin yanında idim. Elinde üç kırtasla îbn Cureyc geldi. Kır-taslarm içinde ve dışında hadîsler vardı. Ez-Zuhrî'ye "bunu senden rivayet edeyim mi?" dedi. O da "evet" diye cevap verdi. Bunlardan hangisine hayret edeceğimi bilemedim. Birisi "bunu senden rivayet edeyim mi?" diyor, diğeri de "evet" diye cevap veriyor'. [725]

El-Hatîb, Sufyân İbn Uyeyne'nin hayretinin, ez-Zuhrî'nin kırtasta yazıh olan hadîslerin kendi hadîsleri olup olmadığına bakmamasından ve Ibn Cureyc'in de bu hadîslerin rivayeti için icazet talebinde bulunmasından ileri geldiğini söyler. Bununla beraber, durumu açıklamak maksadıyle ileri sür­düğü ihtimal de akla yakındır: "Herhalde ez-Zuhrî kırtastaki hadîsleri bi­liyordu; belki de bunları bizzat kendisi yazmıştı. Bu sebeple bakmaya lüzum görmedi. Yahutta İbn Cureyc'in, kendisine âit olmayan hadîsler için icazet istemiyeceğini biliyordu". [726]

Buna benzer misalleri çoğaltmak mümkündür. Bundan çıkan netice şudur ki, icazet, bazı hadîsçilerin muhalefetine rağmen, çoğunluk tarafından bol bol kullanılmış ve hadîs imamları tarafından çeşitli şekillerde verilmiştir. İcazet nevileri de diyebileceğimiz bu şekilleri şöyle sıralayabiliriz:

1) İcâze Âmme: İcazetin, umûm vasfı ile, belirli olmayan kimselere ve­rilen bir şeklidir. Bu çeşit icazetlerde, icazeti veren kimse (müs-lümanlara icazet verdi), yahut (herkese icazet verdim) gibi ta­birler kullanır. Bu tabirlerde görüldüğü gibi, ortada icazetin verildiği belirli bir kimse yoktur; fakat "müslümanlara", "herkese", "zamanımın in­sanlarına" denilmek suretiyle umuma delâlet eden bir ifade kullanılmıştır.

İcazetin bu çeşidi, İbnu's-Salâh'm ifadesine göre, müteahhırûn ara­sında ve tabiatiyle icazeti bir asıl olarak kabul edenler tarafından söz ko­nusu edilmiş, ancak cevazı üzerinde görüş ayrılığı hâsıl olmuştur. İbnu's-Salâh'ın bu konudaki münâkaşaya iştirak ederek "eğer umûm ifade eden sözler yerine, ful ân beldenin ilim talebesine icazet verdim, gibi belirli bir hududa delâlet eden sözler kullanılmış olsaydı, kabule daha çok yakın olur­du" demesinden anlaşılıyor ki, o da icazetin daha önceki tabirlerle ve­rilmesine taraftar görünmemektedir [727]Nitekim cevaz verdiklerini kay­dettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve kendisine uyulan imamlardan hiçbirinin bu icazeti kullandığına dâir bir şey işitmediğini söylemiştir. İbnu's-Salâh'a göre icazet, zaten zayıf bir tahammül yoludur; belirli olmayan ve umum ifade eden tabirlerle bu zafiyet bir kat daha artmaktadır. [728] Bu­nunla beraber îbn Hacer, pek çok kimsenin icâze âmme ile rivayet et­tiklerini, hattâ bazı hafızların, rivayet edenlerin çokluğu dolayısıyle bunları harf sırasına göre tertip edip mu'cemler bile vücûda getirdiklerini söy[729]lemiştir. Yine İbn Hacer'e göre, her ne kadar müteahhırûn arasında icâze âmme muteber bir metod olarak görülse bile, semâ'm altında olduğu it­tifakla sabittir. Ancak bu çeşit icazetler, şüphesiz hadîsin mu'dal olarak ri­vayet edilmesinden hayırlıdır.[730]

2) İcâze Li-Gayri Mu'ayyenin bi-Vasfi'1-Umûm: İcazet çeşitlerinden biri olup, şeyhin umum vasfını taşıyan gayr-i muayyen kimselere icazet ver­mesi ve bu icazeti verirken (bütün müslümanlara icazet verdim), yahut (herkese icazet verdim), yahut»>?'(zamanıma yetişen kimselere icazet verdim) gibi tabirler kullanmasıdır. Bu icazet şekli üzerinde müteahhırûndan icazete cevaz verenler itirazı bazı görüşler ileri sürmüşler ve cevazında ihtilâf etmişlerdir. Bununla beraber umum vasfının hasra delâlet eden bazı ifadelerle takyîd edilmesi halinde böyle bir icazete cevaz verilebileceğini söyleyenler de olmuştur. Hafız Ebû Bekr el-Hatîb, bu icazete tam cevaz verenlerden olduğu gibi, Ebû Abdillah îbn Mende de ben­zeri bir ibareyle diyerek icazet vermiştir. Ebu't-Tayyib et-Taberî ise, icazet verildiği sırada mevcut olan bütün müslümanlara, En­dülüs şeyhlerinden Ebû Muhammed İbn Sa'îd, Kurtuba'ya gelen bütün ilim talebesine icazet vermiştir. Ancak bu haberleri veren İbnu's-Salâh, bu çeşit icazet hakkında kendi görüşünü de belirterek şöyle demiştir: Kendisine uyu­lan hiçbir imamın böyle bir icazeti ne kullandığını ve ne de bununla hadîs rivayet ettiğini ne gördük, ne de duyduk, icazet, aslında zayıf bir hadîs alma yoludur; bunu yaygınlaştırmakla zafiyeti daha da artar' [731]

3) İcâze Ii'1-Ma'dûm: İcazet çeşitlerinden biri olup, şeyhin ma'dûma, yâni mevcut olmayan kimseye icazet vermesidir. Bu çeşit icazet, özellikle müteahhırûnun üzerinde çok durduğu ve cevazı hususunda ihtilâf ettiği konulardan biridir. Şeyh bu icazeti verirken, o^ -^ji c^ ^J*' (fulân kimsenin doğacak çocuğuna icazet verdim) der ve henüz dünyada olmayan bir kim­seye icazet verir. Genellikle böyle bir icazet tecviz edilmemiş olmakla beraber, Hafız Ebû Bekr el-Hatîb bunu caiz görmüş, aynı zamanda Ebû Ya'lâ Îbnu'l-Ferrâ el-Hanbelî'nin ve Ebu'1-Fadl İbn Amrûs el-Mâlikî'nin buna cevaz verdiklerini zikretmiştir. Ebû Nasr İbnu's-Sabbâğ'dan nakledildiğine göre, ma'dûma icazeti caiz görenlerin başlıca delilleri, icazetin rivayette izin vermekten ibaret olduğuna inanmalarıdır. Oysa icazetin aslı, izinden zi­yade, hakkında icazet verilen şeyi ihbardır; yâni haber vermektir. Buna göre bir şeyi ma'dûma haber vermek mümkün olmadığı gibi, icazet de mümkün değildir. Hattâ icazetin izin olduğu bir an için kabul edilse bile, madûm için izin yine de sahih olmaz. [732]

Yukarıda da açıklandığı gibi ma'dûma, yâni mevcut olmayan kimseye icazet verilmesi genellikle caiz görülmemekle beraber, ma'dûmun mevcuda atfedilerek icazet verilmesi cevaza daha yakın addedilmiş, İmam eş-Şâfi'î, İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe ashabından bazıları bununla icazet vermislerdir. Ma'dûmu mevcuda atfederek icazet veren şeyh, meselâ şöyle di­yebilir: (fulâna ve onun doğacak çocuğuna icazet verdim). Mütekaddimûndan sayılan hadîsçi Ebû Bekr îbn Ebî Dâvûd es-Sicistânî, kendisinden icazet istenince böyle yapmış ve js yâ­ni "sana, senin evlâdına ve henüz doğmamış olanlara icazet verdim" de-miştir. [733]

Temyiz yaşma ulaşmamış küçük çocuklara verilen icazet de, bazı mu­halifleri bulunmasına rağmen caiz görülmüş, semâ'da aranan yaş haddine icazette itibar edilmemiştir. Muhalif olanlar ise, küçük çocuğun semâ'ı sahîh olmadığı gibi, kendisine icazet verilmesi de sahîh değildir, görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ebu't-Tayyib et-Taberî'ye bu görüş zikredildiği zaman da, "gaibe icazet vermek sahîhtir; fakat onun semâ'ı sahîh değildir." cevabını vermiştir. El-Hatîb el-Bağdâdî'ye göre bütün şeyhlerinin görüşü de budur; yâni küçük çocuğa icazet vermek caizdir. Çünkü icazetten murad, icazet ve­renin, kendisinden rivayeti, icazet verilen kimseye mubah görmesidir. İbâha ise, hem akıl sahipleri hem diğerleri için sahîhtir. Bundan da an­laşılmaktadır ki, temyiz yaşına ulaşmamış çocuğa icazeti caiz görenler, onu, bu yolla tahammül ettiğini temyiz yaşma ulaştıktan sonra edâ etmek üzere ehil görmektedirler. [734]

4) İcâze li'1-Mechûl Ev Bi'1-Mechûl: İcazet çeşitlerinden biri olup, şeyhin mechûl kimseler için, yahut meçhul şeylerin rivayeti için icazet ver­mesidir. Bu çeşit icazette şeyh, meselâ (Muhammed İbn Hâlid ed-Dımaşkî'ye icazet verdim) der; fakat bu icazeti verdiği sırada aynı isim ve nesebte başka kimselerde vardır ve şeyh, icazet verdiği Mu­hammed İbn Hâlid ed-Dımaşkî'nüı bunlardan hangisi olduğunu belirtmez. Böylece belli olmayan bir şahsa icazet vermiş olur.

Yahutta şeyh, (fulân kimseye Kitâbu's-Suııen'i benden rivayet etmesi için icazet verdim) der. Ancak o sırada şeyhin, muhtelif şeyhlerden rivayet ettiği muhtelif Sünen kitapları vardır ve kendisinden rivayet edilmesi için icazet verdiği Sünen kitabının bunlardan hangisi olduğunu belirtmez. Böylece şeyh, belli olmayan bir hadîs kitabının kendisinden rivayet edilmesi için icazet vermiş olur.

Meçhule veya meçhulün rivayeti için verilen böyle bir icazet, hadîsçiler tarafından bâtıl ve faydasız sayılmıştır. Bununla beraber şeyhin, şahıslarını bilmediği ve kimliklerim tanımadığı, fakat isimleri ve nesebleri belli olan kimselere icazet vermesi böyle görülmemiş ve yukarıdaki gibi bâtıl sa­yılmamıştır. Nitekim şeyhin, semâ meclislerinde huzuruna gelip de kendişinden hadîs dinleyen talibin şahsını bilmemesi ve onu tanımaması, semâ'ın bâtıl olmasını gerektirmez. Başka bir ifadeyle şeyh, kendisinden hadîs alan her talebeyi bilmek ve tanımak zorunda değildir. Bu itibarla şey­hin, isimleri ve nesebleri belli kimselere, isimlerini, neseblerini ve hattâ sa­yılarını bile bilmeksizin ve her biriyle ayrı ayrı tamşmaksızın icazet vermesi sahîhtir; sahîh sayılmak gerekir.

Şeyh, (fulân kimsenin istediği kimseye icazet verdim) dese, böyle bir icazet de, hem şarta bağlı, hem de icazet verilen kimsenin mechûl olması dolayısıyle sahîh görülmemiştir. Bu, kim olduğunu belli et­meden (bazı kimselere icazet verdim) denilerek verilen icazet gibidir; yâni meçhule verilen bir çeşit icazet..

Şeyhin, kendisinden hadîsini rivayet etmek isteyen kimseye icazet ver­mesi kabule daha yakındır; çünkü icazetten maksat, onunla hadîs ri­vayetini, kendisine icazet verilen kimsenin isteğine havale etmekten iba­rettir. Nitekim Ebu'1-Feth Muhammed İbnu'l-Huseyn el-Ezdî böyle bir icazet vermiş ve kitabına kendi yazısıyle şu ibareyi yazmıştır: 4 (Benden rivayet etmek isteyen herkese bunun rivayeti için icazet verdim). Eğer şeyh, (eğer benden rivayet etmek istersen, bunun rivayeti için sana icazet verdim) derse, bu daha kuvvetli olur; çünkü icazet verilen kimse mechûl değildir. [735]

5) İcâze Limu'ayyenin fî Gayri Mu'ayyenin: Şeyhin, muayyen ol­mayan mesmû'âtım, veya muayyen olmayan bir hadîs kitabını, rivayet et­mesi için muayyen bîr şahsa veya şahıslara icazet vermesidir. Bu çeşit icazette şeyh, (bütün mesmû'âtı-mı, yahut bütün merviyyâtımi rivayet etmen, yahut rivayet etmeniz için sana veya size icazet verdim) der.  Böyle bir icazetin sahîh sayılıp sa­yılmayacağı hususundaki ihtilâf daha çok ve daha kuvvetli olmakla beraber, muhaddis ve fakîhlerin çoğunluğu, bu icazetin cevazı ve bu icazetle rivayet edilen hadîslerle amel etmenin vücûbu üzerinde ittifak etmiştir. [736]

6) İcâze Limu'ayyenin fî Mu'ayyenin: tcâzet çeşitlerinden biri olup, şeyhin, muayyen mesmû'âtım, veya muayyen bir hadîs kitabını, rivayet et­mesi için muayyen bir şahsa veya şahıslara izin vermesidir. Şeyh, bu çeşit icazette, icazet verdiği talebesine   (fulân kitabı rivayet etmen için sana icazet verdim), yahut  »i*

ristimin içinde bulunan şeyleri rivayet etmen için sana icazet verdim) der. Îhnu's-Salâh'ın belirttiğine göre, bu çeşit icazet, munâveleden mücerred icazetin en yüksek şeklidir. [737]

7) İcâze Mâ Lem Yesma'hu'l-Mucîz Ev Lem Yetehammelhu Ba'du: Şeyh (mucîz)in, işitmediği, yahut henüz tahammül etmediği bir ki­tabı veya hadîsleri, ileride işittiği takdirde rivayet etmesi için birine veya bi­rilerine icazet vermesidir. Kâzî Iyâz, bu çeşit icazet hakkında, "meşâyih ara­sında buna karşı konuşan birini görmedim. Müteahhırûndan ve muasırlardan bazıları bunu yapıyorlardı" demiş, sonra da Kurtuba Kadısı Ebu'l-Velîd Yûnus İbn Muğîs'le ilgili şu hâdiseyi nakletmiştir: Bir gün birisi, Yûnus'a gelerek o güne kadar rivayet ettiği bütün hadîsleri ve o günden sonra bütün rivayet edeceklerini kendisinden rivayet etmek üzere icazet ister. Yûnus'un buna cevap vermemesi üzerine de, ona aşırı derecede kızar. Bunun üzerine Yûnus'un yanında bulunan Ebû Mervân Abdu'l-Melik İbn Ziyâde, adama dönerek şöyle der: "Ey fulân! Almadığı şeyi mi sana verecek? Bu imkânsız". Bunun üzerine Yûnus: "Benim cevabım da bu" diyerek gö­rüşünü açıklar.[738] Kâzî Iyâz, bu hâdiseyi naklettikten sonra sahîh olan gö­rüşün bu olduğunu belirtmiştir. Keza İbnu's-Salâh'a göre de sahîh görüş budur. Zira icazet, eğer ihbar hükmünde ise, elinde haberi olmayan kim­senin onu vermesi elbette mümkün değildir. [739]

İmam eş-Şâfî'î ashabından bazısı bu çeşit icazeti caiz görmüşse de, ço­ğunluk onun bâtıl olduğunda hemfikirdir. Buna göre herhangi bir kimse, bütün mesmû'âtını rivayet etmesi için kendisine icazet veren bir şeyhten bu yolla rivayet etmek istediği zaman, rivayet ettiği hadîslerin, icazetin ve­rildiği tarihten önce işitilen hadîslerden olduğuna dikkat etmek zorundadır. Aksi halde şeyhten icazetle rivayet ettiği hadîsler arasında, şeyhin icazet verdikten sonra tahammül ettiği hadîslerin de bulunması ihtimali ortaya çıkar ki, bu takdirde râvinin o şeyhten icazetle rivayeti bâtıl olur.

8) İcâze Mücerrede Ani'l-Munâvele: Kitap münâvelesi (yâni rivayet edilmesi istenen hadîs yazılı bir kitabın elden verilmesi) olmaksızın verilen icazet demektir ki, şeyhin, rivayet hususunda mücerred iznine delâlet eder. Bu izin, bazı kitap isimleri zikredilsin veya edilmesin, fulân kitabın veya bütün mesmû'âtın rivayetiyle ilgili bir beyandan ibarettir. Bunun karşıtı, münâvele ile beraber verilen bir icazet şekli olup, aşağıda da açıklanacağı üzere, şeyhin, icazetle birlikte rivayetine izin verdiği kitabı da râviye ver­mesidir.

Münâvelesiz icazetin çeşitli şekilleri vardır. Bunlar arasında en yüksek olanı, şeyhin, (fulân kitabın rivayeti için sana icazet ver­dim), yahut » (şu fihristimin ihtiva ettiği ki­tapların rivayeti için sana icazet verdim) diyerek, belirli kimse için belirli kitaplar hakkında verdiği icazettir. Genellikle icazeti kabul edenler, onun bu çeşidini de kabul etmişler, bazıları ise, bunun üzerinde hiçbir görüş ayrılığı bulunmadığım ileri sürmüşlerdir. [740]

Bu çeşit icazetin bir başka şekli, şeyhin, belirli kimseler için (sana işittiğim bütün hadîslerin rivayeti için icazet ver­dim) ve benzeri tabirlerle, ismini zikretmediği belirsiz kitaplarının rivayeti için icazet vermesidir. Bu çeşit icazet üzerinde, hadîsçiler ve fakîhler ara­sında daha çok görüş ayrılığı çıkmış olmakla beraber, çoğunluk tarafından tecvîz edilmiş ve bu yolla rivayet edilen hadîslerin ameli gerektirdiği söy-lenmiştir. [741]

Münâvelesiz icazetin üçüncü şekli icâze âmme' dir ve şeyhin, umum vasfiyle belli olmayan kimselere verdiği icazet olup İcâze Âmme bahsinde ayrıca açıklanmıştır.

Bir başka şekil, şeyhin (fulân kimseye Sünen kitabını benden rivayet etmesi için icazet verdim) diyerek belirli kim­seye meçhul olan bir kitabın rivayeti için izin vermesidir. Meçhul olan kitap, Kitabu's-Sunen'dir; zira şeyh, muhtelif kimselere âit Sünen kitaplarının râvisidir ve rivayetine icazet verdiği Sünen kitabının bunlardan hangisi ol­duğunu açıklamamıştır. Buna göre, meçhul olan bir şeyin rivayeti için icazet vermiştir.

Bazen de şeyh (Muhammed İbn Hâlid ed-Dımaşkî'ye fulân kitabı benden rivayet etmesi için icazet ver­dim) diyerek, belirli bir kitabın meçhul kimseler tarafından rivayet edil­mesine izin verir; çünkü Muhammed İbn Hâlid ed-Dımaşkî, şeyhin yaşadığı devirde aynı isimde başkalarının da bulunması dolayısıyle meçhuldür. Şeyh, bu isimdeki kimselerden hangisine icazet verdiğini açıklamamıştır. Daha önce de açıklandığı gibi, Îbnu's-Salâh'a göre bu türlü bir icazet fâsid ve fay­dasızdır.

Münâvelesiz icazetin beşinci şekli, henüz mevcut olmayan kimselere verilen icazettir. Şeyh, ya (fulân kimseye ve onun doğacak çocuğuna icazet verdim) diyerek henüz mevcut olmayanı mevcuda atıf yapar; yahut da atıf yapmaksızın icazeti yalnız mevcut olmayana tahsis eder (fulân kimsenin doğacak çocuğuna icazet verdim) der. Daha önce de açıklandığı gibi, ma'dûma, yâni mevcut olmayan kimseye icazet verilmesi genellikle caiz görülmemekle beraber, ma'dûmun mevcuda atfedilerek icazet verilmesi, cevaza yakın addedilmiştir. [742]

Münâvelesiz icazetin altıncı şekli, şeyhin, henüz işitmemiş veya ta­hammül etmemiş olduğu hadîslerin, bunları işittikten veya tahammül et­tikten sonra rivayet etmesi için birisine icazet vermesidir ki, el-Kâzî Iyâz'a göre bu kabîl icazet ne işitilmiş ne de görülmüştür. Bununla beraber mü­teahhırûndan bazı kimselerin böyle icazet verdikleri olmuştur. Doğru olanı, Kurtuba Kadısı Ebu'l-Velîd Yûnus îbn Muğîs'in, bu çeşit icazet isteyen bir kimseyi reddetmesi bazı kimselerin de icazet isteyene "henüz almamış ol­duğu şeyi sana nasıl versin" demeleridir.

Münâvelesiz icazetin yedinci şekli, şeyhin t (rivayeti için icazet aldığım şeyleri rivayet etmen için sana icazet verdim), veya (rivayeti için bana icazet verilen şeylerin rivayeti için sana icazet verdim) gibi sözler kullanarak mucâzâtmı, yâni icazetle almış olduğu şeyleri, yine icazetle başkasına vermesidir. Aşağıda icazet şe­killerinden biri olarak Îcâzetu'l-Mucâz bahsinde, üzerinde ayrıca durulacak olan bu icazet de, diğer çeşitleri gibi bazıları tarafından kabul görmüş, ba­zıları tarafından da reddedilmiştir.

9) İcâze Mukterine bi'1-Munâvele: Münâvele ile birlikte verilen bir icazet şeklidir ki, münâvelesiz icazete nazaran daha sıhhatli sayılmıştır. Şeyh, râviye    (bu kitabı benden rivayet etmen için sana icazet verdim) derken, kitabı da ona elden verir. Eğer râvi uzakta ise, ona yazılı hadîslerle birlikte bu hadîslerin rivayeti için biraz önce zik­rettiğimiz ibareye benzer icazet kaydını da ihtiva eden bir mektup gönderir. Hadîsçiler arasında münâvele ve mukâtebe adı altında verilen bu çeşit icazetler büyük şöhret kazanmıştır.

10) İcâzetu'l-Mucâz: İcazet çeşitlerinden biri olup, şeyhin, icazet yolu ile aldığı şeyleri^yâni mucâzâtmı, rivayet etmesi için birine icazet vermesi ve (mucâzâtımı rivayet etmen için sana icazet verdim), yahut (rivayeti için bana icazet verilen şeyleri rivayet etmen için sana icazet verdim) demesidir. Müteahhırûndan bazı kimseler bu çeşit icazeti caiz görmemişlerdir. Bunlardan Hafız Ebu'l-Berekât el-Enmâtî, bu konuda bir de cüz telîf etmiştir. Ona göre icazet, aslında zayıf bir ta­hammül yoludur; iki icazetin birleşmesiyle bu zafiyet daha da kuwetlenir. [743]Bununla beraber sahîh olan ve hadîsçiler arasında kabul gören görüş, bu çeşit icazetin caiz olduğudur. El-Hasan ed-Dârakutnî, Ebu'l-Abbâs Ahmed îbn  Muhammed  el-Kûfî,  Ebû Nu'aym  el-Isbahânî,  Ebu'1-Feth Nasr  el-Makdisî ve daha pek çok kimse bu görüşü benimsemişler, bazıları da bu görüş üzerinde ittifak hâsıl olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hattâ aralarında birbirini takip eden üçlü, dörtlü, beşli icazetlerle rivayet edenler bile vardır. Bunun manâsı, bir şeyhin, icazetle aldığını talebesine yine icazetle vermesi, o talebenin de kendi talebesine aynı şeyi rivayet etmesi için icazet ver­mesidir ki, böylece mucâz, yâni hakkında icazet verilen şey, nesiller boyu icazet yolu ile alınıp verilen bir haber haline gelmiş olur. [744]Çünkü icazet yolu ile rivayet eğer sahîh ise, râvinin bu yolla aldığını aynı yolla vermesi keza verdiği kimsenin de aldığı şekilde onu başkasına nakletmesi, aynı de­recede sahîh olmak gerekir. [745]

 

d) Münâvele

 

Şeyhin, hadîslerini ihtiva eden kitabını rivayet etmesi için elden ta­lebeye vermesi manâsına gelen münâvele, hadîs tahammül yollarından bi­ridir. Aslı, el-Buhârî'nin ta'lîkât arasında zikrettiği bir hadîse dayanır. Bu hadîse göre Hazreti Peygamber, bir sefer heyeti kumandanına yazılı bir emirname vererek "bunu fulân yere gelmeden açma" demiş, kumandan ancak o yere geldikten sonra açıp adamlarına okumuş ve Hazreti Peygambe­rin emirlerini duyurmuştur' [746]El-Buhârî, bu hadîse istinaden munâvelenin sıhhatine kail olmuş ve Hicaz ehlinin de bu hadîsi munâvelenin cevazına delil olarak ileri sürdüklerine işaret etmiştir. [747] Yine rivayet olunduğuna göre, Yezîd er-Rukâşî, Enes İbn Mâlik hakkında fazla hadîs rivayet ettiğini söyledikleri zaman, Enes'in mecâl [748]getirip önlerine attığını ve bunu biz­zat Hazreti Peygamberden yazarak ona arzettiğini nakleder.[749] Bu haber de, munâvelenin hadîs tahammülünde güvenilir bir metod olduğuna delâlet eder.

Munâvele, şeyhin, kitabım veya hadîs yazılı sahîfelerini talebeye elden vermesi manâsına geldiğine göre, verme işinin belirli bir gayeye yönelik ol­duğunu tahmin etmek güç değildir. Bu gaye de, kitaptaki hadîslerin talebe tarafından rivayet edilmesi hususunda şeyhte beliren arzu veya istektir. Buna göre, munâvelenin de, icazetin bir nev'i veya çeşidi olduğu anlaşılır. Ancak şeyh, kitabım talebeye verirken, bazen "bu kitaptaki hadîsleri ben­den rivayet et" der; bazen de hiçbir şey söylemeksizin sadece kitabım ver­mekle yetinir. Şeyhin icazetine delâlet eden bu iki hal gözönünde bu­lundurularak munâvele iki kısımda incelenmiştir.

1) Munâvele Makrûne bi'1-İcâze: Birincisi "icazete bağlı munâvele" diyebileceğimiz bir tahammül yolu olup, şeyhin, hadîslerini muhtevi ki­tabını, rivayet etmesini istediği bir talebesine vererek "bu, benim fulândan işittiğim hadîslerdir. Bunu al ve benden rivayet et"; yahut "bunu al, istinsah et", yahut "bunu al, istinsahet; mukabele de ettikten sonra bana geri ver; is­tinsah ettiklerini benden rivayet et" demesidir. Talebenin, şeyhinden hadîslerim bu yolla almasında, hem munâvele hem de icâze olmak üzere iki tahammül şekli birleştiği için buna icazete bağlı munâvele denilmiştir. Bu tahammül yolu, icazetin en yüksek derecesini teşkil ettiği gibi, Medîne'den ez-Zuhrî, Rabî'a, Yahya İbn Sa'îd el-Ensârî, Mâlik İbn Enes; Mekke'den Mucâhid, Ebu'z-Zubeyr, Kûfe'den Alkame İbn Kays, İbrahim en-Naha'î, eş-Şa'bî, Basra'dan Alî İbn Dâvûd, Katâde, Ebu'l-Âliye, Humeyd et-Tavîl, Mısır'dan Abdurrahman İbnu'l-Kâsım, Abdullah İbn Vehb ve daha birçok hadîsçi nazarında, diğer bir tahammül yolu olan semâ' ile aynı ayarda tu­tulmuştur. Hattâ es-Suyûtî'nin İbnu'l-Esîr'den naklettiğine göre, semâ'dan da üstün bir tahammül yoludur. Zira şeyhin icazeti yanında kitaba güven duygusu, semâ'da söyleyen ve dinleyene arız olması muhtemel vehim do-layısıyle daha kuwetlidir. [750]

Bununla beraber en-Nevevî'ye göre sahih olan görüş, bu çeşit munâvelenin semâ' ve kırâ'attan daha aşağı derecede olmasıdır. Sufyân es-Sevrî, el-Evzâ'î, Abdullah İbnu'l-Mubârek, Ebû Hanîfe, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanbel ve diğer bazı hadîsçiler bu görüştedirler. [751]

Şeyhin, râviye semâ'mı vermesinden ve rivayeti için icazetini bil­dirmesinden sonra kitabı talebede bırakması da icazete bağlı munâveleden sayılmıştır. Ancak talebe, tağyîre uğramadığından emîn olduğu bu kitabı, veya bu kitapla mukabele edilmiş mevsuk bir nüshayı elde ettiği takdirde ondan rivayet edebilir. Şu var ki bu munâvele, derece bakımından diğerinin altındadır.

2) Munâvele Mücerrede Ani'l-İcâze: İcazetten âri munâvele olup, şeyhin, talebeye hadîslerini ihtiva eden bir kitap vermesi, fakat bu kitaptaki hadîsleri rivayet etmesi için ona icazet verdiğini söylememesidir. Doğru olan ve hadîsçilerin çoğunluğu arasında tutulan görüşe göre, bu çeşit munâvele ile rivayet caiz değildir. Bununla beraber, bu rivayeti tecvîz eden bazı hadîsçilerin bulunduğu da görülmektedir. Bazı fakîh ve usûlcüler ta­rafından ayıplanan bu hadîsçilerin [752]görüşlerine göre, muhaddis, hadîslerini kendisinden rivayet etmek isteyen kimseye bir kitap verip "bunu okudum; içindekilere vâkıf oldum. Bunların hepsini, aynen kitapta olduğu gibi fulân kimse bana rivayet etti" dese, o kimse, kendisine rivayet için ister icazet verilsin ister verilmesin, bu hadîsleri rivayet edebilir. Çünkü maksat, o hadîslerin sahibi olan muhaddisin bunları işittiğini haber vermesidir. Bunlan işittiği anlaşılınca, onların rivayeti için kendisinden izin almaya gerek yoktur. Nasıl ki bir şahıs, diğer bir şahıstan hadîs işitir; sonra hadîsi rivayet eden şahıs diğerine "rivayet ettiğim bu hadîsi benden rivayet etmen için sana icazet vermiyorum" derse, bu, boş bir söz olur ve hadîsi rivayet eden ister icazet versin ister vermesin, işiten kimse bunu ondan rivayet eder. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır: Kitabının rivayeti için icazet verdiğini belirtmeyen muhaddisten o kitabı rivayet  (fulân kimse bana rivayet etti; ona da fulân kimse riva­yet etmiş) demek lâzımdır. Bundan ayrı olarak meselâ ... jMi fulân kimse bana rivayet etti; fulân dedi ki) gibi bir tabirin kullanılması doğru değildir; çünkü bu tabir, sözlerin işitilmiş olmasını gerektiren bir hikâye şeklidir. Halbuki o kimse bunları işitnıemiştir' [753]

 

 e)  Mukâtebe

 

Lügat yönünden "yazışma" manâsına gelen mukâtebe, hadîs ıstılahın­da, tahammül yollarından birine delâlet etmek üzere, şeyhin kendi mesmû'âtını veya hadîslerinden bazısını yakında veya uzakta olan bir kim­seye yazıp göndermesidir. Kitabe de denilen bu metodla, kendisine hadîs gönderilmiş olan şahıs, o hadîsleri şeyhten almış ve rivayet hakkına sahip olmuş sayılır.

Şeyhin, ister kendi hattı ile olsun, ister başkalarına yazdırmak suretiyle olsun, bir şahsa gönderdiği hadîsleri muhtevî mektup veya risale, bazen şeyhin, o hadîslerin rivayeti için icazet verdiğini belirten açık söz­lerini de ihtiva ettiği halde bazen de bunlardan mücerred olur; yâni hadîslerin rivayeti için izin verildiğine delâlet eden icazet lafızlarını ihtiva etmez.

İcazet lafızları, şeyhin, mektubun başına veya sonuna kaydettiği (sana yazdığım hadîsler için icazet verdim) ve buna benzer ibarelerden ibarettir. İcazet lafızlarını da ihtiva eden bu türlü rivayet şekli, sıhhat ve kuvvet yönünden icazete bağlı munâvele ile aynı derecededir.

İcazeti İhtiva etmeyen mukâtebe şekline gelince, başlarında el-Kâzî Ebu'l-Hasan el-Mâverdî, el-Âmidî ve Îbnu'l-Kattân olmak üzere bazı kim­seler, bu yolla alman hadîslerin rivayetini caiz görmemişlerdir. Bununla be­raber, Eyyûb es-Sahtiyânî, Mansûr, el-Leys İbn Sa'd, İbn Ebî Sebura gibi mütekaddimûn ve müteahhırûndan birçok kimse, Ebu'l-Muzaffer es-Sem'ânî, usûlcülerden er-Râzî bunu tecvîz etmişler ve kitaplarında bu çeşit rivayetlere yer vermişlerdir. Nitekim hadîs kitaplarını gözden geçirenler gibi ibarelerle rivayet edilmiş birçok hadîse rastlarlar ki, hepsi de bu kabildendir. Hadîsçiler arasında bu çeşit rivayetler mevsûl sayılmıştır. Hattâ es-Sem'ânî, böyle rivayetleri icazetten daha kuv­vetli addetmiş, es-Suyûtî ise, belki munâvelenin birçok çeşidinden de kuvvetli olduğunu söylemiştir. [754]

El-Hatîb'in el-Hasan İbn Abdirrahman tarikiyle bazı ilim erbabından naklettiğine göre, bir muhaddis, herhangi bir kimseye hadîslerini yazıp gön­derir ve bu hadîsleri fulân kimseden işittiğim de ayrıca tasrîh ederse, hadîsleri alan kimse, ya muhaddisin kendisine bunları yazdığını yakînen bilir, yahutta onun tarafından yazıldığında şüpheye düşer, Eğer şüpheli ise, bu hadîsleri rivayet etmesi caiz olmaz. Fakat onun tarafından yazıldığına yakînen inanırsa, o zaman, yazılı olarak gönderilen bu hadîslerle, bizzat muhaddisin ağzından işitilerek alınan hadîsler arasında hiçbir fark yoktur. Zira muhaddisin ister lafzen, ister yazılı olarak, hadîsleri fulân kimseden işittiğini bildirmesi rivayet yönünden birbirinin aynı olan şeylerdir''.[755]

Mukâtebe yolu ile alman hadîslerin rivayetinde, tahammül yolunun, yâni hadîsin kitabe yolu ile alındığının belirtilmesi ve meselâ yahutta gibi tabirler kullanılması en doğru yol olarak tavsiye edilmiştir. Ahmed İbn Mansûr'un ifadesine göre, rivayette dikkat ve titizlik gösterenlerin mezhebi budur; seleften bir cemaat dâima bu yolu tutmuşlardır''.[756] Meselâ el-Hatîb'in Hafs İbn Ömer tarikiyle naklettiği bir hadîsin isnadında bu husus açıkça görülür': [757]

Bununla beraber, el-Leys îbn Sa'd, Mansûr ve hadîs ulemâsından ba­zıları haddesenâ ve ahberanâ tabirlerinin mukâtebede kullanılmasını caiz görmüşler ve bu yolla aldıkları hadîslerin rivayetinde bu tabirleri kullanmışlardır. Meselâ Şu'be Îbnu'l-Haccâc, Mansûr'a "bana yazdığın hadîsleri tahdîs edeyim mi?" diye sorduğu zaman, "sana yazdığımda, ben onları tah-dîs etmiş olmuyor muyum?" cevabını vermiştir. Keza Eyyûb es-Sahtiyânî de Şu'be'nin buna benzer bir sualine aynı mukabelede bulunmuştur''.[758] Bunun gibi, el-Leys îbn Sa'd da Bukeyr îbn Abdillah İbni'l-Eşec'ten bir takım hadîsler rivayet etmiş ve her birinde haddesenî Bukeyr tabirini kul­

rivayet ettiği hadîsler, Bukeyr'in ona yazarak gönderdiği hadîslerdir''. [759]

Abdullah îbn Vehb'in ifadesine göre Yahya İbn Sa'îd, el-Leys îbn Sa'd'a bazı hadîsleri yazarak gönderir, el-Leysde bunları haddesenâ Yahya îbn Sa'îd diyerek rivayet ederdi. Keza Hişâm îbn Urve'nin yazdığı hadîslerin rivayetinde de haddesenî Hişâm tabirini kullanırdı''. [760]

Bütün bu haberler gösteriyor ki, bazı hadîsçiler, prensip itibariyle, mukâtebe yolu ile aldıkları hadîslerin rivayetinde, alış (tahammül) yolunun belirtilmesi bakımından ketebe üeyye fulânun gibi tabirlerin kullanılmasını zorunlu görürlerken, diğer bazıları, bir râvinin bir başka râviye hadîslerini yazarak göndermesiyle, iki râvinin biraraya gelerek birinin diğerine şifahî olarak hadîs rivayet etmesi arasında önemli bir fark olmadığı görüşünü taşımışlardır. Bu bakımdan hadîs kitaplarında görülen çeşitli rivayet ta­birlerinden, o tabirlerden biri ile rivayet edilen hadîsin hangi yolla alınmış olduğunu tesbît etmek güçleşmiştir. Şu var ki, prensiplerine sıkı sıkıya bağh olan bir hadîsçinin, kullandığı çeşitli tabirlerin hangi tahammül metoduna delâlet ettikleri tesbît edilebilmiş ise, o zaman bu güçlük ortadan kalk­mıştır. [761]

 

f) İ'lâm

 

î'lâm, lugatta "bildirmek" manâsındadır. Hadîs ıstılahında i'lâmu'ş-şeyh, şeyhin, sahip olduğu hadîsi veya hadîs kitabını râviye göstererek, bun­ların kendi semâ'ı olduğunu bildirmesi ve fakat rivayeti için icazet verdiğine dâir herhangi bir beyanda bulunmamasıdır. Başlarında İbn Cureyc, İbnu's-Sabbâğ eş-Şâfi'î, Ebu'l-Abbâs el-Velîd İbn Bekr gibi birçok hadîs, fıkıh ve usûl ehli ile Zâhiriyye'ye mensup kimseler, şeyhin, "bunlar, benim işittiğim hadîslerdir" diyerek icazet verdiğine dâir herhangi bir ifade kullanmamasını râvi için bir çeşit icazet telâkki etmişler ve râvinin bu hadîsleri rivayet ede­bileceğini ileri sürmüşlerdir. Hattâ Zâhiriyye'ye mensup bazı kimseler, şey­hin, "bunlar benim rivayetimdir" demesinden sonra, "bunları benden rivayet etme" sözünü ilâve etmesi halinde bile, râvinin o hadîsleri rivayet ede­bileceğini söylemişlerdir. El-Kâzî Iyâz'a göre de bu görüş doğrudur''. [762]Keza er-Râmahurmuzî, Zâhiriyye'ye mensup kimselerin görüşüne işaretle şöyle der: Şeyhin, hadîslerinin rivayeti için râviye icazet vermesi veya vermemesi arasında hiçbir fark yoktur; çünkü burada önemli olan, muhbirin (şeyhin), rivayet ettiği hadîsleri kendi şeyhinden işittiğini ikrarı ve râviye bunu ih­barı (haber vermesi)dir. Râvinin, bu İkrarı işittikten sonra hadîslerin ri­vayeti için şeyhten izin alması gerekmez. Nitekim bir râvi, bir şeyhten hadîs işittikten sonra bu şeyh râviye "bu hadîsi benden rivayet etmen için sana

icazet vermiyorum" dese, bu sözün hiçbir değeri yoktur; şeyh, icazet verse de vermese de râvi bu hadîsi rivayet edebilir. Keza şeyhin işittiği veya arzettiği hadîsleri râviye haber vermesi halinde, râvinin onları rivayet etmesi için ay­rıca   izne ihtiyacı yoktur; hattâ şeyh "bunları benden rivayet etme" dese.[763]

Bununla beraber bazı hadîsçüer, şeyhin "bunları benden rivayet etme" demesi halinde, râvinin bu hadîsleri rivayet etmesine cevaz vermemişlerdir. Gerek İbnu's-Salâh ve gerekse ona uyan en-Nevevî bu görüşü benimsemişlerdir. El-Gazâlî de "şeyhin bu hadîsleri işitmiş olmasına rağmen, kendisince bilmen bazı sebepler dolayısıyle rivayetine izin vermemiş ola­bileceğini" ileri sürerek bu görüşü müdafa etmiştir. [764]İşte bütün bu açıklamalar, i'lâmu'ş-şeyh'in de, semâ', arz - kırâ'a ve icâze gibi hadîs tahammül yollarından biri olduğunu ortaya koymaktadır. [765]

 

g)  Vasıyye

 

Şeyhin, rivayet ettiği bir kitabı, ölümünden veya seyahata çıkmazdan Önce birisine vasıyyet etmesi manâsında kullanılan bu tabir, hadîs ta­hammül yollarından birine delâlet eder. Muhammed İbn Şîrîn ve Ebû Kılâbe gibi seleften bazı imamlar, vasıyye yolu ile alınan hadîslerin ri­vayetini tecvîz etmişler; el-Kâzî Iyâz da, kitabın verilmesinin, iznin bir çe­şidi, arz ve munâvelenin bir benzeri olduğunu söylemiş, hattâ i'lâma yakın bir tahammül şekli olduğunu ileri sürmüştür''. [766] İbnu's-Salâh ise, bu görüşe itiraz ederek, vasıyyetin i'lâm ve munâveleye benzetilmesinin doğru ol­madığını söylemiş, [767] diğer bazıları da, vasıyyeti, bir başka tahammül yolu olan vicâde'ye tercîh etmişlerdir. [768]

Ebû Kılâbe (Ö. 104), kitaplarım Eyyûb es-Sahtiyânî (Ö. 131)'ye va­sıyyet etmiştir. Ancak Eyyûb, bu kitapları rivayet edip etmemek hususunda Muhammed İbn Sîrîn'in görüşünü sormuş, o da önce "evet" demiş, sonra da "sana ne rivayet et derim, ne de etme derim" diyerek onu muhayyer bı­rakmıştır. Bununla beraber Eyyûb'un bu kitapları Ebû Kılâbe'den daha önce işittiği, fakat hıfzetmediği için rivayeti hususunda Muhammed İbn Sîrîn'in görüşünü sorduğu da söylenmiştir. Bu haberleri nakleden El-Hatîb el-Bağdâdî ise, vasıyyet hakkındaki görüşünü açıklamış ve şöyle demiştir: "Bir âlimin kitaplarım bir adama vasıyyet etmesi ile, âlimin ölümünden sonra, o adamın, onun kitaplarını satın alması arasında hiçbir fark yoktur.

Bu sebeple adamın o kitaplardan rivayet etmesi arasında hiçbir fark yoktur. Bu sebeple adamın o kitaplardan rivayet etmesi, ancak vicâde yolu ile caiz olabilir. İdrak ettiğimiz bütün ilim ehli bu görüştedir"! [769]

 

h) Vİcâde

 

Hadîs tahammül yollarından birisi olan vicâde, "bulmak" manâsında sonradan üretilmiş bir masdar olup, ıstılahta, bulunan, ele geçirilen bir sahîfe veya kitaptan, semâ, icazet ve munâvele olmaksızın hadîs alıp rivayet

etmektir.

Sahîfe veya kitabı ele geçiren kimse, onu yazan kimsenin muasırı olsun veya olmasın, eğer o kitaptaki hadîsleri rivayet ederse, vicâde yolu ile ri­vayet etmiş olur. Bu sebeple rivayetinde vecedtu yahut S^ -k*« &îj* (fulamn yazısı ile buldum, yahut okudum) tabirini kullanır. Ahmed İbn Hanbel'in Musned'inde bu tarzda rivayet edilmiş hadîslere çok rastlanır. Oğlu Ab­dullah, Musned'i babasından işitmiş olmakla beraber, işitmediği ve fakat kitapları arasında bulduğu bazı hadîsleri de Musned'e almış ve bunları nak­lederken babamın kitabında kendi el yazısı ile bul­dum) tabirini kullanmıştır.

Bu yolla alınan hadîslerin böyle bir tabirle rivayet edilmesi, râvi ile şeyhi (veya kitap sahibi) arasında inkıta hükmünün verilmesini ko­laylaştırır; bununla beraber ittisale de delâlet edebilir. Fakat önemli olan, hadîsin hangi yolla alındığının bilinmesidir.

Bazıları, vicâde yolu ile aldıkları hadîslerin rivayetinde $te c^ yahut jtjy Jli sığalarını kullanmışlardır ki, bu, İbnu's-Salâh'm da işaret ettiği  [770]çirkin bir tedlîs şeklidir. Çünkü bazen râvinin şeyhten semâ'ma da delâlet eder ve eğer ele geçirdiği kitaptan vicâde ile rivayet eden râvi, kitap sahibi şeyhin muasırı ise ve hattâ ona mülâki olduğu bi­linirse, onun ı>* veya Jli   ile rivayeti tedlîsten başka bir şey değildir.

Eğer râvinin elde ettiği kitap, şeyhin kendi el yazısı değilse, bu tak­dirde    gibi tabirler kullanır.

Vicâde ile rivayet edilen hadîslerle amel edilip edilmemesi meselesine gelince, Mâlik ve diğer birçok hadîsçinin bu çeşit hadîslerle amel etmeyi tecvîz etmedikleri, buna mukabil eş-Şâfi'î ve ashabının buna cevaz ver­dikleri görülür. Hattâ fıkıh usûlündeki bazı ashabı, kitaba güven hâsıl olun­ca, bu hadîslerle amelin vâcib olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnu's-Salâh da, "eğer bunlarla amel edilmeyecek olursa, menkûl ile amel kapısını kapatmak gerekir" sözü ile bu görüşe katılmıştır. [771]

 

VII. BÖLÜM

 

HADÎSLERİN TOPLANMASI VE YAZILMASI

 

A. KİTÂBETU'L-HADÎS

 

 1. Hadîsin İslâm Dinindeki Yeri

 

İslâm Dîninin inkişâfında ve onun kısa bir zaman içerisinde bütün Arap ülkesinde yayılmasında hadîs ve sünnetin büyük rolü olmuştur. Bilindiği gibi ilk islâm Devleti, müslümanların 622 senesinde Mekke'den hicretinden sonra Medîne'de kurulmuştur; fakat bu devlet, ilk kurulduğu sıralarda Medine'nin ancak bir kısmına sahipti; diğer ve daha büyük kısımlarında müşrik Araplar ve yahudîler yaşıyordu. Kur'ân, Medine'de yeni bir devletin temelini atarken, bu Araplarda, hâlâ câhiliye devrinin bedevî Örf ve âdetleri hüküm sürüyordu. Bunların bir hükümetleri, herhangi bir kazâ'î mercileri yoktu; aşiretler halinde yaşadıkları ve bu aşiretler de zamanla kabilelerden ayrıldığı için, aralarında ekseriya bir kan bağı ve ailevî bir karabet bulunuyordu.

Mekke'de Islâmiyetin doğuşu ve Medîne'de yeni bir İslâm Devletinin kuruluşu, o zamana kadar bedevî hayatı yaşayan ve sonra müslüman olan kabileleri yeni bir hayat sistemine bağladı. Bir taraftan evlenme (izdivaç), boşanma (talâk), alımsatım (beyi1), öldürme (kati), hırsızlık (sirkat) ve daha birçok meselede İslâm toplumunun harekât hattı çizilirken, diğer taraftan, Mekke'de kısaca temas edilmiş olan itikad ve amele âit dînî meseleler yeniden ele alınmış ve kesinleştirilmiştir.

Müslümanlar, bu yeni sisteme kendilerini çabuk ahştırmışlardır. Bu intibak, kısa bir zaman içerisinde o kadar süratli olmuştur ki,bugün dahî buna hayret etmemek mümkün değildir. Maamafih bunun sebebim, İslâmiyetin, o günün insanına aşıladığı ruh ile, o insanın bu Dîne olan bağ­lılığında ve bu bağlılığın samimiyetinde aramak gerekir. Çünkü bir kız çocuk dünyaya getirmenin, yüz karası telâkki edildiği, meşru aile bağlarının koparılıp atıldığı, içki, kumar ve faizin, bütün ferdlerin benliklerini kemirip bitirdiği bir cemiyetin, bu kadar ânî bir dönüş yaparak çok kısa bir zaman içerisinde  ülkeler  fethedecek  derecede  benlik  kazanmasını  izah  edecek

başka sebepler bulmak imkânı yoktur. Yeni kurulan bu Devletin hudutları, kısa bir zamanda, bir taraftan Şimalî Afrika'yı atlayıp Endülüs'e, diğer ta­raftan Ceyhun ve Mâverâ'un-nehr'e; yine bir taraftan Bombay ve Deybü'e, diğer taraftan Ermeniye ve daha ilerisine kadar uzanmıştı. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde, onlara böyle bir fetih imkânı hazırlayan kuvvet başka ne olabilirdi? Rumlar ve Fürsler gibi harp sanatını bilmiyorlardı; yine onlar gibi çeşitli silâhlara ve büyük ordulara sahip de değillerdi. Bildikleri belki tek şey, göçebe halinde yaşarlarken, biribirlerine baskınlar yapmak, bi-ribirlerinin hayvanlarım çalmaktı; kısacası âdî yağmacılıktı. Eğer bunlar, câhiliye Araplarının bir nevî san'atı sayılabilirse, elbette ki böyle bir sanatla ülkeler fethetmek mümkün değildi.

Bütün bunlar bir yana, müslümanları fetihlere sevkeden, onları mu­vaffak kılan bir îman vardı ve bu îman iki kaynaktan fışkırıyordu: Kitap ve Sünnet.

Bilindiği gibi Kitap, Allah tarafından Hazreti Peygambere inzal buy-rulan ve İslâmiyetin bütün esaslarını içerisinde toplayan Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sünnet ise, daha önce de açıkladığımız gibi, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirleridir.

Sahabe, Hazreti Peygamber devrinde, İslâm Dînine taalluk eden me­seleleri, Kur'ân-ı Kerîm'den Hazreti Peygamber vâsıtasıyle alıyordu. Nazil olan âyetler, çok defa mücmeldi; müslümanlar onları anlamakta güçlük çe­kiyor ve Hazreti Peygambere başvurarak bu âyetlerin kendilerine açık­lanmasını, ifade etmek istediği manânın iyice ortaya konmasını istiyorlardı. Meselâ Kur'ân, namazın muayyen vakitlerde mü'minler üzerine yazılmış bir farz olduğunu bildirmiş,[772] sık sık da müslümanlara namaz kılmalarını em­retmiştir. Sahabe, her ne kadar bu emirlerin zahirî manâlarını anlamış ise de, namazın nasıl kılınması gerektiğini, hangi vakitlerde ve kaç rik'at kılınacağını öğrenmek için Hazreti Peygambere başvurmuşlardır. Hazreti Peygamber de, farz olarak kılman namaz vakitlerinin beş adet, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının dörder, akşam namazının üç,sabah namazının da iki rik'at olduğunu açıklamış, nasıl namaz kılınması gerektiği hususunda ise, arkasında cemaatla namaz kılan müslümanlara, "benim kıldığım gibi kı-lmiz"[773] demişti. El-Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadîse göre, Allah'ın Rasûlü ise, Cebrâ'îl (a.s.)'in arkasında namaz kılmak suretiyle namazın âdâb ve erkânını ondan öğrenmiştir. [774]

Kur'ân-ı   Kerîm,   "Ey  îman  edenler!  Cuma günü  namaz  için  seslenüdiğinde, alışverişi bırakarak Allah'ın zikrine koşun" [775] âyetiyle Cum'a namazını müslümanlara farz kılmış, fakat bu namazın nasıl kılınması gerektiğini açıklamamıştır. Hazreti Peygamber ise, Cum'a namazının iki rik'at kılınacağını ve bir de hutbe îrad edileceğini müslümanlara beyan etmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm, müteaddit defalar, müslümanlarm zekât vermeleri ge­rektiğini büdirmiş,[776] fakat müslümanlar, hangi mallardan ne miktar ver­meleri gerektiğini Öğrenmek için Hazreti Peygambere başvurmuşlardır. O da, emvalin bazısından zekât alınacağını, diğer bazısı için ise, zekât vermek gerekmediğini açıklamıştır. Meselâ mâşiye tabir edilen deve, koyun ve inek gibi bazı hayvanlardan zekât alındığı halde, yine aynı sınıfa giren at, eşek ve katır gibi hayvanlardan zekât alınmamıştır.[777]

Kur'ân~ı Kerîm, kudreti olanlar için haccı farz kılmış. [778]Hazreti Pey­gamber ise, hacc vaktini, hacc kıyafetini, tavafı, Arefe ve Muzdelife'deki hacc ile ilgili amelleri açıklamış ve müslümanlara, bu açıkladığı şekillerde hacc farizalarını îfa etmelerini bildirmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'den buna benzer daha birçok misal zikredilebilir; fakat yukarıda işaret etmiş olduğumuz bazı âyetlerle Hazreti Peygamberin bu âyetleri açıklaması, konunun anlaşılması için yeterlidir.

Hazreti Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'de mücmel olarak zikredilen bu âyetleri, yine ilâhî emirle müslümanlara açıklamış ve açıklanan şekilde on­ların amel etmelerini istemiştir: "Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik"  [779]Yine ilâhî emir, onun, insanların ihtilâf etmiş oldukları şeyleri açıklamak için ve mü'minlere de hidayet ve rahmet olarak indirildiğini beyan etmiştir: "Biz sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve inanan kimselere hi­dayet ve rahmet olmak üzere indirdik". [780]

Kur'ân-ı Kerîm, Hazreti Peygamberi, kendisine indirilen âyetleri müs­lümanlara teblîğ ve tebyîn etmekle görevlendirdiği gibi, müslümanlara da ona uymayı ve onun gösterdiği yoldan yürümeyi emretmiştir: "...Peygamber size neyi verirse onu alın; neden sizi nehyederse, ondan da sakının..." '; [781] Çünkü o, "...Onlara iyiliği emreder, onları kötülükten nehyeder; onlara iyi ve temiz olan şeyleri helâl, kötü ve pis olan şeyleri de haram kılar.  Üzerlerindeki ağırlıklarını ve zincirleri onlardan kaldırıp atar..." [782] Bir âyet-i kerîmede de müslümanlara, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyi daha açık bir şekilde emretmiştir: "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin"  [783]"Zira kim Rasûle itaat ederse, Allah 'a itaat etmiş olur..." . [784]

Yukarıdan beri zikredilen bütün bu âyetler, sahabenin, çeşitli müş-killerinde Hazreti Peygambere başvurmaları gerektiğini açık bir şekilde gös­termektedir. Onun, gerek bu müşkillerin hallinde ve gerekse sahabenin, iza­hına ihtiyaç duyduğu birçok âyetin tefsirinde ileri sürmüş olduğu fikir ve beyanlar, daha önce tarifini verdiğimiz sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücût bulmasına vesile olmuştur. Eğer biz, burada geçen sünnet kelimesini, hadîsçilerin kullanmış oldukları ıstılah manâsına alacak olursak - ki bu, umumî manâsıyle hadîstir - Hazreti Peygamber henüz hayatta iken, sa­habenin, dînî müşkillerinin anahtarı olarak geniş bir hadîs külliyatına sahip oldukları anlaşılır. [785]

 

2. İlk Yazılı Hadîsler

 

Sahabîler arasında hadîs ve sünnetin değeri çok çabuk anlaşılmıştır. Ashab, Hazreti Peygamberden duymuş oldukları herhangi bir sözü veya gör­müş oldukları herhangi bir fiili, kendi aralarında dâima müzakere etmişler ve günlük hayatlarını, bu söz ve fiilin ifade ettiği manâya uydurmaya ça­lışmışlardır. Onların, sünnet ve hadîse karşı gösterdikleri bu yakın ilgi, Kur'ân-ı Kerîm'in yanında, İslâm'ın en Önemli kaynağı ile ilgili geniş bir kül­liyatın vücût bulmasında en büyük âmil olmuştur.

Hazreti Peygamber henüz hayatta iken teşekkül etmeye başlayan bu külliyatın, ilk sahabîlerin elinde yazılı olarak bulunmadığı ve fakat hafızalarda tutulduğu bir gerçektir. Maamafih, şunu hemen kaydetmek ge­rekir ki, Hazreti Peygamberden işitilen herhangi bir hadîsi, herhangi bir kimseden işitilen bir sözle kıyaslamamak veya karşılaştırmamak îcab eder. Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, hadîs ve sünnet, Kur'ân-ı Kerîm'in emir ve tavsiyeleri neticesi, ilk müslümanlar arasında en yüksek mertebeye ulaşmış ve onları, aralarında müzakere ve münakaşa etmek suretiyle hafızalarına yerleştirmişlerdir. Hazreti Peygamberden hadîs dinlemek ve öğrenmek için onlarda bir nevi hırs, derin bir iştiyak belirmiştir. El-Buhârî tarafından da nakledilen bir Ebû Hureyre hadîsinde, hadîse karşı duyulan bu hırsın açık misalini görebiliriz: Ebû Hureyre, kıyamet günü Hazreti Peygamberin şefaatine nail olacak kimseler hakkında ona bir sual sorduğu zaman, Hazreti Peygamber: "Diğerlerine ııisbetle hadîse karşı daha fazla hırsın olduğunu bildiğim için, bu konuda bana ilk sual soracak olan kim­senin sen olacağını tahmin ediyordum." cevabını alnuştır [786]Bizzat Hazreti Peygamber tarafından müşahede edilen bu hadîs tutkusu, belki bütün sahabîlerde vardı; fakat Ebû Hureyre'de daha fazla idi. Bununla beraber, Ebû Hureyre'nin Abdullah İbn Amr hakkındaki şu itirafım da burada zik­retmek gerekmektedir; zira bu itiraf, hadîs toplamak hususunda ken­disinden daha hırslı kimselerin bulunduğunu ortaya koyması bakımından önemlidir. Bu itirafında Ebû Hureyre, Abdullah İbn Arnr'in kendisinden daha fazla hadîs bildiğini, zira onun, hadîslerini yazdığını, kendisinin ise yazmadığını açıklamıştır''. [787]

 

3. Arap Yazısı, İlk Müslümanlar Arasında Yazı Bilgisi

 

Sahabîlerin Hazreti Peygamberden işitmiş oldukları hadîsler, uzun süre hafızalarda gizli kalmış değildir. Hazreti Peygamber henüz hayatta iken, yukarıda ismi geçen Abdullah îbn Amr gibi yazı bilen ve Hazreti Pey­gamberin vefatından sonra yazı yazmasını öğrenmiş olan pek çok sahabî, ondan işitmiş oldukları hadîsleri yazmışlar ve sahîfelerde toplamışlardır. Burada şunu hemen zikretmek gerekir ki, îslâmiyetin ilk günlerinde yazı bilen sahabî adedi çok azdı. El-Belâzurfnin rivayetine göre, bu sıralarda, Kureyş'ten ancak onyedi kişi yazı biliyordu. Bunlar: Ömer İbnu'l-Hattâb, Alî îbn Ebî Tâlib, Osman îbn Affân, Ebû Ubeyde Îbnu'l-Cerrâh, Talha, Yezîd îbn Ebî Sufyân, Ebû Huzeyfe İbn Utbe İbn Rabî'a, Hâtıb İbn Amr, Ebû Se­leme İbn Abdi'1-Esed el-Mahzûmî, Ebân İbn Sa'îd İbni'1-Âs İbn Umeyye, Hâlid İbn Sa'îd, îbn Ebî Şerh el-Âmirî, Huvaytıb îbn Abdi'1-Uzzâ el-Âmirî, Ebû Sufyân ibn Harb, Mu'âviye İbn Ebî Sufyân, Cuheym Îbnu's-Salt ve el-Alâ' Îbnu'l-Hadramî idiler'. [788] Kadınlar arasında da sadece üç dört kişi yazı biliyordu; Hazreti Peygamberin zevcelerinden Âişe ve Ummu Seleme, ya-zamamakla beraber yazıyı okuyorlardı' [789]Hazreti Peygamber de yazı bil­meyenler arasında idi. Kur'ân-ı Kerîm, bu hususa şehadet eder ve der ki: (Ey Muhammedi) Kur'ân'dan önce sen, herhangi bir yazı okumuş değildin; onu elinle de yazmamıştın. Aksi halde o iptalciler şüpheye düşerlerdi"  [790]Yâni sen, okuyup yazma bilse idin, İslâm'a düşman olanlar, Kur'ân'ı ya­lanlamak için, onun Allah kelâmı olmadığını ileri sürebilmek için, senin, daha önce gönderilen kitapları, Tevrat'ı ve İncil'i okuyup onlardan nakiller yapmak suretiyle bu Kitab'ı yazdığını iddiaya kalkışırlardı. Halbuki şimdi böyle bir iddiada bulunmalarına imkân yoktur; çünkü senin okuyup yazma bilmediğini onlar da gayet iyi bilmektedirler.

Arapların yazıya karşı bu derece yabancı olmaları, buna mukabil, ara­larında, birbirilerine nakledecek bol ahbâra sahip bulunmaları, onlarda, bu ahbârm bekası ve müteakip nesillere nakledilebilmesi için yazı sanatı ya­nında hafızanın, bugünün insanlarını bile hayrete düşürecek derecede inkişâf etmesine vesile olmuştur. Bilhassa biyografik eserlerde, bu kavmin hafıza kaabiliyetini ortaya koyan pek çok misal görmek mümkündür. Meselâ İbn Abbâs, Mescid-i Harâm'da hiç işitmediği bir kasideyi bir defa dinlediği zaman onu hemen hıfzetmiş ve orada bulunanlara hatâ yap­maksızın tekrar etmişti. Keza meşhur Katâde, kendisine Câbir İbn Ab-dillah'm hadîslerini ihtiva eden bir sahîfe okunduğu zaman onu hemen hıf-zetmişti. [791]

Tâbi'ûn devrinde ve daha sonraki devirlerde, yazının inkişâf etmesine ve okuma yazma bilenlerin çoğalmasına rağmen, bazı meşhur hadîs imam­larının, hadîs yazan ve fakat yazdıkları hadîsleri hıfzetmeyen kimseleri zayıf addetmelerini de, yine kitabet sanatının henüz inkişâf etmemiş de­virlerde hafızaya gösterilen yüksek itimadın devamından başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.

Hazreti Peygamber, İslâm Dînini Kur'ân-ı Kerîm'in ilk ikra' (= oku) ilâhî emri ile tebliğ etmeye başlamıştır. Bu emir, İslâmiyetin okumaya ver­diği önemi göstermeye kâfidir. Bu emirle birlikte, kitabet sanatının inkişafı üzerinde büyük bir hassasiyetle durulmuştur. Çünkü yazının, vahyin mu­hafazasında ve risaletin şâir kabile ve devlet reislerine tebliğinde çok büyük rolü vardı. Bu sebeple Hazreti Peygamber, müslümanların en kısa zamanda okuma yazma öğrenmelerini istemiş ve bunu mümkün kılacak her fırsattan faydalanma çareleri aramıştır. Hicretin ikinci yılında Bedir savaşı vu-kubulmuş ve müslümanların eline çok sayıda müşrik esir düşmüştü. Bu esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılmaları taleb ediliyordu. Hazreti Pey­gamber bu fırsatı kaçırmadı ve yazı bilen her bir müşriğin on müslüman ço­cuğuna okuma yazma öğretmek şartıyle serbest bırakılacağını bildirdi. Bu fidye şeklinin tatbikatı hakkında kaynaklarda herhangi bir kayda rast­lanmaz; fakat herhalde bu şart yerine getirilmiş ve birçok müslüman çocuğu okuma yazma öğrenmiş olacaktır.

Hazreti Peygamber, Kur'ân âyetlerinin tedvininde ve henüz İslâm'a girmemiş olan kabile ve devlet reislerinin yeni dîne davet edilmesinde dâima yazıya başvuruyordu. Bu iş için ashabtan yazı bilenleri gö­revlendirmişti. Kur'ân'dan bir âyet nazil oldukça, kâtiplerinden birini ça-ğırır ve nazil olan âyeti âit olduğu sûreye yazdırırdı. Yine el-Belâzurî'nin ri­vayetine göre Ubeyy İbn Ka'b el-Ensârî ile, Abdullah İbn Sa'd İbn Ebî Şerh (sonradan irtidad etmiştir) Hazreti Peygamberin ilk vahiy kâtiplerinden idi­ler. Ubeyy bulunmadığı zamanlarda Hazreti Peygamber Zeyd îbn Sâbit'i ça­ğırır ve ona yazdırırdı.[792] Bunlar, aynı zamanda İbranice de yazıyorlardı. Zeyd İbn Sâbit'ten gelen bir habere göre Hazreti Peygamber, ona yahudî ya­zısını öğrenmesini emretmiş ve "yazdıracağım bir yazı için yahudiye itimad edemiyorum" demişti. [793]Bundan sonra Zeyd İbn Sabit on beş gün içerisinde yahudi yazısını öğrenmiş ve Hazreti Peygamberin yahudilere göndereceği mektupları yazmış ve onlardan gelen mektupları da Hazreti Peygambere okumuştur' [794]

Gerek Kur'ân âyetleri ve gerekse kabile reislerine gönderilen mek­tuplar, bugün kullanılan kâğıdın o zamanlar bilinmemesi sebebiyle muhtelif maddeler üzerine yazılıyordu. Bu iş için çeşitli hayvan derileri (edîm), hurma yaprakları (asîb), lavha halinde taşlar ve kemikler (azın, azla) kul­lanılıyordu. Bu çeşit yazılı maddelerin zayi olması ihtimaline karşılık, yine hafızaya müracaat ediliyor, nazil olan âyet ve sûreler, bir taraftan ya­zılırken, bir taraftan da birçok müslüman tarafından ezberleniyordu. [795]

 

4. Sahabîlerin Hadîs Yazmaktan Mene dilmeleri

 

Hazreti Peygamberin, okuma yazma sanatının gelişmesi üzerindeki ça­lışmaları kısa bir zaman içerisinde semere vermeye başlamış, birçok sahabî de okuma yazma öğrenmişti; fakat itiraf etmek gerekir ki, yazının yeni yeni gelişmesi dolayısıyle sahabîlerin çoğu hatâdan salim olarak yazı ya-zanııyordu. Bir ibarenin okunuş ve telaffuzunda ittifak etseler bile, aynı iba­reyi muhtelif kimseler muhtelif şekillerde yazıyorlardı. İşte bu devirde hadîslerin yazılması da Hazreti Peygamber tarafından menedilmişti.

Hazreti Peygamberin, ashabını hadîs yazmaktan menetmesine dâir gelen haberlerin en meşhuru Ebû Sa'îd el-Hudrî hadîsidir. Bu meşhur sahabînin rivayetine göre Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:

 mirandan   başKa   bir  şey  yazmayınız;   her  kim,   benden Kur'ân'dan başka bir şey yazdı ise, onu imha etsin" [796]Yine Ebû Sa'îd, bir başka hadîsinde der ki:

"Hadîs yazmak için Rasûlullah (s.a.s.)'tan izin istedim; bana izin ver­mekten çekindi" ^\

Hadîslerin tedvini meselesine temas eden kaynaklar, Hazreti Pey­gamberin, ashabını hadîs yazmaktan men'i hususunda aşağı yukarı buna benzer haberler ileri sürerler. Yine bu kaynaklara göre, hadîs kitabetine izin verilmemesi hakkında zikredilen sebepler şu şekilde sıralanabilir:

1) Müslümanlar, yazıyı henüz öğreniyorlar ve yazılarında fazla de­necek derecede hatâ yapıyorlardı. Bu sebeple, hadîs yazmaları herhangi fâhış bir hatâ yapmaları ihtimaline karşı serbest bırakılamazdı. Nazil olan Kur'ân âyetleri de yazılmakla beraber, onlarda, böyle bir hatâ ihtimali yoktu; çünkü Hazreti Peygamberin nezaretinde ve güvenilir kâtiplar tarafından yazılıyordu.

2) Ashab, îmanın en yüksek mertebesine erişmiş kimseler olmalarına rağmen, aralarında birkaçı müstesna, henüz câhildiler. Bu cehaletleri , şâir beşer kelâmı ile mukayese edilmesi gayr-i kaabil olan Kur'ân âyetlerini, Hazreti Peygamberin hadîslerinden ayırt etmelerine imkân vermiyecek de­recede idi. Hadîsler yazıldığı takdirde, Kur'ân âyetleriyle karışabilir, halk, âyeti hadîs, hadîsi de âyet makamında okuyabilirdi.. Bu mahzurlar gö-zönünde bulundurularak ashab, hadîs yazmaktan menedilmiş ve muayyen bir vakte kadar onlara izin verilmemiştir.

Bazı kaynaklar, Abdullah İbn Amr'in "yâ Rasûlallah, senden işitmiş ol­duğum hadîsleri yazıyorum" diyerek Hazreti Peygamberden izin istemesini ve onun da "yaz" demek suretiyle hadîs kitabetine izin vermesini ele alarak, nehiy hususunda vârid olan haberlerin iyi yazı bilmeyenlere matuf ol­duğunu, iyi yazı bilen kimselerin ise, bu nehiyden hâriç tutulduğunu ve on­lara hadîs yazmak için izin verildiğini zikrederler. Bu te'vîl ilk bakışta makûl görünmekle beraber, yukarıda zikretmiş olduğumuz Ebû Sa'îd el-Hudrî hadîsi, aslında, hâstan ziyade âmmı ifade eder ve ondan tahsîs manâsı çıkarmak güçtür; çünkü bu hadîste "her kim yazdı ise" denilmekte, fakat "iyi yazı bilmeyen kimse" veya bunu ifade edecek herhangi bir ibare zikredilmemektedir. Keza aynı hadîste Hazreti Peygamber, ashabın, Kur'ân âyetlerini yazmalarını menetmemiş, "benden, her kim Kur'ân'dan başka bir şey yazdı ise..." demek suretiyle, Kur'ân âyetlerinin yazılmasına izin ver­diğini açıkça belirtmiştir. Eğer hadîs kitabetinden nehiy, iyi yazı bilmeyen ashaba râci olsaydı, Kur'ân âyetlerinin de sadece iyi yazı bilenler tarafından yazılmasına izin verir, iyi yazı bilmeyenleri bundan menederdi. Halbuki yu­karıda zikredilen haberde, bu manâyı verecek bir tahsîs ifadesi mevcut de­ğildir. Şu halde, bütün sahabîler, Kur'ân âyetlerini yazmak hususunda serbest bırakılmakla beraber, hadîs yazmaktan da menolunmuşlardır. Ab­dullah îbn Amr ve diğer bazı sahabîden rivayet edilen ruhsata âit haberler ise, daha sonraki bir devre, yâni hadîs sahîfeleriyle Kur'ân salıîfelerinin ka­rışma tehlikesinin zail olduğu ve hadîs kitabetine izin verildiği bir zamana aittir. [797]

 

5. Hadîs Yazan Bazı Sahabîler

 

Hadîs kitabetine âit nehyin ruhsata çevrilişi hakkında kaynaklar, bize bol miktarda haber muhafaza etmişlerdir. Meselâ bu haberlerden birisi, muhtelif isnadlarla Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir: Ashabtan biri, işit­miş olduğu hadîsleri ezberleyemediğini söyliyerek, Hazreti Peygambere hafızasından şikâyet etmişti. Hazreti Peygamber, bu sahabîye "hafızana elinle yardım et" yâni "yaz" demiştir'. [798] Yine Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir habere göre, Mekke'nin fethedildiği sıralarda Hazreti Peygamber, müslümanları toplamış ve onlara bir hutbe îrad etmiştir. Hutbeyi din­leyenler arasında bulunan Ebû Şâh isminde Yemenli bir şahıs, hutbenin kendisi için yazılmasını istemiş, Hazreti Peygamber de orada bu­lunanlardan birisine "hutbeyi Ebû Şâh için yazınız" demiştir''. [799]

Bu haberler içerisinde, Hazreti Peygamberin, hadîs kitabetine mü-sadesini en iyi ifade eden ibareler, yukarıda da zikretmiş olduğumuz Ab­dullah İbn Amr hadîsidir. Bu meşhur sahabî, hadîs yazmak için Hazreti Peygamberden izin istemiş, o da "yaz" demiştir. Bunun üzerine Abdullah İbn Amr tekrar sormuştur: "Sen, rızâ ve gazab halinde iken işittiğim hadîsleri de yazayım mı"? Hazreti Peygamber, onun bu sualine de müsbet cevap vermiş ve "evet" demiştir, "Çünkü ben, yalnız hak olanı söylerim". [800]

Bu devrede, Hazreti Peygamberin, hadîs kitabeti hakkında takınmış ol­duğu tavrı müşahede ettikten sonra yazı bilen birçok şahabının hadîs yaz­maya başladığını ve Hazreti Peygamber henüz hayatta iken geniş bir hadîs külliyatının vücûda geldiğini kabul etmemiz, bizi yanlış bir neticeye gö­türmez. Bununla beraber, hadîs yazanların, sahabenin ekseriyetini teşkil et­tiği de ileri sürülemez. Burada, kaynakların hadîs yazdıklarına işaret et­tikleri sahabenin bazısını zikrederek, onlara âit hadîslerin nasıl rivayet edildiğini gözden geçirmeye çalışacağız.[801]

 

a) Abdullah İbn Amr Ibnrl-As

 

Abdullah, babası Amr İbnu'l-Âs'tan önce müslüman olmuş, salâh ve ibadet  bakımından  üstün,   Kur'ân'ı  çok  okuyan   bir   sahabî   idi.   Diğer sahabîlere nazaran Arap yazısını daha iyi biliyordu. Ebû Hureyre'nin "ashab içerisinde benden daha çok hadîs bilen kimse yoktu; yalnız Abdullah İbn Amr müstesna; çünkü o, yazıyordu; ben ise, yazmıyordum" şeklindeki sözlerinden de anlaşılacağı üzere, Abdullah, ashab arasında en çok hadîs bilen ve en çok hadîs yazan bir sahabî olup, hadîs yazdığı sahîfeye de es-Sâdıka adını vermişti. [802] Tâbi'ûndan olan ve tefsîr rivayetiyle şöhret ka­zanan Mucâhid, mezkûr sahîfeyi, Abdullah İbn Amr'ın yanında gördüğünü ve onun hakkında Abdullah'ın "bu, Sâdıka'dır; onun içerisinde Rasûlullah (s.a.s.)'tan işittiğim hadîsler vardır ve Rasûlullah (s.a.s.) ile benim aramda hiç kimse yoktur" dediğini zikreder. [803]Bu sözlerden anlaşıldığına göre, Abdullah İbn Amr, sahîfeye, yalnız Hazreti Peygamberden işittiği hadîsleri yazmış, diğer sahabîler vâsıtasıyle gelen haberleri sahîfenin dışında bı­rakmıştır. Çünkü ashabın bir kısmı, Hazreti Peygamberden işitmedikleri ve ancak kendi aralarında müzakere yolu ile öğrendikleri hadîsleri, Hazreti Peygambere irsal ederek naklediyorlardı. Daha sonraları mursel tabir edilen bu çeşit hadîsler, sahabenin adaleti dolayısıyle, herhangi bir ihtilâf ve mü­nakaşa konusu olmamıştır.

Abdullah İbn Amr'ın bu hadîs sahîfesi, onun vefatından sonra to­runlarına intikal etmiş ve onlar tarafından rivayet edilmiştir. Bu hususta kaynaklar, çeşitli haberler vermekte ve umumiyetle, Abdullah'ın torunu Amr İbn Şu'ayb'm, ceddinden kendisine intikal eden bir sahîfeden rivayet ettiğini zikretmektedirler. Ahmed îbn Hanbel'in Musned adlı eseri gözden geçirilecek olursa, Amr ibn Şu'ayb vâsıtasıyle ceddi Abdullah İbn Amr'den gelen pek çok hadîsin, bu eserde birbiri arkasına sıralandığı görülür. Bu­nunla beraber, el-Buhârî ve Müslim gibi Sahih sahipleri, Abdullah îbn Amr'den çok az hadîs nakletmişlerdir. Eğer Abdullah'ın, Ebû Hureyre'ye nisbetle daha çok hadîs bildiği ve hattâ hadîslerini yazması bakımından, on­ların, Ebû Hureyre'nin hadîslerinden çok daha sıhhatli olması gerektiği dü­şünülürse, Abdullah'tan az hadîs nakletmeleri, karşımıza, halledilmesi ol­dukça güç bir mesele olarak çıkar. Bununla beraber, birkaç maddede sıralayabileceğimiz bazı hususlar, bu müşkilin halline ışık tutabilir:

a) Abdullah İbn Amr, her şeyden çok ibadetle meşgul oluyordu. Her ne kadar Ebû Hureyre'ye nisbetle daha çok hadîs biliyor idiyse de, rivayet hu­susunda onun kadar ileri gitmiyor, nadiren hadîs rivayet ediyordu. Ebû Hu-reyre ise, bütün vaktini hadîs rivayetine ayırmıştı; nitekim fazla hadîs ri­vayetinden dolayı bazı ashabın itirazlarına maruz kaldığı halde, Abdullah İbn Amr hakkında böyle bir itiraz vâki olmuş değildir.

b) Abdullah  İbn   Amr,   Mekke'nin  fethinden   sonra   çok  vakitlerini Mısır'da geçirmiştir. Ebû Hureyre ise, Medine'den ayrılmamış, gerek hacc için ve gerekse hadîs dinlemek için gelen müslümanlar, daha ziyade Ebû Hureyre ile temasa geçmişler, daha çok onun hadîslerini almışlar ve yay­mışlardır.

c) Abdullah îbn Amr, arapçadan başka diğer bazı dilleri daha biliyor ve yabancı menşeli kitapları okuyordu. Hazreti Peygamberin israiliyyattan da rivayet edilebileceği hususundaki müsadesine istinaden, okumuş olduğu ki­taplardan da rivayetlerde bulunuyordu. Hazreti Peygamberin hadîslerim toplayan hadîsçiler, hadîslerinin israiliyatla karışma ihtimaline karşı, Ab­dullah'tan mümkün olduğu kadar az hadîs almaya gayret ediyorlardı.

d) Hazreti Peygamberden yazmış olduğu hadîsler, torunlarına intikal etmiş ve onlar tarafından rivayet edilmiştir; fakat rivayet isnadı olan Amr îbn Şu'ayb an Ebîhi an Ceddihi zincirinde hadîsçiler ihtilâf etmişlerdir. Ba­zıları, isnadda zikri geçen Ced kelimesini, Amr'ın dedesi Muhammed'e at­federek bu isnadla nakledilen hadîslerin mursel olduğunu söylemişler, diğer bazıları ise, Cerf'den murad Şu'ayb'm dedesi Abdullah'tır demişler ve bu isnadla gelen hadîslerin munkatî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu hadîsçilere göre, [804]Ced   kelimesi   hangi   manâya   alınırsa   alınsın,   Amr   İbn   Şu'ayb vâsıtasıyle Abdullah İbn Amr'den gelen hadîsler zayıftır, kabule şâyân de­ğildir; çünkü CecTden murad, eğer Şu'ayb'm babası Muhammed ise, onun Hazreti Peygamberle sohbeti yoktur; bu halde Muhammed'in hadîsleri kim­den aldığı meçhuldür. Eğer Ced, Şu'ayb'm dedesi Abdullah ise, Şu'ayb, Ab­dullah'a mülâki olmamıştır. Bu halde de isnadda inkıta var demektir. Bu ci­heti ileri süren hadîsçiler, Şu'ayb'm, dedesi Abdullah'tan kendisine intikal eden bir hadîs sahîfesine sahip olduğunu, bu sahîfenin, sonradan oğlu Amr'e kaldığını   ve   Amr'ın   bu   sahîfeden   rivayet   ettiğini   kabul   etmişlerdir. Binâanaleyh, Amr'ın rivayeti sahîfeden olsa bile, babası Şu'ayb'm Abdullah'ı işitmemiş olması sebebiyle bu rivayet, vicâde yolu iledir. Daha önce de açık­ladığımız üzere vicâde (bulma), bazı hadîsçiler tarafından zayıf bir rivayet şekli olarak kabul edilmiş ve bu yolla rivayet edilen hadîsler ihtiyatla kar­şılanmıştır.

 

b) Câbir İbn Abdillah

 

Hazreti Peygamberin ashabı arasında çok hadîs rivayet etmekle şöhret kazananlardan biridir. Babası, Hazreti Peygamberle birlikte Uhud savaşına iştirak edip orada şehîd düştüğü vakit, Câbir çok küçüktü ve kendisine oldukça yüklü bir borçla, bakılıp büyütülecek birçok kardeş kalmıştı. Ma-amafih Hazreti Peygamberin ve diğer sahabenin yardımlarıyle bu yük ha­fiflemiştir.

Câbir İbn Abdülah, küçük olmasına rağmen Hazreti Peygamberle bir­çok gazvelere iştirak etmiş ve vaktinin büyük bir kısmını onun yanında ge­çirmek suretiyle, ondan pek çok hadîs işitmiştir. Hazreti Peygamberin vefatından sonra daha 64 sene yaşamış ve ondan işitmiş olduğu hadîsleri, yeni yetişen nesle öğretmekle meşgul olmuştur. Kaynaklar, Mescid-i Nebevî'de, onun etrafında, dâima ondan hadîs dinleyen bir ilim halkasının mevcudiyetinden bahsederler. [805]

Câbir İbn Abdillah'm bizzat hadîs yazdığına dâir herhangi bir kayda rastlamıyoruz. Bununla beraber, birçok kaynak, Câbir'e âit bir sahîfeden, Sahîfetu Câbir şeklinde bahsederler'. [806] Ancak tâbi'ûndan olan ve Câbir'in talebesi olarak bilinen Süleyman İbn Kays'm da Câbir'in huzurunda bir hadîs sahîfesi yazdığı zikredilmektedir. [807]Kaynakların verdiği malûmata göre, Câbir'den hadîs rivayet eden birçok tâbi'i, aslında hadîslerini bu sahîfeden rivayet etmişlerdir. Meselâ "Ebu'z-Zubeyr, Ebû Sufyân ve eş-Şa'bî, Câbir'e mülâki olmuşlar ve ondan hadîs dinlemişlerdir; fakat rivayet ettikleri hadîslerin çoğu, Süleyman İbn Kays'm sahîfesindendir" de-nilmektedir. [808]Keza meşhur hadîsçi Katâde'nin, kendisine okunan Câbir'in sahîfesini, daha ilk okunuşta ezberlediği rivayet edilir''. [809] Halbuki bir başka haberde, Süleyman İbn Kays'm anası tarafından getirilen bir sahîfenin, Katâde'ye okunduğu ve onun bu sahîfeden rivayet ettiği zikredilir. [810] Bütün bu haberler bize gösteriyor ki, Câbir'e atfedilen bir hadîs sahîfesi, aslında Süleyman İbn Kays tarafından yazılmıştır. Maamafih, bizce bunun ehem­miyeti yoktur; zira Süleyman İbn Kays, Câbir İbn Abdillah'tan önce vefat etmiş ve biraz önce de zikrettiğimiz gibi, Câbir'den işittiği hadîslerle oluş­turduğu sahîfesi de, Sahîfetu Câbir adiyle şöhret kazanmıştır.

Sahîfenin rivayetine gelince, bu hususta elimizde müselsel haberler bu­lunmamakla beraber, münferid rivayetler, bize az çok bilgi vermektedirler. Meselâ Ebû Sufyân Talha İbn Nâfi', Câbir tbn Abdillah'tan pek çok hadîs

nakleden râvilerden biridir. Kaynaklar, onun, Câbir'den rivayet ettiği hadîsleri, bir sahîfeden aldığım zikrederler; herhalde bu sahîfe de, Su-leymân İbn Kays'ın sahîfesi olacaktır. [811]Ebû Sufyân'dan rivayet eden el-A'meş hakkında da buna benzer bir haber zikredilir. El-A'meş, Ebû Sufyân'dan yüz kadar hadîsi ihtiva eden bir sahîfe rivayet etmiştir.[812] Bu sahîfenin de Câbir'e isnad edilen Süleyman İbn Kays'm sahîfesi olduğunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz.

Câbir'in bir başka râvisi Ebu'z-Zubeyr'dir. Bu meşhur hadîsçi de Câbir'den hadîs dinlemek için onun meclislerine devam etmiş ve ondan pek çok hadîs Öğrenmiştir. Aynı zamanda Süleyman İbn Kays'm sahîfesini gör­müş ve bu sahîfeden de rivayet etmiştir. [813]

Câbir İbn Abdillah'a atfedilen sahîfenin müteakip nesillerde rivayetine âit elimizde daha bazı haberler vardır; fakat biz, sahabe devrinde yazılan sahîfelerle bu sahîfelerin rivayetine âit kısa örnekler vermekle iktifa ettik. [814]

 

c) Ebû Hur ey re

 

Yedinci hicrî senede Yenıen'den Medîne'ye gelerek müslüman olmuş, Hazreti Peygamberin vefatına kadar ona hizmet ederek pek çok hadîs Öğ­renmiştir. Diğer sahabîlere nisbeten geç müslüman olmasına ve Hazreti Peygamberle sohbetinin kısa sürmesine rağmen, hadîs rivayetinde çok ileri gitmiş ve bu hal, daha ilk devirlerden itibaren bazı itirazlara yol açmıştır. Bize kadar gelen haberlerden öğrendiğimize göre, bu itirazlardan bazıları, yine kendi muasırları arasında yükselmiştir. Ebû Hureyre bu itirazlara karşı, kendisini şöyle müdâfa etmek zorunda kalmıştır:

"Ebû Hureyre çok hadîs rivayet ediyor, diyorsunuz; Allah'a yemîn ede­rim ki, Kitabu'llah'ta şu iki âyet olmasa idi, bir tek hadîs rivayet etmezdi:

"İndirdiğimiz apaçık delilleri ve irşad yollarını Kitapta insanlara açık­lamamızdan sonra gizleyenler...İşte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecek olanlar lanet ederler. Ancak tövbe edenler, ıslâh olanlar ve (doğruyu) açıklayanlar müstesna.. Bunların tövbelerini kabul ederim. (Çünkü dâima) tövbeleri kabul eden, bağışlayan benim.[815] Muhacirler, çar­şıda ticaretle, ensârîler bağ ve bahçelerinde ziraatla uğraşırken, Ebû Hureyre, karın tokluğuna Hazreti Peygambere hizmet ediyor ve hadîs top­luyordu; başkalarının bilmediği şeylere şâhid oluyordu". [816]

Fazla hadîs rivayet ettiği için kendisine karşı yapılan itirazlara verdiği bu nevi cevaplarından, Ebû Hureyre'nin, hadîs Öğrenmeye ve öğrendiği bu hadîsleri büyük bir dikkatle muhafaza etmeye çalıştığını anlıyoruz. Fil­hakika, yine kandisinden rivayet edilen bir haberden Öğrendiğimize göre, onun hadîse karşı olan bu tutkusu, bizzat Hazreti Peygamber tarafından kabul ve açık bir şekilde ifade edilmiştir: Bir gün Ebû Hureyre, Hazreti Peygambere şöyle demiştir: "Kıyamet günü senin şefaatine kimler nail olacaktır ey Allah'ın Rasûlü"? Hazreti Peygamber, Ebû Hureyre'nin bu sualine şöyle cevap vermiştir: "Ey Ebû Hureyre! Diğerlerine nisbetle hadîse karşı daha fazla hırsın olduğunu bildiğim için, bu konuda bana ilk sual soracak kim­senin sen olacağını tahmin ediyordum. Kıyamet günü benim şefaatime nail olacak kimse hulûs-ı kalble la ilahe illa'llah diyen kimse olacaktır" [817]

Ebû Hureyre, diğer sahabîlere nisbetle çok hadîs rivayet etmekle be­raber, onun, Hazreti Peygamberden işitmiş olduğu bu hadîsleri yazıp yaz­madığını bilmiyoruz. Meşhur hadîs sahîfesi sahibi Abdullah İbn Amr'den bahsederken, zikretmiş olduğumuz bir haberde, en fazla hadîs bilen sahabînin Abdullah İbn Amr olduğunu, çünkü onun Hazreti Peygamberden işitmiş olduğu hadîsleri yazdığım, halbuki yine çok hadîs bilenlerden Ebû Hureyre'nin hadîs yazmadığını kaydetmiştik. Ebû Hureyre'nin kendisinden nakledilen bir habere göre "Ebû Hureyre yazmaz ve gizlemez" de­nilmektedir.  [818]Buna mukabil elimizde bulunan bazı haberlerde de Ebû Hureyre, "biz hadîs yazarken Hazreti Peygamber yanımıza geldi" demekte [819] bir diğerinde ise, kendisine bir hadîs soran şahsa, "eğer bu hadîsi ben ri­vayet etmiş isem, yanımda yazılıdır" deyip o şahsı evine götürdüğü, orada, birçok kitap içerisinden istenilen hadîsi bulup çıkardığı belirtilmektedir.[820]

Ebû Hureyre'nin hadîs yazmadığını belirten ve bizzat kendisinden ri­vayet edilen hadîslerle, bu son zikredilen iki haber arasında bir ihtilâfın mevcudiyeti açık bir şekilde görülmekte; bu haberler arasında herhangi bir te'vîl imkânı da bulunmamaktadır. Maamafıh biz, bugün için halledilmesi güç olan bu mesele üzerindeki çeşitli ihtimalleri nazarı itibara almaksızın, Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen hadîsleri ihtiva eden ve bizzat onun hayatında yazılan birkaç hadîs sahîfesinden kısaca bahsedeceğiz.

Ebû Hureyre, hicretin 58 veya 59 senesinde vefat etmiştir. Hazreti Pey­gamberin vefatından sonra bütün Ömrünü hadîs rivayet etmekle geçirmiştir. Bazı kayıtlara göre kendisinden 800'e yakın sahabî ve tâbi'î hadîs Öğrenmiştir. Eğer hayatının sonlarına doğru, Arap yazısının daha çok inkişâf etmiş ve hadîs yazanların daha artmış olacağı düşünülürse, ondan hadîs ri­vayet eden birçok tâbi'înin, rivayet etmiş oldukları bu hadîsleri kitap ve sahîfelerde toplayacakları tabiîdir. Meselâ bunlardan Beşîr îbn Nehîk, Ebû Hureyre'den işittiği bütün hadîsleri yazdığını ve bunları Ebû Hureyre'ye ar-zederek ondan rivayet hakkını aldığını zikre der. [821]Bir başka habere göre, Halîfe Ömer İbn Abdi'1-Azîz, Hazreti Peygamberin ashabından işitmiş ol­duğu hadîsleri bir kitapta toplaması için Kesîr İbn Murre el-Hadramî'ye yazdığı bir mektupta, Ebû Hureyre'nin hadîslerini yazmasına lüzum ol­madığını, çünkü onların yazılı olarak elinde bulunduğunu bildirmiştir. Bu haberler, Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen hadîslerin, daha o za­manlar kitap ve sahîfelerde toplanmış olduğunu gösterir.

Ebû Hureyre'ye ait 140 kadar hadîsi ihtiva eden ve talebesi Hemmâm İbn Munebbih tarafından yazılan bir kitap ise, Ebû Hureyre'den yazılan hadîs kitaplarının en mühimmini taşkil eder. Abdullah İbn Amr'ın es-Sahîfe es-Sâdıka isimli meşhur hadîs kitabına karşılık, es-Sahîfe es-Sahîha ismini taşıyan bu kitap, zamanımıza kadar muhafaza edilmiş ve 1953 senesinde Prof. M. Hamîdullah tarafından Şâm ve Berlin'de iki nüshası bulunarak neşredilmiştir. Ahmed îbn Hanbel de, bir tek isnad zinciri altında, sahîfenin ihtiva ettiği hadîsleri el-Musned adlı eserinde aynen sıralamıştır'. [822]

 

d) Alî İbn Ebî Tâlib

 

Hazreti Peygamberin amcazadesi ve damadı Alî İbn Ebî Tâlib'in elinde de sadakat ve ferâ'iz hükümlerini ihtiva eden bir hadîs sahîfesinin bu­lunduğu, çeşitli haberlerden öğrenilmektedir. Bu haberlerden birinde Haz­reti Alî şöyle der: "Hiç kimse zannetmesin ki biz, Kur'ân'dan ve şu gör­düğünüz sahîfeden başka şeyler de okuyoruz"'. [823]Meşhur hadîs imamla­rından Şu'be Îbnu'l-Haccâc, hicretin 104'üncü senesinde vefat eden eş-Şa'bî'nin, el-Hâris el-A'ver (Ö. 65) vasıtasıyle Alî İbn Ebî Tâlib'ten rivayet etmiş olduğu hadîslerin bir kitaptan ibaret olduğunu söyler. [824] Bu kitabın, Alî'nin sahîfesi olduğundan asla şüphe edilemez. Zira Tabakât sahibi İbn Sa'd, Hazreti Alî'nin el-Hâris el-A'ver için sadakâta âit birçok hadîs yazdığını kaydettiği gibi,[825]   eş-Şa'bî'nin, el-Hâris'ten rivayet ettiği hadîslerin de sadakâta âit hadîsler olduğu söylenir; hattâ eş-Şa'bî vefat ettiği zaman, evinde, ferâ'iz ve cerâhâta âit hadîsleri ihtiva eden kitaplar bulunduğu da, rivayet edilen haberler arasındadır. [826]

 

 e) Semura İbn Cundeb

 

 Hazreti Peygamber zamanında yaşının küçük olmasına rağmen, ondan hadîs hıfzettiğine dâir rivayetler gelir. [827]Onun, Hazreti Peygamberden Öğ­renmiş olduğu hadîsleri ne zaman yazdığını bilemiyoruz; fakat elinde böyle bir sahîfenin bulunduğunu, Muhammed îbn Sîrîn'in şu haberinden öğ­reniyoruz: "Semure'nin, oğullan için yazdığı risalede çok ilim vardı". [828]El-Buhârî'nin kaydına göre, bu risale, besmele ile başlıyor ve onu, min Semura îbn Cundeb ilâ Benîh (Semura İbn Cundeb'ten oğullarına) ibaresi takip edi­yordu'.[829]

Risalenin rivayetine gelince, bu hususu da açıklayan bazı haberlere sahip bulunuyoruz. Meselâ İbn Hacer, Süleyman İbn Semura İbn Cundeb'in terceme-i halinden bahsederken, onun, babası Semura'dan bir nüsha rivayet ettiğini haber verir.[830] Bu nüshanın, yukarıda zikredilen risale olduğuna şüphe yoktur. Keza aynı nüsha, Süleyman'dan oğlu Hubeyb tarafından ri­vayet olunmuş', [831] ondan da, amcasının oğlu Ca'fer İbn Sa'd İbn Semura nakletmiştik.[832]

Ebû Davûd ve İbn Mâce'nin Simen-'lerinde, bu isnadla Semura'dan gelen hadîsler görülmektedir. [833]

 

 f) Enes İbn Mâlik

 

Hazreti Peygamberin Medine'ye hicretinde henüz on yaşlarında bir çocuk olan Enes İbn Mâlik, ailesi tarafından, hizmet etmesi için Hazreti Peygamberin evine gönderilmiş ve vefatına kadar onun yanında kalarak bir­çok hadîs işitmiştir. Enes İbn Mâlik'in, hadîs yazıp yazmadığını bilmiyoruz; fakat elimizde bulunan bazı haberlerden Öğrendiğimize göre, o da bir hadîs sahîfesine sahiptir ve hadîslerini dâima bu sahîfeden rivayet etmiştir. Bir gün, fazla hadîs rivayet ettiği için, kendisine yapılan itiraz üzerine, yanında bulunan sahîfeyi çıkarıp "bu, Hazreti Peygamberden işiterek yazdığım ve sonra da ona okuyup tashih ettiğim hadîslerdir" demiştir. [834]. Muhtemelen bu sahîfe de diğerleri gibi sonraki nesillere intikal etmiş, ash zayi olsa bile, muhtevası zamanımıza kadar gelmiştir.

Câhiliyye devri kâtiplerinden Sa'd İbn Ubâde, Amr İbn Hazm, Ab­dullah İbn Abbâs, Abdullah îbn Ömer Îbni'l-Hattâb ve daha birçok sahabînin, Hazreti Peygamberden hadîs yazdıklarını belirten haberler zik­redilir. Biz, burada misal olmak üzere ancak bir kısmına temas etmiş bu­lunuyoruz. Bu misaller, hadîslerin, hicretin ikinci ve üçüncü asrından sonra yazılmaya başlandığını ileri süren bazı batılı müsteşrıkların hatalı gö­rüşlerini ortaya koymaya kâfi gelecektir. Onların bu çeşit davranışları, diğer konularda da olduğu gibi, İslâm Dîninin ikinci kaynağını teşkil eden hadîs ve sünneti zayıflatmaya matuf gibi görünmektedir. Çünkü Ahmed İbn Hanbel'in dediği gibi sünnet, Kur'ân ilminin öğrenilmesinde yegâne vâsıtadır; sünnet olmaksızın Kur'ân ilmini öğrenmeye kalkışanlar dalâlete düşerler. Bu bakımdan, sünnetin yok olması, Kur'ân ilminin yok olması de­mektir.

Bugünün insanları arasında, batılı müsteşrıkları taklîden, İslâm'ı ki­lise dînine benzetmek isteyen bazı kuşbeyinliler türemiştir. Bunlar "hadîslere güvenilmez; çünkü içlerine pek çok uydurma söz karışmıştır. İslâm'ın tek kitabı vardır; o da Kur'ân'dır. İslâm'ı, Kur'ân dışındaki diğer bütün kaynaklardan arındırmak gerekir. Zaten sünnet denilen şey, bir Emevî oyunu olup Kur'ân'a ulaşılmasını önleyen dikenli bir engeldir. Kur'ân'a ulaşmak için bu engelin ortadan kaldırılması ve Kur'ân îslâmı'nm yaşanması gerekir." gibi sapık bir inancın mahsûlü olan sözlerle müs-lümanları kandırmaya ve Hazreti Peygamberin tebliğ ve tebyîn ettiği gerçek İslâm'dan onları uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Eğer bu kuşbeyinliler, kendilerini yönlendiren yabancı akıl hocalarının emirleri İstikametinde ba­şarı sağlar ve sünnet'in beyan ve tefsirini Kur'ân üzerinden kal­dır abilirlerse, "bunlar Kur'ân'da yoktur" fetvasına dayanarak camilerimizi, içlerine konulacak sıra veya sandalye ve masalarla kiliseye, namazlarımızı da haftalık Cuma âyinlerine çevirmekte hiç güçlük çekmezler. Bu itibarla müslümanlarm çok dikkatli olmalarını ve Kur'ân'a bağlı görünüp de İslâm'ı yıkmaya çalışan bu kuşbeyinlilere kanmamalarını dînî bir vecîbe olarak tek­rar hatırlatmak isteriz. Bunların tanınmalarına yardım eden en bariz özel­likleri, sözlerinde ve yazılarında, Kur'ân'a bağlı görünseler bile, biraz Önce bir yazılarından naklen zikrettiğimiz sözlerinde de görüldüğü gibi, sünnet ve hadîs'e karşı gösterdikleri tepki ve düşmanlıktır. Bunlara düşman ol­malarının tek sebebi de, İslâm'ın ancak Kur'ân ve Sünnet'le birlikte îslâm olmasındandır. [835]

 

B.HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ

 

 1. Tedvin Ne Demektir?

 

Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manâsına gelir. Yazılı sahîfeleri biraraya getirerek iki kapak arasında bir kitap yapmak, bu manâda tedvinin tam karşılığıdır'.[836] Sahîfelerin, kitabı vücûda getiren, yahut başka bir ifade ile, tedvini yapan kimse tarafından yazılmış olması şart de­ğildir. Bununla beraber, o, kendi yazdığı sahîfelerle bir kitap vücûda ge­tirebileceği gibi, başkaları tarafından yazılmış sahîfeleri de toplayabilir, yâni tedvin yapabilir.

Hazreti Peygamberin hayatında bazı sahabîlerin, onun hadîslerini ya­zarak "sahîfe" adı verilen küçük çapta kitaplar vücûda getirdiklerini gör­müştük. Abdullah İbn Amr İbni'1-Âs'm Sâdıka adını verdiği hadîs sahîfesi, yahut Hemmâm İbn Munebbih'in Ebû Hureyre'den yazdığı ve Sahîha adını verdiği bir başka sahîfe, bunların arasında en çok şöhret kazananları idi. Ancak bu sahîfelerden ve onların yazılışından bahsedilirken, hiçbir zaman tedvin tabiri kullanılmamış, daha çok, yazma işine delâlet etmek üzere kitabet lafzı tekrarlanmıştır. Filhakika konu ile ilgili kaynaklarda, kitabet ile teduîn'in, hattâ daha sonra bahis konusu edilecek olan tasnifin, ayrı ayrı zamanlarda hadîs yazma ve toplama işine delâlet etmek üzere birbirinden farklı manâlarda kullanılmış oldukları görülür. Kitabet, Hazreti Peygamber ve sahabe devrindeki mücerred hadîs yazma işine delâlet etmek üzere kullanıldığı halde, tedvîn, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, yazılı hadîsleri toplamak, biraraya getirmek ve müstekıl kitaplar oluşturmak manâsında kullanılmıştır.   Nitekim   Hazreti   Peygamber   ve   ashabı   devrinde   bazı sahabîler Hazreti Peygamberden İşittikleri hadîsleri yazmışlar, fakat bu sahabîlerden hiçbiri, kendi işittiği hadîsler yanında, diğer sahabîlerin işit­tikleri hadîsleri de toplayıp yazmayı düşünmemiş, yahut düşünmüş olsa bile, böyle bir işe teşebbüs etmemiştir. Nitekim meşhur sahîfe sahibi Ab­dullah İbn Amr, Sâdıka adım verdiği sahîfesine bakmak isteyen Mucâhid'e "bu, benim Rasûlullah (s.a.s.)'tan işittiğim es-Sahîfe es-Sâdıka'&ır ve benimle Rasûlullah (s.a.s) arasında bu hadîsleri bana nakleden hiç kimse yok­tur" derken'',[837] sahîfeyİ, Hazreti Peygamberden yalnız kendisinin işittiği hadîslerden   meydana   getirdiğini   açık   bir   şekilde   belirtmiştir.   Keza Hemmâm İbn Munebbih'in sahîfesi de, yalnız Ebû Hureyre'nin Hazreti Pey­gamberden naklettiği hadîslerden müteşekkildir. Bu da gösteriyor ki, sa­habe devrinde toplama faaliyeti yok, fakat bazı sahabîlerin, yazabildikleri ölçüde, Hazreti Peygamberden işittikleri hadîsleri yazma faaliyetleri vardır

ve hadîs târihinde bu faaliyete kitâbetu'l-hadîs denilmiştir.

Tedvîn ise, muhtelif sahabîler tarafından yazılmış olan, yahut ya-zılmasa bile hafızalarda tutulan hadîsleri toplayarak bir kitap meydana ge­tirmek manâsmdadır. Buna göre, tedvinin kitabete nazaran çok daha geniş ve sistemli bir toplama faaliyetinden ibaret olduğu ve bu faaliyetin hadîs târihinde kitabetten sonra başladığı anlaşılır.

Bir de tasnif tabiri vardır ki, diğerlerinden daha farklı bir manâya sahiptir. Eğer hadîsleri tedvin eden kimse (mudevvin), kitabını meydana ge­tirirken, içine aldığı hadîsleri konularına göre sınıflandırır ve meselâ salâtla ilgili hadîsleri bir bölümde, zekâtla ilgili olanları da ayrı bir bölümde zik­rederse, musannaf denilen bir eser vücûda getirmiş olur ki, onun yapmış ol­duğu bu iş, hadîsleri konularına göre tasnif etmekten ibarettir. Hadîs târihinde tasnif de tedvîn'den sonra başlamıştır.

Görüldüğü gibi, kitabet olsun, tedvîn veya tasnif olsun, her üçü de, bir bakıma hadîs toplayıp yazmak manâsına gelse bile, gerek zaman t»-kımmdan ve gerekse sistem ve şümul bakımından birbirinden ayrılmakta ve değişik toplama ve tertip faaliyetlerine delâlet etmektedir. [838]

 

2. Tedvîn Devrinin Başlangıcı

 

Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yaz­dıklarını ve bir takım sabiteler vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak yu­karıda açıkladığımız manâda sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yâni birinci asrın sonlarıyle ikinci asrın başlarında başladığı anlaşılmaktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle bir konuda rakkamla tesbît edilmiş kesin bir târih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla be­raber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mâhiyettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs rivayetinde isnad tatbikinden bahsederken ismini zikrettiğimiz İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124) ile ilgilidir. Ez-Zuhrî bu haberlerde "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak gö­rülür. Bu konuda Mâlik İbn Enes'in şu sözü büyük şöhret kazanmıştır: (Hadîsi ilk-tedvîn eden kimse İbn Şihâb'tı [839] Mâ-lik'in bu sözünü teyîd eden bir başka haber de, ez-Zuhrî'nin bizzat ken­disinden nakledilmiştir. Ez-Zuhrî şöyle demektedir: "Bu ilmi benim tedvinimden önce hiç kimse tedvîn etmemiştir"' [840]

İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler vardır. Bu ha­berlerden birinde, onun talebu'l-ılm yolundaki refiki Salih İbn Keysân şöyle demektedir: Ben ve-ez-Zuhrî, talebu'l-ılm için biraraya geldik ve sünneti ya­zalım dedik. Hazreti Peygamberden gelenleri yazdık. Sonra ez-Zuhrî, sa­habeden gelenleri de yazalım; onlar da sünnettendir, dedi. Ben, değildir, dedim. O yazdı, ben yazmadım; o muvaffak oldu, ben kaybettim"'. [841] Ebu'z-Zinâd Abdullah İbn Zekvân'dan da, aşağı yukarı aynı manâya gelen şu haber nakledilmiştir: "Biz, helâl ve haramla ilgili haberleri yazardık. İbn Şihâb ez-Zuhrî ise, işittiği her şeyi yazıyordu. Ona ihtiyaç olduğu zaman, anladım ki, ez-Zuhrî halkın en âlimidir. [842]Yine Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir başka rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî ile birlikte ulemâyı do­laşırdık. Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur, işittiği her şeyi onlara yazardı".[843]

Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet kazandırmıştır. İslâm ülkesinin genişlemesi, hadîs bilenlerin bu ülkenin birbirinden uzak muhtelif şehir ve kasabalarına dağılması, daha kötüsü, Şî'a, Râfıza, Havâric gibi siyâsî, Murci'e, Kaderiyye, Mutezile gibi itikadı mezheblerin zuhuru ile müslümanlarm çeşitli fırka ve hiziblere bölünmesi, nihayet bunlara paralel olarak hadîste vaz (uydurma) hareketinin başlaması, tâ'at yönünden Kur'ân'la eşit derecede kıymeti hâiz olan hadîs (sünnet)in karşısına, eşine rastlanmaz bir tehlike olarak di­kilmiş, bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadîslerin tamamem yok olacağı, İslâm'ın geleceğini düşünen her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale gelmiştir. İşte bu durumda hadîsçiler cerh ve ta'dîl faaliyetini başlatarak, hadîs rivayet edenleri göz altında tutmaya ve sıkı bir tenkîd süz­gecinden geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmaya, her birinin rivayet ettiği hadîsleri sıhhat ve zafiyet yönünden değerlendirmeye yönelmişlerdir. Hadîsçiler bu faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası yanında çok hadîs rivayetiyle tanınan ve imam olarak kabul edilen Halîfe Ömer İbn Abdil-Azîztde, [844] sahih hadîslerin ancak bir kitapta toplanması halinde korunabileceği inancı içinde, Medine'de âmili olan Ebû Bekr Mu-hammed İbn Amr İbn Hazm'e şu emri göndermiştir: "Hazreti Peygamberin hadîslerini, sünnetlerini, Amra Bint Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadîsleri araştır ve yaz; zira ben, ilmin kaybolmasından ve ulemânın ölüp git­melerinden korkuyorum.[845]

Her ne kadar mezkûr haberin bazı rivayetlerinden, bu emrin yalnız Medine valisi Ebû Bekr İbn Hazm'e yazıldığı zannma varılırsa da, diğer bazı rivayetlerden, Halîfenin, aynı emri, idaresi altında bulunan diğer valilere ve hadîsle meşgul olan bazı ulemâya da gönderdiği anlaşılmaktadır. Nitekim el-Hatîb'in bir rivayetinde, Halîfenin, bu emri "Medîne ehline". [846] es-Suyûtî'nin Ebû Nu'aym'den naklen verdiği haberde de  "her ta­rafa" yazdıği [847]belirtilmiştir. Esasen Halîfenin, tedvîn işini ciddî surette gerçekleştirmeye niyet ettiği düşünülecek olursa, tedvinle ilgili emrini, yal­nız Ebû Bekr İbn Hazm'e değil, fakat bu işi yapmaya ehil olanların bu­lunduğu her tarafa göndermiş olması akla daha yakın gelmektedir. Nitekim bu emri alanlardan birisi de, yukarıda ismini ilk mudevvin olarak zik­rettiğimiz îbn Şihâb ez-Zuhrî idi. Kendisinden nakledilen bir haberden öğ­rendiğimize göre ez-Zuhrî şöyle demektedir: "Ömer İbn Abdi'1-Azîz bize sü­nenin toplanmasını emretti. Ona defter defter yazdık. O da idaresi altında bulunan her yere bu defterlerden birer nüsha gönderdi". [848]

Ömer İbn Abdi'1-Azîz'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve top­ladığı hadîsleri Halîfeye gönderen kimse, yine ez-Zuhrî olmuştur. Zira aynı emri alan Ebû Bekr îbn Hazm, işi nihayete erdirip yazdığı kitapları gön­dermeden Halîfe vefat etmiş, topladığı hadîsler de kendi elinde kalmıştır [849]Mâlik îbn Enes'in, sonradan, "bu kitapların ne olduğunu Ebû Bekr İbn Hazm'ın oğlu Abdullah'a sordum; kaybolduğunu söyledi" demesi de [850]konu ile ilgili olarak zikrettiğimiz diğer haberlerin doğruluğunu teyîd eder.

Mezkûr haberler, tedvîn faaliyetinin ez-Zuhrî ile başladığını ve Halîfe Ömer İbn Abdi'1-Azîz'in emri ile resmiyet kazandığını açıkça göstermek­tedir. Ancak dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa bu­rada işaret etmekte fayda vardır: Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin ola­rak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadîs toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında değildir.  Hadîs kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek yaygınlaştığı gö-zönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr edilemez. Onların bu fa­aliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir. Ma'mer İbn Râşid'in "biz, ez-Zuhrî'den pek çok hadîs Öğrendiğimizi zannederdik; fakat Halîfe el-Velîd İbn Yezîd Öldürülüp de (126) hazinelerinden Mervân ailesi için ez-Zuhrî'den yazılan ilmin kitaplar halinde hayvan sırtında taşındığını görünce, ondan öğrendiklerimizin ne kadar az olduğunu anladık" sözü'[851] ez-Zuhrî'nin bu sahadaki faaliyetinin büyüklüğüne delâlet ettiği gibi, o de­virde ondan başka herhangi bir hadîsçi hakkında da söylenmemiştir. [852]

 

 3. Hadîslerin Tasnifi

 

Birinci hicrî asrın sonu ile ikinci hicrî asrın başı, hadîs tedvininin baş­langıcı kabul edilmekle beraber, asıl hadîs eserlerinin ortaya çıkışı, ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar. Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyeti üe ilgili olarak Salih îbn Keysân'dan naklen yukarıda zikrettiğimiz haber ha­tırlanacak olursa, ez-Zuhrî'nin Hazreti Peygamberden gelen sünen yanında, sünnetten olduğu görüşü ile sahabeden gelen haberleri de toplayıp yazdığı görülecektir. Hattâ Ebu'z-Zinâd'ın aynı manâda söylediği "biz, helâl ve ha­ramla ilgili haberleri yazardık. İbn Şihâb ez-Zuhrî ise, işittiği her şeyi ya­zıyordu" sözü, ez-Zuhrî'nin, Hazreti Peygamberin hadîslerinden başka diğer birçok söz ve haberleri de topladığım göstermektedir. İşte bu durum, ez-Zuhrî ile başlayan tedvîn faaliyetinin ilk devredeki genel görünüşünün bir yanını teşkil eder. Bu görünüşün diğer yanı ise, tıpkı Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîlerin ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazdıkları gibi, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan haberlerin aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmış olmasıdır. Bu tarzda meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçüer tarafından da farkedilmiş; gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine, konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer alıyor ve böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmış oluyordu. Musannaf denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren ve Musned denilen hadîs kitapları da or­taya çıkmıştı.

Mustalahu'l-hadîse  dâir  ilk tedvîn  edilen  eserin  müellifi  olan  er-Râmahurmuzî (Ö. 360), ilk musannıflar hakkında bize şu bilgiyi vermiştir:

"Bildiğime göre hadîsleri ilk defa tasnîf edip bâblara ayıran kimse, Basra'da er-Rabî1 İbvn Subeyh (Ö. 160), Sa'îd İbn Ebî Arûbe (Ö. 156), Yemeiı'de Abd diye adlandırılan Hâlid İbn Cemîl ve Ma'mer İbn Râşid (Ö. 153), Mekke'de İbn Cureyc (Ö. 150), sonra Kûfe'de Sufyân es-Sevrî (Ö. 161), Basra'da Hammâd İbn Seleme (Ö. 167) ve yine Mekke'de Sufyân ibn Uyeyne (Ö. 198), Şam'da el-Velîd îbn Müslim (Ö. 195), Rey'de Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd (Ö. 182), Horasan ve Merv'de Abdullah İbnu'l-Mübarek (Ö. 181), Vâsıfta Hu-şeym îbn Beşîr (Ö. 193) ve bu asırda Kûfe'de îbn Ebî Za'ide (Ö. 193), îbn Fu-dayl (Ö: 196) ve daha sonraları Yemen'de Abdurrazzâk îbn Hemnıâm (Ö. 211) ve Ebû Kurra Mûsâ îbn Târik olmuştur". [853]

îbn Hacer de, hadîslerin Hazreti Peygamber, ashabı ve kibâr-ı tâbi'în devrinde tedvîn edilmediğine temasla şu bilgiyi vermiştir: "...Bu devirde hadîsler iki sebepten dolayı camilerde mudevven ve muretteb değildi. Bi­rincisi, Müslim'in Sahîh'inde de sabit olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerîm'le karışma korkusundan dolayı sahabenin tedvînden menedilmeleri; ikincisi ise, hafızalarının vüs'ati ve zihinlerinin akıcılığı idi. Çoğu yazı bilmiyordu. Fakat tâbi'ûn devrinin sonlarına doğru ulemânın muhtelif şehirlere da­ğılması, Havâric, Ravâfız ve kader münkirleri gibi bid'at ehlinin ortaya çık­ması üzerine, âsârın tedvîni ve bâblara göre tasnifi başladı. Bu işe İlk defa girişenlerin başında er-Rabî' İbn Subeyh, Sa'îd îbn Ebî Arûbe ve diğerleri vardı. Bunlar, üçüncü tabaka gelinceye kadar her babı ayrı ayrı tasnîf edi­yorlardı, îmam Mâlik, el-Muvattâ adını verdiği kitabını tasnîf etti. Bu ki­tapta Hicaz ehlinin hadîsini toplamış, sahabenin sözlerini, tâbi'ûn ve daha sonrakilerin fetvalarını da mezcederek onu telîf etmişti..." [854]

 

4. İlk Hadîs Eserleri

 

Er-Râmahurmuzî'nin ilk musannıflardan verdiği bazı isimleri yukarıda zikretmiştik. İkinci asırda kitap tasnîf edenlerin hepsi, şüphesiz, bu isim­lerden ibaret değildir. Bununla beraber bu isimler, çoğunun eserleri za­manımıza kadar intikal etmemiş olsa bile, tasnîf faaliyetinin, İslâm'ın çok erken bir devrinde başladığını göstermesi bakımından büyük ehemmiyeti hâizdir.

îkinci asırda telîf ve tasnîf edilmeye başlanan hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür:

a) Siyer ve nıağazî kitapları;

b) Sünen kitapları;

c) Câmi'ler;

d) Musannaflar;

e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş ki­taplar. [855]

 

a)  Siyer ve Mağazî Kitapları

 

İslâm'ın başlangıcından itibaren müslümanlann, Hazreti Peygamberin hadîslerine büyük ilgi duydukları, onları sahîfeler veya büyük hacimde ki­taplar halinde yazıp topladıkları malûmdur. Bu hadîsler arasında onun ibâdât, muamelât ve ukûbâta âit sözleri bulunduğu gibi, ahlâkına, şemailine, Mekke ve Medine hayatına ve gazvelerine âit haberler de yer alı­yordu. Tedvin devri başladığı zaman, bazı müellifler, Hazreti Peygamberin dînle ilgili hadîslerini toplarken, bazıları da, Mekke ve Medine'deki yaşayışı, Peygamberlikten önce ve sonraki şahsî hayatı, fiil ve davranışları, ahlâkı, kısacası sîreti ve gazveleri ile ilgili haberleri toplamayı ihmal etmediler. Bu haberler, müslümanlann alışık oldukları hadîs görünümünde nakledildiği için, dâima onları nakledenlerin isimlerini ihtiva eden birer isnad zincirine bağlanmış ve mevsûkıyetleri de, umumiyetle, bu isnadlarda yer alan râvilerin güvenilir olup olmamaları ile tesbît edilmiştir.

Hazreti Peygamberin sîret ve mağazîsine tahsis ve hadîs usûlü ilminin kaidelerine uygun bir şekilde tasnîf edilen bu kitaplar, daha sonraki de­virlerde ortaya çıkacak olan büyük hacimdeki târihî eserlerin ilk denemeleri sayılabilir. Nitekim bu eserlerde de rivayet usûlü terkedilmemiş ve her târihî haber, hadîslerde görüldüğü gibi bir isnad zincirine bağlı olarak nak­ledilmiştir. Bu bakımdan İslâm'da târih bilimi, hadîs ilminin içinden çıkan ve onun tenkîd ve tevsîk metodlarından yararlanarak gelişen bir branş ola­rak görülür.

Siyer ve mağazî ile ilgili ilk kitaplar, birinci asrın sonlarına doğru tasnîf edilmeye başlamıştır. Kaynaklardan öğrendiğimize göre, ilk mağazî tasnîf edenler arasında, Medine'nin tanınmış âlim ve fakîhlerinden Urve Îbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), Ebû Amr eş-Şa'bî (Ö. 103), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124), Mûsâ îbn Ukbe (Ö. 141), İbn îshâk (Ö. 150), Ma'mer îbn Râşid (Ö. 153), El-Velîd İbn Müslim (Ö. 195) gibi isimler vardır.

İkinci asırda Hazreti Peygamberin sîretine tahsîs edilmiş ilk kitabın ise, yukarıda Mağazî'sine işaret ettiğimiz İbn Şihâb ez-Zuhrî tarafından telîf edildiği  söylenir. [856]Keza İbnu'n-Nedîm'in işaret  ettiğine  göre,  Mağazî sahibi İbn İshâk'ın da bir Kitâbu's-Sîre'&i vardır [857]

 

b)  Sünen Kitapları

 

Fıkıh bâblarma göre tasnîf edilmiş ahkâm hadîslerini ihtiva eden ki­taplara Sünen adı varilmiştir. Bu kitaplarda yer alan hadîsler, Hazreti Pey­gamberin söz, fîil ve takrirlerinden ibaret olan ve merfû sayılan haberlerdir.

Bu bakımdan sunenlerde, mevkuf ve maktu olan, yâni sahabe ve tâbi'ûnun kendilerine âit bulunan söz veya fiillerine yer verilmez''.[858] Ahkâm hadîsleri, umumiyetle, insanların Allah'a karşı olan kulluk görevleriyle, kendi ara­larında   biribirlerine   karşı   olan   insanlık   görevlerini   ve   biribirleriyle münâsebetlerini düzenleyen hükümleri muhtevî nasslardır. Bu bakımdan, bir Sünen kitabında yer alan hadîsleri, ibâdât, muamelât ve ukûbâta âit ol­maları itibariyle üç gurupta toplamak mümkündür. Buna göre, bir Sunen'in muhtevası incelenecek olursa, umumiyetle şu konulardaki hadîslerin tasnîfe tâbi tutuldukları görü]ür: Taharet, salât,, zekât, hacc, savm, nikâh, talâk, cihâd, vasıyyet, ferâiz, harâc, cenaze, yemîn ve nezîr, buyu', akzıye, eşribe, at'ıme, tıb, libâs, fiten, melâhım, hudûd, diyât, sunne, edeb. Bu konuların her biri "kitâb" başlığı altında zikredilir: Kitâbu't-tahâre, Kitâbu's-salât, Kitâbu'z-zekât gibi...Her kitâb da, konusunun genişliğine göre muhtelif sa­yıda "bâb" lara ayrılır.

İkinci asrm başlarında tedvin ve tasnîf faaliyetinin başlaması ile or­taya çıkan ilk hadîs eserleri Sünen denilen bu çeşit koleksiyonlar olmuştur. Bu asırda Sünen tasnîf eden bazı hadîsçiler şunlardır:

Mekhûl eş-Şâmî (Ö. 112), Abdu'l-Melik İbn Abdi'1-Azîz İbn Cureyc (Ö. 150), Sa'îd îbn Ebî Arûbe (Ö. 156), İbn Ebî Zi'b el-Kuraşî (Ö. 159), îbrahîm İbn Tahmân (Ö. 163), Hammâd îbn Seleme (Ö. 167), Abdullah İbnu'I-Mubârek (Ö. 181), Yahya İbn Zekeriyyâ îbn Ebî Zâ'ide (Ö. 183), Huşeym îbn Beşîr (Ö. 183), el-Velîd îbn Muslini (Ö. 195), Muhammed îbn Fuzayl (Ö. 195). [859]

 

c) Cami'ler

 

İkinci asırda tasnîf edilen bazı hadîs kitaplarına da Cami' adı ve­rilmiştir. Câmi'ler de Sunen'ler gibi ibâdât, muamelât ve ukûbâta âit bâblara göre tasnîf edilmiş hadîsleri ihtiva ederler; ancak Câmi'lerin ihtiva ettikleri hadîsler, sadece bu konularla ilgili hadîslerden ibaret değildir. Bun­lara ilâveten, Câmi'lerde, çok daha değişik konulardaki hadîslere de yer ve­rilmiştir. Meselâ Câmi'lerde bulunan Kur'ân'm faziletleri, tefsiri, yaratılışın başlangıcı, geçmiş peygamberler, menâkıb, Hazreti Peygamberin sîreti ve mağâzîsi, halîfeleri ve ashabının faziletleri, îman, tevhîd ve bunun gibi diğer bazı konulara âit hadîslere Sunenlerde rastlanmaz. Bu bakımdan Câmi'ler, ismin de delâlet ettiği gibi, akla gelebilecek her konudaki müşkilin halli için başvurulabilecek mufassal hadîs koleksiyonları sayılır.

İkinci asırda Cami' adı verilen bu tip eserlerin ilk musannifi Ma'nıer İbn Râşid el-Ezdî (Ö.153)'dir. İki yazma nüshası zamanımıza kadar intikal eden ve Abdurrazzâk İbn Hemmâm'm Musannaf adlı eserinin sonunda neşredilen bu kitap, hadîs târihi yönünden büyük önemi hâizdir.

El-Câmi'u'l-Kebîr ve el~Câ?ni'u's-Sağîr adlı iki eseriyle Sufyân es-Sevrî (Ö. 161), Rabî1 İbn Habîb el-Bısrî (Ö. 170), Abdullah İbn Vehb (Ö. 197) ve Sufyân İbn Uyeyne (Ö. 198), bu asırda Cami' tasnif eden hadîsçilerdir. [860]

 

d) Musannaflar

 

İkinci asırda ortaya çıkan ve Musannaf denilen bazı hadîs kitapları vardır ki, bunlar, Sünen denilen hadîs kitaplarından ayrı bir özellik ta­şımazlar. Muhtemelen bu eserlerde de fıkıh ahkâmına müteallik hadîsler tasnife tâbi tutuldukları için, yapılan işe delâlet etmek üzere, musannaf ta­biri kullanılmıştır. Bununla beraber, şuna da işaret edebiliriz ki, Mu-sannafl&r, Cami' denilen eserler gibi her konudaki hadîsleri ihtiva et­meseler bile, Sunen'lerden farklı olarak, Camilerde yer alan konulardan bazılarıyle ilgili hadîslere de yer vermişerdir. Bu bakımdan Musannaflan, ihtiva ettikleri konular yönünden, Sunen'ler ile Camiler arasında mütalâ etmek mümkündür.

İkinci asırda Musannaf denilen eserleriyle şöhret kazanmış imamlar, Hammâd îbn Seleme (Ö. 167), Vekî İbnu'l-Cerrâh (Ö. 197)'dır. Ancak Îbnu'n-Nedîm, Fihristinde (s. 133), her iki Musannaf'ı da Kitâbu's-Sunen adı altında zikretmiştir ki, bu, bizim Sünen 'ler ile Musannaflecr arasında büyük bir fark bulunmadığına dâir biraz önce işaret ettiğimiz görüşü doğ­rular. [861]

 

e) Belirli Bir Konuya Tahsis Edilmiş Kitaplar

 

 İkinci asırda te'lîf edilen hadîs kitaplarından bir kısmının da, Camilere vücût veren çeşitli konulardan birine tahsis edildikleri görülür. Sünen olsun Cami' olsun, musannaf eserlerde bu konular, umumiyetle "kitab" adı altında zikredüdikleri için, belirli bir konuya tahsis edilmiş müs-tekıl eserlere de umumiyetle "Kitâb" adı verilmiştir.

Sufyân es-Sevrî (Ö. 161)'nin Kitâbu'l-Ferâ'iz ve Kitâbu't-Tefsîr'i; Zaide îbn Kudârne (Ö. Ö. 161)'nin Kitâbu'l-Menâkıb, Kitâbu'z-Zuhd ve Kitâbu't-Tefsîr'i; İbrahim İbn Tahmân (Ö. 163)'ın Kitâbu'l-Menâkıb, Kitâbu'l-Iydeyn ve Kitâbu't-Tefsîr'i; Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 181)'in Kitâbu'z-Zuhd ve'r-Rakâ'ik, Kitâbu'l-Birr ve's-Sıla, Kitâbu't-Tefsîr ve Kitâbu'l-Cihâd'ı; Huşeym îbn Beşîr (Ö. 183)'in Kitâbu't-Tefsîr'i; îsmâ'îl îbn Uleyye (Ö. 193)'nin Kitâbu't-Tahâre, Kitâbu's-Salât, Kitâbu'l-Menâsik ve Kitâbu't-Tefsîr'i; îshâk İbn Yûsuf el-Ezrak (Ö. 195)'ın Kitâbu's-Salât, Kitâbu'l-Menâsik ve Kitâbu'l-Kırâ'ât'ı;  Muhammed  îbn  Fuzayl  ez-Zabbî  (Ö.   195)'nin Kitâbu'd-Du'â, Kitâbu'z-Zuhd, Kitâbu's-Sıyâm ve Kitâbu't-Tefsîr'i; Vekî1 İbnu'l-Cerrâh (Ö. 197)'ın Kitâbu'z-Zuhd ve Kitâbu't-Tefsîr'i, bunlardan bazılarıdır.

Burada, musannaf hadîs eserlerinden olmakla beraber, Sünen ve Câmi'lerden farklı olarak değişik bir isimle zikredilen ve ikinci asrın or­talarında hadîs târihine girmiş bulunan bir kitaba da işaret etmek gerekir. Bu kitap, el-Muvattâ' adiyle şöhret kazanmıştır ve musannifi da, kitabı kadar şöhrete ulaşmış olan büyük İmam Mâlik İbn Enes (Ö. 179)'tir. [862]

 

f) Mâlik İbn Enes ve Muvattâ' Adlı Eseri

 

Kendi adı altında kurulmuş olan fıkıh mezhebi Mâlikiyye'nin meşhur İmamı, aynı zamanda, Hazreti Peygamberle birlikte birçok gazvelere iştirak etmiş olan sahabî Ebû Âmir'in torunu Mâlik îbn Enes, 93 senesinde Medine'de dünyaya gelmiş ve uzun müddet yanından ayrılmadığı Ab-durrahman îbn Hurmuz başta olmak üzere, Medine'nin diğer âlimlerinden ilim almıştır. Hadîs işittiği meşhur imamlar arasında îbn Ömer'in kölesi Nâfi', Muhammed İbnu'l-Munkedir, Ebu'z-Zubeyr, İbn Şihâb ez-Zuhrî, Âmir İbn Abdillah, Abdullah İbn Dînâr bulunur. Kendisinden rivayet eden imam­lardan bazıları ise, kendi şeyhlerinden olan Yahya İbn Sa'îd el-Ensâ1 -'.. ez-Zuhrî, İbn Cureyc, Yezîd İbn Abdillah, el-Evzâ'î, Sufyân es-Sevrî, Sufyân îbn Uyeyne, Şu'be, Abdullah İbnu'l-Mubârek, eş-Şâfi'î, îbn Uleyye, Ebû Hanîfe'nin talebelerinden Muhammed eş-Şeybânî ve daha birçok kimsedir.

İbn' Hacer, el-Muvattâ'm tasnîfine tekaddüm eden devri de tavsif ede­rek şöyle demiştir:

"Hazreti Peygamberin âsârı, ashabı ve kibâr-ı tâbi'în devrinde iki se­bepten dolayı camilerde mudevven ve muretteb değildi. Birincisi, Müslim'in Sahîh'inde de sabit olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerîmle karışma korkusundan do­layı sahabenin tedvinden menedilmeleri; ikincisi ise, hafızalarının genişliği ve zihinlerinin akıcılığı idi. Çoğu yazı bilmiyordu. Fakat tâbi'ûn devrinin sonlarına doğru, ulemânın muhtelif şehirlere dağılması, Havâric, Râfıza ve kader mükirleri gibi gibi bid'at ehlinin ortaya çıkması üzerine, âsâruı tedvini ve bâblara göre tasnifi başladı. Bu işe ilk defa girişenlerin başında er-Rabî1 îbn Subeyh, Sa'îd İbn Ebî Arûbe ve diğerleri vardı. Bunlar, üçüncü tabaka gelinceye kadar her babı ayrı ayrı tasnîf ediyorlardı. İmam Mâlik el-Muvattâ' adını verdiği kitabını tasnîf etti. Bu kitapta, Hicaz ehlinin hadîsini toplamış, sahabenin sözlerini, tâbi'ûn ve daha sonrakilerin fetvalarını da mezcederek onu te'lîf etmişti" [863]

Hazreti Peygamberin Hadîsleri yanında sahabenin söz ve fetvalarına da yer verilerek telîf edilen bu kitabı, İmam Mâlik, şeyhlerine arzetmiş, onların muvafakatlarmı bildirmelerinden sonra da ona el-Muvattâ' adını ver­miştir''.  [864]İmam el-Evzâ'î'nin, kitabı Mâlik'e kırk günde okuyup arzetmesi üzerine onun, benim, kırk yılda telîf ettiğimi siz benden kırk günde aldınız" demesi. [865]kitabın telifinde gösterilen gayret ve titizliğe delâlet eder.

İmam Mâlik'in, hadîslerin kabulünde gösterdiği büyük ihtiyat ve hadîs râvileri hakkında giriştiği şiddetli cerh dolayısıyle, Muvattâ'ı, en sahîh hadîs kitapları arasında yer almıştır. Nitekim eş-Şâfi'î, "yeryüzünde ilim yönünden Mâlik'in kitabından daha sahîh bir kitabın bulunduğunu bil­miyorum" derken bu gerçeği ifade etmiştir. [866]Her ne kadar gerek İbnu's-Salâh ve gerekse îbn Kesîr, eş-Şâfi'î'nin, el-Buhârî ve Müslim'in, Sahihlerini telîf etmeden önce bu sözü söylediğim, zira el-Muvattâ'm tasnif edildiği devirde İbn Cureyc, İbn İshâk, Ebû Kurra Mûsâ İbn Târik, Abdurrazzâk İbn Hemmâm ve daha birçok kimsenin Musannafl&m bulunduğunu ve el-Muvattâ'm bunlardan daha sahîh ve faydalı olduğunu söylemişlerse de [867]bazı imamların, el-Muöttttffı Sahîhâfı'm telifinden sonra da en sahîh kitap kabul eden görüşleri yine baki kalmıştır.

Muvattâ'da yer alan hadîslerin sayısı hakkında çeşitli görüşler ileri sü­rülmüştür. Bu konudaki ihtilâfın, Mâlik'ten rivayet edilen Muvattâ' nüs­halarının çokluğundan ve her bir nüshanın birbirinden farklı oluşundan ileri geldiğine şüphe yoktur; zira bazılarında bulunan fazlalıklar, diğer ba­zılarında mevcut değildir. Es-Suyûtî'nin Ebû Bekr el-Ebhurî'den naklen ver­diği rakamlara göre, Hazreti Peygamber ile sahabe ve tâbi'ûndan gelen asarın hepsi 1720'dir. Bunların musned olanları 600, mursel olanları da 222'dir. 613 mevkuf, 285'de maktu, yâni tâbi'î sözleri vardır. [868]

Mâlik'in bu hadîsleri naklinde takîp ettiği yol, umumiyetle, konunun başında, Hazreti Peygamberden gelen hadisleri, sonra da sahabe ve tâbi'ûndan vârid olan âsârı vermek olmuştur. Sahabe ve tâbi'ûndan tercîh ettiği kimselerin hemen hepsi Medîneli olanlardır; çünkü Mâlik, Medine dı­şına çıkmamıştır. Bazen hadîsin akabinde, Medine'de üzerinde ittifak olu­nan bir re'yi, veya ameli, bazen de herhangi bir kelime ile ilgili tefsiri, veya bir cümlenin izahını vermiştir. Bu bakımdan Muvattâ', muhtevası itibariyle hem bir hadîs kitabı, hem de bir fıkıh kitabıdır. [869]

 

5.Üçüncü Asirda Tasnif Faaliyetleri ve Hadîs Eserleri

 

Birinci   asrın   sonlarına  doğru,   önce   tedvin,   daha   sonra  tasnîf fa-

aliyetinin başlaması üzerine telîf edilen ve ikinci asır boyunca telifi devam eden hadîs eserlerini, siyer ve mağâzî, sünen, cami, musannaf ve belirli ko­nulara tahsis edilenler olmak üzere beş guruba ayırarak zikretmiştik. Üçün­cü asırda ise, bu faaliyet daha çok süratlenmiş ve vücûda getirilen eserlerle bu asır, hadîs târihinin en parlak devri olmuştur. Bir taraftan yukarıda zik­rettiğimiz beş gurupla ilgili yeni ve daha güvenilir eserler tasnîf edilirken, diğer taraftan, bu guruplar dışında yeni tasnîf şekilleri ortaya çıkmış ve hadîs ilminin çeşitli konularında ve bilhassa usûle müteallik kitaplar telîf edilmeye başlamıştır, El-Buhârî, Müslim, en-Nesâ'î, Ebû Dâvûd, et-Tirmizî ve İbn Mâce gibi imamlar, Cami' ve Sunen'lerini bu asırda tasnîf ederek Kutub-i Süte adiyle maruf olan ve Kur'ân-ı Kerîm'den sonra İslâm'ın en jnühim kaynakları sayılan altı sahîh kitaba vücût vermişlerdir.

Burada, üçünü asırda telîf edilen eserlerden bazılarını, daha önce ve­rilen sıraya uygun olarak zikredeceğiz: [870]

 

a) Siyer ve Mağâzîler

 

İslâm târihinin ilk ve temel kaynağını teşkil eden ve birinci asrın ikinci yarısından itibaren telifine başlanan siyer ve mağâzîler, üçüncü asırda da ehemmiyetini muhafaza etmiştir. Bu asrın başlarında vefat eden Ebû Ab-dülah Muhammed İbn Ömer el-Vâkıdî (Ö. 207), Şâm, Mısır, Irak ve Afrika gibi çeşitli ülkelerin fethi ile ilgili olarak telîf ettiği eserler yanında, Kitâbu'I-Mağâzî ve Kitâbu's-Sîre adlı eserleriyle de şöhret kazanmış ve bu sahanın büyük üstadlarından biri sayılmıştır. Maamafih İbn îshâk'ın Mağâzî'sini ihtisar ederek, yeni ilâvelerle ona ayrı bir değer kazandıran Ebû Muhammed Abdu'l-Melik îbn Hişâm (Ö. 218) ise, Sİret İbn Hişâm denilen eseriyle şöhret kazanmıştır. Bugün bu eser, kendi sahasında başvurulan en önemli kaynaklardan biri sayılır.

Ebû Ahmed Muhammed İbn Â'iz (Ö. 233)'in Kitâbu'l-Mağâzî'si de üçüncü asırda telîf edilen eserler arasındadır. [871]

 

b)Musnedler

 

Üçüncü asırda ortaya çıkan ve hadîsleri, diğer hadîs eserlerinden farklı bir şekilde tasnife tâbi tutan kitaplar, Musned'lerdir. Sünen, Musannaf ve Cami' adı verilen eserlerde hadîslerin konularına göre tasnîf edildiğini, her müstekıl konuya kitâb denildiğini ve kitab'm da, konunun genişliğine göre muhtelif sayıda bâb'lara ayrıldığını yukarıda zikretmiştik. İlk defa üçüncü asırda ortaya çıkan ve Musned denilen hadîs eserlerinde ise, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, farklı bir tasnîf yolu takîp edilmiştir. Bu eserlerde, hadîslerin konuları nazarı dikkata alınmamış, fakat, kitaba alınması dü­şünülen hadîsler, ya onları rivayet eden sahabî, yahutta sahabîden sonraki râvilerden birinin adı altında biraraya getirilmiştir. Bu suretle meselâ, Ebû Hureyre'nin Hazreti Peygamberden rivayet ettiği hadîsler, konuları ne olur­sa olsun Ebû Hureyre ismi altında, İbn Abbâs'in rivayet ettiği hadîsler de, keza İbn Abbâs'ın ismi altında biraraya getirilerek, muhtelif sahabîlerin hadîslerinden müteşekkil bir kitap telîf edilmiştir. Musned kelimesinin, lügat yönünden "isnad edilmiş" manâsına geldiği gözönünde bu­lundurulursa, musned eserlerde, Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîslerin isnad edildikleri şahabı râvilerine delâlet etmek üzere bu çeşit eserlere Musned denildiği kolayca anlaşılır.

Musnedlerin bazen, hadîslerin sahabî râvilerinden sonraki rical isim­lerine göre de tertip edildikleri görülür. Meselâ Ebû Hanîfe tarafından ri­vayet edilen hadîsler, Ebû Hanîfe'nin ismi altında, yahut eş-Şâfi'î ta­rafından rivayet edilen hadîsler de eş-Şâfi'î'nin ismi altında biraraya getirilirse, bir musned telîf edilmiş olur. Nitekim daha sonraki devirlerde Ebû Hanîfe'nin rivayet etmiş olduğu hadîsler bir kitap içinde toplanmış ve bir Musnedu Ebî Hanîfe meydana getirilmiştir.

Musnedlerin ilk defa üçüncü asırda telîf edilmeye başlandığına yu­karıda işaret etmiştik. Kaynaklardan öğrendiğimize göre, bu evveliyat, bazı hadîsçiler tarafından Ebû Dâvûd et-Tayâlisî (Ö. 203, 204)'ye nisbet edilmiş ve ilk Musned'in onun tarafından telîf edildiği ileri sürülmüştür.

Ebû Dâvûd'tan sonra daha pek çok kimse Musned tasnîf etmiştir. Hadîs târihi ile ilgili eserlerde, Musned tasnîf edenlerin altmışın üzerinde isim ihtiva eden listelerini bulmak mümkündür. Bunlar arasında Musned'i en çok şöhret kazanan imam Ahmed İbn Hanbel'dir. Ebû Abdillah Ahmed İbn Muhammed îbn Hanbel, 164 senesinde Bağdâd'ta doğmuştur. Henüz küçük yaşta iken Ebû Hanîfe'nin talebesi Ebû Yûsufun fıkıhla ilgili ders­lerine devam etmiş ise de, bu fıkhın daha ziyade re'ye müstenid olması do-layısıyle Ahmed İbn Hanbel'i cezbetmemiş, bir müddet sonra Ebû Yûsufun derslerini terketmiş, ondan yazdığı re'yle ilgili kitaplara da bir daha iltifat etmemiştir'. [872]

Ahmed İbn Hanbel, Ebû Yûsuftan ayrıldıktan sonra, hadîs imam­larından Huşeym İbn Beşîr el-Vâsıtî (Ö. 183) ile karşılaşmış ve onun ve­fatına kadar dört sene müddetle ondan hadîs dinlemiş, muhtemelen Sunen'inin bazı bölümlerini de yazmıştır.

186 senesine kadar Bağdad'tan ayrılmayan Ahmed îbn Hanbel, bu se­neden sonra, Küfe, Basra, Hicaz ve Yemen'e seyahat etmiş ve oralarda bu­lunan âlimlerden hadîs almıştır. Bu arada dört defa da hacc farizasını îfa etmiştir. Hacc için yaptığı seferlerin ilkinde İmam eş-Şâfı'î ile karşılaşmış ve ondan Kureyş ensabı ile bazı hadîslerini yazmıştır'. [873]

Ahmed İbn Hanbel, 40 yaşma kadar hadîs öğrenmek v£ ilmini ar­tırmak için çalışmış, seyahat etmiş, fakat bu müddet zarfında hadîs rivayet etmekten şiddetle kaçınmıştır. Hazreti Peygambere sevgisi ve onun sün­netine bağlılığı, onu bu şekilde hareket etmeye sevketmiştir; çünkü örnek aldığı büyük insanın peygamberliği de bu yaşta başlamıştı.

Ahmed îbn Hanbel, 40 yaşından sonra hadîs rivayet etmeye ve ders vermeye başladığı zaman, ilminin en yüksek mertebesine erişmiş, hadîsle il­gili meselelere vukufu, şeyhleri ve akranları arasında büyük bir şöhrete ka­vuşmuş bulunuyordu. Şeyhi Abdurrazzâk İbn Hemmâm (Ö. 211), onu diğer şeyhlerle mukayese ederek şöyle der: "Bize en kudretli hafız eş-Şâzkûnî geldi; hadîs ricalini en iyi bilen Yahya İbn Ma'în geldi; fakat bunların hep­sini birden kendi şahsında cemeden Ahmed îbn Hanbel gibi bir imam daha gelmedi" [874] Ahmed İbn Hanbel'in fıkıh sahasındaki bilgisinin büyük bir kısmı, sahabeden gelen kavil ve fetvalara dayanır. Bunlar, Kitap ve sün­netten sonra Dînin en mühim kaynağını teşkîl ederler. Çünkü sahabîler, Hazreti Peygamberle birlikte yaşamış, onun söz, fiil ve takrirlerin? tam manâsıyle vâkıf olmuş kimselerdir. Kavilleri ve fetvaları, Kur'ân'ın nass-larma, yahut Hazreti Peygamberin ictihadlarına başkalarınmkinden daha yakın ve gerçeğe daha uygundur. Bu sebeple sahabeden gelen her eser, Haz­reti Peygamberin hadîsi mertebesinde olmasa bile, hadîsten sonra baş­vurulması gereken en kuvvetli delildir. İşte Ahmed îbn Hanbel, bu görüşe bağlı kalarak, mecbur olmadıkça fetva vermemiş, veya kendi re'yi ile hüküm istinbat ve istihracında bulunmamıştır. Küçüklüğünde Ebû Yûsufun ders­lerini terketmesine ve re'y fıkhına iltifat etmemesine sebep olan başlıca âmil de, herhalde bu görüş olacaktır. Yetiştiği çevre onu bu şekilde hazırlamıştır.

Ahmed İbn Hanbel, telîf ettiği Musned adlı eseriyle de büyük şöhret ka­zanmıştır. Bir müslümamn dînî. konularda ihtiyaç duyduğu her meselenin çözümünde başvurabileceği hadîsleri ihtiva etmesi bakımından büyük ehemmiyeti hâiz olan bu kitap, bütün hadîs imamlarının takdirini kazanmış ve hadîste dâima başvurulan bir kaynak olmuştur. Bu Musned de, Ahmed İbn Hanbel'in yaşadığı asırda telîf edilen diğer Musned'ler gibi sahabî isim­lerine göre tertîp edilmiş ve her hadîs, konusu nazar-ı dikkate alınmaksızın, onu Hazreti Peygamberden rivayet eden sahabînin ismi altında zikredilmek suretiyle birer sahabî musnedi meydana getirilmiştir. Ebû Bekr es-Sıddîk'm musnediyle başlayan eserde, Önce Ebû Bekr tarafından rivayet edilen hadîsler zikredilmiş, bunu sırasryle Hulefâ-i Râşidînin ve diğer sahabîlerin musnedleri takîp etmiştir. Âhmed İbn Hanbel, Musned'mi, 700 binin üzerinde topladığı hadîsler arasından şeçtikleriyle meydana getirmiştir. Musned'dç mevcut hadîslerin kesin bir sayımı yapılmamış olmakla beraber, mükerrerlerle birlikte 40 bine, mükerrerler hâriç, 30 bine yakın hadîs bulunduğu söylenir.[875] Bu­nunla beraber kitabın, bütün sahîh hadîsleri içine aldığı elbette ki ileri sü­rülemez. Nitekim İbn Kesîr de bu hususa işaret ederek, pek çok hadîsin Musned'in dışında kaldığını, hattâ ileri sürüldüğüne göre, Sahîhân'da hadîsleri bulunan 200 kadar sahabînin Musned'de yer almadığını söy­lemiştir.[876]

Musned, Ahmed İbn Hanbel'in hayatında iki oğlu Salih ve Abdullah ile, kardeşinin oğlu Hanbel tarafından Ahmed'ten işitilmiş ve rivayet edilmiştir. Bu bakımdan Musned'i bu üç kişi dışında Ahmed İbn Hanbel'den işiten ol­mamıştır. [877]Ne var ki bugünkü Musned nüshası, Abdullah îbn Ahmed'in babasından rivayet ettiği nüsha olmakla beraber, bu nüshaya, Abdullah'ın başkalarından işittiği hadîslerle, nüshayı Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekr el-Katî'î'nin bazı hadîsleri de ilâve edilmiş; bu ilâveler fazla bir yekûn tutmasa bile, bizzat Ahmed İbn Hanbel'in telifi olan Musned'ç bazı gölgeler düşürmüştür.

Musned'te yer alan hadîslerin sıhhat derecesi hakkında değişik gö­rüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre Musned'te bulunan hadîsler hüc­cettir. Bu görüşte olanların İstinad ettikleri en önemli delil, Hanbel İbn İshâk'm, amcası Ahmed İbn Hanbel'den naklettiği sözlerdir. Hanbel şöyle der: "Amcam, beni, oğulları Salih ve Abdullah'ı topladı. Musned'i bize okudu. Bu sebeple bizden başka onu tam olarak amcamdan işiten yoktur. Sonra bize dedi ki: Bu kitabı ben, topladığım 750 bin hadîs içinden titizlikle telîf ettim. Müslümanlar Hazreti Peygamberin bir hadîsinde ihtilâfa düş­tükleri zaman buna müracaat etsinler. Bu kitapta buldukları her hadîs bir hüccettir". [878] Ebû Mûsâ el-Medînî de, bu görüşe uygun olarak şöyle der: "Bu kitap, hadîsçiler için büyük bir asıl, güvenilir bir kaynaktır. İşitilmiş pek çok hadîs arasından seçilip telîf edilmiş ve onu, mutemed bir imam, ihtilâf

halinde müracaat edilen bir kaynak kılmıştır". [879]

Musned'in hadîsleri hakkında ileri sürülen diğer bir görüş, aralarında zayıf ve hattâ mevzu (uydurma) olanlarında bulunduğunu göstermektedir. Bu görüşün temsilcilerinden olan el-Irâkî, yukarıda ismi geçen Ebû Mûsâ el-Medînî'ye ve onun Ahmed İbn Hanbel'den naklettiği "hadîs eğer Musned'te yoksa hüccet değildir" sözüne itirazda bulunarak şöyle der: "Bu söz açık de­ğildir. Eğer bununla, Musned'te bulunan her hadîsin hüccet olduğu, bu­lunmayanların da hüccet olmadığı kasdedilmiş ise, Sahîhân'da yer alan bazı hadîslere Musned'te rastlanmamaktadır. Zayıf hadîslerin mevcudiyeti ise, muhakkaktır. Hattâ mevzu hadîsler bile vardır ve ben bunları bir cüzde to-lamış bulunuyorum. Ahmed İbn Hanbel'in oğlu Abdullah tarafından Mus-ned'e ilâve edilmiş hadîsler arasında zayıf ve mevzu olanlar da vardır"'. [880]

Maamafih îbn Hacer, el-Irâkî'nin bir cüzde topladığını söylediği Mus-ned'in sayıları sadece dokuz olan mevzu hadîslerini ele almış, bunlara İbnu'l-Cevzî'nin Meu.2Û'ât'ında zikrettiği diğer bazı Musned hadîslerini d< ilâve ederek, her birinin asılları bulunduğunu göstermeye ve mevzu ji-dukları iddiasını çürütmeye çalışmıştır. [881] Nitekim es-Suyûtî'nin de nak­lettiği gibi İbn Hacer, Musned'in hadîsleri hakkında şöyle demiştir: "Mus­ned'te üç veya dört hadîs müstesna, aslı bulunmayan hiçbir hadîs yoktur. Bu üç veya dört hadîs ise, ya üzeri çizilmesi emredildiği halde unutulan, ya-hutta çizildikten sonra üzerinden tekrar yazılan hadîslerden ibarettir"'. [882]

Netice itibariyle Ahmed İbn Hanbel'in Musned'i, müslümanlar ara­sında büyük itibar görmüş bir hadîs mecmuasıdır. İçerisinde yer alan bir kaç şüpheli hadîs, mevcut hadîslerin çokluğuna nisbetle mecmuanın bü­tününe gölge düşürecek mahiyette değildir ve bunlar da Ahmed İbn Han­bel'in rivayetinden olmayıp Abdullah ve ondan rivayet eden el-Katî'î'nin ilâve ettikleri hadîsler arasındadır. Ahmed İbn Hanbel'in Kitâbu'l-üel ve ma'rifeti'r-ricâl'ini gözden geçirenler, onun, ılel ve rical hakkında geniş bil­gisini ve hadîslerin seçiminde gösterdiği büyük titizliği kolayca tesbît ede­bilirler. Böyle bir bilgi ve titizliğin semeresi olan Musned'in kıymetide el­bette o derece yüksek olmak gerekir. [883]

 

c) Sunenler

 

Fıkıh bâblanna göre tasnîf edilmiş ahkâm hadîslerim ihtiva eden ve Sünen denilen kitapların ikinci asrın başlarından itibaren telîf edilmeye başlandığını daha Önce zikretmiştik. Bu çeşit kitapların tasnîfi üçüncü asır­dda devanı etmiş ve bu asrın İkinci yarısında, hadîs tarihinin en meşhur S.unen'\eri ortaya çıkmıştır. Altı sahîh hadîs kitabı (Kutub-i Sitte) içinde yer alan ve yirminin üzerinde telîf edilen Sunen'ler arasından seçilen dört Sünen (Sunen-i Erbe'a), bu asrın en Önemli eserleridir. Bunlar, sırasıyle En-Nesâ'î'nin Sunen'i, Ebû Davud'un Sunen'i, et-Tirmizî ve İbn Mâce'nin Sünen 'leridir. [884]

 

1. En-Nesâ'î ve Sunen'i

 

Ebû Abdirrahman Ahmed İbn Şu'ayb En-Nesâ'î, 215 senesinde Horasan'ın Nisa' kasabasında doğmuştur. Onbeş yaşında iken Kuteybe İbn Sa'îd el-Belhî'ye seyahat etmiş, ondört ay yanında kalarak ondan hadîs işit-miştir. Bundan sonra bütün Horasan'ı, Hicaz, Irak, Suriye ve Mısır'ı do­laşarak oralarda bulunan hadîsçilerden hadîs tolamıştır.

En-Nesâ'î, hadîs ilminde ve bilhassa râvilerin cerh ve ta'dîlinde, za­manının başvurulan ve görüşü alman imamlarından biri olmuştur. Et-Tâc es-Subkî'nin, babası İmam es-Subkî'den ve hafız ez-Zehebî'den naklettiğine göre, en-Nesâ'î, Sahîh sahibi Müslim Îbnu'l-Haccâc'tan daha hafızdır ve Sunen'i de Sahîhân'dan sonra zayıf hadîsi en az bulunan bir kitaptır. Hattâ bazıları, İslâm'da onun musannan gibi bir kitabın vazolunmadığım ve onun diğer musannafların en üstünü olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnu's-Subkî, İbn Mende, Ebû Alî en-Neysâbûrî, el-Hatîb el-Bağdâdî ve ed-Dârakutnî'ye göre, en-Nesâ'î'nin Sunen'inde bulunan bütün hadîsler sahihtir.

En-Nesâ'î, es-Sunenu'l-Kubrâ'yı tasnîf ettiği zaman, bazı prensler ona bu kitapta bulunan bütün hadîslerin sahîh olup olmadığını sormuşlar, o da bazı hadîslerin ma'lûl olduğunu, bu sebeple hepsinin sahîh sayılamıyacağını -söylemiştir. Kendisinden zayıf hadîslerin ayıklanması istenince, bu kitabı ihtisar etmiş ve el-Muctebâ adım verdiği ikinci Sunerfi meydana getirmiştir, îşte, diğerine nisbetle daha küçük hacimde olan bu muhtasar, hadîsçiler arasında sıhhati ile şöhret kazanmış, aynı zamanda, Kutub-i Sitte arasında, Sahîhân'dan sonraki mertebeyi almıştır. Bu bakımdan, bir hadîsin en-Nesâ'î tarafından rivayet edildiği söylendiği zaman, bu hadîsin, el-Muctebâ'da yer aldığı anlaşılır.

En-Nesâ'î, hayatının mühim bir kısmını Mısır'da geçirmiş ve eserlerini orada tasnîf etmiştir. Ölümünden bir sene önce Mısır'dan ayrılıp Şam'a gel­diği zaman, bazı kimseler, ona Mu'âviye'nin üstünlüğüne delâlet eden hadîsler rivayet etmesini istemişlerdir. En-Nesâ'î bunlara, "Mu'âviye'nin üstün olduğunu ve bazı faziletleri bulunduğunu bilmiyorum" cevabını ve­rince üzerine yürümüşler ve husyelerine vurdukları tekmelerle onu mes-cidden dışarı atmışlardır. Bu hâdiseden sonra Filistin'in Remle kasabasına gelen en-Nesâ'î, çok geçmeden, 303 senesinde vefat etmiştir. [885]

 

2. Ebû Dâvûd ve Sunen'i

 

Ebû   Dâvûd   Süleyman   İbnu'l-Eş'as   es-Sicistânî,   202   senesinde   Si-cistân'da doğmuş, küçük yaşından itibaren hadîs toplamak için seyahata çı­karak, Horasan, Irak, Suriye ve Hicaz hadîsçilerinden hadîs yazmıştır. Ken­disinden rivayet olunan bir haberden öğrenildiğine göre  500 bin hadîs yazmış, bunlardan yalnız ahkâmla ilgili olmak üzere 4800 hadîs seçerek meşhur Sunen'ini meydana getirmiştir. Bu bakımdan kitabı, fıkıh bâblarını ve bu bâblarla ilgili hadîsleri en mükemmel bir şekilde cemeden bir eser sa­yılır. Onun tanınmış sarihlerinden biri olan Ebû Süleyman el-Hattâbî, şer­hinin mukaddimesinde şöyle der: "Dîn ilminde Ebû Davud'un Sunen'i gibi şerefi büyük bir kitap tasnîf edilmemiştir. Halk arasında büyük kabul gör­müş, tabakalarının ve mezheblerinin farklılığına rağmen ulemâ ve fukahâ arasında hakem, Irak, Mısır, Mağrib ve diğer ülkelerin birçok şehirlerinde hadîs musannifi arma örnek olmuştur. Her ne kadar Horasan ehli arasında el-Buhârî ve Müslim'in Sahîh'ieri itibar görmüş ve sahîh tasnifinde onların şartı gözönünde tutulup örnek alınmışsa da, Ebû Davud'un Sunen'i, daha çok   fıkıh   ahkâmını   ihtiva   etmesi   yönünden   diğerlerinden   üstün   ad­dedilmiştir. Yine el-Hattâbî, İbnu'l-Arabî'nin "bir kimsenin elinde ilim ola­rak Allah'ın Kitab'ı ve bir de Ebû Davud'un Sunen'i bulunsa, o kimse, başka hiçbir şeye muhtaç olmaz" sözüne işaretle şöyle der: "Şüphesiz bu böyledir. Allahu Ta'âlâ Dînle ilgili her şeyi Kitab'mda zikretmiş, ancak bunlardan ba­zısının  beyânını  Peygamberine  bırakmıştır.  Bu  bakımdan  Hazreti  Pey­gamberin sünneti, Kur'ân'm beyânıdır. Ebû Dâvûd, sünnet ve fıkıh ahkâmı ile ilgili hadîsleri tolamak suretiyle kendinden öncekilerin ve sonrakilerin yapmadıkları bir işi yapmış, Kur'ân ve kendi Sunen'inden başka bir şeye ih­tiyaç bırakmamıştır".

Ebû Dâvûd, Sünen dışında daha pek çok kitap tasnîf etmiştir. Ha­yatının son senelerini, sonradan yerleşmiş olduğu Basra'da geçirmiş ve 275 senesinde vefat etmiştir. [886]

 

3. Et-Tirmizî ve Sunen'i

 

Ebû îsâ Muhammed İbn îsâ et-Tirmizî, 209 senesinde Tirmiz'de doğ­muştur. Her hadîs imamı gibi o da küçük yaşından itibaren hadîs toplamaya başlamış, bu maksatla yaptığı seyahatlarda pek çok hadîsçi ile kar­şılaşmıştır. İmam el-Buhârî'ye tilmiz olduğu gibi, Kuteybe İbn Sa'îd, İshâk îbn Mûsâ, Muhammed İbn Gaylân ve daha birçok kimseden hadîs almıştır.

Et-Tirmizî'nin fıkıh bâblarına göre tasnîf ettiği Sünen kitabı, değişik konulardaki bâbları da ihtiva etmesi dolayısıyle el-Câmi'u's-Sahîh adiyle de şöhret kazanmıştır. İçinde yer alan hadîsleri, sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere üç gurupta toplayan et-Tirmizî, her hadîsi zikrettikten sonra,  o hadîsin hangi guruptan olduğunu "bu hadîs sahihtir", veya "bu hadîs ha-sendir" gibi sözlerle belirtmiştir. Keza zayıf olduğuna işaret ettiği hadîslerin, zayıflık sebeplerim açıklamayı da ihmal etmemiştir. Onun diğer musannıflardan ayrı bir özelliği de, bazı hadîslerin derecesine işaret eder­ken, sahîh, hasen ve garîb kelimelerini, çeşitli şekillerde birleştirerek, hiç kimsenin kullanmadığı bazı tabirlere de yer vermesidir. Meselâ bir hadîsin sıhhat derecesini belirtmek için "bu hadîs hasen sahîhtir", "bu hadîs hasen garîbtir", "bu hadîs hasen sahîh garîbtir" tabirlerim sık sık kullanmıştır.

Et-Tirmizî, kitabında "hasen'le kasdettiği manâyı açıklamış olmakla beraber, "hasen" in "sahîh veya "garîb" le ayrı ayrı yahut müştereken teşkîl ettiği tabirler hakkında hiçbir açıklama yapmamış, bu tabirlerle hadîsin sıh­hat yönünden hangi derecelerine işaret etmek istediğini belirtmemiştir. Bu sebeple muahhar imamlar, ilk defa et-Tirmizî tarafından kullanılan bu ta­birlerin delâlet ettikleri dereceleri tesbît etmeye çalışmışlar ve bu tabirler hakkında birbirinden farklı açıklamalarda bulunmuşlardır.

Et-Tirmizî'nin kitabı, en-Nesâ'î ve Ebû Davud'un kitaplarına nisbetle üçüncü derecede yer almıştır. Hadîs ilminin usûle müteallik bazı me­selelerinde bu kitap bir asıl kabul edilse ve sonunda bir de Kitâbu'l-ılel adını taşıyan bir bölümü bulunsa bile, et-Tirmizî'nin, en-Nesâ'î ve Ebû Dâvûd ta­rafından zayıf addedilen bazı râvilerden hadîs nakletmesi, derecesini diğer iki kitabın altına düşürmüştür. Bununla beraber onu, Kutub-i Şile'nin üçüncü sırasında zikredenler de vardır.

Et-Tirmizî, 279 senesinde doğduğu yer olan Tirmiz'de vefat etmiştir. [887]

 

4. İbn Mâce ve Sunen'i

 

Ebû Abdillah Muhammed İbn Yezîd İbn Abdillah îbn Mâce el-Kazvînî, 219 senesinde dünyaya gelmiş, hadîs yazmak için Rey, Basra, Küfe, Bağciâd, Şâm, Mısır ve Hicaz'a seyahat etmiş, buralarda bulunan birçok hadîsçi ile karşılaşarak onlardan hadîs almıştır.

îbn Mâce, hafıza ve itkan bakımından hadîs imamlarının senasına mazhar olmuş, kendisinin sika (güvenilir) ve hüccet olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Ebû Ya'lâ el-Halîlî'ye göre, hadîs sahasında âlim, Târih ve Sünen gibi eserlerin musannifi, Irak, Mısır ve Suriye'ye seyahat etmiş bir kimsedir. İbn Kesîr ise, tasnif ettiği Sunen'in, bu sahadaki ilmine, ameline, ihtisasına, usûl ve fürûdaki sünnete bağlılığına delâlet ettiğini söyler.

İbn Mâce, fıkıh bâblarma göre tasnîf ettiği Sünen kitabı ile şöhret ka­zanmıştır. Ancak bu kitap, altıncı asrın başına kadar Kutub-i Sitte arasında yer almamıştı; daha doğrusu, bu zaman zarfında, hadîsçiler nazarında asıl olan beş hadîs kitabı bulunuyordu. Bunlar, el-Buhârî ve Müslim'in Sahîh'leri ile en-Nesâ'î, Ebû Dâvûd ve et-Tirmizî'nin Sunen'leri idi. Ebu'l-FazI İbn Tâhir el-Makdisî (Ö. 507)'nin bu beş kitaba (Usûl-i Hamse'ye) tahsis ettiği Atrâfa îbn Mace'nin Sunen'irâ de eklemesinden ve "Altı İma­mın Şartları" (Şurûtu 7-e 'immeti 's-Sitte) adlı kitabını telîf etmesinden sonra, îbn Mâce'nin Sunen'i de muteber klitaplar arasında zikredilmeye baş­lamıştır. Bununla beraber onun, yalancılık ve hadîs hırsızlığı ile itham olun­muş bazı râvilerden gelen hadîslere de kitabında yer vermiş olması, bazı hadîsçilerin, Sunen'in. altıncı kitap olarak kabul edilmesine muhalif kal­malarına ve bazılarının onun yerine ed-Dârimî'nin Sunen'ini, diğer ba­zılarının da Mâlik'in Muvattâ'ım altıncı kitap olarak teklif etmelerine sebep olmuştur. Maamafih Sünen, sayıca fazla olmayan zayıf ve hattâ mevzu sa­yılan bazı hadîslerine rağmen, bilhassa fıkıh bâbları yönünden büyük fay­dası dolayısıyle, altıncı kitap olarak kabul görmüş ve şöhret kazanmıştır. Ez-Zehebî'ye göre Sünen, 32 kitap ve 1500 bâbtan müteşekkil olup, bütün bâblarda, muhtelif sayılarda taksîm edilmiş 4000 hadîs vardır. İbn Mâce, 273 senesinde vefat etmiştir. [888]

 

d) Musannaflar

 

İkinci asırda Musannaf adı altında ortaya çıkan kitaplara işaret et» ı iş ve bunların Sunen'lere nisbetle büyük bir farklılık arzetmediklerini be­lirtmiştik. Çok sayıda olmasa bile, bu ismi taşıyan kitaplar Üçüncü asırda da telîf edilmiştir. Bunlar, Ebû Bekr Abdurrazzâk îbn Hemmâm (Ö. 211), Ebu'r-Rabî Süleyman îbn Dâvûd el-Ezdî ez-Zehrânî (Ö. 234), Ebû Bekr îbn Ebî Şeybe (Ö. 235) ve Bakıy îbn Mahled (Ö. 276)'in Musannaf lavıdır. [889]

 

e) Camı ler

 

Fıkıh konuları yanında diğer konuları da içine alan Camiler, üçüncü asırda da tasnîf edilmiş, özellikle el-Buhârî ve Müslim'in Câmi'leri ile bu asır, hadîs târihinin altm çağı olmuştur. Burada, Kutub-i Sitte'ye vücûd veren bu iki imamın Câmi'leri üzerinde de kısaca duracağız. [890]

 

1. El-Buhârî ve el-Câmi'u's-Sahîh'i

 

Hadîs târihinde ismi ve tasnifi ile şöhret kazanan Ebû Abdillah Mu­hammed îbn îsnıâ'îl el-Buhârî el-Cu'fî, 194 senesinde Buhârâ'da dünyaya gelmiş, henüz on yaşlarında iken hadîse merak sararak ülkesinde bulunan muhaddislerden hadîs dinlemeye ve dinlediklerini hıfzetmeye başlamıştır. Daha onbir yaşında iken beldesinin hadîsçilerinden ed-Dâhilî'nin, halka, Sufyân an Ebi'z-Zubeyr an İbrahim diyerek hadîs naklettiği bir sırada, Ebu'z-Zubeyr'in İbrahim'den hadîs işitmediğini söylemiş ve onun hatâsını tesbît etmiştir. Zira İbrahim'den hadîs rivayet eden kimse, Ebu'z-Zubeyr değil, Zubeyr îbn Adiy idi. Ed-Dâhilî, onbir yaşındaki bu çocuğun ikazı üze­rine, haklısın, diyerek kitabını tashîh etmek zorunda kalmıştır.

El-Buhârî,   onaltı  yaşında  iken  Abdullah   Îbnu'l-Mubârek  ve   Vekî' Îbnu'l-Cerrâh'm kitaplarını ezberlemiş, sonra annesi ve kardeşi ile birlikte hacc için yola çıkmıştır. On sekiz yaşma geldiği zaman, sahabe ve tâbi'ûnun kaza ve kavillerini toplayıp tasnif etmiş, yine aynı sıralarda, Hazreti Pey­gamberin kabri başında ve ay ışığının aydınlattığı gecelerde Târîh'ini yaz­mıştır.

El-Buhârî, hadîs toplamak için birçok ülke dolaşmış, dolaştığı yerlerde karşılaştığı binin üstünde şeyhten hadîs yazmıştır. Yazıp da isnadım bil­mediği ve hıfzetmediği tek bir hadîs yoktur. Tedvîn ve tasnifin altm çağı di­yebileceğimiz bir devri idrak etmiş olması dolayısıyle, hadîs ümindeki geniş bilgisinin, metin ve isnadlardaki illetlere, ricalin cerh ve ta'dîl yönünden de­ğişik hallerine derin vukufunun ve nihayet sahîh hadîsi sakîm olanından ayırmak hususunda gösterdiği son derece titiz davranışının sayesinde, mü­kemmel bir hadîs eseri tasnif etmeyi başarmış ve bu eser, İslâm dün­yasında, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra Dînin ana kaynağı olmak vasfını kazanmıştır.

Kendisinden nakledilen haberlerden anlaşıldığına göre, el-Câmi'u's-Sahîh'i, toplamış olduğu 600 bin hadîs içinden titizlikle seçip ayırdığı sahîh hadîslerden meydana getirmiştir. Yine kendisi, 100 bin sahîh, 200 bin de illetli veya zayıf hadîsi hıfzettiğini söylemektedir. El-Câmi'u's-Sahîh'te nak­lettiği hadîs sayısı ise, mu'allak, mutâbi', şâhid ve mevkuf olanlar dışında, mükerrerlerle birlikte 7397 dir. Mu'allak, mutâbi1, şâhid ve mevkuf olanlar da dâhil edilirse, bu sayı 9000 i bulmaktadır. Bu rakkam, toplamış olduğu 600 bin, veya hıfzettiği 100 bin hadîse nisbetle çok cüz'î bir miktara delâlet eder. Bu, bize şu gerçeği açık bir şekilde göstermektedir ki, el-Buhârî, ba­zılarının iddiası hilâfına, bütün sahîh hadîsleri kitabında toplamayı gaye edinmemiştir ve buna da lüzum görmemiştir. Nitekim bu husus, bizzat ken­disi tarafından da ifade edilmiş ve "bu kitabıma yalnız sahîh olan hadîsleri aldım ve uzamasından korktuğum için de bir miktar hadîsi kitabın dışında bıraktım" demiştir.

El-Buhârî, kitabına aldığı hadîslerin seçiminde tesbît ettiği şartları açıklamamıştır. Bununla beraber, kitaba verdiği el-Câmi 'u ^s-Sahîhu 'l-Musnedu'l-Muhtasar min Umûri Rasâli'llah (s.a.s.) ve Eyyâmih adı, şart­larının neler olduğu hakkında fikir verebilecek bir manâya sahiptir. Önce kitabına el-Câmi' adını vermiştir. Buna göre el-Buhârî, hadîslerini belli bir sınıf veya bâbtan seçmemiş, aksine, fezâ'il, geçmiş ve gelecekle ilgili hadîsler, âdâb, rekâ'ik gibi çok çeşitli konulardan seçmiştir. Bu bakımdan el-Buhârî'nin, kitabına verdiği Cami' ismi, hadîslerin seçiminde takîp ettiği usûle uygundur. Cami' ismini takîp eden Sahîh sözü, el-Buhârî'nin, kitabına yalnız sahîh olan hadîsleri aldığına delâlet eder. Nitekim daha önce de zik­rettiğimiz gibi, bizzat kendisi "yalnız sahîh hadîsleri aldığını, kitabı uzatmamak için de bir miktar sahihi terkettiğini " açıklamıştır. Kitabın isminde yer alan Musned sözü, el-Buhârî'nin, yalnız isnadı muttasıl olan hadîsleri kitabına aldığını gösterir. Bunun dışındaki hadîsler, şekil itibariyle ister mursel olsun, ister munkatı veya mu'allak olsun, kitapta asıl olarak zik-redilmemiştir. İsimde yer alan Muhtasar tabiri ise, daha önce de işaret et­tiğimiz gibi, bütün sahîh hadîsleri kitapta toplamak gayesinin gü-dülmediğine delâlet eder. Bu bakımdan hiç kimse, el-Buhârî'nin kitabında bulunmayan bir hadîsin, mücerred bulunmayışından dolayı sahîh ol­madığını iddia edemez. Görüldüğü gibi, el-CâmVu's-Sahîhu'l-Musnedu'l-Muhtasar adı, el-Buhârî'nin bu ad altında tasnif ettiği kitabın mahiyetini ve gayesini ortaya koyabilecek bir açıklığa sahiptir.

El-Buhârî, el'Câmi'u's-Sahîh içinde yer alan ve Kitab adı verilen her bölümü muhtelif sayılarda bâblara ayırmış ve her baba, o bâb içinde yer alan hadîslerin konularına uygun düşen bir isim vermiştir. Terceme denilen ve "bâb unvanı" manâsına gelen bu başlıklarda, bazen Kur'ân-ı Kerîm'den bir âyet zikredilmiş, bazen de, el-Buhârî'nin bâb konusu ile ilgili görüşlerini aksettiren ifadeler yer almıştır. Fıkhı değeri olan bu ifadeler dolayısıyledır ki   (el-Buhârî'nin fıkhı tercemelerindedir) denilmiştir.

El-Buhârî'nin tercemelerinde görülen bir özelliği de, tercemeleri takip eden hadîslerin, her bâbta değişik sayıda bulunması ve hattâ bazı bâblarda tek bir hadîsin dahî zikredilmem esi, yahut yalnız ta'lîklara yer verilmiş olmasıdır. Bazı bâblar ise, unvansız bırakılmıştır. El-Buhârî'nin bazı bâblarda hiçbir şey zikretmemesi, çeşitli tefsirlere yol açmıştır. Bazıları, onun bunu kasden yaptığını ve bununla o bâbta şartına uygun hadîs bulamadığını be­lirtmek istediğini ileri sürmüşlerdir. Bu sebepledir ki bazı Sahîh nüs­halarında, hiç hadîsi zikredilmeyen bir babın, babı zikredilmeyen hadîse ek­lendiği görülmüştür. Bunun sebebini açıklayan Ebu'l-Velîd el-Bâcî, Ebû İshâk el-Mustemlî'den şu haberi nakletmiştir: "El-Buhârî'nin kitabını kendi aslından istinsah ettik; bu asıl, Muhammed İbn Yûsuf el- Firabrî'de bu­lunuyordu. O zaman gördük ki, kitapta tamamlanmamış, beyaz bırakılmış yerler, kendisinden sonra hiçbir şeyi tesbît edilmemiş tercemeler, tercemesi zikredilmemiş hadîsler vardı. Biz bunların hepsini birleştirerek yazdık". [891]Ebu'l-Velîd el-Bâcî, bu haberin doğruluğuna, kitabın muhtelif nüshalarının delâlet ettiğini söyleyerek şöyle der: "Filhakika Ebû İshâk el-Mustemlî'nin, Ebû Muhammed es-Serahsî'nin ve Ebû Zeyd el-Mervezî'nin rivayetleri, takdîm ve tehîr yönünden birbirinden farklıdır; halbuki bunların hepsi de tek bir asıldan istinsah etmişlerdir. Bundan anlaşılıyor ki, müstensihlerden her biri, bu gibi yerlerdeki meseleleri kendi anlayışlarına göre uygun gördükleri yerlere izafe etmişler ve bu suretle aralarında görülen takdim ve tehîr farkları, veya aralarında hiç hadîs bulunmayan muttasıl terceme şe­killeri ortaya çıkmıştır. Bununla beraber, el-Câmi'u's-Sahîh'te bu gibi yer­lerin çok az olduğu da bir ger çektir ". [892]

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre, el-Buhârî, çeşitli şekillerde zik­retmiş olduğu bâb tercemelerinde, o baba ve kendi şartlarına uygun hadîs bulmuşsa, o hadîsi kitabı için ıstılah olarak tesbît ettiği haddesenâ ve ben­zeri ibarelerle o bâb içerisinde zikretmiştir. Eğer kendi şartlarına uygun hadîs bulamamış, bununla beraber, hüccet olarak kullanılabilecek evsafa sahip bir hadîs ele geçirmişse, şartına uygun hadîslerin zikrinde kullandığı usûlü değiştirerek, bu gibi hadîsleri daha başka şekillerde nakletmiştir. Meselâ ta'lîk ettiği hadîslerin çoğu bunlardandır. Gerek kendi şartına ve ge­rekse başkalarının şartına uygun hiçbir sahîh hadîs bulamamışsa, o zaman, halk arasında şöhret kazanmış ve kıyas olmak üzere kullanılmış bir hadîsi, ya lafzen veya manen almış ve onu bâb tercemesi olarak nakletmiştir; sonra da bu haberin manâsına şehadet edecek bir âyet veya onu teyîd edecek bir hadîs zikretmiştir. [893]Ancak bu zikredilenler, el-Câmi'u's-Sahîh'in telîf ve tasnifinde el-Buhârî'nin takîp ettiği metodla ilgili tahminlerden Öte geç­memektedir. El-Buhârî, kendi metodunu açıklamadığı için, bu konuda ileri sürülen görüşlere tahmin diyoruz. Bununla beraber akla yakın olan gö­rüşlere olabilir nazarı ile bakmanın en doğru yol olduğuna şüphe yoktur. [894]

 

2. Müslim ve el-Câmi'u's-Sahîh'i

 

Telîf ettiği büyük hadîs eseriyle Kutub-i Sitte'nm vücûd bulmasında en mühim hisseye sahip olanlardan biri de, Ebu'l-Huseyn Müslim İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî en-Neysâbûrî'dir. Müslim, 204 senesinde Nîsâbûr'da dün­yaya gelmiş, 218 senesinden itibaren, yâni henüz 14 yaşında iken, Irak, Hicaz, Suriye ve Mısır gibi çeşitli ülkeleri dolaşmaya başlamış ve dolaştığı ülkelerin birçok meşhur muhaddisinden hadîs almıştır. El-Buhârî'ye bağ­lılığı ilede şöhret kazanan Mııslim, bir rivayetten öğrendiğimize göre, bir gün onun alnından öperek şöyle hitap etmiştir: "Bırak da ayaklarını öpeyim, ey üstadlarm üstadı, muhaddislerin efendisi, hadîs illetlerinin tabîbi! Sana yalnız hased edenler düşman olur. Şehadet ederim ki, dünyada senin bir eşin yoktur" demiştir. Müslim'in el-Buhârî'ye olan bu bağlılığı, Nîsâbûr'da cereyen eden bazı hâdiseler karşısında onu müdâfa etmesinde ve bu müdâfa yüzünden el-Buhâri gibi Müslim'in de halktan tecrîd edilmesinde görülür.

Müslim, arkasında, hadîs konusunda tasnîf edilmiş birçok eser bı­rakarak 261 senesinde Nîsâbûr'da vefat etmiştir. Onun bıraktığı eserler arasında, üzerinde durulması ve kısa da olsa hakkında bilgi verilmesi gereken en Önemli olanı, hiç şüphesiz, el-Buhârî'nin Sö/ı£/l'inden sonraki ilk mer­tebeyi işgal eden ve Kutub-i Sitte'yi tamamlayan el-Câmi'u's-Sahîh adlı mu-sannafıdır. Müslim bu eserinde, mükerrerler dışında 3000 civarında hadîsi biraraya getirmiş ve her hadîsin, konusu ile ilgili olduğu baba yer­leştirilmesine ayrı bir itina göstermiştir. Ayrıca, her hadîsin değişik ve kendi nazarında sahîh olan isnadlarına ve bu değişik isnadlarla gelen metin farklarına yaptığı işaretlerle rivayetini değerlendirmiş ve bunlara verdiği tertip güzelliği ile kitabın kolay ve rahat kullanılmasını sağlamıştır.

Müslim, Sahîh'inde aynı hadîsin tekrarından şiddetle kaçınmıştır. Bu­nunla beraber, bazı sebepler dolayısıyle tekrarında fayda mülâhaza etmişse, o hadîsi tekrar vermekten çekinmemiştir.. Nitekim kendisi, kitabın mu­kaddimesinde buna işaret etmiş ve Hazreti Peygamberden senediyle gelen hadîsleri tekrarsız olarak vermeyi gaye edindiğini belirttikten sonra şöyle demiştir; "Ancak kendisinde fazla manâ bulunan hadîsin tekrarından mütağnî kalınamayan bir yerin gelmesi, yahutta orada bulunan bir illet do­layısıyle başka bir isnadın yanında vâki olan bir isnad olması halinde bu tekrar zarurîdir; çünkü hadîste kendisine ihtiyaç duyulan fazla bir ttanâ, tam bir hadîs hükmündedir. Bundan dolayı, kendisinde vasfettiğimiz zi-yadelik mevcûd olan hadîsin tekrar edilmesi, yahut mümkün ise, kısa ol­duğu için bu manânın hadîsin tamamından ayırt edilmesi gerekir. Fakat bazen onu bütününden ayırmak güç olur. Bu zorluk mevcûd olduğu za^an hadîsi kendi heyetiyle tekrar etmek daha salim yoldur. Amma bizden, ken­disine bir ihtiyaç yok iken bütün ile tekrarında zaruret görmediğimiz hadîsi inşallah tekrarına yanaşmıyacağız". [895]

El-Buhârî ve Müslim'in Sahîh'leri bazı hadîsçiler tarafından mukayese konusu yapılmış, hangisinin daha üstün olduğu tesbît edilmeye çalışılmıştır. Bu konuyu ele alan İbn Hacer şöyle der: "İslâm ulemâsının çoğu, Sahîhu'l-Buhârî'nin sıhhat yönünden önde olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Fakat bunun aksi olan bir görüş hiç kimseden nakledilmemiştir. Ebû Alî en-Neysâbûrî'den rivayet edilen, yeryüzünde Müslim'in kitabından daha sahîh bir kitap yoktur, sözü ile, bazı Mağrib imamlarının Müslim'in kitabını el-Buhârî'nin kitabından üstün sayan görüşleri, sadece, Müslim'in üslûbu ile, vaz ve tertîbindeki güzelliğe râci hususlar dolayısıyledir...Zira El-Buhârî'nin kitabında sıhhatin istinad ettiği sıfatlar, Müslim'in kitabında istinad edilen sıfatlardan daha mükemmel ve daha şiddetlidir; el-Buhârî'nin sıhhat için or­taya koyduğu şartlar, daha kuvvetli ve daha serttir".

"El-Buhârî'nin ittisal yönünden üstünlüğü, râvinin hadîs aldığı kimse ile mülakatının bir defa da olsa sabit olmasını şart koşması dolayısıyledir. Halbuki Müslim, sadece muâsaratla, yâni râvi ile şeyhinin aynı asırda yaşamış olmalarıyle iktifa etmiştir".

Sahîhu'l-Buhârî'nin şâz ve illetten salim olması yönünden üstünlüğüne gelince, el-Buhârî'de tenkide uğrayan hadîs sayısı, Müslim'in tenkide uğ­rayan hadîs sayısından daha azdır. Buna ilâveten ulemâ, ilim yönünden el-Buhârî'nin Müslim'den daha üstün ve hadîs sanatı yönünden daha bilgili ol­duğunda ittifak etmişlerdir. Müslim onun tilmizi olup dizi dibinde yetişmiş, ondan istifade etmiş, onun eserlerine tâbi olmuştur. Bu sebepledir ki, ed-Dârakutnî, eğer el-Buhârî olmasaydı, hadîs ilminde Müslim ortaya çıkmaz ve bu mertebeye ulaşmazdı, demiştir".[896]

İşte, yukarıda zikredilen bu sebepler dolayhısıyle el-Buhârî'nin el-CâmVu's-Sahîh'i, başta Müslim olmak üzere, diğer bütün hadîs imamlarının tasnif etmiş oldukları kitaplara tercih edilmiş ve daha önce de işaret et­tiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra, îslâm Dîninin en mühim kaynağı sa­yılmıştır. [897]

 

f) Cüzler

 

Cüz, tek bir sahabînin veya daha sonrakilerden bir hadîsçinin hadîslerini toplayan kitaplardır. Bazen, belirli bir konuya tahsis edilmiş hadîsleri ihtiva eden mecmualara da cüz denilmiştir. Cüzler, daha ziyade üçüncü asırdan itibaren ortaya çıkmaya başlamış ve binlerce cüz telîf edil­miştir. Ez-Zehebî'nin naklettiğine göre, Nîsâbûr'un tanınmış muhaddisle-rinden hafız Ebû Hâzim Ömer İbn Âhmed el-Abdevî (Ö. 417) "kendi elimle, her bir şeyhten bin cüz olmak üzere on şeyhten 10 bin cüz yazdım" demiştir ki  [898]bu sözden, tahmin edilemiyecek kadar çok sayıda cüz telîf edildiğini anlamak mümkündür. [899]

 

g) Belirli Konulara Tahsis Edilmiş Kitaplar

 

Cami' adlı eserlerin değişik konularından birine tahsîs edilmiş ki­tapların ikinci asırda telîf edilmeye başlandığını daha önce zikretmiştik. Bu çeşit telîf faaliyeti üçüncü asırda da devam etmiş ve giderek artmıştır. Ab-durrazzâk İbn Hemmâm (Ö. 211)'m Kitâbu's-Salât\ Ebû Asım en-Nebîl (ö. 2l2)'in Kitâbu's-Sunne'si, Ebû Nu'aym el-Fazl îbn Dukeyn (Ö. 219)'in Kitâbu's-Salât ve Kitâbu'l-Menâsik'i, Müslim İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî (Ö. 261)'nin Kitâbu'l-întifâ bi-Culûdi's-Sıbâ'ı, Ebû Zur'a er-Râzî (Ö. 264)'nin

Kitâbu'z-Zuhd'u, Ebû Dâvûd Süleyman İbmı'l-Eş'as es-Sicistânî (Ö. 275)'nin Kitâbu'z-Zuhd, Kitâbu'l-Kader, Kitâbu A'lâmi'n-Nubuvue ve Kitâbu's-Sunne'si, Ebû Hatim er-Râzî (Ö. 277)'nin Kitâbu'z-Zuhd'u, Ebû îsâ Mu-hammed İbn îsâ et-Tirmizî (Ö. 279)'nin Kitâbu'ş-Şemâ'ü'i bunlardan bir­kaçıdır. [900]

 

h) Mustahrecler

 

Üçüncü asrın ikinci yarısından sonra, bilhassa el-Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lermm hadîs târihinde şöhret kazanmaya başlaması üzerine, bazı musannıflar, mesaîlerini bu iki kitaba göre düzenlemeye ve onları asıl kabul ederek onların çerçevesi içinde yeni eserler tasnif etmeye başlamışlardır. Bu çeşit eserlerin ilk ortaya çıkanları Mustahrec'lerdİr. İstihraç, bir hadîs ima­mının, kitabında belirli bir isnadla naklettiği hadîsin bir başka isnadını ara­yıp bulmak ve hadîsi o İsnadla Mustahrec adı verilen kitapta nakletmektir. Bu ikinci isnad, şüphesiz, o hadîsi Mustahrec sahibine ulaştıran isnaddır. Bu suretle mustahric, Sahîh sahibi ile, onun şeyhinde, yahut daha üstündeki bir şeyhte, hattâ bazen sahabîde birleşir. Eğer hadîs muctahrice ulaşmamış ise, yahut ulaşmış olsa bile isnadı zayıf ise, mustahric, ya o hadîsi terkeder, yahutta Sahîh sahibinin isnadı ile nakleder.

Mustahrecler, umumiyetle dördüncü asırdan itibaren çoğalmaya baş­lamıştır. Bununla beraber ez-Zehebî'nin belirttiğine göre. [901]Ebû Bekr el-İsferâ'înî (Ö. 286)'nin ve Ebu'1-Fazl Ahmed İbn Seleme el-Be'zzâz (Ö. 286)'m. Müslim'in Sahlh'i üzerine yapılmış birer Mustahrec'leri vardır. [902]

 

ı) Hadîs İlminin Çeşitli Konularına Tahsîs Edilmiş Kitaplar

 

Hadîs ilminin çeşitli usûl ve kaidelerinin, ikinci ve üçüncü asır hadîsçileri arasında bilindiğini gösteren deliller, bizzat kendilerinden nak­ledilen ve daha sonraki usûl kitaplarında yer alan haberlerdir. El-Buhârî ve Müslim'in yalnız hadîs metinlerine tahsîs ettikleri Sahîh'lerinde bile ta­hammül ve rivayet kaidelerine, yahut hadîs ricaline âit yer verdikleri gö­rüşleri, bunun bir başka delilini teşkîl eder. Hattâ el-Buhârî ve Müslim'den önce gelmiş İmam Muhammed İbn îdrîs eş-Şâfi'î (Ö. 204)'nin er-Risâle adlı eseri, belki fıkıh usûlünden ziyade hadîs usûlü ile ilgili bir kitaptır. Keza yine eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm'u içinde yer alan çeşitli hadîs meseleleri ile ilgili görüşleri ve bilhassa Kitâbu îhtilâfVUHadîs'i, hadîs ilmi içerisinde mütalâ edilmesi gereken konulardandır. Aynı konuya tahsîs edilmiş Ebû Muhammed Abdullah İbn Müslim İbn Kuteybe ed-Dîneverî (Ö. 276)'nm

Te'vîlu Muhtelifi'l-Hadîs'i, halen bu konuda telîf edilmiş en mühüm kitap olarak bilinir.

Hadîs ilminin konularından bir diğeri, garîbu'l-hadîs'tir. Bu konuda ilk kitap tasnîf edenler, en-Nadr tbn Şumeyl (Ö. 203, 204) ve Ebû Ubeyde Mu'ammer İbnu'l-Musennâ (Ö. 210)'dır. Bununla beraber garîbu'l-hadîs ko­nusunda ilk kitabın Kitâbu Garîbi'l-Hadîs ve'l-Asâr adı altında Ebû Ubeyd el-Kâsım İbn Sellâm tarafından telîf edildiği söylenir. İsmini biraz önce zik­rettiğimiz îbn Kuteybe ed-Dîneverî, Ebû Ubeyd'in bu kitabına bir zeyl yaz­mış ve bu buna Zeylu Kitabi Garîbi'l-Hadîs adını vermiştir. Ebû İshâk İbrahim el-Harbî (Ö. 285) de aynı konuda Kitâbu Garîbi'l-Hadîs'mi telîf et­miştir.

Hadîs ilmi içinde yer alan diğer bir konu nâsih ve mensûh hadîsler ko­nusudur. Bu konuda Ahmed İbn Hanbel (Ö. 241)'in, Ebû Bekr el-Esrem (Ö. 261)'in ve Ebû Dâvûd es-Sicistânî (Ö. 275)'nin birer telifleri vardır.

Diğer bir konu, ılelu'l-hadîs konusudur. Üçüncü asır, en mühim Kitâbu'l-Ilel'lerin telîf edildiği bir devir olarak görünür. Bu konuda kitap telîf edenler, Alî İbnu'l-Medmî (Ö. 234), Ahmed îbn Hanbel (Ö. 241), el-Buhârî (Ö. 256) Ebû Bekr el-Esrem (Ö. 261) Müslim İbnu'l-Haccâc (Ö. 261) ve et-Tirmizî (Ö. 279)'dir.

Üçüncü asırda, başta sahabe olmak üzere hadîs rivayet eden ricale tahsis edilmiş târih, tabakât, isim ve künye kitaplarıyle cerh ve ta'dîl ki­tapları da telîf edilmiştir. Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234)'nin, Ebû Bekr el-Berkî (Ö. 270)'nin ve Ebû Muhammed el-Mervezî Abdan (Ö. 293)'ın Kitâbu Ma'rifeti's-Sahâbe'leri, Ebû Abdillah Muhammed İbn Sa'd (Kâtibu'l-Vâkıdî) (Ö. 230)'nin, Yahya îbn Ma'în (Ö. 233)'in, İbn Ebî Şeybe (Ö. 2Ş9)to, Halîfe İbn Hayyât (Ö. 240)'m, Ebû Abdillah Muhammed îbn İsmâ'î el-Buhârî (Ö. 256)'nin, Ebu'l-Hasan el-Iclî (Ö. 261)'nin ve diğerlerinin Târîhu 'r-Ricâl'leri; sahabe, tâbi'ûn ve kendi devrine kadar yaşamış olan ricali toplayan Kâtibu'l-Vâkıdî unvanıyle maruf İbn Sa'd (Ö. 230)'m et-Tabakâtu'l-Kubrâ'sı, Halîfe İbn Hayyât (Ö. 240)'ın, Müslim İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî (Ö. 261)'nin Kitâbu't-Tabakât'ları; Ebû Hatim er-Râzî (Ö. 275)'nin Tabakâtu't-Tâbi'în% bazı şehirlerin târihine tahsis edilmiş olmakla beraber, o şehirde yaşamış veya o şehre uğramış hadîs ricalinin tercemelerini toplayan kitaplardan Ebu'l-Velîd el-Ezrakî (Ö. 223)'nin Târîhu Mekke'si; Ez-Zubey îbn Bekkâr (Ö. 256) ve Ebû Zeyd Ömer îbn Şebbe (Ö. 264)'nin Târîhu'l-Medîne'si; Sünen sahibi îbn Mâce el-Kazvînî (Ö. 273)'nin Târîhu Kazvîn'i; Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234)'nin, Ahmed İbn Hanbel (Ö. 241)'m; el-Buhârî (Ö. 256)'nin ve Mus-İbnu'l-Haccâc    (Ö.

Ebû  ishâk  el-Cûzecânî  (ö.   259)'nfn  veEbuf«[903]

 

BİBLİYOGRAFYA

 

İbn Abdi'1-Berr en-Nemerî Ebû Ömer Yûsuf, Cami' beyâni 'l-ılm (Mısır ?)

Ahmed İbn Hanbel, Kitabu'l-ılel ve ma'rifeti'r-rical (Ankara 1963)

Ahmed İbn Hanbel, el-Musned (Mısır 1313 ve 1368/1949 Ahmed M. Şâkir neşri)

Ahmed Muhammed Şâkir, El-Bâ'isu'l-hasîs şerhu İhtisarı Ulûmi'l-hadîs (Mısır ?)

El-Belâzurî Ebu'l-Hasan, Futûhu'l-buldân (Mısır 1350/1932)

El-Buhârî Ebû Abdillah Muhammed İbn İsmâ'îl, el-Câmi'u's-Sahîh, (1315)

El-Buhârî  Ebû Abdillah Muhammed İbn İsmâ'îl, et-Târîhu'l-Kebîr (Haydarâbâd

1360)

El-Cezâ'irî Tâhir İbn Ahmed, Tevcîhu'n-nazar ilâ usûli'l-eser (Mısır 1328/1910) Ebû Dâvûd Süleyman İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî, es-Sunen (Mısır 1371/1952) İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-bârî bi-şerht Sahîhi'l-lmâm el-Buhârî (mısır 1319) İbn Hacer el-Askalânî, Hedyu's-sârî mukaddimet Fethı'l-bârî (Mısır 1347) İbn Hacer el-Askalânî, el-Isâbe fi temyizi 's-sahâbe (Mısır 1323)

İbn Hacer el-Askalânî, Nuhbetu 'l-fiker şerhi (türkçesi: Talât Koçyiğit, Ankara 1971) İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbıı't-tehzîb ( Haydarâbâd 1925) El-Hâkim Ebû Abdillah en-Neysâbûrî, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs (Kahire 1937) Hallâf Abdu'l-Vahhâb, İslâm teşrii târihi (Türkçesi: Talât Koçyiğit, Ankara 1970) îbn Haîlikân Ebu'l-Abbâs, Vafeyâtu'l-a'yân ve enbâ' ebnâ'i'z-zamân (Kahire 1367/

1948)

Hasan İbrâhîm Hasan, Târîhu'l-İslâm (Mısır 1953) El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi 'r-rivâye (Haydarâbâd 1357) El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyidu'l-üm (Dımaşk 1949) El-Kâsımî Cemâlu'd-Dîn, Kavâ'ıdu't-tahdîs min funûni mustalahı'l-hadîs (Dımaşk

1335)

İbn Kesîr Ebu'1-Fidâ', îhüsâru ulûmi'l-hadîs ve şerhuhu el-Bâ'isu'l-hasîs (Mısır ?) İbn Kesîr Ebu'1-Fidâ', el-Bidâye ve 'n-nihâye fi 't-târîh (Mısır ?) El-Kettânî Muhammed, er-Risâletu'l-mustatrafa (Beyrut 1332) îbn Mâce Muhammed İbn Yezîd el-Kazvînî, es-Sunen (Mısır 1349) Mâlik İbn Enes, el-Muvattâ' (Kahire 1370/1951)

Müslim İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmi'u's-Sahıh (Mısır 1373/1955) İbnu'n-Nedîm, el-Fihrist (Kahire ?)

Okiç M. Tayyib, Bazı Hadîs Meseleleri Üzerinde Tetkikler (Ankara 1959) Er-Râmahurmuzî Ebû Muhammed, el-Muhaddisu'l-Fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î (Bey­rut 1391/1971)

307

İbn Sa'd, Kitâbu't-Tabakâti'l-Kebîr (Leiden 1904-1940)

İbnu's-Salâb Ebû Amr Osman İbn Abdirrahman eş-Şehrazûrî, Ulûrnu'l-hadîs (Haleb

1350)

Subhî es-Sâîih, Ulûmu'l-hadîs ve mustalahuh (Dımaşk 1379/1959) Es-Suyûtî Celâlu'd-Dîn, Tedrtbu'r-râvt ft şerhi Takribi'n-Nevevî (Mısır 1379/1959) Et-Tirmizî Ebû Alî Muhammed İbn îsâ, es-Sunen (Ahmed M. Şâkir neşri) Ez-Zehebî Ebû Abdillah, Mîzânu 'l-i 'tidâl ft nakdi 'r-ricâl (Mısır 1325) Ez-Zehebî Ebû Abdillah, Târîhu'l-İslâm (Kahire 1368) Ez-Zehebî Ebû Abdillah, Tezkiratu'l-huffâz (Haydarâbâd 1375/1955) Ez-Zehebî Ebû Abdillah, el-Muntekâ miri Minhâci's-Sunne (Kahire 1374) Ebû Zehv, el-Badîs ve'l-muhaddisûn (Mısır 1378/1958) [904]

 

 



[1] Ez-Zehebî, el-Muntekâ min Mınkâci's-Sunne, s. 386.

[2] Bkz. El-Gazâlî, d-Munkız mine'd-dalâl, s. 132 vd.

[3] Kahİr1937 de nedilmiştir.

[4] Haydarabad 1357 de –Kifaye fi ılmı ‘r- rivaye adıyle neşredilmiştir.

[5] HaLep1350./1931 de ez-Zeyn el-Irâkî'nin et-Takyîd ue'l-îzâh adlı şerhini de muhtevi olarak ilmitineşredilmiştir.

[6] Bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 19-20.

[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 

[8] Kehf sûresi, 55.

[9] Müslim, Sahih, II. 705.

[10] Ahzâb sûresi, 21.

[11] Şûra sûresi, 52, 53.

[12] îbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ûm, II. 110.

[13] Necm sûresi, 3.

[14] Ebû Dâvûd, Sünen, II. 505.

[15] Hıcr sûresi, 9.

[16] İsra sûresi, 88.

[17] Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi İslâm Şerî'ati Profesörü Abdulvahhâb Hallâf ta­rafından Hulâsat Târîku't-TeşrV el-îslâmî adiyle telîf edilen bu kitap, tarafımızdan ter-ceme edilmiş ve A.Ü.İlâhiyat Fakültesi yayınları arasında 1970 yılında neşredilmiştir.

[18] Bakara sûresi, 217.

[19] Bakara sûresi, 219.

[20] Mâide sûresi, 67.

[21] '"Nahl sûresi, 44.

[22] Enfâl sûresi, 67.

[23] Tevbe sûresi, 43.

[24] Al-ı Imrân sûresi, 132.

[25] Nisa sûresi, 80.

[26] Âl-i Imrân sûresi, 31.

[27] Âl-i Imrân sûresi, 32.

[28] Haşr sûresi, 7.

[29] Nisa sûresi,103.

[30] Buhâri, Sahih, I. 155

[31] Bkz. Sahih, I. 132.

[32] Cuma sûresi, 9.

[33] Bakara sûresi, 43, 83, 110; Tevbe sûresi, 103.

[34] Âl-i Imrân sûresi, 97.

[35] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1-9.

[36] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 9-10.

[37] Kehf sûresi, 6.

[38] İbn Mes'ûd'tan nakledilen bu sözün çeşitli rivayetleri için bkz. Buhârî, Sahih, VII. 96; Müslim, Sahih, II. 592-593.

[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  10-11.

[40] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 11-12.

[41] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 12-13.

[42] .Mu’minun suresi,44

[43] Nisa sûresi, 15.

[44] Mâide sûresi, 12.

[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 15-16.

[46]  Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 24.

[47] Bkz. İbnu's-Salâh, UlÛmu'l-hadîs, s. 242.

[48] İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 24, 25.

[49] Bkz. Hâcî Halîfe, Keşfu'z-zunûn, I. 73.

[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 16-20.

[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 20.

[52] İbnu's-Salâh, Ulûmu'I-hadîs, s. 227.

[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:20.

[54] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 20-21.

[55]  Bkz. Eş-Şâfi'î, er-Risâle, s. 369 vd.

[56]  Bkz .Ibn Manzûr- Lisânu'l-Arab, V. 215.

 [57] Bkz. E1-Cevherî, es-Sıhâh, II. 830.

[58] Bkz. Ibn Hacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 29.

[59] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 21-23.

[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 23.

[61] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 25; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 368.

[62] Bkz.El-Buhârî, Sahîh, II. 14; Müslim, Sahîh, I. 468-469.

[63] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24-25.

[64] Bkz. Kamus tercemesi, II. 823; İbn Manzûr, Lisânu 'l-Arab, V. 374.

[65] Bkz. Ulâmu'l-hadîs, s. 243.

[66] Bkz. Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 26.

[67] Bkz. es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 375.

[68] Hadîs için bkz. el-Buhârî, Sahîh, I. 9; Müslim, Sahîh, I. 67.

[69] İbn Hacer, Nuhbetu 'l-ftker şerhi, s. 28.

[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25-26.

[71] Bu ve benzeri haberler için bkz. es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 376.

[72] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 26-27.

[73] Bkz. Kâmâs tercemesi, I. 1234; îbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, III. 333.

[74] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 32.

[75] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 31.

[76] El-Buhârî, Sahîh, III. 120; Müslim, Sahîh, II. 1145.

[77] El-Buhârî, Sahîh, I. 8; Müslim, Sahîh, I. 63.

[78] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 28-29.

[79] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 29-30

[80] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 31.

[81]  Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 28; el-Cezâ'iri, Tevcîhu'n-nazar, s. 69.

[82] Bkz. Mîzânu'l-i'tidâj, I. 20.

[83] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 28.

[84] Bkz. Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 62.

[85] Hadîs hakkında daha geniş bilgi için bkz. İbn Hacer, Fethu'l-bârî, I. 9-14.

[86] Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 34. Daha geniş bilgi için bkz. el-Hâkim, Ma'Hfet ulûmi'l-hadîs, S. 53-56; Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 31-39.

[87] Ulâmu'l-hadîs, s. 12.

[88] Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 35.

[89] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 11.

[90] Bkz. Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 33.

[91] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 32-35.

[92] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 35-36.

[93] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 36-37.

[94] El-Cezâ'irî'nin de ifade ettiği gibi, hadîsler aslında sahîh ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrılırlar.  Sahîh, Hazreti Peygambere nisbetindeki sıhhati sabit olan, gayr-i sahîh ise, bu nisbetin adem-î sıhhati bilinen hadîslerdir. Bununla beraber, hadîslerin çeşitli se­bepler dolayısıyle daha pek çok kısma ayrıldıkları görülür ve denir ki: Hadîsler, ya sıh­hatleri   bilinir   ve   muhtelif  karineler   dolayısıyle   ilim   ifade   ederler;   bunlar   sahîh hadîslerdir. Yahutta ne sıhhatleri ve ne de adem-i sıhhatleri bilinir; bu hadîsler de zayıf hadîslerdir. Mütekaddimûrmn çoğu hadîsleri sadece sahîh kısımlarına ayırmakla beraber, el-Hattâbî onları üçe ayırmış ve sahîhle zayıf arasında bir de hasen'i zikretmiştir. Bkz. Tevcthıı'n-nazar, s. 145.

[95] Ceddi el-Hattâb'a nisbetle el-Hattâbî denilmiştir. Künyesi Ebû Süleyman Hamd İbn Mu-hammed   îbn   İbrâhîm   İbni'l-Hattâb   el-Bustî   olup,   l'lâmu's-sahîh,   Garîbu'l-hadîs, Me'âlimu's-Sunen (Sunen-i Ebu Davud'un şerhi) adlı eserlerin müellifidir. 388 hicrî se­nede vefat etmiştir. Tercemesi için bkz. ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, II. 1018-1020.

[96] Bkz. Me'âlimu's-Sunen (Mukaddime), s. 6.

[97] Bkz. et-Tirmizî, Sünen, V. 758.

[98] Tariflerle  ilgili  itirazlar  hakkında bkz.   es-Suyûtî,  Tedrîbu'r-rûvi,   s.   87;  el-Cezâ'irt, Tevcîhu'n-nazur-, s. 146. Es-Suyûtî'nin, el-Hattâbî'nin tarifi ile ilgili olarak naklettiği bir itirazda İbn Cemâ'a şöyle demektedir: "Mahreci bilinen ve ravîleri zafla şöhret kazanan hadislere mi lıasen denir"?

[99] Bkz. İbnu's-Snlâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 28.

[100] Bkz. îbn Hacer, Nukbetu 'Lfıker şerh i, s. 33.

[101] Aynı eser, s. 39.

[102] Bkz": Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 91.

[103] Hadîsin değişik isnadlarla gelen rivayetleri için bkz. el-Buhârî, Sahîh, I. 214; Müslim, Sahîh, I. 220. Yukarıda zikredilen rivayet için bkz. et-Tirmizî, Sünen, I. 34.

[104] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 31-32; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 103.

[105] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 37-40.

[106] Ulûmu'l-hadîs, s. 28; İbnu's-Salâh'tan naklen el-Cezâ'irî, Tevcîhu'n-nazar, s. 148.

[107] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 39.

[108] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 41.

[109] Bk2. Ulâmu'l-hadîs, s. 27.

[110] Bkz. El-Kâsımî, Kavâ'ıdu't-tahdİs, s. 82. Âhâd haberlerin makbul kısımnı dörde ayırarak dördüncü ve en aşağı kısmına hasen li-gayrihi diyen İbn Hacer'in tarifi de buna benzer ve hakkında tevekkuf olunan bir haberin kabul tarafını tercihe yardım eden bir karinenin bulunmasıyle onun hasen olacağını söyler. Bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 33.

[111] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 41-42.

[112] Bkz. El-Kifâye, s. 424-425.

[113] Aynı eser, s. 425.

[114] Şâz, güvenilir bir râvinin, cemaatın rivayetine muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir. Muhalefet söz konusu olduğu zaman, şüphesiz, iki muhalif hadîsten birini tercih etmek gerekir ve bu tercih de, dâima cemaatin rivayeti lehinde tecelli eder. Oysa ziyadede muhalefet söz konusu değildir.

[115] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 77-78.

[116] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 43-45.

[117] Hadîs için bkz. Et-Tirmizî, Sünen, IV. 423; Ebû Dâvûd, Sünen, II. 112; Ibn Mâce, Sünen, II. 167.

[118] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 45.

[119] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 45; es-Suyûtî, Tedrtbu 'r-râvi, s. 152.

[120] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 46.

[121] Bkz. El-Buhârî, Sahih, II. 229.

[122] Bkz. Sahîh, II. 759.

[123] İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 46; es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvi, s. 155.

[124] İbn Hacer, Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 45.

[125] Bkz. IV. 135.

[126] Bkz. II. 229.

[127] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 46.

[128] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:46-49.

[129] Nitekim Allahu Ta'âlâ da Kurân-ı Kerîm'de, Kur'ân âyetlerinin bir kısmını muhkem ola­rak isimlendirmiş, muhtelif manâlara gelmesi muhtemel olan âyetlere de muteşâbih adını vermiştir. Kur'ân-i Kerîm'de bu konu ile ilgili olarak gelen âyet, meâlen şöyledir: "Kitab 'ı sana indiren O'dur. O Kitab'ın bir kısmı muhkem âyetlerdir; bunlar Kitâb'ın aslıdır; di­ğerleri ise, muteşâbih âyetlerdir..." (Âl-i Imrân sûresi, 7).

[130] Bkz. Eş-Şâfi'î, Kitâbu-l-umm, VII. 2-413.

[131] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrtbu'r-râvi, s. 387.

[132] Bkz. Eş-Şâfi'î, er-Risâle, s. 210 vd.

[133] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 387.

[134] "Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir: Hazreti Peygamber, hastalığın bizzat sirayeti yoktur. Saferin hürmeti yoktur. Baykuş ile teşe'um de yoktur, dediği zaman, bir çöl Arabi şöyle hitap etti: Yâ Rasâlallah! öyle ise, benim geyikler gibi sağlam ve temiz develerime ne der­sini Uyuzlu bir deve gelip de sağlam develer arasına girince, onların hepsini uyuz ediyor. Hazreti Peygamber Ârâbtye şöyle dedi: Ya ilk uyuz deveye bu hastalığı kim sirayet ettirdi"? Hadîsin metni için bkz. Sahih, IV. 1742. Hadîsin el-Buhârî rivayeti için bkz. Sahîh, VII. 19.

[135] Bkz. El-Buhârî, Sahîh, VII. 17.

[136] Bkz. Ulâmu'l-hadîs,--25'1.

[137] İbn Hacer'in iki hads arasındaki bu telîfi için bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 48. Keza ibn Hacer'den naklen: E-

[138] Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 388.

[139] Es-Suyûtî, Tedrîbu'Jrâvi s- 388-

[140]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 49-56.

[141]  Bkz. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, III. 61; el-Hâzimî, Kitâbu'l-i'tibâr fl'n-nâsik ve'l-mensûh, s. 8; Pizdevî, Keşfu'l-esrâr, III. 874-875.

[142] Âl-i İmrân sûresi, 97.

[143] Abdulvahhâb HalJâf, İslâm teşrii tarihi, 16.

[144] Bakara sûresi, 185.

[145] Nİsâ sûresi, 28.

[146] Abdulvahhâb Hallâf, İslâm tesrii tarihi, 17-18.

[147] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 382.

[148] Hadîsin metni için bkz. Müslim, Sahih, II. 672.

[149] Hadîsin çeşitli rivayetleri için bkz. Müslim, Sahih, III. 1584-1585.

[150] Müslim, Sahih, III. 1577 vd.

[151] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, I. 43; en-Nesâ'î, Sünen, I. 108; et-Tirmizî, Sünen, I. 119-120.

[152] Müslim, Sahîk, I. 272-273; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 43-44; en-Nesâ'î, Sünen, I. 105-106; et-Tirmizî, Sünen, I. 114-115; İbn Mâce, Sünen, I. 178.

[153] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahîh, İL 236-237; EbÛ Dâvûd, Sünen, I. 552-553; et-Tirmizî, Sünen, III. 144-145; İbn Mâce, Sünen, I. 515.

[154] Bkz. El-Buhârî, Sahîh, II. 236-237; VII. 14-15; Müslim, Sahîh, II. 862; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 553-554; et-Tirmizî, Sünen, III. 146; İbn Mâce, Sünen, I. 516.

[155] Bkz.   Eş-Şâfi'î,   İhtilâfu'l-hadîs,   (Kitâbu-l-Umm'un   kenarında),   VII.   237;   el-Hâzimî, Kitâbu'l-i'tibâr, s. 139; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 383.

[156] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 383.

[157] Hadîs için bkz. EbÛ Dâvûd, Sünen, II. 473-474; et-Tirmizî, Sünen, IV. 49; İbn Mtv.e,Sünen, II. 121.

[158] Bkz. Et-Tirmizî, Sünen, IV. 49. Keza en-Nevevî de, Müslim'in Sahîh'i üzerine yazdığı ş .-hinde, yukarıda zikredilen hadîse istinaden öldürülmesi görüşünü savunan bir taifeye i , raz ederek, "bu görüş bâtıldır; sahabenin ve daha sonrakilerin öldürülmeyeceği h ı-susundaki icmâ'ına muhaliftir;  istinad ettikleri hadîs mensûhtur;  bir cemaat om \ i neshine icmâ'm delâlet ettiğini söylemiştir." demiştir. En-Nevevî'nin bu konudaki görü%" için bkz. Şerh alâ Sahihi Müslim, XI. 2İ?-

[159] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:56-62.

[160] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 62-63.

[161] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 63-64.

[162] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 65-66.

[163] Bkz. İbnu's-Saîâh, Ulümu'l-kadîs, s. 63.

[164] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 137.

[165] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 61; el-Irâkî, et-Takyîd ve'l-îzâh, s. 72; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 136; Fuat Sezgin, Buhari'nin kaynakları, s. 83.

[166] Krş. El-Kâsıraî, Kavaıdu't-tahdîs, s. 165.

[167] Bkz. Fuat Sezgin, Buharinin kaynakları, s. 84-85 (İbn Hacer'in Ta'lîk et-ta'ttk'mdan nak­len).

[168] Bkz. îbn Hacer, Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 53.

[169] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 66-68.

[170] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 118.

[171] Bkz. el-Kifaye,s. 384

[172] yûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 117.

[173] Es~Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 119.

[174] Bkz. Adı geçen eser, I. 30.

[175] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 54.

[176] Aynı yer ve es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 119.

[177] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 119.

[178] Aynı yer.

[179] Bkz. Er-Risâle, s. 464.

[180] Aynı eser, s. 465.

[181] Hadîs için bkz. Mâlik, el-Muvattâ', II. 655.

[182] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 121.

[183] Ayın yer. Keza bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 404-405.

[184] Aynı yer.

[185] Aynı yer.

[186] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 25-26.

[187] Aym yer.

[188] Es-Suyûtî, Tedrîbür-râvi, s. 123-124.

[189] Aynı eser, s. 125.

[190] Aym eser, s. 124.

[191] Aynı yer.

[192] Aynı yer.

[193] Aynı yer.

[194] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 68-74.

[195] Îbnu's-Salâh, mu'dal kelimesinin lügat yönünden aslı güç tesbit edilen bir ıstılah ol­duğunu kaydeder; zira hadîsçiler kelimenin fiil olarak kullanılışında   a'dalahu derler. Kelimenin aslı sülâsîden lâzım'dır ve elif harfinin ilâvesiyle müteaddî olur. Bununla be­raber a'dale fiili yine lâzım fiil olarak kullanılmakta ve "kapalı, açılması güç" manâsına gelmektedir. Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 54. Kezabkz. es-Suyûtîi Tedrîbu'r-râuî, s. 129.

[196] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râm, s. 13.

[197] İbni HaCer'Nuhbetu'l-ftker^hi, s. 52.

[198] hadîSm tamami İÇİn bkz- Muslim> Sahth, IV. 2280. Keza bkz. El-Hâkİm, Ma'rifet ulûmi'l-saVh- S 38~39' Îbnu's-Salâh. mu'dal olarak rivayet edilen ilk hadîsin isnadında hem mu'd r^ he™ de HaZretİ peySamberin isminin düşürüldüğünü ve bu sebeple onun lemi \& a gÜZeI bİr Örnek t

[199] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 74-75.

[200] Bkz- Îbn"'s-Salâh, Ulûmu-l-hadîs, s. 53.

[201] Bkz. Ma'rifet ulûmVİ-hadîs, s. 27.

[202] Hadîs için bkz. Ahmed İbn Hanbel, Musned, I. 109; el-Hakim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 28-29

[203] Hadîs için bkz. et-Tirmizî, Sünen, IV. 476.

[204] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 27-28; İbnu's-Salâh, Ulûmi'l-hadîs, s. 52-53.

[205] Hadîs için bkz. Ahmed İbn Hanbel, Musned, II. 278, 447.

[206] Hadîsin bu rivayeti için bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 28.

[207] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 55.

[208] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 75-78.

[209] Bkz. Aynı yer.

[210] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 140.

[211] İbnu's-Salâh, Ulûmu'I-hadîs, s. 66.

[212] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu %fiker şerhi, s. 56.

[213] Aynı yer.

[214] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 78-79.

[215] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:79-80.

[216] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 140-141. Es-Suyûtî'nin açıkladığına göre tesviye tabiri, Ibnu'l-Kattân tarafından kullanılmıştır. Daha önceki hadîsçiler buna tecvîd diyorlardı. Cevvedehu fulânun denildiği zaman, fulân kimsenin, isnadı güzelleştirdiği, yâni iyi râvileri bırakıp diğerlerini isnaddan düşürdüğü kasdedilmiş oluyordu.

[217] ülûmu'l-hadts, s. 61.

[218] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  80-81.

[219] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 145.

[220] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 81-82.

[221] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 82.

[222] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 143-144.

[223] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 82-83.

[224] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 56.

[225] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadU, s. 261; es-Suyûtî, Tedribu'r-râvi, 393-394.

[226] Bkz. Mursel Hadîsler.

[227] Bfcz. Munkatı Hadisler,

[228] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 83-84.

[229] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 84.

[230] EI-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kif&ye, s. 117.

[231] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvl, s. 220.

[232] Aynı eser, s. 221.

[233] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 119.

[234] Aynı yer. Keza bkz. Es-Suyûtî, Tedrlbu'r-râvl, s. 505.

[235] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 84-86.

[236] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 86.

[237] Bkz. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, VIII. 6.

[238] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, II. 705.

[239] Hadîsin tam metni için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, II. 506; İbn Mâce, Sünen, I. 19.

[240] Bkz. Ez-Zehebî, El-Muntekâ inin Minhâci's-sunne, s. 386.

[241] Mâlik'in bu görüşleri hakkında bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 124.

[242] ibnHace^Nukbetu'l-fiker şerhi, s. 68-69.

[243] Bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 120.

[244] Aynı yer.

[245] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 86-89.

[246] Kamus tercemesi, III. 988.

[247] Aynı yer.

[248] Hadîsin çeşitli rivayetleri için bkz. El-Buhârî, Sahîh, VI. 241; Müslim, Sahîh, I. 76.

[249] Nisa sûresi, 48.

[250] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 89-90.

[251] Bkz. Tâc, VII. 268.

[252] Aynı yer.

[253] Bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s.88

[254] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrlbu'r-râvi, s. 210.

[255] Bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 67-68.

[256] Aynı yer.

[257] Aynı yer.

[258] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 90-93.

[259] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 93.

[260] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 93.

[261] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 94-95.

[262] Es-Suyûtî, Tedrİbu'r-râvi, s. 163; keza bkz. İbnu's-Salâh, Ulûnvu'l-hadts, s. 82.

[263] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 95-96.

[264] İhtılât, ifti'âl vezninde karışmak, imtizaç etmek manâsında kullanıldığı gibi "bir adamın akıl ve şuuru fâsid olmak manâsına da müstameldir. Aklı ve şuuru fesada uğramış kimse hakkında ihtalata'r-raculu denir. (Kamus tercemesi, III. 46). Muhtalıt ise, ihtilâttan ism-i fail olup, akıl ve şuuru fesada uğramış kimse demektir.

[265] Ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl, III. 70-71.

[266] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 96-97.

[267] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahîh, II. 81; Müslim, Sahih, IV. 2298.

[268] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 97.

[269] "Allah'a ve Rasûl'e itaat edin", "Rasût'ün getirdiklerini alın, nehyettiklerinden de sa­kının", kim Rasâl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" mealinde pek çok âyet gelmiştir. Bu âyetler, müslümanlarm takip edecekleri yolu açıkça gösteriyordu.

[270] Ömer İbnu'l-Hattâb'm, fazla hadîs rivayet edenleri veya rivayet ettikleri hadîslerin doğ­ruluğunu şâhidlerle isbat edemeyenleri şiddetle azarladığı bilmen hususİardandır. Bu konuda gelen haberler için bkz. Ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, I. 7; İbn Adî, el-Kâmil, I. 2 b; Ebû Hatim İbn Hıbbân, Kitâbu't-târîh ve'l-mecrûhln, 10 b.

[271] Ez-Zehebî, el-Muntekâ min Minhâci's-Sunne, s. 386-387.

[272] Bkz. El-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-firak, s. 50.

[273] Bu fırkalar, Kur'ân âyetleri üzerinde yaptıkları teviller için Kur'ân-ı Kerîm'in "muteşâbihin tevilini Allah 'tan başkası bilmez. İlimde yüksek dereceye erişmiş olanlar ise, biz ona inandık; hepsi de Rabbımız kalındandır, derler. Bunu akıl sahiplerinden başkası düşünmez." (Âli Imrân sûresi, 7) mealindeki âyetini delil olarak gösterirler. Onlara göre bu âyet "muteşâbihin tevilini Allah 'tan ve ilimde yüksek dereceye erişmiş olanlardan baş­kası bilmez." manâsındadır. Bu suretle kendilerinin, ilimde yüksek dereceye erişmiş kimseler olarak, âyetlerin tevilini yapmaya salahiyetli kimseler olduklarına inanırlar. Bu konu ile ilgili görüşler için bkz. el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-fırak, s. 50; eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-nihal, I. 122.

[274] Bu haber için bkz. Müslim, Sahih (mukaddime), I. 15; îbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dü, I. 1, 28; el-Hatîb el-Bağ^dî, el-Kifâye, s. 119.

[275] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 119.

[276] Bu haber için bkz. Şerhu Nehci'l-belâğa, III. 26-27.

[277] Ez-Zehebî, el-Muntekâ inin Minhâci's-Sunne, s. 48.

[278] Aynı eser, s. 88.

[279] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ûm, s. 107-108.

[280] İbmı'l-Cevzî, Mevzu 'ât, I. 340-341.

[281] Keza bkz. ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl, II. 369.

[282] Es-SuyÛtî, el-Le'ali'l-masnü'a, I. 489.

[283] Aynı eser, I. 379.

[284] Aynı eser, I. 381.

[285] Îbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, 1,346.

[286] Îbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, II. 15-16.

[287] Aym eser, II, 17.

[288] Aym eser, II. 18.

[289] Aym eser, II. 21.

[290] Aym eser, II. 31.

[291] Aynı eser, II. 35.

[292] Aynı eser, II. 37.

[293] Aym eser, I. 133. İbnu'l-Cevzi bu hadîs hakkında şu açıklamayı yapmıştır: Hadîs va­zedilmiştir ve  râvisi Muhammed  İbnu'l-Kâsım et-Tâlkânî'nin mevzû'atmdandır.  El-Hâkim'in belirttiğine göre bu şahıs Murci'e reislerindendir; mezhebleri adına hadîs va­zederdi.

[294] Aym eser, I. 131. Ebû Hatim İbn Hıbbân'a göre hadîsin râvisi Ebû Mutî el-Hakem İbn Abdillah, sünene düşman, Murci'e reislerinden kezzâb (yalancı) bir kimsedir. Keza bkz. ez-Zehebî, Mizânu 'l-i 'tidâl, I. 574.

[295] Mevzû'ât, I. 133. es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnâ'a, I. 39. Ez-Zehebî, hadîsin râvisi Ahmed İbn Abdillah İbn Hâlid el-Cuveybârî hakkında geniş bilgi vermiş ve onun, Muhammed İbn Kerrâm'ın isteği ile hadîs vazettiğini, sonra da İbn Kerrâm'ın bu hadîsleri kendi ki­taplarında nakiettiğini söylemiştir.   İbn Hıbbân onu "deccâl", en-Nesâ'î ve ed-Dârakutnî de "kezzâb" olarak tavsîf etmişlerdir. Yukarıdaki hadîs de İbn Kerrâm için vazettiği hadîslerdendir. Bkz. Mîzânu'l-i'tidâl, I. 106-108.

[296] İbnu'l-Cevzî, Meuzû'ât, I. 136. Bu hadîs, Murci'enin, "ma'sıyet (günâhı gerektiren amel­ler) îmana zarar vermez" görüşünü teyîd için Munzir İbn Ziyâd et-Tâ'î tarafından uy­durulmuş bir sözdür. Et-Tâ'î, "kezzâb" olarak bilmen kimselerdendir. Bkz. ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl, IV. 181.

[297] Ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl, IV. 145.

[298] İbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, I. 276-277; es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnû'a, II. 262.

[299] İbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, I. 130; es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnû'a, I. 37.

[300] Îbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, I. 107.

[301] Aynı yer.

[302] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 98-110.

[303] Es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnâ'a, II. 468.

[304] El-Gazalî, Faysalu't-tefrika beyne'l-îslâm ue'z-zandaka, s. 134-135.

[305] Bkz. El-Munkızıı mine'd-dalât, s. 143-144.

[306] El-Isfahânî, el-Ağânî, VI. 132.

[307] Bkz. el-Fihrist, s. 486.

[308] Aynı yer; el-Kâsımî, Târîhu'l-Cehmiyye, s. 27.

[309] İbn Teymiye, Risâletu'l-furkân (Mecmâ'atu'r-resâ'il, I. 137)

[310] İbnu'n-Nedîm, el-Mhrist, s: 486; İbnu'1-Esîr, el-Kâmil, IV. 205.

[311] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 110-112.

[312] Es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnû'a fi'l-ahâdisi'l-mevzû'a, II. 468.

[313] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:112.

[314] Es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnû'a, II. 471.

[315] İsrâ sûresi, 79.

[316] Mustafa es-Sıbâ'î, es-Sunne ve mekânetuhû fi't-teşrî'ı'l-lslâmî,  s.  102. (Es-Suyûtî'nin Tahztru'l-havâs min ekâzîbi'l-kussâs'mdan nakledilmiştir).

[317] Aynı eserden naklen Muhammed Ebû Zehv, el-Hadîs ue'l-tnuhaddisûn, s. 266.

[318] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Ba'isu'l-hasîs, s. 93.

[319] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 112-114.

[320] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 187; Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 94. Bu habere göre el-Mehdî şöyle demektedir: "Baksana, Mukâtil bana ne söylüyor. Diyor ki: Eğer istersen, senin için Abbâs hakkında hadisler vazedeyim. Ben de ona dedim ki: Benim buna ihtiyacım yok".

[321] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:115

[322] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 86.

[323] Aynı yer.

[324] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 184.

[325] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 115-116.

[326] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 96.

[327] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 116-117.

[328] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 178; Ahmed Muhammed Şeikir,el-Bâ'isıı'l-hasîs, s. 89. Bunun gibi, Meysere İbn Abdi Rabbih de, Alî İbn Ebî Tâlib'in fazîletleriyle ilgili olarak 70 hadîs uydurduğunu, bizzat itiraf etmiştir.

[329] Bkz. Ez-Zehebî, Mizânu'l-i'tidâl, III. 230; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 185. Ez-Zehebî'nin ibn Hıbbân'dan nakline göre, Meysere, hadîs vazettiği gibi, güvenilir kimselerden de mevzu hadîsler rivayet ederdi.

[330] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 117-118.

[331] Bkz. İbn Hamr,Nuhbetü'l-fıker şerhi, s. 58.

[332] Es-Suyûtî, Tedrîba'r-râvî, s. 181.

[333] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 118.

[334] Aynı yer ve Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 91.

[335] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 118-119.

[336] Bkz. îbn Hacer, Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 60.

[337] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 152.

[338] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 119-120.

[339] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 120.

[340] Ulûm'l-hadîs, s. 68. Keza bkz. el-Hâkim, Marifet ulûmi'l-hadis, s. 119.

[341] Ulûmu'l'hadis, s. 69.

[342] Ma'rifet ulûmıl-hadhis, s. 119.

[343] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, II. 112; İbn Mâce, Sünen, II. 167.

[344] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 120-122.

[345] Aynı yer.

[346] Bkz. Ulümu'l-hadîs, s. 71-72.

[347] Aynı yer.

[348] İbnu's-Salâh'm illetle ilgili bu görüşü için bkz. Ulûmu 'l-hadîs, s. 83.

[349] Bkz. El-Irâkî, et-Takyıd ve'l-îzâh, s. 88.

[350] Bkz. Ebû Dâvud, Sünen, I. 5; İbn Mâce, Sünen, I. 129; muhtelif rivayetler için bkz. Nesâ'î, Sünen, VIII. 178.

[351] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 152.

[352] Bkz. ibn Mâce, Sünen, II. 317.

[353] Bkz. İbn Hacer,Nuhbetu'7-fiker şerhi, s. 45.

[354] Aynı yer.

[355] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:122-125.

[356] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 161.

[357] Bkz. El-Cezâ'irî, Teucîhu'n-nazar, s. 264.

[358] Aynı yer.

[359] Bkz. Ma'rifet ulûmi'l-hadis, s. 113 vd.

[360] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 125-128.

[361] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 128.

[362] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 61.

[363] Hadîsin Tirmizî rivayeti için bkz. Sünen, V. 337.

[364] Bkz. el-Buhârî, Sahih, VIII. 21.

[365] Hadîs için bkz. Mâlik, el-Muvattâ', II. 907; el-Buhârî, Sahih, VII. 90-91; Müslim, Sahîh,

 1983' Mudrec olan hadîs ^in bkz- Mâlik* el-Muvattâ', II. 907-908.

[366]  Bk2' Ebû Dâvûd, Sünen, 1.167.

[367] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:128-129.

[368] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahîh, I. 49; Müslim, Sahîh, I. 215.

[369] Bkz. Es-Suyötî, Tedrîbu'r-râul, s. 175-176. Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünem I. 41.

[370] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, I. 222.

[371] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 174.

[372] Mâide sûresi, 13.

[373] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 178.

[374] Aynı yer.

[375] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, I. 94.

[376] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 174.

[377] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 129-133.

[378] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 191.

[379] Bkz. Müslim, Sahih, IV. 1707.

[380] Bkz. Sahih, I. 422.

[381] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 193-194.

[382] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 133-135.

[383] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu i-fiker şerhi, s. 63.

[384] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:135-136.

[385] Ekz. El-Kifâye, s. 424-425.

[386] Aynı eser, s. 425.

[387] Şâz, daha Önce de açıklandığı üzere, güvenilir bir râvinin, cemaatin rivayetine muhalif ri­vayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir. Muhalefet söz konusu olduğu zaman, şüp­hesiz, iki muhalif hadîsten en üstünü tercih edilir. Oysa ziyâdede muhalefet söz konusu değildir.

[388] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 77-78.

[389] Bkz. Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 41-42.

[390] Bkz. Muvattâ, I. 284. Hadîsin çeşitli rivayetleri için bkz. EI-Buhârî, Sahih, II. 677;  Müs­lim, Sahih, II. 677; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 373; et-Tirmizî, Sünen, III. 61.

[391] Et-Tirmizî, Sünen, III. 61.

[392] Bkz. Sahih, I. 371. Keza bkz. el-Buhârî, Sahih, I.186

[393] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 136-139.

[394]  Hadîsin İbn Abbâs'tan gelen bir rivayeti için bkz. Et-Tirmizî, Sünen, V. 402.

[395] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 172. Râvilerin hepsinin de sikattan olmaları dolayısıyle is-nadda görülen bu çeşit ıztırabm, hadîsin sıhhatine zarar vermeyeceği ilk akla gelen hu­suslardandır ve böyle bir düşünce makûldür. Ancak hüküm hadis üzerine taalluk et­mektedir ve böyle bir tearuz halinde hadîslerin sahih ve esah olmak üzere derecelere ayrılmaları gerekir. Şüphesiz, râvisi yüzünden üzerinde ihtilâf edilmeyen hadîs, ihtilâf konusu olan hadîsten daha sahihtir.

[396] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, I. 158; İbn Mâce, Sünen, I. 301.

[397] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 85; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 170.

[398] Çünkü bu şahıstan, İsmâ'îE'den başka hiç kimse rivayet etmemiştir ve hem onun, hem de babasının ismi üzerinde ihtilâf olunduğu gibi, babasından mı yoksa ceddinden mi rivayet ettiği, veya Ebû Hureyre'den rivayet eden şahsın bizzat kendisi mi olduğu tesbît edi­lememiştir.

[399] Bkz. Sünen, I. 159.

[400] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 171. Şeyhülislâm İbn Hacer'e göre bu rivayetlerin en sağlamı Bişr ve Ravh'm rivayetleridir. En şümullüsü ise, Humeyd İbnu'l-Esved'inkidir. Mechûl râvinin ismini Ebû Amr İbn Muhammed olarak zikreden kimse, Ebû Muhammed Amr diyen kimseden daha çok tercihe şayandır; çünkü birincisini söyleyenler daha çok­tur. Fakat isim üzerinde ne şekilde ihtilâf edilirse edilsin, hadîsin ıztıraba misal olarak

Metinde vukubulan ıztıraba gelince, bunun için Fâtıma Bint Kays'm şu hadîsi örnek gösterilebilir:

gösterilmesi uygun değildir; çünkü ihtilâf yalnız bir râvi üzerindedir. Eğer bu râvi gü­venilir bir kimse ise, ismi ve nesebi üzerindeki ihtilâf zarar vermez. Sahih hadîsler ara­sında buna benzer misaller mevcuttur. Nitekim İbn Hıbbân da hadîsin sahih olduğunu ileri sürmüştür, çünkü mezkûr râvi onun nazarında sikadır. Ancak buradaki za'f, ıs-tırabtan gayri bir yönden gelmektedir.

[401] Bkz. Et-Tirmizî, Sünen, III. 39-40; İbn Mâce, Sünen, I. 546.

[402] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 299.

[403] Bkz. Mâlik, el'Muvattâ', I. 81.

[404] Bkz. El-Buhârî, Sahih, I. 181.

[405] İbn Abdi'l-Berr'in hadîsle ilgili görüşü hakkında bkz. Es-Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 165.

[406] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:139-143.

[407] Bu kitabın bir kısmı 1326'da Mısır'da basılmıştır. Aslı, 156 varak olarak Dâru'l-kutub-Kâhire'de bulunmaktadır.

[408] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 64-65.

[409] Bkz. Müslim, Sahih, II. 822; et-Tirmizî, Sünen, III. 132; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 567; İbn Mâce, Sünen, I. 524.

[410] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadts, s. 255; es-Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 385.

[411] Bkz. El-Buhârî, Sahih, VIII. 114-115; Müslim, Sahih, III. 1463.

[412] Bkz. Ulûmu'l-hadis, s. 254.

[413] Bu haber için bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 152.

[414] Subhî es-Sâlih, Ulûmu'l-hadîs ve mustalahuh (el-Hatîb'in el-Câmi li ahlâkı'r-râvi   adlı

eserinden naklen), s. 274.

[415] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulÛmi'l-kaMs, s. 152.

[416] Hadîs için bkz. El~Buhârî, Sahih, I. 127; Müslim, Sahîh, I. 358.

[417] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 143-146.

[418] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulÛmi'l-hadts, s, 146-152; İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 252-256; es-Suyûtî, Tedribu'r-râuî, s. 385.

[419] İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 64.

[420] Hadîsin tam metni için bkz. El-Buhârî, Sahîh, VII. 99; Müslim, Sahîh, I. 539.

[421] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:146.

[422] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 359.

[423] Prof. M.Tayyib Okiç, Horovitz'den naklen isnadla ilgili şu bilgiyi verir: "Horovitz, isnad sis­teminin klasik ve şark eski çağ literatürüne meçhul kaldığım itiraf etmekle beraber, onu, yahudîlerdeki rivayetlerin teyîd sistemine benzetmekte ve menşe itibariyle isnadın oradan geldiğine inanmaktadır. Horovitz, hem yahudîlerde de îslâm isnadına benzer bir sistemin mevcudiyetine işaret eder, hem de İslâm isnadının mükemmeliyeti yüzünden, sonraları yahudîler tarafından taklîd edilmeye başlandığını itiraf eder. Zira aynı müellif, yahudî Tal-mud literatüründeki rivayet materyaline âit kronolojik sıraya göre tanzim işinin, ancak milâdî dokuzuncu asır sonlarında başladığını ve bu gibi teşebbüslerin İslâm Devleti ül­kelerinde vâki olduğunu ve böylece, İslâm isnadının yahudîterin üzerindeki tesirini açıkça beyan etmiş olur". Bkz. Bazı hadîs meseleleri üzerinde tetkikler, s. 8.

[424] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 359.

[425] Müslim, Sahih, (Neuevî şerhi), I. 44.

[426] El-Kâsımî, Kauâ'ıdu't-tahdîs, s. 186.

[427] Müslim, Sahîh (Nevevî şerhi), I. 45; el-Kâsımî, Kavâ'ıdu't-tahdîs, s. 186.

[428] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 359; el-Kâsımî, Kavâ'ıdu't-tahdis, s. 186.

[429] El-Kâsımî, Kavâ'ıdu't-tahdîs, s. 186.

[430] Ahkâf sûresi, 4.

[431] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 147-148.

[432] Ebû Hatim İbn Hıbbân, Kitâbu't-târîh ve'l-mecrûhîn, v. İla.

[433] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 28; ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffaz, I. 10.

[434] Bu haberin rivayetleri için bkz. Müslim, Sahih (mukaddime),  I.  15; İbn Ebî Hatim, Kltâbu'l-cerh ve't-ta'dîl.  I/l. 28; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu'l-üel,  II. 79; el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 122.

[435] Haber için bkz. Muslini, Sahih (mukaddime), I. 13.

[436] Haber için bkz. Aynı yer.

[437] el-Hâkim Ebû Abdillah, Mct'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 6; Ebû Nu'aym, Hılyetu'l-evliyâ', III. 365.

[438] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:148-151.

[439] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 151.

[440] Krş. Ibnu's-Salâh, Ulümu'l-hadîs, s. 231.

[441] Haberin tam metni için bkz. Ma'rifet ulûml'l-hadîs, s. 5.

[442] Aynı yer.

[443] Aynı eser, s. 7-8.

[444] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:151-153.

[445] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadİs, s. 231-232.

[446] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 79-80.

[447] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 360.

[448] Bkz. Tedrîbu'r-râvî, s. 360.

[449] Bkz. Ma'rifH ulûml'l-hadîs, s. 9.

[450] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 78.

[451] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s, 11.

[452] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:153-155.

[453] Bkz. Sünen, IV. 224.

[454] Yedi veya dokuz kişilik bu rivayet, Hicrî 806 senesinde vefat eden el-Irâkî'ye göredir. Bkz. Et-Takyîd ve'l-îzâh (Ulûmu'l-hadîs'le birlikte, Haleb 1350), s. 217-218.

[455] Aynı yer.

[456] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s.234; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s.363-364; İbn Hacer, Nuh-betu'l-fiker şerhi, s. 81.

[457] Ibnu's-Salâh, Ulûmu't-hadîs, s. 235-236.

[458] Aynı yer.

[459] Ihtilât, "bir adamın akıl ve şuuru fâsid olmak manâsında müstameldir. Aklı ve şuuru fe­sada uğramış kimse hakkında ihtalata'r-raculu denir". Bkz. Kamus tercemesi, III. 46.

[460] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 266-267.

[461] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 155-158.

[462] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 159.

[463] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 160.

[464] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 160-162.

[465] Bkz. El-Hâkim Ebû Abdillah, Ma 'rifet ulûmi 'l-hadıs, s. 19.

[466] Bkz. El-Cezâ'irî, Tevcîhu'n-nazar, s. 67.

[467] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 162-163.

[468] Es-Suyûtî, Tedrtbu'r-râvî, s. 117.

[469] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:163.

[470] Ei-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 17-19.

[471] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 108.

[472] Bkz. El-Kifâye, s. 21; keza bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 107.

[473] El-Kifâye, s. 21.

[474] Bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 79.

[475] Aynı yer.

[476] Aynı yer.

[477] Aynı yer.

[478] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:163-166.

[479] Bkz. El-Buhârî, Sahih, IV. 189.

[480] Al-i Imrân sûresi, 110.

[481] Bakara sûresi, 143.

[482] Fetih sûresi, 18.

[483] Tevbe sûresi, 100.

[484] Haşr sûresi, 8.

[485] Tevbe sûresi, 20.

[486] Bakara sûresi, 218.

[487] Alî Imrân sûresi, 195.

[488] Haşr sûresi, 9.

[489] Enfâl sûresi, 74.

[490] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 167-169.

[491] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 169-170.

[492] Bkz. Es-Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 405-406.

[493] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 170.

[494] Bkz. Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 210; M. Zubeyr Sıddîkî, Hadîs Ede­biyatı târihi, s. 41.

[495] M. Zubeyr Sıddîkî, adı geçen eser, s. 41-45.

[496] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 170-171.

[497] Bkz. Tedrlbu'r-râvî, s. 401-403.

[498] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 172.

[499] Bkz. Ma'rifet uiûmi'l-kadîs, s. 42.

[500] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 416.

[501] Aynı yer.

[502] Tevbe sûresi, 100.

[503] Müslim, Sahih, IV. 1962-1963.

[504] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 173-174.

[505] Bkz. Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 42.

[506] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 274-275.

[507] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 421.

[508]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 174-175.

[509]  Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 419.

[510]  Aynı eser, s. 420.

[511]  Bkz. El-Irâkî, et-Takyîd ve%îzâh, s. 282.

[512]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 175-176.

[513]  El-Hâkim Ebû Abdillah, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 18.

[514]  Aynı eser, s. 17.

[515]  Er-Râmahurmuzî, el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvİ ve'l-vâ% s. 611-613.

[516]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 176-177.

[517]  El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kıfâye, s. 23-24.

[518]  Ibnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 114; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 197.

[519]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 177.

[520]  Bkz. EI-CezâTirî, Tevcîhu'n-nazar, s. 26.

[521]  Bkz. El-Mustasfâ, I. 157.

[522]  El-Kifâye, s. 80-81.

[523] El-Âmidî, el-Ihkâm fî usûli'l-ahkâm, II. 110.

[524] Aynı yer.

[525] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 82.

[526] Bilâl el-Habeşî, Hazreti Peygamberin müezzinidir. Tercemesi için bkz. İbn Hacer, el-İsâbe fi temyizi's-sahâbe, I. 170.

[527] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 82.

[528] Aynı yer.

[529] Aynı yer.

[530] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 95; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 199.

[531] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  177-180.

[532] El-Cezâ'iri, Tevcthu'n-nazar, s. 32.

[533] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 180-181.

[534] Aynı eser, s. 54.

[535] Aynı eser, s. 55.

[536] Küçük yaşta Hazreti Peygamberden hadîs hıfzeden diğer sahabîler için bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 54. (Bâbu mâ câ'e fi sıhhati semâ'ı's-sağîr).

[537] Bkz. El-Kifâye, s. 55.

[538] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 181-182.

[539] Kâmûs tercemesi, I. 866.

[540] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 101.

[541] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:182-183.

[542] Bkz. Müslim, Sahih (mukaddime),

[543] En-Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, I. 107.

[544] El-Cezâ'irî, Tevd.hu'n-nazar, s. 114.

[545] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:183-184.

[546] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 105-106; îbnuVSalâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 119-120; es-Suyûtî, Tedribu'r-râvt, s. 204.

[547] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:185.

[548] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 107-108.

[549] Aynı yer.

[550] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:185-186.

[551] Ebû Hatim İbn Hıbbân, Kitâbu't-târih ve'l-mecrâhîn, v. 18 b.

[552] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 116.

[553] Aynı eser, s. 117.

[554] Aynı yer.

[555] Aynı eser, s. 118. Bu gibi râvilerin cerhine ve ebediyyen terkine sebep olan yalancılık, hiç şüphesiz kasde dayanan yalancılıktır. Bununia beraber "rivayetinde hatâ yaptığını ve ya­lanı kasdetmediğini" söyleyen kimseler için durum farklıdır. Bunların gerçekten yalanı kasdetmedikleri anlaşılırsa, tövbe etmelerinden sonra rivayetlerinin alınması mümkün olur.

[556] Bu şahıs hakkında bkz. ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl, IV. 263.Burada isim İbn Mitrak ola­rak verilmiştir.

[557] Bkz. El-Kıfâye, s. 115.

[558] El-Kifâye, s. 141.

[559] Aynı yer.

[560] Aynı eser, s. 143.

[561] Aynı yer.

[562] Aynı eser, s. 236.

[563] îbn Hıbbân, Kitâbu't-târîh ve'l-mecrûhîn, V. 22 b. Bu şahsın, Enes İbn Mâlik'in sahabî ol­duğunu ve Serik'ten hadîs nakletmesinin imkânsız bulunduğunu düşünemeyecek kadar câhil olduğu görülmektedir. Şerîk ibn Abdillah en-Naha'î 177 senesinde vefat etmiştir.

[564] Aynı eser, v. 23 a.

[565] Aynı eser, v. 24 a.

[566] Aynı eser, v. 25 a.

[567] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Mudelles Hadîsler.

[568]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 186-191.

[569] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadis, s. 133-137; es-Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 229-236.

[570]  Cerh ve ta'dîl için kullanılan diğer tabirler hakkında bkz. Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 117-118.

[571]  Es-SuyÛtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 233.

[572]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 191-192.

[573]  Hadîsin değişik rivayetleri için bkz. Et-Tirmizî. Sünen, V. 34; Ebû Dâvûd, Sünen, II. 289; İbn Mâce, Sünen, I. 102.

[574]  Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 333.

[575] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 203; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 332.

[576] Cemalu'd-Dîn el-Kâsımî, Kavâ'ıdu't-tahdîs, s. 218, (El-Gazâlî, el-Edeb fi'd-Dîn, s.5 'ten nakledilmiştir).

[577] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 205; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 333; Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'İ-hasis, s. 171.

[578] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'i-hadîs, s. 205; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 333; Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. s. 172. Mâlik İbn Enes, meclisinde birisinin sesini yükselterek konuştuğunu görünce ona şöyle hitap ederdi: "Allahu Ta'âlâ buyurur ki: ..(Hucurât sûresi, 2); onun hadîsi zikredilir-ken kim sesini yükseltirse, onun sesi üzerine yükseltmiş olur".

[579] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 193-194.

[580] İbnu's-Salâh, Ulûmu'İ-hadis, s. 203.

[581] Aynı eser, s. 204.

[582] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:194-195.

[583] Es-Suyûtî, Tedrtbu'r-râvî, s. 505.

[584] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadis, s. 382; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 505.

[585] Bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu 'z-zuııûn, II. 2019-2020.

[586] Aynı eser, I. 418.

[587] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:195-196.

[588] Bkz. en-Neysâbûrî, Ma'rifet ulûmi'l-hadıs, s. 23-24.

[589] Aynı eser, s. 41-42.

[590] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 196-198.

[591] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 198.

[592] Bkz. Tedrîbu'r-râvî, s. 451.

[593] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 322.

[594] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:199-201.

[595] İbnu's-Salâh'm, "bize ulaştığına göre Ebû Hatim İbn Hıbbân'ın bir kitabı vardır" dediği gözönünde bulundurulursa (bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 303 keza bkz. el-Kettânî, er-Risâletu'l-mustatrafa, s. 90-91), İbn Hıbbân'dan başka bu sahada kitap telîf eden bir kimsenin bu­lunmadığı, yahut bulunsa bile bilinmediği anlaşılır.

[596] Et-Takyîd ve'l-îzâh için bkz. Ulûmu'l-hadîs, Haleb 1350 baskısı s. 327.

[597] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 201.

[598] Bkz. Kâmûs tercemesi, I. 491.

[599] Bkz. Ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl: Abbâd İbn Ebî Salih es-Senımân, II. 10 İbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dîl: Abbâd İbn Zekvân, ve huue İbn Ebî Sâlik. Ve yukalu li-Abdillah Abbâd...III /1,78.

[600] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-ravî, s. 459.

[601] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûml'l-hadîs, s. 210; el-Hâkim'den naklen es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 459.

[602] Ebû Bekr eş-Şîrâzî (Ö. 411), Ebu'1-Fadl el-Felekî (Ö. 427,8), Ebu'l-Ferec Îbnu'l-Cevzî ve Şeyhülislam İbn Hacer gibi bazı imamlar bu konuda kitap telîf etmişlerdir. Eş-Şîrâzî'nin Munteha'l-kemâl fi ma'rifet elkâbi'r-ricâl  adlı kitabının, İbn Hacer ve el-Pelekî'nin teliflerinden önce iki büyük kitap olduğu söylenir. İbn Hacer, kendinden Önceki teliflerin hulâsasını cemederek bazı ilâveler yapmış ve kitabına Nuzhetu'l-elbâb adını vermiştir. Es-Suyûtî'nin de bu konuda Keşfu'n-nikâb anı'l-elkâb adlı bir kitabı vardır. (Bkz. El-Kettânî, er-Risâletu'l-mustatrafa, s. 90).

[603] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 201-203.

[604] İbnu's-Salâh, Ulûmu 7-hadîs, s. 310.

[605] Bu ismin Sellâm olduğu da söylenmiştir. İbn Ebî Hatim bu görüşü ileri sürmüştür. Fakat İbnu's-Salâh'a göre doğru olanı Selâm'dır. Zira Guncar'm Târîhu Buhârâ'da. zikrettiği şahıs budur ve onun kendi memleketinden olan bir kimseyi herkesten daha iyi bilmesi tabiîdir. (Bkz.   Ulûmu'l-hadls,  s. 310). El-Irâkî'ye göre ismi Sellâm okuyanlar, Mu­hammed    İbn    Sellâm    İbni's-Seken    el-Bîkendî    adındaki    diğer    bir    şahısla    ka­rıştırmaktadırlar. (Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 465).

[606] Et-Taberânî bu isme ha' ilâve ederek Selâme okumuştur. (Bkz. Aynı yer).

[607] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 466.

[608] El-Irâkî, et-Takyîd ve'l-îzâh, s. 336.

[609] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 312.

[610] Tedrîbu'r-râvî, s. 469.

[611] El-Irâkî, Salim ve Selm isimlerini mu'telif arasında zikreden İbnu's-Salâh'a itirazia "mu'telifve muhtelif sahipleri Sâlim'deki i^i/ harfinin fazlalığı dolayısıyle, bu iki ismi ki­taplarında zikretmemişlerdir. Bunları yalnız el-Meşârik sahibi zikretmiş, İbnu's-Salâh da ona tâbi olmuştur. Aslında bu iki isim hat yönünden aynı değildir." demiştir. (Bkz. Et-Takyîd ve'l-tzâh, s. 348). Es-Suyûtî ise, el-Irâkî'nin bu görüşüne işaretle u tirazda bu­lunmuştur: "İki ismin hat yönünden aynı olmadığını ileri sürmek doğru değildir. Zira hat ilmindeki kaideye göre üç harfin üstündeki alemlerde Elif dâima hazfedilmiştir: Mâlik -Malik, Salih - Salih gibi. Salim de bu kabildendir. (Bkz. Tedrİbu'r-râuî, s. 475).

[612] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 475.

[613] El-Irâkî, Yahya İbn Bişr el-Harîrî'nin, el-Buhârî ve Müslim'in şeyhi olduğuna dâir İbnu's-Salâh tarafından ileri sürülen görüşe itiraz ederek bu şahıstan yalnız Müslim'in rivayet ettiğini, el-Buhâri'nin rivayet ettiği şahsın ise, Yahya İbn Bişr el-Belhî olduğunu, bu ba­kımdan, Müslim'in şeyhi Yahya ibn Bişr ile el-Buhârî'nin şeyhi Yahya İbn Bişr'in ayrı ta­rihlerde vefat etmiş, ayrı beldelere mensup kimseler olduklarını söyler. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. el-Irâkî, et-Takyîd ue'l-îz&h, s. 353-355.

[614] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 203-208.

[615] El-Irâkî bu ismi ayrı bir kısım olarak zikretmiştir. Zira burada müttefik olan künye ile baba ismidir, nisbet değildir. Bkz. et-Takyîd ve'l-îzâh, s. 358.

[616] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 209-211.

[617] Bkz. Târİhu Bağdâd, XIII. 63.

[618] Aynı eser, XIII. 54.

[619] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 212-213.

[620] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 213-214.

[621] Mâlik îbn Enes'e, sika (güvenilir) olduğu halde, hadîslerini hıfzetmeyen kimselerden hadîs rivayet edilip edilmiyeceği sorulduğu zaman şu cevabı vermiştir: "Hayır, alınmaz. Elinde itimad edilir bir kitap da olsa alınmaz; çünkü geceleyin hadîsleri arasına bir şey­lerin ilâve edilmesinden korkulur". Bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 227; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 307.

[622] Meselâ Abdullah İbn Lehî'a'ya ellerinde bir kitapla gelirler ve ondan işittiklerini söy-liyerek bu hadîsleri ondan rivayet edeceklerini bildirirler, o da, peki diye cevap verirdi. Halbuki kitapta ona âit tek bir hadîs dahî bulunmazdı. Bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 152.

[623] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 186-187; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 309; Ahmed Mu-hammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 156.

[624] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 187; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 309.

[625] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 188; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 310. Bu hususta gelen çeşitli haberler için bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 319-321.

[626] İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 188.

[627] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 234.

[628] Aynı yer.

[629] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 191. İsma'îl İbn Ebi Hâlid, çok lâhin yapanlardan birisi idi. Huşeym'den nakledilen bir haber, burada lâhnin güze! bir örneğini teşkil eder. Hu-şeym der ki: İsma'îl Ebî Hâlid, Hazreti Peygamberin ashabına mülâkî olmuş fâhışul-lahn bir kimse idi ve çok defa şöyle derdi: Haddesenâ fidan an ebâhu.

[630]  Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 191.

[631] Aynı yer.

[632] Aynı eser, 194.

[633] Aynı yer ve es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvî, s. 321.

[634] İbnu's-Salâh,   Ulûmu'l-hadîs,   s.   195;   es-Suyûtî,   Tedrîbu'r-râvi,   s.   322;  el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s.

[635] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 214. Burada el-Hatîb, Hemmâm İbn Munebbih'İn nüs­hası gibi diğer bazı nüshaların daha isimlerini verir. Meselâ Ebu'l-Yemân - Şu'ayb -Ebu'z-Zinâd - el-A'rec - Ebû Hureyre ve yine Ebu'l-Yemân - Şu'ayb - Nâfi' - İbn Ömer is-nadlarıyle gelen nüshalar bunlardandır.

[636] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 198; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 326,

[637] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s.214.

[638] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 213-214,

[639] Aynı yer ve Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 199.

[640] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 200.

[641] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 214-219.

[642] Aynı eser, s. 173.

[643] Aynı eser, s. 176.

[644] Aynı eser, s. 173. Burada hadîsin başka varyantları da zikredilmiştir.

[645] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 219-220.

[646] Aynı eser, s. 204.

[647] Aynı eser, s. 205.

[648] Aynı eser, s. 207.

[649] Aynı eser, s. 200. Hadîsin bir başka varyantında Hazreti Peygamber "helâli haram, ha­ramı helâl kılmadığınız ve manâda da isabet ettiğiniz zaman rivayet etmenizde bir beis yoktur" buyurmuştur.

[650] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 171.

[651]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:220-222.

[652]  Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s, 82.

[653]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 222.

[654] Aynı eser, s. 278.

[655] Aynı yer.

[656] Bkz. El-Irâkî, et-Takyîd ve'l-tzâh, s. 290-291.

[657] İbnHacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 82.

[658] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 222-224.

[659] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 225.

[660] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 281; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 431.

[661] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 225-226.

[662] İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 283; İbn Kesîr, İhtisâru ulûmi'l-kadîs, s. 230.

[663] Bu tenkidler hakkında daha geniş bilgi için bkz. Talât Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 44-48.

[664] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbıı'r-râuî, s. 434.

[665]  Aynı eser, s. 436.

[666] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  226.

[667] Bkz. Aynı eser, s. 438.

[668] Aynı yer

[669] İbni Hacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 84.

[670] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 227.

[671] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 228.

[672] Misal olarak zikrettiğimiz bu hadîsler ve diğer örnekleri için bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 29-34.

[673] İbn Kesîr'in bu konudaki görüşü hakkında bkz. İhtisara ulûmi'l-hadîs, s. 189.

[674] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, ş, 86.

[675] Bkz. Tedrîbu'r-râvî, s. 381.

[676] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 228-232.

[677] El-Buhârî, Sahih, I. 27. O sıralarda Abdullah İbn Uneys'in Şam'da bulunduğuna ve Câbir'in Şam'a seyahat ettiğine dâir mufassal haber için bkz. İbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ılm, I. 93.

[678] îbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ılm, I. 93-94.

[679] Aynı yer.

[680] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 233-235.

[681] Zkz. El-İlma, s. 69.

[682] Ekz. Ulûmu'l-hadîs, s. 118.

[683] Ekz. Et-Kifâye, s. 284.

[684] Aynı yer.

[685] Aynı eser, s. 286.

[686] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 114-11;'.

[687] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 235-237.

[688] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, YIL 168; Kamus tercemesi, II. 1266.

[689] Bkz. Fethu'l-bâri bi-şerhı SardhVl-Buhâri, I, 110,

[690] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 122; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 242.

[691] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 243.

[692] Hadîsin tam metni için bkz. El-Buhâri, Sahih, I. 23. Adam bu sualden sonra Hazret) Pey­gambere, namazı, orucu ve zekâtı da emredenin Allah mı olduğunu sormuş, hepsinde de Hazreti Peygamberden "evet" cevabını alınca "sen ne getirdin ise, ben ona îman ettim. Kavmimin geride kalanlarının elçisi benim. Ben, Sa'd İbn Bekr oğullarından Zımâm îbn Sa'lebe'yim" diyerek sözlerini tamamlamıştır,

[693] Bkz. El'Muhaddisu't-fâsü beyne'r-râvî ve'l-vâ'î, s. 428-429.

[694] Aynı yer.

[695] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 244.

[696] Bkz. El-Kifâye, s. 274.

[697] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu't-hadîs, s. 122; en-Nevevî, Takrîb ve şerhi Tedrîbu'r-râvî, s. 244.

[698] Bkz. El-Hatîb, el-Kifâye, s. 276.

[699] Aynı eser, s. 277.

[700] Aynı eser, s. 278.

[701] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 244.

[702] Bkz. El-Kifâye, s. 272.

[703] Es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvî, s. 244.

[704] Aynı yer.

[705] Bkz. İlmu's-Saiâh, Ulûma'l-hadİs, s. 125; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 247. El-Kâzî Iyâz'ın görüşü/Km lık/. vi-lMıâ' ilâ ma'rifet usâli'r-riuâye, s. 75-76.

[706] I',k^ Kt-Hatîb el-Bağdâdf, el-Kifâye, s. 297; es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvî, s. 245.

[707]  Hîiz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-rdvî, s. 245; Et-Tahâvî, bu konuda bir de cüz telîf etmiştir.

[708] Aynı yer.

[709] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 123; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 246.

[710] Bkz. El-Hâkim Ebû Abdillah, Ma'rifet ulûmi'1-badîs, s. 260. Keza bkz. İbmı's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 126; es-Suyûtî, Tedrtbu'r-râvî, s. 248-249.

[711] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 249.

[712] Aynı eser, s. 251.

[713] Aynı eser, s. 252.

[714] Aynı yer.

[715]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 237-243.

[716]  Bkz. Kâmûs tercemesi, II. 787.

[717]  tbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 145; keza bkz. EI-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 311-312.

[718]  Es-Suyûtî, Tedrîbıı 'r-râvî, s. 268.

[719] Aynı eser, s. 256.

[720] Bkz. El-Kif&ye, s. 311.

[721]  Aynı eser, s. 312-313.

[722]  Aynı yer.

[723] Aynı eser, s. 316.

[724] Aynı eser, s. 317.

[725] Aynı eser, s. 314.

[726] Aynı yer.

[727] Bkz. Îbmı's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 136-137.

[728] Aynı yer.

[729] Blsz. Nuhbetu'l-fikerşerhi, s. 90.

[730] Aynı yer.

[731] Bkz. Ulûmu 't-hadîs, s. 137. Keza bkz. es-Suyûtî, Tedribu 'r-râvî, s. 140-141.

[732] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 140-141.

[733] Aynı yer.

[734] Aynı yer ve es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 262-263.

[735] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 136-140; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 260.

[736] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 136; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 258.

 [737] İbnu's-Saiâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 134; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 255.

[738]  Bkz. El-Kâzî Iyâz, el-İlmâ', s. 106.

[739] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 142.

[740]  Aynı eser, s. 136.

[741] Aynı eser, s. 137.

[742]  Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 262.

[743] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 265.

[744] Aynı yer.

[745] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 243-253.

[746] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahih, 1. 23.

[747] Aynı yer.

[748] Mecal, mecellenin çoğulu olup, içerisinde hikmet yazılı sahîfe veya kitap manâsına gelir.

[749] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 269.

[750] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîhu'ı-râvî, s. 271.

[751] Aynı yer.

[752] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadts, s. 149; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 273.

[753] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 253-255.

[754] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 278.

[755] Bkz. EI-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 345.

[756] Aynı eser, s. 342.

[757] Aynı yer.

[758] Aynı yer.

[759] Aynı eser, s. 344.

[760] Her İki haber için bkz. aynı yer.

[761] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 255-257.

[762] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 280.

[763] Bkz. Er-Râmahurmuzî, el-Muhaddisu'l-fâsıl, s. 451..

[764] Bkz. El-Mustasfâ, I. 165.

[765] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 257-258.

[766] Bkz. El-îlmâ', s. 115.

[767] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 157.

[768] Es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvî, 281.

[769] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 258-259.

[770] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 158.

[771] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 259.

[772]  Nisa sûresi, 102.

[773]  El-Buhârî, Sahîh, I. 155. (Sallû kemâ ra'eytumûnî usallî).

[774]  Aynı eser, II. 132.

[775]  Cum'a sûresi, 9.

[776] Bakara sûresi, 43, 83, 110; Tövbe sûresi, 103.

[777]  El-Buhârî, Sahîh, II. 120.

[778]  Âl-i Imrân sûresi, 97.

[779] Nahl sûresi, 44.

[780] Aynı sûre, 64.

[781] Haşr sûres, 7.

[782] A'râf sûresi, 157.

[783] Âl-i İmrân sûresi, 32.

[784] Nisa sûresi, 80.

[785] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  261-264.

[786] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahih, I. 31; Ahmed ibn Hanbel, Musned, II. 373.

[787] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  264-265.

[788] El-Belâzurî, Futûhu'l-buldân, s. 452.

[789] Aynı eser, s. 458.

[790] Ankebüt sûresi, 48.

[791] Ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huff&z, I. 116.

[792] El-Belâzurî,Futûhu'l-buldân, s. 458.

[793] Aynı eser, s. 460.

[794] Aynı yer.

[795] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 265-267.

[796] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ılm, s. 29-32.

[797] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 267-269.

[798] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-dm, s. 65.

[799] Aym eser, s. 86; İbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-dm, I. 70; el-Aynî, Umdetu'l-kârî, I. 563.

[800] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ılm, s. 72; ez-Zehebî, Târîhu'l-İslâm, III. 38.

[801] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  269.

[802] İbn Sa'd, Tabakât, VTI/2, 189; ez-Zehebî, Târîhu'l-İslâm, III. 38.

[803] îbn Sa'd, Tabakât, VII/2, 189; ez-Zehebî, Târîhu'l-İslâm, III. 38.

[804] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  269-271.

[805] İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, II. 43; el-lsâbe, I. 213.

[806] îbn Sa'd, Tabakât, VII/2, 1; İbn Ebî Hatim, Takdimetu'l-cerh, s. 46; el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 354; îbn Hacer, Tehzİb, V. 27; VIII. 355; ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, I. 116; TâHhu'l-İslâm, IV. 296; Tehzîbu'l-esmâ' II. 58.

[807] İbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dil, II/l, 136.

[808] Aynı yer ve el-Buhârî, et-Târîhu'l-kebîr, II/2, 354.

[809] Ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, I. 116; Târîhu'l-İslâm, IV. 296.

[810] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 354; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu'l-ılel, II. 34.

[811] İbn Ebî Hatim, Takdimetu'l-cerh, s. 46; Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dîl, II/l, 475; el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 355.

[812] îbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, IV. 224.

[813] İbn Bbî Hatim, Kitâbu 'l-cerh ve't-ta'dîl, II/l, 136.

[814] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 271-273.

[815] Bakara sûresi, 159-160.

[816] El-Buhârî, Sahih, I. 37-38; Ahmed İbn Hanbel, Musned, II. 240, 274; îbn Hacer, el-İsâbe, VII. 203.

[817] El-Buhârî, Sahîh, I. 31; Ahmed İbn Hanbel, Musned, II. 373.

[818] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ılm, s. 42.

[819] Aynı eser, s. 33, 34.

[820] İbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ılm, I. 74.

[821] Ahmed İbn Hanbel, Kitâhu'l-ılel ve ma'rifeü'r-ricûl, I. 42-43; İbn Sa'd, Tabakât, VII/1, 162; el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 275; İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, I. 470.

[822] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 273-275.

[823] Müslim, Sahih, V. 115; Ebû Dâvûd, Sünen, II. 275; Ahmed ibn Hanbel, Musned, I. 81, 102, 118, 119, 126; Ebû Ubeyd el-Kâsım İbn Sellâm, Kitâbu'î-emvâl, s. 494; ez-Zehebî, Tez-kiratıı'l-huffâz, I. 12; Târîhu'l-İslâm, II. 199.

[824] İbn Ebî Hatim, Takdimetu'l-cerh, s. 130.

[825] Bkz. Tabattât, Vl. 116.

[826] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  275-276.

[827] İbn Hacer, el-îsâbe, III. 130; İbnu'I-Esîr, Usdu'l-gâbe, II. 354.

[828] Aynı yer ve îbn Hacer, Tehzîb et-Tehzîb, IV. 236,

[829] El-Buhârî, et-Târîhu'l-Kebîr, 1/1, 26.

[830] İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, IV. 198.

[831] Aynı eser, III. 135.

[832] Aynı eser, II. 94 ve İbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dü, II/2, 186.

[833] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 276.

[834] Er-Râmahurmuzî, el-Muhaddisu 'I-fasıl, s. 367; el-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu 'l-ılm, s. 95-96.

[835] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  276-277.

[836] Kelimenin manâsı için bkz. îbn Manzûr, Tâcu'l-arûs, IX. 204.

[837] İbn Sa'd, Tabakât, VII/2,189; ez-Zehebî, TâHku'l-lslâm, III. 38.

[838] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  278-279.

[839] Bu haber için bkz. Ebû Nu'aym, Hılyetu'l-euliyâ', III. 363; İbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ılm, I. 76; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 345; el-Kettânî, er-Risâletu%tnustatrafa, s. 4.

[840] El-Kettânî, er-Risâletu'L-mustatrafa, s. 4.

[841] Ebû Nu'ayra, Hılyetu'l-evliyâ', III. 360; ez-Zehebî, Tarihu'l-İslâm, V. 145; ibn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, IX. 448.

[842] İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, IX. 448.

[843] Ez-Zehebî, Târîhu'Uslâm, V. 137; Tezkiratu'l-huffâz, I. 109.

[844] Tercemesi için bkz. İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzib, VII. 475-478.

[845] Bu haber için bkz. İbn Sa'd, Tabakât, II/2, 134; el-Buhârî, Sahih, I. 33; el-Buhâri, mezkûr haberi bâb başlığından sonra ta'lîk etmiş, îbn Hacer de Şerh'inde (Fethu'l-bârî, I. 140) bunun, tedvinin başlangıcına delâlet ettiğini söylemiştir. Ed-Dârimî, Sünen, I. 126; el-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ılm, s. 105-106; ei-Herevî, Zemmu'l-kelâm, I. 70.

[846] Bkz. Takyîdu'l-dm, s. 106.

[847] Bkz. Tenvlrtı'l-havâlik (mukaddime), s. 6.

[848] îbn Abdi'1-Berr, Camı beyâni'l-ılm, I. 78.

[849] Bkz. Es-Suyûtî, Tenvîru'l-havâlik, I. 6; el-Kettânî, er-Risâletu'l-mustatrafa, s. 4.

[850] Bkz. İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, XII. 39.

[851] Ebû Nu'aym, Hdyetu'i-evliyâ', III. 361; îbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 344; ez-Zehebî, Târîhu'l-îslâm, V. 141.

[852] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 279-282.

[853] Bkz. El-Muhaddisu'l-fâsd beyne'r-râvî ve'l-uâ'î, s. 611-613.

[854] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 282-283.

[855] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 283.

[856] Bkz. El-Kettânî, er-Risâletu'l-mustatrafa, s. 79.

[857] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 284.

[858] Bkz.  El-Kettânî,  er-Risâletu't-nıustatrafn   SZ. El-Kettanı'nın ifadesine göre, Sünen,hadısçılerın ıstı ahmda, .man taharet, salât, zekât gibi filan bâblarına göre tertip edilmiş kitaplardır Onlarda mevtti denen haberlerden hiçbir şey bulunmaz; zira mevkuf, on-larm ıstılahında sünnet olarak isimlendirilmez.

[859] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 284-285.

[860] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 285-286.

[861] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 286,

[862] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 286-287.

[863] Hedyu's-sârî, 1.4.

[864] Es-Suyûtî, Tenvîru'l-havâlik, s. 7.

[865] Aynı yer.

[866] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 14; İbn Kesîr, İhtisara ulûmi'l-hadîs, s. 31.

[867] Aynı yer.

[868] Es-Suyûtî, Tcııvîru'l-havâlik, s. 8.

[869] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 287-288.

[870] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 288-289.

[871] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 289.

[872] Ez-Zehebî, Târthu'l-İslâm, (Ahmed M. Şakir neşri Musned içerisinde, I. 58-131)

[873] ibn Kesir, el-Bidâye, X. 326.

[874] Îbnu'l-Cevzî, Menâkıbu 'l-İmam Ahmed, s. 69.

[875] Ebû   Mûsâ el-Medînî,  Hasâ'isu'l-Musned  (Ahmed  M.   Şâkir tarafından Musned  mu­kaddimesinde nakledilmiştir.), I. 23; keza bkz. es-Suyûtî, Tednbu'r-râui, s. 101.

[876] Bkz. İhtisâru ulâmi'l-hadîs ma'a şerhıh el-Bâ'isui-hasis, s. 33-34; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-

râvî, s. 101.

[877] İbnu'l-Cezerî, el-Mus'adu'l-Ahmed fi hatmi MusnedVl-îmam Ahmed (Ahmed M. Şâkir ta­rafından Musned neşrinde nakledilmiştir.), I. 29.

[878] Ebû Musa el-Medînî, Hasâ'isu'l-Musned, I. 21.

[879] Aynı yer.

[880] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 100.

[881] İbn Hacer'in bu  eseri el-KauLu'l-musedded fi'z-zebbi ani'l-Musned  adı ile şöhret ka­zanmıştır.

[882] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 101.

[883] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  289-293.

[884] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  293-294.

[885] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 294.

[886] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  295.

[887] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  295-269.

[888] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  296-297.

[889] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 297.

[890] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:  297.

[891] El-Cezâ'irf, Tevcîhu'n-nazar, s.

[892] Aynı yer.

[893] Aynı eser, s. 90.

[894] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 297-300.

[895] Müslim, Sahîh (mukaddime), ı. 4-5.

[896] Bkz. Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 37-38.

[897] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 300-302.

[898] Tezkiratu'l-huffâz, II. 1072-1073.

[899] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 302.

[900] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 302-303.

[901] Bkz. Aynı eser, I. 637, 686.

[902] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:303.

[903] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:303-308.

[904] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: