Hadis Tarihi
Abdulvahid Metin
ZABT VE TESBÎTE MÜESSİR OLAN ÂMİLLER
3- Sahabelerle İlgili Âmiller:
4- Ümmühâtu'l-Mü'minîn'in Rolü:
Zabt Ve Tesbitte Mühim Bir Prensip: Asla Uygunluk.
1- Câhiliye Devrinde Okuma Yazma Durumu:
2- Hadisin Yazılmasını Yasaklayan Rivâyetler:
3- Hadîslerin Yazılmasına İzin Veren Rivayetler:
5- Hadîs Yazma Yasağının Mahiyeti:
Hz. Peygamber (Aleyhissalâtu Vesselâm)'den Sonra
Ashâbın Tavrı:
Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh)'in Tereddüdü:
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)'in Tereddüdü:
Sahabenin Sünnet Karşısındaki Titizliği:
Sünnet Karşısındaki Titizlikten Doğan İki Netice:
Hz. Peygamber De Az Rivayeti Emreder:
Hadîs Rivayetini Terk Edenler:
Ashabda Hadîs Öğrenmek Gayreti:
Hadîsin Zabt Ve Tesbitinde Hizmeti Geçen Bazı
Sahabeler
Hadîs Rivayetiyle İlgili Bazı Âdab
Tedvîn Sayılmayan Bazı Yazma Vak'aları:
Hz. Peygamber (Aleyhissalâtu Vesselâm)'in Teşviki:
BABLARA GÖRE TASNÎF ÇEŞİTLERİ:
İMAM MÂLİK B. ENES VE MUVATTA’I:
Muvatta Niçin Kutüb-i Sitte'ye Dahil Edilmedi?
KÜTÜB-İ SİTTE MÜELLİFLERİ, ŞARTLARI, MEVKİLERİ
Buhâri İle Müslim Arasındaki Farklar:
Sünen-i Erba'a'da Üç Kısım Hadîs:
KÜTÜB-İ SİTTE MÜELLİFLERİNİN HAYAT VE ESERLERİ:
Buhârî'nin Ebû Hanîfe İle İhtilafı:
Buhara Valisi İle Anlaşmazlığı:
Yûnînî Tarafından Sunulan Hizmet:
Nüsha Farklarının Sebepleri Ve Mahiyeti:
Buhârî Üzerine Yapılan Çalışmalar:
Müslim Üzerine Yapılan Çalışmalar:
Sünen Üzerine Yapılan Çalışmalar:
ÜÇÜNCÜ ASIRDA RİCAL ÇALIŞMALARI:
Üçüncü Asırda Yetişmiş Rical Çalışması Ağır Basan Bazı
Şahsiyetler:
Üçüncü Asırdan Sonra Telîf Edilen Bazı Orijinal
Eserler:
Tabakalara Ayırmanın Önemi Ve İlk Taksimler:
Dehlevî'ye Göre Hadîs Müellefâtı'nın Tabakâtı:
Üçüncü Asır Sonundan Yedinci Asır Ortasına Kadar Hadîs
656. Hicret Yılından Zamanımıza Kadar Hadîs
Ahkam Hadîslerini Cemeden Eserler:
8- Lügat (Garîbu'l-Hadîs) Çalışmaları:
11- Mevzu Hadîsler Üzerine Te'lifat
12- Meşhur Ve Müştehir Hadîsler Üzerine Telîfat
14-Hadîs Bulmada Yardımcı Telifat
ALTI İMAM'IN MENÂKIBI VE AHVÂLİ
İslâmî ilimlerin en eskisi hadis ilmidir[1]: Hadîs ilmi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu
ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını,
günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini
söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve parlama
gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine
ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı
zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle,
İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da
parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir. İslâm'ın
duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin
tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu demek oluyor: Mü'minler
Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da maddi
terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.
Araştırıcılar, umumiyetle, hadîs
sahasında yapılan çalışmaların mahiyetini göz önüne, alarak, hadîs târihini
başlıca dört safhaya ayırırlar: 1- Tesbit Safhası 2- Tedvin
Safhası 3- Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası.
[2]
Bu safha, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) ile Ashâb-ı Kirâm (radıyallahu anhüm ecmâin) devrini içine alır,
müddet olarak birinci asırla sınırlanır. Bu safhanın en bariz, en göze çarpan
husûsiyeti sünnet ve hadîsin zabt ve tesbîtidir. Zabt veya tesbît deyince yazı
veya hâfıza yoluyla tesbîti anlayacağız. Günümüz şartlarında, bant, video, film
gibi çok daha zengin ve mevsûk zabt vâsıtalarına rağmen o zamanda yazı ve
hâfızadan başka zabt ve tesbit imkânı yoktu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
tedbirleri ve Ashâb (radıyallahu anhüm)'ın gayreti sonucu bu iki zabt
vâsıtasından azamî ölçüde faydalanıldığını göreceğiz.
[3]
Sünnet ve hadîsin sıhhatli ve zengin bir
şekilde zabtını sağlayan başlıca âmilleri şöyle sıralayabiliriz.
Kur'ân-ı Kerîm tâ bidâyetten itibâren
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şahsiyetini tebcîl etmiş, dindeki
ehemmiyetini hatırlatmaktan geri durmamıştır. İhtilaflı meselelerde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a müracaat, O'nun emirlerine itaat emredilmiş, O'na
muhalefet, Allah'a muhalefet; O'na itaat, Allah'a itaat olarak ifade
edilmiştir. İşte bu âyetlerden bazıları:
"Peygamber size ne verirse onu
alın, sizi neden men ederse ondan geri durun..." (Haşr: 59/7)
"Peygamber'e itaat eden Allah'a
itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni onlara bekçi
göndermedik." (Nisa: 4/80)
"Peygamber'in emrine aykırı hareket
edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan
sakınsınlar." (Nur: 24/63)
"Sana da insanlara gönderileni
açıklayasın diye zikri indirdik, belki düşünürler." (Nahl: 16/44)
"And olsun ki, Allah, inananlara,
âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve hikmeti (sünneti) öğreten,
kendilerinden bir peygamberi göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar,
önceleri apaçık sapıklıkta idiler." (Âl-i İmrân: 3/164)
Hz. Ebu Hureyre'nin kendisini çok hadîs
rivâyet etmekle itham edenlere verdiği cevap da burada kaydetmeye değer:
"Kitâbullah'da şu iki âyet olmasaydı Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan aslâ hiçbir rivâyette bulunmazdım: "Gerçekten Allah'ın
indirdiği Kitab'tan bir şeyi gizlemede bulunup onu az bir değere değişenler var
ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah kıyamet günü onlarla
konuşmaz ve onları günahlardan arıtmaz. Onlara elem verici azab vardır. Onlar
doğruluk yerine sapıklığı, mağfiret yerine azâbı alanlardır. Ateşe ne kadar da
dayanıklıdırlar." (Bakara: 2/174-175).
Şu iki rivâyet, hadîsçilerin Kur'ân-ı
Kerîm'den pek çok müşevvik unsurlar bulduklarına delâlet eder:
Yezîd İbnu Hârun, Hammâd İbnu Zeyd'e
sordu:
- "Ey Ebu İsmâil, Cenâb-ı Hakk,
acaba hadîsçileri Kur'ân-ı Kerîm'de zikretmiş midir?
- Evet, dedi. Hâmmâd:
- Şu âyete kulak ver:
"İnananlar toptan
savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir tâifenin, dini iyi öğrenmek ve
milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı?
Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler." (Tevbe: 9/122)
İşte bu âyet, ilim ve fıkıh talebi için
seyahat edip ilim getiren ve getirdiğini geride bıraktıklarına öğreten herkesi
içine alır.
Bir başka rivayette belirtildiğine göre
İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın azadlısı olan İkrime: "Tevbe Suresi'nin
12'inci âyetinde geçen "es-sâihun" (yâni "seyâhat edenler")
den maksad hadîs talebi için yola çıkanlardır." demiştir. Âyet'in meâli
şöyle:
"(Ey Muhammed!) Allah'a tevbe eden,
kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda seyâhat eden, rükû ve secde eden,
mârûf u emreden, münkeri yasaklayan ve Allah'ın yasaklarına riâyet eden mü'minlere
de müjdele!" (Tevbe: 9/112)
Bu çeşitten, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sünnetine sevkeden âyet çoktur, ileriki bahislerde başka
vesilelerle bunlara temas edecek, başka örnekler de kaydedeceğiz.
[4]
Bu kısma, sünnetin öğrenilmesi, neşri ve
sıhhatli şekilde öğrenilip öğretilmesi için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in şuurla uyguladığı bir kısım tedbirleri dahil ediyoruz.
[5]
Sünnetin yaygın ve sıhhatli bir tesbîte
mazhar olmasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayat düzeni nebevî
âmillerin birincisi olarak kayda değer. Zira öncelikle meskeninin yeri bu
maksada uygun olacak şekilde seçilmiştir. O devir müslümanlarının günde en az
beş kere olmak üzere, en ziyade uğrak yeri olan Mescid'in avlusunda bir köşeye
inşa edilen hücrelerde ikâmet etmektedir. Bu durum mü'min cemaatin her an
kolayca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görmesine, dinlemesine imkân
tanımıştır. Üstelik, Mescid'e öylesine değişik hizmetler yüklenmiştir ki,
netice itibâriyle Medine İslâm cemaatinde cereyân eden her çeşit içtimâî
tezâhürlerin âdeta merkezi olmuştur: Ma'bettir, beş vakit farz ibadetler
cemaatle orada eda edilmektedir. Yerine göre hapishânedir, suçlular mescidin
bir direğine bağlanabilmektedir. Misafirhânedir, taşradan gelen siyasî heyetler
birçok durumlarda Mescid'de ağırlanmaktadır. Hastahânedir, savaşta yaralananlar
orada tedâvi edilmektedir. İstirahat yeridir, dileyen sırt üstü uzanıp
yorgunluğunu giderebilmekte, kaylûle denen gündüz uykusunu alabilmektedir. Bazı
şikâyetlerin dinlendiği, dâvaların görüldüğü mahkeme hizmetleri de orada
verilmektedir, vs...
Suffâ denen bir nevi yatılı mektebin
Mescid'de açıldığını, hususî muallimlerden, bilmeyenlerin orada okuma yazma ve
Kur'ân öğrendiklerini de belirtmek gerek. Hatta Mescid'in mufâhara denen şiir
ve hitâbet yarışmalarına sahne olduğunu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
husûsî şâiri Hassân İbnu Sâbit için
-müşrikleri tezlîl, mü'minleri teşcî edici şiirlerini okuması maksadıyla
müstakil bir minber konduğunu, Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ın Mescid'de
zaman zaman eyyâmu'l-Arap, isrâiliyât anlatıp, anlattırdığını da göz önüne
alacak olursak Mescid'in canlı ve her an îmanların kaynaştığı bir kültür
merkezi de olduğunu anlarız.
Mescid'e böyle çok çeşitli hizmetler
gören bir merkez hüviyeti kazandırılması tesâdüfi veya yer darlığı gibi
durumlardan ileri gelmiyordu. Bütün bunlar maksadlı ve şuurlu idi. Bu kesin
iddiada bizi teyid edip, yardımcı olan rivâyetler var. Nitekim Tâif heyetinin
Mescid-i Nebevî'de ağırlanmasıyla ilgili rivayetler, orada ağırlanışlarını:
"Onların kalplerini yumuşatmak için" diye sebebe bağlar. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu heyetleri -durumlarına göre- bazı hususî evlerde
veya Medîne'de oturan hemşehrilerinin, dostlarının yanında ağırlaması da bir
prensibi olduğu halde[6] henüz müşrik olan ve
müslüman olmak için, -kabul edilmesi imkânsız- "namaz kılmamak",
"zinaya devam etmek", "putlarına dokunulmaması" gibi
şartlar koşan Taiflileri "kalplerini yumuşatmak için" Mescid de
ağırlaması, Mescid'in çok yönlü kullanılmasındaki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hususî alâkasını gösterir. Orada okunan Kur'ân, yapılan dinî
konuşmalardan başka İslâm'ın fiili yaşanışını müslümanların hayatında müşahhas
olarak görme imkânı da var. Bütün bunlar kalbleri yumuşatıcı unsurlardır.
Şu halde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) müslümanların, farz namaz vakitleri dışında da boş vakitlerinde,
imkân nisbetinde Mescid'e uğramalarını, orada kaynaşmalarını istemektedir.
Kendisi evini de hemen onun avlusunda inşa ettirmiştir. Bu durum mü'minler
cemaatinin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i azamî miktarda görmeleri ve
dinlemeleri ve sünnetini sıhhatli şekilde öğrenmeleri için alınmış fevkâlâde
müessir bir tedbirdi.
Öte yandan ihtiyaç duyanların kendisine
uğrayıp problemlerini arzedebilmek için riâyet edecekleri aşırı bir teşrifat,
aşmaları gereken protokol çemberleri yoktu. Arapların, komşuları olan İran ve
Bizans saraylarında gördükleri debdebe ve saltanatın burada gölgesi bile mevcut
değildi. Halkla onun arasında askerler, muhâfızlar, teşrifat ve izin daireleri
yer almıyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bazı durumlarda bir muhafız
veya kapıcı bulundurmuş ise de "Allah seni halktan korur."
(Mâide: 5/67) ayeti nâzil olduktan sonra onu da kaldırmıştır.[7]
Her an insanlarla haşır neşir olan,
huzuruna kadın, erkek, hür, köle, yerli, yabancı herkesin kolayca girebildiği
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her hususta onlarla konuşuyor, ferdî
olarak, toplu olarak onlara hitab ediyor, irşâd ediyor, hatalarını
düzeltiyordu.
Böylesi bir hayat tarzı sünnetinin azamî
ölçüde öğrenilmesi için en iyi zemin teşkîl ediyordu.
[8]
Yukarıda belirtilen ve tabiî olarak
sünnetin öğrenilmesini sağlıyan içtimâî tanzimden başka Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) Ashâbını pek çok direktifleriyle uyarmış, sünnetini
öğrenmeye ve öğretmeye, sıhhatli şekilde korumaya teşvik etmiştir. Bunlardan
bâzılarını kaydedelim
"Cenâb-ı Hakk benim
sözümü dinleyip başkasına tebliğ edenin yüzünü ak etsin. Belki kendisine
nakledilen nakledenden daha âlimdir ve (bu sebeple) daha iyi anlar."
"Kendisine bir hususta soru sorana cevap vermeyen kimse
kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenmiş olarak (Allah'ın huzuruna getirilir
)."
"Benden hadîs rivâyet ediniz, bunda bir
mahzur yoktur."
"Bir hadisi gizleyen Allah'ın indirdiğini gizlemiş
olur."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
son ifadesinde hadîsi "Allâh'ın indirdiği" Kur'ân-ı Kerîm sınıfına
koymuş olmaktadır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kendisine gelen heyetleri Medine'de bir müddet ağırlayıp Kur'ân ve hadîs
öğrettikten sonra, onlar giderken kendilerine şöyle tenbihlerde bulunduğu
rivayetlerde belirtilmiştir:
"Söylediklerimizi hıfzedin ve geride bıraktıklarınıza da
öğretin."
Keza şu hadîs de bu babta rivayet
edilenlerin hem mühimlerinden hem de sarîh olanlarındandır:
"Hazır bulunanlar, buraya gelmiyenlere de duyursunlar...
Olur ya hazır bulunan, tebliğ ettiğini kendisinden daha iyi anlayıp kavrayacak
birisine nakleder."
İbnu Abbas (radıyallahu anh) tarafından
rivâyet edilen şu hadîs de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashâb
(radıyallahu anhüm)'ı hadîsleri dinlemeye ve sonra da rivâyet etmeye teşvik
etmekte ve hatta daha sonraki nesilleri de bu rivâyet müessesesi hususunda
uyarmaktadır
"Sizler, (benden) dinliyorsunuz. Sonra da sizden
dinleyecekler; daha sonra da sizden dinlemiş olanlardan dinleyecekler."
[9]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
kadın veya erkek herkesin, problemlerini çekinmeden sormaya teşvik edici bir
siyâset tâkip ettiğini görmekteyiz. Hattâ bâzı utanma konusu olan cinsî hayatla
ilgili veya kadınların hususi hâlleriyle ilgili meselelerde, utanma duygusu
sebebiyle meselenin örtbas edilmemesi, behemehal, anlaşılacak bir açıklık
içerisinde sorulması gerektiğine ashabını iknaya ayrı bir önem verdiğini
söyleyebiliriz. Bir başka ifâde ile, dinin öğrenilmesine mâni olabilecek,
gereksiz ve yersiz utanma duygusuyla sistemli ve şuurlu şekilde mücâdele
ettiğini gösteren birçok rivayet vardır.
Sözgelimi, Hz. Enes (radıyallahu anh)'in
rivâyetine göre bir gün, annesi Ümmü Süleym (radıyallahu anhâ) Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü! Kadın
rüyasında erkeğin rüyâda gördüğünü görünce gusül icâb eder mi?" diye
sorar. Orada hazır olan Hz. Aişe:
"Ey Ümmü Süleym, kadınları rezil
ettin. Allah canını almasın!" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ya:
"Hayır, kadınları rezil eden
sensin, Allah senin canını almasın. Evet ey Ümmü Süleym, gusletmesi gerekir,
eğer onu görürse" der. Hadîsin bir başka veçhine göre: "Ey
Aişe, bırak onu, sorsun. Zira Ensâr kadınları fıkıhtan suâl ediyorlar"
demiştir.
Bu konuya giren rivayetler gösteriyor
ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) utanarak zaman zaman kinâyeli bir
tarzda cevap vermeyi tercih etmiş ise de, kesinlikle bu çeşit soruları cevapsız
bırakmamış, soranların cesaretlerini kırıcı, sorduğuna pişman edici azarlama,
surat asma, çekingenlik gösterme gibi davranışlara yer vermemiştir. Bu çeşit
meselelerin izahına girerken "Allah gerçeği açıklamaktan
vazgeçmez" (Ahzâb: 33/53) meâlindeki âyeti tilavet buyururdu. Buna
alışan Ashab da öyle yapar, aynı âyeti okuyarak bu çeşit suallerini rahatça
sorarlardı. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz rivâyetin bazı vecihlerinde, Ümmü
Süleym (radıyallahu anhâ)'in soru sormazdan önce bu âyeti okuduğu belirtilir.
Dinin utanma ve istihyayı celbeden
hususlardaki inceliklerini sormada Medineli kadınların daha cesur oldukları
anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): "Ensâr kadınları ne
iyi kadınlardır, onların dinlerini öğrenmelerine haya mâni olmamıştır"
der.
Hem kadınların hususî mevzularda sual
sormadaki rahatlık ve cesâretlerini, hem de bu sualler karşısında Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in tutumunu göstermek bakımından Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'nin Rifâ'atu'l-Kurazî'nin hanımıyla ilgili rivayetini özetleyerek
kaydedeceğiz. Rifâ'a'dan boşanan hanım Abdurrahman İbnu Zübeyr (radıyallahu
anhüma) ile evlenir. Fakat ikinci kocasının cinsî yetersizliğini
"Abdurrahman'ınki elbise saçağı gibidir" diyerek açık bir şekilde
tasvir ederek eski kocasına dönmek hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den izin ister. Bu sırada huzurda Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)
vardır. Kapıda da Hâlid İbnu Sâd İbni'l-Âs oturmaktadır. Hâlid (radıyallahu
anh), kadını bu müstehcen konuşmasından men etmesi için, içeride bulunan Hz.
Ebu Bekir (radıyallahu anh)'e seslenir ve: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın huzurunda bu çeşit konuşmaktan kadını niye menetmiyorsun?"
der.
Râvi, bu konuşmalar karşısında Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tebessümünü ziyâdeleştirmekten başka bir
aksülamelde bulunmadığını ve kadına: "Her halde sen Rifâ'a'ya geri gitmek
istiyorsun. Hayır, sen onun balçığından o da senin balçığından tatmadıkça
gidemezsin" diyerek meselenin fıkhî hükmünü beyan ettiğini belirtir.[10]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in bu mevzudaki tutumunu İmam Nevevî şöyle bir yoruma kavuşturacaktır:
"(Hakkı öğrenme meselesinde haya etmek dinin taleb edip övdüğü) hakiki
haya değildir. Zira hayanın tamamı hayırdır: hayâ, hayırdan başka bir şey
getirmez. Dini ilgilendiren ve fakat utandırıcı olan meselelerde suâlden
vazgeçmek hayır değil, şerdir. Öyle ise şer getiren şey nasıl haya olur?"
[11]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hadîsleri tedkik edildiği zaman bir husus dikkat çeker: Çoğunlukla
kısa kısa hitâbeler, açıklamalardır. Uzun olan hadîsler pek nâdirdir.
Hadîslerin kısa oluşu tesâdüfi değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
şuurla sözlerini kısa tutmuştur. Gayesi sözlerinin kolayca, çabukça öğrenilmesi
ve hatta ezberlenmesidir.
Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in konuşurken, kelime ve hatta harfleri sayacak kadar net ve ağır
konuştuğunu, bazı durumlarda sözlerini üç kere tekrar ettiğini belirtir.
Nitekim, birçok rivâyette raviler, o sözün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından tekrar edildiğini açıklar. Enes'ten gelen bir rivâyette, tekrardan
gâyenin söylenen sözün anlaşılması ve "akılda tutulması" olduğu
belirtilir.
Kültürel miraslarını, tarihen, yazı
değil, ezber yoluyla intikal ettirmiş, bu sebeple ezberleme ve hafıza
kapasitesi gelişmiş bir millette bu tedbirin ehemmiyeti açıktır.
[12]
Sünnetin tesbîtinde son derece müessir
nebevî tedbirlerden biri, Mescid'in içinde bir nevi yatılı mektep olan
Suffe'nin tesîsidir. Çoğunluğunu muhâcirlerin teşkil ettiği bekar ve kimsesiz
müslümanlar gece ve gündüz devamlı burada kalır, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı dinler, Kur'ân ve yazı öğrenir, boş vakitlerinde hep ilim ve
zikirle meşgul olurdu. Çok hadîs rivâyetinde ismi geçen Ebu Hüreyre, Abdullah
İbnu Ömer, Ebu Sâdu'l-Hudrî gibi zevâtın buraya mensup olmaları da, sünnetin
tesbitinde bu müessesenin nasıl büyük rol oynadığını anlamaya kâfidir. Ancak
Suffe ile alâkalı olarak geniş tahlili, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in ilmin yayılması için aldığı tedbirlere tahsîs ettiğimiz üçüncü
bölümde yapacağız.
[13]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in; ilme olan teşvikleri de sünnetin öğrenilmesinde, öğretilmesinde
büyük rol oynamıştır. Zira başlangıçta "ilim" kelimesi yaygın şekilde
"sünnet" ve "hadîs" kelimesi yerine kullanılmıştır. Bu
sebeple eski metinlerde geçen ilim için seyahat tabiriyle hadîs dinlemek için
yapılan seyahat kastedilir. Keza tâlibu'l-ilm tabirinden de ekseri durumlarda
tâlibu'l-hadîs anlaşılır. Öyle ise Kur'ân ve hadîste ilme teşvik, ilme övücü,
ilim tâlibi ve âlime vâdedilen üstünlük ve sevaplar, okuma ve yazmanın inkişâfı
için alınan tedbirler, kurulan maarif müesseseleri vs. hepsi bir yönüyle hatta
ağırlıklı ve daha mühim yönüyle sünnetin tesbitini hedeflemiş ve öncelikle buna
yaramıştır, denebilir.
Durum böyle olunca Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ilmî gelişme için aldığı tedbirler, doğrudan
doğruya hadîslerin zabtını ilgilendiren bir konudur. Bu meselenin iyi
bilinmesi, bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından hadîs zabtı
için alınan tedbirlerin anlaşılması için gerekli olmaktadır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in sağlığında ve Selef devrinde hadîsin zabtı
hususunda tereddüt uyandırmaya çalışanlara ve hususen zamanımızda bu meseleyi
fazla kurcalamak isteyen suiniyet sâhiplerine muknî bir cevap verebilmek
maksadıyla, biz bu konuya az ileride genişçe ve müstakil olarak Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in İlmi Yayma Tedbirleri başlığı altında ele alacağız.
[14]
Sünnetin zabt ve tesbitinde Ashâb
(radıyallahu anhüm ecmain)'in rolünü ayrıca belirtmemiz gerekir. İslâm Dini'ne
Ashâb neslinin her husustaki hizmetleri mümtaz bir yer tutar: Fetihte, ilimde,
örnek yaşayışta, Kur'ân'ın tefsirinde, hukukun tedvîninde, devletin
teşkîlatlanıp içtimâî müesseselerin kurulmasında vs; işte, sünnetin zabt ve
muhâfaza hizmetinde de Cenâb-ı Hakk, en büyük payı kendilerinden razı olduğunu
Kur'ân âyetlerinde ifâde buyurduğu o nesl-i emcede (radıyallahu anhüm ecmain)
nâsib kılmıştır.
Sünnetin İslâm Dini'ndeki yeri ve sünnet
karşısında takınılması gereken tavır hususlarında, yukarıda belirtilen Kur'ânî
ve nebevî dersleri almış bulunan Ashâb'ın dört elle, bütün imkânlarıyla
sünnet'e sarıldıklarını göreceğiz.
Bize intikal eden çok sayıda rivâyet
gösteriyor ki gerek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve gerekse onun
sünnetinin, dindeki gerçek kadrini Ashâb nesli kadar hakkıyla anlıyan bir başka
nesil gelmemiştir. Günümüz müslümanlarının çoğunlukla anlamaktan bile aciz
kalacağı öyle davranışlara şâhid oluyoruz ki, onları Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a ve dolayısıyla onun sünnetine verilmiş olan ehemmiyetin bir
tezâhürü olarak değerlendirmeden zikretmek bile zordur. Çünkü muhatabımız
anlayamayacağı için reddedecek veya istihfaf edecek, dudak büküp, mânevî
sorumluluk altına düşecektir.
Sözgelimi en sahih rivâyetlerde Ashâb-ı
Kiramın (radıyallahu anhüm) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın abdest
suyunu, terini, tükrüğünü teberrüken sürünmek üzere âdeta yarış ettiklerini,
tek bir kılının bile yere düşerek zâyi olmasına meydan vermeyip, büyük bir
ihtiramla teberrüken taşıdıklarını görmekteyiz. Dinin yaşanması, ahkamının
açıklanması, ibâdetlerin icrası gibi öze girmeyen, Kur'ân'da sarîh bir emre
rastlanmayan nebevî bâzı maddî hatıralar karşısında böyle davranan insanların,
doğrudan doğruya dinin özüne giren dünya ve âhiret hayatının düsturlarını,
saâdet-i dâreynin medârını teşkîl eden, Kur'an âyetleriyle ehemmiyetine dikkat
çekilen sünnet karşısında nasıl dikkatli, titiz, gayretli, heyecanlı
davranacaklarını daha iyi anlarız. Bizce, Ashâb'ın sünnet karşısındaki akıl
almaz hassasiyetini takdirde bu rivâyetler son derece önemlidir. Sözgelimi,
Ashâb'tan bazılarının, bir hadîste düştükleri tek kelimelik tereddüdü gidermek
için günler ve geceler, hatta aylarca süren zahmetli yolculuklara katlanmış olmalarındaki
sırrı anlamakta zorluk çekmemek işten değildi. Ama bu rivâyetler sâyesinde
diyebiliyoruz: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın fem-i
mübâreklerinden dökülen tükrük ile teberrüke can atan o nesil, aynı ağızdan
dökülen saâdet-i dareyn düsturları için her şeyinden fedâkarlığa elbette ki
tereddüt etmiyecek, gözünü kırpmayacaktır."
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den gelen bir
rivâyet Ashâb'ın, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı mütemâdiyen takip
edebilmek, tarla, ticaret gibi günlük meşguliyetlerin engellemelerini asgariye
düşürebilmek için nasıl bir gayret ve tedbire başvurduklarını göstermektedir:
Der ki: "Ben ve Medine'nin yakın köylerinden olan Benu Ümeyye İbnu
Zeyd'den Ensârî bir komşum aramızda anlaştık. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanına gitmekte nöbetleşiyorduk. Bir gün o, bir gün ben gidiyordum. Ben gidince
o günün haberi ile dönüyor
vahiy ve saire ne olmuşsa anlatıyordum. O
gitmişse aynı şeyi yapıyor, (akşam olunca duyduklarını ve gördüklerini bana
anlatıyordu)".
Buharî'den başka kitaplarda, Hz. Ömer
(radıyallahu anh) dışında kalan kimselerden -Meselâ Ukbe İbnu Âmir'den-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı takip etmek üzere nöbetleştiklerine dair
gelen rivayet nazar-ı dikkate alınınca, bu hâlin bir iki kimseye münhasır kalmayıp
Ashâb'tan pek çoğunun başvurduğu umumî bir prensip olduğu anlaşılır.
Ebu Hüreyre, Enes İbnu Mâlik
(radıyallahu anhümâ) başta bütün Ashâb-ı Suffe, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan hiç ayrılmamaya çalışıyor, her söylediğini öğrenmeye gayret
ediyordu. Nitekim çok hadîs rivâyet ettiği için tenkide mâruz kalan Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) kendisini müdâfaa sadedinde "...Muhâcir kardeşlerimizi
çarşıda alış veriş, Ensâr kardeşlerimizi de tarla vs. işleri meşgul ederken.
Ebu Hüreyre, karın tokluğuna Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı takip eder
onların hazır olmadığı konuşmalara hazır olur, onların öğrenmediklerini
öğrenirdi." der.
Âshâb'ın sünnete gösterdiği alâka,
atfettiği kıymet, ifa ettiği hizmet ileriki bahislerde muhtelif vesilelerle
sunacağımız açıklamalarla daha iyi tebeyyün edip anlaşılacak bir husustur. Bu
kadarcık bir dikkat çekme ile şimdilik iktifa ediyoruz.[15]
Sünnetin geniş çapta zabt ve tesbitinde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın muhterem zevcelerinin rolünden ayrıca
söz etmek gerekir. Zira kadınlar ve âile hayatıyla ilgili pek çok mesele onlar
tarafından rivayet edilmekten başka, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ev
içerisinde geçen ve aile dışında kalan, erkeklerin girmesi mümkün olmayan hususî
yaşayışı ile alâkalı pek çok durumlar onlar vâsıtasıyla rîvayet edilmiştir.
Ayrıca, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevceleri (radıyallahu anhünne) kadınları ilgilendiren pek çok
meselede Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le problemi olan kadınlar
arasında aracılık yaparlardı. Yani bâzan kadınlar, meselelerini doğrudan
doğruya Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a açmaktan haya ederler,
zevcelerinden birine açarlardı. Onlar da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
aktarırdı. Bazan da, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) aynı mülahazalarla
kadınların sorularına imâlı ve müemel bir tarzda cevap verir, onlar anlamakta
zorluk çekebilirlerdi. Bu durumda da ümmühâtu'l-mü'minînden biri araya girip,
kadına, anlayacağı açıklıkta izahâtta bulunurdu. Buna güzel bir örneği Hz.
Aişe'den kaydedeceğiz, der ki:
"Ensâr'dan bir kadın Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Hayız kanından nasıl
temizleneyim?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Miskle kokulanmış bir bez parçası
al, onunla üç sefer temizle" dedi. Ve Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) utanarak yüzünü çevirdi. Kadın anlamadı ve:
"Nasıl temizlenirim?" diye
tekrar sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Onunla temizle" dedi. Kadın
tekrar
"Nasıl?" deyince. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Sübhanallah! Temizlen!" dedi. Ben
kadını kendime çekerek:
"Bezi, kan bulaşan yerlere tatbik
ederek sil" dedim".[16]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
birçok kadınla evlenmesinin başlıca sebeplerinden birinin, hatta birincisinin sünnetin
tesbitiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü 25 yaşından 53 yaşına kadar,
yani bütün Mekke hayatı boyunca kendisinden 15 yaş büyük bir kadınla iktifa
eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Medîne'ye hicret ettikten sonra
birden bire birçok kadınla nikahlanması gerçekten düşündürücü ve mânidârdır.
Elli üç yaş gibi, insanlarda cinsî his ve heyecânın sükûnet bulduğu bir devrede
vukû bulan evlenmeleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gibi, herşeyini
belli bir misyona adamış bir zâtın hayatında, bâzı İslâm düşmanlarının eblehçe
ileri sürdükleri gibi "şehevî maksadlarla" izâh etmek mümkün
değildir. Sırf siyâsî maksadlarla izâh etmek de nâkıs kalır. Tebligâta,
sünnetin tesbitine yönelik gayeleri bilhassa tebârüz ettirmek gerekir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın iç hayatı yaşça, mizaçca, ilimce,
kabiliyetçe farklı müşâhidler tarafından görülmeli, gözlenmeli, görülenler,
duyulanlar, intibalar tesbit edilerek arkadan gelen nesillere aktarılmalı idi.
Çünkü, kıyâmete kadar gelecek binlerce, yüzlerce milyarlık ümmet onun sünnetine
muhtaçtı, hayatına en güzel örnekleri, her meselede, ancak onun sünnetinde
bulabilecekti. Öyleyse onun iç hayatı bir değil bir çok kadın tarafından takip
edilmeli ve mümkün olan en ince teferruatına kadar zabt ve tesbît edilmeliydi.
Nitekim, bir kısım âlimler, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi:
Kadın, güzel koku, gözümün nûru namaz" hadîsini izah ederek şöyle
demiştir: "Kadınlar Resûlullah (aleyhissalâtu vessetâm)'a sevdirildi,
çünkü onlar, erkeklerin öğrenemeyeceği ve sormaktan da hicab edecekleri
hususları rivâyet ediyorlardı."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevceleri sünnetin mühim bir kısmını rivâyet etmiştir. Hususen Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin bu babtaki hizmeti fevkalâde büyüktür. 2210 rivâyetle,
"müksirûn" denen çok rivâyet edenler arasında dördüncü sırada yer
alır. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin soru sormakta pek cesur olduğu,
anlamadığı hiçbir meseleyi sessiz geçirmeyip mutlaka sorduğu belirtilir.
Yeri gelmişken Ümmühâtu'l-mü'minîn
dışındaki diğer sahâbî kadınların sünnetin tesbitine olan büyük katkılarını
hatırlatmak gerekir. Onlar da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) meclislerine,
cemaatlere ve hatta askerî seferlere katılmış, gördüklerini duyduklarını
zabtedip, anlatmışlardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadınların
dinlerini öğrenme hususundaki aşklarını, alâkalarını görerek, onların talebi
üzerine haftanın bir gününde sâdece kadınlara hitâbetmiştir.
[17]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sünnetinin zabtında yazılı vesikaların da büyük rolü olmuştur.
Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın risalet ve siyâset hayatında
yazının büyük yeri vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece Kur'ân-ı
Kerîm'in yayılmasında yazıya yer vermemiş, başka maksatlarla da yazıya
başvurmuştur: Sulh anlaşmaları, ittifak anlaşmaları emânlar, krallara
mektuplar, vasiyetnâme, alım-satım vesikası, nüfus sayımı, askere katılanların
kaydı, imtiyaz berâtı, iktâ vesikası, emirnâme, tâlimatnâme, gizli talimatnâme,
istihbârat mektubu, vali ve komutanlarla yazışmalar, zekatla ilgili
açıklamalar, istek üzerine verilen vesikalar, tâziye mektubu gibi o zamanın
içtimâ hayâtında câri her hususta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da yazıya
başvurmuştur. Bunlar, bilâhare birçok İslâm müelliflerince görülmüş ve pek
çoğunun muhtevası kitaplara geçirilmiştir. Bazı mektupların orijinal asılları
günümüze kadar gelmiştir. Profesör Muhammed
Hamidullah, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le Dört Halife'ye ait
yazılı vesikaları altıyüz sayfalık hacme ulaşan bir kitapta toplamıştır.
Bu vesikalardan bazısı birkaç satır iken
bazısı pekçok teferruatı ihtiva eden birkaç sayfayı bulmaktadır. Buralarda
zekât, öşür ve diğer ibâdet ve muâmelâtla ilgili çeşitli açıklamalara yer
verilmektedir.
[18]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in gazvelere iştiraki, sünnetin tesbit ve neşrinde ihmâli mümkün
olmayan bir yer tutar. Zira bu gazveler hem sayıca çoktur (27 adet), hem de
gazvelere çok sayıda ve değişik kabilelerden insan iştirak etmekte idi.
Gazvelere iştirak edenler, sadece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görmek,
dinlemek, müşkillerini kendisine arzedip çözüm almakla kalmıyor, her zaman
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber olma ve dolayısıyla sünneti çok
daha iyi bilme durumunda olan Medineli Ensar ve Muhâcirun ile kaynaşma,
onlardan sünneti öğrenme imkânına da sâhip oluyorlardı. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in risâlet hayatının sonlarına rastlayan (9. hicrî
yıl) Tebük Seferi'ne 30 bin kişinin iştiraki, düşünülecek olsa sadece bu
gazvenin sünnetin tesbitinde ne kadar mühim bir yer tuttuğu hemen anlaşılır.
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) bütün Arap kabilelerinin buna iştirâkini
emretmişti. Orduda, daha yeni müslüman olmuş, sünnetten fazla bir şey bilmeyen
çok sayıda asker vardı. Hele Medine'ye gelmeleri kolay olmayan uzak kabilelerin
insanları bu fırsatlarda sünneti öğrenip, kendi diyarlarına götürüyor, oralarda
bir nevi sünnet muallimliği yapıyorlardı.
Birçok mühim ahkâmın hep bu seferler
sırasında vahy ve teşrî edilmesi de mevzumuz açısından önemlidir. Esirlere
yapılacak muâmele ve ganimetin taksimiyle ilgili âyetler Bedir Seferinde; Mut'a
nikahının kaldırılması, bazı hayvan etlerinin (ehlî eşek, katır, parçalayıcı diş
taşıyan vahşîler, pençeli kuşlar) haram edilmesi, altın ve gümüşün, altın ve
gümüş mukabilinde alınıp satılması, esirlerle ilgili bazı yasaklar, ganimetin
taksimden önce kullanılmasının hâram olduğu vs. gibi ahkâm Hayber Seferi
sırasında; Mekke'nin haram oluşu, câhiliye devrinden kalma tefâhür ve
imtiyazların ilgâsı, hatâ ile öldürmenin hükmü, Kâbe ve haccla ilgili
hizmetlerden bazılarının ilgası gibi umûrlar Fetih günü toplanan büyük cemâatin
huzurunda ilan edilmiştir. Yine aynı cemâate
Hucurât Suresi'nin "Ey
insanlar, sizi bir erkekle bir kadından yarattık, sizleri büyük milletlere ve
küçük kabilelere böldük, ta ki tanışasınız. Sizin Allah nazarında en değerliniz
en muttakî olanınızdır" meâlindeki 13. âyeti de tilâvet edilir,
duyurulur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
katılmadığı, fakat Ashâb'ın katıldığı seferler de sünnetin Medine dışına çıkıp
oralarda yayılmasına hizmet etmiştir.
[19]
Tıpkı, Tebük Seferi gibi, Veda Haccı da
çok sayıda müslümanın bir araya gelip kaynaştığı ve Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı; görme, dinleme imkânı bulduğu önemli bir fırsat olmuştur. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu esnada İslâm'ın ana umdelerinden biri
olan Hacc ibâdetinin bütün menâsikini öğretmekle kalmamış, o büyük kalabalığa
İslâm'ın getirdiği pek çok hukukî ve içtimâî inkılapların manîfestosu
mahiyetindeki "Veda Hutbesi" ni irâd buyurmuştur. Bu hutbede yer alan
nesî'in[20] kaldırılıp normal kamerî
takvimin vaz'ı, vâris için vasiyette bulunmanın haramlığı, karı-koca hakları,
fâizin, kan dâvâsının yasaklanması gibi hükümleri burada hatırlatmakta fayda
var.
[21]
Nasr Suresi'nde, önceden haber verilmiş
olan, Mekke'nin fethiyle başlayacak olan kitleler halinde İslâm'a girme
hadiseleri de sünnetin yayılmasında fevkalâde müessir olmuştur. Zira, Mekke'nin
fethedilmesinden sonra, her taraftan kabîleler Medîne'ye heyetler göndererek,
müslüman olmak ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le anlaşmak üzere
harekete geçmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), anlaşma yapmak üzere
kabilelerini temsilen gelen heyetleri hususî bir ihtimamla kabul ediyor,
onları, durumlarına göre akrabalarının, dostlarının yanlarına veya
"misafir ağırlama" hizmeti veren bazı evlere yerleştiriyordu.
Mescid-i Nebevi'ye yerleştirdikleri de oluyordu. Bu gelenlerle bir iki gün
içinde anlaşıp geri çevirdiğine rastlanmaz. Aksine, bazan memleketlerini
özletecek kadar birkaç hafta alıkoyup "Kur'ân ve Sünnet" öğretiyordu.
Ayrılıp giderken, öğrendiklerini geride bıraktıklarına öğretmelerini tavsiye
eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) heyet üyelerini memnun kılmaya
büyük ehemmiyet veriyor, her bir ferdine ayrı ayrı gönül alıcı hediyelerde
bulunuyordu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ölüm ânında ifade ettiği en son vasiyetlerinden birinin "gelen heyetlere
verilmekte olan hediyenin ihmal edilmemesi" olması, elçi meselesinin onun
nazarındaki ehemmiyetini gösterir. Nitekim, taşra cemaatlerinin İslâmlaşmasında
mukni, muallem ve de memnun kılınarak -yani sadece İslâm'ın hakkâniyetine
inandırılıp İslâm öğretilmekle kalmayıp kalpleri de kazanılmış olarak- geri
çevrilmiş olan bu heyet mensuplarının rolü büyük olmuştur. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan onların yaptıkları rivayetlere kitaplarımızda
sıkça rastlarız.
[22]
Sünnetin neşr ve tesbitinde Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in gönderdiği elçi ve memurları da
hatırlatmada fayda var. Bunlar sıradan mü'minler olmayıp, çoğunlukla
okuma-yazma bilmek, gittiği memleketi daha önceden tanımak, gönderilen kişi ile
dostluk ilişkisi bulunmak, ilim-fıkıh sâhibi olmak, yakışıklı olmak gibi bir
takım mümtaz vasıfları bulunan kimselerdi. Taşra vilâyetlere gönderilen
memurlar valilik, kadılık, muallimlik, vergi tahsildarlığı gibi birçok hizmeti
birden görüyorlardı. Birçok sorumluluklarla Yemen'e gönderilen Muâz İbnu Cebel
fıkhiyle, Ebu Musa el-Eş'ari de kıraatiyle, Hz. Ali ile ilmiyle meşhurdu. Yine
Yemen taraflarına vâli ve muallim tayin edilen Amr İbnu Hazm, Bahreyn'e
gönderilen Ala İbnu'l-Hadramî, Necid'e muallim olarak gönderilen Münzir İbnu
Amr yazı bilen kimselerdi.[23]
Zabt faaliyetlerinde en mühim husus
doğruluktur. Yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetini olduğu
gibi zabtetmektir. Sözlerine bir kelime ilave etmeden veya tek kelime eksik
bırakmadan, ağzından her ne çıkmışsa olduğu gibi öğrenmek ve öylece öğretmek,
her ne yapmışsa tam olarak görüp olduğu gibi anlatmaktır.
Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)
bu mühim hususa da dikkatleri çekerek Ashâb'ın hadîs konusunda titiz olmasını
sağlamıştır. Nitekim, Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan
söylemeyi şiddetle yasaklayan "Kim bana bile bile kizb nisbet eder,
hakkımda yalan söylerse ateşteki yerini hazırlasın" hadîsi mütevâtir
bir hadîstir. Üstelik bu hadis, sayıca yüzü aşan sahabe tarafından rivâyet
edilen nadir mütevâtirlerden biridir. Bu durum şu gerçeği ortaya koyar: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisiyle ilgili olarak yapılacak
rivâyetlerde çok dikkat edilmesi, yalandan yanlıştan, eksik ve fazla
rivâyetlerden kaçınılması hususunda pek çok uyarılarda bulunmuş, hadîsçilerin
tesebbüt dedikleri hassas olmak, kılı kırk yarmak gerektiği hususunu âdeta
mümin kulaklara küpe yapmıştır. Nitekim, sahâbelerin hadîs rivâyetindeki
titizliklerini açıklarken göstereceğimiz üzere hâfızasından, zabt gücünden emîn
olan sahâbeler hadîs rivâyet etmeyi vazife bilirken, hâfızasından emin
olmayanlar rivâyetten korkmuşlar ve âdeta kaçmışlardır. Bu iki zıt davranışın,
aslında muharriki aynı düşüncedir: "Mesuliyet duygusu".[24]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
devrinde hadîslerin en sağlam tesbit yolu şüphesiz yazı idi. Ancak hadîslerin
yazı ile tesbitine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ne derece yer verdi veya
vermedi bir kaç cümle ile ifâde edilecek bir konu değildir. Mevzuyu
aydınlatacak bir kısım teferruata inmek gerekecek. Zira bazı rivâyetler Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîs yazmayı yasakladığını ifâde
ederken, diğer bazı rivâyetler de, tam aksine yasaklamadığını ve hatta teşvîk
ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca, bir kısım sahâbelerin hadîsleri yazdığına
dair ve hatta yazdığını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kontrol
ettirdiğine dair rivâyetler var.
Bu farklı rivâyetleri göz önüne alarak
bu bahsi birkaç başlık altında inceleyeceğiz:
1- Câhiliye devrinde okuma yazma
durumu,
2- Hz. Peygamber'in hadîs yazmayı
yasakladığını ifâde eden rivâyetler,
3- Hadîs yazmayı tecviz ve teşvîk
eden rivâyetler,
4- Hadîs yazan sahâbeler,
5- Hadîs yazma yasağının mâhiyeti.
[25]
Câhiliye devri Arapları, komşuları olan
Bizans ve İran'a nazaran okuma-yazma meselesinde çok yeni idiler. Dış dünya ile
ticârî münâsebetleri sebebiyle Mekkeliler, Medinelilere nazaran daha ileri bir
durumda idi. Bu durumun İbnu Sa'd'da: "Mekkeliler okuma yazma bilirler,
Medineliler bilmezlerdi" diye ifâde edildiğine şâhid oluruz. Bazı
rivâyetler, İslâm'ın doğuşu sırasında Kureyşliler arasında on yedi kişinin
okuma yazma bildiğini belirtir ve ismen sayar.
Araplar arasında okuma-yazma cehâleti o
kadar yaygındır ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in gönderdiği
mektuplar, bâzan, kabilelerde okuyacak adam bulamamaktadır. Bir rivâyette Bekr
İbnu Vâil Kabilesi'nin, böyle bir zorlukla karşılaşıp Benu Dubey'a Kabilesi'nden
güçlükle, yazıyı bilen bir kimse bularak okuttuklarını görmekteyiz. Bu hâdise,
Kabîle'nin "Benû'l-Kâtib" diye isimlendirilmesine sebep olur. Bir
diğer rivâyet de, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ummân köylerinden
birine gönderdiği mektubun okuyucu bulmakta güçlük çektiğini haber verir. Râvi
Ebu Şeddâd: "Sonunda siyah bir köle bulduk, o bize okudu" der.
Bu rivâyetlere, Hire'yi, fetheden Hâlid
İbnu Velid'in ordusunda binden fazla sayı olduğunu bilmeyen askerlerin
varlığını belirten rivayetler ilâve edilince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Ramazan ayının bâzan 29, bazan 30 çektiğini belirtirken bizzat
parmaklarıyla göstermesindeki hikmeti ve bunu yaparken sarfettiği: "Biz
ümmî bir ümmetiz, ne yazı, ne de hesap biliriz" sözünde ifâde edilen
gerçeği daha iyi anlarız.
Ancak şunu da ilâve edelim ki, İslâm
öncesi devrede gerek Mekke'de ve
gerekse Medine'de
okuma-yazma bilenler mevcuttu. Hattâ nazarlarında ehemmiyet kazanan edebî
metinler, kabîleler arasında cereyân eden anlaşmalar yazılarak mevsûk hâle
getirilmekteydi. "Mu'allakâtı Seb'a" denen ve Kabe'ye asılmış bulunan
mükâfatlandırılmış şiirler gibi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Hudeybiye'de iken, Huzâalılar, dedesi Abdülmuttalib'in kendileriyle yaptığı
yazılı bir anlaşmayı getirirler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ufak bir
tâdille bunu yeniler.
Kalkaşandî, meşhur eserinde, Vâkidî'den
naklen, Medineliler arasında yazı bilenlerin az olduğunu, ancak, yahudilerden
Mâsike adında birinin Arap yazısını öğrenip, çocuklara öğrettiğini böylece,
İslâm geldiği zaman Medîne'de on küsür (10-13 arası) kimsenin yazı bildiğini
kaydeder ve bunlardan on tanesinin ismini verir.
Kaynaklarımızda oldukça kesin ifâdelerle
zikredilmiş bulunan bu rakamları ihtiyatla karşılamak gereğini de kaydetmek isteriz.
Zira, yakından incelenince, haberlerin, kendi aralarında mütenâkız olduğu
görülür. Sözgelimi yukarıda Mekke ile Medine arasında okuma-yazma bilenlerin
sayısı açısından Medine aleyhine dikkat çekilen farkı ele alalım. İbnu Sa'd:
"Mekke ehli yazıyı bilir, Medîne ehli bilmezdi" demişti. Bu söz,
Mekke'de on yedi, Medine'de on küsur kişinin yazı bildiğini ifâde eden
rivâyetlerle değerlendirilecek olursa, İbnu Sa'd'daki ifâdenin bir hayli
mübâlağalı olduğu anlaşılır. Çünkü bunlar birbirine yakın sayılardır. Kaldı ki,
Medine'de yazı bilenlerle ilgili olarak yaptığımız bir tahkikte, bilenlerin
ismen 15'e ulaştığını gördük.[26]
Öte yandan Kalkaşandî, câhiliye devrinde
yazıyı bilenler meyanında Zeyd İbnu Sâbit'i de zikreder, onun Arabça ve
İbranice olmak üzere iki yazıyı da bildiğini belirtir. Mevsûk ve sıhhatli
kaynaklarımız Zeyd'in, Arap yazısını Bedir esirlerinden öğrendiğini,
İbrânice'yide yine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) emriyle öğrendiğini
kaydederler.
Bu mütenâkız duruma Enes İbnu Mâlik ve
Üseyd İbnu Hudayr (radıyallahu anhüma)'la ilgili teferruatı da ilâve
edebiliriz: Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivâyetine göre Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye geldiği sırada on yâşlarında olan Enes'i,
annesi Ümmü Süleym (radıyallahu anha), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
hizmet etmek üzere teslim ettiği zaman Enes (radıyallahu anh), okuma-yazma
bilmektedir. Annesi onu şöyle takdim eder:
"Ey Allah'ın Resûlü, bu oğlumdur ve
yazıyı bilir".
Kur'ân tilâvetindeki ses güzelliğiyle
meşhur olan Üseyd'in câhiliye devrinde kavminin ileri gelenlerinden olduğu,
aklı ve re'yi ile kendini kabul ettirmiş bulunduğu ve babası Hudayr gibi
İslâm'dan önce okuma-yazma bildiği belirtilir.
Öte yandan İbnu Sa'd ve
Fütûhu'l-Büldân'da gelen bir ifâde, gerek Mekke'de ve gerekse Medine'de, hürmet
edilen, saygı duyulan ve maddî imkânı da yerinde olan âileleri, çocuklarına
okuma-yazma öğretmeye zorlayacak içtimâ'î bir baskının varlığını haber
vermektedir. Bu ifâdeye göre, o devirde kâmil kişi[27] vasfını, yazı, yüzme ve
atış bilen kimseler alabilmektedir. Mekke'de yazı bilenlerin çoklukla asîl
ailelerden olması, bunlardan Sâd İbnu'l-As'ın üç oğlunun yazı bilenler arasında
zikri, keza Üseyd (radıyallahu anh)'in yazı bildiği belirtilirken, babası
Hudayr'ın da yazıyı bildiğinin belirtilmiş olması söylenen hususu teyîd eder,
Mekke ve Medine'ye yazı, İslâm'ın başlarına yakın girmiş olsa bile, oldukça
rağbette olduğunu gösterir.
[28]
Hadîs yazılmalı mı yazılmamalı mı?
şeklinde bir münâkaşa hem Sahâbe hem de Tâbiîn arasında görülmüştür. Bazıları
yazılmasını müdâfaa ederken bazıları da aksini söylemişlerdir. Bu sebeple
konuya temas eden kitaplarda umumiyetle bu münâkaşaya yer verilir.
Hemen belirtelim ki söz konusu münâkaşa,
kaynağını, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbet edilen rivâyetlerden
alır. Zira bizzat hadîslerde lehte ve aleyhte deliller mevcuttur:
Ebu Sa'îdu'l-Hudrî, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini rivâyet etmiştir: "Benden
(Kur'ân dışında) bir şey yazmayın. Kim benden, Kur'ân'dan başka bir şey yazdı
ise onu imha etsin. Benden (şifâhî) rivâyette bulunun, bunda bir mahzur yok.
Ancak, kim bilerek bana yalan nisbet eder (ve söylemediğim şeyi söyletirse)
ateşteki yerini hazırlasın".
Zeyd İbnu Sâbit de: "Kur'ân ve
teşehhüdden başka bir şey yazmadık" demiştir.
Yasaklama üzerine Hz. Ömer, Muaz İbn
Cebel, İbnu Abbâs, Abdullah İbnu Ömer, Ebû Mûsa, Ebu Hüreyre gibi başka
sahâbelerden de (radıyallahu anhüm ecmain) rivâyetler gelmiştir.
[29]
Hadîslerin yazılmasına ruhsat veren,
yazıldığını gösteren rivâyetlere gelince, bunlar da çoktur. Bunlardan biri,
yazdığı hadîsler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbnu
Amr (radıyallahu anh)'a aittir. Der ki:
"Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den işittiğim şeyleri ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni
menederek: "Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan her duyduğunu
yazıyorsun, halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir insandır, öfke ve
rıza, her iki hâlde de konuşur" dediler. Bunun üzerine yazmaktan
vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e arzettim.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) parmağıyla mübârek ağızlarına işâret
buyurarak:
"Yaz, dedi Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan
haktan başka bir şey çıkmaz".
Abdullah İbnu Amr, (radıyallahu anh)'ın
sistemli şekilde hadîs yazdığını te'yid eden bir rivâyet Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'ye aittir ve üstelik Buhâri'de kaydedilmiş bulunmaktadır. Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle buyurur: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den çok hadîs (bilmede) Abdullah İbnu Amr hâriç, bana yetişen yoktur.
O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım".
Hadîslerin yazılması hususunda ruhsat
ifade eden rivâyetler bundan ibâret değildir. Hâfızasından şikâyet edenlere
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Sağ elinizi yardıma
çağırın", "İlmi yazı ile bağlayın" gibi tavsiyeleri, bazı
konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi, hepsi de hadîsten
ibâret olan -uzunluğu birkaç satırdan bir kaç sayfaya ulaşan- ve sayısı 300'ü
bulan pek çok "mektup (yani yazılı vesika)" ların varlığı Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, hadîslerin yazılması hususundaki
ruhsatına yeterli delillerdir.[30] Sadece mektuplar
değerlendirilse bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân'dan başka
bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam
tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet
verdiği anlaşılır.
[31]
Yukarıda kaydettiğimiz Abdullah İbnu Amr
İbni'l-As hadîs yazan sahâbelerin başında gelir. Yazdığı mecmûaya
"Sahîfe-i Sâdıka" demiştir. Onun bu kitabından bahseden muhtelif
rivâyetler var. Tâbiînden Mücâhid İbnu Cebr, "Sahîfe-i Sadıka"yı
Abdullah'ın yanında gördüğünü ifâde etmiştir. Abdullah İbnu Amr (radıyallahu
anh) hadîs imlâ ettiren sahâbelerdendir. Bu işi ezberden mi, kitaptan mı
yaptırdığı rivâyetlerde sarîh değilse de kitaptan yaptırma ihtimâli daha
kuvvetli gözüküyor.
Abdullah (radıyallahu anh)'ın bu
sahife'ye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den bizzat işittiği hadîsleri
almış olmalı. Zira Mücâhid'e: "Bu, sâdıkadır, bunda Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan işittiklerim mevcuttur. Bu rivâyetlerde benimle
Resûlullah (aleyissalâtu vesselâm), arasına hiç kimse girmemiştir"
demiştir. Hz. Abdullah bu tasrihi şunun için yapmış olmalıdır: "Sâhâbeler
her zaman kendi işittiklerini rivâyet etmezler, bir kısım rivâyetleri başka
sahâbelerin anlattıklarına dayanır." Nitekim İbnu Abbas (radıyallahu
anh)'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yaptığı rivâyetler esas
itibariyle diğer sahabelerden işittiklerine dayanır. İlgili kısımda
açıklanacağı üzere bunlara sahâbe mürseli denir.
Abdullah İbnu Amr'ın sahifesinin bazı
rivâyetlerde bin kadar hadîs ihtiva ettiği belirtilmiştir. Bu rivâyetler Ahmed
İbnu Hanbel'in "Müsned"inde yer alır.
Sahîfe-i Sâdıka Abdullah'ın vefatından
sonra torunlarına intikal etmiş ve torunları vâsıtasıyla rivâyet edilmiştir.
Kaynaklar, umumiyetle Abdullah (radıyallahu anh)'ın torunu Amr İbnu Şuayb'ın
ceddinden intikal eden bir sahifeden rivâyet ettiğini kaydederler. Binaenâleyh
Abdullah'ın sahîfesindeki hadîsler, hadîs mecmualarına Amr İbnu Şuayb an ebîhi
an ceddihi senediyle intikal etmiştir. Bu sened üzerine hadîsçilerin bazı
ihtilaflarına burada girmeyeceğiz.
Ancak şunu belirtmemiz gerekecek:
Yukarıda Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den kaydettiğimiz rivâyete göre Abdullah
İbnu Amr'ın, Ebu Hureyre'ye nazaran daha çok hadîs rivâyet etmiş olması
gerekir. Halbuki Ebu Hüreyre çok rivâyette başı çekmekten başka, Abdullah
müksirûn denen çok rivâyetiyle tanınanlar arasına bile girmez. Bu durumu
âlimler birkaç sebebe bağlarlar.
1- Abdullah İbnu Amr (radıyallahu
anh), Ebu Hureyre gibi kendisini rivâyete adamış birisi değildir. Münzevî
meşreb ve zâhid bir kimsedir. Daha ziyade ibadetle meşgul olmuştur.
2- Abdullah İbnu Amr, Mekke'nin
fethinden sonra Mısır'a gitmiş, uzun müddet orada kalmıştır. Halbuki Ebu
Hüreyre Medine'den ayrılmamış, hac, ticâret, ziyâret, ilim gibi çeşitli
maksadlarla insanların çokça uğradığı bir yer olan Medîne'de rivâyette
bulunmuştur. Mısır ise o sıralar henüz hadis tâliblerinin çokça uğradıkları bir
yer değildi.
3- Abdullah İbnu Amr Süryanice de
biliyor, bu dilde yazılmış kitapları okuyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in israiliyattan rivâyet edilebileceğine dair ruhsatına dayanarak,
İsrâilî hikayeleri rivâyetten çekinmiyordu. Hadîsleri derleyen muhaddisler ise,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerine israiliyat karışır
endişesiyle Abdullah (radıyallahu anh)'a karşı ihtiyatlı davranıp,
rivâyetlerini almıyorlardı. Bu sebeple onun bir çok hadîsleri rivâyet
edilemedi.
[32]
Bazı rivâyetler Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh)'nin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işittiği hadîslerini
yazdığını ifâde etmektedir. Bu sahifenin ismi Sahife-i Sahîha'dır. El-Hasan
İbnu Amr İbnu Umeyye ed-Damrî anlatıyor: "Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu
anh)'nin yanında bir hadîs rivâyet ettim. Ancak o : "Böyle bir hadîs
yok" diye inkâr etti. Bunu kendisinden işittiğimi söyledim. O vakit:
"Bunu benden işitmişsen o bende yazılıdır" dedi ve elimden tutarak
beni evine götürdü. Orada bana Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hadîslerinin yazılı bulunduğu pek çok kitap "kütüben kesireten"
gösterdi. Rivâyet ettiğim hadîsi burada buldu ve: "Ben sana demedim mi?
Eğer ben bir hadîs rivâyet etti isem, o, yanımda yazılı olarak mevcuttur."
Bu rivâyet açık bir şekilde Ebu
Hüreyre'nin de hadîslerini yazdığını göstermektedir.
Ancak
bu hadîs Buhâri'de gelen ve yukarıda kaydettiğimiz hadîsle teâruz etmektedir.
Zira orada Ebu Hureyre hazretleri (radıyallahu anh) Abdullah İbnu Amr
(radıyallahu anh)'ın yazdığını, kendisinin yazmadığını ifâde ediyordu.
İbnu Abdilber ve İbnu Hacer gibi, hadîs
sahasının büyük üstadları bu hadîsin de sahîh olduğunu belirterek aradaki
teâruzu şöyle te'lif ederler:
1- Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sağlığında yazmamış olabilir,
bilâhare hadîsleri yazmıştır.
2- Hadîsin yanında yazılı olarak
bulunması illâ da kendisi tarafından yazılmış olmasını gerektirmez. Kendisi
gerçekten yazmamış olabilir de. Bir başkasına yazdırma ihtimali var.
Ebu Hüreyre'nin Sahife'sinden sadece bir
kısmı talebesi Hemmâm İbnu Münebbih kanalıyla bize intikal etmiştir. Bu
"Sahîfetu Hemmâm" diye şöhret bulmuştur. Bu Sahîfe'nin Hemmâm'a
nisbeti sebebiyle Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin değil, Hemmâm'ın bir
te'lifi kabul edilecek olsa, mevzumuz açısından değerinden ve taşıdığı mânadan
bir şey kaybetmez, zira Ebu Hüreyre hazretlerinin sağlığında hadîslerin kitap
halinde yazıya geçirilmiş olduğunu gösterir.
Bu sahife, zamanımızda Profesör Muhammed
Hamidullah tarafından bulunmuş ve neşredilmiştir. Hamidullah'a göre bulunan bu
risâle, hadîslerin yazılmasını yasaklayan rivâyetlere dayanarak "Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) ve Sahâbe (radıyallahu anhüm ecmain) zamamnda hadîs
yazılmamıştır, hadîsler, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den iki veya üç yüz
sene sonra yazılmıştır" gibi demagoji yapan müsteşriklere fevkalâde
susturucu bir cevap olmaktadır. Ehemmiyetine binaen yorumunu aynen
kaydediyoruz:
"Hicretin takriben birinci asrı
ortasına ait olan bu mecmua, târihî ehemmiyeti bakımından çok kıymetli bir
vesikadır. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in "hadîslerinin
yazılması, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den iki veya üç yüz sene sonra
başlamıştır" iddiasında bulunanlar olmuş ve bu faraziyeye dayanarak İbnu
Hanbel, Buhârî, Müslim, Tirmizî vs... gibi şahsiyetlere (hâşâ) hilekârlık isnad
edilmiştir. Delillerini, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâbı
(radıyallahu anhüm ecmain) zamanında hadîslerin
yazılmadığı
iddiası üzerine dayamışlardır. Halbuki şimdi, Resûl-i Ekrem (aleyhisselâtu
vesselâm)'in en yakın Ashâbından birinin te'lîfi elimizde bulunuyor. Dikkatle
mukâyese edildiği ve karşılaştırıldığı zaman İbnu Hanbel, Buhârî, Tirmizi gibi
sonradan gelen müelliflerin, hadîslerin umumî mânası şöyle dursun, onların bir
harfini, bir noktasını dahi değiştirmemiş olduklarını görüyoruz. "Sahîfe-i
Hemmâm"ın Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye atfen rivâyet edilmiş her
hadîsi yalnız "Sıhah-ı Sitte" denilen muteber hadîs kitaplarında
bulunmuyor, belki orada bulunan her hadîsin manası (meali) Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in diğer Ashâbı tarafından da rivâyet edilmiş
bulunuyor. Böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e atfedilen
hadîslerin hayâlî ve mesnedsiz olmadığının delillerini ortaya koymuş oluyor.
Meselâ: Elimizde bulunan bu mecmüada 56 numaralı hadîsin, Buhârî'nin
Sahîh'inde, Enes (radıyallahu anh) tarafından rivâyet edilmiş olduğunu
görüyoruz ve 124 numarada gösterilen hadîsi, Buharî'den Abdullah İbnu Ömer
(radıyallahu anhüma) tarafından rivâyet edilmiş buluyoruz. Bu 54 numaralı hadîs
Buhârî'de hem Enes (radıyallahu anh), hem de Sehl İbnu Sa'd es-Saidî
(radıyallahu anh) tarafından rivâyet edilmiş buluyoruz ve bu mutâbakatlar
böylece devam edip gidiyor..."[33]
Sahâbeler tarafından hadîslerin yazılmış
olduğuna en muknî delillerden biri budur. Başta Buharî ve Müslim'in sahîhleri
olmak üzere en muteber kitaplarda gelen muhtelif rivâyetler Hz. Ali
(radıyallahu anh)'nin kılıcının kabzasına asmış olarak beraberinde taşıdığı
yazılı bir tomardan bahseder.
Belki de Hz. Ali (radıyallahu anh)
hakkında "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan husûsî bir ilim
tevârüs" etmiştir şeklinde çıkarılan şâyiayı tahkik için olacak, kendisine
sorulur: "Sizde Kur'ân-ı Kerîm'den başka Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den intikal eden bir şey var mı?" Ali (radıyallahu anh) şu
cevabı verir: "Hayır. Allah'ın Kitabı, bir kuluna verdiği anlayış
kabiliyeti ve bir de şu sahîfe'den başka bir şey yoktur". Tekrar:
"Pekiyi, bu sahîfede ne var?" denilince: "Diyet, esirleri
serbest bırakma, bir kâfire mukabil bir müslümanın öldürülmeyeceği vardır"
der.
Söylediğimiz gibi bu hadîs farklı
tarîklerde rivâyet edilmiştir. Târık İbnu Şihâb rivâyetinde bu sahifenin
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verildiği"
belirtilir. Sahîfenin içinde ne vardır? sorusuna verilen cevaplar her rivâyette
farklı şeyler ifade eder. Bir kısım cevaplarda belirtilen hususlar, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye gelince oradaki farklı gruplarla
yaptığı ve "anayasa" olarak değerlendirilmiş bulunan anlaşmada yer
alan maddelerin bir kısmına benzediği için, bazı müellifler, bu tomarın mezkûr
anlaşmanın bir nüshası olduğu zannına düşmüştür. Ancak, rivâyetlerde
zikredilenlerin tamamı anlaşma metninde zikredilenlerle mukâyese edilince,
metinde olmayan başka şeylerin de tomarda yer aldığı görülür. Muhakkak ki Hz.
Ali (radıyallahu anh) bunu çeşitli hadîslerden derlemiştir.
Ancak, bu sahifenin Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilmiş olduğunu tasrih eden kayıt
fevkalâde ehemmiyet taşır. Zira, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında
Kur'ân'dan başka bir şey yazılmamıştır diyenlere bir cevap olmakta, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kur'ân dışında bazı yazılı metinler bulundurup
icâbında bunlardan Ashâb'a verdiğine delâlet etmektedir.
[34]
Zehebî, bu sahîfenin menâsik-i hacc
üzerine olduğunu zikreder. Hz. Câbir (radıyallahu anh)'in Mescid-i Nebevî'de
ders halkası kurup talebelerine hadîs rivâyet ettiği, talebelerinin kendisinden
bunları yazdığı, kitaplarda belirtilmiştir. Hz. Câbir (radıyallahu anh)'in
mezkûr tedrisâtını bu sahifeden yapmış olması kuvvetle muhtemeldir.
[35]
Bağdâdî'nin Takyîdu'l-İlm'de kaydettiği
bir rivâyete göre, Enes (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan bütün işittiklerini yazmış ve sonra da Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a arzetmiştir: Hübeyre İbnu Abdirrahmân anlatıyor: "Halk Enes'e
hadîs hususunda fazla ısrar etmişti. Onlara bir kısım mecmualar getirerek:
"Bunlar, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitip yazdıklarımdır.
Yazdıktan sonra bunları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a okuyup
arzettim." Enes hazretleri, ayrıca iki oğluna,
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan mervi âsâr ve hadîsleri yazmalarıı emreder ve:
"Biz yazmayanların ilmini ilim addetmezdik" der".[36]
Bir kısım rivâyetler Semüre (radıyallahu
anh)'nin de bazı hadîslerini bir kitap hâlinde topladığını belirtir. Bu kitabı
Semüre'nin oğluna bıraktığı ve Mervan İbnu Câfer'in yanında bulunan
"vasiyetnamesi" olması kuvvetle muhtemeldir.
[37]
İbnu Abbâs (radıyallahu anh) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatında yaşça küçük idi. Ancak ilim ve bilhassa
hadîs hususunda büyük bir aşk sahibi idi. Beraberinde yazı levhaları olduğu
halde ilim meclislerinde dolaşır hadisleri yazardı. İbnu Abbâs, hadîs
alabileceği zatları da birer birer ziyaret edip, sorar ve onlardan da yazardı.
Vefat ettiği zaman bir deve yükü kitap bıraktığı tevâtüren rivâyet edilmiştir.
Onun bu kitapları elden ele dolaşmıştır.
Bunlardan başka Sa'd İbnu Ubâde
el-Ensârî, Abdullah İbnu Ömer, Abdurrahman İbnu Ebî Evfa, Mugire İbnu Şu'be,
Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anhüm ecmain) gibi daha bir kısım sahâbenin
hadîsleri yazdıklarına dair rivâyetler mevcuttur. Burada teferruata girmeden
hadîslerde gelen "hadîs yazma yasağı" hakkındaki yorumlara temas
etmek istiyoruz.
[38]
İslâm âlimleri, hadîslerin yazılmasını
yasaklayan ve tecvîz eden rivâyetleri değerlendirerek şu durumları tesbit
ederler:
1- Yasak ilk yıllara aittir. İlk
yıllarda henüz Kur'ân ve hadîsleri tefrik edecek derecede dinî kültür seviyesi
gelişmemişti. Üstelik okuma-yazma bilenler sayıca azdı. Bunların hadîs yazmaya
da tevessül etmeleri, hem Kur'ân'a gösterilmesi gereken alâkayı azaltacak hem
de bir kısım iltibaslara yol açabilecekti. Halbuki asıl olan, Kur'ân'ın
muhâfazası ve neşri idi. Onu her çeşit şüphe tevlid edecek durumlardan,
iltibaslardan uzak tutmak gerekiyordu. Binâenaleyh müslümanlar, Kur'ân'a olan
mârifet ve âşinalıklarını artırdıkça, okuma-yazma bilenlerin sayısı arttıkça bu
yasak kaldırılmış, ruhsat gelmiştir.
Bu nokta-i nazardan, yasakla ilgili
rivâyetlerin kâhir ekseriyetle, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
"Vahiy kâtipleri" meyânında zikri geçen sahâbelerden gelmiş olması
mânidârdır.
2- Yasak, hâfızası kuvvetli
olanlara hastır. Maksat da, onların yazıya güvenerek, hadîsleri hıfza alma
işini ihmal etmelerini önlemektir. Hâfızası zayıf olanlar yazma hususunda izin
istediler ve kendilerine izin verildi.
3- Hadîsin yazılmasındaki yasak,
Kur'ân'ın yazıldığı sayfâlarla ilgilidir. Yani aynı sayfaya hem Kur'ân ve hem
de hadîs yazılması yasaktır. Ayrı ayrı sayfalara yazılması
yasaklanmamıştır.Nitekim fiilî durum kesinlikle şunu göstermektedir: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Kur'ân gibi, hadîslerin de yazılmasını bir
prensip haline getirerek, yaygın bir tatbikat şekline sokmamıştır. İsteyen
yazmakta, isteyen ezberlemektedir. Bütün sahâbiler (radıyallahu anhüm) şu
husûsu bilmekte müşterektirler: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
sözleri ve fiilleri kendileri için hüccettir, delîldir. Bizzat Kur'ân, sünnet
ve hadîslerin ehemmiyetinden bahsetmektedir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'de hadîslerine ehemmiyet verilmesi, neşredilmesi, her çeşit yalan ve
tahrifattan korunması için sık sık dikkatleri çekmiştir. Nitekim mütevâtir
hadîsler arasında en çok tarîkle geleni: "Bana yalan nisbet eden
cehennemdeki yerini hazırlasın" hadîsidir.
Bu bilgilerde müşterek olan Ashâb
(radıyallahu anhüm), fıtrî meyline, ferdi zevk ve kapasitesine uygun şekilde
Sünnet karşısında farklı tavırlar göstermiştir: Kimisi ezberlemiştir. Kimisi
hem yazmış, hem ezberlemiştir. Kimisi yazmıştır. Kimisi hadîs öğrenmek için "karın
tokluğuna" sağlığında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in,
vefatından sonra da hadis bilen Ashâb'ın peşini bırakmamış ve bildiğini de
başkasına anlatmak için ders halkaları kurup talebeler yetiştirmiştir. Kimisi
normal hayatını sürdürmüş, sorulunca veya münasebet düşünce hadîs rivâyet
etmiştir. Kimisi de rivâyeti sıhhatli yapamama endişesiyle fazla hadîs rivâyet
etmekten şuurla kaçınmıştır.
İnsanlar her devirde böyle değil mi?
Herkes âlim ruhlu, herkes sofu tabiatlı, herkes münzevîmeşreb, herkes yazmaktan
veya ezberlemekten zevk alır durumda olur mu?
Şu halde, hadîsin yazılmasıyla ilgili
olarak gelen farklı rivâyetleri, biraz da insan fıtratının bu tabiî yapı ve
seyri ile açıklamak gerekiyor.
Hadîslerin yazılması husûsunda
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın herkese şâmil sıkı ve sistemli bir emri
olmayınca, ilme meyil ve hevesi olanlar tabiî bir şekilde bu işi yapmışlar,
zaman zaman tereddüt ve problemler çıktıkça da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e mürâcaat etmişlerdir. Bu çeşit, husûsî heves sâhipleri her
defasında, yazma husûsunda ruhsat ve izin almışlardır. Aksini ifâde eden
rivâyet mevcut değildir.
[39]
Hadîslerin yazılması konusunda Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından ciddî bir yasak konmadığıın
gösteren bir diğer husus Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in vefatından
sonra Ashâb'ın takındığı tavırdır. "Hadîs yazılmaz" diye müşterek bir
görüş ifade edilmediği gibi, bu mânâya gelen bir tavır da izhar edilmemiştir.
Aksine, bâzıları yazma hususunda tereddüde düşerken, diğer bir kısmı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında olduğu şekilde yazma işine azimle devam
etmiştir.
Başta Hz. Ömer (radıyallahu anh) olmak
üzere, bâzılarının tereddüdü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den vâki,
herkese şâmil umumî bir emre dayanmaz. Daha ziyade şahsi mülâhazalara dayanır.
Şâyet, böyle nebevî bir yasak konmuş olsaydı, bu herkesçe bilinecekti. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir çift sözü için hayatlarını vermeye
her an hazır olan bir cemaatin, bilerek, onun tavsiyeleri hilâfına hareket
edeceği düşünülemez. Hele böyle ciddî bir meselede hiç mi hiç düşünülemez.
[40]
Hadîslerin yazılması meselesindeki
tereddüdle ilgili ilk örnek, Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh)'den rivâyet
edilmektedir: Sıhhati husûsunda, büyük muhaddis Zehebî'nin ihtiyatı tercih
ettiği ve hatta "sahîh değil" dediği rivâyeti Hz. Aişe (radıyallahu
anhiye) nakleder:
"Babam Resûlullah (aleyhisselâtu
vesselâm)'dan 500 kadar hadîs yazmıştı. Bir gece hiç uyuyamadı ve yatakta döndü
durdu.
Bu duruma üzülerek:
"Babacığım, sana yapılan bir
şikâyet veya ulaşan bir haber yüzünden mi uyuyamadın?" dedim. Sabah
olunca:
"Kızım, yanındaki hadîsi
getir" dedi. Ben de getirdim. Ateş yaktırdı ve hepsini yaktı."
[41]
Hadîslerin, yazılması husûsundaki
mütereddid tavra, burada kaydı gereken bir diğer mühim örnek, Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'dir. Zira rivâyetler onun, hadîslerin yazılması meselesini
halife olarak resmen gündeme getirdiğini ve Ashâbın (radıyallahu anhüm) da
yazılması husûsunda fikir beyân ettiklerini göstermektedir. Hâdiseyi rivâyetten
tâkip edelim:
"Urve anlatıyor: Ömer İbnu'l-Hattab
(radıyallahu anh) sünneti yazmayı arzu etti. Mesele üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashâbıyla istişâre etti. Yazması husûsunda görüş
beyân ettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh) bir ay kadar istihârede
bulundu. (Yani bu işin hayırlı olup olmayacağı husûsunda Cenâb-ı Hak'tan rüyada
bir işâret vermesini taleb etti). Bir sabah, Cenâb-ı Hak, kendisine azîm verdi
de şöyle buyurdu.
"Sizden önce yaşayan bir kavim
hatırladım. Onlar bir kısım kitaplar yazarak, himmet ve alâkalarını bunlara
haşr ederek Allah'ın Kitâbını terk ve ihmal etmişlerdi. Ben, Allah'a kasem
olsun, Kitabullah'a ebediyyen hiçbir libas giydirmeyeceğim".
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in tereddüdü,
görüldüğü üzere, sünnetin yazılması husûsunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den gelen bir yasağa dayanmıyor. Böyle bir yasağa dayansa idi:
1- Ashâbla istişâre etmezdi.
2- Ashâb ittifakla müsbet kanaat
izhar etmez, ihtilâf ederdi.
3- Bir ay boyu istihâreye hâcet
görülmezdi.
4- Menfi olarak tecelli eden
kararına gerekçe ve sebep olarak, söz konusu yasağı gösterirdi.
Onun tereddüdü başka bir endişeden
neş'et etmiştir: Kur'an'ın ihmâle uğraması.
Hz. Ömer devrinde bu endişe son derece
mâkul ve yerinde bir endîşedir. Zira henüz, Kur'an tek nüshadır. Onu çok iyi
anlayan, onu anlamada dersini
bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan almış bulunan Sahâbe (radıyallahu anh) nesli hayattadır. Sünneti
herkes bilmektedir. Ayrıca şifâhî olarak hadîslerin talim ve taallümü husûsunda
herkes iştiyaklı ve hırslıdır. Husûsi himmetler bu işi yürütmektedir. Yâni hadîslerin
ayrıca resmen yazdırılmasına ciddî bir ihtiyaç yoktur.
Bir başka açıdan da şunu söyleyebiliriz.
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu teşebbüsü, resmî bir teşebbüstür, yânî resmî
tedvîn işidir. Bu devir ise, bir yandan fütûhât, bir yandan da devletin teşkîlatlandırılma
ve müesseseleştirilme (strüktüre edilme) devridir. Meşguliyetlerinin bu kadar
çok ve kesif olduğu bir dönemde, çok fazla ihtiyaç duyulmayan bir meseleye el
atmak, gerçekten mesâiyi dağıtacak ve daha mühim husûslara sarfedilmesi gereken
himmeti azaltacaktı. Hz. Ömer'in dilinde bu, "Kur'an'a olan himmetin
azaltılması" şeklinde ifadesini bulmuştur.
Ama ne var ki, bir müddet sonra,
Sünnet'in yazılması işi de, hâdisâtın gelişmesiyle ciddî bir ihtiyâç hâlini
alacak, o zaman mes'ele resmen gündeme getirilecektir. Nitekim Kur'an'ın
tedvîni işi de şöyle olmuştu: Ridde harbleri sırasında birçok değerli
hafızların şehid düşmesi, Kur'an'ın kaybolabileceği endişesini doğurmuş ve Hz.
Ebu Bekir (radıyallahu anh) zamanında iki kapak arasında bir kitap yâni "Mushaf"
hâline getirilmiş, bilâhare, kıraat ihtilafları sonunda da tertip ve imlâya
müteveccih çalışmalarla hem bugünkü şekil verilmiş ve hem de çoğaltılmıştır.
Gelişen hadisat "Sünnetin kaybolma
endişesi"ni Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den üç çeyrek asır sonra, Emevî
halifelerinden Ömer İbn Abdilaziz'in vicdanında uyandıracaktır. Gerek: İslâm'a
bağlılığı ve gerekse yaptığı hizmetin büyüklüğü ile "İkinci Ömer"
ünvanına lâyık halife Ömer İbnu Abdilâziz, devlet başkanı sıfatıyla hadîslerin
yazılması emrini resmen verdiği zaman tıpkı Kur'an'ın tedvîn edilmesi teklifi,
Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından yapılınca Hz. Ebu Bekir ve Zeyd İbnu
Sâbit'te hâsıl olan şok ve tereddüt nev'inden bâzı tereddüdler olmuştur. Ancak
"olurdu", "olmazdı" şeklinde hiçbir ilmî cedelleşme
mevzûbahis olmadan, başta Muhammed İbnu Şihâbi'z-Zührî olmak üzere bütün
âlimler, bu işi benimseyip dört elle sarılmışlardır. İlk şok ve tereddüt
geçirenlerden biri olan Zühri, şöyle der: "Biz hadîsin yazılmasını şu
ümera (idareciler) mecbur edinceye kadar doğru bulmuyorduk. Bundan
sonra
da müslümanlardan kimseyi bu işten men etmememiz gerektiğini anladık".
Şunu da belirtelim ki, hadîsleri yazma
işinde Ashâb'tan bir kısmını tereddüde sevkeden "Kur'an'a himmet
azalır", "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen söze
karışacak yanlış ebedîleşir" gibi endişeler, müteakip devirlerde
"ilme olan himmet azalır; ilim, layık olmayanların, ilim yolunda çile
çekmeyenlerin eline geçer; yazıya güvenilerek ilmin hıfza alınması ihmal
edilir..." gibi bir kısım endişelere yerini bırakmıştır. Yukarıda Zühri'de
görülen endişe bu çeşit bir düşünceden gelir.
Tâbiîn ve Etbauttâbiîn alimlerinin bir
kısmında rastlanan bu endişeyi Evzâî'nin şu sözü çok güzel ifâde eder: "Bu
ilim çok şerefli idi. Zira insanların göğsünde idi ve şifâhi olarak alınır
müzâkere edilirdi. Ne zaman kitaplara geçti, nuru gitti ve nâehlin eline
düştü."Bu düşüncede olan âlimler "ilm"i ezberlemek için yazmış,
ezberledikten sonra da yazdıklarını imha etmişlerdir. Bu davranışta hadîslerin
yazılmasına sistemli bir muhâlefet aramak gerekmez.
[42]
Ashab-ı Kiram'ı "en büyük ve yegâne
dâvası Allah'ın rızasını aramak olan nesil" olarak târif edebiliriz. Onlar
hayatın gerçek mânasını, yaratılışın hakiki gâyesini hakkıyla bilen insanlardı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara öncelikle bu dersi vermiş idi. Bu
sebeple, her hareketleriyle, her yaptıklarıyla, her düşündükleriyle sâdece ve
sâdece Allah'ın rızasını arıyorlardı.
Onların, Nebîlerinden (aleyhissalâtu vesselâm)
ve kitapları olan Kur'ân-ı Kerîm'den aldıkları derse göre, hayatlarının gâyesi
olan Allah'ın rızasını kazanmanın da tek yolu vardı: Sünnet'e uymak, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yolunda gitmek.[43] Çünkü Cenâb-ı Hak, en
güzel olanı, en ideal olanı en iyiyi, en hayırlıyı Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) vasıtasıyla kendilerine öğretiyordu, her şeyin, bütün yolların,
tarzların en iyisi onda vardı.[44]
O'nda olanlar mutlak güzeldi, her çeşit
kirlilikten, bulanıklıktan, şâibeden uzak, güzeldi. Çünkü ilâhî garanti vardı:
O başıboş, hevâsına tâbi değildi. Vahiyle konuşur, ilâhi murakabe altında
hareket eder davranırdı.[45] Öyle ise ona koşmalı,
onun sünnetine sarılmalı, onun sünnetinde olmayan her şeyden kaçmalı, sünnetine
zıd düşen her şeyi, yakıp yutucu ateş bilmeli idi. Rabb'ül-âlemin de böyle
emrediyordu: Mü'min, Resûlünü tam bir aşkla sevecek, sünnetine eksiksiz teslim
olacak idi:
"De ki: `Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabîleniz, elinize geçirdiğiniz mallar,
kesâda uğramasından korka geldiğiniz bir ticâret ve hoşunuza gitmekte olan
meskenler size Allah'dan, O'nun Peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihâddan
daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah
fâsıklar gürûhunu hidâyete erdirmez." (Tevbe: 9/24).
Öyle ise yapılacak bir işi önce O'nda,
O'nun söz ve fiillerinde, yani sünnette aramak, sünnete uyuyorsa yapmak,
uymuyorsa terketmek, uyup uymadığı belli değilse ihtiyatlı davranmak
gerekiyordu. Buna sünnete teslimiyet diyoruz.
İşte, Ashab (radıyallahu anhüm ecmain)'a
hâkim olan bu ruhu iyice kavramada, onların sünnet karşısındaki tutumlarını
anlamak için, öncelikle zihnimizde onlardaki sünnete teslimiyet ruhunu canlı
tutmamız gerekmektedir.
Meselâ, Kur'ân-ı Kerîm'in kitap hâline
konması (tedvin) hadisesini düşünelim. Tanınmış Kur'ân hafızlarının Ridde
harplerinde birer birer şehîd olmaya başlamaları üzerine Hz. Ömer (radıyallahu
anh), Kur'an-ı Kerîm'in, istikbalinden endişe etmeye başlar. Çünkü Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) vahyin ne zaman kesileceğini bilmediği, hayatının son
günlerine kadar vahiy gelmeye devam ettiği için, Kur'ân-ı Kerîm'e nihâî bir
şekil, bir kitap düzeni vermeden vefat etmişti. Tâbir câizse Kur'ân-ı Kerîm
âyetleri vardı, fakat Kur'ân-ı Kerîm diye müstakil bir kitap henüz yoktu.
Ayetler, sureler birbirinden ayrı parçalar üzerinde idi: Kemik parçaları,
demir, tahta vs
Evet, Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu
parçalara bir kitap şeklinin verilmesi gereğini hissediyordu. Ama bunu
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yapmamıştı. Bu işe emir verecek yetki ve
makamda da değildi.
Hissiyâtını müslümanların başı ve
yetkilisi ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın halifesi olan Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh)'e açtı. Fakat ne garib, Hz. Ebu Bekir bu fikir yadırgamış ve
reddetmişti; gerekçesi açık: Bu iş Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yapmadığı bir işti. Hz. Ebu Bekir'in Hz. Ömer (radıyallahu anhüma)'e verdiği
cevap aynen şöyledir: "Resülallah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı
bir şeyi ben nasıl yaparım?"
Hz. Ömer'in mesele üzerine ısrarı
karşısında yumuşamak zorunda kalan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vahiy kâtibi Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anh)'i
görmesini söyler. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in teklifi karşısında şoke olan Zeyd
İbnu Sâbît (radıyallahu anh) de aynı aksülâmeli gösterir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?"
Hz. Ömer (radıyallahu anh) ısrar eder,
bunda hayır olduğunu açıklar. Sonunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
cem işini yapmamış olması, bu işi yapmanın kerih veya haram olduğu mânasına
gelmeyeceği anlaşılır.
Cenâb-ı Hak onun kalbini de, Hz.
Ebubekir'in kalbi gibi bu işin hayırlı olacağı hususunda açar.
"Yardımcılar verilmek" şartıyla kabul eder. Kabul eder ama, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bu işi yapmayı, öylesine ruhuna ağır
bulur ki:
"Sırtıma bir dağ konsaydı bu kadar
ağır olmazdı!" demekten de kendini alamaz.
Ashâb (radıyallahu anhüm ecmain)'ın,
sünnete teslimiyet rûhunu gösteren bir başka örnek, Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in irtidâd edenlere karşı tavrıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
vefatından sonra, isyân eden bir kısım Bedevîler: "Namaz kılarız ama zekat
vermeyiz" diyorlardı. Mesûliyet makamındaki Hz. Ebu Bekir: "Namaz
zekattan ayrılmaz. Hz. Peygamber'e vermekte olduğu bir çebici bile vermeyenle
savaşacağım" diye büyük bir azîm ortaya koymuş ise de Hz. Ömer
(radıyallahu anh); buna karşı gelmişti. Çünkü
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Ben insanlar lâilahe illallah deyinceye
kadar onlarla savaşmakla emir olundum. Bunu söyleyince mallarını ve kanlarını
benden emîn kılıp korumuşlardır... Gerçek hesapları Allah'a aittir"
dediğini işitmiştir. Bedevîler ise sâdece zekat vermeyi reddetmektedirler, öyle
ise onlarla savaşılamaz...
Ashâb'ın sünnete teslimiyet ruhuna bir
başka misal yine Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den. Hz. Ömer, kocanın hatasıyla
vukûa gelen cinayet sebebiyle ödenmesi gereken diyete sâdece kocanın âkilesi[46] iştirak edip, karısının
buna karıştırılmaması prensibinden hareket ederek, hatâen kocası öldürülen
kadının, kocası için ödenecek diyetten pay almaması gereğine inanıyordu ve
vukûat oldukça tatbikatı böyle yaptırıyordu.
Bilâhare, Dahhâk İbnu Süfyân
(radıyallahu anh)'ın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu meseleyle ilgili
farklı tatbikatını haber verince, Hz. Ömer kıyâs yoluyla tesbît etmiş olduğu
hükmü derhal değiştirmiştir. Dahhâk (radıyallahu anh)'ın verdiği haber şu idi:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine mektup yazarak hatâen
öldürülmüş olan Üşeym ed-Dıbâbî'nin diyetinden karısına da verilmesini
emretmiştir."
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)
sünnete teslimiyeti öylesine ince noktalara götürmüştür ki bu mesele de âdeta
darb-ı mesel olmuştur: İbnu Ömer bir sefer sırasında yoldan ayrılıp tekrar
gelir. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda, bu yerde sefer sırasında Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i de öyle yapar gördüğünü söyler. Yine İbnu Ömer,
Mekke ile Medine arasında yer alan bir ağacın altında kaylûle (gündüz uykusu)
yapar, niçin diye sorulunca, "Bu ağacın altında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) uyumuştu" der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mescid-i
Nebevî'nin bir kapısı için "Bu kapıyı kadınlara bıraksak" dediği için
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) o kapıdan ölünceye kadar geçmemiştir.
Kadınların mescide devam edip etmemeleri
mevzubahis edildiği bir fırsatta Abdullah İbnu Ömer: "Erkek, ehlinin
mescitlere gitmesine mâni olmasın" hadîsini hatırlatır. Abdullah İbnu
Ömer (radıyallahu anh)'in Bilal (veya Vâkid) adındaki bir oğlu: "Biz
kadınların oralara gitmesine mâni oluruz" der. Bunun üzerine Abdullah
(radıyallahu anh): "Ben sana Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
rivayette bulunuyorum, sen hâlâ böyle söylersin! Bir daha benimle konuşma"
der ve Ahmet İbnu Hanbel'in bir rivayetindeki sarâhete göre ölünceye kadar bir
daha konuşmaz.
Hadis karşısındaki bu hassasiyet sâdece
birkaç sahâbeye has değildir. Hepsinin müşterek vasfıdır. Çünkü Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan şu dersi almışlardı: "Hevâsı (arzu ve
istekleri), benim getirdiğime tabi olmadıkça sizden hiç kimse inanmış
sayılmaz." Nitekim Abdullah İbnu Muğaffel (radıyallahu anh) otururken,
yanına elinde sapan olan bir yeğeni gelerek kuşlara taş atmaya başlar. Abdullah
(radıyallahu anh) sapan atmakla ilgili Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bir hadisini hatırlatarak yeğenini bu işten meneder. Ancak yeğeni, bu işe devam
eder. Abdullah (radıyallahu anh): "Ben sana, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bunu yasakladığını söylüyorum, sen hâlâ sapan atıyosun öyle mi!
Bir daha benimle konuşma!" der.
Hz. Ubâde İbnu's-Sâmit, Hz. Muâviye
(radıyallahu anhüma) ile Rum diyarına gazveye çıkar. Orada halkın dinarla
(altın para) altın parçalarını, dirhemle de (gümüş para) gümüş parçalarını alıp
sattıklarını görür. Bu muâmelenin fâiz olduğunu, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından yasaklandığını duyurur. Bu yasaktan habersiz olduğu
anlaşılan Hz. Muâviye: "...Ben, vâde karışmadıkça bunda faiz
görmüyorum" der, Ubâde (radıyallahu anh) "Ben, sana Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan rivayette bulunuyorum, sen kendi re'yini söylüyorsun. Allah beni
şu seferden çıkarsın, bir daha senin âmir olduğun yerde ikâmet
etmeyeceğim" der. Seferden dönünce Medine'ye gider ve Hz. Ömer'in huzuruna
çıkarak durumu anlatır. Hz Ömer (radıyallahu anh) kendisine: "Ey
Ebu'l-Velîd, yerine dön, sen ve emsallerinin bulunmadığı bir yerde hayır
yoktur" der. Ve Hz. Muâviye'ye şöyle yazar: "Ubâde üzerinde hiçbir
surette âmirliğin yok. Halkı da onun söylediği tatbikata sevket, çünkü Resulallah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın emri öyledir."
[47]
Ashâb (radıyallahu anhüm ecmain)'ın
sünnetle ilgili en ufak, en tabiî âdaba büyük ehemmiyet vermiş olması, sünnetin
zabt ve tesbîti meselesinde çok mühim iki sonuç hâsıl etmiştir:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la ilgili nazarlarına çarpan herşey, en küçük teferruata varıncaya
kadar değerlendirilmiştir. Bu sayede son derece zengin, akla gelmedik
teferruatlara kadar inen bir sünnet repertuarı ortaya çıkmıştır. Öylesine
zengin ve teferruatlı ki, bilâhare, -meşrep ve meslek itibariyle rivâyetlerde
öncelikle fıkhî bir hüküm arayan- bir kısım fakihler, hadisçileri
"lüzumsuz ve gereksiz şeyleri de rivâyet etmekle" itham edecekler, bu
mesele, bir cedelleşme konusu olacaktır.
2- Rasûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la ilgili rivayetlerde son derece titiz ve sorumluluk duygusuyla
hareket etmeye sevketmiştir. İşte sünnete atfedilen bu ehemmiyet, sünnet
karşısında izhâr edilen bu titizliktir ki, ilmu'l-hadîs denen bir ilmin daha Ashâb
(radıyallahu anhüm) zamanında tekevvün etmeye başlamasına sebep olmuştur. Bu
ilim, ilk bâni ve üstadlarını sâdece rivâyetu'l-hadis dalında değil, aynı
zamanda dirâyetu'l-hadis ve usûl dalında da Sahâbe (radıyallahu anhüm)'den
seçmekle şerefyâb olacaktır. Zehebî'nin "Hadîste tesebbüt yolunu ilk açan
Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'tır" sözü burada hatırlatılmaya
değer. Zira tesebbüt ve bunun getireceği prensipler usûl-i hadis'in ana
meselelerini teşkil eder.
[48]
Ashab'ın sünnet karşısında gösterdiği
titizliğin ilk tezâhürü rivayet konusundaki ihtiyatıdır. Bunu ilk büyüklerde
göstermeye çalışacağız:
[49]
Sünnet'e atfedilen ehemmiyetin fiilî
tezahürlerinden biri ihtiyattır. İhtiyatın başını da Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh) çeker. Zehebî'nin kaydına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
vefatından sonra halkı toplayarak: "Siz Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan üzerinde ihtilafta bulunduğunuz hadisleri rivâyet ediyorsunuz.
Halbuki sizden sonra gelecekler bunlar üzerine daha şiddetli ihtilaflara
düşeceklerdir. Sizler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'dan rivâyette
bulunmayın. Size bir şeyler soranlara: Sizinle bizim aramızda Allah'ın Kitabı
vardır. Onun haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını helâl bilin diye
cevap verin" diyor. Nitekim, kendisine yaşlı bir kadın gelerek,
büyükannenin (cedde) miras hakkını sorunca: "Senin için Allah'ın
Kitabı'nda
bir hüküm yok. Resûlullah'ın (aleyhissalâtu vesselâm) da bu
hususta birşey söylediğini bilmiyorum" cevabını veriyor. Arkadan da
cemaate: "Bu hususta bir şey işitmiş olan var mı?" diye soru tevcih
eder. Mugîre (radıyallahu anh) kalkarak: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın büyükanneye altıda bir verdiğine şâhid oldum" der.
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) verilen
cevaba mutmain olmaz. "Buna şehâdet edecek biri var mı?" diyerek
şâhid arar. Muhammed İbnu Mesleme (radıyallahu anh) şehâdet edince, cedde için
altıda bir hisseye hükmeder.
Zehebi, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh)'in sünnete kayıtsız şartsız bağlılığını te'yîden şu vak'ayı da kaydeder:
Hz. Ebu Bekir, bir gün bir zâta hadîs rivâyet eder. Muhâtabı, yapılan rivâyetin
açıklanmasını ister. Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'in cevabı kısa ve kesin
olur:- Hadîs, sana rivâyet ettiğim gibidir. Ben bilmediğim bir şeyi sana
söylersem hangi arz beni kabul eder!"
Hadîslerin yazılması meseleleriyle
ilgili bahiste genişçe temâs ettiğimiz üzere Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)
hadîsleri yazmayı düşünmüş ve beşyüz kadar- hadîs yazmış, ancak "hata
girmiş olabilir" endişesiyle yakmıştır.
[50]
Hz. Ömer (radıyallahu anh) hadîs
rivâyetini tahdidde olsun, tahkikde olsun titizliği daha da ileri götürmüş,
âdeta sistemleştirmiş, bir nevi devlet politikası hâline getirmiştir. Zehebî
kendisinden "Hadîs naklinde hadîsçiler için tesebbüt (araştırma, titiz
davranma) yolunu açtı" diye bahseder.
[51]
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in
dikkatimizi çeken ilk vasfı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında
hiç işitmediği bir hadîs rivâyet edilecek olursa, ikinci bir şâhit istemek
sûretiyle bunu tahkîk etmektir. Bunun muhtelif örnekleri var:
Ebu Sa'îdi'l-Hudri (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Ensârın bulunduğu bir mecliste oturuyordum. Ebu Musa el-Eş'arî
(radıyallahu anh) beti benzi atmış olarak çıkageldi. Korku içinde olduğu
hâlinden belli idi. Bize: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in huzuruna girmek
için izin istedim. Üç sefer tekrar etmeme rağmen cevap alamadım. Ben de geri
döndüm. Arkamdan adam göndererek
geri çağırttı ve:
"Niye girmedin" diye sordu. "Üç sefer izin istedim, cevap
alamayınca geri döndüm. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Biriniz üç sefer izin istedikten sonra cevap alamazsa geri dönsün"
dediğini işittim" diye açıklama yaptım. Bu cevabım üzerine Hz. Ömer
(radıyallahu anh): "Hz. Resûl (aleyhissalâtu vesselâm)'ın böyle
söylediğine dâir ya delil getirirsin veya elimden çekeceğini sen bilirsin"
dedi. İçinizde Resûlullah (âleyhissalâtu vesselâm)'dan bunu işiten var
mı?" diye sordu. Ubey İbnu Ka'ab: "Seninle cemaatin en küçüğü
gelebilir" dedi. Cemaatin en küçüğü bendim. Kalktım. Ebu Musa (radıyallahu
anh) ile beraber gittik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunu söylemiş
olduğunu haber verdim. Bunun üzerine Hz. Ömer, Ebu Musa (radıyallahu
anhüma)'ya: "Ben seni itham etmiyorum. Fakat halkın Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hakkında gelişigüzel konuşmasından korktum"
dedi."
Bu hadîsin fârklı tariklerinde bâzı
açıklayıcı ziyadeler gelmiştir. Ebu Bürde (radıyallahu anh)'nin rivayetinde
Ubey İbnu Ka'ab (radıyallahu anh) Hz. Ömer'e çıkışır: "Ey İbnu'l-Hattâb,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbına azâb (verici) olma!" Hz.
Ömer de ona şu cevabı verir: "Subhânallah! (Niye yanlış anladınız!) Ben
yeni bir hadîs işittim ve tahkik edeyim dedim."
Zürkânî'nin de kaydettiği üzere, âlimler,
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu davranışına bazı açıklamalar getirmişledir:
"Hz. Ömer (radıyallahu anh), kendisinin de söylediği üzere Ebu Musâ
hazretlerini ithamı düşünmemiştir, ancak devrinde, Medine'de yeni müslüman
olanlar mevcut. Bunların, içinde bulundukları şu veya bu durumdan bir çıkış
ümid veya korkusuyla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında hadîs
uydurmaya tevvessül edeceklerinden korkmuş olabilir. Bu durumu önlemek için,
yeni müslümanlar nezdinde (caydırıcı, psikolojik bir baskı hâsıl etmek için) şu
fikrin yaygınlık kazanmasını istemiştir: "Kim böyle bir işe (yeni bir
rivayete) tevessül ederse, bilsin ki şâhid getirmedikçe rivâyeti
reddedilecektir ve sigaya çekilecektir."
Bazı âlimler de: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in bu davranışının hedefi Ebu Musa değildir, onun
rivayetinden şüphe etmiş olması söz konusu değildir, böyle davranarak
başkalarını caydırmayı düşünmüştür. Yâni. kalbinde maraz bulunup, hadîs
uydurmayı düşünecek olanların, bu kıssayı işiterek kendi başlarına da Ebu
Musa'nın başına gelenlerin gelmesinden korkmalarını düşünmüştür" diye
açıklama getirmişlerdir.
Nitekim, Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu
düşünce ve bu korkuyu hâkim kılıcı benzer davranışları eksik etmemiştir:
Mescid-i Nebevî'yi genişletmek isteyen Hz. Ömer (radıyallahu anh), Mescide
mücâvir bulunan -Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın çok sevdiği ve saygı
duyduğu amcası- Hz. Abbâs'ın evini istimlak etmek ister. Abbas (radıyallahu
anh)'ı çağırarak "evi sat veya bağışla, veya sana inşa ettireceğim bir eve
mukabil bunu terket" teklifinde bulunur. Hz. Abbas (radıyallahu anh) hiç
bir şıkkı kabul etmez ve teklifi reddeder. Hz. Ömer (radıyallahu anh)
teklifinde ısrar edince ihtilaf ortaya çıkar. Meseleyi çözmek üzere Übey İbnu
Ka'ab hakem seçilir. Hz. Übey (radıyallahu anh), ev sâhibinin rızası olmadan
evin istimlak edilemeyeceğini, Hz. Ömer'in ısrar etmeye hakkı bulunmadığını
söyler. Kendisini bu hükme gitmeye delil olarak da Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan bir hadîs rivâyet eder. Hadîs, Beytü'l-Makdis'in inşaatıyla
ilgilidir. Hadîse göre Beytü'l-Makdîs'in inşasını Cenâb-ı Hak, Hz. Dâvud
(aleyhisselâm)'a emrettiği zaman, inşaat sahasındaki bir evi zorla yıktırmak
isteyen Hz. Dâvut (aleyhisselâm)'a Cenâb-ı Hak şöyle vahyediyor: "Ey
Dâvud, Ben sana içerisinde Bana zikredilecek, Benim için bir ev inşa etmeni
emrettim. Sen ise evime gasb sokmak istedin. Gasb bana yakışmaz. Sana Benim
için ev inşa etmemek cezası veriyorum."
Hz. Übey (radıyallahu anh) bu hadîsi
anlatır. Ama Hz. Ömer daha önce bunu duymuş değildir. Übey'in elbisesinden
tutarak Mescid'e kadar getirir. cemaatin huzurunda vak'ayı anlatarak "Bu
hadîsi işiteniniz var mı?" diye sorup şahid ister Cemaatten birçok
kimsenin "Evet"i üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh) Übey İbnu Ka'ab'ı
bırakır ve Hz. Abbâs (radıyallahu anh)'a ısrardan vazgeçer.
Bilâhare Übey İbnu Ka'ab, Hz. Ömer
(radıyallahu anhüma)'in huzuruna çıkarak "Resülullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan rivâyet ettiğim hadîs husunda beni itham mı ediyorsun?" diye
sorar. Hz. Ömer:
"- Hayır! Allah'a yemin ederim ki
seni ithâm etmiyorum. Fakat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan rivâyet
edilen hadîsin halk arasında çok "zahir" olmasını istemedim"
der.
Şahit isteme hususunda Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in Übey İbnu Ka'ab gibi Ashâb (radıyallahu anhüm)'ın
büyüklerinden, eskilerinden diğerleri arasında fazlaca itibarı olan birini
seçmesi gerçekten mânidardır. Ve üstelik, kendisinden şüphe etmediğini yeminle
temin ve te'kid de edince.
Şu halde bu davranışın asıl gâyesi bütün
cemiyet üzerinde psikolojik baskı meydana getirerek yeniler arasında zuhûru
muhtemel kötü niyetleri caydırıp hadîs konusundaki laubalilikten
vazgeçirmektir. İbnu Abdilber, Hz. Ömer'in münafık, fâcir ve bedevîlerden
korktuğunu belirtir. Hadîse kizb, hile, tedlîs bunlardan gelebilecektir.
Nitekim, Hz. Osman (radıyallahu anh) zamanında patlak verecek olan fitne
hareketleri, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in yeni müslümanlar karşısındaki
ihtiyatkârlıkta ne kadar haklı bulunduğunu gösterecektir.
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'le ilgili son
bir misâlimiz Misver İbnu Mahreme'nin rivâyetidir. Der ki: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh), kadınlarda düşüğe sebep olanların cezası hakkında bir şey
bilmiyordu. Halka sordu. Muğîre İbnu Şu'be (radıyallahu anh): "Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu mevzuda, erkek veya kadın bir köleye
hükmettiğine şâhid oldum" dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Bu hadîs
için, seninle beraber şâhid olan bir başkasını daha getir!" diye emretti.
Muhammed İbnu Mesleme (radıyallahu anh) şâhidlik etti."
[52]
Hz. Ömer (radıyallahu anh) sonradan
işittiği her hadîs için şâhid istemiş midir?
Cevabımız "hayır"dır. Hiç
kimse böyle bir iddiada bulunmamıştır, bulunamaz da. Aslında buna gerek de
yoktu. Çünkü, bazı kereler şâhid istemek ve bunu kasd-ı mahsusla mescid
cemaatinin huzurunda yapmak güdülen gâyenin tahakkuku için yeterli idi. Nitekim
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in ilk defa işittiği halde şâhid istemeksizin,
hükmüyle amel ettiği rivayetler de mevcuttur. Nitekim, bu bahsin başında Ashâb
(radıyallahu anhüma)'daki sünnete teslimiyet ruhunu göstermek sadedinde
kaydettiğimiz Said İbnu Müseyyeb hadîsi bunlardan biridir. Rivâyette
belirtildiği üzere, Dahhâk İbnu Süfyan'ın büyükanneye (cedde) mirastan
ayrılması gereken payla ilgili yaptığı rivâyeti Hz. Ömer- (radıyallahu anh)
şâhid istemeksizin kabul etmiş ve tatbikata koymuştur.
Aynı şekilde sebep olunan düşüğün bir
köle ile hükme bağlanmasında Hammat İbnu Mâlik (radıyallahu anh)'in rivâyetine
uymuştur, şâhid istememiştir.
Keza, Hz. Ömer Şam seferine çıktığı
zaman yolda iken Suriye arâzisinde veba salgını haberi gelir. Yoluna devam edip
etmeme ve alınması gereken tedbir hususunda tereddüde düşer. Önce yanındaki
Muhacirûnu dinler, farklı tavsiyelerde bulunurlar. Sonra Ensârı çağırır, onları
dinler onlar da farklı görüşler ileri
sürerler. Sonra: "Bana fetih muhâcirlerinden olan Kureyş yaşlılarını
çağırın" der. Bunlar ihtilaf etmeksizin dönmeyi teklif ederler. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) kararda zorluk çekerse de, bir ihtiyacı için oradan ayrılmış
bulunan Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh)'ın dönüşü meseleyi çözer:
"Ben, der, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim: "Bir
yerde veba olduğunu duyarsanız oraya gitmeyin, bulunduğunuz yerde çıkarsa orayı
terketmeyin" demişti".
Sâlim İbnu Abdillah (radıyallahu anh)'ın
kesin ifadesine göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu rivayet üzerine geri dönme
emri verir. Hadîs için ikinci şâhid istendiğine dair hiç bir rivayet mevcut
değildir.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) İran
fethedildiği zaman oradaki mecusîlere müşrik statüsü mü, ehl-i kitap statüsü mü
uygulanacağı hususunda karar veremez. Yine aynı Abdurrahman İbnu Avf
(radıyallahu anh)'ın "ehl-i kitaba karşı uygulanan statü'nün tâkip
edileceği" ne dair rivayetini benimsemiş ve şâhid istememiştir.
Zina yapan mecnûn bir kadının recmedilme
kararından dönmede, tek kişinin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
rivâyet ettiği şu hadîse uymuştur ve şahid istememiştir:
"Üç kimse hakkında kalem yürütülmez (yani günah yazılmaz,
sorumlulukları yoktur): Uyanıncaya kadar uyuyan, büluğa erinceye kadar küçük,
kendine gelinceye kadar mecnun (deli)."
Hz. Ömer (radıyallahu anh), parmaklarla
ilgili diyetin farklı olması gereğine inanıyordu. Çünkü elde ifa ettikleri
hizmet bir değildi. Ancak, parmaklara aynı değerde diyet takdir edileceğine
dâir hadîs-i şerifi işitince, şâhid istemeksizin eski kanaatinden dönmüş ve
hadîsi uygulamaya koymuştur.
İbnu Hazm, el-Muhallâ'da, kadınların
mihrini belli bir miktara bağlamak isteyen Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e bir
kadının, Kur'ân-ı Kerîm'den âyet[53] okuyarak buna karşı
çıkması üzerine, kararından dönmesini de Hz. Ömer'in haber-i vâhid'le ameline
örnekler meyanında kaydeder.
Misaller çoğaltılabilir. Biz son olarak,
daha önce kaydettiğimiz muknî bir rivâyeti hatırlatacağız. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) bizzat itiraf etmiştir ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı hergün tâkib edebilmek için Ensar'dan bir komşusu ile anlaşmıştır.
Bir gün biri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
meclisine
gitmekte, diğer gün öbürü. Akşam olunca herkes kendi gününde görüp
işittiklerini arkadaşına anlatmaktadır. Bu da, şâhitsiz olarak, tek kişinin
rivâyetini kabul etmeye bir başka örnektir.
[54]
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in hadîsleri
tahkîk hususunda tâkip ettiği siyâseti açıkladıktan sonra, bunu tamamlayıcı
mahiyetteki ikinci bir prensibi ve davranışı daha belirtmemiz gerekmektedir:
Tahdid. Yâni hadîs rivâyetini sınırlamak, azaltmak.
Aslında bu hususa önceki
açıklamalarımızda yeterince dikkat çekmiş sayılırız. Zira, Ebu Musa el-Eş'arî
ve Ubey İbnu Ka'ab (radıyallahu anhüma) gibi Ashâb (radıyallahu anh)'ın
ulularından olan ve bizzat Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından da haklarında
suizanna düşmediği, nazarında müttehem olmadıkları itiraf edilen zâtlara karşı,
rivâyetleri sebebiyle "tahkîk eylemi" ne tevessül edişinin gerçek
sebebi olarak halkı, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında rastgele
konuşmaktan caydırmak, bir başka ifâde ile hadîs rivâyetini tahdîd etmek,
sınırlamak olduğunu belirtmiştik.
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in icraatı
arasında bu mânayı te'yid eden daha sarih tatbikata rastlamaktayız. İbnu
Abdilber'in Câmiu Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi adlı kitabında kaydettiği bir
rivâyette, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Ammâr İbnu Yâsir'le birlikte Kufe'ye
gönderdiği Karaza İbnu Ka'ab'ın anlattığına göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh)
onları, Medine'nin üç mil kadar dışında yer alan Sırâr mevkiine kadar
uğurladıktan sonra durur, abdest tazeler -ve oraya kadar geliş maksadının, bu
tenbîhi yapmak olduğunu da belirttikten sonra- şu tenbihte bulunur:
"Siz öyle bir beldeye gidiyorsunuz
ki, ora halkının Kur'ân okuyuşu arı uğultusu gibidir. Sakın hadîs rivâyetiyle
onları meşgul edip Kur'ân'dan uzaklaştırmayın. Kur'ân'ı tecvîd üzere okuyun,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan rivâyeti az yapın... " Karaza
(radıyallahu anh) Kûfe'ye varınca halk: "Bize hadîs rivâyet et!" diye
talebde bulundu. Karaza: "Hayır! Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) bunu
bize yasakladı" cevabını verdi.
Zehebî'nin bir rivâyeti, hadîs
rivâyetini fazla yapanlara Hz. Ömer'in "nasihatten" de öte zecrî
tedbirler aldığını göstermektedir. Zira İbnu Mes'ûd, Ebu'd-Derdâ ve Ebu Mes'ud
el-Ensârî'yi "çok hadîs rivâyet ettikleri için" hapse atmıştır.
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in çok
rivâyeti sebebiyle dikkat çeken, târizlere mâruz kalan Ebu Hureyre (radıyallahu
anh)'ye karşı tutumu da burada kayda değer. Bir gün Ebu Hüreyre'yi, çok
rivâyetten menetmek maksadıyla huzuruna çağırır ve sorar:
- Falancanın evinde Hz. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber olduğumuz günü hatırladın mı?" Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) :
- Evet! Ve beni de ne için çağırdığını
şimdi anladım" der. Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh):
- Hayır (mâdem öyle, seni menetmiyorum!)
git ve rivâyet et!" der. Ama, yine de bir başka rivâyetten anlıyoruz ki,
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in getirdiği yasaklama havası Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) üzerinde bile tesir icra etmiş ve onu az ve ölçülü rivâyete
sevketmiştir:
Ebu Seleme der ki: "Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'den sordum: "Sen Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında da
böyle (çok) hadîs rivâyet eder miydin?" Bana şu cevabı verdi: "Ben
Ömer zamanında, size rivâyet ettiğim gibi çok hadîs rivâyet etseydim, o beni
kamçısıyla döverdi".[55]
Sözü bu noktada bırakıp asıl mevzuumuza
devam ettiğimiz takdirde, Hz. Ömer (radıyallahu anh) hakkında yanlış kanaat
edinmemize sevkedebilecek bir eksiklik olacaktır. Halbuki ilimde esas olan, bir
mevzuya giren her noktayı imkan nisbetinde ibraz etmek, nazar-ı dikkatlere
arzetmekir. Meseleyi bu noktada bırakmak ayrıca hadîs düşmanlarının eline de
istismar edecekleri bir koz vermek olur. Çünkü, İbnu Abdilber'in kaydettiği
üzere, başta yukarıda sunduğumuz Karaza hadîsi olmak üzere, Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in hadîs rivâyetine koyduğu tahdidle ilgili rivâyetleri,
"Sünnete sataşmayı meslek edinmiş, bid'at ehli ve benzerlerinden câhil ve
mârifetsiz takımı, delil olarak kullanarak müslümanları Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerinden uzaklaştırmaya, hadîse gerek
olmadığına inandırmaya çalışmışlar, hadîs ehlini de kötülemeye vesile kılmışlardır.
Halbuki Kitabullah'ın gösterdiği hedefe ancak sünnetle ulaşılabilir."
İbnu Abdilber, âlimlerce dermeyan edilen
bir çok sebeplerle, Hz. Ömer'in
tahdid siyâsetinden, kötü niyetlilerin
çıkardığı mânâları çıkarmanın mümkün olmadığını belirtir. Özetleyelim:
1- Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu
tahdidiyle Kur'ân'ı ihmal etmeyi önlemeye çalışmıştır.
2- Söz konusu yasaklama bir hüküm
ifade etmeyen, sünnet olmayan sözlerle ilgilidir. Hatta bu görüş sâhipleri
Karaza hadîsinin zayıflığına dikkat çekerler. Çünkü daha mevsuk rivâyetler Hz.
Ömer (radıyallahu anh)'in hadîs öğrenmeye teşvîk ettiğini göstermektedir.
Mesela şu delillere bakalım:
"Ubeydullah İbnu Abdillah İbnu
Utbe, Hz. Ömer'in bir cuma günü şu hutbeyi irad ettiğini rivâyet etmiştir:
".... Ben size Allah'ın söylememi
takdir ettiği bir konuşma yapacağım. Kim bunu öğrenir, anlar ve ezberlerse
gidebildiği yere kadar gidip anlatsın. Kim de bunu (aynen) aklında tutmaktan
korkarsa
ben ona hakkımda yalan söylemesini helâl etmiyorum. Allah (celle celâluhu), Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'i hak ile gönderdi. O'nunla birlikte Kitap indirdi.
O'nunla indirdiklerinden biri de recmdir..." Şu halde bu rivâyet de
gösteriyor ki, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den çok rivâyeti yasaklayıp, az rivâyeti emretmesinden maksad,
Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm) hakkında yalan ve hatayı önlemektir. O, çok
rivâyet edilince iyi akılda tutulmamış, hıfzı güzel yapılmamış şeylerin de
rivayet edilebileceğinden korkuyordu. Çünkü rivâyeti az olanın zabtı, çok
olanın zabtından daha kuvvetli olur. Az rivâyet, çok rivâyette emin olunamayan
sehiv ve hatadan daha selâmettedir. İşte bu sebeple Hz. Ömer (radiyallahu anh)
rivâyette azlığı emretmiştir. Şâyet rivâyetten hoşlanmayıp kötü addedseydi onun
azını da çoğunu da yasaklardı. Nitekim şöyle dememiş midir:
"- Kim hadîsi hıfzetmiş ve aklında
tutmuş ise rivâyet etsin."
Nasıl olur da, onlara, Resûlullah
(aleyhisselâtu vesselâm)'dan hem hadîs rivayet etmeyi emreder hem de yasaklar.
Bu doğru ve makul değildir. Resûlullah (aleyhissalatu vesselâm)'dan az
rivâyette bulunmayı emrederken nasıl olur da rivâyet yasağı koymuş olur.
Üstelik: "Kim benim sözümü öğrenir, anlar ve ezberlerse gidebildiği yere
kadar gidip anlatsın" diyerek kendi sözünü rivayete teşvik etsin ve
ilâveten: "Kim de onu (aynen) aklında tutmaktan korkarsa hakkımda yalan
söylemesin" dediği halde Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında
kesin yasak koysun, bu mâkul değil..."
İbnu Abdilber, Medine ehlince Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'den rivâyet edilen sahîh âsâr'dan başka, Kitap ve Sünnete
olan muhâlefeti sebebiyle Karaza hadîsinin bu babta hüccet olamayacağını
söyledikten sonra Kitap ve Sünnet'ten bazı örnekler kaydeder:"
Kitaptan örnekler:
"Allah'ın Resûlünde sizin için
güzel bir örnek vardır." (Ahzab: 33/21)
"Resûl size ne getirmişse onu
alın." (Haşr: 59/7)
"O halde Allah'a ve O'nun ümmî
peygamber olan Resûlüne -ki kendisi de o Allah'a ve O'nun sözlerine iman
etmekte olandır- iman edin, ona tâbi olun, tâ ki doğru yolu bulmuş
olasınız." (A'râf: 7/158)
"Şüphesiz ki sen herhalde doğru bir
yolun rehberliğini yapıyorsun. O yol Allah'ın yoludur..." (Şura: 42/52)
Kur'an'da bu çeşit âyet çoktur. Bu
âyetlere tâbi olmak, hükmünü yerine getirmek, emirlerin hududunda durabilmek
ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan gelecek rivâyetlerle mümkündür.
Öyleyse Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Allah'ın emrine muhalif bir emirde
bulunacağını kim aklından geçirebilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da: "Allah,
benim sözümü dinleyip belleyen, sonra da dinlemiyene ulaştıran kulun yüzünü
(kıyâmet günü) tâze kılsın" buyurmuştur. Bu hadîste de kendisinden
tebliğde bulunmaya, te'kidli bir teşvik mevcuttur. Keza Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Benim konuştuklarım
dışında da benden alın ve bana nisbet ederek rivâyet edin"... Bu söz
de, bu babta, aklı ve idraki olanlar için gündüzden daha aydınlıktır".
İbnu Abdilber bir de şu mülâhazayı
yürütür: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan rivâyet ya hayırdır, ya
şer. Şayet hayırsa -ki hayır olduğunda şüphemiz yok- hayırda çokluk efdaldir,
daha iyidir. Şayet şerse Hz. Ömer (radıyallahn anh)'in halka şerden az miktarda
işlemelerini tavsiye edeceğini zannetmek câiz olmaz. Öyle ise bu söylediğimiz
husus, sana, Hz. Ömer'in hadîs rivâyetini az yapmayı emretmesi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan ve hataya düşülme korkusundan, Sünnet
ve Kur'an üzerine düşünmeye vakit kalmayacak kadar meşguliyete dalmak
korkusundan olduğunu
göstermelidir. Zira çok rivâyet eden kimseyi
mutlaka tefekkürsüz ve kavrayışsız bulursun."
Bundan sonra İbnu Abdilber Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in mevzuya müteallik bazı sözlerini kaydeder:
"Kim bir hadîs dinler, sonra da
duyduğu şekilde (yani artırıp eksiltmeden) rivayet ederse selâmete erer."
"Ferâizi ve sünneti öğrenin, tıpkı
Kur'ân'ı öğrendiğiniz gibi:" (Kur'ân ve sünneti burada bir tutmuştur.)
"Sünnet, feraiz ve lahm (dilin
doğru kullanış kaideleri) tıpkı Kur'ân'ı öğrendiğiniz gibi öğrenin".
"Rey'den sakının. Zira rey ashabı
sünnet düşmanıdır. Hadîsler, onları kör etmiştir, ezberleyemezler".
"Yolların en hayırlısı Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'in yoludur".
"Birgün gelecek Kur'ân-ı Kerîm'in
müteşâbih ayetlerini kendilerine delil yaparak sizinle mücâdeleye girişecek
kimseler çıkacak. O zaman onlara karşı sünneti esas alın. Zira, Sünnet ehli,
Kur'ân'ı iyi bilen kimselerdir."
Ayrıca daha önce kaydedildiği üzere
birçok durumlarda Hz. Ömer halka başvurarak, ortaya çıkan vak'ayı aydınlatıcı
rivâyet sormuş ve söylenince hükmüyle amel etmiştir.
İbnu Abdilber, Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'den rivâyet edilen sözleri sahîh ve ittifâk edilmiş sözler olduğunu
belirttikten sonra şu netice'nin çıkacağını belirtir:
"Kim bir hadîste şüpheye düşerse
terketmelidir, aksine eksiksiz olarak ezberlemişse onu rivâyet etmesi
câizdir".
Bu mevzuyu aynı minval üzere işlemiş
bulunan İbnu Hazm da, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in hadîs rivâyetini
yasaklamasıyla ilgili rivâyetlerin, hüccet kılınamayacak kadar zayıf olduğuna
hükmettikten sonra şöyle der: "Şayet bu rivâyetler sahihse, yasaklama, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîsleriyle ilgili olamaz, geçmiş
ümmetlere ait hikâyelere veya onlar gibi içerisinde fıkıh bulunmayan kıssalara
aittir... Çünkü hadîs rivâyetinden men etmek değil Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'e, hiçbir müslümana helâl olmaz."
Mevzu üzerine serdedilen mütâlaa ve
açıklamalar -ki çoğunluğunu yukarıda kaydettik- Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in
hadîs rivâyetine tahdid koyduğunu ifâde eden rivâyetlerin reddine hükmetmeye
veya zayıflığını iddia etmeye hâcet bırakmıyor. Çünkü hadîse, ihtiyaca muhâlif
bir yönü yok. Tıpkı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bidayette hadîs
yazmayı yasaklaması gibi, Hz. Ömer (radıyallahu anh) de, Kur'ân-ı Kerîm'e
verilmesi gereken himmetin zayıflamaması, hadîs rivâyetinin rastgele, disiplinsiz
bir tarzda yapılarak, hatalı ve yanlış sözlerin hadîslere karışmaması, yapılan
rivâyetlerin anlaşılması, iyi öğrenilmesi gibi maksatlarla bazı tahdîdler,
yasaklamalar koymuştur.Onun bu davranışı sünnete olan bağlılığının ve hadîse
atfettiği kıymetin bir tezâhürüdür.
[56]
İbnu Abdilber kaydettiğimiz sonucu yani
Hz. Ömer'in yasaklamalarının iyice öğrenilmemiş şeylerin rivâyetini
ilgilendirdiği hususunu belirttikten sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hadîslerinde de bu yasaklamanın mevcudiyetine dikkat çeker ve
örnek olarak birkaç hadîs kaydeder:
"Kişi için, yalan olarak her
işittiğini rivâyet etmesi yeterlidir."
"Çok sözden sakının. Benden bahiste
bulunan sadece hak olanı söylesin."
"Kim benim hakkımda, rastgele
konuşur, söylemediğimi bana söyletirse ateşteki verini hazırlasın."
"Kim benden olmadığını sandığı bir
hadîsi rivâyet ederse bu kimse iki yalancıdan biridir."
"Kim, yalan sanılan bir hadîsi
benden rivâyet ederse, o kimse iki yalancıdan biridir".
Az rivâyet etmeyi prensip edinenlerle
ilgili olarak az sonra kaydedeceğimiz açıklamalara ve onların sözlerine dikkat
edilince yukarıda kaydettiğimiz bu rivâyetlerin tesiri ayân beyan görülecektir.
[57]
Hadîs rivâyetindeki ihtiyatkâr tutum
sâdece Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu anhüma)'de görülen bir husus
değildir. Başka sahâbeler (radıyallahu anhüm ecmain)'de de benzer davranışlar
mevcuttur.
Hz. Ali yemin ettiriyor: Şu rivâyet Hz.
Ali (radıyallahu anh)'nin Resûlullâh (aleyhissalâtu vesselâm)'dan yapılan yeni
bir rivâyet işitince, mutmain olmadığı takdirde yemîn ettirdiğini ifâde eder:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan hadîs işittiğim vakit Allah'ın
dilediği kadar ondan istifade ediyordum. Başkası tarafından rivâyet edilince de
şüpheye düşersem yemîn teklif ediyordum, şâyet yemin ederse
inanıyordum..."
Hz. Muâviye tahdîd koyuyor: Zehebî'nin
belirttiğine göre, Hz. Muâviye (radıyallahu anh) de, hadîs rivâyetini Hz. Ömer
(radıyallahu anh) zamanında yapılmış olanlarla sınırlamak ve dondurmak
istemiştir. Recâ İbnu Ebî Seleme'nin rivâyetine göre Hz. Muâviye: "Size
Hz. Ömer zamanında rivâyet edilmiş olan hadîslerle iktifa etmenizi tavsiye
ediyorum. Zira O, Resûlullah (aleyhissalûtu vesselâm)'dan hadîs rivâyeti
hususunda halkı korkutmuştur. (Böylece onun zamanında kendinden emin olanlar
hadîs rivâyet etti.)"
[58]
Mevzuumuzun başında Ashab-ı Kiram
(radıyallahu anh)'da mevcut olan sünnete teslimiyet ruhundan bahsetmiş, bu
ruhun Ashab'ı nelere sevkettiğini belirtmeye çalışmıştık. Hemen belirtmek
isteriz ki, aynı ruh bazılarını, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan bir
söz, bir fiil naklederken eksik bırakma veya ilavede bulunma korkusuyla hadîs
rivâyetini terketmeye sevketmiştir. Bu grubu, daha ziyade hâfızasından emin
olmayan, bu yönden kendilerine güveni bulunmayan kimselerin teşkil ettiğini
söyleyebiliriz.
Bu meseleye temas eden İbnu Kuteybe,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığı olan Hz. Ebu Bekir, Zübeyr, Ebu
Ubeyde, Abbâs İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anhüm ecmain) gibi büyüklerin, az
hadîs rivâyet ettiklerine dikkat çektikten sonra Aşere-i Mübeşşere'den olan Sâd
İbnu Zeyd'in rivâyeti tamamen terk ettiğini belirtir.
Hz. Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh)
birçok hadîsi rivâyet etmeyi terkettiğini şöyle ifade etmiştir: "Hata
etmekten korkmasaydım, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den işittiğim çok
şey rivâyet ederdim."
Zübeyr İbnu'l-Avvâm'a oğlu Abdullah
sorar: "Ben, İbnu Abbas (radıyallahu anh) ve diğer birçoklarından
işittiğim gibi senden niye hadis dinlemiyorum?"
Zübeyr
(radıyallahu anh) şu cevâbı verir: "Gerçi ben, müslüman olduğum günden
beri, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den ayrılmadım, (bu sebeple çok
hadîs bilirim), fakat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
işittim: "Kim bile bile bana yalan isnâd ederse cehennemdeki yerini
hazırlasın".
Hz. Zübeyr (radıyallahu anh) bazı
rivâyetlerde bu hadîsi: "Kim bana yalan isnad ederse cehennemdeki
yerini hazırlasın" şeklinde nakledip sözlerine şunu eklemiştir:
"İnsanlara bakıyorum da hadîse bir de "bile bile (müteammiden)"
ziyâdesini ekliyorlar, Allah'a kasem olsun ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın "bile bile" dediğini duymadım."
Zeyd İbnu Erkâm (radıyallahu anh) da,
hadîs rivâyet etmesi için müracaat edenlere şöyle demiştir: "İhtiyarladık
ve unuttuk. Halbuki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den hadîs rivâyet
etmek ağır mesuliyeti mûcibtir".
İmrân İbnu Husayn (radıyallahu anh)'dan
şöyle söylediği nakledilmiştir: "Allah'a yemin ederim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den hadîs rivâyet etmek istesem, hiç durmadan üst üste iki gün
rivâyet edebilirim. Fakat yapmıyorum. Beni bundan alıkoyan husûsa gelince,
bakıyorum, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i benim gibi dinlemiş,
cemaatlerinde hazır bulunmuş olan bâzıları, hadîs rivâyet ediyorlar ama,
rivâyetleri, aslına tam uygun değil. Ben, bu duruma düşmekten korkuyorum. Hemen
sana bildirmek isterim, onlar bunu bile bile yapmıyorlar, yanılıyorlar."[59]
Ashâb'ın sünnete karşı taşıdığı titizlikten
tahkîk ve tahdîd prensiplerinin doğduğunu gösterdik ve bunlarla ilgili muhtelif
meseleleri açıkladık. Aslında, rivâyetleri bir bütün olarak alınca, bu iki
prensibe ters düşen bir üçüncü prensibin daha tezâhür ettiğini görürüz. Buna da
rivâyette iksâr yâni "çok hadîs rivâyeti" diyebiliriz. Çünkü, Ebu
Hüreyre, Ebu Zerr, İbnu Abbas (radıyallahu anhüm ecmain) gibi bâzı sahâbelerden
gelen bazı rivâyet ve fiilî durumlar, her şeye rağmen hadîs rivâyetine
zorlandıklarını, buna kendilerini mecbur hissettiklerini ifade etmektedir.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) niçin çok
hadîs rivâyet ettiğini açıklama sadedinde, bu emri Kur'ân'dan aldığını
söyleyerek kendini buna âdeta mecbur hissettiğini dile getiriyor; "Allah'a
kasem olsun, eğer Kur'ân'da iki âyet olmasaydı
Hz. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan asla bir şey rivâyet etmezdim" ve âyeti
okuyor:
(Meâlen): "İndirdiğimiz apaçık
hükümleri ve doğru yolu, insanlara biz Kitap'ta beyan ettikten sonra
gizleyenler (var ya) şüphesiz Allah onlara lânet eder ve bütün lânet
edebilenler de onlara lânet eder..." (Bakara: 2/159-160)
Hz. Ebu Zerr el-Gıfarî hazretlerinin
(radıyallahu anh) ifâdesi daha çarpıcı: "Allah'a yemin olsun! Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan duyduğum bir kelimeyi terketmem için kılıcı
boğazıma dayasanız, siz kesme işini tamamlayıncaya kadar ben onu yine de
söylerim."
Ebu Zerr hazretleri (radıyallahu anh) bu
sözü kendisi hakkında konuşma yasağı konduğunu hatırlatan bir zata söylemiştir.
İbnu Sa'd'dan gelen rivâyet şöyle: Hadîsin baş kısmı şöyle: Evzâ'î'nin
Mersed'den nakline göre, Mersed şunu anlatmıştır: "Ben Ebu Zerr el-Gıfarî
hazretlerinin yanına oturdum, konuşuyorduk. (Ajan olduğu anlaşılan) Bir adam
gelerek tepesine ekşiyip: "Emîrül-Mü'minîn fetva vermekten seni men etmedi
mi?" dedi. Bunun üzerine Ebu Zerr (radıyallahu anh) (öfkeli bir eda ile)
şunu söyledi..."
Gerek Ebu Hüreyre ve Ebu Zerr
(radıyallahu anhüma)'i kaydettiğimiz şekilde konuşmaya sevkeden şey, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan bildiklerini söylemek, ilimlerini neşretmek hususundaki
dersler idi. Zira O, Ashâbına: "Kim bildiği bir ilmi gizlerse kıyâmet
günü ağzına ateşten bir gem vurularak getirilir" diyerek bildiklerini
söylemelerini tavsiye etmiştir. Bu mânâda başka hadîsler de var. Râvilerinin
İbnu Abbâs, Ebu Hüreyre, Ebu Sâd el-Hudrî (radıyallahu anhüm) gibi çok
rivâyetle tanınmış (müksir) veya İbnu Mes'ud gibi, yine rivâyeti fazla olan
sahâbelerden olması oldukça mânidardır.
Bu açıklamalarımızdan şöyle bir neticeye
varabiliriz: İdarî sorumluluk altında bulunan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali,
Hz. Osman, Hz. Muâviye (radiyallahu anhüm ecmain) gibi büyükler hadîs
rivâyetinde "tahkîk siyâseti" güdüp rastgele herkesin (fasık, bedevî,
münâfık, dikkatsiz...) rivâyet cesaretini kırarak hadîslere yabancı unsurların
girmesini önlemeye çalışmışlardır.
Hafızası zayıf olanlar veya zabt
cihetinden kendilerine güvenemeyenler de "tahdid prensibi"ni esas
alıp az rivâyet etme yolunu tutmuşlar, iyice emîn olmadıkları,
aslına
uyup uymamakta şüphe ettikleri mâlumatlarını, hâtıralarını rivâyet etmemişlerdir.
Aksine, hâfızası kuvvetli olduğu veya
yazdığı için, hadîsleri aslına uygun şekilde koruduğundan emin olanlar da çok
rivâyetten çekinmemişlerdir. İlmin gizlenmemesini emreden rivâyetlerin bu
sahâbeler tarafından rivâyet edilmesi de mânidardır. Zira Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) prensip olarak her zaman muhatabına en muvafık gelen
tavsiyede bulunmuştur.
Şurası muhakkak ki, hadîs rivâyetinde
Ashab (radıyallahu anhüm)'da müşahede ettiğimiz bu üç çeşit davranışın
sübjektif ve ruhî muharriki aynı düşüncededir. Sünnete atfedilen kıymet, sünnet
karşısında takınılan titizlik tavrı.
[60]
Sahabelerden bazılarının, ilk defa
işittikleri bir hadîs karşısında, diğer sahâbeye karşı şâhid istemek, yemin
ettirmek gibi tavır almaları veya bazan birbirlerini "kizb"le
ithamları, üzerinde iyice durulması gereken bir mevzudur. Çünkü bu çeşit
tavırlar, muhatabı "ithâm" mânası taşır. Halbuki Ehl-i Sünnet uleması
Sahâbe'nin hepsinin âdil olduğuna hükmeder.
Burada bir tezâd söz konusu olamaz mı?
Bu husus tâ bidâyetten beri müslüman
âlimlerin dikkatini çekmiş ve mesele üzerinde açıklama yapma gereğini
hissettirmiştir.
İmâm Şâfi hazretleri (radıyallahu anh)
meseleyi, haber-i vâhid'le amel prensibine bağlı olarak izah eder. Ona göre,
haber-i vâhid'le, yani bir kişinin getirdiği haberle amel edilebilir bu
câizdir. Ancak, bâzı mülâhazalarla, haber-i vâhidle amelin cevâzına rağmen,
şâhid istenebilir. Ona göre kişiyi, haberi getirenden bir de şâhid istemeye
sevkeden mülahaza üçtür:
1- Haber-i vâhid, makbul olsa da,
rivâyetin çokluğu, getirilen haberi takviye eder, bu sebeple ihtiyâten şâhit
istenir.
2- Muhbiri, yâni haberi getiren
kimseyi tanımıyorsa, kişi, haberine güvenebilmek için tanıdıklarından bir şâhid
ister,
3- Muhbir, kişi nazarında sözüne
güvenilir birisi değildir, sözüne güvenebileceklerinden bir şâhid getirmesini
ister.
İmam Şafiî bu açıklamasını şöyle
tamamlar: "Hz. Ömer'in, Ebu Mûsa el-Eş'arî (radıyallahu anhüma)'ye karşı
tutumu birinci şıkka girer, yani ihtiyat için."
Sahâbelerin birbirlerine itirazı,
aslında, rivâyet ettiği şeye değil, ondan çıkardığı hükmedir. Meselâ daha önce
kaydettik, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'i ateşte pişen bir şeyi yedikten sonra abdest aldığını görünce
"ateşte pişenin yenmesi abdesti bozar" hükmüne varmıştır. İbnu Abbas
buna itiraz etmiştir. Şu halde İbnu Abbas (radıyallahu anh) burada Hz. Ebu
Hüreyre'nin naklettiği vak'ayı reddetmiyor, ondan çıkardığı hükmü reddediyor.
Acaba yemek sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in abdesti var
mıydı?
Şurası muhakkak ki, bu çeşit itirazların
gerisinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işitileni kısmen unutma,
eksik işitme, yanlış anlama, nâsih hükümden haberi olmama şüpheleri de vardır.
Nitekim bu şüphelere hak verdiren birçok vak'a mevcuttur, burada teferruata
girmiyeceğiz.
Kendisi için "yeni" olan bir
hadisi dinleyen Sahâbi, hadîsi rivâyet eden Sahâbî'ye inanmakta ve güvenmekte
olmasına rağmen, o konuda daha bir itminan aramaktadır. Tıpkı Hz. İbrahim
gibi... Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Allah'ın varlığına, birliğine, yaratmasına,
ölümden sonra yeniden dirilmeye vs. tam bir imanla inandığı halde
"ölülerin dirilişi" husûsunda bir de rü'yet yâni "gözü ile
görmek" taleb etmiştir. Cenâb-ı Hak: "Ölüyü dirilttiğime inanmadın
mı?" deyince: "İnandım fakat kalbimin tatmin olmasını
istedim" meâlinde cevap vermiştir (Bakara: 2/260). Bizzât Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Biz şüpheye İbrahim'den daha haklıyız"
diyerek -Nevevî'nin ifâdesiyle- burada "yakinin ziyâdeleşmesi"ni
taleb etmiştir. Alimler, Sahâbelerin birbirlerine karşı tutumunu buna
benzetirler: Onlar, meşru olan "yakîn'in ziyâdeleşmesini" ve
itminanın kuvvetlenmesini taleb etmişlerdir."[61]
Şu halde, sahâbenin birbirini
tenkidinden sahâbelerin cerhedilmesi gereğine delil bulmaya çalışanlar,
kalplerindeki bir marazı ortaya koymuş olmaktadırlar.
[62]
Altının kıymetini sarraf bilir. Hadîsin
kıymetini de Ashâb bilmiştir. Ashab, "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı gördük, feyzimizi aldık" deyip hadîs öğrenmeye karşı kendini
müstağni hissetmemiştir. Müslüman nesiller arasında hadîse en çok alaka
gösterenlerin ilk nümûnelerine onlarda rastlarız. Bu yolda en büyük gayretler,
fedâkarlıklar, yorucu ve uzun seyâhat örnekleri onlardadır.
Ashâb'ın ilmiyle meşhur olanlarından
İbnu Mes'ûd'u dinleyelim: "Kendisinden başka ilah olmayan Zât-ı Zülcelal'e
kasemle söylüyorum: Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ağzından yetmiş
küsur sûreyi kendi kulaklarımla dinleyip öğrendim. Buna rağmen, bilsem ki, bir
adam Kitabullah'ı benden daha iyi bilmekte ve bu adamın bulunduğu yere deve ile
ulaşmak mümkündür, mutlaka o zâta kadar giderim."
Hadîsin bir başka vechine göre İbnu
Mes'ûd Kur'ân hakkındaki ilminin genişliğini şöyle ifâde etmiştir. "İnen
hiçbir âyet yoktur ki ben onun ne sebeple inmiş olduğunu bilmiş
olmayayım."Ebu'd-Derda hazretleri (radıyallahu anh) de şöyle der:
"Kur'ân'dan bir âyete takılacak olsam, müşkilimi giderecek zât,
Birkû'l-Gımâd'da bile olsa mutlaka giderim"[63]
Ashab'ın başlıca dört maksadla hadîs
peşine düşüp çok zahmetli seyahatlere giriştiğini görmekteyiz:
1- Bilmediği hadîsleri öğrenmek
için,
2- Duyduğu hadîsin sıhhatini tahkîk
için,
3- Bildiği hadîste düştüğü
tereddüdü izâle için,
4- Uluvvü isnâd (yani kulağına
gelen bir hadîsi rivâyet edeninden dinlemek) için.
[64]
Birçok durumlarda Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in gönderdiği elçiler üzerine, bedevîler Medine'ye
adam göndererek tahkik etmişlerdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
çıkan elçi bedevîler: "Senin gönderdiğin kimseler şöyle şöyle
söylediler" diye anlatmışlar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de: "Evet"
diye te'yid etmiş ve davranışlarını ayıplamamıştır. Bu örneklerden hareket
eden muhaddis sahâbeler bilâhare, kendilerine yeni bir rivâyet ulaşınca
zahmetli seyahatler pahasına bile olsa rivâyet edeni bularak sormuşlardır.
Bunun güzel bir örneği Hz. Câbir'den
rivâyet edilmiştir. Zira o kulağına gelen tek bir hadîsi kaynağından öğrenmek
için bir aylık yolu göze almıştır. Hikâyesini aynen, kendisinden dinleyelim:
"Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Ashâbından birinin rivâyet ettiği bir hadîs bana ulaştı. Derhal
bir deve satın aldım. Yol levâzımını üzerine bağlayıp hadîsi rivâyet edeni
bulmak üzere yola çıktım. Tam bir ay yürüdükten sonra Şam'a geldim.[65] Rivâyeti yapan meğerse
Abdullah İbnu Üneys el-Ensârî (radıyallahu anh) imiş. Evine gittim. Ve
"kapıda Câbir seni bekliyor" diye haber saldım. Elçim geri gelip
"Yâni, Câbir İbnu Abdillah mı?" diye sordu. "Evet" dedim.
Abdullah İbnu Üneys çıktı ve kucaklaştık. Kendisine:
- Bana bir hadîs ulaştı. Onu Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan sen dinlemişsin, ben dinlemedim, mezâlimle ilgili
bir hadîs (sen veya ben ölüveririz diye korktum) dedim. "
Bunun üzerine hadîsi şöylece rivâyet
etti: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim, buyurmuştu ki: "Allah
kullarını veya insanları -râvilerden Hemmâm şüpheye düştü ve eliyle Şam'a
işaret etti- ayakkabısız, elbisesiz ve (dünyada rastlanan körlük, sağırlık,
sakatlık gibi arazlardan sâlim ve) eksiksiz olarak haşredip toplar. Uzakta ve
yakında bulunan herkesin işiteceği bir sesle nida eder: "Ben hükmeden
kahhâr olan melikim. Cennet ehlinden hiç kimsenin -cehennemlik bile olsa-
kendisinden taleb ettiği tek tokatlık bir zulmü kaldıkça cennete girmesi câiz
değildir. Kezâ cehennem ehlinden hiç kimsenin, cennetlik birinin kendisinden
talep ettiği -tek tokatlık bile olsa- bir zulmü kaldığı müddetçe cehenneme
girmesi câiz değildir."
Abdullah der ki: "Biz, bu nasıl
olur, zâten Allah'u Zü'l-Celâl Hazretlerine ayakkabısız, elbisesiz ve sünnet
edilmemiş vaziyette (anadan doğduğumuz gibi, hiçbir şeysiz) geleceğiz? diye
sorduk da bize: "İyilikler ve kötülüklerle" diye cevap verdi."[66]
Hadîs öğrenme hususunda, gösterilen
gayrete en iyi örneklerden biri İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma)'dır. Zira,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatında yaşı küçük olan İbnu Abbas
(radıyallahu anhüma), kendisini müksirun (çok hadîs rivâyet edenler) arasına
dâhil edecek miktara ulaşan rivâyetlerini, çoğunlukla, hadîs bilen Sahâbeleri
tâkib etmek suretiyle öğrenmiştir. Kendisinden kaydedeceğimiz şu sözleri, bir
hadîs kulağına gelince, bu şekliyle yetinmeyip, ilk râvisini bulmaya ehemmiyet
verdiğini gösterir: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashab'ından
birinin rivâyet ettiği bir hadîs bana ulaşınca, dilediğim takdirde, kendisine
bir adam göndererek yanıma çağırıp, onu dinleyebilirdim.[67] Fakat böyle yapmıyor ben
onun ayağına gidiyor, çıkıp hadîsi anlatıncaya kadar kapısında
bekliyordum."
Tereddüdü izale için yapılan seyahatle ilgili
en güzel örneği, Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri'nden kaydederek tek bir hadîs
için Kuzey Afrika'ya gittiğini belirttik.
[68]
Hadîs rivâyeti deyince ilk akla gelen
Ebu Hüreyre Hazretleri (radıyallahu anh)'dir. Zira 5375 hadîsle en çok hadîs
rivâyet eden Sahâbidir. Onun hayatı sâdece rivâyetlerinin çokluğu değil, hadîs
öğrenmedeki aşkı, metodu, gayreti ve kabiliyeti, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) ve diğer sahâbelerle (radıyallahu anhüma ecmain) olan münasebetleri
yönüyle de bizler için ibretlerle doludur. Ayrıca, başta müfrit şiîler,
müsteşrikler ve bazı münâfık tabiatlılar olmak üzere bir kısım ölçüsüzler Ebu
Hüreyre Hazretlerine dil uzattıkları için onun hayatı hakkında genişçe bilgi
vermeye çalışacağız.
Ebu Hüreyre Hazretleri (radıyallahu anh)
Yemen'in Devs Kabilesi'ndendir. Hicretin yedinci yılında, Hayber seferi
sırasında hicretle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a dâhil olmuştur. Bâzı
kayıtlara göre, müslüman oluş târihi bir kaç yıl öncelere iner ve Tufeyl İbnu
Amr ed-Devsî'nin dâvetiyle İslâm'a girmiştir. Medîne'ye gelince Mescid'in Suffe
kısmına yerleşerek Ashâb-ı Suffe'ye dâhil olmuştur.
Asıl adı hususunda çokça ihtilaf
edilmiştir. Nevevî'nin el-Esma ve'l-lügât'de kaydettiğine göre, otuz kadar
farklı görüşten en doğrusu, onun adının, müslümanlıktan sonra, Abdurrahmân İbnu
Sahr olduğudur. "Ebu Hüreyre" künyesi, bir rivâyete göre, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilmiştir. Kedileri çok seven Abdurrahman,
elbisesinin kolu içerisinde bir kedi taşımaktadır. Onu bu halde gören
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Arap örfünde câri olduğu şekilde
"Kedicik babası" mânasına gelmek üzere Ebu Hüreyre diye
künyelemiştir. "Hüreyre" Hirr kelimesinin ism-i tasgiridir. Hirr kedi
demektir, hüreyre ism-i tasgir olunca kedicik mânasına gelir. Asıl ismi
unutularak künye veya lakab veya nisbetiyle şöhret kazananlara her devirde, her
yerde rastlanır. Nitekim Ebu Bekir es-Sıddîk Hazretleri de bunlardan biridir.
Ebu Hüreyre'nin asıl adının
bilinmemesine Kureyşli olmaması da te'sir eder. Kureyş kabilelerinden birine
mensûb olsaydı, her şeye rağmen göbek ismi hatırlanabilirdi. Devs, Mekke ve
Medîne'den çok uzaklardadır, İslâm'a girdiği andan itibâren de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâbı onu hep Ebu Hüreyre diye çağırmışlardır.
Ebu Hüreyre'nin müslümanlara dahil oluşu
Hayber Gazvesi'nin sona erdiği âna rastlar, yâni gazveye fiilen katılmamıştır.
Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ganimetten ona da bir pay ayrılmasını
emretmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
dehâleti geç olmuştur ama tam olmuştur.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) hayatta olduğu müddetçe bütün ihlasıyla O'nu takip etmiş, bir an için
olsun ayrılmak istememiştir. O, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı hadîs
almak, sünnet öğrenmek, İslâm'a hizmet etmek aşkıyla tâkip ediyordu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da onun bu niyetini biliyor, niyetine muvafık
muamelede bulunuyordu. Neticede, üç yıllık berâberliğe rağmen İslâm'da, değme eski
sahâbenin ulaşamadığı yüce bir makama ulaşacaktır.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh), kendi
ifâdesiyle "Karın tokluğuna Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a hizmet
ediyordu" ama, karnını doyuracak kadar bir yiyecek bulamıyarak açlıktan
bayılıp düşecek hale geldiği de oluyordu. Buhâri'de gelen bu durumla ilgili bir
rivâyeti "Suffe Mektebi" üzerine sunacağımız bir açıklamada
kaydedeceğiz. Belirtmek istediğimiz husus şu ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la berâber olma arzusunun gâyesi "karın doyurmak" değil,
ilim ve hadîs almaktı. Nitekim İbnu Kesîr el-Bidaye ve'n-Nihâye'de Ebu
Hüreyre'nin şu rivâyetini kaydeder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
bir gün kendisine sorar: "Arkadaşlarının istediği şu ganimetlerden sen
istemiyor musun?" Ebu Hüreyre şöyle cevâp verdiğini belirtir:
"Ben senden, Allah'ın sana öğrettiğinden bana da öğretmeni
talebediyorum". Nitekim hâfızası ile ilgili şikâyeti de onun ilim aşkını
dile getirir: "Ey Allah'ın Resûlü, senden çok şey işitiyorum fakat
unutuyorum" diye müracaatta bulundum. Bana: "Rıdânı yay!"
dedi. Ben de yaydım. Dua buyurdu, sonra rıdamı toplayıp kucağıma kapadım.
Bundan sonra işittiğim hiçbir şeyi unutmadım".
Şu rivâyet, ondaki ilim aşkını Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yakinen bildiğini gösterir: Kendisinin
anlattığına göre bir defasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Kıyamet günü senin şefaatine kimler nail olacaktır?" diye sorar. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verir: "Ey Ebu Hüreyre,
başkalarına nazaran, hadîse karşı daha fazla hırs taşıdığını bildiğim için, bu
mevzuda buna ilk sual soracak kimsenin sen olacağını tahmin ediyordum. Kıyamet
günü benim şefâatime nail olacak, kimse, hulûs-i kalb ile lâilâhe illallah
diyen kimse olacaktır."
Şu rivâyet de Ebu Hüreyre'nin ilim ve
âhiret düşüncesine kendisini samimiyetle verdiğini gösterir: Bir gün Ebu
Hüreyre'nin kızı babasına gelerek:
"Babacığım, kız arkadaşlarım beni
ayıplıyorlar ve: "Baban seni niye altın takılarla tezyîn etmiyor?"
diyorlar" der. O şu cevabı verir: "Kızım, onlara şunu söyle:
"Babam cehennem eleminden korkuyor!"
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh), Yemen
gibi ilim ve hikmette üstünlüğü bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından te'yid edilmiş bulunan bir beldedendi. Müslüman olduğu zaman okuma
yazma bilmekten başka edebî zevk sâhibi olduğu da kabul edilmekte, bâzı
rivâyetlerin karînesine dayanılarak "Farsça" bildiği ve hattâ
"Habeşçe" de öğrendiği ifâde edilmektedir. Tevrat'ı da çok iyi
bildiği belirtilir. Kur'ân'la birlikte hadîsleri de yazmasında, onun sâhip
olduğu bu kültürel seviyenin rolü bulunduğu söylenebilir.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
hafızasının gücünü her ne kadar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın duasının
bereketi biliyor idiyse de, hadîsleri öğrenme hususunda zikre şayan gayret de
gösteriyordu. Bir rivâyette, "gecesini üçe ayırdığını, bir bölümünde
uyuyup dinlendiğini, bir bölümünde namaz kıldığını, bir bölümünde de hadîs
müzâkere ettiğini" belirtir.
El-Müstedrek ve diğer bir kısım
kaynakların kaydettiği üzere, hafızasının kuvveti ile ün salan Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'yi Emevî halifesi Mervan İbnu'l-Hakem bu yönden imtihan etmek
ister. Bir gün huzuruna çağırarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hadîslerinden sorar. Perde arkasına bir kâtip (Ebu'z-Zu'ayzu'a) oturtur. Katip
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin her söylediğini yazar. Katip der ki:
"Mervân sordukça sordu, ben de yazdım. Hadîslerin sayısı oldukça çoktu.
Bir sene kadar geçtikten sonra Mervân, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'yi tekrar
çağırdı. Aynı hadîsleri sormaya başladı. Ben yine perde arkasında cevaplarını
önceki yazdıklarımla karşılaştırarak tâkip ediyordum. Ebu Hüreyre ne bir kelime
fazla ne de bir kelime eksik söylemişti." Bu hâdise, hadîslerin
yazdırılıp, kontrol edilmesi gibi mühim hususları aydınlatması yönüyle ayrı bir
önem taşır.
Ebu Hüreyre'nin hadîslerinin yazıldığını
ifâde eden yegâne rivâyet bu değildir. Başka rivâyetler, onun hadîslerinin
tamamının, Ömer İbnu Abdilaziz'in yanında bulunan müstakil bir mecmuada mevcut
olduğunu gösterir. İbnu Sa'd'ın rivâyeti şöyle: "Ömer İbnu Abdilâziz,
Kesîr İbnu Mürre'ye mektup yollayarak, kendisine Resülullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Ashâbından (radıyallahu anhüm) işittiği hadîsleri yazmasını
talebetti. Mektupta "Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin hadîslerini hâriç
tut, yazma, zira onlar yanımızda mevcut" diyordu. Kesîr İbnu Mürre,
Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashabından (radıyallahu anhüm ecmaîn)
pek çoğunu görmüş birisiydi. Gördükleri arasında yetmiş kadar da Bedir savaşına
katılanlardan vardı."
Hemen hatırlatalım ki, daha sonraki
devirlerde de Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin rivâyetleri müstakil bir ünite
olma durumunu koruyacaktır. Nitekim Taberâni, el-Mucemu'l-Kebîr'inde alfabetik
sıraya göre sahâbeleri tasnîf ederek hadîslerini kaydederken Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh)'yi hâriç tutar. Çünkü onun rivâyetlerini müstakil bir te'lîfde
cemetmiştir.
Ebu Hüreyre Hazretleri (radıyallahu
anh)'nin rivâyetlerini talebelerinden Beşîr İbnu Nehîk de müstakillen
cemetmişir. Bir rivâyette şöyle der: "Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den
her işittiğimi yazardım. Ayrılacağım zaman, yazdıklarımı kendisine okuyarak:
"Bunlar benim sizden işittiklerimdir" (tasdik eder misiniz?) dedim. O
da: "Evet, benim rivâyetlerimdir!" buyurdu."
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin
Sahife-i Sahîha'sından bahsederken el-Hasan İbnu Ömer İbni Ümeyye ed-Damrî'den
kaydettiğimiz rivâyet de burada bir kere daha hatırlatılmaya değer. Zira, Ebu
Hüreyre'nin yaşlanarak hâfıza zindeliğini kaybettiği bir döneme rastladığı
anlaşılan vak'aya göre, kendisinin rivâyet etmemiş bulunduğu söylenen bir
hadîsten sorulunca, bunu hatırlayamamış, ancak el-Hasan ed-Damrî'yi evine
götürüp "pekçok kitab'ın bulunduğu odasına oturtarak, söz konusu hadîsi
bulunca: "Ben demedim mi, bir hadîsi rivâyet etmişsem, mutlaka yazdıklarım
arasında vardır" demiştir.
[69]
Kaynaklarımız tâ bidayetten beri, daha
sağlığında kendisine çeşitli itirazların yapıldığını haber vermektedir:
I- Çok rivâyette bulunması.
Bunun kaynağını Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in, herkesin Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hakkında rastgele rivâyette bulunmasını önlemek için,
hilâfeti sırasında koyduğu rivâyet tahdidi teşkil edebilir. Ayrıca üzerinde
duracağımız bu meselede Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) de nasîbini almış ve Hz.
Ömer (radıyallahu anh)in muâhazesinden geçmiştir. İlgili bahiste görüldüğü
üzere Hz. Ömer (radıyallahu ânh), Ebu Hüreyre
Hazretleri'ne
mülayim davranmıştır. Çok rivâyet etme suçlamalarına kendisi cevap vererek:
"...Eğer Allah'ın Kitabı'nda şu iki âyet olmasaydı bir tek hadîs bile
rivâyet etmezdim" demiş ve Bakara Sûresi'nin 159 ve 160. ayetlerini
okuduktan sonra açıklamıştır:
"Mekkeli (muhâcir) kardeşlerimiz
çarşı-pazar alış-verişle. Medineli Ensârî kardeşlerimiz ziraat ve bahçıvanlıkla
meşgul olurken Ebu Hüreyre, karnının açlıktan kazınmasını düşünmeden Allah'ın
Resülü (aleyhissalâtu vesselâm)'nden ayrılmadı ve yeni şeyler öğrendi."
Übey İbnu Ka'ab (radıyallahu anh) da Hz.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin öğrenme hususundaki üstünlüğünü te'yîden
şöyle der: "Ebu Hüreyre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan çok şey
sorma hususunda cür'etli idi. Bizim soramadığımız şeyleri o sorardı."
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Kim bir cenâzeye katılırsa bir
kırat sevab kazanır" sözünü nakledince bunu ilk defa işiten İbnu Ömer
(radıyallahu anh): "Şu rivâyet ettiğin şeye bak ey Ebu Hüreyre" diye
itiraz eder. Ebu Hüreyre de onu elinden tutup Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye
çıkarır ve konu hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ne söylediğini sorar.
Hz. Aişe Ebu Hüreyre'yi tasdik eder. Ebu Hüreyre "Beni, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinlemekten ne hurma fidanı dikmek ne de alış-veriş
alıkoymadı" der. İbnu Ömer de: "Ey Ebu Hüreyre sen hakikaten
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bizden daha iyi tanıyor, hadîslerini daha
çok biliyorsun" diye hakkı teslim eder. Belki de bu hâdiseden sonra
olacak, İbnu Ömer (radıyallahu anh)'e, Ebu Hüreyre'nin çok hadîs rivayet
ettiğini şikâyet eden kimseye: "Ebu Hüreyre'nin rivâyet ettiklerinden
şüphe etmekten Allah'a sığın. Rivâyette o cüretli davrandı, biz ise
korktuk" der.
Benzer bir tenkide Talha İbnu
Ubeydillah'ın verdiği cevap da burada kayda değer. Bir kimse gelerek Talha
(radıyallahu anh)'ya: "Ey Ebu Muhammed! Allah'a yemin olsun bir türlü
anlamıyoruz, nasıl olur da şu Yemenli (Ebu Hüreyre) mi Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı daha iyi biliyor, yoksa sizler mi? O, Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan sizlerin rivâyet etmediklerinizi rivâyet
ediyor" der. Talha İbnu Ubeydillah şu cevabı verir: "Allah'a kasem
olsun, şurası muhakkak ki, o, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
bizim
işitmediklerimizi işitti, bizim öğrenmediklerimizi öğrendi. Bizler zengin
kişilerdik, evlerimiz ve âilelerimiz vardı. (Biz onlarla meşguliyet sebebiyle)
Resûlullah (âleyhissalâtu vesselâm)'a sâdece sabah ve akşamları
uğrayabiliyorduk. Uğrayınca da çabuk ayrılıyorduk. Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) ise fâkir bir kimseydi ne malı, ne âilesi ne de evladı vardı. Onun eli
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın eli ile beraberdi, Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm) nereye gitse o da oraya giderdi. Onun, bizim
öğrenmediğimiz çok şeyi öğrendiğinden, dinlemediğimiz çok şeyi de dinlediğinden
asla şüphe etmiyoruz. Bizden hiç kimse, onu, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın söylemediği bir şeyi söylemekle de ithâm etmez."
Rivâyetler, Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'nin de Ebu Hüreyre'yi çok rivâyeti sebebiyle: "Ey Ebu Hüreyre, bize
kadar ulaşan ve tarafından rivâyet edilmiş olan şu hadîsler de ne oluyor? Yâni
senin işittiklerin bizim işittiklerimizden, senin gördüklerin bizim
gördüklerimizden ayrı mı?" diye itiraz ettiğini haber verir. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) ona da şu cevâbı verir: "Ey anneciğim! Seninle
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arasına ayna ve sürmedanlık girdi. Sen
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için süslenirken onlar seni meşgul ettiler.
Beni ise Allah'a yemîn olsun, hiçbir şey meşgul etmemiştir."
Yine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin
bir açıklamasına göre, kendisini çok rivâyet etmekle itham eden bir zâta hafızasının
sağlamlığını şöyle isbat etmiştir: "Halk, Ebu Hüreyre çok rivâyet ediyor
demişti. Rastladığım birisine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dün yatsı
namazında ne okudu?" diye sordum. Adam: "Bilmiyorum" diye cevap
verdi. Ben: "Cemaatte yok muydun?" dedim. "Hayır, vardım!"
deyince kendisine: Fakat, ben biliyorum, şu şu sûrelerini tilâvet buyurdu"
dedim".
2- Bâzı rivâyetlerine itiraz:
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri bazı rivâyetleri sebebiyle de tenkîde
mâruz kalmıştır. Mesela İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) Ebu Hüreyre'nin
"Ölüyü yıkayan yıkansın, taşıyan abdest alsın" sözüne itiraz
etmiştir. Aslında bu bir hadîs değil, fetvadır. Bu görüşe katılan başka
fakîhler de var, katılmayanlar da var. Keza Hz. Aişe, tek ayakkabı ile yürünmeyeceğine
dair rivâyeti sebebiyle Ebu Hüreyre'ye itiraz etmiştir. Başka örnekler de var.
Yorumcular diğer sahabelerle olan ihtilafların onun fıkhî anlayışından ileri
geldiğini, son derece güçlü iyi bir hadîsçi olmasına rağmen
hadîslerini
değerlendirip hüküm çıkarmada hadîsçiliği kadar başarılı olamadığını
belirtirler. Mesela şu vak'a bu duruma güzel bir örnek teşkîl eder:
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) bir gün
Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in yemek yedikten sonra abdest alıp
namaz kıldığını görür ve bundan "Ateşte pişmiş yemek yedikten sonra
abdest tâzelemek gerektiği" hükmüne varır. Ama, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) yemeğe oturduğu vakit abdestli miydi, abdestsiz miydi
araştırmayı düşünmemiştir. Müşâhedesini anlatıp bundan çıkardığı hükmü
söyleyince, fıkıh yönü üstün olan Abdullah İbnu Abbas (radıyallahu anh)
"Ateşte ısıtılan su ile (kış mevsiminde) abdest almanın caiz olup
olmayacağını" sorar. Ebu Hüreyre hatasını anlar ve susar.
Unutmamalı ki, Ashab arasında ihtilaf
sıkça görülen bir husustur. İtirazlar sadece Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye
karşı değildir. Sözgelimi irtidad edenlere karşı takip edilecek yol hususunda
Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh), Hz. Ömer (radıyallahu anh) başta diğer bir
kısım sahâbelere itiraz etti. Onlar: "Lailâhe illallah diyene kılıç
çekilmez" derken, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh): "Namazla zekâtın
arası ayrılmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a verdikleri tek çebişi
bile vermekten vazgeçseler, almak için savaşacağım" der. Keza Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ), Abdullah İbnu Ömer'in: "Ölü, yakınlarının ağlaması
sebebiyle azaba duçar olur" sözüne itiraz etmiştir. Keza İbnu Abbas,
kadının artığı ile abdest almanın mekruh olacağına dair Hakem İbnu Amir'in
rivâyetine itiraz etmiştir. Öyle ise bunları Ashab'ın müçtehidlik sıfatları ve
dinin içtihâd hakkında koyduğu umumi prensipler çerçevesinde değerlendirmek
gerekir. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hakkındaki itirazlar da öyle. Bunu
diğerlerinden ayırıp, büyütmek hiçbir surette normal olmaz. Esâsen itirazlar
yakından incelenince bunların "rivâyet"e değil, "fetvâ"ya,
"anlayış"a olduğu görülmektedir.
3- Tedlis iddiası: Şu'be
İbnu'l-Haccac, Ebu Hüreyre'nin hem Ka'bu'l-Ahbâr'dan hem de Resûl-i Ekrem
(aleyhissalâtu vesselâm)'den hadîs rivâyet ettiğini, ancak: bu iki rivâyetin
arasını tefrîk etmediğini söyleyerek Ka'b'ın isrâilî rivayetini, sanki
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işitmiş gibi göstererek
"tedlîs" yaptığını ileri sürmüştür.[70] Ancak Şu'be'nin bu
iddiasını Bişr İbnu Sa'îd şöyle reddetmiştir:
"Allah'tan korkunuz ve hadîs-i
şerifleri koruyunuz. Biz Ebu Hüreyre ile oturduğumuz zaman biz hem Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den hem de Ka'bu'l-Ahbâr'dan hadîs rivâyet
ederdi. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) kalkıp gidince, cemaatte beraber
oturduklarımızdan bazılarına bakardım da onların Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den rivâyet edilen hadîslerle, Ka'bu'l-Ahbâr'dan rivâyet edilen
hadîsleri birbirine karıştırdıklarını görürdüm"
Bu açıklamaya göre tedlîs Ebu
Hüreyre'den değil, onu dinleyenlerden ileri gelmiştir. İmam Şâfiî Hazretleri
(radıyallahu anh)'nin şehâdeti meseleyi aydınlatmaya yeterlidir:
"Ebu Hüreyre, devrinde yaşayan
hadîs râvilerinin hâfızası en sağlam olanı idi." Kasden tedlîs yapmaya ise
onun diyanet ve takvası müsaade etmez.
Dindarlık ve Zühdü: Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) ruhunda taşıdığı ilim aşkına denk bir zühd ve takva sâhibi
idi. Namaz, zikir ve istiğfarı çok yapardı. Hanımı, oğlu ve kendisi geceyi üçe
bölüp, sırayla uyanık kalırlardı. Hangisi nöbetini tamamlamışsa diğerini
uyandırıp öyle yatardı. Daha önce de belirttik, gecesinin üçte birini ibâdete
ayırır, birini de hadîs müzâkeresi ile geçirirdi. Rivâyetler, Ebu Hüreyre'nin
kilerinde, odasında, evinde ve binasının çıkış kapısında birer namazgahı
bulunduğunu, girerken çıkarken bunların her birinde ayrı ayrı namaz kıldığını
belirtir. İkrime, onun her gece on iki bin kere "sübhânallah"
dediğini haber verir. Meymûn İbnu Ebî Meysere de Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh)'nin bir akşam, bir de sabah olmak üzere iki defa seslice şöyle söylediğini
anlatır: "Gece gitti gündüz geldi. Firavun âilesi ateşe arzedildi".
Akşam olunca da: "Gündüz gitti gece geldi. Firavu'nun âilesi ateşe
arzedildi". Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin sesini kim duysa Allah'a
istiâzede bulunduğunu görürdü.
Şöyle derdi "Kimse, mazhar olduğu
nimeti sebebiyle fâcire gıbta etmesin. Çünkü peşini hiç bırakmadan onu tâkip
eden biri var: Cehennem".
Rivâyetlere göre, Ebu Hüreyre secde
esnasında zina yapmaktan, hırsızlıktan, küfre düşmekten, büyük günah işlemekten
Allah'a sığınırdı. Kendisine "Bunları işlemekten mi korkuyorsun?"
diye soruldu: "İblis hayatta olduğu, kalpleri dilediği şekilde çevirici
bulunduğu müddetçe, beni bu işlerden kim garantiler?" cevabını verir.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin ve bir
rivâyete göre Hz. Ümmü Seleme (radıyallahu anha)'nin de cenâze namazını Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) kıldırmıştır.
Ölüm yaklaştığı zaman ağlar. Kendisine
"Niye ağladın?" diye sorulunca: "Şu dünyamıza ağlamıyorum,
seferden sonrası için, azığımın azlığı için ağlıyorum. Ben cennetle cehennem
arasında gittim geldim. Hangisinde beni durduracaklarını bilemiyorum"
cevabını verir.
Ebu Hüreyre Hazretleri (radıyallahu anh)
paraya da değer vermezdi. Rivâyete göre bir gün Mervân kendisine yüz dinar
yollar. Ertesi gün tekrar adam göndererek: "Yanlışlık oldu, o parayı sana
göndermemiştim, başkasına vermeyi düşünmüştüm" diye geri ister. Bu parayı
alır almaz bağışlamış bulunan Ebu Hüreyre: "Ben onu zaten elden
çıkarmıştım, o benim ihsanım olmaktan çıktı ise verdiğim şahıstan sen al"
cevâbını verir. Mervân, kendisini denemek için böyle yaptığını açıklar.
Ebu Hüreyre sünnetin neşri hususunda
doymak bilmeyen bir aşk ve gayretle geçen bir hayattan sonra yetmiş sekiz
yaşında olduğu halde hicrî 58 yılında vefat etmiştir. Hayatı boyunca, halktan
olsun ulemâdan olsun gereken saygı ve alakaya mazhar olmuştur. İbnu Hacer 8000
den fazla sahâbenin kendisinden hadîs dinlediğini belirtir. 5375 rivâyetinden
325 tanesini Buhârî ve Müslim el-Câmi'û's-Sahîh'lerine ittifakla almışlardır.
Ayrıca Buhârî 93, Müslim de 189 hadîsinde infirad eder. Büyük otoritelerin
itizar ve alâkasından sonra Mutezilî, Şi'î, Hâricî, câhil, İslâm düşmanı, gâfil
çevrelerden O yüce zâta vâki sataşmalar, dil uzatmalar hiçbir değer ifade
etmez. Allah şefâatine mazhar kılsın. (Radıyallahu anh).
[71]
Abdullah İbnu Ömer İbni'l-Hattâb
el-Kureşî el-Adevî, Annesi Zeyneb Bintu Maz'ûn'dur. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a peygamberliğin gelişinin üçüncü yılında doğmuştur. On yaşında iken
hicret etmiştir. 84 yılında da vefat etmiştir. Vefatında 87 yaşındaydı. Bu
hesâba göre hicret sırasında 13 yaşında olması gerekir. Bedir Savaşı sırasında
13 yaşında olduğu da bilinmektedir. Müksirundandır. 2630 hadîs rivâyet
etmiştir.
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)
babasıyla beraber müslüman oldu,
hicret etti. Bedir
Savaşı'na katılmak istedi. Küçük olduğu için alınmadı. Uhud için de öyle oldu.
Hendek'e katıldı, çünkü Hendek Harbi sırasında 15 yaşına basmıştı.
Abdullah iri, esmerce bir zattı. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'dan çok hadîs rivâyet edenlerdendir
(müksirun). Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ebu Zerr, Hz. Muâz, Hz.
Aişe, vs. pek çok Ashab (radıyallahu anhüm ecmain)'dan hadîs rivâyet etmiştir.
Kendisinden de Câbir, İbnu Abbâs, oğulları Sâlim, Abdullah, Hamza, Bilâl, Zeyd,
Abdullah ve kardeşinin oğlu Hafs İbnu Âmur; Kibâru't-Tabiîn'den Sâd İbnu
Müseyyeb, Eslem Mevla Ömer, Alkame İbnu Vakkâs, Ebu Abdirrahman en-Nehdî,
Mesrûk vs. hadîs rivâyet etmişlerdir. Ashâbın âlimlerindendir. Bilhassa hacla
ilgili menâsiki en iyi onun bildiği kabul edilir.
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)
sünnete bağlılığıyla meşhurdur. Öylesine ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın her indiği yere inmiş, her namaz kıldığı yerde namaz kılmış,
dibinde istirahat ettiği ağacın altında istirahat etmiştir. Resûlullah
(aleyhisselâtu vesselâm) yanında her anılışta İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in
ağladığı belirtilir.
Mescid-i Nebevi'nin "Suffe"
kısmında yatıp kalkanlardandı. Kendisi şunu anlatır: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sağ iken, kim ne rüya görse anlatırdı. Ben de rüya
görsem diye temennîde bulunurdum. Ben genç, bekar bir delikanlı idim, Mescid-i
Nebevî'de yatıp kalkardım. Birgün rüyamda iki melek geldi beni götürdüler...
Ben bu rüyayı kardeşim Hafsa'ya anlattım, o da Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a anlatmış" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Abdullah
ne iyi insan, bir de gece namazı kılsa" buyurmuş. Sünnete bağlılığın
zirvesinde olan Abdullah bu tavsiyeden sonra geceleri pek az uyur olmuştur.
İbnu Mes'ud: "Kureyş gençlerinin dünyada nefsine en çok hâkim olanı
Abdullah İbnu Ömer'dir" demiştir. Abdullah'ın dünyaya meyletmediği,
Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra da, önceki hâletini
ölünceye kadar hiç değiştirmeyen Ashâbtan yegane kişi olduğu belirtilir. Ebu
Seleme: "Ömer İbnu'l-Hattâb öyle bir devirde yaşadı ki, kendisinin
benzerleri vardı. Oğlu Abdullah öyle bir zamanda yaşadı ki, onun benzeri
yoktur" demiştir. Abdullah (radıyallahu anh)'ın eşsiz hâli, "Vefat
ettiği zaman, hayatta kalanların en hayırlısı idi". "Verâ yönüyle ondan
ileri olanı
yoktu" gibi sözlerle ifâde edilmiştir. Câbir İbnu
Abdillah: "İçimizden herbirine dünya meyletti, biz de dünyaya meylettik,
Ömer'le oğlu Abdullah hâriç" demiştir.
Nafi'nin şu rivâyeti bunu te'yîd ettiği
gibi cömertliğine de bir örnek teşkil eder: "İbnu Ömer (radıyallahu anh)
bir defasında otuz bin dirhem dağıtır, sonra bir ay müddetince tek parça et
yiyemezdi. "Nâfi'ye "Yoksa İbnu Ömer et yemez miydi" diye
sorulur. "Hayır" der, "Yerdi, eğer oruçlu ise veya sefere
çıkmışsa. Bu durumlarda daha çok yerdi."
İbnu Ömer (radıyallahu anh)'e sünnete
bağlılık başkalarında görülmeyen bir üstünlük kazandırmıştı.
Şa'bî, İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in
hadîste çok üstün olduğu halde, fıkıhta bu derece başarılı olamadığını
belirtir. Bu belki de onun dinî meselelerde çok ihtiyatlı olmasından ileri
geliyordu. Çünkü fetva vermekte, dindarlığı sebebiyle, şedîd bir ihtiyat ve
çekinmeye sahîpti, hususan kendisiyle ilgili ise. Bu yüzden, Şam ehlinin çokça
muhabbet ve arzularına rağmen hilâfet meselesinde nizâya girmedi. Hz. Osmân'ın
ölümünden sonra, bir grup insanla yanına gelen Mervân İbnu'l-Hakem: "Şam
ehli seni istiyor" diyerek halifelik bi'atı yapmak ister. Abdullah
(radıyallahu anh): "Iraklılarla ne yapacağım?" diye sorar. Mervân
"Onlarla harb edersin!" deyince:
"- Allah'a yemin olsun! Bütün
insanlar bana itaat edip, sâdece Fedek halkı hâriç kalsa, onlarla mücadeleye
girip tek kişiyi öldürecek olsam yine de bu işe girmem" der.
Hiç bir surette fitnelere katılmadı. Hz.
Ali'nin yaptığı savaşlara da katılmadı. Ancak sonradan asilere karşı Hz. Ali
(radıyallahu anh)'nin yanında yer almadığına pişman olmuş ve hatta öleceği
sırada: "İçimde dünya ile ilgili tek pişmanlığım var, o da âsi gruba karşı
mücâdele etmemiş olmam" demiştir.
İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in ilk
katıldığı gazve Hendek'tir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında
seriyyelerden geri kalmamış vefatından sonra da hacc'a düşkün olmuştur. Câfer
İbnu Ebi Talib'le Mûta Gazvesine iştirak etmiştir. Yermuk Savaşı, Mekke Fethi,
Mısır ve İfrikiyye'nin fethi, Hudeybiye'de Bey'atu'r-Rıdvân İbnu Ömer'in
katıldığı seferlerden hatıra gelenleridir.
İbnu Ömer (radıyallahu anh) çok
cömertti, bol bol sadaka verirdi. Bir mecliste otuz bin dirhem bağışladığı
olmuştur. Mal ve mülkü içerisinden hoşuna gidenleri öncelikle bağışlardı.
Kölelerinden, onun bu huyunu öğrenenler kendilerini Abdullah (radıyallahu
anh)'a beğendirerek azâd edilmelerini sağlamak için, namaza niyaza başlarlar,
camiye cemaate daha çok devam etmeye gayret ederler, gözüne girerlerdi. O da
böylelerini hemen âzad ederdi. Kendisine: "Ey Ebu Abdirrahman, onlar seni
aldatıyorlar, içlerinden gelerek yapmıyorlar" diyenlere şu cevabı verirdi:
"- Biz Allah yolunda aldatmak
isteyenlere hemen aldanmaya hazırız!" Bir defasında Medine civarında
rastladığı bir çobanın dürüstlüğü çok hoşuna gider. Dönüşte sürüyü çobanıyla
birlikte satın aldıktan sonra çobanı azad eder ve epeyce de koyun bağışlar. Bir
seferinde de çok sevdiği Remse adlı câriyesini azad eder ve gerekçe olarak
"Cenâb-ı Hakk'ın: "Sevdiğiniz şeylerden bağışlamadıkça iyilikte
kemâle (birr'e) erişemezsiniz." (Al-i İmrân: 3/92) dediğini
işittim" der. İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in bütün bu zâhidâne
davranışlarında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisine yaptığı şu
tavsiyesinin bir tatbikini görmemek mümkün değil:
“Ey İbnu Ömer! Dünyada,
tıpkı bir garîb yabancı bir yolcu gibi ol. Kendini kabir ehli arasında addet.
Ey İbnu Ömer! Bilki kabirde de dinar ve de dirhem var. Oradaki sermaye, dünyada
işlenmiş olan hayırlar ve şerlerdir. Cezaya ceza, kısasa kısastır. Dünyada
çocuğundan yüz çevirme ki, Allah da ahirette senden yüz çevirmesin, şâhidlerin
huzurunda rezîl etmesin..."
Hz. Abdullah İbnu Ömer 73 yaşında, İbnu
Zübeyr'in katlinden üç ay kadar sonra vefat ediyor. Ölümüne de Haccâc sebep
oluyor. Şöyleki: Haccâc bir gün halka hitabetmiş, sözü uzatarak namaz vaktini
daraltmıştı. İbnu Ömer (radıyallahu anh): "Güneş seni beklemiyor!"
diye müdâhele eder. Bu müdâheleden doğan tatsızlıktan intikam almaya karar
veren Haccâc, bir adama emrederek, zehirli bir okun ucunu kalabalıktan hasıl
olan bir sıkışıklık esnasında ayağının sırtına batırır.
Oktan geçen zehir sebebiyle hastalanan
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) bir müddet yatar ve ölür. Allah ondan ve
emsâlinden ve onu kendine örnek edinenlerden râzı olsun.
[72]
Enes İbnu Mâlik İbni'n-Nadr İbnu Damdâm.
Medinelidir ve Hazrec Kabîlesi'ndendir.
Çok hadîs rivâyet edenlerden (müksirun)
biridir. 2286 hadîs rivâyet etmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
hicretle Medine'ye geldiği zaman on yaşlarında bir çocuk olan Enes (radıyallahu
anh)'i annesi Ümmü Süleym, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a getirip:
"Bu sana hizmet etsin" diye teslim eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) kabul buyurup onu Ebu Hamza diye künyelemiştir. Hamza, Enes'in
topladığı ekşi bir sebzenin adıdır.
Enes hazretleri, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) vefat edinceye kadar on yıl boyu hizmet edecektir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zü’l-üzüneyn (iki kulaklı) diyerek de ona
zaman zaman takılıp, şaka yapacak, zaman zaman tepesindeki perçeminden
tutacaktır.
Bazı rivâyetler Enes (radıyallahu
anh)'in Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)'e hizmet maksadıyla Bedir
Gazvesi'ne katıldığını belirtir. Ancak, yaşça küçük olduğu için, Bedir ashâbı
arasında zikri geçmez. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Enes için mal ve
evladca bolluğa ve ömrü uzunluğa ermesi için hayır duada bulunmuştur. Bu duanın
bereketiyle olacak bol mala kavuşmuştur. Hatta bahçesindeki ağaçlardan yılda
iki sefer meyve aldığı belirtilir. Keza bahçedeki reyhanların "misk"
kokusu verirdi. Yine aynı duanın bereketiyle, ikisi kız yetmiş sekizi erkek
seksen kadar çocuğu dünyaya geldiği, çocuklarının torunlarıyla sulbünden
gelenler 125'e ulaştığı belirtilir. Cenâb-ı Hakk ömrünü de uzun kılmış bir
rivâyete göre yüz üç, hatta yüz yedi yaşında vefat etmiştir. Kendisi: "O
kadar çok yaşadım ki, hayattan bıktım" der.
Ölüm tarihi ihtilaflıdır: Hicri, 90, 91,
93.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
vefatından sonra, Enes (radıyallahu anh) hazretleri Medine'de ikamet etmiştir.
Sonra fetihlere katılmış ve Basra'ya yerleşmiş, orada vefat etmiştir. Ali
İbnu'l-Medini, Basra'da en son ölen sahâbe'nin Hz. Enes (radıyallahu anh)
olduğunu söyler.
Bazı rivâyetler Enes'in, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'le sekiz kere gazveye katıldığını belirtir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın saçından bir teli dilinin altında taşıdığını ve
öldüğü zaman o tel dilinin altında olduğu
halde defnedildiğini yine
rivâyetler belirtir. Bir başka rivâyette ise, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan kalma bir çubuğu berâberinde taşıdığı, ölünce kefeni ile koltuğu
arasına konup defnedildiği kaydedilir.
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh):
"Namazı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazına en çok benzeyen
kimse Ümmü Süleym'in oğludur" diyerek Enes'i kastedmiştir. Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh), Enes'i Bahreyn'e göndermek ister. Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in fikrini alır. Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Gönder, o, akıllı ve
okuma-yazma bilen biridir" der. Ahmed İbnu Hanbel'in bir kaydına göre,
Enes'i annesi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hizmetine verirken:
"Bu okuma-yazma bilen bir çocuktur" demiştir.
Enes İbnu Mâlik iyi ok atar, hedefe
isabet ettirirdi. Ömrünün sonuna kadar atıcılığı bırakmadı. Çocuklarına da
gözünün önünde atış yarışı yaptırırdı. Hatta onlarla yarış yapıp, isabetli
atışta onları geçtiği belirtilir.
Yüzüğünün kaşında oturmuş bir arslan
nakşedildiği, dişlerini altınla takviye ettiği, ibrişim giydiği, ibrişimden
sarığı olduğu mervîdir.
Haccâc-ı Zâlim tarafından hakaret olsun
diye boynuna mühür vurulanlardandı. İbnu'l-Esîr'in Usdü'l-Gâbe'de kaydettiğine
göre hicrî 74 yılında, Sehl İbnu Sa'd, Enes İbnu Mâlik, Câbir İbnu Abdillah
gibi ashâbtan bâzılarını "Emiru'l-Mü'minin Osman (radıyallahu anh)'a niye
yardım etmediniz?" gibi bir bahane uydurarak sîgaya çekmiş, "yardım
ettik" diyene de "yalan söylüyorsun" diyerek, onları tahkîr ve
tezlil etmek, halkın onlardan hadîs dinlemesini önlemek maksadıyla boyunlarına
mühür vurdurmuştur. Mührü, Hz. Câbir'in boynuna değil eline vurduğu ayrıca
belirtilir.
[73]
Sünnete hizmeti büyük olanlardan biri
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'dir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yegane
bâkire zevceleri ve Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahu anh)'ın kızıdır.
Annesi Ümmü Rumân'dır. 2210 adet hadîs rivâyetiyle müksirûn arasında yer alır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
onunla, Hz. Hatice'nin vefatından üç yıl sonra evlenmiştir. Hz. Hatice
(radıyallahu anhâ)'nın vefatı hicretten üç yıl önce olmuştur, dört veya beş yıl
önce öldüğü de söylenmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le
nikahlandığı zaman Hz. Aişe altı veya yedi yaşında
idi.
Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hicretten sonra Medine'de gerdek
yapmıştır ve bu sırada Hz.Aişe dokuz yaşındadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), Hz. Aişe'ye Kızkardeşi Esmâ'nın oğlu Abdullah İbnu Zübeyr'in ismiyle
Ümmü Abdillah diye künye vermiştir.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin
Peygamberimizin (aleyhissalâtu vesselâm) yanında müstesna bir yeri vardı. Onu
diğer zevcelerinden daha çok severdi. "Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü
"serîd"in diğer yiyeceklere üstünlüğü gibidir" derdi.[74] Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e Ashab'tan biri hediye göndermek istese Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hz. Aişe'yle beraber olduğu günü kollardı. Çünkü
onunla birlikte olduğu zaman gelen hediyeleri kabul ederdi. Bu durum diğer
hanımların şikâyetine sebep oldu. Hepsinin gününde gelen hediyeleri kabul
etmesini taleb ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öbürleri adına
teklifi getiren Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)'ya cevap vermez. Üç defa ısrar
edince:"- Ey Ümmü Seleme! Aişe hakkında beni üzmeyin. Zira, Allah'a
yeminle söylüyorum, hiçbir zaman ondan başkasının yorganı altında iken bana
vahiy gelmemiştir." cevabını verir.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
risâlet şahsiyeti nokta-i nazarından Hz. Aişe'nin üstünlüğünü te'yid eden şu
vak'a da kayda değer: Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey
Aişe! İşte Cebrâil! Sana selam söylüyor" buyurur. Hz. Aişe de: "Ve
aleyhi's-selam ve rahmetullahi" der.Hz. Aişe'nin faziletini tesbit ve
te'yid eden bir diğer rivâyette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
onunla evlenmesi söz konusu olduğu sıralarda, Cebrail (aleyhisselam) rü'yada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yeşil renkli bir ipek kumaş içerisinde
Hz. Aişe'nin suretini göstererek: "İşte senin dünyada ve âhirette
zevcen" buyurur. Rivâyetler, Hz. Aişe'nin rüyada, bu şekilde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a iki defa gösterildiğini belirtir.Amr İbnu'l-As
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni
Zâtu's-selâsil Gazvesi'ne komutan yapmıştı. (Yanında en sevgili kimse olduğum
için beni komutan yaptığını düşünerek) huzuruna çıkarak:
"Ey Allah'ın Resûlü, size,
insanların en sevgili olanı kimdir?" dedim.
- "Aişe!" diye cevap
verdi.
- "Sonra kim?" dedim. Bu sefer
de:
- "Babası!" diye cevap
verdi".
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer zevcelerine karşı tefâhur için, kendisinin on
noktadan üstün olduğunu söyleyecektir:
"Ben on vasıfla üstün kılındım: Cebrâil suretimi getirdi,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bâkire olarak sâdece benimle evlendi,
annesi ve babası da muhâcir olan zevcesi sâdece benim. Allah, benim suçsuzluğum
üzerine semâdan âyet indirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) benimle
berâber iken vahye mazhar olurdu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ben
aynı kabtan guslederdik, ben onun önünde uzanmış yatarken namaz kılardı,
(hastalığında ben tedâvi ettim) benim göğsüme dayalı olarak benim odamda ve
benim gecemde son nefesini verdi, benim odamda defnedildi."
Rivâyetler Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'nin Cebrâil (aleyhisselam)'i odasında, Dıhye suretinde, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'le alçak sesle konuşurken gördüğünü belirtir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bu rü'yetin vukuuna -tahkikle- kâni olunca: "Şurası
muhakkak ki, büyük bir hayır gördün" buyurmuştur.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ya tanınan bu
imtiyazlı durum, gerçekten boşa değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın getirdiği risalet'e, yani İslâm'a hizmeti büyük olmuştur.
Herşeyden önce, müstesnâ bir kabileyete sâhiptir. Zekîdir. Çok hadîs bilmenin
yanında, hadîslerden hüküm çıkarmada mâhirdir, yâni fıkıh yönü de vardır. Şa'bî
gibi bazıları Abdullah İbnu Ömer için bile: "İyi bir hadîsçi olmakla
birlikte, iyi bir fakîh değildir" dedikleri halde, sahâbenin büyüklerinin
Hz. Aişe'den ferâiz sorduğunu, Ata'nın: "Aişe insanların en fakihlerinden,
rey yönüyle en isabetlilerindendir." dediği belirtilir. Ebu Musâ:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabı olan bizler herhangi bir
hadîs'i anlamak veya herhangi bir meseleyle ilgili hadîs hatırlamakda zorluk
çeksek Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ya sorardık da onda mutlaka bir ilim
(hadîsse yorumunu, hâdiseyse hükme bağlıyacak uygun bir hadîsi) bulurduk"
der. Mesruk, Hz. Aişe'den bir hadîs rivâyet etse, hadîsin kıymetini tebârüz
ettirmek için: "Bana Sıddık'ın kızı Sıddîka, kusurlardan tebrie edilmiş
kusursuz zât (el-Berî'etu'l-Müberre'e) rivâyet etti" derdi. Zührî de:
"Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın diğer zevcelerinin ve hattâ bütün kadınların ilmi toplansa,
Aişe'ninki hepsini geçer" demiştir.
Aslında Hz. Aişe'nin üstünlüğü hadîs ve
fıkıh bilgisine münhasır değildir. Devrinde muteber olan pek çok
"kültür" dalında mümtaz olduğu belirtilir. Bu cümleden olmak üzere
Urve: "Ben, der, fıkıhta olsun, tıpta olsun, şiirde olsun, Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'dan daha bilgin birisini görmedim." Urve devamla:
"Aişe'nin, ifk kıssasından başka hiçbir fazileti olmasa bile, tek başına
bu rıza, fâzîlet olarak ona yeter, zira kıyamete kadar okunacak olan Kur'ân'ın
bir bahsi onun hakkında nâzil olmuştur" der".[75]
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan çok rivâyette bulunurdu. Kendisinden, başta Hz.
Ömer pekçok sahâbe ve Tâbiîn hadîs rivâyet etmiştir. Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'ın ondan naklettiği hadîslerden bir tanesi şudur:
"Ata binin, ok atın, ayakkabı giyin.
Yabancıların ahlâkından, içki içilen bir sofraya oturmaktan sakının. Bir erkek
veya kadın mü'min için peştemalsiz -hastalık hâli hâriç- hamama girmesi helâl
değildir". Zira, Aişe (radıyallahu anhâ) bana bildirdi ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) -benim yatağımda oturmuş halde iken-
buyurdu ki: "Hangi mü'mine kadın, örtüsünü kendi evinden başka bir evde
bırakırsa, kendisi ile Aziz ve Celîl olan Rabbi arasındaki edeb perdesini
yırtmış olur".
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) dindar ve son
derece cömerttir. Yıl orucu (savmu'd-dahr) tuttuğu rivâyetlerde gelmiştir.
Sehâvetiyle ilgili olarak Ümmü Zerre (radıyallahu anhâ) şunu anlatır:
"İbnu Zübeyr Hz. Aişe'ye yüzbin (dirhem)lik bir meblağı iki torba içinde
gönderdi. Hz. Aişe bir tabak istedi. O gün oruçlu idi. Bu paraları tabak tabak
halka dağıttı. Akşam olunca: "Kızım iftarlığımı getir" dedi. Ümmü Zerre
"- Ey mü'minlerin annesi, o
dağıttığın paradan bir dirhemiyle de kendine et aldırıp şimdi onunla iftarını
yapsan olmaz mıydı?" dedi. Hz. Aişe:
"- Böyle sert olma! O zaman
hatırlatsan öyle yapardım" cevabını verdi." Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ) yaptığı ibâdetleri yetersiz bulur, Allah'ın huzuruna öyle çıkmaktan
korkardı. Bu sebeple ölüm yaklaştığı zaman, (Ebu Câfer'e göre tevbe olarak):
"Keşke yaratılmasaydım, keşke bir ağaç, (şu ağacın yaprağı) olsaydım,
tesbîh (ve ibâdetimi) yapar üzerimdeki (kulluk) borcumu eda ederdim" der.
Keza Hz. Meryem'in sözünden[76] iktibas sûretinde
"Keşke ölünce unutulup gitsem" dediği de rivâyet edilir. Bu bapta Amr
İbnu Seleme'nin rivâyeti daha dokunaklıdır. Buna göre Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ):
"Allah'a kasem olsun! Bir ağaç
olmayı ne kadar isterdim. Allah'a kasem olsun toprak olmayı ne kadar isterdim.
Allah'a kasem olsun Allah'ın beni hiç yaratmamış olmasını ne kadar
isterdim" derdi.
Yine ölümüne yakın, İbnu Abbas huzuruna
girip, yukarıda kendisinden kaydettiğimiz, efdaliyetini ifâde eden vasıflarla
kendisine iltifat eder. Ancak Hz. Aişe bundan memnun kalmaz. İbnu Abbâs
(radıyallahu anh)'dan sonra yanına giren İbnu'z-Zübeyr'e: "Abdullah İbnu
Abbâs beni övdü, bugün artık kimsenin beni övmesini işitmek istemiyorum,
unutulup gitmeyi ne kadar isterdim" der. Yine rivâyet edilir ki, Hz. Aişe
ölümü sırasında şu vasiyette bulunmuştur: "Ben Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den sonra hâdiseler çıkardım, (Bu sebeple onun yanına
defnedilmeye layık değilim), beni Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer
zevcelerinin yanına defnedin." Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin: "Evlerinizde
oturun" (Ahzâb: 33/33) meâlindeki âyeti okuyunca başörtüsü ıslanıncaya
kadar ağladığını görenler olmuştur.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) hicretin 57
veya 58. yılında bir ramazan günü vefat etmiştir. Vitir namazından sonra Bakî
Mezarlığı'na defnedilir. Namazını da Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) kıldırır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu sesselâm)'ın vefatında 18 yaşında olan Hz. Aişe,
vefat ettiği zaman 66 yaşındaydı (Radıyallahu anhâ).
[77]
Abdullah İbnu Abbâs İbni Abdilmuttalib
İbni Hâşim el-Kureşî el-Hâşimi: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcası
Abbâs'ın oğludur. Büyük oğlu Abbâs'la künyelenir ve Ebu'l-Abbâs denir. Annesi
Ümmü'l-Fadl-Lübâbetu'l-Kübra'dır. Lübâbe'nin babası da Hâlid İbnu Velîd'in
dayısı olan el-Hâris İbnu Hazn'dır.
İbnu Abbas (radıyallahu anh) çok hadîs
rivâyet eden sahâbelerdendir (müksirûn). 1660 hadîs rivâyet etmiştir. Her
hususta ve bilhassa tefsîrde ilmi çok geniş idi. Bu sebeple kendisine el-Bahr
(Deniz) denmiştir. Habru'l-ümme (Ümmetin bilgini) onun bir diğer lakabıdır.
Habru'l-Arab da denmiştir. Tercümânu'l-Kur'an en yaygın lakabıdır.
İbnu Abbâs (radıyallahu anh) Mekke
döneminde hicretten üçyıl önce, Benû Hâşîm ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Kureyş tarafından boykot ve muhâsara edildikleri esnada doğmuştu.
Hz. Peygamber'e getirildi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu kucağına
oturtup mübârek tükrükleriyle tahnîk edip damağını ovdu. Böylece midesine giren
ilk şey, bu nevebi tükrük oldu. İbnu Abbas (radıyallahu anh) iki defa Cebrâil
(aleyhisselam)'a görme, mükerrer fırsatlarda da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in dualarına mazhar olma şerefine ermiştir. Şöyle der:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni kucaklayıp bağrına bastı ve: "Allah'ım
buna hikmeti öğret" dedi" Resûlallah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
onun başını okşayıp, ağzına tükürdüğü "Allahım bunu dinde fakîh kıl,
Kitab'ın te'vîlini (Tefsir) öğret" diye dua ettiği muhtelif
rivâyetlerde gelmiştir.
Bu duaların bereketine onda hâsıl olan
ilim aşkını kendi rivâyetinden takip edelim: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) vefat ettiği zaman, Ensar'dan bir zâta: "Gel seninle berâber
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbını dolaşıp hadîs soralım, şimdi
onlar sayıca çoklar" dedim. Bana: "Sana hayret doğrusu! Görüyorsun,
bütün halk sana muhtaç" dedi ve teklifimi kabul etmedi. Ben tek başıma
Ashâb'a hadîs sormaya başladım. Bir kimsenin hadîs bildiğine dair bir haber
bana ulaşsa, hemen onun kapısına gider, ridâmla kapıya dayanır beklerdim. Bu
esnada esen rüzgâr yüzüme toprak savururdu. Adam bir ara çıkıp beni görünce:
"Ey Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcasının oğlu! Niye buraya
kadar gelip zahmet çektin! Birisini bana göndermen
kâfiydi,
ben sana gelirdim" derdi. Ben kendisine: "Hayır, senin ayağına gelip
hadîs sormak bana düşer, uygun olanı benim gelmemdir" diye cevap
verirdim". İbnu Abbâs (radıyallahu anh) sözlerini şöyle tamamlıyor:
"- (Beraber hadîs takib etmeyi
teklif ettiğim Ensârî zât (uzun müddet) yaşadı. Hadîs sormak üzere halkın
etrafımda toplandığını görünce: "Bu genç benden akıllı çıktı"
dedi".
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
vefatında onüç yaşında olan İbnu Abbas (radıyallahu anh), rivâyet ettiği
hadîsleri, yukarıki rivâyetin açık şekilde gösterdiği üzere, Ashâbı teker teker
dolaşıp onlardan sorarak öğrenmiştir. Rivâyet ettiği 1660 hadîsten pek azı
doğrudan görüp, işittiği şeye dayanır. Âlimler bunun rakamını vermeye
çalışırlar. İttifak edilen miktar dörttür. Kırk kadarı da ihtilaflıdır, gerisi
mürsel'dir.[78]
Rivâyetler, İbnu Abbâs (radıyallahu
anh)'ın âyetlerin esbab-ı nüzûlünü öğrenmek için, vak'a şahitlerini, nüzûle
sebep olan şahısları, arayıp bularak, kendilerinden sorma yollarını
araştırdığını gösterir. Şu rivâyet bu hususu te'yîd eder: Ubeydullah İbnu Ali
İbni Ebî Râfi anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallahu anh) Ebu Râfi'ye gelip:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) falanca gün ne yaptı? diye
sorardı": Ebu Râfi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın azadlısıdır.
İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ın
berâberinde söylediklerini yazan bir kâtip vardı. İbnu Abbâs'ın haşmette,
ilimde, elbise, cemâl ve kemâlde, Araplar arasında bir benzerinin olmadığı
ifâde edilir. Kendisi şöyle buyurmuştur: "Biz Ehl-i Beytiz, nübüvvet
ağacıyız, meleklerle haşir neşir olduk, Risalet beytinin ehliyiz, Rahmet
beytinin ehliyiz ve ilmin mâdeniyiz." Bedeni tasvirini yapanlar: İri,
boylu, yakışıklı, sarıya çalan beyaz renkte, güzel yüzlü olduğunu, saçlarının
gür ve kınayla boyadığını, fasîh olduğunu belirtirler.
İbnu Abbas (radıyallahu anh), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın duası bereketine gerçekten mümtaz bir ilme ve nâfiz
bir anlayışa, derin bir fıkha mazhar olmuş idi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onu,
bir çoğunun itirazına bile sebep olacak kadar genç yaşta istişâre meclisine
almıştı. Müşkil bir mesele ile karşılaşınca genç Abdullah'ı çağırır: "Bize
zor bir dâva getirildi, bu ve benzerleri ancak senin işindir, (hallet)!"
derdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onun verdiği hükmü olduğu gibi benimserdi. Bu
durumu anlatan râvi der ki: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu çeşit
çetrefilli meselelerde İbnu Abbas (radıyallahu anh)'dan başkasına başvurmazdı.
O Ömer de, Ömer'di. (Yani Allah ve müslümanlar için içtihadda selahiyetli ve
mâhir biri olduğu halde İbnu Abbas'a müracaat eder, kadrini, liyakatini takdir
ederdi)". Hz. Ömer (radıyallahu anh) onun için: "O, olgunların
gencidir, çok soran bir dile, çok öğrenen bir kalbe sahiptir" derdi.
Ubeydullah İbnu Abdillah, İbnu Abbas'ın
ilim, fıkıh, hilm, neseb ve te'vîl'de bütün insanları geçtiğini belirtir ve
şöyle derdi: "Ben, Hz. Peygamber'in hadîslerini bilmede, Hz. Ebu Bekir,
Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın fetvalarını tanımada ondan daha ileri, rey'de daha
nâfiz, şiirde, Arapça'da, Kur'ân tefsîrinde, hesapta, farzlarda daha bilgin,
çözümüne muhtaç olunan meselelerde re'yi daha keskin birisini bilmiyorum".
Bu zat, sözünü, te'kidli bir üslubla şöyle noktalar:- İbnu Abbas, haftanın bir
gününde ilim halkasına oturur o gün sadece fıkıhtan bahsederdi, bir başka gün
sâdece te'vîl (Kur'ân tefsiri) üzerinde dururdu, bir başka günün mevzuu megâzî
(Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm'ın savaşları), başka gün şiir, bir başka
gün eyyâmu'l-arab (arab tarihi) olurdu. Onun halkasına oturan her âlim ona
karşı saygıyla ürperir, her soru sâhibi mutlaka sorduğunun cevabını
alırdı". İbnu Abdilber'in kaydettiği rivâyet "her sınıf insanın"
onda, aradığı ilmi bulduğunu belirtir.
Tâvus'a: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın onca büyük sahâbelerini bırakıp bu çocuğun peşine mi düştün?"
dediler. Şu cevâbı verdi: "Ben Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ın
Ashâbından yetmiş (bir rivâyette beş yüz) tanesini gördüm. Ancak, bir meselede
ihtilaf ettiler mi, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın kavlini
benimsiyorlardı". Bir başka rivâyette "...İbnu Abbâs'a muhâlefet etseler
"O mesele senin dediğin gibidir" "Sen haklıymışsın" demeden
dâğılmazlardı" der.
İbnu Abbâs'ın ilim meclisleri hakkında
Atâ da şu bilgiyi verir: "Ben İbn-i Abbâs (radıyallahu anh)'ın meclisi
kadar değerlisini görmedim, fıkıhça en zengin, haşyetçe en büyük olan idi.
Fıkıh ashabı onun yanında, Kur'ân ashâbı
onun yanında, şiir ashabı onun yanında idi. Onların herbirine geniş bir
vadiden rivâyet sunardı."
Abdullah İbnu Ebî Yezîd, İbnu Abbâs'ın
fetva usül'ünü şöyle açıklar: "İbn-i Abbâs (radıyallahu anh)'a bir şey sorulduğu
vakit, cevabı Kur'ân'da varsa onu söylerdi. Kur'ân'da yoksa ve sünnette varsa
onu söylerdi. Sünnette yoksa fakat Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahu anhüm)'de
varsa onu söyler, bunlarda da yoksa kendi, re'yini söylerdi."
Bâzı rivâyetlerden İbnu Abbâs'ın
tedrisatının alâka ile takip edildiği, çok istifadeli geçtiği anlaşılmaktadır.
Sâd İbnu Cübeyr memnuniyetini şöyle ifade etmiştir: "Ben İbnu Abbâs
(radıyallahu anh)'dan hadîs dinler (öyle memnun kalırdım ki) izin verse
başından öperdim". Ebu Vâil'in anlattığına göre, İbnu Abbâs'ın, Nur Sûresi
ile alakalı açıklamasını dinleyen bir zât memnuniyet ve takdirini: "Bunu
Deylem halkı dinleseydi mutlaka müslüman olurdu" diyerek ifade eder. Hac
mevsiminde yaptığı konuşmaları dinleyen A'meş de: "İranlılar ve Rumlar bunu
dinleselerdi mutlaka müslüman olurlardı" der. Bir başka dinleyicisinin de
"kelâmının tatlılığı" sebebiyle "başından öpmek istiyorum"
dediği rivâyet edilmiştir.
Hz. Ali (radıyallahu anh) halife olunca
İbnu Abbâs'ı Basra'ya vali tayin etmişti. Orada, bir Ramazan boyu halka karışıp
tedrisatta bulundu, râvi: "Ramazan ayı çıkmadan halka fıkhı öğretti"
der.
İbnu Abbâs (radıyallahu anh), Hz. Ali
(radıyallahu anh) ile Cemel, Sıffin ve Nehrevân savaşlarına katılır. Ömrünün
sonlarına doğru âmâ olur.
İbnu Abbâs (radıyallahu anh), Abdullah
İbnu Zübeyr (radıyallahu anh) ile Abdülmelik İbnu Mervân arasındaki fitne
çıkınca karışmak istememiş ve Muhammed İbnu'l-Hanefiye ile birlikte çoluk
çocuklarını alarak Mekke'ye çekilmişlerdir. Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anh)
onları yanına çekme hususunda ısrar etmiş ve adam göndererek: "Biat
edin" demiş, onlar: "Biz sana ne de başkasına karışmayız, kendi işini
kendin hallet" demişlerdir. Ancak Abdullah İbnu Zübeyr şiddetli bir ısrar
göstererek: "Ya biat edersiniz ya da sizi ateşte yaktırırım" der.
Onlar da Kufe'deki adamlarına Ebu't-Tufeyl'i göndererek: "Bu adama itimad
edemiyoruz" derler. Dört bin kişi imdada gelir. Mekke'ye girer ve tekbir
getirirler. Bütün Mekke ahâlisi ve İbnu'z-Zübeyr işitir. İbnu'r-Zübeyr kaçar ve
Dâru'n-Nedve'ye -bir rivâyete göre Kâbe'ye
sığınır. İbnu Abbâs,
İbnu'l-Hanefiye ve yakınlarını kurtarmak üzere gidilince evlerinin etrafına
duvar boyu, ateşe hazır halde odun yığılmış olduğu görülür. Kurtarılan İbnu
Abbâs'a: "Halkı bu adamdan kurtaralım" teklîf ederler. O:
"Hayır, burası haram bölgedir, Allah haram kılmıştır. Cenâb-ı Hak burayı
bir kere Nebî'si için helâl kılmıştır..." der ve kan döktürmez.
Abdullah İbnu Abbâs'ı bir müddet Mina'ya
götürürler, sonra Taife. Orada hastalanacak ve kendi ifâdesiyle "yer
yüzünün en hayırlı insanlar grubu arasında" ruhunu teslim edecektir. Ölüm
tarihi ihtilaflıdır: 65, 67, 68. umumiyetle 68 kabul edilir. Vefatı sırasında
bembeyaz bir kuş gelip nâşı ile kefeni arasına girer, ve bir daha çıkmaz. Kabre
konduğu zaman şu âyetin tilavet edildiği işitilir: "Ey itmînâna ermiş
ruh! Dön Rabbine, sen O'ndan râzı, O da senden râzı olarak. Haydi gir
kullarımın içine, gir cennetime" (Fecr: 89/27-30).
İbnu Abbâs'ın ilminden gerek sahâbe ve
gerekse Tabiîn'den pek çok kimse istifade etmiş, rivâyette bulunmuştur.
Ravileri arasında Sahâbe'nin büyükleri ve Tabiîn'in büyükleri yer alır. Mesela:
Abdullah İbnu Ömer, Enes İbnu Mâlik, Ebu't-Tufeyl, Ebu Umâme İbnu Sehle,
kardeşi Kesîr İbnu Abbâs, oğlu Ali İbnu Abdillah İbni Abbâs, azadlıları İkrime,
Kureyb, Ebu Mâbed Nafiz; Ata İbnu Ebî Rabâh, Mücâhid, İbnu Ebî Müleyke, Amr
İbnu Dinâr, Ubeyd İbnu Umeyr, Said İbnu Müseyyeb, Urvetu'bnu Zübeyr, Tâvus,
Vehb İbnu Münebbih... vs.
[79]
BİR İSTİTRAD
Selef büyüklerinin hayatından
bahsederken, onların faziletleri meyanında "şiir" bildikleri de ifâde
edile gelmiştir. Bu İbnu Abbas için de böyledir, Hz. Aişe için de böyledir.
Daha niceleri için bu kayda yer verilir.
Kısa bir istitrâdla bunun ehemmiyetine
dikkat çekmek istiyoruz: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat Kur'ân ve hadîsi anlamada, bu
iki temel kaynağın nasslarından hüküm çıkarmada elfâzın ifâde ettiği zâhirî
mânayı esas almıştır. Zahirî mânanın dışına çıkıp te'vile gitmenin sıkı
şartları, kayıtları vardır. Aksi takdirde naslar kişilerin keyfine göre yoruma
tâbi tutulur ve ortada herkesin anlaşıp birleşeceği din diye bir şey kalmaz.
Burada şu soru karşımıza çıkar: Zâhirî
mâna neye göre tesbit edilecek?
İşte bu sorunun cevâbı İbni Abbas
(radıyallahu anh) vs. selef büyüklerinin şiir bilgisinin, edebiyat bilgisinin
ehemmiyetini ortaya koyar. Çünkü zâhirî mânanın tesbiti meselesi, daha Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zamanında bir problem olarak kendini
hissettirmiş, zaman zaman bâzı âyetlerden, hadîslerden ne kastedildiği sorulmuştur.
Bu paralelde Rasûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ın azımsanmıyacak
açıklamaları, tefsirleri vardır.
Ancak, asıl problem Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in vefâtından sonra ortaya çıkacaktır. Selef uleması
bu meseleyi çözmede bir prensipte ittifak etmiştir: Kelimelere verilecek mânada
câhiliye şiirini esas almak. Çünkü birçok âyette, Kur'ân-ı Kerîm'in
"Arapça" olduğu belirtilmektedir.[80] Arap dili ise, Kur'ân'ın
nüzûlünden önce teşekkül etmiş, işlenmiş, edebî mahsülât vermiş bir dildir.
Yani kelimelerin mânaları daha önceden istikrarını bulmuş ve kelimeler,
kazandığı mânalarda olmak üzere cahiliye devri şâir ve hatiplerince
kullanılmıştır. Öyle ise câhiliye şiiri, Kur'ân'ın sıhhatli ve mûteber bir
şekilde anlaşılabilmesi için en muteber kaynak olmaktadır. Dolayısiyle, bu
kaynağın iyi bilinmesi, Arap diline hâkimiyetin ifadesi olmaktadır. Kur'ân-ı
Kerîm'in bütün incelikleriyle anlaşılması, Arapça'nın gerek edatlar ve harf-i
cerler ve gerekse lügat (kelime bilgisi) yönüyle bütün nüanslarıyla bilinmesine
bağlı olduğuna göre, âlimler, araştırıcılar önce iyi bir Arapça
öğrenmelidirler. Bu da dilin daha önceden her yönüyle kullanılmış bulunduğu
câhiliye devri yani İslâm öncesi şiirini iyi bilmeye bağlıdır.
Şu halde İbnu Abbâs gibi ilk İslâm
müfessir ve fakihlerinin câhiliye şiirini bilmeleri, onların ortaya koydukları
açıklama ve hükümlere güven açısından son derece mühimdir. Onların herkesin
fevkinde şiir bilmeleri, herkesin fevkinde âlim olmalarının gereğidir.
Sözgelimi İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın şiir tedrîs etmesi, Arap edebiyatı
öğretmesi demektir.
Taberânî'de kaydedilen bir rivâyete
göre, Nâfi İbnu'l-Ezrak ve Necdet İbnu Uveymir[81] başkanlığında Hâricîlerin
ileri gelenlerinden bir grup, İbnu
Abbâs (radıyallahu anh)'a
gelerek Kur'ân-ı Kerîm'den pek çok garib kelimeyi "Bu ne demektir?"
diye sorarlar. İbnu Abbas (radıyallahu anh) her kelimeyi açıklarken önce ifade
ettiği mânayı verir, arkadan câhiliye şiirinden o kelimeyle ilgili bir şâhid
getirir. Sorulan kelimeler ve yapılan açıklamalar ve şahit olarak gösterilen
beyitler altı sayfa tutacak kadar çoktur. Müşahhas bir örnek olmak üzere tek
soru ve tek cevap kaydedeceğiz:
"...Nâfi İbnu'l-Ezrak sordu:"-
Azîz ve celil olan Allah'ın “Yurselu aleykumâ şuvâzun min nârin ve nuhâs”
kavlinden bana haber ver, ayette geçen eş-şuvâz nedir? İbnu Abbâs:
"- İçinde duman olmayan
alevdir" diye cevap verdi. Nâfi:
"- Kitap, Muhammed (aleyhissalâtu
vesselâm)'e inmezden önce Araplar bunu biliyorlar mıydı?" dedi. İbnu Abbâs
(radıyallahu anh):
- Evet biliyorlardı! Umeyye İbnu Ebî's-Salt'ın
şu sözünü işitmedin mi?[82]
İslâm âlimleri, Kur'ân-ı Kerîm'i, her
çeşit ferdîlikten (sübjektif) uzak, objektif bir şekilde anlamak için,
kelimelere câhiliye devrinde verilmiş olan mânaların tesbitine ta ilk
asırlardan itibaren ehemmiyet vererek çeşitli lügât çalışmaları yapmışlar ve
her bir kelimeyi açıklarken o kelimelerin kullandığı mânaları ve bu mânalarda
kelimenin geçmiş bulunduğu câhiliye şiirinden örnekler vermişlerdir. Fakihler
ve müfessirler arasında ortaya çıkan bir kısım ihtilaflar buradan kaynaklanır.
Her fakih (veya müfessir) kendi anlayışının doğruluğunu, o kelimenin -esas
almış bulunduğu mânada- daha önce kullanıldığı, câhiliye şiirinden örnek
getirmek suretiyle göstermiştir.
İslam'ı istediği şekilde yorumlamak
isteyenleri tedirgin eden, kımıldayamıyacak kadar ellerini kollarını bağlayan
bir durum.
İslâm düşmanları, bu engeli aşabilmek
için, şeytânî bir deha ile, câhiliye şiirini kökten inkâr etme desîsesine
tevessül etmişlerdir. Batılı bazı müsteşrîkler ve Mısırlı Tâha Hüseyin gibi
Batılıların yolunda giden bazıları büyük bir cür'etle câhiliye şiirinin,
-onları şâhit olarak kullanan müelliflerce uydurulduğu iddiasında bulunmaktan
çekinmemişlerdir. Bu maksatla, Taha Hüseyin, Fî Şi'ri'l-Câhilî adıyla 1920'li
yılların başlarında yaptığı bir doktora çalışmasında bir kısım müsteşriklerin
iddialarına ilmî bir tahkik hüviyeti kazandırarak, Batılıların fevkalâde
alkışına, iltifatlarına mazhar olur. Ancak, Mısır'da karşılaştığı reaksiyon ve
yapılan ilmî tenkidlere cevapta acze düşmesi sonucu iddialardan rücû eder.
[83]
Câbir İbnu Abdillah İbni Harâm el-Ensârî
es-Sülemî. Üç ayrı künyesi vardır: Ebu Abdillah, Ebu Abdirrahmân ve Ebu
Muhammed. Medînelidir ve Hazrec kabîlesindendir.
Hz. Peygamber'den çok hadîs rivâyet eden
sahâbilerdendir (muksirun) 1540 hadîs rivâyet etmiştir. Babası da kendisi de
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'la çokça sohbette bulunmuştur. İkinci
Akabe biatına babasıyla katılmıştı, ancak henüz çocuktu. Bedir Savaşı'nda
gazilere su verdiğini kendisi anlatır. Bir rivâyette de: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) 21 gazveye şahsen katıldı, ben bunlardan 19'una
iştirak ettim" der. Bir başka rivâyette de: "Bedir ve Uhud
gazvelerine katılmama babam mâni oldu, babam öldürüldükten sonra hiçbir
gazveden geri kalmadım" der. Hz. Ali ile Sıffin'e katılmıştır.
Câbir İbnu Abdillah Mescid-i Nebevî'de
bir ilim halkası kurup, orada talebelerine rivâyette bulunmuştur. Kendisinden
Muhammed İbnu Ali İbni'l-Hüneyn, Amr İbnu Dinâr, Ebu'z-Zübeyr el-Mekkî, Atâ,
Mücâhid vs. birçok kimse hadîs rivâyet etmiştir.
Câbir (radıyallahu anh) bıyığını kısa
keser, sakalını sarıya boyardı. Salebet-i diniyesi hep hakkı söylemeye
sevketmiş, hakkı ketmedenleri kınamaktan çekinmemiştir. Bir sefer sırasında Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e devesini satmış, Medîne'ye kadar binmeyi
şart koşmuştu. Bu "deve hâdîsesi" vesilesiyle Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisine yirmi beş kere istiğfarda bulunduğunu
söyler.
Câbir İbnu Abdillah, ömrünün sonlarına
doğru gözlerini kaybetmiştir. Medine'de en son vefat eden sahâbidir. Öldüğünde
94 yaşında idi. Haccâc'ın kendisi için cenâze namazını kılmamasını vasiyet
etmiştir. Fakat o cenâzeye katılmıştır. Ölüm tarihi ihtilaflıdır. 73, 77, 78
hicri.
[84]
Künyesi ile meşhur olmuştur. İsmi Sa'd
İbn Mâlik İbni Sinan'dır. Medinelidir ve Hazrec kabilesindendir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den çok hadîs ezberliyenlerdendir. Rivâyetlerinin sayısı 1170'dir.
Müksirun'dandır. Sahâbe'nin meşhur ve fâzıl olanları arasında yer alır. Uhud
Savaş'ında küçük olduğu için gazveye katılamadı. Katıldığı ilk gazve
Hendek'tir. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la onüç kere cihâda
katılmıştır.
Ebu Saidi'l-Hudrî Ashabın gençleri
arasında en fakih olanı idi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
"Allah yolunda kınayanların kınamasına aldırmama" şartı ile biat
edenlerdendir. Uhud Savaşı'nda babası şehid olmuş, kendilerine mal mülk de
bırakmadığı için maddi sıkıntı içinde kalmışlardır. Bir ara Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan yardım talebetmek için huzuruna çıkar, ancak Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Ebu Said'i görür görmez
"istiğna"yı tavsiye eder, o da istemeden geri döner. Ebu Said
Medîneli olmasına rağmen Suffa Ashabı'ndandır. Bu fakirliğin bir sonucu
olabilir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den, babasından, anne bir kardeşi Katâde İbnu Nu'mân'dan, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Osman, Ali, Zeyd İbnu Sâbit gibi birçok sahâbe (radıyallahu
anhüm)'den rivâyette bulunmuştur. Kendisinden de oğlu Abdurrahman, zevcesi
Zeyneb Bintu Ka'b, İbnu Abbâs, İbnu Ömer, Cabir, Zeyd İbnu Sâbit gibi pek çok
sahâbe ve İbnu'l-Museyyib, Ata, İkrime, Mücâhid, Ebu Câfer el-Bâkır vs. pekçok
Tâbiîn hadîs rivâyet etmiştir.
Ebu Saidi'l-Hudrî (radıyallahu anh)
"Hadîs rivâyet edin, çünkü hadîs, hadis'i tahrîk eder" derdi. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den de: "Halktan korkup hakkı
söylemekten kaçınmayın, bildiğiniz ve gördüğünüz hakkı söyleyin" hadîsini
rivâyet ederdi. Der ki: "Bu hadîs beni, bineğime atlayıp
Muâviye
(radıyallahu anh)'ye kadar gidip kulaklarını doldurmaya sevketti.
(Söyleyeceklerimi söyledikten) sonra geri döndüm". Kendisine "Ne
mutlu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görme ve sohbetinde bulunma
şerefine erdiniz" dendiği zaman: "Sen bilmezsin O'ndan sonra biz fena
işler yaptık" cevabını verir.
Ebu Sâdi'l'-Hudrî'nin ölüm tarihi
üzerinde pek çok ihtilaf mevcuttur. Umumiyetle kabul edileni hicrî 74 yılıdır.
Zehebî, öldüğü zaman 86 yaşında olduğunu söyler.
[85]
Abdullah İbnu Amr İbnu'l-Âs İbni Vâil
İbni Hâşim el-Kureşî es-Sehmî. Künyesi Ebu Muhammed'dir, Ebu Abdirrahmân da
denmiştir. Annesi Rayta Bintu Münebbih'tir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Abdullah, babası anası ne iyi ailedir" buyurmuştur.
Abdullah (radıyallahu anh) babası
Amr'dan sâdece 12 yaş küçüktür. Babasından önce müslüman olmuştur. Sahâbe'nin
fâzıl ve âlim olanlarındandır. Hadîsleri yazmak için Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan izin istemiş Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da kendisine
izin vermiştir. Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) yazması sebebiyle, Abdullah
(radıyallahu anh)'ın kendisinden daha çok hadîs bildiğini ifâde etmiştir.[86] Kendisi: "Ben
Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'dan bin mesele ezberledim" der.
Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'ın
kırmızı tenli, uzun boylu, iri bacaklı olduğu, saç ve sakallarının
beyazlaştığı, ömrünün sonuna doğru gözlerini kaybettiği belirtilir. Bir gün
rüyasında, ellerinin birinde bal, diğerinde tereyağı, kendisi de bunlardan
yalıyor görür ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlatır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Sen iki kitabı da -Kur'ân ve Tevrat-
okuyacaksın!" diye tâbir eder. Gerçekten İbranice de bildiği için her
ikisini de okur. Ancak hemen belirtelim ki, Abdullah çok ibâdet ve çok Kur'ân
kıraatiyle meşhurdur. Anlattığına göre: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e çıkarak:
"- Kur'ân'ı kaç günde
okuyayım?" diye sormuş.
"- Bir ayda hatmet!" cevabını almış.
Ve ısrar etmiş:
"- Bundan daha az zamanda
hatmedebilirim".
"- Öyleyse yirmi günde hatmet!"
"- Ben daha kısa zamanda
hatmedebilirim"
"- Öyleyse on beş günde!"
"- Ben daha kısa zamanda
hatmedebilirim!"
"- On günde hatmet!"
"- Ben daha da kısa zamanda
hatmedebilirim"
"- Öyleyse beş günde hatmet!"
"- Ben daha da kısa zamanda
hatmedebilirim" dedimse de, daha azına müsaade etmedi.
"Hilyetu'l-Evliya'nın bir
rivâyetinde: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e itirazlarını her
defasında: "Beni bırak (daha çok Kur'ân okumada) kuvvetimden ve
gençliğimden istifâde edeyim" diyerek yapar.[87]
Bütün geceleri namaz kılmak, bütün
gündüzleri de oruç tutmak hususundaki talebine, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan izin kopartamayan Abdullah (radıyallahu anh), yaşlanınca Kur'ân-ı
Kerîm'i beş günde -bir rivâyete göre üç günde- hatmekte zorluk çekecek ve:
"Keşke Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ruhsatını kabul
etseydim" diye pişmanlık ifade edecektir. Onun sofu tabiatını şu sözleri
de ifâde eder: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işittiğim
hadîsleri ihtiva eden şu sahifemi ve Kur'ân-ı Kerîm'i yanımda tutup. (Taif'te
bulunan) Veht adlı arazime de sâhip oldukça, dünyada olup bitenlere
aldırmam". Şu da onun sözlerinden: "Bu gün bir hayır işlemek, benim
nazarımda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında iki mislini yapmış
olmaktan daha iyidir. Çünkü, o zaman bizi dünya değil âhiret kendine çekiyordu.
Şimdi ise dünya bize meyletmiş, (cazib gelmiş) durumdadır".
Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)
babasıyla birlikte Şam'ın fethinde bulundu. Yermuk Savaşı'nda babasıyla
bayraktarlık yaptı. Yine babasıyla Sıffin'e katıldı. Ancak fiilen savaşmak
istemiyordu. Babasının ısrar ve zoruyla kılıç kuşanıp meydana çıktı ise de
silah kullanmadı. Bilâhare Sıffin'e katılmış olduğuna çok pişman olacak ve
hayıflanacaktır: "Sıffin benim neyime idi, müslümanlarla savaşmak neyime
idi! Buna katılacağıma yirmi yıl önce ölseydim keşke!" Bazı rivâyetler
babasının zoruyla katılmakla birlikte savaşa iştirak etmediğini kendisinin:
"Vallahi ne mızrak sapladım ne kılıç salladım ne de tek ok attım"
dediğini kaydeder.
Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'ın
sünnete bağlılığını göstermek için Sıffin'e katılış özrünü beyan eden bir
rivâyeti aynen kaydedeceğiz:
İsmail İbnu Recâ, babasından naklen
anlatıyor: "Ben Mescid-i Nebevî'de bir ders halkasında idim. Halkada Ebu
Sâdi'l-Hudrî ve Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anhümâ) da vardı. Bize Hz.
Ali'nin oğlu Hüseyin (radiyallahu anh) uğradı, selam verdi. Cemaat selamına
mukâbele etti. Abdullah, halk selam işini tamamlayıncaya kadar sükût etti.
Sonra sesini yükselterek: Ve aleykümselam ve rahmetullahi ve berekâtühü"
dedi. Arkadan cemaate yönelerek:
"- Semâ ehline arz ehlinin en
sevgili olanını bildireyim mi?" dedi Cemaat:
"- Evet" deyince:
"- İşte şu gitmekte olan zat. Bu,
Sıffin savaşından beri benimle konuşmuyor. Ancak onun benden râzı olması
nazarımda kızıl koyunlara sahip olmamdan daha iyidir" dedi. Ebu Said
el-Hudrî:
"- Niye ona özür beyan
etmiyorsun?" deyince Abdullah:
"- Doğru, etmeliyim!" dedi.
Beraberce Hüseyin (radıyallahu anh)'e
gitmek üzere anlaştılar. Onlara ben de katıldım. Eve varınca Ebu Sâdi'l-Hudrî
kapıyı çalıp izin istedi. İzin verdiler o girdi. Sonra Abdullah için izin
istedi ve ısrar etti: Ona da izin koparttı. İçeri girince. Ebu Sa'îd:
"- Ey Resûlullah'ın oğlu! Dün sen
bize uğradığın zaman... diye söze başlayıp Abdullah'ın söylediklerini anlattı.
Bunun üzerine Hüseyin (radıyallahu anh):
"- Ey Abdullah! Benim, semâ ehline
arz ehlinin en sevgilisi olduğumu mu ilan ettin?" dedi. Abdullah:
"- Kâbe'nin Rabbine kasem olsun
öyle!" deyince Hüseyin:
"- Öyleyse Sıffin'de benimle ve
babamla savaşmaya seni sevkeden sebep neydi? Allah'a yemin ederim babam benden
daha hayırlı bir insandı" dedi. Abdullah:
"- Evet! Ancak babam Amr, beni
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a şikâyet etti ve dedi ki: "Abdullah
gece namaz kılıyor, gündüz de oruç tutuyor!" Bunun üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Abdullah! Hem namaz kıl, hem uyu, hem
oruç tut, hem de ye. Babana da itaat et!" dedi.
Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)
sözüne devamla: "Sıffin gününde babam Allah adına kasem vererek savaşmam
için ısrar etti, ben de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a verdiğim bu sözü
hatırlayarak kerhen çıktım. Ama vallahi kılıç kınından çıkarmadım, mızrak
saplamadım, tek ok dahi atmadım" dedi. Hüseyin (radıyallahu anh)'de
"- Olabilir!" diye
mırıldandı".
Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh) 63
yılında ölmüştür. Ölüm yeri ve tarihi ihtilaflıdır. 65 yılında Mısır'da, 69
yılında Mekke'de, 55 yılında Taif'te denmiştir. Ölüm târihi olarak, 68, 73
yılları da söylenmiştir. Öldüğünde 72 yaşındaydı. 92 diyen de olmuştur. Radıyallahu
anh.
[88]
Sahâbe'yi takib eden Tabiîn ve bunları
tâkip eden Etbauttâbiîn devrinde de hadîsle ilgili benzer meseleler devam
etmiştir. Aslında selef diye tek bir kelime ile ifade edilen bu ilk üç nesil
dinîn meseleleri karşısında müşterek davranışlara ve vasıflara sâhiptirler.
Hadîs karşısında aynı titizlik, sünnete bağlılık hususunda üstadları olan o
güzîde Sahabe neslinden gördükleri aynı gayret ve hassasiyet onlarda da
mevcuttur.
[89]
Hadîs yazılmalı mı yazılmamalı mı
münâkaşası belli bir ölçüde devam etmiştir.
Bir kısmı yazılmasının
gereğine kesinlikle inanırken, diğer bir kısmı ezberlenmesinin esas olduğunu
kabul etmiş, yazdıklarını ezberledikten sonra yakmış veya -kendisinden
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında hatânın ibka edilmemesi için-
ölürken yakılmasını vasiyet etmiştir. Bunlardan her iki görüşün de delili,
sahâbeler arasında câri olan delildir. Ebu Ömer İbnu Abdilberr, Câmiu
Beyani'l-İlm adlı eserinde bu mevzuyu aydınlatan rivâyetler sunar. Bazılarını
aynen kaydediyoruz:
"Ebu Sâdi'l-Hudrî (radıyallahu anh)
kendisinden dinlediği hadîsleri yaymak isteyenlere müsâade etmez ve:
"Hadîslerden "mushaflar" mı yapmak istiyorsunuz? Peygamberimiz
(aleyhissalâtu vesselâm) bize söylüyordu biz de ezberliyorduk. Öyleyse siz de
bizim gibi ezberleyin" der.
İmam Malik der ki: "İbnu
Şihâbi'z-Zührî'de sâdece kavminin nesebini ihtiva eden bir kitap vardı. O zaman
halk yazmıyordu, ezberliyorlardı. Bir şeyler yazanlar da vardı. Ancak onlar
ezberlemek için yazıyordu. Ezberleyince imha ediyorlardı."
İbnu Abbas şöyle demiştir: "Biz
ilmi ne yazarız, ne de yazdırırız."
İbnu Mes'ud ilmin yazılmasını hoş
bulmazdı.
Ebu Bürde demiştir ki: "Babamdan
bir çok kitap yazdım. Bana: Şu kitaplarını getir dedi. Ben de getirip kendisine
verdim. Alıp hepsini yakdı".
İbnu Sirin der ki: "Benî İsrâil
atalarından tevârüs ettikleri kitaplar sebebiyle delâlete düştüler."
İbnu Cübeyr der ki: "Biz bazı
meselelerde ihtilaf ederdik. Ben bunları bir kitapta topladım. Sonra kitabı
alarak İbnu Ömer'e gittim. Maksadım o meseleleri gizlice kendisinden sormaktı.
Yanımda kitabın varlığını bilseydi, bu ayrılmamıza sebep olurdu."
Ebu Bürde der ki: "Ebu Musa bize
bir kısım hadîsler rivâyet etti. Biz bunları yazmaya kalktık. Bize: "Yoksa
benden işittiklerinizi yazıyor musunuz?" dedi". "Evet"
cevabımız üzerine: "Bana onları getirin" dedi. Su da getirtip hepsini
yıkadı ve: "Biz nasıl ezberledi isek, siz de ezberleyin" dedi."
İbrahim Neha'î anlatıyor: "Mesrûk,
Alkame'ye: "Bana nezâir'i yazdır" demişti de şu itirazla
karşılaşmıştı:
"- Bilmiyor musun, yazmak
mekruktur?"
Mesruk da şu cevabı verdi:
"- Elbette, ancak, ezberlemek için
yazmak istiyorum, sonra imha edeceğim".
Tabiîn'in iki büyük âlimi Esved ve
Alkame'den gelen bir rivâyet: Esved diyor ki: "Ben ve Alkame bir
"sahife" ele geçirdik, berâberce onu İbnu Mes'ûd'a götürdük. Öğle
vaktiydi veya güneş zevâle (öğle noktasından kaymaya) yüz tutmuştu. Kapıya
oturup beklemeye başladık. İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) hizmetçisine: "Kapıda
kim var hele bir bak!" dedi. Hizmetçi kız: "Alkame ve Esved!"
deyince: "Al içeri!" emretti. Girdik. Bize: "Galiba fazla
beklediniz?... dedi. "Evet" deyince, niye gelir gelmez kapıyı
çalmadığımızı sordu. "Uykuda olmandan korktuk, rahatsız etmeyelim"
dedik" diye cevap verdik. "Hayır, bu vakti gece namazıyla mukayese
ederek uyumuyoruz" dedi. Biz geliş maksadımızı açıkladık:"- Bu,
dedik, içinde güzel hadîsler bulunan bir sahife'dir! İbnu Mes'ud, derhal
câriyesine su dolu bir leğen getirmesini emretti. Gelince kendi elleriyle
sahife'yi imha etmeye başladı. Bir taraftan da: "Biz sana en güzel
kıssaları anlatıyoruz...” (Yusuf: 12/3) ayetini tilavet buyuruyordu. Biz:
"Hele içine bir bakın, içinde acaib bir hadîs var" dediysek de,
yıkamaya devam ediyor ve şöyle diyordu:
"- Bu kâlpler birer kaptırlar.
Onları Kur'ân'la doldurun, başkasıyla meşgul etmeyin" Ebu Ubeyd:
"Görülüyor ki, bu sahife ehl-i kitaptan alınmadır ve Abdullah ona bakmayı
bu sebeple istemiştir" dedi."
Muhammed İbnu Sîrîn der ki:
"Abîde'ye: "Senden dinlediklerimi yazayım mı?" diye sordum.
"Hayır!" dedi ve bana sordu: "Ben sana kitaptan mı
okuyorum?" Ben de: "Hayır!" dedim."
İbrahim Nehâî de Abîde ile ilgili olarak
şunu anlatır: "Abîde'nin yanında dinlediklerimi yazıyordum, müdâhele etti:
"Benden herhangi bir kitap ebedîleştirmeyin".
Ebu Yezîd el-Murâdî der ki "Abîde
öleceği vakit kitaplarını getirtip imha etti".
İbnu Şübrime, Şa'bî'nin şu sözünü
nakleder: "Ben beyaz üzerine siyah hiç yazmadım. Bir kimseden dinlediğim
hadîsi bana bir kere daha tekrar etmesini de arzulamadım. O kadar çok hadîs
unuttum ki, bir kimse onları ezberlemiş olsa âlim olurdu".
Evzâî şöyle demiştir: "Bu ilim,
insanların ağzından alındığı ve müzâkere edildiği zaman bu ilim şerefli idi. Ne
zaman ki, kitaplara girdi nuru gitti ve ehil olmayanların eline düştü".
İbrahim Nehâ'î: "İlmi yazmayın,
yazıya güvenir. (öğrenme işinde tenbelleşir)siniz" demiştir.
El-Fudayl İbnu Amr anlatıyor:
"İbrâhim'e: "Sana gelip gidiyorum, bu esnada çok mesele derledim.
Ancak sizi gördüm mü, sanki benden kaçışıveriyorlar. Siz de yazmayı uygun
görmüyorsunuz" dedim. Bana şu cevabı verdi:
"Hayır, sakın yazma. Zira, taleb
edene Allah mutlaka yeterince ilim vermiştir. İlmi yazıya döken de mutlaka ona
güvenmiş (tenbellik etmiştir).
[90]
Yazıya taraftar olmayanları aksettiren
-bir kısmını yukarıda kaydettiğimiz- rivâyetleri kaydettikten sonra İbnu
Abdilberr şu yoruma yer verir:
"Ebu Ömer (İbnu Abdilberr) der ki:
"İlmin yazılmasını mekruh addedenler, iki sebeple bu görüşü benimsediler:
Birinci sebep: "Kur'ân'la birlikte, onunla baş ölçüşecek bir başka kitaba
yer vermemek. İkinci sebep: İlim tâlibinin yazdığına güvenerek ezberleme işinde
tenbelleşmemesi, ezberi azaltmaması için. Nitekim el-Halil: "İlim, dolaba
değil akla yerleştirilendir" demiştir."
İbnu Abdilberr, gerçek ilmi, dolaplarda
muhafaza edilen defterler değil, ezberlenerek hâfızaya alınan şeylerin teşkil
ettiğini belirten epeyce bir şiir ve vecîze kaydettikten sonra şu değerli
açıklamayı yapar:
"Bu babta (yani yazıya muhâlefet
mevzuunda) sözlerini kaydettiğimiz kimseler, bu hususta Arab ırkına has bir
yolda gidenlerdir. Zira onlar, fıtraten hafıza yönüyle güçlüdürler. (Kültürel
mahsulâtlarını) hafıza yoluyla nakletmek onlara has bir vasıf olmuştur. İbnu
Abbas (radıyallahu anh), Şâ'bî, İbu Şihâbi'z-Zuhrî, Nehâ'î, Katâde ve bunların
yolu üzerine giderek yazıyı hoş görmeyenler, onların fıtratlarıyla mecbûl
olanlar, hep hafızası kuvvetli olan kimselerdi. Onlardan her
birine dinlemek kâfi geliyordu. İbnu Şihâb'tan rivâyet edileni görmüyor musun:
Demiştir ki: "Ben Bakî'den geçerken, kaba bir söz gelmesin diye
kulaklarımı tıkarım. Vallahi kulağıma girip de unutmuş olduğum hiçbir şey
yok". Şâbî'den de buna benzer rivâyet gelmiştir. Bunların hepsi (aynı
vasıfları taşıyan) Araptır. Hz. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da şöyle
buyurmuştur: "Biz, ümmî bir ümmetiz yazı ve hesap bilmeyiz".
Ezberciliğin Araplara has bir vasıf oluşu meşhurdur. Birçokları, bir kısım
şiirleri bir işitmede ezberleyi vermiştir. Sözgelimi, İbnu Abbas (radıyallahu
anh) Ömer İbnu Ebî Rebî'a'ya ait bir kasideyi tek dinlemede ezberlemiştir.
Bugün, böylesini bulmak mümkün değildir.
Şâyet hadîsler yazılmasaydı pek çoğu kaybolurdu. Nitekim Resûlullah
(aleyhîssalâtu vesselâm)'da ilmin yazılmasına ruhsat vermiştir. Âlimlerden
birçok cemaat de sâdece ruhsat vermekte kalmayıp, yazıyı övdüler de..."
[91]
Hâdisle ilgili olarak sahabeler arasında
ne gibi mesele varsa, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn arasında da benzerlerinin olduğunu
yukarıda söylemiştik. İşte bu meselelerden biri de hadîslerin yazılması
gereğine inançtır. Yazmayı reddedenlere bedel taraftar olanlar da mevcuttur.
Burada da İbnu Abdilberr'in kaydettiği rivâyetlerden bazılarını aktaracağız.
Hemen belirtelim ki İbnu Abdilberr, önce Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hâdis yazmaya verdiği ruhsatla ilgili rivâyetlerini kaydeder. Biz bunları daha
önce belirttiğimiz için, onlar üzerinde fazla durmayıp, daha çok sonradan gelen
büyüklerin rivâyetlerinden örnekler kaydedeceğiz.
İbrahim Neha'î: "Hâdisler'i kısmî
olarak (etrâf) yazmada bir beis yoktur" demiştir.
Dahhâk der ki: "Ben birşey istesem
duvar üzerine bile olsa yazarım".
Beşîr İbnu Nehîk der ki: "Ben Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh)'den işittiğimi yazmıştım. Ondan ayrılacağım zaman,
yazdıklarımı alarak yanına geldim: "Bunlar senden yazdıklarım değil
mi?" diye arzettim. "Evet" diye te'yid etti."
Hüseyin İbnu Akîl der ki: "Dehhâk
bana menâsiku'l-hacc'ı imla ettirdi."
İbnu Sîrîn der ki: "Ben Ubeyde'ye
etrafı arzeder, onu sorardım."
Sâd İbnu Cübeyr: "İbnu Abbâs
(radıyallahu anhüma)'la beraber olur. Ondan işittiklerini yazardı. Bineğinin
semerine de yazdığı olurdu. İnince temize çekerdî."
Ebu Kılâbe: "Yazmak, nazarımda,
unutmaktan daha iyidir" demiştir.
Ebu'l-Müleyh der ki: "Yazdığımız
için bizi ayıplarlar. Halbuki Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Onların
bilgisi Rabbimin katında yazılıdır." (Taha: 20/52).
Enes çocuklarına: "İlmi yazı ile
bağlayın" diye tavsiye ediyordu.
Hârun İbnu Antere babasından İbnu
Abbâs'ın kendisine yazı ruhsatı vermiş olduğunu nakleder.
Abdurrahman İbnu Harmele der ki:
"Ben hâfızası zayıf birisiydim. Sâd İbnu'l-Müseyyib, bana yazmam için
müsaade etti".
Muâviye İbnu Kurre demiştir: "Kim
ilmi yazmamışsa onu ilim saymayın".
İmam Mâlik bazı talebelerine şu
nasihatta bulunmuştur: "Gizli ve açık olarak Allah'a takvâda bulunun her
müslümana hayırhah olun, ehlinden ilim yazın".
Yahya İbnu Sâd der ki: "Her
işittiğini yazmış olmam malımın bir misline daha sahip olmamdan iyidir".
Hasan-ı Basrî demiştir ki: "Bir
kısmı kitaplarımız vardı, onları aramızda karşılıklı olarak tedâvül ettirirdik
(birbirimize gönderdik)".
Âmîru'ş-Şâ'bî: "Yazı ilmi
bağlamaktır" buyurmuştur.
İshak İbnu Mansûr anlatıyor: "Ahmed
İbnu Hanbel'e sordum: "İlmin yazılmasından kimler hoşlanmaz?" Dedi
ki: "Bu hususta bazıları ruhsat verirken bazıları vermedi" Ben
tekrar: "İyi ama ilim yazılmazsa kaybolur!" dedim. O: "Evet,
dedi, ilmi yazmasaydık, biz ne olurduk?"
İshak İbnu Mansûr: "Aynı şeyi İshâk
İbnu Râhüye ile konuştum. O da tıpkı Ahmed İbnu Hanbel gibi konuştu" der.
Ahmed İbnu Hanbel ve Yahya İbnu Main
şunu söylemişlerdir: "İlmi yazmayanların hata etmelerinden emin
olunamaz".
Süfyan-ı Sevrî demiştir "Ben üç
çeşit hadîs yazarım: "Bir kısım hadîsleri kendime din edinmek için
yazarım. Bir kısmı var, onun üzerinde durmak
için yazarım, bunları ne
atarım, ne de din edinirim. Bir de zayıf ravinin hadîsi var, bilmek arzusuyla
bunu da yazarım, fakat beş para değer vermem".
İmam Malik der ki: "İlmi ilk tedvin
eden (yazan) İbnu Şihâb ez-Zührî'dir." İbnu Şihâb der ki: "Ömer İbnu
Abdilaziz Sünen'i cem etmemizi emretti. Biz de onları defter defter yazdık.
Üzerinde hâkimiyeti bulunan her yere bunlardan bir defter yolladı".
Yine Zührî anlatıyor: "Bu ümerâ
bize emredinceye kadar hadîs yazmayı hoş karşılamıyordum. Sonra, müslümanlardan
kimseye mâni olmamak gerektiğine inandık".
Görüldüğü gibi, sahâbeden sonra,
onlardaki aynı mülâhazalarla, Tâbiîn tarafından da hadîs yazma işi münâkaşa
edilir olmuş, bir kısmı yazarken bir kısmı yazmamıştır.
En dikkate şâyan husus da önceleri
yazıya karşı olanların sonra, şiddetli bir yazı taraftarı olmasıdır. Bu sebeple
aynı isimlere hem "taraftarlar" hem de "aleyhtarlar"
arasında rastlamak mümkündür, bu bir tezât değildir. Hadîslerde, zâten kayıt ve
şarta bağlı olarak konduğu için münâkaşa edilmiş bir konuda, âlimler tâbi
oldukları şartlara muvafık tavır almışlar, şartlar değiştikçe tavırlarını
değiştirmişlerdir. Şu halde sünnette kesin bir yazı yasağı söz konusu değildir.
[92]
Daha önce Hz. Enes'ten gelen bir
rivâyeti kaydetmiştik. Hz. Enes (radıyallahu anh) Bağdâdî'nin Takyîdu'l-İlm'de
kaydettiği bir rivâyette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yazdığı
hadîsleri sonra gidip Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a okuyarak arz
ettiğini belirtiyordu. Bu arz usulü, böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sağlığında başlatılan bir müessese olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonradan hadîsçiler bunu, hadîs ilminin vazgeçilmez, mühim prensiplerinden biri
yapmışlardır.
Talebenin hocadan (yazı veya ezber yoluyle) tekammül
ettiği hadîsleri, doğru mu, bir yanlışlık var mı yok mu`? diye kontrol ettirmek
için okuması işine, daha teknik bir tâbirle: "Muarazatu'l-hadîs"
denir. Hişâm İbnu Urve, babasının kendisine: "Hadîs yazdın mı?" diye
sorunca "Evet" dediğini, babasının tekrar: "Pekiyi arzedip
kontrol ettin mi?" sorusuna "Hayır" deyince babasının:
"Öyle ise yazmadın!" diye çıkıştığını belirtir.
Başta Evzâî, Yahya İbnu Ebî Kesir gibi bâzı âlimler,
muâraza'nın ehemmiyetini belirtmek için: "Hadîsi yazıp sonra arz ve
kontrol etmeyen, helâya girip istincâ etmeden çıkan kimse gibidir"
demiştir. Keza Abdurrezzâk, Ma'mer'in: "Yazılan bir kitap, yüz kere arz
edilse yine de bir kısım kelime düşmeleri ve hatalardan emin olunamaz"
dediğini anlatır.
Kontrol, şeyhin ezberiyle yapılabileceği gibi
elindeki "asıl"la veya bununla mukâbele edilmiş bir fer' ile de
yapılabilir. Mukabele edilmemiş nüshadan rivâyette bulunmak câiz değildir.
Ancak Ebu İshâk İsferâînî, Ebu Bekr İsmâilî, Ebu Bekr el-Berkânî ve Ebu Bekr
el-Hatîb üç şart tahtında bunu câiz görmüşlerdir:
1- Nüsha sâhibi, sahîh hadîs rivâyet eden, zabt yönüyle
hataları az olan biri olmalı.
2- Nüsha bir fer'den değil, bir asıl'dan menkul olmalı
3- Râvi, rivâyet sırasında, nüshasının mukabele
edilmediğini beyan etmiş olmalı.
[93]
Hadîs rivayetinde bir kısım âdab mevcuttur. Âlimler
bu âdabı tesbit ederken, rivâyetlerin asla uygun olmasını sağlamayı
düşünmüşlerdir. Aşağıda belirtilen hususlara riâyet ve hatta teşeddüt
nisbetinde asla uygunluk nisbeti artar ve rivayetin sıhhati hususunda güven
meydana gelir.
Günümüzde, hadîs ta'lim ve taallümünde bu âdab ve
şartlara uymak diye bir mesele söz konusu olmamakla beraber, selef dediğimiz
ilk üç asır mensuplarının hadîs konusunda gösterdikleri titizlik ve gayreti,
haşyet ve saygıyı bilmekte, anlamakta fayda var. Böylece dinimizin ikinci mühim
kaynağı olan Sünnet hakkında, kalplere sokulmaya çalışılan şüphe ve teşvîşe
karşı hazırlıklı olur, onların yersizliğini daha kolay anlarız. Bu sebeple
hadîs ulemasının, usûl kitaplarında yer verdikleri âdablardan mühim olanlarını
burada açıklamaya çalışacağız.
[94]
Bir râvi, şeyhinden hâfıza veya kitâbet (yazı)
yoluyla almış olduğu hadîsleri rivâyet edebilmek için şeyhinin iznine
muhtaçtır. Böyle bir rivâyet izni olmadan hadîs rivâyet edemez. Rivâyetin azami
nisbette asla uygunluğunu sağlayan âdab ve tedbirlerden biri ve belki de
birincisi olarak zikretmede gerek var. Bu icâzet, şeyhten tahammül edilmiş
(öğrenilmiş, alınmış) olan rivâyetlerin aynı şeyhe arz edilerek, aslına uygun
mu değil mi, bir hata var mı yok mu kontrol etmesinden sonra şeyh tarafından
verilir.
[95]
Râvi, mesmuatından olan bir şeyi rivâyet etmek
isteyince, semâi hangi nüshadan vâki olmuş ise, o nüshadan, yahud güvenilen
(sika) biri tarafından o nüsha ile mukabele edilmiş diğer bir nüshadan rivâyet
etmelidir. Kendi nüshasını bırakıp da şeyhinin aslından, yâhud şeyhinin
nüshasından yazılıp sıhhatine kalben mutmain olduğu başka nüshadan rivayet
etmek isterse bu, -Hatîb'in dediğine göre- muhaddislerin kâhir ekseriyetine
göre câiz değildir. Bununla beraber Hatîbu'l-Bağdadî, Eyyub Sahtiyânî (V . 131
/748) ile Muhammed İbnu Bekr-i Bürsânî'den (V . 203/818) rivâyete ruhsatı da
nakleder. Ebu Nasr İbnu's-Sabbâğ'ın (477/1084) da: "Kendi işitmiş olduğu
hadîsleri ihtiva etmemekle berâber şeyhinin huzurunda okunmuş bir kitaptan
yahut kendi işittiği hadîsleri ihtiva eden nüsha ile mukabele edilmemiş bir
nüshadan rivayet etmek katiyen câiz değildir" dediği kaydedilir. Çünkü bu
durumlarda, bu nüshalarda, kendi işitmiş bulunduğu nüshada yer almayan bâzı
ziyade rivâyetler bulunabilir ki bunları şeyhine nisbet ederek rivâyet etmesi
câiz değildir. İbnu's-Salâh (643/ 1245) böyle bir rivayetin bir şartla câiz
olabileceğini söylemiştir: "Şayet, şeyhi, kendisine bütün rivayetlerini
rivâyet edebileceğine dair icâzet-i âmme vermişse."
[96]
Selef ulemâsından bâzıları, her ne kadar, hadîslerin
yazılmasını câiz görmüşse de, râvinin sâdece yazıyla yetinmesini uygun
bulmamıştır. Bunlara göre yazılsın yazılmasın hadîsin ezberlenmesi esas
prensiptir. Çünkü muhaddisin kitabına gıyâbında hile karıştırılabilir, bir
şeyler sokuşturulabilir. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe Hazretleriyle İmam-Mâlik
hazretlerine (rahime hümullah) göre, râvinin ezberden rivâyet ettiği ve
tezekkürde bulunduğu hadîsten başkasıyla ihticâc edilmez. Şafiiyye'den Ebu Bekr
es-Saydalânî el-Mervezî de bu görüştedir. Hâkim'in kaydına göre İmam Mâlik'e:
"- Sika olduğu halde hadîsini ezberlememiş
kimseden ilim alınır mı?" diye sorulunca:
"- Hayır!" cevabını vermiştir. Tekrar:
"- Ya sika olduğu halde, "bu hadîsleri
dinlemiştim" diyerek bir kitap gösterse?" diye sorulmuş:
"- Böylesinden de alınmaz. Gece kendisinden
habersizce bâzı şeyler ziyâde edilmesinden korkarım" diye açıklamada
bulunmuştur.
Râvi hakkında bilgi verirken görüleceği üzere, hadîs
almada böylesine sıkı bir şart konulmuş olsaydı bize çok az sayıda hadîs
intikal ederdi. Bu sebeple cumhur, âdabına uygun şekilde hadîs rivâyet eden
râviden hadîs almayı prensip kabul etmiştir. Râvi, rivâyetini iyice zabtedmiş,
kitabını şeyhindeki asıl'la veya bu asılla mukâbele edilmiş (karşılaştırılmış)
bir fer' ile mukâbele etmiş ise, ondan rivâyet etmesi câizdir.
Kitaptan rivayeti câiz addeden bazıları, teşeddüd
göstererek, bu cevaz, kitabın sahibinin elinden herhangi bir sebeple çıkmaması
şartını koşmuştur. Yitirir, bir başkasına iâreten verirse... artık ondan
rivâyeti câiz olmaz. Zira kitaba bir şeyler sokuşturulmuş olma ihtimali vardır.
Dediğimiz gibi cumhur bunu da ifratkâr bularak
mukabele edilmiş bulunan bir kitap, bir müddet sâhibinin elinden çıkmış bile
bulunsa, kitabın herhangi bir tahrîfe uğramadığı kanaatine varırsa ondan
rivâyeti câizdir. Ve hele kitabın mâruz kalması muhtemel tahrifât ve
tegayyûratı farkedecek ilim ve kudrette olursa o kitaptan rivayet etmesinde bir
beis yoktur.
[97]
Bir kimse, kendi işitmiş bulunduğu hadîsleri ihtiva
eden bir kitapta, kendi rivâyeti olduğunu hatırlayamadığı hadîse rastlarsa bunu
rivayet etmeli mi etmemeli mi? diye bir mesele ortaya çıkmıştır. Çünkü hadîs,
başkalarınca sokuşturulmuş olabilir. İmam-ı Azam (rahimehullah)'a göre onu
hatırlamadıkça rivâyet etmesi câiz değildir. Şafiî âlimlerinden bazıları da bu
görüştedir.
Ancak, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed ile İmam Şâfiî
(rahimehümullah) ve Şafiîlerin çoğunluğu câiz olacağına hükmetmişlerdir. Nevevî
de bu görüşün râcih olduğunu belirtir. İbnu Salâh bu cevâzı bir şarta bağlar:
"Kitabın sâhibi, kitabının sıhhatine kendisi inanmalıdır, şüpheye düşerse
câiz olmaz."
[98]
Görmesi sağlıklı (basîr) olan ümmî (okuma-yazması
olmayan) kimse ile, hadîsini ezberlememiş âmâ'nın (gözlerini kaybetmiş, kör'ün)
rivâyetleri makbul mü, değil mi? sorusu da ihtilaflara yol açmıştır. Makbul
görüşe göre, basîr, ümmî ile âmâ, semâını zabt ve kitabını tegayyürden korumak
için bir sikadan yardım ister. Ondan sonra o hadîsler huzurunda okunduğu zaman
tegayyürden sâlim kaldığı hususunda kanaati hâsıl olursa rivayeti sahihtir.
[99]
Bir kimse ezberinde olanla kitabta yazılı olan
arasında fark görürse, bakılır, eğer hadîsi o kitaptan ezberlemiş ise,
kitaptakine uyar. O kitaptan değil de Şeyh'in ağzından ezberlemiş veya arz-ı
kıraat esnasında bellemiş, hıfzı da kuvvetli ve hıfzından emin olduğu takdirde
hıfzına itimâd eder. Ancak rivayet sırasında: "Hıfzımda şöyle, kitabımda
da şöyle" diye belirtmesi gerekir. Ezberi, İtkân sahibi birinin rivâyetine
uymadığı takdirde: "Benim ezberim şöyle, falancanın rivâyeti de
şöyle" diye belirtmesi gerekir.[100]
Selef'in hadîs karşısında duyduğu saygı, haşyet ve
titizliği gösteren bir diğer husus, hadîs'in lâfzen rivâyetine gösterdiği
gayrettir. Bütün selef, hadîsin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
ağzından çıktığı şekilde rivayet etmenin ehemmiyetinde müttefiktir. Bile bile
hadîste tağyirde bulunmak, kelimeleri artırıp eksiltmek müterâdifi ile
değiştirmek câiz değildir.
Umumî prensip bu olmakla beraber, mânanın aynen
korunması kaydıyla hadîsin değişik şekilde rivâyet edilebileceğini söyleyenler
de olmuştur. Bu çeşit rivâyete rivâyet-i bilmâna denir. Rivâyet-i bilmâna'yı
kabul edenler de, belirteceğimiz üzere çok sıkı kayıtlar ve şartlarla bunu
tecvîz ederler.
Hadîsin lâfzan rivayet edilmesi gereğine
inananların şerî delilleri olduğu gibi, mânen rivâyet edilebileceğine
hükmedenlerin de hükümlerini meşrulaştıran şerî delilleri vardır. Şimdi bunları
görelim:
1- Hadîs lâfzen rivayet edilmelidir, mânen rivâyet
haramdır diyenlerin delilleri:
Bir hadîste Resûlullâh (aleyhissalâtu vesselâm),
kendi sözlerinin işitildiği şekilde rivayetini emreder:
"Bizden bir şey işitip de, işittiği
şekilde teblîğ edenin Allah yüzünü tâze kılsın. Kendisine tebliğ edilenlerin
bazen dinleyenden daha anlayışlı olması mümkündür."
Burada emredilen "işittiği şekilde
tebliğ"in lafzî rivâyetle gerçekleşeceği açıktır.
2- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisini
"Arab'ın en fasîh" olanı olarak tarif eder ve kendisine "cevâmi'u'l-kelim"
verildiğini belirtir.[101]
Bu çeşit ifadelerde bir kelimenin değişmesi, takdim veya tehire uğraması,
artması, eksilmesi mânayı, mana derinliğini mutlaka bozacağından, aynıyla
muhâfaza edilmesi ehemmiyet taşır.
3- Ayrıca bâzı rivâyetlerde aynı mânaya gelen iki
kelimeden birinin diğeri yerine kullanılmış olmasına Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şâhid olunca müsaade etmeyip düzelttirmiştir. Bunun en
güzel örneği Bera İbnu'l-Azîb tarafından rivâyet edilmektedir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana
buyurdular ki: "Yatağına vardığında önce namaz abdesti gibi bir abdest
al, sonra sağ tarafına uzanıp şu duayı oku:
اللّهُمّ
اسلمتُ وجهي
إليك وفوضْتُ
أمري إليكَ
وألجأتُ ظهري
إليكَ رغبةً
ورهبةً إليكَ تلجأ
منكَ إ إليكَ
اللّهم آمنتُ
بكتابك الذي
انزلتَ
ونبيكَ الذي
ارسلت.
Şayet o gece ölecek olursan fıtrat, yani
İslâm Dini üzere ölürsün. Bu sözler, yatakta söyleyeceğin dünya kelamının en
sonu olsun.”
"Berâ (radıyallahu anh) der ki: Bu sözleri
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzurunda tekrar ettim. Duada geçen
"senin neb'îne (nebiyyike)" yerine (aynı mânada olan) "senin
res'ûlüne (resûlüke)" kelimesini kullandım. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) müdâhale edip: "Hayır, "nebî" değil
"resûl" diyeceksin" buyurdu".
Rivâyet sırasında yapılan böyle bir değişikliğe
şâhid olan Ashab'tan "kizb" tavsîfiyle şiddetli reaksiyona şâhid
olmaktayız: Ubeyd İbnu Umeyr anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki: "Münâfık'ın misâli iki sürü arasında duran koyun
(eş-şâtu'r-râbıda) gibidir..." Abdullah İbnu Ömer atılarak:
"Yazık size, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan
söylemeyin. Zira Efendimiz: "Münâfık'ın misali iki sürü arasında ki kör
koyun (eş-şâtu'l-â'ire) gibidir" buyurdu" der.
Ulemayı hadîsleri aslî kelimeleriyle rivâyet
etmeye zorlayan, mânen rivayeti ancak, Arapçayı, fıkhı çok iyi bilenlere caiz
görmeye sevkeden haklı durumlar da var. Buna en güzel örnek, hadîs ilminde yüce
bir mevkie sâhip olan Şu'be'den verilmektedir. Bu zat, yaşça kendisinden küçük
olan İsmail İbnu Uleyye'den erkekleri, elbiselerini zaferanla boyamaktan men
eden hadîsi almıştı. Rivâyet sırasında Şube: "Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) zaferanla boyanmaktan yasakladı" diyerek yasağı kadınlara da
teşmîl eden bir üslubla rivayet eder. Bu hatayı farkeden İsmâil İbnu Ubeyye
derhal müdâhale ederek, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın böyle söylememiş
olduğunu belirtir.
Hadîsleri mânen rivâyete cevaz vermeyenler bir de
şunu söylerler: Hadîsi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işitenin bu
lâfızları değiştirme yetkisi olsa ondan işitenin de fazlasıyla böyle bir
yetkiye sâhip olması gerekir. Zira önceki Şâri'in sözüdür. Bunun değiştirilmesi
câiz olunca, ikinci, üçüncü ravilerin rivâyetlerini değiştirmek fazlasıyla câiz
olur. Değişe değişe rivâyet edilen bir rivayetin sonuncu râvide aldığı şekille
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın söylemiş bulunduğu şekil arasına büyük
fark girmiş olur.
Şu halde bu delil ve mülâhazalardan hareket eden
selef uleması hadîsin mânen değil lâfzan rivâyetinde ısrar etmişlerdir. Bu
görüşü Tâbii'nden Kasım İbnu Muhammed, İbnu Sîrîn, İbrahim İbnu Meysere, İbnu
Mehdî, Reca İbnu Hayre, Süfyân İbnu Uyeyne... gibi bir çokları iltizam
etmiştir. İbnu Hazm başta bütün Zâhiriye âlimleri de bu görüştedirler,
rivâyet-i bilmânâ'yı haram telakki ederler. Müslim de bu görüşü iltizam
edenlerdendir.
2- Hadîsî mânen rivâyet câizdir diyenlere gelince:
Başta dört mezheb imamı olmak üzere âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Sâhâbe
de çoğunluk itibariyle bunun tatbikatını fiilen yapmışlardır. Hasan-ı Basrî,
Süfyan-ı Sevrî, Vekî İbnu'l-Cerrâh, Şâbi, İbrahim Nehâî, Âmir İbnu Dinar hep
mâna ile rivayeti esas almışlardır. Vekî: "Hadîsi edâ ederken, mânayı esas
almak olmasaydı âlimler perişan olurdu" demiştir. Süfyan'ı Sevrî'nin de
"Eğer ben size işittiğim gibisini söylüyorum dersem sakın inanmayın,
söylediğim hep mânâdır" diyerek fiilî gerçeği ifade ettiği belirtilir.
Nitekim aynı hâdiseyi rivâyet eden sahâbelerin rivâyetlerinde farklılıklar
olduğu gibi, muayyen bir hadîsi aynı sahâbeden almış olan farklı râvilerin
rivayetleri arasında da farklılıklar mevcuttur. Kur'ân-ı Kerîm gibi anında
yazdırılıp ezberletilen sonra da kontroldan geçirilerek asliyeti korunma altına
alınmamış olan hadîs rivâyetinde gerçek vak'anın da bu olacağı tabiîdir.
Nitekim, hadîslerin mâna üzere rivâyetini caiz
görenler de gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den ve gerekse Ashab
(radıyallahu anhüma)'dan kendilerine deliller, örnekler göstermektedirler.
Ezcümle:
l- Abdullah İbnu Süleyman el-Leysî'nin rivâyetîne göre
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e: "Ey Allah'ın Resûlü, biz senden
bir hadîsi işittiğimiz gibi eda edemiyoruz" demeleri üzerine: "Eğer
bir haramı helal, bir helali haram etmez, mânayı da doğru olarak ifade
edebilirseniz istediğiniz lâfız ile rivâyet etmenizde bir beis yoktur"
buyurmuştur. Hasan-ı Basrî hazretleri bu hadîsi işitince: "Bu ruhsat
olmasaydı biz hadîs rivâyet edemezdik" demiştir.
2- Sahâbeden gelen bir çok rivâyet de onların mâna ile
rivayeti esas aldıklarını gösterir: Urve İbnu Zübeyr anlatıyor: "Hz. Aişe
bana: "Sen benden bir hadîsi yazıyor, dönüp tekrar yazıyormuşsun doğru
mu?" dedi. Cevâben:
"- Ben bir hadîsi sizden bir seferinde başka,
öbür seferinde bir başka şekilde işitiyorum" dedim.
"- Mânâda bir değişiklik buluyor musun?"
dedi.
"- Hayır!" karşılığını verince:
"- Böyle rivâyette bir mahzur yoktur"
dedi.
İbnu Sîrîn de şöyle demiştir: "Ben bir hadîsin,
her defasında mâna aynı kalmak şartıyla on şekilde rivâyet edildiğine
rastladım".
Zürâre İbnu Ebi Evfa'nın şöyle söylediğini Katâde
rivayet eder: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashabı'ndan pek
çoğuna rastladım. Hadîslerin mânasında ittifak ediyorlar, lâfzında ihtilafa
düşüyorlardı." İmam Şâfi'nin bir rivâyetine göre, bu duruma dikkat çekilen
bir sahâbî: "Mânasına halel gelmedikçe bunda beis yoktur" cevâbını
vermiştir. Aynı şekilde rivâyetlerindeki farklılığa dikkati çekilen Huzeyfe
(radıyallahu anh)'nin: "Biz Arab kavmindeniz, dilimiz fasihtir, hadîsleri
irâd ederken elfâzı takdim, tehir ederiz (mânâyı değiştirmeyiz)" dediğini
Hz. Câbir (radıyallahu anh) rivâyet eder. Bu farklılıklar sebebiyle ashab
birbirini tenkîd ve itham etmemiştir.
İbnu Mes'ud, Ebu'd-Derda, Enes, Abdullah İbnu Ömer
(radıyallahu anhüma ecmain) gibi birçok sahâbe rivâyetlerinin sonuna
"ihtiyat kaydı" diyebileceğimiz, kayıtlar ilâve ederek,
rivâyetlerinin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ağzından çıktığı şekle
uyması hususundaki şüphelerini belirtmişler, dinleyicileri yanlış bir zanna
düşmekten korumaya çalışmışlardır. İhtiyat kaydı dediğimiz bu tâbirler şunlardır:
"Tam söylediğim gibi değilse de ona yakın bir
söz söyledi."
"Resûlullah ya da buna yakın bir şey
söylemişti."
"Bunun gibi, buna benzer bir şey
söylemişti."
"Bunun gibi veya buna yakın bir şey
söylemişti."
3- İslâm Dini'ni âyet ve hadîsleriyle Arap olmayanlara
kendi dillerinde açıklamak, tercüme etmek câiz olduğuna göre, Arap olanlara da
müterâdif ve müsâvi olan başka Arapça kelimelerle nakletmek de câiz olmalıdır.
Bazı âlimler bu delili pek kuvvetli bulmazlar.
Çünkü, Arap olmayan kimse kendi diliyle işittiği bir sözün, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîsi olmadığını bilir. Bu cevazdan hareket
edenler yine de, lâfzın esas alınması gerektiği durumlarda mânen nakli ve
tercümeyi câiz görmemişlerdir. Ezan ve kamette olduğu gibi. Bunların mânasını
öğretmek için tercümesi câiz ise de, Ezanın başka kelimelerle okunması,
tahiyyat ve kunut'un namazda tercümesinin okunması câiz değildir.
4- Hadîsler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
huzurunda yazılmadığına göre, Ashab sonradan aklında kalan mânayı rivâyet
etmiştir.
5- Hadîslerde lâfız maksûd değildir, vâsıtadır. Esas
olan mânadır. Öyle ise mânanın şu veya bu elfazla rivayeti mühim değildir.
6- Mâna ile rivâyeti câiz görenler, muhâlif tarafın
dayandığı delilleri de çürütürler. Mesela: Yukarıda kaydettiğimiz: "Bizden
bir şey işitip de işittiği şekilde teblîğ edenin Allah yüzünü taze kılsın"
hadîsi;
a) Pek çok tarikten ve farklı lâfızlarla gelmiştir, şu
halde o da mânen rivayet edilmiştir.
b) Ayrıca "işittiği şekilde" tabirindeki
"şekilde" sözü "işittiği mânaya benzer bir mânada" mânasını
da taşır. "Aynı elfazla" demek değildir...
Keza "Berâ'nın rivâyetinde "Resûl"
kelimesinin yerine "nebî" kelimesinin konmasını reddetmiş olması Nebî
(aleyhissalâtu vesselâm) ile Cebrâil'in karıştırılmaması nüktesine binâendir..."
denmiştir.
[102]
Mânen rivayeti câiz görenler, bu cevazı verirken bazı mühim şartlar
koşarlar.
1- Rivâyete ehil olan kişi bunu yapar. Bu da öncelikle
Arapça'yı iyi bilmeyi, hadîsi anlamayı gerektirir.
2- Mânen rivâyet yapacak kimse elfazı hatırladığı
takdirde, aslî elfazla rivâyet etmelidir. Cevaz, mânayı tam hatırlayıp, aslî
elfazı hatırlayamayanlara mahsustur.
3- Mânen rivâyet meselesi, günümüzün meselesi
değildir. Yâni hadîs kitaplarına girmiş olan hadîsler değişik şekilde rivâyet
edilemezler. Kitaplarda nasıl yer etmişse olduğu gibi alınmalıdır. Bu hususta
âlimler ittifak ederler. Bu münakaşa, hadîslerin şeyhlerden alınma dönemiyle
ilgilidir, cevâz da: Dinlenmiş olan lâfızları aynen zabt veya tahkikin mümkün
olmadığı durumlarla ilgilidir: İşitildiği mânen hatırlanan bir rivâyet ya
mânasıyla kayda geçirilecek veya terkedilecektir. Terkinde dine zarar vardır,
bu zararı önlemek için mânasını zabtedmek, rivâyet etmek lâzımdır. Değilse,
kitaba geçmiş olan el-fazın değiştirilmesine gerek de yok, zaruret de yok,
binaenaleyh cevaz da yoktur.
[103]
1- Bir lâfzı, onun tam müterâdifi yâni aynı mânadaki
bir başka kelime ile değiştirmek câizdir: Cülûs-kuûd: ilim-mârifet;
İstitâa-kudret; memmâm-kattât gibi. Bu kelimeler tam müterâdiftir, biri
diğerinin yerine kullanılabilir.
2- Kelimeler arasındaki müterâdiflik kat'î değil de
zannî olursa bu durumda rivâyet câiz değildir.
3- Ravi, mânayı kavradığı hususunda kesin kanaat
sâhibi olduğu takdirde müteradif kelimelere müracaat etmeden, mânaya eksiklik,
fazlalık katmadan, dilediği şekilde rivâyet edebilir, bu da câizdir.
Manen rivâyet işi, daha önce de belirtildiği gibi
ehliyetli kişinin işidir. Herkesin bu işe tevessülü câiz değildir.
[104]
Lahn. Arapça ifadede karşılaşılan bazı bozukluklara
denir. İrâb ve şive hatası diye de tarif edilebilir. Hadîsçiler, bir kısım
rivayetlerde rastlanan bu dil hatalarının düzeltilip düzeltilemiyeceği
hususunda ihtilaf ederler. Lâfzî rivâyeti esas alanlar, duydukları üzerinde
herhangi bir tasarrufta bulunmaksızın aynen rivâyet etme mesleğinde gittikleri
için onların lahn'ı düzeltmeden koruyacakları açıktır. Ancak mânâ üzerine
rivâyeti esas alanlar hadîslerde rastladıkları lahn'ı düzeltmek gerektiğini
söylerler. "Çünkü, rivayetin asıl kaynağı olan Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ve Ashâb Araptırlar ve dilleri fasihtir. Öyle ise onların lahn'da
bulunması söz konusu olamaz. Bu sebeple rivâyetlerde rastlanan bozukluklar
senette yer alan diğer râvilere aittir, öyle ise düzeltilmelidir." İbnu
Hazm, lahn'lı olarak işitilen rivayetin düzeltilmesini vâcib görür.
Hadîslere Lahn'ın girmesine sebep olan râviler daha
ziyâde Arapça'yı sonradan öğrenen Arap asıllı olmayan kimselerdir. Tâbiîn ve
Etbauttâbiîn arasında gayr-ı Arap râvi çoktu.
Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, Buhârî ile
Müslim arasında bile bu noktada görüş ayrılığı vardır. Müslim, mânaya tesir
etmese bile hocalarından duyduğu şekliyle bütün farklılıkları olduğu gibi
korur. Buhârî ise, rivâyet-i bilmânayı câiz gördüğünden çok ince teferruatı,
Lahn'ı olduğu gibi korumayı uygun bulmaz.
Hadîslere karışan bu Lahn sebebiyle Arap dilcileri
nahivle ilgili şâhidleri hadîslerden almayıp, câhiliye şiirlerinden almayı
an'ane hâline getirmişlerdir.
[105]
İhtisar özetleme demektir. Bir hadîsi rivayet
ederken bazı kısımlarını hazfedip kısaltmak onu ihtisar etmektir.
Hadîs rivâyetinde bunun câiz olup olmadığı hususunda
farklı görüşler vardır:
1- Mutlak surette memnudur. İhtisârı câiz görmeyenler,
daha ziyade rivâyet-i bilmânaya karşı olanlardır. Bunlara göre, hadîsten tek
harfi bile hazfı câiz değildir. Bunlar hazfetme sırasında mânânın bozulacağını
ileri sürerler. İmam Malik bilhassa Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ait
(merfu) kelamın ihtisarını hiç câiz görmezdi.
2- Hadîs, -râvînin kendisi veya bir başkası
tarafından- tam olarak rivayet edilmişse, ihtisar edilerek rivayet edilmesi
câizdir, rivayet edilmemişse câiz değildir. Çünkü hazfedilen kısım kaybolmaya
mahkûm demektir.
3- Âlim ve ârif olan râvinin, hadîsi, ihtisar etmesi
bir şartla câizdir: Hazfedilen kısım, nakledilen kısımdan ayrı olmalıdır. Aksi
takdirde iki kısım mânâ ve delalet yönüyle birbirini tamamlayıp bir irtibat
içinde olur da, hazfedilen kısım, rivayet edilen kısmın delâlet ve mânasına
tesir edecekse bu câiz değildir.
Cumhur'un, fıkıh ve hadîs usulcülerinin görüşü
budur. Bu şartlarda ihtisâr'ın, rivâyet-i bilmânayı câiz görmeyenlerce de
mûteber olması gerekir. Zira, bu tarzda hazfedilen bir hadîs iki ayrı hadîse
bölünmüş olmaktadır, üstelik bu cevaz, sahanın mütehassısı olan kimselere
tanınmış olmaktadır.
[106]
Takt'i, kısımlara bölmek demektir. Istılah olarak
bir hadîsi, ihtiva ettiği hükümlere göre parçalayıp, parçalardan her birini
kitabın ilgili bölümünde kaydetmektir. Aslında takti', ihtisardan tamamen
farklı bir ameliye değildir, bir cüzdür. Kitabın hacmini kabartmamak
maksadıyla, bilhassa fıkhî hadîslerde, ilgili babta, hadîsin sâdece babla
ilgili kısmı alınır, gerisi alınmaz.
Böylesi bir tasarruf mânaya eksiklik, fazlalık
getirmeyeceği gibi, yanlış anlamaya da bâis olmaz. Bu sebeple Buhârî, İmam
Mâlik, Ebu Dâvud, Nesâî, Tirmizî gibi hadîs ilminin büyük üstadları buna
başvurmuşlardır.
Hemen belirtelim ki, her şeye rağmen hadîste taktî'e
taraftar olmayan, mahzurlu bulan âlimlerimiz de vardır. Sözgelimi Ahmed İbnu
Hanbel, İbnu Salâh takti'in kerâhattan hâlî olmadığı kanaatindedirler.
Herhangi bir rivâyette sıhhati şüpheli bir ziyâde
olduğu takdirde bu ziyâdeyi rivâyetten çıkarmanın câiz olduğunda ihtilaf
yoktur, yeter ki, şüpheli olan bu ziyâde kısım, hadîsin diğer kısmı ile
irtibatlı olmasın. İrtibat bulunduğu takdirde o kısmın çıkarılması öbür kısmın
bütünlüğünü bozacağı için câiz olmaz.
[107]
Hadîs ulemasının, rivayet ve dolayısıyla hadîs
karşısındaki titizlik ve hassasiyetini gösteren bir diğer âdâb, farklı
senedleri olan bir hadîsin rivayetinde kendini gösterir. Muhaddis, bir hadîsi
rivayet ettikten sonra, aynı hadîsi ikinci bir senedle daha irad etmek istediği
zaman, metni aynen zikretmeyip "mislehu (öncekinin metni gibi)" veya
"nahvehu (öncekine benzer)" der geçer. İşte bu kısaltmayı bazı
muhaddisler doğru bulmazlar. Metin tıpatıp aynı olsa bile senedden sonra elfazın
da zikri gerekir derler. Şu'be'nin: "Fülan fülandan onun mislini rivâyet
etti demek kifayet etmez" dediği belirtilir. Ayrıca, Şu'be'nin:
"Fülan fülandan benzerini (nahvehu) rivayet etti demesi de rivâyette
şekdir" dediği kaydedilir.
Kısaltma ile ilgili ikinci bir görüş daha var. Buna
göre, râvinin şeyhi zabt yönünden kuvvetli, hıfzı yerinde, kelimelerin birini
diğerinden tefrik hususunda, güçlü, rivayet ettiği şeyin kelimelerine bile
dikkat edecek hassâsiyette sika birisi ise, ikinci senedde metin vermemesi
câizdir. Bu vasıflar yoksa, câiz değildir, her bir senedde metni de ayrı ayrı
zikretmesi gerekir. Süfvân-ı Sevrî bu görüştedir.
Üçüncü bir görüş Yahya İbnu Main ve Hâkim'e aittir.
Buna göre râvinin şeyhi, sayılan vasıfları taşıyorsa "mislehu (öncekinin
misli)" demesi câiz "nahvehu (öncekinin benzeri)" demesi gayr-ı
câizdir. "Mislehu (öncekinin mislidir)" diyebilmek için metinlerin
lâfzan aynı olduğuna cezmetmek gerekir. Metinler sâdece mânen müttehid ise
nahvehu demesi câiz olur.
Hâtibu'l Bağdâdî, bu tefriki yapanların rivâyet-i
bilmâna'ya cevaz vermeyenler olduğunu, cevaz verenlerin böyle bir tefrike
gitmediklerini, nahvehu ve mislehu kelimelerinin müteradif olarak
kullandıklarını belirtir.
Nahvehu ve mislehu tâbirleri bilhassa Sahîh-i
Müslim'de çok geçer. Müslim hazretleri bir hadîsin bütün senetlerini bir arada
vermek prensibinde olduğu için senetleri verdikten sonra metinler birbirine
yakınsa metni tekrar etmez, dikkat çekmeye değer bir farklılık varsa, senedi
verdikten sonra o farklılığa dikkat çeker, onu kaydeder.
[108]
Râvi, bir hadîsi muhtelif şeyhlerden almıştır,
rivâyetler mânaları itibariyle müttehiddir, ancak lâfızları yönüyle farklıdır.
Bu durumda şöyle bir ifade kullanarak rivâyetleri birleştirmek mümkündür:
"Fülan ile fülan bize haber verdiler, söyleyeceğim lâfız da fülâna
aittir."
Bu, Müslim'de çok sık rastlanan bir usuldür.
Rivâyet-i bilmânâ'yı esas alanlar için bu tarz câizdir.
Bâzan da bir cemaatten, aynı mânaya gelen bir
rivayet zikredilir, ama kaydedilen metin hangisine ait olduğu belirtilmez,
belki de metin hiçbirine ait değildir, ancak isimleri zikredilen şahıslar o
mânada müttefiktirler. Buhârî, Abdullah İbnu Vehb ve Hammâd İbnu Seleme gibi
bir kısım muhaddisler bu tarz rivâyete yer verirler. Kendileri bu sebeple
tenkit de edilmediğine göre, bu tarz da çoğunlukla kabul edilmiş bir telfîk
şekli olmaktadır.
[109]
Hadîs ilimlerinin ihtisas seviyesinde öğretildiği özel eğitim
müessesesi.
Kur'ân-ı Kerim'den sonra, İslâm'ın ikinci ana kaynağı olan
"Sünnet" ve bunun sözlü ifadesi olan "Hadis" öğretimi büyük
bir önem arzeder. Hz. Peygamber, sözleri, fiilleri ve tasvipleriyle İslâmî
hükümleri pratik hayata aktarmış, müslümanlar için canlı bir model olmuştur.
O'nun hayatı bütünüyle iyi bilindiği ve müslümanların yaşayışına aktarıldığı
ölçüde İslâmiyet ferdî ve sosyal hayatta müsbet etkisini gösterecektir.
İslâmiyet'in ilk dönemlerinde öğretim ve eğitim faaliyetleri daha
çok mescid ve camilerde yürütülmekte idi. İbadet yeri olan mescidler, bu
dönemde aynı zamanda dershane görevini de yapmakta idiler. Hadis öğretiminin
ilk yapıldığı cami, Mescid-i Nebevî'dir. Hz. Peygamber döneminde Ashab-ı Suffâ,
mescidin bir bölümünde Rasûlullah'tan hadis öğreniyorlardı. Ashab arasında en
çok hadîs rivayet eden Ebu Hüreyre burada yetişmiştir. Sünen-i İbn Mâce’de
rivayet edildiğine göre, bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.) camide Kur'ân tilaveti,
dua ve ilim öğrenmekle meşgul olan iki ayrı halkaya rastlamış ve onlara iltifat
etmiştir.[110] Bu
haberden de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashab döneminde İslâmî
ilimlerin öğretildiği yer mescitlerdi.
Emevîler döneminde çocuklar için "mektepler" inşa
edilirken, Abbasîler döneminde ise "medreseler" tahsil müesseseleri
olarak kurulmaya başlanmıştır. Bunların dışında "mecâlis" denilen
ilmî toplantılar da hadîs, ilimlerinin öğretildiği yerlerdi. Bu dönemlerde,
câmi ve mescidler yine ilim merkezi olarak kullanılmaya devam etmiştir. Ancak;
hadîs ilminin önemi dolayısıyla sonraları, hadis ilimlerinin ihtisas seviyesinde
öğretildiği "dârü'l-hadîs" denilen özel müesseseler kurulmaya
başlanmıştır ki, bu müesseseler birer hadîs araştırma merkezi mahiyetinde
idiler.
Hadîslerin tetkîki için çok iyi düzeyde Arapça bilmek ve belâgat,
tefsir, usûl-ı hadîs ve diğer şer'î ilimleri de bilmek gerekiyordu. Bunun için
özel müesseseler kuruldu. Medreselerde okutulan derslerde icazet alanların
kabul edildiği bu ihtisas okullarının ilki, Atabek Nureddin Mahmud İbn Zengi[111] tarafından hicrî 563 yılında Şam'da kuruldu.
Kurucusunun adına nisbetle bu dârü'l-hadîs'e "Nuriye Medresesi"
denildi. İkincisi Musul'da kurulan bu hadis medreseleri daha sonraları çoğaldı.
Hadisle birlikte Kur'ân ilimlerinin de okutulduğu medreselere ise
"dârü'l-Kur'ân ve'l-hadis" ismi verildi.
Anadolu sahasındaki ilk dârü'l-hadîs, İlhanlılar zamanında
Başvezir Şemseddin Cüveynî'nin 670/1271-1272 yılında Sivas'ta kurduğu çifte
minareli medresedir. Anadolu Selçukluları devrinde vezir Sahip Ata tarafından
Konya'da yaptırılan ince minareli medrese, dârü'l-hadislerin en meşhurlarındandır.
Osmanlılar döneminde önce Bursa'da,
sonra da II. Murat tarafından 1447 yılında Edirne'de dârü'l-hadîs kuruldu.
İstanbul'daki ilk dârü'l-hadîs ise,
Kanuni Sultan Süleyman tarafından Süleymaniye Camii'nin tam karşısında ve
tabhanenin bulunduğu yerde kurulan Dârü'l-Hadîs'tir. Binası bugün de ayakta
duran bu medrese, kubbeli bir oda, kubbesiz ondokuz odadan müteşekkildir.
Süleymaniye Dârü'l-Hadîs'i, paye bakımından medreselerin en yükseği olduğu
için, buraya ilk tayinlerinde müderrislere yüz akçe, bilâhare elli daha
artırılarak yüzelli akçe yevmiye verilirdi. Payelerine göre dârü'l-hadîs
müderrislerine verilen yevmiye on ile yüzelli akçe arasında değişiyordu. Ayrıca
imkânlar nisbetinde talebelere de burs veriliyordu. Meselâ, Birgi Dârü'l-Hadîs'inde
okuyan yedi öğrenciden her biri dörder akçe yevmiye alıyordu.
XV. ve XVI. yüzyıllar arasında
Osmanlılar tarafından, on üçü İstanbul'da olmak üzere yirmi dârü'l-hadîs
yaptırılmıştı. Geri kalanlardan ikisi Amasya'da, ikisi Edirne'de, diğerleri de
İznik, Birgi ve İstip'te kuruldu. Ayrıca Anadolu'nun Konya, Aksaray, Niğde,
Kayseri, Sivas, Alanya, Erzurum, Urfa, Adana, Tokat, Ankara, Bursa, Manisa
şehirlerinde dârü'l-hadîs'ler vardı. Evliya Çelebi'ye göre, XVII. yüzyılda
dârü'l-hadîs'lerin sayısı yüzotuzbeşi buluyordu. 1882'de yapılan umûmî nüfus
sayımı dolayısıyla yapılıp bastırılan istatistiğe göre, İstanbul'da çeşitli
semtlerde onbir dârü'l-hadîs görülmektedir.
Dârü'l-hadîs'lerde, usûl-i hadîs ile birlikte Kütüb-i Sitte
okutulurdu. Bunlardan Buhârî ve Müslîm üzerinde bilhassa durulur, hadis
kritiğine oldukça önem verilirdi. Dârü'l hadîs'ler genellikle vakıf kurumları
olduğu için, buralarda okutulan kitaplar, vakfın şartına, -vakıf herhangi bir
şart koşmamışsa- o beldenin örfüne göre okutulan eserlerdi. Bu sebeple
dârü'l-hadîs'lerde takip edilen program ve kitapları kesin olarak tespit etmek
mümkün olamamaktadır. Ancak, Osmanlı âlimlerinden Kemal Paşazade'nin Edirne
Dârü'l-Hadîs'inde müderris iken Sahîh-i Buhârî'ye şerh yazması[112],
Mevlâna Haydar'ın ise Dârü'l-Hadis müderrisi iken Sahîh-i Buhârî'yi, Kirmânî
şerhiyle birlikte okutması[113]
genellikle son devirde dârü'l-hadîs'lerde metin olarak Buhârî ve şerhlerinin
okutulduğunu göstermektedir.
Dârü'l-hadîs'ler en yüksek medreseler olduğu için müderrisleri hem
en yüksek yevmiye alıyorlar, hem de törenlerde öteki müderrislerin önünde
bulunuyorlar ve onlara başkanlık ediyorlardı. İlim, eğitim ve kültür
hayatımızda önemli hizmetler gören dârü'l hadîs'ler, diğer birçok müessese gibi
kapatılınca, tarihe karışmış olup; tekrar ihya edilerek İslâm'ın yeniden hâkim
kılınacağı günleri beklemektedir.[114]
İlk devirden beri,
hadîsi yazı ile tesbit etmenin caiz olup olmadığı, zaman zaman tartışma konusu
olmuştur. Buna sebep, hem yazılmamasına hem de yazılmasına dâir sahîh
hadislerin bulunuşudur. Örnekler:
1-
Ebû-Saîd'il-Hudrî'den:
Der ki: “Rasûl-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurdu:
“Kur'an’dan başka benden birşey yazmayınız. Kim benden
birşey yazmışsa onu imha etsin.”[115]
2- Abdullah
bin Amr'dan: Der ki:
“Ya Rasulallah, ilmi
kaydedeyim mi? dedim.
“Evet”
dediler.
“İlmin kaydı ne
iledir?” diye soruldu;
“Onu bağlamak, yazmakla olur, dedi”.[116]
3- Abdullah
b. Amr'dan; (Rasûlullah'la şu konuşmasını kendisi nakletmiştir):
“Ya Rasulallah, sizden
her işittiğimi yazayım mı?”
“Evet (yaz).”
“Hiddetli halinizde
olsun, hoşnut halinizde olsun (yazayım mı).”
“Evet. Çünkü ben bütün bu hallerde ancak hakkı
söylerim.”[117]
Birinci hadîste,
Kur'an'dan başka birşeyin yazılması yasak ediliyor, diğerlerinde ve benzeri
hadislerde ise, yazmaya teşvik var.
Birinci hadîsin
söyleniş tarzı dikkate alınınca, Kur'an-ı Kerîm'le, hadislerin birbirine
karıştırılmasından endişe edildiği açıkça anlaşılıyor. Buna göre yasaklama,
sadece bu karıştırmayı önlemek maksadıyla alınmış bir –muvakkat- tedbirdir.
Karıştırmayacağından emin olduğu kimselere Rasûl-i Ekrem, başlangıçtan beri
izin verdiği gibi, bu tehlike ortadan kalktıktan sonra, umûmî olarak da yazma
iznini vermiştir.
Bir yandan Rasûl-i
Ekrem (s.a.) ashabını, ilmi (kitap ve sünneti) belleyip yaymaya teşvik etmiş,
öte yandan da, kendi demediğini O'na maletmekten şiddetle sakındırmıştır. Bu
yüzden ashâb, daha Rasûlullah (s.a.) hayatta iken, hadisleri yazmaya başlamış,
hafıza ile yazıyı, ilmin iki sağlam koruyucusu olarak kullanmışlardır.
Bazı İslâm
bilginleriyle, müsteşrikler, hadîslerin yazıya geçmesinin, birinci hicret
asrının sonuna doğru olduğunu, bâblar ve fasıllar halinde hadîs kitaplarının
yazılmasının ise üçüncü asır başlarında olabildiğini iddia ederler.[118]
Bu yanılmanın sebebi:
A- Yazmayı
yasaklayan ve teşvik eden karşılıklı hadîslerin, geçici bir tedbir oluş
sebebine dikkat edememek.
B- Tedvin
ile tasnifi birbirine karıştırmak
[119]
C-
Muhaddislerin, hadîs rivayet ederken kullandıkları bana haber verdi, söyledi
gibi bazı tabirlerin, ezberden nakli gösterdiğini sanmak
[120]
olmuştur. Halbuki:
Tedvin yazılan
hadîslerin toplanmasıdır. Tasnif ise, karışık olarak toplanmış malzemenin,
muayyen bab ve fasıllara yerleştirilerek kitap haline konması demektir.[121]
Yukarda geçen görüşün
hatâlı olduğunu ortaya koyan ve bize hadîsin, ikinci asır sonuna kadar
geçirdiği devreleri gösteren delîl ve bilgiler:
A- Hadîs'in
Peygamber Efendimiz (s.a.) zamanında yazıldığını gösteren belgeler:
1- Rasûl-i
Ekrem Efendimizin komşu devlet başkanlarına yazdırdığı mektuplar, Ebû-Şâh
hadîsi,[122] kırtâs hadîsi[123] ve
yukarda geçen hadîsler...
2- Sa'd b.
Ubâde'nin, topladığı hadîsleri kaydettiği “sahîfe = risale” si. Bunu Tirmizî Camii’nde
nakletmiştir.[124]
3- Abdullah
b. Ebî-Evfâ'nın, eliyle yazıp, talebesine okuttuğu risale. Buhârî'ye göre
yukarda adı geçen sahîfe bunun bir nüshasıdır.
4- Semüre b.
Cündüb'ün, yazıp oğullarına bıraktığı hadîs mecmuası.[125]
5- Câbir b.
Abdullah'ın sahîfesi... Müslim, “sahîh”inde bunu rivayet etmiştir.[126]
6- Abdullah
b. Amr'ın, “doğru sahîfe” adıyla anılan hadîs mecmuası; İbnü'l-Esîr'in nakline
göre bu mecmua “bin” kadar hadîsi içine almakta idi.[127] Bu
hadîslerin büyük bir kısmını, Ahmed b. Hanbel “Müsned”ine almıştır.[128]
7- Hicretin
birinci yılında; Medine'lilerle muhacirler arasındaki vazife ve hakları tesbit
etmek üzere Rasûl-i Ekrem'in emredip yazdırdığı meşhur risale ki bu, hukuk
tarihinin de yazılmış ilk anayasasıdır.[129]
8- Abdullah
b. Abbâs da, Rasulullah'ın sünnet ve siyretinin önemli bir kısmını yazmıştı.
Vefatında bu sahâbînin bir deve yükü kitap bıraktığı meşhurdur.[130]
9-
Zamanımıza kadar gelmiş olması bakımından büyük bir önem taşıyan Hemmam b.
Münebbih sahîfesi de aslında Hemmâm'ın hocası, büyük sahâbî Ebû-Hüreyre'ye
aittir.[131]
Ulûmul-hadîs adlı
eserin yazarı Dr. Subhî es-Sâlih, yukarıda özetlediğimiz vesikaları genişçe
bahis konusu ettikten sonra, ashab devrinde hadisin durumunu şöyle özetler:
“Gerçek ve mantığa
uyan durum şudur ki, ashabın bir kısmı, içlerinden gelen bir duygu ve meyille
Rasûlullah'tan (s.a.) duyduklarının çoğunu -hattâ belki de hepsini- itina ile
yazmışlardı. Kur'an-ı Kerim'in sünnetle karışmasından emin olunca Rasûlullah
(s.a.) da -yazmak isteyenlere- genel izin verdi. Bu arada, ashabın bazıları
daha az yazmışlardır, bazıları da Kur'an'la daha fazla meşgul olmaları
dolayısıyle, hadîs yazmaya vakit bulamamış, Rasûl-i Ekrem'den duyduklarıyle
doğrudan doğruya amel etmiş, bunları ayrıca yazmaya ihtiyaç da duymamışlardır.
Geri kalan bir kısım sahabe de okuma yazma bilmediklerinden, kitap ve sünnetten
mümkin olduğu kadar ezberlemişlerdi...”[132]
Râşid halîfeler
devrinde, bu zevatın, uzun istişareler ve tereddüdlerden sonra yazılı ve
ezberde bulunan hadîsleri, Kur'an-ı Kerîm gibi bir araya toplamaya teşebbüs
etmediklerini görüyoruz.
Tâbi'ler
[133]
devrinde, yazmanın caiz olup olmaması münakaşası pek az muhalifle kapanıyor. Bu
devrin sonuna doğru, hadîslerin toplanması (tedvini) için ilk emri veren Büyük
Halîfe Ömer b. Abdilâziz (101/719) şüphesiz, devrinin bilginlerinden gerekli
izni almıştı.[134]
Hadîs tarihinin ikinci mühim devresini
"tedvinü's-sünne" dediğimiz çalışmalar teşkil eder. Zaman olarak
ikinci hicrî asrı içine alır.
[135]
Tedvin, lügat olarak cem edip kitap hâline koymak
mânasına gelir. Bir hadîs ıstılahı olarak, hadîslerin resmen yazılıp kitap
haline konması demektir. Burada "resmen" tabirinin bilhassa
ehemmiyeti var. Zira, önceki bahislerde de görüldüğü üzere, hadîslerin
yazılması, ferdî ve hususî olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde
başlamış bir faaliyettir. Hatta bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından pek çok yanlı vesîkanın bırakıldığını ve hepsine de
"sünnet" dendiğini belirtmiştik.
Ama bunların hiçbiri tedvîn kelimesiyle ifade edilen
"yazma" işine girmez. Çünkü tedvîn'de hadîslerin tamamının yazılması
söz konusudur. Öyle ise tedvîn'in daha mükemmel bir târifini: "Hadîslerin
hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicrî asırdaki yazma
faaliyetidir" şeklinde yapabiliriz.
[136]
Tedvîn işi, Emevi halifelerinden Ömer İbnu
Abdilaziz'le başlar. Dindarlığı ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
sünnetine düşkünlüğü ile meşhur olan Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehulllah),
sünneti bilen Ashab neslinin, arkadan da büyük alimlerin çeşitli sebeplerle
birer birer hayattan çekilmelerini görerek hadîsin kaybolacağından endişe eder.
Tehlikeyi önlemek için her tarafdaki mevcut âlimleri hadîslerin yazılması işine
sevketmeyi düşünür. Bu maksadla, halife sıfatıyla vâlilere emirler, tamimler
gönderir. Ömer İbnu Abdilaziz'in gönderdiği bu mektuplardan bir tanesinin metni
Buhârî'de mevcuttur. Bu, Medîne valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderilen
mektuptur:
"Beldende Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadîslerin)
yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid
gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar,
bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz."
İbnu Sa'd'ın kaydettiği rivayette Ömer İbnu
Abdilaziz (rahimehullah) İbnu Hazm'a yazdığı mektupta şu ziyadede bulunmuştu: "....câri, bilinen bir sünnet veya Amra bintu Abdirrahmân'ın
rivâyetleri kabul edilsin..."
Dârimi'nin rivayetinde şu ziyâde mevcut: "Sizce (veya bölgenizde) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den sâbit ve sahîh olan rivâyetlerle Hz. Ömer'den sâbit olan
rivayetleri yaz".
Ebu Nuaym'ın Târîhu İsfehan'da kaydettiğine göre
Ömer İbnu Abdilaziz, mektubu, bütün İslâm beldelerine göndermiştir.
Şu halde tedvîn işinden bahseden muhtelif
rivâyetleri göz önüne alarak konu hakkında daha bütün bir fikre
varabilmekteyiz.
Hadîslerin tedvîninde Halîfe Ömer İbnu Abdilaziz'in
bu teşebbüsünü takdir edebilmek için; Tedvîn'de en büyük hizmeti geçen ve bu
faaliyete ismini veren Muhammed İbnu Şihâb ez-Zührî'nin şu itirafını bir kere
daha kaydetmek isteriz:
"Bizi bu ümera (idâreciler) mecbur edinceye
kadar ilmin yazılmasını uygun bulmuyorduk. (Ümerânın müdâhale ve icbarıyla bu
işe girişince) hiçbir müslümanı yazmaktan men etmemek gerektiğine
inandık".[137]
Hadîslerin yazılıp kitaplar halinde bir yerde
toplanmasına sevkeden gerçek âmilleri daha yakından görmekte fayda var:
1- Alimlerin ittifakıyla bunlardan biri, Ömer İbnu
Abdilazîz'in mektubunda da ifâde edilen husustur: Ulemânın inkırazı ile
hadîslerin yok olma endişesi: Bu gerçekten mühim bir husustur. Her ne kadar
hadîsler ferdî olarak yazılıyor idiyse de çoğunlukla "Ezberlenmek
için" yazılıyordu ve ezberlenince yakılıyordu veya ölürken, kendisinden
yazılanların imhası tavsiye ediliyordu. Yukarıda Zührî'den kaydettiğimiz
rivâyet bile, hadîslerin yazılması hususunda, ilmî çevrelerdeki tereddüdü anlamaya
kâfidir.
Üstelik bu dönem, siyasî çalkantıların, iç
kargaşaların sıkça görüldüğü bir devredir. 95. hicrî yılında Haccâc-ı Zâlim
tarafından öldürülen, devrin meşhur muhaddisi Said İbnu Cübeyr'in kaybı bile
Ömer İbnu Abdilaziz'i "hadîsler kaybolacak" diye korkutmaya yeterli
bir hâdisedir. Kaldı ki, aynı hâdiseler Talk İbnu Habîb'in ölümüne sebep olur,
meşhurlardan Mücâhid kıl payı idamdan kurtulursa da hapse atılır.[138]
2- Ömer İbnu Abdilaziz'in mektubuna açık bir şekilde
aksetmemiş olsa bile, tedvîne sevkeden ikinci mühim âmil, siyasî ve mezhebî
ihtilaflar sebebiyle hadîs uydurma faaliyetlerinin artmasıdır. Bu hususu, Zührî
(rahimehullah)'in şu sözleri tevsîk ve te'yîd eder: "Eğer şark cihetinden
gelen ve nezdimizde meçhûl ve merdûd olan hadîsler olmasaydı ne tek hadîs
yazardım ne de yazılmasına izin verirdim".
Suyûtî hazretleri, hadîs uydurma faaliyetlerinin
tedvîndeki rolüne şöyle parmak basmıştır: "Ulemanın çeşitli beldelere
dağıldığı, Hâricîlerin ve Râfizîlerin uydurma ve bidatlarının çoğaldığı bir
vakitte, sünnet, Sahâbe'nin akvâli ve Tâbiî'nin fetvalarıyla karışık olarak
tedvîn edildi".[139]
Rivâyetler, Ömer İbnu Abdilazîz'in, meseleyi bir
tamimle bırakmayıp, tedvîn çalışmalarını titizlikle takip ettiğini
göstermektedir. Meselâ merkezde, bu işte çalışacak, hususî katipler
tutulmuştur. Sözgelimi Hişâm İbnu Abdilmelik, Zührî'nin emrine iki kâtip
vermiştir. Bunlar tam bir yıl boyu Zührî'nin hadîslerini yazmışlardır.
Tedvîn faaliyetlerine, halife Ömer İbnu Abdilazîz
(rahimehullah) bizzât katılmış, elinde defter kalem namazlara devam etmiş,
namazlardan sonra teşkil edilen ders halkalarına oturarak Avn İbnu
Abdillah'dan, Yezîb İbnu'r-Rakkâşî'den hadîs yazmıştır.
Tedvîn sırasında, sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a nisbet edilen rivâyetler değil, Sahâbe hazerâtından ve Tâbiîn'den
rivâyet edilen âsâr da bâzı muhaddislerce "sünnet" mefhumuna dâhil
edilerek yazılmıştır.
Halife'nin, emriyle taşrada yazılan hadîsler
defterler hâlinde merkeze gönderilmekte, orada çoğaltılarak tekrar İslâm beldelerine
yollanmaktaydı. Bu mühim hususu tevsîk eden bir rivâyet Zührî'den gelmektedir:
"Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) Sünnet'in cem edilmesini emretti. Biz
de onu defter defter yazdık. Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) üzerinde
hâkimiyeti bulunan her bir yere bunlardan bir defter yolladı."
Bu yollanan defterlerin, merkezdeki aslî nüshalardan
çoğaltılan tâli nüshalar olduğu muhakkaktır.
Bazı rivâyetler, merkezde toplanan hadîslerin, ulemâ
nezâretinde belli bir kontrolden geçirildiğini ifâde etmektedir: Ebu'z-Zinâd
Abdullah İbnu'z-Zekvân anlatıyor: "Ömer İbnu Abdilaziz'in fukahâ'yı
topladığını gördüm. Ulema ona pek çok sünnet toplamıştı. (Bunları fukahâ ile
birlikte okuyor) kendisiyle amel olunmayan bir sünnet zikredilince: "Bu
fazladandır, üzerine amel yoktur" diyordu".
Yukarıda, merkezden taşraya gönderildiği belirtilen
nüshaların bu kontrol muâmelesinden sonra istinsah edilmiş olabileceği
söylenebilir.
Tedvîn faaliyetlerinin mühim bir hususiyeti,
hadîslerin, sünen, sahîh veya müsned gibi herhangi bir tasnîf tarzında
yazılmamış olmasıdır. Burada hadîsleri yazıya geçirmek, yazı ile tesbît etmek
esas alınmıştır, şu veya bu tarzda, şu veya bu maksada uygun olması değil. Bu
sebeple, merfu, mevkuf ve maktu rivâyetler sahîhi, haseni ve zayıfıyla birlikte
iç içe, yan yana yazılmıştır. Bunların temyîz ve tanzimi müteakip asırda tebvîb
devrî'nde ele alınacaktır.
[140]
Medine Valisi Ebu Bekr İbnu Hazm, devrinin büyük bir
hadîs âlimi olmasına rağmen Ömer İbnu Abdilazîz'in emrine icâbet ederek şahsen
hadîs yazdığına dâir elimizde kayıt yoktur. O, vali sıfatıyla ulemâyı bu
faaliyete icbar etmekle yetinmiş olabilir. Nitekim bu işi can u gönülden
benimseyip birinci derecede rol oynayan Zührî, bir Medîne âlimidir ve Ebu Bekr
İbnu Hazm'ın emriyle işe başlamış olması şüphe götürmeyen bir husustur.
Tedvîn işinin meyvesini tam olarak görmeye Ömer İbnu
Abdilazîz'in ömrü vefa etmemiş olsa da onun devrinde tedvîn edilenlerin
istinsah edilerek taşra vilâyetlere gönderilecek bir seviyeyi bulduğunu bizzat
Zührî'den intikal eden bir rivâyete istinâden az önce kaydettik. Bu sebeple
İslâm âlimleri, ilk tedvîn işinin Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah)
zamanında,birinci hicrî asrın son yıllarında ele alındığında ittifak ederler.
[141]
Tedvîn deyince daha ziyade "bütün hadîslerin
tesbit ve cem edilmesini hedefleyen resmî yazdırma faaliyetini" anlayınca
bunun dışında kalan çalışmalar tedvîn sayılamaz. Öyleyse:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bıraktığı
yazılı vesikalar tedvîn değildir.
2- Başta Abdullah İbnu Amr İbni'l-As tarafından
yazılmış olan Sahife-i Sâdıka, diğer bazı sahâbîler tarafından yazıldığını
belirttiğimiz hiçbir sahîfe tedvîn sayılmaz.
3- Hz. Mu'âviye (radıyallahu anh)'nin, Muğire İbnu
Şube'ye mektup göndererek "namazın ardından Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın nasıl bir dua okuduğunu işitti ise kendisine yazmasını"
istemesi ve bu talebe Muğire'nin yazılı olarak cevap vermesi de bir tedvîn
değildir.
4- Keza Emevî halifesi Abdülazîz İbnu Mervân, Mısır
vâlisi iken, Humus'ta bulunan -ve yetmiş kadar Bedîr ashabını gördüğü
belirtilen- Kesîr İbnu Mürre'ye "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Ashâbından (radıyallahu anhüm) işittiği hadîsleri kendisine yazması"nı bir
mektupla taleb etme vak'ası da bir tedvîn değildir. İbnu Sa'd bu vak'ayı
kaydeder, fakat Kesîr İbnu Mürre'nin bu talebi yerine getirip getirmediğini
belirtmez. Farz-ı muhal, Kesîr, duyduğu hadîsleri yazmış bile olsa, yine bu,
mevziî, mahallî, kısmî bir "yazma" olacağı için yine de tedvîn sayılmayacaktı.
[142]
Hadîslerin tedvîni Zührî başkanlığında çalışan bir
grup âlimin Şam'da yürüttüğü sınırlı bir faaliyet değildir. İslâm aleminin her
tarafında bu faaliyet yürütülmüştür. Tedvînde ilk hizmet verenler arasında şu
isimler geçer:
Mekke'de: Abdülmelik İbnu Cüreye (V. 150/767),
Medine'de: Muhammed İbnu İshâk el-Muttalibî, (151/768); yahud İmam Mâlik
(179/795), İbnu Ebî Zi'b, Basra'da: Rebî' İbnu Sabîh (160/777); yahud Said İbnu
Ebî Arûbe (156/772) yahud Hammâd İbnu Seleme (167/783); Kufe'de: Süfyan Sevrî
(161/777); Şam'da: Abdurrahman Evzâ (157/773); Vâsıt'ta: Hüşeym İbnu Beşir
es-Selemî (183/799); Yemen'de: Hâlid İbnu Cemil, Ma'mer İbnu Râşid (153/770);
Rey'de Cerîr İbnu Abdi'l-Hâmid (188/803); Horasan'da Abdullah İbnu'l-Mubârek
(181/797). Bunlardan başka Hişam İbnu Hibbân'ın (147/764); Yahya İbnu Zekeriyya
İbni Ebî Zâide'nin (183/779); Vekî İbnu'l-Cerrâh'ın (196/811), Abdurrahmân İbnu
Mehdî'nin (198/813) de isimleri tedvînde zikredilir.
Bu zatların hepsi de ikinci asır ricâlidir ve
tedvînleri, Sahâbe'nin akvali ve Tabiîn'in fetvalarıyla doludur.
İkinci Asır'da tedvîn edilen kitaplardan meşhur
olanlar şunlardır: İmam Malik'in Muvatta'ı, İmâm Şâfiî'nin Müsned'i, İmâm
Abdurrezzâk İbnu Hümâm'ın (211/826) Muhtelifu'l-Hadîs'i ve el-Câmi'si, Şu'be
İbnu'l-Haccâc'ın (160/776) Musannaf'ı, Süfyan İbnu Üyeyne'nin (198/813)
Musannaf'ı, Leys İbnu Sa'd'ın (175/791) Musanaf'ıdır.
[143]
Ebu Bekr Muhammed İbnu Müslim İbni Ubeydillah İbni
Şihâb ez-Zührî:Hicri 50-123 yılları arasında yaşamıştır. Doğumu için, 50, 51,
56, 58; ölümü için de 123, 124, 125 gibi farklı yıllar ileri sürülmüştür.
Ölümünde 72 yaşında idi. Medîne âlimlerindendir. Abdullah İbnu Ömer, Abdullah
İbnu Câfer, Câbir İbnu Abdillah, Enes İbnu Mâlik, Sehl İbnu Sa'd gibi sayısı
ona ulaşan sahabe ve A'rec, Atâ, Alkame, Urvetu'bnu Zübeyr, Amrâ bintu
Abdirrahman gibi çok sayıda Tâbiîn'den hadîs dinlemiştir. Kendisinden de Atâ,
Ebu'z-Zübeyr el-Mekkî, Ömer İbnu Abdilaziz, Amr İbnu Dinâr, Sâlih İbnu Keysan,
Eyûb Sahtiyânî, Evzâ'î, Ebu Cüreye, Süfyân İbnu Üyeyne gibi pekçokları hadîs
rivâyet etmişlerdir.
Zührî, hadîslerin tedvîninde birinci derecede hizmet
vermiş bir zâttır. Hatta bâzı klasik kaynaklarda "Hadîsi ilk tedvîn eden
Muhammed İbnu Şihab ez-Zührî'dir" ifadesine rastlanır. Bu ifadeyi
"tedvînde en büyük hizmeti veren", "tedvîn işlerini tedvîr
eden" mânasında anlamamız gerekir.
Tedvîn hizmetinin ne derece sıhhatli ve titizlikle
yürütüldüğünü anlamak için, bu işte başı çekmiş olan Zührî'nin şahsiyetini,
ilmî yönünü iyi bilmemiz gerekmektedir.
İbrahim İbnu Sa'd'a göre; "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan sonra, hadîsi Zührî kadar nefsinde cem eden bir
başka insan mevcut değildir". İmam Mâlik de buna yakın bir ifâde ile,
"Medine'de muhaddis ve fakîh olarak tek kişiye rastladığını, onun da Zührî
olduğunu" söylemiştir. İmam Malîk'e göre; "Zührî ve muktesebâtı
dünyada bir örnek olarak kalacaktır". Yine İmâm Mâlik'in rivâyetine göre;
"Zührî Medine'ye girince hiç bir âlim, o ayrılıncaya kadar hadîs rivayet
etmezdi."
Zührî, ilim aşkı, gayreti, kabiliyet ve hâfızası ile
emsâli arasında temâyüz etmiş ve onlara tefevvuk etmiş bir zattır. Sâd İbnu
Müseyyib'in sekiz sene dizine diz dayadığını, tek bir hadîs için üç gün peşinde
dolaştığını, Ubeydullah İbnu Abdillah'dan hadîs dinlemek için hizmetçilik
yaptığını kendisi anlatır. Öyle ki, Ubeydullah'ın câriyesi Zührî'yi hizmette
çok gördüğü için onun kölesi bilirdi.
Leys der ki: "Ben İbnu Şihâb kadar nefsinde
çeşitli ve çok miktarda ilim toplamış bir başkasını bilmiyorum. Onu ne zaman
tergîb (güzel amellere teşvîk edici) hadîsler konusunda dinlesen "en iyi
bildiği budur" dersin. Ne zaman ensâb'tan bahseder görsen "en iyi
bildiği budur" dersin. Kur'ân ve sünnetten bahsederken dinlesen bu sefer
de: "en iyi bildiği budur" dersin. Her konuda bilgisi tamdı."
İbrahim İbnu Sa'd, Zührî'nin bu kadar geniş ilmi
nasıl elde ettiğini merak ederek babasından sorar. Aldığı cevap, ibretlerle
dolu: "İbnu Şihâb, ilim meclislerine en evvel gelir, mecliste bir yaşlı mı
gördü birşeyler sorardı, genç mi gördü sorardı. Sonra Ensâr'ın oturduğu
mahallelere uğrar, oralarda da karşılaştıklarına genç, orta yaşlı, ihtiyar
erkek ve hatta kadın demeden sorardı." Suâl sormanın önemini belirtmek
için Zührî: "İlim bir hazineyse anahtarı sualdir" demiştir. Salih İbnu
Keysân şunu anlatır: "Ben ve Zührî elbirliğiyle ilim taleb ediyorduk. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yapılan rivâyetleri yazdık. Zühri bir
ara: "Sahâbeden yapılan rivâyetleri de yazalım. Onlar da sünnettir"
dedi. Ben ise: "Hayır, onlar sünnet değildir" dedim. O yazdı ben
yazmadım. Neticede o kârlı ben de zararlı çıktım".
Ebu'z-Zinâd: "Zührî ile ulemâyı dolaşırdık, o
yanında bukalar (levhalar) ve sayfalar taşır, her duyduğunu yazardı" der.
Ve ayrıca belirtir: "Biz helal ve haram yazıyorduk. İbnu Şihâb da bütün
işittiklerini yazıyordu. Kendisine ihtiyâç hâsıl olunca anladım ki, o herkesten
âlimdir".
Zührî, hâfızasındaki kuvvetle de temâyüz etmiştir.
Öğrendiği hiçbir şeyi bir daha unutmadığını kendisi söyler. Kur'ân-ı Kerîm'i
seksen günde ezberlemiştir. Talebeliği sırasında yazdıklarını ezberler sonra da
yırtardı. "Ezberlediğim şeylerden hiçbirini unutmadım, sâdece bir hadîsten
şüphe ettim. Bir arkadaşımdan sorduğum vakit o da benim gibi rivâyet etti"
der.
Dillere destan olan Zührî'nin hâfızasını Halîfe
Hişâm İbnu Abdilmelik bir denemek ister. Bir gün çocuklarından biri için bir
miktar hadîs imla ettirmesini söyler. Çağrılan bir kâtibe, Zührî, dört yüz
kadar hadîs imla ettirir. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra Halîfe,
Zührî'yi çağırıp defteri kaybettiğini, aynı hadîsleri bir kere daha imla
ettirmesini rica eder. Sonra iki defter karşılaştırılınca tek harfin bile ihmal
edilmediği görülür.
Zührî, hafızasındaki kuvveti sâdece fıtrî
kapasitesine borçlu değildir. Hâfıza sağlığı için bazı tedbirler aldığı, gayret
gösterdiği de anlaşılmaktadır. Zira rivâyetler, onun bu maksadla bal şerbetini
bol içtiğini, ekşi şeyleri ve bu meyanda elmayı yemediğini belirtir.
"Hadîs ezberlemek isteyenler kuru üzüm yesin" diye de tavsiyede
bulunur.
Zührî'nin hadîs ezberlemede hâfızasına güvenmeyip
hususî gayret gösterdiği de anlaşılmaktadır. Rivâyetler onun da Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) gibi geceyi üçe taksim ettiğini, bir kısmını istirahat, bir
kısımını ibâdet ve üçüncü kısmını da hadîs müzakeresine ayırdığını ifade
etmektedir. Duyduğu hadîsleri başkalarıyla müzâkere ettiği, bu meclislerde
bazan sabâha kadar kaldığı rivâyetlerde belirtilir. Birçok seferler
şeyhlerinden yeni işittiği hadîsleri eve gelince hizmetçisine anlatır, bu
şekilde müzâkere ederdi. Eğer hizmetçi uykuda ise uyandırır, yine de anlatırdı.
Bir gün yine eve geç dönmüş, hizmetçisini yataktan kaldırmış: "An fülan an
fülan..." diye hadîs anlatmaya başlamıştı. Gözlerini oğuşturan ve
uyandırılmış olmaktan memnun kalmayan hizmetçi: "İyi ama bunlardan bana
ne?" demekten kendini alamaz. Zührî:
"- Bunların seni ilgilendirmediğini ben de
biliyorum. Fakat onları yeni işittim de müzâkere edeyim arzu ettim" der.
Zührî'nin hanımı, onun bu ilmî meşguliyetinden o kadar müşteki ve o kadar
bıkmıştır ki, "kocasının etrafında döndüğü bu kitapların, eve getireceği
diğer üç zevceden daha tahammül-fersa olduğunu" söylemiştir.
Zühri'nin ilme ve bâhusus hadîse olan düşkünlüğü çok
eser bırakmasını netice vermiştir. İlk müdevvin olmaktan başka, siyer sâhasında
ilk müellif olduğu da söylenmiştir. Zührî'nin ilminden yazılan defterler,
Halîfe Velîd öldürüldüğü zaman birkaç deveye yüklenerek nakledilmiştir.
Ebu Dâvud, Zührî'ye ait rivâyetlerin -yarısı müsned
olmak üzere- 2200 kadar olduğunu söyler. Bunlardan 200 kadarı sika olmayan
râvilerden alınmıştır. 50 kadarı ihtilaflıdır. 70 tanesinin rivâyetinde de
teferrüd eder. Kendisinin sika olduğunda ihtilaf yoktur.
Zührî'nin bir başka yönü cömertliğidir. O kadar
cömerttir ki, -tek kusuru olan borçluluktan- bir türlü yakayı kurtaramamıştır.
Halife Hişam, Abdülmelik ve bazen arkadaşları birkaç kere borcunu
ödeyivermişlerdir. Amr İbnu Dinar onun hakkında şöyle der: "Dinar ve
dirhemin Zührî'nin nezdinde olduğu kadar başka hiç kimsenin nezdinde değerini
bu kadar kaybettiğini görmedim. Onun yanında para deve mayısı hükmünde
idi". Dilencilere mutlaka birşeyler verir, parası yoksa borçlanarak temîn
eder yine de verirdi.
Öğretme aşkı da zikre değen bir husustur. Bu
maksatla bedevilerin bulunduğu çöllere seyahatler tertipleyerek onlara hadîs ve
fıkıh öğretmiştir.
Son olarak şunu da kaydedelim. İslâm ve İslâm
büyükleri hakkında müslümanları teşvişe, tereddüde sevketmek isteyen
müşteşrikler Zührî (rahimehullah)'yi de dile dolamak, onun hakkında yanlış
bilgi vermek, bazı hâdisleri çarpıtarak, istedikleri doğrultuda yorum yapmak
yollarına sapmışlardır. Maksad onu nazardan düşürmek suretiyle tedvîn
faaliyetlerine şüphe sokmak, hadîslerin sıhhatine olan güveni sarsmaktır.
En çok istismar edilen husus Zührî'nin "saray
âlimi olması" "Emevi halifelerinden himâye ve destek görmesi"
dir.
Halbuki, İslâm âleminde devlet büyükleri,
âlimleri, şâirleri, edib ve san'atkârları her devirde himâye etmişlerdir.
Menfaati için bunlar arasında fire veren olmuşsa da hükmü hepsine teşmîl etmek
insafsızlık olur. Üstelik devletten aldığı yardımla vicdanını satanları efkar-ı
umumiye affetmemiş, onları derhal teşhîr etmesini bilmiş, târihler yazmıştır.
Terâcim kitaplarında bunlar da belirtilir. Halbuki Zührî hakkında öyle bir
cerhe rastlanmamıştır. Bütün cerh ve tâdil âlimleri Zührî'yi sadece sena
ederler. Nevevî: "Zührî'nin büyüklüğü, sağlamlığı ve titizliği hususunda
âlimler ittifâk eder" demiştir.
Söylenenlerin bir iftira ve yakıştırma olduğunu
göstermek için bir misal kaydedelim: Zührî, saray âlimi olduğu için Emevî
halifelerinin keyfine göre hadîs uydurmuştur ve mesela "Üç mescid'den
başkasına ziyâret için seyâhat gerekmez: Biri şu benim mescidimdir, biri
Mescid-i Haram, biri de Mescid-i Aksâ'dır."
hadîsini de uydurmuştur". Çünkü, "Emevi
halifesi Abdülmelik Kubbetü's-Sahra'yı inşa ederek Şam ve Irak ahâlisinin
Ka'be'ye haccetmelerini önlemek, onların istikâmetini Kudüs'e çevirmek
istemiştir. Bu menfur düşüncesine dinî bir renk vermek için de bu hadîsi
uydurmuştur".
Bu "iftira ve târihî gerçeklerin tahrifi
"ne Mustafa Sibâî, dilimize de çevrilmiş olan es-Sünne ve Mekânetuhâ fî
Teşrî'i'l-İslâmî adlı eserinde genişçe cevap vermiştir. Biz bazı mühim
noktaları oradan aktaracağız:
1- Kubbetu's-Sahrâ'yı inşa eden halîfe Abdülmelik
değil onun oğlu Velîd'dir (yani el-Velîd İbnu Abdi'l-Melik). İbnu Asâkir,
Taberî, İbnu'l-Esîr, İbnu Haldun, İbnu Kesir vs. bütün târihçiler böyle
yazmaktadır. Hele, bu inşaatın Kabe'nin yerini alacak bir bina olması, haccın
burada ifa edilmesi diye bir düşünce söz konusu değildir. Böyle bir iddia
muazzam bir hadisedir. Gerek şahıslarla gerek vakalarla ilgili en küçük
teferruatı bile yazan İslâm tarihçileri böyle birşey olsa mutlaka yazardı.
Arife günü Mescid-i Aksa'da vakfe yapıldığına dair kayıt vardır. Ancak bu ona
has değil, başka yerlerde de o günü teşrîfen ve hacca gidemiyenlerin, hacılara
teşebbühen baş vurdukları bir âdettir. Fakihler bunun kerâhetini
belirtmişlerdir. Bu davranışın gerçek hacla ilgisi yoktur.
2- Hac maksadıyla Kabe dışında yeni bir bina inşası
açık bir küfürdür. Zira Kur'ân-ı Kerîm hac mahalli olacak yerleri belirtmiştir,
kimsenin bunu değiştirmesi mümkün değildir. Hususan Abdülmelik gibi dindar bir
halife bunu asla düşünemez. Abdülmelik, çok namaz kıldığı için mescid güvercini
lakabı verilmiş bir halîfedir. Muârızları bu zâta bazı ithamlarda bulunsa bile tekfir
etmemişler, Kubbetu's-Sahra'yı bu maksatla yaptığını hiç söylememişlerdir.
3- Abdullah İbnu Zübeyr hâdisesiyle hacc işinin
aksaması yıllarında (hicrî 73), Zührî 22-23 yaşlarında birisi idi. Yani
tanınmış, duyulmuş, itimad edilen birisi değildi. Onun adına piyasaya sürülecek
bir hadîsin ümmetçe kabul görüp, amele esas alınacağı düşünülemez.
4- Zührî, İbnü'z-Zübeyr zamanında, Abdülmelik'le ne
karşılaşmıştır ne de onu görmüştür. Zira tarihi kaynaklar Zührî'nin
Abdülmelik'le 80'li yıllarda (Zehebî'ye göre 80 senesi civarı, İbnu Asâkir'e
göre 82 yılında) karşılaştığını belirtir. Yani İbnu'z-Zübeyr'in katlinden
yıllarca sonra. Bu ilk karşılaşmada Abdülmelik Zührî'ye "ensar'ın yaşadığı
yerleri dolaşarak hadîs toplamasını" tavsiye etmiştir. Zührî'nin, arkadaşı
Abdülmelik'in arzusuna uyarak, kendisine, halkın İbnu'z-Zübeyr zamanında
haccetmesi için Beytü'l-Makdis'le ilgili hadîsi uyduruvermesi pek mantıksız bir
kuruntu olur.
5- Mezkûr hadîs, bütün hadîs kitaplarında rivâyet
edilmiştir ve Zührî dışında başka râviler de rivâyet etmiştir. Buhâri'de
Zührî'nin bulunmadığı bir tarîkle
rivayet edilir. Müslim'de üç ayrı tarikten birinde Zührî var, diğer ikisinde
yok. Hülasa hadîs müstefiz, sahîh bir hadîstir, ehl-i ilim sıhhatinde icma
etmiştir.
6- Hadîsi Zührî, Sâd İbnu'l-Müseyyib'ten almıştır.
Said ise Emeviler'le arası açık olan, onların ezâsına mâruz kalan birisidir. 93
hicrî yılında öldüğü düşünülürse, kendi adına Zührî'nin hadîs uydurduğunu
işitmiş olacaktı ve Zührî'yi tekzîb edecekti. Böyle bir rivayet mevcut değil.
7- Esasen hadîs üç mescidde kılınacak namazın
faziletini beyan etmekte, sâdece Mescid-i Aksâ'nın değil. Üstelik bu namaz hac
mevsimiyle sınırlanmış değil, senenin herhangi bir gününde olabilir. Bunun
haccın orada yapılmasıyla ne ilgisi var? Zaten Mescid-i Aksa Kur'ân'da da
zikredilmiş değil mi?
8- Kubbetu's-Sahra ve Mescid-i Aksa'nın faziletiyle
ilgili uydurma hadîsler de var. Ancak Zührî'nin o rivayetlerle bir ilgisi yok.
Ulema da onları tenkid etmiş, üç tanesi dışındaki hadîslerin uydurma olduğunu
belirtmiştir.
Allah, Ümmet-i Muhammed'i müsteşriklerin,
müşteşriklerin iğfâlâtına kapılan zavallıların, münafıkların şerrinden korusun.[144]
Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) Emevî
halifelerinden biri olmak haysiyetiyle daha ziyâde siyâsi bir şahsiyet olmakla
birlikte, hadîs târihinin, tedvîn gibi mühim bir safhasına ismini vermekle
hadîsçiler, hadîsle ilgili kitaplarda, kendisinden minnetle, sitayişle
bahsetmeyi hem ilmin hem de kadirşinaslığın gereği bilmişlerdir. Biz de
İslâm'ın bu yüce evlâdına, kitabımızda hususî bir yer vereceğiz.
Ömer İbnu Abdilaziz İbn-i Mervân, Medine'de Yezîd
zamanında doğdu. Babasının valiliği sırasında Mısır'da yetişti. 60-101 yılları
arasında yaşamıştır.
Anne tarafından Hz. Ömer'in torunu olur. Devrinin
büyük âlimlerindendir. İmâm, fakîh, müctehid, hâfız, hüccet, müttakî, müdakkik,
âbîd, zâhîd gibi en mümtaz sıfatlarla anılır. Sünneti çok iyi bildiği
belirtilir. Abdullah İbnu Câfer, Enes İbnu Mâlik, Ebu Bekr İbnu Abdirrahmân,
Sâd İbnu'l-Müseyyib gibi pek çoklarından rivayette bulunmuştur. Kendisinden de
iki oğlu Abdullah ve Abdülaziz'den başka Zührî, Eyûb, Humeyd, Ebu Bekr İbnu
Hazm, Ebu Seleme İbnu Abdirrahman, annesi Ümmü Âsım bintu Âsım İbni Ömer
İbni'l-Hattâb vs. rivâyette bulunmuştur.
Ömer İbnu Abdilaziz müctehid derecesinde geniş
ilmine rağmen, idarecilikle meşgul olması ve bir de henüz hocalarının hayatta
bulunduğu genç denecek bir yaşta ölmüş olması sebebiyle ilmini talebelere
verememiştir. Bilindiği üzere kırk yaşlarında ölmüştür ve hocalarının sağlığında
rivayet, o devrin örfünde edebe muvafık değildir.
Ömer İbnu Abdilaziz bazı mümtaz vasıflara sahiptir:
Adâletiyle cedd-i emcedi Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'a, zühd ve
takvasıyla Hasan-ı Basrî (rahimehullah)'ye, ilmiyle Zührî (rahimehullah)'ye benzetilir.
Mücâhid: "Ömer'e ilim öğretmek için gelmiştik, ondan ilim alıp
ayrıldık" der. Meymûn İbnu Mihrân: "Ulema, Ömer İbnu Abdilaziz'in
yanında talebe kalırlar" demiştir. Kendisi de: "Medine'den
ayrıldığımda benden daha âlimi yoktu, Şam'a gelince unuttum" der.
İdarecilik yönü de ibretlerle doludur. Adâlet en
mümtaz vasfıdır. Medîne'de valiliği sırasında, şehrin tanınmış âlimlerinden on
kişilik bir belediye meclisi teşkil eder, her işi onlarla istişâre ederdi. Bu
önceleri hiç görülmeyen bir tatbikat, idarî bir teceddüd ve reformdu.
Hilâfete geçer geçmez ilk yaptığı icraattan biri,
cuma ve bayram hutbelerinde Hz. Ali ve ahfadı aleyhine yapılan konuşmaları ve
lânetlemeleri yasaklamak oldu. Bu yasağın konulmasını, esâsen, babası Mısır
vâlisi tâyin edildiği zamandan beri teklif etmiş bulunduğu, ancak bu durumda
Hz. Ali (radıyallahu anh) taraftarlarının hilâfet dâvasına kalkarak Emevî
hânedanının menfaatlerini haleldâr edeceği gerekçesi ile teklifinin
reddedildiği belirtilir. Bu durum halk arasında öyle bir tedirginlik hâsıl
etmiştir ki, müslümanlar hutbe dinlememek için çeşitli hîlelere
başvuruyorlardı. Meselâ bayram günleri, bayram namazını kılan halk, namazdan
sonra okunan hutbeyi dinlememek için, namaz biter bitmez câmileri boşaltıyordu.
Bunun önüne geçmek için halife Mervân hutbeyi namazdan önce okumaya başlamış,
fakat cemaat rıza göstermemiştir. Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah)'in yasağı
büyük bir ferahlık ve memnuniyete sebep olmuştur.
İmam-Şâfiî: "Hülefâyı Râşidin beştir" der,
Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Osman (radıyallahu anhüm)'dan sonra
beşincisinin Ömer İbnu Abdilazîz olduğunu kabul ederdi.
İcraata getirdiği adalet, vergi sistemindeki ıslâhât
halkta öyle memnuniyet hasıl etmişti ki, kendisini adaleti getireceğine
inanılan "mehdî" kabul etmeye sevketmişti. Mâlik İbnu Dinar şunu
anlatır: "Ömer İbnu Abdilaziz halife seçildiği vakit dağ başlarındaki
çobanlar:
- Halkın başına geçen bu sâlih kul kimdir? diye
sormaya başladılar. Kendilerine:
- Bunun sâlih olduğunu nerden bildiniz? denilince Şu
cevabı verdiler:
- Çünkü, ne zaman başa âdil birisi geçer, o vakit
kurtlar koyunlarımıza saldırmazlar!
Bu adâletli idare, iki buçuk sene gibi çok da uzun
sayılmayan, Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) saltanatı döneminde, iktisadî
hayatı, memleketin her tarafında öylesine düzeltmişti ki, Mısır gibi bâzı
yerlerde zekat verecek fakir bırakmamıştı.
İhtilalle başa geçen Abbasîler zamanında, hınçla,
kinle, öfkeyle dolmuş olan halk bütün Emevî halifelerinin mezarlarına bile
saldırıp ortadan kaldırdığı halde Ömer İbnu Abdilaziz'in mezarına
dokunmamıştır.
İbrahim İbnu Ca'fer babasından şunu nakleder:
"Ebu Bekr İbnu Muhammed İbn-i Hazm, Halife Ömer İbnu Abdilaziz
(rahimehullah)'den aldığı her mektupta, ya bir haksızlığın telâfisi, ya bir
sünnetin ihyası, ya bir bid'anın temizlenmesi, ya bir ihsan, ya bir bağışta
bulunma veya buna benzer bir hayır emri yer alırdı. Bu durum, halife ölünceye
kadar devam etti."
Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah)'in mevzumuz
açısından en mühim tarafı sünnete olan bağlılığı ve onun ihyası için göstermiş
olduğu gayrettir. Hadîslerin tedvîn ettirilmesi şeklinde kristalize olacak olan
bu sünnet aşkını şöyle ifâde etmiştir: "Eğer Allah, her seferinde
cesedimden bir parça koparılmak şartıyla benim vâsıtamla her bir bid'ayı
temizlemeyi ve her bir
sünneti ihya etmeyi nasib etseydi ben buna can u
gönülden hazırdım."
Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah)'in halife olmadan
önceki hayatı ile, halife olduktan, devlet sorumluluğu sırtına bindikten
sonraki hayat ve yaşayışı arasında büyük değişmeler olmuştur. İdareciliği
tahakküm, tefâhur, istibdâd ve fırsatları istismar kabul eden günümüz
anlayışıyla gerçek müslümanın idârecilik anlayışı arasında bir mukâyese imkânı
sağlamak üzere hakkında yazılanlardan bazı pasajlar sunacağız:"
Ömer İbn-i Abdilaziz, Kureyş'in ...en iyi
giyinenlerindendi. Halife olunca kıyâfetçe en hasisi, yaşayışça en darlıklısı
oldu."
"Halîfe olmazdan önce 400 dirheme alınan
elbiseyi beğenmez, kaba bulurdu. Halife olduktan sonra 14 dirhemlik elbise
için: "Subhânallah! Ne güzel, ne hoş, ne zarîf!" diyerek takdîrle
kabul etmişti."
"Ömer İbn-i Abdilaziz halife olunca, kendisine,
saltanat atı getirilmişti, ona binmedi, mûtad bineğine bindi. Saraya gelince
taht hazırlanmıştı, ona oturmadı, bir minder üzerine oturdu... Halka ilk
hitâbesinde şöyle dedi: "...Hiç kimse bana körü körüne itaat etmeyecek!
Allah'ın şeriatına uymayan emirlere de itaat yok. Ben sizin en hayırlınız
değilim, sâdece sizden biriyim..."
"Ömer İbn-i Abdilaziz, halife olunca elbise,
köle, koku nevinden bütün maddî varlığını gözden geçirdi. Zenginlik nevinden ne
varsa sattı. Yekûnu 23 bin dinar tutmuştu. Hepsini de Allah yolunda
bağışladı."
"Ömer İbn-i Abdilaziz, halife olunca usûlsüz
vergileri kaldırdı."
"Ömer İbn-i Abdilaziz, halife olur olmaz,
devlet dâirelerine gönderdiği bir tamimle, "Yazışmalarda, bundan böyle
tomar şeklinde, uzun kağıt kullanılmayacak, yazılar kalın uçla yazılmayacak,
uzun ifâdeden kaçınılacak" diye emretti. Kendi mektupları da bir karışı
pek aşmıyordu."
"(Ömer İbn-i Abdilaziz halife olup, kâğıt
tahsisatını kısması üzerine Medine Vâlisi Ebû Bekr İbn-i Hazm, bir mektup
yazarak tahsîsatın artırılmasını taleb edince şu cevâbı aldı): "Bana
yazıyorsun ki, nezdindeki kağıt stoku bitmiştir ve biz sana daha önce almakta
olduğun miktardan daha az tahsisatta bulunduk. Kaleminin ucunu incelt,
satırları sık tut, ihtiyaçlarını ayrı ayrı değil, toptan yaz. Ben müslümanların
malından, (onlar için faydalı olmayan, lüzumsuz sarfiyâta) tahsisat
ayıramam".[145]
Hadîslerin zabt ve tesbitinde kadınların hizmetine
ayrıca dikkat çektiğimiz gibi, tedvînindeki hizmetlerine de dikkat çekmemiz
gerekecektir. Bu maksadla, Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah)'in Ebu Bekr İbnu
Hazm'a yazdığı mektupta ismi geçen Amra Bintu Abdirrahman'ı tanıtacağız.Amra,
Hz. Aişe'nin terbiyesinde yetişmiş bir kadındır. Vefat tarihi hususunda ihtilaf
edilmiştir; hicrî 98, 103, 106. Öldüğünde 77 yaşında idi. Babası Abdurrahmân
Ensâr'dan Sa'd İbnu Zürâre'nin oğludur.Amra, Hz. Aişe'nin rivâyetlerini en iyi
bilen üç kişiden biridir. Diğer ikisi el-Kâsım İbnu Muhammed ve Urvetu'bnu
Zübeyr'dir.Amra, başta Hz.Aişe (radıyallahu anhâ) olmak üzere birçok sahâbeden
hadîs rivayet etmiştir: Ümmü Hişâm bintü Hârise, Habibe bintu Sehl, Ümmü Habîbe
Hamna bintü Cahş gibi. Amra'dan da oğlu Ebu'r-Ricâl, kardeşi Muhammed İbnu
Abdirrahmân, yeğeni Yahya İbnu Abdillah, torunu Hârise İbnu Ebî'r-Ricâl, yeğeni
Ebu Bekr İbnu Muhammed İbni Amr İbnu Hazm, Abdullah İbnu Ebi Bekr, Said İbn'ul
Kays'ın evlatları Yahya, Sa'd, Abdu Rabbih, Urvetu'bnu Zübeyr, Süleymân İbnu
Yesâr, ez-Zührî, Amr İbnu Dînâr ve başkaları hadîs rivayet etmişlerdir.Cerh ve
ta'dil âlimleri Amra'nın sika ve hüccet olduğunda ve hadîs rivâyetinde mühim
bir mevki işgal ettiğinde müttefiktirler. Abdurrahman İbnu'l-Ka'sım, Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin hadîslerini Amra'dan sorardı. Ömer İbnu Abdilaziz de ona
çok güvenir ve kendisine zaman zaman müracaat ederdi. Onun güven veren ilmi
sebebiyle, Ebu Bekr İbn-i Hazm'a yazarak Amra'nın rivâyetlerini yazmasını
emretmiştir.
[146]
Tâbiîn'in büyüklerindendir. Siyâhîdir. Haccâc-ı
Zâlim tarafından 95 hicri yılında öldürülmüştür. İbnu Abbâs, Adiy İbnu Hâtim,
İbnu Ömer, Abdullah İbnu Muğaffel gibi büyük sahâbelerden ders almıştır.
Kendisinden de Câfer İbnu Ebî'l-Muğire, Ebu Bişr Cafer İbnu İyâs, Eyyûb
es-Sahtiyânî, el-A'meş, Atâ İbnu's-Sâib gibi pek çokları hadîs almışlardır.
Öldüğünde, meşhur kavle göre, 49 yaşında idi.
Bilhassa tefsîr sahasında tanınmıştır. Halîfe
Abdülmelik İbnu Hişâm için bir tefsîr kitabı yazmıştır. Kûfe halkı, hacc
sırasında, İbnu Abbas (radıyallahu anh)'a bazı meseleleri sorunca İbnu Abbas:
"Sizde, Küfe'de yaşayan Saîd İbnu Cübeyr yok mu, gidip ondan sorun"
diye cevap verirdi.
Saîd İbnu Cübeyr hadîs yazmasıyla da tanınmıştır.
Talebelik döneminde İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ı boş bırakmaz hep onu takip
eder, rivâyetlerini yazardı. O kadar ki, bazan berâberindeki kağıtları dolar,
yazacak yeri kalmazdı. Böyle durumlarda, hadîsleri elbisesine, eline,
ayakkabısına bineğinin semerine yani müsait bulduğu her yerine yazar eve
varınca temize çekerdi.
Saîd İbnu Cübeyr, Ata İbnu Ebî Rabâh'ın hacc'la
ilgili, Tâvus İbnu Keysân'ın helâl ve haramla ilgili, Mücâhid'in tefsirle
ilgili, Saîd İbnu'l-Müseyyib'in talâkla ilgili meselelere giren bilgilerini
nefsinde toplamıştı. Bunları kendi talebelerine topluca aktarmış, onlar da
rivayet etmiştir.
Saîd İbnu Cübeyr'in dinî yönü de ibretlerle doludur.
Geceleri ağlamaktan gözlerinin zayıfladığı rivâyet edilir. Şu ayeti yirmi küsür
sefer tekrar ederken işitenler olmuştur (meâlen): "Allah'a döneceğiniz
ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği
günden korkunuz" (Bakara: 2/281). Bir gece Ka'be'ye girerek bir
rek'atte Kur'ân'ın tamamını okuduğu, her iki gecede bir hatim indirdiği, hiç
kimsenin yanında gıybet edilmesine müsaade etmediği, onun hakkında yapılan
rivayetlerdendir.Haccâc'ın onu öldürme sebebi, İbnu'l-Eş'as'ın yanında yer
alarak kendisine karşı mücâdele etmiş olmasıdır.
Haccâc, kendisini çağırır. Aralarında şu konuşma
geçer:
- Sen Şakî İbnu Küseyr'sin!
- Ben Saîd İbnu Cübeyr'im...
- Seni öldüreceğim!
- Öyleyse ben annemin verdiği isim üzereyim (Şakî
yani bedbaht değil saîdim (bahtiyarım), zulmen öldürüleceğim için cennetlik
olacağım, bahtiyarım). Bırak beni, iki rek'at namaz kılayım.
- Bunu hıristiyanların kıblesine çevirin.
- "Doğu da batı da Allah'ındır, nereye
dönerseniz Allah'ın yönü orasıdır." (Bakara: 2/115). Saîd İbnu Cübeyr, Haccac'a şunu
söyler:
- Ben, sana karşı, Hz. Meryem'in istiâzesiyle
istiârede bulunacağım. O şöyle diyerek istiâze etmişti: "Eğer Allah'tan
sakınan bir kimse isen, senden Rahmana sığınırım" (Meryem: 19/18, 19)
Saîd İbnu Cübeyr, babasının öldürülme haberine
ağlayan oğluna: "Niye ağlıyorsun? Babanın elli yedi yaşından sonra
ölmesine mi?" der.
Meymûn İbnu Mihrân: "Saîd İbnu Cübeyr öldüğü
zaman yeryüzünde bulunan herkes ona muhtaçtı" demiştir.
Said'in koparılan başı, birincide çok fâsih olmak
üzere üç kere "Allahüekber" der.
Saîd İbnu Cübeyr öldürülünce Haccâc'ın aklına
şaşkınlık gelir, sözlerini tartamaz. Uyuduğu zaman rüyasında Saîd'i görür,
yakasından tutup: "Ey Allah'ın düşmanı beni niye öldürdün?" der.
Haccâc da "Saîd İbnu Cübeyr'e yazık ettim, Saîd İbnu Cübeyr'e yazık
ettim!" diye sayıklar.
[147]
(Ebu Muhammed) (Vefatı 94 hicri) Medine'nin yedi
büyük fakîhinden biridir. Tâbiîn'in büyüklerindendir. Hz. Ömer'in hilâfetinin
ikinci yılında doğmuştur. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Zeyd İbnu Sâbit, Hz. Aişe,
Hz. Sa'd, Hz. Ebu Hüreyre başta pekçok büyük Sahâbî (radıyallahu anhüm
ecmâin)'den hadis dinlemiştir. İlmi geniş, büyüklere saygıca fazla, diyâneti
kuvvetli, hakkı söyler, nefsini tanır bir büyük zât idi. Fetvalarıyla da şöhret
kazanmıştı, öyle ki, İbnu Ömer onun için: "Müftilerden biri" diye
yemin etmiştir. Katâde: "Sâd'den daha bilgin birini bilmiyorum"
demiştir. Zührî, Mekhul ve başka büyükler de Katâde'nin hükmünü te'yîd
etmişlerdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve
Hz. Osman (radıyallahu anhüm)'ın fetvalarını en iyi bilen insandı. Hasan-ı
Basrî Hazretleri herhangi bir meselede sıkışacak olsa Saîd İbnu'l-Müseyyib'e
yazar, fetvasını sorardı. Hadîs bilgisi hepsinden üstündür. Bir tek hadîs için
günler geceler süren seyahatler yaptığını söyler.
Saîd İbnu'l-Müseyyîb idarecilerden hediye kabul
etmezdi. Dört yüz dinar kadar sermayesi vardı, onunla ticaret yapar geçimini
sağlardı. Saîd İbnu'l-Müseyyib, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin kızıyla
evliydi.Sâid İbnu'l-Müseyyib diyânet yönüyle de tanınmıştır. Zühdü, takvası
herkese nasib olmayacak bir dereceyi bulmuştu. Kırk defa haccettiği, birinci
saftaki yerini muhâfaza için elli yıl namazını mescitte kılmış ve namaz
esnasında tek kişinin başını görmemiştir. Ayrıca elli yıl yatsı abdesti ile
sabah namazını kıldığı bilinir.
Ölüm tarihi hususunda çok ihtilaf edilmiştir, 89,
91, 92, 93, 94, 105 gibi. Zehebî 94'ün en kuvvetli ihtimal olduğunu söyler,
Hâkim, hadîs imamlarının ölüm tarihlerinin çoklukla ihtilaflı olduğuna dikkat
çeker.
[148]
83-160 yılları arasında yaşamıştır. Vâsıt'da doğdu,
Kûfe'de yetişti. Tâbiîndendir. Sâhabeden Enes İbnu Mâlik ve Amr İbnu Seleme'yi
görmüştür. Tâbiîn'den 400 kadarını dinleyip hadîs almıştır. Birçok Tâbiî de
ondan hadîs almıştır. Hasan-ı Basrî, Muâviye İbnu Kurre, Katâde
hocalarındandır. Süfyan-ı Sevrî, İbnu'l-Mubârek, Ebu Dâvud, Eyub Sahtiyanî de
kendisini dinleyenlerdendir.
Hadîste hafız, hüccet, şeyhülislâm ünvanlarını
almıştır. Süfyân-ı Sevri: "Şu'be hadîste emîrü'l-mü'minîn" demiştir.
Büyük hadîs hâfızlarından olan İmam Hammâd İbnu Zeyd "Şu'be bana muhalefet
etse ona tâbi olurum, zira o, bir hadîsi yirmi kere dinlemeden kabul etmezdi,
ben ondan bir kerecik dinledim mi kabul ederdim" demiştir.
Şu'be hadîsin durumunu, râvilerinin durumlarını
araştırmaya büyük gayret gösterirdi. Öyle ki şu söz onundur. "Hadîs taleb
eden iflas eder, ben annemin leğenini bu yolda yedi dinâra sattım". Şu'be,
Ahmed İbnu Hanbel'in tavsîfiyle "hadîs ilminde tek başına bir
ümmetti". Bilhassa ricâl hususunda çok titizdi. Hureyş, rüyasında Şu'be'yi
görür ve "Sana hesap vermede en zor gelen ne oldu?" diye sorar;
"Râviler hakkındaki müsamaham" cevabını verir. "Gökten düşüp
param parça olmayı, hadîste bir tedlîs yapmaya tercih ederim" der.
Diyanet yönüyle de tanınmıştır. Devamlı oruç
tuttuğu, çok namazdan derisinin kemiği üzerinde kuruyup siyahlaştığı söylenir.
Cömertlik ve yumuşak kalplilik Şu'be'nin bir başka vasfıdır.
Hadîs tahkikindeki hassasiyetine bir örnek
kaydedeceğiz: Nasr İbnu Hammâd el-Verrâk anlatıyor: "Şu'be'nin kapısının
önünde oturmuş hadîs müzâkere ediyorduk. Ben dedim ki: "Bize İsrail tahdis
etti, o da Ebu İshâk'tan, o da Abdullah İbnu Atâ'dan, o da Ukbe İbnu Âmir'den
nakletti. Ukbe İbnu Âmir demiş ki: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında, münâvebe ile deve güdüyorduk. Birgün ben nöbetimde Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e uğradığımda, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
etrafında Ashâbı (radıyallahu anhüm) toplanmış onu dinliyorlardı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Kim abdest alır ve
abdestini de güzel yapar, sonra iki rek'at namaz kılar, Allah'a istiğfarda
bulunursa mutlaka mağfirete mazhar olur."
Ben memnuniyetimden "yaşasın, yaşasın"
demekten kendimi alamadım. Bunun üzerine birisi arkamdan beni çekti. Dönüp
baktım, bu Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'tı. Bana: "Ey İbnu Âmir,
sen gelmezden önce buyrulan, bundan da hoştu" dedi. Ben: "Ne
söylemişti, annem babam sana kurban olsun, hele söyle!" dedim. Ömer
İbnu'l-Hattâb:
"- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim
Allah'tan başka ilahın olmadığına ve benim de O'nun Resûlü bulunduğuma şehâdet
ederse, onun için cennetin sekiz kapısı açılır, istediğinden cennete
girer" buyurdu" dedi.
Nasr İbnu Hammâd devamla der ki:
"Şu'be benim bu sözümü işitmişti. Yanıma geldi
bana bir tokat aşketti ve tekrar evine girdi. Az sonra çıkıp: "Bu niye ağlıyor?"
diye sordu. Orada bulunan Abdullah İbnu İdrîs:
- Canını yaktınız! dedi. Şu'be dedi ki:
- Duymadın mı İsrail, Ebu İshâk'tan, O, Abdullah
İbnu Atâ'dan, O da Ukbe'den ne anlatıyor?
Ben, Ebu İshak'a "Abdullah İbnu Atâ, acaba Ukbe
İbnu Âmir'den hadîs dinledi mi? diye sormuştum da "Hayır!" demiş ve
de kızmıştı. Mis'âr İbnu Kıdâm da orada idi. Mis'ar bana: "Şeyhi
kızdırdın" dedi. Ben: "Nesi var? Ya bu hadîsî düzeltir, ya da ben
onun hadîsini reddederim dedim. Bunun üzerine Mis'ar:
"- Abdullah İbnu Atâ Mekke'dedir" dedi.
Ben hemen oraya gittim. Bu gidişimde hacc yapmayı
düşünmedim, hadîsi dinlemeyi arzu ediyordum. Nitekim Abdullah İbnu Atâ'yı
buldum ve hadîsi sordum. Şu cevabı verdi:
- Bunu bana Sa'd İbnu İbrâhim rivayet etti.
Mâlik İbnu Enes de: "Sa'd İbnu İbrâhîm
Medine'dedir, bu yıl haccetmedi" dedi. Ben derhal Medine'ye gittim ve
orada Sa'd İbnu İbrahim'i buldum. Hadîsi ona sordum. Bana:
- Bu hadîs'i sizin memleketten, Ziyâd İbnu Mihrâk
rivayet etti" demez mi!
Şaşırdım ve kendi kendime: "Allah Allah, bu ne
hadîsmiş! Kûfi iken mekkî oldu, medenî oldu ve basrî oldu! dedim. Hemen
Basra'ya döndüm. Orada Ziyad İbnu Mihrâk'ı bulup sordum. Bana:
- O sana yaramaz! dedi Ben: "Öyle mi?"
deyince:
- İstemiyor musun? dedi.
- Hayır istiyorum, rivayet et! dedim. Bunun üzerine
dedi ki:
- Şehr İbnu Havşeb bana Ebu Reyhâne'den, O da Ukbe
İbnu Âmir'den rivayet etti.
Şu'be der ki: "Şehr İbnu Havşeb'in ismi geçer
geçmez: "O, bu hadîsi nazarımda yıktı, şayet sahîh olsaydı benim için,
ailemden, malımdan ve bütün dünyadan daha sevimli olurdu" dedim."[149]
Hâdis târihinde, hadîs için yapılan seyahatlerin
ayrı bir yeri vardır. Buna, kısa da olsa, temas etmeden geçmek eksiklik olur.
Hadîs için yapılan seyahatler Ashab'la başlar.
Sahâbeden birçoğu bu maksadla seyahatler yapmıştır, bazılarının isimlerine ve
seyahatlerine kısmen daha önce temas ettik. Ebu Eyyub el-Ensârî, Câbir İbnu
Abdillah, Enes İbnu Mâlik gibi, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn ve daha sonraki
devirlerde, hadîs ve ilim için seyahat yapmak her muhaddis ve her ilim adamının
âdetâ zarurî bir vasfı hâlini alacaktır.
[150]
Seyahat, ilim için faydalı ve hattâ zarurî olduğu
ölçüde, bilhassa geçmiş asırların şartlarında çok zor ve meşakkatli bir iştir.
Hatta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ifadesiyle "azâbtan bir
parçadır". Bu sebeple olacak ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), ilmî maksadlarla yapılacak seyahatlara[151]
fevkalâde teşviklerde bulunmuş, seyahatin ferde kazandıracağı üstünlük ve
fazilete dikkat çekmiştir. Hadîs ilminin ve dolayısıyla İslâm medeniyetinin
gelişmesinde icra ettiği rolün büyüklüğü sebebiyle Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in bu hadîslerinden bir kaç tanesini kaydedeceğiz:
"İlim, Çin'de bile olsa arayın. Çünkü ilim
öğrenmek kadın, erkek her müslümana farzdır."
"İlim talebetmek niyetiyle evinden çıkan her
talibin üstüne melekler kanat gererler ve Allah ona cennetin yolunu
kolaylaştırır. Âlim için göklerde ve yerde bulunan her şey, denizde balığa
varıncaya kadar istiğfarda bulunur. Âlimin âbid (yani ibâdetle meşgul olan)
üzerindeki üstünlüğü, dolunay durumundaki ayın diğer yıldızlara üstünlüğü
gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler para, pul miras
bırakmazlar, ama ilim bırakırlar. Ancak kim de ilim elde ederse nasîbin bolunu
elde etmiş olur..."
Dımeşk'te bulunan Ebu'd-Derda, rivâyet ettiği bir
hadîs kulağına ulaşınca onun aslını kendisinden sormak için Medine'den kalkıp
yanına gelen bir zata bu hadîsi hatırlatarak onu hararetle tebrîk eder.
Aralarında geçen konuşma şöyle. Ebu'd-Derda sorar:"
- Yâni ticârî bir maksadla gelmedin?
- Evet.- Bir başka ihtiyaç için de gelmedin?
- Evet.- Yani, sâdece mevzubahis ettiğin hadîsi
öğrenmek için geldin?
- Evet.
- Eğer doğru söylediysen müjde sana! Zira ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, demişti ki: "İlim
öğrenmek için evinden çıkan hiçbir kimse
yoktur ki melekler -istedikleri şeyden- memnuniyetleri sebebiyle ona
kanatlarını sermemiş olsun..."
Şu hadîse göre, ilim için seyahat eden kimse,
aradığını bulamasa bile Allah'tan ücret alacaktır: Vâsile İbnu'l-Eska' Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den şunu işittiğini rivayet etmiştir:
"Kim bir ilim taleb eder ve aradığı
ilmi bulursa, Allah ona iki ücret verir. Kim de aradığını bulamazsa bir ücret
verir." Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonra şu açıklamayı yapar: "Arayıp
ilim elde eden hem ilim hem de amel (arama) ücretini alır. İlim taleb edip ilme
ulaşamayan, amelinin ücretini alır. Elde edemediği ücret düşer."
Âyet ve hadîslerde, ilim talebine ve bu yolda
seyahat etmeye müteallik gelen teşvîklerin ruhlar üzerinde nasıl bir tesir
hâsıl ettiğini müteâkiben kaydedeceğimiz açıklamalarda ve bilhassa aynen
kaydedeceğimiz canlı misallerde daha iyi göreceğiz. Ve diyeceğiz ki: "Hz.
Musâ (aleyhisselam)'ya, Allah tarafından vahyedildiği belirtilerek rivayet
edilen şu nasihatı İslâm'ın parlama devrini temsîl eden selef uleması kendine
rehber ve prensip edinmiştir":
"Demirden bir çift çarık ve
demirden bir deynek edin, sonra bu çarık eskiyip, deyneğin kırılıncaya dek ilim
taleb et."
[152]
Hadîsle ilgili seyahatler muhtelif maksadlarla
yapılmıştır:
1- Uluvvü isnâd,
2- Ravileri tanımak,
3- Hadîs bilgisini artırmak,
4- Hadîsle ilgili tereddüdünü izale etmek
(tahkik),
5- Hadîsin farklı turûkunu ortaya çıkarmak vs.
Bunları bazı örneklerle açıklayalım:
[153]
Usûl bahsinde daha teferruatla belirteceğimiz
üzere, bir rivâyetin ilk kaynağa yakınlığına ulüvv (yücelik) denmiştir. Sened
uzadıkça ilk kaynağa olan uzaklık artar. Araya giren her şahıs, rivâyetinde,
bir hata yapabilme durumundadır. Böyle olunca kısa senedlerde hata ihtimali az
olduğu için daha kıymetlidir.
Öyle ise rivâyetlerin mümkün mertebe hatadan
uzak olabilmesi için, senedlerinin âlî yani kısa olması gerekir. Bu sebeple,
Ahmed İbnu Hanbel, "Âli sened aramak dindendir" demiştir. Bütün
hadîsçiler tarafından benimsenen bu kaide pratikte "seyahat"i
getirmiştir. Zira bir başka diyarda yaşayan bir zât'ın, değişik, farklı bir
rivâyetini işiten muhaddis, asıl zât hayatta olduğu müddetçe, kendisine gelen
rivayet için getirene itimad etmiyerek, kalkıp gidip bizzat görüşmeden rahat
edemez: Hadîsi getiren zât, dinlediğini aynen zabtedebildi mi?, ya eksik
bıraktı veya ilâvede bulundu ise!
Ahmed İbnu Hanbel'e sorarlar: "Kişi senedi
kısaltmak için seyahate çıkmalı mı?"
- Evet, der, Vallahi mutlaka çıkmalı. Nitekim,
Alkame ve Esved'e Hz. Ömer (radıyallahu anh)'dan bir hadîs ulaşınca, bunlar
duyduklarıyla yetinmezler. Hz. Ömer'e kadar (Medîne'ye) giderler ve hadîsi
bizzat kendisinden dinlerlerdi.
Tâbiîn'in büyüklerinden Hüşeym: "Ben
Kufe'de iken Basra'da bir hadîs rivayet edildiğini işitsem, kalkıp hemen
Basra'ya giderdim. Basra'da iken Kufe'de bir hadîs rivâyet edildiğini işitsem
hemen kalkıp oraya gider, hadîsi kaynağından dinlerdim" der. Kufe ile
Basra arasında 350 km.lik mesafe bulunduğunu hatırlatmak gerekir.
Horasan'ın meşhur muhaddisi Abdullah İbnu
Mubarek, tek bir hadîsi Hasan-ı Basrî'den sormak için Merv'den kalkıp Basra'ya
gelmiştir. Hadîs şudur: "Bin kişinin sevgisi tek kişinin düşmanlığına
satın alınmaz."
Ebân İbnu Ebî Ayyâş'a uğrayan Ebu Ma'şer
el-Kûfî de: "Kufe'den Basra'ya senin rivayet ettiğini duyduğum bir tek
hadîs için geldim" der.
Tâbiîn'in bir diğer büyüğü İbnu'd-Deylemî şunu
anlatır: "Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh)'dan bana bir hadîs
ulaştı. Bu hadîsi bizzat kendisinden sormak için bineğime atlayıp Taif'e
gittim. (İbnu'd-Deylemi bu sırada Filistin'dedir, Kudüs'te). Evini bulup
vardım. Bu esnâda kendine ait bir bahçede idi, yanında birisi vardı, elele
tutuşmuşlardı. Bu kimseyi Şam'da duymuştuk, ayyaşlardan biri olduğu
söyleniyordu. Ben Abdullah (radıyallahu anh)'a yaklaşınca: "Ey Ebu
Muhammed, Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şarap içenler hakkında bir
şeyler söylediğini işittin mi?" dedim. Ben bunu der demez öbür adam elini
Abdullah (radıyallahu anh) 'ın elinden çekti ve ayrılıp gitti. Abdullah bana:
Evet Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Kim şarap içerse, kırk sabah onun namazı kabul edilmez" dedi.
- Pekâla dedim, senden bana ulaşan bir hadîs var,
orada diyorsun ki: "Beytu'l-Makdis (Mescid-i Aksa)'da kılınan bir namaz,
(başka yerde kılınan) bin namaz gibidir. Artık kalem de kurumuştur (Allah'ın bu
hükmü değişmez)". Abdullah şu cevabı verdi:
- Ey Rabbim, şâhid ol, ben benden işittiklerinin
aynı olmazsa benden rivayette bulunmalarını helâl etmiyorum."
Hz. Abdullah (radıyallahu anh) bunu üç kere
tekrarladı. Sonra dedi ki:
"Ben (söylediğin şekilde değil) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan şu şekilde işittim:
"Süleyman İbnu Dâvud
(aleyhimu's-selam) Cenâb-ı Hakk'tan üç şey istedi: 1- Kendisinden sonra
hiç kimseye nasib olmayacak bir mülk ve saltanat, Cenâb-ı Hakk bunu verdi. 2-
Allah'ın adâletine uygun düşecek, âdil hükümde bulunma gücü istedi. Cenâb-ı
Hakk onu da verdi. 3- Yine taleb etti ki, bu Beyt'e (Mescid-i Aksâ'ya)
ihlasla yâni sâdece namaz kılmak için gelen mağfirete mazhar olsun."
Tabiîn'den Ebu Osman en-Nehdî'nin benzer bir
vak'ası şöyle: Kendisi anlatıyor:
"Bana, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin
anlatmış bulunduğu şu hadîs ulaştı: "Allah, mü'min kulunun tek bir
hayırlı ameli sebebiyle bin kere bin (yâni bir milyon) sevap yazar." O
yıl hacca gittim. Ancak, hacc sırf bu hadîsi sormak için yapmıştım. (Medine'ye
varınca) doğru Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye uğradım. Kendisine:
- Ey Ebu Hüreyre, bana sizin bir rivâyetiniz ulaştı.
Bunun üzerine, sırf sizinle görüşmek için hacca karar verdim" dedim.
- Hangi hadîs? dedi. Ben:
- Allah mü'min kulunun tek bir hayırlı ameli
sebebiyle bir milyon sevap yazar" diye açıklayınca, Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh):
- Ben bu şekilde söylemedim. Kendisine rivâyet
ettiğim kimse tam ezberlememiş" dedi. Ben hadîsin tamâmen batıl olduğuna
hükmetmiştim. Ancak Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) sözlerine devam etti:
- Ben şöyle söylemiştim: "Allah, mü'min kuluna
bir tek hayırlı amel sebebiyle iki milyon sevap verir". Sonra Ebu Hüreyre
hazretleri bana dönerek: "Kur'ân'da da böyle değil mi?" dedi.
Ben:
- Nasıl? dedim. Şöyle açıkladı:
- Çünkü Cenâb-ı Hakk: "Allah'a kat kat
karşılığını artıracağı güzel bir ödünç takdiminde kim bulunur?"
(Bakara: 2/245) buyuruyor. Allah nezdinde "kat kat" olan çokluk iki
milyondan çoktur".
Görüldüğü gibi hadîsi rivayet eden asıl kaynakla
temas maksadıyla yani senette ulviyet (kısalık) gayesiyle yapılan seyâhatler
gerçekten verimli olmuş, fiili neticeler alınmıştır.
[154]
İlmî seyahatlerde düşünülmüş olan ana gayelerden
biri budur. Hadîsleri rivâyet eden şahıslar kısaca adalet ve zabt denen
vasıflar yönüyle araştırılarak kendilerine ne derece itimad edilebileceği
ortaya çıkarılmıştır. Bu dalda yazılan pek çok eser mevcuttur. Bir hadîsi,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan Kütüb-i Sitte müelliflerine kadar
rivâyet eden şahıslar bu çalışmalar sayesinde bilinir, tanınır hale gelmiştir.
Ravileri tanıtan bu eserler ortaya konmamış olsaydı hadîs külliyatı fazla bir
değer taşımayacaktı.
İşte bu değerli çalışmalar seyahatlerle vücûda
getirilmiştir. Diyar diyar dolaşan hadîsçiler, hadîs rivayet eden şahıslar
hakkında bir takım araştırmalar yaparak, sorarak, görerek elde ettikleri
bilgileri kitaplar halinde tanzim edip istifadeye sunmuşlardır. Bu çeşit hadîs
te'lifatı, rivâyet ihtiva edenlerden farklıdır. Bunlara kısaca cerh ve tâdil
eserleri denir.
Büyük hadîsçiler normalde hem rivâyetler üzerine hem
de râviler üzerine eser vermişlerdir. Aslında rivâyet ilmi ile râvi ilmini
birbirinden ayırmak mümkün değildir. Meslekten muhaddisler, rivâyet alacakları
şahsı önce tedkik edip ne dereceye kadar güven veren bir kimse olduğunu
anladıktan sonra rivayetini almıştır. Ebu'l-Âtiye der ki:
"(Hadîs rivâyet etmekte olduğu haberi kulağıma
gelen) bir adamdan hadîslerini dinlemek üzere günlerce süren yolculuk yapardım.
Adamın memleketine varınca ilk araştırdığım husus namazı olurdu. Eğer onun
namazını kıldığını öğrenirsem orada ikâmet eder onu dinlerdim. Namazsız
bulursam, dinlemeden geri dönerdim. Namazına düşkün olmayan dürüstlüğe de
düşkün olmaz, beni aldatabilir derdim".
Hadîs almak veya râvi hakkında bilgi toplamak için
seyahat ederek uzak yerlerden gelmiş olan muhaddîsler, hadîs rivâyet eden kimse
hakkında öylesine teferruatlı ve ısrarlı sorular sorarlar, araştırmalar
yaparlardı ki, bölge halkından kendisine soru sorulan kimselerin zaman zaman bu
kadar soruya şaşırıp: "Yani onunla evlenmek mi istiyorsun?" diye alay
ettikleri bile olurdu.
[155]
Seyahatin ana gayelerinden biri budur. Hadîsçiler
umumiyetle Dâru's-sünne dedikleri Medine'ye seyâhati prensip edinirler. Ancak,
sünnetin birinci hameleleri olan Ashab, İslâm âleminin her tarafına
dağıldıkları ve gittikleri yerlerde sünneti neşrettikleri için hadîs toplama
faaliyetleri başladığı zaman hadîs tâlibleri her tarafa seyâhatler
tertiplemişlerdir.
Hadîs ilminin büyük üstadlarından olan Yahya İbnu
Main muhaddis olmak isteyen kimse için seyahatin şart olduğunu şöyle ifade
etmiştir: "Dört kişi vardır, onlarda rüşd (olgunluk, mükemmellik)
görülmez: Kapı bekçisi, Kâdı mubâşiri, bid'atcinin oğlu, hadîs talebi için
seyahat etmeyip sâdece kendi bölgesindeki rivâyeti yazan kişi."
Yine meşhur hadîsçilerden Şa'bî ile ilgili bir
rivayet çok hadîs toplamada seyahatin önemini gösterir. Ali İbnu'l-Medinî
anlatıyor."
Şa'bi'ye "Sen bu kadar ilmi nasıl elde
ettin?" diye sorulunca şu cevabı verdi: "(Rivâyet edilenlere) itimadı
reddedip araştırmak (araştırmak maksadıyla) diyar diyar seyâhat edip dolaşmak,
(seyâhatin meşakkatlerine) cansız eşya sabrıyla sabretmek, kargalar gibi erken
kalkmak sayesinde."
Hadîsçiler hadîs toplamak için belli başlı ilim
merkezlerine uğradıkları gibi, hadîs alabileceklerini duydukları her yere, çok
hadîs için seyahate çıktıkları gibi tek bir hadîs için de günler, haftalar
süren seyahatlere çıkmışlardır. Bu hususu te'yîd eden birkaç rivâyet:
İbnu Abbas (radıyallahu anh)'dan tefsir rivâyetiyle
meşhur Erbide et-Temîmî: "Bir yerde ilim (herhangi bir rivâyet) olduğunu
işittim mi mutlaka oraya giderdim" demiştir. el-Fadl İbnu Gânim, "Kim
bir günde yüz kere Lailâhe illâllahu'l-meliku'l-Hakku'l-Mübin derse, fukaralığa
karşı kendini garantiye alır" hadîsini duyunca: "Sırf bu hadîs
için Horasan'a seyahat edilse azdır" demiştir.
Büsr İbnu Ubeydillah el-Hadramî: "Tek bir hadîs
için hangi memleket olursa olsun oraya giderdim" demiştir.
Tâbiîn'in meşhurlarından Said İbnu Müseyyib:
"Bir tek hadîs almak için günler geceler boyu yürürdüm" demiştir.
Şa'bî, kendisine haber verilen üç yeni rivâyeti
kaynağından almak üzere Mekke'ye müteveccihen yola çıkar ve: "Olur ki,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a veya Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ashabından birine rastlarım" der.
Ebu Kılâbe gibi bâzıları da Medine ve Mekke gibi
merkezlerde, sırf oralara uğrayanlardan bir iki rivayet elde edebilmek için,
ikamet sürelerini uzatıyorlar.
Çok seyahat ettiğini belirtmek için "Arzı tavaf
ettim" diyen Mekhûl ed-Dımeşkî anlatıyor:
"Ben Mısır'da Benu Hüzeyl kabilesinden bir
kadının kölesi idim. Kadın beni âzâd etti. Mısır'dan çıktığım zaman kanaatimce
oradaki bütün ilmi (rivâyetleri) öğrenmiştim. Sonra Hicâz'a geldim. Oradan
ayrıldığım zaman da kanaatimce orada mevcut bütün ilmi öğrendim. Sonra Irak'a
geldim. Irak'tan ayrılırken de, kanaatimce oradaki bütün ilmi öğrenmiştim.
Sonra Şam'a (Suriye'ye) geldim, oradaki ravileri iyice tedkîk ettim. Bu
uğradığım yerlerde, bilhassa nefel'den (yani askerin ganimetten payına düşen
dışında, komutanın cihâda teşvik veya gayretine mükâfat olarak verdiği armağan)
soruyordum. Maalesef bu konuda bir bilgi veren kimseye rastlamadım. Sonunda
yaşlı bir zata rastladım. Ona Ziyâd İbnu Câriye et-Temimî diyorlardı. Kendisine
nefel hususunda bir şey işittiniz mi? diye sordum.
- Evet, dedi, Habîb İbni Mesleme el-Fihrî
(radıyallahu anh)'yi dinledim. Dedi ki: "Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e şâhid oldum. Dörtte bir başlangıçta (sefere çıkarken) dörtte üç de
dönüşte dağıttı".[156]
Hadîs âlimleri bazan bir hadîsin, bazan bir âyetin,
bazan da bir râvinin durumunu aydınlığa çıkarmak, ortadaki ihtilaf veya işkâli
bertaraf etmek için seyahatler yapmışlardır. Bu çeşit seyahatlere, bazan bir
hadîs, bazan bir kelime ve hatta bir tek harf için çıkıldığı olmuştur. Mesela
diyar diyar dolaşmada en çok isim yapanlardan Mesruk ve Ebu Said'in tek harf
için seyahat ettiği bilhassa belirtilir. Şam'ın ötesinden kalkıp Yemen'in
ötelerine bir tek kelime için gitmeye değdiğini söyleyen Şâbî, talebesine bazan
"bir tek hadîs" rivayet ettikten sonra: "Bunu sana bedâva
veriyorum; halbuki, zaman oldu, araştırıp bundan daha az ehemmiyetli birşey
(mesela bir kelime veya bir harf için (bin bir zahmeti göze alıp) Medîne'ye
kadar giderdi" demiştir.
Hasan Basrî hazretleri der ki: "Ka'b İbnu
Ucre'yi görmek için Basra'dan Kufe'ye gittim. Kendisine: "Sana ezâ
geldiğinde kefâret olarak ne verdin?" diye sordum. "Bir koyun"
diye cevap verdi."
Bu rivayet, Hasan-ı Basri hazretlerinin bir âyetin
açıklık kazanması için seyahate çıktığını gösteriyor. Zira Ka'b İbnu Ucre,
Hudeybiye Seferine çıkmış, ihram giyerek umre'ye niyet etmişti. Başı bitlenince
fazla rahatsız oldu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "kefâret
ödeyerek traş olmasını söyledi". Bu hâdise üzerine şu âyet indi: "...
İçinizde hasta olan veya başında rahatsız bulunan varsa, fidye olarak, ya oruç
tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir" (Bakara:
2/196).
Ka'b İbnu Ucre başını traş etmiş, bu ihram yasağını
işlemiş olmanın fidyesi olarak kurban kesmeyi tercih etmişti. Hasan-ı Basrî,
hâdisenin fâilinden tahkikle, Ka'b (radıyallahu anh)'ın bir koyun kestiğini
öğreniyor.
Said İbnu Cübeyr buna benzer bir tahkik hâdisesini
anlatır:"
Kufeliler "Kim bir mü'mini kasden öldürürse
cezâsı içinde temelli kalacağı cehennemdir..." (Nisa: 4/93) mealindeki
âyet hakkında ihtilaf ettiler. Bu konuyu sormak maksadıyla İbnu Abbas'ı görmek
üzere seyahate çıktım. Kendisini bulup sordum. Bana bu âyetin en son inen
âyetlerden olduğunu, bunu nesheden herhangi bir âyetin inmediğini
söyledi".
Herhangi bir hadîsi tahkik için yapılan bir seyahat
örneğini Zeyd İbnu'l-Hubâb'tan kaydedeceğiz.[157]
Zeyd: "Süfyân-ı Sevrî'nin Usâme İbnu Zeyd'den, O'nun da Mûsa İbnu Uleyye
el-Lahmî'den, O'nun da babasından, Onun da Ebu Kays Mevlâ Amr'dan, Onun da
Amr'dan, Amr'ın da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet ettiği: "Bizimle
ehl-i kitab'ın orucu arasındaki fark sadece sahur yemeğidir" hadîsini
Süfyân-ı Sevrî'den dinledim. Meclisinden ayrılacağı sırada, bana birisi:
Süfyan'a bu hadîs'i rivayet eden Usâme'yi Medine'de henüz hayatta
biliyorum" dedi.
Ben hemen bineğime atlayıp Medine'ye gittim. Orada
Üsâme'yi buldum. Senden Süfyan-ı Sevrî'nin rivâyet ettiği, senin de Musa İbnu
Uleyye, O da babasından, O da Ebu Kays Mevlâ Amr'dan, O da Amr'dan, O da Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet ettiği: "Bizimle ehl-i
kitab'ın orucu, arasındaki fark, sadece sahûr yemeğidir" hadîsi için
geldim dedim.
- Evet, dedi. Bana Musâ İbnu Uleyye İbnu Rabâlı
el-Lahmî, babasından, O da Ebu Kays Mevlâ Amr'dan, O da Amr İbnu'l-Âs'dan, O da
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet etti: "Bizimle ehl-i
kitab'ın orucu arasındaki fark, sâdece sahûr yemeğidir" dedi.
Zeyd der ki: "Üsame'nin meclisini terkedeceğim
sırada birisi bana: "Ona bu hadîsi rivayet eden Musa İbnu Üleyye'yi
Mısır'da hayatta biliyorum" dedi. Hemen bineğime atlayıp Mısır'ın yolunu
tuttum. Musa'yı bulup kapısına oturdum. Bana at üzerinde bir ihtiyar geldi.
"Bir ihtiyacın mı var?" dedi.
- Evet, dedim, bana Süfyân-ı Sevrî'nin rivayet
ettiği bir hadîs var, o Üsâme İbnu Zeyd'den, o da Senden sen de babandan, o da
Ebu Kays Mevla Amr'dan, o da Amr'dan, o da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den rivayet etmiştir: "Bizimle ehl-i kitab'ın orucu
arasındaki fark sadece sahur yemeğidir"
Zeyd, evet dedi, bana babam, Ebu Kays Mevla Amr'dan,
o da Amr'dan, o da Hz. Peygamber (aleylıissalâtu vesselâm)'den rivâyet
etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Bizimle
ehl-i kitab'ın orucu arasındaki fark sâdece sahur yemeğidir".
İşitilen hadîsi tahkik için gösterilen gayret ve
yapılan seyahate son bir örneğimiz, Müemmil İbnu İsmâil'in, Kur'ân-ı Kerîm'deki
her bir sûrenin
faziletiyle ilgili olarak Ubey İbnu Ka'ab
vasıtasıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den yapılan rivâyeti tahkik
için yaptığı seyahattır.
Der ki: "O hadîsi, (ismini verdiği) sika bir
zat bana rivayet etmişti. Medâin'e gelip hadîsi rivâyet eden o zâtı buldum.
Kendisine: "Hadîsi bana söyle, zirâ Basra'ya gideceğim" dedim. Bana:
- O hadîsi bize rivayet eden Şeyh Vâsıt'ta
Ashâbu'l-Kasab arasında dedi.
Vâsıt'a geldim, o râviyi buldum. Kendisine "Ben
Medâin'de idim. Sizden falanca şeyh bahsetti, ben Basra'ya dönmek
istiyorum" dedim. Bana:
- Bu hadîsi kendisinden dinlediğimiz zât,
el-Kellâ'da[158]
dedi. Basra'ya geldim. Kella'da Şeyh'le karşılaştım. Ona: "Şu hadîsi bana
rivâyet et. Abadan'a gitmek istiyorum" dedim. Adam:
"- Bu hadîsi dinlediğim zât Abadan'da"
dedi. Abadan'a geldim. O şeyhi buldum. Kendisine: "Allah'tan kork, bu
hadîsin hâli ne?" dedim ve sonra: Mâceramı anlatarak: "Medâin'e
geldim, sonra Vâsıt'a, sonra Basra'ya gittim, en sonunda size gönderildim. Ben
bunların hepsini ölmüş zannetmiştim. Şu hadîsin hikâyesini anlat bakayım!"
dedim.
Bana şu cevabı verdi: "Onu bana kimse
anlatmadı. Biz burada toplandık. Gördük ki, insanlar Kur'ân'dan yüz çevirmiş,
herkes Ebû Hanîfe'nin fıkhı ve İbnu İshâk'ın Meğâzî'si ile meşgul. Biz de
oturup Allah rızası için sûrelerin faziletiyle ilgili bu hadîsi uydurduk."
Hadîs'in el-İtkan'da kaydedilen vechinde bu uydurma
işini itiraf eden kimsenin tasavvuf ehlinden müteşekkil bir cemaat içinde yer
alan bir "şeyh" olduğu belirtilir.
[159]
Hadîs veya ilim yolunda yapılan seyahatler gerçekten
müsmir neticeler hâsıl etmiştir. Bu sâyede, muhtelif ve uzak beldeler arasında
kültürel bir bağ kurulmuş oldu. O zamanda, günümüzde olduğu gibi geniş
kolaylıklara sâhip matbu muhâbere vasıtalarının (kitap, mecmua, gazete gibi)
yokluğu düşünülürse söylemek istediğimiz husus daha iyi anlaşılır. Her tarafa
dağılmış Ashabın, gittikleri yerlerde birbiriyle irtibatı olmayan ilim
halkaları teşekkül etmeye başlamıştı. Arada başka bir nâşir-i efkar olmadığı
için, her bölgenin ilmi oraya münhasır kalmaya mahkûmdu.
Şu halde seyâhatler bu kısırlığı giderdi. Uzak
diyarlar buralarda ilim arayan tâliblerin, âlimlerin gayretiyle birleşti. Bütün
hadîsler belli başlı merkezlerde toplandı.
Medeniyetin gelişmesinde, beşerî terakkinin meydana
çıkmasında mühim bir âmil olan "farklı kültürlerin birbirini
mayalaması" hâdisesi bu şekilde gerçekleşti. Tıpkı çiçekten çiçeğe koşarak
bal yapan arı gibi diyar diyar dolaşan âlimler de İslâm'ın medeniyet peteğini
işlediler.
Arap dilinin zenginliği icâbı her bölgede farklı
şekillerde tezâhür eden İslâmî ve ilmî ıstılahlarda birliğe gidildi.
Âlimler birbirlerinin ictihad ve anlayışlarını
kontrol ederek amel ve itikad da vahdete kavuştular.
Hadîslerin farklı turûkları, vücuhları elde edildi.
Bu ise şâriin daha iyi anlaşılmasına zemin hazırladı.
Râvilerle ilgili bilgiler elde edildi. Cerh-tâdil
ilmi ortaya çıktı.
Hülâsa, öncelikle hadîsçilerin başlattığı ilmî
seyahat hareketleri, netice olarak, sâdece hadîs ilminin zenginleşmesinde rol
oynamamış, bütün İslâmî ilimlerin gelişmesinde etkili olmuş ve dolayısıyla
İslâm medeniyetinin kısa zamanda büyük bir parlama yaparak göz kamaştırıcı
şaşaaya ermesinde rol oynamıştır.
İşte bu sebeple olacak ki, İbrahim Edhem gibi bir
kalb ehli: "Allah, ashabu'l-hadîs'in rıhle'leri (yani ilim maksadıyla
yaptıkları seyahatler) sebebiyle bu ümmetten belaları defediyor"
diyecektir.
[160]
Hadîs malzemesinin,
bundan önce gördüğümüz sahifelerden (küçük mecmualardan), daha büyük mecmualar
içinde toplanması işine (tedvine) Emevîler idaresinin, Ömer b. Abdilâziz
devrinde başlanmıştır. Bu zât, Medine'de valisi bulunan Ebû-Bekir b. Muhammed
b. Amr b. Hazm'a şu emri gönderiyor:
“Rasûlullah (s.a.) in
hadîslerini, sünnetlerini veya Amra’nın[161]
rivayetlerini araştır ve onları yaz. Çünkü ben, ehlinin gitmesinden ve ilmin
yok olmasından korkmaya başladım.”
[162]
Ömer, bu emri diğer
merkezlere ve valilerine de göndermişti. Emre ilk imtisal eden ve hadîsin ilk
müdevvini olarak tarihî yerini alan zât “Muhammed b. Müslim b. Şihâbi'z-Zührî
(v. 124/742) oldu.[163]
Zührî Medîne'lidir.
Bu zat, yazdığı hadîs
mecmualarını, muhtelif şehirlere gönderirdi. Ayni zamanda bir çok hadîsçiler,
ellerindeki mecmuaları getirir, kendisinden onları rivayet etmek üzere izin
alırlardı. Zührî bunları kontrol eder, gerekirse izin verirdi. Zührî, bu konu
ile o kadar çok meşgul olmuş ve o kadar çok eser vücuda getirmiştir ki hanımı,
kocasını böyle kitap yığınları arasında görmektense, üç kumaya tahammül
edebileceğini söylemiştir.[164]
Zührî'nin muasırları
da, verilen emre uyarak hadîsleri tedvin etmiş, mecmualar meydana
getirmişlerdir.
Hatta bizzat vali Arar
b. Hazm da birkaç mecmua yazmıştır.[165]
Bundan önce, yazının
yanında hafıza da hadîs naklinde rol oynuyordu. Tedvin devrinde ve ondan sonra
yavaş yavaş vazifesini temamen yazıya terketmek mecburiyetinde kaldı. Bunun
sebebini, Hatîb Bağdadî şöyle anlatır:
“...rivayetler
yayılmış, sened zincirleri uzamış, seneddeki kişilerin; isim, künye ve
nisbetleri çoğalmış, senedlerin ifade şekli değişikliklere uğramış, artık insan
hafızası, saydıklarımızı muhafaza edebilmekten âciz kalmış, - yazılı- hadîs
ilminin, hafızaya dayanan kişinin ilminden daha sağlam olduğu ortaya çıkmıştı...”
[166]
Tedvin devrinde
meydana getirilen mecmualar çok defa, muayyen konular üzerine olurdu. Meselâ,
namazla ilgili hadîsleri bir mecmuada, oruçla ilgili olanları başka mecmuada...
toplarlardı.[167]
Tasnif, tedvin'den sonra ele alınan hadîs çalışmalarının müşterek
adıdır. Kelimenin lügat mânası bu çalışmaların mahiyeti hakkında bir fikir
verir: Tasnif, sınıflara ayırmak, sınıflamak demektir. Yani, tedvîn devrinde,
sıhhat durumu ve ifâde ettiği muhteva nazar-ı dikkate alınmadan yazıya
geçirilmiş olan karma-karışık hadîs malzemesinin, belli maksadlarla ayrılması,
istenilen istikamette istifadeyi kolaylaştıracak şekilde yeni düzenlere,
nizamlara sokulması, sistem kazandırılması demektir.
Bu safhada yapılan işlemlere bazan tebvîb dendiği ve bu safhanın
tebvîbü's-sünne tabiriyle ifâde edildiği görülür. Yine aynı safhanın, yakın
mânaya gelen ifrâd kelimesiyle ifâde edilerek ifrâdu's sünne şeklinde ifâde
edildiği olmuştur. Tebvîb, hadîs malzemesinin bablar haline konmasını yani
fıkhî konularına ayrılmasını, aynı mevzuya giren hadîslerin bir araya
getirilerek sunulmasını ifâde eder. İfrâd ise, ferdlere ayırarak, tefrîk etmek
mânasına gelir. Tebvîb'de olduğu şekilde fıkhî ayırım mânasına geldiği gibi,
sahîh-hasen-zayıf vs. ayrımı da ifâde eder. Kütüb-i Sitte'nin te'lif vasfını bu
kelime ile ifâde daha uygun olabilir.
Ancak, bu safhadaki çalışmaları tasnîf kelimesiyle ifâde etmek daha
uygundur. Zira tasnîf, tebvîb'i de ifrâd'ı da içine alacak daha umumî bir mâna
taşımaktadır.[168]
Hadîs târihini ana hatlarıyla dört safhaya ayırırken, kabaca her
safhanın bir asra tekabül ettiğini söylemiştik. O sırada da belirtildiği üzere
böyle bir zamanlama, mevzuun umumî hatlarıyla şematize edilmesinden ibârettir.
Mutlak durumu ifâde etmez. Zira, yukarıda açıkladığımız mânâda tasnîf
faaliyetlerini, ikinci asrın birinci çeyreğinden başlatmak bile mümkündür.
Zira, ilk te'lîf edilen eserlerden sayılan Mecmû'ul-İmâm-ı Zeyd'de hadîsler,
fıkıh bablarına göre tanzim edilmiş durumdadır. Daha önce de kaydettiğimiz
gibi, eserin müellifin Zeyd İbnu Ali Zeynelâbidin İbni'l-Hüseyn İbni Ali İbni
Ebi Tâlib'in vefat târihi 122/739'dur. Keza ilk musannaf eser veren kimseler
oldukları kabul edilen Abdü'l-Melik İbnu Cüreye ve Sâd İbnu Ebî Arûbe, ikinci
asrın birinci yarısına ait âlimlerdir. İbnu Cüreye'in vefatı 150/767, İbnu Ebî
Arûbe'nin vefatı 156/772'dir.
Bu devre, en kıymetli eserlerini üçüncü asır içerisinde Kütüb-i Sitte
ile vermiş olmakla beraber, yine râvilerden, seyahatlerle, derlemek suretiyle
ortaya konan Taberânî'nin mu'cemleri örneğindeki bazı orijinal eserler göz
önüne alınınca dördüncü hicrî asrın ortalarına kadar devam ettiği söylenebilir.
[169]
Muhaddisler, tasnîf safhasından itibâren, hadîsleri farklı şekillerde
tasnîfe tâbi tutmuşlardır:
[170]
Bu, hadîslerin fıkhî bablara, yani, ifâde ettikleri mânâlara göre
tasnifini ifâde eder. Yani, hadîsler, belli bir meseleyi açıklamak, o meseleye
delil olmak üzere zikredilir. Bu gruba giren eserler bazı farklı hususiyetler
taşıyan câmi'ler, sünen'ler, musannaflar olmak üzere başka çeşitlere ayrılır.
Hemen kaydedelim ki, tehzîb devrinde ortaya konacak olan müstedrek,
müstahrec, zevâid ve cem' kitabları da muhteva olarak ale'l-ebvâb tertip
sınıfına girer ise de "tasnîf devri mahsûlü" demek hatalı olur.
[171]
Bu tasnîf çeşidinde hadîsler, ravilerinin adına göre yapılır. Râvi
olarak Sahâbeyi esas alan tasnîfler olduğu gibi, eseri te'lîf eden müellifi
hadîs aldığı şeyhleri esas alan tasnîfler de olmuştur. Sahabeyi esas alanlara
çoğunluk itibâriyle müsned denmiş ise de mu'cem denen de olmuştur. Ancak şüyuhu
esas alanlara muc'em denmiş fakat müsned denmemiştir. Nitekim Taberâni, Ashab'a
göre tertiplediği el-Mu'cemu'l-Kebîr'ini müsned diye isimlendirmemiştir.
Bazı âlimler alel-ricâl tasnîfin fıkhî maksatla yapılmadığını,
hadîsleri öğrenmek, daha doğrusu ezberlemek maksadıyla yapıldığını söylemiştir.
Müsned tarzında râviler, belli bir prensibe göre sıralanır. Sözgelimi,
Ahmed İbnu Hanbel ve Ebu Dâvud et-Tayâlisî, tasnifte esas aldıkları Ashâb'ı
fazîlet sırasına göre tanzim ettikten sonra, her birinden rivâyet edilmiş olan
hadîsleri, isimlerinin altına kaydetmişlerdir.
Mu'cem'lerde, müellifin şeyhleri alfabetik sıraya göre veya
kabîlelerine göre sıraya konduktan sonra her birinden alınmış olan hadîsler alt
alta kaydedilir.
Bu sistemde istenen raviyi bulmanın bile zorluğundan başka, herhangi
bir konuya giren hadîsleri bulmak çok daha büyük zorluk arzeder. Hadîsler,
konuları için aranmaları sebebiyle, bu tarzla ortaya konan kitaplar üzerinde
müteakip çalışmalar yaparak ale'l-ebvâb tanzîme tâbi tutulma ihtiyaç
duyulmuştur. Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'ini tanıtırken bunu belirteceğiz.
Tasnîf Devri'nde ortaya konan Ebu Ya'la el-Mevsilî'nin (276/889)
Müsned'inde bu ikisini birleştirir mâhiyette bir yol tutulduğu görülür.
Kitabını bâb sistemine göre fasıllara ayırıp, aynı mevzuya giren hadîsleri bir
arada vermiş, her fasla giren hadîsleri tanzîm ederken de onları râvilerine
göre kaydetmeyi esas almıştır.[172]
Yukarıda ale'l-ebvâb tasnif'e giren eserlerin başlıca üç gruba
ayrıldığını belirtmiş fakat açıklamamıştık, şimdi onları açıklayacağız:
Câmi', muhaddisler arasında mâlum ve mukarrer olan sekiz ana bölümün
hepsine yer veren hadîs kitaplarına denir. Bu sekiz bölüm şunlardır:
1- İlm-i tevhîd ve sıfât. Yani
iman ve akaide ait hadîsler.
2- Sünen yâni ahkâma giren
hadîsler.
3- Rikak ve zühd, yâni ruhen
ve ahlâken yücelmeyi konu edinen hadîsler.
4- Âdâb'a giren yani: yeme,
içme, oturma, yatma, konuşma, giyinme vs. âdâbı beyan eden hadîsler.
5- Tefsir, yani bazı Kur'ân
ayetlerinin açıklanmasıyla ilgili hadîsler.
6- Siyer, yani tarih ve Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatıyla ilgili hadîsler.
7- Fiten, yani Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından kıyamete kadar vukua gelecek hâdisâttan
bahseden hadîsler.
8- Menâkıb, yani bazı
şehirlerin, şahısların veya kabîlelerin zemm ve medihleriyle ilgili hadîsler.
Hadîs kitaplarının hepsi, bu konularla ilgili hadîslere yer vermez. Şu
halde bunların hepsine yer verenlere câmi' denmektedir. Bazan bunlardan birine
sokulamayan hadîslere de câmi'lerde rastlayabiliriz. Kütüb-i Sitte'den sâdece
Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin eserine câmi' denmiştir.[173]
Bunlar, ahkâma müteallik hadîsleri fıkıh bablarına göre cemeden
kitaplardır. Bu kitaplarda, ahkama konu olmayan hadîslere pek yer verilmez.
Öncelikle ibâdet, muâmelât ve ukûbâtı beyân eden merfu' hadîsler cemedilir.
Merfu' hadîsler esas olur derken mevkuf ve maktuların tamâmen tecrîd edildiği
söylenmiş olmuyor. Sâhasında en mükemmellerden biri olan Süneni Ebî Dâvud'da
bile yer yer mevkuf hadîs görülür.
Sünen deyince öncelikle Sünenü Erba'a da denen Ebu Dâvud, Nesâî,
Tirmizî ve İbnu Mâce'nin sahîhleri akla gelirse de Dârimî, Dârakutnî, Sâd İbnu
Mansur, gibi birçokları da aynı ismi taşıyan, aynı tertipte eserler vücuda
getirmişlerdir. Sünenler çoğunlukla Kitâbu't-Tahâretle başlar, sonra ibadet
bahislerine, sonra da sırayla muâmelât ve ukûbât bahislerine yer verirler.[174]
Hadîsleri bablara göre (ale'l-ebvâb) tasnîf eden grubun bir çeşidini
teşkîl eden musannaflar, esâs itibâriyle sünen gibidirler. Ancak, bunlarda
mevkuf ve maktu hadîsler de çokça yer alır.
Musannaf adı altında birçok eser verilmiştir:
*
Musannafu Ebî Süfyan Vekî
İbnu'l-Cerrah er-Rü'âsî (V. 197/812);
*
Musannafu Ebî Seleme Hammadi
İbni Seleme İbni Dinâr (V.167/783);
*
Musannafu Ebî Bekr Abdullahi
İbni Muhammed İbni Ebî Şeybe (V. 235/849);
* Musannafu Bakiy İbnu Mahled
İbni Yezîd el-Kurtubî (V. 276/889);
*
Musannafu Abdirrezzâk İbnu
Hammâm es-San'ânî (V. 211/826);
Vs. Bunlar arasında, elimizde hal-i hazırda, matbu olarak bulunan
Musannafu Abdirrezzâk-ı ayrıca tanıtacağız.[175]
El-Hâfızu'l-Kebir Ebu Bekr İbnu Hammâm Abdurrezzâk es-San'ânî
(126/743-211/826). Yemen'in büyük muhaddislerindendir. Babası Hemmâm, amcası
Vehb, Ma'mer İbnu Râşid, Ubeydullah İbnu Ömer el-Amrî, Eymen İbnu Nâil, İkrime
İbnu Ammâr, İbnu Cüreye, Evzâî, İmam Mâlik, es Süfyâneyn, Zekeriya İbnu İshâk
el-Mekkî gibi pek çok meşhurları dinleme imkânını bulmuştur. Şam'a ticâri
maksadla yaptığı bir seyahat, bir çok büyük hadîsçilerle karşılaşmasına imkân
tanımıştır. Kendisinden İbnu Uyeyne, Mu'temir İbnu Süleymân (ki her ikisi de
şeyhlerindendir). Vekî', Ebu Usâme, Ahmed, Ishâk, Ali İbnu'l-Medînî, Yahya İbnu
Ma'în, Ebu Heyseme, Ahmed İbnu Sâlih, Muhammed İbnu Yahya ez-Zühlî, vs. pekçok
tanınmış muhaddisler hadîs rivâyet etmiştir.
Ahmed İbnu Salih el-Mısrî der ki: "Ahmed İbnu Hanbel'e:
"Hadîste, Abdurrezzâk'tan daha hasen birini gördün mü?" diye sordum
da bana "Hayır" cevabını verdi". Ebu Zür'a ed-Dımeşkî de
Abdurrezzak'ın rivâyetlerinin sâbit olduğunu belirtmiş, Ma'mer de, kendisinden
hadîs alan dört kişiyle kıyaslayarak Abdurrezzak'ı yüceltmiş ve: "Eğer
yaşarsa âlimler onu görmek için uzak diyarlardan kendisini ziyarete
gelecektir" demiştir.
Abdurrezzâk hayatının sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş, telkîn'e
mâruz olarak, kendinden olmayan rivayetlere "benden" diyebilmiştir.
Bu sebeple ondan amalığından sonra alınan hadîsler zayıf addedilmiştir:
Abdurrezzâk, daha ağır ithamlara da hedef olmuştur. Kizb, sarakat, şiîlik gibi.
Şiî diyenler, daha çok Hz. Ali'yi tafdîl eden, münferid rivayetlerini delil
getirmişlerdir. Kendisinin de: "Hz. Ebu Bekir ve Ömer'i Ali'den
(radıyallahu anhüm) efdâl bulurum. Çünkü Hz. Ali onları kendisine tafdîl
etmiştir. Şayet Hz. Ali onları tafdîl etmemiş olsaydı, ben de tafdil
etmezdim" dediği rivayet edilmiştir. Muhammed İbnu İsmâil el-Fezârî'nin şu
sözü de bu hususu aydınlatıcıdır: "Biz San'a'da iken kulağımıza, Ahmed
İbnu Hanbel ve Yahya İbnu Mân'in, Abdurrezzâk'ın hadîsini terkettikleri haberi
ulaştı, buna çok üzüldük. Hac sırasında İbnu Mân'i gördüm ve durumu ona
arzettim. Bana: "Ey Ebu Sâlih!, Abdurrezzâk irtidat bile etse onun
hadîsini terketmeyiz" dedi." Rivâyete göre Abdurrezzâk şunu
söylemiştir: "Hacc ettim, Mekke'de üç gün kaldım. Ashâbu'l-hadîs'ten kimse
bana uğramadı. Ka'be'nin örtüsüne asılarak: "Ey Allah'ım dedim, neyim var,
ben bir yalancı veya müdellis miyim?" Bundan sonra bana geldiler.
"Hakkında söylenenler ona olan güveni sarsmamıştır. Onun
rivâyetlerini alanlar arasında başta Buhârî, Kütüb-i Sitte imamlarının hepsi
vardır.
MUSANNAF'ına gelince; günümüze kadar gelebilmiş ve onbir cilt halinde
basılmıştır. Zehebî'nin tâbiriyle büyük bir "ilim hazînesi"dir.
İçerisinde 21033 adet hadîs mevcuttur. Son kısmını (10. cilt 379 sayfadan
itibâren) Ma'mer İbnu Râşid'in el-Câmi'i teşkil eder. el-Cami'in Ma'mer'den
rivâyeti de Abdurrezzâk vâsıtasıyla yapılmaktadır.
Bu Musannafın tertib hususiyetleri daha sonra te'lif edilenlere
yakınlık arzeder. Onlar'ın çoğunda görüldüğü gibi bu da Kitâbu't-Tahâretle
başlar, Kitâbu'l-Hayz, Kitâbu's-Salât, Kitâbu'l-Cum'a,
Kitâbu'l-Fedâilu'l-Kur'ân, Kitâbu'l-Cenâiz gibi ibâdâta müteallik bölümlerden
sonra... Kitâbu'l-Ferâiz, Kitâbu Ehli-l-kitâbeyn diye muâmelât bahisleriyle
devam ederek Ma'mer'in "Kitâbu'l-Câmi"ine ulaşır. El-Cami'de
"Kitap" diye ana bölümler yoktur, 282 adet bâb vardır. Bâblar,
müstakil üniteler olup çoğu kere bir önceki veya bir sonraki bâbla mantıkî bir
irtibat taşımaz. Bâblar birçok hadîsi içine alır, az da olsa tek hadîsten
müteşekkil bâblar da mevcuttur.
Kitabın birinci cildinin başında nâşirin haber verdiği eseri tahkîk
eden Abdurrahman el-A'zamî tarafından hazırlanmakta olan -müstakil bir cild
hacmindeki eserle ilgili tahlîlî mukaddime henüz basılmamıştır.[176]
Mâlik b. Enes
b. Mâlik b. Ebi Âmir el-Asbahî. Mâliki Mezhebinin imamı, Muhaddis ve mutlak
müctehid.
İmam Mâlik,
Medine'de doğmuştur. Onun doğum tarihi hakkında, Hicrî 90'dan 98'e kadar
değişen farklı rivayetler vardır. Ancak, yaygınlıkla kabul edileni 93 (711-712)
tarihinde doğmuş olduğudur.[177]
İmam Mâlik'in
ailesi aslen Yemenli olup, dedesi Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir
el-Asbahî, Yemen valisinden gördüğü zulüm üzerine Medine'ye gelip yerleşmiştir.
Annesi de, yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Şüreyk el-Ezdî'dir.
İmam Mâlik'in
dedesi Medine'ye yerleştikten sonra, Kureyşe mensup Benû Teym b. Murra kabilesi
ile hısımlık kurarak, bu kabile mensuplarıyla dostluk (velâ) akdetmiş ve
gerektiğinde onlardan yardım görmüştür.
İmam Mâlik'in
ailesi, Medine'ye yerleştikten sonra ilimle meşgul olmuş, özellikle hadisleri
toplamaya ve Ashab'ın fetvalarını öğrenmeye büyük önem vermişlerdi. Dedesi
Mâlik b. Ebu Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer (r.a), Osman (r.a),
Talha (r.a) ve Aişe (r.anh)'dan hadis rivayet etmiştir.
İmam Mâlik,
babasından sadece bir hadis rivayet etmiştir. Bu da, babasının hadisle fazlaca
meşgul olmadığını göstermektedir. Ancak amcası Süheyl hadis âlimlerinden olup,
İsmail b. Cafer'in hocasıdır. Ayrıca, ez-Zuhrî de ondan ders okumuştur. Onun
Nadr ismindeki kardeşi de hadis tahsil etmişti. İmam Mâlik, hadis derslerine
başladığı zaman, bu kardeşinin şöhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'ın kardeşi)
diye çağrılmakta idi. Daha sonra, İmam Mâlik, hadiste onu geçmiş ve kardeşi ona
nisbet edilmeye başlanmıştır.
Hulefâ-ı
Râşidîn devrinde Medine, Ashab'ın ileri gelen âlimlerinin bir arada bulunduğu
ve ilim tahsilinin zirvesine ulaştığı bir merkez konumundaydı. Emevîler
devrinde ise Medine, çoğalan fitnelerden ve idarecilerin zulmünden kaçan bir
takım âlimlere sığınılacak bir yer görevi görmeye başlamıştı. Ayrıca, Tabii'nin
çoğu Medine'de oturmakta, Ashab'ın rivayet ve fıkhını, etraflarını halkalayan
ilme susamış talebelere aktarmakta idiler.
İmam Mâlik,
kendini tamamen ilme vermiş bir aile muhitinde büyümüş ve çok canlı bir ilmî
hareketliliğin yaşandığı Medine'de ilim tahsil etmeye başlamıştı. Böyle bir
çevrede bulunması ona, çağın en ileri seviyesindeki alimlerden ders okuma
imkânını vermişti.
İmam Mâlik
önce, Kur'an-ı Kerîm'i hıfz etmiş, peşinden de hadisleri ezberlemeye başlamış
ve bilhassa annesinin teşvik ve yönlendirmeleri ile Medine'nin büyük ve meşhur
âlimlerinden Rabia b. Abdurrahman'ın ders halkalarına katılmıştı.[178]
Daha sonra o,
bir şeyler öğrenebileceği bütün âlimlerin yanına gitmeye ve onlardan hadis,
sahabelerin fetvaları ve fıkıh konularında istifade etmeye başlamıştı.
Yüze yakın
âlimden yararlanan İmam Mâlik'in yetişmesinde, fikrî ve ilmî yapısının
oturmasında, başta Abdurrahman ibn Hürmüz, Rabîa, Şıhab ez-Zührî, Ebu Zinad,
Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz. Ömer (r.a)'ın azadlısı Nâfi'in büyük katkıları
olmuştur.
İbn Hürmüz,
hadis ve şer'î ilimlerde söz sahibi bir âlim olup, ayrıca zamanın bütün fikrî,
siyasî gelişmelerini takip eden ve onların iç gerçeklerine nüfûz eden bir
kültür genişliğine sahipti. O, İmam Mâlik'e çok şey öğretir ancak, maslahata
uygun görmediği için bunlardan çok azını açıklamasına müsaade ederdi. İbn
Hürmüz, sorumluluğundan korktuğu için, Mâlik'ten, hadislerin senedinde kendi
adını zikretmemesini istemişti.
İmam Mâlik,
Hz. Ömer (r.a) ile Abdullah b. Ömer'in fıkhını ve fetvalarını, Nafi'den
öğrenmişti. Ebu Davud, Malik'in Nâfi'den, onun da İbn Ömer'den rivayetini senet
yönünden en sağlam olanı kabul eder.
İmam Mâlik,
yetişip olgunlaştıktan sonra, fıkıhta hocası olan Rabia’nın bazı görüşlerini
tenkit etmeye başladı. Bundan sonra o, Rabia’nın derslerini bırakıp, Zührî'nin
hadis derslerine devam etti. Ancak, onun fıkhî görüşlerinde, Rabia'nın büyük
tesiri vardır.
Bundan sonra
o, Zühri'nin dersi dışında evine kapanıyor, o zamana kadar kağıtlara
kaydettiklerini derleyip toparlamaya çalışıyordu.
Ayrıca İmam
Mâlik, Cafer-i Sadık'ın derslerini hiç bir zaman kaçırmazdı. Onun ilmine, zühd
ve takvasına hayranlık duymakta idi. İmam Mâlik onun hakkında; "Abdesti
olmadan hadis rivayet etmez, Hz. Peygamberin adı anılınca yüzü sararırdı"
demektedir.
O, Medine'nin
ilmini tamamen öğrendiğine iyice kanaat getirmeden ders vermeye başlamadı.
Medine'de bulunan âlimlerin çoğunun kendisini ders verme hususunda yeterli
görmesini açıklamalarından sonra güvenilir ravilerden aldığı hadisleri
insanlara öğretmek, fetva soranların problemlerini halletmek ve etrafında toplaşan
öğrencilere dersler vermek zorunluluğunu hissetmiştir. İmam Mâlik bu konuda
şöyle söylemektedir: "Her aklına esen mescitte oturup ders veremez.
Âlimlerden yetmiş kişinin beni yeterli görmesine kadar ben, ders ve fetva
vermekten kaçındım". İmam Mâlik ayrıca, hocaları Zührî ve Rabia'ya, ders
verip veremeyeceğini sorup olumlu cevap aldıktan sonra bu işe başlamıştır.
İmam Mâlik,
derslerini Mescid-i Nebî'de vermeye başlamıştı. Ancak sonraları idrarını
tutamama (prostat) hastalığına yakalanınca mescite gelmez olmuş ve derslerine
evinde devam etmeye başlamıştır. O, Mescid-i Nebî'de ders okuttuğu zaman, Hz.
Ömer (r.a)'in ders okuturken oturduğu yere oturmaya özen göstermiştir. Burası
Resulullah (s.a.s)'in mescitte oturduğu yerdir. Ayrıca Medine'de Abdullah b. Mesud'un
oturduğu evde ikamet ederek, onların hatırasını zihninde canlı tutmayı
arzulamış ve Ashab'ın yaşadığı manevî atmosferi hissetmeye çalışmıştır.
İmam Mâlik'in
dersleri, hadis ve fıkhî meselelerle verdiği fetvalar şeklinde cereyan ederdi.
O, vuku bulmuş olaylara fetva verir ve değerlendirmelerde bulunurdu. Vuku
bulmamış, farazî olaylar için kesinlikle bir görüş beyan etmezdi. Bu da İslâm
hukukunun en önemli özelliğidir.
Hastalığının
ilk dönemlerinde, mescite namaza gelir, sonra evine dönerdi. Bir zaman sonra
namazlara gelemez olmuş, daha sonra cuma namazı için de evinden çıkamaz hale
gelmişti. Bu durumunu soranlara hastalığını, ta ölüm döşeğine yatana kadar
söylememiştir.
İmam Mâlik,
ilimde olgunlaşıp dersler vermeye başladıktan sonra, bilgilerini daha da
derinleştirmek ve farklı fıkhî görüşleri, incelikleriyle kavrayabilmek için
âlimler ile ilişkisini yoğun bir şekilde sürdürmüştür. Hacca gelen âlimlerle
görüşüp, onlarla ilim alışverişinde bulunurdu. O, büyük fakih Ebu Hanife ile de
görüşür, onunla münazaralarda bulunurdu. Onların bu görüşmeleri gayet nezih bir
şekilde cereyan eder ve herbiri diğerinin fıkıhtaki üstünlüğünü överdi. Bunun
gibi o, Keys, Evza'î, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Hammad vb. çağın seçkin
âlimleri ile ilmî sohbetlerde birlikte olur, onlarla bir araya gelme fırsatı
bulduğunda bunu hiç bir zaman kaçırmazdı. İmam Mâlik’in yaşadığı dönem,
Medine'nin ilim, inceleme ve araştırmaların odağı olduğu bir dönemdi. Bunun
sebebi, Resulullah (s.a.s)'in mescidinin ve kabrinin burada bulunması dolayısıyla
İslam coğrafyasının her tarafından, farklı fıkhî ekollere mensup âlimlerin, her
hac mevsiminde buraya akın akın gelmeleri idi.
İmam Mâlik
ayrıca, ilmini yenilemek ve asrının diğer fakihlerinin görüşlerini öğrenmek
için mektuplaşma yolunu da kullanıyordu. O, görüşme imkânı olmayan uzak
şehirlerdeki âlimlere mektuplar yazar, değişik konulardaki görüşlerini sorar ve
kendi değerlendirmelerini onlara iletirdi.
İmam Mâlik
keskin bir zekâ ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Bu da ona, dinlediği
hadisleri kolayca ezberleme ve fıkhî konulara rahatça nüfuz edebilme imkanını
sağlıyordu. Hadisleri sağlam ravilerden kusursuz olarak bellemiş olduğu halde,
bir maslahat görmedikçe hadis rivayet etmezdi. Hadis nakletmenin sorumluluğu
onu sıkıntıya sokar ve naklettiği her hadisi için; "Onları nakletmektense
herbiri için bir kırbaç yemeyi yeğlerdim" demekte idi.
Sadece Allah
Teâlâ'nın rızasını kazanmak için ilim tahsil etmiş, hayatı boyunca takva yolunu
terketmemiştir. Ona göre ilim bir nurdur ve ancak huşu ve takva sahibi bir
kalpte yerleşebilir. Fetva verirken yavaş hareket eder, iyice düşünür, soran
kimseyi göndererek meseleyi tetkik ve tesbit ettikten sonra cevap verirdi. O
fetva konusunda hiç bir şeyin kolay olamayacağı görüşünde olup, helâl ve haram
ile ilgili her meselenin zor olduğunu söylerdi. Din konusunda kimseyle
tartışmaya girmez, insanlar arasında kin tohumları ekeceği için bunu çok kötü
bir davranış olarak değerlendirirdi.
İmam Mâlik,
bedenen heybetli bir yapıya sahipti. İlim ve büründüğü takva elbisesi onun bu
heybetine manevî bir yön katıyordu. Onun bakışlarından herkes etkilenir,
insanlara büyüklük taslayan idareciler, valiler onun yanında küçülür ve ona
saygı gösterirlerdi.
İmam Mâlik'in
babası ok imalatçısı idi. Ancak, İmam Mâlik'in bu mesleği icra ettiğine dair
herhangi bir bilgi mevcut değildir. Kardeşi hem hadis okur, hem de ticaretle
uğraşırdı. İmam Mâlik'in de bir miktar sermayesi kardeşi tarafından
çalıştırılmakta idi. Buna rağmen onun, öğrencilik yıllarında biraz maddî
sıkıntı çektiği anlaşılmaktadır.
İmam Mâlik'in
yaşadığı dönem fikrî ve siyasî fitnelerin zirvesine ulaştığı bir dönemdir. O,
hem Emeviler, hem de Abbasiler döneminde yaşamıştır. Ömer b. Abdülaziz'i takdir
eder ve onu ümmetin işlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışan adil bir halife olarak
görürdü. Ancak o, ne tahtlarını korumak isteyen hükümdarlara taraf olmuş, ne de
ayaklanmalarına meşru zemin oluşturmak isteyen isyancı gruplara destek
vermiştir. Her zaman gerçekleri yaymaya gayret göstermekle birlikte, anarşinin,
müslüman kitleleri perişan ederek fitne ve fesadın yaygınlaşmasına sebeb
olacağını düşündüğü için o, isyanları tasvip etmemiştir. Bununla birlikte
gayrimeşru bir şekilde ümmetin başına gelen yöneticileri de onaylamamıştır. Bu
yüzdendir ki o, bir defasında takibata uğramış ve Abbasiler'in ikinci halifesi
Ebu Cafer el-Mansur'un Medine valisi tarafından kendisine işkence yapılmıştır.
Buna sebeb olarak da, zorlama ile yapılan bey'atın geçersizliğine fetva vermiş
olması gösterilir.[179] Bu işkenceler sırasında, o kırbaçlanmış ve kolu
çekilmek sûretiyle sakatlanmıştır.
Ancak daha
sonra Mansur, bu olaydan haberi olmadığını ve bu işi yapan valisini
cezalandırdığını söyleyerek ondan özür dilemiş, İmam Mâlik de onu bağışlamıştır.[180]
O, halife ve
idarecilere, Hac için Medine'ye geldikleri zaman, halkın menfaatı ve selâmetini
gözetip hak ve adalet üzere yürümelerini öğütler, ayrıca yüz yüze görüşme
imkânı olmayanlara da mektuplar göndererek onları ıslah etmeye çalışırdı.
Bununla beraber o, emir ve hükümdarlardan daima uzak durmuştur. Fakat, samimiyetine
inandığı idarecileri derslerine kabul etmiştir. Harun er-Reşid bunlardan
biridir. Harun er-Reşid'in İmam Mâlik'in evindeki dersler esnasında sultanların
tavrıyla davranmaya kalktığında İmam Malik ona, ilmin her türlü dünya
makamından üstün olduğunu ve yücelmenin ancak ilme saygıyla mümkün
olabileceğini anlattığında tahtından inmiş ve öteki öğrencilerin arasında onun
derslerini dinlemeye devam etmiştir.[181]
İmam Malik'in
hastalığı ağırlaşıp, vefat edeceğini anladığında o zamana kadar gizlediği hastalığını
ve gizleme sebebini dostlarına şöyle açıklıyordu: "Eğer hayatımın son
günleri olmasaydı size bildirmeyecektim. Benim hastalığım idrarımı
tutamamamdır. Peygamberin mescitine tam abdestli olmaksızın gelmek istemedim.
Rabbime şikayet olmasın diye de hastalığımı kimseye söylemedim"[182] İmam Malik, Hicri 179 yılında Rabiulevvel ayının on
dördüncü günü vefat etmiştir. Safer ayında öldüğüne dair rivayetler de vardır.
Cennetu'l-Bakî mezarlığına defnedilmiştir.[183]
O, hem bir
hadis âlimi hem de büyük bir fakihti. Onun devrinde ortaya çıkan siyasî ve
itikadî fitneler halkın akaidini tehdit eder hale gelmişti. İmam Malik böyle
bir ortamda, Sünnet çizgisine sımsıkı sarılarak, insanları sapıtıp delâlete
düşmekten kurtarmak için var gücüyle çalışmıştır. Ona göre İslam'ı yaşamak,
Resulullah'ın sünnetine ve peşinden gelen Raşid Halifelerin uygulamalarına tabi
olmakla mümkündür. Medinelilerin ameli onun için uyulmaya, ahad haberden daha
lâyıktır. Çünkü Resulullah (s.a.s), Medine'de yaşamış ve Medineliler,
yaşayışını ona uydurmuşlardı. Dolayısı ile Medineliler'in yaşayışı Sünnetin
amelî şekilde rivayetidir. Bu, onun fıkıh usulünde de açıkça görülür. Kitap ve
Sünnet'ten sonra delil olarak Medineliler'in amelini alır.
İmam Malik,
imanın kalben tasdik, dil ile ikrar ve amel olduğunu söylerdi. Bu
söylediklerini Kur'an'a ve hadislere dayandırırdı. Yine hakkında ayet bulunduğu
için imanın artabileceğini söyler, eksilmesi hakkında susardı. Kader, büyük
günah, Kur'an-ı Kerim'in mahluk olup olmadığı ve ru'yetullah konularında sahih
Ehli sünnet ulemâsı ile aynı görüşleri paylaşmaktadır. Yalnız, o, Ebu Bekir
(r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a)'ın fazilet sıralamasındaki üstünlüklerini
kabul ettiği halde, Hz. Ali (r.a) hakkında, diğer âlimlere muhalefet etmiş, onu
Hulefâ-i Râşidînden saymamıştır. Buna sebeb olarak da, hilâfeti isteyenle
istemeyenin bir olamayacağını gösterirdi.
İmam Malik'in
fıkhı, öğrencileri tarafından hazmedilip daha onun sağlığında Mısır başta olmak
üzere Kuzey Afrika'da yayılmaya başlamış, oradan da Endülüs’e ulaşmıştır.
İmam Malik'in
ilimdeki büyüklüğü hakkında onun önünde diz çökmüş ve ilminden feyz almış büyük
fakîh İmam Şafiî şöyle demektedir: "Malik, Allah Teâlâ'nın, Tabiinden
sonra kullarına karşı hüccet olarak gönderdiği bir insandır"[184]
Hayatı boyunca
Medine'den başka bir yere gitmeyen İmam Malik, Resulullah (s.a.s)'e olan aşırı
sevgi ve saygısından dolayı, Medine'de bir defa olsun at sırtında
dolaşmamıştır.[185]
Muvatta'ı:
O bir çok
kitap tedvin etmiş olup, bunlar arasında en önemlisi Muvatta adlı eseridir.
İmam Malik bu kitaba Hicaz'ın en sağlam ravilerinin hadislerini almaya özen
gösterdi. Ayrıca sahabe sözlerine ve Tabiin fetvalarına da yer vermiştir.
Hadis
külliyatı içerisinde ilk tedvin edileni Muvatta'dır. İstisnaları olmakla
birlikte, bu zamana kadar çeşitli sebeplerden dolayı hadislerin yazılması
tasvib edilmiyordu. Hadisler, kendilerini bu yola adamış muhaddislerin
hafızalarında muhafaza ediliyordu. Ancak bir zaman sonra, bir takım insanlar,
menfaatlerini veya fırkalarının haklılığını ispatlamak vb. sebeblerden dolayı
hadis uydurmaya başlayınca, sahih hadislerin yazılarak tesbit edilmesi zarureti
ortaya çıktı. Bu durumu Şıhab ez-Zuhri; "Doğu tarafından, duymadığımız
hadisler gelmeye başlamasaydı ne bir hadis yazar, ne de yazılmasına izin
verirdim" sözüyle açıklığa kavuşturmaktadır.
Ömer b.
Abdülaziz, muhtemelen âlimlerle istişare ederek, hadislerin tedvin edilmesini,
valilerine gönderdiği talimatlarla resmen emretmişti. O, âlimlerin ölümleriyle
ilmin ve hadislerin kaybolmasından endişe etmekteydi. İlk olarak böyle bir işe
girişip, Halifenin isteğini yerine getiren, İmam Malik'in hocası Şihab ez-Zûhrî
olmuştur. Fakat, Ömer b. Abdulaziz, arzuladığı tedvin işinin sonuçlarını
göremeden vefat etmişti.
Mansur
işbaşına geçince, o da Ömer b. Abdulaziz gibi, Medine ilminin toplanıp tedvin
edilerek, yazıyla muhafaza altına alınması için çalışmalar yapılmasını istedi.
Ancak o, selefi Ömer b. Abdulaziz gibi bütün eyaletlerdeki ilimlerin derlenip
toparlanmasını düşünmemiş, sadece Medine'deki hadislerin ve fıkhî görüşlerin
tedvinini istemişti. Mansur'un böyle bir işe girişmesinin sebebi âlimlerin
ölümleriyle ilmin zayi olması endişesinden kaynaklanıyordu. Onun düşüncesi
tamamen idarî maksatlara yönelik olup, ülkenin her tarafındaki mahkemeleri ve
yargıyı birleştirerek tevhid-i kaza'yı gerçekleştirmek istiyordu. İmam Malik
onun, Medine'nin ilmini tedvin etme isteğini yerine getirdiğinde ortaya Muvatta
adlı eseri çıkmıştı. Ancak İmam Malik, Mansûr'un, ülkenin her tarafındaki
insanların Muvatta'a uymalarını sağlamak isteğine kesin bir tavırla karşı
çıkmıştı. Bu da gösteriyor ki, onun Muvatta'ı kaleme almasının yegâne sebebi,
Mansur'un bu yoldaki arzusu değildir. O, Medine'deki sahih hadisleri, sahabe
sözlerini ve Tabii'nin fetvalarından tercih ettiklerini toplayarak onların
unutulup gitmesini önlemek ve sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde intikal
etmesini sağlamak istemiştir. Mansûr'un isteği bu konuda ancak teşvik edici bir
rol oynamış olabilir. Zira o, daha sonra gelen Mehdi'nin ve Harun er-Reşid'in,
Mansur'un isteğine benzer taleplerini de aynı şekilde reddetmiştir.
İmam Malik
onlara şöyle diyordu:
"Ashab-ı
kiram fer'î meselelerde ihtilâf ettiler ve onlar bu ihtilâflarıyla birlikte her
tarafa dağıldılar. Herkes kendine göre isabetlidir. Ulemânın ihtilâfı ümmet
için bir çeşit rahmettir. Her biri kendince sahih olana uyuyor. Hepsi hidayet
üzere olup, sadece Allah Teâlâ'nın rızasını istemektedirler"[186]
İmam Malik,
hadisleri çok titiz bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra rivayet ederdi.
Rivayet ettiği hadisleri sürekli araştırır; ravide bir kusur bulur veya hadis
şaz çıkarsa onu hemen terkederdi. Muvatta'ı ilk yazdığında on bine yakın hadisi
rivayet etmiş olmasına rağmen, her sene onu tetkik ederek bir kısım hadisleri
çıkarmış, neticede Muvatta oldukça küçülmüştü. Onun bu durumunu bazı
öğrencileri şöyle dile getirirlerdi; "Herkesin ilmi çoğalıp artıyor;
Malik'in ilmi ise noksanlaşıp eksiliyor"[187] Bu, onun ilmi naklederken ne kadar titiz davrandığını
göstermektedir.
Görüldüğü gibi
Muvatta'da bulunan hadisler çok sayıda hadis arasından süzülerek seçilmiştir.
Bu yüzden hadis tenkidcileri ondaki hadisleri istisnalar hariç sahih kabul
etmektedirler.
Muvatta'ı,
Kütüb-i Sitte'nin altıncısı olarak kabul edenlere göre derece itibarıyla
Sahihayn'dan sonra gelmektedir.
Ancak, bir
kısım muhaddisler, ondaki mürsel hadislerin ve Tabiin fetvaları ve fıkhî
görüşlerin çokluğunu ileri sürerek Muvatta'ın daha çok bir fıkıh kitabı
olduğunu söylemişlerdir.[188]
İmam Malik'in,
Peygamber (s.a.s), Ashab ve Tabiinden yaptığı rivayetlerin sayısı bin yedi yüz
yirmi kadardır. İbn Hacer, Muvatta'ı sahih kabul eder. İbn Hazm, Muvatta'daki
beş yüz hadisin müsned, üç yüz hadisin de mürsel olduğunu ve yetmiş civarında
da Malik'in bizzat onlarla amel etmeyi terketmiş olduğu, hadis âlimlerinin
zayıf olarak değerlendirdiği diğer bazı hadislerin bulunduğunu söylemektedir.[189]
Âlimler
arasında, Muvatta'daki hadislerin sıhhat dereceleri hakkında muhtelif
görüşlerin bulunmasına rağmen, Malikîler Muvatta'ın tamamının sahih olduğunu
kabul etmektedirler. Zira onlar Muvatta`daki mürsel, mu'dal ve munkatı'
hadisleri, muttasıl senetlere bağlamak için gayret göstermişler; senedi,
Malik'in rivayetinden muttasıl olmayanları da başka sika ravilerle muttasıl
olarak tesbit etmişlerdir. Onların hiç bir yolla muttasıl senet bulamadıkları
hadisler sadece dört tanedir. Bu durum, İmam Malik'in mürsel, mu'dal ve
munkatı, olarak naklettiği hadislerin başka tariklerle müsned olarak
nakledildiklerini ve dolayısıyla Muvatta'ın sahih hadis kitaplarından biri
olduğunu ortaya koymaktadır.
İmam Malik,
Muvatta da beş yüz doksan kadar kimseden rivayet etmektedir. Ashabdan rivayet
ettikleri, yüz seksen beşi erkek, yirmi üçü kadın olmak üzere iki yüz sekiz;
Tabiinden olanlar ise, kırk sekiz kişidir.
Muvatta'ı
rivayet edenler, İmam Malik'in talebeleri olup, Kadı İyad bunların altmış kişi
olduklarını tesbit etmiştir[190]
Bu gün elde
bulunan Muvatta biri Ebu Hanife'nin talebesi İmam Muhammed'in rivayeti, diğeri
de Malik'in talebesi, Endülüs’lü Yahya b. Leysî el-Berberî'nin rivayet
ettikleri nüshalara göre basılmıştır.
Muvatta,
Malikî fıkhının temel kaynağı olup, İmam Malik'in fıkıhta takip ettiği usul
ondaki tertipden açıkça anlaşılmaktadır. O, Muvatta'da fıkhî bir konuyla
alâkalı hadisi alır, sonra Medineliler'in o konudaki uygulamalarına temas eder,
peşinden de Tabiin ve diğer fukahanın görüşlerini zikreder. Eğer bunlarda bir
açıklama bulamazsa o zaman sahih olarak bildiği hadislerin ve sair fetvaların
ışığı altında kendi reyiyle ictihad eder, meseleyi çözüme kavuştururdu. İmam
Malik, aynı zamanda hadis ravilerini araştırıp, onların adalet, hıfz ve
zabttaki durumlarını inceleyerek bir tedkik ve tenkit süzgecinden geçiren ilk
kimse olma ünvanına da sahibtir.[191]
İmam Mâlik'in künyesi Ebu Abdullah'dır.
İsmi Mâlik İbnu Enes İbni Mâlik İbni Ebî Amr'dır. Üçüncü göbekten dedesi olan
Ebu Amr'ın, sahâbe'den olduğu, Bedir hâriç, bütün gazvelere Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte katıldığı söylenmiştir, bu görüşe
katılmayanlar da var. Zehebî ve İbnu Hacer ikinci görüşte olanlardandır. Dedesi
Mâlik Tabiîn'in büyüklerinden ve âlimlerinden biridir.
Abdullah İbnu Zübeyr'in oğlu Âmir, Nâfi Mevlâ İbnu Ömer, Humeyd
et-Tavîl, Sa'îd el-Makberî, Sâlih İbnu Keysân, Zührî, Ebu'z-Zinâd, Abdullah
İbnu Dînâr gibi pek çok kimselerden hadîs almıştır. Kendisinden de Zührî, Yahya
İbnu Sâd el-Ensârî, Evzâ'î, Sevrî, Şu'be, İbnu Cüreyc, Leys İbnu Sa'd, İbnu
Uyeyne, Yahya İbnu Sâd el-Kattân, Abdurrahman İbnu Mehdî, Şâfi'î,
İbnu'l-Mubârek, Said İbnu Mansûr gibi sayısız büyükler hadîs dinlemiştir.
Buhârî'ye esahhu'l-esânid sorulunca: "Mâlik + Nâfi + İbnu Ömer"
demiştir.
Mâlikî mezhebinin kurucusu olan Mâlik İbnu Enes, İslâm'ın yetiştirdiği
nâdir büyüklerdendir. İmâm Dâri'l-Hicre unvanına sâhiptir. İlim talebi için
Medîne'den dışarı çıkmadığı söylenir. İlim aldığı dokuzyüzden fazla şeyhten birkaçı
dışında hepsi Medînelidir. Yetmiş kadar imâm, fetva vermeye ehliyetli olduğu
hususunda şehâdet etmedikçe fetva vermemiştir. Elleriyle yüzbin hadîs yazdığı
teyîd edilir.
Onyedi yaşında iken ders vermeye başlamıştır. Onun derslerine
gösterilen alâka, sağlıklarında hocalarına gösterilen alâkadan daha fazla ve
cemaati daha kalabalık olmuştur. Kapısına hadîs ve fıkıh almak için gelenler,
sultan kapısına dünyalık için gidenler gibi çoktu. Kapıcısı önce ileri
gelenleri, onlardan boşalınca, halkı içeri alırdı.[192]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nasıl yediğine dair rivayet yok
diye, kavun yemeyi terkedecek kadar sünnete bağlı idi. Fıkıh dersi verecekse
olduğu hal üzere otururdu. Hadîs takrir edecekse, hadîse olan hürmet ve tâzîmi
sebebiyle yıkanır, koku sürer, yeni elbiselerini giyerdi. Sonra huşû, hürmet ve
büyük bir vekârla ders kürsüsüne geçerdi. Yine hadîse tazîmen, salon, dersin
başladığı andan sona erdiği âna kadar ûd ile buhurlandırılırdı. Hadîse olan
hürmetinin büyüklüğüne örnek olarak şu hâdise anlatılır: Bir gün ders
anlatırken, İmam'ı bir akreb sokar. İmam, dersi kesmemek için normal müddetin
sonunu kadar tahammül eder, bu esnada rengi sararır, kıvranır fakat sözünü
kesmez.
İmam Şafiî Hazretleri şunu anlatır: "Mâlik'in kapısında Horasan
atlarından ve Mısır katırlarından (hediye) binek hayvanları gördüm. Böylesine
güzel hayvanları hiç görmemiştim. Kendisine: "Bunlar ne güzel!" diye
takdirimi ifâde etmiştim. "Hepsi, sana, benden hediye olsun!" dedi.
Ben: "Hiç olmazsa binmeniz için kendinize bir tâne havyan bırakın!"
dedim. Şu cevabı verdi:
- Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bulunduğu bir toprağa,
bir havyan ayağı ile basmaktan Allah'a karşı haya ederim."
İmam Mâlik, yaşlanınca, talebesi Ma'n İbnu İsâ'ya dayanarak, Mescid'e
gidip gelmiştir. Rahimehullah...[193]
Kendisine fetva sorulunca cevapta acele etmez: "Sen git, ben bir
bakayım!" derdi. Soru sorulunca bazan, ağlar ve soru sorana
"Kıyâmetin korkunç gününde mesul olmaktan korkuyorum" derdi. Fazla
sual soracak olsalar: "Bu kadar yeter, kim çok konuşursa hatâ eder, kim
her soruya cevap vermek isterse, karşısına cenneti de cehennemi de alsın sonra
cevap versin. Biz öylelerine yetiştik ki, birisine bir şey sorulacak olsa,
sanki ölümle karşılaşmış gibi sıkıntıya düşerdi" derdi. Kendisine
kırksekiz sual sorulmuştu bunlardan otuz iki tânesine "Bilmiyorum"
diye cevap verdi. Çevresine tekrarladığı nasîhatlarden biri şu idi: "Bir
âlim talebelerine "Bilmiyorum" demeyi vâris bırakmalıdır, tâ ki, bu,
ellerinde gerektiği zaman sığınabilecekleri bir düstur olsun". Böyle büyük
bir titizlikle verdiği fetva için, yine de şöyle derdi: "Ben bir insanım,
hata da yaparım, isâbet de. Fetvamı inceleyin, Sünnete uygunsa alın".
İmâm, hep sika (güvenilir) kimselerden hadîs alırdı. Herhangi bir
hadîsten şüphelenecek olsa hemen terkederdi. Bu konudaki titizliğini anlamada
şu rivâyet önemlidir: "İmam, Mescid-i Nebevî'nin sütunlarını göstererek
şöyle demiştir: "Şu sütunlar dibinde, "Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki..." diyen yetmiş kişiye rastladım. Bunların
hiçbirinden bir şey almadım. Bunlar belki, devlet hazînesi kendilerine emânet
edilecek kadar güvenilir kimselerdi. Fakat bunların hiçbiri hadîs almaya
elverişli değillerdi".
Rivayetlerinin, fetvalarının sağlamlığı sebebiyle İmam Şâfiî
hazretleri, Mâlik (rahimehullah) için: "Malik, Allah'ın mahlûkâtı
üzerinde, Tâbiîn'den sonraki hücceti" demiştir. İbnu Hibbân, Mâlik'in,
hadîste sika olmayanlardan yüz çevirdiğini, sadece sahîh hadîsleri rivâyet
ettiğini, rivâyeti de fıkıh, diyânet, fazîlet, gibi vasıfları taşıyan sika
kimselerden yaptığını belirtir. Ali İbnu'l-Medînî de bu mânâyı te'yîden:
"Hadisinde bir takım kusurlar bulunmadıkça Mâlik hiç kimseyi terketmez.
Eğer o birinden hadîs almıyorsa, rivâyetinde mutlaka bir kusur vardır"
demiştir. Abdurrahman İbnu Mehdî, Mâlik'i herkese tercih ederdi. Şâfiî
hazretleri: "Mâlik ve İbnu Uyeyne olmasaydı Hicaz'ın ilmi yok olurdu"
der ve şunu söyler: "Allah'ın dini hususunda bana Malik'den emîni
yoktur" İbnu Vehb de: "Mâlik'le el-Leys İbnu Sa'd olmasaydı yolumuzu
şaşırırdık" demiştir. "İnsanların ilim taleb etmek üzere yola
çıkacakları, ancak "Medîne âlimi"nden daha bilgin birini
bulamayacakları zaman, yakındır" hadisini Süfyân İbnu Uveyne, Mâlik'le
yorumlardı.
İmâm-ı A'zam, İmam Mâlik'ten onüç yaş büyük olduğu halde önüne diz
çöküp ders almıştır.
İmam Mâlik'in vakûr ve mehîb olduğu, bir meseleye cevap verdiği zaman,
heybeti sebebiyle, hiç kimsenin: "Bunu nereden aldınız?" diye sormaya
cesaret edemediği, insanların onun önünde -tıpkı Ümerânın önünde ayağa
kalktıkları gibi- ayağa kalktıkları belirtilir.
Zehebî "İmam Mâlik'te bâzı
mümtâz vasıflar var ki bunların bir başkasında bir araya geldiğini
görmedim" der ve sayar:
1- Uzun bir ömür ve
rivâyetlerinde ulviyet (kendisiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
arasında az sayıda râvi var).
2- Keskin bir zekâ, kuvvetli
bir anlayış, geniş bir ilim.
3- Kendisinin hüccet ve
rivâyetlerinin sahîh olduğu hususunda imamların ittifak etmiş olmaları.
4- Yine imamların, onun
dindar, âdalet sâhibi, ve sünnete bağlı oluşunda ittifak etmeleri.
5- Fıkıh, fetva ve
kâidelerinin sıhhatinde herkesten önde olması. Rivayetindeki ulviyeti göstermek
için Dârakutnî, Mâlik'den aynı hadîsi almış olan Zührî ile Ebu Huzâfe'nin
ölümleri arasında 130 yıl fark gösterir.
İmam Malik (rahimehullah)'in ibretli yönlerinden biri de zamanı boşa
geçirmeme hususundaki disiplinidir. Üç günde bir kere helâya gidecek şekilde
bir yemek düzeni takip etmesine rağmen: "Allah'a kasem olsun, çok helaya
gidip gelmekten sıkılıyorum" derdi.[194]
İmam Malik hadîs yönü kadar fıkıh yönü de olan bir âlimdir. Hâlen etbâı
bulunan sünnî ve hak mezheplerden Mâliki Mezhebi'nin kurucusudur. Mısır ve
Mağrîb müslümanları çoğunluk itibârıyla Mâlikî'dirler.
İmam Mâlik'in mezhebi, imamlar nezdinde muteber olan esaslara dayanır:
Kitap, sünnet, icma ve kıyas. Bu dört esâsa iki şey daha ilâve edilmiştir:
1- Medîne ehlinin ameli.
2- Mesâlihu'l-Mürsele.
Mâlik'e göre Medîne halkının bilicmâ amel ettiği şey, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in yaptığı bir fiili, yaşadığı bir hali gösteren bir
delildir. Ona göre Medîne ehlinin ameli haber-i vâhid'den daha kuvvetlidir.
Aralarında teâruz olursa önceki tercih edilir. Bu prensibine kendinden sonra
gelen hiçbir imam ve âlim uymamıştır. Başta İbnu Hazm ve Şafiî, bazı âlimler,
Mâlik'in Medîne örfünü tercih prensibini tenkîd etmişlerdir, el-Leys İbnu Sa'd,
Mâlik'in Muvatta'da yer verdiği halde amel etmediği yetmiş kadar sünneti
göstermiştir.
Mesâlih-i Mürsele'ye gelince; bu gerçekleşmesi için şâri tarafından
hüküm konulmamış, kabul veya ilga edildiğine dair bir delil de bulunmayan
maslahatlardır. Hakkında nass, icma ve kıyas bulunmayan her vak'ada insanların
menfaatı varsa, tahakkuku için müctehidin münâsib bir hüküm koyması caizdir.
[195]
İmam Mâlik (rahimehullah)'in en meşhur eseridir. Bir rivâyete göre
Abbâsî Halifeleri'nden Ebu Câfer el-Mansur, kendisine: "Bu ilmi bir kitap
halinde tedvîn et" der ve şu mahiyette olmasını tenbihler: "Kitab'a
İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in şiddete kaçan ve İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ın
ruhsata kaçan rivâyetlerini, İbnu Mes'ud'un da şâz (başkası tarafından
yapılmayan) rivayetlerini alma. Orta yolu tut ve bilhassa sahâbe (radıyallahu
anhüm) ve diğer imamların ittifak ettiklerini esas al!"
İmam Mâlik, Muvatta'yı kırk yılda hazırladığını söyler. Muhtelif
rivâyetlere göre, eserini rivâyet ettiği yüzbin hadîsten, önce on binlik (veya
yedi, veya dört binlik) bir mecmua yapmış Kur'ân ve Sünnet'le karşılaştırıp
Sahâbe ve Tâbiîne ait asâr ve âhbârla kıyaslıyarak, ölünceye kadar her yıl bir
miktarını daha ata ata müslümanlar için en uygun, din için en ideal dediği
bugünkü miktarda karar kılmıştır. Muvatta'yı bazıları İmam Malik'e kırk günde
arzederler. Mâlik: "Benim kırk yılda cemettiğimi siz kırk günde aldınız,
bundan anladığınız ne kadar az!" der.
Muvatta'yı İmâm Mâlik'ten otuzdan fazla talebesi rivâyet etmiştir. Her
bir rivayet diğerlerine nazaran farklılıklar taşır. Takdîm ve tehirler, ziyâde
ve noksanlar vardır. Bu nüshalardan en meşhuru Yahya İbnu Yahya el-Leysî
el-Masmûdî'nin nüshasıdır. Yahya İbnu Yahya bu nüshayı bizzat Mâlik'ten, öldüğü
yıl içinde işitmiştir. Sonradan, Mâlik'in ileri gelen talebelerinden de
işitecektir. Muvatta Kuzey Afrika ve Endülüs'te bu nüshadan çoğalacaktır. Bugün
Muvatta denince bu nüsha kastedilir. Diğer nüshalara nazaran muhtevası daha
zengindir. Ebu Bekr el-Ebherî'nin sayımına göre içerisinde merfû', mevkuf ve
maktu toplam 1720 rivayet mevcuttur. Bunun 600'ü müsned, 222'si mürsel, 613'ü
mevkuf, 285'i maktu (Tâbiîn sözü) dur.
Bilhassa Hindistan ve Harameyn'de şöhret yapmış bulunan bir diğer
nüsha, İmam Azam'ın meşhur talebesi Muhammed İbnu'l-Hasan eş-Şeybânî'ye ait
olan nüshadır. Hindistan ve İran'da bu nüsha tabedilmiştir.
Bu nüsha, Yahya İbnu Yahya el-Leysî nüshasına nazaran bir kısım ziyâde
rivâyetler ihtivâ eder. Bunlar, Hanefi mezhebine muvafık düşen, Mâlik
tarîkinden olmayan, zayıf âsardır. Öte yandan Muvatta nüshalarında mevcut,
sâbit rivâyetlerden bir çoğu da bu nüshada eksiktir. Şeybânî nüshasında toplam
1180 rivayet mevcuttur. Şeybânî'nin bâzı şahsî şerh ve tenkîdlere de yer
verdiği, farklardan bir kısmının bundan ileri geldiğini söyleyen olmuştur.
Muvatta'nın otuzdan fazla olduğunu belirttiğimiz nüshalardan 14'ü
hakkında, Muhammed Fuad Abdülbâki merhum, tahkikli Muvatta neşrine koyduğu
mukaddime kısmında, kısa bilgi verir. Burada fazla teferruatı gereksiz
buluyoruz.
Ancak iki hususa dikkat çekmek istiyoruz: Bu nüshalardan en mazbut, en
sıhhatli olanı hangisidir? sorusuna kesin bir cevap verilmemiştir. Bâzıları
Abdullah İbnu Mesleme el-Ka'nebî'nin, sonra da Abdullah İbnu Yusuf ve
et-Tinnîsî nüshalarının en sağlam olduğunu söyler. Ma'n İbnu İsâ' ve
İbnu'l-Kâsım'ın en sağlam (esbet) olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Belirtmek istediğimiz ikinci husus, büyük âlimlerin esas aldıkları
Muvatta nüshalarının da ihtilâflı oluşudur. Yani Muvatta'dan istifâde eden
fakîh ve muhaddîslerden her biri, Muvatta'nın değişik nüshalarını esas
almışlardır. Zürkanî, Muvatta'ya yaptığı değerli şerhinin Mukaddime kısmında
bazı âlimlerle ilgili açıklama yapar. Buna göre:
* Ahmet İbnu Hanbel,
Müsned'inde İbnu Mehdî'nin rivayetini,
*
Buhârî, et-Tinnîsî'nin
rivâyetini,
* Müslim, Yahya İbnu
Yahyâ'nın rivâyetini
*
Ebu Dâvud, el-Ka'nebî'nin
rivâyetini
* En-Nesâî, Kuteybe İbnu
Sa'îd'in rivâyetini esas almıştır.
[196]
Muvatta İslâm âleminin en mûteber, en sahîh kitaplarından biridir.
Yukarıda İmam Mâlik'ten bahsederken hadîs hususunda çok titiz olduğunu, ufak
bir kusuru olan ravilerden hadîs almadığını söylemiştik. Onun bu
durumuna,senetlerindeki ulviyet (yâni senetlerin kısalığı) ilâve edilince
müsned, yani senetli hadîslerinin ne kadar kıymetli ne kadar sıhhatli olduğu
anlaşılır.
Ancak Muvatta'da sayısı 61'i bulan munkat'ı hadîsler vardır. İmâm Mâlik
bunları "ani's-sika" veya "belağanî" (yani "güvenilir
kişiden" "bana ulaştığına göre") diyerek kaydeder, senedi eksik
bırakır. Bu çeşit hadîslere belâğ (veya cemi' şekliyle belâğât) denir. Elbette
senette noksanlık, hadîslerin zayıflığına delalet eder. Bu sebeple Muvatta'yı
bir bütün olarak "sahîh" kabûl etmek zorlaşır. Fakat, İbnu Abdilberr
bu munkatı hadîsleri diğer hadîs kitaplarında araştırınca dördü hâriç hepsini
senetli olarak bulmuştur. Geri kalan dörd hadîs hakkında Şeyh Sâlih el-Füllânî:
"İbnu's-Salâh, müstakil bir te'lifte bu dört hadîsi senetli olarak göstermiştir,
bu benim yanımda kendi hattıyla mevcuttur" diye bir açıklama yapmıştır.
Ancak senedini kaydetmemiştir.
Şunu da kaydedelim ki, her şeye rağmen bazı âlimler Muvatta'ya mutlak
bir ifade ile "es-sahîh" demiştir. Ebu Zür'a: "Bir kimse,
Muvatta'nın bütün hadîsleri sahîhtir diye talak vererek yemin etse hanımı boş
olmaz" der.
Muvatta'ya "es-sahîh" diyenler İbnu's-Salâh'ın: "Sahîh
sâhasında ilk eseri Buhârî te'lif etmiştir" sözünü tenkîd etmişlerdir.
Çünkü Buhârî'nin vefatı hicrî 256 olduğu halde İmam Mâlik'in vefatı 179'dur.
Yani Muvatta çok önce yazılmıştır. Alâeddîn Moğoltay şunu söyler:
"Sahîhlik şartına uymama hususunda Buhârî ile Muvatta arasında fark
yoktur. Çünkü (Muvatta'da belâgât denen munkatı hadîs varsa) Buhârî'de de
muallâk hadîsler vardır". Moğaltay ilave eder: "Sahîh sahasında ilk
te'lîfi Mâlik yaptı."
İbnu Hacer, Moğaltay'ı tenkîdle, Buhârî'nin, bu hadîslerin kendi
şartlarına uymadıklarını belirtmek, onlar hakkında sahîhlik iddiasında
bulunmadığını göstermek maksadıyla, senetsiz verdiğini söyleyerek Buhârî lehine
bir fark görür ve Moğaltay'ın sözünü şöyle te'vîl eder: "Muvatta O'nun ve
O'nun gibi mürsel, munkatı ve benzeri hadîslerle amel edenlerin nazarında
sahîhtir. Fakat bir hadîsin sahîh olması için, umumiyetle benimsenen şartları
arayanlar nazarında değil."
Buhâri ve Müslim'in eserlerini görmemiş olan İmam Şâfiî, Muvatta için
"Yeryüzünde Kitabullah'tan sonra en sahîh kitap Muvatta'dır"
demiştir. Aynı mânada olmak üzere şu sözler de Şâfiî'ye atfedilir:
"Yeryüzünde Kur'ân'a Mâlik'in kitabından daha yakını yoktur."
"Kitabullah'tan sonra en faydalı kitap Muvatta'dır".
Celâleddin Suyûtî, Muvatta'da yer alan bütün mürsellerin bir veya daha
fazla âzıd'ı yâni sıhhatini kuvvetlendiren başka rivâyetler bulunduğunu söyler
ve "Doğru olanı, Muvatta'nın tamamı sahîhtir, bu hükümden, anda yer alan
hiçbir rivâyet hâriç değildir" der:
Hüccetu'l-Lahi'l-Bâliğâ sahibi Şah Veliyullah ed-Dehlevî, Muvatta
hakkında şunları söyler:
"Muvatta, kitapların en sahîhi, en meşhurudur. (Sıhhat ve
kıymette) en önde geleni ve en câmî olanıdır. Ümmet-i Merhume'nin büyük
çoğunluğu onunla amel etmede, rivâyet ve dirâyetiyle ictihadda bulunmada
ittifak etmiştir. Kitaba atfettiği ehemmiyet sebebiyle rivayetlerde rastlanan
müşkil ve muğlak yerlerin açıklanmasına itinâ göstermiş, ifade ettiği mânâları
ortaya çıkarmak, dayandığı esasların sıhhat ve doğruluğunu isbatlamak için
gerekli gayreti sarfetmiştir. Kim tam bir insaf ve tarafsızlıkla dört mezhebi
tetkîk edecek olsa, kesinlikle görecektir ki, Muvatta, hem Mâlikî mezhebinin esası
ve dayanağı, hem Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin başı ve temeli, hem de Ebû
Hanîfe ve iki arkadaşı (Ebu Yusuf ve Muhammed)'in mezheplerinin kandil ve
lambasıdır.
Bu mezhepler, Muvatta'ya nisbet edilince onun metinlerinin şerhleri
durumunu arzederler. Muvatta onlara nisbet edilince, o da dallara nisbeten
ağacın ana gövdesi olur.
Nâs, -Mâlik'in fetvalarına karşı kabûl ve red, övgü ve yergi
tavırlarını alsa bile- onun metodunca çalışmadan, onun üslûbunca içtihad
etmeden emîn ve kolay bir yolda gidemeyecektir. İşte bu yüzden Şâfiî
hazretleri: "Allah'ın dîni hususunda, bana, Mâlik'ten daha emin hiç kimse
yoktur" demiştir.
Şunu da bil ki: Sünen sâhasında[197] yazılmış olan -Sahîhu
Müslim, Sünenu Ebî Dâvud gibi- kitaplar ve Buhârî'nin sahîhindeki fıkha
müteallik olan hadîsler ve Câmi'u'-t-Tirmizî, Muvatta üzerine yapılmış
müstahrec çalışmalar[198] durumundadır. Çünkü
tarzları onun tarzı, arzuları onun arzusu. Yöneldikleri hedef de ondan
(muktebes); onun mürsellerini vasletmek (senedini bulmak), mevkuflarını
refetmek (sahâbe sözü diye kaydettiklerinin Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sözü olduğunu göstermek), gözünden kaçanları da yakalamak, senetli
olarak kaydettiği rivâyetlerinin de mütâbi ve şâhidlerini zikretmek (yani
bunları destekleyen aynı mânâda başka rivâyetleri bulup çıkarmak), ona muhâlif
rivâyetleri de zikrederek onun sözlerini her yönden ihâta etmek.
Hülâsa: Ne beriki ne öteki için, gerçeğin ortaya çıkarılması,
Muvatta'ya eğilmeden mümkün değildir."
Eserine bu parçayı iktibas eden Delîlu'l-Mesâlik ilâ Muvatta-ı Imâm
Mâlik adlı eserin sâhibi Muhammed Habîbullah eş-Şinkıytî, Dehlevî'nin bu
beyanını takdîr eder, gerçeği ortaya koyan insaflı bir açıklama olduğunu
belirtir ve ilâve eder:"
Dehlevî'yi takdîr etmem, Muvatta hususunda beslediğim taassubtan ileri
gelmez. Aksine gerçeğin böyle olduğunu bildiğim içindir. Çünkü rivâyetlerini
inceledim ve belli başlı hadîslerinin Kütüb-i Sitte'de, senetleriyle birlikte
yer aldığını gördüm, geri kalan hadisleri de, halen müslümanların ellerinde
mütedâvil olan diğer hadîs kitaplarında mevcutturlar.
Muhaddislerce kesinlikle bilinen bir husus şudur: Kütüb-i Sitte
müellifleri ve onların muasırları -ki Ahmed İbnu Hanbel onlardan biridir-
çoğunlukla İmam Mâlik'in talebesidir. Bunlar Mâlik'ten, pekçok rivâyetlerle
Muvatta'yı rivâyet ettiler. Onlardan birinin, herhangi ziyade bir rivayetle
teferrüdleri nâdirdir. Her hal u kârda Muvatta'nın rivâyetlerinden hiçbirini
terketmediler, hepsini eserlerine aldılar. Çoğu kere mürsel, munkatı ve mevkuf
rivâyetlerini vaslettiler. İşte bu husus bilindiği takdirdedir ki Veliyyullah
ed-Dehlevî'nin yukarıdaki kaydettiğim sözleri daha iyi anlaşılacak ve hakkıyla
takdir edilecektir.
Ancak burada Dehlevî'ye bir küçük itirazımız var. Onun:
"Buhârî'nin Sahîh'inde fıkha müteallik hadîsler" sözüne katılmıyoruz.
Çünkü Buhârî, Sahîh'inde, İmam Malik'ten fıkha müteallik olmayan hadîsler de
tahric etmiştir, akâide, semiyyâta, kıyâmet alâmetlerine ve benzer konulara
giren hadîsler gibi. Öyle ise doğru olanı, Buhârî hakkında da, Müslim hakkında
yaptığı gibi -kayda yer vermeden- mutlak bir ifade kullanmaktır".
Ebu Bekr İbnu'l-Arabî (V.435/1043), Ârizatul-Ahvazî adlı Tirmizî
şerhinin başında, Hadîs sâhasında yazılan kitapların ilki ve en âlâsı
Muvatta'dır, Buhâri'nin sahîh'i ise ikinci asıl'dır" dedikten sonra
"Müslim ve Tirmîzî ile bunlar dışında kalan müelliflerin bu iki asl'a
dayanarak eserlerini ortaya koyduklarını ifâde eder.[199]
Muvatta'nın gerek sıhhatı ve gerekse diğer hadîs te'lifatı arasındaki yeri ve
ehemmiyeti belirtildikten sonra ilk akla gelecek soru budur: Bu kadar mühim bir
eser niye en muteber hadis mecmuaları âilesi'ne, yâni Kütüb-i Sitte'ye dâhil
edilmemiştir?
Cevap: Bidâyette İslâm âlimleri
Muvatta'yı -hadîslerin sahîh oluşunu göz önüne alarak- Kütüb-i Sitte'nin içinde
görmüşlerdir. Rezîn İbnu Mu'âviye el-Abterî, Mecdü'd-Dîn Ebu's-Se'âdat,
İbnu'l-Esîr, Muvatta'yı Kütüb-i Sitte'-den mütalaa edenlerdendir. Ancak, bu
eserin bir hadîs kitabından ziyâde bir fıkıh kitabı olarak yazılmış olması ve
dolayısıyla içinde merfu' hadislerin azınlık teşkil etmesi gibi durumları göz
önüne alan muahhar âlimler, Muvatta'yı hadîs kitapları arasında mütâlaa etmemek
gerektiği kanaatini izhâr etmişlerdir. Şu halde, Muvatta'yı Kütüb-i Sitte
meyanında zikretmiyen muahhar âlimler, onun hadislerindeki sıhhat durumunu
düşük gördükleri için böyle davranmış değillerdir, muhtevâsının diğer Kütüb-i
Sitte kitaplarında olduğu gibi hadîse değil, fıkha ağırlık vermesini gözönüne
almışlardır.
Ancak ne var ki, İmam Mâlik, fıkıh yaparken öyle bir metod uygulamıştır
ki, o sayede İslâm dünyasının en orijinal en müstesna te'liflerinden biri
ortaya çıkmıştır: O bir fıkıh kitabıdır, fıkıh kitabı olduğu kadar da hadis
kitabıdır. Fıkhın bütün meselelerini imkân nisbetinde merfu, mevkuf ve maktu
hadîslerle kaideleştirmeye açıklamaya çalışmıştır. Maalesef, sonraki devirlerde
ortaya konan fıkhî te'liflerde hadîsten ziyâde, fukaha'nın akvâli dikkati
çeker, halbuki temelde onlar da hadîsin dışına çıkmış değillerdir.[200]
İslâm'ın rönesansından bahsedilen günümüzde Muvatta tarzının tekrar
ihya edilmesi gereğine inanıyoruz. Cehâletin gittikçe arttığı şartlarda hâl-i
hazır bir fıkıh kitabını gören nesiller: "Bunlar imamların sözü, herkes
kendine göre konuşmuş, ortada âyet var hadîs var, bu kaynaklardan biz de
istifâde ederiz" gibi câhilane sözler sarf edebiliyorlar. Temelde yanlış
olan bu iddiaları söylemeye cesaret veren, söyleyenin vicdanında haklılık
uyandıran şey dediğimiz gibi fıkıh kitaplarımızın Muvatta tarzı'nı takîp
etmemelerinden ileri gelmektedir. Fıkhî hükümden önce onun mukaddes olan ilâhî
ve semâvî kaynağı kaydedilmelidir. İnsanları ikna, iz'an, iltizam ve
teslimiyete sevkedecek olan husus, kaynaktaki bu kudsiyettir. İşte Muvatta'nın
fıkıh kitabı olarak, diğerlerinden üstünlüğü bunu yapmasından ileri gelir.
Temas ettiğimiz yanılgıyla günümüzde ortaya çıkan "bencecilik"i
önleyip, müslümanlar arasında fıkhî, itikadî ve hattâ siyasî birliği sağlıyacak
olan en müessir yolun bu olduğu kanaatindeyiz.
Muvatta tarzı'nın, bilhassa beşerî ilimler sahasında daha mühim, daha
müessir ve daha orijinal çalışmalara imkân vereceği de bilinmelidir. Psikoloji,
sosyoloji, pedagoji, terbiye gibi son zamanların üzerinde ısrarla durup
sistematize ettiği ilimler, maalesef Batı'da doğmuş ve üstelik Batının materyalist,
hümanist çevrelerince ele alınıp geliştirilmiştir. Temel prensipleri
inançsızlığa dayanmaktadır. Bugün için bu ilimlerden vazgeçmek, hatta gereksiz
görmek bile mümkün değildir. Yanlış istikamette gelişmelerine seyirci
kalıncaya, olduğu gibi bunları Batı'dan alıncaya kadar, bu modern ilim
dallarının meselelerini kendi değerlerimiz çerçevesinde tahlîl, terkîb ve
yoruma tâbî tutarak müstakil te'lifat ortaya koymalıyız. İslâm dünyasında bu
meselelerde de birliğimizi sağlamak, asırların müesseseleştirdiği içtimâ
değerlerimizle tezada düşmeyi önlemek için takip edilecek tek yol var: Muvatta
tarzı. Bu, her bir beşerî meseleyi: Âyet, merfu, mevkuf ve maktu hadîs
çerçevesinde değerlendirip, -gerekiyorsa- sonra da şahsî yoruma müracaat
etmektir.[201]
Muvatta, İmam Mâlik'in sağlığında büyük bir alâka ve şöhrete ulaşır. O
derecede ki, hacc maksadıyla Medîne'ye gelmiş bulunan halife Hârun Reşîd,
Muvatta'yı İmam'dan dinler, çok memnun kalır ve üçbin dinar ihsanda bulunduktan
sonra:
"- Bizimle beraber (payîtahta) sen de gel. Ben insanların Muvatta
ile amel etmelerine karar verdim. Tıpkı Hz. Osmân (radıyallahu anh)'ın, ümmeti,
(aynı imlâya, aynı lehçeye göre çoğaltılan) Kur'ân'a sevkettiği gibi, (ben de
fıkıhta Muvatta yoluyla tek mezhebe sevkedeceğim)" der. Muvatta'nın
Kâbe'ye asılmasını teklif eder. İmam şu cevabta bulunur:"
- İnsanları Muvatta'ya sevketmek mümkün değil. Zira, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâb (radıyallahu anhüm)'ı, kendisinden sonra
İslâm diyarına dağıldılar ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
gördüklerini, öğrendiklerini oralara götürdüler. Böylece her bölge ahalisi
kendine göre bir ilmin sâhibidir. Hepsi de haktır ve hepsi de Allah'ın rızasını
aramaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da: "Ümmetimin ihtilâfı
rahmettir" buyurmuştur.
"Sizinle gelmek üzere burayı terketme teklîfinize gelince, bu da
mümkün değil. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İnsanlar bilseler,
Medîne onlar için daha hayırlıdır" buyurmuştur. (Ben bu hadîsle amel etmek
istiyorum.) Verdiğiniz dinarlar işte, olduğu gibi duruyor. Ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şehrine dünyayı tercîh etmem".
Şunu da belirtelim ki, bazı rivâyetler, aynı teklifi Hârun'dan önce
Mansûr'un yaptığını ve İmam'ın her ikisine de red cevabı verdiğini açıklar.
İmâm Mâlik (rahimehullah), ilmî izzet ve kanaatinden hiçbir surette
tâviz vermemiştir. Bunun en iyi misâli, Halife Mansûr'la arasında geçen bir
meseledir: Mansur, ona mükreh'in (zor karşısında kalan kimsenin) talâkı ile
alakalı hadîsi rivâyet etmeyi yasaklar. Fakat, birisi, fitne düşüncesiyle aynı
meseleden İmam'a soru sorar. İmam da cemaatin huzurunda: "Müstekreh'e
(zorla, baskıyla hanımını boşayana) talak yoktur" hadîsini rivâyet eder.
Mansur onu kamçılatır. Fakat o hadîs rivâyetini terketmez.
İlmî izzetini korumasıyla ilgili rivâyetlerden bir diğerine göre, Harun
Reşîd Medine'ye geldiği zaman İmâm Mâlik'in halka Muvatta'yı okuduğunu, halkın
bunu büyük bir alâka ile takip ettiğini işitir. Vezirî el-Bermekî ile selam
gönderip, Muvatta'yı kendisine de okumasını rica eder. İmam Mâlik:
"Halife'ye benden selam söyle, ilim ziyâret edilir, o ziyaret etmez, ilme
gelinir, o gitmez" der, reddeder. Hârun: "Kendisine, halktan ayrı
olarak okumasını" teklif edince, İmam: "İlimde hususiyet onu
söndürür" diyerek bu teklîfi de geri
çevirir.[202]
Üzerine en çok eser te'lîf edilen kitaplardan biri Muvatta'dır. Ricali,
garibleri, müşkilleri, senedleri, hadîsleri vs. için çok sayıda eser te'lîf
edilmiştir. Günümüzde bile Muvatta üzerine yeni çalışmalar yapılmaktadır. Biz
burada birkaç kitap ismi vereceğiz:
1- Tenvîru'l-Havâlik,
Celaleddin Suyutî'nindir. Kısa bir şerhtir. Muvatta ile birlikte Hâmişte
basılmıştır.
2- Şerhu-l Muvatta,
Zürkânî'nindir. (Ebu Abdillah Muhammned İbnu Abdül-Bâki ( 1122/ 1710). Mısır'da
basılmıştır, beş cilttir, tatminkâr bir şerhtir.
3- Et-Temhîd Li-mâ
Fi'l-Muvatta mine'l-Meânî ve'l-Esânîd, İbnu Abdil-berr yazmıştır.
4-
El-İstizkâr fi Şerhi
Mezâhibi Ulemai'l-Emsâr, bunu da İbnu Abdilberr yazmıştır.
Ebu Bekr İbnu'l-Arabî (543/ 1 148), Dehlevî ( 1176/ 1762), Aliyyül-Karî
(1122/ 1710), el-Leknevî, Dârakutnî, İbnu Asâkir, vs. başkaları da Muvatta
üzerine çeşitli çalışmalar yapmıştır.[203]
Ebu Abdullah
Ahmed b. Muhammed b. Hanbel b. eş-Şeybâni el-Mervezî, Hanbelî mezhebinin imamı,
muhaddis, mutlak müctehid.
164/780
yılında Bağdat'ta doğan Ahmed'in babası Muhammed b. Hanbel otuz yaşında ölmüş,
onu annesi Sâfiyye binti Meymune büyütmüştür. Kendisi Arap olup, Şeybân
kabilesine mensuptur ve soyu, Nizar kabilesinde Hz. Peygamber (s.a.s.)'in soyu
ile birleşmektedir. Ahmed'in dedesi Hanbel, Emeviler döneminde Serahs valiliği
yapmıştır.
İlk eğitimini
bir ilim ve kültür merkezi ve aynı zamanda Abbâsîlere başkent olan Bağdat'ta
aldıktan sonra dini ilimlere yönelen Ahmed, İslâm'ı bütün yönleriyle yaşamak
istedi. Bu arzu onu Peygamber (s.a.s.)'in hadisleriyle uğraşmaya götürdü. Daha
çocukken Kur'an-ı Kerîm'i ezberlemişti. Diğer dini ilimleri okuduktan;
Arapça'yı ve dil bilgisini geliştirdikten sonra bütün mesaisini hadislere ayırmıştı.
O, ayrıca Farsça da bilmekteydi. Hadis toplama, ezberleme ve yazma onda bir
tutku haline gelince, Basra, Hicaz, Kûfe ve Yemen gibi ilim merkezlerine birçok
seyahatler yaparak buralarda bulunan ulema ve muhaddislerle görüşmüş, râvileri
bulmuş ve onlardan hadis almıştır.[204] Üçünde parasızlıktan ötürü yaya olmak üzere beş defa
hacca gittiği, İmam Şâfiî ile ilk defa Hicaz'da tanıştığı, yolculuklarında
fakir olduğundan büyük sıkıntılarla karşılaştığı, Yemen'deki muhaddis
Abdurrezzak b. Hemmam (ö. 211)'dan hadis almak için Yemen'e giderken yolda
parası bitince hamallık yaptığı kaydedilmektedir.[205] Ravilerden hadislerle birlikte sahâbe ve tabiine dair
ulaşan butun rivayetleri almıştır. Fıkhi bilgisini ve usûl-i fıkhı Ebu Yusuf ve
İmam Şafii'den aldığı derslerle kuvvetlendirmiş, toplayıp tedvin ettiği hadis
ve sahâbe fetvalarını fıkhının dayanağı yapmıştır. Kırk yaşından sonra,
topladığı beş bine yakın talebeye ders vermiştir.
Tarihte büyük
müctehidlerin birçoğuna zulmedildiği görülmektedir. İmam Ahmed de bu gruptandır.
Abbasîler zamanında "Halku'l-Kur'an: Kur'an mahluktur" ideolojisi
yayılıp, halife Me'mun'un (813-833) bunu zorla ulemaya kabul ettirmek istemesi,
hristiyan âlimi Yuhanna el-Dimaşkî'nin fitnesi ve Mutezile'nin ortalığı
karıştırmasıyla başlayan zulüm, devlet desteği ve despotluğuyla ilim
çevrelerine dayatılmak istenince ulemanın çoğu bu görüşü kabul ettiğini
söylerken, (h. 218) Ahmed b. Hanbel, el-Kavârîrî, Muhammed b. Nuh, Sücâde gibi
bir grup âlim "Kur'an mahluktur" görüşüne katılmadıklarından dolayı zincirlere
vurularak hapse atılmışlar, işkence görmüşlerdir. Bu arada Kavârîrî ve Sücâde
de resmi görüşü kabul ettiklerini söyleyerek serbest bırakılmışlardır. Halife
Me'mun ortada kalan Hanbel ve Muhammed b. Nuh'la görüşmek istemiştir. Ancak,
halife vefat edip, Muhammed b. Nuh da yolda ölünce Ahmed b. Hanbel Bağdat'ta
tekrar hapsedilmiş, Mu'tasım (833-842) zamanında kadı İbn Ebu Duâd'ın teşvik ve
etkisiyle işkence edilmiştir. Yirmi sekiz ay hapiste kalan Ahmed b. Hanbel,
serbest bırakıldıktan sonra iktidara gelen el-Vâsık (ö. 232/847) devrinde de
aynı muhalifliğini sürdürdüğünden gözetim altında tutulmuş, beş yıl hadis dersi
verememiştir. Nihayet el-Mütevekkil (ö. 247/861) devrinde Me'mun'un
"Kur'an mahluk değildir diyen kimse kalmasın" vasiyetine ve bu katı
siyasete son verildikten sonra yeniden hadis çalışmalarına dönmüştür. Onun bu
zorluklarla dolu günleri ondört yıl sürmüştür. Halife el-Mütevekkil'in gönlünü
almak amacıyla hediye ve maaş vermek istemesini de reddetmiş, hatta halifenin
yardımını kabul eden oğullarına kırılmış, kendisi hiçbir zaman kimseden bir
karşılık almamıştır.
İmam Ahmed b.
Hanbel, 241/855 yılında Bağdat'ta vefat ettiğinde cenazesine on binlerce kişi
katılmış, namazı Cuma günü kılınmıştır. Türbesi VII. asırda Dicle nehrinin
taşmasında sulara kapılıp kaybolmuştur.
İmam Ahmed'in
hayatı -babasından kalan bir kira geliri dışında- fakirlik ile geçmiş iki
evliliğinden, oğulları Salih ile Abdullah, cariyesinden de üç oğlu, bir kızı
olmuştur. İmam ibn Hanbel halk arasında mihne olaylarındaki tavrı dolayısıyla
sevilmiş, takvası ve sünnete her yönden bağlılığıyla meşhur olmuştur. Yoksul
olmasına rağmen, devlet bünyesinde görev almamış, hiç kimseye muhtaç kalmadan
sünnete uygun bir şekilde yaşamıştır. Onun hakkında "Yahudiler arasında
çıksaydı peygamber olurdu" gibi övgüler nakledilmiş, kimseden onun
aleyhinde söylenen bir söz işitilmemiştir.[206]
İtikadı, ilmi
"Halku'l
Kur'an" olayında Mutezile mezhebi, "yalnız Allah kadimdir"diye
Kur'an'ın hâdis olduğunu ortaya attığında ve bu görüş zorla herkese kabul
ettirilmek için devletin baskı ve zulmü imamlara dayatıldığında Ahmed b. Hanbel
bunu bir bid'at olarak gördü. Konuyu asr-ı saadette kimse tartışmamıştı.
Üstelik sünnette "Kur'an Allah kelâmıdır" bilgisi ile nasıl tavır
alınmışsa öyle tavır takınılmalıydı. Ahmed b. Hanbel, Kur'ân'ın mahlûk olduğunu
söyleyenin Cehmî, mahluk olmadığını söyleyenin ise bid'atçı olduğuna hükmeder.
Kendisi bu meselenin sünnette var olmayan, aklen ortaya konulan bir iddia
olduğunu savunur. Çünkü sünnette bu tür bir tartışma yoktur ve Kur'an
"Allah'ın kelâmı" ve indirdiği hükümler olarak nitelenmiştir. Zaten
sünnet usûlünde böyle konularda tartışma olmaz; tartışma ihtilafa, ihtilaf
kavga ve fitneye götürür.
Ahmed b.
Hanbel itikatta, amelde, ahlâkta sünnetten başka bir yol izlemez. Cedelden,
münakaşadan, salt rey ile hüküm vermekten kaçınır; sahâbe ve tabiinin yolunu
izler. Sabırlı, mütevazî, ciddi, yumuşak, kanaatkâr, takva sahibi, ihlâslı bir
müctehiddir. Onun itikadı, fıkhî nasslardan doğar. Daha doğru bir deyimle o,
Kitap ve Sünnet olan şeriatın asli delillerini delil olarak alıp birtakım
hükümlere varmada, onları kullanmadan çok nassları oldukları gibi alıp,
sünnetin açıklamasını aynen uygular. iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve
uzuvlarla amel olup, artar ve eksilebilir. Büyük günah işleyen dinden çıkmış
olmaz. Allah'ın sıfatları nasslardaki gibidir, tevil edilmez. Müteşabihleri
yorumlamaktansa susmak evladır. Bir halife adil veya zalim olsa da ona itaat
edilir, isyan çıkar yol olmayıp, bağiy'dir. Ahmed b. Hanbel'in yanında
yetiştiği Huşeym b. Beşir b. Ebu Hazim (104/722-183/799) adında bir üstadı
vardır. Ayrıca Umeyr b. Abdullah b Halid Abdurrahman b. Mehdi, Ebu Uyeyne, İmam
Şâfiî, Ebu Yusuf, Abdurrezzak b. Hümâm, İsmail b. Aliyye, -gıyaben- Ebubekir b.
Ayaş, Yahya b. Saîd'den faydalanmıştır. Ahmed b. Hanbel'den hadîs rivayet
edenler arasında da Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Ali b. el-Medîni en önemli
muhaddislerdir.
[207]
Eserleri
Ahmed b.
Hanbel'in bizzat yazdığı tek eseri "el-Müsned"dir. Ona atfedilen
eserler, Hanbelî imamlarınca yazılmıştır. es-Sünne, Zühd, Salat, Ver'a
ve'l-İman; Reddi ale'l Cehmiyye ve'z-Zenadıka; Eşribe; Mesail; Cüz fi
Usûlu's-Sünne; Fedailu's-Sahabe; Er-Reddü ala men iddea't-Tenâkuza fi'l-Kur'ân;
et-Tefsir; en-Nasih ve'l Mensuh; Tarih; el-Mukaddem ve'l Muahhar fi'l Kur'an;
Vücubâtü'l Kur'an; Menâsikü'l Kebir ve's Sağir; el-Cerhu ve't Ta'dil; el-İlel
ve Marifetu'r-Rical bunlardandır.
[208]
Müsned
Ahmed b.
Hanbel, bir hadis ve bir fıkıh imamıdır. Her fâkîhin ilimde ağır basan bir yönü
vardır ve hiç kimse bütün ilimlerde aynı dirayette yetişemez. Başka bir deyişle
imamların fıkha intisabında önceki ilimlerinin bir kısmının etkisi görülür. Ebu
Hanife’nin fıkhı, nasıl rey ağırlıklı ise; Ahmed b. Hanbel'in fıkhı da hadis
ağırlıklıdır. Bu yönüyle İbn Cerir et-Tâberî, İbn Kuteybe, onun sadece hadis
âlimi olduğunu söylemişlerdir. Başlangıçta Ahmed b. Hanbel, talebelerine
kendisinden yalnız hadis yazmalarını söylemişti. Çünkü o, geniş anlamıyla
hukukî metinlerle uğraşmanın hadisi unutturacağını, hukukçuların çekişmeleri ve
ihtilaflarıyla uğraşmanın insanları şaşırtacağını biliyordu. Fer'î meselelerle
uğraşmak sebebiyle Kur'an ve Sünnet'in ikinci plânda kalacağından endişe
ediyordu. Buna rağmen talebeleri onun fetvalarını, görüşlerini yazdılar.
Sonraları kendisi de bu tedvîn işini olumlu karşıladı. Kendisi
"Müsned"i yazdı. Bu kitap onun yüz elli bin hadis içinden seçtiği
otuzbin civarında hadisten oluşmuştur. İmam, insanlar hadislerde ihtilaf edince
Müsned'e başvurabilsinler diye bu kitabı yazmıştır. Müsned'i dağınık kâğıtlara
yazıp, temize çekemeden vefat edince, oğlu Abdullah (213-290) kendi
rivayetlerini de ekleyerek Müsned'i tedvin ve rivayet etmiştir. Müsned, bâblara
göre değil, senetlere göre düzenlenmiş olup, hasen ve garib hadislerin çoğunu
ihtiva etmektedir. İslâm tarihçisi, "Şam'ın hâfızı" İmâdeddin
Ebu'l-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesir; sahabe isimlerine göre tertib edilmiş
Müsned'e Kütübü Sitte'yi, Taberanî'nin Mu'cem'ini, Bezzâr'ın Ebu Ya'la'nın
Müsnedlerini birleştirmiş, ancak tamamlayamadan ölmüştür.[209] Müsned, terkibi itibariyle, akademik bir kitaptır ve
kullanımı zordur. Ancak hadis ehli olanlar bu tertibi, yani aşere-i mübeşşere
hadisleriyle başlayıp ashaba, tabiine geçen senedlere ve ravi tarihine göre
düzenlenmiş hadislere başvurmada zorlanmazlar. Ahmed b. Hanbel, Müsned'i
yazarken hadisleri devamlı tashih etmiş, uygun bulmadığını çıkarmıştır.
Dolayısıyla kitabı, mevsuk (sağlam, güvenilir) bir kitap olmuştur. Meşhur
sünneti, zayıf hadisleri elemekte kullanmış; sahih, hasen ve garib hadisleri
kitabına almıştır. Hatta zayıf hadisleri de toplamıştır. Müsned'de mevzu
hadisler de vardır ve bunlar büyük ihtimalle İmam Ahmed'ten sonra ilâve
edilmiştir. Müsned'de hadisler şu râvî sıralamasıyla tertip edilmiştir: Aşere-i
Mübeşşere, Ehl-i Beyt, Abbâs, Fazl b. Abbas, Abdullah b. Abbas, İbn Mes'ud,
Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr b. el-Âs, Ebu Rimse Rıfaa b. Yesribî, Ebu
Hureyre, Enes b. Mâlik, Ebu Saîd el-Hudrî, Câbir b. Abdullah el-Ensarî,
Mekkelîler, Medineliler, Kûfelîler, Basralılar, Şamlılar, Ensar, Hz. Âişe ve
diğer kadın sahabîler.[210]
Fıkhı
Ahmed b.
Hanbel'in usûlü kendine hastır. İctihad eden fakih bir ictihadını bırakıp,
başka bir şekilde ictihad edebilir. İmam Ahmed b. Hanbel bu yüzden fıkha dair
eser yazmamıştır. Kendisinin bağımsız bir müctehid oluşu, talebelerinin onun
ictihadlarını, fetvalarını rivayet etmelerine sebep olmuş, vefatından sonra ona
nisbet edilen kitapları talebeleri ortaya çıkarmıştır. Ahmed b. Hanbel
kendisine bir mesele sorulduğunda Kur'ân ve Sünnet'e göre cevaplar, çoğu yerde
"bilmem" diye susardı. Nitekim Hanbelî kitaplarında ona atfedilen
çelişkili rivâyetlerin bulunması ictihadlarındaki farklılıkların yazılmasını
yasaklama hususunda onu haklı çıkarır. O, zaruret halinde kıyas yaptığı için
fetva veriş usulünde sahabe ve tabiînin fetvalarını naklederek hüküm verirdi.
İşte onun özel fıkıh usulü buydu. O'nun şöhreti "Halku'l-Kur'ân"
olaylarında işkence görmesi, hapsedilmesiyle oldu ve çağının en önemli âlimi ve
müctehidi olarak tanınmasına sebep oldu. Onun fıkhını nakledenler arasında;
Salih b. Hanbel (209/824-896) Abdullah b. Hanbel, (213-290/828-903) Abdullah b.
Muhammed b. Hâni Ebu Bekr Esrem, (273/886) Abdülmelik b. Abdülhamid Mihran
Meymunî, (ö. 274/887-888) Harb b. İsmail Hanzalî Kirmanî, (280/893) Ahmed b.
Muhammed b. Hasan Ebu Bekr (ö. 275/890-891) İbrahim b. İshak Harbi (ö.
311/923-), Ahmed b. Muhammed b. Hasan Ebu Bekr Hallal (ö. 285-898)
bulunmaktadır. Ebu Bekr Hallâl, İmam Ahmed'in fetvalarını Câmiu'l-Kebîr adlı
eserinde toplamıştır. Ömer b. Hüseyin Harakı (334/945-946) "el-Muhtasar"ı
yazdı ve bu kitap Hanbelî mezhebinin elden ele dolaşan kitabı oldu.
Ahmed b.
Hanbel'in farklı görüş ve rivayetlerinin senedi kuvvetli olanı tercih
edilmektedir. İki ayrı görüşü birleştirmek mümkünse birleştirilir, yoksa tarihi
bakımdan son görüşe uyulur. İbn Hanbel'in dilinde "kerih" sözü
"haram" demektir. "Beğenmem" sözü "mekruh"
anlamındadır; bundan maksadı da haramdır. Başka bir görüşünde ise, onun daha
önce haram olduğunu söylemediği böyle sözlerinde nedb ve kerâhet kasdı vardır.
Öğrencileri İbn Hanbel'in sözleriyle fiilleri arasında ayırım yapmaz; fiilleri
mezhebine delalet eder. Hadisin delalet ettiği anlam onun mezhebi demektir. Bu
bakımdan "Müsned" Hanbelîlerin en önemli kaynağıdır. İmam Ahmed
reyiyle hüküm çıkarmaktan çok, sünnetin aktarıcısı olmuştur. Sahabenin
ihtilâflı rivayetlerinde bunları olduğu gibi nakleder, tercihte bulunmaz. Çünkü
onların hepsini "udûl" olarak görür. Olmamış, gelecekte olması
muhtemel, hayal mahsulü fıkhi görüşleri yoktur. Bu yüzden takdîrî fıkha
meyletmemiştir. Fıkhın tarihinde görüldüğü gibi, müctehid imamlardan sonra
gelen mukallidlerin binlerce olmuş olmamış fer'i meseleyi İslâm'ı fıkha sokup
bunları dinî fıkıh kaideleri haline dönüştürdükleri göz önünde bulundurulursa,
İmam Ahmed'in kendine has düşünüşünde farazî fıkha yer vermeyişinin sebebi
anlaşılabilir. Hatta bir kısım fıkhi kaideleri bid'at kabul etmiş ve bunların
İslâmî fıkıh içinde barınabildiklerini söylemiştir. Öte yandan, İbn Hanbel,
"eşyada asıl olan ibâhadır" görüşüyle ilginç bir şekilde mezhebini
mübah konularda serbest bırakmaktadır. Bu, rahmet olan ihtilâftır ve insanlara
geniş bir hürriyet alanı açmaktır. Aynı zamanda kolaylık, ruhsat ve azimet,
değişen zamanlara çok açıdan bakabilmek hürriyeti demektir. Ahmed b. Hanbel
kıyasa zayıf bir delil gözüyle bakan ilk müctehiddir. O, Kur'an ve Sünnet'in
dinde hüküm koyucu iki yegane kaynak olduğunu belirtir ve nassın işaret
etmediği konularda "akıl yürütme" ile fiilleri dînî alana bağlamaz.
Kıyas ve rey'in şer'î bir delil ve bağlayıcı birer hüküm kaynağı olduğu gözönünde
bulundurulursa, Ahmed b. Hanbel'in fıkhının tam anlamıyla Kur'an ve Sünnet
bağlamında kalarak fıkhı "cihad" bakımından da yüksekte tutmuş olduğu
görülmektedir. Bu bakımdan onun fâkîh olmadığını öne süren, öncelikle onu
muhaddis kategorisine indirgeyen mantığın tutarsız olduğu açıktır. İnsanların
fâkîh deyince, fıkıh'a dair kitap yazan müctehidi anlamaları söz konusuysa,
bunu Ebu Hanife yapmamıştır. Ebu Hanife'nin de fıkhî bir kitabı yoktur, ona
nisbet edilen risaleleri ölümünden sonra talebeleri meydana getirmiştir. Kaldı
ki, İbn Hanbel, Kur'an ve Sünnet'i temel aldığı gibi, sedd-i zerâyi', mesâlihi
mürsele, istishâb delillerini de kullanmıştır. Onun fıkıh usûlü, nass varsa
nassı, sonra sahabe fetvalarını ve mürsel, zayıf hadisleri kullanarak hükme ulaşmaktır.
Onun "icma" hakkındaki görüşü de anlamlıdır. O, sahabelerin icmaını
kabul eder, sonraki devirlerde icma için, "Bunlara muhalif olan bir şey
bilmiyoruz" der.[211] İmam Ahmed sahabîlerin icmaının hüccet olduğunu
söylerken, onlardan sonra gelenlerin icmaîna bir muhalif görüş olduğu takdirde
icmaın geçersiz olduğuna hükmeder. Sözkonusu icmaın, dinin kesin kaideleri ve
Allah'ın kesin uyulması gereken emirlerinden olmadığını belirtir. Zaten
farzlara kimsenin muhalif olamayacağını söylemek gereksizdir. Demek ki, Ahmed
b. Hanbel, icma hakkındaki bu görüşüyle fer'î meselelerde yukarda değinilen
şekilde geniş bir görüş alanı bırakmaktadır. O, ümmetin delâlet üzerinde
birleşmeyeceğini kabul ederek, İslâm ulemâsının bir hüküm üzerindeki ittifakına
kimsenin karşı duramayacağı doğrudur, der. Ama ona göre, birçok meselede icma
var sananlar yanılabilirler. Buna rağmen hükmünde isabet etmeyen de sevap
almaktadır, ihtilafın böylesi rahmet ve kolaylıktır. Bir muhalif olup olmadığı
bilinmeden icma vardır diye hüküm vermek doğru değildir.[212] Hakkında icma vardır denilen bir hüküm, sadece bir
kelime olabilir. İmam Şafiî de, her asırda her memlekette ihtilâf olduğunu
söylemiştir. Dinin temel rükünlerinde icma kaçınılmazdır diye tâlî hükümlerde
de icmaa zorlanılamaz. İmam Ahmed, icma iddiasının yalan olabileceğini,
araştırmadan kaçınıp kestirmecilikle icma vardır saplantısına düşülebileceğini,
belki insanların ihtilâf ettiklerini ve bunun bilinmediğini, muhalifi
bilinmeyen bir icmaın nassların önüne geçtiği takdirde nassların tatil edilmiş
olacağını savunmuştur. Her icma' icma olmayabilir. Her âlimin karşısına karşıt
görüşü olduğunu bilmediği meseleler çıkabilir ve âlim o meseleyi
geçmiştekilerden aynen iktibas edebilir, fakat onların görüşüne ters bir hadis
bulunduğu takdirde hadise uyulması ve hakkında icma vardır denilen meselenin
reddi vacip olur; çünkü hadis temel bağlayıcıdır. Müctehid, ihtiyatlı olarak
"aksini bilmiyorum" demelidir. Görülüyor ki İbn Hanbel, mutlak olarak
icmaı reddetmez; "bilgi" problemi acısından ihtiyatlı davranır.
İmam Ahmed,
kölenin şahidliğini kabul ederken, sahabe fetvasına dayanır. Çünkü onların
fetvası üstündür ve karşısında bir görüş yoktur. İhtilâflı sahabe
kavillerinden, Kur'an ve Sünnet'e en yakın olanı seçer, veya tercihsiz hepsini
naklederek, değişik görüşlerini uygulanma imkânını açık bırakır. Kıyastan önce
mürsel ve zayıf hadislerle amel eder. İmam Malik, Ebu Hanîfe, Süfyân-ı Sevri,
Evzaî de mürsel hadisle amel etmiştir. Şâfi bunu zayıf saymış ve bazı sanlarla
sahih kabul etmiştir. Mürsel hadisler bütün hadislerin yarısı kadar yekün
tuttuğundan delil olarak önemli yer tutarlar. Burada, muhaddislerin, mürsel
hadisi zayıf olarak değerlendirdiklerini, İmam Ahmed'in ise onu sahabe
fetvasından sonraki aşamada delil olarak aldığını görmekteyiz. İmam Ahmed şöyle
der: "Resulullah (s.a.s.)'ın hadisini reddedenin helâk olmasına ramak
kalmıştır"[213] Yine, her zaman için geçerli bir görüşü
bulunmaktadır: "İnsanların bu zamanki kadar hadîs talebine muhtaç
oldukları bir devir bilmiyorum. Birçok bid'at ortaya çıktı. Her kim hadisi
bilmiyorsa bid'ate düşer."[214] Zayıf hadisle amel etmesine gelince hadisin çok zayıf
ve ondan başka bir hadis'in olmaması halini şart koşmaktadır. Zayıf da denilse,
adı hadis olan şeyin, reyden üstün olduğunu söyler. Ebu Hanife, Mâlik, Ebû Dâvûd,
en-Nesâi, İbn Ebi Hâtim de zayıf hadisi delîl kabul ederler.[215] Onun, her hadis bulanın o hadisle hemen amel etmesini
savunduğu söylenemez. Böyle birinin bulduğu hadisi öncelikle ilim ehline
sorması gerektiğini belirtir. Çünkü fâkîhlere tabi' olmak dinin selâmetidir.[216] Müctehidlerin hükümleri şeriattan ayrı değildir ve
avam olanların delillerini bilmek zorunda değildir. Burada avam, bilgili ve
araştırmacı olup da müctehid seviyesine ulaşamamış mânâsınadır. Ahmed b.
Hanbel'e bir kimse, bir mesele görüşürken: "Ey Abdullah! bu konuda sahih
bir hadis yoktur." demiş; İmam Ahmed: "Eğer bu konuda sahih bir hadis
yoksa Şafiî'nin bir görüşü var. Onun delili bu konudaki en sağlam
delilidir." demiştir.[217] Bir hadisin zayıf olması, ona istinad eden hükmün
zayıf olması anlamına gelmez, çoğunlukla başka deliller de hadisi
desteklemektedir.
Ahmed b.
Hanbel, fıkhını temellendirirken nassları selef gibi almış, onlar gibi anlamaya
çalışmıştır. Sünnet onda, usul bakımından "ikinci" bir delil gözükse
de, fıkhının hayata geçirilmesinde Kur'an ile özdeştir. Sünnetin Kur'an'ın
zâhiri ile çelişmesi mümkün değildir. Sünnet, Kur'an'ı tefsir eder, açıklar,
mana ve dalâletini belirler. Hüküm koyar. Beyan yönüyle Kur'an'a hakimdir. Rey
mektebi, haber-i vâhidin nassa aykırı olmasında onu kabul etmezken İmam Ahmed,
Kur'an'ın zâhirine aykırıdır mantığıyla hadisi reddetmenin sünnetlerin
birçoğunu atıl bırakmak demek olduğunu savunmaktadır. İmam Ahmed'in çağında
hadisler sened, metin, ravi açılarından tasnif ve değerlendirmeye alınmıyordu.
Ona göre, bir hadis ya sahihtir ya değildir. Hasen hadis ayrımı da İbn
Hanbel'den sonra yapılmıştır. Yalancı denilen bir ravinin bu vasfını kuvvetle
ispatlayan çıkmamışsa zayıf hadis kabul edilmelidir. Hadisin ihtiyatla kabulü
reddinden hayırlıdır çünkü söz konusu olan nihayetinde bir hadistir. Zira
kesinlikle mevzu olmadığı gibi, sahih olma ihtimali de vardır, kıyas yapmaktan
evladır. Bir örnek olarak "Müsned"inde şu zayıf hadis yer almaktadır:
Hz. Ömer bölümünde, Ebu Davud Tayalîsi'den nakledilen hadiste, Ebu Avane Davud
Evedi'den, Abdurrahman Miseli'den, Eş'as b. Kays'tan dinleyerek dedi ki:
"Hz. Ömer'i ziyarete gitmiştim. Ömer karısını dövdü ve bana şöyle dedi:
'Ey Eş'as! Benden üç şeyi belle. Ben onları Hz. Peygamber (s.a.s.)'den
işitmiştim: -Adama karısını neden dövdüğünü sorma. Okun yanında uyu. Üçüncüsünü
unuttum."
Muhaddislere
göre bu hadis Davud b. Yezid'in sağlam olmamasından dolayı zayıf sayılmıştır.
İbn Hanbel ise bu hadisi nassa aykırı bulunmaması, çokça zayıf ve itikada
aykırı olmaması nedeniyle kitabına almıştır. İmam Ahmed ashabın görüşlerinde
tercihini Resulullah'a yakınlık ölçüsü ile kullanır. İhtilâflı görüşlerde
tercihi, Hz. Ebu Bekir'den itibaren sırasıyla diğerlerine yayılır. Nassa aykırı
olma durumunda öteki sahabinin kavlini alır. Meselâ Hz. Ömer'in ayet umumuna
bakarak boşanan kadınlar hakkında nafaka vermesine karşılık, Fatıma binti
Kays'ın rivayet ettiği hadisin beyanına uyarak bu konuda nafakayı caiz görmez.
Fatıma'nın kavli, sünnetin beyanına daha uygundur. Yani onun "...umulur ki
Allah bundan sonra bu hal meydana getirir." şeklindeki beyanın anlamının
sünnetin beyanına daha uygun düştüğü tercihinde bulunur.
Kıyas deliline
gelince, İmam Ahmed, hiç kimsenin kıyastan kaçınamayacağını söylemektedir.
Ancak o, kıyası, şer'î delil olarak zayıf bulur. Kıyasa, zorunlu kaldığı
durumlarda başvurur. Kıyasın dinde bağlayıcı bir delil olmasını ihtiyatla
karşılar, buna karşılık maslahatı gözetir. Zararı defedici bir düzene dayalı
adil bir toplum için en güzel kuralların ortaya konulmasından yanadır. Meselâ
akidlerde bütün mezhepler içinde en geniş görüşlere sahiptir. Şartlarda asıl
olan ibahadır, çünkü şer'î bir delil olmadan ihtiyaçlara engel olunamaz, din
kolaylığı vaz'etmiştir, bu Resulullah'ın ve selefin yoludur.
[218]
Mezhebi
Ahmed b.
Hanbel takva sahibi bir âlim, bir müctehiddir. Ondan sonra gelen öğrenci ve
izleyicileri onun mezhebini tedvin etmişler, bazıları ise mezhebin yanlış
anlaşılmasına sebep olmuşlardır. Halk arasında Hanbelîlik denilince sert, katı,
kaba, şiddete eğilimli, dar görüşlü bir mezhep olarak yaygın bir kanaatin
bulunması, Hicrî 323, M. 934 yılında Bağdat'ta Hanbelîlerin içkileri döküp,
umumhaneleri basmaları çalgıları kırıp, sanatçıları dövmeleri, Şâfiî ve Şia'ya
saldırmaları gibi eylemlerle halkı kendilerinden soğuttukları tarihî bir olaya
dayanmaktadır.
Halbuki İmam
Ahmed hiçbir zaman şiddet, isyan taraftarı olmamış, isyancıları baği olarak
nitelemiştir.
İmam Ahmed'in
necaset ve taharet konularındaki görüşleri aşırı Hanbelilerce başkalarına karşı
yanlış olarak kullanılmıştır. Onlar, İbn Hanbel'in haklı olarak tercih ettiği
görüşleri taassub derecesine çıkarmışlardır, bu eğitim başka mezheplerde de
görülmektedir. Uykudan kalkınca ellerin yıkanmasının farz olarak algılanması
gibi. Cumhur bunu müstehab şeklinde teklif ederken, bazıları bunu zorunlu fiil
saymışlardır. İmam Ahmed dört mezhep içinde en az taraftan olan müctehiddir
ancak bunun sebebi örneğin ictihada en uzak mezhep olarak iddia edilen görüşün
yanlışlığına[219] aykırı olarak, birtakım tarih, siyasî, sosyal
sebeplerdendir. İnsanlar taklid edecekleri mezhebi, imamı seçerken delillerine,
istinbatına bakmazlar.[220] Sözgelimi Mısır halkının Şâfiî oluşu veya Türkler'in
Hanefî oluşu o imamları tanıdıklarından, bildiklerinden değil, tarihî
sebeplerdendir. İctihadlar azlık-çokluğa, zaman bakımından önceliğe veya
sonralığa göre değerlendirilmez. Üstelik akitlerdeki serbestiliği en fazla
ortaya koyan mezhebin Hanbelilik olduğu görülmektedir. Bu konuda, genellikle
kendi mezhebini doğru dürüst bilmeyen ülkelerin insanlarının başka mezhepler hakkında
yanlış görüşlere meyilli olmaları, ülke ve insanların siyasî, sosyal
etkilenmelerinden kaynaklanmaktadır. İnsanlar ferd olarak yaşadıkları
ortamlarda tarihten gelen hangi mezhebi buldularsa ona uymuşlardır.
Öte yandan
Hanbelilik, "hile-i şeriyye" meselesine hiç bulaşmamış olmasıyla
dikkati çeken bir Sünnî mezheptir. Mezheplerin toplumsal-ekonomik sistemlerle
eklemlenmede nasıl etkilendikleri ayrıca araştırılması gereken bir husustur.
İmam Ahmed diğer üç mezhep imamından tarihi acıdan en son gelmiş, ortada tedvin
edilmiş bir fıkıh bulmuştu. O kendi fıkhını tedvin ederken İslam
memleketlerinde ilk üç mezhep yayılmıştır. "Mihnetü'l Kur'an"
olaylarında ondört yıl çektiği zulüm dolayısıyla adı her yerde rahmetle anılmış
ve mezhebinin adı da yayılmıştır. Ayrıca ictihad kapısını
"kapatanların" Hanefi ve Şafıî mukallitlerinin[221]; ve ictihad kapısını aralayan fıkhı genişletenlerin
ise Hanbelîlerin oldukları görülmektedir. Hanbelî mezhebi bir bakıma mezhep
imamını taklidde taassubun en az görüldüğü bir mezhepti[222]; Hanbeli imamları, siyasal iktidarlarla uzlaşmamış,
kadılık görevi almamışlardır. Ahmed b. Hanbel bizzat kadılık görevi alan oğluna
kırılmıştır. Fitne çağında, dördüncü yüzyılda hemen her kesim, fitneden müstağnî
olmamıştır.[223] Fanatiklerin taşkınlıkları yüzünden halk
Hanbelilikten uzak durmuş, devletin de mezhebi kovuşturması yüzünden mezhep geç
intisaf etmiştir. Hanbelilik tarihte devlet desteğine sahip olmamıştır. Devlet
desteğine sahip mezheplerin yaygın olduğu, diğer mezheplere karşı dışlama
eğilimi bulunduğu, -her ne kadar ulema arasında hepsi geçerli olmuşsa da, bu
sosyal açıdan böyledir- bu sebeple de, Hanbeliliğin daha ziyade ulema arasında
yayıldığı görülür. Zengin fıkıh, kaynakları, mezhebin Evzaî'nin mezhebi gibi
tümden unutulup gitmesini önlemiş; IV. ve V. yüzyıllarda Bağdat'ta
yaygınlaşmış, VI. yüzyılda Mısır'da ortaya çıkmış, Şam'da uleması yaşamıştır.
Günümüzde ise Hicaz halkı arasında Necid ve Filistin'de yaygındır.
Mezhebin belli
başlı fıkıh kitapları şöyledir: Necmeddin Tûfi, Kavâidi Kübra i ibn Receb,
Kavâid, Alaeddin Ali b. Abbâs el-Ba'li, Kavâid; Abdülkadir el-Cîlî, el-Günya
li-talibi't-Tariki'l-Hak; Muciru'd-Din, Kitabu'l ins el-Celîl; Abdülaziz b.
Cafer, el-Mukni'; ibnu'l Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmu'l Muvakkiin, İbn Teymiyye,
Fetevâ, Minhâcu's-Sünne; Abdülkadir b. Ömer el Dımaşkî, Naylu'l Ma'arib; Ebu'l
Ferce Abdurrahman b. Receb, Tabakatu'l Hanâbila...
[224]
Ahmed İbnu Hanbel İslâm'ın yetiştirdiği pek nâdir alimlerden biridir.
Annesi ona hâmile olarak Merv'den ayrılmış 164 yılında Bağdat'ta dünyaya
getirmiştir. Nesebi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birleşir. Hayatı,
Abbasî İmparatorluğu'nun en parlak dönemine rastlar. Babasını küçük yaşta
kaybetmiş olmasına rağmen, mükemmel bir tahsîl hayatı geçirmiştir. Devrin büyük
alimlerinden ders almıştır: Ebu Yusuf, Hüşeym İbnu Beşîr, İbrahim İbnu Sa'd,
Sufyan İbnu Uyeyne, Yahya İbnu Ebî Zâide, Abdurrezzâk, Şâfiî, Gunder, Yahya
İbnu Sâd el-Kattân, İsmâil İbnu Uleyye.
Ahmed İbnu Hanbel'in ilim tahsîlinde seyâhatler de mühim bir yer tutar.
186 yılında ilk seyahata başladığını kendisi anlatır. Basra, Kûfe, Vâsıt,
Mekke, Yemen ilim için gittiği belli başlı yerlerdir.
Ahmed İbnu Hanbel, ilmî gayreti sonunda bir milyon hadîsî ezberlemiş ve
hadîste hâfız ve hüccet unvanlarını almıştır. İbrahim el-Harbî: "Evvelîn
ve âhirînin ilmini Allah, Ahmed'de topladı" der. Onun ilmî üstünlüğünü
te'yîden İmam Şâfiî hazretleri de şöyle demiştir. "Bağdat'tan çıktığımda
Ahmed'den daha efdal, daha âlim, daha fakîh birini geride bırakmadım".
El-Kattân da: "Bana Ahmed gibisi hiç gelmedi". "Ahmed bu ümmetin
nâdir âlimlerinden biridir (habr)" der. İbnu Mâkûla, Sahâbe ve Tâbiîn'in
mezheplerini en iyi bilen kişinin Ahmed olduğunu söyler.
Ahmed İbnu Hanbel'in ilmî yönü kadar diyânet ve takvası da takdîr
edilmiştir. Hiç izhâr etmediği bir vera, hiç ara vermediği bir ibâdet sahibi
olduğunu İbnu Hibbân te'yîd eder. Oğlu Abdullah: "Babam gece ve gündüz,
hergün üçyüz rek'at namaz kılardı" der.
Ahmed İbnu Hanbel'in bir diğer mümtaz yönü halku'l-Kur'ân meselesinde
gösterdiği celâdet ve tahammül olmuştur. Mutezile mezhebi, Abbasi sarayına
sızmayı becererek, kendi görüşlerini resmî devlet doktrini haline
getirmişlerdir. 218-234 yılları arasında sırayla Halîfe Me'mûn, Mutasım, Vâsık
ve Mütevekkil tarafından tam 16 yıl, bu görüşün zorla halka benimsetilmesine
çalışıldı. İşe önce ulema ve kuzât gibi yüksek mevkîlerdeki kimselerden
başlandı. Önce, "Kur'ân mahlûktur" görüşünün gerçek tevhîd akidesi
olduğu, bunun aksine inanmanın küfür ve şirk olduğu söyleniyor, bu düşüncede
olmayanların öldürüleceği belirtilip, sonra da teker teker kanaatleri
soruluyordu. Hapse atılanlar, kamçılananlar, öldürülenler çoktu. Bu devlet
terörü karşısında pek çokları vicdanlarına rağmen inançlarının aksini itiraf
etmek zorunda bırakıldılar. Bu baskıya dayanamayıp eğilenler arasında kimler
yoktu ki: Yahya İbnu Ma'în, Muhammed
İbnu Sa'd, Ahmed İbnu İbrahim ed-Devrakî, Züheyr İbnu Harb Ebu Heyseme vs.
Birçokları belli bir noktaya kadar dayanmış olsa bile baskının sıkleti
karşısında neticede "Kur'ân mahluktur" demek zorunda kalıyordu.
İşte, târihe devr-i mihne diye geçen bu işkenceli, kanlı şiddet
devrinde ölümü de göze alıp, fikrini açıkça söylemekten çekinmeyen yegâne şahıs
Ahmed İbnu Hanbel olmuştur. Mihne devrinde O, 18 ay hapiste kaldı. Ayaklarına
zincirler vuruldu. 150 vazifeli kırbaçladı. Dayağın tesiriyle bayılır, ayılınca
aynı sorulara maruz kalır, aynı cevabı verirdi. Bu sırada ağır yaralandı,
bileği kırıldı, öldürüleceği, hiç ışık olmayan zindana atılacağı tehdidleri
yapıldı.
Ahmed İbnu Hanbel, eğilmedi, taviz vermedi. Hep sünnî görüşü açık bir
dille müdâfaa etti. İşkence sırasında yapılan ilmî münâzaralarda, muhâtaplarını
hep susturdu, cevap veremez hâle soktu. Onun metâneti halka kuvve-i mânevî
oldu. Halk bilhassa onun durumuyla ilgilendi, zaman zaman Saray'ın etrafında
büyük kalabalıklar teşkîl etti. İşte bu alâkadır ki, Ahmed'i idam hususunda
Saray'ın cesâretini kırdı. Herşeye rağmen öldürülmek üzere Bağdat'tan Tarsus'a
gönderilirken 218 yılında Halîfe Me'mun'un ölüm haberi gelince, Bağdad'a geri
çevrildi.
Bazı âlimler, Ahmed İbnu Hanbel bu metanetî göstermeseydi, mutezilî
görüşün hâkimiyetini sarayda daha da kökleştirip, halka intikal edebileceği
kanaatini beyan ederler. Bu sebeple, dine gelecek büyük bir fitnenin onun sabrı
sayesinde atlatıldığı, bu yüzden hizmetinin büyük olduğu belirtilmiştir. Mesela
Ali İbnu'l-Medînî: "Allah bu dini ridde zamanında Ebu Bekir (radıyallahu
anh)'le, mihne zamanında Ahmed'le teyîd etti" der. İbnu Hibbân da: "
...Allah onunla Muhammed ümmetine yardım etti. Yani, (bir lütf i ilâhi olarak)
mihnet sırasında sabredip direndi. O kendisini Allah için feda ederek,
öldüresiye atılan dayaklara mâruz kaldı. Allah onu küfürden korudu ve kendisine
uyulacak bir önder, sığınılacak bir melce yaptı."
Hem Ahmed İbnu Hanbel'in hizmetinin büyüklüğünü daha iyi anlamak ve hem
de her zaman mâruz kalınmış ve -insanlık hayatta kaldığı müddetçe- maruz
kalınmaya devam edilecek bu çeşit siyasî baskılar karşısında ulemanın
göstereceği metânet, sabır ve direnmenin tesîr ve kıymetini belirtmek üzere
mevzuyu derinlemesine tahlîl etmiş bulunan Talât Koçyiğit'in "Hadîsçilerle
Kelamcılar Arasındaki Münâkaşalar" adlı kitabından bir pasaj
sunuyoruz."
Yahya İbnu Mâîn'in halku'l-Kur'ân'ı ikrarı, İmam Ahmed İbnu Hanbel
üzerinde çok büyük tesir icra etmişti. İlerde de zikredeceğimiz gibi, İbnu
Hanbel, Mutezile mezâlimine karşı direnen yegâne kimse idi. Ona göre, içlerinde
Yahya İbnu Mâîn ve Züheyr İbnu Harb gibi meşhur hadîs imamlarının bulunduğu bu
ilk gurup, eğer halifeye karşı direnseler, Kur'ân'ın mahluk olmadığını müdafaa
etselerdi, durum bu derece inkişâf etmez ve Halîfe, daha başkalarını da imtihan
etmek cesaretini gösteremezdi. Fakat onlar ikrar ettiler ve imtihan hadîsesinin
daha geniş bir şekilde yayılmasına ön ayak oldular. Ahmed İbnu Hanbel, bu
sebepten Yahya İbnu Mâîn'e darılmıştı. O derecede ki, İbnu'l Cevzî'nin rivâyeti
doğru ise, bir hadîs imamı olarak, daima methettiği Yahya İbnu Mâîn'in,
Halife'nin arzusuna uyduğu ve Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söylediği için,
hadîslerinin yazılamayacağını, ondan hadîs rivâyet edilemeyeceğini söylemiştir.
Yine İbnu'l-Cevzî'nin rivâyetine göre, Ahmed İbnu Hanbel hastalandığı zaman,
kendisini ziyârete gelen Yahya İbnu Maîn'e, aynı sebepten, yattığı yerde
arkasını dönmüş, onun yüzüne hiç bakmamış ve onunla hiç konuşmamıştır."[225]
Ahmed İbnu Hanbel, Halife Mütevekkil'in hilafetinin ikinci yılında yani
hicrî 234, miladi 848 yılında mihne kaldırıldıktan sonra resmî itibâra da
mazhar olmuş, gıyâbında âilesine maaş bile bağlanmıştır. Bişr İbnu'l Hâris:
"Allah, Ahmed'i saf altın olarak çıkacağı bir ateşe atmıştır" der.
241 yılında vefat ettiği zaman cenâzesine, Zehebî'nin yazdığına göre,
60 bin kadın 800 bin erkek olmak üzere büyük bir kalabalık katılmış ve cenâze
namazı kılmıştır. İbnu Hacer kaydeder ki tam 230 yıl sonra Ahmed İbnu Hanbel'in
kabrinin yanına eş-Şerîf Ebu Cafer İbnu Ebî Musa için kabir kazılırken, İmam'ın
kabri açılır ve bu esnada kefeninin hiç çürümemiş, kirlenmemiş, taptaze kaldığı
görülür.[226]
Şüphesiz Ahmed İbnu Hanbel'in İslâm'a hizmeti mihne sırasında
gösterdiği direnmeden ibaret değildir. Hadîsin kendisinden sonrakilere sıhhatlî
bir şekilde intikâline de köprü olmuştur. Buhârî, Müslim, Şâfiî, Abdurrezzâk,
Vekî, Ebu Kudâme es-Serahsî, Yahya İbnu Adem, Ebu'l-Kâsım el-Bagavî, iki oğlu
Abdullah ve Sâlih, İbnu Vehbî gibi meşhurlar Ahmed İbnu Hanbel'in talebeleri
arasında zikredilirler.[227]
Ahmed İbnu Hanbel, hüccet mertebesinde bir muhaddis olmaktan öte büyük
bir fakîh ve müçtehiddir. Hanbelî Mezhebi'nin kurucusudur. Fıkhî görüşlerini
öncelikle hadîslere dayandırır. Ehl-i hadîs denen ilmî bir guruba mensuptur.
Bunlar her meseleyi hadîsle çözme taraftarıdır. "Bana göre Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan olma ihtimali bulunan bir söz (yani zayıf bir
hadîs), insan sözünden (yani fukahânın kıyasından) daha iyidir" derler. Bu
sebeple bir mesele ile ilgili zayıf bir hadîs varsa orada kıyası terkederek o
zayıf hadîsle amel ederler. Hadîse olan bu kuvvetli bağlılık, bir kısım
hükümleri pek zayıf hadîslere dayandırmaya sebep olmuştur.
Sahâbe'nin görüşlerine ittiba da Ahmed İbnu Hanbel'in mühim bir
prensibidir. Bir konuda Ashâb'tan farklı iki veya üç görüş rivâyet edilmişse o
konuda Ahmed'in iki veya üç görüşü var demektir. Bu tutumu sebebiyle, onu
fukahadan addetmemek görüşünde olanlar bile çıkmıştır. İbnu Abdi'l-Berr ve
Taberî gibi. Bu yüzden Hanbeliler Taberî'ye karşı husûmet beslerler. Ancak
çoğunluk itibariyle İslâm âlimleri, onun müçtehîd bir fakîh olduğunu,
mezhebinin diğer mezhepler gibi Kur'ân, sünnet, icma ve kıyâs'a dayandığını
kabûl ederler. Ancak mübrem zaruretlerde re'ye cevaz verir ve imkân oldukça
fıkhî âhkâmı doğrudan doğruya hadîsten çıkarır.
Hanbelîler, sünnete olan sıkı bağlılıkları sebebiyle, bid'atı
reddetmede diğer mezhep mensuplarından daha çok şiddet gösterirler. 661-728
yıllarında (Miladî 1263-1328) yaşamış olan Takiyyud'dîn İbnu Teymiye ve onun
sâdık talebesi Muhammed İbnu Kayyim el-Cevziye (751/1351) Hanbelî Mezhebi
lehinde yeniden mücâdeleye girişmiş ve şu iki prensibte ısrar etmişlerdir.
1- Kur'ân ve hadîs'in aklî izâhını yâni te'vîl'i reddetmek.
2- Her çeşit bid'atı ve bu meyanda mezar ziyâretini, evliyâdan
istimdadı reddetmek.
Birçok meselede icmayı ümmete muhâlefeti gerektiren bu davranış sünnî
çevrelerde soğukluk uyanmasına sebep oldu. Kendilerini tekfire kadar götüren
reaksiyonlar ortaya çıktı. Bu durum Hanbeli Mezhebi'nin gözden düşmesine yol
açtı. O derece ki, İslâm Ansiklopedisi'nin verdiği bilgiye göre, 1906'da Ezher
Üniversitesi'nin Hanbelilere mahsus bölümünde (Rivâku'l-Hanâbile'de) 3 Hanbeli
muallimle 28 talebe kalmıştır. O yıl Ezher'de 312 muallim ve 9069 talebenin
mevcudiyeti söz konusudur.
Onsekizinci asırda ortaya çıkan Vahhâbî hareketi de İbnu Teymiye'nin
bir devamından başka bir şey değildir. Temelde, Hanbelî Mezhebi'nin ısrar
ettiği, yukarıda kısaca temas ettiğimiz sünnet anlayışı yatar.[228]
Ahmed İbnu Hanbel, bir çok eser vermiş bir zattır: Kitâbu'z-Zühd,
Kitâbu'l-İlel, Kitâbu's-Salât ve mâ Yelzemu fîhâ, er-Reddu alâ'l-Zenâdika
ve'l-Cehmiyye fî mâ Şekket fîhi min Müteşâbihi'l-Kur'ân,
Kitâbu't-Taâti'r-Resûl, Kitâbu's-Sünne, Fetâva, Mesâilu's-Sâlih, et-Tefsîr,
en-Nâsih ve'l-Mensûh, el-Müsned gibi.[229]
Ahmed İbnu Hanbel'in en hacimli, en meşhur eseri Müsned'idir. Müsned
tarzında yazılmış bulunan pek çok hadîs kitabı içerisinde de en çok şöhrete
erişen Ahmed İbnu Hanbel'in müsnedidir. El-Müsned denince bu kastedilir.
Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'i iki sebeple alâka görmüş ve şöhrete
ermiştir:
1- Muhtevasının zenginliği,
2-
Hadîslerin sıhhati.
El-Müsned, onbini mükerrer olmak üzere kırk bin civarında hadîs ihtiva
etmektedir. Hadîsler müsned esasına göre tanzîm edilmiştir. Yani, hadîsleri,
rivâyet eden sahâbelerinin adına nisbet ederek zikretmek, mevzuuna göre değil.
Bazı yorumcular, bu tarzın, hadîsleri ezberlemek maksadıyla tanzîminden ortaya
çıktığını söylemişlerdir. Öncelikle fıkhî istifâde düşünülseydi, sünen tarzına
baş vurulurdu. Nitekim, bundan çok daha önce yazılmış olan Zeyd İbnu Ali
Zeynelâbidîn'in eseri ile İmâm Mâlik'in eseri, hadîsleri fıkıh bablarına göre
tanzîm etmişlerdir.
Ahmed İbnu Hanbel, sahâbeleri fazîlet sırasına göre tanzim etmiştir.
Bunda temel prensip İslâm olmadaki önceliktir. Bu sebeple Aşere-i mübeşşere
dediğimiz cennetle müjdelenen on kişi ilk başta gelir. Sonra bunlara yakın
olanlar, sonra Ehl-i Beyt ve Benu Hâşim'e mensûb olanlar, bunları Mekkeliler,
Medineliler, Şamlılar, Basralılar, Ümmehatu'l-mü'minîn ve diğer kadın sahâbeler
tâkip eder.
Tabiî ki bu tarz tanzîm edilmiş bir kitapta değil bir hadîs, bir
sahâbenin müsnedini bulmak bile çok zor bir iştir. Bu sebeple Müsned'in yeni
baskılarının baş kısmına, kitapta müsnedi olan sahâbelerin alfabetik sıraya
göre isim listeleri konmuştur. İstenen ismin karşısında, o zatın müsnedi
kaçıncı cilt ve sayfada yer almıştır, hemen bulmak mümkündür.
Ahmed İbnu Hanbel, el-Müsned'i bir rivâyete göre 1.000.000, diğer bir
rivâyete göre 750.000 hadîsten seçerek ortaya koymuştur. Eseri yirmisekiz yıl
kadar çalışarak 228'de tamamladığı rivâyetlerde gelmiştir.[230]
Ahmed İbnu Hanbel "sahîh" hadîsleri toplayan bir eser te'lif
ettiğini iddia etmemiştir. Ehl-i hadîs denen diğer âlimler gibi, o da ulemaca
terkinde ittifak hâsıl olmadıkça, kizbi zâhir olmadıkça râviden hadîs almıştır.
Mecbûr kalmadıkça muhaddisleri cerhetme cihetine de gitmemiştir. Buna rağmen
Müsned'e aldığı hadîsleri seçerek almış ve devamlı ayıklamalar yapmıştır. Oğlu
Abdullah'ın rivâyetine göre ölüm döşeğinde bile Müsned'den bir hadîsin
çıkarılmasını emretmiştir.
Bugünkü Müsned'in muhtevasında dörtte bir nisbetinde oğlu Abdullah'ın
ilâvesi vardır. Az miktarda da, Müsned'i Abdullah'tan rivâyet eden Ebu Bekr
Ahmed İbnu Ca'fer el-Kati'î'nin (v. 368/978) ilâvesi vardır.
Hadîs üstadları Müsned'in hadîslerine bir bütün olarak
"sahîh" demezlerse de "makbûl" derler. Esâsen tenkide mâruz
kalan hadîsler daha ziyâde Ebu Bekr el-Kâti'î ve oğlu Abdullah'ın ilâve
ettikleri arasında yer alır. Muhammed İbnu Ca'fer el-Kettânî, Müsned'in
hadîsleriyle ilgili şu bilgileri dermeyan eder: "...Bazıları mübâlağa
ederek Müsned'e "sahîh" vasfını, ıtlak etmişlerdir. Ancak gerçek şudur:
İçinde çok miktarda zayıf hadîs var." Zayıflıkta bir kısmının durumu daha
da ileri gider. Öyle ki, İbnu'l-Cevzî meşhur el-Mevzuat adlı kitabında,
Müsned'in bir kısım hadîslerinin mevzu (uydurma) olduğunu söylemiştir. Ancak,
Hâfız Ebu'l-Fadl el-Irakî bazı hadîslerden mevzuluk iddiasını reddetmiştir.
Geri kalanlardaki mevzuluk iddiasını da Hâfız İbnu Hacer (el-Kavlu'l-müsedded
fi'z-zebbî an Müsnedi Ahmed adlı kitabında) ve Suyutî (İbnu Hacer'in mezkûr
kitabına yaptığı ez-Zeylu'l-Mümehhed alâ'l-Kavli'l-Müsedded adlı zeylinde)
reddederler. Bunlardan İbnu Hacer, Müsned'in içerisinde hiçbir mevzu hadîsin
olmadığını söyler ve "Sahîh hadîsleri cemetmek maksadı gütmeksizin ortaya
konmuş te'liflerin en güzeli olduğuna hükmeder. Der ki: "Müsned'de
Sahîheyn'e ziyâde teşkil eden hadîsler, zayıflıkta Sünenu Ebî Dâvud ve
Tırmizî'de mevcut Sâhîheyn'e ziyâde hadîslerden daha ileri değildir". Bâzı
âlimler de şöyle demiştir: "Müsned'de yer alan zayıf hadîslerin durumu,
müteahhîr ulemânın sahîh addettiği hadîslerden geri değildir."
Suyutî: "Müsned'in içindeki her hadîs makbûldur, zira zayıflar da
hasen'e yakındır" der.
İbnu'l-Cevzî tarafından mevzû olduğu ileri sürülen hadîslerin sayısı
29'dur. lrakî'nin ilâve ettiği miktar da 9'dur. Bu iddiaların doğruluğu bilfarz
bütün âlimlerce kabul edilmiş bile olsa 30 bin hadîslik bir te'lifden fazla bir
bir şey ifâde etmez. Kaldı ki, bu iddianın sahibi, İbnu'l-Cevzî vasfı
müteşeddîd olan bir zâttır, İbnu Hacer ve Suyûtî gibi cerh ve ta'dîl'de
görüşleri mûteber olan mûtedil âlimlerce reddedilmiştir. Bu durum da Ahmed İbnu
Hanbel'in Müsned'inde yer alan hadîslerin sıhhat durumu hakkında ikna edici bir
bilgi verir. Nitekim ileride belirteceğimiz üzere, Dehlevî, Müsned'i Ebu Davud,
Tirmizî, Nesâî'nin tabakasında (ikinci tabaka) zikredecektir.[231]
Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'ini, önce oğlu Abdullah almış o da talebesi
Ebu Bekr Ahmed İbnu Ca'ferel-Kati'î'ye rivâyet etmiştir. Şu halde elimizdeki
Müsned nüshası el-Kati'î rivâyetidir. Gerek Abdullah ve gerekse el-Kati'î'nin
Müsned'e ilâvelerde bulunduğunu söylemiştik. Bunu rivâyet sigasından anlamak
mümkün:
1- Ahmed'in rivâyetleri şu
sigayla başlar:
Haddesenî Abdullah haddesenî Ebî. (Yani: Bana Abdullah rivâyet etti ve
dedi ki: Bana babam (Ahmed) rivâyet etti ve dediki...)
2- Abdullah'ın ilaveleri şu
sigayla başlar:
Haddesenî Abdullah, haddesenî fülân (yani bana Abdullah anlattı, ona da
falan anlattı...)
3- Ebu Bekr el-Katî'î'nin
ilâveleri de şöyle başlar:
Haddesenî fülan (yani bana falanca anlattı...)
Ayrıca Abdullah, Müsned'i babasından hep sema yoluyla almamıştır. Bir
kısmını sema, bir kısmını arz, bir kısmını vicâde, bir kısmını sema-arz, bir
kısmını da sema-vicâde yoluyla almıştır. Hadîslerin sevk sigasından bunlar
derhal anlaşılmaktadır.[232]
Müsned, kıymeti nisbetinde âlâka görmüş, eskiden beri istinsâh edilmiş,
üzerine bazı çalışmalar yapılmış bir kitaptır. Keşfu'z-Zünûn, Müsned üzerine
Ebu Ömer Muhammed İbnu Abdi'l-Vâhid, Sirâcü'd-Din Ömer İbnu Ali (İbnu Mulakkin
diye meşhurdur), Suyûtî'nin çeşitli çalışmalar yaptığını Ebu'l-Hasan İbnu
Abdi'l-Hâdi es-Sindî'nin (v. 1139/1726) geniş bir şerh yaptığını belirtir.
Muasır muhaddislerden Mısırlı Ahmed Muhammed Şâkir (merhum) Müsned'deki
hadîsleri tahkik ederek, numaralayarak yeni bir baskıya başlamış; her cildin
sonuna, hadîsleri konularına göre tertiplemiş hadîs numaralarını muhtevî
listeler koymuş, isnadları açıklayan dipnotlar koymuş, ancak çalışmayı
tamamlayamadan vefat etmiştir.
Müsned üzerine, yine Mısır'da yapılan bir çalışma Ahmed Abdurrahman
es-Sâati'ye aittir. Bu zat, Müsned'deki hadîsleri konularına göre tertiplemiş,
senedleri, sahâbe hâriç, atmış, birçok konuya temas eden hadîsleri bir yerde
tam olarak vermiş, başka yerlerde sâdece bâbla ilgili kısımları almak suretiyle
kısaltmıştır, el-Fethu'r-Rabbânî li-Tertîbi Müsnedi'l-İmâm Ahmed İbnu Hanbel
eş-Şeybânî adını taşıyan eser yedi ana bölüme (kitap), her bölüm bâblara
ayrılır. Es-Saâtî, sonradan esere, kelime açıklamasıyla sınırlı diyebileceğimiz
kısalıkta bir de şerh eklemiştir. Bugün beraberce 16 cilt halinde matbûdur.Ahmed
İbnu Hanbel'in Müsnedî'ndeki hadîslerin baş kısmını esas alarak, Müsned'deki
yerlerini gösteren alfabetik bir fihristi 1985 yılında basılmıştır. Eserin
sâhibi Ebu Hâcir Muhammed es-Sâd İbnu Besyûnî'dir. Beyrut'ta basılmıştır.Hal-i
hazırda, Müsned'in 1313 yılında Mısır'da yapılmış bir baskısı ve o baskıdan
yapılan ofset baskıları piyasada mevcuttur.
[233]
"Kütüb" Arapça'da kitaplar demektir, "sitte"
kelimesi de altı olunca, Kütüb-i Sitte altı kitaplar mânâsına gelir. Tasnif
devrinin en mühim teliflerini teşkil ederler. Bunlar Buhârî ve Müslim'in
Câmîleri ile Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî ve İbnu Mâce'nin Sünenleridir.Evet
Kütüb-i Sitte altı meşhur kitabın teşkîl ettiği bir grup kitabı ifâde eder.
Bunların şöhreti önce, yazılışlarındaki gâyeden ileri gelir. Müellifleri,
bunları te'lîf ederken: "Sahîh hadîsler"den müteşekkil bir eser
te'lîf etmeyi gâye edinmişlerdir. Ortaya konan pek çok hadîs mecmuasında
"sahîhlerini seçmek" diye peşin bir prensip ve gâye olmamıştır. Ancak
bu kitaplarda o gâye güdülmüş ve bunda büyük ölçüde muvaffak olunmuştur.Arkadan
gelen İslâm uleması, dinî veya dünyevî meselelerin çözümünde, Kur'ân-ı Kerîm'in
anlaşılmasında, ahlâk ve âdâb'ın tanziminde vs. hadîse duyduğu ihtiyacı
karşılamak için sıhhat durumu üstün olan bu kitaplara müracaat
etmiştir.Ravilerinin tanıtılması, garîb kelimelerinin açıklanması, hadîslerinin
şerh edilerek herkesin anlıyacağı hale getirilmesi gibi bir kısım çalışmaları
da âlimler daha ziyâde bu eserler üzerine yapmışlardır. Bir başka ifâde ile
İslâm uleması, sıhhat yönünden arzettiği ehemmiyet nisbetinde hadîs kitaplarına
himmet ve alâka göstermiştir. Bu nisbette de o kitaplar meşhur olmuşlar ve
kıymet kazanmışlardır.
[234]
Kütüb-i Sitte'nin her biri hakkında ayrı ayrı bilgi vermezden önce bazı
umumî bilgiler kaydetmek isteriz:
1- Sıhhat dereceleri
farklıdır. Yâni hepsine "sahîh" vasfı ıtlak edilirse de; sıhhatte
hepsi aynı derecede eşit değildir. Bu açıdan Buhârî en başta gelir. İbnu Mâce
en son sırada yer alır.
2- Bir kitabın içindeki bütün
hadîsler eşit derecede değildir. Yani, kitaplara "sahîh" vasfı
umumiyet itibâriyle, hadîslerinin çoğunda hâkim olan vasfa binaen verilmiştir.
Meselâ Buhârî'nin bütün hadîsleri aynı eşitlikte "sahîh" değildir.
Bazılarının sıhhati, diğerlerine nazaran daha üstündür.
3- Sıhhat yönüyle en üstün
hadîsler sâdece Buhârî'de değildir. "Buhârî en üst", veya "İbnu
Mâce en alt mertebede yer alır" derken bu üstünlük veya mâdunluk her bir
hadîs için geçerli değildir. İbnu Mâce'de, Buhârî'nin en sıhhatli hadîsleri
derecesinde hadîs bulunabilir ve gerçekten de mevcuttur. Buhârî'de de İbnu
Mâce'nin bazı hadîslerindeki sıhhata erişemiyen, derecesi düşük hadîsler
bulunabilir ve vardır da.
4- Bu kitaplarda tekrar edilen
hadîsler vardır. Yani bir hadîs, bir kitabın içinde bir kaç kere tekrar edilmiş
olabilir. Bu hadîs sâdece bir kitapta değil, altı kitabın bir kaçında veya
hepsinde tekerrür edebilir. Sözgelimi Buhârî, bir hadîsi, o hadîste mevcut
farklı fıkhî hüküm sayısınca değişik yerlerde tekrâr eder. Aynı bir hadîsin
diğer kitaplarda da yer alması sıkça görülen bir vak'adır.
5- Kütüb-i Sitte müellifleri
hadîslerin sıhhatini aramakta prensip olarak müşterek iseler de, sahîh olması
için koştukları şartlarda az çok farklılıklar var. Buhârî en sıkı şartları
koştuğu için onun kitabı Kur'ân'dan sonra en sahîh kitap addedilmiştir.
6- Kütüb-i Sitte'nin hepsi,
hadîsleri, mevzularını esâs alarak tanzîm ederler. Namazla ilgili olanlar,
oruçla ilgili olanlar bir arada verilir. Hadîslerin tanzîminde tâkip edilen bu
temel prensip hepsinde müşterek olmakla birlikte, yine tanzîm yönüyle,
aralarında, bâzı teferruat ve inceliklerde farklar vardır. Sözgelimi Müslim,
bir hadîsin bütün turûkunu bir arada vermeyi mühim bir prensip yaparken Buhârî
böyle bir hususu hiç düşünmemiştir, o fıkıh yapmayı esas alarak, hadîsleri,
içindeki fıkha göre, her seferinde bir başka tarîkini vererek tekrar eder.
7- Buhârî ve Müslim dâhil, hiç
biri, kendi kitabı dışında kalan hadîslerin gayr-ı sahîh olduğunu iddia
etmemiştir.
8- Sırf sahîh hadîsleri ihtiva
eden bir kitap yazma işini ilk ele alıp gerçekleştiren Buhârî olmuştur.
Diğerleri onun açtığı çığırda yürümüşlerdir.
[235]
Kütüb-i Sitte'de ne kadar hadîs vardır? diye bir soru hatıra gelebilir.
Buna kesin bir rakam verilemez. Çünkü, yukarıda belirttiğimiz veçhile, her
kitapta mevcut olan hadîs sayısını tekrarlı ve tekrarsız diye ayrı ayrı mütâlaa
etmemiz gerektiği gibi, toplam altı kitabın tekrar olan ve olmayan hadîslerini
de ayrı ayrı mütâlaa etmemiz gerekmektedir. Ve ayrıca, mâna itibariyle
birbirine çok yakın hadîsler var. Bunların senetleri farklı olduğu için
hadîsler ayrı ayrı sayıya girer. Öte yandan bir kısım hadîsler, aynı sahâbenin
rivâyetidir, sonradan ravilerde değişiklik olmuştur. Normalde bunlar da ayrı
ayrı sayıya girer. Öyle ise, aynı veya yakın muhtevadaki hadîsleri senedine
bakarak, ayrı ayrı sayıya dâhîl etmiş oluyoruz. Halbuki mâna açısından bir
mütalaa etmek daha uygundur. Demek ki, hadîslerin miktarını tesbitte bâzı
zorluklar söz konusu. Biz yine de bir fikir vermek için şu rakamları
kaydedeceğiz:
Buhârî 9082 hadîs (Tekrarlarıyla)
Müslim 7275 hadîs (Tekrarlarıyla)
Nesâî 5724 hadîs (Tekrarlarıyla)
Ebu Dâvud 5274 hadîs (Tekrarlarıyla)
Tirmizî 3951 hadîs (Tekrarlarıyla)
İbnu Mace 4341 hadîs (Tekrarlarıyla)
Toplam 35647 hadîs (Tekrarlarıyla)
Bazılarınca Kütüb-i Sitte'den sayılması haysiyetiyle Muvattayı da göz
önüne almak gerekirse, Muhammed Fuad
Abdulbâki'nin baskısı itibariyle 1826 hadîs mevcuttur.
En başta Açıklamalar kısmında da belirttiğimiz üzere, altıncı kitabı
Muvatta olan Kütüb-i Sitte'nin muhtasarı durumundaki Teysîru'l-Vüsûl'da 5988
hadîs mevcuttur. Hemen belirtelim ki, bu eserin müellifi İbnu Deybe kitaba,
Kütüb-i Sitte'de bulunmayan bir kısım hadîsler ilâve etmiştir ve ayrıca
yukarıdaki sayıya öyle rivâyetler girmiştir ki, muhteva olarak bir öncekinden
ayırmak, müstakil addetmek zordur.
Şu halde, Kütüb-i Sitte'deki hadîslerin sayısı hususunda izâfiliği esas
alıp, ortalama takrîbî, nisbî rakamlardan söz etmek gerekir.[236]
Meşhur altı
sahih hadis kitabı. Hadis mecmualarının en sahihleri kabul edilen; Buhârî ve
Müslim'in el-Câmiu's-Sahih'leri ile Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî ve ibn Mâce'nin
Sünen'leri; hadis tasnifinin altın çağı olan Hicrî üçüncü yüzyılda telif
edilmiş olmak, mümkün mertebe sahih hadisleri ihtiva etmek, konulara göre
tasnif edilmek (alel-ebvâb)... gibi ortak özelliklerinden dolayı, daha sonraki
asırlarda Kütüb-i Sitte: Altı Kitap, ortak adıyla şöhret bulmuştur. Bazı
âlimler, az da olsa zayıf ve mevzu hadisler ihtiva ettiği için İbn Mâce'nin
Sünen'i yerine İmam Mâlik'in Muvatta'ı veya Dârimî'nin Sünen'ini Kütüb-i
Sitte'nin altıncı kitabı kabul etmişlerdir.
Buhârî ve
Müslim'in Câmi'leri, Sahıhayn (İki Sahih) adıyla, müellifleri daha hayattayken
büyük bir üne kavuşmuş, bunları Ebu Davud, Tirmizî ve Nesâi'nin Sünen'leri
takip etmiş ve hadis âlimleri arasında bu kitaplar Usûl-i Hamse (Beş Temel)
diye büyük bir kabul görmüştü. Ebu'l-Fazl Muhammed İbn Tahir el-Makdisî[237]'nin Usûl-i Hamse'ye yazdığı ve sahabeyi alfabetik olarak
sıralamak suretiyle onlardan nakledilen, belirli kitaplardan bulunan hadislerin
kaynağını göstermek için yazıları kitaplar anlamına gelen etrafa İbn Mâce'nin
Sünen'ini de eklemesi ve Şurûti'l-Ümmeti's-Sitte (Altı İmamın Şartları) adlı
kitabını telifiyle muteber hadis kitaplarının grub adı bundan sonra, İbn
Mâce'nin de ilave edilmesiyle Kütüb-i Sitte olarak meşhur olmuştur.
Böyle bir
isimlendirme, Kütüb-i Sitte içinde zayıf, hatta mevzu (bilhassa İbn Mâce'de)
hiç bir hadis bulunmadığı, onlar dışındaki hadis kitaplarında da sahih hadis
olmadığı anlamına gelmez. Nitekim Buhârî ve Müslim başta olmak üzere, Kütüb-i
Sitte müelliflerinden hiç biri, kendi kitaplarına sahih hadislerin tamamını
aldıkları, kitaplarındakilerin dışında sahih hadis bulunmadığı şeklinde bir
iddiada bulunmamışlardır. Esasen bir hadisin sıhhati, hangi kitapta bulunduğuna
bakarak değil, onu nakleden kişilerin haline bakılarak tesbit edilebilir. Diğer
taraftan bu altı imam, kendilerinden önce derlenmiş olan yazılı ve sözlü hadis
kaynaklarından yararlanarak bu eserleri meydana getirmişlerdir. Bu değerli
eserlerin tasnifine, kendilerinden önceki çalışmalar zemin hazırladığı gibi,
hadis tasnifi onlardan sonra da devam etmiştir.
İlmî
çevrelerde büyük bir kabul gören Kütüb-i Sitte ile ilgili çok sayıda ve hacimli
çalışmalar yapılmıştır. Bunların büyük bir kısmı bu kitapların şerhi
(açıklaması), ravilerinin durumları, cem (mükerrerleri çıkararak birlikte
rivayet ettikleri hadisleri bir araya toplama) ile ilgilidir. Kütüb-i Sitte
hadislerini bir araya toplayıcı çalışmalardan biri, Beğavî'nin[238] Mesâbîhu's-Sünne'sidir. Hadisleri, senedlerini
hazfederek kitabına alan Beğavî eserini Sünen tarzında tasnif etmiş, Kütüb-i
Sitte ve Dârimî'nin Sünen'inde bulunan hadisleri 4434 hadiste toplamıştır. Bu
konuda yapılan önemli bir çalışma da İbnu'l-Esîr'in[239] Câmiu'l-Usûl li Ehâdisi'r-Rasûl isimli eseridir.
İbnu'l-Esîr, İbn Mâce hariç Kütüb-i Sitte ile Muvatta'da bulunan hadisleri,
-mükerrerlerini çıkararak- alfabetik tarzda tertib ettiği kitaplar ve onların
alt başlıkları olan bablar halinde tasnif etmiştir. 9523 hadis bulunan bu eser
Kütüb-i Sitte adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.
Kütüb-i
Sitte'yi oluşturan kitaplar ve özellikleri:
1. Buhârî ve el-Câmiu's-Sahîh'i: Ebu Abdullah Muhammed
b. İsmail el-Buhârî[240] 40 yıl süren ilmî seyahatler esnasında toplamış
olduğu engin hadis malzemesini 16 yılda tasnif ederek, "el-Câmiu's
Sahîhu'l-Müsnedü'l-Muhtasar min Umûri Rasûlillahi (s.a.s) ve Sünenihi ve
Eyyâmih" adlı eserini yazmıştır. Hocası İshak b. Rahuye'nin,
"Rasûlüllah'ın sahih hadislerini muhtasar bir kitapta toplasanız"
tavsiyesiyle hareket eden Buhârî, 600.000 hadis arasında seçtiği 7275 hadisi,
97 kitap ve 3400 den fazla bab'a (alt bölüm) yerleştirmiş, konuları geldikçe
aynı hadisi bir kaç yerde daha tekrar etmiştir. Bu nedenle, mükerrerler
dışındaki toplam hadis sayısı 3-4 bin civarına inmektedir. Buhârî, tercüme
denilen bab başlıklarında konuyla ilgili âyet ve hadislerden iktibaslar yapar,
âlimlerin ve bazan kendisinin görüşlerine yer verir, direkt veya endirekt yollarla
tercihlerini ihsas ettirir. Tercemelerde verdiği hadis ve haberlerin çoğu
muallak (senedsiz veya eksik senedli)tır. Daha önceki hadis mecmualarında pek
görülmeyen bu usul Buhâri'ye hastır. Bu nedenle, "Buhârî'nin fıkhı
tercemelerindedir" sözü yaygınlaşmıştır. (Yekünü 1341 olan bu tür) muallak
hadisler, Buhârî'nin kitabına verdiği isimden de anlaşılacağı gibi, sahih
hadislerin dışındadır. Tercümelerde Buhârî'nin verdiği bilgiler, hadislerin
ihtiva ettiği fıkhı malumatı kavramada çok faydalıdır. Bütün âlimlerin
ittifakıyla hadis mecmualarının en sahihi kabul edilen el-Câmiu's-Sahîh,
türkçeye de tercüme edilmiş, mükerrerlerinin çıkarıldığı Tecrid'i de tercüme ve
şerhiyle, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmıştır.
2. Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh'i: Ebu'l-Hüseyn Müslim b.
Haccâc[241], 300.000 hadis arasından seçerek tasnif ettiği
kitabına, "el-Camiu'l-Müsnedü's-Sahîh" ismini vermiş, mukaddimede
tasnif metodunu açıklamıştır. Buhârî'nin yaptığı gibi bab başlıklarında bilgi
vermemiş, hatta, bab başlığı dahi tanzim etmemiş, sadece "bab"
demekle yetinmiştir. Bugün eldeki Müslim nüshalarında bulunan bab başlıkları,
eseri şerheden İmam Nevevî'ye aittir. Müslim kitabına, mevkuf ve maktu
hadisleri almamış, muallaklara ise çok az yer vermiş, hadisleri konularına göre
bölmemiş, hadisi en çok ilgili olduğu yerde nakletmiş, metin ve sened olarak
benzerlerini bir arada ve kısaltarak tekrar etmiştir. Bu yönüyle Müslim
Buhârî'den daha derli topludur. Bu ve benzeri özelliklerinden dolayı bazı
âlimler (mesela Mağribliler) Müslim'i Buhâri'ye tercih etmişlerdir. Müslim'in
Câmi'i, 54 kitap, 1322 bab, mükerrerler dışında 3033 hadis ihtiva etmektedir.
Kadı İyaz ve İmam Nevevî başta olmak üzere pek çok âlim Müslim'i şerhetmiştir.
Müslim, sade, metin ve şerhli olarak türkçeye tercüme edilmiştir.
3. Tirmizi'nin Câmi'i: Ebu İsa Muhammed b. İsa
et-Tirmizi'nin[242] Cami'i, es-sünen ismiyle de maruftur. Devrin
âlimlerinin tetkikine sunulan ve takdir edilen Sünen-i Tirmizi, 46 kitap, 2496
bab ve 4000 hadis ihtiva etmektedir. Hadisçilik açısından Müslim'e,
fıkhu'l-hadis (hadislerde bulunan çeşitli hükümler) yönünden de Buhârî'ye ait
özellikleri, onlara yakın ölçüde kitabında toplayan Tirmizi, bab başlığı
altında hadisleri sıraladıktan sonra şu işlemleri yapar; hadisin sıhhat
durumunu (sahih, hasen, zayıf, hasen-sahih, garib...), ravilerin durumunu,
varsa seneddeki illetleri, hadisin diğer tariklerini, sahabilerin o konudaki
başka rivayetlerini, bu hadislerle ulemânın nasıl amel ettiğini, ittifak ve
ihtilaflarını... açıklar. Hadislerden istifade için çok faydalı olan bu
açıklamalar onları, amel edilebilir hale getirir. Tirmizi üzerine de pek çok
şerh yazılmış ve eser türkçeye tercüme edilmiştir.
4. Ebu Davud'un Sünen'i: Ebu Davud Süleyman b. Eş'as
es-Sicistânî'nin[243] kitabı, ahkâmla ilgili hadislerin tasnif edildiği
Sünen türünün en güzel örneğidir. Kitabına, 400.000 hadis arasından seçtiği
4000 hadisi aldığını, bunların da dört hadiste özetlenebileceğini belirten Ebu
Davud; sahih, hasen, leyyin ve amel edilebilir derecedeki zayıf hadisleri
Sünen'ine aldığını söyler. Kitabında zayıf hadislerin mevcudiyetini kabul eden
Ebu Davud, muhaddislerin ittifakla terkettikleri herhangi bir hadisi Sünen'ine
almamıştır. 40 kitaptan oluşan Sünen'e pek çok şerh yazılmış, eser türkçeye de
tercüme edilmiştir.
5. Nesâî'nin Sünen'i: Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb
en-Nesâî[244] sahih ve zayıf hadislerden derlediği
es-Sünenü'l-Kübrâ'sını istek üzerine, sadece sahih hadisleri almak üzere
ihtisar etti ve bu yeni eserine el-Müctebâ adını verdi. Kütüb-i Sitte içinde
Nesâî denince, işte bu Müctebâ kasdedilir. Sünenler içinde en az zayıf hadis ve
cerhedilmiş ravisi olan mücteba, Sahihayn'dan sonra üçüncü kitap olarak kabul
edilir. Nesâî, hadisler arasındaki çok küçük rivayet farklarını dahi göstermiş
ve rical tenkidinde büyük bir hassasiyet göstermiştir. 51 kitap ve yaklaşık
2400 babtan oluşan Müctebâ, türkçeye çevrilmiştir.
6. İbn Mâce'nin Sünen’i: Ebu Abdullah Muhammed b. Yezıd
el-Kazvînî'nin[245] Sünen'i, 37 kitap, 1515 bab ve 4341 hadis ihtiva
eder. Bu hadislerin büyük bir çoğunluğu, diğer beş kitapta (usûli hamse)
mevcuttur veya sahih ve hasen durumundadır. İbn Mâce'deki hadislerin 613 ünün
isnadı zayıf, 99 unun isnadı ise, yok hükmünde veya münker ya da
yalanlanmıştır. Bilhassa, şahıs, kabile ve şehirlerin faziletleriyle ilgili
hadislerin çoğunun uydurma olduğu söylenmiştir. Ancak, VI. asırdan sonra
Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olarak kabul edilen İbn Mâce, tertibi,
tekrardan uzak ve kısa oluşu ile oldukça değerlidir. Muhammed Fuad Abdülbâkı
tahkikiyle yapılan baskı, pek çok ilmî kolaylıklar sağlamış, eserdeki zayıf
yönlere işaret edilmiştir. Bu baskı esas alınarak Sünen, şerhi de yapılmak
suretiyle türkçeye çevrilmiştir.[246]
Hadîs ilmi açısından Kütüb-i Sitte'nin şartlarının bilinmesi mühim bir
meseledir. Ancak hemen belirtelim ki, bunların şartları şunlardır diye üç beş
maddede sıralayıvermek mümkün değildir. Sebebine gelince:
1- Muhammed İbnu Tâhir
el-Makdisî'nin ifâdesiyle, İmamlardan hiç biri: "Ben kitabıma şu şartlara
uygun olan hadîsleri aldım" diye bir açıklamada bulunmamıştır"[247]
2- Aradıkları şartlarda
müşterek prensiplerle birlikte, her birinin kendine has nokta-i nazarı ve
şurûtu var.
Bu sebeplerden dolayı tâ bidâyetten beri muhakkik âlimler, Kütüb-i
Sitte imamlarının istinad ettiği şartları, o kitapları inceleyerek, hadîsleri
rivâyet eden râvilerin durumlarını, taşıdıkları evsafı tedkik ederek bulmanın
gereğine inanmışlardır. Bu maksadla bazan müstakil eserler yazılmış bazan da
umumî eserlerde yeri geldikçe meseleye temâs edilmiştir.[248]
Kütüb-i Sitte'nin şartları üzerine te'lîf edilen müstakil eserler
şunlardır:
1- İbnu Mende diye meşhur
el-Hâfız Ebu Abdillah Muhammed İbnu İshâk (v. 395/1004): Şurûtu'l-Cimme
Fi'l-Kırâeti ve's-Semâi ve'l-Münâveleti ve'l-İcâze.
2- El-Hâfız Muhammed İbnu Tâhir
el-Makdisî (507/1113): Şurûtu'l-Eimmeti's-Sitte.
3- El-Hâfız Ebu Bekr Muhammed
İbnu Musa el-Hazimî (584/ 1188): Şurutu'l-Eimmeti'l-Hamse.[249]
Kütüb-i Sitte imamlarından her birinin, diğerinden farklı olan
yönlerine geçmeden müştereken tâbi olduğu şartları belirtmede fayda var.
Kitabımızın Usul Bahsi'nde daha geniş olarak durulacağı üzere, bir rivâyetin
sahîh olabilmesi için, bütün İslâm ulemasının müştereken kabul ettiği bazı
temel şartlar bulunmakta. Bu şartları Kütüb-i Sitte imamları aynen
aramışlardır. Onlar, sahîh hadîsi tarîf ederken zikredilen evsaf olup,
şunlardır:
1. Ravi müslüman olacak,
gayr-ı müslimin rivâyeti alınmaz.
2. Râvi âkil olacak, mümeyyiz
olmayan çocuk veya mecnunun rivâyeti makbul değildir.
3. Râvi doğru sözlü olacak,
yalancı bilinen kimsenin rivâyeti alınmaz.
4. Râvi meşhur olacak, yani
kendisinden, en az iki kişi hadîs almış olacak veya cerh ve tâdîl yönünden hali
bilinecek.
5. Müdellis olmayacak, yani
hadîs rivâyetini dürüst şekilde yapmalıdır. Hadîsin, gerek senedinde ve gerekse
metnindeki bir kısım kusurları gizlemeye kalkarsa bu kimsenin rivâyeti sahîh
olmaz.
6.
Diyânet sahibi olacak, fâsık
olmayacak. Farzları yapmayan, haramları işleyen kimseden hadîs alınmaz.
7.
İtikadı düzgün olacak.
Küfrünü gerektiren sapık inanç sahiplerinden hadîs alınmaz. Ehl-i bid'a denen
şiadan hadîs alınırsa da, onların küfre götüren bâtıl inançlara düşenlerinden
alınmaz.
8. Mürüvvet denen insanî yönü,
ahlâkî durumu, örf ve edeb kaidelerine riâyetkârlığı da aranmıştır. Mürüvveti
noksan kimselerin rivâyette dürüst olamayacağı, hadîslerinin sahîh
addedilmemesi gereği kabul edilmiştir.
9. Zabt'ı tam olacak.
Yazdıklarına, ezberlediklerine hâkim olacak.
Bu sayılanlardan 1., 3., 4., 5., 6. ve 7. maddeler bazan Adalet
kelimesiyle ifâde edilir. Râvi adâlet sâhibi olmalıdır dendi mi hepsi
kastedilmiş olur.
Bunlar râvilerde aranan şartlar. Bu şartlarda çoğunluk müttefiktir.
Bazı teferruatta farklılıklar söz konusudur, bunlara usul bahislerinde temas
edeceğiz.
10. İttisal şartı. Hadîsin
sıhhatine tesîr eden mühim bir şarttır. Senette kopukluk olmamalıdır. Yâni
rivâyet, Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm)'a kadar birbirini görmüş olan
râviler kanalıyla gelmelidir.
11. Muhâlefet olmamalıdır. Yani
hadîs, bir başka hadîs'in veya âyetin hükmüne muhâlefet etmemelidir. Muhalefet
taşıyan hadîslere şazz, münker gibi isimler de verilmiştir.
12. Son bir müşterek şart
hadîsin muallel olmamasıdır. Yani herkesin fark edemeyeceği, hadîs ilmini çok
iyi bilenlerin keşfedeceği gâmız, ince bir kusur.
Şu halde, bir hadîsi sahîh kabul edebilmek için bu şartları aramada
âlimler müttefiktirler. Bunlardan biri eksik olsa hadîs "sahih"
olmaz.
[250]
Yukarıda kaydedilen şartlarda herkes müşterek olmakla beraber, bunların
anlaşılması ve tahakkuk şartlarına inildikçe ortaya çıkan teferruatta
ayrılıklar, farklılıklar zuhûr etmektedir. Burada kaydedeceğimiz en mühim
mesele ittisal'in tahakkukuyla ilgili hususî şarttır. Buhârî bu meselede
münferid ve çok kesin bir yol tutmuştur.
Ona göre, ittisalin gerçek mânada tahakkuku, râvi hadîsi kimden rivâyet
ediyorsa, onunla berâberliği zanna dayanmamalı, kesin olmalı ve mümârese şartı
gerçekleşmelidir.
Bu husus râvinin şahsî vasfına girmez, hocası ile temas durumunu ifade
eder. Râvi şahsî vasıflarıyla mükemmel olsa bile, hadîs rivâyet ettiği kimse
(şeyhi veya hocası) ile temâs ve berâberlik durumu ikna edici değilse, Buhârî
hazretleri o rivâyeti sahîh addetmez.[251]
Mevzuumuza girerken isminden bahsettiğimiz Hâzimî, Kütüb-i Sitte
kitapları arasında mevcut olan farkları göstermek maksadıyla; râvileri, az
yukarıda verdiğimiz vasıflara uyma yönlerinden bir sınıflamaya -kendi
ifâdesiyle tabakalara ayırmaya- tabi tutar. Ona göre, hangisi olursa olsun,
bütün râviler şu beş tabakadan birinde yer alır, rivâyeti de ona göre sıhhat
açısından az veya çok bir değer taşır:
[252]
Bunlar, bir râvide aranan bütün sıhhat şartlarını, gerek adâlet ve
gerekse zabt yönünden tam ve eksiksiz olarak hâiz olan râvilerdir.
Ayrıca, hadîs aldığı zâtı uzun müddet görmüş, tam bir mümârese, tanışma
hâsıl olmuştur.
Bu tabakada olan râviler sıhhatçe en üstün râvilerdir. Rivâyetleri bir
babta asıl olarak kabul edilir.
Bu tabaka Buhârî'nin tabakasıdır. Buhârî bir hadîsi sahîh kabul ederek
herhangi bir bâba asıl yapmak için, bu şartları haiz râvilerce rivâyet
edilmesini şart koşmuştur.
[253]
Adalet ve Zabt vasıfları yönüyle birinci tabadaki râviler gibi olmakla
berâber, şeyhi ile berâberliği az olan ve bu sebeple şeyhinin rivâyetleri
hakkında fazla mümâresesi, bilgisi olmayan kimselerdir. Bunlar itkânda birinci
tabakadan geridirler.
Bir hadîsin sahîh addedilmesi için Müslim bu azıcık beraberliği yeterli
bulur. Buhârî'ye göre bu vasıftaki râvinin rivâyeti bir bâbta asıl olmazken,
Müslim'e göre olmaktadır.
Az sonra, kendi ifadesinden kaydedeceğimiz üzere Müslim, görüşme
şartları içinde bulunan sikaları görüştüklerine dâir sarâhat olmasa bile
görüşmüş kabul edecek, bu şartlardaki rivâyeti sahîh addedecektir.
[254]
Bu tabakada yer alan râvîler
hocaları ile uzun zaman berâber olmuş mümâresesi tam olmakla beraber, adelet ve
zabt yönlerinde bir kusur, bir eksiklik bulunan râvilerdir. Bunlar kabul ve red
ortasındadırlar. Bazıları makbûl addederken diğer bazıları reddetmiştir. Bir
başka ifade ile muhtelefun fih'tirler. Ebu Davud ve Nesâî'nin, hadîs kabûlünde
yeterli buldukları şartlar budur. Onlara göre, bu vasıftaki şahısların
rivâyetleri sahîhtir.
[255]
Bunlar, üçüncü tabakadakiler gibi, cerh sebeplerinden birini taşımaktan
başka, hadîs aldığı şeyhi ile mümâresesi de eksik olan râvilerdir. Bu tabaka
Tirmizî'nin tabakasıdır. O, bu şartları taşıyan râvilerin hadîslerini kitabına
almakta beis görmemiştir.
Hemen belirtelim ki, Tirmizî, yeri gelince açıklayacağımız üzere, bu
çeşit hadîsleri -aynı babta gelen eşit derecede veya daha sahîh hadîslerin
desteği gibi- başka bazı şartlarla kitabına almıştır.
[256]
Zayıf ve meçhul râvilerin dâhil olduğu grubu teşkil eder.
Ebu Dâvud ve ondan sonra gelenlerin şartlarına uygun olarak fıkhî
mevzularda hadîs tahrîc eden bir kimse için, bu tabakaya mensup ricâlden itibâr
(yâni başka bir zayıfı güçlendirmek) maksadıyla hadîs almak câiz ise de Buhârî
ve Müslim'in şartlarıyla hareket edenlere câiz değildir.
Az ilerde, belirteceğimiz üzere, bir kısım mûcib sebeplerle Buhârî
ikinci, Müslim de üçüncü tabaka ricalinin bâzılarından hadîs almışlardır. Ebu
Dâvud da dördüncü tabaka ricâlinden hadîs almıştır.
Görüldüğü gibi bu taksîm'de İbnu Mâce'nin ismi geçmemektedir. Çünkü,
Hâzimî'ye göre Kütüb-i Sitte değil, Kütüb-i Hamse yâni altı değil, beş kitap
mevzubahistir.
Yine belirtelim ki, Hâzimî, bu taksimle ricâl bilgisi olanlara, hadîsin
senedine bakar bakmaz, hadîsin değerlendirilmesi hususunda umumî bir mi'yâr,
oldukça muteber bir kriter, her kapıyı açacak bir anahtar vermiş olmaktadır.
Hazimî açısından en mühim şart Buhârî ve Müslim'in şartlarıdır.
Diğerleri arasında ciddî bir fark yoktur. Şu ifâde onundur: "Ebu Dâvud ve
ondan sonra gelenlerin şartlarına gelince, bunların şartları birbirine
yakındır. Bunlardan bir tanesinin sözünü nakletmekle yetineceğiz, diğerleri ise
onun gibidir" Hazimî, arkadan, Ebu Dâvud'un Mekke ahâlisine hitâben,
Sünen'inde yer alan hadîslerin durumlarını bildiren bir mektubundan nakilde
bulunur. Ebu Dâvud'la ilgili bahiste bu mektuptan bazı pasajlar vereceğiz.[257]
Hâkim en-Neysâbûrî, el-Medhal ilâ Mârifeti Kitâbi'l-İklîl'de,
Sahîheyn'de yer alan hadîslerin, Sahâbe'den itibâren hep meşhûr olan (yani
kendisinden en az iki kişinin hadîs almış bulunduğu) râviler tarafından rivâyet
edilen hadîsler olduğunu ileri sürmüş ise de bunun hatalı olduğu açıklanmıştır.
Nitekim Muhammed İbnu Tâhir el-Makdisî, yukarıda adını verdiğimiz eserinde,
Buhârî ve Müslim'in meşhur olmayan râvilerinden örnekler vererek bu iddianın
geçersizliğini gösterir. Ayrıca, Hâfız Ziyâu'l-Makdisî'de, Buhârî ve Müslim'in
tek tarîkden yaptıkları garîb ve ferd rivâyetlerini Garîbu's-Sahîhayn adında
müstakil bir te'lifde cemetmiştir. Burada yer alan ikiyüzden fazla rivâyet,
Şeyheyn'în hadîs kabulünde böyle bir şart koşmadıklarının daha muknî bir delili
olmaktadır.
Ancak, konuyu tahlil eden İbnu Hacer, Hâkim'in bu iddiasının mutlak
olmasa bile bâzı kayıtlarla doğruluğuna hükmeder. Şöyle der: "Hâkim'in
mevzubahs ettiği şart, kendilerinden Buhârî'nin tahriçte bulunduğu bir kısım
Sahâbe hakkında geçersiz olsa bile, Sahâbe'den sonra gelen râviler hakkında
mûteberdir. Buhârî'de asıl (yani bir babın istinad ettiği, babtaki fıkhî hükme
delîl olan müsned rivâyet) olarak rivâyet edilen hadîsler arasında, tek râvisi
olan (yani meşhur olmayan) kimseden tek bir râvi mevcut değildir". Suyutî
de, Tedrîb'de, Hâkim'in sözünü az bir te'ville, kabul eden başkalarını
kaydeder. Bu te'vîle göre, Hâkim, meşhur iddiasında "Sahîheyn'deki
hadîslerin ikişer tarîk'den gelmiş olduğunu söylemek istememiş, en az iki
râvisi bulunan yâni meçhûl olmaktan çıkıp meşhûr vasfını alan râvîlerden
rivâyet edilmiş olduğunu söylemek istemiştir". Ne var ki, Suyutî'nin de
belirttiği üzere, bu iddia, Hâkim'in ilmî tesâhül'ünden yani gevşekliğinden
ileri gelen bir durumdur, gerçeği aksettirmekten uzaktır.[258]
Buharî ve
Müslim'in sahihlerine "iki sahih hadis kitabı" anlamında kullanılan
bir usul-u hadis terimi.
Bu iki imamdan
sonra gelen hadis hafızlarından, kendilerine göre yalnız sahih hadisleri
toplayanlar olmuşsa da, hiç biri bu iki kitapta gösterilen dikkat ve basireti
göstermeye muvaffak olamamıştır. Bundan dolayı bu iki kitaba hadis kitaplarının
en sahihleri denilmiştir. Aslında daha önceleri en sahih olan kitap, İmam
Malik'in Muvatta'ı idi. Ancak, Muvatta'daki hadis-i şeriflerin hiç biri bu iki
kitabın dışında kalmadığı için, Mütekaddimînin de Müteahhirînin de, en sahih
olma hususunda ihtilafları yok demektir.[259]
1- Sıhhat yönünden: Bu açıdan Buharî'nin üstünlüğü kabul edilmiştir.
Buhari, bir hadisin mevsul olması için lika (ravi ile karşılıklı görüşme)'yi
şart koştuğu halde; Müslim muasara (ravi ile çağdaş olma)'yı yeterli bulur.
Buharî'nin en önemli üstünlüğü budur.
2- Tertip yönünden: Bu açıdan Müslim'in üstünlüğü kabul edilir. Buharî,
kitabında hadisleri, hadiste var olan fıkıh hükmü adedince, bölerek tekrar
ederken; Müslim, kitabının en uygun yerinde kaydeder; nadiren tekrara yer
verir. Müslim'in esas gayesi fıkıh yapmak değil; hadislerin senedlerini
biraraya getirmektir.
3- Fıkıh önünden: Bu hususta Buhari üstündür. Buhârî, daha önce de
belirttiğimiz gibi, bâbları fıkhî açıdan düzenlemiş, teracim denen bab
başlıklarında özellikle fıkıh beyanına gayret göstermiş; bablar arasında
mantıkî bir irtibat gözetmiştir. Müslim'de fıkhî açıdan tertip ve tanzim söz
konusu değildir. Buhârî'de fıkıh öylesine üstünlük gösterir ki, bazı âlimler
onun müstakil bir müctehid olduğu kanaatine varırlar.
Buhârî ve
Müslim, diğer meslektaşlarına göre hadis kabulünde çok daha titiz olmalarına
rağmen, bir kısım tenkidlerden uzak kalamamışlardır. Kastalanî, Sahihayn
hadislerine gelen tenkidleri altı kısma ayırır. Bunların her birine gerekli
cevapları vererek onların haksızlığını gösterir:
1- Bazı senetlerin ricalinde şahıslar sayıca farklıdır.
2- İsnadın değişmesiyle ravilerinde ihtilaf edilen
rivayetler vardır.
3- Bazı raviler ziyadelerinde tereddüd ederler.
4- Zayıf kabul edilen ravilerin teferrüd ettiği hadisler
mevcuttur (Buhârî'de sadece iki adet).
5- Vehmine hükmedilen (zayıf) raviden rivayetler
alınmıştır.
6- Bazı metinlerde lafızlar değişmektedir.
Kastalanî,
bunlara teker teker izah getirerek, tenkidlerin haksızlığını gösterir.
Ravilere
yöneltilen cerh sebeplerine gelince; bunlar bid'at[260], cehalet[261], galat, muhalefet, tedlis ve irsal açılarından
gelmektedir. Bunlardan biri veya bir kaçıyla cerhedilen ravilerin sayısı,
-çoğunluğu Müslim'e ait olmak üzere- 210 adettir. Bu ithamların etkili
olabilecek bir zayıflık derecesi olmayacağını göstermek için İbnü's-Salah,
Hâzimî, Nevevî, Suyuti, İbn Hacer gibi araştırmacı ve titiz âlimler bazı
açıklıklar getirirler.
1- Bu ravilerdeki zayıflık, hadislerini terk ettirecek
derecede şiddetli değildir.
2- Onlardan alınan rivayetler, şevâhid ve mütabaat
türündendir; asıl değildir.
3- Buhari ve Müslim'in bu zayıf ravilerden hadis alma
yolları zaaf sebebinin ortaya çıkmasından önceki bir tarihe aittir.
4- Zayıflardan hadis alma işi bazen onların senedindeki
ulviyyetten dolayıdır. Yani biri âlî fakat zayıf, diğeri nâzil fakat sağlam iki
ayrı senetle rivayet edilen bir hadisin ulvî senetle gelen şeklini, öbürünün
desteğine dayanarak kitaplarına almışlardır.
5- Buharî ve Müslim'in bazı zayıf ravileri hakkında da
şunlar söylenmiştir: Bunlara başkaları tarafından yapılan zayıflık ithamı
Buhari ve Müslim açısından sabit ve muteber değildir. Cerh ve ta'dil, ictihadî
bir keyfiyettir. Herkes kendi elde ettiği bilgiye göre hüküm verir. Demek ki
Buhârî ve Müslim bu ravileri sikâ biliyor. Üstelik bazı ithamlar çok çabuk
yapılıvermiştir. Bid'a ithamı bunlardan biridir. Bizzat Buhârî'nin kendisi
Halkul-Kur'ân meselesinde ağır ithamlara maruz kalmıştır. Nitekim Buharî ve
Müslim'in ravileri arasında 32 kişinin ehl-i bid'at'dan olduğundan dolayı itham
edildikleri söylenmişse de, onların gerçekte ehl-i bid'a oldukları kesin
değildir.
6- Nevevî, bir kısım râviler hakkında cerhin tam
anlamıyla açıklanamadığını, Buharî ve Müslim'in de bu sebeple onlar hakkında
cerhi kabul etmediklerini söyler. Hadis ilminin genel kaidelerinden birine göre
ravinin kabul edilmesi için cerh yapanın cerh sebebini iyi açıklaması gerekir.
Sadece "zayıftır" demek makbul değildir.
7- Buharî ve Müslim, kendi tabakaları dışında hadis
almış ise de, Buharî bu meselede titiz davranmıştır. Şöyle ki, ikinci tabakadan
aldığı hadisleri muallak olarak zikretmiştir. Üçüncü tabakanın sadece
müksirlerinden ve nadiren almış, bunları da muallak olarak kaydetmiştir.
İslam
âlimlerinin bu konuda en titiz olup işi çok sıkı tutanları sahihayn'ı didik
didik ederek, tenkid edilecek hiçbir noktasını bırakmadan, söylenebilecek her
şeyi söylemekten çekinmemişlerdir. İlim ve vukufta onlardan geri kalmayan ve
hatta onları geçen mutavassıt âlimler de bunlara cevap vermişler; haklı
oldukları noktada haklılıklarını, haksız oldukları yerlerde de haksızlıklarını
göstererek sahihayn'ın gerçek değerini ortaya koymuşlardır.
Bu duruma göre,
İmamül-Harameyn'in "Bir kimse sahihayn'de yer alan bütün hadislerin sahih
olduğu hususunda yemin etse veya talakta bulunsa ne yemini bozulur ne de tatlik
vaki olur" sözünün doğruluşunda fukahâ ve diğer ilim ehlinin tamamı icma
ederek en muteber, en sahih hadis mecmuaları olduklarını kabul etmişlerdir. Bir
kısım rivayetleri değerlendiren Kastalanî şunu ifade eder:
"Buharî
ve Müslim, kitaplarına illetsiz hadisleri almışlardır. Şayet illetli olanı
varsa, bu da müessir olan, sıhhati bozan bir illet değildir."[262]
Buhârî ve Müslim, râvilerinin, adalet ve zabt yönünden mükemmel
olmalarını aramakta müttefiktirler. En mühim fark râvinin hocası ile münâsebeti
noktasında düğümlenir. Buhârî, hoca ile talebe arasında lika'yı yâni yüz yüze
gelmeyi şart koşarken Müslim, muâsara'yı yâni aynı asırda, görüşebilmiş olma
şartları dâhilinde yaşamış olmayı yeterli bulmaktadır.
Müslim, Sahih'inin mukaddime kısmında sika bir râvinin, muâsırı olan
bir diğer sikadan karşılaşmış olmayı tasrîh etmeden, yâni mu'an'an bir siga ile
rivâyet ettiği hadîsin mevsul kabul edilmesi gereğine inandığını belirtmekle
kalmaz, buna karşı çıkana ağır bir dille hücum eder. İsim vermese de bu sözüyle
tenkîd ettiği kimse Buhârî'dir. Zira, her ne kadar Buhârî'nin hocalarından Ali
İbnu'l-Medîni gibi başkaları da mu'an'an rivâyetin, Lika bilinmedikçe, muttasıl
kabul edilmemesi gerektiğini söylemişlerse de, bu hususta ısrar edip, eserinde
fiilen tatbîk eden Buhârî olmuştur. Müslim'in beyanı özetle şöyle: "...Kavlini
anlatmaktan ve çürük fikrini haber vermekten söz açtığımız bu kimsenin zu'muna
göre, 'Senedinde fülânun an fülânin' ibâresi bulunan her hadîsin râvilerinin
-aynı asırda yaşadıkları ilmen sâbit ve râvînin hadîsi, şeyhinin ağzından
işitmiş olması pek âla mümkün olduğu halde, yalnız ondan işittiğini biz
bilmiyor ve rivâyetlerin hiç birinde bu iki râvinin- buluştukları veya bir
hadîs söyleştikleri zikredilmiyorsa, bu şekilde gelen hiçbir haberden hüccet
olmaz." İsnadlara ta'n husûsunda bu kavl -Allah sana merhamet etsin-
uydurma, yeni çıkma, sâhibinden önce kimse tarafından söylenmemiş ve ehl-i
ilimden hiçbir taraftarı bulunmayan bir sözdür... Mevsuk (güvenilir) olan her
râvi, kendi gibi sika olana bir hadîs rivâyet eder ve her ikisi bir asırda
bulunmakla onunla görüşmek ve kendisinden hadîs dinlemek câiz ve mümkün olunca,
bir araya geldikleri ve vicâhen görüştükleri hiçbir haberde bulunmasa bile, o
rivâyet sâbittir ve hücciyyeti (delil olması, kendisiyle amel edilmesi)
lâzımdır. Ancak ortada, bu râvinin rivâyette bulunduğu zatla görüşmediğine,
yahut ondan bir şey işitmediğine apaçık delalet eden bir delîl bulunursa o
başka..."
Şu halde, Müslim'le Buhârî arasındaki en mühim farkı, sikanın mu'an'an
rivâyetini mevsûl addedip sahîh kabul edip etmemek teşkîl ediyor. Buhârî Lika
şart derken Müslim, yukarıdaki beyanından da anlaşılacağı üzere mu'an'an bir
rivâyeti, şu şartlarla mevsûl kabûl ediyor:
1- Mu'an'ın (yani hadîsi
"falandan işittim" diyerek bizzat işitmiş olma durumunu açıklamadan
rivayet yapan kimse) sika olacak. Şu halde müdellis'in mu'an'an rivâyetini
Müslim de mevsul addetmiyor.
2- Aynı asırda yaşamış
olacaklar.
3- Görüşme imkânı içinde
bulunacaklar.
4- Görüşmediklerine dair
sarâhat olmayacak.
Arada küçük gibi görünen bu fark, bir hadîsin sahîh olabilmesi için
akla gelebilecek bütün şartları tamamlayarak, her çeşit tereddüdü izâle
ettiğinden Buhârî'ye müstesna bir üstünlük kazandırmıştır.[263]
Muallak diye rivâyetin senedinin baş tarafından (yani müellif
tarafından bir veya bir kaç ravinin düşmüş bulunduğu rivayete denir. Hadîsi bu
şekilde rivayet etmeye de ta'lîk denir. Sözgelimi, Buhârî, herhangi bir hadîsi:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki" veya "Ebu
Hüreyre'nin rivâyetine göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurmuştur:" diyerek kaydetmişse buna muallak hadîs denir. Görüldüğü
üzere, burada senet yoktur. Elbetteki, senette eksiklik olduğu takdirde o hadîs
zayıftır.
Hemen belirtelim ki, Buhârî ve Müslim'de muallak hadîs vardır. Ancak
muallaklar Müslim'de 14 tane olmasına rağmen, Buhâri'de kıyaslanamayacak kadar
çoktur: 1341 tâne. Ve Buhârî'de muallak hadîsler, ayrıca ele alınacak kadar
ehemmiyet arzeden bir husustur. Çünkü, bu kadar muallak hadîse rağmen nasıl
"sahîh" denebilmektedir?. Bu muallakları niçin almıştır? gibi sorular
hatıra gelebilir. Açıklayalım:[264]
Önce şunu belirtelim: Buhârî'nin muallak hadîsleri iki gruptur. Birinci
gruba, Buhârî'de senedi geçen muallak hadîsler girer. Yani, Buhârî hadîsleri
ihtiva ettiği fıkıh adedince başka yerlerde ikinci, üçüncü... kere tekrar
ederken, kitabın hacmini kabartmamak için senetleri atmıştır. Şüphesiz bu çeşit
ta'lik sıhhate zarar vermez. Hacmi hafifletmek gayesini (tahfif) güder.
Bunların muallak oluşu mutlak değildir, belli bir babla kayıtlıdır.
İkinci grup muallaklara gelince, bunların Buhârî'de senedi hiç bir
surette geçmez. Buhârî hazretleri bu hadîsleri kasden senetsiz bırakmıştır.
Senetlerini atışının sebebi, hadîslerdeki zaa'fa dikkat çekmektir. Yani bu
hadîsler kendisinin bir rivâyete "sahîh" demek için aradığı hâricî
şartları tam taşımayan rivâyetlerdir. Sözgelimi, talebenin, hadîs aldığı hocayı
görme durumu kesinlik kazanmamıştır, veya hıfzı sebebiyle tenkide mâruz
kalmıştır vs. Şu halde, bu objektif olan şartlarında eksiklik varsa, ona göre
hadîs zayıftır. Buhârî, o hadîsin kendi şartlarını taşımadığını, yânî, kendi
açısından -hâricî şartlara göre- zayıf olduğunu okuyucuya haber vermek için
senedi atmıştır.
Bu ikinci gruba giren muallaklar iki kısımdır: Bir kısmının sıhhati
hususunda kanaati daha kuvvetlidir, zann-ı gâlib'i vardır diye ifade ediyoruz.
Diğer bir kısmının sıhhati hususunda o kadar kesin kanaat sâhibi değildir,
kısmen mütereddiddir. Bir başka ifâde ile birinci kısma girenler, -taşıdıkları
şartlar açısından- daha sıhhatli, ikinci kısımdakiler -yine taşıdıkları şartlar
açısından- sıhhatçe daha düşük rivâyetlerdir.
Herhangi bir muallak hadîsin hangi kısma girdiğini nereden bileceğiz?
diye tereddüde gerek yok. Zira birinci kısma giren, yani sıhhatinden emîn
olduklarını cezm sigası ile sunmuştur: Hadîs'i, "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurdu", "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
yaptı", "Ebu Hüreyre rivâyet etti ki..."
gibi kesinlik ifade eden
tabirlerle rivâyeti sunar. Bu tabirlere cezm sigası denir.
İkinci kısım muallakları, yani, dış şartları açısından, sıhhati
hususunda çok emîn olmadığı hadîsleri tamrîz sigası ile sunar. Bu sigada,
kesinlik yoktur, ilk nazarda tereddüd gözükür: "Söylendiğine...",
"rivâyet edildiğine göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurmuştur
ki...", "....yapmıştır ki..." veya "Bu babta Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan şu rivâyet gelmiştir: ...." gibi sigalar.
Bu tabirlerle sevk edilen muallaklar, sıhhatçe daha dûn bir
mertebededirler.
Hadîs münekkidleri, Buhârî'de bu mutlak şekilde muallak olan
hadîslerin, Buhârî'nin usûl olarak kaydettiği hadîslerde aradığı sıhhat
şartlarına haiz olmadığını bilerek kitabına aldığını ve bunu bildiğini
göstermek için de senetlerini attığını belirtirler. Hiç biri de, Buhârî'yi ve hatta
Müslim'i bu çeşit hadîsleri sebebiyle "şartlarına uymayan hadîsi almış
olmak" la itham etmemiştir. Onların sıhhat iddiaları müsned rivâyetler
içindir. Nitekim, teşeddüdüyle tanınan, Dârakutnî (v. 385/995), Sahîheyni
tahlil ederken bazı tenkîdler yöneltse bile, onlar bu muallaklar sebebiyle
değildir.
Esasen, muhaddislerin hadîs karşısındaki tavrını hakkıyla
değerlendirebilmek için şu hususu bir kere daha tekrâr edelim: Hadîslerin zayıf
sahîh oluş durumları, dış şartlara bakar, nefsü'l-emre (gerçek duruma) bakmaz.
Çünkü gerçekten Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın onu, o şekilde söyleyip
söylemediğini Allah bilir. Levh-i Mahfuz'a kimse nüfuz edemeyeceğine göre
âlimler, zâhire göre hükmedeceklerdir. Üstelik "sahîh"lik ölçüsü,
görüldüğü üzere, âlimden âlime az çok değişebilmektedir. Buhârî'nin
"zayıftır" diyerek terkettiği şahsı Müslim "sika" diye
benimsemiştir. Her ikisinin de zayıf addettiklerini, diğer dördü
"sika" addetmişlerdir. Aynı hadîs metni, bir tarîkden gelince
"sahîh" addedilmiştir, bir başka tarîkden gelince "zayıf"
addedilmiştir. Sebep aynı: Hadîs hakkında verilen hüküm
"nefsü'l-emr'e" değil, râvileri ilgilendiren dış şartlara göredir.
Şöyle bir SORU da hatıra gelebilir: İkiyüzbin sahîh hadîs bildiğini
söyleyen Buhârî, niçin "zayıf" addettiği bu muallaklara yer verdi,
bunlar yerine niye müsned rivâyet koymadı? veya: Bunları da almasaydı, niye
aldı?
Bu soru bir kaç vecihten cevaplanabilir:
1- Buhârî, kitabını tanzîm
ederken fıkhî bir endişe taşımıştır. Bab başlıklarında fukaha beyninde müsellem
olan fıkhı beyan etmiş, sonra bunların âyet ve sahîh hadîsten dayanağını
göstermek istemiştir. Bir babla ilgili -kendi şartlarına uyan- sahîh hadîs
bulamadı ise şartlarına uymayan hadîslerden istişhâd ve mütâbaat maksadıyla
almıştır, uymadığını göstermek için de tâlik etmiştir.
2- Buhârî, muallakların
nüfsü'l-emir'de zayıf olduğunu söylemiyor. Binaenaleyh, muallaklar da onun
nazarında fıkhen sâhîhtir, nitekim fukaha onlarla amel etmiştir, sâdece
kendisinin koyduğu dış şartlar açısından zayıftır.[265]
Bilhassâ günümüzde hadîsle ilgili mühim bahislerden biridir. Bazı
çevreler, İslâm'ın meselelerini küçümsemek, reddetmek için, "Bu mesele
zâten Buhârî ve Müslim'de yok" diye târîhte eşine rastlanmayan bir delîl
getiriyorlar. Mehdî inancını reddetmek isteyenlerin yaptığı gibi.
Halbuki, ehlince mâlûm olduğu üzere bu sözün ciddi bir yönü yoktur.
Tarihen hiç kimse, "Sahîheyn dışında sahîh hadîs yoktur, bütün sahîhler
Buhârî'de Müslim'de toplanmıştır" diye bir iddiada bulunmamıştır. Nitekim,
Buhârî ikiyüzbin sahîh hadîs ve ikiyüzbin gayr-i sahîh hadîs ezberlediğini
belirtmiş; ayrıca -İbnu Hacer ve Suyutî'nin de kaydettikleri üzere-
el-Câmi'u's-Sahîh'ine sâdece sahîh rivâyetleri aldığını söylemekle beraber
-kitabının hacmini artırmamak için- terkettiği sahîhlerin aldıklarından daha
çok olduğunu dile getirmiştir.
Bu meselede Müslim de şöyle der: "Ben bu kitapta, nazarımda sahîh
olan bütün hadîsleri cemetmedim, sıhhatınde icmâ edilenleri cemettim."
Kevserî, bu sözde geçen icmâ'dan Müslim'in şeyhlerinin hadîsi kabul etmedeki
icmalarını anlar. Şu halde Müslim'in bu itirafı da, onun nazarında sahîh olan
pek çok hadîsin Sahih'inin dışında kaldığını ifâde eder.
[266]
Sünen-i Erba'a, dört sünen demektir. Bu tabirle Kütüb-i Sitte'nin
Buhârî ve Müslim dışındaki kitapları kastedilir. Sünen-i Erba'a daha
isimleriyle, Sahîheyn'den farklılık arz ederler. Bunlar da, öbür ikisi gibi,
sahîh hadîsleri cemetme gayretinde olmakla birlikte, sahîh olmakta onlar kadar
iddialı değildirler.
Gerek Hâzimi ve gerekse Makdîsi bunları berâber mütâlaa etmekte,
birbirlerine, takip ettikleri şartlar yönüyle, yakınlıklarını belirtmede
müttefiktirler. Aradaki farkı en açık şekilde Hâzimî, yukarıda kaydettiğimiz
tabloda ortaya koyar. Ravilerinin müşterek bir tarafı, ister adalet ve zabt
cihetinden isterse lika cihetinden olsun taşıdıkları gir eksiklik, bir zaaftır.
Bir diğer ifade ile âlimlerin zayıf olduklarını bildikleri, fakat hadîs alma
meselesinde terkedilmelerinde ittifak etmedikleri kimselerdir. Tirmizî ile
ilgili açıklamamızda Makdîsî'den yapacağımız bir iktibasta da görüleceği üzere,
Sünen-i Erba'a hadîslerinin "bazıları"nda görülen zaaf, mütâbaat
yoluyla giderilmiştir. Yani aynı mânayı veya yakın mânayı ifade eden birden
fazla rivâyet gelmiştir.
Esâsen şu da bir gerçek ki, hadîslerin "zayıf" vasfını
almaları, nefsü'l-emre (gerçeğe) bakmaz, dış şartlara, yani, râvîye, rivâyet
şekline bakar.[267]
Makdisî: "Sünen-i Erba'a'da üç kısım hadîs vardır" der ve
açıklar:
Birinci Kısım: Sahîhtir. Bunlar, Buhârî ve Müslim'in sahîhlerinde
tahric edilmiş bulunan hadîslerin şartlarını taşırlar, aynı çeşide giren
hadîslerdir. Esasen bu kitaplardaki rivâyetlerin pek çoğu Sahîheyn'de tahric
edilmiştir. Bu kısım üzerinde söylenecek söz, Sahîheyn'in ittifak ve ihtilaf
ettikleri hadîsler hakkında söylenecek sözün aynıdır.
İkinci Kısım: Kendi şartlarına göre sahîhtir. Bunlar sahîheyn şartına
uymaz. Ancak Buhârî ve Müslim'in kitaplarına almadıkları sahîh hadîsler
cümlesindendir. Nitekim her ikisi de, kitaplarına almadıkları sahîh hadîsin
varlığını te'yîd etmişlerdir.
İbnu Mende; Ebu Dâvud ve Nesâî'nin şartını "Hadîs muttasıl olmak
şartıyla, alimlerin terkinde ittifak etmedikleri râvilerden gelmiş
olmasıdır"diye özetler.
Üçüncü Kısım: Zıddiyyet hadîsleridir. Yani belli bir mesele ile ilgili
olarak az önce zikredilen sahîh hadîslere zıdlık taşıyan zayıf hadîslerdir. Bu
gruba giren hadîslere, müellifler, kesin bir dille "sahîh" hükmünü
vermemişler, aksine, ehlinin anlıyacağı bir üslubla zaaflarını beyan
etmişlerdir. Kendi açılarından "zayıf" olan bu hadîsleri,
"sahîh" hadîsleri cem'etmek gâyesi güden kitaplarına niye aldılar?
diye bir sual hatıra gelebilir. Bu soruyu alimlerimizin, bitaraflık ve ilmilik
anlayışıyla izâh edebiliriz. Zira, o hadîsler zaten rivâyet edilmiştir ve amel
eden bile mevcuttur. Ancak, kendi şartlarına göre "sahîh" değildir.
Nefsülemir meçhûl olduğuna göre, kendi benimsediği rivâyetin "sahîhlik"
durumu da zannî'dir, yakînî değil. Öyle ise, en doğrusu, bir bab'a giren her
çeşit rivâyeti aynen dercetmek, zayıf olanın da zaafına dikkat çekmek. İşte
zıddiyet hadîsleri, bu mülâhaza ile Sünen-î Erba'a' da yer alır.
Burada dikkat çekmemiz gereken hususî bir tabir Tirmizî ile ilgili.
Tirmizî hazretleri kitâbına, "ma'mûlun bih" hadîsleri aldığını
söyler. Yani fukahânın kendisiyle amel ettiği hadîsleri bir araya getirmiş
oluyor. Bu, bir bakıma terkinde ittifak edilmeyen râvilerin rivâyetleri
demektir. Ancak tatbikîlik yönünden bu ikinci durumdan farklıdır. Zira
Tirmizî'nin rivâyetleri, kendisinin açıkça ifâde ettiği üzere, iki tanesi hâriç
geri kalanların hepsi fakihler tarafından fiîlen fetva ve amel konusu
yapılmıştır. Nitekim, Makdîsî, Tirmizî'nin ihtivâ ettiği hadîsleri tahlîl
ederken, buna, yukarda kaydettiğimiz üç çeşide bir dördüncüsünü ekler:
"Bazı fukaha amel ettiği için tahrîç ettiği hadîsler."
Bu çok geniş bir şarttır. Bu şartın içine zaafı şiddetli olan hadîsler
de girebilir. Ancak, Tirmizî, her hadîsin sonunda, hadîs hakkında bilgi verdiği
için, gelecek tenkidleri önlemiş olmaktadır.
İbnu Mâce'ye gelince: Makdîsî, onunla ilgili olarak farklı bir
hususiyetten bahsetmez. Yani onu, Sünen-i Erba'a ile ilgili tavsîfât ve
açıklamalar zımnında beyan etmiş olmaktadır. Bâriz vasfı, çok zayıf râvilerden,
onların münferid rivâyetlerini almasına rağmen hiçbir açıklamaya yer vermemiş
olmasıdır.
Böylece Kütüb-i Sitte imamlarının, hadîs kabul etmedeki şartlarıyla
ilgili olarak, mukayeseli, kuş bakışı bir açıklama yaptıktan sonra her biri
hakkında, daha detaylı bilgi sunmaya geçebiliriz.
[268]
Kütüb-i
Sitte'den Sünen adıyla anılan hadis kitaplarının müellifleri hakkında
kullanılan bir usûl-i hadis terimi. Bu hadis mecmuaları, tahâret (temizlik)'ten
vasiyete kadar olan bütün ibadet ve İslâm hukuku ile ilgili hadisleri ihtiva
eden kitaplardır. İşte bu tür kitapları tertip edip meydana getirenlere, sünen
sahipleri anlamına
"Ashab-ı
Sünen"; Kütüb-i Sitte'nin ilk ikisi olan Buhârî ve Müslim'e de
"Cami"
adı verilmektedir. Meşhur ashab-ı sünen (sünen sahipleri) şunlardır:
1) Ebû Dâvud Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistânî. 817'de
Horasan'daki Sicistan şehrinde doğmuş ve 888'de ölmüştür. "Sünen-i Ebî
Dâvud" isimli kitabı 5274 hadisi ihtiva etmektedir.
2) Ebû Îsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizî 821' de Mekke'de
doğmuş 892'de Tirmiz'de ölmüştür. "el-Camiu's-Sahih" isimli eseri
"Süneni Tirmizî" diye meşhur olmuştur. İçerisinde 3956 hadis vardır.
3) Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî. 830'da
Horasan civarındaki Nesâ şehrinde doğmuş, 915' de Mekke'de vefat etmiştir.
"elMücteba" ismini verdiği hadis kitabı Sünen-i Nesâî" diye
meşhur olmuştur.
4) Ebû Abdullah Muhammed b.Yezid b. Mâce, Kazvin'de
yaşamış ve 886'da vefat etmiştir. "Sünen-i İbni Mâce" isimli kitabı
4000 hadis içermektedir.
"Ashabü's-Sünen"
denilince ilk plânda meşhur olan bu dört zat kasdedilir (Tecrid-i Sarih
Tercümesi, Mukaddime, 51) ve bunlara Ashabü's-Süneni'l-Erbaa" adı verilir.
Bunların dışında ed-Dârimî (ö. 720), ed-Dârekutnî (ö. 819) ve el-Beyhâkî (ö.
1066) gibi hadisçilerin de "Sünen" isimli eserleri vardır. Bu
muhaddislere de Ashabu's-Sünen denilmektedir.
Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirlerini bize kadar ulaştıran ve genellikle Merfû*
hadisleri ihtiva eden "Sünen"ler yalnız bunlardan ibaret değildir.
Bunlardan başka telif edilmiş yirmibeş kadar Sünen vardır.[269]
Yukarıda, kısaca, her birini hadîs kabulündeki şartları açısından ele
alarak benziyen yönlerini, ayrılan yönlerini açıkladık. Râvilerinin umumî vasıfları
nelerdir, Sahîheyn'in diğerlerine üstünlüğü, bunlardan Buhârî'nin Müslim'e
üstünlüğü nereden gelmektedir izah ettik. Şüphesiz o imamları ve eserlerini
tanımada bu bilgiler yeterli değildir. Bilhassa tebârüz ettirmek gerekir ki, bu
eserler arasında tertip tarzından gelen ciddî farklılıklar mevcuttur. Ve tertip
güzelliğine sahip olanlar ayrı bir takdîr ve alâka toplamışlardır. Ayrıca, bu
ana kaynaklarımızı hakkıyla tanımak, onlardan istifademizî kolaylaştırmak ve
artırmak için tertip vs. hususiyetlerini de bilmemiz gerekmektedir. Bu sebeple
burada, onları, nokta-i nazarınızı değiştirerek, yeni baştan, ayrı ayrı ele
alıp, haklarında detaylı teknik bilgiler sunacağız.
[270]
İslam
kültürünün, Kur'ân-ı Kerim'den sonra en güvenilir ve en sahîh kitabı; İslam
alimlerine göre, sırf sahih hadisleri bir araya toplamak için yazılmış sahih
hadis eseri. İmam Muhammed b. İsmail el-Buharî'nin Sahihine verdiği tam isim
"El-Camiu's-Sahîh Müsnedu’l-Muhtasar min Ümüri Rasulillah (s.a.s) ve
Eyyâmihi"dir.
İmam Buhârî
küçük yaştan itibaren hadisle meşgul olmaya başlamıştır. Henüz on altı yaşında
iken Abdullah b. Mübarek ve Veki b. Cerrâh'ın kitaplarını ezberlemiş; daha
sonraları hadis toplamak için ülkeler dolaşmıştır. Suriye, Cezire, Basra, Kufe,
Hicaz gibi o günün belli başlı ilim merkezlerini gezmiş ve oralardaki
üstadlardan hadis tahsil etmiştir.
İmam Buharî bu
eserini hocası İshak b. Nâhüye'nin "Rasûlüllah'ın sahih hadislerini
muhtasar bir kitapta toplasanız" diye temennide bulunması üzerine tasnif
etmiştir.[271]
Buhârî'nin bu
kitabı, kendi zamanına kadar telif edilen ve zamanından sonra da telif edilecek
olan bütün hadis kitapları arasında birinci dereceyi almış ve İslâm alimleri
arasında en sahih hadis kitabı olarak kabul edilmiştir. Hiç kimse bir başka hadis
kitabının Buhârî'nin kitabından daha sahih olduğunu ileri sürmemiştir. İmam
Buharî sahih oluşuna hükmedilen bütün hadisleri bu kitabına almış değildir. O
sadece sahih hadisler arasından kendi şartlarına uyanları seçmiş ve kitabına
koymuştur. Zira Buhârî'nin Sahihinin dışında bulunan pek çok hadisin sahih
oluşunu kendisi ifade etmiştir.[272]
Buhârî,
Sahihini altı yüz bin hadis arasından seçmiş ve kitabını Mescid-i Haram'da
telif etmiştir. Hadis mu'cemi Concordance'a göre 97 kitab ve 3730 babtan
oluşmaktadır. Tekrar olunan hadisler dâhil 7275 hadis ihtivâ etmektedir.
Mükerrerler dışında dört bin hadis bulunmaktadır.
[273]
Ebul-Heysem
el-Küşmeyhenî, Firabrî'den o da Buharî'den şöyle dinlemiş: Kitabu's-Sahihin
içine, önce yıkanıp iki rekat namaz kılmadıkça hiç bir hadis koymadım.
el-Camiu's-Sahîh'i altıyüz bin hadis içinden seçip onaltı senede tasnif ettim
ve bunu kendim ile Allah arasında bir hüccet kıldım. El-Câmiu's-Sahîh kitabına
sahih olduğunu gerçekten bildikten sonra iki rekat namaz kılıp, bir de Allah'a
istihâre etmedikçe hiç bir hadis koymadım. Bu kitabıma sırf sahih olan
hadisleri koydum, sahih hadislerden bir kısmını da kitap uzamasın diye
bıraktım.[274]
Buhârî, bab
başlıklarını çoğu zaman ayet-i kerimelerden, bazan hadislerden iktibaslarla ve
bazan da serbest şekilde fakat fıkhî bir anlam taşıyacak tarzda seçtiği
ibârelerle tanzim etmiştir. Bu yüzden "Buharî'nin fıkhî görüşleri bab
başlıklarındadır" sözü meşhur olmuştur.
Buharî gerek
bab başlıklarının seçiminde, gerek o başlıklar altında zikrettiği hadislerde,
konuların kesin hükme bağlanmış olup olmadığına, o konuda kendisine ulaşmış
sahih bir hadisin bulunup bulunmadığına işaret etmiş olmaktadır.
Buhârî, aynı
hadisi, aynı hadisin çeşitli rivayetlerini bir yerde toplamak yerine, ilgili
oldukları yerlerde tekrar etmek suretiyle bir hadisten birden fazla hüküm ve
pratik sonuçlar çıkarılabileceğini göstermiştir.[275]
Buhârî, bazan
bir hadisi ilgisi dolayısıyla ve ondan ahkâm çıkarmak düşüncesiyle, muhtelif
kitapların çeşitli bablarında hadisi bölerek ("takti") tekrarlar.
Ancak çoğu kere böyle hadisi değişik yerlerde verirken ayrı ayrı senedle
zikretmeye dikkat eder. Bununla da hadisin değişik senedlerle rivâyet edilmiş
olduğunu ispatlamış olur. Hadis kitaplarında görülen tekrarları müellifler boş
yere tekrar edip durmamışlardır. Bunun bir çok ve büyük hizmetleri vardır. Söz
gelimi; senedin teaddüdü, metne ait lâfızların muhtelif oluşu bunlardan
bazıları da bazan bir hadisin tek bir sahâbîden, değişik senedlerle ve farklı
lafızlarla rivayet edildiği olur. Müelliflerin bütün rivayetleri toplama arzu
ve hırsları dolayısıyla kitaplarında tekrarlar görülür.[276]
Buharî'nin bir
hadisi, Sahih'in 13 yerinde tekrarladığı olmuştur.[277] İmam Buhârî yaptığı bu tekrarlarda her defasında da
başka başka hocalarından rivayet ettiği farklı sened ve metinleri verir.
Böylece hem hadisi kuvvetlendirir, hem de lafız farklılıkları dolayısıyla başka
başka hükümlerin elde edilmesini sağlar.[278]
İmam Buharî
Sahih'inde ayrıca hadislerde geçen garib kelimeleri de yer yer açıklar. Aynı
şekilde onun müşkilül-hadîs konusunda da açıklama yaptığı görülür.[279]
Buharî'nin
Sahîh'inde yirmi iki adet "sülâsî" (üç râvi ile Rasûlüllah (s.a.s)'a
ulaşan) hadîs bulunmaktadır.[280]
İslâm ümmeti
Kur'ân-ı Kerim'den sonra en sahîh kitap olarak "Sahihayn" denilen
Buhârî ve Müslim'in kitaplarını kabul etmiştir. Bu iki sahih hadis kitabının
birbirine kıyası yapıldığı zaman en sahîh olanın Buhârî'nin kitabı olduğu
anlaşılmıştır. Çünkü İmam Müslim Buhârî'den istifade etmiş, ona talebe
olmuştur; hocasının eserlerinden istifade etmiş ve ona dayanmıştır. Bunun için
Dârekutnî, "Eğer Buhârî olmasaydı, Hadis ilminde Müslim ortaya çıkmaz ve
bu mertebeye ulaşmazdı" demiştir.[281] Bu yüzden de, devrin siyasî olayları sebebiyle
birçokları Buhârî'nin çevresinden uzaklaşırken, İmam Müslim onu değil terk
etmek; tam aksine onun yanında yer almıştı. Hatta kendi hocası Yahya ez-Zühlî[282]'nin "Kim, mes'eletül-lafz (yani Kur'ân'ın
lafzını telaffuz etmenin mahlukiyeti meselesi)de Buhârî, ile aynı görüşte ise
meclisimizden ayrılsın" demesi üzerine Müslim, herkesin gözü önünde
meclisi terketti. Zühlî'den dinlediği hadisleri de bir çuvala koyarak Zühlî'ye
gönderdi. Sahîhinde Zühlî'den rivâyette bulunmadı.[283]
Buharî ve
Müslim tasnif olunmuş hadis kitapları arasında en güvenilir olmalarıyla
birlikte; alimlerin çoğunluğuna (cumhür) göre, Buhârî'nin kitabının Müslim'in
kitabına tercih olunacağı açıklanmıştır. Sahih-i Buhârî'nin Sahih-i Müslim’e
takdim olunuşunun çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Bunları şöylece özetlemek
mümkündür:
1. Buhârî'nin kendilerinden hadis nakletmekte tek
kaldığı ravilerin sayısı 430 kadar olup, bunlardan yalnız 80'i za'f yönünden
tenkid edilmiştir. Müslim'in kendilerinden hadis almakla tek kaldığı ravilerin
sayısı ise 620'yi bulur ve bunlar arasında tenkide uğrayanlar 160 kişidir.
Şüphesiz, tenkide uğramayan kimselerden hadis rivâyet etmek tenkide uğrayan
kimselerden rivayet etmekten daha iyidir. Hiç olmazsa, tenkide uğrayanlardan
daha az hadis alınması tercih sebeplerinden biri olur.[284]
2. Buhârî'nin tenkit olunan kimselerden rivayetle tek
kaldığı ravilerin çoğu, kendileriyle karşılaştığı, onlarla birarada bulunduğu
hallerini yakından tanıdığı, hadislerine muttali olduğu ve sahih olanlarını
bildiği kendi hocalarıdır. Halbuki Müslim'de tenkit edilen kimselerden hadis
almakla tek kaldığı râviler, kendi asrından önceki tabakalardandır. Aslında
muhaddis, kendi şeyhlerini, onlardan öncekilere nisbetle daha iyi tanır.
3. Buhârî'nin sıhhat için ortaya koyduğu şartlar, daha
kuvvetli ve daha şiddetlidir. Buhârî hadislerini genellikle hıfz ve itkan
yönünden birinci tabakada yer alan râvilerden muttasıl olarak, bunu takib eden
tabakalardakinden ta'lîk olarak naklettiği halde; Müslim, asıl olan hadisleri
genellikle bu ikinci tabakadaki ravilerden almıştır.[285]
4. Buhârî, ravide, kendisinden hadis rivayet ettiği kişi
ile bir defa da olsa karşılaşmış olma şartını arar. Müslim ise, görüşmüş olmayı
değil görüşebilme imkanın olmasını yeterli görür.[286]
Sahih-i
Buhârî'nin pek çok nüshaları bulunmaktadır. Zira Buhârî, Sahih'ini bizzat
kendisi onbinlerce talebeye okutmuştur. Bu kadar talebe içinden bin kadarı
Sahih'in râvisi olmuştur. Bunların içinden de ancak beş tanesinin isimleri
bilinmektedir. Bunlar, sırasıyla, el-Firebrî, en-Nesefi, En-Nesevî, el-Bezdevî
ve el-Mehâmilî'dir.[287] Sultan Abdülhamid'in emriyle ve Yünînî nüshası esas
alınarak Mısır'da 1313’te yapılan dokuz cilttik Buhari baskısı en güvenilir
olanıdır. Hacı Zihni Efendi tarafından harekelenerek Matbaa-i Âmire'de 1315
yılında sekiz cild halinde yapılan baskı da muteberdir ve memleketimizde
yaygındır.
Sahih-i Buhârî
üzerinde ayrıca pek çok şerhler de yazılmıştır. Bu şerhlerden bu gün elde
mevcut ve mütedâvil olanları Kirmanî'nin şerhi, İbn Hacer'in Fethul-Barî’si;
Aynî'nin "Umdetül-Kârî"si ve Kastallânî'nin "İrşâdu's-Sârî"
isimli şerhidir. Sahih-i Buhârî'nin bir ihtisarı olan ez-Zebîdî'nin
Et-Tecrîdi's-Sarîh li ehâdîsil-Câmü's-Sahîh’i Türkçeye Ahmed Naim ve Kamil
Miras tarafından tercüme edilmiştir. Buhârî'nin tam olarak tercümesi de ayrıca
Mehmed Sofuoğlu tarafından "Sahih-i Buhârî ve Tercemesi" adıyla gerçekleştirilmiş
ve İstanbul'da basılmıştır.[288]
Buhârî deyince, yerine göre, hem müellifi ve hem de müellifinin en
meşhur eseri olan el-Câmi'u's-Sahîh'ini kastederiz. Aslında bu, pek çok insanın
müşterek olan bir nisbetidir. Buhâra şehrine ait yâni "Buhâralı"
demektir.[289]
Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri.
Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâil b. İbrâhim b. el-Muğîre
b. Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî.
Muğire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin
aracılığıyla müslüman olmuştur. Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmiştir.
Buhârî'nin babası ve dedesi hakkında pek bilgimiz yoktur.
Muhammed el-Buhârî, 13 Şevvâl 194 h./21 Temmuz 810
tarihinde Cuma günü Buhara'da doğmuştur. Bundan dolayı da Buhârî nisbetiyle
anılmasına sebep olmuştur. Buhârî, henüz bebek iken babası vefat etmiş, kardeşi
Ahmed'le birlikte yetim kalmıştır. Annesinin terbiyesi altında büyümüş, küçük
yaşta Kur'an'ı ezberlemiş ve Arapça öğrenmiştir. Babasından kalan servet onun
hiç kimseye muhtaç olmadan ilim öğrenmesinde yararlı oldu. On bir yaşında hadis
öğrenmeye başladı. Onaltı yaşında annesi ve kardeşi Ahmed'le birlikte hacca
gitti. Annesi ve kardeşi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim öğrenmek isteğiyle
Mekke'de kaldı. (210 h./825).
Onsekiz yaşında "Kitâbu Kadâya's-Sahabe
ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adlı eserlerini yazdı. İlim
öğrenmek için Şam'a, Mısır'a, Basra'ya, Bağdat'a gitti. Bu amaçla altı yıl
Hicâz'da kaldı. Buhârî, hadis öğrenmek ve nakletmekle kalmadı. Şiirle de
ilgilendi. Ancak fazla şiir yazmadı. Savaş sporlarına ilgi duydu, ata bindi, ok
attı.
Akranları Buhârî'den övgüyle bahsederler. Onu övenler
arasında büyük muhaddis İmam Müslim'de vardır. Buna rağmen, Buhârî'nin
üstünlüğünü çekemeyenler fitne çıkarmaktan geri kalmadılar. Buhârî'nin
"Kur'an mahluktur" düşüncesini savunduğunu yaydılar. Bu dedikodulardan
rahatsız olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti. Burada da rahat edemedi.
Buhârâ emiri ile arası açıldı. Buhara Emiri Halid İbn Ahmed, çocuklarına
Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutması için Buharî'yi konağına çağırır fakat
Buharî, bu teklifi kabul etmez. İlim meclislerinin herkese açık olduğunu,
isteyenin gelerek yararlanabileceğini, ilmi valinin konağının duvarları arasına
hapsedemeyeceğini bildirir. Bu olay üzerine Ahmed İbn Hâlid, onu Buhara'dan
sürer.
Buhârî, Buhara'dan ayrıldıktan sonra Semerkand'a gider.
Hartenk köyünde bulunan akrabalarının arasına yerleşir. Semerkand'lılar,
Buhârî'den yararlanmak isterler. Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi
ricasında bulunurlar. Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazırlık yapmaya başlar
ancak bu arada hastalanır ve Ramazan Bayramı gecesi vefat eder (30 Ramazan 256
h./31 Ağustos 869). Cenazesi, bayram günü öğleden sonra kılınarak Hartenk'e
defnedilir.
İmam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yeteneğine
sahipti. Herhangi bir şeyi ezberlemesi için ona bir defa bakması veya onu bir
defa dinlemesi yeterliydi. Bağdatlıların ve Semerkandlılar'ın O'nun zekâ
seviyesini denemek için sordukları sorular bunu göstermesi bakımından
önemlidir. Gezileri sırasında dinlediklerini yazmaması ve kendisine
takılanlara, dinlediği bütün hadisleri ezberden okuması da dikkat çekicidir. O
aynı zamanda çok hadis ezberlemekle de şöhret bulmuştu.
İnce yapıtı uzun boylu idi. İhtiyarlığında çok halim
selim görünüşlü olmuştu. Sert yaratılışlı değildi. Yumuşak huyluydu. İlim
konusunda çok dikkatli idi. Dayanaksız konuşmak istemezdi. Başkaları hakkında
gayet yumuşak bir dil kullanırdı. Derdi ki,
"Hiçbir kimseyi gıybet etmemiş olarak Allah (c.c)'a
kavuşmayı arzu ediyorum." Rical bilgisi herkesten çok olmasına rağmen cerh
ettiği (zayıflığını ortaya koyduğu) raviler hakkında bile aşağılayıcı tabirler
kullanmazdı. Yalancılığı bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf
vardır)", "seketû anhu (sikalığı konusunda âlimler sustular)"
derdi. O'nun bir adam hakkında en ağır sözü "münkerü'l-hadis (hadisi
alınmaz)" terimidir.
Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat
görüştüğü şeyhler arasında saydıktan sonra şöyle demiştir: "O, sika,
inanılır, akıllı bir muhaddistir. İslâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan
odur." Bazı âlimler onun için şöyle derler: "Buhârî, Allah (c.c)'nun
yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir." Necm b. el-Fazl diyor ki:
"Rüyamda Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çıkmış
gidiyordu ve arkasından İmam-ı Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adım
atınca Buhârî de bir adım atıyor ve ayağını Rasûlullah (s.a.s.)'ın ayağını
bastığı yere basıyordu. Kitabını da her bakımdan ona nisbet ediyordu."
Buhârî ilmiyle amel eden bir insandı. İslâmî sınırlara
uymada aşırı derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarlı idi. Hadis
ilmine hizmet, bu yolla Allah (c.c.)'ın rızasını, Rasûlullah (s.a.s.)'ın
şefaatini kazanmaktan öte bir amaç taşımıyordu. Babasından kalan mirası bile bu
yolda harcamıştı. Cömertliğiyle şöhret bulmuştu, yardım ettiklerine Allah
rızası için elini uzatıyordu. Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kılardı.
Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'ı Kerîm'i hatmederdi. Gecenin bir kısmını
uykuyla geçirirdi. Sürekli geceleri uykusundan kalkıp, kandilini yakar, hadis
tahric ederdi. Yahut yazdıklarına işaretler koyar, üzerinde düşünürdü. Seherden
önce uyanır, gece namazı kılar; sonra Kur'an'ın üçte birini okurdu. Ramazanda
ise terâvihten sonra Kur'an'ın üçte birini okumaya devam ederdi.
Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldığı hocalarının
sayısı binden fazladır. Hadis yazdığı şeyhlerine ait senetleri de bildiğini,
senedi zayıf rivayetlere itibar etmediğini belirtir. Hocalarının başlıcaları
şunlardır:
Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medinî, Yahya b. Maîn, İsmail
b. İdris el-Medînî, İshak b. Rahuyeh.
Bunların dışında şu isimleri de görüyoruz;
Mekkî b. İbrahim el-Belhî, Muhammed b. Selam el-Bikendi,
İbrahim b. el-Eş'as, Ali b. el-Hasan b. Şekîk, Yahya b. Yahya, İbrahim b. Musa
el-Hafız, Şüreyc b. en-Numan, Ebu Asım en-Nebil eş-Şeybânî, Muhammed b.
Abdullah el-Ensârî, Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî, el Mekrî, Abdülaziz
el-Üveysî.
Öğrencileri arasında da en meşhurları şunlardır;
Ebu İsa et-Tirmîzî, Muhammed b. Nasru'l Mervezî, İbni Ebi
Dâvud, Müslim b. Haccac ve en-Nesâi.
Câmiu's-Sahîh; İslâm'ın ilk dönemlerinde hadislerin Kur'an'la
karışması söz konusu olduğundan hadislerin yazılması yasaktı. Sonraları
Kur'an-ı Kerîm, kitap haline getirilip, çoğaltıldı ona bir şeyin karışması
engellendi. Sahabe nesli bütünüyle vefat etmiş, İslâm ülkeleri genişlemiş,
değişik düşünceler ortaya çıkmıştı. Bu tür nedenlerle hadislerin toplanmasının
yararlı olacağına inanıldı ve hadislerin tedvinine başlandı.
Hadislerin toplanmasına Tabiun döneminde başlanmıştır.
İmam Mâlik (179 h./195) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hadislerine Sahabe ve Tabiun
kavillerini ekleyerek Muvatta'yı tasnif etmiştir. İmam Mâlik'ten sonra da hadis
konusunda çalışmalar yapıldı.
Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe
dayanmaktadır. Bunların birincisi, hocasının kendisinden böyle bir istekte
bulunması, ikincisi de kendisinin görmüş olduğu bir rüyadır.
Buhârî, sahih adıyla anılan ve içerisine sadece kendince
sahih olduğu sabit olan hadisleri koyduğu kitabını yazmakla hükümlerin
kaynaklarını bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmiştir. İmam Buhârî ayrıca
bu eserle kendisinden önce yaşamış mezhep imamlarının dayandığı temellerin
sağlam olduğunu, hiç birinin kişisel görüşle fetva vermediğini ortaya koydu.
Ondan sonra gelen muhaddisler, hadis çalışmalarının sınırlarını az çok
belirlemiş oldular. İlim adamları Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler.
Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya
koyduğu gerçekleri ve şartları kabul ettiler, örnek aldılar. O, hadiste odak ve
hareket noktası olarak değerlendirildi.
Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandı.
Eserine aldığı hadisleri, altı yüz bin hadisin içinden seçti. Sahih hadislerin
dışında kalan diğer hadisleri eserine almadı. Eserin kabarmasını önlemek için
sahih hadislerin bile bir kısmını almamıştır. Câmiu's-Sahih'te yer alan
hadislerin sayısı yedibin ikiyüz yetmişbeştir. Bazı hadisler değişik kitaplarda
geçmektedir. Mükerrerler çıkarıldıktan sonra geriye kalan hadis sayısı dört
bin'dir.
Câmiu's-Sahih'te hadisler konularına göre kitaplara, her
kitap da kendi arasında bâblara ayrılmıştır. Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen
hadislere yer verilmiş, râvilerin güvenilir olması hususunda titiz
davranılmıştır. Râviler birbirine bağlanarak ilk kaynağa kadar götürülmüştür.
Hadisleri bazı titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanları
reddetme çığırını açan Buhârî olmuştur. O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan
giderek sahih hadisleri zayıf ve uydurma olanlarından ayırmaya devam
etmişlerdir. Sahih hadis kitabı yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar
titizliği ileri götüren olmamıştır. Hadis kabulünde kendine has çok dar bir
yolda tek olması onun İslâm ümmeti arasında müstesnâ bir şöhret ve güven
kazanmasına sebep olmuştur.
Sahih'in nerede telif edildiği hususunda değişik görüşler
vardır. Buhârî, hadis almak için gittiği her yerde eserini telife çalışmıştır.
Hayatı seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanın onaltı yıllık
çalışmasının mahsulü olan bu eserin telifini bir yere bağlamak mümkün değildir.
Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayısı
doksanyedi, bâbların sayısı üçbin dörtyüz elli kadardır. Üç râvili hadislerin
sayısı da yirmi ikidir. Değişik senetle gelen hadisler Sahih'te yer almaktadır.
Ancak aynı senet ve aynı metinle birden fazla yerde zikredilen hadislerin
sayısı yirmi üç kadardır. Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i
ile Müslim'in eserine Sahih adı verilmektedir. İkisine birden "Sahihayn
" denilir. Diğer dört hadis kitabına da "Sünen ", altı hadis
kitabının tümüne birden "Kütübü Sitte" denilmektedir.
Buhârî'nin bu eserine ait bir çok şerh yazılmış ve
üzerinde çalışmalar yapılmıştır. En meşhur şerhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari,
Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adlı eserleridir.
Câmiu's-Sahih dışında, şu eserleri vardır:
Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir.
Sahasında ilk yazılanlardandır. Buhârî bunu henüz onsekiz yaşında iken
Rasûlullah (s.a.s.)'ın kabri başında mehtaplı gecelerde yazmıştır.
Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt, 1959-1963 tarihlerinde üç cilt
halinde basılmıştır.
Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kısaltılmışıdır. Bazı
yazma nüshaları mevcuttur. İbni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan
nakiller yapmıştır.
Tarihu's-Sağîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir. 1325
yılında Zuafâü's-Sağîr ile birlikte Hindistan'da basılmıştır.
Kitâbu Zuafâü's-Sağîr: Zayıf ravilerin hallerinden
bahseder. Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basılmıştır.
et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr
ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir
risâledir.
et-Tevârîhu'l Ensâb: Bazı şahısların özel hallerinden
bahseder.
Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir
eserdir. Haydarabad'ta 1360 yılında basılmıştır.
Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadislerini toplayan bir eserdir.
İstanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yıllarında basılmıştır.
Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldırmakla ilgili
bir risâledir. Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yıllarında yayınlanmıştır.
Kitâbu'l-Kıraati Halfe'l-İmam: Namazda imamın arkasında
okuma hakkında yazılmış bir risâledir. Hayrü'l Kelâm fi Kıraati Halfi'l İmam
adıyla Urduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrıca 1320'de Kahire'de
basılmıştır.
Halku'l-Ef'ali'l-İbâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye
mezhebinin görüşlerini reddeden bir kitaptır. 1306'da Delhi'de basılmıştır.
el-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazılmış bir
eserdir.
Abarü's Sıfat: Hadisle ilgili bir eserdir ve bazı
kütüphanelerde yazma nüshaları mevcuttur. Bunlardan başka kimi kaynaklarda
Buhârî'ye ait olduğu zikredilen şu kitapların ismini de görmek mümkün:
Birri'l Valideyn, el-Camiu'l Kebir, et-Tefsirü'l Kebir,
Kitabü'l Hibe, Kitabü'l Eşribe, Kitabu'l Mebsut, Kitabü'l İlel,
Kitabü'l-Fevâid, Esamü's Sahâbe, Kitabu'd-Duâfa, el-Müsnedü'l-Kebir,
Sülâsiyyât.[290]
İmam'ın künyesi: Ebu Abdillah, ismi Muhammed İbnu İsmâil'dir. Ünvanıyla
birlikte şöyle tesmiye edilmiştir: Şeyhu'l-İslâm ve İmâmu'l-Huffâz Ebu Abdillah
Muhammed İbnu İsmâil İbni İbrâhim İbni'l-Muğîre İbni'l-Berdizbe el-Buhârî
el-Cu'fî (radıyallahu anh)'dir. Buhâra'da doğmuş 194-256 yıllarında yaşamıştır.
Orta boylu, zayıf, esmerce bir zattı.[291]
Babasını küçük yaşta kaybetmiş ise de annesi onun yetişmesi için
gerekli alâkayı göstermiştir. 10 yaşında iken hadîs dinlemeye başlamış,
küçükken ezberlediği hadîs miktarı 70 bini bulmuştur. İlk defa İbnu'l-Mübârek'in
te'lîfatını ezberlediği, kendi memleketinde iken Muhammed İbnu Selâm,
el-Müsnidî ve Muhammed İbnu Yusuf el-Beykendî'den hadîs aldığı, bunlardan
sonra, ilim merkezlerine, annesinin refakatinde seyahate çıktığı, Belh'te Mekkî
İbnu İbrahim'den, Bağdat'ta Affan'dan, Mekke'de Mukrî'den, Basra'da Ebu Âsım ve
el-Ensarî'den, Kufe'de Ubeydullah İbnu Mûsa'dan, Şam'da Ebu'l-Muğîre ve
el-Feryâbî'den, Askalân'da Âdem'den ilim aldığı belirtilir. Abdurrezzâk'ı
dinlemek üzere Yemen'e yol hazırlığı yaparken ölüm haberi gelir.
Zehebî, "Buhârî'nin tahsilini tamamlayıp te'lîf ve hadîs
rivâyetine başladığı zaman henüz yüzünde tüy çıkmamıştı" der. Ancak,
te'lîfe geçmesi hadîs talebine son vermesi değildir. "Kişi, kendisinden
büyük olanlardan, akranlarından ve kendisinden küçük olanlardan ilim almadıkça
kemâle eremez" diyen Buhârî hazretlerinin 1080 kişiden hadîs aldığı
bilinmektedir.[292]
Buhârî, sağlığında lâyık olduğu şöhret ve itibara ulaşmış bu sebeple
çok sayıda kimse kendisini dinlemiş hadîs rivâyet etmiştir. Müslim, Tirmizî,
Muhammed İbnu Nasrı'l-Mervezî, Sâlih İbnu Muhammed, İbnu Huzeyme, Ebu Kureyş
Muhammed İbnu Cum'a, İbnu Sâid, İbnu Ebi Dâvud, Ebu Abdullah el-Firebrî, Ebu
Hâmid İbnu'ş-Şarkî, Mansur İbnu Muhammed el-Bezdevî, Ebu Abdillah el-Mehâmilî
meşhurlardandır.
Buhârî, muasırlarına sadece hadîs vermekle kalmamış te'lif metodu da
vermiştir. Belki bu daha mühim bir husustur. Çünkü, sahîh hadîsleri müstakil
bir te'lifte toplama işine ilk teşebbüs edip gerçekleştirme şerefi Buhârî'ye
aittir. Başta Müslim olmak üzere, diğer sahîh müelliflerinin hepsi, Buharî'nin
açtığı çığırda giderek eser vermişlerdir. Binaenaleyh onlardaki payını inkâr
etmek mümkün değildir.[293]
Buhârî Hazretleri, muhaddis olduğu kadar da fakîhtir. Az ilerde temas
edeceğimiz üzere bâzı âlimlerce "mutlak müçtehid" olarak
değerlendirilecek kadar fıkha hâkimdir ve eserine fıkhî incelikleri
aksettirmiştir. Esasen, eserini sâdece sahîh hadîsleri cemetmek için te'lîf
etmemiştir. Te'lifden bir gayesi de âlimler arasında müsellem fıkhî meselelerin
âyet ve sahîh hadîslerde gelen delillerini göstermektir. Nitekim kendisi şöyle
der: "İhtiyaç duyulan her hususta mutlaka Kur'an ve hadîsten benim
nezdimde delîl vardır".
Buhârî'nin fıkhî yönü muasırlarının da dikkatini çekmiş ve takdirlerini
celbetmiştir. Nuaym İbnu Hammâd el-Huza'î şöyle der: "Muhammed İbnu
İsmâil, bu ümmetin fakîhidir". Bündâr (Muhammed İbnu Beşşâr) da: "O
(Buhârî), zamanımız insanlarının en fakîhidir" demiştir. Dârimî'nin
şehâdeti de şöyle: "Ben Harameyn'de, Hicâz'da, Şâm'da ve Irâk'da pek çok
âlime rastladım. Onlar arasında çeşitli ilimleri, Muhammed İbnu İsmâil kadar
nefsinde cemedenini görmedim. O, hepimizden daha âlim, daha fakîh ve ilim
talebinde hepimizden daha ileridir".[294]
Buhâri Hazretleri mümtaz vasıfları olan bir zattır. Zehebi:
"Zekâda, ilimde, vera ve ibadette en önde gelen bir kimseydi" diye
tavsîf eder. Nitekim öyle bir zekâ ve hâfıza gücüne sahipti ki, bir kitabı bir
kere okumakla hıfzına alıyor, işittiklerini olduğu gibi ezberliyordu. Hafıza
durumu daha küçükken dikkatleri çekmişti. Buhârî'nin varrâkı (kâtibi) Muhammed
İbnu Ebî Hâtim şunu anlatır: "Buhârî çocuktu, beraber hadîs derslerine
devam ediyorduk. Biz dinlediğimiz hadîsleri muntazaman yazıyorduk, fakat o yazmıyor,
sâdece dinliyordu. Biz bir ara: "Sen niye yazmıyor, vaktini aylak
geçiriyorsun?" diye çıkışmaya başladık. Israr edince "Çıkarın
yazdıklarınızı!" dedi. 15 bin kadardı, bunlar. O hepsini ezberden
okuyuverdi. Biz defterden takip ettik, hiç eksiği yoktu.
"- Gördünüz mü? Boşa mı gidip geliyor muşum?" dedi. Biz o
zaman anlamıştık ki, kimse ilimde Buhârî'nin önüne geçemeyecek".
Buhârî'deki bu hâfıza ve zekâ gücünü bazıları belâzur denen bir ilâç
içerek elde ettiğine dair dedikodu yaparlar. Bunun üzerine Muhammed İbnu Ebî
Hâtim, yalnız kaldıkları bir sırada sorar:"
- Hâfızayı güçlendirmek için bir ilaç var mı?" Buhârî:
"- Bilmiyorum!" dedikten sonra, kendisine yaklaşıp:"
- Hafıza için kişinin, kendisini ("gayretin yetersiz,
öğrendiklerine güvenme!" diye) ithâm etmesinden ve çalışmaya devamından
daha faydalı bir şey bilmiyorum!" der.
Buhârî'nin her gün iki adet bâdem yediği kaydedilir.
Buhârî'nin Bağdâd ulemasınca imtihan edilme hâdîsesi onun hâfıza durumu
kadar, hadîs sâhasındaki ilminin genişliğini göstermesi bakımından da son
derece ehemmiyetlidir. Buhârî hadîslerinin kıymetini anlamamıza da yardımcı
olur ümidiyle özetlemekte fayda ümîd ediyoruz: Buhârî, hadîste epeyce bir
şöhret kazandıktan sonra Bağdâd'a ilk geldiğinde, Bağdâdlı âlimler, bu şöhrete
hakikaten layık olup olmadığını anlamak, ilim ve hıfzdaki derecesini ölçmek
için hazırlık yaparlar, çok kalabalık ders meclisinde hazırlıklı on kişi kalkıp
onar hadîs sorarlar. Ancak hadîsleri okurken hadîslerin senedlerini
değiştirirler. Böylece her biri, hadîslerini, kendine ait olmayan bir senedle
okur. Buhârî, bunların hepsini sonuna kadar dinler ve her hadîs okundukça:
"Böyle bir hadîs bilmiyorum! " der. Sorular bitince, birinci hadîsten
yüzüncü hadîse kadar, her birinin senedini yerli yerine koyarak, doğru şekilde
rivâyet eder ve "Böyle olmaları lâzım" der. Bu manzara karşısında
Bağdad uleması ilminin genişliği ve hâfızasının kuvvetini takdir etmekten
kendini alamaz.
Hadîs ve rical bilgisini takdir etmede şu vak'a da zikre şayandır:
Nişâbur'da iken, İshâk İbnu Râhuye'nin meclisinde ders takriri sırasında, İshâk
bir hadîs okurken, rivâyette Ata el-Keyharânî ismi geçer ve sorar:
"Keyharân nedir?" Mecliste hazır bulunan Buhârî cevap verir:
"Yemen'de bir köydür. Bu zatı (Ata'yı) Hz. Muâviye (radıyallahu anh) orada
bulunan Sahâbe'den birinin yanına göndermişti. İşte Ata, o sahâbîden iki hadîs
dinledi". Bu cevap üzerine İshâk, Buhâri'ye hayranlığını şöyle ifâde eder:
"Ey Ebu Abdillah sen, sanki insanları (tek tek) görmüş gibisin".
Mahmûd İbnu'n-Nâzır İbni Sehl der ki: "Basra'ya, Şâm'a, Hicaz'a,
Kufe'ye gittim, bütün âlimleriyle görüştüm. Her tarafta, ne zaman Muhammed İbnu
İsmâil el-Buhârî'nin ismi zikredilmişse onun kendilerinden üstün olduğunu
söylediler." İbnu Hüzeyme: "Şu gök kubbesinin altında hadîsi Buhârî
kadar bilen yoktur" demiştir.[295]
Buhârî, diğer selef büyükleri gibi dindarlığı ve verâsı ile de tanınmış
bir zattır. İlimde olduğu kadar dindarlıkta da başı çektiğini, Zehebî'den
naklen kaydetmiştik. Ramazan ayında, terâvihten sonra Kur'ân'ın üçte biri ile
namaz kıldığı belirtilir. İbnu Hibbân, Kur'ân okuyuşunu öyle anlatır:
"Muhammned İbnu İsmâil Kur'ân okuyunca, kendisini öyle kaptırırdı ki artık
kalbi, gözü, kulağı hep onunla meşgul olur, ayetlerde geçen temsiller üzerine
tefekkür eder, haramların, helâllerin idrâkine varırdı". Bu durumu
te'yîden Zehebî'nin kaydettiği bir vak'aya göre, Buhârî, namaz kılarken
dayanılmaz ızdıraplara mâruz kalır. Fakat O, namazını bozmaz. Namazdan sonra
anlaşılır ki, eşek arısı tam 17 yerinden sokmuştur.[296]
Buhârî itikad'da ehl-i sünnettir. Ancak îmanı amelden ayırmaz. Ona göre
îman, "kavl ve fiildir, artar, eksilir". Sahîh'inde bu kanaatini âyet
ve hadîslerle isbât etmeye çalışır. Halku'l-Kur'ân meselesi'ne ismi kârışmış ve
hocası Zühli, Buhârî'nin Kur'ân'a: "Mahluk" dediğini ileri sürmüş ise
de aslında bu bir yanlış anlamadır. Ehemmiyetine binaen, bû mevzuyu, Hadîsle
İlgili Bazı Meseleler kısmında genişçe vereceğiz.
Amelde mezhebi hususunda ihtilâf edilmiştir. Dört sünnî mezheb
mensupları, yazdıkları terâcim-tabakât kitaplarında Buhârî'yi kendilerinden
göstermeye çalışmışlardır. Umûmiyetle delilleri, Buhârî'nin hocaları arasında
yer alan şahsiyetlerdir. Zira her mezhebe mensup büyüklerden hadîs almıştır.
Sübkî Tabakâtu'ş-Şâfiyye'de ona yer verirken delili, Buhârî'nin şeyhlerinden
olan: Ez-Za'ferânî, Ebu Sevr, Kerâbîsî, Humeydî gibi Şâfiî mezhebine mensup
kimselerdir. Ayrıca, fıkhından, Şâfiî görüşe uygun meseleler de gösterilir.
El-Ferrâ da, Tabakâtu'l-Hanâbile'de yer vermiş, delil olarak, Ahmed
İbnu Hanbel'in Buhârî'nin şeyhlerinden biri olduğunu zikretmiştir.
Keza Buhârî, Mâlikîlere göre de Mâlikîdir. Çünkü Muvatta'yı Abdullah
İbnu Yusuf et-Tinîsî'den ders almıştır.
El-Ahnef: "Buhârî, Hanefî'dir çünkü, Sahîh'in te'lif edilmesini
tavsiye eden üstadı İshak İbnu Rahûye Hanefi'dir" der.
Meselenin münakaşasına girmeden, şunu belirteceğiz, Buhârî
Hazretlerine: "Mutlak müctehiddir bu mezheplerden hiçbirine mensup
değildir" diyen de olmuştur. Buhârî üzerine kıymetli araştırmalarda
bulunan Muhammed Enver Keşmîrî, Buhârî'nin müctehid olduğunu, bazı meselelerde
Şafiî veya Hanefi'ye benzemekle, onlardan sayılmayacağını ifade eder. Keza
el-Mübârekfûrî de aynen Keşmîrî gibi, tahkîke dayanarak Buhârî'nin müçtehid
olduğunu, herhangi bir mezhebin mukallidi olmadığını söyler.
[297]
Buhârî'den bahsederken, zamanımızda bu meseleye de yer vermemiz
gerekmektedir. Onun için, mevzunun gerçek mahiyetini kısaca açıklamaya
çalışacağız.
Aslında Buhârî ile Ebû Hanîfe muasır değildir. Çünkü Ebû Hanîfe 80-150
yılları arasında yaşamıştır. Yani Buhârî hazretleri Ebû Hanîfe (radıyallahu
anh)'nin ölümünden tam 44 yıl sonra doğmuştur. Buna rağmen, aralarında bir
ihtilaf söz konusudur ve bu gerçektir. Pek çok müellif bu meseleye temas etmiş
ve bilhassa Hanefîler, İmam-ı Azâm'ı müdafaa için mevzu üzerine eğilmişler,
müstakil eserler vermişlerdir. El-Lübâb'ın sahibi, Abdülgani el-Meydânî
ed-Dımeşkî'nin Keşfu'l-iltibas Ammâ Evredehu'l-Buhârî alâ Bâzı'n-Nâs adlı eseri
bu teliflerden biridir.
Buhârî, Sahîh'inin tam 18 yerinde Ebû Hanîfe'ye hücûm eder. Ancak
hiçbirinde ismen Ebû Hanîfe'yi zikretmez. Her defasında: "Kâle
ba'zu'n-nâs" (âlimlerden biri demiştir ki) der ve arkadan reddedeceği,
tenkîd edeceği fıkhî bir görüş kaydeder. Âlimler ittifakla "Ba'zu'n-nâs"
tâbiriyle Ebû Hanîfe'nin kastedildiğini belirtirler.
Terâcim kitapları, umumiyetle Buhârî'nin, Ebû Hanîfe'ye cephe almasında
Nuaym İbnu Hammâd el Mervezî'nin müessir olduğuna dikkat çekerler. Bu zat,
Buhârî'nin sohbetine katıldığı kimselerden biridir. Başlıca hususiyeti de, Ebû
Hanîfe'ye karşı beslediği aşırı taassubudur. Çünkü kendisi ehlü'l-hadîstir,
sünneti takviye için hadîs bile uydurmaktadır. Ebû Hanîfe ise ehl-i rey
bilinmektedir. Bu sebeple Nuaym, Ebû Hanîfe aleyhinde şenî yalanlar uydurmaktan
çekinmemiş ve Buhârî'ye bu meselede müessir olabilmiştir.
Buhâri'deki Ebû Hanîfe husûmetinin sebebiyle ilgili bu açıklamaya,
başka makul izahlar da yapılmıştır. Bunlardan birine göre, Buhârî ilmî
seyahatlerden Buhârâ'ya dönünce, oradaki Hanefi olan âlimler kendisini
kıskandı. Hatalı bir fetvasını bahâne ederek onun Buhârâ'dan sürülmesini
sağladılar. Bu işin başında, Buhârî'nin talebelik arkadaşı olan Ebu
Hafsı's-Sağîr el-Buhârî baş rolü oynamıştır. Ebu Hafsı's-Sağîr Mâverâünnehir'de
Hanefiye şeyhidir. Kendisine karşı bed muâmelede bulunanlara karşı kırılmış
olan Buhârî Hazretlerinin bir insan olarak hissiyata kapılıp Hanefilere
kırıldığı, Ebû Hanîfe'ye karşı taassuba düştüğü ifâde edilir.
Bir başka yoruma göre, Buhârî, kendisinde hadîs ve eser galebe çalan
bir fakîhtir, nazarında iman kavl ve amelden ibârettir, artar ve eksilir. Ebû
Hanîfe ise kendisinde fıkıh ve rey galebe çalan bir muhaddistir. Bunun
nazarında iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrârdır, artmaz ve eksilmez. Farklı
görüşlere mensub bu iki zümre arasında ihmal edilemiyecek açıklık meydana
gelmiş, cedelleşmeler olmuştur. Binâenaleyh, Buhârî Hazretleri de bu görüş
ayrılıkları sebebiyle, ehl-i rey'den olan Ebû Hanîfe'ye karşı taassuba düşmüş
olmalıdır.
Bu yorumun haklılığını kavramak için Ahmed İbnu Hanbel'in şu sözünü kaydetmede
fayda var. Der ki: "Biz ehl-i reyi, onlar da bizi durmadan lânetlerdik. Bu
hal Şâfiî'nin gelmesine kadar devam etti. O gelince aramızı bulup bizi
kaynaştırdı."[298]
Buhârî'nin burada kayda değer bir menkıbesi Buhâra Vâlisi ile arasında
çıkan anlaşmazlıktır. Selef büyüklerinin ilmin izzetini korumak, siyasetçilere
müdâhene etmemek hususunda nasıl hassas davrandıklarını, bu yolda nice
sıkıntılar çektiklerini göstermek için bu anlaşmazlık da güzel bir örnektir.
İbret alınması için kaydediyoruz:
Terâcim kitaplarının kaydettiği üzere, Nişabur'dan kendi memleketi olan
Buhâra'ya gelen âlimimiz, muhteşem bir merasimle karşılanır. Şehrin bir fersah
dışında çadırlar kurulur, beklenir. Geldiği zaman üzerine altın ve gümüş
paralar saçılır. Alimler başta bütün halk etrafını sarar, hadîslerini
dinlerler. Mescid'de, evinde durmadan hadîs rivâyet eder. Dersleri büyük bir
ilgi ile tâkip edilir.
Bir ara Buhârâ Vâlisi Hâlid İbnu Ahmed de alâka gösterir. İlminden
istifade etmek ister, ama hususî şekilde. Buhârî Hazretlerine elçi göndererek
"kitaplarını alarak saraya gelmesini, onları kendisine ve evladlarına
hususî şekilde tedrîs etmesini" bildirir. Buhârî, bu teklife "ilim ve
hilm evine gelinir" diyerek, ilmin kimsenin ayağına gitmediğini, tâlibin
ilmin bulunduğu yere koşması gerektiğini ihsas eder. Bunun üzerine, Vali,
elçisini ikinci sefer yollayarak, evladlarına, başkasının katılmayacağı hususî
bir ders programı uygulamasını taleb eder. Buhârî Hazretleri, buna da menfi
cevap verir: "Ben dersime bazılarını alıp, bazılarını da almamazlık
edemem".
Hâdiseyi anlatan -Hatîbu'l-Bağdadî'nin- bir başka rivâyetine göre,
Buhârî'nin Buhâra Valisi'ne cevabı şöyledir: "Ben ilmi zelil kılamam
(ayağa düşüremem), onu (ümerânın) kapılarına, sultanlara götüremem. Şayet ilme
ihtiyaç duyuyorsan, mescidimdeki veya evimdeki derslerimde hazır bulun.
Söylediğim şartlarda derslerimin devamını istemiyorsan sen Sultan'sın, yetki
sâhibisin, beni ders vermekten menedebilirsin (Ben ya dediğim gibi derslerime
devam ederim ya da dersi terkederim). Bu da bana Allah nezdinde, kıyamet günü
dersi kesişim hususunda bir özür olur. Ben ilmi kendi arzumla kesmem. Çünkü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Kim kendine ilimden sorulur, o da
gizler, söylemezse kıyamet günü ateşten bir gemle gemlenir"
buyurmuştur".
Vali ile aralarındaki îhtilâfın sebebi bu idi.
Vali, Buhârî Hazretleri'ne karşı husumeti devam ettirir ve aleyhinde
değerlendirecek fırsatlar kollarken, Nisâbur'dan Muhammed İbnu Yayha
ez-Zühlî'nin aleyhteki mektubu gelir. Zühlî, maalesef, Buhârî'yi Nisâbur'da
gözden düşürmek, orayı terketmek mecburiyetinde bırakmakla yetinmemiş, sağa
sola, civar vâli ve ulemâya da Buhârî'nin îtizâl ettiğine ve Kur'an'a mahlûk
dediğine dair ihbar mektupları yazmıştı. Bu mektuplardan biri de Buhâra
Valisine gelmişti.
Vali bu fırsatı değerlendirerek, halkın Buhârî'ye olan teveccühünü
kırmak, derslerinden yüz çevirmelerini sağlamak istedi. Ancak halkın hürmetini,
alâkasını kıramadı. O Buhâra'nın merkez camiinde ilim meclislerine devam
ediyordu.
Vali otoritesini, makamın verdiği selâhiyeti kullanarak onu
yasaklamaya, Buhârâ'dan çıkarmaya azmetti. Buhârî, orayı terkederek, Buhâra ile
Ceyhun arasında Buhâra'ya bir merhale mesafedeki Beykent'e, oradan da iki üç
fersah uzaklıktaki Hartenk denen köye geçmek zorunda kaldı. Rivayete göre
oradan çıkarken, kendisiyle uğraşanlara bedduada bulundu. Bir ay geçmeden başta
Hâlid İbnu Ahmed olmak üzere her biri, çoluk çocuklarıyla çeşitli musîbetlere
dûçar oldular.[299]
Buhârî, hicrî 256 yılında vefat etmiştir. Buhâra'ya geldikten sonra,
yukarıda anlattığımız üzere Buhâra Valisi Hâlid İbnû Ahmed'le arasında çıkan
tatsızlık sonunda, Vali, Buhârî'nin şehri terketmesini emreder. Buhârî
kendisine bu zulmü yapanlara beddualar ederek Buhâra'yı terkeder ve Semerkant'ın
bir köyü olan Hartenk'e gelir, orada bulunan akrabalarının yanına yerleşir. Bir
gece, gece namazından sonra "Ya Rab yeryüzü bütün genişliğine rağmen bana
daraldı, beni yanına al" diye dua eder. Bu duadan bir ay geçmeden ruhunu
Râbb-i Kerîmine teslim eder.
Anlatıldığına göre, ölümünden önce Semerkant ahâlisinden ısrarlı dâvet
alır, oraya gelmesini isterler. Buhârî müsbet cevap verir, yola çıkmak üzere
hazırlıklarını tamamlar, hayvanına binmek üzere yirmi adım kadar atar, ama
mecalinin kesildiğini görünce yatağına geri döner ve bir cumartesi gecesi,
Ramazan bayramı gecesinde vefat eder.
Kabrine konduğu zaman, kabrinden miskden daha hoş bir koku çıkmaya
başlar, bu hal günlerce devam eder. Halk kabre üşüşerek toprağından birer parça
yağmalamaya başlar. Bunu önlemek maksadıyla kabrinin üzerine tahta parmaklık
örülür.
Abdu'l-Vâhid İbnu Âdem et-Tavâsî, Buhârî ile ilgili şu rüyayı anlatır:
"Rüyâmda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördüm. Ashabından bir grup
etrafında olduğu halde bir yerde sabit duruyordu. Kendisine selam verdim.
Selamıma mukabelede bulundu. "Ey Allah'ın Resûlü burada niye
duruyorsunuz?" diye sordum. "Muhammed İbnu İsmâl'i bekliyorum!"
dedi. Aradan birkaç gün geçmişti ki, Buhârî'nin ölüm haberi geldi. Hesab edince
Buhârî'nin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı rüyamda gördüğüm anda ölmüş
olduğu ortaya çıktı".
Buhârî öldüğü zaman 62 yaşında idi. Allah rahmetini bol kılsın.
Buhârî'nin hayatı ile ilgili açıklamaları burada tamamlarken, çocukluğu
ile ilgili bir menkıbesini kaydedelim: Hayatını anlatan kitaplarda geldiği
üzere, Buhârî çocukken gözlerini kaybeder. Annesi günlerce yalvarır, dualar
eder. Derken bir gün rüyasında, Halîlurrahmân Hz. İbrahim (aleyhisselam)'i
görür. Kendisine: "Ey kadın, Allah, senin yaptığın duaların çokluğu sebebiyle,
oğlunun gözlerini geri verdi" der. Annesi uyanınca, oğlu Muhammed'in
gözlerine tekrar kavuştuğunu görür.
Buhârî'den bahseden rivayetler, kendisinin de, annesinin de
mücâbu'd-da've yani duaları makbul kimseler olduklarını kaydederler.
[300]
Buhârî, erken yaşta büyük bir şevkle ilim tahsiline çıktığı için erken
yaşta eser vermeye başlamıştır. Kendisi: "18 yaşına basınca Sahâbe ve
Tâbiî'nin fetva ve sözlerini, Ubeydullah İbnu Musâ devrinde yazmaya başladım.
Bundan sonra da et-Târîh'i, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kabr-i
şeriflerinin yanında, mehtaplı gecelerde te'lif ettim" der.
Buhârî, az sonra tanıtacağımız es-Sahîh'i ile daha çok tanınmış ise de,
onun son derece ehemmiyetli başka eserleri de vardır. Rical üzerine yazdığı
et-Târîhu'l-Kebîr bunlardan biridir. Keza et-Târîhu'l-Evsat, et-Târîhu's-Sağîr,
el-Edebü'l-Müfred, Ref'u'l-Yedeyn fi's-Salât, Hayru'i-Kelam fi'l-Kırâât
Halfe'l-İmâm, Birru'l-Valideyn, et-Tefsîru'l-Kebîr li'l-Kur'ân, Halku
Ef'âli'l-İbâd, Kitâbu'l-İlel fi'l-Hadîs, Kitâbu'l-Müsnedi'l-Kebîr,
Kitâbu'l-Vühdân, Kitâbu'l-Mebsut vs. başka kitapları da vardır.[301]
Kısaca müellifine nisbet ederek Buhârî diye bilinen Câmi'u's-Sahîh'in
tam adı: El-Câmi'u's-Sahîh el-Müsned min Hadîsi Resûlullâh sallallahu aleyhi ve
sellem ve Sünenihî ve Eyyâmihi'dir.
Hocası İshak İbnu Râhuye'nin: "Biriniz sahîh hadîsleri müstakil
muhtasar bir kitapta cemetse" tavsiyesi üzerine yola çıkan Buhârî,
Sahîh'ini 16 yılda; 600 bin hadîsten seçerek vücuda getirmiştir. Firebrî'nin
rivâyetine göre, herhangi bir hadîsi Sahîh'e dahil etmezden önce yıkanıp iki
rekat namaz kılan Buhârî, Allah'a istihârede bulunup mânevî bir işâret aramış,
ondan sonra hadîsin sıhhatine hükmetmiştir. "Bu şekilde sıhhati nazarında
sübût bulmayan hiçbir hadîsi Sahih'e almadım" der. Es-Sahîh'in bu şartlar
altında tebyîz'i Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kabr-i şerifleriyle,
minberi arasında gerçekleşir.
Buhârî, eserini tamamlayınca Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Mâin, Ali
İbnu'l-Medînî gibi devrinin üstadlarına arzeder. Bunlar, rivâyete göre, dört
tanesi hariç bütün hadîslerin sıhhatinde ittifak edip, takdirlerini ifâde
ederler. Zehebî: "Buhârî'nin el-Cami'u's-Sahîh'i, Kitabullah'tan sonra
Kütüb-i İslâmiye'nin en kıymetlisi, en üstünüdür. Bir kimse onu dinlemek için
bin fersahlık mesâfeye yolculuk yapsa, bu zahmete değer, seyahati boşa
gitmez" der. Buhârî, sağlığında, lâyık olduğu takdir ve hürmeti gören
âlimlerdendir. Müslim, ona karşı son derece hürmetkârdı. Halku'l-Kur'ân
meselesindeki yanlış anlama sonucu Zühlî ile Buhârî arasında çıkan tatsızlık
sırasında, herkes Buhârî'nin meclisini terkederken, ondan ayrılmayan iki
kişiden biri Müslim idi. Rivâyete göre, Buhârî'nin huzuruna her girişinde:
"Müsaade et ayaklarını öpeyim ey hadîs hastalıklarının doktoru, ey muhaddislerin
şeyhi" derdi. Bağdadî, Zühlî'nin tutumu sebebiyle Buhârî ile Zühlî
arasındaki hâdîse çıkıncaya kadar Müslim'in Buhârî'yi desteklediğini, ondan
sonra bunların arasına da soğukluk girdiğini belirtir.
Eser, te'lîfinde müellifin takip ettiği titizlik sebebiyle en sahih
hadîsleri cemederek, bütün ümmetin icmaya yakın bir ittifakla tam bir güvenine
mazhar olmuş, "Kur'ân'dan sonra ikinci Kitap" olma şerefini
kazanmıştır. Öyle ki, musîbet ve belâlara karşı, tıpkı Kur'ân gibi teberrüken
okunması bile müesseseleşmiştir. Sağlam bir senetle Buhârî'nin kendisinden şu
rivâyet anlatılmaktadır: "Bir gece rüyamda Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı gördüm. Ben önünde durmuş, elindeki yelpaze ile Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı sineklerin tâcizinden koruyordum. Bunun mânasını bir
tabirciden sordum. Bana: "Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı kizbe
karşı müdafaa edeceksin" diye yordu. Beni, el-Cami'u's-Sahîh'i te'life
sevkeden bu rüya oldu."
Eserin ehemmiyet ve makbuliyetini anlatma zımnında Ebu Zeyd el-Mervezî'den
şu rivâyet kaydedilir. Ebu Zeyd demiştir ki: "Ben, birgün Rükn ile Makam
arasında uyuyordum. Rüyamda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i gördüm.
Bana: "Ey Ebu Zeyd, ne zamana kadar benim kitabımı değil de Şâfiî'nin
kitabını tedrîs edeceksin?" dedi. Ben: Ey Allah'ın Resûlü senin kitabın
hangisi? diye sordum. "Muhammed İbnu İsmâil'in Camiî" dedi."
[302]
Sahîh-i Buhârî'yi diğer kitaplara üstün kılan tarafı Buhârî'nin bir
rivâyetin sahîh olması için, âlimlerin koştuğu şartlarda hiç tâviz
vermemesidir. Adalet, zabt, şöhret bütün âlimlerin müşterek şartı ise de,
Buhârî bu meselelerde tavizsiz olmuştur. En bâriz davranışı da lika meselesinde
ortaya çıkar. Yani, Buhârî'ye göre bir hadîsin sahîh olabilmesi için, senette
yer alan bütün râvîlerin adalet ve zabt yönleriyle mükemmel yâni sika
(güvenilir) olması yeterli değildir. Bu râvilerden her biri hem kendisinden
hadîs rivâyet ettiği hocası durumundaki zatla fiilen karşılaşmış hem de
kendisinden hadîsi rivâyet eden talebesi durumundaki zatla fiilen karşılaşmış
olmalıdır. Lika denen bu karşılaşmalar da âlimlerce bilinmiş olmalıdır.
Bilinmeyen, zanda kalan karşılaşmalar Buhârî için karşılaşma sayılmaz, böyle
bir durum ona göre ınkıta, kopukluk ifâde eder. Şu halde, durumu bu olan
hoca-talebeden yapılan mu'an'an rivâyet mevsul değil munkatı'dır, yanî kopukluk
vardır. Senette ınkıta ise zayıflık sebebidir. Dolayısıyla böyle bir hadîs
Buharî'ye göre sahîh değildir. Halbuki, Müslim, ileride kaydedeceğimiz üzere,
hadîsin sahîh olması için "lika"yı şart koşmamış, üstelik,
Mukaddime'sinde, bu şartı koşmayı bid'at olarak tavsif etmiştir.
Şu noktayı da belirtmemizde fayda var: Buhârî'de görülen bir hususiyet
olarak sunduğumuz lika şartını bazı âlimler mümârese kelimesiyle ifade eder.
Ricâl taksimatıyle ilgili olarak kendisinden bahsettiğimiz Hâzimî bunlardan
biridir. Hattâ Hâzimî, mümârese'yi açıklarken tûlu'l-mülâzeme tâbirine yer
vererek uzun müddet beraberlik'i zikreder, bâzılarında hazerde ve seferde bile
berâberlik'in tahakkuk ettiğine dikkat çeker.[303]
Buhâri, ulemânın bu takdirlerine boşa mazhar olmamıştı. "Hâfızada
âyetti" denecek hafıza gücüne, onun meselelere nâfiz zekâsı, hadîs uğrunda
yorulmak bilmez gayreti inzimâm etmişti.
Araştırıcılar, Buhârî'nin hadîs metodunu tahlil edince, onun şu
hususlara ehemmiyet verdiğini görmüşlerdir.
1- Sened,
2- Senedde yer alanların
durumları,
3- Metin,
4- Metnin ihtiva ettiği
mefhumun "asıl"ları.
Yâni, hadîsin sahîh olması için senedde bir kısım şartlar aramaktadır.
Bu şartlar çoğunlukta râvilerin ahvâliyle ilgilidir. Râviler Buhârî'nin aradığı
şartları kemâliyle taşımazsa o hadîsi kitabına ya hiç almamakta veya muallak
olarak almaktadır.
Metnin alınmasında merfu olması esastır. Bir bâbta aradığı şartları
taşıyan merfu hadîs yoksa mevkuf ve maktu olanları almakta, ancak bunlar için
"asıl" araştırmaktadır. "Asıl"dan maksad o mefhumu öz
olarak ifâde eden âyet ve müsned-sahîh-hadîs'tir. Bu cümleden olarak, her bir
mevkuf ve maktu hadîsin mutlaka âyet ve sahîh-müsned-sünnet'te bir aslını
bildiğini kendisi ifâde etmektedir: "Sana, Sahâbe ve Tâbiîn'den bir hadîs
getirmişsem, onların çoğunun doğumunu, vefâtını ve yaşadığı yerini bilirim.
Ayrıca, Sahâbe ve Tâbiîn'den bir hadîs rivâyet etmişsem, onun için yanımda
mutlaka, Kur'an veya (sahîh) sünnetten hıfzettiğim bir asıl vardır".[304]
Buhârî, râviler hakkında tesebbütün gerçekleşmesi için ezberlediği
hadîslerde adı geçen bütün raviler hakkında: Nesebi, memleketi, yaşadığı asrı,
şeyhleri, doğum ve ölüm târihleri, haklarında söylenenler hususlarında bilgi
sâhibi olurdu. Hadîs rivâyet eden bir şeyh duyacak olsa, ona seyahat eder önce
hakkında bilgi toplar ondan sonra hadîsini alırdı. Buhârî bu şartlarla 1080
kişiden hadîs yazmıştır. Bunların hepsinin de sâhib-i hadîs olduğu belirtilir.
Tirmizî, Buhârî'nin rical bilgisini te'yîden şunu söyler: "Ne Irak'ta ne
de Horasan'da Buhârî kadar ilel ve târik bilen, senedleri hakkıyla tanıyan bir
başkasını görmedim." Raviler konusunda ilminin genişliğini kendisinden
yapılan şu açıklama da te'yîd eder: "Birgün, Enes (radıyallahu anh)'ın
ashabını (kendisinden hadîs rivâyet edenler) düşündüm, birden üçyüz kişi aklıma
geldi". Ebu'l-Ezher de şunu anlatır: "Semerkant'ta hadîs tahsîliyle
meşgul 400 kişi vardı. Bunlar yedi gün aralarında toplantılar yaparak Buhârî'yi
hadîs hususunda şaşırtmak için plân hazırladılar. Şâmî senedleri Irâkîlere,
Irâkî isnadları Şâmî isnadlara, Haram'ın isnadlarını Yemen'in isnadlarına katıp
karıştırdılar. Ama nâfile, ne metinde ne senette ona tek bir aksama nisbet
edemediler."
[305]
Buhârî, hadîs kabûlünde tâkip ettiği şartlarda husûsiyet arzettiği gibi
eserini tertipte takip ettiği tarzda da husûsiyet arzeder. Tirmizî, Nesâî, Ebu
Dâvud gibi daha başka alimler de aynı tertibte gitmeye çalışsalar da Buhârî bir
kısım husûsiyetlerini korur.
[306]
Buhârî'de kitabın tertibine yön veren husus, öncelikle babları
tanzîmdeki gâyedir. O, bâblarda fıkıh yapmak ister. Ulema arasında mâlum ve
müsellem olan fıkhî hükümleri önce bâb başlığı hâlinde beyân eder, sonra bu
hükümlerin -varsa- Kur'ânî delillerini ve kendi şartlarına göre sahîh olan
hadîslerden delillerini serdeder.
Hemen kaydedelim ki, Buhârî, "Bab başlıklarında fıkıh yapar, fıkhî
hüküm beyan eder" derken "fıkıh" kelimesiyle bugünkü kullanılan
mânâda, dinî meselelere veya, muâmelâta giren hükümleri anlamayacağız. Aksine
usûle, furu'a, zühde, edebe temsîle vs... Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hadîslerinde yer verdiği her konuya giren hükümleri, meseleleri
anlayacağız.
[307]
Hadîsler, bablara, öncelikle fıkha delîl olarak konduğu için, kitap
içerisinde tekrar edilir. Çünkü hadîslerde çoğunlukla birden fazla hüküm
vardır. Hattâ bâzan Buhârî bir hadîste, çok zâhir olmayan bir hüküm, bir
irtibat sezerek, hadîsi, hiç ilgisi yok gibi görülen bir babta
zikredivermiştir. Buhârî'nin bu prensibini bilen şârihler o gâmız irtibatı
bulmak için çok mâhir ve dakîk izahlara, tevillere yer verirler.
Buhârî, hadîsleri müteâkip bablarda tekrar ederken, her seferinde, aynı
hadîsin bir başka veçhini, bir başka tarîkini koymaya gayret eder. Öyleyse
hadîs tekerrür ettikçe, hadîslerin o vecihlerinde -gerek senet ve gerek metin
yönüyle- bazı farklılıklar, yâni noksanlıklar veya ziyâdeler ihtiva ederler. Bu
durumda bir Buhârî hadîsini tamamiyeti içerisinde görebilmek için, hadîsin
tekerrür ettiği diğer bâbların hepsini bilmek gerekecektir. Bu da müşkilatlı
bir iştir.
Buhârî'nin tekrarlarıyla ilgili olarak bilinmesi gereken bir diğer
husus şudur: Buhârî tekrar yaparken, senedi değiştirdiği gibi, metnin de yeni
babı ilgilendirmeyen kısmını imkân nisbetinde atar, yani hadîste takti'e yer
verir. Kastalânî bu konuyla ilgili açıklamayı şöyle sürdürür: "...Metin
kısa ve metnin şâmil olduğu kısımlar birbirine murtabıt olarak birkaç hükme
şâmil iseler, -hadîsi bölmenin zorluğuna binâen- aynen tekrâr eder. Bu durumda,
hadîsin değişik bir tarîki varsa o tarîkle sevkeder. Böylece aynı hadîsin
değişik tarîklerini vererek onu takviye etmiş olur. Bâzan, hadîsin tek bir
tarîki vardır, başka tarîki yoktur, bu durumda bizzat hadîste tasarrufta
bulunarak bir yerde mevsul, bir yerde muallak olarak tahrîc eder. Bazen hadîsin
tam metnini, bazen kaydettiği babta lâzım olan bir tarafını zikreder. Eğer
metin birkaç cümleye şâmil ise, ve bunların birbiriyle irtibatı da yoksa
-uzunluktan kaçınmak için- bu cümlelerden herbirini müstakil bir babta
zikreder... Buhârî, Sahîh'inde hiçbir hadîsi metin ve senedi ile aynen tekrâr
etmek istememiştir. Bu çeşit tekrarlar çok azdır ve arzusunun hilâfına vâki
olmuştur".
Kastalâni, bu açıklamayı sunduktan sonra aynen tekerrür eden
hadîslerini kaydeder ki bunlar 21 adettir.[308]
Buhârî'de, tercüme (cem'i-terâcim'dir) de denen bâb başlığı nerdeyse
müstakil bir konudur. Çünkü müstesna bir ehemmiyet taşır. Buhârî'nin orijinal
yönlerinden biri bab başlıklarıdır. Buhâri, bu başlıklarda fıkhını ortaya kor.
Buhârî'nin Sahîh'inde 3730 bab mevcuttur. Bu bâbların başlıklarında,
pek nâdir istisnalar dışında[309] mutlaka bir meseleye temâs
eder. Bu mesele ya cezm halindedir, kesin bir hüküm taşır, ya da cezm yoktur
ihtimal taşır. Kesin hükme, ulemânın ittifak ettiği meselelerini işlerken yer
verir. İhtimalli ifâdeye de münâkaşalı bahislere girerken yer verir. Meselâ,
Kitâbu'l-İmân'da geçen: "Duânız İmânınızdır Bâbı" birinciye misaldir.
Keza Kitabu'l-İlim'de geçen: "İlmin Yazılması Bâbı" da ikinciye
misaldir. Burada kesin bir hüküm yok, zira ulemâ bu konuda münakaşa etmiştir.
Buhârî'nin babları ve tercümeleri (bab başlığı) ile ilgili olarak beyân
edilen hususiyetlerden bir kısmı şöyledir.
1-
Bâzı tercümeleri açıktır, ne
maksadla başlık atmışsa, buna uygun hadîsler kaydedilmiştir.
2- Bazan tercüme, arkadan
kaydedilecek hadîsin lafızlarını aynen ihtiva eder.
3- Tercüme, aşağıda
kaydedilecek hadîsin sözlerinden bir kısmıyla teşkîl edilir.
4-
Bâzan hadîste geçen kelâmdan
kastedilmiş olan mânayı açıklar mâhiyette bir tercüme konur. Bu tercüme ile
hadîs vuzûh (açıklık) kazanır.
5- Bâzan, hususî bir hadîs
için, umumî mânada bir tercüme konulur. Böylece tercüme, hadîs için bir nevi
te'vîl hizmeti görür ve burada, tercüme fakîh'in: "Bu hadîs-i hâs'dan
murad, (hususî değil) âm'dır" sözünün yerine geçer. Bununla da -câmi bir
illetin mevcudiyeti sebebiyle- başvurulacak kıyası ihsâs eder.
6- Bazan da âm bir hadîs için
hâs (hususiyet ifâde eden) bir tercüme gelir.
7- Bazan tercümenin lafzını
kaydeder, arkadan bir âyet veya -müsned bir hadîs değil- bir eser kaydeder.
Sanki, böylece: "Bu babta şartıma uygun bir rivâyet yok" demek ister.
8- Bazan da, şartına uymayan
bir hadîsi tercüme olarak kaydeder. Babta da ona şâid olacak şartına uygun bir
hadîs koyar.
9- Bazan bir ayetle başlık
(tercüme) açar, sonra hadîs kaydeder.
10- Bazan tercümeyi soru
tarzında yapar: "Falan şey olur mu? Babı" gibi. Burada iki ihtimalden
birine yönelmez. Maksadı da, bu hükmün sabit olup olmadığını beyan etmektir.
Vs. burada da, mevzuyu uzatmamak için, bu kaydedilen bab başlıklarıyla
ilgili örnek vermekten sarf-ı nazar ettik.[310]
İbnu Hacer el-Askalânî'nin Fethu'l-Bâri'nin Mukaddimesi olan Hedyü's
Sârî'de yaptığı sayıma göre, Buhârî'nin Sahîh'inde, mükerrer olanlar dâhil 7397
mevsul hadîs mevcuttur. Muallak ve mütâbaatlar buna dâhil değildir. Muallak
hadîsler ise 1341 tanedir. Bunlardan 160 tanesinin sahîh'te senedi mevcut
değildir. Mutâbi olarak kaydedilen ve ihtilatlarına dikkat çekilenler ise
344'dür. Mükerrer olmayan mevsullerin sayısı da 2602'dir. Böylece mevsul,
muallak, mükerrer ve mütâbî bütün hadîslerin sayısı cem'an 9082'dir. İbnu Hacer
mevkûf ve maktu rivâyetlerin sayısını vermez.
Sahîh-i Buhârî, ayrıca 9 cilde, 97 kitaba (ana bölüm) ve 3730 bâba
ayrılmıştır.[311]
İslâm âlimleri, Buhârî'yi kazandığı şöhrete bakarak sebebiyle,
Sahîh'ini 90 binle ifâde edilen büyük sayıda kimse kendisinden dinleme fırsatı
bulmuştur. Bunlar arasından bin kadarının Sahîh'i dinlemekle kalmayıp rivâyet
de ettiği yine kaynaklarda ifade edilir. Ancak bunlardan beşi ismen
bilinmektedir: Muhammed İbnu Yûsuf el-Firebrî (v. 320), İbrahim İbnu Ma'kıl
en-Nesefî (v. 194), Muhammed İbnu Hârun el-Hadramî, en-Nesevî tenkîd dışı
tutmamışlardır. Tâ bidâyetlerden beri bir kısım râvî ve hadîslerinin zayıf
olduğu sıhhat şartlarına uymadığı ileri sürülmüştür. Bunu ilk yapanlardan biri
tenkidcilikte teşeddüdüyle şöhret yapmış olan Dârakutnîdir (v. 385). İbnu
Kayyîm el-Cevzîyye de bir hadîsin mevzu olduğunu iddia etmiştir. Ancak, diğer
İslâm alimleri, bu iddiaları cevaplandırarak vaz' ve hatta zayıflık iddialarını
reddederler.
Buhârî'ye yöneltilen tenkîdlerin mahiyetini ve onlara verilen
cevaplarla ilgili bir kısım teferruatı Sahîheyn'i Tenkîd bahsinde az ilerde
işleyeceğiz. Burada, Buhârî hakkında yapılan tenkitlerle ilgili olarak İbnu
Hacer'in yaptığı bir açıklamadan kısa bir iktibas yapacağız. Hedyü's-Sârî'de
şunları söyler: "Buhârî ye yöneltilen illet iddialarının hepsi de hadîsi
cerh edici mâhiyette değildir. Aksine çoğunluğuna verilecek cevap pek açıktır
ve bu kısım cerh'ten berîdir. Bir miktarına da cevap verilecek durumdadır. Az
bir miktarına cevap vermekte zorluk var. Kim, tenkîde uğrayan bu hadîslere
müracaat eder ve bunlara yöneltilen tenkîdlere muttali olursa, şu gerçeği
görür: Bu tenkidler Sahîh'in özüne temas etmemekte, şeklî bir tenkid
olmaktadır. Ulemâyı bu tenkîdlere sevkeden husus da, onların titizlikteki
aşırılıkları ve dinî meseleler karşısındaki uyanıklıklarıdır. Sözgelimi, mürsel
görünmesine rağmen, gerçekte mevsul olan ve mevsul muâmelesi gören bir hadîsin
mürsel olduğunu söylemeleri gibi".
Hülâsa, Buhârî'nin râvilerine olsun, hadîslerine olsun tevcih edilen
tenkidler, Sahîh'in ilmî değeri hususunda ulemânın icmâına, Cumhûr'un da Kur'ân'dan
sonra gelen en sahîh kitap olduğu husûsundaki ittifakına zarar verecek
mahiyette değildir. Sahîh'de yer alan her bir hadîsin kesin ilim ifâde edip
etmiyeceği hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. İbnu Salâh: "Kesin ilim
ifâde eder" demiştir. Nevevî buna itiraz etmiş, "sıhhatte en üst
derecede de olsa kesin ilim değil, zan ifâde eder" demiştir. Cumhur'un
görüşü de budur.[312]
Buhârî'nin sağlığında ermiş olduğu şöhret (v. 290), Mansur İbnu Muhammed el-Bezdevî (v.
329) ve el-Hüseyin İbnu İsmail el-Mehâmilî (v 330).
Bunlardan ilk ikisi müteâkib asırlarda çeşitli çalışmalara kaynak
yapıldığı, şerh vs. çalışmalarına esas kılındığı halde diğerleri çabucak
unutulup gitmiştir.
Buhârî'nin bu iki nüshası arasında bazılarınca mübâlağalı şekilde
büyütülen, bazılarınca da pek mühim sayılmayacak farklılıklar vardır.[313]
Yedinci asra kadar, âlimlerce ilgi gösterilen nüshadır. Buhârî üzerine
yapılan ilk çalışmalarda bu nüsha esas alınmıştır. İlk Buhârî şârihi Hattâbî
(Ebu Süleymân Hamd İbnu Muhammed (v. 388), eseri olan İ'lâmu's-Sünen'i, Ebu
Nuaynı el-İsfehânî (v. 430), el-Müstahrec ala Sahîh-i'l-Buhârî'yi, Humeydî (v.
488) el-Cem'u Beyne's-Sahîheyn'i hazırlarken hep Nesefî nüshasını esas
almışlardır. Bazı bahislerde Firebrî daha mufassal ve gereksiz bâzı tekrarlar
ihtiva ettiği halde, Nesefî bunlardan sâlim ve özlüdür. Firebrî'de muhtelif
yerlere dağıtılan filolojik unsurlar Nesefî'de en uygun yerde bulunur. Bâzı
müşkillerin çözümü Nesefî'yi doğrulamaktadır. Şunu da belirtelim ki, Sahîh'i,
Firebrî'den dokuz kişi rivâyet ettiği halde, Nesefî'den iki kişi rivâyet
etmiştir.
Yedinci asra kadar birinci derecede rağbet ve alakaya mazhar olan
en-Nesefî nüshası, bu asırdan sonra itibar makamına geçen el-Firebrî nüshası
karşısında sahneden tamamen çekilecek, Buhârî'nin Sahîhi üzerine yapılacak
bütün şerh, ricâl, ihtisar, zevâid vs. çalışmalarında Firebrî nüshası esas
alınacaktır.
Nesefî nüshası'nın yedinci asırda şöhretten düşmesi, usûl-i hadîs
ilminin gelişmesi ve oturmasıyle izah edilmektedir. Bu ilim, müstekâr bir hâl
alınca herkesçe bilinen bir kaidesi şu olmuştur: "Sema yoluyla tahammül
edilen, yani hocadan öğrenilen, rivayeti için izin istihsâl edilen) bir hadîs
veya bir kitap, icâzet yoluyla tahammül edilen bir hadîs veya bir kitaptan daha
kıymetli, daha üstündür". Öte yandan bilinmektedir ki, en-Nesefî nüshası,
büyük ekseriyeti Buhârî'den sema yoluyla alınmış olsa da sondan cüz'î bir kısmı
icâzet yoluyla alınmıştır. Buna karşılık Firebrî nüshası birincisi 248,
ikincisi de 252'de olmak üzere iki kere semâ yoluyla Buhârî'den alınmıştır.
İşte tamâmının, doğrudan Buhârî'den iki defa alınmış olma durumu,
yedinci asırdan sonra Firebrî nüshasının şöhret-şiâr olmasında müessir olmuştur
denmektedir. Ancak Firebrî nüshasından istinsah edilen ve aralarında bâzı
farklılıklar ortaya çıkan muhtelif nüshaların büyük bir dikkatle Yûnînî (v.
701) tarafından birleştirilerek tek nüsha hâline getirilmesinin de bu meselede
müessir olduğu kabul edilmektedir.[314]
Buhârî'den rivâyet izni almış olan Firebrî'deki Sahîh nüshası ile yine
aynı şekilde rivâyet izni alan Nesefî'deki sahîh nüshaları arasında yukarda
belirtilen bazı farklar mevcuttur. Daha enteresanı Sahîh-i Buhârî'yi
Firebrî'deki aynı "asl"dan almış olan dokuz farklı nüshada da
farklılıklar tesbit edilmiştir. İşte, Ebu'l-Hasan Ali İbnu Muhammed İbni
abdillah el-Yûnînî (v. 701), bu farklı Firebrî nüshalarını birleştirmiş,
aralarındaki farklı durumları bazı hususî işaretlerle, remzlerle sayfa
kenarlarında göstermiştir.
Yûnînî bu kıymetli mesâiyi tamamladıktan sonra bununla yetinmeyip,
Sahîhte rastlanan gramere müteallik bir kısım müşkilleri de, devrinin meşhur
nahiveisi (filolog) İbnu Mâlik en-Nehvî'ye (v. 672) çözdürmüştür. Nüshaların
birleştirilmesine ilâve edilen bu mühim hizmet de Firebrî nüshasının kıymetini
âlimler nazarında artırarak dikkatlerin buna çekilmesine, himmetlerin buna
yönelmesine müessir olmuştur.
Yûnînî, yedinci asırda dokuz ayrı nüshayı birleştirme hizmetini
yaparken, bu dokuz ayrı nüshayı teker teker almamış, bunlar arasında, büyük
mesâi sarfıyla ortaya konmuş bâzı birleşik nüshaları esas almış, onları
birleştirmiştir. Bu noktadan diyebiliriz ki, Yûnînî'nin birleştirdiği
nüshaların sayısı dörttür. Fakat, bu dörtlerden her biri birleşik nüshadır:
1- Asîlî nüshası: Bu, Cüreânî ve Mervezî
nüshalarını birleştirmişti.
2- Ebu Zer nüshası: Bu, Hamevî, Küşmîhenî ve
Müstemlî nüshalarını birleştirmişti.
3- Ebu'l-Vakt nüshası: Küşmîhenî ve Hamevî
nüshalarını birleştirmişti.
4- İbnu Asâkir nüshası: Bu, Ebu'l-Vakt ve Hamevî
nüshalarını birleştirmişti.
Yûnînî, bu birleştirmeyi yaparken farklılıkların hiçbirini ihmal
etmeden, en küçük bir teferruata kadar hepsini sayfa üzerinde rumuzlarla
göstermiş, kullandığı rumuzların neye delalet ettiği de ayrı bir risalede
açıklanmıştır.
Bugün piyasadaki Sahîh-i Buhârî nüshaları, Yûnînî'nin İstanbul'da
mevcut olan kendi el yazısı nüshasından 1313 yılında Sultan Abdülhâmîd Hân
Hazretleri tarafından Mısır'da yaptırılan baskısına dayanır. Mezkûr baskıda,
Yûnînî nüshasının bütün hususiyetleri aynen korunmuştur. Satırların üzerlerinde
yer alan bir kısım işaretler, sayfaların kenarlarında -satırlardan gelen
rakamlara bağlı olarak- yapılan açıklamalar nüsha farklarını göstermektedir. Bu
yan açıklamalar zımnında görülen rumuzların hangi nüshalara delâlet ettiğini
her cildin baş kısmında açıklamıştır.[315]
Sahîh-i Buhârî gibi İslâm Dini'nin ana kaynakları arasında yer alan
mühim bir kitabın nüshaları arasında farklılık bulunduğunu söyledikten sonra
bunun sebeplerini ve mâhiyetini de bilmek gerekir. Aksi takdirde, bu mesele
Buhârî'ye karşı olan itimadı sarsabileceği gibi, bu meseleyi istismar etmek
isteyen kötü niyet sahiplerinin iğfallerini ve habbeyi kubbe yaparak,
mübalağalandırarak başka şekilde anlatanların teşvîşleri karşısında cevapsız da
kalınabilir. Nitekim başta Goldziher olmak üzere bir kısım müsteşrîkler bu
meselelere çoktan müşteri çıkıp, müslümanlar arasında fitne vesîlesi
yapmışlardır. Öyle ise meselenin iç yüzünü kısaca bilmek ciddî bir ihtiyaçtır.
Esâsen, eskiden beri İslâm âlimleri bu meselenin aydınlatılması için mesâî
sarfetmişler, bir kısım yorumlarda bulunmuşlardır.
Hemen belirtelim ki nüshalarını birleştirme çalışmaları Firebrî'den (v.
320) hemen sonra başlamıştır. Nitekim bu hususta hizmeti geçtiğini
belirttiğimiz Ebu Muhammed el-Asîlî'nin (vefat târihi 392), birleştirdiği nüsha
sahiplerinden Ebu Muhammed el-Cüreânî'ninki 373, Ebu Zeyd el-Mervezî'ninki de
371'dir.
Firebrî'deki asıldan yapılan istinsahların farklılıklar arzetmesi, bu "asl'ın
tanzim yönünden bâzı gevşeklikler taşımasından ileri geldiği kabul
edilmektedir. Bu tahmîni te'yîd eden bir şehâdeti, Firebrî nüshasının ikinci
dereceden râvisi olan Ebu Zerr el-Herevî (v. 434), Firebrî ile kendi arasındaki
râviden ibâret bulunan şeyhi Ebu İshak el-Müstemlî'nin (v. 374) şu sözünü
nakleder: "Buhârî'nin kitâbının Muhammed İbnu Yûsuf el-Firebrî'nin yanında
bulunan "aslından istinsah ettim, (son şeklini alıp) tamamlanmamış
yerlerle (tamamen) boş bırakılmış yerler gördüm. Meselâ bâzı bab başlıkları
vardı, fakat altında hiç bir şey yoktu. Bazan da hadîsler yazılmış, ancak
üstünde bab başlığı yazılmamıştı. Biz bunların bir kısmını bir kısmına
birleştirdik". Bu açıklamayı Buhârî'nin râvilerine tahsîs ettiği Esmâu
Ricâlî'l-Buhârî adlı kitapta nakleden Mâlikî ulemâsından Ebu'l-Velîd el-Bâcî
(v. 747) şunu ilâve eder: "Bu sözün doğruluğunu şu da gösteriyor ki, Ebu
İshâk el-Müstemlî, Ebu Muhammed es-Serahsî, Ebu'l-Heysem el-Küşmîhenî, Ebu Zeyd
el-Mervezî, nüshalarını ayrı "asıl"dan istinsah ettikleri halde
rivayetlerinde takdîm, te'hir'ler vardır. Bu da onların her birinin herhangi
bir yerdeki bir hâmisi veya -kitaba yerleştirilmek üzere- eklenmiş bir kağıdın
muhtevasını, kendi takdîrlerine göre, kitabın bir yerine yerleştirmiş
olmalarından ileri geliyor. Bu durum sana, kitapta bazan bir ve bazan da iki ve
daha fazla bâb başlığını peş peşe gördüğün halde aralarında hiçbir hadîs
bulunmayışının sebebini açıklar". İbnu Hacer, bu şehâdeti fevkalâde
ehemmiyetli bularak teracim (bâb başlığı) ile hadîs arasında irtibat kurmanın
zor olduğu nâdir durumlarda onların izâhını yapmada değerlendirir.
Kastalânî, bu meselede İbnu Hacer'den ayrılarak, ilk nüshada tanzîm
gevşekliği olmayacağı, bazı tasarrufların sonradan gelen müstensihlerce
yapılmış olabileceğini söyler.
Ancak, Firebrî'nin, Buhârî'den dört yıl ara ile iki aynı icâzeti
bilinmektedir. Aradan geçen dört yıl içinde Buhârî'nin, eseri üzerinde bâzı
değişiklikler yapmış olması pekâlâ mümkündür. Şu halde Firebrî'de Sahîh-i
Buhârî'nin birbirinden farklı iki nüshasının bulunma ihtimali var. Ulema'nın
ihtilaf ettikleri bir husus, Firebrî'nin üçüncü bir nüshaya daha sâhib olma
ihtimâlini zihne getiriyor. Şöyle ki: Yukarıda kaydetmiş bulunduğumuz
el-Müstemlî'nin açıklamasında geçen "asıl" nedir? Buhârî'nin kendi el
yazısıyla yazdığı asıl mı, yoksa Firebrî'nin icâzet aldığı diğer iki nüshadan
biri mi? Bâzı yorumcular bunu, Buhârî'nin kendi "asl"ı anlamıştır. Bu
durumda, Buhârî'nin vefatından sonra kendi nüshasının da Firebrî'ye intikâl
etmiş olma ihtimalini doğurmaktadır. Bu tahmînin doğruluğu halinde, Firebrî'nin
nezdinde birbirinden az-çok farklı üç nüshadan bile bahsetmek mümkün olacaktır.
Firebrî'nin 252 yılındaki ikinci semaından sonra da Buhârî'nin Sahîh üzerinde
bir kısım değişikliklere gitmiş olması pek alâ mümkündür. Çünkü vefat tarihi
256'dır ve arada 4 yıllık zaman mevcuttur. Daha önce, Ahmed İbnu Hanbel'in ölüm
döşeğinde iken Müsned'den bir hadîsin çıkarılması için oğluna emir verdiğini
kaydetmiştik. Muhaddisler, her an arayış ve tahkîk içindedirler. Eserlerine her
geçen gün bir kemal getirmeleri tabiîdir. Öyle ise Firebrî nezdinde varlığı
muhtemel olan bu nüshalardan istinsah edenler, ihtilaflı nüshalara ulaşmış
oluyorlar.
Bir çok te'lifatta rastlanan bir durumu, Zâhidû'l-Kevserî merhum,
Buhârî'nin sahîhi için de vârid görür: Ona göre "Buhârî eserini temize
çekmeden vefat etmiş olduğu için bir kısım tenkîdler, bu beşerî zaaftan ileri
gelmiştir. Ömrü vefa edip eserini tamamlayarak temize çekseydi, söz konusu
aksamalar olmayacaktı."
Sahîh-i Buhârî'de bâzan "Bab-un" şeklinde kalıp hiçbir fıkhî
hüküm ifade etmeyen başlıkların yer alması, bazan başlık olduğu halde arkadan
hadîs kaydetmeden bir başka bab başlığına geçmesi, eserin kendi şartlarına
uygun şekilde zaman içerisinde tamamlanmaya bırakılma ihtimâlini kuvvetlendirmektedir.
Bu durumdaki bir esere nihâî şekli kazandırmadan müellifin vefat etmesi, veya
Firebrî misalinde olduğu üzere, eserin tamamlanma vetîresi içerisinde daha dûn
bir safhada iken tahammül etmesi, nüshada bazı boşluklar hâsıl edecektir. Kaydedilen
açıklamalar, arkadan gelen müstensihlerin bu boşlukları doldurma ihtiyacını
duyduklarını ve bunu farklı şekillerde yaptıkları için farklı nüshalar ortaya
çıktığını belirtmektedir. Nesefî nüshasının, tertîb yönüyle mazbut, lüzumsuz
tekrarlardan hâli, daha mütekâmil olduğuna dâir kayıtlar dahi, söylenen hususu
te'yîd eder. Öyle gözüküyor ki bu nüsha daha muahhar bir icâzete müstenittir.
Tahminimizi kuvvetlendiren son bir durum Firebrî nüshaları arasında
görülen farklılıklarla ilgili. Açıklayacağımız üzere ciddi bir fark mevcut
değil, daha ziyade takdim-te'hîr farkı söz konusu.[316]
"Firebrî'den istinsah edilen nüshalarda, müstensihler tarafından
yapılan bazı tasarruflar sonucu bir kısım farklılıklar ortaya çıkmıştır"
derken bu tasarrufun yanlış anlaşılmaması gerekir. Buhârî'nin eserinden hadîs
çıkarma veya esere kendi gönüllerine göre hadîs ilâve etme diye bir durum söz
konusu değildir. Kitabın "bâb-un" diye hükümsüz başlıklarına uygun
tercüme koymak, veya onu kaldırıp, mevzu itibâriyle zâten birbirine yakın olan
hadîsleri üstteki başlığın altında toplamak, bazı kereler "bâb"
yerine "kitap" kelimesini koymak, bırakılan boşluklara, Buhârî'nin
diğer kısımlarında yer alan hadîslerden uygun birini koymak gibi -ki bu
tasarruftan takdîm-tehir dediğimiz durum hâsıl olmuştur- tasarruflardır. Bir
kısım farklılıklar da filolojik açıklamalarla ilgilidir.
Bu mühim meselenin daha iyi kavranması için meseleyi kaynaklara inerek
tahlîl eden Fuat Sezgin'in vardığı sonuçtan bir iki pasajı aynen iktibas
edeceğiz. Der ki:
"Aynı "asıl"dan gelen muhtelif fer'î rivâyetler
arasındaki farklar, Yûnînî edisyonu (neşri) vâsıtasıyla, umumî bir kontrole
tâbi tutulacak olursa, hadîslerinin senedlerinden ve hattâ metinlerinden
ziyâde, Buhârî'nin "terâcim" adı verilen, yani babların isimleriyle
mütemmim malumat şeklinde irâd edilen kısımlar arasında görülmektedir. Mesela,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Hirakl'e yazmış olduğu mektûbu ihtiva
eden ve matbu kitapta iki sayfa kadar yer tutan hadîsin metnine dâir,
Yûnînî'nin tesbît etmiş oldukları, bir-kaç basit varyantı (farklılığı) ve
birkaç harf değişikliğini geçmemektedir.
"Yûnînî'nin, bize râvilerin faaliyetinden muhâfaza ettiği
kısımların tedkikinden anlaşıldığına göre, râviler, musannıfın kaleminden
sehven çıkmış bâzı basit hataları düzeltmeyi kendi hakları olarak
addetmişlerdir. Meselâ Ebu Zerr, böyle bir yanlışlığın bir âyet ile alâkalı
olduğunu görünce tashîh, fakat aslına da işâret etmek ihtiyacını hissetmiştir.
"Bundan başka, râvilerin, harflerin bâzı noktalarını değiştirmekle
izâle edebilecekleri bâzı yanlışlıklar metinde bulunmaktadır. Meselâ,
Buhârî'nin filologlarla münâsebetlerini araştırırken, yazının yanlış
okunmasından ileri gelen bu tip yanlışlıklara rastlanıyor ki, bunların, acaba
Buhârî tarafından mı yoksa Sahîh'in râvileri tarafından mı böyle okunduğunu
tahmîn mümkün değildir.
(...)
"Buhârî'nin şeyhlerinden "haddesenâ Muhammed" kaydiyle
mübhem bırakmış olduğu bir isim, Firebrî'den sonra gelen İbnu's-Seken'in
rivâyetinde lağvolunup yerine, "en-Nüfeylî" konulmuştur. Şârihler,
bunun fâilinin İbnu's-Seken olduğunu söylerler. Hattâ İbnu's-Seken'in böyle bir
tasarrufuna başka bir yerde de işâret imkânını bulurlar.
"Buhârî'nin muhaddislerin âdetine tâbi olarak yerini boş bıraktığı
ve sözün siyâkı bakımından kolayca hatırlanabilecek, biraz müstehcen bir
kelimenin, bâzı râviler tarafından mahall-i mahsûsuna yerleştirildiği vâkidir.
Bunlardan başka Ebu Zerr rivâyetinde, filolojik kaynaklardan gelen
kısımların baş tarafında zikrolunan "ve kâlegayruhu" kaydı bulunmaz.
Bu kaydın diğer râviler tarafından kendi rivâyetlerine ilâve edilmiş olmasından
ziyâde, Ebu Zerr'in, kendi rivâyetinden çıkarmış olmak ihtimali daha kolaylıkla
kabul edilebilir."
(...)
Şu halde Buhârî'nin Sahîh'inde mevcut nüsha farklarını büyütmeyi mâkul
kılacak bir durum mevcut değildir.[317]
İmam Buhârî, hayatı ve eserleri üzerine en çok çalışma yapılan
büyüklerden biridir. Hususen el-Câmi'u's-Sahîh'i başka hiçbir kitaba nasîb
olmayan bir alakâya mazhar olmuştur. Ricali, metodu, tanzîmi, garib kelimeleri,
müşkilleri, terâcim'i, fıkhı... vs. yönleri ayrı ayrı kitaplara, araştırmalara
konu olmuştur. Keşfü'z-Zünûn'da bunlardan yüze yakını tanıtılır. Buhârî üzerine
çalışmalar hâlâ devam etmektedir.
Hakkında yazılanların maalesef sâdece cüz'î bi kısmı matbudur.
Buhârî ile ilgili bazı mühim kitaplar:
1- İ'lâmu's-Sünen: İlk Buhârî şerhidir, Vefatı
388 olan Ebu Süleyman Hamd İbnu Muhammed el-Hattâbî telif etmiştir.
2- Behçetu'n-Nüfûs: Müellifi Ebu Muhammed
Abdullah İbnu Ebî Cemre'dir (v.699/1299) Buhârî'nin tasavvufa müteallik
hadîslerini şerheder.
3- El-Kevâkibu'd-Derârî fî Şerhî Sahîhi'l-Buhârî:
Kirmânî nisbetiyle meşhur
Şemsüd'Dîn Muhammed İbnu Yûsuf (796) te'lîf etmiştir.
4- Et-Telvîh fî Şerhi'l-Câmi'i's-Sahîh: Müellifi Alaeddin Moğoltay
İbni Kılıç'dır (792).
5- Fethu'l-Barî bi-Şerhi'l-Buhârî: Müellifi İbnu Hacer diye
ma'rufel-Hâfız Şihabuddin Ebu'l-Fadl el-Askalânî'dir (v. 852). Birkaç kere
tabedilmiştir.
6- Umdetu'l-Kâri Şerhu Sahîhi'l-Buhârî: Müellifi Bedruddin Ebu
Muhammed Mahmud İbnu Ahmed el-Aynî'dir (v. 855/ 1451 ). Mükerreren
tabedilmiştir.
7- İrşâdu's-Sârî Li-Şerhi Sahîhi'l-Buharî: Müellifi Kastalânî diye
ma'ruf Ebu'l-Abbas Şihabüddin Ahmed İbnu Muhammed'dir (g. 923/1517 ), matbudur.
8- Kevserü'l-Câri ila Riyâzi'l-Buhârî: Meşhur Molla Gürânî'nin
şerhidir, henüz matbu değildir.
9- Feyzu'l-Bârî ila Sahîhi'l-Buhârî: Müellifi Muhammed Enver
el-Keşmîrî'dir (v. 1352/1933). Daha çok mefhumlar üzerinde durulur, farklı,
faydalı bir şerhtir, matbudur.
10- Buhârî'nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar:
Fuad Sezgin'in eseridir.
1956 yılında İstanbul'da basılmıştır.
Buhârî'nin müşkilleri üzerine yapılan çalışmalar:
1- Meşâriku'l-Envâr alâ Sahîhi'l-Asâr:
Kadı İyâz telif etmiştir,
Sahîheyn ve Muvatta'nın müşkillerini açar.
2- Şevâhidu't-Tavzîh ve't-Tashîh li-Müşkilâtı'l Câmi'i's-Sahîh: Müellifi. İbnu Mâlik
en-Nahvî (v. 672/ 1273).
3- Keşfu'l-İltibas ammâ Evredehu'l-Buhâriyyu alâ Ba'zı'n-Nâs: Müellifi Abdü'l-Ganî
el-Meydânî (v. 1298/1881). Buhârî'nin "Kâle ba'zu'n-Nas" diyerek İmam
Âzâm'a çattığı meseleleri inceler, cevap verir.
4- Tağlîku't-Ta'lîk: İbnu Hacer el-Askalânî,
Buhârî'deki muallak hadîslerin senetlerini verir.
5- Esmâ'u'r-Ricâli'i-Buhârî: Ebu'l-Velîd el-Bâci (v.
474/1081).
6- Mukaddimetu Fethi'l-Barî: Hedyü's-Sârî de denen bu
kitap, iki cilttir. Bunu da İbnu Hacer te'lîf etmiştir. Burada, Buhârî'nin
ricali, lügati, müşkilatı, garîb kelimeleri, muallak hadîsleri, hayati, metodu
vs. hususlarda yapılan çalışmaları özetleyerek Buhârî ile alakalı her hususta
topluca özet bilgi verir. Muhtevasının zenginliğiyle paha biçilmez bir eserdir.
Buhârî'yi tanımada derli toplu tek
kitaptır.
[318]
Altı temel
hadis kitabın ikincisi. Buhârî'den sonra sırf sahih hadisleri tasnif etmek için
oluşturulmuş hadîs kitabı.
Ebul-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî, Nişabur'da
doğmuş, meşhur Arap kabilesi Kuşeyr'e mensub bir muhaddistir. Müslim, hocası
Buhârî gibi hemen hemen bütün hayatını Hadis'e adamış büyük bir muhaddistir.
Hadis ve Hadis ilimlerinin öteki dallarına dâir bir çok eser yazmıştır. İmam
Müslim'in en meşhur eseri hiç şüphesiz "el-Müsnedü's-Sahîh" adını
verdiği Sahih'idir.
İmam Müslim Sahih-i Müslim, diye şöhret bulmuş olan
"el-Müsnedü's-Sahîh"ini üçyüzbin hadis içinden seçerek meydana
getirmiştir. Eser, 54 kitab, 1322 bab, mükerrerler dışında 3033 hadis ihtiva
etmektedir.
Müslim, Sahih'ini yazdıktan sonra, devrinin büyük
hadis münekkidi Ebu Zür'a Er-Râzî'ye takdim etmiş ve onun tashihlerini
uygulamıştır.
İmam Müslim'in Sahih'i diğer hadis kitaplarından
farklı olarak bir çok özelliğe sâhiptir. Mesela İmam Müslim, öteki
muhaddislerin pek riâyet etmedikleri bir hususa riâyet etmiştir. O,
hocalarından sema (dinleme) yoluyla aldığı hadisleri naklederken, özellikle
haddesenâ" (bize hadis rivayet etti) tabirini; kendisinin hocalarına
okumak sûretiyle hocalarının tasvibine arzettiği hadisleri naklederken de,
"ahberanâ" (bize haber verdi) tabirini kullanmıştır.
İmam Müslim, ya ihtisar düşüncesiyle veya daha başka
sebeplerle kitabını bablara (bölümlere) ayırmamış, bab başlıkları tanzim
etmemiştir. Sahih-i Müslim'in baskılarında bugün görülen bab başlıkları,
Sahih-i Müslim'in meşhûr şârihlerinden İmam Nevevî tarafından konulmuştur.
Müslim'in kitabına aldığı hadisler, genellikle
Buharî'deki merfü' hadislerdir. O, Buhârî'de bulunmayan 820 merfû' hadisi de
kitabına âlmıştır.
Kütüb-i Sitte içerisinde yalnızca Müslim'de bulunan
mukaddimede Müellif Sahih'inde izlediği metodunu açıklamıştır.
Müslim, Sahih'inin mukaddimesinde, hadisleri üç grupta
tasnif ettiğini açıklamıştır:
1. Bellediğini
sağlam belleyen hâfızların rivayet ettiği hadisler;
2. Halleri
kapalı, belleyiş ve sağlamlıkta orta derecede bulunanların rivayet ettiği
hadisler;
3. Zayıf ve
metruk kimselerin rivâyet ettiği hadisler.
Müslim, kitabının ana kısmını birinci grubun teşkil
ettiğini ifade eder. İkinci grub birinci gruba destek olarak alınır. Üçüncü,
tamamen merdûdtur.
Müslim, bir hadisin bütün tariklerini (isnadlarını)
müteaddid isnadlarla ve muhtelif lafızları ile hep bir araya topladığı ve
kendince o hadîs, fıkhın hangi bâbına ait ise, toptan oraya dahil ettiği gibi;
bu toplama esnasında ilk önce güvenilir olan hafızların rivâyetlerini dercedip
mestur, hıfz ve güvenirlikte orta halli olan râvilerin naklini sonraya,
zayıflar ve metruklerin tabi olarak ve şahit göstermek yolu ile rivayetlerini
de daha sonraya bırakır ki; aranan hadis hem daha kolay bulunur, hem de gerek
senedler ve gerek metinler hep birden gözönünde tutulup istinbat edilecek hüküm
kolayca istinbât edilir.[319]
Müslim'in üstünlüğü hakkında Hâkim'in şeyhi Ebu Ali
en-Nisâburî: "Gök kubbenin altında Müslim'in kitabından daha sahih hiç bir
kitap yoktur" demiştir. Onun bu sözünün gerekçesi, ondaki merfu hadislere
hiç bir kimsenin sözünün karışmamış olmasıdır.
"Müslim kitabını ikâmet ettiği yerde,
kaynaklarının yanı başında ve şeyhlerinin hayatta bulunduğu bir sırada meydana
getirmiştir. Hadîslerinin arasında başka söz serdinden kaçınmıştır. Kitabın
uslûbuna, siyâkına gayret gösteriyor; Buhârî gibi, muhtelif bablarda hadisleri
parçalamağa mecbur kalacak şekilde ahkâm istinbâtına çalışmıyor; muhtelif hadis
zincirlerini bir yerde toplayabiliyor; mevkuf hadislere ehemmiyet vermeyip
sadece müsnedlerle ilgileniyordu."[320]
Müslim'in, bazı hadisleri birden fazla yerde topladığı
da olmuştur. Sahih-i Müslim'de tekrarlanan hadislerin sayısı 137'dir. Mükerrer
isnadla gelen tek metin için senedlerin değiştiği noktalara bir (Ha) harfi
koymak suretiyle bu durumu belirtir.
Bir hadisin metninin benzeri, yukarıdaki sıralamaya
göre daha aşağı derecedeki ravilerden oluşan senedlerle gelmişse, o senedleri
verdikten sonra, metin yerine "mislehu" veya "nahvehu"
demekle iktifa eder. "Bu meseleyi bilmek Sahih-i Müslim ile meşgul
olacaklara pek lâzımdır. Bu kitapta metnin makamına hâkim olmak üzere
"mislehu" ile "nahvehu" lafızlarına pek çok tesâdüf
edilir."[321]
İmam Müslim, rivayet edilen lafzı aynen edâya büyük
itina gösterir. Ravilerin bir harfte de olsa ihtilaflarını kaydeder. Halbuki
Buhârî, mana ile rivayeti tecviz ettiği için, buna o kadar riayet etmez.
Müslim'de talik yolu ile, yani, müellifin kendi
hocasından başlamak üzere senedden bir veya daha fazla râviyi ya da bütün
senedi atlayarak hadisi en yukarıdaki raviden, cezm siğalarından biriyle
zikretmek suretiyle sadece 17 hadis rivayet olunmuştur. Bu tür hadislere
muallak denilmektedir. Buhârî'de bulunan ta'liklerin sayısı ise 1341'dir.
Sahih-i Müslim, Şeyh Veliyyullah ed-Dihlevî'nin
taksimine göre, hadis kitaplarının birinci tabakasına dâhildir. Bu tabaka,
hadis kitaplarından Buhari, Müslim ve Muvatta'ya münhasırdır. Bu üç kitap
Mütevatir, Sahih ve Hasen hadisleri ihtivâ etmektedir.[322]
Sahih-i Müslim'in bir çok nüshaları bulunmaktadır.
Sahih-i Müslim, bize Ebu İshak İbrahim b. Muhammed b. Süfyan ve Ebu Muhammed
Ahmed b. Ali el-Kalânîsî'den rivâyet edilen iki nüsha halinde intikal etmiştir.
İbn Süfyan rivayeti de Ebu Ahmed Muhammed b. İsa b. Amrûyâ el-Calûdî ve Ebu
Bekr Muhammed b. İbrahim el-Kisâî'den oluşan iki kişi tarafından
naklonulmuştur. el-Calûdî nüshası Abdülgafir b. Muhammed b. Abdülğafir, Ebu'l
Abbas Ahmed b. Hasan er-Razî ve Ebu Saîd Ömer b. Muhammed b. Davud es-Siczî
tarafından üç ayrı koldan rivayet edilmiştir.[323]
Müslim'in Sahih'i bir çok kereler ve değişik yerlerde[324] basılmıştır.
En güvenilir baskılarından biri, muhtelif yazma ve basma nüshalar
karşılaştırılarak Mehmed Zihnî Efendî[325] merhumun
harekelediği (8 cüz (4 cild) halinde) Matbaa-i âmire, 1330 baskısıdır.
Ayrıca dipnotlar ve tam bir cild tutan detaylı ilmî
fihristler ilavesiyle ve hadisleri numaralamak suretiyle 5 cild hâlinde
Kahire'de 1375/1955te modern bir baskısı Muhammed Fuad Abdülbâki tarafından
gerçekleştirilmiştir. Müslim'in bu baskısı son derece kullanışlı ve önemli bir
baskıdır.
Sahih-i Müslim üzerine şerh olarak pek çok eser
yazılmıştır. İmam Nevevî otuza yakın şerh yazılmış olduğunu söylemektedir. Bu
şerhlerin en yaygın olanları arasında Kadı Iyaz'ın "İkmâlül-Mu'lim bi
Fevâidi Müslim" adıyla el-Mazerî'nin El-Mu'lim bi Fevaidi Müslim" ine
yazdığı tekmile şerhindeki şerh ile İmam Nevevî'nin "el-Minhâc fi Şerhi
Sahih-i Müslim Ibnil-Haccâc" isimli şerhi bulunmaktadır. Bilhassa
Nevevî'nin şerhi oldukça yaygındır. Hatta Müslim Şerhi deyince akla Nevevî
şerhi'nden başkası gelmemektedir.
Sahih-i Müslim Mehmed Sofuoğlu tarafından sadece metin
olarak[326], Ahmet
Davudoğlu tarafından da şerhli olarak[327] türkçeye
tercüme edilmiştir.[328]
El-İmam el-Hâfız Hüccetu'l-İslâm Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Haccâc
el-Kuşeyrî, en-Nîsâbûrî: 204-261 yılları arasında yaşamıştır. Hadîs dinlemeye
küçük yaşta başlar. İlk defa 218 yılında hadîs meclislerine devama başladığı
belirtilir.
Hadîs tahsili için Irak, Hicaz, Şam ve Mısır'a gitmiş, mükerrer
seferler Bağdad'a uğramıştır. Bu seyahatleri sırasında Buhârî'nin şeyhlerini ve
daha başkalarını da dinleme fırsatı bulur. Hadîs aldığı kimseler arasında
Buhârî, İshak İbnu Râhuye, Abdullah İbnu Mesleme el-Ka'nebî, Harmele İbnu Yahya
Sahîbu Şâfiî, Ahmed İbnu Yunus, Sâd İbnu Mansûr, Yahya İbnu Yahya, Heysem İbnu
Hârice, Ahmed İbnu Hanbel vs. de var.
Müslim birçoklarına da hocalık yapmıştır. Ebu Avâne Ya'kub İbnu İshâk
el-Esferâînî, Tirmizî, Ebu Amr el-Müstemlî gibi.
Babası Haccâc da hadîs rivayet eden şeyhlerdendi. Kendisinin, bezzâz
olduğu yani bugünün tâbiriyle manifaturacılık yaptığı kaynaklarda belirtilir.
Müslim 261 yılında 57 yaşında olduğu halde Neysâbur'da vefat etmiştir.
Vefat sebebiyle ilgili olarak şu vak'a anlatılır: Bir gün kendisi için
akdedilen bir müzakere meclisinde Müslim'e bir hadîs sorulur, fakat bilemez.
Aramak üzere evine çekilir. kitaplarını karıştırmaya başlar. Bu sırada eve bir
sepet hurma gelir. Müslim, hem arar hem hurmadan ağzına arada bir atar. Bu hâl
üzere sabahı eder, hurma biter, hadîs de bulunur. Bazı terâcim yazarları
Müslim'in bu sebeple öldüğünü söylemiştir.
[329]
Müslim, üzerinde ayrıca duracağımız Sahîh'i ile tanınmışsa da onun
dışında pek çok ciddî eserler vermiştir: El-Müsnedü'l-Kebîr (ala'r-ricâl),
Kitâbu'l-Câmi' ala'l-Ebvâb, Kitâbul-Esma ve'l-Künâ, Kitâbu't-Temyîz,
Kitâbu'l-İlel, Kitâbu'l-Vuhdân, Kitâbu'l-Efrâd, Kitâbu'l-Akrân, Kitâbu
Suâlâtihi Ahmede'bne Hanbel, Kitâbu Hadîsi Amri'bni Şuayb, Kitâbu'l-İntifâ' bi-Ühübi's-Sibâ',
Kitâbu Meşâyihi Mâlik, Meşâyihi Şu'be, Kitabu Men Leyse Lehu İllâ Râvin Vâhid,
Kitabu'l-Muhadramîn, Kitabu Evlâdi's-Sahâbe, Kitâbu Evhâmi'l-Muhaddisîn,
Kitabu't-Tabakât, Kitâbu'l-Efrâd.[330]
Müslim yaşadığı devrin en başta gelen hadîs âlimlerinden biridir.
Şüphesiz bunda Buhârî, Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhuye gibi meşhur
muhaddîslere talebelik yapmış olmasının büyük payı vardı. İbnu'l-Ahram:
"Şu şehrimiz (Nisâbur) üç büyük muhaddîs yetiştirmiştir: Muhammed İbnu
Yahya (ez-Zühlî), İbrahim İbnu Ebî Tâlib ve Müslim" der. Bündâr da:
"Hâfızlar dörttür: Ebu Zür'a, Muhammed İbnu İsmail el-Buhârî, ed-Dârimî ve
Müslim" demiştir. Şeyhlerinden Muhammed İbnu Abdilvehhâb el-Ferrâ'nın da:
"Müslim, halkın âlimlerinden ve ilim dağarcıklarından biridir. Onun
hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum" dediği belirtilir.[331]
Müslim, çok sayıda eser vermiş olmakla berâber, es-Sahîh'i ile şöhret
bulmuştur. İslâm uleması bu kitabı Sâni'u'l-İsneyn bilmekte icma eder. Yani
Kur'an-ı Kerîm'den sonra gelen en muteber iki kitabın ikincisi. Bu iki kitaba
kısaca Sahîheyn denir. Bunlarda geçen hadîsler es-Sahîh olarak
vasıflandırılmıştır. Yâni, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbetlerine
kesin nazarıyla bakılır. Yani, hadîs, sadece hâricî şartlarıyla değil,
nefsülemrde de sahîhtir.
Az ilerde, Sahîheyn'in Mukâyesesi başlığı altında detaylı olarak
açıklayacağımız üzere, Müslim'in kitabı bilhassa sıhhat şartları ve fıkhî
inceliklere müteallik noktalarda Buhârî'nin kitabına yetişemez ise de, tertib
güzelliği ve rivâyet inceliklerinde gösterdiği hassasiyet ve asla sadâkat
noktalarında Buhârî'yi geçer.
Müslim, Sahîh'ini, bizzat işiterek aldığı 300 bin hadisten seçtiğini
ifâde eder. İlâveten, kitabına delilsiz hiçbir şey koymadığını, keza hiçbir
şeyi de delilsiz kitap dışı tutmadığını belirtir. Yine belirtir ki, kitabındaki
hadîsler, (sıhhati hususunda şeyhlerinin) icma ettikleri hadîslerdir.
Der ki: "Kitabım (tamamlanınca), Ebu Zür'a ya arzettim, illet var
dediği her rivâyeti terkettim".Müslim'de tekrarlarıyla birlikte 7275 hadîs
mevcuttur. Tekrarlar nazara alınmadığı takdirde 3033 hadîs mevcuttur.[332]
Hadîsleri, Müslim, prensip olarak konularına göre tanzîm etmiştir.
Ancak, bu işi yaparken, bir hadîsin bütün farklı senet ve metinlerini bir arada
toplamayı ön plana almıştır. Bu tarzdan üç mühim netîce hâsıl olmuştur:
1-
Bir hadîsi tam olarak ihata
ve kavrama imkânı: Hadîsleri anlamada bu husus ehemmiyetli bir noktadır. Bir
rivâyet tek başına alınınca mübhem noktalar taşıdığı gibi, o konuya giren
müfredâtın tamamına da şamil olmaz. O mübhemliğin giderilmesi, konuya giren
diğer ferdlerin yakalanmasında en sâlim yol hadîse, daha doğrusu o konuya giren
başka hadîslere müracaattır. İşte Müslim, konuyla ilgili, kendi şartlarını
taşıyan hadîsleri bir arada kaydeder. Bir misal vermek gerekirse, Müslim'in
Kitâbu'l-Kader bölümünde, insanın ana karnında yaratılışını anlatan hadîste,
kırkıncı gün rahme inen melek, Rabbi'nin emriyle, çocuğun kaderiyle ilgili
olarak, Abdullah İbnu Mes'ud'un rivâyetinde çocuğun rızkını, ecelini, amelini
cennetlik veya cehennemlik olacağını yazar. Huzeyfe İbnu Esîd rivâyetinde
bunlardan başka "kız veya erkek olacağı" "eseri" de
yazılır. Bir başka vecihte, rahime inen meleğin göz, kulak, deri, et ve kemikleri
yaratıp şekillendirdiği de belirtilir. Bir başka vecihte, çocuğun sağlam veya
sakat olacağının, ahlâk durumunun da o zaman yazıldığı belirtilir.
Aynı baba giren müteakip hadîslerde "Kaderimiz anne karnında
yazıldı ise niye çalışıyoruz. kadere tevekkül etmemiz gerekmez mi?" gibi
sorular, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilen cevapları
buluruz:
Bu kolaylık Buhârî'de mevcut değildir.
2- Tekrarların asgariye
düşmesi: Hadîslerde, çoğunluk itibariyle, birden fazla meseleye temas edildiği
için, fıkhî konulara göre tanzîm edilen kitaplarda tekrar kaçınılması zor bir
durumdur. Nitekim Buhâri, fıkhî espiriyi ön planda tuttuğu için çok sayıda
hadîsi tekrar etmek zorunda kalmıştır. Tekrar, fıkıh nazarıyla kaçınılmaz ve
faydalı ise de, hadîs tekniği açısından bir kusurdur. Bir kısım mahzurlar
getirir.
İşte Müslim, bu meselede oldukça başarılı olmuş ve Buhârî ile
mukayesede lehine kaydedilen bir fazîlet elde etmiştir.
Bu meseleye temas eden bazılarının "Müslim'de tekrar yok"
gibi mübalağalı ifâdeye yer verdiği görülür. Ancak bu ifâde hakikati
aksettirmez. Gerçi Müslim, kitabının Mukaddime kısmında tekrarlardan imkân
nisbetinde kaçtığını belirtir. Ancak "Hiç tekrara yer vermedim"
demez. Nitekim Muhammed Fuat Abdülbaki merhum, Müslim'e yaptığı tahkîkli
neşirde tekrarları tesbîte ayrı bir itina sarfeder ve onları teker teker
göstermeye ehemmiyet verir. Şu halde onun açıklamasına göre, Müslim'de 137
hadîs mükerrerdir. Bunlardan bir kısmı aynı bölümler (kitap) içinde tekrar
edilirken, 71 adedi farklı kitaplarda tekrar edilmektedir. Mezkûr baskıda,
zaman zaman hadîslerdeki müsteselsil rakamların sırayı birden kaybettiği
görülür. Sıraya uymayan o rakam, hadîsin ilk geçtiği yerde aldığı numaraya
delalet eder ve bu hâl o hadîsin mükerrer olduğunu gösterir.
3- Hadîslerin taktî'e (bölünmeye)
uğramadan tam olarak verilmesi: Buhârî, bir hadîsi ikinci sefer tekrar ederken,
hadîsin bu yeni babı ilgilendiren kısmı alır, bâbı ilgilendirmeyen kısmı
terkeder. Kitabın hacmini artırmaktan (tatvîl) kaçınmak için başvurulan bu
ameliyeye hadîsçiler taktî' (bölme, kesme) derler. Bu, çoğunluk tarafından her
ne kadar câiz görülmüşse de câiz görmeyenler de mevcuttur ve bunu Buhârî
hakkında bir kusur bilirken, buna yer vermeyen Müslim'i de tafdîl etmişlerdir.
[333]
Müslim, turûk'un bir araya getirilmesindeki imtiyazından başka,
hadîsleri sevkde gösterdiği hassâsiyetle de temâyüz eder. Hadîsleri, nasıl
işitti ise onu aynen muhâfazayı esâs alır. Aynı hadîsi birkaç şeyhten farklı
şekillerde dinledi ise, aradaki fark tek bir harf bile olsa onu korur ve
belirtir. Öncelikle kaydettiği metin kime aitse "ve'l-Lafzu
li-fülânin" diyerek o zâtın ismini kaydeder. Sonra da benzer kısımları
bertaraf ederek, her bir râviye ait farklılıkları teker teker açıklar.
Asla bağlılık Müslim'i -yukarıda açıkladığımız üzere- taktî'e yer
vermemeye sevkettiği gibi, hadîsleri mâna ile rivâyet etmekten de uzak
tutmuştur. Âlimler ekseriyet itibâriyle rivâyet-i bi'l-mânâ'yı câiz görür ise
de, câiz görmeyen de vardır ve teâruz durumunda lafzen rivâyet, mânen rivâyete
tercih edilir. Dolayısıyla, lafzen rivâyeti prensip edinmesi de Müslim'e
imtiyaz kazandıran bir husus olmuştur.
Bu mümtaz yönleriyle Müslim'i tâkib edenler olmuşsa da, İbnu Hacer'in
belirttiğine göre onun derecesine ulaşamamışlardır.[334]
Müslim, Mukaddime kısmından sonra kitaba hadîsten başka bir söz
koymamaya da gayret etmiştir. Öyle ki, bir babtan diğerine geçerken bu yeni
babta işlenecek konuyu hatırlatan bab başlığı (tercüme) şöyle dursun
"bâbun" kelimesini bile koymaktan kaçınmıştır. Bunu, bilerek, kasıtla
yaptığını kendisi açıklar.
İslâm âlimleri, Ebu Ali en-Neysâbûrî'nin: "Gök kubbesi altında
Müslim'inkinden daha sahîh kitap görmedim" sözü ile emsâli ifadeleri,
belirtmeye çalıştığımız tertip güzelliği ve muhtevadaki seçkinlikle te'vîl
ederek kabul ederler.[335]
Müslim'in mua'an'an rivâyeti
bazı şartlarla muttasıl kabul etmekle birlikte, ricâl hususunda titiz
davrandığı belirtilir. Zehebî ve İbni Hacer'in müştereken kaydettiklerine göre
İbnu Ukde, Buhârî'nin Şamlılarla ilgili rivâyetlerde zaman zaman galat
yaptığını, çünkü Buhârî'nin Şamlılarla ilgili rivâyeti kitaptan yaparak, bir
şahsı, bir yerde künyesiyle zikrederken, ikinci bir yerde -ayrı bir şahıs
zannederek- ismiyle zikrettiğini, halbuki Müslim'in, rivâyeti, kişinin
kendisinden yazdığını, ilel hususunda da nâdiren galatına rastlandığını çünkü,
müsned rivâyetleri yazıp munkati ve mürselleri almadığını dile getirerek, bu
açıdan Müslim'in efdaliyetini tebârüz ettirmiştir.[336]
Sahîh-i Müslim'in muhtelif neşirleri mevcuttur. En mükemmel neşrini son
devir Mısır muhaddislerinden merhum Muhammed Fuad Abdülbaki yapmıştır. Bu
tahkikli bir neşir olup, hadîsler, bablar ayrı ayrı numaralanmıştır.
Numaralamada, kısaca Concordence diye bilinen Mu'cemu'l-Müfehres
li-Elfâzi'l-Hadîs'in-Nebevî adlı fihriste, Müslim'le ilgili numaralamayı esas
alır. Hadîsleri baştan sona kadar müteselsilen numaraladığı gibi, bir de her
bölümün (kitâb) hadîslerini kendi içinde müstakillen numaralar. Hadîsin önündeki
iri rakamlarla yazılan ilk numara bölüm içindeki numarasıdır, bunu takiben daha
küçük puntolarla parantez içerisindeki numaralar, baştan itibaren verilen
müteselsil numaradır. Birinci rakam Concordence ile uyuşan rakamdır. Bu
baskının mühim bir hususiyeti, hadîs metninde geçen garîb kelimelerin, bazı
tabirlerin, mefhumların dipnotta açıklanmış olmasıdır. Bu açıklamalar Nevevî
şerhinden alındığı için, bu şerhin özetlenmesi mahiyetini arzeder ve Müslim'den
istifâdeyi fevkalâde kolaylaştırır.
Yine bu neşrin diğer mühim bir tarafı fihristler cildidir. Beşinci cilt
muhtelif fihristleri ihtiva eder.
1-
Kitaplar ve bablara göre
mevzu fihristi.
2- Hadîslerin müselsel
rakamlara göre fihristi: Hangi numaralı hadis, hangi kitapta yer alır, râvisi
kimdir belirtilir.
3- Mükerrer hadîsler fihristi:
Hangi hadîsler, nerelerde tekerrür ediyor, gösterilir.
4- Sahâbe râvilerin alfabetik
sırayla tanzim edildiği ve rivâyetlerinin nerelerde geçtiği gösterilir. Ayrıca
o hadis Buhârî'de var mı, varsa numarası belirtilir.
5-
Kavlî hadislerin alfabetik
sırayla tanzim edilerek hangi sayfada geçtiğini gösteren fihrist. Hadîsin
yerini bulmada fevkalâde kolaylık sağlayan bir fihrist. Ancak zaman zaman bazı
atlamalar mevcuttur.
6- Bazı garîb kelimelerin
yerlerini gösteren fihrist.
7- Dipnotlarda açıklanan bazı
tabîr ve mefhumlar ve bunların yerini gösteren fihrist.
8- Sahîh'te geçen 54 kitabın
alfabetik fihristi.
9- Müslim'in hayatı ve
Sahîh'in tanıtılması.
Bu fihrist cildi 608 sayfadır ve büyük bir emeğin mahsulüdür. Bu
hizmeti sunan Muhammed Fuad Abdülbâkî'ye Allah'tan rahmetini bol kılmasını
dileriz.
[337]
Müslim üzerine birçok şerh yapılmıştır. Keşfu'z-Zünun'da 15 kadarı
zikredilir. Fuat Sezgin'in Târihu't-Türas'ında 30'a yakın şerhin ismi verilir.
Bunlardan bazıları mühimdir.
1- El-İkmâl fî Şerhi Müslim: El-Kâdı İyâz el-Yahsubî
(544/1149) tarafından yapılan bir şerhtir. Kadı İyaz bu şerhle, Muhammed İbnu
Ali el-Mâzerî'nin (v. 536/1141) el-Mu'lim bi-Fevaidi Kitab-ı Müslim adındaki
şerhini ikmal etmiştir.
2- El-Müfhim li-mâ Eşkele min Telhîs-i Kitabi Müslim: Ebu'l-Abbâs Ahmed İbnu
Ömerel-Kurtubî'nin (v 656/1258) şerhidir. Müslim önce telhis edilmiş sonra da
şerhedilmiştir.
3- İkmâlu İkmâli'l-Mu'lim: Ebu Abdillah Muhammed İbnu
Halîfe el-Mâlikî (v. 827/ 1423) bu şerhte Mâzirî, Kadı İyaz, Kurtubî ve
Nevevî'nin şerhlerini yeni ilavelerle birleştirmiştir.
4- el-Minhâc fi Şerhi Sahîh-i Müslim İbni'l-Haccâc:
Bu şerh, kısaca Nevevî diye
bilinen Ebu Zekeriya Yahya İbnu Şeref en-Nevevî (v. 676/1277) tarafından
yapılmıştır. Bugün ençok mütedâvil olan Müslim Şerhî budur.
Müslim dilimize merhum Mehmet Sofuoğlu tarafından tercüme edilmiş,
merhum Ahmed Davudoğlu tarafından da hem tercüme hem de şerhedilmiştir
(rahmetullahi aleyhima).[338]
Sahîheyn bazı noktalarda birbirine benzerse de bazı noktalarda
ayrılırlar, bunları kısaca belirtelim:
1- Sıhhat Nokta-i Nazarından: Bu açıdan Buhârî'nin
üstünlüğü kabul edilmiştir.
* Buhârî, bir hadisin mevsul olması için Lika'yı şart koştuğu halde,
Müslim muâsara'yı yeterli bulur. Müslim'le Buhârî arasındaki en mühim farkı
teşkîl eden bu meseleyi daha önce açıkladık, burada hatırlatmakla iktifa
ediyoruz.
Ancak, sıhhat meselesinde, Buhârî'nin üstünlüğünü te'yid eden birkaç
hususu daha belirtmede fayda var:
* Sahiheyn'in ricâlinden toplam 210 kişi cerhe mâruz kalmıştır. Zayıf
oldukları ileri sürülen bu ravilerden 32'si hem Buhârî ve hem de Müslim'in
ricâli arasında yer alırken 78'inde Buhârî, 100'ünde de Müslim teferrüd eder.
Yâni Müslim'in cerhedilen râvisi daha çok. İbnu Hacer: "Cerh, isnadı
yaralayıcı çeşitten olmasa bile, cerh edilmeyenlerden almak, cerh edilenlerden
almaktan daha iyidir" der.
* Şu da bilinmeli ki, Buhârî'nin, teferrüd ettiği zayıfların çoğu,
Buhârî'nin bizzat tanıdığı şeyhleridir. Yani bazıları onları zayıf addetmiş
olsa bile Buhârî, şahsen tanıdığı, ahvâlini yakından bildiği için bu çeşit
cerhin ehemmiyeti kalmamaktadır. Halbuki Müslim'in cerhedilen râvileri çoğunluk
itibariyle Müslim'in temâs ettiği kimseler değil, daha önceki tabakalara mensup
kimselerdir. Müslim'in onları şahsen tanıması mümkün değildir, dolayısıyla
bunlar hakkındaki cerh muteberlik kazanmaktadır.
* Buhârî'nin, Müslim'e nisbetle teferrüd ettiği râvilerin sayısı 430,
Müslim'in Buhâri'ye nisbetle teferrüd ettiği râvilerin sayısı 620'dir. Burada
görülen fark da Buhârî lehine bir durumdur.
* Buhârî, Hâzimî'nin taksiminde ikinci tabakaya mensup râvilerden
mutâbaat niyetiyle hadîs alırken, Müslim bu tabakadan usûl hadîsi almaktadır.
2- Tertîb nokta-i
nazarından: Bu açıdan Müslim'in üstünlüğü kabul edilir. Buhârî, hadîsleri,
hadîste mevcut olan fıkıh adedince kitabında, taktî ederek (bölerek) tekrâr
ederken, Müslim kitabının en uygun yerinde kaydeder, nâdiren tekrara yer verir.
Müslim'in esâs gâyesi, fıkıh yapmak değil, hadîslerin senedlerini bir araya
getirmektir. Bir hadîsin muhtelif turûk ve metinleri hakkında bilgi edinmek
Buhârî'de pek çok müşkilâtla ancak imkân dâhiline girerken, bu, Müslim'de pek
kolaydır. Çünkü bir hadisin ne kadar tarîk ve farklı metni var ise hepsini bir
arada kaydeder.
3- Fıkıh Nokta-i
Nazarından: Bu hususta Buhârî üstündür. Buhârî, daha önce belirttiğimiz
üzere bâbları fıkhî mülâhaza ile tanzim etmiş, terâcim denen bâb başlıklarında
bilhassa fıkıh beyanına gayret göstermiş, bablar arasında mantıkî bir irtibat
da gözetmiştir. Müslim'de fıkıh mülahazası olmamıştır. Buhârî'de fıkıh öylesine
galebe çalar ki, bâzı âlimler onun müstakil bir müctehid olduğuna hükmeder.
Müslim, kitâbını tertibde fıkhî mülâhazadan o kadar uzak durmuştur ki,
bablara başlık bile koymamıştır. Elimizdeki hal-i hâzır matbu Müslim
nüshalarındaki bab başlıkları bilâhare, Nevevî tarafından konmuştur. Müslim'in
bu davranışı, kitâbına, "Mukaddime'den sonra hadîs'ten başka bir şey
koymamak" arzu ve prensibinden ileri gelir. Bazı kaynaklarda gelen ve
Müslim'i diğer bütün hadîs kitaplarına tafdîl edici sözleri, bazı Mağrîb
ulemâsının, Müslim'in Sahîh'indeki bu durumu nazar-ı itibara alarak sarfedilmiş
olduğunu, İbnu Hacer tahkîke dayanarak ortaya koyar.[339]
İslâm uleması icmaya yakın bir ittifakla Buhârî'nin, Müslim'den üstün
olduğunu söyler. Ancak bazı Mağrib ulemasının Müslim'in en sahîh hadîs kitabı
olduğunu söylediği de rivâyet edilmiştir. Hâfız Ebu Ali en-Nîsâbûrî de:
"Gök kubbesi altında Müslim'in eserinden daha sahîhini görmedim"
demiştir. Zehebi bu sözü: "Onun eline Buhârî'nin Sahîh'i geçmemiş
olabilir" diyerek te'vîl eder. İbnu Salah: "...Bu söz eğer, kitabın
içinde, sahîh hadîsten başka bir şey yoktur mülahâzası ile söylendi ise
doğrudur. Çünkü Müslim, giriş kısmından sonra sahîh hadîsten başka bir şey
koymaz. Halbuki Buhârî kitabına eserinde takîp ettiği şartlara uygun olmayan
bir kısım sözleri, bâb başlıkları (terâcim) şeklinde, fıkhî hükümler tarzında
dercetmiştir... Eğer sıhhat nokta-i nazarında en sahîh kitap Müslim'dir demek istemişse
bu söz merduddur" der. Dârakutnî de: "Buhârî olmasaydı Müslim
olmazdı" diyerek Buhârî'nin Müslim'e olan tefevvuk ve yardımını dile
getirir. Esâsen Buhârî, Müslim'in şeyhlerindendir. Buhârî Müslim'den rivayette
bulunmaz, ama Müslim, Buhârî'den hadîs rivâyet eder.
[340]
Şimdi bir nebze de Sahiheyn'e yöneltilen tenkidlerin mâhiyetinden söz
edelim. Daha önce belirttiğimiz üzere, Buhârî ve Müslim, diğer meslektaşlarına
göre, hadîs kabûlünde çok daha titiz olmalarına rağmen bir kısım tenkidlerden
uzak kalamamışlardır. Kastalânî, Sahiheyn hadislerine gelen tenkîdleri altı
kısma ayırır. Her birini teker teker ele alarak, tenkîdlerin haksızlığını
gösterir, haklı olunan nokta varsa ona da parmak basar. Burada altı maddeyi
özetle kaydedecek, sâdece birinci madde ile ilgili açıklamasını hülâsa ederek
sunacağız:
1- Bâzı senedlerin ricâlinde
şahıslar sayıca farklıdır. Kastalânî der ki: "Sahîh hadîs sahibi, ziyâde
râvi bulunan bir senedle bir hadîs rivâyet etse, tenkîdci de, bu rivâyeti,
eksik râvili senede dayanarak tenkîd etse, bu tenkîd merduddur. Çünki, râvi,
bunu nâkıs tarîkli olarak işitmişse bu nâkıs rivâyet munkatı'dır. Munkatı
rivâyet zayıf kısmına girer. Mâlumdur ki, zayıf hadîs, sahih hadîsi illetli
kılmaz, (zayıflatamaz). Eğer sahih hadîs rivâyet eden kimse, nâkıs tarîkli
hadîs'i rivâyet etmiş, bu yüzden de nâkıd (tenkidci) bu hadîsi ziyâdeli tarîka
dayanarak illetli kılmışsa, bu îtirazı, musannıfın sahîh addettiği rivâyette
inkıta iddiâsı mânasına gelir. Bu durumda, ziyâdeli tarîkle rivâyet eden
kimsenin başka rivâyetlerde müdellis olup olmadığı araştırılır. Eğer tedlîsi
ortaya çıkarılırsa nâkıdın itirazı, buna dayanılarak reddedilir. Şâyet tedlîs'e
rastlanmazsa, itiraza uğrayan rivayette inkıta var demektir. Bu durumda, sahîh
rivâyet sâhibi hakkında verilecek cevap şudur: "Bu zât, böylesi bir
rivâyeti, mütâbi'i ve âzıdı olmayan, kendini takviye edici başka bir karînenin
şemsiyesi altına girmeyen bir bâbta yapmış demektir. Bu durumda tashih, mecmuun
nazar-ı itibâra alınmasıyla meydâna gelir. Buhârî ve Müslim'de bu çeşitten
hadîs vardır ve şu tarîkle gelir..."
2- İsnâdın değişmesiyle
râvileri ihtilaf eden rivâyetler.
3- Bâzı râviler, ziyâdelerinde
teferrüd ederler.
4- Zayıf addedilen râvilerin
teferrüd ettiği hadîs mevcuttur (Buhârî'de 2 aded).
5- Vehm'ine hükmedilen (zayıf
râviden rivâyet var).
6- Bâzı metinlerde elfaz değişmektedir.
Kastalâni, bunlara teker teker izâh getirerek, tenkidlerin haksızlığını
gösterir.
Râviler'e yöneltilen cerh sebeplerine gelince, bunlar, bid'at (ehl-i
sünnet dışı bir mezhepten olma), cehâlet (râviden sâdece bir kişinin hadîs
rivâyet etmesi), galat, muhâlefet, tedlîs ve irsâl cihetlerinden gelmektedir.
Bunlardan biri veya bir kaçıyla cerhedilen râvilerin sayısı, -çoğunluğu
Müslim'e âit olmak üzere- 210 adeddir. Bu ithamların müessir bir taz'îf
olmayacağını göstermek için İbnu Salâh, Hâzimî, Nevevî, Suyûtî, İbnu Hâcer gibi
muhakkik âlimlerimiz bâzı açıklıklar getirirler. Şöyle ki:
1- Bu râvilerdeki zayıflık,
hadîslerini terkettirecek derecede şiddetli değildir.
2- Onlardan alınan rivâyetler
şevâhid ve mütâbaat nevindendir, asıl değildir.
3- Buhârî ve Müslim'in bu
zayıf râvilerden hadîs alma târihleri, zaaf sebebinin onlara ârız olma
târihinden evvele âittir. Meselâ bir muhtalit'ten rivâyet varsa, bu rivâyeti, o
şahsa ihtilat ârız olmazdan önce almışlardır veya ihtilattan önce kendilerinden
hadîs almış olan râvilerden almışlardır. Buhârî'nin böyle bir muhtalitin
ihtilattan sonraki rivâyetini aldığı da görülmüş, ancak bu durumda, Buhârî,
ulemânın, o hadîsi almada ittifak etmiş olma şartını aramıştır. Keza Şeyheyn'in
mukıll'dan hadîs alırken çok dikkatli davrandıklarını, güvenilir olanlarının
münferid rivayetlerini aldıkları, güvenilir olmayanlardan ise, başkaları
tarafından da rivâyet edilmiş olan rivayetlerini aldıklarını belirtir.
4- Zayıflardan hadîs alma işi
bazan onların senedindeki ulviyet sebebiyledir. Yani, biri âli fakat zayıf,
diğeri nâzil fakat sağlam iki ayrı senedle rivâyet edilen bir hadîsin ulvî
senedle gelen veçhini, öbürünün desteğine
binâen kitaplarına almışlardır. Nitekim Hâzimî'nin kaydettiği bir rivâyete göre
Ebu Zür'a tarafından reddedilen bir rivayeti için, Müslim, yaptığı açıklamada,
aynı hadîs evsak fakat nâzil bir isnadla da kendisine ulaşması sebebiyle zayıf
olmasına rağmen mezkûr âli senedden kabul ettiğini söylemiştir.
5- Buhârî ve Müslim'in bâzı
zayıf râvileri hakkında da şu söylenmiştir: Bunlara başkaları tarafından
yapılan zayıflık ithamı Buhârî ve Müslim açısından sâbit ve muteber değildir.
Cerh ve ta'dil ictihâdî bir keyfiyettir. Herkes kendi elde ettiği bilgiye göre
hüküm verir. Buhârî ve Müslim, demek ki bu râvileri sika biliyor. Üstelik bâzı
ithamlar çok çabuk yapılı vermiştir. Bîd'a ithamı bunlardan biridir. Bizzat
Buhârî'nin kendisi de halku'l-Kur'an meselesinde ağır ithamlara mâruz
kalmıştır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in râvileri arasında 32 kişinin ehl-i
bid'adan olduğuna dair itham yedikleri söylenmişse de onların gerçekten ehl-i
bid'a oldukları sübut bulmamıştır.
6- Nevevî, bir kısım râviler
hakkında cerhin müfesser olmadığını, Buhârî ve Müslim de bu sebeple onlar
hakkındaki cerhi kabul etmediklerini söyler. Hadîs ilminin umumî kaidelerinden
birine göre, râvinin mecruh (zayıf kabul edilmesi için cerh yapanın cerh
sebebini iyi açıklaması gerekir. Hangi sebeple mecrûh? Sadece "zayıftır"
demek makbul değildir.
7- Buhârî ve Müslim, kendi
tabakaları dışından hadîs almış ise de Buhâri bu meselede de titiz
davranmıştır. Şöyleki ikinci tabakadan aldığı hadisleri muallak olarak
kaydetmiştir. Üçüncü tabakanın sâdece müksirlerinden ve nâdiren almış. Keza
bunları da muallak olarak kaydetmiştir.
Hülâsa etmek gerekirse, İslâm âlimlerinin müteşeddid kısmı Sahîheyn'i
didik didik ederek, tenkîd edilebilecek hiçbir noktasını bırakmadan,
söylenebilecek her şeyi söylemekten çekinmemişlerdir. İlim ve vukufta onlardan
geri kalmayan ve hatta onları geçen mutavassıt âlimler de bunlara cevaplar
vermişler, haklı oldukları noktalarda hak vererek, haksız oldukları yerlerde de
haksızlıklarını göstererek, Sahîheyn'in gerçek değerini ortaya koymuşlardır.
Bu duruma göre, İmâmu'l-Harameyn'in: "Birkimse Sahîheyn'de yeralan
bütün hadîslerin sahîh olduğu hususunda yemîn etse, veya talakta bulunsa ne
hânis olur ne de tatlîk vâki olur" sözünün doğruluğunda fukahâ ve diğer
ehl-i ilmin tamâmı icma ederek Kur'an'dan sonra en mûteber, en sahîh
olduklarını kabul etmişlerdir. Bir kısım rivayetleri değerlendiren Kastalânî şu
sonucu ifade eder: "Öyle ise Buhârî ve Müslim kitaplarına illetsiz
hadîsleri almışlardır. Şâyet illetli olanı varsa, bu da müessir olan, sıhhati
bozan bir illet değildir."
Bu iki kitaptan bilhassa Buhârî, felâket anlarında teberrüken
okunmasında fayda umulacak kadar ümmet arasında müstesna bir rağbete mazhar
olmuştur.
Durum bu iken, güneşin ziyasından rahatsız olan dîde-i huffâş gibi,
İslâm'ın hakkaniyetini hazm edemiyerek, içlerinde asırların kaynattığı kinin
şevkiyle, dinî kaynakları hakkında kasden câhil bırakılan müslüman nesilleri
iğfâl edip saptırmak için Buhârî'ye,
Müslim'e, Kütüb-i Sitte'ye taş atan, mevzu hadîs var iddiasında bulunan
müsteşrîkler ve onların iddialarını tekrar edenler keyfi, subjektif, isbatsız,
sonu çıkmaz bir yola sülük etmiş olmaktadırlar.
Böylelerinin misâli, gökteki yıldızları düşürmek üzere, geceleyin
sapanıyla taş atan çocuklara benzerler.
[341]
Kütüb-i Sitte
adı verilen büyük hadis mecmuâlarının Buhâri ve Müslim'den sonra gelen Sünen'in
müellifi olan büyük muhaddis.
"İmam",
"Şeyhu's-Sünne", "Mukaddemu'l-Huffâz" ve
"Muhaddisu'l-Basra" gibi ünvanlara sahip olan Ebû Dâvûd, 817'de
(202/817-275/888) Sicistan'da doğdu. Tam adı, Ebû Dâvûd Süleyman b. El-Eş'as b.
İshak b. Beşir b. Şeddad b. Amr b. İmrân el-Ezdı es-Sicistânı'dir. Büyük
dedelerinden İmrân, Sıffin'de Hz. Ali'nin yanında şehid düşmüştür. Oğlu Ebû
Bekr Abdullah da meşhur bir muhaddistir.
Ebû Dâvûd,
hadis ilimlerinin altın çağında, III. asırda yaşadı. İlim tahsilinde Irak, Şam,
Mısır, Ceziretü'l-Arap okulları, Horasan, Rey, Herat, Kûfe, Bağdad, Tarsus,
Basra gibi yerleri dolaşmıştır. Hocaları arasında Ahmed b. Hanbel (241/855),
Kuteybe b. Saîd (240/854), Yahyâ b. Maîn (233/847), Halef b. Hişâm (227/841)
gibi büyük ilim sahibi kimseler görülmektedir. O günün ilim çevrelerinin en
mûteber kişileri Ebû Dâvûd'un bu saydığımız hocaları idi. Ebû Dâvûd hadis
ilminde taklide karşı olmuş, tahkike yönelmiştir. İslâm dünyasında yüzyıllarca
okutulan "Kitâbü's-Sünen" onun araştırmacılığına, münekkidliğine en
güzel örnektir. Kitâbü's-Sünen, hadis ilimlerinde en çok sözü edilen Kütüb-i
Sitte'nin üçüncüsüdür. Tirmizî ve Nesâî onun talebeleri arasında yer alır. Ebû
Dâvûd'u, Şâfii veya Hanbeli mezhebine tâbi gösterilmesine rağmen, müstakil bir
muhaddis olarak görmek daha doğru olur.[342] Sünen'ini gerçekte Ahmed b. Hanbel okumuş ve
onaylamıştır; ama bu onun Hanbeli olduğunu göstermez. Ebû Dâvud dâima hadisle
uğraşmış, mezhebî bir mensubiyeti îmâ eden beyânına rastlanmamıştır. Sünen'i,
beşyüzbin hadis arasından seçtiği dörtbinsekizyüz hadisi ihtiva eder. Eserini
takdim ederken, "müslümanın din; hayatı için dört hadisin yeterli
olduğunu" söyleyebilmiştir. O dört hadis şunlardır:
1. "Ameller,
niyetlere göredir."
2. "Mâlâyâniyi
(boş, gereksiz şeyler) terketmesi kişinin olgun mü'min olduğunu gösterir".
3. "Kendisi
için istediğini mü'min kardeşi için de istemedikçe kişi kâmil mü'min
olamaz."
4.
"Helâl
belli, haram bellidir. Aralarında şüpheli bazı işler de vardır..."
Gerçekten tam
bir İslâmî hayat için temel ilke olabilecek ve bir toplumu ayakta tutabilecek
özelliklere sahip olan bu hadis ölçüsü daha sonraları "İslâm ahkâmının
üzerinde dönüp durduğu" başlıca esasları teşkil etmiştir.[343]
Ebû Dâvûd
275/888 tarihinde, arkasında on dokuz eser bırakarak Basra'da yetmişüç yaşında
vefât etmiştir. Eserlerinden dördü basılmıştır.[344]
Eserleri:
1. Kitâbü's-Sünen: III. asırda muhaddisler, Sünenleri
yazarak, sadece ahkâm hadislerini ortaya çıkardılar. Sünen, fıkıh bâblarına
göre düzenlenmiş ahkâm hadislerini toplamaktadır. Ebû Dâvûd'a kadar, Câmi' ve
Müsned diye isimlendirilen hadis kitapları, hadisleri; ahbâr, kıssalar, mevâiz,
âdâb, ahkâm konularında topluca veriyorlardı. Sünenin ilk kez ahkâm hadislerini
toplaması ve kırk yıl Ebû Dâvûd'un onu okutması, nüshalarının arasında görülen
farkların bu fıkhî özelliği dolayısıyla zaman içinde çıkarma-eklemelerin
yapıldığını göstermektedir. Ebû Dâvûd eseri için mukaddime yazmamasına rağmen,
Mekkelilere yazdığı "Risâletün ilâ ehli Mekke" adlı mektubunda
eserinden şöyle söz etmektedir: "Eserin tamamının bildiğim en sahih
hadislerden müteşekkil olduğuna emin olabilirsiniz. Kitabın hacmi büyümesin
diye bir konudaki birçok sahih hadisten bir veya iki hadis verdim. Kitapta bir
hadisi iki veya üç değişik senedle tekrar etmişsem, sebebi, farklı ve fazla
bilgi ihtivâ etmesindendir. Çoğu kez uzun hadisleri kısalttım. Bir mevzûda
mürsel hadisin zıddına bir müsned hadisin mevcud olmadığı veya müsned hadis
olmadığı yerde, her ne kadar kuvvet bakımından müsned hadis gibi olmasa da
mürsel hadisle ihticâc olunur. Kitabımda, hadisi terkedilmiş râviden alınma
herhangi bir rivâyet yoktur. Aynı konuda kendisinden başka ona benzer herhangi
bir hadis bulamadığımdan dolayı münker bir hadise yer vermişsem onun münker
olduğunu mutlaka açıkladım. Kılı kırk yararcasına hadis toplayan benden başka
biri yoktur herhalde. Bu öyle bir kitaptır ki, Nebi (s.a.s.)'den sahih isnadla
vârid olan her sünnet onda mevcuttur. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında insanların
öğrenimine bundan daha çok ihtiyaç duyacakları bir başka kitap bilemiyorum.
Fıkhı meseleler, Süfyân es-Sevrî, Mâlik ve Şafii'nin meseleleridir. Topladığım
hadisler de bu meselelerin nassını teşkil etmektedir. Sünen'e aldığım
hadislerin büyük çoğunluğu meşhur hadislerdir. Meşhur, muttasıl ve sahîh olan
hadîsi reddetmek kimsenin haddi ve hakkı değildir. Sünen'e sadece ahkâm
hadislerini aldım. Eserde mevcut dört bin sekiz yüz, hadisin tamamı ahkâma
âittir"[345]
Concordance'da
Sünen, kırk kitap ve bin sekiz yüz seksen dokuz babtan meydana gelmektedir. Bu
bölümler şöyledir: et-Tahâre, es-Salât, Salâtu'l İstiska, Salâtü's-Sefer,
Salâtu't-Tatavvu, Şehru Ramazan, Sucûdu'l Kur'ân, Vitr, ez-Zekât, el-Lukata,
el-Menâsik, en-Nikâh, et-Talâk, es-Savm, el-Cihad, el-Edâhî, es-Sayd,
el-Vasâya, el-Ferâiz, el-Harac ve'l İmâre ve'l Fev. el-Cenâiz, el-Eymân
ve'n-Nuzûr, el-Büyû', el-Buyû' ve'l-İcâre, el-Akdiye, el-İlm, el-Eşribe,
el-Et'ime, et-Tıbb, el-İtâk, el-Hurûf ve'l-Kırâe, el-Hammâm, el-Libâs,
et-Tereccül, el-Hâtem, el-Fiten, el-Mehdî, el-Melâhim, el-Hudûd, ed-Diyât,
es-Sünne, el-Edeb.
Sünen'de
sülâsi rivâyet yeralmaz. Onaltı tane kutsî hadis bulunmaktadır. Hadisleri altı
gruptur: Sahih lizâtihi, sahihe benzer, sahihe yakın, şiddetli vehn olan
hadisler, 'hakkında birşey söylemediklerim sahihtir' dedikleri, hasen li
gayrihi olabilecek hadisler.[346] Buhâri ve Müslim'in birlikte tahric ettiği hadisler
kitabın yarısını teşkil eder. Ebû Dâvûd kitabına sahih, hasen, leyyin ve amel
edilebilir hadisleri almıştır. Ona göre aşırı derecede zayıf olmayan hadis rey
ve kıyastan evlâdır.
Sünen'de
yeralan bazı sahih hadisler Sahihayn'da bulunmaz. Şüpheli hadisleri ise,
illetlerini açıklayarak almıştır. Sünen, hadis kitaplarının ikinci tabakasına
dahildir.[347] Talebelerinden yedisi tarafından rivâyet edilmiştir
ki, en sahih ve yaygın rivâyet el-Lu'luî'nin eseridir.[348]
Sünen-i Ebû
Dâvûd Kahire (1280), Delhi (1283), Luknov (1840-1888). Haydarabad (1321) Mısır
(1935-1950), gibi merkezlerde bir kaç kez basılmıştır. Türkçe'de Ebû Dâvûd'un
Sünen'i 1983'de yayınlanmıştır. 1987 yılında eserin, tercüme ve şerhi
yayınlanmaya başlanmıştır. Sünen'in ilk şerhini "Meâlim Es-Sünen"
adıyla Ebû Süleyman Hattâbî (388/998) yapmıştır.
Ebû Dâvûd'un
diğer eserleri şunlardır:
2. Risâletuhu fi Vasfı Kitâbü's-Sünen: Eseri Kitâbu's-Sünen
ile ilgili olarak yazdığı ve yukarıda sözkonusu ettiğimiz mektuptur.
3. el-Merâsil: Mürsel hadislerle ilgili eseri.
4. Mesâiiu'l-İmam Ahmed: Fıkıh konularına göre tasnif
edilen ve Ahmed b. Hanbel'e sorulan soru ve cevapları kapsar. Diğer önemli
eserleri de şunlardır: el-Mesâil, en-Nâsih ve'l-Mensuh, Kitâbu'z-Zühd,
Kitâbu'l-Kader, Kitâbu'l-Ba's ve'n-Nüşûr, Delâilu'n-Nübüvve, et-Teferrüd
fi's-Sünen, Fedâilu'l-Ensâr, Müsned-u Mâlik, ed-Dua, İbtidâu 'l- Vahy,
Ahbâru'l-Havâric.[349]
el-İmâm es-Sebt Seyyidü'l-Huffâz Süleymân İbnu'l-Eş'as İbni İshâk
es-Sicistânî. 212-275 yılları arasında yaşamıştır. Ceddi İmrân'ın Sıffîn
savaşında Hz. Ali (radıyallahu anh) saflarında şehîd olduğu belirtilir.
Basra'da yaşadı. Ancak Irak, Hicaz, Şam, Mısır, Cezire, Horasan gibi ilim
merkezlerine seyahatler yaptı, pek çok kereler Bağdad'a uğradı. Hadîs aldığı
hocalarını sayısı 300'ü bulur. Buhârî ve Müslim'in meşayihinden hadîs aldı. Ebu
Seleme, Ebu'l-Velîd et-Tayâlesi, Ahmed İbnu Hanbel, İbnu Ebî Şeybe, Ali İbnu' Medînî,
Yâhya İbnu Ma'în, Kuteybe İbnu Sa'îd, İshâk İbnu Râhuye hocalarının
meşhurlarındandır. Iraklılar, Horasanlılar, Şamlılar, Mısırlılar, Cezîreliler
hep onun hocaları arasında yer alır.
Kendisinden hadîs alanlara gelince, Ahmed İbnu Hanbel ondan bir hadîs
almıştır. Ebu Dâvud'un bunu (iftiharla) zikrettiği belirtilir. Tirmizî, Nesâ
oğlu Ebu Bekr İbnu Ebî Dâvud, Ebu Avâne, Ebu Bişr ed-Dûlâbî, el-Lu'luî (Ebu Ali
Muhammed İbnu Ahmed İbni Amr), İbnu'l-A'râbî (Ebu Sa'îd Ahmed İbnu Muhammed
İbni Ziyâd el-A'râbî), İbnu Dâse (Ebu Bekr Muhammed İbnu Abdirrezzâk) er-Remlî
(Ebu İsâ İshak İbnu Musâ İbni Sâid) kendisinden hadîs alanların başında
gelirler.[350]
Ulema, Ebu Dâvud'u birçok yönüyle övmüş, takdir etmiştir. Hadîs
bilgisi, hıfzı, anlayışı, fıkıh bilgisi, verâ ve dindarlığı, ilminde itkânı
ayrı ayrı dile getirilmiştir. İlmiyle âmel eden alimlerden olduğu bilhassa
belirtilir. Hâl ve hareketlerinde istikâmetinin doğruluğunu ifâde etmek için
bâzı âlimler şöyle derler: "Ebu Dâvud yaşayışında, ahvalinde, huy ve
tavırlarında Ahmed İbnu Hanbel'e benzerdi. Ahmed de bu hususlarda Vekî'e
benzerdi. Vekî de Süfyân'a benzerdi. Süfyan ise Mansur'a benzerdi. Mansur
İbrâhim en-Neha'î'ye , İbrahim de Alkame'ye benzerdi. Alkame ise Abdullah İbnu
Mes'ud'a benzerdi. Alkame demiştir ki: İbnu Mes'ud yaşayışında, ahvâlinde huy
ve tavırlarında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a benzerdi".
Ebu Dâvud, hadîsi metniyle, senetleriyle illetleriyle çok iyi bilirdi.
Onun bu ilimdeki yüksek derecesini ifâde için, Muhammed İbnu İshâk es-Sağânî ve
İbrahim el Harbî: "Hz. Dâvud'a demir yumuşatıldığı gibi Ebû Davud'a da
hadîs yumuşatılmıştır" demişlerdir. Mûsâ İbnu Harun takdirlerini ifade
için "Ebu Davud dünyada hadîs, âhirette de cennet için yaratılmıştır"
der. Hadîsi iyi bilirdi. Bu sebeple Sünneti, mevzu ve şiddetli zayıflara karşı
korumuştur. Ebu Abdillah İbnu Mende, onun bu hizmetini şöyle dile getirmiştir:
"Hadîs tahric edip sahîhleri illetli olanlardan, hatâlıları da doğrulardan
ayıran dört kişi var: Buhârî, Müslim, bunlardan sonra da Ebu Dâvud ve Nesâî
gelir. Ebu Bekr el-Hallâl takdirde daha da ileri giderek: "Zamanının
el-İmâmu'l-Mukaddem'i" (en önde giden İmâm) diye vasıflandıracaktır.
El-Hakîm Ebu Abdillah da: "Ebu Dâvud, asrında ehlü'l-hadîs'in rakipsiz
imamıydı" der. Hadîs rivayetindeki hayranlarından meşhur mutasavvıf Sehl
İbnu Abdillah et-Tüsterî, Ebu Dâvud'u ziyâret eder ve: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerini rivâyet eden dilinî çıkar, onu
öpeceğim" der. Ebu Davut çıkarır, o da öper.[351]
Ebu Dâvud, ehl-i hadîs'in başını çekenlerden olması hususiyetiyle,
nazarında zayıf hadîs fukahânın kıyasından evlâdır. Bu sebeple bir babta, başka
rivâyet yoksa zayıf hadîsi tahrîç etmekten çekinmez. Bu durumda zayıfın terki
kıyâsa gitmek mânasına gelir. Ancak, şurası da muhakkak ki, terki hususunda
ulemânın ittifak ettiklerinden hadîs olmamıştır. Şu açıklamayı yapar:
"Sünen'imde metrûku'l-hadîs olan kimseden hadîs rivâyeti almadım. Kitapta
münker bir rivâyet varsa durumunu bildirdim. Bu mevzuda başka rivayet olmadığı
için bunu aldım." Ebu Davud'un zayıf hadîsi kıyastan üstün tutma
prensibini aydınlatan bir rivâyeti İbnu Hazm, el-Muhalla'da, İmâm'ın oğlu
Abdullah'tan kaydeder:
"Babama, "bir beldede, sahîh hadîsi, sakîm hadîsten temyiz
etmeden rivayette bulunan bir ehl-i hadîsle bir ehl-i reyden başkasını
bulamayan bir kimsenin başına bir iş gelse, ehl-i reye mi, yoksa ehl-i hadîse
mi müracaat etmeli?" diye sordum. Babam cevaben: "Ehl-i hadîse
müracaat etsin, ehl-i reye değil. Çünkü zayıf hadîs reyden daha kavîdir"
dedi."[352]
Ebu Dâvud, Sünen'i ile meşhur olmuşsa da başka te'lifâtı da var:
1- Er-Reddû alâ Ehli'l-Kader.
Bunu kendisinden Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed rivâyet etmiştir.
2- Kitâbu'n-Nâsih ve'l-Mensûh.
Bunu kendisinden Ebu Bekr Ahmed İbnu Süleymân en-Neccâr rivâyet etmiştir.
3- El-Mesâil. Bunu Ebu Ubeyd
Muhammed İbnu Ali el-Âcirî rivâyet etmiştir.
4- Müsnedu Mâlik: Bunu
kendisinden İsmâil İbnu Muhammed es-Saffâr rivâyet etmiştir.
5- Es-Sünen, el-Lü'lu'î, İbnu
Dâse, İbnu'l-A'rabî, er-Remlî tarafından rivâyet edilen bu eser en meşhur
eseridir. Bunu ayrıca tanıtacağız.
Ebu Davud bir kaç hadîsin ehemmiyetini belirtmek için şöyle der:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan 500 bin hadîs yazdım. Onlar
arasından, sâdece şu kitabıma koyduklarımı seçtim. Ancak, kişiye, dinini doğru
kılması için bu hadîslerden dört tânesi yeterlidir.
Birincisi: "Ameller niyetlere göredir..." hadîsidir.
İkincisi: "Kişinin müslümanlığının kemâli mâlâyâni'yi terketmesine
bağlıdır" hadîsidir.
Üçüncüsü: "Mü'min kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe
(kâmil) mü'min olamaz" hadîsidir.
Dördüncüsü: "Helâl olanlar açıklanmıştır, haram olanlar da
açıklanmıştır. Bu ikisi arasında (durumu açık olmayan) şüpheli şeyler vardır.
Bunların (haram mı helal mı olduğunu ) çokları bilemez. Kim şüpheli şeylerden
kaçınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur. Kim şüpheli şeyi işlerse harama
düşer. Tıpkı, sürüsünü, yasak koruluğun etrafında güden çoban gibi.) Koyunları
her an koruluğa kayabilir. Bilesiniz! Her melikin bir koruluğu olduğu gibi,
(Allah'ın da bir koruluğu vardır.) Allah'ın koruluğu haramlardır. Bilesiniz!
Vücudda bir et parçası vardır, bu sıhhatli oldu mu vücudun tamamı sıhhatlidir,
bozuldu mu, vücudun tamamı sıhhatini kaybeder. İşte bu parça kalptir"
hadîsidir".[353]
Ebu Dâvud'un ismini ebedîleştiren eseridir. Bâzı görüşlere göre Sünen,
tarzında ilk yazılan eser olma şerefine de sâhiptir. Ebu Dâvud eserini şöyle
tanıtır: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen 500 bin
hadîs yazdım. Onlardan şu Sünen'i seçtim. Kitabımın içerisinde 4800 hadîs
mevcuttur".
Ebu Dâvud, Sünen'in hadîslerini seçerken, ahkâm hadîsleriyle
yetinmiştir. Bu sebeple sünen ve sıhâh müellifleri arasında ahkâm sâhasında ilk
eser veren kimse olmuştur. Ebu Dâvud'un Sünen'i, muhtelif beldelerdeki
fukahânın istidlâl edip üzerine ahkâm bina ettikleri hadîslerini ihtiva eder.
Ebu Süleymân el-Hattâbî, Me'âlimu's-Sünen adlı şerhinde şöyle der:
"Biliniz ki, Ebu Dâvud'un es-Sünen kitabı, kıymetli bir telîftir.
İlmu'd-Dîn sâhasında onun misli te'lîf edilmemiştir. (Her mezhebe mensub)
âlimlerin kabûlüne mazhar olmuş, böylece muhtelif fırkalar teşkil eden âlimler
ve farklı mezheplere mensup fakîhler arasında hakem rolü oynamıştır. Irak,
Mısır, Mağrib ahalisi, İslâm âleminin ekseri beldelerinin müslümanları ona
sarıldılar. Onun bu kitabı ehl-i hadîs nezdinde hoşlanılan bir makam tuttu. Bu
kitap için meşakkatli yolculuklar yapıldı, arandı da arandı". Gazâlî'nin,
Sünen hakkında: "Bir müçtehide, ahkam hadîsleri hususunda kifayet
eder" dediği rivayet olunur. Nevevî, Sünen'e yaptığı şerhte: "Fıkıhla
olsun, başka şeyle olsun, İslâmî mevzularla meşgul olan herkesin Ebu Dâvud'un
Sünen'ine alâka göstermesi, onu iyi bilmesi gerekir. Zira onun içindeki
hadîslerin çoğuyla ihticâc edilir ve bu hadîsleri tefrik de kolaydır. Ayrıca
hadîslerin (fıkha girmeyen fazlalıklardan) özetlenmiş olması, musannıfının
emsaline üstünlüğü ve eserin tehzîbine gösterdiği itina, Sünen'in ehemmiyetini
artıran hususlardır." Sünen'in râvilerinden Ebu Sâd İbnu'l-A'râbî de
şunları söylemiştir: "Bir fakîh'in yanında, Allah'ın kelamını ihtiva eden
Mushaf'la Ebu Dâvud'un Sünen'inden başka kitap bulunmasa, (fıkhın tedvîni için)
bir başka kitaba ihtiyaç duymaz". Muhammed İbnu Mahled: "Ebu Dâvud,
Sünen'ini telif edip halka okuduktan sonra, kitabı, Ehl-i hadîs için, kendisine
uydukları bir "mushaf" oldu" der.
Ebu Dâvud Sünen'ini yazdıktan sonra Ahmed İbnu Hanbel'e arzeder. Ahmed
İbnu Hanbel istihsan ederek takdîrlerini ifâde eder. Ebu Dâvud, Sünen'i
Bağdat'ta rivayet etmiştir.[354]
Bu konuda daha önce, Kütübü Erba'a'nın şartlarıyla ilgili bahiste dört
sünen'in her birinde üç çeşit hadîs bulunduğunu, birinci grubu "sahîheyn
hadîsleri" nevinden hadîslerin, ikinci grubu "kendi şartlarına göre
sahîh olan" hadîslerin, üçüncü grubu da zıddiyet hadîslerinin teşkîl
ettiğini belirtmiş ve bunların ne demek olduğunu açıklamıştık. Burada aynı
bilgileri tekrar etmeyeceğiz. Ancak Ebu Dâvud'un bir tabiri üzerinde kısaca
duracağız: Sâlih tabiri.[355]
Ebu Dâvud, Sünen'i hakkında bir kısım teknik bilgiler vermek maksadıyla
kaleme aldığı Risâletu Ebî Dâvud İlâ Ehli Mekke diye meşhur mektubunda şu
açıklamayı yapar:
"Kitabımda yer alan bir hadîste şiddetli vehn (zayıflık) varsa
bunu belirttim. Kitapta senedi sahîh olmayan rivâyet de var. Hakkında sükût
ettiğim sâlihtir. Bâzısı bâzısından daha sahîhtir". İbnu Salah, bu söz
üzerine şu açıklamayı yapar: "Ebu Dâvud'un kitabında bu şekilde
"zayıftır" diye meşruhat verdiği hadîslerden hiçbirisi Sahîheyn'de
mevcut değildir. Ayrıca Ebu Dâvud'da "hasen" olarak zikredilen
hadîslerden herhangi birisinin, sahîh ve hasen hadîsleri temyiz edenlerce
"sahîh'dir" diye hükme bağlandığına da rastlamadım."[356]
Ebu Dâvud'un yukarıda kaydettiğimiz açıklamasıyla ilgili iki noktaya
dikkat çekeceğiz:
Birinci nokta: Sâlih'ten kastedilen şey nedir? Yani sükût edilen hadîs,
kendisiyle ihticâc etmeye mi sâlihtir (uygundur, elverişlidir) yoksa i'tibâr
etme'ye mi sâlihtir? Zira, sâlih tâbiri, kayıtsız olarak, bu mutlak hâliyle
kullanılınca şuna sâlihtir diye ulema nezdinde oturmuş bir ıstılah değildir. Bu
sebeple normalde böyle kullanılmaz. İşte belirttiğimiz bu durum, Ebu Dâvud'un
sâlih tâbirinden neyi kasteddiği sorusuna sebep olmuştur. Bazı muhaddîsler
"ihticâc'ı kasteddiği"ni söylerken bâzıları da "itibar'ı
kasteddiğini" söylemiş ve ihtilaf etmişlerdir. Son Osmanlı
muhaddislerinden Zâhidu'l-Kevserî de bu mevzuya mesâî sarfedenlerden biridir.
O, özetle, bu çeşit hadîslerin hepsini aynı kategoriye sokmanın yanlış olduğu
kanaatindedir. Yani ona göre bâzıları ihticâca, bazıları da itibâra sâlihtir.
Hangisine salîh olduğunu tâyin de hadîsin incelenmesiyle elde edilecek
karîne'ye bağlıdır. Bu da hadîsten hadîse değişebilir. O sözünü şöyle tamamlar:
"Bundan maksad sâdece ihticâcâ salâhiyettir" diyen kimse Ebu Dâvud'u
keyfine göre konuşturmuş olur".
İkinci Nokta'ya gelince, bu temâs edeceğimiz husus, en az önceki kadar
ehemmiyet taşır: Ebu Dâvud'un hakkında sükût ettiği bütün hadîsler
"sâlih" midir?
Yukarıda iktibas ettiğimiz pasajdan şu mâna çıkmaktadır: Salâhat ister
itibâr'a ister ihticâc'a olsun, her hadîs sâlihdir, ifâdeden anlaşılan bu.
Halbuki, mudakkik hadîsçiler, Ebu Dâvud'un sükût ettiği hadîsleri tahlîl edince
şu neticeye varmışlardır: Durumu (ehli nezdinde) çok açık olan bir kısım fazla
zayıf hadîslerin zaafına dikkat çekmeyi zâit addederek açıklama yapmadan
geçmiştir, yâni haklarında sükut etmiştir.
Biz, ehemmiyetine binânen, bu mevzuya tahsis edilen genişçe bir
tahlîli, kitabımızın Hadîsle İlgili Bâzı Meseleler bölümünde sunacağız.
[357]
Ebu Dâvud tertib yönüyle Buhârî'ye benzerlik arzeder. Öncelikle fıkha
ve dolayısıyla metne ehemmiyet verir. Bu sebeple, hadîsin fazla turuk'u varsa
bir kısmını verir, her birinde vâki ihtilaf ve ziyâdelerini kaydeder. Onun esâs
gâyesi, hadîslerde mevcut olan fıkhî ahkâmı bildirmektir. Bu sebeple, bir babta
zikredeceği hadîslerin, senedce en sahîh olanını önce kaydeder. Bâzı kereler
muallel senedleri hiç kaydetmez. Mekke ehline hitâben yazdığını belirttiğimiz
kıymetli Risâle'sinde eserinin tertib yönünü de aydınlatan şu teknik açıklamayı
yapar:
"Siz, benden Sünen kitabındaki hadîsleri soruyor ve: "Bunlar,
bu mevzuda bildiğin hadîslerin en sıhhatli olanları mı?" diyorsunuz.
Biliniz ki, bir kısmı hâriç hepsi öyledir. Hâriç olanlar da iki vecihle
gelmiştir. Bunlardan hangisi senedce âli ise, diğerine takdîm edilmiştir.
Diğeri de hıfz yönüyle daha kuvvetli bir râvinin rivayetidir...
Bir babta çok hadîs bulunmasına rağmen bir veya iki tanesini yazdım.
Zira hepsini yazmak kitabı uzatırdı. Böyle yapmakla (hacmi daraltıp) istifâdeyi
kolaylaştırmayı düşündüm... Eğer bir babta hadîsin iki üç vechine yer vermiş isem, bu davranışım
rivâyetlerdeki bâzı ziyâdelerden dolayıdır. İkinci rivâyette, birinciye nazaran
ziyâde bir kelime bulunabilir. Bazan uzun bir hadîsi kısalttığım da olmuştur.
Zira tamamını yazacak olsam onu dinleyen kimselerden bir kısmı, bundaki fıkhî
yönü anlamayacak ve bilemiyecekti. Buna meydan vermemek için kısalttım...
Sana benim kitabımda bulunmayan bir sünnet zikredilecek olursa bil ki
o, vâhi (zayıf bir hadîstir. Aksi takdirde kitabımda bir başka tarîkle gelmiş
olmalıdır. Zira ben, okuyucuya uzun kaçmasın diye bütün tarîkleri
vermedim."[358]
Ebu Dâvud'un Sünen'ini, kendisinden tahammül edîp rivâyet izni olan
yedi kişi mevcuttur. Bunlardan dört tânesi ulema arasında yaygınlık
kazanmıştır. Nüshalar arasında bazı farklar mevcuttur. Bu nüshalar şunlardır.
1- Ebu Ali Muhammed İbnu
Ahmed İbn-i Amr el-Lü'lü'î (333/944) nüshası: Bu nüsha en ziyade şöhret ve
yaygınlık kazanan nüshadır. Bilhassa Meşrik memleketlerinde yazılmıştır.
El-Lü'lü'î, Sünen'i, Ebu Davud'dan bir kaç sefer dinleme fırsatı bulmuştur. Son
defa, müellifin vefat ettiği sene olan 275'te dinlemiş olması, bu nüshaya ayrı
bir itibâr kazandırmıştır.
2- Ebu Bekr Muhammed İbnu
Bekr İbni Abdirrezzâk İbni Dâse et-Temmâr (v. 346/957) nüshası: Kısaca:
İbnu Dâse nüshası diye bilinir. Bu nüsha Mağrib beldelerinde şöhret yapmıştır.
İbnu Dâse nüshası el-Lü'lü'î nüshası'na muhteva itibariyle benzerlik arzeder.
Farklı yönleri bir kısım takdîm ve te'hirlerdir. Hadîslerin ziyâde-noksanlığı
söz konusu değildir.
3- Ebu Îsa İshâk İbnu Mûsa İbn-i Sâ'îd er-Remlî (320/932) nüshası. Bu da er-Remlî nüshası
olarak yâdedilir.
Bu zât, Ebu Dâvud'un verrâkı (hususî kâtibi) dir. Bunun rivayeti tertîb
itibâriyle İbnu Dâse nüshasına benzer.
4- İbnu'l-A'râbî nüshası.
Daha çok sûfi olan Ebu Sa'îd Ahmed İbnu Muhammed İbni Ziyâd İbni'l-A'râbî'nin
(vefat tarihi 340/951) dir. Bunun nüshası diğerlerine nazaran eksik bir
nüshadır.[359]
Sünenü Ebî Dâvud el-Münzirî [Ebu Muhammed Abdülaziz İbnu Abdilkavî (v.
656/1258)] tarafından ihtisar edilmiştir. İhtisarın ismi el-Müctebâ'dır, bir
kaç baskısı mevcuttur. İbnu Kayyîm el-Cevziyye (v. 751 / 1350) Sünen üzerine
bir tehzîb çalışması yapmıştır. Tehzîbu Süneni Ebî Dâvud adını taşıyan bu eser
de basılmıştır.
Belli başlı şerhleri şunlardır:
1- Me'âlimu's-Sünen:
İlk Buhârî şârihi diye daha
önce takdim ettiğimiz Ebu Süleyman el-Hattâbî (v. 388) tarafından yapılmış
muhtasar bir şerhtir, matbudur.
2- Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebî Dâvud: Ebu't-Tayyîb Muhammed
Şemsülhak el-Azîmâbâdî tarafından te'lif edilmiştir. 14 ciltlik bir şerh olup
açıklamaları son derece basit, yabancılar için anlaşılması kolaydır. Hadîs
metninde geçen kelimeler lügat gibî açıklanır. Bir kaç kere basılmıştır.
3- El-Menhelü'l-Azbi'l-Mevrûd Şerhu Süneni Ebî Dâvud: Mahmud Muhammed Hattab
es-Subkî ( 1352/ 1933) tarafından yapılmıştır. Hadîslerden dört mezhebin ne
gibi hükümler çıkardığı belirtilen geniş muhtevalı bir şerhtir, ne var ki,
Sünen'in tamamı aynı şekilde bitirilememiş, yarıda kalmış bir şerhtir.
4- Mirkâtu's-Su'ûd ilâ Süneni Ebî Dâvud: Suyûtî'nin şerhidir.
5- Bezlu'l-Mechûd fi Hallî Ebî Dâvud: Bu şerh Hanefi mezhebini
esas alır. Halil Ahmed es-Sehârenfûrî (v. 1346/1927) te'lîf etmiştir. Muhammed
Zekeriyya el-Kandehlevî tâlikte bulunmuştur. 20 cilttir, matbudur.
Ebu Dâvud'a bunlar dışında, Nevevî, İbnu Mulakkin, Kutbuddîn Ebu Bekr
İbnu Ahmed el-Yemenî, Veliyyüddin Ebu Zür'a Ahmed İbnu'l-Hâfız Ebî'l-Fadl
Zeyniddîn el-Irâkî, Alaeddin Moğoltay İbni Kılıç. Şihâbuddin İbnu Raslân,
Bedruddîn el-Aynî ve Sindî gibi muhtelif âlimler tarafından çoğu yarım kalmış
başka şerhler de yapılmıştır.
Ebu Dâvud'un Sünen'i Türkçemize de tercüme edilmiştir.
[360]
İslâm dünyasının
sekiz büyük hadis bilgininden birisi. Tam adı, Ebu İsa Muhammed bin İsa bin
Sevre bin Musa bir Dahhak el-Tirmizî'dir. Kütüb-i sitte olarak anılan en
güvenilir altı hadis derlemesinden birinin sahibidir. Dördüncü Müslüman kuşak
(etbau etbau't-tabiin), içinde yer alır. Hadis ilminde en yüksek dereceye
ulaşanlara özgü olan "Hafız" ünvanına sahip ender kişilerdendir.
Tirmizî'nin
doğum yeri ve yılı konusunda farklı rivayetler vardır. Buna göre Tirmiz ya da
Mekke'de 200 (815), 206 (821) veya 209 (824) yılında doğdu; Tirmizî'de 270
(883), 275 (888) ya da büyük ihtimalle 279 (892) yılında öldü.
Kör olarak
doğan ya da sonradan gözlerini yitiren Tirmizî, ilk öğreniminden sonra
çalışmalarını hadis ilmi üzerinde yoğunlaştırdı. Hadis derlemek amacıyla
Horasan, Irak ve Hicaz'da geziler yaptı. Başta Buharî, Müslim ve Ebû Dâvud
olmak üzere birçok bilginden hadis aldı. Kendisinden de Heysem bin Kulab
el-Şasî, Mekhul bin el-Fald, Muhammed bin Mahbub el-Mahbubî el-Mervezi gibi
bilginler hadis rivayet ettiler.
Tirmizî Kitabu'l-İlel,
Kitabu'ş-Şemail, Kitabu Esmai's-Sahabe, Kitabu'l-Esma ve'l-Küna gibi eserler
bırakmışsa da büyük ününü es-Sünen de denilen el-Camiu's-Sahih adlı eseriyle
kazandı. Tirmizî, câmi' türündeki bu eserde yalnız hadisleri derlemekle
kalmamış, her hadisten sonra "Ebu İsa der ki" diyerek hadise ilişkin
düşüncelerini açıklamış, değerlendirmeler yapmıştır. Hadisleri İslam hukukunun
konularına uygun bir düzen içinde sınıflaması ve tekrarlardan sakınması,
eserine yararlanma kolaylığı kazandırır. Hadis bilginlerine göre es-Sünen'in
diğer hadis derlemelerine üstünlük sağlayan başlıca özellikleri şunlardır:
Hadislerin güvenilirlik derecelerini belirtmesi, taşıdığı zaaflara dikkat
çekmesi, ravilere ilişkin bilgi vermesi, hukukçuların hadislerden çıkardığı
sonuçlara değinmesi ve mezheplerin görüşlerine yer vermesi.
Tirmizi eseri
hakkında şöyle der: "Ben bu Cami-i Kebir'i yazıp bitirince, onu ilkin
Hicaz alimlerine gösterdim. Hepsi de beğendiler. Daha sonra alıp Irak
alimlerine götürdüm. Onlar da ağız birliğiyle eseri övdüler. Nihayet Horasan
diyarı alimlerine takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilahare eseri ilim
alemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konuşan bir Peygamber
vardır"[361]
Endülüs
bilginlerinden birisi, Tirmizî'nin eserinin özelliklerini ve değerini, yazdığı
bir şiirle şöyle anlatır:
"Tirmizî'nin
kitabı bir ilim bahçesidir. Çiçekleri adeta gökteki yıldızların parlaklığını
aksettiriyor. O eser sayesinde hadisler vuzuha kavuşur. Güzel lafızlara meydana
konulmuş, adeta resim gibi yerli yerince tanzim edilmiştir. "
"Hadislerin
en yüksek nevi sahihlerdir. Onlar nurlu yıldızlar halinde, her yanı
aydınlatırlar. Hadislerin sahihini hasenleri takip eder. Sonra garibler gelir.
Hadislerin sahihi sakiminden ayrılmıştır. Tirmizî onları tek, tek işaretleriyle
ilim erbabına açıklamıştır. Bu hadisleri, sahih eserler halinde sıraya dizmiş,
onları ciddi akıl sahipleri de beğenip seçmişlerdir. Onu beğenenler; fakihlerin
ve bilginlerin en önde gelenleri fazilet erbabının, doğru yola gidenlerin en
üstünleridir."
"Tirmizî'nin
kitabı böylece enfes bir eser; ilim erbabının takdir ettiği, okuyup konuştuğu
bir çalışma olmuştur. Onlar, ruhlarına en yüksek faydayı bahşeden en kıymetli
bilgileri, Tirmizî'nin kitabından iltibas etmişlerdir"
"Ondan,
biz de hadisler yazdık; eseri biz de rivayet ettik. Bu işi, cennet ırmağının
suyundan kana kana içmek niyetiyle gerçekleştirdik"
"Düşünce,
mana denizine daldı. Oradan en doğru manalara ulaştı. Rahman olan Allah, Ebu
İsa et-Tirmizî'yi bu şerefli işinden dolayı hayır üstüne hayır vererek
mükâfatlandırsın"[362]
Tirmizî, Orta Asya şehirlerinden Termiz, Türmiz, şeklinde de telaffuz
edilen Tirmiz şehrine nisbettir. Bu nisbeti taşıyan meşhur başka hadîsçiler de
var ise de öncelikle Kütüb-i Sitte müelliflerinden Ebu Îsâ Muhammed İbnu İsâ
İbni'd-Dahhâk bu nisbetle anılır. Ebu İsâ'nın meşhur eseri el-Câmi'u's-Sahîh'i
de bu nisbetle yâdedilir.
Muhammed İbnu İsa et-Tirmizî'nin künyesi Ebu Îsâ'dır. Kitabında, kendi
görüşünü sunarken Kâle Ebu Îsâ diyerek, künyesini zikreder.
Ebu Îsâ 209/824-279/892 yılları arasında yaşamıştır. İlim talebi için
bir çok beldeler dolaşmış, Horasanlılardan, Iraklılardan, Hicâzlılardan...
hadîs almıştır... Kuteybe İbnu Sa'd, Ebu Musab, İbrahim İbnu Abdullah
el-Herevî, İsmail İbnu Mûsa es-Süddî, Süveyd İbnu Nasr, Ali İbnu Hacer,
Muhammed İbnu Abdillah gibi pek çoklarını dinlemiştir. Buhârî ve Müslim mühim
hocalarındandır. Hadîs tahsilini esas itibariyle Buhâra'da yapmıştır.
Kendisinden başta Buhârî olmak üzere Mekhûl İbnu Fadl, Muhammed İbni
Mâhmûd İbnu Anber, Hammâd İbnu Şâkir, Ebu Hâmid Ahmed İbnu Abdillah el-Merzevi,
el-Heysem İbnu Küleyb eş-Şâmî, Muhammed İbnu Mâhbûb... gibi birçokları
rivayette bulunmuştur. İbnu Hacer'in Tehzîbü't-Tehzîb'de kaydettiği bir
rivayete göre, Buharî, Tirmizî'ye: "Benim senden istifâdem, senin benden
istifâdenden fazladır" demiştir.
Alimler sikalığı ve imâmeti hususunda ittifak eder. Sâdece İbnu Hazm,
Tirmizi için "meçhûl" demiştir. Ancak, İbnu Hazm'ın başka bazı meşhur
hâfızları da "meçhûl" olmakla ittiham ettiği için nazar-ı itibara
alınmamıştır. Nitekim Ebu'l-Kâsım el-Begâvî, İsmâil İbnu Muhammed es-Saffâr,
Ebu'l-Abbâs el-Asam vs. de İbnu Hazm tarafından meçhûl addedilmiştir. İbnu
Hibbân: Tirmizî'yi "İlmi cem eden, te'lif eden ve müzâkere
edenlerden" biri olarak tavsîf eder.
Tirmizî, bâzılarınca Hanbeli, bazılarınca Şafiî vs. mezheplere nisbet
edilmiştir. Ancak, ashâbu'l-hadîs'ten olduğu, sünnete uyup, doğrudan sünnetle
amel ettiği, herhangi bir mezhebi taklid etmeyen müstakil bir müctehid olduğu
görüşü râcihtir. Sahîh'inde sıkça geçen ashâbunâ (arkadaşlarımız) tabiriyle
ehl-i hadîs'i (Mâlik İbnu Enes, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhuye,
vs.) kasteddiği, tahlil sonunda anlaşılmıştır.
Tirmizî, ed-Darîr, yâni âmâ unvanını da taşır. Bazıları, onun doğuştan
âmâ olduğunu söylemişse de esas olan, ömrünün sonlarına doğru gözlerini
kaybetmiş olmasıdır.[363]
Tirmizi, müstakilen üzerinde durulacak kadar müstesna bir hâfızaya
sahiptir. Ebu Sa'd el-İdrisî: "Ebu İsa et-Tirmizî, darb-ı mesel olan bir
hâfızaya sahipti" der. Hadîsleri, bir defa dinleyince olduğu gibi
ezberlediği belirtilir. Terâcim kitaplarında, onun hâfıza gücünü belirten şu
menkıbe kaydedilir: Tirmizî anlatıyor:
"Ben Mekke yolunda idim ve daha önce bir şeyhe âit iki cüz
istinsâh etmiştim. Mezkûr şeyh kâfilemize uğradı. Kendisini sordum, falanca
diye gösterdiler. Yanına gittim. Yazmış olduğum cüzlerin berâberimde oldûğunu
zannediyordum. Şeyh'e âit olduğunu zannetiğim bu cüzleri heybeme koyarak yanına
vardım. Kendisiyle karşılaşınca bunları gözden geçirerek rivâyeti için icâzet
talep ettim. "Ver bakalım" dedi. Verdiğim zaman adamcağız bir de ne
görsün, uzattığım cüzler beyâz (defterdi, yazı filan yoktu). Şeyh öfkelendi ve
"Benden utanmıyor musun?" dedi. Niyetimin hafiflik olmadığını, araya
bir aldanma, yanlışlık girdiğini anlattım ve: "Mâmafih bu cüzlerin
muhtevâsı tamâmıyla ezberimde" dedim. "Oku" dedi. Onun okuduğunu
ard arda tamâmen okudum. Beni tasdîk etmeyip: "Yanıma gelmezden önce bunu
ezbere okuyarak hazırlıklı gelmiş olabilirsin" dedi. Ben de: "Öyleyse
başka şeyler tahdîs et" dedim. Bunun üzerine benim için, garîb
hadîslerinden kırk kadar hadîs okudu. Sonra "Haydi oku" dedi. Ben de
baştan sona kadar hepsini kendi okuduğu gibi okudum, tek harfte bile hatâ
yapmadım. Bunun üzerine: "(Hâfızası) senin gibi olanı görmedim"
dedi."[364]
Tirmizî'nin hayatından bahseden müellifler, dindarlığını da tebârüz
ettirirler. Ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmesi de, âhiret korkusuyla
ağlamaktan ileri geldiği belirtilir. Zehebî, şu ibâreye yer verir: "Buhârî
öldüğü zaman, Horasan'da, ilim, hıfz, verâ ve zühd yönleriyle Tirmizî denginde
bir başkasını geride bırakmamıştı".[365]
Tirmizî, sâdece rivâyetleri cemedip eser te'lif etmekle hizmet etmemiş,
hadîs ilminin gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Kendisine kadar hadîsler iki
dereceye ayrılıyordu: 1- Sahîh, 2- Zayıf. Tirmizî üçüncü bir kısım ilâve etti:
Hasen. Her ne kadar, bazı tahkîkler, hasen tâbirinin Tirmizî'den önce de
kullanıldığını göstermiş ise de, bu tâbiri ısrarla ve çokça kullanarak muhaddisler
arasında yayılıp benimsenmesine sebep olmuştur. Böylece, kendisinden sonra,
hadîslerin üç mertebede mütâlaa edilmesi gelenek hâlini aldı.
Tirmizî, sâdece hasen tâbirini kullanmakla yetinmeyip, buna başka
kelimeler de ekleyerek yeni mürekkep tâbirler ortaya koydu: "Hasenun
garibun", "hasenun sahîhun" gibi.
Ayrıca, Tirmizi, hasen ve garib tâbirlerine târifler getirdi. Kendinden
sonra gelen muhaddisler, Tirmizî gibi bir otoritenin bu tabîr ve târiflerini
nazar-ı dikkate aldı, gereken ehemmiyeti verdi. Tirmizî böylece ıstılahlara
getirdiği tarîfle usul-i hadîs ilminin gelişmesine hizmet etmiş oldu.
Keza, Kitâbu'l-İlel'de yer verdiği râvilerin tabakaları, ve
cerh-tâdille ilgili bahisler de ulûmu'l-hadîs üzerine olan en eski sistematik
meseleleri teşkîl eder. İbnu Ebî Hâtim'in (v. 327/938) daha da geliştireceği
rical taksimatında bu bahisler çekirdek
hizmetini görmüştür.[366]
Tirmizî'nin rivâyet metodu da, kendinden sonra te'lif edilen eserlere
tesîr etmiştir. Bu hususu, Dârakutnî'nin Sünen'inde, Münzirî'nin et-Terğîb
ve't-Terhîb'inde daha bâriz olarak görürüz. Zira onlar da Tirmizî gibi
hadislerin sıhhat durumunu belirtmeye önem verirler.
Tirmizî'nin bâzı teliflerde de çığır açtığı görülmüştür. Sahâbelerin
hayatına müstakil olarak tahsis edilen ilk eserin, bâzı âlimler, Tirmizî
tarafından yazıldığını kabul etmiştir: Kitâbu Esmâ-i's-Sahâbî, Keza Şemâil'i,
bu dalda yazılan ilk müstakil ve mükemmel eserdir. Tirmizî'nin bu eseri pek çok
te'liflere örnek olmaktan başka birçok şerhlere de mazhar olmuştur.
Eserleri meyanında el-İlelü'l-Kübrâ'sını da belirtmek gerek. Bu
Sahîh'inin sonundaki ilel değildir. Birçok müellif bundan kitaplarına
iktibaslarda bulunmuştur. Muahhar müellifler bunun kaybolduğunu, kütüphanelerde
nüshasının bilinmediğini kaydederler ise de Topkapı Sarayı Müzesi
Kütüphanesi'nde Şerhu İlelu't-Tirmizî adıyla rastladığımız nüshanın,
el-İlelu'l-Kebîr olması kuvvetle muhtemeldir.[367]
Kitâbu'z-Zühd, et-Târîh, el-Esma ve'l-Künâ, Kitâbun
fi'l-Asârı'l-Mevkufe gibi başka eserleri de bilinmekte ise de bize kadar
ulaşmamıştır. Ancak bunların, hadîs ilminin gelişmesine hizmet etmiş olmaları
inkâr edilemez.[368]
Tirmizî'nin en meşhur eseri Sünen de denmiş olan es-Sahîh'idir.
Hadîscilerin yer verdikleri bütün ana bablara şâmil olması sebebiyle
"câmi" vasfını ele almıştır.
Sahîh-i Tirmizî'deki tertip güzelliği diğer kitapların hiçbirinde
yoktur. Bu yönünü nazar-ı dikkate alan bazı âlimler, onu Kütüb-i Sitte'nin
üçüncü kitabı kabul etmiştir. Kitabı hakkında Tirmizî şu açıklamayı yapar:
"Ben bu kitabı yâni el-Müsnedü's-Sahîh'i telif edince, Hicâz, Irâk ve
Horasan âlimlerine arzettim, hepsi de onu beğendi. Kimin evinde bu kitap, yani
el-Câmi bulunursa, sanki evinde konuşan bir peygamber vardır."
Tirmizî'nin Sahîh'i, sünen tarzında yanî fıkıh babları esas alınarak
tertip edilmiştir. İçerisinde, sahîh, hasen ve zayıf hadîsler mevcuttur. Ancak
her bir hadîs hakkında, hadîsi kaydedince, sıhhat durumu ve amel durumuyla
ilgili bilgi verir. Zayıfsa, sebebi ve zayıflık
veçhi nedir belirtir. Ayrıca, açtığı her babta sahâbe ve farklı
diyarlardaki âlimlerin görüşlerini açıklar. Eser bu yönüyle ilk defa telif
edilmiş, mukayeseli fıkıh mezhepleri tarihi mahiyetini arzeder.
Her hadîsin durumunu belirtmesi, kitabından herkesin kolayca
istifadesine imkân tanır. Bu vasıf onu diğer te'liflerden ayıran en mümtaz
yönünü teşkîl eder.
Kitabının sonuna koyduğu Kitabu'l-İlel bölümü eserin diğer bâriz bir
hususiyetini teşkîl eder. Bu bölümde mühim kaidelere yer verir. Diğer rivâyet
kitaplarında bu ismi taşıyan bir bölüme rastlanmadığı gibi, bu bölümde yer alan
meselelere de rastlanmaz.
Tirmizî'de yer alan hadîslerin mâhiyetini hakkıyla tanımak için şu
noktanın da bilinmesi gerekir: Tirmizî, eserine, âlimlerden herhangi biri
tarafından amel edilmiş olan hadîsleri almıştır. Eserinin Kitabu'l-İlel
bölümünde, Sünen'indeki hadîslerin ikisi hâriç geri kalan hepsinin ma'mûlun bih
olduğunu yâni âlimlerden biri tarafından amel edildiğini bizzat açıklar. Hiçbir
âlimce amel edilmemiş olan iki hadîsi de belirtir: Biri, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in yolculuk hâli bile olmadığı halde -ümmete kolaylık
olsun diye- öğle ile ikindiyi, akşamla yatsıyı birleştirdiğine dair İbnu Abbas
(radıyallahu anh)'tan yapılan rivâyettir. Diğeri de, içki içmede ısrar eden
kimseye üç kere hadd tatbîk edildikten sonra dördüncü seferde öldürülmesini
emreden rivâyettir. Bu iki hadîsle hiçbir âlimin amel etmediğini belirtir.
Şu halde Sünen-i Tirmizî, bir bakıma mâmûlün bih (kendisiyle amel
edilmiş) olan hadîsleri cemeden bir mecmuadır. İçerisinde 3962 hadîs mevcuttur.
[369]
Tirmizî, eserini tanzîmde öncelikle fıkhî endîşe taşır. Bu yönüyle
Buhârî'ye benzer. Bunda da, Buhârî'de olduğu gibi tercümeler vardır.
Terecmeler'de, bazan, meseleye umumî bir tarzda dikkat çeken bir ifade
kullanılır: "Babu mâ câe fi's-Sivâk" yani: "Misvak konusunda
gelen hükümlerle ilgili bab" gibi. Bâzan hususî bir konuda kesin bir hüküm
konur: "Babu mâ câe enne'l-ikâmete mesnâ mesnâ" yani: "Kâmet
okurken ikişer kere tekrar okunacağına dair rivayetler babı" gibi, bazan
başlık soru tarzındadır: "Secdeden nasıl kalkılacağına dair rivâyetler
babı" gibi. Tirmizî bâzan, nâsih ve mensuh deliller için ayrı ayrı bab
açar. Her mezhebin görüşünü ve delillerini ayrı ayrı zikreder. Bu tarz
tercümeler Buhârî'de yoktur. Tirmizî'de pek çoktur. Önceki bâba yakın
durumlarda sadece "babun" diyerek de tercüme koyduğu da olmuştur.
Buna da sıkça rastlanır.[370]
Bu meselede de Buhârî'ye benzer, zira o da fıkıh yapmak, bab
başlıklarında ifade ettiği ahkâm-ı fıkhîye'yi sahîh hadîslerle delillendirmek
maksadıyla hadîsleri kaydetmiş, eserine bu maksada uygun bir tertip ve tanzîm
kazandırmış idi. Ancak, Tirmizî, Müslim'in espirisini de gözden uzak
tutmamıştır. Yâni, hadîslerin muhtelif tarîklerini de aynı anda göstermeye
gayret etmiştir. Ne var ki turûk'u bir arada gösterirken Müslim'in tarzından
ayrılır. Müslim her tarîk'de mevcut en küçük farkları bile gösterdiği halde,
Tirmizî daha ziyâde mânaya tesir edebilecek farklılıklara dikkat çeker.
Senetleri öylesine kısaltır ki, çoğu kere, hadîsin, sâdece sahâbeden olan
râvilerini zikreder. Meselâ hadîsi kaydettikten sonra: "Ve fî'l-bâb an
fülan, an fülan, an fülan..." diyerek birçok isim zikreder. Bu isimler, o
konuda rivâyet edilen diğer hadîslere işâret eder. Her isim ilgili hadîsi
rivayet eden bir sahâbîye aittir. Dikkat çekilen bu rivâyetler, Tirmizî'nin
başka bablarında kaydedilmiş olabileceği gibi, kaydedilmemiş de olabilir.
Makdisî, en azından bir kısım babların tanziminde Tirmizî'nin takip
ettiği yolu şöyle açıklar:
"Merhûmun tâkip ettiği metodlardan biri şudur: Önce, senedi sahîh
olarak bir sahâbî'ye -ki bu Sahâbî'nin rivâyet ettiği hadîsler diğer sahîh
kitaplarda tahrîc edilmiş olacak- ulaşan bir hadîsin ifâde ettiği (hüküm ve)
mânâya uygun olarak bir bâb başlığı koyar. Sonra başlıktaki bu hükmü, hadîsi
diğer kitaplarda tahrîc edilmemiş olan bir sahâbînin rivâyetini -ki bunu tarîki
de bâb başlığında kastedilmiş olan hadîsin tarîkinden farklıdır- vererek beyân
eder ki bu davranış hükmün sahîh olduğu hâllerde câridir. Sonra rivâyete şu
sözü ekler: "Bu bâbta falan ve fâlan (sahâbî) den de rivâyet
mevcuttur." Bu sayılanlar arasında, bâbtaki hükme esâs teşkîl edilen
rivâyeti yapan meşhûr sahâbî ve diğerlerinin ismi de mevcuttur. Bu metodu
sâdece bâzı bâblarda tâkip eder."
Tirmizî'nin bu davranışından maksad, o hadîs, sened yönüyle zayıf olsa
bile, sahîh olan bir hadîse hükümde tevafuk etmekle, metnin ifâde ettiği ahkâm
yönüyle sıhhatini göstermek ve bu rivâyeti korumaktır.
Yeri gelmişken bir kere daha hatırlatalım ki, hadîsler hakkında verilen
"sahîh" veya "zayıf" hükmü nefsülemr'e bakmaz, zâhire
bakar. Aynı ahkâmı ihtiva eden bir hadis, bazan bir kaç tarîkten ulaşır, bu
tarîklerden biri esas alınınca hadîs "zayıf" addedildiği halde, diğer
biri esas alınınca "sahîh" addedilir. Çünkü hüküm zâhire göre verilir,
nefsülemr'i yâni gerçeği Allah bilir. Tirmizî, bu durum sebebiyle, zaafı
şiddetli olan bâzı râvilerden de rivâyet almaktan çekinmemiştir: Muhammed İbnu
Sâd el-Kelbî ve Muhammed İbnu Sâd el-Maslûb gibi. Bunların durumunu
belirtmekten başka, rivâyetlerini mûteber olan başka tarîklerden de
kaydetmiştir.
Tirmizî'nin bu davranışı ona Sahîheyn'le kıyaslayınca bazı farklılıklar
ve hatta üstünlükler kazandırır:
1- Sahîheyn'de bile bulunmayan
bir kısım sahîh hadîsleri ihtiva eder.
2- Yine Sahîheyn'de bulunmayan
çok miktarda hasen ve zayıf hadîsleri ihtiva eder. Bir kısım âlimlerin zayıf
hadîsle amel etmeyi esas aldığını düşünürsek bunun ehemmiyetini daha iyi
anlarız.[371]
3- Ravilerin hallerini açıkça
beyan eder. Buhârî ve Müslim bu işi, sâdece hadîs ilminde ihtisas yapmış,
ilel'i bilen kimselerin anlıyacağı gâmız bir işaretle yaparken Tirmizî herkesin
anlayabileceği çok açık bir üslûbu seçmiştir.
4- Sahîheyn, bir babta bulunan
en sahîh hadîsleri kaydetmek ve onlarla yetinmek gayretine düşerken, Tirmizî
ele aldığı baba giren sahîh, hasen, zayıf, sâlim, muallel hadîsleri de
kaydetmekten çekinmemiştir. Zira, ahkâm-ı şer'iyye her zaman sahîh hadîsle
değil, bazı kere de hasen ve hatta -turûk'un çoğalması hâlinde- zayıf hadîsle
sübût bulur.
5- Zayıf hadîslerin zayıf
olduğunu bildirdiği için zayıfın hasen veya sahîh sayılmasından doğabilecek
mahzurlar önlenmiş oluyor.
6- Kendisiyle itibar
edilebilecek hadîsler anlaşılıyor.
7- Âlimlerin, haklarında cerh
ve ta'dîl hususunda ihtilaf ettikleri şahıslar tanıtılmış olmaktadır. Ayrıca,
mezheplerin, istidlâl'de delilleri ve ihtilafları da Tirmizî'de bilinmektedir.[372]
Tirmizî, eserini fıkhî espiriyle tanzîm ettiği için, bir hadîste fıkha
temas etmeyen -esbâb-ı vürûd gibi- bir kısım varsa orayı çoğu kere atar.
Maksadı kitabın hacmini artırmamaktır. Ancak, hadîste yaptığı bu kısaltma ve
taktî'e dikkat çeker ve: Ve fi'l-hadîsi kelâmın ekseru min hâzâ: "Bu
hadîste, kaydettiğimizden daha uzun bir metin mevcuttur" veya: "ve
fı'l-hadîsi kıssatun tavîle" yani: "Hadîsin aslında (esbab-ı vürûdu
belirten) uzunca bir hikâye mevcuttur" der.[373]
Tirmizî'de muallak hadîs pek nâdirdir. Buhârî'yi çok miktarda tâlik
yapmaya sevkeden durum şartlarındaki sıkılık idi. Halbuki Tirmizî, hadîs kabûl
etmede geniş davranmıştır, zira, durumunu belirttiği için, çok zayıf râviden
bile hadîs almaktan çekinmemiştir. Öte yandan, Müslim gibi o da isnada
ehemmiyet vermiş, bu sebeple tâlik ederek metin kaydetmekten ziyade kısaltarak
da olsa senet kaydetmeyi ön plana almıştır. Netice olarak bu durumlar ona tâlik
yapma ihtiyacı duyurmamıştır.[374]
Tirmizî'yi Sahîheyn'le kıyaslamada mühim bir farka daha işaret etmemiz
gerekmektedir: Sahîheyn, muttarıd bir kaide olarak bir babta mevcut olan en
sahîh hadîsi (asl'ı) ilk önce zikrettikleri halde Tirmizî'de bu muttarıd
değildir. Bazı kereler zayıf hadîsi önce kaydeder, zaafına dikkat çeker.
Arkadan o babın daha sahîh olan rivâyetini zikreder. Kitapta bunun örneği
çoktur. Nesâî ise bir babta mevcut bütün hadîsleri bir arada toplarken, muttarıdan
-şayet varsa- önce kusurlu hadîsi kâydeder. Tirmizî'nin davranışı tenkîd
vesilesi olamaz, zira, hadîs hakkında derhal açıklama yapmaktadır.
[375]
Tirmizî'nin Sahîh'ine muhtelif şerhler yapılmıştır. Bazıları şunlardır:
1- Ârızatu'l-Ahvazî fî
Şerhi't-Tirmîzî müellifi, Mâliki ulemasından İbnu'l-Arabî el-Mâlikî diye
şöhret bulmuş olan Muhammed İbnu Abdillah el-İşbilî'dir (v. 543/1148). Eser on
üç cilt olup 7 mücelled halinde matbudur.
2- Mütedâvîl şerhlerden biri
de Tuhfetu'l-Ahvazî Şerhu Câmi'i't-Tirmizi'dir. Müellifi Muhammed
Abdurrahmân İbnu Abdirrahim el-Mubârekfûrî'dir. (v. 1353/1934). Bu şerh için
hazırlanan iki ciltlik Mukaddime, hem Tirmizî hakkında geniş bilgi sunar, hem
de usul-i hadîsle ilgili derli-toplu bilgiler verir.
Tirmizî'nin sahîhi üzerine geniş bir tahlîli Nureddin Itr,
el-Imamu't-Tirmizî ve'l-Muvazenetu Beyne Câmiihi ve Beyne's-Sahîheyn adlı
eserde sunar.
Suyutî'nin, Sindî'nin İbnu Mulakkin'in, Muhammed İbnu Muhammed
el-Ya'merî'nin, Abdurrahman İbnu Ahmed el-Hanbelî'nin de muhtelif hacimlerde
şerhleri mevcuttur. Tirmizî'yi ihtisar edenler de olmuştur: Necmuddîn Muhammed
İbnu Akîlî el-Balisî, Necmuddîn Süleyman İbnu Abdilkavî gibi.
Tirmizî'nin hadîslerini tek bir kelimeden bulmak maksadıyla Sıddîkî
el-Beyk tarafından el-Mürşid ila Ehâdîsî Süneni't-Tirmizî adıyla bir miftah
yapılmıştır (Humus 1969).
[376]
Kütüb-ü sitte
adı verilen hadis mecmualarının beşincisinin müellifi. Ahmed b. Şuayb b. Ali b.
Bahr b. Sinân b. Dinar (Ebu Abdi'r-Rahman) Horasan'da Nesâ denilen şehirde
dünyaya gelmiştir.[377]
Doğum
tarihinin 214 veya 215 Hicri yılında olduğu konusunda ihtilâf vardır. İmam
Suyûtî, Hüsnül-Muhadara isimli eserinde[378] doğum tarihini Hicri 225 olarak gösterir.
Nesâî on beş
yaşında iken, küçük yaşında başladığı tahsilini, hadis öğrenmeye yöneltmiştir.
İlk hadis derslerini, muammerinden olan, Enes b. Malik (r.a) de dahil pek çok
Hadis otoritesine talebelik yapmış olan büyük muhaddis Kuteybe b. Saîd'den
aldı. Bu zatın yanında kaldığı bir yıl iki aylık sürenin feyzini ömrü boyunca
taşıdı.
Nesâi'nin asrı
büyük muhaddislerin var olduğu ve Hadis öğrenmek için uzun seyahatlerin
yapıldığı bir dönemdir. Nesâî de bu seyahatlere katıldı. Büyük muhaddislerden
ilim aldı, ilim verdi. İstişarelerde bulundu. İlmi ve fazileti ile tanındı. Hadisteki
yetkisiyle şöhret buldu. Hadis öğrenme ve öğretme yolunda yaptığı yolculuklar,
ölümüne kadar kesintisiz devam etti. Parmakla gösterilir hale geldi. Yerine
göre bir öğrenci, yerine göre Allah yolunda gazaya çıkmış bir mücahid, yerine
göre mücahidlerin öğretmenliğini yaptı. Hadis alimlerinden Me'mûn el-Mısrî
şöyle anlatır:
"Nesâî
ile beraber Tarsus'a gittik. İmamlardan Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Muhammed
b. İbrahim, Ebül-Âzân ve Keylece gibi zevat toplandı. Kendileri adına, hadis
şeyhlerine karşı ilmî münazarada bulunacak birini seçme konusunda istişarede
bulundular ve bu iş için Ebû Abdurrahman en-Nesâî'yi seçme konusunda ittifak
ettiler"[379]
Nesâî bir
taraftan seyahat ederken, bir taraftan da bulduğu muhaddisden hadis alıyor.
İsteklisine de bunları öğretiyordu.
Nesâî'nin
kendilerinden hadis ve ilim aldığı hocalarından bazıları şunlardır: Kuteybe b.
Saîd, İshak b. Râhûye, Yûnus b. Abdül-A'lâ, Muhammed b. Beşşâr, Mahmûd b.
Gaylân, Hişâm b. Ammâr, Ebû Davûd, Süleyman b. el-Eş'as, Osman b. Ebî Şeybe, İsâ
b. Hammad...
Nesâî, ehil
ise kendi akranından ilim ve hadis almaktan çekinmezdi. Ebû, Davûd
es-Sicistani, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Süleyman b. Seyf el-Harrânî ve
Süleyman Eyyüb el-Esedi, kendilerinden hadis alıp rivayet ettiği akranıdır.
Nesâî ayrıca
bir çok öğrenci yetiştirmiştir. Başta Sünen isimli eserini rivayet edenler
içerisinde bulunan oğlu Abdül-Kerim olmak üzere ileri gelen talebelerinden
bazıları da şunlardır: Ali b. Ebû Câfer et-Tahavî, Ebû Bişr ed-Dûlâbî, Ebû
Avane, İbni Hibbân el-Büstî, Ebû Bekir b. el-Haddâd, Ebû Câfer el-Akilî, Ebû
Ali en-Nisâburî, Ebül-Kasım et-Taberânî, Kasım b. Sâbit es-Serkastî.
İmam Nesâî,
Şafiî mezhebine bağlı olmasına rağmen mutlak müctehid mertebesinde idi.
Hadisçiler arasında üçüncü yüz yılın müceddidi sayılmıştır. İbni Kesir bu
konuda şöyle der: "Yazmış olduğu eserlerden anlaşılıyor ki hıfzı sağlam,
doğruluğu kesin, imanı güçlü, ilim ve irfanı geniş birisi idi"[380]
Hadis
rivayetinde çok titizdi. Hattâ bu konuda Müslim'den daha sağlam olduğunu
söyleyenler vardır. Nakd-i Ricâl ilminde aşırı titiz olan Zehebi bile onu
Müslim, Ebû Davûd, Tirmizi gibi Hadis otoritelerinden önde sayar ve şöyle
derdi: "Nesâî, Buhârî ve Ebû Zür'a ayarındadır."
Tâcüd-Din
es-Sübkide şu nakilde bulunur. "Üstadımız Zehebîye, İmam Müslim'in mi,
yoksa Neseâî'nin mi, daha titiz olduğunu sordum. "Nesâî'dir"
dedi"[381]
Sa'd b. Ali
ez-Zencânî, İmam Nesâî'nin hadis kabul ve rivayetindeki şartlarının Buhari ve
Müslim'den daha da ağır olduğunu söyler.
Nesâî'nin
eserlerinden bazıları şunlardır:
1- es-Sünen: Meşhur hadis kitabıdır. Buna
"el-Mücteba" da denir.
2- el-Künâ: Ravileri künyelerine göre ve harf sırasıyla
yazan bir eserdir.
3- ed-Duafâ vel-Metrûkîn: Zayıf ve terkedilmesi gereken
ravileri yazan bir eserdir.
4- et-Temyiz: Suyûtî'nin ifadesine göre ravîleri
birbirinden ayıran özellikleri zikreder.
5- el-Mu'cem: Nesâî'nin hocalarını yazar.
6- Kitabü't-Tabakât: Nesâî'nin zamanına kadar geçen
ravileri, rivayetlerini, hallerini, tabaka tabaka anlatan bir eserdir.
7- el-Cerh ve't-Ta'dil: Hadis tenkidinin esaslarını
yazar.
8- Tefsirul-Kur'an'il- Kerim
9- el-Cum'a
10- Müsned-i Ali b. Ebi Talib
11- Amelül-Yevm vel-Leyle
İmam Nesâî
heybetli yapılı, güzel ve nurlu yüzlü, sıhhatli bir şahıstı. Cihada iştiraki
severdi. Savm-ı Davûd'a devam ederdi. Gece ibadetinden, teheccüdden hiç geri
kalmazdı. Humus'ta yaptığı kadılıktan herkes hoşnut kalmıştı.
Ömrünün son
zamanlarını Mısır'da, Hadis ve ilim öğreterek geçirmişti. Hacc için oradan
çıktı. Şam'a uğradı. Şam Ümeyye Camiinde münazaralara katıldı. Kendisine Ümeyye
hanedanı ile ilgili sorular soruldu. İmam Dârakutni'nin ifadesine göre, orada
rahatsızlandı. Kendisini deve sırtında Hicâz toprağına yetiştirmelerini istedi.
İsteğini yerine getirdiler. 303 (915-916) yılının Şa'ban ayında Mekke'de vefat
etti ve Safa ile Merve arasına gömüldü.[382]
Bazı
müellifler Filistin'deki Remle'de vefat edip Beytü'l-Makdis'e gömüldüğünü
yazarlar.[383] Ancak onun Mekke'de medfun olduğu görüşü daha
kuvvetlidir.
Nesâî'nin
"es-Sünen"i ellibir kitab'a ayrılmış olup her kitap çeşitli bablardan
meydana gelmiştir. Diğer hadis mecmualarında bulunmayan Kitabul-İhbâs,
Kitabu'n-Nuhl, Kitabu'r-Rukba ve Kitabu'l-Umra gibi konuları içeren bölümler
Nesâî'nin süneninde mevcuttur. Ayrıca diğer hadis mecmualarında bulunan
Kitabul-Fiten, Kitabul-Kıyame, Kitabul-Merakib ve Kitabü' t-Tefsîr de Nesâî'de
mevcut değildir.[384]
El-Hâfız el-İmâm Şeyhu'1-İslâm Ebu Abdirrahmân Ahmed İbnu Şuayb İbnu
Ali İbni Sinân İbni Bahr el-Horâsânî el-Kâdî. 215/830-303/915 yılları arasında
yaşamıştır. Kuteybe İbnu Saîd, İshak İbnu Râhuye, Hişâm İbnu Ammâr, gibi
sayısız kimselerden hadîs dinledi. Hadîs almak üzere Horasan, Irak, Hicâz,
Mısır, Şam, Cezire gibi diyarları dolaştı. İlminin derinliği, itkânı,
rivâyetlerindeki ulviyetle (ulüvvü isnâd) temâyüz etti. İlmini Mısır'da
neşretti. Fıkıh, hadîs ve rical bilgisinde Mısır'daki emsallerine, devrinde,
tefevvuk ve tekaddüm ettiği muâsırı olan âlimlerce te'yîd edilmiştir.
Müslümanların imâmlarından biri olduğu bilhassa tebârüz ettirilir. Bazı âlimler
Nesâî'nin Müslim'den ahfaz olduğunu da söyler.
Hadîs tahsili için, Kuteybe İbnu Saîd'in yanına 230 yılında gittiği
zaman 15 yaşında olduğunu, rivayetlerini almak üzere bir yıl iki ay yanında
kaldığını kendisi anlatır.
Nesâî'nin dört hanımı olduğu, hanımlarına karşı vazîfesini eksiksiz
yerine getirdiği, gece ve gündüz ibadetlerine düşkün bulunduğu, günahlardan
kaçmaya çok gayret ettiği, bu meyanda cihadlara iştirakten de geri kalmadığı
belirtilir. Ayrıca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetlerini ihya
ettiğini, Sultanların meclisinden kaçtığını faziletleri meyanında zikreden İbnu
Hacer, bu davranışının, Nesâî'yi şehit olmaya götürdüğünü de ifade eder.
Ölümüyle ilgili olarak şu vak'a anlatılır: Uzun müddet Mısır'da
yerleşip, ilim neşrinden sonra 302 yılında orayı terkederek Şam'a (veya Remle'ye)
gelen Nesâî, orada Hz. Muâviye taraftarlarının baskısına mâruz kalır.
Kendisinden, Hz. Muâviye'nin Hz. Ali (radıyallahu anhüma)'dan üstünlüğüne dair
rivayette bulunmasını isterler. O ise: "Allah onun karnını
doyurmasın" hadîsinden başka bir şey bilmediğini söyleyince[385] Hz. Muâviye (radıyallahu
anh) taraftarları Nesâî'yi Mescid'in içinde dövmeye başlarlar. Onları, bu
davranışa sevkeden şüphesiz Nesâî'deki Hz. Ali sevgisi ve dolayısıyla Fî Fadli
Ali adıyla te'lîf etmiş olduğu eseri idi. Buradan, hırpalanmış ve sakatlanmış
olarak Mekke'ye hareket eder. Nesâî, Mekke'ye varır varmaz kötü muâmelelerin
tesiriyle vefat eder. Bu yüzden ona şehîd de denmiştir. Kabrinin, Safa ile
Merve arasında olduğu belirtilir. Bâzı tarihçiler Filistin'de vefat ettiğini
söylerse de Mekke'de ölmüş olması daha sahîh gözükmektedir.
Kendisinden oğlu Abdulkerim, Ebu Bekr Ahmed İbnu Muhammed İbnu İshâk
İbni's-Sünnî, Ali İbnu Ebî Ca'fer et-Tahâvî, Ebu Bişr ed-Dûlâbî, Ebu-Avâne, Ebu
Câfer et-Tahâvî gibi pek çokları hadîs rivâyet etmiştir.
[386]
Nesâî, önce es-Sünenü'l-Kübrâ'yı te'lif etmiştir. Bunda sahîh ve ma'lûl
hadîsler karışık olarak bulunuyordu. Bunu Remle Emîri'ne takdim edince Emîr:
"İçinde yer alan bütün rivâyetler sahih mi?" diye sorar. Nesâî:
"Hayır, kitapta sahîh, hasen ve hasene yakın olan rivâyetler var"
cevabını verir. Bunun üzerine Emîr:"
- Bana, sahîh olanları öbürlerinden ayırıver!" der. Bu istek
üzerine Nesâî, es-Sünenü's-Suğra'yı te'lif eder ve buna el-Müctebâ Mine's-Sünen
adını verir. Bugün, Sünenü Nesâî deyince el-Müctebâ kastedilir.
El-Müctebâ, diğer sünenlerle mukâyese edilince içerisinde, zayıf hadîs
en az olanıdır. Bu sebeple, bir kısım âlimler, el-Müctebâ'yı Kütüb-i Sitte'nin
üçüncü kitabı saymıştır. Makdîsî'den naklen İbnu Hacer, Zehebî, Katip Çelebi,
Sübkî, gibi meseleye temas eden bütün âlimler, Hafız Ebu Alî'nin şu sözünü
kaydederler: "Nesâî'nin rical hususundaki şartı, Müslim'in ve Buhârî'nin
şartından daha şiddetlidir". Ancak bu şartın ne olduğunu hiç biri
belirtmez. Şu kadar var ki, Nesâi, Buhârî ve Müslim'in hadîs aldığı bir kısım
râvilerden hadîs almamıştır. Sindî, bu sebeple, şartının Sahîheyn'den sıkı
olduğunun söylendiğini ifâde eder." Kendisi der ki: "Ben Sünen'i
cemetmeye azmedince hakkında, içime şüphe düşen bir kısım râvilerden hadîs alma
hususunda Allah'tan istihârede bulundum. Netîcede, terklerinde hayır olduğu
kanaatine vardım."
Nesâî, kitabını tanzîm ederken, râvinin terkinde ittifak olup
olmadığına bakmıştır. Terkinde ittifak olmadıkça hadîs almıştır. Bu hususta o
da Ebu Dâvud gibi düşünmektedir: Muhtelefun fih râvinin hadîsi makbuldür, zira
bir babta zayıf rivâyet, re'yü'r-ricâl'den evlâdır. Çünkü Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den olma ihtimâli mevcuttur.[387]
Nesâî'nin el-Müctebâ'sı, sünen tarzında bir te'liftir. Hadîsler fıkhî
bablara göre tasnîf edilmiştir. 51 aded ana bölüm vardır. Her bölüm, diğer
sünenler gibi, tâli bablara ayrılır. Bab başlıklarında (terâcim) fıkhî hüküm
belirtilir. Hükmü te'yid eden hadîsler kaydedilir. Nesâî, tertipte Müslim'in
yolunu tutar. Yani hadîslerin turûkunu bir araya getirmeye ehemmiyet verir,
hadîslerin illetini göstermeyi birinci plâna alır. Bu sebeple bir hadîsin
birçok turûkunu verdiği vâkit, şayet varsa, önce galat bulunan tarîki kaydeder.
Arkadan ona muhalefet eden sahîhi kaydeder. El-İmâm Ebu Abdillah İbnu Reşîd,
Nesâî'nin kitabını, Buhârî ve Müslim'in medotlarını birleştirici olarak tavsîf
ederken çokça ilel beyan etme yönüyle arzettiği hususiyete de dikkat çeker.
İbâdet ve ahkâmla ilgili bahîslerden başka diğer kitaplarda rastlanmayan ana
bölümlere yer verildiği görülür: İhbâs, Nuhl, Rukbâ, Umre, Hayl gibi. Diğer
taraftan Fiten, Kıyâme, Menâkıb ve Kur'an'a dâir bölümler yer almaz.[388]
El-Müctebâ'yı çok kısa bir surette Celâleddin es-Suyûtî şerhetmiştir.
Ebu'l-Hasan Muhammed İbnu Abdillah es-Sindî (1138/1725), okuyucunun i'rabında
ve zabtında müşkilat çekeceği kelimelerin, garîblerin şerhini yapmak maksadıyla
Suyûtî'nin şerhi üzerine bir hâşiye ilâve etmiştir.
Siracüddin Ömer İbnu Ali İbnu Mülakkin (804/1401) Sahîheyn, Ebu Dâvud
ve Tirmizî'ye olan zevâidini tek cilt halinde şerh etmiştir.
El-Mücteba, Suyûtî'nin şerhi ve Sindî'nin haşiyesi ile birlikte
matbudur.
El-Mücteba dilimize de tercüme edilmiştir.
[389]
Kutub-i
Sitte'den kabul edilen "es-Sünen" isimli eserin müellifi. Hicri
üçüncü yüzyılın önde gelen hadis hafızlarındandır. İsmi; Ebû Abdullah Muhammed
b. Yezid b. Mâce el-Kazvini, Mevla Rabîa.
İbn Mâce
adıyla meşhur olan müellifin adının menşeî ihtilaflıdır. Bir rivayete göre Mâce
dedesinin ismidir. Tercih edilen görüşe göre Mâce babasının ismidir. Kelime
farsça kökenlidir. Firûzâbâdî Kamusunda Mâce'nin babasına ait bir lakap
olduğunu söylemiştir.
İbn Mâce'nin
isminin okunuşu hadisçiler arasında ihtilaflı bir konudur. Bazıları İbn Mâceh
şeklinde okumuşlar. Bazı hadisçiler de İbn Mâcete şekliyle söylemişlerdir.
Türkçe'de kelimenin sonundaki yuvarlak te harfi okunmadığından dilimizde bu
hadisçinin ismi ibn Mâce olarak meşhur olmuştur.
İbn Mâce
Kazvîn şehrinde H. 209 yılında dünyaya gelmiştir. H. 273 yılında Ramazan'ın
bitimine sekiz gün kala Pazartesi günü vefat etmiştir.
İbn Mâce
dönemin önde gelen hadisçilerinden ders okumuş ve hadis dinlemiştir. O'nun
hocaları arasında şunları sayabiliriz: Muhammed b. Abdillah b. Numeyr, Abdullah
b. El-Muaviye, Hişam b. Ammâr, Dâvud b. Ruseyd, Ebûbekir b. Ebi Şeybe, İbrahim
b. el-Münzir el-Hazâmî. Bu saydığımız âlimler dönemin meşhur hadisçileri İbn
Mâce'nin önemli hocalarıdır. İbn Mâce'nin hadis aldığı şeyhlerin sayısı ise
daha fazladır. Talebeleri arasında şu hadisçileri sayabiliriz: Muhammed b. İsa
el-Ebherî, Ebû'l-Hasan el-Kattân, Süleyman b. Yezîd el-Kazvînî, Ahmed b.
İbrahim el-Kazvînî, İshâk b. Muhammed el-Kazvınî. Bu talebeler İbn Mâce'nin
yüzlerce talebesinden birkaç tanesidir.[390]
Dönemin ilmî
geleneğine uygun olarak İbn Mâce çeşitli beldelere ilim seyahatları (rıhle)
yapmıştır. Irak, Basra, Kûfe, Bağdad, Mekke, Şam, Mısır ve Rey beldelerini
hadis ilmini öğrenmek ve hadis yazmak için dolaşmıştır. Bu şehirlerdeki meşhur
hadisçilerle ve büyük âlimlerle görüşmüş, onlardan ilim almıştır. İbn Hallikân
O'nun hakkında "hadis ilminde imâm ve hadis ilimleri ile ilgili bütün
disiplinlerde otorite sahibiydi" demiştir.[391]
İbn Mâce'nin
tefsir ve tarih ilimlerinde de geniş bilgisi vardır. Kur'ân tefsiri ile ilgili
bir eseri ve güzel bir tarih kitabı vardır.[392]
Sünen-i İbn Mâce
İbn Mâce'nin
Sünen'i diğer sünenler arasında tertibinin güzelliği ve zevâidinin çokluğu ile
temâyuz etmiştir. İbn Mâce'nin en önemli meşhur eseridir. Bu eserde hadisler
fıkıh bablarına göre tertip edilmiştir. Eserin mukaddime bölümünde ise sünnete
ittibanın önemi bidat'tan sakınmanın gereği ve bu meselelere tealluk eden
konularla ilgili hadisler bir araya getirilmiştir. Bundan dolayı da
"Sünen" grubundan kabul edilmiştir.
İbn Mâce bu
eserini telif ettiğinde dönemin büyük hadis tenkitçisi Ebû Zur'a er-Razî'ye
sunmuştur. Ebû Zur'a Sünen hakkında şunları söylemiştir: "Bu kitap halkın
eline geçerse mevcut hadis kitaplarının çoğunun yerini alacağını
zannediyorum" İbn Mâce'nin eserindeki zayıf hadisler için Ebû Zur'a "isnadı
zayıf olan hadislerin otuzu geçmeyeceğini ümit ediyorum" demiştir.
İbn Mâce'nin
Sünen'inde 37 kitap, 1515 bab ve 4341 hadis vardır. Bu rakam Sünen'in M. Fuâd
Abdulbakî'nin tahkîki ile basılan baskısındaki rakamlamaya göredir. Sünen'de
bulunan hadislerin 3002 tanesi Kütüb-i Sitte'nin diğer beş kitabında mevcuttur.
Bu beş eserde bulunmayıp yalnız ibn Mâce'nin eserinde bulunan zevâid'in miktarı
1339'dur. Bu hadislerin sıhhat derecesi de şöyle tesbit edilmiştir. Ricali sıka
ve isnâdı hasen olanlar 199 tane, isnadı zayıf olanlar 613 tanedir. Münker,
mekzûb veya isnadı çok fazla olması Sünen'in değerini artırmaktadır. Belki de
Dârimî (ö. 255)'nin eserinin yerine Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olmasının
en büyük sebebi İbn Mâce'nin Sünen'indeki bu diğer beş hadis kitabında
bulunmayan hadislerin sayısının çokluğudur.
İbn Mâce'nin
eserini Kütüb-i Sitte'den ilk kabul eden İmam Muhammed b. Tâhir el-Makdisîdir.
Makdisî "Şurutu'l-Eimmeti's-Sitte" isimli eserinde altıncı eser
olarak İbn Mâce'nin eserini almış ve bu dönemden sonra bu şekilde
yaygınlaşmıştır. Zehebî İbn Mâce'nin eseri hakkında "güzel bir kitaptır.
Vâhi hadisleri onun güzelliğini gidermese daha iyi olurdu. Ancak bunlar da
fazla değildir" der.[393]
Sünen'in
meşhur ravileri şunlardır: Ebu'l-Hasan el-Kattân, Süleyman b. Yezid, Ebû Ca'fer
Muhammed b. İsa ve Ebû Bekr Hâmid el-Eherî'dir.[394]
İbnu Mâce künyesiyle bilinen el-Hâfız Ebû Abdillah Muhammed İbni Yezîd
209/824-273/886 yılları arasında yaşamıştır. Kazvîn şehrinde doğduğu için
el-Kazvinî nisbetini de alır. Kendisini hadîs sahasında yetiştirmiş, bu
maksadla; devrinin âdeti üzere, ilim adamlarını dinlemek üzere Horasan, Basra,
Kûfe, Mekke, Şâm, Mısır gibi mühim merkezlere ilim seyahatleri yapmıştır. İmâm
Mâlik'in ve Leys İbnu Sa'd'in (v. 175) ashâbını dinlemiştir. Ebu Ya'la
el-Halîli, hakkında: "Sikadır, büyüktür, bu hususta hakkında âlimler
ittifak eder, kendisiyle ihticâc edilir, hadîs bilgisine sâhiptir, hıfzı
vardır" der. İbnu Mace Sünen'den başka Târih ve Tefsîr kitapları da telif
etmiştir.
Kendisinden, Muhammed İbnu Îsâ el-Ebherî, Ebu Ömer, Ahmed İbnu Muhammed
İbni Hakîm, Ebu'l-Hasen el-Kattân, Süleymân İbnu Yezîd el-Fâmî vs, bir çokları
rivâyette bulunmuştur. Bu kaydettiğimiz isimler Sünen'i de rivâyet edenler
arasında yer alır.[395]
İbnu Mâce'nin Sünen'i, Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olarak kabul
edilmiştir. Onun altıncı kitap olarak benimsenmesi sonradan olmuştur. Daha
önce, usûl (temel) olarak beş kitap şöhret yapmış idi. İlk defa, Ebu'l-Fadl
Hâfız Muhammed İbnu Tâhir el-Makdîsî (v. 507/1113), Etrâful-Kütübi's-Sitte adlı
kitabı ile Şurutu'l-Eimmeti's-Sitte adlı risâlesinde İbnu Mâce'yi altıncı kitap
olarak sahîh'ler arasında zikretmiş, onu, el-Hâfız Abdulganî el-Makdisî (v.
600/1203) el-Kemâl fî Esmâi'r-Ricâl kitabında tâkip etmiştir. Bu görüşü diğer
etrâf ve ricâl müellifleri tâkip edince İbnu Mâce'nin Sünen'i yedinci asırdan
itibaren Kütüb-i Sitte'nin altıncı kitabı olarak benimsenir. İbnu Salah ve
Nevevî, İbnu Mâce'den fazla söz etmezler. Bu iki müellif usül olarak beş kitabı
bilirler ve İbnu Mâce'yi altıncı kitap olarak zikretmezler. Bazıları da Altıncı
Kitap olarak Muvatta'yı görmüştür: Rezîn İbnu Muâviye, et-Tecîd'de,
Ebu's-Seâdât İbnu'l-Esîr, Câmi'ul-Usûl'de böyle yaparlar. İbnu Salah, Nevevî,
İbnu Hacer, Salâhu'd-Dîn Alâî gibi bâzıları Altıncı Kitap olmaya Muvatta
layıktı demişlerdir. İçerisinde mürsel ve mevkuf rivâyetler yer almasına rağmen
zayıf ravilerinin azlığı münker ve şaz rivâyetlerin nâdirliği sebebiyle altıncı
kitap olmaya Dârimî'nin, Sünen'ini layık görenler de olmuştur.
İbnu Mace'yi, müteahhir ulemâ nezdinde yücelten husus, onun fıkhî
faydalarının çokluğudur. Bu da, öbür kitaplarda bulunmayan, çok sayıdaki ziyâde
hadîsler ihtiva etmesinden ileri gelir. İçinde mevcut 4341 hadîsten 1339'u
zevâid'dir yani öbürlerinde yer almaz. Mütekaddim ulema nezdinde kıymetini
düşürmüş olan yönü de zaafı şiddetti olan râvilerden hadîs almış olması idi. Bu
çeşit hadîslerin sayısı 99'dur. Bunların râvileri kizble itham edilmiş,
sarakatu'l-hadîs'te bulunmuş kimselerdir. Hadîsçiler, normalde böylelerinin
münferid rivâyetlerini almazlar.
Bu çeşit şiddetli zayıfların rivâyetleri ya mevsuk bir başka senedin
desteğiyle veya râvîsinin durumunu beyan etmek suretiyle kaydedilebilir.
Nitekim, Tirmizî'nin öyle yaptığını görmüş idik. İbnu Mâce, bu esaslara riâyet
etmeden çok zayıfların rivâyetini aldığı için mütekaddim ulemânın istiskaliyle
karşılaşmıştır. Ebu'l-Haccâc el-Mizzî: "İbnu Mâce'nin Kütüb-i Hamse'den
infirâd ettiği hadîsleri zayıftır" demiştir. İbnu Hacer bu hükmü ricâle
hamletmenin daha doğru olacağını, hadîslere hamletmemek gerektiğini, söyler.
Ona göre, İbnu Mace'nin teferrüdleri arasında sahih ve hasen hadîsler de
mevcuttur. Nitekim yapılan müteakip tahliller şu tabloyu ortaya koymuştur:
Kütüb-i Hamseye olan 1339 zevâid'den 428'i sahîh, 199'u hasen, 613'ü zayıf,
99'u da çok zayıftır.
Bazı kaynaklar, İbnu Mâce'den şu sözü nakleder: "Bu Sünen'i
yazınca, Ebu Zür'a'ya arzettim. O, eseri inceledi. Ve: "Öyle zannediyorum
ki, bu kitap ulemanın eline geçerse, geride kalan Câmi'leri veya en azından
çoğunu iptal eder... Bunun içinde isnadı zayıf olanların sayısı otuz
kadardır". Suyûtî, senedindeki inkıta sebebiyle bu rivayetin sahîh
olmadığını söyler.
İbnu Mâce'nin Sünen'i hakkında bilgi verirken, Hâzimî,
Şurûtu'l-Eimmeti's-Sitte adlı kitabında diğer beş kitabın râvilerinin
tabakalara ayırırken İbnu Mâce'nin râvilerini tabakasından bahsetmez. Keza
ed-Dehlevî, ilerde kaydedeceğimiz, hadîs müellefâtıyla ilgili derecelemede İbnu
Mâce'yi zikretmez, ancak kaydedilen evsafa göre ikinci tabakada mütâlâa edilmesi
daha uygun gözükmektedir.[396]
İbnu Mace'yi, Muhammed Fuad Abdulbaki merhum, tahkîk ederek
neşretmiştir. Bu baskıda bablar, hadîsler numaralanmış, Kütüb-i Sitte takımının
diğer beş kitabına ziyade olan hadîsler belirtilmiş, bunların sıhhat durumları
hakkında kısa bilgi verilmiştir. Ayrıca, izaha muhtaç garîb kelimeler ve
ibâreler dipnotlar halinde açıklanmıştır. Gerek senet ve gerekse metnin tamâmen
harekelenmiş bulunduğu bu neşrin sonuna, hadislerin baş kısmını esas alarak
alfabetik bir fihrist konmuştur. Böylece aranan bir hadîs derhal
bulunabilmektedir. Muhakik ayrıca, -ikinci cildin sonundâ- İbnu Mâce ve Sünen'i
hakkında bilgi verir.
İbnu Mâce'nin Sünen'inde mevcud olan ziyâde hadîsleri Ahmed İbnu Ebi
Bekir el-Bûsîrî (v. 840/1436), Kitâbu Zevâidi İbni Mâce adlı bir te'lifde
toplamıştır. Bu ziyadeleri Sirâcuddin Ömer İbnu Ali 8 ciltte şerhetmiştir.
Suyûtî: Misbâhu'z-Zücâce âlâ Sünen-i İbni Mâce; Mevlevî Abdulganî
ed-Dehlevî: İncâu'l-Hâce; Ebu'l-Hasen Muhammed İbnu Abdi'l-Hâdî es-Sindî de
Hâşiye adlı kısa şerhlerde bulunmuşlardır. Bunlar matbudur. İbrahim İbnu
Muhammed el-Halebî (v. 841/1437), Muhammed İbnu Musa ed-Demîrî (808/1405),
Sirâcuddin Ömer İbnu Alî İbni Mulakkin (804/1401) gibi başkaları da muhtelif
şerhler yapmışlardır.
İbnu Mâce'nin Sünen'i de Türkçeye tercüme edilmiştir.
[397]
Usûl-i Hadîs bahsinde temas edeceğimiz üzere, bütün İslâm fırkaları,
hadîsi ikinci kaynak görmede müttefiktirler. Hadîs mevzuunda aralarındaki
ihtilâf, daha ziyâde, hadîs kabul şartlarından ileri gelir. Netice itibariyle,
Ehl-i Sünnet dışındaki fırkaların benimsedikleri bazı hadis mecmuaları vardır.
Mühimlerine kısaca temas edeceğiz.
[398]
Bu eser Zeydiye fırkasınca benimsenmiştir. Hicrî ikinci asrın başlarında
te'lif edildiği kabul edilir. Eser İmâm Zeyd'e aittir. Bu zât Zeyd İbnu Ali
Zeynelâbidin İbni'l-Hüseyn İbni Ali İbni Ebî Talib olup, ikinci göbekten Hz.
Ali'nin torunudur. Hicrî 80-122 yıllarında yaşamıştır. İlmi seviyesi yüksek bir
muhîtte yetişmiştir. Muasırlarınca da ilmî kudreti takdîr edilmiştir.
Mecmû'u'l-Fıkhî ve Mecmû'u'l-Hadsi adında iki ayrı eser te'lif etmişti. Bunları
Ebû Hâlid Amr İbnu Hâlid el-Vâsıtî birleştirerek rivâyet etmiştir. Ebu Hâlid,
muhaddislerce yalancılıkla itham edilen güvenilmez biri ise de Zeydiyye
fırkası, rivayetlerini kabul etmektedir.
Bu eseri Ezher ulemasından bazıları inceleyerek, eserin Ehl-i Sünnet
açısından sıhhatine hükmedilebileceğine dair fetva vermiştir. Müsned'in yeni
baskısının arka sayfalarına dercedilmiş bulunan bu fetvalara imza koyanlar
arasında Muhammed Ebu Zühre de yer alır.
Eseri imla ettirmiş bulunan Zeyd İbnu Ali'nin hicrî 122'de vefat ettiği
göz önüne alınınca eserin Muvatta'dan otuz sene kadar önce te'lif edildiği
anlaşılır ve eskilik yönüyle önemi daha da artar, Sübûtu tahakkuk ettiği
takdirde, bu kitap, sistematik te'lif ve tedvîn işinin ikinci asrın bidâyetinde
başladığına târihî bir delîl olur.
Eser, elde mevcut matbu hâliyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e nisbet edilen merfû hadîslerden başka Hz. Ali'ye nisbet edilen âsar
ve Zeyd İbnu Ali'nin fıkhını aynı bâb içerisinde beraberce ihtiva eder. Eserde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan 228 merfu hadîs, Hz. Ali (radıyallahu
anh)'den 320 mevkûf haber, Hz. Hüseyn'den de 2 haber mevcuttur. Eser,
musannaflarda olduğu gibi önce Kitap'lara (Tahâret, Salât, Ferâiz, Zekat, Savm,
Hacc, Büyû...) ve her bir kitap da tekrar bablara ayrılır.[399]
Şiî müelliller sünnî kitaplarda, muhtelif rivâyetlerde temas edilen Hz.
Ali'nin kılıncının kabzasında asılı sahîfe'yi kendi tedvînleri meyanında
zikrederler. Keza, Müslim'de zikri geçen ve yine Hz. Ali'ye ait Kitab-ı Kaza-i
Ali -ki Hz. Ali'nin fetvâlarını muhtevî olmalıdır-, Nehcü'i-Belâğa'[400], Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in azadlısı Ebu Râfi'ye ait Kitâbu's-Sünen ve'l-Ahkâm
ve'l-Kadâyâ şiî te'lîfat arasında zikredilir.
Yeri gelmişken, bugünkü şiîler nezdinde en ziyâde itibarda olan ve
onlardaki mevkii bizde Kütüb-i Sitte'nin mevkii ile kıyas edilebilecek Kütüb-i
Erba'a'yı kısaca tanıtalım. Bunlar te'lif edildikleri zaman itibâriyle tedvîn
mânâsına girmezlerse de şiî hadîs müellefatı olarak isimlerini bilmekte fayda
var.
1- a) El-Usûl Mine'l-Kâfî: Ebu
Câfer Muhammed İbnu Ya'kub İbni İshak el-Küleynî (v. 328/942) te'lif etmiştir.
İtikadî hadîsleri cemeder, 2 cilttir.
b) El-Fürû mine'l-Kâfi: Bu da Küleynî'nindir.
Ahkâm'la ilgili rivayetleri cemeder, 5 cilttir.
c) Er-Ravda mine'l-Kâfi: Kuleynî'nin ve tek cilttir.
Görüldüğü üzere birinci takım üç ayrı kitaptan müteşekkildir.
2- Men la Yahduruhu'l-Fakîh:
Ebu Ca'fer es-Sadûk Muhammed İbnu Ali İbni Babaveyh el-Kummî (v. 381/991). Bu
eser 4 cilttir. Fıkhî hadîsleri, senetleri hazfedilmiş olarak cemeder.
3- El-İstibsar Fî Mâ'htulife
mine'l-Âsâr: Ebu Câfer Muhammed İbnu'l-Hasan et-Tûsî (v. 460/ 1067) ahkâm
hadîslerinin yer aldığı bu eser 4 cilttir.
4- Tehzîbu'l-Ahkâm fi
şerhi'l-Mukni'a: Bu da et-Tusî'nindir. Bunda da ahkâm hadîsleri mevcuttur. Tûsî
eserlerinde hadîsler arasındaki ihtilâfları da gidermeye çalışır.
Bu dört takım incelendiği zaman gerek muhteva ve gerekse râviler ve
hatta rivâvetlerin üslûb ve kelimeleri sünnî hadîs kaynaklarına nazaran oldukça
farklılıklar arzeder. Bir çok ifâdelerinde sünnîlere karşı kin ve gayz açıkça
görülür. Büyüklere yakıştırılamıyacak ifâdeler onlara söylettirilir.
Bir kısım şiîler bu rivâvetlerden bir çoğunun kendi kıstaslarına göre
bile sahîh sayılamayacağını itiraf etmiştir.[401]
Hadîs ilimlerinin mühim bir dalı olan Cerh ve Ta'dîl sâhasında da en
kıymetli eserlerin üçüncü asırda verildiği söylenebilir. Ancak bu branşta da
ilk tohumlar Ashab zamanında atılmıştır. Daha önce açıklandığı üzere Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu anhüma)'in bir hadîsi yeni işittikleri vakit
itminan bulmamaları hâlinde şâhit istemişlerdi.
Bu hal Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın şehit edilmesinden sonra kızışan
fitne hareketleriyle daha da ciddiyet kazandı. Nitekim Zehebî'nin İbnu
Sirîn'den kaydettiğine göre şu açıklamayı yapmıştır: "Müslümanlar
başlangıçta isnad sormuyorlardı. Ne vakit fitne patlak verdi artık, kim ehli
sünnet, kim ehl-i bid'at araştırıldı ve sâdece ehl-i sünnet'ten hadîs alındı,
ehl-i bid'at'ın rivâyeti terkedildi". Sahâbi'den İbnu Abbâs (v. 68/687),
Ubâdetu'bnu's-Sâmit (v. 34/654), Enes İbnu Mâlik (93/711), Hz. Aişe (58/677),
Tabiîn'den eş-Şa'bî ( 100/718), İbnu Sîrîn (110/728), Saîd İbnu Müseyyib
(90/708) gibi hadîs ilminde mühim yeri olan kimseler cerh ve ta'dile giren
beyanlarda bulunmuşlardır. Ancak bu beyanlar mahduddur. Çünkü onların
zamanlarında buna fazla gerek ve ihtiyaç yoktu. Birinci asırda, nâdir
istisnâlar dışında herkes sıdk sâhibi idi. Bu zevatın hadîs aldıkları kimseler
arasında zayıf olanlar pek azdı. Zira onlar çoğunlukla sahâbedir ve Ashâbın
hepsi udüldür.
Ancak ikinci asrın başları Tâbiîn'in orta tabakasını (evsat) teşkîl
eder ve zayıf kimseler bunlar arasında çoktur. Çoğunluk itibâriyle zaaf da
hadîsin zabt ve tahammül cihetinden gelmektedir. Bunlar rivâyetleri çokça irsal
ediyorlar, mevkufları merfu gösteriyorlardı. Bir başka ifâde ile, kendilerine
rivayet etmiş bulunan Sahâbi (radıyallahu anh)'nin ismini zikretmeden herhangi
bir sünneti veya hadîsi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e isnad
ediveriyorlardı. İkinci asrın ortalarından sonra, siyasî, itikadî ve mezhebî
ihtilâflar arttı ve kızıştı. Temaslar ve tercümeler sebebiyle yabancı kültürler
de müslümanlar arasında yayıldı. Bütün bunlar kizbe tevessül edenleri çoğalttı.
İlk imamlar ister istemez cerh ve ta'dîl meselesine girdiler. Şu'be,
İmâm Mâlik, Ma'mer İbnu Râşid, Hişâm ed-Destevâî, İbnu'l-Mubârek, Hüşeym, İbnu
Uyeyne, Yahya İbnu Saîd el-Kattan ve talebeleri (Ali İbnu'l-Medînî, Yahya İbnu
Ma'în gibi) cerh ve ta'dîl işini sistematik hale getirdiler. Yahya İbnu Saîd
el-Kattân'la (v. 198/813) başlayan cerh ve ta'dîl te'lifatı onun talebeleri ile
gelişerek talebelerinin talebeleri durumundaki Ahmed İbnu Hanbel, Buhârî,
Müslim, Ebu Zür'a, Ebu Hâtim ve bunların talebeleri olan Tirmizî, Nesâî gibi
üçüncü asrın sonunu temsil eden muhaddislerde kemâle erecektir.
Şunu bir prensip olarak kabul edebiliriz: Ricalu'l-hadîs ilmi,
rivâyetu'l-hadîs ilmiyle at başı gitmiştir. Rivayetu'l-hadîsin başladığı asırda
rical ilmi de başlamıştır. Bu iki ilmi birbirinden ayrı mutâlaa etmek mümkün
değildir. Nitekim rivâyetle ilgili muhalled (klasik) eserlerin verildiği üçüncü
asırda rical üzerine de muhalled eserler verilmiştir. Daha mühimi, her iki
nev'e giren eserleri de aynı şahıslar vermiştir: Sözgelimi Ahmed İbnu
Hanbel'in, Buhârî'nin, Müslim'in, Nesâî'nin, Tirmizî'nin, İbnu Mâce'nin,
Dârakutnî'nin vs. nin behemahal rical üzerine de eserleri vardır. Sözgelimi,
Buhârî Sahîh'i kadar da Târîhleriyle hadîs ilmine hizmet etmiştir ve
etmektedir. Bu durum, müteakip asırlarda da devam edecek sözgelimi şerh, fetva,
mevâiz gibi öncelikle hadîslerin metnine müteallik eserler verenler, ricalle
ilgili eserler vermekten de geri kalmıyacaklardır. Nevevî, Suyûtî, İbnu Hacer
el-Askalânî gibi şârihler bunun en güzel örneğini verirler. Hepsinin hem pek
çok Şerhleri, hem de ricâle müteallik te'lîfleri vardır"[402].
Böylece müteahhir ulema kendilerinden öncekilerin bu babta
söylediklerini olduğu gibi kabul edip geçmemiş, bir de, şahsen teker teker
tahkîk etmiş oluyor. Nitekim Zehebî, râviler hakkında selef ulemâsının
söylediklerini iyice öğrendikten sonra, arkadan gelenlerce bir kısım râvîler
hakkında ifrata kaçan "ta'n"ları reddetmiş, bazılarınca zayıf
addedilen râvilerin sika olduğunu söyleyebilmiştir. Mizânu'l-İ'tidâl'in
mukkaddime kısmında bu hususu belirtir. Bu durum bize muahhar ulemanın,
kendilerinden asırlarca önce yaşamış olan hadîs râvilerini cerh ve ta'dil
yönleriyle iyice tedkîk ettiğini gösterir.[403]
İslâm medeniyetinin her yönüyle parlak asrı olan üçüncü asırda Kütüb-i
Sitte müelliflerinden başka her sâhada yetişmiş nice büyük şahsiyetler ve
verilmiş kıymetli eserler vardır. Biz yine hadîsle ilgili, fakat daha ziyâde
ricâle müteallik birkaç isimden bahsedeceğiz.[404]
Muhammed İbnu İdrîs İbni'l-Münzir el-Hanzelî, er-Râzî (195-277 hicrî,
81l-890 milâdi). Hadiste imam ve hâfızdır. Daha çok cerh ve ta'dîl sâhasında
tanınmış ise de isnâd kadar metni de tanımakta ün yapmıştır. Rey'de doğdu. On
dört yaşında ilim talebine ve hadîs yazmaya başladı. Bu maksadla pek çok
seyâhatler yaptı. Horasan, Hicâz, Yemen, Irak, Suriye, Mısır ve Rum diyarlarını
dolaştı. Seyahatler esnasında topladığı rivayetleri yazdı. Tanıdığı binlerce
râvi hakkında cerh ve ta'dîl'de bulundu. Hadîslerin sahîh ve illetli olanlarını
beyan etti. Değme muhaddisin söz sâhibi olamadığı ilelü'l-hadîs'te otorite
olması onun hadîs ilmindeki yerini göstermeye kâfidir.
Ebu Hâtim, hadîsteki engin ilmini, doymak bilmeyen ilim aşkıyla elde
etmiştir. Ondaki aşk, çoğu kere yayan olmak üzere, yukarıda zikrettiğimiz belde
isimlerinden de anlaşılacağı üzere İslâm âleminin mühim ilim merkezlerini birer
birer dolaşıp oralardaki âlimlerle görüşüp, dağınık halde bulunan ilmi nefsinde
cemetmeye, eserler hâlinde te'lif etmeye ve sonra da diğer tâliblere topluca
vermeye sevketmiştir.
Terâcüm kitapları, İslâm medeniyetinin diğer ilk mîmarlarının hayatında
olduğu gibi Ebu Hâtim'in hayatını anlatırken de ilim talebi yolunda çekmiş
olduğu zahmetlerle ilgili birçok menkabeler kaydederler, ibret dolu bir iki
tanesini kaydedelim. Rivâyetler, seyahate başladığı ilk yılda, Ebû Hâtim'in bin
fersahtan fazla mesâfeyi yaya olarak katettiğini, Bahreyn'den Mısır'a;
Mısır'dan Remle'ye; Remle'den Tarsus'a hep yaya gittiğini, Tarsus'a geldiği
esnâda 20 yaşında bulunduğunu, bu ilk seyahatinin onu tam yedi yıl gurbette
tuttuğunu belirtir.
O devrin şartları icâbı bu seyahatler meşakkat ve tehlikelerle doludur.
Nitekim Ebu Hâtim'in yollarda günlerce aç kalıp çok ciddi ölüm tehlikeleri
atlattığını görmekteyiz. 214 yılında bir yıl kalmak üzere Basra'ya gider. Ancak
orada sekiz aydan fazla kalamaz. Zira, maddî imkânları sekiz ay sonunda
tükenir. Üzerinde giymekte olduğu elbiseleri parça parça satarak bir müddet
daha kalmaya çalışır, ancak çok geçmeden satacak parçası da kalmaz ve üzülerek
ayrılır.
Ebu Hâtim'in ilim aşkını ve bu aşkın ona kazandırdığı ilmin genişliğini
göstermek için kaydedilen menkıbelerden birine göre, duymadığı bir rivayet
varsa bunu öğrenip yazmak maksadıyla, bir gün, Ebu'l-Velîd et-Tayâlesî'nin
cemaatinde -ki içerisinde Ebu Zür'a da mevcuttur- şöyle ilan eder: "Kim
bana bilmediğim sahîh bir hadîs rivayet ederse, her bir rivâyet için bir dirhem
ödeyeceğim". Fakat kimse onun bilmediği bir rivayette bulunamaz.
Ebu Hâtim'den hadîs alanlar arasında Ebu Dâvud, Buhârî, Nesâî, Ebu
Avâne, İbnu Mâce gibi meşhurlar da mevcuttur.
Ebu Hâtim'in eserleri:
1- Tefsiru'l-Kur'an,
2- El-Câmi fi'l-Fıkh,
3- Ez-Zîne,
4- Tabakâtu't-Tâbiîn.
[405]
Ebu'l-Hasan Ali İbnu Abdillah İbni Câfer İbni Necîh es-Sa'dî el-Medînî
16l-234 yılları arasında yaşamıştır. Hadîs ilminin köşe taşlarından biridir.
200'den fazla te'lifi olduğu söylenir. Babası, Hammâd İbnu Zeyd, Abdurrezzâk,
Ma'n İbnu Îsâ, Huşeym, İbnu Uyeyne ve bunların muasırlarından hadîs
dinlemiştir. Kendisinden Zühlî, Buhârî, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce,
İsmâil el-Kâdı Ebu Ya'la el-Bagavî Ahmed İbnu Hanbel, Osman İbnu Ebî Şeybe ve
başka pek çok imamlar hadîs dinlemiştir. İslâm âlimleri onun ilminin
genişliğini ve hadîs ilminde tuttuğu makamın yüceliğini beyan hususunda ittifak
ederler. Ebu Hâtim: "İbnu'l-Medînî, hadîs ve ilel'de diğer alimlerden
ileri idi. Ahmed İbnu Hanbel'in onu bir kere ismiyle andığını işitmedim, ona
olan saygısı sebebiyle hep künyesi ile zikrederdi" demiştir. Ebu Davud,
ilel'i bilmekte İbnu'l-Medînî'nin Ahmed İbnu Hanbel'den ileri olduğunu
söylemiştir. İbnu Uyeyne: "Ali İbnu'l-Medînî'yi fazla sevgimden dolayı
beni ayıplıyorlar. Allah'a yemin olsun, ben onun benden öğrendiğinin daha
fazlasını ben ondan öğrendim" der. Yahyâ'l-Kattân da, Ali
İbnu'l-Medînî'den öğrendiğinin ona öğrettiğinden çokluğunu ifade etmiştir. Nesâî:
"Ali İbnu'l-Medîni sırf bu ilim için yaratılmış biri" diye överken,
Buhârî de: "Ben kendimi Ali İbnul-Medînî'den başka kimsenin yanında küçük
hissetmedim" diye tebcîl ve takdirde bulunmuştur. Buhârî, ondan 303 hadîs
tahric eder. Ebu Kudâme es-Serahsî -der ki: Ali İbnu'l-Medînî'yi dinledim,
şöyle bir rüya gördüğünü anlattı: "Gökten Süreyya yıldızı sarkmıştı, ben
ona yapıştım". Ebu Kudâme ilâve eder: "Allah onun bu rüyasını sâdık
bir rüya kıldı. Zira o, hadîste, hiç kimseye nasib olmayan bir dereceye ulaşmıştır".
Bunu te'yîd eden bir rivâyet, Ali İbnu'l-Medînî Bağdad'a geldiği zaman teşkil
edilen ilim halkasına oranın iki büyük hadîsçisi Ahmed İbnu Hanbel ve Yahya
İbnu Ma'în başta bütün ulemanın hazır bulunduğunu, yapılan müzâkerelerde Ahmed
İbnu Hanbel ile Yahya İbnu Ma'în'in ihtilafa düştükleri yerlerde Ali
İbnu'l-Medinî'nin konuştuğunu belirtir. Bir diğer rivayete göre, Buhârî'ye ne
arzuladığı sorulur. Cevaben: "Irak'a gitmek, orada Ali İbnu'l-Medînî'yi
sağ olarak bulmak ve hadîs meclisine katılmak" der.
İbnu Hibban, es-Sikât'da Ali İbnu'l-Medînî'den bahsederken:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadîslerindeki ileli bilmede
asrının en bilgini idi. ilim için seyahatler yaptı, hadîs topladı, yazdı,
te'lifâtta bulundu, müzâkere meclisleri kurdu" diyerek ilmî şahsîyetinin
zenginlik ve çok yönlülüğüne dikkat çeker.
Ali İbnu'l-Medîni, halku'l-Kur'an meselesinin kızıştığı bir dönemde
yaşamıştır. Umerânın baskısına, Ahmed İbnu Hanbel gibi tahammül
gösterememiştir. Bu sebeple kendisini cerhedenler olmuş ve hatta Ebu Zür'a gibi
bazıları kendisinden rivâyeti terketmiştir. Ancak, yine kaynaklarımızın
belirttiği üzere, korku sebebiyle eğildiğini belirten Ali İbnu'l-Medînî
halku'l-Kur'an meselesinden rücu etmiş ve Kur'an'a mahlûk demenin küfür
olduğunu söylemiştir.
Ali İbnu'l-Medînî'nin son derece müttakî bir zât olduğu ayrıca
belirtilir.
[406]
Yahya İbnu Ma'in İbni Avn İbni Ziyâd İbni Bistâm el-Mürrî, 158-233
yılları arasında yaşamıştır. Cerh ve ta'dîl imamıdır.
Abdullah İbnu'l-Mübârek, Hafs İbnu Gıyâs, Cerîr İbnu Abdilhamîd,
Abdurrezzâk, İbnu Uyeyne, Vekî', Gunder vs. pek çoklarından hadîs rivayet
etmiştir.
Kendisinden Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud başta pek çokları hadîs almıştır.
Yahya'nın babası Ma'în'den bir milyon elli bin dirhem para tevârüs
ettiğini, bu paranın tamamını hadîs tahsîli yolunda harcadığını belirtir.
Yahya İbnu Ma'în çok hadîs yazardı. Kendisi: "Bir hadîsi elli kere
yazmazsak onu anlamış sayılmayız" demiştir. Bir başka rivâyette: Bir
hadîsi otuz farklı vecihten yazmayınca onu anlayamayız" demiştir.
Elleriyle bir milyon aded hadîs yazdığını kendisi beyan eder. İbnu'l-Medînî:
"Hz. Adem (aleyhisselam)'den bu yana Yahya kadar hadîs yazan olmadı"
sözüyle onun yazıdaki derecesini belirtir. Muhammed İbnu Nasr et-Taberî'nin
açıklamasına göre, Yahya İbnu Ma'în, hadîslerin tamamını yazmış ve kizb
olanları da karıştırmamıştır: "İbnu Ma'în'in yanına girmiştim yığın yığın
defterler gördüm. Eliyle işâret ederek şöyle diyordu: "Şurada bulunmayan
her hadîs kizbtir". Ahmed İbnu Hanbel de: "İbnu Ma'în'in bilmediği
her hadîs kizbtir" demiştir.
Öldüğü zaman otuz koli (Kımtar) ve yirmi dağarcık (Cibb) kitap
bıraktığı belirtilir. Ali İbnu'l-Medînî, hadîs ilminin Yahya İbnu Ma'în'de
cemolup nihaî zirvesine ulaştığını söylemiştir. Hadîste şöhret yapan diğer
birçoklarına, nazaran Yahya İbnu Ma'în'in rical bilgisinde ve dolayısıyla
hadîsin sakîm ve sahîh olanlarını bilmede hepsine tefevvuk ettiği belirtilir.
Yani "Ebu Bekr İbnu Ebî Şeybe teker teker hadîs rivâyetinde, Ahmed İbnu
Hanbel hadîsle ilgili fıkıhta, Ali İbnu'l-Medini hadîsi bilmede, Yahya İbnu
Ma'în ise hadîsi yazmada ve sahîh ve sakîmini bilmede rakipsizdir". Amr
en-Nakıd: "Ashâbımız arasında isnâdları Yahya İbnu Ma'în kadar iyi bilen
birisi mevcut değildir. Kimse ona herhangi bir senedi kalbedip onu
yanıltamazdı". Iclî, imtihan için kalbedilip getirilen hadîsleri normal
düzenine hemen soktuğunu ve hiçbir zamanda bu işte yanılgıya düşmediğini
belirtir.
Yahya İbnu Ma'în de halku'l-Kur'an meselesinde yara alanlardandır. Bu
hususta imtihana çekilip de icâbet edenlerden Ahmed İbnu Hanbel, hadîs rivayet
etmemiştir. Yahya İbnu Ma'în de bunlar arasında yer alır.
Ancak bu mesele dışında, Yahya İbnu Ma'în, hayatını ve servetini
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine hizmet, ve sünet'e kizb
karışmasını önlemede sarfetmiştir. Hatibu'l-Bağdâdî onun hakkında: "İmam,
rabbanî, âlim, hâfız, sebt (titiz, muhakkik) mutkin (eksiksiz) bir âlimdi"
diye tarif eder. İbnu Hibban da onu "Din ve fazîlet sahibiydi. Sünneti
cemetme yolunda dünyayı reddedenlerdendi. Sünnete hizmeti çoktur. Onu cemetti,
ezberledi ve rivâyetlerine itimâd edilip uyulan bir bayrak, (ihtilafa düşülen)
âsârda kendisine müracaat edilen bir imâm oldu" diye tavsif eder.
Allah rahmetini bol kılsın.
[407]
Ebu Yusuf Ya'kub İbnu Süfyân İbni Cevvân el-Fârisî (19l-277 hicrî,
808-890 milâdî). İrân'ın Fesâ şehrinde doğduğu için Fesevî nisbetini almıştır.
Hâfız, İmâm, Hüccet, Muhaddis, Müerrih ve Rahhâl (seyyâh) vasıflarıyla
muttasıftır. İlim talebi yolunda Şark ve Garb'a seyahatler yapmış, 30 yıl kadar
gurbette kalmıştır. Bu uzun seyahatler kendisine çok sayıda âlimle karşılaşıp
onlardan ilim alma imkânı tanımıştır. Bizzat kendisi: "Hepsi sika
(güvenilir) olan 1000 kadar şeyh'in meclisinde hazır bulundum ve rivâyetlerini
dinledim" der.
Hadîs ilminin ana direklerinden (erkân) biri sayılmış olan Fesevî, verâ
ve takvâsıyla da ün yapmıştır. Sünnete son derece bağlı kalmıştır. Şiîliğe
meylettiğine dâir bazı kayıtlara rastlanır ise de Zehebî ve diğer muhakkiklerbu
iddiayı reddederler.
Kendisinden hadîs alanlar meyanında Tirmizî, Nesâî, İbnu Huzeyme, Ebu
Avâne, İbnu Ebî Hâtim, Muhammed İbnu İshâk es-Sağânî gibi meşhurlar da vardır.
Ebu Zür'a ed-Dımeşkî, Fesevî'den bahsederken: "Bize büyüklerden Ya'kub
İbnu Süfyân uğradı. 'Irak ehli artık onun gibi birisini bir daha göremez'
dedi" der.
Kendisinden yapılan rivâyetlerden, seyahatleri sırasında pek çok
sıkıntılarla karşılaştığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde, gündüzleri ders
halkalarına giderek notlar aldığını, geceleri de bunları temize çekip istinsâh
ettiğini belirtir. Nafaka yönünden sıkıntıya düştüğü bir kış gecesinde, mum
ışığında istinsah yaparken gözüne su iner ve artık göremez olur. Hem maddî
sıkıntı, hem gurbet fırkati, hem de artık uğruna hayatını adadığı ilmî
meşguliyetten ebediyyen mahrûm kalma düşüncesinin verdiği elem ve ızdapla ağlar
ağlar. Bu halde uyuyakalır. Rüyasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
görür. Kendisine "Ey Ya'kub niye ağladın, söyle bakalım!" der."
- Ey Allah'ın Resulü, gözlerimi kaybettim, artık ilimle meşgul
olamayacağım, bunun için ağladım" cevâbını verir. "Bana yaklaş"
diyen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir şeyler okuyarak Fesevî'nin
gözlerini şefkat ve şifa dolu elleriyle sıvazlar.
Uyanınca gözlerine tekrar kavuştuğunu gören Fesevî, oturup yazma ve
istinsah işlerine ara vermeden devam eder.
Kendisini, böylesine ilme vermiş olan Fesevî'yi ölümden sonra rüyasında
gören Abdân İbnu Muhammed el-Mervezî: "Allah sana nasıl muâmele
etti?" diye sorar. Aldığı cevap şudur: "Günahlarımı affetti ve aynen
yeryüzünde rivâyet ettiğim gibi semâda da rivâyet etmemi emretti".
Fesevî te'lif ettiği et-Târîhu'l-Kebîr ve el-Meşyehât'ı ile meşhurdur.
El-Meşyehât'da kendilerinden hadîs dinlediği şeyhleri memleketlerine göre
tanzîm ve tertîb ederek tanıtır.[408]
İbnu Ebî Hatîm diye meşhur olan zat Ebu Muhammed Abdurrahmân
İbnu'l-Hâfız el-Kebîr Ebî Hatîm Muhammed İbni'l-İdrîs İbn'l-Münzir et-Temîmî
el-Hanzali er-Râzî'dir. 240-327 yılları arasında yaşamıştır. Horasan dışında
pek çok yerlere seyahatler ederek devrinin âlimlerini dinlemiştir. Ebu Ya'la
el-Halîli, babası Ebu Hâtim ile Ebu Zür'a'nın ilmini aldığını belirtir. Her
çeşit ilimlerde ve bilhassa ricâl ilminde bir derya olduğu belirtilir. Fıkıh,
Sahâbe ve Tâbiîn'in ihtilafları üzerine eserler te'lif etmiştir. Tefsirle
ilgili te'lifi birçok cilt tutmaktadır. Ayrıca Cehmiye'ye redle ilgili eseri de
hacimlidir.
Abdurrahmân'ın dindarlığı da zikre şayan derecede fazladır. Kendisi
Ebdâl'lerden sayılacak derecede zâhiddir. Dindarlığı karşısında hayrete düşen
babası: "Abdurrâhmân'ın ibâdetine kim yetişebilir? Onun bir kerecik günaha
düştüğünü hatırlamıyorum." demiştir. Ebu'l-Hasen Ali İbnu İbrahim er-Râzî
de onun hakkında: "Merhum'u Allah öyle bir behâ (mânevî güzellik) ve öyle
bir nûrla kuşatmıştı ki kendisine bakan sürurla dolardı" der.
Kendisinden şu hatırası anlatılır: "Bir kısım arkadaşlarla
Mısır'da bulunuyorduk. Aradan yedi ay geçti, bu esnada bir kere olsun sıcak
çorba içmedik. Gündüzleri şeyhleri dolaşıyor, geceleri de müsveddelerimizi
istinsah ediyor ve mukabelede bulunuyorduk. Birgün arkadaşımın biriyle bir
şeyhe uğramıştık ki, oradakiler (zafiyetim ve rengimin uçukluğuna bakarak):
"Bu hasta!" dediler. Derken o gün çarşıda satıcılarda bir balık
gördüm, hoşuma gitti, biz de satın aldık. Eve vardığımızda bazı şeyhlerin ders
saati gelmişti. Balığı bırakıp oraya gittik. Böylece üç gün balığı pişirme
fırsatı bulamadık. Kokmaya yüz tutmuştu, "bedenin rahatıyla ilim elde
edilemez" diyerek çiğ çiğ yedik".
Ebul-Velîd el-Bâci, İbnu Ebî Hâtim'in sikâ ve hâfız olduğunu
söylemiştir.
Zehebî'nin kaydına göre, meşhur te'lîfi el-Cerh ve't-Ta'dil'den
tahdîste bulunduğu bir sırada kendisine, Yahya İbnu Maîn: "Biz öyle
kimseleri ta'nederiz ki, onlar göçlerini cennete indirmişlerdir..." dediği
hatırlatılınca, ağlar ve elleri öylesine titremeye başlar ki kitabı elinden
düşer."[409]
İbnu Ebî Hatim'in meşhur eseridir. Asıl konusu, râvileri adalet ve zabt
yönleriyle incelemek olan cerh ve tâdîl sahasında yazılmış ilk mükemmel
eserlerden biridir.
Hadîs ilimlerinin mühim bir şûbesini ilmu'l-cerh ve't-ta'dîl teşkîl
eder. Kâtip Çelebi'nin kaydettiği târife göre, bu ilim, hadîs râvilerinin
kabaca hâfıza ve diyânet diye ifâde edebileceğimiz zabt ve adâlet yönlerini
inceleyerek kendine has tâbirlerle beyân etmek bu tâbirlerin mertebelerini ve
ifâde ettikleri hükümleri ortaya koymakla meşgûl olan bir ilimdir. Zehebî, bu
sâhada, ilk eseri Yahyâ İbnu Sâdi'l-Kattân'ın (194/809) verdiğini belirtir.
Buhârî'nin et-Târîhu'l-Kebîr'i de, içerisinde tanıtılan 40 bin kadar râvi ile
mühim kaynaklardan birini teşkîl eder. Ne var ki, Buhârî'yi -bir kısım
âlimlerimizin dikkat çektiği üzere- çok nâdir ferdlerde görülebilecek kemal
mertebesine ulaşan bir fıtrî nezâhet ve takva hâli, cerh ve tâdil âlimleri
beyninde câri olan deccâl, kezzâb, vazzâ' gibi şiddetli tâbirleri cerh
maksadıyla râviler hakkında kullanmaya mâni olduğu gibi, bir çok durumlarda,
râvilerin cerh ve ta'dîllerini yeterince yapmaktan da alıkoymuştur. Bu durum
et-Târîhu'l-Kebîr'in dikkat çekici bir hususiyetidir.
İşte Buhârî'nin eserindeki bu noksanlığı hissedip telâfi etmek üzere
eser verenlerden biri Ebû Muhammed Abdurrahmân İbnu Ebî Hâtim er-Râzi olmuştur.
İbnu Ebî Hâtim er-Râzî'nin bu eseri 9 büyük cilt teşkîl eder ve
içerisinde 18039 aded râvinin hayatı incelenir.
Kitabın birinci cildi Takdimetü'l-Ma'rife adını taşır ve sanki müstakil
bir eserdir. Asıl kitabın esâsı ve mukaddimesi durumundaki bu Takdime kısmı,
zâten son derece ehemmiyet arzeden esere ayrı bir kıymet, ayrı bir renk katar.
Takdime'de bir kısım temel mevzular şu sırayla ele alınır:
"Sünnete olan ihtiyâç; sahîh hadîslerin sakîm olanlarından tefrîk
edilmesinin ehemmiyeti; râvilerin ahvâlinin bilinmesinin lüzumu, râvilerinin
ahvâlini ancak cerh ve ta'dîl âlimlerinin bilebileceği; vs."
Bu hususlar birbirine bağlı olarak açıklandıktan sonra, râvilerin
tabakalarına işâret edilir, ashâbın hepsinin adâlet sâhibi oldukları, onlar
hakkında cerhin mümkün olmadığı belirtilir, sonra Tâbiîn ve Etbauttâbiîn
tabakalarına geçilerek onların da fazîletleri beyân edilir. Daha sonra, kısaca
râvilerin mertebelerine temâs edildikten sonra cerh ve ta'dîl âlimlerinden imam
sayılan büyükler tanıtılır. Çeşitli vasıfları ve fazîletleriyle tanıtılan
imamlar meyânında sırayla Mâlik İbnu Enes, Süfyân İbnu Uyeyne, Süfyânu's-Sevrî,
Şu'be İbnu'l-Cerrâh, Hammâd İbnu Zeyd, Evzâî, Veki'... vs. burada
kaydedilebilir. En sonda da babası olan Ebû Hâtimi'r- Râzî'yi tanıtır. Babası
için ayrılan kısım 26 sayfa tutar.
Takdime'den sonra, râvileri cerh ve ta'dîl edildiği esas kitaba ikinci
cilde geçilir. Ancak bu ciltte de, tekrar mukaddime mahiyetinde 38 sayfalık
umumî bilgilerin sunulduğu bir giriş kısmına yer verilir. Bu kısımda önce
Sünnetin tesbîti (âyet ve hadîsten alınan delilerle, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in tesbîte matûf teşvîklerinden örneklerle) işlenir.
Arkadan Ashâb'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında töhmet-i
kizbten uzak olduğu, rivâyetin dinin bir parçası anlaşıldığı, râvileri cerh
etmenin gıybet sayılmaması gerektiği, ahkâm hadîsleriyle mevâiz hadîslerinin
kabûlünde aynı hassasiyetin gösterilmediği, ahz-ı ilimde teyakkuz ve titizlik
gerektiği, vs. gibi bir kısım temel bahislere yer verilir, kıymetli açıklamalar
sunulur.
Takdime kısmını birinci cilt kabûl ettiğimiz takdirde, bu ikinci cildin
39. sayfasından itibaren esas mevzuya geçilerek "kendilerinden ilim
alınmış olan râviler"in tanıtılmasına başlanır. Râvileri alfabetik sıraya
göre tanzîm eden kitap, Ahmed ismini taşıyanlardan başlar. Tanıtılan râviler
hakkında bilgi verilirken, umûmiyetle cerh ve ta'dîl kitaplarında rastlandığı
üzere, râvinin hadîs aldığı hocaları (şeyhleri), kendisinden hadîs alan (talebe
mesâbesinde) kimseler zikredilir, sonra da hakkında gelmiş olan cerh ve ta'dîl
hükümleri kaydedilir.
Eser 1371/1952 yılında üç elyazması nüshası karşılaştırılarak, tahkîkli
olarak Haydarâbâd Deken'de basılmıştır. Tahkîki yapan Abdurrahman İbnu Yahya
el-Muallimî el-Yemânî'nin 26 sayfa kadar tutan mukaddimesi mevcuttur.
[410]
Ya'kûb İbnu İshâk İbni İbrahim İbni Yezîd el-İsferâyîni
(130/845-316/928).
Aslen Neysâburludur. Müslim'in Sahîh'i üzerine yazmış bulunduğu
es-Sahîhu'l-Müsned(bâzı kaynaklarda el-Müsnedü's-Sahîh) adındaki müstahreci ile
meşhurdur. Bu Müsned'de Müslim'in Sahîhi'nde bulunmayan pek çok ziyâde hadîsin
yer aldığı kaynaklarda zikredilir.
Ebû Avâne kendisini hadîse vermiş ve bu maksadla çok yer dolaşmış bir
âlimdir. Uğradığı yerler arasında Şam, Mısır, Basra, Fâris, Kûfe, Vâsıt, Hicâz,
el-Cezîre, Yemen, İsfehân, Rey sayılır. Zehebî, onun hakkında: "Dünyayı
dolaşmıştı" der. Hâfız, İmam, Sika (güvenilir) vasıflarıyla muttasıftır.
Hadîste olduğu kadar fıkıhta da ün yapmıştır. Şâfiîdir. İmâm Şâfiî'nin
kitaplarını ve mezhebini İsferâyin şehrine ilk defa Ebû Avâne'nin soktuğu
belirtilir. İlmi kadar ibâdet ve zühtü de takdîr görmüştür.
[411]
Hadîs tarihinde en verimli asrın, üçüncü asır olduğu söylenebilir.
Günümüze intikal eden mûteber ve sahîh olan hadîs kitapları hep bu asırda
te'lif edilmişlerdir.
Bu asırda ortaya konan eserler, müelliflerin şahsî gayretleriyle ortaya
çıkmıştır. Diyar diyar, şehir şehir dolaşarak, bizzat rivâyet sahiplerinden
derledikleri malzemeleri değerlendirerek te'liflerini vücuda getirmişlerdir. Bu
sebeple, hepsi de orijinal eserlerdir. Çoğu kere sâdece muhteva değil, tertîb
yönüyle de orijinaldirler, kendilerinden önce yapılmış bir çalışmanın tekrarı
veya ıslâhı yoluyla ortaya konmamışlardır. Önceki bahislerde tanıtmış
bulunduğumuz Kütüb-i Sitte mecmuaları olsun, bunlara ilaveten tanıtılan Ahmed
İbnu Hanbel'in Müsned'i olsun, hepsi de tertipçe orijinal, muhtevaca da hem
orijinal ve hem de seçme, sahîh ve mûteber eserlerdir.
Müteâkip asırlarda yapılacak hadîs çalışmaları çoğunluk itibariyle ve
en mühimleri bunlar üzerine olacaktır. Bundan sonraki asırlarda bizzat
râvilerden bazı derleme orijinal eserler verilmişse de bunlar ümmet tarafından
fazla bir alâkaya mazhar olamamıştır, zira sıhhat yönüyle güven
verememişlerdir.[412]
Sünnetin yazılması mânâsında bazı eserlerin dördüncü ve hattâ beşinci
asırda bile ortaya konmaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Bunlar daha ziyâde,
rivayetleri, sahîh-zayıf demeden cemetme gâyesini güttükleri için sıhhat
yönünden güven vermeyen ve dolayısıyla ulemâ tarafından da fazla itibar
görmemiş eserlerdir:[413]
Bu eserlerden en mühimi Taberânî'nin üç mu'cemidir; el-Mu'cemu'l-Kebîr,
el-Mu'cemu'l-Evsat, el-Mu'ccemu's-Sağîr. Üçüne birden kısaca
Me'âcimu't-Taberânî denir. Me'âcim, mu'cem kelimesinin cem'idir. Mu'cem,
ıstılah olarak muhaddislerce, hadîsleri tasnîfte başvurulan bir metodun adıdır.
Bu metodda rivâyetler ricâle (sahâbeler veya şüyuh) göre tasnîf edilirse de
belde vs.'ye göre yapılan tasnîflere de mu'cem dendiği olmuştur. Sözgelimi
hadîsleri rivâyet eden sahâbeler veya şeyhler alfabetik sırayla tertiplendikten
sonra herbirinin rivâyetleri adının altına yazılır.
Bu tarzın en güzel örneğini Taberânî vermiştir. Taberânî 260-360
yılları arasında yaşamıştır. Hadîs dinlemeye 13 yaşında başlamıştır. İlim için
Medain, Harameyn, Yemen, Mısır, Bağdâd, Kûfe, Basrâ, İsfahân, Cezire gibi pek
çok beldeleri dolaşmış, binden fazla şeyhten hadîs dinlemiştir. Yetişmesinde
babasının hususî ilgisi vardır. Birçok ilmî seyahatlere babasıyla çıkmıştır.
İlmi geniş, eserleri çoktur. Zehebî, Tezkirefu'l-Huffâz'da 5O'ye yakın
eserini ismen kaydeder. Taberânî've nasıl olup da bu kadar ilmi elde ettiği
sorulunca "30 yıl hasır üzerinde yatmakla" diye cevap verir. Yüz yıl
gibi uzun bir ömrü olduğu ve küçük yaşında hadîs dinlemeye başladığı için,
muasırları içerisinde senedindeki ulviyet'le temâyüz etmiştir.
En mühim eseri el-Mu'Cemu'l-Kebîr'dir. Mu'cem tarzında yazılanların da
en meşhurudur. El-Mu'cem diye mutlak kullanılınca bu kastedilir. Diğer
mucemleri belirtmek için sahiplerinin ismiyle kayıtlamak gerekir: Mu'cemu
Ahmede'bni Ali İbni Lâl gibi.
Mu'cemu'l-Kebîr bazı sayımlara göre 60 bin hadîs ihtiva etmektedir.
Hadîsler sahâbelerin isimleri esas alınarak tertib edilmiştir. Bunda Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh)'nin hadîsleri yoktur. Çünkü Taberânî, onun
hadîslerini müstakil bir risâlede toplamıştır.
Taberânî, Mu'cemu'l-Kebîr'de her sahâbeden bir veya daha çok hadîs
kaydettiğini, rivayeti az olanların, rivayetlerinin tamamını kaydettiğini
belirtir.
Taberânî'nin her üç mücem'inde Kütüb-i Sitte'ye ziyâde olan hadîslerini
Nureddin el-Heysemî Mecma'u'z-Zevâid adlı eserde fıkıh babları tertibine göre
kaydetmiş ve sıhhat derecelerini de belirtmiştir.
El-Mu'cemu'l-Kebîr Irak Evkaf Bakanlığı'nca neşredilmiştir. Ancak bazı
cüzlerinin aslı kütüphânelerde bulunamadığı için eksiktir.
El-Mu'cemu'l-Evsat'a gelince bunu Taberânî, hadîs aldığı şeyhlerin
-alfabetik sıraya göre tanzîm edilen- isimlerini esas alarak tertiplemiştir.
İki bine yaklaşan şeyhlerinden herbirinin nâdir rivâyetlerini buna almıştır.
Otuzbin kadar hadîs ihtiva ettiği belirtilir. Henüz basılmamıştır.
El-Mu'Cemu's-Sağîr, iki cilt halinde basılmıştır: Taberânî bunu
alfatebik sıraya koyduğu şeyhlerinden birer -bazan da ikişer- hadîs kaydederek
vücuda getirmiştir. Burada kaydedilen hadîslerin tamamı binbeşyüz kadardır.
Taberânî'nin rivâyetlerinin umumî vasfı zayıf olmaktır. Dehlevî'nin
taksiminde üçüncü tabakada yer alır. Ancak, Nureddin el-Heysemî, ziyade
hadîslerinin durumunu belirttiği için, onun eserinden hareketle, bu üç mu'cemin
hadîslerinden daha rahat istifade edebilir.[414]
Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ömer İbni Ahmed 306-385 yılları arasında
yaşamıştır. Ed-Dârakutnî nisbetiyle meşhurdur. Dâru'l-Kutn, Bağdad'da bir
mahalle adıdır. İlim talebi için Basra, Kûfe, Mısır, Vâsıt, Şâm gibi ulemânın
çokça bulunduğu merkezleri dolaşmıştır. Ebu'l-Kasım el-Bağavî, Ebu Bekr İbnu
Ebî Dâvud es-Sicistânî vs. pek çok şahıslardan hadîs almıştır.
Kendisinden de el-Hâkim, Ebu Hâmid el İsferâînî, Temmâm er-Râzî,
Abdulgani el-Ezdî, Ebu Zer el-Herevî, Ebu Bekr el-Berkânî, Ebu Nuaym
el-İsfehânî... vs. birçok zatlar hadîs dinledi.
Telifatı çoktur, en meşhuru es-Sünen'dir. el-Muhtelif ve'l-Mü'telif,
Kitâbul'-İlel, el-İstidrâk ala's-Sahîheyn, el-Efrâd burada zikre değen
eserleridir.
Dârakutnî, Zekâ, hıfz, fehm ve verâ'da devrinin nâdirlerinden biridir. Kıraat
ve nahivde de imâmdır. Şiiri de iyi bilir. Hatîbu'l-Bağdadî onu asrının ferîd'i
(eşi bulunmayanı) diye tavsîf eder ve "Hadîs ilminde ileli tanımada ve
râvilerin ismini, sıdk ve kizb adâlet ve emânet yönleriyle ahvâlini bilmede en
başta gelen kimse" olduğunu söyler. Hadîsten başka pek çok ilmi yüksek
seviyede bilmektedir. Onun seviyesinde bir başkasının bulunmadığını Hâkim,
Bağdâdî gibi birçokları ifade eder.
SÜNEN'İ dördüncü asırda yazılmış mühim kitaplardan biridir. Diğer
sünenlerde olduğu gibi hadîsler fıkıh bablarına göre tanzîm edilmiştir. Bu da
Kitabu't-Tahâret'le başlar Kitabu'l-Hayz, Kitabu's-Salât, Kitahu'l-Cum'a...
Kitâbu'z-Zekât, Kitâbu'l-Hacc... diye devam eder. Her bir kitap daha tali
bablara ayrılır. Bir babta bir iki hadîsten, üçyüze yakın hadîsin yer aldığı da
olur.
Kettânî, Sünen'de garîb rivayetlerin cemedildiğini, muhtevada yer alan
hadîslerden çoğunun zayıf ve münker olduğunu hatta mevzu rivâyetlerin bile yer
aldığını belirtir. Müellif sıkça râvilerinin ahvâlini bildirmeyi ihmal etmez.
Bu onun rical ilmine şehâdet eder.
Zayıf ve münkerlerin çokluğu sebebiyle ulema, buna çok fazla itibar
etmemiştir. Nitekim Kütüb-î Sitte'den sayılmaz. Üzerinde ciddî bir çalışmanın
yokluğu da buradan ileri gelir. Sadece, Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hak
Azîmâbâdî, yakın zamanda et-Ta'lîku'l-Muğnî Ala'd-Dârakutnî adıyla bir talîk
yaparak, Sünen'deki hadîsleri tahrîc etmiş, gerektiği hallerde râviler hakkında
bilgi sunmuştur. Ayrıca her babın hadîslerini kendi arasında numaralamıştır.
Azîmâbâdî'nin naklettiği bilgiye göre, Sünen'in üç farklı nüshası vardır:
Berkânî, Ebu't-Tâhir, İbnu Bişrân nüshaları. İki nüshasında hadîslerin
miktarına taalluk etmeyen bazı takdim tehîr farkları mevcuttur. Sadece birinde
(Ebu't-Tâhir nüshasında) bazı eksiklikler mevcuttur.[415]
İlk asırlarda ortaya konan orijinal hadîs kitapları, sıhhat durumları
itibâriyle, çok farklı değerler taşırlar. Bunlardan hangileri itimâda şâyandır,
hangileri değildir, bilinmesi mühim bir husustur. İslâm âlimleri tâ bidâyetten
beri bu ayırımı yapmaya ehemmiyet vermişlerdir. Nitekim, Kütüb-i Hamse, Kütüb-i
Sitte, Sünen-i Erba'a, Sahîheyn gibi ayrım ve tefrîkler bu maksada yöneliktir.
Sözgelimi, Kütüb-i Sitte deyince en ziyade itimâda şâyan veya sahîh hadîsleri
ihtiva eden kitaplar grubunu anlarız. Sahiheyn deyince bu altılı takımın en
sıhhatlî ikisini anlarız.[416]
Ne var ki, yazılan yüzlerce ve hattâ binlerce hadîs kitabı içerisinden
sadece Kütüb-i Sitte hakkındaki bu kısa malumât, bu mevzuda bir mü'minin
bilmesi gereken bilgi için yeterli değildir. Bu maksadla, Suyûti,
Cem'u'l-Cevâmi'nin mukaddimesinde sahîh addedilip güvenilebilecek kitaplar
hakkında biraz daha geniş bilgi verir. Buna göre, hadîs kitaplarının şöyle
tabakalandığını görürüz:
I- Rivâyetleri sahîh
olanlar, bunlar on kitaptır:
1- Buhârî, 2- Müslim, 3-
Sahîhu İbni Hibbân, 4- el-Müstedrek (Hâkim'inki olup içerisinde zayıf
olan mahdut miktarda hadîs vardır), 5- el-Muhtâre
(ez-Ziyâu'l-Makdisî'nin eseri), 6- Muvatta, (İmam Mâlik'in eseri), 7-
Sahîhu İbni Huzeyme, 8- Sahîhu Ebi Avâne, 9- Sahîhu İbni's-Seken,
10- el-Müntekâ (İbnu'l-Cârûd'un
eseri). Ve (bunlarla ilgili) müstahrecler. Suyutî ilâveten, Cem'u'l-Cevâmî'de
herhangi bir hadîsi bunlara nisbet ettiği zaman o hadîsin sahîh sayılması
gerekeceğini, sadece el-Müstedrek'te bazı hadîslerin zayıf olduğunu, onları
kaydettikçe za'fını belirttiğini kaydeder.
II- Sahîh, Hasen ve Zayıf
Hadisleri Beraberce İhtiva Eden Kitaplar. Bunlar şunlardır:
1- Ebu Dâvud, 2- İbnu
Mace, 3- Ebu Dâvut et-Tayâlisî'nin Müsned'i 4- Ahmed İbnu
Hanbel'in Müsned'i, 5- Ahmed İbnu Hanbel'in oğlu Abdullah'ın Müsned'e
Ziyâdâtı, 6- Abdurrezzâk es-San'ânî'nin Musannaf'ı, 7- Sâd İbnu
Mansûr'un Sünen'i 8- Ebu Nuaym'ın Hilyetu'l-Evliya'sı, 9- Ebu
Bekr İbnu Ebî Şeybe'nin Müsned'i, 10- Ebu Ya'la el-Mevsilî'nin Müsned'i,
11- Taberânî'nin el-Mu'cem'ul Kebir'i ve Mu'cemu'l-Evsat'ı, 12-
Ed-Dârakutnî'nin es-Sünen-i, el-Efrâd vs... si, 13- Beyhakî'nin es-Sünen
u'l-Kebîr, Şu'abu'l-İmân, el-Ma'rife, el-Ba's, Delâilu'n-Nübüvve, el-Esmâ
ve's-Sifât' ı.
Suyûti bu kitaplarda sahîh hasen ve zayıfın beraberce bulunduğuna
dikkat çektikten sonra Cem'ul-Cevami'de zayıfları çoğunluk itibâriyle
belirttiğini de kaydeder. Bu meyanda Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'i hakkında şu
açıklamayı yapar: "Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde her ne varsa hepsi
makbûl'dür. Zira ondaki zayıf hasen'e yakındır."
III- Rivâyetleri Zayıf Olan
Kitaplar:
1- Ukeylî'nin ed-Du'afâ'daki
rivayetleri 2- İbnu Adiy'in el-Kâmil'ndeki rivayetleri, 3- el-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin,
Tarîh, el-Câmi, el-Bücelâ... gibi kitaplarındaki riâyetleri, 4- İbnu
Asâkir'in Tarîhu'd-Dımeşk'indeki rivayetler 5- Hakîmu't-Tirmizî'nin
Nevâdiru'l-Usûl'ündeki hadîsler 6- El-Hâkim'in Târih'indeki hadîsler, 7-
İbnu'l-Cârud'un Târih'indeki hadîsler, 8- Deylemî'nin
Müsnedu'l-Firdevs'indeki hadîsler.
Suyûti, bir hadîsi bu kitaplara nisbet ettikten sonra, hadîsin zayıf
olduğunu, ayrıca belirtmeye hâcet kalmadığını söyler.
Dikkat 1: Suyûti, bu açıklamayı
yaptıktan sonra Cem'u'l-Cevâmi'yi tertibte baş vurduğu -tamamı seksene
yaklaşan- diğer kitaplar hakkında bilgi sunmaz. Ancak, az sonra kaydedeceğimiz
Dehlevî'nin taksimâtından da bilistifade şu söylenebilir: Geriye kalan
kitapları, yukarıda kaydettiğimiz ilk iki tabakaya koymamız mümkün değildir.
Bunlar ya bu üçüncü tabakada mütâlaa edilerek hepsinin hâkim vasıflarının
"zayıf" olduğu kabul edilir veya burada zikredilenlere nazaran daha
da zayıf dördüncü bir mertebe teşkîl ettikleri kabul edilir. Ancak bunların
genel vasfı vaz"dır, "butlân"dır demek mümkün değildir, bu
Suyûti'yi kendi adımıza konuşturmak olur.
Dikkat 2: Kütüb-i Sitte'den Tirmizî
ve Nesâî'nin yukarıdaki tâdadda zikredilmemeleri dikkat çekicidir. Bu bir zühûl
mü, yoksa kasıt mı bilemiyoruz, ama bu açıklamada bir eksikliktir. Şurası
muhakkak ki bu iki süneni üçüncü tabakada mütalaa etmek mümkün değildir. Her
ikisini de birinci tabakada mütâlaa edemesek bile Nesâî'yi birinci, Tirmizî'yi
de ikinci tabakada mütalaa etmemiz mümkündür. Her ikisini üçüncü tabakaya dâhil
etmek hiç muvafık olmaz. Suyûti'nin burada tam bir tesebbüt ve dikkatle hareket
etmediğini gösteren bir diğer emâre, bir kısım âlimlerce de sıhhat durumu
takdîr edilen İbnu Huzeyme'nin Sahîh'inden hiç söz etmemesidir.[417]
Hindistan'ın yetiştirdiği hadîs âlimlerinden Ahmed İbnu Abdirrahîm İbni
Vecîhi'd-Dîn ed-Dehlevî (ki Şâh Veliyullah diye şöhret bulmuştur ve
1114/1704-1176/1762 yılları arasında yaşamıştır), hadîs sâhasında yazılmış
rivâyet kitaplarını sıhhat durumlarına göre bir derecelemeye tâbi tutar.
Kendinden sonra gelen âlimlerce umumiyetle benimsenen bu derecelemeyi bilmede
fayda var. Ona göre bütün te'lîfat beş tabakaya ayrılır:
Birinci Tabaka: Bütün muhtevası kesinlikle
sahîh olan kitaplar tabakası. Burada üç kitap vardır: Buhârî ve Müslim'in
sahîhleri ile İmâm Mâlik'in Muvatta'sı. Muhaddisler, bu kitaplarda yer alan
hadîslerin sıhhatinde ittifak ederler[418].
İkinci Tabaka: Bunlar, sıhhatte Sahîheyn
ve Muvatta'nın derecesine ulaşamazlar, fakat onları tâkip ederler. Bunların
müellifleri güven, adâlet, hıfz ve hadîs ilimlerinde tebahhur'la (derin ilim)
tanınmış kimselerdir. Bunlar, nazarlarında, bir hadîsin sahîh olması için
koydukları şartlardan taviz vermemişlerdir. Bunların eserlerini, kendilerinden
sonra gelen alimler itiraz etmeden kabul ettiler. Muhaddisler ve fakîhler, her
asırda bunlara itina ve alâka gösterdi. Böylece ümmet arasında meşhur olan bu
eserlerin garib kelimeleri şerhedildi, râvileri birer birer incelendi,
rivâyetlerinde mevcut olan ahkâm ortaya çıkarıldı. İslâmi ilimler bu
kitapların, hadîsleri üzerinde kuruldu.
Bu tabakaya şu kitaplar girer: Sünenu Ebî Dâvud, Câmi'u't-Tirmizî,
Müctebâ'n-Nesâî, Müsnedu Ahmed İbni Hanbel
[419].
Üçüncü Tabaka: Bu tabakaya, Buhârî ve
Müslim'den önce, sonra veya zamanlarında câmi, müsned ve musannaf adları
verilerek telif edilen hadîs kitapları girer. Bu telifler sıhhatçe farklı her
çeşit rivâyeti cemetmişlerdir: "Sahîh, hasen, zayıf, ma'nît, garîb, şâz,
münker, hata, sevâb, sâbit, maklûb beraberce onlarda yer alır. Bu rivâyetler ulema
nezdinde "hiç bilinmez" denmese de (önceki tabakada yer alan
rivayetler gibi) yeterli derecede şöhrete ermemişlerdir. Bunların münferîd
rivâyetlerine fukaha hiç eğilmemiştir. Muhaddisler, bu rivayetlerin hangisi
sahîhtir, hangisi zayıftır, ciddî bir incelemeye tabi tutmamıştır. Keza
dilciler, onlardaki garîb kelimeleri şerhe yeltenmemiş, fakîhler selefin
mezhebini onlarda aramamış, hadîsçiler, müşkillerini çözmeyi düşünmemiş,
tarihçiler de bu kitaplardaki rivâyetlerin râvilerini araştırmamıştır. Bunu söylerken
araştırmayı ileri götüren (müteammik) müteahhir ulemayı kastedmiyorum, sözüm
ehl-i hadîsin mütekaddim imamlarıyla ilgilidir. Şu halde bu üçüncü tabakada yer
alanlar, onların tetkîk nazarlarının dışında kalmışlardır. Ebu Ali, Abd İbnu
Humeyd ve et-Tayâlisî'nin müsned'leri, Abdurrezzâk ve Ebu Bekr İbnu Ebî
Şeybe'nin musannaf'ları, el-Beyhakî, et-Tahâvî ve et-Taberânî'nin bütün
kitapları bu gruba girer.
Bu müelliflerin, eserlerini te'lifteki asıl gayeleri, buldukları
rivâyetleri cem etmekti, onları telhîs, tezhîb ve amel yönünü araştırmak
değildi.
Dördüncü Tabaka: Bunlar, uzun asırlar sonra,
ilk iki tabakada bulunmayan rivâyetleri cemetmek maksadıyla ortaya konmuş
kitaplardır. Asıl mühim olanı bu rivâyetlerin muhtevasıdır:
a) Bu rivâyetler, bâzan gözden
kaçıp sağda solda gizli kalmış mecmu'a ve müsnedlerde yer alıyordu. Dördüncü
tabaka müellifleri onları ortaya çıkarıp neşrettiler.
b) Bâzen da, muhaddislerin
itibar edip rivâyetlerini yazmadıkları kimselerin dillerinde idi; konuşurken
fazlaca mübalağaya kaçan vâizler, ehlü'l-ehvâ ve hali, rivâyeti alınamayacak
kadar zayıf olan kimseler gibi.
c) Söz konusu rivâyetlerin bir
kısmını sahâbe ve Tâbiîn'in âsârı, Beni İsrâil'le ilgili ahbâr veya hükemânın
kelamı teşkil ediyordu. Râviler bunları, bilerek veya bilmeyerek Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözleriyle karıştırmış idi.
d) Bu rivâyetlerin, Kur'ân-ı
Kerîm'in âyetlerinde ve sahîh hadîste muhtemel olan mânalar olup rivâyet
ilminin inceliklerini bilmeyen sâlih kimseler tarafından hadîs-i bilmânâ şeklinde
rivâyet edilmişler ve bu rivâyetler de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
nisbet edilmişlerdi.
e) Bazan da Kur'ân ve hadîsin
işârî mânâlarından çıkarılmış mefhûm mânaların amden müstakil müsned bir hale
konmuş şeklidir.
f)
Bazan muhtelif hadîslerde
dağınık cümleler halinde yer alan ifadeler bir araya getirilip tek bir tertibe
sahip tek bir hadîs haline konmuştur.
Bu çeşit rivâyetler şu kitapların muhtevâsında yer alır: İbnu Hibbân'ın
Kitâbu'd-Duafâ'sı, İbnu Adîyy'in el-Kâmil'i, Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebu Nu'aym
el-İsfehânî, el-Cûzekânî, İbnu Asâkir, İbnu'n-Neccâr ve ed-Deylemî'nin bütün
kitapları. Müsnedu'l-Havârizmî de bu tabakadan olayazdı.Bu tabakanın en iyisi
zayıf ve muhtemel derecesindedir, en kötüsü de mevzu veya şiddetli münkerlik
taşıyan maklûbtur.
Bu tabaka, İbnu'l-Cevzî'nin Kitâbu'l-Mevzuât'ının hammaddesini teşkîl
eder.
Beşinci Tabaka: Bu gruba giren rivâyetler
de muhtelif kısımlara ayrılır:
a) Bir kısmı fakîhler, sufiler, tarihçiler vs. nezdinde meşhur olup,
dillerinde dolaşan rivâyetlerdir, kaydedilen dört tabakada her hangi bir
asılları yoktur.
b) Bir kısmını da dininde laübali, bilgili kimseler uydurmuştur. Cerhi
mümkün olmayan kuvvetli bir senetle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
sudûru akla uzak gözükmeyen bir söz getirir ve böylece İslâm Dini'ne büyük bir
musibetin gelmesine sebep olur. Buna karşı harekete geçen mütehassıs
hadîsçiler, başka rivayetler getirerek bunlardaki örtüyü kaldırıp, körlüğü
giderirler.[420]
Birinci ve ikinci tabakaya muhaddisler itimad etmişlerdir. Onların amel
ettikleri hadîsler, bu tabakaya giren kitaplardaki rivâyetlerdir.
Üçüncü tabakanın rivâyetleri ile amel etme veya onları değerlendirme
işi hadîslerin illetlerini iyi bilen, râvilerin isimlerini yakinen tanıyan
ihtisâs ehline aittir. Bu kitaplardan mütâbaât ve şevâhid olarak
faydalanılabilir, o kadar. "Allah her şey için bir ölçü tayin
etmiştir" (Talak, 3).
Dördüncü tabakayı cemetmek, ondan istinbatta bulunmak, müteahhir
ulemanın bir derinleşme (taammuk) yoludur. Gerçek şu ki, ehl-i bid'a denen
Mutezile ve Râfıza gibi çeşitli sapık mezheplere mensup olanlar, bu tabakaya
giren kitaplardan, en küçük bir itinaya bile yer vermeden, mezheplerini
destekleyen rivâyetler derleyebilmektedirler. Ancak bu kitaplardan hususî
görüşlere yardım ve destek sağlamak hadîsle delil getirmeyi esas alan ulemâ
nezdinde sahîh ve makbul değildir".[421]
Sahifelerden
mecmualara aktarılan hadîslerin, bu isimsiz mecmualardan alınarak, bablar ve
fasıllara ayrılmış kitaplar içinde toplanmasına, ikinci hicret asrının
ortalarında başlandı. İslâm müelliflerinin “tasnif” diye isimlendirdikleri bu
işi yapanlar hakkında oldukça geniş ve güvenilir bilgiler vardır.
Tirmizî (v.
279/892), Râmhurmüzî (v. 360/971) ve Ebû-Tâlibi'1-Mekkî, (v. 386/996) birbirini
teyid ederek şu noktalarda birleşiyorlar:
Hadîsleri ilk
tasnif edip baplara ayıran kimseler:
1- Basra'da: er-Rabî' b. Subayh (v. 160/777), Saîd b.
Arûbe (v. 156/773).
2- Yemen'de: Ma'mer b. Râşid (v. 152/769).
3- Mekke'de: İbn-Cüreyc (v. 150/767).
4- Kûfe'de: Süfyânü's-Sevrî (v. 161/778).
5- Basra'da: Hammâd b. Seleme (v. 176/792).
6- Şam'da: el-Velîd b. Müslim (v. 194/810).
7- Rey'de: Cerîr b. Abdilhamîd (v. 182/798)
8- Horasan ve Merv'de: Abdullah b. Mübarek (v. 181/797).
[422]
Bu zevatın
kitapları da, daha sonraki devirlerin kitaplarına, müellifleri tarafından
verilmiş olanlar gibi husûsî isimler taşımazlardı. Umumiyetle “musannef, cami'”
gibi genel isimler altında anılırlardı.
Bu kitaplardan
ikisi, büyük bir tâli' eseri olarak zamanımıza kadar gelmiştir: İmam Mâlik'in
Muvatta'ı ile Ma'mer b. Râşid'in “Cami'” i.
Bunları
yazanlar, iki bakımdan tedvin devri müelliflerinden farklı bir yol takip
etmişlerdir:
1- Bir kitap bir konuyu değil, i'tikad, ibadet, ahkâm...
gibi bir çok konuları içine almaktadır.
2- Hadîslerin yanısıra, ashâb ve tabiîn fetvalarına da
yer verilmiştir.
Tasnif
devrinin çalışmaları, üçüncü asırda altın çağına ulaşan hadîs tasnifine zemin
ve malzeme hazırlamış, meşhur altı kitap = el-kütübü's-sitte gibi büyük cami ve
müsnedler bu kökün bereketli meyveleri olmuştur.
İbn-Hacer, bu
hususu şöyle anlatır:
“... Buhârî bu
musennef kitapları görüp, rivayetlerini aldıktan ve iyice hazmettikten sonra
onları tasnif ederken, sahih gibi görünen birçok zayıf rivayetleri de içlerine
aldıklarını görerek, sırf şüpheden uzak olan rivayetleri bir araya getirme
arzusunu duydu.”
[423]
Asırlar boyu
İslâmî ilimlerle uğraşan herkese kaynaklık etmiş bulunan altı kitap ve
müsnedlerin meydana getirildiği devirdeyiz.
Bu asırda,
hadîs ilmiyle uğraşanların üç metod üzerine kitap yazdıkları görülmektedir:
1- Bilhassa mu'tezile mezhebi saliklerinin, hadîsçileri;
hurafeleri rivayet etmek, tenakuza (çelişmeye) düşmek ve müşkil durumda kalmakla
ittiham etmeleri üzerine, bunlara cevap ve hadîsi müdâfaa kastiyle yazılan
eserler. Bu eserlerde, karşı tarafın; ister hadîs râvilerinin zabt ve
adaleti (ahlâkı) ile ilgili olsun, ister hadîs metinlerinin
asılsız veya çelişik olduğuna dair bulunsun bütün itirazları toplanıyor, sonra
birer birer reddediliyordu.
Bu gaye için
ve bu metodla eser veren bilginlere örnek olmak üzere iki isim meşhurdur:
“Te'vîlu-muhtelifil-hadîs” yazarı “İbn- Kuteybe (v. 276/889)”,
“İhtilâfu'1-hadîs” yazarı “Ali b. el-Medînî” (v.234/848)
2- Müsnedler. Bunları yazanlar, hadîs senedindeki sahabeyi,
alfabetik sırayla veya başka bir tertible alıyor, ondan naklen gelen bütün rivayetleri karışık
olarak yazdıktan sonra, diğer sahâbîye geçiyor.
Bu çeşide
örnek olmak üzre şu zatların “müsned” leri zikredilir: Ubeydullah. b Mûsâ (v.
213/828), Humeydî (v. 219/834), Müsedded b. Müserhed (v. 228/843), İshâk b.
Râhûye (v. 237/851), Osman b. Ebî-Şeybe (v. 239/853), Ahmed b. Hanbel (v.
241/855), Ya'kûb b. Şeybe (v. 262/876), Kurtubalı Bakîy b. Mahled (v. 276/889).
3- Bâblara göre tasnif edilen eserler. Bunlarda, muayyen
konulara göre hadisler sıralanıyordu. En meşhur ve önemlileri:
Buhârî'nin (v.
256/870) “el-Câmiu's-sahîh” i, Müslim'in (v. 261/875) sahîh'i, Ebû-Dâvûd (v.
275/888), Tirmizî (v. 279/892) ve Nesâî'nin (v. 303/915) “sünen”leridir.[424]
Bu asırdan sonra,
hadîsle meşgul olanların hemen hepsi, mezkûr kitapları ele almış; şerhini,
ihtisarını (özet), tenkidini, müdâfaasını, senedlerindeki kişilerin tetkikini,
fihristini yapmışlar, bunlara ekler yazmışlardır.[425]
Dördüncü asır
boyunca, daha önceki muhaddisler gibi, özel metodlarla hadîsleri ihtiva eden
eserler meydana getirenler olmuştur. Bazı örnekler ve metodları:
1- Ebû-Abdîllahi'n-Nîsâbûrî (v. 359/970). Bin kadar
kitap yazdığı rivayet edilen bu zat, “el-Müstedrek” adlı eserinde, Buhârî ve
Müslim'in şartlarına uygun olduğu halde kitaplarında bulunmayan hadîsleri toplamıştır.
2- Alî b. Ömer.. ed-Dârekutnî (v. 385/995). Sonradan Hindistan'da basılmış
olan “Sünen” inde, sahîh hadîsleri toplamıştır.
3- İbn-Hibbân (v. 354/965). “el-Müsnedu's-sahîh”ini,
daha önce görülmemiş olan orijinal bir tertibde hazırlamıştır. “Emirler,
nehiyler, haberler, mubahlar, Rasûl-i Ekrem'in işleri” diye beş bölüme
ayırdığı eserine;
bu bölümleri
de bir çok kısımlara ayırarak rivayetleri yerleştirmiştir.
4- Süleyman b. Ahmed e't-Tabarânî (v. 360/971). “Kebîr,
sağir ve evsat” mu'cem'lerinden birincisinde, ashab isimlerini alfabe
sırasıyla dizmiş ve kendilerine ulaşan rivayetleri toplamıştır. Rivayetlerin
sayısı (520 bin) olarak naklediliyor.[426]
Üçüncüsünde,
hocalarının isimlerini sıralayıp, onlardan aldığı rivayetleri, senedleriyle
beraber zikrediyor. Bunda (300 bin)
hadîs vardır.
İkincisinde,
sadece bin kadar üstadın, herbirinden bir veya iki hadîs rivayet ediyor.
5- Ebu-Cafer e't-Tahâvî; (v. 321/933). “Maâni'1-âsâr”
adlı kitabında ahkâm hadîslerini toplamış, nâsih ve mensûhu, bilginlerin
izahlarını ve haklı olanların delillerini zikretmiştir.[427]
Beşinci
asırdan itibaren, yukarda gördüğümüz iki sahîh (Buhârî ve Müslim'in sahîhân'ı)
câmi'i veya altı kitabı bir araya getirmek, hepsinin hadîslerini bir kitapta
toplamak işine girilmiştir. Bu iş yanında, “el-etrâf” ismiyle yeni bir çeşni
daha verilmiştir.
A- İki sahîh'i bir araya getirenler:
1- İsmâîl b. Ahmed (İbnu'l-fürât); (v. 414/1023).
2- el-Humeydî'1-Endelüsî; (v. 488/1095).
3- Hüseyn b. Mes'ûdi'l-Beğavî; (v. 516/1122).
B- Altı kitabı bir araya getirenler:
1- Ahmed b. Razın; (v. 535/1140). Bunun kitabı hem
tertipsiz hem de eksiktir.
2- İbnu'1-Esîr (Mübarek b. Muhammed; v. 606/1209).
Birinci maddedeki kitabı bu zat hem tertiplemiş hem de eksiklerini
tamamlamıştır.
C- Çeşitli kitapları bir araya getirenler:
1- Hüseyn b. Mes'ûdi'l-Beğavî. “Mesâbîhü's-sünne” adlı kitapında, çeşitli kaynaklardan (4484)
hadîs toplamıştır.
2- Ebu'l-Fereci'l-Cevzî (v. 597/1201) “Câmiu'l-mesânîd
ve'1-elkaab adlı kitabında, iki sahîh'in, Ahmed b. Hanbel Müsned’inin, Tirmizî
Câmi'inin hadîslerini toplamıştır.
D- Ahkâm ve mev'ize hadîslerini toplayan eserler:
1- Mecduddîn Îbn-Teymiyye (v. 652/1254), “Müntekal-ahbâr”.
2- Beyhakî (v. 458/1066), “es-Sünenu'1-kübrâ”.
3- Abdulazîmi'l-Münzirî
(v. 656/1258), “et-Terğib ve't-terhîb” (Nasîhatla ilgili hadîslere
dair).
E- Etraf kitapları: Bu kitaplarda, bir hadîsin başından
bir miktar (taraf) almıyor, sonra bu metnin, çeşitli kaynaklardaki bütün
senedleri sıralanıyor. Örnekler:
1- İbrahim b. Muhammed (v. 400/1009),
“Etrafu's-sahîhayn”.
2- Muhammed b. Tâhiri'l-makdisî (v. 507/1113),
“Etrafu'1-kütübi's-sitte”
[428]
Bu devir,
(656) hicret yılında, Abbasî'lerin yıkılmasıyle sona erer.[429]
Bağdâd siyâsî
ve ilmî merkezliğini kaybedince, üç asır boyu (onuncu asra kadar) Mısır, hadîs
ilmine merkezlik etmiştir. Bunda, sultan “Zahir Berkûk”, sultan “Zahir Çakmak”
gibi, bu ilme kendini vermiş devlet büyüklerinin de büyük tesiri olmuştur.
Kölemenler'den sonra, hadîs merkezi Hindistan'a intikal ediyor. Onuncu asırdan
sonra Hindistanlı âlimler, gerek büyük hadîs mecmuaları meydana getirmek,
gerekse hadîs ve senetlerle ilgili orijinal eserler vermek suretiyle bu bilgi
dalına büyük çapta hizmet etmişlerdir.[430]
Bu devrede,
bundan önceki gibi, çeşitli hadîs mecmualarını bir arada toplama işine devam
edilmiştir. Bundan başka “zevâid”, “tahrîc”, “etraf” çeşitleri üzerinde de
çalışılmıştır.
A- Zevâid: Herhangi bir hadîs mecmuasıyle, diğerini
mukayese edip; birinin diğerinden fazla olan hadîslerini başka bir kitapta
toplamak suretiyle ortaya konan eserlerdir. Heysemî'nin (v. 807/1404)
“Mecmûatu'z-Zevaid” i bunların en büyük örneğidir.[431]
B- Tahrîc: Akâid, fıkıh, tasavvuf, tefsir gibi dînî ilimlerle
ilgili bir kitaptaki hadîsleri tarayıp, bunların asıl kaynaklarını ve
senedlerini tesbit ederek yazılan kitap nev'idir. “İbn-Haceri'1-Askalânî” nin,
meşhur “Keşşaf” adlı tefsir üzerine yazdığı tahrîc burada örnek olarak
hatırlanabilir.
Bu devrede,
hadîs mecmuaları üzerine, muhtelif fıkıh mezheblerine sâlik bilginler
tarafından geniş şerhler de yazılmıştır.
Selef devrinde
olduğu gibi,[432] yazılı kitapları sadece okumakla iktifa etmeyip,
imlâ
[433]usulüyle hadîs okutan birkaç bilgine bu devirde de
raslamak mümkündür. Bunlardan:
1- Zeynuddîn Abdurrahîm b. el-Hüseyni'1-Irâkî (v.
806/1403).
2- Bu zatın talebesi, Ahmed b. Alî (İbn-Haceri'1-Askalânî;
v. 852/ 1448).
3- Bunun talebesi Hafız Sehâvî... (v. 902/1496)
Süyûtî'nin
ifadesiyle bunlar, hadîs ilminin son büyük bilginleri olmuşlardır.
Asrımızda,
eskilerin kitapları hem daha güzel tertip ve mufassal fihristlerle
bastırılmakta, hem de çeşitli nüshaların -ilmî bir şekilde- karşılaştırılmaları
yapılmaktadır.
Bugün hadîs
sahasında bilhassa iki büyük hizmet salâhiyet sahiplerini beklemektedir:
a- Çeşitli mecmualarda dağılmış bulunan sahîh ve muteber
hadîsleri sistematik tek mecmuada toplamak,
b- Bunları kısım kısım ve kısa açıklamalarla
müslümanlara sunmak. Açıklamalarda; bütün mezheblerin görüşlerine, metin
tenkidine ve muasır düşünceye yer vermek.
İşte bu
çalışma, kanâatimizce, asırlarının ihtiyacını karşılamak üzre meydana
getirilmiş bazı mecmuaları olduğu gibi basmak veya terceme etmekten daha
hayırlı olacaktır.[434]
Hadîs tarihiyle meşgul olanlar üçüncü asırdan sonra gelen dönemi kısaca
tehzîb devri diye tavsîf eder. Bu devre, dördüncü hicrî asırdan günümüze kadar
olan uzun bir dönemi içine alır. Bu kadar uzun bir zaman diliminin aynı safha
olarak mütâlaası yadırganmamalıdır. Çünkü, üçüncü asırdan sonra yapılan hadîs
çalışmalarının -bir kaçı müstesna- hemen hepsi orijinaliteden uzaktır ve daha
önce ortaya konmuş olan eserlerin üzerine yapılmıştır. Nitekim önceki üç asrın
her birinde, tabiatı farklı çalışmalar yapıldığı için müstakil safhalar olarak
değerlendirilmişti. Burada da durum aynı. Pek çok asır geçmesine rağmen yapılan
çalışmalar özde aynı kalmış, hammadde olarak, üçüncü asra kadar ortaya konmuş
olan eserleri alıp onlar üzerinde çalışmalar yapmıştır.
Mevcut bir eserin üzerine -ne çeşitten olursa olsun- yapılan müteâkip
çalışmaya tehzîb çalışması denmiştir. Tehzîb, lügat olarak, fazlalıkları atarak
ıslâh etmek, temizlemek, daha güzel, daha mükemmel kılmak gibi mânalara gelir.
Öyle ise, te'lif edilmiş hadîs kitapları üzerine yapılmış olan tehzîb işlerini
şöyle sayabiliriz:
* Cem çalışmaları: Farklı kitapları
birleştirmek gibi,
* Mukârene çalışmaları: Farklı kitapları
karşılaştırmak,
* Zevâid çalışmaları: Bir kitaba (veya kitaplara) diğer bir kitabın
(veya kitapların) ziyade hadîslerini çıkarma,
* İhtisar çalışmaları: Bir kitabın mükerrer
hadîslerini, senedlerini atarak özetleme çalışması,
* İstidrak çalışmaları: Bir kitabın şartlarına uyan
hadîsleri derleme,
* İstihrac çalışmaları: Bir kitaptaki hadîsleri,
kitabın müellifiyle, müellifin şeyhinde veya daha yukarıda birleşmek şartıyla
başka senetlerle bulup çıkarma çalışmaları,
* Tahrîc çalışmaları: Bir kitapta geçen hadîsleri
kaynak kitaplarda bulup çıkarma,
* Şerh çalışmaları: Her hangi bir hadîs
kitabını rical, ahkam, lügat vs. yönleriyle açıklama çalışması.
* Rical çalışmaları: Herhangi bir hadîs
kitabının (veya kitaplarının) râvilerini inceleme, sika, zayıf, müdellis,
kezzâb râvilerin tanıtıcı eserler verme çalışmaları,
* Lügat (garîbu'l-hadîs) çalışmaları: Hadîslerde geçen
anlaşılması zor (garîb) kelimeleri açıklama çalışmaları,
* Cüz (cezâ) çalışmaları: Muayyen konulardaki,
muayyen vasıflardaki hadîsleri bir araya getirme, belli sayılarda hadîs ihtiva
eden derlemeler yapma vs. çalışmaları,
* Hadîs ağırlıklı te'lifler,
* Mevzû hadîsler üzerine te'lifler,
* Meşhur hadîsler üzerine te'lifler,
* Hadîs bulmada yardımcı kitaplar: Aranan hadîsleri bulmada
kolaylık sağlayan rehber kitaplar.Dördüncü devre içerisinde yapılan bu çalışma
çeşitlerini daha da artırmak mümkündür. Maksadı ifâdeye kafi geldiği için bu
kadarı ile yetiniyoruz. Şimdi bunlara bâzı örnekler vererek bu safhayı daha
yakından tanıtacağız.[435]
Bu, birden fazla kitabın hadîslerini yeni ve tek bir nüsha halinde
ortaya koyma işidir. Bu, bazan daha hususî eserleri birleştirmek suretiyle
yapılır, bazan da umumî eserleri birleştirmek suretiyle yapılır.
Hususî birleştirmelere en güzel örnek Buhârî ve Müslim'in hadîslerini
birleştirmeye yönelik çalışmalardır, el-Cem'u Beyne's-Sahîheyn adı altında pek
çok eserler te'lîf edilmiştir. El-Hasan İbnu Muhammed es-Sâğânî' (650/1252)
-eseri Meşâriku'l-Evvari'n-Nebeviyye adını taşır-, Ebu Abdillah Muhammed İbnu
Ebî Nasr Fettûh el-Humeydî (488/1098), Muhammed İbnu Hüseyn İbni Ahmed
el-Ensârî el-Merî'nin (582) eserleri gibi.
Hususî cem'e giren mühim te'lifler'den biri Ebu's-Seâdât Mecdü'd-Dîn
el-Mubârek İbnu Ebî'l-Kerem Muhammed İbnu Muhammed İbni Abdilkerim İbni
Abdi'l-Vâhid es-Şeybânî'ye aittir. İbnu'l-Esir diye de meşhur olan bu zatın
vefat târihi 606/1209'dur. Buhârî, Müslim, Muvatta, Ebu Dâvud, Tirmizî ve
Nesâî'den müteşekkil altı kitabı Câmi'ul-Usûl adıyla birleştirmiştir.
Aslında, vefatı 535/1140 olan Rezîn İbnu Muâviye'nin eserinin yeni
ilâveler ihtiva eden bir tehzîbi olan Câmi'u'l-Usûl'ü pek çokları ihtisar ve
tehzîb ederek daha muhtasar yeni eserler ortaya koymuşlardır: Şerefü'd-Dîn
Ebu'l-Kâsım Hibetullah İbnu Abdirrahîm el-Hamevî (738/1337), Muhammed Tâhir
el-Fetenî el-Hindî es-Sıddîkî... gibi. Bunlardan en ziyâde tutunanı
Vecîhü'd-Dîn Abdurrahmân İbnu Ali İbni Muhammed İbni Amr'ın (944/1537)
eseridir. İbnu Deybe' diye meşhur olan bu zatın eserinin ismi Teysîru'l-Vüsûl
ilâ Câmi'il-Usûl adını taşır. Şerhini yapacağımız eser işte bu kitaptır.[436]
Cevami'u'l-Âmme de denen umumî cem kitaplarına gelince; bunlar,
Sahîheyn ve Kütüb-i Sitte'nin dışına çıkarak başka eserleri de birleştirmeyi
gaye edinen eserlerdir: Mesâbîhu's-Sünne, Cem'ul-Cevâmi, Câmi'u'l-Mesânîd
ve'l-Elkâb, Câmi'u'l-Mesânîd ve's-Suneni'l-Hâdi Li-Akvami Sünen...
Bunlardan en eskisi Mesâbîhu's-Sünne'dir, Hüseyin İbnu Mes'ûd el-Begavî
(516/1122) te'lîf etmiştir. Sıhâh ve hısân hadîslerden 4484 adedini cemeder. Bunlar
günlük hayatta sıkça temas edilen meselelerle ilgilidir. Sıhâh tabiriyle
Sahîheyn hadîslerini, hısân tabiriyle de Ebu Dâvud, Tirmizî gibi, diğer muteber
kitapların hadîslerini kasteder. Eserde zayıf ve garîb olanlar belirtilir,
münker ve mevzu olanlara hiç yer verilmez.
Ulema bu esere, güvenilir oluşu ve bir de günlük ihtiyaca cevap vermesi
sebebiyle, fazlaca alaka göstermiş, çeşitli şerhlerini yapmıştır. Muhammed İbnu
Abdillah el-Hatîb et-Tebrizî (v. 737/1336'dan sonra) de tehzîb ederek
ilâvelerde bulunmuştur. Ayrıca hadîsi rivayet eden sahâbiyi, hadîsin alındığı
kitabı belirtmiştir. Bu yeni eserin adı Mişkâtu'l-Mesâbîh'dir. Muhtelif
şerhleri vardır. En meşhur şerhi Aliyyü'l-Karî'nin Mirkâtu'l-Mesâbîh Şerhu
Mistâki'l-Mesâbîh'dir. Matbudur.
Câmi'u'l-Mesânîd ve'l-Elkâb'ı, Ebu'l-Ferec Abdurrahmân İbnu Ali
el-Cevzî (597/1200) te'lif etmiş, bunda sahîheyn, el-Müsned ve Tirmizî'yi
cemetmiştir.
Câmi'u'l-Mesânid ve's-Sünen'il-Hâdi li-Akvami's-Sünen-i İsmâil İbnu
Ömer el-Veşî (774/1372) te'lif etmiştir. İbnu Kesîr diye de meşhur olan müellif
bu eserinde Kütüb-ü Sitte, Ahmed İbnu Hanbel, Bezzar ve Ebu Ya'lâ'nın
"Müsned"lerini ve Teberânî'nin el-Mu'cemu'l-Kebîr'ini
birleştirmiştir.
[437]
Cevâmi'u'l-Amme grubuna giren cem kitapların en câmisi ve en genişi
olması ve ayrıca, arkadan tanıtacağımız Câmi'u's-Sağîr ve Kenzu'l-Ummâl gibi
matbu ve müminlerin ellerinde mevcut ve mütedâvil bazı kitapların da dayanağı
ve kaynağı olması sebebiyle bu kitap hakkında genişçe bilgi verip tanıtacağız.
Görüleceği üzere arkadan tanıtacağımız mezkur kitaplarının muhtevasını, sıhhat
durumunu kavramak, öncelikle Cem'u'l-Cevâmî'nin yeterince bilinmesine bağlıdır.
Cem'u'l-Cevâmî, eş-Şeyh el-Hâfız Celâleddin Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr
es-Suyûtî (v. 911/1505) tarafından te'lîf edilen bu eserin diğer adı
el-Câmiu'i-Kebîr'dir. Müellif Suyûtî (rahimehullah), el-Câmiu's-Sağîr'in
mukaddimesinde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bütün hadîslerini bir
kitapta toplamak maksadıyla Cem'u'-Cevâmi'yi te'lîfe karar verdiğini belirtir.
Muhakkik âlimlerin ifâde ettikleri üzere, böyle bir çalışmayı yapmak mümkün
değildir. "Bütün hadîsler" tâbirinden Suyûtî merhûmun maksadının
"kendi muttali olduğu hadîsler" olması gerektiği tebârüz
ettirilmiştir. Her hâl u kârda merhûm, ömrünün bu işe yetmeyeceğini anlayarak,
bir müddet sonra, çalışmayı yarıda kesmiş gerçekleştirdiği kısımdaki hadîsleri
ihtisar ederek el-Câmiu's-Sağîr'i ortaya koymuştur. Daha sonra yine aynı
eserden ihtisar sûretiyle Ziyâdetu'l-Câmi adıyla ikinci bir kitap daha çıkarmıştır.
Bâzı kaynaklarda Cem'u'l-Cevâmi'nin bu hâliyle 100.000 civarında
merviyâta şâmil olduğu ifâde edilir. Ancak bu tahminin gerçeği ifâdeden oldukça
uzak kaldığı anlaşılmaktadır. Zira, eserin değişik bir tertibinden ibâret olan
Kenzu'l-Ummâl'in 1978 Haleb baskısında -ki hadîsler sırayla müteselsilen
numaralanmıştır- 46624 hadîs mevcuttur.
Suyûtî, hadîsleri Cem'u'i-Cevâmi'de iki ana bölümde tertîblemiştir.
Birinci Bölümde (el-Kısmu'l-Evvel) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
kavlî sünnet'ini yani sözlerini, hadîsin ilk kelimesini esas alarak alfabetik
sıraya göre tanzîm etmiştir. İkinci Bölümde (el-Kısmu's-Sâni) ise, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın fii'lî sünnet'ini yâni, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın davranış ve sözlerine veya bir sebebe veya
kendisine yapılan bir müracaat gibi zât-ı risâlet penâhîleri ile ilgili olarak
yapılmış olan rivâyetleri toplamıştır. Bu ikinci kısımda rivâyetler, rivâyeti
yapan sahâbe isimlerine göre tertîb edilmiştir. Yâni, müellif, Aşere-i
Mübeşşere'yi en başta kaydettikten sonra, diğer sahâbeleri, isimlerine göre,
alfabetik sıraya koyar. İsimler kısmını aynı şekilde künyeler kısmı, bunu da
mübhem olanlar kısmı, mübhemleri de kadın Sahâbelerin isimleri tâkib eder. En
sonda da mürsel rivâyetler yer alır.
Suyûtî bu eseri te'lîf ederken çok miktarda kitap mütâlaa etmiştir.
Kenzu'l-Ummâl'de kaydedilenler tedkîk edilince bu kaynakların 80'e yaklaştığı
görülür.
Bu mecmûada sahîh, hasen ve zayıf hadîsler bulunduğu gibi zaafı
şiddetli (şedîdü'z-zaaf ve hattâ mevzu (uydurma) olan hadîsler de mevcuttur.
Bizzât Suyûtî, mukaddimesinde yaptığı kıymetli bir açıklama ile, hangi
kitaplara nisbet edilen hadîslerin sahîh, hangilerine nisbet edilenlerin sahîh
ve zayıf ve hangilerine nisbet edilenlerin de zayıf addedilmesi gerektiğini
bildirir. Bu hususla ilgili gerekli açıklamayı, Hadîs Müellefâtının Tabakâtı
adlı başlık altında sunduğumuz için, burada tekrar etmeyeceğiz.[438]
Eş-Şeyh el-Hâfız Celâleddin Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr es-Suyûtî (v.
911/1505) tarafından te'lîf edilen bu eserin tam adı el-Câmi'u's-Sağîr min
Hadîsi'l-Beşîri'n-Nezîr'dir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in vecîz
(kısa) olan bir kısım hadîslerini, rivâyetlerin ilk kelimesindeki harfleri esas
alarak alfabetik sıraya göre tanzîm eder. Alfabetik tanzîmde hadîslerin metni
esas alındığından senetlerin atılmış olacağı açıktır. Ancak, hadîs
kaydedildikten sonra, bunu Ashâb'tan kim rivâyet etmiş ise onun ismi
zikredilir. Hadîsin sonunda ayrıca, sıhhat durumu ve alınmış olduğu kaynak(lar)
bâzı rümûzlarla belirtilir. Kitapta rastlıyacağımız rümûzların nelere delâlet
ettiği ise, eserin Mukaddime kısmında bize müellif tarafından belirtilir.
El-Câmiu's-Sağîr'i Suyûtî, Cem'u'l-Cevâmi -diğer adıyla
el-Câmiu'l-Kebîr- adlı eserinden telhîs etmiştir. Müellifimizi bu ihtisârı
yapmaya sevkeden husus, Cem'u'l-Cevâmi'yi te'lîfi planlarken kendisine seçmiş
olduğu hedefin zorluğudur: El-Câmiu's-Sağîr`in mukaddimesinde belirttiği üzere,
müellif, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbet edilen bütün
hadîsleri, Cem'u'l-Cevâmi'de alfatebetik sırayla toplamak istemiştir. Şârih
Münâvî'nin de belirttiği gibi, böyle bir çalışma hemen hemen mümkün değildir.
Çalışmaları ilerleyince, bu işe ömrünün vefa etmiyeceğini bizzât Suyûtî de
anlayarak, Cem'u'l-Cevâmi'yi belli bir noktada bırakır ve el-Câmiu's-Sağîr'i
telîf etmek üzere onu ihtisar eder.
Kitabın mukaddimesinde belirttiği üzere Suyûtî, Cem'u'l-Cevâmi'nin
hadîslerini seçerken, hadîslerin vecîz (kısa) olanlarına ve bilhassa sıhhat
durumuna dikkat eder; zaafı şiddetli olan, yâni hadîs uydurmak veya Hz.
Peygamber (aliyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan söylemek gibi bir itham yemiş
râvilerin, rivâyette yalnız kaldıkları (teferrüd ettikleri) hadîsleri kitaba
almaz. Hadîslerdeki mezkûr sıhhat sebebiyle eserin, bu nevde yazılmış olan
el-Fâik ve eş-Şihâb gibi diğer eserlere üstünlük kazandığını bizzat Suyûtî
ifâde etmeyi ihmal etmez ki, ümmetin göstereceği alâka bu iftihârı te'yîd
edecektir. (Burada geçen el-Fâik'in Abdullah İbnu Ğânîm'in el-Fâik
fi'l-Lafzı'r-Râik kitabı, eş-Şihâb'ın da Kadı Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Selâm
el-Kudâî'nin eş-Şihâb'ı olduğu tahmîn edilmektedir).
Muhakkikler, Suyûtî'nin bu iddiasına rağmen el-Câmiu's-Sağîr'de bütün
hadîslerin sahîh olduğunu kabûl etmezler. Sahîh ve hasen hadîslerin yanında
zayıf hadîslerin de varlığına dikkat çekerler. Şârihler -ve bilhassa Münâvî,
Feyzu'l-Kadîr adlı şerhinde- hadîslerin sıhhat durumlarını belirtmeyi ihmal
etmezler.
El-Câmiu's-Sağîr,
havas, avam, âlim vs. her sınıfa mensup müslümanlar tarafından büyük bir alâka
ve rağbete mazhar olmuştur. Bu durum eseri,
Suyûtî'den sonra te'lîf edilen tasavvuf, tefsîr,
ahlâk, âdâb gibi dinî edebiyâtın her çeşidine alınan hadîslere ana kaynak
kılmıştır. Bu sebeple eski metinlerde rastlanan hadîslerin kaynağını bulma, sıhhat
derecesini anlama ihtiyâcı duyulduğu zaman ilk başvurulacak kitap durumundadır.
Hadîsler
numaralanarak Münâvî'nin şerhiyle birlikte yapılan baskısına göre, içerisinde
10031 adet hadîs mevcuttur.
El-Câmiu's-Sağîr'e birçok şerhler yapılmıştır -ki bunlardan
bir kısmı Keşfu'z-Zünûn'da görülebilir-, en değerli şerhi Abdurrauf
el-Münâvî'nin Feyzu'l-Kadîr adlı şerhidir.
El-Câmiu's-Sağîr'de hadîs arayacakların şu noktayı da
bilmesi gerekir: Kitabın tertîbi alfabetik esâsa göre olmakla berâber, her
defasında bu prensibe tam olarak riâyet edilmemiştir. Zaman zaman takdîm ve
te'hîrlere rastlanmaktadır.[439]
Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr'in te'lîfini tamamladıktan sonra hemen hemen
aynı hacim ve tertipte olmak ve aynı rümûzları kullanmak sûretiyle buna bir de
Ziyâde hazırlamış ve bu yeni eserine Ziyâdetu'l-Câmi adını vermiştir. Yûsuf
en-Nebhânî'nin tâdadına göre, bu ikinci eserde 4440 hadîs mevcuttur. Nebhânî,
bu eserde yer eden hadîslerin bir kısmını Miftâhu's-Seâde bi-Şerhî'z-Ziyâde adı
altında Münâvî'nin şerhetmiş bulunduğuna dâir açıklamasını gördüğü halde,
mezkûr esere muttali olamadığını da kaydeder.
Suyûtî merhûm, gerek el-Câmiu's-Sağîr'e ve gerekse Ziyâde'sine aldığı
hadîsleri Cem'u'l-Cevâmi'nin "Kısmu'l-Akvâl" bölümünden ihtisar
etmiştir. Ancak, el-Müttakî el-Hindî'nin Kenzu'l-Ummâl Mukaddime'sinde
kaydettiğine göre, el-Câmiu's-Sağîr'de ve gerekse Ziyâde'sinde
Cem'u'l-Cevâmi'de bulunmayan bir kısım hadîsler mevcuttur. Demek oluyor ki,
Suyûtî bu eserleri hazırlarken, Cem'u'l-Cevâmi dışında başka kaynaklara da
başvurmuştur.[440]
Gerek el-Câmiu's-Sağîr ve gerekse Ziyâdetu'l-Câmi, yakın zamana kadar
iki ayrı eser olarak tedâvül etmiş ise de, vefatı 1350/1932 olan el-Ezher
ulemâsından Yûsuf İbnu İsmâil en-Nebhânî merhum, bunları alfabetik sıraya göre
birleştirerek tek kitap hâline getirmiştir. Ortaya çıkan bu yeni eserin adı
"el-Fethu'l-Kebîr fî Zammi'z-Ziyâdâti ilâ'i-Câmii's-Sağîr"dir.Bu
kitapta, en-Nebhânî, ziyâde hadîslerin diğerlerinden tefrîki için bunların
başında ze harfi ile rümûz koymuştur.
Hâlen matbû olan el-Fethu'l-Kebîr, ihtiva ettiği 15 bin civarındaki
hadîsleriyle el-Câmiu's-Sağîr'den çok daha istifâdeli bir durumdadır.
El-Câmiu's-Sağîr'le alâkalı mütemmim açıklamalar için Cem'u'l-Cevâmi ve
Kenzu'l-Ummâl maddelerine de bakılabilir.[441]
Pek çok eseri birleştirmiş durumda olan Cem'u'l-Cevâmi, kullanış
yönünden oldukça kusurludur. Zira bir hadîsten istifâde edebilmek için, kavlî
ise baş kısmını, fi'lî ise râvisini bilmek gerekmektedir. Bu ise nâdir kimselerin
imtiyâzıdır. İşte bu durumu göz önüne alan eş-Şeyh Alâeddin Ali İbnu Hüsâmeddin
Abdülmelik İbni Kadı Hân el-Hindî -ki el-Müttakî diye meşhurdur (v. 975/1567),
bu değerli kitabın hadislerini, istifâdesi kolay hâle koymak için, fıkhî
mevzularına göre yeni baştan tanzime tâbi tutarak Kenzu'l-Ummâl fi
Süneni'l-Akvâl ve'l-Ef'âl adı altında 16 ciltlik eserini meydana getirir.
Henüz tabedilmemiş olan Cem'u'l-Cevâmi'nin değişik tertible basılmış
şekli durumunda olan Kenzu'l-Ummâl'ı bu vesîle ile kısaca tanıtmakta fayda var:
Kenzü'l-Ummâl, alfabetik sıraya göre tertiplenen fıkhî bablara ayrılır.
Şu halde Cem'u'l-Cevâmi'nin içinde dağınık şekilde yer etmiş olan, bir mevzu
ile alâkalı bütün hadîsleri bu yeni kitapta bir arada bulmak mümkündür. Ancak
Kenzu'l-Ummâlde hadîslerin üç grup hâlinde verildiğini bilmeliyiz:
Birinci Grup Hadîsler: Bunlar bir babta ilk defa zikredilen hadîslerdir
ki Kısmu'l-Akvâl başlığı altında sunulur. Bu grubta kaydedilen hadîsler
el-Câmiu's-Sağîr ile Ziyâdetü'l-Câmi'den alınan hadîslerdir. Bunlar vecîz
(kısa) olan kavlî hadîslerdir. Bu hadîsler bizzât Suyûtî'nin yaptığı açıklamaya
göre sıhhatçe üstün olan hadîslerdir.
İkinci Grup Hadîsler: Bunlar "el-İkmâl" başlığı altında
sunulan hadîslerdir. Bunlar da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kavlî
sünnetidir, yâni sözleridir, ancak Cem'u'l-Cevâmi'nin el-Câmiu's-Sağîr ve
Ziyâdetü'l-Câmi'ye alınmamış olan hadîslerdir. Sıhhatçe öncekilerden düşük
olduğu için el-Müttakî bunları ayrıca vermeyi uygun görmüştür.
Üçüncü Grup Hadîsler: Bunlar Cem'u'l-Cevâmi'nin Kısmu'l-Efâl adını
taşıyan bölümünde yer alan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fi'lî
sünnetlerini teşkîl eder. Yani bir babla ilgili fi'lî hadîsler Kısmu'l-Ef'âl
başlığı altında sunulmaktadır.
Bu durumda bir bâbla (mevzu ile) ilgili hadîslerin tamamını görmüş
olmak için, o babta bu üç başlıkla gelen hadîslerin hepsini tedkîk etmek
gerekecektir. Şunu da belirtelim ki, her babta bu üç kısımla ilgili hadîs
bulunmayabilir. Sözgelimi, her babta kısmu'l-ef'âl mevcut değildir.
Hadîslerin sıhhat durumu hususunda bu kaydettiğimiz tertip şekli kaba
bir bilgi vermekten başka, yukarıda kısmen kaydetmiş bulunduğumuz Suyûtî
tarafından belirtilmiş olan "hadîslerin alınmış olduğu kaynakların umûmî
vasıflarına göre yapılacak değerlendirme" prensibi de mûteberdir. Kitabın
mukaddime kısmında bu açıklama etraflıca görülmelidir.
Bu kitap, ihtiva ettiği 46624 aded hadîsiyle, yeryüzünde matbu en
hacimli hadîs mecmuası olma şerefli imtiyazını taşımaktadır. Cenâb-ı Hakk, bu
eserin ortaya çıkmasında emekleri geçen Suyûtî ve el-Müttakî hazretlerine
rahmetini bol, makamlarını cennet kılsın, onlardan ebediyyen râzı olsun.[442]
Hadîs sâhasında ortaya konan mühim bir grubu, ahkam hadîslerini bir
araya getirmek maksadıyla yapılan te'lîfler teşkîl eder. En mühimlerinden
birkaç örnek vereceğiz:
Ahmed İbnu Hüseyn el-Beyhakî (458/1065) te'lif etmiştir. Beyhakî
burada, ahkâmla ilgili ne kadar hadîs vârîd olmuşsa hepsini bir araya getirmeyi
düşünmüştür. Kütüb-i Sitte'ye çokça ziyâdesi mevcuttur. Busîri,
Fevâidu'l-Müntakî'de bu ziyadeleri bir araya getirmiştir. Eser on cilttir ve
ciltler iri boy ve hacimlidir. Eser Hindistan'da 1346'da basılmıştır, aynı
baskıdan müteâkip ofset baskılar da yapılmıştır.
Mecdü'd-Dîn Ebu'l-Berekât Abdüsselâm İbnu Abdillah [İbnu Teymiye
(652/1254) te'lif etmiştir. Müellif Kütüb-ü Sitte ile Ahmed İbnu Hanbel'in
Müsned'inde geçen ahkâmla ilgili hadîsleri bir araya getirmiştir. Senetler
atılmıştır. Hadîslerin hangi kitaptan alındığı belirtilir, ancak sıhhat durumu
veya mezheplere göre amel durumu meskût geçilir. Kevserî, İbnu Teymiye'nin
"hadîslerin nefsülemirdeki gerçek durumuna göre "sahîh",
"hasen" veya "zayıf" diye hükmedilmeyip, zâhirine göre bu
hükümlere varılmışolması sebebiyle sıhhat durumunu belirtmediğini söyler ve bu
davranıştaki inceliğin anlaşılmadığını ileri sürer".
Ancak ulemâ, onun böyle davranmasının eseri için ciddî bir kusur
olduğunu ittifakla kabul eder. Böyle düşünenlerden biri olan Muhammed İbnu Ali
eş-Şevkânî (1250/1834) Müntekâ'l-Ahbar'ı tehzîb ve şerhederek Neylü'l-Evtar
adlı eserini vücûda getirmiştir. Bazı tasrihat, zeyl ve açıklamalar ihtiva eden
bu eser Müntekâ'l-Ahbâr'ı kullanışlı hâle getirmiştir. Sekiz iri cilt hâlinde
matbûdur.
Bu eseri İbnu Dakîki'l-Îd (702/1302) te'lif etmiştir. Ahkâmla ilgili
hadîsleri cemeder. Müellif eserini el-İmâm Fî Şerhi'l-İlmâm adıyla şerhe de
başlamış ise de, şerhini tamamlayamamıştır. Şerhi çok geniş tutmuş, Zehebî'nin
tahmînine göre, ikmâle muvaffak olsaymış eser onbeş cildi bulacakmış.[443]
Bu, cem çalışmalarının bir çeşididir. Bir hadîs kitabını esas alarak,
bir başka kitabın (veya) kitapların ona nisbetle ihtiva ettiği ziyâde
hadîslerini cemetme işidir. Bu neve giren çalışmada umumiyetle Sahîheyn veya
Kütüb-i Sitte esas alınır. Bunlar dışındaki herhangi bir kitabın veya
kitapların ziyâde hadîsleri müstakil bir eserde cemedilir. Meselâ, İbnu
Mâce'nin Kütüb-i Hamse'ye olan ziyâde hadîslerini Ahmed İbnu Muhammed
eş-Şihâbu'l-Bûsîrî Misbâhu'z-Zücâce fî Zevâidi İbni Mace adıyla cemetmiştir.
Keza aynı Bûsîrî Beyhakî'nin es-Sünenu'l-Kübrâ'sında yer alan Kütüb-i Sitte'ye
ziyade hadîsleri Fevâidü'l-Müntakî Li-Zevâidi'l-Beyhakî adlı eserde
cemetmiştir.
[444]
Bu daldaki çalışmalarıyla Nureddîn el-Heysemî (807/1404)'de meşhurdur.
Bu zat, Ahmed İbnu Hanbel, Bezzâr, Ebu Ya'la el-Mevsılî'nin
"Müsned"leri ile Taberânî'nin Mu'cem'lerinde Kütüb-ü Sitte'ye ziyâde
olan hadîsleri önce müstakil te'liflerde cemeder, sonra da bunları tekrar
birleştirerek tek kitapta toplar. Bu yeni kitabın adı: Mecma'u'z-Zevâid ve
Menba'u'l-Fevâid'dir. Böylece altı meşhur kitabın Kütüb-i Sitte'ye ziyâde olan
rivayetlerini cemetmiş olan bu kitap, fıkıh bablarına göre hadîsleri cemeder.
Hadîslerde senetler atılmış, sâdece sahâbenin adı verilmiştir. Hadîsin
arkasından şu bilgiler verilir:
1- Hadîsin rivayet edildiği
kaynak(lar).
2- Hadîsin sıhhat durumu.
3- Hadîs zayıf ise, zaaf
sebebi.
Her biri 450-500 sayfa civarında hacme şâmil olan bu eser, 10 cilt
tutar. Hadîslerin sıhhat durumunun belirtilmesi esere fevkalade bir değer
kazandırmıştır. Muhammed İbnu Ca'fer el-Kettânî, bu eser için "Hadîs
kitaplarının en faydalısıdır, daha doğrusu, bu babta onun misli yoktur, öyle
bir eser henüz te'lif edilmemiştir" der.[445]
İbnu Hacerel-Askalânî'nindir. Sekiz "Müsned"in Kütübü
Sitte'ye ziyâde hadîslerini cemeder. Bu sekiz Müsned: İbnu Ebî Ömer el-Adenî,
Ebu Bekr el-Humeydî, Müsedded, et-Teyâlisî, İbnu Menî, İbnu Ebî Şeybe, Abd İbnu
Humeyd ve el-Hâris'in Müsned'leridir. Habîbu'r-Rahmân el-A'zâmî tarafından
tahkîkli olarak neşredilmiştir, dört cilttir.[446]
Ebu Abdillah Muhammed İbnu Süleymân el-Mağribî er-Ravdânî (1094/1682)
te'lif etmiştir. Bu eser Sahîheyn, Muvatta, Sünenü Erba'a ve
Mecma'u'z-Zevâid'in hadîslerini cemeder. Eser'in hatalarla dolu 1961 Medîne
baskısı vardır.[447]
İhtisar çalışmaları hadîs kitaplarını hacimce daraltmak, daha
kullanışlı hale getirmek üzere mükerrer hadîsleri atmak, senetleri atıp sâdece
metin kısımları bırakmak üzere yapılan çalışmalardır. Buna en güzel örnek
Buhârî'nin Sahîh'inin ihtisârı olan et-Tecrîdü's-Sarîh
Li-Ehâdîsi'l-Câmi'i's-Sahîh'dir. Müellifi Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Abbâs Ahmed İbnu
Abdi'l-Latîf eş-Şereî ez-Zebîdî (v. 893/ 1497).
Beyhakî'nin Şu'abu'i-İmân'ına Ebu Muhammed Abdü'l-Celîl İbnu Musa
el-Kasarî'nin yaptığı Muhtasaru Suabi'l-İmân, Târîhu'l Dımeşk'e Ebu Şâme'nin
yaptığı el-Muhtasaru's-Sağir ile, el-Muhtasaru'l-Kebîr'i, Zehebî'nin
Târîhu'l-Bağdâd'a yaptığı el-Muhtasaru'l-Muhtâc İleyhi Min Târîhi'l-Bağdâd adlı
ihtisarı gösterilebilir.
[448]
İstidrak kelime olarak eksiği tamamlamak, kusurunu gidermek ve hatta,
tenkîd edip kusurunu göstermek mânalarında kullanılır ise de burada, ıstılah
olarak, bir müellifin şartlarına uyduğu halde kitabına almamış bulunduğu
hadîsleri müstakil bir kitapta cemetme mânâsına gelir. Bu maksadla ortaya konan
eserlere Müstedrek denir. Bilhassa Sahîheyn için muhtelif müstedrek'ler te'lîf
edilmiştir. Bunlardan en tanınmışı Ebu Abdillah Hâkim en-Neysâburî'ye
(405/1014) aittir. Adı el-Müstedrek Alâ's-Sahîheyn ise de şöhretine binâen
el-Müstedrek dendi mi bu kastedilir.
El-Hâkim, bu eserde, Buhârî ve Müslim'in veya yalnızca Buhârî'nin ya da
sâdece Müslim'in şartlarına uyduğu halde bu iki kitapta yer almamış bulunan
hadîsleri bir araya getirmeye çalışmıştır. Ancak, muhaddisler, el-Hâkim'in,
hadîslere "sahîh" hükmünü verirken titiz davranmayıp mütesâhil yâni gevşek
davrandığında, bu sebeple pek çok hadîs hakkındaki hükmünün isâbetsiz olduğunda
müttefiktirler.
Şemsüddin ez-Zehebî (v. 748/1348), el-Müstedrek'i ihtisar ederek,
el-Hâkim'in hadîsler hakkında verdiği hükümleri teker teker gözden geçirmiş,
isâbetsizleri, sebebini de beyan ederek göstermiştir. Böylece yüz civarında
hadîsin "mevzu" denebilecek kadar şiddetli zaaf taşıdığı görülmüştür.
El-Hâkim'in Müstedrek'i, Zehebî'nin muhtasarı ile birlikte matbûdur.
Muhtasar, sayfa altında hâmiş şeklindedir.
Sahîheyn üzerine ed-Dârakutnî (v. 385/995) ve Ebu Zerr el-Herevî de (v.
434/1042) müstedrek yapmışlardır.[449]
Cevâmi'u'l-amme'ye dâhil edebileceğimiz, bir grup te'lîf de iyi
amellere teşvîk edip kötü amellerden nehyeden, caydıran hadîsleri, muhtelif
kaynaklardan seçerek cemeden kitaplardır. Bunların en meşhuru Abdül'Azîm İbnu
Abdi'l-Kavî el-Münzirî'nin (v. 656/1258) Kitâbu't-Tergîb ve't-Terhîb adlı
eseridir. Eser fıkıh bablarına göre tanzîm edilmiştir. Her bâbta önce terhîb
hadîslerini, arkadan tergîb hadîslerini kaydeder. Hadîslerin kaynağını ve
gereğinde sıhhat durumlarını da beyân eder. Mustafa Muhammed Ammâre'nin
talikâtı ile tabedilmiştir (1968-Mısır).[450]
Tehzîb devrinde, önceki çalışmaları zenginleştirmek maksadıyla yapılan
çalışmalardan biridir. Tanınmış bir müellifin kitabındaki hadîsleri, bu kitapta
mevcut olan senedlerinden farklı senedlerle, kitabın müellifiyle, müellifin
şeyhinde veya daha yukarılarda birleşmek şartıyla, tesbît etme ve bir kitapta
cemetmeyi gerçekleştirir. Böylece üzerine istihrâc çalışması yapılmış olan
kitabın hadîsleri, başka tarîklerden rivâyetlere kavuşarak zenginleşmiş olur.
Bu yeni tarîklerde, kitabın hadîslerindeki bazı mübhemleri izâle edecek
ziyâdeler, açıklayıcı unsurlar, ziyâde hüküm ve ifâdeler bulunabilir. Bu çeşit
eserlere müstahrec denir.
Kütüb-i Sitte mecmuâlarından çoğu için müstahrecler yapılmıştır. Buhârî
örneğinde olduğu üzere, bâzıları üzerine birçok müstahrec yapılmıştır. Mesela
Buhârî ve Müslim üzerine el-Müstahrec alâ's-Sahîheyi'l-Buhârî ve Müslim adı
altında Ebu Naym el-İsfehânî (v. 430/1038), Ebu Zer el-Herevî, Ebu Muhammed
el-Hasen İbnu Ebî Tâlib İbnu Hallâl (439/ 1047), gibi daha bir çoklarının
müstahreci var. Sırf Buhârî üzerine Ebu Bekr Ahmed İbnu İbrahim el-İsmâîlî
el-Cürcânî (v. 371/981), Ebu Bekr Ahmed İbnu Musa İbni Merduye el-İsbehânî (v.
410/1019), vs. Sahîhu Müslim üzerine Ahmed İbnu Seleme en-Neysâburî el-Bezzâr
(v.286/899), Ebu'l-Velîd Hisân İbnu Muhammed İbni Ahmed el-Kazvînî (v. 344/955)
vs. Ebu Dâvud üzerine Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdi'l-Melik İbni Eymen
el-Kurtubî (v. 330/941 ), Ebu Bekr Ahmed İbnu Ali İbni Muhammed İbnu Mercûye
el-İsbehânî (v. 486/1093), Tirmizî üzerine Hasen İbnu Ali et-Tûsî (v. 312/924)
ve Ebu Bekr İbnu Mercûye müstahrec yapmıştır. Keza el-Müstedrek üzerine
el-Irâkî, İbnu'l-Cârud'un Müntekâ'sı üzerine Kâsım İbnu Esbağ el-Endülüsî,
Dârakutnî'nin Sünen'i üzerine Ebu Zer el-Herevî, İbnu Hüzeyme'nin Sahîh'i
üzerine İbnu'l-Cârud müstahrec yapmıştır.[451]
Rical çalışmaları esasen ikinci asırda başlamış, üçüncü asırda en
muhalled eserlerini vermiştir. Ancak müteakip asırlarda bu çalışmalar hem daha
da zenginleştirilmiş hem de çeşitlendirilmiştir.
Sika ve zayıfa şamîl olan kitaplar,
Sikalara şamil olan kitaplar,
Zayıflara şamil olan kitaplar,
Kizbi ve vaz'ıyla tanınanlara şamil kitaplar,
Sahâbîler için müstakil kitaplar,
Tâbiîn için müstakil kitaplar,
Bazı kitapların râvileri için kitaplar,
Şimdi bunlardan mühimlerini tanıtalım:
[452]
Bu hususta ilk te'lîflerden biri Kâtibu'l-Vâkidî diye mâruf Muhammed
İbnu Sa'd'ın (v. 235/849) et-Tabakâtu'l-Kübrâ'sıdır. Sahâbe, Tâbiin ve
Etbauttâbiîn'den birçoklarını inceler. Bazıları hakkında uzun, bazıları
hakkında çok kısa mâlûmât verir. Sekiz cilt olup, son cilt kadınlara tahsîs
edilmiştir.
Bu gruba Halîfetu'bnu Hayyât'ın (v.230/844), Nesâî'nin (v.303/915),
Müslim İbnu'l-Haccâc'ın (261/874) et-Tabâkat'ları, İbnu Ebî Heyseme'nin
(279/892) Târih'i, Buhârî'nin et-Târîhu'l-Kebîr, et-Târîhu'l-Evsat ve
et-Târîhu's-Saği adlarını taşıyan üç aded târihi, Ali İbnu'l-Medînî'nin sahâbe
üzerine te'lifatı, İbnu Hazm diye bilinen Hüseyin İbnu İdris el-Ensârî el
Herevî'nin (301i913) Târîhî vs. girer.
Keza Ebu Ya'lâ el-Halîlî'nin (446/1054) el-İrşâd, Hâtîbu'l-Bağdâdî'nin
Târîhû'l-Bağdad, İmâduddîn İbnu Kesîr'in (v. 774/1372) et-Tekmîl fî
Esmâi's-Sikât ve'z-Zu'afâ ve'l-Mecâhîl'i de zikredilebilir. İbnu Kesir, bu
kitabında Zehebî'nin el-Mîzan'ı ile Mizzî'nin Tahzîb'ini -bâzı yeni ilâvelerle-
birleştirir.
Şemsü'd-Dîn Zehebî'nin Mîzanu'l-İ'tidâl'ine gelince, bu da Câmi bir
kitaptır, kendinden önce yazılmış bir kısım kitapları birleştirir. Zayıf ve
"zayıflık ithamına maruz kalmış" râvilere şâmildir. Dört cilttir.
Usulün bazı meselelerine yer veren kıymetli bir mukaddimesi vardır.Zehebî'nin
yirmi cilde ulaşan Târîhu'l-İslâm'ı da burada zikredilebilir.
Ömer İbnu Ali İbnu Mulakkîn'in (804/1401) el-Kemâl fî
Ma'rifeti'r-Ricâl'i ve Tabakâtu'l-Muhaddîsîn'i burada zikre değer. Bu ikinci
eserde İbnu Mulakkin, zamanına kadâr gelip geçmiş bütün muhaddisleri zikreder.
[453]
Bu çeşit eserler çoğunlukla Kitâbu's-Sikât diye isimlenirler. Ahmed
İbnuAbdullah el-İclî'nin (261/874), İbnu Hibbân'ın (354/965), Halîl İbnu
Şâhin'in, Zeynuddin Kâsım İbnu Katlubuğa'nın (879/1469) Kitâbu's-Sikât'ları
vardır. Bu gruba, İbnu'd-Debbâğ (546/1151), İbnu'l-Mufaddal ( ? ), Zehebî ( ? )
ve İbnu Hacer el-Askalanî (852/1448) gibi müelliflerin Tabakâtu'l-Huffâz'ları
da girer.[454]
Bunlar çoğunlukla Kitâbu'z-Zuafa ismini taşıyan kitaplarda
cemedilmiştir. Buhârî, Nesâî, Muhammed İbnu Amr el-Ukeylî (322/933) Ebu'l-Ferec
Ab-durrahmân İbnu Ali el-Cevzî (597/ 1200), Hasan İbnu Muhammed es-San'ânî,
İbnu Hibbân, Dârakutnî, Hâkim, Alaeddin el-Mardinî, vs.'nin
Kitâbu'z-Zuafâ'larını İbnu Adiy'in el-Kâmil fi Marifeti'z-Zu'afâ'sı
İbnu'r-Rumiyye diye meşhur Ebu'l-Abbas Ahmed İbnu Muhammed el-İşbilî'nin
(637/1239) buna yaptığı zeyl -ki el-Hâtil diye adlanır-, bu sınıfa giren
kitaplardır.
İbnu Hacer bütün bu kitaplarda geçen zayıf râvileri başka
kitaplardakilerle zenginleştirerek Lisânu'l-Mizan, Takvîmu'l-Lisan,
Tahrîru'l-Mîzân gibi eserlerde topluca tanıtma yoluna gitmiştir.[455]
Sahâbelerin hayatın yazan müellifler önceleri Tâbiûn ve Etbauttâbiîn
ricaliyle birlikte ayrı kitaplar içerisinde vermişlerdir. İbnu Sa'd'ın
et-Tabakâtu'l-Kübra'sı ile Buhârî'nin et-Târîhu'l-Kebir'î gibi.
Ancak, zamanla sahâbeleri müstakil kitaplarda cemeden müellifler
olmuştur. Bu mevzuda ilk müstakil eseri kimin verdiği kesinlikle
bilinmemektedir. Ancak Tirmizî'nin Esmâu's-Sâhâbe adlı telifinin de ilk
olabileceği söylenmiştir. Ali İbnu'l-Medînî (v. 234/848), Abdullah İbnu
Muhammed İbni İsâ el-Mervezî (v. 293/905), el-Hasan İbnu Abdullah el-Askerî (v.
382/992), Ebu Nuaym el-İsfehanî (v. 430/1038), Ebu'l-Kasım el-Bagavî (v.
516/1122), Ebu Hafs İbnu Şâhin (v. 385/995), Ebu Hatim İbnu Hibbân
(v.354/965)... gibi pek çokları sahâbîlerin hayatı üzerine te'lifatta
bulunmuştur. Muahhar kitaplar, bunları cemetmek, bazı yanlışlıkları da tashîh
etmek suretiyle daha mükemmel eserler vermişlerdir. Halen matbu olarak
bulabileceğimiz birkaç tanesi şunlardır:
1- El-İstî'âb fî Ma'rifeti'l-Ashâb: Ebu Ömer Yûsuf İbnu
Abdillah İbnu Muhammed İbni Abdilberr (v. 463/1070) te'lîf etmiştir. İsminden
de anlaşılacağı üzere bütün sahâbeleri bu eserde cemettiği düşüncesi ile
hareket etmiş ise de pek çok sahâbenin hayatı burada yer almaz. Ancak kendinden
öncekilere nisbetle daha mükemmeldir, Ebu Bekr İbnu Fethûn'un, el-İstîâba büyük
bir Zeyl'i mevcuttur.
2- Usdü'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe:
İzzeddîn İbnu'l-Esîr
Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed el-Cezerî (v. 630/1232), te'lîf etmiştir, yedi
cilttir. Son cildinde kadın sahâbelerin hayatı işlenir. Müellif bu eseri,
kendinden önce yazılmış olan 1- Ebu Abdullah İbnu Mende (v. 301/913), 2- Ebu
Nu'aym el-İsfehânî (v. 430/ 1038),
3- İbnu Abdilberr ve Ebu Musa
Muhammed İbnu Ebî Bekr İbnu Ebî Îsa el-İsfehânî'nin (v. 581) eserlerini
birleştirmek ve bunlara başka kitaplarda rastladığı ziyade isimleri eklemek
suretiyle vücûda getirmiştir. Alfabetik sırayla tanzîm edilmiştir. İçerisinde
sahâbe olmayan bir çok isimler de yer alır. Bu eser tahkîkli olarak 1970'te
mükemmel bir baskıya kavuşturulmuştur (Kahire). Bütün isimler harekelenmiş,
hayatı verilen sahâbelerle ilgili olarak kaydedilen hadîslerin hangi
kaynaklarda geçtiği gösterilmiştir.3- Şemsü'd-Din ez-Zehebî (748/1347),
Usdü'l-Gâbe'deki isimlere yenilerini ilâve etmek ve sahâbe olmayanları
belirtmek ve el-Cezerî'nin hatalarına da dikkat çekmek suretiyle yeni bir
telîfte bulundu. Eserin adı et-Tecrîd'dir.
4- El-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe. İbnu Hacer el-Askalânî
(952/1545) tarafından te'lîf edilen bu eser Ashab'ın hayatı üzerine yapılan
te'liflerin en mükemmelidir. Kendisinden önce yazılan bütün eserleri görmüş,
onların kusurlarını gidermiş, kitabın tertîbine öncekilerde rastlanmayan bir
yenilik getirmiştir.
Sahâbenin tarifi, adaleti, tabâkâtı gibi çok kıymetli umumî bilgilerin
verildiği mukaddime kısmından sonra kitap, harflere göre bölümlere ayrılır:
Harfu'l-Elif, Harfu'l-Be, Harfu'l-Cim... gibi.
Her harf de dört kısma ayrılır:
1- El-Kısmu'l-Evvel: Burada, sahâbe olduğu
herhangi bir delîl ile kesinlik kazanan zatların isimlerini alfabetik sırayla
vererek hayatları hakkında bilgi sunar.
2- El-Kısmu's-Sâni: Burada Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı temyîz yaşından önce gören sahâbe çocuklarını verir.
Böylelerinin sahâbe sayılıp sayılmayacağı hususunda âlimler ihtilâf ettiği
için, İbnu Hacer bunları ayrıca vermeyi uygun bulmuştur.
3- El-Kısmu's-Sâlis: Burada muhadramları
tanıtır. Muhadram, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında müslüman
olmuş bulunduğu halde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ı vicâhen görme
şerefine eremeyen müslümanlara denir. Ümmet içerisinde onların da ayrı bir
şeref ve makamı vardır.
4- El-Kısmu'r-Râbi: Bu kısmı, bir bakıma önceki
kitapları tashîh maksadıyla koymuştur. Onlarda sahâbe olarak zikredilmiş
olmalarına rağmen, İbnu Hacer'in kendi tahkikiyle sahâbe olmadıklarına
hükmettiği kimseleri bu dördüncü tabakada cemeder.
Bu dört tabakanın dördü de her harf bölümünde bulunmayabilir. Bu
kitaptan istifâde için kaydettiğimiz tertîp hususiyetinin bilinmesi şarttır.
Herhangi bir yerde sahâbe diye rastladığımız bir ismi bu kitapta bulunca hangi
kısımda yer aldığına ve bu kısmın neyi ifâde ettiğine dikkat etmemiz gerekir.
Hal-i hazır, Mısır 1328 baskısı, İsâbe'de her sayfanın üstünde, hangi kısım
olduğu belirtilmiştir.
Bu baskı dört cilttir. Kenarında el-İstî'âb da basılmıştır. İçerisinde
12279 aded tercümeye yer verilmiştir.
El-isâbe'ye, İbnu Hacer'den sonra bazı istidrâkler yazılmıştır.
Talebesi Celaleddin es-Suyûtî (911/1505) ihtisarda bulunmuştur. Bu ihtisar:
Aynu'l-İsâbe fi Ma'rifeti's-Sahâbe adını taşır.[456]
Buhârî'nin ricali için Ahmed İbnu Muhammed el-Kelâbâzî (398/1007),
Ebu'l-Velîd el-Bâcî (474/ 1081 ) vs. Müslim'in ricâli için Ahmed İbnu Ali İbnu
Mencuye (v. 428/ 1036), Hüseyin İbnu Muhammed el-Hibbânî (498/1104) Ebu
Dâvud'un ricâlini, Suyûtî Muvatta'ın ricâlini, Ebu Muhammed ed-Devrakî
Tirmizî'nin ricalini cemeden müelliflerdendir.
Şüphesiz burada birer ikişer örnek vermekle yetindik. Aslında bu ana
kaynakların ricalini gerek müstakillen ve gerekse müştereken tahlil eden
kitaplar sayıca çoktur.
Bilhassa Kütüb-i Sitte ricalini topluca inceleyen eserler de telîf
edilmiştir. Bunlardan en tanınmışı Abdülganî İbnu Abdilvâhid el-Makdisî'ye
(600/1203) aittir. Eseri el-Kemâl fi Esmâi'r-Rical ismini taşır. Bunu
Ebu'l-Haccâc el-Mizzî (742/1341) yeni ilâvelere tehzîb ederek Tehzîbü'l-Kemal
fi Esmâ'i'r-Ricâl adını verdi. Sübkî'yi: "Misli te'lif edilmemiştir"
demeye sevkedecek kadar Câmi bir mahiyette ve zenginliktedir. Bazıları:
"Böyle bir kitap te'lîf edilemez" diye değerlendirmiştir.
Tehzîbu'l-Kemal'i birçokları ihtisâr etmiştir. Zehebî'nin ihtisarı
Tezhîbü't-Tehzîbi'l-Kemal diye isimlenir. Bunu da ihtisar eden Zehebî son esere
el-Kâşif adını verir. İbnu Hacer, yaptığı ihtisara yeni ilaveler de yapar ve
eserine Tehzîbü't-Tehzîb adını verir. Bunu da ihtisar eden İbnu Hacer Takrîb'ü't-Tehzîb'i
ortaya kor. Her ikisi de matbudur. Tehzîbü't-Tehzîb 12 cilttir, son cildi
Kitâbul'l-Küna'dır, burada, künyesi nisbeti ile bilinenler, mübhemler vs.
açıklanır. Takrîbü't-Tehzîb'de ilâve ricâlden başka, her râvinin kaçıncı
tabakada olduğu belirtilir. Bunlar Kütüb-i Sitte ricali ile meşgul olacakların
ilk müracaat edecekleri kaynağı teşkîl ederler.
İbnu Hacer burada Mizzî'nin eserini tehzîb ederken, onun raviyle ilgili
verdiği menkîbe, fezâil nevinden fazlalıkları, hadîs aldığı hoca ve verdiği
talebelerden tali olanların isimlerini, doğum ve ölüm tarihleriyle ilgili
münakaşaları atmıştır. Daha kullanışlı, daha pratik bir şekil vermiştir. Ayrıca
bir kısım yeni ilâvelerle muhtevayı zenginleştirmiştir.[457]
Müdellis râviler zayıf râvilerden bir grubu teşkîl eder. Zayıf râvileri
inceleyen kitaplar bunları tanıtır ise de, İslâm âlimleri, bunları tanıtan
müstakil eserler vermeyi de ihmal etmemişlerdir: Bu sahada ilk eseri İmam Şâfiî
(radıyallahu anh)'nin ashâbından Hüseyn İbnu Ali el-Kerâbîsî'nin (248/862)
olduğu kabul edilir. Ondan sonra Nesâî, Dârakutnî, Zehebî, Zeynü'd-Dîn el-Irâkî
de bu dalda te'liflerde bulunmuşlardır. İbrahim İbnu Muhammed el-Halebî
(841/1437) kendisinden önce yazılanları et-Tebyîn fi Esmâi'l-Müdellisin adlı
bir eser te'lîf etmiştir. İbnu Hacer, ve Suyûtî de bu dalda eserler
vermişlerdir. 152 aded müdellis olduğu belirtilir.
[458]
Tehzîb safhasında hadîsle ilgili olarak ortaya konan kitâbiyatın (hadîs
edebiyatının) zenginliğini belirtmek için sırf ricâl sahasında gerçekleştirilen
telîfat çeşitlerine, birer ikişer örnekle dikkat çekmemizde fayda var.[459]
Sayıları çok olan bu isim altındaki kitaplar Şüyûhun ahval ve
rivâyâtını tabaka tabaka yani asır be-asır müellifin kendi devrine kadar
cemeder. Buna ilk örnek olan kitapları daha önce zikrettik: İbnu Sa'd'ın
et-Tabakâtu'l-Kübra'sı, Müslim ve Nesâî'nin Tabakât'ları gibi. Bazan,
-Abdurrahmân İbnu Mende örneğinde olduğu gibi, -Tabakâtu't-Tâbiîn,
Tabakâtu'n-Nüssâh-Ebu Sâd İbnu'l-A'râbî gibi-, Tabakâtu'r-Ruvât -Halîfetu'bnu
Hayyât-, Tabakâtu'l-Kurra -Osman İbnu Sâd, Tabakâtu's-Sufiyye -Ebu Abdirrahman
es-Sülemî-, Hilyetü'l-Evliya ve Tabakâtu'l-Asfıya -Ebu Nuaym el-İsfehânî
Tabakâtu'ş-Şâfi'iyye, Tacu'd-Dîn Sübkî (771)-, Tabakâtu'l-Huffâz- Şemsü'd-Dîn
Zehebî- oldukça farklı istikametlere yönelik Tabakât kitapları te'lif
edilmiştir.[460]
Müellifin rastladığı ve kendisinden hadîs dinlediği veya rastlamasa
bile kendisine rivayet için izin vermiş bulunan şüyûhun zikrine tahsîs edilen
kitaplardır. Ebu Ya'la el-Halîlî'nin, Ebu Yusuf Ya'kub İbnu Süfyan'ın
Tacü'd-Dîn Ali İbnu Eneeb es-Sâcî'nin Meşyahât'ları gibi.[461]
Rical kitaplarından bir kısmı muhaddislerin vefayatını esas alır ve
şahısları öldükleri yıl ve aya göre sıralar. Bu sâhada ilk eseri Ebu Süleyman
Muhammed İbni Abdillah vermiştir. Müellif, hicretten itibaren 338/949 yılına
kadar olan vefayatı cemetti. Bunu ölüm tarihi olan 466 yılına kadar Ebu
Muhammed İbnu Abdilaziz el-Kettânî tamamladı. Kettânî'yi Hibetullah İbnu Ahmed
el-Ekfânî; el-Efkânî'yi Ali İbnu Mufaddal el-Makdisî (611 / 1214); bunu
Abdülazim İbnu Abdülkâvî el-Münzirî (656) tamamladı. El-Münzirî'nin eseri
et-Tekmile bi-Vefayâti'n-Nakale adını taşır. Aynı minvâl üzere bu esere
ilaveler devam etmiştir.
Bu çeşitten eser çoktur. Seğânî'nin Dürrü's-Sahâbe fi
Vefeyâti's-Sahâbe; Zehebî'nin el-İlâm bi-Vefeyâti'l-A'lâm; Ebu l-Kâsım
İbnu'l-Mende'nin Kitâbu'l-Vefeyât, İbnu Hallikân'ın Vefeyâtu'l-A'yân adlı
eserleri burada zikredilebilir.[462]
Hadîs râvileri arasında bazıları künye veya lakâbı olmaksızın sâdece
ismiyle meşhurdur. Bazıları ismiyle değil lâkabı veya nisbetiyle meşhurdur.
Üstelik aynı isim veya aynı lakab ve nisbetle meşhur olanlar da mevcuttur. İlim
adamları, bu durumdan hâsıl olabilecek iltibasları önlemek için eserler
vermişler, künye sahiplerinin isimlerini, ismiyle veya nisbetiyle meşhur
olanların da künye, lakab gibi diğer ayırdedici unvanlarını göstermişlerdir.
Böylece isim, nisbet, lakab ve künyelerdeki benzerlikler sebebiyle zayıf
râvinin sika, sikanın da zayıf râvi ile karıştırılmasını önlemişlerdir.
Bu konudaki te'lîfat Ali İbnu'l-Medînî, Nesâî gibi üçüncü asır
müellifleriyle başlar, Hâkim, Bağdadî, İbnu Abdilberr vs. ile devam eder. Hadîs
ilmi ile alakalı telifatta bulunan Ahmed İbnu Hanbel, Buhârî, Müslim, Nesâî,
Hatib, Nevevî, İbnu Hacer, İbnu'l-Cevzî gibi alimlerin çoğunlukla bu konularda
eserler verdiği görülür. Sözgelimi Zehebî, künyesi ile meşhur olanları
Kitâbu'l-Muktarî fi Serdi'l-Kunâ'da, tanıtmıştır. İzzeddin İbnu'l-Esir
(630/1232) el Lübâb fi Tehzîbi'l-Ensâb'ta nisbetlerin hem okunuşu, hem de
nisbetlere delalet eden meşhurları belirtmeye çalışır.
İsimleriyle meşhur olanların künyelerini belirtmek maksadıyla Ebu Hâtim
Muhammed İbnu Hibbân el-Büstî, lakabları beyan için Ebu Bekr eş-Şirâzî
(407/1016), İbnu'l-Cevzî ve İbnu Haceri'l-Askalânî (952/1545) ve başkaları
eserler vermişlerdir.
Bu çeşit eserlerde muahhar olanlar daha câmi, daha tertipli, istifâdesi
daha kolaydır.[463]
Senetlerde olsun metinlerde olsun, recülün, nisâün diye tesmiye edilen,
ismi verilmeyen şahıslara rastlanır. Bunlara mübhem (cemi olarak
mübhemât) denir. Âlimler araştırıp imkân nisbetinde bunları aydınlatmaya,
teşhîs etmeye çalışmışlar, bu maksadla müstakil eserler vermişlerdir. Bu çeşit
eserler bazan belli bir kitapta geçen mübhemât'ın aydınlatılmasına tahsîs
edilir.
Bu sâhada da Hatîbu'l-Bağdâdî, Abdülganî İbnu Sâd el-Mısrî, Nevevî,
Ömer İbnu Ali İbni Mulakkin el-Ensârî el-Endulisî, İbnu'l-Kayserânî (508/1114)
vs. pek çokları eser vermiştir. Bunların çoğunu tek kitap hâlinde Veliyyü'd-Dîn
Ebu Zür'a Ahmed İbnu Abdirrahîm el-Irâkî birleştirip tek kitap hâline
getirmiştir. Eseri: El-Müstefâd min Mübhemâti'l-Metni ve'l-İsnâdi diye
isimlendirmiştir. Fıkhî bablara göre tertiplemiştir. Bu dalda yazılanların en
mükemmelidir.
İbnu'l-Esîr, Câmi'u'l-Usûl'ün sonuna Mübhemât'ı açıklayıcı bir kısım
koymuştur.
İbnu Hacer, Buhârî'nin Mübhemat'ını Fethu'l-Bâri Mukaddimesi olan
Hedyü's-Sârî'te açıklar.[464]
Arap alfabesi ile yazıldığı zaman, bazı isim ve nisbetler görünüşte
benzediği halde farklı okunurlar.(selam) kelimesi ile (sellâm) kelimesi gibi.
Bunlara mü'telif ve muhtelif denir. Bazı isimlerin ise yazılışı da okunuşu da
aynıdır, fakat delalet ettikleri şahıslar farklıdır. Mesela Halil İbnu Ahmed
birçok kimselerin ismidir. Böyle isimlere müttefik ve müfterik denir.
Bazılarında isimler hat yönüyle de telaffuz yönüyle de müttefiktirler, ancak
babalarının veya neseblerinin ismi hat cihetiyle müttefik olduğu halde telâffuz
cihetiyle muhtelifdir veya tersi vakidir: Muhammed İbnu Akîl ile Muhammed İbnu
Ukayl gibi, Şüreyh İbnu'n-Nu'mân ile Süreye İbnu'n-Numan da böyle, Bu çeşide müştebih
denmektedir.
Bunların bilinmesi hadîste ehemmiyet arzeder. Ali İbnu'l-Medînî
"Tashîf'in en fenâsı isimlerde vâki olanıdır" der. Çünkü benzerlikten
dolayı iki farklı kişi aynı adam zannedilir. Bu zan zayıfı sika, sikayı da
zayıf addetmeye sevkeder, ikisi de fenâdır. Bu sebeple ulemâ bu nevilerin her
birinde eserler te'lif ederek iltibası önlemeye çalışmıştır.
El-Mü'telif ve'l-Muhtelif konusunda yazılan çeşitli kitapları
birleştirip yeni ilâvelerle zenginleştiren İbnu Mâkula diye meşhur Ebu'n-Nasr
Ali İbnu Hibetullah (475/1082) olmuştur, eserinin adı kısaca el-ikmal'dir.
Muhtevasını da tanıtan tam adı şöyledir: el-İkmâl fi Ref'i'l-İrtiyâb
ani'l-Mü'telif ve'l-Muhtelif fi'l-Esmâ ve'l-Künâ ve'l-Ensâb. Bu eser hâlen 7
cilt olarak basılmıştır (Haydarâbad 1962).
Müştebih isimler üzerine Zehebî de bir te'lifte bulunmuş, ancak İbnu
Hacer, yeni ilâvelerle zenginleştirerek Tabsîru'l-Müntebih
bi-Tahrîri'l-Müştebih'i ortaya koymuştur.
Bu sâhada Hatîbu'l-Bağdadî'nin verdiği bir eserin adı el-Müttefik
ve'l-Müfterik, diğer bir eserinin adı da Telhîsu'l-Müştebih'dir. Buna bir de
zeyl ilave etmiştir.
Nevevî'nin (676/1277) Tehzîbu'l-Esmâ ve'l-Lügât'ı da burada zikre
değer. İsimlerden de anlaşılacağı üzere kitap iki kısımdır. Bir kısmında bazı
isimler hakkında bilgi verirken ikinci kısımda bazı kelimeleri açıklar.
Eski metinlerde geçen yer isimlerinin gerek okunuşunu ve gerekse
bulundukları coğrafi bölgeyi öğrenmede Şihâbu'd-Din Ebu Abdillah Ya'kub İbni
Abdillah'ın (v. 620/1223) Mu'cemu'l-Büldân ve'l-Cibâl ve'l-Edviye ve'l-Kay'an
ve'l-Kurâ ve'l-Mahâlla ve'l-Evtân ve'l-Bihâr ve'l-Enhâr ve'l-Gudvân ve'l-Esnâm
ve'l-Endâd ve'l-Evsân adlı kitabı mevcuttur. Bu kitap uzun isminin de
gösterdiği üzere, sadece beldeler değil, şehirler, köyler, nehirler, denizler,
putlar, kayalar vs. hakkında bilgi verir. Bazı mühim şahsiyetler hakkında bile
bu kitapta kıymetli bilgiye rastlanır.[465]
Muhaddislerin yazdığı ricâl kitaplarının mühim bir bölümünü bazı
şehirler üzerine yazılmış olan Târih'ler teşkîl eder. Bu târihler, kelimenin
bugünkü mânasında şehrin kuruluş, gelişme hikâyesini anlatmaz. Daha ziyade
ricâlden bahseder. Yani hangi şehrin târihi ise o şehrin yetiştirdiği kimseler,
o şehre uğrayanlar vs. tanıtılır.
Misal olarak Ebu Nu'aym el-İsfehânî'nin Târîhu'l-İsfehân'ı; Hatîbul-Bağdâdî'nin
Târîhu'l-Bağdâd'ı; Ebu'l-Kasım İbnu Asâkir ed-Dimeşkî'nin Târîhu Dımeşk'i
zikredilebilir. Gerek Bağdâdî'nin ve gerekse İbnu Asâkir'in Târih'leri çok
hacimlidir ve birtakım zeyiller de yapılmıştır. Târîhu Dımeşk için: "Böyle
bir eseri yazmaya bir ömür yetmez" denilmiştir.
Bu gruptan, Ebu Abdillah el-Hâkim en-Neysâbûrî'nin Târîhu Neysâburî,
İbnu Mâce el-Kazvini'nin Târîhu Kazvin'i Abdurrahman İbnu Ahmed'in Târîhu
Mısr'ı; İbnu Neccâr'ın Târîhu'l-Medîne'si -ki ed-Dürretü's-Semîne fi Ahbâri'l-Medîne
diye de isimlendirilir-, yine aynı zât'ın Târîhu Mekke'si burada kayda değen
mühim eserlerdir.
Tarih kitapları zımnında zikredeceğimiz mühim bir eser Zehebî'nin
Târîhul-İslâm adlı eseridir. 20 cilt tutmaktadır. Senelere göre tertîb
edilmiştir. Hâdiselere ve şahısların vefatına beraberce yer verir. Zehebî'nin
Siyerün-Nübelâ'sı da çokça hadîs zikriyle ricâli tanıtan mühim bir kitaptır, 14
cilttir. İbnu Cerîr et-Taberî'nin (v. 311/923) Târîhu'l-Umem ve'l-Mülük'ü,
insanlığın yaratılışından başlayan müslüman olmayan milletlere de yer veren bir
dünya târihidir. İbnu Hallikân, onu "tarihlerin en sağlamı" olarak
vasıflandırır. İnsanlığı bir bütün olarak ele alması, o devirde ileri bir
esprinin ifâdesidir.[466]
Hadîsle ilgili lügat çalışmaları daha çok garîbu'l-hadîs adı altında
incelenir. Mevzuya girerken belirtelim ki, garîbu'l-hadîs, garîb hadîs demek
değildir. Garîb hadîs deyince tek bir tarîkden gelen hadîs kastedilir.
Garîbu'l-hadîs deyince, hadîslerde geçen garîb, yâni mânası hemen herkesçe
anlaşılmayan kelimeler anlaşılır. Bunların açıklanmasıyla meşgul olan ilim
dalına ilmu garîbi'l-hadîs denmiştir.
Bu ilmin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le başladığı
söylenebilir. Zira zaman zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) konuşmaları,
tebligatı esnasında kullandığı kelimeleri açıklamak ihtiyacını duymuştur. Bazan
da Ashâb bazı kelimelerin mânasını sormuştur. Nitekim, İbnu Esîr'in
en-Nihâye'nin mukaddimesinde belirttiği üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) lisanca Arabların en fasîhi, beyanca en vâzıhı, nutukça en tatlısı
olmasına rağmen, Benû Nehd heyeti ile olan konuşmasını dinleyen Hz. Ali:
"Ey Allah'ın Resûlu! Biz aynı babanın evlatları olduğumuz halde senin,
Arab heyetleriyle olan konuşmalarının ekserisini anlayamıyoruz" demiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in konuşmalarında sıkça garîb
kelimelerin geçmesi normaldi. Çünkü O (aleyhissalâtu vesselâm) prensip olarak
muhataplarına göre konuşuyor ve yazıyordu. Birbirinden uzak Arab kabîleleri,
hepsi Arabça konuşmakla birlikte aralarında lehçe farkları vardı. Günlük
hayatta kullanılan kelimeler, bir kabîleden diğerine epeyce değişiyordu. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bunlarla konuşurken veya onlara yazarken
onların kendi kelimelerini ve hatta tarzlarını kullanmayı tercîh ediyordu. Hz.
Ali (radıyallahu anh)'den yukarıda kaydettiğimiz müracaat bu durumu
aksettirmektedir. Bu vak'adan da anlaşıldığı üzere, Ashab anlamadığı bir kelime
olunca soruyordu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da açıklıyordu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ve ashab devri bu minval üzere geçti.
Bu arada komşu devletler fethedildi, dilleri değişik olan milletlerle
ihtilaf başladı, karşılıklı evlenmeler, kültür alış verişleri ilerledi.
Yabancılar çok nâkıs ve bazan da hatalarla dolu olarak Arapçayı öğrenip
konuşmaya başladılar. Zaman geçtikçe bu bozulma ilerliyordu. Böylece
anlaşılmayan kelimeler de artıyordu.
Bu durum bazı hamiyet sâhîplerini gayrete getirdi. Bunlar, Kur'an ve
hadîs üzerine eğilerek, onların ihtilaf ve ziyâna maruz kalmaması için,
anlaşılmayan kelimelerin mânalarını zabt ve kaydetme işine giriştiler.
Bu sahada ilk eser verenin Ebu Ubeyde Ma'mer İbnu'l-Müsennâ et-Temîmî
(210/825) olduğu kabul edilir. Bu zât hadîste geçen bir kısım garîb kelimeleri
küçük bir kitapta topladı. Kitabın küçük olması, diğer garîb kelimelerin
dikkatinden kaçmasından ileri gelmiyordu. İbnu Esîr'e göre bu, iki sebebe
dayanmakta idi:
1-
Bir meselede ilk adım atan
fazla ileri gidemez. Çığır açar ve tohum atar, bu başlangıçta azdır, sonra
çoğalır; küçüktür bilâhare büyür, basittir, sonradan kemâle erer.
2- İlk zamanlarda herkeste
ilmî bir seviye vardı. Bilinmeyen şeyler azdı, cehâlet umumîleşmemişti. Zaman
geçtikçe cehâlet umumîleşti, bilinmeyen şeyler, anlaşılmayan kelimeler arttı.
Arkadan Ebu'l-Hasan en-Nacir İbnu Şümeyl el-Mâzinî, Ebu
Ubeyde'ninkinden daha büyük bir eser te'lîf etti. Bunu Abdü'l-Melik İbnu Kureyb
el-Esmâ'î'nin eseri tâkib etti. Bu öncekilerden hem geniş hem de daha tertibli
idi.
Bu arada başta lügatçiler olmak üzere ulema, konu üzerine te'lîfatta
bulunmaya devam etti. Bunlar arasında Ebu Ubeyde el-Kâsım İbnu Sellâm (vs.
224/838) muhtevaca zenginlik ve mükemmelliği ile şöhret bulan ilk eseri verdi.
Kendi ifâdesiyle bunu 40 yılda hazırlamıştır ve ömrünün hülâsasıdır. O,
kitabını hazırlayabilmek için dağınık halde olan bütün merfu, mevkuf ve maktu
rivâyâtı görmek zorunda kalmıştı.
İbnu Sellam, bu sâhada en mükemmel eseri vücuda getirdiğine inanmış
ulemâ da bunu bir el kitabı olarak benimsemişti.
Ancak Ebu Muhammed Abdullah İbnu Müslim İbni Kuteybe ed-Dinâverî (v.
276/889) garîbu'l-hadîs mevzuunda daha mükemmelini ortaya koydu. Ön sözündeki
şu açıklaması ilgi çekicidir: "Ebu Ubeyd'in kitabına uzun zaman
garîbu'l-hadîs sâhasında yeterli bir kitap olarak baktım. Araştırıcıya başka
bir kitaba ihtiyaç bırakmıyacak kadar yeterli olduğuna inandım. Ancak tenkîd
gözüyle bakınca, kitabına aldığı kadar da almadığı ve fakat şerhe muhtaç
kelimâtın varlığını gördüm. Bunları meydana çıkarıp onun yaptığı şekilde şerh
ve tefsîr ettim. Temennim, bu iki kitap hâricinde tefsîre muhtaç garîbu'l-hadîs
kalmamış olmasıdır".
Bu dalda, her yeni eser veren mükemmele ulaştığını zannederek yeni
eserler vermeye devam etmiştir. İbrahim İbnu İshâk el-Harbî (825), Ebu Süleyman
Ahmed İbnu Muhammed el-Hattâbî (378) bunlardandır. Bilhassa Hattâbî'nin eseri
de tutulmuş, benimsenmiş idi.
Ebu Ubeyde Ahmed İbnu Muhammed el-Herevî (401 / 1010) Kur'an ve hadîste
yer alan garîb kelimeleri alfabetik sıraya koyup irab ve açıklamasını yapan
fevkâlâde kullanışlı yeni bir eser ortaya koydu. Bu eser, önceki eserlerdeki
garîbleri birleştirmiş ayrıca kendi bulduklarını da ilâve etmiş idi. Muhteva
zenginliğine inzimam eden kullanış kolaylığı kısa zamanda şöhrete ererek İslâm
âlemine hemen yayılmasına sebep oldu.
Bundan sonra Zemâhşerî'nin (538/1143) el-Fâik isimli eseri karşımıza
çıkar. İzah ve açıklamalarıyla seleflerine tefevvuk ederse de tertîbi
karışıktır. Yeni baskılarda, incelenen kelimeler en sonda alfabetik sırayla
kaydedilerek karşısında hangi cilt, hangi sayfada açıklandığı gösterilmek
suretiyle kusuru giderilmeye çalışılmıştır.
Bundan sonra altıncı asrın büyük âlimlerinden olan Hâfız Ebu Musa
Muhammed İbnu Ebî Bekr el-İsfehânî (581 / 1185), el-Herevî'nin metodunca gidip,
onun nazarından kaçan Kur'an ve hadîsteki garîbleri cemederek aynı değer ve
hacimde yeni bir eser ortaya koydu. "Arap lisanı Çok zengin olması
hasebiyle benim gözümden de pek çok kelimâtın kaçtığı muhakkak" der.
Bu iki eser birbirini tamamlar.
Bu arada başka te'lifler de mevcuttur. Ancak bunların en mükemmeli,
el-Herevî ve el-İsfehanî'nin eserlerine girmeyen çok sayıda başka garîb
kelimeleri ortaya çıkarıp el-Herevî metodu üzerine tertip eden İbnu'l-Esîr'in
(606/1209) en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs ve'l-Eser adlı te'lîfidir.
Müellif, sahasında en pratik hadîs lügati hizmetini veren bu âbidevî
eserini şöyle anlatır: "Herevî ve İsfehanî'nin eserlerindeki garîb'lerin
çokluğuna rağmen, birçok garîb kelimeler de nazarlarından kaçmıştır. Daha işin
başında Müslim ve Buhârî gibi meşhur kitaplarda mevcut fakat bunlarda yer
almayan pek çok garîb kelimat hatırıma geldi. Hal böyle olunca şöhrete
ulaşmayan diğer kitaplardaki pek çok garîb kelimatın gözden kaçmış olacağını
mülâhaza ettim. Bunlardan yanımda mevcut olanları okudum ve inceledim.
Müsnedleri, Câmileri, sünenleri, eski ve yeni yazılmış garâib kitaplarını,
çeşitli lügatleri iyice tedkîk ettim. O iki kitaba alınmayan pek çok garîb
kelime buldum. Böylece, bu iki kitabı birleştirmekle iktifa etmekten vazgeçip
araştırmalarım sırasında rastlayıp derlediğim bu kelimeleri alfabetik sırayla
onlardaki benzerlerinin yanına dercettim."
İbnu'l-Esir burada açıkladığı birleştirme ve derc işini yaparken,
Herevî'den aldığı kelimelerle, İsfehânî'den aldığı kelimelerin başına işaret
koyarak (Herevî'yi he İsfehânî'yi de sin harfiyle) belirtir. Şu hâlde işaretsiz
kelimeleri kendisi ilâve etmiş olmaktadır. Eser 5 cilttir, matbudur, kelimeler
alfabetik sırayla tanzîm edilmiştir. Açıklamalarla birlikte kelimenin geçtiği
hadîs kaydedilerek şâhidlenir.
Eser, bizzat müellifinin de söylediği gibi bu sâhanın aşılması imkânsız
te'lifi değildir. Nitekim, buna, Mahmud İbnu Ebî Bekr el-Ermevî (723/1323) bir
zeyl ilâve ederek zenginleştirmiştir. Celaleddin es-Suyûtî de (911/1505) ve
başkaları da ihtisarlar yapmışlardır.[467]
İslâm kültür tarihinde bir kısım te'lifler vardır ki, ilk nazarda hadîs
sâhasına girmez, âncak asıl malzemesini hadîs teşkîl eder. Bu çeşitten tefsîr,
tasavvuf, kıraat vs. kitapları vardır.[468]
Bu gruba muhtevasında çokça hadîse yer veren ve hadîsleri senetleriyle
kaydeden tefsîr kitapları girer. Bunlara bir bakıma rivâyet tefsiri de denir.
Abdurrahmân İbnu Ebî Hâtim'in tefsîr'i gibi bunun tamamı müsned âsârla doludur.
İshâk İbnu Râhûye, Ebu Kasım Abdullah İbnu Muhammed İbnu Abdilazîz el-Bağavî
(317/929), İbnu Cerir et-Taberî, İmadu'd-Dîn Ebu'l-Fida İsmâil İbnu Kesîr'in
(774/1372) Tefsîr'leri, keza Suyûtî'nin ed-Dürrü'l-Mensûr adındaki tefsirler
hep bu gruba girer.[469]
Bir kısım âlimler ister hadîs, ister fıkıh isterse başka çeşitten
olsun, herhangi bir kitabı şerhederken çokça senetli hadîslere yer
vermişlerdir. Buhârî şerhi Umdetu'l-Kari ve Fethu'l-Bâri bunun en güzel
örneğini teşkîl ederler. Fethû'l-Bârî'nin mukkaddimesinde, derecesi hususunda
sükut edilen şerh hadîslerinin en az hasen mertebesinde olduğu belirtilir.
Suyûtî'nin Cami'u's-Sağîr'ine Abdurrauf el-Münâvî'nin yaptığı
Feyzu'l-Kadîr şerhi de bu gruba girer.
Muhammed İbnu Abdulvâhid İbnu'l-Hümâm es-Sivâsî'nin (861/1456)
el-Hidâye fî Fıkhı'l-Hanefî'ye yaptığı Fethu'l-Kadîr adlı sekiz ciltlik şerh de
böyledir. Keza, yine Sivâsî tarafından, usul-i fıkha müteallik et-Tahrîr'e
(müellifi Muhammed İbnu Muhamıned el-Halebî'dir) yapılan şerh'de senetli
hadîslerle doludur.
Muhammed Murtezâ el-Vâsıtî ez-Zebîdî'nin İhya'ya yaptığı on ciltlik
şerh, Şevkânî'nin Müntekâ'l-Ahbâr'a yaptığı Neylü'l-Evtâr şerhi de bu gruba
girer, hadîsle doludurlar.[470]
Bunlarda da müsned hadîsler çokça yer almaktadır. İbnu Ebî Dâvud'un,
Ebu Bekr Muhammed İbnu'l-Kâsım el-Enbârî'nin (v. 328/939) Kitâbu'l-Mesâhîf'leri
gibi. Yine Ebu Bekr İbnu'l-Enbârî'nin Kitâbu'l-Vakf ve'l-İbtidâ adlı eseri de
bu gruba girer.[471]
İçerisinde çok senetli hadîs kaydedilen kitaplardan Ebu Bekr
el-Âcirî'nin Edebu'n-Nüfûs'u; Ebu Bekr ed-Deynûrî'nin Şehâbeddin Ebu Hatb Ömer
es-Sühreverdî'nin Avârifu'l-Meârif'i; Muhyiddin İbnu Arabî'nin
Fütûhâtu'l-Mekkiyye'si misal olarak zikredilebilir.[472]
Bazı âlimler, hadîsle ilgili fetva kitapları yazmışlardır. Celâleddîn
Suyûtî'nin, İbnu Teymiyye'nin, İdris İbnu Muhammed el-Irakî'nin, İbnu Hâcer
el-Askalânî'nin, Ebu'l-Hayr es-Sehâvî'nin Fetâvâ'ları vardır. Sehâvî'nin ki
el-Ecvibetu'l-Mardiyye ammâ suilet anhu mine'l-Ehâdîsi'n-Nebeviyye adını taşır.
Ahmed İbnu Muhammed el-Heytemî'nin eseri de Fetâvâ'l-Hadîsiye diye isimlenir.[473]
Hadîsçiler, çeşitli sâhalara giren mühim kitaplardan birçoğunun içinde
geçen hadîslerin menşeini arayarak kaynak kitaplarda göstermeye çalışmışlardır.
Bunlardan en mühimlerini kaydediyoruz:
1- Nesefi'nin Şerhu'l-Akaid'de
geçen hadîsleri Aliyyu'l-Kâri Ferâidu'l-Kalâid fî Tahrîci Ehâdîsi Şerhi'l-Akâid
adlı kitabında tahric etmiştir.
2- Keşşâf Tefsîr'inde geçen
hadîsleri de Cemâlu'd-Dîn Ebu Muhammed Abdullah İbnu Yusuf tahric etmiştir.
Aynı eser için İbnu Hacer de bir çalışma yapmış, eserine el-Kâfi's-Sâf fî
Tahrîci ehâdîsi'l-Keşşâf adını vermiştir.
3- Beyzâvî tefsirinde geçen
hadîsleri Abdurrauf el-Münâvî ve Muhammed Himmetzâde İbnu Hasan Himmetzâde
(1171/1757) tahrîc etmişlerdir. Himmetzâde'nin eseri Tuhfetu'r-Râvi fi Tahrîci
Ehâdîsi'l-Beyzâvî adını taşır.
4- Ebu'l-Leys
es-Semerkandî'nin Tefsîr'indeki hadîsleri Zeynuddin Kâsım Katlubîğa tahrîc
etmiştir.
5- Tahâvî'nin Meâni'l-Asâr
şerhindeki hadîslerini yine İbnu Katlubiğa tahric ederek el-Hâvî fi Beyâni
Asâri't-Tahâvî adlı eserde cemetmiştir.
6- Hanefi fıkhının temel
kitaplarından olan el-Hidâye'nin hadîslerini Zeyle'î Nasbu'r-Râye
bi-Ehâdîsi'l-Hidâye adlı kitapta tahrîc etmiştir. Aynı kitabın hadîslerini İbnu
Hacer ed-Dirâye fi Müntehâbı Tahrîci Ehâdîsi'l-Hidâye adlı kitapta tahrîc
etmiştir. Keza Muhyiddîn Ebu Muhammed (775/1373) ve Alâeddin Ali İbnu Osmân
el-Mardînî de Hidâye'nin hadîslerini tahrîc eden kitaplar te'lif etmişlerdir.
7- Hanefi fıkhına âit
Şerhu'l-Muhtar'da geçen hadîsleri de el-ihtiyâr li-Ta'lîli'l-Muhtâr adı ile
Kasım İbnu Katlubiğa tahrîc etmiştir.
8-
Şâfiî fıkhından Gazâlî'nin
Vecîz'ine Râfiî tarafından yapılan eş-Şerhu'l-Kebîr'de geçen hadîsleri
el-Bedrü'l-Münîr fi Tahrîci'l-Ehâdisi ve'l-Âsari'l-Vâkia fi'ş-Şerhi'l-Kebîr
namıyla yedi cilt hâlinde Sirâcüddin Ömer İbnu Mulakkin tarafından tahrîc
edilmiştir. Bilâhare eserini dört ciltte telhîs ederek Hülâsatu
Bedri'l-Mü'nîr'i meydana getirmiştir. Bunu da tekrar tek ciltte hülâsa ederek
Müntekıu Hülâsâtı'l-Bedri'l-Münîr adını vermiştir. Aynı esere
(el-Vecîzü'l-Kebîr'e) İbnu Hacer, et-Telhîsu'l-Hâbir fî Tahrîci Ehâdîsi
Şerhi'l-Vecîzi'l-Kebîr'i; Suyûtî Neşrü'l-Abîr fi Tahrîci
Ehâdîsi'ş-Şerhî'l-Kebir adlı tahrîcler yapmışlardır. Başta Zerkeşî, başkaları da
aynı esere tahrîçler yapmışlardır.
9- Yine Gazâlî'nin
el-Vasît'indeki hadîsler için İbnu Mulakkin Tezkiretu'l-Ahyâr bi-mâ fi'l-Vasît
mine'l-Ahbâr adlı eserini meydana getirmiştir.
1- Ebu Ishâk eş-Şirâzî'nin
el-Mühezzeb adlı Şafiî fıkhına dâir olan eserindeki hadîsleri yine İbnu
Mulakkin ve Ebu Bekr Muhammed İbnu Musâ el-Hâzimî tahrîc etmişlerdir.
2- Gazâlî'nin İhya'sında
zikredilen hadîsleri Ebu'l-Fazl Zeynü'd-Dîn Abdurrahim el-Irâkî tahrîc
etmiştir. Kitabın ismi el-Muğnî an Hamli'l-Esfâr'dır. Bu İhyâ'nın bazı
baskılarında dipnot olarak basılmıştır. İhyâ'nın Türkçe'ye yapılan bazı
tercümelerinde bu tahrîcten istifâde edilerek hadîsler hakkında dipnot hâlinde
bilgiler verilmiştir.
3- Sühreverdî'nin
Avârîfu'l-Meârif adlı eserinde geçen hadîsleri Kasım İbnu Katlubiğa tahrîc
etmiştir.12- Cevherî'nin Sıhâh adlı lügatinde geçen hadîsleri Suyûtî
Falaku'l-Esbâh fi Tahrîci Ehâdîsi's-Sıhâh adlı kitapta tahrîc etmiştir.[474]
Mevzu hadîsler bahsi, usûl-i hadîsin mühim mevzularından biridir. Zira
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) söylemediği halde, ona maledilen sözler,
çok menfi maksadlarla uydurulmuş demektir. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın en çok üzerinde durduğu, ısrarla yasakladığı hususlardan biri
kendi adına yalan söylenmesidir. Bir mü'minin böyle bir işe tevessül etmesi çok
uzak bir ihtimaldir. Öyle ise uydurulan mevzû hadîsler temelde kötü niyetli
münafık veya kâfirler tarafından uydurulmuştur. Ümmetin bu konuda uyarılması,
mevzu hadîslere dikkatlerin çekilmesi mühim bir vazife olmaktadır. Bu sebeple
birçok hamiyet ehli bu dalda eser vermiştir.
1- Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu
Tâhir el-Makdisî: Tezkiretu'l-Mevzûât.
2- Ebu Abdillah el-Hüseyn İbnu
İbrahim İbni Hüseyn el-Cûzekî'nin (543/1148) Kitâbu'l-Mevzû'ât mine'l-Ehâdîsi'l-Merfû'ât.
3, 4, 5- Ebu'l-Ferec Abdurrahmân
İbnu Ali İbni'l-Cevzî'nin (751/1350) el-Mevzû'âtu'l-Kübrâ'sı. Bu eser bu dalda
yapılan en hacimlî eserlerden biridir. Ancak, İbnu'l-Cevzî müteşeddid mizacıyla
nazarına çarpan ilk karineye dayanarak, araştırma yapmadan hadîslere mevzu
damgasını vurmakta aceleci olmuş, verdiği hükümlere itibar edilmemiştir. Onun
kitabında gerçekten mevzu olan hadîslerin yanında zayıf ve hatta hâsen ve sahîh
olan hadîsler de mevcuttur ve hepsi mevzu damgasını yemiştir.
Bu sebeple Celâleddin Suyûtî hazretleri bu kitabın hadîslerini teker
teker yeni baştan inceleyerek gerçek durumlarını ortaya koymuş,
İbnu'l-Cevzî'nin hükümde isabet ettiği hadîsleri te'yîd ederken hata ettiği
hadîslerde de hata sebebini belirtmiştir.
Bu eserin adı el-Leâli'l-Mesnû'a fî Ehâdîsi'l-Mevzû'a'dır. Suyûtî,
Mukaddime kısmında İbnu'l-Cevzî'nin eserinin istifade dışı olduğunu belirtir.
Bu iki eseri, yeni bazı ilâvelerle, İbnu Arrâk diye meşhur Ebu'l-Hasen
Ali İbnu Muhammed el-Kinânî (v. 963/1555) birleştirmiş ve hadîsleri de öbür iki
kaynakta olduğu üzere fıkhî mevzularına göre tanzîm etmiştir. Eserin adı
Tenzîhü'ş-Şerî'ati'l-Merfû'a ani'l-Ahbâri'ş-Şenî'ati'l-Mevzûa'dır. Eser
matbûdur ve baş kısmında yer alan mevzuat çalışmaları ve hadîs uyduranların
tanıtılmasıyla ilgili kısım, esere ayrı bir değer kazandırmıştır. İbnu Arrâk
eseri tamamlayınca Kanunî Sultan Süleyman'a ihdâ etmiştir.
6, 7- Ebu'l-Hasen Ali İbnu
Muhammed Sultân el-Herevî'nin (ki el-Kârî diye meşhurdur) (v. 1014/1605)
Tezkiretu'l-Mevzû'ât'ı, buna Esrâru'l-Merfû'a fi Ahbâri'l-Mevzû'a da
denmektedir (Beyrut 1971). Aliyyü'l-Kâri'nin mevzuat üzerine başka telifleri de
var, el-Masnu fi Ma'rifeti'l-Hadîsi'l-Mevzû da burada zikre değer.[475]
Halk arasında meşhur olan sözler vardır. Bunlardan bir kısmı atasözü
olarak bilinir, bir kısmı da hadîs olarak bilinir. Bilhassa hadîs olarak
bilinen sözler, gerçekten hadîs midir merak konusudur. Eğer hadîsse sıhhati
nedir, kaynağı nedir? Bilinmesi istenir.
Alimler bu meseleyi de ele alarak pek çok te'lifatta bulunmuşlardır. Bu
çeşit eserlerde hadîsler, alfabetik sıraya göre tanzîm edilir. Bir kaçını
tanıyalım:
1- Muhammed İbnu Abdirrahmân
es-Sehâvî'nin (902/1496) el-Makâsıdu'l-Hasene fi Beyâni Kesîrin
mine'l-Ehâdîsi'l-Meşhûre alâ'l-Elsine adlı kitabı tanınmış bir eserdir.
Matbûdur ve mukaddime kısmında bu çeşit çalışmaların tarihçesi hakkında bilgi
verilmiştir (Mısır, 1956).
Bu eser, Ebu'z-Ziya Abdurrahmân İbnu'd-Deybe' eş-Şeybaânî tarafından
Temyîzü't-Tayyib mine'l-Habîs fi ma yedûru ala'l-Elsine mine'l-Hadîs adıyla
ihtisar edilmiştir.
2- Celâleddin es-Suyûtî'nin
ed-Dürerü'l-Müntesire fi'l-Ehâdîsi'l-Müştehire (Mısır, 1910).
3-
Şeyh İzzeddin Muhammed İbnu
Ahmed el-Halîlî'nin (1057/1647) Teshîlü's-Sebîl ilâ Keşfi'l-İltibâs amâ Dâra
mine'l-Ehâdîs Beyne'n-nâs.
4- İsmail İbnu Muhammed
el-Aclûnî'nin (1162/1748) Keşfu'l-Hafâ ve Muzil'ül-İlbâs amme'ş-tehere
mine'l-Ehâdis alâ Elsineti'n-Nâs (Beyrut, 1932). Bu kitap hemen hepsinden
muahhar olduğu için kendinden önce yazılmış olanları cemetmiş durumdadır. Hem
tedkîke konu olan hadîsler sayıca çoktur, hem de bir hadîs hakkında bilgi
verilirken daha fazla malûmata yer verilmektedir. İki cild olan bu eser bir çok
kereler basılmıştır. Bu sâhada en mütedavil olan te'lif budur. Bu kitabın son
kısmında, âyrıca bazı yanlış tarihî bilgilere dikkat çeken bir bölüm vardır.[476]
Hadîsçiler, bazan bir sahâbîden veya daha sonra gelen bir râviden mervî
olan hadîsleri müstakil bir risalede cemetmişlerdir. Bazan da muayyen, hususî
bir konuya giren hadîsleri veya belli bir hadîsin bütün tarîklerini müstakil
bir risalede cemetmişlerdir. Bazan da belli bir gâye ile muayyen miktarda veya
vasıfta hadîsler müstakil risalelerde cemedilmiştir. İşte bütün bu kısmi
te'liflere cüz (cemi cezâ) denmesi âdet olmuştur. Cüz'ler, tertibinde tâkip
edilen gayelere göre farklı şekil ve isimlerde olur: Mesbut, fevâid,
vuhdâniyyat, sünâiyyât, sülâsiyyât, rübâiyyât, humâsiyyât.. üşâriyyât,
erbâûniyyât, semânûniyyât, mie ve miât vs. gibi.
Bu cüz'ler çoğunlukla müelliflerinin isim ve ünvanlarına göre
isimlenirler. Mesela Abu Abdillah el-Kâsım İbnu'l-Fadl es-Sahâfî'nin cüzleri,
el-Cezâu's-Sahâfiyyât adını taşır.
Şu isimlere bakalım:
Cüz'ün fi Ahiri's-Sahâbe Mevten (İbnu Mende'nin).
Cüz'ü İbni Bişrân (Ebu'l-Huseyn Ali İbni Abdillah (414/1023),
Cüz'ü Salâti't-Tesbîh (Hatîbu'l-Bağdadî),
Cüz'ü men haddese ve nesiye (Hatîbu'l-Bağdadî),
Cüz'ü Fadli Sûreti'l-İhlâs (Ebu Nuaym el-İsbehânî),
Cüz'lerin tesmiyesinde her zaman cüz kelimesi bulunmaz, mahiyetine göre
değişik isimler alır:
Fevâidu İbni Şâhin,
El-Fevâidu'l-Celîle fi Müselselâti Muhammed İbni Ahmed Akîle,
El-Vühdan Li'i-Buhârî, El-Vühdan Li-Müslim İbni'l-Haccâc,
Vuhdâniyyâtu Ebî Hanîfe (Abdulkerîm İbnu Abdi's-Samet et-Taberî),
Sünâiyyâtu Mâlik: (İmam Mâlik'in Muvatta'da geçen iki râvisi bulunan
hadîsleri cemeden cüz).
Sülâsiyyatu Ahmed, Sülâsiyyâtu Buhârî, Sülâsiyyâtu'd-Dârimî...
Senetlerinde üç râvi bulunan hadîsleri cemeder.
Rubâiyyatu'l-Buhârî, Rubâiyyatu Müslim...
Humâsiyyâtu'd-Dârakutnî...
Sümâniyyâtu Yahya İbnu Ati el-Attâr..
Tüsâiyyatu İbni Cemâ'a...
El-Uşâriyyât li't-Tirmizî...
[477]
Türkçemize Kırk Hadîsler diye geçen ve belli bir konuya giren veya
değişik konularda kırk hadîsi derleyen kitaplar vardır. Bunlar da cüzler
sınıfına girer, ancak kırklı'lar mânasına erbaûniyyât denmiştir. Bu çeşit
te'lifat menşeini Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözlerinden alır: "Kim
ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun
imânına şâhid ve şefaatçi olurum". Bu hadîsin müjdesine mazhar olmak
ümidiyle ilk defa Abdullah İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797) olmak üzere pek
çok âlim kırk hadisler cüzleri tanzim etmişlerdir:
El-Erbaûn li'd-Dârakutnî,
El-Erbaûn li-Fadli Aliyyin(Radıyyu'd-Dîn el-Kazvîni),
El-Erba'în li'l-Hâfız İbni Hacer vs.
Bâzı alimler birçok erbaûn mecmuâları te'lîf etmiştir, Ebu'l-Kasım
İbni'l-Asâkir gibi.
Mie (yüz hadîsler) ile ilgili telifat da olmuştur. Ebu İsmâil Abdullah
İbnu Muhammed el-Herevî'nin (481/1088) el-Mietu Hadîs'i gibi. Keza Selâhuddîn
el-Alâî, Sahîhu Müslim ve et-Tirmizî'den seçtiği hadîslerle iki ayrı Mie te'lîf
etmiştir.[478]
İstenen hadîsi kolayca kaynaklarından bulup çıkarmak, eskiden beri bir
ihtiyaç olarak kendisini hissettirmiştir. Bu maksada yönelik farklı çalışmalar
mevcuttur.[479]
Bunlar, öncelikle Sahîheyn ve Kütüb-i Sitte gibi belli başlı
mecmuaların hadîsleri üzerine yapılmıştır. Bu çeşit te'liflerde, çalışmaya esas
kılınan kitap (veya kitaplar) daki hadîsleri rivâyet eden sahâbîler alfabetik
sırayla düzenlendikten sonra her sahâbenin rivâyet ettiği hadîslerden her
birinin -mânaya delalet edecek kadar bir tarafı alınır ve, arkadan rivâyetin
alındığı fıkhî bölüm belirtilir.
Bu çeşit te'life Ebu Mes'ûd İbrahim İbnu Muhammed ed-Dımeşkî'nin (v.
401/1010) Etrafu's-Sahiheyn'i, Ebu'l-Abbas Ahmed İbnu Sâbit İbni Muhammed
et-Terkî'nin Etrâfu'l-Kütübi'l-Hamse'si veya buna İbnu Mace'nin de ilâvesiyle,
Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu Tâhir el-Makdisî'nin te'lif ettiği Etrâfu's-Sitte'si
misal gösterilebilir.
Altı kitaba Muvatta'nın da ilavesiyle Abdülgani İbnu İsmâil en-Nablusî
(v. 1143/1730) tarafından telif edilmiş bulunan Zehâiru'l-Mevârîs fi'd-Delâleti
alâ Mevâdi'l-Ehâdîs daha geniş ve matbu bir etraf kitabıdır.
En geniş etraf kitabı İbnu Hacer el-Askalânî tarafından yapılmıştır:
İthâfu'l-Mehere bi-Etrâfı'l-Aşere. İsminden de anlaşılacağı üzere on kitabın
etrafını yapmıştır: Muvatta; Şâfi'î, Ahmed İbnu Hanbel ve Dârimî'nin
Müsned'leri; İbnu Huzeyme'nin Sahîh'i; İbnu Cârûd'un Müntekâ'sı; İbnu Hibbân'ın
Sahîh'i; el-Müstedrek Ebu Avâne'nin Müstahrec'i; Tahâvî'nin Şerhu
Me'âni'l-Asâr'ı; Dârakutnî'nin Sünen'i.[480]
Hadîsleri alfabetik sıraya göre tanzîm eden eserler de baş tarafı
bilinen hadîsleri bulmak maksadına râcidir. Suyûtî'nin Cem'ul-Cevâmi'si
(Câmi'u'l- Kebir de denir), Cami'u's-Sağîr ve Ziyâdetu'l-Cami'i merfu hadîsleri
alfabetik sıraya göre tanzîm eden kitaplardır.
Bu gruba, en ziyade arama ihtiyacı duyulan ve halk arasında şöhret
bulan hadîslerin kaynaklarını ve sıhhat durumlarını göstermek maksadıyla te'lif
edilen bazı kitaplar da girer. Bunlar da umumiyetle alfabetik sırayla tanzîm
edilmişlerdir: El-Makâsıdu'l-Hasene (Sehâvî'nin) ve Keşfu'l-Hafa
(el-Aclûnî'nin) gibi.
Bu kitapları, meşhur ve müştehir kitaplar üzerine te'lifat kısmında
tanıttık.[481]
Daha muahhar devirlerde belli kitapların hadîslerini, baş kısmını
alfabetik tertiple tanzîm ederek, hadîsin bölüm (kitap) ve babını eser
içerisinde göstermeyi gaye edinen telifler ortaya konmuştur. Buna en güzel örnek
Miftâhu's-Sahiheyn'dir. Muhammed eş-Şerif İbnu Mustafa et-Tokâdî (1312/1897)
tarafından ortaya konmuştur. Kavlî hadîsler, Buhârî ve Müslim için iki ayrı
bölümde alfabetik sırayla kaydedildikten sonra kitap ismi, bab rakamları, cilt
ve sayfa numaraları, Buhârî hadîsleri için Fethu'l-Barî, Umdetu'l-Kârî ve
İrşâdu's-Sârî şerhlerinin cilt ve sayfa numaraları, Müslim hadîsleri için de
Kastalânî kenarındaki Nevevî Şerhi'nin cîld ve sayfa numaraları gösterilmiştir.
Hadîs kitaplarının tahkikli yeni baskılarında, hadîslerin baş
taraflarına göre fihristlerini bulmaktayız. Muhammed Fuad Abdu'l-Bâki'nin
tahkik ettiği Müslim, İbnu Mâce ve Muvatta baskıları böyledir. Keza Azîz Ubeyd
er-Rakkâş tarafından tahkikli olarak neşredilen Tirmîzî ile yine aynı zâtın
Tahkîkinden geçen Ebu Dâvud'un sonlarında alfabetik hadîs fihristleri
mevcuttur.
Son zamanlarda zenginleşen hadîs çalışmaları, bir çok tanınmış
kitapların bu çeşitten fihriste kavuşmasını sağlamıştır. Mesela Ebu Hâcir
Muhammed es-Sâd İbnu Besyûnî Zağlûl, Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inin ve Ebu
Nu'aym'ın Hilyetu'l-Evliya'sının ayrı ayrı fihristlerini neşretmiştir
(Müsned'inki 1985'te Beyrut'ta Hilye'ninki de yine Beyrut'ta 1986'da
basılmıştır). Keza Dr. Yusuf Abdurrahman el-Mar'aşlî el-Müstedrek
Ala's-Sahîheyn ile Sünenu'd-Dârakutnî'de geçen hadîslere fihristler yapmıştır.
(Her ikisi de Beyrut'ta 1986 yılında basılmıştır).
Bu cümleden olarak İbnu Sa'd'ın et-Tabakâtu'l-Kübrâ'da geçen hadîsler,
Beyrut 1968 baskısı'nın fihrist cildinde, Sahîhu İbni Hibban'ın hadîsleri Beyrut
1987 baskısının fihrist cildinde İmam Begavî'nin Şerhu's-Sünne'sinde geçen
hadîsler Beyrut 1983 baskısının fihrist cildinde, Tebrizî'nin
Mişkâtu'l-Mesâbîh'inde geçen hadîsler Beyrut 1961 baskısının üçüncü cildinin
arkasında gösterilmiştir.[482]
Söylemeye hâcet olmayan bir husus şu ki, bu fihristler hep hadîsin başı
bilindiği takdirde bize yol gösterir, aksi takdirde işe yaramazlar. Öyle ise
hadîsin neresinden olursa olsun bilinen bir veya daha fazla kelimeden hareketle
istenen hadîsleri bulmada, başka rehberlere, miftahlara ihtiyaç vardır. Bu
maksadla müsteşrîkler tarafından hazırlanmış bulunan el-Mu'cemu'l-Müfehres
Li-Elfâzi'l-Hadîsi'n-Nebevî'den bahsetmemiz gerekmektedir. Kısaca Fransızca
adıyla Concordance de denen bu eser Kütüb-i Sitte'ye ilâveten Muvatta,
Sünenu'd-Dârimi ve Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'i olmak üzere dokuz kitabın
hadîslerini herhangi bir kelimesinden bulmaya yarayan bir miftâh'tır.
Kelimeler sülasî asıllarından mezîd bablara doğru, fiil, (mazî, muzari,
emir) masdar ve isim sırasıyla tertiplenmiştir. İstenen bir kelime bu tertîbe
göre aranır. Bir kelimeden bir başka baba ait bir kelimeye geçince yeni
kelimeyi altına çizgi atarak verir.
Bu hususları bilmek, aradığımız kelimeyi daha çabuk bulmada yardımcı olur.
Şunu da belirtelim ki, bu miftah tertiplenirken pek çok kelime gözden,
kaçmış durumda. Bu sebeple bir hadîsi ararken bir kelimesinden bulamadı isek,
"Bu hadîs Kütüb-ü Sitte'de yok" veya "Mu'cemin şâmil olduğu
kitaplarda yok" diye acele hüküm vermemek gerekir.
Aradığımız hadîsi bulduğumuz takdirde rumuzlarla kaynaklarını gösterir.
Rumuzların hangi kitaba delalet ettiği her sayfanın altında gösterilir. Ancak
şunu bilmek gerekir: Buhârî, İbnu Mâce, Nesâ, Tirmizi, Ebu Dâvud, Dârimî'ye
delalet eden rumuzlardan sonra hadîsin bulunduğu kitab ismi, sonra da bab
numarası bulunur. Müslim ile Muvatta'ya delalet eden rumuzlarda ise kitap
isminden sonra gelen rakam bab numarası değil, her kitapta (bölüm) 1'den
başlatılan hadîs numarasıdır. Ahmed İbnu Hanbel'le ilgili rakamlar ise cilt ve
sayfa numarasına delâlet eder.[483]
Bunu müsteşriklerden Weinsinck İngilizce olarak hazırlamış ise de M.F.
Abdulbâki Arapçaya çevirmiştir. 14 kaynak kitap esas alınarak hazırlanmıştır:
Concordance'daki 9 kitaptan başka şu kitaplara da yer verilmiştir: Tayâlisî'nin
Müsned'i, İbnu Hişam'ın Siret'i, İbnu Sa'd'ın Tabakât'ı, Zeyd İbnu Ali'nin
Müsned'i.
Kitap alfabetik sırayla İman, Hac, Zekat, Salât gibi ana konulara
ayrılmakta, ana başlıklardan sonra tâli başlıkları vermekte; tâli konuya
(bâba), bazan bir hadîs metni, bazan da bab başlığı diyebileceğimiz bir kaç
kelimelik bir cümle ile işâretten sonra, önce o bahsin geçtiği kaynak kitaplar
rumuzlarla gösterilmekte, sonra, bahsin kaynak kitaplardaki yeri, bölüm (kitap)
ve bâb numaraları veya -kaynağına göre- cilt ve sayfa numaraları verilerek
belirtilmektedir. Bu esnada kullanılan kısaltmaların neye delâlet ettiği, bölüm
(kitap) gösteren rakama tekâbül eden bölüm adı vs. en başa konmuş olan
kısaltmalar ve miftah kısmında belirtilmektedir.[484]
Kelime'den hadîs bulmak maksadıyla yapılan bir miftah Tirmizî
hadîsleriyle ilgili el-Mürşid ilâ Ehâdîsi Sünen'it-Tirmizî adını taşır, Sıddîkî
el-Beyk tarafından hazırlanmıştır. Humus'ta 1969'ta basılmıştır. Maalesef, pek
çok eksiklikleri var, her kelimeyi bulmak gayr-ı mümkindir.[485]
İslâm ümmeti içerisinde ilk üç asırda yaşayan nesle muhaddîsler,
müfessirler ve fukahâ selef veya mütekaddimîn der. Kelamcılar, bu devri, İmam
Gazali'ye yani beşinci asra kadar uzatırlar. Muhtelif bahîsleri işlerken sıkca
selef'e atıf yaptığımız için, onlar hakkında derli toplu kısaca bilgi vermede
ve bazı açıklamalar kaydetmede fayda ve gerek görüyoruz.
Müslüman nesiller arasında selef'in mümtaz bir mevkii vardır. Dinî
nasların tefsîr ve yorumunda onların görüşleri esastır ve bağlayıcıdır. Bu
üstünlük ve imtiyazı onlara âyet ve hadîsler tanıdığı için, inkârı, istiskali,
nazar-ı itibardan uzak tutulması mümkün değildir. Esâsen selef denen sahâbe,
Tâbiîn ve Etbauttâbiîn nesilleri yakinen incelenecek olsa nasların tanıdığı
takaddüm hakkına ziyâdesiyle layık oldukları görülür. Onların dini anlayışları
farklı, dinin emirleri karşısındaki tavır ve teslimiyetleri farklı, dine hizmet
hususundaki gayret ve fedâkarlıkları ise kıyas götürmeyecek kadar farklı ve
başkadır.
Selef de kendi aralarında Sahâbe, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn diye üç ayrı
hiyerarşik tabakaya ayrılır. Bir evvelki tabaka, sonrakine nazaran daha
mümtazdır ve tekaddüm hakkına sâhiptir. Sözgelimi, Ashâb'ın ittifak ettiği bir
meselede Tâbiîn farklı bir fetva ileri süremez, keza onların ittifakına
Etbauttabiîn muhalefet edemez. İhtilaflı meseleler ayrı. Selef nesillerinin
imtiyazı Kur'ân ve hadîsten gelir dedik. Bilhassa Ashab'la ilgili pek çok âyet
ve hadîs vârid olmuştur[486]. İslâm âlimleri, hiçbir
istisna yapmaksızın bütün Ashâb'ı tebrie edip adâlet'ine hükmederken bu ayet ve
hadîslere dayanırlar. Teferruâtı Ashâb'ın adaleti ile ilgili bahse bırakarak
burada, Ashâb ve "onlara güzellikle tâbi olanlar"ı berâberce tebrice
eden bir ayet kaydedeceğiz.
"(İslâm'da) birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr
ile onlara "güzellikle tâbi olanlar" (var ya!) Allah onlardan râzî
olmuştur. Onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. (Allah) bunlar için -kendileri
içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı.
İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır." (Tevbe: 9/100)
Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerinde selef daha sarîh
olarak medar-ı bahs edilmiştir. Farklı şekillerde söylenmiş olan hadîs'in bir
veçhi şöyledir:
" Ümmetimin en hayırlı olanları benim asrımda yaşayanlardır
(Ashâb), sonra onları takip edenler (Tâbiîn), sonra da onları tâkip edenler
(Etbauttâbiîn) gelir..."
Bu hadîs, hükmüyle amel edilmesi vâcib olan bir hadîstir, zira,
Kettânî'nin, Nazmu'l-Mütenâsir mine'l-Hadîsi'l-Mütevâtir'de belirttiği üzere
Suyûtî, İbnu Hacer gibi hadîs ilminin üstadları, bu hadîsi tevâtüre nisbet
etmişlerdir. Hadîs 13 farklı tarikten rivâyet edilmiştir.
Hadîsin, Buhari'de gelen bir
veçhinde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Sahâbe'den sonra iki
asır mı, üç asır mı zikrettiği hususunda râvi şüpheye düşer. Ayrıca Ca'de İbnu
Hübeyre ve Ebu Hüreyre (radıyallahu anhüma)'den gelen bazı rivâyetlerde
Sahâbe'den sonra üç nesil zikredilmektedir. Böylece dördüncü asrı da buraya
dahil etme imkânı doğmaktadır. Yine belirtelim ki, Abdullah İbnu Havâle'den
yapılan bir rivâyette, Sahâbe'den sonra dört asır "hayırlı asırlar"a
dâhil edilir[487].
Selef'in tesbitinde, ekseriyet itibâriyle ilk üç nesilde ittifak
edilmiş ise de dördüncü ve beşinci asrı da dâhil edenlerin -delîl açısından-
haklılıklarını göstermek iddialarında hevâlarına dayanmadıklarını belirtmek
için bu son iki rivayete de dikkat çektik.
Bu tabakalar arasında hiyerarşi ve birinin diğerine üstünlüğü ve hatta,
bunlardan mesela Ashâb'ın tekrar hiyerarşik bir kısım tabakalara ayrılmasında
şu âyet-i kerîme esâs alınmıştır.
"İçinizde fetihten evvel (Allah yolunda) harcayan ve
muhârebe eden kimseler (diğerleriyle) bir olmaz. Onlar derece itibâriyle
(fetihten) sonra harcayan ve muhârebe edenlerden daha büyüktür. Bununla berâber
Allah (bu iki zümreden) her birine en güzel olanı (Cennet'i) vâdetti. Allah ne
yaparsanız hakkıyla haberdârdır" (Hadîd: 57/10).
Burada hatıra gelebilecek bir soru, Sahâbe, Tâbiîn ve Etbauttâbîn
tabakalarının birbirine efdaliyeti bir bütün olarak mı, yoksa ferd ferd mi?
sorusudur.
Şartlara göre farklı hükümlere gidilebilirse de, cumhur, ferd ferd
üstünlüğü esas almıştır. Ancak, yukarıda kaydedilen âyetin de ifâde ettiği
üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında bulunup O'nunla
(aleyhissalâtu vesselâm) birlikte veya sağlığında emriyle savaşanlar, Allah
yolunda harcıyanlar, faziletçe böyle olmayanlardan üstündürler. Zira onlar,
müslümanların azınlıkta ve zaaf içinde bulundukları bir dönemde hizmet
sunmuşlardır. Sebep olan, arkadan gelenlerin sevabına da iştirak edeceklerinden
onlara fazîlette yetişmek mümkün değildir.
Selef'in üstünlüğü bir de nübüvvet nuruyla doğrudan temastan veya o
hidâyet menbaına yakınlıktan ileri gelmektedir. Ashâb vâsıtasız o kaynağın
menbaından feyz alıp tenevvür etmiştir. Tâbiîn ve Etbauttâbiîn ise, o kaynağı,
zaman bulutu fazla kesafete boğmadan ikinci veya üçüncü perdenin gerisinden
irtibat kurmuş, tenevvür etmiştir. Aradaki uzaklık çok değil azdır. Bu'diyetten
ziyâde kurbiyet esastır.
Bu yakınlık onlarda, sonradan gelen müteahhirîn'de görülmeyecek bazı
vasıfları hâkim kılmıştır. Selef deyince, her ferdini bu vasıflarla muttasıf ve
mümtaz kişiler olarak görmekteyiz. Bizce mezkur vasıflar dörttür:
1- Sünnete tam teslimiyet.
Kur'ân-ı Kerîm'i anlamada, karşılarına çıkan meseleleri çözmede kılık-kıyafet,
yeme-içme, günlük ömrünü tanzîm ve değerlendirme vs. her hususta ilk müracaat
kaynağı, yegâne hakem sünnettir. Aralarındaki ittifak sünnete, ihtilâf sünnete,
kavga varsa o da sünnete, sünneti anlayışlarına dayanır. Bir hadîsin tek kelime
ve hatta tek harfinde düştüğü tereddüdü çözmek için günlerce, haftalarca süren
meşakkat ve tehlikelerle dolu seyahatlere çıkacak kadar sünnete kıymet vermek,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kavunu ne şekilde yediğine dair rivâyet
bulamadığı için kavun yemekten vazgeçecek kadar sünnete bağlılık fetva ve
görüşleri, arkadan gelen nesillerce mezheb olarak taklid edilecek olan
kimselerde, sünnete olan bu teslimiyet, ziyâdesiyle ehemmiyetlidir.
2- Diyânet ve Takva:
Dinin emirlerini şahsî hayatında tatbîk edip yaşamada da Selef temayüz eder. Bu
noktada onları geçmek mümkün değildir. ister Sahâbe olsun ister Tâbiîn ve
Etbauttâbiîn olsun namaz, oruç, Kur'ân-ı Kerimin'in tilaveti, tasadduk gibi dindarlığın
tezâhürü olan her amelde onlar, günümüz insanının anlamakta acze düşecekleri
derecede ileri tatbikat içerisindedirler. Bir ömür yatsı abdestiyle sabah
namazı, her gecede veya birkaç günde bir Kur'ân hatmi, âhiret tasasıyla
ağlamaktan gözlerin zayıflaması ve hattâ kör olması, bütün malını tasadduk,
namaz kılmaktan derinin kemiğe yapışması, bütün namazların Câmide ve hatta ön
safta edası... vs. önceki büyüklerin müşterek ve galip vasıflarıdır.
Sonrakilerde bunlar nadir ferdlerde münferid vasıflar olarak rastlanır.
3- Hamiyet ve Gayret: Selef büyüklerinin müşterek
bir vasfı, din için gösterdikleri yorulmak bilmez gayrettir. Hepsi dine hizmet
etmek arzusuyla doludur. Bu gâyenin tahakkuku için her çeşit zahmete,
meşakkate, sıkıntıya katlanmaya, gereken fedakârlığı göstermeye hazırdır. Bu
ruh hali ferdlerden tabiî bir netîce olarak, beşeri takatin fevkinde gayret
istemiştir, selef bu gayreti göstermekten çekinmemiştir. Mevki makamların
tepilmesi; hizmet uğrunda dayak ve hapsin, taltîf ve teşrîfe tercîhi; yarı aç
yarı çıplak, yaya olarak yıllarca süren seyahatler; haftalarca sıcak bir
lokmadan mahrûm ve satın aldığı balığı pişirme fırsatı bulamayarak kokuşma
anında çiğ çiğ yiyecek kadar ilimle meşguliyet vs.
4- İhlas ve Samimiyet: Selef'in sonraki nesillerden
ayrılan en mühim yönlerinden biri de bu. Dini anlamada peşin bir hükme sâhip
değil. Allah ne diyor, ne istiyor, O'nu râzı edecek düşünce tavır ve amel
nedir, hangisidir? Aradıkları bu. Bütün ilmî muktesabatları beşerî
kapasiteleriyle aradıkları tek şey budur. Bir başka ifâdeyle, selef dönemi,
İslâm'ın askeriyede, iktisadda, siyâsette, ilimde hâkim olduğu bir dönemdir.
Ferdler üzerinde, düşüncelerde hâkimiyet kurmaya çalışan, gizli güçler yok,
Batı tasallutu, gayr-ı İslâmî iradeyi hîle ve dalavereyle, zor ve kamçıyla
düşüncelere, fikirlere, hayata hâkim kılmaya çalışan yerli müstebitler,
zâlimler ve bunlar karşısında vicdanını satmış, fetva veren veya en azından
susan ulemâ-ı sû yok. Selef, müteahhir devirlerde ve hususen zamanımızda olduğu
gibi, kafasındaki bâtıla dinî bir kılıf bulmak için âyet ve hadîsi tedkîk
etmiyor, düşünce ve tefekkürünü İslâm'a göre düzeltmek, yönlendirmek için
ayetleri hadîsleri araştırıyor ve okuyordu.
Onun için onların görüşleri mûteberdir, isâbetlidir ve itimâda
lâyıktır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ümmet içerisinde selef'in ihraz
ettiği yüce makamı belirtmeye ehemmiyet vermiş ve birçok hadîsleriyle buna
dikkatleri çekmiştir. Yukarıda kaydettiğimiz hadîs onlardan sâdece biridir. Bir
başka hadîste bu ümmetin sonradan gelenlerinin (müteahhirun) önden gelenlerine
(selef-i sâlih) dil uzatmasını kıyâmet alâmetleri arasında sayar. Başka bazı
hadîslerde ilmin "küçükler" nezdinde aranması kıyâmet alameti olarak
ifâde edilir. Başta İbnu'l-Mubarek, ulemâ buradaki "küçük"le kastedilenin,
Ashâb ve diğer büyüklerin görüşünden ayrılıp kendi reyine tâbi olan kimse
olduğunu belirtirler. Keza: "İlim büyükleriniz nezdinde oldukça hayır
üzere devam edersiniz, ne zaman ilim küçüklerinizin eline geçerse küçükler
büyükleri bozar" veya "İnsanlara ilim... çocuklar canibinden gelirse
helâk olur"lar mealindeki ve benzeri rivâyetlerde "çocuk"tan
murad hep selef yolunu terkeden, kendi hevâsına uyan kimse olarak
yorumlanmıştır.
İbnu Abdilberr'in kaydettiği üzere, âlim kişi, hangi yaşta olursa
olsun büyüktür. Büyükten rivayette
bulunan küçük de, küçük değildir, büyüktür.
[488]
Yukarıda kısacâ temas edilen âyet ve hadîslere dayanarak, İslâm ulemâsı
Kur'ân ve hadîs'i anlamak ve yorumlamakta olsun, Kur'an ve hadîste bulunmayan
yeni meseleleri çözmek için verilecek hükümlerde olsun önce Ashâb'ın sünnetine,
orda yoksa Tâbiîn'e orda da yoksa Etbauttâbiîn'in sünnetine başvurmayı mühim
bir prensip yapmıştır. Sözgelimi, Ashâb bir meselede ittifak etmişse, o
meselenin dinî hükmü odur, bu değiştirilmez.
Çözümüne bu üç tabakada rastlanmayan meselede kıyas ve içtihâda
başvurulur. Öncekiler tarafından halledilen meselede yeniden içtihâd yapmaya
izin yoktur, yapılırsa itibâr edilmez.
İmam-ı Azam Hazretleri, söylediğimiz bu kaideyi te'yîden: "Bir
mes'ele sahâbe tarafından açıklanmışsa ona uyarız. Değilse başkasına uymayız.
Meseleyi çözmede onlar insansa biz de insanız, biz de çözeriz" mânâsında
ifâdede bulunmuştur. Şimdilerde bâzı nâdânlar, İmam'ın bu sözünü delîl
göstermek sûretiyle davranışlarının İslâma uygunluğunu sağladıktan sonra,
Selef'in yolundan ayrılmak için "onlar insansa biz de insanız"
diyorlar.
Şurası muhakkak ki, İslâm'ı, dileyen benimser, dileyen benimsemez. Buna
kimsenin bir diyeceği yok. Ancak, kendi bâtıl inancına İslâm libası giydirmeye
kalkar, haddini de tecâvüz ederek ümmet-i merhûmenin ondört asırdır gittiği
cadde-i kübrâda gidenleri batılılaşmış, bâtıllaşmış bir dille itham etmeye
kalkarsa buna hakkı yoktur.
Yukarıda açıklandığı üzere, Tâbiîn'den olan bir âlim, Sahâbe'de
bulmadığı bir meseleye çözüm bulacaktır. Yukarıdaki hiyerarşi sistemine göre,
Tâbiîn'i bağlayan Sahâbe'dir. Şâyet Sahâbe, bir meselede fetva vermemiş ise
Tâbiîn'den olan bir âlimi fetva vermekten alıkoyacak hiyerarşik bir makam
yoktur. İmam-ı Azâm, Tâbiîn'den biridir. Öyle ise, Tâbiîn'den bir başkasının
veya başkalarının fetvası onun üzerinde bir otoriteye sâhip değildir. Öyle ise
o söz, gayet yerindedir ve itiraz da mümkün değildir. Ancak Etbauttâbiîn'den
birisi çıkıp da: "Sahabeye diyeceğimiz yok, ama ondan sonrakilere gelince,
onlar insansa biz de insanız" diyemez, bu mümkün değildir. Çünkü
müslümanların benimsediği hiyerarşiye göre arada Tâbiîn tabakası var. Onların
bir meselede ittifak veya ihtilaf etme durumları Etbauttâbiîn ulemâsının
tavrına müessirdir.
Durum böyle olunca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, en başta
kaydettiğimiz hadîsin devamında Selef'ten sonra geleceğini bildirip "şâhidliği
istenmeden şâhidlik (müslümanlar aleyhine ispiyonluk) yaparlar, ihânette
bulunurlar itimâd edilmez, nezrederler yerine getirmezler,
(gamsız-kadersizdirler) aralarında düşmanlık zuhur eder" diyerek
tasvir ettiği şerîr nesillerden birinin bu sözü söylemeye hakkı yoktur, aksi
takdirde cehâletini ve ihânetini ortaya koymuş olur.
Esâsen bu çeşit sözleri sarfedenler mezhep kaydını kaldırmak
isteyenlerdir. Zira dört mezhebin dördü de tekevvününü selef devrinde
tamamlamıştır.
Selef devrinde hükme bağlanmayan meseleler için, her devrin uleması
elbette çözüm hususunda yetkilidir. Hatta çözmeye mecburdur. Buna hiç kimse
itiraz edemez, yeter ki selefin koyduğu esaslardan ayrılmasın.[489]
Yukarıda yapılan açıklama ışığında selefiye tabiri üzerinde durmak
istiyoruz. Çünkü bu tâbirin zaman zaman suistimal edilip menfî maksatlara âlet
edildiğine şâhit olmaktayız. Yukarıda temas ettiğimiz mezhep düşmanları, din-i
mübîn-i İslâm'ı 1500 yıllık mihrakından çıkararak arzîleştirmek, laisize
edebilmek için, dindarları bile aldatma planlarına girişmişlerdir. Bunu da,
dindarlarca sevilen sayılan selef i sâlihîn büyüklerinin gittikleri yolu, bir
kısım tahrîf ve muğâlatalarla işlerine gelen şekilde yorumlayarak kendi bâtıl
yollarının paraleline getirip, bu yola "selefiye" demek, sonra da
"bizim yolumuz selefiye yoludur", "selefiye mezhebini
benimsemişiz" şeklinde iddiaya kalkarak yapıyorlar.
Aslında bu kimselerin selef'le, selefiye ile hiçbir ilgileri yoktur.
Selef, yukarıda belirtildiği üzere Kur'ân ve sünneti esas alan, herşeyini ona
göre tanzîm eden, İslâmı en küçük âdâbına kadar elinden geldikçe yaşayan,
İslâma hizmet için herşeyini ortaya koyan insanlardır.
Bugünün selefiye iddiacıları ise, bir kısım mugâlata ile, selefi aradan
çıkarma gayretinden başka bir şey gütmüyorlar. Zira "Biz de selef gibi
dini doğrudan kaynağından öğreneceğiz" iddiasının altında eimme-i
müctehidîn denen selef büyüklerini aradan çıkarma gâyesi yatmaktadır. Çünkü
zaman içinde zuhur eden ve edecek ihtiyaçları, Kur'ân ve hadîsten çıkarmada,
muhtaç olunan temel prensipleri -Kur'ân ve hadîsin ruhuna uygun olarak- selef
uleması tedvîn ve tanzîm etmiştir. İslâm ümmeti selefe bağlı kaldıkça, Kur'ân
ve hadîsi anlamada, zâten Kur'ân ve hadîsten çıkarılmış olan bu esaslara
başvurdukça din semâvîlik, ilâhîlik vasfını koruyacaktır. Şu halde, İslâm'ın
hıristiyanlık ve yahudilikte olduğu gibi, arzîleştirilmesi, beşerileştirilmesi,
istenen meselesinin isteyenin istediği zaman değiştirebileceği bir hâle
getirebilmesi için selefe müracaat mekanizmasının, metodunun kaldırılması
lâzımdır. Çoğu kere kâili, imamı bilinmeyen mugâlatalarla ve sâdece suiniyet
sâhiplerinin başvurduğu dedikodu faaliyetleriyle sinsi düşmanın yapmak istediği
budur.
Kelamî bahislerde geçen gerçek selefiye mezhebi tâbirine gelince, bu,
Kur'ân-ı Kerîm ve hadîslerde gelen bir kısım müteşâbih ifâdelerin
anlaşılmasında takîp edilen yolla ilgili bir tâbirdir. Zira bu meselede selefle
müteahhir ulema arasında bâzı farklar var. Selef, Kur'ân ve hadîse olan
bağlılığı sebebiyle, o çeşit ifâdelerin izâhında Kur'ân ve hadîste bulabildiği
açıklayıcı ifâdelerle yetinip, aklî-beşerî izahtan kaçındığı halde müteahhir
ulema, ihtiyacın ilcaat ve zorlamasıyla bâzı aklî açıklamalar getirmişlerdir.
Müteahhir ulemayı buna mecbur eden husus da sözkonusu müteşâbih nassların[490] -Kur'ân-ı Kerîm'in
ifâdesiyle- kalplerinde eğrilik bulunanlar tarafından suiniyete alet edilmesi,
İslâm'ın reddedeceği şekillerde te'vîle yeltenmeleridir[491].
Öyle ise, temel nokta-i nazarları bu şekilde açıkladığımız selefiye
mezhebi hakkında, Osmanlıların son zamanında yetişmiş ve Cumhuriyet döneminin
başlarını da idrak etmiş olan tanınmış kelamcılarımızdan İsmail Hakkı İzmirli
merhumun bir açıklamasını aynen iktibas edeceğiz.
"Vücud-u Bâri'ye arzî ve semâvi cisimlerin aksamiyle istidlâl edip
taammuku (derinleşmeyi) terketmek; diğer tâbirle nizâ'ı mucip (ihtilafı
gerektiren) ve halli müşkil olan bir takım meseleler ile uğraşmamak, ancak
Kur'ân-ı Mübîn'in irâe eylediği (gösterdiği) veçhile, aklî ve naklî delillerle
iman akîdelerini isbat eylemek tarîkidir ki, tarîk-i eslem (en sağlam yol)
budur.
Selefiye tarîki yedi esasa dayanır: 1- Takdîs, 2- Tasdîk,
3- İtirâfı acz, 4- Sükût, 5- İmsâk, 6- Keff, 7- Ehl-i
mârifeti teslîm.
1- Takdîs: Cenâb-ı Bâri'yi, celâl ve
azametine layık olmayan şeyden tenzîh etmektir.
2- Tasdîk: Kur'an'la Sünnet'te vârid
olan ilâhî isim ve sıfatların celâl ve Kemal-i Barî'ye layık bir mânası
olduğunu cezm edip, Cenâb-ı Hakk nefs-i sübhânisini ve Resul-i Zişân, Cenâb-ı
Hakk'ı nasıl vasfetmiş ise, murad olan mânanın velevki hakikatına vakıf
olmasın, öylece iman etmektir.
3- İtiraf-ı Acz: Müteşâbihât'da murâd ve
ilâhî maksada vüsulde aczini itiraf etmektir.
4- Sükût: Câhil ise, umûr-i
müteşâbihe'yi sormamak, âlim ise (sorulunca) ona cevap vermemektir. Çünkü,
câhil sormakla akîdesini tehlikeye sokar, âlim de ona cevap vermekle şüphe
kapısını açar, bidat'i kolaylaştırır. Avam, umur-u müteşâbeheyi sorarsa ondan
menolunur. Nitekim Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), kader meselesine
dalan Ashâb'ı menetmişlerdi. Hz. Ömer de "Rahmân (olan Allah) arş
üzerine istiva etmiştir." (Tâ-Ha: 20/5) mealindeki âyetin mânâsını
soran Subeyg-ı Mısrî'yi Basra'ya nefyetmişti (sürmüştü)...
Filvaki Usul-i dinden olan ahkâm hakkında söz söylemek, münâzara etmek
câizdir. Ancak muhatap, anlamadan âciz olur ise, dalâlete düşmemek için
"İnsanlara anlıyacağı şeyleri söyleyin" kavline uyularak bâzı
hususâtı bildirmemek câiz olur.
5- İmsak:
Nassları zâhir olmayan
mânalarına sarfetmekten, nususta aklı veya zevki hakem kılmak suretiyle
tasarruf eylemekten kısas-ı te'vîl'den çekinmektir.
6- Keff (Sakınmak):
Kalbin fesâdına sebep
olmamak için ta'mîki (derinleştirilmesi, dalınması) memnu olan umûru kalben de
tefekkür etmemektir.
7- Ehl-İ Marifeti Teslîm:
"Âli mebhaslar (yüce
meseleler) Nebiyy-i Zişân(aleyhissalâtu vesselâm)'a ve Ashâb-ı güzîn
(radıyallahu anhüm ecmaîn)'ine hafî (gizli) değildir. Şu kadar ki, bu
bahislerle uğraşmak muzur olduğu için menolunmuştur" demektir".
İsmail Hakkı İzmirli, Selefiye nazariyelerini şu şekilde hülâsa eder:
"1- Nazar-ı aklî (aklî muhâkeme), mesnûn olmak şartıyla
me'murun bihtir[492]: Ayât-ı Mahlûka-i ilâhiyye
demek olan edilleye, masnuât ve meknunâta (gaybî umûr) nazar, Resûl-i Ekrem
(aleyhissalâtu vesselâm)'in haber verdiği ilmi muktazi olan nazar-ı sünnete
muvafıktır, evâmir-i şerriyyedendir.
Ehl-i enzar olan mütekellimîn ve felâsife indinde alelıtlak nazara
itimad olunur.
Mücerret ilmi muktezî nazar, nasıl olur ise olsun, edilleye nazar
mütekellimîn ve felâsife tarîkleridir. Selefiyenin nazarı ehas (daha hususî),
ehl-i enzâr'ın (akılla hareket edenlerin) nazarı eamdır. Selefiyece nusûsu
takrir eden, nusûsun mehâsinini izah eden, nusûsu tefsîr eden nusûsun delâleti
cihetini bildiren, ispat tarîkini kolaylaştıran nazarlar mesnundur. Te'vîle
veya redde müeddi olan (ulaşan), ilâhî sıfat ve fiillerin ta'tilini (ibtalini)
mutazammın olan (gerektiren) nazarlar mesnûn değildir. Ehl-i enzârın kabul
ettikleri nazarlarda mesnun olmayan bu gibi nazarlar da vardır.
2- Ancak edille-i Şer'iyye
matluptur: Cenâb-ı Hakk'ın mahbubu, marzisi (istediği şey) maksûdu uğrundaki
irâde, Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'ın getirdiği irâde taleb olunur.
Ancak Cenâb-ı Hakk'a ibâdeti irâde maksud olur.
İrâdenin medârı ancak bir tek olan Allah'a ibâdeti, meşru veçhile
ibadeti dilemek üzeredir.
Mutasavvife alelıtlak irâdeyi iltizam etmekle selefiyyeden ayrılmış
olur. Buna mebni muttasavvifa tarîkinde mesnun olmayan irâde, ibâdât-ı bida'iyye
(bid'at olan ibâdetler) bulunur. Nitekim mütekellimîn tarîkinde itikâdât-ı
bida'iyye (bid'at itikadlar) bulunur.
3- Nusus'ta vârid olan Esma-i
Hüsna sıfat-ı celîle-i sübhâniyye nusûsta olduğu gibi şân-ı Bâri'ye layık bir
surette ispat olunduğu gibi alâ
vechi't-tafsîl (teferruatlı olarak) ispat olunur. Şân-ı Bâri'ye layık
olmıyan teşbîh ve temsîl icmâlen nefy olunur. Sıfât-ı ilâhiyye mahlûkun
sıfatına benzemez, keyfiyeti tâyin olunmaz. İlahî sıfatlarda te'vîl de olunmaz,
tahrîf de. Hayat, ilim, kudret, irâde, semi, basar, kelam nasıl zâtî
sıfatlardan ise " vech, yed, ayn" da zâtî sıfatlardandır. Halkı ihya,
imâte, terzîk, avf, ukubet nasıl meşiyyet ve kudretin taalluk ettiği fiilî
sıfatlardan ise, istiva, nüzûl, muhyî de öylece fiilî sıfatlardandır. Her iki
nevi sıfat, zâtî ve fiilî sıfatlar Allah ile kâimdir. Allah dâim mütekellim,
dâim fâildir.
Eş'ariyye meşiyyet ve kudrete talluk eden fiilî sıfatları, Cühemiyye ve
Mu'tezile her iki nevi sıfatı inkâr ederler, Allah ile kâim olduğunu kabul
etmezler. Mutezile esmayı ispat ettiği halde, hâlis Cühemiyye onu da inkâr
eder.
Esmâ-i ilâhiyyenin tevkîfi (vahiyle bildirilmiş) olup olmaması
muhtelefun fih'tir (ihtilaflı). Tevkif taraftarlarınca, şer'î naslarda vârid
olmayan esma, Cenâb-ı Hakk'a ispât olunmaz, diğerlerince naksı îhâm etmiyen
(noksanlık vehmine düşürmeyen) bir mânaya delâlet eden esma ispat olunur.
Cühemiyye, Cenâb-ı Hakk'ı, ancak selbî sıfatlarla tavsif eder. Bunun
mahzuru pek büyüktür. Çünkü mâdum da selbî sıfat ile tavsîf oluna geldiğinden
Cenâb-ı Hakk ile mâdum arasında bir fark kalmaz.
Esma ve sıfat-ı ilâhiyye (ilâhi isim ve sıfatlar) mahlûkun esma ve
sıfatına hiçbir veçhile müşâbih ve
mümâsil olmayıp zât-ı Bâri'ye lâyıkı veçhile ispat olunur. Zatın keyfiyyeti
mâlum olmadığı gibi sıfatın keyfiyeti de mâlum değildir. Keyfiyetten sual
bid'attir. "Allah'ın ilim, kuvvet, rahmet, kelam, muhabbet, rıza, istivâsı
yoktur" diyen Muattıla'dan, "İlmi benim ilmim gibidir, kuvveti de
benim kuvvetim gibidir... ilâahir" diyen müşebbihe'dendir. Bu sıfatları
mahlûka mümâsil sıfat kılan Mümessile'dendir.
"Hülâsa ispat, tekyîf ve temsîlsiz, tenzîh tahrîf ve tatîlsiz
olur."
4- Nususun (nassların) zâhiri,
Cenâb-ı Bâri'ye layık olan mâna maksuttur. Nusus mücerret rey ve nazarla te'vîl
olunmaz.
"Mütekellimîn indinde nusus rey ve nazar ile te'vîl olunur.
"Muttasavvıfa indinde zâhir nusûs ile bâtın nusûs maksuttur.
"Batıniyye indinde olacak bâtın nusûsu maksuttur.
5- Vücûdu Bâri hususunda
edille-i Kur'an umdedir. Hudûs (eşyanın sonradan olması) delili, hikmet delili
gibi.."
"Hikmet delili, iki aslı muhtevîdir:
l- Bütün mevcudat vücûd-u
insana muvaffıktır,
2-
Bu muvâfakat bizzarure bir
fâil-i kâsıd tarafından bilittifak (tesadüfen) değil, bilkasd sâdırdır. Azayı
beden hayata eşcâr ve hayvan da muhîtine uygundur.
"Hudûs delili de iki aslı mutazammındır:
1) Bu mevcudat ihtira
olunmuştur (yaratılmıştır), hâdistir
(sonradan olandır)
2) Her bir hâdise'ye bir
muhdis (yâpan), ihtira olunan her şeye ihtira edici lâzımdır."
Hülâsa eşyâdaki bu intizam ve tevâfuk hakîm ve habîr olan bir Zât-ı
Ecel A'lâ'ya delalet eder. Şu muhtereât'ın (yapılmışların) da bir hâlıkı, bir
muhteri'i vardır. Bu da bizzarure mâlumdur.
"Kur'an-ı Mübîn delîli hem yakînîdir, hem de mukaddimât-ı kalîleye
mebnîdir. Netâyici de bittabi daha yakindir."
Selefiyye mezhebi müstakil ve müttehid bir mezheptir. Ancak icmal ve
tafsîl itibâriyle iki neve ayrılabilir. Mütekaddimîn-i selefiyye icmâl ile
iktifa ettikleri halde müteahhirîn-i selefiyye tafsîle itina etmişlerdir.
Selefiye mezhebi üzere marûf olan eser, İmam-ı Hümâm Ebû Hanîfe'nin
Fıkh-ı Ekber'idir. Tafsîle itina edenlerin başında Şeyhülislam İbnu Teymiyye
bulunuyor.
Selefiyye'nin hepsi ehl-i Sünnet-i hassadır, kudemâ-yı Hanefiyye
selefiyyedir. Kudlemâyı Mâlikiyye ve Şâfi'iyye de selefiyyedir. Hanâbile'nin
çoğu selefiyyedir. Eime-i metbû'în tamamıyla selefiye'dir. İmam Ahmet
mütekellimînin vazettiği edille ile ehl-i bid'atı reddetmeyi kerîh görürdü. Bu
hususta pek ziyâde mübâlağa ederdi. Cumhur-ı Hanâbile bu yola sülük ettiler.
Eş'ariyye ve Mâturidiyye gibi ilmi kelam ile mutevağğil olmadılar. Ehl-i
bid'at-ı akval-i selef, Kitap ve Sünnet ile redder oldular.
Selefiyye mezhebinin daimi hayatı vardır. Her asırda ehl-i İslâmdan
mümtaz bir sınıf, enfa-i ulum ile ulûm-i fıkhiyye ve ilmi tevhîd ve Hadîs ile
iktifa edip nızâı mucib ve halli müşkil olan mesâil-i nazariyyeye rağbet
eylemez. Mezâil-i âliyeyi, nusûsu şerriyenin beyânı veçhiyle şek ve şüpheden âri olarak kabul
eder. Selefiyyenin mesâili veçhen
minel-vücûh değişmez. Yalnız vesâil demek olan delâil teceddüd edebilir.
"Felsefe-i cedîde, ulûm-ı asriyye selefiyye'nin usul ve mesâiline
hâiz-i te'sîr olmaz. Selefiyye mezhebi gıda, mütekellimin'in mezhebi devâ
menzilesindendir."
Muğalatıcıların samimiyetsizliğini göstermek için son olarak şu noktaya
dikkat çekmek istiyoruz: Görüldüğü üzere, selefiyye mezhebi, itikadî ve gaybi
meselelerin izahında bir tarz bir nokta-i nazar, hususî bir felsefe olduğu
halde günümüzün selefiye iddiacıları, amelî meselelerde selefiyecilik
yapmaktadırlar.
[493]
Günümüzde, Batı'dan gelerek müslümanların dillerine giren
bazı mefhumlar vardır ki, yerli kültürde İslâmî karşılıklarını bulmak bile zor
ve hattâ imkansızdır. Medenî, gayr-ı medenî tabirleri gibi. Bu mefhumların
İslâmî ıstılahta muadilini bulmak mümkün değildir.
Kültür kelimesini de tam olarak
karşılayan bir tâbire rastlayamayız. Sözgelimi, dilimizde kültürün karşılığı
olarak hars kelimesi, lügat açısından gerçekten ekim, ziraat mânasını taşımakta
ise de, târih boyu beşerî müktesebât, bilgi, mârifet mânalarına hiç
kullanılmamıştır. Bizzat Kur'an-ı Kerîm'de birçok defa geçen bu kelime hep
"ekim", "tarla" mânasına gelmiştir. Kültür mânasındaki
kullanış hem yenidir ve hem de muhtemelen sâdece Türkçe'de mevcuttur ve ilk
defa olarak da Ziya Gökalp tarafından kullanılmıştır. Araplar bugünkü kültür
mefhumunu "sekâfe" kelimesiyle karşılarlar ve aslında bu kullanış da
yenidir. Sözgelimi, zamanımızda tanzîm edilen el-Müncid adlı lügatte sekâfe
kelimesine "ilimler, fenler ve edebiyatta hâkimiyet" diye kültür
mânâsı da verilirken, hicrî yedinci asırda (v. 711) yaşamış olan İbnu Manzûr'un
"Lisânu'l-Arab" adlı lügatinde "hazâkat, anlayış, sür'atli
fehim" mânâsında açıklanmıştır. Hadîslerde kelimenin bu mânâda
kullanıldığı görülür. Meselâ, Hz. Aişe, hicretle alâkalı rivâyette kardeşi
Abdullah'ı tasvîr ederken "O, genç, anlayışlı ve sakîf bir oğlandı"
der. İbnu
Hacer, kelimeyi hâzık diye açıklar. Kelime en-Nihâye'de de:
"Kendisine muhtaç olunan şeyde kesin mârifet sâhibi olan" diye
açıklanır.
Kültür kelimesinin Arab dilinde bugünkü karşılığı olan
sekâfe kelimesi târihen bu mânâda kullanılmamış ise de, belli bir ölçüde
kültürlü mânâsına kâtib kelimesinin kullanıldığı söylenebilir. Nitekim ümmî
kelimesini inceleyince, bunun mukaabili olarak kâtib kelimesinin bizzat
hadîslerde kullanılmış olduğunu görürüz.
Bir Arab müellifinin açıklamasına bakılırsa, edeb kelimesi
de Arabların "medenî terakkîsine" tâbi olarak mânâ ve kullanışında
istihâle geçirerek zamanımızda tam "kültür" mânâsını kazanmıştır.
Açıklamaya göre:
1- Câhiliye devrinde âdib halk için yemek dâveti çıkaran
kimsedir ve me'dübe, ziyâfet yemeği demektir.
2- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerinde
terbiye etmek tehzîb, ahlâkı güzelleştirmek mânâsına kullanılmıştır.
3- Emeviler devrinde edeb, ilim mânâsını kazanır ve muallim
mânâsında müeddib kelimesi kullanılır.
4-
Abbâsîler zamanında kelimeye nazm, nesir nev'inden her
çeşit (ahlâkî, siyâsî, sözler, nasîhatlar, ata sözleri vs.) edebî sözler mânâsı
kazandırılır.
5-
Bugün (Fransızca literature kelimesinin karşılığı olarak)
edebiyât mânâsında kullanılarak mevzûsu, üslûbu ne olursa olsun bir dilde
yazılan her şey, akıl ve şuurun ortaya koyduğu her şey mânâsına
kullanılmaktadır.[494]
Üzerinde durduğumuz kültür kelimesini, İslâm'da en ziyade
karşılayan tâbirin "sünnet" ve sünnet mefhumunu ifade eden diğer
tâbirler olduğunu söyleyebiliriz. Bu sebeple sünnet kelimesi üzerine biraz
açıklama yapacağız.
Sünnet, lügat açısından "yol" mânâsına gelir, iyi
ve kötü her ikisi için de kullanılır. Istılah olarak, Kur'ân'dan sonra dinin
ikinci kaynağına denir.
İslâm cemaatini diğer cemaatlerden ayıran husûs, sâdece
imân değildir. İmân temel ve vazgeçilmez şart olmakla berâber bunu tamamlayan
ve bir nevi imânının hârici tezâhürlerinden olan davranışlar vardır. Bunlara
sünnet denir. Sünnet, umûmiyetle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından yapılmış olan ameller, söylenen sözlerdir. Ancak, bizzat Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le doğrudan ilgisi olmamakla beraber, ilk
devir müslümanları tarafından benimsenmiş olan bir kısım amellere ve sözlere de
sünnet denmiştir. Kelimenin böyle şümullü bir mânâ taşıması sebebiyle
iltibasları önlemek maksadıyla âlimler ayırt edici tâbirler kullanırlar: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den vâki olan söz ve amellere merfû sünnet,
Sahâbe'den vâki olan söz ve amellere mevkûf sünnet, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'den
vâki olan söz ve amellere de maktû sünnet denir. Bu açıdan, sözgelimi, Hz. Ömer
zamanında hicrî takvimin vaz'ı, devlet divanlarının tutulması, ümmetin bir kıraate
sevki gibi hususlar hep "sünnet" tâbiriyle ifâde edilir. Hülâsa
sünnet, geniş mânâsıyla ilk devir (selef müslümanlarınca benimsenerek dine
kazandırılan ameller, değerler, eşkaller mânâsına gelmektedir.
Sünnet, her hal ü kârda insanlarca yapılacak, yapılırken
pek çok tarz ve şekilde yapılma imkân ve ihtimâli olan davranışlara tek bir
şekil vererek cemaati teşkil eden ferdler arasında birlik sağlar. Misâl olarak
yemek yemeyi ele alalım. Her insanın başvuracağı bu fiil, bir gündeki öyün
sayısı, her öyündeki çeşit ve miktar, yemekte oturuş tarzı, çiğ, pişmiş, yanık,
sıcak, soğuk yemek, yenmemesi gereken şeyler, sağ veya sol elle yemek gibi pek
çok mes'elelerde çeşitli tarzlar hatıra gelebilir. Sünnet bu mes'elelerin her
birinde pek çok ihtimallerden bir tanesini tavsiye eder. Böylece aynı sünnete
uyan ferdler cemiyette birlik içerisinde olurlar.
Sünnetin sağladığı birlik âdâb-ı muâşeret, kıyâfet, ahlâk
kaideleri gibi hususlarda daha çok ehemmiyet taşır. Şu halde cemiyetteki
müşterek değerler manzumesi manasında kullanılan "kültür" kelimesini
İslâm'da büyük ölçüde "sünnet" kelimesi karşılar. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in "Benim sünnetimi beğenmeyen benden
değildir" veya:
"Benim sünnetimle amel etmeyen benden değildir" gibi
sözlerindeki sünnet kelimesi bu manada kullanılmıştır. Mâna şöyledir:
"İslâm ümmetinin gittiği yoldan gitmeyen, onun dinini beğenmeyen, ona zıd
düşen bir yolu benimseyen bizden değildir."
Şârihler de hadîsi böyle anlarlar ve herhangi bir te'vîl ve
mâzeretle sünneti terkedenin dinden çıkmayacağını, fakat sünnetin zıddı olan
amelin üstün olduğuna inanarak sünneti terkederse bunun bir nevi küfür
olacağını belirtirler. Zira böyle bir inanç en azından içtimâî, birliği bozmaya
müncer olacaktır. Hattâ farzın karşılığı olan "sünnet"in bu cihetten
ehemmiyetini teyid eden ve ümmeti "sünnet" etrafında, ısrarla
kenetlenmeye teşvik eden rivâyetler mevcuttur:
"Dinin elden gidişi sünnetin terkiyle başlar. Bir halat
iplik iplik ortadan kalktığı gibi, din de sünnetlerin birer birer terkiyle
ortadan kalkar".
Nitekim bir cemiyet, millî değerlerini birer birer
terkedecek olsa, kendisine, diğer cemiyetlerden ayrı müstakil millî şahsiyet
veren şeylerden geriye ne kalır?
Şu halde hadîslerde geçen "sünnet" ve
"din" tâbirleri çoğu kere "kültür" ve "medeniyet"
manalarında kullanılmıştır. Sünneti terk, belli bir ölçüde "İslâm
kültürünü terk" dinden çıkma da "İslâm medeniyetinden çıkma"
manasına gelmektedir.
Bizden Olan-Bizden Olmayan: Hadîslerde tefrîk ifade eden
mühim tâbirlerden biri budur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu tâbiri
"kâfirler ve müşrikler" hakkında kullanmış değildir. Onların
"bizden" olmadığı zâten bilinen açık bir husustur. Bu tehdîdi, daha
çok İslâmî yaşayış ve telâkkinin nihâî hududlarını göstermek, bu hududları
taşma noktasında bulunan tehlikeli sınırları belirtmek için kullanmıştır.
Bir başka ifade ile, İslâm cemaatinin husûsiyetini teşkîl
eden, onun başka cemaatlerden temyîz ve tefrîkini sağlayacak olan hârici
tezâhürler mevzûunda bu tâbir kullanılmıştır. Bu tâbirle, beşer kültüründe yer
eden ümmetî değerler'in veya ümmet fertleri arasında imânî birliği takviye edip
sağlamlaştıracak bir kısım müşterek değerlerin muhâfazası düşünülmüştür.
Bu hususun anlaşılması için şu hâdisleri dikkatle okuyalım.
"Bizim dışımızdakilere benzeyenler yahûdilere,
hıristiyanlara benzeyenler bizden değildir..."
"Yağma yapan veya soyan veya soyguna tevessül eden
bizden değildir".
"Erkeklerden kadınlara benzeyenler, kadınlardan
erkeklere benzeyenler bizden değildir".
"Uğursuzluğa inanan, (müracaatı üzerine) kendisi için
uğursuzluk çıkarılan, kehânete inanan, kendisine kehânette bulunulan (kâhine
baş vuran); sihir yapan, sihir yaptıran bizden değildir."
"İnsanları iğdiş eden, kendisini iğdiş ettiren bizden
değildir..."
"Asabiyete (kavmiyetçiliğe) çağıran, bu yolda savaşan,
ölen bizden değildir."
"Musîbete uğrayınca bağırıp çağıran, saçını başını
yolan, elbisesini yırtan bizden değildir".
"Bizden başkasının sünneti ile amel eden bizden
değildir".
"Mâtem için suratını döven, üstünü, başını yırtan,
câhiliye çığlığıyla çığlık atan bizden değildir".
"Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize hürmet etmeyen
emr-i bil-marûf ve nehy-i ani'l-münker'de bulunmayan bizden değildir"
vs.
Bu çeşit hadîsleri, hüküm açısından değerlendiren âlimler
maksadın bu yasakları işleyenleri tekfir etmek olmayıp, nehyi takviye etmek
olduğunu belirtirler. Bunların haramlığı reddedilmeyip, yapılmasının cevâzına
kesinlikle hükmedilmediği müddetçe fâili tekfir edilmez.
Korunması gereken "Ümmetî kültür" değerleri, her
seferinde "benden değil" veya "bizden değil" gibi
tâbirlerle ifâde edilmez. Allah'ın "lânet"ine,"gadab"ına
nisbet etmek "şeytan"a nisbet etmek, "eski milletler"e
nisbet etmek, "yabancı milletler"e nisbet etmek gibi çeşitli
üslublara da yer verilmiştir. Hadîslerde bol miktarda örnekleri olan bu hususa
birer örnek kaydedip geçeceğiz.
"Peruk (takma saç) takma işini yapana da, peruk
taktırana da Allah lânet etsin."
"Sağ elinizle yiyin, sağ elinizle için, sağ elinizle
alın, sağ elinizle verin, zira sol eliyle yiyen, sol eliyle içen, sol eliyle
alıp sol eliyle veren şeytandır."
"Sizden önce gelip geçenlerden bir adam, hoşuna giden
bir elbise giymiş ve gurura kapılmıştı. Allah onu yerin dibine batırdı.
Kıyâmete kadar orada sarsılarak azab çekecek.”
“Kim bir yabancı millete benzerse, o, onlardandır.” Veya “Bizden
başkasına benzeyen bizden değildir.”
Hadîste gelen bu beyanlardan çıkarılacak netice şudur:
İmândan çıkarıp küfre götüren her şey bizi medeniyetten çıkarmakta, sünnetin
terkine veya sünnete muhâlefete götüren her şey "ümmetî kültür"den
koparmaktadır[495].
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîslerindeki
"kültür" mefhumunu daha mükemmel, daha bütün bir şekilde kavramamıza
yardım edecek mühim tâbirlerden biri de "bid'at" kelimesidir.
Bid'at lügatte "daha önce bir örneğine rastlanmaksızın
yapılan -iyi veya kötü- her yeni şey" manasına gelmektedir. Din kemâlini
bulduktan sonra, (onu uzak veya yakından ilgilendirmek üzere) vazedilen (konan)
her bir yeni şeye şer'i örfde bid'at denmektedir. İslâm âlimlerinin, ilgili bahislerde,
"bid'at"a verdikleri -hadîslerin tedvini (yani kitap hâline
konulması), tefsir, kelâm vs. ilimlerin tedvîni, eski Yunan hikemiyatından
tercümeler, kelâmî mezheplerin çıkışı, batıl fikirleri çürütücü kitapların
te'lifi, ribât ve medreselerin inşası gibi örneklere bakınca, bu tâbirle, ister
cemiyetin tabiî gelişmesinin sonucu bir ihtiyâca mebnî olarak, isterse taklid
ve teşebbüh yoluyla zaruret olmaksızın cemiyette zuhur eden her şeyin ifade
edildiği görülür. Bu bir fikir, bir müessese, bir davranış şekli veya bir
teknik, bir eşya olabilir, yani, ortaya çıkan her yeni şey. Nevevî'nin
tarifiyle, dinî açıdan bid'at: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
devrinde bulunmayan bir şeyin bilâhare ihdâsı, ortaya konmasıdır". Bir
başka ifadeyle, ümmetin kültür hamûlesine Hz. Peygamber (aleyhisselâtu
vesselâm)'den sonra girmiş bulunan iyi veya kötü her çeşit müktesebâtdır.
Anlaşıldığı üzere, şe'ninde terakkî bulunan içtimâî heyet
için bu umumî manada bid'at kaçınılmaz bir durumdur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den vârid olan:
"Bu dinde olmayan bir şeyi ihdâs eden kimse bilsin ki o,
merdûddur."
"Kim dinimize muvâfık düşmeyen bir amelde bulunursa bilsin
ki, o merdûddur."
"Sonradan çıkan şeylerden kaçının, zira, en fena şey
sonradan çıkan şeydir, her sonradan çıkan şey, bid'attir, her bid'at ise
dalâlettir" gibi muhtelif hadîsler, herhangi bir kayda yer vermeksizin
"bid'at"ı alelıtlak reddeder. Ancak, bu babta gelen başka ifâdeleri
de göz önüne alan İslâm âlimleri, onu, "iyi" ve "kötü"
olmak üzere ikiye ayırmıştır.
Bazıları ise, yine aynı neticeye ulaşmakla birlikte, daha
da teferruâta inerek bid'atı, "vâcib, mendûb, haram, mekrûh ve mübah"
olmak üzere beşe ayırmıştır[496] . İmâm Şâfiî,
"dalâlet" olarak ifâde ettiği kötü bid'ayı: "Kitap, sünnet, eser
veya icmâya muhâlif olarak ihdâs edilen şey" olarak, kötü olmayan bid'ayı
da bu sayılanlardan herhangi birine muhâlif olmaksızın sonradan ihdas edilen
hayırlı şey olarak açıklar. İbnu Hacer, şeriatçe, müstahsen addedilen bir
sınıfa sokulabilen her bid'anın "iyi"; kabih addedilen bir sınıfa
sokulabilen her bid'anın "kötü", bunlar dışında kalanların da
"mübah" olacaklarını belirtir.
Aslında bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hadîslerinde faydalı ve hayırlı bid'aların ihdasına teşvik buluruz. Nitekim
sahîh bir rivâyette O (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur:
"İslâm'da kim
güzel bir çığır (sünnet) açarsa ona, bu amelinin ecri ile, kendisinden başka
onunla amel eden diğerlerinin ecri de -onlarınkine herhangi bir noksanlık
gelmeksizin- aynen verilir." Hz. Ömer Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) devrinde kısmen münferid, kısmen cemaat halinde
kılınan terâvih namazının tamamının cemaat halinde kılınmasını emreder ve öyle
yapılmaya başlandığını görünce: "Bu ne güzel bid'attır" der.
Şu halde, hülâsa etmek gerekirse bir
bid'at, ya dine muvâfık ve bir ihtiyâcı karşılayan bir şeydir ki, bu bid'at-ı
hasene adı altında tahsîn edilmiştir (güzel bulunmuştur); veya bir ihtiyacı
karşılamayan, daha önce zaten mevcut bir şeyi kaldırarak yerine geçecek olan
-bir başka kültürden alınma, yahut beşerî hevâya uyularak, yokdan ihdâs edilme-
bir şeydir. Bid'at-ı seyyie denen bu ikinci kısım, bütün müslümanların müşterek
kültürleri yani onların birlik ve vahdet vesileleri olan "sünnet"e
ters düştüğü için merdûddur. Bu çeşit bid'atler yani yabancı kültürlere ait
unsurlarla ferdî hevâdan kaynaklanan unsurlar müstakillik esasına müstenid
ümmet şahsiyetini haleldar edeceği için hiç bir müsamaha tanınmaksızın şiddetle
reddedilmiştir. Böylesi bir bid'atın alınması, bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından, "mevcut bir sünnetin atılması" olarak
değerlendirilmiştir: "Yeni bir bid'at ihdas eden her kavm onun bir mislini
Sünnet'ten kaldırıyor demektir."
Ümmetin hârice karşı dahilî vahdetinin
korunması için bu çeşit bid'atın şiddetle yasaklanması, "sünnet"in,
bir başka ifadeyle "ümmetî kültür"ün korunması için ağır müeyyide
konması gerekmektedir. Bu sebeple, sünneti terkedenler, bid'at ihdas edenler
hakkında bir mü'min için en değerli varlık olan "imân"ın selbi gibi
tehdîdler ifade edilmiştir. Nevevî, İbnu Hacer gibi âlimler her çeşit bid'atın
reddini ifade eden "Her bid'at delâlettir", "Bu dinde olmayan
bir şeyi ihdas eden kimse bilsin ki, o, merdûddur" gibi hadîsleri
"İslâm'ın öğrenilmesi ve icra edilmesi gereken mühim ve küllî kaidelerinden
biri" olarak tavsif etmişler, ehemmiyetlerine dikkat çekmişlerdir.
Bid'at-ı Seyyie'nin Modern Karşılığı: Kültürel Tezad: Yukarıdaki
açıklamalardan şu husus vâzıh olarak anlaşılmış olmalıdır: Müslümanın hayatında
bid'at-ı seyyie, Batılı sosyologlarca medeniyetin yaşı için ölçü, yıkıma
gidişin alâmet ve habercisi (symptome) kabûl edilen kültürel tezadlar'ı temsil
eder. Ümmetin ihtilâfını rahmet kabul eden hadîsle, mürtede (dinden çıkan)
hayat hakkı tanımayan fıkıh kaidesinin bu noktada iyi değerlendirilmesi
lazımdır. İslâm'ın temel esasları tarafından çizilen çerçeve (medenî hudud)
içerisinde kaldığı müddetçe yapılacak fikrî münâkaşalar (ihtilâf, medeniyetin
gelişmesini, yenilenmesini, değişen hayat şartlarına -esâsat ve İslâmî sıbga
(boya) değiştirilmeden, medenî şahsiyet bozulmadan- adaptesini sağlıyacaktır.
Bu sebeple bu, "rahmet" olarak tavsîf edilerek tahsîn edilmiştir. Bu
çerçevenin dışına çıkılması ise, bünyenin çatlaması, temelin oynamasıdır. Buna
müsâmaha edilmesi bu çatlağın büyüyerek tehdîdkâr vaziyet almasına, yıkıma
götürecek şartların hazırlanmasına seyirci kalmak demektir. Halbuki, hikmeten
kabul edilen umumî bir kaideye göre, hiç bir hayatî organizma kendi ölümüne
seyirci kalmaz. Muhafaza-i hayat ve ibka-i vücut her bir organizmanın temel
insiyaklarından (iç güdü) biridir. İşte bu sebepledir ki, İslâm hey'et-i
içtimaiyesi de varlığının ibkası için, kültürel bünyesinde bir çatlama telâkki
ettiği -ve ilmen de öyle olduğu görülmüş olan- bid'at-ı seyyie'yi şiddetle
takbîh etmiş, müsâmaha edilmemesini kesinlikle emretmiş, tedâvi ve tâmir kabul
etmeyecek dereceye gelmiş olan "mürted"e de hayat hakkı tanımamıştır.
Tıpkı kangren olan bir uzvun kesilip atılması gibi.
Her çeşit yabancı kültür mensuplarının
varlığına ve kültürleri çerçevesinde tam bir hürriyetle yaşamalarına müsâmaha
gösteren, İslâm'ın, kendi bünyesinden kopmuş olan mürtede hakk-ı hayat
tanımaması tamamen içtimâi bünyeyi korumaya mâtuf bir tedbirdir. Aksini
düşünmek, cemiyetin, kendi ölümüne seyirci kalması demek olacaktır. Bu mevzûyu
en açık şekilde 1968-1980 yılları arasında yurdumuzu kasıp kavurmuş,
devletimizi ciddî bir şekilde tehdîd etmiş bulunan anarşi gerçeği isbat
etmiştir. Bu hadîseyi, temel kültürel değerlerin tahribine seyirci kalmanın,
zamanında tedbir almamanın bir sonucu olarak izah etmeyen her çeşit izah
gerçekten uzaktır, aldatmacadır, ilmî değildir.
Sünnette olmamakla birlikte, beşer
kültüründe mevcut olan bir kısım değerler karşısında İslâm'ın tutumunu
belirtmemiz gerekmektedir. Böylesi değerler Kur'ân veya Sünnet'te mevcut olana
muhâlif düşerse merdûddur, değilse makbûldur. Bu makbûl kısım örf adı altında
istihsan edilmiştir ve fıkıhta şer'î delillerden biri sayılmıştır.
Tabirin fıkhî yönü, muhakkak ki,
mevzumuzun dışında kalır. Ancak "akılların şehâdetiyle iştihâr edip,
tab'an kabul edilen herhangi müstahsen şey" olarak tarif edilen örf, bir
yönüyle mevzumuzu yakından ilgilendirir. Kur'ân-ı Kerîm mükerrer âyetlerinde: "Biz
atalarımızdan devraldığımız yol üzereyiz, bunu terketmeyiz" mealindeki
itirazları şiddetle takbîh edip reddederken mârûf'a yâni "aklen veya
şer'an müstalisen olan ve akl-ı selîm ashâbı indinde münker olmayan şey"e
uymayı tekrarla emretmiştir.
Örfün bütün cemaate şâmil olan örf-i âm
kısmından başka bilhassa muayyen bir mahalle mahsûs olan örf i has kısmı
sosyoloji açısından ehemmiyet taşır. Zira, böylece İslâmiyet mahallî örfleri
kabul etmekle sünnetî kültür'le müştereklik kazanmış, "ümmetî cemaat"
in daha tâli kültürel gruplar teşkîl etmesini tecvîz etmiş olmaktadır. Daha
önce belirttiğimiz üzere, beşeriyetin terakkîsi için, günümüzde ilmî çevreler
tarafından "zarûrî" olduğu ifade edilen farklı kültürlerin varlığı
mes'elesinde Kur'ân-ı Kerîm'in daha mühim bir diğer âyeti şudur.
"Ey insanlar, doğrusu, biz sizleri bir
erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da sizi milletler ve kabîleler hâline
koyduk, tâ ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz,
O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır." (Hucurât: 49/13).
Âyette geçen ve "birbirinizi
tanıyasınız" diye tercüme ettiğimiz "teârüf" kelimesi a.r.f.
kökündendir ve bu kök, yükseklik (urf) manası da taşımaktadır. Binâenaleyh bu
mana açısından âyet: "Karşılıklı terakkî edip yükselme kaydetmeniz için
sizi milletler ve kabîleler hâline koyduk" manasına da gelir ki, bu tevcih
günümüz etnologlarına ziyâdesiyle uygun gelir.
İnsanlardaki renk ve dil
farklılıklarının, Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah'ı tanıtan âyetler"
meyânında zikredilerek nazara verilmesi de, beşer cemiyeti veya İslâm ümmeti
içerisinde farklı kültür gruplarının mevcudiyetinin bizzat Yaratıcı tarafından
irâde edildiğini, bunların -Batılılarca, yakın zamana kadar ittifakla, şimdi
ise sâdece bir kısmı tarafından arzu edilmiş bulunduğu üzere- şu veya bu
mülâhazalarla istiskal, red veya ilga edilme cihetine gidilmesinin insanlığın hayrına
olmayacağını gösterir. İngiliz tarihçilerinden Macaulay, "Tarih Üzerine
Deneme" (Essay on History) adlı kitabında, Eski Yunan ve Roma'nın asıl
yıkılış sebebini kendilerini çok beğenmelerinden neş'et eden kapalılık'a
bağlar: "Öyle geliyor ki, Yunanlılar ve Romalılar sadece kendilerinden
hoşlanıyorlardı. Bu durumdan onlardaki görüş darlığı ortaya çıktı. Bir başka
deyişle, onların zekâları sadece kendi cevherlerinden gıdalarını alıyordu.
Böylece onlar, kendilerini tereddîye (bozulmaya) ve kısırlığa mahkûm etmiş
oldular. Sezarlar'ın kesif istibdâdları, her çeşit millî husûsiyetleri tedricen
ortadan kaldırmak ve imparatorluğun en uzak vilâyetlerini bile tamamen kendinde
eritmek suretiyle fenâlığı iyice arttırdı..." Strauss da, bir cemiyeti
inkişâftan ve varlığını tam olarak ortaya koymaktan alıkoyan tek şanssızlığın
"yalnızlık" olduğunu ifade eder.[497]
Az ilerde kaydedeceğimiz üzere
yabancılarda görülen ilim ve tekniğin iktibas edileceğinden bahsederken kültür
iktibasıyla iltibas edilmemesi gereğine hususen dikkat çekme ihtiyacını
duyuyoruz.
Gerçekten Kur'ân-ı Kerîm ve Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadîsleri, ilmin ve tekniğin alınmasını
âmir olmalarına rağmen, kültür iktibasını kesinlikle yasaklarlar. Bu husus,
gerek "sünnet" ve gerekse "bid'at" tabirleri ile alakalı
rivayetlerde vâzıh olarak gelmiştir. Nitekim bâzı örneklerini de kaydetmiştik.
Burada bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bazı uygulamalarından
misal vereceğiz.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
teblîğe başladığı ilk yıllarda muhatapları arasında bir tefrîk yaparak Ehl-i
Kitâb ile müşrikleri bir tutmuyordu. Tevrât ve İncil'e inanan yahudi ve
hıristiyanları, putlara tapan müşriklere tercîh ediyor, onları kendisine daha
yakın hissediyordu. Esasen bundan daha tabiî ne olabilirdi? Onlar da vahye
dayanan bir din müessesesine, Allah'a, ahirete, sevaba, günaha inanıyorlardı.
Kur'ân-ı Kerîm de sık sık Tevrât ve İncil'e atıflar yapıyor, onların inandığı
peygamberlerden bahsediyordu.
Bu tabiî durumun neticesi olarak Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) vahiy gelmeyen meselelerde yani îlahî
irşadın henüz şekil ve istikamet vermediği -ve bu sebeple şekke düştüğü-
husûslarda müşriklerin tarzına uymaktansa Ehl-i Kitâb'ın tarzına uymayı
seviyordu. Nitekim Medîne'ye geldiği zaman saç tuvaletinde müşrik Araplarla
Yahudiler arasında bir farklılık gördü: Yahudiler, alın saçlarını
(perçemlerini) alınlarının üzerine olduğu gibi bıraktıkları halde müşrikler
ortadan ikiye ayırarak yanlara bırakıyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'de Yahûdiler gibi alnına bırakmaya başladı. Zamanın geçmesiyle
getirdiği şeriatı hâricî tezahürlerde bile ferdiyet ve şahsiyet isteyen
müstakil, cihanşümûl bir medeniyet halinde sistemleşmeye başlayınca Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendinden önce mevcut medeni sistemlere
muhalefet prensibinin gereği olarak saç tuvaletinde de muhalefet ederek eski
şekle döndü ve perçemini (alın saçını) ortadan ikiye ayırarak yanlara saldı.
Burada bir noktayı belirtmek isteriz: Bu
vak'ayı rivâyet eden hadîs metinleri bilahare Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in tekrar ayırma şekline döndüğünü kaydetmekle birlikte ne zaman
döndüğü, niçin döndüğü hususunda açıklama kaydetmezler. Şârihler, bu maksadla
"Yahûdileri insanların en sapığı görerek İslâm adına kazanılma ümidinin
kaybolması "saçı ayırmadan salmanın neshedilmiş olması" Hz. Peygamber
(aleyhissâlatu vesselâm)'ın "içtihadla" veya "vahiyle
terketmesi" gibi çeşitli yorumlar kaydeder. Bunlar arasında mevzuumuza en
muvafık olanı İbnu Hacer tarafından ifade edilmiş olanıdır. "Putperestler
çoğunlukla İslâm'a girince, Ehl-i Kitab'a muhalefet Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e daha hoş geldi".
Aslında Ehl-i Kitab'a muhalefet, bu
meseleye has münferid bir vak'a olmayıp bir prensiptir. Saça verilen şekil, bu
prensibin getirdiği muhâlefetler dizisinden sâdece bir tânesidir, zincirden bir
halkadır.
Muhtemelen -hicretin 16. ayında vâki
olan, kıblenin Kudüs cihetinden Kâbe cihetine tahvîliyle başlayan Ehl-i Kitab'a
muhalefetler zinciri saçın boyanmasında, selâm şeklinde, kıyâfette, haftalık
toplanma gününde, cum'a günü nafile orucunu yasaklamakta -zira hıristiyanlar o
gün oruç tutarlardı-, savm-ı visalin (yıl orucu) yasaklanmasında -ki bu da
hristiyanların işiydi-, ibadet vakitlerinin duyurulması şeklinde, kıblede,
elbiseyi giyiş tarzında, hayızlı kadınla ihtilât meselesinde vs. pek çok şeyde
devam edecektir. Heysemî tarafından sıhhati te'yîd edilen ve Ebu Ümâme'nin
naklettiği bir rivayet şöyle: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
birgün, sakalları ağarmış, Ensâr'dan bir grup yaşlıya uğramıştı. Onlara:
"Ey Ensâr
topluluğu, sakallarınızı kızıla veya sarıya boyayın, Ehl-i Kitâb'a muhalefet
edin" dedi. Biz de:
"Ey Allah'ın Resûlü, Ehl-i Kitâb
şalvar giyerler, izar bağlamazlar" dedik. Bunun üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Siz şalvar da
giyin, izar da bağlayın, Ehl-i Kitâb'a muhâlefet edin" dedi. Biz tekrar:
"Ey Allah'ın Resûlü, Ehl-i Kitâb
mest giyiyorlar, nalin kullanmıyorlar" dedik. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) da:
"Siz mest de
giyin, nalın da, Ehl-i Kitâb'a muhâlefet edin" dedi. Biz tekrar:
"Ey Allah'ın Resûlü, Ehl-i Kitâb
sakallarını kısa kesip bıyıklarını uzatıyorlar" dedik. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Bıyıklarınızı
kesin, sakallarınızı uzatın, Ehl-i Kitab'a muhâlefet edin" cevâbını verdi".
Bu hadîs bize, Ehl-i Kitab'la müştereken
taşınan bir kıyafette bile bir değişiklik, bir hususiyet peyda etmenin
müstahsen olacağını ifade etmektedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in muhalefetteki sistemli ısrarına şu vak'a da güzel bir örnektir:
Belirtildiğine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir cenâze
merasimine katıldığı zaman, cenâze kabre yerleştirilinceye kadar oturmazdı. Bir
seferinde, bir yahudî âlimi: "Biz de böyle yaparız" diyerek bu tarzı
takdîr edince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) derhal oturur ve "onlara
muhâlefet edin" diyerek oturmayı emreder[498].
Rivâyetlerden öyle anlaşılıyor ki, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ehl-i Kitâb'a muhalefeti bir yahudiye:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bize muhâlefet etmedik hiçbir şey
bırakmadı, her işimizde bize muhâlefet etti" dedirtecek kadar çok meseleye
şâmil olmuştu.
Bu muhâlefet keyfiyeti sâdece Ehl-i
Kitâb'a karşı değildir. Diğer bir kısım amiller takrir edilirken başka milletlere
muhâlefet gerekçe gösterilmiştir:
"Acemler
büyüklerini zikrederek mektuba başlarlar, siz kendi isminizi zikrederek
başlayın".
"Bıyıklarınızı
kısa kesin, sakallarınızı uzun tutun, mecûsilere muhâlefet edin".
"...Hayvanları diş
ve tırnakla kesmeyin, zira diş, bir kemiktir; tırnak ise Habeşlilerin
bıçağıdır,"
"İranlıların,
büyüklerine ayağa kalktıkları gibi siz de kalkmayın"[499].
"(İmamınız
otururken namaz kıldığı vakit) siz ayakta kılmayın. Aksi halde Rûmlara ve
İranlılara benzersiniz; onlar kralları otururken ayakta dururlar".
Kaynaklarda gelen misâller daha çoktur.
Bunlardan anlaşılan şudur: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in takrîr
edeceği yeni şekilleri duyururken "Ehl-i Kitâb'a",
"acem'e", "Habeşlilere" vs. muhâlefeti hatırlatmayı ihmâl
etmeyişinin mühim sebeplerinden biri "müstakil ümmet" fikrinin
zihinlerde tesbîti ve diğer ümmetlere muhâlefet düşüncesinin ferdlerde meleke
hâline gelmesini sağlamaktır.
Dünya görüşü veya inanç sistemi
dediğimiz dâhili rûhî aynîliği, bu hârici tezâhürler tamamlayarak ferd'de hem
müstakil medenî şahsiyet fikrini, hem de aynı tezâhüre bürünen kimselere karşı
birlik, kardeşlik duygusunu uyandırıp pekiştirecektir.
İçtimâî kaynaşmanın sağlamlaşması
meselesinde İslâm âlimleri bu çeşit dış benzerliklere de büyük ehemmiyet
atfetmişlerdir. Bu hususu Mâlik İbnu Dinâr bir de teşbihle takviye ederek şöyle
ifade eter: "İki kişide aynı müşterek vasıf olmadıkça aralarında ülfet ve
kaynaşma hâsıl olmaz. Ecnâs-ı insan, ecnâs-ı tuyur (kuş cinsleri) gibidir.
Aralarında bir münasebet olmadıkça iki nev kuş birlikte uçmaz" der. Günün
birinde bir karga ile bir güvercini berâber görünce şaşırır. Nasıl olur da
arkadaşlık yapabilirler diye tahkîke koyulur. Az sonra anlar ki, ikisi de
topaldır ve bunları topallık vasf-ı müştereki bir araya getirmiştir.
Hülâsa, çoğu kere
"sünnet" olarak -ki fıkıh ve akaid açısından hüküm yönüyle ehemmiyeti
"farz"a nazaran tahfif edilir- ifade edilen dinin pek çok hâricî
tezâhürlerini, İslâm medeniyetinin ferdiyet ve şahsiyetini örmesi hasebiyle "Cebrâil
Kur'ân'ı indirdiği gibi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'a sünneti de
indiriyordu" rivâyetinin ifâde ettiği hakikat çerçevesinde değerlendirmek
gerekmektedir. O sünnet ki, "kendisine uyulduğu nisbette bu ümmete
vâdedilen meziyetler, üstünlükler elde edilecektir."[500]
ALTI İMAM'IN MENÂKIBI VE AHVÂLİ[501]
Ebu Abdillah Mâlik İbnu Enes İbni Mâlik el-Asbahî,
Dâru'l-Hicre denen Medîne'nin imamıdır. 95 yılında doğdu, 179 yılında Medine'de
vefat etti. Öldüğü zaman 84 yaşında idi. O, fıkıh ve hadiste Hicaz bölgesinin
ve hatta bütün imamların imamı idi. İmam Şâfiî gibi bir zatın (rahimehullah)
onun ashabından biri olması, şeref olarak ona kâfidir. İlmi, İbnu
Şihâbi'z-Zührî ve Yahya İbnu Sa'îd el-Ensarî, Nâfi mevla İbnu Ömer (radıyallahu
anhüma) ve başkalarından almıştır. Kendisinden ilim alanlar sayılmayacak kadar
çoktur. İmam Şâfiî (rahimehullahu teâla), Muhammed İbnu İbrahim İbnu Dînâr,
İbnu Abdirrahmân el-Mahzûmi, Abdulaziz İbni Ebî Hâzım gibi. Bunlar onun
ashabından, kendi nazirleridirler. Ma'n İbnu İsâ el-Kezzâz, Abdü'lmelik İbnu
Abdilazîz el-Mâcesûn, Yahya İbnu Yahya el-Endülüsî, Abdullah İbnu Mesleme
el-Ka'nebî, Abdullah İbnu Vehb, Esbağ İbnu'l-Ferec; bunlar Buhârî, Müslim, Ebu
Dâvud, Tirmizî, Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Maîn gibi hadis imamlarının şeyhleridirler.
Tirmizî, Câmi'inde Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den
şunu rivayet eder: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "İnsanların,
ilim talebi için hayvanlara binip seyahate çıkacakları zaman yakındır. O vakit,
Medine âliminden daha bilginini bulamazlar." Tirmizî: "Bu hadis
hasendir" der. Abdurrezzak ve Süfyân İbnu Uyeyne: "Hadiste zikredilen
kimse Mâlik İbnu Enes'tir" demişlerdir. Mâlik (rahimehulla) der ki:
"Kendinden ilim yazdığım kimselerden pek azı bana gelip ilim ve fetva sormadan
vefat etmiştir." Bir gün İmam, Rebî'a İbnu Ebî Abdirrahmân'dan hadis
rivayet etti. Dinleyenler onun hadislerinden daha çok rivayet etmesini
istediler. Bunun üzerine: "Rebîa'yı ne yapacaksınız? O şu kemerin altında
uyumaktadır" dedi. Rebîa'ya gidip: "Mâlik'in kendisinden hadis
rivayet ettiği Rebî'a sen misin?" dediler.
O: "Evet!" dedi. Kendisine "Nasıl olur da Malik senden
istifade ederken, sen kendinden istifade etmezsin?" dediler, şu cevabı
verdi.
"Bilmiyor musunuz, bir miskal devlet, ilim
sahibi olmaktan hayırlıdır." Mâlik (rahimehullah), ilme ta'zim göstermede
aşırı bir derecedeydi. Hadis rivayet edeceği zaman abdest alır, (en iyi
elbiselerini giyer), koku sürünür, büyük bir vakar ve heybetle kürsüye
otururdu. Kendisi saygı telkin eden mehîb bir görünüşe sâhipti. Hakkında bir
Medineli şöyle demiştir:
Çoğu kere suale cevap vermez, heybetinden tekrar
sorulamaz da, sual edenler başları eğik ayrılırlar. Vakârın âdabı ve saltanatın
izzeti korkmaktır. O, iktidar sâhibi olmasa da kendine itaat edilir.
Yahya İbnu Saîd el-Kattân: "İmamlar arasında
hadisi, Mâlik kadar sahîh olan yoktur" demiştir. Şâfiî (rahimehullah) de:
"Âlimler zikredilince, Mâlik onların arasında yıldız gibi parlar"
demiştir.
Rivayete göre Halife, Mansur, onu mükreh'in
boşamasıyla ilgili hadisi rivayetten meneder. Sonra bu yasağa uyup uymadığını
kontrol için, gizli bir adam vasıtasıyla bu konuda hadis sordurur. Mâlik büyük
bir kalabalık içerisinde hadisi rivayet eder: "Mecbur edilen (mükreh)
kimsenin talâkı mûteber değildir." Mansur onu kamçıyla dövdürtür,
fakat o, hadis rivayetini terketmez.
Hârun er-Reşîd, hac sırasında Mâlik'ten Muvatta'yı
dinlerdi. Kendisine Üçyüz dinar ihsanda bulundu ve: "Benimle gelmen lâzım.
Zira, ben halkı Muvatta ile amele sevketmeye azmettim, tıpkı Hz. Osman
(radıyallahu anh)'ın, Kur'ân'la amele sevkettiği gibi" dedi. İmam Mâlik
ona şu cevabı verdi: "İnsanları Muvatta ile amele sevketmek mümkün
değildir. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashabı (radıyallahu
anhüm), kendisinden sonra her tarafa dağıldılar. Böylece her memlekette, Ashab
tarafından götürülen bir ilim mevcut. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da
şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin ihilâfı rahmettir". Seninle
gitmem de imkânsızdır, çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Bilselerdi,
Medine onlar için daha hayırlıdır" buyurmuştur. İşte vermiş olduğunuz
dinarlar, olduğu gibi duruyor. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şehrine bedel dünyayı verseniz kabûl etmem" der.
Şâfiî (rahimehullah) der ki: "Ben Mâlik'in
kapısında Horasan atlarından ve Mısır katırlarından öylesini gördüm ki, daha
güzeline hiç rastlamadım. Kendisine: "Bu ne güzel binek!" dedim.
"Bu sana benden hediye olsun!" dedi. Ben: "Onlardan bir tane de
kendine ayır gerekince binersin" dedim. Bana: "Ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yattığı bir toprağa hayvan ayağıyla basmaktan
Allah'a karşı haya ediyorum" cevabını verdi."
İmam Mâlik'in menkîbesi saymakla bitmeyecek kadar
çoktur. Allah'ın rahmeti üzerine olsun![502]
Ebu Abdillah Muhammed İbnu İsmâil İbni İbrâhim
İbni'l-Muğîre el-Cu'fî el-Buhârî: Kendisine Cu'fî denmesi dedesinin babası olan
el-Muğîre'den gelir. Muğîre aslen mecusi idi, Cu'fî olan Yeman el-Buhârî
vâsıtasıyla İslâm'a girdiği için onun nisbetini aldı. Cu'fî ise Yemen'de bir
kabilenin atasıdır.
Buhârî, 194 senesi Şevvâl'inin 13'ünde, Cuma günü
doğmuş, 256 yılının Ramazan bayramı gecesinde vefat etmiştir. Öldüğü zaman 62
yaşındaydı. Erkek evlad bırakmadı. Her memlekette bulunan bütün muhaddislere
ilim almak için seyahatler tertipledi. el-Hâfız Mekkî İbnu İbrâhim el-Belhî,
Abdullah İbnu Osmân el-Mervezî, Ubeydullah İbnu Mûsâ el-Absî, Ebu Nuaym el-Fadl
İbnu Dükeyn, Ali İbnu'l-Medînî, Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Maîn vs.'den
hadis yazdı. Kendisinden de pekçok kimse hadis aldı. Firebrî der ki:
"Buhârî'nin kitabını 90 bin kişi dinledi, ancak onu kendisinden, benden
başka rivayet eden kalmadı."
Buhârî ilim almaya on yaşındayken başlamıştır. On
bir yaşındayken de aldıklarını meşâyih'e arzetmeye başladı. Der ki: "Sahîh
adlı kitabımı altı yüz bin hadisten tahric ettim. İçine koyduğum her hadis için
iki rekat namaz kıldım."
Bağdad'a geldiği zaman oradaki muhaddisler, imtihan
niyetiyle kendisine geldiler. Yüz hadis alıp bunların metin ve senetlerini
değiştirdiler. Bunları on kişiye dağıtıp, Buhârî'ye okumalarını söylediler. Onlardan
biri atılıp kendisine bir hadis sordu. Buhârî "Bilmiyorum" diye cevap
verdi. Diğer birini daha sordu. O, yine "Bilmiyorum" diye cevap
verdi, böylece onuncu hadisini de sordu. Buhârî her seferinde
"Bilmiyorum" diye cevap verdi. Sonra ikinci şahıs aynı şekilde on
hadis sordu. Böylece on şahsın onu da, onar hadis sordular ve Buhârî'den hep
"Bilmiyorum" cevabını aldılar. Ulema onun "Bilmiyorum"
cevâbından ârif bir kimse olduğunu anlamıştı. Âlim olmayanlar bu durumu idrak
edememişlerdi. Sorular bitince, Buhârî, birinci zata yönelip: "Senin ilk
hadisin şöyle olacaktı, ikinci hadisin şöyle olacaktı" dedi ve onunu da
doğru şekliyle gösterdi. Değiştirilen her senede metnini koyarak doğrulamıştı.
Sonra diğer şahıslara yönelerek, onlara da aynı şekilde hadislerinin doğru
şekillerini haber verdi. Bunun üzerine bütün halk onun hâfızasının kuvvetini
ikrar edip, fazilet ve üstünlüğünü kabul etti.[503]
Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Haccâc İbnu Müslim
el-Kuşeyrî en-Neysâburî 204 yılında doğdu, 261 yılı Receb ayının 24'ünde, 57
yaşında olduğu hâlde vefat etti.
İlim talebi için, birçok beldelere seyahatler yaptı.
Yahya İbnu Yahya, Kuteybe İbnu Saîd, İshâk İbnu Râhuye, Ahmed İbnu Hanbel,
Ka'nebî, Harmele İbnu Yahya vs. pek çoklarından hadis aldı. Birçok seferler
Bağdat'a geldi ve orada hadis rivayet etti. Kendisinden de pek çokları hadis
aldı. Hadis bilgisinde, muasırlarına takdîm edilirdi. "el-Müsned'i
(Sahîh-i Müslim) işiterek aldığım üçyüzbin hadisten seçtim" demiştir.
Hatîbu'l-Bağdâdî: "Müslim, Buhârî'nin yolundan gitti. Onun ilmine hasr-ı
nazar etti ve onu örnek aldı" der.[504]
Süleyman İbnu'l-Eş'as İbnu İshâk el-Esedî
es-Sicistânî ilim almak için seyahatler yaptı. Hadis cemetti ve pekçok eser
te'lif etti. Irak, Şam, Mısır ve Horasan ulemasından hadis yazdı. 202 yılında
doğup, Basra'da 275 yılında Şevval ayının 16'sında vefat etti. Hadisi, Buhârî
ve Müslim'in meşâyihinden aldı: Ahmed İbnu Hanbel, Osman İbnu Ebi Şeybe,
Kuteybe İbnu Saîd gibi hadis imamları; kendisinden de oğlu Abdullah, Ebu
Abdirrahmân en-Nesâî, Ebu Alî el-Lü'lü'î vs. pekçokları hadis aldı.
Kitabı es-Sünen'i, Ahmed İbnu Hanbel'e arzetti.
Ahmed, beğendi ve istihsan etti. Ebu Dâvud (rahimehullahu teâla) der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan beşyüzbin hadis yazdım. Bunlardan
4800 hadis seçtim ve bu kitaba koydum. Kitapta sahih, sahihe benzeyen ve sahihe
yakın olan rivayetler mevcuttur. Kişinin dinini doğru tutması için bu
hadislerden dört tanesi kâfidir. Biri "Ameller niyetlere
göredir...." hadisi, ikincisi: "Kişinin İslâm'ının güzel oluşu
mâlâyani'yi terketmesine bağlıdır" hadisi, üçüncüsü: "Kişi
kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mü'min
olamaz..." hadisi, dördüncüsü de: "Helâl olan şeyler
açıklanmıştır, haram olan şeyler de açıklanmıştır..." hadisidir.
Ebu Dâvud, ilim, ibadet ve verâ'da en yüce bir
derecede idi. Rivayet edilir ki cübbesinin bir yeni çok geniş diğer yeni dar
idi. Kendisine bunun sebebi sorulunca: "Geniş olan, kitaplar için,
diğerinin ise geniş olmasına hâcet yok" diye cevap verir. Hattâbî der ki:
"Din ilminde Ebu Dâvud'un Sünen'inin bir misli daha te'lif edilmemiştir.
Mezhepleri farklı olmasına rağmen, bütün ulemanın hüsn-i kabûlüne mazhar
oldu." Ebu Dâvud: "Kitabıma ulemanın terk hususunda ittifak ettiği
tek hadisi almadım" demiştir. İbnu'l-A'rabî de: "Bir kimsenin yanında
-Ebu Dâvud'un Sünen'ini kastederek- şu kitapla Kur'ân'dan başka birşey olmasa
bile başka bir ilme ihtiyaç duymaz" der.
Hadis uleması, Ebu Dâvud'dan önce Câmi'ler,
Müsned'ler vs. te'lif ettiler. Bu kitaplar, sünen ve ahkâma varıncaya kadar
herşeyi ihtiva eden ahbâr, kasas, mev'îze, âdâb vs. bütün rivayetleri
cemederler. Onlardan hiçbiri sâdece, Sünen hadislerini (merfu olan ahkâm
hadislerini) müstakil bir eserde toplamayı düşünmedi. Ebu Dâvud'a nasîb olan,
kimseye nasib de olmadı. İbrâhim el-Harbî, Ebu Dâvud bu kitabı te'lif ettiği
zaman: "Hz. Davud (aleyhisselam)'a demir yumuşatıldığı gibi, Ebu Dâvud'a
da hadis yumuşatılmıştır" demiştir.[505]
Ebu İsa Muhammed İbnu İsâ İbni Sevre et-Tirmizî, 200
yılında doğdu ve 279 yılı Recebinin 13'ünde Pazartesi gecesi Tirmîz'de vefat
etti. Hâfız âlimlerden biridir. Kuteybe İbnu Sa'îd, Muhammed İbnu Beşşâr, Ali
İbnu Hucr gibi hadis imamlarının büyükleriyle karşılaştı. Kendisinden de pek
çokları hadis aldı. Hadis ilminde çok sayıda te'lîfatı var. es-Sahih'i
kitapların en güzeli, en çok faydalar taşıyanı, tekrarı en az olanıdır.
Tirmizî (rahimehullah teâla) der ki: "Bu kitabı
Hicaz, Irak ve Horasan ulemasına arz ettim, hepsi de beğendi ve istihsan etti.
Kimin evinde bu kitab varsa, sanki evinde, konuşan bir peygamber vardır."[506]
Ebu Abdirrahmân Ahmed İbnu Şu'ayb İbni Ali İbni Bahr
215 yılında doğdu. 303 yılında Mekke'de öldü. Hâfız imamlardan biridir. Kuteybe
İbnu Sa'îd, Ali İbnu Haşrem, İshâk İbnu İbrâhim, Muhammed İbnu Beşşâr, Ebu
Dâvud es-Sicistânî vs.'den hadis aldı. Kendisinden de pek çokları hadis rivayet
etti. Hadis sahâsında çok sayıda eser vermiştir. Şâfiî mezhebine mensuptur.
Şâfi'î mezhebi üzerine (haccı anlatan bir) Menâsik'i vardır. Kendisi verâ
sâhibi, titiz ve dindar bir kimseydi. Hâfız Ali İbnu Ömer: "Ebu
Abdirrahmân en-Nesâî, devrinde muhaddis olarak adı geçen herkese
mukaddemdir" demiştir. Aralarında Ahmed İbnu Hanbel'in oğlu Abdullah'ın da
bulunduğu bir kısım şüyûh ve huffâz Nesâî ile ilgili olarak Tarsus'ta toplanıp,
kendisini intihab ettiklerini yazdılar. Ümerâdan biri Sünen kitabı hakkında
kendisine: "Tamamı sahih mi?" diye sordu. Şu cevabı verdi:
"Kitapta sahih, hasen ve bunlara yakın olanlar var." Öbürü:
- Öyleyse bana sâdece sahihleri yaz! dedi. Bu taleb
üzerine el-Müctebâ'yı yazdı. Bu, Sünen'den bir seçmedir. İsnadında illet var
diye söz edilmiş bulunan bütün hadislerini terkederek Müctebâ'ya almadı.
Bu yazdıklarımız, mezkur imamların kıymetlerinin
büyüklüğüne ve hadis ilmindeki mertebelerinin yüceliğine delâlet eden pekçok
ahvâlden birkaç tanesinin kısa bir hatırlatılmasıdır. Allah hepsine rahmetini
bol kılsın.[507]
Hadis
ehli, Sünnet'e sahip çıkanlar, Sünnet ve Cemaat yolundan gidenler.
Ehl-i
hadis terimi; hadis ilmine sahip çıkan, hadise önem veren, onu re'ye tercih
eden ve müctehid imamlar devrinde Hicâz'da özellikle Medine'de hadis âlimlerini
anlatmak için kullanılır.
Hulefâ-i
Râşidîn devrinin sonlarına doğru bazı sahâbeler irşâd ve talim amacıyla İslâm
âleminin çeşitli yerlerine dağılmışlardı. Hz. Ömer (ö.23/643) devrinde Fustat,
Kûfe ve Basra şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin
de bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti. Diğer yandan Hz. Ömer, Abdullah b.
Mes'ud'u (ö.32/652) Kûfe'ye göndermiş, Hz. Ali de hilâfeti zamanında idare
merkezini oraya nakletmişti. Emeviler yönetimi ele alınca, özellikle onlardan
memnun olmayan sahâbe âlimleri yeniden Hicaz'da toplanmaya başladılar. Böylece,
ashâb-ı kirâmdan ilim, irfan ve feyiz almak isteyen tâbiûn âlimleri,
aradıklarını daha çok Hicâz veya Irak'ta bulmuş, giderek bu iki bölgede yer ve
üstad farkından dolayı iki ayrı grup teşekkül etmiştir. Merkezi Kûfe olana
"Irak Ekolü", Medine olana ise "Hicaz Ekolü" adı
verilmiştir. Birinci ekole "ehl-i re'y" , Hicaz ekolüne de
"ehl-i hadis" ve "ehl-i eser" denilmiştir.
Merkezi
Hicaz olan ehl-i hadisin oradaki temsilcisi İmam Mâlik b. Enes'tir
(ö.93/711-179/795). Fazlaca hadis rivâyeti yapılan bir bölgede bulunması onun
ehl-i hadis sayılmasına sebep olmuştur. İmam Mâlik, Kitap ve Sünnet yanında
Medinelilerin amelini de delil olarak alıyor, "haber-i vâhid"lerin
onların uygulamasına zıt düşmemesini şart koşuyordu. Çünkü o, dinî işlerde
Medinelilerin amelini "meşhur hadis" derecesinde görür. Bunları; Hz.
Peygamber'e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivâyeti olarak kabul
eder. Eğer haber-i âhad, Medinelilerin ameline aykırı düşerse, onun Peygamber'e
nisbeti zayıf demek olup, Medinelilerin amelinden sonra gelir. Bu da İmam
Mâlik'e göre, meşhur rivâyeti haberi vâhide tercih etmek gibidir. Medinelilerin
ameli İmam Mâlik'ten önce de revaçta idi. Kâdı Muhammed b. Ebı Bekr, verdiği
bir hükmünde haber-i vâhid'e muhâlefet ederek Medinelilerin ameline uymuştur.[508]
İmam
Mâlik'in bu metodu, Irak ekolü, Mısır ve Şam bilginleri tarafından tenkide
uğramıştır. Mısır fakihlerinden Leys b. Sa'd (ö.175/791), İmam Mâlik'e yazdığı
bir mektubunda özet olarak şöyle der: "Yanınızda bulunan müslüman cemaatin
uygulamasına ters düşen bazı fetvâlar verdiğimi, herkesin Medine halkına uymak
durumunda olduğunu, zira hicretin bu yere yapılarak Kur'an'ın buraya nâzil
olduğunu ve benim, selefime dayanarak verdiğim fetvâlardan dolayı endişe duymam
gerektiğini yazıyorsunuz. Haklı olduğunuza inandığım bu görüşünüzü
paylaşıyorum. Ancak, Tevbe sûresi 100. âyette, övgü ile anılan ilk ensâr ve
muhâcirlerin toplu olarak Medine'de kalmadıkları da bir gerçektir. Çünkü
onların çoğu Allah rızası için, onun yolunda cihada çıktılar. Kurdukları askerî
birliklerde kitap ve sünneti iyi bilen, bunların açıklamadığı problemleri
ictihadla çözen bir grup bulunurdu. Halife Ebû Bekir, Ömer ve Osman'dan emir
gelince, Mısır, Suriye ve Irak'ta bulunan bütün sahâbîler ona göre hareket
ederlerdi. Ben İmam Zuhri'yi (ö.124/742) verdiği bazı fetvâlarından dolayı
kınıyorum. Hatalı bulduğum bir fetvası şudur: "Bir müslüman yağışlı gecede
akşamla yatsı namazını cem ederek bir arada ve akşam vaktinde kılabilir"
Şam çamurunun Medine çamurundan ne kadar fazla olduğunu ancak Allah bilir.
Bununla beraber Şam'da hiçbir imamın herhangi bir yağışlı gecede iki namazı cem
ettikleri görülmüş değildir. Halbuki Şam askerleri arasında Ebû Ubeyde b.
el-Cerrâh (ö.18/639), Halid b. Velid (ö.21/641), Yezid b. Ebı Süfyân
(ö.18/639), Amr b. el-As (ö.61/680, ve Muâz b. Cebel (ö.18/639 bulunurdu.
Mısır'da, Ebû Zer (ö.32/65), Zübeyr b. Avvam (ö.36/656) ve Sa'd b. Ebı Vakkas
(ö.55/675), Humus'ta Bedir savaşına katılanlardan yetmiş zat vardı. Ayrıca, Hz.
Ali Irak'ta yıllarca oturdu. Diğer müslüman şehirlerinde de sahâbeler vardı. Bu
sıralanan zatlardan akşam ile yatsı farzlarını yağışlı gecede cem ettikleri
kesin olarak vâki değildir"[509]
İslâm'ın
ilk iki yüzyılında âlimler arasında samimi bir kardeşlik, dostluk ve bilgi
alışverişi hâkimdi. Bu, tâbiîn zamanında da, müctehid imamlar devrinde de
böyleydi. İlim merkezleri İslâm ülkesinin bütün şehirlerinde faaliyetini
sürdürüyor ve her mecliste bilgi, kültür, örf, mekân farklılıklarından doğan
ilmî farklılıklar ümmet için bir sorun teşkil etmiyordu. Çünkü hepsi
"selef-i sâlihîn"in yolunda olarak birbirlerini tenkid etseler de
tekfir etmiyorlardı. Ebû Hanife, Ca'fer-i Sâdık, Ahmed b. Hanbel, İmam Şâfiî,
İmam Mâlik, İmam Muhammed arasında görüş ayrılıkları olmasına rağmen, ehl-i
bid'ata karşı selefin akidesini savunmada ortak hareket ediyorlardı. Ehl-i rey
diye meşhur olan Irak ekolünde tâbiînin görüşlerine gelince, "Onlar da
insan biz de" denilerek kendi görüşlerini geçerli sayıyorlar, buna
karşılık ehl-i hadis, yani Medine ekolü ise, re'ye çok zarûri haller dışında
başvurmuyordu. Hafs b. Abdullah en-Nisâbûrî'nin (ö.209), "kesinlikle re'ye
dayanmaksızın yirmi yıl kadılık yaptım" dediği zikredilmiştir.[510]
Muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmaya ve bunlarla fıkhı tedvin etmeye
başladıklarında ellerinde muazzam bir malzeme birikmişti. Diğer taraftan
zamanla sapık fırkaların ve ehl-i re'y ile ehl-i hadis uydurmacılığının
yaygınlaşması üzerine, bir dönemde yoğun bir tekfir ve düşmanlık dalgası hâkim
olmuştur. Kezâ Mu'tezile yüzünden "Halku'l-Kur'ân" meselesi resmi
devlet ilkesi haline getirilerek herkese zorla benimsettirilmeye çalışıldığı
"Mihnetü'l-Kur'an" devrinde de ehl-i hadis âlimlerine -İmam Ahmed
başta olmak üzere- büyük bir zulüm yapıldığı bilinmektedir. Fıkıhta meşhur
olmuş ve tedvin edilmiş mezhebler içinde İmam Mâlik ile İmam Ahmed ehl-i
hadisten; Ebû Hanife ehl-i re'yden sayılmış, İmam Şâfii bu iki ekolün ortasında
yeralmıştır. Esasında hadis veya re'yin delil olarak kullanılmasında bütün bu
mezheb imamları müttefiktirler. Ancak ihtilâf noktaları Medine'de hadis ve
sahâbe içtihadlarının, Irak'ta re'yin ağırlıklı olduğu bir fıkhın ortaya
çıkması, Medine ekolünün Medine örfüne ve Medine ashâbının fetvâlarına öncelik
verip farazı olaylar hakkında fetvâ vermemesidir. Ayrıca, sosyal ve siyası
hareketlerin de etkileri vardır.[511]
Abbâsiler
döneminde (132-334/750-945) bu ictihâdı farklılık, aşırılarca büyütülerek karşılıklı
zıtlaşmalara kadar vardırılmıştır. Şa'bî'nin, "Rey leş gibidir, ancak
muztar kaldığından yiyebilirsin" dediği söylenir. Kavram kargaşası; ehl-i
re'yi, haber-i vâhidi reddedenler; ehl-i hadisi de, re'y ve kıyası reddedenler
diye tanıttı. Bu iki farklı usûl, diğer ilimlerde de zaman zaman görüldü.
Buhâri, Ebû Hanife'ye karşı taassub ve zan ile bakarak, Sahih'inde adını bile
anmamış, "Birisi dedi ki ..." diye geçiştirmiştir.[512]
Taberî, İmam Ahmed'i fakıh değil muhaddis saymıştır. Şehristânî ile İbn Haldun,
ehl-i re'ye Ebû Hanife'yi, ehl-i hadis'e diğer üç İmamı dahil ederler.[513]
Hemen
her mezhebin imamına dâir uydurma ve karşıtları kötüleyen sözler, uydurma
hadisler de yaygınlaşınca muhaddislerin ve Hanefilerin hadisleri inceden inceye
tetkiki, cerh ve ta'dilin önemi kaçınılmaz olmuştur. III. ve IV. yüzyıl ve
sonrası Emevi-Abbâsi iktidarlarının muhâliflere zulümlerinin siyası etkileri,
İslâm'ın çok geniş bir coğrafyaya yayılması, doğuda Hanefiliğin, batıda
Mâlikîliğin siyası iktidarların sayesinde uzun süre resmi mezheb olarak korunup
diğer mezheblerin bir kısmının sâliklerinin tükenmesi veya zayıflaması, akîde
konularının yoğun olarak tartışıldığı, felsefe ve kelâm yollarının belirdiği,
tasavvufun ayrıca kendi yoluna devam ettiği şartlarda ilk zamanlardaki selefin
metodu zamanla unutulmuştur. Dolayısıyla ehl-i hadisin fıkıh istinbâtıyla ehl-i
re'yin fıkıh istinbâtı arasındaki bağ da ortadan kalkmıştır.
Fıkıh
tarihçileri; mutedil ehl-i hadisin temsilcileri olarak Hz. Ömer, Hz. Osman,
Âişe, Zeyd b. Sâbit, İbn Ömer, Ebû Seleme, Said el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr
Kasım, Harice, Ebû Bekir b. Ubeyd, Süleyman b. Yesâr, Ubeydullah b. Abdullah,
İbn Şihâb, Nâfi', Rabiatu'r-Rey, Yahya b. Saîd, İmam Malik, İmam Ahmed, Ebû
Dâvûd et-Tayâlısı, Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, Dârimî,
Ebû Yalâ, Dârakutnî, Hâkim, Beyhâkî, İbn Abdilberr... gibi büyük âlimleri
zikretmiştir.[514] Ehl-i hadis, re'y
fıkhının takdiri olmasına karşılık, hadis ve âsâr toplayıp tedvin ederek -Câmi,
Sünen, Musannef, Müsned, Mu'cem- bu hadislerle, hattâ kıyastan önce zayıf
hadislerle amel etmeye çalışmışlardır. Ehl-i hadisin Mâlik b. Enes'in şu
rivâyetinde ana ilkesi belirginleşmiştir: "Rasûlullah'tan başka sözü kabul
veya reddedilebilecek hiçbir kimse yoktur. " Avâm arasında ehl-i hadîs ile
ehl-i re'y arasındaki ihtilâfı kabalaştırarak ilmin zayıfladığı devirlerde,
âdeta ehl-i re'yin edille-i şer'iyyeden önce sanki kıyasa ve re'ye başvurduğu,
ehl-i hadisin de re'y ve kıyası tamamen inkâr ettiği gibi yanlış bir anlayış
yaygınlaşmıştır. Halbuki, gerek amelin imandan bir cüz olup olmadığı
meselesinin ortaya atılmasında ehl-i sünnetin; gerek re'y, hadis akımıyla sapık
inançlara karşı selefin akidesini korudukları, yine asıl ihtilâfı
körükleyenlerin ehl-i bid'at olup veya asıl re'yi reddedenlerin Zâhirîler veya
sünneti tümden reddeden fırkaların olduğu unutulmuş gibidir. Muâz hadisini
bütün imamlar kabul ederken, Zahiri olan İbn Hazm bu hadisi reddetmektedir.
Yine, Ahmed b. Hanbel'in, "Biz ehl-i re'yi, onlar da bizi durmadan
lânetlerdik; bu hal Şâfii'nin gelişine kadar devam etti. O gelince aramızı
bulup bizi kaynaştırdı" dediği nakledilmiştir.[515]
İslâm'da aşırı akımlar, (Havâric, Mu'tezile, Mürcie...) iki aşırı kutbu temsil
etmişlerdir. Hariciler, amel imandan cüzdür; Mu'tezile büyük günah işleyen küfürle
iman arasındadır, Mürcie, amel olmasa da iman için tasdik yeterlidir
demişlerdir. Buna karşılık ehl-i re'y, amel imandan cüz değildir diyerek ancak
günah işleyenleri fasık olarak nitelemiş; ehl-i hadis de iman amelden
mürekkeptir görüşünü savunmuştur. Böylece onların bu görüşleri, ehl-i bid'atın
görüşlerinden ayrılmaktadır. Bu akîdeye yönelik hususlar da muhâlefet ve
zıtlaşmaların artmasına sebep olmuştur.[516]
Ehl-i hadisten İmam Mâlik ile ehl-i re'yden Leys b. Sa'd (ö.175/791) arasında
mektuplaşma yoluyla ilmî müzâkere yapılmış, birbirleriyle, sevgi dolu
olmalarına engel olmaksızın görüşlerini tartışmışlardır. İmam Mâlik, Leys'e
şöyle demiştir:
"Bizim
bu memleketteki -Medine'deki- halkın amel ettiği şeylere aykırı olarak
insanlara çeşitli fetvâlar veriyormuşsun. İnsanlar Medine halkına tâbîdirler,
hiç kimsenin bir işte Medine ameline aykırı hareketini uygun bulman..."[517]
Buna karşılık Leys b. Sa'd da şöyle demiştir: "Umarım yazdıklarında isabet
etmişsindir. Medine'de Rasûlullah'ın emrettiği ve insanların ona itâat
ettikleri hakkında dediğin doğrudur. Fakat ashâb tâbiîn ve sonraki âlimler
birçok şeyde değişik görüşler ortaya koymuştur. İbn Şihâb'la (Mâlik'in üstadı)
karşılaştığımız ve yazıştığımız zaman onun da birçok ihtilâfa düştüğü olurdu.
Bazen bir meselede üç türlü görüş yazılır ve o öncekinin farkında olamazdı.
Senin terketmemi hoş görmediğini terketmeme, o sebep oldu. Meselâ, Müeccel
mehrin istenmesi, ilâ yoluyla talâkta bekleme, kadının kocaya talâkında,
erkeğin evlendiği cariyeyi satın almasında, vb. ihtilâfları naklettikten sonra
bu ve bunlara benzer birçok şeyi bıraktım. Allah'ın seni muvaffak kılmasını
ömrünün uzun olmasını dilerim..." Rey okulunun ve hadis okulunun tâbileri
kendi geleneklerini överek öne çıkarabilmişlerdir.
Muhaddislerden
Ebû Bekir b. Ayyaş (ö.193/808-809) Her devirde muhaddislerin öteki âlimlere
nisbetinin Ehl-i İslam'ın diğer dinlerin bağlılarına nisbeti gibi olduğunu
söylemiştir.[518] Ehl-i re'yi savunan
Şehristânî "nasslar sınırlıdır, hadiseler sınırsızdır; sınırsız sınırlı
olanla ihâta edilemez" diyerek, tamamen hukûkı uygulamadaki soruna işaret
etmiştir.[519] Hayatın karmaşıklığına
karşı re'yi bütün mezhepler ister istemez kabul etmiştir. Ehl-i re'y ehl-i
hadis, ilim tarihine özel bir deyim olarak girmiştir.
İmam
Şâfii (767-820)'nin her iki okul arasındâ birleştiriciliği sözkonusu edilmesine
rağmen onun sanki re'ye karşı hadis ehli tarafını kuvvetlendirdiği manası da
çeşitli imamların yazılarından anlaşılmaktadır. Aynı şekilde ona atfedilen
menkıbelerden, meselâ Muhammesi b. Nass (ö.206)'ın rüyasında Hz. Peygamber
(s.a.s.)'i gördüğünde ona, "Acaba Şâfiî'nin re'yi ile meşgul olabilir
miyim?" demesine Rasûlullah (s.a.s.) güya şöyle cevap vermiş: "Ne
diyorsun? Şâfii'nin re'yi mi? Bu re'y değildir. Aksine benim sünnetime zıt
düşenlerin hepsine bir reddiyedir"[520]
Şâfiî mezhebi ileri gelenlerinden olan İmâm Nevevî, aynı eserinde Şâfii'ye
Irak'ta "hadisin muhafızı"; Horasan'da "ashâbu'l-hadis"
denildiğini zikretmektedir. O, Ahmed b. Hanbel'in, "Re'y taraftarlarını
mağlup etmek istedik, fakat muvaffak olamadık ve Şâfiî geldi, zaferi bize
kazandırdı" dediğini de yazar. Şâfiî'nin Bağdat'a gelmesinden sonra re'y
ehlinin zayıfladığını söylemektedir. Ehl-i hadîsi Şâfiî canlandırmıştır. Ancak
Nevevî, ihtilâfın rahmet oluşunun fer'i meselelerde geçerli olduğunda ittifak
edildiğini de belirtmiştir. İslâm ilim tarihindeki aşırıların bu ihtilâfı
neredeyse akîde muhâlefetine çevirmeleri bir değer taşımamaktadır. Genelde
geçerli olan; fıkıhta bütün ılımlı ehl-i re'yin de ehl-i hadisin de asla
uydukları, fakat fürû'da insanlara kolaylıklar gösterdikleri herkes tarafından
kabul edilmektedir.[521]
Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların
izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak
etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda
aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini
âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i
cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.
"Ehl-i
sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve
cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî
tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek,
hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir.
İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki
görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım
metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır.
"Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi
anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza
çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide
etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin
oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda
görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir.[522] Bu
anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da
yalanlayanların âkıbetini görün" (Alu İmrân: 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle
değişmez" (el-Fâtır: 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet,
Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod
anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm
tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.
Sünnet:
İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas
alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun
izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın
Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile
birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu
belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir
şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten
arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha
bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi"
(el-Bakara: 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan
öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak
kabul edilmiştir.
Kur'an
farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü
ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet
olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar.
İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr: 24/5).
Hz.
Peygamber (s.a.s.), "size
emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk
edin" buyurmuştur.[523]
Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle
sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan
gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya
çıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi
sakındırmıştır.
"Tok karınlı,
koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu
helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması
yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm
bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir."[524]
İmrân
b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama
şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât
olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize
çok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b.
Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet
ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?"
diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor
musun": "Rasûlullah size neyi
emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr:
59/7)[525]
Hz.
Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını
emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren
gökteki yıldızlara benzetilmiştir.
"İçinizde
benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi,
hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye
ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak
şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır."[526]
Kur'an-ı
Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara
iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular.
Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.
İşte büyük kurtuluş budur." (et-Tevbe: 9/100). Allah'ın sahabeleri,
övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun,
onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn
cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil
olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar:
"Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim
içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir"[527] Sahâbilerin
Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle
uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye
edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.
Hz.
Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı
(onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da
onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka
bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir"[528] Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak
kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun
belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç
hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu
sorulunca "benim ve ashabımın
yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât"
denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya
gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak
üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim"[529] Sevâdu'l-a'zam:
Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk
olarak tefsir edilmiştir.[530]
Hz.
Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk
dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir.
Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer
(r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine
"falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "İşte şu
Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der.[531]
İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i
fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir"[532] Bu
anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi
sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim
cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır"[533] diye
buyurmuştur.
Şehristânî'nin
tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar
topluluğudur"[534]
İslâm
tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın
hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların
birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı)
denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan
emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid
edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir
takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet
meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu
olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz.
Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan
savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler
söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve
İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî
nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler
taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara
karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini
muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu
zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim
en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767)
sayılabilir. Ortaya çıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler
hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan
Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının
tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri
hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş,
zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca,
mahlûka itaat gerekmez"[535]
Hadisine
dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde,
idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir.[536]
Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların
cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu
belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir:
Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar,
kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise,
Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.
Hasanu'l-Basrî
siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek,
Peygamber (s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate
alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat
edin" (en-Nisâ: 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler,
fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi
dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde
toplanmıştır.[537] Büyük günah (Kebâir)
işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil
b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler
iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı
Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.
Sahâbilerin
fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara
ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk,
kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet,
ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ,
ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır.
Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728),
"ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys
es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren
"ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl",
"ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte
bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden
ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak
noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi
yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b.
Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde
kullanmıştır.[538] "Ehlu's-sünne
ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden
Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli
eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve
çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin
bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına
karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı
meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı İslâm cemaâtının
tavır alma hareketidir.
Hz.
Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya
ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi
cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır"[539]
Hâkim bu hadis
için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den
on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların
böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir.[540] Bu
hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber
(s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış,
bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber
vermiştir.[541] Bidat, din hususunda
ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği,
sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta
bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir.
Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve
Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki
fırkadır.[542] Bid'at; Peygamber
(s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad
sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at
kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez...
Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler.
Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata
inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan
yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid
bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin
mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı
görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye
dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden
kabul edilen dini kati hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür.
Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine
(ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.
Hz.
Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse,
bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah
olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar.
Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden
dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının
zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati,
büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden
Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta
sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü
ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul
edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine
şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise,
şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i
delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah
bilir.[543] İtikâdı konulardaki
inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve
tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir
konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid
hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli
değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn
Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid
etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız,
ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle
Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı
meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın
genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları
küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek:
Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi.
Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın
kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi.[544]
Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek
gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla
yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir.[545]
Bid'atçılar
hakkındaki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının
ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti
dönemindedir.
Şehristâni
(549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye ve Şiâ olarak dört
ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir.[546]
İbn
Hazm ise, (ö.457/1065), İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile,
Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i
hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten
sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara
uyanlar olarak tarif etmiştir.[547]
Hz.
Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan
Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir
Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla
ortaya çıkmıştır.
Şîa'nın
ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez.
İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen
yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen
aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet,
ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri
de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından
en-Nevbahtî bunlar arasındadır.
Bütün
bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde
yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz.
Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i
sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir.
Hasanü'l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır.
Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû
Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in
selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve
Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında
özel role sahiptirler.
İslâmî
fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal şartların da rolü olmuştur.
Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük
sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu
rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.
Ehl-i
sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak
hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih
ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve
teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.
Ehl-i
sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i
Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer
verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere
dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i
hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin
görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek,
gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi.
Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi.[548]
Ehl-i
Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı,
Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye,
ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta
Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların
Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen
Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini
çürütmüşlerdir.
Kısaca
ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe
ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe
kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve
yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf:
7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu
konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir.[549]
İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı
Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil
etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu"
Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.
Maturidîler
ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten
elliye kadar çıkaranlar olmuştur.[550]
Öte
yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle
bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir.
Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir.
Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten
Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde
Selefîdirler.
Ebû
Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı,
Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin
er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen
simâlarıdır.
İbni
Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı
âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini
ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri
veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.
Abdulkâdir
el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:
1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,
2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve
mensupları,
3- Muhaddisler,
4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,
5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,
6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,
7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,
8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi.[551]
İslâm
dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya
mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun
olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.
İtikadda
orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği,
itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık"
(el-Bakara: 2/143).
Câbir
b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir
çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur."
Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin başında ona
çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse
ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın"
(en-En'âm: 6/153)[552] Hz.
Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun
ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.
İmam
Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin
ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle
aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren
ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe,
mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e
muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince
incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir.[553]
Bundan önceki
bölümlerde, hadîsin târih devrelerini görürken rivayet kitaplarının da çoğunu
görmüş bulunuyoruz, Burada, onların çeşitlerini ve derecelerini gözden
geçireceğiz.
[554]
Bâblara bölünerek
yazılan hadîs kitapları (musannefler), şu konuları içine alır:[555]
1-
Akaaid (İman esasları). Bu konuda “İbn Huzeyme'nin (v. 311/ 923) “Kitabu't-tevhîd” i vardır.
2- Ahkâm.
(İbadet ve muamele hayatına dair hadîsler).
“Sünen” kitapları bunları içine alır.
3- Rikaak
(İman ve ibadet duygusunu kuvvetlendiren, dünya ihtirasını zayıflatan
hadîsler). İbn Mübârek ve İbn Hanbel'in
“Zühd” kitapları bunları içine alır.
4- Yeme
içme.., âdabına ait hadîsler. Bu konuda Buhârî'nin “el-Edebu'1-müfred” i
vardır.
5- Tefsir
(Kur'ân-ı Kerîm'in tefsirine dâir hadîsler). İbn-Cerîri't-Taberî, Îbn-Kesîr ve
Süyûtî'nin tefsirleri bunları toplar.
6- Târîh ve
siyer. Bu kısmın içine, kâinatın ve şuurlu varlıkların yaratılması, geçmiş
milletlerin ve peygamberlerin haberleri girer. Siyer özellikle Resûl-i Ekrem
Efendimiz (s.a.) in hayât ve şahsiyyetine dâirdir. İbn İshâk (v. 152/769),
Vâkıdî (v. 207/822) ve Mûsâ b. Ukbe (v. 141/758) nin siyer ve meğâzî kitapları
ikinci kısmı içine alır.
7- Şemail
(Efendimiz'in şekil ve davranışlarından bahseden hadîsler). Tirmizî'nin Şemâil'i
bu konuda müstakil bir eserdir.
8- Fiten.
(Kıyamet yaklaşınca veya Peygamber Efendimiz'den sonra olacak bazı nahoş
hadiselere ait hadîsler). Süyûtî'nin “el-İşâ'a” sı buna dâirdir.
9- Menâkıb
ve mesâlib. Bazı insanların iyi veya kötü taraflarını -imrendirmek veya
sakındırmak için- bahse konu yapan hadîsler. “Muhibbuddîni't-Taberî” nin (v.
964/1295) bu konuda bir eseri vardır.
Bu konuların hepsini
içinde toplayan kitaplar “El-Cevamiu” adını alır,[556] Buharı
ve Müslim'in câmi'leri bu çeşidin en güzel örnekleridir.
[557]
Yazılış metod ve
gayelerine göre hadîs rivayetine ait kitaplar şu isimler altında toplanır:
1- Câmi'ler:
2-
Müsnedler:
3-
Mu'cemler:
4- Cüz’ler:
Bir kişiden gelen hadîsleri, belli bir konudaki hadîsleri, veya muayyen
sayıdaki hadîsleri toplamak için yazılan kitaplar. Süyûti'nin “Salâtu'd-duhâ”
cüz'ü ile, İmam Nevevî'nin “el-Erbaûn” u bu çeşitin örnekleridir.
5-
Müstahraclar: Muhaddis, herhangi bir hadîs kitabının hadîslerini, o kitaptaki
senedleriyle değil de, kendine ulaşan başka yol ve senedlerle rivayet ediyor ve
nihayet, o kitabın müellifiyle, ya onun hocasında veya hocasının hocasında
birleşiyor. Bu metodla yazılan kitaplara yukardaki isim veriliyor. Ebû-Bekr el-İsmâilî'nin
“Buharî” üzerine, Ebû-Avâne'nin “Müslim” üzerine müstahracleri örnek olarak
hatırlanabilir.
6-
Müstedrekler: Bir muhaddis'in şartlarına uygun olduğu halde kitabına almadığı
hadîsleri toplayan eserlerdir. Hâkim'in, “Sahîhân” üzerine böyle bir eseri
vardır, kitap matbûdur.
7- Etraf
kitapları:
8- Ahkâm
kitapları:
İbn'ul-Cârûd,
“el-Müntekaa”.
Muhammed b. Abdi'l-Hakkı'l-İşbilî
(v. 852/1448), “el-Ahkâmu'1-Kübrâ”,
Muhibbüddîni't-Taberî,
“el-Ahkâmu'1-kübrâ”.
Abdulğaniyyi'l-Makdisî
(v. 600/1203), “Umdetu'l-Ahkâm”.
Îbn-Haceri'1-Askalâni,
“Bülûğu'l-Merâm fî edilleti'l-ahkâm”.
9- İlel
kitapları:[558]
10- Sahîh
hadîslere ait kitaplar.
Sırf sahîh hadîsleri
toplamak gayesiyle hazırlanan bu eserlerin başında altı kitap gelir:
1) Buhârî
(v. 256/870) ve
2) Müslim
(v. 261/875) in câmi'leri;
3) Ebû Dâvûd
(v. 275/888),
4) Tirmizî
(v. 279/892),
5) Nesâî (v.
303/915),
6) İbn'u
Mâce (v. 275/888) nin sünen adıyla anılan kitapları. (Bunlara “Kütübü Sitte” altı
kitap denir).
Altıncı kitap hakkında
söz birliği yoktur. Abdu'l-Ğanîyyi'l-Makdisî ve İbn Tâhir, İbn-Mâce'nin
kitabını altıncı kabul ederken; Razin ve İbnu'1-esîr, “Muvatta”ı, İbn-Hacer ise
“Dârimî” nin Müsned’ini altıncı sahîh kitap olarak kabul ediyorlar.[559]
Bu kitapların içindeki
hadîslerin çok azı müstesna gerisi sahih olduğundan, umumiyetle yazılış
gayelerine uygundur. Herbirinin ayrı ayrı özellikleri tesbit edilmiştir:
Hadîslerden hüküm
çıkarmak isteyenler için “Buhârî”,
Ahkâm hadîslerini
toplamak ve bir arada görmek isteyenlere “Ebû-Dâvûd”,
Hadîs tekniğinin
inceliklerini öğrenmek isteyenlere “Tirmizî”,
Hadîslerin, fıkıh
bablarma göre en iyi tasnifini görmek isteyenlere “İbn Mâce”,
Bunlardan çoğunu elde
etmek isteyenlere “Nesâî” nin kitabı tavsiye edilmiştir.
Bu kitaplar dışında da,
ayni gaye için hazırlanmış kitaplar vardır. Başlıcaları:[560]
İbn Huzeyme
(v.311/923), İbn Hibbân (v. 354/965), Ebû Avâne (v. 316/928) nin sahihleri,
Muhammed b. Abdilvâhidi'l-Makdisî (v. 634/ 1236) nin “es-Sıhâhu'1-Muhtâre” si ve İbnü's-Seken'in Sahih’idir.[561]
İçine aldıkları
hadîslerin güvenilir olup olmamalarına göre hadîs kitapları şu derecelere
ayrılırlar:
Birinci tabaka:
Mütevâtir, meşhur, sahîh ve hasen hadîs nevilerini içine alan kitaplar. Sahîhân
ve İmam Mâlik'in “Muvatta'“ ından ibarettir.
İkinci tabaka:
Bu kitaplar, birinci derecedekilerin seviyesine çıkamamıştır. Ancak
müellifleri, hadîsleri bazı şartlar dahilinde bu eserlere almış ve bu şartlara
titizlikle riâyet etmişlerdir. Bütün İslâm bilginleri tarafından bunlar da
kaynak olarak benimsenmiş, kendilerinden asırlar boyu faydalanılmıştır. Bu
derecedeki kitaplar: Tirmizî'nin Câmi'i, Ebû Davud'un Sünen’i, Ahmed b.
Hanbel'in Müsned’i, Nesâî'nin Müctebâ'sı (süneni) dir.
Üçüncü tabaka:
Bu dereceye giren kitapların içinde, sahih hadîsler yanında zayıf hadîsler
olduğu gibi, râvîleri içinde de durumları meçhûl olanlar vardır.
Abdürrezaak'ın
“Musannef” i, İbn Ebî-Şeybe'nin “Müsned” i, Tayâlîsî ve Abd b. Humeyd'in Müsned’leri,
Beyhakî, Tabarânî ve Tahâvî'nin kitapları bu tabakaya girer.
Dördüncü tabaka: Bu dereceye giren kitaplar, büyük muhaddisler devrinden sonra ortaya
çıkan, hadîs ilmiyle ilgisi olmayan veya bu yolla bir menfaat uman ehliyetsiz
kişilerin yazdığı, içi uydurma ve hurafelerle dolu olanlardır.
İbn-Mürdeveyh,
İbn-Şâhîn, Ebûş-Şeyh'in kitapları gibi.[562]
Birinci ve ikinci
derecedeki kitaplardaki hadîsler, bütün hadîs bilginleri tarafından kullanılır
ve makbul tutulur.
Üçüncü tabaka
kitaplarından, ancak hadîste mütehassıs olanlar istifade edebilir.
Dördüncü derecedeki
kitaplardan, amel edilmek üzre hadîs alınmaz.
Gerek rivayet ve
gerekse dirayetle İlgili hadîs kitaplarını içine almak üzre, Muhammed b. Ca'fer
e'l-Kettânî (1345) nin yazdığı “er-Risâletü'l-Müstatrafe”, hadîs kitapları
hakkında daha çok bilgi almak isteyenlere iyi bir kaynaktır.[563]
[1] Hadis nedir, ne değildir,
gibi "hadis"le ilgili teknik açıklamayı usul-i hadisle ilgili bölümde
yapacağız. (İbrahim Canan)
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/5.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/7.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/7-9.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/9.
[6] Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zaman zaman misafirhane olarak kullandığı hususi
evler vs. hususlarda geniş bilgiyi bu cildin "İlmin yaygınlaştırılmasıyla
ilgili Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in aldığı tedbirler"
bölümünde bulabilirsiniz.
[7] 591.
hadîse bak. (İbrahim Canan)
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/9-11.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/11-12.
[10] Bu
mevzu üzerine geniş bilgi çok sayıda örnek görmek isteyenlere Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızı tavsiye ederiz
(Sayfa 311-316). (İbrahim Canan)
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/12-14
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/14.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/14.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/15.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/15-17.
[16] Hadis
Buharî ve Müslim'den rivayet edilmiştir. (İbrahim Canan)
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/17-19.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/19-20.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/20-21.
[20] Nesi: Câhiliye Arapları, kameri takvimi kullanmakla beraber,
güneşin hareketlerini de nazar-ı dikkate alıyorlardı. Yani, dini günlerin
senenin aynı günlerine isâbet etmesi için her üç senede bir ve bazan da iki
senelik bir aralıktan sonra takvime bir 13. ay daha ilâve ediyorlardı ki, buna
nesî diyorlardı. Kur'ân-ı Kerim, günümüz dinsizlerince zaman zaman
"ramazan ayı yılın kısa günlerinde sâbit tutulsa" şeklinde gündeme
getirilen- bu hâdiseyi "küfürde bir artış" ilan ederek
yasaklamıştır:
"(Haram ayları) geciktirmek (nesi), ancak
küfürde bir artıştır. Onunla kafirler şaşırtılır, onlar bunu bir yıl helâl, bir
yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da (varsın)
Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar! Bu suretle de onların
amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah, o kâfirler
güruhunu hidâyete erdirmez" (Tevbe: 9/37)
(İbrahim Canan)
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/21.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/21-22.
[23] Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunlar gibi diğer bir kısım elçileri hakkında daha
fazla bilgi, ileride "İlmin yayılması için Hz. Peygamber (aleyhisselâtu
vesselâm)'ın aldığı tedbirler" bahsinde gelecek. İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/22.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/23.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/23-24.
[26] Peygamberimizin
İlmi Yayma Tedbirleri kısmında gelecek. (İbrahim Canan)
[27] Kâmil
kişi, günümüzdeki aydın kişi veya kültürlü kişi tâbirlerini karşılıyor gibi. (İbrahim
Canan)
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/24-26.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/26-27.
[30] Hadîslerin yazılmasıyla
ilgili hadîsler için bkz. 7734-7740 numaralı hadîsler. (İbrahim
Canan)
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/27-28.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/28-29.
[33] Bu sahife hakkında ve
sahâbeler tarafından yazılan diğer sahifeler hakkında daha fazla bilgi için
Kemal Kuşçu tarafından dilimize tercüme edilen Hamidullah'ın "Muhtasar
Hadîs Tarihi" görülebilir. (İbrahim
Canan)
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/29-31.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/31-32.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/32.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/32-33.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/33.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/33-35.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/35.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/35-36.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/36-38.
[43] "(Habibim)
de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah'da sizi sevsin ve
suçlarınızı örtsün..." (Âl-i İmrân:
3/31).
[44] "Andolsun
ki, Resûlullahda sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü dileyenler ve Allah'ı çok
zikredenler için güzel bir (imtisâl) nümunesi vardır.” (Ahzab: 33/21)
[45] "O
kendi hevâsından konuşmaz, O'nun konuştuğu (Allah'ın) kendisine yaptığı
vahiyden başka bir şey değildir. Bu vahyi ona öğreten de müthiş bir güç sahibi
(Cebrâil) dir." (Necm: 53/3-5). (İbrahim
Canan)
[46] Akile:
Baba tarafından olan akraba ki, hatâ ile maktulün diyetini ödemeye iştirak
eder. (İbrahim Canan)
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/38-42.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/42-43.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/43.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/43-44.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/44.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/44-47.
[53] Nisa:
4/201
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/47-49.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/49-50.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/50-54
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/54.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/54-55
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/55-56.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/56-58.
[61]
İlimde kesinlik
(yakin) derecelidir. İslâm âlimleri, bizzât âyet ve hadîslere dayanarak kesin
ilmin üç mertebe üzere olduğunu belirtirler:
1 - İlme'l-yâkin: Uzakta bir duman
görünce orada ateşin varlığına hükmederiz. Zira dumanın ateşten çıktığı
hususunda şaşmaz ilmimiz (yakin) var.
2- Ayne'l-yakîn: Gözle görerek
elde ettiğimiz ilim. Bu, ilmi yakin'den daha üstündür. Dumanın çıktığı yere
varıp, ateşi bizzat görmemiz, burada ateş var, görüyorum dememiz gibi.
3- Hakka'l-yakîn: İlmin en üstün
derecesidir, O hakikati bizzat idraktır. Dumanın çıktığı yerde ateşe elimizi
vurarak, yakarak onun ateş olduğunu idrakimiz gibi. (İbrahim Canan)
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/58-60.
[63] Birku'l-Ğımâd, Mekke'ye,
deniz cihetinden, beş gece mesâfede veya Yemen'de bir yer adı.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/60
[65] Hadisin Hatibu'l-Bağdadi
tarafından er-Rıhle'de kaydedilen veçhinde Câbir'in seyahati Mısır'adır. Hadisi
sorduğu kimsenin adı belli değildir. Rivâyetin muhtevası da farklıdır. İki ayrı
seyâhat de olabilir. (İbrahim Canan)
[66] Yani hesaplaşma, kişilerin
sevapları ve günahlarıyla yapılır. Zâlimin sevabından alınıp malı ona verilir.
Zâlimin sevâbı yoksa öbürünün günâhından alınıp berikine (zâlime) yüklenir.
Böylece zâlimin cezası artırılır. (İbrahim
Canan)
[67] İbnu
Abbas (radıyallahu anhüma)'ın hayatını anlatırken belirteceğimiz üzere, Hz.
Peygamber (aleyhissaltu vesselam)'in yeğeni olması sebebiyle, büyük bir itibar
ve saygıya mazhardı. Herkes ona gelmek isterdi. (İbrahim Canan)
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/61-62.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/62-66.
[70] Tedlîs: Hadis rivayetinde, kusurluyu gizleyerek kusursuz göstermek
üzere başvurulan hileye denir. (İbrahim Canan)
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/66-71.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/71-74.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/75-76.
[74] Serîd
dilimize tirit olarak geçmiştir. Ancak bizde tirit deyince, daha ziyade
bayatlamış ekmekleri değerlendirmek için yapılan ekmek-yağ karışımı bir yemek
akla gelir. Araplar, bilhassa Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında
etli yemeği kastederler. O devirde pişmiş etten yapılan yemek çok değerlidir.
Çünkü pişmiş yemek nâdir bulunurdu. (Nihâye). (İbrahim Canan)
[75] İfk hâdisesini 720 numaralı
hadîs anlatmaktadır, ona bakınız. (İbrahim
Canan)
[76] Meryem:
19/23.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/76-80.
[78] Mürsel
bahsinde açıklama yapılacak. (İbrahim Canan)
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/81-85.
[80] Nahl: 16/103; Şuara: 26/195;
Fussilet: 41/3, 44; Yusuf: 12/2; Ra’d: 13/37; Taha: 20/113; Zümer; 39/28; Şura:
42/7; Zuhruf: 43/3; Ahkâf: 46/12.
[81] Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal’de
Necdet İbnu Amir olarak tesbit eder. (İbrahim
Canan)
[82] Burada üç beyitlik bir şiir
söylenmiştir. (İbrahim Canan)
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/85-88.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/88-89.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/89-90.
[86] Bu
konuya giren Abdullah (radıyallahu anh)'la ilgili teferruatı, daha önce,
yazdığı sahifeyi (Sahife-i Sâdıka) tanıtırken kaydettik. (İbrahim Canan)
[87] Hilye'nin
bu rivâyetinde pazarlık Abdullah'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Ben
Kur'ân'ı cemettim ve bir gecede okudum" sözüyle başlar. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Ben zamanın sana uzamış olmasından ve senin
de kıraâtten usanmandan korkarım, iyisi mi bir ayda oku" der... (İbrahim
Canan)
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/90-93.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/93.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/93-96.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/96-97.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/97-99.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/99-100.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/100-101.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/101.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/101.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/101-102.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/102-103.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/103.
[100] Bu gibi inceliklerin
belirtilmesi, o rivâyetle amel sırasında, başta tariklerden de gelen
vecihleriyle karşılaştırmalarda râcih veya mercûhun tesbitinde işe yarar.
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/103.
[101] Cevâmi'u'l-kelim: Özlü
sözler demektir. Yani kelime adedi itibariyle az olmakla birlikte pek çok ve
derin mânalar ifade eden sözler, ibâreler. (İbrahim
Canan)
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/103-108.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/108-109.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/109.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/109-110.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/110-111.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/111.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/111-112.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/112.
[110] İbn Mâce, Mukaddime: 17.
[111] 541-569/1146-1174.
[112] Taşköprüzâde,
Şekaikûn-Nu'maniyye, 381.
[113] a.g.e. 425.
[114] A. Rıza Temel, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/360-361.
[115] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 13
[116] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 13
[117] Te'vilu muhtelifi'1-hadls, s. 365. Hayreddin Karaman,
Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 13
[118] Bak. Buhârî'nin Kaynakları, s. 6, 49.
[119] Bak. Buhârî'nin Kaynakları, s. 12.
[120] Bu sözler, yazılı kaynaklardan hadis rivayeti için de
kullanılıyordu. Talib (öğrenici) üstadından yazdığı, ondan veya ona okuduğu
hadisleri rivayet ederken “Kâle, haddesenâ, ehberanâ” diyordu. Bak. Buhârî'nin
Kaynakları, s. 22.
[121] Bak. Buhârî'nin Kaynakları, s. 12
[122] Ebû-Şâh isimli zât, Resûl-i Ekrem'in fetih hutbesini
dinlemiş, bunu kendisi için yazdırmasını rica etmişti. Efendimiz de yazmaları
için emir verdi. Bak. Tavzih, c. II, s. 364; Buhârî, k. el-İlim, bâb: 40
[123] Rasûl'i Ekrem son hastalığında şöyle buyurmuştu: “Bana bir kalemle kâğıt getirin de size bir
-şeyler- yazayım..." Tavzih, c. II, s. 364; Buhârî, k. el-İlm, bâb:
40.
[124] Kitâbu'l-ahkâm, bâb : 13.
[125] Tehzîbü't-tehzîb, c. IV, s. 236.
[126] Tabakâtü-bni-Sa'd, c. V, s. 344; Tabakaatu'l-huffâz,
c. I, s. 43
[127] Üsdü'1-ğâbe, c. III, s. 233.
[128] c. II, s. 157-226.
[129] Bu anayasa ve o asırda yazılmış mektuplarla diğer
yazılar için bak: A. Zeki Safvet, Cemheretü Resâili'1-Arab. C: I; M.
Hamîdullah, Mecmû'atû'l-Vesâıkı's-Siyasiyye; Dr. Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde
Anayasa Hareketleri, s. 31-40.
[130] Takyîdu'1-ilm, s. 136.
[131] Prof. M. Hamîdullah bu sahife'nin iki nüshasını,
Dimaşk ve Berlin'de bulmuştur. Mecmua basılmıştır.
[132] s. 7.
[133] Rasûlullah ve ilk sahâbîler devri (H. 40), ilk
tabiîler ve son sahâbîler devri (H. 80), son tâbi'ler devri (H. 120), bunları
takip edenlerin devri (H. 160) da sona ermektedir. Takyîdu'1-ilm, s. 17.
[134] Hadîslerin, Peygamberimiz (s.a.) devrinden beri hafıza
yanında yazı ile de zaptedildiğini gösteren deliller için bak. S. Nedvî,
er-Risâletu'1-Muhammediyye s. 76-89. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve
Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 13-16
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113-115.
[138] Abdullah İbnu Ömer'in 83
yılında vefatı da Haccâc'ın zehirlemesiyle olmuştur. (İbrahim Canan)
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/115.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/116-117.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/117.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/117-118.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/118.
[144] İbrahim Canan,Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/119-124.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/124-127.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/128.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/128-130.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/130-131.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/131-132.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/133.
[151] Dinimiz ticari ve turistlik
seyahatlere de ehemmiyet vermiş ve teşviklerde bulunmuştur, ancak onlar
bahsimizin dışında kalır. (İbrahim Canan)
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/134-135.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/135.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/135-138.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/138-139.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/139-140.
[157] Zeyd İbnu'l-Hubâb
Ebu'l-Hüseyn el-Uklî (vefatı 203); Kufeli zâhidlerdendir, muhaddistir.
Seyahatleriyle tanınmıştır. Ali İbnul-Medinî ve başka bâzıları sika olduğunu
kabul etmiştir. Ahmed İbnu Hanbel: "Hadîs rivayet eder, zekî, ilim için
seyahat eden bir zattır" der. (İbrahim Canan)
[158] Kellâ: Basra'da bir çarşının
ismi. (İbrahim Canan)
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/140-143.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/143-144.
[161] Amra binti Abdurrahman el-Ensârî (v. 98/716) Hz.
Âişe'nin talebesi ve vâlî Muhammed b. Hazm'ın teyzesi idi.
[162] Tabakâtu-İbni-Sa'd 2/2-134.
[163] (v.): Vefat tarihi.
[164] Vefeyâtu'l-a'yân, ez-Zührî maddesi.
[165] Buhârî'nin Kaynakları, s. 14.
[166] Takyîdu'1-ilim, s. 64.
[167] el-Hadîs ve'1-muhaddisûn, s. 128. Hayreddin Karaman,
Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 16-17
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/145.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/145-146.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/146.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/146.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/146-147.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/147-148.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/148.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/148-149.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 1/149-150.
[177] Ömer Rıza Kehhale, Mu'cemü'l-Müellifîn, Beyrut (t.y.), VIII, 168; ayrıca bk. Suyutî, Tezyinü'l-memalik, 7.
[178] Muhammed Ebu Zehra, İmam Mâlik, Terc. Osman Keskioğlu,
Ankara 1984, 30.
[179] Ebu Zehra, a.g.e., 77.
[180] İbnü'l-İmâd el-Hanbeli, Şezerâtuz-Zeheb, Beyrut t.y.,
I, 290.
[181] İbnu'l-İmad el-Hanbeli, a.g.e., I, 291.
[182] Ebu Zehra, a.g.e., 286.
[183] Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cemu'l-Müellifin, Beyrut, t.y,
VIII, 168.
[184] Suphi es-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis İstilahları,
Terc. Yaşar Kandemir, Ankara 1981, 330.
[185] Ömer Tellioğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/54-56.
[186] Ebu Zehra, a.g.e., 218.
[187] a.g.e., 221.
[188] Sûphi es-Salih, a.g.e., 99.
[189] Ebu Zehra, a.g.e., 227.
[190] a.g.e., 229.
[191] a.g.e., 219; Ömer Tellioğlu, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 4/56-57.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 1/150-151.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/151-152.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/152-154.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/154.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/154-156.
[197] İleride genişçe açıklanacağı
üzere fıkıh bablarına göre hadisleri tanzim eden eserlere "Sünen"
denir. (İbrahim Canan)
[198] Müstahrec:Bir müellifin
hadislerini başka senedlerle bulma çalışması. (İbrahim Canan)
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/156-159.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/159-160.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/160-161.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/161-162.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/162.
[204] İbnü'l Cevzî, Menakıbu'l İmam Ahmed b. Hanbel, s. 183
vd.
[205] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, X, 329.
[206] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/69-70.
[207] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/70.
[208] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/69-70.
[209] M. Ebu Zehra, Ahmed b. Hanbel, Çev: Keskioğlu, Ankara
1984, s. 195.
[210] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/70-71.
[211] Ebu Zehra, İslam'da Fıkhi Mezhepler Tarihi, III, 246.
[212] İbn Teymiyye, Fetava, I, 406.
[213] İbnu'l Cevzi, Menâkibu'l İmam Ahmed, s. 182.
[214] İbnü'l Cevzi, a.g.e., s. 183.
[215] İbn Hazm, el-Muhallâ, I, 68.
[216] Süfyan b. Uyeyne'nin bu sözü için bk. el-Kuraşi,
el-Cevâhiru'l-Mudîe, I, s. 64, 166.
[217] es Subki Ma'na Kavli'l İmâmi'l Muttalibî, s. 99.
[218] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/71-73.
[219] İbn Haldun, Mukaddime, s. 44.
[220] M. Ebu Zehra, Ahmed b. Hanbel, 357.
[221] Ebu Zehra, a.g.e., 362.
[222] Ebu Zehra, a.g.e., 383.
[223] İbn Kuteybe, İhtilâf fi'l Lafız, s. 60 vd.
[224] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/73.
[225] Ahmed İbnu Hanbel'in
"Mihne" vesilesiyle kırıldığı Yahya İbnu Mân'in ne kadar mühim bir
şahsiyet olduğunu şu şehadetten anlamak mümkündür: "Hilâl İbnu'l-Alâ der
ki: "Allah bu ümmete zamanlarında dört şahısla nimette bulundu. Şafiî ile;
O, Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ın hadislerini öğrenip fıkhını ortaya
koydu. Ahmed'le; O mihne sırasında zulme karşı direndi; Yahya İbnu Mâîn'le; O,
Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ın hadîslerinden uydurmaları ayıkladı ve
uydurmalara karşı korudu. Ve Ebu Ubeyd'le bu zat da garib kelimeleri
açıklayarak hadîslerin anlaşılmasını kolaylaştırdı." (İbrahim Canan)
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/162-166.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/166.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/166-167.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/167.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/167-168.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/168-169.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/169-170.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/170-171.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/172.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/173-174.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/174.
[237] H.507.
[238] H. 516.
[239] H. 606.
[240] H. 194-256/M. 810-870.
[241] H. 202-261.
[242] H. 209-279.
[243] H. 202-275.
[244] H. 215-303.
[245] H. 209-273.
[246] Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/426-427.
[247] Bazı münferid beyanlar varsa
da bunlarla genellemeye gitmek mümkün değildir. (İbrahim Canan)
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/175.
[249] Makdisi,
Şurûtu'l-Eimmeti's-Sitte'de kesin ve mutlak bir uslûpla bu iddiada bulunur.
Bunu itlâk'ı üzere almak yanlış olur. Zira görüleceği üzere Buhâri, Müslim ve
Ebû Davud'un bazı açıklamaları mevcuttur.( İbrahim Canan)
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/176-177.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/177.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/177.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/177-178.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/178.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/178.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/178.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/178-179.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/179-180.
[259] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 1/50; Muhiddin
Okumuşlar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/317.
[260] Ehl-i sünnet dışı bir mezhepten olma.
[261] Raviden sadece bir kişinin hadis rivayet etmesi.
[262] İbrahim Canân, Kütüb-i Sitte Terc. Şerhi, I; Muhiddin
Okumuşlar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/317-318.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/180-181.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/181-182.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/182-184.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/184.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/185.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/185-186.
[269] Kettânî, er-Risâletü'l-Mustatrefe: 32-37; Durak
Pusmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi:
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/187.
[271] İbn Hacer, Hedyü's-Sâri, Mısır 1407, s. 9.
[272] İbn Kesir, İhtisaru Ulumil-Hadîs, thk Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut 1951, s. 25.
[273] İbn Kesir, İhtisaru Ulumil-Hadîs, thk Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut 1951, s. 25.
[274] İbn Hacer, Hedyü's-Sârî, Mısır 1407 s. 9.
[275] İsmail Lütfi Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis, İstanbul
1983, s. 124.
[276] Ahmed Abdurrahman El-Bennâ Es-Saatî,
El-Fethu'r-Rabbanî li Tertîbi Müsnedil-İmam Ahmed Eş-Seybanî, Kahire 1358,
1/15.
[277] Nureddin Itr, El-İmam et-Tirmizî vel-Müvâzene beyne
Câmiihi ve beyne's-Sahîhayn, Halep 1970, s. 93-98.
[278] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s.
50.
[279] Nureddin Itr, a.g.e., s. 225-226.
[280] Nureddin Itr, a.g.e., s. 16; Mübârekfurî,
Tuhfetul-Ahvezî (Mukaddime), Kahire 1359, I, 249.
[281] İbn Hacer, Hüzhetü'n-Nazar, Mısır (t.y), s. 31.
[282] 257/870.
[283] Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, I,
XXVIII.
[284] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s.
388.
[285] Talat Koçyiğit, a.g.e., s. 388.
[286] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s.
60.
[287] İsmail Lütfi Çakan, a.g.e., s. 50.
[288] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi:
5/319-321.
[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/188.
[290] Şâmil İslam Ansiklopedisi: 1/254-256.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/188.
[292] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/188-189.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/189.
[294] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/189-190.
[295] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/190-191.
[296] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/191-192.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/192.
[298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/193-194.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/194-195.
[300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/195-196.
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/197.
[302] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/197-198.
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/198-199
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/199-200.
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/200.
[306] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/200.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/201.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/201-202.
[309] Az ileride belirteceğimiz
üzere Buhârî, bazan: "Babun" dedikten sonra başka bir ifadeye yer
vermez. Belki zamanla uygun bir tercüme koyacaktı, ömrü vefa etmediği için
bunlar eksik kaldı. (İbrahim Canan)
[310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/202-203.
[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/203.
[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/203-204.
[313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/205.
[314] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/205-206
[315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/206-207.
[316] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/207-208-209.
[317] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/209-210-211.
[318] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/211-212.
[319] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercemesi, "Mukaddime
", s. 219.
[320] Fuat Sezgin, Buhârî'nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1956, s. 198-199.
[321] Ahmed Naim, a.g.e., s. 473.
[322] ed-Dihlevî, Hüccetullahil-Bâliğa; Kahire (t.y), I, s.
133.
[323] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s.
57.
[324] Mesela, Delhi, Kahire ve İstanbul.
[325] 1332/1914.
[326] İstanbul 1967-1970.
[327] İstanbul 1971-1978.
[328] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi:
5/321-322.
[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/213.
[330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/214.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/214.
[332] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/214-215.
[333] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/215-216
[334] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/216-217.
[335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/217.
[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/217.
[337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/218-219.
[338] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/219.
[339] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/219-220-221.
[340] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/221.
[341] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/221-224.
[342] Mübârekruri, Mukaddimetu Tuhfetu'l-Ahvezî: 1/352.
[343] Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ: 13/210.
[344] Sünen, 1, I-3; eş-Şemseddın Sâmî, Kâmûsü'l-A'lâm:
1/714.
[345] Adva'us-Şeria: 5/1394.
[346] Kâtip Çelebi, Keşfü'z-Zunûn: 2/1005.
[347] ed-Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliğa: 1/283.
[348] J.Robson, Sünen-i Ebû Dâvud Nüshalarının Rivâyeti, Trc: Talat Koçyiğit, A ÜİFD, 1956, V, 1-4, 175.
[349] Ahmet Ağırakça, Sait Kızılırmak, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/10-11.
[350] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/225.
[351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/225-226.
[352] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/226-227.
[353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/227-228.
[354] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/228-229.
[355] Ebu Dâvud hakkında düşülen
bazı yanlışlıkların önlemesi sebebiyle nazarımızda ehemmiyetli olan bu meseleye
daha geniş, müstakil bir açıklamaya Hadisle İlgili Bazı Meseleler kısmında yer
verdik, dileyen oraya bakabilir. (İbrahim Canan)
[356] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/229.
[357] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/229-230.
[358] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/230-231.
[359] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/231-232.
[360] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/232-233.
[361] Abdulaziz bin Şah Veliyyullah Dehlevi,
Büstanu'l-Muhaddisin, çev. Ali Osman Koçkuzu, Ankara 1986, 197.
[362] Abdulaziz bin Şah Veliyyullah Dehlevi, a.g.e., 198;
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/223, 224.
[363] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/234.
[364] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/235-236.
[365] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/236.
[366] İbnu Ebî Hâtim râvileri dört
ta'dîl, dört de cerh tabakası olmak üzere sekiz tabakaya ayırmıştır. Hâfız
Zehebî, Irâkî ve İbnu Hacer bu taksimata yenilerini ilâve ederek onikiye
çıkarmışlardır. (İbrahim Canan)
[367] 1976'da mikrofilme aldığımız
bu nüsha üzerinde, bir talebemize mezuniyet tezi çalışması yaptırdık. (İbrahim
Canan)
[368] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/236-237.
[369] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/238-239.
[370] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/238-239.
[371] Zayıf hadîsle amel bahsini
ayrıca ele alacağız. (İbrahim Canan)
[372] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/239-241.
[373] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/241.
[374] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/241.
[375] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/241.
[376] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/242.
[377] el-Cezerî, el-Lübâb fi Tehzîbil-Ensâb, 3/306.
[378] 1/197.
[379] ez-Zehebî, Tarihul-İslâm: 2/179.
[380] İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye: 11/123.
[381] es-Sübki, Tabakâtüş-Şafıiyye: 2/83.
[382] ez-Zehebi, Tezkiratül-Huffâz: 2/698.
[383] İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye: 11/124.
[384] İsmail Kaya, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/83-84.
[385] Zehebi, bu rivâyette Hz.
Muâviye (radıyallahu anh)'yi zemmetmek kastedilmediğini belirtmek için
"Hz. Muavive ile alakalı bu menkıbe muhtemelen, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şu sözü sebebiyledir: "Ey Rabbim, ben kime lânet ve
şetimde bulundu isem, bunu onun hakkında zekât ve rahmet kıl" (Müslim,
Birr. 88-95). (İbrahim Canan)
[386] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/243-244.
[387] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/244-245.
[388] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/245.
[389] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/245.
[390] Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz: 2/183.
[391] İbn Hallikân, Vefâyâtu'l-A'yân: 3/407.
[392] Ebü'l-Ferec İbnu'l Cevzî, el-Muntazam: 5/90.
[393] Zehebî, a.g.e, II, 189.
[394] Şâmil İslam Ansiklopedisi: 3/61.
[395] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/246.
[396] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/246-247-248.
[397] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/248.
[398] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/248.
[399] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/249.
[400] Nehcü'l-Belâğâ'yı bütün Şiiler
Hz. Ali'ye nisbet etseler de, üzerinde yapılan araştırmalar bunun, ölüm tarihi
406/1015 olan eş-Şerif er-Râzi tarafından derlendiğini göstermiştir.
İçerisinde, Hz. Ali'ye ait parçalar bulunsa bile, Câhız'ın el-Beyan
ve't-Tebyîn'inde ve başka kitaplarda da rastlanan metinler vardır.
[401] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/249-250.
[402] Rical ilmine, İslâm
ulemasının atfettiği bu ehemmiyetin sebebini, yeri gelmişken bir kere daha
tekrar edelim: Bu ilim olmasaydı, Kur'an ve -miktarca çok az olan- mütevâtir
dışındaki bütün haberler, efsâneden ibaret kalacak, hiçbir değer taşımayacak,
asıllarına olan nisbetleri hiçbir ilim ifâde etmeyecekti. (İbrahim Canan)
[403] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/251-253.
[404] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/253.
[405] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/253-254.
[406] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/254-256.
[407] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/256-257.
[408] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/257-258.
[409] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/258-259.
[410] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/259-261.
[411] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/261.
[412] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/262.
[413] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/262.
[414] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/262-264.
[415] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/264-265.
[416] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/266.
[417] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/266-267-268.
[418] Dehlevi'nin Birinci Tabaka
ile alakalı açıklamasını almıyoruz. Zira, bu üç kitapla ilgili gerekli
açıklamalar daha önce ilgili bahislerde yapıldı. (İbrahim Canan)
[419] Bu taksimde dikkatimizi
çeken bir husus, Müsnedu Ahmed buraya dâhil edildiği halde, İbnu Mâce'nin hiç
zikredilmemiş olmasıdır. (İbrahim Canan)
[420] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/268-271.
[421] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/271.
[422] Buhârî'nin Kaynakları, s. 31; el-Hadîs
ve'1-muhaddisûn, s. 244.
[423] Buhârî'nin Kaynakları, s. 45. Hayreddin Karaman,
Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 17-
[424] Bazı kimseler bunlara, ya Muvatta”i veya İbn-Mâce'nin
sünen'ini katarak sayıyı altıya çıkarırlar. Bu zevat ve eserleri hakkında daha
fazla bilgi için kitabın sonundaki “ek”e bakınız.
[425] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 17-18
[426] el-Hadîs ve'1-muhaddisûn, s. 428.
[427] Bu müelliflerin, hadisle ilgili başka eserleri de
vardır. Bunlar, birer örnek olarak alınanlardır.
[428] Kitaplar ve müellifleri hakkında daha geniş bilgi için
el-Kettanî'nin, “er-Kisaletu'l-müstatrafe” isimli kitabına bakınız.
[429] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 19-20
[430] Muhammed Zâhidu'I-Kevser î, Makaalât, s. 71.
[431] Bak. s. 84.
[432] Zehebî'ye göre, üçüncü asrın sonu selef” ve
“mütekaddimûn=öncelikler” kapanışı, “müteahhirûn=sonrakiler” devrinin
başlangıcıdır.
[433] Bu usûlde, hadis üstadı olan zat, haftanın muayyen bir
gününde bir camide esine hadis yazdırır. Yazdıran muhaddise “el-mümlî ona yardım eden, söylediklerini
yüksek sesle tekrar edene de “el-müstemlî denir.
[434] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 20-21
[435] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/272-273.
[436] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/273-274.
[437] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/274-275.
[438] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/275-276.
[439] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/276-277-278.
[440] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/278.
[441] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/278-279.
[442] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/279-280.
[443] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/280-281.
[444] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/281.
[445] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/281-282.
[446] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/282.
[447] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/282
[448] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/282.
[449] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/282-283.
[450] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/283.
[451] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/283-284.
[452] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/285-286.
[453] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/284-285.
[454] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/285-286.
[455] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/286.
[456] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/286-287-288.
[457] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/288-289.
[458] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/289.
[459] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/290.
[460] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/290.
[461] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/290.
[462] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/290-291.
[463] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/291.
[464] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/291-292.
[465] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/292-293.
[466] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/293-294.
[467] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/294-297.
[468] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/297.
[469] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/297-298.
[470] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/298.
[471] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/298.
[472] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/298-299.
[473] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/299.
[474] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/299-300.
[475] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/300-301.
[476] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/302.
[477] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/302-304.
[478] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/304.
[479] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/304.
[480] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/304-305.
[481] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/304-305.
[482] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/305-306.
[483] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/306-307.
[484] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/307.
[485] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/307.
[486] Şu ayetler görülebilir: Âl-i
İmran: 3/110; Bakara: 2/143; Feth: 48/18; Tevbe: 9/100; Enfal: 8/64; Haşr:
59/8-10.
[487] İbnu Hubeyre ve Abdullah
İbnu Havâle hadîslerinin de sahîh olduğu Heysemî tarafından belirtilir. Ancak
İbnu Hubeyre'nin sahâbe olup olmadığı münâkaşa edilmiştir. (İbrahim Canan)
[488] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/308-312.
[489] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/312-314.
[490] Sıkça geçecek olan nass
kelimesinin cemi (çoğula) nusus'dur. Kur'ân ve hadiste gelen beyanlara denir,
âyet ve hadîs demektir. (İbrahim Canan)
[491] Müteşâbiheyi aklî izahlara
tâbi tutulması hususunda selef devrinde ciddi bir ihtiyaç olsa herhalde aynı
işi onlar da yapardı. Onların tarzında teslimiyete dayanan nesillerin hakim
olduğu devirlerde cemiyetin tamamına yakın büyük çoğunluğu tatmin eden
açıklamalar, itikâdî fitnelerin yaygınlık kazandığı sonraki zamanlarda tesirsiz
kalıp, müteşâbihât'ın bâtıl bir şekilde yorumlanarak istismar edilmesi
karşısında hamiyet-i diniye sâhibi âlimler kelâmî, felsefi,"aklî"
açıklamalar yapmışlardır. Aslında gâyede bir sapma sözkonusu değildir. Meselâ
Kur'ân'da geçen "yedullah = Allah'ın eli" tâbiri hakkında selef:
"Bundan muradı Allah bilir" deyip yoruma gitmezken, müteahhir ulema:
"Bundan murad Allah'ın kudretidir, çünkü "el" kudreti'i temsil
eder" demiştir. Bu açıklamanın yapılmasına, bu çeşit Kur'âni tabirlere
dayanarak Allah'ı -diğer dinlerdeki gibi- insana benzetmeye çalışan Müşebbihe
denen sapık mezhep sebep olmuştur. (İbrahim Canan)
[492] Bu bahsin anlaşılması için,
lügat olarak bakmak mânasına gelen nazar kelimesinin burada aklî muhâkeme
manasına geldiği bilinmelidir. Keza mesnûn da sünnete uygun demektir. (İbrahim
Canan)
[493] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/314-315-316-317-318.
[494] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/320.
[495] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/321-325.
[496] İbnu Hacer, Fethu'l-Bâri'de
aynen şöyle der: "Vâcibe misal nahivle meşgûliyettir, zira Allah ve Resûlunun
sözleri onunla anlaşılır. Zira şeriatın hıfzı vâcibdir, bu iş ise o suretle
hâsıl olur; böylece o meşguliyet bir vâcibin mukaddimesi olmuş olur. Garîb
(anlaşılması zor) kelimelerin şerhi, usûl-i fıkhın tedvîni, sahîh ve zayıf
hadîslerin temyîzine tevessül dahi bu guruba girer. Harama misal: Sünnete
muhâlif olan Kaderiye, Mürcie ve Müşebbihe'nin tanzîm ettiği kitaplardır.
Mendûba misal: Hz. Peygamber devrinde bizzat yapılmamış olan iyi işler:
Terâvihin topluca kılınması, medrese ve ribatların inşâsı, güzel olan tasavvuf
hakkında söylenenler, Allah'ın rızâsını gözeterek akdedilen münâzara meclisleri
vs. Mubah bid'ata misal: Sabah ve ikindi namazlarının peşi sıra yapılan
musâfaha, yeme ve içmede, giyecek ve meskende genişlik ve bolluğa yer vermek.
Mekrûha gelince: Yukarıda söylenenler bâzan mekrûh ve evvelkinin hilâfı
olur". (İbrahim Canan)
[497] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/328-330.
[498] Şârihler
hu hükmün başka hadîslerle neshedildiğini belirtir. (İbrahim Canan)
[499]
Bu hususta çok münâkaşa edilmiş, netice olarak büyüğe ayağa kalkılması gereği
kabul edilmiştir. (İbrahim Canan)
[500] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/330-333.
[501] Mukaddime cildinde bu
imamları etraflıca tanıtmış olmamıza rağmen, burada, kitabın orijinal aslında
mevcut olan kısa terceme-i halleri aynen tercümeyi uygun bulduk. Eserin
bütünlüğü için de bu gereklidir. Okuyucuların normal karşılayacağını ümid
ediyoruz (İbrahim Canan).
[502] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/189-191.
[503] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/191-192.
[504] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/192.
[505] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/192-193.
[506] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/193.
[507] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/194.
[508] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire t.y., s.109;
Târihu'l-Mezâhibi'l-Fıkhiyye, (Mezhepler Tarihi) Çev: A. Şener, Ankara 1968-1969,
s.344; Muhammed el-Hüdarî, Târîhu'l-Teşriî'l-İslâmî, (İslâm Teşri' Tarihi) Çev:
H. Hatipoğlu, İstanbul 1974, s.166.
[509] el-Hudârî, a.g.e., s.202-205; İbn Kayyım,
İ'lâmü'l-Müvakkıîn'inden naklen; Abdülkâdir Şener, "İmam Mâlik ile Leys b.
Sa'd Arasındaki İhtilâf ve Yazışma", A.Ü.İ.F.D., Yıl 1968, 16/131-154.
[510] Zehebî, Tabakatü'l-Huffaz: 6/368.
[511] İbn Kayyım, İlâmü'l-Muvakkıîn, I, 55 vd..
[512] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 1/355.
[513] İbn Haldun, Mukaddime, s.372.
[514] Şah Veliyyullah, Huccetu'llahi'l-Bâliğa: 1/311 vd..
[515] Kadı Iyâz, Tertîbu'l-Medârik: 1/91.
[516] İmam el-Kevserî, Feyzü'l-Bârı alâ Sahîhu'l-Buhâri:
1/53.
[517] Kadı İyâd, Medârik, s.170 vd..
[518] eş-Şa'rânı, Kitabü'l-Mizan: 1/63.
[519] Şehristânî, el-Mile'l ve'n-Nihâl, s.154.
[520] Nevevî, Tehzîbu'l-Esmâ, 122.
[521] Sait Kızılırmak, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/59-61.
[522] Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında),
1/47.
[523] Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime: 1.
[524] Ebû Dâvûd, Sünne: 6, Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/131.
[525] Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).
[526] Ebû Dâvûd, Sünne: 5.
[527] Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe: 1.
[528] Tirmizî, Fiten: 7.
[529] İbn Mâce. Fiten: 8.
[530] İbnü'l-Esir, en-Nihâye: 2/419.
[531] Tirmizî, Fiten: 7.
[532] Tirmizî, Fiten: 7.
[533] Tirmizî, Fiten: 7.
[534] Şehristânî, el-Milel, 1/47.
[535] bk. Buhâri, Ahâd: 1; Müslim, İmâre: 39; Ebû Dâvud,
Cihâd: 40, 87; Nesaî, Bıa: 34; İbn Mace, Cihad: 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned:
1/94, 409.
[536] Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb: 3/201.
[537] İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm: 2/303.
[538] İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I,
31.
[539] Ebû Dâvûd, Sünne: I; Tirmizî İman: 18; İbn Mace,
Fiten: 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek: IV,430.
[540] Bağdadı, el-Fark, s. 8.9.
[541] Ebû Dâvûd, Sünne: 5.
[542] Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43.
[543] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar: 1/560, 561.
[544] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar: 1/48, 49.
[545] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar: 5/472.
[546] Şehristânî, a.g.e, 1, 15.
[547] İbn Hazm, el-Fısal: 2/113.
[548] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97.
[549] Kurtubî, Tefsir: 7/217-218.
[550] Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146.
[551] el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir
Topaloğlu, a.g.e., s.109-110.
[552] İbn Mâce, Mukaddime: 2; Dârimî, Mukaddime: 23; Ahmed
b. Hanbel, Müsned: 1/435.
[553] Tahâvi, Şerhû akiteti't-Tahaviyye, 586-588; Şamil
İslam Ansiklopedisi: 2/67-72.
[554] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 27
[555] Bu konuların hepsini içine alanlar olduğu gibi, biri
veya birkaçı için yazılmış olanlar da vardır. Bu İkinci nev'in örneklerini
yukarda görüyorsunuz.
[556] Müfredi “toplayan” dır.
[557] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 27-28
[558] İlel kitaplarını, bazı bilginler dirayet (usûl)
kitapları arasında sayarlar.
[559] er-Risâletu'1-müstatrafe, s. 10-11.
[560] Bunları,
“Cem'u'l-cevâmi'” önsözünde Süyûtî
zikrediyor. Bak. “Kenzu'l âl, c. I, s. 7.
[561] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 28-29
[562] Memleketimizde de pek çoğu kullanılan bu çeşit
kitapların adlarını, İzmirli İsmail Hakkı, “Siyer-i Celîle-i Nebeviyye”
mukaddimesinde toplamıştır. Ayrıca bu kitabın “Mevzu Hadîsler” bahsine de
bakınız.
[563] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü,
İrfan Yayınevi: 29-30